Ekmek-Ve-Ozgurluk-5

Page 1

2010’a girerken dünya…

TEKEL işçilerinin eylemi: Duru gökte çakan şimşek gibi!

Kriz koşullarında anti-kapitalist enerji birikiyor. Sosyalist mücadele potansiyelleri gelişiyor

İşçiler, eylemlerinin bilinçli öznesi olmayı başardıklarında, muhtemel saldırıların önünü alabilir; zafere ulaşabilir; modern kölelik zincirlerini kırmaya yönelik daha büyük bir mücadeleyi tetikleyebilirler

İleri >> 9

Yurtsever >> 34

EKMEK & ÖZGÜRLÜK

A

Y

L

I

K

S

İ

Y

A

‘İç savaş’: Tevatür, tehlike, korkuluk... Kalyon >> 12

S

İ

D

E

R

G

İ

u

S

A

Y

I

5

u

O

C

A

K

2

0

1

0

u

2

T

L

AKP işçiyi eziyor, askeri kurtarıyor!

Kozmik yanılgı Hasançebi>> 12

Bütçe geçti: Kemerleri değil yumruklarımızı sıkma zamanı!

Gemici>> 27

İklim Adaleti Hareketi Benlisoy>> 30

İsmet Özel: Karakter aşınması hezeyanları Temizyürek>> 43

Günah keçisi İzmir Saraçoğlu>> 45

Modernlik: Duygularından kaçan kadınlar İstanbullu>> 46

Ertuğrul Kürkçü Yargıç, Seferberlik Tetkik Bölge Başkanlığı’nın kapısına dayanınca, sevinçle havaya sıçrayanlar da dizlerini dövenler de, sıranın “Gladyo”nun -ya da Türkçe olmayan Türkçe adıyla “kontrgerilla”nın- tasfiye edilmesine geldiğini düşünüyor. Doğrusu, politik anlamda bu opsiyon açık. Ancak bunun gerçekleşmesi, dünyanın başka yerlerindeki tasfiye süreçlerinin de gösterdiği gibi çok büyük ölçüde bu amacın arkasında sımsıkı du-

ran bir siyasi iradenin mevcudiyetine ve halkın bu siyasi programa açık ve enerjik bir destek vermesiyle mümkün. 20. yüzyıl sonu ve 21. yüzyıl başında İtalya’da, Yunanistan’da, İspanya’da, Portekiz’de, Arjantin’de, Şili’de, Brezilya’da ve başka pek çok ülkede “temizlik”ler böyle gerçekleşti. Evet bütün bu değişimlerden sonra da “devlet” devlet olarak, “sermaye” sermaye olarak, “kapitalizm” kapitalizm olarak yerinde kalmaya devam etti. Ama, politik , toplumsal ve ekonomik ha-

yatın akışında emekçiler için, yoksullar için, ezilenler için sosyalistler için bir fark oldu. Hakları için mücadele alanları genişledi, temel haklardan yararlanmaları önündeki engellerin çoğu temizlendi; bütün bu ülkelerde, solun, sosyalizmin “temizlikler”le eş anlı olarak nüfuz alanını, örgütlenme kapasitesini, gücünü ve kimi yerlerde iktidarını genişletmesi bir raslantı değil. Ve tersi de doğru, eğer değişim mızrağını sol taşıdıysa her yerde değişim ve temizlik daha derin, daha geniş ve egemenler için 2 daha sarsıcı bir biçimde

Latin Amerika Chavez ve Morales’in yolundan gidecek Latin Amerika araştırmaları ve belgeselleriyle bilinen Metin Yeğin halkların geleceğinin ABD’nin Honduras ve Kolombiya’daki ataklarının boşa çıkartılmasıyla ilgili olduğunu söylüyor. Yeğin’le Ertuğrul Kürkçü görüştü.

>> Sayfa 32

>>


2 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Türkiye

>>

gerçekleşti. Bugün Türkiye’de iktidarda yada muhalefette böyle bir irade var mı? İkitdarda, AKP’nin “üçüncü adamı” Bülent Arınç’ın imaları bir yana bırakılacak olursa, “ikinci adam” Cumhurbaşkanı Gül ve “birinci adam” Başbakan Erdoğan’ın Seferberlik Ankara Bölge Başkanlığı’ndaki aramalar başladığından beri silahlı kuvvetleri korumayı ve kuşkudan uzak tutmayı gözeten açıklamalarla eş zamanlı olarak Genelkurmay’ın izlediği “hukuk yolunu” açık tutma tavrı bir arada okunduğunda kovuşturmanın Türk Silahlı Kuvvetleri komuta kademesiyle Hükümet arasında süregiden gergin mutabakatı sarsmaması konusunda bütün tarafların azami itinayla hareket ettiğine kuşku bırakmıyor. Bunun Türkçesi şu: Yargıç, Seferberlik Tetkik Bölge Başkanlığı’ndaki aramalarda ne bulacak ya da Genelkurmay onun ne bulmasına imkan verecek olursa olsun, silahlı kuvvetler ve hükümet bazı tadilatlara uğrasa da yapının yerli yerinde kalmasında mutabık. Gerçi hukuksal denetimin, ucu “kontrgerilla”ya uzanan kapıdan girmesinin kendi başına bir önemi yok değil. Dokunulmaz addedilen, her türlü hukuki kovuşturmadan bağışık olduğu varsayılan bir askeri yapının “suç koğuışturması” kapsamında araştırmaya karşı koyamayışı, “gizlilik sınırları”nın aşınması, “hesap verebilirlik” tartışmalarına konu olması, “devlet sırrı” kavramının gözden düşmesi, başlı başına gelişme sayılabilir. Ancak bu henüz hukuksal bir bağlamda gerçekleşen bir gelişme. Yukarıda, yönetenler katında tartışmayı, siyasi bağlama, yani bu yapının devlet aygıtı içerisinden sökülüp atılması ihtiyacına taşıyan yok. Görünen o ki, buna ihtiyaçları da yok. Ortalama liberal yorumcular devletin bu tür yapılara gereksinimi olduğunu kabul ediyorlar aslında -ama denetlenmek şartıyla. Ulusalcı muhalefet ise ordumuzun böyle bir birimi olmadığına, olan bitenin bir tertipler silsilesi olduğuna kendisi inanmasa da milleti inandırmaya kararlı. Ya da “varsa da Varsa da ordumu-

Abonelik talepleri için: abone@ekmekveozgurluk.net İletişim için: iletisim@ekmekveozgurluk.net zun bileceği şey” demeye getiriyorlar. Kontrgerillaya yaklaşımları her iki tarafın siyasi iddialarının gerçekler karşısındaki kofluğunu da ele veriyor. “Liberaller”in “denetlenebilir“ bir özel harp aygıtı talebi “kuru su” arayışından ne kadar farksızsa, “ulusalcılar”ın güvenlik “kökü dışarıda” klişesinin bütün anlamlarıyla tam karşılığı olan yegâne kuruluş karşısındaki dilsizlikleri de “millilik” iddialarının kuru laftan başka bir manası olmadığını saklamaya yetmiyor. “Kontrgerilla” aygıtı kökeni itibariyle, devletin temel siyasetleri üzerinde en yoğun müdahale ve etki kapasitesine sahip, buna karşılık TSK’nın olağan örgütlenme şemasının tamamen dışında bir yapı. Genelkurmay Başkanı’nın sevdiği terimle “asimetrik” bir örgüt. Türkiye’nin NATO’ya girmesiyle birlikte ABD ile Türkiye arasında Sovyetler`e karşı kurulmuş anti-komünist ittifakın bir parçası olarak ilk çekirdekleri atılan, 1960’ların başlarında ABD`nin Türkiye üzerindeki askeri kontrolünün bir parçası olarak TSK içinde operasyona başlayan bu örgüt esasen bünyeye yabancı. Ancak, Türkiye’nin otoriter, faşizan, halka düşman siyasi rejimi içinde yer alan bütün eğilimler için doğası gereği, en önemli “acil durum” aygıtı. Bu aygıt ilk birliklerini eğitime alırken kendi amacını hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak kadar açık bir biçimde ortaya koymuştu.1966'da Dağ Komando ve Okul Komutanlığınca yayımlanan “Komando ve Özel Harp Muhtırası” “özel harp eğitiminin amacı”nı açıkça şöyle anlatıyordu: "(…) Tek eri kendi memleketinin vatandaşlarına karşı savaşmaya hazırlamak." Herhangi bir “demokratik-anayasal rejimde” bu amacı dolayısıyla derhal tasfiye edilmesi gereken ya da hiç bir zaman kurulamayacak olan bu aygıt Türkiye’de bütün hükümetler eninde sonunda “kendi memleketinin vatandaşlarına karşı savaşma”ya yazgılı olduklarından bir türlü tasfiye edilemez. Bunu AKP de kendi tabiatı el vermediğinden yapamayacaktır. Bununla birlikte, bu durum AKP’nin bu hâkimiyet tarzı ile bir gerilimi olmadığı anlamına

gelmiyor. Korgeneral Doğan Beyazıt’ın 3 Aralık 1990'da bir brifingde Özel Harp Dairesi'ne ilişkin şu açıklamaları gerilimin arka planını aydınlatabilir: "Bizim ülkemiz sadece komünist istilaya uğrayacak tek bir komşuya sahip olsaydı, o zaman komünist işgale karşı işgal sahasında mücadele verecek bir teşkilat yeterli olabilirdi. Fakat bizim ülkemiz din ihracından tutun (...) çeşitli tehditlere tabidir. Dolayısıyla Özel Harp Dairesi anti-komünist değildir. Din devrimine karşı da kullanılacaktır." Bu bağlamda özellikle 28 Şubat sürecinde değişen tehdit algısıyla uyarlı olarak “kontrgerilla”nın darbesinin asıl doğrultusunu sözü edilen “din devrimi”nin açık siyasi teşkilatı rolünü üstlenme iddiasındaki Refah Partisi’ne, onun toplumsal, kültürel zeminlerine yöneltmesi “eşyanın tabiatı” gereğiydi. Bugünün AKP’si Refah Partisi’nden ne kadar başkalaşmış, küreselleşmiş, tekelci sermaye ile hemhal olmuş olsa da görüyor ki: Kökeninden getirdiği zihniyet, siyaset tarzı ve bağlantıları dolayısıyla, devletin tehdit algısı değişmedikçe bu birimin hedefinden tamamen çıkamayacaktır. 2007 seçimleri öncesinde kendisien karşı harekete geçirilen muazzam mekanizmanın odağında bu aygıt vardır ve onun operasyon alanını daraltabileceği fırsatları değerlendirmekten hiçbir zaman geri durmuyor. Beri yandan Irak Savaşı sonrasında değişen bölgesel güç ilişkileri içinde AKP’nin uluslar arası yönelişiyle Türk Silahlı Kuvvetleri’nin güvenlik öncelikleri arasında, Kürt Meselesi’ne bakışta cisimleşen örtüşme bu sürtüşmeyi asgariye indiriyor. Bu gerilime rağmen kapısında yargıçların arama sırası beklediği Genelkurmay ile hükümetin giderek yakınlaşması, ilk bakışta bir paradoks gibi görünse de, bu çapraşık egemenlik mutabakatının zorunlu bir siyasi sonucu. Bu güç ilişkileri bağlamında kontrgerillanın AKP hütince tasfiyesini beklemek için Türkiye’nin siyasi rejimi ve onun işleyişi konusunda bir çocuk saflığına sahip olmak icap eder. Gene de siyasi gündem kontrgerillanın tasfiyesi, “kirli savaş” suçlularının yargılanması, “devletin vatandaşlarına karşı savaş-

mak” amacını meşru sayan daimi ordunun yerine halkın silahlı güçlerinin geçmesi ve benzeri talepleri ortaya atmayı hem mümkün hem gerekli kılıyor. Gündem siyasi gerçeklerin teşhiri ve büyük kitlelerin tepelerindeki devlet örgütü ve onun zor aygıtına karşı bir ufuk edinmesi için paha biçilmez olanaklar sunuyor. Emekçilerin 2010’da canlanan mücadelesi, devrimci politikayı ikincil kılmıyor, tam tersine, devrimcilerin karşısına güncel politik gerçekleri açıklayarak emekçi mücadelelerini, onların siyasi bilinç ve ufuklarını geliştirme gö-revini koyuyor. Erdoğan hükümeti eliyle sürdürülen ekonomik politikalara direnen emekçilerin Deniz Baykal ve Devlet Bahçeli’nin ultra milliyetçi politikalarının katarına bağlanmalarını engellemenin ve bağımsız bir siyaset edinmelerini sağlamanın bir tek yolu var: TEKEL iççisinin, itfaiye işçisinin, İzmirli Kürtlerin, Manisalı Romanların, Dersimli Alevilerin bir ve aynı egemenlik altında sömürüldüklerini ve ezildiklerini açıklamak, göstermek, gözleri önünde süre giden siyasi çatışmaları anlamlandırmalarına ve örgütlenmelerine yardımcı olmak. İşçi sınıfının ekonomik mücadelesi kendiliğinden siyasi mücadeleye yükselemez.Hükümetlerin korktuğu ve sosyalist hareket için bir imkan olan şey işçilerin ekonomik mücadelesi değil, işçilerin tek tek sermayedarlar ya da hükümet uygulamalarına karşı mücadelesinin sermayenin toplumsal ve siyasal hakimiyetine karşı bir mücadeleye dönüşebilme potansiyelidir. Bu potansiyel, işçilerin her günkü mücadelesi içinde yer almayan, onunla aynı kaderi paylaşmayanlarca harekete geçirilemez. Bu mücadeleden uzak durmak, sosyalizmin snıfsal hakikatinden uzak durmakla aynı şeydir. Tıpkı onun gibi hareket halindeki işçilere toplumun bütün ezilenlerinin kurtuluşu için, dünyanın bütün işçileriyle birlikte mücadele etmedikçe ezilmekten asla kurtulamayacakları şuurunu aktarmaktan uzak duranlar da, eninde sonunda işçileri nasyonal sosyalizmin yörüngesine itelemenin vebalini omuzlarına yükleyeceklerdir.


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 3

Türkiye

‘Sizi ateşe terk etmedik, siz de bizi etmeyin...’ İBB itfaiyecileri taşeronlaştırmaya direnişlerine destek bekliyor siyumu aldı. İş akitleri 31 Aralık’ta sona eren 898 itfaiye işçisi kadrolu çalışma talebiyle eyleme geçti. İşçiler belediye şirketi BİMTAŞ'ta da ihale usulüyle ve yıllık süreli sözleşmelerle çalışıyor, her yıl aynı şirkette işbaşı yapmalarına karşın kıdem tazminatları yakılıyordu.

İtfaiyeciler Saraçhane’de halaylarla özellşetirmeye karşı direnişte

İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) itfaiye hizmetlerini özelleştirince, işçiler belediye bünyesinde ve sendikalı çalışma talebiyle eyleme çıktı. İtfaiyeciler, özelleştirmeyle yalnızca özlük hakları kısıtlanmakla kalmayacağını; kâr için kaynakların kısılması ve tecrübesiz işçilerin işe alınmasıyla tüm İstanbulluların da tehlikeye atılacağını savunu-

yor. Saraçhane’de “Demokrasi Çadırı” kuran Belediye-İş üyeleri özel şirketin sendikal haklara dair herhangi bir güvence vermemesine de tepki gösteriyor. İBB 2005'ten bu yana belediye itfaiye hizmetini ihaleye çıkarıyor ancak ihale bir belediye şirketi olan BİMTAŞ’a kalıyordu. Bu yılki ihaleyi AKP’li sermayedarların Lapis ve Makro konsor-

Ayın 10 günü 24 saat çalışan itfaiyecilerin çalışma süresi ayda toplam 240 saat. Çalışma saatleri belli değil, ücretler farklı. En az ücreti direnişteki taşeron işçiler alıyor.

İtfaiyeciler anlatıyor Mehmet: İtfaiyecilik kutsal bir meslek. Kelle koltukta, yangınlara gidiyor, insanların kaçtığı ateşin içine giriyoruz. Buradaki herkes 25-30 yaşlarında çocuk sahibi insanlar. Biz insanları yangınlarda, doğal afetlerde nasıl yalnız bırakmadıysak onlar da şimdi bizi yalnız bırakmasınlar. En azından kendi can güvenliklerini dü-

şünüyorlarsa bizi desteklesinler. Tek isteğimiz sosyal hak ve güvence. Bir itfaiyecinin yetişmesi için 5 yıl gerekiyor. Bu devlet için büyük masraf ve şimdi bu insanlar gözünün yaşına bakmadan kapının önüne konuldular. Şuayip Çakır: Tek amacımız Makro’nun aradan çekilmesi. Aynı yerde eski şirketle veya belediyenin kendi şirketiyle devam etmek, işçi olmak istiyoruz. Bizi taşerona devredemezler. Herkesin sabrı taşmak üzere, buradaki insanları işten çıkarıyorlar, bundan sonraki eylemler daha büyük olacak. Eyüp Şahin: Sendikal haklarımızı kaybetmemek için buradayız. İş güvencesi istiyoruz. İsterlerse maaşımızı asgariye indirsinler ama iş güvencesi versinler bize. Hakan: Dört yıldır BİMTAŞ'ta belli bir profesyonelliğe ulaştık. Ama, şimdi önümü göremiyorum. Yarın işten çıkarılabilirim. Devletin trilyonluk itfaiye araçlarıyla taşeron şirket hiçbir harcama yapmadan para kazanacak. Muharrem: Her şeyimizi; yemeğimizi, giysimizi, aracın mazotunu devlet karşılıyor. Özelleştirmeye ne gerek var. Ben şimdi Makro'nun sözleşmesine imza atsam işim var ama bunun garantisi yok. (bianet)

TÜSİAD’da Bayan Boyner devri Sermayenin kaymak tabakası AKP hükümetiyle gerilimi düşürme görevini Boyner ailesine verdi. Cem Boyner de YDH’ye kilit astıktan 10 yıl sonra yeniden siyasete dahil oldu Ümit Boyner'in TÜSİAD başkanlığına getirileceği açıklanır açıklanmaz eşi Cem Bey Milliyet gazetesine konuştu: "Açılım sürmeli; Türklerle Kürtlerin kardeşlik mayası bozulmamalı". Bu söyleşiyi izleyen mesajlara bakılırsa Cem Boyner yalnız değildi ve meselenin -tabii onların işine geldiği şekliyle- çözümü büyük patronlarca da isteniyordu. Cem Boyner'e, "çık konuş, arkandayız", demiş olmaları bile ihtimal dahilinde. Başarıya ulaşamayan Yeni Demokrasi Hareketi'nin liderliğini yapmış olan Cem Boyner siyasete yabancı bir isim değil. Geçmişte o da TÜSİAD başkanlık koltuğuna oturmuştu. Turgut Özal dönemini kleptokrasi (hırsızlar yö-

netimi) olarak nitelemesi; "TÜSİAD kanarya sevenler derneği değildir", demesi hâlâ zihinlerde. Dolayısıyla Ümit hanımın performansı da merakla izlenecek. Ümit Boyner'i en çok bıyıklı fotoğraflarından hatırlıyoruz: Bir grup kadın Meclisteki kadın vekil sayısını arttırmayı hedefleyen KADER'in kampanyasına bu şekilde destek vermişti. İki yıl kadar önce kendisiyle yapılan bir söyleşide, "Türkiye camiyle kışla arasında tükendi gitti", diye yakınmıştı. Türban konusunda arada kaldığını, okullarda yasaklanmasından yana olmadığını söylüyordu. Boynerlerin yatırımları imalattan ziyade perakendede yoğunlaşıyor. Boyner Holding bünye-

sinde bulunan Benetton, Beymen, Divarese, Altınyıldız gibi markalar üst-orta gelir grubuna, kentli "beyaz Türkler"e hitap ediyor. Dolayısıyla Boyner çiftinin müşterileri nezdindeki seçkin imajlarını muhafaza etmeleri, yalnızca siyaseten değil, ticareten de önemli.

Erdoğan- Doğan gerilimi Arzuhan Doğan Yalçındağ'ın TÜSİAD başkanlığını bırakması, daha doğrusu yeniden aday olmaktan vazgeçmesi, Doğan grubuyla AKP arasındaki gerilimin TÜSİAD 'a yansımasından kaynaklanıyor. Öyle görünüyor ki 2009 raundunu hükümet kazandı. Arzuhan hanım TÜSİAD koltuğundan, Ertuğrul Özkök Hürriyet genel yayın yönetmenliğinden oldu. Hürriyet’te "zorunlu bir nö-

bet değişimi" zaten bekleniyordu. Kulislerde, hükümetin kara listesinde yer alan öteki gazetecilerin de birer birer uzaklaştırılacağı, Çalık grubunun Doğan medya grubu bünyesindeki Milliyet'le Star TV'ye göz diktiği konuşuluyor. Mustafa Koç'un çıkıp da Ümit Boyner'in başkanlığını açıkladıktan sonra ifade özgürlüğünden, kültürel kimliklerin korunmasından dem vurması; "özgür bir medya ve sivil toplumun var olmasını sağlama çabalarına her ortamda devam etmek istiyoruz ve devam etmek mecburiyetindeyiz", demesi boşuna değil. Hükümete, "Arzuhan'ı buradan gönderdik ama Doğanlara desteğimiz hâlâ sürüyor" mesajı geçiliyor.


4 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Türkiye

DTP, BDP oldu; devlet belediye başkanlarını kelepçeledi DTP Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) adını alarak Meclis’e döndü, Ufuk Uras’ın katılmasıyla grup kurdu Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) milletvekilleri, belediye başkanlarına yönelik KCK operasyonunu sırasında belediye başkanlarının göz altında kelepçelenerek teşhir edilme ve tutuklanmalarını protesto için, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Meclis’teki odasının kapısına plastik kelepçeler bıraktılar. BDP'liler belediye başkanlarının fotoğraflarını da yakalarına taktı. Meclis'in 90. açılış yıldönümü nedeniyle Meclis'te bulunan yö-

Meclis’in tatilden sonraki ilk toplantı gününde BDP’li milletvekilleri plastik kelepçeleri Erdoğan’a iade ettiler

netmen Sinan Çetin ve sanatçı Ferhat Tunç da BDP’lilere destek verdi. Demokratik Toplum Partisinin (DYTP) Anayasa Mahkemesince kapatılmasının ardından, milletvekilleri ve belediye başkanları BDP’ye geçtiler. Siyaset yasağı getirilen dört belediye başkanı bağımsız kaldı. Milletvekillikleri

düşürülen Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk da Abdullah Öcalan’a "sayın" demekle suçlanıyorlar; "terör örgütü propagandası yapmak" iddiasıyla yargılanıyorlar.

ulaşmasına katkıda bulundu. Bununla birlikte Uras, BDP organlarında yer almayarak “Yeni Sol parti” çalışmalarını sürrdüreceğini açıkladı.

Sine-i millet tartışmalarının ardından Meclise dönme kararı alan 19 DTP milletvekiline katılan Ufuk Uras BDP’nin Meclis’te grup kurmak için gerekli sayıya

KCK operasyonu Abdullah Öcalan'ın cezaevi koşulları ve DTP'nin kapatılması kitlesel gösterilerle protesto edildi. Muş'taki gösteride Turan

BDP’li Birdal ve Kaplan: Geleceğimi Demokrasi İçin Birlik Hareketi’nin düzenlediği panelde BDP milletvekilleri sosyalistler, yeşill özgürlük hareketi ile birlikte mücadelenin gerekliliği ve gerçekleşme imkanlarını değerlendi Demokrasi İçin Birlik Hareketi (DBH) "Demokratik Türkiye için Demokratik Çözüm" Paneli, 27 Aralık’ta Petrol-İş'de yapıldı. Yeşiller Partisi'nden Bilge Contepe, Alevi Bektaşi Federasyon'undan Ali Kenanoğlu, Ekmek&Özgürlük'ten Ertuğrul Kürkçü ve Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) Milletvekili Akın Birdal katıldı.

Contepe: Açılım için yurttaş sözleşmesi lazım Contepe, "demokratik açılım" için halkın taleplerini yansıtan, savaşa dur diyecek bir yurttaş sözleşmesine gerek olduğunu söyledi. Habur'dan dönüş kutlamalarının, doğuda coşkuya batıda ise kızgınlığa yol açmasına dikkat çeken Contepe, "Batı ve doğu arasındaki diyalog kopuk-

luğunu gidermenin" başlıca sorun haline geldiğini söyledi.

Kenanoğlu: Aleviler de milliyetçilikle mücadele ediyor AKP'nin düzenlediği altı Alevi çalıştayını değerlendiren Kenanoğlu, Alevi açılımının, Alevi taleplerini karşılamaktan çok, Alevileri kontrol altına almayı amaçlayan bir devlet projesi olduğunu belirtti. Alevilerin tamamını milliyetçilikle yaftalamanın haksızlık olacağına dikkat çeken Kenanoğlu, Alevi kitlesindeki Kürt hareketine karşı önyargıları kırmanın zaman alacağını söyledi.

Kürkçü: Kürt özgürlük hareketi stratejik müttefikimiz  Kürt özgürlük harektinin işçi sınıfının stratejik müttefiki oldu-

ğunu anlatan Ertuğrul Kürkçü, "Türkiye'nin politik tablosunun bir tarafta AKP'nin muhafazakâr, neoliberal politikaları, diğer tarafta da otoriter, milliyetçi politikalar ekseninde yarıldığı" saptamasını dile getirdi. Bunları aşan bir "üçüncü kutbun, emekçiler, ezilen mezhep ve milliyetlerle, cinsiyetlerin toplumsal ittifakı temelinde oluşabileceğini" söyledi. Ekolojistlerin, sosyalistlerin, Kürt ve Alevi özgürlük hareketlerinin ve kadın hareketinin böyle bir kutbun bileşenleri olabileceğini açıklayan Kürkçü, BDP'ye katılma önerilerine karşılık "BDP'nin emek eksenli bir parti olacağına dair bir ipucu yok, ayrıca böyle bir davet de yok" dedi. "Ancak bu, üçüncü kutbu oluş-

turmak üzere bir koalisyon kurmanın önünde bir engel değil. Bin Umut Adayları modeli var." Abdullah Öcalan'ın başlangıçtaki bağımsız birleşik sosyalist Kürdistan programından, demokratik özerlik programına geçişinin doğal olarak ortak örgütlenme defterini yeniden açtığını söyleyen Kürkçü, "30 yıl sonra ortak örgütlenme konusunu layıkıyla konuşabilirsek anlamlı bir tartışma yapmış olabiliriz" dedi.

Birdal:Genelkurmay kontrgerillayı koruyor Diyarbakır BDP milletvekili Akın Birdal da, Türkiye sosyalistlerinin BDP' ye katılmasının "politik bir karşılığı olmadığını" söyledi. "Sembolik olarak temsilci yolla-


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 5

Türkiye Bilen'in kitlenin üzerine otomatik tüfekle ateş açması sonucu iki kişi hayatını kaybetti. İstanbul Dolapdere'de üç kişi kitlenin üzerine kuru sıkı tabancalarla ateş etti. DTP’ye yönelik saldırılara karşı kitlesel direnişler sürerken BDP'ye geçen dokuz eski DTP'li belediye başkanı, Demokratik Toplum Kongresi Sözcüsü Hatip Dicle, İHD Genel Başkan Yardımcısı Muharrem Erbey'in de aralarında bulunduğu yaklaşık 80 kişi KCK operasyonu kapsamında kapsamında Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı'nın talimatıyla Diyarbakır, Siirt, Hakkari, Dersim, Batman, Urfa, Şırnak , Van, Ankara, İstanbul ve İzmir'de gözaltına alınmıştı.

SHD: ‘Kentsel dönüşümü durdurun’ Sosyal Haklar Derneği, toplumun hakları için çalışan bütün kurumları, özelleştirmeler, kent dışına sürülme ve toplumsal hizmetlerin engellenmesine karşı biraraya gelmeye çağırdı

Diyarbakır’da mahkemeye çıkartılmak üzere bekletilen DTP’liler tek sıra dizilerek ellerinin plastik kelepçelerle bağlanması ve teşhir edilmeleri yaygın bir tepkiye yol açtı. Mahkeme gözaltındaki 35 kişiden 23'ü için tutuklama kararı verdi. Nisandaki operasyonlardan beri gözaltına alınıp tutuklanan Kürt siyasetçi sayısı beş yüzü geçmiş durumda. Bu arada Öcalan, İmralı’dan yaptığı açıklamada, koşullarının nispeten iyileştiğini ve diğer hükümlülerle görüştüğünü söyledi.

iz solda...

er ve Aleviler Kürt rdiler yabilirler ama Kürt halkıyla dayanışma için aynı partide bulunmaya gerek yok" dedi. Birdal, kontrgerilla karargâhındaki kovuşturmanın da Genelkurmay Başkanlığı'nın açıkça kontrgerillayı koruyan yapısı dolayısıyla bir sonuç vermeyeceğini söyledi. BDP Şırnak milletvekili Hasip Kaplan da "Türkiye'de sol birlik, halkın birliği, demokratik birlik adı ne olursa amacımız emeğin onurlu mücadelesini yürütmek. Türkiye'de stratejik olarak birlikte örgütlenmek hedefini koymalıdır. Bugün ayrı örgütlenmelerimiz olabilir ama ileride bunu sağlamalıyız. İtalya'da 'Zeytin Dalı', Almanya'da 'Sol Parti' örneğinde olduğu gibi" dedi.

İstanbul’un en eski semti, Romanlar’ın Sulukule’si “dönüştürülür”ken yapılan yıkıma sakinlerin yorumu

Sosyal Haklar Derneği, 15 Ocak’ta düzenleyeceği bir toplantıyla “bütün yurttaşları ve sosyal (toplumsal) haklar mücadelesinin tüm örgütlerini; sözümüz ve gücümüz var demek için; özelleştirmeler ile oluşan ayrımcılığa; dışlamaya; kent dışına sürülmeye ve toplumsal hizmetlere “engelli erişime” hayır demek için biraraya gelmeye” çağırdı. Dernekten yapılan açıklamada, kentte süregiden sermaye saldırısı şöyle özetleniyor: nÖnce özelleştiriyorlar, sonra sermaye için cazip geniş araziler üretiyorlar. nÖzelleştirilemeyecek kadar karlı olmayan hizmetleri ve üretimleri ise tasfiye ediyorlar yada kent dışına çıkarıyorlar. nYaşadığımız mahalleleri ‘kentsel dönüşüm’le yıkıyorlar. nBütün bunlar kentin kıymetli arazilerinin hazin bir öyküsü değil elbet. Siyasi iktidar, bu kapitalist ve sonsuz piyasacı yeminini geleceğimiz üzerinden gerçekleştiriyor.

“Artık bütün bu ‘zora’ dayalı müdahalelere dur demenin vakti”nin geldiğini belirten SHD durumun cddiyetine dikkat çekmek için önemli mimari yapı ve alanların sermayeye devredilmek üzere olduğunu açıklıyor. Bu yapılar arasında Bahçelievler Fizik Tedavi Hastanesi, Lepra Hastanesi, PTT Hastanesi, Reşitpaşa Körler Okulu, Kabataş Erkek Lisesi, Paşakapısı İlköğretim Okulu, Beyoğlu Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi, Fatih İbrahim Müteferrika Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi, Ortaköy Gaziosmanpaşa İlköğretim Okulu, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Çapa Yerleşkesi, İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Yerleşkesi de var. Bu ararlar alınıren yapılarda yaşayan ve çalışanlara ve onların temsilcilerine danışılmamasını eleştirren SHD “Kentsel arazinin değeri arttıkça kentlerimizi, okullarımızı, hastanelerimizi, fabrikalarımızı, işyerlerimizi, parklarımızı, içinde yaşadığımız evi, toplumsal hiz-

met üreten kamu kuruluşlarını kaybeder olduk.” diyor. “Sulukule, Tarlabaşı, Fener-Balat, Ayvansaray ve kent emekçilerinin yaşadığı gecekondu alanları kentsel dönüşüm projeleri ile yatırımcılara pay ediliyor. Tarihsel değerler, toplumsal ihtiyaçlar ve birikimler, kültür ve sanat, mimari miras ve diğer her şey bir alışveriş merkezine eşdeğer kılındı. İnsanlık için tahribat, düşmanlık, ayrımcılık üreten kapitalizmin iktidardaki temsilcisi AKP ve onun destekçisi olan sermayenin tüm yaratıcılığı bir alışveriş merkezinden ibarettir.” SHD, “kapitalist rekabetin uygulayıcısı AKP”nin ayrımcılığna son vermek bu sistemin “engellisi” olmamamak için sosyal hak mücadelesi, veren kuruluşları 15 Ocak, saat 18:30’da Makine Mühendisleri Odası’nın Taksim, İpek Sokaktaki toplantı salonuna çağırıyor.


6 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Dünya

Latin Amerika Chavez ve Morales’in yolundan gidecek Metin Yeğin Sayfa 32

>>

Yemen’e ABD saldırısı

Nobel Barış Ödülü’nden bir hafta sonra

ABD uçakları, El Kaide kampı gerekçesiyle iki kent ve bir köyü bombaladı, 70 ölü, 100 yaralı var ABD destekli Ali Abdullah Salih başkanlığındaki Yemen yönetimine bağlı kuvvetlerin ABD kuvvetleriyle birlikte yürüttüğü ve El Kaide'ye yönelik olduğu söylenerek güdümlü füzelerin kullanıldığı 17 Aralık operasyonlarında, tanıklara göre, iki kent ile bir köy bombalandı, kadın ve çocuk dahil 120 sivil öldü. ABD yönetimi Yemen ile teröre karşı işbirliği yaptığını açıklarken, Savunma Bakanlığı El Kaide'ye karşı çabaları nedeniyle Yemen'in tebrik edilmesi gerektiğini söylledi. Obama da saldırı sonrasında Yemen Devlet Başkanı'nı tebrik etmişti. Ülkede binlerce protestocu saldırıyı lanetledi, altı partili muhalefet birliği, sivilleri hedef alan saldırılara "alçaklık" olarak niteledi. Ayrılıkçı Güney Hareketi de hedefin güney halkının "soykırımı" oldu-

ve UNHCR tarafından gündeme getirildi. Kamplarda susuzluk yüzünden çocukların öldüğü belirtiliyor.

Yemen’de kalabalıklar ABD bombardımanlarını protesto ediyor

ğunu belirtti.

Yemen ABD'ye yedek üs Saldırıların Afganistan ve Pakistan’daki gelişmelerle aynı düzlemde olduğu, ABD'nin bölgedeki askeri tırmanışını sürdürmek için gerilimi artırarak Ortadoğu ve Orta Asya petrolleri ile boru ve deniz nakliye hatları üzerindeki denetimini artırmayı amaçladığı ileri sürülüyor. ABD’nin Yemen, Mısır ve Suudi Arabaistan’la ittifak halinde İran'a karşı tavrıbu kapsamda El Kaide’in sadece bir bahane olduğunu düşündürüyor. Obama Yönetimi, ayrılıkçı Husilerin Şii, El Kaide'nin Sünni olması-

na rağmen Yemen'deki her muhalif hareketi El Kaide ile bir görüyor. İngiliz Daily Telegraph gazetesi, bir Amerikalı yetkiliye dayanarak, Yemen ordusunu eğitmek üzere ABD tarafından özel birlik gönderilmesinin, Pakistan ve Afganistan çerçevesinde, Yemen'in yedek üs olmasının göstergesi olduğunu ileri sürdü. Böylece Asya'daki savaş Yemen'e de sirayet edecek. 13 Aralık'ta 70 sivilin öldüğü ve 100 kişinin yaralandığı Husilere yönelik fosfor bombalı Suudi hava saldırısı sonucunda yerinden olan 175 bin Yemenlinin mülteci kamplarındaki durumu, UNICEF

Bu gelişmeler ve Afganistan'a yollanan 30 bin asker, Obama'nın Bush'u da aşan saldırganlık ve yayılmacılığına işaret. Olacakların ipuçları, Obama'nın hem 1 Aralık'taki West Point, hem de 10 Aralık'taki Nobel Barış Ödülü konuşmalarında vardı. West Point'te "aşırılıkla savaş kolay bitmeyecek. Afganistan'la ve Pakistan'la sınırlı kalmayacak" derken, "huzursuz bölgeler ve düşmanın nüfuzu" konusunda Somali, ve Yemen'i işaret ediyordu. Nobel töreninde de önleyici savaşta, İran, Sudan, Kongo, Zimbabve ile Myanmar hedeflerinden söz ediyordu. AP ajansı, Yemen'in petrol sevkiyatındaki yerini şöyle tanımlıyor: “Kızıldeniz ile Aden Körfezi kavşağındaki stratejik yolların üstünde, Süveyş'e uzanan hatta ve -huzursuz ülke- Somali'nin karşısında." Nitekim ABD, Somaliye de saldırdı ve işgal için Etyopya'yı alet etti. Aden Körfezi ise felaket habercisi: hem yöre, hem de Amerikan halkı için. Bu yüzden dünya ve Amerikan emekçilerinin bu yeni sömürgeciliğe dur demesi şart.

Bolivya: Morales’in ikinci zaferi Morales'in MAS’ı halkın büyük desteğini kazandı. Ancak hükümet ekonomik eşitsizliklere son verecek bir ekonomik programı henüz gündeme getiremedi. Evo Morales 6 Aralık'taki seçimde en yakın sağcı rakibinin üç katı oyla halkın yüzde 62'sini deteğini alarak ikinci kez Bolivya devlet başkanı oldu. Morales'in Sosyalizme Doğru Hareket Partisi (MAS) de Kongre'de çoğunluğu ele geçirdi. Bolivya’da Kongre’yi oluşturan iki meclisten Temcilciler Meclisi'nde Sosyalizme Doğru Hareket Partisi Senato’da ise muhalefet çoğunluktaydı, Morales'in geçirmek istediği bazı ya-

salar Senato'da bu yüzden dirençle karşılaşmıştı. Bununla birlikte seçim sonuçları, Bolivya'nın dağlık kesiminde yaşayan yoksul yerlilerle ovadaki varsıllar arasındaki süregiden bölünmenin kemikleştiğini de gösteriyor. Morales'in kendisi de anadili Aymara olan bir yerli. 2005'te oyların yüzde 53'ünü kazanarak iktidara geldiğinden bu yana yoksullukla mücadele ediyor. Hamile kadınlara, çocuklara, yaşlılara hükümetçe nakit para yardımı yapılıyor. Bu çabalarla sağlanan iyileşmeye karşın Bolivya hâlâ, dünyada "yoksulluk oranı"nın en yüksek olduğu ülkelerden biri. Nüfusun yüzde 60'ını yoksullar oluşturuyor; bunların en az yarısı "aşırı yoksul" statüsünde. Yardım programları ülkenin temel sınıfsal yapısını ve ilişkilerini

hiçbir şekilde değiştirmedi. İstihdam artışı sağlanamadı. Nüfusun önemli bir bölümü ya işsiz ya da geçici, informel işlerde çalışıyor. Bolivya yerlilerine siyasi ve kültürel özerklik sağlayan hükümet, köylü yığınların maddi koşullarını kökten iyileştirecek adımları atmadı. Bolivya'da ekilebilir arazinin yüzde 91'i nüfusun yüzde 5'inin elinde. Dünyada pek az örneği bulunan bu eşitsiz dağılımı gidermenin toprak reformu ya da düpedüz mülksüzleştirme dışında başka bir yolu yok. Morales'in başkan yardımcısı Garcia Linera, seçimlerin ardından uluslar arası medyaya verdiği demeçte, hükümetin uyguladığı programı "And dağlarına ve Amazon'a özgü kapitalizm" olarak niteledi ve kapitalist yoldan kalkınmayı devletin imkânlarıyla sağlayacaklarını söyledi. Linera'ya göre toprağın kamulaştırıl-

ması hükümetin gündeminde yok; Bolivya anayasası da mülkiyetten doğan hakları koruma altına alıyor. Morales hükümeti 2008'de enerji ve mineral fiyatlarının artmasından da yararlanarak, yüzde 6,2 ile Bolivya tarihinin ve Güney yarıkürenin en yüksek büyüme oranını yakalamıştı. Ne var ki 2009'da emtia fiyatlarının düşmesiyle birlikte büyüme oranı yüzde 3'e geriledi. Obama'dan sonra normalleşmesi beklenen ABD'yle ekonomik ve diplomatik ilişkiler de tam ters yönde gelişti. Yeni ABD yönetimi, koka ekimini kontrol altında tutamadığı gerekçesiyle Bolivya'ya uygulanan ticari yaptırımların kapsamını genişletti. Tekstil ve deri sektöründe çalışan yirmi bin Bolivyalının bu yaptırımlardan dolayı işini kaybetmesi bekleniyor.


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 7

Dünya

İran’da muhalefet durulmuyor Aşure günü yapılan sokak gösterilerinde en az dokuz kişinin öldürüldüğü bildirildi. Hükümet, hapisteki 200 muhalifi idamla tehdit ediyor.

Çin ekonomisinde tekleme sürüyor Pekin'deki Merkezi Ekonomik Çalışma Konferansı'nda 2010’da mali istikrarsızlık tehlikesi konuşuldu

Başkent Tahran'da ve öteki şehirlerde, protestocularla güvenlik güçleri arasında şiddetli çatışmalar yaşandı. Ölenler arasında reformcu muhalif lider Mir Hüseyin Musevi'nin yeğeni Ali Musevi de bulunuyor. İki çocuk babası, otuz beş yaşındaki Ali Musavi, Tahran'da açılan ateş sonucu kalbinden vurularak öldürüldü. Öteki sekiz ölümden dördü Tahran'da, dördü de Tebriz'de gerçekleşti. Gösteriler devam ettiği sürece kentlerde gece sokağa çıkma yasağı getirildi. İran yönetimi üç kişiden fazlasının biraraya gelmesini yasaklamak gibi gülünç ve totaliter önlemlere de başvuruyor. Tüm bu baskılara karşın, aşure törenleri için toplanan onbinlerce kişi seslerini öfkeyle yükseltmekten geri durmadı.

Ayaklanmayla ilgili haberler en çabuk web sitelerinden alınıyor Ali Musevi'nin ölümü muhalif web sitesi Parlemannews tarafından duyuruldu. Aynı site Musevi'nin, Tahran'daki İbni Sina hastanesine yeğeninin cenazesini almaya gittiğini de yazdı. Rah-e Sabz adlı bir başka reformcu site, halkın hastane önüne akın ettiğini ve aileyi yalnız bırakmadıklarını duyurdu. Muhalif sitelerde sık sık görgü tanıklarının ifadelerine de yer veriliyor. Bunlardan biri, oldukça yaşlı bir adamın Tahran'ın merkezinde alnından vurularak öldürüldüğünü; kalabalığın, yaşlı adamın bedenini yerden kaldırarak İranlı lider Ayetullah Ali Hameney aleyhinde sloganlar attığını anlatıyor. Başka biri, göstericilerden birinin kafasına copla vurulmak suretiyle öldürüldüğüne tanıklık ediyor. İran Devrim Muhafızları'nın bir kolu olan Besic milislerinin ellerinde hançer veya bıçakla, halka vahşice saldırdığı da görgü tanıklarının ifadeleriyle doğrulandı. Yönetimin bu acımasız tutumu İran halkını yıldırmıyor; devrimci yükseliş ve ayaklanma hızını kesmeden yoluna devam ediyor.

Çin ekonomisinin geleceği yoksul köylülerin tüketiminin teşvikine bağlanıyor

Çin'in ekonomik büyümesi önümüzdeki yıl da, hükümetin canlandırma politikalarının başarasına bağlı görünüyor. Öte yandan, denetimden uzak spekülatif faaliyetlerle boşa giden sabit sermaye yatırımları, rejimi daha sıkı mali politikalar uygulamaya zorluyor. Konferansta alınan en belirleyici karar, 2010'da toplam kredi hedefinin 7-8 trilyon yuan ile sınırlanması oldu. Bu rakam 2008'deki hedeflerin çok üzerinde olmakla birlikte 2009 hedefinin altında Kasım 2008 krizinden sonra ekonomiyi canlandırmak için pompalanan ucuz kredi, yalnızca altyapı yatırımlarının ve çelik üretiminin finansmanında kullanılmakla kalmamış borsada ve emlak piyasasında spekülasyona yol açmıştı. Küresel mali krizin ardından ümidini emlak piyasasındaki canlanmaya bağlayan Çin, bu konuda da bir U dönüşü yaptı ve Aralık ayı içinde düzenlenen bir kanunla emlak piyasasından elde edilen kazançları vergiye bağladı. Hükümet bu yolla spekülatif köpüğü alabileceğini düşünüyor. Çin ekonomisini bekleyen bir başka tehlike, devlet bankalarınca devlet işletmelerine verilen kredilerin geri dönmemesi. Seksenli ve doksanlı yıllarda bankalar ciddi bir tahsilât krizi yaşamış, bilançolarını gecikmiş kredi alacaklarından daha yeni arındırmışlardı. Son gelişmelerden sonra benzer bir sorunun büsbütün katmerleşerek tekrarlanmasından korkuluyor. Konferansta ele alınan bir başka mesele de bazı sektörlerde gözlenen kapasite fazlası ol-

du. Çin yönetimi, fabrikaların kapanmasını ve işsizliği önlemek için kırsal talebi nasıl canlandırabileceklerini tartıştılar ama yeni bir önlem alınmadı. Ancak ekonomiyi canlandırma programı kapsamında, imalat sanayii yararına bir kereye mahsus olmak üzere köylülerin ev gereçleri ve taşıt alımlarına teşvik veriliyordu. Tüketime uygulanan sübvansiyonları sonuç vermiş olmalı ki geçen yılın ilk 11 ayında otomobil satışları, bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 42 arttı ve Çin iç pazarı ilk kez ABD iç pazarının önüne geçti. Beyaz eşya ve masaüstü bilgisayarda da durum aynı. Örneğin geçen yıl, ABD'de 137 milyon adet beyaz eşya satılırken Çin'deki satışlar 185 milyon adede ulaştı. Tüketimdeki bu tırmanışın sürdürlebileceği kuşkulu. Kentlerde kişi başına ortalama yıllık gelirin 2 bin 775 dolar, köylerde ise sadece 840 dolar olduğu hatırda tutulursa, tüketici sübvansiyonları olmaksızın bu seviyeleri tekrar yakalamak zor. Uluslararası finansal yorumcuların gözünde Çin küresel toparlanmanın motoru. Gerçekteyse, Pekin'deki konferansta ele alınan sorunların gösterdiği gibi, Çin ekonomisi dengesiz temeller üzerinde yükseliyor. Ucuz krediler ve hükümetin canlandırma programı, ekonomik kalkınma için yeni bir rota çizmeyi beceremediği gibi varlık fiyatlarını köpürterek istikrarsızlığa neden oluyor. Hesapsız yatırımlar sonucu ortaya çıkan kapasite fazlası da cabası.


8 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Dünya

Fransa’da Sarkozy’nin ‘ulusal kimlik’ tartışması faşizme kan verdi Cumhurbaşkanının, İsviçre'deki minare referandumuna ilişkin göçmen karşıtı yazısı antifaşistleri ayaklandırdı

Sarkozy: "İsviçre'deki referandum din ve vicdan özgürlüğüne aykırı değil" Sarkozy'nin, 9 Aralık tarihli Le Monde gazetesine yazdığı makale, "ulusal kimlik" kampanyasının bir parçasıydı belli ki. Sarkozy yazısında, İsviçre'ye minare yasağı getiren absürt referandumu savundu; kendi vatandaşlarına da ibadet ederken gösteriş ve tahrikten kaçınmalarını öğütledi. Yazı özellikle Fransa'da yaşayan Müslümanları işaret ediyordu. Sarkozy, laik Fransa'nın temellerinde cumhuriyetin değerleriyle birlikte Hıristiyanlığın yattığını hatırlatma gereğini hissetmişti. Peki ama Sarkozy'nin derdi neydi? Bir yoruma göre, popülaritesi yüzde 40'ın altına düşmekte olan Sarkozy, Mart'ta yapılacak yerel seçimlerde aşırı sağın oylarına göz dikmişti. Fransa'da Jean-Marie Le Pen'in gerici ırkçı partisi Ulusal Cephe (FN) neredeyse yüzde 10'a varan ciddi bir oy potansiyeline sahip. Fakat Sarkozy'nin etnik-dinsel ayrımcılığı körüklemesi, iktidardaki Halk Hareketi Birliği (UMP)'den daha çok faşistlere yaramış gibi gözüküyor. Nitekim FN, "ulusal kimlik" tartışmalarına katıldı ve kampanyayı tereddütsüz sahiplendi.

Sarkozy’nin “ulusal kimlik”e Hırıstiyanlık atfetmesine Müslümanlar “kardeşlik” kavramıyla karşı çıkıyor

Fransa'da geçtiğimiz Kasım’dan bu yana, göç ve uyumdan sorumlu bakan Eric Besson ile Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy'nin ön ayak oldukları tuhaf ve tehlikeli bir tartışma yürüyor. Bir internet forumu üzerinden başlatılan ve sözümona "ulusal kimlik"i oluşturan değerleri tayin etmek üzere başlayan tartışma, kısa sürede "bölücü" bir çizgiye evrildi. O kadar ki aralarında Isabelle Adjani, Jane Birkin, Bernard-Henri Levy gibi tanınmış sanatçı ve düşünürlerle insan hakları aktivistlerinin, sosyalist ve komünist parti yöneticilerinin bulunduğu bir grup aydın, Liberation

gazetesine ilan vererek rahatsızlıklarını dile getirdiler. Rahatsızlık büyük ölçüde, "ulusal kimlik"in göçmen karşıtlığı üzerinden kurgulanmasından kaynaklanıyordu. İmzacılar, ülkeyi Müslüman göçmenler ve gerçek Fransızlar olarak ikiye bölen ve ırkçı söylemin özgürce kullanıldığı bir mecraya dönüşen bu tartışmanın bir an önce son bulmasını istediler. Fakat Sarkozy, "ulusal kimlik projesinin cemaatçiliğin panzehiri" olduğunu iddia ederek kampanyayı bir kez daha sahiplendi.

Başörtüsü aslında neyi örtüyor? Ulusal kimlik tartışmasının yerel seçimler öncesinde sağcı seçmene göz kırpmak için başlatıldığı yorumunu yüzeysel bulanlar da var. Bu analistler, toplumda yaratılan Müslüman korkusunun (islamophobia), küresel krizle derinleşen sınıf çatışmasını perdeleme amacı taşıdığına işaret ediyorlar haklı olarak. Buna, Fransa'nın Afganistan'daki emperyal heveslerini örtbas etme telaşını da eklemek gerekiyor. Asıl üzücü olan, Fransa'nın en büyük sendikal konfederasyonu ve şanlı bir direniş geleneğine sahip CGT'nin, "ulusal sanayii" koruma adına bu zihniyetle işbirliği yapması ve göçmen işçilerle ilgili her türlü olumsuz düzenlemeye omuz vermesi.

Dünya Kadın Yürüyüşü 2010 eylem programı Üçüncü dünya kadın yürüyüşü 8-18 Mart 2010’da gerçekleşecek Yoksulluk ve kadına yönelik şiddetin temelinde yatan nedenleri yok etmek için çalışan taban gruplarınının, çeşitli entik, kültürel, siyasal, farklı yaş ve cinsel tercihlerden kadınların bir araya gelerek oluşturduğu Dünya Kadın Yürüyüşü (DKY) 2010 takvimini açıkladı. Birincisi 2000’de yapılan ve 160’a yakın ülkeden 5 binin üzerinde kuruluşun imzaladığı “Dünya Kadın Yürüyüşü” sonunda “dünya çapında yoksulluğun ortadan kalkması, kadına yönelik şiddetin son bulması, kadınların fiziksel ve manevi bütünlüğüne saygı gösterilmesi amacı”na yönelik somut talepler içeren

bir program hazırlanmıştı. 2005’te “İnsanlık için Küresel Kadın Şartı” başlıklı taslakla bu program geliştirildi. Türkiye’de de 2005’te çeşitli sivil toplum örgütü üyesi kadınlardan oluşan Dünya Kadın Yürüyüşü Türkiye Ağı bileşenleri, "8 Taksim Meydanı'na yürümüştü. DKY, 8-18 Mart tarihleri arasında Uluslararası Kadınlar Günü'nün ilan edilmesinin 100. yıldönümünde ve 17 Ekim'de çatışma çözümleme süreçlerinde kadınların öncülüğünü güçlendirmek için Kongo Sud Kivu'da uluslararası bir buluşma ile eş zamanlı yürüyüşler ve eylemler yapacak. Dört eylem alanı 2010 eylemi DKY'nin dört eylem alanı etrafında harekete geçecek: n

Ortak menfaat. Doğanın ve kamu hiz-

metlerinin özelleştirilmesine karşı mücadele. Gıda egemenliği ilkesini ve sağlık, eğitim, içilebilir su ve sanitasyon hakkını savunmak. n Barış ve sivilleşme. Kadınların hayatını ve bedenlerini kontrol etme arzusu, etnik ve dinsel çatışmaların manipülasyonu, doğal kaynakların sömürüsü ve silah endüstrisinin kârlarını da içerecek şekilde savaşın karmaşık nedenlerini anlatmak n Kadın emeği. Dünyanın her yerinde kadın ve erkek bütün işçilerin, herhangi bir ayırımcılığa uğramaksızın, insanca asgari ücrete, yasal haklarına, sosyal güvenceye ve eşit ücrete kavuşmasını savunuyor. n Kadına yönelik şiddet. Nedenlerini ve nasıl tezahür ettiğini göstermek ve kadınların cinsiyetçi şiddete karşı her tür direnişini özellikle kamusal alanda görünür kılmak istiyor.


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 9

Emek

TEKEL eylemi: Duru gökte çakan şimşek gibi! İşçiler, eylemlerinin bilinçli öznesi olmayı başardıklarında, muhtemel saldırıların önünü alabilir; zafere ulaşabilir; modern kölelik zincirlerini kırmaya yönelik daha büyük bir mücadeleyi tetikleyebilirler Ali İleri Daha 8 yıl öncesinde, 110 yaprak tütün işyeri, 6 sigara fabrikası, 19 alkollü içki üretim tesisi, 84 pazarlama müdürlüğü, 10 tuz işletmesi, bir kibrit, bir ambalaj, bir suni ipek ve viskon fabrikasında otuz binden fazlaydılar. Oysa şimdi, kapatılacağı duyurulan 57 yaprak tütün işyeri, iki tuz işletmesi ve bir ambalaj fabrikasına sıkıştırılmış on iki bin kişi kalmışlardı. Tütün Rejisi ile başlayan 127 yıllık yaşam öyküsüne son verilen “TEKEL”in adıyla anılıyorlardı: TEKEL işçileri; eylemleri de öyle: TEKEL eylemi..

Sermayenin saldırısı 12 Eylül’le başladı 12 Eylül 1980’de, ancak devletin silahlı gücüyle, gecikmeli olarak yürürlüğe sokabildiği 24 Ocak Kararlarıyla sermaye, ülkedeki hareketini dünyadaki hareketiyle uyumlu kılacak “yeni” bir yürüyüş başlatıyordu. Cuntanın öncelikli görevi, bu yürüyüşün önünde engel olduğu düşünülen mevzileri, işçi sınıfının siyasal, sendikal örgütlerinden başlayarak dağıtmaktı. İşçi sınıfının öncüleri tutuklandı, işkenceye alındı, katledildi. Sermaye, yürüyüşünü 12 Eylül Anayasası ile güvenceye aldı. İstanbul’un orta yerine türbesi dikilen 24 Ocak Kararlarının mimarı Turgut Özal’ın Başbakanlığında, 1984’te başlayan sigara ithalatı ve 1986’da sigara üretimine verilen izinle, Tekel işçileri de sermayenin “yeni” yürüyüşüyle doğrudan tanıştılar. “Karaoğlan”ın Başbakanlığında, DSPMHP-ANAP hükümetinin ve onun Ekonomi Bakanı Kemal Derviş’in üstün gayretleriyle 2002’de kabul edilen Tütün, Tü-

TEKEL işçileri Ankara’nın Güven Parkı’nda bardaktan boşanırcasına yağmur altında direnişlerini başlatıyorlar

tün Mamulleri, Tuz ve Alkol İşletmeleri Genel Müdürlüğünün yeniden yapılandırılmasıyla ilgili 4733 sayılı yasayla, Tekel’in ölüm fermanı imzalandı. Fermanı uygulamak AKP’ye kaldı.

Kırk satır mı? Kırk katır mı? AKP Hükümeti, yasaya dayanarak Tekeli üçe böldü. Önce alkollü içecekler üretim tesislerini, sonra da sigara fabrikalarını sattı. Çoğunluğu depodan ibaret kalan Tütün Yaprak İşletmelerini, yaklaşık on iki bin işçiyle birlikte sona bıraktı. Üretimden gelen güçleri fiilen ellerinden çekilip alınmış işçiler, sömürü koşullarının mevcut haliyle devam etmesini bile, artık bir kazanım sayıyorlardı. Kendilerine verilen “Tekel ile ilgili düzenleme yapılırken, talebiniz değerlendirilecek” sözüne güveniyor; çoğunun oylarıyla iktidar ol-

muş bir hükümetin vicdanının da başka türlüsüne cevaz vermeyeceğini düşünüyorlardı. Din kardeşi değil miydiler? Gün geldi çattı. Aralık başında Genel Müdürlükten işletmelere doğru fakslar aktı. Geriye ne kaldıysa tasfiye edilecek; işletmeler kapanacaktı. İşçilerden isteyenler, ihbar ve kıdem tazminatlarını alarak ya doğrudan işsizliği, ya da 4-C statüsünde, yani modern kölelik koşullarında, başka kamu kurumlarında on ay çalışıp iki ay ücretsiz izin yaparak, 650 lira aylık ortalama ücreti; izin dönüşü iş akitlerinin aynı koşullarda yenilenme şansını kullanmayı tercih edebilirlerdi.

Ölmek var! Dönmek yok! İstikballeri için uygun görülen her iki seçeneği de, kazanılmış haklarına sarılarak reddeden Tekel işçileri, sermayenin tarihe

mal etmeye çalıştığı “TEKEL” isminin, bu defa, insanlığın kurtuluş mücadelesinde ölümsüzleşeceği bir mücadeleyi başlatıyorlardı. Ankara’ya gidecekler; gerekirse meclise yürüyecekler ve haklarını almadan geri dönmeyeceklerdi. Bu uğurda “ölmek var, dönmek yok!”tu. İki haftada hazırlandılar. 15 Aralık’ta battaniyeli, yağmurluklu sırt çantalarıyla, 106 otobüsle, ülkenin tütün ekilen dört bir yanından Ankara’ya aktılar; 6 bin TEKEL işçisi, AKP Genel Merkezi önünde buluştular. Milliyetçiliğin, yurtseverlikten ırkçılığa farklı tonlara büründüğü, ulusal kavgaların asıl mücadeleyi kararttığı bir ortamda, kadını erkeğiyle Türk ve Kürt emekçilerinin sermayeye karşı eylemde ördükleri kararlı, militanca birlik; Tekel eyleminin ser-

>>


10 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Emek

>>

maye tarafından ciddiye alınması için yeterliydi. Hele de şekerin özelleştirilmesinin gündemde olduğu bir sırada, işçilerin kazandığı her durumda bu eylem, hakları gasp edilmiş örgütsüz milyonlara “kötü örnek” olacaktı. Bu yüzden zor kullanılarak dağıtılmak; sonlandırılmak istendi. Biber gazı eşliğinde coplar çalıştı. O zamana kadar kendiliğinden yürüyen eylem, dağılan işçilerin Türk-iş Genel Merkezinde toplanmasıyla el yordamıyla da olsa toparlandı. İşçiler, “Hükümet istifa!” sloganları eşliğinde Türk-iş’i işgal ettiler. Bundan böyle eylemin merkezi Türk-iş olacaktı. Dağıtılmak istenen eylem büyümüş; politikleşmişti.

Ya bizimlesin, ya değil! İşgalle birlikte, işçiler Tekgıda-iş sendikasının yanında, Türk-iş’i de eyleme ortak ettiler. Elli sekiz yıllık geçmişinde Genel Merkez binasını ilk kez bu denli yoğun bir işçi kokusu sarıyor; her gün özenle temizlenen salonlar, cilalanan koridorlar, eylemci işçilerin kanı, teri ve eylem alanından taşıdıkları çamurla tanışıyordu. Tekel işçileri Türk-iş’in önüne sorunu çok net koymuşlardı: “ya bizimlesin, ya değil!” Sekiz aydır toplanmayan Türk-iş Başkanlar Kurulu, 23 Aralık’ta olağanüstü toplanarak eylemi sahiplendi. Tekel işçilerinin talepleri karşılanıncaya kadar, 25 Aralık’tan başlayarak ve her Cuma ilave bir saat artırılarak iş bırakı-

lacaktı. Ayrıca Türk-iş, “hükümet talimatıyla asgari ücret yerine sefalet ücretinin belirleneceği asgari ücret tespit komisyonlarına” katılmayı da reddettiğini açıklıyordu. 30 Aralık Başkanlar Kurulu toplantısından da bölgesel mitingler yapma kararı çıktı. Eylem, Tekel işçilerinin önderliğinde ülke sathına yayılıyor; çevresinde giderek genişleyen bir dayanışma ağı örülüyordu. Genel direniş, genel grev konuşuluyordu. İşçiler kararlıydı. Buna karşı, Çalışma Bakanı Ömer Dinçer’in yeni yılın ilk gününde 4-C’yi parlatarak yaptığı teklif, sermayenin de kararlılığında bir değişiklik olmadığını gösteriyordu.

İşçi sınıfı misyonunu bir kez daha hatırlattı Tekel işçileri, eylemleriyle bütün dikkatleri üzerlerinde toplamış; sokağa kurdukları kürsünün, dostların yanında, her soydan ve boydan burjuva siyasetçisini ayaklarına taşıyan gücüne kendileri bile şaşmışlardı. Eylemde böylesine “duru gökte çakan bir şimşek” etkisi yaratan neden, tek başına, ne verilmemiş kavgaların birikmiş enerjisi, ne de onca aldatılmışlığın doğurduğu öfkede bilenmiş, hayranlık uyandıran o kararlılıktı. Asıl neden; eylemin, sermayenin kendi hareketinde açtığı kanıksanmış bir hesabın, neredeyse kanıksanmış kapanışına yapılan ilk sahici, kitlesel itiraz olmasında; ve

bu itirazın kapitalizm, kendi sözcülerinin deyişiyle, “yüzyılda bir görülebilecek” bir krizle, tepeden tırnağa sallanırken; ilk sosyalizm kuruculuğunun yenilgisinin halen elverdiği ideolojik rantla, sermayenin bu krizi egemenliğine yönelik eşdeğer şiddette bir tehdit olarak algılamadığı koşullarda; toplumsal mücadelenin “politik alan” içine sıkışarak, kimlikler siyasetine indirgendiği, ulusal kavgaların sınıf mücadelesinin üzerini örttüğü bir yerde; “Krize rağmen sermaye egemenliğine karşı beklenen kitlesel karşı koyuşu gerçekleştiremediği” düşünülen ve tarihsel misyonundan umudu kesenlerin hiç olmadığı kadar çoğaldığı bir zamanda; yine ondan “Ne olduğunu ve bu varlık uyarınca tarihsel olarak neyi yapmak zorunda kalacağını” bir kez daha dosta düşmana hatırlatan, işçi sınıfından gelmesindeydi.

Uyuyan devi uyandıracak kıvılcımlar nBelki “artçı” bir eylemdi, talepler kesimsel çıkarlar üzerine inşa edilmişti. nKuşkusuz kendiliğinden bir karakter taşıyordu ve bu haliyle manipülasyonlara da açıktı. nİşçiler, sermayenin değişik fraksiyonlarına mensup sözcülerinin yanlarına gelerek, timsah gözyaşlarıyla verdikleri desteğin ikiyüzlülüğünün farkına varamıyor; CHP’sinden MHP’sine, onlara hak ettikleri yanıtı veremiyorlardı.

nBugün ayaklarına koşarak gelen Baykal, daha dün kendileriyle aynı mücadeleyi yürüten sınıf kardeşleri Kent Aş işçilerine kulaklarını tıkayan o Baykal değil miydi? n MHP’li ve BBP’li demagogları alkışlarken, kendilerine biber gazlı, coplu saldırının düzenlendiği Abdi İpekçi Parkında, yakın zamanda Kent Aş işçilerinin direniş çadırına saldıran faşistleri ne de çabuk unutmuşlardı? n AKP karşıtlığı ile aldatılmışlıklarına, yurtseverlik söylemleriyle vatan konusundaki hassasiyetlerine tercüman olsalar bile, TKP’nin hemen iki adım ötelerinde düzenlediği dayanışma mitingine yeterince katılmalarını önleyen, “komünist” sözcüğüne karşı duydukları o önyargı değil miydi? Başka kusur ve zaaflar, sorular bu listeye eklenebilir. Ama tüm bunların ötesinde ve üstünde, yadsınamaz bir başka gerçek var. Geçen on beş günün sonunda eylem, Tekel işçisi ile birlikte onları izleyen milyonlarca işçinin bilincinde, gelecek büyük mücadeleleri mayalandıracak şu kıvılcımları saçıyordu: nEn haklı talepler bile, eğer işçi sınıfından geliyorsa, karşısında devleti buluyordu. nEn sıradan talepler bile olağanüstü bir mücadeleyi; kazanmak ise daha fazlasını, bilinçli bir örgütlülüğü gerektiriyordu. nİşçi sınıfına modern kölelik ko-

TEKEL işçileri kardeşlik türküleriyle hak arıyor Cevat Paloğlu, Samsun 19 Mayıs Tütün ve Yaprak İşletmesi işyeri temsilcisi Süleyman Kavlak ile TEKEL işçilerinin özelleştirme sürecindeki tavırlarını ve Ankara eylemini konuştu

bir coşku ile karşılardı. Tabii özelleştirmeyi bize işyerleri üzerinden değil de alacağımız hizmet üzerinden anlatırlardı. Buna karşılık sendika ise bizi bilgilendirici en küçük bir çaba içerisine girmezdi. Buna rağmen yemekhanelerin özelleştirilmesi girişimi işçilerin tepkisi sonucu geri tepti ve gerçekleşemedi.

Tekel işçileri olarak özelleştirmeler ile ilk ne zaman, nasıl karşı karşıya geldiniz?

Tekel’de ilk özelleştirme Tekel İçki ile başladı. Fakat bu fabrikalarda çalışan işçiler bütün haklarının korunması kaydıyla sigara fabrikalarına aktarıldığı için hemen hemen hiçbir direnç göstermediler. Ardından da 2007’de aynı şartlarla sigara fabrikalarında çalışanlar Yaprak ve Tütün fabrikalarına aktarıldılar. İçki fabrikalarının özelleştirilmesinden farklı olarak Adana ve Malatya fabrikalarında çalışan işçiler bir aya ya-

89 yılında 19 Mayıs Yaprak Tütün İşletme Müdürlüğü’nde işe başladığımda o zamanlar ANAP hükümeti dönemiydi. O günkü bakanlar ve milletvekilleri işletmeyi ziyarete geldiklerinde “özelleştirme” nin bize nasıl faydalı bir şey olduğunu anlatırlardı. İşçiler de onları büyük

Özelleştirmede bugüne nasıl gelindi ? İşçiler nasıl bir tepki geliştirdi?

kın bir zaman işyerlerini terk etmediler. Orada bu karşı çıkışın cılız kalmasının nedeni ise bizim tütün ve yaprak depolarının kapanacağını aklımızın ucundan bile geçirmememizdi. Çünkü Tekel bünyesinde daha önce alınmış olan tütünlerin yurtdışına satışa hazırlığını yapacak tek işletme bizlerdik. Fakat artık Tekel tütün almadığı için bu depolarda çalışan 11bin 900 işçinin yapacağı hiçbir iş kalmadı. Yani ortada satış değil aşamalı bir kapanma durumu var. Evet tam da böyle. Biz zaten Başbakanın deyimiyle “sırt üstü yatıp maaş alma” meraklısı değiliz. Bu saatten sonra geri dönüşün olmayacağının da farkındayız Peki ne istiyorsunuz, talepleriniz neler? Biz geleceğimiz ve ekmek paramız için çalışmak istiyoruz. Ama bugüne kadarki haklarımızın bundan sonra da korunmasını is-


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 11

şullarının dayatılması, kazanılmış hakların gaspı, şu veya bu burjuva siyasetin arasındaki farkın değil, sermayenin hareketinde ulaştığı evrensel uğrağın, kriz ve rekabet koşullarının, doğrudan zorunlu bir sonucuydu. Sermaye başka türlü yapamıyordu. n Bu durumda, işçiler ya mücadele edecekler, ya da işsizliği ve sefaleti; en iyi olasılıkla da, sadakayla sürdürecekleri onursuz bir yaşamı seçeceklerdi.

Kazanmak mümkün! Kazanmak mümkündü, ama şimdi daha yüksek bir bilinci zorunlu kılıyordu. İşçiler, eylemlerinin bilinçli öznesi olmayı başardıklarında, muhtemel saldırıların önünü alabilir; zafere ulaşabilir; modern kölelik zincirlerini kırmaya yönelik daha büyük bir mücadeleyi tetikleyebilirler. Bunun yolu, geleceklerini kendi ellerine alarak, kararlılıklarını eylemin örgütlü inisiyatifine, merkezine dönüştürmelerinden geçiyor. Tekel işçileri böyle yaptıklarında, “politika” ile “ekonomi” arasında bilinçlerde örülmüş o duvarı yerle bir etmenin somut bir örneğini vererek, sermaye egemenliğini alt etmenin; kendilerinkiyle birlikte insanlığın acılarına son vermenin biricik yolunu da eylemleriyle işçi sınıfına göstermiş olacaklardır.

TEKEL’in kadınları en önde İşyerlerinde çoğunluğu oluşturan kadın işçiler direnişte de etkindi. Eylemci kadın işçilerle Bahar Toker’in Ankara’da yaptığı görüşmeyi bianet’ten aktarıyoruz Kadın işçiler için şartlar daha zor. Soğuktan daha çok etkileniyorlar. Temel ihtiyaçlar ve hijyen konusunda daha çok sıkıntı çekiyorlar. Hepsinin ilk paylaştıkları çocuklarına özlemleri ve onlardan aldıkları destek oldu. Eylemin ilk günü Diyarbakır'dan Ankara'ya gelen Dilber Demir (38) ilk günler konaklama konusunda çok sıkıntı çektiğini söylüyor. Bir çok kadın işçi Teksif misafirhanesinde kalıyor. Ancak ilk üç gün parkta sabahlamışlar. Polisin attığı biber gazından çok etkilenmişler. "Hiçbir neden yokken zehirlediler bizi". İhtiyaç duyduklarında revirden destek aldıklarını söylüyor ve ekliyor, "Bir haftadır buradayız,

tiyoruz. Hükümetse bize 4-C’yi öneriyor. Tekel’in özelleştirilmesi sürecinde bugüne kadar sessiz kalan işçiler işyerlerinin Türkiye’nin dört bir yanında dağınık olmasına rağmen bir anda nasıl organize oldu da Ankara’ya gelmeye karar verdi? Şu anda iş yerlerimizde Tek Gıda İş Sendikası, Hak-İş’in açtığı dava nedeniyle yetki sahibi değil. On bir aydır da dava dolayısıyla üyelik aidatları toplanamıyor. Buna rağmen sendika son süreçte işçiyi bütün gelişmelerden haberdar etti ve 7 bin civarında işçiyi Ankara’ya taşıdı. Türk-İş binasında “Diyarbakır, İzmir…” diye giden iller sıralamasının altında “Biz açılımı yaptık sıra sizde” yazan pankartla vermek istediğiniz mesaj nedir? Benim çalıştığım 19 Mayıs işletmesinden birlikte geldiğimiz işçilerin çoğu “Şemmamme” ile halay çekmeyi öğrendi, halay çekmeyenler de alkışla tempo tutuyor.

bir şey değiştirmek için değil, tek istediğimiz özlük hakkımız." Bir başka kadın işçi ise (45) eylemin en zor yanının altı çocuğunu İstanbul'da bırakmak olduğunu söylüyor. Son iki seçimde oyunu AKP'ye vermiş. Bu bir hafta sonrasında ümidi biraz kırılmış. Son sözü "Yarın da bir şey çıkmazsa umudum yok artık" olacaktı ki, diğer arkadaşlarının "hiç bir yere gitmiyoruz" eklemeleri ile "kararlıyız" diye bitirdi sözünü. Ayfer Tekin (42) konaklama şartlarını "erkek işçilere göre daha iyi sayılır" diye yorumluyor. Gündüzleri soğuk onu çok etkilemiş, ancak sandalye bula-

bildiğinde oturabildiği için yürümekte de zorluk çektiğini söylüyor. Destek veren Ankaralı kadınlar kadın işçileri kendi evlerinde ağırlamayı teklif etmişler. "Biz kadınlar hep birlikte kalmak istiyoruz" demişler, "birbirimize söz verdik, hep beraberiz, buradayız." Alanda bir çok genç görmek de mümkün. Üniversiteye hazırlanan Deniz Elibol da (18) eylemin üçüncü gününden beri her gün geliyormuş. "İşçiler kadınların daha dayanıklı ve ön saflarda olduğunu söylüyorlar" diyor. ve ekliyor: "Asıl etkiyi sendikalardan daha çok destek ve genel grevle yaratabiliriz."

Günlerdir yemek ve barınma gibi ihtiyaçlarınızı nasıl karşılanıyorsunuz?

çalışıyor. Sekseni kadın. Başından beri eylemin içinde yer alanların sayısı ise yedi.

Sabah 8 den akşam 9 -10’a kadar zaten Türk İş’in önündeyiz. Geceleri ise diğer sendikaların konferans salonlarında sabahlıyoruz. Yeme, içmeyi ise kendi cebimizden karşılıyoruz. Son günlerde ise parlamento dışı partilerden kısmi de olsa destek görmeye başladık. Ama ne kadar daha dayanırız bilmiyorum. Daha şimdiden kendi aramızda para toplayarak zorda kalan arkadaşlarımızla dayanışıyoruz.

Bundan sonrası için ne bekliyorsunuz?

Eylemciler arasında oldukça fazla kadın var. İşyerleri düzeyinde kadın işçi oran nedir? Eylemde başından beri yakınlarımız hiç yer almadı. Kadınların tamamı işçi. Abdi İpekçi Parkında saldırıya uğradığımızda dağıtma uyarısının ardından biraz da saldırmayacaklarını düşünerek polis bariyerinin önüne en önce kadınlar geçti. En fazla zararı da onlar gördü. Oran meselesine gelince, ancak kendi işyerimizden örneklendirebilirim. Bizim işyerimizde 640 işçi

Her şeyden önce gücümüzü gördük. Beklediğimizden de dirençli çıktık. Yer yer hükümet yetkililerinin açıklamaları işçiler arasında olumsuz etki yapsa da olumsuzlukları aramızda konuşarak, motivasyonumuzu düşürmemeye çalıştık. Yine de yorgunluk ve ekonomik zayıflık zamanla zaafa dönüşmeye başladı. Buna rağmen bundan sonrasını kazanamazsak da kardeşlik türküleri söylemeyi ve hak arama deneyimini kazandığımızı düşünüyoruz. Ayrıca bizden önceki örneklerden daha fazla iz bırakacağımız da kesin. Biz gücümüz yettiği ölçüde buraya kadar geldik. Bundan sonrası bizi aşıyor. Ama şurası kesin ki; kazandıklarımız da kaybettiklerimiz de bizden önceki özelleştirme mağduru 4C çalışanlarının olduğu kadar sonrakilerin kaderlerini de etkileyecek mihenk taşlarından biri olacak.


12 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Politika

‘İç savaş’: Tevatür, tehlike, korkuluk... İç savaş tehlikesinden, Kürt sorununda çözümsüzlüğün yol açması mümkün toplumsal kırılmalar bağlamında söz edilebilir, AKP ile TSK arasında ise böyle bir gerilim yok

“Askeri ve çatışmalı” boyutlara bürünmeyen, eksiltili, yalnızca “politik” ve politikanın başka araçlarla sürdürülmesi anlamına gelmeyen bir iç savaş adlandırması, kavramın asıl içeriğinden keyfi biçimde soyundurulması demektir. Kaldı ki, Erzincan’da silahlar patlamış olsaydı bile, “münferit olay” olarak kaldığı müddetçe, bu, iç savaş tezinin doğrulanması anlamına gelmezdi. Haber.sol.orgda yayınlanan ve rejim içi kutuplaşmaya karşı takınılması gereken tutum konusunda öncekinden farklı bir yaklaşımın ipuçlarını veren yazısında, Kemal Okuyan doğru bir noktaya parmak basıyor: “Türkiye’de yaşananların tarihsel önemine işaret etmek, ülkenin aydınlıkla karanlık arasında gidip geldiğini ifade etmek için ağırlıklı kavramlar kullanmak gerekebilir ama ‘iç savaş’ Türkiye’nin başına bela olan eksendeki hareketliliği ifade etmek için pek uygun değildir. ‘İç savaş’ ağır bir kavramdır, bu eksen bu ağırlığı taşıyamaz.”

Arka plan

Kenan Kalyon Bir “iç savaş” tevatürüdür aldı yürüdü. Seferberlik Tetkik Kurulunun aranması başta olmak üzere, son gelişmelerle birlikte yeniden tedavülde. Hem devlet aygıtı ve egemen sınıf içindeki tepişme hem de aşağıdan gelen dinamiklerin müesses nizamın sınırlarını zorlaması nedeniyle, bir rejim krizinin dönem dönem alevlenerek sürüp gittiği reddedilmez gerçek. Ama bu durumu adlandırmak için kullanılan “iç savaş” tabiri olup biteni, Türkiye’nin yaşamakta olduğu dönüşümü, buna karşı dirençleri ve egemen güçler arasındaki çelişkileri açıklamaktan çok karartıyor. Hazırlop ve dehşetengiz bir niteleme, bir anda akıl yürütmeyi durduruyor ve tahlilinin yerini

alıveriyor. Örneğin, Melih Pekdemir BirGün’deki köşesinde şöyle yazıyor: “Herkes yeni yıla dair kehanette bulunuyor, lakin şahsım olarak uğursuz bir kehaneti çıkmakta olan falcı hallerindeyim… Daha 2008 yılı Mart ayındayken tepemizdekilerin tepişmesine bakıp “örtülü bir iç savaş çıkmak üzeredir” diye yazmıştım. Hayır, Kürtler ve Türkler arasında patlak verebilecek toplumsal felaketten söz etmiyordum. Kastettiğim devlet içindeki bir savaş idi...” Pekdemir, devamında, özel yetkili Erzurum savcısının 4 Aralık 2009 günü MİT’in Erzincan bölge binasını basması sırasında silahların patlamasına ramak kalmasını kehanetini doğrulayan bir kanıt sayıyor. Benzer türden değerlendirmelere İşçi Mücadelesi’nin sayfaların-

da da sıkça rastlamak mümkün. İşte bunlardan biri: “Burjuvazinin politik iç savaşı keskinleşerek sürüyor. Bülent Arınç’a suikast girişimi ile birlikte gündeme gelen olaylar zinciri bu iç savaşın bir kez daha politik yöntemlerin sınırına dayandığını gösteriyor. Bu sınırın aşılması söz konusu politik iç savaşın askeri ve çatışmalı boyutlar alması demek. Bu hiç de abartılı bir tespit değil. Çünkü son dönemde en azından bir örnekte ciddi bir silahlı çatışma tehlikesinden dönüldü.” İşçi Mücadelesi de Erzincan örneğini zikrediyor. Ama ne yazık ki tespiti abartılı, hem de eski tabirle mübalağa sanatının sınırlarını zorlayacak ölçüde. Bir kere, iç savaş, adı üzerinde bütün boyutları ve içeriğiyle iç savaştır.

Öte yandan, mevcut durum için uygun bir adlandırma olmamasının yanı sıra, iç savaş tezi gelecekteki olasılıklara ışık tutmak bakımından sorunludur. Öyle anlaşılıyor ki, bu tezin sahipleri, egemen güçler katından bakıldığında, Türkiye’deki rejim krizinin, taraflardan birinin kesin galebe çalacağı, diğerinin ise diz çökeceği bir iç savaş uğrağından geçmeksizin çözülemeyeceğini, kutuplaşmanın bu mahiyette ve keskinlikte olduğunu düşünüyor; tedrici ve uzlaşmalı/çatışmalı bir dönüşüm sürecini ihtimal dışı tutuyorlar. Hakeza, kutuplaşmanın taraflarını aşırı toptancı ve tasnifçi biçimde tanımlıyor ve değişmeyen konumlar içinde ele alıyorlar. Hal böyle olunca, olup bitenleri sabit konumlar içindeki sabit tarafların nihai hesaplaşma öncesi manevra ve taktikleri olarak anlamlandırıyorlar. Olaşan yeni vasatların tarafları yeniden belirlemesi, yeniden konumlanmaya sevk etmesi ve aralarındaki mesafeyi değiştirmesi ihtimalini (ihtimalden de öte, vuku bulmakta olanı) göz ardı ediyorlar. Bu bizi, ister istemez burjuva kamptaki hengâmenin mahiyetinin ve nedenlerinin ne olduğu sorusuna getirir. Bizce bunun beş temel nedeni var:


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 13

n İktidar bloğu ve blok içindeki güç dengeleri yeniden şekilleniyor. Bloğa yeni dahil olanlar veya daha fazla yer talebinde bulunanlar ile edindikleri iktisadi gücü siyasal alana da tahvil etmek isteyenler eski mukimlerle itişiyorlar. Bu anlamda, yaşananlar yeni bir biçimlenime geçişin pazarlıkları, sancıları ve çatışmalarıdır. n Hem bu nedenle hem de Türkiye’nin bugün geldiği kapitalist gelişme ve dönüşüm evresinin bir gereği olarak, Ertuğrul Kürkçü’nün “burjuvaziyi siyasi olarak mülksüzleştiren” “Prusyalılar” mecazıyla ifade ettiği bürokrasinin göreli değil ama, aşırı özerkliği budanıyor; buna karşılık, şimdiye kadar bu özerkliğin tadını ve cılkını çıkaranlar direniyor. n Yeni dünya konjonktürüne ve Türkiye kapitalizminin değişen gereksinimlerine uygun olarak devlet aygıtı elden geçiriliyor; buna karşı hem bizatihi süredurumdan ve yerleşik algılamalardan hem de Türkiye’ye Avrasyacılık gibi farklı bir istikamet vermek isteyenlerden kaynaklanan bir direnç var. n “Kayıt-dışı” yönleri bir meşruiyet bunalımına yol açacak kadar aşırı biçimde çeşitlenmiş ve şişmiş bir devlet aygıtı yeniden tanzim ediliyor. n Bugünün burjuva sivil toplumunu tatmin etmeyen ve muhalif dinamiklerin meydan okumaları karşısında yıpranan “resmi ideoloji” yeni girdilerle takviye ediliyor. n Dinin toplumsal ve siyasal yaşamdaki yeri ve işlevi konusunda sonuçlanmamış bir çekişme sürüp gidiyor. AKP iktidarı altında, bu ihtilaflı alanların her birinde belirli bir dönüşüm yaşandığı ve yeni bir vasat oluştuğu için bu tablodan “iç savaş” çıkmaz. Ayrıca, AKP ve temsil ettiği güçler karşı kampın yığınağını ve konumlanışını sarstığı ve bu kampın koçbaşı olarak görülen TSK’nin şimdiki komuta kademesiyle kimi başlıklarda anlamlı bir ortak payda ve “yakınlık” yakaladığı için de çıkmaz. Yalçın Küçük, konum sarsmanın ve boşa almanın tipik ve temsili bir örneği olarak verilebilir. Biliniyor, kendisi öteden beri Musul ve Kerkük’ün alınması ge-

rektiğini, aksi halde Diyarbakır’ın da kaybedileceğini ileri sürenlerdendir. Dışişleri bakanlığı koltuğunda, özellikle Irak Kürdistan’ını kastederek, siyasi ve gerçek (veya fiili) sınırlar ayrımı yapan A. Davutoğulu’nun oturduğu AKP hükümeti, bugün farklı ve dolaylı yollarla da olsa aynı hedefe ulaşmaya çalışıyor.

“Irreversible” veya geçmiş olsun “İç savaş” tezleri, rejim krizi, burjuva kampın kutupları, bu kutupların bileşenleri ve baş çekicileri bağlamında en fazla kafa karıştıran konu, TSK’nin ya da doğru bir ifadeyle onun şimdiki komuta kademesinin tutumu ve konumudur. 4 Ocak tarihli Milliyet’te, Aslı Aydıntaşbaş, temas ettiği yabancı diplomatların söz birliği etmişçesine, “bize göre ordunun durumu ‘irreversible’ gözüküyor” dediklerini yazıyor. Yani ihya edilemez ve eski durumuna iade edilemez. Hiç yoksa iki bakımdan doğru bir gözlem: TSK, bambaşka tarihsel koşulların ürünü olup bugüne kadar süregelen yüksek özerkliğe ve iktidar bloğu içinde eski ağırlığına bir daha kavuşamayacaktır. Oysa, “iç savaş” tezinin en ısrarlı savunucusu olan İşçi Mücadelesi farklı düşünüyor. Ona göre, ordu Dolmabahçe’den beri geçici bir ricat taktiği uyguluyor ve bunu sona erdirmek için fırsat kolluyor. Olup biten bundan ibarettir. Bu sebeple orduyu tartışmasız ve yekpare biçimde iç savaşın “batıcı-laik” cephesinin başına yerleştiriyor ve bütün Engenekon operasyonlarının orduya rağmen gerçekleştiğini ileri sürüyor. Bu, daha karmaşık bir durumu aşırı basite indirgemektir. Elbette, Dolmabahçe’dekine ve bunu takip eden Washington mutabakatına vurgu yapanlar da TSK ile AKP’nin bu tarihlerden itibaren can ciğer kuzu sarması haline geldiğini, aralarında çelişkilerin bir anda buharlaştığını, rejim krizinin ve cepheleşmenin son erdiğini iddia etmiyorlar. Söylenen özetle şudur: Söz konusu mutabakatların bir ricatın ötesinde, bir uzlaşmaya ve işbirliğine işaret eden, Türkiye’ye istikamet tayin eden imaları ve sonuçları var. Bu eşikten itibaren, TSK’nın komuta kademesi sadece ricatla açıklanamayacak daha özgün bir konumlanışa geçmiş, o

zamana kadar çeşitli biçimlerde arkaladığı ulusalcı ve Avrasyacı güçleri ortada bırakmıştır. Ergenekon operasyonlarını mümkün kılan aynı zamanda bu gelişmedir. Bu sadece hükümete verilmiş bir ödün olarak görülemez. Başka bir açıdan bakıldığında, bir mıntıka temizliği yapmak, başına topladığı cinleri dağıtmak, ordu içine oynayan, onu baskı altına alan veya hiyerarşik düzenini bozan sivil, emekli asker ve muvazzaf asker karışımı merkezkaç ya da “merkezi kayık” oluşumları etkisizleştirerek veya caydırarak emir-komuta zincirini sağlama almak TSK için de ertelenemez bir ihtiyaç haline gelmişti. Hiyerarşik düzeni sarsılan, kendi içindeki uzantılarıyla birlikte alacalı bir toplumsal-siyasal koalisyonun baskılarına maruz kalan ve çatlak seslerin arttığı her NATO ordusu, emir-komuta içinde kotarılacak bir darbe konjonktürü yoksa, ister istemez bu refleksi gösterir. Ergenekon operasyonlarının TSK’nin onay verdiği sınırların ötesine taşıp taşmadığı, AKP’nin ve yer yer de Fetullahçı cemaatin bunu orduyu daha da geriletecek bir manivela olarak kullanıp kullanmadığı ayrı bir bahis. Zira çekişen kuvvetlerin zıt yönlü etkilerde bulunduğu her sürecin, bir kez başladıktan sonra kendine özgü bir dinamik kazanmasından daha doğal bir şey olamaz.

Bir tehlike ve korkuluk olarak iç savaş İç savaşa veya iç savaş tehlikesine sıkça atıf yapılan bir başka bağlam Kürt sorunu. Şüphesiz, bu cephede işin rengi başka. Burada, hâlihazırda düşük bir olasılık olsa bile, belirli koşulların yan yana gelmesi halinde ciddiyet kazanabilecek potansiyel bir iç savaş ve halklar arası boğazlaşma tehlikesi gerçekten de var. Zira Kürt sorununun siyasal çözümünün karşısında epeydir yalnızca devletten, rejimden, TSK’den ve siyaset zümresinden kaynaklanan dirençler yok. Bu listeye kesinlikle bunlarla rezonansa girebilecek toplumsal dirençlerin de eklenmesi gerekiyor. Yıllardır “cephe gerisi”ni sağlama almak için dört bir koldan yürütülen milliyetçi, şoven ve ırkçı kışkırtmanın kitleler üzerindeki etkisinin tezahürlerini

her yerde görmek mümkün. Uzun bir düşük yoğunluklu savaşın ülkenin her yanına yayılan maddi ve manevi acıları, bu savaşın Batı’daki mağdurlarının faşist ve milliyetçi akımların yönlendirme ve kışkırtmalarına açık olmaları ve yoğun bir Kürt göçü alan kentlerin sakinleri arasında Kürtlere karşı yeni denebilecek bir “tanıyarak dışlama” eğiliminin güç kazanması da çabası. Son yıllarda giderek artan linç girişimleri bu iklimden besleniyor. Pek çok kasaba ve kentte, her hangi bir olayın kolaylıkla bir Kürt/Türk gerginliğine dönüşmesi, harekete geçirilmiş kalabalıkların Kürtlere ait ev ve işyerlerini taşlaması ve Diyarbakır Spor’u ligden çekilmenin eşiğine getiren olaylar da öyle. Bu koşullar altında, her kim ki Kürt sorununu çözmeye soyunur, şovenizmin, ırkçılığın ve ayrımcılığın bütün görünümlerine karşı kesinlikle kararlı bir tutum takınmak zorunda. Ama Başbakan Erdoğan ve partisi böyle davranmak yerine, bunları “hassasiyet” sayarak, hatta yeri geldiğinde bu “hassasiyet”leri paylaşarak, çözüme bir güvenlik operasyonu optiğinden bakmaya devam ederek, atılması gereken adımları Türk halkının nezdinde tarihsel bir haksızlığın telafisi diye meşrulaştırmak yerine, olmayacak duaya âmin der gibi “milli birlik projesi”nden ve “tasfiye”den dem vurarak yol alacaklarını sanıyorlar. İç savaş tehlikesinin kaynağına inmek yerine, Baykal ve Bahçeli’nin kendilerine karşı sallandırdığı iç savaş korkuluğunu, onlar da Kürt hareketine ve Kürtlere gösteriyorlar: Durumu görüyorsunuz, taleplerinizi asgariye çekin, “hassasiyet”leri kaşımayın, içinizdeki “şahinler”i temizleyin, size yönelik operasyonları sineye çekin, vb. Bu Şark kurnazı siyasetin sonucunun ne İsa’ya ne Musa’ya yaranmak olması çok muhtemel. Erdoğan ve partisi, şu ana kadar mevzi kazanarak gelmelerinin verdiği bir özgüvenle her alanı istedikleri gibi tanzim edebileceklerini, her sorunu rejimin liberal-muhafazakâr ve yeni-Osmanlıcı restorasyonu içinde eritebileceklerini sanıyorlarsa da yanılıyorlar. Zira içeriği ve taşıyıcı öznesiyle Kürt sorunu bu çerçeveye sığmaz.


14 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Politika

Kürt Hareketi makas değiştirebilir mi? Sosyalist hareketin yeniden kuruluşu, bir bütün olarak bölgeyi yeniden şekillendirme hedefini dolaysız biçimde güden “Açılım” sürecinden ve barındırdığı çatışma dinamiklerinden bağımsız kurgulanamaz.

ğil “her an terk edilebilecek” bir seçenek olarak görülmesinin sebeplerinden biri de bu şekilde ilerleyen süreçti. Bu süreçte, politika değişikliğine gitme ihtimali bulunan taraf olarak görülen, AKP ve TC cephesi idi. Ta ki Reşadiye saldırısına (ve aynı haftaya sıkışan gelişmelere) kadar. Saldırı ile birlikte, barış sürecinin Kürt cephesi açısından da bitip bitmediğine dair sorular, PKK saldırılarının şiddetlenebileceğine dair şüpheler dile getirildi. Sonuçta, Kürt cephesinin, yöneliminde bir değişiklik isteği içerisinde olmadığı açıklığa kavuştu.

Alp Hakan Güvenir Genç Kürt Yurtseveri Aydın Erdem’in öldürülmesi, Reşadiye saldırısı ve ardından, DTP’nin kapatılması davasından Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk’a getirilen siyaset yasağıyla birlikte kapatma kararı çıkması, bir süre için barış ikliminin ve açılım gündeminin hâkim olduğu siyaset zemininde yeniden sertlik ve savaş politikalarının öne mi çıkmakta olduğu sorularının sorulmasına neden oldu. Sonbaharla birlikte, hükümet tarafının, Milli Birlik Projesi limanına demirlediği açılım gemisinin, önceden çizilmiş bir rotasının bulunmadığı ve dahası açılımın bittiği görüşü ifade edilmeye başlanmıştı. AKP’nin frene bastığı ve açılımın öncelikli hedefinin, Kürt devrimci dinamiğinin tasfiyesi olduğu, pek çok kesimin ortaklaştığı noktaydı.

Kürtler, ilk günden başlayarak “açılım”a kendi cephelerinden sahip çıktı, AKP’yi ve devleti “barış” siyasetine zorlayan bir rol oynadı. Açılımın sahibi her ne kadar hükümet olsa da süreçteki inisiyatifin sahibi özne konumunda görünen, Kürt siyasetinin özneleri oldu. Bu durum, somut ve sonuçlandırılabilir bir projeye sahip olmadığı açıkça ortaya çıkan hükümet ve devlet cephesinin Kürt devrimci dinamiğini tasfiye etme girişiminin önünde ciddi engel oluşturuyor ve süreçte pozisyonunu güçlendirerek yeni mevzilere sıçrama ihtimali olan taraf olarak Kürt dinamiği öne çıkıyordu. Zamanlaması ve yöntemi bakımından AKP ile anılan ancak Türkiye’nin yönelimleri ve bölgede oynamayı hedeflediği rol bakımından devlet projesi niteliği taşıyan açılım ve barış yöneliminin bir zorunluluk olarak de-

TC açısından, demokratikleşme ya da ulusal sorunun çözümü anlamında değil, bölgede ABD’nin boşalttığı alanlarda, aktif ve belirleyici rol oynama yolunda Güney Kürdistan’la farklı bir zeminde ilişkilenme hatta bütünleşme hedefine bağlı mana taşıyan açılım ve barış siyaseti, önümüzdeki dönemin belirleyici siyaset eksenidir. Bu aynı zamanda, Türkiye cephesinde açılıma karşıt işleyen dinamiklerin pozisyonlarını da belirleyen ayrışma eksenidir. Zaten bu nedenden dolayıdır ki, yönelime karşıt işleyen dinamikler, aslolarak cephenin öteki yanında değil, bu yanındaki egemenler, egemenlik ilişkileri ve kurumları arasından yükseliyor. Bir devlet politikası olmasına karşın, açılım ve barış yöneliminin kesintisiz ve istikrarlı bir ilerleyişinin olamamasının, gelgitleri ve zikzakları içeren bir yolculuk halini almasının sebeplerinin başında bu gerçeklik geliyor. Bugün, Türkiye egemenlerinin açılım ve barış yönelimi çerçevesinde mutabık oldukları en önemli ve yakın hedef, Kürt devrimci dinamiğinin tasfiyesidir. Bunun dışında, TC cephesindeki, yöntem, inisiyatif, öncelik farklıkları ekseninde bir dizi çatışmayı içeren süreç, barındırdığı bu karşıt eğilimlere ve uğradığı kesintilere rağmen, ilerlemeye devam ediyor. Kürt cephesi açısından da, barış siyasetine sabitlenen bir dönemin içerisinde olunduğunu söy-

lemek gerekiyor. 1990’ların ortasından bu yana, Kuzey Kürdistan coğrafyasındaki devrimci dinamiğin, siyasetini, çözümü Türkiye’de ve Türkiye ile arayan bir eksende örmeye başladığı açık. Bugün, bölgede değişen dengelere ve Türkiye’nin artmaya başlayan etkisine bağlı olarak barış siyaseti, Kürt devrimci dinamiği açısından, bu güncelliği içerisinde, daha hızlı yol alınıp somut kazanımlarla sonuçlandırılması gereken bir gerçeklik. Ancak, AKP ile Kürt devrimci dinamiğinin yönelimlerinin üst üste düştüğü söylenemez. Tarafları bugün, açılım ve barış siyaseti kıyılarında buluşturan sebep ve arayışların tek ortak noktası; farklı saiklerle de olsa, savaş siyasetinin sürdürülebilir olmaktan çıkması yahut çıktığı düşüncesinin ağırlık kazanmasıdır. Barış ve Kürt sorununda demokratik çözüm başlıkları altında, tarafların beklenti ve hedefleri son derece farklıdır. Kürt cephesi, dışarısında kaldığı ve inisiyatif geliştiremediği durumda, son Kürt isyanının somut ve kalıcı kazanımlara ulaşmadan bastırılmasına ilerleyeceği düşüncesi ile sürecin içerisinde kalmaya, inisiyatif geliştirmeye çalışıyor. Aynı zamanda kendisine karşı işleyen bir süreç içerisinde, süreci kırılmaya uğratacak bir tutumun öznesi olmadan, Kürt devrimci dinamiğinin direniş mevzilerinin oluşturulması uğraşı ve barış sürecinin Kürt halkının somut ve kalıcı kazanımları ile sonuçlanması çabası içerisinde olmak, Kürt ulusal hareketinin önündeki yakıcı görevdir. Bu görevin ağırlığı, bölgedeki tüm devrimci, sosyalist öznelerin omuzlarındadır. AKP üzerinden yaşama geçirilen ve bölgedeki yeni emperyalist savaş ve paylaşımların zeminini döşeyecek olan açılımın anlamı Türkiye’nin sınırlarının içerisi ve bu sınırların içerisindeki sınıf mücadelesi ile sınırlı değildir. Bu nedenle, TC’nin yayılmacı barış siyaseti karşısında örülecek direniş mevzisi, bölgenin tüm ezilen halkları ve işçi sınıfı açısından da belirleyici önemde. Bu nedenle, Kürt devrimci dinamiğinin, tercihi olan barış siyaseti zemininde örmeye çalıştığı mevzinin, mümkün olan tüm alanlarda, uygun olan tüm biçimlerde desteklenmesi, Türkiye sosyalist hareketinin öncelikli görevleri arasında sayılmalı.


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 15

Politika

Kozmik yanılgı Operasyonlar hükümet ve silahlı kuvvetler arasında kuvvetli bir uyumu ima ediyor. Evet Türk devleti düşman değiştiriyor! AKP'yi "düşman" ya da"kuşkulu" olmaktan çıkarıp "dost hanesi"ne alıyor, istese de istemese de...

Ankara’da yargıçların giremeyeceği varsayılan yerlerden biri Seferberlik Tetkik Kurulu ya da Özel kuvvetler Komutanlığıydı. Artık bu özelliği son buldu.

Hüseyin Hasançebi AKP nereye girdi? Türk ordusunun "en mahrem" yerine. Neresidir girilen yer? "Derin devlet"tir. Bravo! Türkiye nereye gidiyor gibisinden kallavi sorular sormadan önce şunu sormak gerekir: Adı Seferberlik Tetkik Kurulu veya Özel Harp Dairesi ya da üstlendiği projeye göre şudur budur, ama bunun nesi mahremdir? Özel Harp Dairesi devlettir Eğri oturup doğru konuşalım. Bu örgüt her devlette her zaman vardır. Yapılanması daima devlet ve siyasetin iç ve dış düşman tasnifine göredir. Düşman tasnifi değiştikçe yapısı değişmek zorundadır, çünkü operasyonel işlevi vardır. Topyekûn devlet için divan kuruluncaya kadar hesap sorulması olanaksız bir örgüttür. Yenilenmesi, kan değiştirmesi, düşmandan düşmana geçilmesiyledir. Türkiye bağlamında tarif edersek, "Derin devlet" denilen, devlet kadar devlet olan gelenektir. Demirel'in "Rutin dışı devlet işi" dediğidir. Parlamenter demokrasiye ve NATO üyeliğine geçildikten sonra, çağın icaplarına ve tüm Batı'nın güvenlik ihtiyacını da kapsar şekilde, ABD'nin ihtiyaçları-

na göre reforme edilmiştir. Kore ve Vietnam savaşlarında kontrgerilla ihtisasını geliştirmiştir. Hukuk (Rutin) dışı yaptığının haddi hesabı olmayan bu devlet örgütlenmesinin sadece Türkiye solu yakın dönemi için bakarsak, Taylan Özgür'den bu tarafa 5 binden fazla solcu, sosyalist, komünistin kanına girdiğini görürüz, PKK ile mücadelesinde ve Kürt halkının özgürlük özlemlerini sindirmede insan vicdanını ayağa kaldıran imha yöntemleriyle binlerce insan öldürdüğünü görürüz. "Devletin adam öldürme hakkı"nı kullananan bir örgüttür "derin devlet". Demek ki bu örgüt aslında devlettir. MGK onayıyla işleyen "kontrgerilla" "Suç" işlesin diye kurulmuş bu devlet örgütünden hesap sormak devletten hesap sormak olması gerekirken yargının hükümete karşı varsaydığı bir planı temellendirmek için Özel Harp Dairesi'ne girmesi hayra yorulabilir mi? Kısaca AKP, devletten, işlediği suçların hesabını mı soracaktır? Kimi türedi liberaller ve her halde kamuoyunun büyük bir çoğunluğu hesap sormaya başladığını sandıkları için bu umut çerçevesinde AKP'yi desteklemektedirler. Olup biteni anlamamız için kendimizi önce

yakıştırmalardan kurtarmamız gerekir. Devletle hesaplaşmaya niyeti olan, derin devlet unsurlarını devletten ayırıp mahkum etmekten kaçınır. Çünkü bu devleti aklamaktır. Özel Harp Dairesi veya adı her neyse "o" suçlu, ama devlet temizdir demek için, devleti suçtan, suçu siyasetten ve sınıfından koparmak için çevrilen dolaba dikkatli bakmak gerekir. İşlenmiş tüm eski suçları zaman aşımına uğratan ve sadece AKP'ye karşı planlanmış girişimler üzerinden bugünkü iktidar siyasetinin yolunu açan sulu liberal heyecanlara ortak olmadan önce kendi kriterlerimizi kullanmalıyız. Mahremine girilen bu örgütün bugüne kadar, devletin düşman tasnifine aykırı bir eylemine, MGK'dan kaş-göz onayı almamış herhangi bir plan veya projesine rastlanmış mıdır? Örneğin Mehmet Ağar, Güneydoğu'da organize işlenmiş üç binden fazla faili meçhul siyasi cinayet planının MGK'nda önüne konulduğunu Meclis kürsüsünden açıkladığı zaman Meclis susmamış mıdır? Bugünkü "kozmik operasyon"a gelirsek; bunun siyasi bir anlamı yok mudur? Elbette vardır ve önemlidir. "Kozmik operasyon"un siyasi anlamı Ergenekon operasyonları kapsamında hü-

>>


16 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Politika

>>

kümete karşı komplo (veya darbe) suçlamasıyla kuvvet komutanlarının sorgulanması ve generallerin sivil mahkemeler tarafından tutuklanıp yargılanması "az şey" değildir. Bunun ciddi siyasi sonuçları olacaktır. Bana şu çözümleme doğru görünüyor: Operasyonlar hükümet ve silahlı kuvvetler arasında kuvvetli bir uyumu ima ediyor. Türk devleti düşman tasnifini mi değiştiriyor diye sorulacaksa, evet değiştiriyor! Ne yapıyor? AKP'yi "düşman" ya da "kuşkulu" olmaktan çıkarıp "dost hanesi"ne alıyor. Buna şaşırmak, devlet-toplum, siyaset-toplum denkleminden habersiz olmaktır. AKP sermaye sınıfına olabilecek tüm güvenceleri verdikten ve bunu 8 yıllık iktidarıyla kanıtladıktan sonra Anayasa Mahkemesi'nin AKP hakkında verdiği meşruiyet kararının gerektirdiği zorunlu düzenlemeler yapılmaktadır. Kısaca devlet namlusunu silmektedir. Bu, söylendiği kadar kolay bir geçiş değildir. Devlet sisteminin yerleşik güçleri AKP'ye oturacağı yeri açmak için arkasını toplamak zorunda kalmaktadırlar. Çıkan gürültü budur ve bundan başka da bir şey değildir. Geri çekilen (TSK) ve ilerleyen (AKP-hükümet) durumu yoktur ancak taşlar oynadığı için nerede durulacağı konusunda uzlaşma aranmaktadır. Üstelik uzlaşmanın içeriği "yenilenmiş Türkiye"nin bölge coğrafyasındaki yeni görevlerine intibakına da uygun olmak zorundadır. Acele işe Arınç'ın karışması doğaldır.

‘Yeter ki sonu iyi bi

Revizyon

Ama işte, 2009'un sonunu gördük, aslında görmemek istediğimiz başı gibiydi; İzmir'de faşizan ruhu kabarmış ahali Kürt parlamenterlere saldırdı, DTP kapatıldı, DTP kapatıldıktan sonra gelişen ve işçi-emekçi Kürt gençlerinin önderlik ettiği kent isyanları PKK'nin siyasal sonuçları düşünülmemiş hesapsız bir eylemi sonrasında sönümlendi ve bazı belediye başkanları da yıl içinde yüzlerce Kürt gencin ve emekçinin başına geldiği gibi, terör örgütünün şehir kanadı oldukları suçlamasıyla tutuklandı: 2009'da da diğer yıllarda olduğu gibi Kürt Sorunu hallolunamadı.

Devlette revizyon ya da devletin kendini yenileme girişimi ilk kez olmuyor. Daha önce de oldu. Menderes-Demirel-Özal ekseni olmuş ya da Atatürk-İnönü-Ecevit ekseni, hiç farketmez, Türk devleti devinerek gelen bir devlettir. "Sıçrama" denilecek değişmeleri de vardır. Hem kendinin hem de sermayenin eskiyen temelini değiştirmek zorunda olduğu dönemeçleri aşmakta ustalaşmıştır. AKP'nin siyasal rejime, temsil ettiği sermaye kesimiyle birlikte dahil edilmesi ve devlet iktidarı şemasındaki yerinin görünür kılınması şartken "ulusalcılar"ın feryatlarına kulak asmamak gerekir. Buna TÜSİAD bile aklını yatırmışken bir NATO ordusundan kırılmaz dirençler beklemek safdillik olur. Hayal kuracaksan eğer, o girilmez yerlere "halk"ın, hukukun üstünlüğü için değil kendi üstünlüğü için gireceği günleri hayal et.

TRT’nin Kürtçe kanalının açılmasıyla umutlu bir başlangıç yapan 2009, DTP'nin kapatılması ve yerel yöneticilerin tutuklanmasıyla sona erdi Mustafa Bayram Mısır 2009, sonunu görmeseydik, bildik bir yıl olmayabilirdi. Ekim'de, Habur sınır kapısında kurulan olağan dışı yargı yeri, “sonuncu Kürt isyanının gerçekten bitebileceğine”, “yalnızca Kürtlerin değil Türkiye'nin kaderini de belirleyerek son bulabileceğine” dair bir işaret gibiydi. Yıl da öyle başladı zaten; TRT uydudan da olsa 24 saat yayın yapan Kürtçe televizyon kanalı TRT 6'yı Ocak ayı içinde açtı, Nisan'da da radyo yayına başladı. 29 Mart Yerel Seçimlerinde DTP, özellikle bölgede oldukça başarılı sonuçlar elde etti ve 2007'den beri parlamentoda grubu bulunan parti, Kürt sorunun çözümünde Kürt özgürlük hareketinin yarattığı meşru bir muhatap statüsüne yaklaştı. Mart'ta Cumhurbaşkanı, adet olduğu üzere, Tahran gezisine giderken uçakta Kürt Sorununu kastederek “iyi şeyler olacak” dedi; yıl sonuna kadar da, Erdoğan'ın Kürt parlamenterlere karşı hasmane açıklamaları dışında, süreç sanki iyi şeyler oluyormuş gibi gelişti.

Siyasal işçi hareketi yine cılızdı İşçi hareketi ve kaderleri bu harekete gömülü sosyalistler içinse, zaten pek bir şey vadederek başlamadı 2009. Gerçi, nihayet üç beş bin kişiyle Taksim'de birlik, dayanışma ve mücadele günü kutlandı ama bu sermayenin saldırısı karşısında bir set olamadı: Sigortasız ve sendikasız çalıştırma, iş kazası adı altında iş cinayetleri sürdü, işsizlik neredeyse iki katına ulaştı, sendikalılık oranında yükselme olmadığı gibi sendikal haklar üzerin-

TBMM’deki BDP Grubunda sanatçı Ferhat Tunç ve diğer konu

deki baskılar arttı, genel olarak sendikalar gerilerken işçi hareketinin örgütlü kesimleri içinde de AKP hegemonyasını güçlendirdi. Bu arada, sadece Tuzla'da değil, kot taşlarken de işçiler ölmeye devam etti. Sosyal Haklar Derneği'nin raporuna göre yılın ilk dokuz ayında iş kazalarında gerçekleşen toplam ölüm sayısı 364, yaralanma ise 1414'tü. Sadece iş cinayetlerinde değil, İstanbul sel altında kaldığında da işçiler; kurallara aykırı servis aracında mahsur kalan 7 kadın işçi, boğularak öldü. 2009'da sel İstanbul'da bir iki kez konakladı ya, Tekirdağ'dan Artvin'e ülkenin her yanını gezdi, ölümler ve maddi hasarla sonuçlandı; bu sonucu sel mi yarattı, yetersiz altyapı ve kentsel rantlar için plansız kentleşme, özcesi bir yönetim zihniyeti mi diye soranlar olmadı değil, takdir-i ilahi denilip geçildi. Yıl biterken, AKP'nin ilahi takdiri, gazetelere verdiği ilanla, ölen işçiler için ödenen tazminatın işçilerin ölmemesi için yapılması gereken yatırımdan ucuza geldiğini ima eden yüzsüz patronun madeninde 19 işçinin göçük altında kaldığı haberiyle kendini hatırlattı. İlana göre bakanlar da, patronları bu yönde teşvik ediyorlardı. Sınıf mücadelesinin en kendiliğinden gelişme nedenlerinden olan yaşam hakkının dahi, işçiler arasında gerçek bir direnişi tetikleyememesi, 2009'da da Lenin'in çağdaşımız olarak yaşadığını hatırlattı bana; gerçi, yaz


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 17

itsin’ dedik ama... melerinin yarattığı bakiye işlerle yılın yarısını geçirdi ve nihayet yıl ortasında, yıl sonunda nereye evrileceği hakkında bileşenlerinin de zihni bir açıklığa sahip olduğunu söyleyemeyeceğimiz Demokratik Birlik Hareketi kuruldu. Bizim de içinde olduğumuz cenahta durum buydu ya, yıl içinde başka hiçbir cenahta da umut verici bir gelişmeye şahit olunamadı.

uklar belediye başkanlarının kelepçelenmesini kınıyor

aylarında, IMF ve Dünya Bankası Türkiye'ye teşrif ettiğinde meşru bir öfke patlaması yaşandı, kamu emekçileri 25 Kasım'da başarılı bir genel grev denemesi yaptı ve yıl sonunda Ankara'yı kuşatan tekel işçilerinin direnişi bazı olumlu işaretler verdiyse de, açık ki hepsi sınıf hareketinin artçı direnişleriydi. Kamu emekçileri grev sonrası saldırıyı püskürtemez, genel olarak burjuva siyasetinin oyuncağı olan işçi hareketinin sendikal önderliğini aşacak tabandan devrimci bir işçi hareketi militan sendikal mücadele ile işyeri demokrasisini dayatamaz ve sosyalist hareket sınıf hareketinin bağrında en azından öncü ilişkiler geliştiremezse, 2010'da da işçi sınıfı sendikal ve siyasal olarak örgütsüz, bir toplam olarak siyasal işçi hareketi de güçsüz kalmaya devam edecek görünüyor.

Bizim cenahta durum Görünen bu da, 2009'da bu tür işlerle ilgilenmeye pek mecalleri olmayan sosyalistler, 2010'da da tren sallayacaklar gibi: Gerçi, bana göre, Ekmek & Özgürlük olarak yoluna devam eden ortaklaşma süreci ile birlikte, 2009'un en önemli gelişmelerinden olan Sosyalist Koordinasyon kuruluşunu ilan eder etmez ilk iş olarak bir işçi forumu topladı ve bu forumdan "işten atmak yasaklansın" kampanyası çıkardı ama koordinasyonun diri güçlerinden bir bölük sosyalist 2008'den beri süren Çatı Partisi örgütlenmesi işleri yanında kendi iç siyasal bölün-

ÖDP içindeki siyasal tartışma bölünme ile sonlandı ve Ufuk Uras'la birlikte partiden genişçe bir kesim ayrılarak, ağzını açtığında devrimci geleneğimize çamur atmaktan başka söz söyleyememe engelli Hüseyin Ergün'ün SHP'si, hobileri arasında “Marx'ın da aslında dört dörtlük bir liberal olduğunu bulgulamak” yer alan Ahmet İnsel ve çevresi, kamu emekçileri hareketinin sönümlenmesindeki payları her geçen gün daha da fazla bilince çıkarılan reformist KESK kadrolarından bazıları, Kürt özgürlük hareketiyle mesafeli durmak isteyen bazı Alevi temsilcileriyle birlikte, gerçekte olmayan bir siyasi boşluğu doldurmaya, “sınıf partisi olmayacak reformist” bir parti kurmaya karar verdi. Böylece, belli oldu ki, 2010'da solu bir başka fars bekliyor; bu parti girişiminin hikayesi... Yolları ne kadar açık olursa o kadar iyi de, devrimcilerin orada işi ne? 2010, herhalde bunu da gösterecek...

"Kozmik oda" arandı, reyting tavan yaptı 2009'un yönetenler cephesinden nasıl geçtiğine geldiğimizi anlamışsınızdır. İyi geçti; Ergenekon'la oyalandılar, oyaladılar ve ahali de, kimi rol kapmak hevesiyle, kimi hoşuna gittiğinden, kimi de maruz bırakıldığından zorunlu olarak izledi... Türkan Saylan'ın gözlem altına alınmaya çalışıldığı, olmayınca evinin arandığı, ÇYDD ve ÇEV'in basılarak, burs alan talebelerin fişlendiği bölüm üzücüydü mesela, hatta Ahmet İnsel bile bu bölümde zihniyet polisliği var dedi senariste, o derece; işçi sınıfı içinde de bir çete şeklinde örgütlenmiş olduğunu herkesin bildiği Türk Metal Sendikası Başkanı Mustafa Özbek'in tutuklandığı bölüm de ilgi gördü, halk arasında savcılara sempatiyi arttırdı; savcıların Genelkurmay Karargahından Albay Dursun Çiçek'i çıkarıp tutuklattığı, sonra mahkemece serbest bırakıldığı bölüm, çok konuşuldu; yıl başından beri reyting düştükçe her bölümde sık sık kazı yapıp bolca cephane bulunması da epey reyting aldı; ıslak imzalı Çiçek belgesinin savcılara ihbar mektubuyla servis edildiği bölüme herkes pür dikkat kesildi; orta sınıf cumhuriyetçi kadınlarımızın gözyaşlarını tutamadıkları, özellikle taşradaki 28 Şubat rektörlerinin hepsinin sanık sandalyesine oturtulduğu bölümü de anmak gerekir; komplo meraklıları,

her biri kabus gibi olan planların deşifre edildiği “bölümleri” zaten hiç kaçırmadı; şahsen ben de, darbe girişiminde bulunmakla suçlanacakları umulan kuvvet komutanlarının savcılarca ifadesinin alındığı bölümü dikkatle izledim... Tam, en eğlenceli bölümün, özel yetkili savcılığın AKP soruşturma bürosu olduğuna dair ipuçlarının iyice ortaya serildiği bölüm -hatırlarsanız o bölümde savcıların dinlenmedik kimse bırakmadıkları gene yargı tarafından tespit edilmişti- olduğuna kanaat getirmiştim ki; senaristlerin, en heyecanlı bölümü 2009'un sonuna bıraktığı anlaşıldı, özel yetkili savcılık, Genelkurmay Başkanlığı Seferberlik Tetkik Dairesi'ne girdi, hem de Başbakan Yardımcısı'na suikast soruşturması nedeniyle... Böylece, 2009'da epey reyting yitiren Ergenekon dizisi yıl sonunda yaptığı reyting patlamasını, 2010'da sadece eski izleyicilerini kazanarak değil, yenilerini de fanatikleri arasına katarak sürdürecek görünüyor. Bana sorarsanız, Akbaba'nın Üç Günü falan hikaye, Ergenekon “kozmik oda” ile bilim kurguları da alt üst edecek 2010'da.

One minute yahu! Kime diyorum ben? Bir de “one minute” var, yıl başlarken Davos'ta Erdoğan İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Perez'e söyledi, seçim yatırımı diyenler olmadı değil, seçimler Filistin'de olsa Erdoğan'ın kazanacağı kesindi; gene de sahiller, bölgedeki Kürtler, hatta az daha İstanbul, AKP'ye itibar etmediyse de Erdoğan'ın Partisi 29 Mart'ta ipi açık ara önde göğüsledi. İlkbahar'da, Nisan'da ABD Başkanı Barrack Obama geldi, vaktiyle Clinton'un gelişi daha şenlikliydi sanki; 2009'un şenliği sonbaharda Erdoğan ABD'ye hemen gitmek isteyince 10 Kasım bahane edilerek icra edildi, sonuçta, ay sonunda gitti. Bir ara, İlker Başbuğ da parmak sallayarak falan gazetecilere “one minute” gibi bir şeyler söyledi sanki, hatta alınanlar bile oldu. Neyse ki onun lafı artık pek dinlenmediğinden, gazetecilere “one minute”u Zaman Gazetesi Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı söyledi. Ağustos sonuna doğruydu, “tasfiye edilecek gazeteciler” yazısını yazdı; Eylül gibi Aydın Doğan medyasına büyük vergi cezaları kesildi; TÜSİAD içindeki yönetim krizi de o ay başladı. Hâlâ bitmedi, sürüyor, belli ki 2010'da da sürecek. Kriz mi? Türkiye'de, 2009'da, olur mu öyle şey... 2008'deki gibi sadece teğet geçmeye devam etti; her ne kadar, Eylül 2009 itibariyle tarım dışı işsizlik TÜİK'in verilerine göre yüzde 16,9 ve sigortasız çalışma yüzde 0,9 artarak yüzde 45,5 oldu, istihdam oranı 2008 rakamları manipülatif şekilde güncellenmesine rağmen azaldı, ücretler düştü, artı-değer sömürü oranı arttı ise de, bankalar kârlarını arttırdılar. 2010'da muhtemelen daha da arttıracaklar ve kriz daha da teğet geçecek. Tahmin edilenden daha da zor bir yıl olabilir 2010 bu yüzden ve aksine, görkemli bir devrimci yükseliş yılı da...


18 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Politika

Polis şiddeti toplumu kuşatıyor! Alaattin Karadağ'ın sağ ele geçirildiği halde öldürülmesi, AKP iktidarında askerin gücünün polis gücüyle ikamesinin demokrasi getireceği beklentilerini şiddetle tekzip ediyor.

Can Atalay Alaattin Karadağ adında bir devrimci 19 Kasım 2009, saat 21:00 sularında afiş asarken kendilerini durdurmak isteyen kolluk güçlerine “silahla mukavemet” ettiği gerekçesiyle "uzun boylu" bir polis tarafından vurularak öldürüldü. Karadağ uzun bir kovalamaca sonrasında vurulmuş , polis ölümcül atışını, o yerde yaralı yatarken yapmıştı. Karadağ, devrimci bir işçi, bir ölüm orucu direnişçisiydi. Ölüm orucunda sakatlandı. Sağlık nedeniyle tahliye edildi. Bir “iş kazası”nda sağ elinin dört parmağını kaybetti. “Malulen” geri hizmete çekilmektense mücadelenin en ön saflarına doğru koşmayı yeğledi. Alaattin Karadağ'ın öldürülmesinin önemi sadece bu adanmış devrimcinin saf dışı edilmesiyle sınırlı değil. İnsan hakları adına şiddet Devletin zor aygıtlarının zulmü emekçi halkın başından hiç eksik olmadığı doğru. Ama ne Takrir-i Sükun döneminde, ne 12 Martta, ne 12 Eylül’de ne de 1991 – 1998 arasındaki yargısız infazlar döneminde zorun elini serbest bırakanlar bunu demokrasi -hatta daha da ilginci insan hakları- adına ve bu normlara uygun yaptıklarını iddia etmiş, daha doğrusu etmeyi akıllarına getirmişlerdir.

1990’lar ortasına doğru Türkiye’de kolluk güçlerinin -Kürt illeri dışında- yetkisinin sınırlandırılması, demokratik hakların en azından kağıt üzerinde güvence altına alınması için pek çok düzenleme yapıldığı anımsanacaktır. Bu süreçte “Kahrolsun insan hakları” sloganlarıyla yürüyüş yapan polislerin görüntüsü hala belleklerde taze. 2000’ler başındaysa, bir ev içine kıstırılan hırsızın nasıl yakalanamadığını göstermek için tüm televizyonları "vaka mahalli"ne çağıran “eli kolu bağlı” polis skeçlerinin sahneye konuluşu da çok uzakta değil… Polis hakimiyetinin tırmanışı Bugünse ellerinde küçük oyuncaklarıyla yoldan geçenleri hiçbir hukuki sınıra itibar etmeksizin çeviriyor, yol ortasında, toplumsal muhalefetin tek bir yüksek sesli itirazıyla karşılaşmadan hayatımıza giren “TC Kimlik Numaraları” marifetiyle GBT (genel bilgi taraması) gerçekleştiriyor, huzur ve güven tesis ediyorlar. MOBESE’lerin güvenliğimize katkısı, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde propaganda edilirken, Londra’da CCTV’lerle ilgili tartışma ve toplumsal mücadeleler Avrupa’da yaprak kımıldasa kulak kabartanlarca dahi göz ardı ediliyor. Sadece altı yıl öncesine kadar kimsenin kendi aleyhine delil vermeye zorlanamayacağı

temel hukuk karinesi olarak avukatların meslek içi eğitimlerinin temel başlıklarından biriydi. Bugünse, devlet kapısındaki en basit işlemlerde dahi yurttaşların kişisel verileri kaydediliyor. Elektronik kimlik kartlarıyla gündelik hayatımızın ne kadar kolaylaşacağı anlatılırken sağlık ile ilgili verilerimizin dahi kaydedildiği bir elektronik cihazın nasıl bir denetime olanak tanıyacağını aklımıza bile getirmemiz istenmiyor… Türkiye’de işkencenin çok azaldığı, AKP iktidarı döneminde Türkiye’nin demokratikleştiğini durmaksızın anlatmayı bir zevk bilenlerce -özellikle okumuş yazmış çevrelerde- çok vurgulana gelir. Haklıdırlar, Türkiye’de politik soruşturmalarda işkenceye çok az rastlanır olmuştur. Ancak bu veriye dayanarak “demokratikleşme” iddiasını ileri sürmek en iyimser ifade ile aymazlık olarak nitelenebilir. Polisin, “bir cürmü söyletmek için” işkence dışında pek çok olanağa kavuşmuş olduğu açık, bu olanakların hukuken sınırsızlığı(!) bilinir ve Türkiye’nin dört bir yanında polisin ölçüsüz şiddetinin belirgin biçimde arttığı ise kuşkusuzdur. Demokratik hakları korumak için… Yukarıda belirttiğimiz gibi yurttaşlaryla ilgili tüm verileri akıl almaz bir oburluk ile depolayan bir zor aygıtını himaye eden, Harp Akademisinin yerine Polis Akademisini öne çıkarmaya çalışan bir hükümetin “demokratikleşme havarisi” olarak kabulü ise en hafif deyişle makul değildir. Türkiye’de uzunca bir süredir demokratik haklar alanındaki mücadele (Kürt sorunu dışında) önemsizleştirilmiştir. Son on yılın en önemli hatası demokratik hakların eksik gedik de olsa burjuvazinin heybesinde taşındığı yanılgısıdır. Kitabi ayrıntılarda boğulmadan şu söylenebilir: demokratik haklar mücadelesi önemsiz bir ayrıntı, burjuvazinin sonucuna vardırdığı bir bahis olarak ele alınamaz. Bugün emeği ile geçinen yığınların sırtına demokratik hakların korunması ve geliştirilmesi mücadelesi de yüklenmiştir. Demokratik hakların salt hukuki bir “kazanım” sorunu olarak ele alınmasının emekçi halkın günlük yaşamını ne hale getirdiği ortadadır. Aşağıdan yükselen bir mücadele olmadan Türkiye’de demokratik hakların mevcut haliyle bile korunması olanaksızdır. İşe egemen zihniyetin yıkılmaz kalesinde, polis şiddetini en meşru gördüğü zeminde yeniden başlanmasında eşsiz yarar vardır: Elinde silah bulunan bir devrimcinin sağ ele geçirilmeyip sokak ortasında öldürülmesinin bu kadar olağan olarak kabullenişine son verilmesi gerekmektedir. Alaattin Karadağ cinayetinin geleceğimiz açısından önemi buradadır.


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 19

Politika

19 Aralık hüzün değil ‘eylemli hafıza’ bekliyor… “Sadece 9 yıl önce, ülkenin her yerinde aynı anda yürütülen bu vahşeti öğrenmek, bilmek, kınamak için televizyon dizisi çekilmesini beklemeyin.” Selçuk Kozağaçlı (*) 19 Aralık Hapishane Katliamı’nı izleyen dokuzuncu sonbahardayız. Halka karşı işlenen ağır suçları izleyen dokuz yıldönümü, dokuz “adli yıl”, cinayet suçunun yasal zamanaşımına eklenerek geçip gitti. Mücadele edenlerin tarihi bunu asla kaydından düşürmeyecekse de; Kötü muamele, görevi suiistimal, hakaret, tehdit, toplu dayak suçlarının yasal zamanaşımlarının bir bir dolduğunu seyrettik. Sürüncemede bırakılan yargılamalarda, adresi bile tespit edilememiş sanıklara, celse ertelemelerine “taleplerimizi duymazdan gelen” taraflı yargısal süreçlere katlanmaya zorlandık. İşkence ve cinayetleri ise; sözde hala işleyen yasal zamanaşımına bile bırakmayarak aklayan mahkemeler suçlular, hakkında beraat kararları verdi. Halka karşı ağır bir suç işleyerek, 28 devrimcinin ölümü, yüzlerce sakatlık, binlerce yaralı bırakan ve takip eden 7 yıla yayılmış toplam 122 ölüme sebebiyet verenler hesap vermediler. Neden? Çünkü hesabı “sözde” soracaklarla, hesabı verecekler aynılaşmıştı. Askerler, disiplinleri ve askeri başarıları göz önünde bulundurularak terfi alırlar. En iyi asker, emirleri en iyi uygulayandır. Asker ve polis bazen insan öldürdükleri için de terfi alırlar. Öyle emredilmiştir, yapınca başarılı kabul edilirsiniz.

Pekiyi Hâkimler nasıl terfi eder? Verdikleri daha hızlı, daha adil hükümlerle elde ettikleri “hukuk liyakati” aranır herhalde… Ama Hâkimleri, insan öldürmeyi bildiği, sevdiği, toplu kırım yönettikleri için Yüksek Mahkeme Üyeliği’ne seçerseniz işin çivisi çıkmış demektir. Terfiiyle yetinmeyip “üstün hizmet madalyası” verirseniz işlettikleri cinayetlere doğrudan ortak olursunuz. Burada da duramayıp; “Seni Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na üye yaptım, bundan sonra sadece senin gibileri terfi ettir, hâkim yap” derseniz artık gelecekte işlenecek suçları organize ediyorsunuz demektir. Bunların hepsi yapıldı. Katliamın Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürü, hâkim Ali Suat Ertosun’a o madalyayı takanlar, o koltuğa oturtanlar, hukuksal liyakati bizce şüpheli hâkimliğini değil, hapishane katliamında soyunduğu kanlı rolü esas almışlardır. Bugün, eski genel müdürün “hükümet karşıtlığından” hatta “darbeciliğinden” şikâyet edenlerin sızlanmaları ve dizlerini dövmeleri samimi bulunmamalıdır. Fırsat verildiği her anda halka karşı suç işlemekten geri durmayacağı ortada olan bu zihniyetin; ne yaptığı veya niye yaptığı değil, nasıl orada olduğu ve hala nasıl orada durduğu soruşturulmalıdır. Uzun ve değiştirilemez Genel Mü-

dürlüğü sırasında eskittiği Adalet Bakanları şimdi nerede? Ertosun’u yüksek mahkemeye seçtiren irade, Adalet Bakanlığı yerine Başbakan Yardımcılığı yürütmektedir. Dönemin HSYK üyeleri şimdi Yargıtay’da daire başkanı, dönemin daire başkanları şimdi Yargıtay başkanıdır. Madalyayı veren hala Cumhurbaşkanı’dır.

Adalet istiyoruz, ama kimden? Aday gösterildiği HSYK seçiminin “en yüksek oyunu” ona vererek, Ertosun’u mesleki geleceklerini belirleyen kurula gönderen yüzlerce yüksek mahkeme üyesinden mi istesek adaleti? Yoksa karanlık yeteneklerini kendilerine karşı da kullanmaya başladığını hissettikleri ana kadar, sırtını sıvazlamış hükümetlerden mi? Adalet Bakanlığı yaptığı dönemde bizzat onun kurduğu düzeni sürdürmekten geri durmadığı için ödüllendirilenler Meclis Başkanı oldu, belki de adaleti parlamentodan istemeliyiz? Hiçbirisinin bize adaleti vermeyeceği ortadadır. Adaleti istemeli ve mücadele ederek inşa etmeliyiz. Fosfor bombaları ile yakılan genç kadınların, işkenceyle öldürülenlerin, kurşunlananların hesabını yeterince etkili sormadığımız için F Tipi tecrit, bugün hala öldürüyor, sakat bırakıyor ve işkence

ediyor. Bu mütemadi bir suçtur ve halka karşı işlenen suçlarda zamanaşımı işlemez. Ali Suat Ertosun için en doğru terfi sanık sandalyesidir. Onun şahsında hapishane katliamı mahkûm edilmedikçe, yargı ve siyasal iktidar bu suçun ortağı kalacaktır. Hapishane katliamında yok edilen, yıllar süren direniş içerisinde katledilen, sakat kalan, işkence gören dostlarımızı asla unutmayacağız ve yalnız bırakmayacağız. 30 yıl önce gerçekleşmiş Diyarbakır Cezaevi vahşetini bugün televizyon dizilerinden nemli gözlerle öğrenenlere haykırıyoruz, sadece 9 yıl önce, ülkenin her yerinde aynı anda yürütülen bu vahşeti öğrenmek, bilmek, kınamak için televizyon dizisi çekilmesini beklemeyin. Sorumlularının cezalandırılması için mücadele edin; yaralarımız ancak o zaman sarılacaktır. 19 Aralık Hapishane Katliamı’nı unutmadık, unutturmayacağız. Bu unutmama bir hüzüne değil “eylemli” hesap sormaya karşılık geldiği kadar ciddidir. Ali Suat Ertosun ve katliamın tüm sorumluları yargı önünde hesap vermelidir. * Selçuk Kozağaçlı: Avukat, Çağdaş Hukukçular Derneği Genel Başkanı


20 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Politika

Manifesto, Ne Yapmalı ve yeniden kuruluş Marx ve Engels, daha sonraki dönemde işçi hareketinin geçmişini temsil eden, hareketi geriye çeken ve zamanla bir ayak bağı haline gelen bu sektleri karşılarına almakta hiç tereddüt göstermediler.

Şimdi, yeniden kuruluşa soyunanların, Komünist Manifesto ile Ne Yapmalı’yı birlikte okuma ve değişen koşullar ilave bir katkıyı gerektiriyorsa, onu söyleme zamanı

*

Kenan Kalyon Şu cümleye içimizden hiç birinin itirazı olamasa gerek: Bir sekt kurmak üzere yola çıkmıyoruz… Ama bu cümleyi bir amentü veya nakarat gibi sabah akşam terennüm etmek, kendi başına sekt ötesi bir siyasal işçi hareketi yaratmaya koyulduğumuz, kozamızdan çıkarak yepyeni bir zarfa büründüğümüz anlamına gelmeyebilir. Zira sosyalist hareketin yeniden kuruluşunu, işçi hareketinin yeniden derlenişinin içinden geçirerek ilerletmediğimiz; kendimizi kabuk bağlamaya veya kapanmaya izin vermeyen, sınıf mücadelesinden gelen uyarımlara hep duyarlı kalmamızı ve hep yeni girdilerle beslenmemizi sağlayan bir deneyimler dizisinin içine sokmadığımız takdirde, aksi yöndeki niyet beyanına rağmen bir sekt olarak kalakalmamız neredeyse mukadder gibi. *

*

*

Sözlükler, aynı zamanda mezhep demek olan sektin ikinci anlamına dair şunu yazıyor: “Toplumsal çevredekinden oldukça değişik ya da ona karşıt bir dinsel öğretiye beslediği katı inanç dolayısıyla bütünleşmiş olan kapalı bir dinsel biz kümesi.” Evet, doğrudur, “biz” algısı olmayan, kendini dışından ayırmayan ve bir irade olarak temayüz etmeyen her hangi bir özne düşünülemez. Ama dileyen Marx’ın Feurbach Üzerine Tezler’ine bakabilir. Burada tanımlanan ve antropolojik dayanakları da olan özne, eyleyen, ucu açık, dönüştü-

rürken kendisi de dönüşen, eğitirken eğitilen, kendi dışıyla sürekli bir etkileşim ve gerilim halindeki öznedir; aşkın veya kendisine sığınmış bir özne değil. Marx’a göre, birincilerden soyundurulmuş bir “özne”, eşyanın tabiatına aykırı ve namevcuttur. *

*

*

Sekt ritüelleri, söylemi, gelenekleri ve sekterliğiyle kendini yalıtır. Her sekt kendisine ayrıksı bir mikro dünya inşa eder; ancak böyle bir dünyanın içinde huzur bulur ve bu yüzden hiçbir sekt genel, kapsayıcı, evrensel bir dil veya çağrı üretemez. Şu halde, sekt olmayacağız taahhüdü, kapalı bir biz kümesi olmaktan, bunun ritüellerini ve tutuculuğunu üretmekten kategorik olarak uzak durmak demektir. Aslında, yeniden kuruluşun ima ya da içerimlerinden biri de bundan başka bir şey değil. En başta kendimizi dönüştürmeyi, aşmayı ve yenilemeyi, gerektiğinde yıkıp yeniden inşa etmeyi, kendi sınırlarımızı durmaksızın ötelemeyi, zaaf ve yetmezliklerimizle boğuşmayı göze alamıyorsak, yeniden kuruluş iddiası kulağa hoş gelen bir sedadan ibaret kalır. Yeniden kuruluş iddiasıyla ortaya çıkanlar huzursuz ve tatminsiz olma zorundadırlar. Bu yüzden, dirençleri olmayan ciddi

bir yeniden kuruluş süreci düşünülemez. Direnç yoksa, yeniden kuruluş iddiası yeterince kararlı ve yeterince köktenci olmadığındandır. Marx’ın sermaye için söylediğine anıştırmada bulunursak, yeniden kuruluşun engeli veya dinenci kendi içindedir. *

*

*

Marx ve Engels, Komünist Manifesto’yu, aslında, işçi hareketinin o zamanki seviyesinin ifadesi olan bir sektin daveti üzerine kaleme aldılar. Ama bu klasik metnin, dipten gelen dalganın kuvvetli bir sezgisiyle, zamanın yaygın bir olgusu olan sektlere hiç prim vermediğini, hatta özellikle “Proleterler ve Komünistler” bölümünde çubuğu tam ters yöne büktüğünü, yeni mücadele ve örgütlenme biçimlerini zorlamaya başlayan bir işçi hareketinin geleceğine işaret ettiğini rahatlıkla ileri sürebiliriz. Örneğin, şunu söylerken yaptığı gibi: (Komünistlerin) “bir bütün olarak proletaryanın çıkarlarından ayrı ve onların dışında hiçbir çıkarları yoktur. Proleter hareketi biçimlendirmek ve kalıba dökmek üzere kendilerine ait hiçbir sekter ilke saptamazlar.” (Buradaki “kendilerine ait hiçbir sekter ilke saptamazlar” ibaresine özellikle dikkat).

*

*

Lenin’in sorunsalı başkaydı. O, Asyatik bir despotizmin hüküm sürdüğü Rusya’da, tarih sahnesine çıkmış gürbüz ve modern bir işçi hareketinin, olmayan bir öğesini, Manifesto’nun terimleriyle konuşacak olursak, “en ileri ve kararlı kesimi”ni, “bütün öteki kesimleri ileri iten kesimi”ni görünür kılmakla iştigal ediyordu. Bu yüzden, Ne Yapmalı’da çubuğu tersine, bir devrimciler örgütünün inşasına doğru büktü. Tabii ki, Ne Yapmalı’yı koşullayan ve Manifesto’nun yazıldığı tarihte kendisini belli etmemiş başka gerçekler de vardı. İşçi hareketinin kapitalizm koşullarında giderilemez eşitsiz gelişimi ve oturmaya başlayan burjuva toplumlarında ekonomik alanın siyasal alandan görece yalıtık bir işleyişe kavuşturulması gibi. Ama Lenin, devrimciler örgütü derken, toplumsal veya sosyolojik özneden kopuk bir siyasal özne tarif etmedi. Yeri ve zamanı geldiğinde çubuğu bu kez tam tersi yönde bükmesini bildi. İşçi hareketinin gerisinde kaldığı veya bu hareketin yarattığı öz-örgütlenmeleri algılamakta ve onlarla gereği gibi ilişkilenmekte zorlandığı dönemlerde, eleştiri oklarını partisine yöneltmekten asla geri durmadı. Bu yüzden, Ne Yapmalı’nın çarpık, bağlamından koparılmış, karikatür kokan, ikameciliğe ve toplumsal özneden kopuk bir siyasal özne anlayışına davetiye çıkaran bütün yorumlarından uzak durmak gerekiyor. Şimdi, yeniden kuruluşa soyunanların Komünist Manifesto ile Ne Yapmalı’yı birlikte okuma ve değişen koşullar ilaveten yeni bir katkıyı gerektiriyorsa, onu söyleme zamanıdır.


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 21

Emek

Evet, mücadele eğitir… 2007 Telekom grevinde uzun bir durgunluğun ardından, işçi hareketinde belli bir kıpırdanmanın gözüktüğü bir dönemde yenilmenin caydırıcırdı etkisi büyük olurdu. İşyeri komiteleri grevin sevk ve idaresini ellerine aldı; 44. gün zafer bizimdi İhsan Bayrı (*) Tekel işçileri canlarını dişlerine takmış direniyor. Bu mücadelenin şu veya bu şekilde kazanımla bitmesi, hem arkadaşlarımızın mağduriyetlerinin önlenmesi hem de sınıf mücadelemizin geleceği açısından çok önemli. Çünkü işçi hareketinin her hangi bir sektöründeki kazanımlar “bulaşıcı”, özendirici ve ön açıcı olabilir. Bunu hükümet de gördüğü için ayak diriyor. Her mücadele bir okuldur; her mücadele ona katılanları eğitir ve dönüştürür. Tekel işçilerinin de bu direnişte çok şey öğrendiklerinden kimsenin şüphesi olmasın. Bunu kendi deneyimimizden, 2007’deki Türk Telekom grevinden biliyorum ve bu vesileyle bu deneyi Ekmek&Özgürlük okurlarıyla paylaşmak istedim. Çünkü aradaki bütün farklılıklara rağmen, bu deneyimle Tekel işçilerinin direnişi arasında bir ortak yön var: Özelleştirme taarruzunu durdurmak veya bu bahiste atı alan Üsküdar’ı geçmişse yeni mağduriyetleri önlemek. Türk Telekom grevi, aslında farklı cephelerden ele alınması gereken, 1980 sonrası işçi sınıfı mücadelesi bakımından önemli bir gelişmedir. İletişim-haberleşme sektöründe tek yetkili sendika olan Türk Haber-İş’in bu greve imza atmasına da ayrıca mim koymak gerekiyor. Bu mim, Türkçü ve milliyetçi görüşün hâkim olduğu bir genel merkeze ve İstanbul’un Avrupa yakası şubesi hariç aynı eğilimden şube yönetimlerine sahip bir sendikadan bahsettiğimiz için gerekli. Sendika aslında, 1980 sonrasında devlet eliyle desteklenmiş ve işçilerin mecburen üye oldukları bir kurum. Yönetimine hâkim görüş özelleştirmeye karşı değildi… Özelleştirme öncesinde devletle arasını hiç bozmamış bir yapı sürüp gidiyordu. Tek yaptığı, işverenlerin teklifi doğrultusunda toplu sözleşme imzalamaktan ibaretti.

Susarsan sıra sana da gelir… Ama gün gelip özelleştirme kendilerini de hedef tahtasına yerleştirdiğinde işler değişmeye başladı. Sendika, oldukça gecikmiş biçimde bir varlık-yokluk ikilemiyle yüz yüze olduğunu fark etti. İşveren, özelleştirme öncesinde ve sonrasında sendikal gücün kolunu kanadını epeyce budamıştı. Toplu söz-

Telekom işçileri grev komitelerinin önderliğinde mücadeleyi kazandıktan sonra grev pankartlarını topluyorlar

leşmede inisiyatifi neredeyse tamamen ele geçirmişti. En azından bu kanaatteydi ve kendinden emindi. Mart 2007 dönem toplusözleşmesine böyle bakıyor; işçileri ve sendikayı hiç ciddiye almıyordu. Aslında, Avrupa yakası temsilcileri olarak, genel merkeze karşı muhalefetimizde öteden beri dillendirdiğimiz gerçekler bir bir açığa çıkıyordu. İşverenin hedefi sendikal örgütlülüğü bir biçimiyle ortadan kaldırmaktı. Bu amaçla sendikayı tam bir teslimiyete zorluyordu. Biz İstanbul temsilcileri, bu sürecin ve özelleştirme sonrası ilk toplu sözleşmemizin örgütlü güç ve sendikal varlık açısından bir

ölüm kalım meselesi olduğu kanaatindeydik. Bu doğrultudaki çağrı ve zorlamalarımız genel merkezde nihayet yankı bulmaya başladı. İşveren, Türk Telekom çalışanlarını farklı statülerle parçalamış; böl-yönet ve birbirine düşür taktiğini epeydir uygulamaya başlamıştı. 26 bin sendikalı işçiye karşılık, 9 bin sendikasız sözleşmeli personel, 3 bin 500 kapsam dışı personel ve binlerce taşeron işçisi… Grev öncesinde tablo buydu ve işveren örgütsüz işçileri grev kırıcılar olarak sendikaya karşı kullanmak niyetindeydi. Gerçekten de grev boyunca bizi en çok uğraştıran sorun bu oldu.

>>


22 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

>>

İşveren bu tablodan güç alarak Mart 2007’de başlayan toplu sözleşme görüşmelerini Eylül’e kadar uzattı. Bu arada kendi tekliflerine sendikanın kayıtsız şartsız evet demesinin zeminini hazırlamaya çalışıyordu. Sendikasızlara, sendikalı işçilerden daha fazla ücret ödeyerek sendikalı olmayı anlamsızlaştırma peşindeydi, hatta açıkça işçileri sendikadan istifaya çağırıyordu.

Ya ihanet ya işçiden yana tavır… İstanbul temsilcileri olarak, şube yönetimi ile istişareden sonra genel merkeze içinde ihtarın da olduğu bir çağrıda bulunduk: Ya ihanete ortak olursunuz ya da işçiden yana tavır alarak harekete geçersiniz. İşveren ilkokul mezunu 14 bin işçiyi işten atmak, esnek çalışmayı yerleştirmek ve ücretlerde artış bir yana, indirime gitmek için toplusözleşme görüşmelerini kasten tıkıyordu. Bu da tam bir mağlubiyet ve sendikal örgütlenmenin sonu demekti. Çağrımız olumlu karşılandı. Sendikanın genişletilmiş temsilciler kurulunun Ankara’daki toplantısından grev kararı çıktı. Kararın alınışı sırasında 350 temsilcinin coşkusu, sevinci ve kararlığı görülmeye değerdi. Bu karar mutlaka hayata geçirilmeli ve bu saldırı ne pahasına olursa olsun püskürtülmeliydi. Bu kararın alınışında, Hava-İş’in aynı dönemdeki grev oylaması sonucunun da etkisinin olduğunu not etmeden geçmeyeyim. Ben ve arkadaşlarım hem heyecanlı hem işimizin zorluğunun farkındaydık. Çünkü “grev” sözcüğünün unutulmaya yüz tuttuğu bir dönemde, genelde sağa kaymış bir işçi kitlesi ve üstelik o zamana kadar kitaplarında grev sözcüğü olmayan bir sendika yönetimi ile sert bir mücadelenin içine giriyorduk. Olası bütün yalpalamalara rağmen başarmalıydık. 16 Ekim 2007’de 81 il, yüzlerce ilçe ve taşra teşkilatında greve çıktık. Aslında, birçoğumuz bu grevin nasıl örgütleneceği konusunda pek tecrübe sahibi değildik. Ama kervanı yolda dizmeyi başardık. Grev günü önceden kestirilemeyecek ölçüde herkesin dört elle işe sarıldığını ve çok azimli olduğunu gördük. Ciddi bir sahiplenme tavrının varlığına tanık olduk. Bu zemin, bir seferberlik hali içinde, seri bir işbölümü ve eşgüdüm ağıyla hızla örgütlenmemizi sağladı. Düne kadar birçoğu birbirine yabancı olan bir işçi kitlesi, kader birliği yapmış, iç dayanışması ve kenetlenmesi yüksek bir topluluğa dönüştü. İletişim sektörü çalışanları olmanın bize kazandırdıklarının, durumun gerektirdiği şekilde hızla örgütlenmemizde ve ülke çapındaki eşgüdümümüzde bir payı elbette vardı. İşçiler grev gözcülerine yapılan çeşitli müdahalelere her defasında hep birden karşı koydular. Grev çadırlarını birinci evleri haline getirdiler. Polis gözetiminde gerçekleşen tüm saldırı ve kışkırtmaları boşa çıkardılar. Farklı bölgelerde işçi kardeşlerine yapılan saldırıları haber aldıklarında kendiliğinden

harekete geçerek çok anlamlı dayanışma örnekleri sergilediler. Genellikle taşeronların bulunduğu bölgelerde yoğunlaşan birçok saldırıya hak ettiği biçimde cevap verdiler. Daha da önemlisi, bankaların, alışveriş merkezlerinin, PTT’nin, bakanlıkların, emniyetin, fabrikaların, internet hizmetlerinin veri akışını, iletişim ve haberleşme bağlantılarını ciddi biçimde aksatabildiklerini görerek emeğin gücünün bilincine vardılar. Son yıllarda, teknolojik gelişme ve dönüşümlerin işçi sınıfını silahsızlandırdığına ve onu eski pazarlık gücünden yoksun bıraktığına dair epey tevatür işitmiştik. Grevimiz bunun tersini kanıtladı. İşçi teknolojiye hâkimse onu pekâlâ kendi amaçlarının, örgütlenmesinin ve mücadelesinin de hizmetine koşabilir. Dahası, duruma göre bir düğme de bir şartel kadar, hatta bazen ondan daha fazla etkili olabilir. İşçiler aynı zamanda, çok çeşitli kesimlerden gece gündüz demeden gelen ziyaretçi ve destekçilerin şahsında dostlarını tanıdılar. Genellikle kimleri gördük yanımızda? KESK ve bağlı sendikaları, özellikle sağlık ve eğitim emekçilerini, belediye çalışanlarını, ilerici hukukçuları, sol ve sosyalist partileri, sosyalist dergi çevrelerini ve sol basını. Buna karşılık, göstermelik ve günü kurtaran destek açıklamalarının ötesinde, Türk-İş yönetimi ve bağlı sendikaların önemlice bir bölümü greve gerçek anlamda hiçbir katkıda bulunmadı. Hatta tam tersine, boyumuzun ölçüşünü alacağımız beklentisiyle, adeta pusuya yattı ve hükümetle ilişkilerini iyi tutmaya baktı. Bu sırada, işbirlikçi basın da taşeron ve kundakçıların kablo kesme veya hırsızlıklarını ya da bakımsızlık nedeniyle hizmet dışı kalma durumlarını bize mal ederek grevimize kara çalma gayreti içindeydi.

Taktik savaşı Önemli grev ve işçi direnişlerinin tarafların karşılıklı taktik savaşına sahne olmaması düşünülemez. Türk Telekom grevinde de öyle oldu. İşveren ve hükümet her yolu (baskı, şantaj, karalama, devamlı taciz, gözaltına alma, grev çadırlarını basma, halkla karşı karşıya getirme, grev kırıcılarını devreye sokma, vb) deneyerek grevi kırmaya oynuyordu. Karşı taktiğimiz kararlılık, dayanışma ve iç örgütlenme düzeyimizi yükselterek bunun kırılamaz bir grev olduğunu gözlerine çakmak olabilirdi ancak. Öyle de yaptık. Onuncu günde kurulan işyeri komiteleri grevin sevk ve idaresini ellerine aldı. Soğuk ve yağışlı hava koşullarına rağmen hiçbir işçi kendi işyerinin önünü terk etmedi. Durum başka bir yere yığınak yapmayı gerektirdiğinde, en hızlı biçimde orada olundu. Grev kırıcılarına geçit verilmedi. Sıklaşan göz altılara ve polis baskınlarına, her defasında kitlesel yürüyüş ve protestolarla cevap verildi. Greve suç, grevciye suçlu muamelesi yapma gayretleri, mücadelemizin haklılığı ve meşruiyeti üzerinde kendinden emin bir ısrarla karşılandı. Her polis baskınında grev gözcüleri ve işçiler, ellerinde ki-

tapçıklar, polis şefleriyle, onları şaşırtacak biçimde çatır çatır yasa ve hak tartışması yaptılar. İşveren akçeli ayartma yollarını da denedi. Fazla dayanamayacağımız sanısıyla grevden vazgeçen işçiye ödeme yapma vaadinde bulundu. Sendika bu hamleyi, akıllıca ve yerinde bir davranışla birer maaş ödeyerek ve grevin uzun sürmesi halinde ödeme yapmaya devam edeceğini açıklayarak boşa aldı. Öte yandan grevdeki kararlılığımızın gerisinde iki husustaki netliğimizin yattığını belirtmeliyim: Geri çekilemeyiz; geri çekilmek hezimet demektir. Bu netliğin, bir mücadeleyi kazanmak bakımından çok ama çok önemli olduğunun ne kadar altını çizsem yeridir. Ve ikincisi, uzun bir durgunluktan sonra işçi hareketinde belli bir kıpırdanmanın gözüktüğü bir dönemde yenilirsek, bunun caydırıcı etkisi büyük olur. Kendi çıkarlarımızın ötesinde, bir bütün olarak sınıfımız adına da bir rol üstlendiğimiz duygusunun bize ek bir enerji verdiğini söyleyebilirim.

Ve kazandık Türk Telekom grevi 44. gününde sona erdi. Her bir günümüze çok şeyin sığdığı yoğun bir süreçten alnımızın akıyla, taleplerimizin çoğunu kabul ettirerek, Türkiye işçi sınıfı tarihine kendimizce bir not düşerek ve grev okulunun bize kazandırdığı tecrübelerle çıktık. Bizatihi grevin yapılmış olması, işkolumuz açısından başlı başına bir olaydı. Ama bunun ötesinde de kazanımlarımız oldu: n İlkokul mezunları işten atılmadı. n Esnek çalışma kabul edilmedi. n Öncü işçilerin işten atılması önlendi. n Sosyal haklarda geriye gidiş olmadı. n Yeni işçiler alındı. n Sendikasız işçiler (657 kapsamındakiler ve sözleşmeli personel) başka kurumlara gönderildi. Sendika bunların işçi statüsüne alınmasını talep etmişti. n Ücretlerde yüzde 16 artış sağlandı. Bu mücadelenin bedeli, Diyarbakır’dan birkaç arkadaşımızın askeri hava üssüne sabotaj iddiasıyla tutuklanması ve birkaç arkadaşımızın da işine mahkeme kararıyla son verilmesi oldu. Bu arkadaşlar şu anda aynı haklarla sendikanın tesislerinde çalışıyorlar. Sonuç olarak, birçok sendika sıra kendilerine gelinceye kadar kılını kıpırdatmamış ve karşı taraf çok yol almış olsa bile, aslında özelleştirme muharebeleri henüz bitmedi. Ayrıca, bu çerçevede Tekel’de olup bitenler, nasıl bir ibretlik vakayla yüz yüze olduğumuzu çok iyi özetliyor. * İhsan Bayrı: Haber-İş Sendikası, İstanbul, Bakırköy eski temsilcisi


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 23

Emek

‘ İşçi kiralayana yanında bedava…’ Özel İstihdam Büroları’na işçiyi rızasını almadan her 18 ayda bir başka bir patrona kiralama hakkı veren İş Yasası değişikliği tekrar gündemde

ÖİB’ler taşeronlaşmayla başlayan işverenlerin güvencesiz çalıştırma eğilimine meşruiyet ve güç kazandıracak

Kuvvet Lordoğlu Hükümet kamuoyunda “kiralık işçilik” olarak bilinen yasa teklifini yeniden meclise taşımaya hazırlanıyor. Haziran 2009’da 4857 sayılı İş Yasasının yedi maddesinin değiştirilmesi ve yeni bir madde eklenmesine dair TBMM’de kabul edilen değişiklik Temmuz’da Cumhurbaşkanınca veto edilince yürürlüğe girememişti. Ancak hükümetin veto gerekçelerini dikkate alarak yeni bir teklif hazırladığı haberlerine karşı işçi sendikaları konfederasyonları yeniden tepkilerini ortaya koyup, zor olmakla birlikte ortak açıklama.(!) da yaptılar. Şimdi yasa teklifine ve geri planına biraz yakından bakalım.

İşçi kiralamanın geçmişi İş kanunu işçilerin bir başka işverene kiralanabileceğini zaten 2003’ten bu yana düzenlemişti. Bu kanunun 7 maddesine göre geçici iş ilişkisi “işverenin işçisini bir başka işverene kiralaması

ve bunun altı aylık süreler içinde toplam olarak iki kere uzatılması” ile mümkündü. Bu madde açık olarak işçinin emek gücü alınıp satıldığına göre, devredilmesinde de bir sakınca olmadığını esas alıyordu. Getirilen yeni yasa teklifi ise bu devretme işini biraz daha düzenleyerek özel sektöre yüklemeyi böylece devlete ek bir yük getirmeden işi çözümlemeyi tasarlıyor. Bu amaç için kurulmuş olmayan Özel İstihdam Büroları (ÖİB) rahatlıkla bu amacı da yerine getirebilir diye düşünülüyor. Esas kuruluş amaçları olan iş bulma konusunda çok fazla yeterli olmadıkları anlaşılan ÖİB’nin işe yerleştirme oranı yüzde bir civarında kalıyor, yani iş arayanların sadece yüzde biri mevcut işlere yerleştiriliyordu.(Öz-Çetinkaya; 2008).

Patronlara promosyon Bu güne kadar sadece nitelikli işlerle ve üst ve orta düzey yöneticilerin istihdamıyla ilgilenen ÖİB bu yasa değişikliğinden sonra artık düşük nitelikte işçilerle de il-

gilenebilecekti. Aslında işçilerin her zaman satmak zorunda oldukları, satmamalarının açlıkla eşdeğer olduğu bir malı ellerinde bulundurmaları ve ya daha sonra satmak üzere biriktirmeleri mümkün değildi. Teklifin gerekçesinde işgücünün devredilmesinin, bir başka işverene kiralanmasının işsizliğin azaltılmasını amaçladığı ifade ediliyor. Ancak bu yasayla ortaya çıkan durum insan onuruna yakışan işleri gerçekleştirmek için emek gücünü satmak zorunda kalmaktan daha farklı. Daima daha ucuz kaynakları elde etmeye çalışan sermayenin, üretimi gerçekleştiren işgücünün de ucuz olanını tercih etmesi ve bunu gerçekleştirmeye çabalamasında şaşırtıcı bir durum yok. Üstelik yasayla işverene işçiyi ucuza kiralamanın yanında başka promosyonlar da sunuluyor. İşveren yetişmesinde ve eğitiminde hiçbir katkı sağlamadan, işçiyi azami 18 ay çalıştırdıktan sonra eski işverenine iade edebiliyor. Eski işveren veya ÖİB’nin işçiyi farklı bir işverene kiralaması veya onunla ya-

sadaki adıyla “geçici iş sözleşmesi” imzalaması mümkün olabiliyor.

“Eti senin, kemiği de senin…” Promosyon sadece bunlarla sınırlı da değil. İşverenle yakın temas içinde olan ÖİB çalışacak işçinin sendikal konulara eğilim taşıyıp taşımadığını, işverenin bu konudaki hassasiyetlerini dikkate alacak ve işyerinde sendikal faaliyete katılması ihtimal dışı olan işçilerin işe yerleştirilmesini sağlayacak. 4857 sayılı İş Yasasında düzenlenen geçici iş ilişkisi ÖİB vasıtası ile uygulanmaya farklı bir biçimde sokulmak isteniyor. Yasanın 7. maddesi ile işçinin yazılı rızası alınmasını şart koşuyordu. Yani işveren kiraya vereceği işçisine bunu isteyip istemediğini sormak ve onayını almak zorunda iken, ilave edilen madde buna gerek bırakmıyor. ÖİB’ye başvuran işçinin işe yerleştirilmek için kendisinin teklif getirdiği düşünülerek rızasına gerek olmadığı kabul ediliyor. Yani işçiyi kiralayan işveren konumundaki ÖİB işçiyi kendi malı gibi kabul ediyor: “Eti senin, kemiği de senin…” Şimdi bu yasanın uygulandığı bir çalışma hayatını senaryolaştırırsak, ortaya çalışma hayatı açısından bir korku filmi çıkar. Çünkü emeğini kiralamak isteyen bir işçi yaklaşık her 18 ayda bir işverenini değiştirecek, böylece bir buçuk yılda bir farklı işverenleri ve farklı işleri öğrenmek zorunda kalacak. Yasada yapılan son değişiklikle işyerinde eşit işi yapan diğer işçilerden daha az ücret alamayacak ama diğerlerinden farklı olarak yaptığı işi en fazla 18 ay içinde bitirmek zorunda kalacaktır. Tek bir işverenle çalış(a)madığı için tek işveren üstüne biriken bir kıdem tazminatı da olmayacak. Kısa süreli çalışma sonucunda işçinin işyerinde diğer çalışanlarla bir dayanışma ilişkisi kurabilmesi ve ortak hareketi imkânsız hale gelecek. Buna bağlı olarak kısa süreli kiralandığı işyerinde şayet mevcut ise bir sendikal faaliyete katılması veya sendikalı olabilmesi nerede ise imkânsız olacak. İşveren içinse, “bundan iyisi Şam’da kayısı”…


24 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Emek

Madende cinayet: Kâr hırsı 19 işçiyi öldürdü Bükköy maden ocağında can güvenliğini yok eden kötü çalışma koşulları Bursa’daki özel sektör işletmelerinin yüzde 70’ine egemen

Kuralsız çalıştırma Ocağın girişine vardığınızda iş kazalarına karşı uyarıcı levhaları görünce bu madende güvenlik önlemlerinin alındığını zannedebilirsiniz. Oysa, bir çocuğun ağzındanmış gibi yapılan “babacığım kurallara uy, güvenli çalış, eve sağlıklı dön, bizi üzme” uyarısını okuduktan sonra işçilerle görüşünce, bu işyerinde kurallara asıl uymayanın işverenin kendisi olduğunu anlamak zor olmadı. Kaza yerinden ayrılıp Deveci konağı ve Bükköy’e giderek köylülerle ve madende çalışan işçilerle görüştük. Kazada iki yakınını kaybeden, grizu patlamasından yarım saat önce patlama yerinden ayrılan işçiye “içeride gaz olduğunu hissetmiyor musunuz” diye sorduğu-

Kendine güvensizlik, sınıfa güvensizlik “Bütün bu uygulamalara karşı örgütlü mücadele” önerimize, madenciler “işçilerin birbirine güvenmediklerini” söyleyerek yanıt veriyorlar: “Bu işçi sınıfıyla bir şey olamaz!” Durumdan şikâyetçi olanlar mücadeleye katılsa çoğunluğun mücadele içine girmiş olacağını anlatıyoruz. Mevcut koşulların düzelmesi için dahi mücadele gerektiğini, sistemin ve devletin durumu düzeltmeyeceğini, onlardan bir şey beklemenin hayal olduğunu, kurtuluşun kendi mücadelelerinden geçtiğini bilmeleri gerekiyor.

Rahim Dede (*) Mustafakemalpaşa, Bükköy maden ocağında grizu patlaması sonucu 19 işçinin ölümü üzerine Bursa’daki 15 kurum temsilcileriyle birlikte kaza yerine gittik. Amacımız işçiler ve ailelerin acılarını paylaşmak, kazanın nedenlerini sorgulayıp kamuoyunu aydınlatmaktı. Dönüşümüzün ertesi günü madende gördüklerimizi Bursa kent meydanında yaptığımız basın açıklamasıyla kamuoyuna duyurduk.

da çalışılan çok sayıda maden ve işyeri olduğunu biliyoruz. Özel sektör işletmelerinin yüzde 70’inde işçiler sadece yer altında değil, yer üstünde çalışırken zehirleniyor, iş kazalarına uğruyor, kötü muamele görüyor, düşük ücretle çalışıyor ya da gelirleri gerçek ücreti üzerinden gösterilmiyor, sendikalaşmaya karşı aşırı tepki ve engellemeyle karşılaşıyor.

Ekipler , patlamayla çöken ocaktan arkadaşlarının cenazelerini kurtarabildiler

muzda, “tabii hissediyoruz ama bizi dinleyen yok. Biz bir şey söylediğimizde siz karışmayın işinize bakın diyorlar” yanıtını aldık. İçeride havalandırmanın yeterli olmadığını, gaz ölçümlerinin düzenli yapılmadığını söyleyen işçilere, “gelen müfettiş veya teknik heyete bu durumu söylemiyor musunuz” diye sorduğumuzdaysa “biz hiç müfettiş veya denetleyici görmedik” ki yanıtını alıyoruz. “Onlar geliyorsa eğer, ocağa inmeden, işçilere bir şey sormadan işveren veya vekilleriyle görüşüp muhtemelen yiyip içip çekip gidiyorlar. Bizler çoğu kez bölge çalışma müdürlüğüne şikâyette bulunmayı düşündük, fakat bir sonuç elde edemeyeceğimizi, boşuna işverenle problem yaşayacağımızı düşünerek vazgeçtik” diyorlar. Bu kadar riskli bir işte çalışanların aldığı ücret ise asgari ücretin üzerine eklenen iki yüz veya üç yüz TL. Yani 750 ile 850 TL arasında. Daha da kötüsü, “belli bir miktarın altında üretim yapan işçilere o gün hak ettikleri ücretin

ödenmediğini öğreniyoruz. Köylülerin verdiği bilgiye göre, işçilerin, maden girişinden 700 metre ileride , 270 metre derinlikteki çalışmalarının sonucu, işverene yüksek kar olarak geri dönüyor. “Burası çok karlı bir işletme” diyor köylüler. “Ücretimi bilmiyorum” Onların tanıştırdığı genç bir işçiyle konuşuyoruz. Ocağa inmeyen, dışarıda çalışan bu işçi “ne kadar ücret alıyorsun?” sorumuza, “Ne ücret aldığımı bilmiyorum, ben 45 gündür orda çalışıyorum halen hiç ücret almadım” diye yanıt veriyor. “Gel çalış dediler bende çalışıyorum. Ne kadar aldığımı, ücretin verildiğinde öğreneceğim. “İşe giriş saati belli, çıkış saati belli değil” diye sürdürüyor konuşmasını. “Elimizdeki iş bitinceye kadar çalışıyoruz. 10-12-14- saat sürdüğü oluyor.” Bükköy maden ocağındaki kazayla güncelleşmiş olsa da bu koşullar çoğu işletmede aynı vahimlikte yaşanıyor. Bursa İşçi Hakları Derneği’ne gelen işçilerin anlatımlarından, daha kötü koşullar-

Emek mücadelesi gerçekten emek gerektiriyor. Yerin 300 metre altına her türlü riskleri bile bile giriyor, çıkarken de “bu gün de ölümü atlattık” dercesine “haydi geçmiş olsun,” diyorlar. Ama “havalandırma koridoru açılmadıkça, sürekli gaz ölçümleri yapılmadıkça çalışmayacağız diyemiyor” veya bunu diyebilen işçinin arkasında duramıyorlarsa açık ki, daha çok ölümler yaşanacak. Kapitalizm kendi düzenini sürdürmek için nasıl genel olarak halkı kandırıyor ve yalanla besliyorsa, Bukköy ocağının patronu da aynı yalanı madeninde sürdürüyor. İşçilere sözüm ona “kazalara karşı kurallara uyun” diyor ama öncelikle patronun kendisi uymuyor. Üç-beş kuruş fazla kar için işçilerin hayatını riske ederek önlem almamak klasik patron anlayışıdır. Yoksa iş girişindeki uyarı levhalarına başta patron uymuyorsa, işçileri bile bile ölüme götüren bu anlayış daha çok kar hırsından başka bir şeyle açıklanamaz. Nihai kurtuluş daha çok zaman alabilir ama şurada burada çakan kıvılcımlar, hiçbir mücadelenin boşa gitmediğini gösteriyor, yeter ki yeterli emeği verelim. * Rahim Dede: Bursa İşçi Hakları Derneği Başkanı


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 25

Emek

‘İşsize İş!’ talebine 10 bin ‘Evet’ Mersin’de 20 bin bildirinin dağıtıldığı etkinliklerin ardından 300’ü aşkın katılımla yürüyüş ve basın açıklaması gerçekleştirildi Ekmek & Özgürlük - Mersin Ekim 2008’de patlak veren yeni büyük buhranın Mersin’deki en önemli görünümünün işsizlik ve işini kaybetmek olduğu ortadadır. Çıplak gözle görülen bu gereği daha somut, bilimsel verilerle ortaya koymak için kendimizce bir araştırma yaptığımızda; kentimizde sadece son bir yıllık süreçte işten atılan, iş akdi fes edilen, iş yeri kapanarak sigortasız konumuna düşen 20 bine yakın kişinin bulunduğunu gördük. Bunun en önemli kanıtları 2008 yılına ait kapanan işyeri sayısı ve işsizlik maaşı alanların sayısıdır. 5 bin işyerinin kapandığı Mersin’de işten atılıp, işsizlik ödeneğinden yararlanabilenler sayısı 6.693’tür. Bir kişinin işsizlik ödeneği alabilmesinin koşulları ve kayıtdışı işlerin kayıtlılardan daha fazla olduğu düşünülürse son bir yılda en az 15-20 bin kişinin işini kaybettiği açıktır. Bunların küçük bir kısmı yeni ve daha güvencesiz bir iş bulmuş olsa da çoğunluğu işsizlik girdabına düşmüş durumdadır. Mersin İş Kur’un rakamları da Mersin’de işsizliğin boyutlarıyla ve iş bulmanın zorluğunu ortaya koyuyor. Bir yıllık süreçte İş-Kur’a başvuran 26.058 işsizin, sadece 1.311’i iş bulmuştur. Dolayısıyla, “İşten Atmak Yasaklansın” talebi Mersinli emekçiler açısından bu denli can alıcı bir talepti. Bu yüzden de “Emek Forumu”nun önerdiği ve daha sonra çok sayıda sendika ve siyasal çevrenin benimseyip destek verdiği “İşten Atmak Yasaklansın, İşsize İş” kampanyasının Mersin ayağının örgütlenmesi için aktif bir çaba içinde olduk. Krizin bedelini ödemeyeceğiz Kampanya, sermayenin aç kurtlar gibi saldırganlaştığı buhran koşullarında, emekçilerin karşı saldırısını örgütlemek stratejik hedefiyle yerel koşulları iyi biçimde kesiştiriyordu. Mersin’deki Ekmek ve Özgürlük okurları olarak bu çalışmadaki temel siyasal derdimiz, “Krizin bedelini ödemeyeceğiz!” düsturuyla hareket etmenin emekçi halkın muhalefetini, tepkilerini birleştirmenin ve ilerici bir hatta yönlendirmenin yegâne yolu olacağını göstermekti. Bu noktada sözü, geçtiğimiz aylarda Mersin’de kurulan “Ekmek ve Özgürlük İçin Dayanışma ve Kültür Derneği” Başkanı Ahmet Tekir’e bırakıyoruz. İşten atmak

yasaklansın talebinin sermaye kesiminin yumuşak karnına vurmak anlamına geldiğini söyleyen Tekir, “imza standında konuştuğumuz bir ev kadınının söylediği gibi, 3 kişiye yaptıracakları işi kriz bahanesiyle bir kişiye yaptırmasını yani iki kişinin işten atılmasını engellemeyi hedeflediği için önemlidir. Hem işsizleri hem de işçileri patronlar karşısında güçlendirmeye dönük bir talep olduğu için kapitalistlerin yumuşak karnına vurmak anlamına geliyordu. Biz de zaten bu yüzden İşçi Kardeşliği Partisi (İKP), Devrimci İşçi Partisi, (DİP) ve Petrol-İş Sendikası Mersin Şubesiyle birlikte Kampanya’nın çağrısını yaptık. Aralık başında karar verilen kampanyayı, sendikalar işyeri çalışmalarıyla üretim alanında, siyasal yapılar ve demokratik kitle örgütleriyse yaşam alanlarında yürüteceklerdi. Kampanya 10 Aralık Perşembe günü Taş Bina önünde yapılan basın açıklamasıyla başladı. Hazırlanan metinde şu ifadeler vardı: “(…) İşten atılmalar yasaklansın, işsize iş! Neden mi? İşten atmak yasaklansın ki, krizin faturası bu sefer biz emekçiler ve yoksullar tarafından ödenmesin. İşsize iş sağlansın ki herkese onurlu bir yaşam ve gelecek umudu doğsun.” Basın açıklamasının ardından ilk imza stantımızı kurduk ve kitlesel bildiri dağıtımı yaptık.

10-26 Aralık günleri arasında 8 bini Ekmek ve Özgürlük okurlarının açtığı stantlarda olmak üzere 10 bine yakın imza toplandı. 20 bin bildiri dağıtıldı. Stantlarımıza diğer sosyalist çevrelerden de gelenler oldu, ilk anılması gerekenler, sosyalist koordinasyonda birlikte faaliyet yürüttüğümüz Devrimci İşçi Parti’li (DİP) genç arkadaşlarla, İşçi Kardeşliği Parti’li (İKP) arkadaşlardı. Bunların yanında, KESK Şubeler Platformu yarım gün stant açmış, ÖDP’li gençler üniversitede bir gün stant açmış, TÜMTİS’liler liman işçileri arasında imza toplamış, TÖP’lü arkadaşlar da iki saat gibi bir süre KESK’in önündeki stantta durmuşlardır Kampanya bitti, çalışmalar devam edecek “İşten Atmak Yasaklansın, İşsize İş!” kampanyasının imza toplama aşaması 26 Aralıkta bir yürüyüş ve mitingle sonlandırıldı. Coşkulu 300 kişilik bir kitle Taş Binadan AKP il binası önüne kadar yürüdü. Mitingde Platform adına Petrol-İş Şube Başkanı Adil Alaybeyolu tarafından okunan açıklamada kampanyanın bu eylemle sona ermediği, yalnızca bir etabının gerçekleştirilmiş olduğu belirtilerek, önümüzdeki aylarda toplanan imzaların Türkiye’nin diğer kentlerinden toplananlarla birleştirip TBMM’ye verileceği, Şubat ayı içinde Mersin’de “İşsizlik ve Kriz” temalı bir panel yapılacağı söylendi. Miting konuşmalar ve sloganlarla bitirildi.


26 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Emek

İŞTEN ATMAK YASAKLANSIN! İŞSİZE İŞ! Vakkas Kılınç Kahveler, caddeler, deniz kenarları ve parkların işsizlerle dolu olduğu Mersin zoraki göçle gelenlerin, şovenizmin etkisindeki kitlelerin ve Kürt hareketinin güçlü olduğu bir kent. Türkiye’nin siyasal atmosferindeki kutuplaştırıcı etkiyi kampanya sürecinde, imza stantlarında daha canlı gördük. Kampanya boyunca “İşsize iş çağrımıza destek ver” diye haykırdığımızda bambaşka tepkilerle karşılaştık. Bir imzacı şovenizmin etkisiyle “Tabi ki atarım dağdaki teröriste serbestlik var, bize iş yok” derken, zoraki göçle gelmiş, işten atılmış Kürt vatandaş imza atarken “Neler oluyor yine savaş mı çıkacak, yeter artık fakir fukara çocukları ölmesin için diye imzalıyorum” diyordu. Biz de şovenizmin etkisindekine “size iş vermeyen dağdaki değil, patronlar, iktidarlar”, Kürt emekçiye “savaş işsizler, işçiler ve Kürt yoksulları birlikte mücadele ederse önlenir” diyerek sınıf bilinci vermeye çalıştık.

biliyor. Kampanya bu açıdan bir zemin sunuyor. Bu açı kapatılmalı. Yoksa halkın arayışı yine sömürücü, baskıcı, şoven egemen seçeneğe akacaktır. Kriz ve etkilerine karşı fikri yığınağı olmayanlar, kampanya boyunca edilgen kaldılar. Bu durum kitlelerde olduğu gibi politik alana da yansıdı. Kampanya süresince kampanyanın genel gidişatından kendisini sorumlu hissetmeyenlerin edilgen tutumları bir kenara not edilmeli. Bu tutum sosyalistlerin krize karşı bir seçenek yaratma görevleriyle çelişmektedir. Kriz ve sonuçları gündelik yaşamı doğrudan etkiliyor. Herkeste bu etkinin siyasal, ekonomik ve somut görünümü var. Kampanya, rejimin teşhiri ve mücadele için zemin sunuyor. Edilgenliği kırıp aktif olmanın zamanı.

İmzacıların profili İşten atmak yasaklansın kampanyasına imza atanların birleştiği talepler ve kampanyayı düzenleyenlerin ortalaştığı siyaset önemlidir. Ancak yaşamda, mücadelede ve kampanyada bu siyaset gerektiği kadar güçlü gerçekleşmemiştir. Ekmek ve Özgürlük, Devrimci İşçi Partisi Girişimi, İşçi Kardeşliği Partisi ve Petrol-İş’in topladığı on bine yakın imzaya karşın platformun diğer bileşenleri yeterli katılım sağlayamadı. İmzacıların bileşimine bakıldığında kampanya amacına uygun yürütüldü. İşçi 1474, İşsiz 883, Ev kadını 533, Öğrenci 1403, Memur 393, Esnaf 332, Serbest meslek 532, İş durumunu belirtmeyen 1500 kişi kampanyaya destek oldu. İmzacı kadın sayısı 2553, erkek sayısı 5647’dir.

Sokağın sözü var...

“Çocuğunun, kardeşinin, eşinin, komşunun, sınıfdaşının işsiz kalmasını istemiyorsan kampanyaya omuz ver” çağrımıza vatandaş “imza atarım ama, iş yok ki” diyerek karşılık verdi. “ İş var, yeter ki yapılacak iş çalışabilir nüfusa paylaştırılsın, çalışma saatleri azaltılsın, herkese, sana da iş olur” diyerek işsizliğe karşı çözüm önerisinde bulunduk. “Zamlara, yeni vergilere karşı gelelim. İşten atmak yasaklansın yasasının çıkmasını sağlayalım” propagandasına vatandaş “iyi söylüyorsun da bu hükümette başka hükümette gelse halkın değil IMF’in dediğini yapar” diyenlere; “Bir avuç sermaye ve işbirlikçilere karşı milyonlarca emekçi yan yana gelirse çok şeyin değişebileceğini” anlattık. “Savaşa değil parasız eğitime, sağlığa, işsize bütçe” haykırışına bir grup yaklaşarak “kim düzenliyor, düzenleyenlerin başında Türk var mı diye sordu”, Türk Petrol-İş görünce imzaladılar. Stant başında bağırıyoruz “Krizi çıkaranlar krizin sorumluluğunu alsın. İşten atmak yasaklansın” hay hay “bu dinci hükümetin gitmesi için bir değil bin imza atarım” diyene AKP’nin de diğerleri gibi sermayenin has partilerinden biri olduğunu, anlatıyoruz.

Kampanyaya katılım Kriz ve sonuçları halkın yaşamında kalıcı izler bırakmakta. Ancak ne krizin etkisindeki toplum yüzünü devrimci bir siyasallaşmaya yöneltiyor ne de sosyalistler toplumsal alana girerek, halkın devrimcileşmesi ve devrimci seçeneğin ortaya çıkmasına etki ede-

Abdullah Koç: 31 yaşında, zoraki göçle gelmiş, İlkokul mezunu, işsiz. Bu kampanya çok güzel... Umarım başarılı olur. Han gübrede çalışırken 8 ay önce işten atıldım. 8 aydır işsizim kimse benim gibi işsiz kalmasın. Kriz bahane, işveren sigortasız işçi çalıştırıyor. Çoğu kadın ve genç işçi... Beni kimi şeylere itiraz ettiğim için attılar. 7 çocuk perişan oluyor. Çocukları okula gönderemiyorum. Çalışarak evin geçimini sağlamaya katkı yapıyorlar. Durum kötü aile sıkıntılı… Ayten Kanşar: 25 yaşında, Ev kadını, Lise mezunu, 2 çocuk annesi. Eşim 6 ay önce çalıştığı demir doğrama atölyesinden çıkarıldığı için işten atılmanın yasaklanmasını istiyorum. Bunun için imza atıyorum. Patronu krizi bahane edip eşimi işten attı. 2 çocuğum var. Ev kira, geçimimiz zor. Ailecek perişan durumdayız. Ben de iş arıyorum ama iş yok. Uykularım kaçıyor uyuyamıyorum. Hasan Ballı: 25 yaşında, Lise mezunu 2 ay önce işten atılmış. Kızılca Plastik fabrikasında çalışıyordum.

İşten atıldım. Patron krizi değil, iş yerindeki işçilerin beni istemediklerini, iş disiplinini bozduğum için işten atıldığımı söylüyor. Yalan tabii. Onu Allaha havale ediyorum. İş arıyorum. İşten atmalar yasaklansın işsize iş dediğiniz için imza atıyorum. Servet Akcan: 30 yaşında, işsiz. Mahallemizde eskiden boş gezenim diye parmakla gösterilendim. Şimdi çalışanları parmakla gösteriyoruz. Uzan 140 işçiyle birlikte beni de sokağa attı. 2 yıldır doğru dürüst iş bulamıyorum. Kampanya iyi. Devam ettirilmeli. Şilan Tank: 16 yaşında Lise öğrencisi. Kişisel olarak, toplumsal olarak da öğrenci gençlik, işsizliğin kitle potansiyelidir. Krizde ailemin etkilenmesi harçlığımın, kitap almamın kısılması; temel ihtiyaçlarım dahi karşılamayı engelliyor. Gençlik krizin farkında değil. Aile bütçesinin oluşumu, ihtiyaçların karşılanmasında doğrudan katılımcı olmadığı için ancak harçlıklar kesildiği oranda bir etki hissediyor. Tabi ki işten atılmalar yasaklansın işsize iş diyoruz. Çünkü doğrudan biz gençleri etkiliyor.


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 27

Ekonomi

Bütçe geçti: Kemerleri değil yumruklarımızı sıkma zamanı! Bütçe süreçlerini, devletle sivil toplum veya IMF ile ulusal güçler arasındaki bir gerilim olarak değil, sınıf çatışmasının muharebe alanlarından biri olarak kurgulayalım Deniz Gemici 2010 yılı bütçe tasarısı, 25 Aralık Cuma günü oylamaya katılan 437 milletvekilinden 335’sinin kabul, 102’sinin ret oyuyla kabul edilerek yasalaştı. Hiç kimseyi şaşırtmayan tasarının aslında en büyük başarısı, OVP (Orta Vadeli Program) ile uyumu oldu. 20102012 dönemini kapsayan ve bir yol haritası niteliğindeki bu program, gelecek üç yılın bütçesinin hangi niyetlerle hazırlanacağını şimdiden haber veriyor. Özcesi: n Daha az iş, daha az aş, daha az sağlık, daha az eğitim demek olan sıkı maliye politikaları daha da katılaşarak sürecek; n Sömürünün derinleşmesi ve yaygınlaşması demek olan esnek çalışma, emek piyasasının görece kurallı kalan sektörlerini de kapsayacak şekilde hakim kural haline getirilecek; n Özel sektöre de öncülük edecek ücret politikalarıyla gerek kamu emekçilerinin gerek diğer emekçilerin ücretleri eritilip harcamalar baskılanarak enflasyon hedefleri tutturulacak; n Teşvikti krediydi indirimdi derken emekçilerden toplanan ama onlar için kullanılmayan kaynaklar sermayeye aktarılacak; n Bankaları aracılığıyla kamuya borç verip bütçenin en büyük kalemlerinden birini faiz olarak cebe indiren “yerli” sermayedarların ve “uluslar arası” muadillerinin gönlü hoş tutulacak; n Elde kalan son kamusal değerler de sermayeye yeni kâr alanları açmak için ivedilikle satılacak; başta dolaylı vergiler olmak üzere emekçilerin sırtındaki vergi yükü bütçe açıklarını karşılamak üzere daha da ağırlaştırılacak.

Maliye Bakanı Şimşek iftiharla sunar: İşte size sosyal yönü güçlü bütçe! Anlayan varsa anlatsın; yatırımların bütçedeki payı 2008 ve 2009’da yüzde 8.2 ve 7 iken 2010’da yüzde 6.6’ya düşürülerek, 2011 ve 2012 için ise sırasıyla yüzde 6.1 ve 6.4 olarak öngörülerek, özelleştirmeler sürdürülerek mi işsizlikle mücadele ediliyor? Veya kamu emekçileri barınma, ısınma, elek-

trik, ulaşım, gıda gibi alanlarda gözümüzle gördüğümüz ve TUİK veri ve yöntemlerini bir kez daha sorgulamamıza yol açan zamlara karşın 2,5+2,5 düzeyinde kalan ücret artışlarıyla mı korunup kollanacak? “Aslan payı” dediğiniz, 2009’da 27 milyar 883 milyon TL olan eğitim bütçesinin artan okul, derslik, öğretmen ihtiyacı ve öğrenci sayısına rağmen, 2010’da sadece 28 milyar 237 milyon 412 bin TL olarak öngörülmesi mi? Üstelik GSYH’nin yalnızca yüzde 2,74’üne tekabül eden bu rakamdan personel harcamaları için ayrılan kısmı çıkardığımızda mal ve hizmet alımları için MEB bütçesinden ayrılan payın yüzde 10’dan yüzde 8’e düşürüldüğü ortada. Okullara yeterli ödenek ayrılmadığı için eğitim harcamalarının önemli bir bölümü çeşitli adlar altında velilerden karşılanırken, bunu karşılayamayan velilere zorla okullar temizletilerek angarya hortlatılıyor.

Sağlıktaki gelişmeler ise bundan da beter. Bütçeden iç ve dış borç faizlerine ayrılan tutar 58,8 milyar iken bütün bir toplumun sağlığı için ayrılan 12,7 milyar TL. Sağlık harcamalarının öz gelirlerle karşılanamadığından yakınan Bakan Akdağ, hastanelere tıpkı okullara yapıldığı gibi “kendi paranızı kendiniz kazanın” diyerek sağlık hizmetlerinin ticarileştirilmesini haklı çıkarmaya çalışıyor. Özel sağlık sektörünün dünyada küçülürken Türkiye'de yüzde 12 oranında büyümesini, ilaç sektörünün 2002 yılından bugüne 4 katı büyümüş olmasını olumlu gelişmeler olarak anmaya utanmıyor. Dahası, sırada bekleyen Kamu Hastane Birlikleri Yasası ile hastanelerimiz elimizden alınıyor, 10 Temmuz’da yayımlanan torba kanunla sağlık hizmetlerinin bir kısmı daha sigorta kapsamından çıkarılıyor, katkı payları tedrici olarak artırılıyor.

>>


28 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Ekonomi Bütçeden kamu emekçilerine ayrılan pay azaldı Sermayenin kalemşorları korunaklı köşelerinden sızlanıyorlar: bütçenin imkânları kamu personeli maaş ve ücretlerine, sosyal güvenlik kurumu açıklarına giderse bize ne kalır? Nasıl yatırım yapar, istihdam yaratırız? Oysa durum hiç de onların anlattığı gibi değil. 2003’ten bugüne bütçelerdeki personel harcamaları yüzde 42’den yüzde 22’ye inmiş, özelleştirmeler sonucu 30 bin civarında kamu çalışanı işini kaybetmiş, 10 bini de kapıda. Kamu personeline AB üyesi tüm ülkelerden daha az pay ayırıyoruz. Avrupa-27 ülkeleri için kamu personel giderlerinin GSMH içindeki payı 2008’de yüzde 10,7 iken, Türkiye’de bu oran yüzde 6,6 ve gerilemeye devam ediyor. Ve çıkarılacak yeni personel yasasıyla personel harcamalarının milli gelir içindeki payının giderek düşürülmesi hedefleniyor. Üstelik tüm demagojilere rağmen gayet iyi biliyoruz ki, eşit-ücretsiz-nitelikliulaşılabilir kamusal hizmet üretiminin vazgeçilmez öğesi olan kamu emekçilerine ayrılan payın azaltılması, daha kalabalık sınıflar, daha çok öğretmensiz okul, doktorsuz sağlık kurumu, hastane önünde uzayan kuyruklar, hakkını hukuk yoluyla aramak isteyenler için bir çileye dönüşen bitmek bilmez davalardan başka bir anlama gelmiyor. Sosyal güvenliğe aktarılan paydaki artışa gelince; büyük ilaç şirketlerine ve özel hastanelere ayrılan ödenekler, kriz bahanesiyle patronlardan tahsil edil(e)meyen primler nedeniyle oluşan açıkların emekçilere çullanarak finanse edilmesine sevinmemizi mi bekliyorsunuz? Nasıl oluyor da apaçık sermayeye kaynak aktarmaktan başka bir anlama gelmeyen bu bütçeden fazlasını umuyorsunuz?

cumhuriyetin burjuvazi tarafından tatlılıkla kabul ettirilmesini sağlayacak bir yol değildi?” Burjuvazi ve devletleri aslında bu sorunun cevabını epeydir vermiş durumda, bugün bütçe meselesinin gelir ayağına ilişkin tartışma da bu soruya verilen cevapta saklı. O günden bugüne kuşkusuz pek çok şey değişti ama yepyeni dolayımlarla ve muhtelif isimler altında da olsa bütçenin yükünün işçilerin ve emekçilerin sırtına yüklenmesi bunlardan biri değil. Ama haksızlık etmemek gerekir; burjuvazi ve devletleri işçi ve emekçileri vergilendirmek söz konusu olduğunda şeytana pabucunu ters giydirecek yöntemler geliştirdi: Mali anestezi veya kazı bağırtmadan yolmak! Biz şimdilerde buna dolaylı vergiler diyoruz. Vergi gelirlerinin neredeyse üçte ikisi KDV, ÖTV, ÖİV gibi muhtelif isimlerle karşımıza çıkan bu vergilerden sağlanıyor. Gelirinin neredeyse tamamını harcamak zorunda kalan hatta çoğu kez borçlanarak harcama yapan alt sınıflar bu yolla vergilendirilirken, geliri tüketiminin çok üstünde olan varsıllar harcamadıkları için vergi de ödemiyorlar. 2010 bütçesinde bu vergiler için öngörülen artış oranı yüzde 18,2. Gelir vergisinin de önemli

Marx, Fransa’da Sınıf Savaşımları’nda Temmuz monarşisinin yerine geçen Geçici Hükümetin yüzyüze kaldığı problemleri değerlendirirken şöyle diyordu: “Bu arada geçici hükümet, gittikçe artan bir bütçe açığının kâbusu altında kıvranıp duruyordu. Boşu boşuna yurtseverce özveriler dileniyordu. Yalnız işçiler sadakalarını attılar ona. Kahramanca bir çareye başvurmak, yeni bir vergi çıkartmak gerekti. Ama kimi vergilendirmeliydi? Borsanın aç kurtlarını mı? Devletin alacaklılarını mı? Banka krallarını mı? Servet sahiplerini mi? Sanayicileri mi? Bu, hiç de

"Kapitalizm yıkmazsak yıkılmıyor" Hal böyleyken, sosyalistlerin ve sınıfın örgütlü güçlerinin önündeki görevlerden biri, bütçe süreçlerini devletle sivil toplum veya IMF ile ulusal güçler arasındaki bir gerilim olarak değil, sınıf çatışmasının muharebe alanlarından biri olarak kurgulamak; ilhamını “mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi” programından alan tam istihdam, bütün bankaların kamu mülkiyetine alınması, bütün büyük işletmelerde işçi denetimi, sermaye hareketlerinin tam kontrolü, iç ve dış kamu borçlarının iptali gibi talepler etrafında örgütlemek. Belki bütçe için 2010 raundunu kaçırdık ama bugünün yarını var. Kopenhag zirvesinde bir başka veçhesiyle gördüğümüz üzere kapitalizm arkasında koca bir insanlık enkazı bırakmayı göze alarak yoluna devam ediyor; birkaç sayı önce dergimizn manşetinde de söylendiği üzere kapitalizm yıkmazsak yıkılmıyor, yürüyelim!

Zamlar teğet geçmedi Maaşları en çok 102 TL artacak olan emekliler 2010’da bir paket sigaraya 7 TL ödeyecek...

Sermayenin zararı toplumsallaştırılıyor Yine de haklarını teslim etmeli; bu bütçe ile bir şeylerin sosyalize edildiği bir gerçek: Sermayenin zararlarının toplumsallaştırılması. Krizle birlikte kabararak 2009 için yaklaşık 63 milyar TL’ye ulaşan ve 2010 bütçesinde 50 milyar TL olarak öngörülmesine rağmen 70 milyar TL civarında gerçekleşeceği tahmin edilen bütçe açıklarının finansmanı için ödenen ve ödenecek olan faizler ve sermayeye yapılacak diğer transferler, işsizlik ve yoksullukla birlikte emekçilerin sırtına bir de vergi olarak yükleniyor.

bir kısmının çalışanlardan sağlandığı hesaba katılırsa değirmenin suyunun nereden geldiği daha rahat anlaşılacaktır. “Bizim petrol kuyumuz vergiler” diyen Başbakanın bu dipsiz sandığı kuyuda kafasının kırılma zamanı geldi de geçiyor.

Karikatür: Uykusuz Dergisi

>>

Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, Ekim ayında bütçe tasarısını henüz açıklarken biliyorduk ki yeni yılda yeni zamlar gelecek. Bütçe gelirleriyle bütçe giderleri arasında 50 milyar TL olarak beliren fark yine vatandaşın sırtına binecek. Hükümet sağolsun, bizi şaşırtmadı. Türkiye, 2010'a zam dalgası ile girdi. Akaryakıt, sigara, alkol üzerindeki vergiler ile harçlar ve damga vergisi başta olmak üzere birçok vergide oranlar artırıldı. Hükümet, yapılan bu vergi artışlarından yaklaşık 10 milyar TL'lik gelir bekliyormuş. Fakat kimse "bu kadarla kurtulduk" diye sevinmesin. 50 milyar TL olarak resmileşen bütçe açığının, daha gerçekçi bir hesaplamaya göre

70 milyar TL'ye tırmanacağı tahmin ediliyor. "Olağan kazlar"ı yolarak bu açığı kapatmanın imkânı var mı? Veya daha diplomatik bir ifadeyle soralım: Bu krizde, hanehalkı gelirleri ve tüketim böylesine gerilemiş, işsizlik bu seviyelere ulaşmışken hükümet "dolaylı vergiler"i daha nereye kadar artırabilir? Başbakan yardımcısı Ali Babacan'ın "IMF ile yeni bir program için anlaşma sağlayabiliriz" sinyalini vermesi filmin kötü adamının sahnedeki yerini almaya hazırlandığını gösteriyor. Dikkatli bakarsak uygun bir zamanda dayamak üzere arkalarına sakladıkları "IMF destekli" acı reçeteyi de görebiliriz


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 29

Toplum Turgutlu Bedensel Engelliler Derneği yöneticisi Mehmet Çetin:

‘Engellilerin mücadelesi kapitalizme karşı... ’ Hayri Bökü, 2002'de kurulan, yüz elli üyeli Turgutlu Bedensel Engelliler Derneği ikinci başkanı Mehmet Çetin ile engellilerin sorunları ve mücadelesini konuştu Engelliliğin başlıca nedenleri nelerdir? Akraba evliliği, kan uyumu testinin uygulanmaması, doğumdaki oksijen yetersizliği, çocuk felci, menenjit, trafik ve iş kazalarıdır. Engelli doğumlarının yoksulluk ve eğitimsizlikle ilişkisi var mı? Engellilerde yoksulluk oranı sizce ne kadar? Engelli doğumları yoksulluk ve eğitimsizlikle, yani kapitalizmle doğrudan ilişkili. Derneğimiz üyesi olan engellilerin çoğu yoksul insanlar. Sağlıklı doğum için anne adaylarına yapılacak testlerin ücretleri aşırı derecede pahalı ve devletin sağlık kuruluşlarınca karşılanmıyor. Onun için yoksul kesimde engelli doğum oranı daha yüksek. Engelli doğumuna yol açan diğer etmenler de kapitalizmle direkt bağıntılı. Kısacası ben, engelli doğumlarını yoksulluğa, sefalete ve buna bağlı olarak eğitimsizliğe ve kapitalizme bağlıyorum. Engelliler ne gibi güçlüklerle karşılaşıyorlar? Bu soruyu birkaç parçaya ayırarak cevaplamak istiyorum: Yaşadığımız bölgedeki sorunlarımız, yasalar karşısında uygulanmayan haklarımız, eğitim kurumlarında engellilere yönelik düzenlemelerin olmayışı ve son olarak, sağlık sorunlarımız. Yaşadığınız bölgedeki sorunlardan başlayabiliriz. Biz Turgutlu'da yaşayan engelliler olarak ağır sorunlarla karşı karşıyayız. Örneğin kaldırımlar engellilerin kullanabileceği şekilde düzenlenmiş değil. Yüz bin nüfuslu Turgutlu'da engellilerin kullanabileceği özellikte tuvalet yok. Engellilerin de işlerinin görüldüğü resmi binalara girip çıkamıyoruz. Engellilerin rahatlıkla gidip gelebileceği, çoluk çocuk ve yakınlarıyla oturabileceği binalar ve parklar bulunmuyor. Devlet ve belediyeler bu konuda çok duyarsız. Engelliler yakınlarıyla

birlikte, âdeta eve hapsolmuş hayat mahkumları gibi yaşamakta. Yasalar karşısında uygulanmayan haklarınız hangileri? Elli veya daha fazla işçi çalıştıran özel sektör işyerlerinde yüzde 3 engelli, kamu işyerlerinde ise yüzde 4 engelli çalıştırma zorunluluğu var. Fakat bu yasa işletilmiyor. İlk başta devlet, kendi koymuş olduğu kurala kendisi uymuyor. Örneğin mecliste 200 engelli çalışması gerekirken, 32 engelli tespit edilmiş. Özel işyerlerinde ise, fabrikaya çağrılan engellinin avcuna ufacık bir miktar -örneğin 160 TL- sayıldıktan sonra banka hesabına yatırılan asgari ücret bankamatik kartıyla geri alınmakta. Göstermelik uygulanan yasa, iş müfettişlerince de sözümona denetleniyor. Engellilik oranı "en az yüzde 40" olan bir işçi, on beş yıl sigortalılık süresi ve 3600 gün prim ödeyerek emekli olabiliyordu. 2003'te yapılan bir düzenlemeyle emeklilik koşulları ağırlaştırıldı. Prim gün sayısı 4400'e, sigortalılık süresi yirmi yıla kadar uzatıldı. Son zamanlarda devletin resmi kurumlarının engelli raporunu vermekte de güçlük çıkardıkları görülüyor. İsmail Azat isimli arkadaşımıza altı ay önce "yüzde 62 özürlü" raporu veren sağlık kuruluşu, altı ay sonra fikrini değiştirerek Azat'ın "yüzde 19 özürlü" olduğuna karar verdi. Böylece hastalığı sürekli olan bu arkadaşımızın erken emeklilik hakkı elinden alınmış oldu. Bu tür hak kayıplarına krizden bu yana sıkça rastlanıyor. Burjuvaziyle el ele veren devlet, keyfi rapor düzenleyerek krizin faturasını engelliye yüklüyor; onları açlığa ve ölüme mahkum ediyor Ayrıca, (2022 sayılı) engelli maaşından fay-

dalanan kardeşlerimizden rapor tekrarı istenmesi; hastane kapısında rapor yeniletmek için saatlerce bekletilmeleri de ayrı bir işkence. Engellilerin eğitimle ilgili sorunları nelerdir? Engellinin eğitim hakkından yararlanabilmesi için bir kurum tarafından engelli taşıtıyla evden alınması, okula götürülmesi ve okuldan getirilmesi gerekmekte. Ayrıca okullarda engellinin rahatlıkla hareket edebileceği düzenlemeler yapılmalı. Ne yazık ki bunların hiçbiri yok. Ekseri stajyer öğrencilerin düşük ücretle çalıştırıldığı rehabilitasyon merkezlerinde doğru dürüst eğitim verilemiyor. Engellilerin eğitim hakları devlet tarafından bazı çıkarcı kesimlere peşkeş çekiliyor. Engellilerin ağır sorunları ortadayken örgütlenme konusunda görüşlerin nelerdir? Öncelikle engelli derneklerinin tüm bölgelerde kurulmasını zorunlu görüyorum. Tüm engelliler hiçbir siyasi görüş öne sürmeden bu engelli derneklerinde kendi sorunları panelinde birlik olmalılar. Turgutlu'da yaşayan engelliler olarak çevremizdeki engelli dernekleriyle dayanışma içerisinde hareket ediyoruz. Öncelikle bölgemizde, daha sonra da Türkiye düzeyinde engellilerin birlikte hareket etmesinde büyük yarar görüyorum. Engelliler aktif siyasi mücadeleye de katılmalı. Engellilerin mücadelesini kapitalizme karşı mücadele olarak alıyor; "Ekmek & Özgürlük"e yayın hayatında başarılar diliyorum.


30 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Ekoloji

Kopenhag fiyaskosuna yan Ekoloji Kolektifi'nden Stefo Benlisoy, Mehmet Horuş’la yaptığı söyleşide 6-18 Aralık arasında Danimarka'nın başkentinde toplanan BM İklim Zirvesi'ne ilişkin gözlemlerini Ekmek&Özgürlük'le paylaştı. Kopenhag, iklim değişikliği ile mücadelede bir milat olabilir mi? Zirve öncesinde Obama hükümetinin açıkladığı ABD’nin 2020’de emisyonlarını 1990 yılı düzeyinden yüzde 4 aşağı çekme “hedefi”, zirveyi dinamitlemeye yetmişti. Dolayısıyla evet, konferansın gerçek çözümler üretmeyeceği baştan belliydi ama bu ölçüde bir fiyasko da beklenmiyordu. Kopenhag sonrası tabloda birbiriyle bağlantılı üç noktaya işaret etmek gerekiyor: Birincisi zirve, iklim krizini ekolojik açıdan sürdürülemez mevcut üretim ve tüketim biçimlerini sorgulamadan, sermayenin sürekli genişleme eğilimine halel getirmeden çözmenin mümkün olmadığını ortaya koydu. Gelişmiş ülke yönetimleri, Küçük Ada Devletleri İttifakı ve Afrika ülkelerinin feryatlarına aldırmadan yeryüzü ortalama sıcaklığının yoksul güneyin birçok toplumu açısından kritik değerlere ulaşmasına pek önem vermediklerini gösterdiler. İkincisi, iklim değişimini engellemede ya da sonuçlarını sınırlamada iklim adaleti kavramının artık kilit önem kazanmasıydı. Daha birkaç yıl önce iklim değişimi neredeyse salt bilimsel ve teknik bir zeminde tartışılırken bugün sorunun ancak küresel eşitlik ve adalet ilkeleri temelinde çözülebileceği artık ortaya çıkmış durumda. Karbon ticareti ve borsası, denkleştirme mekanizmaları gibi sahte çözümlerin işlevsizliği ve yeryüzü üzerindeki canlı yaşamının önemli bölümünü uçuruma sürüklediği giderek daha fazla anlaşılıyor. Üçüncüsü Kopenhag iklim adaleti özleminin taşıyıcısı olmaya aday bir hareketin güçlü bir bi-

çimde ortaya çıkışının miladı olarak anılacak. Bu muhalefet resmi zirvede ve sokaklarda iklim krizine ilişkin politik tartışmanın eksenini değiştirmeyi büyük ölçüde başardı. Kopenhag’daki karşı çıkışlar, yeni bir uluslararası anti-kapitalist cephenin örülmesine ne derece katkı sağlayabilir? Afrika ülkeleri ve Küçük Ada Devletleri İttifakı iklim değişiminin yaratacağı yeryüzü ortalama sıcaklık artışını 1,5 dereceyle sınırlandırılması gerektiğini savunarak ABD öncülüğünde hazırlanan 2 derecelik artışa izin veren “karar” metniyle yok oluşlarına zemin hazırlanırken boyun eğmeyeceklerini, sessiz kalmayacaklarını vurguladılar. Öte yandan Evo Morales, yeryüzü ortalama sıcaklığının sadece 1 derecelik bir artışla sınırlandırılmasını, BM gözetiminde bir iklim değişikliği mahkemesi oluşturularak burada soruna çözüm bulunmasına mani olanların yargılanması gerektiğini önerdi ve özellikle ABD yönetimini işaret etti. Venezüella lideri Chavez de sokağın “iklim büyük bir banka olsaydı zengin hükümetler tarafından mutlaka kurtarılırdı” sözünü tekrar ederek zirveye egemen piyasacı yaklaşımı teşhir etmeyi başardı. Bolivya Nisan 2010'da asli katılımcıları arasında toplumsal hareketlerin bulunacağı bir iklim zirvesi düzenleyeceğini de açık-ladı. Neticede ABD’nin, aralarında Çin’in de bulunduğu gelişmiş ülkeleri arkasına alarak dayattığı metin başta Venezüella, Küba ve Bolivya olmak üzere ALBA ve bazı Afrika ülkeleri tarafından reddedildi. Bu ülkelerin tepkisiyle ABD’nin dayattığı bu belgenin zirvede sanki konsensüs sağlandığı izlenimi uyandırmasına da engel

İklim değişkliğine karşı koymanın tek yolunun kapitalist üretim ve tüketim tarzına son vermek

olundu. İklim adaleti hareketinin devletler düzeyinde “müttefiklere” sahip olması elbette çok önemli. Ama örneğin Maldivlerle Bolivya’nın aynı saiklerle hareket ettiklerini söylemek güç. Bunlara rağmen yoksul güney ülkeleri iklim adaleti hareketinin gündemlerini uluslararası platformlara taşımakta son derece önemli bir rol üstlenecek. Ancak iklim adaleti hareketinin asli belirleyicisinin toplumsal muhalefet hareketleri olduğunu ve “uluslararası antikapitalist bir cephe” oluşturma potansiyelini de esas olarak bunların barındırdığını akıldan çıkarmamak gerek. 50 bin kişinin resmi zirveye paralel, sokaktaki alternatif buluşmasının mesajı neydi? Küreselleşme karşıtı hareket açısından da Kopenhag bir dönemeç mi? Aslında iklim ve ekolojik kriz bağlamında yeni tipte bir ekolojik eylemcilik bir süredir kendini daha güçlü biçimde ifade ediyor. Fosil madenciliğinden, kömür santrallerine, ormansızlaşmadan HES’lere kadar birçok alanda değişik protesto ve doğrudan eylem biçimleriyle dile gelen bu aktivizmin önümüzdeki dönem giderek kitleselleşeceği ve görünürlük ka-

zanacağı aşikâr. Kopenhag’da polisin sert tutumu, hatta önde gelen iklim adaleti aktivistlerini gece yarısı operasyonu düzenleyerek gözaltına alması, önümüzdeki süreçte iklim adaleti eylemcilerinin karşılaşacakları şiddete dair bir ipucu veriyor. Alternatif etkinliklerin en önemlisi, toplumsal muhalefet hareketleri ve sivil toplum kuruluşlarının örgütlediği ve 50 bin kişinin katıldığı İklim Forumu’ydu (Klimaforum09). Bu forum kitleselliği, iklim değişimi olgusunun tüm boyutlarıyla tartışılmasına zemin hazırlayışı ve çok sayıda farklı katılımcıya kürsü oluşturması bakımından gerçekten de resmi konferansa bir alternatif oluşturdu. Foruma gençliğin, Via Campesina’nın biraraya getirdiği tarım aktivistlerinin ve yerli toplulukların katılımı dikkate değerdi. Forumda karbon ticareti ve denkleştirme mekanizmaları gerçek emisyon azaltımına yol açmamak, yerli ve tarım topluluklarının yaşam biçimlerini tehdit etmek ve şeffaf olmayıp şirketlere yeni ticari kâr fırsatları yaratmaktan başka işe yaramamakla eleştirildiler. Öte yandan iklim kaosunu önlemek için gerekli gerçek emisyon azaltım oranları, fosil yakıt ve kimyasal yoğun şirket tarımının


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 31

ıt: İklim Adaleti Hareketi yapısını görmezden gelindiği izlenimi veriyor ve enerji alanında “ekolojik teknolojilerin” yaygınlaştırılmasıyla sorunun üstesinden gelmenin olası olduğu algısını yaratıyor ister istemez.

olduğunu savunanlar Kopenhag’a damga vurdu

aksine küçük aile tarımının gezegeni soğuttuğu, zengin kuzeyin yoksul güneye ekolojik borcu ve borcun nasıl ödenebileceği, sermayeden karbon vergisi alınması gibi öneri ve tespitler tartışıldı. Genel olarak Türkiye’deki iklim değişikliğine karşı mücadeleyi nasıl değerlendiriyorsunuz? Kopenhag sonrası bir strateji değişikliğine ihtiyaç var mı? Türkiye’de sokaktaki insanın iklim değişikliğine ilişkin yeterince bilgisi olduğunu söylemek oldukça güç. Dünya ölçüsünde bir karşılaştırma yapıldığında kamuoyunda iklim değişikliğine ilişkin bilgi ve duyarlılığının oldukça düşük olduğunu görürüz. Bunlara rağmen son yıllarda iklim değişikliğine dikkatleri çekmek için belli kampanyalar ve eylemlilikler gerçekleştirildi. Bunlar anlamlı ve önemli. Fakat toplumsal muhalefetin başka kesim ve örgütlülüklerini bu sürece katma hususunda eksiklikleri var. Diğer yandan bunların büyük çoğunluğunun politik ekseninin sorunun vehametine oranla yeterince radikal bir yerden kurgulanmadığını düşünüyorum. Örneğin “güneş, rüzgar bize yeter” sloganının kendisi, iklim başta olmak üzere mevcut ekolojik krizin sistemik

Önümüzdeki on yılda başta kömür, fosil yakıtların kullanımını büyük ölçüde kısıtlayacak bir enerji devriminin yaşanması gerektiği tartışılmaz. Ancak bunu sadece teknik bir “inovasyon” meselesine indirgemek, üstelik böylesi bir dönüşümü egemen siyasetçilerin “doğru” tercihlerde bulunmasını sağlayacak bir baskı uygulayarak, piyasa mekanizmasını sorunsallaştırmayarak ve aşırı biçimde bireyselleşmiş ve yoğunlaşmış egemen tüketim biçimine halel getirmeden gerçekleşebileceği izlenimini yaratmak kanımca sorunlu bir yaklaşım. Yine de bir iklim adaleti hareketinin oluşmaya başladığı ve tüm dünyada olduğu gibi burada da hareketin bütününün söyleminin giderek daha radikalleştiğini söylemek gerek. Türkiye’de de bir İklim Adaleti Hareketi yaratmanın somut imkânları neler? Hükümetin soruna ne ölçüde duyarsız olduğunu Kopenhag zirvesinde otomobil lobileriyle kol kola bulunan Türkiye heyetinin hiçbir taahhütte bulunmaması yeterince anlatıyor zaten. İklim krizinin etkileri halihazırda burada da kendisini göstermeye başladı bile. Gıda, su krizlerinin, iklim olaylarının istikrarsızlaşmasıyla ne duruma geleceğini bile düşünmek yeter. Ya da bugün bile göçmenler açısından daha iyi bir hayat arayışının güzergahında olan Türkiye’nin iklim krizinin etkileri arttıkça iklim göçmenlerinin baskısıyla karşılaşacak olmasını. Türkiye’de de iklim adaleti hareketinin öznelerini bu krizden asıl olarak etkilenecek emekçiler, yoksullar, çiftçiler, kadınlar ve gençler oluşturmalı ve hareketin kendisi bu alanlara ulaşmanın önünü açacak bir yönelim benimsemeli. Önemli olan iklim adaleti hareketinin çok değişik alanlarda halihazırda yaşanan mücadelelerle eklemlenmesi ve buralara kendi perspektifini taşıması.

Benlisoy: ‘Sosyalistler sermayenin doğa üstündeki tahakkümüne son verecek bir program geliştirmeli...’ Geçmişe oranla ekolojik mücadeleler ile sosyalist hareket arasında daha yakın ve verimli bir ilişki kurulmaya başladı. Bu süreçte sizin de Ekososyalist Manifesto çağrısı üzerinden bir kampanyanız oldu. Ekolojik sorunlara karşı mücadelede sosyalist hareketin geneline nasıl bir çağrınız var? Ekolojik sorun ve mücadelelerin sosyalist hareket tarafından giderek daha fazla sorunsallaştırılması ve ilişki kurulması, elbette olumlu. Ancak yine de kendini sosyalist olarak tanımlayan hareketlerin çoğunluğu açısından bu artan ilgi, ekolojik krizin "dışsal" mesele ve talepler olarak algılanışını değiştirebilmiş değil. Sosyalist hareketin çoğunluğu, gerçek anlamda insani özgürleşmenin ancak insanın doğa üzerindeki tahakkümüne son verilmesiyle gerçekleşebileceğini, bu anlamda doğa üzerindeki tahakkümün son bulmasının sosyalist bir programın merkezi unsuru olması gerektiğini kavramış değil. Ekoloji Kolektifi olarak Ekososyalist Manifesto ve Belem Ekososyalist Bildirgesi ile kendisini “deklare” eden ekososyalist hareketin görüşlerinin toplumsal muhalefetin değişik kesimleri içerisinde tanınmasına yönelik çalışmalarımız oldu. Bizim de içerisinde yer aldığımız ekososyalist hareket açısından içerisinde bulunduğumuz ekolojik krizin asli nedeni olan kapitalizmin ekolojik olarak yıkıcı ve sürdürülemez karakteri onun arızi ya da geçici bir özelliği değildir. Ekososyalistlere göre kapitalizmin ekoloji karşı-

tı niteliği değiştirilemez ve reforme edilemez. Bu nedenle ekososyalistlere göre ekolojik krizi, kapitalist sistemin bizatihi kendisini sorunsallaştırmayan, sorgulamayan bir anlayışla çözmek mümkün değil. Kapitalizmin ekolojik bunalımla bir şekilde baş edebileceği, onu yatıştırabileceği, ‘yeşil teknolojilerin’ artan kullanımıyla ‘sürdürülebilir’ bir rotaya sokulabileceği, hatta kapitalizmin tüketicilerin bilinçlenmesiyle adeta bir "yeşil kapitalizm"e dönüşebileceği yönündeki anlayışlar ekososyalistlere göre geçersizdir. Ekososyalistler için sermayenin tahakkümü, cinsiyetçilik/patriyarka ve ekolojik yıkım arasındaki içsel ilişkiyi anlamak, kapitalizm çerçevesindeki temel çelişkinin sermaye ile yaşam arasında olduğunu idrak etmek anlamına gelir. Daha önce vurguladığım gibi programının ana unsuru olarak emek ve doğa sömürüsünün koşutluğunu ihtiva etmeyen sosyalist yaklaşımların önümüzdeki süreçte giderek daha ağır biçimde etkilerini yaşayacağımız ekolojik kriz karşısında söyleyecek sözlerinin çok sınırlı olacağını düşünüyorum. Sosyalist hareketin önümüzdeki süreçte iklim, gıda, su gibi ekolojik krizin tüm görünümlerine yönelik emekçiler/aşağıdakiler ve canlı yaşamı lehine müdahalelerde bulunması, talepler geliştirmesi ve inandırıcı bir seçenek olarak ortaya çıkabilmesi için sermayenin doğa üzerindeki tahakkümünü ilga edecek bir perspektif ve yönelime girmesini elzem olarak değerlendiriyorum.


32 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Uluslararası

Latin Amerika Chavez ve Morales’in yolundan gidecek Latin Amerika araştırmacısı Metin Yeğin ile Latin Amerika’da süregiden değişimin kaynaklarını, kıtanın 2009 bilançosu ve 2010’daki olası yönelişini Ertuğrul Kürkçü konuştu Latin Amerika 2010'a nasıl bakıyor? Latin Amerika'dan 2010'a bakmak için 2009'un nasıl geçtiğini anlamak gerek. Aslında 2009'da ABD arka bahçesine geri döndü. ABD müdahaleciliğinin 2009'da iki önemli hamlesi oldu: Birincisi Honduras'ta düzenlediği darbeydi. İkincisi Kolombiya’da yedi askeri üs kurma girişimi. Gerçi ABD daha önce başka denemeler yapmamış değildi. 2002'de Venezüella'da denedi, Bolivya'da denedi. Honduras’ta başardı. Darbe için aslında elle tutulur bir yerel gerekçe yoktu. ABD için gerekçe Başkan Zelaya'nın ALBA'nın (Amerikamız Halklarının Bolivarcı İttifakı) peşine takılması ve ülkedeki üslerde yasadışı olarak bulunan 700 ABD askerinin varlığına son vermesiydi. Zelaya'nın ABD'nin Panama'daki kötü ünlü işkence eğitim merkezi Amerikalar Okulu'ndan gelme Genelkurmay Başkanı'nı emekli etmesi de, hepsi aynı okuldan olan komuta kademesinin darbe için harekete geçmesi için bahane oldu. Ama hiç beklenmeyen gelişme halkın böylesine güçlü karşı koyuşuydu. Direnişin merkezinde hangi güçler var? Simgesel olarak Başkan Zelaya. Ama çok yaygın ve parçalı hareketlerin toplamından oluşan

Honduras halkının 2010’da ABD destekli darbeyi saf dışı edip edemeyeceği Latin Amerika için hayati önemde

Honduras Darbeye Karşı Direniş Cephesi sürdürüyor mücadeleyi. Örneğin, Direnen Feministler, Tarım İşçileri Komitesi, Direnen Kadınlar, Siyah Kardeşlik Örgütü, Honduras Halk ve Yerli Örgütleri Vatandaş Konseyi gibi kuruluşlar; Berta Cáceres, Teresa Reyes, Alfredo Lopez, Via Campesina'dan Rafael Alegria gibi şahsiyetler var. Daha önceden deneyimleri olmayan, mücadeleyle ortaya çıkan, her mücadeleyle yeniden örgütlenen yapılar bunlar. Halk çok güçlü bir direniş gösterdi. Barışçı ama çok kararlı bir direnişti bu. Nasıl sürüyor direniş? Cuntanın düzenlediği başkanlık seçimlerine hakın yüzde 65’i katılmadı. Cuntanın toplumu militarizasyonuna karşı evlerde oturmayı tercih ettiler. Ben seçimde Honduras’taydım. Sokaklarda gösteriler, protesto eylemleri bekliyordum ama, insanlar sadece evlerinde oturdular hiç birşey yapmadılar. Bu şekilde davranmalarının politik önemi ertesi gün ortaya çıktı. 4 milyon 600 bin seçmenden yalnızca 1,5 milyonu oy kullanmıştı. Oy kullananlar

“Honduras için oy verdik” diyerek birbirlerine boyalı parmaklarını gösterirlerken; ertesi gün halk sokakta ellerini gösteriyordu: “Bizim ellerimiz temiz” diye. Bu şekilde inisiyatif yeniden direnişin eline geçmiş oldu. Kolombiya’da durum nasıl? ABD burada henüz tam başaramadı. Yedi askeri üs açmaya karar verdiği Kolombiya henüz gerillanın ülkenin kalbini elde tuttuğu bir ülke. ABD bu üslerle Venezüella ve Bolivya’nın petrol ve doğalgazını, Ekvatoru; ilaç endüstrisinin hammadde deposu yağmur ormanlarını, suyun kaynağı Amazon’u ele geçirmiş olacak. Chavez’i çok şiddetli bir tepki göstermeye ve Kolombiya’ya savaş ilan etmenin eşiğine getiren şey de buydu.

da AB, NAFTA, APEC’in de olduğu sac ayaklarından birini çökertmiş oldu. Zapatistalar’ın 1 Ocak 1994’te San Cristobal Las Casas’ı ele geçirerek NAFTA’ya bayrak açmaları gibi Chavez’in öncülüğündeki Bolivarcı hareket de açtığı bayrakla ALCA’yı çökertti ve kapitalist krizi bir yıl erkene taşıdı. Sırf Güney Amerika ülkelerinin kasasındaki 400 milyar doların ABD’ye akmaması krizi tetikledi. Arjantin, Brezilya, Paraguay, Uruguay, Venezüella, Bolivya, Nikaragua, Küba, Dominik ve Ekvator, Antigua ve Barbuda, ile Saint Vincent ve Grenada’nın ALBA çevresinde birleşmesi, ALCA’nın çöküşüyle el ele gitti. Küba Latin Amerika’ya tamamen entegre oldu mu?

ABD insiyatifinin karşısındaki ALBA’yı nasıl anlamalı?

Kesinlikle oldu. ABD yanlış politikalarıyla, Chavez’in güçlenmesinin yanı sıra Küba’nın tecritten çıkmasına da yol açtı.

Bir yıl öncesine gidersek, Chavez hükümetinin Latin Amerika Serbest Ticaret Örgütü ALCA’yı çökertmiş olduğunu göreceğiz. Chavez’in dünya için büyük önemi de burada, neoliberalizmin araların-

Küba şimdi Latin Amerika’nın en prestijli ülkesi. Ekonomik olarak da ayağa kalkıyor. 1999’da gittiğimde Küba’da tavuklar çok cılızdı. Şimdiyse çok besili! 10 bin hekimi Venezüella’da çalışıyor sa-


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 33

dece. Chavez, onların ücretlerinin yanı sıra, hekim başına her ay 750 dolar ödüyor Burada bir de MERCOSUR’dan söz etmemiz lazım. Arjantin, Brezilya, Paraguay, Uruguay, Bolivya, Şili, Kolombiya, Ekvator, Peru ve Venezüella’nın oluşturduğa MERCOSUR, ALCA’ya alternatif, bir ekonomik serbest pazar anlaşması. Kıtanın büyük abileri Brezilya ve Arjantin’in başını çektiği, ABD ile ALCA gibi doğrudan doğruya “enseye vur lokmayı al” ilişkisi yerine, Avrupa Birliği gibi ABD karşısında kendi hakimiyet alanını özerkleştiren bu birlik şimdi inisiyatifi ALBA’ya kaptırmak üzere. ABD aslında kıtada kalmak için MERCOSUR’a sarılmak ve Brezilya’yla iyi geçinmek zorunda. ALBA ilk ortaya çıktığında onun bir kültürel birlik olarak kalacağını söylüyorlardı. Ama, Venezüella’nın petrolü, Bolivya’nın doğal gaz kaynakları, Chavez ve Morales’in kıta çapında artan nüfuzlarıyla ALBA artık o kadar güçlü ki, her yerde sağcı hükümetler, yerel rakiplerle değil Chavez ya da Morales’le mücadele ettiklerini düşünüyorlar. Sadece Honduras’ta değil el Salvador’da da, sağcılar “Chavez burada kazanamayacak demek zorunda hissediyorlar kendilerini Chavez’in “21 yüzyıl sosyalizmi”, “5. Enternasyonal” çağrısı ve diğer deneyimleri kıtasal sınırlılıklarla mı malul yoksa dünyanın geri kalanının da bunda öyküneceği bir şey var mı? Chavez kendi durumunun sadece ülke içindeki mücadelelerle değil, dünya çapındaki gelişmelerle doğrudan ilgili olduğunun tamamen farkında. Adına “sosyalizm” dediği yolda yürümeye devam etmezse iktidarda kalamayacağının, giderek radikalleşmeye mecbur olduğunun da çok farkında. Başka çaresi de yok. Öte yandan, bize nasıl görünürse görünsün, ne kadar tartışılır olursa olsun, sadece Venezüella’da değil, örneğin Nikaragua’da da Sandinist devrim şimdi kendini ifade ederken Hıristiyanlığa ne kadar atıfta bulunursa bulunsun, o halkların ALBA ittifakı etrafında odaklanan hareketlere bakışı başka. “Kime oy verdin” dediğinizde, “Chavez’e”, “Morales”e, “Ortega”ya, “Mojica’ya” diyorlar. “Bugüne kadar yoksullar için bir tek onlar bir şey yaptı.”

Mücadele toplumsal hareketler çevresindetoplanıyor Latin Amerika’nın yeni politik panoramasında sınıf eksenli siyasetlerin, devrimci politik partilerin konumu nasıl? Daha gevşek yaplar mı, sınıf eşitsizliğinin ortadan kaldırması amacını güden siyasetler mi etken? Latin Amerika’da toplumsal mücadeleyi bugünkü kıvamına getiren, sosyal hareketler. Ama bunlar politikanın, politik mücadelenin orta yerinde duruyor. Latin Amerika’da gözlenen sonuçlar neoliberalizmin her şeyi çözen işleyişiyle ilgili. Neoliberalizm eski kurumsal yapıları dağıtırken buna uyarlı poLatin Amerika’daki sol hükümetler silsilesi halkın gündelik yaşamında gözle görülür bir farka yol açtı mı? En azından Venezüella’da kesinlikle. İlk defa petrol gelirinin önemli bir kısmı yoksullara harcanıyor. “ILO’da kara listeye girmiş” diyorlar ama 500 işçinin çalıştığı bir fabrikada 251 işçi imza toplayıp başvurduğunda fabrikanın kolektif sahipliğini devralabiliyor. Bu dünyanın başka neresinde var? Ben orada iken büyük bir demirçelik fabrikasının, Japonya merkezli Sidor’un hadeehanesi işçilere devrediliyordu. Bunun çekimlerini yaparken, Japon patron da fabrikanın kendisine kalan bölümünü denetliyordu. Akvaryum içindeki aptal kırmız balıklar gibi olan biteni bürosundan seyrediyordu. Eğitim ve sağlık programları da çok önemli. Sadece 1,5 milyon insanın Küba’nın destekleriyle bedava katarakt ameliyatı olduğunu ve bundan Bolivya’da Che Guevara’yı vuran askerin de yararlandığını düşünürseniz, neler olmakta olduğunu gözünüzün önüne daha iyi getirebilirsiniz. Halk bu gerçeklerden hareket ediyor. Şu ikilemi her yerde görüyorum: “Neden Lula’ya veriyorsun” sorusunun yanıtı her zaman “onun yerne gelecek olanı düşündükçe Lula’dan iyisi yok” oluyor. “Neden Chavez”, “Neden Ortega” so-

litik yapılar da çözüldü. Ama devrimci hareketler yok değil. Örneğin Arjantin’deki hareketi eleştirenlerin şu dediklerine katılmıyorum: Diyorlar ki, “düzen üç kez yıkılmanın eşiğine geldi ama devrimci parti olmadığından bu başarılamadı.” Şöyle sanıyorlar ben gideceğim Arjantin’e diyeceğim ki “bakın sizin devrimci partiniz yoktu ondan yapamadınız”...Onlar da “Ah ya” diyecekler “Nasıl unuttuk.. Bir devrimci parti kurmayı aklımıza getiremedik.” Elbette orada bunları yapanlar var, Türkiye’nin on katı ama

tutturamıyorlar. Tutsa tutardı. Buradaki çizgilere yakın çok hareket var oralarda. Ama tutmuyor. Örneğin Bolivya’da çok örgütlüdür insanlar. Kimi çevirsen üzerinden beş kimlik kartı çıkar, parti, sendika dernek, vb. Devrimcilik de çok gelişkindir en sağcı partinin adı bile devrimciyle başlar, ama Morales’i iktidara taşıyan hareket, çok parçalı bir yapı. Başarılı olan bütün hareketler, Brezilya İşçi Partisi de dahil 40 ayrı örgütün bir araya gelerek oluşturduğu hareketler.

rularının yanıtı da öyle.

bize olmuyormuş gibi geliyor.

Kitleler arasındaki bağ hangi dolayımla sağlanıyor? Alternatif medya mı?

2010’da Latin Amerika dünya için ne ifade edecek? ABD saldırısına aynı güçle yanıt verebilecek mi?

Alternatif medya belirgin bir rol oynamadı. Kimi çıkışlar olmadı değil. Örneğin Chavez’in darbeden sonra geri dönmesini sağlayan esas olarak “merdiven altı medya”, küçük radyolar ve küçük televizyon istasyonlarıydı. Ama medya genelde Latin Amerika’da böyle bir bağlayıcı rol oynamadı. Esas olan halkların, yoksulluğun içinde yarattıkları yaşama alanları idi. Bence örneğin Arjantin’deki takas pazarlarında ben size süt verir, siz bana ekmek verirken fikirler ve duyarlıklar da takas edilmiş oluyordu. Arjantin daha örnek ülke diye gösterildiği günlerde Piketeroslar yol kesip hak alıyorlardı. Okul yapmak için gereken malzemeyi Texas Oil’in kapısına dayanıp onlardan alıyorlardı. Kolektif bir Robin Hood öyküsünü hep birlikte yaşayarak ta 93’ten başlayarak bugüne geldiler. Bu açıdan bakınca Türkiye inanılmaz bir potansiyele sahip. Dünyanın başka yerlerinden gelen insanlar bu kadar eylem bir günde bu ülkede nasıl oluyor diye hayretle bakıyorlar. Şu anda dünyanın hiçbir yerinde olmadığı kadar çok eylem oluyor. Sadece bunu bir bütün olarak biz yapmadığımız, yaptırmadığımız için

Bu o kadar kesin olmayabilir. En önemlisi Honduras’ta ne olacağı. Halk kazanırsa bambaşka bir mecraya girer. Burada da Brezilya’nın rolü kritik. Brezilya elçiliğinde kalıyor Zelaya. Brezilya elçiliğine dokunmak kimsenin haddi değildir Latin Amerika’da. ABD bile dokunamaz. Ama öte yandan Brezilya Zelaya ve cuntayı bir çizgide tutuyor. Cunta seçime boşuna gitmedi. Askerin içinde cuntaya tavır alan önemli bir kesim vardı. Eğer Brezilya masaya oturtmasaydı Zelaya’yı cunta çoktan yıkılmıştı. Kolombiya’daki üslerin önlenmesi de bunun kadar önemli. Onda başarılı olabilirlerse, herşey başka türlü olur. Geriden gelen bir rüzgar var. Her şey dindi derken, Paraguay’da FMLN ikitdara geldi, Nikaragua’da Ortega geri döndü. Bolivya’da Morales ikinci kez geldi. Uruguay Pepe Mojica başkanlığa tırmandı. Bunların tümü sol cepheye destek. Arjantin ve Şili sağa gidecek. En önemlisi Meksika’nın çizgisi, Meksika’nın gidişatı her şeyi bambaşka kılabilir. Bir bütün olarak 2010’da Chevez ve Morales’in çizgisinde sürecek Latin Amerika’da mücadele.


34 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Uluslararası

2010’a girerken dünya… Küresel sermaye kendi krizden çıkış seçeneği olan “yaratıcı yıkım” ve sömürüyü yoğunlaştırma yollarını zorlarken; birikmekte olan antikapitalist öfke ve enerjiyi kör patlamaların değil kurtuluşçu/özgürleştirici bir mücadelenin kaldıracı haline getirmek için işçi sınıfı sosyalizminin pratik eleştirel etkinliğini yükselmesi gerekiyor Haluk Yurtsever

2008’in sonunu simgeleyen üç olay, insanlığı nasıl bir yeni yılın beklediği sorusunun ilk yanıtlarını da veriyordu. 6 Aralıkta Yunanistan’da lise öğrencisi bir gencin polis tarafından öldürülmesiyle başlayan olaylar, kısa zamanda anti-kapitalist bir isyana dönüştü. 27 Aralık 2008’de İsrail Gazze’ye saldırdı; genç yaşlı, kadın erkek demeden 1500’den fazla Filistinliyi katletti. Tüm dünyayı ilgilendiren, farklı yönlerde birçok yorum ve beklentiye yol açan gelişme ise ABD’nin ilk siyah derili başkanı Obama’nın yeni yılın ilk ayında göreve başlayacak olmasıydı. 2010’un başında Yunanistan devleti iflasın eşiğinde. Şirket ve bankalardan sonra şimdi bu ülke “kurtarılmayı” bekliyor. Filistin bu yıla geçen yıl gibi kan ve katliam cenderesinde girmedi

ama yoksul Filistin halkının umutla bağlanacağı herhangi bir gelişme de yok. Ortadoğu coğrafyası patlayıcı madde yüklü. Irak ve Afganistan’da savaş hergün onlarca can alarak sürüyor. Obama’nın başkanlıktaki bir yılı ise bu insanın kişiliğinde en güçlü emperyalist ülke ABD’nin uğradığı imaj ve prestij kaybının simgesi oldu. 2009’un en somut gerçeği tüm dünyayı içine alan, hegemonya ve uygarlık krizini de keskinleştiren büyük kapitalist buhrandır.

Kriz yılı Merkez üssü ABD olan kriz derinleşerek sürüyor. 2009’da 130 bankaya el kondu. Kasım ayı verilerine göre ABD’de yıllık işsizlik oranı yüzde 10’a yükseldi. Gerçekte yüzde 12 olduğu tahmin ediliyor. Altının onsu 2007’de ortalama 697 dolardı, 2008’de 800 doları aştı; Nisan 2009’da 872 dolara, Aralık 2009’da 1200 dolara çıktı. Dolar/Euro paritesi 8 ayda 1.34’den 1.50’ye yükseldi. ABD Bütçe har-

cama tahminleri 2009 için 3.688, 2010 için 3.644 trilyon dolar. Bu, 2009 için 1.587 trilyon dolar ve 2010 için 1.388 trilyon dolar açık anlamına geliyor. Bütün bunlar, ABD ekonomisinin yapısal sorunlarının kriz koşullarında giderek ağırlaştığını gösteriyor. Avrupa Birliği, ABD’nin boşluğunu dolduracak, dengeleyecek küresel bir inisiyatif geliştirmek bir yana kendi birliğini korumakta zorlanıyor. Klişeleşmiş sözcükle “küresel güç olmak” gereksinimi ile AB’nin kendi bütünleşmesini sağlam temellerde pekiştirme hedefleri arasında giderilmesi güç bir aykırılık var. Küresel güç olmak genişlemeyi gerektiriyor; yenilerle eskilerin ekonomik gelişmişlik düzeyleri arasındaki büyük fark ise genişlemeyle tam ve ileri düzeyde bir bütünleşme arasındaki çelişkiyi keskinleştiriyor. Bunlar bir yana, kriz AB’nin “birliğini” tehdit ediyor. İlk 15’den oluşan “çekirdek Avrupa” ile sonradan katılan “çevre Avrupa”nın bu krizden kenetlenerek çıkması

zor görünüyor. Dahası, çekirdek Avrupa ülkeleri arasında da borç, vergi, para birliği konularında sorunlar var. 27 AB ülkesinden 16’sının içinde olduğu Euro alanı ve dışı arasındaki çıkar ve ekonomik siyaset farklılaşması belirgin hale geliyor. IMF 2009’da AB’nin tamamında yüzde 4.2 daralma öngörüyor. Kurtarma ve teşvik uygulamaları sonunda AB bütçe açığı yüzde 7’ye tırmandı. Bütçe açıkları, kamu borç stoku ülkeden ülkeye değişmekle birlikte hızla artıyor. Yunanistan’dan sonra Belçika, İtalya ve İspanya’da borç stoku tehlikeli düzeye doğru yükseliyor. Bütün bunların sonucu olarak, AB ülkelerinin birlikte davranma yeteneği zayıflıyor. Düşük vergi, ucuz işgücü ile yatırımları kendilerine çekmek için birbirleriyle rekabet ediyorlar. Çekirdek AB, çevre AB’deki yatırımlarını geri çekiyor vb. Avrupa Parlamentosu Liberal Grup Başkanı ve eski Belçika Başbakanı Guy Verhofstadt Le Soir gazetesinde yayımlanan ma-


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 35

kalesinde şunları yazdı: “AB, Kopenhag’da müzakere ve karar masalarına davet edilmedi. Yeni imparatorlar sadece ekonomik güçle yetinmeyecekler, askeri güce hakim olmanın yollarını da arayacaklar, istedikleri çatışmalara müdahale edip, istedikleri mutabakatlara birlikte ulaşacaklar.” Verhofstadt, önümüzdeki günlerde kararların sadece ABD ve Çin arasında alınacak olmasına şaşılmaması gerektiğini, AB projesinden vazgeçmenin de gerçekçi ama aynı zamanda tehlikeli bir seçenek olabileceğini kaydetti. Gerçekten de, ekonomik açıdan hala önemli bir güç olmakla birlikte Avrupa, dünya siyasetindeki ağırlığını, etkisini giderek yitiriyor.

“Küresel merkez” yer mi değiştiriyor? Öte yandan, BRİC ülkeleri denilen Çin, Hindistan, Rusya, Brezilya başta olmak üzere, üretim kapasitesi, gücü ve pazar olarak yükselen ülkelerin dünya ekonomi ve siyasetindeki ağırlıkları artıyor. Çin’de GSMH 2009’da yüzde 8.9 oranında büyüdü. Çin yalnız elinde tuttuğu büyük dolar rezervleriyle değil, büyüyen ekonomik gücüyle de krizdeki kapitalist sistemin can simidi durumundadır. 25 Eylül’de Pittsburgh’ta gerçekleşen G20 zirvesi verdiği kararlardan çok, gündemi ve ileriye ilişkin işaretleriyle “küresel” iktidarın ABD hegemonyasındaki G-8’den başta Çin olmak üzere yükselen ülkelerin ağırlığını hissettirdiği G-20’ye kaymakta olduğunu gösterdi. Bu toplantıda konuşulanlar ABD’nin hegemonyasını G20 ile paylaşmaya razı olacağının ilk somut dışa vurumudur. IMF ve Dünya Bankası’ndaki temsil ve oy oranlarının değiştirilmesi konusunun, şimdilik karara bağlanmasa da gündemde yer almasını, daha önemlisi değişeceğinin toplantı taahhüdü olarak kayıtlara geçmesini bu yolda bir ilk adım olarak değerlendirmek doğru olur. Artan ekonomik gücüyle birlikte Çin’in dünya siyasetindeki ağırlığı da artıyor. Çin, ABD’nin dolar basmasını, zayıf dolar düşük faiz siyasetini “küresel ekonomik iyileşmeyi” tehdit ettiği için eleştiriyor. Çin başbakanı Wen Jiabao, Oba-

ma’nın Çin ziyareti sırasında ABD’den gelen Çin’in parasının değerini yükseltmesi, krizden çıkış ve yeni düzen için bir ABDÇin ekseni (G2) oluşturulması önerisini şu sözlerle reddetti: “Çin bağımsız, barışçı bir dış politika izlemektedir ve hiçbir ülke ya da ülke bloğuyla birlik olmayacaktır. Küresel meseleler bir ya da iki ülkeden ziyade, dünyanın tüm uluslarınca birlikte çözülmelidir.”(18 Kasım 2009) Ekonomik sıkıntıları yoğunlaşan, hegemonyası çözülmekte olan ABD’nin Obama ile birlikte Bush dönemi strateji ve taktiklerinde revizyona gitmek zorunda kaldığı artık açıktır. ABD için hegemonyasını onarmak, stratejik mevzileri korumak, bu olmazsa dünyanın yeniden paylaşılıp biçimlendirilmesinde belirleyici, en azından etkili bir role ve paya sahip olmak yaşamsal önemdedir. Tek başına işgal ettiği Irak’tan çekilirken, NATO çerçevesinde bir meşruluk ve destek temeline sahip olduğu Afganistan’a yüklenmesi, “stratejik/model ortak” Türkiye’nin eşliğinde Suriye, İran, Ermenistan, Kürdistan başlıklarında hamle yapması, ABD’nin güncel değil ama tarihsel bağlamda “son” kozlarını alana sürdüğünü gösteriyor. Obama’nın 1 Aralık’ta açıkladığı yeni Afganistan planı ABD’nin karşı karşıya olduğu açmazı çok açık biçimde ortaya koyuyor.

Afganistan ve Ortadoğu Daha çok asker göndererek Afganistan sorununu çözeceği vaadiyle gelen Obama’ya, şimdi başta ABD genelkurmayı olmak üzere kimse inanmıyor. ABD’nin göndereceği 30 bin ek askerle, NATO ülkelerinden kerhen alınacak sınırlı ek destekle Afganistan sorununun çözülemeyeceği apaçıktır. ABD’nin Ortadoğu siyasetleri, daha Obama’nın seçim kampanyası sırasında sorgulanmaya başlamıştı. Obama, 4 Haziran 2009 Kahire konuşmasında ise İsrail’in Gazze’yi işgaline ve yeni yerleşim merkezleri kurmasına açıktan tutum aldı. Obama yönetiminin İsrail siyasetindeki değişiklikleri gösteren örnekler bunlardan ibaret değil. “Filistin sorununda ilerleme kaydedilmezse, İran sorununda da kaydedilemez” diyerek ABD, soruna “önce İran sonra Filistin” formülünde ısrar eden İsrail’den farklı yak-

laştığını açıkça ortaya koydu. ABD Filistin sorununda “iki devletli çözüm”ü İsrail’i rahatsız edecek bir ton ve içerikte öne çıkarmaya başladı. ABD ilk kez İsrail’i Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’nı imzalamaya çağırdı. Bunlar ABD’nin İsrail’den vazgeçtiği, ittifakın bozulduğu anlamına gelmiyor. Ama, devletler, büyük güçler düzeyindeki küçük sapmaların içinden geçmekte olduğumuz kaotik dönemde önemli siyasal sonuçları olabileceğini gösteriyor. İsrail-Türkiye ilişkilerindeki son gelişmelere buradan bakmak gerekiyor. ABD Ortadoğu’daki imajını değiştirmek, tecridi kırmak istiyor. Bu, hiçbir zaman bir ABD kuklası olmayan, tersine ABD içindeki gücüyle kendi önceliklerini dayatan İsrail’in dizginlenmesini, terbiye edilmesini gerektiriyor. Türkiye, birden çok nedenle bu iş için biçilmiş kaftandır. Tarihinden, İslam ülkesi olmasından ve AKP hükümetinin yapısından gelen özellikleri nedeniyle Türkiye’nin ABD’nin Ortadoğu’da gidemeyeceği yerlere gidebilecek, kuramayacağı ilişkileri kurabilecek bir statüye sahip olduğu düşünülüyor. Türkiye-Suriye yakınlaşması bu çizgideki en çarpıcı örnektir. Ve üçüncüsü, bu rolün yerine getirilmesi için Türkiye’nin Arap dünyası gözündeki imajının değiştirilmesi, bunun için de İsrail karşıtı bir söylem geliştirmesine göz yumulması, hatta bu tutumun el altından teşvik edilmesi gerekiyor. İsrail konjonktür gereği yeni durumu sineye çekmek zorundadır. Ancak bu kolay olmayacak. ABD ve Türkiye içinde güçlü İsrail dayatmaya ve Türkiye’de AKP eliyle kışkırtılmakta olan antisemitizme tepkiverecek, bunun yan etkileri kendini gösterecektir.

Anti-kapitalist enerji birikiyor

lıyor ve dünyanın her yerinde sınıf mücadelesi keskinleşiyor. Sınıf mücadelesinin keskinleşmesini, mutlaka ve her zaman emekle sermayenin fiili bir toplumsal çatışmanın tarafları olarak karşı karşıya gelmesi biçiminde anlamamak gerekiyor. Sermaye birikim rejiminin değiştiği, hele de bu değişikliğin yaşadığımız türden büyük ve derin bir krizle çakıştığı uğraklarda, emekle sermaye arasında önceden kurulmuş dengeler nesnel olarak ve aslında iki taraf için de sürdürülemez hale geliyor. Küresel sermaye savaş/şiddet ve uzlaşma/reform araçlarının ikisine birden başvurarak, kendi krizden çıkış seçeneği olan “yaratıcı yıkım” ve sömürüyü yoğunlaştırma yollarını zorluyor. Dünya emekçilerinin bu saldırı karşısındaki tek seçeneği krizin sonuçlarına değil, kapitalizmin kendisine, varlık temeline karşı mücadele etmektir. Bu mücadelenin bugünkü dünya nesnelliğinde bir dünya devrimi güncelliğinde gelişmediği açık olmakla birlikte, daha “gerçekçi” bir hedefle krizin emekçi sınıflara yönelen yıkıcılığını önlemek, sermayeyi ölümü göstermeden sıtmaya “ikna” etmek mümkün değildir. Yaşamakta olduğumuz büyük buhranın kendisini yalnız ekonomik değil, ekolojik, ideolojik, kültürel boyutlu bir uygarlık krizi olarak dışa vurması, kapitalizmden kurtulmayı tüm ezilenlerin, yoksulların, kadınıyla erkeğiyle, genci ve yaşlısıyla tüm ilerici insanlığın sorunu haline getiriyor. 2009 biterken yapılan Kopenhag İklim Zirvesi, sermayenin doymak bilmez birikim isteğinin kamçıladığı doğrusal üretim artışının dünyayı getirdiği açmazı ve bu sorunun kapitalizm içinde hiçbir çözümü olmadığını gösterdi.

Büyük buhranın ve hegemonya krizinin yol açtığı daha birçok gelişme oldu 2009’da. Japonya’daki hükümet değişikliği, Almanya seçimlerinde bu ülkenin en güçlü siyasal akımı sosyal demokrasinin uğradığı yenilgi, Yunanistan’daki seçim sonuçları ve seçim sonrası durum, Latin Amerika’da Honduras’ta darbe, Uruguay, Bolivya seçimleri vb. …

Kriz koşullarında anti-kapitalist bir enerji birikiyor. Bu birikimi kör patlama ve isyanların, olumlu tasarımı olmayan bir karşıtlığın değil, kurtuluşçu/özgürleştirici bir mücadelenin toplumsal gücü haline getirmek ise işçi sınıfı sosyalizminin dünyada ve yaşadığımız topraklarda sesini, örgütlü özgürleştirici gücünü, pratik eleştirel etkinliğini yükseltmesini gerektiriyor.

Dünyanın hemen her yerinde krizin faturası emekçilere çıkarı-

Bu yolda gerçek adımlar atacağımız bir 2010 dileğiyle.


36 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Tartışma

Sosyalizmden kapitalizme geçiş ya da Marksizm ve Bakara suresi

deneyi didik didik ederek sonuçlar çıkardı. Bu nedenle de yanı başında yıkılan Duvar’ın altında kalmadı. Marx’tan alıntı yapmanın ötesine gidemeyenler ise, yirmi yıldan beri bu deneyimin değerlendirilmesinde ileriye gidemediler.

Geçmişin değerlendirilmesi bizde toplumsal olarak sorunlu. Sosyalistlerimiz de geçmişi korkusuzca değerlendiremiyorlar

İşçi devletinin bürokratik diktatörlüğe dönüştüğünü söylemek, sosyalizmin 20. yüzyıl tarihinden hiçbir şey anlamamak demektir. Bu saptamayı Berlin Duvarı henüz yıkılmadan Doğu Berlin’e giden ve orada kitle önünde konuşan Mandel de kullanmış ve insanları kendisine güldürmüştü. Yazarlar bu konuda İmge Kitabevi’nde çıkan ve DAC’de sosyalizmin doğuşu, gelişmesi ve yıkılışını anlatan 1989-Berlin Duvarı kitabımda gerekli bilgiyi bulabilirler.

Engin Erkiner Sait Almış ile Mehmet İnanç Turan’ın üçüncü sayıdaki “yaşanmamış sosyalizm’e ‘yaşanmış’ demenin anlamı…” yazısını okuyunca, aklıma Marksizm ve Bakara Suresi ilişkisi geldi. Marksist görünmek için Marx’tan çok sayıda alıntı yapmak yeterli oluyor! Gerçekte ise, Marksizmin metinlerini okumakla Bakara Suresi’ni okumanın farklı olması gerekir. İkincisini sadece tekrarlarsınız. İlkinin ise mantığını kavramınız gerekir. Marksist tarih incelemesinin önemli bileşenlerinden biri sondan geriye doğru gitmektir. Bir sürecin incelenmesinde sondan geriye doğru gidilir. Feodalizmin açıklamasının kapitalizmden yani sonraki toplumdan hareket ederek yapıldığını hatırlamak yeterlidir. Buradan, yazarlarımızın çıkardıkları gibi, sonuç her şeydir, ötesi “ikincil önemdedir”e varılamayacağı açıktır. Sorun, bir sürecin incelenmesine nereden başlanacağıdır. 20. yüzyıldaki sosyalist toplumların tarihi, sosyalizmin ardından ortaya çıkan kapitalizmden başlanarak mı incelenecektir, yoksa Ekim devriminden ve hatta daha gerisinden mi? İlkinde bazı sonuçlara varırsınız, ikincisinde tarih içinde kendinizi kaybedersiniz. Politik kapitalizm nedir? Almış ve Turan, "politik kapitalizm" terimini bilimsel dayanaktan yoksun buluyorlar ve kapitalizmin “bir üretim tarzı ve toplumsal yapılanma” olduğunu söylüyorlar. Anlaşılan odur ki, arkadaşlar henüz “kapitalizm nedir, sosyalizm nedir?” sorularının sorulduğu aşamada-

lar ve bilimsel yazınla da ilgili değiller. Olsalardı, terimin Transformationsforschung ya da “dönüşüm incelemeleri” alanında kullanıldığını bilirlerdi. “Politik kapitalizm” bir rejimden ötekine geçişi ifade eder. Sosyalizmden kapitalizme geçiş, devletin aktif rolüyle gerçekleşti. Devlet kapitalizmi savunanların elindeydi ama üretim araçlarında özel mülkiyet, işsizlik ve kâr amacıyla üretim yoktu. Yani sosyalizmin önemli özellikleri de bir süre için yerinde duruyordu. Bu terim geçiş dönemini anlatmak için kullanılır. Almış ve Turan’ın yazılarının sonucu ise tam bir felaket: “Sosyalizm denemesinin başarısızlığının temelinde, yanlış bir teori üzerine oturtulmuş politika yatıyor.” Mehmet İnanç Turan bunun için bir de kitap yazmış. Boşuna zahmet etmiş… Zira sonuç denilerek aktarılan başlangıç bile değildir. Hemen akla gelen üç soru var: Teoriden neden sapılmıştır, neden bu türlü sapılmıştır da başka türlü sapılmamıştır ve en önemlisi, teori dediğiniz nerede uygulanarak doğruluğunu göstermiştir? 20. yüzyılda yaşanan büyük deney Burada Marksist metinlerle Bakara Suresi arasındaki farklılığa yeniden geliyoruz. İkincisinin kanıtlanmaya ihtiyacı yoktur, ilkinin ise vardır. Ve bu ihtiyaca dikkat çekilmesi, sosyalist ülkelerin çökmesinin açıklamasını yapabilen ülkeler solunun da çıkış noktası oldu. Marksist sosyalizm teorisinin ciddi oranda değişmesi gerekir. Buna isterseniz büyük oranda zenginleştirilmesi de deyiniz, sonuç aynıdır. 20. yüzyılda büyük bir deney yaşandı. Almanya solu bu

Sosyalizm teorisi konusunda Marx’tan öteye gidememiş olanların tarihten bir şey anlamalarını beklemek boşunadır. Devlet’in ortadan kalkacağına emin misiniz? Marx böyle söylediği için eminsiniz. Aradan geçen yüz elli yılda bu konuda neler yazıldı, materyalist devlet teorisi hangi aşamaya ulaştı? Burası eminim sizi ilgilendirmiyor. Bu durumda Marx okumakla Bakara Suresi okumanın arasındaki farkın ne olduğunu birisi bana anlatabilirse iyi olacak…

Almış ve Turan korku temelinde teori yapıyorlar. Yaşanmış sosyalizm denilirse, burjuva düzeninin ebediliği savunulurmuş! Eski DAC alanında ortalama yüzde 25, Almanya genelinde yüzde 12 oy alan Sol Parti, DAC ve öteki ülkeleri sosyalist olarak görüyor. Ve Türkiye burjuvazisinden daha güçlü olan Almanya burjuvazisi de buradan hareketle “kapitalizmin ebediliğini” kimseye gösteremedi. Korkudan hareketle teori ve politika yapmak sosyalistlerimiz arasında yaygın. 1975-80 döneminin önemli özelliklerinden bir tanesi de sol içi şiddetti, ama üzerine gidilemiyor. Gençlerin devrimcilikten soğuyacaklarından korkuluyor. Başka örnekler de verebilirim. Geçmişin değerlendirilmesi bizde toplumsal olarak sorunludur. Sosyalistlerimiz de bu sorunun özel bir bölümüdür. Sadece sosyalizm konusunda değil, başka konularda da geçmişin korkuya dayanmayan bir değerlendirilmesi yapılamıyor. Bu durumda ortaya çıkacak çürümeden sizi Marx bile kurtaramaz!

Editörlerin notu: Ekmek&Özgürlük’te yayınlanan yazılara yanıt ya da eleştiri haklarını kullanmak isteyen okurlarımızın yazılarında azami 1 dergi sayfasını ya da 4800 boşluklu karakteri aşmamaya özen östermelerini diliyoruz.


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 37

Kültür & Zihniyet

Yafa: Portakalın otomatiği! İsrail doğumlu Marksist belgeselci Eyal Sivan, Yafa'nın bir İsrail markası olarak dünyaya pazarlanışını anlatıyor Necati Sönmez Yafa deyince aklınıza ne geliyor? Hangi kaynağa baksanız, hemen hepsinde İsrail’in bir liman kenti olarak tanıtılıyor Yafa (Jaffa). Belki şehirden de önce akla gelen şey, o meşhur portakalı; ki o da İsrail’in ihraç ettiği bir narenciye olarak biliniyor, öyle değil mi? İnternette önüme çıkan ilk Türkçe kaynak(1) Yafa’yı “19’ncu yüzyılın ikinci yarısında İsrail’de yetişmeye başlayan” bir portakal türü olarak tanımlıyor, metin boyunca Filistin ya da Arap sözcüklerini bir kere bile anmadan. İsrail devletine neredeyse 150 yıllık bir geçmiş bahşeden bu bakış, uygulanan etnik temizliğin beynimize kadar sirayet ettiğinin, tarihe bakışımızı bile nasıl sömürgeleştirdiğinin açık bir göstergesi değilse nedir?

Bir meyva üzerine yapılmış dünyanın en politik filmi Rakamlar her şeyi anlatıyor aslında: 1930’larda Yafa’da 45 bin Filistinli Arap’a karşılık 7 bin Yahudi yaşarken, 1958’de bu istatistik tam tersine dönüyor: 6 bin 500 Filistinli Arap’a karşı 50 bin Yahudi!(2) Bölgedeki Filistinlilerin topraklarından sürülüp Yafa ve çevresinin etnik olarak arındırılmasının fotoğrafını netleyebilmek için, o meşhur Yafa portakalının tarihsel serüvenine bakmak yeterli. Nitekim belgeselci Eyal Sivan da, son filmi “Yafa: Portakalın Otomatiği”nde (Jaffa: The Orange’s Clockwork, 2009) bunu yapıyor. İsrail’in bir yandan Filistinlileri topraklarından sürerken, öte yanda muazzam bir imaj çalışması ile Yafa’yı tarihsel köklerinden arındırıp bir İsrail markasına dönüştürmesinin ve bunu dünyaya pazarlamasının hikayesini anlatıyor. Denebilir ki, bir meyva üzerine yapılmış dünyanın en politik filmi! İsrail’de doğup büyüyen Eyal Sivan, gözünü budaktan sakınmayan Marksist bir belgeselci; İsrail’in ve siyonizmin sinemadaki en sıkı eleştirmenlerinden biri. Sivan, 1929 Kasım’da Amsterdam’da düzenlenen Uluslararası Belgesel Festivali IDFA’nın onur konuğuydu. Filmlerinden oluşan bir retrospektife konu olmasının dışında, festivalin geleneksel Top Ten (en iyi 10 belgesel) seçkisinin de seçicisiydi. Bu filmleri izlemek ona hayran olmamız için yeterliydi; fakat hem verdiği sinema dersinde hem de katıldığı söyleşilerde berrak bir biçimde di-

le getirdiği fikirleri, yönetmenliğinin yanı sıra sinema uğraşı üzerine kafa yoran bir teorisyen/akademisyen ve eleştirmen kimliğiyle de tanıştırdı bizi. Sözcüklerini tartarak konuşan, dikkatli ve tavizsiz bir eleştirmen. Festivaldeki sunucu filmiyle ilgili olarak, “Filmde İsrail'in kuruluş yıllarını anlatıyorsunuz” diye lafa girince mesela, Sivan düzeltiyor: “Hayır, Filistinlilerin oradan silinip atıldığı yılları anlatıyorum.” Ya da, İsrail vatandaşı bir Filistinli/Arap yazarı konu alan bir filmin festival katalogundaki tanıtım metninde, İsrailli sözcüğünün altı kere geçtiğine ama bir kez bile Filistinli denmediğine dikkatimizi çekiyor.

"Anti-semitizm: İsrail'in yaptığı her şeyi mazur gösteren bir kılıf" Yıllar önce izlediğim, “Izkor: Belleğin Köleleri” (Izkor, Slaves of Memory, 1990) adlı bir başka filminde Sivan, İsrail’de resmi ideoloji tarafından imal edilen kolektif hafızayı tahlil ediyordu. Filistinli sinemacı Michel Khleifi’yle birlikte gerçekleştirdiği “Rota 181: Filistin-İsrail’de Bir Yolculuktan Fragmanlar”(Route 181, Fragments of a Journey in Palestine-Israel, 2003) ise, Birleşmiş Milletler’in 1947’de aldığı Filistin devletini ikiye bölecek olan 181 nolu kararına ithafen, iki toplumu ayıran sınırları boydan boya katediyor. Dört buçuk saati bulan film, bu uzun yolculuk boyunca karşılaştıkları her yaştan ve kesimden İsrailli ve Filistinlinin gündelik yaşamına tanıklık ediyor. Bu film yüzünden Sivan, diaspora Yahudilerinin saldırılarına maruz kalmış, bizde

“Sevginin Bilgeliği” adlı kitabıyla tanınan Fransız yazar Alain Finkielkraut’la mahkemelik olmuştu. Aralarında “Shoah” filminin yönetmeni Claude Lanzmann’ın da yer aldığı tanıklarıyla birlikte yazar, Sivan’ı antisemitik olmakla suçluyordu özetle. Ki yönetmenlik kariyeri boyunca sayısız kere muhatap olduğu, cılkı çıkmış bir suçlamaydı bu. (Festivaldeki bir söyleşisinden -mealen-: “Ne zaman bu kavramı duysam tüylerim diken diken oluyor; günümüzde İsrail’in yaptığı her şeyi mazur gösteren bir kılıf.”) Sözkonusu davanın duruşma tutanakları, Yahudi aydınların İsrail karşısındaki konumlanışına dair verimli bir tartışmayı yansıtması bakımından okunmaya değer.(3) Sivan, bu duruşmada annesiyle ilgili bir anısını aktarır. Birinci İntifada sırasında Kudüs’te, bir Filistin köyüne çok yakın bir yerde yaşıyorlarmış. “Bir gün çatışma sesleri duyuldu,” diye anlatıyor. “Ardından ortalık karıştı, göz yaşartıcı gaz bombaları atıldı. Rüzgar esiyordu, açık pencereden evimizin içine gaz girdi. Annem hemen pencereyi kapadı, sonra da oturup ağladı. ‘Alman komşularımızın pencerelerini kapamalarını şimdi daha iyi anlıyorum.’” (1) www.turuncgiller.com (2) www.palestineremembered. com/Jaffa/Jaffa/ (3) www.cabinetmagazine.org/issues/ 26/sivanintro.php


38 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Kültür Gerillası

Kültür & Zihniyet

Kültür ve sanat 2009’da servet ve güçle kucaklaştı Müzeler, bienaller, sinema ve konser salonları şirketlerin logolarıyla donandı; kültürel alanda sermayenin denetimini 2009'da daha çok hissettik milyon kişi tarafından izlendi. Türkiye'de yüzlerce yapımcı şirket bulunuyor; ne var ki son beş yılda vizyona bir film sokabilenlerin sayısı yetmiş beş ile sınırlı. Dağıtım sektöründe durum çok daha vahim: Toplam seyircinin yüzde 75'i sadece üç dağıtımcı tarafından karşılanıyor, bunlardan ikisi yabancı. Bu oligopolistik yapıyı kırmadan özgür ve yaratıcı bir sinemadan söz etmek mümkün görünmüyor. Burhan Doğançay’ın Mavi Senfonisi’ne ödenen 2,2 milyon TL sanatçıya değil tablonun önceki sahibine gitti

Yeşim Dinçer Geçtiğimiz yıl gazetelerin birinci sayfasında yer bulabilen nadir sanat haberlerinden biri, Burhan Doğançay'ın Mavi Senfoni adlı tablosunun 2 milyon 200 bin TL'ye satılmasıydı. İlk kez yaşayan bir ressamın tablosuna bu denli yüksek bir fiyat veriliyordu. Birkaç günlük gizemden sonra, Doğançay'ı "yaşayan en pahalı ressam" unvanıyla taçlandıran yatırımcının Murat Ülker olduğu ve tabloyu şirketi adına satın aldığı açıklandı. Ülker grubunun, Ferruh Başağa, Devrim Erbil, Abidin Dino ve Erol Akyavaş gibi çağdaş ressamların eserlerinden oluşan geniş bir koleksiyona sahip olduğunu da öğrendik bu arada. Murat Bey'in spekülatif atağı, elindekilerin değerini katlamakla kalmadı, onu bisküvi baronluğundan modern sanatın hamisi konumuna da yükseltti.

Sponsor olmadan asla! Sermayenin sanata yönelttiği kuşkulu ilgi, İstanbul Bienali vesilesiyle de tartışıldı. Kavramsal çerçevesini Brecht'in "İnsan neyle ya-

şar?" sorusundan alan bienalin sponsorluğunu Koç grubu üstlendi. Sanatın hem para hem de itibar kazandırdığını keşfeden yerli burjuvazi yıpranan imajını Brecht'le parlatıyordu. Dünyanın en büyük bankalarından Chase'e sanat danışmanlığı yapan bir "guru" şöyle bir şey söylemişti vaktiyle: "Sanat elimizdeki en ucuz -yani en makul fiyatlıdekorasyon malzemesidir; üstelik tarihte hiçbir meta onunki kadar yüksek bir kârlılığa sahip olmamıştır. Sanat size, çoğu işletmenin hedef kitlesi olan varlıklı ve incelmiş bireyler üzerinde etkili olacak bir çizgi kazandırır." Yılın sponsorlu sanat skandalı Topkapı Sarayı'nda gerçekleşti. Seçkin bir topluluk sponsor firmanın ürettiği şarapları yudumlayarak Çaykovski dinlemeye hazırlanıyordu ki ortam alperen saldırısıyla darmadağın oldu. Sarayın önünde toplanan yüz kişilik bir grup İdil Biret'in konserini tekbir getirerek protesto etti ve konser afişlerini yaktı. Biret'in eşi Vakit gazetesi tarafından hedef gösterildiklerini söyledi. Kutsal emanetlerin ve Osmanlı

eserlerinin yer aldığı sarayın avlusunda şarap içilmesine kızan tosuncuklar Çaykovski'nin eşcinsel eğilimleri hakkında neyse ki bir şey duymamışlardı.

Militarizmin gişedeki zaferi Sanat adına iyi şeyler de yapıldı geçen yıl. Altın Koza'dan "büyük jüri", Altın Portakal'dan "en iyi ilk film" ödülüyle dönen "İki Dil Bir Bavul" içerdiği mizah ve insanlık duygusuyla içimizi ısıttı. Anadili Kürtçe olan minik öğrencilerine Türkçe ve okuma yazma öğretmeye çalışan Egeli bir köy öğretmenini anlatan film, belgesele yakın bir yalınlıkta çekilmişti. Nuri Bilge Ceylan, Adana'da jüri başkanı sıfatıyla ödülü verirken, "Bu çok etkileyici filmi izlemenizi rica ediyorum", dedi. Ancak "İki Dil Bir Bavul"un izleyici sayısı 80 bini geçemedi. Buna karşın, Güneydoğu'da görev yapan bir timin hikâyesini anlatan "Nefes: Vatan Sağolsun" yaklaşık iki buçuk milyon izleyiciye ulaştı ve yılın en çok gişe yapan üç filminden biri oldu. "Recep İvedik 2" birinciliği yine kaptırmadı; yaklaşık dört buçuk

Romanda soylulaştırma Eli kalem tutan edebiyatseverler bu yıl da yemeyip içmeyip roman yazdılar. Eleştirmen Ömer Türkeş'in verilerine göre, 2009'da tam 427 roman basılmış; bunlardan 238'i 'ilk roman'. Yeni ve eski romancılarımız en çok tarihsel olaylara, komplo teorilerine, aşka ve kendi sıkıcı orta sınıf yaşamlarına odaklandılar; işsizlikten, krizden, göçten, şiddetten bahis açan pek olmadı. Kent yoksullarının merkezden çevreye doğru sürülerek görünmez olmalarına yol açan soylulaştırma (gentrification) edebiyatta da sürüyor. Toplumun ağrıyan yerlerine işaret edemeyen romanın ya da öykünün yaşama şansı olmadığını söylemek kehanet sayılır mı? Tiyatroda da benzer sıkıntılar söz konusu. Tumturaklı laftan geçilmiyor, hayata değen hikâyeler anlatılmıyor, yeni yerli yazarlar yetişmiyor. Tiyatro Dergisi içlerinden birini ödüllendirmek üzere altı oyun saptadı ve Brecht'in metinlerinden uyarlanan "Rahat Yaşamaya Övgü"yü (Tiyatro Pera) en iyi yapım seçti. Bu altı oyundan hiçbirinin buralı bir yazarın imzasını taşımıyor oluşu üzücüydü.


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 39

‘Ölü ırgatlar’dan ballı kazançlar! ABD’de şirketler çalışanlarına kendilerinden habersiz yaptırdıkları hayat sigortaları sayesinde, emekçilerin ölüsünden de kar sağlıyor sigortacıların kullandığı özel bir jargon olduğunu saptıyor. Filmde, çalıştığı şirket tarafından hayatı senede bağlanan bireylerin neden bu şekilde anıldığına dair bir açıklama yok. Zaten teknik açıdan bunun bir önemi de yok. Gogol'ün "Ölü Canlar"ına referansla yapıldığını düşündüğüm bu adlandırma, başka bazı bakımlardan, mesela süregelen bir zihniyeti ve ahlaki çöküşü kavramak açısından önemli. 1820'lerin Rusya'sında geçen bu romanda Gogol, ölü köylülerin ticaretini yapmayı akıl eden düzenbaz Çiçikov'un hikâyesini anlatıyordu.

Kara mizah örneği ABD’de yaşlılar ölene kadar çalıştığı, öldüğünde de yaşamış olduğu için patronu zengin ediyor

Yeşim Dinçer

doğrudan "hak sahibi" şirkete ödeniyor. Genellikle çalışanların böyle bir poliçenin varlığından bile haberi olmuyor.

Adı üstünde: Hayat sigortası. Ana dayanağı insan hayatı. Primleri düzenli ödeme koşuluyla sigorta şirketi, ölümünüz halinde "yakınlar"ınıza toplu ödeme yapmayı taahhüt ediyor. Bu tutar poliçenin üstünde yazılı. Ne kadar uzun yaşarsanız o kadar çok prim ödeyeceksiniz ki, bu sigorta şirketi için iyi bir şey. Hayata "umulan süre"den erken veda etmeniz halinde şirket zarara uğruyor: Çünkü poliçe sahibinin "yakınlar"ına ödenecek tazminat tutarı, ödenen prim tutarının katbekat üstünde oluyor.

Anlaşılan bu "dalavere"de yasal olmayan hiçbir şey yok. İhtimaller üzerine kurulu bir hesap kitap meselesi. Diyelim ki şirketin elli bin çalışanı ve bu popülasyon için "beklenen ölüm oranı" var. (Şirket çalışanlarının yaş ve cinsiyet dağılımını, sağlık geçmişlerini de biliyor tabii.) Ölümler beklenenle örtüştüğü takdirde, elde edilen tazminat tutarı, bu elli bin kişi için ödenen prim toplamını geçiyor. Ne ka ölü, o ka para!

Diriler tamam, sıra ölülerde Şirketlerin üst düzey yöneticilerine bir tür "yan ödeme" olarak hayat sigortası yaptırıldığını duymuştuk ama belgeselci Michael Moore'un "Kapitalizm: Bir Aşk Hikâyesi" filmini izlerken öğreniyoruz ki ABD'li büyük şirketler sıradan çalışanlarını da bu uygulamaya dahil ediyorlarmış. Şimdi diyeceksiniz ki "ne iyi, ne düşünceli insanlar!" Oysa niyetleri hiç de insancıl değil. İşçinin hayatını kaybetmesi halinde tazminat, ölen kişinin "yakınlar"ına değil,

Ölüm tahvilleri

Servet Düşmanı

Kültür & Zihniyet

Kim bu "ölü ırgatlar"? Michael Moore birkaç aileyle görüşmüş. Kocası kanserden ölen bir kadının çalıştığı şirket bu ölümden seksen bin dolar menfaat temin etmiş. Hastane, ilaç masraflarıyla cenaze giderleri de ailenin sırtına yıkılmış. Kadıncağız en çok da yazışmalarda kocasından "dead peasant", yani "ölü ırgat" ya da "ölü köylü" diye söz edilmesine içerlemiş. Daha doğrusu bir anlam verememiş buna. Michael Moore da çok acayip buluyor bu tabiri. Bu işçilerin hiçbiri tarımla uğraşmadığı gibi kırsalda da yaşamamış. Biraz araştırdıktan sonra,

Üç yüz milyon nüfuslu ABD'de 90 milyon kişinin hayat sigortası var. Bunların bir kısmı yukarıda sayılan türden; lehdar (mirasçı) olarak şirketlerin gösterildiği poliçeler. Hayat sigortasının amacına uygun olarak bireylerin isteği doğrultusunda düzenlenenleri de var elbette. New York Times'ın haberine göre 26 trilyon dolara ulaşan sektörün büyüklüğü, öteden beri Wall Street'in iştahını kabartıyordu ve kriz onlar için bir fırsat yarattı. Primlerini

ödemekte zorlanan ya da başka borçlarından dolayı nakde sıkışan vatandaşların hayat sigortalarını toplamaya başladılar. Yatırım bankaları ya da hedge fonlar, zordaki sigortalıların poliçelerini kelepir fiyatına satın alıyor ve iki yüz tanesini yan yana getirdikten sonra bunları menkul kıymetleştirerek başka yatırımcılara satıyorlar. Asıl sigortalı ölene dek katlanılan prim maliye-

Rusya'da 1860'lara kadar kölelik yasaldı ve tarımsal faaliyet köle emeğine dayalıydı. Beylerin serveti, topraklarının genişliği, verimi ve elbette sahip oldukları "canlar"ın sayısıyla ölçülüyordu. Bu "canlar", yani köylüler toprakla birlikte alınıp satılabiliyordu. Gogol'ün romanı, ölmüş köleleri satın almaya kalkan bir hilekârın taşrada başına gelen gülünç olayları anlatır. Çiçikov'un kapısını çaldığı irili ufaklı toprak sahipleri, cimrilik ya da palavracılık gibi kusurlarıyla nam salmış vicdansız kimselerdir. Bu kuşkulu alışveriş teklifi karşısında kandırılmaktan korkarlar, pazarlık ederler ama hiçbiri teklifi geri çevirmez. Çiçikov'un gizli amacı, hayali bir köye transfer edeceği bu serfleri karşılık göstererek devletten kredi almaktır. Ölü ırgatların bu işten zarar görmediğini söyleyerek temize çıkarır kendini. ABD'li şirket yöneticilerine sorma fırsatımız olsaydı onlardan da benzer bir savunma duyacaktık muhtemelen: "Primleri şirket, tazminatları da sigorta ödedi. Kimin kazançlı çıktığı ikisi arasında bir mesele. Ölülere gelince... Onlar huzur içinde mezarlarında yatıyor ve ülke ekonomisine hiçbir katkıda bulunmuyorlar." tinin ödülü, sigortalı öldüğünde elde edilen tazminattan geliyor. Bu yüzden adıyla sanıyla "ölüm tahvilleri" (death bonds) olarak anmakta kimse bir sakınca görmüyor. Sigortalı ne kadar erken ölürse yatırım (!) o kadar kârlı oluyor. Ölüm tahvillerinin hacmi beş yüz milyar doları bulduğunda, finans sektörünün mortgage kayıplarını telafi etmeye yeterli olacağı hesaplanıyor. Kapitalizm giderek kendi kuyruğunu yutan bir yılana dönüşüyor.


40 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Kültür & Zihniyet

Eşitsizlikle mücadelenin bir uğrağı: Çocuk hakları Mevcut yasal çerçeve, çocukların haklarını korumakta da kapsamakta da yetersiz. Listeyi çalışma hakkından oy kullanma hakkına dek uzatmalı; alt başlıkları kız çocuklarından Kürt çocuklarına dek çoğaltmalıyız

1985 DİE hane halkı işgücü anketine göre Türkiye’de 12-19 yaş arasındaki 8 milyon çocuğun yüzde 33’ü çalışıyor

Bilal Yeşilöz “Çocuk” ve “Çocukluk” kavramlarının tarifi zor olduğu için “Çocuk Hakları” deyimi de kesinlikten uzaktır. Eğer konuyu çocuğun yasal hakları bağlamında ele alırsak, "Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Bildirisi"nde yer alan, devletlerin de yasalarında ifadesini bulan, daha çok çocuğun refahı, güvenliği, eğitimi, sağlığı, aidiyeti, suçları, vesayeti ve velayeti ile ilgili durumlarını ele almak gerekir. Yetişkinler tarafından belirlenen bu hakların, çocukların ihtiyaç ve talepleriyle ne derece örtüştüğü tartışmalıdır. Ayrıca "İnsan Hakları Evrensel Bildirisi"nde yer alan hakların birçoğundan neden çocukların faydalanmadığı gerekçelendirilmemiştir. Örneğin bu konuyla ilgili olarak en çok sorulan, yetişkinler gibi davranması beklenen çocuklara neden oy hakkı

verilmediğidir. Oysa John Holt gibi konunun uzmanı bir eleştirmen çocuklar için uzun bir haklar listesi hazırlamıştır: Oy kullanma hakkı, çalışma hakkı, mülk sahibi olma hakkı, seyahat etme hakkı, koruyucusunu seçme hakkı, garantili bir gelire sahip olma hakkı, yasal ve mali sorumluluklar üstlenme hakkı, öğrenimini denetleme hakkı, ilaç kullanma hakkı, araç kullanma hakkı..

Çocuk emeğinin istismarı ve çalışma hakkı Çocuğun yasal hakları birçok bakımdan çocuğun faydasına olmakla birlikte, hem yetersizliği hem de çocuk üzerinde mutlak bir tahakküme neden olduğu ortadadır. Çocuk için en iyisinin yetişkinler tarafından bilindiğine olan inanışı destekleyen bu haklar aşırı korumacı ve paternalisttir. Bu hakların bulunduğu yasalardaki yaş konusu da tarışmalıdır. İnsan evladının hangi yaşa kadar çocuk ol-

duğu, hangi yaşta ne yapacağı; eğitim, cinsel ilişki, mülk edinme vs. yasalarla belirlenmiştir. Ballard’ın Güneş İmparatorluğu ve Kosinski’nin Boyalı Kuş romanlarında, savaşın ortasındaki çocukların erken yaşlanma belirtileri gösterdiği ve büyüklerin onlara bahşettiği masumiyetlerini nasıl kaybettikleri estetize edilmiştir. Yine mizahi bir dille anlatılan Alper Canıgüz’ün Oğullar ve Rencide Ruhlar adlı romanında, beş yaşındaki kahraman Alper Kamu; 5 yaşın insanın en olgun dönemi olduğunu, bu yaştan itibaren de çürümenin ve yaşlanmanın başladığını söylemektedir. Yasal haklar bahsinin tartışmalı başlıklarından biri de çocuk emeğinin istismarıdır. Bazı uzmanlar çocuğun yarım gün hafif işlerde çalışmasının, kendisine güvenme, sorumluluk duygusunu geliştirmede, hayatının öznesi olma ve geleceğini biçimlendirme konusunda etkili olacağını belirtiyorlar.

Bu tür hakların veya yasaların çocuğun faydasına olduğu konusunda ikna olsak dahi yerküre ölçeğinde bu yasaların uygulanması büyük ölçüde başarısızlığa uğramaktadır. Avrupa, Avustralya, Kuzey Amerika, Uzakdoğu Asya dışındaki kıtalarda çocuğun yaşam hakkının olmadığını gösteren istatistiklere ulaşmak mümkündür. Yoksul ülkelerde her yıl altı yaşın altında 5 milyon çocuk, yetersiz beslenme ve tıbbi yetersizlik nedeniyle ölmektedir. Çocuk emeğinin dünyanın birçok yerinde sömürüye müsait olduğu resmi ağızlardan bile vurgulanmaktadır. Sokakta yaşayan çocukların, savaşın ortasındaki çocukların, Fernando Meirelles’in Tanrıkent filmindeki gibi suça bulaşmış mafyanın elindeki çocukların, vesayet altında katı disiplinle horlanan çocukların spesifik hakları gözardı edilmektedir ve bu konularla ilgili iyileştirme çabaları yetersiz kalmaktadır. Bu da çocuk hakları başlığı altında kız çocuklarının hakları, sokak çocuklarının hakları, siyah çocukların hakları, kürt çocuklarının hakları, çingene çocuklarının hakları, çalışan çocukların hakları, vesayet ve velayet altındaki çocukların hakları, suça bulaşmış çocukarın hakları gibi alt başlıkları zorunlu kılmaktadır. Türkiye’de askere taş atan çocukların terörist sayılması ile ilgili ek düzenleme gelen tepkilere karşı iptal edildi.

Çocukların ve gençlerin oy verme hakkı neden yok? Frank Capra’nın 1939 yılı tarihli, dönemine göre oldukça ilerici olan Mr. Smith Washington’a Gidiyor adlı bugün de büyük bir beğeni ile izlenecek filminde, çocukların oy kullanma gibi politik hakları savunuluyor.


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 41

Kültür & Zihniyet Çocukluktan yeni çıkmış senatör Smith ve çocuk kahramanlar bazı haklar için Amerikan Senatosu’na karşı eylemler düzenleyip yapılan saldırılara karşı büyük bir direniş örneği gösterirler. Çocukları ve gençleri oy verme hakkından muaf tutmak paternalisttir. (Paternalizm: İnsanın yetersizliklerinden dolayı yönetilmesi gerektiğine dair inanç ya da görüş) Bu paternalizmin gerekçesi olarak da çocukların ve gençlerin deneyim, bilgi ve rasyonalite eksikliği; büyüklere rızanın onların faydasına olduğu; onların politik sorunlardan habersiz olduğu öne sürülür. Ancak çocuklara oy hakkının verilmesi, çocukların bulunduğu kurumların demokratikleşmesini sağlayabileceği gibi onları daha erken yaşta becerikli ve donanımlı kılabilir. Çocuk haklarının en çok ihlal edildiği alanlardan biri de okullardır. Okulun hiyerarşik yapısı; eğitim ve onun içeriği olan müfredat; çocukların örgütlü, sorgulayıcı, rasyonalist olmalarının önünde engeller çıkartarak onların kullaşmasına ve tektipleşmesine neden olmaktadır. Bu duruma karşı daha özgür okullar kurulmalı ve eleştirel pedagojinin önerileri dikkate alınmalıdır. Yukarıda örneklerini verdiğimiz ihlaller dışında çocuklara yönelik spesifik hak kayıpları saymakla bitiremeyiz. Konunun esnekliği ve kavramların muğlaklığı bu tartışmayı her zaman yetersiz kılacaktır. “Çocuk hakları” sözkonusu olduğunda karşımıza sonsuz bir kavram dağarcığı çıkmaktadır: Aile, toplum, çocuk hukuku, çocuk suçları, ebeveyn paternalizmi, çocuk pornosu, aile içi cinsel ilişki, pedofili, bedenleri satılan kız çocukları… Bunun yanında gündelik hayatımızdaki hak kayıplarından çocukların da nasiplendiğini eklememiz gerekir. Sömürüye ve eşitsizliğe karşı verdiğimiz mücadele, çocuklarımıza da örnek olacak ve onların daha özgür, daha direngen ve “eleştirel, bilinçli yurttaş” olmalarını sağlayacaktır.

Üniversite ve kapitalist boyunduruk Üniversitedeki mücadele ve örgütlenme toplumdaki sınıf mücadelesinden bağımsız değildir.

Pınar Şengül Ümit Tanışır Üniversite öğrencisi kimdir?” diye sorulsa, en özlü yanıt herhalde şu olurdu: Öğrenimi süresince genellikle para sıkıntısı çeken, pis ve daracık odaları olan devlet yurtlarında ya da pahalı özel yurtlarda barınmak zorunda kalan, çok düşük ücrete “part time” işlerde çalışan, yüksek harç paraları ödeyen ve mezun olduktan sonra da çoğunlukla işsizlik sıkıntısıyla karşılaşan kişi. Oysa bir zamanlar otorite ve mülk sahibi egemen sınıfların çocukları olan üniversite öğrencilerinin geçim derdi, iş sıkıntısı gibi sorunları yoktu ; üniversiteye girmek önemli bir ayrıcalıktı. Peki ne oldu da üniversite öğrencisinin durumu böylesine önemli bir değişim geçirdi? Kapitalizm sürekli almak, satmak, sömürmek ve kar etmek zorunda olan bir sistemdir. Temel dürtüsü kar olan bu sistem, bir yandan emek gücü maliyetlerini sürekli azaltmak (sömürüyü arttırmak) bir yandan da piyasadaki rekabette varolabilmek için bilimi geliştirip teknoloji olarak üretim sürecine uygulamak, sürekli yeni ihtiyaçlar yaratmak, tüketim

alanını sürekli genişletmek ve yeni yeni sektörler var etmek zorunda kalmıştır.1 Üretim sürecinde kullanılan teknolojileri sürekli yenilemek zorunluluğundan dolayı sistemin nitelikli emek gücü ihtiyacı sürekli artmıştır. Bu durum ağırlıkla,1950’lerden itibaren bilimin sermayeye içerilmesine, bir icat sektörünün oluşmasına ve genel olarak eğitimin özel olarak da üniversite eğitiminin tüm halka yayılmasına neden olmuştur. Bu yeni durum kapitalist merkezlerden başlayarak tüm dünyada benzeri bir seyir izledi. Modern üniversitenin de varlık temeli olan bu gelişme bir zamanlar ayrıcalık olan üniversite eğitimini bir ayrıcalık olmaktan çıkardı.

Üniversite: Ücretliler üreten bir fabrika

1970’lerde Keynesçi politikaların çöküşü sonrasında da yeni çelişkilere bezenerek aynı yönde gelişmeye devam etti. Bir yandan yukarıda sayılan nedenlerden dolayı, kapitalizm eğitimi sürekli yaygınlaştırırken bir yandan 1970’lerden itibaren içine girdiği krize de tepki olarak eğitim alanını kar elde etmeye tabi kılma uğraşı içerisinde oldu. Üniversite öğrencisinin yukarıda kabaca değinilen evriminin bugün geldiği noktada, bir dönem emeğin özgürleşmesi davasına “dışarıdan” katılan öğrenciler, özgünlükleri olsa da, artık bizzat sınıf içerisindedirler. Öğrencilerin ve bilim emekçilerinin işçi sınıfı içerisindeki yeni konumu, bu açıdan hala tartışılmayı ve araştırılmayı bekliyor.

Üniversite eğitiminin ayrıcalık olmaktan çıkmasıyla birlikte üniversite öğrencilerinin ve mezunlarının sınıfsal durumu da değişti. Bir zamanlar tepelerinde haleyle dolaşan bu kesimin haleleri yerle bir oldu. Öyle ki, artık üniversitelerin başlıca rolü, metaların üretimi ve dolaşımı için entelektüel becerilere sahip ücretliler2 üreten bir fabrika olmaktır.

Elbette, günümüzde nitelikli işgücünün üretilip piyasaya sürüldüğü bir fabrika haline gelmiş olan üniversitenin, toplumun ideolojik güdülenmesinde de rol üstlenmesi gerekiyordu. Bu süreç, her yönüyle kapitalist bir ülke olan Türkiye’de esas olarak bu yönde gelişiyor.

Kapitalizmin altın çağında gelişmeye başlamış olan bu süreç,

Bir ücretli kölelik toplumunda bilimin yansız olmasını beklemek,

Bilimin işlevi ve Türkiye’deki üniversiteler

>>


42 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Kültür & Zihniyet

>>

fabrikatörlerin kendi karlarının düşmesi pahasına işçilerin ücretlerinin yükseltilmesi konusunda tarafsız olmalarını beklemek kadar ahmakça ve böncedir3. Sömürünün hakim olduğu, eşitsizliklerin süregeldiği ve arttığı bir dünyada yansız bir bilim imkansızdır. Bilim kılıfı altında ya sömürünün meşrulaştırılmasına hizmet edeceksiniz, ya da gerçekliği ortaya koymak ve bu gerçekliği deşifre etmek için uğraşacaksınız. Orta Çağdan günümüze kurumsallaşan üniversiteler hakim bilimin/ideolojinin üretiminde ve yerleşik kılınmasında çok önemli bir rol oynuyorlar. Bu rol Orta Çağda kilisenin yerini sağlamlaştırmakken, sanayi devrimi ile birlikte ise rasyonalizasyon, sisteme yetişkin işgücü sağlamak gibi işlevlere bürünmüştür. Bilim maddi gerçekliği araştırmak, algıyla gerçeklik arasındaki farkı ortaya koymaktır. Sistemin kurumları olan üniversiteler ise gerçekliği egemen sınıfların çıkarına uygun olarak örtme misyonu yükleniyorlar. Çok uzağa gitmeye gerek yok. Türkiye’deki üniversitelere bakıldığında bu durumu gözlemlemek mümkün.

1980 sonrası ve YÖK Türkiye’de 1933’de Darülfünun’un kapatılmasıyla beraber üniversite adını alan kurumlar askeri darbeler de içinde olmak üzere çeşitli müdahalelere konu olmuştur. 1968 öğrenci hareketlerindeki yükselişe burjuvazi 1971 darbesi ve sonrasında artan baskıcı, otoriter uygulamalarla karşılamıştır. Üniversiteye esas müdahale ise 12 Eylül 1980 darbesinden sonra gerçekleşti. Bir yandan 80 öncesi “anarşi yuvaları” olarak görülen üniversitelerin askeri disiplin altına alınması ki burada amaç genel olarak toplumda özel olarak da üniversitlerde neoliberal politikaların yerleştirilmesi adına muhalefeti (devrimci hareketi) hizaya sokmaktı, diğer yandan ise tüm bu zihniyetin kurumsallaşmasını sağlamak için YÖK adında baskıcı-otoriterpiyasacı “bilim”in bekçisi bir kurumun oluşturulması gündeme geldi. Çeyrek asırdan fazladır yerinde duran bu kurum kapitalizmin küresel ölçekteki bilim politikalarının yerel dinamiklere uyumlandırma projesi olarak işlemektedir. Üniversiteler, bu kurumun başat rol oynamasıyla, yeniden yapılandırma programları ile (TÜSİAD, “Türkiye ve Dünya'

da Yüksek Öğretim, Bilim ve Teknoloji” raporu (1994),YÖK Strateji Raporu (2006), Bologna süreci vs) sermayenin güdümüne sokulmakla kalmıyor, birer işletmeye dönüşüyor. Ayrıca sermaye, yıllardır adına mücadele edilen özerklik gibi kavramları da kendi ihtiyaçlarına göre anlamlar yükleyerek kendi dilinde soğuruyor. Bilim, üniversite-sanayi işbirliği adı altında sermaye adına yapılırken, üniversitelere resmi ideolojiye sıkı sıkı bağlı birer kale işlevi veriliyor.

İsmet Özel: Ka

Bu karakter, cenazeye gitse ceset, düğüne g denli yüksek olmasıysa, dönme hızından ve

Nasıl Bir Mücadele? Üniversiteler hizmet ettiği düzenin sınıfsal yapısından bağımsız olmadığı gibi, üniversitelerde verilen mücadele de sisteme karşı verilen mücadeleden bağımsız değildir. Öğrenciler sanıldığı gibi sistemin dışında değil bizzat sistemin içindedir ve sistemin pek çok saldırısına maruz kalmaktadır. Bu saldırılar öğrencilerin üniversite hayatında gündelik pratikleri içinde ortaya çıkarken (yemekhane fiyatları, harç paraları vs) mezun olduktan sonra da işsizlik ya da düşük ücretli işlerde çalışmak olarak karşılarına dikilmektedir. İşsiz kalma korkusu, öğrenciyi bulunduğu konumu korumak gibi muhafazakar bir tavra büründürerek ya da son dönemde liberal ağzın popüler söylemiyle rekabet ortamına kapılıp “beşeri sermayesi”ne yatırım yapmaya yönlendirerek dayanışma ağlarını kopartıp,yabancılaşma tehlikesiyle karşı karşıya bırakmaktadır. Bu yüzden üniversitedeki mücadele ve örgütlenme toplumdaki sınıf mücadelesinden bağımsız değildir ve üniversitelerdeki kapitalist bilgi üretim sürecine vurulacak her darbe büyük önem taşımaktadır. Bizler 6 Kasımlarda YÖK’e karşı gelirken AKP hükümetinin bir kurumu olduğundan değil, bizzat YÖK zihniyetine ve onu yaratan sisteme karşı olduğumuz için alanlara dökülmekteyiz. Piyasacı mı yoksa devletçi bir üniversite mi karşıtlığı üzerinden bir tercih yapmak zorunda olmadığımız bir mücadele, bir politik tavır için… 1

Karl MARX, Grundrisse, Birikim Yayınları, 2008, s.379-380

2

Ernest MANDEL, Geç Kapitalizm, Versus Kitap, 2008, s.347 3

V.İ. Lenin, Marx-Engels-Marksizm, Sol Yayınları, s.78

Mahmut Temizyürek Bir aşınma türünden, karakter aşınmasından söz edeceğiz; bugünlerde hemen anlaşılacağı gibi İsmet Özel’den. Bir zamanlar solcu bile görünmüş olan bu karakterde, arkadaşlarının o günlerde gördükleri başat özellik egosantrizmdi. “Ben” merkezlilik, şiirinin de kurucu öğesiydi. “Ben” demeden konuşamaz, yazamaz, düşünemez; demese kaybolacağını sanan bir düşkünlük haliyle kullanırdı “ben”i. Buradaki “ben”in gönderimi aynı zamanda “sen” değildi, Yunus Emre’deki “beni bende demen” gibi, Behçet Necatigil’deki “buben” gibi, insana yüce ya da zavallı hallerini gösteren “ben” değildi, somut bir benlik dayatmasıydı. Mecazi bir yanı yoktu, ta kendisiydi. “Ben İsmet Özel/ Şair/ 40 yaşında/ Ben yaşarken oldu her şey” diyordu. O yaşarken o benliğin bin türlü haline tanık olduk. Herkesin “biz” olmaya mahkûm edildiği bir kültürde bir

başkaldırı bile bulmuştuk bu “ben”de. Saflık bu ya, bunun şizofreninin beşiği olan “kadir-i mutlak” benlik türü olduğunu, psikanalizin “okyanussal benlik” dediği “ayna evresi”nin derin narsizmine takılıp kalma hali olduğunu ya düşünmemiştik ya da önemsememiştik, Türk olmayan herkese “ya asimilasyon ya katliam!” öneren zihniyetini bağıra çağıra söylemek için kanal kanal dolaşana kadar. Şimdi önemsenecek neyi mi var: Bu duyguya denk düşen ve kimi yerlerde eylemle beliren faşist ruh hali; Dolapdere’de, İzmir’de, asker cenazelerinde... “Gözetilecek çıkarları ve gerçekleştirilecek planları olan ‘dünyevi kişinin’ karşılaştığı kişiler otomatik olarak dost veya düşmana dönüşür” demişti Adorno. Çıkarcıya güç veren bir toplumsal ruh hali var. İsmet Özel adlı çıkarcı kişinin önerdiği Türklüğü de Müslümanlığı da asla uygun görmeyenler var ama bu ruh haliyle oynayacak araçlar var; kanallar. Televizyonlar, Ziya Gökalp’a, Nihal Atsız’a, Remzi


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 43

rakter aşınması hezeyanları

gitse damat olmak ister. Aslında, daha çok bir karakter aşınmasıdır; aşınma hızının bu e dönme alanının kısırlığındansığınacak ideolojik piyasa çeşitliliğinin az olmasındandır. “eyvah sönüyor, derhal yetişin!” diyerek uluyor. Marş, “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” diyor, ayrım yapmadan. Ama kime sesleniyor? “Asrın medeniyet seviyesine” ulaşmayı hedefleyen bir topluma. Bizim düşünür, “Gavurun aklı olsaydı Müslüman” olurdu deyip kuru kuru gülebiliyor. Marşın şairi, o yılların ırkçı zihniyetiyle Türk olmadığı, “Arnavut” kökeni yüzünden dışlandığı için kendini sürgün etmiş bir tutunamayandı; ama bu yeni ırkçı ve çıkarcı için bu anımsanmazdı bile. Onun megalomanisi zaten her gerçeğin üstünde.

Oğuz Arık’a, Erol Güngör’e ve dahi tüm Türk ve Müslüman ideologlara rahmet okutacak bu yeni Türkçü ideologun tüyler ürperten görüşleriyle bir reyting enerjisi edindi. İdeoloji, böylesini hiç görmemişti; az çok haysiyetini taşıyacak zihinlere ve karakterlere ihtiyaç duyardı eskiden. Şimdi amansız bir çaresizliğin çırpınışı içinde yeni bir yüz bulmuş ki, tam ibretlik. Yeni dediysek, yeni biri değil; her durumda ideolojik modanın kılığıyla sahne alan o bildik eski. “İstiklal Marşı Derneği” adlı, Mehmet Âkif’ten daha Ersoy bir cemaatin kurucu başkanı ve (galiba, artık kabul edelim ki) ilk büyük Türk düşünürü. Önceki bütün tezleri, ulaşılan noktaları altüst ediyor hem de. Marş, “Korkma!” diye başlıyor kendi ulusuna. (Her ne hikmetse, belki de korkuyor sandığı ulusuna moral vermek için babacanca sesleniyor. Düşünüyor ki, “çocuk” ulus ya seviyordur dünyayı ya da korkuyordur. Bizim büyük düşünürse “Kork!” hatta “titre!”, “yoksa yok olacaksın” diyor. Marş, “Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak” diyor; o,

Hayır, Napolyon sanmıyor kendini; ama son Türk önderi sanıyor olabilir: “Ey Türkler bu son nokta: Dünyayı Türk edelim, bizden olmayanı keselim!” Buna o kadar inanmış gibi söylüyor ki, dört kişinin katıldığı bir tartışma programının sonunda sunucu: “Program bitti; son sözünüzü söyleyin lütfen” dediğinde, hemen atılıp telaşla, “o zaman son sözü sadece ben söyleyeceğim” diyebiliyor. Katıldığı tartışmalarda “bu kadar kabasına ve cahiline hiç rastlamamıştık” dedirtecek sözleri peş peşe sıralıyor. Deli mi acaba? diye düşündürüyor kimilerini. Nihat

Genç, Yalçın Küçük ve benzerlerinin pabucunu dama fırlatıyor, “menem, diger nist” edasıyla. Ama unutuluyor, bunların deli olması da olanaksız. O kadar akıllarına hayranlar ki, bu hayranlıkta bilincin olmazsa olmaz bir parçası olan vicdana bir nefeslik bile yer kalmıyor. O yüzden asla Ezra Pound gibi çıldıramayacaklar. Pound, bütün kötülüklerin kaynağını tefecilikte, onu da Yahudilikte bulmuştu; bunlardan “arî” bir dünya arzuladı. Duygusunu, görüşünü inanca dönüştürdü. İnancının yanı başındaki vicdanla uyuşamayınca, başka deyişle arzusunun korkunçluğunu görünce, dayanamadı, çıldırdı. Çıldırmak için vicdan gerekirdi elbet. Akıl ile vicdan arasındaki çatışmada bir dayanak, bir açıklama bulamayıp ipleri koparmak, vicdanın bir intihar önerisidir akla. Ama bizim kurnazlarda mümkün mü bu; kendi akıllarını da vicdanlarını da kandırırlar. Çıldırmış halde bile Yahudi kökenli kurbanlardan özür diliyordu Pound. İsmet Özel’inse, Sivas 1993 katliamının ardından Sırp uçaklarını hatırlatmak nobranlığı dışında kılı kıpırdamadı. Öyleyse, bunca insanlık deneyiminden sonra katliamı savunmak

delilik değil, olsa olsa yeni bir oyundur. İnsanlık hakkında her şeyi ayağa düşüren kurnazlığın kuyruğu dışarıda kalmış zavallı bir oyunu. Bu oyunun son kahramanı da İsmet Özel. Daha önce de çok uğraşan olmuştu ama hiç kimse Türklüğü onun kadar çukura düşürmeyi başaramamıştı; rahmet okutuyor. Sol dünyada yaşayanlar bu karakteri iyi tanırlar; sık sık gelir giderler bu dünyaya. Bu karakter, cenazeye gitse ceset, düğüne gitse damat olmak isteyen şu meşhur narsist karakterdir. Karakter midir sahiden? Aslında, daha çok bir karakter aşınmasıdır; aşınma hızının bu denli yüksek olmasıysa, dönme hızından ve dönme alanının kısırlığındandır. Ülkede sığınacak ideolojik piyasa çeşitliliğinin az olmasındandır. Bu tipler aslında bu ülkenin alışılmış fenomenleridirler. Her yeni kabarışın ortasına atılırlar ve kahraman rolünün en teatral oyununu oynarlar. Her dönemde yeni kılıklara bürünmüş, gülünç, “janjanlı” taklitleri kanalların yeni oyuncağı olur. Televizyonlar yeni bir aşındırma ve aşınma aracı bulmuşlardır: Fikri meczupluğun tutkuyu taklit ederken her şeyi

Seçme hezeyanlar... n Nöbette uyuyan askeri kurşuna dizen bir Türkiye özlüyorum. n Türkler anti-kapitalist yaşamı dünyaya öğretti n İyi insan Türk’ten başkası değil ki. Türk’ten başka iyi insan yok ki. Bunu tarihin bana öğrettiği şeye dayanarak söylüyorum. n Mesela neden Kürtçe mevlit okunuyor da Kürtçe Bergson basmıyorlar? Bassınlar da görelim, Kürtçe nasıl bir dilmiş! Mevlit okuyorlar çünkü bu toprakların cevherinin gücünden istifade etmenin yolunu arıyorlar. n Adam "kim oluyor, gâvur bu bir kere!" demedikten sonra ben onun Müslümanlığını nasıl ciddiye alırım? Anlatabiliyor muyum? Türk halkı ne diyor; "Gâvurun aklı olsa Müslüman olurdu" demiyor mu?

n Kürtler Türk, Aleviler sünni yapılmazsa Türkiye haritadan silinecektir. n Millet olarak İslamî bir kararlılık gösterememenin cezasını çekiyoruz. Başımızda dolanan belayı defetmenin yolu Sivas (veya Kayseri) semalarına Sırp uçaklarını davet etmekten geçmez. n Türkiye Cumhuriyeti'nin şu anda İslam cumhuriyeti olması gerekiyordu, 86 yılımızı feda ettik. n Alevilik, Müslüman baskısından kurtulmak isteyen gayri Müslimlerin sığındıkları bir şeydir. İlkelliktir n Nasıl Türk olunur? Namaz kılarak. n İki seçenek var; ya Türksünüz ya Amerikalı. n Komünizm cemaatçiliktir, “ehli sünnet vel cemaat” diyen ben hâla komünistim.

>>


44 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Kültür & Zihniyet

>>

anlamsız kılan gülünçlüğü. Bu aşınmanın bir yönü de şöyledir: Örneğin geçmişte “Hangi dünyaya dönükse öbürüne sağır” diyebilen, kendini Marksist sandığı bir zamanlar dogmatikleri eleştirenler, şimdi ne yana dönerse dönsün her durumda haklı olduğunu suçluluk duymadan savunabilirler. Keskin dönüşlerinin çilesini çekmezler asla. Örneğin Ezra Pound gibi faşizm cephesinin yenilgisiyle susmazlar, çıldırmazlar, deliler koğuşuna kapatılmazlar. Ansızın başka bir yöne doğru dönüşlerinin çilesini de size çektirirler. Bu tipler, ideolojilerin kahramanı değil, yalnızca şarlatanıdırlar. Kahramanlık az çok bir akıl ve namus ister. Bunlar, bir zamanlar çok sevdikleri deyimle, “fikri namuslarını yitirmiş”lerdir. Yitirmek de bir erdem sayılır onların yanında; çünkü bir bakarsınız sanki hiç olmamışa dönüşür onlarda fikir ve namus. Hayatını anlatmaya kalkıştıklarında nerdeyse her paragrafa “önce sosyalist, sonra Marksist olmanın bana sağladığı büyük imkân” diye başlarlar. Sonrasında “önce Müslüman sonra da Türk-Müslüman olmanın bana sağladığı imkân” diyeceklerdir. Günlerin rüzgârına göre konum alırlar; tribünlerin heyecanında ne pay kapacaklarına bakarak yaşayan fırsat avcısı çakal amigolardan olmuşlardır. Kendisi gibi düşünmeyeni ahmak sanacak kadar ahmaktır bunlar. Narsist kafalarının sudaki yansısını özgün düşünce sanırlar. Değişimleri sırasında “mevsimlerin insanlara ettiği fenalıklar”ı bile, bu demek zamanın zihinlere kurduğu ideolojik tuzakları bile kendi bedenlerine renk kılanların bukalemunluğu karşısında tiksintimizi saklamak çok zordur.Dönmek değildir tiksindiren; her dönüşünü büyük bir erdemmiş gibi sunacak kadar kendini kurnaz, alemi de aptal sanan bir zavallıya yönelik iğrenme, tiksinti… Bu duygu da fazla gelebilir bu zavallılığa; onları kendi hezeyan köpüğünde boğulur bırakmak daha doğru. Doğru ama Adorno’nun hatırlattığı gibi, bu türlerin bir tahakküm gücü varsa o da hükmedilenlerin boyun eğmesi yüzünden. Bizim de derdimiz onlarla.

Günah keçisi İzmir “Tanıyarak dışlama” şeklinde zuhur eden yeni Kürt düşmanlığı, elindeki taşı gururla havaya kaldıran o sarışın kadınla açıklanamayacak kadar karmaşık bir mesele

İzmir’de DTP konvoyuna saldıran kadınlar Kürt düşmanlığının yeni çehresi haline geldi...

Cenk Saraçoğlu Geçtiğimiz ay İzmir’de DTP konvoyuna yapılan saldırının ardından bu şehirde milliyetçi tepkiselliğin ve Kürt karşıtlığının yükselişine dair yapılan haber ve yorumlar gündemi epeyce işgal etti. Saldırıyı yapanların siyasi eğilimleri, kimlikleri ve saikleri konusunda kesin bir bilgi olmamakla beraber özellikle AKP’ye yakın medya organı sağ eliyle büyükçe bir taşı havaya kaldırmış, “modern” giyimli, sarışın genç bir kadın etrafında olayı simgeleştirdi. Bu genç kadın sanki İzmir’de birikmiş milliyetçi öfkenin cisimleşmiş haliydi. Sıradan faşizmin kaba saldırıya dönüştüğü eylemleri eğitimsiz veya marjinal kesimlerin bilinçsiz öfkesi ve anlık patlaması olarak görmeye meyilli olanlar için epey kafa karıştırıcı bir imge. Ne Müslüman mahallesinde salyangoz sattırmamaya yeminli dinci veya ülkücü esnafın toplu linç

kalkışmasını, ne işsiz ve eğitimsiz “ayak takımının” provoke olmuşluğunu ne de bir grup aklı evvel gencin “kendilerini kullandırmasını” çağrıştırıyor bu imge.

AKP’yi melekleştirmek Oysa, pekala, daha önce bazı örneklerde gördüğümüz gibi bu saldırı da “milliyetçi duygularla yapılmış anlaşılır bir hareket”, “vatandaşın haklı tepkisi” veya “milli duyguları incinmiş kitlenin sabrının taşması” şeklinde yansıtılabilirdi. Bu modern görünümlü kadın imgesi neden bir anda Kürt düşmanlığının veya milliyetçi saldırganlığın bir sembolü haline getirildi? Aslında AKP’nin ve onun savunucusu çevrelerin uzun süredir yürütmekte olduğu savunma stratejisiyle uyumlu bir eğilim bu. AKP özellikle Ergenekon davasından itibaren kendisine yönelik her türlü muhalefeti - nereden gelirse gelsin - ulusalcı bir komplonun parçası olarak yaftalamak ve ülkedeki her türlü sorunun sorumluluğunu da Kema-

lizm’in kalıntısı, ulusalcılığın uzantısı olarak sunmak suretiyle “kendi dışarısını”, yani AKP karşıtlığını, şeytanlaştırma stratejisine epey bir teşne oldu. Taş atan sarışın ve “modern” kadın imgesi aslında, sağ muhafazakârlığın rengini çalamadığı ve AKP’nin bir türlü hükmedemediği Türkiye’deki iki üç şehirden biri olan İzmir’i, yani AKP’nin dışarısını temsil ediyor. AKP yanlısı basın Kürt düşmanlığı gibi aslında Türkiye geneline yayılmış bir patolojiyi bu imge üzerinden İzmir’in üzerine yıkarak bir yandan bu şehirde AKP’ye yönelik kuşkuyu ve tepkiyi marjinalleştirmeye yelteniyor. Diğer yandan bu patolojinin oluşmasındaki sorumluluğu AKP’nin dışarısına atıp İzmir şeytanının karşısına bu partiyi melek olarak koyuyor. Zira bu mantığa göre DTP konvoyunu taşlatan Kürt düşmanlığının da, Cumhuriyet mitinglerine yoğun katılımının ve AKP’ye az oy atmanın arkasındaki ortak musibet İzmir’in “faşist”, “laikçi” ve


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 45

“Kemalist” kimliği. Zaten AKP’ye ve yandaşlarına göre bundan gayrı bir “dışarısı” mümkün değil. Böyle olmadığınızı kanıtlamanız için AKP’yi eleştirmemeniz gerekiyor. Öne çıkarılan modern görünümlü sarışın kadını yarın AKP’nin muhafazakâr ve otoriter politikalarını protesto ederken görürseniz şunu unutmayın: DTP konvoyuna taş atan ve Cumhuriyet mitinglerine katılan da aynı kadındı!

Yeni Kürt düşmanlığı : Tanıyarak dışlama(*) Bunları söylerken İzmir’de milliyetçi ve Kemalist bir damarın olduğunu ve aynı zamanda bu kentte Kürt düşmanlığının son dönemlerde iyice yaygınlaştığını inkâr ediyor değilim. Söylemek istediğim şey bu gibi eğilimlerin İzmir’e özgü bir olgu olarak görülemeyeceği ve Kürt düşmanlığının bu kentte yoğunlaştığı düşünülen Kemalist kimliğin doğal bir uzantısı olarak anlaşılamayacağı. Kürt düşmanlığı AKP yanlılarının İzmir nefretine sos yapılamayacak kadar ciddiyetle incelenmesi gereken bir olgu. Eğer Kürt düşmanlığının açıklanmasında İzmir’i düşmanlaştıran anlayışa bel bağlamayacaksak, bu meseleyi nasıl ele almamız gerektiğine dair bir kaç noktayı yeniden vurgulamak gerek. Türkiye’de bugün yükselmekte olan Kürt düşmanlığını özellikle göç alan kentlerin orta sınıfları arasında görülen biçimlerini “tanıyarak dışlama” olarak nitelemek mümkün. "Tanıyarak dışlama” bu hissiyatın üç özelliğine vurgu yapıyor: n Birincisi, bugünkü haliyle İzmir’de orta sınıflar arasında teşhis edilen Kürt düşmanlığı, Kürtleri Türk milletinin bir parçası olarak gören "tanımama" üzerine kurulu geleneksel asimilasyoncu devlet söyleminden farklı olarak, 'Kürtleri' ayrı bir "halk" ve "topluluk" olarak tanıyor. n İkincisi, Kürt karşıtı insanların anlam dünyasında Kürtler, cahil, bölücü, kent hayatını mahveden, haksız kazanç sağlayan ve işgalci gibi olumsuz özelliklerle ayrıldığından, bu tanıma, kaçınılmaz olarak beraberinde Kürtleri dışlayan bir mantık içeriyor. n Üçüncüsü, Kürt karşıtı söylemin özneleri bu olumsuz stereotipleri, öncelikle, göç alan Türkiye kentlerinde, gündelik hayatta karşılaştıkları Kürt göçmenlerle olan yüzeysel ilişkilerinden ve

deneyimlerinden çıkarsıyorlar.

Dışlama hissiyatının kaynakları Bu kavram sadece bu hissiyatı tanımlamak değil, aynı zamanda onun kaynaklarını nerde aramamız gerektiğini göstermek açısından da önemli. n Birincisi "tanıyarak dışlama" kavramı orta sınıftaki dışlayıcı hissiyatı devletin uzun yıllardır "tanımama" üzerinde kurduğu kendi stratejisiyle daha rahat karşılaştırılabilir bir hale getiriyor, ve onun farklılığını ve tarihsel özgüllüğünü vurguluyor. Bunu vurgulamakla da bu olgunun Kemalizmin milliyetçi söyleminin tipik bir uzantısı olmadığını işaret ediyor ve bu hissiyatın kaynaklarını araştırmaya başlayacağımız noktanın "devlet" olmadığını gösteriyor. n

İkincisi "tanıyarak dışlama"

orta sınıftaki Kürt algısının Türkiye'deki diğer köklü ırkçı ve ayrımcı söylemlerden belirli açılardan farklılığını ve onlara nazaran daha "yeni" bir olgu olduğuna işaret ediyor. Şöyle ki kaynağını daha çok devletin milliyetçi söylem ve politikalarından alan Rum düşmanlığı, Ermeni düşmanlığı ve yine bambaşka tarihsel kaynaklara sahip Yahudi düşmanlığından farklı olarak Kürtlere yönelik olumsuz algı bir "hayal edilen öteki" üzerinden değil "deneyimlenen öteki" üzerinden kuruluyor. Yani Kürt düşmanlığı olumsuz bir Kürt imgesinin ideolojik olarak yapay bir şekilde pompalanmasından çok gündelik hayatta Kürtlerin deneyimlenerek ve "tanınarak" dışlanmasına dayanıyor ve içeriği bu tanıma vasıtasıyla şekil alıyor. O zaman bugün İzmir’de yükselmekte olan Kürt düşmanlığını

milliyetçiliğin ve Kemalizm’in tipik bir uzantısı olarak görmek pek mümkün değil. Bu yüzden kentteki AKP karşıtlığı ile Kürt düşmanlığı arasında nedensellik ilişkisi kuran yaklaşımlara şüpheyle bakmalı. Kürt düşmanlığı kentteki toplumsal ilişkiler içerisinden köklenen ve Kürtlerin mekânsal ve sosyo-ekonomik olarak yalıtıldığı bütün kentlerde görülebilecek bir olgu. Kent mekânındaki bu parçalanmada elbette AKP’nin uyguladığı ekonomi politikalarının da büyük rolü var. Kısacası Kürt düşmanlığı elindeki taşı gururla havaya kaldıran o sarışın kadına havale edilemeyecek kadar karmaşık bir mesele. * Konunun ayrıntılı bir analizi için Praksis dergisinin 21. sayısına bakabilirsiniz.

n KOMÜNİST MANİFESTO: TEORİNİN PRATİĞİ, PRATİĞİN TEORİSİ ERTUĞRUL KÜRKÇÜ | BUNALIM DÜZENİ: EMPERYALİST KAPİTALİZM MUHSİN DALFİDAN | KRİZ VE

HEGEMONYA HALUK YURTSEVER |

SERMAYE ÇAĞININ SINIRLARI KENAN KALYON | BÜYÜK DEPREM-BİR BİLANÇO ALİ İLERİ | İLKEL SERMAYE SERMAYENİN İFADESİ

BİRİKİMİ YUSUF ZAMİR |

SONSUZ BİRİKİM SÜRECİNİN SOMUT TARİHSEL

OLARAK DÜNYA PAZARI

ÜMİT TANIŞIR - ALİ

İLERİ|

ANLAMAK GİDENİ VE GELMEKTE OLANI ALP HAKAN GÜVENİR

n ELEŞTİREL BAKIŞ MUSTAFA BAYRAM MISIR n KURULUŞ İDEOLOJİSİ OLARAK KEMALİZM VE SINIFLAR MÜCADELESİ ÖZNUR AĞIRBAŞLI | AŞAMACILIĞIN AŞILABİLMESİ YOLUNDA DEMOKRASİ VE DEMOKRATİK HAKLAR MÜCADELESİ NİHAT BALKANLI

! a d r a l ı ç p a t i Çıktı... K


46 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Toplumsal Cinsiyet

Modernlik: Duygularından Duygular hep akla boyun eğdiler. Başka bir deyişle isyan bastırıldı. Suçlar, günahlar ve ayıplar içinde kayboldu. İnsan duygularını göstererek karşısındaki insanların ve diğer canlıların ne yapacağını belirler. İsyan kaçınılmaz

Çiğdem İstanbullu Hayat geçip giderken arkasında ayak izlerini bırakır. İzler bazen; bir resimde, bir şiirde veya bir şarkıda çıkar karşımıza. İzlerde insanlığın geçmişi saklıdır. Kendimi tanımak için çok fazla yaşamam gerekmez. Ne kadar yaşarsam yaşayayım, insanlığın geçmişiyle ilgili bilgi seviyem kadar yaşamış sayılırım. O yüzden, öldüğümde hiç yaşamamış da olabilirim. Kadınlar resim sanatına çok sık konu olmuşlardır. Çoğunlukla güzelliklerinden dolayı… Diğer yandan kadınların çelişkilerle dolu hayatları da dikkati üzerine çeker. Sanat tarihinde felsefenin bazı kavramlarına somut karşılık, yani sembol arandığında da kadınlar akla gelir. “Özgürlük” kadını sembol alan kavramlardan biridir. Şeref Akdik’in (1899–1972) “Köpekli Kadın” (1930) resminde de pek çok çelişki bir aradadır. Kadının yüzündeki vurgu duygular üzerinedir. Kadına bakışımız, bu resimden yola çıkarak kadının aynadan, insan olarak kendine bakışı olacak.

Cinsel sınıflandırmanın devamı Tarihte duygular köle, akıl ise efendi olarak yaşamıştır. Efendi akıl duyguları kontrol altına alarak hareket ederse efendi olarak kalabilir. Bu yolda ilerlersek akıl çözümler bulur. Duygu sorunlara neden olur. Akıl düzenler. Duygu yıkar. Akıl deneyimlerden beslenir. Duygu çılgınca akıp gider. Akıl erkektir. Duygu ise kadın. Felsefe tarihi boyunca sürer savaş. Birbirlerinin önüne geçip diğerinden önemli olduğunu göstermek için çatışırlar. İki yanın günlük yaşamdaki karşılıkları kadınlar ve erkekler de cinsel sınıflamayı doğuran bir çatışma içindedirler. İlk iş bölümü cinsellik üzerinden yapılır. Kadının adına “duygu” diyelim. Duygu abla ev işlerini düzene sokar. Çocuk doğurur. Yemek yapar. Efendinin zevklerine göre; her zaman istenilir olabilmek için çekicili-

ğini koruyarak, yatağı şenlendirir. Erkeğin adına da “akıl” diyelim. Akıl bey doğada veya kamuda çalışır. Doğayı, kamuyu ve Duygu ablanın evde yapacağı işleri düzene sokar. Emirler verir. Görevler verir. Paranın matematiği Akıl beyin işlerini zorlaştırır. Duygu gibi kendisi için çalışacak başka köleler bulur. Köleler zamanla köylü olurlar. İşçi olurlar. Günler geçtikçe Akıl beyden istekleri artar. Özgürleştikçe kendilerinin değerini anlayan duygular her an akıl beyin iktidarına son verebilirler. Özgürlüğün sembolü olarak kadının sanat tarihinde çok yer almasının nedenini anladınız mı? Kadının özgürlüğü bütün bir halkın ve insanlığın özgürlüğüdür. Bu duruma en iyi örnek Eugene Delacroix’nın (1798-1863) ‘Halka Önderlik Eden Özgürlük’(1830) adlı tablosudur. Bir kez daha sınıflandırmayı görelim. Duygu; köle, kadın, çocuk, proleterya, Doğu halkları. Akıl ise erkektir ve kapitalisttir. Batı toplumlarında üst sınıfı düşündürür. Sistemin bu çiftleri arasındaki barış sadece bir anlaşmadır. Çıkarlarla birlikte değişir. Anlaşmalar çoğunlukla akıldan yana olmuştur.

Apollon ile Dionisos Duyguların Batıdaki kökenine, Yunan mitolojisine baktığımızda karşımıza Dionisos çıkıyor. Erkek, ama tutkularının eline düşmüş bir erkek. Özellikleri arasında coşku, çılgınlık ve çıldırmışlık var. Kırlarda, yanındaki kadınlarla birlikte şarap içer ve gezer. Sonu gelmez bir eğlencedir onun yaşadığı. Dionisos’u Aydınlanmaya Jean Jacques Rousseau taşır. Akıla dayalı Batı uygarlığını eleştirir. Nietzsche (1844–1900) bu eleştiriden etkilenir; Ecce Homo adlı kitabını ‘Çarmıhtakine karşı Dionisos…’ diyerek bitirir. Hıristiyan aklı, çileci keşiş ermişliğini yüceltir. Tanrı Devletine kabul edilmek, akıl yasaları doğrultusunda ilerleyen çileciliğinin ödülüdür. Tanrı devleti (öteki dünya) ödülünün yerine bu dünyayı seçer, filozof Nietzsche. Bu yanıyla duyguların bütün yapısı maddededir. Duygular dünyada yaşanır. Bu dünyada var olan tek insanla ilgilidir. Gelinen noktada aklın tan-

1

1. Şeref Akdik, Köpekli Kadın; 2. Kazimir Maleviç, Bey

rısı Apollon’a ibadet ne kadar ölçülüsün, uyumlusun, bilgilisin ve kusursuzsundur. Ama Dionisos’a ibadet duygularını ne kadar yaşadığın ve eğlendiğindir. Bu ikisinden akıl ve duygudan birini seçmek olanaksızdır. Önemli olan bilinci oluşturan iki yan, akıl ve duygunun bütünlüğüdür. Her şey bu bütünün ardı sıra gelir. Apollon ile Dionisos’un kucaklaşması dengedir.

Akla giden kadın Aklın ideali, modern kadın, mahrem olmaktan çıkmış, kamuda erkeğin yanında yer alan kadındır. Şeref Akdik’in “Köpekli Kadın” resmi bu anlamda çok yerinde bir görsel özet sunar. Tabloda görüğümüz kadın şapkasını takmış, eldivenlerini giymektedir. Ayaklarında iskarpinleri ve üzerinde yakası dantelli, göğsün ortasını açık bırakan yeşil takımı vardır. Kadın orta yaşlarında, olgunlaşmaktadır. Yanındaki köpek kadının ayna karşısındaki her hareketini


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 47

kaçan kadınlar 2

3

Resimdeki kadın gibi aynada göz göze gelinir, duygularla. Yansının gözleri gözlerini dikip bakar kadına ve “biliyorum” der. “Biliyorum”, hiçbir şey değişmedi. O kadar krem sürdün. Makyajını yaptın. Peçeyi çıkarıp şapkayı taktın. Hiçbir şey değişmedi. Her iki toplum içinde de zafer aklındır. Yüze şeklini vermiş, fakat dile gelmeyen akıl salonda konukları karşılarken gülümsemelisin. Acının hınzır bir çocuk gibi dudağının kenarında oturmasına aldırmadan. O kadar güzelsin ki hep o güzelliğinle dile geleceksin. Orantılısın. İncesin. Uyumlusun Uysalsın. Akıllısın ve bilgilisin. İstediğin bu değil miydi?

İsyan çığlığı

4

yaz Üzerine Siyah Kare; 3. Edward Münch, Çığlık; 4. Eugene Delacroix, Halka Önderlik Eden Özgürlük

takip eder. Başka bir anlatımla kadına yeniden bakalım. Doğuda Müslüman bir ülke olan Osmanlı imparatorluğu yıkılmış yerine Türkiye cumhuriyeti kurulmuştur. Şeref Akdik bu resmi yaptığında, aradan on yıl geçmiştir. Kadının üzerindeki kıyafetler geçmişe ait kültürü sembolize eden çarşaf ve peçe değildir. Batılı bir kadın gibi modern giysiler içerisinde evden çıkmak üzere hazırlanan bu kadın, aydınlanmış cumhuriyet kadınıdır. Geri kalmışlığı ona tanınan haklarla geçmişte kalmıştır. Bu yıllarda yapılan pek çok resimde bu özelliklerde kadınları görürüz. Türkiye cumhuriyetini simgelerler. Genç cumhuriyet aynı bu resimdeki kadın gibi modern dünyaya doğru ilerlemektedir. Ama Şeref Akdik’in anlatmak istediği bu kadarla sınırlı değildir. Genişleterek üzerinde durmamız gereken geleneksel olsun veya modern olsun, kadınla ilgili toplumsal durumdur. Dünyanın han-

gi parçasında olursa olsun sınıflı toplumun kadınıdır, resimdeki kadın. Nereye gittiği belli değildir. Evden dışarıya kamuya, doğaya, aklın bulunduğu yere çıkışı onun kurtuluşu değildir. Gururlu ve mağrurdur. Üst sınıftandır. Ama yatak odasından salona mı açılır, çıkış kapısı? Yoksa gerçekten dünyaya ve yaşama mı açılmaktadır. Henüz kesin değildir. Kadın nereye gitmek için hazırlanıyor. Salondaki kocası ve konukların yanına mı? Kadının da erkek gibi akıllı olduğuna ne zaman karar verildiyse işte o zaman kadına yeni görevler verildi. İşçi oldu. Öğretmen oldu. Doktor oldu. Patron oldu. Böyle olunca kadının kadınsı addedilen bazı özelliklerinden kurtulması ve erkekleşmesi gerekti. Bunun için ilk olarak duygularından koparıldı. Evin içinde ve evin dışında kadına daha çok sorumluluk verildi. Bu resimdeki kadının hazırlığı duygulardan uzaklaşıp akla doğru gidiştir.

Ağlamak tanrı Apollon’a ibadetten vazgeçmektir. Erkek hiç ağlamaz. Özellikle üst sınıftan bir erkeğin ağladığına rastlamak zordur. Kadında da sistemin amaçladığı sıfır biçimdir. Duygusal tutumlar süprematik bir boşluktur. Rus ressam Kazimir Maleviç’in (1878-1935) resimleri gibi. Bu resimlerde nesnel dünyadan tamamen uzaklaşarak, biçimsel olarak sıfırlama amaçlanır. Örneğin “Beyaz Üzerine Siyah Kare” (1913) Erkekte ve kadında duygular aklın eline verilince ortaya duygusuzluk çıkıyor. Şekilsiz, renksiz, formsuz. Amorf. İnsan, büyük bir kayıp yaşanırsa, çocuğunu kaybederse, babasını kaybederse kendini duygularına bırakır. Bu sırada aklın acı karşısında ne yapacağı kesin değildir. Acıya kapılarını açar açmaz bayılır. Ağlarsa çirkinleşecektir. Zayıf olduğunu gösterecektir. Zayıflık duyguların olmasıdır. Gülerse delirdiği söylenecek. Delilik iki kat kötüdür. Akıl hiçbir şey yapmadan, kımıldamadan yaşayamaz. En iyisi beyni şoka uğratmaktır. Bu kadar yıkımlarla, sömürüyle saldırılarla dolu sınıflı toplum karşısında akıl insanın kendini korumasını sağlıyor. İnsanının gözünde alışkanlıklar ve eğitim görünür kılıyor dünyayı. Kendimizi koruyabilmek için gözü kapalı yaşıyoruz Ağlamak aklın acı karşısında kişiliğini bulma çabasıdır. Akıl için ağlamak isyandır. Duygular bütün zamanlarda akla boyun eğdiler. Başka bir deyişle isyan bastırıldı. Suçlar, günahlar ve ayıplar içinde kayboldu, duygular. Yaşam, kadın ve erkeğin oynadığı bir trajedi. İnsan duygularını göstererek karşısındaki insanların ve diğer canlıların ne yapacağını belirler. İsyan kaçınılmaz. Duygularından kaçan akıl, kadında ya da erkekte olsun kişiliksizdir. Modern Resim Sanatında isyanı başlatan Edvard Munch’ın (1863–1944) “Çığlık” (1895) adlı resmidir. İsyan birikmiş öfkeden güç alır. Kaygıdan, korkudan, sıkıntıdan, ezilmişlikten güç alır. Çarmıhtaki İsa’ya karşı Dionisos diyoruz. Peki, Meryem anaya karşı hangi kadını seçiyoruz.


EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Yerel süreli yayın u Ortaklaşa Yayıncılık u Sahibi ve Sorumlu Md. Erdal Çınar, 847 Sk. No.:14/201 Kemeraltı / İzmir u Yazı Kurulu: Tektaş Ağaoğlu, Yeşim Dinçer, Hakan Günver, Ertuğrul Kürkçü, Osman Soyer, Haluk Yurtsever u Yayın Kurulu: Can Atalay, Erdal Çınar, Muhsin Dalfidan, Kaya Eker, Hakan Günver, Ali İleri, Kenan Kalyon, Vakkas Kılıç, Şaziye Köse, Ertuğrul Kürkçü, Haluk Yurtsever u Basıldığı Yer: Ezgi Matbaacılık uTel: 0212 452 23 02, Çobançeşme Mah., Sanayi Cad., Altay Sk., No.:10-A Blok, Yenibosna - Bahçelievler / İstanbul u Yönetim Yeri: Katip Mustafa Çelebi Mahallesi, Tel Sok. No. 28, Kat 3, Beyoğlu-İstanbul u İnternet sitesi: www.ekmekveozgurluk.net u Tel: 0212 293 6220

Fredric Jameson Gerçekliğin kendisine –çokuluslu ya da geç kapitalizmin yeni “dünya sistemi” denilen özgün mekânına, olumsuz ya da lanetli yönleri apaşikar olmakla birlikte bu henüz teorileştirilmemiş mekâna– gelince, diyalektik, bizden tıpkı Marx’ın milli ekonomilerin ufku olarak dünya pazarı, Lenin’in de eski emperyalist küresel ağ bahsinde yapmış oldukları gibi bu mekânın ortaya çıkışının olumlu ya da “ilerici” bir değerlendirmesini de yapmamızı talep eder. Çünkü sosyalizm ne Marx ne Lenin için, daha küçük ölçekli (dolayısıyla daha az baskılayıcı ve kapsayıcı) toplumsal örgütlenme sistemlerine dönüş demekti; tersine sermayenin, yaşadıkları çağda edindiği boyutlar onlara yeni denilen ve daha kapsayıcı bir sosyalizmin başarı vaadi, çerçevesi ve ön koşulu olarak görünüyordu. Tamamen yeni türden bir enternasyonalizmin devreye girmesini ve işlemesini gerektiren bugünün çok daha küresel ve bütünleştirici yeni dünya sisteminde de urum bu değil mi? Sosyalist devrimin eski milliyetçilikle sonuçları üzerine son dönemlerde solda çok ciddi kafa yorulan (yalnızca Güneydoğu Asya ile sınırlı olmayan)felaketli yakınlaşması, bu tutumu doğrulayan bir kanıt olarak ileri sürülebilir. Postmodernizm yada Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı, New York, 1991


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.