Dayanışma sayı 1

Page 1

AKP’nin Hedefinde Yargı Var U

Yargı üzerinden kendisine dönük direnişleri etkisiz kılmak AKP’nin ana gündemidir. Hakimler ve savcılar üzerindeki bu baskılar iktidarın yeni sahiplerinin iktidarın eski sahiplerinin yargı üzerindeki etkisini kırma, onları tasfiye etme, kendisine yandaş bir yargı yaratma çabasıdır.

U

‘Artık tuz koktu’. Sosyal devlet gitmiş kendi savcılarını, yargıçlarını dinleyen röntgenci, güvenlik devleti anlayışı egemen olmuştur. AKP bu anti-demokratik devlet geleneğini kendi iktidarını sağlamlaştırmak için pervasızca kullanmaktadır. Sayfa 8

Kasım 2009 • Sayı: 1 V Özgürlük Gazetesi - 27 Şubat 1999

Ülkemizin ‘Islak Gerçekleri’ Yoksulluk, Gericilik ve Sömürge Tipi Demokrasi

Alper TAŞ: Etnik Barışı Savunalım, Sınıf Savaşını Büyütelim

sayfa 3

ÖDP: Dersim Katliamıyla Övünmeyin sayfa 10

UBizim kavgamız imzanın ‘ıslak’

mı ‘kuru mu’ olduğunun ötesinde ülkemizin ıslak gerçekleri olan yoksulluk, işsizlik, gericilik ve sömürge tipi demokrasiyledir.

UBugün kimi zaman ‘ıslak imza’

ile kimi zaman ‘dinleme’ olayları gibi gündeme gelen gerilimler Ilımlı İslamcı-yeni Osmanlıcı bir temelde yeniden yapılanan devletin yeni politikalarının daha çok kimin inisiyatifiyle yürütüleceğine dair gerilimlerdir.

Hayri KOZANOĞLU: Küresel Ekonomik Kriz Nasıl Oluştu...

sayfa 7

ÖDP Kıbrıs’ta

sayfa 3

Halkımızın Geleceğiyle Oynamayın sayfa 2

ÖDP’li Kadınlar: Hepimiz Rojin’iz... sayfa 13

UAKP’nin yoksullaştıran

politikalarına ve dinsel gericilikle toplum üzerinde kurduğu baskıya karşı, eşitlikçi, özgürlükçü ve emekçilerin haklarını savunan bir devrimci siyaset çizgisinin geliştirilmesinden başka bir çıkış yolu bulunmuyor. Sayfa 8-9

TARİHTEN: 1917 Ekim Devrimi sayfa 12

Halka Sorduk: Domuz Gribi Aşısına Güveniyor musunuz? sayfa 15


2

DAYANIŞMA

Çıkarken… Tarihsel bir dönemeçte, kapitalizmin ideolojik ve toplumsal olarak tüm hatlarıyla sorgulandığı bir dönemde, kapitalizmden yaşamı ve çıkarı zarar görenlerin mücadelesini, örgütlenmesini, Özgürlük ve Dayanışma mücadelesini büyütmek iddiasıyla, yeni bir solukla merhaba diyoruz. Dünyada, duvarların yıkılmasından sonra fütursuzca sürdürülen serbest piyasa modeli Hayri Kozanoğlu’nun da içerideki yazısında bahsettiği kronolojik aşamalardan geçerek infilak etti. Dünyanın sahip olduğu toplam servetin, hakkın, hukukun yalnızca bir avuç zenginin elinde ve sadece onlar için toplandığı bir toplumsal düzenin sürdürülemez olduğu, yaşanan son küresel ekonomik krizle tekrar gözlerimizin önüne serildi. Neoliberal iktisatçılar kara kara bu dönemden nasıl çıkacaklarını düşüne dursun, kapitalizmin ideolojik hegemonyasının gün geçtikçe zayıfladığı, dünyanın birbirinden farklı coğrafyalarında sol iktidarların, devrimci düşüncelerin gelişmeye başladığı bir dönemi yaşıyoruz. Gezegenin farklı coğrafyalarında gelişen pratiklerle dünyanın kesik damarlarına yeniden pompalanan kan, tarihin bundan sonraki bölümünü emeğin, özgürlüğün, eşitliğin mücadelesine çevirmek için önemli bir moral sağlıyor eşit, özgür ve demokratik bir yaşama inananlar için. Ülkemizde on yıllardır siyasal-toplumsal gündem ve onun ürettiği ilişki ve dengeler türbülans etkisiyle değişiyor. Toplumsal iklimimiz, on yılların güven vermekten uzak, düzen içi denklemlerde dahi karmaşık, sürekli olarak içinde şiddet barındıran, her güne farklı bilinçler ve politik duruşlarla uyanmaya müsait bir ortamda şekilleniyor. Egemenlerin sömürü üzerindeki paylaşım savaşının ivmesi dönem dönem alçalıp yükselse de sömürülenler açısından yeni bir şey yok Ülkenin emekçileri, işçileri, ezilenleri, kadınları, gençleri her sabaha yeni hak kayıpları, işsizlikler, yoksunluklarla uyanıyor. Türkiye gibi uluslararası emperyalist sistemin, ABD emperyalizminin sömürü çarkına göbekten bağlı bir ülkede, insanlarımız kuşaklar boyu borçlu doğuyor, borçlu ölüyor. İnsanlarımız, cemaatlerin tarikatların insafına terk ediliyor. Yurttaşların yoksunluğu, dinci gericilerin ellerinde toplumumuzu köleleştirmek için çıkar ilişkisine dönüştürülüyor. AKP’nin tüm ülkede “üsttekine han hamam, alttakine din iman” formunda örgütlediği siyasetin zaman içerisinde olgunlaştırdığı yönetsel ilişkiler, gerçek bir iktidar haline gelmiş halde. Kapitalizmin en vahşi hamleleriyle Siyasal İslam’ın harmanlandığı, maddi ve manevi olarak yalnızca sömürüye odaklanan siyaset anlayışı, yeni dönemde ülkemizdeki genel toplumsal havanın tek hakimi olarak belirmiş durumda. Kapitalizmin tarihsel olarak en derin krizini yaşadığı bu günler, emekten yana bir toplumsal muhalefeti ve devrimci mücadeleyi yaratmayı ertelenemez bir görev olarak önümüze koymaktadır. Devrimci fikirlerin ve mücadelenin güncellenmesi, dayanışma ilişkilerinin yeniden ve inatla kurulması, ÖDP’nin bu anlayışla yeniden örgütlenmesi yakıcı sorumluluğumuzdur. Yoksulluğun, yoksunluğun, adaletsizliğin tüm yıkımlarına karşı “Yeni Bir Ülke Kurma” idealini gerçek bir alternatife dönüştürmek bizleri bekliyor. Dayanışma, ÖDP’nin sahip olduğu tarihsel ve güncel sorumluluklar gereği, ülkemizde eşitlikçi ve özgürlükçü bir sosyalizmin yaratılması doğrultusunda geliştirilecek pratiklerin içerisinde, ÖDP’nin tüm yerellerdeki gözü, kulağı olma iddiasını da güncelleyerek, partinin yeni döneminde merhaba diyor.

Şimdi bu anlayışla ve bir kez daha: Yeniden kurulacak bir ülkeyi aşkla örmek için; Eşitlik, Özgürlük, Devrim!

ÖDP Genel Başkanı Alper Taş:

“HALKIMIZIN GELECEĞİYLE OYNAMAYIN” Domuz gribinden dolayı çok sayıda yurttaşın yaşamını yitirdiğine dikkat çeken ÖDP Genel Başkanı Alper Taş, Sağlık Bakanlığı’nın domuz gribine karşı bir aşı kampanyası başlattığını hatırlatarak, “Bu kampanyaya ilişkin halk arasındaki güvensizlik, Başbakan Erdoğan‘ın “aşı olmayacağım” sözüyle birlikte daha da derinleşti. Halkımız şimdi kaygıyla soruyor: Hangi Recep doğruyu söylüyor? Başbakan Recep mi? Sağlık Bakanı Recep mi? Başbakan‘la Sağlık Bakanı arasındaki tartışma göstermiştir ki, hükümetin bu konuda halka güven verecek ciddi bir hazırlığı yoktur” diye konuştu. ISPARTA- ÖDP Genel Başkanı Alper, tüm danyada olduğu gibi Türkiye’de de domiz gribinin yoksul kesimleri vurduğunu belirterek, Başbakan ve Sağlık Bakanı arasında ortaya çıkan aşı tartışmalarının halkın sağlık kurumları ve politikalarına olan güvenini sarstığını söyledi. ÖDP Isparta İl Başkanlığı’nda yaptığı basın toplantısında gündemdeki konular ve domuz gribine ilişkin görüşlerini açıklayan ÖDP Genel Başkanı Alper Taş, domuz gribinden dolayı çok sayıda yurttaşın yaşamını yitirdiğine dikkat çekti. Sağlık Bakanlığı’nın domuz gribine karşı bir aşı kampanyası başlattığını hatırlatan Taş, “Bu kampanyaya ilişkin halk arasındaki güvensizlik, Başbakan Erdoğan‘ın “aşı olmayacağım” sözüyle birlikte daha da derinleşti. Halkımız şimdi kaygıyla soruyor: Hangi Recep doğruyu söylüyor? Başbakan Recep mi? Sağlık Bakanı Recep mi? Başbakan‘la Sağlık Bakanı arasındaki tartışma göstermiştir ki, hükümetin bu konuda halka güven verecek ciddi bir hazırlığı yoktur” dedi. Domuz gribi aşısı üzerinde tartışmaların yoğunlaştığı bugünlerde hükümetin, Türkiye‘nin neden aşı üretimi yapmadığı, neden yabancı aşı şirketlerine bağımlı kaldığı sorularının yanıtını vermesi gerektiğini ifade eden Taş, şunları söyledi: “Her türlü hastalık yoksulları vuruyor. Yeterli ve dengeli beslenemeyen, insanca barınma ve ısınma olanaklarına da sahip olmayan yoksul insanlarımız domuz gribinden en fazla etkilenecek kesimlerdir. Sağlık Bakanlığı zengin ve yoksul kesimleri aynı kefeye koymakta, aynı risk grupları olarak eşitlemektedir. Zenginler ve yoksullar eşit değildir, domuz gribinden de aynı oranda etkilenmeyeceklerdir. AKP Hükümeti‘nin uygulamaya koyduğu “Sağlıkta Dönüşüm Prog-

ramı” ile sağlık hizmetleri ticarileştirildi. Herhangi bir sağlık kuruluşuna adım atmak artık para demektir. Milyonlarca yoksul, grip belirtileri çıktığında salt katkı paylarından dolayı sağlık kuruluşlarına başvuramıyor. Hastalanan yoksul toplum kesimlerinin tedavileri de aşılama da olduğu gibi ücretsiz sağlanmalıdır.” Acil Tedbirler Alınmalı Sağlık alanında toplumun yoksul kesimlerinin sağlığının korunması ve salgın hastalıklarla daha kolay baş edebilmeleri için ön çalışma yaptıklarını belirten ÖDP Genel Başkanı Taş, “Düzenli bir geliri olmayanlara çalışmaya endekslenmeyen bir yurttaşlık geliri bağlanmalıdır. Yoksulların beslenme, barınma, ısınma, temiz su, temizlik malzemesi ihtiyaçları derhal karşılanmalı veya bu ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri oranda nakdi ödeme yapılmalıdır. Hiçbir ek ödeme talep edilmeden, prim borcu olup olmadığına bakılmadan herkesin muayene ve tedavisi sağlanmalıdır. Sağlık hizmetlerine ulaşmak için zorunlu kılınan katkı payı, fark gibi ödemeler kaldırılmalı, her tür tedavi, ilaç ve sağlık gereksinimleri parasız olmalıdır. Toplu yaşanan yerlerde ve çalışma ortamlarında uygun maske başlığı başta olmak üzere, koruyucu malzemeler ücretsiz dağıtılmalıdır AKP‘ye karşı emekçilerin ve ezilenlerin muhalefetinin ne zaman yükselmeye başlasa AKP‘yi kurtarmak için ya bir kapatma davasının açıldığını ya da belgelerin ortaya çıktığına dikkat çeken Genel Başkan Taş, AKP‘yi yıkacak olan gücün emekçilerin ve ezilenlerin demokratik mücadelesi olacağını vurguladı.

ÖDP Antalya İl Yönetim Kurulu Üyesi Aysel Aydın:

“GERÇEKLERİN ÜSTÜ ÖRTÜLMEYE ÇALIŞILIYOR” ANTALYA- ÖDP Antalya İl Yönetim Kurulu Üyesi Aysel Aydın, AKP hükümetinin her zaman olduğu gibi domuz gribi konusunda da bilinçli olarak dikkatleri başka yönlere çekmeye çalıştığını söyledi. Meselenin özünü konuşmak yerine sözüm ona Sağlık Bakanı ile Başbakan arasında var olduğu iddia edilen fikir ayrılığının bilinçli olarak gündeme getirildiğini ve AKP tarafından tartıştırıldığını kaydeden Antalya İl Yönetim Kurulu Üyesi Aydın, “Böylece domuz gribindeki asıl gerçeklerin üzeri örtülmek istenmektedir. Tartışılacaksa aşı olmak isteyen birinin nerede ve nasıl aşı olabileceği, gripten korunmak için bakanlığın önerilerinin yoksullar tarafından nasıl hayata geçirebileceği tartışılmalıdır” dedi. Sağlık Bakanı’nın, hastalığın bulaşmaması için “çevrenizdeki kişilerden, kalabalıktan uzak durun” dediğini hatırlatan Aydın, “İşine gidebilmek için otobüslere, minibüslere, sıkışarak binmek durumunda olan milyonlarca yoksul çevresindekilerden nasıl uzak duracak? Sayın Bakan makam arabasıyla, tek başına kendi işine giderken herkesin de işine kendisi gibi makam arabasıyla gittiğini mi düşünmektedir” diye sordu. Aydın, Sağlık Bakanı’nın domuz gribinden korunmak için getirdiği önerilere de dikkat çekerek, “Bunlar ya halkla dalga geçiyorlar ya da Türkiye dışında bir ülkede yaşıyorlar. On kişi iki göz odada yaşamak zorunda olanlar bu önerileri nasıl hayata geçirebilir? Ülkedeki milyonlarca yoksula gözlerini kapamış, onları görmeyenlerin tüm önerilerini zenginler için yapmaları da gayet doğal. Domuz gribinin en fazla yayılacağı ve ölümlere neden olacağı kesimler yoksullar ve dar gelirliler olacak. Bu nedenle de alınması gereken önlemlerde asıl yoksulların hedeflemesi gerekiyor” şeklinde konuştu.


3

DAYANIŞMA

ÖDP BURSA’DAN KÜRT SORUNU ve SOSYALİST BAKIŞ KONFERANSI BURSA- ÖDP Bursa İl Örgütü tarafından Kürt Sorunu ve Sosyalist Bakış Konferansı yapıldı. Çok sayıda partili ve yurttaşın katıldığı konferansta Melih Pekdemir tarafından kürt sorunu, demokratik açılım, sosyalist bakış konuları ele alındı. Bursa il örgütünden yapılan açıklamada, belirli aralıklarla düzenleyecekleri toplantılarla hem üyelere yönelik eğitim faaliyetlerinin gerçekleştirileceği, hem de ÖDP’nin görüşlerinin kamuoyu ile paylaşılacağı kaydedildi. Açıklamada, ÖDP olarak Bursa’da son aylarda örgütlenmeye ağırlık verildiği, çeşitli eylem ve organizasyonlarda ne düşündüğü merak edilen, varlığıyla etkisini hissettiren konumda olmaya devam edileceği belirtildi.

ÖDP KIBRIS’TA ÖDP Genel Başkan Yardımcısı Önder İşleyen, Yeni Kıbrıs Partisi (YKP’nin 10. Olağan Kurultayına katılırken Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP), Yeni Kıbrıs Partisi (YKP), Demokratik Toplum Partisi (DTP), İşçilerin Sosyalist Partisi 6-7 Kasım tarihlerinde Lefkoşa‘da bir araya gelerek Kıbrıs sorununda görüş alışverişinde bulundu KKTC- ÖDP Genel Başkan Yardımcısı Önder İşleyen, tüm Kıbrıslıların özgürce yaşayabileceği bir Kıbrıs arzu ettiklerini ve bunun için desteklerinin devam edeceğini belirterek, Kıbrıs’ta kalıcı bir çözüm için tek yolun tüm Kıbrıslıların el ele vermesinden geçtiğini söyledi. ÖDP Genel Başkan Yardımcısı Önder İşleyen, Yeni Kıbrıs Partisi (YKP)’nin Kıbrıs Türk Orta Eğitim Öğretmenler Sendikası’nda yapılan 10. Olağan Kurultayı’na katıldı. Kurultaya, Kıbrıs’ın her iki yanından, Türkiye’den ve Yunanistan’dan çeşitli siyasi parti temsilcileri ile sivil toplum kuruluşları temsilcileri de katıldı. İşleyen, YKP Kurultayı’nda yaptığı konuşmada, Kıbrıs sorununun Türkiye’de “milliyetçiliği besleyen bir ufuk içerdiğini” kaydederek, AKP politikalarının Kuzey Kıbrıs’ta emekçileri greve götürdüğünü, emekçilerin haklarını ortadan kaldırdığını savundu. Tüm Kıbrıslıların özgürce yaşayabileceği bir Kıbrıs arzu ettiklerini ve bunun için desteklerinin devam edeceğini ifade eden ÖDP Genel Başkan Yardımcısı İşleyen, “Kıbrıs’ta kalıcı bir çözüm için tek yo tüm Kıbrıslıların el ele vermesinden geçmektedir” dedi. Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) ayrıca Yeni Kıbrıs Partisi (YKP), Demokratik Toplum Partisi (DTP), İşçilerin Sosyalist Partisi ile Lefkoşa‘da bir araya gelerek Kıbrıs sorununda görüş alışverişinde de bulundu.

ALMANYA’DA DAYANIŞMA GECESİ Özgürlük ve Dayanışma Partili belediyeler için bu ay sonu Almanya’da ÖDP Genel Başkanı Alper Taş’ın da katılacağı Dayanışma Gecesi düzenleniyor. Özgürlük ve Dayanışma Almanya tarafından 28 Kasım’da tarihinde Düsseldorf’da Samandağ ve Aknehir Belediyeleri ile dayanışma gecesi düzenleniyor. Dayanışma gecesine ÖDP Genel Başkanı Alper Taş’ın yanısıra ÖDP’li Samandağ Belediye Başkanı Mithat Nehir ve Aknehir Belediye Başkanı Mehmet Mübarek katılacak. Sanatçı Ali Asker’in de sahne alacağı Düsseldorf’daki Dayanışma Gecesi’nde ayrıca çeşitli müzik ve halk oyunları grupları da yer alırken sinevizyon gösterisi de yapılacak.

Alper TAŞ ÖDP Genel Başkanı

ETNİK BARIŞI SAVUNALIM SINIF SAVAŞINI BÜYÜTELİM

Ülkemizin içinden geçtiği süreçte devrimcilerin önünde ikili bir görev duruyor. Bir taraftan ülkemizin en köklü sorunlarından biri ve en önemli yarası olan Kürt sorununda barış ve demokratik çözümü savunmak, diğer yanda ise Türk-Kürt bütün emekçi halkımızı açlığa, yoksulluğa ve işsizliğe mahkum eden bu sömürü düzenine karşı mücadeleyi yükseltmek. Kürt sorununda ‘düşük yoğunluklu savaş’ bir arada yaşamın zeminlerini tahrip etti. Savaşın sürmesi, Kürtlerin ve Türklerin batıda iç içe yaşadığı yerlerde ekonomik krizin de etkisiyle gerici-ırkçı bir toplumsal çatışmaya dönüşme riskini barındırnaktadır. Doğabilecek bir etnik çatışmayı engellemek, bir arada yaşama zeminlerini güçlendirmek, Kürt yurttaşlarımızın eşit yurttaşlık haklarını savunmak devrimci bir görev olarak önümüzde duruyor. Bilindiği üzere AKP hükümeti iç ve dış koşulların dayatmasıyla (içte Kürt halkının demokratik mücadelesi, dışta ise özellikle Irak merkezli bölgesel gelişmeler) ve aynı zamanda devletin bölgesel güç olma stratejisi nedeniyle Kürt sorununda ‘demokratik açılım’ sürecini başlattı. Bu açılımın demokrasi ve özgürlük sınırının ne olacağı kuşkusuz toplumsal mücadele içerisinde şekillenecektir. Ama bildiğimiz bir gerçek varsa emperyalistlerin ve egemen güçlerin sorunun çözümünden muratları, sömürünün istikrarını sağlamaktır. Bizim için ise barış ve demokratik çözüm Kürt yurttaşlarımızın eşit haklara sahip olması, yoksul gençlerin ölmemesi, Türk-Kürt bütün emekçilerin sınıfsız ve sömürüsüz bir Türkiye ve dünya mücadelesinin önünün açılmasıdır. Kürt halkının dil, kültür, kimlik talepleri bu mevcut sistem içerisinde pekâla çözülebilir. Ama Kürt ve Türk emekçilerinin insanca, eşit ve özgür yaşama talepleri çözülemez. Bir yanda insanca yaşama özlemi, diğer yanda azgın bir sömürme hırsı; bunların uzlaşması mümkün olamaz. AKP’nin en büyük ‘başarısı’ memleketi açlık, yokluk, işsizlik yokmuş gibi yönetmeyi becermesidir. AKP’nin bu becerisi elbette bizim, toplumsal muhalefetin eksikliğindendir. Kapitalizmin sömürü politikalarını en acımasız bir şekilde uygulayan ve bu politikaları din ve imanla cilalayan AKP’ye ülkeyi dar etmek devrimcilerin görevidir. Kışın zenginler şömine başında ısınırken yoksulların tir tir titremesine, açlık ve yokluk içerisinde yaşamasına seyirci kalamayız. Suyun başını tutup bu ülkenin tüm birikimleri ve kaynaklarının bir avuç sermayedarın ve zenginin cebine doldurulmasına ve halkımızın büyük çoğunluğunun açlık ve sefalet içerisinde yaşamasına asla razı olamayız. Bu memlekete lazım olan kavga sınıf kavgasıdır. Bu memleketi özgür, eşit ve güzel kılacak olan bu kavgadır. Şimdi görev bizimdir. Etnik barışı savunmak ve sınıf savaşını büyütmek görevi hepimizindir. Bu görevi savsaklamaya hakkımız yoktur ve bu görevi yerine getirmemenin de hiçbir mazereti yoktur. Bu kışı mücadelemizle bahara dönüştürmeliyiz.

Öyleyse hepimize kolay gelsin.


4

DAYANIŞMA

GÜLER ZERE NİHAYET SERBEST Kanser hastası Güler Zere nihayet serbest bırakıldı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Adalet Bakanlığı tarafından dosyaları kendisine gönderilen üç hasta mahkum ile birlikte Güler Zere’nin de kalan cezalarını “sürekli hastalık” nedeniyle kaldırdı. Geçtiğimiz yıldan bu yana serbest bırakılması için çeşitli dayanışma açıklamaları ve protestoları yapılan Güler Zere, Cumhurbaşkanı Gül’ün affının ardından Savcılık işlemleri sonrasında tutulduğu Balcalı Hastanesi’nden çıkarıldıktan sonra ailesi tarafından tedavisinin bundan sonra devam edileceği İstanbul’a götürüldü. Güler Zere, İstanbul’da tedavisini devam ettiren doktorların izni ile 14 yıl süren cezaevi günlerinden sonra soluğu deniz kenarında aldı. Cezaevindeki arkadaşları için deniz havası soluduğunu söyleyen Zere, martılara da ekmek attı.

Adli Tıp Rezaleti

Kanserli mahkum Güler Zere’yle ilgili Adli Tıp Kurumu’nun “iyileşme şansı yok” raporu vermesi dört ay sürdü. Daha önce Zere için “tedavisi hastanenin mahkum koğuşunda devam edebilir” diye rapor veren 3. İhtisas Kurulu, son raporu 4 Kasım tarihinde akşam saatlerinde hazırladı.

Hastanesi’ne sevk edildi. Diş hekimi derhal tam teşekküllü bir hastaneye sevk edilmesini istedi. Durumun aciliyetini sevk evrakına not düştü. 5 Kasım 2008 tarihinde Balcalı Hastanesi’ne getirilen Güler Zere yapılan doktor kontrolünden sonra ağzındaki yaraların tümör olduğu söylendi ve iyi huylu olma ihtimali üzerine sıra olmadığı gerekçesiyle biyopsi örneği alınabilmesi için 2 ay sonraya randevu verildi. 2009 yılına gelindiğinde 5 Şubat’ta biyopsi örneği alınan Zere’nin 23 Şubat’ta tümörlerin kötü huylu olduğu anlaşıldı ve ilk ameliyatı yapıldı.

İnfazın Ertelenmesi

Ameliyatın ardından Zere’nin avukatları 12 Mart’ta 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirleri Hakkında Kanun’un16. maddesindeki “infazın ertelenmesi” için Adana Başsavcılığına başvuruda bulundu. 4 Mayıs tarihinde ise kanserin yayıldığı anlaşıldı, hemen ameliyata alınması gerektiği söylendi, hapishaneye hastaneye getirilmesi için yazı yazıldı. Ancak hastanenin mahkum koğuşunda yer olmadığı gerekçesiyle 5 Haziran’a kadar hastaneye yatırılamadı. Bu nedenle ameliyatı geç yapıldı. Avukatlar, Haziran başında 12 Mart’ta infazının ertelenmesi için yaptıkları başvuru sonucunda hiçbir işlem yapılmaması üzerine, tekrar infazın ertelenmesi için başvurdu. Ayrıca mahkum koğuşunda yer olmadığı için hastaneye getirilmeyen Zere’nin getirilmesi için de başvuruda bulundular. Bir gün sonra hastanenin mahkum koğuşuna yatırılan Zere bu tarihten itibaren hep mahkum koğuşunda tutuldu.

5 Dakikalık Muayene

Güler Zere, İstanbul’da tedavisini devam ettiren doktorların izni ile 14 yıl süren cezaevi günlerinden sonra soluğu deniz kenarında aldı. Cezaevindeki arkadaşları için deniz havası soluduğunu söyleyen Zere, martılara da ekmek attı. Tümör

Zere’nin şikayetleri Elbistan Cezaevi’nde tutulduğu sırada başladı. Zere ilk olarak Ağustos-Eylül 2008 tarihinde diş ağrısı nedeniyle hapishane doktoruna başvurdu. Bu ağrılar antibiyotikle geçiştirilmeye çalışıldı. Uzun süre aldığı ilaçlar hiçbir işe yaramadı; ağzındaki apseler şişti ve konuşamaz duruma geldi. Ekim ayının sonuna gelindiğinde ise Elbistan Devlet

10 Haziran’da ikinci ameliyatı yapıldı, damak bölgesi alındı. 22 Haziran’da ise Çukurova Üniversitesi Adlı Tıp Anabilim Dalı Başkanlığı tarafından “cezanın infazının ertelenmesi gerektiği ve hastalığının son evresinde olduğunun” kaydedildiği rapor hazırlandı. 2 Temmuz 2009 tarihinde Çukurova Üniversitesi Adlı Tıp Anabilim Dalı Başkanlığı Elbistan Savcılığı’nın talebi üzerine ek rapor hazırladı. Ek raporda, mahkum koğuşunda kalmasında dahi sakınca olduğu, koğuşun hastalığın tedavisinde yetersiz kalacağı söylendi. Üç gün sonra 14 saatlik sarsıcı bir yolculukla Adana’dan İstanbul Adli Tıp Kurumu’na getirilen Zere, 5 dakika muayene edildi. Aynı gün geri götürüldü. 6 Temmuz 2009 tarihinde Adli Tıp Kurumu 3. İhtisas Kurulu, raporu hazırladı, ancak raporun yazımı 16 Temmuz’da tamamlandı. Başkanlığını, daha önce işkenceyi gizlediği için İstanbul Tabip Odası’nın meslekten men cezası verdiği Nur Birgen’in yaptığ kurul, raporda Güler Zere’nin hastanenin mahkum koğuşunda tedavi olabileceğini yazdı. 20 Temmuz’da avukatlar, Adli Tıp Kurumu 3.İhtisas Kurulu’nun kararına itiraz etti. Dosya böylece Adli Tıp Genel Kurulu’nun önüne geldi.

Rezalet Devam Ediyor

31 Temmuz da ise “Güler Zere’ye Özgürlük” eylemleri başladı. 27 Ağustos tarihine gelindiğinde bu tarihe kadar hiçbir işlem yapmayan Adli Tıp Genel Kurulu, dosyayı görüştü, bu toplantıda onkoloji uzmanlarından rapor istedi ve eksik evrak nedeniyle karar vermeyi erteledi. Sadece hastanın son durumunu gösteren epikriz raporlarının gelmesinin beklendiği

söylendi. Yeni bir Genel Kurul toplantısı yapılmadan, evraklar gelir gelmez hızlıca karar vereceklerini açıkladılar. 3 Eylül’de Güler Zere’nin radyoterapi tedavisi bitti. Balcalı Hastanesi’nden Adli Tıp Kurumu’na bazı raporlar gönderildi. Tedavinin başarılı olup olmadığını anlamak için sekiz hafta beklemek gerektiği söylendi. 10 Eylül tarihinde Adlı Tıp Genel Kurulu toplantı yaptı. Güler Zere dosyasını görüşmedi. İstenilen evrakların gelmediği söylendi. Takvim yaprakları 2 Ekim’i gösterirken Zere’nin kanserin boynunun sağ tarafına sıçramış olduğu anlaşıldı. 12 Ekim’de üçüncü ameliyatını oldu. 16 Ekim’de eksik olduğu söylenen belgeler ve Zere’nin son durumunu yansıtır raporlar Adli Tıp Genel Kurulu’na verildi. 22 Ekim’de Adlı Tıp Genel Kurulu tekrar toplandı, konuyu yine görüşmedi.

“Vedalaşma ve Huzur Hakkı”

26 Ekim tarihinde Türk Tabipleri Birliği, Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Adalet Bakanlığı’na acil çağrıda bulundu. Zere’nin geriye dönüşü olmayan bir evrede olduğunu, “vedalaşma ve huzur hakkı”nın tanınması gerektiğini söylediler.

ÇHD Dava Etti

3 Kasım 2009 tarihinde ise hastalık akciğere kadar sıçradı. Çağdaş Hukukçular Derneği, dört aydır karar vermeyen Adli Tıp Kurumu’nun 42 üyesini “öldürmeye teşebbüs” suçlamasıyla dava etti.

SENSİN VASIFSIZ Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer, neo-liberal ekonomistlerin yıllardır tekrarlayıp durduğu teraleri yinelemekten beis duymadı ve: “2,5 milyon civarındaki memurumuzun %36’sı vasıfsız, %11’i kamuya hizmet üretmiyor” buyurdu. Bakan Dinçer ayrıca, Özel İstihdam Büroları Kanun Tasarısı’nın, bütçe görüşmelerinden hemen sonra, yeniden ve aynen Cumhurbaşkanlığı’na gönderileceğini de açıkladı. Çalışanları özel büroların insafına terk edecek, güvencesiz ve esnek çalışmayı özendirecek, emeği ile geçinenleri kiralık işçi pozisyonuna düşürecek, kölelik düzenini yasal düzleme taşıyacak Tasarı konusunda ısrarını sürdüren hükümet, neo-liberal politikalara bağlılığını bir kez daha hatırlattı. Kamu kuruluşlarını işlevsizleştiren, ahbap çavuş ilişkileriyle kamu hizmetlerini cemaatlere, imam hatiplilere peşkeş çeken AKP, IMF emirlerine sadakatle uyarak, emekçilerin kazanılmış haklarına saldırmayı icraat sayıyor.

YARGIYA AKP KISKACI AKP iktidarı hükümet olmayı hükmetme fiiline uygun hale getirecek her türlü uygulamayı hayata geçirme konusunda öncüllerini geride bırakan eylemlere imza atmaya devam ediyor. Yargıtay santralinin dinlendiğinin açığa çıkmasıyla telefon dinlemeleri, haberleşme özgürlüğü, özel hayatın gizliliği, anayasal temel hak ve özgürlüklerin ihlali konusunda yapılan tartışmaları aşan bir boyuta taşındı. Yıllardır süren derin devlet tartışmalarına, yeni bir boyut kazandıran son gelişmeler, AKP’nin “derin” çalışmalarını gözler önüne serdi. Adalet Bakanlığı müfettişlerinin, yasal kılıfa uydurarak yaptığı dinlemeler yargı bağımsızlığını hiçe sayan bir saldırı olarak kayıtlara geçti. Yasama ve yürütme organlarında kurduğu hegemonyayı yargıya da taşımak isteyen AKP’nin, çizmeyi aşan eylemlerini sürdürme aymazlığına karşı, özgür ve demokratik bir ülke kurma kararlılığımız güncelliğini korumaya devam ediyor.


5

DAYANIŞMA

MEMLEKET MANZARASI Mesele, bizim tam demokrasi, özgürlük ve eşitlik için mücadele ederken sesimizi daha gür çıkarmamızdır bugün. Yoksa, genetiği değiştirilmiş organizmalar gibi genetiği değiştirilmiş insanların yaşadığı bu toplumda her şey olduğu gibi devam eder. Ve geleceğimizi başkaları belirler. Sadece geleceğimizi değil geçmişimizi de değiştirir ve yeni bir hale sokarlar. Önümüzdeki haftanın haberleri: AKP’li Bülent Arınç bir toplantıda herhangi bir konuda konuşurken yine göz yaşlarına hakim olamayacak. Albay Dursun Çiçek hapse girecek ve bir sonraki tutuklama kararına kadar tekrar serbest bırakılacak. Başbakan Erdoğan, “açılım” demeye, ama bununla ilgili başka hiçbir şey söylememeye devam edecek. Üstelik bunu saatlerce konuşarak başaracak. CHP genel başkanı Deniz Baykal, İmralı adasında Öcalan adlı bir mahkumun bulunduğunu her vesilede hatırlatma görevini aksatmadan sürdürecek. Telefonlarımız yine olağan biçimde dinlenecek. Onur Öymen’in telefonu ise dinlenmeyecek, çünkü sayın Öymen’in gizlisi saklısı yok, Dersim katliamının cazibesine dair fikirlerini insanların gözünün içine baka baka söyleyebilecek kadar dehşetli bir “açıklığa” sahip. Ve, hava sıcaklıkları ülke genelinde azalmaya devam edecek.

Öymen’in gizlisi saklısı yok, Dersim katliamının cazibesine dair fikirlerini insanların gözünün içine baka baka söyleyebilecek kadar dehşetli bir “açıklığa” sahip. Tuhaflıklara şaşırmamak, insanların kusuru değil. Çünkü böyle bir alışkanlık toplumun genlerine işlenmiş durumda. Obama’ya Nobel Barış ödülünün verildiği gün ABD’nin dünyamızın uydusu ay’ı bombalamasına şaşırmamak gibi bir şey. Yani bomba kullanan bir ülkenin devlet başkanı aynı gün barış meleği olarak takdim edildi ve yer yerinden oynamadı. Bizde de bir zamanlar Kenan Evren’e “Atatürk Barış Ödülü” vermişti parlamentomuz, hatırlarsınız. Neyse ki bu saçmalığa “hayır” demek Mandela gibi dev birisine düşmüştü. Mandela 1992’de, eylülcü darbe rejiminin pembe perdesi yapılmaya çalışılan bu ödülü reddederek, oyunu bozmuştu. Tuhaflık başından belliydi zaten. 1986 yılında verilmeye başlanan Atatürk Barış Ödülü’nün ilk sahibi de silahlı bir örgütün başıydı, NATO Genel Sekreteri Joseph Luns. Bir dahaki seneye kadar Kürt sorununu çözebilir ve savaşa tümüyle son verebilirse, Başbakan Erdoğan da Nobel Barış Ödülü’nü alabilir. Sudan’da yaşanan Darfur katliamının soykırım olmadığını söylemiş olması, dünya siyasetinde lüzumsuz bir teferruat sayılır artık. Sudan’da hükümet yanlıları tarafından 300 bin kişinin öldürülmüş olmasına başbakanımız dahiyane bir açıklama getirdi ve “müslümanlar soykırım yapmaz” dedi. Resim çizen ve eserleri ilgi gören Hitler gibi “duyarlı” birinin katliam yapmayacağını ve bu yüzden masum olduğunu iddia edenlerin haline düşmek bugün için hem trajik hem de komiktir. Trajik yanı, bir dinin, katliamlara perde olarak kullanılması iken, komik yan sadece ticaridir: Devletin, Sudan devletine silah

sattığı haberi medyaya yansıdı. Doğal olarak, bu silahlarla işlenen cinayetlerin soykırım olduğunu söylemek o silahların satıcısından beklenmemeli.

Belki bir gün gelir, Darfur kurbanlarıyla ilgili bir sempozyuma Bülent Arınç konuşmacı olarak katılır ve oradaki masumlar için de ağlar. Bu aralar çok yapıyor bunu. Eskiden sadece “cemaatin” dil olimpiyatlarında Fethullah Hoca’ya selam ederek ağlardı, sonra devir değişti, ABD Türkiye’ye Ortadoğu’da “abilik” rolü verip bu yüzden Kürt sorununu bir an önce “halletmesini” isteyince, sayın Arınç bu kez Kürtler için göz yaşı dökmeye başladı. Bugüne kadar kırk bin kişi ölmüş, üç bin köy boşaltılmış, yaşlılara dışkı yedirilmiş iken devleti savunmaktan başka bir şey yapmamış olan AKP siyasetçilerinin bugünlerde takındıkları hassas tavır üzerilerinde o kadar emanet duruyor ki, ABD, “vazgeçtik” dese, hükümet üyeleri de hemen bırakacaklar bu “açılım” mevzularını. Ve derin bir nefes alacaklar. “Alevi açılımının” ise henüz kesin emir hükmünde olmadığı ve bu yüzden Kürt açılımından daha iddiasız sürdürüldüğü görülmektedir. O konuda da uluslararası yüksek bir “talep” gelseydi, sayın Arınç çoktan Sivas’a gidip Madımak otelinde yanan canlarımız için göz yaşı dökmüş olurdu. Ama daha zaman o zaman değilmiş. Dersim’e giden Abdullah Gül cemevine misafir olmuş, diye liberal yazarlarımız öyle abartılı yorumlar yaptılar ki, sanki aynı “misafir açılımını” daha önce Demirel’in, Mesut Yılmaz’ın yaptığını hatırlayan yokmuş gibi. Bu kaçıncı sefer Dersim’e ve bu kaçıncı “Alevi açılımı”? Biz saymayı unuttuk.

Alevi sorunu konusunda da uluslararası yüksek bir “talep” gelseydi, sayın Arınç çoktan Sivas’a gidip Madımak otelinde yanan canlarımız için göz yaşı dökmüş olurdu. Ama daha zaman o zaman değilmiş. Ama bu meselenin, AKP’nin zayıf karnı olduğu da bir gerçek. Çünkü Alevilikle ilgili verilecek haklar (tavizler!) sadece siyasi değil, aynı zamanda dinsel bir konudur. Yani Sünni renkli AKP’nin hassasiyetine dokunmaktadır. Kolay mı öyle, caminin yanında cemevinin de ibadet yeri olduğunu kabul etmek. Tutucu din zihniyetindeki hükümet üyelerinin abdestlerinden şüphe etmelerine yol açacak bir iştir bu. Bu yüzden, Alevi meselesinde süreci alabildiğine uzatmaya, dolandırmaya ve

Alevileri kendi içlerinde ayrıştırıp karşı karşıya getirmeye çalışmak, hükümetin şu anki ana politikasıdır. Ama haklarını teslim edelim, Kürt sorununu çözmek için, Dersim katliamı örneğini vermek gibi bir aymazlığa da düşmedi hükümetimiz (onların alanı Darfur). Dersim örneğini formüle etme şerefi CHP’lilere nasip oldu. Hata yapmak insana mahsustur, bu açıdan CHP yöneticilerini anlayabiliriz. Ama hatada ısrar etmek ve bunu savunmayı sürdürmek, insan olmanın vicdani sınırlarından öbür tarafa geçildiğini gösterir. Bugün Türk siyaseti bu mayınlı sınırlarda dolanmaktadır.

Devletin, Sudan devletine silah sattığı haberi medyaya yansıdı. Doğal olarak, bu silahlarla işlenen cinayetlerin soykırım olduğunu söylemek o silahların satıcısından beklenmemeli. Kimsenin birbirini sevmediği, herkesin birbirinden şüphelendiği bir ülkede, en yüksek mahkemelerin, başsavcıların telefonlarının dinleniyor olması, artık sıradan bir vaka haline geldi. Derin devletin ortadan kaldırılması yerine sadece kurumsal bazı değişikliklerin yaşandığı ve idarecilerinin yeni döneme uygun olarak değiştirildiği bir sürece tanıklık ediyoruz. Yoksa koskoca derin devletin Veli Küçük’ten ve etrafındaki üç beş çapulcudan ibaret olduğuna inanacak kadar saf değiliz. Bu nasıl bir derin devlet tasviyesidir ki, altmış yıllık NATO tarihimizdeki darbelerin, katliamların ve suikastların hiçbiri gündeme gelmemekte ve aydınlatılmamaktadır. Sadece son dönemlerdeki üç beş olay dile getirilmekte, ama işin esasına inmekten özellikle kaçınılmaktadır. Daha derine inilmemesi, ona hala ihtiyaç duyulmasından kaynaklanıyor olmalı. Derin devlet el değiştiriyor, hükümetin kendisi derin çalışıyor ve askeriye de bunun parçası durumunda. Bu da işin tabiatı. Mesele, bizim tam demokrasi, özgürlük ve eşitlik için mücadele ederken sesimizi daha gür çıkarmamızdır bugün. Yoksa, genetiği değiştirilmiş organizmalar gibi genetiği değiştirilmiş insanların yaşadığı bu toplumda her şey olduğu gibi devam eder. Ve geleceğimizi başkaları belirler. Sadece geleceğimizi değil geçmişimizi de değiştirir ve yeni bir hale sokarlar. Son zamanların sağcı liberal modası, 12 Eylül’ün aslında herkesi ezdiği, sağcının da solcunun da eşit olduğunu anlatmak olmuş. Böylece 12 Eylül öncesi süreç, birilerinin oyununa gelmiş gençlerin aldatılmış olması ve sonra darbede herkesin yara alması olarak açıklanmaktadır. Bu anlayış, Türkiye sağcılığının kirli karanlığını

Ayrımcılığa Karşı Eşit Yurtaşlık Mitinginin Ardından

EŞİT YURTTAŞLIK, ÖZGÜR ve DEMOKRATİK TÜRKİYE İÇİN Alevi örgütlerinin öncülüğünde 8 Kasım’da düzenlenen ‘Ayrımcılığı Karşı Eşit Yurttaşlık Mitingi son yıllarda AKP iktidarı karşısında gerçekleşen en kitlesel karşı duruşlardan birisi oldu. AKP iktidarının ‘Alevi Çalıştayı’ adı altında yürüttüğü çalışmalara Alevi topluluğu bu mitingle inandırcı bulmadıklarını ifade ettiler. AKP’nin ‘iyi Alevi’, ‘kötü Alevi’ tanımlama çabasıyla, Alevi topluluğunun içerisine dönük hamleleleri karşısında, Aleviler sorunlarının çözümü için bir perspektif ve zemini ortaya koymuş oldular. ‘Eşit Yurttaşlık Mitingi’nin içinde barındırdığı işaretlerden birisi de soladevrimcilere yönelik açıklığının ortaya konulmuş olmasıydı. Kürsüden yapılan konuşmalarda, devrimci mücadele geleneğine, Mahir’e, Deniz’e, İbrahim’e göndermelerde bulunulması kuşkusuz önemliydi. devamı 9. sayfada...

aklama ve onu devrimcilerle aynı seviyeye getirme çabasının ifadesidir. Bu konudaki gerçek, gayet açık ve çıplak. Faşistler ülkeyi kan gölüne çevirip, toplumu aşağıdan yukarıya ele geçirmeye çalışırken, devrimciler buna direndiler. Faşistler ABD’nin ve derin devletin (Ergenekon veya Gladio, ne denirse densin) politikalarını uygularken, devrimciler halkın hak mücadelesini yükseltmeye çalışıyordu. 1 Mayıs, Maraş, 16 Mart, Bahçelievler katliamları, Fatsa’ya operasyon, 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri, milliyetçisi ve dincisiyle bütün sağın marifetiydi. Devrimcilerle birlikte bir avuç sağcı da içeri atıldı diye onları kendimizle aynı ölçüde mağdur görme ve onların da masum olduğunu söyleme gafletine düşmeyeceğiz. Onların birkaç şefi, bizim abilerimiz ve ablalarımızla içerideyken, fikirleri iktidardaydı. Ve, silahlı faşist militanlar darbeden sonra bu sefer devletle doğrudan birlikte çalışmaya başlamışlardı (Örnek: Çatlı veya kar maskeli operasyon elemanları). Son zamanların modası, darbenin nedenini ve sınıfsallığını göz ardı etmek, daha doğrusu belirsizleştirmek olmuş. Böylece, sağcılar da, bizimkiler gibi “gariban mağdurlara” dönüştürülmekte. Ve liberal yazarlar da bu modaya coşkuyla katılmaktayken, bize düşen görev, yalana ve çarpıtmaya “hayır” demek ve bu oyunu bozmaktır.


6

DAYANIŞMA

BUNALIM ve ÜCRETLER* Karl Marx 1. Gördük ki, işgücünün değeri, ya da günlük konuşmadaki emeğin değeri, geçim araçlarının değeri ile, yani bunları üretmek için gerekli-emek miktarıyla belirlenir. (...) 4. Hepiniz biliyorsunuz ki, şimdi burada açıklayacak durumda olmadığım nedenlerle, kapitalist üretim, belirli dönemsel çevrimlerden geçer. Birbiri ardından dinginlik, artan canlılık, refah, aşırı-üretim, bunalım ve durgunluk durumlarından geçer. Metaların pazar fiyatları ve yürürlükteki kâr oranları, bazan kendi ortalamalarının altına inerek, ve bazan da bu ortalamaları aşarak, bu evreleri izler. Çevrimin tamamı ele alındığında, pazar fiyatındaki her sapmanın bir başka sapma ile dengelendiğini ve çevrimin ortalaması alındığında metaların pazar fiyatlarının değerleri tarafından düzenlendiğini görürsünüz. Evet, pazar fiyatlarının düşmesi döneminde, bunalım ve durgunluk döneminde, işçi, eğer işini tamamen yitirmezse, kesin olarak bir ücret düşmesi beklemelidir. Aldatılmamak için, pazar fiyatlarında böyle bir düşme halinde bile, ücretlerde ne oranda bir düşmenin zorunlu hale geldiğini kapitalist ile tartışmalıdır. Eğer aşırı kârların kazanıldığı bolluk döneminde ücretlerin artması için mücadele etmiyorsa, bir sanayi çevriminin ortalaması alındığında kendi ortalama ücretini, yani emeğinin değerini bile elde edemeyecektir. Ücretinin, çevrimin ters evrelerinden zorunlu olarak etkilenmesi karşısında, çevrimin bolluk evresinde işçinin bunu telafi etmekten kaçınmasını istemek budalalığın doruk noktasıdır. Bütün metaların değerleri, genellikle, ancak, arz ve talepteki sürekli dalgalanmaların sonucu olarak durmadan değişen pazar fiyatlarının birbirlerini dengelemeleri ile gerçekleşir. Bugünkü sistemin temeli üzerinde, emek, bütün öteki metalar gibi bir metadır ancak. Bundan dolayı onun da kendi değerine uygun düşen bir ortalama fiyata ulaşması için aynı dalgalanmalardan geçmesi gerekir. Bir yandan onu bir meta gibi görmek, öte yandan da onu metaların fiyatlarını belirleyen yasaların dışında tutmayı istemek saçmadır. Köle, kendi geçimi için kesin ve değişmez bir miktar alır, ama ücretli emekçi öyle değildir. Salt bir durumda ücretinde meydana gelen düşmeyi telafi etmek için olsa bile, bir başka durumda ücretini yükseltmeye çalışmalıdır. Eğer kapitalistin iradesini, diktasını, değişmez bir iktisat yasası olarak kabul etmekle yetinirse, kölenin sahip olduğu güvencesi olmaksızın onun bütün sefaletini paylaşacaktır. Ele aldığım ve her yüz durumdan doksandokuzunu oluşturan bütün durumlarda, gördünüz ki, ücretlerin artması uğruna yapılan bir mücadele, daha önceki değişiklikleri izlemekten başka bir şey değildir ve üretimin niceliğinde, emeğin üretici gücünde, emeğin değerinde, paranın değerinde çekip alınan emeğin genişliği ve yeğinliğinde daha önce meydana gelmiş olan değişikliklerin, arz ve talepteki dalgalanmalara bağlı olan ve sınaî çevrimin çeşitli evrelerine uygun olarak meydana gelen pazar fiyatlarındaki dalgalanmaların, zorunlu sonucudur; kısacası bunlar, sermayenin daha önceki etkilerine karşı işçilerin tepkileridir. Eğer ücretlerin artırılması uğruna mücadeleyi bütün bu koşullardan bağımsız olarak ele alıp, yalnız ücretlerdeki değişiklikleri esas alırsanız, ve mücadelenin kaynaklandığı bütün öteki değişiklikleri hesaba katmazsanız, yanlış yargılara varmak üzere, yanlış öncüllerden yola çıkıyorsunuz demektir. * Bu başlık Dayanışma Gazetesi tarafından koyulmuştur. Yukarıdaki metin, Karl Marx’ın 1865 yılında yazdığı, Ücret, Fiyat ve Kâr adlı kitabının, “Ücretleri Yükseltmek Ya da Düşmelerine Karşı Koymak Yolundaki Belli Başlı Girişimler” bölümünden alınmıştır. (K. Marx-F. Engels, Seçme Yapıtlar Cilt: 2 içinde, Sol Yayınları, Birinci Baskı: Temmuz 1977, sf. 83-85) Bu bölümün hemen devamında yer alan “Sermaye ile Emek Arasındaki Mücadele ve Bunun Sonuçları” bölümünden kimi pasajlara gazetemizin bir sonraki sayısında yer vereceğiz.

“Duvar”ın Yıkılması Kapitalizmin Aşılması Gerekliliğini Ortadan Kaldırmadı Nazi Almanya’sının İkinci Dünya Savaşı’nda yenilmesi ve ABD, Fransa, İngiltere ve Sovyetler Birliği tarafından işgali ile bu ülke önce dörde, sonra ikiye bölündü. Amerika, İngiltere ve Fransa işgalindeki bölgelerin eyaletler şeklinde yeniden yapılandırılmasıyla Federal Almanya Cumhuriyeti; Sovyet işgalindeki bölgede ise Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nin kuruldu. Savaşın bitiminden 16 yıl sonra 1961’de, soğuk savaşın tam ortasında da Berlin’i ve eski Almanya’yı ikiye ayıran ünlü duvar Demokratik Almanya tarafından yapıldı. Sosyalist ülkelerin çözülüşü sürecinde, kapitalist Batı’nın tüketimci toplum yaşamına yönelik merak ve özlemlerin kitleselleşmesi üzerine 9 Kasım 1989’da duvar çevresindeki bütün güvenlik önlemleri kaldırıldı ve duvar Batı tarafından hemen yıkıldı. 1990 Ekim’inde de Demokratik Almanya Cumhuriyeti yıkıldı. Kapitalizmin insanı aşağılayan toplumsal koşulları, işsizlik, parasızlık, kira, enerji, zam, yoksulluk v.b. dertleri bulunmayan eski Demokratik Almanlar’ı oldukça sarstı. Eski Doğu bölgelerinde ücretler Batı bölgelerine göre daha alt düzeylerde ve bu bölgeler Almanya’nın en yüksek işsizlik oranlarına sahipler. Batıda ise zafer sarhoşluğundan sonra talan edilen eski Doğu’nun yeniden yapılandırılması gerekçeli ek vergilerden rahatsızlık duyarak sınıfsal refleksler oluşturuldu. Anti komünizmin izleri ve sınıfsal ayrım, olasıdır ki, duyulmuş olan sözde “ulusal birlik” hazzını yok etti. Aradan 20 yıl geçti ve dünya kapitalizmi tarihinin en büyük bunalımını yaşıyor. Kapitalizm insanlığa

sömürü, işsizlik, yoksulluk dışında hiçbir şey vaat etmiyor. Duvarın ve eski sosyalist sistemin inşa edildiği dünya koşullarının yarattığı sorunlara karşın, sosyalizmin insanlara eşit koşullar sağladığı hafızalardan silinemiyor. 9 Kasım 2009 tarihli haberlere göre, genel olarak “Doğu’da kapitalizme destek azalıyor. Eski Demokratik Alman Cumhuriyeti ve 8 ülkede yapılan kamuoyu yoklamasına göre, Berlin duvarının yıkılışından 20 yıl sonra kapitalizm ve demokrasiye destek azaldı. Bu ülkelerde önemli bir çoğunluk sosyalist dönemde ekonomik olarak daha rahat olduklarını düşünüyorlar.” Bir başka habere göre de 27 ülkede yapılan bir ankette, dünyada serbest piyasa ekonomisinden memnun olanların oranı yalnızca yüzde 11. Kapitalist dünya, binlerce kilometrelik Çin Seddi ile hiç uğraşmıyor çünkü o set yapılırken sosyalizm yoktu. Filistin halkına karşı İsrail’in ördüğü duvara karşı ise yalnızca birkaç sahte vicdani söz ediliyor. Ama kapitalizmin insanlar ve sınıflar arasında oluşturduğu duvarlar, insanca yaşam gerek ve özlemleri ile günümüz gerçekleri arasındaki kalın duvarlar görmezden geliniyor. Biz de diyoruz ki, güneş balçıkla sıvanamayacak! Emeğin ve halkların nihai toplumsal kurtuluş özlemi ve mücadeleleri sürecek. Hep daha iyisi, hep daha ileri, eşitlikçi, özgürlükçü, bütün dünyayı aydınlatan bir sosyalizm için.

2010 YILI BÜTÇESİ: SERMAYE İKTİDARININ TERCİHİ 2010 yılı bütçesi tüm sermaye iktidarları gibi AKP iktidarının da politik tavrının emekçilerin, yoksulların karşısında yer aldığının açık göstergesi. Rakamlar, istatistikler, gelirler, giderler, harcamalar, toplanacak vergiler, ödenecek faizler aşağıdan yukarı, soldan sağa her haliyle yeni yoksullaşmaların, sömürünün ve insanca yaşamın uzağına düşmenin işaretleri. 2010 yılı bütçesinin ruhu, kapitalist krizin bırakın ‘teğet’ geçmesini, her bir yurttaşın bedenini bıçak gibi kesip geçmesinin de itirafı aynı zamanda. Sağlığa, eğitime, insanca yaşam koşullarına ayrılan her bir kalemin aslında hayatlarımızdan çalınanların listesi olduğunu görmek mümkün. 2010 bütçesinde kaynakların büyük bir bölümü borç ve faiz ödemesi adı altında yerli ve uluslararası sermayeye aktarımın boyutlarını gösteriyor. Faiz ödemelerini 58,8 milyar lira tutan iktidar, sağlık harcamalarında ise rakamı 60,3 milyar lira tutuyor. Bir avuç sermaye sınıfına aktarılacak faiz rakamları ve milyonlarca insanın sağlığına ayrılan rakam! İktisatçı, bütçe uzmanı olmaya hiç gerek yok. Krizin ‘teğet geçtiği’ yalanına bakalım: İşsizlik tahmini 2009 için yüzde 14,8; 2010 yılı için ise yüzde 14,6 olarak kalmaktadır. Resmi işsizlik rakamlarının hiç bir yurttaşta zerre kadar gerçeklik duygusu uyandırmadığı da hesaba katılırsa işsizliğin bu oranların çok çok üstünde seyrettiği söylenmelidir. Memur ve işçilere verilecek toplam yüzde 5’lik zamlara karşın vergilerdeki artış oranı ise yüzde 17,3 olarak belirleniyor. Bütçe gelirlerinin çok büyük kısmının ücretlilerin maaşlarından kesilen vergiler ve dolaylı vergilerle alındığını düşünülürse, borsa/faiz/rant gelirlerine dokunulmamakta, sermayeye vergi bağışıklığı sistemin açık yönünü ortaya koymaktadır. Üretimi boşlayıp, sürekli borçlanan; fabrikaların kapandığı, yoksulluğun yazgı gibi ifade edilebildiği, yeni bir islamcı sermaye sınıfının yaratılmasına aracılık edinmenin adının hükümet olmak olduğu ülkemizde bu bütçenin milyonlarca insanın onuruna aykırı ve yoksullaşmalarını tescil eden bir içerikte olduğu su götürmez bir gerçeklik. Toplumun ihtiyaçlarını hiçe sayan; buna karşın toplumun yarattığı tüm zenginliği sermaye sınıfına aktarmanın mekanizması olan 2010 bütçesi, AKP iktidarının sınıfsal tercihini çok açık olarak ortaya koyuyor: Saraylara barış, kulübelere savaş. Aç insanlar Tanrı’yı bile ekmek gibi görüyorsa devrimcilere düşen görev, AKP’nin sermayenin partisi olduğunu, yoksulluğu din duygusuyla örtbas ettiğini bıkmadan, usanmadan anlatmaktır.

LİMTER-İŞ BAŞKANI DİNÇ’E SALDIRI Torgem Tersanesinde YET Denizcilik taşeron şirketinde çalışan 25 işçinin 4 aylık alacakları için görüşmeye giden DİSK’e bağlı Limter-iş Sendikasının Genel Başkanı Cem Dinç, tersane sahibi Kenan Torlak ve korumalarının küfür, hakaret ve fiziki saldırısına uğradı. Tuzla Özel Sektör Tersaneler Bölgesinde faaliyet gösteren Torgem tersanesine bağlı Yet denizcilikte çalışan işçiler 3 aylık maaş, aile geçim indirimi, kıdem, ihbar ve sosyal hakları ödenmeyen işçiler patronla görüşme talebiyle sendika yöneticileri ile tersane önüne gitti. Limter-İş Sendikası Genel Başkanı Cem Dinç, Genel Sekreter Kanber Saygılı ve işçilerden oluşan direniş komitesi, Torgem patronu ile görüşme talebinde bulundu. Torgem tersanesinin patronu Kenan Torlak sadece Genel Başkan Cem Dinç ile görüşmek istediğini belirtince, görüşmeye yalnız giden Cem Dinç, Torgem patronu Kenan Torlak tarafından fiziki ve sözlü saldırıya uğradı.


7

DAYANIŞMA

Zam Zulüm Sömürü Düzeninin Bunalımı AKP İktidarıyla Derinleşiyor

KÜRESEL EKONOMİK KRİZ NASIL OLUŞTU, FİNANSALLAŞMA ve MÜCADELE*

Kapitalist ekonomi yapısal olarak bunalım/kriz döngüleriyle yaşıyor ve bütün faturayı emekçi sınıflara ödetiyor. Dünya çapında ise emperyalizm, bunalımını, kendisine bağımlı azgelişmiş ve orta gelişmişlik düzeyindeki ülkelere yayarak rekabet, refah ve sömürüsünü sürdürüyor. Türkiye kapitalizmi, emperyalizme bağımlılığı içinde bir kriz cenneti haline geldi. Ekonomi, yalnızca son 30 yılda irili ufaklı birçok kriz yaşadı. 1980, 88, 94, 99 krizlerinden sonra cumhuriyet tarihinin en büyük krizi 2001’de yaşandı. 2008’de başlayıp süren ve çıkışı görünmeyeni ise, 2001’i kat kat aşan, birikmiş, üst üste yığılmış kriz dinamiklerinin kendilerini sergilediği en büyük kriz oldu. 2008 Ekim’inde patlayan balon, sınıf çıkarlarını daha da keskinleştirmiş, yalnızca büyük sermayeye destek paketleri gündeme gelmiş, çok yetersiz bir uygulamayı kapsayan İşsizlik Sigortası Fonu kaynakları bile sermayeye aktarılır olmuştur. Neo liberalizm denilen ekonominin tam serbestleştirilmesine yönelik Türkiye kapitalizminin son 30 yıllık dönemi, bütün sektörel ve finansal yapı özellikleriyle bir uzun dönemin, 200 yıllık bir dönemin Türkiye’deki sonunu da göstermektedir. Kapitalizm emekçi halka ve alt sınıflara hiçbir gelecek vaat edemiyor. 1980 sonrası, askerinden milliyetçisine, sosyal demokratından liberali ve muhafazakarına dek bütün iktidarlar ve en son dinci, liberal, her şeyi satmak ve pazarlamakla övünen AKP iktidarı, üretim, yatırım, planlama ve tarımsal üretimi dışlayan ekonomi politikalar ile dış borçlanmanın en önde gelen uygulayıcısı olmuştur. İktidardan belediyelere kadar AKP’nin her uygulaması para pul kokmaktadır. Kriz verileri ekonomik sosyal bunalımı had safhaya vardırarak derinleştirici düzeyde 2008 Ekim ayından bu yana tam 1,5 milyon insan işinden, aşından edilmiştir. İşsizlik, resmi rakamlara göre 2009’un ilk 7 ayında yüzde 13 gerçekte ise eksik istihdam, iş arama umudunu yitirenler ve mevsimlik işsizlik, yani sayılmayan işsizlerin toplamı ile çalışabilir nüfusun neredeyse üçte birine tekabül eden yüzde 27 civarındadır. Birçok yerde, işsiz kalma korkusuyla yaşatılan ücret indirimleri, çalışanların sırtına ek yükler indirmiştir. Kayıt dışı ve sosyal güvenceden yoksun çalışanların oranı, toplam işgücünün yüzde 45’ine ulaşmıştır. Sosyal güvenlikten yoksun çalışanlar tarımda yüzde 86, tarım dışı sektörlerde ise yüzde 31 gibi yüksek oranlardadır. Yoksulluk yardımı alan yaklaşık 20 milyon muhtaca, ayda ortalama 50 TL tutarında düşük bir yardımda bulunularak, sosyal sistem ve halk sadaka kültürüne esir edilmektedir.

2007 Ağustos’unda Amerika’da eşik altı konut piyasasından tetiklenen krizle kapitalizm, kendi iç çelişkilerinin faturasını tüm bir insanlığa ödetiyor. Dünya bankası istatistikleri krizle birlikte, ‘yükselen ülkelerde’ 53 milyon kişinin yoksulluk sınırının altına düşeceğine işaret ediyor. Dünyanın en yoksul ülkeleri küresel durgunluk nedeniyle 2009 yılında 1 trilyon dolarlık gelir kaybına uğrayacaklar. 2007’deki yüzde 8’lik, 2008’deki yüzde 6’lık büyümenin ardından, gelişmekte olan ülkeler 2009’da ancak yüzde 1.2’lik bir büyüme yakalayacaklar.Çin ve Hindistan ekonomileri bir yana bırakılırsa, ibre eksiye dönecek, yüzde -1.6’ya, diğer bir deyişle net küçülmeye işaret edecek. Nüfus artış hızı da göz önüne alınırsa, yoksulluk ve yoksunluk bu rakamların ötesinde çok daha hızla derinleşecek. Diğer yandan Kıdem Tazminatı Fonu hazırlıkları ile işveren yükümlülüklerinin kamuya aktarılması, işten çıkarmaların kolaylaştırılması, kıdem tazminatlarının budanması; hastaların sağlık harcamalarına parasal katkıya zorunlu kılınması ve tarıma dönük transferlerin budanması söz konusudur. Öğrenci harçlarından sağlık sistemindeki yeni uygulamalara, elektrik, su, ulaşım, akaryakıt zamlarına kadar her şey ama her şey dar gelirli ve yoksul halkın sırtına birer kamçı gibi indirilmektedir. Yeni zamlar da yoldadır. Vergiler yoluyla da zamlar uygulanmaktadır. Doğrudan vergiler dışında bir de dolaylı vergiler diye ek bir soygun alanı yaratılmış, toplumsal yaşamın birçok alanı vergilendirilmiştir. 2009’da sanayinin kapasite kullanım ve üretim endeksleri hep ekside seyretmiş, bütün sektörlerde küçülme yaşanmış, Gayri Safi Yurt İçi Hasıla %10 azalmıştır. Bütçe açığı 41 milyar TL’dir, toplamda ise 63 milyar TL’ye varacaktır. Küçük ve orta boy işletmelerin kredi alma olanakları gerilemiş, tüketici kredisi ve kredi kartı borcunu ödeyemeyenler çok artmış ama bu duruma paralel olarak bankacılık sektörünün kârları 2009’un ikinci çeyreğinde yüzde 92 gibi çok yüksek bir oranda artabilmiştir. Kredi kartları borçlarının yeniden yapılandırılmasında, bankaların kart kullanıcıları ile aralarında yaptıkları anlaşmaları tekrarlayan aldatıcı bir yöntem uygulanmaktadır. Kriz, kişi başına gelirden 1.829 dolar düşürdü, üstelik bu düşüş 2010’da sürecek. 2010-2012 yıllarına ilişkin Orta Vadeli Plan’a göre Türkiye’nin borç stoku 2009’da ve 2012’de Gayri Safi Milli Hasılanın yüzde 47’sine denk düşecek. Osmanlı’nın dış borçlarının ödemesi ancak 1954’te tamamlanabilmişti. AKP’nin Osmanlı sevdası, daha da artırılacak olan dış borçlarıyla da bir paralellik arz etmektedir. AKP iktidarı Türkiye’nin IMF’ye toplam borç tutarı kadar füze alımı öngörerek ABD’nin Ortadoğu’daki üssü olma yolundadır. Nereden bakarsak bakalım, düzen, ekonomik açıdan yamalı bohça gibi olacak ama fatura gerçekten hep halka kesilecektir. Ülkemizin yakın, orta ve uzun dönemlerini etkileyecek bir şekilde geleceği ipotek altına sokulmuş durumdadır. Tek tek her hakkımız ve ülkenin tek tek her bir sorunu için kıyasıya mücadele etmek, aralarındaki bütünlüğü kurmak, görmek ve göstermek durumundayız. Düzeni ideolojik, ekonomik, siyasal bütünlükte zorlayacak tek seçenek; ciddi, sınıfsal, devrimci ve halkçı politika demetinin oluşturularak bir kurtuluş bilinci ve umudu olarak emekçi halka yayılmasıdır. Başka bir yol yoktur. Maddi sefaletin zihinsel sefalet ve çürüme durumuna dönüşmesine engel oluşturacak tek seçenek, devrimci yaklaşım, devrimci pratik ve dolayısıyla devrimci politikadır.

Hayri Kozanoğlu

Amerikan finans aleminden patlak verse de, içinden geçtiğimiz küresel kriz her biri tek tek tartışılması gereken ekonomik, politik, toplumsal ve ekolojik düzlemlerde etkisini gösteriyor. Ama öncelikle krizin niteliği üzerinde durmak gerekiyor. Krizleri basitçe, konjonktürel, yapısal ve sistemik krizler şeklinde tasnif edersek, kapitalizmin, 1930’larda ve 1970’lerde yeni düzenleme rejimleriyle aştığı türden bir yapısal krizle karşı karşıya bulunduğunu söylemek en akla yakın cevap. Kapitalizmin Altın Çağı olarak anılan 1945 sonrası kapitalizm, 1970’li yılların başlarında, düşük büyüme ve yüksek enflasyonun baş gösterdiği bir “stagflasyon” olgusu karşısında yeni bir yapısal krize sürüklendi. Kar oranlarının düşmesi ve aşırı üretime karşı yürürlüğe sokulan yeni rejimi de, Walden Bello; “neoliberal yeniden yapılanma, küreselleşme ve finansallaşma” biçiminde sıralıyor. Kuzeyde Reagancılık ve Thatchercılık, güneyde ise yapısal uyum programlarıyla kendini gösteren neoliberal yeniden yapılanma, bu yolla sermaye birikimine hayatiyet kazandırmayı amaçlıyordu. Böylelikle sermayenin büyümesi, kullanımı ve akışında devlet ayak bağı olmaktan çıkacak, gelirin yoksul ve orta sınıflardan zenginlere doğru yeniden paylaşımıyla zenginler, yatırım yapmak ve ekonomik büyümeyi yeniden ateşlemek için motivasyon kazanacaklardı. Küreselleşme ise, yarı kapitalist, kapitalist olmayan ve kapitalizm öncesi alanların küresel piyasa ekonomisine hızla entegrasyonuydu. Bu entegrasyon ticaretin liberalizasyonu, küresel sermayenin akışkanlığı ve yabancı yatırımların önündeki engellerin kaldırılmasıyla başarılacaktı. Bu kapsamda en kayda değer adım, Çin’in küresel kapitalist ekonomiye entegrasyonuydu. Neoliberal yeniden yapılanma ve küreselleşmenin aşırı üretim sorununa getirdikleri sınırlı çözüm, sermaye stratejisi açısından finansallaşmaya daha önemli bir misyon yüklemişti.

Küresel Dengesizlikler ve Finansallaşma

‘Küresel dengesizlikler’ diye adlandırılan, bazı ülkelerin sürekli biçimde ve büyük miktarda cari işlemler açığı vermesi, bazılarının da büyük fazlalar üretmesi daha kriz öncesinde yoğun biçimde tartışılıyordu. Krizin mayalanmasını teşvik eden ikinci önemli neden, çok düşük seyreden faiz oranları ve bunun yol açtığı likidite deniziydi. Özellikle yükselen ülkeler düşük riskli yatırım arayışları sonucu, başta ABD hazine kağıtları olmak üzere zengin ülkelerin kamu borçlanma araçlarına yöneldiler. Deflasyon korkusu yüzünden merkez bankalarının faizleri düşük tutmasıysa küresel boyutta düşük faizler getirdi. Düşük faiz oranları birçok sanayileşmiş ülkede hızlı kredi genişlemelerine yol açtı. Örneğin, 2003 ile 2007’lerin ortası arasında krediler ABD’de yılda yüzde 7, İngiltere’deyse yüzde 10 hızında genişledi. Aynı dönemde ABD, İngiltere ve birçok Avrupa ülkesinde emlak fiyatları reel olarak yüzde 30’un üzerinde sıçrama gösterdi. Küresel hisse senedi piyasalarındaki artış ise yüzde 90’ı aştı. Kredi kartları ve tüketici kredileri, özellikle bozulan gelir dağılımından muzdarip geniş kitlelere gelirlerinin ötesinde harcama yapma, dolayısıyla etkin talebi arttırma olanağı tanıdı. Yükselen borsalar ve artan emlak fiyatlarının yarattığı ‘refah etkisi’ zaten insanlarda ‘durduğum yerde zenginleşiyorum’ yanılsaması yaratmış giderek gelirlerini hatta daha ötesini harcamak için ‘sahte bir cesaret’ aşılamıştı.

Aşamalarla Kriz

1) Haziran 2007 ile Mart 2008 arasında eşik altı konut kredilerinden patlak veren kargaşa. 2) Mart 2008 ile Eylül 2008 arasında fonlama sorunlarının bankacılık sisteminde iflasların ortaya çıkabileceği korkusuna dönüşmesi. 3) 2008 Eylül’ünden ekim sonuna kadar küresel çapta güvenin kaybolması ve panik havası. 4) 2008 Ekim sonundan 2009 Mart ortasına kadarki belirsizlik koşullarında karamsar büyüme beklentilerine ve hükümetlerin kriz yönetim politikalarına uyum sağlama çabası 5) 2009 Mart’ından bugüne, makro ekonomide olumsuz rakamlar gelmeye devam ederken, artık dibin görüldüğü şeklinde bir iyimserlik havasının belirmesi.

Mücadele Biçimi

Marx’ın da vurguladığı gibi kapitalizm kendini yenileyen bir sistemdir; kendi tarihselliği içerisinde devlet müdahalelerini yoğunlaştırabilir/gemleyebilir, piyasayı başıboş bırakabilir/denetleyebilir. Liberal iktisatçılara da ortaya çıkabilecek toplumsal başkaldırılara karşı, bu vites değişikliklerini savunmak/meşrulaştırmak görevi düşer. Krize karşı direnişler anti-kapitalist olmalıdır, çünkü reel ekonomi-finansal ekonomi ayrımı yapmak, finans kesimini suçlayıp üretim kesimini aklamak olanaksızdır. Krize karşı direnişler aynı zamanda anti-emperyalist de olmalıdır, çünkü çok uluslu sermaye- yerel sermaye ayrımı yapmak, günümüz dünyasında da Türkiye coğrafyasında da geçersizdir. * Hayri Kozanoğlu’nun Küresel Krizin Anatomisi (2009, Agora Kitaplığı) kitabından derlenmiştir.


8

DAYANIŞMA

Ülkemizin ‘Islak Gerçekleri’ Yoksulluk, AKP’nin yoksullaştıran politikalarına ve dinsel gericilikle toplum üzerinde kurduğu baskıya karşı, eşitlikçi, özgürlükçü ve emekçilerin haklarını savunan bir devrimci siyaset çizgisinin geliştirilmesinden başka bir çıkış yolu bulunmuyor. ‘İrticayla Mücadele Eylem Planı’ altındaki imza- bir uzlaşmadan söz etmek doğru olacaktır. Çelişkiler nın gerçek olduğundan hareketle gündemimiz bir kez esasa dair değildir. Bugün kimi zaman ‘ıslak imza’ ile kimi zaman ‘dinleme’ olayları gibi gündeme gelen daha ‘darbecilik-cuntacılık/demokrasi’ tartışmalarına boğuldu. Egemen güçler arasında süren kavga bizim gerilimler Ilımlı İslamcı-yeni Osmanlıcı bir temelde yeniden yapılanan devletin yeni politikalarının daha kavgamız değildir. Bizim kavgamız imzanın ‘ıslak’ çok kimin inisimı ‘kuru mu’ yatifiyle yürüolduğunun ötetüleceğine dair sinde ülkemizin gerilimlerdir. ıslak gerçekleri Bu yeni olan yoksulluk, devlete karşı, işsizlik, gericilik kuşkusuz ordu, ve sömürge tipi yargı ve bürokdemokrasiylerasi içerisinden dir. yeni dirençler AKP bir hügelişebilir. kümet olmanın Ancak, bu çevöteside iktidarrelerin süreci dır. Ülkemiz, tersine çevireemperyalizmin cek bir güçlepolitikaları rinin olmadığı, doğrultusunda her adımlarında yeniden yapıdeşifre olarak landırılmaktagörülmektedir. dır. Değişime Bu tip giriemperyalist şimler iktidar sömürü politiTürkiye‘nin yakın geçmişinde karşımıza çıkan tarafından kendi kaları ve Ilımlı “başarılı” askeri darbelerin arkasındaki asıl güç hegemonyasını İslamcılık yön emperyalizm ve tekelci sermaye çevreleri olmuştur. güçlendirecek vermektedir. bir manevra Bu süreç bugün olarak kullanılmakta, ne zaman AKP zora gelse büyük oranda tamamlanmış, AKP’nin temsil ettiği gündeme taşınmaktadır. Türkiye‘nin yakın geçmiçizgiden menkul bir devlet yapısı kurulmuştur. şinde karşımıza çıkan “başarılı” askeri darbelerin arkasındaki asıl güç emperyalizm ve tekelci sermaye ‘İkili İktidar’ Kavgasından çevreleri olmuştur. Bugün, emperyalizmin ve tekelci AKP İktidarına sermaye çevrelerinin çıkarı AKP tarafından yürütülen Ülkemizin yeniden yapılandırılması, emperyaliz- sömürü politikalarının uygulanmasında, bu anlamda min yeni politikaları ile uyum içerisinde olmayan dev- bir istikrarın sağlanmasındadır. let içerisindeki kesimlerin etkisizleştirilmesine yol açtı. AKP’nin yoksullaştıran politikalarına ve dinsel AKP tarafından sürdürülen yeniden yapılandırmaya gericilikle toplum üzerinde kurduğu baskıya karşı, geçtiğimiz dönemde güçlü bir direnç söz konusuydu. eşitlikçi, özgürlükçü ve emekçilerin haklarını savu‘İkili iktidar’ kavgası olarak tanımladığımız devlet içenan bir devrimci siyaset çizgisinin geliştirilmesinden risinde süren bu çatışma, geldiğimiz noktada AKP’nin başka bir çıkış yolu bulunmuyor. Bugün, AKP eliyle etkinliğini artırmasıyla büyük ölçüde tamamlanmış yaratılan yeni rejime karşı mücadele esas görevdir. durumda. ABD’nin dayattığı ve AKP’nin temsil ettiği piyasaErgenekon süreci ve ardından ordu içine yönelik cı-İslamcı çizgiyle uzlaşan geçmiş dönemin darbeci müdahaleler sonucunda, AKP karşısındaki direnç geleneğiyle hesaplaşmak da bu mücadelenin parçası ezildi. Bugün ise AKP ile ordu arasında daha çok olarak gelişecektir.

AKP’nin ‘Sömürge Tipi Demokrasisi’

“ABD geniş halk güçlerini seçimlere katarak daha radikal değişimlerin önünü alabilen ve bununla birlikte, askeri seleflerinin anti komünist ve anti reformist geleneklerinin sürekliliğini garanti edebilen istikrarlı, yaşayabilir ‘demokratik’ rejimler istiyordu. Yeni demokratik süreçler kontrolden çıkıp solun gereğinden fazla toplumsal güç elde etmesine olanak verdiğinde, demokratik ‘yönetilmezlik’ e bir alternatif olarak ordu her zaman hazır bekleyecekti. ABD’nin tanımladığı demokrasi aslında düşük yoğunluklu çatışmanın bir bileşeniydi. Bu nedenle demokrasi bir müdahale aracı olarak kullanıldı. Amacı hem ilerici reformların hem de devrimci dönüşümlerin önünü almaktı. Düşük yoğunluklu demokrasinin paradoksu sivilleştirilmiş muhafazakâr bir rejimin, açık otoriter bir rejimin karşılaşabileceğinden daha az halk direnişiyle karşılaşarak ve daha fazla zarara uğramadan, acı hatta daha baskıcı toplumsal ve ekonomik politikalar izleyebilmesidir. Bu ülkelerdeki muhafazakâr yerel seçkinlerin ve ABD’nin bakış açısından bu nitelik, bu rejimleri geleneksel açık otoriterianizmin ilginç ve yararlı bir seçeneği haline getirir. Bu yeni demokratik görünüşün yeni otoriterianizm, baskı ve muhafazakarlığın habercisi olduğu, küresel sermayeye daha fazla bağımlılığı ve bütünleşmeyi meşrulaştıracağı sonucuna varmak eşit derecede olanaklıdır.”(Düşük Yoğunluklu Demokrasi, Alan Yayıncılık, Noam Chomsyk, Samir Amin, Andre Gunder Frank)

Demokrasi ve özgürlükler AB’ye, ABD’ye, AKP’ye havale edilerek, ülkenin demokratikleşeceğini beklemek büyük bir yanılgıdır. Demokrasi ve özgürlükler ancak emekçi halk kesimlerinin örgütlü mücadelesi ile geliştirilebilecektir. Ülkemizde yaşanan gerçek, bu alıntıda ifade edilen, düşük yoğunluk demokrasiyle uyum içerisindedir. AKP iktidarına yönelik ‘demokratikleşme’ algısı, eski devlet yapısının bazı yönlerinin bu yeni iktidar yapısı içerisinde tasfiye edilmesinden/değiştirilmesinden kaynaklanmaktadır. Emperyalizmin yeni politikaları, geçmişteki gibi açık askeri rejimler yerine bir müdahale

AKP’NİN HEDEFİNDE YARGI VAR AKP herkesi dinliyor, bir korku imparatorluğu yaratıyor. Son olarak yargıç ve savcıların dinlendiği ortaya çıktı. Telekominikasyon İletişim Dairesi’ne konuyla ilgili yapılmak istenen inceleme engellendi. Ardından inceleme isteyen YARSAV Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu ihraç edilmek istendi. Neler oluyor? AKP yargıç ve savcılar üzerine baskı kurmasının arkasında ne var? AKP eliyle Türkiye Cumhuriyeti Devleti emperyalizmin yeni ihtiyaçları doğrultusunda dönüşüme uğratılmıştır, dönüşümde de oldukça yol alınmıştır. Bugün bir AKP devletinden söz etmek mümkündür. Cumhurbaşkanlığı, yasama, yürütme, YÖK AKP’nin elindedir. Medyada da AKP lehine büyük bir değişim yaşanmıştır. AKP’nin şu andaki hedefi yargıdır. Yargı üzerinden kendisine dönük direnişleri etkisiz kılmak AKP’nin ana gündemidir. Hakimler ve savcılar üzerindeki bu baskılar iktidarın yeni sahiplerinin iktidarın eski sahiplerinin yargı üzerindeki etkisini kırma, onları tasfiye etme, kendisine yandaş bir yargı yaratma çabasıdır. Telefon dinleme bir devlet geleneğidir. Yıllardır on binlerce insan gizlice dinlenmiş, özel hayatın gizliliği, haberleşme özgürlüğü, insan hakları çiğnenmiştir şimdi sıra hakim ve savcılara gelmiştir. ‘Artık tuz koktu’. Sosyal devlet gitmiş kendi savcılarını, yargıçlarını dinleyen röntgenci, güvenlik devleti anlayışı egemen olmuştur. AKP bu anti-demokratik devlet geleneğinin izinden giderek bu geleneği kendi iktidarını sağlamlaştırmak için pervasızca kullanmaktadır. Toplumun gözetlendiği, dinlendiği bir ortamda demokrasiden, özgürlüklerden, hukuktan söz etmek mümkün değildir. Türkiye gerçek anlamda bir demokratik hukuk devleti olamamıştır. Baskıcı bir devlet geleneği söz konusudur. Baskı ve zor aygıtları hukuk dışılık esas belirleyici öğelerdir. Yaşanan demokrasi sömürge tipi demokrasidir. Bugün AKP eliyle ‘düşük yoğunluklu demokrasi’ anlayışı çerçevesinde devlet yapısının kabuğu değiştirilmekte, yeniden yapılandırılmaktadır. Gidişat AKP eliyle daha ince bir baskı rejimine doğrudur. Demokrasi aşağıdan yukarıya emekçilerin ve ezilenlerin ortak örgütlü gücüyle bu devlet yapısının köklü bir biçimde değiştirilmesiyle söz konusu olacaktır.


9

DAYANIŞMA

Gericilik ve Sömürge Tipi Demokrasi aracı olarak kullanılan ‘demokratik ve sivil iktidarlar’ eliyle yürütülmektedir. Düşük yoğunluklu demokrasi aynı zamanda düşük yoğunluklu bir savaşla iç içedir. AKP’nin bir yandan devletin dışlayıcı/tekçi anlayışından farklı bir görüntü içerisinde olurken diğer yandan da tüm toplumsal kesimleri kendi sınırları içerisine tutmaya çalışmaktadır. Gericiliğin toplumsal alanı cemaat/ tarikat ağları ile kuşattığı, devletin yukarıdan aşağıya bir baskı mekanizması olarak her yana müdahale ettiği rejim, devletin sömürge tipi demokrasi geleneğini korumakta, bunu kendi iktidarını pekiştirmekte bir araç olarak kullanmaktadır. AKP, neredeyse kimseye nefes alacak bir alan bırakmadan her şeyi belirlemeye çalışmaktadır. Muhafazakarlığa yaslanan kadercilik yalnız toplumun geniş kesimleri değil mücadele eden kesimlerini etkilemiş görünmektedir. Demokrasi ve özgürlükler AB’ye, ABD’ye, AKP’ye havale edilerek, ülkenin demokratikleşeceğini beklemek büyük bir yanılgıdır. Demokrasi ve özgürlükler ancak emekçi halk kesimlerinin örgütlü mücadelesi ile geliştirilebilecektir.

Kürt Sorununda Demokratik Çözüm Birarada Yaşam

Kürt sorununda yeni dönem iyi değerlendirilmelidir. AKP iktidarının ‘demokratik açılım’ süreci içte ve dışta yaşanan gelişmelere bağlantılı olarak gelişmektedir. Bunda kuşkusuz en önemli faktör, Kürt halkının yıllardır süren mücadelesidir. Kürt sorunun bugün bütün platformlarda açık olarak tartışılmaya başlanması dahi önemli bir gelişmedir. Dün, Kürt sorununda söz ettiğimiz için, Kürt halkının taleplerini savunduğumuz için devrimcilere ‘bölücü/vatan haini’ diyenler, bugün sürdürdükleri politikaların çıkmazında boğulmaktan kurtulmanın derdine düşmüştür. AKP’nin ‘demokratik açılım’ sürecine yön veren gelişme ise ABD’nin Ortadoğu’ya dönük politikalarıdır. ABD, Ortadoğu’yu yeniden düzenleme, enerji ve pazarlara hakim olma yönündeki politikalarını Obama ile birlikte sürdürmektedir. Obama, Irak’ta işgalle tıkanan süreci farklı politikaları da devreye sokarak açmaya çalışmaktadır. Türkiye’ye, bu politikaların işlerlik kazanmasında önemli bir rol biçilmektedir.

Bunun için öncelikle, ABD askerlerinin Irak’tan çekilmesinin ardından bu boşluğun Türkiye tarafından doldurulması istenmektedir. AKP’nin Kürt sorununda yeni bir hamle yapması bu gelişmelerin bir sonucu olarak gelişmektedir. AKP, emperyalizmin bölge içerisindeki taşeronluğu rolünü, ‘bölgesel güç olma’ ve ‘yeni Osmanlıcılık’ anlayışı etrafında sürdürmektedir. Kürt sorununun AKP tarafından gündeme getirilen çözümünün emperyalizmle ilişkili bir çözüm olduğundan kuşku yoktur.

Hem Kürt yurttaşların eşit yurttaşlık haklarına kavuşması, hem gençlerimizin ölmemesi, analarımızın ağlamaması, hem de Türk ve Kürt emekçilerinin anti-kapitalist, anti-emperyalist ortak mücadelesi için barışı savunacağız.

daha büyük, toplumsallaşmış bir savaşı gündeme getirecektir. Bu süreçte barışın ve demokrasinin kazanması için devrimcilerin daha çok inisiyatif almasına olan ihtiyaç ortadadır. Barış için yalnızca Kürtlerin değil Türklerin de ikna edilmesine ihtiyaç vardır. Yaşanan acılar doğusuyla-batısıyla ortak acılardır, bunların birbirinden ayrılmadan sahiplenilmesine ihtiyaç vardır. Olası bir toplumsallaşmış savaşın zeminleri de daha çok batıda Türk ve Kürtlerin bir arada yaşadığı yerlerdir. Şimdi, kardeşlik, barış ve bir arada yaşam için daha kararlı bir mücadeleyle sesimizi yükseltmenin zamanıdır. Bu savaşın bitmesi, barışın sağlanması Türk ve Kürt emekçilerinin işsizlik, yoksulluk sömürü düzenine karşı sınıfsız ve sömürüsüz bir Türkiye ve dünya mücadelesinin önünü açacaktır. Hem Kürt yurttaşların eşit yurttaşlık haklarına kavuşması, hem gençlerimizin ölmemesi, analarımızın ağlamaması, hem de Türk ve Kürt emekçilerinin anti-kapitalist, anti-emperyalist ortak mücadelesi için barışı savunacağız.

Bu karmaşık gelişmeler içerisinde Kürt sorununda devrimci bir siyaset çizgisinin geliştirilmesi, bugünü ve geleceği gören sağlıklı bir değerlendirmeyi gerekli kılmaktadır. Ortaya çıkan süreç, içerisinde çeşitli imkanlar sunmaktadır. Bir mücadele alanı olarak görülebilecek bu zemin üzerinde demokrasi ve özgürlükler konusunda nasıl gelişmeler yaşanacağını yürütülecek mücadele belirleyecektir. Devrimciler, bu konuda aktif bir tutum içerisinde olmalıdır. Yıllardır süren savaş, halklar arasına düşmanlık tohumları ekmiş, bir arada yaşam zeminlerini tahrip etmiştir. Milliyetçi/faşizan yaklaşımlar ülkeyi etnik temelde bölmüş, parçalamıştır. Gelinen noktada çözüm ya da çözümsüzlük bugüne kadar yaşadığımızdan farklı bir döneme doğru ilerlemize neden olacaktır. Kanın durması, silahların susması, demokratik ve barışçıl bir zeminde siyaset imkanının açığa çıkması, Kürt halkının kültür ve kimlik taleplerinin tanınması ile gerçekleşecek çözüm, ülkenin demokrasi kapasitesini arttıracağı gibi etnik bir bölünmenin yerine sınıfsal zemindeki bir karşıtlığın daha görünür olmasına da olanak tanıyacaktır. Bugün beliren barış umudunun milliyetçi/faşizan eğilimlere yenilmesi ise geçmiş dönemde olduğundan

EŞİT YURTTAŞLIK, ÖZGÜR ve DEMOKRATİK TÜRKİYE İÇİN 5. sayfanın devamı

‘Eşit Yurttaşlık Hakkı Mitingi’ AKP karşısıdaki güçlü duruşu ifade ediyordu. AKP’nin dinsel gericiliği yaygınlaştıran, cemaat/tarikat etkisini arttıran politikaları karşısında Aleviler önemli bir direnç noktası olarak bunun karşısında yer alıyor. Emperyalizme ve Gericiliğe Karşı Mücadeleye AKP iktidarı ülkemizi bir Ilımlı İslam cumhuriyeti olmaya doğru götürüyor. Toplumsal hayat dinci gericiliğin ve cemaatlerin baskısı altında tutuluyor. Devlet yukarıdan aşağıya doğru AKP tarafından yeniden düzenleniyor. ABD’nin Ortadoğu’ya dönük politikalarının gereği olarak gerçekleşen bu değişim süreci AKP karşısıdaki tüm direnç noktaları da tasfiye ederek ilerletilmeye çalışılıyor. Ülkemizde demokrasi ve özgürlükler sorununun çözülmesi, kültür ve kimlik hakları üzerinde her tür baskının ortadan kalkması ancak bunun için mücadele eden örgütlü güçlerin eseri olabilir. Demokrasi ve özgürlükler havale edilerek çözülemez. Bu nedenle ülkemizdeki tüm ilerici-demokrat-devrimci birikim ve potansiyelin emperyalizme, sömürüye ve gericiliğe karşı birlikte mücadeleyi geliştirmesi gereklidir.

Burada ne devletçi/darbeci anlıyışlara yaslanarak ne de küreselleşmeci, AB‘ci çizgiden demokrasi bekleyerek sorunların çözülmesi mümkün değildir. Bugün Alevilere yönelik baskıların ortadan kalkması ancak özgürlükçü laiklik anlayışı çerçevesinde mümkündür. Özgürlükçü laiklik anlayışı, devletin dinden elini tamamen çekmesi, dinin tek tek insanlara bırakılması, dindar olmanın ya da olmamanın, inançlı veya inançsız olmanın devlet tarafından belirlenmemesi, herkesin kanun önünde eşit kabul edilmesini içermektedir. Bugün, her tür dinsel hurafenin, mistisizmin toplumu bir kaderciliğe doğru sürüklediği noktada özgürlükçü laiklik anlayışı aydınlanma geleneğinden, bilimin üstünlüğünden, dünya hakikatinin dünyada olduğu gerçeğinden hareketle aklı ve bilimi savunur. Devletin dinsel değerlerce etkilenmesine dinin siyasetin içine sokulmasına karşı çıkan bir noktada durmak gerekir. Alevi ve Kürt kimliğinin dışlanmasına/yok sayılmasına karşı çok kimlikli, çok kültürlü ve demokratik bir ülke için herkesin kendi kültürünü özgürce yaşamasına imkan tanıyacak somut adımlar atılmalıdır. Bunun için öncelikle

sunni İslam anlayışının temsilcisi olan ve gerçek bir laik devlet yapısında bulunmaması gereken Diyanet İşleri Başkanlığı tasfiye edilmelidir. Din özel alana bırakılmalı, bütçeden Diyanet‘e ayrılan pay eğitim, sağlık ve sosyal güvenliğe aktarılmalıdır. 12 Eylül faşist cuntasının eseri zorunlu din dersleri kaldırılmalıdır. Alevilerin inanma ve ibadet etme özgürlüklerinin önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır.


10

DAYANIŞMA

basın açıklamaları• basın açıklamaları• basın açıklamaları• basın açıklamaları• DERSİM KATLİAMIYLA ÖVÜNMEYİN! CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen’in, “Kürt açılımına” karşı çıkarken, “Dersim’de analar ağlamadı mı? Kimse analar ağlamasın, mücadeleyi durduralım dedi mi?” sözleri 1937’de alınan tenkil kararıyla eş değer bir zulüm ve utanç ifadesidir. Bu sözlerle bugün de katliama, savaşa ve sürgüne işaret edilmektedir. Cumhuriyet döneminin en büyük yaralarından biri Dersim‘de açılmıştı. Yetmiş iki yıl önce devletin kendi vatandaşlarına karşı gerçekleştirdiği harekat, devletin ‘ceberrut‘ yapısı hakkında fikir veren en acı örneklerden biridir. “Kerbela‘nın evladıyız, ayıptır, zulümdür, cinayettir!” Seyit Rıza‘nın, 1937‘de idam sehpasında söylediği bu sözler sanki tarih hiç değişmemiş de hep aynı zamanda yaşıyoruz hissini verir. 1937 yılında Bakanlar Kurulu ‘Tunceli Tenkil Harekatı‘ kararı alırken, ‘gayet gizlidir‘ ibareli kararda, ‘köyleri kamilen tahrip etmek ve aileleri uzaklaştırmak lüzumlu görülmüştür.‘ deniyordu. Ve görülen lüzum üzerine binlerce insan öldürüldü, sürüldü, adları değiştirildi, zulüm ve cinayet Dersim topraklarında kol gezdi. Tarihle yüzleşmek aynı zamanda bugün onun süren izleriyle de hesaplaşmak manasına gelir. Dersim Katliamı yıllardır unutulmadı, Seyit Rıza‘nın külleri savrulmaya, Dersimliler kendi tarihini aramaya devam etti. Devlete ve kötü siyasetçilere rağmen, tarihsiz halklar geçmişlerini ve geleceklerini birlikte arayarak, tarihi ve zamanı değiştirme umuduyla ayakta kalabilmektedir.

ÜNİVERSİTELER AKP ve YÖK’TEN KURTARILMALIDIR Özgürlük ve Dayanışma Partisi, 27 yıldır bu hassasiyetlerle mücadele eden tüm sağduyulu kesimlerle aynı safta yer almayı görev bilerek; öğrencilerin, bilim insanlarının, eğitim emekçilerinin sermayeye ve gericiliğe karşı; eşit, parasız, demokratik, bilimsel ve anadilde eğitim talebinin takipçisi ve sürdürücüsü olmaya devam edecektir. 12 Eylül‘ün postal sesleri arasında üniversitelere giren YÖK, faşizan karakterini soruşturmalar, uzaklaştırmalar ve disiplin suçlarıyla tesis etti. Türk-İslam sentezine dayalı gericiliğin anfilerden, kürsülerden seslendirilmesi doğrultusunda üniversiteleri kadrolaştırıldı ve bilimsel niteliğinden uzaklaştırdı. Özerk-bilimsel-demokratik üniversiteyi savunan bilim insanlarının üzerindeki baskılar yoğunlaştırıldı, bilimsel çalışmalar vesayet altına alındı. YÖK, üniversitelerin neoliberalizmin ihtiyaçlarına göre yeniden yapılandırılmasının en önemli aktörü oldu. Barınma, sağlık, ulaşım giderlerinin öğrencilere yüklenmesi ve okulların sermaye için kâr merkezleri haline getirilmesi üniversitenin kamusal bir alan olarak tasfiyesinin önemli adımları olarak karşımıza çıktı. Harçlar yoluyla eğitim paralı hale getirildi, özel ünviersiteler özendirildi. Bu sürekliliğe ek olarak, bugün AKP‘nin tam denetimi altına giren yüksek öğretim; sermayeye ucuz iş gücü, cemaatlere kadro üretir hale gelmiştir. Üniversitelerden mezun olan genç insanların bir

CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen‘in, ‘Kürt açılımına‘ karşı çıkarken, ‘Dersim‘de analar ağlamadı mı? Kimse analar ağlamasın, mücadeleyi durduralım dedi mi?‘ sözleri 1937‘de alınan tenkil kararıyla eş değer bir zulüm ve utanç ifadesidir. Bu sözlerle bugün de katliama, savaşa ve sürgüne işaret edilmektedir. Onur Öymen‘in tepkiler üzerine yaptığı, ‘Alevilere en çok biz sahip çıktık‘ açıklamasının ise özrü kabahatinden beterdir. Bu kirli bir siyaset oyunudur. Yüksek mevki siyasetçileri, halkın vicdanıyla konuşmamakta, bunun yerine, toplumda derin uçurumlar açacak ifadelere başvurarak, yaraları iyileştirmek yerine büyütmenin yollarını aramaktadırlar. Bugün halkların haklarını inkar eden egemen dile başvurmak, toplumda onarılması mümkün olmayan uçurumlar açmaktan başka bir işe yaramayacaktır. İhtiyacımız olan şey, katliamların ve sorumluların teşhir edildiği ve ezilen halk kesimlerine karşı her şeyden önce gönül borcunun ödendiği bir sürecin geliştirilmesidir. Ancak bu anlayış sayesindedir ki, bir arada yaşama kültürü toplumda kök salabilir. Herkesi bu sorumluluk ve vicdan duygusuyla davranmaya davet ediyoruz. 16.11.2009

kısmı düşük ücretli ve güvencesiz işlerde çalışmakta, büyük bölümü ise diplomalı işsizler ordusuna katılmaktadır. En son, YÖK tarafından hazırlanan, “Yükseköğretim Kurumlarında Danışma Kurulları Kurulması Hakkında Yönetmelik Taslağı” üniversitelere sermayenin doğrudan müdahelesinin önünü

açmakta, üniversitelerin sermayeye yedek iş gücü olmasında bugüne kadar örtülü yollarla sürdürülen faaliyet alenileştirilmektedir. Yoksul halk çocuklarına üniversite kapıları önce dersaneler ve özel dersler yoluyla, sonrasında harçlar ve üniversite içi temel hizmetlerin ticarileştirilmesiyle kapatılmakta, sosyal devletin boş bıraktığı alanı kendi çıkarlarına uygun biçimde kuşatan cemaatler gerici kadro devşirmenin derdiyle üniversitelere saldırmaktadır. AKP toplumsal olarak oluşturduğu gerici hegemonyayı üniversitelere de sıçratmaktadır.

Oysa üniversiteler her tür çağ dışı, dogmatik, ırkçı, faşist, gerici düşüncenin dışlandığı, toplumun aydınlanmasına kaynaklık eden özerk ve demokratik kurumlardır. Üniversiteler, tüm toplumsal kesimlerin eşit şekilde faydalandığı kamusal alanlar, bilimsel üretimin en önemli zeminleridir. Üniversitelerin kamusal eğitimin bir parçası olduğu gerçeği göz önüne alınarak, eğitim tüm kademelerde parasız olmalıdır. Üniversite öğrencileri, eğitimlerini sürdürebilmek için devlet tarafından karşılıksız burslarla desteklenmelidir. Üniversiteler, üniversite bileşenlerinin söz, yetki ve karar sahibi olduğu demokratik bir işleyişe kavuşturulmalı, antidemokratik üniversite yapılanması ortadan kaldırılmalıdır. Özgürlük ve Dayanışma Partisi, 27 yıldır bu hassasiyetlerle mücadele eden tüm sağduyulu kesimlerle aynı safta yer almayı görev bilerek; öğrencilerin, bilim insanlarının, eğitim emekçilerinin sermayeye ve gericiliğe karşı; eşit, parasız, demokratik, bilimsel ve anadilde eğitim talebinin takipçisi ve sürdürücüsü olmaya devam edecektir. 06.11.2009


11

DAYANIŞMA

basın açıklamaları• basın açıklamaları• basın açıklamaları• basın açıklamaları• HÜKÜMET, GDO’LU ÜRÜNLERDEN KAZANACAĞI PARAYI DEĞİL, HALKIN SAĞLIĞINI ve TÜRKİYE TARIMINI DÜŞÜNMELİDİR AKP iktidarı, GDO’lu ürünlerin ülkemizde imal ve ithaliyle ilgili çalışmalarını hızlandırdı. Uzunca bir süredir gündemde olan ve halk sağlığıyla ilgili en temel konuları içine alan GDO’lu ürünlerin ülkemizde piyasaya sunulmasının yaratacağı tahribatlar halkımız ve tarımımızın geleceğini daha fazla ipotek altına alacak, bunu da büyük gıda tekellerinin, emperyalist devletlerin çıkarları için yapacaktır. AKP iktidarının kapitalizm ve emperyalizmle kurduğu ilişki bugüne kadar kendisini pek çok alanda gösterdi. Bugün yaşanan süreçte ise, kapitalizmin insan yaşamını, ekolojik dengeyi bu denli çıplak bir biçimde hedef alan uygulamalarında yeni bir aşamayı yaşıyoruz. AKP, dini imanı para olan anlayışı uyarınca çiftçi sendikalarının, tarım kuruluşlarının, mühendislik ve tabip odalarının itirazlarına rağmen GDO yönetmeliğini canhıraş biçimde savunmaya devam ediyor. Konunun düğüm noktası tohumların üzerinde kurulacak mülkiyettir. Gıda tekelleri, tarım ve gıdada egemenlik kurmak için tohumu ele geçirmeleri gerektiğinin bilinciyle hareket etmektedir. Bitkilerin ve tohumların genetik yapısıyla oynayan şirketler yabancı genler yerleştirmekte, bu işlemden sonra elde ettikleri tohumlara patent almaktadırlar. Şirketlerin boyunduruğuna terk edilen çiftçiler “patent sahibi” şirketlere her yıl para ödeyerek tohum almak zorunda bırakılmaktadırlar. ÖDP, kapitalizmin toplumsal yararın önüne kar maksimizasyonunu koyan anlayışı, ‘ne kadar tüketebiliyorsan o kadar insansın‘ sloganıyla ifadesini bulan tüketim ideolojisi karşısında insan-doğa uyumunu temel alan bir dünyayı ve toplumu amaçlayan anlayışı çerçevesinde, GDO‘lu ürünlerle ilgili bazı gerçekleri kamuoyuyla paylaşmayı görev bilmektedir. • Bitki DNA‘sının neresine aktarıldığı bilinmeyen ve transfer yeri tamamen rastlantısal olarak belirlenen “yabancı genlerin” kararsızlığı, değişebilirliği ve yeniden düzenlemelere açık olmasının yarattığı sorun, alerjik reaksiyonlara neden olan proteinlerin ve toksik maddelerin üretimine yol açmaktadır. ABD‘de 1980‘lerin sonunda yaşanan bir felaket bu gerçeğin acı bir sonucu olarak, ürünü kullanan kişilerde sinir sistemini etkileyen, kas ağrıları ve kandaki bazı hücrelerin sayısında artış ile seyreden bir sendrom şeklinde kendini göstermiştir. Bu sorunları yaşayan 1.500 kişide kalıcı hasar gelişmiş, 37 hasta yaşamını yitirmiştir. • Alerjiye yol açan maddeler, genetik mühendisliği yoluyla bireylerin alerjik olduklarını bildikleri için tüketmekten kaçındıkları besinlerden, güvenle tüketilen besinlere aktarılabilmektedir. Dolayısıyla toplum açık bir riske sokulmaktadır. Tüketici sağlığını bilinmeyen ya da sık rastlanmayan alerjik maddelerin etkilerine karşı korumanın tek yolu etiketlendirilmesidir. Ancak, 26.10.2009‘da yayınlanan ve GDO ithalat ve ihracatını düzenleyen yönetmeliğin 5. maddesinin 8. fıkrasında “GDO‘suz ürünlerin etiketinde ürünün GDO‘-

suz olduğuna dair ifadeler bulunamaz” denilmektedir. Bu vahim bir yanlıştır, halkımızın sağlığı ateşe atılmaktadır. Alerjiye duyarlı bireylerin ürünler arasında seçim yapma hakkı yok sayılmakta, ölüm riski taşıdığı bilinen bu ürünlerin dağıtımı serbestleştirilmektedir. Dahası, besin alerjisinden en fazla etkilenen grup olan çocukların sağlığı üzerinde vahşi bir oyun oynanmaktadır. • GDO‘lu ürünlerin en fazla endişe verici yanlarından biri ön görülemeyen mekanizmalarla insan sağlığını tehdit etmesidir. Bilinmeyenlerin bilinenlerden çok olduğu bu denklemde doğal mekanizmaların işleyişi göz önüne alınmadığında, yol açacağı sonuçlar kolayca kontrolden çıkabilecektir.

üretimin doğal evreleri ve bilimsel gereklerine saygı duyulmalıdır. • GDO‘lu ürünlerin imal ve ithaliyle birlikte gündemimize ürünlerin patentlenmesi de girmektedir. Yeni, yararlı ve “icat edilen” bilimsel çalışmalar için yapılan patent uygulaması GDO‘lu ürünlerin üretiminde gıda tekellerinin bir silahı haline dönüşerek, canlıların patent altına alımı sonucunu doğurmaktadır. Böylece, sonsuza kadar hiç bir müdahale olmaksızın kendini yeniden üretebilecek bir organizma üzerinde; birkaç emperyalist ülkenin ecza ya da kimya şirketleri mülkiyet hakkı elde etmekte, yani yaşamın sahibi olmakta, gen korsanlığı/hırsızlığı meşrulaştırılmaktadır. Canlıların patentlenmesi, kapitalizmin insana, yaşama ve doğaya bakışını göstermesi açısından çok yalın bir örnektir.

Bu Gerçekler Işığında Bir Kez Daha Tüm Duyarlı Çevreleri GDO‘lu Ürünlerin Ülkemize Girişinin Karşısında Tavır Almaya Çağırıyoruz

Gezegenin genetik kaynaklarını Gezegeni denetlemek, kapitalizmin ekonomik ve politik iktidarının her şeyi büyük şirketlerin kâr hırsına tabi kılmasıyla ilgili ürkütücü ancak yalın bir gerçektir.

Ülkemizde GDO‘lu ürünlerin piyasa sunulmasının yürürlüğe girmesi, GDO‘lu tarım ilacı kullanımını artırarak hem toprağı hem de içme sularımızı zehirlemesini beraberinde getirecektir. Ayrıca daha fazla kullanılan bu tarım ilaçları insan ve hayvan organizmalarına girecek, çiftçileri dev gıda şirketlerine bağımlı kılacaktır. Bitkilerin genetik yapısına başka bir gen yerleştirme yöntemi sayesinde şirketler, tohumların yanında ilaçlarını da satacaklar, çiftçiler tohumla birlikte aynı şirketin ilaçlarını da almaya zorunlu kılınacaklardır. Bu yolla sömürü kalemi ikiye katlanacaktır.

• GDO‘lu ürünler biyolojik çeşitliliği yok etmekte, ekolojik dengeyi alt üst etmektedir. GDO‘ların ekosistem ve tarımsal üretim üzerindeki yıkıcı etkileri on yıllar içinde Türkiye tarımını tasfiye edecektir. Birbirleriyle etkileşim yoluyla iç içe geçmiş çeşitli türler, içinde bulunduğumuz ekolojik sistemin sağlıklı devamlılığını sağlamaktadır. Bu gerçeği göz ardı edercesine, GDO‘lu ürün pazarı tarımsal üretimde biyoteknolojinin kullanılmasını getirecek, bu da insan sağlığı, ekolojik denge ve biyolojik çeşitlilik açısından geri dönülmez hasarlar yaratacaktır. GDO‘lu tarım kendi dışındaki tüm tarım şekillerini ve özellikle ekolojik tarımı yok eden bir tekniktir. Bu nedenle GDO tohumlarının ülkemize girişi yasaklanmalı, tarımsal

GDO‘lu ürünlerin sağlığa uygunluğunu denetleyecek yeterince laboratuar ülkemizde yokken, üniversiteler, mühendis odaları, hekim kuruluşları yayınladıkları raporlarla GDO‘nun canlılar üzerindeki ölümcül etkilerini ortaya konurken, çeşitlilik ve ekolojik dengeyi yok eden etkileri pek çok araştırma ile ispatlanmış ve GDO‘lu ürünlerin dünyanın çeşitli yerlerinde insan sağlığını ve neslini nasıl zehirlediği ortadayken ve Tarım Bakanı tarafından GDO‘lu ürünlerin kullanımının riskli olduğu itiraf edilmişken, AKP iktidarının bu uygulamaya yol vermesi onun kimlere hizmet ettiğinin açık kanıtıdır. Biz bu gerçekler ışığında GDO‘lu ürünlerin ülkemize girişine dair düzenlemelerin iptal edilmesi gerektiğini ve halkımızın sağlığının, geleceğinin uluslar arası tekellerin insafına bırakılamayacağını bir kez daha kamuoyuna bildiriyoruz. 09.11.2009


12

DAYANIŞMA

• tarihten • tarihten • tarihten • tarihten• tarihten • tarihten• tarihten • tarihten • 1917 EKİM DEVRİMİ Sınıfların birbirleriyle yaptıkları çatışmalar içinde, finanskapitalin diktatörlüğü yerini devrimci proletarya diktatörlüğüne bırakmıştır. ‘Kapitalist mülkiyetin son saati gelmiştir. Mülkiyete el koyanlara, el konulmuştur’. Bukharin Ekim Devrimi’nin yıldönümünde hamasete kaçmadan neler söylenebilir diye baktığımızda bu devrimin dünya tarihi açısından pek çok özelliği göze çarpıyor. Bunların başında gelen hiç kuşkusuz Ekim Devrimi’nin emperyalizm çağının bir ürünü olmasıdır. Emperyalizm döneminde sınıf çizgileri daha keskin çizilir ve sınıf çelişkisi yoğunlaşır. Bir bakıma, işçi sınıfı antikapitalist durumu benimsemeye ve sosyalizme ulaşmayı amaç olarak belirlemeye zorlanmıştır. Ancak, emperyalizm çağında, antikapitalizm ister istemez antiemperyalizm anlamına da gelmektedir. Emperyalist politikanın artan iç sömürü ve uluslararası savaş biçiminde gelişen kendine özgü veçheleri, işçi sınıfının, kökenleri genel olarak kapitalist toplum yapısında ortaya çıkan, muhalif tavrının güçlenmesine neden olur. Bu bağlamda, emperyalizme karşı gelişen sosyalist muhalefetten söz edebiliriz. Böylesi bir muhalefetin, kendi başına emperyalizmin yayılmasını önleme yeteneği yoktur. Bu muhalefetin asıl önemi; sadece yeniden paylaşım savaşının, emperyalist güçlerin iktisadi ve sosyal yapılarının ciddi biçimde zayıfladığı ve bunlardan en şiddetli biçimde etkilenen alanlarda devrim koşullarının olgunlaştığı son aşamalarında anlaşılır. İşte o zaman başarılı sosyalist devrimler gerçekleşebilir. Dünya emperyalizminin zinciri en zayıf yerinden kopma eğilimine girer. 1917 yılında Rusya’da olan budur. Emperyalizm açısından ilk sınır, ulusal ve uluslararası yönlerinin karşılıklı etkileşimidir. En önemli muhalif güç, emperyalist ülkelerden çıkmaktadır. Ancak, söz konusu muhalefetin zafere ulaşma koşulları, uluslararası bir sistem olduğu düşünülen emperyalizmin yinelenen veçhesi olan yeniden paylaşım savaşları tarafından belirlenmektedir. Buna sosyalizmin doğuşu ve gelişiminin diyalektiği diyebiliriz. Ekim Devrimi’nin bir başka özelliği, o güne değin sosyalist güçler arasında süren devrimin nerede olacağı tartışmasında yeni bir sayfa açmasıdır. Ekim Devrimi’yle emperyalist zincirinin ilk önce gelişmiş ülkelerde kırılması gerekmediği, bu kırılmanın daha ziyade emperyalist zincirin nispî olarak ‘en zayıf halkası olan’ geri kalmış kapitalist ülkelerde başlayacağı görülmüştür. Bu konu ilk kez Lenin tarafından çok açık bir biçimde ortaya konmuştur. Geçmişte ‘devrimin, sosyalizmin unsurlarının düzenli olarak “olgunlaşmasıyla” gelişeceği ve daha kalkınmış, “daha gelişmiş” ülkelerin başı çekeceği’ biçimindeki düşünce genel kabul görmekteydi. Ekim devriminden sonra ise bu düşünce köklü bir değişim göstererek: “Ekim devrimi dünya çapındaki önemi, herhangi bir ülkenin emperyalizm okyanusunda sosyalizmin ilk küçük adasını yaratmak için emperyalizmi yerle bir edecek ilk adımı atmasının yanı sıra benzer bir biçimde söz, dünya devriminin ilk aşaması olması ve dünya devriminin gelişimini sürdürebileceği sağlam bir temel oluşturması gerçeğinde yatmaktadır” biçiminde kendini ifade etmiştir. Bu analiz, kapitalizmden sosyalizme geçişle ilgili önceki Marksist düşüncenin oldukça ötesine geçmiştir. Savunulması oldukça zor olan tek bir uluslararası devrim yerine burada karşımıza, dünya kapitalizmini en azından eşit koşullarda karşılayabilecek dünya çapında bir sosyalist sistemi adım adım kurmakta olan birbirinden ayrı ülkelerde gerçekleşen/gerçekleşecek bir dizi devrim öngörülmektedir. Sosyalizmin emperyalizmle yan yana gelişmesi ve alanını emperyalizmin aleyhine olacak bir biçimde aşama aşama genişletmesi bu düşüncenin temelidir. Ancak, bu, iki sistem arasında er geç açık ve kesin çelişki olacağı anlamına mı gelmektedir? Böylesi bir ihtimalin inkâr edilmesi mümkün değildir ama bundan uzak durabilmeyi mümkün kılacak birçok neden de vardır. Sovyetler Birliği’nin yıkılması böylesi bir gelişmenin düz bir çizgide gitmeyeceğini bize gösterdi. Ancak bu gelişme emperyalizm döneminde sosyalist devrimlerin yaşamayacağı anlamına gelmez. Yaşar, çünkü emperyalizmin antagonizmleri buna müsade eder. Bu antagonizmler, üç çeşittir: ülke içindeki sınıf çelişkileri, kapitalistler arası rekabet ve gelişmiş ülkeler ve de geri kalmış ya da sömürge ülkeler arasındaki antagonizmler. Bu antagonizmlerin her üçü de 20.yy.’da sosyalist devrimlerin önünü açmıştır. Bugün kapitalizmin yaşadığı kriz bu emperyalist antagonizmlerin varlığını korumakla kalmadığını, belirgin bir biçimde derinleştiğini gösteriyor. Dönem mülkiyete el koyanlara el koyma dönemidir. Ekim Devrimi 21. yüzyılda güncelliğini koruyor.

Üniversitelerde Karanlığın Miladı - 6 Kasım 1982 6 Kasım 1982’de Anayasa’ya giren YÖK üniversitede özerk-bilimsel-akademik eğitimin karşısında kuvvetli bir barikat oluşturmaya devam ediyor. YÖK, yıllar içerisinde harçlar, özel üniversiteler, piyasalaştırma, otoriter, tek tipleştirici eğitim modeli, baskı ve soruşturmalarla üniversitedeki çağdaş, toplumcu düşüncelerle olan kavgasını her gün biraz daha büyüterek karnesindeki yıldızları çoğalttı. 12 Eylül 1980’de Amerikancı Kenan Evren cuntasının gerçekleştirdiği darbenin bir kurumu olarak üniversiteleri faşist, gerici düşüncelerle kuşatarak üniversitelerin oksijenini kesti. 12 Eylül’ün ülkemizi neoliberalizme terk eden anlayışı çerçevesinde üniversite içi temel hizmetlerin tümünü öğrenciler için hak olmaktan çıkararak her şeyi parasallaştırdı, okulları ticarethaneye çevirdi. Farklı kimliklerin, kültürlerin yaşam alanlarını daralttı, yasaklar ve zorbalıkları iştahla savundu, polis, jandarma ve özel güvenlik birimleri onun kadim dostu, üniversitenin zorbaları oldu. Bugün de AKP’nin eline geçen yapısıyla cemaatlerin, tarikatların yuvası haline gelerek ülkemizdeki dinci gerici kuşatmanın üniversite ayağı oldu. Egemenlerin öğrenciler, öğretim görevlileri, üniversite çalışanlarının özerk bir yönetime olan özleminin karşısında bugün hala AKP’nin gerici değerlerini savunmaya devam ediyor. Elbette, ona karşı muhalefet ve onunla mücadele de… Kuruluşunun 27. yılında YÖK’e ve onun bugün AKP eliyle şekillendirilen düzenine karşı muhalefet bu yıl sokaklarda farklı bir solukla yürüdü. Üniversitelerdeki mücadelenin hareketlenmesi şüphesiz eğitimdeki gerici, piyasacı, baskıcı karakterin yırtılıp atılmasına kaynaklık edecek. Alanlarda en çok atılan slogan gibi; “YÖK kalkacak, polis gidecek, üniversiteler özgürleşecek.”

Düzce Depremi 12 Kasım 1999 Resmi kayıtlara göre 845 kişinin öldüğü, 4948 kişinin yaralandığı Düzce Depremi ülkemizin yakın tarihinde yaşanan en kıyıcı felaketlerden birisi olarak hala taptaze. Depremzedelerin, deprem felaketi sonrasında çektiği çileler; evsiz kalıp sokakta yatan, sağlıksız koşullardaki prefabrike konutlarda kaderlerine terk edilen insanlarımız bir yanda, depremi Allah’a havale eden “büyük” devlet adamlarımız diğer yanda. En son Marmara bölgemizde yaşanan sel felaketini de Allah’ın takdiri olarak gördüklerinde “büyüklerimizin” acizliklerine tanık olmuştuk. Depremin etkilerinin özellikle yanlış kentleşme/yapılaşma politikaları ile yakından ilgili olduğunu biliyoruz. Yıllardır uygulanan siyasi ve ekonomik rant amaçlı, hatalı ve denetimsiz yapılaşma yıllar içerisinde binlerce insanımızın ölümüne sebep oldu. Bu bedelleri hep yoksullar ödedi, ödemeye de devam ediyor. Depremde sokakta kalan, salgın hastalıkta hastane kapısında, aşı kuyruğunda ölen, selde evini kaybedenler her zaman ülkemizin milyonlarca yoksulunun arasından çıkıyor. Öyle ki, Düzce Depremi’nde oluşan kayıpların %80’inin tesisat sistemlerinde oluşan hasarlardan kaynaklandığı belirtilmişti. Yani, devletin sorumluluğunu yerine getirmeyi ertelediği, denetimsiz yapılarda kalanlar yaşamlarını kaybetmişti. Deprem kader değildi, aradan geçen 10 yıl da gösterdi ki, hiçbir zaman olmayacak. Düzce Depremi’nin 10. yılında yitirdiğimiz yurttaşların anılarına saygıyla…

Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin Kabulü - 20 Kasım 1989 “Eğlenin yavrularım, eğlenin. Gülün, oynayın, koşun, bağırın. Egemen bir ülkede özgür ve mutlusunuz.” Çocuk hakları, “kanunen veya ahlakî olarak dünya üzerindeki tüm çocukların doğuştan sahip olduğu, eğitim, sağlık, barınma; fiziksel, psikolojik veya cinsel sömürüye karşı korunma gibi haklarının hepsini birden tanımlamakta kullanılan, evrensel” bir kavram. Birleşmiş Milletler, bu genel çerçeveyi kabul ederek Çocuk Hakları Sözleşmesi’ni 20 Kasım 1989’da taraf devletlerin imzasına sundu. Türkiye bu sözleşmeyi 2 Ekim 1995’de imzaladı. İmzaladı da ne değişti? Yoğun bir çocuk hakları istismarı... ‘Taş attığı’ için 30 yılla yargılanan, tutuklanan 12-13 yaşlarında Kürt çocukları. Sanayide, tarımda, aile içinde ücretsiz veya çok ucuz işgücü olarak çalıştırılan çocuklar. Dünya çapında 200 milyondan fazla işçi çocuk. Savaşta, barışta kapitalizmin her türlü koşulunda sömürülen, cinsel istismara uğrayan; küçücük bedenleri üzerinden para kazanılan, ruhları paramparça edilen çocuklar. Oyuncak yerine ellerine silah verilip iç savaşlara sürülen, “Bir bebekten katil yaratan” sistemler. Torna tezgahlarında, tamirhanelerde kirin pasın içinde, soğuktan moraran elleriyle çocuklar. Düşleri, adına gerçeklik denilen düzen törpüsüne çarpan ve ‘adam’ edilen çocuklar. Kampanyalar, okuma/okutma çığlıkları, koca koca adamların/kadınların yalanları. “Türküm, doğruyum, çalışkanım, üşüyorum, açım ve geleceksizim”.


13

DAYANIŞMA

Devlet Şiddetine, Ekonomik Şiddete, Erkek Şiddetine Son! 25 Kasım, tüm dünyada Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günüdür. Dominik Cumhuriyetinde iktidarı ele geçiren Rafael Trujillo diktatörlüğüne direnen Patria, Minerva ve Maria Teresa adlı üç kız kardeş, 25 Kasım 1960 yılında tecavüz edilip öldürüldüler. Mirabal Kardeşlerin ‘suçu’ ülkelerini soluksuz bırakan zulme dur demeleriydi. Her kadın gibi direnmenin bedelini önce bedenleri ile ödediler… Birleşmiş Milletler 1999 yılında, 25 Kasım’ı “Kadına Yönelik Şiddetin Ortadan Kaldırılması için Uluslararası Mücadele Günü” olarak ilan etti. Mirabal Kardeşlerin katledilişinin üzerinden neredeyse yarım asır geçmesine rağmen, kadına yönelik şiddet aynı güncelliğiyle sürmektedir. Şiddetin ortadan kaldırılması yönünde köklü bir gelişme yaşanmadığı gibi; giderek daha da vahşileşen kapitalizmin sebep olduğu savaşlar, işgaller, yoksulluk ve sefalet sonucu kadına yönelik şiddet artarak devam etmektedir. Bugün gelinen noktada şiddet ve ayrımcılık yaşamlarımızın adeta olağan bir parçası haline gelmiştir. Biliyoruz ki; dili, dini, ırkı, mezhebi, cinsel yönelimi ne olursa olsun, kendi hayatına dönüp bakan hiçbir kadın, şiddetten arınmış bir ömre rastlayamayacaktır. Şiddet, kadınları nerede, ne şekilde bulacağı bilinmeyen bir kabus gibidir. Bazen yolda, bazen okulda, bazen işyerinde, bazen sokakta, bazen savaşta, bazen evimizde gelir bulur bizi… Kadınların tarihi şiddetin de tarihidir bir bakıma. Bugün ülkemizde ve dünyada kadınların tarihi yine şiddetin gölgesinde yazılıyor. Türkiye’de, Irak’ta, Afganistan’da, Filistin’de ve dünyanın pek çok yerinde kadınlar, tacizler, tecavüzler, ve işkencelerle yüz yüze yaşıyor, öldürülüyor. Biz kadınlar, kazananı belirsiz ama kaybedeni mutlaka kadın olan savaşlara, namus ve intihar kisvesi altındaki kadın katliamlarına, her türlü ayrımcılığa, yok sayılmaya, sokaklarda ürkerek dolaşmaya, krizin yükünü sırtımızda taşımaya, yoksullaştırmaya, güvencesiz yaşamlara yani bize yönelen her türlü şiddete “artık yeter” diyoruz. Biz kadınlar yıllardır dili yasak, kendi yasak Kürt kadınının acısını yüreklerimizde duyarak, bir kamyon kasasında boğularak can veren kız kardeşlerimize içimiz yanarak, sevdikleri ya da sevmedikleri erkeklerin ellerinde can veren Demet Öğretmenle Dilek Hemşireyi kalbimizde taşıyarak haykırıyoruz: Devlet şiddetine, erkek şiddetine ve ekonomik şiddete karşı sokaktayız! Haydi kadınlar, şimdi şiddetin her türüne dur deme zamanıdır. Sistemin her gün ve her gün yeniden ürettiği, beslediği, yaygınlaştırdığı, medyalaştırdığı; yasalarıyla koruyup güçlendirdiği şiddete karşı dayanışma zamanıdır. Şimdi şiddete kurban verdiğimiz tüm kadınlar için ağıtlarımızı öfkeyle ve inançla harmanlayıp sokakta olma zamanıdır. ŞİDDETE SON!

Geçmişten Geleceğe Kadın Mücadelesi ÖDP’li kadınlar önümüzdeki ay geçmişten geleceğe kadın mücadelesini işleyeceği bir etkinlik düzenliyor. İstanbul Tabip Odası’nda 5 Aralık’ta gerçekleştirilecek etkinlikte geçmişten bugüne ve geleceğe uzanan bir yelpazede kadın mücadelesi ele alınacak. Sinevizyon gösterimi ve müzik dinletilerinin yer alacağı geçmişten geleceğe kadın mücadelesi etkinliğinin onur konuğu ise hayatını devrimci kadın mücadelesine adayan Sevgi Göğçe olacak. İstanbul ÖDP Kadın Koordinasyonu tarafından hazırlanan etkinlikte buluşmak üzere..

ÖDP’Lİ KADINLAR: HEPİMİZ ROJİN’İZ! 25 yılı aşkın süredir ülkemizde devam eden savaş ortamının değişmesi ve barışın gerçekleşmesi için umutluyuz. Ancak biliyoruz ki bu zorlu süreçte barıştan yana tutum almak yürek istiyor. Toplumun barıştan yana atan kalpleri birleştikçe ve umut ışığı her geçen gün biraz daha arttıkça, rahat köşelerinden kalem oynatıp ‘zehir’ saçmaya devam eden ‘köşe’ yazarları da eksik olmuyor. Ülkemizde esen barış rüzgarından adeta hasta olan bu tip ‘köşe’ yazarları, hastalıklı fikirlerini fütürsuzca ve sorumsuzca ortaya koyarken, yaşamak istedikleri kirli dünyanın fotoğrafını nasıl da gösteriyorlar.

Akşam Gazetesi’nde köşe tutan Serdar Turgut adlı kişinin 24 Ekim 2009 tarihli yazısında dile getirdiği yorumlar, barışa değil savaşa susamış bir zihniyetin ürünüdür. Ne var ki, Serdar Turgut adlı bu kişinin bu yazıyı yazarken ağzından akan salyalar sadece savaşa susamış bir caninin duygularını yansıtmıyor, aynı zamanda bu kişinin biz kadınlar açısından ne kadar TEHLİKELİ BİR YARATIK haline geldiğini gösteriyor. Serdar Turgut, sanatçı Rojin’i ‘dağa kaldırmaktan ve seks kölesi yapmaktan’ dem vuran yazısıyla, bu ülkede yaşayan kadınlar için ne derece tehlikeli bir kişilik olduğunu kanıtlamıştır. Ayrıca, Rojin’in adını malzeme yaparak hem kadınları hem de Kürt kadınları aşağılamaya çalışmıştır.

Serdar Turgut, binlerce yıldır süregelen erkek egemen zihniyetin en aşağılık örneğini bir kez daha hepimize göstermiştir. Savaş olgusuyla ‘kadına yönelik şiddet’ olgusunun ne kadar iç içe gelişen ve birbirini besleyen olgular olduğunu yeniden kanıtlayan Serdar Turgut, bugünden itibaren biz kadınların iyiniyetinden ve sabrından azadedir. Bu yüzden diyoruz ki, biz Türkiye’de yaşayan tüm kadınlar HEPİMİZ BİRER ROJİN’İZ! Rojin’in Serdar Turgut’a açtığı davanın takipçileri olacağız. Bu ülkenin tüm kadınlarını, Serdar Turgut’u protesto etmeye davet ediyoruz.


14

DAYANIŞMA

İklim Değişiyor, Değiştirenler Değişmiyor… Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı, bir başka deyişle 15. Taraflar Konferansı ( COP 15 ) 7-18 Aralık 2009 tarihleri arasında, Danimarka’nın Kopenhag kentinde yapılacak. Gerek kuzey kutbundaki buzulların gerekse kimi dağ buzullarının hızla erimekte olması uzaydan çekilen fotoğraflarla net olarak tespit edilmiş durumda. Okyanuslardaki ısı artışı ve tuzluluk oranı değişimleri iklim değişikliğine ilişkin somut veriler. Ve yine son dönemlerdeki fırtına, sel ve hortumların sayısındaki artış bir başka önemli veri. Artık hemen hemen hiç kimse bu gerçekliği yadsıyamıyor. Bilim insanları ivedi çözüm bulunması ve gerekli önlemlerin alınması konusunda hemen her gün dünya kamuoyunu uyarıyorlar. Ancak ABD başta olmak üzere en çok emisyon salanlar çözüm ve önlem için kıllarını kımıldatmıyorlar. Kyoto Protokolu işlevini tamamlayamadan eksiklikleri ve yanlışlarıyla birlikte 2012’de tarih olacak. Bali yol haritası, ABD ve Çin’in “çevir kazı yanmasın” oyalamasıyla bir kağıt parçası olmanın ötesine geçemedi. Eylül-2009’da Obama ve HuJintao önemli (!) sözler verdiler. Özellikle Hu-Jintao’nun 2020’ye kadar emisyon salımını önemli ölçüde azaltacağını ve yine aynı tarihe kadar yenilenebilir enerji

ve nükleer enerjinin payını % 15 arttıracaklarını söylerken aslında halının üzerindekini halının altına atmaktan öte bir şey yapmayacaklarının beyan ediyor. Diğer yandan Kopenhag’daki Konferans’ın katılımcıları 191 ülke temsilcisi ( bunların bir kısmı gözlemci) , gözlemci örgütler ve akredite basın/medya. Oturumlar halka kapalı. Şimdiden katılımcı olmak isteyen çeşitli çevre grupları ve demokratik kitle örgütü mensupları yoğun vize sorunu yaşıyor. Görülen o ki, küresel kapitalizm yine vahşi sömürüsü uğruna dünyayı yok etmeyi sürdürürken dünyalıyı nasıl oyalarım hesaplarını yapacak. Bu arada Coca-Cola gibi firmalar bir yandan dünyada sendikacı avını, diğer yandan Bursa Ovası’nda yaptıkları gibi ovanın yer altı sularını çekerek ovayı bitirme eylemini sürdürürken, Kopenhag İklim Değişikliği Bildirisi’ne imza koyup dünya halkalarına şirin gözükme çabasındalar. Her türlü engellemeye rağmen Konferans süresince hem Danimarka’da, hem de dünyanın diğer ülkelerinde iklim değişikliğine neden olanlar protesto edilecekler. Türkiye’nin duyarlı insanları ve ÖDP’liler de her zamanki gibi havamızı bozan finans kapital zorbanın havasını bozmak üzere yine sokaklarda olacaklar.

Nükleer Nükleer Diye Diye… Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu, Nükleer Santral İhalesi Yönetmeliği’nin iki maddesi için yürütmeyi durdurma kararı aldı. Enerji Bakanı Taner Yıldız, hemen akabinde açıklama yaparak; “İhale sürecini etkileyebilir fakat Nükleer Güç Santralleri konusunda kararlıyız.” dedi. Türkiye’de, burjuva hukuku giderek çürüyor. Yargının yargıyı dinlediği bir ortamda hukuk, çürümekte olan bir meyve gibi kendi meyve sineklerini yaratıyor. Danıştay’ın aldığı bu son karar da bir şekilde by-pass edilecektir. Geçmişte zamanın Enerji Bakanı Hilmi Güler’in de yargı kararına rağmen Bursa Çınarcık HES’in yapımına devam edileceğini açıklaması sadece bir örnektir. Bunun gibi onlarca örnek mevcuttur. Ayrıca bu durum salt AKP için değil daha önceki hükümetler için de geçerlidir.

Sel, Deprem, Heyelanı Toplum İçin Afete Dönüştüren Rant Düzenidir Her yıl peryodik biçimde yağışlar başlayınca sel haberlerini bir felaket haberi olarak duyarız, konuşuruz. Tuhaftır ki aynını heyelan ve bağlı olarak taşkın haberlerinde de yaşarız. Aynı tuhaflık değişmez, şiddeti önemli olmaksızın en küçük deprem bile, yaşadığımız-çalıştığımız binalara dair kökünden bir güvensizlik yaratır. Genel olarak emekçiyi- yoksulu ‘en kitlesel’ düzeyde vursa da, yolda arabasının içinde ya da toplumun ortak kullandığı mekanlarda yakalayınca zengin-yoksul diye de ayırmıyor. Doğanın, olağan seyrinin- akışının bir parçası olan her hadise afete dönüşüyor. İnsanın doğayla kurduğu ilişkiden kaynaklanan bir sonuç. Ya doğanın hallerini anlayan ve daha barışık bir ilişkiyle insan kendi hayatının gereksinmelerini karşılayacak ya da ‘aklına ve teknolojiye güvenerek, kör gözün parmağına’ doğaya yaptığı müdahalenin sonuçlarını felaket olarak yaşayacak.

Sel riski bilinir ve analiz edilebilir değil miydi? Dere yatakları ve yağışlar bilinir değil miydi? Bilinirdi. Lakin dereye 200 metrelik yan duvarlar örünce, akacağı yeri de denize bağlayınca mevzuyu çözdü sanıyor. Oysa sele neden olan yağış 200 metrede birikmiyor ki! Ya da yamaçları toprağı tutan ağaçlardan arındırıyor, alt düzlüğe de yerleşim yapıyor. Yağmuru yiyen toprak gevşeyip kendini salınca derenin önünü kapatınca yapay baraj etkisi yaratıyor. Ya da depremde illa ki, fayın çizgisini bilerek fayın üstüne yerleşim yapıp-yapmama olarak, depreme hazırlık eksenli yerleşim planladığını sanıyor. Tabii ki, afete dönüştükten sonraki süreçlerde de ayrı bir trajedi yaşanıyor. Söz konusu olan meydanlarıparkları kalmamış kentler olunca, afet sonrası sığınacağı bir parça güvenli arazi bile bulunamaz oluyor. Açık ki, araziyi ve yapıyı bu kadar ranta konu eden bir zihniyet ki, adı kapitalizm. Başka ne türetebilir? Denilebilir ki, gelişmiş kapitalist ülkelerde bizim kadar olmuyor. Doğrudur. Bizdeki gibi olmuyor, ama doğayla oynamanın acısı oralarda da başka türlü çıkıyor.

Gelecek nesiller için tam bir bela olan atık sorunlarının çözülemediği, tesisi son derece pahalı olan, kaynak olarak tükenme eğilimindeki uranyuma dayanan, dolayısıyla kaynak maliyetleri önümüzdeki süreçte giderek fiyat artışı trendine girecek olan nükleer santrallerde ısrar tamamen siyasidir. Son günlerde İran ile yaşanan nükleer flörtten de anlaşılacağı gibi ‘Yeni Osmanlıcılık’ eğilimleri kafaların arkasında bir yerlerde durmaktadır. Kafaların arkasında ne olursa olsun, görülen o ki nükleer santraller öyküsü daha pek çok siyasi iktidarın adını bünyesinde eritecek uzun bir öykü olarak tarihte yerini alacaktır.

Yasal mevzuat, kamu kurumlarına bu tür afetlere dönük hazırlık yapma bakımından, mükemmel düzeyde olmasa da yeterli sayılabilecek yetkileri de görevleri de vermekte. Fakat sorun, felakete dönüşmemesi için ‘mekanı-araziyi-coğrafyayı’ rantın yeniden üretildiği bir meta olarak düşünüp düşünmemekte, kamusal yetkiyi hangi saikle kullandığınızda kilitleniyor. Bugünden kentsel hizmetleri, deresiyle-yağmuruyla-planlamasıyla-kanalizasyonuyla-parkıyla-yapılarıyla-afete hazırlık çalışmalarını ‘yardımlaşmacı’ bir zihniyetle düşünmekte. Ve düşündürmekte. Ve tabi ki, afetlerin en çarpıcı diğer sonucu ise afet sonrasında kamunun ve beşeri ilişkiler dünyasının, bencilliği-yoksaymayı mı, karşılıklı yardımlaşma ve varsaymayı mı içeren pratiklerle yaşandığında.


15

DAYANIŞMA

DİYARBAKIRSPOR’A DOKUNMA Cem Doğan Mevcudiyetini ancak bir takım düşmanların varlığı üzerinden tanımlayan gayet “milli” bir güvenlik devletimiz vardı. Geçtiğimiz yüzyılın başlarından kalma Sevr paranoyasının üzerine bir de Sovyet “tehdidi” eklenince işler oldukça kolaydı. İcat edilmiş bir ulus, sadece bu ulusa özgü olduğu söylenen kolektif bir bilinç, kurucu efsanelerle oluşturulmuş konserve bir tarihsel arka plan “sınıfsız, kaynaşmış ve imtiyazsız” kitlelerin anlam dünyalarına kazınan hayali düşmanlarla çarpışmalarına yetecek bir ruh hali yaratılmasına yetiyordu. Bu öyle bir ruh hali idi ki kimsecikler yaşadıkları şehirlerin “kurtuluş” günlerinin neden “düşmandan” kurtuldukları söylenen tarihten 40 yıl sonra başladığını sorgulama gereğini duymuyordu. Kuşkusuz her kademeden devlet ricali bu bol düşmanlı, mizansenli öykülere “dengbejlik” yapabilecek kalibrede zatlardan müteşekkil idi. Kim ki özgürlük ister hain, kim insanca yaşamak ister bölücü diye yaftalanıp, yaşadığına pişman edilebiliyordu.

Sonra ülkenin uluslararası kapitalist işbölümü içerisindeki rolü değişip, siyasal dengeler alt üst olunca verili yapının tasfiyesi ve yeni bir konseptle ikamesi kaçınılmaz hale geldi. Artık sürdürülmesi mümkün olmayan bir yapının tasfiyesi işi üzerlerine ihale edilenlerle, tasfiye edilenler karşılaştıkları her mevzide birbirleri ile amansız bir kavgaya girişmiş vaziyetler. İmza ıslak mıydı, kuru muydu, başsavcı dinlenir miydi dinlenmez miydi tartışmaları bu kavganın bir parçası. Kuşkusuz çok mühim bir çatışma bu. Esas olarak “Habur meselesi” bahane edilerek Diyarbakırspor’a reva görülenler de aslında bu sürecin bir parçası. Hali hazırdaki yapıyı tasfiye etmeye çalışanlar ırkçı ve şovenist holiganların Diyarbakırspor’a yönelik saldırılarını “ vatandaş tepkisi” olarak kategorize edip Kürtlere “açılabilecekleri” mesafenin sınırlarını bildiriyorlar. Tasfiye edilenler ise Diyarbakırspor’luları açık ya da gizli biçimlerde tahrik ederek pek iyi bildikleri düşman, bölücü,

hain algılamasını canlı tutmak suretiyle en azından bu güruhlar içerisindeki yığınak alanlarını muhafaza etme çabasındalar. Dolayısıyla her iki kesim de eylemlerine müdahale etmedikleri ve/veya destekledikleri holigan saldırılarını araçsallaştırarak coğrafyanın bütününe mesaj iletiyorlar: “Barışa çok sevinmeyin, ortalıklarda görünmeyin, bugün Diyarbakırspor’un başına gelenler, yarın öbür gün hepinizin başına gelir!” E hani spora siyaset bulaşmazdı! Bulaşır siyaset her yere bulaşır. Onlar kimyalarına uygun holiganizmin, ırkçılığın, insani değerlerden soyutlanmış amansız bir rekabetin safındalar. Bizler ise, kardeşliğin, dayanışmanın, çocuksu bir oyun keyfinin. Diyarbakırspor’a dokunmayın, kardeşlerimize ilişmeyin. Herkes topunu oynasın, iyi olan kimse o kazansın.

Sorduk: Do muz g ri bi aşı s ı n a gü v e n i y or m u s unuz? dediler ki... Ailecek aşı olmadık. Başbakan bile aşı olmayacağım dedikten sonra sen nasıl aşı olayım, çocuklarıma nasıl aşı yaptırayım. Doktorlar bile olmayın diyor. Başbakan ABD’deki aşı farklı, bizdeki farklı dedi. İçinde ne gibi kimyasallar var ya da yok. Aşılar neden farklı? Bu kadar para neden verildi farklıysa?

Aşı olmadım, olmak da istemiyorum. Çocuklarda da tereddütler var. Ben zaten zatürre ve grip aşısı oldum. O yüzden de domuz gribi aşısı yaptırmayacağım. İsmail Taşkın (70) Emekli

Tamer Canıgüzel (46) Esnaf

Özgürlük ve Dayanışma Partisi Adına Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Alper TAŞ

Başbakana selam söyle. Onun yüzünden 16 yıllık eşimle aram bozuldu. O, aşı yaptırmayalım diyor, ben yaptıralım diyorum. Sen Başbakan’dan daha mı iyi bileceksin diyor. Ben domuz gribi aşısı yaptırma taraftarıyım ama Türkiye’deki yöneticilerin bu işi ciddiye almadıklarını düşünüyorum. Türkiye’yi yönetenlerin, yönettikleri insanlara örnek olması lazım. Türkiye’deki aşı başka Amerika’daki başka. O zaman niye getirildi, neden bu kadar para verildi aşılara. Halil Ülker (43) Taksici

ÖZGÜRLÜK ve DAYANIŞMA PARTİSİ GENEL MERKEZİ GMK Bulvarı No: 87/18 Maltepe-Ankara Tel: 0312 2317232 - 2313312 • Faks: 0312 2320347 http://www.odp.org.tr • e-posta: odp@odp.org.tr



Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.