SAYI3

Page 1

GÖÇ YASASINA HÂLÂ HAYIR..! Geçtiğimiz günlerde yine ülkemizdeki devrimci tarihe adını kızıl harflerle yazdıran bir eylem daha yaşandı. Birçok sendika, dernek, sivil toplum örgütü ve öğrenci hareketinin oluşumuyla gerçekleştirilen “Göç Yasasına Karşı Direniş’in 1. Yıldönümü ” etkinliği başarı ile düzenlendi.Saat 11.00’da başlayan eylem öncelikle egemenler meclisi önüne yürünerek başlandı...

OGÜN SAMAST ÇOCUK ODTÜ'DE ÖĞRENCİ DİRENİŞİ MAHKEMESİNDE...! ZAFERE ULAŞTI ODTÜ Omorfo kampüsü geçtiğimiz Faşist T.C. Devleti şaşkınlık günlerde öğrencilerin yürüttüğü vermeyen bir olaya daha şanlı bir direnişe şahit imza attı. Devlet mahkemeleri oldu. 12 Ekim 2010 tarihinde Hrant Dink'in katili öğrencilerin kantinlerdeki Ogün Samast'ı çocuk astronomik zamlarla yaşayamaz mahkemesine sevk etti. Taş atan duruma gelmesi ile öğrenciler çocuklar yasasına göre kendi haklarını ancak kendi mücadeleleri ile alabilecekleri yargılanacağı belirtilen Ogün Samast'ın bu duruma göre 10 düşüncesi ile direnişe geçti. Kendi aralarında toplanarak ne seneden fazla hapis yatmayacağı bildiriliyor..!! yapabileceklerini tartışan... Devamı sayfa 3'de

Devamı sayfa 2'de

Devamı sayfa 6'da

EMEĞİN VE EMEKÇİNİN AYLIK GAZETESİ

"DÜNYA'NIN BÜTÜN İŞÇİLERİ; BİRLEŞİNİZ..!"

KASIM 2010

SAYI: 3

FİYAT: 2 TL

"PATRON AĞA DEVLETİ"

KORKUTAMAZ BİZLERİ...! Göç Yasasına karşı direnişin 1. yıldönümünde tutuklanan 19 yoldaşın 11 tanesi itham edildi. Savcılık 11 yoldaşın herhangi bir suçunun olmadığını resmen açıklamış oldu... Peki şimdi sormak lazım... Geriye kalan 8 yoldaşın suçu ne? Neye göre bu 8 yoldaş suçlu bulundu ? Biz bilmekteyiz ki bu 8 yoldaşın yargılanmasında gene başka türlü amaçlar var..! "Halka korku verme" devletin hoşuna gidiyor...! Haydi buyursun egemenler bu 8 yoldaşa ceza vermeye kalksın...! Bakalım bakalım o kadar kolay mıymış yoldaşlarımızı teslim almak...! YEŞİLIRMAKKAPISI ŞAŞIRTMACASI...! Kıbrıs'ta 1964'ten beri kapalı durumda olan ve adanın batısında bulunan Yeşilırmak sınır kapısı 14 Ekim 2010 tarihinde düzenlenen bir törenle açıldı. Kapının açılışında Türk tarafını Eroğlu temsil ederken, Rum tarafını da Hristofyas temsil etti. Açılışa, AB Komisyonu'nun genişlemeden sorumlu üyesi Stefan Füle, BM Genel Sekreteri'nin Kıbrıs Özel Danışmanı Alexander Downer... Devamı sayfa 4'de

Bizler Barikat gazetesi olarak diyoruz ki: "Eğer ki bu devlet adındaki yapılanmanın mahkemeleri, bu yoldaşlarımıza en ufak bir zarar getirici ceza verirse, tüm ülke devrimcileri, yurtseverleri ve ilerici halk kitleleri ve emekçiler olarak, egemenlerin mahkemelerini ve tüm devlet yönetim organlarını biz BU ÜLKEYE İNANAN İNSANLAR OLARAK onların anlayacağı şekilde YARGILAYACAĞIZ... Ya bu 8 yoldaşımızı da serbest bırakırlar...! Yada bundan sonra olacak olanlardan bu ülke insanı sorumlu olmaz...!! KTAMS'IN KAMPANYASI ÜZERİNE Sendikalar işçi sınıfının iktisadi mücadelesini yürüttüğü örgütlerdir ve tarihsel deneyim onların bu açıdan en uygun örgütsel biçim olduğunu göstermektedir. Gündelik çıkarları esas alan bir mücadele yürüten sendikalar işçi sınıfının hiçbir ayrım gözetmeksizin tamamını kucaklayan yığınsal örgütlülüklerdir. İşçi sınıfı ideolojik ve politik mücadelenin yanısıra iktisadi mücadele içerisinde birleştirilir, örgütlenir, eğitilir ve sınıf bilinci gelişir. Bu yanıyla sendikalar... Devamı sayfa 5'de


GÜNDEM

KASIM 2010

SAYFA: 2

GÖÇ YASASINA "HÂLÂ" HAYIR..!!! Geçtiğimiz günlerde yine ülkemizdeki devrimci tarihe adını kızıl harflerle yazdıran bir eylem daha yaşandı. Birçok sendika, dernek, sivil toplum örgütü ve öğrenci hareketinin oluşumuyla gerçekleştirilen “Göç Yasasına Karşı Direniş’in 1. Yıldönümü ” etkinliği başarı ile düzenlendi. Saat 11.00’da başlayan eylem öncelikle egemenler meclisi önüne yürünerek başlandı. Polis barikatı ile karşılanan örgütler “Gün gelecek devran dönecek; hükümet halka hesap verecek”, “mezun olup göç etmek istemiyoruz” , “Bu memleket bizim biz yönetelim”, “gençliğe değil; sermayeye barikat”, “direne direne, kazanacağız” ,”bu halk bunları unutmayacak” ,”susma haykır, göç yasasına hayır” , “polis devleti istemiyoruz” ,”Şeriatcı AKP, işbirlikçi UBP” sloganları ile faşist egemenlere meclis önünü dar ederken, tüm yoldaş örgütlerin organize bir şekilde kolektif olarak bu dayanışmayı göstermeleri, direniş bayrağını hep beraber omuzlamaları görülmeye değerdi.. Yoldaşça bir ortam vardı ve emekçiler adına görülmesi gereken neyse herşey o meydanda vardı. Baraka Kültür Merkezi de meclis önündeki eylem sırasında KTHY’nin satılışına, ülkemizin satılışına, insanlarımızın satılışına karşı, temsili olarak meclise maket uçak atarak uygulamalara haklı bir protesto etti ve yine tüm örgütler davulları ve sloganları ile haksızlığa karşı haykırışları ile yapılan dayatmalara karşı etkin bir şekilde ateş püskürürken, “Ankara Elini Yakamızdan Çek” sloganları eylem alanını dolduran onlarca insanın direnişi için adeta bir haykırış oldu.… Faşist T.C.’nin dayatma paketlerine yıllardır direnen halk kitlelerimiz o gün adeta bir destan daha yazdı… Hemen arkasından AÖA öğrencileri adına bir açıklama daha yapıldı. Yapılan açıklamada “ bu ülkenin zararına yapılan her şeye yine karşı çıkılacağını; üç maymunu oynayan hükümetlere geçit verilmeyeceğini ve yapılanlara karşı suskun kalınmayacağı” vurgulandı. Saat 13.00’da ise kuğulu park adeta 1 Mayıs alanları gibiydi. Grev coşkusu ve içlerindeki özgürlük mücadelesiyle kuğulu park alanını dolduran emekçiler adeta egemenlere meydan okudular… Taksicilerin de eyleme verdiği destekle renklenen bölge, bu sefer daha da güçlü bir şekilde mahkemelere doğru kitlelerin hareketlenmesi ile tekrardan ateşlendi.. Kortej halinde yapılan kitlesel yürüyüş’te Lefkoşa adeta sallanırken, “soruşturmalar baskılar tutuklamalar bizi yıldıramaz” pankartı arkasında yürüyen kitleler “susma sustukça sıra sana gelecek” sloganları ile tüm dünyaya aslında en anlamlı mesajı verdi. “Yılgınlık yok direniş var” diye haykırarak mahkeme önüne gelen kitle UBP’nin sarayönündeki binası önünde bir süre durarak

Mahkeme sonrası yapılan açıklamalarda ilk konuşmayı KTÖS Genel Başkanı Güven Varoğlu yaptı. “Bugün bir itham noktasına gelindiğini, tutukluların sayısını 8’e indirildiğini” bildiren Varoğlu burada amacın “toplumu sindirmek olduğunu, kitleleri yormak olduğunu ama buna boyun eğilmeyeceğini” belirtti ve “bu ülkede yaşayan esas suçluların dışarıda efendiler, beyler , paşalar gibi yaşadığının” altını çizdi ve katılan herkese teşekkür etti. Ardından sözü KTÖS Genel Sekreteri Sayın Şener Elcil aldı. “T.C. nin oluşturduğu siyasal rejimin adada Kıbrıs Türkü’nü kaçırtmak için her şeyi yaptığını; polisi ile askeri ile mahkemesi ile asimilasyon yapılmak istendiğini” vurguladı ve “bundan birkaç sene önce meydanları doldururken bizim irademizi yansıtacağını söyleyenlerin aynen şimdikiler gibi gidip bizleri T.C. ye teslim ettiğini, mücadelenin bu anlamda devam ettiğini” vurguladı. “İçeride konuşulanlar gerçekten gülünçtür, polis genel müdürü verdiği ifadede meclisin önünü niye kapattınız..!!? Sorusuna verdiği yanıtta daha önce yapılan bir eylemde meclise eşek atıldığını bu yüzden de meclisin önünü kapattığını vurguladı” diye sözlerine devam eden Elcil “bunun ne kadar gerçekleri gizleme açısından acemice söylenen bir yalan olduğunu vurguladı. Sorumluların T.C. Elçiliği, T.C. devleti ve AKP olduğunu” vurgularken “AKP’nin esas yargıç olduğunu ve bu gerçekleri bilerek hareket edileceğini” sözlerine ekleyerek konuşmasına son verdi… “taksicilerin eylemine” de destek belirtti. “Yargılanan 19 Ardından KTAMS başkanı Ahmet Kaptan söz alarak “aldıkları talimatlara göre bizleri yargılamasınlar, nereden kişi değil Halktır” diye sözlerine devam ederken talimat aldılar bunu çıksınlar söylesinler; artık ülkeyi “kahrolsun faşizm” sloganları yine kitleler tarafından sahiplenme zamanıdır, biz gücümüzü kendi halkımızdan tekrarlandı. “Dayanışmamız devam etsin” dileği ile sözlerini bitiren Varoğlu’nun ardından tutuklu yoldaşlar ve çalışanımızdan alırız” diye sözlerine devam eden Ahmet Kaptan “2 Kasım’da herkesi buraya bekleriz” mahkemeye girdi.. Kitleler “mahkeme bizi de diyerek sözlerine son verdi. Ardından kitle “mahkeme yargılasana, kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz” sloganları ile yeri göğü inletti.. Mahkemeden bizi de yargılasana” diye meydanı bir kez daha egemenlerin mahkemeleri önünde onünde haykırdı.… içeriye davayı izlemek için ziyaretçiler alınırken Eylem sonrası Münür Rahvancıoğlu da verdiği bir gazetemizde gönüllü çalışan bir yoldaşımız üzerinde röpörtajda “savcılığa hodri meydan…! Haydi bizi taşıdığı “Barikat” logolu t-şirt’den dolayı içeriye yapabiliyorsa yargılasın ve mahkum etsin..!” diyerek alınmadı. Mahkeme boyunca tutukluların dışarıya aslında egemenlere verilmesi gereken en güzel yanıtı çıkmasını bekleyen kitleler KKTC’nin sahte verdi… mahkemelerinin ilginç bir kararı ile karşı karşıya kaldı. Barikat gazetesi olarak bizler tutukluluğu devam eden 8 Alkışlarla dışarıya çıkan dava okunan yoldaşımızın her zaman yanında olduğumuzu ve yoldaşlarımız,kitlenin sevgi ve coşkusu ile karşılandı. Egemenlerin mahkemesi verdiği kararda 11 tane sanığın desteğimizin her zaman devam edeceğinin altını çizeriz… Kukla devletin sahte mahkemeleri halkı korkutamaz…! ithamını geriye çekerken geriye kalan 8 yoldaşın Emekçilerin bu düzende kaybedecek hiçbir şeyi yoktur..! davalarını devam ettirdi. (Kukla mahkemesinin verdiği Direniş kazanacaktır…! “sözde” karara göre devam eden yoldaşlarımız: Burak Maviş, Cenk Gürçağ, İlkşen Varoğlu Atik, Hasan Belen, YAŞASIN DİRENİŞ Devrim Barçın, Serman Yiğit, Gökhan Özkan ve Münür YAŞASIN ÖRGÜTLÜ MÜCADELEMİZ…! Rahvancıoğlu) adeta bina içindeki işbirlikçilere bir kabus yaşattı. UBP’nin korkak militanlarına adeta ecel terleri döktüren emekçi kitle “mahkeme şaşırma sabrımızı taşırma” diye mahkemelere geldikten sonra tutuklanan 19 yoldaşımız kitle önüne çağrıldı. Bunun ardından KTÖS Genel Sekreteri Şener Elcil yaptığı açıklamada “devletin polisi,mahkemesi, işbirlikçisi ile, yasama yürütme yargısı ile, rejimin yüzü ile; halkın karşı karşıya kaldığını, tutuklu yoldaşlara 2 sene hapis cezası istendiğini, toplumu temsil eden kimsenin kalmadığını ve hükümetin Ankara’nın memurluğu yapıldığını, egemenlerin dayatmalara boyun eğdiğini, bu olaylara sessiz kalınmadığını ve kalınmayacağını” vurguladı. Ardından açıklama yapan KTÖS Genel Başkanı Güven Varoğlu, “toplumun kendi iradesine sahip çıkabilmesi için verdiği mücadeleden dolayı” teşekkür ederek söze başlarken,


KASIM 2010

GÜNDEM

SAYFA: 3

ODTÜ'DE ÖĞRENCİ DİRENİŞİ ZAFERE ULAŞTI ODTÜ Omorfo kampüsü geçtiğimiz günlerde öğrencilerin yürüttüğü şanlı bir direnişe şahit oldu. 12 Ekim 2010 tarihinde öğrencilerin kantinlerdeki astronomik zamlarla yaşayamaz duruma gelmesi ile öğrenciler kendi haklarını ancak kendi mücadeleleri ile alabilecekleri düşüncesi ile direnişe geçti. Kendi aralarında

toplanarak ne yapabileceklerini tartışan öğrenciler toplulukları bir komite kurarak tüm öğrencileri 12 Ekim sabahı rektörlüğün önünde eyleme çağırdı. Sabah saat 11’de rektörlüğün önünde toplanan 150-200 civarında öğrenci kendi aralarında konuşarak eylem şekli olarak boykota karar verdiler.

Tek yol direniş: ODTÜ'de boykot vakti Eylemlerinin rektörlüğün önünde olmasını okulla ilgili her kararın rektörlüğün onayından geçmesinden kaynaklanması olarak açıklayan öğrenciler, kendilerine ilk hedef olarak yapılan zamların geri alınmasını ve fiyatların öğrencilerin yaşayabilecekleri bir seviyeye indirilmesini belirledi. Eylemin ilk gününde de eylemin kitleselliğinden korkan rektörlük öğrencilerle görüşmek zorunda kaldı. Rektörlükle görüşmek için kendi içlerinden 6 kişilik bir komite belirleyen öğrenciler görüşmede rektörlüğe öğrencilerin genel sorunlarını ve yukarıda belirtilen kesin taleplerini iletti. Rektörlük ise kantin işletmecisi ile görüşmek için zaman talep etti. Bu olayın ardından yurt kantinlerine doğru yürüyüşe geçen öğrenciler “müşteri değil öğrenciyiz”, “zafer direnen öğrencinin olacak” gibi sloganlarla yurtları gezerek boykotun başlangıcını yapmış oldu. Eylemin birinci gününde öğrencilere ulaşarak öğrencilere amaçlarını açıklayan boykotçu öğrenciler, örgütlülüklerinin sonucu olarak ilk günden boykota öğrencilerin yarısından fazlasının katılımını sağladı. Çalışmalarına devam eden boykot komitesi daha fazla kitleye ulaşmak için eylemin ikinci gününde boykot güncesi adında periyodik olmayan bir eylem güncesi çıkartmaya karar verdi. Boykotun ikinci gününde ilk sayısı çıkan günce öğrencilere eylem hakkında önemli bilgiler verilirken öğrencilerin direncini arttıracak bilgilere de yer verildi. Çalışmaların sonucunda okulda bulunan 4 farklı kantini de denetimlerine alan öğrenciler günlük olarak bilgilendirme çalışmalarının yanında ikinci gün itibari ile saat 11.30 ile 13.30 arasında da kantin önlerinde bildiri ve günce dağıtarak, ayrıca öğrencilere boykotun önemini anlatarak eylemliliği giderek güçlendirdi. Boykotun 3. Gününden itibarense boykot çalışmaları ve öğrencilerin bilinçliliği sonucu boykota katılım oranı yüzde doksanlara çıktı. Öğrencinin direnci yönetimin ve işletmenin sinirini bozdu! Öğrencilerin sabırlı ve örgütlü mücadelesi ile sömürü düzenlerine çomak sokulan yönetim eylemin 3. Gününde öğrencilerin karşısına yurt müdürünü çıkardı. 2. Yurt kantini önünde öğrencilere bilgilendirme çalışmalarında bulunan öğrencilerin yanına gelen yurt müdürü öğrencilere orada duramayacaklarını söyleyerek, haklarında tutanak tutma tehdidinde bulundu. Bu tehdidin öğrencilerin direnişini kırmak üzere kurgulanmış boş bir tehdit olduğunu bilen öğrenciler bu tehdide karşı yurt müdürüne “elinden geleni ardına koyma, böyle bir şeye hakkın yok” diyerek karşılık verdi. Tehdidinin tutmadığını anlayan yurt müdürü odasına kaçtı. Ayni saatlerde ise okulda kantin sahibinden geldiği sonradan öğrenilen söylentiler ise boykotçu öğrencilerle, öğrenciyi ve yurt çalışanı emekçileri karşı karşıya getirmeyi amaçladı; kantinlerin çalışanlarından üçünün işten çıkartıldığı ve buna boykotun sebebiyet verdiği ve boykotun devam etmesi halinde bu sayının artabileceği bu söylentiyi oluşturuyordu. Ayrıca kantin önlerinde duran öğrencilerin diğer öğrencileri tehdit ettiği ise yine bu söylentilerin bir parçasıydı. Tamamı ile boş ve öğrencileri yıldırmaya yönelik bu söylentilerin sahteliği ve amaçlılığı ortaya çıktıkça ise tam tersi bir etki yaparak öğrencilerin kitleselliğini arttırdı. Bu söylentilerin ardından öğrenciler çalışmalarını arttırarak yayınladıkları ve okul genelinde etkin bir şekilde dağıttıkları bildiriler ve güncelerle öğrenci kitlesini bilinçlendirirken, öğrencilerin mağdur olmaması için yemek alternatifleri aramaya da başladı. Bu amaçla okul dışında bir yerle ucuz lahmacun ve dürüm tedariki için anlaşan öğrenciler, bununla da yetinmeyerek bir yemek komitesi oluşturarak öğrencilere kantin önlerinde kendi yaptıklar sandviçleri dağıtmaya başladı. Ayrıca

eylemi uzaması halinde devamlılığı sağlamak içinde toplu yemek yapma alternatifini yaratmak için bir yemek komitesi kurdu. Eylemin ilerleyen günlerinde artık iyice bir ne yapacağını bilemeyen yemekhane kantini kapatmak gibi sinirle yapılan faaliyetleri denedi. Kantinin bu dengesiz davranışını anında fark eden öğrenciler işletmecinin anlaşması gereği bunu yapamayacağından hemen şikayet ederek kantinleri yine aktif duruma getirdi. Bu olay işletmecinin iyice bir sinirlerinin gerildiğinin kanıtı olurken, kantin işletmecisinin öğrenciye karşı yaptığı bir hareket olarak eylemin meşruluğunu arttırdı. Yaptıkları hiçbir şeyin işe yaramadığını gören yönetim ve kantin işletmecisi çareyi öğrenciyle masaya oturmakta buldu. Zafer direnen öğrencinin oldu! Öğrencileri görüşmeye çağıran rektörle eylemin 7. gününde masaya oturuldu. Rektör daha konuşmanın başından öğrencilerinin daha öncede yaptıkları ve rektörün izin verdiği ses kaydı ile arkadaşlarını bilgilendirmek istemesine izin vermeyerek konuşmada nasıl bir tavır izleyeceğini gösterdi. Konuşma boyunca elindekilerin tek mümkün fiyatlar olduğunu söyleyen rektör, ayrıca kendisinin aracı olduğunu söyleyerek ona bir şey söylenmemesini istedi. Sunduğu fiyatlar sadece birkaç üründe az bir oranlı indirimi öneren rektör

öğrencilerin kantinde en çok tükettiği ürünlerde bir indirim öngörmemişti. Bunun üzerine rektöre durumu anlatmak isteyen öğrencilere “konumunuzu bilin” diyerek yapmacık bir sinir gösterisi yapan rektör öğrencilerin bu göz dağından etkilenmemesi üzerine konuşmasına sakinleşerek devam etti ve öğrencilerin bir karar vermesini istedi. Öğrenciler ise kararı onların değil boykota destek veren tüm öğrencilerin vereceğini kendilerinin sadece temsilci olduğunu hatırlatarak toplantıya son noktayı koydu. Öğrenciler bu fiyatların hiçbir şekilde öğrencilerin insanca yaşayabilecekleri bir seviyede olduğunu düşünmeseler de kitleye son durumu bildirmek, bunun sonucunda da boykotun bitirilmesi veya boykota yeni bir ivme katılması kararını almak üzere boykotun 8. Gününde akşam yine rektörlük önünde bir kitle toplantısı yapmaya karar verdi. Bu olaylar gelişirken toplantı gününün sabahında işletme yetkilisi öğrencilerin fiyatları kabul etmeyeceğini anlayarak öğrencilerle pazarlığa oturmak zorunda olduğunu anladı ve sabah boykotçu öğrencileri bir toplantıya çağırdı. Saat 11'de toplantıya oturan yetkili ile saat 1'e kadar görüşen öğrenciler radikal tutumları sonucunda pes eden işletme öğrencilerin tüm taleplerini kabul etmek zorunda kaldı. Hamburger, cips, spagetti gibi öğrencinin sık tükettiği ürünlerde ki 1-3 lira arasında değişen tüm zamları geri aldırmayı başaran öğrenciler bununla da yetinmeyerek temel bir ihtiyaç olan suyun fiyatını da önceden zam olmamasına rağmen 75 kuruştan 50 kuruşa indirmeyi başardı. Bu fiyatlarla toplantıya giden öğrenciler elde edilen fiyatları öğrenci kitlesine sunarak öğrencinin kararını sordu. Sonuç olarak kitle olarak yapılan tartışmanın ardından oybirliği ile boykotun zafere ulaştığı kararlaştırıldı. Kantin boykotunun son güncesi ile ise zafer açıklanırken gelecek içinde açık bir mesaj niteliğinde oldu. HABER: ODTÜ BOYKOT KOMİTESİ


KASIM 2010 Yeşilırmak sınır kapısı açıldı açılmasına ama. ..!! Kıbrıs'ta 1964'ten beri kapalı durumda olan ve adanın batısında bulunan Yeşilırmak sınır kapısı 14 Ekim 2010 tarihinde düzenlenen bir törenle açıldı. Kapının açılışında Türk tarafını Eroğlu temsil ederken, Rum tarafını da Hristofyas temsil etti. Açılışa, AB Komisyonu'nun genişlemeden sorumlu üyesi Stefan Füle, BM Genel Sekreteri'nin Kıbrıs Özel Danışmanı Alexander Downer, ABD Güney Kıbrıs Büyükelçisi Frank Urbancic, BM Kalkınma Programı Avrupa Bölge Bürosu Başkan Yardımcısı Haoliang Xu gibi çok “büyük” bürokratlar da katıldı..!!! Maalesef törende kalıcı ve kapsamlı bir çözüm yolunda ciddi adımların atılmakta olunduğu mesajını yineleyen yetkililer, adada yaşanılan çözümsüzlüğün başkahramanları olduklarını unutarak, “yalan söyleme politikalarına” devam ettiler…!! Yıllardır tarafların uzlaşmaz tavırları nedeni ile Kıbrıs sorununun çözümü konusunda bir arpa boyu dahi ilerleme sorunu olmayan siyasiler, yaptıkları konuşmalarda her zamanki gibi “boş çözüm umutları” dağıttılar..!! Kıbrıs'ın 7. sınır kapısı olan Yeşilırmak Sınır Kapısı'nın açılış töreni arkasında birçok tartışma bırakarak gerçekleşti. Bir taraftan Türk kesiminde açılışa “Talat ve ekibinin davet edilmemesi polemiği” burjuva muhalefet tarafından gündeme getirilmeye çalışılırken , öte yandan adada gerçek anlamda çözüm ve barış isteyen çevrelerin; “7. değil 20. sınır kapısı açsalar dahi gerçek çözümün yerini tutamaz” tepkileri ile karşılandılar…!! Bu noktada, ülkemiz siyasilerini küçük birer çocuk gibi “sen davet edildin, ben davet edilmedim” tartışmasına girmeleri, gerçek anlamda çözüm isteyen çevrelerin sert tepki

GÜNDEM göstermesine neden oldu..!! Bu tartışmalar aslında ülkemiz siyasilerin çözüm anlayışından ne kadar uzak olduğunun en açık şekilde gösterilmesidir…!! Temel amaç, gerek Kıbrıs halklarının ve emekçilerinin adanın her yerinde serbestçe dolaşabileceği şartları oluşturacak kapsamlı bir çözümün sağlanmasıdır. Aksi halde, böylesine açılış törenleri ile “halkın çözüm umutlarına balta vurmaya” devam edecektir..!! Asıl sorun ise, 68 yılından itibaren dünyaya sözde çözüm umutları dağıtan “Birleşmiş Milletler Parametreleri” altında devam eden toplumlararası görüşmelerin ne

zaman sonuçlanacağıdır. !! Zira 47 yıllık çözümsüzlük süreci büyük bir başarısızlığın göstergesidir..!! Bu da gayet doğaldır, çünkü zaten BM'nin derdi Kıbrıs sorununu çözmek değil, tam tersine sorunu daha da içinden çıkılmaz bir hale getirmektir… İşte böylesine büyük soru işaretleri içerisinde yaşamımızı sürdürürken, bir sınır kapısı daha açılsa toplumsal anlamda kime ne fayda sağlar ki? Örneğin sıradaki açılışın Lefke bölgesindeki “Aplıç sınır kapısı” olduğunu tahmin ediyoruz. Diyelim ki, bu sınır kapısı yarın bir tören eşliğinde açıldı. İşte soru, açılan bu yeni kapı toplumsal anlamda çözüm sürecine ne kadar büyük bir katkı

SİNME! BİL Kİ SIRA SENDE: 20 Ekim Çarşamba günü, halk yine sokaklardaydı. Kıbrıs Türk Telekomünikasyon Çalışanları Sendikası (TEL-SEN), Telekomünikasyon dairesinin özelleştirilmemesi için, bildiriler dağıtarak yaklaşık bir saat süren eylemi, Küçük Kaymaklı'da gerçekleştirdi. “Tel-Sen, Elektronik ve Haberleşme Yasa Tasarısı'nın “aceleye getirilerek yasallaştırılmak istenmesini protesto etmek ve kamuoyunu uyarmak” amacıyla sendika yönetim kurulu düzeyinde başlattığı eyleme, Perşembe Gün aynı saatlerde Köşklüçiftlik Trafik Işıkları Kavşağı'nda ve Cuma günü de Başbakanlık Kavşağı önünde devam edeceğini açıkladı.” Özelleştirme politikaları tüm hızıyla devam ediyor. Son olarak kendisini KTHY ile ülkeyi çalkalandırarak gösteren özelleştirme çalışmaları, şimdilerde hedefini Telekomünikasyon dairesine çevirdi. Elektronik ve Haberleşme Yasa Tasarısı'nın kabulü her zaman olduğu gibi, aceleye getirilerek onay almayı bekliyor. Aceleye getiriliyor, çünkü korkuyorlar! Bu işi derhal halledip kimsenin gözü açılmadan, insanlar daha fazla meydanlara çıkmadan sistemin son kurbanı işçileri, sindirmeye çalışıyorlar. Toplumsal sorunlara neden olan, sınıfsal ayrılıkları doğuran, özelleştirmelerin ilk adımını atarak, başlangıcını yapan hükümetin Cumhuriyetçi Türk Partisinden oluştuğunu biliyoruz. Yine aynı Cumhuriyetçi Türk Partisi, iktidara gelmeden verdiği vaatleri boşa çıkaracak icraatlerini sürdürerek, otuz yıla yakın beklentiler içindeki halkın, duygularıyla oynarmışçasına özel sektöre tam destek vererek hayal kırıklıklarına yol açmış, iktidar dönemi sona erdikten sonra da, hayal kırıklıklarına uğrayan halkın miting ve eylem meydanlarında öncüsü olmuştur. Özel sektöre bu noktada desteğini, ilk olarak Karpaz bölgesine elektrik götürerek, özel otel işletmeciliğine destek olmuş ve bu bölgede özel sektörün önünü açmıştır. Ayrıca, bugünlerde halk tarafından göç yasası olarak bilinen ve davalarla, haksız şekilde yargılanmalarla süregelen, Kamu çalışanlarının, aylık maaş, ücret ve diğer ödeneklerini, genel maaş kademelerini, hizmet sınıflarının ve derecelerinin maaş kademelerini, hizmet sınıfı olmayanların bulundukları kadro içinde ilerlemelerini, başka kadrolara geçmelerini ve yükselmelerini düzenlemek amacıyla hazırlanan yasa tasarısı, Cumhuriyetçi Türk Partisi iktidarı döneminde hazırlanmış, ancak partinin yasayı geçirmeye vakti kalmadığından Ulusal Birlik Partisi döneminde yasanın geçirilmesi yönünde çalışmalar devam etmiştir. Ulusal Birlik Partisi döneminde uygulamalar devam ederken, bir zamanlar, yasa tasarının hazırlanışında rol oynayan CTP hükümeti, eylemlerde boy göstermekte, yasanın adının Göç Yasası olduğunu inkar ederken, Göç Yasasına Hayır eylemlerinde ön saflarda yer almaya çalışmaktadır. Burjuva temelde siyaset üreten solcusundan sağcısına, gelebilecek herhangi bir iktidar, sistemi değiştirme hedefinde değildir. Bu böyle oldukça ve samimi olmayan politikalarla reformist yaklaşımlarla halkın gözünü boyayan politikacılar ve siyasi partiler, artık sisteme yama olmuşlardır. Sistemin değişmesi, yıkılması gerekmektedir ve bunu günümüz siyasi oluşumlarıyla gerçekleştirmek mümkün değildir. Bu noktada bilinmesi gereken şudur ki mesele, mevcut hükümetin yerine başka bir hükümet getirmekten ibaret değil, hedef bugünkü yönetim değil, sistemin kendisi olmalıdır. Bir başka bakış açısıyla gelmiş geçmiş bütün hükümetlerin Türkiye Cumhuriyeti boyunduruğu altında karar alması ve bugünlerde de buna devam edilmesi, ülkemiz iç siyasetinin şekillenmesinde önemli bir rol oynamaktadır. Farklı cephelerden olduklarını iddia eden iki “büyük” partinin dönemlerinde de benzer olayların gerçekleşmesi, ister

SAYFA: 4

sağlayacaktır? Kimsesi yanlış anlamasın… Kapıların kapatılması taraftarı değiliz ama böyle “sözde” adımları da “çok büyük işmiş gibi” önümüze konup, hem halkla hemde emekçi kesimlerle adeta dalga geçilmesine de izin vermeyeceğiz… Taraf olduğumuz şey tüm sınırların ortadan kalkmasıdır… Ama bunu yapabilecek tek gücün Kıbrıs kardeş halkları ve emekçilerinden başka kimsenin olamayacğaını gayet iyi bilmekteyiz… Dışardan yardım mı alacağız? Evet alalım..! Türkiye'nin, İngiltere'nin v.s. tüm dünya ülkelerinin emek örgütlerinden enternasyonal desteğini alalım… Gidipte burjuva siyasetçileri ile neden uğraşalım ki ? Yaşanılanlar sadece ve sadece burjuva siyasilerin, günlük çözüm yolları araması ve çözümsüzlük için zaman kazanmasından başka bir şey değildir..!! Gerçek çözüm, Kıbrıs emekçilerinin ve ezilen halklarının tüm dünya işçi sınıfı ve ezilenlerinin de desteği ile kendi ülkelerini yönetebilir hale getirecek bir çözüm olmalıdır. Gerçek çözüm, büyük emperyalist güçlerin sömürüsü altında yaşamadan, kendi ayakları üzerinde durabilecek olan “Bağımsız Birleşik bir Kıbrıs” oluşturmakla mümkündür..!! Bu da ancak Anti-Emperyalist bir Birleşik Cephe Hükümeti ile gerçekleşecektir… Sabırla, azimle ve mücadele ile emperyalizmin, ülkedeki büyük burjuvaların ve tüm gerici kesimlerin önünü kesmek, ülkemizdeki emek güçlerinin birleşmesi ve ortak bir cephede birleşik bir cephede oturup ülkemizin geleceği için devrimci faaliyetler üretmeleri için çalışmalar başlatmalıyBilmemiz gerekir ki örgütlü bir işçi sınıfı ve ezilen halkın önünde kimse duramaz..!

istemez bunu sorgulatmakta ve çağrıştırmaktadır. Bağımsızlık kazanılmadıkça, bu böyle devam edecektir! Özelleştirme denilince akıllarımıza hemen bir kuruluşun özel bir şirket statüsüne geçeceği ve bununla birlikte mevcut sınıfsal farklılıkların kitlesini artıracağı düşünülmektedir. Ancak durum sadece bundan da ibaret değildir. Dünyamızın daha önce hiç görmeyip bilmediği hastalıkların ortaya çıkması ve sonrasında oluşan büyük pazarlara, yaratılan hastalığın panzehirlerinin satılması, dünya ekonomisinde çalkantıların oluşturulması olayın bambaşka bir boyutuna örnektir. Özel sağlık şirketleri, para uğruna insanların sağlığıyla oynayarak rant elde etmek için uydurma hastalıklarla ve uydurma çözüm önerileriyle sömürülerine devam ediyorlar. Özelleştirme, halkı sağlıksızlaştırıp, cahilleştiriyor. Bu gibi olaylar özelleştirmenin stratejik olanı veya olmayanı diye bir ayrımın olmadığını özelleştirmeye, her sektörde, her koşulda karşı olunması gerektiğini bilmek, öğretmek ve karşısında durmak gereksinimini şart haline getiriyor. Bugün yapılması planlanan özelleştirme operasyonuna dönecek olursak, yaklaşık 470 kişinin çalıştığı Telekomünikasyon Dairesi, özelleştiği taktirde, bünyesinde bulunan bu işçilerin gelecekleri hakkında, özelleştirme durumunda pozisyonlarının nasıl olacağı hakkında kimse ses çıkartmıyor. Çünkü aslında pozisyonları şimdiden belli; “kapı önü. Tıpkı hükümetin daha önceki operasyonlarında olduğu gibi. Kurumları önce borçlara sokuyorlar, sonra batırıyorlar, daha sonra satıyorlar, özetle, kurumun yeni sahiplerine, alıcılara, peşkeş çekiyorlar ve yüzlerce insanın ekmek parasıyla, geleceğiyle oynuyorlar. Sistem, yaşayabilmek için çalışanların kanını emmeye devam ediyor ve yaşamaya devam ettikçe, daha 100'lerce ve 1000'lerce işçinin kanı emilmeye devam edilecektir. Artık sistemden darbe yiyen ve yediği darbeden sonra etekleri tutuşan, koşuşturan, sendikalar değil, güçlü, dirayetli, mücadeleci, inatçı ve her şeyden önce kişisel çıkarlar uğruna değil, emek sınıfının çıkarları uğruna mücadele edecek sendikacılık anlayışı istiyoruz. Harekete geçmek için, kapı önüne konulmayı beklememeliyiz. Bu eylemler yapılırken ne de olsa iyi durumdayız mantığıyla veya işimizi kaybetme korkusuyla bu eylemlere katılmıyorsak, zaten şimdiden kaybetmişiz demektir. Tıpkı Karl Marks'ın da belirttiği gibi, “Zincirlerimizden başka kaybedeceğimiz bir şeyimiz yoktur.” Bu yolda, çalışanları, çalıştıkları yerlere göre, kategorilere ayırmak, kamu çalışanı veya özel sektör çalışanı diye ayrım yapmak, mücadeleyi başarısızlığa sürüklemekten başka bir şey yapmayacaktır. Kamu çalışanı, özel sektör çalışanları diye ayırmak bir yana, tüm emek güçlerinin bir araya gelmesiyle oluşturulacak olan birleşik emek cephesi, mücadeleyi başarıya ulaştırabilecek tek yol ve araçtır. Sömürüye, emek katliamına, özelleştirmelere, sisteme karşı en güçlü silah, emek güçlerinin tek bir çatı altında kendi kolektif yapılarını barındırabileceği buna rağmen birlikte aynı hedef uğruna savaşabileceği birleşik cephedir. Çünkü gayet net ortadadır ki, sıra bizlere de gelecek, çalıştığımız yerlerde kapının önüne koyulacağımız günler de sistem yaşadıkça yaşanacaktır. Sisteme karşı gelmek için, sistemin yeni kurbanı olmayı beklemeyelim! Duyarlılığımızı gösterelim, meydanlara gidelim, inanalım ve hep birlikte direnelim! Yeni bir hükümet, emek sömürüsüne devam edecek olan burjuvazinin yeni erleri, halkın kuyrukçuluğunu yapan sahte solcu kesimi iktidara getirmek için değil! Sınıfsal ayrımların, emek sömürüsünün, eşitsizliklerin düzenini yıkmak için! Yeni bir düzenle birlikte yeni bir dünya kurmak için!


KASIM 2010

GÜNDEM

SAYFA: 5

KTAMS’IN KAMUDA BAŞLATTIĞI ÖRGÜTLENME KAMPANYASI ÜZERİNE...!

sendikaların muhalefeti kuru bir muhalefet olmaktan öteye gitmez. Birleştirici olmaktan uzak, bir tepki hareketi olarak kalır. Mücadelede gerileme olur. İşte Sendikalar işçi sınıfının iktisadi mücadelesini bu gerilemeden faydalanan UBP ayağa kalkar, yürüttüğü örgütlerdir ve tarihsel deneyim onların bu yaklaşan seçimlere katılır ve iktidara gelir. UBP’nin açıdan en uygun örgütsel biçim olduğunu hükümete geldiği günden beri yaptıkları herkesin göstermektedir. malumu; yapılan zamlar, emekli maaşlarından vergi Gündelik çıkarları esas alan bir mücadele yürüten alınması, yolda olan mezarda emeklilik yasası, CTP sendikalar işçi sınıfının hiçbir ayrım gözetmeksizin döneminde gündeme getirilen UBP’nin uygulamaya tamamını kucaklayan yığınsal örgütlülüklerdir. koyduğu sosyal güvenlik yasası, Kıbrıs Sorununun İşçi sınıfı ideolojik ve politik mücadelenin yanısıra güya çözülmesi için süren, ama uzadıkça uzayan iktisadi mücadele içerisinde birleştirilir, örgütlenir, görüşmeler… eğitilir ve sınıf bilinci gelişir. Bu yanıyla sendikalar Bununla birlikte Türkiye’den buraya gelmiş, her sınıfın iktidar mücadelesinin önemli bir kaldıracıdır. dönem baskı altında tutulan, gelmiş geçmiş tüm İşçi sınıfı cephesinden bu derece önemli olan hükümetlerin bir oyuncak gibi kullandıkları, sendikalar ve sendikal mücadele, burjuvazi açısından çocukları ve aileleriyle beraber kötü koşullarda da aynı derecede önemlidir. Burjuvazi, sınıfın yaşamaya zorlanan işçilerin, emekçiler maalesef haklarını geliştirmesine engel olmak ve onu iktidar sendikaların ilgi alanından uzak… mücadelesinden alıkoymak için her yolu Sendikalara göre (açıkça söylemeseler de) dışarıdan denemektedir. 1800’lü yılların başlarında sendikal getirilen nüfus, uygulanan asimilasyon politikalarının örgütlenme girişimleri baskı, şiddet ve yasaklarla bir parçası, tüm işletmelere yerleştirilen bu nüfus engellemeye çalıştı. Bunu başaramayan burjuvazi, bu karşısında işsiz kalan ve azınlığa düşen halkımız göç kez işçilerin bir kesimini yaşam ve düşünüş tarzı ile etmektedir. Yani yaşanan tüm olumsuzlukların sınıftan kopartarak, sınıfı denetim altına alma yolunu sorumluluğu buraya çalışmaya gelmiş, kötü koşullar tuttu. Gelişmiş kapitalist ülkelerde 20. yüzyılda altında yaşamaya çalışan bu insanlara genelleşen işçi aristokrasisi üzerinden sendikalar yüklenmektedir… denetim altına alındı ve sendikal hareket sermaye Her şeyden önce onların da insan olduğu, emekçinin karşısında iyice güçten düştü karnının doyduğu her yerin vatanı olduğu Ülkemizde sendikal faaliyetler maalesef toplumsal gerçeğinden hareket ederek, mücadele alanının onları çıkarlar üzerinden değil, bireysel çıkarlar üzerinden da içine alarak genişletilmesi gerektiğini savunuyoruz. sürdürülmektedir. Bunun nedeni, sınıfsal temelde Soyut bir Kıbrıslılık düşüncesiyle onların dışlanması mücadele veren bir sendikanın olmamasıdır. ancak burjuvaziye yarar. Çünkü bizim onlarla karşı Amacımız sendikaların verdiği mücadeleyi karalamak karşıya gelmemiz ve kavga etmemiz için ellerinden değil, onların mücadele yöntemlerini sorgulayarak geleni yapmaktadırlar. Bazen onlara hakarete varan doğru çizgiyi yakalamaktır. söylemlerle üzerlerine gidilmekte,bazen de ayrımcılığa İki binli yılların başları, toplumsal mücadelenin hız varan uygulamalara maruz kalmaktadırlar. kazandığı, halkımızın barış özlemiyle meydanları Oysa mücadele tek gerçeğimizdir. Bir ayağı boşta doldurduğu yıllardı. Bu mücadelede sendikalar ön kalan , sınıfsal temelde olmayan mücadele başarılı plandaydı. Halkımızın barış özlemi galip gelmiş, olamayacaktır. Başarılı olması ancak bize bağlıdır. barışsever olarak bilinen bir parti iktidara gelmişti. Zafer bireysel çıkarlarını değil toplumun çıkarlarını Ancak bu partinin UBP’den geri kalmayacak şekilde düşünen kendini mücadeleye adamış, sınır yolsuzluklara karışması, partizanlık yapması, Kıbrıs tanımayan, önüne çıkan engelleri yılmadan azimle sorununda teslimiyetçi bir politika izlemesi, bu aşan, direnenlerin olacaktır... partinin yanında yer almış sendikaların tepkisiyle Bu bağlamda KTAMS’ın kamuda başlattığı karşılaşır. Bu parti mücadelenin hedefi olur. Ancak örgütlenme kampanyasını eksik buluyoruz. Kıbrıs "YALAKALIK" KUTLAMALARINDAN 29 EKİM..!! TC’nin 87. Kuruluş yıldönümü ülkemizde de törenlerle kutlandı. Kutlanmasına kutlandı ama tören provaları gerekçe gösterilerek yollar trafiğe kapatıldı. İşine, gücüne yetişmeye çalışan vatandaş felç olmuş trafiğe takıldı ve saatlerce trafiğin açılmasını bekledi. Kah sinirlenip boruya basarak, kah sinirlenip küfrederek… Kutlamalar vatandaş için işkenceye dönüştü. Herkes ne yapacağını şaşırmış durumda. Törenlerin bir an önce başlayıp bitmesi için insanlar sabır taşı olurken sesini duyurmayı umut ediyor, ama duyuramayınca çaresiz bekliyor… Tankların, topların, tüfeklerin ve bayrakların gölgesinde yapılan kutlamalar TV’lerde, radyolarda saatlerce yayınlandı. Komutanların huzurunda atılan hamaset nutukları, onların karşısında el pençe divan duran hükümet yetkilileri, konuşmaların ardından okunan kahramanlık şiirleriyle adeta kendilerinden geçitiler, bizi Rum mezaliminden kurtardıkları için Türk ordusuna şükran çektiler ve gururla resmi geçit törenini izlediler. İç ve dış düşmanlara karşı birleşme ve birlik çağrısı yaptılar. Vatan toprağı kutsaldır, bir karışı bile verilmez diyerek gerekirse bu toprakların verilmemesi için canlarını bile vereceklerini söylediler. Başka neler söylemelerini bekleyebilirdik ki? Eroğlu törende yaptığı konuşmada klasik yalanlarından birini tekrarladı. Neymiş efendim? “Sağlam bir anlaşma için üzerime ne düşerse yerine getirip Kıbrıslı Türklerin referandumda evet demesi için canla başla çalışırım..” Güler misin? Ağlar mısın ? İşte yalanın kuyruklusu dedikleri tam da bu olsa gerek… Aslında hani yalan da olmayabilir.. Malum “anavatanı” ona emri verirse ne yapsın gariban Eroğlu? Koltuğu mu devretsin ? Yoksa malını mülkünü mü? Devam et Eroğlu..!!! Sende olmasan bizi kim güldürecek bu karanlık günlerde…!!! Oysa vatandaşın yaşamında değişen bir şey yok. Ekonomik sıkıntılar her geçen gün artarak devam ediyor. Üniversitelerden mezun olan gençlerimiz işsiz kalıyor, özelleştirme kapsamında işten durdurulanlar ve çeşitli gerekçelerle işten çıkarılanlar da buna eklenince işsizler ordusu büyüyor. Akaryakıta, benzine, temel gıda ürünlerine yapılan zamları da düşünürsek ve bu zamlara paralel olarak hayat pahalılığına karşı maaşlara da zam yapılması gerekirken, maaşların sabit kalması, gerilemesi üstelik asgari ücretin bile belirlenmediği şu günlerde vatandaşı kara kara düşündürmektedir. Bununla beraber Kıbrıs Sorununa “sözde” kalıcı çözüm bulunması amacıyla emperyalizmin sürdürdüğü müzakerelerin uzadıkça uzaması, çözümün başka bahara kalması umutları doğal olarak söndürmektedir. Irkçılığın ve militarizmin gölgesinde yapılan bu kutlamaların tek amacı vardır. Bizi dize getirmek, korkutmak. Açıkça bize ayağınızı denk alın yoksa siz bilirsiniz diyorlar. Çünkü bizim kendi yurdumuzun efendisi olmamızı istemiyorlar, kendi kaderimizi tayin etmemizi istemiyorlar, Rumlarla, Ermenilerle,Maronitlerle ve Kıbrıs’ta yaşayan diğer halklarla bir arada yaşamamızı, dil,din,ırk, cinsiyet

Sorununun çözülmesi için alternatif bir politikası olmayan, özel sektör emekçilerinin yaşam koşullarının iyileştirilmesi için, onların da mücadeleye örgütlenmesi için bırakalım adım atmayı,bunu bile savunmayan KTAMS nasıl bir mücadele verecek? gazetelerden, radyolardan ilan vererek toplumsal mücadele yükseltilmez. Tüm emekçilerin örgütlenmesi için dürüst ve samimi adımlar atarak, onların öncülüğünde,sınıfsal temelde verilecek mücadeleyle zafere ulaşacağız. Başka yol yoktur…

farklılıklarının, işsizliğin olmadığı, etnik çatışmaların olmadığı ortak bir vatan kurmamızı istemiyorlar. Öyle ya anamız bizi besliyor, doyuruyor,koruyor ve bakıyor, biz onun değerini bilmiyoruz. Nankörlük ediyoruz !!!! Anamız bizi çok sevdiği için mi adamıza ayak bastı? Gerçekten bizi seviyor mu? Seviyorsa bizi neden rahat bırakmıyor? Seviyorsa neden adamızı ikiye böldü? Bizi zorla egemenliği altında tutuyor? Bize farklı bir kimlik empoze etmeye çalışıyor? Kuran kurslarının açılmasını, her yere cami yapılmasını destekliyor? Hakikaten bizi korumak için mi sürekli silah, asker yığınağı yapıyor? Sürekli kendi nüfusunu aktarıyor…(Yanlış anlaşılmasın Türkiye’den buraya zorla getirilmiş, çalıştırılıp kanı emilen emekçi yoldaşlarımızı kesinlikle kastetmiyoruz…) Efsanelerle, hikayelerle dolu tarihini okutuyor, coğrafyasını okutuyor, marşını okutuyor. Bütün bunları bizi çok sevdiği için mi yapıyor? Sanmıyoruz… Tabi ki olanlardan ve yaşananlardan sadece anavatan sorumlu değil. Onun burada bulunmasını çıkarları gereği destekleyen, kalması için teşvik eden emperyalist güçlerdir. Desteklemekle de kalmıyorlar, iki taraftaki dinleme tesisleriyle üsleriyle ve askerleriyle faaliyet gösteriyorlar.Üslerinde bulundurdukları savaş uçaklarıyla tetikte bekliyorlar, savaş çıktığında üslerinden bu uçakları havalandırıp halkların üzerine bomba yağdıracaklar.. Yani ülkemizi sıçrama tahtası olarak kullanacaklar. Çıkarları tehlikeye girdiğinde ülkemizde de savaşı tetiklemeleri kaçınılmaz olacaktır. Hatırlayınız Kıbrıs Cumhuriyeti yıllarında bir gecede Cumhuriyet bozulmuş, çatışmalar başlamıştı. Adadaki gücünü kaybetmek istemeyen emperyalist güçler ve onların işbirlikçileri ayrılıkçı faaliyetleriyle, kurdukları yeraltı örgütleriyle bir gecede savaş başlatmışlar, yıllarca devam eden bu savaş sonucunda iki tarafta da büyük acılar yaşanmış, her yer yıkılmış,harap olmuştu. Emperyalistler ve onların işbirlikçileri amaçlarına ulaşmıştı. Kin ve nefret tohumları ektiler ve günümüze kadar devam edecek bölünmüşlüğün kapısını açtılar.Bize özgür olduğumuzu söylediler. İrademiz dahil her şeyimizi elimizden aldılar, hükümet ve meclis bizi temsil etmiyor, bol maaşlı milletvekilleri, bakanlar, bürokratlar son model mercesedeslerde dolaşırken herkes yarın ne olacağını düşünmektedir. Dikenli tellerin arasında yaşamaya mahkum edildik. Bu nasıl bir özgürlük? Ama umutsuz değiliz, umutsuz olsaydık biz de kolaya kaçıp ülkemizi terk ederdik. Yurtdışında yeni bir hayat kurar kendimizi kurtarmış olurduk. Oysa ardımızda anılar bıraktığımız, aşklarımızı yaşadığımız, sevdiğimiz, yemeğini yediğimiz, suyunu içtiğimiz ülkemiz, doğup büyüdüğümüz topraklar. Onu kaderine mi terk edelim? Elbette ki hayır... Bu Memleket Bizim… Kıbrıs özgür oluncaya dek mücadelemiz devam edecek. Biliyoruz ki tarih bizi haklı çıkaracak… Ülkemizi savaş adası haline getiren, mevcut durumdan çıkarı olan, saltanat hayatı süren egemen güçler bir gün mutlaka yaptıklarının hesabını verecekler…


KASIM 2010

KARANLIK GÜÇLER

TIRMANAN BİR TEHLİKE OLARAK GERİCİLİK

Elimize geçen yukarıdaki yobaz bildiriden sonra bu konuyu irdelemek istedik. İngilizce ve Türkçe hazırlanmış bildirinin baş sayfasında Şeyh Nazımın resmi bulunmakta ve mühim bir soru soruyla dikkatimizi çekmektedir. Soru İnsanlık Sıkıntıdadır Niçin? Bu niçini çözmedikçe insanlık sıkıntıdan kurtulmaz… diyerek insanlık aleminin sıkıntılarına çare arıyor(!!!) diğer sayfalarda ise başımıza gelenlerin sorumluluğu bizi idare edenlere yükleniyor ve sorumlu makamlardan cevap beklediklerini(!!) söylüyorlar. Milletimizi bu hale getirenlerin Tanrının lanetinden kurtulamayacaklarını, ayağını denk almaları tavsiye ediliyor. Son sayfada ise Dünya’nın sonunun geldiğini, insanların azgınlaştığını, azgınlaştıkça sıkıntıların arttığını, sıkıntıları artan insanların çareyi maddede aradıklarını, maddenin insanların krizlerine cevap veremediğini, yok ettiğini ve her geçen gün eriyip gittiğini, yok olduğunu, ve bir seçim yapmak zorunda olduğumuzu söylemektedir. Ya Cennetlik olacağız, ya da gençlerimizin imrendiği, örnek aldığı çağdaş Batı gençlerinin kötü yaşayışlarında olduğu gibi yok olup gideceğiz. Yani onlara göre Allah’a sığınıp işlediğimiz günahların affedilmesi için dua ettiğimizde ve dinimizin gereklerini yerine getirdiğimizde kurtulmuş olacağız… Belli ki şeriatçılar harekete geçtiler, örgütlenmeye çalışıyorlar. Buna şaşırmadık. Türkiye’de şeriatçı bir part iktidar olursa ve Kuzey Kıbrıs’ta onun her istediğini koşulsuz yerine getiren bir hükümet bulunursa şaşırmamız abes olur. Uzaklara gitmeye gerek kısa bir süre önce Lefkoşa otobüs terminalinin yıkılıp yerine külliye yapılması gündeme gelmişti, yaz aylarında okullarda Kuran kursu verildiği sendikalar sayesinde ortaya çıkarılmıştı. Yeni camiler açılmış, bununla da yetinilmemiş, her köye cami açılması, hükümetin din derslerini müfredata koyması aklımızda kalan taze örneklerdir. Şeriatçı AKP’nin eliyle Müslümanlaştırma operasyonu yürütülmektedir. Basın yayın, internet dahil her şey kullanılmaktadır. D Koyun sürüsü gibi itaatkar, her söylediğine evet diyen, ne isterse kabul eden bir halk yaratılmak isteniyor. Bunu yapmak için insanlarımızın manevi duygularını sömürüyorlar ve onların dini inançlarını kullanmaya çalışıyorlar. Dini örgütlenmeler hızla devam etmektedir. Bu örgütlenmeler üniversiteler de dahil her yerde yayılmış bulunmaktadır. Şeriatçılar kandırdıklarını sıkı bir dini eğitimden geçirmektedir. Onlara dini bilgiler adı altında Kuran okutmaktalar ve dini yayınlar izlettirmektedirler. Bütün bunlar bilindiği halde göz yumulmaktadır. Çünkü bunlar Türkiye uzantılıdırlar ve arkalarında koskoca cemaatler vardır… Bu cemaatler ve onların uzantıları İran ve diğer arap ülkelerindeki gibi dini bir yönetim istiyorlar. Onların rejimleri malum. Katı dini kurallarla yönetilen, insanların baskı altında tutulduğu yönetimler. İslam dininin gereklerini yerine getirmeyenler, camiye gitmeyenler, namaz kılmayanlar, oruç tutmayanlar, Kuran okumayanlar, başörtüsü takmayanlar ve cinsel tercihi farklı olanlar ağır cezalara çarptırılıyorlar veya idam ediliyorlar. Biz sosyalistler dine nasıl bakıyoruz: “Başkaları hesabına çalışmaktan, yerine getirilmeyen isteklerden ve yalnız bırakılmışlıktan yılmış halk kitleleri üzerine her yerde büyük ağırlıkla yüklenen ruhsal baskı biçimlerinden biri dindir. Doğaya yenik düşen ilk insanların tanrılara, şeytanlara, mucizelere ve benzeri şeylere inanmasına yol açışı gibi, sömürülen sınıfların sömürenlere karşı mücadeledeki yetersizliği de kaçınılmaz olarak ölümden sonra daha iyi bir yaşamın varlığına inanmalarına yol açar. Din,

bütün yaşamı boyunca çalışan ve yokluk çekenlere, bu dünyada azla yetinmeyi, kısmete boyun eğmeyi, sabırlı olmayı ve öteki dünyada bir cennet umudunu sürdürmeyi öğretir. Oysa yine din, başkalarının emeğinin sırtından geçinenlere bu dünyada hayırseverlik yapmayı öğreterek, sömürücü varlıklarının ceremesini pek ucuza ödemek kolaylığını gösterir ve cenette de rahat yaşamaları için ehven fiyatlı bilet satmaya bakar. Böylelikle din, halkı uyutmak için afyon niteliğindedir. Din, sermaye kölelerinin insancıl düşlerini, insana daha yaraşan bir yaşam isteklerini içinde boğdukları bir çeşit ruhsal içkidir”.(Lenin; Sosyalizm ve Din, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, sayfa:10) Biz sosyalistlere göre din böyledir. Egemenlerin insanları sömürmek, kandırmak, kullanmak ve beyinlerini uyuşturarak kontrol etmek için kullandığı araçlardan biridir. Bunun hem günümüzde, hem de tarihte sayısız örnekleri vardır. Ne zaman ki halk kitleleri bozuk düzeni yıkmak için harekete geçtiğinde egemenler dini kullanarak hareketi söndürmeye çalışmıştır. Hareketin başını çekenlerin dinsiz, imansız olduğu ve lanetlenmiş olduğu yolunda propagandalar yapmışlar, bu da yetmediğinde şiddet uygulayarak yok etmek istemişlerdir. Günümüzden örnek verecek olursak geçtiğimiz yıl İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad Dünyadaki bütün sorunların Marksizm ve Liberalizmden kaynaklandığını söylemişti!!!! Dine bakış açımızın böyle olması, insanların dini inançlarına karşı çıkacağımız, onları inançlarından zorla vazgeçireceğimiz, camiye, kiliseye gittikleri için veya herhangi bir inanışa sahip oldukları için dışlayacağımız anlamına gelmez, gelmemelidir.Bakınız Lenin bu konuda şunları söylüyor: Din, kişinin özel sorunu olarak kabul edilmelidir. Sosyalistler, din konusundaki tavırlarını genellikle bu sözlerle belirtirler. Oysa herhangi bir yanlış anlamaya yol açmamak için bu sözlerin anlamı kesinlikle açıklanmalıdır. Devlet açısından ele alındığı sürece, dinin kişisel bir sorun olarak kalmasını isteriz. Ancak, Partimiz açısından dini kişisel bir sorun olarak göremeyiz. Dinin devletle ilişkisi olmaması, dinsel kurumların hükümete değin yetkileri bulunmaması gerekir. Herkes istediği dini izlemek ya da dinsiz, yani kural olarak bütün sosyalistler gibi ateist olmakta tamamen özgür olmalıdır. Vatandaşlar arasında dinsel inançları nedeniyle ayrım yapılmasına kesinlikle göz yumulamaz. Resmi belgelerde bir vatandaşın dininden söz edilmesine de son verilmelidir. Kiliseye ve dinsel kurumlara hiçbir devlet yardımı yapılmamalı, hiçbir ödenek verilmemelidir. Bunlar, devletten tamamen bağımsız, aynı düşüncedeki kişilerin oluşturduğu kurumlar niteliğinde olmalıdır. Ancak bu isteklerin kesinlikle yerine gelmesi halinde, kilisenin devlete Rus vatandaşların ise kiliseye feodal bağımlılıklarının sürdüğü, (bügüne kadar ceza yasalarımızda ve hukuk kitaplarımızda yer alan) engizisyon yasalarının var olduğu ve uygulandığı, insanları inançları ya da inançsızlıkları nedeniyle cezalandırdığı, insanların vicdan özgürlüğünü baltaladığı ve kilisenin şu ya da bu afyonlamasıyla hükümetten gelir ya da mevki sağladığı utanç verici geçmişe son verilebilir. Sosyalist proletaryanın modern devlet ve modern kiliseden istediği, kilise ile devletin birbirlerinden kesinlikle ayrılmasıdır. (Lenin age.sayfa 10) Gerçek özgürlük sosyalist iktidarla gelecektir. Kimse inancından dolayı ayrımcılığa maruz kalmayacak, ona eşit davranılacaktır… Gelecek günlersosyalist iktidar için mücadelenin yükseleceği günler olacaktır…

SAYFA: 6

"KAHRAMAN..!!" TETİKÇİ ÇOCUK MAHKEMESİNDE...!!! Faşist T.C. Devleti şaşkınlık vermeyen bir olaya daha imza attı. Devlet mahkemeleri Hrant Dink'in katili Ogün Samast'ı çocuk mahkemesine sevk etti. Taş atan çocuklar yasasına göre yargılanacağı belirtilen Ogün Samast'ın bu duruma göre 10 seneden fazla hapis yatmayacağı bildiriliyor... Kısacası 12 Eylül darbesinde 17 yaşındaki Erdal Eren yoldaşı ve nicelerini yaşlarını büyültüp asan T.C. Devleti bugün kendi katillerini yaşlarını küçültüp almaları gereken cezadan muaf tutuyor. Geçtiğimiz günlerde Mehmet Ali Ağca'nın hapisteki cezasından sonra askere alınacağı söylenmişti.. Ne gariptir ne faşist devlet nede burjuva medyası konuyu tamamen kapatıp, bir kere daha açmadılar...!!!! İşte burjuva devlet budur...! İşte faşizm budur..! İstediğine yaşını büyültür solcudur diye asar, istediğinin yaşını küçültür, alacağı cezadan mahrum bırakır, istediğini de askere göndermez kral hayatı yaşatır...!!! Bu yapılan hareket yeni cinayetlerin işlenmesi için faşistleri açıkça cesaretlendiriyor... Yarın öbürsü gün ülkedeki diğer devrimci demokrat kesimler de katledilirse bunun hesabını kim verecek? Faşist devlet kendi ideolojisini işte bu şekilde -doğal faşistleri- ile koruyor...! Bu ne ilktir ne sondur...! Geçmişte bireysel de değil kitlesel katliamlar da yaşandı..! Sivas olayları, Maraş, Çorum katliamları ve daha niceleri..! Nerede bu katiller ???? Neden faşizm böyle işlere başvurma ihtiyacı hissediyor? Ezilen halkın ve emekçilerin tokadından kaç gün daha kaçacak şu zavallı katiller ? Acıyoruz...! Zavallı "faşist devlete" acıyoruz..! Zannediyor ki kanı yerde kalacak yoldaşlarımızın...! İşçi sınıfı bilinçsiz sorgulamayan bir yapıya sahip değildir...! Nice deneylerden geçti kanlar ve canlar verdi..! Hiçbir zaman başını eğmedi, eğmeyecek...! T.C. faşizmi devlet organları ile, MİT'i ile, JİTEM'i ile veya daha isimleri bilinmeyen nice örgütleri ile..! Çekirge 1 sıçrar, 2 sıçrar..! Ama 3. sünde düşmek zorundadır...! T.C. faşizmi çekirge bile olamayacağını tarih bize gösterecektir...! Umuyoruz ki Türkiyedeki yoldaşlarımız bundan bir kere daha ders alır ve sendikalardan fabrikalardan yani emek sömürüsünün olduğu her yerden uzak kalmanın sadece ve sadece kendi ülkelerine ve yurtseverlere zarar getireceğini bir kere daha anlamış olurlar... Kahramanlık işçi sınıfını örgütlemeksizin ele silah alıp, intikam alma yoluna çıkmakta değil...! Esas mesele işçi sınıfını ve ezilen halkları örgütleyip tek yumruk olarak faşizmin kalelerini yok etmektir... O günlerin yolunda yoldaşça ilerlemelerini diliyoruz ve bu yolda atacakları her adımı her şekilde destekliyoruz.... KAHROLSUN FAŞİZM...!!


KASIM 2010

ÖZELEŞTİRİ

SAYFA: 7

ÖNDER'İN SÖYLEDİĞİNE KULAK VER...! "Onlar (yani Marksizm düşmanlarının) bizim ihtilaflarımıza sinsice gülüyorlar ve oh çekiyorlar; onlar elbette, Partimizin eksikliklerini ve yetersizliklerini konu edinen benim broşürümden, tek tek pasajları, kendi amaçlan için bağıntısından koparmaya çalışacaklardır. Rus sosyal-demokratları, daha şimdiden, böylesine ufak-tefek şeylerden tedirgin olmayacak ve bunlara rağmen özeleştiri çalışmasını ve işçi hareketinin büyümesiyle hiç şüphesiz ve kaçınılmaz olarak üstesinden gelinecek olan kendi eksikliklerini acımasızca açığa çıkarmayı sürdürecek kadar savaşta çelikleşmişlerdir." V.I.LENIN

ÖZELEŞTİRİ Geçtiğimiz ay bizler için yoğun bir ay olarak geçti. Gerek gazetenin kendi ayakları üzerinde durabilmesi için yapılan çalışmalar gerek aktiviteler gazetemizin Dar kadrosu için “hem iyi bir deneyim oldu hem de dar kadro sorununu çözmenin” ne kadar acil olduğunu bir kere daha gösterdi. Eğitim açığımız ise baki bir açığımızdır. Eğitim çalışmalarımız devam ediyor ve düzenli bir eğitim sistemi ile yolumuzda yürümeye çalışıyoruz. Dışa açılmakta veya kendimiz hakkında dışarıdan bilgi almakta hala daha güçlük çekiyoruz. Maddi yetersizliklerimiz zaten başlı başına koskoca bir sorun bizler için… Ama her şeye rağmen inandığımız yolda, her zaman doğru bildiğimizi okuyarak ve yine her zaman kimse bizi eleştirmeden yanlışlarımızı önce “kendi kendimize” eleştiri koyup neyi yapıp yapmamamız gerektiğini işçi sınıfı ile paylaşarak yolumuzda yürümeye devam ediyoruz… Çünkü bizim bu düzende kaybedeceğimiz HİÇBİRŞEY yok..! Aksine kazanabileceğimiz bir ülkemiz ve bir dünya var…! İşçi sınıfına ve tüm ezilenlere selam..! BARİKAT GAZETESİ ABONELİK FORMU: İSİM_________________: SOYİSİM_____________: EV VEYA CEP TEL NO__: E-MAIL ______________: SAYI ADETİ___________: ABONELİK ADRESİ____: NOT: BİZ GAZETEMİZİN BEDAVA YAYIN YAPMASINI İSTERDİK. FAKAT KAPİTALİST SİSTEM İÇERİSİNDE GAZETE GEREK BASKISI GEREKSE DEVLETE ÖDEMEK ZORUNDA KALDIĞI VERGİLERİ KARŞILAMASI GEREKMEKTEDİR. GAZETEMİZ HİÇBİR ŞEKİLDE "KAR" AMACI İLE KURULMAMIŞ; SADECE DERNEKLEŞME SÜRECİNE GİRMEDİĞİMİZ İÇİN VE "TİCARİ ÜNVAN" YOLU İLE ORTAYA ÇIKMAKTAN BAŞKA ÇAREMİZ KALMADIĞI İÇİN BU ŞEKİLDE YÜRÜMEYİ SEÇMİŞTİR. BİRGÜN GELECEK BARİKAT GAZETESİ KENDİ YAYINLARINI KİMSEDEN KURUŞ ALMADAN YAPABLECEK NOKTAYA GELECEKTİR. O GÜNE KADAR BİZLERE YAPACAĞINIZ DESTEK GAZETEMİZİ AYAKTA TUTABİLECEK OLAN EN BÜYÜK YARDIMLARDAN BİRİ OLACAKTIR. GAZETEMİZ İSTENİLEN SAYI KADAR ABONELİK VERMEKTEDİR. İSTEDİĞİNİZ SAYI ADETİNİ BELİRTMENİZ ABONELİK İŞLEMİNİZİN GERÇEKLEŞMESİ İÇİN YETERLİDİR. YUKARIDAKİ BİLGİLERİ DOLDURUP BİZE ELDEN VERİNİZ VEYA info@barikatgazetesi.com ADRESİNE GÖNDERİNİZ. BİZ SİZE ULAŞACAĞIZ, DESTEĞİNİZ İÇİN TEŞEKKÜR EDERİZ... İRTİBAT TELEFONUMUZ: 0548 878 40 01


KASIM 2010

İŞÇİ-SENDİKA

EMEKÇİ BİR YOLDAŞLA RÖPÖRTAJIMIZ: Gazetemizin bu ayki röportaj sayfasını işçilere ayırdık. Bugüne kadar susturulmuş, yabancı olduğu için ayrımcılığa maruz kalmış, sömürünün korkunç çarkları altında ezilmeye mahkum edilmiş işçi kardeşlerimizin sesine ses olmak istedik. Biliyoruz ki bu çark işçi kardeşlerimizin konuşmaya başladığı, emek sömürüsünü kırmak için harekete geçtiğinde çatırdamaya başlayacak. Buna bir katkımız olursa ne mutlu bize. İlgiyle okuyacağınızı umuyoruz(İşçi arkadaş isminin ve işyerinin adının yayınlanmasını istemedi. Biz de bu isteğine hak verip ismini ve işyerinin adını yayınlamıyoruz...) Çalışma koşullarınızdan bahseder misiniz? Çalışma hayatınızda ne gibi zorluklarla karşılaşıyorsunuz? Patronunuzun size karşı tutumu nasıl? Harcadığınız emeğin karşılığını aldığınızı düşünüyor musunuz? Bir defa harcadığımız emeğin karşılığını almıyoruz. İş yerinde kendimizi tanımlamak açısından problemlerimiz var. Belli konularda konuştuğumuz taktirde işten çıkarılma korkusu taşıdığımız için bazı koşullarda susmayı daha doğru buluyoruz ama susmanın da doğru olmadığını biliyoruz. Her şeye rağmen susmak zorunda kalıyoruz. Yani şöyle diyelim, vicdanımızla, cüzdanımız arasında sıkışıp kalıyoruz. Yani sizi vicdanınızla baş başa bırakıyorlar. Bestami: Aynen öyle. Yani şartlarımız bunlardır, bundan daha fazlasını veremeyiz, kabul ediyorsanız… Yani tabiri caizse ya kabul edin ya a gidin. Örneğin çocuğunuz olsa, çocuğunuz okula gitse… Hiç umurlarında değil mesela çocuğun ek bir yük getireceği aile yaşamına, insanın emeğine yansıtılması gibi bir durum söz konusu değil. Bir insanın evli olması, aile geçindiriyor olması, mutfak masrafı, kişisel harcamaları, umurlarında değil. Onlar sadece, gözlerinden çıkartmış oldukları bir asgari ücretle yaşama hakkı vermeye çalışıyorlar. Ama bugünün dünyasında da artık asgari ücretle insanın ayakta durması, kendi ayakları üstünde durması, mümkün değil. Bu anlamda patronlar büsbütün çalışanların hayatları zorlaştırıyor diyebilir miyiz? Kesinlikle doğru. Alternatif de yok artık, iş piyasasında müthiş bir daralma var, özel sektörde eski hareketlilik yok. Nasıl ki biz Türkiyeliler buraya gelerek Kıbrıs'taki işçilerin iş düzeninde bir sorun ortaya çıkartmışsak, dışarıdan gelen yabancı işçiler, Türkmenistan'dan, Pakistan'dan gelen işçiler de biz Türkiyelilerin işlerini daralttılar, yani artık herkes kendi içinde bulunduğu sosyal durumun dışına çıkma gibi bir düşünceye sahip değil artık. Yani emek sömürüsü büyüyor mu? Kesinlikle. Peki günlük yaşantınızda bunların haricinde sosyalleşme adına katıldığınız aktiviteler var mı veya bu gibi aktivitelere zaman ayırabiliyor musunuz ? Kesinlikle öyle bir şey yok. Şimdi şöyle bir şey; Yediğimiz yemeği bile sorgulayan insanlarız. Şöyle sorgulayan insanlarız, belli bir amaç için burada bulunuyoruz, daha iyi yaşam şartlarını Türkiye'de sağlayabilmek için, şu an kendi yurdumuzdan uzaktayız, ailemizi geride bıraktık, daha yeni bir yaşam umuduyla geldik buralara, artık mutfak masraflarımızı bile sorguluyoruz, hiçbir özel harcamamız yok, bir kişinin en temel gereksinimlerinden biri olan kültürel araçları, kitapları bile almaya elverişli değil maddi imkanlarımız. Çoğu zaman gazete alırken bile iki defa düşünüyoruz. Hadi ben alsam bile, etrafımdaki insanları bir gazeteyi alırken bile on defa düşündüğüne şahit oluyorum. Bugün en pahalı gazete 1.5 TL olsun, ama insan bunu bile verirken sorguluyor çünkü inanılmaz bir ekonomik daralma sürecinde yaşıyoruz, herkes işinden olmak korkusuyla baş başa, güneyde çalışan Kıbrıslıların durdurulması, Kıbrıs'ta, Kıbrıslı işçilerin de işsiz kalma durumu, Türkiyeli işçileri daha farklı bir duruma soktu. En azından Kıbrıslılar güneye giderek orda çalışarak, güneyden kuzeye bir para transferi oluşturuyordu, şu an güneydekilerin çoğu da durdurulduğu için, onlar mesela, haklı olarak, tercih ediliyor. Ben de bir Kıbrıslı olsam Kıbrıslıyı tercih ederim tabii ki.

SAYFA: 8

Yani ciddi bir ekonomik daralma var. Müthiş bir daralma var.Bu da insanları bir çıkmaza sürüklüyor. Her yönüyle sürüklüyor, her yönüyle. Her taraftan çünkü bir kuşatma var. Öyle bir şey ki hangi noktaya dönseniz, bir diğerinden farklı değil. Peki sizce bu krizden çıkış yolları nelerdir? Bu krizden çıkılabilir mi? Evet çıkılabilir. Çıkılmalı, ben gerçek anlamda da bir krizin olduğuna inanmıyorum, ama kriz sözcüğünün çok dillendirilmesi de, insanlarda bazı şeyleri aslında oluşturdu. Şeyi oluşturdu mesela, aşırı lüks yaşamamayı, insanlara ihtiyaçlarıyla isteklerini ayırmayı öğretti, insanlar ihtiyaçları için yaşamayı öğrenmeye başladılar, tasarrufu öğrenmeye başladılar, ziyan etmemeyi, kıymet bilmeyi, ölçülü yaşamayı öğrendiler, Oscar Wilde'nin de dediği gibi, her şeyin fiyatını değil, değerini bilmeyi öğrendiler. İnsanlar birçok şeyin değerini bilmeyi öğrendiler. En azından işlerinin değerini öğrenmeye başladılar.İşin, yani bir işe sahip olmanın ne kadar büyük bir nimet olduğunu anlamaya başladılar. Ben bir dönem işsiz kaldım ve işsizlik sürecinde bunalıma girdim. Mesela o dönemlerde evli olsaydım ne yapardım hiç düşünemiyorum mesela. Öyle bir durumda aile içinde çatışma yaşanacaktı, okullar açıldığı zaman çocuğumu okula göndermek ek bir masraf olacaktı, şiddetli geçimsizlik baş gösterecekti. Ben bugün mesela boşanma davalarının bu kadar fazlalaşmasını da ekonomik sebeplere bağlıyorum. Hem kültürel çöküşü de ekonomik sebeplere bağlıyorum. Çünkü hiç kimse kültürel anlamda kendini geliştiremiyor. Bugün Türkiye'nin ve Kıbrıs'ın medyasını takip edemiyoruz. Türkiyeli olduğumuz için Türkiye medyasını daha çok takip ediyoruz. Bugün hangi kanala baksak, magazin programlarıyla baş başa kalıyoruz. İşte ben, bir anlamda medyanın da insanlar yaşadığı düzeni sorgulamasın, tepki göstermesin, yaşadığı yeri sorgulamasın, doğruyu bulmasın diye insanları magazin programlarıyla uyuttuklarını düşünüyorum. Sanki hiç sorun yok, her şey güllük gülistanlık insanların tek derdi eğlence. Aynen öyle Herhangi bir sendikaya üye misiniz? Üyeyseniz hangi sendikaya üyesiniz ve sendikanızın bugünkü duruşundan memnun musunuz? herhangi bir sendikaya üye değilim. Ben üçüncü dünya ülkelerinden gelen ve Türkiye'den gelen hiçbir işçinin sendikaya üye olduğunu duymadım. Sendikayla ilgili konuştuklarına hiç şahit olmadım. Çünkü buradaki sendikaların samimi olduğuna inanmıyorum. Çünkü neden inanmıyorum? Bir günden bir güne, Kıbrıs gazetelerini takip etme şansını az da olsa buluyorum. Genel olarak bulamasak bile, bazen köşe yazılarını okuyorum, bazen Kıbrıs televizyonlarını açıp baktığımızda, Kıbrıs haberlerini izlediğimizde işçi haklarıyla ilgili, sendikal düzenle ilgili, proleterya ile ilgili hiçbir söyleme bugüne kadar şahit olmadım. Sadece ama sadece kamu sektöründeki işçilerin, memurlar aslında, işçilerin de demeyelim, memurları işçi olarak gösterip sokaklara döken, belli bir zümrenin elindeki bir iktidar olarak görüyorum ben buradaki sendikaları. Hiçbir alanda faaliyet gösteremeyen, bişey üretmeyen, protest bir duruşu olmayan, kendi bireysel çıkarlarını düşünen insanlar olduklarını düşünüyorum. Doğrudur,çünkü sendikalar kamu çalışanlarının haklarını savunurken, ekonomik ve siyasi taleplerle kamu çalışanlarını sokağa dökerken, özel sektör çalışanlarını yok sayıyor. Kesinlikle öyle. Bu da kafalarda bir soru işareti yaratıyor. Bir defa bu Türkiyeli işçilerde ve dışarıdan gelen üçüncü dünya ülkelerinin vatandaşı olan işçilerde bir ötekileştirilmiş, başkalaştırılmış duygusu oluşturuluyor. Bir kenara atılmışlık duygusu oluşuyor, mesela en basit bir örnek, bugün işten çıkartılan, yatay geçişle bir yere geçemeyen, veya cezaya giren bir işçi, herhangi bir sendikaya sorununu anlatamıyor, sahiplenilmiyor. Tabii işçiler yol yordamı bilmediği için belki sahiplenilmiyor diye düşünüyor, ama sendikalarda buna aracı olmuyor gelip de demiyor mesela; kardeşlerimiz, proleterya, devrimci işçi sınıfının üyeleri, emek insanları, sorunlarınız nedir? Çalışma şartlarınız nasıldır? İhtiyat sandığınız yatırılıyor mu? Sigortanız var mı? Kalma yerinizde problem var mı? Cezada mısınız? Neden cezaya giriyorsunuz? Söz verilip de yaptırılmadı mı? Size söz verilip de izin belgeniz mi çıkartılmadı? Tuzağa mı düşürüldünüz? Bu gibi hiçbir şekilde, ama hiçbir şekilde, bir yakınlaşma ve yardımcı olma durumu yok diye düşünüyorum.


KASIM 2010

İŞÇİ-SENDİKA

Peki sizin ihtiyat sandığınız yatırılıyor mu? Sigortalı mısınız? Benim yatırılıyor ama insan burada işçiyi bireysel düşünmemeli, bütün emek dünyasındaki arkadaşlarını düşünmeli. Çünkü bugün benim yatırılıyor ama yatırılmayan kişiler de olabilir. Şu an yatırılmayan bir başka arkadaşımın yerinde de olabilirdim. Bu bir emek gaspıdır bence, bu bir emek hırsızlığıdır, emeği sömürülen işçinin geleceğinin düşünülmemesidir. Sadece günü birlik, menfaatler elde edilerek işçinin geleceğinin düşünülmemesidir bu, ne de olsa benim işim görülüyor, banane onun geleceğinden demek gibi bir şeydir. Yani insanlar ötekileştiriliyor. Kesinlikle ötekileştiriliyor. Bu da insanların bir kesimden nefret etmesi gibi bir sonuç doğuruyor. Kesinlikle. En azından bir kutuplaşma oluşturuluyor. Türkiyeli, Kıbrıslı ve hatta, ben bugüne kadar şahit olmadım, bizzat kendi şahsımda bir ayrıma şahit olmadım ama şahit olmuş olan arkadaşlarımdan dinledim. Anlattılar. Bazı sohbetlerde bazı konuşmalarda anlattılar nasıl ayrımcılığa maruz kaldıklarını. Bir defa, şu gerçeği de göz önünde bulundurmalıyız artık, hiçbir konuda genelleme yapmamayı öğrenmeliyiz. Ön yargılı davranmamalıyız. Ön yargıyla davranmamayı öğrenmeliyiz. Her toplumda kötü insanların olabileceği gibi iyi insanların da olabileceğini göz önünde bulundurmalıyız. Her Türkiyeli kötü değildir, her Türkiyeli iyi de değildir, her Kıbrıslı iyi olmadığı gibi, her Kıbrıslı da kötü değildir. Yani bir defa, sadece emek sektöründe çalışan insanların Türkiyeli Kıbrıslı diye ayrılmasının dışında, dışarıdan gelen, diğer ülkelerden gelen, Kıbrıs'ta çalışan insanları artık öteki gözüyle bakılmamalı, ön yargılı davranılmamalıdır bence. Toplumun bireyleri, bakış açılarını değiştirmelidirler. Tabii ki yaşanan olumsuzluklardan Türkiyeli işçilerin sorumlu tutulması kesinlikle doğru değildir. Tabii ki. Doğru değildir. Şu da bir gerçek, bu şekilde bakış açısı, Türkiyeli işçilerde ve Türkiye'den 1974 buraya gelerek yerleşmiş insanlarla da, Kıbrıslılara karşı bir bakış açısı oluşturuyor. Ön yargıya sebep oluyor. Bu önyargının keskinleşmesi hiç hoş değildir bence. Toplum daha da kaynaşmalıdır. Sonuçta aynı dili konuşan, aynı dine inanan insanlarız. Evet, ben mesela bir Rum işçi ile bir Türkiyeli işçinin Kıbrıs içerisinde birlikte, omuz omuza mücadele vermesi gerektiğini düşünüyorum. Evet, ne güzel bir şey olur aslında. Tek farkımız, biz fabrikalarda çalışırken Türkçe konuşuyoruz, onlar fabrikalarında çalışırken Rumca konuşuyorlar. Emek, yine aynı emek yorgunluk, yine aynı yorgunluk, ter, yine aynı ter. İnsanların etnik kökeni ve sınıfsal farklılıkları önemli olmamalı. İnsana insan gözüyle bakılmalı. Emeğin sınıfı yoktur. Emeğin ırkı olmamalı diye düşünüyorum. Peki işçi emekçi kesimin yıllardır verdiği mücadelede sendikal örgütlenmenin hangi boyutta olduğunu düşünüyorsunuz? Sendikal örgütlenme muhakkak gerekli. Çünkü, aynı atalarımızın dediği gibi bir elin nesi var iki elin sesi var sözü burada tekrar doğruluğunu gösteriyor. Çünkü, örgütlülük birlikte hareket etmek, ortak bir mücadele vermek, emeğin kurtuluşu için vazgeçilmez bir erdem olmalı. Ama emeğin burada sendikaların dışında olduğu için ve sendikalar tarafından sahiplenilmediğimiz için ve bugüne kadar bize bir şeyler sorulmadığı için, adımızın bile anılmadığı için, sendikal faaliyetlerin hangi noktada olduğunu bilmiyoruz. Takip edemiyoruz. Ben bir örnek vereyim mesela. Sendikalar tarafından, toplumsal varoluş etkinlikleri düzenlendi ve daha başka eylemler yapıldı. Eylemlere katılımı artırabilmek için sendikalar greve gitti. Ama mitinglere katılım greve gidilmesine rağmen beklenilenin altında oldu. Sendikalar miting için çağrı yaparken yalnızca kamu çalışanlarını esas aldı. Ve mitinge katılanların çoğunluğu kamu çalışanlarından oluşuyordu .Özel sektör çalışanları azınlıktaydı. Çünkü onların sendikaları olmadığı için greve gidemiyorlar hak talep edemiyorlar, Hak talep edemedikleri gibi mitingin yapıldığı saatler iş saatlerine denk geldiği için çoğu bu mitinglere katılamadılar.Örneğin Ben bir özel sektör çalışanıyım.Her şeye rağmen bu mitinglere elimden geldiği kadar katılıp destek vermeye çalıştım. Ama sendikaların bencil tavırlarını eleştirmeyi ihmal etmeden. Benim dışımda da özel sektör çalışanları vardı. Ama örgütsüz oldukları için çok dağınıktılar ve sadece destek vermek için mitinglere katıldılar.Yani sendika başkanları bağırırken, onlar sadece seyrediyorlardı. Neden özel sektör çalışanı da kürsüye çıkıp konuşmasın hak talep etmesin? En az kamudaki örgütlü sendikalar gibi özel sektörün de sesini duyurabilmesi gerekirdi bence o dediğiniz yerlerde.Ve çok büyük bir ayıp, çok büyük bir haksızlık ve çok büyük bir samimiyetsizlik. Çünkü neden derseniz zaten, kamuda çalışan insanlar, belli bir rahatlığa sahip insanlardır ekonomik açıdan, belli bir rahatlık belli bir ekonomik yüksek yere sahip insanlar. Asıl üzerine konuşulması gereken, asıl üzerine tartışılması gereken, 1.200 TL ile yaşayacaksın, mantığıyla mecburiyetle, özel sektörde çalışan insanların sorunlarının konuşulması. Nasıl geçiniyorsun? Ne kadar ev kirası veriyorsun? Evli misin? Kaç çocuğun var? Mutfak masrafın nasıl? Yani bugün insanın ölmemesi için, insana gerekli olan para neredeyse 1.200 TL. En azından ölmemesi için yani sadece, yaşaması için. Arttırmayı bir tarafa bıraktık. Daha güzel yaşamayı bir tarafa bıraktık. Sosyal anlamda belli şeylere dahil olmayı bir kenara bıraktık. Ölmemesi için verilmiş bir para, neredeyse açlık sınırında yaşıyor insanlar.

SAYFA: 9

Şimdi arabasının benzini var, suyu var, yemesi içmesi var, ev kirası var, o su var şu su var… Kesinlikle, artık attığımız her adım bile para artık. Tüketimi gerektiriyor. Ama maalesef, emeğin değeri alınmadığında, kişi aldığı parayla geçinmesi inanılmaz zorlaşıyor. Bu da aile içinde huzursuzluğu toplumda kültürel bir çöküşü, insanların hükümete olan güvensizliğini, geleceğe olan kaygısını ve Avrupa ülkelerine olan özlemini arttırıyor. Kendini kıyaslamak zorunda hissederek, neden ben Avrupalı gibi değilim veya neden onun gibi yaşamıyorum diye, çıkış yolunu Avrupa'da arıyor. Yaşadığı toprağın dışında arıyor. Bence insanlar geleceği, güzel yaşamı, yaşadığı toplumun dışında değil, yaşadıkları toplumun içinde aramalı. Evet, göç ediyor ve orda yaşamaya mecbur oluyor. Çok kötü bir şey. Çünkü orada aynı zamanda asimile oluyor. Asimile oluyor ve kendi ülkesinin insanını bile umursamamaya başlıyor, kendini Avrupalı görüyor. Yurduna, insanına yabancılaşıyor… Evet, çok yabancılaşma oluşuyor. Aynı halkın insanı, aynı halkın kardeş iki zümresi, birbirine farklı şekilde bakmaya başlıyor. Evet, onu da kendinden aşağıda görmeye başlıyor artık. Çok kötü bir şey ama. Kendi içinde sınıfsal bir ayrım oluşturuyor. Aynı sınıfa dahil, birbirinden farklı insanlar yaratıyor. Emek sınıfına dahil iki farklı insan biçimi yaratıyor. İkisi de aynı dünyaya sahip. Kıbrıs sorununa bakış açınız nedir? AB çatısı altında bir çözüme varıldığı zaman, işçi-emekçi sınıfın ne gibi kazanımlarının veya kayıplarının olacağını düşünüyorsunuz? Kıbrıs sorununun, bana göre, tabii biz Türkiyeli olduğumuz için ve olaylara biraz daha dışarıdan baktığımız için, pek içinde olmadığımız için, ben şöyle düşünüyorum; bence, mevcut durumun devamı doğru değil, bir şekilde barış olmalı, iki kardeş halk bir şekilde birleşmeli. Gelecek düşmanlık ve geçmişte yaşananların üzerine inşa edilmemeli bence. Bence iki toplumun sivri uçları törpülenmeli ve barış için belli ortamlar oluşturulmalı, kaynaşmalar oluşturulmalı, yani mesela şu güneyde çalışan Rum işçilerin, güneyde çalış Türk işçileri olduğu gibi, kuzeyde çalışan Rum işçileri de olabilmeli. Türk işverenler Türkiyeli işçilere, Pakistanlı işçilere iş verdiği gibi, Rumlara da iş verebilmeli ki, bir kaynaşma, tanışma oluşsun, bir diyalog gelişsin ve geleceğe duyulan barış özlemi, gerçekleşsin. En azından bir emek sektöründeki insanlar tanışsın, kaynaşsın bu kaynaşma ailelerin de kaynaşmasına vesile olur diye düşünüyorum. Orda oluşacak iş arkadaşlıklara, evlere taşınacak ve belki ilerde iki toplum arasında gerçekleşecek evlilikleri de çoğaltacak. Bir örnek vereyim, belki geçenlerde gazetelerden duydunuz. Evet, Yenidüzen'de okumuştum. Larnakalı bir bayan ile Pergamalı bir beyin evlenmesi, çok güzel bir olaydı bence, güzel bir şeydi. Çünkü sevginin milliyetinin olmadığını düşünüyorum. Aşkın dili, milliyeti yoktur diye düşünüyorum. Olmamalıdır da zaten. Aşk gerçekten, dil, mezhep, kültürel farklılık gözetmiyor. Mevcut durum devam etmemeli, bence artık barış olmalı, bence iki halk kaynaşmalı, belki işçi sektörü de kurtuluşu böyle de oluşabilir. En azından görüyoruz ki Avrupa'daki işçi sınıfının sosyal şartları ve sendikal eylemleri çok daha etkin ve hükümet nezdinde çok daha dikkate alınıyorlar diye düşünüyorum. En azından oradaki sosyalist partiler ve emeğin savunucuları, mecliste daha faal görev alabiliyor, sivil toplumda çok daha etkin durumdalar diye düşünüyorum. En azından, şu anlamda bir katkısının olabileceğini düşünüyorum, gerçi sınıfsal temelde bir çözüm olamayacak ama çözülmesi yolunda kitleleri harekete geçirecek. Olabilir tabii ki. Bin yıldır aynı topraklarda kardeşçe yaşayan iki toplumun, aslında hiçbir zaman birbirine düşman olamaması çok büyük bir nimet aslında. Şöyle düşünmek lazım, bütün kışkırtmalara rağmen, bütün farklılıkları ortaya çıkartmalarına rağmen, halk ortak taraflarını ortaya çıkartarak bu bölünmeye, ayrışmaya, farklılaşmaya izin vermemiştir. Bugün Kürt- Türk evlilikleri, yüzde kırklarda ellilerdedir. Bu niçin kuzey ile güney arasında da olmasın? Burada da olabilir diye düşünüyorum. İki toplumun kaynaşması, evlilik yoluyla da olabilir, daha yakın yaşayarak olabilir, iç içe yaşayarak da olabilir. Zaten önyargılarından arınmalı iki toplumda bence, çünkü geleceğin yaşanmasına en büyük engel önyargılardır. Einstain' ın da dediği gibi, her şeyi parçalayabildim, önyargıları parçalayamadım. Bence önyargı parçalanmalı. Bence önyargılar şöyle parçalanmalı diye düşünüyorum, Türklerin Rumlara karşı olan önyargılarını Rumlar parçalamalı, Rumların Türklere olan önyargılarını da Türkler parçalamalıdır. Birbirlerine yardımcı olmaları, mesela, yıllar sonra evlerini görmeye gelen Rumlara Türkler güler yüzle davranmalı, savaşın sebebinin onlar olmadığını düşünmeli, bu konuda dikkatli olmaları lazım çünkü savaşı halk çıkartmadı, halktan kaynaklanan bir savaş değildi. Ve aynı şekilde güneydeki evini görmeye giden Türklere de Rumlar güler yüzlü davranmalı. Çünkü ben şahit oldum. Ben eski çalıştığım yerde kapıların açıldığı dönemde, bir Rum'un kuzeyde yıllar önce, evlenip geldiği evini gördüğünde nasıl heyecanlandığını, nasıl bağırdığını, nasıl ağladığını gördüm ve şahit oldum ve çok duygulanmıştım. O zamanlar çok önyargılı bir insan olmama rağmen çok etkilenmiştim. Çünkü, onun yıllar önce o eve gelin olarak geldiğini öğrendiğimde arkadaştan ( arkadaş tercüme ediyordu ) çok etkilenmiştim ve bende bir hüzün yaratmıştı.


KASIM 2010

İŞÇİ-SENDİKA

Bunlar savaşın doğurduğu acı sonuçlar. Evet, bu acı sonuçlar işte böyle. Düşünebiliyor musunuz? Yıllar önce geldiğiniz, büyük hayallerle geldiğiniz, belki ne emeklerle yaptığınız, yaptırdığınız ev, savaş sonrası bir başkasının kullanımına geçiyor ve her şeyinizi geride bırakıp gidiyorsunuz.Umutlarla yaptırdığınız evi geride bırakarak gidiyorsunuz ve emekle yaptırdığınız ev sizin için nostaljik bir değer taşıyor, belki babanızın yaşadığı, çocukluğunuzun geçtiği evdi, belki anılarla dolu bir yaşam odasıydı oradaki yeriniz, belki sıcak anılarınız vardı orada. Çok acı bir şey aslında bence toplumlar barışmalı, kavga olmamalı artık. Yani dünyada herhalde barış sözcüğünden daha iyi bir sözcük yoktur diye düşünüyorum. Barış olmasını herkes ister. Ama bir yandan da mevcut durumdan çıkarları olanlar var ve mevcut durumun sürdürülmesinden yana olanlar var. Barış talepleri dile getirilirken bir yandan da onlara karşı bir mücadele verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Türk halkı da Rum halkı da uyanık olmalıdır bu konuda. Bu bilinçle hareket etmeli, onlara bu fırsatı vermemeli, onların bu çabalarına rağmen, onların çıkarları uğrunda verdikleri mücadeledeki samimiyeti, onlar, barış için vermeleri gerekir. Onlar nasıl ki kendi çıkarları için buradaki iki halkın huzurunu hiçe sayıyor, geleceğini hiçe sayıyor ve tamamen kendi çıkarlarını ön planda tutuyorsa, bence Kıbrıs halkı da barışa yönelmeli.Onların buradaki siyasi maddi çıkarlarını değil barışı irdelemeli, mevcut durumun dışına çıkmalı, çünkü artık Avrupa'nın göbeğinde başkenti ikiye bölünmüş bir ülke olmamalıdır diye düşünüyorum. Mantıklı düşünüldüğünde çok ayıplanacak bir durum. Bugün bir Türkiyeli olarak, Yiğitler Burcu Parkına kadar gidebiliyorum, sırf Türkiye sınırları içerisinde doğmuş olmamdan dolayı güneye geçemiyorum. Bir Bulgaristanlı bir başka memleketten, Arap Ülkelerinden gelen insanlar rahatça geçebilirken, ben geçemiyorum. Bu çok acı bir durum. Evet biz Türkiyeliyiz, evet, garantör ülkenin biri Türkiye'dir. 1974'te müdahale etmiştir. Taksimi oluşturan en büyük etkenlerden biri Türkiye'nin hareketidir, belki o zamanlar gerekiyordu, ama halkı çıkartmadı bu savaşı.Bence Türkiye ve Rum tarafının arasındaki siyasi çatışmanın cezasını, Türkiyeli Türkler güneye geçemeyerek ödememelidir. Bu savaşın faturası bu insanlara çıkartılmamalıdır.Çünkü bu savaşı biz çıkartmadık. Ama bugün bu savaşı çıkartanlar kral koltuğunda oturuyorlar. Evet, aynen öyle. Mesela ben de gidip Rum tarafını görmek istiyorum, onlarla diyaloga girmek istiyorum, onları daha iyi tanımak istiyorum mesela. Mesela İngiltere'de rastladığım bir olaydan bahsedeyim, orada bir Türkiyeli ile bir Rum aynı otobüste yan yana oturup konuşa biliyorlar. Yan yana oturup yemek yiyebiliyor, sohbet edebiliyor. Ne güzel bir şey. Yani ben şöyle düşünüyorum. İnsanların göz renkleri farklı olabilir ama, gözyaşının rengi her yerde aynıdır. Önemli olan teninin rengi değil, hangi dili konuştuğu değildir. Ben eminim ki iki halkta aynı duyguları paylaşıyor, barışa özlem duyuyorlar. Düşünebiliyor musunuz? Güneyden, kuzeye geçmiş, kuzeyden güneye mübadele etmiş, iki toplumun göçmen halkı, hayatının belki belli bir bölümünü geride bırakıp yer değiştirmiş. Ne kadar acı bir olay. Bence gelişler gidişler daha da çoğaltılmalı, gerekiyorsa her geçen gün bir yeni sınır kapısı daha açılmalı, bence sınır delik deşik edilmeli, her tarafa sınır kapıları açılmalı. Yani insanların güneye geçebilmek için illa ki Kermiya'yı kullanması illa ki Lokmacı kapısını kullanmasına gerek kalmadan, en yakın her noktadan geçebilmelidir insanlar. Bu da bence Kıbrıs'ta yaşayan herkesin ortak mücadelesiyle olabilecek bir şeydir. Bence de öyledir. Ortak mücadele gerektiren şeylerdir bunlar. Türkiyeli bir işçi ile Rum bir işçi de omuz omuza birlikte mücadele verebilmeli. Sonuçta biz, doğduğu yerde karnı doymayanlarız. Şimdi biz doğduğu yerde doyamayanlar olduğumuz için, biz doğduğu yerde doyanlarla mücadele etmek istiyoruz. Emeğin kurtuluşu mücadelesinde zafere ulaşmak için yapılması gerektiğini düşündüğünüz şeyler, atılması gereken adımlar nelerdir? Emeğin kurtulması için atılması gereken adımlar şunlar olmalıdır; bir defa bilinçli bir işçi sınıfı oluşturulmalı, işçiler bir defa içinde bulundukları mevcut durumu sorgulayabilmeli, sorgulayabilecek kültürel katkı sağlanmalı onlara. Bir şekilde onlar desteklenmeli, onların da diğer insanlar gibi yaşamaya haklarının olduğunu bilmeleri gerekiyor. Kendilerini sınırlandırmamaları gerekiyor, okumaları gerekiyor. İşçi sınıfının sekiz saatlik çalışma süresini nasıl kazandığını, sendikal hareketlerin nasıl oluştuğunu, sendikal mücadelelerin belli ülkelerde, hangi sonuçları doğurduğunu, nasıl başarıya ulaştığını, yanılmıyorsam Romanya idi, sendikal hareket hükümeti devirmişti, işte bu birlik mücadele ve dayanışma sloganının yarattığı sonuçtur aslında. Sendikaların işçileri örgütleyip işçileri eğitmesi gerekiyor. Kesinlikle, bu bir gerekliliktir ve faaliyetler, seminerler düzenlenmesi gerekiyor, filmler yapılması gerekiyor sinemalar gerekiyor, bilgilendirme broşürlerinin dağıtılması gerekiyor.

SAYFA: 10

İşçi filmleri festivali başladı. Bundan haberiniz var mı? O festivale katıldınız mı? En azından bir filmi olsun izleyebildiniz mi? İzlediyseniz o film sizi nasıl etkiledi? Ben hiç gidip izlemedim. O festivalin yapıldığından da haberim yoktu yalnızca bir arkadaşım geçenlerde bahsetti. Ama eminim ki katılıp izleyebilsem çok etkilenirdim. Belki de bir işçi arkadaşımın aydınlanmasına sebep olacaktım. Belki emek sektöründe olup da bulunduğu durumun farkında olmayan insanların üzerinde etkisi olacaktır. Yani bence bu alanlarda daha faal olunması gerektiğini düşünüyorum. Tabii bunun için de belli bir fırsat gerekiyor. Belli bir ekonomik güç gerekiyor. Malum emek sektörü de emek dünyası da kendi maaşıyla geçimini ancak sağlayabiliyor ama ekonomik sorunlar, gelişmenin önünde engel olmamalıdır bence, aydınlanmanın önünde engel olmamalıdır. Bir kar tanesinin yarattığı kartopu nasıl bir çığa dönüşüyor ve kütleler halinde büyüyerek altına alabiliyorsa, bence işçi sektörü de, çıkarttığı gazeteler ile yapacağı, dağıtacağı broşürlerle, yayınlayacağı filmlerle, tanıtıcı toplantılarla, açık hava toplantılarıyla, o kar tanesinin kartopuna ve sonra çığa dönüşmesine sebep olabildiği gibi etki yaratabilir bence. Kartopunu oluşturan bir kar tanesidir çünkü. Atılması gereken bazı adımlardan bahsettiniz. Bu adımların atılması yeterli olacak mıdır? İşçiler emekçiler, siyasal iktidarı ele geçirerek, temel hak ve özgürlükleriyle beraber, sömüren ile sömürülenin olmadığı, emeğin en yüce değer olduğu bir yönetim kurabilirler mi? Çok ütopik bir düşünce olmakla beraber, hayali bile çok güzel bir şey aslında, keşke böyle bir yönetim olsa, olabilir de, neden olmasın? Yeter ki işçiler buna inansınlar. Yeter ki emek sektörü bunu yapabileceğine inansın ki nasıl bu, Rusya'da gerçekleştiyse, Kıbrıs'ta neden gerçekleşmesin? Dünyanın herhangi başka bir yerinde de gerçekleşebilir bu. Olabilir diye düşünüyorum. Neden olmasın? Tabii bunun için önce emekçi sözünde geçen, emeğe ihtiyaç vardır. Müthiş bir emeğe, sürekli bir emeğe ihtiyaç vardır. Durmadan, yorulmadan, bazen düşerek bazen vurularak, bazen vurulduğu yerden kalkıp korkmadan koşarak, ama hep ileriye giderek, emek vermesi gerekiyor. Çünkü emek hem yüce değer olmakla beraber hem de insanın içine dokunan bir sözcüktür. Bugün her şeyde bir emek var. Yemek yemekte bile bir emek var ki çiğnemeden yutamıyoruz. Bir kişinin saçını taramasında bile bir emek var. Yemek yemesinde bile emek var. Emek başlı başına zaten bir değerdir. En yüce değerdir aslında. Emeği tarif etmek için çok fazla kelimeye kelimelerin emeğine ihtiyaç var. Gazetemizi daha önce okudunuz mu? Okuduysanız nasıl buldunuz? Gerçekten işçinin emekçinin sesini, duyurabiliyor muyuz? Artılarımız eksilerimiz nelerdir? Sizce eksilerimizi nasıl giderebiliriz? İlk sayınızı bir arkadaşınız getirmişti bana. Aslında az önce verdiğim cevapta vardı vermek istediğim mesaj benim. İşçi sınıfının bilinçlenmesine yönelik bir hareketti kendince. Emek sektöründe olan bir insan olarak bana ilk sayıyı getirmişti. Okumuştum, tabii emek sektörüne yönelik bir gazete, işçilerin sorunlarını inceleyen bir gazete, köylünün, işçinin, emekçinin sesini duyurmaya yönelik bir gazete, daha çok işçinin. Bence köylere de biraz daha fazla yönelmesi gerekiyor. Köylülük mantığını da birazcık ön plana çıkartması gerekiyor. Çünkü, kentliliği yaşatan köylünün ürettikleridir. Kentliyi ayakta tutan da kentlinin işçisidir. Bugün hangi açıdan bakarsanız bakın her tarafta bir emek söz konusu. Bugün oturduğumuz evden tutun, giydiğimiz ayakkabıya kadar, saçımızı taradığım tarağa kadar, emekçilerin emeği var. Bugün her yerde köylünün emeği varsa, biraz köylü de gündeme getirilmeli, hayvancılık sorunlarına da değinilmeli.Yemek yerken sorgulamıyoruz ama, o hayvanlar nasıl yetiştiriliyor. Çalışanların şartları nasıl? Hükümet onlara karşı ne kadar samimi? Tarım da sorgulanmalı.Yine köylü üretiyor,köylünün ürettiğinden emekçi de tüketiyor çünkü. Kentteki emekçi, işveren de tüketiyor. Bu zincir gibi birbirine bağlı bir süreç. Gazetenizi işçi sorunlarını gündeme taşıma anlamında çok sıcak ve samimi buldum. İşçiyle konuşur gibi yazılar yazılmış. Kişi okuduğunda onda kendisiyle birebir konuşulduğu hissini yaşıyor. Öyle bir içtenlik katılmış gazeteye. Ama ben aşırı marjinal ve aşırı uç buldum. Onu da söylemek istiyorum. Biraz daha ılıman, biraz daha ortada olabilir diye düşünüyorum. Çünkü tamamen ama tamamen işçilerin olduğu bir dünya da hayal etmek bit ütopya gibi bir şey. Bence işçileri aydınlatma yönünde, yolunda çok güzel bir hizmet çok güzel bir çaba çok güzel bir emek, bence biraz daha sadeleştirilmeli içindeki yazılar. Sıradan bir işçinin de anlayabileceği kavramlar kullanılmalı, derin kavramlara hemen inilmemeli. Zamanla yapılmalı. Bu bir süreçtir çünkü, zamanla Lenin'in Marx ve Engels'in işçilerle ilgili düşüncelerini zamanla kavratabilir. Çünkü kavrattıkça derinleşir. Kavram derinleştikçe de eleştiri fazlalaşır. Eleştiri fazlalaştıkça da doğruya güzele daha iyi gidilir diye düşünüyorum. Son olarak ne söylemek istersiniz? Son olarak, bu röportajı yapmak için beni seçtiğinizden dolayı teşekkür ediyorum. Bize misafir oldunuz, sıcaklık kattınız, bizi onurlandırdınız. Tabii inşallah bu çabanız boşuna gitmez, işçi sınıfı, emeğin zaferine inşallah ulaşır. Bir gün çark çekicin ve orak çekicin de gerçek değerinin bulunduğu yer dilerim oluşur. İnşallah o bayrak hiç inmez diye düşünüyorum. Biz de işçi yoldaşa röportaj için teşekkür ediyoruz...


KASIM 2010

PARTİ TARİHİ

ŞİMDİYE KADAR “SÖYLENENLER” İLE KIBRIS KOMÜNİST PARTİSİ TARİHİ Barikat gazetesi olarak her şeyden önce şunu belirtmemiz gerekir. Partimizin belgeleri yıllarca AKEL tarafından ve AKEL’den de öte İngiliz Arşivlerinin bünyesinde halktan saklanmış işçi sınıfından uzak tutulmuş ve günümüze kadar da bu karartma devam ettirilmiştir. KKP’nin bu karartma altında geçen yıllarından kalma birçok belge halen daha perdeler ardındadır… Aradan yıllar geçmiş güneyde AKEL kuzeyde KSP; KKK’nın mirasını aldıklarını iddia etmektedirler… Biz elimizdeki bulguları teker teker açıklarken öncelikle bazı şeylere değinmeden geçemeyeceğiz… “Devrimci etiğimiz gereği dürüst siyaset, şerefli siyaset” biz Barikat gazetesinin temel yürüyüş şeklidir. Bizler bu geçtiğimiz 6 yıllık süreç içerisinde gerek kuzeyden gerek güneyden birçok kesimle temas kurmuş ve partimiz KKP’nin tarihçesini araştırıp bir derleme halinde bile olsa –ki halen daha bu belgeler kulaktan duyma bir durumdan daha öteye gidememiştir- bir araya getirmeye çalıştık ve halen daha da getirmeye çalışıyoruz ve bu çalışmalarımıza devam edeceğiz. AKEL’in de KSP’nin de bu konuda ne düşündükleri ortadadır. Birisi KKP’nin “devamı” olduğunu iddia edip KKP’nin ideolojisi ve siyaseti ile uyuşmak bir kenara dursun, dünyanın tüm burjuvaları, emperyalistleri, sömürgecileri ile beraber hareket etmekten çekinmezken, diğeri ise herkes tarafından bilinen KKP’nin manifestosunun çevrisini yapıp ondan sonra da “AKEL bize kütüphanesini açmadı bizde belgeleri bulamadık” mazaretine arkasına sığınıp senelerdir politika üretmektedirler; onu da geçtik, zerresini öğrendikleri KKP’nin “birleşik cephe” siyasetini bile bir politik yürüyüş şekli olarak uygulamamakta, toplumsal olaylarda ise sürekli sekter bir pozisyonda rol almaktadırlar. Biz bu iki yoldaş partinin de KKP tarihine ve siyasi-ideolojik doğrultusuna hizmet eden politikalar ürettiğini düşünmüyoruz…. Bir partinin/örgütün mirasını almak ne demektir? “Küçük burjuva popülizmi” dediğimiz bir kavram vardır… Herkes dönemsel anlamda önder olan bir örgütün adını kendine “idol” olarak alır –veya belki bireyleri alır- ve der ki “ben şunun şunun şunun mirasçısıyım”. Sonra bir bakarsınız ki o “mirası” alınan örgütün değil de, farklı farklı şeylerin siyasetleri savunulur ve alakasız işler yapılır. Bugün KSP li ve AKEL li yoldaşlar da bu noktadadırlar. Bizler KSP ve AKEL in bu konuda aldıkları veya “alamadıkları” miras konusuna çok fazla derin detaya girmeyeceğiz. Bizler için isteyen istediği kadar KKP mirasını aldığını iddia edebilir; bizde bundan gurur duyarız… Tarih haklı ile haksızı nasıl olsa “evire çevire” yargılayacaktır… Barikat gazetesi olarak bizler de aynen KSP ve AKEL gibi KKP’nin mirasını aldığımızı iddia ediyoruz. Ama eğer kalkar onların yaptığı yanlışları yaparsak, onların sekter, burjuva politikalarının aynilerini uygularsak da gene tarih karşısında boynumuzun kıldan ince olduğunu açık bir şekilde belirtiriz… Mesele şudur ki iş “miras aldım ben” demekle bu işler öyle kolay kolay bitmez… Bizler şerefle, onurla ve gururla söylüyoruz ki partimiz KKP’nin her bir zerre mirasının ortaya çıkarıncaya kadar, 1926’DA ONURLU ŞEREFLİ BOLŞEVİK HALİNİ TEKRARDAN AYAĞA KALDIRANA KADAR VE HEDEFİNE ULAŞTIRANA KADAR , BİRLEŞİK CEPHE’Cİ, DEVRİMCİ DAYANIŞMA TEMELLİ SİYASETİMİZLE, ENTERNASYONALİST, DEVRİMCİ TEORİSİ VE PRATİĞİ İLE PARTİMİZİN TÜM MİRASINI “HAK EDECEĞİMİZE” YEMİN EDERİZ… İster AKEL ister KSP ister başka bir örgüt hatta birey ile de partimizin tarihini araştırmak için ortak işbirliğine de SAMİMİYETLE yine açığız…. Yalnız belli başlı şartımız vardır…! Öncelikle bizlerle bu gibi konularda işbirliğine girecek olan örgüt/birey önce kendi kendine özeleştiri vermek zorundadır… “GEÇMİŞTE PARTİ TARİHİNİ ARAŞTIRMAK ADINA İŞ YAPMAKTAN KAÇMIŞSA” veya “PARTİNİN ADINI YILLAR YILI BEDAVADAN KULLANMIŞSA” veya “KAYDA DEĞMEYEN BİR MAZARET BULUP ARKASINA SAKLANMIŞSA” v.s. buna yönelik açık özeleştiri ile başlayarak herkesle işbirliğine hazırız… Ayrıca bunu bir sidik yarışı haline de getirmek de tamamen saçma bulduğumuz bir davranıştır… Bu gibi işler kolektif çalışmalarla başarıya ulaştırılır. Bugün bir HALK-DER tarihini araştırmak hepimizin görevidir. Ayni şekilde KKP’yi araştırmak yine hepimizin görevidir. Yine ayni şekilde bölge bölge tüm tarih boyu devrimci sol’u araştırmak hepimizin görevidir.. Veya bundan “300 sene önce Kıbrıs’ta emekçilerin durumu nedir” araştırmak hepimizin görevidir… “KKP’nin mirasını kim alacak” kavgası yapmanın bir manası yok… Bu miras kimsenin değil KIBRIS VE DÜNYA DEVRİMCİ SOL’UNUN mirasıdır… Yazımızın başında da belirttik.. Tarih nasıl olsa kahramanı yaratacaktır… Herneyse…! Şimdi ilk olarak önce şimdiye kadar gelen günümüz tarihince bilinen bulguları sizlere paylaşarak, parti tarihimizi sizlere aktaracağız… Bu sayıda okuyacaklarınız şimdiye kadar sadece “ortaya çıkarılan” kadarı ile parti tarihinin çok kısa bir bölümünü aktarmaktadır. Parti Manifestosu zaten yıllar önce tercüme edilmişti… 15 Ağustos 1926’da KKP 20 tane delege (kimi kitaba göre 16 diye geçiyor) ile Limasol’da Vasiliu Makedonas sokağında mütevazi bir evde kurulur. Daha doğrusu ilk önce 1924’te kurulmaya çalışılan KKP kilise ve ülkedeki karanlık güçlerin baskısı ile o yıllarda kurulmaya çalışılırken başarısızlıkla sonuçlandığı söylenir. Kilise ve İngiliz emperyalizminin yaptığı baskılar sonucu partinin o dönemlerde kurulamadığından bahsedilir. Sovyet Ekim Devrim’inin de büyük etkisi ile kurulan KKP’yi bazı kitaplarda sadece Kıbrıs’ta yaşayan Rumlar tarafından kurulduğundan bahsedilir. O dönemlerde ülke İngiliz sömürgesindeydi. Ve sömürge döneminde aşırı baskıcı rejim içerisinde herhangi bir partinin kendi programını sömürüye karşı, talana karşı yaratması ve “legal ortamda” hareket etmesi neredeyse imkansız denecek kadar zordu. 1919’lu yıllarda Limasol’da örgütlenmeye çalışan emekçiler “Meşale” adında Kıbrıs’taki ilk sol içerikli gazeteyi basmayı başardılar. Kıbrıs’ta İngiliz Emperyalizmi ve yerli burjuvazinin yani egemen sınıfın hegamonyası gün geçtikçe daha da artıyor, buna yönelik olarak da emek sınıfının bilinçlenmesi de gün geçtikçe artıyordu. KKP kimi kitapta ne kadar da Sovyetler ile o dönemlerde “direkt temas halinde olduğu” söylenmekten kaçınılsa da bunları yazmaktan çekinenlerden art niyet aramak mümkündür. Çünkü Marksist ideoloji ile kurulan böylesine bir parti Bolşevik Parti gibi bir dünya önderi parti ile işbirliğinde olmaması düşünülemez… Elbet Barikat gazetesi olarak bunun da belgelendirmesini ortaya çıkaracağız… Parti sadece ülkede çalışan işçi sınıfının haklarını korumakla kalmıyor, köylülerin de tüm ezilen kesimlerin ve kardeş halkların da savunucusu bir pozisyonu çekinmeden savunuyordu. İngiliz emperyalizmine adada baş eğmez TEK VE ÖNCÜ güçtü… “Parti üyeliği” dahi, partili yoldaşlara verilirken aynen olması gerektiği gibi Marksist disipline uygun olarak, ÖRGÜTLÜ MİLİTANLARA üyelik hakkı tanınıyor, ve bugünkü “komünist geçinen partiler yada yapılar gibi” ailevi veya hanedanvari ilişkilere dayalı olarak “üyelik” hakkı verilmiyordu… İşte devrimci duruş ve ahlak tam da budur… Barikat olarak da bizim duruşumuz da aynen budur… Bir süre sonra yine “bazı kitaplara göre” 1 Ocak 1925’te Neos Anthropos (Yeni İnsan) gazetesi kimi kitaba göre 10 kimi kitaba göre de 15 günde bir yayınlanmaktaydı. Bunun gerçeği nedir bizler de merak etmekdeyiz ama elimizdeki ileriki süreçte tercümelerini tamamlayacağımız belgelerle bunun da içeriğini ortaya çıkartacağız… Devam ediyoruz… Kıbrıs Komünist Partisi 1926’da resmi programını yayınlamıştır. Burada ilgimizi çeken bir nokta var. Biz şuan birçok kitaptan “ortak” bulduğumuz noktaları alıp yazarken Ulus Irkad’ın da KKK tarihçesi hakkındaki eski bir araştırma yazsını okuduk… Çok ilginç bir şekilde “kuyruklu yalan” noktasına varacak bir “sözde” belge ortaya koyduğunu gördük… Bu belgeye göre güya “KKP liderleri Stalin’in tek ülkede sosyalizm” teorisine karşı çıkmışlar ve karşı çıktıkları için Kafkaslara sürgüne gönderilmişlerdir. Bu hayatımızda duyduğumuz en komik ve Kıbrıs devrimci tarihini adeta yerden yere vuran mutlak surette kocaman bir yalandır… Nereden mi anladık? Birleşik cephe siyaseti ve o dönemde yani 1924-1926 yılları arasında ve sonrasında Sovyetlerin başında zaten Stalin’in ta kendisi vardı ve Sovyetlerin izinden giden bir KKK üstüne üslük Stalin’in ve Bolşevik partinin komitern kararı olan Birleşik Cephe şiarını benimseyen KKK nasıl olabilirdi ki “Stalin’in tek ülkede sosyalizm” teorisine ve pratiğine karşı çıksın ???? Üstüne üslük

SAYFA: 11

İşte o büyük 15 Ağustos 1926 gününde o küçük evde oturup Kıbrıs'ta Marksizm'in ilk kez bir parti olarak yayılmasına kapı açan örgütümüz Kıbrıs Komünist Partisi'ni kuran yoldaşlarımız..! Şimdi bu yoldaşlarımızın hayatta kalmış çocuklarını, tanıdıklarını araştırmak için birşeyler yapıp onlardan bilgi edinmeye, parti tarihimizi aydınlatmaya çalışıyoruz. Onların izinden yürümeye devam edeceğiz... Kafkaslara sürgüne gönderilip orada adeta öleme terk edilsin…!!!! Başka bir örnek verelim: Barikat gazetesi olarak bizler parti bayrağımızla kuzeyde, güneyde ve ara bölgede, Marx-Engels-Lenin-Stalin logolu parti bayrağımız ile yürüdüğümüz heryerde eski AKEL yani ilk yılların KKK sempatizanları yaşlı da olsalar yanlarımıza gelip bize şu soruyu sordular… “NEREDESİNİZ..?” Bu soruyu bize soranlar önder Stalin’i görerek yanımıza geldiler… Ofis binamız varmı diye bizlere sordular… Demek ki “Ulus Irkad” bir kez daha yanılıyor.. Ve tarihi çarpıtmıştır… Bunlar bizlerin birebir gerçek hayatta yaşadığımız şeylerdir… Gözlerimizin yaşardığı anlardır ve gurur duyguduğumuz anlardır… Ulus Irkad’a söyleyenek tek 1 kelime vardır:Kıbrıs değimi ile “BARDON” demekten başka bir şey bulamıyoruz..! Yalan da olsa fikirlerine “saygı” gösterdiğimiz için daha fazla Ulus Irkad’ı rezil etmeden yazımıza devam edelim… Parti programı da şuan güvenmediğimiz birçok kitaptan alıntı durumundadır ve işin garip tarafı tüm kitaplarda ana hatları bile farklı farklı geçmektedir… Biz bu anlamda parti programının doğru tercümesini yaptırmadan hiçbir şekilde yalan veri sizlere okutmak istemiyoruz… Ama yine de “sözde” diyebileceğimiz parti programındaki ana maddeler şunlardı: a)İşçi sınıfı ve köylüleri korumak ve emeğin çıkarları doğrultusunda örgütlemek ve enternasyonel çizgide hareket ettirmek b)İngiliz Emperyalizmine ve ülkedeki gerici güçlere karşı mücadele etmek c)Kıbrıs’ta anti-emperyalist birleşik cephe hükümetini kurmak… KKK manifestosunda zaten tercümesi yapılmış halinde bunu açıkça belirtir ama parti manifestosu ile programları ayni ideoloji ve siyasete göre farklı dillerde yazıldı… Aynen bir elmanın iki yarısı gibi.. Manifestoya göre hareket, KKK nin siyasi-ideolojik hedefi program ise amaçlarını içermekteydi… Temmuz 1929’da KKK tarihinde yine bazı kaynaklara göre tarihindeki en kitlesel maden grevini örgütledi ve 6000 işçiyi greve kaldırarak adeta tarih yazdı… Fakat grev İngiliz yönetiminin baskıları sonucu kırılır.. O dönemlerde adada Türk milliyetçiliği de hızla yayılmaktaydı. İngiliz emperyalizmi ise hem enosisci Rumlara hemde Faşist Kemalist Türk milliyetçilerine adeta taşeronluk yapmaktaydı… 1 Mayıs 1931’de Lefkoşa 2. Ulusal Kongresi Necati Özkan önderliğinde toplandı ve İngiliz taşeronlarının da el altından desteği ile seçimleri kazanan taraf oldu. Ayni yıl içerisinde KKP legal mücadeleden İngiliz Emperyalizmi yönetimi tarafından çıkartıldı ve yer altına indirilmek zorunda bırakıldı.Parti üyeleri hapse atıldı ve tüm yayın organları yasaklandı. Partili yoldaşlar işkenceden geçirildi ama İngiliz emperyalizmi ve ülkedeki yerel faşistler KKP’yi hiçbir zaman yok etmeyi başaramadı… Tarihi karartılmış yıllar yani 1926-1943 yılları arası bu dönemler kimileri KKP’yi ENOSİS’ci kararlar vermiş bir parti olarak değerlendirirler… Bunun doğru olup olmadığını hem birazdan yine altına imza atmadığımız ama yakın bir zamanda en gerçek hali ile ortaya çıkartıp yayınlayacağımız halinden sonra ortaya net bir politika koymayı tercih ediyoruz… Ama şimdiye kadar öğrendik ki partinin ilk yıllarında ENOSİS üzerinden bir karar çıkması bir kenara dursun, tamamen hem o günün hem bugünün emperyalist Yunanistan’ına bağlanmak istemeyen bir KKP vardı ama sorun şu..! ENOSİS kararı gerçek anlamda ne zaman alındı ? AKEL ile birleştiği dönem mi yoksa daha önce partinin içine sızmış Troçkist-Faşist ajanlar sayesinde mi bu karar alındı… Genelde ülkemizdeki birçok entelektüel geçinen küçük burjuva “aydınları” belli başlı tarihler üzerinden söz ederler… Biz hiçbirini dinlemiyoruz ve araştırmayı kendimiz yapmadan bu konuya net bir sonuç fikir belirtmeyi uygun bulmuyoruz… Neyse bilinen bulguları yazmaya devam edelim: SSCB tarafından destek de verilen İspanya İç Savaşına KKP’li yoldaşlar da katılır ve birçok yoldaşımız şehit olur… Kimi kitap bu rakamı 15 kimisi ise 14 olarak açıklanır… Gerçek olan ise halen daha belli değildir.. Çünkü yıllardır araştırılmasına rağmen bile bu rakamlar hala daha kesin değildir… Sonrası zaten malum, 1941 de AKEL kurulur ve 1943 de KKP ile AKEL birleştirilir..!!! Ve artık KKP’nin ipi resmen çekilmiş olur… Daha doğrusu bilinen kadarı ile bu tarihte çekilmiştir..! Bundan sonraki sayılarımızda maddi gücümüzün elverdiği oranda tercüme ettiğimiz tüm belgelerin içinden KKP ile ilgili her bulguyu ve Kıbrıs’ın her yerinden görüp tanıştığımız eski KKP’li yoldaşlarımızdan 6 senedir yaptığımız gibi elde ettiğimiz her veriyi gazetemizden yayınlamaya devam edeceğiz… Hedefimiz KKP’nin tüm gerçek tarihini Kıbrıs ve Dünya işçi sınıfı önüne koyabileceğimiz sağlam kaynaklara dayalı bir derleme oluşturabilmektir… Şuan için doğru adımlar atmaktayız… Hepimize tekrar tekrar kolay gelsin… Devrimci selamlar…


KASIM 2010

GÜNLÜK

SAYFA: 12

TARİH'TE KASIM AYI 1 KASIM 1962 - Sovyetler Birliği, Mars'a ilk roketi gönderdi…! 2 KASIM 1936 – Emperyalist İngiltere yaptığı parasal destek ile BBC'inin Londra'da düzenli TV yayınına geçmesini sağladı… 3 KASIM 1957 - Sovyetler Birliği, ikinci yapay uydu Sputnik 2'yi yörüngesine fırlattı. Bu uyduda, uzaya giden ilk hayvan olan “Laika” isimli bir köpek de bulunuyordu.! 4 KASIM 1940 – İngiltere, Girit'i işgal ederek sömürüsü altına aldı. ..!! 5 KASIM 1996 - ABD yapılan başkanlık seçimleri sonucunda ilerleyen dönemlerde adı “Beyaz Saray'da seks skandalı” ile anılacak olan Bill Clinton seçildi…! 6 KASIM 1917 – Büyük lider Lenin önderliğindeki Bolşevikler, Çarlık rejimini devirerek “Ekim Devrimi” (eski Rus takvimine göre Ekim 25) gerçekleştirdi...! 7 KASIM 1917 - Bolşevik Parti Lenin önderliğinde iktidarı ele geçirdi… 7 KASIM 1921 - İtalya'da hasta zihniyetli Mussolini, kendisini Ulusal Faşist Partisi lideri ilan etti ve baskıcı yönetime başladı..!! 8 KASIM 1923 – Faşist lider Adolf Hitler, Münih'te ilk siyasi çıkışını yaptı. Bu başarısız çıkışın ardından 4 gün sonra 12 Kasımda tutuklandı ve cezaevine gönderildi. Hapishanede ''Kavgam'' isimli kitabı kaleme aldı… 8 KASIM 1992 - Berlin'de 350 bin kişi, ırkçı şiddete karşı gösteri yaptı ve gösteri büyük ses getirdi..!! 8 KASIM 1918 – Rosa Loxemburg'un serbest bırakılması. 9 KASIM 1938 - Almanya'da bulunan Yahudi karşıtı ırkçı kitleler, şiddet eylemlerine başladı. Bu olaylar tarihte “Kristal Gece” (Crystal HightKrystallnacht) olarak adlandırıldı. 9 KASIM 1982 – TC'de faşist askeri darbe sonrasında 12 Eylül Anayasası, yürürlüğe girdi..!! 9 KASIM 1989 – SSCB'nin kapitalizmin revize edilme dönemi üzerine ve ayni döneme denk gelen son yıllarında Doğu Almanya'nın Batı Almanya ile arasındaki seyahati serbest bırakması , binlerce kişiyi Berlin Duvarı'nı aşarak Batıya geçmesine sebep oldu. Berlin duvarının yıkılması, ilerleyen dönemlerde Doğu Almanya Halkını çok kötü günlerin beklemesine neden olacaktı ..!! Aslında “yıkılan duvar” sadece ve sadece dünyaya “kapitalizmin sınır kaldırıcı ve özgürlükçü” bir şekle sokulmak istenmesi amaçlı bir maskeydi. Bunun sadece kupkuru bir yalan olduğu kapitalizm'in tüm çarkları ile doğu Almanya'nın ekonomik askeri ve politik yapısına girdiği ilk günden bile anlaşılmıştı… 10 KASIM 1938 – Faşist Almanya'da yaşanan "Kristal Gece"de Naziler, Yahudilere ait mağazaları ve 267 sinagogu yakıp tahrip etti, binlerce Yahudi işsiz ve evsiz kaldı. Sonrasında ise ülkedeki ırkçı saldırılar doruk noktaya ulaştı…!!. 11 KASIM 1976 –Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında 10 yıl süreyle elektrik alışverişini düzenleyecek olan anlaşma imzalandı.!! 11 KASIM 2004 - Filistin lideri Yaser Arafat, Paris yakınlarındaki bir askeri hastanede vefat etti. Arafat'ın cenazesi 12 Kasım 2004'te Kahire'de düzenlenen törenden sonra Ramallah'ta toprağa verildi..!! 12 KASIM 1927 – Anavatan Sovyetler Birliği'nde hain Troçki, Komünist Parti'den çıkarıldı ve büyük lider Stalin başa geçti. Komünist Parti'den atılan Troçki karşıdevrimci faaliyetlerini Komünist Parti dışından devam ettirerek komünizme zarar vermeye devam etti.. 13 KASIM 1976 - BM Genel Kurulu, sözde “Kıbrıs'taki bütün yabancı askerlerin çekilmesini ve mültecilerin yerlerine dönmesini” öngören tasarıyı kabul etti. Ama hala daha ülke yabancı askerlerin kontrolü altında kalmaya devam ediyor; kısacası BM her zamanki gibi dünya halklarına “iyi görünme” politikası ile insanlara o dönemde de yalan söylemekten çekinmedi…!! 15 KASIM 1960 - Nükleer silah taşıyan ilk denizaltı USS George Washington, Güney Carolina Charleston'da suya indirildi. Daha sonraki dönemlerde de ABD silahlanmaya tam gaz devam etti..!! 15 KASIM 1983 - KKTC adı altında içerisinde yaşadığımız oluşum, işgal anayasası ve dayatma bir askeri-ekonomik-siyasi bir yönetimle Federe devleti adındaki eski ismini yenileyerek ortaya çıktı. Emperyalizm'in “dünyaya KKTC'yi tanıtma” çalışmaları tam gaz devam ederken; sömürü ve talan da ayni hızla durmaksızın devam ediyor… KKTC'nin tanıtılıp adanın bölünmüşlüğü uluslararası –Emperyalist- Hukuk Kurumları tarafından kabul görür mü bilinmez ama Kıbrıs'ta her milletten yaşayan emekçilerin ta o günden beri iki burjuva devletten ve emperyalizm'den yediği darbeler gün geçtikçe artmaya devam ediyor… 16 KASIM 1945 - BM tarafından Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü olarak tanımlanan UNESCO kuruldu. Kurulduğu günden beri de dünyada eğitim, bilim ve kültür katliamı hızla çoğaldı… Özel okulların; özel eğitim ve kültür “şirketlerinin” hızla yayılmasının

her ülkede yolunu açan UNESCO fakir ülkelere ise sadece “yardım parası” göndererek dünya halklarına kendini “aklama” politikaları üretmeye devam ediyor… 17 KASIM 1918 – Emperyalist İngilizler, Bakü'yü işgal etti. 18 KASM 1967 – İşgalci Türk jetleri Kıbrıs üzerinde alçaktan uçtu. “BM Askerleri tarafından kontrol edilen” Erenköy bölgesinde Türkler ile Rumlar arasında çıkartılan çatışma 7 saat sürdü. 18 KASIM 1983 - BM Güvenlik Konseyi KKTC'nin kurulmasından 3 gün sonra aldığı 550 sayılı kararla, KKTC'nin hiçbir zaman tanınamayacağını ve ülkenin yasadışı bir yapılanma olduğunu açıkladı.…!! Gelinen noktada “sözde tanımama” meselesi ise yıllar içinde emperyalist çıkarlar uğruna sulandırıldı. En son Annan Planı döneminde Kıbrıs'ın tanınmayan kuzeyi ve tanınan güneyi “burjuva devletlerinden” ülkeyi yöneten egemenler eşit statü ile masaya çağrıldı. Yani kısacası BM istediği amaca ulaşmak için emperyalist politikalarını istediği manevralarla çıkarları doğrultusunda kullandığını bir kez daha gördük.. KKTC'yi BM'nin tanımayacağı gibi bir durum söz konusu değildir. ABD güdümlü BM kendi burjuva çıkarları doğrultusunda o dönemlerde alınan bu sözde kararı istediği an değiştirebilme yetkisine ve prestijine sahiptir. Bir gün bunu gerçekleştirirlerse kimse şaşırmamalıdır. Çünkü emperyalist çıkarlar doğrultusunda KKTC'nin jeopolitik ve coğrafi konumu gereği bu zaten gelecekte uygulanabilirliği yüksek bir politikadır. 19 KASIM 1985 - ABD Başkanı Ronald Reagan ile dönemin Sovyetler Birliği Devlet Başkanı işbirlikçi Mihail Gorbaçov, Cenova'da ilk kez buluştu. Böylelikle Sovyetler Birliği'nin yok edilmesi için kardeş kardeş işbirliğine giderek, el ele bir adım daha attılar… 20 KASIM 1936 - İspanya İç Savaşı'nda faşist ayaklanmaya karşı Cumhuriyetçiler safında mücadele eden anarşist önderlerden “Buenaventura Durruti” öldürüldü… 21 KASIM 1991 - Rusya, Beyaz Rusya, Ukrayna, Kazakistan, Moldova, Azerbaycan, Ermenistan, Özbekistan, Tacikistan, Türkmenistan ve Kırgızistan liderleri, bir araya gelerek Sovyetler Birliği'nden ayrılma kararı aldı. Sonrasında ise Bağımsız Devletler Topluluğu'nu (BDT) (Commonwealth of Independent States) kurduklarını açıkladılar. !! Günümüzde ise bu devletlerden bazıları Emperyalist AB üyesi olup yozlaşmaya devam ederken bazıları ise Asya'daki emperyalist kuvvetlerin hegamonyası altında yok olmaya devam etmektedirler… 21 KASIM 1905 – Moskova Sovyet'inin kurulması. 22 KASIM 1962 - Hükümetin davetlisi olarak Türkiye'yi ziyaret eden “sözde” Kıbrıs Cumhurbaşkanı Makarios'un gezisi olaylı geçti..!! 23 KASIM 1938 – Irkçı Alman lider Hitler 5000 markın üzerinde malı olan Yahudilere yüzde 20 oranında vergi koydu… 23 KASIM 1971 - Çin Halk Cumhuriyeti temsilcileri, BM ve BM Güvenlik Konseyi toplantılarına ilk defa katıldılar…!! 24 KASIM 1961 - BM, nükleer silah yasağını ABD'nin protestosuna karşın kabul etti. Ama ilerleyen süreçte kimse katil ABD'yi kontrol altında tutamadı..!! 25 KASIM 1973 - Yunanistan'daki ayaklanmalar sonunda Başbakan Georgios Papadopulos, faşist cuntacılar tarafından devrildi ve darbeciler ülke kontrolünü ele geçirmiş oldu..!! 26 KASIM 1942 - Yugoslavya'da Anti-Faşist Halk Kurtuluş Konseyi kuruldu..!! 27 KASIM 1978 - PKK Kuruldu… Kurulduğu dönemlerde sosyalist mücadele içerisinde de yer almasına rağmen daha sonraki dönemlerde Kürt burjuvalarının ideolojik silahı haline gelen bir oluşum olmuştur. 28 KASIM 1820 - Karl Marks ile beraber, Komünist Manifesto'yu 1848 yazarak komünist kuramın geliştirilmesinde önemli bir rol oynayan Alman politik düşünür Friedrich Engels doğdu. Dünya'ya böylelikle bir büyük proletarya komutanı ve büyük bir önder daha geldi… 28 KASIM 1911 – Emiliano Zapata; Ayala planını yayınladı. 28 KASIM 1967 – İşgalci Türk jetleri Kıbrıs üzerinde uyarı uçuşu yaptı. ..!! 29 KASIM 1947 – Emperyalist BM şiddetli muhalefete karşın, Filistin'in bölünmesini ve bağımsız bir İsrail devleti kurulmasını kararlaştırdı. Böylelikle Orta Doğu'da yeni kanlı bir dönemin başlamasına olanak tanındı. .!! 29 KASIM 1972 - Şair Can Yücel, "Küba'da Sosyalizm ve İnsanlar" kitabını çevirdiği için verilen 7,5 yıl hapis cezasını çekmek üzere cezaevine girdi. Daha sonra genel af çıktığı için kurtuldu. ..!! 30 KASIM 1971 - İdamla yargılanan Mahir Çayan ve arkadaşları, İstanbul Askeri Cezaevinden tünel kazarak kaçtı.!!! 30 KASIM 1948 - Alman Komünist Partisi, Berlin'in Sovyetlere ait bölümünde şehir hükümeti oluşturdu… 30 KASM 1990 – Zor ve ağır şartlar yüzünden Zonguldak'ta 43 bin maden işçisi hakkını aramak için greve başladı..!!

TARİHİMİZDEN KARELER

1957 Kıbrıs Rum ve Kıbrıs Türk İşçileri Sendikalarının Ortak Eylem Toplantısı

15 Ağustos 1926'da KKP'nin kurulduğu ev


KASIM 2010

Ayrımcılık Hat Safhada: Geçen haftalarda ülkemizin önde gelen gazetelerinden biri manşetten yayınladığı bir haberle, Lefkoşa’nın bilindik ilkokullarından Atatürk İlkokulundan son Kıbrıslı Türk öğrencinin mezun olduğunu ve mevcut öğrencilerin tamamının Türkiye kökenli olduğunu duyurarak, toplumun huzurunda büyük bir ayrım yaparak kamuoyunda, kınanması gereken bir davranışa imza attı. Uzun yıllardır, siyasilerin koltuklarını sağlama almak adına göz yumdukları, hatta ve hatta bilinçli ve planlı bir şekilde uyguladıkları göçmen işçi aktarımı günümüzde devam etmekte ve sonuçları istenmedik olayları peşinden sürüklemektedir. Önceleri ucuz işçi olarak getirilerek siyasi amaçlar için gelecekleriyle oynanan işçiler, bugünlerde ekmek kazandıkları coğrafyaya hayatlarını devam ettirebilmek için yerleştikleri ve yaşantılarını sürdürmek için yerleşmek zorunda kaldıkları adamızda bazı kesimler tarafından ciddi bir ayrıma maruz kalmakta, toplumdan soyutlanmaya çalışılmakta ve bunların hiçbir siyasi olayla uzaktan yakından ilgisi yokmuş gibi lanse edilip ayrım hızlandırmaya ve yaygınlaştırmaya çalışılmaktadır. Göçmen işçilerin siyasi bir araç gibi kullanıldıktan sonra düşürüldükleri durumlar, onları mevcut toplum düzeni içerisinde toplum değerlerine aykırı bazı hareketlerde bulunmaya mecbur bıraktığı gibi günün sonunda yapmaya mecbur bırakıldıkları şeylerden dolayı yargısız bir şekilde toplumdan soyutlanmaları, ikinci sınıf vatandaş gibi muamele görmeleri yetmezmiş gibi, her göçmen işçinin aynı sorunlara yol açtığı izlenimini yaratan genellemelerle ezilmeye devam ederken, bu kez hedefin göçmen işçilerin çocuklarına yönelik olması henüz genç yaştaki bu kesimin toplum önünde düşürüldüğü durumu gözler önüne sermektedir. Ayrımı yapan kesim, üzücü bir şekilde göçmen işçilerin yaşam standartlarını vurgularken, bu şartların kimler tarafından ve nasıl oluşturduğunu sorgulamaktan kaçmakta ve şartları sağlayan sistemin yanlısı olduğundan bu noksanlığı gizlemekte ısrarcı bir tavır takınmaktadır. Oysa vurgulanması gereken sistemin çalışmadığıdır. Bu sistem belli bir kesime hitap etmekte, belli bir kesimin ihtiyaçlarına cevap vermektedir. Bu sistem işçiyi ve emekçiyi kullanmakta, sömürmekte ve bugünkü yaşam standartlarını işçinin eline vererek yolsuzluklara, yoksulluklara sebep olmaktadır. Yolsuzlukların sebebi bireylerin kendileri değildir. Çağrımız işçi-emekçi kesimi bu durumlara düşüren daha sonra bölen, ayrıma maruz bırakanlara başkaldırı çağrısıdır. Bunun için her şeyden önce birlik olunmalı ve örgütlü şekilde hareket edilmelidir. İşçinin dili dini ırkı yoktur. İşçi, emek verendir. İşçinin vatanı ekmeğini kazandığı yerdir.

GENÇLİK Tüm işçiler derhal ve acilen birleşmeli, bu gibi siyasi oyunlara gelmemeli ve mücadeleyi tek yumruk halinde vermelidirler. ! En büyük düşmanımız bölünmüşlüktür. Genç yaşta bu dayatmalara maruz kalan kişilerin sosyal yaşantılarında bu derece dışlayıcı bir anlayışla karşı karşıya bırakılması gençliğin en önemli sorunlarından biridir. Daha küçük yaşlardan çocuklarımıza bu ayrım aşılanılmaya çalışılmaktadır. Çocuklarımızı tüm dünya halklarının kardeş olduğunu anlatacak bir eğitim sisteminin yerine onları bu gibi bölücü propagandalarla besliyor, gençliği daha da içinden çıkılması güç sorunların içerine itmeye devam ediyoruz. Bu böyle devam ettikçe ayrıma maruz

kalanların sayısının arttığı gibi ayrımı yapanların sayısı da artacaktır ve geleceğimiz bugün bu sisteme hizmet edenlerin çoğunlukta olduğu aynı sistemin gölgesi altında çürüyüp gidecektir. Bugün etnik kökenler üzerine milliyetçi bir anlayışla eğitim-öğretim vermekte olan eğitim sistemi, küçük yaşta, çocuklarımıza ve gençlerimize, düşmanlığı, ayrımı, milliyetçiliği aşılayan kitaplarıyla birlikte ortadan kaldırılmalıdır. Bunun yerine okulla yaşamı, birbirine doğrudan bağlayan, genç yaştaki bireylerin, teoride öğrendiklerini, sosyal hayatlarında kazanacakları pratik deneyimleriyle besleyen, somut-tarihsel yaşam koşulları çerçevesinde eğitim verilmelidir. Gençlerin okul haricinde olaylara duyarlı olabilmesini sağlayacak, kendilerini pratik olarak geliştirebilecekleri ortamlar hazırlanmalı ve öğrendikleri teoriyle sınırlandırılmamalıdır.Lenin eğitimin, okulun, yaşamla bağlılığı ilkesini katıldığı bir kongrede şu şekilde ifade etmiştir: “Şimdi on beş yaşında olan kuşak, tüm öğrenme görevlerini gün be gün herhangi bir köyde, herhangi bir kentte, ortak çalışmanın şu veya bu görevini ister basit, ister önemsiz olsun, pratik olarak çözecek biçimde ele almalıdır.” Lenin’in bu sözlerinden de anlaşılacağı gibi, dersi ve işi yani teorik yaşam ile pratik yaşamı birbirine bağlamak bir gerekliliktir. Çünkü, günümüz

Ülke Üniversitelerinde sorunlar saymakla bitmiyor...!! Maalesef ülkemizdeki eğitim sektörü kanayan çok büyük bir yara halinde. Özellikle üniversite eğitimini tamamlamış gençlerimiz işsizlik ve geçim zorlukları gibi büyük sorunlar ile karşı karşıyalar. Üniversitelerdeki plansızlık, sistemsizlik ve beceriksiz egemen siyasilerin elini eğitime sokması, eğitimin çökmeye yüz tutmasına neden olmaktadır. Bugün ülkemiz üniversitelerinde, gençlerin birer “ayaklı banka” olarak algılanması ve mezun olduktan sonra hiçbir iş güvencesine sahip olmaması büyük kanayan bir yaradır. Tabii ki bu durum; ülkemizin içinde bulunduğu bitmek tükenmek bilmeyen, ekonomik sıkıntılar ile birleştiği zaman sorunlar çok daha büyük boyutlara ulaşmaktadır..!! Ülkemiz üniversitelerine genel bir bakış attığımız zaman, ilk olarak gözümüze çarpan sorunlardan bir tanesi; öğrencilerin mezun olduktan sonra “iş bulamayıp göç etmek zorunda bırakılmasıdır”dır. Öğrenciler üzerinden sadece kar elde etmeyi amaçlayan bir eğitim sisteminden daha başka ne beklenebilir ki zaten? Yaşanılan böylesine korkunç tablolar, ailelerin dağılmasına ve genç insanlarımızın başka ülkelerde asimile olmasına neden olmaktadır..! Ülkemizdeki özelleşmiş üniversitelerin sağladığı plansız eğitim, mezun gençlere gelecek ve iş güvencesi temin edemiyor. KKTC içerisinde oluşturulan böylesine bir “karanlık çember” sayesinde, gençlerimiz belirsizlik içerisinde yok olmaya mahkum bırakılmaktadır…!Özellikle anne ve babaların büyük zorluk ve emeklerle çocuklarına daha iyi bir gelecek sağlama düşüncesinden dolayı büyük paralar ödemek zorunda bırakıldığını hepimiz biliyoruz. Mevcut üniversite eğitiminin tamamıyla “maddiyat” üzerine oturtulması, sorunun çok daha büyük boyutlara ulaşmasına olanak sağlamaktadır.Zira üniversitelerimizdeki okul harçlarının can yakmasından dolayı, fakir ve emekçi ailelerin çocukları eğitim imkânlarından yararlanamıyor. Kısacası, KKTC üniversitelerinde eğitim almak hiç de kolay değildir..!! Eğitimde, “düşük kalite ve yüksek fiyat” anlayışı hakim olduğundan dolayı sorunlar katlanarak artmaktadır....!!Öte yandan, üniversitelerdeki kafeterya ve alışveriş alanlarının “yüksek ücret” talep etmeleri ve birçok üniversitenin “ulaşım için ücret” alması, üniversite örgencilerinin maddi olanaklarını zorlayan en önemli nedenlerin başında gelmektedir. Ayrıca yurtdışından gelen öğrenciler için, ev kiralarının

SAYFA: 13 koşulları, bedensel güç ihtiyacının azalmakta olduğu sanayileşmenin devam ettiği ve sanayileşmenin devam ettiği bir durumda, ekonomik koşulların nasıl geliştiği ancak bu yöntemle öğrenilebilecektir. Ekonomik koşulların nasıl geliştiğini yaşayarak öğrenen bir öğrenci, tıpkı Sovyet eğitim sisteminde uygulandığı gibi, ekonomik eşitsizliğin sosyal getirilerinin farkındalığı içerisinde öğrenimini tamamlayıp, sosyalist düzenin kazanımlarını daha iyi kavrayacak ve kendisini bu anlamda geliştirerek, din, dil ırk ayrımından uzak, etnik kökenin değil, emeğin yüceliğini kavrayabileceği bir ortamda gelişimini tamamlayacaktır. Olması gereken de budur. Bütün bu sorunların çözümünü milli eğitimde, devlette, hükümette veya BU SİSTEMDE aramaya devam ettiğimiz sürece, geleceğimizin kurtulması mümkün değildir. Ülkenin geleceği olan gençlerin sorunlarından kurtulabilmesindeki tek çözüm köklü bir değişimde, bir devrimdedir. Bu sistem çökertilmeli, yıkılmalı ve tarihe gömülmelidir. Bu düzen tarih kitaplarının sayfalarında dahi yer almamalı, kökü kazınmalı ve yok edilmelidir. Ancak ve ancak, bunun yok edilmesi ve ayrımın ortadan kaldırılmasını herhangi bir hükümetten beklemek, boşa zaman kaybıdır. Günümüz koşullarında hem mevcut hükümet hem de muhalif kesimler, sistemi ortadan kaldırarak, değiştirmekten yana değil, aksine, kendi çıkarlarını bu sermayedar sistemde sağlayabilmek ve burjuvazinin emek sömürüsüyle kendilerine sunduğu nimetlerden faydalanmak adına iktidar mücadelesi vermektedir. Toplumun, eğitim, sağlık, güvenlik ve diğer tüm hizmetler çerçevesinde eşit muamele görmesi gerekmektedir ve bu yalnızca sistemin yıkılmasıyla gerçekleşebilecek bir durumdur. Ülkede yaşamakta olan hiç kimse geldiği veya doğup büyüdüğü yerden dolayı sorgulanmamalı ve dışlanmamalıdır. Bunun yapıldığı her yerde bir insanlık suçu vardır ve bunu yapan herkes insanlık suçu işliyor durumdadır. Bütün dünya halkları kardeştir! Teoriyle pratiği birleştirmenin, eğitim sürecindeki öneminden bahsederken, çözüm yolunun da bir gazete yazısından ibaret olmadığından bahsetmek, yerinde bir tutum olacaktır. Evet, bu sistem yıkılmalıdır. Bu sistemin yıkılması için canla başla mücadele edecek, inançlı bir birleşik cepheci siyasete, birleşik cephe hükümetine ihtiyaç vardır. Barikat gazetesi, ilke edindiği birleşik cepheci siyasetini her gün, her koşulda vurgulamaktadır ve her fırsatta vurgulamaya devam edecektir. Tüm emek güçlerinin derhal birleşmesi ve emek sömürüsüne son vermesi gerekmektedir. Mevcut siyasi oluşumlardan ümit artık kesilmelidir. Artık sistemden olumlu bir gelişme beklenmemelidir. Düşmanlıkların, ayrımların, eşitsizliklerin, sömürülerin, burjuvazinin sisteminin tek alternatifi yalnızca devrim ve sosyalizimdir.

da çok yüksek olması öğrencinin nasıl acımasızca sömürüldüğünün bir başka örneğidir..!! Sözde, “gençlerimize daha iyi bir üniversite eğitimi sağlamak” adı altında onları sömürmeyi amaçlayan böylesine bir sistem, hiçbir zaman tam anlamı ile başarılı bir eğitim veremeyecektir…!Yaşanılan tüm bu çirkinlikler karşısında, ortak bir noktada birleşmesi gereken üniversite gençleri, ancak ve ancak kararlı ve dik duruşları sayesinde haklarını kazanabilirler.!! Aksi taktirde, sistemin yanlışlıkları ve plansızlıkları içerisinde yok olmaya mahkum olacaklardır..!! Gençlerimizin ülkenin geleceği yönünde ne kadar büyük bir role sahip olduğunun altını bir kez daha çizmek istiyorum. Çünkü bir ülkenin geleceğini tayin edecek olanlar, o ülkenin bugünkü gençleridir…!! Eğitim sektöründe yaşanılan plansızlık ve sistemsizliğe, bir de ülkeyi yönetme becerisine sahip olmayan siyasilerin eklenmesi, sektörün yarasına tuz basmaktadır...! Örneğin, “Doğu Akdeniz Üniversitesinde yaşanan rektörlük krizi” bunun en basit örneklerinden bir tanesidir. Burjuva siyasilerin kendi çıkarları doğrultusunda çirkin ellerini eğitim sektörüne uzatması, her zaman olduğu gibi “daha fazla kar elde etme arzusunu” ön plana çıkartmaktadır..! KKTC'de eğitim veren gerek devlet gerekse vakıf ve özel üniversitelerin düşük eğitim kalitesi sağlaması, açılan kontenjanların boş kalmasına neden olmaktadır..! Eğitim sektöründe kontenjanların boş kalmasının başlıca nedenleri arasında; plansızlık, sistemsizlik, burjuva siyasilerin eğitime karışması ve öğrencilerin birer ayaklı banka olarak algılanmasın başı çekmektedir..! Öğrencileri her şekilde sömürmeyi amaçlayan böylesine kurumların, kontenjanlarının boş kalması hiç de şaşırtıcı değildir..!! Ülkedeki yükseköğretim olgusunun sıfır denecek boyutlarda olması sadece öğrencilerin kendi haklarını aramaları ile düzeltilebilinir. Aksi halde, mevcut sistemin kendi basına düzeleceğini umut etmek çok büyük bir aldanış olacaktır..!! Burada eğitim emekçileri kesinlikle sömürülen öğrencilere destek niteliğinde olmalı ve ortak hareket edilmelidir... Eğitim sisteminin düzelmesindeki tek yol, öğrencilerin örgütlenmesi, eğitim emekçileri ve sendikaların da desteği ile haklarını aramak için sessiz kalmamalarından geçmektedir..!!


KASIM 2010 V.I. LENIN – SOSYALİZM VE DİN Bugünkü toplum, tamamen geniş emekçi kitlelerin nüfusunun ufak bir azınlığı; yani toprak sahipleri ve kapitalistler sınıfı tarafından sömürülmesi esası üzerine kurulmuştur. Bütün yaşamları boyunca kapitalistler hesabına çalışan "özgür" işçilere sadece kazanç sağlayan kölelerin yaşamını sürdürmeye, kapitalist köleliğin güvenini ve sürekliliğini sağlamaya yetecek oranda geçim olanağı "tanındığından", bu toplum bir köle toplumudur. İşçilerin ekonomik baskı altında olmaları, kaçınılmaz biçimde her türlü siyasal baskıya, toplumsal aşağılanmaya, kitlelerin ruhsal ve moral çöküntüsünün artmasına yol açar. İşçiler ekonomik kurtuluşları adına az ya da çok ölçüde siyasal özgürlük elde etmek için savaşabilirler. Ne var ki, kapital gücü yönetimden yok edilmedikçe ne oranda olursa olsun elde edilecek siyasal özgürlük, işçileri yoksulluktan, işsizlikten ve baskıdan kurtaramayacaktır. Başkaları hesabına çalışmaktan, yerine getirilmeyen isteklerden ve yalnız bırakılmışlıktan yılmış halk kitleleri üzerine her yerde büyük ağırlıkla yüklenen ruhsal baskı biçimlerinden biri dindir. Doğaya yenik düşen ilk insanların tanrılara, şeytanlara, mucizelere ve benzeri şeylere inanmasına yol açışı gibi, sömürülen sınıfların sömürenlere karşı mücadeledeki yetersizliği de kaçınılmaz olarak ölümden sonra daha iyi bir yaşamın varlığına inanmalarına yol açar. Din, bütün yaşamı boyunca çalışan ve yokluk çekenlere, bu dünyada azla yetinmeyi, kısmete boyun eğmeyi, sabırlı olmayı ve öteki dünyada bir cennet umudunu sürdürmeyi öğretir. Oysa yine din, başkalarının emeğinin sırtından geçinenlere bu dünyada hayırseverlik yapmayı öğreterek, sömürücü varlıklarının ceremesini pek ucuza ödemek kolaylığını gösterir ve cenette de rahat yaşamaları için ehven fiyatlı bilet satmaya bakar. Böylelikle din, halkı uyutmak için afyon niteliğindedir. Din, sermaye kölelerinin insancıl düşlerini, insana daha yaraşan bir yaşam isteklerini içinde boğdukları bir çeşit ruhsal içkidir. Ne var ki, köleliğinin bilincine varmış ve kurtuluşu için mücadeleye başlamış köle, kölelikten yarı yarıya çıkmış demektir. Fabrika endüstrisinin yetiştirdiği ve kent yaşamının aydınlattığı modern, sınıf bilinçli işçi, dinsel önyargıları bir yana atar, cenneti papazlara ve burjuva bağnazlarına bırakır ve bu dünyada kendisi için daha iyi bir yaşam elde etmeye çalışır. Bugünün proletaryası, din bulutuna karşı savaşta bilimden yararlanan ve işçileri bu dünyada daha iyi bir yaşam adına kavga vermek için birleştirerek öteki dünya inancından kurtaran sosyalizmin yanında yer alır. Din, kişinin özel sorunu olarak kabul edilmelidir. Sosyalistler, din konusundaki tavırlarını genellikle bu sözlerle belirtirler. Oysa herhangi bir yanlış anlamaya yol açmamak için bu sözlerin anlamı kesinlikle açıklanmalıdır. Devlet açısından ele alındığı sürece, dinin kişisel bir sorun olarak kalmasını isteriz. Ancak, Partimiz açısından dini kişisel bir sorun olarak göremeyiz. Dinin devletle ilişkisi olmaması, dinsel kurumların hükümete değin yetkileri bulunmaması gerekir. Herkes istediği dini izlemek ya da dinsiz, yani kural olarak bütün sosyalistler gibi ateist olmakta tamamen özgür olmalıdır. Vatandaşlar arasında dinsel inançları nedeniyle ayrım yapılmasına kesinlikle göz yumulamaz. Resmi belgelerde bir vatandaşın dininden söz edilmesine de son verilmelidir. Kiliseye ve dinsel kurumlara hiçbir devlet yardımı yapılmamalı, hiçbir ödenek verilmemelidir. Bunlar, devletten tamamen bağımsız, aynı düşüncedeki kişilerin oluşturduğu kurumlar niteliğinde olmalıdır. Ancak bu isteklerin kesinlikle yerine gelmesi halinde, kilisenin devlete Rus vatandaşların ise kiliseye feodal bağımlılıklarının sürdüğü, (bügüne kadar ceza yasalarımızda ve hukuk kitaplarımızda yer alan) engizisyon yasalarının var olduğu ve uygulandığı, insanları inançları ya da

TEORİ-PRATİK inançsızlıkları nedeniyle cezalandırdığı, insanların vicdan özgürlüğünü baltaladığı ve kilisenin şu ya da bu afyonlamasıyla hükümetten gelir ya da mevki sağladığı utanç verici geçmişe son verilebilir. Sosyalist proletaryanın modern devlet ve modern kiliseden istediği, kilise ile devletin birbirlerinden kesinlikle ayrılmasıdır. Rus devrimi, bu isteği siyasal özgürlüğün bir gereği olarak gerçekleştirmelidir. Polis yönetimli feodal otokrasiye bağlı memurların başkaldırısı, kilise evresinde bile huzursuzluk, tedirginlik ve öfke yarrattığı için din ve devleti ayırma isteğini gerçekleştirmek konusunda Rus devrimi özellikle elverişli bir ortamdadır. Rus Ortodoks din adamları her ne kadar cahilseler de, onlar bile Rusya'daki eski, ortaçağa uygun düzenin yıkılmasıyla patlayan gümbürtüden uyandılar. Onlar bile özgürlük isteğinde birleşiyor, onlar bile bürokratik uygulamalara ve memur zihniyetine, "Tanrının hizmetkârları"nı zorla polise casusluk ettirmek isteyenlere karşı çıkıyorlar. Biz sosyalistler, bu hareketi desteklemeli, kilisenin dürüst ve içten üyelerine doğru sonuca ulaşmaları konusunda yardımcı olmalı, onların özgürlük isteklerini sürdürmelerini sağlamalı ve kilise ile polis arasındaki ilişkiyi koparmalarını onlardan istemeliyiz. Ya içtenlikli ve dürüstsünüzdür, ki o zaman kilise ile devletin ve kilise ile okulun kesinlikle birbirlerinden ayrılmasından, dinin

tamamen kişisel bir sorun olarak kabul edilmesinden yana olursunuz. Ya da özgürlük konusunda bu tutarlı istekleri benimsemezsiniz, ki o zaman da engizisyon geleneklerinin hâlâ tutsağı demeksinizdir; rahat memuriyetlerinize ve hükümet kaynaklı gelirlerinize bağlısınız demektir; silahınızın ruhsal gücüne inanmıyorsunuz ve devletten rüşvet almayı sürdürüyorsunuz demektir. O takdirde de bütün Rusya'daki sınıf bilinçli işçiler size amansız bir savaş açacaklardır. Sosyalist proletaryanın partisi açısından, din kişisel bir konu değildir. Partimiz, işçi sınıfının kurtuluşu adına bir araya gelmiş sınıf bilinçli, ileri savaşçıların toplandıkları bir yerdir. Böylesi bir birlik dinsel inanç biçiminde ortaya sürülen sınıf bilinci yoksunluğuna, bilgisizliğe ve geri kafalılığa kayıtsız kalamaz ve kalmamalıdır. Din diye tanımlanan ve halkın üzerine indirilen koyu sisle, sözlerimizi ve yazılarımızı kullanarak tamamen ideolojik silahlarla savaşabilmek için kilisenin kaldırılmasını istiyoruz. Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisini, işçilerin her türlü dinsel uyutmacadan kurtulması adına mücadele etmek için kurduk. Bizim için ideolojik mücadele kişisel bir sorun değil, bütün Partinin, bütün proletaryanın sorunudur.

SAYFA: 14 Madem ki durum böyledir, o halde Programımızda ateist olduğumuzu neden açıklamıyoruz? Hıristiyanların ve öteki dinlere inananların partimize girmesini neden yasaklamıyoruz? Bu soruya verilecek cevap, din sorununun burjuva demokratları tarafından ortaya konuluşu ile Sosyal Demokratlar (Marksistler-b.n.) tarafından ortaya konuluşu arasındaki ayrımı belirleyecektir. Bizim Programımız tamamen bilimsel, dahası materyalist dünya görüşü temeli üzerindedir. Bu nedenle Programımızın açıklanması demek, din sisinin gerçek tarihsel ve ekonomik kökenlerinin açıklanmasını da zorunlu kılacak demektir. Propagandamız kaçınılmaz olarak ateizm propagandasını, gerekli bilimsel yayımların yapılmasını, otokrat feodal hükümetin bugüne kadar yasakladığı ve kovuşturduğu yazıların Parti çalışmalarımızın bir dalı haline getirilmesini de içermektedir. Bir zamanlar Engels'in Alman sosyalistlerine verdiği öğüdü şimdi bizim izlememiz gerekebilir: Onsekizinci yüzyıl Fransız Aydınlanma dönemi düşünür ve ateistlerinin yazıları çevirilmeli ve geniş ölçüde yayılmalıdır. Ancak, hiçbir koşulda din sorununu burjuva radikal demokratlarının sık sık yaptığı gibi, soyut, ülkücü bir biçimde, sınıf mücadelesinden kopuk "entellektüel" bir sorun olarak ortaya koymak yanlışına düşmememiz gerekir. Aşırı baskı temeline oturan ve işçilerin eğitilmediği bir toplumda, dinsel önyargıların sadece propaganda yöntemleriyle yok edilebileceğini sanmak budalalık olur. İnsanlığın üzerindeki din boyunduruğunun, toplumdaki ekonomik boyunduruğun bir sonucu ve yansıması olduğunu akıldan çıkarmak burjuva dar görüşlülüğünden başka birşey değildir. Proletarya kapitalizmin karanlık güçlerine karşı kendi mücadelesiyle aydınlanmadıkça, ne kadar bildiri dağıtılırsa dağıtılsın, ne kadar söz söylenirse söylensin proletaryayı aydınlatmak olanaksızdır. Bizim açımızdan ezilen sınıfın bu dünyada bir cennet yaratmak adına gerçek devrimci mücadelede birleşmesi, öteki dünya cenneti konusunda proletaryanın görüş birliğine gelmesinden daha önemlidir. İşte bu nedenle Programımızda ateist olduğumuzu belirtmiyoruz ve böyle davranmak zorundayız. İşte bu nedenle, eski önyargılarını henüz sürdüren proleterlerin Partimize katılmalarını engellemiyoruz ve engellememek zorundayız. Biz her zaman bilimsel dünya görüşünü öğütleyeceğiz ve çeşitli "Hıristiyanlar"ın tutarsızlıklarıyla savaşacağız. Fakat bu hiçbir zaman, yeri olmadığı halde din sorununun birinci plana alınması demek değildir. Yine bu hiçbir zaman, gerçekten devrimci ekonomik ve siyasal mücadele güçlerinin üçüncü sınıf görüşler ya da anlamsız fikirler nedeniyle birbirlerinden kopmasına, siyasal önemlerini kaybetmesine, ekonomik gelişim karşısında bir yana itilivermesine göz yummamız da demek değildir. Her yerde ve şimdilerde de Rusya'da reaksiyoner burjuvazi, gerçekten önemli, temel ekonomik ve siyasal sorunlardan, yani Rus proletaryasının devrimci mücadelede birleşmesiyle bugünlerde çözümlenmeye başlanmış olan sorunlardan kitlelerin dikkatini uzaklaştırmak amacıyla din adına mücadeleyi kendine uğraş edinmiştir. Bugün kendini Kara Yüzler kıyımlarında gösteren ve devrimci mücadeleyi bölmeyi amaçlayan bu reaksiyoner tutum, yarın çok başka ve çok ustalıklı biçimler alabilir. Biz, durum ne olursa olsun, bu reaksiyoner tutum karşısında serinkanlı, dirençli olacağız ve temelde olmayan ayrımların etkilemeyeceği bir öğretiyi, bilimsel dünya görüşünü ve proleter dayanışmasını öğreteceğiz. Dinin devletten ayrılması açısından, devrimci proletarya dini gerçekten kişisel bir sorun durumuna getirmeyi başaracaktır. Ve ortaçağ kalıntısı küflenmiş görüşlerden arınmış, bu siyasal düzende, proletarya, din aldatmacasının gerçek kaynağı olan ekonomik köleliğin kalkması için açık ve yaygın mücadele verecektir.


KASIM 2010

KÜLTÜR-SANAT

SAYFA: 15

NOBEL KİMDİR VE NEDİR* Azerbaycan petrol yatakları, Orta Doğu'nun doğal bir parçasıdır. Bakü, 1813 yılına kadar İran topraklan içindeydi, ancak Ruslar'ın bölgeyi işgali ile durum değişti. Kazak birliklerinin acımasız askerî denetimi, bölgedeki direnişi kırdı. Apşeron Yarımadası'ndan fışkıran petrolün getireceği zenginlik keşfedilmekte gecikmedi. Çarlık hükümeti, bölgede petrol çıkan arazilerin haklarını satmak amacıyla mezatlar düzenleyince, Tiflis, Batum ve İstanbul'dan çok sayıda Ermeni işadamı bölgeye geldi. Ermeniler'in en büyük rakibi Azerbaycan ve Tataristan hanlarıydı. Bölgece sadece Ermeni işadamları akın etmedi. İsveçli Nobel ailesi de gelenler arasındaydı. Silah yapımcısı Ludwig, kimyager Alfred, Emil ve Robert Nobel kardeşler, 1876 yılından itibaren bölgedeki petrol okyanusundan paylarına düşeni aldılar. Nobel'lerin işlettiği kuyular, Bakü'nün en zengin ve önemli petrol yatakları haline geldiler. Nobeller, rafineri ve taşıma sistemleri ile bütünleşen büyük bir organizasyon kurdular. Ludwig Nobel, kendisine örnek olarak Rockefeller'i seçti, petrolcülüğü tüm yönleriyle inceledi. Kişisel yeteneklerinin katkısıyla "Bakü'nün petrol kralı olarak anılmaya başlandı. 1876 yılından itibaren, St. Petersburg'un aydınlatılması için gereken yakıt, Nobeller'in firması tarafından temin ediliyordu. Ludwig, petrol taşımacılığında tanker fikrini ilk uygulamaya koyan isimdir. 1878 yılında "Zoroaster" adlı tanker, Hazar Denizi'nde petrol taşımacılığında kullanılıyordu. 1890 yılında Atlantik'te de petrol tankerleri dolaşan Nobel-ler, kadrolarına profesyonel bir jeologu alan ilk firma ünvanını da taşıyorlardı. Nobeller'in kurduğu firma, "Petroleum Producing Company" (Petrol Üretim Şirketi) Rus İmparatorluğu'nun petrol ticaretini ele geçirdi. Tıpkı Rockefeller gibi, Ludwig Nobel de; petrol yatakları, boru hatân, tankerler, stok depoları, demiryolu şebekesi ve perakende dağıtım ağıyla büyük bir petrol tekeli kurdu. 1874 yılında altı yüz bin varil olan Rus petrol üretimi, on yıl içinde 10.8 milyon varile ulaştı. Bakü'de yaklaşık iki yüz rafineri işliyordu. Nobel kardeşlerden Alfred, spekülasyon-ları iyi değerlendiren bir bankerdi ve Lion Kredi Bankası ile bağlantılıydı. Pazar spekülasyonlarından elde ettiği fonları, petrol yatırımına aktardı. Spekülatif sermaye ile petrol rantlarının kaynaşmasından doğan servet imparatorluğunu, tıpkı Rockefeller'in "hayırsever" vakıfları türünden "Nobel" ödülleri örtüsü altında meşrulaştıran Alfred Nobel, sermaye düzeninin "bilimsel" ve "edebi" koordinatlarına güçlü dayanaklar oluşturdu. Samuel kardeşler, 1894-95 yılları arasında yapılan Çin-Japon Savaşı'nda, Japonya'ya en fazla silah ve mühimmat satan firmaydı. Rothschild'ler gibi, savaşlardan büyük kârlar sağlıyorlardı.Nobel kardeşler de petrolün yanı sıra silah işinde de yatırımlara sahiptiler. Babaları, Immanuel Nobel, 1837'de İsveç'ten Rusya'ya gelmiş, askerî sanayi ve su altı madenciliği alanında tesisler kurmuştu. Nobel kardeşlerden Ludwig'in de, geniş ölçekli silah imalat tesisleri vardı. Kimya alanında araştırmaları olan ve nitrogliserin üzerinde çalışan Alfred Nobel ise, Paris'ten yönettiği büyük bir "dinamit imparatorluğu"nun sahibiydi. (Bugün, "hayırsever" sermayedarlık yanılsamasının en utanmazca örneği olan Nobel ödülleri, bu "dinamit imparatorluğu" nun harcından kaynaklanan kan nehirlerinden besleniyor.) ...Rus petrolünde ortaya çıkan sorunlar üzerine, Romanya'da gelişmeler yaşandı. 1906 yılında Nobel'ler ve Rothschild'ler, Deutsche Bank'la birleşerek "European Petroleum Union" (EPU), Türkçesi "Avrupa Petrol Birliği"ni kurdular. EPU bir süre sonra, Standard Oil ile temasa geçerek, pazarların bölüşülmesi için bir anlaşma yaptı. Avrupa Birliği'nden yıllar önce, "Petrol Birliği"nin, üstelik Alman sermayesini temsilen Deutsche Bank'ın katılımıyla kurulması, not edilmesi gereken bir olgudur. EDEBİYAT... KAPİTALİZM... NOBELİZM... Her şeyin "mal" haline geldiği, her şeyin alışverişe, alımsatıma konu olduğu, insanî değerlerin o bilinen piyasa'ların akışı içinde tanınmazlaştığı düzenlerde, edebiyat ürünleri de dolaşım dışı kalamaz kuşkusuz... Ama bütün mesele de bu zorunluluktan doğuyor. Özgün bir sanat eseri, piyasalandığı andan itibaren, başka bir "şey" oluyor, yeni bir nitelik ediniyor: Mal'dır artık. Bununla da kalsa iyi... Tersine bir ilişki başlamıştır şimdi; çoğu zaman yaratıcıyı çarkları arasına çeken bu ilişki, kabaca şöyle belirtilebilir: "Sanat yaratımından-piyasa'ya" biçiminde özetlenebilecek doğrultu yerine, "piyasa'dan sanat yaratımına" yönelen etkiler egemen oluyor. Sanatçı ile okur arasına yabancı bir güç (sermayedar, yayımcı) girmiş, normal olarak, yapısı gereği piyasayı kontrolü altına çekmiş, ilk ve son amacı da kâr olduğundan gerek okuru, gerek yazarı kendi yöntemleriyle baskı altına almıştır... Pazarlama yolları, ödüller, "olay"lar, dev satışlar, 10'dan aşağı düşmeyen baskılar vb. Şimdi yaratıcıyı etkileyen çok güçlü bir öge daha çıkmıştır ortaya: Piyasa. Gerçekten ters bir ilişki başlamıştır. Belli sanat eserleri "piyasalar düşünülerek" yaratılmaktadır. Son yıllarda parlak çıkışlarla ün kazanan Türkyeli yazarlardan çoğunun, daha ikinci üçüncü eserlerinde kendilerini tekrara, "mal üretmeye" başlamalarının nedeni, bunlar olsa gerek. 1960'lardan sonra yayın alanına büyük sermayenin de el atması, hattâ bu yıllarda küçük bütçelerle yayına başlayan bazı kuruluşların kısa sayılabilecek süreler içinde "büyümeleri", Türkiyeli yazar üstünde önemsiz sayılmayacak etkiler yaptı... En azından, bu işin ticarî ölçülere uygun piyasasını yaratarak, yazarlığı "meslek" haline getirerek, ama çeviri kitaplarla piyasayı kaplayıp yerli yazarın fiyatını düşürerek işlevini görmeye koyuldu. Yazara ün ve para, yayımcıya kâr: Ödüller Bu arada., edebiyat ödülleri de son hesaplaşmada piyasa çarkının birer dişlisi olarak kullanılmaya mahkûmdu. Bugün Türkiye'de okur kitlesince en. ilginç ödül sayılan Sait Faik Hikâye Armağanı, ilk zamanlardaki anma-değerlendirme niteliğinden hızla sıyrılarak bir piyasa göstergesi haline geldi. Öyle ki, daha dün bu ödüle karşı olan, bu konuda demeç veren kimi yazarlar, belli itilerin baskısıyla "yarışmaya" girmeye, Ödül almaya, hattâ "ödül töreninde içki için harcanan para bana verilebilirdi" demeye başladılar. Bu işin "sırayla" olduğunu belirtenler, zamanları gelince uslu uslu ödüllerini alıverdiler. Kendi yazdıklarının kârı peşinde küçük birer patron gibi, "yatırımlara" girdiler. Oysa dizginler çoğunun elinden kaçmıştı artık... Piyasa konuşuyordu. İlkesi, hiç bir şeyi rastlantıya bırakmamak olan piyasa. Ödüllerin en büyüğü, en siyasalı: Nobel Batılı yayıncının basıp sattıkları konusunda bir tek ölçüsü var: Kaç para getirir?... ve... Kaç para getirdi? Geçenlerde Frankfurt'ta açılan Uluslararası Kitap Sergisi dolayısıyla basına yansıyan bir gerçek, bu ölçüyü okur kitlelerine yeniden hatırlattı: "Kitaba 5 milyon ödedik, 92.000'i sattı. Böylece tanesi 45 liraya geldi bize. Oysa kitabın satış fiyatı, 12,5 liraydı" der bu anlayış. Ve yazardan, beklediği, reklam kampanyalarıyla desteklediği tavır, olağandışı'na, cinsel'e, skandal'a, ilkel'e, egzotik'e, vahşi'ye, dünyayı unutturacak science-fiction numaralarına yönelmedir. Bu arada, en önemli satış alternatiflerinden biri olarak armağanları, özellikle Nöbel'i kollar. Kendi halklarına ihanet eden yazarlara ise, ayrı bir ilgi gösterir. Yalnız sosyalist ülkeleri söz konusu ediyoruz sanılmasın; Hindistanlı Rabindranat Tagor, Anatoli Kuznetsov'dan daha az hain değildir. Veya, nobellilerden Kavabata, Solyenitsın'dan daha pirüpak değildir kendi halkı konusunda dünyayı yanıltmada. Bu karışık (!) mekanizma içinde, ara sıra geleneksel Batı hoşgörüsünün konuştuğu da olur... Ayrı bir şaşırtmacayla, "gerçekten haketti" denen yazarlar da ödüllendirilebilir, kırk yılda bir...

KAYNAKLAR * Suat Parlar, Barbarlığın Kaynağı PETROL, Anka Yayınları, 1. Basım, Mayıs 2003. ** Türkiye Defteri, Ocak'74, 3. sayı, Aylık Edebiyat-Siyaset Dergisi. http://www.halksahnesi.org/yazilar/nobel/nobel.htm

“Yetenek Kıbrıs” mı Dediniz? Türkiye’de “Yetenek-SİZ siniz…!” denen bir yarışma düzenlendi…. Daha önce de benzerleri düzenlenmişti. Yarışmayı kazanana ise büyük bir miktar para ödülü ve “kariyer” imkanları sağlandı. Günün sonunda ne oldu? Yarış atı gibi harcanan birçok yetenek boşa gitti; “insan yeteneği” metalaştırılıp satılık ürün haline getirilip pazarlandı ve büyük anlamda bir kültürel talan ve toplumsal burjuva etkileşim yaratıldı… Ülkemizde ise son dönem ayni yarışmanın “Kıbrıs versiyonu” düzenlendi. Maliye Bakanı Ersin Tatar'ın sahibi olduğu TV kanalında düzenlenen bu yarışmadaki durum Türkiye’dekinden de beter..! Yine bir para ödülü kondu ve kültür-sanat ile uzaktan yakından alakası olmayan insanlar jüriye aynen Türkiye’deki gibi konurken , yurdumuzdan her yaştan birçok insanı yarış atı gibi kullanarak gene bu saçma sapan yarışmanın aynısı uygulandı… Şaşkın mıyız? Hayır.. Kültür emperyalizmi Kıbrıs’ta senelerdir dünyanın her yerinde uygulandığı gibi uygulanmaya devam ediyor. Yetenek Kıbrıs, Yemekteyiz Kıbrıs gibi saçma sapan burjuva kültürün yada kültür katliamının uygulandığı programlar gibi yakında “İzdivaç Kıbrıs” gibi bir de program yaparlarsa yine hiç ama hiç şaşırmayın…!!! İnsan ahlakı, daha doğrusu toplumsal ahlak kuralları her şeyden önce emeğe saygıdan başlar… Bunların “ahlak” anlayışı ise gördüğümüz gibi “reyting ve tomar ile para” dan başlıyor Bizleri çekmek istedikleri nokta sadece ekonomik-politik ve askeri anlamda bir asimilasyon değil…! Kültür-Sanatı da bu şekilde kullanarak sömürmeyi çok güzel başarmaktalar... Bizler bu utanmazlığı, bu rezalet yarışmaları kınıyor,fabrikada, sokakta işçinin emekçinin fakirin fukaranın her gün neler çektiğini gözler önünden kaçırtan bu burjuva yayınları ve kurumlarını teşhir etmeye ve kafalarına vura vura onların gözünün içine baka baka bu numarayı bu halka yutturmayacağımızı bir kez daha belirtmekteyiz… YAŞASIN DEVRİMCİ KÜLTÜREL DİRENİŞ..! YAŞASIN EMEĞİN KÜLTÜRÜ…!

3. ULUSLARARASI İŞÇİ FİLMLERİ FESTİVALİ Ülkemizde daha önce iki kez düzenlenen Uluslar arası İşçi Filmleri Festivali’nin (UIFF) bu yıl üçüncüsü düzenlendi. Organizasyonu KTOEÖS, BES,KTMMOB, KTAMS, DEV-İŞ, Baraka Kültür Merkezi, KTÖS, ÇAG-SEN, Barikat Gazetesi, GÜÇ-SEN, TIP-İŞ, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği, DAÜ-SEN, DAÜ-BİRSEN, Akademi Sinema Kulübü, ODTÜ Sosyalist Düşünce Topluluğu, ODTÜ Kültür Edebiyat ve Düşünce Topluluğu (Dergicik), ODTÜ Sinema Topluluğu ve ODTÜ Politik Düşünce Topluluğu düzenledi. Tamamen kollektif bir çerçevede gerçekleşen bu güzel organizasyon ülkede devrimci kesimlerin büyük beğenisini topladı. “Başka Dilde Aşk” Filmi başrol oyuncusu Mert Fırat da ülkemize gelip gala gecesinde aramıza katıldı. Sevindirici olan taraf ilk iki festivalden daha fazla katılım ilgi gösterirken, yine emekçi kesimlerin beklenen ilgiyi göstermemesi üzücü bir taraf oldu. Açık faşizm’in olmadığı, işçi sınıfının gelişim aşamasında olan ülkemizde aslında bu sonuç çok anormal bir sonuç değil belki ama orada emekçi kesimlerin daha fazla ilgi göstermesi Festival’i tam anlamıyla hedefine ulaştırmış olacaktı. Yine de katılım gösteren herkese tüm örgütler adına teşekkür ederiz. Ülkemizde işçi sınıfına ve ezilenlere bu kadar dayatmalar yapılırken bu güzel organizasyonun yaratılması tamamen moral verici oldu. UIFF Film komitesi tarafından seçilen filmler gerçekten izlenmeye değerdi. Bu arada Gönyeli Belediyesi de salonun bedava kullanımı için organizatörlere izin verirken, Belediye Binası Konferans salonundaki teknik aksaklıklar her film gösterimlerinden önce sürekli sorun oldu. Organizasyonda çalışan arkadaşlar gene bu sorunları aşarak filmleri sağlıklı bir şekilde göstermeyi başardılar. Festival gazetesi, bildiriler, afişler,web sayfası radyo ve tv jenerikleri ise gayet başarılı bir şekilde yayımlandı ve tanıtım için başarılı çalışmalar üretildi. Dokuz gün süren bu harika festivalde emek veren ve katkı koyan herkes başta olmak üzere ; tüm izleyip ayni zamanda “sinemaya seyirci kalmayan ve toplumsal olaylara kafa yorup yine ülkesini ileriye taşımak için gayret eden” herkese teşekkür ederiz… Haydi Film Yapalım…! Devrimci ve emekten yana bir film neden bizim ülkemizden de çıkmasın? Neden toplumsal olaylara, yapılan haksızlıklara kafa yoran bir görsel belgesel veya kısa film bizler tarafından üretilmesin? Kolektif çalışma çerçevesinde buyrun bu adımları beraber atalım... İletişim için info@barikatgazetesi.com adresine posta atmanız veya 0548 878 40 01 nolu telefondan bizlere ulaşmanız yeterli olacaktır…


KASIM 2010

DÜNYA

Şili'de Maden İşçileri Trajedisi ve Perde Arkası...!!!! Geçtiğimiz günlerde Şili’de yerin 700 metre altında 2 aydan fazla bir süre mahsur kalan madencilerin kurtarılması dünyada büyük yankı uyandırdı. Şili’deki metal madeninde yaşanan göçük sonrasında ortaya çıkan büyük insanlık dramını, yerli ve yabancı birçok medya kuruluşu ve yetkilinin böylesine bir insanlık dramını âdeta bir “gösteri” edasında sunması, yapılan operasyonun başta emekçi kitleler olmak üzere birçok çevre tarafından tepki ile karşılanmasına neden olmuştu…!! Böylesine acı bir tablo sonrasında madencilerin; işveren sermaye çevreleri tarafından can güvenlikleri olmadan çalıştırıldığı bir kez daha kanıtlanmış oldu.. !! Medya gösterisine dönüştürülen kurtarma operasyonu, yerin 700 metre altında yaşam mücadelesi veren 33 madencinin 2 aydan fazla bir süre sonrasında kurtarılması ile sonuçlandı..! Böylesine bir tutum içerisine giren yetkililer, göçük gerçekleşmeden önce madenin güvenliğini sağlamaları gerekirken ne yapıyorlardı acaba..? Cevabı çok basit hiçbir şey..!! Kurtarma operasyonunu bir sirk gösterine çeviren yetkililer, uzun uğraşlar sonucunda madencileri kurtarmayı başardı. Eğer maden güvenliğini önceden sağlamış olsalardı, bu kadar büyük bir insanlık dramı yaşanmayacaktı ve dünyaya böylesine bir gösteri sunmalarına hiç gerek kalmayacaktı. Akıllarda ise madencilere bu kadar değer vermelerine rağmen niye göçük için önceden tedbir almadıkları sorusu kaldı? Niye bunca gösteri, neden bu kadar kamera ve medya kullanıldı.? Cevap açık, sözde emek kitlelerine değer verdiklerini ispat etmeye çalışmak.. !! Çok yazık. .! Kurtarma operasyonu sonrasında uzmanlar, bazı madencilerin psikolojik durumlarının hassas olduğunu ve kurtarıldıktan sonra uzun süre stres bozukluğu yaşayabileceklerini de söyledi. Medyatik operasyon sonucunda şans eseri 33 madenci den hiç biri hayatını kaybetmeden kurtarıldı. İşçilerin hayatını kaybetmeden kurtarılmış olmaları hem aileleri hem de tüm yakınları tarafından büyük sevinçle karşılandı. Maalesef dünyadaki tüm maden işçileri, Şili’deki kadar “şanslı” değil. Yaşanılan korkunç kazalar sonucunda işveren burjuvaların “daha fazla kar” etmek uğruna madencilerin güvenliğini sağlayamadığı gerçeği ortaya çıkıyor. Kapitalist dünya sisteminin temelinde yatan “daha fazla kar elde etme” mantığı her gün çok sayıda işçinin canına mal oluyor. Şili’deki 33 madenci az sayıda şanslı işçiden bir kaçı olarak

tarih sayfalarında yerini aldı. Operasyon sonrasında kurtarılan 33 madenci, madenlerdeki güvenlik sorunlarını ve bu sürede elde ettikleri tecrübelerini paylaşmak amacıyla bir vakıf kurmayı tasarladıklarını bildirdiler. Çöken madende çalışan 300 işçi hükümetten iş güvenceleri konusunda bir cevap bekliyor. Sendika liderleri, maden işçilerine alacaklarının ödenmesi talebinde bulundu. “Bizler 33 değil, 300 kişiyiz”, “70 gündür işsiz ve parasızız” yazılı pankartlar taşıyan işçiler, çöken maden yakınlarında bir gösteri düzenlediler. ..!! Sendika Başkanı Horacio Vicencio, “maaşlarımıza el koydular, tazminatlarımızı da vermiyorlar, o nedenle başka yerde iş arayamıyoruz” diye konuştu. Göstericiler, taleplerine bir cevap alana dek mücadeleye devam edeceklerini söylediler. Haklarını almada kararlı olan madenciler, bir tek bu kararlılıkları sayesinde haklarını alabilirler, çünkü hala hükümet kanadından atılan bir adım yok ve atılacağa da benzemiyor !! Öte yandan, geçen günlerde TC Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı’nın bir TV kanalına yaptığı açıklamada, “bizde böyle bir olay olsa 3 günde çıkarırdık” söylemi ilginç tartışmaların yaşanmasına neden oldu. Aynı göçük Türkiye de olsa insanların sağ olduğu bilinse dahi kurtarmak için neler yapılır ya da yapılmaz bilemeyiz ama madencilerin Şili’deki kadar şanslı olmayacağını biliyoruz. …! Ama ne gariptir; yine ayni Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer’in bundan birkaç ay önce Zonguldak’taki Grizu faciasında ölen 30 işçinin arkasından “güzel öldüler, acı çekmediler..!” demesi zaten “NASIL 3 GÜNDE KURTARABİLME İSTEĞİNE SAHİP OLDUĞUNUN” en basit göstergesi olmuştur…!!! Tüm yaşananlar, emek güçlerini sömürmekte olan sermaye çevrelerinin ihmalkârlığı sonucunda gerçekleşmiştir. Şili’deki madenci kardeşlerimizin sağ salim bir şekilde kurtarılması bize büyük bir sevinç vermesine rağmen, böylesine kazaların devam edeceğini bilmemiz, sevincimizi boğazımızda bırakıyor..!! Böylesine acı tablolar, kapitalizmin gerçek yüzünü gözler önüne sermektedir.!! Bu noktada tek kurtuluş yolunun, işçi ve emekçinin haklarını savunan, toplumsal sınıfların ortadan kaldırılmasını destekleyen sosyalizmden geçtiğini bir kez daha hatırlatmak istiyoruz. Mevcut kapitalist sistemin işçi ve emekçilerin haklarını korumaya yönelik değil, aksine emek güçlerini son damlasına kadar sömürmeye yönelik olduğu, böylesine çirkin olayların yaşanması sonucunda tekrar tekrar görmekteyiz sevgili yoldaşlar.. .!

SAYFA: 16

Fransa'da işçiler tarih yazıyor.!! Fransa'da Sarkozy hükümetinin minimum emeklilik yaşını 60'dan 62'ye, tam devlet emeklilik maaşını ise 65'ten 67'ye çıkarma planlarına karşı başlayan grevler serisi, özellikle öğrenci ve emeklilerin büyük desteği ile büyüyerek devam ediyor…!! Öğrenci ve emekçiler göstermiş oldukları kararlı tutumları nedeni ile hükümete “yasa tasarılarınıza geçit yok” mesajı veriyor…! Son günlerde dünya gündemini sürekli bir şekilde meşgul eden Fransa'daki genel grev ve eylemler, ülkedeki emekçi kitlelerin çaresizlik içerisinde bırakıldığının açık bir göstergesidir. Sistemin acı dayatmaları karşısında çaresiz kalan emekçi ve öğrenciler çareyi ülkede genel grev ve eylemlere tam destek vermekte buldular. Yaşanılan bunca gelişme sonrasında Sarkozy hükümetinin yasa tasarılarını geçirmek konusunda ısrarcı olması, ülkenin genel grevler ile sallanıp âdeta bir “yangın yerine” dönüşmesine neden oldu...!! Avrupa burjuvazisinin kıta düzeyinde devreye soktuğu "kemer sıkma" politikalarının Fransa ayağı, değişik saldırı ve hak gaspları biçiminde hayata geçirilmeye çalışılıyor. Kamu harcamalarının kısıtlanması, yüz binlerce çalışanın işine son verilmesi ve emeklilik yaşının yükseltilmesi gibi saldırılarla yüz milyarlarca dolar "tasarruf" hedefleyen burjuva hükümeti, her zamanki gibi gözünü emekçinin kazanılmış haklarına dikmiş durumda. .!! Dünyadaki ekonomik krizi bahana eden Sarkozy hükümeti, diğer büyük burjuva hükümetleri ile yaptığı sömürü yarışından geri kalmamak için, ülkedeki birçok sendika, memur, emekli, öğrenci ve sol görüşlü gruplar ile büyük bir kutuplaşmaya girdi. Kısacası, ülkedeki tüm emekçi kesimler ile ciddi bir mücadele içerisinde. .!! Fransadaki emekçilerin “kazanılmış haklarından taviz vermeme” konusunda çok kararlı olması ülkedeki genel grevlerin çok şiddetli geçmesine neden olmakta ve geçtiğimiz günlerde gerçekleştirilen genel grevler serisi ülkedeki yaşamı felç ederek, hayatı durdurdu. Ulaşımdan, eğitime, akaryakıttan, iletişim hizmetlerine kadar tüm hizmetler kilitlendi. Ülkedeki petrol rafinesi çalışanlarının grevlere destek vermesi, büyük akaryakıt sıkıntısının yaşanmasına neden oldu. Bu nedenlerden dolayı benzin istasyonları tüketicilere yeterli miktarda akaryakıt temin edemedi. Öğretmenler, posta idaresi çalışanları, enerji ve sağlık sektörü ve liman işçileri de genel greve katılanlar arasında yer aldı. Özetle gösteriler sonrasında tüm ülke kilitlendi ve sokaklara dökülen emekçiler “kazanılmış haklarından asla taviz vermeyeceğinin” altını bir kez daha çizdi..!!! Sarkozy'nin reform paketlerine karşı başta emekçiler, sendikalar, memurlar, öğrenciler ve sivil toplum kuruluşları olmak üzere büyük bir birlik ve beraberlik içerisine giren kitleler, haklarını kaptırmaya hiç de niyetli değil. Öte yandan Sarkozy'nin talimatları üzerine, güvenlik güçleri göstericilere çok sert bir tutum göstermekte ve göreve çağırılan askeri güçler hükümetin baskıcı ve şiddet dolu emirlerinden dolayı çok sayıda emekçi ve öğrenciyi tutuklayarak gözaltına aldı.

Tüm bu yaşanılanlar sonucunda mecliste daha öncede kabul edilen emeklilik yasa tasarısının 28 Ekim günü senatoda oylanması bekleniyor. Özellikle son dönemlerdeki eylemlere büyük destek veren öğrenciler, yasa tasarısının kabul edilmesi durumunda gösterilere hız verecekleri konusunda hükümete çağırıda bulunmuşlardı. Emekçilerin verdiği mesajlar doğrultusunda, yasa tasarısının onaylanması halinde gösterilerin daha da şiddetlenerek artacağını tahmin ediyoruz...!! Kısacası, hükümetin sosyal ve ekonomik politikalarını protesto etmek için başlatılan grevler devam edecek. Gazetemiz aylık bir gazete olduğundan dolayı ilerleyen günlerde yaşanacak olan sıcak gelişmeleri yakınen takip edip, gelecek sayımızda sizlere aktarmaya devam edeceğiz… Sonuç olarak Fransa'da hemen hemen tüm kesimler tarafından desteklenen yasa tasarılarına karşı mücadele hareketi, ülkede Sarkozy hükümetine karşı olan güvenin çok azaldığının bir göstergesi niteliğindedir. ..!! Ayrıca, Fransa'da son yapılan kamuoyu yoklamasına göre seçmenlerin yüzde 69'unun genel grevlere destek vermesi Sarkozy hükümetine karşı olan güvenin azaldığının kanıtıdır…!! Tüm bunların yanında, dikkat çekmek istediğimiz önemli bir nokta ise; ülkemiz sınırları içerisindeki işbirlikçi hükümet kadrosunun, emekçi ve emekliye karşı sürdürmekte olduğu çirkin ve acımasız politikanın benzerliğidir. Yapılan emek sömürüleri kapitalizmin dilinin, dinin, ırkının olmadığını kanıtlamaktadır. Kapitalizm “emeğin her yerdeki sömürüsüdür…!!” Maalesef ülkemizde, Fransa'dakinden çok daha büyük emek sömürüsü yapılmasına rağmen, hala daha ciddi anlamda örgütlü bir oluşum içerisinde değiliz ve bu zayıf nokta kan emici emek sömürücülerinin ekmeğine bal sürmektedir..!! Fransız emekçilerinin izlemiş olduğu kararlılık ve dik duruşları örnek alınmalıdır. Aksi takdirde ülkemizdeki emekçilerin elinde hiçbir kazanılmış hak kalmayana kadar sömürülmeye devam edilecektir. .!! Kısacası Fransa'daki grev dalgasından çıkarmamız gereken ders şu; Eğer patronlar bir ülkeden diğerine yaşam standartlarını düşürmek üzere uluslararası düzeyde birlikte hareket edebiliyorlarsa, emekçiler de onları yenmek ya da onların çürümüş sistemini yıkmak için birlikte hareket edebilir. Fransız isçileri güçlü bir devrimci geleneğe sahip olabilir ama onların yaptıklarını, İrlanda, İngiltere ya da bir başka ülkedeki isçiler de yapabilir. Yerel çıkarlarla sınırlı bir mücadele yerine, "Hep beraber!" sloganını öne çıkarmalı ve bunu ulusal sınırların ötesine, Avrupa düzeyine ve uluslararası düzeye taşımalıyız…!! Tüm bu emek mücadelesi sadece ekonomik kazanımlar uğruna değil, ideolojik bilinç çerçevesinde sürdürülmelidir …!! Unutmayınız yoldaşlar, dayanışma güç demektir...!!


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.