Gelenek93

Page 1

İÇİNDEKİLER ► 2007’de Kriz mi İstikrar mı? Aydemir GÜLER

3

► Bankacılık Sektöründe Kriz Dinamikleri Alper BİRDAL

23

► Sınıf Siyaseti ve Bilim Erhan NALÇACI

37

OKUMA NOTLARI

► Engin Ardıç’ı Ne Yapmalı? / Ali MERT

49

► Marksizm ve Materyalizm Mahmut BOYUNEĞMEZ

57

► Şehitlik Miti Murat PAPUÇ

87

► Egemen İdeoloji üzerine Ulaş Can CENGİZ

99

ENTERNASYONAL GÜNDEM ► Venezuela KP Kongresi

111

GELENEK 93: Aylık Marksist Dergi (Ocak 2007) Yayın Kurulu: Ali Mert, Aydemir Güler, Erkin Özalp, Mesut Odman, Metin Çulhaoğlu

Sahibi: Erkin Tufan Özalp / Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Ekim Orhan İsmi / Kapak Düzeni: Sükun Öztoklu

yerel süreli yayın

Osmanağa Mah. Nihal Sok. No: 4 Kadıköy / İSTANBUL gelenek@tkp.org.tr Baskı: Kayhan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi D Blok No: 155 Zeytinburnu Yurtdışı Fiyatı: 9 avro / Haluk Arıcan Goettingen Sparkasse Almanya BLZ: 26050001 KONTO: 110118486



2007’de Kriz mi İstikrar mı? Aydemir Güler Bu yazının kaleme alındığı 2006’nın son günlerinde Türkiye siyasal gündemini bir seçim, cumhurbaşkanlığı seçimi işgal ediyordu. Kendi payıma yeni yılın başladığı gibi sürüp gideceğine ve Çankaya eksenli bir tartışmanın birinci planda durmaya devam edeceğine inanmıyorum. Elbette cumhurbaşkanlığı seçiminin altı üstü bahar aylarında kapanacağını kastetmiyorum. Kim ne derse desin, Türkiye’de cumhurbaşkanlığı makamının siyasal önemi başbakanlığın gerisindedir ve sonuçta başbakanın belirleneceği milletvekili seçimleri dururken, 2007’nin en önemli olayının, en azından “hangisinin olmayacağı” şimdiden söylenebilir. Giriş yaklaşımımın, cumhurbaşkanlığını laik cumhuriyetin son kalelerinden en önemlisi sayan Kemalist çevrelerce paylaşılmasını beklemiyorum. Ancak bu çevrelerin, çok yakın tarihlere ait gerçeklerin etrafından dolanmadan kendi tezlerini tekrarlamalarının mümkün olmadığını söylemeliyim. Son kale edebiyatı yapacaklarsa başka şeylerin üstünü örtmeye mahkumlar! Burjuva laisizmine ilişkin derinlemesine bir tartışmaya burada girmeyeceğim; yalnızca yirmi yıl boyunca köşkte ikamet eden üç ismi hatırlatmakla yetineceğim: Kenan Evren, Turgut Özal ve Süleyman Demirel. Bunlar, burjuva laisizminin ürünü sayılabilirler. Ama aynı zamanda bu üçlü aydınlanma, modernizm ve laisizmin inkarıdır da. Hem ürünü hem inkarı olmak, birbirinin tersi değil. Kapitalizmin kaderinde üzerine oturduğu, savunduğu birtakım tarihsel ilerlemeleri ve değerleri inkar etmek vardır. Kapitalizm böyle ilerler. Kemalistler veya genel olarak AKP’nin cumhurbaşkanını belirlemesinden ölesiye korkanlar, Evren-Özal-Demirel üçlüsünün laik demokratik cumhuriyet rejimine halel getirmediğini açık açık söylemelidirler! Burada Çankaya’nın tarihi üzerine de uzun bir değerlendirme yapacak değilim. Ancak rejimin kuruluş süreciyle bağlantılı ilk üç cumhurbaşkanından sonraki bir diğer üçlü serinin, yani Cemal Gürsel, Cevdet Sunay ve 3


2007’de Kriz mi İstikrar mı?

Fahri Korutürk’ün kariyerlerinin de bu makamın önemsizleştirilmesine denk düştüğünü saptamak durumundayız. İlk ikisinin general ve sonuncunun amiral olması, hatta Gürsel’in 27 Mayıs müdahalesiyle köşke yükselmiş olması bile bu durumu değiştirmemiştir. İlginç değil mi; laisizmin üç devamcısının döneminde cumhurbaşkanlığı önemsiz, inkarcılar döneminde önemlidir. Laikler arasına sokabileceğimiz Sezer’in de alabildiğine silik bir görünüm verdiği açıktır… Peki tablo buysa, 2007’ye cumhurbaşkanlığı tartışmasıyla girilmesi ne anlama gelmektedir? Bu soru, tersinden, cumhurbaşkanlığının ve cumhurbaşkanı seçiminin herhangi bir öneminin bulunmadığı biçiminde anlaşılmasın. Siyasal dinamiklerin hangi organ veya kişiyi ön plana iteceğinin önceden belirlenemeyeceği zenginlikte bir ülkede yaşıyoruz. Üstelik birkaç ay içinde Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olması durumunda, bu görevin “inkarcı” üçlüde olduğu gibi önem kazanacağını şimdiden öngörebiliriz. Soruya vereceğim yanıtın, hiç mi hiç sevmediğim bir kavramı, “suni gündem” kavramını çağrıştıracağını biliyorum. Ancak çağrışımlardan korkmak yerine, açık ifade etmek yerinde olacak. Birincisi, burjuva siyaseti içinde bulunduğumuz dönemde ülkenin en yaşamsal başlıklarını ele alma yeteneğini yitirmiştir ve karnından konuşmaktadır. Bunu aşağıda daha açmaya çalışacağım. İkincisi, Türkiye kapitalizmi laisizmin tarihsel olarak inkarını içeren bir rotadadır ve AKP’li cumhurbaşkanı olasılığı bir aşamaya denk gelecekse de, sürecin başlangıcı değildir, sonu değildir, hatta çok kritik bir dönemeci de değildir. AKP’li bir cumhurbaşkanının, düzenin laisizme bağlılıkları pek su götürür olan diğer kurumlarıyla inatlaşmayı değil, bu kurumlarla aynı sınıfsal gericilik yorumunu paylaştığını kanıtlamayı iş edineceğini düşünmek kanımca fantezi olmayacaktır. AKP’li cumhurbaşkanı İslamileşmeye olağandışı bir ivme katmak yerine, burjuvazinin dünden hazır ve razı olduğu AKP söylemine, “biz çok değiştik”çiliğe katkıda bulunacaktır. Dinin rolünün artması, islamizasyon mu aklınıza takıldı? Zaten Türkiye, Fethullah Gülen’in kişiliğinde gayrı resmi bir “dini lider”e sahip hale gelmiş bulunmuyor mu! Ve bunda sadece inkarcı köşk sakinlerinin değil, belli başlı ve Ecevit’inki de dahil bilumum düzen partisinin katkı ve onaylarının payı yok mu! Türkiye’nin islamileşmesi için her şey bitti de, bir tek cumhurbaşkanlığı mı kaldı! Üç; suni gündem kavramı pek revaçtaki komplo teorisi ekolüne yakışmaktadır. Bu satırların yazarı ve elinizdeki bu dergi, komplolara değil sınıf mücadelelerine inanıyor. Şöyle ki, siyasette genellikle her bir özne kendi önünü açacağına, etkisini yükseltmesine olanak sağlayacağına inandığı gündem maddesinin altını kalın kalın çizer. Bu, siyasetin doğasında vardır. Bugün de, AKP değil, doğrudan büyük burjuvazi değil, ama muhalefet

4


GELENEK 93

partileri, cumhurbaşkanı Sezer, Kemalist çevreler Çankaya’ya kimin gideceğini önemsiyorlar. İşte burada suni gündem kavramına başvurup işin içinden çıkıvermek yerine, bu odakların söz konusu tercihlerinin nedeni sorgulanmalıdır… Yani az önceki birinci noktaya dönmüş bulunuyoruz. Dedim ya, bunu aşağıda açacağız zaten… Burjuva siyasetinde iki eksen Dönüp baktığımda benim bulabildiğim kadarıyla ilk olarak günlük İnternet gazetesi soL’da, Kemal Okuyan saptamış, CHP-MHP koalisyonunu.1 Aradan geçen sürede burjuva siyaseti “uluslararası entegrasyon”a öncelik veren bir aleni işbirlikçilik ile ulusal çıkar kavramına ağırlık veren bir milliyetçilik üzerinden yapılandırıldı. İkinci eksen olarak AKP-DYP koalisyonu, çeşitli belirtilerin ardından Eylül başında TBMM’de Lübnan’a asker gönderilmesi tezkeresi görüşülürken netlik kazandı. Mehmet Ağar partisinin tezkereye hayır oyu verirken aslında hükümetin tüm gerekçelerini benimsediğini anlatmıştı. O gün mecburiyetten yolu ayrı düşen Ağar’ın Kürt sorunuyla bağlantılı görüşleri de AKP’nin doğrultusuyla tam olarak örtüşüyor, yalnızca hükümette olmamanın rahatlığıyla daha “cesur” tınılar yapıyordu. Zaman içinde burjuva medyasının da bu “dört partili iki eksen” analizini benimsediğini gördük. Doğrusu, ben bu açıdan bizim yaptığımız öncülüğü önemsiyorum. Biz düzen parti ve kurumlarına birlikte hareket etme niyetiyle yaklaşmayı ilkesel olarak reddeden bir geleneği temsil ediyoruz. İlke dediğiniz, genel ve dolayısıyla soyuttur. Soyutlama olarak bir teorik doğruyu ifade eden “bağımsız siyasal hat” ilkemizin, aynı zamanda pratik ile teste girebilir olması gerekir. 2006 yılında CHP-MHP ekseninin tanımlanması bu somut testin çerçevesini oluşturmuştur ve testten başı dik çıkmamızı fazlasıyla kolaylaştırmıştır. Solda CHP’cilikten söz ediyorum… Ve bunun her zaman pek yakın akrabası olan “sol birlikçilik”ten… MHP ile kurduğu ortaklığın CHP’ye yönelen sol ilgiye belli bir fren yapacağını varsayabiliriz. Elbette zamanında Demirel’le, Erbakan’la, “İkinci” İnönü’yle, millici Ecevit’le nokta konamayan CHP’ci ve birlikçi sapmaların tarihe gömülmesi için sosyal-demokrasinin faşizmle işbirliği de yeterli güvence oluşturmayacaktır. Daha önce Komünist’te yazıldı; önümüzdeki dönemde “CHP’nin sağa teslim olmasına engel olmak için…” türünden tezlerin ortaya atılması kimseyi şaşırtmamalıdır.2 Geride bıraktığımız ayKemal Okuyan, “CHP’den Milliyetçi Cephe Müjdesi”, soL, 25 Mayıs 2006, http://www.sol.org.tr/ index.php?yazino=105. 2 A. Güler, “Mizahçılara İş Çıktı”, Komünist 287, 13 Ekim 2006, s. 2; http://www.tkp.org.tr/index.php?yayinno=287&yayinyazi=1759. 1

5


2007’de Kriz mi İstikrar mı?

larda sanal ortamlar, ölüm döşeğindeki Ecevit’in sol kültürdeki değerli yerine göndermeler yapan, aynı Ecevit’in DSP’sini birlik adresliğine aday görebilen “sosyalist” değerlendirmelerle dolmuştu. Sanal kahramanlıklara (!) takılmayalım denecekse geçmiş seçim dönemlerinde Erdal İnönü’nün saygın kişiliğinden (!) etkilenen sosyalistler hatırlanmalıdır. Buna karşın bizim yaptığımız CHP-MHP koalisyonu analizi CHP’ci/CHP’li sol birlikçiliğe vurulan bir darbedir. Ancak 2006 ilkbaharında Baykal’ın CHP’nin “sağda bir kapısı” olduğu ifadesiyle başlayıp yaz aylarında alenileşen milliyetçi eksenin kısmen geri çekilmesi kaçınılmazdı. Koalisyon, adı üstünde, yakınlaşmanın seçim sonrası hükümet senaryolarıyla ilgili olduğunu anlatmaktadır ve bu projeksiyonun bugüne taşınmasının, süreklileşmesinin sınırı vardır. Yalnızca buradan bakıldığında bile AKP-DYP ekseninin geriden gelip öne geçmesinin şaşırtıcı olmaması gerektiği anlaşılacaktır. Bu yer değiştirmeye biraz daha yakından bakmak ise olup biteni anlamak açısından yararlı olacak. AKP-DYP ekseninin geriden gelmesinin bir nedeni “sol”da CHP merkezli bir yapılanma 2002 seçimlerinde teyit edilirken, AKP’nin sağdan rakibinin kim olacağının belirsiz kalmasıdır. Daha önemlisi, MHP (ve önemsizleşen SP) dışındaki partilerin ideolojik-siyasi hatlarının da belirsizleşmesidir. DYP, ANAP gibi daha geleneksel, BBP gibi fırsatçı ve GP ya da LDP gibi ayrıksı oluşumların siyasal yelpazede nasıl bir konum alacaklarının anlaşılması için belli bir zamana gereksinim duyuldu. Burjuva siyasetinde ideoloji siyaset pratiğinin ardından gelir. Mehmet Ağar’ın “AKP karşıtlığı AKP’ye yarar” analizi veya sezgisi başlangıç adımı bile sayılabilir. DYP, 2006’nın ikinci yarısında aleni işbirlikçilik kulvarına girmeye karar vermiştir ve aslında bu karar, sözü geçen kulvarın tamir edilmesi için de gerekmektedir. Bu sezgi ve karar ile, kimi çevrelerin Türkiye’de bir dönemin daha AKP’ye ait olacağı yolundaki mesajlarının çakışmış olması çok muhtemeldir. Geride kalan yılın ilkbaharındaki tartışma, ABD’nin AKP hükümetini gözden çıkartıp çıkartmadığı üstüneydi. Bu bir poker oyunudur ve doğal olarak Washington tarafından kazanılmıştır. Eli fazlasıyla güçlü olan Washington görülmesi mümkün olmayan blöflerin de yardımıyla Ankara’yı nihai biçimde terbiye etmiştir. Posasının bir kenara atılabileceğini hisseden AKP, yalvar yakar kendine çeki düzen verdi. Başbakan danışmanı Zapsu’nun Milliyet yazarı Çongar’a açıklattırılan Washington görüşmesinin detayları, burada “yalvar yakar” deyiminin düz anlamıyla kullanılmasına olanak sağlamaktadır. İşlemin siyasal suikastlar gibi daha ağır biçimlere de büründüğünü, rejimin iki resmi silahlı gücünün, ordu ve polisin çatışma noktasına getirildiğini, tam bu noktada hatırlamakta yarar var. 2006 yılında genel olarak

6


GELENEK 93

Türkiye’ye, özel olarak hükümete ölüm gösterilmiş, sonuçta düzen sıtmaya razı olmuştur. Peki buna gerçekten ihtiyaç var mıydı? Emperyalizmin bugünkü işbirlikçilik standartları düşünülürse bu soruya evet denmelidir. Evet yanıtı, terbiye edilmeye muhtaç bulunan siyasal kurum, parti ve hatta devletlerin bağımsızlık sevdalısı oldukları anlamına gelmemektedir. Yalnızca emperyalizmin 21. yüzyıl başındaki hegemonya tarzı reel sosyalizmin damga vurduğu geçmiş yüzyıldakinden derinlemesine farklılaşmıştır. Gelenek’te yeterince işlenen bir konu bu. Sosyalizm alternatifinin soluğunu hisseden bir kapitalist ülkenin kendi ayakları üzerine basmayı kapsayan bağımlılığı ile, bugünün bağımlılığı arasında büyük mesafe vardır. Türkiye’de bu mesafe belirgindir. Dünya ölçeğinde bir sosyalizmkapitalizm mücadelesinden kendisine var olma imkanı türeten Türkiye Cumhuriyeti’nin ezberi, 1989-90 karşı-devrimiyle birlikte çökmüştü. Karşıdevrimden bugüne geçen süre, denge formüllerinin cumhuriyetin yaşından çok daha uzun bir tarihsel geçmişe sahip olduğu Türkiye’de, toplumsal, siyasal ve ideolojik bir yeniden yapılanma için çok kısadır. Hatta günümüz emperyalizmine uygun bir Türkiye’nin var olup olamayacağı halen tartışmalıdır. Ülkeyi yeni tip bir bağımlılığa oturtmak için gerçekleştirilen zorlama ile ülkenin dağılmasının iç içe geçtiği bir alan vardır. Türkiye’de burjuva siyasetinin esas gerilim kaynağı da budur. “İhtiyaç var mıydı” sorusunun yanıtı yalnızca AKP değil bütün burjuva partiler için olumludur. Ya da sorunun yanıtı belki de ülke tarihinin en aleni işbirlikçi pozisyonunu benimseyen siyasal partisi olarak AKP için bile olumludur. Zira terbiyeye muhtaç olan herhangi bir özne değil, kapitalist Türkiye’nin bütünüdür. İlginç olan, bunun sonsuz bir işlem olmasıdır. Bağımlılık, daha fazla, hep daha fazla bağımlılık… Sabancı-Koç belirlenimi altındaki TÜSİAD’ın performansından görüldüğü gibi en ciddi güvencesi büyük sermaye olan bu süreçte 2006 yılında çok yol alınmıştır. Yol alındıkça ABD’nin projesine bir kritik unsurun daha eklenebileceği/eklenmesi gerektiği görülmektedir. Tek partili güçlü hükümet formülüne göre, kendi içinde bin bir dengeye oturan, titrek bir siyasal yapının tercih edileceği açıktır. DYP’nin bu emperyalist vizyona da yöneldiği görülmektedir. ABD’yi vatan belleyen dini lider Fethullah Gülen’in iki siyasal partiye yatırım yaptığı günlük basına kadar düşmüş bir bilgidir ve bu iki partinin AKP ile DYP olması rastlantı değildir. AKP’nin bir ortakla dengelenmeye itiraz etme imkanı da kalmamıştır artık. Üstelik gerek ABD gerekse içerde devlet kurumlarıyla yaşanan gerilimlerden Erdoğan liderliğinin sağlam çıkmakta zorlandığını söylemek abartılı olmayacaktır. Ağar’ın devletli stili, sürmesi zorunlu gerilimlerde AKP’nin

7


2007’de Kriz mi İstikrar mı?

önemli bir eksiğini giderecektir. Benzer bir yardım, Türkiye’nin tabularına demir atan MHP-CHP milliyetçiliği karşısında da işe yarayacaktır. Kıbrıs, AB ile ilişkiler, Kürt sorunu gibi başlıklarda AKP’nin “vatanı satmakla” suçlanması ile AKP-DYP bloğunun eleştirilmesi arasında bariz bir fark vardır. Amerikan cephesi Türkiye’nin bağımlılığı üzerine kurulu akıl yürütmemize bir not düşmenin zamanıdır. Hegemonik güç pozisyonu, etkilere kapalı bir mutlakiyet yönetimi değildir. Emperyalizm bağımlı hale getirdiği ülkelere “ihtiyaç” duyar. Hele 2006 yılının Ortadoğusunda ABD’nin Türkiye’ye ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla geri plana düşmeye başlayan kapitalist Türkiye’nin 11 Eylül 2001’den ziyadesiyle hoşnut kaldığını biliyoruz. Emperyalizm kendine yönelik tehdit tanımı yapabildiği sürece, bu tehdide karşı kendini ortaya atmaya hazır Türkiye’ye hayat hakkı var demektir. Ancak ABD’nin 11 Eylül’ü dünya hegemonyasının önünde herhangi bir rezerv bırakmamak biçiminde okuması nedeniyle bu geçici bir rahatlama olmuştur. Türkiye, Ortadoğu senaryolarında ABD safında aktif yer almakla kendini ağırdan satmak arasında gidip gelmiştir. Türkiye’nin bölgesinde “sorun istemediği” tamamen demagojik bir tezdir. Tersine, Türkiye bölgesinde, sayesinde ağırlık koyacağı çözümsüzlükleri tercih eden bir ülkedir. Kapitalist Türkiye’nin tuhaf bir iç gerilimi de emperyalizme uyum yönündeki dinamizmi ile emperyalizmin lehine olsa dahi “tam çözümler”den kaçınma eğilimidir. Türkiye egemen güçlerinin Saddam Hüseyin’in 30 Aralık sabahı öldürülmesiyle keyiflendikleri kesindir. Gerçi görünürde bir Baas-Bush dengesinin bütünüyle olasılık dışına çıkmasının bir yandan ABD ile İran arasında yeni bir denge arayışına bir yandan da Barzani-Talabani kesiminin rahatlamasına yarayacağı görünmektedir; ama Ankara idam sehpasından payına biraz daha stratejik önem düşmesini beklemekte haksız olmayacaktır. Sözün özeti, ABD emperyalizmi, bölgesel güçler ve Ankara arasındaki çelişkiler suni ya da tali değildir. Yalnızca bu çelişkiler özgür değildir ve kimi yasallıklarca kuşatılmıştır. Örneğin Türkiye’nin ABD’ye çekebileceği riskin üst sınırı 2006’nın ilk aylarında birtakım devlet yöneticilerinin Kurtlar Vadisi-Irak saçmalığını “pek beğenmeleri”dir! Kuşkusuz bu bağımlılık derecesinde, filmin ötesinde her şey fanteziden ibarettir. ABD’nin Türkiye’ye duyduğu, hatta artan ihtiyacının üzerine daha fazlası bina edilmemelidir. Bu kısıtlar altında, en önemlisi Irak direnişi olmak üzere, emperyalist hegemonyaya boyun eğmeyen birikimin artmaya devam etmesi, ABD’nin stratejisinde radikal bir değişikliği gündeme getirmemekle birlikte, konjonktürel olarak Türkiye’yi daha fazla kollamasına

8


GELENEK 93

işaret etmektedir. Kollamak, Ankara’da telaffuz edilmekten çok hoşlanılan “stratejik ittifak” falan da değildir. Emperyalistin ihtiyaç duyduğu bağımlı ülkeyi kollamasında, birlikte davranmak türünden pozitif çağrışımlı ifadelerden ziyade, bir korku dengesi hakimdir. Türkiye’de en etkili korku öğesi Kürtlük ve bölünme olmaya devam edecektir. Zaten ABD bu ölçüde bağımlı bir müttefikini bile ancak tehditle hizada tutabilen bir konuma yerleşmiştir. ABD’nin değişmesi mümkün görülmeyen “ittifak stratejisi” böyle özetlenebilir. Bölünme tehdidi ve korkusu da abartılı sayılmamalıdır. Türkiye Cumhuriyeti, AKP hükümeti ya da daha fonksiyonel bir tarifle Erdoğan-Özkök yönetiminde, tarihinde ilk kez bölünebilir bir ülke haline geldi, bölünme Osmanlı’nın son yıllarından sonra bir kez daha demagojinin ötesine geçti. 2007’ye girerken durum, bölünebilir ülkenin nefes alacak bir aralık yakalamasıdır. Avrupa Birliği ile gerilimli ilişkiler de benzer bir doğrultuyu göstermektedir. Yayılmacılıktan vazgeçen bir emperyalizm çökmeye mahkumdur; ve gerek iç sorunları gerekse ABD ile rekabeti çerçevesinde sürekli patinaj yapan bir AB, Türkiye’ye doğru yayılma politikasını iptal etmeye ehil değildir. Ancak bugünkü verilerle AB’nin Türkiye’yi içermesi ya da hükümranlık alanına dahil etmesi de mümkün görünmüyor. Çıkışsız AB’nin Türkiye’ye, Türkiye ile sorun yaşamaya vs. ihtiyacı vardır. Yeri gelmişken, altı aylık periyotlarla giden AB krizlerinin de “ciddiyet yasası”nın belirlenmesinde yarar vardır. AB bu krizlerin herhangi bir momentinde somut olanakları itibariyle Türkiye’ye ağır darbe indirme yeteneğine sahiptir. Çünkü Türkiye kapitalizminin AB üyelik sürecine herhangi bir alternatif geliştirme yeteneği yoktur. AB’den vazgeçememek bir yasa değerinde. Lakin AB’nin de göstermelikten öte darbe vurması mümkün olmaktan çıkmıştır. ABD Ortadoğu’ya, Türkiye’ye ve Kürdistan’a ağırlık koydukça, AB’nin barutu rutubet kaptı. Yine 2002 seçimlerinden önce Kürt sorununda AB’nin sahip olduğu hareket kabiliyeti hatırlanmalıdır. O dönem Mesut Yılmaz’ın Diyarbakır’dan geçen Avrupa yolu hakkındaki veciz sözlerinin bir gerçeklik taşıdığı açıktır. İşte o evre kapanmıştır. Bir ara özet Kuşkusuz bu yazıda Kürt sorununa daha yakından göz atmamız gerekecek. Yalnızca Aralık ayında açılan yeni kartlar bile, 2007’nin bu başlıkta zengin gelişmelere sahne olacağını vaat etmektedir. Ancak önce buraya kadar söylenenleri toparlamakta yarar var. Her toparlama ya da özetleme bir basitleştirmeye dayanmak durumundadır. Burada emperyalizm, büyük burjuvazi ve çeşitli unsurlarıyla ege-

9


2007’de Kriz mi İstikrar mı?

men güçlerin belirli bir iç tutarlılığa sahip bir egemen blok oluşturduğu varsayılacaktır. “Bir şeyler elde ettiği, murat ettiği, amaçladığı” söylenen, başka bir özne belirtilmediği sürece bu toplamdır. Türkiye’nin bugünkü bağımlılaşma serüveninde milliyetçiliğin tahrik olmaması imkansızdır. Türk milliyetçiliğinin, türdeşleri arasında gecikmiş, genç ve çürük bir örnek olmanın ötesinde tarihsel temellerinin çok zayıf olduğu bilinmektedir. Hatta bizim, liberal çevrelerin “yükselen milliyetçilik” konusunda verdikleri alarmı samimi bulmadığımız da hatırlanmalıdır. Bu yaygara, esas olarak anti-emperyalist dinamikleri milliyetçilikle benzeştirip itibarsızlaştırmak ve önünü kesmek, bağımlılığı modernliğin doğal parçası saymak gibi saiklere bağlıydı. Ancak içinden geçilen süreç bir alt üst oluş. Genel olarak aklını yitiren, devleti ciddi çözülme emareleri gösteren bir toplumsal yapı sürprizlere de açıktır. Türkiye Kürt sorununda sürprizlerin eşiğine birkaç kez gidip geldi. Kürt ulusal hareketinin milliyetçi girişimlerini hiç kaçırmayan linç eylemleri, Türkiye’nin dağılmaya ne denli yakın olduğunu kanıtlamakla kalmamıştır. Bu eylemler her defasında dağılma momentine bir adım daha yaklaştırmıştır ülkeyi. Kontrolsüzlük kimsenin tercihi olamaz. Bölünebilir bağımlı ülkeleri tercih eden emperyalizm de, inisiyatifi ve denetimi tekelinde tutmak isteyecektir. Türkiye siyasetinde böyle bir risk payı içermeyen bir “ulusal çıkar”3 ekseni kurulmuş bulunmaktadır. CHP-MHP “koalisyonu” egemen blok için son derece güven vericidir. Devlet Bahçeli’nin faşist hareketin sokak performansını kontrol altında tutmaktaki ısrarı eninde sonunda örgüt idaresi ile ilgili karşılıklara sahiptir. Oysa MHP faşizmi ile CHP sosyaldemokrasisinin flörtü, kontrolsüzlüğün konformizm ile dengelenmesini içermektedir. Bu toplumsal ve ideolojik bir müdahale olarak, örgüt idaresi yöntemlerinden çok daha etkili sonuçlar verecektir. Öte yandan CHP’nin solculuğunu tasfiyeye tabi tutarken solu temsil etmeyi sürdürmesi amaçlanmaktadır. Türkiye’de birlikçi solculuk bu amacın parçasıdır ve birlikten ziyade tasfiyeye kan vermektedir. İkincisi, yukarıda söylendiği gibi aleni işbirlikçiliğin Ağar DYP’si sayesinde forma sokulmasıdır. Bu yönde güçlü bir inisiyatifin geliştiği açıkça görülmektedir. Her biri emperyalizm ile kendine özgü bağlara sahip olan bu partiler birbirlerini dengelemiş, emperyalizm tamamını çok daha fazla sayıda alet ve yolla yönlendirmiş olacaktır. Birden fazla ata oynamak denen taktiğin bu kadar verimli sonuç yarattığı başka örnek acaba var mıdır! Sadık Gelenek okurları için gereksiz kaçabilir ama yine de bir hatırlatmanın yeridir. Gelenek ulusal çıkar ile ülke çıkarı kavramları arasında sınıfsal içerik ve siyasal kullanım açılarından ayrım gözetmektedir. Bkz: TKP MK Tezleri, 2005/1, “Ülke Çıkarları Üzerine”, Gelenek 84, Mayıs 2005. 3

10


GELENEK 93

Üçüncüsü, iki koalisyon siyasal yelpazede standart sıralamalara aykırıdır. Hangisi solda hangisi sağda sorusunun yanıtı yoktur. Özelleştirmecilikte AKP’nin sınıfı adına kaydettiği büyük başarının karşısında ne 2002 öncesindeki (koalisyon ortağı) MHP demagojisi ne de CHP’nin sendika bağlarının yansıması görülebiliyor. Laisizm-gericilik saflaşmasını bir koalisyonda MHP’nin İslami, diğer koalisyonda da DYP’nin devletçi özellikleri dağıtacaktır. Yine CHP, AB konusunda MHP’yi kompanse ederken, DYP de AKP’nin teslimiyetçi görüntüsünü düzeltecektir. Bağımsız devlet kimliği konusunda en fazla demagoji üretme yeteneğine sahip MHP Ortadoğu’da savaşlara katılmak için en kolay mazeret uyduracak partidir. Lübnan tezkeresine hayır diyen CHP’nin genel başkanının kalkıp bu ülkedeki Türk birliğini ziyaret etmesi ve gördüklerinden gurur duyduğunu açıklaması, tam bu noktada not edilmelidir! Dahası var; Kürt sorununda DYP demokratlıkta CHP’yi “sollamıştır”, vs… Bu konum karmaşasının özeti TKP’nin şu ara sürmekte olan 8. Kongre raporunda da dile getirilmiştir. Yakın zamanda yayınlanacak olan bu belgede “pazarlıkçı kadrolar(ın) inisiyatifi ele almak için emperyalist ülkelerle ilişkilerde zaman zaman daha maceracı ve işbirlikçi politikaları” savunabildiklerine dikkat çekilmektedir. Egemen blok açısından bu da hafife alınamayacak bir kazanım olasılığına işaret etmektedir. Kapitalist Türkiye’nin bir devlet çözülmesi, bir paradigma yitimi yaşadığını söylüyoruz. Bu tür değerlendirmelerde ne zaman mutlakçı bir eğilim gösterirseniz, katastrofizme saparsınız. Düzenin bir doğal afet tarafından vurulmuşçasına yıkılması, dağılması beklentisine… Katastrof bütünüyle ihtimal dışı değildir. Tarihte toplumsal değil dışsal faktörlerle yaşanan dramatik değişimler vardır elbette. Ama bu bir siyasal akıl yürütmenin konusu ve parçası değildir! Dedik ya; tarihi sınıf mücadeleleri yapıyor. Kapitalist Türkiye’nin maruz kaldığı devlet çözülüşünün sınıfların mücadele ya da müdahalelerinden etkilenmeksizin varacağı bir yıkım bizim akıl yürütmemizin konusu olamaz. Kuşkusuz doğal afet patlak verdiğinde her siyasal özne duruma bakacak ve ne yapılması gerektiğini belirleyecektir, ancak afet beklentisiyle ne siyaset ne bilim yapılır. Yukarıda burjuva siyasetindeki oluşumlar üzerine söylenenler düzene belli bir akıl atfetmektedir. Bu yaklaşıma “hani akıllarını yitirmişlerdi” tepkisi verilemez. Çözülüş görelidir ve göreli olmanın ötesinde kendi içinde konsolidasyon mekanizmalarını da içerir. Türkiye kapitalizmi emekçilerin ve düzen dışı akımların daha güç nefes alıp verecekleri bir yapılanmaya yönelmektedir. Dağılmanın olduğu kadar bu yapılanmanın da en ilginç bölmesinde Kürt dinamiği yerleşiktir. Kürt etkeni, üzerinde en çok hesap kitap yapılan ve sürpriz patlamalara en açık, bu arada solun da en titizlenmesi gereken

11


2007’de Kriz mi İstikrar mı?

alanlardan birini oluşturuyor. Kürt solcu olurdu… Ülkemizde solun en zengin kadro kaynaklarından biriydi Kürt kimliği. Bir kez ikna edici, çekici bir odak oluşturduktan sonra sosyalizmin toplumun en acılı, çelişkileri en fazla içinde hisseden kesimlerinde zengin damarlarla buluşması doğaldır. Türkiye’de de 1960’lar Kürt kimliğinin solcu yetiştiren bir kaynağa dönüşmesinde milat sayılabilir. Kuşkusuz sadece Kürtlük değil, Alevi, öğrenci, emekçi gibi kimlikler için de benzer bir değerlendirme doğrudur. Diğerlerini bir yana bırakalım; ama Kürt kimliğinin solcu üretme yeteneğinin şu anda körelmiş olduğunu kabul etmek zorundayız. Kürtlerin solun çağrısına pozitif yanıt vermekte işi en ağırdan alacak toplumsal kesimler arasında olduğunu kaydetmemiz gerekiyor. Dolayısıyla komünistlerin bu alana özgü kimi araçların geliştirilmesine yoğunlaşmalarının zamanı gelmiştir. Kürt kimliğinin sol ile barıştırılması için özel bir uğraş verilmesi gerekmektedir. Bu bölümde ancak bu çabanın nasıl bir zeminde ve hangi ana projelere karşı geliştirileceği üzerinde durulabilir. Burada da zaman zaman bir basitleştirmeye başvuracağım. Örneğin medya derken, basın dünyasındaki farklı aktörleri değil, Doğan grubu başta olmak üzere etkinliği en yüksek tonu kastedeceğim. Ya da Barzani ile Talabani’nin tek bir özneymiş gibi ele alınmasının yalnızca bizim buradaki tartışmamız açısından bir sakıncasının bulunmadığının farkındayım. Türkiye’deki Kürt burjuva hareketinin de belli bir bütünlük taşıdığını bir basitleştirme işlemi olarak varsayıyorum.4 Baker-Hamilton raporu ABD’nin Barzani-Talabani çizgisiyle arasını kısmen açtığı biçiminde yorumlandı. Bu yorum doğru olmakla birlikte, Saddam Hüseyin’in idamı emperyalizmin Irak’ta Baas veya direniş bloğunun içine yönelik politika yapmak gibi bir önceliğinin asla olmadığını göstermiştir. Dolayısıyla Kürt işbirlikçiliği işgalcinin en önemli dayanağı olmaya devam edecektir. Sorun kendisini zaman zaman biricik dayanak olarak hisseden Kürt liderliğinin terbiye edilmesi olarak kendini göstermektedir. Barzani-Talabani hareketlerinin işgalle birlikte bir bölgesel güç odağı olmaları ile her zaman olduğundan daha fazla kuklalaşmaları arasında da Bu alanda iki de siyasi partiden söz etmek mümkün. Birincisi, örgütsel belkemiği Kemal Burkay’ın adıyla anılan geleneğe dayanan, çoğu sol kökenli çevreleri barındıran ve Şeyh Sait torunu Abdülmelik Fırat’ın kurucu başkanı olduğu Hak-Par. Sertaç Bucak geçen kasım ayında bu partinin genel başkanlığını devraldı. Diğeri ise çizgisini adındaki sözcüklerin baş harfleri ile yeterince açık ifade eden Katılımcı Demokrasi Partisi. Eski bakan ve Kürt sağının önemli ismi Şerafettin Elçi’nin 1997’de kurduğu Demokratik Kitle Partisi kapatılmıştı. 4

12


GELENEK 93

bir çelişki yoktur. Bu konumdaki bir hareketin Türkiye’nin Kürt sorununda önü en açık kanalı oluşturması ise bizim burjuva siyasetinin zavallılığıdır. Irak’la ilgili nedenlerin yanı sıra ABD’nin “Kürt terbiyesi”nin Türkiye ile ilgili bir boyutu bulunmaktadır. Barzani faktörü Türkiye’de bir Kürt reformunun engelleri arasındadır. Akla ilk gelen iki yorum fazla yüzeysel ve yanlış olacaktır. Bir tanesi, Irak Kürt oluşumunun PKK’yi kolladığıdır. PKK’nin Irak Kürdistanı’nda kendisine alan bulduğu ve Barzani-Talabani’nin yeni bir brakuji’de çıkarlarının olmayacağı, bir kardeş kavgasının Kuzey Irak’ı sarsacağı açıktır. Ancak ABD işgal yönetiminin tek sağlam kalesinde, kimin ne kadar siyasal varlık hakkı olduğuna karar verenin Barzani olduğuna kimse inanmamalıdır. İkinci yorum, Türkiye’de bir Kürt reformunun kaçınılmaz olarak Barzaniciliğin önünü açmasından Ankara’nın duyduğu korkuyu merkez almaktadır. Bu değerlendirme eski genelkurmay başkanının Kuzey Irak’taki kırmızı çizgileri sildiğini unutanlara aittir. Hilmi Özkök’ün ikrar ettiği değişim, aslında Barzaniciliğin Türkiye Kürtleri için meşruiyetiydi. Aralarındaki çelişkilerin bir tekini bile hafife almamakla birlikte bugün Ortadoğu’da temelleri en sağlam devletlerarası ittifakın Türkiye-İsrail-Kürdistan arasındaki olduğunu görmek gerekir. Barzani faktörü Ankara’nın elini bağlayan asıl neden değil, Türkiye kapitalizminin çaresizliğinin aynasıdır. Türkiye reform sürecinin parçalanmayla son bulmasından endişe etmekte ve endişesinin hafifletilmesi için ABD’den Kürtleri zapturapt altında tutmasını talep etmektedir. Ankara, Beyaz Saray’ın baş tacı etmek yerine sık sık azarladığı bir Kürt figürüyle iş görmeyi tercih edecektir. Oysa Türkiye’nin bölünmesini içeren senaryoların başlangıcında Kürtler değil, emperyalizmin ta kendisi vardır. Düzen başka birçok başlıkta olduğu gibi burada da karnından konuşmaktadır. ABD’nin Kürt-Türk dengesine yapacağı makyajın PKK’ye yeni bir ağır darbeyi içermesi çok olası hale gelmiştir.5 Medyanın kurduğu modele göre, ABD baskısı Barzani’ye başka bir Kürt hareketini, PKK’yi “satmayı” kabul ettirecek, Türkiye PKK’nin tasfiyesinde bir önemli merhale daha kaydedecek, bunun karşılığında kısmi bir affı, kimi özgürlükleri içeren bir reform gerçekleştirilecek. Tam burada bir parantez açmak istiyorum. Kürt sorununda çok uzun süredir askeri çözümcüler ile siyasal çözümcüler biçiminde bir tasnif yapılır. Bu yaklaşımın yetersiz, açıklayıcı olmayan ve yanlış bir değerlendirme olduğunu hep yazdık. PKK’nin fiziki tasfiyesini ve Kürt Bkz. Fatih Çekirge, “İkisinden birini verin”, Hürriyet, 25 Aralık 2006, Pazartesi. Çekirge, aynı zamanda askeri ve siyasal çözümlerin dışlayıcı alternatifler oluşturmadığının canlı kanıtıdır. Başta Ertuğrul Özkök olmak üzere kendisini yalnız bırakmayan meslektaşları da az değil. 5

13


2007’de Kriz mi İstikrar mı?

kimliğine belirli bir siyasal yaşam alanı açılmasını birbirinin karşıtı olarak görmek ve kesinkes ilkinde ısrarlı davranmak Türk faşizmine verilmiş bir görevdir. Siyasal-askeri çözüm ikilemi yalnızca faşist bakış açısında hayat bulmaktadır. Aklı başında bir dolu insan da bu bakışı veri almaktadır! Zaten işi bu olan faşist hareket dışında askeri-siyasal kutuplaşmasının değil uyumunun örnekleriyle doludur Türkiye. Medya açıkça tasfiye ve reformun birbirini izlemesi gerektiğini savunmaktadır. Amerikan reformundaki dil, kültür ve siyasal özgürlüklerin tanımı önemli olmakla birlikte birincil olmadığını düşünüyorum. Asıl kritik olan meclis. 2007 seçimlerinde düzenin meşru siyaset alanı olarak TBMM Kürt kimliğine yeniden açılacak mıdır, açılmayacak mıdır? Düğüm buradadır. Medya ikinci bir propaganda teması olarak, doğu ve güneydoğuda DTP’nin gerilediğini, PKK’nin taban, silahlı mücadelenin itibar yitirdiğini, “muhafazakar” kesimin güçlendiğini işlemektedir. Özetle “bir şey olmaz”, artık oradan tehlike gelmez diyorlar. Olabilecek olan ve olsa da tehlike oluşturmayan, dinci, gerici, kapitalizmle barışık, zengin ve amerikancı şeylerdir! Bu anlatının bir referansı az yukarıda bir not düşerek değindiğim Kürt sağıdır. Herkes bilmektedir ki, bu Kürt sağı aslında bağımsız bir değişken değil, Bush-Barzani faktörünün Türkiye’ye tercüme edildiğinde aldığı biçimdir. Diğer referans DTP’nin gerilediği, hatta çöküşe geçtiği iddiasıdır. Aslında Ortadoğu’ya, Kürt siyasetine ve Türkiye’ye dış dinamikler egemen oldukça siyaset alanı çok daralan bir Türkiyeli Kürt ulusalcılığından söz etmek durumundayız. Bu akımın kişiliğinin oluşmasında liderlik kültüne ayrılan yerin çok geniş olduğunu da biliyoruz. 1999’dan bu yana Abdullah Öcalan’ın hapiste olması siyaset alanının daralmasına karşı etkili müdahaleler geliştirilememesinin nedenlerinden biri olsa gerek. Sonra, bu hareket bir gerilla mücadelesiyle kendini var etmiştir. Son yıllarda ise hareketin, bariz strateji olarak gerillayı geri çekme kararı aldığını ve hep bütünüyle tasfiye edilebileceği elverişli bir konjonktürü beklediğini söyleyebiliriz. Bu bir dönüşümdür ve hareketin tanımlayıcı bir organı silindiğinde yerine ne konacağının da yanıtlanması gerekir. Bu yanıtlanmaksızın siyaset alanı zaten geniş tutulamazdı.6 Bizzat DTP’nin neden bu yöndeki değerlendirmelere destek verdiğini anlamak kolay değil. Genel Başkan Ahmet Türk’ün partinin “seçilmişlerin yürüyüşü” eylemine ilişkin memnuniyetsizliğini kamuoyuna da açıklaması ve sonra bunun bir “özeleştiri” olduğunun eklenmesi, Kürt siyaset stiline pek de uygun olmasa gerek. Eğer parti yönetimi ara kadrolar üzerinde bir taban basıncı yaratarak kimi düzeltmelere gitmeyi amaçlamıyorsa, yeni stil devleti “tehlikenin gerilediğine” ikna etmek için icat edilmiş olabilir! Belki de medyanın aklı evvel image maker’larının marifetidir; kim bilir… 6

14


GELENEK 93

Dolayısıyla bence de legal partinin zayıflaması, temelleri olan bir beklentidir. Açıkçası Türkiye’de burjuva siyaseti biraz daha hoşgörülü davranabilseydi ve AKP birazcık cesur olabilseydi, 2002 seçimlerinde DEHAP’ı belirgin biçimde kuşatan bu partinin bölgenin siyasal dokusunu değiştirme şansı vardı. Ancak AKP iktidarına düzenin kurduğu tuzak zaten buydu. AKP Türkiye kapitalizminin baş belalarını halletmek zorunda kalacak, o kestaneleri ateşten topladıktan sonra geriye posası kalacaktı!7 Seçim yılına girdiğimiz şu günlerde AKP’nin bu tuzağı başarıyla atlattığını saptamak gerek. Yukarıda değinilen DYP’nin bu çizgiye meyletmesi olgusunun arkasında kuşkusuz bu başarı da var. AKP Kürt illerinde Kürt radikalizminin kendiliğinden erime sürecine bel bağlamış ve beklemekle yetinmiştir. Bu süreçte Saadet Partisi’nin bölgedeki İslamcı radikalizmin şemsiyesi haline geldiğini ve Diyarbakır’da birkaç kez ciddi kitlesel eylemlerin kotarıldığını not etmeliyiz. Bölgenin Kürt ulusalcılığı dışında büyük kitle eylemlerine uzun süredir (belki on yılı aşkın zaman!) kapıları kapattığı düşünüldüğünde bu nota önem verilmesi gerektiği anlaşılır. Lakin kim ne derse desin, “yerli” Kürt ulusalcılığının yerini düzen partileri, Barzanicilik ve İslamcılıktan müteşekkil bir siyasal çoğulculuğa bırakarak etkisizleşmesi zaman alacaktır. Üstelik zaman düz bir rotada akıp gitmemekte, tansiyonun yükseldiği Şemdinli, Diyarbakır olayları, faşist linç eylemleri, ya da düzenin DTP’li belediyelere dönük sataşmaları hareketin yeniden konsolide olmasını sağlamaktadır. Bunlar hiç olmasa bile, Kürt ulusalcılığının örgütsel ve siyasal kimliği ile lider kültünün paralel süreçler yaşamadığı kesindir. Bana kalırsa Abdullah Öcalan’ın belirleyiciliğini karşısına alan herhangi bir gelişim söz konusu değildir. DTP’nin siyasal tekelinin kırıldığı doğrudur, ancak Öcalan otoritesi bundan, hiç olmazsa şimdilik, etkilenmemektedir. Yukarıda TBMM Kürt kimliğine açılacak mı sorusunu ortaya atmıştım. Tartıştığımız gelişmeler açısından yanıtın önemli yeri olacaktır. ABD patentli Kürt reformuna Ankara’nın bir yorumda bulunma hakkı herhalde olacaktır ve yorum Barzaniciliği içerip Apoculuğu dışlamak yönünde olacaktır. Bu o kadar kolay bir işlem değildir. İstenmeyenlerin kapıdan geçeAKP’yi cesaret konusunda en çok teşvik edenin sol liberalizm ve ÖDP olması ayrıca ilgi çekicidir. 2005 yılında başbakanı ziyaret eden ve Kürt reformu beklentilerini yükselten aydın girişiminin arkasında bu partinin inisiyatifi vardı. 2006’nın son ayında ise ÖDP genel başkan yardımcısının ibretlik bir makalesi yayınlandı. Bkz: Hakan Tahmaz, “Ağar’dan AK Parti’ye Kürt Sorunu”, Yeni Şafak, 20.12.2006. (http://www.yenisafak.com.tr/yorum/?q= 1&c=12&i=20340&A%C4%9Fardan/AK/Partiye/K%C3%BCrt/sorunu) Bu makaleyi Komünist’te eleştirmiştim: “Sola Yer Var mı?”, Komünist 297, 22.12.2006, s. 2; http://www.tkp.org.tr/index.php?yayinno=297&yayinyazi=1885. 7

15


2007’de Kriz mi İstikrar mı?

memesi için yüzde on barajını korumak yetmez… Dışta kalanın açıkça bir yıkımla yüz yüze geleceği bellidir. Dolayısıyla Kürt cenahında seçim kritik bir kırılma noktası anlamına gelecektir. Düzen açısından kırılma noktalarının kışkırttığı korkuyu birtakım vaatlerle gidermeye çalışmak Turgut Özal’dan beri aşina olduğumuz bir yöntem. Kürt toplumunun tamamını Türkiye’nin himayesi altına alma projesi ise Özal’lı yıllara oranla çok daha hayalci hale geldi. Kürt egemenleri ABD ve AB’nin patronluğunun tadını aldıktan sonra başka türlüsü mümkün olabilir mi! Sonuçta sorunlu kapitalist Türkiye’nin petrol bölgelerine doğru genişleyen bir “büyük Türkiye”ye, bir “emperyalist Türkiye”ye dönüşme şansı var olmasa da, ağza çalınacak balın markası budur. Türkiye’nin önünde, AB üyeliği örneğinde olduğu gibi, sonuçsuz bir dönüşüm süreci daha açılmak üzeredir. Nasıl AB üyeliği güzel rüyaların bedelinin ödenmesinden ibaret bir bağımlılık faturası çıkartıyorsa, Büyük Türkiye rüyasının zorunlu bedeli de ülkenin daha islamileşmesi olacaktır. Ve islamizasyon Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı, kısa adıyla TESEV’in yılda birkaç kez medyada önü açılır. “Çok önemli bir araştırma” yapmıştır TESEV. 2004 yazındaki İmam Hatip Liseleri8 araştırmasını hatırlıyorum. 28 Şubat restorasyonunun boşa çıkartılmasına son noktayı koyan bu araştırmaya göre öcü ilan edilen İmam Hatipler sayesinde 500 bin kız öğrenci okul yüzü görmüştü. Bu okullar gericilik yuvası olarak görülmemeli, restore edilmeli, yeniden sistem içindeki saygın konumlarına dönülmeliydi. Son çalışma “Değişen Türkiye’de Din, Toplum ve Siyaset” başlığını taşıyor. Araştırmayı yürüten iki akademisyenle yapılmış röportajdan kısa bir alıntı maksadı açığa çıkartıyor: “Bu anketten ‘Türkiye’de irtica tehlikesi yok’ sonucunu çıkartabilir misiniz? Ali Çarkoğlu: Birkaç nedenle çıkartabiliriz, yegâne doğru yansıtılan cevap bence odur. Birkaç soruyla bunu test ettik; örneğin; dindar insanlara baskı yapılıyor mu diye sorduk. Dindarlara baskı yapıldığını düşünenlerin sayısında azalma var. Laiklik tehdit altında mı sorusuna verilen cevaplarda bölünmüşlük var. Laikliği tehdit altında görenler var ama bu tehdit algılaması alarm zillerini gerektirir nitelikte değil. Binnaz Toprak: Hiçbir zaman sahici bir ‘irtica’ tehdidi olduğuna inanmadım. Çünkü demokrasi-laiklik ve İslam konusundaki etkileşim Türkiye’yi iyi bir

Bkz: Ruşen Çakır, İrfan Bozan, Balkan Talu, İmam Hatip Liseleri, Efsaneler ve Gerçekler, TESEV, 14.06.2004. 8

16


GELENEK 93 yere götürdü. AKP de demokrat bir parti.” 9

Gericilik tehdidi bulunmadığı yolunda bilimin verdiği fetva çeşitli adreslere çeşitli mesajlar ulaştırıyor. Ama önce konumuzla bağlantısı olduğu kadarıyla şu tehdit meselesini açmak gerekiyor. “Bugün dinci gericiliğe karşı mücadelede gündemde olan, açık ‘şeriat tehdidi’ değil, toplumsal yaşamın giderek dinci temellere doğru kaydırılmasıdır. Bu kaydırma işlemi ile şeriatın kendisi arasındaki mesafe sanıldığından çok daha uzun ve karmaşıktır. Dolayısıyla, ‘bu kaymanın hemen ardından şeriat gelir’ yargısı sağlıklı değildir (…) Türkiye’de ‘toplumsal yaşamın giderek dinci temellere doğru kaydırılması’ (…) gerçek bir tehlikeye işaret etmektedir. Bu tehlikenin boyutları, ancak, ‘öyle olmayanların öyle olanlara’ yaklaşımındaki farklılaşmalara bakarak görülebilir. Örneğin, kendini laik ve modern sayan bir kişi salt ‘işyerimde herkes tutuyor, bari ben de Ramazan’da oruç tutayım ki ayrı kalmayayım’ gerekçesiyle oruç tutmaya başlıyorsa, burada sanıldığından daha büyük bir tehlike vardır (…). Örneğin, kendini modern ve laik sayan bir kişi, ‘toplumsal yaşamda gerçek güç tarikatların elinde, hiç olmazsa fazla ters düşmeyeyim’ demeye başlamışsa, burada ciddi bir tehlike vardır (…). Ne var ki, iş bu tür ‘bireysel’ bazdaki örneklerle bitmemektedir. Daha önemlisi, Türkiye’de, bütüncül anlamda dinci ideoloji olmasa bile dinci motifler, artık düzenin kendi mantık sınırları içindeki her tür modernleşme, iyileştirme, reform ve yeniden yapılanma girişimine ve projesine nüfuz edebilmektedir. Üstelik, bunların arasında en başta Avrupa Birliği ve Dünya Bankası finansmanlı girişimler ve projeler yer almaktadır (…). Proje ‘aile planlaması ve üreme sağlığı’ mı? Bilin ki, bu proje çerçevesindeki halkla ilişkiler kampanyalarına ‘çocuk’ ve ‘rızk’ kavramları bağlamında birtakım dinsel motifler sokuşturulacaktır. Proje ‘kayıt dışı istihdama karşı mücadele’ mi? Bilin ki, burada devreye bu kez ‘helâl kazanç’, ‘haram’ vb. kavramlara atıfla gene dinci motifler girecektir (…). Ardından işler ‘tıkır tıkır’ yürümektedir. Projelere finansman sağlayan yabancı kuruluşlar fonların nasıl kullanıldığı ve muhasebesi konusunda çok titizdirler; ama iş bir proje çerçevesinde hangi sloganlara, motiflere, halkla ilişkiler Mehmet Gündem, “İrtica tehdidi yok ama irtica algılaması var” (Prof. Dr. B. Toprak ve Doç. Dr. Ali Çarkoğlu ile röportaj), Yeni Şafak, 27.11.2006, http://www.yenisafak.com.tr/roportaj/?t=23.12.2006&q=1&c=16&i=16727&%C4 %B0rtica/tehdidi/yok/ama/irtica/alg%C4%B1lamas%C4%B1/var

9

17


2007’de Kriz mi İstikrar mı?

yöntemlerine başvurulabileceğine gelince, elbette yerel kültürel özelliklere ve çeşitliliklere saygılı davranacaklardır! Projelerde görev alanlar arasında kuşkusuz kendilerini modern ve laik sayanlar da vardır; ama onlar bile imamların ve müezzinlerin en az öğretmenler kadar ‘yerel önder’ ve ‘mesaj yayıcısı’ olduklarını kabul edecekler; cuma namazlarını ise en az başka toplantılar kadar etkili bir ‘iletişim ve etkileşim kanalı’ sayacaklardır. Özetle, bir kez daha, ‘öyle olmayanlar’ kendilerini ‘öyle olanlara’ göre yeniden konumlandıracaklardır. Asıl tehlike buradadır.” 10

Uzun alıntı yapmayı hiç sevmemekle birlikte Metin Çulhaoğlu’nun bu son derece parlak makalesinin yarıdan fazlasını aktarmaktan kendimi alamadım. Çulhaoğlu’nun yazısının TESEV’in araştırmasından daha eski tarihli olduğunu da belirtmeliyim. “Tehdit” hakkında bu satırlara küçük ama önemli saydığım bir ek yapacağım. Yukarıda betimlenen toplumsal durum, siyasal yapıda daha sert bir islamizasyon için koşulların uygun olduğu anlamına gelmektedir. Şimdi TESEV’in mesajlarına dönebiliriz: Birinci olarak, AKP’yi zaman zaman Ortadoğu’nun öteki islami hareketleriyle karıştıran batılı yönetim, entelijansiya ve kamuoyuna merak etmeyin denmektedir, AKP’nin “merkez-kaç” İslamcılıkla ilişkisi yoktur. İkincisi, AKP’ye, zorlamayın denmektedir; Türkiye toplumunu dincileştirmenin temeli yoktur, bu operasyonun sınırlı sonuçları olacaktır. Üçüncü olarak Kemalistler teskin edilmektedir: Korkmayın, bu bildiğiniz şeriat tehlikesi değildir. Toplumun geneline ise, Çulhaoğlu’nun anlatımına çok uyan bir “alıştırma”, “kanıksama” müdahalesi yapılmakta, gericileşme sürecinin üstü örtülmektedir. Ancak bu gericiliğe örtü mü dayanır? Konu yalnızca tarikatlar, AKP, imamlar vs. değil ki. Ordu ve Kemalizm destekli, hani şu sonsuz enerji üreticisi Erke Dönergeci’nin bilime yönelttiği saldırı yaratılış masallarından daha az gerici değildir! Birtakım aklı evvellerin, morali ve ahlakı giderek bozulan Türkiye toplumuna özgüven kazandırmak11 için uydurduğu “devri daim” makinesinin atası ile Con Ahmet’in makinesi veya Emişli Memiş diye dalga geçiliyormuş.12 Şimdi kimin haddine! Metin Çulhaoğlu, “Dincilik Nasıl Yaygınlaşır?”, Komünist 281, 1 Eylül 2006, s. 11; http://www.tkp.org.tr/index.php?yayinno=281&yayinyazi=1683. 11 Geride bıraktığımız yılın diğer iki “güven yükseltici” operasyonu Kurtlar Vadisi-Irak filmi ile Çılgın Türkler kitabıydı. 12 Hikaye edilir ki, ünlü hekim Mazhar Osman’ın “mucit” bir hastası varmış. “Bir aküyle bir motoru çalıştırırım, bu motorla da bir dinamoyu; dinamodan alacağım elektriğin bir kısmını yine akü ve motora veririm, geri kalan enerjiyi de kendim kullanır, sonsuza kadar mutlu 10

18


GELENEK 93

İşin ilginç yanı, toplumdaki gericileşmeye belli bir rasyonalitenin atfedilebileceği biricik alan İslamdır. Dinin dışına çıkıldığında doğrudan astrolojiye dahil olunur. Dönergeç, çılgın Türkler, kurtlar hep bu Kemalistmilliyetçi astrolojinin unsurları. Eğer Kemalizmi dört başı mamur bir ideoloji değil de, Türkiye Cumhuriyeti’nin davranış kalıplarının kodlarının içerildiği bir tarihsel akıl olarak düşünürsek, şimdi bunun yitirildiğini söylemek abartı olmayacaktır. Kapitalist Türkiye ezberini unutmuştur ve yeni girdilere veya sorulara tepki veya yanıt üretmesi pek mümkün görünmemektedir. Türkiye’de şu an olduğu gibi toplumsal -veya altyapısı oluşturulan olası siyasal- dinci gericiliğin önünü açan kuşkusuz Kemalizmin bu krizidir. Kemalist modernizmin dine koyduğu takoz kalkmıştır. Çözülmemenin ödülü ve bedeli Türkiye’nin emperyalizme onlarca yıllık bağımlılığında AKP iktidarı ile birlikte değişen budur. Bu nitel bir değişim. Elinde egemenlik mekanizması kalmayan bir devletin aklı nasıl kalsın? Özelleştirmecilik ve Amerikancılık bu aklın bütün dayanaklarını ortadan kaldırarak devleti çözülme noktasına getirdi. Bu teslim oluş sürecinde Kürt sorununda inisiyatifin bütünüyle emperyalizme geçmesi, Washington’un Ankara’ya karşı “çıkardığı dama” olmuştur. Önce Türkiye’de devlet çözülme momentine gelmiş, sonra kaçınılmaz olarak çözülmenin bir kader olarak tecelli etmesini engelleyecek biricik gelişme yaşanmış, siyaset emperyalizm tarafından teslim alınmıştır. Egemenliğin fiili devrini uluslararası hukuk (veya hukuksuzluk!) çerçevesinde resmi devri de izlemektedir. Eğer bu, Türkiye’nin emperyalizm ile ilişkisinin bir “bedeli” ise, mantıken bir de ödül olması gerekir. Ödül bir yeniden yapılandırmadır. Yeniden yapılanma, özetle burjuvazinin egemenliğinin daha doğrudan, yalın, sivri biçimler almasıdır. Sosyal fonksiyonları iptal edilen ve sistemin ücret politikalarından kentsel yaşama, tüketim kalıplarından çalışma olanağına kadar her alanda dışına itilen emekçiler üzerinde baskı uygulama hakkı sonsuz oranda genişleyen bir devlet. Kemalist “aklın” önemli bir öğesinin devlet mekanizması olduğunu biliyoruz. Devletin egemenlik özü silinirken, egemenlik mekanizmaları tahkim edilmektedir. Son genel seçimlerden bu yana egemenliğin devri yaşarım” fikri Con Ahmet denen bu hastadan çıkmış! Yıllar önce Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesinde değil de 2006’da bazı belli çevrelerde dolaşsaymış çok saygı göreceği, onore edici lakaplar takılacağı kesindir… Emişli Memiş ise herhangi bir enerji kaynağı kullanmaksızın, itilince emme etkisi yapan bir makine. Adının 1970’lerin Yeşilçam pornolarını çağrıştırmasına kanmayın, Emişli Memiş’i bir askerin icat ettiği ama zaman içinde makinenin kaybolduğu rivayet ediliyor. 19


2007’de Kriz mi İstikrar mı?

AKP’ye mal ediliyordu. Egemenlik mekanizmalarının tahkiminde egemen güçlerin diğer kritik unsuru olarak TSK’nin de yeri vardır. Aslında Yaşar Büyükanıt’ın genelkurmay başkanlığı bu gelişmeyi temsil etmektedir. Yeni komuta heyetinin sesi yüksek çıkabilmektedir; ama örneğin Özkök’ün bitti dediği kırmızı çizgilerin ihyası gündem dışıdır. 28 Şubat türü bir laik müdahaleci tarza dönüş mümkün değildir… Laisizm konusunda bir denge noktası bulunsa bile zorlu sorular yerinde durmaktadır. Bunlardan biri Kürt sorunu. Kürt kimliğinin sola değil sağa yönlendirilmesi, bölünme sendromunu ortadan kaldırmıyor, tersine arttırıyor. Düzenin bu soruna herhangi bir yanıtı bulunmuyor. Yanıtı güç sorulardan biri de, Türkiye Cumhuriyeti’nin Mustafa Kemal’in deyimiyle “yurtta sulh cihanda sulh” düsturunun kaderiyle ilgili olandır. Kapitalist entegrasyon (veya teslimiyet) düzeyi ile emperyalizmin günümüzdeki stratejisi, Türkiye’nin Birinci Dünya Savaşının sonrasında edindiği ilkenin açık reddini öngörmektedir. Beyaz Saray, AKP ve TSK’nin üzerinde mutabık kaldıkları anlaşılan bölgesel savaş eğiliminin güncel dışavurumları, geçici ve uzak bir coğrafyayla sınırlı Kore Savaşıyla, özgün bir anti-komünist operasyon olarak anlamlandırılması gereken Kıbrıs müdahalesiyle karıştırılmamalıdır. Bu değişimin düzen içinde yeni yarılmalara neden olacağını hâlâ düşünüyorum. Statükocu barışçılığın temelleri Türkiye toplumu için de güçlüdür. Osmanlı’dan Cumhuriyete geçiş yayılmacı militarist bir tarihin kitlelerde yarattığı derin bıkkınlığa, bu çizginin iflasının kabulüne ve bu mirasın reddine dayanır. Toplumun yeni bir tarihsel ray değiştirmeye taşınması için az yukarıda değindiğim devletin egemenlik “mekanizmaları”na başvurulacaktır. Bunun yeterli olup olmayacağı ise pek kuşkuludur. Kendi adıma militarist/yayılmacı bir Türkiye’nin sinmiş, çürümüş, dağılmış bir toplumla değil konsolide edilmiş, ayaklarını sağlam basan, milliyetçiliğin harekete geçirdiği bir toplumla mümkün olabileceğini düşünüyorum. Bugün düzene kazandırılan veya vaat edilenler arasında böyle bir şey bulunmuyor. Bir de, hiçbir şeyin masa başında başlayıp bitemeyeceğini, kararın sınıf mücadeleleri alanında verileceğini unutmamak gerekiyor. Bu yazıda çizilen çerçevenin, sözü edilen eğilim ve olasılıkların bütünü için konuşursak, Türkiye halkının bu tablodan dışlandığını, yani halkın bu tabloda yerinin olmadığını söylemeliyiz. Ama ek olarak Türkiye halkının bu tabloyu “benimseme” olasılığının sıfır olduğunu da. Sonuç yerine Kriz mi istikrar mı? Bu sorunun yanıtının belli ölçülerde oluştuğunu sanıyorum. Basit bir yanıt değil kuşkusuz. 2002 seçimlerinin ardından AKP iktidarının sermaye sınıfı ve emperyalizme karşı yerine getireceği yükümlülüklerin, bütün istikrar temennileri-

20


GELENEK 93

ne karşın kriz dinamiklerini harekete geçireceğini öne sürmüştük. 2007 yılında düzenin bütün tarafları istikrara mahkumdur, çünkü mevcut yapının krize tahammülü kalmamıştır. Bu ancak kriz, hatta yıkım tehdidiyle temin edilen bir istikrar türüdür! 2001 ekonomik şokunun kitlelerde yarattığı dinginlik arzusundan endişeli bir bekleyiş ile vurdumduymazlık arası bir ruh haline gelinmiştir. Her durumda Türkiye’de geniş kitleler değişim istememektedir. İyiye doğru bir değişimin mümkün olmayacağı inancının beslediği bir kilitlenme söz konusudur. Yani tehdit halkta da tutmuş görünmektedir. Böylece “gericilik döneminde devrimci siyaset” problematiğine önemli bir ekleme yapılmış oluyor. Devrimci siyaset istikrar istemini ilke düzeyine getirmiş bir halkı kazanma görevi ile karşı karşıyadır. Bu noktada bir anahtar kötüye doğru değişimin kaynağında emperyalizmin ve bizzat düzenin bulunduğuna işaret etmek olabilir… Bu denli kuşatılmış bir ülkede, Türkiye işçi sınıfının emperyalizme karşı mücadeleyi gündemine almaksızın atacağı herhangi bir adım yoktur. Ama herhangi bir adım atmak için toplumsal çözülme ve çürüme süreçlerine karşı tepkinin de açığa çıkması, çıkarılması gerekmektedir. Kuşkusuz AKP tarzı dinci, demagojiye dayanan ve orta sınıfları sıcak para sirkülasyonuna ortak ederek bir toplumsal rüşvet döngüsü yaratmayı beceren, üstelik örgütlü bir partinin karşısında emekçi ve yoksulların tepkisinin ani ve büyük bir tepki olması beklenmemelidir.13 Bu tepki, daha ziyade örgütlü ve onurlu duruşu “kabul etme” biçimini alacaktır. Türkiye emekçi halkının hızla bir siyasi hareketliliğe akmasından ziyade statükonun değiştirilebileceğine ilişkin güven veren bir işaret alması mümkündür. Sonrası görülecektir. Türkiye’nin solunun bu işareti vermek için bugünkü objektif yönelimlerden yararlanması pek mümkün görünmüyor. Uluslararası durumun karmaşık etkileri bir yana, Türkiye’de ne yapılacaksa dişle tırnakla yapılacak! Solda, en kaba örnekleri AB sürecinden, Kürt özgürlüğünden veya laik kesimlerin şeriatçılığa direnmesinden pozitif beklentilere girmek olan her tür kolaycılığa kapı kapanmalıdır. Solun kendi emeğinin ürünü olmayan ve işimizi kolaylaştıracak bazı olgular ise yine de akla gelebilmektedir. Türkiye’nin AB adaylığının adım adım biriken bir yıkım süreci, ABD ilişkilerinin ise savaş ve bölünme gibi trajik tehditler barındırması, toplumdaki “bir şey olmasın” duyusuyla antiemperyalizm arasında köprü kurulabilmesini olanaklı hale getirmektedir. Ya da titrese, gerilse sallanmaya başlayacak ölçüde temelleri zayıflayan bir AKP değerlendirmeleri için Kemal Okuyan’ın 27, 28 ve 29 Aralık 2006 günleri sol.org.tr’de yayınlanan köşe yazılarının okunmasını öneriyorum. 13

21


2007’de Kriz mi İstikrar mı?

düzenin “bizimle” kavga etme yeteneği de giderek kısıtlı hale gelmiş demektir. Bu zayıflamayı göze alan egemen güçler bloğu, olsa olsa emekçilerin bir daha asla devreye giremeyecek ölçüde bertaraf edildiğini varsaymış olabilir. O halde sol tam da bu varsayıma vurmalıdır. 2007, işçi sınıfının örgütlü öncü kesimlerinin devreye girmesi için en uygun zamandır.

22


Bankacılık Sektöründe “Yabancılaşma” ve Yeni Kriz Dinamikleri

Oligarklar ve Kıyakçılar Alper Birdal Gözünüzün önüne bir Türk filmi sahnesi getirin. Ağa tarafından borçlandırılmış yoksul bir ailenin tek geçim kaynağı olan ineği, ağanın adamları tarafından zorla aileden alınıyor. İnek çok besili değildir belki, ama doğurgandır. Ağa, yoksul ailenin ineğini Hollanda’dan getirttiği damızlık boğasına eş seçmiştir. Çiftleşme gerçekleşecek. Ama karnı aç, bakımsız yoksul aile ineğinin havaya girmesi pek öyle kolay değil. İneği zorla yoksul aileden kopartan ağanın adamlarına iş düşüyor yine. Çiftleşmenin gerçekleşebilmesi için hayvanların sakinleştirilmesi ve birleştirilmesi gerek. Ağanın adamlarına düşen Hollanda boğasına “kıyakçılık” yapmaktır. Hain kahkahalarla dışavurdukları bir keyifle yaparlar bu işi, çünkü onlar, adı üstünde, kıyakçıdır... Türkiye burjuvazisinin uluslararası mali oligarşi1 karşısındaki konumu işte budur: Kıyakçılık. 2001 krizi sonrasında yoksulluktan kırılan bu toplumun değerlerini gözlerini bile kırpmadan, azgınlıktan kudurmuş, sürekli semiren tekellere tek tek peşkeş çektiler, çekmeye devam ediyorlar. Ülke“Mali oligarşi” kavramını, Lenin’in yüklediği anlam çerçevesinde kullanıyorum. Yani, sanayi sermayesiyle bütünleşmiş, uluslararası mali işlemleri önemli ölçüde belirleme gücüne sahip emperyalist tekellerden bahsediyorum. Bazı Marksist iktisatçılar aynı kavrama, sanayi burjuvazisi-mali sermaye çelişkisi temelinde bir anlam yüklüyorlar. Tipik örneğini Gerard Duménil ve Dominique Lévy’nin çalışmalarında görüyoruz. Onlara göre mali oligarşinin egemenliği, sanayi tekellerine rağmen yaşanan bir gelişmedir. Bu görüşü savundukları temel makale için bakınız, Gerard Duménil ve Dominique Lévy, “Costs and Benefits of Neoliberalism: A Class Analysis”, 2005, G. Epstein, Financialization and the World Economy içinde, Edward Elgar, Aldershot.

1

23


Yeni Kriz Dinamikleri

nin neredeyse tüm kamu kurumları ve tüm bankaları yabancı tekellere satıldı. Bir sonraki kriz, artık açıkça görülüyor, Türkiye’nin “para eden” bütün şirketlerinin emperyalist tekellere devredilmesiyle sonuçlanacak. Marx, henüz kapitalizmin tekelci aşamasına geçilmeden önce sistemin merkezileşme ve yoğunlaşma yönünde tarihsel bir eğilim taşıdığını görmüştü. Artı Değer Teorileri’nde şunları yazıyordu: “Azalan kâr oranı yasasının iktisatçılar üzerinde yarattığı terörünün ötesindeki en önemli sonucu, sermayenin sürekli artan yoğunlaşması, yani küçük sermayelerin sürekli olarak artan sermayesizleşmesidir. Bu, genel olarak, kapitalist üretimin bütün yasalarının bir sonucudur.” 2

Marx, henüz tekelci aşamaya geçilmeden kapitalizmin krizlerinin sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi eğilimini beslediğini görmüştü. Şimdi tekellere dünya piyasası yetmemektedir. Sürekli genişleyen piyasalar ve ağırlaşan krizler altında tekellerin yuttuğu lokmalar giderek büyümekte ama bu, yine de yetmemektedir. Bu doymazlığın en başarılı analizini Lenin’in Emperyalizm’inde buluyoruz. Tekellerin egemenliğindeki kapitalist sistem, aynı zamanda bir mali oligarşinin oluşmasına yol açmıştır. Ortaya bir oligarklar ve kıyakçılar düzeni çıkmaktadır. Bankacılığın bu yeni rolüne dair Lenin şunları yazıyor: “Bankacılık geliştikçe ve az sayıda kurumun elinde yoğunlaştıkça, bankalar basit aracılardan, neredeyse bütün kapitalistlerin ve küçük işadamlarının para sermayesini ve ayrıca hem herhangi bir ülkedeki hem de bir dizi ülkedeki üretim araçlarının ve hammadde kaynaklarının daha büyük bir kısmını yöneten güçlü tekellere dönüştüler. Çok sayıdaki basit aracının bir avuç tekele dönüşümü, kapitalizmden kapitalist emperyalizme geçişin temel süreçlerinden bir tanesidir.” 3

Marx’ın, sonrasında Hilferding’in ve daha sonra Lenin’in gördükleri süreç, bir avuç tekelin dünya piyasası üzerinde artan bir denetim ve egemenlik kurmasıydı. Bu yeni iktidar biçimi bir dizi kurumsal dönüşümü beraberinde getirdi. Bankacılığın uluslararası mali oligarşiye dönüşmesi bu kurumsal başkalaşmanın en can alıcı biçimlerinden bir tanesidir. Dünya piyasasının eşitsiz gelişim altında bütünleştirilmesi ve egemenlik altına alınması, bu sürecin ana özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır. Dev bankaKarl Marx, Theories of Surplus Value, c. 3, Prometheus Books, New York, s. 447. V.I. Lenin, Imperialism, the Highest Stage of Capitalism, Foreign Languages Press, Pekin, 1970, s. 32.

2 3

24


GELENEK 93

cılık tekelleri sadece daha küçük bankaları yutmakla kalmadı, bütün bir sermayeyi kredi, satın alma, vb. gibi araçlarla kendisine bağlayarak devasa bir mali sermaye egemenliğinin yaratılmasında başrolü oynadı. Şu noktanın altı kalınca çizilmeli; sermayenin yoğunlaşması ve mali sermayenin oluşumu en çok, mali oligarşinin artan uluslararası denetimi ve egemenliği ile ilgilidir. Mali oligarşi yayılmadan, denetlemeden, egemenlik kurmadan yaşayamaz. Lenin’in bir çeşit “stilize olgu” olarak betimlediği gibi, bankaların bu süreçteki rolü büyüktür: “Eskiden birkaç kapitalistin cari hesaplarını tutan bir banka, bütünüyle teknik ve tamamen yardımcı bir işlem yürütmekteydi. Ancak bu işlem muazzam boyutları kapsamaya başladığında, gerek ticari gerek endüstriyel bir avuç tekelin kapitalist toplumun tamamına ait bütün işlemleri kendi iradelerine tabi kıldığını görmekteyiz; çünkü [bankalar] bankacılık bağlantıları, cari hesapları ve diğer mali işlemleri sayesinde ilk olarak çeşitli kapitalistlerin mali durumlarını tam olarak tespit etmeye, daha sonra kredileri daraltarak veya genişleterek, açarak veya kapatarak onları denetim altına almaya ve son olarak da, gelirlerini belirleme, onları sermayeden yoksun bırakma veya sermayelerini hızla ve muazzam ölçüde artırmalarını sağlama, vs. yoluyla kaderlerini tam anlamıyla tayin etmeye muktedirdirler.” 4

Mali sermayenin geç kapitalistleşen ülkelerdeki yoğunlaşması eşitsiz gelişme yasasına tabidir dedik. Bu, geri kalmış kapitalist ülkelerdeki en güçlü bankaların uluslararası mali oligarşiyle bağlantıları en güçlü olanlar olduğu anlamına geliyor. Bu nedenle bu bankaların gücünün artması, o ülkede emperyalist mali oligarşinin gücünün artmasına koşut seyretmektedir. Mali sermayenin yoğunlaşması, emperyalist tahakkümün yoğunlaşması ile beraber ilerlemektedir; hareket yasasıysa eşitsiz gelişmedir. Bu hareket yasası, hiçbir zaman ve hiçbir koşulda bağımlı ülkenin “bağımsız” ve “istikrarlı” bir kurumsal çerçeve yaratmasına izin verilmemesi anlamını taşımaktadır. Bağımlı ülkedeki sermaye egemenliği, ancak ve ancak bağımlılık, yani mali oligarşinin tahakkümü, arttığı sürece derinleştirilebilir. Başka türlüsü mümkün değildir. Lenin’in sunduğu bu modelin geçerliliğini sürdürdüğü çok açık. Değişen ne var? Kurumsal yapı ve araçlar değişmiştir. Artık mali oligarşinin elinde daha fazla araç, eşitsiz gelişme yasasının belirlediği çerçevede yeni kurumlar bulunmaktadır. Özde bir değişiklik bulunmamaktadır, ancak bu yeni kurumların yarattığı sonuçların önemsiz olduğu anlamına gelmemektedir. Örneğin mali serbestleştirme diye adlandırılan süreç, geri kalmış kapita-

4

Lenin, a.g.y., s. 38. 25


Yeni Kriz Dinamikleri

list ülkelerde bankacılık krizlerini derinleştirmiş, sıklığını artırmıştır. Mali deregülasyon, piyasa yapısıyla mali krizler arasında ne tür bir ilişki bulunduğunu yeniden yoğun bir tartışmanın konusu haline getirmiştir. Burjuva iktisadı içinde sermaye yoğunlaşması ile mali istikrar arasında pozitif bir ilişki olduğunu öne sürenler bulunmaktadır. Bu iddiaya gerekçe olarak, banka tekellerinin işlemlerini çeşitlendirmekte daha başarılı olduklarını ve küçük bankalara kıyasla bunların faaliyetlerinin izlenmesinin daha kolay olduğunu göstermektedirler. Ayrıca yoğunlaşmış bir bankacılık sektöründe kârlılığın daha yüksek olmasının mali kırılganlığa karşı bir tampon işlevi göreceğini de söylemektedirler.5 Burjuva iktisadı içinde ortaya atılan bir diğer görüş, yoğunlaşmanın mali kırılganlık riskini beraberinde getirdiğini savunmaktadır. Bu görüşün özeti ise şudur: “ ‘Yoğunlaşma-kırılganlık’ görüşünün savunucuları, ilk olarak, büyük bankaların örtülü ‘başarısız olmak için çok büyük’ politikaları sayesinde sık sık sübvanse edildiklerini belirtmektedirler. Büyük bankalara sunulan bu destek, bu bankaların risk almalarını daha fazla teşvik etmekte ve yoğunlaşmış bankacılık sistemlerinde kırılganlığı artırmaktadır (...). Yoğunlaşma-kırılganlık görüşünün savunucuları, ikinci olarak, birkaç büyük bankanın pek çok küçük bankaya göre izlenmelerinin daha kolay olduğu görüşüne katılmamaktadır. Eğer ölçek karmaşıklık düzeyiyle pozitif bir ilişki içindeyse büyük bankaların küçüklerden daha az şeffaf olmaları ve bunun da yoğunlaşma ve kırılganlık arasında pozitif bir ilişki yaratması mümkündür. Son olarak, Boyd ve de Nicolo (2003) büyük piyasa gücüne sahip bankaların firmalara daha yüksek faiz oranı uygulayarak onları daha fazla risk almaya yönlendirdiklerini vurgulamaktadır.” 6

Türkiye’de 2001 krizi sonrasında gazete ve televizyonlardan sürekli olarak “çok fazla banka var, bankalar çok küçük” propagandasının yapıldığını hatırlayalım. Üstelik bu, emperyalist ülkelerle kıyaslandığında doğrudur da. Ancak krizin kaynağının burada olduğu iddia edilebilir mi? Bu propagandanın bir diğer boyutu şuydu: “Yabancı bankalar gelsin!” Neden? Çünkü yabancı bankaların gelmesi, kredi piyasalarında disiplini Şu makalelere bakılabilir: Allen, Franklin ve Douglas Gale, 2003, “Competition and Financial Stability”, Journal of Money, Credit and Banking 36, 433-480; Beck, Thorsten, Aslı Demirgüç-Kunt ve Ross Levin, 2003, “Bank Concentration and Crises”, NBER Working Paper Series No 9921; Beck, Thorsten, Aslı Demirgüç-Kunt and Ross Levin, 2005, “Bank Concentration and Fragility: Impact and Mechanics”, NBER Working Paper Series. 6 Beck, Thorsten, Aslı Demirgüç-Kunt ve Ross Levin, 2003, “Bank Concentration and Crises”, NBER Working Paper Series No 9921. 5

26


GELENEK 93

artıracak, ayrıca bankacılık sektörünün sermaye derinliği artacak, hatırgönül kredilerinin getirdiği sorunlar aşılacak. Yabancı bankalar geldi. Şimdi ne oluyor? Otel odalarında yurtdışına sermaye kaçırıp, aynı sermayeyi borç olarak Türkiye’ye geri satıyorlar. Yatırıma yönlendirilen mali kaynaklar artmıyor. Bu bankalar, Türkiye’nin kârlı işletmelerini tek tek tespit ediyor ve onlara kredi açıyorlar. Hem de görülmemiş kolaylıklarla. Böylece bir taşla iki kuş vurulmuş oluyor: Hem riskli, para etmeyen şirketler mali sermayenin yatırım portföyünden elenmiş oluyor, hem de kârlı işletmeler hızla borçlandırılarak yeni bir ele geçirme dalgasının zemini hazırlanmış oluyor. Artık çok açık görünen bir tablo karşımıza çıkmaktadır; bir sonraki kriz, Türkiye’nin bütün büyük ve kârlı işletmelerinin yabancılara satışına ve küçük işletmelerin iflasına yol açacak. Bir önceki krize kıyasla çok daha yaygın bir işsizlik ve yoksullaşma dalgası yaşanacak. Mali oligarşi, bağımlı ülkelere kâr getirecek ne varsa hepsini ele geçirmek amacıyla yerleşmektedir. Tekelleşmenin anlamı, Lenin’den beri biliyoruz, budur. Türkiye sermaye sınıfının da bu süreçten zararlı çıkacağı söylenebilir mi? Özellikle büyük burjuvazi için cevap olumsuzdur. Çünkü büyük burjuvazi kendisi için kazançlı bir alışveriş yürütmektedir. Şirket fiyatlarının en yüksek olduğu noktada şirketlerini satıp, servetlerini ülke dışına transfer etmiş olacaklar. Buna kayıp denebilir mi? Bir başka nokta da şu; istatistiğin egemenliği iktisadi düşünceye büyük zararlar vermiştir. Birkaç değişken arasındaki korelasyonun araştırılması, yapının ve süreçlerin analizinin önüne geçmekte, özde yatan dinamikleri saklamaktadır. Yoğunlaşma istikrar getirir mi, getirmez mi sorusu yanlış bir sorudur. Emperyalizme bağımlı bir ülkede, Marx’ın gördüğü ve Lenin’in bütünlüklü bir tahlilini yaptığı gibi, tekelleşmenin artması bağımlılığın derinleşmesi anlamına gelmektedir. Ancak biz sosyalizmde tek bir devlet bankasının yeteceğini savunuyoruz. O halde yoğunlaşma istikrar getirir de, getirmez de. Her ikisi de doğrudur; cevap, hangi sistemden bahsettiğimize bağlıdır. Emperyalizme bağımlı bir ülke için sorulması gereken soru, bağımlılık ilişkisinin ne biçimde derinleştirildiği ve bu yeni düzeyde ortaya nasıl bir yapı çıktığıdır. Bu nedenle yukarıda özetlenen her iki görüş de yetersizdir. Bağımlı ülkede tekelleşme-sermayenin yoğunlaşması, piyasanın, emperyalist mali oligarşiyle bağları en güçlü olan az sayıdaki sermaye tarafından denetimidir. O halde bağımlı ülkede faaliyet gösteren yerel tekellerin içinde devindiği ortam bizzat emperyalizm tarafından belirlenmiştir. Yani sisteme içkin, istenirse makroekonomik denilebilir, bir istikrarsızlık kaynağı vardır. Çünkü mali oligarşi daha fazla piyasa istemekte, mevcut paylaşımdan yeniden paylaşıma geçişi dayatmakta, doymamakta ve yeniden paylaşmaktan vazgeçmemektedir. Sistemin denetimi, piyasanın düzen-

27


Yeni Kriz Dinamikleri

lenmesi, gerekli iktisat politikası araçları; hepsi dışsaldır, emperyalizmin kontrolündedir. Tekeller güçlendikçe bu araçlar daha da fazla teslim edilmektedir. Nedensellik ilişkisinin yönü, mali piyasalar için, makroekonomik faktörlerden, aktif kalitesine ve oradan bankacılık sektörünün yapısına doğrudur. Sonuncusu ilkinin barındırdığı kriz dinamiklerini geri beslemektedir. Türkiye burjuvazisi, 1980’den beri bankacılık sektörünü etkileyen her kriz sonrasında Türkiye’nin mali oligarşiye bağımlılığını derinleştiren bir adım atmıştır. 2001 krizi sonrasında sektörün bütün olarak “yabancılaşması” düzeyine varılmıştır. Bir sonraki krizin sonuçlarını bu şartlar altında öngörmek durumundayız. Kısa dönemli genişlemenin sonuna doğru Hymann Minsky’nin gelişmiş bir mali sistemin temel özelliği olarak gördüğü husus, sistemin kâr beklentilerini gerçek nakit akışına dönüştürme yeteneğiydi. Nakit akışı sadece finansal varlıkları değil, sermaye mallarını da içerir. Sermaye mallarının fiyatı, belirli bir iskonto rayicine göre ağırlıklandırılan beklenen gelecekteki gelirin bugünkü değerine göre belirlenir. Bu hesaplama yatırımın talep fiyatını belirler. Beklenen kârlar firmanın yükümlülüklerinden daha hızlı arttığı sürece yatırım talebi artmaya devam edecektir. Minsky’ye göre erken genişleme döneminin özelliği yatırım talebinin artması, kredi genişlemesi ve artan kâr beklentilerinin bir arada gelişmesidir. Bu süreç, kendi içinde çöküşün dinamiklerini de barındırır. Erken genişleme döneminde firmaların çoğunluğu emniyetli (hedge) finansman aracılığıyla yatırımlarını finanse ederler. Yani erken genişleme döneminde likit fonların akış hızı firmanın yükümlülüklerinin artış hızından daha yüksektir. Böylece bu dönem boyunca firmaların özvarlıkları artmaya devam eder. Ancak aynı süreç gelecekteki gelir akışına dair aşırı iyimser beklentilerin ortaya çıkmasına yol açar. Bu da tedrici olarak spekülatif finansmana yönlenen şirket sayısını artırır. Spekülatif finansmanla beraber artan sayıda firma, gelecekteki gelir beklentilerine ilişkin aşırı iyimserlikten kaynaklanan kredi genişlemesinden yararlanır ve hızla borçlanır. Bu dinamiğin iki sonucu vardır: Bir, belirli bir noktadan sonra spekülatif birimlerin sayısı arttıkça yatırımın talep fiyatı, artan borçlu riski dolayısıyla düşmeye başlar. Öte yandan, borçlu firma sayısı arttıkça artan alacaklı riski nedeniyle yatırımın arz fiyatı artmaya başlar. Yatırımın arz ve talep fiyatları birbirine yaklaştıkça yatırımın artış hızı düşer ve genişleme yerini daralmaya bırakır. Aynı süreç, artan borçlu ve alacaklı riskleri nedeniyle faiz oranlarının artması yönünde bir basınca yol açar. Faiz oranı arttıkça firmalar yükümlülüklerini çevirmek konusunda daha fazla zorluk yaşamaya başlarlar ve böylece Ponzi finansmana yönelen firma sayısı hızla artar. Ponzi finansman, bütün nakit akışının borç faizleri-

28


GELENEK 93

nin ödemesine yönlendirildiği finansman türüdür. Bu tür finansmana yönelen firma sayısı arttıkça kredi sisteminin çökmesi ve mali kriz kaçınılmaz olur. Özetle mali kriz ve kredi sisteminin çöküşü sistemin işleyişine içkin dinamiklerdir. Minsky’nin modelinin bazı önemli boşlukları var.7 Bu sorunların farkında olarak, bugün dünya ekonomisinin durumuna dair bazı gözlemleri “Minsky çevrimi” çerçevesinde aktaralım. Birinci gözlem, emperyalist merkezlerde yavaş da olsa büyümenin devam etmesi, enflasyonun ve faiz oranlarının düşük seyretmesidir. Her ne kadar ABD ekonomisinin dış açık boyutu önemli bir istikrarsızlık kaynağı olmaya devam etse de, genel olarak uluslararası piyasalarda iyimserliğin yaygın olduğu bir dönemden geçiyoruz. İkinci gözlem, son iki yılda, ama özellikle de 2006 yılında şirket birleşmelerinin, yani sermaye yoğunlaşmasının görülmedik bir ivme kazanmasıdır. 2006 yılı şirket birleşmelerinin ve ele geçirmelerin son altı yılın ortalamasına göre en yüksek olduğu seneydi. Avrupa’da senenin ilk yarısında birleşen veya el değiştiren şirketlerin piyasa değeri, bir önceki yılın aynı dönemine oranla yüzde 130 arttı. Birleşme ve el değiştirme değeri günlük 10 milyar dolar düzeyine çıktı, yani 2000 yılındaki ABD merkezli mali balonun patlamasından sonraki en yüksek değere ulaştı.8 Bu hızlı yoğunlaşma sürecinin temel dinamiği uluslararası faiz oranlarının düşük olduğu, dolayısıyla dünya ekonomisinde likidite bolluğunun yaşandığı bir dönemde finans dışı özel şirketlerin borçlarını hızla artırmaları ve şirket sahiplerinin, piyasa değeri en yüksek seviyedeyken işletmelerini elden çıkartmaya çalışmalarıdır. Borç yükünü taşıyamamaya başlayan firmalar için spekülatif kazanç elde etme olanaklarının açık olduğu bir genişleme döneminden geçiyoruz. Başka bir ifadeyle, Minsky’nin modeline göre düşünürsek, bir genişleme döneminin geç evresini yaşadığımızı söyleyebiliriz. Nitekim Standard and Poor’s adlı kredi derecelendirme kuruluşunun bildirdiğine göre, özel menkul kıymet şirketlerince ele geçirilen şirketlerin Örneğin Minsky, firmaların özvarlıklarında bir sıkışmaya yol açan ana dinamik olarak gördüğü faiz oranındaki artışın neden kaynaklandığına tam bir açıklama getirmiyor. Başka bir ifadeyle Minsky neden sistemin genişlemeden daralma dönemine girdiğini açıklamıyor. Firmaların spekülatif finansmana kaydıkları geç genişleme döneminde finansal kırılganlıkların biriktiğini söylüyor, ancak bu kırılganlıkların nasıl ölçüleceğine, hangi düzeyde daralma dönemine geçişin yaşanacağına ilişkin bir açıklama getirmiyor. Örneğin, bir kırılganlık ölçütü olarak firmaların borç/özsermaye oranına bakacaksak, hangi düzey genişlemenin son bulacağını tespit etmektedir; bu soru yanıtsızdır. 8 The Economist, “Mergers and Acquisitions. Riding a Wave”, “Mergers and Acquisitions. Once More unto the Breach, Dear Client, Once More”, s. 16, s. 73. 7

29


Yeni Kriz Dinamikleri

borç/nakit akışı oranı 2006’da rekor düzeye (5.4) çıkmış bulunuyor.9 Şirketler uluslararası piyasalardan kolayca borçlanıyorlar ve daha sonra el değiştiriyorlar. Hızlı bir tekelleşme dönemindeyiz ve oligarklar bu sürecin bir noktada tersine döneceğinin elbette farkında. Daralma ve kriz dönemine girmeden önce mümkün olduğu kadar çok kârlı işletmeyi ele geçirmeye çalışıyorlar. Bu dönemde kredi kalitesinin nasıl değiştiğine bakmaksızın, kredi bolluğunun devam etmesi tekellerin çıkarlarıyla uyumlu bulunmaktadır. Risk almak için uygun bir dönem yaşanmaktadır.10 Üçüncü gözlem mali sistemin likidite yaratarak söz konusu tekelleşme döneminin dayanaklarını desteklemekte olmasıdır. Likidite bolluğu seksenlerin başından beri devam eden bir süreç. Bankalar, neoliberal dönemin başından beri bu muazzam mali genişlemeyi besleyecek biçimde işlemlerini çeşitlendirdiler.11 Bu açıdan bakıldığında güneşin altında yeni bir şey yok denilebilir. Ancak likidite hacmindeki değişim hızının ve bankaların mali sermayeyi nasıl döndürdüklerinin, ne tür mekanizmalara yaslandıklarının izlenmesi, tekeller arasındaki paylaşım mücadelesinin durumuna dair önemli bir gösterge olmaktadır. BIS’e bildirimde bulunan bankaların sınır ötesi alacakları 2006’nın ikinci çeyreğinde 602 milyar dolar artmış ve toplam uluslararası alacak stoğu 24 trilyon dolara çıkmış bulunuyor. “Gelişmekte olan piyasalar”da bulunan net alacakların son beş çeyrekte ilk kez pozitif seviyeye çıktığını ve 66 milyar doları bulduğunu görmekteyiz. Özellikle Latin Amerika ve Asya’ya yönelen büyük bir mali sermaye girişi yaşanıyor.12 Yine Minsky’nin modeline göre düşünecek olursak, spekülatif finansmana kayan birimler artarken kredi genişlemesinin devam ettiği bir dönemdeyiz. Yani bir kez daha gözlemler genişlemenin geç evresine işaret etmektedir. Dördüncü gözlem, bağımlı ülke şirketlerinin borç senedi ihracının gelişmiş kapitalist ülkelerdekinden daha hızlı artmakta olmasıdır. 2006’nın ilk yarısında “gelişmekte olan” ekonomilerde finans dışı kesimin ihraç Bank for International Settlements Quarterly Review, International Banking and Financial Market Developments, Aralık 2006, s. 7. 10 Standard & Poor’s, kredi notu AA olan şirket sayısının 2001–2006 arasında 39’dan 23’e indiğini, şirketin riskli olduğunu gösteren BB notuna sahip olanların sayısının ise iki katına çıktığını duyurdu (The Economist, 8 Nisan 2006, s. 74). 11 Uluslararası Ödemeler Bankası’na (Bank for International Settlements, BIS) bildirimde bulunan bankaların uluslararası alacakları 1977’de 684 milyar dolarken, 2006’nın ikinci çeyreğinde 23 trilyon dolara ulaşmış bulunuyor. BIS’e bildirimde bulunan bankaların toplam uluslararası alacakları 1980’de dünya GSYİH’sinin yüzde 10’undan, doksanların sonunda yüzde 26’sına, 2006’daysa yüzde 48’ine ulaşmış bulunmaktadır (BIS Quarterly Review, s. 28-29). 12 BIS Quarterly Review, s. 16. 9

30


GELENEK 93

ettiği borç senedi değeri 31 milyar dolardan 39 milyar dolara çıktı.13 Mali kuruluşlar bu borçları hangi araçlarla finanse ediyorlar sorusunun cevabı bizi beşinci gözleme ulaştırıyor. 2006 yılının ilk yarısında bilanço dışı (over-the-counter, OTC) türev piyasası enstrümanlarının önceki yılın aynı dönemine kıyasla yüzde 24 arttığını ve bu tür sözleşmelerin hayali değerinin 370 trilyon dolara ulaştığını görmekteyiz. OTC türev piyasasının yaklaşık yüzde 40’ını oluşturan Kredi Takas Sözleşmeleri pozisyonlarının ise yüzde 46 oranında arttığını görüyoruz.14 Denetim dışı mali enstrümanlarda bir yoğunlaşma olduğunu anlıyoruz. Bu bize bir kez daha spekülatif finansmanda bir artış yaşandığını söylüyor. Kritik soru şu; genişleme dönemi ne zaman yerini daralma dönemine bırakacak. Yukarıda belirttik, Minsky’nin modeli bize bu konuda tam bir yanıt vermiyor. Daha aydınlatıcı bir yanıtı Keynes’in Para Üzerine Söylev kitabında buluyoruz; önemli ölçüde Marx’ın Kapital’deki aşırı üretim bunalımı çözümlemesiyle örtüşmektedir. Keynes, geç genişleme döneminden daralma dönemine geçişte bankacılık sektörünün rolüne atıfta bulunmaktadır. Bir ekonomide açık veren birimler varsa, fazla veren birimler de olmak durumunda. O halde ekonomide tasarruf eğilimi artarken ve finansal varlıkların fiyatının değişimi (genişleme dönemi için artmaya devam edip etmeyeceği) üzerine genel bir fikir birliği yokken, açık pozisyonlarını kapatmak isteyen birimlerle, daha fazla finansal varlık talep eden birimler olacaktır. Bankalar ikincilerin fonlarını birincilere aktararak süregiden algılayışın bir süre daha devam etmesini sağlayabilir, yani faiz oranının nasıl değişeceği üzerinde belirleyici bir rol oynayabilir. Bugünkü duruma baktığımızda mali oligarşi uluslararası faiz oranlarının nasıl değişeceği konusunda benzer bir belirleyiciliğe sahiptir. Şimdilik mali oligarşi mevcut likit fonları dolaştırmakta ve yoğun tekelleşme dönemini desteklemektedir. Bu sürecin sonu ufukta görünmüştür. 2001 krizi sonrası Türkiye’de bankacılık sektörünün dönüşümü 2001 krizinin oluşmasında 1999 yılında ilan edilen İstikrar Programı’nın ve Türkiye’nin 1989’dan beri derinleşerek devam eden uluslararası mali sisteme (kısa vadeli sermaye hareketleri üzerinden spekülatif birikim yoluyla) entegrasyonunun önemli etkenler olduğunu biliyoruz. Ancak Kasım 2000 öncesi verilerine baktığımızda makroekonomik gelişmelerin ani bir krizi çağrıştırmadığını, ama krizin ani bir şok dalgası biçiminde gerçekleştiğini görmekteyiz. Örneğin TÜFE 1999’da yüzde 64.9’dan 2000’de yüzde 54.9’a inmiş, 3 ay vadeli Hazine bonosu faiz oranları 1999’da yüzde 96.6

13 14

a.g.y., s. 23. a.g.y., s. 25. 31


Yeni Kriz Dinamikleri

iken 2000’de yüzde 37’ye inmiş, kamu açıklarının GSYİH’ye oranı yüzde 24.5’ten 19.3’e düşmüş, ancak cari açık 1999’da GSYİH’nin yüzde 0.9’uyken 2000’de yüzde 4.9’una çıkmıştı. Ani bir sermaye kaçışının yaşanmasında bankacılık sektöründeki kırılganlıklar etkili oldu. Krizin ortaya çıkmasında temel makroekonomik göstergeler kadar (bunlar arasında özellikle cari açığın milli hasılaya oranı önem taşımaktadır) bankacılık sektöründeki iflaslar da belirleyici bir rol oyanamakta ve spekülatörlere ülkeyi terk etmeleri sinyalini vermektedir. Bu noktada Türkiye bankacılık sektöründeki oligopolcü davranışın önemine işaret etmek gerekmektedir. Bütün mali sistem spekülatif finansmanın içinde bulunmaktaydı, ancak ülkeye yabancı fon akışını sağlayan ana kanal olan banka tekelleri bilançolarını bozmak konusunda küçük bankalara göre daha ihtiyatlı davranmayı tercih etmişlerdi. Banka tekelleri spekülatif finansmanı doğrudan kendi bilançoları üzerinden gerçekleştirmek yerine, fonları bütün varlığını mevcut mali yapıya borçlu olan Demirbank, Sümerbank, Bank Kapital, Egebank, vb. gibi küçük bankalara yönlendirerek bu süreçten paylarını aldılar. Demirbank örneği hatırlanabilir. Şubat 2001’de bankaların toplam aktiflerinin yüzde 69’u devlet borç senetlerinden oluşuyordu. Demirbank çok büyük ölçüde uzun vadeli devlet borç senetlerine yatırım yapmış ve bunu repo işlemleriyle finanse etmişti. Bu nedenle bankanın çözünürlüğü o kadar azalmıştı ki, yurtdışından fon bulması neredeyse olanaksız hale gelmişti. Zira bankanın yabancı para cinsinden yükümlülüklerinin TL cinsinden yükümlülüklerine oranı yüzde 92’yken, aynı dönemde sektör ortalaması yüzde 279 seviyesindeydi. Demirbank’ın faaliyetini repo işlemleri aracılığıyla bankacılık tekelleri fonlamıştı.15 2001 krizi öncesi bankacılık sektöründe tekellerle “faaliyetine izin verilen” küçük bankalar arasındaki dikotomi, ani bir krizin çıkmasında etkili oldu. Krizle birlikte bu dikotomi önemli ölçüde çözüldü. Yerine ne geçti? Kriz, banka tekellerinin iflas dalgasından kaçamayacaklarını ortaya koymuş oldu. Böylece krizden sonra bütün yerli bankaların “yabancılaşarak” yoğunlaşması süreci başlamış oldu. 2001’den bu yana geçen beş senede yabancı bankaların sektörün toplam aktifleri içindeki payı yüzde 17.4’e çıktı. Buna yabancılara hisse satışı için anlaşma yapan veya izin için BDDK’ya başvurmuş olan bankalar (Akbank, Şekerbank, Tekfenbank, MNG ve Alternatifbank) da eklendiğinde oran yüzde 20.5’e çıkmaktadır. Bu oran, iki yıl önce yüzde 4.3’tü. Sektörün aktif büyüklüğünün yüzde 20.1’ine ulaşan halka açık paylar içinde de yabancıların payı, Özatay, Fatih and Güven Sak, 2003, “Banking Sector Fragility and Turkey’s 2000-01 Financial Crisis”, Susan M. Collins and D. Rodrik, (der.), Brookings Trade Forum: 2002 içinde, Brookings Institution Forum. 15

32


GELENEK 93

sektörün aktif toplamına göre yüzde 15.7’sine ulaşıyor.16 Başka bir ifadeyle Türkiye bankacılık sektörünün yaklaşık üçte biri yabancı banka tekellerinin eline geçmiş bulunmaktadır. Kriz sonrasının ortaya çıkan yeni yapı budur. Şimdi bir sonraki krizin çerçevesi hazırlanmaktadır. Bir sonraki krizin çerçevesi nasıl belirleniyor? Yabancı bankalar neden Türkiye’de banka satın alıyorlar? Bu sorunun yanıtını Türkiye’de bankacılık sektörünün kârlılık verilerine ve çeşitli kalemlerdeki yoğunlaşma göstergelerine baktığımızda bulabiliyoruz. Merkez Bankası Finansal İstikrar Raporu’ndan öğrendiğimize göre, bankaların 2006 yılı Eylül ayı itibariyle dönem kârı bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 118.1 artarak 8.4 milyar YTL düzeyine ulaşmış. 2005 Eylül ayında önemli boyutta zarar açıklayan bir banka hariç tutulduğunda sektörün net kârındaki artış yüzde 30.7 düzeyinde gerçekleşmiş. Bankacılık sektörünün bilanço büyüklüğünün milli hasılaya oranı 2005 sonunda yüzde 83.5 iken 2006 Haziran ayında yüzde 89.5’e yükselmiş. Ekonominin 18 çeyrektir kesintisiz büyümesine karşın bankacılık sektörü milli hasıladan daha büyük bir hızla büyümüş bulunmaktadır.17 Yabancı bankaların neden Türkiye’de banka satın aldıklarının bir yanıtı bu verilerden çıkmaktadır. Bankaların bu kadar hızla büyümesi ve kârlılığın yüksek olmasında özellikle son iki yıldır devam eden hızlı kredi genişlemesinin payı önemlidir. Gündemi izleyen herkesin bildiği gibi, kredi genişlemesinde tüketici kredilerindeki (ihtiyaç kredisi, taşıt kredisi, konut kredisi, vs.) artışın belirleyici bir rolü oldu. Aşağıdaki grafiklerden ilki hanehalkı borçluluğunun nihai tüketime oranının son üç yıldaki değişimini, ikincisi hanehalkı finansal varlıklarının ve yükümlülüklerinin gelişimini göstermektedir. Birinci grafik krediyle finanse edilen tüketim harcamalarının son üç yıl içinde sürekli arttığını, ikinci grafik hanehalklarının yükümlülüklerinin varlıklarına oranın aynı şekilde yükseldiğini ve 2006 yılı boyunca aşağı yukarı sabit kaldığını göstermektedir. Bankaların büyümesinde bu tablonun payı önemlidir, ancak aynı tablonun gösterdiği bir başka olgu da tüketicilerin mali kırılganlığının arttığı ve faiz oranlarındaki oynamalara duyarlılığın yükseldiği yönündedir. Demek oluyor ki uluslararası faiz oranları yükseldikçe Türkiye’deki kredi hacmi hızla daralacak ve yeni bir kriz bol miktarda müflis orta sınıf mensubunu işçi sınıfının saflarına iteleyecek.18 TCMB, Finansal İstikrar Raporu, Aralık 2006, sayı: 3, s. 43. TCMB, Finansal İstikrar Raporu, Aralık 2006, sayı: 3, s. 42 ve s. 76. 18 Merkez Bankası raporunda sunulan şu veriler, genişlemenin geç evresinde olduğumuzu teyid eder nitelikte. Kredi kartı borcunu ödeyemenlerin sayısı 2002’de 32 bin 911 kişiyken bu rakam 2006 Eylül ayında 182 bin 76’ya çıkmış bulunuyor. Tüketici kredisi borcunu ödemeyenlerin sayısı ise 2002’de 5 bin 627 iken, 2006 Eylül’ünde 21 bin 660 kişiye çıkmış. 16 17

33


Yeni Kriz Dinamikleri

*Bireysel krediler, bankalar ve tüketici finansman şirketlerince gerçek kişilere kullandırılan tüketici kredileri (tahsili gecikmiş alacaklar dahil) ile kredi kartı bakiyelerinden oluşmaktadır (TGA dahil). *Özel nihai tüketim harcamaları yıllıklandırılmıştır. Kaynak: TCMB-TÜİK

*Hanehalkı varlıkları = Tasarruf Mevduatı + Döviz Tevdiat Hesabı + DİBS + Dolaşımdaki Para + Eurobond + Hisse Senetleri + Repo + Emeklilik Yatırım Fonları Kaynak: TCMB, SPK

Birkaç kez değindiğimiz gibi, bu üç yılda, finans dışı kesimin yabancı para cinsinden yükümlülüklerinin de hızla arttığını görmekteyiz. 2005 ve 2006’da Türkiye’ye giren yabancı sermaye içerisinde sıcak paranın (kısa 34


GELENEK 93

vadeli, spekülatif sermaye) oransal olarak azaldığını, ancak dış borç yaratan sermayenin yılın ilk altı ayında 22.5 milyar dolar arttığını görmekteyiz.19 Dış borçtaki bu artışta özel sektöre ait kısa vadeli borçlar önemli ölçüde etkili oldu. Aşağıdaki grafik 2006’nın ilk dokuz ayında banka dışı kesimin yabancı para açıklarındaki artışı göstermektedir.

Kaynak: BDDK, TCMB, TÜİK, HM, TMSF, BIS

Son bir noktayı bu verilere ilave etmek gerekiyor. Bankacılık sektöründeki yüksek kârlılığın bir nedeni de sektörün aşırı derecede yoğunlaşmış olması. Aktif payları itibariyle en büyük 5 bankanın sektördeki payı yüzde 60’ı, ilk 10 bankanın payı yüzde 89’u bulmaktadır. Bu rakamlar 15 AB ülkesi ortalamasının (ilk beş banka için yüzde 53) üzerindedir.20 2001 krizi sonrasında finansal sistemin tekelleşerek yabancılara devredildiğine tanık olduk. Bir sonraki krizde aynı sürecin finans dışı sektörde yaşanacağına tanık olacağız. Tekelleşme sürecinin dışında kalan şirketlerse yaşam şansı bulamayacaklar. Yabancı bankaların bağımlı ülkelerde kredi hacmini genişlettiği doğru değildir. Bunu IMF uzmanları bile çalışmalarında tespit ediyorlar.21 TürkiKorkut Boratav, “İlk Dokuz Ayda Sermaye Hareketleri”, 12 Kasım 2006, www.sol.org.tr. Türkiye Bankalar Birliği verileri; Eurostat, ECB Report. 21 Örneğin şu çalışmaya bakılabilir: Enrica Detragiache, Thierry Tressel, Poonam Gupta, 19 20

35


Yeni Kriz Dinamikleri

ye’de yaşanan kredi genişlemesi uluslararası konjonktürün ve tüketici kredilerindeki artışın bir ürünüdür. Oligarklar bu dönemde kredi genişlemesi ve tekelleşme dinamiklerini ellerini ovuşturarak izliyorlar. Çünkü hem bu dinamiklerden kazanıyorlar, hem de daralma ve kriz dönemi başladığında kolayca ele geçirecekleri şirketlerin hesabını yapıyorlar. “İstikrar” balonu sönerken... AKP iktidarda olduğu dönem boyunca iktisadi açıdan çok elverişli bir dönemin avantıjını kullandı. Türkiye’nin AKP iktidarı altında daha müreffeh olduğunu kimse iddia edemez. İşsizlik ve yoksulluğun hızla artmaya devam ettiği aşikar. Ancak popüler iktisadi göstergeler (büyüme oranı, enflasyon oranı, döviz kuru, faiz oranları) itibariyle “istikrarlı” bir dönem yaşandığı izlenimi yaratılabiliyor. Nitekim Tayyip Erdoğan her konuşmasında bu noktayı öne çıkartmakta ve diğer düzen aktörlerine bu çerçevede üstünlük sağlamaktadır. Laiklik-irtica gerilimine sıkışmış olan ordu-CHPSezer üçlüsü, AKP’nin “istikrar” söylemini güçlendirmekten başka bir şey yapmamaktadır. Tayyip Erdoğan’ın erken seçim tartışmalarında bu noktadan tutmuş olması ve herşeye rağmen AKP’nin oy oranında önemli bir düşüş yaşanmaması biraz da bununla ilişkilidir. İpler bir kez daha emperyalist merkezlerin elindedir; yeni bir krizin tetiklenmesiyle istikrar balonunun söndürülmesi emperyalizmin tasarrufundadır. Elverişli iktisadi koşulları yönetmekte bile son derece beceriksiz olan AKP kadrolarının bir kriz hükümeti olarak iktidarda kalması oldukça zor görünmektedir. Artık deniz bitiyor ve kara görünüyor. Türkiye’de krizin dinamiklerinin dışarıdan belirlendiğini biliyoruz. Emperyalizm Türkiye’de seçim öncesinde bir iktisadi krizin çıkmasını tetiklemeyi tercih eder mi, etmez mi; bu, yanıtı şimdilik net olmayan bir sorudur. Ancak krizin yaratacağı çöküşün toplumda bir politizasyona yol açması olasılığı oldukça güçlüdür. Seçim öncesinde böyle bir politizasyonun yaşanması emperyalizmin tercih edeceği bir durum gibi görünmemektedir. Seçim döneminin Türkiye’de yaratmadığı toplumsal politizasyon, belki de seçim sonrasında kriz tarafından yaratılacaktır ve ne AKP’nin ne de başka bir düzen aktörünün bu politizasyonu göğüsleyebilecek toplumsal mevzileri bulunmaktadır. Yurtsever güçler, bu dönemi mevzilerini genişleterek geçirebildiği takdirde seçim sonrasında önemli bir atılım yapmayı başarabilecektir. “Foreign Banks in Poor Countries: Theory and Evidence”, IMF Working Paper 06/18, Ocak 2006. Çalışma yabancı bankaların bağımlı ülkede bilançosu en güçlü ve izlenebilir şirketlere krdi açma eğiliminde olduğunu, bu anlamda ekonominin “kaymağını yediğini” savunmaktadır. 36


İşçi Sınıfı Siyaseti-‘Bilim’ İlişkisi Bilgi Üretme Süreci Olarak

Erhan Nalçacı Geçenlerde Taha Akyol’un Milliyet’ teki köşesinde sosyalist siyasetin dogmalar ürettiğini iddia ettiği yazısına1 Aydemir Güler gereken yanıtı verdi.2 Taha Akyol gibi çapsız karşı devrimcilerin yanı sıra burjuvazinin Russell, Popper gibi nice çaplı ideologları benzer bir şekilde işçi sınıfı siyasetini bilim dışı göstermeye kendilerini adamışlardır. Bu yazıda ise bu gerici ideologların etrafında dolanmak yerine, bizim açımızdan işçi sınıfı siyaseti ve ideolojik mücadelesi ile bilim arasındaki ilişkilere dair bir deneme yapılacaktır. Bu denemede “bilgi üretme süreci” kavramı kullanılarak konuya yaklaşılacaktır. Öte yandan Marksist bilgi kuramı, Metin Çulhaoğlu’nun Tarih, Türkiye Sosyalizm,3 Kemal Okuyan’ın Ne Yapmalıcılar Kitabı,4 Gelenek dergisinin düzenlediği sempozyum notlarından oluşan Marksist Metin Analizleri5 gibi kitaplarda işlenmiştir. Bu çalışmaların hiçbirinde Marksist bilgi kuramı bir başlık olmamış, ancak en doğal haliyle Marksizme içkin olarak ele alınmıştır. Bu yazıda ise bir yandan işçi sınıfı siyaseti ile günümüzde burjuvazinin bir kurumu olan “bilim” ilişkisi irdelenirken, diğer yandan işçi sınıfı mücadelesinin aynı zamanda nasıl bir bilgi üretme süreci olduğu incelenecektir. Ancak bu denemede Marksist bilgi kuramı üzerine bir derleme yapılmaktan uzak durulacaktır.

Taha Akyol, “Castro, Sosyalizm, Liberalizm”; Milliyet, 4 Ağustos 2006. Aydemir Güler, “Castro kadar put düşsün”; Komünist no: 278, s.2, 11 Ağustos 2006. 3 Metin Çulhaoğlu, Tarih Türkiye Sosyalizm, 2. Baskı, Doruk yay., 1996. 4 Kemal Okuyan, “Ne Yapmalı”cılar Kitabı, 3. Baskı. Gelenek yay., 2000. 5 Gelenek Sempozyumu, Marksist Metin Analizleri, Nazım Kitaplığı, 2005. 1 2

37


Sınıf Siyaseti ve Bilim

Tarih boyunca bilgi üretme süreçleri Bilgi üretimi toplumsal bir olaydır fakat biyolojik öncülleri vardır. Beyinde nesnel gerçekle ilgili işlenen her enformasyon aynı nitelikte değildir. Bir kısmı duyuların işlenmesi ve algılanması, bir kısmı beynin algılananlar üzerinde işlem yapması, bir kısmı ise davranışı oluşturan hareket komutlarının oluşturulması ile ilgilidir. Bunların içinde bir enformasyonun bilginin öncülü olabilmesi için canlının deneyimlerine dayanması gerekir. Sinir sistemi canlıların doğadaki etkinliklerinden çıkan deneyimlerin saklanması ve davranışların bu deneyimlerin ışığında yönlendirilmesine olanak verecek şekilde gelişmiştir. Örnek olarak yürümeyi öğrenen bir insan yavrusunu ele alalım. Her atılacak adım “bastığım yer benim ağırlığımı destekleyecek” varsayımına dayanır. Sonra beynin ürünü olan bu varsayım her seferinde sınanır. Başarılı adımların yanı sıra sendelemelere, yere yuvarlanmalara yol açan durumlar genellenir. İleri yaşlarda artık her seferinde bir varsayımın sınanması yerine, genellerden yola çıkılarak otomatik bir yürüme gelişir. Dolayısı ile insanın yürümeyi öğrenmesinde bile zihnin ürünü olan ile deneye dayanan bilginin ve “tümevarım” ile “tümdengelim”in öncülleri bulunmaktadır. Ancak bilgi üretim sürecinin ortaya çıkması için toplumun ve insanın oluşması ve emek süreçlerinin başlaması gerekecektir. Burada bilgi üretim sürecini üçe ayırarak inceleyeceğiz: “Kendiliğinden (spontan) bilgi üretim süreci”, “Modern bilimsel süreç” ve “İşçi sınıfı siyaseti”. Kendiliğinden bilgi üretim süreci Kendiliğinden bilgi üretim süreci tüm emek süreçlerinin ve toplumsal pratiğin ayrılmaz bir parçasıdır. Bu haliyle çok kıymetlidir, ama öte yandan ilkelliği ile bugün bütün dünyada emekçi kitlelerin mahkum edildiği bir süreçtir. Bu haliyle “üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişimini engellemesi” diye genellediğimiz olayın başlıca yansımalarından biridir. Kendiliğinden bilgi üretme sürecinde; kuramla pratik arasındaki ilişki zayıftır. Hipotezler sezgilere dayanır ve çoğunlukla sınamalar rastlantısaldır. Olaylar arasında kurulan nedensellik ilişkileri yüzeyseldir. Sonuçların topluma yayılması çoğunlukla yazılı değil, sözel iletişime dayanır. Genellemelerin yapılabilmesi için binlerce yılın geçmesi gerekebilir. Toplumsal bir işbölümü bulunmaz, sadece kendiliğinden bilgi üretimi ile uğraşan profesyonel bir emek kategorisi yoktur. Tarım, hayvancılık, demircilik, dokumacılık, denizcilik vb. her türlü emek sürecinin doğal parçasıdır.6 İnsanların su ile bitki büyümesi arasındaki ilişkiyi keşfetmesi örnek olarak Erhan Nalçacı, “Bilimsel yöntemde bilgi ve inanç ilişkisi”, Sağlıkta Sınıf Tavrı, no: 13, s. 6467, 1997. 6

38


GELENEK 93

verilebilir. Yüzlerce nesil boyunca yapılan gözlemler, tarlaların sel baskınıyla sulanması gibi tesadüfler bu ilişkinin genellenmesini sağlamış ve sulama kanallarının inşasına neden olmuştur. Kendiliğinden bilgi üretme sürecinin kendisi hiçbir zaman bir amaç değil, toplumsal sorunların üstünden gelmeye yönelik insan emeğinin ürünüdür. Kendiliğinden bilgi üretme süreci emekçileri sömürücü sınıfların ideolojisinden koruyan bir sığınak değildir. Kuramsal olmaması ve yüzeyselliği emekçilerin zihinlerini her türlü yanılsamaya açık bırakır ve dünya görüşü ile bağımsızlaşır. Örneğin, sofu bir köylü ile şoven görüşlere sahip bir işçi kendiliğinden bilgi üretim sürecinin parçasıdırlar. Bu süreç kendiliğinden materyalizmin bir yansımasıdır ve bir emekçinin egemen ideolojiler tarafından kafası toplumsal olarak ne kadar karıştırılırsa karıştırılsın akıl sağlığını sağlayan zemindir. Dolayısıyla işçi sınıfı siyasetinin ve ideolojisinin emekçilere ulaşmasında tüm ideolojik örtülere rağmen açık kalan kapıdır. Öte yandan tarihi yapanın sınıf mücadeleleri olduğunu biliyoruz. Tarih boyunca bütün bireysel ve toplumsal isyanlar, ayaklanmalar ve devrimleri de içeren toplumsal sıçramalara kendiliğinden bilgi üretme süreci eşlik etmiştir. Tarihi yapan öznelerin Marksist kurama kadar toplumun değişim dinamiklerini bütünlüklü olarak anlama şansları olmamıştır. Burjuva devrimlerinde kuramsal denemeler yapılmışsa da toplumsal değişimin yasaları ancak işçi sınıfı siyasetinin burjuvaziden bağımsızlaşması ile kendini ortaya koyabilmiştir. Toplumsal dönüşümlere ilişkin pratikte kendiliğinden bilgilenme sürecine verilebilecek yüzlerce örneğin içinden herhalde en iyisi Küba devrimidir. Marksizmle bağları zayıf olan Castro ve arkadaşları, Latin Amerika devrimci pratiğinin genellemelerine yaslandılar ve silahlı bir öncü gücün halkın desteğini alarak Batista rejimini devireceği tezi ile yola çıkarlarken, akıllarında bu sürecin sosyalist bir devrime dönüşeceği öngörüsü mevcut değildi. Sosyalizme geçiş çağında, güçlü bir işçi sınıfı kuramı ve pratiği bulunan bir tarihsel dönemde gerçekleşen Küba devrimi büyük bir hızla kendiliğinden bilgilenme sürecindeki bir devrimci hareketten işçi sınıfı siyasetine dönüştü. Küba’da sosyalizmi kuran ve büyük güçlüklere karşı korumayı başaran Küba Komünist Partisi bu dönüşümün ürünü olarak biçimlendi. Modern bilimsel süreç Burjuva devrimlerine giden süreçte Bruno, Galileo gibi bilimle uğraşan kişiler devrimci bir rol oynadılar. Düşünce yöntemleri Ortaçağ dogmatizminin sorgulanmasında çok önemli bir işlev gördü. Ancak Fransız Devriminden sonra 19. yüzyılın başında giderek gericileşen ve çok daha temkinli hale gelen burjuvazinin, devrimcilere değil düzene, isyankarlara değil gereksinimlerini karşılayacak ücretli emekçilere ihtiyacı vardı. 1798 yılın-

39


Sınıf Siyaseti ve Bilim

da Fransız Devriminden sonra doğan, 1830 ve 1848 devrimlerine tanıklık eden ve bir karşı-devrimci olan Auguste Comte, burjuvazinin bu ihtiyacını teorize edecektir. Comte tarafından ilkeleri ortaya konan pozitivizm bugün hâlâ burjuva biliminin temelini oluşturmaktadır.7 Her şeyden önce burjuvazi topluma katı bir işbölümünü dayatmıştır. Toplumun minik bir emekçi katmanı modern bilimle uğraşırken, geniş emekçi yığınlar bırakın bilim üretmeyi, sonuçlarını dahi anlamaktan mahrum bırakılmıştır. Bir radyonun, bilgisayarın, televizyonun hangi ilkelere göre çalıştığını bilmeyen yığınlara düşen görev bant başında bu araçları monte etmek ve sonra tükenirken tüketmek olmuştur. Bilimciler katmanı ise Comte’un dünyevi dinine katılmışlar ve devrimciliklerinden arınmışlardır. Bu din emekçileri devrimcileştiren iki temel soruyu yasaklayan bir bilinemezciliğe dayanmaktadır. Maddenin nasıl oluştuğu ve kapitalizmin bir devrimle aşılıp aşılamayacağına ilişkin soruların pozitivizmde yanıtı yoktur. Bilimciler giderek daralan alanlara hapsedilmişler ve kendi alanlarında sonsuz bir ilerleme fikrine inandırılmışlardır. Comte’dan 150 yıl sonra dünya halklarının çektiği acı ve içinde bulunduğu durum düşünülürse “ilerleme”nin ne menem bir şey olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Öte yandan burjuvazinin büyüyen pazarlara yönelik meta üretiminin gereksinimlerini karşılamak için kurulmuş “bilim sanayisi” oldukça üretken olmuştur. Tümevarım ve tümdengelimin sentezine dayanan modern bilimsel süreç, bilimsel sorulara hipotezler üreten ve her bilim dalının kendine özgü yöntemleri ile hipotezleri sınadığı ve bulguları bildirdiği, bu sonuçlara göre deneylerin tekrarlandığı ve elde edilen bilgilerin ışığında kuramın yeniden gözden geçirildiği bir disiplindir.8 Son 150 yıl içinde doğanın anlaşılmasında ve teknolojiye dönüşme hızında büyük bir sıçrama olmuştur. Kendi dışındaki her şeyi bilim dışı gören, işçi sınıfı siyasetini ideolojik bulan burjuva bilimi yukarıda değinilen bilinemezciliğinin yanı sıra, çok temel bir ideolojik yanılsamaya dayanmaktadır. Bu, bilimin evrensel olduğu iddiasıdır. Oysa başından itibaren bilim egemen sınıf için üretilmiştir. Burjuvazinin bilimcileri içine kapatıldıkları olgular hapishanesinde bilimsel sorularıyla uğraşırken kendilerinin ne kadar özgür olduğunu düşünmüşler ve bilgi üretmenin kendisi onlara bir amaç gibi gözükmüştür. Oysa bilimciler ve araştırmaları sermaye sınıfı veya devleti tarafından finanse edilirler ve amaç bilgi üretimi değil, sermaye sınıfının sorunlarını çözmektir. Kapita-

7 8

Auguste Comte, Pozitif Felsefe Kursları, Çev: Erkan Ataçay, Sosyal Yayınları, 2001. Bkz: Nalçacı, a.g.y. 40


GELENEK 93

list bir ülkede kaç kişinin bilimle uğraşacağı, hangi alanlarda çalışacağı, hangi projelerin destekleneceği tümüyle siyasi bir konudur. Marx ve Engels’in Marksist kuramın ve işçi sınıfı siyasetinin bilimsel temellerini oluşturdukları yıllarda Comte sosyoloji disiplinin kuruculuğunu yapıyordu ve bu tam anlamıyla burjuvazinin Marksizme karşı bir önlemiydi. “Sosyal bilimcilerin” kendilerini toplumdan ve toplumsal pratikten soyutlayıp, sadece toplumu tanımlamaları isteniyordu. Her dinin rahipleri bulunur. Burjuva biliminin rahipleri ise “bilimsel dergi” kurullarıdır. Bir araştırmanın bilimselliğinin kriteri “bilimsel bir dergide” yayımlanması için kabul edilip edilmediğidir. Doğa bilimleri ile ilgili dergilerde daha farklı sorunlar varken, sosyal bilimlerde dergi kurulları bir ideolojik biçme makinesine dönüşmüştür. Toplum bilimlerinde bilimselliğin ölçütü kullanılan matematiksel modeldir, ancak sosyalist devrim, sınıf mücadelesi, artı değer sömürüsü, merkezi planlama, üretim araçlarının kolektivizasyonu gibi kavramlar bunlara küfretmediğiniz sürece yasaklanmıştır. Burjuvazi tam anlamıyla asalak bir sınıf haline gelmiş ve emperyalizm tüm dünyadaki halkları tehdit ederken, yaşanan çürüme bilimi de etkilemiştir. Giderek burjuva bilim kurumu daha çok sorgulanmakta ve anlamı tartışılmaktadır. 1996 yılında patlak veren Sokal Vakası bu çürüme ve sorgulama sürecinin çok iyi bir örneğidir. Fizikçi Alan Sokal “Sınırları aşmak: Kuantum çekiminin dönüştürücü hermotiğine doğru” isimli makalesini Social Text adlı bir “bilimsel dergiye” yollamıştır. Makaleyi öylesine hınzırca kurgulamıştır ki, bir sürü kelime oyunu ve anlaşılması zor cümleler içinde gerçek bir dünyanın olmadığı ve bilimin yapay olduğuna ilişkin kanıtsız savları yerleştirmiştir. Dergi kurulunun makaleyi kabul etmesi ve basılması ile birlikte skandal patlamıştır.9 Skandalın özü burjuvazinin giderek daha fazla insan aklına düşman hale gelmesidir. Bu öylesine bir düşmanlıktır ki, Irak gibi işgal ettikleri bir ülkede, ülkenin ortak aklını yok edebilmek için yüzlerce akademisyeni katledebilmektedirler. Bir bilgi üretme süreci olarak işçi sınıfı siyaseti Öncelikle işçi sınıfı siyasetinin bilgi üretimini amaçlamadığını söylemeliyiz. İşçi sınıfı siyaseti insanlığın yüz yüze olduğu sorunları kökten bir şekilde çözmek üzere toplumu dönüştürmeyi amaçlamaktadır. Bilgi üretimi bu sürecin doğal ve ayrılmaz bir parçasıdır. Ancak bu doğallığı kendiliğinden bilgi üretimi ile de asla karıştırmamak gerekir, dinamik bir kuramsal temeli ve buna dayanan bilinçli müdahalesi vardır. Burjuva biliminin sığYork R. ve Clark B., “Pozitif bilim olarak maske düşürme”, Monthly Review, no: 3, s. 9-24, 2006.

9

41


Sınıf Siyaseti ve Bilim

laştırıcı, hapsedici yapısından ise son derece farklıdır. Hekimoğlu’nun (K. Okuyan) şu vurgusu son derece yerindedir: “Komünistler devrimci pratiklerini ‘bilim’in tereddüt ve istikrarsızlık yaratıcı sınamalarından uzak tutarak sürdürürler. Marksizmin bilimsel kazanımlarının ışığını daha karmaşık yollarla kullanırlar. Bu karmaşıklık, örgüt-siyaset-teori üçgenindeki zengin etkileşimden kaynaklanır.” 10

Bu etkileşimin özelliklerini açmaya çalışacağız. Tüpün içinde olma fenomeni İşçi sınıfı siyasetini pozitivist bilimden ayıran en önemli şey deney tüpünün dışında değil içinde olmasıdır. İşçi sınıfının öznesi; deney tüpüne maddeleri koyup olacakları gözleyen birisinin konumunda değildir, aksine doğrudan tüpün içindeki bir katalizör olarak tüm tepkimelere girmekte, bütün sıcaklığı ile reaksiyonları yaşamaktadır. Burjuva ideolojisinin dar ufkuna sahip olanların anlamadığı veya anlamak istemediği şey de tam bu noktada başlamaktadır. İşçi sınıfı siyaseti tüpün içindedir, ancak tüpün içinde kaybolmamıştır. Onu kaybolmaktan koruyan rehber, doğa ve toplumsal olayların somut verilerinin genellenmesi ile oluşturulan Marksist kuramdır. Marksist kuram pratik deneyimlerle tekrar tekrar sınanır, gelişir ve yeni özellikler kazanır. Kuram ile pratik süreç arasında dinamik bir ilişki vardır. Tarihsel materyalizme; kapitalizmin emperyalizm aşaması, eşitsiz gelişim ve zayıf halka yasası ve işçi sınıfı partisinin eklenmesi bu dinamizmin ürünüdür. Her siyasal özne kendi ülkesinde bu kurama dayanarak, eşitliğe ve özgürlüğe giden yolun nasıl örüleceğine ilişkin bir strateji saptar. Her strateji bilgi üretme sürecinin bir hipotezidir. İşçi sınıfının öznesi bu hipotezi, tarihi yaparken sınayacaktır. Sosyalist devrimin her ülkenin özgün koşullarında nasıl gerçekleştirileceğine ilişkin tezler uzun yıllar boyunca süren mücadelede test edilecektir. Bu sınama işlemi küçük bir bilimsel ekibin işi değil, nesiller boyunca aktarılan, kitlelere mal olmuş kolektif bir süreçtir. İşçi sınıfı siyasetinin ideolojik mücadelesi, sadece egemen sınıfın yaydığı geriye çekici, çeldirici ideolojilerini etkisizleştirmek için verilmez, aynı zamanda henüz sınanmamış tezlere emekçi kitleleri ikna etme sürecidir. Bu tezler, işçi sınıfının öznesi için, modern bilim sürecinde olduğu gibi mesafeli durulacak hipotezler değildir, yaşamların adandığı bir inanmışlığı ve tutkuyu da gerektirir. Sosyalist devrim sürecinin pratiğinde, ideolojik mücadele bilgi üretme sürecinin ayrılmaz bir parçasıdır. Kurama yaslan-

10

Cemal Hekimoğlu, “İdeolojik mücadele ve sınıf siyaseti”, Gelenek 60, s. 17-42, 1999. 42


GELENEK 93

ması ve somut bilgileri içermesinin yanı sıra henüz bilgi olmayan tezlerimizi, inançlarımızı ve tutkularımızı da kapsar. Pozitivizmin şüpheciliğinden, bilinemezciliğinden azadedir. Somut durumun somut analizi ve olasılıklar hiyerarşisi İşçi sınıfı siyasetinin bilgi üretme süreci sadece sosyalist devrimin uzun erimli stratejileri ile ilişkili değildir. Siyasi öncü aynı zamanda toplumda sınıf mücadelelerinin neye gebe olduğunu, olayların nereye doğru gittiğini anlamak zorundadır. Toplumsal harekete etki eden tek özne işçi sınıfı siyaseti olsaydı işimiz çok kolay olurdu. Oysa topluma burjuvaziye ait çok sayıda siyasi aktörün ve diğer toplumsal sınıf ve katmanlara ait siyasetlerin oluşturduğu, kuvveti ve yönü sürekli değişen sayısız vektörün bileşke kuvveti etki etmektedir. İşçi sınıfı öznesinin kendisine alan açabilmesi için yakın geleceği öngörmesi gerekir. Dolayısıyla öznenin geleceğe ilişkin hipotezleri son derece önemlidir. Bu hipotezler zaman geçtikçe netlik kazanacak ve kuvvetler dengesinin bir anında netleşerek bilgiye dönüşecektir. Böyle bir durumda öznenin kestirimleri tam bir keskinlik göstermez, aksine bir olasılık hesabına dayanır. Olasılıklar hiyerarşisi, bir vadede beklenen gelişmelerin önceden kestirilme olasılığının yüksekten düşüğe doğru dizilmesi ile elde edilir. Örneğin Kürt sorununda emperyalizmin, Türkiye sermaye sınıfını Barzanici çözüme ikna edeceğine ilişkin TKP tezi bir yıl öncesinden olasılıklar hiyerarşisinde üst sıralarda yer alıyordu ve kısa bir süre önce ne kadar doğru bir kestirim olduğu anlaşıldı. Ancak işçi sınıfının iktidarda olmadığı ve devrimci bir durumdan bahsedilemeyen kesitlerde yüksek olasılıklı olaylar aynı zamanda egemen sınıfın hegemonyasını ve belirleme gücünü de göstermektedir. Oysa önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçimleri gibi sonuçlarının kestirilmesi daha zor olaylar, düzende bir krize işaret eder ve işçi sınıfı siyasetine daha fazla alan açabilir. Somut durumun somut analizi aynı zamanda temel siyasi tezlerin sınanabilmesi için kitleleri işçi sınıfı siyasetine çekecek başlıca siyasi halkayı ve ideolojik mücadele konularını yakalamayı da sağlayacaktır. Sosyalist devrim stratejisine ve taktiklerine ilişkin tezler, somut duruma ilişkin olasılık tahminleri pratik süreç içinde doğrulanmayabilir. Bazen böyle bir durumda tezler çürüyebilir ve tezleri gözden geçirmek gerekebilir, bazen ise sorun tezlerde değil öznededir. Tezleri sınamak için öznenin becerikliliği veya gücü yeterli olmamış olabilir. İşçi sınıfı siyasetinde örgütün ve bireyin yeri Buraya kadar bir bilgi üretme süreci olarak işçi sınıfı siyasetinden bahsederken özneye, dolayısıyla işçi sınıfı partisine işaret etmiş olduk. Konuyu daha iyi kavramak için bu noktada örgüte daha yakından bakmak gerekecektir. Bir kolektif olan parti, tezleri nasıl üretmekte ve nasıl sınamaktadır?

43


Sınıf Siyaseti ve Bilim

Lenin’in şu vurgusunu hatırlamak yararlı olacaktır: “…sürekliliği sağlayan istikrarlı bir önderler örgütü olmadan hiçbir devrimci hareket varlığını sürdüremez.”11 İşçi sınıfı siyasetinin gücü burada belirtildiği gibi sürekliliği sağlanmış bir önderler örgütünden gelir. Dolayısıyla tezlerin üretilmesinde de partinin siyasi önderlerinin öncülüğü olacaktır. Kuramı iyi bilme, siyasi deneyim, somut durumu yakından takip etme olanağı tezlerin üretilmesinde önemlidir. Ancak bütün bilgi üretme süreçlerinin ayrılmaz parçalarından biri de sezgi ve hayal gücüdür. Sezgi; nesnenin parçalı ve sınırlı verisi üzerinden resmin bütününü kafada canlandırabilme yeteneğidir. Hayal gücü veya yaratıcılık ise, beyinde imgelemi oluşmuş farklı parçaları yepyeni ve daha önce görülmedik şekilde bir araya getirme yeteneğidir. Sezgi ve hayal gücü ürünlerinin gerçekle bağını kurabilmek de üçüncü bir yetenektir. İşçi sınıfı siyasetinin önderleri için gelişkin bir sezgi ve hayal gücü yeteneği tezlerin oluşturulmasında büyük bir avantaj sağlayacaktır. Tezler önderlerin öznelliğinde bir kez oluştuktan sonra bunların örgüte mal edilmesi gerekecektir. Okuyan’ın tam bu noktadaki saptamasını paylaşalım: “Bu karmaşık düzende özne-nesne ilişkileri de halkalar halinde varolacaktır. Öncülük fiiline baktığımızda işçi sınıfının devrimdeki öncülüğü (sınıfın bütünü bu düzlemde ‘özne’dir), işçi sınıfı içerisindeki öncülük (sınıf içerisindeki örgütlü veya ileri kesimler sınıfın bütününe göre ‘özne’dir), devrimci siyasal hareketin devrimci sınıf proletaryaya öncülük etmesi (‘özne’ burada partidir), parti örgütünün siyasal harekete öncülük etmesi (‘özne’ örgütsel yapı olarak daralmıştır) gibi bir dizi iç içe geçmiş süreç görmekteyiz.” 12

Tüpün içinde olma fenomeni, Okuyan’ın da ifade ettiği gibi işçi sınıfı siyasetini hem özne, hem nesne yapmaktadır. Siyasetin kolektif aklının oluşması halkalar şeklinde önderlerden kadrolara, kadrolardan tüm partiye ve partiden işçi sınıfının ileri unsurlarına ve oradan tüm sınıfa ve kitlelere yayılmaktadır. Kolektif aklın oluşturulma süreci; tezlere ikna etme, tezlerin gerçeklikle ilişkisinin sorgulanması, inceltilmesi ve zenginleştirilmesi, tezler ışığında siyasi ve ideolojik araçların ve ara açılımların üretilmesini kapsayacaktır. Sonunda işçi sınıfı siyaseti henüz öznel olan ve kolektif hale getirdiği tezlerini sınamak için yüzünü topluma çevirecektir. İşçi sınıfı siyasetinin her birimi ve üyesi, tezleri sınayabilmek için çevresindeki toplum kesimlerinde düzenin zayıf ve kuvvetli olduğu noktaların

11 12

Vladimir İlyiç Lenin, NeYyapmalı? , Çev: M. Erdost. 6. Baskı. Sol Yayınları, 2004, s.136 Okuyan, “Ne Yapmalı”cılar Kitabı, s. 62.

44


GELENEK 93

analizini yapacak ve olasılıklar hiyerarşisini yeniden kurarak müdahale edecektir. Nisan Tezleri ve Türkiye Bir bilgi üretme süreci olarak işçi sınıfı siyasetine verilebilecek en iyi örnek Nisan Tezleri ile başlayıp Ekim Devrimi ile sonlanan dönemdir. Gerek tezlerin parlaklığı, gerekse tezlerin üretilmesi ve pratikte sınanması arasında geçen sürenin kısalığı incelediğimiz konuyu daha iyi kavramak için müthiş bir olanak vermektedir. Öncelikle, kuramla tezler arasındaki ilişkiye örnek olması açısından önemlidir. Paris Komünü deneyimi önce Marx, daha sonra Lenin tarafından dikkatle incelenmiş ve bu deneyimden çıkan dersler Marksist kurama dahil edilmiştir. Nisan Tezleri sağlam bir kuramsal zeminde Paris Komünü deneyimine ve Rusya’nın özgün somut durumuna dayanılarak üretilmiştir. Modern bilimde şakayla gerçeği birleştiren şöyle bir deyiş vardır: Herkes bir şeyin olmayacağını bilir ve bundan habersiz olan biri gelip buluşunu yapar. Bolşevikler 1917 Nisan’ında heyecanla önderlerini bekliyor ve başlamış olan burjuva demokratik devrimine nasıl katkı yapacağını merak ediyorlardı. Oysa Lenin’in kafasında şekillenen ve hemen açıkladığı şey bambaşkaydı: “Bugünkü Rusya’da özgün olan şey, proletaryanın bilinç ve örgütlenme düzeyinin yetersizliğinden ötürü, iktidarı burjuvaziye vermiş olan devrimin birinci aşamasından, iktidarı proletaryaya ve köylülüğün yoksul katlarına devredecek olan ikinci aşamasına geçiştir.” 13

Bolşevikler arasında hayal kırıklığı yaratan tezler Rusya gerçeğinden uzak ve akıldışı bulunuyor, gelişinden bir gün sonra yapılan parti yöneticileri toplantısında 2’ye karşı 13 oyla reddediliyordu.14 Bu örnek işçi sınıfı siyasetinin kendisinin de özne ve nesne arasındaki dinamik etkileşime açık olduğunu çok iyi göstermektedir. Lenin tezlerinden hiç vazgeçmediği halde, bazen geri çekiyor, bazen ara taktikler uyguluyor, Bolşevikleri ikna edebileceği en uygun zaman dilimini bekliyordu. Kısa bir süre sonra tüm Bolşevikler işçi sınıfının iktidarı hedefi için kolları sıvamışlardı. Nisan Tezleri’nde bilgi üretme sürecinin bir parçası olarak dikkatimizi çeken bir diğer nokta ise tezlerin sınanacağı pratiğe uygun öznenin yaratılmasıdır. Tezler, partinin ismi ve programının değiştirilmesini önermek-

13 14

Lenin, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, Çev: M. Erdost, 4. Baskı, Sol Yayınları, 1989, s. 10. Ayşe Ümit Köprülü, “Nisan Tezleri’nin günümüzdeki anlamı”, Gelenek 21, s. 34-45, 1988 45


Sınıf Siyaseti ve Bilim

tedir.15 İşçi sınıfı iktidarını ve sosyalizmin Rusya’da kurulmasını amaçlayan Bolşevikler kitlelere seslenirken onları işçi sınıfı devrimine katacak ara tezler üretmişlerdir. Köylülüğün işçi sınıfı yanında yer alabilmesi için toprağın zoralımla ulusallaştırılması ya da hemen barış istenmesi ana tezin gerçekleştirilmesi için sınanan ara tezlerdir. İşçi sınıfı siyaseti, bilgi üretirken bir güçlükle karşı karşıyadır. Doğa bilimlerinde olduğu gibi koşulları mümkün olduğu kadar değişmez kılıp deneyleri tekrarlayamazsınız. Sosyalist devrimlerin hem sayısı çok fazla değildir, hem de koşulların aynı olma olasılığı yoktur. Bu nedenle tezler kurama yaslanmakla birlikte özgün olmak zorundadır. Bugün artık Türkiye’de milli demokratik devrimden bahsedenlere birçok kez “solcu” olarak bile bakılmıyor. Öte yandan sosyalist devrim fikriyle sağlıklı ilişki kuramamış özneler, demokratik devrim taleplerini açık bir siyasi tez olarak değil, utangaç dışavurumlarla gösterebiliyorlar. Köylülüğe gelince, belki bir köylü etkisi görülüyor ama ortada bir “köylü” özne gözükmüyor. Kapitalizm üretim ilişkileri üzerine öylesine hegemonyasını kurmuştur ki yoksul köylüler ya burjuva partilerinden ya da işçi sınıfı partisinden yana olmak durumundadırlar. Türkiye’de işçi sınıfı siyaseti, sosyalist devrimi önüne ilk hedef olarak koymuş ve temel strateji olarak bu topraklarda emperyalizmi ve işbirlikçilerini yenecek bir mücadele yürütülmesi tezini ileri sürmüştür. Bolşevikler devrimci bir ortamda, iktidar adayı yaptıkları Sovyetlerde çoğunluğu ele geçirmeye çalıştılar, biz ise devrimci bir duruma müdahale edebilmek için işçi sınıfının çoğunluğunu Yurtsever Cephe’de toplamaya çalışıyoruz. Ancak Bolşevikler iktidarı almak için çoğunluğu kazanmayı beklemediler, biz de beklemeyeceğiz.16,17 Pratiğimiz başarılı olduğunda bu sadece Türkiye’de işçi sınıfı siyasetinin özgün tezlerinin bilgiye dönüşmesi değil, aynı zamanda bütün dünyada eşitsiz gelişim, zayıf halka, tek ülkede sosyalizm ve sosyalizme geçiş çağında olduğumuza ilişkin kuramı da pekiştirecektir. Aydemir Güler’in şu saptaması dünyada işçi sınıfı hareketinin içinde bulunduğu durumu iyi tanımlamaktadır. “Marksizm hep ilerici ve bilimsel düşüncenin ağırlık merkezi olmuştur… Ancak bugün abluka altındaki ilerici düşünceye çeki düzen verecek bir ağırlık merkezinden ziyade, bir öncü kola, kuşatmayı yaracak bir şiddete ihtiyaç var.”18 Kemal Okuyan, “Bir tartışmada yeni ufuklar”, Gelenek 21, s. 37-63, 1989 Kemal Okuyan, a.g.y. 17 Aydın Giritli, “Ekim’den ne öğreniyorlar?”, Gelenek 13, s. 37-48, 1987 18 Aydemir Güler, “Güncellik Marksizme ne kadar kucak açıyor?” Gelenek 86, s. 1-6, 2006. 15 16

46


GELENEK 93

İşçi sınıfı siyaseti ve “bilim” ilişkisi İşçi sınıfı siyaseti “bilimcilere” dönerek, insanlığın önündeki sorunları yenebilmek için en anlamlı bilgi üretme sürecinin sosyalist siyaset olduğunu anlatmak ve bunu etkili ideolojik araçlara dönüştürmek zorundadır. Bilimcilerin günümüzdeki emekçi karakteri bu eylemi kolaylaştıracaktır. Özellikle yurtseverliğin örgütlenmesi ve anti-emperyalist mücadele; emperyalizmin baskısı altında kalkınmayı terk etmiş bir ülkede, bilim üreten ama bulguları yabancı ülke dergilerine teslim ederek bir çeşit beyin göçüne maruz bırakılan bilimcilere ulaşmada yararlı olacaktır. Akademilerdeki Marksist bilimcilere gelince, tüpün dışında durdukları sürece, istedikleri kadar Marksist kavramları kullansınlar, pozitivizmden kurtulamayacaklardır. Toplumsal pratikten uzak durarak Marksist olma iddiasındakileri hakir görmeye hakkımız vardır sanırım. Ancak hakir görmenin de bir sınırı vardır, çünkü bir yandan da akademik ortamda milliyetçilik, liberallik, post-modernizm ve burjuva iktisadına karşı Marksizm bir hegemonya savaşı vermektedir. Bu noktada işçi sınıfı siyasetinin Marksist bilimcilere destek olmak ve ideolojik olarak beslemek gibi bir görevi de bulunmaktadır. İşçi sınıfı iktidarının sosyalist devrimden hemen sonra, akademik alanın boşalmasını engellemek ve karşı-devrimci safa katılmalarının önüne geçmek gibi bir görevi olacaktır. İşçi sınıfı iktidarı, tüm siyasallaştırıcı çalışmaların yanı sıra böyle bir erken dönemde, kendi alanlarında üretken bilimcilerin pozitivizminden de yararlanmalıdır. Bu duruma verilecek en iyi örnek Pavlov’un durumudur. 1949’da bir Rus kasabasında bir papazın oğlu olarak doğan İvan Pavlov, Rus aydınlanmacılığının etkisi altında kalarak seçkin bir bilimci oldu. Fizyoloji üzerine yaptığı çalışmalarla 1904’de Nobel Ödülü aldı ve 1907’de Rusya Bilimler Akademisi’ne seçildi. Rusya Bilimler Akademisi’nin birçok üyesi gibi Pavlov da Ekim Devrimiyle birlikte “ayak takımının” iktidar olmasına alışamamıştı. Bir yurtsever olan Pavlov yurtdışından gelen çağrılara rağmen ülkesini terk etmek istemiyordu. 1920’de Lenin’e hiçbir ihtiyacının karşılanmadığını ve artık deney yapamadığına ilişkin bir mektup yollaması üzerine, Lenin’in kararıyla Sovyet Hükümeti çok zor yıllar olmasına rağmen, Pavlov’a araştırmalarını sürdürebileceği bütün olanakları sundu. Lenin’in imzaladığı karar metni, “bütün dünya işçileri için büyük anlam taşıyan akademisyen I. P. Pavlov’un olağanüstü dikkat çekici bilimsel katkıları açısından” diye başlıyordu. 1935’te Pavlov henüz hayattayken Dünya Fizyoloji Kongresi Leningrad’ta toplanacak ve Sovyetler Birliğine önemli bir prestij sağlayacaktı.19 İşçi sınıfı iktidarının orta erimli görevi ise ülke emekçilerinin yararına

19

E. A. Asratyan, I. P. Pavlov His Life and Work, University Press of the Pacific, 2001. 47


Sınıf Siyaseti ve Bilim

bilim üreten yeni bilimci nesilleri yetiştirmektir. Bu bilimciler işçi sınıfı iktidarını ve kazanımlarını korumak için siyasi uyanıklığa sahip pozitivizmden uzak emekçiler olacaktır. Merkezi planlama denilen ve toplumu bir bütün haline getiren mekanizmada işçi sınıfı siyaseti, modern bilimin bütün olanaklarını kullanacaktır. Son olarak, işçi sınıfı siyaseti, modern bilimin tüm emek süreçlerinin kendiliğinden bilgi üretimi gibi doğal bir parçası olacağı ve sınıflı toplumlara ait işbölümünün ortadan kaldırıldığı bir evreyi gözeten pratiği amaçlayacaktır. Buna ulaşıldığında ise, işçi sınıfı siyaseti artık tarihe karışabilir. Marx ve Engels’in Alman İdeolojisi’ne düştükleri bir dipnot çok iyi bilinmektedir: “Biz yalnız tek bir bilim tanıyoruz, o da tarih bilimidir. Tarih iki yönden incelenebilir. Tarihi, doğa tarihi ve insanların tarihi diye ikiye ayırabiliriz.”20 Bu söz çok iyi bilinmesine rağmen birçok durumda iyi anlaşılmamıştır. Bu denemede bu notun altını kuramsal açıdan doldurmaya çalıştık. Bilgi üretme süreçlerindeki ortak yönleri, sınıf mücadelelerinden nasıl etkilendiklerini ve bağımsız olmadıklarını inceledik. İşçi sınıfı siyaseti ise bu değerli notun altını kuramsal olarak, ama özellikle pratiğiyle dolduracaktır.

20

Karl Marx ve Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, Sol Yayınları, 4. baskı, 1999, s. 38.

48


OKUMA NOTLARI

Engin Ardıç’ı Ne Yapmalı? Ali Mert Büyük medya çöplüğünün günlük gazeteleri arasında eşelenip okumaya değer bir köşe yazarı ararken -Umur Talu, Güray Öz, Ergin Yıldızoğlu, Ece Temelkuran ve Yıldırım Türker dışarıda bırakıldığında- entelektüel birikimi, edebi göndermeleri ve gıcır zekasıyla ayırt edilebilen tek kalem kimdir diye sorarsanız; bugünlerde aklımıza gelen tek yanıtımız, Engin Ardıç oluyor maalesef. Büyük medya ve günlük gazete dediğimize bakmayın, artık İnternet var, para vermeden okuyoruz muhteremi. Aynı beleş hizmetten faydalanırken, asabımızı bozmak ya da Latin Amerikalı devrimcilere ettiği küfürlere bakıp “doğru yoldayız” mesajını çıkarmak için Hadi Uluengin’e, Türkiye’nin karar alıcıları ne herzeler karıştırıyor diye merakımızı gidermek için Ertuğrul Bey ve benzerlerine, eğlenirken hafiflemek için Serdar Turgut’un penis sayıklamalarına vb. de

bakıyoruz ama -cumalar hariçher Allahın günü kaçırılmayacak bir yazar varsa o da Engin Ardıç’tır kanımızca. Günlük gazete ve beleş hizmet dendiğinde durum böyle de, kitap dendiğinde de karşımıza Engin Bey’in çıkması garip oldu. Değerli kardeşimiz ve kitap kurdumuz, didiklenmiş kitaplarımızın ve okuma notlarımızın -adı bizde saklı- istihbarat kaynağı; geçtiğimiz günlerde, kültür merkezindeki karşılaşmalarımızdan birinde, çantasından hızla bir kitap çıkarıp “hocam, bu kitap okunmadan, Türkiye’de basın tarihi yazılamaz” dedi. Okuduk, sevgili Özgür’ün istihbaratı yine doğru çıktı -evet, adı da, iki saniyede açığa çıktı. *** Engin Ardıç’ın, ilk gazetecilik döneminde, haber dergilerinde yayınlanan “izlenimleri”nin birinci kitabı olan “Doğru Söyleye-

49


OKUMA NOTLARI: Engin Ardıç

ni Dokuz Köyden”, yazarın, 12 Eylül sonrasında Gelişim’in ve Cep Yayıncılık’ın “starlarından biri” olduğu dönemde, 1988’de yayınlanmış bir çalışma. Uzunca giriş bölümünde “izlenimlere dair izlenimler”ini anlattıktan sonra, bizzat “izlenimler” adıyla yazdığı makalelere yer vermiş “ardıç kuşu”muz. Dönem 80’ler olunca, hem darbe koşulları hem de yavaş yavaş yükselen “özalist değerler”, sanırım birinci sırada kayıtlara geçmesi gerekenler. Bu kayıtların tutulup yayıldığı mecraların başında ise, dönemin dergileri ve bunlar içerisinde de Gelişim ve Nokta ekolü var. İşte kitap, bu ekolün hem bir kulisi, sicil araştırması ve ceza tahtası, hem de özür beyanı (ecnebi lisanıyla, “apology”si) niteliğinde. Peki ama bundan bize ne diyebilirsiniz; lakin, “Gelişim ve Nokta ekolü” Türk basınının içine nasıl pisledi, Ercan Arıklı ve bilumum yetiştirmeleri dergiciliği nasıl berbat etti, halk düşmanlığı nasıl gelişti (Arıklı’nın, yıllar sonra, Vatan Gazetesi’ndeki işine giderken, gazete binasının hemen önündeki ışıklarda, bir “halk otobüsü” tarafından ezilmesi ve ölmesi, bir ironi mi, trajedi mi?), en önemli haber şişirme ve sansürleme yöntemleri nelerdir gibi “basın tarihinin merkezini ve kulisini” oluşturan soru ve sorulara, hem içeriden hem dışarıdan bu kadar ustalıkla bakabilen bir kitap bulmak kolay

değil, bunu bilin. Bunun dışında, haber nasıl hazırlanır, şişirilir, abartılır, parlatılır, patlatılır, büyültülür, küçültülür, göz ardı edilir, hasır altı edilir, sansürlenir, atlanır, atlatılır vb. konularda, bir dönem gerçek bir “ekol” haline gelen ve bugünün magazin soslu, bol bacaklı dergiciliğine “haberin derinleri”nden gelerek zemin sağlayan Nokta ve Arıklı okulu; Ardıç’ın en çalışkan tarafından talebeliğini yaptığı, sınıf başkanlığına ulaşmaya kalkıştığı için de kapı önüne konuluverdiği önemli bir eğitim merkezi olarak görülebilir. “Doğru söyleyenin dokuz köyden kovulması” ise, kovulan başkan adayının iddiasıdır. Kitabın 50 küsur sayfalık giriş bölümü, Engin Ardıç’ın kendisinden ve izlenimlerden daha çok öne çıkan bir “esas oğlan” olarak okunabilir. Tabii ki basın tarihimiz ve eğlencemiz düşünüldüğünde, bu esasın yanına, hoş esanslar ve dedikodular da karışmaktadır. Söz konusu geniş giriş ya da dedikodu bölümünden öğrendiğimize göre, kimler yetişmemiş ki bu okulun içinden; bugünkü basının dürüst kalemi Umur Talu’dan şaşkın kalemi Güler Kazmacı’ya; biyografi yazdım diye yirmi sayfa giriş yazıp belgeler yayınlayarak bestseller olma yolunu bulan İpek Çalışlar’dan Arıklı’nın “hüzünlü” biyografisini kaleme alan Arda Uskan’a; islam, borsa gibi belli alanlarda

50


GELENEK 93

uzmanlaşmaya meyleden araştırmacı gazeteciler dünyasında Ruşen Çakır’ından Mustafa Sönmez’ine; laikliği Üsküdar’da şarap içerek muhafaza etmeye çalışan Deniz Som’dan, ekonomi gazeteciliği denince patron haberleri ekolünü başlatanlardan Vahap Munyar’a varıncaya kadar onlarca imza, Nokta sıralarında, Arıklı’nın yeni bir haber yumurtlandıkça, “başka, başka…” diye sorgulayan özel tedrisatından geçmiş yıllar boyunca. Engin Ardıç da, yeniyi zorlayalım diye vasat üreten bu yazar parçaları arasında, hızı, zekası ve birikimiyle öne fırlarken, bir yandan da engellerle karşılaşmış; kariyer hesapları, korkular, endişeler ve fırsatçılıkla hareket edenlerin taktıkları çelmeler, en başta. Düşmüş, kalkmış, biriktirmiş, biriktirmiş, biriktirmiş; patlamış sonunda. Örneğin, Ardıç’a göre, tüm bu süreci yöneten Ercan Arıklı’nın “özeti” şöyle: “Sonsuz bir yürek yumuşaklığıyla atbaşı giden inanılmaz bir sinizm ve gaddarlık.” (s. 270) Üstelik kendisini köşe yazarı yapmayıp muhabir olarak tutarken şu sözlerle öven birine karşı söylüyor bunları: “Köşe yazarı da neymiş? Dünyanın hiçbir yerinde kalmadı köşe yazarı... Engin bir otursa, dört tane Melih Aşık sıçar!..” (s. 47) Arıklı ve tepedeki durum böyleyken, eteklerde ve alçaklarda, genelde Maocu okuldan dönüp gazeteci olan bir kalabalık var.

En hırslılar ve ardıç kuşunun ayağını en çok kaydırmaya çalışanlar ise, “ah şu bacılar”. Seksen sonrası “Maocu eskisi bacılar”ın, muhtelif “dönüş” pratikleri, muhalif halleri, garip kaprisleri ve sürekli itişmeleri arasında bağımsız bir gazeteci olmaya çalışmak kolay iş değil tabii ki. Hatta bir adım daha ileri gidip söylersek; tarihi ve bugünkü biçim ve içeriğiyle Engin Ardıç’ı neler “oluşturmuştur” diye düşünür ya da araştırırken, bu “bacılarımız”ın yarattığı tahribat, ilk sıralarda anılmalı. Neyse çok uzatmayalım, basın tarihiyle ilgilenenlerin atlamaması gereken bu 50 küsur sayfayı meraklılarına önerip, biraz da izlenimlere ve Ardıç’ı ne yapmamız gerektiğine bakalım. İzlenimler, takdirler ve biyografik notlar Ardıç’ın, daha sonra Tempo gibi diğer dergilerde yazdığı makalelerle birlikte iki ayrı kitaba daha dönüştüreceği bu “izlenimler” dizisinde, yazarın -Türk basınındaki köşe yazarlarında o dönem için pek rastlanmayan- edebiyatçı karakteri ve entelektüel birikimi de iyice açığa çıkıyor. Hatta abartıp, izlenimlerin (en azından, bir bölümünün) öykü niyetine okunabileceğini de söyleyebiliriz. Örneğin, doğru söyleyenin dokuz köyden kovulduğu kitapta, Surdibi’ne yerleşmiş çingeneleri anlatışı, bir Nedim Gürsel öyküsünün hiç de uzağında değil.

51


OKUMA NOTLARI: Engin Ardıç

Ya da dolandırıcı türlerini sıralayışı (belki de, hepsinin arasına gizliden gizliye “gazeteci”yi de katışı): “İş bu erazil takımı arasında, kalpazanın bastığı parayı piyasaya süren madaracı, geceleri ev soyan tufacı, otel fareliğine soyunan otelci, trenlerde çalışan vagoncu, haybeciyi define buldum diye kandırıp avans çeken defineci, cami şadırvanında abdest alanların ceketlerini götüren muslukçu, kaldırım işportalarından mal tokatlayan kaldırımcı, trafik kazası geçirmiş yaralıların üstünü başını yoklayan söğüşçü, tufacının yalnız gündüz gözüyle çalışanı olan karmanyolacı, hırsızlama malı ucuza bırakma ayağı yapan manitacı, merdivenle pencereden dalan minareci gibi türlü çeşitli alçaklara da rastlamak mümkündür...” (s. 123) Sıralamaya başlamışken, sıranın aniden 80’lerin bar entellerine geliverişi; “Bir fırt Foucault, iki tutam Lacan, bir ölçü Deleuze, üç ölçek Guattari, iki fırt Kristeva’yı azıcık Marx sosuyla çalkaladıkları kokteylden mide fesadına uğrayanlara...” (s. 129) Kısacası o dönemdeki izlenimleri, bugünkü yazılarıyla kıyaslandığında, en az onlar kadar “eğlenceli” ama onlardan çok daha fazla “ustalıklı”. Nedim Gürsel’e ve öykücülüğe ya(t)kınlık ise, biyografik bir not aynı zamanda. O halde, şimdi bir de, “flashback” yapalım (yapalım bakalım): Üç arkadaş bunlar. Aynı tornadan çıkmışlar. Mek-

teb-i Sultani ya da Galatasaray Lisesi’nden. Okulun üç fırlamasının yeteneğini gören Türkçe hocaları “siz yazar olacaksınız, günlük tutun” öğüdü verince, hocalarını kırmamışlar. Biri Nedim Gürsel olmuş, diğeri Ferhan Şensoy, üçüncünün başına da düşmüş medyadaki tüm elmalar ve armutlar. Ama medyaya geçmeden önce, başka dergah ya da tezgahlara da uğramış. Biz de uğrayalım o zaman (uğrayalım bakalım): 60’larda ve 70’lerin başında yazar olanların önemli bir bölümü, Beyazıt’ta, ikinci yenicilerden toplumcu gerçekçilere uzanan genişçe bir tezgahtan geçmekte. Diğer bir bölümü, önce vapura binip Kadıköy’e geçmekte, ardından Attila İlhan’ın tezgahından. Çok az bir bölümü ise, ikisini de reddedip Kemal Tahir’de karar kılmakta. İşte Engin Ardıç, Oğuz Atay’la birlikte bu üçüncü dergahta. Tabii, Oğuz Atay’la ilişkisinde toyluğunu da anlatmakta: “Yeniköy’deki evin kitaplığında ‘Topoğrafya’ kitabını görünce ‘deneysel bir roman mı üstat’ diye sorunca mutfağa kadar kovalanan genç ve istikbal vaat eden bir yazar adayı” kadar toy bu dünyada... (s. 207) Ama yetişiyor işte. Edebiyatın ardından, bir tiyatro ve müzik eleştirmeni olarak yetişiyor. Onların ardından, sinemanın “dahi çocukları”na özenerek yetişiyor. Woody Allen’a ne kadar çok

52


GELENEK 93

özendiğini “izlenimleri”nden de izlemek mümkün. Ama “Woody gibi olmak” için Amerika tipi bir refah toplumuna ihtiyaç var sanki... Şu lanet olası ülkede tıkılıp kaldığı için, anlaşılamıyor bir türlü bizimkinin değeri...

ken, televizyondan hönkürmesi karşılığında ona çok çok yüksek maaşlar veriliyor. Kuş bakışıyla, ardıç kuşu, yükseliyor da yükseliyor. Galatasaray yıllarından ve Nokta’dan beri gelen dalgacılığı, fırlamalığı ve haylazca üslubu ise, kah küstahlığa, kah nihilizme, ya da Arıklı için söylediği haliyle, sinizme ve gaddarlığa uzanarak bugünlere uzanıveriyor. Üslup meselesi önemli; zira Ardıç örneğinde, yazılanların içeriğini etkileyecek ve hatta belirleyecek kadar ön planda duruyor. İşte biz de, Engin Ardıç’ın sağa sola saldıran üslubunu nasıl tanımlamak gerekir acaba diye düşünür ve “entelektüel küfürbaz” gibi betimlemeler üzerinde dururken, Kemal Özer imdadımıza yetişiveriyor. Sizin üzerinde düşünüp durduğunuz ama karşılığını bulamadığınız bir tanımlama ya da yaklaşımı, yılların ve yazıların içinden süzülüp gelen birikimi ve edebiyatçı kimliğiyle, öyle laf arasında, bir konudan diğerine atlarken karşınıza çıkarabilen Kemal ağabey, ondan ve Attila İlhan’dan bahsederken “küstah üslubuyla yazanlar” diyiveriyor. Bir küçük ek gerekiyor; sola ve solun değerlerine, sembollerine, hırsla ve fütursuzca saldırırken, küstahlığı bir başka boyut kazanıyor. Onun yükselme potansiyelini ve düzen için tehdit oluşturma risk ya da ihtimalini değerlendirip “kendinden geçiyor”.

Gözlemler, tekdirler ve medyatik notlar Peki ardından neler oluyor? Bir türlü anlaşılamayınca, doğru söylediği için haberin merkezlerinden kovulup durunca, dönemin ve döneklerin ruhunu kavrayıp, başka türlü işlere yöneliyor sonunda. Başka türlü ifade edecek olursak; “babasının eski pantolonu tersyüz edilip, paçası kısaltılıp okula gittiği” için, çok yakından tanıdığı “sefalet edebiyatı”na hak verdiği (s. 187) bu ilk döneminin ardından, “ben zenginleri severim” diyen Özal felsefesinin peşinden gitmeye başlıyor. Üstelik bu çok sevilen zenginlerin en sevgisiz ve şekilsizlerinden biri olan Uzanlar’a yaverlik ya da kahyalık yaptığı için de, ardıç kuşu da, hızla şekil değiştirmeye başlıyor. Bir de bakıyor, Uzan-Özal ortaklığıyla kurulan ilk özel televizyonda, Türkiye’nin ilk enkırmenlerinden biri (belki de birincisi) oluveriyor. Bir de bakıyor, gazeteciliğin kaypak dünyasında başka işler çevirmeye başlıyor, patronunun önünü açıveriyor. Bir de bakıyor, medyalar plaza olur, babıali ikitelliye dönüşür-

53


OKUMA NOTLARI: Engin Ardıç

Ve üstüne, küstah üslubu ile, enginarlı bir turgut belirir aynı gazetede “Hiç anlayamadığım bir şey var: Bugünün ahmak gençleri niçin solcu olmuyorlar, bu ülkenin geleceğini neden karartıyorlar?! Benden onlara tavsiye; biraz solculuk yapın, dünyayı tanıyın, bu kadar cahil kalmayın. Nasıl olsa sonradan bırakırsınız, o kadar korkmayın! Tabii zavallı solculara yıllardır anlatamadığımız şeylere de, kafayı çok takmayın: Türkiye’nin temel çelişkisi burjuva sınıfıyla işçi sınıfı arasındaki çelişki değildir, ikisi de henüz çok cılızdır bunların; ne kadar solculuk yaparsanız yapın, bunu unutmayın. O yüzden lümpenlerle entelektüeller, taşralılarla gerçek İstanbullular, seçilmiş temsilcilerle bürokratlar arasındaki sahici çelişkilere bakın. Bakın, bakın ki, bizde de, keferenin becerdiği türden medeni ilişkiler boy atabilsin. Mesela ben Amerika’dayken, kızların ilgisini nasıl çekerim diye saatlerce düşünürdüm. İlk aklıma gelen katastrofik estetik cerrahi yolu, parasızlık nedeniyle uygun değildi. O günlerde solculuk pek modaydı. Tanıdığım tüm solcu gençlerin kız arkadaşları vardı. Ben de solcu olmaya karar verdim ama biraz aşırıya kaçtım ve sonunda gerilla olarak dağa çıkmaya hazır kıvama geldim. Solculuğumun içini doldurayım ve kızlara iyi konuşayım diye kitap

Tehdidi algıladığında, küstah üslubunun “inceden giydirme halleri”nden vazgeçip, ters köşeleri de denediği bir küfürbazlığa meylediyor, örneğin “faşist Kübanın açık kerhanelerinde eyleşerek solcu geçinen çemişler” türünden tamlama ve tanımlamalarla, solcuyu çileden çıkarmayı başarıyor. “Gerektiğinde o kadar adileşirim ki, beni kimse tutamaz” bir tarz ya da yaklaşımsa, onun da ustası oluyor. Bugün, tehdit çok sıcak algılanmadığı, onu daha entelektüel cepheden “Türkiye’de işçi sınıfı ve sermaye tam oluşmamıştır” vb. tartışmalarla karşıladığı ve üzerindeki “Uzan baskısı” bir miktar kalktığı, Karamehmet onun kadar müdahaleci bir patron profili çizmediği için “görece rahat” davranabilmesi kimseyi aldatmasın. Ardıç kuşu, sapanların üzerine çevrildiğini görünce, ötmeye başlıyor. Peki, bunca lafın ardından, Engin Ardıç’ı ne yapmak gerekiyor? Takdire boğamayacağımıza göre, tekdirle mi uslandıracağız? Ya da; lezzetli bir sebzeden neler yapılmaz ki diye düşünüp, ufkumuzu geniş mi tutacağız? Sorularımıza yanıt ararken, son olarak (kitap tirajları, kimi dergilere göre epey düşük kaldığı için), “yazının sonuna kutu koyma hakkı”mızı da Çöpten Kitap’taki “tarihin çöp sepeti” bölümünden yana kullanacağız: ***

54


GELENEK 93

da okumaya başladım ama sonunda gerçekten komünist oldum. Ben kız tavlamak için yola çıkıp da komünist gerilla olmuş bir insandım, yani bir anlamda kader kurbanıydım. Aynı kader penisten de yakaladı beni. Ben sadece ‘penisin vakitsiz yumuşaması’ diye bir hastalık var sanırken bir de penisin vakitsiz sertleşmesi hastalığı çıktı. Bir zamanlar ‘What goes up, must come down’ diye bir şarkı vardı, bizim hastalar ben eminim ki bu şarkının ikinci bölümünü hiç söylemiyordur. Hastaya bakın, durup dururken ereksiyon oluyormuş ve bunu ne yapsalar geçiremiyorlarmış. Üzerine vurmuşlar, azarlamışlar, iğne batırmışlar ama olmamış da olmamış işte... Olmayacak böyle. Ya da klostrofobime ve panik ataklarıma rağmen bana müze gezdirebilen Rana’nın deyişiyle; ‘daha ne olsun’! Solculuk bir, penis iki ve demokratik televizyon kamuoyu üç. Dünyanın tüm sosyologları bir araya gelsin, şu soruyu yanıtlasın bakalım: İzlediği televizyon programlarını gerçek sanan insanların yaşadığı bir toplumda demokrasi olabilir mi yahu, olmasına çalışılırsa da bunların vereceği oylar geçerli sayılabilir mi? Bence 5 ila 9 yaşındaki çocukların zeka düzeyi göz önüne alınarak hazırlanan televizyon dizilerini Türk halkının büyük çoğunluğunun gerçek zannetme-

si ve bu kalabalığın oylarıyla hükümetlerin belirlenmesi çok ama çok korkunçtur. Ama suç halkta değil, onları ve filmleri yönetenlerde. Ulan o kadar televizyon izleyeceğinize, dizi çekeceğinize, birazcık sinemadan anlasaydınız, Kemal Tahir uyarlaması film yapar, içine de burada dediğimiz üç ölçütten üç gram katar, başrolü de George Clooney’e oynatırdınız. Ama nerede sizde o kafa? Nato olmasına nato kafa ama, mermer bile yok bu sizdeki kuzey paktında. Ama illa solcu olacaksınız ya, siz şimdi NATO’ya da karşısınızdır. Cumhuriyeti koruyan bekçiler sizi; artık özel güvenlik şirketleri revaçta, duymadınız mı yoksa? Tamam tamam siz yine dönün mahallenize, gece bekçiliği yapın. Muhtaç olduğunuz düdük necip basınımızın bir yerlerinde mevcuttur nasılsa. Tabii iyice derinlere kaçmadıysa. Bu arada, parayı verirseniz, ben bile çalarım ha.” Kaynaklar ya da notlanan okumalar: Engin Ardıç - “İzlenimler 1: Doğru Söyleyeni Dokuz Köyden...”, Cep Yayınları, 1988 (yazı içerisinde geçen bütün sayfa numaraları bu kitaba aittir). Ali Mert - “Çöpten Kitap”, Yordam Kitap, 2006 (yazı sonundaki kısa makale, bu kitaba aittir).

55


56


Marksizm ve Materyalizm Mahmut Boyuneğmez Marksizm, insanlık tarihindeki büyük bir dönüşümün, Marx’ın deyimiyle “tarih öncesi”nden komünizme doğru gerçekleşen devrimin teorik kavranışıdır. Bu teorik kavrayış, tarihsel bir özne olan işçi sınıfının mücadelesiyle birleşir ve örtüşür. Komünizm ve tarihsel materyalizm, tarihsel gerçekliğin ürettiği realist ideolojiler olarak, Marksist toplum bilimsel incelemelerin zeminini oluşturur. Bu realist ideolojiler, Marksizm’in teorik açıklayıcı gücünün ve geçerliliğinin kaynağıdır. Marksizm, komünizme doğru giden tarihsel devrimci sürecin ürünü olduğundan, bu yönde değişim eğilimi taşıyan mevcut toplumsal dünyayı, bilimsel açıdan kavrayabilme olanağı sunar. Marksizm, mevcut toplumsal dünyayı bilimsel açıdan kavramayı sağladığı için ve toplumsal dünya Marksizm’le kavranabildiği ölçüde, bu dünyanın eğilimleri saptanabilir, geleceğe ilişkin sınanabilen devrimci projeksiyonlar üretilir. Kapitalist toplumu dönüştürme mücadelesinin, bu tarihsel eylemin bilinçli/teorik kavranışı olan Marksizm, bilimsel realizmin yanı sıra, materyalizmle felsefi ve komünizmle siyasal realizme de sahip bir ideoloji ya da görüştür. İnsan bilincinin dışında, ondan bağımsız bir gerçeklik vardır. İnsan aklının gerçekliği doğrulukla kavraması, var olanı, kavradığı oranda değiştirmesi ve denetim altına alması mümkündür. Doğru ve gerçekçi kavrayışı gösteren kriter, gerçekliği değiştirebilmek ve gerçeklik üzerinde egemen olmaktır. Bu düşünceler, felsefi realizmi oluşturur. Gerçekliğin tözünün madde olduğu tezi materyalizme aittir. Materyalizm, felsefi realizmdir. Marksizm’in felsefesi materyalizmdir. Marksizm siyasal ve bilimsel bir realizme de sahiptir. Bu son tez, ideolojiler alanında yapılacak kısa bir “gezinti”yle açımlanabilir. Realist ve metafizik ideolojiler İdeolojileri, realist ve metafizik ideolojiler olmak üzere iki kategoride sınıf-

57


Marksizm ve Materyalizm

landırmak mümkün ve gereklidir.1 Bilimsel düşünceler ile ideolojileri, iki karşıt kutba yerleştirmekse sağlıklı değildir. Bilimsel düşünceler, realisttir. Realist ideolojiler, gerçekliğin çarpık ya da “baş aşağı” algılamasını sağlamaz. Bu işlev, metafizik ideolojilere aittir. Bilim ve komünist ideoloji, gerçekleştirilebilir düşünceler içerir. Bilimsel faaliyet, devrimcidir; dünyamızı değiştirir-dönüştürür. Komünizm, siyasal ve toplumsal devrimle gerçekleşir. İçeriği gerçekleştirilebilir ve dönüştürücü olan düşünceler, realist niteliktedir. Komünizm, devrimci/ilerici bir ideolojidir ve toplumsal temel çelişkinin aşılması yönündeki nesnel eğiliminin ürünüdür. Komünizm, mevcut durumun dönüştürülmesini, olanaklı olana/olması gerekene doğru ilerlemeyi savunduğundan, sınıflar arası çelişkinin ortadan kaldırılmasına doğru yönelen tarihin yönüyle uyumlu bir görüştür. Komünistlerin savundukları, gerçekleştirilebilir özelliktedir ve tarihin sınamasından geçmektedir. Toplum ve gelişimi, başka bir ifadeyle insanlık tarihi, tıpkı doğa gibi bilimsel olarak kavranabilirdir. Doğa bilimleriyle gerçeklikteki nedensel mekanizmalar, nesnel yasalar, düşünce ve eylemle kavranır. Bu yasalara dayanarak öngörülerde/kestirimlerde bulunulur. Gerçekliğin tarih ve toplum düzeyinde de, yine düşünsel ve eylemli bir çabayla, toplumsal mekanizmalar ve eğilimler kavranır; çağımızın verileri üzerinden sosyalist devrime ve komünist topluma dair öngörülere sahip olunur. Marksizm’in doğuşuyla birlikte, komünizm artık, insanlık için, bir ütopya değildir. Marksizm, ütopik değil, realist bir görüştür. Doğaya egemen olmakla, doğanın yasalarına tabi olmak arasında, bilimRealist ve metafizik ideolojiler arasında yaptığımız ayrımın, Mannheim’ın “ütopya” ve “ideoloji” arasında yaptığı ayrıma benzediği belirtilebilir. Mannheim eserinde, şunları kaydeder: “Hem ideolojinin hem de ütopyanın kıstası hayata geçmedir. Olmuş ya da yükselmekte olan bir yaşamsal düzenin üstünde maskeleyici tasarımlar olarak süzüldüklerinin daha sonradan ortaya çıktığı fikirler, ideolojilerdir; bu tasarımların, daha sonra oluşmuş yaşamsal düzene uygun olarak gerçekleşebilir durumdaki unsurları ise, göreli ütopyalardır.” (Karl Mannheim, İdeoloji ve Ütopya, Çeviren: Mehmet Okyayuz, Epos Yayınları, İkinci Baskı, 2004, s. 228.) Mannheim’ın bu formülasyonu değerlidir. Mannheim bu yaklaşımını, sınıf savaşımı ve toplumsal pratiklerin çelişkili doğası üzerinde kurmaz. Oysa, bunlar dikkate alınmalıdır. Ayrıca, Russel Keat ve John Urry, doğa ve toplum bilimlerine dair bilim anlayışlarını değerlendirdikleri, Marx’ın görüşlerini içerik ve metot açısından yeterince sağlıklı olmasa da irdeledikleri eserlerinde, Marx’ın bir realist olduğunu doğru olarak saptar. Ancak, bu realizmin ontolojik kaynağı ve kökeni üzerinde hiç durmazlar. Onlara göre realizm, bir bilim anlayışı olarak öznel bir metodolojik yaklaşımdır. (Russel Keat, John Urry, Bilim Olarak Sosyal Teori, Çeviren: Nilgün Çelebi, İmge Kitabevi, İkinci Baskı, 2001.)

1

58


GELENEK 93

sel pratikler içerisinde oluşan çelişki, çelişkinin ilk ve ilerletici yönünün kalıcı olmayan galibiyetiyle kısmen aşılır. Bu durum, tüm toplumsal pratikler için de geçerlidir. İnsanlar, tarihin/toplumun yasalarına bağlıdır ve onlar üzerinde toplumsal süreçler belirleyicidir. Aynı anda, toplumsal süreçlerin ve toplumun işleyiş yasalarının yaratıcıları da insanlardır. İnsanların ortaya koydukları tüm toplumsal pratiklerde, bu pratiklerin ürününe, kendisine ya da bu pratikleri belirleyen nesnel koşullara ilişkin, biri bunlara bağımlılık, diğeri bunlar üzerinde egemenlik kurulması yönünde olmak üzere, iki eğilim vardır. Bu eğilimler arasında gözlenen sürekli bir çelişki bulunur. Çelişki oluşturan eğilim ya da yönler, insanların çeşitli toplumsal pratiklerinde durmadan yeniden üretilir. Toplumların sınıflara bölünmesi, insanların diğer insanlarla ve doğayla olan ilişkilerinde ve gerçekleştirdikleri pratiklerde, süreçler ya da nesneler üzerinde denetim kurmaları önündeki başlıca engeli oluşturur. Bu durum aynı zamanda tarihsel gelişimin başlıca itici gücüdür. Bu olgu, sınıflı toplumların temel çelişkisidir. Ancak, sınıflar arasındaki karşıtlığın komünizmde ortadan kalkması, tarihsel/toplumsal süreçlerdeki ve doğa üzerinde denetim kurma pratiklerindeki tüm çelişkileri yok etmez. Doğal ya da toplumsal olsun, çeşitli süreçler, nesneler, mekanizmalar üzerinde egemenlik kurma çabası bitimsizdir. Başka bir ifadeyle, ne kadar egemen olunursa olunsun, insanların nesnel doğal ve toplumsal koşullara bağımlılığı yok edilemez. Bu durum, hakim olunacak mekanizmaların hem genişliğinin hem de derinliğinin sınırsızlığıyla ilişkilidir. Bu nedenle, realist ideolojiler tarihin her döneminde geliştirilerek yeniden üretilir ve komünizm döneminde de üretilecektir. Komünizmle birlikte, metafizik ideolojiler, insanların zihinsel kalıplarının başat öğesi olmaktan çıkacak ve egemenliği realist ideolojilere bırakacaktır. Komünizmde, realist ideolojiler insanların zihinsel işleyişinde egemen olacaktır. Realist ideolojilerin hükümranlıkları komünizmde başat ve ebedi olacaktır. Doğal ve toplumsal olguların, süreçlerin üzerinde egemenlik kurulmasına hizmet eden pratiklerde karşılaşılan tıkanıklıklar, sınırlamalar, insanların zihinlerinde metafizik ideolojilerin üretilmesine gelecekte de yarayabilir. Ancak, bunlar bir ağırlık ve kalıcılık oluşturmayacak, çeşitli araç ve kurumlarla öğretilmesi, pekiştirilmesi de gerçekleşmeyecektir. Komünizmde, metafizik, çelişkilerin algılanmasını engelleyen, statükocu ya da gerici ideolojiler ortadan kalkacak, realist ve bilimsel düşüncelerin üretilmesi devam edecektir. Bu süreç, sosyalist devletin sınıfsal baskı uygulama işlevinin (proletarya diktatörlüğü) zamanla “sönümlenmesi”, sosyalist demokrasinin gelişerek tüm emekçiler arasında kök salmasıyla ve fakat sosyalist devletin, ekonominin planlanması, zelzele, kasırga gibi şimdilik önlenemez görünen felaketlere karşı acil toplumsal savunma/korunma organizasyonunun oluşturulması, eğitim, sağlık ve sosyal

59


Marksizm ve Materyalizm

güvenlik, ulaşım vb. hizmetlerin geliştirilmesi gibi idari/yönetsel işlevlerinin ebedi* olmasıyla birlikte düşünülebilir. Elbette, dünya sosyalist devrim sürecinde, ülkelerdeki/ülkeler birliğindeki siyasal ve toplumsal devrim boyunca ve tüm dünyada komünist sistem hakim oluncaya kadarki süreçte, sosyalist devletin/devletlerin içine kadrolarıyla nüfuz etmiş olan komünist partinin/partilerin, metafizik ideolojilerin oluşumunun engellenmesi ve realist ideolojilerin geliştirilmesinde, öncü nitelikte bilinçli politikalar izlemesi de gerekir. Metafizik ideolojilere gelinirse… Metafizik ideolojiler, çelişkilerin geriletici yanını temsil eder ve işlevleri, insanları çelişkilerin yeniden üretimine katmaktır. Tüm dinler, ırkçı/faşist fikirler, tarihin akışı içerisinde toplumsal koşullardaki değişime tepkiyle oluşmuş, muhafaza edici/gerici (reaksiyoner) düşünceler, metafizik ideolojilerdir. Metafizik ideolojiler, “camera obscura”daki görüntü gibi ya da “serap” olayında olduğu gibi, gerçekliğe ilişkin bir görüntü ya da yansımadır. Metafizik ideolojiler, gerçekliği olduğu gibi yansıtmaz; bu ideolojilerde, gerçeklik “baş aşağı” algılanır; gerçekliğin fetişleri ürettiğine değil, fetişlerin gerçeği belirlediklerine inanılır. Metafizik ideolojiler, gerçekliğin böylesi bir illüzyonlu (yanılsamalı) algılamasına ve kavrayışına tekabül eder. Metafizik ideolojilerde, bir liderin, kurt, deve, inek gibi bir hayvanın, Türklük gibi bir etnik kökenin, haç gibi bir nesnenin, kurgu ürünü bir antitenin fetişleştirilmesi söz konusudur. Gerçekte öyle olmadığı halde, bunlara güç, kudret, büyüklük, yaratıcılık, koruyuculuk, tılsım gibi özellikler atfedilir. Metafizik ideolojilerin içerdikleri fikirler, hayaller veya düşler gibi test edilebilir, sınanabilir, gerçekleştirilebilir de değildir. İnsanlar bu tür ideolojilerle hayatlarına bir yön verebilir, somut faaliyetlerde bulunabilir, politik hareketlere katılabilir, ancak metafizik ideolojilerinin içeriğini nesnelleştirme olanakları yoktur. Bu tür ideolojiler, bireyler tarafından duygu, değer, algılama, kavrayış biçiminde deneyim olarak yaşanır. Metafizik ideolojiler, bazı bilimsel bilgiler ya da görüşler, genel yapılarını bozmayan bazı realist ama tali görüşler içerebilir. Ayrıca, bilim tarihi ve komünist hareketin mücadele tarihi, bu realist perspektiflerin kapsamına, sonradan aşılmış da olsa, bazı metafizik fikirlerin girebildiğinin örnekleriyMarksizm’in devlet teorisi hakkında Gelenek’te yapılan tartışma hatırlanacaktır. Bu tartışmadan dolayı Ötküner tarafından, devlet konusunda “devrimci Marksizm”in temel argümanlarını reddetmekle suçlanmaktayız (bkz; Cenk Ötküner, “TKP’nin Gelenek’i: Revizyondan reddiyeye”, Devrimci Marksizm Teorik-Politik Dergi sayı:1, Mayıs 2006, s. 155-175). Marx, Engels, Lenin’in konu hakkında yazdıklarını tarihsel/teorik bağlamıyla değerlendirmekten ve reel sosyalizmin devlet pratiğini hesaba katmaktan uzak duran Cenk Ötküner, bakalım yukarıdaki cümlemiz yüzünden, nasıl bir yaftalama yapacaktır. Elbette, bir “papağan” bile Marksist klasik metinlerdeki ifadeler öğretilirse tekrar edebilir. *

60


GELENEK 93

le doludur. Filojiston görüşü, esir (ether) anlayışı, dünya merkezli evren anlayışı, bilimsel düşüncenin gelişiminde, metafizik fikirlerin de benimsenebildiğini gösterir üç örnektir. Bilimsel düşüncelerin ve komünizmin tarihsel ilk kuruluş ve gelişmelerinde, ilki için simya, astroloji gibi, ikincisi içinse ütopik/ahlaki komünist anlayışlar gibi, metafizik yönelimler de gözlenmiştir. Faşist ideoloji ve dinci ideoloji gibi metafizik ideolojilerin kapsamındaki fikirler, toplumsal gelişmenin ana yönüyle uyum göstermez; bunlar gerici, statükocu özelliktedir. Bu ideolojiler, metafizik, gerçekleştirilebilir olmayan fikirler barındırır. Örneğin, arı bir şeriat düzeni ya da bir turan devleti kurma ülküsü gibi… Ancak, değişen toplumsal koşullarla birlikte dönemin diğer değer ve fikirleriyle eklemlenir, arılıklarını yitirirler. Bu metafizik ideolojiler, egemen sınıfların mevcut düzeni sürdürmelerine, kısacası statükoya hizmet eder. Bunlar, doğru bir adlandırmayla “muhafazakar”dır. Olması gereken/olanaklı olan toplumsal durum ile mevcut olumsuz durum arasında var olan çelişkide, birçok mekanizmayla olumsuzlukların ve mevcut “olumsuz” durumun yeniden üretimine hizmet eden “muhafazakar” ideolojilerin, toplumsal dönüşüm dönemlerinde, gerici yüzü belirginleşir. Gerici/tutucu ideolojilerin, fikirler yanı sıra, bu fikirlere eklemlenen kendilerine has duygu ve davranış kalıpları da vardır. İdeolojiler sistemlileştirilmiş düşünce ve fikirler içerir. Ancak ideolojiler, fikirlerin bu organizasyon sürecinden önce, insanların zihninde, algı, duyum, tasarım, soyut düşünce motifleri olarak üretilir. Bu nedenle, insanların toplumsal dünyasında her spesifik ideoloji, sınıflandırılıp incelenebilecek olan, belirli duygu, algı, düşünce ve davranış kalıplarına sahiptir. Psikoloji bilim dalının yazınında, metafizik ideolojilerden biri olan dinin, bireysel psikolojik süreçlerle olan bağı üzerinde durulmuştur. Zihinsel “homeostazis”i (dengeyi) sağlamak için bireylerin rutin olarak başvurduğu “benliğin savunma düzenekleri”nden bazıları, bireylerin, dinlere has duygu, davranış, algı ve düşünce kalıplarının oluşumunda saptanabilir. Bunlar arasında, bastırma (repression, refoulement), yadsıma (inkar, denial), yansıtma (projection), içe-atım (introjection), çözülme (dissociation), yer değiştirme (displacement), kendine yöneltme (turning toward one’s self), akla uygunlaştırma (rationalization), karşıt-tepki kurma (reaction-formation), somutlaştırma (concretization), yapıp-bozma (undoing), düş kurma (fantasy-formation, day-dreaming) ve özdeşim (identification)2 düzeneği yer alır. Din ideolojisi kapsamında bu düzeneklerin yürürlükte olduğu zihinsel ve davranışsal kalıplardan bazıları şunBahsi geçen “benliğin savunma düzenekleri”nin geniş kapsamlı açıklaması için bkz; M. Orhan Öztürk, Ruh Sağlığı ve Bozuklukları, Evrim Yayınları, İkinci Baskı, 1989, s. 43-59. 2

61


Marksizm ve Materyalizm

lardır: Tövbe etme, dua etme, günah çıkarma yoluyla bastırılmış dürtüleri rahatlatma (“tövbe estağfurullah” yinelemesi); haremlik-selamlık ayrımıyla, kadınların olduğu yere erkeklerin girmemesiyle açığa vurulan, cinsel dürtünün bastırılması; günahı şeytanın işi sayarak ona yansıtma, kendini ahlaklı sayıp başkalarını ahlaksız sayma ve sık sık ahlakın bozulduğundan dem vurma; kişilerin büyülenmiş olduğuna, cin çarptığına içe-atımla inanma; zikir ayininde kişiliğinden çözülerek transa geçme, günah işleyip bunu unutma; “ezen”den duyulan korkunun tanrı korkusuyla yer değiştirmesi; namaz, abdest, dua, tespih çekme gibi yer değiştirmenin gözlendiği obsessif-kompülsif davranışlar; dürtülerini doyuramadığında ve nefsin engellerle karşılaşması durumunda, perhiz, oruç gibi nefsi terbiye etme yollarına başvurulması; kader/alın yazısı gibi akla uygunlaştırıcı inanışlar; günahkar insanın karşıt tepki kurarak sofu/ahlaklı görünmesi; kin duyulduğu, “ezenden” nefret edildiği halde ona yönelik karşıt-tepkiyle “bir yanığına vurulduğunda öteki yanağını çevir” fikrine inanılması ve öyle davranılması; belirsizliğin getirdiği kaygıyı, korkuları nesnelerde somutlaştırarak, totemlerle, nazar boncuğuyla, haçla savuşturma vb... Yine örneğin Osmanlı İmparatorluğu çözülürken yükselen turancı/milliyetçi akımların mikro düzeydeki temelinde ve oluşumunda, değişen koşullara karşı direnme, gelen yeniliklerin yaşam şartlarında oluşturacağı değişimle yaşanacak sefilleşmeye tepki, geçmiş mutlu günlere duyulan özlem gibi bireysel ölçekte cereyan eden psikolojik süreçler gözlenebilir. Metafizik ideolojilerin doktrinleşmiş düzeyinde, pratikte rutinleşmiş kalıplar haline gelen, bütün bu zihinsel ve davranışsal motifler, ideologlar (teolog, tarikat şeyhi, vaiz, piskopos, idealist filozof vb.) tarafından soyutlanır, genelleştirilir ve sistemli hale getirilir. Realist ideolojik motiflerin ya da kalıpların oluşumundaysa, çalışma merakı, bilme ve öğrenme tutkusu, toplum için yararlı uğraşlara yönelme gibi yüceleştirme (sublimation) örnekleri; mevcut sorunları gidermeye dönük somut düşünme ve pratik yönelim, deneycilik ve yanılgılardan ders çıkarma; saf ve kendiliğinden materyalistçe bir tutum olan basit nedensonuç ilişkileri kurma; sorgulama, şüphecilik gibi psikolojik mekanizmaların ve özelliklerin etkili olduğu görülür. Egemen sınıfların gözünde sefalet koşullarındaki insanların ihtiyacı olduğu ölçüde lüzumlu görülen din ve milliyetçilik gibi metafizik ideolojiler, halkın “acısını/inlemesini” dindiren, palyatif “afyon” tedavisi işlevini yerine getirmekteyse, buna karşıt olarak, komünizm ve bilim, doğal ve toplumsal imkanların tüm insanların hizmetine sunulması ve toplumsal “ezikliğin/yaranın” radikal tedavisi işlevini temsil etmektedir. Dünyada genel toplumsal pratiklerin getirdiği tahribatlara karşı, neredeyse her gün kimi bireylerin yeni mikro dinler hayal edip tasarladığı ve çeşitli tarikatlar kurduğu bilinen bir gerçekse, realist ideolojilerin de, ancak kolektif çaba-

62


GELENEK 93

larla ve spesifik pratikler dolayımıyla geliştirilebildiği ortadadır. Komünist ideolojik mücadelede, insanların günlük realist kalıplarına yönelip, onların oluşum mekanizmalarını harekete geçirmek, onlarla ilişkilenmek de önem taşır. “Gezinti”yi burada sonlandırabilir ve vurgulayabiliriz; Marksizm, bünyesindeki felsefi, bilimsel ve siyasal realizm nedeniyle, realist bir görüştür. Marksizm’in bütünselliği Marksizm ne tek başına bilim (tarih ya da toplum bilimi), ne de tek başına felsefi (tarih felsefesi) bir ideoloji olarak nitelenebilir. Marksizm, tek başına ve basitçe bir siyaset teorisine de indirgenemez. Marksizm, bilimsel, felsefi (materyalizm) ve siyasal değerlendirmeler içeren sistemli bir yapıya sahiptir. Bu teorik sistem, yeni siyasal deneyimler ve yapılan bilimsel incelemeler üzerinden geliştirilerek yeniden üretilmektedir. Marksizm, tarihsel gelişmelerle birlikte yeniden üretilen, devrimci bir teoridir. Marksizm, geçerliliğini yitirmiş, anakronik bir doktrin değildir; bunun kanıtı günümüzün ve geleceğin tarihindedir. Bilimsel düşünceler ve komünizm, gerçekliği, onu dönüştürecek tarzda açıklamamıza izin veren realist anlayışlardır. Materyalizm, felsefi realizmdir. Materyalizm, bilimsel düşüncelerle ve komünizmle uyumludur. Marksizm, komünist-materyalist perspektife ve bilimsel düşüncelere sahip olan, realist bir görüştür. Birbiriyle uyumlu ve birbirini tümleyen bu anlayışların bütünsel bir yapılanması olan Marksizm, tarihsel hareketin içerisinde geliştirilen ve bu değişim/dönüşüm hareketine katılan bir teoridir. Yaşadığımız dönemde sosyalist devrim mücadelesinde kullanılan bu teori, tarihin komünizm döneminde de, insanlığın biriktire geldiği realist ideolojilere katkısı oranında yürürlükte olacaktır. Tarihin hiçbir döneminde mutlak katılıkta ve değişmez nitelikte düşünceler/ideolojiler yoktur. Ancak, bazı düşüncelerin “evrensel” nitelikte olduğu ve bin yılları aşan bir kalıcılığa sahip olduğu dikkatlerden kaçmamalıdır. Örneğin Aristo’nun ortaya koyduğu mantığın günümüzde hâlâ geçerliliğini koruduğu açıktır. Komünizmde, eşitlik düşüncesinin hep yeniden ve yeniden üretilmesi; materyalizmin kitlesel biçimde benimsenmesi; üretim, planlama ve çeşitli toplumsal hizmetlerin organizasyonu gibi faaliyetlerin gerçekleştirilmesi söz konusu olacaksa, Marksizm’in bu alanlara katkısı geleceğe miras kalacaktır. Gelecekte toplum bilim, iktisat bilimi, komünist düşünceler ve materyalist felsefe var olacaksa, bu alanlara yaptığı katkı oranında Marksizm’in bazı önermeleri de, geliştirilmiş halleriyle ve gelecekteki toplumsal yapıyla uyumlu bir biçimde yeniden üretilerek yaşatılacaktır. Komünizmin nihai aşamasında örneğin sınıflar arasındaki mücadeleden, Leninist öncülükten bahsedilmeyecektir, fakat örneğin “toplumsal bilinci belirleyen toplumsal varlıktır” önermesi geçerliliğini korumaya devam edecektir.

63


Marksizm ve Materyalizm

Komünizmde, Aristoteles’in, Hegel’in, Marx’ın eserleri okullarda okutulacaktır, ama toplumsal yaşamda egemen olan düşünceler, “realist” ideolojiler olacaktır. Marksist teorik sistemin pedagojik amaçlarla bileşenlerine ayrılması olumsuz sonuçlar doğurmaktadır. Pedagojik amaçla yazılmış el kitaplarında, Marksizm’i didaktik-şematik bir tarzla öğretelim denirken, sistemin “organik bütünlüğü”3 bozulmaktadır. Bu kitaplarda çoğunlukla gözlenen ve tümüyle reddedilmesi gereken bir yaklaşım biçimi bulunur. Bu yaklaşım biçiminde, tarihsel materyalizm ile diyalektik materyalizm arasına “Çin seddinin” örüldüğü gözlenir. Oysa materyalizm, bütünlüklü bir ideoloji olarak görülmelidir. Ayrıca, tarih ve toplum alanında Marksist bakışla yapılacak somut konulu araştırmalarda, ortaya çıkan yazılı ürünün, bilimsel inceleme, felsefi yorumlama ya da siyasal değerlendirme yönlerinden biri ön planda olabilir; yazar bunlardan birine ağırlık verebilir. Ancak toplum bilimsel değerlendirmelerin her zaman, belirli bir felsefi ve siyasal perspektif taşıdıkları dikkatlerden kaçmamalıdır. Bu durum elbette Marksist toplum bilimsel incelemeler için de geçerlidir. Marksizm bir dünya görüşü olarak sunulduğunda, bu çaba genellikle “Marksizm’in üç kaynağı” formülü etrafında yapılandırılır. Bu formülün Engels’in Anti-Dühring’teki (1876-1878) izah tarzından doğduğu belirtilir. Kautsky, bu şemayı 1907’de, Marksizm’in Üç Kaynağı. Marx’ın Tarihsel Eseri adlı konferansında sistemleştirir.4 Lenin’in bu formülü, 1913’de Üç Kaynak ve Marksizm’in Üç Kurucu Parçası adlı yazısında yeniden ele aldığı bilinir. Lenin burada, Marksizm’in gelişiminde önemli olan üç kaynağı; İngiliz siyasal iktisadı, Almanya’daki felsefi birikim ve Fransız sosyalizmi olarak saptar.5 Marksizm bu kaynakların değerlendirilip eleştirilmesiyle geliştirilirse de, bu eleştiri ve değerlendirme üzerinden varılan sonuçların eklektik bir toplamı değildir. Marksizm, bu kaynakların birbirleriyle ilişkilendirilmeden ayrı ayrı değerlendirilmesi, her bir kaynaktaki verilerden yola çıkılarak birbirlerinden bağımsız soyutlamalar yapılmasıyla geliştirilmez. Marksizm, bu üç kurucu ekolün tarihsel eleştirisiyle, tarihsel açıdan kapsanarak aşılmasının olanaklı duruma gelmesiyle doğar. Marksizm, siyasal iktisat, siyasal inceleme, tarihsel materyalist anlayış, diyalektik “Organik yaşamda tikel bağımsızlıkların böylesine bir karşıtlığı söz konusu değildir: örneğin hayvanların her bir hücreciğinde yaşam genelliğiyle sürmektedir; hücreyi bütünden koparın, organik olmayan bir şeye dönüşür.” (G. W. F. Hegel, Tarihte Akıl, Çeviren: Önay Sözer, Ara Yayıncılık, Birinci Basım, 1991, s. 144.) 4 Etienne Balibar, Marx’ın Felsefesi, Çeviren: Ömer Laçiner, Birikim Yayınları, Üçüncü Baskı, 2003, s. 15. 5 Viladimir İlyiç Lenin, “Marksizmin Üç Kaynağı ve Üç Öğesi”, Marx Engels Marsizm içinde, Çeviren: Vahap Erdoğdu, Sol Yayınları, Üçüncü Baskı, 1997, s. 82-88. 3

64


GELENEK 93

mantık gibi birbirinden bağımsız bileşenlere ya da alanlara ayrılamaz. Çünkü bu alanlar onun yapısında sistemli bir örüntüyle girifttir.6 Marksist dünya görüşü, dokusundaki unsurların örüntüsüyle oluşan bütünlüklü bir teorik sistemdir. Bu bileşenler birbirlerinden ayırt edilebilir, ancak bütünüyle ayrı alanlar olarak yapılandırılamaz. Bu nedenle tarihsel materyalizme dair öne sürülen, “değişik teorik kökenlerden ve farklı disiplinlerden alınan öğeleri daha üst bir teoride bir araya getirme girişiminden kaynaklanan sorunlar mevcuttur” yaklaşımı kabul edilemez. Başka bir ifadeyle söylenecek olursa, “farklı teorik kıyıların Marx’ın düşüncesinde bir araya geldiği geniş ölçüde kabul edilmekte, ancak bu durumun gerilim ve belirsizliklere kaynaklık ettiği gerçeğine çoğunlukla gereken önem verilmemektedir”7 değerlendirmesi sağlıklı değildir. Bahsedilen gerilim ve belirsizlikler, ancak aplike, eklektik şekilde bir araya getirme ya da toparlama yapıldığında mümkündür. Ancak elbette her yazarın çeşitli yazıları arasında, hatta tek bir incelemesi içerisinde, tali önemde tutarsızlıklar ve belirsizlikler saptanabilir, hatta aynı konuda birbirinden farklı ama birbirini tamamlayan yaklaşımları bulunabilir. Marksizm, tarihte koşulları oluşan ve bunun sonucunda yapılabilen bir teorik sentezin adıdır. Marksizm’i oluşturan unsurların birbirini tümlediği ve birbirleriyle uyumlu oldukları görülmelidir. Marksizm’in bileşeni olduğu düşünülen alanların, 1848’den sonra Marx ve Engels’in yazdıkları ayrı ayrı eserlerde somutlaştırılmış olması, Marksizm’in bütünsel yapısını bozmaz. Burada yalnızca ihtiyaçların koşullamasıyla, farklı değerlendirme alanlarından birinin üzerinde durularak geliştirilmesi söz konusudur. Marx ve Engels’in düşünsel gelişiminde, her üç bileşendeki ya da kurucu parçadaki birikimde belirgin sıçramaların olduğundan da bahsedilebilir. 1843-46 yılları arasında tarihsel materyalizmin temel bazı yaklaşımlarının kurulmasıyla felsefede, 1847-52 yılları arasında yapılan siyasal incelemelerle (Komünist Manifesto, Fransa’da Sınıf Savaşımları, 18 Brumaire, Almanya’da Devrim ve Karşı-Devrim) ve 1871 Paris Komünü’nün değerlendirilmesiyle (Fransa’da İç Savaş) siyasal teoride, 6 Birçok yazar Marksizm’in/tarihsel materyalizmin anti-eklektik bir yapıda olduğunu belirtir. İki örnek vermekle yetinelim: Plehanov ve Korsch böyle düşünür. (G. V. Plehanov, Marksizmin Temel Sorunları, Çevirenler: Erdem Buri, Selahattin Hilav, Cenap Karakaya, Orhan Suda, Sosyal yayınları, İkinci Baskı, 1994, s. 127-128; Karl Korsch, Marksizm ve Felsefe, Çeviren: Yılmaz Öner, Belge Yayınları, Birinci Baskı, 1991, s. 57-58.) 7 Jorge Larrain, Tarihsel Materyalizmi Yeniden Yapılandırmak, Çeviri: S. Çeviker, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, Birinci baskı, 1998, s. 22, 24. “Marx’ın düşüncesinde önemli gerilimlere kaynaklık eden dört temel alan bulunmaktadır: Diyalektik kavramı, bilinç çözümlemesi, toplumsal değişim mekanizması ve tarih kavramı.” (Jorge Larrain, a.g.y., s. 25)

65


Marksizm ve Materyalizm

Kapital’le siyasal iktisatta ve toplum biliminde belirgin ilerlemeler gözlenir. Ancak “tarihsel materyalizm” adı verilen perspektifin kuruluşuyla birlikte, Marx ve Engels’in daha sonraki bütün incelemeleri, bu perspektifle üretilip geliştirilir. Tarihsel materyalist anlayış, Marksizm’in bileşenlerindeki ya da ayırt edilebilir teorik alanlarındaki somut incelemeler geliştirilirken yön verici olur ve bu alanlardaki gelişmelerle daha da zenginleştirilir. Marx ve Engels, tarihsel materyalist anlayışı oluşturduktan sonra, tüm yaşamları boyunca bu perspektifi, komünist siyasal görüşlerinden ve bilimsel incelemelerinden ayırmaz. “Tarihsel diyalektik materyalizm” Marksizm’in kapsamını, tarihsel materyalizm ve diyalektik materyalizmle sınırlamak sağlıklı değildir. Marksizm’in bilimsel boyutunu tarihsel materyalizmin, felsefi boyutunuysa diyalektik materyalizmin oluşturduğunu sanmak hatalıdır. Materyalizmi “tarihsel” ve “diyalektik” nitelemeleriyle iki farklı kategoriye ayırmak da uygun değildir. “Tarihsel materyalizm” ya da “materyalist tarih anlayışı” adlandırmasını Engels yapar. Ancak elbette, Alman İdeolojisi’nde Marx’la birlikte yaptıkları değerlendirmeleri, toplum bilimsel incelemeler için oluşturdukları paradigmatik çerçeveyi, “tarih anlayışı” olarak nitelerler.8 “Diyalektik materyalizm” kavramlaştırmasıysa, Marx ve Engels’te yoktur. Bu terim, 18. yüzyıl “metafizik materyalizm”leriyle, Hegel’in “diyalektik idealizm”i göz önüne alınarak, Plehanov tarafından “Marx’ın felsefesinin en uygun adlandırması olarak” görülür ve 1894 yılında ortaya atılır.9 Bize göre, gerçeklik tektir. Gerçeklik, farklı organizasyon düzeyleri ya da katmanlardan10 oluşan, her birinde farklı yasaların hüküm sürdüğü bir bütünlüktür. Gerçekliğin her bir düzeyinde farklı nitelikte yasalar ve işleyiş mekanizmaları bulunur. Oluşan bütünlükte, düzeyler, birlikte varoluş gösterir. Düzeyler arasında etkileşim vardır. Kimya, fizik, biyoloji, toplum bilim, psikoloji gibi farklı bilim alanlarının inceleme konusu olan gerçekliğin farklı organizasyon düzeylerinde, birbirine tümüyle indirgenemeyen ancak birbirine zemin oluşturan/yaslanan ve metafizik hiçbir kavrama ihtiyaç duyulmadan açıklanabilen süreçler, mekanizmalar, yasalar hüküm sürer. Farklı düzlemler içeren gerçekliğin etkileşimli ve eşitsiz gelişimi, “tarih”i oluşturur. “Tarih”teki başka bir deyişle gerçekliğin gelişimindeki Karl Marx, Friedrich Engels, Alman İdeolojisi-Feuerbach, Çeviren: Sevim Belli, Sol Yayınları, Beşinci Baskı, 2004, s. 65. 9 Jorge Larrain, a.g.y., s. 50. 10 Bu yaklaşımı Evren Asena da paylaşır. O’nun bu yaklaşımının (“gerçeklik katmanlı olarak yapılanmıştır.”) yer aldığı makale İmago’da yayınlanmıştır. (Evren Asena, “Materyalizm, Marksizm ve Bilinç Biçimleri-I”, İmago sayı: 2, Güz 2005, s. 91-124.) 8

66


GELENEK 93

evrelerin sahip olduğu genel nitelikleri, bu evrelerin oluşturduğu değişik katmanların içerdiği temel mekanizmaları, katmanların birlikte uyumlu varoluşunu ve aralarındaki etkileşimi, bilimsel bulgular üzerinden yorumlamak felsefenin işidir. Elbette insanlar, spesifik bir pratik üzerinden, bir anlamda bilimle de, evreni zihinlerinde yorumlar. Felsefi düşünsel etkinlikse, bilimsel pratiğin doğrudan ürünü değildir. Yine de bilimsel bulguların değerlendirilmesi felsefenin alanına girmektedir. Bu felsefi değerlendirme materyalist yaklaşımla yapıldığında, “tarihsel diyalektik materyalizm” olarak adlandırılabilir. “Tarihsel diyalektik materyalizm”, gerçekliğin farklı katmanlarını araştıran, doğa ve insanlara ilişkin süreçleri inceleyen bilim dallarının bulgularının yorumlanmasıyla yeniden üretilir. Tarihsel materyalizm, tarih ya da toplum bilim incelemesi değildir. Diyalektik materyalizm de, tek başına, doğadaki süreçlerin materyalist bir yorumuna indirgenemez. Doğanın ve toplumun farklı yasaları vardır; ancak doğal ve toplumsal süreçlerin işleyiş ve gelişim mekanizmalarında, süreçler ve süreçleri oluşturan eğilimler arasındaki ilişkilerde, etkileşimlerde ortak özellikler saptanabilir. Diyalektik mantık, bilimsel yasalar türünden “evrensel” ve genel “yasa”lar içermez. Gerçekliğin farklı gelişim evrelerinin ve katmanlarının incelenmesi ve yasalarının soyutlanması, ayrı bilim dallarının alanına girmektedir. “Tarihsel diyalektik materyalizm”, bilim dallarının yaslandığı ve oluşturduğu genel paradigmatik kavramları ve ilkeleri içerir. Tarihsel materyalizm, spekülatif bir felsefi sistem değildir; toplum bilimsel ve siyasal incelemelere “kılavuz” olan felsefi bir perspektif, felsefi bir paradigmadır. Felsefe, bir entelektüel uğraşı alanı, fikir jimnastiği yapılacak spekülatif bir alan ya da Feuerbach’ın deyimiyle “geviş getirilecek” bir düşünme alanı olarak görülmemelidir. Felsefe fuzuli bir düşünsel uğraşı sayılamaz. Felsefi perspektifimiz, “yaşam felsefemiz”in, dünya görüşümüzün oluşumuna katılan bir unsurdur. Marksizm, bir felsefe çeşidi, örneğin bir tür tarih felsefesi değildir, fakat felsefi perspektifsiz de değildir. Ayrıca materyalizm, komünist ideolojiden ayırt edilebilir, ancak ondan tümüyle ayrılamaz. Tutarlı bir materyalist, toplumsal konularda ilerici, komünist bakışa ulaşma olanağına sahiptir. Tersine, bir komünistse her zaman, materyalist perspektife sahip olmak durumundadır. Diyalektik ilkelerin pedagojik amaçlı el kitaplarında soyut şablonlarla öğretilmesi ve bunların, süreçlerden, süreçlerin oluşturduğu gelişimden soyutlanması yoluna gidilmeyip, örnek verilen bazı olaylar üzerinden işlenmesi, didaktik-şematik bir pedagojik tarz oluşturmaktadır. Sol harekette, didaktik-şematik tarzın başat olduğu bir eğitsel formasyon ya da teorik donanım edinen bir çok okuyucunun, akıl yürütme yetisindeki ve yaptığı incelemelerdeki sığlığın bir nedeni bu olabilir. El kitaplarındaki sorun, diyalektik kavramların ve ilkelerin soyut biçimleriyle sunulmuş olmasında

67


Marksizm ve Materyalizm

değildir; diyalektik mantığın soyutlanmış biçimiyle anlatılması sırasında, içerikten bir ölçüde ayrıştırılarak ele alınması kaçınılmazdır. Ancak kavramlar ve ilkeler, spekülatif-metafizik bir biçime kavuşturulmamalıdır.11 Diyalektik mantığın, tümüyle ayrı bir teorik bölmeyi, bilgi alanını oluşturduğu şeklinde bir illüzyon yaratılmamalıdır. Sorun, diyalektik ilke ve kavramların anlamlarına dair derinlikli bir kavrayışın olmaması ve oluşturulamamasıdır. Diyalektik materyalizmin ne olduğunu öğretme niyetiyle yazılmış el kitaplarında, verilen örnekler tekil olaylardan ibaret olunca, ortaya çiğ bir yorum çıkmaktadır. “Nicelikten niteliğe geçiş”, “karşıtların çelişkili birliği” gibi ilkeler her sürece uygulanacak, süreçleri her yönüyle ve yeterince açıklayabilen ilkeler değildir. Bunların süreçler incelenirken göz önünde tutulması ve nedensellik, belirlenimcilik/determinizm, zorunluluk, olasılık, beliriş (emergence), ilerleme ve yeniden üretim mekanizmaları (çelişki/karşıtlık, potansiyelizasyon/inhibisyon, sinerjistik etki, pozitif ve negatif geri-besleme vb.), bütünlük (totality), eşitsiz gelişme gibi birçok kavram ve ilkeyle birlikte düşünülmesi gerekir. Diyalektik, gerçekliğin ve gerçekliğin gelişiminin incelenmesinden çıkarılan bir mantık türüdür. Başka bir ifadeyle, diyalektik mantık, doğanın, tarihin ve düşüncelerin işleyiş ve gelişiminde gözlenir. Bu mantığın biçimsel olarak kavranması ve günümüzde bilimsel bilgilerin ulaştığı kapsamla zenginleştirilmesi mümkündür. Diyalektik mantık, ne Marksist teorinin bir “süsü” olarak görülmeli, ne de formel mantıkla uyuşmadığı iddia edilerek mantıklı düşünmeye engel olacak bir akıl yürütme yolu sayılmalıdır. Yine o, anlamını hiç kimsenin kavrayamadığı bir “fuzuli” felsefi fikir jimnastiği alanı da değildir. “Diyalektik”, “diyalektik yöntem”, “diyalektik mantık” kelimelerinin sıkça kullanıldığı, ancak bunların ne olduğunun açıkça belirtilmediği, içerik olarak ortaya koyulmadığı, sadece bazı belirli kavramları kullanarak bir tür spekülatif lafazanlığın yapıldığı yazım biçiminden uzak durulmalıdır. Althusser karşıtı tezler Toplumun ve tarihin bilimsel incelemesi, belirli bir siyasal-felsefi bakış açısıyla yapılır; “(...) sınıf çatışması temeline dayanan bir toplumda, ‘taraf-

Bu saptamayı Vefa Saygın Öğütle de yapmaktadır. Öğütle “Pozitivist Marksizm ve felsefipolitik içerimleri” adlı makalesinde, Stalin’den, Politzer’den “öğrendiğimiz” diyalektik mantığı, Korsch ve Larrain’in görüşlerini kullanarak eleştirir. Öğütle’nin söz konusu makalesindeki bu saptamasına katılmak mümkünse de, adı geçen komünistlerin söz konusu çalışmalarını “pozitivist Marksizm” şeklinde nitelemesine/suçlamasına ve genel görüş açısına katılmak olanaklı değildir. (Vefa Saygın Öğütle, “Pozitivist Marksizm ve felsefi-politik içerimleri”, Praksis 13, Kış 2005, s. 203-222.) 11

68


GELENEK 93

sız’ toplumsal bilim yoktur.”12 Toplum bilim alanında bilimsel incelemeler yapılırken, mutlaka bir ideolojik bakış açısı kullanımdadır. Felsefi-siyasal bir perspektif, toplum bilimsel incelemelerin dokusundadır. Marksist toplum bilimsel ve siyasal incelemelerdeki ideolojik perspektif, tarihsel materyalizm ve komünist ideolojidir. Tarihsel materyalizm, komünist siyasal perspektife açılır. Marksizm’in kuruluşu, 1848 öncesinde tarihsel materyalist anlayışın sentezlenmesiyle birlikte başlar. 1848’den sonraki siyasal ve bilimsel ayrıntılı incelemelerde, bir paradigma ya da anlamlandırıcı bir perspektif olarak kullanılan tarihsel materyalizm, yapılan çalışmalar üzerinden daha da zenginleşir. Tarihsel materyalizmin, Marx ve Engels’in siyasal değerlendirmelerinde paradigmatik bir çerçeve oluşturduğunu gözlemek mümkündür. Örneğin Marx ve Engels, 1848 Devrimleri değerlendirmesini, 1871 Paris Komünü deneyimi incelemesini, tarihsel materyalist bir perspektifle yapar. Bu siyasal incelemelerdeki tarihsel materyalist bakış açısı, komünist politik perspektiften ayrılmaz. Marx, bilimsel incelemelerini de, belirli bir siyasal-felsefi perspektifle yapar. Kapitalist üretim tarzı incelenirken, komünist-tarihsel materyalist perspektif yine yürürlüktedir. Althusser’in Marksizm’in oluşumuna dair öne sürdüğü yorumda, şu şekilde bir saptama yer alır: “Marx’ın eserinde açık seçik bir ‘epistemolojik kopuş’, bizzat Marx’ın gösterdiği noktada, eski felsefi (ideolojik) bilincini eleştirdiği ve sağlığında yayınlanmamış eserde görülür: Alman İdeolojisi. Bu eserin ancak birkaç cümlesi olan Feuerbach Üzerine Tezler, bu kopuşun önceki uç sınırını belirtir; burası, eski bilinçte ve eski dilde, yani kaçınılmaz olarak istikrarsız ve anlamı belirsiz kavram ve formüller içinde, yeni teorik bilincin delik açtığı noktadır. Bu ‘epistemolojik kopuş’, birbirinden ayrı ve teorik iki disiplini birlikte içerir. Marx, tarih teorisini (tarihsel materyalizm) kurarken, aynı anda, önceki ideolojik felsefi bilincinden koptu ve yeni bir felsefe (diyalektik materyalizm) kurdu.” 13

“Yeni felsefe, yeni bilimin içinde ve yeni bilim tarafından öyle iyi içerilmişti ki, onunla karışabilirdi”14 şeklinde bir uyarı da yapan Althusser, tarihsel materyalizmi “tarih bilimi” olarak niteler. O’nun yorumunda, bu tarih biliminin bir felsefesi olduğu belirtilir. Bu felsefe, “diyalektik materyalizm” ya da “materyalist diyalektik” olarak adlandırılır. Hegel’in felsefesinin sui generis (kendine özgü, emsalsiz) bir diyalektiği olduğu; Hegel’in Viladimir İlyiç Lenin, “Marksizmin Üç Kaynağı ve Üç Öğesi”, a.g.y. içinde, s. 82. Louis Althusser, Marx İçin, Çeviren: Işık Ergüden, İthaki Yayınları, Birinci Baskı, 2002, s. 43. 14 a.g.y., s. 44. 12 13

69


Marksizm ve Materyalizm

felsefesinin idealist dokusunun, diyalektiğini de etkilediği vurgulanır. Tarihsel materyalizmin tarih bilimi olması nedeniyle, Hegel felsefesine içkin olan diyalektikten tümüyle farklı özellikler taşıyan, farklı yapıda bir diyalektiğe, eş deyişle felsefeye sahip olduğu öne sürülür. Althusser’e göre, “yabancılaşma”, “yadsınmanın yadsınması”, “nicelikten niteliğe geçiş”, “aşma” türü diyalektik ilke ve kavramlar, Hegel’in idealist felsefesinin dokusunda bulunur. Bunların, Marx’ın bilimsel çalışmalarına sinmiş olan “materyalist diyalektiğe” ya da “diyalektik materyalizme” özgü ilke ve kavramlar olmadığı sonucuna ulaşır. Althusser ayrıca, “çelişki” kavramı ekseninde bir değerlendirme yaparak, “diyalektik materyalizm” adına olumlu tezler geliştirmeye de çalışır. Örneğin “üst-belirlinim”15 kavramıyla, Marksist diyalektiğe yeni bir formülün eklenmesini de önerir.16 Oysa, Marksizm’in doğuşu, bir “sentezlenme süreci” olarak değerlendirilmeli, bu süreç tarihsel bir süreklilik-kopuş ekseninde kavranmalıdır. Marksizm’in ya da bilimsel sosyalist görüşün oluşumunda, 1845 yılında gerçekleştiği öne sürülen ve felsefi-ideolojik alandan tarih bilimine geçiş anlamına gelen “epistemolojik kopuş” kavramlaştırmasını kullanmak yerine, üç farklı kaynağın sentezinin önemli olduğu tezi dikkate alınmalıdır. Bahsi geçen ikinci yaklaşım, değerlendirmeye farklı verilerin dahil edilmesi sırasında, tutarsızlığa düşmeden geliştirilmeye ve detaylandırılmaya uygundur.17 Marksizm’in doğuşu bu yaklaşımla, tarihsel materyalist bir bakış açısıyla ele alınır. Tarihsel materyalizmin oluşumunun irdelenmesi, tarihsel materyalist bir perspektifle yapılmalıdır. 1840’lı yıllarda, tarihsel materyalizmin ilk oluşum ve sentezlenme süreci, teorik/zihinsel bir işleme indirgenemez. Marx ve Engels’in komünist oldukları politizasyon süreci ve Gülnur Savran, “Althusser, Yapısal Nedensellik ve Teorisizm” adlı makalesinde, yapısalcı Marksizm’in “kerteler” (instance, düzeyler) tahlilini ve dolayısıyla üst-belirlenim (overdetermination) kavramını eleştirmiştir. Bu makalenin yer aldığı 11. Tez kitabını, bugün bile sahaflarda bulmak mümkündür (Gülnur Savran, “Althusser, Yapısal Nedensellik ve Teorisizm”, 11. Tez Kitap Dizisi: 5, 1987, s. 164-181). Çulhaoğlu da, yapısalcı Marksizm’i eleştirir. Çulhaoğlu, Savran’ın aksine, “üst-belirlenim” kavramının yararlı olduğunu düşünür ve ekler; “bu kavramın mekanik ya da kaba determinizme karşı bir tür panzehir işlevi görmesi için, Althusser’in tüm modelini benimseme gibi bir zorunluluk yok.” (Metin Çulhaoğlu, Binyıl Eşiğinde Marksizm ve Türkiye Solu, YGS Yayınları, İkinci Baskı, 2002, s. 120.) 16 Louis Althusser, “Çelişki ve Üstbelirlenim”, “Materyalist Diyalektik üzerine”, a.g.y. içinde, s. 109-158, 197-265. Althusser’in görüşlerini iyi bir biçimde özetleyen bir yazı için bkz; Kubilay Hoşgör, “Althusser’in Marksizm’i ve ‘Epistemolojik Kopuş` Nosyonu”, Sınırda sayı: 5, Nisan/Haziran 2006, s. 70-73. 17 Örneğin Mandel, Marksizm’in “dört katlı bir sentez” olarak ortaya çıkmasından bahseder. (Ernest Mandel, Marksizmin Tarihteki Yeri, Çeviren: Masis Kürkçügil, Yazın yayıncılık, Birinci Baskı, 1986, s. 16.) 15

70


GELENEK 93

tarihsel materyalist bakış açısını oluşturmaları, birlikte aynı süreç içerisinde gerçekleşir. Bu süreç tarihsel/toplumsal koşullardan yalıtılamaz. Althusser’in, genç Marx’ın düşünsel gelişiminde çeşitli idealist evreler saptaması, tarihsel materyalist anlayışın doğuşunu tümüyle bireysel/psikolojik bir ölçeğe indirgemesi ve bu konuda, epistemolojik düzlemde sınırlanan bir değerlendirme yapması kabul edilemez. 1840-1848 yılları arasında, 1848 devrimlerine doğru ilerleyen tarihsel süreç içindeki Avrupa’da, Marx ve Engels’in tarihsel materyalist anlayışı kurarak, 18. yüzyılın mekanik materyalistlerini ve Feuerbach’ı tarihsel olarak “aşma”ları, bunların yerine alternatif bir paradigmayı oluşturmaları için, gerekli tarihsel öğelerin, dolayısıyla bilgi ve anlayış birikiminin üretilmiş olduğu görülmelidir. Marx ve Engels’in Alman İdeolojisi’nde, eski felsefi-ideolojik bilinçleriyle bir ölçüde hesaplaştığı ve düşünsel bir sıçrama ya da geçişi gerçekleştirirken, ulaştıkları sonuçları yazdıkları doğrudur. Ancak, buradaki “hesaplaşma”, ideolojilerindeki bir gelişim olarak görülmelidir. Alman İdeolojisi’nin yazılmasından önceki süreçte Marx ve Engels’in bakışlarında, özellikle Hegel ve Feuerbach’ın görüşlerinden izler vardır. Ancak Marx ve Engels’in, 1840-1845 yılları arasında, görece primitif de olsa, muhalif ve materyalist bakışları dışında başka bir perspektifleri yoktur. Bu yıllar arasında, Marx ve Engels, Hegel’den ve Feuerbach’tan etkilenmiş olsalar da, kesinlikle Hegelci ya da Feuerbachçı değildir. 1843-1845 yılları arasında, Marx ve Engels’te, komünist-materyalist bilinçten başka bir temel felsefiideolojik bilinç gözlenmez. Marx ve Engels, 1837-1842 yılları arasında genç-hegelci çevre içerisinde bulunduktan sonra, 1848’e kadar süren bir “sentezlenme süreci”nde, genç-hegelcilerin, Feuerbach’ın, Hegel’in, 18. yüzyıl materyalistlerinin, okudukları siyasal iktisatçıların ve Proudhon’un eleştirisini yaparken, yeni bir paradigmayı kurar. 1842 yılından önceki tarihsel kesitte, henüz kendi perspektiflerini oluşturmak için çok genç olan bu iki “kafa”, Marx’ın akademik felsefe doktorası tezi dışında, teorik özgün bir üretimde bulunmaz. Dolayısıyla, tarihsel materyalizmin oluşumunu, Althusser’in anladığı şekilde, felsefeden bilime doğru bir “epistemolojik kopuş” olarak kavramak yanlıştır. Ayrıca, tarihsel materyalist paradigmanın geliştirilmesi nedeniyle, Marx ve Engels’in, felsefi-ideolojik bakışlarını tamamen ortadan kaldırdıklarını ya da tümüyle felsefeye elveda dediklerini düşünmek sağlıklı değildir. Althusser’in öne sürdüğü “tarihsel materyalizm tarih bilimidir” bildirimi ya da argümanı yanlıştır. Tarihsel materyalist anlayış, kapitalizmin tarihsel gelişimini değerlendiren ve bu gelişimdeki diyalektik mantığı içeren, materyalist felsefi bir paradigmadır. Bu paradigma, toplumsal ilişkilerin bilimsel incelemesi sonucu ortaya konan bilgilerin yorumlanmasıyla ve yeni tarihsel-toplumsal olguların incelenmesiyle zenginleştirilebilir özelliktedir. Tarihsel materyalizm, realist bir görüştür. Ancak, tarihsel mater-

71


Marksizm ve Materyalizm

yalist anlayış, tarih bilimi kapsamındaki bilimsel bir araştırma/incelemenin kendisi değildir. Tıpkı diyalektik materyalizmin, doğa bilimlerinin araştırma sonuçlarıyla özdeş olmaması gibi, tarihsel materyalizm de, toplum/tarih alanındaki araştırmaların doğrudan ürünü olan yasaları içermez. “Tarihsel diyalektik materyalizm”, bu araştırmaların işaret ettiği paradigmatik ilkeleri, kavramları, yaklaşımları kapsar. Diyalektik mantık, bilimsel yasalardan, inceleme sonuçlarından ayırt edilebilir, ancak onlardan tümüyle bağımsız, spekülatif bir bilgi alanı oluşturmaz. Bu mantık, her olguya uygulanabilecek ve evrensel oldukları düşünülen, bilimsel yasalara benzer “yasa”lardan oluşmadığı gibi, spekülatif nitelikte ilkelerin bir derlemesi ya da şeması da değildir. Marx’ın materyalist perspektifle incelemelerinde giderek daha yetkin biçimde yakaladığı toplumsal/tarihsel gerçekliğin diyalektiği, tarihsel materyalist paradigmanın kapsamında yer alır. Althusser’in diyalektik mantığı kavrayışı da sağlıklı değildir. Diyalektik mantığın soyutlanmış öznel bir mantık türü olarak var olmasını olanaklı kılan, doğadaki ve toplumdaki süreçlerin diyalektik işleyişidir. Diyalektik, gerçekliğin işleyiş ve gelişiminden çıkarılmış bir mantıktır. Bu mantığın ilk sistemli ve kapsamlı soyutlamasının yapılması için, insanlığın tarihsel gelişiminde eylem ve düşüncenin, özellikle de bilimsel pratik ve düşüncelerin, Hegel’in yaşadığı dönemdeki zenginlik düzeyine ulaşması gerekmiştir.18 Hegel, gerçekliğin gelişiminde bir mantığın olduğunu, öznel bir mantık olan insan bilincinin işleyişiyle, nesnel gerçeklikteki mantığın birbiriyle bütünleştiğini kavrar. O, nesnel akılla öznel akıl arasındaki ilişkiyi, idealist biçimde (baş aşağı biçimde) inceler. Marx “akla uygun özü”, diyalektik Ortalama Türkiye solcusu, Efesli “karanlık” Herakleitos’un (M. Ö. 540-480) doğadaki diyalektiği kavradığı yönünde bir yargıya sahiptir. Bu yargının oluşmasında, felsefe okumalarının felsefeye giriş niteliğindeki kitaplarla sınırlı kalması ve ilk elden kaynakların okunmamasının etkisi büyüktür. Herakleitos’un yazdıklarından günümüze ulaşan, yazarken noktalama işaretleri kullanmadığından anlamları açık olmayan, çoğu bir iki cümle uzunluğunda, toplamda yaklaşık olarak yüz otuz yedi adet fragmandır. Bu apokaliptik fragmanlar hakkında, Sokrates’in yorumuna katılmamak mümkün değildir. Sokrates, kendisine Herakleitos’un yapıtını okuyan Euripides’e şöyle demiştir: “Anladıklarım çok güzel, öyle sanıyorum ki anlamadıklarım da. Herakleitos’un derinliğine inebilmek için Deloslu bir dalgıç gerekiyor.” Türkiye’de diyalektikten bahsedildiğinde neredeyse hemen daima akla ilk gelen isimlerden biri olan Herakleitos’un (diğer isim Hegel’dir) doğadaki değişimi, oluşu kavradığı, bazı ikili karşıtlıklara değindiği doğrudur. Ancak görünendeki değişimin hangi mekanizmalarla gerçekleştiğine girmez; bir süreç anlayışı geliştirmez; süreç içinde karşıt eğilimlerin varlığını tanımladığı da görülmez. Yaşadığı dönem dikkate alındığında, bunları O’ndan beklememek de gerekir. Dolayısıyla, diyalektiğin tarihin çocukluk döneminde, şaşırtıcı bir sezgiyle ve derinlikli bir kavrayışla Herakleitos tarafından ortaya konduğu iddiası, doğru ve gerçekçi değildir. 18

72


GELENEK 93

mantığı ayakları üzerine koyarak devralır ve incelemeleri sonucunda zenginleştirip, farklılaştırır. Aslında, gerçekliğin gelişim mantığı olan diyalektik, günümüze kadar gerçekliğin farklı katmanlarındaki ilişkilerin ve süreçlerin, bilim dalları tarafından değerlendirilmesiyle birlikte çok daha gelişkin bir biçimde soyutlanabilir durumdadır. Marx’ın diyalektiği kavrayışındaki yaklaşım Hegel’in kavrayışının tam tersi özellikler (materyalizmin idealizme karşıtlığı, metafizik-spekülatif kavramların olmayışı, anti-teleolojik yaklaşım gibi özellikler) gösterir. Bunlar dikkate alınmadığında, bazı ortak kavramları ve ilkeleri (tarihsel algılayış, gelişim/ilerleme, çelişki, “organik bütün” gibi kavramları, niceliksel tedricen gelişim ilkesine karşıtlıkla niteliksel dönüşümlü, sıçramalı gelişim gibi ilkeleri) paylaştıkları gözlenir. Ayrıca, Marx’ın incelemeleriyle düşünsel olarak kavrayışımıza sunduğu, tarihsel materyalizme içkin olan diyalektik, Hegel’in soyutladığı diyalektik ilkelerden bazı yönleriyle daha farklı, daha gelişkindir. Althusser Marx İçin adlı eserinde, bu iki diyalektik kavrayış arasındaki farkın köklü olduğu temasını işlerse de, Marx ve Engels’in tarihsel-diyalektik kavrayışının, hangi ilkelerle/yaklaşımlarla daha gelişkin olduğunu ortaya koyamaz. Marx ve Engels’in felsefe anlayışı Marx, 24-27 yaşları arasında, yani 1842-45 yılları arasındaki dönemde, Hegel’in idealist sisteminden ve okuduğu diğer görüşlerden etkilense de, esasen bir materyalisttir. Marx, Hegel’in idealist felsefesini, 1843 yılından beri (Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, 1844 Ekonomi-Politik ve Felsefe Elyazmalar) materyalist bir bakış açısıyla, zaten eleştirmektedir. Bu dönemde Marx’ın ve Engels’in düşüncelerinde Feuerbach’ın da etkisi görülür. 1843 sonlarından itibaren, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı. Giriş’in, sonra 1844 Elyazmaları’nın ve Kutsal Aile’nin yazılmasıyla birlikte, klasik felsefi düzlemden, başka bir ifadeyle eski materyalist felsefelerin düzleminden çıkışın ilk belirtileri görülür. Ancak bu eserleri, Alman İdeolojisi-Tezler’le ya da Marx ve Engels’in daha sonra yazılmış diğer eserleriyle kıyaslayarak, felsefeye ve materyalizme tümüyle elveda denildiği sonucu çıkarılamaz. Bir süreç içinde klasik felsefe anlayışından bir çıkış yapılırsa da, yeni tipte bir felsefe anlayışına, tarihsel materyalist anlayışa geçiş gerçekleşir. Tarihsel materyalizm, materyalist felsefi anlayışta bir sıçrama olmanın yanı sıra, felsefe anlayışındaki bir değişimi de beraberinde getirir. Bu değişim, materyalizmin tarihsel bir perspektife kavuşturulması sürecinde, komünist politik perspektifle birleşmesiyle birlikte gerçekleşir. 1842-48 yılları arasındaki “sentezlenme süreci”nin en kritik kesiti, 1843 sonu ile 1846 yılları arasındaki bu geçiş ya da sıçrama dönemidir. Bu geçiş sürecinin yetkin ürünü, polemik olma özelliği olan Alman İdeolojisi’dir. Ancak, “sentezlenme süreci”nin daha pozitif, daha tam ve

73


Marksizm ve Materyalizm

yetkin olan ilk ürünü Komünist Manifesto, Marksizm’in kaynaklarının başarılı sentezinin somut belgesidir. Tezler, Marx’ın düşünsel gelişiminde gerçekleşen sıçramayı sembolize eden bir metin olarak ele alınabilir. Aynı zamanda, klasik materyalist felsefelerin düzleminden tarihsel materyalist anlayışa geçişin ortalama tarihini de verir. Tezler, Feuerbach felsefesini ve 18. yüzyılın mekanik materyalist felsefelerini eleştirmek üzere not alınır. Bu eleştiri, Marx’ın oluşum halindeki yeni paradigmatik felsefi bakış açısıyla yapılır. Tezler, Marx’ın oluşum halindeki yeni perspektifinin işlevinin ne olacağı hakkında ipuçları verir. Kutsal Aile’de, 1844 Elyazmaları’nda, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi ve bunun Giriş’inde, yeni tipte bir bakış açısı olan tarihsel materyalist anlayışın, görece geliştirilmemiş bazı yaklaşımları görülür. Marx ve Engels Alman İdeolojisi’ndeyse, tarihsel materyalist anlayışın görece geliştirilmiş bazı temel ilkelerini, derli toplu bir biçimde açıklar. Bu metinde, toplum ve tarih üzerine, tarihsel materyalist perspektifle formüller geliştirilir. Burada, ilk kez üretim güçleri, “karşılıklı ilişki” (Verkehr) gibi kavramların kullanımı ve geliştirilmemiş ilk biçimleri göze çarpar. Bu kavramlar henüz anlamsal kesinliğe sahip değildir. Çünkü henüz yeterli bilimsel inceleme yapılmamıştır. Felsefenin Sefaleti ile daha sonraki siyasal ve bilimsel çalışmaların hepsinde, tarihsel materyalist anlayış ya da paradigmayla bilimsel araştırmanın iç içe geçmiş bir bütünlük oluşturdukları gözlenir. Marx ve Engels’in, Alman İdeolojisi’nin yazılmasından ve özellikle de Komünist Manifesto’nun yazılmasından sonra, siyasal-felsefi (komünisttarihsel materyalist) bir perspektifle, bilimsel değerlendirme yaptıkları, dolayısıyla yaptıkları bilimsel incelemelerle bu perspektifin birlikte geliştirildiği izlenir. Bu noktada, Marx ve Engels’in Alman İdeolojisi’nde kendi düşünsel etkinliklerini nasıl algıladığına bakmak yararlı görünmektedir: “Gerçeğin kendisi ortaya konduğunda, özerk felsefe varlık ortamını yitirir. Onun yerini, olsa olsa insanların gösterdikleri tarihsel gelişmenin gözlemlenmesinden çıkartılabilecek en genel sonuçların bir sentezi alabilir. Bu soyutlamalar, gerçek tarihten kopartılarak kendi başlarına ele alındıklarında hiçbir değer taşımazlar. Olsa olsa tarihsel malzemenin daha kolay sınıflandırılmasını, ayrı ayrı tabakalarının sıralanışını göstermeye yarar. Ama hiçbir biçimde, felsefenin yaptığı gibi, tarihsel çağları güzelce düzenlemeyi sağlayabilecek bir reçete, bir şema veremezler.” 19

Bu cümlelerde reddedilenin ne olduğu, çok açık bir biçimde ortaya

19

Karl Marx, Friedrich Engels, a.g.y., s. 46. 74


GELENEK 93

konmuştur. İdealist felsefi düzlem, “özerk felsefe” (spekülatif gevezelik) reddedilir. Bu cümlelerde Marx ve Engels’in, idealist spekülasyonu, bu felsefenin skolastik fikirlerini onaylamadığı ve yerdiği açıkça hissedilir. Spekülatif ve skolastik felsefe, Hegel’in ve tilmizlerinin (genç-hegelciler) felsefesidir. Marx ve Engels, bilimsel çalışmayı önemsediklerini belirttikten sonra, “tarihsel gelişmenin gözlemlenmesinden çıkartılabilecek en genel sonuçların sentezi”nden de bahseder. Bu “sentez”, tarihsel materyalist anlayıştan başka bir şey değildir. Marx, Tezler’i ve Engels’le birlikte Kutsal Aile ile Alman İdeolojisi’ni yazarken, bir “geçiş süreci”ndedir. Henüz, üretim ilişkileri, üretim tarzı, sınıf mücadelesi gibi kavramlar tümüyle ve net bir biçimde geliştirilmiş değildir. “Geçiş süreci”nde, iktisadi incelemelerde henüz yeterince derinleşmemişlerdir. Ancak Marx ve Engels, 1843 sonları ile 1846 yılları arasındaki “geçiş sürecinde”, yeni bir anlayışın ilk formüllerini şekillendirir. Bu anlayış tarihsel, materyalist ve diyalektik bir paradigmadır; özerk yapıda (spekülatif gevezelik), kapalı bir felsefi sistem değildir. Tarihsel materyalizm, Marx’ın iktisadi toplum bilim araştırmalarına çerçeve oluşturan, bu araştırmalara uygun bir zemin sunan, kapitalist üretim biçiminin bilimsel incelemesi üzerinden daha da zenginleşen bir paradigmadır. Yaşamda bir bakış açısı anlamına gelen bu felsefi perspektif, komünist politik mücadeleyle ve dolayısıyla bu yöndeki siyasal değerlendirmelerle ilişkilidir. Örneğin, Tezler’in bütününe ve Alman İdeolojisi’ne bakıldığında, düşüncelerle toplumsal pratik arasındaki diyalektik bağ kavrandığından, toplumsal olaylara karşı alınacak tavırla materyalizm ilişkilendirilir ve pratikteki gerçek materyalist tutum, devrimci (komünist) politik mücadele olarak görülür. Tarihsel materyalist anlayış, “geçiş süreci”nden sonraki siyasal çalışmalarda (Komünist Manifesto ve Fransa’daki sınıfsal ilişkilerin değerlendirildiği “üçleme”de) siyasal analizin, bilimsel çalışmalarda (kapitalist üretim biçiminin analizinin yapıldığı Ekonomi-Politiğin Eleştirisine Katkı ve Kapital’de) bilimsel incelemenin dokusunda bulunur. Örneğin Komünist Manifesto’da, tarihsel materyalist anlayışla komünist politik faaliyet aşikar biçimde ilişkilendirilmektedir. Felsefi boyutun, bilimsel boyut ve politik perspektifle oluşturduğu bu düzenli örüntü, Marksist teorik sistemin bütünlüğünü sağlar. Marx ve Engels “geçiş dönemi” çalışmalarıyla, materyalist felsefe geleneğine tarihsel değerlendirmeyi ve diyalektik mantığı dahil eder. Tarihsel materyalizmin doğuşundan önce, 18. yüzyılda İngiliz ve Fransız materyalizmi gelişmiştir. Bu dönemin materyalistleri, birey ve doğanın yanı sıra, toplumsal konularda da görüşlerini dile getirir; ancak onlar, düşüncelerle toplumsal koşullar arasındaki ilişkiyi mekanik/anti-diyalektik bir biçimde kavrar. Bu filozoflar “tek yanlı” yaklaşımlarıyla, insanları edilgen düşünce sahibi tekil varlıklar olarak görüp, onların toplumsal etkin pratiklerini ve

75


Marksizm ve Materyalizm

oluşturduğu toplumsal ilişkilerdeki çelişkileri kavrayamaz. Yine, toplumsal ilişkilerin çeşitli ideolojilerde düşünsel temsiller şeklinde nasıl yansıtıldığı konusuna eğilmez, ideolojilerin ve düşüncelerin oluşumundaki toplumsal mekanizmayı dikkate almazlar. Bu klasik felsefeler, dönemin bilimsel gelişim düzeyi ve bilimin genel paradigmatik yapısı dikkate alındığında, doğanın bilimsel incelemesiyle uyumlu yorumlar içerir ve bu incelemeleri felsefi açıdan anlamlandıran bir temel sunar. 17-18. yüzyıl doğa bilimlerinin paradigması, Galilei, Newton, Copernicus, Kepler ve diğer bilim adamlarının paylaştığı kabullerden ve ortaya koydukları yasaların dayandığı ilkelerden oluşur. Gözlemden/deneyden bağımsız nesnel yasa anlayışı, mekanik nedensellik, atomcu/indirgemeci anlayış bu ilkelere örnek olarak verilebilir. Ancak, toplumun/tarihin bilimsel incelemesi için klasik materyalist temsil, yeterli bir temel zemin ya da çerçeve sunmaz. Çünkü tarih ya da toplum, öznelerin pratiğini, düşünsel temsillerin oluşumunu ve geliştirilmesini de içerir. Mekanik materyalistler, gerçekliğin bir temsilini kendi felsefelerinde, düşüncelerinde oluştururken, bu düşünce biçiminin, felsefelerin, gerçeklikteki yerini, işlevini ve sınırlarını göremez. Bir düşünsel temsilin öğelerinin tek tek nasıl oluştuğunu değil de, ayrı ayrı temsillerin nasıl oluştuğunun açıklamasını, farklı bilinç biçimlerinin gerçeklikteki yeri, işlevi ve oluşum/gelişiminin değerlendirmesini, klasik materyalist felsefeler yapamaz. Onlar daha çok, toplumun, akla uygun ve değerli saydıkları ilkeler temelinde düzenlenmesini ister. Oysa, varlığın, gelişiminin belli bir evresinde toplumsal/tarihsel varlık durumuna gelmesi ve düşünceler üreterek kendi gelişimini kavramasında, tarihsel süreç içinde gerçekleştirdiği diyalektik ilerleme ve gerçekliğin bütünsel gelişiminde, varlıkla düşünce arasındaki etkileşimli ilişki kavranmalıdır. Bu kavrayış, ayakları üzerine oturtulmuş, idealizm yerine materyalist bakış açısıyla ele alınmış diyalektik mantığın; İdea’nın değil varlığın, gerçeklikteki gelişimin diyalektik mantığının kavranışıdır. Tarihin, toplumların gelişiminin, bir mantığı olduğuna inanılması, toplumsal varlıklarla düşünceler arasındaki ilişkiyi de içeren, gerçekliğin diyalektik bir mantığının var olduğunun kavranılması, tarihsel materyalizme geçişte yakalanan kritik halkadır. Bu noktada, diyalektik mantığın ve tarihin felsefi yorumunun, Hegel felsefesinin mirası olduğu belirtilmelidir. Ancak bu miras, Marx ve Engels tarafından aynen devralınarak kullanılan bir şablon olarak görülmemelidir. Tarihsel materyalizmin sahip olduğu diyalektik mantık, zaman içerisinde Marx ve Engels tarafından giderek geliştirilir. Tarihsel materyalizm, toplumsal/tarihsel gerçekliğin diyalektiğini soyutlayan realist bir perspektiftir. Tarihsel materyalizm, toplum/tarih bilimlerindeki incelemeler için realist ideolojik bir kılavuz ya da anlamlandırıcı bir paradigma olabilmektedir. Materyalist felsefi ön kabuller olmadan, hiçbir konu bilimsel açıdan ele

76


GELENEK 93

alınamaz.20 İdealist felsefeler oluşturulurken, bilimsel bilgilerden yararlanılsa da, bu felsefeler bilimsel incelemeye uygun bir perspektif sunmaz. Bilimsel araştırmalarda, incelenen konuya katıksız ampirik bir yaklaşım mümkün değildir. Örneğin tarihsel materyalizm, kapitalist toplumların üstyapısal öğelerinin bilimsel incelemesi yapılırken, bu incelemeyi şekillendiren bir yaklaşım ya da paradigma olarak işlev görür. Demek ki, Tezler’de ve Alman İdeolojisi’nde geliştirilen, bir tarih anlayışıdır. Alman İdeolojisi bir tarih araştırması/incelemesi değildir. Marx ve Engels bu eserde, tarih ve toplum üzerine sahip oldukları, dönemin bilgilerine dayanarak bazı soyutlamalar yapar. Marx ve Engels bu metinde, sahip oldukları iktisadi, tarihsel, siyasal bilgileri değerlendirip, idealist tarih anlayışını eleştirir; tarih ve toplum hakkında bazı soyutlamalar yaparak perspektiflerini geliştirir. Marx, yıllar sonra yazdığı Ekonomi-Politiğin Eleştirisine Katkı ve Kapital gibi eserlerinde bile, klasik anlamıyla bir tarih bilimi incelemesi yapmaz. Amacı, kapitalist üretim biçiminin kapsamlı bir değerlendirmesini ve eleştirisini yapmaktır. İdeolojilerin, devletin, sanatsal üretimlerin, siyasal olayların birlikte kronolojik bir çizgi üzerinde bütünsel gelişimini, tarih bilimi kapsamında ayrıntılarıyla incelemez. Klasik bir tarih yazımı niyeti olmadan, daha çok kapitalizm çağıyla sınırlı, dev boyutlu bir teorik çalışmayı yapmayı planladığı, ancak ömrünün Kapital’in ilk cildini yayınlamaya yettiği bilinir. Yine de, kapitalist üstyapısal öğeler üzerine yaptığı incelemelerden, tarihsel materyalist perspektif kapsamında yer alan bazı sonuçlara ve soyutlamalara ulaşır. Engels’le birlikte, bunların işleyiş, oluşum mekanizmaları ve gelişimlerindeki temel eğilimler üzerine saptamalar yapar… 1846’dan yıllar sonra Engels’in anlayışlarına, doğa bilimlerindeki bilgileri yorumlamaya çalışarak bazı felsefi katkılar yapmaya çalıştığı, görüşlerini daha genel bir materyalist perspektife dayandırmaya çalıştığı da doğrudur (Doğanın Diyalektiği, Anti-Dühring). Ancak bu çalışmalar, fikir jimnastiği olarak görülemez ve skolastik bir doğa felsefesi oluşturmak için yapılan çalışmalar değildir. Engels, Marx’la beraber kararlaştırdıkları bir işbölümü uyarınca, doğa bilimlerindeki gelişmeleri izleme görevini kendi üzerine alır. Ancak, bu işbölümüne ve Engels’in doğanın diyalektiği üzerine değerlendirmelerine bakarak, Marx’ın bilimsel incelemeyle, Engels’in diyalektik Bilim, birtakım varsayımlara dayanır: “1) Kendi dışımızda bir olgular dünyasının varlığı, 2) Bu dünyanın bizim için anlaşılabilir olduğu, 3) Bu dünyayı bilme ve anlamanın değerli bir uğraş olduğu.” (Cemal Yıldırım, Bilim Felsefesi, Remzi Kitabevi, Dokuzuncu Baskı, 2004, s. 22.) Bu varsayımlar materyalizmin varsayımlarıdır. İnsanların zihinlerinin dışında nesnel bir gerçekliğin olduğunu materyalizm kabul eder. Bilgi edinmek olanaklıdır; bu tez de, materyalist yansıma ya da karşılıklılık teorisine işaret eder. Bilimsel bilgilerin doğruluğunu sınamanın ve dolayısıyla dünyayı değiştirmenin olanaklı olduğunu da materyalizm benimser. 20

77


Marksizm ve Materyalizm

mantık ve felsefeyle uğraştığı, birbirlerine zıt eğilimlerle çalışmalar yaptıkları sonucuna varılamaz. Pekiyi ama Engels’in, 1840’lı yıllarda gözlenen paradigmatik sıçramanın gerçekleşmesinin üzerinden yıllar geçmesine rağmen, doğa bilimleri alanıyla ilgilenip, bu alan üzerinden felsefi soyutlamalar yapma çabasına nasıl bakmalıdır?.. “İhtiyar” Engels’in bu alandaki çabası, “Avrupa Marksizmi”nin “çaplı” temsilcileri tarafından çoğu kez suçlanır. Lukacs’ın yorumu, buna örnektir: “Yöntemin toplum-tarihsel gerçeklikle sınırlı tutulması çok önemlidir. Engels’in diyalektiği yorumlama biçiminden kaynaklanan yanlış anlamalar, aslında Engels’in -Hegel’in verdiği yanlış örneğe dayanarak- diyalektik yöntemi doğa bilgisine de genelleştirmeye kalkışmasından ileri geliyor. Çünkü diyalektiğin asıl belirleyicileri (determinantları) şunlardır: Özne ile nesne arası karşılıklı etkileşme, teori ile pratiğin birliği, kategorilerin düşüncede uğradığı değişmelerin kök-nedeni olarak onların temelindeki tözde, yani gerçeklikte meydana gelen tarihsel değişmeler.” 21

Oysa, Engels’in felsefi yorumlarıyla, doğanın diyalektiği üzerine değerlendirmeleriyle ne yapmaya çalıştığını anlamak gerekir. Bu çalışmalar, özünde materyalist anlayışın ve diyalektik mantığın zenginleşmesine katkı olması niyetiyle yapılır. Özerk bir felsefi sistem oluşturmadan, doğa bilimlerindeki gelişmelerin değerlendirilmesi, felsefi açıdan yorumlanması, dünyanın materyalist kavranışında ve gerçekliğin işleyiş ve gelişim mantığı olan diyalektiğin anlaşılmasında önem taşır. Tarihsel materyalistler, doğanın ve doğanın tarihinin (gelişiminin) yorumlanmasında da materyalisttir. Üstelik, tarih içerisinde, insan pratiği ve düşüncesinin doğayla etkiGyörgy Lukács, Tarih ve Sınıf Bilinci, Çeviren: Yılmaz Öner, Belge Yayınları, Birinci Baskı, 1998, s. 57-58, dipnot 6. “Diamat”ı pozitivist olmakla eleştiren Larrain’de de, benzer bir düşünce gözlenir. “Doğanın diyalektik bir mantığı yoktur”, “doğa bilimlerinin yöntemiyle Engels’in ortaya koyduğu diyalektik ilkelerin ilişkisi yoktur” türünde yorumlar yapan Larrain’in görüşlerinin (bkz; Jorge Larrain, a.g.y., s. 83-91) eleştirisi, başka bir çalışmanın konusu olabilir. Bu yaklaşımlara ve Larrain’in diğer yaklaşımlarından bazılarına katılmamaktayız. Örneğin Larrain, çelişki ilkesinin doğada değil, sadece tarihte ve ancak sınıflı toplumların oluşmasıyla birlikte geçerliliği olduğunu savunur. Aslında, doğanın ve toplumların gelişiminin diyalektiğinde, gerçekliğin farklı alanları ve katmanlarındaki süreçlerde, bunlara spesifik olan ve başka alanlarda/katmanlarda geçerli olmayan işleyiş mekanizmaları, bilimsel yasalar vardır. Bununla ilişkili olarak, diyalektik ilkelerin ve kavramların kapsamı, evrenselliği konusunda tartışılabilir. Ancak Larrain, bu tartışmayı bir yana bırakın, iki değerli formel mantığın “p önermesi hem yanlış, hem de doğru olamaz” (mantıksal olanaksızlık ya da mantıksal “çelişme”) ilkesiyle, doğadaki ve toplumdaki süreçler arasında veya bir süreci oluşturan eğilimler arasında var olan “karşıtlığı”/”çelişki”yi, birbirine karıştırmaktadır. 21

78


GELENEK 93

leşiminin ürünü olan doğa bilimleri incelenerek, bu etkileşimin yolu, bilimsel çalışmanın mantığı da kavranır. Elbette, Engels’in yaşadığı dönemdeki doğa bilimleriyle ulaşılan sonuçlardan bazıları günümüzde aşılmış durumdadır. Görelilik ve kuantum teorisi gibi bilimsel ilerlemelerle birlikte, “paradigma kaymaları” da gerçekleşmiş bulunmaktadır. Uzun bir süredir Marksistlerin, diyalektik mantığı geliştirmek için doğa bilimlerinin sunduğu bilgileri yorumlamayı büyük ölçüde ihmal etmiş olduğu görülmektedir. Engels’in “doğanın diyalektiği” konusunda sonuca ulaştırmadığı saptamalarını ve bazı geliştirilmemiş formüllerini tekrarlamaktan başka, bizim bildiğimiz kadarıyla, Marksistler tarafından, bu konuda yoğun bir çaba gösterilmemektedir. Öte yandan, Engels’in bazı cümleleri, yazdıklarının bağlamı içerisinde değil de, izole edilerek ele alınırsa yanlış sonuçlara varılabilir. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu adlı eserinde şöyle yazar: “Ama bu anlayış (Marksist tarih anlayışı -MB), tarih alanında felsefeye son vermiştir, tıpkı diyalektik doğa anlayışının da her çeşit doğa felsefesini gereksiz olduğu kadar olanaksız kılması gibi. Her alanda, artık, kafasında birtakım zincirlenişler kurup tasarlamak değil, ama onları olayların içinde bulup çıkarmak söz konusudur. Böyle yapılınca, doğadan ve tarihten sürüp atılan felsefeye, ancak salt düşünce alanı, demek ki, düşünme sürecinin kendi yasalarının öğretisi, yani mantık ve diyalektik kalıyor, o da salt düşünce alanının hâlâ varlığını sürdürmesi ölçüsünde.” 22

Bu cümlelerden ikincisindeki “her alanda, kafasında birtakım zincirlenişler kurup tasarlamak” ifadesiyle Engels, “klasik Alman felsefesi”nin “klasik” bir özelliğini belirtir. Aktarılan satırlar, eser içerisinde “klasik Alman felsefesi”nin değerlendirilmesi bağlamında yer alır. Zaten yazdığı eserin adında da, neyin “sonu”nun geldiğine vurgu yapar. Engels aktarılan alıntıda, “tarih alanında felsefe” ifadesiyle, Hegel’in felsefesine gönderme yapar; “her çeşit doğa felsefesi” ifadesiyse, Feuerbach, Moleschott, Büchner, Vogt’un felsefelerine işaret eder. Pekiyi, “Marksist tarih anlayışı” ve “diyalektik doğa anlayışı” ifadeleri ne anlama gelmektedir?.. Alıntılanan cümlelerde “klasik” spekülatif felsefi uğraşı (spekülatif “geviş getirme”) eleştirilmekte, Feuerbach ve diğer doğa felsefecileriyle birlikte, Hegel’in felsefesinin de tarihsel olarak aşıldığı belirtilmektedir. Bunlar ne ile mi aşılmaktadır? Marksist tarih anlayışı ve diyalektik doğa anlayışıyla; bahsetFriedrich Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Çeviren: Sevim Belli, Üçüncü Baskı, 1992, s. 57. 22

79


Marksizm ve Materyalizm

tiğimiz “klasik” özelliği taşımayan bu perspektiflerle... Klasik Alman felsefesinden miras olan ve geriye kalanınsa, diyalektik mantık olduğu vurgulanır. Engels bu satırların biraz ilerisinde şu cümlelerle, 1848 devrimi sonrasında Almanya’nın siyasal bir gericilik dönemine girdiğini belirterek, yazdığı kitapçığı bitirir: “1848 devrimi ile birlikte ‘kültürlü’ Almanya, teoriye yol verdi ve pratiğe geçti (...) kurgu, tapınağını hisse senedi borsasına kurmak üzere filozofun çalışma odasından gitgide daha çok uzaklaştıkça, kültürlü Almanya, en büyük siyasal gerileme döneminde, Almanya’nın şanı olmuş olan o büyük teorik anlayışını (...) (bilimsel araştırma anlayışını -MB) yitiriyordu (...) Ve felsefe de dahil, tarihsel bilimler alanında, eski uzlaşmaz teorik zihniyet, klasik felsefe ile birlikte, boş bir seçmeciliğe, kariyer ve gelir kaygılarına yer vermek, ve en bayağı bir ikbal avcılığına kadar düşmek üzere gerçekten tamamıyla yok oldu. Bu bilimin resmi temsilcileri, burjuvazinin ve bugünkü devletin ilan edilmiş ideologları oldular (...) (Sonuçta -MB) Alman işçi hareketi, klasik Alman felsefesinin mirasçısıdır.” 23

Althusser’in birçok alanda sahip olduğu yanlış görüşlerinden bir diğeriyle, bu noktada da karşılaşılmaktadır. Althusser, üzerinde durduğumuz ve yukarıda aktarılan cümlelerinden yola çıkarak, Engels’i “pozitivist” olmakla niteler. Üstelik, kendi görüşlerini kabullendirmek için, Lenin’in felsefi çalışmalarını kendince yorumlarken, Lenin’in adının oluşturduğu etkiyi kullanma cüretini de gösterir. Althusser, Engels’in yukarıda alıntıladığımız cümlelerini bakın nasıl anlamaktadır: “Felsefe görevini tamamlamıştır. Şimdi yerini bilime bırakmalıdır. Bilimler ilişkilerinin birleştirici, bütünleyici organik sistemini bilimsel anlamda gösterme durumuna geleli beri, artık ne bir doğa felsefesine (Naturphilosophie) ne de bir tarih felsefesine (Geschichtephilosophie) ihtiyaç kalmıştır. “Felsefe için ne kalır bunların dışında? Bir nesne: Diyalektik, yani düşüncenin ve doğanın en genel kanunları (ama bu kanunları da bilimler sağlar). Öyleyse bilimler tarihinden çıkarılabilecek olan düşüncenin kanunları kalıyor geriye (...) Engels, (...) kendini pozitivizmden gerçek anlamda kurtarmış değildir.” 24 a.g.y., s. 57-58. Louis Althusser, “Lenin ve Felsefe”, Lenin ve Felsefe içinde, Çeviren: Erol Tulpar, Yayına Hazırlayan: Murat Belge, İletişim yayınları, Birinci Baskı, 2004, s. 81. Murat Belge’nin ve Birikim tayfasının yıllardır Batı Marksizm’inin yaklaşımlarını Türkiye soluna servis yaptığı bilinir. Şimdi İthaki yayıncılık Althusser kitaplarının yeni baskılarını yaparak, liboşların faaliyetiyle oluşmuş olması muhtemel bir Althusser “sempatizanları” kitlesinin üzerinden, iyi gelir elde etmeyi umuyor olabilir.

23 24

80


GELENEK 93

Engels’in yazdıklarında yer alan “Marksist tarih anlayışı” ve “diyalektik doğa anlayışı” yerine, bir çırpıda “bilimler” kelimesi geçiriliverir... Elbette Engels, bilimsel çalışmaları önemser ve “zincirlenişleri olayların içinde bulup çıkarmak”tan da bahseder. Ancak Engels pozitivist değildir. Althusser’in Engels’i, “pozitivizm”le yaftalaması doğru değildir. Aslında, Engels’in materyalist felsefeyle bilim arasındaki ilişkiye dair görüşünü, şu satırlar özetler niteliktedir: “Materyalizm, doğa bilimleri alanında çağ açan her yeni buluş ile kaçınılmaz olarak biçimini değiştirmek zorundadır; ve tarihin kendisi de materyalist bir yoruma tabi tutulalı beri burada da yeni bir gelişme yolu açılmaktadır.” 25

19. yüzyıldan bu yana, felsefi büyük sistemlerin kurulması yerine, bilimsel gelişmelerin doğurduğu sorunlar üzerinden felsefi tartışmaların yapıldığı görülmelidir. Örneğin, kuantum teorisi, görelilik teorisi gibi bilimsel atılımlar, idealist ve materyalist yorumcular arasında çeşitli tartışmalara yol açmıştır. Tarih/insan bilimleri alanındaysa, daha dar bölmelerde, post-yapısalcılık, post-modernizm gibi bazı felsefi perspektiflerle yapılan çalışmalar yaygınlaşmaktadır. Bir yandan da dil felsefesi, pozitivizm, yapısalcılık, varoluşçuluk, bilim felsefesi gibi alanlar oluşmuştur. Materyalizm ve idealizmin, tarihsel seyirle birlikte güçlendiği/zayıfladığı, atılım yaptığı/köreldiği dönemler olur. Tarihte genel ve ortalama bir eğilim olarak, materyalist/realist görüşlerin zamanla derinleşip yetkinleştiğinden bahsedilebilir. Ancak bir o kadar da, kitlelerde, metafizik, mistik, idealist görüşlerin yaygınlaştığından bahsedilebilir. İnsanlığın çeşitli toplumsal pratikleri üzerinden türeyen realist ve metafizik ideolojiler arasındaki savaşımda, realist ideolojik üretimin ve genel olarak materyalizmin nihai ve kalıcı zaferi, ancak komünizmin ileri bir döneminde gerçekleşebilecektir. Bu durum doğal ve toplumsal süreçler üzerinde ne ölçüde ve derinlikte egemenlik kurulduğuyla ilişkilidir. Toparlanırsa; “tarihsel diyalektik materyalizm”in, doğa ve toplum bilimlerinin sunduğu verilerin yorumlanmasıyla, gerçekliğin soyutlanmış diyalektik mantığını içermesi; bilim dallarının ortak ilkelerine, kavramlarına, yaklaşımlarına işaret etmesi ve bilimsel incelemeleri anlamlandırıcı bir çerçeve oluşturması, onun “paradigma” özelliğini gösterir. “Tarihsel diyalektik materyalizm”, realist, bilimsel düşüncelerle uyumlu felsefi bir perspektif ya da paradigmadır.

25

Friedrich Engels, a.g.y., s. 25. 81


Marksizm ve Materyalizm

“Paradigma”nın anlamı Doğa bilimleri alanında, paradigmaların kuruluşu öncesindeki “bunalım” dönemini ilk tasvir eden Kuhn’dur. Kuhn, bilimsel ilerlemenin doğası konusunda kısmen sağlıklı değerlendirmeler yapar. O’na göre, bilimsel ilerleme birikimci bir tarzda gerçekleşmez. Bilim tek tek keşif ve icatların birikmesiyle değil, “bilimsel devrim”, “olağan bilimsel faaliyet”, “bunalım” ve “yeni bir paradigmanın kuruluşuyla birlikte gerçekleşen yeni bir bilimsel devrim”,* dönemlerinin birbiri ardına gelmesiyle ilerler. “Bilimsel gelişmedeki büyük dönüm noktaları” olan bilimsel devrimlere örnek olarak Copernicus, Newton, Lavoisier, Maxwell, Einstein gibi isimlerin çağrıştırdığı bilimsel başarılar verilir. Örneğin, Copernicus ve Kepler’in, yeni bir paradigma kurarak astronomi biliminin temellerini atmasından önce, astrolojinin ideolojik söylemleri, Tycho Brahe’nin sayısız ölçüm ve gözlemleri bulunur. Bilimsel devrim öncesinde rakip paradigmalar birbirleriyle yarışır. Her biri, inceleme konusu olan fenomenleri kısmen açıklayabilir ve her biri için kendi yapısıyla uyuşmayan gözlemler vardır. İçlerinden biri, temel bir ya da birkaç yasanın ortaya koyulmasıyla, bu fenomenlerin ve aykırı gözlemlerin açıklamasını yapar. Bu paradigma, kendisinden çıkarılan öngörülerin deneyle gösterilmesiyle bilim adamlarını bir süre sonra ikna eder. Çoğu kez bu ikna süreci, eski paradigmayı savunmakta direnen bilim adamlarının dışlanması ya da ölmesiyle ve yeni kuşak bilim adamlarının, yeni paradigmayı benimseyip, bu çerçevede olağan bilimsel faaliyetlerini gerçekleştirmeleriyle tamamlanır. Yeni paradigmalar, bakılan sürecin, olayın farklı algılanmasını temsil eder. Kuhn bu durumu, bir görsel kalıptan (Gestalt’tan) diğerine atlama örneklerine (genç-yaşlı kadın, ördektavşan figürü) benzetir. Yeni paradigma, eskiden kullanılan kavramlar, terimler arasındaki ilişkileri, kavramlar setini ya da ağını, deneylerin düzenlenme biçimini vb. değiştirir. Çoğunlukla, yeni paradigmanın ortaya konması, bunalım belirtilerinin üzerinden birkaç yıldan daha uzun bir süre geçmeden olur. Bir/bir kaç keşif, yasa ya da teorinin ortaya konmasıyla beliren yeni paradigmayı, çoğu kez eski paradigmalardan biriyle kendini sınırlamamış, çok dar bir uzmanlık alanı içine girmemiş, genç yaştaki insanlar geliştirir.26 Kuhn’un kusuru, saptamalarını toplumsal yapı içerisine oturtamayışı ya da toplumsal ilişkilerle bağlantılı bir şekilde soyutlamalarını yapamayışıdır. Kuhn, bilimsel başarıları, tarihsel dönemlerin genel dünya görüşü çerçevesi içerisinde dikkate almaz. Bilimsel ilerlemenin doğası üzerine Bu dizilimin, Hegel’in “yadsımanın yadsınması” ilkesiyle uyumlu olduğu söylenebilir. Bkz; Thomas S. Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, Çeviren: Nilüfer Kuyaş, Alan yayıncılık, Üçüncü Baskı, 1991. *

26

82


GELENEK 93

geliştirdiği tezlerin, bilimi, sanat ve felsefe gibi alanlarda kaydedilen başarılardan ayırt eden özelliklere işaret ettiğini düşünür.27 Kuhn, “bunalım dönemleri”nin “bilimsel devrim”le aşılması sürecinde, bir paradigmanın rakip paradigmalara üstün gelmesinden bahsederken, rakip bilimsel yaklaşımları/ anlayışları da “paradigma” kelimesiyle adlandırır. Kuhn, “siyasi devrim” ile “bilimsel devrim” arasında biçimsel bir benzerlik, koşutluk bile kurmuştur.28 Ancak, bilimsel ilerlemeyi, bilim adamları topluluğuyla sınırlı bir “toplumsal” boyutta ele almanın ötesine gidemez. Yine, paradigmanın anlamını, bilimsel alan içinde kalarak genişletmek mümkün görünür.29 Ayrıca, bilimsel düşünceleri, diğer alanları da içeren, daha genel bir “dünya görüşü” düzeyinde değerlendirmek de mümkün olabilir. Bu noktada, tarihsel materyalizmin kuruluşuna ilişkin bilgilerimizi, Kuhn’un yaklaşımının getirdiği çağrışımlarla birleştirilebiliriz. Avrupa’da ortaçağ boyunca, feodal toplumsal üretici güçler-üretim ilişkilerinin gelişimindeki göreli durgunluk, sınıflar arası çelişkilerin toplumsal ilişkileri ilerleten yönündeki güdüklük, felsefi, siyasal, sanatsal, bilimsel alanlardaki göreli durgunluğa ve çelişkilerin korunmasına, statükoya yarayan dinsel metafizik ideolojik kalıpların derinleşmesine, yayılmasına yol açar. Toplumsal yaşamda sınıflar arasındaki çelişkilerin yeterince yoğunlaştığı ve dönüşüm gösterdiği, eski feodal üretim tarzının çözülüşü ve yeni toplumsal ilişkilerdeki çelişkilerin, kapitalist üretim tarzı çerçevesinde kuruluşunun gerçekleştiği dönemde, büyük çaplı, dönemin toplumsal gerçekliğindeki değişimle uyumlu ve ilerici siyasal arayışlar, bilimsel, sanatsal, felsefi üretimler oluşur. Bu dönemde dört büyük alanda gerçekleşen üretimlerin, geniş bir ideolojik spektrum gösterdiği doğruysa da, kimi örneklerde metafizik, realist, ütopik vb. çeşitli fikirlerden oluşan karışımlar gözlenirse de, ağırlıklı olarak, dönemin toplumsal gerçekliğindeki değişim eğilimine uygun, “realist” temel eğilimler, açıklamalar/yaklaşımlar içermeleri, toplumsal ilişkilerdeki çelişkilerin ilerletici yönünü temsil etmeleri yüzündendir. Bu dönemde bunlarla, metafizik, mistik ideolojik kalıplar ve arayışlar, açıklamalar arasındaki savaşım belirgindir. Örnek olarak, kabaca Büyük Fransız Devrimi’ne kadarki dönemde Avrupa’da, bu dört alanda gerçekleşen büyük atılımlar verilebilir. 16. yüzyıldan Aydınlanma dönemine kadarki tarihsel süreçte Avrupa’da, İngiliz ve Fransız materyalist felsefesini, doğa bilimlerindeki büyük ilerlemeleri, siyasal düşüncelerdeki gelişmeleri ve edebiyat, müzik gibi alt-alanlarıyla beraber Thomas S. Kuhn, a.g.y., s. 152-160, 185. a.g.y., s. 105-106. 29 “Paradigma”nın daha geniş kapsama sahip bir anlamda kullanımı için bkz; Ian Marshall, Danah Zohar, Kim Korkar Schödinger’in Kedisinden-A’dan Z’ye Yeni Bilimin Kılavuzu, Çeviren: Orhan Düz, Paradigma Yayıncılık, Dördüncü Baskı, 2006, s. 19-35. 27 28

83


Marksizm ve Materyalizm

sanattaki atılımları düşünmek, bunu görmeye yeter. Bu atılımlar, çeşitli alanlarda ve alt-alanlarda az çok ortak olan özellikleri ve yönleriyle, genel hatlarıyla ilerici bir dünya görüşünün kuruluşunu gösterir. Avukatlardan, hekimlerden, politikacılardan, bilim adamlarından, filozoflardan, aydınlardan oluşan “burjuvazi”nin (yurttaşların), bütün bu ilerici üretimleri, onların “eski düzen”le (ancien régime) oluşturduğu karşıtlıkta, ilerletici kutbu temsil etmeleriyle ilişkilidir. Bu alanlardaki atılımlar ya da “devrimler”, bilimsel aktivitelerdeki devrimlerin yanı başında, “toplumsal devrim”in sanat, siyaset ve felsefe alanlarındaki üst-yapısal bileşenleri olur. Doğanın birçok temel gücü ve olgusuna egemen olmayı getiren, doğa bilimlerindeki büyük atılım dönemi Avrupa’da, kabaca “yeni çağ”la birlikte başlar. Toplumların geleceği ve tarihsel akış üzerinde, insani olgular ve süreçler üzerindeyse, bu çağda “bilinçli” bir egemenlik kurulması mümkün değildir. Toplumsal ilişkilerin, ideolojilerin, insani olguların oluşum ve gelişim mekanizmalarını realist bir biçimde açıklamak, ancak bu oluşum ve gelişim üzerinde bir denetim kurma potansiyeli oluştuğunda mümkün olabilir. Komünizm ve tarihsel materyalizm, bu potansiyelin oluşmasıyla birlikte 19. yüzyılda doğar. 19. yüzyılla birlikte “burjuvazi”nin bir bölümü kapitalist sınıfın “organik aydını” olurken, bir kısmı da proletaryanın çıkarlarına siyasi/ideolojik bağlanma göstermeye başlar. Komünizm ve tarihsel materyalizm, kapitalizmin belirli bir gelişme aşamasında gözlenen toplumsal ilişkilerdeki çelişkilerin ilerletici yönünü temsil eder ve böylelikle ilerici bir ideolojinin/teorinin bileşeni olarak kurulur. Artık toplum bilimde, felsefede, sanatta, gerici, tutucu egemen sınıfın yönelimine karşı ilericiliğin temsilini, komünizm/tarihsel materyalizmle ilişkilenen çalışmalar yapmaya başlar. Elbette bu süreç devam etmektedir. Bu noktada, reel sosyalizmin söz konusu alanlarda gerçekleştirdiği üretimlerle, emperyalist sistemin üretimlerini hatırlamak gerekir. Kapitalist toplumsal dünya, komünist toplumsal dünyaya dönüşürken, bu dünyaların, Hegel terminolojisi kullanılarak belirtilebilir ki, “ilkeleri”, “tini” ya da görüşü de değişir. Kapitalist toplumsal dünyanın görüşü ya da “ilkesi”, kendi çağının deneyimiyle test edilir, “aşılır” ya da “yadsınır”. Bu deneyim sürecinde komünist toplumsal dünyanın ana ilkesi, “tini” ya da görüşü oluşur. Marksizm, tarih ve toplumsal gelişmeyi neredeyse tümüyle göz ardı eden klasik materyalizm türlerinden ve bu gelişmeyi idealist biçimde baş aşağı kavrayan Hegel’in felsefi anlayışından farklı olarak, yakın çağın tarih/toplumu ile bu toplumların değişim/dönüşümünü (feodalizmin çözülüşü, kapitalizmin gelişimi ve devrilişini) değerlendiren farklı ve yeni bir görüş olarak doğar. Marksizm’in kurucu paradigmasıysa, tarihsel materyalizmdir. Marksizm’in ve tarihsel materyalizmin doğuşunun nasıl olduğunu açıklamak için, dar bir uzmanlık alanıyla kendilerini sınırlamamış genç

84


GELENEK 93

yaştaki Marx ve Engels’in dünyaya geldikleri ve yaşadıkları dönemin koşulları hakkında, tarihsel bir değerlendirmeye sahip olmak gerekir. Toplumsal değişim/dönüşümün ve kapitalist üretim biçiminin işleyişinin genel kurallarının bilinçte yansımasını bulması için, soyutlanması için, değişimin, siyasetin, toplumsal hareketlenmelerin belirli bir gelişim düzeyine ulaşması, kapitalist üretim tarzının oluşturduğu toplumsal ilişkilerin çeşitli yönleriyle kurulmuş ve çelişkilerini biriktiriyor olması gerekir. Ayrıca, tarihsel materyalizmin kuruluşu öncesinde, bu ilişkilerin ve çelişkilerin parçalı biçimde yorumlandığı, değişik fenomenlerin izole soyutlamalarının yapıldığı belirtilmelidir. Tarih/toplum bilimleri alanında organize edilmemiş, bir sistem dahilinde bütünleştirilmemiş bilgi ve yaklaşım yığını, tarihsel materyalizmin kuruluşu öncesinde hazırlanmış durumdadır. Marx ve Engels’in gençlik döneminde Avrupa’da, toplum/tarih alanında çeşitli yaklaşımlar arasındaki rekabet belirgindir. Marx ve Engels’in kurduğu teorik sistem öncesinde, Alman felsefesi (özellikle G. W. F. Hegel); İngiliz iktisadi incelemeleri (Adam Smith, David Ricardo, James Mill ve diğerleri), Fransız ve İngiliz materyalistleriyle politikacılarının felsefi-siyasal görüşleri (18. yüzyıl Aydınlanma döneminin materyalistleri, Büyük Fransız Devrimi’nin siyasal kadrolarından Maximillien de Robespierre, Saint Just ve diğerleri, Saint Simon, Charles Fourier, Robert Owen, Etienne Cabet, Flora Tristan gibi ilerici ütopyacılar, Proudhon, Babeuf, Blanqui ve diğerleri); Aydınlanma dönemi aydınlarının toplumsal görüşleri (Montesquieu, Rousseau, Voltaire, Condorcet ve diğerleri) ve Fransız tarihçilerinin toplumsal sınıflar ve sınıf mücadelesi gibi kavramları, betimsel tarzda da olsa kullandıkları tarih yazımı denemeleri (François Qesnay, Benjamin Costant, Augistin Thiery, Mignet, Guizot, Thiers ve diğerleri) rakip yaklaşımlar olarak halihazırda bulunur. Bu yaklaşımların sahip olduğu, akılcılık, insan aklına duyulan güven, “Robinsoncu” bakış açısı, ilerleme ve özgürlük düşüncesi, dine/metafiziğe karşıtlık gibi az çok ortak olan ilkelerden, değerlerden ve paradigmatik kavramlardan da bahsedilebilir. Yine bu yaklaşımlarla toplum/tarih konusunda birçok kavramın, gözlem sonucunun, bilginin ve perspektifin biriktiği kesindir. Ortada yeterli bir eylem, bilgi, deneyim ve görüş birikimi bulunmaktadır. Bunların çoğunda, görece realist olan ama yetersiz ve dönemin koşullarını yansıtan düşünceler, sınıflar arasındaki toplumsal ilişkilerin ve insanların doğayla olan ilişkilerinin değişiminde, bu değişimin, ilerici, dönüştürücü yönü ile tutucu, muhafaza edici, gerici yönü arasındaki savaşımda, genel olarak ilerici yanı temsil eder. Marksizm öncesi burjuva siyasal iktisatta fizyokratların, merkantilistlerin, klasik iktisatçıların oluşturduğu çeşitli ekoller bulunur. Bu ekoller, belirli tarihsel evrelere karşılık gelir ve her bir evrenin temsilcileri, bir önceki evrenin temsilcilerinin görüşlerini eleştirir. Bu eleştiriler tarihsel

85


Marksizm ve Materyalizm

olarak mümkün olduğundan yapılabilir. Başka bir ifadeyle, kapitalizmin gelişim göstermesiyle birlikte oluşan toplumsal çelişkiler eleştirilerin kaynağıdır. Böylelikle, kapitalist sınıfın dünya görüşünün bir bölmesini oluşturan siyasal iktisadın yaklaşımı, tarihsel gelişimle birlikte değişir. Marx’ın siyasal iktisat eleştirisiyse, tarihsel yeni bir dönemin açılışına işaret eder. Bu eleştiri, kapitalist sınıfın değil, işçi sınıfının çıkarları açısından yapılır. Marksizm’in kapitalizm eleştirisi devrimcidir; çünkü, Marksizm doğduğunda, kapitalizmin geliştire geldiği çelişkilerin kökleriyle kavranması ve aşılma yolunun görülmesi olanaklıdır. Sonuçta, burjuva devriminin, kapitalist üretim biçiminin, tarihsel/toplumsal gelişimin yakın dönemdeki durumunun ve gelişme/dönüşme eğiliminin en kapsamlı ve bütünsel açıklamasını Marksizm yapar. Marksizm’in kurucu paradigması olan tarihsel materyalizm, bahsettiğimiz birikimin üzerinde tarihsel bir sentezle doğar. Bu paradigma, eski dünya görüşünün bazı ilerici yönelimlerini muhafaza ederek geliştirir ve onları tarihsel olarak kapsayıp aşarak, onlardan farklı bir görüşü oluşturur. Toplum bilimlerinde realist ve bilimsel yaklaşımların kurulmasında, Marksizm’in yapmış olduğu büyük atılım da, emekçilerin Marksist sistemin realist düşüncelere katkılarını, çok daha zenginleşmiş ve farlılaştırılmış bir içerikle benimseyecekleri komünizm dönemiyle birlikte sürecektir. Komünizmde, “tarih öncesi”nin sınıflarıyla birlikte bu evre’nin tortusu olan gerici, tutucu metafizik her türden değer ve ideoloji yok olacak; tarihin bilinçle yapıldığı evre’nin başlangıcıyla birlikte realist, bilimsel, ilerici ideolojiler düşünsel üretimde egemen olup, insanlığın biriktiregeldiği en iyi, en ileri değerlerin, estetik/sanatsal üretimlerin korunup geliştirilmesinin yanı başında, dünyamızın görüş spektrumunu oluşturacaktır. İşte o zaman doğa bilimleriyle toplum bilimleri arasındaki uçurum ortadan kalacak ve bunlar, komünist dünyanın görüş spektrumunda, realist/bilimsel düşüncelere sahip, birbiriyle uyumlu birer bileşen durumuna gelecektir.

86


Şehitlik Miti

Siyasi ve Toplumsal Değer Çarpıtmaları ile

Murat Papuç

“…Savaştıklarımdan nefret etmiyorum Savunduklarımı sevmiyorum…” Yeats

Anlam ve değer yaratılmasının tarihsel kökenlerini eşeleyerek mitolojik öykülerdeki izleri ortaya çıkarmak ve sonrasında da bunların insani değerlerdeki kalıntılarını bulmak ve bunlar üzerinden tahliller yapmak daha çok antropologların işi olsa gerek. Tabii ki bu alanda yapılan tespitler ve dayanakların serimlenmesi önemli; ama biz “ölüm” gibi bir fenomen üzerinden yapılan siyasetin anlamını tahlil etmeye çalışarak daha farklı tespitlere ulaşma ihtiyacıyla tartışacağız. “Biz, ulus olarak, tarihin ilk yazılmaya başlandığı zamandan bu yana sahnedeyiz, bugün de varız ve gelecekte de olma kararlılığına sahibiz” türü bir çerçeve içinde üretilen değerlerin yönetsel ve ideolojik karşılığının “ulus-devlet” ile “milliyetçilik” olduğunu biliyoruz. Bu bağlamın kalıcı sayılan olgularının ise toprak, dil, inanç, değer ve ortak geçmiş birlikteliği ile gelecek ülküsü olduğunu da hatırlarsak, bu kurgu ve değerlerin anlamlılığına inanma ve bunlar uğruna gerekiyorsa hayatını vermenin nedenlerini açıklamak zor değil. Doğal olmayan nedenlerle anlam verilen değerler uğruna hayatından vazgeçmek, çoğu inançta da bir erdem olarak kabul edilmekte ve saygıyla karşılanmaktadır. İnsanlar doğru bildikleri değerler uğruna hayatlarını feda edebildikleri ölçüde kahramanlaştırılmışlardır. Ölümü seçmek ve gerekiyorsa korkusuzca ölüme gitmek bir haslet olarak algılansa bile bunu sadece “ölenin tercihi” üzerinden anlatma gayreti eksiklidir. Ölen öldükten sonra kalanlar 87


Şehitlik Miti

için bu hasletin anlamı nedir? Bu anlam nasıl mitleştirilerek toplumsal birliktelik için kullanılmaktadır? Yakın zamanımızdan örneklersek, böylesi bir çalışmaya neden gereksinim duyulduğu da fark edilir; çocukları şehit (!) olan ana babaların “vatan sağ olsun demiyorum”u ne anlama gelmektedir? Şehitlik üzerine konuşmak ve tartışma yapmaktan -bu konudaki duyarlılıklar nedeniyle- uzak durulmaktadır. Duyarlılık olan konular ise tartışılmaz hale gelince veya getirilince zamanla değerlerin çarpıtıldığı bir alan yaratabiliyor. Şehitlik ve ifade ettiği inançların boş ve anlamsız olduğu indirgemeciliğinden kaçınmak; onun yerine, bu inanç ve değerlerin savunucusu olduğunu iddia edenlerin ve bunları çarpıtarak kendi çıkarları için kullananların tutarsızlıklarını ortaya çıkartmak gerekiyor. Aslında buna benzer değerlendirmeler yapan birisinin tespitlerini hangi kimlikle yaptığı da önemlidir. Bir inanç veya ideolojinin sahiplendiği değerlerin, karşıtı gördükleri tarafından tahlil edilmesi hakaret olarak algılanmaktadır. Böyle bir kasıt olmadığını belirtmekten öte bir tartışma haklılığı iddiasında da değiliz. Yalnız birkaç vurgu; neden, hangi cesaret ve haklılıkla bu hassas konuda bir şeyler söylemeye çalıştığımız konusunda fikir verebilir diye düşünüyorum. Şehitlik, dini öğreti, milliyetçilik ideolojisi ve askerlikle bağlantılıdır. Bu satırların yazarı, ilk gençlik yıllarına kadar dini eğitim almış, sonrasında askeri okulda milliyetçilik ideolojisi ile düşünceleri şekillendirilmeye uğraşılmış, subaylığı süresince görevleri nedeniyle yakın çevresinde yaşadığı ölümler ile bunların sonuçlarını tahlil etmeye çalışmış bir sosyalisttir. Bu eğitim, şekillendirme, tahlil ve süreçler şehitlik ile ilgili birkaç söz söylemeyi haklı kılar sanıyorum. Kişisel açıdan bakarsak, önce, “şehit” olma ihtimali olanlar için bu ne anlama gelmektedir, diye sormak gerekir. İnsan, öleceğini bilen bir canlı olarak ve ölüm sonrasındaki bilinmezlikler nedeniyle, ölüm ile gelecek son -veya dinlere göre başka bir başlangıçiçin “zaten öleceğim, hiç değilse bunun bir dava ile anlamlı olması daha doğru olabilir” diyebilir. Ya da bir inanç sistemi “zaten öleceksin bunun bir anlamı olsun” diyerek sistem içindekileri veya sistem içerisine çağırdıklarını motive edebilir. Bu gerekçelerle yapılan çağrıların karşılığını her dönem bulduğunu veya bulabileceğini görüyoruz. Zaten değersiz görülen veya değersizleştirilen yaşamların bitiminin bir amaç uğruna “sevap” veya “ kahramanlık” ile taltif edilebilir olması, ölümü arzu edilir hale de getirebilmektedir. Dini veya ideolojik çağrıların kendi içerisinde tutarlığı bir anlaşılabilirlik sorunu yaşatmamaktadır. Anlaşılabilirlilik veya anlanabilirlikten çok haklılık boyutu belirleyicidir çağrılarda. Hak göreceli bir kavramdır ve moral değerlerin etkisiyle girişilen mücadelenin sonuçları belirsiz de olsa, müca-

88


GELENEK 93

dele “hak”lı görülebilmektedir. Haklı olanların mücadelelerini her zaman kazandığı söylenemez ama mücadeleler tutarlılık içerisinde sürdürülürse hiç değilse saygıyı hak edebilir diye kabul edilmektedir. Şehitlik üzerine yapmaya çalışılan tartışmayı savaşın etik yönüne kaydırmak istemiyoruz. İnananlarını gerekirse hayatlarını feda etmeye razı edebilen sistem veya inanç biçimleri, fedayı açıklayacak veya anlamlandırabilecek değerleri öğretileri içerisine hangi argümanlarla katmaktadır ve “feda çağrıları ile değerler sisteminin katılıma nedenlerinin tutarlılığı sorgulanabilir midir?” Farklı bir biçimde soruları birleştirirsek, “bir insanın inancı adına ölmesinin nedeniyle, sonuçları bakımından ölüme gönderilme nedeni arasındaki fark hangi değerlerle doldurulmaktadır?” Böyle sorarsak savaşın etik yönündeki tartışmalara girmeden ön açıcı soruları aklımızda tutmuş oluruz. Aklıselim hiçbir insanın ölmek istemeyeceği savı doğru kabul edilebilir ki bu nedenle insan soyu sayısını artırarak devam etmektedir. Bir insanın veya çocuğunun bir anlam uğruna ölümü seçmesinin veya seçtirilmesinin nedenlerini öğreti ve mitolojilerde aramak, silikleşen insani değerlere ulaşabilmemizi de sağlayabilir. Bilinçaltından veya açıkça “Sevdiğimiz birisi için veya değer verdiğimiz bir şey için ölmemiz istenirse ne yaparım?” diye sorulmuş bir soru olduğu için yukarıda sıralanan sorular için herkesin bir görüşü vardır mutlaka. Çoğunluğumuz için sevilen birisi veya değer verilen bir şey için ölen bir insan saygınlığı hak etmektedir. Pekiyi herhangi bir sistemde ve mekanizmada yer almak zorunda kalan birisi, sever (!) görünmek zorunda kaldığı şeyler uğruna ölmeye zorlanılırsa ne olacak? Mit, inanç, ideoloji ve bilim Mitler, olağanüstü kahramanlıkları, doğaüstü güçleri anlatan, bilgi öncesi ve bilgi dışı olan hayal ürünü sözlerdir. Mitler aynı zamanda inanç alanının kapsamı içindedir. Bilgisi eksik insanlığın dünyayı açıklama gereksiniminden doğan mitler, olayları hiç ama hiç açıklayamamaktansa hayal ürünü açıklamalar yapılmasını sağlayarak insanlığa uzun süre açıklanamayanları öyküler üzerinden kurgulamak için yetmiştir. Toplumun hayal gücünün etkisiyle biçim değiştiren ve hayali anlatımlar olan mitler, günümüzde de açıklanmayan veya açıklanmak istenmeyen olguları perdeleme aracı olarak da kullanılmaktadır. Mitsel öyküler, daha doğrusu masallar, destansı ve şiirsel bir dille anlatılmaktadır. Bu anlatımlar bir bakıma sanat ürünüdür ve sanatın yaşamla bağı kadar da gerçeklerle ilgilidir. Gerçekliğe ulaşmak için dinsel nitelikler de taşıyan masallardan felsefeye geçilmiştir. Felsefeyle birlikte görülebilen ve algılanabilen gerçeklikler masallarla izah edilemeyecek kadar gerçek (!) haline de gelmiştir. Yine felsefe ile birlikte insanlar izah edemedikleri olgular için soyutlama-

89


Şehitlik Miti

lar yapmışlar ve sorular sormuşlardır; neden ve niçin oluyor diye. Cesaretle sorulan sorular cevapsız kaldıkça veya geçiştirildikçe farklı işlevler yüklenen mitler, cevapsız soruları açıklamak için kullanılır olmuştur. Mitlerin alanı da bilimin alanı da temel inanç alanıyla kesişmektedir. Mitoslardan beslenen inanç, insan zekâsının bilimsel sorulara verdiği bilimdışı karşılıklardır. Bilimsel verilere ulaşmak için de yine bilimdışı evrelerden geçmek gerekmektedir. Mistik açıklamalardan bilimsel veriler çıkartabilmek için arada felsefi düzlemden de geçmeli ve dinden bağımsız özgür düşünce ile deneysel açıklamalar yapmalı, nihayetinde de kişisel çıkarımları da kavramsallaştırılabilmelidir. Mitlerin ilk olarak nerede çıktığı önemli değildir. Önemli olan hangi mitin nerede, hangi sosyo-ekonomik nedenlere tutulup benimsendiğidir. Biz de şehitlik mitinin nerede ortaya çıkıp şekillendiği ile değil, bugün için bu mitin hangi sosyo-ekonomik nedenlerle karşılık bulduğu ile ilgileneceğiz İdeolojiler düşüncelerdir ve tek tek insanların görüş ve fikirleri ideolojilerden etkilenmektedir. İdeolojiler toplumun maddi hayatından bağımsız değildir. Sınıflı toplumlarda, sınıf karakteri taşıyan, farklı çıkarların şekillendirdiği ideolojiler vardır. İdeolojiler dogmatik kabullerle şekillendirilirse ve değişmez, mutlak değerlere sahip olarak algılanırsa, akılsal nedenlerden kaynaklanmayan ve toplumun maddi hayatının değişmesine cevap veremeyen ideolojiler olarak, kendi sınıfının çıkarlarını dahi sağlayamayan ön kabuller olarak kalır. Düşünceleri dogmatik olarak kabul etmek, değişmezlik zorlaması, yaşamın ihtiyaçlarına cevap verememek ve insanların varlık nedenlerini anlamlandıramamak; insan ile düşünceler arasında var olan ilişkilerde de bir boşluk yaratmaktadır. İdeolojilerin kendisini tarif biçimi basitleştikçe ön kabulleri de o oranda keskinleşmektedir. Ön kabuller arttıkça da öykülerden -yani mitoslardanbeslenilmekte ve sonrasında da ön kabul, keskinleşme ve beslenme sürecinde ideoloji daha da dogmatikleşmektedir Açıklanamazlık da öykülere ve mistik hikayelere yer açmakta ve çalışmamızın konusu olan mitlere yönelim artmaktadır. İnsanlar yaşadıkları gibi düşünürler ve ahlaki fikirler de öyledir, yani yaşamla iç içedir. Düşünce ve fikirlerin toplumsal ilişkiler tarafından belirlendiğini ve bu ilişkilerin de her bir insanın kişisel faaliyetlerinin toplamı ve örgüsü olduğunu hatırlarsak; daha yüksek insani değerlere sahip toplumsal bir düzeninde bu faaliyet ve örgülerin etkileşimleriyle belirlenebileceğini görürüz. Bu etkileşim, ideolojilerin belirleyiciliğinde yok sayılırsa veya belirsizleşirse, silikleşmiş mitlerin belirlediği değerlerin, kafaların saf ve kısıtsız çalışması sonrasında ortaya çıktığı varsayılır- ki bu bir yanılsamadır. İdeolojilerin oluşturulmasında en çok yapılan, “ters çevirmedir”. Yani

90


GELENEK 93

değerlerin ve belki de “mit”lerin anlamlarının ters çevrilmesidir. Bu ters çevirmeyi çalışmanın bu safhasına kadar çarpıtma olarak tanımladık ama çevirme, çarpıtmadan farklıdır. Çarpıtma bir sonuç gözetmeksizin bozmaktır ama ters çevirmede bir yön verme çabası ve bilinçliliği vardır. Her ideoloji daha önceki ideolojilerce de kullanılmış ve geleneksel de olabilecek argümanları kullanır. Bu argümanları ve anlamları eşelediğimizde mitolojik kalıntılar bulmamız rastlantı olmayacaktır. Bu kalıntılar kah ters çevirmenin kah çarpıtmaların sonucudur. İnsanoğlu, “neden, niçin, nasıl” sorularını sormuş ve bunların cevapları üzerinden düşünce yapısını, sanatını, felsefesini, siyasetini, bilimini şekillendirmiştir. Günümüzün belirleyici sorusu ise, “ne faydası var?”dır. Felsefeyi akademia’ya hapseden, sanat eserlerini metalaştıran, siyaseti bir azınlığın çıkarlarına dönüştüren ve bilimi insanlık yararına çalışmalar yerine kâr getirecek tekelci ürünler bulma yarışı haline getiren de bu faydacı yaklaşımdır. İnsan boyutundan bakılırsa, kişisel ilişkilerden siyasete katılmaya, meslek seçimine kadar aynı yaklaşımı ve belirleyeni olan aynı soruyu çıkarmaktadır karşımıza; “bana ne faydası var?”. Bu ara hatırlatmalar sonrasında çalışmamızın sorularına, “ölürsem ne faydası var?” sorusunu ekleyelim mi? Mitler, masallar ve güncel yaşam dolayımı ile şekillendirdikleri… Sevgi, erdem, onur, mücadele gibi hasletler anlambilim metotlarıyla ve sadece kavramsallaştırılarak günlük yaşamdaki karşılığı ile tarif edilebilir mi? Sanmıyorum... Adı anılan değerler kulaktan kulağa aktarılan ve kahramanları değişse bile mesajı aynı olan öykülerle tazelenir akıllarda. Ferhat ile Şirin, Spartaküs, Karacaoğlan ve Prometheus öyküleri olmadan adı geçen değerlerin tarifi eksik kalmaz mı? Bir davranışın veya tutumun değerliliği yalın olarak adı ile anılmamalıdır. Bir onurlu insan davranışı bir eylemlilik içerisinde belli olur. Yaşam karşısındaki seçimleri ve ani gelişen olaylara karşı takındığı tutumlar belirler onurluluğunu. Yani bir yaşanmışlık içerisinden bilinir onurlu insan. Sevilecek kadar değer verilmeyen bir insana veya sevgisi uğruna emek vermeyen ama sevdiğini söyleyene kim inanmak ister? Uğruna mücadele ettiği düşüncelerin sürekli yenilgiye uğratıldığına şahit olan ama ısrarla tekrarlanan aynı acı ve bedellere rağmen inatla karaciğerinin her sabah kemirileceğini bilerek devam edemeyeceklerle kim ortak ve beraber mücadeleye girişir, kim onların davasının haklılığına inandığına inanır? Günlük yaşamda, mücadelede ve duygularda adı anılan değerlerin sadece sıfat olarak kalmamasını sağlayan, insanlığın ilk ilişki biçimlerinden itibaren ortaya çıkan değerler ve bu değerleri anlaşılır hale getiren öyküleştirilmiş inanmalardır. Burada şunu vurgulamak ve hatırlatmak gerekir ki dile getirilen inanç

91


Şehitlik Miti

salt dogmalara dayanan, dinsel aidiyetin getirdiği sorgusuz teslimiyeti işaret etmemektedir. Ama yalın olarak inanmaktan kastedilen; değer yargıları, tahlilleri ve yetileri ölçüsünce bir insanın salt inanmasıdır. Bu noktaya getirerek bırakamayız. Bu vurgular ile hatırlatmalar, çalışmamızın zeminini daha da sağlamlaştırmak için yeterli değil elbette ama şunu söyleyebiliriz; insani değerin içi boşaltıldıkça, bunlar etrafında örülen insan öyküleri de anlamını yitiriyor. Başlarda sorduğumuz soruyu tekrarlayalım “insan değer verdiği bir şey için hayatını verir mi?”, yani sevgisi, onuru, erdemliliği için veya inandığı mücadelesi için? “Bu vermenin değerliliğine inandıran nedir?” diye başlarda sormuş olduğumuz ve tekrarladığımız soruya ek yapalım. İnsan ve savaş İnsan üzerine ve insan eylemlerinin değerliliği üzerine yapılacak tartışmalar bilginin olduğu kadar inancın da konusudur. Bilgi ile beraber işlenecek olan inançlar çeşitlendikçe, bunların birbirlerine olan üstünlüğünden söz etmek yersizdir. Değişken değerler, temel değerlere karşıtlık taşıdığı sürece, değer uğruna verilen bedel yaşam bile olsa, değerin bilgi ile sağlamlaştırılmaya çalışılması da gereksiz bir çaba olmaktadır. Bu çabanın gereksizliği oranında dogmalara ve bu dogmaların inançlar alanındaki tezahürlerine de yer açılmaktadır. Bilginin sağlamlaştırmasına gerek kalmadan inanç üzerinden yapılan açıklama değil, ancak ve ancak sorgusuz bir itaat beklentisidir. Değerlilik bilgisi gerektirmeyen, salt ve sorgusuzcasına tabi olmak ile biat etmenin sonucunda yaşanılanların öz bilinç ile, irade ile seçilmiş olduğu da söylenemez. Kısa süreli çıkar ile faydacılık dışında ve değişken değerlerle yaşamanın ötesinde temel değerlere inanarak sahip olunan geçmişin bugünkü eylemler aracılığıyla geleceğe yönelik umutlarla bütünleşmesi, inancın ötesinde değerlilik bilgisi gerektirir. Yaşamdan vazgeçiş, bir insan için ne kadar önemli olursa olsun, onun bir tek kişilik yaşamının içerisinde bile bir bütünlük sağlamıyorsa ya rastlantısaldır, ya da anlamsızdır ve hatta talihsizdir. Geçmişi ve umutları bir bütünlük taşımayanlara, yani yönelimlerinin anlamını bilmeyenlere talihsiz bir rastlantı sonucunda kaybettikleri hayatları adına değer verilmesi de çağımıza uygun olan çıkarcılık ve faydacılığı çağrıştırmaktadır. Bireysellik adına mutlaklaştırılan, idealleştirilmiş ve mükemmellikle tanrılaştırılmış insan, ölüm karşısında duraksamaktadır. Bu mutlaklaştırma ve tanrılaştırma sonucunda sahip olduğunu düşündüğü önemliliğe rağmen yok saymaya çalıştığı ölümle yüzleştiğinde ise tek başına ölmek istememekte ama bu yalnız ölüme anlam yüklemek için de geç kalmış olmaktadır.

92


GELENEK 93

Seçim ve olanaklılık, özgürlük bağlamında düşünülürse iç içedir. Olanakları olmayanlar seçim yapmış olamaz ve olsa olsa zorunludur yaptıkları için. Bu iç içelik özgürlüğü çağrıştırmaktadır. Özgürlük salt evet-hayır demek veya elde edilebilecek sonuçlar veya verili bir durum da değildir. Özgürlük, yetenekler, öncelikler ve tercihler temelinde kendini cesaretle gerçekleştirebilmektir. Kendini gerçekleştirebilmek ise olanaklılık ve birçok olanak içerisinde veya sonucunda anlamlı olabilecek eylemler ile bu eylemlerin sonucundaki hedeflenene ulaşmak ve hatta elde etmekten çok, ereğe ulaşma sırasında da ilkeli ve etik davranışlar içerisinde olmak ile tutumların toplamıdır, yani bir biçimdir. Özgürlük biçiminin örgüsü içerisinde değerlilik bilgisi ile olanakları olmayanların, dolayısıyla kendi seçimi olmayanların rastlantısal ölümüne bir değer atfetmek; amaçsız bir oluşun rastlantısal sonuna, toplumsal beklenti nedeniyle ve beklentinin kolayca inanç üzerinden ifade biçimleriyle, anlam yüklenmesi ne anlama gelmektedir? Kaba bir dille söylersek daha çarpıcı olacak; yani bu rastlantısal ölüm sadece “boku bokuna ölmektir”. Bir toplumda işbölümü ne denli derinse, o toplum o denli savaş severdir ve sınıf sistemine dayalı toplumlar en savaş sever olanlardır. Savaşa insandaki saldırganlık özelliği neden olmamaktadır. Aslında saldırganlık neden olsaydı, savaş doğal neden veya nedenlerden ortaya çıkardı ve bir zorunluluk olurdu. Ama savaşlar uygar yaşamın değişik zorlamalarının saldırganlığı uyandırmasıyla ortaya çıkmaktadır. Savaş sözcüğü olumsuz, ürkütücü içerikle doludur. Farklı savaş biçimlerini sıraladığımızda olumlu ve olumsuz iki savaş türü karşımıza çıkmaktadır. Olumlu veya olumsuz anlamları içerebilecek tek bir savaş kavramı hep yapılmaya çalışılmıştır ama her savaşı aynı biçimde tarif etmek mümkün görünmemektedir. Savaş amaç değil bir araçtır. Savaş uygarlıkla yaratılan ve onunla gelişen, yüksek kültür isteyen, çok yönlü, karmaşık uygulamaları olan bir araçtır. Devlet insanları kendi amaçları için kullanabilmektedir ve devlet insanların tutkularını kendi amacı için de birleştirebilmektedir. Bu birleştirmelerin içerisinde rastlantılarla ortaya çıkan savaş kahramanları ise aslında aklın hilesine uğramış “tin kurbanları”dır. Pekiyi savaşın haklı tarafında olanın yozlaşmadan kendini gerçekleştirmesi ile savaşın haksız tarafındaki arasındaki karşılaştırmanın ölçütü ne olacaktır? Bu karşılaştırmadan savaşın haklı tarafında olan adına yeni bir toplum, yeni bir ahlak ve yeni bir yaşam çıkacaktır ve savaşın haklı tarafında olanın halka sağladığı “ahlaksal sağlık” olacaktır bizce; ama tinsel kurbanlar olmadan! Burada dile getirilen haklılık ise değerlilik bilgisi ile elde edilebilecek, yeni düzeni belirleyecek olan ideallere dayalıdır. Özgürlük, eşitlik ve adalet gibi...

93


Şehitlik Miti

Ölümün Türkiye’deki sosyolojisi ve şehitlik Farklı sınıf ve toplumsal tabakaları eşitleyen mutlak bir olgudur ölüm. Üretim araçlarına mülkiyetine sahip olan azınlık durumundaki toplumsal sınıfın mülkiyetine ve dolayısı ile gücüne sahip olamayanların eşitleneceği tek alan olarak, üst çıkar gurupları tarafından yaratılan değerler uğruna ölünerek ulaşılacak “saygınlık” (!) kalmaktadır. Egemen sınıftakiler ölümü “doğal” karşılarken, ölüme dair kültürel değerleri farklı olan sessiz yığınlar, ölüm durumunda yıkılmaktalar ve bu ölümlerin yıkıcı tahribatı da sessiz yığınlar için daha kalıcı olmaktadır. Bu ölenin yakınlarının sosyo-ekonomik dengesinin bozulması, güvencelerinin yitimi, ölene karşı yaratılmış olan aidiyet duygusunun inanç üzerinden devamlı kılınmaya çalışılması kadar ölüm nedeni de ölümün izlerinin kalıcılığını belirlemektedir. Geleneksel kültürlerin olduğu yerlerde ölüm bir azalma olmasına rağmen belki de çarpık bir şekilde dayanışmayı arttırmakta ve toplumsal bütünleşmeyi sağlamaktadır. Yine toplumsal bağların yeniden onarımını sağlamakta, dolayısıyla bütünleştirici ve birleştirici işlev görmektedir. Bu bütünleştiriciliğin dolaylı etkileri nedeniyle de geride kalanların yalnızlığı yine çarpık bir şekilde daha da artmaktadır Canlı iken umursanmayanlar, sevilmeyenler veya ilgi gösterilemeyenler, çarpıtılmış sonuçlar nedeniyle öldüklerinde daha fazla değer verilmekte ve kutsanmaktadır. Bu kutsama toplumsal bir anlayışta, yani “ölümseverlik”te hüküm sürmektedir. Yaşarken hiç değer verilmeyen birisi, ölümseverlik nedeniyle ve ölüm biçiminden dolayı kutsallaştırılmaktadır. Bu ise ölenin toplumsal tutumların devamlılığı adına kahramanlaştırılması ve tinsel olarak kurban edilmesidir; ikinci bir ölümdür (!)... Bu törensel öldürme de şehitlik üzerinden ritüellerle yapılmaktadır... Ölen yakınları olan ve ağıt yakanlar kitlelerinin duygu ve tepkilerinin temsilcisi olmaktadır. Bu kaybı yaşadıkları için de ölme nedenleri üzerine bir şeyler söyleme haklılığı sessizce verilmektedir ölenin yakınlarına. Ölen için biçilen rol abartıldığı ölçüde de, ağıt, tepki ve söylem abartılmaktadır. Savaşma ruhu da yeniden ve yeniden canlandırılmaktadır. Ölen üzerinden yakılan ağıt dolaylı bir biçimde ölme ülküsüne yapılan bir şölendir de aynı zamanda. Tekil anlamda kayıp olarak görünen bu ölümlerin devamında şölenleştirilen törenlerin sayısı ve sıklığı arttıkça da ait olma duygusuna ve uğruna ölünenin değerliliğine vurgu yapılmaktadır. Ölüm, dinsel, mitsel ve kutsalın yeniden üretilmesine, canlandırılmasına veya işlerlik kazanmalarına kaynaklık etmektedir. Pekiyi ölüm sonrası ölenin yakınlarının bazılarının “vatan sağ olsun” derken bazılarının “vatan sağ olsun demiyorum” demesi ne anlama gelmektedir? Her iki ayrı haykırış ölenlerin değerlerinin ortaklığı üzerinden anlaşılabilir mi? Aynı nedenlerden ölümlerin yakınlarında bıraktığı iki farklı iz dinsel, mitsel veya

94


GELENEK 93

kutsalın yeniden üretilmesine nasıl kaynaklık edebilmektedir? Asker olmak, bir değer uğruna ölmek ve öldürmek “…savaşlar salgınlar gibi ‘yansız’dır. Ölülerin oluşturduğu yığın dost ve düşmanlardan oluşur…” Elias Canetti

Savaş, canlı olduğunda tehlikeli olanları, mümkün olduğunca çabuk ve toptan öldürmek demektir. Daha çok öldüren kazanır savaşı. Ölme tehdidi saldırgan dürtüleri açığa çkarır. Karşıdakinden önce öldürmek gerekliliği söz konusudur. Savaş alanındaki herkes birbirini öldürmekte, ölenler şehit olmakta ve kim olursa olsun hayatta kalanlar da kahramanlaşmaktadır. Günümüzün teknolojik savaşlarında yukarıda anlatılan yüzleşme yani savaş alanında bir bir mücadele görüntüsü eksikli kalıyor olsa da hangi kuvvetle ve kimler arasında olursa olsun yalın olarak mizansen budur; ölmek ve öldürmek. Ölüm olmadığı sürece savaş gerçek bir savaş değildir, olsa olsa -savaş için söylense de- bir oyundur ancak. Saldırgan dahi kendisinin hedef olduğunu ve tehdit altında olduğunu kanıtlamaya çalışmaktadır. Beklenen zafer adına aradaki kayıplar kabul edilebilmektedir ama olası yenilgiyi yaşamaktansa göz göre göre hep birlikte yok olmak dahi istenebilmektedir. Öldürmek için taraf olanın öldürmeyi düşündüğünden önce ölmesi sadece rastlantısal bir öncüllüktür. Buna değer atfedilmesi, sonradan ölebileceklere şimdiden ölümlerinin anlamlı olduğu konusunda yapılan bir çarpıtmadır. Tabii ki burada savaşın haksız tarafında olup da isteksizce ölüme gidenlerin ölümünden bahsedilmektedir. Bu anlamda ölüm sadece yalın ölümlülüğün doğal olmayan biçimde gelmesidir ve -olmayan- bir şahadetten de bahsedilemez. Ölümünün çarpıtılabileceğini bilen için bu ölüm ihtimali, atlatılması dilenen rastlantısal bir olay olarak kaldığı sürece hâlâ anlaşılabilir bir yönü de vardır. Anlaşılmaz olan şudur ki bu çarpıtmanın farkında olduğu halde bunu sonradan çarpıtabileceklerle birlikte değer ortaklığına dönüştürerek hiç değilse (!) boşa gitmeyecek bir ölüm haline getirme çabasıdır. Bu kolaycılığa inanç içerisinden de dışarısından da baksanız çelişkili durum ortadadır. Ölümün olduğu ve hatta kutsandığı bir yerde bu motivasyonla savaşanlar için ölmemek-ölememek yani hayatta kalmak ne anlam taşımaktadır? Hayatta kalmak ölmemekle birlikte ölmemek için öldürmüş olmak demektir. Ölmemek, içerisinde olunan grubun savaşı kazandığını göstermese de, 95


Şehitlik Miti

ölü yığınlarının içinde olmamak kişisel bir zafer midir? Hayatta kalabilmek rastlantısal da olsa bir kahramanlık mıdır? Ölenlerin sayısı arttıkça kalanların prestiji daha da artmaktadır. Bu prestij ölenler üzerinden olumlanmaktadır ve bu olumlama için savaşın hangi tarafında olunduğu hiç önemli değildir çünkü herkes dost ve düşmandır birbirisi için… İnancın süreklilik adına karşıtlar arasında devri nasıl olmaktadır? “saçma olduğu için inanıyorum” “anlayayım diye inanıyorum” Anselmus “inanayım diye anlıyorum” Aquinas

İnandığımızı mı bileceğiz? Yoksa bildiğimize mi inanacağız? Çalışmamıza yol açan soruyla son gelinen noktayı kesiştirirsek şu soru elimizde cevaplanmak/cevaplanamamak üzere kalmaktadır; “bir değer uğruna ölmenin anlamlı olduğuna inanıyorsan bu ölüm, değerliliğin bilgisinin bir sonucu olabilir mi?” yoksa “Bildiğim kadarıyla anlam verdiğim bir değerlilik uğruna ölmek değerli midir? Bir değer uğruna ölmeyi bilmek mi yoksa inanmak mı anlamlı kılar ölümü?” Yaşamını önemseyen bir insanın eylemlerinin neden, anlam ve sonuç arasındaki kesintisizliği varlığının koşuludur. Önceki yaşamların deneyimleri ile kendi yaşamında elde ettiği izlenimleri biriktiren insan bu deneyim ve izlenimleri sonrasında eylemleri ile anlamlı değerlerin korunacağına inanırsa, bu değerleri gelecek kuşaklara ve aynı anlam içerisinde süreklilik kazandıracaklara devretmek için gerekirse yaşamını verebilir. Yoksa insan arkasında bir şey bırakamaz. Bu bir şey bırakmanın anlamı şu andaki yaşamanın ve eylemlerin değerini de belirlemektedir. Uğruna öleceği değerin uğruna ölmeye değip değmeyeceğini öldükten sonra bilemeyecek olsa bile, değerliliğini yaşamıyla belirlediği için ve bu bedeli ödemeye hazır olduğu için zaten kendi içinde değerlilik kazanmaktadır. Pekiyi uğruna ölünen her şey, ölümü değerli kılacak anlamlara sahip değilse ve özgürlük, eşitlik ve adalet gibi değerlere ulaşmanın parçası olmayacaksa, uğruna ölmek, ölünen şeyi değerli kılar mı? Uğruna ölünecek şeyin değerliliğini belirleyebilecek etik ölçütlere sahip olamayan bir bireyin teslimiyet sonucunda ölümünün değerliliğinden söz edilebilir mi? İnsan ancak tür olarak ölümsüzdür. Bir insan veya ait olduğunu düşündüğü grup insanlık adına bir şey yapmaya çalışsa da bunu bir insan yaşam süresi içerisinde veya grup oluşumu içerisinde başaramayabilir. Ama eğer amaç değerli ise gelecektekiler bunu gerçekleştirmeye çalışabilecekleridir. 96


GELENEK 93

Bu devinim ve süreklilik olmazsa insanlık arkasında bir şey bırakamaz. İnsanın hayatını belirleyen kesintisiz eylemler zinciri değerler, amaçlar ve hedefler tarafından yönetilir. Eylemlerin sonuçlarının bir anlamı vardır ve bu sonuçlar hayata bir anlam verebilir. Eylemler sonucunda kalan anlam tortularının, değer, amaç ve hedeflerle uyumluluğu ve insanlık için değerliliği, feda edilenleri ve bedelleri anlamlı kılar. Yaşamını feda edebilecek olan için sonuçtan en azından yaşamdayken emin olabilmesi ise değerlilik bilgisi ile olur, anlatılan masallarla değil tabii ki. Ölebilecek kadar cesur ve bağlı olmak kendi başına hiçbir değer atfetmemektedir ölmeye hazır olana. Bu atfetmeyi kendi ölçütlerince ve çıkarlarınca belirleyen ve insani değerlere uygun olmayan bir sistemin öncesinde anlam verilen değerleri çarpıtarak toplumsal ihtiyaçlarmış gibi sunmasının nedenleri sorgulanmalıdır. Hep ölümün kıyısında ve içerisinde ölüm geçen emirlerin parçası olmuş ama ölmemiş olanların, kendilerine sorduğu soruların yol açıcılığında buraya kadar gelip yeni soru ve cevaplar aramadan anlamlı bir karar vermesi gerekmektedir, eğer bir mücadele içerisinde olacak ve savaşın haklı tarafının içerisinde yer alacaksa. Yok sayılmaya çalışılan değerlerim ve çalınan emeklerim için şu an ölmeye hazır olmam ile yalınkat bir düzen koruyucusu bilinçsiz iyi (!) askerken ölüme hazır olmam arasındaki anlamlı farkı, mitsel öykülerle izah etmeye hiç mi hiç gerek duymuyorum. Bunca adaletsizlik, onursuzluk, sömürü ve ihanetin olduğu düzene karşı ölümü kuru kuruya cesaretle karşılamaktan çok, keskin mücadele için hayatta olmak gerekli ve bu gereklilik daha da zor ölümden. Sosyalistler zor olanı seçtiler ve akılda tutulmalıdır ki; düzeni değiştirmek ölümü seçmekten çok daha zor! Ölümün kıyısında ama yaşamın ve de mücadelenin içerisinde olduğumuz için karaciğerimiz her gün kemirilse de onursuz yaşamak zorunda kalanların bir defalık (!) anlamsız, rastlantısal ve kaçamak yok oluşuna karşı, yaşamı ve mücadeleyi yeğlemeliyiz...

97



Egemen İdeoloji: Tarihsel Arkaplan ve Güncel Görevler Ulaş Can Cengiz İdeoloji kavramı hakkında yazılacak çok şey var elbette; ancak bir yazı bütün bunları kapsamaya yetmez. Burada amacım, ideoloji tartışmalarında önemli bir yere oturduğunu düşündüğüm “egemen ideoloji” kavramına değinmek ve bu tartışmalara belirli bir katkıda bulunmaya çalışmak. Bu tartışmalara aşağıdaki iki başlık altında katkı yapmayı deneyeceğim: 1- Egemen ideoloji, egemen sınıfın ideolojisi midir? Yani ona özgü müdür, yoksa egemen ideolojilerin öncelikli belirleyeni kendisinden önceki toplumdan devraldığı miras mıdır? Eğer öyleyse bu miras nasıl bir döngüyle devrolur? 2- İdeoloji egemenlik temelini nereden alır ve bu temele nasıl müdahale edilir? Daha açık ifade etmek gerekirse, egemen ideolojiyi değiştirmek için ona hangi açıdan, nasıl yaklaşmak gerekir? Birinci sorudan başlamak gerekirse, bir Marksist olarak, bu sorunun cevabının tutarlı bir tarihsel değerlendirmenin ardından verilebileceği kanaatindeyim. Bu yazının çerçevesi de en çoğu bunu karşılayabilecek ve buna yoğunlaşabilecek kadar dar. İdeolojilerin bütününün temelde maddi kaynaklı olduğu tezinden yola çıkacağım. Bunun gerekçesinin anlaşılacağını umuyorum. Başlayalım: Evre 1: İlkel toplumlardan sınıflı toplumlara geçiş İlkel (komünal) toplumlarda bilindiği gibi ilkel anlamıyla sınıfsız bir toplumsal formasyon görülür. Bu formasyonun öne çıkan özellikleri arasında, insanların henüz birbirleriyle mücadele etmeye başlamamış olmaları, aksine doğayla bir yaşam mücadelesine girmeleri var. Bunun yanında insanların doğayla mücadelesi süresince birbirleriyle ister istemez ortaklaşalık

99


Egemen İdeoloji

üzerine kurulu bir yaşantıları var. Dolayısıyla, bu yaşantının belirleyenleri arasında, doğa koşullarını dönüştürene kadar onlara uyumluluk başta geliyor. Gene başta gelen bir şey daha var ki, asıl onun üzerinde duracağız: Doğal zorlanma karşısında ortaklaşa yaşama zorunluluğuyla beraber bütün düşünsel gücü doğayla mücadeleye aktarma. Bu noktada şöyle bir tez öne sürülebilir: İdeolojiye ihtiyaç, doğa anlaşılmaya başlanıp maddi eşitsizliklerin ve sömürü koşullarının ortaya çıkmasıyla belirir. Buna dayanarak şu söylenebilir: Maddi eşitsizliklerin ortaya çıkması, onları gizleme ihtiyacını da beraberinde getirir. Bunlara geleceğiz. Devam edelim: Doğanın anlaşılmaya başlamasından kastım; insanların nasıl hayatta kalabileceklerini öğrenmeleri, alet yapımına başlamaları ve işbirliğinin yanı sıra cinsiyete dayalı ilkel işbölümünün ortaya çıkması. Cinsiyete dayalı ilkel işbölümünü çok açmaya gerek yok. Erkekler avcılık, kadınlar toplayıcılık yapar vs. Bence asıl değinilmesi gereken konu, bir basamak üst işbölümü: Kabile tarzı yaşamaya başlayan topluluklarda kabile reislerinin ve büyücülerin üretimden kopmasını sağlayan işbölümünden bahsediyorum. Bu tarz işbölümünü biraz açarsak, karşımıza kabilelerin nasıl oluştuğu ve sistemlerini nasıl ayakta tutabildikleri sorusu çıkıyor. Oluşmaları, insanın sosyal bir varlık olması kadar normal. Bir o kadar normal olan şey de, oluşan kabilelerden üretimden kopacak bireyler çıkması. Dönem insanlarına işbölümünü öğreten bu olayları, bu özelliklerinden dolayı, ilerici olarak tarif ediyoruz. Ancak burada işimiz, egemen ideolojinin nasıl ortaya çıktığını araştırmak olduğundan, sorunu bu sistemin nasıl oturtulduğuna ve bir sonraki sisteme kadar nasıl ayakta kalabildiğine evriltmemiz gerekiyor. Yukarıda, maddi eşitsizliklerin ortaya çıkması, onları gizleme ihtiyacını da beraberinde getirir demiştik. Aynı zamanda, yukarıda yaptığımız incelemelerin ardından bir şeyden daha söz edilebilir: Bu gizleme, servet gizlemesi olarak değil, sömürü gizlemesi olarak kendini gösterir. Egemen ideoloji kavramına yaklaşıyoruz. Korku İdeolojisi Normal olduğunu söylediğimiz sınıf ayrışması, bundan belki yüz binlerce yıl öncesine dayanmasına rağmen, bugün bu ayrımın nasıl gerçekleştiğine dair fikirler üretip tartışabiliyoruz. Bilimin şu an geldiği nokta bu alanda bize büyük kolaylık sağlıyor. Elimizde bu konuda inceleme yapabilecek kadar veri de var. O halde gerçeğe en yakını bulabilmek için gerçekliği kanıtlanmış verilerden gitmek en sağlıklısı. O zaman şöyle başlayabiliriz: İlk toplumların tarımla uğraşmaya başladıkları dönemden sonra, toprağa

100


GELENEK 93

bağlı yaşam, üretim artığı oluşmasını sağladı. Bu üretim artığıyla beraber onu dağıtmak gibi bir dert de ortaya çıktı. Dolayısıyla, kabile içinde daha güçlü olan bireyler, artık üründen daha fazla pay almaya başladılar. Bu, şimdi kabile reisliği diye adlandırdığımız yönetim mekanizmasını doğurdu. Fakat, bu mekanizmanın doğması yetmezdi, kendi sürekliliğini de sağlaması gerekiyordu. İdeoloji kavramının oluşum sürecinde en önemli noktanın bu olduğu kanaatindeyim. Bu kavramın ortaya çıkış süreci, kabile reislerinin kendilerini üst bir varlık olarak gösterme ihtiyacıyla başlamıştır. Bu ihtiyacı karşılayabilecek en önemli silah ise “korku”dur. İlkel toplumlar tarihi boyunca korku, insanların doğayla verdikleri mücadelede hep karşılarına çıkmıştır. Bu korku önce doğanın çeşitli mekanizmalarına tapınma, sonrasında kendi ürettiklerine tapınma şeklinde gelişse de, doğanın psikolojik saldırı mekanizmalarından biri olarak tanımlayabileceğimiz korkuyla mücadelenin kazananı hep insanlar olmuşlardır. Zaten aksi takdirde doğaya karşı verilen yaşam mücadelesinin kazanılması da mümkün olmazdı. Ancak, bunun zorlu bir mücadele olması, egemenliğini kabul ettirmek isteyenlere önemli yollar göstermiştir. Şöyle: Egemenliğini kabul ettirmek isteyen kabile reisi, insanların korkularının üstüne giderek, korkularını yenmeleri için kendisine ihtiyaçları olduğunu, bu yüzden kendisinin üst bir varlık olduğunu kabul ettirmenin en kolay yöntem olduğunu keşfetmiş, ardından bunu uygulamıştır. Bununla beraber, üst sınıfa yükselen büyücüler vb. kesim de aynı mekanizmayı kullanarak, tarihte ezenlerin ezilenlere sürekli uygulayacağı temel politikalardan birinin temellerini atmışlardır. Evet. Egemenliğin ilk ortaya çıkışında kullanılan düşünsel zeminin “korku” üzerine kurulduğunu söyledik. Buna farklı bir açıdan bakmak gerekirse, ilk egemen ideoloji, doğrudan korku tarafından oluşturulan “korku ideolojisi”dir. Bu kavramın ilk defa kullanıldığını sanmıyorum, ama zannedersem bu anlamda ilk defa kullanılıyor. Dolayısıyla söylediğimi açmak gibi bir sorumluluk hissediyorum: Korku ideolojisi derken, ister istemez ideoloji kavramına değinmek zorundayım. İdeolojiyi belli bir doğrultuda, belli şeyler ifade etmek amacıyla gelişen/geliştirilen düşüncelerin bütünü olarak tanımlıyorum; konuma ve konumuma göre, bunun görece daha az tehlikeli bir tanımlama olacağı kanısındayım. Bu noktadan hareketle “korku ideolojisi” tanımlamasını; insanların basit anlamda epistemolojik eksikliklerinden kaynaklanan korkuları üzerinden, bu korkuları egemenlik ilişkilerinde belirleyen olarak kullanmak amacıyla geliştirilen düşüncelerin bütünü, olarak yapabilirim. Bu ideolojinin geliştiricileri olarak da ilkçağ egemen sınıflarını hedef gösterebilirim.

101


Egemen İdeoloji

Bir noktaya daha vurgu yapmak isterim ki, o da; korku ideolojisinin gelişiminin tamamıyla kendiliğinden olduğudur. Korku ideolojisi, egemen sınıfların egemen olmak için verdikleri bir mücadelenin sonucu olarak değil, egemenliklerini pekiştirmek ve sağlamlaştırmak istemelerinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Çünkü ilkçağ topluluklarında elinde fiziksel güç olan bireylerin diğerleri üzerinde egemenlik kuracağı açıktır. Asıl mesele o egemenliği “tanrısal” ilan etmektedir. Bu da, egemenlerin doğada buldukları -ve kendilerini de az çok etkileyenkorku mekanizması üzerine yoğunlaşmalarını, onu çıkarları doğrultusunda kullanmalarını getirir. Bunun sebebi ise tamamen epistemolojiktir; yani biraz güçlü olan ve zekâsını yeterince kullanabilen bireyler, ekstradan bir bilgiye gereksinim duymadan egemenliklerini kurup, pekiştirebilmişlerdir. İlk egemen ideolojiyi saptamaya çalıştık. Bu bağlamda önümüze “korku ideolojisi” kavramı çıktı. Şimdi bu kavramın, ilk sınıflı toplum belirtilerinden, sınıflı toplum yapısının hâkimiyetini resmen ilan ettiği köleci toplumlara kadarki gelişimini irdeleyelim. Egemen ideoloji şekilleniyor Köleci toplumları tanımlarken, dikkatinizi çekmiştir, “sınıflı toplum yapısının egemenliğini resmen ilan ettiği toplumsal formasyon” tanımını kullandım. Bunun elbette birkaç nedeni var: Öncelikle köleci toplumlardan önce, yeni oluşmaya başlayan egemenlik ilişkileri gelişmeye ve pekişmeye başlamış, bu da egemen sınıfı ister istemez korku salgılayan bir düşünsel mekanizma üretmeye itmişti. Bu bağlamda ideoloji diye adlandırdığımız kavram ilk belirtilerini “korku” alanında vermişti. İşte tam da bu noktada sorulması gereken önemli bir soru daha var: Köleci toplumlar oluştuğu sırada insanlar halen kabileler halinde mi yaşıyorlardı? Yani daha açık haliyle, insanların basit anlamda baskı ve korkuyu birleştirerek ürettikleri egemenlik mekanizmaları statik halde miydi, yoksa kendi iç dinamikleriyle ve toplumsal -kendine göre dış- etkenlerle birlikte dinamik bir gelişme sürecine mi girmişti? Herhalde, cevabı ikinci seçenek olmasa sorulmayacak bir soru. Değişim ve gelişim tabi ki ilkçağ topluluklarında da vardır. Tabi ki ilkçağ toplulukları da belli bir dinamizmi yakalamadıkları takdirde çözüleceklerini değilse de- sarsılacaklarını fark etmişlerdir. Bu noktada inceleyeceğimiz alan konusunda bir çerçeve çizmek gerekirse; üretim mekanizmalarında “korku ideolojisi”nin köleci topluluklar oluşturmadaki rolü, yeterli bir çerçeve oluşturacaktır diye düşünüyorum. Bu çerçevede, köleci toplumların oluşma sürecine bir bakalım. Yukarıda anlattıklarımız, üretenler ve yönetenler ayrışmasının ilk zamanlarından bahsediyordu. Şimdi anlatacaklarımız ise kelimenin tüm

102


GELENEK 93

anlamlarıyla “ileri” bir zamandan bahsediyor. İleri; çünkü insanoğlu işbölümü mekanizmalarını, tarih boyunca epistemolojik gelişimine bağlı olarak geliştirmiştir. Zaten Marx’ın komünal toplumların çok daha ileri bir seviyesini savunuyor olmasının nedeni de budur. Bu ayrı bir konu. Biz konumuza dönelim. İlkel kabile topluluklarından; gerek coğrafi, gerek fiziksel üstünlüğe doğrudan bağlı bir şekilde gelişenler, tıpkı iç sınıf farklılaşmalarında olduğu gibi kendileri dışındaki kabileler üzerinde üstünlük ve egemenlik mekanizması kurma yoluna gitmişlerdir. İster istemez bunu yapmışlardır, çünkü doğayla mücadele bir yandan sürmekte, bir yandan da iç egemenler egemenliklerinin getirdikleriyle yedikçe doymayan insan türünü oluşturmaya başlamaktadırlar. Böyle bir ortamda kuşkusuz ilk oluşan; barbar kabile tipidir. Barbar kabileler, yaşamlarını diğer kabileleri egemenlikleri altına alarak sürdüren, sömürü mekanizmalarının tümünü doğrudan gerçekleştiren, tek gizlemeyi korku yoluyla yapan ve bunu da fiziksel temellere dayandıran kabilelerdi. Sömürülerinin ideolojik bir temele dayanmamasının nedeni, insanları düşünsel zeminde sindirme ihtiyacı duymamalarıydı. Buradan hareketle şu sonuca varabiliriz: Sömürünün gizlenmesi gerekliliği, yani dolaylı olarak ideolojilerin kullanılması gerekliliği, sömüren, sömürülenden nicel ve fiziksel olarak güçsüz olduğu durumda ortaya çıkar. Buna dayanarak şöyle bir fikir yürütebiliriz: İlkel komünal toplumdan köleci topluma geçişte rol oynayan barbar kabileleri, kabile olarak varlıklarını sürdürememişlerdir, çünkü nicel varlıkları itibariyle ancak kendilerini sınıf olarak belirttikleri ve fiziksel müdahalenin yanında ideolojiler alanına da müdahale ettikleri ölçüde egemenliklerini sürdürebilirlerdi. Dolayısıyla böyle yapmak, yani düşünsel anlamda sömürüyü gizlemek zorunda kalmışlardır. Buradan bakıldığında da rahatça anlaşılacağı gibi egemen ideolojilerin oluşum süreçleri tamamıyla maddi temellidir. Barbar kabilelerin sınırlarını genişleterek ve daha çok insan üzerinde egemenlik kurmaya başlayarak ilk örneklerini verdiği köleci toplumlara gelelim: Köleci toplumların özelliklerine değinmek gerekirse; 1- Sömürü doğrudandır. Sömürüyü tanrısal kuvvetlerle meşrulaştırmak onu gizlemek olmadığından; sömürünün gizlenmesinin henüz söz konusu olmadığını söyleyebiliriz. 2- Egemen sınıfın salt fiziksel değil, ideolojik olarak da egemenliğini pekiştirme zorunluluğunu ilk duyduğu toplumsal formasyondur. Dolayısıyla ilk düşünsel üretimler, felsefi soru ve sorunlar, teoriler, ütopyalar vs. bu dönemde ortaya çıkmıştır. Egemen ideoloji bağlamında incelemeye devam edersek, önümüze yuka-

103


Egemen İdeoloji

rıda “korku ideolojisi” diye adlandırdığımız ideolojinin daha ileri bir formatı çıkar. Bu formatta, yeni oluşmaya başlayan sınıflı toplumlardakinden farklı olarak, düşünsel üretim doğallığını kaybetmiş, insanlar doğada gördüklerini doğrudan değil, dolaylı olarak yansıtmak zorunda kalmış, bu da ideolojik üretimi -oluşturmasa bile- hızlandırmıştır. Bunun nedenine değinmek gerekirse; Köle toplulukları egemenlerden nicel olarak açık bir farkla üstün duruma geldiklerinde egemenlerin elinde kalan tek silah nitel üstünlüklerini kullanarak ezilenleri asimile etmek, onlara nicel üstünlüklerinin bir şey ifade etmediğini anlatmak, kısacası yanlış bilinç üretmektir. Son yazdığımız paragrafın bütününe değinelim: Öncelikle egemenlerin sınıf haline gelme süreçlerinin onlar açısından bir değerlendirmesini yapalım. Bir barbar kabilesi, üretici bir kabileyi işgal eder ve makul miktarda toprak ve köle sahibi olur. Aynı kabilenin, aynı işi yapan başka kabilelerle karşı karşıya geldiğinde de kazanmış, üstün gelmiş olduğunu varsayarsak, barbar kabilenin elindeki toprak birikimi hızla artmaya başlar. Fakat kabile -doğumlar ve ölümler dışında nicel olarak- hala aynı kabiledir ve biriken toprağı biriken kölelere işletmekte pratik zorluklarla karşı karşıya kalır. Bu noktada egemenlerin yapabileceği iki şey vardır: Birincisi; fazla köleleri öldürür. Fakat eğer böyle yaparsa, diğer topluluklar karşısında güçsüz kalır. Hem fiziksel anlamda hem maddi üretim artığı (burada kâr da denilebilir) anlamında. Aynı zamanda üretimde kullanılmayan ve yağmaya son derece açık topraklara sahip olur ki; bu da onun gerek diğer kabileler karşısında gerek iç toplumsal hesaplaşması konusunda sonunu hazırlar. İkincisi ise; köle ve toprak miktarını artırmaya devam ederken, bütün bunları elinde tutmasını sağlayacak bir sistem kurmaya başlar. Bu sistem; bugünkü devletin ilk örneğini teşkil eder. (Bu noktada değinme zorunluluğu hissediyorum: Devletin ortaya çıkması da egemenlerin ikinci seçeneği tercih zorunluluklarından kaynaklanır.) Devlet örgütlenmesini oluşturan kabile veya kabileler, en başta egemenliklerini korumak için doğal yollardan yaptıklarını, bir üst düzeye çıkartıp yinelemek zorunda kalırlar. Yani doğal korkuların yerine suni korkular koyup, insanların kendilerinin oluşturduğu devlet örgütlenmesini kutsallaştırmalarını sağlamak zorundadırlar. Bu da haliyle düşünsel üretim zorunluluğunu beraberinde getirir. Yukarıda anlattıklarımız üzerinden şöyle bir tez geliştirilebilir: İdeoloji, oluşumu sırasında ilk örneklerini verdiği sırada, bu örnekler egemenlerin ideolojisi olduğundan ve toplumsallaştırılma zorunlulukları doğduğundan, ideolojinin ilk örnekleri egemen ideolojilerdir. Yukarıdaki somutlamayı tersten ele almak isterim. Yani asıl ele alınması gereken ama alınmayan perspektiften, ezilenlerin perspektifinden:

104


GELENEK 93

Tersten baktığımızda; barbar kabilelerin değil, üretici kabilelerin, yani ezilen sınıfları oluşturacak olanların gelişim süreçlerini incelememiz gerekiyor. Bunu yaparken yukarıdaki kronolojik sıralamayı kullanacağız. Üretici kabileler, işgal edildikten sonra, ilk anda sorgulayabilecekleri bir şey yoktur, çünkü olaylar doğal gelişim süreçlerine paralel gerçekleşmektedir. Daha açık söylemek gerekirse, burada bahsettiğimiz Engels’in zor teorisiyle yalınlaştırılabilir: Doğrudan saldırı yoluyla egemenlik altına alma. Yani işgal edilen kabile, zorla barbar kabilenin egemenliği altına girer. Ancak, süreç ilerledikçe, köle haline getirilen ezilen kabile mensupları, köleliklerinin nedenini fiziksel (tanrısal da kullanılabilir, o da son tahlilde “fiziksel”dir) belirlemelerden uzaklaştırmaya başlamışlardır. Gittikçe sayıları artan ezilenlerin, düşünce yapıları salt fiziksel korkudan uzaklaşmış; ancak onun yerinde oluşan boşluk, devlet örgütlenmesi tarafından doldurulmuştur. Yukarıda bahsettiğimiz “köleci toplumların egemen ideolojisi”; kendini bu şekilde kabul ettirmiştir. Zaten baskı ve zordan başka bir egemenlik aracı olmayan egemenlerin, burada yapabileceği tek şey, korku ideolojisinden yola çıkarak “mutlaklaştırma”dır. Yeni bir kavram değil “mutlaklaştırma”; fakat biraz açmamız gerekiyor. Burada bu kavrama biraz daha farklı ve fazlaca bir anlam yüklemeye çalışacağız. Korku mekanizmaları kendilerini -yukarıda bahsettiğimiz gibi tanrısal dahi olsalar, son tahlilde- fiziksel belirlenimler üzerine kurmuşlardır. Bu dahil yukarıda bahsettiğimiz şeyler köleci toplumlara kadarki süreç içinde ele alınıyor. Fakat köleci toplumlardan sonra durum değişmese bile gelişmek zorunda kalmıştır: Korku mekanizmaları, soru sorma potansiyeliyle dolan bir boşluk yaratmış, bu başlık; devlet aygıtının “kutsal, mutlak, dokunulmaz” olarak gösterilmesiyle doldurularak soru sorma potansiyeliyle dolmasının önü kapanmıştır. Yani mutlaklaştırmanın ilk örneği, devlet aygıtının mutlaklaştırılmasında karşımıza çıkar da denilebilir. Köleci toplumlarda egemen ideolojinin, “korku ideolojisi”nin bir üst safhası olan “mutlaklaştırma” olduğundan bahsettik. Buraya kadar söylediklerimizden, birinci soru bağlamında ayrıştırıcı değil, birleştirici bir sonuç çıkıyor: Egemen ideoloji, egemen sınıfın ideolojisidir; aynı zamanda egemen sınıfı zorlayan nesnel koşullarla bir önceki egemen ideolojiye revizyon getirilerek oluşturulur. Bu bağlamda bir kopuşu da temsil eder; fakat bu kopuş, sıfırdan yeni bir ideoloji kurmak değil, kapsayıp aşmak suretiyle olmak zorundadır. Bu noktaya gelmemizi sağlayan teze tekrar bakalım: İdeolojinin ilk örneklerini egemen ideoloji olarak verdiğinden bahsetmiştik. Biraz önce söylediklerimizle birleştirirsek: Egemen ideoloji, ilk ideolojik düşünce biçimi olarak; -buraya kadar ayrı

105


Egemen İdeoloji

bir tez olarak da alınabilir- sömürüyü gizleme mekanizması gerekliliğinin ortaya çıkmasıyla oluşmuştur. Bu oluşmaya tekabül eden zamanın; üretim ilişkilerinin en sert ve dolaysız yaşandığı köleci toplumlarda ortaya çıkışı tesadüf değil. Çünkü toplumlar tarihi, -kapitalizme kadar- egemenlerin egemenliklerini koruyabilmek için sertlikten ve yalın sömürü mekanizmalarından ödün vermeleriyle ilerlemiştir. Bu durum kapitalizme kadar geçerlidir; çünkü kapitalizmde egemenler çekilebilecekleri en geri noktaya çekilmişlerdir. Buna ileride değineceğiz. Şimdi, kapitalizm ve emperyalizm dönemine kadar egemen ideolojilerin hangi dinamiklerden beslendiğine yoğunlaşacağız. Elbette bu noktada köleci toplumları oldubittiye getirmek kolaycılık olur. Onun yerine köleci toplumların -zorunlu olarak- bağrından çıkan feodal toplumlara geçiş aşamasına ve bu noktada egemen ideolojinin uğradığı değişimlere, sebepleriyle birlikte değinmek istiyorum. Evre 2: Köleci toplumlardan feodal toplumlara Yukarıda bahsettiğimiz mutlaklaştırma ideolojisini uzun yıllar rahatlıkla kullanan egemen sınıflar, bu sürecin uzunluğunu ezilenlerin bir düşünme mekanizması oluşturamamasına borçluydular. Fakat sömürü mekanizmaları oturduktan ve sömürü sistematikleştirilmeye başladıktan sonra; ezilenlerin (burada kölelerin) düşünmeye başlamasıyla beraber yeni bir ihtiyaç doğdu. Kuşkusuz ezilenlerin düşünce üretmeye başlamalarının arkasında sömürünün salt doğal görünümlü olmaktan çıkması ve ideolojik boyutu ağır basan bir mekanizmaya dönüşmesi vardır. İhtiyaca gelelim. Sömürü mekanizmalarının doğallıklarını yitirmesiyle beraber, salt çoğunluğu sağlayan köleleri elde tutabilmek için varolan koşullar yetersiz gelmeye başlamıştı. Bu yüzden egemenler geri adım atmak zorundaydı. Yeni oluşan feodal toplumların konumuzla alakalı ve önemli özelliklerine değinecek olursak; 1- Bu tür toplumlarda egemenlik ilişkilerinde zor kullanımı aynı sertliğiyle devam etse de, asıl “gelişme” bu zor kullanımını saklamak noktasında yaşandı. 2- Buna bağlı olarak, ezilen sınıf içerisinde -sadece yaşama özgürlüğü de olsa- özgürlük sahibi bireyler oluşmaya başladı. Açalım: Egemenlik ilişkilerinde zor kullanımını saklamak konusunda “gelişme” yaşandığını söyledik. Evet, egemen sınıf geri çekilmek zorunda kaldığında -ki bunun nedeni bu yazının temel konusu olmasa da temel konusunun temeli olan üretim ilişkileridir- bırakmak zorunda kaldığı ilk mevzi özgürlük konusunda oldu. Kölelere özgürlükleri verilerek oluşturulan Serf sınıfına uygulanan ideo-

106


GELENEK 93

lojik baskının temellerine inecek olursak, karşımıza tekrar mutlaklaştırma ideolojisi çıkacaktır. Fakat yeniden bir kopuş süreci yaşayarak, aynı zamanda ezilen sınıfların değerlerine de sahip çıkıldığını sanmalarını sağlamak anlamında kullanacağımız “Zannettirme” ideolojisine dönüşerek. Bu da, mutlaklaştırma gibi yeniden üretilmiş ve burada biraz daha geniş anlamlar yüklenecek bir kavramdır. Somutlayalım: Egemen köle sahibi, üretim koşullarının gelişmesi ve yukarıda saydığımız bir dizi koşulla beraber, tekelinde bulundurduğu mevzilerden geri adım atmak zorunda kalır. Bunun için öncelikle yapmak zorunda kalacağı şey, kölelerinden bir kısmına toprakta çalışmak üzere özgürlüklerini vermektir. Aynı zamanda kendisi de toprak sahibi olduğundan; kölelere kendi sahip olduğu topraklarda yaşama hakkı verdiğini, bunu güvence altına aldığını ve kölelerin kendisinden bağımsız bir yaşamları olabileceğini, kendi kararlarını kendileri verebileceklerini ve dolayısıyla özgür insanlar gibi yaşayabileceklerini “zannettirecek”, bu sayede eski köle-yeni serflerini egemenlik altında tutmakta problem yaşamayacaktır. “Zannettirme” kavramının çıkış noktası burasıdır. Yukarıda yazılanlardan da görüleceği gibi, egemen ideoloji geri adım atmak zorunda kaldığından, toplumsal alanda bir ilerleme söz konusu oluyor, bu olurken de birincil belirleyen yine maddi üretim ilişkileri oluyor. Egemen ideolojinin kendi içerisinde evrilmesini ve egemenliği mükemmel koşullarda sağlayabilmesini olanaklaştırmaya yönelik çalışmalar ise, egemen sınıfların yapmak zorunda kaldıkları çalışmalar olarak görülüyor. Bu koşullarda şundan söz edilebilir: Egemen ideoloji, maddi üretim koşulları değiştiğinde kendisini evriltmek ve koşullara uyum sağlamak zorundadır. Bunu yaparken, kendisinden önceki toplumların egemen ideoloji mirasını bütünüyle devralır; fakat o mirası devraldığı haliyle kullanamaz, değiştirmek zorunda kalır. Tamamen geri adım atmaya dayalı bu evrim kendi içerisinde -sırf bu yüzden- bir kısır döngü barındırır. Bu kısır döngünün en üst safhasına geldik. Buraya kadar toplumlar tarihi incelemesiyle beraber götürdüğümüz konumuzu buradan sonra farklı bir yola sokmak zorundayız. Bu yol konuya yoğunlaşmak olacak. Çünkü toplumlar tarihinin en karmaşık kısmı olan kapitalizmi bir iki sayfayla anlatmaya çalışmak -özellikle böyle bir yazıdaöncelikle Marx’a haksızlık olur diye düşünüyorum. Bu yüzden konu üzerine yoğunlaşarak yola devam… Evre 3: Kapitalist toplum ve ötesine giden yol Üzerinde özellikle durulması gereken toplumsal formasyon, konumuz açısından şu anda yaşanıyor olmasından daha öte bir değere sahip. Bu kısır döngünün en üst safhası derken kastettiğimiz, elbette sonu pasifizme

107


Egemen İdeoloji

varan bir yargı olmayacak. Kastettiğimiz, tümüyle değiştirilebilme potansiyelinin büyüklüğü üzerinde durmak gerektiği olacak. Kapitalizmin -konumuzu yakından ilgilendirenlerle sınırlandırmak zorunda kalacağımız- özelliklerini inceleyelim: 1- Sömürünün doğrudanlığının üzeri örtülür. Öyle ki, sömürünün varlığından çok onu gizleme mekanizmaları üzerinde durmak zorunda kalıyoruz. Eğer sömürünün varlığı üzerinde durmaya çalışırsak -konu dışına çıkmasak da- çerçevemizi aşmış oluruz. 2- Egemen sınıflar sömürüyü gizlemek için kendilerini özel olarak üretmeye zorlamaktan kurtulmuşlardır. Onu yapan mekanizmalar oluşturulmuş, egemen sınıf mensupları kendilerini sömürüyü derinleştirebilmek için çalışmaya adayabilmişlerdir. Tabii bunun yanında düzenin keyfini sürmeye de… Burada ilk bakışta karşımıza kendini açık etmeyen bir sömürü mekanizmasının ideolojik tabanının nasıl oluşturulabileceği sorusu geliyor. Burada da, diğer başlıklarda yaptığımızı yapacak, yeni bir kavram kullanacağız. Bu seferki kavramımız “Uyutma” ideolojisi. Her ne kadar üzerine yüklenebilecek bütün anlam kelimenin kendisinde ilk bakışta kendini gösterse de, biz birkaç noktayı somutlayarak inceleyelim: İçinde yaşadığımız toplumdan bir işçiden örnek verelim. Sabah kalkıp işine giden işçimiz, işyerinde din, dil, ırk çatışması yaşatılmak suretiyle, eve gelirken yolda tuttuğu takımın maç sonucunu elindeki ekmekten hatta elinde ekmek olup olmadığından- daha çok düşünmek durumunda bırakılması suretiyle ve eve geldiğinde televizyonun başından kalkamayarak uyumaktadır. Bu açıdan yaklaştığımızda, karşımıza çözülmek zorunda olduğu kadar çözülmesi zor bir problem çıkar: Değişmesi kaçınılmaz olması gereken, ancak “uyutma” ideolojisini mükemmele yakın ilerletmeyi başardığı için içerisinde giderek zorlaşan görevler barındıran düzenin “değiştirilmesi” problemi. “Değiştirilmesi” kelimesine özellikle vurgu yapma ihtiyacı hissettim, çünkü bu, bize asıl öne alınması gereken meselenin insanların kafalarındaki yargıları toptan değiştirmek olmadığını, aksine en öncelikli meselenin üretim ilişkilerini tersyüz etmek olduğunu tekrar tekrar hatırlatıyor. Korku ideolojisi tabanında güncel görevler Bilinç ve siyaset kavramları arasındaki ilişkinin, burada çok büyük anlamlar taşıdığı kuşkusuz. Şöyle açıklayabiliriz: Bugün; yukarıda bahsettiğimiz koşullarda yaşayan işçi sınıfına doğrudan bilinç götürmeye çalışmak rüzgâra karşı işemeye benzetilebilir: önünde sonunda elimize yüzümüze bulaşır. Bu yüzden yapılması gereken “uyutma” ideolojisinin ters tepmesini sağlayacak araçlar geliştirmektir. Bu araçların merkezi bir planlama yoluyla geliştirilmesi, günümüz koşulları göz

108


GELENEK 93

önünde bulundurulduğunda yerel anlamda yüzde yüz yeterlilik içeremeyeceğinden, her bir öncü bireyin kendinde görmesi gereken öncelikli sorumluluklarından biri “üretim”dir. Özellikle vurgulamak istiyorum, burada üretim derken kastedilen şey; teori, ideoloji, düşünce vs. üretmek değil; hepsini birden kapsayabilecek şekilde kendi iç mekanizmalarımızı yeniden üretmektir. Ya da Lenin’e ithafen sonsöz Buraya kadar hem egemen ideolojilerin tarihsel gelişimine değindik, hem de tersten bakıldığında bir kaynak arayışına girmiş olduk. Bulduğumuz kaynak “Korku İdeolojisi” oldu. Daha açık söylemek gerekirse, bütün egemen ideolojilerin kendilerinden sonraki tarafından kapsanıp aşılması söz konusu olduğundan, egemen ideolojilerin egemenliklerinin kaynağını korku olarak tespit etmiş bulunuyoruz. Marksistler olarak bizim görevimiz, olaylara bütünlüklü bakabilmek yanında olayların temel nedenleri -ve nasıl değiştirilebilecekleri- üzerine kafa yormak olduğundan; son söz olarak şöyle söylememiz uygundur diye düşünüyorum: İnsanların diğer insanlar üzerinde egemenlik kurabilmelerini ilk sağlayan şey fiziksel üstünlükleri ise, ve bu aynı zamanda zihinsel bir üstünlük sağlamalarına yol açıyorsa, zihinsel üstünlüğü kırmak, kaynağın üstüne gitmeyi gerektirir. Ve zihinsel üstünlük olmadığında fiziksel üstünlük de çökecektir. Bu mücadelede gereksinim duyulacak kadroların, zihinsel açıdan üstün bireyler olduğunu bilmek gerekiyor. Yukarıda yazılanların bütününe de, Lenin’in öncülük teorisine de, Emperyalizme Karşı Yurtsever Cephe’ye de bu açıdan yaklaşmak en doğrusu olacaktır.

109



ENTERNASYONAL GÜNDEM

Venezuela KP Kongre Topluyor Caracas, 23 Aralık (VKP, Basın Bürosu)- Venezuela Komünist Partisi Merkez Komitesinin Dördüncü Tam Katılımlı Toplantısı, “Devrimin Partisi”ni inşa etmek ve sosyalizm üzerine sürmekte olan tartışmayı parti içinde mümkün olan en geniş biçimde gerçekleştirme çağrısında bulunmuştur. Bu amaçla Merkez Komitesi 12. Ulusal Parti Kongresini olağanüstü olarak toplama kararı almıştır. MK’nın 22 Aralık’ta bir basın toplantısıyla kamuoyuna yaptığı açıklama bu kararla ilgilidir. Sözü edilen açıklama metninin bütünü aşağıda. BASINA VE KAMUOYUNA Venezuela Komünist Partisi Merkez Komitesinin 21 Aralık 2006’ta Caracas’ta gerçekleştirilen Dördüncü Tam Katılımlı Toplantısında Bolivarcı Devrim sürecinin lideri Başkan Hugo Chávez Frías’ın Venezuela Birleşik Sosyalist Partisi’nin (VBSP) kuruluşu ile ilgili yaptığı öneri hakkında geniş, derin ve aydınlatıcı bir tartışma yürütülmüştür. 1. Bu çerçevede VKP MK ülkemizde, kıtamızda ve tüm dünyada ABD emperyalizmini durdurmak ve yok etmek için demokratik ve devrimci güçlerin mümkün olan en geniş birliğinin kurulması yönünde kesin ve sarsılmaz tarihsel kararlılığını bir kez daha teyit etmektedir. Merkez Komitemiz ayrıca adalet, eşitlik, dayanışma, ulusal bağımsızlık hedefleri ile halkımızın egemenlik ve kendi kaderini tayin hakkına, sömürünün ortadan kaldırılması ve ezilen sınıfların tam özgürlüğü amacına, ve Devrimci Demokrasinin ifadesi olarak Halk İktidarının inşasına duyduğumuz sarsılmaz bağlılığın da altını çizmektedir. VKP olarak, ülkemizin erkek ve kadın tüm devrimcilerinin organik birliğinin kurulması yolunda ilerlemenin tarihsel bir gereksinim olduğunu bu çerçevede kavrıyoruz. 2. Venezuela Birleşik Sosyalist Partisi’ne katılım kararı alan bütün siyasal örgütleri, ilerici ve devrimci grupların organik bütünlüğüne yönelik her hareketin, niteliği ve karakteri ne olursa olsun, yurtsever güçlerin lehine bir adım olduğu inancıyla selamlıyoruz. 3. Başkan Chávez’in 15 Aralık’ta sunduğu öneriyi Bolivarcı Devrime önderlik ve komuta edecek bir yapının inşası yönünde temel bir adım olarak değerlendiriyo111


ENTERNASYONAL GÜNDEM: Venezuela KP

ruz. İç demokrasi prosedürleri çerçevesinde söz konusu öneri Partimizin bütün üyeleri tarafından ele alınarak tartışılacaktır. Bu amaçla Merkez Komitesi 3-4 Mart 2007 tarihlerinde Partinin Olağanüstü Ulusal Kongresini toplamaya karar vermiştir. 4. Olağanüstü Ulusal Kongre kapsamında aşağıdaki başlıklar Partimizin bütün hücrelerinde, yerel ve bölgesel kurullarında tartışılacaktır: a) Önerilen yeni Partinin sahip olması gereken ideolojik temeller; b) Venezuela’da kurmayı arzuladığımız sosyalizm anlayışımız; c) Devrimci bir Partinin sahip olması gereken sınıf karakteri; d) Partinin organik yapısı; e) Önerilen Birleşik Partide kolektif liderlik konusu. 5. Ayrıca 4. Tam Katılımlı MK Toplantısı, bu konunun kolektif biçimde değerlendirilebilmesi amacıyla, birlikte çalıştığımız bütün parti ve hareketler ile açık, geniş, derin ve demokratik bir tartışmanın başlatılmasını kararlaştırmıştır. 6. VKP 4. Tam Katılımlı MK Toplantısı, parti üyelerinin ve örgütlerinin kararlaştırılan Olağanüstü Ulusal Kongre sürecinde tartışacağı Temel Belgeyi gözden geçirerek onaylamak; ve bu süreçte Hücrelerin, Yerel ve Bölgesel Kurulların düzenleyeceği konferanslar ile Ulusal Kongrede uygulanacak kuralları belirlemek üzere, 13-14 Ocak tarihlerinde Beşinci Toplantının gerçekleştirilmesine de karar vermiştir. Son olarak 4. Tam Katılımlı MK Toplantısı, Partimizin bu iç tartışma ve ideolojik-politik hareketlilik döneminde amacımızın, Başkan Hugo Chávez’in ülke düzeyinde başlattığı sosyalizm tartışmasına en iyi biçimde katkıda bulunabilmek olduğunu, bunun örgütümüz açısından devrimci siyaset tanımının merkezi ve en temel konusunu oluşturduğunu duyurmaktadır. Venezuela Komünist Partisi Merkez Komitesi, 4. Tam Katılımlı Toplantı Caracas, 21 Aralık 2006

112


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.