Kurtuluş Gazete Say-1

Page 1

AKP sağlığımızı da satıyor

Demokratik lise istiyoruz

Halkı kamu hizmetlerinden yoksunluğa terk eden politikaların yanında, yoksullara sadaka anlayışı ile, yaygın tüketim malı dağıtımını belediyeler aracılığı ile hızlandıran; diğer yandan İslamcı dernekleri de yine bu amaç doğrultusunda kullanan AKP, öte yandan sağlık hizmetlerini piyasalaştırmanın telaşında. Aşamalı olarak özelleştirilmesi öngörülen iki alandan biri eğitim, diğeri ise sağlık. >> Sayfa 3

evrimci Liseliler 26.01.2008 günü Galatasaray Meydanı'nda gerçekleştirdikleri bir basın açıklamasıyla sömestr tatiline girerken eğitim haklarının gasp edildiğini söylediler. Yetkililerin başarılı bir yarıyıl geride bırakıldı söylemine karşı çıkan liseliler eylemde, “Demokratik lise istiyoruz” yazılı bir pankart açtılar. Devrimci Liseliler adına basın açıklamasını Sezen Çolak okudu. >> Sayfa 4

George Habaş’ı kaybettik

D

KURTULUS BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ ve EZİLEN HALKLARI BİRLEŞİN!

SAYI

01 4-18 Şubat Fiyatı 1 YTL

F

ilistin halkının El Hekimi (doktoru, bilgesi) ya da Abu Maysa yaşama gözlerini yumdu! Filistin halkının liderlerinden ve direnişin sembollerinden, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) kurucularından George Habaş, 26.01.2008 tarihinde 1992'den beri sürgünde yaşadığı Ürdün'de yaşamını yitirdiği haberini dünya basınına FHKC'nin efsanevi kadın gerillası Leyla Khalid bildirdi. >> Sayfa 6

Yeniden Sosyalist Kuruluş Meclisi kuruldu Yaşanan istifalar sonucunda SDP'nin birçok İl Örgütü tamamen kapanırken, bazı illerde de kongreye gitmesi bekleniyor. Partiden istifa edenler ise, gerçekleştirdikleri iki büyük toplantı sonucunda kendilerine Yeniden Sosyalist Kuruluş Meclisi adını verdiler. >> Sayfa 2

Onlar engerekler ve çıyanlardır Susurlukçular, Saunacılar, yüzbaşılar vs vs.. ve şimdi de Ergenekon. Gün geçmiyor ki, yeni bir çeteyle daha tanışmayalım. “Bunlar engerekler ve çiyanlardır, ekmeğimize aşimıza göz koyanlardır” diye çok önceden haber vermişti Ahmed Arif. Daha kim bilir ne çok engerek var bu çürümüşlüğün altında!

Her ülkeye iç savaş örgütleri

Ekolojide

İkinci paylaşım savaşının ardından prestij kazanan komünizmin geriletilebilmesi için ABD denetimi altındaki ülkelerde Nato aracılığıyla iç savaş örgütleri kurdu. İlki bunlara genel bir ad gibi yakışan ve İtalyan Komünist partisinin etkinliğini kırmak için oluşturulan Gladio idi.

Marx ve Engels Bazı çevreci teorisyenlerin iddialarının aksine, Marx ve Engels insanlığın doğayla olan ilişkisinin farkında ve ona son derece saygılı idiler. Ve onlar, sosyalizm için ekolojik sürdürülebilirliğin bir zorunluluk olduğunun farkındaydılar. John Bellamy Foster ve Marksist Paul Burkett, bu konuyu, “Marks ve Engels'in İhmal Edilmiş Yazıları” üzerine yazdıkları kitap ve makalelerinde incelemişlerdir. >> Sayfa 7

Devletin kendisi derin Türkiye'de varlığı bile bir zaman kabul edilmeyen ve sonrasında normal bir devlet kurumuymuş gibi Özel Harp Dairesi adı altında legalize edilen gizli savaş örgütleri, Süleyman Demirel döneminde doğal ve esasında da bunun devletin kendisi olduğu şeklinde açıklanmaya kalkışıldı.

Çeteleri temizleyelim Geçtiğimiz yıllarda da çeşitli çeteler yakalandı, muhtelif suikastler düzenlendi ama kamuoyunu tatmine yönelik birkaç tutuklamanın ötesinde hiçbir adım atılamadı. Bu nedenle, “temizlenmesi gerekenler” temizlenirken boş umutlara kapılmamak gerekir. Bu elbette çetelerin arkasının bırakılması anlamına gelmez. Tam tersine Mustafa Suphilerden başlayarak hiçbir cinayet unutulmamalı, hiçbir çetenin peşi bırakılmama, bu politik çalışmanın en asli öğelerinden biri olarak sürekli gündemde tutulmalıdır.

Kürtlere kim

mesafe koymuş?

>> Sayfa 5

İşçi sınıfı en devrimci sınıftır Sovyetler Birliğindeki bürokratik rejimin çöküşünün ardından neoliberalizm güçlü bir ideolojik saldırıya geçti. Bu saldırı “solcu”larda da etkisini gösterdi. İşçi sınıfı artık eski sınıf değildi. Sisteme entegre olmuştu ve Marks'ın ünlü sözü, “ işçi sınıfının zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi yoktur. Ancak kazanılacak bir dünya vardır.” geçerliliğini yitirmişti. İşçi sınıfının kaybedecek şeyleri vardı!

Mahir Sayın’ın yazısı >> Sayfa 5’te

YÖRSAN ürünlerini kullanmayın 1990'lı yılların başına kadar neredeyse küçük bir azınlık durumunda olan, siyasetteki temsiliyeti %3-5'leri geçmeyen siyasal İslam, çoğunlukla Anadolu'da küçük esnaf üzerinden örgütlenen; hak, adalet, alın teri gibi kavramları sık kullanan bir çevre idi. Bunlar büyük kapitalist şirketleri imansız, çoğunlukla mason, hak-hukuk bilmez güçler olarak gösteren bir ajitasyonu da eksik etmezlerdi.

Hafız Sengir’in yazısı >> Sayfa 3’te

Davutpaşa’da ruhsatsız cinayet Patlayan “plastik atölyesinin” altından aslında sigortasız, kayıt dışı, iş güvencesi olmayan kocaman bir işçi sınıfı çıkmıştı. Kayıt dışı işyeri, kayıt dışı işçiler, kayıt dışı bir yaşam...

Ortaya çıkan blanço korkunç Türkiye, Zeytunburnu İlçesine bağlı Davutpaşa, Çifte Havuzlar Caddesi'nde gerçekleşen bir patlama sonucu yine sarsıldı. Yine gazeteler olayı manşetlerine taşıdılar. Yine yetkililerden açıklamalar geldi. Çünkü yine devasa bir iş cinayeti yaşanmıştı. Tuzla Tersanesi'nde 7 ayda 13 çalışanın ölmesinin ardından bu kez Davutpaşa'daki patlamada 23 işçi yaşamını yitirmiş, 114 kişi yaralanmıştı.

Plastik atölyesinde fişek İstanbul Davutpaşa'daki 5 katlı iş merkezinin dördüncü katında, kaçak çalışan kot yıkama atölyesinde meydana gelen kazan patlaması sonucu yangın çıktı. Alevler, bir anda çatıyı sardı. Çevredekiler kat otoparkına ve camlara çıkarak olan biteni izlemeye başladı. Ancak tam bu arada binanın en üst katında bulunan ve 2 yıldır “plastik atölyesi” adı altında yine kaçak olarak havai fişek ve maytap üreten işyerinin atölyesinde, ikinci bir patlama meydana geldi. >> Sayfa 4

Aleviler geçit vermedi SAYFA 01

>> Sayfa 4

Gündemden sonra çıkan Toplumsal demokrasi, Yaşamda Demokrasi ve Gerçek Demokrasi gazeteleri yayınevi bulma zorluğu karşısında yayınevimiz Erginbay Yayıncılıktan çıkarılmış ve sorumluluğunu gazetemizin sahibi ve sorumlu yazıişleri müdürlüğünü yapan Hüseyin Bektaş yürütmüştür. Kimimiz nutuk attı, kimimiz andıçlandı, kimimiz öldü bu dava için! Şimdiye kadar verilen 300.000 YTL'lik para cezasının yanında işte yoldaşımız hakkında açılan davalar, işte dayanışma! >> Sayfa 4

28 Kanunisaniyi

unutma! 28 Ocak 1921 TC tarihinin henüz başlamadan yoldaşlarımızın kanına bulanan sayfasına işaret eder. Onun için unutlumaması gerekir. Onun için şöyle yazdı Büyük şair: “1921 / Kanunisani 28 / Karadeniz / Burjuvazi / Biz / Onbeş kasap çengelinde sallanan / Onbeş kesik baş / Onbeş arkadaş / Yoldaş / Bunların sen isimlerini aklında tutma / fakat / 28 Kanunisaniyi unutma” N.Hikmet >> Sayfa 2


2 4-18 Şubat 2008

KURTULUS

HABER

28 Kanunisaniyi unutma! 28 Ocak 1921 TC tarihinin henüz başlamadan yoldaşlarımızın kanına bulanan sayfasına işaret eder. Onun için unutlumaması gerekir. Onun için şöyle yazdı Büyük şair: “1921 / Kanunisani 28 / Karadeniz / Burjuvazi / Biz / Onbeş kasap çengelinde sallanan / Onbeş kesik baş / Onbeş arkadaş / Yoldaş / Bunların sen isimlerini aklında tutma / fakat / 28 Kanunisaniyi unutma” N.Hikmet Karısı kayıkçı Yahya tarafından alıkonulan M. Suphi ve 15 arkadaşı Trabzon açıklarında kayıkçı Yahya tarafından katledildiler. Katliamın faili olarak ittihatçılar gösterildi. Kemalistlerin bu işle bir alakası olmadığı kanaati solcular arasında da yagın hale geldi. Bu sonuç kahya Yahya'nın ittihatçi olmasına dayandırılır esas olarak. Ancak bu dönemde bölgeye hakim olan genelde Kazım Karabekir ve özelde de Topal Osmandır. Eğer ilişkiler üzerinden bir akıl yürütülecek olursa katliamın onları Ankara yerine Trabzona gönderen Karabekire ve Atatürke fedailik yapan Topal Osman haydutu üzerinden de Atatürke bağlanması gerekir. Daha önemli bağlantı noktası ise Atatürk'ün yürüttüğü politikadır. Atatürk stratejisini başta İngiltere olmak üzere batılı emperyalistlerle SSCB arasındaki çelişki üzerine oturtmuş, birini diğerine karşı oynamıştır. Bu amaçla sahte bir komünist partisi de kurdurarak Batıya, o tarafa meyledebileceği sahte sinyalini vermiştir. Bununla aynı zamanda da SSCB'ye bir yakınlık gösterisi yapmıştır. Mustafa Suphi ve arkadaşlarının 10 Eylül 1920'de Bakü'de kurdukları komünist partisinin Ankaraya getirilip örgütlenmesi M. Kemalin iki taraflı oyununu bozacak bir durum yaratacaktı. Nitekim M. Kemal Çerkez Ethem ve Yeşil Ordu gibi ayrı güç odaklarını da tereddütsüz yok etme yoluna gitmiştir. O zaman kurtuluş savaşına açıktan yardım eden tek güç olmasının yanında Ekim devriminin yarattığı sempati sayesinde de güç sahibi olabilecek bir Komünist Partisi M. Kemal'in oyununu bozacaktı. Geleneksel Osmanlı merkeziyetçiliğinin mirasından aldığı dersle de Atatürk'ün “tehlikenin” büyümesine fırsat tanımadan yoldaşlarımızı katlettirdiğine hükmetmek tek mantıklı izah olarak görünmektedir. Onun için kayıkçılar kahyası Yahya ve Topal Osman sorgulanmaksızın öldürtüldü. Onun için de katliam faili mechul olarak kaldı. Onun için 28 Kanunisaniyi unutma!

BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ ve EZİLEN HALKLARI BİRLEŞİN!

Yeniden Sosyalist Kuruluş Meclisi kuruldu Geçen sayımızın manşeti “Kurtuluş proletarya sosyalizmidir” idi. SDP yönetiminden öğreniyoruz ki bu manşet ile sosyal şoven bir çizgiye meyil ettiğimiz tescillenmiş. Nasıl yani? Küresel ısınmanın Kutup ayılarının yaşamını zorlaştırmaya başladığını söylesek o da reformizme tekabül eder mi acaba? Sosyalist Demokrasi Partisi 'cinsel taciz' nedeniyle içerisine girmiş olduğu kriz nedeniyle bölündü. Parti çoğunluğunun istifası ile sonuçlanan tartışmalar sonucunda Kurtuluş grubunun da içerisinde yer aldığı bir grup partiden istifa etti. Fikri tartışmalar bir yana SDP'de yaşanan krizin bölünmeyle sonuçlanmasının temel nedeni içerisine girmiş olduğu 'cinsel taciz' krizini aşamamış olması. İki kadınınAtilla Kaya'ya yönelik 'cinsel taciz' iddiaları ile başlayan tartışma Kaya'ya hiçbir yaptırım uygulanmaması sonucu içinden çıkılamaz bir hal aldı. Kaya önce partiden istifa etti ancak daha sonra parti çoğunluğunun katılmadığı 3. Büyük Konferans kararı ile tekrar geri çağırıldı.

SDP'de ne oldu? Herkes aslında bu sorunun cevabını bekliyor. Krizin arkasında 'başka' nedenler arıyor. SDP'nin bugünkü yönetimine bakacak olursanız bu iddia doğru. Onlara göre “plaza medyasıyla” birleşmiş “derin devletin uzantıları” partiyi böldü. Yani aslında alışıldık bir tablo. Türkiye sosyalist hareketinde kim ne gerekçe ya da gerekçelerle bölünmüş olursa olsun bir taraf diğerini ajanlık, devletle işbirliği ile suçlar. Reel sosyalizmin tipik bir örneğidir karşımızda duran. “Partinin devrimci çizgisine ayak uyduramadılar.” SDP yönetimini haklı bulmamak işten değil gerçektende… Ancak bizim tek bir sorumuz olacak partinin o devrimci çizgisini kim yarattı? Bize göre bu sorunun cevabı net. 76'dan bu yana bu geleneğin taşıyıcılarının herhangi bir yürüyüşe ayak uyduramamak gibi bir sorunu yok. Ancak SDP yönetimine tavsiyemiz “derin devletle işbirliği yapmak” gibi çirkin iddialarda bulunmak yerine altı üstü basit bir yaptırımla geçiştirilebilecek 'cinsel taciz' vakasını neden bu hale getirdikleri üzerine düşünmeleri. SDP'de yaşanan şey aslında tipik bir olmaması gerekenler toplamı. Atilla Kaya'ya ceza verdirtmemek için “diyalektiğe pabucunu ters giydirecek” nice numaralarla

savunma hattı oluşturanlar, parti çoğunluğu istifa edince saldırı pozisyonuna geçtiler. Şimdilerde ise ne “plaza medyası birleştiler” kaldı söylenmedik ne “derin devletin uzantılığı”. İçerisine girilen çamur deryasından kurtulmanın bir aracı olarak şekillenen bu iddialar gülünç olmanın ötesinde bir anlam taşımıyor. Ancak ilginç bir durumla karşı karşıyayız. Geçen sayımızın manşeti “Kurtuluş proletarya sosyalizmidir” idi. SDP yönetiminden öğreniyoruz ki bu manşet ile sosyal şoven bir çizgiye meyil ettiğimiz tescillenmiş. Nasıl yani? Küresel ısınmanın Kutup ayılarının yaşamını zorlaştırmaya başladığını söylesek o da reformizme tekabül eder mi acaba?

Cinsel taciz parti böler mi? Bölünmenin arkasında “başka gerekçeler” aramak tabi ki herkesin hakkıdır. Ancak SDP'den istifa ederken bizim bildiğimiz tek bir gerekçemiz var. O da 'cinsel taciz'. Bizler sosyalist demokrasi ilkemizin bir gereği olarak farklı fikirlerin bir arada yaşayabileceğini iddia ediyoruz. Yani yaşanan tartışmalardan sonra bugün SDP yönetiminin savunduğu birçok “uçlaştırılmış” fikirle de yan yana durup tartışabileceğimizi düşünüyoruz. Düşünüyorduk da… Ta ki partide hukuk tanımaz hale gelip ceza almaması için bin bir hileli yola başvurdukları cinsel tacizciyi gerçekleştirdikleri azınlık kongresinde partiye geri çağırana ve bunu bir “boyun borcu” olarak gördüklerini iddia edene kadar… Böylece bu partide bizlere yer bırakmadıklarını ilan ettiler. Ve cinsel tacizcilerini bir kahraman edasıyla “ayakta alkışlayarak” sahiplendiklerini gösterdiler.

Meclis Kuruldu Yaşanan istifalar sonucunda SDP'nin birçok İl Örgütü tamamen kapanırken, bazı illerde de kongreye gitmesi bekleniyor. Partiden istifa edenler ise, gerçekleştirdikleri iki büyük toplantı sonucunda kendilerine Yeniden

Sosyalist Kuruluş Meclisi adını verdiler. SDP'den istifa edenler ilkeleri, devrimci değerleri ve sosyalizmin yeniden bir umut ışığı olacağına ilişkin inançları ile yollarına devam edecekler. Bu amaçla oluşturulan Yeniden Sosyalist Kuruluş Meclisleri sosyalist hareketin ve işçi sınıfı hareketinin yeniden yapılandırılması görevlerini birbiriyle bağlaşık olarak görenlerle tartışma ve bir mücadele birliği arayışına girecektir. Bu tespitler doğrultusunda teorik ve pratik düzlemde gerçekleştirilmesi gerekenlerin sağlanması, solun diğer kesimleriyle sorunların ve çözümlerinin ortaklaştırılması tartışmalarının örgütlenmesi, ortaklık taşıdıklarımızla sınıf hareketi ve sosyalist hareketin yeniden yapılanmasına yönelik olarak varolan yerel yapılanmalarımızın temsili ve merkezileşmesi amacını taşıdığımızı ilan ediyor ve aynı kaygıları taşıyan herkesi eşit özneler olarak buna katılmaya davet ediyoruz.

Yeniden Sosyalist Kuruluş Meclisi Toplantı Sonuç Bildirgesi Teorik ve pratik düzlemde gerçekleştirilmesi gerekenlerin sağlanması, solun diğer kesimleriyle sorunların ve çözümlerinin ortaklaştırılması tartışmalarının örgütlenmesi, ortaklık taşıdıklarımızla sınıf hareketi ve sosyalist hareketin yeniden yapılanmasına yönelik olarak varolan yerel yapılanmalarımızın temsili ve merkezileşmesi amacıyla bir meclis kurmayı kararlaştırdığımızı ilan ediyoruz 05

işbirliğinin ilanı anlamına geldiğini tespit eden 229 kadın tereddütsüz SDP`den istifa etmişlerdir. İstifa eden kadınların yaptığı değerlendirmeleri aynen benimseyen toplantımız partide kalınamayacağına karar vermiş ve toplantıya katılanlardan şimdiye kadar istifa etmemiş olanlar da SDP`den toplu olarak istifa etmişlerdir.

Yeniden yapılanma istiyoruz

Ocak tarihinde 18 SDP İl Örgütünün içinde yer aldığı 21 ilden katılan temsilciler adına bir açıklama yapıldı. 1850 üyesi bulunan Sosyalist Demokrasi Partisi'nden 1000'i geçeceği tahmin edilen istifaların karar altına alındığı toplantıda istifa nedenlerini ve yönelimlerini açıklayan aşağıdaki sonuç bildirgesi yayımlandı.

Kamuoyuna SDP'den istifa ediyoruz Sosyalist hareketin yeniden yapılanmasında yeni bir aşama olarak kurulmuş olan SDP geçtiğimiz dokuz ay boyunca cinsel tacizle tetiklenen derin bir kriz yaşadı. Dile getirilen iki cinsel taciz olayının tüzüksel yaptırımlarının apaçık olmasına karşın partinin yarısına yakın bir kesiminin tacizcinin yargılanmasını engelleme tutumu partinin içten içe gelişmekte olan değişik konulara yayılmış farklılıklarını ele alınamaz duruma sürüklediği gibi parti içi demokratik olanakları da tüketerek, ilişkilerin şiddet boyutuna doğru ilerlemesine yol açacak bir özellik kazandı. Krizin çözümü için, ortak tartışma imkanlarını ortadan kaldıran öğelerin ayıklanabilmesi ve çözüm yolunun açılması açısından yapılan altı önerinin tümünün reddinden sonra toplanan SDP 3. konferans ve kongresine partinin yarısından fazlası bir uyarı olmak üzere katılmamasına rağmen, bu durum kazanılmış bir avantaj olarak değerlendirilip karşı olanların düşüncelerine en küçük bir biçimde değer verilmemiştir. Bizlere partiye geri dönmemiz önerilirken, bu arada açığa çıkmış olan üçüncü cinsel taciz olayının failinin bir kahraman edasıyla kongreye gönderdiği mesajının alkışlarla karşılanmasına ek olarak kendisinin kongre kararıyla geriye çağrılması da “artık sizleri hiçbir şekilde istemiyoruz” anlamına gelmiştir. Tacize uğrayan iki kadın arkadaşımızın bu durum karşısında istifasını takiben, 3. konferansın bu tavrını cins ayırımcılığına karşı mücadele ilkesinin bir kenara konulup, erkek egemenliğinin hakimiyeti ve onunla

Cinsel taciz olaylarının tetiklediği kriz sürecinin değerlendirmesi SDP`nin sosyalist hareketin tümünün yüz yüze bulunduğu zaaflarla malul olduğu gerçeğini en açık biçimde önümüze koymuştur. Her şeyden önce cins ayırımcılığına karşı mücadelede yapılanmamızın ne kadar zayıf olduğu reddedilemez bir gerçek olarak karşımıza dikilmiş ve bu alandaki mücadelenin ve yeniden şekillenmenin aciliyetini ortaya koymuştur. Bir turnusol görevi görmüş olan cinsel taciz olayları yapılanmamızın tüm sosyalist demokrasi iddialarına rağmen kendi tüzüksel gereklerini bile yerine getiremeyecek ölçüde örgüt fetişizmi, bürokratizm, elitizm ve reel sosyalizmle kirlenmiş olduğunu ve iddialarımızın hem teorik hem de pratik düzeyde detayda gözden geçirilmesinin zorunluluğunu ortaya koymuştur. SDP kuruluş gerekçelerini adım adım tüketip, parti içi demokrasi kanalları tıkanırken, kimi yerde bu sürece ortak kimi yerde de bu süreci geri döndürücü müdahalelerde bulunmayan bir tutumu sürdürdük. Bu durum özeleştirel değerlendirmelerimizin başında gelmek zorundadır. Karşımıza dikilen bir başka gerçeklik de işçi sınıfından umudunu kesmiş, sınıf mücadelesini işçi sınıfının bizzatihi kendisinin yürüttüğü bir eylemlilik olarak görmek yerine onu nereden geleceği belli olmayan güçlerin oluşturduğu bir topluluğun vereceği mücadeleye indirgeyen ikameci bir anlayışın partide hakimiyet kurmuş olmasıdır. Sosyalist hareketin genelinin taşıdığı bu maluliyetin telafisi sadece bizlerin değil tüm sosyalist solun sorunu olarak görülmek durumundadır. Bu durum göstermektedir ki, hem bizler hem de sosyalist hareketin bütünü örgütsel, teorik ve sınıfsal düzeyde bir yeniden yapılanma ihtiyacıyla yüz yüzedir. Milliyetler meselesinin ve bunun içinde Kürt sorununun Türkiye'nin can alıcı sorunlarının başında gelmesine rağmen, bu güne değin bu alanda sahici ilişkilerin oluşturulması ve özgürlük alanında ciddi adımların atılması mücadelenin ihtiyaç duyduğu sınıfsal desteğin sağlanamamış olması dolayısıyla olanaklı olamamış, bunun gerçekleştirilmesi için gerekli ortaklaşa adımların atılması bu güne kadar gerçekleştirilememiştir. Gerçek bir demokrasinin inşasında ulusal ve sınıfsal hareketin mücadele birliğinin gerçekleştirilmesi amacına yönelik çatı partisi bu doğrultudaki umudun gelişmesine olanak sağlayacak bir özellik taşımaktadır. Bu durum hem bize hem de sosyalist hareketin bütününe, herhangi bir önceliğe tabi olmaksızın ve bir emperyalist “çözüm” aracı olmayacak bir çatı partisinin çözüm aracı olarak oluşturulması görevini yüklemektedir.

SAYFA 02

Bu tespitler doğrultusunda teorik ve pratik düzlemde gerçekleştirilmesi gerekenlerin sağlanması, solun diğer kesimleriyle sorunların ve çözümlerinin ortaklaştırılması tartışmalarının örgütlenmesi, ortaklık taşıdıklarımızla sınıf hareketi ve sosyalist hareketin yeniden yapılanmasına yönelik olarak varolan yerel yapılanmalarımızın temsili ve merkezileşmesi amacıyla bir meclis kurmayı kararlaştırdığımızı ilan ediyor ve aynı kaygıları taşıyan herkesi eşit özneler olarak buna katılmaya davet ediyoruz. Bu meclisin hem kendi şekillenmemize olanak sağlayacak bir program taslağını gerçekleştirmenin ilk adımları olacak bir tartışma sürecini örgütlemesi hem de aynı kaygıları taşıyan diğer sosyalist örgütlenmelerle teorik ve pratik planda ilişkilenmemizi sağlaması amacıyla aşağıdaki isimlerden oluşan bir koordinasyonu oluşturduğumuzu ilan ediyoruz.

Başkanlar da istifa etti Sosyalist Demokrasi Partisi'nden şuana kadar bize ulaşan 1849 üyeden 1000'i istifa etti. İstifa edenler arasında Mihri Belli, Mahir Sayın, M. Kemal Kaçaroğlu, Erdal Kara, Hayrettin Belli gibi isimler yer alıyor. Ayrıca partinin Eski Genel Başkan Yardımcısı Gülseren Pusatlıoğlu, Mustafa Kahya ve MYK Üyeleri Gökhan Taşyakan, Deniz Tuna, Kadir Akın da istifa eden üyeler arasında. 19 İlde örgütlü olan SDP'nin 10 İl Başkanı ve temsilcisi ile 13 İlçe'nin de 8'inin Başkanı istifa etti. Başkanları İstifa eden İl ve İlçeler şöyle: Adana İl Temsilcisi Ankara İl Başkanı Mamak İlçe Başkanı Antalya İl Başkanı Manavgat İlçe Başkanı Giresun İl Başkanı Isparta İl Temsilcisi Bahçelievler İlçe Başkanı Gaziosmanpaşa İlçe Başkanı Kağıthane İlçe Başkanı Maltepe İlçe Başkanı Muğla İl Başkanı Ordu İl Başkanı Ünye İlçe Başkanı Sakarya İl Başkanı Samsun İl Başkanı Bafra İlçe Başkanı Sinop İl Başkanı

Bir istifa da Sevim Belli’den Sosyalist Demokrasi Partisi'nin Onursal Parti Meclisi üyesi Sevim Belli 28/01/2008 tarihli “SDP kamuoyuna” başlıklı açıklamasıyla SDP'den istifa ettiğini duyurdu. Türkiye'de ilk kez Türkçe olmayan vatandaşlarımıza ana dillerinde eğitim ve kültürlerini geliştirme hakkının yasalaştırılmasını program hedefi olarak koyan partinin Türkiye Emekçi Partisi (TEP) olduğunu hatırlatan Belli, “Başkan yardımcılığı görevine gelmiş olan bir kişinin kayırılmaya gereksinimi olmamalı, sorumluluğunu üstlenebilmeliydi. Hesap vermeden Parti'den istifa etmek haklılığın değil haksızlığın alâmeti olabilir. Haklı olduğuna inanan kişi kendini ispatta direnir. Parti arkadaşlarının oyuna önem verilmelidir. Sosyalist bir partiye ve partililere karşı “tenezzül etmeme” gerekçesi abestir. Bir anlamda meydan okumadır. İçtenlikten, parti kamuoyuna saygıdan uzaktır” dedi. Yazılı bir açıklamayla partiden istifa ettiğini duyuran Sevim Belli, “Kol kırılır yen içinde” özdeyişi gerekçe gösterilmiş olabilir. Ben buna katılmıyorum. Bu deyişi, özellikle bu olayda geçerli saymıyorum. Örgütler içinde herhangi bir suç, isterse genel başkan tarafından işlenmiş olsun kesinlikle örtbas edilmemelidir. Bunun en zararsız biçimde atlatılmasının yolu, doğrudan ya da dolaylı hiçbir etki altında kalmadan, en büyük içtenlikle, haksızlık da etmeden suçun gereken karşılığını bulmasını sağlamaktır diyerek yaşanan sürece ilişkin eleştirilerini dile getirdi. “Kol kırılır yen içinde” tutumunu kesinlikle savunmuyorum. Hayır. Yanlışlar ortaya konulmalı, herkesin iyice kavrayıp benimsemesini, ders almasını ve tavrını düzeltmesini sağlayacak ölçüde ve de açıklıkla tartışılmalıdır. Özellikle kadın-erkek eşitliği konularında!..” diyen Belli yalnızca SDP'yi değil bugün SDP'den ayrılmış olan bizleri de politik olarak eleştirdi. Ancak taciz konusunda net bir tutum almak gerektiğini vurgulayan Belli, SDP'den istifa etti.


KURTULUS

İŞÇİ DÜNYASI

BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ ve EZİLEN HALKLARI BİRLEŞİN!

4-18 Şubat 2008

AKP sağlığımızı da satıyor Ebru Yıldırım Halkı kamu hizmetlerinden yoksunluğa terk eden politikaların yanında, yoksullara sadaka anlayışı ile, yaygın tüketim malı dağıtımını belediyeler aracılığı ile hızlandıran; diğer yandan İslamcı dernekleri de yine bu amaç doğrultusunda kullanan AKP, öte yandan sağlık hizmetlerini piyasalaştırmanın telaşında. 2005 yılında tüm sağlık kuruluşlarının Bakanlığa devredilerek tek elde toplanmış olması bu uygulamaya hazırlık amacı taşımakta. Aşamalı olarak özelleştirilmesi öngörülen iki alandan biri eğitim, diğeri ise sağlık. AKP, bir yandan emekçileri hiçe sayan, onları her geçen gün derin bir yoksulluğa iten politikaları hayata geçirirken, diğer yandan yurttaşlarına dilenci muamelesi yaparak oy potansiyelini kaybetmemek adına sadaka dağıtıyor. Sermaye sahiplerini alabildiğine zenginleştirirken, yoksul halk kesimlerini verilen sadakaya şükredecek dinsel ve kültürel bir noktada tutmanın yaşam pratiklerini yaratıyor. Hükümetin 2008 bütçesinde öngördüğü sağlıkta sabit sermaye yatırımları kamu için

AKP uzun zamandır önemli bir ideolojik sapma olarak emekçilerin karşısına 'reform' adı altında birtakım yasalar çıkarıyor. Yeni olmayan 'reform' saptırması emek karşıtı, sınıfın geçmiş kazanımlarını yok eden bütün düzenlemeler için kullanılıyor. Aslen kitlelere teslimiyet çağrısı olan bu düzenlemelerden biri de ‘Sosyal Güvenlik Yasası ve Genel Sağlık Sigortası' (SGYGSS) yüzde 1 azalırken, özel sektörde yüzde 15 artıyor. Sağlık alanına yapılan üç yatırımın ikisi özel sektör tarafından gerçekleştiriliyor. Bütçenin temel karakterlerinden biri sağlık alanında özel sağlık kurumlarının teşvik edilmesi. Sosyal güvenlik 'reformu'nun tamamlanması, kamu emekçilerinin iş güvencesinin ortadan kaldırılmasını amaçlayan kamu personel yasasının çıkartılması, özelleştirme uygulamalarıyla kamu kaynaklarının yağmalanmasına devam edilmesi, özel sektörün kamu yatırımları alanında payının artması hedeflenmekte.

Yeni anayasa ve 'birey' olma 22 Temmuz 2007 seçimlerinden beri belli bir uzlaşma ortamının olduğunu söylemek yanlış olmaz. Seçimler öncesinde yaratılan gerilim, yerini AKP-TSK-ABD-ABTÜSİAD arasındaki uzlaşmacı ortama bırakmış görünüyor. Bu uzlaşı ortamı

Sosyal sigortalar yasası ve genel sağlık sigortası neler getirecek? Emeklik yaşı kademeli de olsa kadın ve erkeklerde 65'e çıkacak, Prim gün sayısı 2007'den itibaren her yıl 100'e artarak 9 bin olacak, Emeklilik maaş bağlama oranları önce yüzde 2.5, sonra yüzde 2'ye düşecek, Emeklilik maaşları yüzde 23-33 oranında azalacak, Aylık geliri 127 YTL olandan 64 YTL GSS primi kesilecek, Halen çalışan memurların aylıkları, GSS kesintileri nedeniyle bugünkünden yüzde 5 daha azalacak, Prim borcu olanlara sağlık hizmeti verilmeyecek, Sağlık hizmeti alabilmek için en az 30 günlük sigortalılık aranacak, Muayene, tetkik ve tedavinin her evresinde katkı payı adı altında ek ödeme alınacak, Teminat Paketi'nde olmayan hastalıklar

kapsam dışında tutulacak, Teminat Paketi'ni belirleme yetkisi Sosyal Güvenlik Kurumu'nda olacak, Ayakta tedavide, hekim ve diş hekimi muayenesinde 2 YTL katkı payı alınacak, Ortez, protez, iyileştirme araç ve gereçleri için yüzde 10-20 oranında katkı payı istenecek, Ayakta tedavide kullanılan ilaçlar için de yüzde 10-20 oranında katkı payı kesilecek, Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanı ve Yardımcısının görev süresi hükümetle uyumuna bağlı olarak kısalacak ya da uzayacak. Emekli aylıklarına yapılacak zamlarda Tüketici Fiyat Endeksi (TÜFE) baz alınacak. Böylece emekli aylıklarına yapılan zamlar ülke ekonomisinin büyümesinden pay alamayacak.

içerisinde tartışılan ve çıkarılması gündemde olan 'sivil' anayasa üniformasız militer zihniyetteki 'sivil toplum' kuruluşlarıyla ortaklaşa hazırlanıyor. Bu cümlelerdeki kritik tespitlerin tartışmasını başka bir yazıya bırakarak hazırlanan anayasadaki 'birey' vurgusuna dikkat çekmek gerek. Yeni anayasada dikkat çekici bir biçimde yer alan 'birey'in öne çıkarılmasında bireysel özerklik, liberalizmin soyut eşitlikçiliği söz konusu. Bu, 'herkesin kendi başının çaresine bakması' olarak tercüme edilebilecek bir vurgu. Sosyal güvenlik yasasına alt yapı oluşturması muhtemel, nesiller arası dayanışmanın ve sosyal devletin yerini bireyin kendi çabasına bırakmasının içselleştirilmesinin koşulları y a r a t ı l ı y o r. Ya n i s o s y a l p o l i t i k a bireyselleştiriliyor. Yeni anayasa çalışmalarının ana eksenini oluşturan 'birey', aslen sosyal devlet anlayışının ortadan kaldırılarak dayanışmanın yerini kendinden başkasını düşünmeme üzerine kurgulayan bir mantığa sahip ve 1 Haziran tarihinde yürürlüğe girmesi planlanan SGYGSS ile de oldukça uyum sağlayacak.

Sosyal güvenli(siz) lik Tam bir sosyal güvenlik sağlanamadığı için toplumun yakında tamamlayıcı sigortalar, bireysel emeklilik fonlarına yönlendirileceğinin ve sigorta şirketleri için yeni alanlar yaratılacağının bir göstergesi olan SGYGSS'nin alt yapısı 1999 yılında hazırlandı. 1999'dan bu yana bireysel emeklilik fonları yüzde 1 oranında maaşlardan kesiliyor. Böylece fon yaratılarak borsada işlem gören tekeller tarafından bu fon istendiği gibi harcanarak yeni bir gelir kaynağı yaratılıyor. Amaç sosyal güvenliği ortadan kaldırmak, sağlığı da tamamen paralı hale getirmek ve yeni ek sigortalar için sigorta şirketlerine alan yaratmak. Bu yasa tamamlayıcı bir yasa, tüm sağlık ve sosyal güvenlikteki

özelleştirme sürecini tamamlayan bir yasa. SGYGSS'nin yaşama geçirilmesi için hastanelerin tümden özel olması , sosyal sigorta kavramının tamamen ortadan kaldırılması gerekiyor. Hastanelerin işletmeye dönüştürülmesine ilişkin yasa tasarısı da zaten Meclis gündeminde. Asıl hedef ise 1996'da Dünya Ticaret Örgütü ile imzalanan GATS Anlaşması'nda ifade edilen 'bir mal ya da hizmetin özel sektör tarafından üretiliyorsa kamu tarafından üretilmemesi veya özel sektör piyasasının koşullarına göre o hizmetin üretilmesi, eğer buna aykırıysa kapatılması ve bir daha açılmaması.' Örneğin daha önceki hükümlerde çok açık yer almayan, geliri asgari ücretin 1/3'i kadar olanların GSS priminin devlet tarafından ödeneceğine ilişkin hüküm bugün değiştirilerek gelirin kaynaklara göre hesaplanacağı hükmü konuldu. Yani 140 YTL'den fazla kazancı olan bir kişi devletten pirim yardımı almayacak, sağlık hizmetlerinden kendi kazancı oranında yararlanabilecek. Bununla birlikte çok iyi bir uygulamaymış gibi sunulan aile hekimliği pilot uygulama kanunu ile hastaneye, tıp fakültelerine gitme şansı ortadan kalkıyor.

Böyle buyurdu sermaye Ülkedeki işsizliğin önlenmesi amacını içeriyormuş izlenimi veren açıklamanın ilerleyen satırlarında aslında sermayenin kar payını artırmasını amaçla yan, emekçilerin tarihsel kazanımlarının tüm dünya ölçeğinde gasp edilmesinin örnekleriyle kendine dayanak bulmaya çalışan bir saldırı söz konusu birliğini içeren bir atılım yapılmalı." Ülkedeki işsizliğin önlenmesi amacını içeriyormuş izlenimi veren açıklamanın ilerleyen satırlarında aslında sermayenin kar payını artırmasını amaçlayan, emekçilerin tarihsel kazanımlarının tüm dünya ölçeğinde gasp edilmesinin örnekleriyle kendine dayanak bulmaya çalışan bir saldırı söz konusu.

Yine esnek çalışma İşsizliğin önlenmesi amacıyla sermaye sahipleri tarafından önerilen esnek çalışma; çalışma düzeninin iş yeri gereklerine, işin ve işyerinin ihtiyaçları ve sermaye sahiplerinin isteklerine göre kolaylıkla uyum ve uygunluk sağlayacak şekilde, sürekli ve

Esnek çalışma/çalıştırmanın uygulamaya sokulmasına ilişkin uzunca bir zamandır kamu alanında yürütülen tartışmalardan örnek verildiğinde, sermaye sahiplerinin taleplerinin neye tekabül ettiği çok daha somut bir biçimde ortaya çıkacaktır

2

8 Ocak tarihinde Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu'nun (TİSK), kamuoyunda çok dikkat çekmeyen bir açıklaması oldu: İstihdamın arttırılması için esnek çalışma yöntemlerinin AB'nin gerisinde kalmaması ve geliştirilmesi gerektiği. TİSK'ten yapılan yazılı açıklamada, Türkiye'de resmi işsizlik oranının, 1997 yılında yüzde 6.8 iken 2006'da yüzde 3.1 puanlık artışla yüzde 9.9'a yükseldiği; Türkiye'nin söz konusu dönemde işsizlik oranıyla 3.4 puan artan Polonya'nın

ardından 2. sırada yer aldığına dikkat çekilirken bu yıllar arasında işsizlik oranının gelişmiş ülkeler genelinde 1.3 puan, 15 üyeli AB'de 2.9 puan aşağı çekildiği bildirildi. İşsizlik oranın düşürülmesi ve istihdamın arttırılması için İş Kanunu'nun içerdiği, esnek çalışma yöntemlerinin AB'nin gerisinde kalmaması ve geliştirilmesi gerektiği ifade edilen açıklamada, şunlar kaydedildi: "Kıdem tazminatı yükü azaltılmalı, sosyal güvenlik işveren primlerinde yapılması öngörülen 5 puanlık indirim bir an önce gerçekleşmeli.Yüklerde uzun

vadeli takvimli indirim programı ilan edilmeli, istihdama destek paketi açıklanmalı. 2821 sayılı sendikalar kanunu ve 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu değişiklikleri işletmelerin rekabet gücünü ve çalışma barışını gözetmeli, işletmelerin mesleki eğitim harcamaları sigorta primi ve vergi indirimiyle özendirilmeli. Büyüme politikası öncü ve ileri teknolojilere öncelik verecek şekilde vizyona kavuşturulmalı, bilimsel çalışmaların patente dönüşerek ticarileştirilmesi için bilim kurumları ile sanayinin iş

SAYFA 03

yeniden düzenlenmesidir. Dünya ölçeğinde tanımlanan esnek çalışma biçimleri ise; işlevsel esneklik (aynı kişinin farklı işleri yapabilmesi), sayısal esneklik (daha az kişi ile daha çok iş yapabilme), çalışma sürelerinde esneklik (çalışma zamanının esnek kullanılabilmesi), ücret esnekliği (performansa göre, toplu iş sözleşmesi olmaksızın bireysel ücret). Esnek çalışma/çalıştırmanın uygulamaya sokulmasına ilişkin

uzunca bir zamandır kamu alanında yürütülen tartışmalardan örnek verildiğinde, sermaye sahiplerinin taleplerinin neye tekabül ettiği çok daha somut bir biçimde ortaya çıkacaktır: Örneğin kamuda iş güvencesinin ortadan kaldırılması, memurluk yerine sözleşmelilik düzenine geçilmesi, kadro gereği 'eşit işe eşit ücret' yerine bireysel, performansa göre ücret verilmesi esaslarını da içeren 'yeni personel yasası' AKP eliyle uygulamaya geçirilmeye çalışılıyor. Böylelikle esnek çalışma ilişkilerinin kamuda yaygınlaşması amaçlanıyor. Bu sistemle; emekçilerin denetimi artacak, çalışma koşulları ağırlaşacak ve iş yükü artacak, işsizlik ve yoksullaşma süreci hızlanacak, sendikalaşma fiilen engellenecek, tüm ülke çapında tam anlamıyla bir 'ücretli kölelik düzeni' e g e m e n o l a c a k . S e r m a y e sahiplerinin iştahlarını kabartan uygulama isteğinin ardında kamu hizmetlerinin ekonomik olarak çok büyük oluşu, yaygınlığı (yani geniş bir pazara sahip oluşu), kamunun sermayenin serbest dolaşımına engel teşkil etmesi (yani haksız rekabet olarak görülmesi) ayrıca G AT S t a a h h ü t l e r i g e r e ğ i hizmetlerin uluslar arası ticarete açılması gerekliliği yatıyor. Sosyal Güvenlik Yasası ve Genel Sağlık Sigortası'nın hayata geçirilmeye çalışıldığı bir dönemde, emekçilerin her türlü kazanılmış hakkını elinden almayı amaçlayan TİSK menşeli açıklamanın ardında yatan

3

YÖRSAN ürünlerini kullanmayın Hafız Sengir

Kapitalizmin ahlakı yoktur' ile 'paranın dini, imanı yoktur' sözü çoğu zaman birbiriyle atbaşı giden, nerdeyse deyimleşmiş cümlelerdir. Son YÖRSAN grevi ve devamında yaşananlar bize bunu tekrar kanıtladı. 1990'lı yılların başına kadar neredeyse küçük bir azınlık durumunda olan, siyasetteki temsiliyeti %3-5'leri geçmeyen siyasal İslam, çoğunlukla Anadolu'da küçük esnaf üzerinden örgütlenen; hak, adalet, alın teri gibi kavramları sık kullanan bir çevre idi. Bunlar büyük kapitalist şirketleri imansız, çoğunlukla mason, hak-hukuk bilmez güçler olarak gösteren bir ajitasyonu da eksik etmezlerdi.Öyle ki yanında çalışan işçinin alın teri kurumadan, onun emeğinin karşılığını vermeyenin kazancı helal olmaz, hamasi söylemi bu çevrede sık kullanılan bir cümle idi. Ama gel gör ki Herakles'in 'her şey değişir'i işlemeye devam ediyor. % 3 siyasi temsiliyet %50'lere çıkıyor, belediyelerin önemli bir kısmı ellerine geçiyor. Önce belediyeleri arkasına alarak palazlanan ve büyük kapitalistlerin karşısına 'Anadolu Kaplanları' olarak çıkan yeşil sermaye (TÜSİAD' a karşı MÜSİAD adıyla güç birliği oluşturdular), iktidarı da ele geçirince büyük sermayeye rakip olmaktan çıkıp, büyük sermayenin kendisi oluveriyor. Tabi ki büyüdükçe esnaf, zanaatkar içindeki usta -çırak anlayışı patron- işçi anlayışı ile yer değiştiriyor eşyanın tabiatına uygun olarak. YÖRSAN Susurluk'ta süt ve süt ürünleri işletmeciliği yapan, kurucusunun isminin başına da sonradan 'Hacı' ismini yerleştirmeyi uygun görmüş bir şirket. ( Hacı Sabahattin bize Hacı Ömer Sabancı'yı anımsatıyor biraz.) 850 işçinin çalıştığı YÖRSAN Susurluk Tesisleri'nde, resmen bildirimi yapılmış 383 kişi çalışıyor. Herkes sendikasız. Büyük bir kısmı sigortasız. Türk-İş'e bağlı TEK Gıda-İş Sendikası bu iş yerinde örgütlenmeye başlıyor. Ve sonra görün bakın neler oluyor! Resmi bildirimi yapılmış işçilerin 235'i sendikaya üye olunca YÖRSAN 86 işçiyi işten çıkarıyor. Buna tepki olarak diğer işçiler de üye oluyor ve sendikalı işçi sayısı 350 kişiye çıkıyor. Bunun üzerine 8-9 Aralık'ta işten çıkarılan kişi sayısı 375'i buluyor. Artık sendikalı işçi sayısı 485! İşçiler anayasal haklarını kullanarak sendikada örgütlendi. Tek Gıda-İş Ege Bölge Başkan Yardımcısı Gürsel Köse, işverenin 'otomasyona geçiyorum' diyerek dört günde 400 işçiyi işten çıkardığını, ilgili bakanlığa yapılan çoğunluk tespiti talebi sonrasında sendikanın yetki alacağını söylüyor. Köse,1984'te kurulan fabrikada 200 stajyer, 385 sigortalı işçinin yanı sıra taşeron firmalar için çalıştırılanlarla birlikte 750-800 işçi olduğunu bildiriyor. Sendikanın beş buçuk ay önce örgütlenme çalışmalarına başlamasıyla 481 işçi sendikada örgütleniyor. Çalışma Bakanlığı'ndan konuyla ilgili yazı 4 Aralık'ta YÖRSAN'a ulaşınca, ertesi gün işten çıkarmalar başlıyor. Gürsel Köse'nin basına anlattıklarına bakıldığında işverenin her gün Balıkesir ilçelerinden topladığı insanları fabrikada sigortasız ve günü birlik çalıştırarak işleri yürütmeye çalıştığını görüyoruz. İlçede bulunan meslek yüksekokulundan öğrencilerin fabrikada 'stajyer' adı altında sömürüldüğünü, fabrikada işçilerin günde 12-16 saat çalıştırıldığını belirten Köse temel taleplerinin "insanca çalışma ve yaşama koşullarını sağlamak olduğunu" vurguluyor. Yaşasın sınıf dayanışması Tek Gıda-İş'e üye oldukları için işten atılan YÖRSAN işçilerine en büyük destek eski Yörsan işçilerinden geldi. Patronun direnişi kırmak için çalışmaya çağırdığı eski işçiler, fabrika yerine direnişte olan işçilerin yanına gidiyor.Eski işçiler her gün sabah 07.00'den akşam 17.00'ye kadar direnişte olan arkadaşlarının yanından ayrılmıyorlar Tek Gıda-İş Sendikası'nın 10.12.2007 tarihli ve işyerindeki sendikal çalışmaların işveren tarafından gayrı kanuni bir şekilde engellendiği yolundaki basın açıklamasının ardından, YÖRSAN A.Ş.Yönetim Kurulu'nun gazetelere yarım sayfa olarak verdiği açıklama karşısında, Tek Gıdaİş Sendikası ilanı ibret ve hayretle karşıladığını açıkladı. İlanda ürünlerini “Amerika'dan Japonya'ya kadar ihraç etmekle” ve “bölgelerinde vergi rekortmeni olmakla” övünen bu firma, işçilerin sendikalaşmasına karşı gösterdiği tavır ve sendikalaşmayı “birtakım faaliyetler” ifadesi ile suçmuş gibi gösterme çabasıyla, çalışanlarının en temel demokratik haklarını gasp ettiği için de ne kadar övünse azdır! İlanda işsizliği tehdit olarak kullanmaktan hiç çekinmeyen; “huzur içinde çalışmayı” itirazsız itaat olarak gören; “enflasyona karşı işçilerini ezdirmemeyi”, “ücretleri zamanında ve eksiksiz ödemeyi” zaten doğal olarak uygulanması gerekirken bir meziyetmiş gibi gören ve göstermeye çalışan; “birtakım kişilerin birtakım faaliyetleri” diyerek sendikal örgütlenme hakkını “yasa dışı faaliyet” olarak lanse eden; işçilerini ispiyonculuk ve muhbirlik ile suçlayacak kadar gözü dönmüş sermaye anlayışını hiç utanmadan gösterebiliyor. Sendika faaliyeti yürüten işçileri iş barışını bozmakla suçlayan şirket asıl iş barışını bozan şeyin insanları sendikasız, güvencesiz çalıştırmak olduğu gerçeğini ters yüz ediyor.

Türkiye asgari ücrette son sıralarda AKP hükümeti işçiyle alay edercesine asgari ücrete yüzde 4 zam yaptı. Ardından elektriğe yüzde 20, doğalgaz görünmeyen anlamda yüzde yetmiş gelirken bunu akaryakıt, vergi ve harçlara yapılan zam furyası takip etti. Kuzey Kıbrıs'ın bile yarısı kadar asgari ücret ödeyen Türkiye, asgari ücret uygulamasında üye olmaya çalıştığı Avrupa Birliği (AB) ülkelerinin son sırasında yer alıyor. Türkiye'de asgari ücretin 2008 yılının ilk 6 ayı için yüzde 4, ikinci 6 ayı içinde yüzde 5 oranında artırıldığı bildirildi. Böylece 16 yaşından büyükler için asgari ücretin 2008 yılının ilk 6 ayında net 435.92 YTL ve brüt 608,40 YTL olarak belirlendiği açıklandı. Asgari ücretin önümüzdeki temmuz ayından itibaren ise net 457.63 YTL ve brüt ise 638.70 YTL olacağı açıklandı. AB'ye üye 27 ülkenin 20'sinde asgari ücret uygulaması bulunurken Türkiye'nin bu ülkelerin çok büyük bir kısmının altında asgari ücret uyguladığı ortaya çıktı. AB resmi istatistik kurumu Avrupa Toplulukları İstatistik Bürosu EUROSTAT'ın yayınladığı verilere göre, Portekiz, Slovenya, Malta, İspanya, Yunanistan, Fransa, Belçika, Hollanda, İrlanda, Lüksemburg gibi ülkelerde uygulanan asgari ücretler Türkiye'deki ücretin çok üzerinde seyrediyor.


4 4-18 Şubat 2008

KURTULUS

HABER

Ergenekon çetesi operasyonu da dahil muhtemel gelişmelere işaret eden Fehmi Koru olduğu yaygınca söylenen Taha Kıvanç’ın yazısını okurlarımızla paylaşıyoruz.

Telâşa gerek yok Taha Kıvanç Kimseyi alarme etmek gibi bir niyetim yok elbette, ancak dikkatli olunması gereken bir dönemden geçildiğini kulak veren herkese duyurmak da isterim. PKK'nın tecrit edilmesi, terörün sona erme aşamasına girmesi, pek çok bakımdan mutlu etse de, olağanüstü dikkatli olmamızı gerektirecek bir gelişmedir de... PKK'nın tarihi aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti'nin 'karşı-PKK tarihi'dir... Terör örgütüyle mücadele edenler de kendi ellerini kirletmiş olabilir. İstihbarat dünyasının kimin elinin kimin cebinde olduğunun bilinmediği bambaşka bir âlem olduğunu da hiç unutmayalım. Gazeteci Uğur Mumcu bir siyasi cinayete kurban gitti. Kendisini öldürenler hangi sâikle hareket ettiler? Sanıkları yargılayıp mahkum eden mahkeme heyetine göre kâtiller 'irtica' ile irtibatlı kimselerdi; Cumhuriyet yazarını lâikliği savunduğu için öldürdüler. Bu resmî teze inananlar vardır elbette, ancak konuları yakından izleyen kamuoyunun önemli bir bölümü gerekçeden de mahkum edilen tiplerden de tatmin olmadı. Sağda-solda çıkan yazılara bakılırsa, suikastı 'PKK' konusuyla irtibatlayanların sayısı az değil. "En son hangi konuyu araştırıyordu?" diye soruyor bu tezi savunanlar ve cevabı "PKK sorununu" diye veriyorlar. Uğur Mumcu konuyu araştırırken eski bir askeri savcıyla da konuşmuş ve ona PKK öncesine dair sorular yöneltmiş. "Öcalan Şafak dâvâsından yakalanmış ve içeri atılmıştı, diğer sanıkları uzun yıllar tuttunuz da onu neden bıraktınız?" sorusuna, muhatabı, "Bu sorunuza bir dahaki buluşmada cevap vereyim" demiş... İkinci buluşma hiç gerçekleşmedi. İngiltere'de ayrılıkçı terör eylemleri yapan IRA (Irlanda Cumhuriyet Ordusu) silâh bırakmaya karar verdiğinde yaşananları biliyoruz. Örgütün 'iç güvenlik sorumlusu' Freddy Scappaticci İngiliz istihbaratının örgüt içindeki 'köstebeği' olduğu ilk ortaya çıkan IRA sorumlusuydu. Ardından 'en güvenilir' IRA lideri Denis Donaldson'un da 'İngiliz köstebeği' olduğu şoku yaşandı. Donaldson dediğiniz kişi on yıl cezaevinde yatmış. Örgütün en simge ismi Bobby Sands açlık grevi sonucu cezaevinde onun kollarında can vermiş. IRA Donaldson'a İngiliz istihbaratına ait bir birimden belge çalma görevi vermiş; aynı dönemde İngiliz istihbaratına da IRA belgelerini taşıyormuş Donaldson... Independent gazetesi, "Vay be" diye yazmıştı o günlerde, "Ne güvenilir adammış Donaldson; devlet ondan IRA belgesi beklerken IRA da devlet belgelerine onun aracılığıyla dalma derdindeymiş" Böyle bir dünya bu Türkiye'de durumun bundan farklı olduğunu herhalde düşünmüyoruz, değil mi? Bizde de 'köstebek' denilecek tipler vardır her iki tarafta da; hatta iki tarafa da aynı 'sadakat' duygusuyla çalışan kişilerin varlığından bile söz edebiliriz. PKK'da vuruşurken asıl amacı Türkiye Cumhuriyeti'ne hizmet etmek olan, ya da PKK ile mücadele ediyor görünürken aklı karşı tarafta olan... Böyleleri de var mıdır? Var mıdır, bilemem, ama böyleleri çıkarsa hiç şaşırmam... Şu sıralarda PKK'nın kuruluş dönemlerine ait kuşkulu yönleri ön plana çıkaranlar oluyor. Kimi 'Pilot Necati' diye bilinen kişiye, kimi Öcalan'ın eşi Kesire'nin babası Ali Yıldırım'ın MİT irtibatına dikkat çekiyor. Sanki ilk kez bu bilgileri kendileri yazıyormuş gibi... Oysa aynı tipler, Abdullah Öcalan'ın ağzından da doğrulanan o bilgileri yazan bizlere olmadık hakaretler yağdırıyorlardı. 28 Şubat'ın ünlü 'andıç' belgesi içerisinde ismi 'gazeteci' diye anılan Mahir Sayın hakkında her türlü tezviratın yapılabileceği kişilerden biri olarak görülmesine çok şaşırmıştı; Mehmet Gündem'in kendisiyle yaptığı mülakat okunduğunda, şaşkınlığının bugün bile devam ettiği anlaşılıyor... Oysa, Abdullah Öcalan'la günler süren röportajlarını 'Erkeği Öldürmek' adıyla kitaplaştırmıştı ve daha önce ancak kulaktan kulağa fısıldanan PKK ile ilgili bazı iddiaları yaygınlaştırmıştı o. Hiçbir istihbarat örgütü ardında parmak izi bıraktığının bilinmesinden hoşlanmaz; daha önce farklı amaçla yapılmış girişimlerin yıllar sonra değişik biçimde sunulmasındansa hiç... İyi ki yurtdışında yaşıyormuş Mahir Sayın... Uğur Mumcu'nun 'kâtilleri' yargılanıp cezalandırıldıkları ve eşi de TBMM Başkan Vekili olduğu için o suikastın kapağı bir daha açılmaz herhalde. PKK'nın kuruluş yıllarına dair dedikoduların ortalığı sarmasından terörü bitirmeye azimli devlet birimlerinin yılacağını sanmam. İngilizler beceriksiz olduklarını Donaldson'la ispat ettiler, ama bizimkiler 1971'den bu yana çok akıllandı; geçmişte yaşanan utanç verici sakarlık bu defa tekerrür etmez sanırım. Belirsizliklerle dolu yeni bir döneme giriliyor, ama siz yine de telâşlanmayın... T.kivanc@yenisafak.com.tr Not: Bu yazı 27/11/2007 tarihinde yayımlanan Yeni Şafak gazetesinden alınmıştır.

BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ ve EZİLEN HALKLARI BİRLEŞİN!

Ruhsatsız cinayet, güvencesiz yaşam Blanço korkunçtu! Patlayan “plastik atölyesinin” altından aslında sigortasız, kayıt dışı, iş güvencesi olmayan kocaman bir işçi sınıfı çıkmıştı ve bu patlama aslında “olağan” bir durumdu. Kayıt dışı işyeri, kayıt dışı işçiler, kayıt dışı bir yaşam... İSTANBUL- Türkiye, Zeytunburnu İlçesine bağlı Davutpaşa, Çifte Havuzlar Caddesi'nde gerçekleşen bir patlama sonucu yine sarsıldı. Yine gazeteler olayı manşetlerine taşıdılar. Yine yetkililerden açıklamalar geldi. Çünkü yine devasa bir iş cinayeti yaşanmıştı. Tuzla Tersanesi'nde 7 ayda 13 çalışanın ölmesinin ardından bu kez Davutpaşa'daki patlamada 22 işçi yaşamını yitirmiş, 114 kişi yaralanmıştı. İstanbul Davutpaşa'daki 5 katlı iş merkezinin dördüncü katında, kaçak çalışan kot yıkama atölyesinde meydana gelen kazan patlaması sonucu yangın çıktı. Alevler, bir anda çatıyı sardı. Çevredekiler kat otoparkına ve camlara çıkarak olan biteni izlemeye başladı. Ancak tam bu arada binanın en üst katında bulunan ve 2 yıldır “plastik atölyesi” adı altında yine kaçak olarak havai fişek ve maytap üreten işyerinin atölyesinde, ikinci bir patlama meydana geldi. Blanço korkunçtu! Patlayan “plastik atölyesinin” altından aslında sigortasız, kayıt

dışı, iş güvencesi olmayan kocaman bir işçi sınıfı çıkmıştı ve bu patlama aslında “olağan” bir durumdu. Çünkü sadece Davutpaşa bölgesinde işçilerin yüzde 80’i hiçbir iş güvenceleri bulunmadan çalışıyor. Kayıt dışı işyeri, kayıt dışı işçiler, kayıt dışı bir yaşam... İşte Davutpaşa’da patlayan bu. 22 canımıza malolan bu patlama sonucunda işçi ve emekçiler arasında kayıt dışı, hiçbir iş güvencesi olmayan milyonların bulunduğu birkez daha kanıtlanmış oldu.

Türkiye Kaçak işçi cenneti Yapılan tahminlere göre Türkiye'de çalışan 22 milyon insanın 10,5 milyonu hiçbir sosyal güvenceye sahip değil. İşçilerin sigortalı yapılmasını maliyet olarak gören burjuvazi kaçak işçi çalıştırmayı tercih ediyor. Gerçekleştirilen üretimin büyük bir kısmının da yurtdışına ihraç ediliyor olması ise bu cinayetlere göz yumarak ortak olmanın gerekçesi yapılıyor.

"Hep beraber yanlışlık yapılmış. Kaçak yapı yapılmasında, ruhsatsız üretim yapılmasında, ihbar edilmemesinde. Hepsi iç içe bir yumak. Demek ki bugüne kadar hatalarla geldik, hataların maliyetleri bugün ortaya çıkıyor." Bu sözler İstanbul Valisi Muammer Güler'e ait. Güler'in altını çizmediği tek şey var o da sosyal güvencesi olmayan işçiler. Zaten Valinin açıklamasının ardından İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş'ın açıklaması geliyor. "Havai fişek, maytap gibi imalathane ve depo olarak kullanılan ne kadar yer varsa itfaiyemize ihbar edin. İhbar olmazsa bilemeyiz." Yani bu katliamın sorumlusu ihbar etmeyen ya da etmekte geciken işçiler. Peki ya kayıt dışı ekonominin mimarları? Onlar hiç mi sorumlu değil? 10,5 milyon kayıt dışı çalışan işçiyi “gözden kaçıranlara” diyecek tek sözümüz kalıyor: Pes doğrusu! KURTULUŞ

Demokratik lise istiyoruz Aleviler geçit vermedi

İ S TA N B U L - D e v r i m c i L i s e l i l e r 26.01.2008 günü Galatasaray Meydanı'nda gerçekleştirdikleri bir basın açıklamasıyla sömestr tatiline girerken eğitim haklarının gasp edildiğini söylediler. Yetkililerin başarılı bir yarıyıl geride bırakıldı söylemine karşı çıkan liseliler eylemde, “Demokratik lise istiyoruz” yazılı bir pankart açtılar. Devrimci Liseliler adına basın açıklamasını Sezen Çolak okudu. Çolak, “Eğitim sistemi, gelecek hayallerinin peşinde koşan bizleri

yanı başımızdaki sıra arkadaşımıza düşman edecek kadar rekabetçi, sonuçları ailede ve toplumda yüz kızartacak ve fiziksel tepki görecek kadar utandırıcıdır” dedi. Eylemde sık sık “Eşit parasız anadilde eğitim”, “Kışla değil, demokratik lise”, “Savaşa değil eğitime bütçe” sloganları atılırken faturanın karnesi zayıf öğrencilere çıkartılmak istendiği vurgulandı. Çolak, “Türkiye'de eğitim sisteminin gerçekliği, okul önlerinde eli sopalı müdürlerin saçlarımızı, sakallarımızı, ojelerimizi ve etek boylarımızı denetleyerek bizleri hizaya sokmalarıdır. Eğitim yönetmeliğinin antidemokratik içeriğidir” dedi. Devrimci Liseliler, eşit, demokratik, parasız, bilimsel ve anadilde eğitim hakkı için mücadele edeceklerini bir kez daha vurgulayarak eylemlerine son verdi. KURTULUŞ

İktidarın giriştiği “Alevi açılımı” Alevi kuruluşlarının çoğu tarafından güvensizlikle karşılandı. Birçok dernek bu açılımı samimiyetsiz bulduğunu söyleyerek iftar davetine katılmadı. Yemeğe 279 Alevi örgütünden yalnızca 8'i katılırken dedeler katılanlara “düşkünlük yaptırımı” uygulanacağını söylediler. Alevi inancına göre, düşkün ilan edilenlerle her türlü ilişki kesiliyor, sadece cenaze namazları kılınıyor. AKP'nin Alevi açılımı adı altında sunduğu plana geniş Alevi kesimlerinden tepki geldi. AKP'nin Muharrem ayı dolayısıyla 11 Ocak günü verdiği iftar yemeği PSAKD ve ABF başta olmak üzere birçok kurum tarafından protesto edildi. Alevi Bektaşi Federasyonu (ABF) adına konuşan Ali Yıldırım, “Hz.Hüseyin'in şahsında Aleviler nerede bir zülüm varsa zülümu yapanların her daim karşısında olmuşlardır” dedi. Yıldırım, AKP'nin Alevi yemeği adı altında Alevileri oyuna getirmeye çalıştıklarını ancak gerçek Alevilerin bu oyuna gelmeyeceklerini kaydetti. Yıldırım

AKP'nin yaptığı bu yemeğe gidenleri son günlerde “Devşirme Aleviler” olarak adlandırdıklarını ancak bu sıfata şimdi de “Düşkün Aleviler” ismini de katacaklarını söyledi. PSAKD Genel Başkanı Kazım Genç'de yaptığı açıklamada, AKP'nin Alevi açılımının Alevileri asimile ederek bitirme söylemi olduğunu kaydetti. “Sözümüz AKP'nin 'Muharrem orucu iftarına' katılacaklara 'düşkünlük' ihtiradır” diyen Genç, AKP'nin gerçek planının sözde Alevi açılımı adı altında Aleviliğin kültürel olarak bitirilmesini tasarladığını kaydetti. Genç, “Alevi toplumu 1970 yılında Demirel hükümetine güvenoyu veren 5 Alevi dedesini düşkün ilan etmiş ve bu kişiler bir daha toplum önüne çıkamamışlardır. Bu iftara gidenlerin sonu da bundan farklı olmayacaktır” dedi. AKP'nin Alevileri ehlileştirme operasyonu 279 örgütten yalnızca 8'inin katılmasıyla boşa çıkmış gözüküyor. KURTULUŞ

Kürtlere kim mesafe koymuş? SDP'de iktidarı gasp edip şeflerinin tacizciliğini gizleyebilmek için her yola başvuran, Kurtuluş'un sınıf eksenli karakterini silip bir kenara atarak çoktan populistleşenler Kurtuluş'un Kürt meselesini “sattığını” anlatmak üzere binbir tezvirata başvurdu. Oligarşinin ağır baskıları karşısında Gündem gazetesini sürekli çıkaramayan ve başka yayınlar çıkarmak zorunda kalıp yeni yayınlar konusunda da ağır baskılarla yüz yüze gelen Kürt kardeşlerimize imkanlarımızı sonuna kadar açmıştık.

Fazla lafa gerek yok. Gündemden sonra çıkan Toplumsal demokrasi, Yaşamda Demokrasi ve Gerçek Demokrasi gazeteleri yayınevi bulma zorluğu karşısında yayınevimiz Erginbay Yayıncılıktan çıkarılmış ve sorumluluğunu gazetemizin sahibi ve sorumlu yazıişleri müdürlüğünü yapan Hüseyin Bektaş yürütmüştür. Kimimiz nutuk attı, kimimiz andıçlandı, kimimiz öldü bu dava için! Şimdiye kadar verilen 300.000 YTL'lik para cezasının yanında işte yoldaşımız hakkında açılan davalar,

Gerçek demokrasi gazetesi yayınevimiz tarafından çıkarılmaktadır

Dağlıca'da ölmemek neden suç olsun? Geçtiğimiz aylarda PKK tarafından esir alınan ve DTP'li milletvekillerinin arabuluculuğuyla tekrar Türkiye'ye dönen 8 asker tutuklanmıştı. Görülen duruşmada bütün sanıklar tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldılar Geçtiğimiz aylarda PKK tarafından esir alınan ve DTP'li milletvekillerinin arabuluculuğuyla tekrar Türkiye'ye dönen 8 asker tutuklanmıştı. Dağlıca'da esir alınan 8 asker Türkiye'ye döner dönmez tutuklanarak cezaevine girmişti. Tek suçları baskın sırasında ölmemek olan askerler çıkarıldıkları mahkemede serbest bırakıldılar. Van Jandarma Asayiş Kolordu Komutanlığı Askeri Mahkemesi'ndeki duruşmada 8 erin tutuksuz yargılanmasına karar verildi. Van Jandarma Asayiş Kolordu Komutanlığı Askeri Mahkemesi'ndeki 'Dağlıca Davası' duruşmasında Dağlıca'da saldırı sırasında görev yapan 5 asker tanık dinlendi. Tanıkların dinlenmesinden sonra Askeri Savcı Hakan İleri, Piyade Er Ramazan Yüce

Vali'den açıklama

dışındaki tüm askerler için tahliye isteminde bulundu. Daha sonra Mahkeme heyeti duruşmaya kısa ara verdi. Yeniden başlayan duruşmada sanık avukatları da savunmalarını yaptılar. İddianamede er Ramazan Yüce'nin 'Suç ve suçluyu alenen övmek', 'Büyük zararlar doğuran emre itaatsizlikte ısrar', 'Devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozmak suçuna yardım etmek', 'Yurt dışına firar', 'Zincirleme olarak basın ve yayın yoluyla bölücü terör örgütünün propagandasını yapmak' ve 'Basın ve yayın yoluyla halkı askerlik hizmetinden soğutacak beyanlarda, telkinlerde bulunmak, propaganda yapmak' suçlarını işlediği belirtilirken ömür boyu hapis cezası ile cezalandırılması ayrıca silahını kaybettiği gerekçesiyle bunun

SAYFA 04

parası olarak 1208 YTL'nin de tahsil edilmesi istenmişti. Piyade Uzman Çavuş Halis Çağan, 'Memuriyet Görevlerini yerine getirmemek', 'Büyük zararlar doğuran emre itaatsizlikte ısrar' ve 'Zincirleme olarak basın ve yayın yolu ile bölücü terör örgütünün propagandasını yapmak' suçlarından, diğer askerler er Fuat Başoda, er İlhami Demir, er İrfan Beyaz, er Özhan Şabanoğlu, er Fatih Atakul ile piyade çavuş Mehmet Şenkul hakkında ise, 'Büyük zararlar doğuran emre itaatsizlikte ısrar' suçlarından 5 yıla kadar hapis cezası istenmişti. 02 Şubat günü Van'da görülen duruşmaya ayrıca yayın yasağı konulmuştu. KURTULUŞ

2007/ 643 28.02.08

18.11.2007 Gerçek Demokrasi

5237 sayılı .TCK. 215, 218. mad.

2007/ 424 11.03.08

17.11.2007 Gerçek Demokrasi

2007/403 19.02.08 AİHM

16 Ekim 2007 Gerçek Demokrasi Kapatma kararı nedeniyle AİHM başvurusu yapıldı

3713 s.y. 6/2-4 ve 7/2 mad 5237 sayılı .TCK. 215, 218. mad 3713 s.y. 6/2-4 ve 7/2 mad 5237 sayılı .TCK. 215, 218. mad.

2007/480 14.05.08 2007 / 439 17.04.08

14 Ekim 2007 Gerçek Demokrasi

3713 s.y. 6/2-4 ve 7/2 mad

11 Ekim 2007 Gerçek Demokrasi 15 Ekim 2007 Gerçek Demokrasi

2007/ 428 20.03.08

13.10 2007 Gerçek Demokrasi

2007/436 17.04.08

06.10.2007 Gerçek Demokrasi 07.10.2007 Gerçek Demokrasi

3713 s.y. 6/2-4 Mad 5237 sayılı .TCK. 215, 218. mad. 3713 s.y. 6/2-4 5237 sayılı .TCK. 318/1-2. mad . 3713 s.y. 6/2-4 ve 7/2 mad

2007/430 17.04. 08

02.10.2007 03.10.2007 04.10.2007 05.10.2007

2007/640 08.02.08

23 Eylül 2007 Gerçek Demokrasi 22 Eylül 2007 Gerçek Demokrasi

3713 s.y. 6/2-4 ve 7/2 mad

2007/422 25.03.08

17.9.2007 Gerçek Demokrasi 18.07.2007 Gerçek Demokrasi 19.09.2007 Gerçek Demokrasi 20.09.2007 Gerçek Demokrasi 21.09.2007 Gerçek Demokrasi

3713 s.y. 6/2-4 ve 7/2 mad 5237 sayılı .TCK. 215, 218. mad.

2007/597 09.06.08 2007/421 27.03.08

15.09.2007 Gerçek Demokrasi

3713 s.y. 6/2-4 ve 7/2 mad

9 Eylül 2007 Gerçek Demokrasi 10 Eylül 2007 Gerçek Demokrasi 11 Eylül 2007 Gerçek Demokrasi 12 Eylül 2007 Gerçek Demokrasi 13 Eylül 2007 Gerçek Demokrasi 14 Eylül 2007 Gerçek Demokrasi

3713 s.y. 6/2-4 ve 7/2 mad 5237 sayılı .TCK. 215, 218. mad

2007/428 09.05.08

23 Temmuz 24 Temmuz 25 Temmuz 26 Temmuz 27 Temmuz

3713 s.y. 6/2-4 ve 7/2 mad

2007/432 09.05.08

18 Temmuz 2007 Gerçek Demokrasi 19 Temmuz 2007 Gerçek Demokrasi 20 Temmuz 2007 Gerçek Demokrasi

3713 s.y. 6/2-4 ve 7/2 mad

2007/660 08.02.08

19 Kasım 2007 Gerçek Demokrasi 20 Kasım 2007 Gerçek Demokrasi 21 Kasım 2007 Gerçek Demokrasi Kapatma kararı nedeniyle AİHM başvurusu yapıldı

5237 sayılı. TCK. 215, 218. mad.

15–21. 2007 Yaşamda Demokrasi 22–28.12.2007 Toplumsal Demokrasi

3713 sayılı yasanın 7/2,6/2 TCK’nin 53.mad TMK 7/2

29.12.2007- 04.01.2008 Toplumsal Demokrasi 05–11 Ocak 2008 Toplumsal Demokrasi

3717 sy 6/2, 7/2 ve TCK 5354 TMK 7/2,6/2 TCK 215/1

AİHM

2008/12 17.04.08 2008/25 20.05.08 2008/14 30.04.08 2008/14 30.04.08

Gerçek Demokrasi Gerçek Demokrasi Gerçek Demokrasi Gerçek Demokrasi

Gerçek Demokrasi Gerçek Demokrasi Gerçek Demokrasi Gerçek Demokrasi Gerçek Demokrasi

3713 s.y. 6/2-4 ve 7/2 mad 5237 sayılı .TCK. 215, 218. mad.


KURTULUS

POLİTİKA

BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ ve EZİLEN HALKLARI BİRLEŞİN!

4-18 Şubat 2008

Onlar Engerekler ve çıyanlardır Kurtuluş Susurlukçular, Saunacılar, yüzbaşılar vs vs.. ve şimdi de Ergenekon. Gün geçmiyor ki, yeni bir çeteyle daha tanışmayalım. “Bunlar engerekler ve çıyanlardır, ekmeğimize aşımıza göz koyanlardır” diye çok önceden haber vermiştiAhmedArif. Daha kim bilir ne çok engerek var bu çürümüşlüğün altında! İkinci paylaşım savaşının ardından prestij kazanan komünizmin geriletilebilmesi için ABD denetimi altındaki ülkelerde nato aracılığıyla iç savaş örgütleri Kurdu. İlki bunlara genel bir ad gibi yakışan ve İtalyan Komünist partisinin etkinliğini kırmak için oluşturulan Gladio idi. Sovyetlerin çöküşünün ardından kömünizmin artık uzak bir tehlike haline gelmiş olduğuna inanıldığından ve bu tür örgütlerin denetlenmesinin yarattığı güçlüklerden dolayı bu yapılanmalar tasfiye edilmeye başlandılar. Ancak Türkiye'de bırakalım tasfiye edilmesini varlığı bile bir zaman kabul edilmedi ve bir zaman sonra da normal bir devlet kurumuymuş gibi Özel Harp Dairesi adı altında legalize edildi. Hatta Süleyman Demirel işe meşruiyet kazandırmak için varlığının doğal olduğunu ve esasında da bunun devletin kendisi olduğunu kabullendirmeye kalkıştı. Kirli savaşın başlamasının ardından bu özel örgüt binlerce “faili meçhul” diye adlandırılan cinayet işledi. İnsan kaçırdı; haraç aldı; uyuşturucu ticareti yaptı; kara para yıkadı; geleneksel mafyayla iç içe geçti; eski faşistlerden yeni mafya örgütleri oluşturdu; kendi içinde çıkar çatışmalarına düşüp birbirlerini kaçırıp öldürdü. Bütün dünyadaki örneklerinde olduğu gibi kendisini kuranların da denetleyemediği geniş bir faaliyet alanına yayıldı. MHP de öyle olmamış mıydı? Ancak asarak durdurabildilerdi. Hala devletin toplum üzerindeki egemenliğinde önemli bir role sahip olması dolaysıyla hiç kimsenin tasfiye etmek gibi bir düşünceyle davranamadığı bu çeteci yapılanma zaman zaman fazla açık verdiği ve genel çıkarlara zarar verecek duruma geldiği noktalarda kısmı tasfiyelere uğradı. İbrahim Şahin, Mehmet Ağar, susurluğun

S

Roman’da Veli Küçük kahramanlardan biriydi. Hakkında bin bir iddia ortaya döküldü, adının karışmadığı cinayet, kirli iş kalmadı küçük birimlerden oluşan bir çete yapısı aşılmış ve kendine ait dinamikler geliştirmeye başlayan militer bir yapı ortaya çıkmaya başlamıştı. Ergenekon tek bir örgütün adı değil ve toplamı devletin resmi kurumlarına doğru uzanıyor. İyi çocukların verdiği işarette ilaveten 1994 topyekun savaşının Genel Kurmay Başkanı Karadayı'nın adı bir numara olarak bu kez Ergenekon'la bağlantılı ortaya dökülüverdi. Özel Harp Dairesini Ecevit başbakanlığı sırasında ancak tesadüfen öğrendi. Süleyman Demirel de “derin devletin” devletin kendisi olduğunu söylemedi mi? Özal ve Ecevit bu gizli örgütlerden birilerinin darbesini yemelerine rağmen üzerine gitme cesaretini gösteremediler. Özal kendisine suikast yapan örgütü bulduğunu ama bir noktadan sonra geri adım atmak zorunda olduğunu açıkça ifade etti. Ecevit ise kendisine suikast yapanları araştırmaya bile cesaret edemedi. Gizli anayasa ile yönetilmekte olan ve 12 Eylülden beri askeri ya da yarı askeri bir karakter taşıyan TC devletinin kirli bir savaş sürdürürken böyle çetelere sahip olması tuhaf karşılanacak bir durum olmasa da çetelerin tarihinin bununla sınırlı olmadığı aşikar. İttihat ve Terakki'den gelen devlet çeteciliği de işe tarihsel temel sağlıyor. Bu çetelerden kimilerinin yakalanması da bizi asla şaşırtmamalıdır. Susurluk vakasının ardından çok şeyler olabileceği sanılmış ama işler düzenleyenlerin istediği yere kadar gitmiş ve durmuş idi. Geçtiğimiz yıllarda da çeşitli çeteler yakalandı, muhtelif suikastler düzenlendi ama kamuoyunu tatmine yönelik birkaç tutuklamanın ötesinde hiçbir adım atılamadı. Bu nedenle, “temizlenmesi gerekenler” temizlenirken boş umutlara kapılmamak gerekir. Bu elbette çetelerin arkasının bırakılması anlamına gelmez. Tam tersine Mustafa Suphilerden

başlayarak hiçbir cinayet unutulmamalı, hiçbir çetenin peşi bırakılmama, bu politik çalışmanın en asli öğelerinden biri olarak sürekli gündemde tutulmalıdır.

Yurtseverleri tasfiye ediyorlar Ergenekon kendisi gibi başka vatanseverler de bulup Kızıl Elmacılık yapmaya başladı. Bu sayede “solculardan” bile dostları olmaya başladı. Yakalandıklarında en çok üzülen “emniyette yuvalanan Fettullahçılar yurtseverleri tasfiye ediyorlar” yorumunu yapan Doğu Perinçek oldu. Artık milliyetçilikle sosyalizmi birbirinin içine geçirmenin zamanın ruhuna uymanın gereği olarak gören başka “solcuların” da hükümetin liberalleri yanına almak için böyle bir manevra çevirdiğine ilişkin spekülasyonlarını bol miktarda okuyacağız. Kuşkusuz, böyle bir operasyonun zamanlaması politik çıkarlara göre yapılmıştır. Sınırötesi bombardımanların yarattığı öfkenin örtülmesi, liberallerin gönlünün okşanması ve hele hele anayasa değişikliğinin en az muhalefete çarpması açısından bu operasyonun mebzul yararlarının olması bir devlet çetesinin daha tasfiyeye uğradığı gerçeğini değiştirmez. Sorun çetenin çete olmasında değil, çetenin devamının ne olduğunda ve bunun da diğer çete davaları gibi tecrit edilmiş bir olay olarak kalmasına izin verip vermemektedir. Susurlukta çetenin kuyruğunu yakalamıştık ama kertenkele kuyruğu gibi olduğu için elimizde kaldı. Bu kez başka çete deneylerinin sağladığı tecrübe ile “sürekli aydınlık için” daha sağlam bir yerinden tutup çekmek, hep birlikte üstüne gitmek gerekiyor.

Bu eylemle DTP, sorunun operasyonlarla değil demokratik yollardan çözümü doğrultusunda mesaj verecek. Tüm demokratik kanalların tıkandığı, ABD ile ortak plan çerçevesinde özgürlük hareketinin imha ve tasfiyesine yönelik operasyonların arttığı, bu amaçla kandil dağının hava savaş filolarıyla bombalandığı bir dönemde, imha ve tasfiye politikalarına karşı canlarını siper etmeye hazır olduğunu bu eylemle bir kez daha gösterecek yürüyüşü” gerçekleştiriyor. Binlerce insan bu kez meydanlara değil operasyon bölgesine yürüyecek. Daha önce de çeşitli girişimlerle gerçekleştirilmeye çalışılan “canlı kalkan” eylemi çok daha kitlesel biçimde yapılmaya çalışılacak. Bu eylemle DTP, sorunun operasyonlarla değil demokratik yollardan çözümü

SAYFA 05

“ işçi sınıfının zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi yoktur. Ancak kazanılacak bir dünya vardır.” Mahir Sayın

Demokratik çözüm için dağlara yürünecek Kürt sorununun çözümsüzlüğü üzerine, 2007'nin son aylarında “EDİ BESE” (YETER ARTIK) diyerek, bölgenin birçok il ve ilçesinde kitlesel eylemler g e r ç e k l e ş t i r e n K ü r t l e r, D T P ' n i n öncülüğünde, şimdi de operasyon bölgeleri olan Şırnak'ın Gabar ile Cudi dağlarına, “operasyonlara karşı demokratik çözüm

İşçi sınıfı en devrimci sınıftır

Kirli savaşın başlamasının ardından bu özel örgüt binlerce “faili meçhul” diye adlandırılan cinayet işledi. İnsan kaçırdı; haraç aldı; uyuşturucu ticareti yaptı; kara para yıkadı; geleneksel mafyayla iç içe geçti; eski faşistlerden yeni mafya örgütleri oluşturdu; kendi içinde çıkar çatışmalarına düşüp birbirlerini kaçırıp öldürdü ortaya döktüğü isimlerin hepsi birbirleriyle bağlantılı idiler. Mafya, sivil faşist, polis, asker, milletvekili hepsi bir arada “vatan kurtarma çetesi” olarak faaliyet sürdürmekte idiler. On bir yıl önce Can Dündar susurluk çetesinin bıraktığı izlerden giderek “Ergenekon isimli bir kitap yayınladı. Tam bir polisiye romanı andırıyordu ama isimler gerçekti. Normal şartlarda yüzlerce kişiyi mahkeme önüne getirecek bir ihbar listesi gibi olmasına karşın kimse alınmadı. Suçlananlar da, adli makamlar da. Can Dündar 12 Mart işkencehanelerinden taşınan bir sırrı aktarıyordu: “Bu ismi ilk kez 12 Mart'ta ihtilalci deniz subayı Erol Mütercimler, Tümgeneral Memduh Ünlütürk'ten duymuştu. ”Ünlütürk, 1971 rejiminde solcuların işkence gördüğü Ziverbey Köşkü'nün komutanıydı. Şöyle demişti Mütercimler'e: "Ergenekon, hükümetlerin de Genelkurmay'ın da bürokrasinin de üzerinde bir örgüttür. 27 Mayıs'tan sonra CIA, Pentagon tarafından kurdurulmuştur. Özellikle Amerika'da kontrgerilla eğitimi almış, kurslardan geçmiş generallerin bir bölümü, 'Vatanı kurtarıyoruz' düşüncesiyle bu örgütte yer alırlar." “Mütercimler de demişti ki bize: “Bunun üzerine ben Ergenekon'u araştırdım. Gördüm ki içinde subaylar, emniyetçiler, profesörler, gazeteciler, işadamları, sıradan insanlar var. Bugün 'çeteler' dediğimiz küçük birimler, 'Ergenekon' denilen üst örgüt tarafından kullanılan tetikçiler...” Şimdiye değin muhtelif çeteler ortalığa döküldü. Bir kısmı tasfiye oldu bir kısmı ise “iyi çocuklardan oldukları için, önce 39 yıla mahkum olsalar da, iş kitabına uydurulup tahliye edildiler ve “işlerinin” başına döndüler. Besbelli ki, Ergenekon aslında belli bir örgütün adı değil. Muhtelif çeteler bu ad altında devletin kirli işyerini yürütmede kullanılıyor ve sonra gereksiz duruma gelen, denetim dışına kaçanlar da tasfiye ediliyorlar. İbrahim Şahin bunu şöyle ifade etmişti: “Böyle yapamazsınız. Buna üzülüyorum. İnsanları devletin güvenliği için belli bir müddet kullanacaksınız, ondan sonra da atacaksınız. Ben de kendi yöneticilerime söylüyorum. Üfürüp de çöpe atmasınlar.” Can Dündar'ın “romanında” Veli Küçük kahramanlardan biriydi. Hakkında bin bir iddia ortaya döküldü, adının karışmadığı cinayet , kirli iş kalmadı ama ayağı hiçbir taşa da takılmadı. Tuğ generallikten ileri gidemediği için bu kez vatani hizmetini bir başka alanda gerçekleştirmeye başladı. Bir özel güvenlik şirketi kurdu ve diğer özel güvenlik şirketlerini de etrafına toplayacak masum görünüşlü bir “güvenlik şirketleri derneği” oluşturdu. Böyle şirketlerin ne kadar “masum” olduklarını anlamak için ABD'nin Irak'ta yürüttüğü savaştaki rollerine bakmakta yarar vardır. Kirli savaşın ürettiği yüzlerce profesyonel katil bu şirketlerde güvenlikçi olarak işe alındılar. Onlarca dernek kurulup yüzlerce insan paramiliter ilişkilerle örgütlenmeye başlandı. Artık devletin ihale vereceği

5

doğrultusunda mesaj verecek. Kürt halkı, tüm demokratik kanalların tıkandığı, ABD ile ortak plan çerçevesinde özgürlük hareketinin imha ve tasfiyesine yönelik operasyonların arttığı, bu amaçla kandil dağının hava savaş filolarıyla bombalandığı bir dönemde, imha ve tasfiye politikalarına karşı canlarını siper etmeye hazır olduğunu bu eylemle bir kez daha gösterecek. DTP Eş başkan yardımcısı Kamuran Yüksek: “parlâmento da, açıklamalarımızda, çalışmalarımızda sürekli barışı savunduk. Demokratik çözüm istedik. Ancak, gördük ki hem dünyada hem de Türkiye de sesimiz duyulmuyor. Bizde bu sorunun çözümü için her şeyimizi ortaya koyduk. Ne kadar bedel ödenmesi gerekiyorsa o kadar bedelde biz veririz. Biz istiyoruz ki, kürt sorunu barışçıl ve demokratik çözülsün biz bu irademizi, sesimizi duyurmak için bu defa dağlarda ifade edeceğiz” dedi. Dört şubat günü İstanbul ve batıda ki birçok ilde yürüyüşe start verilecek. Bölge illerinden ve batı illerinden yürüyüşe katılanlar 5 Şubat günü Diyarbakır da buluşacaklar. Her ilden yürüyüşe katılanlar kitlesel katılımla uğurlanacaklar.5 Şubat günü diğer illerden Diyarbakır'a gelenler büyük bir kitlesel katılımla karşılanacaklar. Yürüyüşe 30 civarında il den binlerce katılım olacak. Yürüyüşe DTP Milletvekilleri, Belediye Başkanları,

Merkez Yöneticileri de katılacak. Birçok Sosyalist parti ve örgütte yürüyüşü destekleyeceklerini açıkladı. 5 Şubat günü Diyarbakır da buluşanlar, aynı gün Mardin-Nusaybin-Cizre istikametini takip ederek, Şırnak'ın Kasrik beldesine gidecekler. Burada DTP tarafından çadırlar kurulacak. Bir gece kalındıktan sonra 6 Şubat günü DTP nin ”Demokratik Çözüm Deklarasyonu” nu açıklamasıyla eylem sona erecek. DTP eş başkanı Emine Ayna, yürüyüş için İçişleri Bakanlığına başvuru yaptı. İçişleri bakanlığı müsteşar yardımcısı Alim Barut imzasıyla verilen yazılı yanıtta :” Vatandaşın kanunlarla belirlenen anayasal haklarını kullanmalarına bir engel bulunmamaktadır” denilmektedir. Ancak bu sözlerin hemen ardından ”28 civarında ilden pek çok kişinin çeşitli araçlarla küçük bir beldede toplanmasının, basın açıklaması boyutlarını aşacak bir organizasyon olacağı kanaatini doğurmaktadır” denilmesi, hükümetin hak sorununa nasıl bir yaklaşım içinde olduğunu göstermektedir. DTP grup başkan vekili Selattin Demirtaş, Kurtuluş gazetesine verdiği demeçte: “ Engelleme olabilir. Engellemenin yapıldığı yer bizim için operasyon bölgesidir. Nerede engelleme yapılırsa eylem noktası orası olacaktır. Biz barış ve demokrasi için yürüyoruz. Sesimizi duyurmak için anayasal hakkımızı kullanıyoruz” dedi.

ovyetler Birliğindeki bürokratik rejimin çöküşünün ardından neoliberalizm güçlü bir ideolojik saldırıya geçti. Bu saldırı “solcu”larda da etkisini gösterdi. İşçi sınıfı artık eski sınıf değildi. Sisteme entegre olmuştu ve Marks'ın ünlü sözü, “ işçi sınıfının zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi yoktur. Ancak kazanılacak bir dünya vardır.” geçerliliğini yitirmişti. İşçi sınıfının kaybedecek şeyleri vardı! Sanki işçi sınıfının Marks'ın bu lafı ettiği zamanda, kaybedeceği hiçbir şeyi yoktu; Çoluğu çocuğu, evinde iki sandalye, üç tabak da yoktu. Hangi koşullarda olursa olsun, insanların her zaman kaybedecek şeyleri vardır. Sözcükleri ancak en kaba anlamları içinde kavrayanların, mecaz anlamaya zeka yaşları yetmeyenlerin de Marks'ın zincir mecazını anlamalarını beklememek gerekir. Elbette bunu böyle yutturmaya çalışan burjuvazinin anlama konusunda bir sorunu olduğu söylenemez. “Sosyalizm zorunluluk mudur yoksa bir etik seçme midir?” sorusu sosyalistleri her zaman uğraştırmıştır. Sosyalizmin zorunluluğunu bir yer çekimi yasasına göre taşın yere düşmesi türünden bir zorunluluk olarak anlayanların yanında etik seçmenin de tamamen keyfi bir duruma tekabül ettiğini sananlar vardır. Sosyalizm insanlığın kaybettiği “ilkel komünal toplum cennetine” dönme idealinden başka bir şey değildir denilebilir. Ezen ezilen ilişkisinin hakimiyetiyle ilkel komünal toplumun yerini sınıflı toplumların alması ezilenlerin safında bu çelişkinin çözümü arzusu ve eylemini peşinden getirmiştir. Bu çelişkinin çözüm arzusu varolan bir nesnelliğe dayanır. Ve bir an gelir ki, bu çelişkinin çözülmesi bir zorunluluk oluşturur; aksi takdirde tüm toplum yok olabilecek bir noktaya gelir. Ama çözümün nasıl olacağı konusundaki tercihler değişiktir. Sosyalizm bu tercihlerden birini oluşturur. Tüm sınıflı toplumlar tarihi bu tercihlerin birbirini kovaladığı değişimler tarihidir aynı zamanda. Özgürlük zorunluluğun bilincine varmak ise sosyalizm de insanlığın yok olma ihtimaline karşı sınıf çelişkisinin dayattığı etik bir seçmedir. Sınıf çelişkisinin çözümü zorunluluk, nasıl çözüleceği konusu ise bir seçimdir. Herhalde Rosa Luxemburg bunun için “ya sosyalizm ya barbarlık” demişti. Neo liberalizmin ağır saldırılarının altında ezilen zihinlerin işçi sınıfını devrimciliğinin temellerini kavramamış olmaları ona herhangi bir sınıf gibi bakmalarını getirir. Ancak bu yeni bir hastalık değildir. Populist akımlar da her zaman böyle bakmışlardır işçi sınıfına. O kendi sürdürdükleri mücadelenin destekçisi olacak herhangi bir sınıf gibi bir konuma sahiptir. Populisti izlediği müddetçe bir anlamı vardır, yoksa kendiliğinden bir şey ifade etmez! İşçi sınıfının üretim araçlarının mülkiyetinden yoksun olarak gerçekleştirdiği kollektif üretim ona yeni bir dünyanın kurucusu olma özelliğini ve eskiyi aşma kabiliyeti anlamında da devrimciliğini kazandırır. Sınıf ister bunun bilincine varmış olsun isterse olmasın bu nesnel bir durumdur. Başka hiçbir sınıfın kendi nesnelliğinden doğan böylesine bir konumu yoktur. Kurtuluşun tarihsel eksenini kaydırıp önce onu populiste dönüştüren, daha sonra da gayrı müsellah bir devsola özenen eski yol arkadaşlarımız da işçi sınıfının artık eski işçi sınıfına benzemediğine yeni bir katkıda bulundular: “Türkiye'de sınıfsal çelişkilerin üstünü örten militarizm ve şovenizmin etkileri kırılmaksızın devletten ve sermayeden bağımsız, enternasyonalist, kitlesel sınıf hareketinin yolunu açmak MÜMKÜN DEĞİLDİR.” Bu sınıftan uzak durmanın bahanesinden başka bir şey değildir. “Militarizme bağlı bağımsız” bir işçi hareketinden söz etmek kimsenin aklına gelmez. Burada anlatılan elbette başka bir şey. Militarizm yüzünden sınıf çelişkileri görünmüyor, onun için sınıf çelişkilerinden yola çıkarak gidilecek bir yer yoktur! Dolaysıyla sınıf çelişkilerinden çıkarak işçilere bir şey anlatamazsınız! Kendileri de militarist ve şovenist olduklarından dolayı anti şovenist ve anti militarist söylemlere yüz vermezler! O zaman nasıl olacak da kırılacak militarizm ve şovenizmin etkileri? Kim kıracak? İşçi sınıfı dışında bir başka sınıf, tabaka vs olmalı bu işlevi yerine getirecek olan. Onun için de öncelikle işçilerle uğraşmanın bir gereği yoktur; sınıf çelişkileriyle uğraşmak yanlış yolda yürümektir; zaman kaybetmektir! Zaten bağımsız sınıf hareketinin “yolunu bile açmak mümkün değil”miş! Benzer lafları bir başkaları da din için söylerler. Dinin etkileri devam ettikçe işçilere bir şey anlatmanın olanaklı olmadığını düşünürler. Bütün dünyada işçiler tanrıya inana inana komünist bir politikayı da izlemişler, dinin yaratabileceği engelleri bir kenara bırakabilmişlerdir. Sosyalist hareket bir işçi hareketi olmadıktan sonra her türlü sapmaya açık haldedir. Batan sosyalizmin karakteristik özelliği bir zümrenin kendisini işçi sınıfının yerine ikame etmesi, onu “yönetilecek olanlar arasında bir sınıf olarak” görmesidir. Eğer öyle olsa idi Marksizm işçi sınıfının değil görüşü değil sınıfsız bir dünya görüşü olarak ilan edilirdi. İşçi sınıfının diğer sınıflardan temel farkı, hangi ideoloji toplumda egemen olursa olsun, sınıf çelişkilerinin her türlü engele rağmen başını uzatabilmesi, kendiliğindenlik durumuna son verip kendisi için olma durumuna ilerleme potansiyelini içinde taşımasıdır. Komünistlerin işçi sınıfıyla ilişkisi bu nedenle amasız ve fakatsızdır.


6 4-18 Şubat 2008

KURTULUS

DÜNYADAN

BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ ve EZİLEN HALKLARI BİRLEŞİN!

George Habaş’ı kaybettik

Alasiya Notları:

AKEL iktidar adayı

Filistin devlet başkanı Mahmut ABBAS'ın, “Filistin tarihinin büyük özgürlük savaşçılarından birisini kaybettik” dediği G. Habaşın ölümü üzerine Filistin'de üç gün ulusal yas ilan edildi. Hamas'da, HABAŞ'ın ölümünün “büyük bir kayıp olduğunu” açıkladı

K

ıbrıs'ın İngiliz Sömürgesi olduğu dönemde, 1926 yılının Ağustos ayında, adadaki ilk komünist örgütlenme olan Kıbrıs Komünist Partisi (KKP) kurulur. İşgal altındaki ülkede oldukça uzun sayılan bir süre alternatif siyasal tercih olarak siyaset yapabilen KKP, Sömürge Yönetimini getirdiği yasakla 1941 yılında kapatılır. Bu karar sonrası Kıbrıslı komünistler dönemin koşullarında KKP'yi illegal konuma çekerek, AKEL (Emekçi Halkın İlerici Partisi) adı altında kurdukları yeni partileriyle legal mücadeleyi kesintiye uğratmazlar. KKP oluşumu, üç yıl kadar illegal konumda faaliyetini sürdürmeye çalışır ve 1944 yılına kadar bu pozisyonunu korur. 1944'te alınan bir kararla, legal siyasal örgütü AKEL'e katılan KKP, kendi sürecini tamamlayarak tarihe karışır. 1 Nisan 1955'te EOKA (Ada'yı Yunanistan'a bağlama mücadelesi veren faşist paramiliter örgüt. Askeri lideri, II. Dünya Savaşında Nazilerin Yunanistan'ı işgal etmesiyle faşistlerle işbirliği yapıp komünistleri avlayan Albay Grivas) resmen kurulup ENOSİS (adanın Yunanistan'a ilhakı) hedefiyle İngiliz Sömürge Yönetimine ve komünistlere karşı eylemlere başlar. Sömürgecilere karşı verilen mücadelede önderliği faşist EOKA örgütü alırken “komünist partisi” AKEL, bırakın anti-emperyalist mücadeleyi, anti-sömürgeci mücadelede bile etkili olmaz, olamaz. 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti kurulana kadar, özellikle Yunanistan Komünist Partisinin de telkinleriyle siyasal tarihinde dönem dönem ENOSİS'i savunan AKEL, 1960'lı yıllarda bu düşünceyi yavaş yavaş terk etmeye başlar. Buna rağmen Kıbrıs'taki ilk seçimlerde AKEL, EOKA'cıların ve Kilisenin temsilcisi Başpiskopos Makarios'u destekler. Hatta verdiği bu destekle, Makarios'un adının “Kızıl Papaz” olarak anılmasına neden olur. “Komünist partisinin” anlaşılması güç bu tavrı kendi bünyesinde; “dönemin koşullarının bir zorunluluğu” olarak açıklanır. Ancak, Kıbrıs'ta yapılan tüm Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde AKEL, sağın -üstelik EOKA geleneğinden gelen- adaylarını ayni gerekçeyle destekleyerek benzer “taktik politikayı” uygulamak suretiyle seçimlerde asla kendi adayını çıkarmaz. 1974 Temmuzunda emperyalizmin taşeronları ve yerli işbirlikçilerinin katkılarıyla ada'nın fiilen ikiye bölünmesi sonrasında “Güney Kıbrıs”ta yapılan milletvekilliği seçimlerinde AKEL, %30-31 gibi yüksek bir destek bulmaya başlar. En kötü geçirdiği milletvekilliği seçimlerinde ise bu oran %25'in altına düşmez. Geçen zaman içinde partinin komünist kimliğinin uğradığı büyük erozyona rağmen, fikirsel zeminde reel-sosyalizmin son ve önemli kalelerinden biri olarak AKEL, kendi toplumu içinde fiziksel anlamda güçlü konumunu sürdürebilmiştir. ENOSİS'i savunan, etnik temelde siyaset üreten, parti yönetiminde Türkçe konuşan Kıbrıslılara ve ötekileştirdiği diğer etnik kimliklere (Ermeni, Maronit ve Latinler) yer vermeyen, kilisenin ve şovenizmin etkisinden yeterince arınamayan, Rum Ulusal Konseyi daimi üyesi bu “komünist partisi”, siyasi tarihinde ilk kez Şubat 2008'de yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimlerine kendi adayı ile katılıyor. Parti Genel Başkanı Dimitri Hristofiyas (Kıbrıs Cumhuriyeti meclis başkanı), Cumhurbaşkanlığına aday! Ve onun şahsında, kökleri 1926'ya dek uzanan, hemen hemen her dönemde Rumca konuşan Kıbrıslıların %30'luk bir kesimini oluşturan “komünistler” de iktidar arayışında. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde %50'nin üzerinde oy alan seçimi kazanmış sayılıyor. Herhangi bir adayın %50'yi geçememesi durumun ise en yüksek oyu alan ilk iki aday ikinci tura kalıyor. İkinci turda, birinci çıkan aday Cumhurbaşkanı seçilmiş sayılıyor. (Başkanlık sistemi olan Kıbrıs Cumhuriyetinde, devletin hiyerarşik yapılanmasında ikinci sıradaki en önemli mevki Cumhurbaşkanlığı Muavinliğidir. 1960 Anayasasına göre bu makama Türkçe konuşan Kıbrıslılardan seçilmesi gerekmektedir. 1963'te çıkan çatışmalar sonrası Türkçe konuşan Kıbrıslıların Kıbrıs Cumhuriyetini terk etmesi neticesinde bu makam boş durmaktadır.) Kıbrıs Sorununda en sürpriz buluşma ise AKEL adayı D. Hristofiyas'ın seçimleri kazanması halinde gerçekleşecek! Rumca konuşan Kıbrıslıları temsilen masaya oturan Hristofiyas'ın karşısında, Türkçe konuşan Kıbrıslıları temsilen eski yoldaşlarından Talat ve Ferdi yer alacak. AKEL gibi, siyasal kökleri SSCB uzanan adanın kuzeyindeki ayni kültürün eski temsilcileri.

Kızıl yardım örgütü üyelerine tutuklama Avrupa Özgür Tutsaklarla Dayanışma Komitesi aralarında ICAD delegesi avukat Manuel Olarieta Alberdi'nin de bulunduğu 5 Kızıl Yardım Örgütü üyesinin İspanya tarafından tutuklamasını protesto etti. ETA ve Herri Batasuna Partisi’ne yönelik operasyonların ardından 5 Kızıl Yardım Örgütü (SRI) üyesinin tutuklanmasının dikkat çekici olduğu belirtilen açıklamada tutsaklarla dayanışma çağrısı yapıldı. “Kızıl Yardım Örgütü’ne (SRI) gözaltı terörünü kınıyoruz” denilen açıklamada İspanyol tutsaklarla dayanışma çağrısı yapıldı. Avrupa Özgür Tutsaklarla Dayanışma Komitesi yaptığı yazılı açıklamada “Siyasal gericilik ve saldırganlık her geçen gün daha da güçleniyor. Sermayenin sömürü alanlarının genişletilmesinde ve pervasızlaşmasında sınır tanımayan emperyalistler, ezilenlerin ve emekçilerin dayanışması söz konusu olduğunda da vahşice saldırılar gerçekleştiriyorlar. İspanya devletinin ETA ve Herri Batusuna Partisi'ne yönelik gözaltı ve tutuklama terörünün ardından, bu kezde 5 Kızıl Yardım Örgütü'nün üyesini tutuklaması bunun son örneğidir. Bizler, Avrupa Özgür Tutsaklarla Dayanışma Komitesi olarak, emperyalist saldırganlığın ve pervasızlığın bir örneği olan İspanya devletinin 5 Kızıl Yardım Örgütü (SRI)' nin üyesini tutuklamasını şiddetle protesto ediyor, tutsak devrimcilerin derhal serbest bırakılmasını istiyoruz. Demokratik kamuoyunu tutsaklarla uluslararası dayanışma örgütü olan Kızıl Yardım Örgütü tutsaklarıyla dayanışma içinde olmaya çağırıyoruz” dedi.

FİLİSTİN- Filistin halkının El Hekimi (doktoru, bilgesi) ya da Abu Maysa yaşama gözlerini yumdu! Siyonist saldırganlığına ve İsrail işgaline karşı yarım asırdır Ulusal Kurtuluş Mücadelesi yürüten, Filistin halkının liderlerinden ve direnişin sembollerinden, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) kurucularından George Habaş, 26.01.2008 tarihinde 1992'den beri sürgünde yaşadığı Ürdün'de yaşamını yitirdiği haberini dünya basınına FHKC'nin efsanevi kadın gerillası Leyla Khalid bildirdi. G. Habaş, 1925 yılında, şimdi İsrail'de yer alan Lod'da bir Rum Ortodoks ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Mücadelesi nedeniyle Lod'dan ayrılarak Beyrut'ta gittikten sonra Beyrut Amerikan Üniversitesinde eczacılık eğitimi gördü. Fizik'le de ilgilendi. Filistin halkı arasında El Hekim olarak adlandırıldı. Filistin devlet başkanı Mahmut ABBAS'ın, “Filistin tarihinin büyük özgürlük savaşçılarından birisini kaybettik” dediği G. HABAŞ'ın ölümü üzerine Filistin'de üç gün ulusal yas ilan edildi. Hamas'da, HABAŞ'ın ölümünün “büyük bir kayıp olduğunu” açıkladı. Hamas liderlerinden İsmail HANİYE, “HABAŞ'ın hayatını Filistin'i savunmaya adadığını” söyledi. 1951 yılında Arap Milliyetçi Hareketine katılan G. HABAŞ, başlangıçta Birleşik Arap Cumhuriyetinin kuruluşunu destekledi. İçinde G. HABAŞ ve Nayif HAVATME'nin de bulunduğu AMH önderliği, Birlik'in çökmesi üzerine Nasırcılar ve Baasçılardan koparak fedai örgütleri kurmaya başladılar. G. HABAŞ, hareketin Filistin kolu olan İntikam Gençliği adlı örgüt içinde etkin bir rol oynadı. 1964 yılında silahlı mücadeleyi savunan sol kanat hareketi içinde yer aldı. Filistin Kurtuluş Cephesi adı altında örgütlenmiş olan fedai gruplarının, 1967'de Arap-İsrail savaşlarındaki yenilgiden sonra kurdukları, Filistin Halk Kurtuluş Cephesinden FKC döneminin önderi Ahmet CİBRİL ideolojik nedenlerle ayrılınca, örgütte HABAŞ'ın savunduğu

Marksist eğilim etkin hale geldi. 1969 yılında HABAŞ, kısa bir süre Şam'da hapiste kaldı. Nayif HAVATME'nin de örgütten ayrılmasıyla G. HABAŞ, FHKC içinde daha da etkin hale geldi. HAVATME'nin G. HABAŞ'a yönelttiği, “küçük burjuva ideolojisi ile uzlaşma ve Arap rejimleriyle iyi geçinme” eleştirilerine karşı HABAŞ, “ilerici” Arap rejimleriyle belli düzeyde bir ilişkinin gerekliliğini savundu. Ancak, FHKC'nin yönetici kadrolarında Marksist ve Leninistlerin olmasında ısrarcı oldu. 1971 yılında, “Kudüs'e giden yol Amman'dan geçer” şiarıyla Kral Hüseyin'in egemenliğine karşı, Özgür Ürdün Hareketini kurarak, Ürdün'de illegal mücadele başlattı. 1971 yılında Kral Hüseyin'in Filistin kamplarına saldırısından sonra Lübnan'a yerleşti. 1973 Arap-İsrail savaşından sonra, İsrail'le sorunların diplomatik yollardan çözülmesine karşı çıkan 4 Filistin'li direniş örgütünün oluşturduğu Red Cephesi'nin sözcülerinden birisi oldu. HABAŞ, FKÖ'nün Kral Hüseyin'le uzlaşma girişimlerini “ teslimiyetçilik” olarak nitelendirdi. İsrail tarafından defalarca suikast girişimine uğradı. Bunlardan birisinde yaralanarak kısmi felç geçirdi. FHKC, 1970 yılında 4 yolcu uçağını kaçırarak yolcuların ve mürettebatın serbest bırakılmasından sonra, uçakların havaya uçurulması eylemleriyle tüm dünyada tanınan bir örgüt haline gelmişti. G. HABAŞ, hastalığı nedeniyle 2000 yılında FHKC genel sekreterliğinden ayrıldı. Yerine genel sekreterliğe getirilen Ebu Ali Mustafa, 2001 Ağustos'unda İsrail tarafından Gazze'de bürosuna yapılan füze saldırısı sonucu öldürüldü. Örgütün şimdiki önderi Ahmet SAADET ise, 2001 yılında İsrail Turizm Bakanının öldürülmesi eyleminden dolayı İsrail zindanlarında esir tutulmaktadır. G. HABAŞ, Filistin sorunu üzerine gerçekleştirilen 1991 Madrid konferansının temel amacının, “Siyonistlerle Araplarının ilişkisinin normalleştirilmesi ile, ABD

Filistin halkının efsane direnişçisi, Marksist G. HABAŞ'ın ölümü, dünya devrimci hareketi ve anti emperyalist cephe için büyük bir kayıptır çıkarları ve İsrail yayılmacılığına uygun zemin hazırlamak olduğunu” belirtti. 1993'deki Oslo anlaşmasına karşı çıkarak, bu anlaşmanın “Filistin ayaklanmasını gemleyip, ehlileştirmeyi, yurtsever girişimin bel kemiğini kırmayı ve halkı parçalamayı hedeflediğini” söyledi. İsrail'in Ürdün'le 1994'de imzaladığı, Wadi Ara-Bah anlaşmasını, “Oslo, WadiAra-Bah anlaşmasının yolunu hazırladı” diyerek, bu anlaşmayı Oslo sürecinin kaçınılmaz sonucu olarak değerlendirdi. “Filistin, Düşle Gerçek Arasında” başlıklı

yazısında HABAŞ, “herhangi bir yurttaşlık ve milliyete sahip olmayan dünya sermayesi, halkaların ve emekçilerin, ayrımsız tümünün birden karşısında olan ilk düşmandır” diyerek, “ABD-Siyonizm vizyonunun bölgeyi İsrail'lileştirme ve dünyayı ABD'lileştirme” olduğuna işaret etti. Filistin halkının efsane direnişçisi, Marksist G. HABAŞ'ın ölümü, dünya devrimci hareketi ve anti emperyalist cephe için büyük bir kayıptır. El Hekimin mücadelesi dünya halklarına şan olsun!

İran nükleer güç olmaktan ABD de saldırmaktan vaz geçti mi? ABD'nin iyice dengesiz hale gelmiş olan ekonomisi, Doların kritik durumu ve “İsrail'in güvenliği” ABD açısından istikrarsızlık artırıcı ülkelerden biri, şer ekseninin en güçlü unsurunun kendi haline bırakılmasını zorlamaktadır İRAN- 2007'nin sonlarına doğru CIA'nın tuhaf bir raporu çıktı: “İran'ın nükleer silahlanma programını 2003'ten beri durduğunu biliyoruz.” ABD'nin İran'da işbirlikçi bir rejim kurmadıktan sonra, Irak bataklığından kurtulamayacağını, Ortadoğu'da istediği gibi bir sistem oluşturamayacağını bilen herkes için bu rapor baltayı sanki kendi ayağına vurmak gibi idi. Görünüşe bakılırsa böyle bir raporun ancak Bush'u diskalifiye etmek isteyen güçlü bir sermaye kesiminin işi olduğu söylenebilirdi. Gerçi sürdürdüğü politikalarıyla ABD sermayesinin tümünün desteğine asla sahip olmadığı bilinen Bush'un bu durumda CIA'da ciddi operasyonlara da gitmesi gerekirdi. Hiç bir şey olmadı. Bush'un Iran'a ilişkin söylemi aynıyla devam etti. “2003'ten beri biliyorduysalar” İran'ın bu arada gerçekleştirdiğini kendisinin açıkladığı nükleer yakıt üretimi faaliyetleri, uzun menzilli roket imalatından haberlerinin olmaması düşünülemez. CIA mı ne dediğini bilmiyor biz mi söyleneni anlamıyoruz? Galiba ikincisi: 2003'te İran ABD'nin Irak'ı işgalinin ardından nükleer silahların yayılmasını engelleme anlaşmasını imzalamıştı. Bush'un iddialarına karşın BM de İran'ın nükleer silah üretmediğini doğrulamıştı. İşte CIA'nın bildiğini söylediği atom bombasının kendisinin üretimidir.

SAYFA 06

İran mevcut konumunu korudukça ABD'nin Irak'ı işgali, ilan edilen amaçların hiç birinin gerçekleşmesine imkan vermeyeceği aşikardır Ancak, uranyum zenginleştirilmesi yapıldığına ve bombaları taşıyabilecek roketlerin geliştirilmediğine karşı söylenen bir şey yoktur. Böylece CIA “güvenilirlik” kazanırken Bush da iddialarına devam edebilme imkanını korumaya devam etmiştir. Yani hala Irak'ın işgaline bahane olarak kullandığı gibi İran'ın nükleer bir tehdit kaynağı oluşturduğunu iddia ederek saldırı planlarını sürdürme hakkı olduğunu savunmaktadır. Mesele zaten kuzunun suyu bulandırmasında değil yenilmesindedir. Öyle ya da böyle İran mevcut konumunu korudukça ABD'nin Irak'ı işgali, ilan edilen amaçların hiç birinin gerçekleşmesine imkan vermeyeceği gibi buna şimdi de nükleer güç sahibi bir ülke olarak Afganistan'daki istikrarsızlığın eklenmiş bulunmaktadır. Ama ABD zaten o zaman için en önemli meseleyi oluşturan sorunu geçici de olsa

halletmiş bulunmaktadır: Saddam'ın tahtından indirmeye kalkıştığı Dolar bugüne kadar dünya rezerv parası olma özelliğini korumuş ve ABD'nin bu durumdan yararlanarak dünyayı soymaya devam etmesine imkan sağlamıştır. Ama bunun bir erteleme operasyonundan öte bir anlamının olmadığını ABD ekonomisinin bu günlerde gösterdiği istikrarsızlık ve resesyon belirtileri ortaya koymaktadır. Ertelenen her sorun bulunduğu yerde biraz daha gelişerek muhatabının karşısına dikilir. Neoliberalizmin aynıyla devam ettirildiği takdirde ABD'nin ve onunla bağlı faaliyet sürdüren uluslararası tekellerin derinleşen bir krize doğru ilerlediklerine ilişkin oldukça çok kanıt ortaya çıkmış bulunmaktadır. Her krizin yeni saldırganlıklar anlamına geldiğini de tarih gösteriyor.

Bush'un ve partisinin seçimleri kaybedeceğine kesin gözüyle bakıldığına göre şansını yükseltebilmek için giderayak İran'a saldırması hiç tuhaf o l m a y a c a k t ı r. I r a n ' ı i ş g a l e yeltenmeyeceğini herkes biliyor. Irak'la başa çıkamayan ABD'nin artık tecrit konumda olmayan, Rusya ve Çin'le yoğun ekonomik ve askeri ilişkileri olan Iranla başa çıkabileceğini iddia edebilmek olanaklı değil. Ne var ki, ABD'nin iyice dengesiz hale gelmiş olan ekonomisi, Doların kritik durumu ve “İsrail'in güvenliği” ABD açısından istikrarsızlık artırıcı ülkelerden biri, şer ekseninin en güçlü unsurunun kendi haline bırakılmasını zorlamaktadır. Şimdi ABD atılımlar yapmak için değil, durumu kurtarabilmek için İran'a saldırmak i h t i y a c ı i ç i n d e b u l u n m a k t a d ı r. Pakistan'da Benazir Butto'nun öldürülmesiyle derinleşen istikrarsızlık da bölgedeki sorunlara bir yenisi eklemiş bulunmaktadır. En büyük tehditlerden birini de ABD ve İsrail'le uzlaşma yanlısı olmayacak bir islami rejimin nükleer silahlara sahip Pakistan'da iktidara gelmesidir. Bu durumda ABD sadece müdahale zorunluluğunu duymayacak, müttefikleri İsrail ve Türkiye'yi de ne pahasına olursa olsun bu müdahalenin içine çekmeye zorunluluğunu duyacaktır. Erdoğan'ın Bush'la görüşmelerinde “ılımlı İslam ülkesi” Türkiye'nin bölgede müdahil güç olmasına yönelik anlaşmaların yapıldığına ilişkin en önemli kanıtını askeriyeyle hükümet arasındaki uyumlu ilişkiler ortaya koymaktadır. Bu cüretledir ki, izinli sınır ötesi bombardımanlara ilaveten kara operasyonu talepleri de yükseltilebilmektedir. Bu yol yeni bir TC-Kürt savaşının kapısını aralarken ABD istekleri doğrultusunda İran'a müdahaleyi de peşinden sürükleyecektir.


KURTULUS

EKOLOJİ/KADIN

BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ ve EZİLEN HALKLARI BİRLEŞİN!

Ekolojide Marx ve Engels Kapitalizmin çevreyi yağmalamasına son vermek ve çalışanların sistematik olarak bu metabolizmayı restore etmesini sağlamak için, Marx, özel mülkiyeti ortadan kaldıracak bir sosyal devrimi öngördü Bazı çevreci teorisyenlerin iddialarının aksine, Marx ve Engels insanlığın doğayla olan ilişkisinin farkında ve ona son derece saygılı idiler. Ve onlar, sosyalizm için ekolojik sürdürülebilirliğin bir zorunluluk olduğunun farkındaydılar. John Bellamy Foster ve Marksist Paul Burkett, bu konuyu, “Marks ve Engels'in İhmal Edilmiş Yazıları” üzerine yazdıkları kitap ve makalelerinde incelemişlerdir. Onların bulgularına kısaca değinelim. Marks birçok yazısında, kapitalizmin doğayla insan arasında nasıl bir “metabolik uçurum” yarattığını söylemiştir. Sanayi kapitalizminin gelişmesi için birinci koşul, insanları üstünde çalışmakta oldukları

topraktan kopararak, fabrika köleleri haline getirmektir. Çok geçmeden topraklar terk edilir ve verimsizleşirken, şehirler ve nehirler aşırı insan yoğunluğundan çöplüğe dönmüşlerdir. Marks, kapitalist çiftçilikten söz ederken, yalnızca emeği değil aynı zamanda toprağı da soyma sanatı olarak bahsetmektedir. Yok edilmiş olan ekolojik sürdürülebilirliğe dönüşün, kapitalizm ile mümkün olmadığına işaret etmektedir. Kapital'in 3. Cildinde, “Toplumun üst düzey ekonomik formasyonunda, bir insanın başka bir insan tarafından sahiplenilmesi ne ise, dünyanın bireyler tarafından sahiplenilmesi de o'dur.”

demektedir. Ne bir topluluk, ne bir millet ne de bir milletler topluluğu, dünyanın sahibi değillerdir. Onlar yalnızca bu dünyanın konuklarıdır ve kendilerinden sonra gelen nesillere onu koruyarak ve daha da geliştirerek teslim etmelidirler. Kapitalizmin çevreyi yağmalamasına son vermek ve çalışanların sistematik olarak bu metabolizmayı restore etmesini sağlamak için, Marx, özel mülkiyeti ortadan kaldıracak bir sosyal devrimi öngördü. Marx Kapital'de, “yalnızca işbirliği içindeki üreticilerin, insan metabolizmasına ve doğaya rasyonel bir şekilde hükmedebileceğini ve onu, kör bir güç olmaktan çıkararak kendi kollektif

kontrolleri altına alabileceğini yazdı. Doğayla insan arasındaki bu simbiyotik (bir arada var olabilen) ilişkinin yeniden, “sosyal üretimin düzenleyici bir yasası” haline gelmesi gerektiğini söyledi. “Toprağın, Ebedi bir toplumsal mülkiyet olarak, bilinçli ve akılcı işlenmesinin, insan neslinin varlığı ve devamı, -yani sürdürülebilir kalkınma- için vazgeçilmez bir koşul olduğunu” ifade etmiştir. Engels, “Doğanın Diyalektiği”nde, doğa ile aramızdaki ilişkiyi “düzenlemenin”, yalın bilgiden fazlasını gerektirdiği tespitini yapmıştır. Bunun ise, mevcut üretim şeklimizde ve sosyal düzenimizde temel bir devrime ihtiyacı olduğunu belirtmiştir Terry Townsend / Democratic Socialist Perspective

Kadınlar cinsiyete dayalı yıpranma payı istiyorlar TÜSİAD, Dünya Bankası ve IMF gibi sermaye kuruluşlarının direktifleri doğrultusunda hazırlanan SSGSS yasa tasarısı devletin sosyal sorumluluklarını yok sayma ve yok etme üzerine kurulmuş. Ücretli çalışsak da çalışmasak da Ev içindeki emeğimiz görünmüyor Liberalizm bireycidir, soyut eşitliğe dayanır. Dayanışma yerine bireysel varoluş egemendir. Cinsiyetsiz bireylerin soyut eşitliğini günümüzde himayecilikle kadınların ev emeğinin görünmezliği üzerinden anne kimliğine hapseder. Dolayısıyla erkek egemen kapitalist sistem sosyal güvenlik yasalarındaki mantığını da farklılık ve soyut eşitlik üzerine kurgular. Bir yandan kadınların ailede bakım yükü artarken, bir yandan da bakım yükünü kaldırır gibi kadınların erkekler gibi çalışabilecekleri yanılsaması yaratır. Feministler liberalizmin bireyciliğini reddediyor, kadınların birey olarak güçlendirilmesine karşı çıkıyorlar. Kadınların korunmaya muhtaç değil, emek harcadıkları yeniden üretim yaptıkları için haklarını istiyorlar. “Kadınlar için sosyal haklar” platformundan kadınlar meydanlarda ellerinde bildirilerle bağırıyorlar: “Kadınların ev içi emekleri yok sayılarak hazırlanan SSGSS yasa tasarısı geri çekilsin” “TÜSİAD, Dünya Bankası ve IMF gibi sermaye kuruluşlarının direktifleri doğrultusunda hazırlanan SSGSS yasa tasarısı devletin sosyal sorumluluklarını yok sayma ve yok etme üzerine kurulmuş. Ücretli çalışsak da çalışmasak da Ev i ç i n d e k i e m e ğ i m i z g ö r ü n m ü y o r. Emeğimizin karşılığı yok. Kayıt dışı, sosyal güvencesiz, esnek,

kolayca işten çıkartılabileceğimiz, düşük ücretli işler hep bize kalıyor. Aynı işyerinde “kadın işi” olarak görülen işlerin tamamı bize bırakılırken, daha iyi işler hep “erkek işi” olarak tanımlanıyor. Biz kadınlar tıpkı yeraltında çalışanlar gibi CİNSİYETE DAYALI YIPRANMA PAYI İSTİYORUZ. Ev işleri ve bakım hizmetlerinin erkekler tarafından da en az eşit derecede üstlenilmesini ve kimi hizmetlerin sosyal devletin sorumluluğunda olması gerektiğini düşünüyoruz. Bunlar sağlanana kadar; HER ÇALIŞTIĞIMIZ YIL İÇİN 180 GÜN FİİLİ HİZMET ZAMMI İSTİYORUZ. Kadınlar için yıpranma hakkının, kadınların iş gücü piyasasına katılımının önünde engel teşkil etmemesi için; 10 kişiden fazla işçi çalıştıran işyerlerinde, çalışanların en az % 40'ının kadın olma zorunluluğu getirilmesini istiyoruz. Kadın-erkek emeklilik yaşlarının, çalışma süreleri ve primlerin eşitlenmesine itirazımız var. Herkes için yaş sınırı olmaksızın prim ödeme gün sayısının düşürülmesinin yanı sıra hem evde ücretsiz hem de ücretli çalışmaları nedeniyle yıpranmaları göz önüne alınarak kadınlara yılda 180 gün fiili hizmet zammı ile birlikte 15 yılda emeklilik istiyoruz. Bizi babamızın eline bakmaya ya da erken evlenmeye zorlayacak olan 18 yaşında sağlık güvencemizin kaldırılmasına itirazımız var.. Evli olsun, bekar olsun

ÜCretli ÇALIŞMayan kadInlar iÇIn kocalarIna ve babalarIna baĞLI olmadan ÜCRETSİZ saĞLIk gÜVencesi ve emeklilik hakkI istiyoruz. Kayıt dışı ortadan kaldırılana kadar ücretsiz ve geçici tarım işçileri, gündelikçi kadınlar sigorta kapsamına alınmalı. Tarım işçisi kadınların özel koşulları dikkate alınarak sigortalı olma imkanlarının sağlanmasını istiyoruz. Ayrıca tüm ücretli çalışanlar için çalışma saatlerinin kısaltılmasını istiyoruz. Kadın çalışan, erkek çalışan ayrımı yapılmadan 100 kişinin çalıştığı her iş yerine kreş açılmasını, daha az sayıda işçi çalıştıran işyerlerinin mahalle kreşlerini

çalıştırdığı işçi oranında finanse etmesini istiyoruz. Mevcut yasa tasarısı, kadınların aile içinde ev işi ve bakım hizmeti yaptıklarını yok sayarak koruyucu önlemleri kaldırıyor. Dolayısıyla kadınları aileye, erken evliliğe, koca eline bakmaya mahkum ediyor. Bu nedenle yasa tasarısına itirazımız olduğunu haykırıyor ve kadın erkek eşitliği sağlanıncaya, ev içinde harcadığımız ilave emek ortadan kaldırılıncaya kadar, kadınlara özel önlem uygulamalarının muhafaza edilmesi için mücadele edeceğimizi tekrarlıyoruz.”

Kadınla vardır kadınlar vardır kadınlar heryerde Değer verdiğimiz insanları ölüm yıldönümlerinde anarız. Bu köşede bir değişiklik yapıp önemli bulduğumuz kadınları doğum günlerinde anmak istedik.

Elizabeth Blackwell:

Adelheid Popp:

3 Şubat 1821, İngiltere. (Ö: 1910) Kadınların doğal ilaçlar yapıp 'cadı' ilan edildiği, asırlar boyu iyileştirme ve bakım işlerinin sorumluluğunu alıp sağlık kurumlarından dışlandığı bir tarihin mirasçısı olarak ABD'de ve dünyada ilk tıp diploması alan kadındır. Bir

kız arkadaşı erkek doktor tarafından muayene edilmekten rahatsızlık duyduğunu söylediğinde doktor olmaya karar verdi. Türkiye'de ise kadınların ısrarlı çalışmaları sonucunda 1922'de tıp fakültelerinin kapıları kadınlara açıldı

Simone Weil: 3 Şubat 1909, Paris. (Ö: 1943) 10 yaşında Bolşevik olduğunu ilan etti. Politik yazılar yazdı, işçi haklarını savundu, gösterilerde yürüdü. Bir kız okulunda felsefe öğretmenliği yaptı. Bu dönem de işçi hareketine katıldı, işsizlerin sorunlarıyla ilgilendi. Ağır hastalığına rağmen politik eylemlere katılmaya devam

e t t i . Ye d i k l e r i n i y o k s u l insanlarınki oranında kısıtladı. Kendisine özel tedaviyi reddetti. Ölüm raporunda şu ifadeler yer alır; "Merhume zihin dengesini yitirerek yemek yemeği reddedip kendini öldürdü." Eserlerinin çoğu ölümünden sonra basıldı.

11 Şubat 1 9 6 9 , Avustury a. (Ö: 1 9 3 9 ) “Aydınlan m a , eğitim ve bilgi talep ediyorum hemcinsl erim için, biz kadın işçiler için!” İlk kitabı, 40 yaşında yazdığı, kendi çocukluk ve gençlik anılarını anlattığı ve imzasız yayınladığı Bir İşçi Kadının Gençlik Öyküsü'dür. Bu kitap çıktığında sosyalist kadın hareketinin öncüsü olarak ünü yayıldı. 1892'de Viyana'da Kadın İşçiler gazetesinin kurucu ortağı ve sorumlu yazı işleri müdürü oldu. 1893 yılında ilk kadın grevinin

örgütlenmesine katıldı. Kendisi de yoksul bir ailenin kızı olan ve 10 yaşında fabrikada çalışmaya başlayan Adelheid, iş molalarında arkadaşlarıyla sohbet ederken ilk örgütlenme deneyimlerini yaşadı. 1 Mayıs'ın resmi tatil olması için yapılan çalışmalara katıldı. İşçi toplantılarında konuşmalar yaparak dikkatleri üzerine çekti. Evlendi, 2 çocuğu oldu fakat eşlerden biri için kendini feda anlamına gelen bir beraberliği kutsal evlilik olarak tanımlayan sözde ahlak anlayışına da hep karşı çıktı. Bunu dillendirdiği için 14 gün hapis cezasına çarptırıldı. Tüm baskı ve yıldırma girişimlerine direnerek ölümüne kadar mücadeleyi sürdürdü. Kendisi ve kız kardeşlerinin uyandırıcısı olarak kapıları kırmaya cesaret eden kadın olarak tanımlandı.

Kadınların ‘ilk’leri ve kadınlar için önemli tarihler 2 Şubat 1880: Cadde ve sokakların gece aydınlatılması uygulamasına ilk defa Hindistan Wabash'ta başlandı. 2 Şubat 1935: Kız Teknik Öğretmen Okulu kuruldu. 2 Şubat 1981: Türkiye'nin ilk kadın rektörü Prof. Dr. Ayşe Saffet Alpar İstanbul'da öldü. 3 Şubat 1984: Sağlık Bakanlığına bağlı tüm hastane ve doğumevlerinde kürtaja izin verildi. 5 Şubat 1924: Nezihe Muhittin'in başkanlığında Türk Kadınlar Birliği kuruldu. 8 Şubat 1870: Kız Öğretmen Okulu Dar-ül Muallimat açıldı. Sınavla 32 kız öğrenci alındı. 8 Şubat 1935: TBMM 5. Dönem Milletvekili seçimlerinde Türk kadını ilk kez seçme ve seçilme hakkını kullandı. Meclise ilk kez 17 kadın milletvekili girdi. Ara seçimlerde bu sayı 18'e ulaştı. 13 Şubat 1943: Türkiye'nin ilk kadın tiyatrocularından Neyyire Neyir İstanbul'da öldü.

SAYFA 07

Gabriele Reuter: 8 Şubat 1859, İskenderiye, Mısır. (Ö: 1941) İyi Aileden (Aus Gunther Familie, 1895) ve Gözyaşı Evi (Das Tranenhaus, 1909) adlı kitapların yazarı olan Alman edebiyatçıdır. Romanlarında kadınların toplum içindeki durumlarını ortaya koydu ve haklarını savundu. Dikkatli bir gözlemci olarak tanımlanan Gabriele, psikanalizin yeni ortaya çıktığı bir zamanda nevrozların özü ve oluşumu hakkında dikkate değer görüşler sundu.

4-18 Şubat 2008

7

Sandık açıldı! Sandık açıldı! Sandık... Deniz Sılacı

Her eve, her kıza bir sandık lazım” diye Ankara'nın Çıkrıkçılar yokuşundaki dükkanının kapısında bağıran satıcıyı hiç anlamamıştım, çocukken. Her defasında o yokuştan geçerken aynı sözleri tekrarladığını duyardım. Meğerse adam çok mühim bir şey satıyormuş! Şimdi, ben de böyle bir sandığın kapağını açtım. Etrafa naftalin kokusu yayıldı. Bu kokuyu hep sevmiştim. Anneme, anneanneme dair hatıralara taşıdığı için. Çocukluktan çıkarken annem bazen bu sandığı açar ve bize kendi el emeğiyle yaptığı örtü-pırtıları gösterirdi..Tek tek bohçaları açar, içinden dantelleri, kanaviçeleri, çini iğnesi örtüleri, gecelik takımlarını gösterir, bunların bize ait olduğunu tekrarlardı. Sonra sıkıca çeyiz sandığımızı anahtarla kilitler ve anahtarını da saklardı biz küçük kızlarından. Annemize yalvarırdık, arasıra bize bunları göstermesi için! Yalvarmalarımıza dayanamayınca sandığı açardı. Bizim için çok keyifli bir oyundu, sandık içindekilere bakmak. Bazı bohçadakilere de anlam veremezdik. Kenarı oyalanmış, beyaz örtüler, “bunları nerde kullanacağız” diyince annem onların ne işe yaracağını “evlenince öğreneceksiniz” der, konuyu değiştirirdi hemen. Biraz da yüzü kızararak. Sandığı gösterip, evleneceğimiz erkek için bekaretimizi sıkı sıkıya kilitli tutmamızı tembih etmeyi de hiç unutmazdı. Doğduğumuz andan sonra yıllarca içine atılanlarla doldurulan ceviz sandıklarımız. Bizimle taşındı, baba evinden koca evine. Annemizden bize miras kalan sandıklar bizlerden de kızlarımıza kalacaktı. Hatırası ana yadigarıdır ama, bu sandıkların da mahareti çoktur. Bize her daim kadın olduğumuzu hatırlatırlar. Anadan kızına, kızından kızına kuşaklara aktarılan kadınlık rolümüzü sürekli kılmak için vardırlar. Annemizin göz nuru el emeği vardır, bizim de kızlarımıza aktaracağımız, hani şu görünmeyen emeğimizin görünür kılınabilen yanı vardır içinde, devretmek için. Hiçbir eşyaya bu sandık kadar bağlı değilizdir. Her seferinde tüm eşyaları değiştirmemiz, eskitmemiz mümkün olsa da sandığımız eskimez. Tersine, sandığımız hem bizimle yaşlanır hem de yeniler kendini, bir başka kadına devredilmek üzere. Evin temel direğidir bu sandık. Bir de yatak odalarımızda idi, şimdilerde moda oldu salonlara taşındı çeyiz sandıklarımız. Ben yıllarca bu sandıktan bana öğretilenlerle yaşadım. Yatak odası, mutfak, çocuk odası arasında kaç kilometre yürüdüm, ne kadar emek harcadım, ne kadar ter döktüm, bilmiyorum. Hiç tatil de yapmadım. Şöyle bir ayağımı uzatıp da keyfime bakayım demek bile aklıma gelmedi. Yıllar sonra, bugün farkına vardım ki, tüm kadınlar benim gibi bir sandıkta, dört duvar arasında yaşıyormuşuz. Ayrı sandıklarda ama aynı rollerde! Meğerse, sandıktakiler bakım ve mecburi hizmet işleri, kocayı hoş tutmak da dahil, mutfak-yatak ve çocuk odası toplamıymış. Sandığımızdaki oklava hem mutfakta kullandığımız karşılıksız emeğimizin bir aracıymış, hem de itaatkar olmadığımızda kocamız tarafından sırtımıza inen sopaymış. Kendimize ait bir köşemiz bile yokmuş! Kocamıza ait soyadımız dışında, adımız bile yokmuş! Bedenimiz ve emeğimiz de hiç kendimize ait olmamış!. Annelerimizden öğrendiklerimizi kaderimiz sanmış, rıza göstermiş, boyun eğmiştik!. Ama artık gözlerimiz açıldı. “Kadın doğulmaz, kadın olunur” un ne demek olduğunu. Kadın olduğumuz için ezildiğimizi. Tüm kadınların da aynı rolü, aynı dört duvar sandıklarda yaşadığını. Feministleri duyduk, kadınların kurtuluşundan, özgürleşebileceğimizden bahsettiklerini. Ama şartları varmış: Kadınlar elele verip, dayanışmalı, örgütlenmeliymiş. İlk iş evdeki ve içimdeki sandığı parçalayıp çöpe atmak oldu. Ama naftalin kokusunu asla. Şimdi de sıra dört duvarım olan evin dışına çıkmak, özgürleşmek için nefes almak. Artık genç olmasam da, ben de feministlerin arasında olacağım. Bu 8 Martta ön saflarda yürüyeceğim. “evlere hapsolmayacağız” diyeceğim. Tüm kadınlar davetlimdir. Sandıklarınızı parçalayın!

Feministlerden protesto 418 kadın 3 gün içinde topladığı imzalarla militarizme karşı tutumlarını açıklayarak, gazeteci Perihan Mağden ve Ece Temelkura'la dayanıştıklarını açıkladılar. Feminist kadınların imzaya açarak 23 Ocak'ta yayınladıkları ve bizlerin de imzaladığı metnin tamamı şöyle: “Biz aşağıda imzası bulunan kadınlar, Genel Kurmay Başkanı Yaşar Büyükanit'in kanlarıyla bayrak yapan çocukları onaylamasını protesto ediyoruz. Yasal olarak öldürme ve öldürtme yetkisini elinde tutan silahlı gücün başındaki kişinin "kalem tutan ellerimiz silah tutmalıdır" diyen öğrencileri överek kanı ve savaşı kutsamasına itiraz ediyoruz. Ölme ve öldürmenin yüceltilmediği, şiddetsiz çözümlerin üretildiği bir ortamı savunuyoruz Lise öğrencilerini kandan bayrak yapma noktasına getiren ve onlara “askere gitmek istiyoruz”, “şehadet mertebesine erişmek istiyoruz” dedirten ırkçı, milliyetçi, militarist anlayışın karşısındayız. Bu anlayış sadece Genelkurmay değil, başta eğitim kuruluşları olmak üzere birçok kurum aracılığıyla da üretiliyor ve besleniyor. Bu anlayışı reddediyoruz, çünkü militarizm ve milliyetçilik, erkek egemenliğini besliyor, kadın düşmanlığı üzerinde yükseliyor. Erkeklerin kadınlara kadınlığa şiddetini arttırıyor ve meşrulaştırıyor. Kadınlar için zorunlu annelik, göç, yoksulluk anlamına geliyor ve toplumsal erkekliği şekillendiriyor. Kanla boyanmış bayrak üzerinden yapılan savaş ve şiddet çığırtkanlığına karşı çıktıkları için ırkçı, milliyetçi ve cinsiyetçi saldırılara uğrayan kadın yazarlar Perihan Mağden ve Ece Temelkuran'in yanında olduğumuzu duyuruyoruz.”


KURTULUS BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ ve EZİLEN HALKLARI BİRLEŞİN!

SAYI

01 1-15 Ocak Fiyatı 1 YTL

15 GÜNLÜK SİYASİ GAZETE Erginbay Yayıncılık adına Sahibi ve Yazıişleri Müdürü Hüseyin Bektaş Adres Şehit Muhtar Mah. Yoğurtçu Faik sok. No: 12-14 Taksim/İSTANBUL Baskı Gün Matbaacılık Abonelik için Gökhan Taşyakan adına Hesap No: 1052 0843667 TC İş Bankası Taksim Şubesi

I

KADINLARIN KURTULUSU Bağır Herkes Duysun AKP'nin türban samimiyetsizliği

Erkek şiddeti son bulsun! Erkek, kadına her şeyi yapabilme hakkını kendisine tanıyan dinden, militarizmden, hukuktan, aileden, okuldan, ders kitaplarından, medyadan aldığı iktidarın gücüyle şiddet uyguluyor, saldırıyor, taciz ve tecavüz ediyor Tacizin adresi yok

Taciz-vandalizm

Kadın bedenine ve kimliğine yüklenen anlamın tarihsel, siyasal ve toplumsal nedenlerine ilişkin söylenmiş ve bu yazıda da söylenebilecek birçok şey var. Bu anlam, toplumdan topluma farklılıklar içerse de asgari ortak nokta, kadının kendi bedeninin nesnesi olarak tariflenmesi, kadın kimliğinin patriyarka tarafından tahrif edilmesi. 'Ben ' dışında tariflenen beden ve tahrif edilerek 'giydirilmiş' kimlik militarizmin ve dinin hüküm sürdüğü bir coğrafya ile de birleşince, karşımıza, ideolojik yelpazenin her bir aralığında kendisine yaşam alanı bulabilen bir 'cinsiyetçilik' çıkarıyor.

dışarıya rezil olduk

Patriyarkanın kimi zaman sinsice, çoğu zaman ise açıkça şekillendirdiği zihinler ve yaşam pratikleri içerisinde cinsiyetçilik; cinsel tacizle, cinsel saldırıyla, şiddetle kolaylıkla buluşabiliyor. 'Bakmak' ile 'görmek' arasındaki farkın ne olduğunu kompozisyon derslerinden fırlamış bir sığlıktan uzak ifadelendirdiğimizde, gündelik yaşam pratiklerimizin her bir köşesinde lime lime edilen, edilmeye hazır kadın kimliklerimiz çıkar karşımıza. Çoğu zaman bakılan ama görülmeyen, görünmez edilen pratiklerdir bunlar: Kimi zaman bir deterjan reklamında 'beyaz' mutluluğa sıkıştırılmışken, kimi zaman mahallenin izni dışında yaşayan bir hemcinsimiz aşağılanırken, kimi zaman önceden beğendiğimiz ama artık beğenmekten vazgeçtiğimiz erkek tarafından bize bedel ödetilirken, kimi zaman terfi döneminde, kimi zamansa gece eğlenceye çıkmışken... Erkeklerin ses tonlarındaki tınıyla bile kolayca görünür kılabildikleri ikincilleştirme, saldırganlık; biz kadınların erken dönemden itibaren tecrübe ederek öğrendiğimiz bir varoluş tehdididir aslında. Boğulmuş, kuşatılmış, sıkıştırılmış, korkutulmuş kadınlığın, sınırları dışına çıktığı/çıkmaya çalıştığı her eylem şiddetle, tacizle, saldırganlıkla karşı karşıya kalıyor. 57 lira ile cezalandırılan saldırganlık 'zaten Rus' olmakla asıl menziline, yani tecavüze varıyor. Erkek ve erkeklik hayat buluyor. Erkek, kadına her şeyi yapabilme hakkını kendisine tanıyan dinden, militarizmden, hukuktan, aileden, okuldan, ders kitaplarından, medyadan aldığı iktidarın gücüyle şiddet uyguluyor, saldırıyor, taciz ve tecavüz ediyor.

Z I B

M I C

Gülseren Pusatlıoğlu

H

Her yeni yıl kutlamalarında habercilerin ‘Taksim tacizi' yakalama yarışına giriştiklerini gördüğümüz ve sonrasında televizyon habercileri ve bilumum psikolog, sosyolog erkekler tarafından yorumlanarak pazarlanmaya hazır hale getirilen saldırganlık, mutad bir hal almış görünüyor. Yine aynı elit tarafından, 70 milyonun gözü önünde yaşanan/hemcinslerimize yaşatılan cinsel saldırı; bir grup eğitimsiz, cahil, yokluktan Taksim'de açık alan dışında bir yerde yılbaşı eğlencesine katılamamış, cinsel sorunları olan erkekler tarafından gerçekleştirilen münferit bir olaymış gibi yorumlandı. Oysa biz kadınlar tacize, cinsel saldırıya maruz kalmak için kadın olmanın yeter şart olduğunu biliyoruz. Erkekler cinsel tacizi ve saldırıyı cahil, sapık, kültürsüz oldukları için değil, kendilerini kadın bedeni üzerinde hak sahibi gördükleri için yapıyorlar. Hem yazılı, hem de görsel medyanın bu tür haberleri veriş biçiminde en çok altını çizdikleri bir başka nokta ise 'dışarıya rezil olduk' söylemi. Sorunu kadın bedenine yönelik saldırı bağlamından kopararak, sorunun esasını fon olarak kullanarak verilen taciz haberleri, yüce Türk milletine halel getiren zevatları lanetleyen koronun milliyetçi söylemlerine eşlik ediyor. 'Bilmem neyi bulan Türk, İngiltere'de gol kralı olan Türk futbolcu, Almanya'nın en güzel kızı bir Türk, ABD'de kalp ameliyatında mucize yaratan Türk doktor...' benzeri, her an her şeyiyle 'Yüce Türklük' ün altını özenle çizen medya; taciz, tecavüz, saldırı haberlerinin öznesi konumunda olan kadın bedeninden ziyade, imajı zedelenen Türklüğü kurtarma peşine düşüyor. Bunu yaparken de bu tür olayların münferit, sapık bir kısım kültürsüz erkeğin işi olduğu vurgusunu yapıyor. Halbuki Rus uyruklu bir kadına tecavüz eden erkeğe ceza kesen hakim, bu ülkede eğitim almış bir grup erkeğin temsilcisi olarak sadece uyruğundan dolayı kadının bedenine yönelik saldırıyı meşru görebilecek, gösterebilecek bir zihniyete sahip. Taciz, tecavüz vandalizmle, kültürle, eğitimle, muhalif erkek olup olmamakla açıklanabilecek bir saldırı değil. 'Bu mili davadır, açık ve dar kadın kıyafetlerine karşı mücadelemiz sürecek. Derneğimizin yurt çapında da şubelerinin açılması için çalışıyoruz. Bu dava uğruna mücadele etmek şereftir' Trabzon “Haya ve Edebe Aykırı Müstehcen Kadın Kıyafetlerinin Men `i” Derneği başkanı Ali Kemal Yılmaz Bayraktar Çimdikledik 76 yaşındaki avukat Bayraktar 6 kişilik

Açıklanabilirliği yalnızca erkle, erkeklikle, iktidarla, patriyarka ile mümkün.

Tacizin sol'u, sağ'ı Feminist hareket cinsel tacizi bireysel bir sorun değil hayatın her alanında erkeği üstün gören ataerkil sistemin kurduğu kadın ve erkek arasındaki ezme/ezilme-iktidar ilişkisi sonucunda oluşan toplumsal bir sorun olarak ele alır. Yani taciz bir iktidar sorunudur. Geliştirilen çeşitli eylemlilikler ve etkinliklerle de kadına yönelik şiddetin kamusal görünürlük kazanmasını sağlamak ve bunu politik bir mesele olarak hem kadınlar arasında hem de muhalif hareketler içinde tartışmaya açmak önemli bir yaklaşım olmalıdır. Bugün ideolojik yelpazenin 'sol'unda duranlar tarafından çoğunlukla görmezden gelinmesi tercih edilen, önemsenmeyen cinsel tacizin, cinsel saldırının sol'dan ya da sağ'dan gelebilirliği/olamazlığı tartışması da bu anlamda akıldışı. SDP'de yaşanan cinsel tacizlere “taciz yok teklif var” dendiği gibi..“Sosyalist biri tacizci olamaz” gibi bir ön kabul tacizcilerin cirit attığı, kimin ne olduğunun bilinip de dile getirilmediği, cinsiyetçi fıkraların dilden dile aktarıldığı sol-sosyalist cenahta mümkün olmayan bir irrasyonalite. Ve unutmamak gerekir ki bütün bir siyasetin konusu, ezme-ezilme ilişkilerinin en görünür hali olan kadın bedenine yönelik saldırı, patriyarkal kapitalizme içerecek bir sorun aynı

derneğiyle Trabzon'da açık ve dar giyinen kadın avına çıkmış. Resmi kurumlarda çalışan kadınları Trabzon Valiliğine şikâyet etmiş. Açık ve dar giyinen kadınları ihbar etmeye teşvik etmiş. 25 kadın avukat tarafından, toplam 44 kişi hakkında suç duyurusunda bulunmuş, davaları sürüyor. Kadınların bedeni üzerinde baskı ve denetim hakkı gören bu muhafazakâr, faşizan anlayıştakileri protesto ediyor, çimdikliyoruz.

Susmayacağız! Erkeklerin kadın düşmanlığı artarak, sokakta , evde kadınlara şiddeti daha da meşrulaşacak. Biz barışın ortaklığında buluşmak ve kadınların dayanışması için mücadele etmek istiyoruz.

Şiddete karşı kadın insiyatifi tarafından yapılan, biz kadınların da örgütleyici olduğumuz basın açıklaması önce Kürtçe, ardından Türkçe okundu. Eyleme katılan kadınlar operasyonlara, militarizme, ırkçılığa, erkek egemenliğine, şiddete, tacize ve tecavüze karşı susmayacaklarını haykırdılar. Kadınlar barış taleplerini yinelediler.

Susmayacağız! Ölen asker de gerilla da yakınlarımız. İnsan hayatının savaş için harcanmasına artık hayır diyoruz.

Açıklamada

Susmayacağız! DTP'li kadın milletvekilleri üzerinden yapılan kadın bedenine ve kimliğine yönelik saldırılar karşısında erkek egemen sisteme karşı susmayacağımızı, kadın dayanışmasını büyüteceğimizi

“Savaşların, ölümlerin, gözyaşının olmadığı, tecavüzlerin yaşanmadığı bir dünyadır istediğimiz.

Susmayacağız Yapılan tüm operasyonların maliyeti erkek egemen sistemin kadınların sırtına yüklediği ev işleri, çocuk bakımı, yaşlı hizmeti yükünü daha da artırıyor. Mutfaktaki yangın büyüyor, yoksulluk artıyor.

SAYFA 08

zamanda. Şüphesiz cinsel tacizle mücadelenin yolu taciz karşısında tepki göstermekle, tacizin açıklanıp tacizcinin deşifre edilmesiyle başlıyor. Yöneticimiz her zaman haklı olmayabilir. Kendimizi sınırlandırılmış, utandırılmış, nefrete boğulmuş hissettiğimiz durumlara katlanmak zorunda değiliz. Sıkıcı cinsel içerikli şakalara ve fıkralara, istemediğimiz tekliflere ve ısrarlara, arkadaşça imiş gibi yapılan fiziksel temaslara katlanmak zorunda değiliz. Bu sorunun çözümü, tacizden kaçmak için sürekli saklanmaktan değil, her karşılaştığımızda konuşmaktan, deşifre etmekten, tacizcinin cesaretlendirilmek yerine hak ettiği cezayı alması için tacize karşı kadın grupları oluşturmamızdan, sadece kendi yaşadığımız olayların değil, çevremizdeki bütün taciz olaylarının müdahili olmamızdan geçiyor. Gerektiğinde işi durdurup olayın çözülmesine vakit ayırmamızdan, tacize karşı çevremizdeki bütün kadınların farkındalığının ve bilinç düzeyinin artması için çalışmalar yapmamızdan geçiyor. Yaşadığımız deneyimleri birbirimizle konuşmaktan, karşı çıkışlarımızı paylaşıp birbirimizi güçlendirmekten geçiyor. Biz sesimizi yükselttikçe, biz birbirimizle dayanışıp, destek oldukça saldırganların cesaretleri kırılacak ve dünya daha yaşanılır bir yer haline gelecek.

Cinsel tacize karşı mor iğnelerimizle sokaklardayız Feminist kadınlar olarak Taksim'de 4 haftadır her Cuma akşamı mor iğne ve bildirilerimizi dağıtarak, cinsel tacizlere ve saldırılara karşı var gücümüzle bağırıyoruz. BEDENİMİZ BİZİMDİR! CİNSEL TACİZE SON! Kampanyamız 8 Mart'a kadar her Cuma sürecek. Bizler, feminist hareketin sembolü olan mor iğnelerimizle sokaklardayız. Erkeklerin egemenliklerini sarsmak, bedenimize sahip çıkmak için, mücadeleyle kazandığımız TCK maddelerinin uygulanması için ve “kadının yeri evidir” anlayışını yok etmek için sokaklardayız. Cinsel tacizi cezalandıran 102. maddenin, cinsel saldırıları cezalandıran 105. maddenin uygulanmasını istiyoruz. Erkeğin suçunu yüzüne ve herkese haykırıyoruz.

Şiddete alışmayacağız barış için susmayacağız 26 Ocakta Galatasaray Lisesi önünde basın açıklaması yapan Kürt ve Türk kadınları operasyonların durdurulmasını, DTP ye ve kadın milletvekillerine yönelik saldırılara son verilmesini istediler.

AKP örtülü Kadınları çalışma hakkından yoksun bırakacak

haykırıyoruz. Susmayacağız! Savaşta yüzlerce kadın yine yakınını kaybedecek. Yine tecavüze uğrayacak, göç edecek, işsiz kalacak... Nasıl ki Novamedli işçi kadınların sorunlarında birlikte yürüyüp, kadınların dayanışma ve kazanma gücünü gösterdiysek, şimdi de barış isteyen kadınlar olarak bu savaşı durdurabiliriz. Biz kadınlar operasyonların, savaşların olmadığı, kardeşliğin, eşitliğin olduğu bir dünya istiyoruz. Ölümün değil, barışın kutsandığı bir dünya istiyoruz. “ denildi.

Tacizin sıradanlaşmasına, yılbaşı eğlencelerinin, hafta sonu taşkınlıklarının bir parçası olmasına izin vermeyeceğiz. Sokakları da, geceleri de, meydanları da terk etmeyeceğiz. Bizler, kadın dayanışmasını her geçen gün a r a m ı z a k a t ı l a n l a r l a b ü y ü t ü y o r, bedenimize sahip çıkıyoruz. Çağrımız İstanbul dışındaki illerde kadınların bir araya gelip mor iğneleriyle cinsel tacize karşı sokaklarda çığlıklarını çığlıklarımızla buluşturmalarıdır. Mor iğne kampanyasını bulunduğumuz her yerde yaygınlaştıralım.

ayrinisa Gül, kocası Abdullah Gül'ün politik kariyeri nedeniyle, üniversite eğitimi almak için açtığı davadan vazgeçiyor. Cumhurbaşkanının eşi kimliğiyle dahi fazla ortalıkta dolaşamıyor. Artık evi olan Çankaya'ya arka kapılardan girmek zorunda kalıyor. AKP'li kadın milletvekilleri yıllarca başlarını örttükleri örtülerini meclisin kapısında bırakıyor.. Başbakanın eşi Emine Erdoğan askeri hastaneye ziyaretçi olarak bile giremiyor. En yakınlarındaki kadınlar bunları yaşarken başbakan T. Erdoğan, pozitif ayrımcılık, kota talep eden kadınlara Ruanda'ya gidin diyebiliyor. AKP anayasa taslağına kadınları “korunmaya muhtaçlar” statüsüne yerleştiriyor. AKP türban ve kadın hakları konusunda hep çelişkili davranıyor. Yaklaşan yerel seçimlere hazırlanan AKP'nin bugünlerde türban sorununu gündeme getirmesinin, kendi tabanına hoş görünerek politik olarak kazandığı mevziyi korumak çabasında olduğunu gösteriyor. Diğer yandan ise, türbanı kadınlara ilişkin muhafazakar yaklaşımlarını pekiştirmek için kullanmaya çalışıyor. AKP'nin tabanının gözünde mağduriyet olarak kalan tek şey türban. Peki seçmenlerin yarısının oyunu alan AKP bu sorunu çözmekte neden samimi davranamıyor? Çünkü AKP takiyye yapmaya devam ediyor. Orduyla karşı karşıya izlenimi AKP 'yi mağdur yapıyordu. Ancak AKP ordu ve temsil ettiği sermayenin çıkarlarıyla artık tam bir işbirliği içinde oligarşinin partisi olmuştur. Türbanlı kadınların kamusal alandan dışlanması eğitim ve çalışma hakkından yoksun bırakılmasına artık duyarlı bir AKP'den söz edilemez. Tersine, türbanın aktüel hale gelmesinde bunun 28 şubat kararlarıyla 1998'den beri sürdürülen türbanlı kadınların mücadelesiyle bağlantısı olduğu görülmelidir. AKP'nin türbanı gündemine almasında bu kesimin mücadelesinin ve türbanı bir iktidar sembolü olarak kullanmasının belirleyici yanı vardır. Aynı zamanda bu durum kadınların ezilmişliğini kendi iktidar çıkarları için kullanmaktan başka bir şey değildir. Militarizm karşısında iktidar mücadelesinin bir kozu olarak AKP türban dolayısıyla kadınları pazarlık konusu haline getiriyor. AKP, türban sorununu göstermelik bir biçimde çözecek, süründürme politikasına devam edecektir. Devlet kararlarla kadınların ne giyeceğine, ne takacağına, etek boyuna karışıyor, yasalarla kadın bedeninin denetimini ve baskısını sürdürüyor, yasakçı, tek tipçi zihniyeti şırınga etmeye çalışıyor. Feminist bakış örtülü yada açık tüm kadınların kamusal alandan dışlanmasına karşı çıkar. Kadınlar kamusal alanda eğitim ve çalışma hakkı da dahil, hem hizmet alan hem de hizmet veren olma hakkına sahip olmalıdır. Dolayısıyla kadınların istedikleri biçimde her yerde turban takabileceğini de savunuruz. Kıyafete karşı her tür müdahaleye karşı çıkarak bedenimizin bize ait olduğunu söyleriz. Örtülü ya da açık her kadının istediği gibi giyinme hakkı vardır. AKP anayasa taslağında "Ceza hukuku veya genel ahlâka aykırı olmamak kaydı ile hiç kimse kılık ve kıyafetinden dolayı yükseköğrenim hakkından mahrum bırakılamaz." ı ilave ederek türban yasağını üniversitelerde kaldırmayı planlıyor. AKP, MHP ile yeni taslak hazırlığında olsa da bu ana fikirde ortak görünüyorlar. Kılık kıyafetin yasaklanamayacağı ibaresiyle türban yüksek öğretimde serbest bırakılacak. Ama bu demek değildir ki, keyfi olarak mini etek yada edebe aykırı olan kıyafetleri olanlara yasak devam etmeyecek. Yani AKP edepli kıyafet olarak türbanı görüyor. Ama takiyye yapıyor genel kılık kıyafet diye yazıyor, ama muhafazakarlığını da burada gizleyemiyor, ceza hukuku ve genel ahlaka aykırı diyerek, örf ve adetlere sıkıca sarılan AKP, aile kurumunu da sağlamlaştırmaya çalışan tavrıyla dikkat çekiyor. Peki ahlaka aykırı kıyafet ne demektir? Kürtlerin giyebileceği varsayılan simgeler, renkler midir. Eşcinseller ya da travestiler mi? Mini etekli ya da açık giyinen kadınlar mı?. Ayrıca bir kıyafetin genel ahlaka, edebe aykırı olduğuna kim karar verecektir? Yani her şey keyfilikle edebe aykırı olabilecektir. Kiminin düşük belli pantolonu, kiminin beli açık kıyafeti, küpesi, sakalı, kırmızısı, yeşili, sarısı, yakasındaki rozetine kadar Hiç kimse kılık kıyafetinden dolayı ayrımcılığa uğramamalıdır. Sadece eğitim öğretim hakkından yararlanmak değil, aynı zamanda çalışma hakkından da yararlanmalıdır. Yani üniversitede okuma hakkının yanında başörtülü hakim kadın olarak çalışma hakkına da sahip olmalıdır. Bugüne kadar politik İslamcı erkeklere çalışma hakkı açıkken türbanlı kadınları kamusal alandan dışlayarak evlere gönderen bu tutum aynı zamanda kadınları dışlayan cinsiyetçi tutumdur. Kadın ezilmişliğinin temelini, toplumsal üretimdeki ve ev içinde yeniden üretimdeki yeri birlikte oluşturuyor. Kadınların kurtuluşunu hedefleyenler her ikisine karşı mücadele ederler. Örtülü kadınların verdiği mücadele ise kamusal alanla sınırlıdır.Özel alan kamusal alan ikiliğine karşı mücadele etmeyen örtülü kadınların kadın kurtuluş mücadelesini savunmaları mümkün olamaz. Ailedeki cinsiyetçiliğe karşı çıkmayan örtülü kadınları türbanları özgürleştiremeyecektir. Yine de bizler türbanlı kadınların, kadın olarak yaşadıkları bu türden baskılara ve ayrımcı uygulamalara, kamusal alandan dışlanmalarına karşı mücadelelerinin dün olduğu gibi bugün de yanında olacağız.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.