Ekmek-Ve-Ozgurluk-4

Page 1

İKİP Uluslararası İlişkiler Sekreteri Siyaveş Azeri yazdı: İran Devrimi yükseliyor sayfa >> 36

EKMEK & ÖZGÜRLÜK

A

Y

L

I

K

S

İ

Y

A

S

İ

D

E

R

G

İ

u

S

A

Y

I

4

u

A

R

A

L

I

K

2

0

0

9

u

2

T

L

Muhalefeti emekçiler birleştirecek!.. Ezilenlerin tarihsel ortaklığının belkemiği emekçilerin mücadelesi. Politik işçi hareketi üçüncü kutbun merkezine yerleşmeli Mısır >> 10

Ortakaya >> 16

Eratalay >> 17

Değişim dinamikleri zembereklerinden boşanıyor.

Yurtsever >> 14

Ercan >> 20

Şimşek >> 24

Yüzbinlerce emekçi 25 Kasım'da Başbakan Erdoğan'ın tehditlerine kulak asmaksızın Türkiye'nin dört bir yanında aynı anda sokaklardan akarken toplumsal muhalefetin kendi gücünün farkına varmasını da sağlıyor. İzmir ve başka yerlerdeki provokasyonlara karşın Kürtler'den yükselen barış ve çözüm talebi toplumda giderek daha yaygın bir onayla karşılanıyor. 8 Kasım'daki büyük İstanbul gösterisiyle bağımsız bir politik kanal arayışına çıkan Aleviler,

CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen'in eşsiz hamakatının bardağı taşırmasıyla kendilerini rejime bağlayan bağları çözmeye başlıyor.

su dağılıyor. İktidar partisi AKP'nin, ekonomik politikalarıyla yitirmekte olduğu seçmen desteği statükocu milliyetçi partiler MHP ve CHP'ye akmıyor.

Çok değil bundan sadece beş yıl önce Türkiye'yi bir kez daha hazırola geçirmek üzere kalkıştıkları darbeyi yüzlerine bulaştıran dört eski kuvvet komutanı kendilerini mahkeme önünde buluyor...

Toplum kendisine yeni bir çıkış yolu arıyor.

Bütün kamu oyu araştırmalarının ölçtüğü, politik mücadelede yer alanların kendi deneyimleriyle görebildiği gerçek şu: Türkiye'nin geleneksel politik tablo-

Uzunhan >> 45

Alevi Bektaşi Federasyonu'nun, Özgürlükçü Sol Hareket'le bir arada yeni bir 2 politik odak oluşturma

>>

Devletten, polisten, askerden, babadan, erkek kardeşten, sokaktaki adamdan şiddet görüyoruz, dudaklarımıza diktikleri ipleri çığlığımızla kopardığımız için...

Eski Türk filmleri toplumsal bir tabana yaslandığı ölçüde ortak duyguları da dile getirmekteydi. Sinema Türkiye'de artık pazarın ve piyasanın bir olgusu

Barka >> 32

Bunlar sosyalist hareketi bekleyen görevlerin muazzamlığı kadar bunların yerine getirilmesi için gereken imkanların büyüklüğünün de göstergesi olarak değerlendirilebilir.

Demircan >> 33

Şahin >> 46


2 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Okur Mektubu

>>

arayışı bu çerçevede anlam kazanıyor. Federasyon Başkanı Balkız'ın Ekmek&Özgürlük'e verdiği söyleşi yeni bir "sol - sosyal demokrat yapı" hedefiyle, ciddiye alınması gereken adımların atıldığını gösteriyor. Balkız'ın da dediği gibi "Alevilik başka, sosyalizm başka". Bu "sol-sosyal demokrat yapı"nın sosyalist hareketin yeniden kuruluşunun imkanı olmayacağı apaçık, ama geniş bir muhalefet dinamiğini değişim doğrultusunda kanalize edebilmesi de mümkün. Kürt Özgürlük hareketinin de uzun zamandır Türkiye soluyla "demokratik bir birlik" arayışı içinde olduğunu, henüz somut bir sonuç vermese de bir yıldır bu yönde adımlar atmak için çaba gösterdiğini biliyoruz ve bu çabaları paylaşıyoruz. Emekçi örgütlerinin gövdesi değilse de üst yönetimleri bu çabalar içinde yer alıyor, DİSK'in Balkız’ın girişimiyle, KESK'in hem birinci hem ikinci girişimle temas içinde oldukları bilinen gerçekler. Bu girişimler ve arayışların "sosyalizm" hedefi gütmemesi onlara ilgisiz kalmamızı gerektirmiyor. Tabanında potansiyel olarak yüzbinlerce, milyonlarca emekçi ve yoksulun yer aldığı, alma olasılığının bulunduğu politik gelişme imkanları kuvveden fiile çıkarken sosyalist hareket kayıtsız ve sözsüz kalamaz. "Sosyalist hareketin yeniden kuruluşu" eğer işçi hareketinin içinden geçerek gerçekleşecekse, işçi hareketinin merkezi örgütlerinin liderlikleri "sosyalizm hedefi gütmeyen" muhalif politik hareketlerle ilişkilenirken sosyalist hareket ister istemez bu gidişatla eleştirel bir temas kurmakla yükümlü. Önceki iki sayımızda Kenan Kalyon’un "Özgürlükçü Sol Hareket"in mevcut yönelimiyle kapitalizme karşı bir seçenek oluşturma yeteneğinin sınırlarına işaret etmesinin önemi son gelişmelerle bir kez daha anlaşılmış olmalı. Ali Balkız'ın açıklamaları bu açıdan ÖSH’nin bir başka sınırına dikkat çekiyor. Balkız dile getirdiği bir dizi önemli ve haklı saptamaya ve yükselttiği demokratik taleplere karşın, politik bağlamda Türkiye'de emeğin kurtuluşunun en önemli dinamiklerinden biri Kürt ve Türk emek-

çilerin stratejik ittifakını dışlayan bir yaklaşımı dillendiriyor. Balkız "DTP'nin dışında kalmış, PKK'nın dışında kalmış Kürt kesimleriyle elbette birleşmeyi, buluşmayı arzu ederiz. Ama onlarla örgütsel birliktelik içerisinde olmayız, olmamız doğru olmaz. Çünkü DTP ve PKK etnisiteye dayalı, bir bölgeye dayalı belirli sorunlara dayalı bir siyaset yapıyor. Biz bütün Türkiye'yi düşünüyoruz." diyor. "Örgütsel birliktelik" şu anda kimsenin gündeminde olmadığına göre, Balkız'ın kayıtları kaçınılmaz olarak "DTP ile aynı fotoğrafta yer almayız" mesajına varıyor. Böylelikle Kürt emekçilerin çoğunlukla yaşadıkları yerler ve alanlar ister istemez ÖSH’nin "bütün Türkiye'yi düşünmek" iddiasının dışına düşmüş oluyor. Alevi hareketinin CHP'nin altındaki sihirli halıyı çekerek, sola ve toplumsal muhalefete yaptığı katkı paha biçilmez. Ama bu atılımın yalnızca olumsuz, değil olumlu bir yüklem de edinmesi, yani yalnızca ne yapmayacağı değil, yapacaklarını emeğin tarihsel çıkarlarıyla ilişkilendirmesi de sosyalist hareketin süreçle eleştirel ilgisini korumasına yakından bağlı. Sosyalist hareketin yeniden kuruluşu, Kürt Özgürlük Hareketi'nin de Demokratik Alevi Hareketi'ninde özgül gelişmelerinden bağımsız, dünya-tarihsel bir süreç. Bir ülke, bir halk, bir cemaat sınırlarına sığmayacak bir kurtuluş hareketinden söz ediyoruz. Bununla birlikte, sosyalist hareketin burada yeniden kuruluşunun somut maddi zemini Türkiye emekçilerinin yaşam ve çalışma alanlarıysa, emek mücadelesinin en önemli damarlarını oluşturan muhalif Kürt ve Alevi emekçilerin toplumsal ve politik mücadelede birbirlerini dışlayan bir konuma sürüklenmelerine bigâne kalamayız. 25 Kasım'ın verdiği ders bu açıdan önemli: Ezilenlerin tarihsel ortaklığının belkemiği emekçilerin mücadelesi. Sosyalistlerin tutunacağı ana halka işte bu nedenle AKP iktidarı ile milliyetçi muhalefetin ötesine seslenecek bir üçüncü kutbun merkezine yerleşen politik bir işçi hareketinin doğuşuna ebelik etmek.

Ege Üniversitesi’nde 6 Kasım Protestosu

Ekmek ve Özgürlük okuru öğrenciler İzmir’deki YÖK protestosundaydılar

6 Kasım YÖK eylemliklerini örgütleme çalışmalarımıza günler öncesinden hazırlamış olduğumuz bildiri, afiş ve pankartlarımızla başladık. Hafta içi öğrenci sayısı bakımından yoğunluğun arttığı saatlerde Edebiyat Fakültesinde stand açıp bildiri dağıttık. Öğrencilere 6 Kasım’ın anlamı ve Bologna Deklarasyonu hakkında bilgi verdik. Ayrıca Edebiyat Fakültesinin önüne astığımız Ekmek ve Özgürlük pankartı vesilesiyle temasa geçtiğimiz kişilere süreci anlatma imkânı bulduk. Bir yandan çalışmalarımız devam ederken, diğer taraftan birleşik, güçlü bir 6 Kasım protestosu için diğer öğrenci örgütleriyle görüşmelere başlayıp toplantılara dâhil olduk. Süreci “İzmir YÖK Karşıtı Platform”a götürecek olan toplantılar dizisinin ilki Eğitim-Sen ve Genç-Sen tarafından düzenlendi. Uzun tartışmalar sonucunda, Öğrenci Kolektifleri ve Öğrenci Muhalefeti, gericiliğin gençliği AKP üzerinden vurduğunu belirterek, AKP karşıtlığını ön plana çıkaracak eylemlikler örgütlemek üzere platformdan çekildi. Daha sonra Eğitim-Sen de iki grubun arasında kalmamak için platformdan çekildiğini bildirdi. Bu ayrışmadan sonra Genç-Sen, DGH ve DÖB birleşik bir 6 Kasım eylemi için faaliyete başladılar. Yaklaşım benzerlikleri nedeniyle Ekmek ve Özgürlük okurları olarak biz de bu kümeye dahil olduk. Bu platform, özelde YÖK ve Bologna sürecine, gençliğin karşısındaki gericiliğin burjuva gericiliği olduğunu vurgu yaparken, genel olarak da sermaye karşıtlığını ön plana çıkardı. 5 Kasım günü öğrenci çarşısı önünde “Eşit, Parasız, Bilimsel,

Anadilde Eğitim” ortak pankartıyla bir dizi etkinlik düzenleyip 6 Kasım çağrısı yaptık. Duvara Karşı tiyatro topluluğunun bir oyun sergilediği etkinlikte, GençSen müzik topluluğu da türkü ve marşlarıyla yer aldı. 6 Kasım günü Edebiyat Fakültesi önünde toplanan gruplar önde “Geleceksizleştirilmeye ve Paralı Eğitime Karşı Eşit, Parasız, Bilimsel, Anadilde Eğitim!” ortak pankartı ile yürümeye başladı. Biz de sarı ve kırmızı renklerde yazılmış “Ekmek ve Özgürlük” pankartımızla yürüyüşe katıldık. Yaklaşık 150 kişinin katıldığı yürüyüş de sık sık “Yaşasın Devrimci Dayanışma”, “YÖK-PolisMedya Bu Abluka Dağıtılacak”, “Bilimsel, Anadilde Eğitim” sloganları atıldı. Kampusu boydan boya dolaşıp öğrencilerin kalabalık olduğu yerlerde ajitasyon konuşmaları yaptıktan sonra öğrenci çarşısında basın metnimiz okuduk. Saat 17.00’de Bornova metroda yapılacak ikinci bir yürüyüşün duyurusunu yaptıktan sonra eylemi noktaladık. Bundan 15 dakika sonra TKP, Emek Gençliği, Öğrenci Kolektifleri ve Öğrenci Muhalefetinden oluşan grup da kendi eylemini düzenledi. Yine ortak pankart altında ve kendi pankartımızla katıldığımız Saat 17.00’deki eylemi de Bornova’yı sloganlarımız eşliğinde dolaşarak gerçekleştirdik. DevLis ve Liseli Arkadaş da bu eyleme destek verdi. Eylemimiz okunan basın metninden sonra sona erdi. Ekmek ve Özgürlük okurları olarak bizler üniversitelerde çalışmalarımıza devam edeceğiz.

YÖK ve mücadele eksenleri Ege Üniversitesi öğrencileri

>> sayfa 43


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 3

Türkiye

Grev üretimi durdurmaktan ibaret değil Alp Hakan Güvenir >> sayfa 28

KESK: Uyarımız alınmazsa işçi-memur ortak greve çıkarız Sami Evren, “Sendikal hak ve özgürlükler, örgütlenme özgürlüğü olmadan Kürt sorununu da çözülemez. Devletin demokratikleşmesi bir bütündür” dedi yaşamının demokratikleştirilmesi olduğunu belirten Evren CHP ve MHP'nin gündeminde emekçilerin olmadığını vurguladı ve ekledi: “Geniş emekçi hareketi siyasi tabloyu değiştirebilir.” Evren “Emekten yana, özgürlükçü, şovenist olmayan bir siyasi hareket”e ihtiyaç olduğunu söyledi.

KESK Genel Başkanı Sami Evren, Beyazıt Meydanı’nda grevcilere sesleniyor

Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) Genel Başkanı Sami Evren, hükümetin 25 Kasım’da ki bir günlük “uyarı grevi”nden gerekli sonucu çıkarmaması halinde, düşeceğini söyledi. Eyleme demokratik kamuoyunun da onay verdiğini

saptayan Evren, hükümetin toplu sözleşme ve grev haklarını tanımaması halinde işçi-memur ortaklaşa bir genel grev örgütleyebileceklerini söyledi. AKP'nin en zayıf noktasının ekonomi politikaları ve çalışma

KESK Genel Başkanı hükümetin, “demokratik açılım” siyasetini de eleştirerek, “Açılım tek boyutlu olmaz” dedi. “Sendikal hak ve özgürlükler, örgütlenme özgürlüğü olmadan Kürt sorununu da çözülemez. Devletin demokratikleşmesi bir bütündür. Eşitlikçi, özgürlükçü, demokratik anayasa yapılmalı. Devlet yurttaşlarına ayrım yapmayacak; örgütlenmeye engel olmayacak; düşünceye engel olmayacak; ayrımcılık kalkacak,

pozitif desteğe dönüşecek.” KESK ve Türk Kamu-Sen’in çağrısıyla gerçekleşen eyleme Türkiye’nin 81 ilinde onbinlerce kamu emekçisi katıldı. Ülke genelinde yüzde 90 oranında iş bırakılırken Okullar, İstasyonlar, vergi daireleri, acil servisler hariç hastaneler, camiler, belediyeler neredeyse tamamen hizmet vermeyi durdurdu. Kent meydanlarındaki eylemlere ülke genelindeki toplam katılım 200 bin civarındaydı. Kamu emekçilerinin eylemi hemen her yerde demokratik kitle örgütleri, siyasi partiler, gençlik örgütleri, ilerici kurumlar tarfından desteklendi. Pek çok yerde orta öğrenim öğrencileri öğretmenleriyle birlikte sokağa çıktı, veliler de öğretmenlerle dayanışma gösterdi.

KSİ: Emekçilere bağımsız bir hat gerek Katılımcı Sendikal İnisiyatif 25 Kasım eyleminin talepler değil tepkiler üzerinden geliştiğini söyledi 25 Kasım eylemi 4688 sayılı yasanın uygulanmasından bu yana kamuda gerçekleştirilen en geniş katılımlı eylem. 25 Kasımdan dersler çıkarabilmemiz için önümüze değil de karşıya bakmamız gerekmektedir. Bu yasayla kamu emekçisi kuşatılmış, sendikal örgütleri de figüran durumuna düşürülmüştür. Eylemin çağrıcısı olan KESK’in de dâhil olduğu bu oyun yıllarca sürdürülmüş ve KESK bunun bedelini Kültür Sen dışında tüm iş kollarında yetki kaybıyla ödemiştir. KESK’in 25 Kasım’da ortaklaştığı Türkiye Kamu-Sen de AKP hükümeti altında hızla KESK'in akıbetine doğru sürüklenmeye başlamıştır. AKP'nin yedeğinde korkunç bir büyüme yaşayan Memur-Sen ise tüm iş kolların-

da yetkiye koşmaktadır. Memur-Sen dışında tüm konfederasyonların onayıyla gerçekleştirilen eyleme konfederasyon başkanlarını dahi şaşkınlığa düşüren orandaki katılımın AKP karşıtlığı üzerinden gerçekleştiği ikrar edilmese de biliniyor. Memur-Sen kendisine ortaklaşma çağrısı yapılmadığını, alınan karara uyulmasının istendiğini, bunu da siyasal bir karar olduğu için kabul edilemez bulduğunu açıkladı. AKP'nin kendi devletini oluşturma ve tek parti çoğunluğuna dayalı diktacı tutumuna yönelik tepkiler toplumun büyük çoğunluğundan destek aldı. Açıkçası 25 Kasım’a katılan konfederasyonların AKP karşıtlığı dışında sahici bir ortaklıkları da yoktu.

İktisadi krizin ve siyasal gerilimlerin basıncı altındaki emekçilerin bu girdaptan çıkışı için emekten yana tüm güçlerin ortak bir mücadele programıyla, sürece müdahalesinin hayati bir öneme sahip olduğunu, 25 Kasım’ın sonuçlarından biri olarak okumak gerekiyor. Bu amaçla emekçilerin, kendi gündem ve talepleriyle, hâkim siyasal kutuplaşmanın karşısında bir üçüncü kutup olarak yerini alarak demokratik bir yeni anayasa talebi gündeme taşımaları, grevli toplu sözleşmeli ortak çalışanlar yasası ve işten çıkarılmaların yasaklanması hedefini gözeten yeni bir örgütlenme stratejisinin oluşturulması belirleyici önemde. Başta KESK olmak üzere tüm kurumların süreci bu zeminde

ortaklaştırmaları, emekçileri kendi gerçek gündemlerine çekerek sermayenin ve devletin tahakkümünden kurtulması için önemli bir olanak sunacaktır. Bu gerçekleşmediği takdirde 25 Kasımdan 26 Kasıma bir şeyin kalmayacağı gün gibi aşikârdır. Kamu emekçileri 25 Kasımı aşan birden çok eylemi gerçekleştirdi ama ne yazık ki yirmi yılı aşan özverili çabalarına karşılık 4688 sayılı yasaya hapsolmaktan yakasını kurtaramadı. Tarihin önümüze koyduğu görev, kendi içinde olumluluk da arz eden emek düşmanı AKP ye karşı gelişen bu tepkiyi doğru yöne kanalize etmek, emek karşıtlarının oyununu bozacak bir emek cephesinin inşası için çaba harcamaktır.


4 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Türkiye

İzmir halkı şovenizme karşı birleşmeli İzmir'de sosyalist, demokratik ve muhalif güçler DTP'ye yönelik saldıryı "barışa karşı provokasyon" olarak niteledi, saldırıdan AKP ile CHP ve MHP'yi ortaklaşa sorumlu tuttu

Bayramiç’te Kürtler’e linç girişimi Kürtler’e karşı saldırılar “kültürlü ve uygar” Bayramiç’e de sıçradı. Binlerce kişi bu kez, “bir sebep” göstermeden Kürt mahallelerine saldırdı İzmir’deki saldırının yankıları sürerken, Çanakkale’nin Bayramiç ilçesi 26 Kasım gecesi Kürtler’e karşı yeni bir linç girişimiyle sarsıldı. Binlerce kişinin ilçenin daha çok Kürtler’in yaşadığı semtlere saldırısı saatlerce sürdü. Çanakkale İHD yöneticisi Hayrettin Pişkin’in mağdurlardan aktardığı bilgiye göre, “2 bin kişi 3 eve saldırmış. Gece yarısı evlere taş atılmaya başlanmış, camlar kırılmış, kapılar kırılmaya çalışılmış. “Gece saat 10’dan 01’e kadar süren saldırı sırasında evlere yarım saat süreyle ateş açılmış. Polisi arayanlara «İşimiz var, gelemeyiz» yanıtı verilmiş.”

DTP konvoyuna yönelik saldırı, yükselmekte olan yeni şovenist histerinin sosyal karakterini de yansıtıyordu

İzmir'de ülkücülerin başını çektiği kalabalık bir grup 21 Kasım’da şehre gelen Demokratik Toplum Partisi (DTP) Genel Başkanı Ahmet Türk'ü karşılamak için oluşturulan araç konvoyuna taş ve sopalarla saldırdı. Yaygın medya saldırıyı “Habur’daki manzara”ya karşı oluşan “mili hassasiyet”le mazur göstermeye çalışır ve “uygar İzmir”i cilalamaya girişirken kentin demokratik ve muhalif kamu oyu temsilcileri yayınladığı ortak bildiriyle tepki gösterdi ve saldırıyı “Kürt halkının barış kararlılığına karşı ırkçı, şoven, militarist güçler tarafından planlanmış bir provokasyon” olarak lanetledi. DTP, BDP, SDP, Sosyalist Parti, TÖP, 14 Mayıs Platformu, Ekmek ve Özgürlük, Ege 78'liler derneği, Barış için kadın Girişimi, Özgür Demokratik Alevi Hareketi, ÖSH-Özgürlükçü sol Hareket, DSİP-Devrimci Sosyalist İşçi Partisi, KÖZ-Kominist Köz, MESOP-Mezopotamya Sosyalist Parti Girişimi, EMEP-Emek Partisi, ESP-Ezilenlerin Sosyalist Partisi Girişimi, İHD-İnsan Hakları Derneği, Süryani Dostluk ve Dayanışma Platformu’nun ortak imzasıyla yayınlanan bildiride saldırının sorumluları kınandı. “ Kürt halkının barış kararlılığını etkisizleştirmeye yönelik bu saldırıların sorumlu-

su,”Demokratik açılımın” gereğini yapmak yerine DTP’yi tehdit eden, saldırıları yapanları yakalaması gerekirken göz yuman İzmir Emniyetine teşekkür eden AKP’dir. AKP eliyle yürütülen samimiyetsiz ve gerçekte ‘tasfiye açılımı” olan Kürt açılımı politikasını bahane ederek, şoven,milliyetçi ve militarist kışkırtmalarını yoğunlaştıran MHP ve CHP’ dir. Kürt ve Türk halklarının eşit ve özgür birliktelik için ortaya koydukları iradeyi hazmedemeyen şiddet,inkar ve imha politikalarında ısrar eden tüm güçlerdir.” Muhalif kuruluşlar hükümet ve muhalefet partilerinin kendilerini olayların sorumluluğundan sıyırmak için ileri sürdükleri gerekçelerin inandırıcılıktan yoksun olduğunu da sergileyerek , “Devlet Partileri birbirlerini suçlayarak aklanamazlar. Halklarımız, saldırıdan AKP’si, MHP’si ve CHP'si ile devlet partilerinin sorumlu olduğunu bilmektedir,” dediler. “Faşizme, şovenizme ve militarizme karşı; tüm emek, barış ve demokrasi güçlerini birlikte davranmaya” çağıran İzmir’in demokratik ve muhalif güçleri “İzmirli hemşeriler”inin de “halkları birbirine kışkırtan şoven, milliyetçi ve militarist söylem ve eylemlerin karşısında tutum” almasını istedi.

Pişkin, kendisine Bayramiç Emniyet Müdürü Alaaddin Tekin ve Bayramiç Kaymakamı Şahin Aslan'ın da saldırıdan sorumlu olduğunun söylendiğini aktarıyor. Pişkin, Atılım dergisine verdiği demeçte “Bunlar ciddi anlatımlar. Büyük iddialar,” diyor. Mağdurlar saldırıyı Bayramiç Milli Hakimiyet İlköğretim Okulu Müdür Yardımcısı Hasan Yüksel ve Tevfik Kıyı ile Kenan Aygün adlı MHP'liler’in yönlendirdiğini söylüyor. Olaylar Bayramiç otogarı önünde Taner Demir, Timur Özkan ve Mehmet Başaran adlı üç Kürt gencin polis tarafından keyfi bir şekilde gözaltına alınmak istenmesiyle başladı. Polise gözaltı gerekçesi sorulması üzerine başlayan tartışmaya çevredekiler de katılınca gerilim bir anda linç girişimine dönüştü. Sayıları 2 bin 500’e varan bir topluluk Emniyet önünde gözaltına alınan Kürt gençlerin kendilerine verilmesini istedi. Ardından da Kürtlerin yaşadığı Harmanlı Mahallesi’ne doğru yürüyüşe geçip, “Kürtler dışarı”, “Bayramiç halkı buraya”, “Apo’nun köpekleri”, “Kürtler dışarı”, “Şehitler ölmez vatan bölünmez”, “Kahrolsun PKK” diye slogan atarak Kürtlerin evlerine saldırı düzenledi.


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 5

Türkiye

Erkek vuruyor, devlet koruyor! Kadına Yönelik Şiddeti meclise taşıdıklarını söyleyen DTP İstanbul milletvekili Sebahat Tuncel, “kadınlar özgür olmadıkça erkekler de özgür olamayacak”, dedi. leri de yer aldı. "İnsanız, kadına şiddete karşıyız" yazılı afişle yürüyen Ezilenlerin Sosyalist Platformu'ndan bir grup erkek de sergiye alkışlarla destek verdi. Kadınlar daha sonra üstlerinde mor önlükleri, ellerinde pankartlar ve mor bayraklarla, sloganlar ve şarkılar eşliğinde Galatasaray Meydanı'na yürüdü. Burada gruba katılan Demokratik Toplum Partisi (DTP) milletvekili Sabahat Tuncel bir konuşma yaptı:

Kadına yönelik şiddetin en yaygın biçimi aile içi şiddet ve kadın cinayetleri...

25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele dünya günü Türkiye’de birçok merkezde gerçekleştirilen kadın eylemleriyle değerlendirildi. Kadına Yönelik Şiddete Karşı Kadın İnsiyatifi'nden yaklaşık 350 kadın İstanbul, Taksim Meydanı'nda gezici sergi açarak "Kadın cinayetleri politiktir", "Erkek vuruyor, devlet koruyor", "Bağır

herkes duysun, erkek şiddeti son bulsun", "Dayağın çıktığı cenneti istemiyoruz", "Emeğimiz, bedenimiz, kimliğimiz bizimdir" sloganları attı ve kadınlara yönelik erkek şiddetini protesto etti. Sergide, katledilen kadınların fotoğrafları ile haberlerinin yanı sıra, yastık, testere, bıçak, kelepçe gibi şiddet ve cinayet alet-

"Sizlerin sesini parlamentoda duyurmaya çalışıyoruz. Bugün ısrarcı olduk ve mecliste kadına yönelik şiddet konuşuldu. Erkek egemen sistem ortadan kalkmadığı sürece şiddet bizim yaşamımızdan gitmeyecek. Eşitlik sağlanmadığı sürece ne yazık ki özgür olmayacağız. Biz özgür olmadığımız sürece de erkekler özgür olmayacak. Mücadele edelim, örgütlenelim. Özgürlük için hep birlikte sesimizi yükseltelim." Platformun Türkçe ve Kürtçe olarak okunan açıklamasında

şu talepler sıralandı: n Bedenimize ve kimliğimize yönelik tartışmaların erkekler ve erkek egemen zihniyet tarafından yapılmasını reddediyoruz. Bedenimize ve kimliğimize ait söz bizimdir. n Kılık kıyafetimiz yüzünden eğitimden ve kamusal alandan dışlanmayı, cinselliğimizin denetlenmesini, namus algısını reddediyoruz! Yasalar buna göre yeniden düzenlenmeli. n Erkek egemen yargının vermiş olduğu kadın düşmanı kararlara karşı çıkıyoruz. n Namus cinayetleri madde 82'deki nitelikli insan öldürme olarak sınıflandırılmalı ve 'haksız tahrik'e ilişkin tüm maddeler gerekçeden çıkartılmalıdır. n Devletin açma yükümlülüğü olan kadın sığınak sayısının ve kapasitelerinin artırılmalı, koşulları iyileştirilmeli. n Siyasal alanda mücadele eden kadınlara uygulanan baskı ve gözaltındaki işkenceler, taciz ve tecavüzler son bulmalı.

Erdoğan ve Bahçeli domuz gribini Allah’a havale etti "Hiçbir önlemim yok. Her şey cenabı Allah'ın takdiridir.” diyen Bahçeli de, Erdoğan gibi Sağlık Bakanlığı’nın aşı kampanyasına karşı Sağlık Bakanlığı Türkiye’de domuz gribinden ölenlerin sayısının 195’e yükseldiğini açıklarken, Başbakan Erdoğan, Bakanlığın aşı kampanyasını sabote etmeye devam ediyor. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli de Erdoğan’la gericilik yarışında "Domuz gribi

ölümlerine inanmıyorum,” dedi. “Hiçbir önlemim yok. Her şey cenabı Allah'ın takdiridir," dedi.

kronik bir hastalığa sahip olanlar. Geri kalan ölümler Sağlık Bakanlığının risk grubu olarak belirtmediği kişiler.

Başbakan ve muhalefetin bilim dışı ve hurafelere dayalı tavırları, toplumun da kafa karışıklığına sürüklenmesine ve Dünya Sağlık Örgütü’nün de salgına karşı en etkili önlem olduğunu açıkladığı aşıya kuşkuyla yaklaşmasına yol açıyor.

Dünya Sağlık Örgütü (WHO) en son güncellemesinde dümyada 207 ülke, denizaşırı bölge ve toplulukta pandemik H1N1 gribinden ölemlerin sayısının 7 bin 820’ye vardığını duyurdu.

İstanbul il Mili Eğitim Müdürlüğü yetkilileri okullarda yürütülen aşı kampanyalarına ilgi gösteren öğrencilerin oranının yüzde 10’u geçmediğini bildirdi.

Kışın yaklaşmasıyla birlikte kuzey yarım kürenin kuzeyinde İsveç, Norveç, Moldova ve İtalya’da salgının hız kazandığı, Arnavutluk ve Molodova’da sağlık hizmetlerinin aşırı yük altında olduğu bildiriliyor.

Türkiye’de ölümlerin görüldüğü il sayısı da 22'den 34'e çıktı. Hayatını kaybedenlerin 126’sı pandemik grip açısından riskli olan

Belçika, Bulgaristan, Belarus, İrlanda, Norveç, Sırbişstan, Ukrayna ve İzlanda’da da sağlık kuruluşları izdiham yaşıyor.


6 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Dünya

Kriz Dubai’de... Dubai’nin 59 milyar doları bulan ağır borç yükünü “en az” altı ay öteleme talebi piyasalarda panik yarattı; ikinci ve daha büyük bir küresel kriz dalgasına yol açmasından korkuluyor Birleşik Arap Emirlikleri’ni (BAE) oluşturan yedi emirlikten biri olan Dubai’nin adı, düne kadar görkemli bir proje, yapay bir cennet olarak gündeme geliyordu.

Bir devlet girişimi olan Dubai World ile bu şirkete bağlı Nakheel’in borçlarını vadesinde ödeyemeyecek durumda olduğunu beyan etmesiyle birlikte vaatler korkuya dönüştü. Borsalar düştü, Dubai’ye borç veren Avrupa ve Asya bankalarının hisseleri değer kaybetti. Dubai’nin ağır borç yükünü erteleme talebi, unutulan ya da açıkça dillendirilmeyen endişeleri de canlandırdı. Orta Doğu ve Doğu Avrupa’da haddinden fazla boçlanmış olan kamu kuruluşlarının borç ödeme yeterlilikleri tartışılıyor şimdi de. Bu ülkelerin borçlarını geri ödeyememeleri halinde, 90’lı yılların sonunda Rusya’da veya 2000’lerin başında Arjantin’de olduğu gibi yerelden dünyaya yayılan yeni bir küresel kriz dalgası yükselebilir. Palmiye şekli verilen yapay adaların üzerinde devasa gökdelenlerin, çölün ortasında kayak pist-

lerinin inşa edildiği Dubai’nin 59 milyar dolara varan borcu, uluslararası bankaların “küresel alacak stoku”nun yanında devede kulak kalıyor. Öte yandan “küresel krizin sonuna geldik” söylemlerinin ne denli temelsiz olduğunu da gözler önüne seriyor. İyileşmenin ciddi ve inandırıcı bir belirtisi henüz ortada olmadığı gibi küresel ekonomi bıçak sırtında yürümekte.

Ekim 2008’deki küresel çöküşten birkaç hafta sonra Dubai’deki gayrimenkul fiyatlarının yarıya düştüğünü bilenler için gelişmeler sürpriz olmadı. Öyle anlaşılıyor ki emirliği yöneten ailenin küresel zenginler için tasarladığı bu fantezi, yabancı sermaye girişi ve dış borçla şişirilmiş. Dubai World’un ödenemeyen borcu, emirlikteki kamuya ait 80 milyar dolarlık toplam borcun dörtte

Öğrenci eylemleri Almanya’ya Yüzbinlerce öğrenci özelleştirmeleri ve eğitim harcamalarında kesintiye gidilmesini kalar benzer tipte toplumsal reaksiyonlara yol açmakta. Öğrencilerin kitlesel hareketliliği, işçi sınıfının çok daha büyük eylemlere hazırlandığının göstergesi.

Öğrenci eylemleri İtalya, Yunanistan ve İspanya’dan sonra kuzeye sıçradı: Almanya öğrenci eylemleriyle sarsılıyor. Kıta Av-

rupasında hükümetlerin yürüttüğü eğitimin özelleştirilmesi, bütçeden eğitime ayrılan dilimin küçültülmesi gibi paralel politi-

Öğrenciler ülke çapında örgütlü 12 Kasım’da, yüz bin lise ve üniversite öğrencisi sokaklara dökülerek Almanya’nın eğitim sisteminde süregiden bozulmayı protesto etti. Kırktan fazla şehirde koordineli ders boykotları yapıldı. Almanya, bu yılın Mayıs ve Haziran aylarında da öğrenci boykotlarına sahne olmuştu. Kırk bin öğrencinin katıldığı bu eylemlerden sonra başbakan Angela Merkel, iyileştirme ve itirazların görüşüleceği bir eğitim zirvesi toplayacağını söylemişti. Merkel’in sözünü verdiği zirve 22 Ekim’de toplandı ama öğrenci temsilcilerinin çağrılmadığı bu toplantıdan somut bir sonuç alınamadı.

Bahar boykotlarını takiben, farklı kentlerden gelen öğrenci komiteleri, gelecekteki eylemleri koordine etmek üzere ülke çapında örgütlenerek öğrenci eylem birliğini kurdular. Bu birlik ilk konferansını bir ay önce Berlin’de topladı ve web sitesi üzerinden yaptığı duyurularla eylemi planladı ve koordine etti. Öğrenciler, dayanışma mesajlarını derhal ileten sendikalar ve sivil toplum kuruluşlarıyla da işbirliği yaptılar. Sonuçta eylemlere katılım, umulandan çok daha fazla oldu. Öğrencilerin disiplin cezası ya da fişlenmekle tehdit edilmeleri de işe yaramadı; on binlerce öğrenci hakları için sokağa döküldü. Birçok şehirde öğretmenler de onlara katıldı ve kimi kampüslerde kısa süreliğine işgaller yaşandı. Fakülte binalarının balkonlarına kızıl bayraklar asıldı. Eylemler sırasında en çok duyulan sloganlardan biri, “bankalar değil eğitim sistemi kurtarılsın”dı.


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 7

Dünya üçünü oluşturuyor. Dubai’ye borç veren bankalar arasında, Standard Chartered, Royal Bank of Scotland gibi İngiliz bankalarıyla büyük Japon bankalarının ve HSBC’nin adı geçmekte. BAE’nin en büyük emirliği ve petrolün en fazla üretildiği Abu Dabi’den alınacak destekle Dubai’nin borcunun yeniden yapılandırılması umuluyor şimdi. Fakat Abu Dabi’nin garantör sıfatıyla bu borçlarla ilgili herhangi bir yasal yükümlülüğü bulunmuyor. Petrol zengini kardeş emirlik üzerinde yaratılacak “mahalle baskısı”nın etkili olup olamayacağı merak konusu.

Fransa’da ekolojik sol yükseliyor Klasik Fransız solunu dört akım şekillendirirken,sistem dışı ekolojik hareket de beşinci bir akım olarak gelişiyor

Dubai’nin açıklamasından sonra gözler dünyanın en borçlu ülkelerine çevrildi. Topun ağzında kamu borcu Gayrisafi Yurtiçi Hasıla’sının (GSYİH) yüzde 130’una ulaşan Yunanistan var. Kara haber bu ülkeden birkaç hafta içinde gelebilir. Küresel gözaltı listesinde Yunanistan’ı; Macaristan, Letonya (Latvia), Estonya, Türkiye ve 12 trilyon dolarlık borç stokuyla ABD izliyor. ABD, “batamayacak kadar büyük” bir ülke olduğundan başta Çin olmak üzere alacaklılarının içi şimdilik rahat!! Borçlanma maliyetlerinin artması ve borç kaynaklarının kuruması, tahminlere göre en çok kamu borcu yüksek ülkeleri etkileyecek. Türkiye de dahil buna.

sıçradı protesto etti Öğrenciler ne istiyor? Öğrencilerin taleplerinin başında herkes için parasız eğitim geliyor. Üniversiteler de dahil olmak üzere, eğitimdeki harçların kaldırılmasını, sınıflardaki öğrenci sayısının yirmiyle sınırlandırılmasını, öğretmen sayısının buna elverecek şekilde arttırılmasını, eğitimde özelleştirmeye son verilmesini, okullar tarafından sponsor kullanılmamasını istiyorlar. Öğrenciler, küçük bir azınlığa kaliteli eğitim sağlanırken çoğunluk için eğitim kalitesinin düşmesinden de şikâyetçiler. Bir lise öğrencisi, kimi derslerinin boş geçtiğini ve okulun tamirat, tadilat, boya masraflarının ailelerin cebinden çıktığını söylüyor. Eğitim için gerekli materyalin, fotokopi bedellerinin zaman zaman öğrenciler tarafından sağlanıyor olması -her ne kadar Türkiye’de bu tür masrafları ailelerin üstlenmesi kanıksanmış olsa daAlmanya’da tepkiye yol açmakta.

Fransız solunun yeni partisi “Yeni Antikapitalist Parti” eylemde

Selami Şakiroğlu Liberation gazetesinin her yıl tekrarladığı "solun kimliği" anketi, ilerici kampta önemli bir değişim yaşandığını ortaya koyuyor. Buna göre, sağ-sol ayrımının geçerliliğini yitirdiğini düşünenlerin sayısında önemli bir artış var. 2007 yılında ankete katılanların yüzde 52'si böyle bir ayrımın geçerliliğini yitirdiğini söylerken, bugün bu oran yüzde 61'e yükselmiş durumda. Daha da önemlisi sol düşünce, politik öncelikler, tarihsel bağlar, ideolojik kavramlar yönünden değişim içinde. Bu değişimin merkezinde "sistem karşıtı ve ekolojist" sol yer alıyor. Bu akım, kapitalizme ve tüketim toplumuna olduğu kadar güçlü devlete de karşı. Bu durum, geçmişte solun kimliğini oluşturan önemli bir değerden kopuşu yansıtıyor.

Solun klasik dört akımı Liberation gazetesi, klasik Fransız solunu dört akım içinde değerlendiriyor. Bir yanda, üyelerinin yüzde 57'sinin antikapitalist düşünceye yakın olduğunu ifade eden antiliberal kamp var. Bunlar daha çok Komünist ve Yeni Antikapitalist Parti'ye oy veriyorlar. Sosyalist Parti içinde solu temsil eden Beniot Hamon ve Martine Aubry gibi kişilere de sempati duyuyorlar. Bunun tam karşısında ise sosyal liberal hareket yer alıyor. Bu ailenin üyelerinin yüzde 70'i antikapitalist eğilimden uzakta yer alıyor ve tüketim toplumunu olumlu olarak değerlendiriyor. Bu kesimin kahramanı Dominique Staus-Kahn. Bu iki kutubun arasında ise devletin düzenleyici rolüne ağırlık veren sol, Sosyalist Par-

ti'den Martine Aubry, Sol Parti'den Melenchon ile dördüncü olarak liberal modeli reddetmeyen ama tüketim toplumu karşıtı "ahlakçı" sol yer alıyor. Bu sonuncuların ideal cumhurbaşkanı adayı Segolen Royal. Bu dört grubu düz bir çizgi üzerinde soldan sağa dizilmiş olarak görmemek gerekiyor. Küresel bir oluşum içinde üç, hatta dört boyutlu algılamak gerekiyor. Örneğin, antikapitalist grup, bir yandan tüketim toplumunun eleştirisinde liberal modeli reddetmeyen, devlet müdahalesinin asgariye indirilmesini savunan "ahlakçı" sol ile dirsek teması içinde iken, öte yandan devletin düzenleyici rolüne önem ve ağırlık veren üçüncü grupla içiçe girebiliyor. Aynı şekilde sosyal liberal hareket, tüketim toplumuna yaklaşım konusunda antikapitalist solla iç içe olabilen bu solu yanında bulabiliyor. Çok eksenli bir şemayla karşı karşıyayız. Daha çok devletdaha az devlet. Kapitalizmin eleştirisi-kapitalizmin kabulü. Tüketim toplumunun kabulu-tüketim toplumunun eleştirisi.

Yeni kıtanın doğuşu Solun bu dört akımından beslenen sistem dışı ekolojik hareketin doğuşu önemli bir yenilik. Bu yeni oluşumun üyelerinin yüzde 95'i kendilerini "antikapitalist" düşünceye yakın bulduklarını ifade ediyorlar. Yüzde 97'si ise «tüketim toplumunun kötü bir şey olduğunu». Çevreciliği politikalarının temeline yerleştiriyorlar. Hem yerel dengelere hem de kuzey-güney dengesine ağırlık veren hareket, radikal ve alternatif bir özellik taşıyor. Avrupa Parlamentosu seçimlerinden başarıyla çıkan bu yeni oluşum, sosyalistlerden daha fazla oranda solu etrafında toplamayı başarmış durumda.


8 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Dünya

İrlanda’da Hugo Chavez Beşinci Enternasyonale çağırdı kamu işçileri Venezüella devlet başkanının önerisi Caracas’ta yapılan uluslararası toplantıda alkışlarla kabul edildi

Caracas’taki uluslararası toplantıda Güney ve Kuzey Amerika’dan gelen temsilciler buluştu

Beşinci Enternasyonal için süregiden tartışmalar Venezuela devlet başkanı Hugo Chavez’in somut çağrısıyla yeni bir aşamaya geldi. Chavez, Caracas’ta biraraya gelen sol parti temsilcilerine çağrıda bulunarak Beşinci Enternasyonal’in 2010’da toplanmasını önerdi. Otuz dokuz farklı ülkeden gelen delegeler öneriyi ayakta alkışlayarak destekledi. Toplantının sonunda Caracas Mutabakatı (El Compromiso de Caracas) imzalandı ve uluslararası sekretarya oluşturulması karara bağlandı.

Beşinci Enternasyonal Çok mu erken yoksa çok mu geç? Chavez’in girişimine sosyalist cenahtan farklı tepkiler geliyor. Küreselleşmenin ideolojik kılıfı neoliberalizmin vazettiği gerekçelerle, emekçiler yıllardan beri her ülkede sosyal ve ekonomik hak kayıplarına uğradılar. Egemen sınıfların, “teröre karşı savaş” vb. gibi bahanelerle sürdürdüğü saldırı, bir yandan da sınıf mücadelesini uluslararası platforma taşımak için uygun zemini hazırlamakta. Beşinci Enternasyonal’in gerekliliği, kapitalizm karşıtı ve savaş karşı hareketlerce daha önce de dillendirilmişti. Şimdi bunun için somut bir adım atılmış bulunuyor. Kendilerini Troçki ve Lenin’in ardılı olarak gören kimi örgütler bu öneriye ihtiyatla yaklaşıyor ve ütopik buluyorlar.

Buna göre yeni bir enternasyonal için koşullar olgunlaşmadı. Kimisine göre bu yolda bir adım atmak için henüz ‘çok erken’; kimisine göre de ‘çok geç’. Chavez’in önerisi, 2008-09 krizinde bile harekete geçmeyi beceremeyen güçleri uykudan uyandırabilir mi?

Chavez’in kuşkulu profili Venezuela devlet başkanının izlediği politikalarla ilgili soru işaretleri de sürüyor öte yandan. Amerikan emperyalizmine karşı olduğunu defalarca kanıtlamış olan Chavez, yoksul halkın yaşam koşullarını iyileştirecek önemli sağlık ve eğitim projelerine imza attı. Fakat Beşinci Enternasyonal için çağrıda bulunduğu konuşmada kendisinin de belirttiği gibi, Venezuela halen kapitalist bir ülke ve devlet aygıtı da kapitalist olmayı sürdürüyor. Bu durumda yeni enternasyonalin başını, devrimi hedefleyen işçi sınıfı yerine sosyalist kılıklı bir burjuva milliyetçisi mi çekmiş olacak? Bu iddiayı yürütenler Chavez’in, İran devlet başkanı Ahmedinejad’la kurduğu dostluğu da sorguluyorlar. İran rejiminin, demokrasi isteyen işçilere, kadınlara ve gençlere uyguladığı ağır baskılar düşünüldüğünde bu eleştiri çok da haksız sayılamaz. Chavez’in uluslararası ilişkiler ağında Ahmeninejad’ın yanısıra, halkının yüreğine korku salan Zimbabwe devlet başkanı Robert Mugabe de bulunuyor.

greve gitti

Hükümetin bütçede yaptığı ücret kesintileri ülke çapında yaygın ve güçlü bir öfkeye yol açtı İrlanda’da 24 Kasım günü gerçekleşen grevde 250 bin kişi iş bıraktı. İrlanda İşçi Sendikaları Konfederasyonu'nun (ICTU) organize ettiği grev, bu ülkede bugüne dek yapılan grevlerin en büyüğü. Hükümetin hazırladığı yeni yıl bütçe taslağında, kamu çalışanlarının ücretlerinde yüzde 7 kesintiye gidilmesi öngörülüyor. Grev İrlanda'da hayatı felç etti 24 Kasım'da acil hizmet veren birimler dışında İrlanda'da kamu hizmetleri tümüyle durdu. Okullar, üniversiteler, adliyeler, devlet daireleri, hastaneler ve belediyeler çalışmadı. Binlerce emekçi grev gözcüsü olarak saf tutarken öğretmenler de Eğitim Bakanlığı'nın önünde protesto gösterisine katıldı. Hükümetle yapılan görüş- meler sonuç vermezse grev 3 Aralık'ta tekrarlanacak. Emeğin gücünü en parlak haliyle sergileyen bu eylemler, zaferin mümkün olduğunu da kanıtlıyor. Yazık ki sendika yöneticilerinin Cowen hükümetiyle uzlaşma çabaları, işçi hareketini bir savunma hattına doğru geriletmekte. ICTU önderleri, patronlarla ve hükümetle toplumsal ortaklık peşindeler. Oysa geveleyip durdukları bu söylem, kesinti paketinin genel olarak kabulü anlamını taşıyor. Sendikacılara, bu işin takvimini ve kimi ayrıntıları müzakere etmek düşüyor sadece. Üstelik bütçedeki 4 milyarlık euro'luk kesinti ücretlerle sınırlı değil; kamu hizmet-lerine ayrılan payı topyekun küçültecek. Ücret kesintilerini ve işten atılmaları ancak genel grev durdurabilir İrlanda'da işsizlik çığ gibi büyüyor. Halihazırda yüzde 12,6 olan işsizlik oranının gelecek yıl yüzde 14'e tırmanması bekleniyor. OECD tahminlerine göre, 2010'da vergi sonrası gelirler yüzde 10 küçülecek. Hal böyleyken hükümet; ücretlerden, emeklilik fonlarından ve kamu harcamalarından keserek bankalara aktarmanın yollarını arıyor. Bankaları kurtarmak için İrlanda halkının cebinden 11 milyar euro hortumlandı bile. Oysa herkes biliyor ki krizi emekçiler çıkarmadı. Bu yüzden "hepimiz özveride bulunalım" türünden lakırdılar inandırıcı olamıyor. İrlanda'da emekçilerin sonuç alabilmesi için tek bir yol var: Tüm emekçilerin katılımıyla genel grevin örgütlenmesi. Bunun için öncelikle sendikalarda yuvalanan bürokratik liderlik anlayışının aşılması ve toplumsal ortaklık stratejisinin reddi gerekiyor. Sınıfsal taban harekete geçmeli; kurulacak grev komitelerine kitlesel katılım sağlanmalı; komitelerdeki işleyiş ve denetim bürokratik değil demokratik kurallara göre yürümeli. Tüm ülke çapında etkili olacak güçlü bir direniş için kamu ve özel kesim çalışanlarının, göçmen işçilerin, öğrencilerin, emeklilerin ve işsizlerin biraraya gelerek güçbirliği yapmaları gerekiyor.


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 9

Politika

"İşten Atmak Yasaklansın, İşsize İş" kampanyası yaygınlaşmalı İnsanlar bu talebin altına imza atmak için birbirleriyle yarışıyor. Kampanya işçi çıkartan işletmelere el konulması talebiyle sürdürülmeli Şadi Ozansü (*) Uzunca bir süredir "Sosyalist Koordinasyon"un bileşenleri olarak İşçi Forumu çatısı altında "İşten Atmak Yasaklansın, Herkese İş" kampanyasına katkı sunuyoruz. Bu kampanyaya hali hazırda Sosyalist Koordinasyon bileşenleri dışında başta TÜRK-İŞ, DİSK ve KESK olmak üzere birçok işçi ve emekçi konfederasyonu ve sendikalarının yanı sıra işçi sınıfı hareketinin yandaşı olan siyasi partiler, dernekler ve gruplar da destek veriyorlar.

Talebin Önemi Her şeyden önce şunu belirtmek gerek: "İşten Atmak Yasaklansın!" talebi, çürüyen (geberen) kapitalizmin mevcut krizi ortamında dünya işçi sınıfının hemen her ülkede öne çıkarması gereken en hayati talep haline gelmiştir. Dünyada milyonlarca işçiyi, emekçiyi, kent ve kır çalışanını işsizliğe mahkûm eden bu kriz, aynı zamanda işten "henüz" atılmamış olan emekçiler üzerinde de Demokles'in kılıcı etkisini gösteriyor. Dolayısıyla onlar da işsiz kalırım korkusuyla işlerine dört elle sarılmak, daha düşük ücretler karşılığında daha fazla çalışmak zorunda kalıyorlar.. Bu yetmezmiş gibi krizin etkisi çalışanlar arasındaki rekabeti arttırdığından sınıf dayanışması da giderek zayıflıyor. Uluslararası kapitalizmin insanlığı sürüklediği bu barbarlık ortamından kurtulmanın ilk adımı günümüzde neredeyse "İşten Atmak Yasaklansın!" türü basit bir talepte ifadesini buluyor. Başka zamanlar sıradan "reformist" bir talep olarak gözüken bu talep günümüzde bütün dünya ülkelerinde en devrimci talep haline gelmiş bulunuyor. Nedeni de basit:

Kampanya katılımcıları pankartlarıyla 25 Kasım’daki KESK yürüyüşündeydi

1) Bu talebin karşılanması demek, yerli/yabancı hiçbir şirketin işçi çıkaramaması demektir

Demek ki, bütün çalışanların arzuyla destekledikleri bu talep aslında kapitalist sistemin işleyişini sarsan bir nitelik kazanıyor. Çünkü günümüzün geberen kapitalizmi artık işçi sınıfının en basit taleplerini bile karşılayamaz haldedir.

sendikacı ve devrimci grup ise bu talebin kapitalizm altında gerçekleşemeyeceğinden hareketle rasyonel olmadığını ileri sürerek kampanyaya kayıtsız kalıyorlar. İşte akkoyun-karakoyun meselesi tam da burada karşımıza çıkıyor. Neden mi? Söyleyelim: Eğer söz konusu talep kapitalist işleyişi dinamitliyorsa, yani (halkın katılamayacağı) çok ileri bir talepse ve de üstelik buna rağmen sıradan insanlar tarafından destekleniyorsa, yani marjinal sol (?) grup talebi değilse, siz "devrimci" sendikacılar ve gruplar bundan niye rahatsızlık duyuyorsunuz?

Akkoyunla karakoyun

Bir sonraki adım?

Yürüttüğümüz bütün kampanyalarda ( kentlerin çeşitli merkezlerinde açılan imza standlarında) insanların imza atmak için birbirleriyle yarıştıklarına tanık oluyoruz. Demek ki çok haklı bir talebe (yaraya) parmak basmış durumdayız. Buna karşılık hiçbir sendika yöneticisinin de bu haklı talebin karşısında durduğuna tanık olmadık ve yukarıda sıraladığımız bütün örgütler kampanyayı destekliyorlar. Çok az sayıda

Bu kampanyanın bir sonraki adımı kendini bütün yakıcılığıyla ortaya koyuyor: Kriz bahanesiyle işçilerini kapının önüne koyan patronların işyerlerine çalışanların denetiminde devletçe el konsun! Yani hangi uluslararası ya da ulusal şirket kriz bahanesiyle işçi çıkarıyorsa onun mülküne el konsun. İşten Atmak Yasaklansın talebi bu mantıksal sonucu dolayısıyla devrimci bir karakter kazanıyor çünkü daha

2) Gene bu talebin karşılanması demek kapitalistlerarası rekabetin daha da kızışması, ama buna karşılık işçi örgütlerinin güç kazanması demektir.

ikinci adımında özel kapitalist mülkiyet/kolektif kamu mülkiyeti ikilemini insanların önüne dikiveriyor. Üstelik bunun ilk adımını atmış olan insanlar ikinci adım için niye harekete geçmesinler ki?

Kampanya hızla yaygınlaştırılmalı Yukarıda anlatmaya çalıştıklarım bu kampanyanın işçi sınıfı mücadelesi açısından ne kadar hayati bir önem taşıdığını vurgulamak içindi. Böyle bir yasanın çıkartılması için toplanan imzaların Meclise taşınması büyük bir eylemdir ve bu eylemin gerçekleştirilmesi için de işçi sınıfının kitle örgütlerinin yanı sıra bütün sosyalist ve devrimci güçlerin birlikte davranması bir zorunluluktur. "İşten Atmak Yasaklansın, İşsize İş!" Platformu kendisini güçlendirecek bütün güçlere açık olduğunu başından beri sürekli duyurmaktadır.

(*) Şadi Ozansü, İşçi Kardeşliği Partisi (İKP) Genel Başkan Yardımcısı


10 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Politika Alevi Bektaşi Federasyonu Başkanı Ali Balkız:

“Yeni söz, yeni program, yeni ve yeni bir manifesto istiyor

Kadıköy’deki Büyük Alevi Mitinginde Aleviler “Eşit Yurttaşlık Hakkı” taleplerini bir kez daha gündeme getirdiler

CHP genel başkan yardımcısı Onur Öymen'in TBMM'de "demokratik açılım" ön görüşmelerinde Dersim üzerine sarf ettiği sözlerinin ardından Alevilerin genel sorunları ve özel olarak da CHP ile ilişkileri yeniden hararetli bir tartışmanın konusu oldu. Mustafa Bayram Mısır bütün bu gelişmeleri Alevi Bektaşi Dernekleri Federasyonu Başkanı Ali Balkız ile görüştü.

tılı anlamda yeterince kavranamadığı, içselleştirilemediği, yerleştirilemediği, hukuku oluşturulamadığı ve pratiği yaşanamadığı için de Sünnilerle eşit olmadığımızı düşünüyoruz. Bu nedenle eşit yurttaşlık hakkı talepleriyle, geçen yıl 9 Kasım 2008'de Ankara Sıhhiye'de, bu yıl 8 Kasım 2009'da İstanbul Kadıköy’de 550 bin kişinin katılımıyla bahsettiğiniz mitingleri düzenledik ve istemlerimizi sıraladık. Temel istemimiz eşit yurttaşlık hakkıdır. Sorunlarımızın kaynağının Türkiye’nin sistemi olduğu bilinciyle hareket ederek, kendi açımızdan şu taleplerde bulunduk: n Diyanet İşleri Başkanlığı kaldırılmalıdır, laik bir devlette böyle bir kurum olmaz. n Zorunlu din dersleri seçmeli hale getirilmelidir, içeriği değiştirilmelidir, çağdaşlaştırılmalı, çeşitlendirilmeli ve çoğullaştırılmalıdır. Çünkü laik bir ülkede zorla Sünni din eğitimi ve herhangi bir din eğitimi öğretimi zorunlu olarak verilemez, verilmemelidir.

İki yıldır “eşit yurttaşlık hakkı talebiyle düzenlediğiniz mitinglerdeki temel talepleriniz nelerdir?

n Cem ve Kültür Evleri yasal statüye kavuşturulmalıdır. Alevilerin kendilerine özgü bir Tanrı ve ibadet anlayışları vardır. İbadethanelerinin adı da cemevidir. Cemevinde ibadet ederler. Orada yola girer, ikrar verir, on iki hizmetlerini görürler. Cemevleri caminin alternatifi değildir. Başka bir şeydir. Bu yasal güvenceye kavuşturulmalıdır.

Biz varız, ayaktayız. Bu ülkenin bir bileşeniyiz, Alevi ve Bektaşileriyiz, ülkenin ayrılmaz bir parçasıyız. Ancak sorunlar yaşıyoruz. Ülkemizde laiklik ve demokrasinin Ba-

n Alevi köylerine 12 Eylül'den bu yana giderek yoğunlaşan bir biçimde camiler yapılıyor. Cemaat olmamasına karşın Sünni imamlar atanıyor. Ve onlar günde beş vakit

Mustafa Bayram Mısır

Alevi Bektaşi Federasyonu Başkanı Ali Balkız

ezan okuyorlar. Her seferinde bahsettiğimiz gibi Alevilerin ibadethanesinin adı cemevidir. Bu politikalardan vazgeçilmelidir. Madımak Oteli müze olmalıdır. Çünkü orada devlet devletliğini yapmadı, 2 Temmuz 1993 tarihinde. Bir devletin varlık nedeni yurttaşlarının can güvenliğini korumaktır öncelikle. Ama o gün o tarihte Sivas'ta devlet bu görevini yapmadı, yapmak istemedi. Sonuçta 35 insanımız hayatını kaybetti. Devletin bu anlamda bir özür borcu vardır, sadece Alevilerden değil, sadece Sünnilerden değil, sadece Sivas'ta yaşayan Sivaslılardan değil, bütün insanlık aleminden bir özür borcu vardır. Bunun yerine getirilmesi gerekir ki, bunun ifadesi, oranın bir insanlık müzesi, bir ayıp müzesi haline getirilmesidi r. Bir başka talebimiz de başta Hacı Bektaş Dergahı olmak üzere, Tekke ve Zaviyeler Kanunu ile daha öncesinde 2. Mahmut'un 1826'lardaki, şiddetle kapattıkları nedeniyle, atalarımızdan bize kalan son mekanlarımız -başta Hacı Bektaş Dergahı olmak üzere, Şahkulu, Karacaahmet, Erikli Baba, Abdal Musa gibi- çokça dergahımız elimizden alınmıştır. Kimi onların kimi bizim müze statüsündedir; kimi de kira yoluyla, kira alınarak, kontrat yoluyla Alevilerin yönetimine bırakılmıştır. Buraların bize verilmesini istiyoruz. Taleplerimiz bunlar. Ama bunlarla yetinmiyoruz. Aynı dönemde, bu sorunlarımızın, ülkemizin temel düzeninden, sisteminden kaynaklandığı bilinciyle örneğin Kürt Sorunu barışçıl ve demokratik yollardan çözülsün istiyoruz.


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 11

kadrolar uz!” “Nasıl bir Türkiye istiyoruz?” bildirgeniz ile alternatif bir Alevi siyasi gücü mü, partisi mi inşa etmeye çalışıyorsunuz? Yoksa bir sol birlik arzusu içinde misiniz? Bu bildirgenin ana teması Türkiye'yi tartışmaya davet etmektir. Niye tartışmaya davet etmek? Çünkü ülkemizde biz solda, sol - sosyal demokrat bir yapıya ihtiyaç olduğunu düşünüyoruz. Mevcut partiler ya sınıf partisi ya adı sol sosyal demokrat ama kendisi sağ statükocu, burada bir boşluk olduğunu düşünüyoruz. Bu boşluk böyle doldurulabilir. 2009 Mart Yerel Seçimleri sonrası, biz Federasyon olarak bir durum değerlendirmesi yaptık, Parlamentonun durumuna baktık, seçim sonuçlarına baktık: Bu partilerle ülkemizin sorunlarının çözülemeyeceğini, bizim de kendi temel taleplerimiz yanında, Kürtlerin, işçilerin, emekçilerin, işsizlerin, öğrencilerin, sanatçıların taleplerinin karşılanamayacağı varsayımıyla böyle bir tartışma süreci başlattık. Bu tartışmanın sonu henüz alınmış değil. Buradan bir siyasi parti çıkar mı? Çıksın arzu ediyoruz. Ama bu asla ve asla Alevi siyasi partisi olmayacaktır, olmamalıdır. Geçmişte, yakın tarihimizde yaşadığımız Türkiye Birlik Partisi, Demokratik Barış Hareketi ve Barış Partisi gibi bir oluşumu asla öngörmüyoruz. Bu bizim siyaset anlayışımıza da,

laiklik anlayışımıza da, demokrasi anlayışımıza da ters. Ama buradan Alevilerin de içinde yer alacakları, yeni bir söz, yeni bir söylem yeni bir program, yeni kadrolar, yeni bir manifesto ile ülkemizde siyasete müdahale etmeyi amaçlamış vaziyetteyiz. Tartışmalar sürüyor... Ufuk Uras'ın, 10 Aralık Hareketi'nin ve SHP’nin de içinde yer aldığı yeni partileşme süreci ile ilginiz nedir? Andığınız hareketlerle temasımız var. Zaman zaman görüşüyoruz, zaman zaman toplantılar yapıyoruz. Onlar bizimle ilgili, biz de onlarla ilgiliyiz. Ümit ediyoruz ki, diliyoruz ki, “nasıl bir Türkiye?” sorusuna aynı yanıtları verenler aynı organizasyon içinde yer alırlar. Kürt Hareketi, Türkiye'de Kürtlerin taleplerini temsil eden büyük bir siyasi güç haline dönüştü. Sizin bakışınız bu hareketle birleşmeyi de içeriyor mu? Bizim tutuşturduğumuz süreç gerçekleşirse eğer, DTP'nin dışında kalmış, PKK'nın dışında kalmış Kürt kesimleriyle elbette birleşmeyi, buluşmayı arzu ederiz. Ama onlarla örgütsel birliktelik içerisinde olmayız, olmamız doğru olmaz. Çünkü DTP ve PKK etnisiteye dayalı, bir bölgeye dayalı belirli sorunlara dayalı bir siyaset yapıyor. Biz bütün Türkiye'yi düşünüyoruz. Onur Öymen'in Dersim’e ilişkin açıklamaları CHP ile Aleviler arasındaki siyasi mesafeyi açmak için bir olanak mı? Onur Öymen anlaşıldı ki, Türkiye tarihini bilmiyor. Bir diplomat, büyükelçi, bir konuya dair söz söylerken en azından onu kabaca da olsa bilmesi gerektiğini anlarız. Ve söylediklerinin ne anlama geldiğini, nereye gideceğini, gittiği yerde nasıl anlaşılacağını bilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Hadi onun cahilliğine verelim. Ama kurum, Cum-

huriyet Halk Partisi bu konuda cahil değildir, olamaz olmaması gerekir, cumhuriyetle eşit yaşta bir parti. Biz, Öymen'in istifasını istedik. Ve düşüncelerine uygun bir partiye gitmelidir. Ararsa öyle bir parti bulur. Bulamıyorsa bu düşünceye uygun bir parti kurulabilir. Yok CHP diyecekse ki, “bu nereden çıktı biz de aynen Onur Öymen gibi düşünüyoruz,” o zaman bunu açıkça söylemelidir. “’Eğer CHP bunu diyorsa, başta Kılıçdaroğlu'ndan, özellikle Dersim kökenli olanlardan başlayarak CHP içinde bulunan milletvekilleri ve parti yöneticilerinin istifa etmesi gerekir’, dedik. Çağrımız buydu. Ama parti, hem Onur Öymen'e sahip çıktı, hem o düşünceye sahip çıktı; hem Kılıçdaroğlu'nun “gereğini yapmalı” sözü boşa düştü, Yılmaz Ateş'in “şık olmadı” sözü hiç duyulmadı. Dolayısıyla CHP, “biz bu işi kapatalım” dedi, “kapatalım çünkü AKP kaşıyor; AKP, bu olay üzerinden Alevilerle CHP'nin arasını açmaya çalışıyor; Atatürkçü düşünce ile Atatürk ile Alevilerin arasını açmaya çalışıyor” gibi tezler ileri sürdüler. Hangi tezleri ileri sürerlerse sürsünler, tarih orada, Tunceli dağları orada, yaşanan katliam ve acılar orada... Tabii, “bir musibet bin nasihatten iyidir” denir, böyle bir nedenle de olsa konu Türkiye gündemine geldi, Tunceli'de 1937-38'de daha önceki yıllarda neler yaşandığını bilmeyen birçok aydın, gazeteci, yazar, sanatçı, politikacı, öğrenci, tarih meraklısı, Türkiye meraklısı bir çok insan dönüp Tunceli'de neler olduğunu bu vesileyle öğrenmeye çalıştı ve öğrenmeye de devam ediyor. CHP böyle de, konuya böyle bakıyor da, AKP farklı mı bakıyor? Ya da geçmişte Mesut Yılmaz farklı mı bakıyordu? Bu vesileyle “Alevi Çalıştayları” ve AKP'nin “Alevi açılımı” hakkındaki görüşlerinizi de alalım.

‘Alevilik sosyalizmden farklı ama yakın’ Mitinglerinizde Pir Sultan Abdal kadar, Deniz Gezmiş, Mahir Çayan ve İbrahim Kaypakkaya'nın da resimleri taşınıyor; bu isimler Türkiye Sosyalist Hareketi'nde kurucu roller edinmiş sembol isimler. Mitinglerden yansıdığı kadarı ile, Alevi gelenekleri içinde de anılmaya başlamış isimler. Bu ikisi arasındaki tarihsel ilişki nedir size göre? Sadece mitinglerinde değil evlerinde de öyle... Adını andığınız devrimci arkadaşlarımız kuşkusuz ki, Alevi ya da Sünni kimlikleriyle, Türk ya da Kürt kimlikleriyle yola düşmediler. Onlar devrimci duygularıyla,

Marksist-Leninist ve materyalist felsefe ve düşünceyle bir sınıf mücadelesi kararıyla yollara düştüler, mücadelelerini ve hayatlarını verdiler. Ne istiyorlardı? Eşitlik, kardeşlik, sömürüye karşı çıkmak, başka bir dünya vadediyorlardı. Alevilerin arzu ettikleri dünya ile Onların arzu ettikleri dünya birbiriyle örtüşüyordu. Kimse kimseye dilinden, dininden, cinsinden, cinsiyetinden ötürü ayrımcılık yapmayacak; kimse kimseyi sömürmeyecek; kimse kimseye haksızlık yapmayacak; herkes çalıştığının karşılığını alacak; herkesin örgütlenecek... Ben size başka bir şey anlata-

yım; sayfanız izin verecek mi bilmiyorum... Alevi cemlerine katılacaklar evlerinde ne varsa onu getirirler. Kimi bir koç getirir, kimi bir kuzu, kimi bir kilo tereyağı, kimi bir avuç tuz; hepsi kara kazana girer, kaynar, kurban olur, pişer ve ceme gelmiş olan herkes doyuncaya kadar ondan yerler. Kalan miktar, kazanın dibinde kalmıştır; kişilere kurbancı tarafından -ceme hizmet edenlerden biri, kurbancıdır adı-, o, gelen ailelere nüfus başına kepçe ile eşit dağıtır. Sonra sorar, “elimde yok ki terazi ile kantar, herkes oldu mu hakkına razı...” Bu şudur, “herkesten gücüne göre almak, herkese ihtiyacına göre

vermek”. Sosyalizmin temel kavramlarından, kurallarından biri. Aleviler, sosyalizm yokken, Marx doğmamışken, bin yıllardır bu geleneği yaşıyorlardı. Ama buradan hareketle, Alevilik sosyalizmdir, sosyalizm Aleviliktir demek, doğru olmaz elbette; farklı farklı şeyler. Ama bu kadar da yakındır... Aleviler adını andığınız devrimci kişileri, onların Türk, Kürt, Sünni, inançlı, inançsız olmalarını düşünmeksizin peşin peşin bağırlarına basmış; kendi kahramanları, kendi Hazreti Ali'leri, Hüseyinleri, Pir Sultan Abdalları kabul etmişlerdir...

>>


12 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Politika

>>

AKP ile CHP arasında, tıpkı Dersim olaylarında olduğu gibi ya da Alevi taleplerinde olduğu gibi fark yok; Cumhuriyetin bütün hükümetleri birbirine benziyor. Konu Aleviler olunca, konu Kürtler olunca, devletin temelinde tek tip insan yaratma amacı olduğu için, Türk ve Müslüman yaratma sevdası ve planı olduğu için aykırı olan herkesi silip süpürmek, yok saymak politikası o günden bugüne bütün hükümetler tarafından takip edile gelmiştir. AKP ise, evet Alevilerin de tarihinde, Aleviler mitingler yapıyorlar, talepleri var, dinleyelim anlayalım düşüncesiyle Alevi Çalıştayı başlattı. 35 Alevi Örgütü temsilcisi, 3-4 Haziran 2009 tarihinde, gittik anlattık. Sayın Bakan'a taleplerimizi, el birliği, ağız birliği, iş birliği yaparak sunduk. Ve dedik ki, bazı hükûmetler ne yazık ki, “Aleviler siz çok parçalı bulutlusunuz, biriniz bir şey istiyorsunuz, başka bazılarınız başka bir şey istiyorsunuz, hangilerinizin taleplerini yerine getirelim ki? Gidin aranızda buluşun birleşin, istemlerinizi birleştirin, bizde ona göre bakalım.” Turgut Özal, Mesut Yılmaz, Süleyman Demirel, Tansu Çiller hep böyleydi. Bu kez Aleviler taleplerini birleştirip, hükûmetin önüne koydular; AKP'nin artık böyle bir mazereti yok. Bakın, önceki gün gazeteler yazdı, sayın Faruk Çelik, Kızılcahamam'daki istişare toplantısı sonrası kendisine “Alevi açılımı, Alevi Çalıştayı” ile ilgili sorular yöneltildiğinde “Alevileri birlik değil ki” düşüncesini sunuyor. Aynı şeyi Alevi Çalıştayları Moderatörü Necdet Subaşı yapıyor, 15 Kasım 2009 tarihli Sabah Gazetesinde... “Biz birleşin dedik, birleşmediler” diyor. Neyi amaçladıklarını aşağı yukarı görüyoruz... Cumhuriyet hükûmetlerinin yerleşik tutumu AKP tarafından da aynen sürdürülüyor. Evet, aynen sürdürülüyor. Çalıştayda bu eleştiriyi gösteriyorlar ama önce mahkeme kararlarını uygulasaydılar ya... AİHM Kararları var. Din dersleri ile ilgili.

tingler yaparak açmaza çekiyorlar süreci.” dedi. Oysa ki, eğer samimi iseler onların elini güçlendirmek için de yapılmıştır bu miting. İzzettin Doğan ve Cem Vakfı? İzzettin Doğan ve çevresi, o fikriyat, Alevileri asimile etmeye çalışan, Sünnileştirmeye çalışan devlet politikası ile tam bir uyum halindedir. İzzettin Doğan bir dede çocuğudur, profesördür, bilim adamıdır, atadan babadan ocak sahibidir. O ocakta yetişmiş olan biri Alevi İslam diye bir kavramı hiç duymamıştır. Yeni bir terim türetti. Alevi tarihinde, töresinde, kültüründe, sözlüğünde yeri olmayan bir kavram üreterek, Alevi İslam diyerek, yeni bir Alevilik yaratma hevesine kapıldı. Televizyondan cemler yayınlanıyor, erkekler bir tarafta, kadınlar bir tarafta, kadınların başı örtülü, izlerken korkuyorsunuz sanki bir tarikatın zikir töreni gibi... Alevilikte böyle bir şey yok. Cem vardı da, böyle bir cem yok. O, “ben Alevilerin önderiyim, lideriyim sözcüsüyüm, bu yeni yetmeler de nereden çıktı, üstelik bunlar siyaset yapıyor” diyerek, dünyaya sağdan bakarak, sağ ideolojiden bakarak yeni bir Alevilik inşa etmeye çalışıyor. En son 8 Kasımda İstanbul'da 550 bin kişi ile miting yaparken, O'na bağlı örgütlerin şubelerinden de binlerce insan kendi olanakları ile otobüslere, dolmuşlara, trenlere, vapurlara atlayıp Kadıköy'e gelmişler iken, O'na bağlı Cem Tv aynı tarih aynı saatteki MHP Kurultayını canlı yayınlıyordu. Alevilere yönelik yayın yapan bütün televizyonlar -Yol, Su, Dem, Hayat başta olmak üzere-, ulusal kanallar, haber kanalları hepsi, uydudan alıp yayınlar yaparken, Cem Tv MHP Kurultayını yayınladı ve MHP Yönetimine kendi vakfından görevlendirdiği arkadaşlarını soktu. MHP'ye gidiyor, AKP'den aradığını bulamamış olmalı ki...

Danıştay'ın da bir kararı var...

Bu durum Alevi erkanına göre bir düşkünlük hali midir?

Bölge İdare Mahkemesi kararları da var. Bu kararları uygulamak için AKP'nin çalıştaya, açılıma ihtiyacı yok ki, olmaması gerekir. Mahkeme kararları karşısında hükûmetlerin eli kolu bağlıdır. Erteleyemez. Uygulaması gerekir. Bu kararları uygulamamak anayasal bir suçtur. Hem de laikliğe karşı mücadelenin odağı olmak gibi bir suçtur. Ayrıca bu taleplerin içinde bazıları var ki; Madımak Oteli'nin müze olması, bu Kültür Bakanlığı'nın hazırlayacağı bir genelgeyle olabilecek bir şey. Alevi köylerinde görevli Sünni imamların geri çağrılması, Diyanet İşleri Başkanlığının bir emirnamesi ile olabilecek bir şey. Bunları görmedik, göreceğe de benzemiyoruz. Yine Faruk Çelik, bizleri 8 Kasım 2009 Kadıköy mitingini yaparak süreci baltalamakla suçladı. “Ne güzel, çalıştay süreci ilerliyorken, kendi programımız devam ediyorken, bu tür mi-

Evet, bu bir düşkünlük halidir. Bu bir yoldan çıkmadır. Bu işlenebilecek suçların günahların en büyüğüdür. Ama bu meşrebine de uygundur. Sivas'ta Madımak Oteli'ni kuşatıp orayı yarım saatlik kuşatmadan sonra ateşe verenlerin içerisinde MHP'liler de vardı, Ülkü Ocakları ve komando dediğimiz genç militanlar da vardı. Ve bunlar duruşmalar boyunca, yedi yıl boyunca, kurt işaretleriyle, yaptıklarından utanç duymayı, pişman olmayı bir tarafa bırakın, hayatlarını kaybetmiş olan insanların yakınlarına ve biz müdahillere saldırdılar. Mahkeme salonunda otururken gazete, radyo ve televizyonların önünde... MHP bu konuda herhangi bir özür dilememişken, işin içindeki rolünü kabul etmemişken, bu yanlış olmuştur bile dememişken, İzzettin Doğan'ın bu olay hiç yaşanmamış gibi MHP'ye meyletmesi evet O'nda düşkünlük halidir.

Tayyip “Kürt açılımı” AKP’nin erken başlattığı bir seçim manevrası. Buna seçimlerde bir odak olarak boy gösterecek bir “Sol ittifak”la yanıt verilmeli Hüseyin Hasançebi

Dikkatle bakmak lazım. Başbakan korktu. Elbette korkacak. Siyaset korkuyla yapılan bir iştir. Korkmadan yapılan şeye siyaset denmez. Siyasette korkup geri dönmek de yoktur. Başbakan gideceği yere kadar gidecek, kim zayıfsa ona saldıracak, kim boş bulunursa ümüğünü sıkacaktır. Başbakan geçmiş en yakın seçime bakarak gelecek en yakın seçimden korktu. 2009 Mart yerel seçiminde oyları bir önceki seçimin yüzde 47’sinden geriye, yüzde 39’a düşmemiş miydi? Seçimde Kürt illerini Kürtlere kaptırmamış mıydı? Adam olana korkması için bu kadarı fazlaydı bile. Ne korkması, azıttı, gidişat tek parti hâkimiyetinedir! Bunu diyen ne iktidar olmuştur, ne de iktidarın elinden kaymakta olduğunu görmüştür. Tek parti hâkimiyetine gidecek tabii. Siyasetin felsefesi de, mantığı da budur. Sen istemiyorsan, gücün yetiyorsa engelleyeceksin. Siyasette çoğulculuk denen şey senin gücünden başka nedir ki? Bir farklı çıkarı ifade eden “sen”i ezmek, yok etmek isteyecekler, sen direneceksin, var olacaksın.

Seçim için erkenden… AKP, dışarıdan güdümlü bir büyük ekonomik krize (2001) denk geldiği için sandık demokrasisi içinde uygulanabilen bir ABD projesi olarak iktidar olmuştu. Başbakan bunu bilmez mi? Bildiği için AKP’nin, doğduğu neden içinde boğulacağını da bilir. Yüzde 1,5 oraya, yüzde 2,5 buraya oy kaybetmekte olduğunu günbegün ölçerek görmektedir. Korktuğu budur. Tek başına iktidarını kaybettiği gün başının da tehlikede olacağının farkındadır. “Kürt açılımı”na bu nedenle sarılmıştır. Amacı çözüm değil, geçen yerel se-


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 13

Erdoğan korktu

başına ele geçirmiş ve orduyu da yanına almış bir iktidarın üstüne gittiği için “demokratik muhalefet”i de doğal olarak kapsayacaktır.

Karikatür: Sait Munzur

Sol ittifak

çimde DTP’ye kaptırdığı Kürt oylarının bir kısmını, hiç değilse kendisine bir dönem daha tek başına iktidar verecek kadarını geri kazanmak için bu yola başvurmuştur. Erken seçim için olmasa bile seçim için erkenden bu yola girmiştir.

AKP’yi kurtarmak için “açılım” CHP ve MHP, aksini söyleseler bile AKP’ye karşı TSK’den başka dayanakları olmadığını bilmektedirler. Ordunun yapamadığı muhalefeti yaptıklarını, orduya sitem ederek sık sık dile getirmeleri bu nedenledir. Yanılıyorlar. Gidişat o gidişattır ki önü artık asker ile de kesilemez. “Sizi ben bile kurtaramam” sözü aşılmıştır. Ordu AKP’ye, “seni ancak ben kurtarırım” demiştir. Ordu içinde ve arkasında durduğu için “açılım” pek çok kişi ve çevreye “devlet projesi” gibi gözükmüş, bu nedenle umut vermiştir. Oysa “açılım” dedikleri şey, AKP’yi kurtarma manevrasıdır. MHP’yi ve CHP’yi dışlayan bir “devlet projesi” tahayyül edilebilir mi?

Kürtler yurtlarına kavuşmadıkça… Bunu anlamayan kafaya şaşmak gerekir. Nedir bu “Kürt Açılımı” ve nereden çıkmıştır? Üç beş silahlı militanı görmez-

likten gelerek, çocukları o mahkemede değil bu mahkemede, beş yıla değil de bir yıla mahkum ederek, şeşi beş gösteren TV kurarak Kürt meselesi mi çözülürmüş ve “Kürt meselesi” dediğimiz mesele gerçekten de bu mudur? Kürt meselesi, “tek vatan, tek bayrak” içine sığan bir mesele olsaydı, zaten bu kalıba zorla sokulduğu doksan yıl içinde mesele olmazdı. Kürt meselesini görmek ve çözmek demokrasiyle ilgili bir sorunmuş gibi algılandığı anda çözümsüzlük başlar. Kürtler kendileri için Anadolu’da bir “yurt” istediklerini kaç bin kere söylemediler mi? İkinci resmi dil talebinin bundan başka bir anlamı olduğunu hangi allame biliyor da biz bilmiyoruz? Yoksa PKK 30 yılda 30 bin canı bu konuya, AKP ve liberaller sakız çiğnesin diye mi yatırdı? Çözüm, öyle istendiği için öyledir: “Türkiye”de TÜRK ve KÜRT harflerini yan yana, büyük harfle ve kalın yazmaktan başka çözüm çaresi yoktur. “Eğer öyle ise, Kürtler AKP’nin oyununa gelmez” demeyin sakın, çünkü geleni çoktur. DTP üzerinden PKK’ye eklemlenmiş “makul Kürtler”in büyük bir bölümü, AKP’nin “Kürt açılımı”ndan, bu açılım PKK’nın tasfiyesini amaçlamış olsa bile,

memnundur. İnkârcı Türk devletinin ağzından “Kürt” lafını kaçırması bile Kürtlerin bu kesimine “büyük bir tarihi vak’a” gibi gelmektedir. Eski ve yeni, birçok Kürt solcusu ve sosyalistine bu “açılım”, şimdilik bundan daha fazlası olamaz mantığıyla, bir umut gibi gözükmüştür. Tamam, umut umuttur evet ama kendileri için bu umut tam bir “umutsuzluk vak’ası”dır.

Sol uykusundan uyanmalı AKP’nin, “açılım” adı altında başlattığı bu seçim manevrasına karşı solcular ve sosyalistlerin yapabilecekleri bir şey var mı? Belki. AKP erkenden harekete geçtiyse sol da uykusundan uyanmalı, harekete geçmelidir. CHP’nin ve MHP’nin AKP’ye ve açılımına muhalefeti, AKP’nin gerçek niyetine ve amacına basmadığı için AKP tarafından kolayca savuşturulacak bir muhalefettir. AKP’ye karşı gerçek muhalefet ancak soldan başlatılabilir. Ama bu sol ile ve solun bugünkü haliyle değil elbette. Krizin mahvettiği halka günübirlik de olsa nefes aldıracak bir karşı saldırıyı tetiklemenin kendi görevi olduğunun bilincindeki bir sol başlatabilir ancak AKP kâbusuna karşı gerçek bir sınıf muhalefetini. Böyle bir sınıf muhalefeti, iktisadi ve siyasi “merkez”i tek

Biz sosyalistler ve solcular bunun için önce, DTP’nin oyları ile siyaset yapma yorgunluğundan vazgeçmeliyiz. DTP’nin haklı taleplerine ve siyasetine destek vermek ile solun kendi asli görevine odaklanması arasındaki farkı netleştirmeliyiz. Sol bunun için bugünden başlayarak ve gün kaybetmeden seçimlerde bir odak olarak boy gösterecek bir “Sol ittifak” kurmayı düşünmelidir. “Sol ittifak” Ufuk Uras ve yandaşlarının çizmeye çalıştıkları “siyasi karikatür”den daha başka, daha gerçekçi ve daha anlamlı bir siyasi örgütlenme gibi gözükmektedir. Solu bir siyasi muhalefet platformunda firesiz birleştirecek bir tasarım olarak bir “Sol ittifak”, DTP’nin kendi hedeflerine uyandırdığı seçmen kitlesine değil, kendi bağımsız hedeflerine uyarıp uyandırdığı seçmen kitlesine güvenmelidir. 1957 seçimlerinden önce Demokrat Parti pabucu pahalı görmüş, kendine muhalif bir siyasi cephe kurulmasını yasaklamıştı. Bu yasakla paçayı kılpayı kurtarmış ve Menderes, bıçak sırtında seyreden seçimi kaybetme ihtimalinden duyduğu korkuyu “Allah bana bir daha böyle bir gece yaşatmasın” diyerek belli etmişti. Sol, “güç” olmadığı için değil, gücünü ortaya koyamadığı için sınıf düşmanları için “korku” unsuru olamıyor. Sermaye için bir risk unsuru olmayan sol, gerçekten sol mudur, düşünmeliyiz. AKP, kendini kurtaracak planlarını bize ve Türk toplumuna ve Kürtlere, “Okyanus ötesinden” geldiği imasıyla sunarak “yenilmezlik” algısını yerleştirmede bir hayli hüner kazanmıştır. Türk solu da yer yer bu tuzağa düştüğü için birçok basit AKP operasyonuna “bu bizi aşar” diyerek seyirci kalmıştır. Kendi davasını ciddiye alan bir solu aşan hiçbir şey olamaz. Bunun ne demek olduğunu anladığı halde davranmayan sol, kendini ciddiye almayan soldur. Sol olmak başkadır, solda oynamak başka. Kendimizi ciddiye alalım artık!


14 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Politika

Yön tayini Hiçbir ulus devlet sınırıyla sınırlı olmayan sosyalist iktidar ve birlikler için mücadele gerçekçi ve geçerli bir hedeftir

Haluk Yurtsever

kriziyle el ele büyüdüğü bir yörüngeye girdi.

Türkiye kapitalist cumhuriyeti, 1991’den bu yana kendisine yeni bir yer, yeni bir yön, yeni bir yol arıyor.

Türkiye, bu sürece 12 Eylül dönüşümünden geçerek eklemlendi. 12 Eylül, Türkiye tekelci sermayesinin dışa açılmasını, dünya sermayesiyle bütünleşmesini, Türkiye’nin bölge lideri altemperyalist bir güç olmasını hedefleyen, üniformalı finans kapital eliyle yürütülen bir toplumsal transformasyon hareketiydi. 12 Eylül döneminde devlet, Türkiye toplumuna cumhuriyet tarihinin en kapsamlı İslamcı aşılamasını yaptı.

1991, dünya siyasal coğrafyasında denge ve parametrelerin köklü biçimde değişmeye, gerici karakterde bir ara dönemin üstümüze çökmeye başladığı tarihtir. Bu tarihten sonra, dünya sermayesinin hareketi önündeki siyasal engeller bir bir ortadan kalktı; eski Sovyet, Doğu Avrupa ve büyük Çin toprakları kapitalizme açıldı; emperyalizmin antikomünist, antisovyetik eksenli jeopolitiği temelsizleşti; dünya neoliberal bir taarruzun sonunda, yeniden ve yeni türden bir paylaşımının güncelleştiği, patlayan yeni buhranın içeriği değişmiş bir hegemonya

İktidardaki Turgut Özal’ın dışa, özellikle de bölgeye açılma, Kürt sorununu “Türkiye’yi büyüterek çözme” girişimleri henüz olgunlaşmamış, pratikleşme zamanı gelmemiş de olsa, dünyayla bütünleşen sermaye sınıfının özlem ve eğilimlerini yansıtan de-

nemelerdi. Bu kısa özet, bugün sıkça dile getirilen “dış ve iç dinamikler örtüştü” doğru saptamasının bir nokta operasyonunun değil, 30 yıla yakın bir sürecin ürünü olduğunu, ayrıca durumun yalın komplo ve taşeronluk teorileriyle açıklanamayacak boyutları olduğunu gösteriyor. *

*

*

ABD’nin yeni Avrasya stratejisi ile Türkiye kapitalizminin emperyalistleşme yönelimi, konjoktürel ve taktik planda da örtüşüyor. ABD çözülmekte olan hegemonyasını bu bölgede geliştireceği inisiyatifle onarmaya, Irak, İran ve Afganistan sorunlarından daha fazla bataklığa saplanmadan sıyrılmaya, Ortadoğu ve Kafkasya’daki enerji kaynaklarının/yollarının denetimini el-

de tutarak AB ve Çin karşısında üstünlük sağlamaya çalışıyor. Bunların hiçbirini tek başına, ya da İsrail ve Irak Kürdistanı Bölgesel Yönetimi’yle işbirliğiyle gerçekleştirecek güçte değil. Müttefiklere, ortaklara ihtiyacı var. Kapitalist gelişmişliği, İslamcı restorasyonu, egemenleri arasındaki “büyük uzlaşma”sıyla Türkiye, ABD için bu coğrafyanın bugün için alternatifi olmayan müttefikidir. “Model ülke”olma kapasitesi de yabana atılamaz. AKP bir ABD tasarımı olarak biçimlendi ve yedi yıllık iktidarında içeride ve dışarıda küresel sermayenin has partisi olduğunu kanıtladı. Egemen sınıf ve devlet içindeki gücünü pekiştirdi. AKP Türkiye’nin en Amerikancı partisidir, ama aynı zamanda, büyük buhranın ve hegemonya krizinin yarattığı kao-


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 15

tik ortamı değerlendirerek gerektiğinde ABD denetimi dışında hareket etme eğilim ve kapasitesi taşımaktadır. Büyük sermayenin has partisidir, ama aynı zamanda kendinde sermaye sınıfını terbiye gücü görmektedir. Dinci ağırlıklı ideolojik, cemaat/tarikat köklü örgütsel bir temele dayanmaktadır, ama artık yargı, içişleri, eğitim ve adalet bakanlıkları başta olmak üzere devlet aygıtında, sivil bürokrasi, medya içinde ciddi bir güç, TSK içinde de giderek güçlenen taraftır. AKP devletin baskı aygıtları üzerindeki doğrudan hakimiyetini güçlendirir, kendisine bağlı totaliter polis devletini adım adım inşa ederken bu süreci “sivil toplumsuz Kemalist cumhuriyet” karşısında “sivil toplumcu/cemaatçi demokrasi” alternatifi olarak sunabilecek, bu aldatmacayıı geniş bir kesime yutturabilecek olanaklara ve cürete sahip bir siyasal oluşumdur.

ji olmaktan çıkarıyor. Bir başka önemli gösterge, Aleviliğin devletten ve CHP’den kopma sürecine girmiş olmasıdır.

AKP’ye bu denli geniş bir hareket serbestisi, devlet içinde bu denli güçlenirken muhalefetmiş gibi davranma olanağı sağlayan, karşısındaki burjuva muhalefetin arkaikliği ve perişanlığıdır. TSK, yargı, üniversite, sivil bürokrasi ve medya içindeki Kemalistler iktidar mevzilerini yitirir, tel tel dökülürken AKP’den daha devletçi, milliyetçi, şoven, Kürt düşmanı, militarist bir söylem ve eylem çizgisinde statükoyu savunuyorlar. Milliyetçi, gerici bloğun parlamentodaki ton ölçeğinde farklı uzantıları olan CHP ve MHP hiçbir ”vizyon”u, hiçbir çözümü ve geleceği temsil etmiyorlar.

Ancak, bu kapasite ve yöneliş konjonktürel güç ilişkilerindeki dalgalanmalara fazlasıyla açıktır. Çok kısaca belirtmek gerekirse, birincisi ABD’nin dünyadaki ve bölgedeki durumuna, İran ve öteki karşıtlarıyla ilişkilerinin seyrine, bu gelişmelere Çin ve Rusya’nın alacağı tutumlara vb. birçok değişkene bağlı olarak tüm senaryolar ters yüz olabilir. İkincisi, ABD’nin Ortadoğu’da bir “Osmanlı barışı” tasarladığı, gücünün yetip yetmeyeceği ayrı, Türkiye’ye bu geniş coğrafyayı ikram edeceği büyüklere masaldır. Yeri gelmişken ekleyelim; ABD’nin ve AB’nin Türkiye’yi böleceğine, ya da bölgenin süper gücü yapacağına ilişkin çıkarsamaların ikisi de bunları ileri sürenlerin siyasal bağlanmalarını haklılaştırmak için başvurdukları abartılmış argümanlardır.

Kemalist cumhuriyetçilik sınıfsal, ideolojik ve siyasal temelleriyle çöküyor. Türkiye, artık bir zamanların devlet koruması altında, gümrük duvarları gerisinde gelişen sermaye gruplarının egemen olduğu bir ülke değil. Geleneksel İstanbul sermayesi de, “Anadolu sermayesi” denilenler de küresel sermayenin ve tek dünya pazarının organik parçası oldular. “İç pazar” ve ulus devlet onları eskisi kadar ilgilendirmiyor. Kemalizm artık kapitalist Türkiye’nin egemen ideolojisi değil. Türkiye’nin en “küresel” kurumlarından olan TSK içindeki tasfiye ve düzenlemeler, dünyanın ve ülkenin ideolojik atmosferi devletin bu en önemli kurumu içinde de ana akım Kemalizmi egemen ideolo-

AKP ile karşıtları arasındaki mevzi savaşları bir süre daha değişik biçimler alarak sürecek olsa da, geleneksel devletçi, Kemalist tarafın orta ve uzun erimde Türkiye’yi yönetecek, sürükleyecek bir konumu yeniden kazanması neredeyse olanaksız görünüyor. Özetlersek, Türkiye kapitalist cumhuriyetinin geleceğini, akibetini bugün herkesten çok AKP temsil ediyor. Türkiye’yi bölgenin finans, aynı zamanda sermaye ihraç merkezi haline getirme, Rusya ve Kafkaslardaki enerji kaynaklarını Türkiye üzerinden AB’ye bağlayarak kendisini AB’ye dayatma vb. temelsiz iddia ve yönelişler değiller. Karşılıkları var. Türkiye’nin önünde böyle bir yol var.

* ** Türkiye solu, sosyalistleri de yeni koşullarda yeniden yön ve yol belirlemeye çalışıyor. Önce “yol”dan çıkanlarla ilgili bir not: “Liberal” ve “ulusalcı” olarak bir ölçüde toptan ve kolaycı biçimde tasnif ettiğimiz eğilimlerin ortak bir yanı var: İki eğilim de dünyada ve tek tek ülkelerde kapitalizme karşı sosyalizm için mücadeleyi artık geçerli ve gerçekçi bir hedef olarak görmüyor, kapitalizmin yaşanan krizle birlikte daha da ağırlaşan saldırıları karşısında, “sosyal”,

“demokratik” ya da “bağımsız”, “kamucu” bir kapitalizme razı oluyorlar. Liberal denilen eski solcular, ulus devleti artık sınıf ve iktidar mücadelesinin içinde gerçekleştiği bir siyasal birim olarak görmedikleri ve böyle başka bir birim de olmadığı için hem ideolojik, hem fiili olarak sınıf mücadelesini reddediyor, küresel kapitalizmin Türkiye’ye AKP eliyle taşıdıklarını düşündükleri “demokrasi”ye fit oluyorlar. Ulusalcılar, Kemalist devleti “çözen”, “Türkiye’yi bölmek isteyen emperyalizme” karşı ulus devlet kalesini bu devletin ordusuyla birlikte savunmaktan, “cumhuriyetin değerlerini” emekçiler adına savunmaya kadar değişen formülasyonlar içinde sosyalizmden, sınıf mücadelesinden uzaklaşıyorlar. Acı ve ibret verici olan, “demokratlık” ve “yurtseverlik”in bugün soldaki kimi eğilimler için siyasal bir kurgunun, taktiğin türevi olmanın ötesine geçip birincil kimlik referansı, esas içerik haline gelmesidir. Ulus ve yurt kapitalist pazar ilişkileriyle ortaya çıkan, burjuva topluma ait kavramlardır. Yurtseverlik, Marx’ın sözleriyle “mülkiyet duygusunun ideal biçimidir.” Dünya sosyalist hareketinin, tarihsel nedenleri ne olursa olsun “vatan” kavramını öne çıkaran yönelimleri bize bir başarıyı, üstünlüğü değil, sonuçları ağır olan çok temel bir yanılgıyı anlatmaktadır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında işçilerin ulusal devlet projelerine dahil edilmesinin, on dokuzuncu yüzyıl emek enternasyonalizminin çok acı biçimde çöküşüyle sonuçlandığını artık görmek gerekiyor. Bugün, işçi hareketini burjuva cumhuriyete razı ve “ortak” etmeye çalışmak, ulusal bir temelde geliştiği halde ulusçuluğu, “ulus devlet” kutsallığını aşma yönünde güçlü bir eğilim taşıyan Kürt halk hareketinin tarihsel olarak haklı, emekçi karakteri ağır basan, üstelik bugün için en birlikçi bir programı savunan direnişinin bugünkü devleti, kapitalist cumhuriyeti aşan devrimci potansiyelini görmeyerek her şeyi Türkiye ulus devletinin bekası ve bölünme sendromu ile değerlendirmek su katılmamış ulusçu tutumudur. Sermayenin hareketinin ulus devletleri aşmakta olduğu bir dünyada, emperyalizmin çoktan

bir iç olgu haline geldiği bir dönemde soyut cumhuriyetçi bir söylem eşliğinde, sosyalizm adına ulus devlet savunusu büyük bir aymazlıktır. Marksizmin her zamanki sorusu, ele alınan her toplumsal siyasal olgu için değişmez bir yalınlık taşır: Devlet, demokrasi, cumhuriyet vb. sınıfsal içerikleriyle belirlenirler. Genel olarak demokrasi olmadığı gibi genel olarak cumhuriyet de yoktur. Türkiye Cumhuriyeti bugün değil, kurulduğu günden beri burjuva cumhuriyettir. Evet, Türkiye cumhuriyeti prekapitalist, yarı sömürge, teokratik Osmanlı İmparatorluğuna göre tarihsel olarak ileri bir adımdır. Ama o kadar. Türk burjuva sınıfı ayakları üzerinde dikildiği andan itibaren işçi düşmanı, antikomünist, Kürt inkarcısı, otoriter, sonuç olarak gerici bir yörüngeye girmiştir. Dünya süreçlerinin olağanüstü karmaşık ve cilveli karakterine, Sovyet sosyalizmini savunmanın yüklediği çetrefil görevlere rağmen komünistler bu burjuva cumhuriyete karşı mücadele etmekten geri durmadılar. Mustafa Suphi ve 14 yoldaşının katledilmesi bir sınıfsal tasfiye hareketidir. Bu, daha o zaman Ekim Devrimi’nin, Bolşevikleşme akımının etkisi üzerinden mayalanmakta olan komünist hareketin yok edilmesi operasyonuydu. Burjuva cumhuriyet başka nedenlerin yanı sıra, 1920’lerde yanı başında bir sosyalizm denemesi yaşandığı, sosyalist hareket kendi içinde de nüvelendiği, yani daha ilerisi gerçekten var olduğu için gericileşti. * * * Söz bitmedi ama yer bitti. Bu yazıyı varmak istediği yere şu soruyla bağlayabiliriz: Gerçek bir toplumsal seçenek, ideolojik, siyasal ve örgütsel bir bütünlük olarak sosyalizmin yeniden kuruluşu ve sosyalist iktidar bugün toplumsal karşılığı olan, gerçekçi hedefler midir? Daha sonra açmak üzere, bu soruya ikircimsiz bir netlikte, ufku bugünün hiçbir ulus devlet sınırıyla sınırlı olmayan sosyalist iktidar ve birlikler için mücadele etmenin gerçekçi, geçerli, uğruna savaştığımız geleceği yakınlaştıracak temel hedef olduğu yanıtını veriyorum. Yönümüzü belirleyecek olan bu yanıttır.


16 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Politika

Kavramların Evreninde: YURTSEVERLİK Doğan Göçmen >> sayfa 38

TKP: Boşluğa yazılan siyaset TKP çark-çekiçli bayrağını Türkiye Cumhuriyetine uzatacak ve ondan, masaldaki iyiliksever perinin balkabağından atlı araba yaptığı gibi, sosyalist bir cumhuriyet yapacak! Mehmet Ortakaya Elimizde bir broşür var. Temmuz 2008’de Türkiye Komünist Partisi (TKP) imzasıyla yayınlanan bu broşür “Felaketin Eşiğinde” başlığını taşıyor. Metnin ana fikrini, daha ilk cümlede öğreniyoruz: “Türkiye Cumhuriyeti bir felaketin eşiğinde.” Broşürün yayın tarihi biraz eskimiş görünebilir. Ancak metnin içeriğini, TKP’nin yeni programını ve bunlarla uyumlu siyasi yönelimlerini bir bütün olarak göz önüne aldığımızda, karşımızdakinin Türkiye solunun ulusalcı eğilimlerinin tipik bir tezahürü olduğu rahatlıkla anlaşılabilir. Ulusalcılık, bugün sol için zaten bir sorun ve önemli bir ideolojik mücadele başlığı. Ancak, kendisini “Türkiye’nin komünist partisi” olarak sunan, Leninist örgüt ve siyaset teorilerinin savunucusu olduğunu iddia eden bir siyasi yapı da aynı sorun alanının içinden, üstelik Marksist terminolojiyi kullanarak konuşuyorsa durum daha da ciddidir. Peki, dediği nedir TKP’nin? Elimizde, yukarıda anılan metinlerin yanı sıra, TKP yöneticilerinin çok sayıdaki açıklamaları da var. Kanımca bunların en temsili olanları, Komünist dergisinin 314. sayısında, Kemal Okuyan ve Aydemir Güler tarafından yapılan açıklamalardır. Bakınız, ne diyor Güler orada: “Bir tarafta burjuvazinin yük olarak gördüğü ve az zararla kapatmayı göze aldığı bir yapı. Bu bakış açısının karşısında ‘bu yapıyı batırmana izin vermeyeceğim, ille batıracaksan, çekil kenara ben yöneteceğim’ diyen işçi sınıfı perspektifi.” Ve ekliyor: “İşçi sınıfı Türkiye Cumhuriyeti’ni koruyacaktır, bir. Ve iki, işçi sınıfı bu cumhuriyeti sosyalist bir cumhuriyete dönüştürecektir.”

TKP’nin “tezleri” Bu “sınıf perspektifinden” bakıldığında, görevin ne olduğunu böylece anlamış oluyoruz. Bu görevin gerekçesinde ise, özetle ve mealen söylersek, TKP’nin şu türden tezleri bulunuyor: n Cumhuriyetin kuruluş felsefesi ve kazanımlarıyla (ulusal egemenlik, bağımsızlık, laiklik) Türkiye kapitalizminin yönelimleri arasında çelişki ve çatışma vardır. n 1923 yenilgisini asla sindiremeyen emperyalizm, Sovyetlerin de aradan çekilmesiyle Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı tarihsel bir intikam politikası gütmeye başlamıştır. n Emperyalist kuşatmanın ve yerli işbirlik-

TKP’nin laik duyarlıklara seslendiğini düşündüğü kampanyalarından bir örnek...

çilerinin kıskacına alınan cumhuriyet tasfiye edilmektedir. n Türkiye’de sosyalizmin yolu anti-emperyalizmden geçer. n Emperyalist saldırganlık karşımıza cumhuriyetin tasfiyesi olarak çıktığına göre, anti-emperyalist mücadelenin ve sosyalizmin yolu, bu tasfiyeci taarruza karşı cumhuriyeti sahiplenmekten geçer.

Sermaye sınıfının eline düşmemiş Cumhuriyet mi var? Bu kadar sakınımsız biçimde ileri sürülebilmeleri için, bu tezlerin klasik metinlere ve Lenin’e bir dizi göndermeyle desteklenmesi gerekir. Keza, Türkiye Cumhuriyeti olgusunun, aslında yalnızca bir aşaması olduğu Türk modernleşmesi ve daha da kapsamlı olarak Doğu modernleşmesi bağlamlarında irdelenmesi vazgeçilmez şarttır. Tüm bunların sınıfsal bir bakış açısını gölgede bırakmaması ise en önemli düstur olmalı. Kısacası, bu türden tezlerin birkaç boğumdan ve süzgeçten geçirilmesi, değişik düzeylerde sağlamasının yapılması gerekirdi. Heyhat, TKP literatüründe böylesine kapsamlı bir entelektüel çabanın izini sürmek mümkün değil. Arkadaşlar, “dedim ve oldu” rahatlığı içinde tez imal etmeye devam ediyorlar; başkalarına da hikmetinden sual olunmaz bu tezleri anlamak düşüyor! Hem bu yüzden, hem de yazının sınırları daha fazlasına izin vermediği için, biz de kestirmeden gidelim. Belki de, fazlaca derinlere inmeyen birkaç anımsatma ve soru, daha fazlasını gereksiz kılacaktır; tıpkı fıkradaki kaptan-ı deryaya,

“efendimiz! sizin için saygı ateşi yapamadıysak bunun kırk sebebi var. Birincisi barutumuz yoktu” diyen tören subayının, diğer otuz dokuz sebebi anlamsızlaştırmasında olduğu gibi.

İşte bunlardan birkaçı:

n Emperyalizmin 1923’ten intikam peşinde olduğunu söylemek, Kemalizm’den yapılmış apaçık bir intihaldir. Emperyalistler, “daha kurtuluş mücadelelerini verirken, yolunu kapitalizm olarak belirlemiş” (anılan broşür) bir Türkiye Cumhuriyeti’nden öç alacak kadar aptal olamaz. Hele bir de bu cumhuriyet, tüm doğal ve beşeri kaynaklarını uluslar arası sermayeye cömertçe sunmuşken, süreç içinde emperyalizmin Ortadoğu’daki bir alt halkasına dönüşmüşken, Kürt ulusal demokratik direnişinin hizaya getirilmesi ve Türkiye’nin bölgesel açılımları için ABD’nin açık desteği alınmışken bir tarihsel öçten ve tasfiyeden söz etmek, ancak ve ancak ideolojik sanrılar içinde kıvranan, gerçeklik duygusunu yitirmiş Kemalistlere yaraşır. n TKP’nin, bilimsel ve sınıfsal bir tahlile değil, ideolojik nitelikli bir algıya dayalı cumhuriyet değerlendirmelerindeki keyfi seçicilik oldukça çarpıcıdır. Konuyla ilgili TKP söyleminde, sistematik biçimde, “kazanımlar ve değerler” Cumhuriyet’e, halk düşmanı politikaların sorumluluğu ise sermaye sınıfına aitmiş izlenimi yaratmaya hasredilmiştir (bunun bol miktarda kanıtı Komünist’in 314. sayısındaki söyleşilerde bulunabilir.) Sormak gerekir: Kürt halkı aşağılanıp dışlanır, işçi sınıfı sermayenin demir yumruğu altında ezilir, Türkiye Soğuk Savaş baronlarının pe-


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 17

Politika şinde tehlikeli serüvenlere sürüklenir, devrimci muhalefet her türlü kanlı ve yasadışı yol kullanılarak bastırılırken bu cumhuriyet nerededir? Tüm bunlar, daha resmen ilan edilmeden “dünyanın egemenlerinin doluştuğu ve 20. yüzyılın başında kendisini düpedüz kovan lige yeniden girmek için” (anılan broşür) karar kılmış bir cumhuriyetin kaçınılmaz ve olağan sonuçları değil midir? Yoksa sermaye sınıfı bu kanlı ve kirli politikaları sivil toplum kuruluşları eliyle mi uygulamıştır? Yanıtları biliyoruz. Türkiye Cumhuriyeti olup bitenin hem başında, hem de içindedir. Resmi karar merciidir o; birinci elden icracıdır; dahası her kalite ve meşrepten tetikçinin hem hamisidir, hem akıl hocası. Öyleyse tekrar soralım: İşçi sınıfı bu cumhuriyeti mi sahiplenecek, “sosyalizm tacını” (29 Ekim bildirisinden) bu cumhuriyete mi giydirecek?

TKP’nin adıyla imtihanı Sosyalizmin temel değerlerinin, savunulmasıyla açılan kanal “Zinde Güçler”ci siyasetle tıkandı

Kastedilenin bu olmadığı çok açık. O halde hangi cumhuriyeti sahipleneceğiz? Belki sermaye sınıfının eline hiç düşmemiş, tarihin böylesini hiç yaşamamış bir başka Türkiye Cumhuriyeti, ideal bir Türkiye Cumhuriyeti daha vardır da, aşkın dünyadaki yerini bir tek TKP bilmektedir! Belki “Cumhuriyetle birlikte elde edilen tarihsel kazanımlarla sermaye diktatörlüğü¬nün kurumsal yapısını ayrıştırmak” için o cumhuriyeti arayıp bulacağız ve “sosyalizm tacını da” yine o ideal ve masum cumhuriyetin başına geçireceğiz, kim bilir! n İroniyi bırakıp sadede gelelim. Öncelikle şunu görmeli: 1923 hakkında ne düşünürsek düşünelim, biz tutumumuzu bugün buradaki, 2009 Türkiye’sindeki burjuva devletine bakarak belirlemek durumundayız. Peki, görünen nedir? Konumuz açısından söylersek; Türkiye Cumhuriyeti’nin güncel ve somut varoluş biçimi ve koşullarının, sosyalizm yönelimli bir gelişme için gereken her türden demokratik birikim ve kazanımlardan tümüyle yoksun olduğudur. “Türkiye Cumhuriyeti” ve “sosyalizm,” bir oxymoron, bir paradokstur. Aslında bu kuruluştan beri böyleydi. 1923 bir devrim midir, değil midir, tartışılmaktadır, ancak demokratik olmadığı her türlü kuşkunun ötesindedir. Bu cumhuriyetin halksız halkçılığıyla, burjuva dünyasının ufkunun kararıp durduğu bir çağa gelen doğumu, sonuçta gerçek bir Aydınlanmanın değil de, bir alacakaranlık kuşağının ortaya çıkmasını da açıklar. Somut bir örnek verelim: Dinsel cemaatten ulusa geçiş ileri bir adımdır, bu doğru. Ancak kim, “brakisefal kafalı beyaz Türk” ideolojik mitinin, Ümmet-i Muhammet inancına göre daha gerçek ve kapsayıcı bir yurttaşlık zemini sunduğunu söyleyebilir?

TKP’nin müttefikleri kim? Bugüne dönersek: Diyelim ki TKP haklı, Türkiye Cumhuriyeti, A. Güler’in 29 Ekim 2007 tarihli Internet Sol’da dediği gibi, “üzerinde iktidar mücadelesi verdiğimiz zemin” olacak. O zaman sormak gerek: Özel olarak tanımlanmış bu zeminde, TKP müttefik diye kimleri alacaktır yanına? Aradaki uzlaşmaz karşıtlık ve muazzam boşluk hangi geçiş aşamalarıyla telafi edilecek? Lenin, otokrasiden sosyalizme geçişte demokratik devrim diyordu. TKP soyut bir sosyalist devrimden daha fazla ne diyor, geçiş sürecini nasıl tanımlıyor? Elinde böylesi bir geçişin yolunu açacak asgari bir program var mı? TKP susuyor ve konuşacağı da yoktur; belki verilecek bir yanıt olmadığından, belki yanıt var da paylaşılmak istenmediğinden... Sanki TKP çark-çekiçli bayrağını Türkiye Cumhuriyetine uzatacak ve ondan, masaldaki iyiliksever perinin balkabağından atlı araba yaptığı gibi, sosyalist bir cumhuriyet yapacak! Yine ironi yaptım. Ama çaresiz, siyasetin böyle boşluğa yazılanını, sonuna kadar gerçekler üzerinden eleştirmek zor oluyor.

TKP’nin politikaları, Kürt düşmanı “Türk Solu” dergisinde sempati ile karşılanıyor

Osmancan Eratalay Milli Şef İnönü’nün Cumhuriyet Halk Partisi’nin “Ortanın Solu” olduğunu ilan ettiği tarihsel anı düşünün. Saraçhane mitingi, Kavel direnişi gibi eşiklerden geçen Türkiye işçi sınıfı bu kez siyaset sahnesinin en üst temsil organında, parlamentoda temsil olanağı kazanmıştır.

Devlet partisi “solcu” oluyor Türkiye İşçi Partisi, on beş milletvekili ile meclise girdikten, aşağıdan yükselen hareketin aracı kullanmaksızın parlamento kürsüsünden de sözünü söylemeye başlamasından hemen sonra Cumhuriyet Halk Partisi bizzat Genel Başkanı tarafından “ortanın solu”na yerleştirilmiş, diğer bir ifade ile sosyal demokrasi denmeden sosyal demokrat ilan edilmiştir. İsmet İnönü -1908’den başlayarak “devleti kurtarmak” vazifesini adım adım ifa etmiş bir siyasi anlayışın

1960’lar Türkiyesi’ndeki en prestijli temsilcisi- kurduğu devletin bekası gereği, yeni devleti kuran siyasi hareketin pozisyonunda bir tadilatla “solcu” olmuştur. Devlet partisi, kurucu ideolojisini ancak solun öncülük ettiği toplumsal hareketler ile mesafesini açmadan güncel bağlamda yeniden üretebileceğini (devlet deneyimi sayesinde kuşkusuz) hızlıca görmüştür. Diğer bir söyleyişle, Cumhuriyet Halk Partisi devletle, devletin ( zor yahut ideolojik) tüm aygıtları ile mesafesini yeniden tayin edeceğini ima etmiş, tüm siyasal yatırımını bu yönde yaparak “sosyal demokratlaşmıştır”. Devlet ile mesafenin yeniden tayininin adıdır ortanın solu…

Karaoğlan efsanesi 1970’lerin Karaoğlan’ı Bülent Ecevit’i düşünün… Ecevit, 1960’larda işçi sınıfının sözünü siyaset sahnesinde söylemesinden ve Türkiye sosyalist hareketinin toplam etkisinin siyasette


18 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Politika tayin edici bir hal almasından hemen sonra, 12 Mart Cuntası’nın artık iler tutar tarafının kalmadığı açıkça görüldüğünde “Karaoğlan” olmuştur.

çekliği bir veri alarak “büyük siyaset” yapmak nasıl olur diye soranlara önerimiz sözü geçen partiye daha yakından bakmaları olur.

CHP’nin tek şansı yükselen toplumsal politik harekete hitap etmek, kitlelerin taleplerini sahipleniyormuş gibi gözükmek ve sosyalist hareketin büyük öbeklerinin “oyuna” talip olmak olduğu için, kontrgerillanın üzerine gidilir, “ak günler” yazılır dağa taşa…

Gelenek çevresi, Sosyalist Türkiye Partisi’nin kuruluşu ile birlikte reel sosyalizmin çözülüşünden sonra Türkiye Sosyalist Hareketi’nde uç veren likidasyona açıkça karşı koyduğu için kendisine bir kanal açtı.

Havanın döndüğü artık belli olduğunda ise “kimseye diyet borcu” bulunmadığını belirten, bütünü ile sıkıyönetimden (Genel Kurmay’dan) medet umarak solun üzerine gidilmesine rıza gösteren de Karaoğlandır. 1999’da Öcalan’ın yakalanmasından sonra MHP ile koalisyon yapan, 19 Aralık operasyonu ile kendisi için alanları doldurmuş insanların çocuklarını “hayata döndüren” de aynı Ecevittir. Ecevit, “Cumhuriyetin bekası” için kontrgerillanın üzerine gideceğini ima ederken sosyal demokrat olarak ittifaklar politikasının ana bahsi haline gelirken, yine aynı bekanın muhafazası için mahpus devrimcilerin katline rıza gösterdiğinde “faşist” olarak nitelenmiştir.

Türkiye’de sosyal demokrasi ne demektir Oysa Türkiye’de sosyal demokrasi devletle mesafenin gerektiğinde açılması gerektiğinde ise su sızmamacasına kapanması arasında gidip gelen bir “siyasal gerçekliktir”. Şubat 1997 tarihinden bu yana önce Sosyalist İktidar Partisi’ni, yeni adı ile Türkiye Komünist Partisi’ni düşünün… Türkiye Sosyalist Hareketi’nin kendi maddi gücü ile buluşamadığı, kendisini işçi sınıfının politik mücadelesi içinden yeniden (ve yeniden) kuramadığı bir tarihsel dönemde, bu ger-

1990’larda bu siyasi çizginin en belirgin özelliği nedir diye sorulduğunda açık bir aşamacılık reddiyesi ve ısrarlı bir bağımsız sosyalist hat vurgusu yanıtını verseniz başınız ağrımazdı. Anımsanacaktır, Gelenek Dergisi’nin ve Sosyalist İktidar Gazetesi’nin sayfaları burjuvazinin her hangi bir hizbinin diğerine karşı aldığı pozisyonu fazlasıyla önemseyenlerin eleştirisine, “CHP’cilik” yaparak “iktidar perspektifinden” uzaklaşanların yerden yere vurulmasına ayrılırdı. Unutulmaması gerekir, Gelenek Dergisi’nin “bağımsızlık, demokrasi, sosyalizm” üçlemesinden “demokrasi” kavramını çıkararak sözünü kurması aşamacılık ile arasına mesafe koyma çabasının bir işareti, 1970’lerde Türkiye Sosyalist Hareketi’nin demokrasi vurgusuna aşırı önem verdiği saptamasının doğal bir sonucu sayılırdı. Bir Gelenek dergisi okurunu diğer solculardan ayıran en tipik özellik “sosyal demokrasi”den hayır gelmeyeceğine ilişkin keskin (kimi zaman ölçüsüz) vurgu, yalınkılıç bir “sosyalist devrimcilik” idi. Şubat 1997’den bu yana ise adı geçen siyasi çizgi önce düzenin içindeki çatlaklara yönelik hitap kanalları açmayı başat bir siyasi görev saydı, bu çatlaklara hitap edilmesi ile solun önünün açılacağına zaten “Asker Partisi”nin de niyetinin bu olduğuna vehmetti.

Sosyalizmin temel değerlerinin tekrar tekrar savunulması ile açılan kanal “Son Kriz” saptaması gibi garabetlere dayanan bir “Zinde Güçlerci” siyasetle tıkandı. Kontrgerillanın en pespaye, maceracı aparatına her dokunulduğunda çürük dişine dokunulmuş gibi yerinden zıplanmasının, ölçüyü kaçıran tepkiler gösterilmesinin başka bir açıklaması yoktur. Yurtsever Cephe siyasetinin, 30 Ağustos açıklamalarının yahut Cumhuriyet çözülüyor diye sınır ötesi maceralar öneren bir düzen içi hizbin “ehven-i şer” olarak gösterilmesi gibi başlıklar ise bu bahiste birer ayrıntıdır. Bugün, Türkiye vasatında sosyal demokrasi olarak anılan Baykal’ın Cumhuriyet Halk Partisidir. Türkiye Komünist Partisi, on iki yıldır istikrarlı bir biçimde “çözülen Cumhuriyete” sahip çıkmaya çalışan bu sosyal demokrat tabana hitap etmekte, bu tabanı örgütlemek için çabalamaktadır. Bir siyasi hareketin örgütlemeye çalıştığı siyasi gerçekliğe hitap edebilecek bir biçimde kendisini kurması ve bunun doğal sonucu olarak tabanla, diğer bir söyleyişle o gerçeklikle benzeşmesi, aradaki akışkanlığın süreklileşmesi doğaldır. 2009 Türkiyesi sosyal demokrasisinin ise örneğin Kürt milletvekillerini meclise taşıyan 1991 sosyal demokrasisine rahmet okutacağı açıktır.1977 seçimlerinde “CHP’cilik” yapılması 2009 seçimlerinde “CHP’cilik” yapılmasına göre makul sayılmalıdır. Sözün özü, Türkiye Komünist Partisi’nin on iki yıllık siyasetinde devlet ile mesafe tayini merkezi önemdedir. Türkiye Komünist Partisi ateş ile değil ama ismi ile imtihan olmaktadır…

Emperyaliz

Türkiye Cumhuriyeti “bağımsızl Ümit Tanışır Geçtiğimiz aylarda Dışişleri Bakanı Davutoğlu ve Suriye Dışişleri Bakan’ı Velid Muallim iki ülke halkına bir “hediye” verdiler. Hediye, Suriye ve Türkiye arasında vizenin karşılıklı olarak kaldırılmasıydı. İki ülke arasında vizenin kaldırılmasının yanı sıra Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi kurulmasına da karar verildi. Hükümetin Temmuz 2009’da Irak’la, 16 Eylül’de Suriye ile imzalanan Stratejik Ortaklık Bildirgesi’nin benzerlerinin İran ve diğer bölge ülkeleriyle de imzalanması amaçlanıyor. Bu stratejik işbirliği anlaşmasına göre, konsey yılda en az bir kez başbakanlarla toplanacak, başbakanların altında bakanlar düzeyinde bir mekanizma oluşturulacak. Anlaşmada dikkat çekici yan ise söz konusu mekanizmanın diplomasi, enerji ve ekonomi konularında iki ülkenin işbirliği ve bütünleşmesi amacıyla yılda en az üç kez toplanacak olması. Anlaşılan Türkiye’nin şu “Ortadoğu’da yeni bir ilişki modelinin tesisi” dileği hızla ete kemiğe bürünüyor. Tüm bu gelişmeler karşısında insan ister istemez “Durduk yere bu adamlar bize niçin hediye veriyor? Bu Stratejik İşbirliği Konseyleri de nereden çıktı?” diye soruyor

Kapitalizm ABD’den ibaret değildir! ABD 1950’lerden bu yana halkların düşmanı, soyguncu, katil ve emperyalizmle bütünleşmiş bir ülke olarak tüm dünyada akıllarda yer etti. İnsanlık düşmanı sicili hayli kabarık olan bu ülke, Türkiye solunun çoğunluğu tarafından da aynı şekilde algılandı ve hala da öyle algılanıyor. Fakat, artık yeni bir durumla karşı karşıyayız: ABD hegemonyası geriliyor. Hatırlanacağı üzere 1975 kriziyle birlikte ABD kendisini dünyanın “finans kralı” ilan etmişti; 1980’lerden itibaren ekonomisi gittikçe malileşmiş, malileştikçe üretim gücü ABD topraklarından başka coğrafyalara kaymaya başlamıştı. ABD’nin gücünün tüm dünyaya hükmedemeyecek ve de “baş emperyalist” olamayacak kadar gerilediği Irak savaşındaki başarısızlığından, Kafkaslarda aldığı sert karşılıktan, doların dünya piyasasındaki egemenliğini yitirişinden vb. örneklerden açıkça görünür hale gelmiştir. Gürcistan’ın Güney Osetya’yı işgale yeltenmesine Rusya’nın verdiği sert karşılığın ardından Rusya Devlet Başkanı Medvedev tüm dünyaya şu mesajı vermişti: Dünya AB ve ABD’den ibaret değildir! Biz de artık şu gerçeği açıkça tüm “sol”a ve dünyaya söyleyebiliriz: Kapitalizm ve emperyalizm ABD’den ibaret değildir!


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 19

m kapitalizmdir!

lık” yolunda ilerliyor, işçi sınıfı yoksullaşıyor

Türkiye mazlum milletin devleti mi? ABD’yi her şeyin tek sorumlusu ilan eden analizlerden, yorumlardan ve siyasi açılımlardan medet uman “sol”un çoğunluğu Türkiye’yi de bu “baş emperyalist” ABD karşısında bağımlı ülke, mazlum ülke, ya da ABD’nin taşeronu ülke olarak resmediyor. Dünya kapitalizminin yanlış tahliline dayanan bu “taşeron Türkiye“ algısı, bir yandan TC kapitalistlerini ve devletini aklarken diğer yandan işçi sınıfına yanlış /eksik hedef gösteriyor. Öyle ki, 1980’lere kadar, dünya pazarına şu ya da bu şekilde eklemlenmiş coğrafyalar arasında “merkez” ülkelerin “çevre” ülkeleri sömürdüğü ilişki biçiminin hakim olduğu kapitalist pazarın yapısı değişmiştir. Artık dünya genelinde yaşamlarımızı belirleyen temel çelişki ülkeler arasında değil, aksine hiçbir dolayıma yer bırakmayacak ölçüde işçi sınıfı ve kapitalistler arasındadır. Ezilen, sömürülen ve katledilenler bağımlı ya da mazlum ülkeler değil, bu ülkelerdeki ve tüm ülkelerdeki ücretli işçiler, işsizler, ücret-

sizler, kadınlar, öğrenciler, yoksullardır. Özetle, emperyalizm karşısında yıkıma uğrayanlar toplumsal proleterlerdir.

Türkiye’nin mazlumluk belgesi: Irak’ın Yeniden Yapılandırılması Üzerine TOBB Raporu 2003 yılında yayınlanan bu rapor “Irak’ın yeniden yapılandırılması sürecinin Türk firmaları açısından getirmiş olduğu muhtemel olanaklar ve yararlanma yolları” üzerine hazırlanmış. Irak işgalinin Türkiye kapitalistleri için ne anlama geldiğine çarpıcı bir örnek oluşturan bu raporda, şu çokça dillendirilen “Irak’ın yeniden yapılandırılması”nın aslında “Irak’ın yeniden yapılanma pastasından pay alma çabası”(aynen böyle) olduğunu anlıyoruz. Ayrıca ABD’li Equity International firmasının yaptığı analize göre bu pasta 60 milyar dolar civarındaymış. TOBB raporda, ağzının suları akarak, yeniden yapılandırmanın kapsamını özetlemiş ve “Irak’ta ciddi iş potansiyeli olduğu”nu önemle belirtmiş. Söz konusu pastanın

bölüşümü USAID (ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı) tarafından yönetiliyor. Ve bu “hükümetten bağımsız kurum” tarafından açılan ihaleler ABD dışındaki firmalara açık değilmiş. Ayrıca USAID tarafından yapılacak ihalelerde ana yüklenici firmalar mutlaka ABD’den olacak, fakat USAID’nin genel çalışma ilkeleri çerçevesinde (ABD’nin dış politikasına destek sağlamak) taşeronluk olanakları “ilke olarak” koalisyonda yer alan ve ABD’nin terör listesinde yer almayan tüm ülkelerin firmalarına açık olacakmış. Bununla birlikte, yine raporda belirtildiğine göre 8 Mayıs 2003 tarihinde ABD Savunma Bakanlığı Eski danışmanlarından Richard Perle, pastadan Türkiye kapitalistlerinin payına düşecek dilim için “Türkiye Irak’taki çok büyük yeniden yapılanma piyasasından pay alacaktır. Ancak koalisyon içinde olsaydı alacağı pay çok daha fazla olacaktı” tespitinde bulunmuş.Yazının başında değindiğimiz, geçtiğimiz haftalarda oluşturulan Stratejik İşbirliği Konseylerinin, şu koalisyonda yer almayan Türkiye öncülüğünde oluşturulması, belki şu ucube karanlıklar prensi Perle’yi biraz şaşırtmıştır. Bu rapor TOBB tarafından 2003 yılında hazırlanmıştı. Daha sonraki yıllarda Türkiye’nin pastadaki payı 2009’da Irak ve Suriye ile Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Anlaşması yapacak derecede evrim geçirdi ve Irak pastası büyük bir Ortadoğu pastasında dönüştü. Rüzgar, 2003’te işgal edilen Irak’tan kendilerine düşen payı arttırmak için “diplomatik girişimleri sonuna kadar sürdüreceklerini” haykıran Türkiyeli kapitalistlerden yana esti. Bu göz kamaştıran durum, belki de Türkiye’ye kukla rolü biçenleri hayretler içerisinde bırakmıştır, herhalde “vatan”larıyla gurur duymuşlardır! TOBB raporunun hazırlandığı tarihten bugüne Irak halkı için acı dolu kanlı günler yaşandı. ABD Irak’ta istediğini yapamadı, başarısız oldu. Bu durumun üstüne bir de 2008 yazında patlayan mali balonla derin kapitalist buhran sesini dünyaya duyurdu. Zayıflamış ABD hegemonyası daha da geriledi.

Türkiye artık “ana yüklenici” Kapitalizmde, sermayenin yeniden üretimine her zaman kapita-

listlerin kapitalistlere şiddeti, düzlemi ve tarafları değişerek eşlik etmiştir. Bu durumun çeşitli örneklerinin Türkiye özelinde Ergenekonlu veya Ergenekonsuz gerçekleştiğini, Ortadoğu içinse bazen USAID’nin belirleyiciliğinde bazen de “Stratejik İşbirliği Konseyleri” inisiyatifinde gerçekleştiğini görüyoruz. Türkiyeli kapitalistler kendi çıkarları doğrultusunda bölgede inisiyatif alıp Suriye, Irak gibi ülkelerin Türkiye üzerinden dünya pazarına tam entegrasyonunda etkin bir rol oynuyorlar. Öyle ki TC artık eskisine göre daha “bağımsız” ve büyük kapitalist bir güç olmuştur ve Türk firmaları da ülkeleri “tam bağımsızlık” yolunda ilerlerken taşeron firma rolü yerine ana yüklenici firma rolünü oynamaya başlamıştır. Özetle, bugün Türkiye’yi ABD’nin mazlum kuklası olarak tanımlamak, somut durumu ıskalayan başarılı bir cehalet örneğidir. Marx’ın Kapital’inden bu yana sermaye birikiminin emekçilere sömürü, yoksulluk ve işsizlikten başka bir şey getirmediğini biliyoruz. Türkiye ekonomisinden çok daha büyük olan; dünyanın “en tam bağımsız” ülkesi olan ABD’de milyonlarca işsiz, evsiz, tedavi görme hakkından mahrum insan var. Tıpkı geçtiğimiz haftalarda İstanbul ve çevresinde yaşanan olayda, selde boğularak ölen işçi kadınlar gibi. Hatırlarsınız, 2005 yılında “tam bağımsız” ABD’deki Katrina kasırgasında da yoksulların payına suda boğularak ölmek düşmüştü. Yine gittikçe yükselen ve “tam bağımsızlık” yolunda hızla ilerleyen Çin’de de işçi sınıfının payına çocuk yaşta işçi olmak ve zalim bir sömürüye maruz kalmak düşüyor. İster tam bağımsız ülke olsun ister az bağımsız ülke olsun, tüm dünyada işçi sınıfının payına yoksulluk, sömürü ve ölümden başka bir şey düşmüyor. Sonuç olarak, bu coğrafyada yaşayıp emperyalizme karşı olan, emperyalizmi yok etmek isteyenler olarak bu coğrafyanın kapitalistlerine, kapitalist TC devletine, TÜSİAD, MÜSİAD ve benzerlerine ve nihayetinde kapitalizmin IMF ve DB gibi küresel kuruluşlarına karşı çıkmalı, öfkemizi bu doymak bilmez ucubelere çevirmeliyiz. Çünkü emperyalizm kapitalizmdir!


20 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Emek

Bu krizin sunduğu özgül mücadele olanakları nerede? 2001 ve 2008 dünya kapitalizminin krizini anlamak aynı zamanda alternatif, anti-kapitalist karşı çıkışların nesnel zeminlerini görmek anlamına gelecektir Fuat Ercan Kapitalizmin yüzleştiği krizler analiz edilirken ilk elden benzerlik ve farklılıklara bakmak gerçekten de anlamlı bir başlangıç olacaktır. Fakat burada ısrarla belirtilmesi gereken nokta krizlerin kapitalizme içkin olduğu vurgusunun önemli ve fakat bu vurgunun krizleri açıklamada yetersiz olduğunu işaret etmek olacaktır. Kapitalizmin krizlerini karşılaştırarak analiz yapılması kapitalizmin farklı tarihsel uğraklarının kendine özgülükleri açığa çıkarması anlamında tabiî ki önemlidir. Kapitalizme içkin olduğunu düşündüğümüz krizlerin farklı tarihsel koşullarda biçimlenmesi yani kendine özgülüklerinin açığa çıkarılması sadece süreci anlamak açısından önem arz etmez ama daha da önemlisi sürece müdahale edebilmenin ipuçlarını da bize sunar.

Ayırt edici özellikler Krizleri kapitalizmde verili olanın olagelenin artık kendini aynı şekilde üretememesi olarak analiz edersek, aynı zamanda kapitalizmin bütünsel işleyişindeki farklılıkları da açığa çıkarmış oluruz. Bu basit belirlemelerden hareketle işaret edilmesi gereken bir diğer nokta kapitalizmi tanımlayan sermaye birikim mekanizmasının oldukça dinamik bir işleyişe sahip olduğudur. Bu bizi her kriz sonrası, “kar oranları düştü, eksik tüketim var, para sermayenin krizi” gibi indirgemeci, kolaycı aşırı genellemeci mekanik açıklamalardan kurtaracaktır. Krizi birikim mantığı üzerinden ele almaya başladığımızda aynı zamanda birikim sürecine taraf olan sınıfsal farklılıkları ve güç dengelerine de ısrarla işaret etmemiz gerekiyor. Birikim sürecinin krize girmesi aynı zamanda verili sınıf konumlarının değişmesine neden olur. Sadece emek-sermaye arasındaki çelişkilerin değil, bazen -özellikle son krizde gözlemlendiği üzere- sermaye-sermaye arası çelişkilerin yoğunlaşmasına yol açar. Bu yoğunlaşma da tabiî ki iktidar –güç ilişkilerinin ve dolayısıyla devlet aygıtının yeniden biçimlenmesine neden olacaktır. Buna ek olarak kriz kapitalist ilişkilerinin sosyalizasyonun artmasına (sermayenin derinleşmesi, yoğunlaşması, genişlemesi, saçılması) bağlı olarak ulus-içi ve uluslarara-

sı toplumsal/güç ilişkilerinin de değişmesine neden olur.

Sermayenin sosyalizasyonu Tüm bu değişkenleri bir arada ele aldığımızda 1929 krizi ile 2001 krizi ve 2008 krizi arasında önemli farklılıklar olduğunu da kavramış oluruz. Belki de ilk elden söylenmesi gereken, sermayenin sosyalizasyonun mekânsal olarak 1929’da ve 2000’li yıllarda oldukça önemli farklılıklar içermesidir. 1929 krizinde kapitalizm az sayıda erken kapitalist ülkelerde yoğunlaşmış ve bu ülkelerde üretken sermaye birikimi belirleyici olmuştu. Ticari ve para-sermayenin uluslararalılaşması henüz kapitalistleşmemiş yada geç kapitalistleşen ülkelerdeyse kendisi-

ne özgü biçimlerde krize yol açmıştı. Bu anlamda 1929 krizi özellikle üretken sermayenin yoğunlaştığı erken kapitalist ülkelerde işsizlik, aşırı üretim ve eksik tüketim biçiminde açığa çıktı. Geç kapitalistleşen toplumların dünya kapitalist sistemi ile ilişkisi daha çok ticari sermaye dolayımıyla gerçekleştiği için dünya ticaretindeki daralma (1938 yılında dünya ticareti, 1913’deki hacminin üçte ikisini ancak bir parça geçebiliyordu-E.Hobsbawm, Tarihi Perspektif İçinde Kapitalizmin Bunalımı) bu ülkelerde kriz kendisini ödemeler dengesi krizi ve en temel ihtiyaçların giderilmesi için gerekli döviz biçiminde sermaye eksikliği olarak gösterecektir. Krizin erken kapitalistleşen ve geç kapita-


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 21

listleşen ülkelerde farklı mekanizmalara yol açması ölçüsünde, krize karşı alınan önlemler ve dahası sınıflar arası yeni biçimlenmeler de özel bir öneme kazanmıştır. Aslında krizleri karşılaştırmada bu vurgunun özel bir önemi var.

Krizlere müdahalenin özgüllükleri Kriz süregelenin kendini devam ettirememesi ise, kriz anı/kriz süreci bu ana müdahalenin yeni biçimlerini açığa çıkaracaktır. İşte tam da bu müdahale biçimleri aynı zamanda “bu krizin ötekilerden farkı ne” sorusunun cevabını içinde taşıyor. 1929 Krizi sonrası erken kapitalistleşen ülkelerde artan ölçüde üretim üzerinde ve daha da önemlisi talep yönetimi üzerinde ama belirgin biçimde toplam para arzının yeniden üretim koşulları üzerinde müdahale biçimlerine yol açacaktı. Yani devlet sınıfsal süreçlerin ortasına dalacak, krizi çözme adına sadece metaların toplam yeniden üretim koşullarını değil, aile ve paranın da toplam yeniden üretimini kontrol edecek mekanizmaları harekete geçirecekti. 1929 krizinden daha büyük dalgalanmaları içinde taşıyan 2001 ve çok daha önemlisi 2008 krizini karşılaştırmada, krize karşı donanımlı bir dizi müdahale aracının geliştirilmiş olduğunu söylememiz gerekiyor. Bu ilk ve en önemli vurgu. Diğer yandan 1929 krizinden etkilenen görece gelişmiş geç kapitalist toplumlarda da yine devlet oluşum halindeki sermaye birikim sürecini hızlandıracak mekanizmaları harekete geçirecektir. Erken kapitalistleşmiş ülkelerde ticari ve para sermayesinden hareketle kısıtlanan uluslararası ticarete karşı ülke içi üretken sermaye oluşumunu hızlandırmak devletlerin en önemli sınıfsal belirleyeni olacaktır. “Her mahallede bir milyoner yaratma”, aslında sınıf oluşturma, yani kapitalist sınıfı ve işçi sınıfını oluşturma mekanizmalarıdır. Biri var olan piyasanın devamlılığını sağlamaya yönelik müdahaleleri içerirken, diğeri ise piyasaları (emek-para ve meta) oluşturma sürecidir. Yani Koçların, Sabancıların, Karamehmetlerin oluşum sürecidir. Müdahale ve birikimdeki bu iki farklılık aynı zamanda sermayenin dünya ölçeğinde sosyalizasyonunu hızlandırması anlamında iç içe geçmiş mekanizmaları içerdiği için 1929 krizini izleyen dönemlerde bu eklemlenmeye ilişkin para, meta ve emeğin uluslararası hareketliliğini düzenleyecek bir dizi düzenlemeler ve bu düzenlemeleri gerçekleştirecek uluslararası örgütleri yani IMF, Dünya Bankası gibi oluşumların ortaya çıkışına neden olmuştur.

Kriz-refah döngüsü Erken kapitalist ülkelerde emek-sermaye verimliliği özellikle altın yıllar olarak kabul edilen 1940-1970’lı yıllar arasında önemli oranda artış göstermesi sermaye mallarının üretiminde yoğunlaşma ve bu yoğunlaşmaya bağlı olarak yaratılan artı-değer kütlesi beraberinde tüketim mallarının üretim miktarını artırdığı oranda görece bir refah

topluma yayılmıştır. Üretimde gözlemlenen bu değişimler kapitalist ilişkilerin derinleşmesini sadece üretim alanında değil, dolaşım yani bölüşüm ve tüketim alanında da kendini gösterirken “Amerikan hayat tarzı” ve dolayısıyla “kutsal aile” dönemin baskın kültürel biçimleri olmuştur. İşçi sınıfının sendikalaşması artarken, komünist hareket yavaş yavaş bölüşüm adaleti dolayımında sosyal demokrat bir içerik kazanacaktır. Erken kapitalistleşen ülkelerde gözlemlenen hızlı sermaye birikimi aynı zamanda üretken sermayenin uluslararasılaşmasını hızlandırdığı ölçüde, geç kapitalistleşen ülkelerde 1929 krizi ile başlayan üretken sermaye oluşumu daha bir ivmelenecek ve bu toplumlarda kır ve kentin dönüşümü (göç hareketleri) ve dolayısıyla işçileşme/sendikalaşma ve sermayedarların/sermaye örgütlerinin gelişmesine neden olacaktır. Yani kapitalizmi tanımlayan yapısal özellikler her bir geç kapitalist ülke koşullarında vucut bulmaya başlayacaktır.

1960’lar: Finansal mekanizmalar önem kazanıyor Anlatılan, sermayenin sosyalizasyon süreci, 1960’ların sonunda erken kapitalist ülkelerde sermayenin toplam döngüsünün birçok alanda problemle karşılaşmaya başlamış. Birikim koşullarının genişleyen yeniden üretiminde gözlemlenen bu çoğul problemlerin el yordamı ile çözülme süreci gerek erken kapitalist ülkelerde ve gerekse geç kapitalist ülkelerde görece dengede giden sınıflar arası ve sınıf-içi mücadelelerin derinleşerek artmasına neden olmuştur. Ama karşılanan problemlerin kredi mekanizmaları ile ötelenmesi para-sermayenin finansal yapıların özel bir önem kazanmasına neden olurken, aynı zamanda üreticilerintüketicilerin ve dahası devletlerin artan borçlanması ile kapitalizmin en fetiş hali olan para biçimi artan öneme sahip olmuştur. Aşırı üretim, aşırı sermaye birikimi ve sermayenin yeni değerlenme arayışlarıyla birleşen borçlanma süreci bir yandan krizin ötelenmesine neden olurken diğer yandan kapitalist sosyal ilişkilerin daha da derinleşmesi ve mekansal yayılmasına neden olmuştur. Yani krizin üretim aşaması ile dolaşım aşamasında bir dizi düzenleme ile ötelenmeye çalışılması krizin daha da derinleşmesine neden olmuştur. Diğer yandan aşırı sermaye birikim koşullarında para-sermaye biçiminde değerlenme arayışı içinde olan para-sermaye dünyanın farklı mekânlarını sürece kattığı ölçüde krizin mekânsal yayılmasını hızlandırmıştır. Burada öykünün öbür tarafına, yani geç kapitalist ülkelere baktığımızda şunu görüyoruz: Üretken sermaye artışı döviz biçiminde sermaye ihtiyacını artırdıkça uluslararası sermayenin para biçiminde içselleştirilmesi ve döviz sağlamak için ihracata yönelinmesi, böylece ticari sermayenin uluslaştırılması sermayenin dünya ölçeğinde sosyalizasyonunun bir dizi içsel bağlantılar üzerinden yeniden biçimlenmesine neden oluyor. Bu,

hem erken kapitalistleşen ülkelerdeki aşırı birikimin değerlenmesinin, hem de geç kapitalistleşen ülke sermayelerinin yeni birikim koşullarının önünü açıyordu. Sermayedarlar ve dolayısıyla sermaye düzeni için başarı hanesine yazılacak bu gelişmeler aynı zamanda kapitalizme içkin kriz koşullarının gerek mekansal farklılaşmasının gerekse kırılganlığın artması ölçüsünde krizler arası sürenin azalmasına neden olacaktır. Son yıllara baktığımızda kriz yerine bir dizi krizlerden bahsedebiliriz. Öyleyse, 2001 ve 2008 krizlerinin en önemli özelliğinin kapitalizmi tanımlayan işleyişin tüm dünyaya egemen hale gelmesi olduğunu söyleyebiliriz. Ama aynı zamanda bu dönemi tanımlayan krizler, geç ve erken dönem kapitalist toplumlarda bazı kendilerine özgü dinamikleri içinde taşıyor. Mesela geç kapitalistleşen toplumlarda süregelen döviz biçiminde sermaye ihracı önemini arttırarak korurken, yeni koşullarda bu sermayeye ulaşmak için sermayenin emek üzerindeki baskıları verimlilik ve etkinlik bağlamında artmaya başlamıştır. Verimlilik artışı üretimde sermaye malları kullanımının artmasına neden olduğu ölçüde de geç kapitalizm de sermaye malı kullanımına bağlı yeni bir işsizlik türünün artmasına neden olmuştur. Nitelikli kullanımı ülke içinde gerçekleşmediği oranda ithal girdi kullanımının hızlanması da küçük ve orta boy işletmelerin iflasına ve yine işsizliğin artmasına neden olmuştur. Yine dünya ölçeğinde kızgın bir şekilde çiçek arayan arılar, yani değerlenme koşulunu arayan sermayedarlar için sermaye birikiminde risk ve belirsizlikler arttıkça devletin içsel mimarisini değiştirme ve uluslar üstü düzenlemeleri devlet dolayında gerçekleştirme yönünde belirleyici değişimler olmuştur. Diğer önemli bir farklılaşma, kızgın eşek arıları yatırım alanı ararken kamunun elindeki kaynakları ve daha da önemlisi kamu erki kullanılarak su-enerji, orman, eğitim ve sağlık alanı hızla sermayenin belirleyiciliğine çekilmeye başlanmıştır. Kapitalizmin içinden geçmekte olduğumuz son krizinde bu anlamda kamunun sermayenin değerlenme koşullarını doğrudan sermaye ile işbirliği içinde gerçekleştirmesi (kamu-özel işbirliği) en temel ihtiyaçların (eğitim-sağlık, ulaşım, konut vb) ve ortak kullanıma ait kaynakların (orman, su havzalar vs) sermayenin ilgi alanına çekilmesine neden olmuştur. Bu anlamda 2001 ve 2008 krizini anlamak aynı zamanda alternatif, anti-kapitalist karşı çıkışların nesnel zeminlerini görmek anlamına gelecektir. Öykü, farklılıklar ve farklılıklar arası içsel ilişkiler üzerinden kurulduğunda böyle uzayıp gidecek nitelikte, ama kısaca mekanikindirgemeci dillere karşılık/rağmen farklılıkları ama sisteme işaret ederek sistemin ürettiği farklılıkları açığa çıkarmamız gerekiyor.


22 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Politika

Ekmek ve Özgürlük idmansız olmaz İdmanlara emek ve sınıf kavramı çemberinde devam edilirse aynı noktada buluşulabilir. Bu esnada yaşanan tökezlemeleri sakatlık değil de hafif bir sarsıntı kabul etmek gerek... Garip Hanay Ekmek ve Özgürlük sürecine zıplarken vücutta birikerek tepecikler yapmış ifrazatı atmak gerekir mi? Gerekirse, nasıl yaparız? Önerim şudur ki kat’i olarak gerekir ve bu nedenle kondisyonumuzu artırmak icap eder. Göl kenarında yahut parklarda bulunan yürüyüş parkurlarında idmanlara başlanabilir. Bacak, kol ve zihin kaslarını geliştirecek ağırlık çalışma idmanları yapılabilir. Ki biraz daha adale fena olmaz hani. Sonra tempolu yürüyüşler, hafif hafif parmak uçlarımızda zıplamak, adeta balerinlere taş çıkartırcasına bir halde bunu yapmak, hem sosyalist hareketi hem de hareketin cümle âlem içindeki itibarının yeniden tesisini hızlandıracaktır. Kaldı ki yapıyorduk pek çok zaman pek çok yerde. Hareket olarak yeni bir evreye, hissiyatı ve fikriyatı ile hep beraberiz çabası ile girmek, yeni şeylerin yeniden kurulması ve karılmasını renkli bir hale getirecektir. Sıkıntı olacak mı? Biliriz ki her daim olur ama şöyle durup, yapıp ettiklerimize bakıp; yapıp etmediklerimizin peşine tempolu yürüyüşlerle düşmeye başlarsak, bu yeni şeylerin yeniden tesisi daha tempolu atlatılır kanısındayım. Kondisyonu sağlam olanların, epeydir hazır bekleyenlerin, bu tempolu yürüyüşlerden başlamayı yerinde bulmuyor olabilecekleri aşikâr ancak her vakit aramızda idmanlara geç kalanlar, idmanları kaçıranlar vardır, az biraz ötede kendi tempomuzu da koruyarak birbirimizi her hususta yakalayabileceğimizi düşünmekteyim. Hatalı mıyım yahut anlayışsız mı? İkisi de olabilir kanısı gıdıklıyor karnımı. Dedim ya uyuyamıyorum. Mekik çekeyim dedim ama vücudu ısıtmadan kalkıştığım bu eylem belimi incitmeme neden oldu. Ancak bir kez daha diyorum hata ben de, ağabeylerime ve bir bilene danışmadan mekik çekmeye kalktım eğilip kalkmakta zorlanan bir adama evrildim. Sonra etrafıma bakındım ağabeyler, pek çok şeyi bilenler aradım ama nafile ya güneş gözlerimi kamaştırdı yahut fena halde astigmatım. Neyse, bu kesik kesik alacalı bulacalı bakamamak, şınav çekersem kollarımı güçlendirir düşüncesine sevk etti beni. Çektim de. Nizami çektiğim her şınav ki, bazı za-

İdmana devam!..

manlarda kaytarmama rağmen badi tişörtler giymemi kolaylaştırdı ve ayıptır söylemesi baklava dilimli göbeğim oldu. Tüm çabalarımızın, hareketimizi azmin eşiğine getirmek olduğunu bir kez daha ifade etmek yerinde olur. Mis bir hale evrilirken fazla kilolarım kendini attı, duramadı vücutta, kolesterol nizamı ölçülere kavuştu, nefes alışım hele de diyaframdan nefes alışım durumu daha neşeli bir hale getirdi. Peki, uykularım ne oldu? Eee bu yorgunluk biraz uyku yaptı, devrilir devrilmez uyuyorum. Eserek gürleyerek uyanıyorum. Memleket ve sosyalist hareket daha bir gözüme giriyor. Tabii hemen şınav ve tempolu koşulara devam. Akabinde kahvaltı. Ne var ki bu yürüyüşler esnasında sakatlananlar olabilir ve olacaktır da, ancak sakatlanan arkadaşlarımız acil bir müdahalenin ardından düz koşularla idmana devam edebilirler. İdmanların emek ve sınıf kavramı çerçevesinde ve çemberinde yapılıyor olması, hiç durmadan devam edersek bizi aynı noktada buluşturacaktır sanırım. Bu esnada yaşanan tökezlemeleri sakatlık değil de hafif bir sarsıntı kabul etmek gerekir. Tökezleyen, bir çırpıda doğrulur ve yürümeye yahut koşmaya devam eder. Sosyalist sola hareket mi kazandıracağız yoksa bir hareket mi yarataca-

ğız? Yanıt, kanımca her ikisinin de koşullara göre birbirinin yerine kullanılabileceği ve hatta birbirini ortadan kaldırarak yeni enerjilerin doğmasına vesile olacakları da kulaklarımızı çınlatmakta. Nereden mi? Tabii ki bildirgemizin sayfalarından bir ses vasıtasıyla olmuştur. Hiçbir şekilde idmanlı olmayan arkadaşlarımız da origami çalışmaları yaparak, hiç olmazsa bir yerden başlamış olmanın hazzı ile kendilerine gelebilirler. Ve hatta bu çalışmalar yalnızca parmak kas koordinasyonunu geliştirmekle kalmaz; üstüne origami sanatının incelikleri kullanarak ortaya çıkarılmış sosyalist figürleri de beraberinde getirebilir. Tüm bu kondisyon çalışmaları emek ve sınıf eksenli bir çemberin etrafında sahici bir karılmanın da sıçramalarını derli toplu hale getirecektir. Kanaatim odur ki idmanlarımıza her koşulda yılmadan devam edişimiz, geçmiş deneyimlerinde öğrettiği gibi ligde kalmamızı, iç saha dışa saha ayrımı gözetmeksizin seyircimizi her yere taşıyarak, seyircimizle her yere taşınarak yeniden kuruluşun azminin emekçilerde olduğunu, olacağını bizlere kanıtlayacaktır. Öyleyse idmana devam!


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 23

Politika

“Hayali” Kürdistan nereye “gömüldü”? Devlet için Kürdistan “Güneydoğu”, PKK “sözde” iken ve henüz on iki yaşında öldürülen Uğur Kaymaz “terörist” iken, nasıl bir açılımdan bahsedebiliriz?

Dersim Ayaklanması sanıkları askeri mahkemede... Katliam sırasında 13.160 kişi öldürüldü, 11.818 kişi sürgün edildi

Onur Sefer 19 Eylül 1930 tarihli Milliyet gazetesinde, üzerinde mezar taşı bulunan bir dağ resminden ibaret bir karikatür yer alır. Mezar taşının üstündeki yazı ilgiye değerdir: “Muhayyel Kürdistan burada meftundur!” Yani “Hayali Kürdistan burada yatmaktadır”. Karikatür Ağrı Dağı isyanının bastırılmasından hemen sonra çizilmiştir ve belki de T. C’nin Kürt Meselesine dönük paradigmasını da ortaya koymuştur: “Kürdistan ve Kürtler Ağrı dağına gömülmüştür. ” Peki tarih bu yaklaşımı doğrulamış mıdır? Resmi tarih genellikle Kürtler ve onların isyanları konusunda belli bir yargı oluşturmayı başarmış. Bu yargı Kürt isyanlarının ulusal niteliği olmadığı yönündedir. Tabii ki, T. C açısından Kürtleri bir ulus olarak kabul edip çıkardıkları isyanları da ulusal nitelikte saymak tehlikelidir. Zira Kürt diye bir ulus yoktur ki bir de ulusal nitelikte bir isyan çıkarsın. Hâlbuki TC’nin kuruluş yıllarında aşağılama olsa da Kürt ulusunu inkâr yoktur.

İttifaktan inkara T. C Devletinin Kürtler ile ilgili politikasının “inkâr” mantalitesi-

ne ulaşması evrimsel bir sürecin sonucudur. Kürtler bir anda yok sayılmamıştır. 1920 yıllarında T. C ‘yi kuracak kadrolar için Kürtler vardır hatta bir ittifak unsurudurlar. Mustafa Kemal cumhuriyet henüz ilan edilmemişken İzmit’ de gazeteciler ile yaptığı bir röportajda şunları söylemiştir: ”…o halde hangi livanın halkı Kürt ise, onlar kendi kendilerini özerk olarak ilan edeceklerdir. ” “Türkiye Büyük Millet Meclisi hem Kürtlerin hem de Türklerin yetki sahibi vekillerinden oluşmuştur. ” Kürtler cumhuriyet arifesinde başka belgelerde de ispatlanacağı gibi açık bir şekilde yeni cumhuriyetin “kurucu öğesidirler”. T. C kurulup, emeklemeye başladığı yıllarda ise kurucu öğe oldukları “unutulup” medenileştirilmesi gereken insanlar olarak adlandırılmışlardır. Nedeni açıktır ve belki de T. C açısından anlamlı ve niyetleri belli eden cevabı İsmet İnönü’nün onayı ile Kürdistan üzerine rapor hazırlayan Abdülhalik Renda vermiştir: ” Türkiye arazisinde iki milletin aynı kudret ve salahiyetle hâkim bulunması imkânı yoktur, bu neden ile Türk nüfusunu ve nüfuzunu hakim kılmak farzdır. ” Genç cumhuriyet varlığını bildiği ve tanıdığı Kürt halkını Türkleştirmek

için hızla çalışmalara başlar. Yatılı bölge kız okulları ve Kürdistan’da görevlilerin Kürtçeyi yok etmek için aldıkları bürokratik önlemler uygulamaya konulur.

İsyan Kürt ulusu genç cumhuriyete ve onun asimilasyon çabalarına kayıtsız kalamamıştır. Şeyh Sait, Ağrı ve Dersim isyanları birbirini izlemiştir. Bu isyanların niteliklerini devlet ya gizlemiş ya da çarpıtmıştır. İsyanları ise çok büyük bir şiddetle bastıran genç T. C, dişleri yeni çıkmakta olan bir çocuğun dişlerinin keskinliğini tüylü bir şeftaliye sürterek keşfetmeye başlaması misali, emekleme aşamasındaki Türkiye Cumhuriyeti de yeni çıkan dişlerini Kürt halkının derisinde acımasızca keşfetmiştir. Başlarken bir karikatür örneği ile başladım, ”Hayali” Kürdistan’ın gömüldüğünü ifade eden bir karikatür ile. Bu karikatür Kürt-Kürdistan meselesini gömdüğünü ifade ediyordu. Peki, nereye gömdü? Gömemediğini hepimiz biliyoruz ama gömmeye çalıştı. Ağrı dağına, Dersim toprağına, Kürdistan köylerine, asit kuyularına gömmeye çalıştı. Başarılı olamadılar, bir ölü gömülebilirdi ancak. Oysa ki “Muhayyel” Kürdistan Kemal Pir’in, Komutan Agit’in, Musa Anter’in, Uğur’un,

Ceylan’ın kalbinde yaşıyor ve inatla nefes almaya devam ediyordu. Maveraünnehir ile birlikte solgun halk çocuklarının kalbine akıyordu.

Değişen ne? Esas soru T. C bunu sindirebilecek midir içine? Sindiremediği kesin, açılım bahanesi ile gözlerimizin önünde Kürt halkının örgütlü gücü tasfiye edilmeye çalışılmakta. Her ne kadar değiştiği imajını verse de aslında TC’nin Kürt meselesine bakış açısı hiç değişmedi. Ağrı isyanı sonrası Milli şef : ”Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal hakları talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur” demiştir. Şimdi de böyle söylenmese de fiilen bu söze paralel bir süreç yaşanıyor. Devlet eline her fırsat geçtiğinde Kürt halkının taleplerini baltalamış ve engellemiştir. Lakin şimdi yine bir geriye dönüş söz konusudur. Şöyle ki, özellikle T. C kuruluş yıllarında Kürt halkını tanımış, kurucu öğe olarak görmüştür zamanla aşağılamaya en sonunda da inkâr etmeye başlamıştır fakat görüldüğü üzere bugün korkarak da olsa Kürt realitesi kabul edilmiş, ya da Kürt hareketinin mücadelesi sonucunda kabul edilmek zorunda kalınmıştır). Gerçi inkâr tam olarak son bulmamıştır. Sonuçta PKK ve yürütme organları “sözde”dir devlet nazarında. Hatta PKK’nin önderi Abdullah Öcalan dahi “sözde” olabilmektedir T. C için. Sonuç olarak Devlet 20’lerde ki gibi biçimsel olarak Kürt realitesini tanısa da niteliksel olarak hala tanımamaktadır. Kürdistan devlet için “Güneydoğu”, PKK “sözde” iken ve henüz on iki yaşında öldürülen Uğur Kaymaz “terörist” iken, nasıl bir niteliksel ilerlemeden, açılımdan ya da türevlerinden bahsedebiliriz? “Hayali” Kürdistan öldürelemedi ama öldürülmeye çalışıldı; solgun halk çocuklarının tam kalbinde. Fakat kabul etmedi yürekler onun öldürülmesini bu nedenle de yaşamaya devam ediyor “Muhayyel”Kürdistan, solgun halk çocuklarının kalbinde. Onurlu bir barış ve onurlu bir birliktelik gibi taleplerin yanında nefes almaya devam ediyor, Muhayyel Kürdistan. Belki lazım olur, gerçekleştirilebilir diye bekliyor onların yanında, T. C tarafından bir türlü öldürülüp, mezara konulamayan “Muhayyel (Hayali)” Kürdistan.


24 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Emek

Yeni sendika yasası, işçi hareketini yeniden sınırlıyor Yeni TİS ve Sendika yasaları işçi hareketi üzerindeki 12 Eylül vesayetini yenilerken, sendikalar konuyu üyeleriyle tartışmıyor bile. İşçileri aydınlatmak ve harekete geçirmek sosyalistlerin görevi dı. Grev oylaması ve grev ertelemesi yolu ile kırıcılık yapmayı yasaların ruhu haline getirdi. Siyaset yasağı, temsilci seçimi ve sayısının sınırlandırılması, kendi konu ve amaçları dışında toplantı ve gösteri yasağı gibi, 12 Eylül ürünü hükümlerin tamamı, eski veya yeni kılıklar içinde, sendikalara verilen taslakta da karşımıza çıkıyor. Taslak bununla da yetinmeyip, ileriye yönelik olarak, işçi sınıfının başına önemli belaları musallat edecek işyeri ve meslek sendikacılığının yolunu açıyor. Sendikalar, yeni sendika yasasına karşı üyeleri ile birlikte kapsayıcı bir mücadele hattı örme yolunda adım atamıyor

Mustafa Şimşek Çalışma yaşamını doğrudan ilgilendiren alanlar sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda yasal garantilere kavuşturuluyor. Esnekleşmenin bütün türlerine imkân veren İş Kanunu ve Özel İstihdam Büroları Yasası'ndan sonra, sıra 2821 sayılı Sendikalar Yasası ve 2822 sayılı Toplu Sözleşme-Grev ve Lokavt Yasası'na geldi. Adımlar sermaye için tam zamanında atılıyor. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, oluşturduğu akademik komisyon eliyle hazırlattığı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi (TİS) yasa taslağını, İş Kanunu uyarınca oluşan üçlü danışma kurulunda sendikalara iletti. Bakan Ömer Dinçer, başkanlığını yaptığı üçlü danışma kurulundan çıkarken, “işçi ve işveren sendikalarının taslak konusunda değerlendirmelerini alacaklarını, uzlaşmaya varılamaz ise, meclisteki tasarının yasallaşaca-

ğı konusunda” tarafları uyararak aba altından sopa gösterdi.

hangisi ehveni şer diye gezinmek değil.

Bu açıklamadan anlaşılacağı gibi, ortada birbirinden çok farklı olmayan, biri mecliste, öteki üçlü danışma kurulunda işçi ve işveren sendikalarına verilen iki taslak var.

Çünkü içeriğine bakıldığında, sendikalara sunulan yasa taslağı, 12 Eylül darbesinin silah zoruyla işçi sınıfını mahrum bıraktığı hiçbir hakkı ona teslim etmiyor. 12 Eylül vesayeti taslakların içinde kol geziyor. Üstelik 12 Eylül anayasasındaki engellerin kaldırılıp kaldırılamayacağı gerekçede hatırlanmıyor bile. Öte yandan, kapitalizmin bu alandaki dünya kurumu olan İLO'nun (Uluslararası Çalışma Örgütü) 87 sayılı “sendika özgürlüğü ve örgütlenme hakkının korunmasına ilişkin sözleşme”si ile 98 sayılı “kolektif müzakere hakkı prensiplerinin uygulanmasına ilişkin sözleşme”si taslaklara hiç yansımıyor bile.

Aslında ne oluyor? Siyasi iktidar, hem sendikalardan görüş isteyip uzlaşmadan söz ederken, hem aba altından sopa göstermekle, aslında, işçi sendikalarına “ayağınızı denk alın, taslağa taktik (yem) olarak yerleştirdiğim düzenlemeler dışında kalan yerleri kurcalamayın” diyor. Ortaya sürülen taslakları yürürlükteki yasalarla kıyaslayıp aralarındaki farkı bulmak, iyi mikötü mü diye tartışmak, işçi sınıfının gerçek ihtiyaçlarını gölgeler. Esas olan, politikleşmiş bir sınıf hareketine ulaşma yolunda, sınıfın ve sendikal hareketin bu yasalarda görmek istediklerini kuvvetle talep etmesi, taslaklarla yürürlükteki yasalar arasında,

12 Eylül, örgütlenme özgürlüğünü engelleyen işkolu ve işyeri barajını dipçik zoruyla mevcut yasalara yerleştirdi. Sendika seçme özgürlüğünü (referandum), genel grev, siyasi grev, dayanışma grevi ve hak grevini yasakla-

Yeni Sendikalar Yasası teklifine yakından bakış 2821 sayılı sendikalar yasasıyla, yeni yasa teklifi madde madde bakıp kıyaslanacak olursa, taslağın 2. Maddesindeki federatif tip sendikacılık olumlu bir yön olarak görülebilir. Buna karşılık işyeri ve meslek sendikacılığı, tam tersine, sınıf hareketini bölecek, eylem birliğini bozacak, sarı ve hatta gangster sendikacılığa yol açabilecek bir “yenilik” olarak ortaya çıkıyor. “Baraj bunu önler” savunması yersiz bir avuntudur. Yasal tanınmaya kavuşacak bu sendikalar, toplu sözleşmenin tüm hükümlerini içeren protokoller yaparak meşruluk kazanabilir ve uygulamada barajı aşabilirler. Üstelik barajdan medet ummak işçi sınıfına ve dostlarına düşmez. Tersine, hem baraja hem de işyeri ve meslek sendikacılığına yasal güvenceye kazandırılmasına karşı çıkılmalı. Aynı şekilde, 3. Maddede işkolu sayısının 28'den 17'ye düşürülmesi olumlu, ancak; 1 No'lu işkolunun (Gıda, avcılık, balıkçılık, tarım ve ormancılık) daha önce değilken şimdi baraja tabi olması


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 25

Emek önemli bir olumsuzluk. 18. Madde üye olma ve üyelikten çekilmede noter şartını kaldırıyor. 21. Madde, işsiz kalınsa bile üyeliğin 1 yıl devam edeceğini düzenliyor. 20. Madde üyelik aidatında kaynaktan kesinti yapmayı (chek-off) kaldırıyor. 35. Maddede sendika yöneticilerinin maaşlarına sınır getirme, 34. Maddede sendikaların nakitlerinin yüzde 25'ini aşmamak üzere üyelere kredi vermeleri –bu sendikayla işçiyi akçeli konularla bağlayan sendikaları finans kuruluşlarına dönüştüren olağanüstü tehlikeli bir madde-, 37. Maddede gelir ve giderlerin denetiminin yeminli mali müşavirlerce yapılması düzenleniyor.

Yeni TİS yasası 2822 sayılı TİS (Toplu İş Sözleşmesi) yasa taslağı ise; yetki ve TİS müzakere sürecinin bıktırıcı engelleri konusunda dişe dokunur bir değişiklik getirmiyor. Taslak, mevcudu neredeyse aynen koruyor. Taslağın 9. Maddesinde TİS'le çalışanların bir bölümünü kapsam dışına çıkaran sınırlama konamayacağını kayıt altına alıyor, 11. Madde ile işkolu barajını yüzde 2’ye çekiyor, ancak, baraja tabi olmayan 1 No.'lu işkolunu da baraj kapsamına alıyor. İşkolundaki toplam çalışan sayısında artık bakanlık rakamları değil, SGK (Sosyal Güvenlik Kurumu) rakamlarının esas alınacağı özenle belirtiliyor. Bunun sonucunda iş kolu sayısının 28'den 17'ye düşmesi, işkollarında toplam çalışan sayısını katlayacak ve hesaplamada SGK'nin esas alınması gerçek rakamlar üzerinden hesaplamayı getirecek. Bu durum eskiyle kıyaslandığında aslında işkolu barajının en az yüzde 5 olduğu iddiasına kapı aralar. Ayrıca, Özel İstihdam Büroları Yasası ile birlikte değerlendirilirse işyeri barajının da yüzde 50+1'in çok üzerine çıkacağını söylemek için kâhin olmaya gerek yok. 31. Madde ile genel, siyasi, dayanışma ve hak grevinin kanun dışı olduğu düzenleniyor. 34. Madde ile Bakanlar Kurulu'nun yetkisinde olan grev yasağı yerel mahkemeye aktarılarak, hâkime dava karara bağlanana kadar grevi durdurma yetkisi veriliyor. Bu hüküm önceki yasada yoktu. Yasa tekliflerinde başkaca değişiklikler olmakla birlikte en göze batanları bunlar.

Sendikacılar ve sendikalar yasaya ilgisiz Değişiklikler işçi sınıfının sendika ve örgütlenme özgürlüğü önündeki engelleri de toplu sözleşme (TİS) hakkı önündeki engelleri de kaldırmıyor. Tüm makyajlara rağmen mevcut yasaların engelleyici içeriğini de olduğu gibi koruyor. Hatta mahkemeden grev yasağı çıkmadan, hâkime hemen grevi durdurmak gibi daha ileride bir antidemokratik yetki veriliyor. Sendikalar bu gelişmeleri üyeleriyle tartışıp bir mücadele hattı örmeyi gündemlerine almadıkları gibi, aslında ne dedikleri ve ne istedikleri de çok belli değil. Görünen o ki; sendikal hareketin başındakiler, aidatın kaynaktan kesilmesi (chek-off sistemi), sendika yöneticilerinin ücretlerinin sınırlandırılması, yüzde 2 olan işkolu barajının yüzde 1'e düşürülmesi gibi konulara takılarak, işin aslını unutacaklar. Aidatın kaynaktan kesilmesi için illa yasaya gerek de yoktur. TİS'lerin neredeyse tamamında “aidat kaynaktan kesilir” düzenlemesi zaten var. Bunlarla uğraşmak anlamsız. İşçilerin ve toplumun dikkatini bu düzenlemelerden doğacak sakıncalara çekmek işçi sınıfının ileri unsurlarına ve sosyalist harekete düşüyor. Kamu emekçileri sendikaları da sanki gündemdeki bu yasal düzenlemeler kendi dünyalarını hiç ilgilendirmiyormuş gibi sessizlik içindeler. Oysa; tam da bu yasa taslakları tartışılırken gerçekleştirdikleri “bir günlük iş bırakma” eylemini soyut bir “grev ve toplu sözleşme hakkı” ile gerekçelendirmek yerine, 4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendika Yasası'nın feshini isteyebilir ve kıyameti bunun için koparabilirlerdi. 2821 ve 2822 sayılı yasalara tabi olmak istediklerini haykırarak tek bir sendikalar yasası ve tek bir TİS yasası talebini yükseltmelilerdi. Bu sınıfın mücadele birliğini ve kazanım gücünü artırabilirdi. Kaybedilen mevzileri geri almanın ve yeni mevziler kazanmanın yolu, 12 Eylül darbesinin silah zoruyla kurduğu her alandaki vesayetinden en çabuk en köklü biçimde kurtulmaktan geçiyor. 2821 sayılı Sendikalar ve 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi yasa tasarısı, hiç değilse 11 Eylül 1980’deki haline dönmelidir. Olmaz mı? Daha önce nasıl olduysa yine olur.

Metal İşçileri Kurultayı Toplandı İstanbul’un sanayi havzalarından ikiyüz işçi işkollarındaki mücadele koşullarını tartışmak için 22 Kasım’da bir araya geldi

Metal İşçileri Kurultayı 22 Kasım Pazar günü İstanbul'da Su Gösteri Sanatları Sahnesi’nde yapıldı. İstanbul’un altı sanayi havzasından ikiyüzü aşkın işçinin buluştuğu kurultaya İzmir, Bursa ve Ankara’dan da katılımlar oldu. Duvarlar, “İşçilerin birliği MESS’i yenecek!”, “Bürokratlar defolsun, sendikalar bizimdir!”, “Direnen işçiler kazanacak!”, “Yaşasın metal işçilerinin birliği!”, “Kavel, Demirdöküm, Profilo, Netaş… Mücadele geleneğimizdir!” pankartlarıyla bezenmişti. Toplantıya “Metal işkolunda durum”, “Metal işkolunda örgütlülük” ve “Metal işçilerinin mücadele deneyimi ve birikimi” başlıklı üç tebliği sunuldu. Sinter Metal, Gürsaş, Asemat’tan işçiler, Entes direnişçisi Gülistan Kobatan, Desa direnişçisi Emine Arslan, halen direnişlerini sürdüren Esenyurt Belediye işçileri ve Karahan Tekstil işçileri söz alarak mücadele deneyimlerini aktardılar. Daha sonra, önceden hazırlanan “Metal İşçileri Birliği’nin mücadele programı taslağı”nın tartışılmasına geçildi. Bu bölümde toplam otuzdan fazla işçi söz alarak düşünce ve önerilerini dile getirdiler. Toplantıya sunulan program taslağında yer almayan onu aşkın öneri yaptılar. Birkaç gün önce polisler tarafından kurşunlanarak öldürülen bir metal işçisi olan Alaattin Karadağ anıldı ve olay söz alan işçiler tarafından protesto edildi. Konuşmacıların en çok ortaklaştıkları noktalardan biri program taslağında yer alan şu cümleler oldu: “Metal İşçileri Birliği, metal patronlarına, sermaye sınıfına ve onun ajanı konumundaki sendikal bürokrasiye karşı yürüttüğü mücadelede fiili meşru mücadele çizgisini esas alır.” Toplantının en dikkat çeken yönlerinden biri, genç ve mücadeleye istekli işçilerden oluşan ikiyüz kişinin yedi saat süren toplantıyı eksilmeyen bir ilgi ve dikkatle, söz alarak alkışlayarak aktif biçimde izlemesi, kürsüden konuşurken heyecanlanan, tekleyen her konuşmacıyı gür ve sürekli alkışlarla özendirip yüreklendirmesiydi. Sınıf kardeşliğinin ve dayanışmasının yansıdığı bu güzel ortamda, çok sayıda işçi tam bir doğallık ve içtenlikle görüşlerini dile getirdiler. Kurultay, işçi sınıfı tabanında dinç ve devrimci bir enerjinin birikmekte olduğunu gösterdi. Toplantı Metal İşçileri Birliği’ni kurmak üzere yerelliklerde örgütlenmenin tamamlanması kararıyla, alkışlarla sona erdi.


26 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Emek

Net 546,48 TL... İşçi sınıfının çalışma ve yaşam koşulları itibarıyla 19. yüzyıl koşullarına sürüklendiği günümüzde, 6 ssatlik iş günü ve insan onuruna yaraşır asgari ücret için mücadele belirleyici önemde.

Muhsin Dalfidan

2010 yılının asgari ücretini belirlemek üzere Asgari Ücret Komisyonu önümüzdeki günlerde toplanıyor. “Bağımsız” komisyonun yapacağı 01.11.2009 tarihli Resmi gazetede yayımlanan Bakanlar kurulu kararındaki artış oranlarını tasdik etmekten ibaret olacaktır. Her yıl tekrarlanan bu seremoniye dur demek gerekiyor. Sermaye, hükümet ve en büyük işçi sendikasının 5'er kişiyle temsil edildiği komisyonun kararları tirajı-komiktir. Çünkü; asgari ücret yönetmeliğindeki “Asgari ücret: İşçilere normal bir çalışma günü karşılığı ödenen ve işçinin gıda, konut, giyim, sağlık, ulaşım ve kültür gibi zorunlu ihtiyaçlarını günün fiyatları üzerinden asgari düzeyde karşılamaya yetecek ücret” dir tanımı hiçe sayılmaktadır. Türk-İş’in verilerine göre, açlık sınırının 778 Lira, yoksulluk sınırının 2533 Lira olduğu bir durumda net 546,48 Türk lirası asgari ücret belirlemek işçi sınıfını hiçe saymaktır. Türkiye’nin, Avrupa sosyal şartında bulunan “Çalışanların kendilerine ve ailelerine iyi

doldurmuş işçiler ve 16 yaşını doldurmamış işçiler için ayrı ayrı olmak üzere tek asgari ücret belirlendi. Marx'ın “Kapitalistin iradesi, elbette ki, olanaklı olanın en fazlasını almak yolundadır. Bizim yapacağımız şey, onun iradesi üzerinde derin incelemeler yapmak değil, onun gücünü, bu gücün sınırlarını incelemektir” önermesi yapmamız gerekeni işaret etmektedir. Buradan hareketle asgari ücretin sınıf mücadelesi için anlamını sorgularsak: Asgari ücret; işçinin yaşamını sürdürmesi ve iş gücünü yeniden üretmesi için gerekli ücrettir. Bu ücret, somut durumda sınıf mücadelesinin düzeyine göre farklılıklar gösterir. Ayrıca, asgari ücret daha fazla kar ve sürekli sermaye birikiminden başka bir hedefi olmayan kapitalistler için, aralarındaki rekabeti ücret maliyetleri yönüyle kurala bağlamalarını sağlar. Doğal olarak bu ücret kapitalistler için en düşük ücret olmalıdır. Yine, asgari ücret sosyal politika aracı olarak kullanılır. Bu anlamıyla asgari ücreti kapitalistler işçi sınıfını sistemle uyumlulaştırmanın aracı olarak görürler. İşçi sınıfı ise sömürünün kısıtlanmasında ve sistemin alaşağı edilmesinde sınıf güçlerinin siyasal mücadelesinin geliştirilmesinin kaldıraçlarından biri olarak değerlendirir.

Asgari ücret, sadece sendika temsilcilerinin değil, asgari ücretle çalışan işçi (asgari ücretle çalışan işçiler sendikalı değildir) ve işsizlerin de temsil edildiği demokratik ve adil bir temsiliyetle belirlenmelidir. Doğru tanımıyla asgari ücret, niteliksiz işgücünün değeridir. Günlük dilde, işçi ve ailesinin insan onuruna yaraşır bir biçimde yaşayabilmesini sağlayacak asgari tutardır.

Sınıf mücadelesi belirler Asgari ücretin düzeyini sınıf mücadelesindeki güçler dengesi belirler. Öyleyse asgari ücret mücadelesi sınıf mücadelesinin önemli başlıklarından birisidir. İşçi sınıfının kendi için sınıf olma bilincini geliştiren bir mücadeledir. Bugün güçler dengesi işçi sınıfının aleyhinedir. İşçi sınıfının durumu; iş günü, ücret düzeyi, iş güvencesi vb. haklar yönüyle neredeyse 19.yüzyıldaki durumuna benzemektedir. 1844'lerde fabrika yasalarıyla iş günü kadın ve çocuklar için 10, yetişkin erkekler için 12 saat ile sınırlanırken, bu gün günlük 11 saat çalışma yasaldır. Fiili durumda orta ve küçük ölçekli kapitalist işletmelerde ise işgünü ortalama 15-16 saati bulmaktadır. Asgari ücret açlık sınırının altındadır. Asgari ücret yasal olarak net 546,95 Türk Lirasıdır. Ancak, kayıt dışı istihdama göz yumulduğu için özellikle işverenlere teşvik uygulamasının olduğu 49 ilde ücretler çoğu sektörde 150 ile 350 Türk lirası arasında değişmektedir. Bu gidişi tersine çevirmek görevimizdir.

Kapitalistin gücünün sınırı Asgari ücret, ilk kez Yeni Zelanda ve Avustralya’da 1890 yılında uygulanmaya başladı. 20. yüzyılın başlarında Avrupa ve Dünya ölçeğinde yaygınlaştı. Uluslararası Çalışma Örgütü (İLO), 26 sayılı Asgari Ücret Belirleme Yöntemleri ile ilgili sözleşmeyi 1928’de kabul etti. Türkiye asgari ücret uygulamasına1969 yılında başlamakla birlikte İLO sözleşmesini 1974 yılında onayladı. 1989 yılında ise 16 yaşını

Türkiye’de asgari ücret başlangıçta illere göre farklı uygulanmış daha sonra tek asgari ücret uygulamasına geçilmiştir. 2000’li yıllarda tekrar bölgesel asgari ücret tartışmaları yaygınlaşmıştır. Kapitalistler, krizi ve işsizliği bahane ederek istihdam yaratma gerekçesiyle bu öneriyi tekrar canlandırmaktadırlar. Bölgesel asgari ücret, işçi sınıfı içindeki rekabeti artıracak, işçileri “köle”leştirerek sömürüyü dayanılmaz boyutlara yükseltecektir. Bu-

bir yaşam düzeyi sağlayacak ücret hakkına sahip olduklarını tanımayı” taahhüt etme maddesini onaylamaması da bunu göstermektedir. Demokratik olmayan bir temsiliyet ile yapılan belirleme tek yanlı bir dayatmadan ibarettir.


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 27

Emek nun için işsizler ve asgari ücretle çalışanların örgütlenmesi önemlidir. Sendikalar bu işçi kesimleriyle ilgilenmemektedirler. İşçi sınıfının siyasal güçleri, sendikalara uygulanacak basınçla sendikalar ve ara örgütler olarak sınıfın bu kesimlerinin örgütlenmesinin sağlanması bu oyunu bozacaktır. Yasallık değil meşruiyet Yeniden sosyalist kuruluş, kendisi için siyasallaşmış bir işçi sınıfı hareketinin eseri olacaktır. Öyleyse, eylemliliğimizin merkezi yönelimi siyasallaşmış bir sınıf hareketinin var edilmesi olmalıdır. Siyasallaşmış bir işçi sınıfı hareketinin oluşmasında hak ve hak gasplarına karşı verilecek mücadelelerin önemi yadsınamaz. Bu anlamıyla Marx iktisadi eylem ile siyasal eylem arasındaki bağı her fırsatta işaret etmiştir. Uluslararası Emekçiler Birliği'nin Eylül 1871 tarihli konferansının siyasal eylem üzerine kararında; işçi sınıfının iktisadi eylem ile siyasal eyleminin ayrılmazcasına birbirine bağlı olduğu, Enternasyonal üyelerine anımsatılmaktadır.Yine Marx 23 Şubat 1871 tarihli F.Bolte'ye yazdığı mektupta işçilerin ayrı ayrı bütün iktisadi hareketlerinden her yanda siyasal bir hareket, yani işçi sınıfının çıkarlarını genel bir biçimde, genel bir toplumsal baskı kuvveti niteliği taşıyacak bir biçimde zafere ulaştırmak amacında bir sınıf hareketi ortaya çıkıverir diye yazmaktadır. Söylenenler bugün daha çok geçerlidir. Siyasal bir sınıf hareketinin önünü açacak araç ve eylemlilikler geliştirilmesi gerektiği herkes tarafından tekrarlanmaktadır. Peki bu eylemliliklerin temel özellikleri ne olmalıdır? Toplumsal sınıfların tümü tarafından görünür olmalıdırlar. İşçi sınıfı ve yoksul halk kesimleri ile temas eden eylemler olmalıdırlar. Yasallığı değil meşruiyeti temel almalıdırlar. Rekabetçi ve bölen değil, işçi sınıfının bütününü gözeten dayanışmacı ve ortaklaştırmacı olmalıdırlar. Sermayenin ideolojik hegemonyasında gedik açacak nitelik ve biçimde olmalıdırlar. Kampanya tarzı örgütlenen eylemlilikler bu hedefleri gerçekleştirme kapasitesinde olan eylemliliklerdir. Kampanya tarzı mücadele ile “adil bir işgünü karşılığında adil bir ücret” talebi ile yetinmeyen, “ücret sisteminin kaldırılması” mücadelesini geliştiren kendi için siyasallaşmış işçi hareketi gelişecektir. Gün, işsize iş, 6 saatlik işgünü ve insan onuruna yaraşır asgari ücret kampanyası günüdür.

Mersin’de Serbest Bölge işçileriyle dayanışma etkinliği Nesim Budak

Dünya genelinde gelişen ekonomik kriz işçi ve emekçilere sömürünün katmerleşmesi olarak geri dönüyor. Tüm ülkede olduğu gibi Mersin’de de işten atmalar hızla sürüyor. İşsizlik hızla çoğalırken, patronlar da bütün gelişmeleri kendi lehlerine çevirmeye çalışıyor. Başta fazla mesai olmak üzere sigortasız işçi çalıştırma, çocuk işçi çalıştırma, yemek, servis gibi bütün olanaklardan kısıtlama yapılıyor. İşsizler ordusu büyüdükçe patronlar işçileri kendi silahıyla vurmaya devam ediyor. İşsizleri işçilerin yedeğinde ucuz emek olarak tutmaya devam ediyor. İşçilerin böylece sesi kısılırken patronlar devleti de arkasına alarak karına kar katmaya devam ediyor. Mersin Serbest Bölge’de resmi rakamlara göre 6 bin işçi çalışıyor. Hemen hemen hepsi devletin belirlediği asgari ücret denilen ama işçilerin ihtiyacına göre değil de işverenin maliyetine göre belirlenmiş bir ücrete talim ediyor. Büyük kısmı 18-30 yaşları arasında olan işçilerin hak bilinci konusundaki yetersizliği işverenlerin sömürü olanağını güçlendiriyor. Krizle birlikte işten atmaların çoğaldığı serbest bölgede verilmiş haklar da birer birer geri alınıyor. İşçiler fazla değil, “aşırı mesai” ile hafta sonu çalışmaya zorlanıyor. Yani az işçi, çok kazanç politikası güdülürken bir krizden söz ediliyor. Bazen bunu anlamak zorlaşıyor. İnsan buna “Çüş” mü demek gerekir diye de sormadan edemiyor. Zaten adı gibi işverenler lehine bolca serbestlik varken, yeni işçiler boş kağıt imzalayarak işe alınıyor. Deneme süresi bahanesiyle işçilere giriş çıkış yapılırken, sigortasız çalıştırılamaya devam ediyor. Çalışma koşullarının aşırı zorluğu nedeniyle dönem dönem patlak veren işçi direnişleri ise işçilerin tecrübesizliği yüzünden çok az kazanımla sönümleniyor. En son Mart 2007’de patlak veren ve 2 binin üzerinde işçinin katılımıyla başlayan ve yaklaşık bir hafta süren işçi direnişi çok az kazanımla sonuçlanmıştı. Birçok işçi işten atılırken, yetersiz de olsa, alınan haklar ve atılan işçilerin iş mahkemesi sonucu tazminat ve benzeri haklarını almaları, bugünkü kriz koşullarında, işçilerin bir bölümünü cesaretlendirip arayışa sürüklemiş durumdadır. 1 Kasım 2009’da Serbest Bölge İşçileri ve Ekmek ve Özgürlük Derneği’nin düzenlediği işçi hakları paneli ve film gösterimi etkinliğinde görüldüğü gibi bölge işçilerinde yoğun bir arayış vardır. Petrol-İş’te düzenlenen ve yetmişi Serbest Bölge’den, yüzon civarında işçinin katıldığı etkinliğin başında Grup Umut bir müzik dinletisi verdi.

Daha sonra Ekmek ve Özgürlük Derneği yöneticilerinden Vakkas Kılınç’ın oturum başkanlığını yaptığı iki oturumlu bir panel yapıldı. Panelde Serbest Bölge İşçileri adına Hatica Karakaya, İzmir İşçi Hakları Derneği Başkanı Cavit Uğur, Orman İşçileri Derneği Başkanı Halil Çakırlı, Avukat Aslıhan Özkan ve Novamed İşçilerinin mücadele deneyimini anlatmak üzere Mersin Perol-İş eski yöneticilerinden Adnan arkadaş konuştular. İlginin etkinlik sonuna kadar canlı olduğu panelin ardından “Desa Direnişi’nde Kadınlar” isimli filmin gösterimine geçildi. Aralarda işçilerle yapılan söyleşilerimiz, panelin gördüğü ilgi ve bu ilginin günün sonuna kadar aynı canlılıkta sürmesi Serbest Bölge İşçilerinin ciddi bir arayış içinde bulunduklarını gösterdi. İşçilerin akacak mecra arayan tepkileri doğru yönlendirilebilirse, hem kendileri hem de Mersin’deki işçi mücadeleleri açısından olumlu kazanımları içerisinde barındırıyor. Yapılması gereken ise öncelikle işçilerde sınıf ve hak bilincini güçlendiren onların örgütlü durmasını sağlayabilecek araçları hızla devreye sokarak, işçilerin kendine güvenini arttırmaktır. Doğru bir çalışmayla Mersin Serbest Bölge işçileri örgütlenmeye açık bir kesim gibi gözükmektedir. Sendikaların bu arayışı görmeyişi düşündürücüdür. Sendikalar hala en önemli sınıf örgütlerinden biri olsa da örgütlülüğü bugünün serbest bölge koşullarında onlara indirgemek doğru değildir. Sendikaların bu mücadele dinamizmine sırtını döndüğü koşullarda, işçilerin yeni mücadele zeminleri yaratmaktan uzak durmak yerine, işçi hakları derneklerinde, daha ötesi yarı-sendikal, yarı-siyasal kurumlar sayılabilecek işyeri komitelerinde, işçi meclisi/konseyi türünden yapılarda bir araya getirmek ve hak mücadelesinin kitlesel ve militan bir çizgide sürdürmek de mümkündür. Yeter ki işçiler birlikteliklerini korusun ve mücadele hattından yürüme kararlılığında olsun.


28 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Emek

Grev üretimi durdurmaktan Grevde üretimin durması başlı başına bir hedef değil, eylemlilik sürecinin doğal Alp Hakan Güvenir

Eski Roma’da egemen sınıf köle sahiplerine (Patriciler) karşı Roma halkının (Plepler) 12 Levha Yasaları’nın(1) yapılması ve Halk meclisinin kurulması ile sonuçlanan mücadelesi (MÖ 494-451), tarihin ilk grev eylemi ve mücadelesi olarak kabul görür. Elbette ki bu kabul o dönemin değil yakın dönemin hukukçularının ve tarihçilerinin kabulü ve günümüzde aynı kavramla anılan mücadelelerle, üzerinde yükseldiği sınıf dinamikleri ya da mülkiyet ve siyasal iktidar eksenindeki hedefleri bakımından önemli farklar bulunuyor. Bu nedenle burjuva hukukçularının ve tarihçilerin tasnifi bir yana, bugünkü anlamıyla grevin işçi sınıfı mücadelesindeki yerini almasının 18. Yüzyılda başlayan işçi mücadelelerine dayandığını söyleyebiliriz. Bu eylem türünün Fransızca’da çakıl taşı ve bir çeşit kum anlamına sahip olan “grev” kelimesiyle tanımlanmaya başlanması ise Fransa’daki 1848 devrim dönemiyledir. Bugünkü Paris Belediyesi’nin bulunduğu ve 18. yüzyılda amele pazarı olarak kullanılan Grève Meydanı, 1848 Şubat devrim günlerinde, işçilerin toplanma ve eylem merkezi olarak tercih edilmesinden itibaren, işçilerin iş bırakmayı da içeren eylemlerine “grev” denilmeye başlandı. “Greve çıkmak”, sadece iş bırakmayı değil, “Grev Meydanı”nda toplanmayı ve bu eksendeki sokak gösterilerini anlatan bir kavramdı. İş bırakmak, eylemliliğin doğal bir boyutu yahut yan sonucu olarak gerçekleşiyordu. Bugün de bir sınıf mücadelesi aracı olarak grevi, iş bırakmayla sınırlı olmayan sokak gösterileri, açık alan toplantısı gibi boyutları bulunan ve kendisini ne talepleri ne müca-

Şimdiki Paris Belediyesi’nin bulunduğu Grève Meydanı, 18. yüzyılda amele pazarı olarak kullanıldığı gibi Fransız Devriminde idamların

dele alanı olarak işyeri ile sınırlamayıp yaşamın tüm alanlarına taşan, yaşamın tüm alan ve sorunlarına dair mücadele hedeflerini içeren eylemlilik olarak anlamak gerekiyor. Kavramın bir eylem türü olarak sınıf mücadelesine içerildiği, monarşinin yıkılıp geçici hükümetin kurulmasını beraberinde getiren 1848 Şubat Devrimi ve devrim sürecinde de ne eylem zemini ne talepler, işyeri ve çalışma koşulları ile tanımlanamaz zaten.

Anlam kayması dil sorunu değil siyasal bir sorun Napolyon, devrim günlerinin ardından, meydanın adını “hotel de ville” olarak değiştirdi ancak bu durum, meydanın günümüzde hala “Grev Meydanı” olarak anılmasının önüne geçmedi. Fakat “grev” kelimesi sınıf mücadelesinde kalıcı bir yer edinmiş olmasına karşın, günümüzde o günlerden farklı olarak, tek bir eylem biçimini anlatan bir kavram haline dönüşmüştür: İşçilerin, işyerinde, işkolunda ya da ülke çapında

belirli ya da belirsiz bir süre için çalışmayı durdurmaları! Bu anlam kaymasında, burjuva devletlerin işçi sınıfı mücadelesinin araç ve yöntemlerini genel bağlamından kopartıp yasal sınırlar içerisinde yeniden tanımlayarak, belli koşullara bağlı kalıplara hapsetmesi belirleyici olmuştur. Ancak aslolarak, sosyalistlerin grevi “üretimi durdurma” anlamı yükleyerek sendikal mücadele alanına, sendikal mücadele ve sendikaları da işçi sınıfının yaşam koşulları ve alanlarından kopartarak çalışma (ekonomik mücadele) alanına terk etmiş olmaları, bir mücadele aracı olarak grevin “Grev Meydanı”ndan, sokak gösterilerinden ve toplumsal yaşamdan ayrılmasının temelinde yatmakta. Grev günlerinde işçi sınıfının, grevi düzenleyenlerce miting alanlarına taşınıyor olması bu gerçeği değiştirmiyor. Çünkü bu durumlarda “iş bırakma” eylemi ile düzenlenen “miting” esasen iki ayrı eylemin ilişkilendirilmesinden ibaret oluyor. İş bırakma, taleplere

bağlı ana eylem, düzenlenen mitingler ise kamuoyu desteği sağlayarak yahut seslenilen mercilere gövde gösterisi yaparak ana eyleme destek sağlamayı hedefleyen yardımcı eylem olmaktadır.

Üretimden gelen gücün kullanılması üretimi durdurmaya indirgenemez! Sosyalist hareketin saflarında, “grev”i “isçilerin makineleri, fabrikaları bütün üretim araçlarını durdurması ve kapitalist pazar için mal ve hizmet üretmemesi, toprağın işlenmemesi, madenlerin çıkarılmaması, fabrikalarda mal üretilmemesi, taşıtların işlememesi, bütün hizmetlerin durdurulması, hayatın felç olması” olarak anlayan bakış açısı, son derece yaygındır. Bu bakış açısını, sosyalist hareket içerisinde genel kabul gören başka bir yaklaşımın kantarına vurarak değerlendirmekte fayda var: Grev, sınıf mücadelesinin okuludur! Grevi “üretimi durdurmak” olarak ele alan ve neredeyse bu-


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 29

ibaret değildir sonuçlarından birisi olmalı

gerçekleştirildiği bir alandı

nunla sınırlayan yaklaşımın, grevi “kaybedilen iş saatleri” olarak ele alan patronların, iktisatçıların ve muhasebecilerin bakışından türetildiği söylenebilir. Grevi bu şekilde ele alanlar açısından, üretimi durdurup patronlara ciddi sıkıntılar yaşatarak onları zor duruma düşürmek ve bu yolla taleplere ulaşabilmek, hem mümkün hem de düşmana zarar verecek bir muharebe biçimi olarak gerekli, doğru ve temel eylem biçimidir. Grevin, üretimi durdurmak olarak tanımlanıp, sınıf mücadelesinin temel ve kutsal bir aracı olarak ele alınması, iki temel noktada önemli sorunlar barındırıyor. Birincisi: Hedefi, mal ve hizmet üretimini durdurarak patrona zarar vermek ya da kamuoyu oluşturarak basınç yaratmak yoluyla taleplere ulaşmakla sınırlı olan bir eylemin, nasıl bir okul olacağı ve işçilere ne öğreteceği, tartışmalıdır. İşçilerin böyle bir eylemden öğrenebilecekleri şeylerin başında, sorunlarının çözümünün süregiden

karar ve iktidar odaklarının (işyerinde patron, ülke genelinde hükümet ya da parlamento vb.) ya doğrudan sıkıştırılarak ya da yaratılacak kamuoyu sayesinde sorunu çözmeye zorlanabilmelerinden geçtiği ve yeteri kadar örgütlü ve etkili olunursa başarılı olunabileceği gelir. Bu ders işçi sınıfının örgütlülüğünün son derece önemli olduğu sonucunu içerse de bu örgütlülüğün karar alma ve yönetme süreçlerinin de öznesi olabileceğini göz ardı eder. İşçi sınıfının, örgütlülük ve eylemiyle, üretimden gelen gücünü kullanarak, dışarısında kaldığı iktidar süreçleri ve zemini üzerinde basınç oluşturabileceği dersi, burjuva demokrasisi eğitiminin önemli bir parçası olabilir ve böyle bir dersten, işçi sınıfını kendi iktidarına hazırlayan devrimci mücadelenin boy verip serpileceğini beklemek ahmaklık olur. Sosyalistler greve (ve iş bırakmaya), iktisatçıların yahut patronların ölçüleriyle bakmamalı, grevin sınıf mücadelesinin bir okulu olabilmesi için “üretimden gelen gücün üretimin durdurulması yoluyla kullanılması”nın çok ötesinde bir anlamı olduğu gerçeğini sivrilterek öne çıkarmalı. Grevin, okuyup dinlemekten ziyade eyleyerek öğrenen işçi yığınları için sınıf mücadelesinin bir okulu olabilmesi, bu eylemin hedeflerine olduğu kadar, hazırlık ve örgütlenme süreçlerine de sıkı sıkıya bağlıdır. Grevin sınıf mücadelesinin okulu olabilmesi; bir işyerindeki örgütlenme sürecinden, farklı işyerlerindeki, sektörlerdeki, mesleklerdeki işçilerin ve işsizlerin, iş bırakma ve miting ile sınırlı olmayan, mal ve hizmet üretim alanlarındaki farklılıklara göre özgünlükler taşımayan, toplumun diğer kesimleri ile dayanışma ilişkisi örmeyi olanaklı kılacak eylem türleriyle beslenip zenginleşeceği bir zeminde somutlanabilmesi-

ne bağlıdır. Böyle bir eylemlilik süreci, işçi sınıfının gözünü ve bilincini, dar anlamda işyeri yahut işkolu sorunlarından, sınıfının genelinin sorun ve ihtiyaçlarına olduğu gibi, toplumun farklı kesimlerinin sorun, gündem ve ihtiyaçlarına çevirecektir. Bu yolla işçi sınıfının, hem farklı kesimlerinin birbirlerinin sorunlarını gündem edinmesi, hem de toplumun bütün kesimlerine kamuoyu desteği almak için değil sorun ve gündem ortaklığı üzerinden ortaklaştırıcı bir eylem çizgisi ile gitmesi yoluyla siyasallaşmasın önünü de açacaktır. Bunun yanında, başlı başına bir hedef ya da sonuç olarak ele alınmaması gereken grevin, işçi sınıfının yönetici niteliği ve kapasitesini açığa çıkartan bir biçimde örgütlenip, muhtevasının da bu eksende şekillenebilmesi, belirleyici önemde olacağını da belirtmek gerekiyor. İkincisi: Mal ve hizmet üretimini durdurma yoluyla zor duruma düşürülen, her zaman düşman olmuyor. Sağlık, temizlik hizmetleri ve ulaşım gibi kamusal hizmet alanlarında üretimin ve hizmetlerin durdurulması, eylemdeki işçilerle, bu hizmetlerin doğrudan alıcısı konumunda bulunan geniş işçi yığınlarını sıklıkla karşı karşıya getiriyor. Bu eylemliliklerin bir sonucu olarak, grevci işçiler, toplumsal yaşamı durdurarak geniş yığınlara zorluk yaşatanlar ya da en azından geniş yığınları hayatı durdurmak ve yaşamlarını zora sokmakla tehdit edenler olarak görüldükleri gibi, işçilerin mücadelelerinin meşruiyetine duydukları inanç ve güvenin zayıflaması da böylesi arızalı bir grev dersinin sonuçları arasında olabiliyor. İşçi sınıfının bir kesiminin eyleminin, sınıfın genel ve ortak çıkarları ekseninde somutlanmadığından ötürü farklı kesimlerini eylemlilik zemininde ayrıştırıp karşı karşıya getiren bir rol oynadığı bu gibi durumlarda, sadece bu sebepten dolayı bile, “iş bırakma”nın ötesinde eylem biçimleri hayata geçirilebilir ve sınıfın farklı kesimlerinin, eylemlilik üzerinden ortaklaştırılmasının önü açılabilir. Örneğin sağlık sektöründe döner sermayenin kapısına kilit vurularak herhangi bir ücret yahut

kayda almak üzere evrak talep etmeksizin muayene ve tedavilerin yapılıp ilaçların ücretsiz verilmesi; temizlik hizmetinde mahallelerden toplanan çöplerin devlet kurumlarının bahçelerine boca edilmesi; ulaşım sektöründe bilet yahut ücret talep etmeksizin yolcu taşımaya devam edilirken ticari mal taşınmasının engellenmesi, ücretli yol ve köprülerde sadece toplu taşıma araçlarının geçişine izin verilmesi gibi, sınıfın farklı kesimleri arasındaki ortaklaşmaya hizmet etmesinin yanında yaşadığımıza alternatif olabilecek nasıl bir toplum için mücadele ettiğimizin ipuçlarını da sergileyen eylem biçimleri, belli alanlarda “üretimin ve hizmetlerin durdurulması” şeklindeki eylem biçimine alternatif olabilir. Özü itibarıyla işyeri işgali ya da işçi yönetimi ekseninde şekillenecek bu eylem biçimleri, hazırlık ve örgütlenme aşamasından, eylemde olmayan işçi sınıfının geniş kesimleriyle iletişime geçerek eylemli sınıf dayanışmasının örülebilmesine uzanan, zor ve zahmetli bir yolda yürüyerek somutlanabilir. Bu eylem biçimleri, hayatı durdurmayacak; aksine, hazırlık ve örgütlenme sürecinden başlayarak hayatın, toplumsal yaşamın bütününü örgütleyen ve işçi sınıfının geniş kesimlerini yan yana getiren bir rol oynayacaklardır. İşçi sınıfının, burjuvazi ve siyasal iktidarı karşısında bir baskı grubu olmaktan öteye geçip, kendisini yeni bir dünyanın kurucu öznesi olarak var edebilmesi aynı zamanda böyle bir eylem çizgisi ile mümkün olacaktır. (1) Medeni hukukun temelini oluşturan eski roma hukukudur. Eski Roma’da plebler soya ve asalete dayalı sınıflar arası ayrıma son verilmesi ve kendilerine de siyasi haklar tanınarak sınıfların tabi olduğu kanunların yazılması isteğiyle ayaklandılar. Ayaklanmanın başarıya ulaşmasının ardından yazılan bu kanuna göre toprak el değiştirilebilir nitelik kazanmış, asalet hukukunun ve rejiminin yerini, mülkiyet hukuku ve rejimi almıştır.


30 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Emek

Hepimiz göçmen işçiyiz bir bakıma! Türkiye bir yandan “bunca işsiz varken” diyerek göçmen işçilere kapıları kapıyor, öte yandan onların güvencesiz çalıştırılmalarına göz yumuyor. Göçmen işçilerin sınır dışı edilmelerine karşı sınıf dayanışması kurmak gerek lararası sözleşmeler nedeni ile siyasi mültecileri ve sığınmacıları bir ölçüde bunların dışında tutmak gerekir. İltica başvurusu yapmayan diğer göçmenleri ülkeye sokmama nedeni ise kulağa çok hoş gelen bir argümandan hareket ediyordu. “…Burada bu kadar işsiz varken… bir de yabancılara mı iş vereceğiz. Memlekette insanlar aç dolaşırken elin gâvuruna iş mi verilecek” diye özetlenebilecek söylem çok sayıda milliyetçi tarafından tekrarlandı ama çok sayıda yabancı göçmenin hemen tümü iş buldu, arkadaşlarını ülkeye davet etti, hatta burada kalıp yerleşenler, ticarete başlayanlar bile oldu. Bir kısmı ülkesine geri dönse bile daha sonra tekrar geri geldiler. Öyle bir çalışma biçimi oluştu ki bazı yabancı göçmen çalıştıran işveren aileler izne giden yabancının yerine yerli işçi almayıp, yabancı göçmenin izinden dönüşünü bile beklediler. Iraklı göçmenler Türkiye ile Yunanisitan arasındaki uluslararası sularda Yunan sahil muhafızlarınca yakalanıyor

Kuvvet Lordoğlu

Bir yazı okudum, ”dünyam değişmedi”, ama yine de yazıdakiler aklımdan uzun süre çıkmadı. Yazıda belirsiz bir istatistikten söz ederek ve belirsiz bir zamanda dünyada yaşayan insanların çok büyük bir bölümünün yaşadıkları, doğdukları çevrenin 50 km ötesine çıkmadıkları veya çıkamadıkları aktarılıyordu. Hareketli göçmen nüfus ise uluslararası istatistiklerde yaklaşık 192 milyon yani dünya nüfusunun kabaca yüzde 3’ünü oluşturuyordu. Buna göre, dünyadaki her 35 kişiden biri göçmen olarak doğduğu ülkenin dışında yaşıyor. Ancak bu istatistiğe girmeyen mülteci ve sığınmacılar yani geçici göçmenler, gönüllüler, gönülsüzler, zorunlu göç edenler, zorla yerinden edilenler, içeriye doğru göç eden insanlar bulunduğunu biliyoruz. Aslında bir cephesiyle sürekli hareket halinde olan bizler mülteci veya sığınmacı olmasak bile hiç olmaz ise göçmenliği hak etmiyor muyuz? Aynı ülke içinde bile ne ölçüde hızlı bir yer değiştirme olduğunu gözlemek mümkün.

Her ülke göç ülkesi Dünyadaki her bir ülkenin bir ölçüde göçmen aldığını ve verdiğini düşünürsek, hele bir de

bunların bir bölümünün de sadece ulus sınırları içinde gerçekleştiğini düşünürsek, söz edilen göçmen nüfusun çok üzerinde bir hareketin mevcudiyeti ortaya çıkabilir. Çok genel anlamda göç teorilerini dışarıda tutarsak, göçün çekici ve itici unsurları hareketin esas unsuru olarak karşımıza çıkıyor. Kapitalist bir dünyanın gelir farklılıkları yanı sıra çatışmacı ve savaşkan unsurları, önce bireyleri daha sonra ailesini göç trafiğinin içine çekiyor. Bu trafiğe dâhil olmak için üstüne ağır bedeller ödeniyor, bu bedel bazı hallerde bireyin hayatına bile mal olabiliyor. Bu hayat bazen bir kamyon kasasında bazen açık denizde sona eriyor. Sona ermediği zamanlarda ise pek de parlak olmayan bir gelecek göçmeni bekliyor. Varılan ülkede öteki olarak yani daima ikinci sınıf konumun kabul edilişidir söz edilen.

“Burada bu kadar işsiz varken…” Türkiye uzun yıllardan bu yana göçmen kabul eden ve kendisi de göç veren bir ülke olmasına rağmen 2000’lerin başında çalışma amacıyla gelen göçmenleri ülkelerine geri döndürebilmek için sistemli sayılabilecek bir politikayı başlatmayı hedefledi. Gerçekten özellikle komşularından gelen ve bir süre kalan yabancıları sınır önlemleri de dâhil olmak üzere birçok kısıtlayıcı unsur yardımıyla ülkeye sokmamaya gayret etti. İmzaladığı ulus-

Hem var hem yoklar Bu göçmen işçilerin bir de öbür yüzleri vardı. Renklerinden dolayı hakarete uğrayan, angarya olarak çalıştırılan, ortada gözükmemesi istenen, iki sınır arasında kalıp tecavüze uğrayan, çalıştığı işyerinden ayrılırken üstü aranan, kısaca ötekileştirilen göçmen işçiler de vardı. Toplumda yaygınlaşan ve genişleyen milliyetçi söylemden göçmen işçiler de payına düşeni alıyordu. Gelen göçmen işçiler işleri yerli işçilerin elinden kapıyorlardı. Çünkü ucuza çalışıyorlardı, çünkü onlardan daha vasıflıydılar. Üstelik ülkelerine para yolluyorlardı. Toplumda birçok kesim bu söylentinin etkisinde kaldı ve pek de sorgulamadan yabancıların dışarı yollanmasına ses çıkarmadı ya da bunu onayladı. Tıpkı Almanya’daki Türkler için duvarlara yazılan “Turken raus” (Türkler dışarı) sloganı gibi. Hatta bir sendikacının işçilere hitaben, “yakaladığınız yabancı işçiyi dövün” şeklinde demeç vermesinin gerisinde bunları alkışlayan bir zümre mutlaka vardı. Oysa bu garip göçmen işçiler çok değil sadece otuz sene önce ne pahasına olursa olsun Almanya’ya çalışmak için gitmek isteyenlerin bulunduğu bir ülkeye gelmişlerdi. Kendi eğitimleri ve meslekleri ne olursa olsun yaptıkları çoğunlukla ufak tefek işçilik ve hizmet sektörü içinde çoğunlukla bakıcılık idi. Aldıkları ücret kendi ülkelerindekinden daha yüksek olmasına rağmen yaptıkları işe gönüllü yerli işçi


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 31

Emek ortalıkta yoktu. Üstelik göçmen işçilerin kendileri de ortalıkta pek de gözükmüyorlardı. Tamamen enformel bir çalışma hayatının görünmez halkaları olarak çalışan göçmen işçilerin yaptıkları işler ve hizmetler, aynı işi yapan yerli işçiden daha fazla görünmez olmak zorundaydı.

Neden göçmen işçiden vazgeçemezler Göçmen işçinin emeğinin görünmemesi elbette onun olmadığı anlamına gelmiyor. Öyle ki devletin çalışma hayatını düzenleyen bütün kurumları göçmen işçilerin fiili olarak çalışma hayatına katıldığını ve hangi alanlara yerleştiğinin farkında. İş müfettişleri yakalanan kaçak göçmen işçilerle ilgili sayısız ihbarı değerlendiriyor ve yüzlerce ceza tahakkuk ettiriyorlar. Resmen yürütülen ve sonuçları açıklanan araştırmalar bile mevcut. Bu araştırmalar göçmen işçilerin kaçak olarak çalıştığı alanları, meslekleri, işyerlerini tanımlıyor. Kesilen para cezaları kuruş kuruş hesaplanıyor. Ancak bu cezaların etkili olamadığını kesenler de kabul ediyor. İstenirse bir gece içinde binlerce göçmen işçi sınır dışı edilebileceği halde bu göz yumuş nedendir diye düşünmek gerekmez mi? Bunun birkaç nedeni var. n Göçmen işçilerin çoğunluğu yabancı dil bilgileri, aldıkları eğitim ve çalışma disiplinleriyle işverenlerin talep ettiği türden nitelikli ve ikame imkânı olamayan işgücünü oluşturuyor. n Göçmenlerin çalıştıkları alanlarda, özellikle hizmet sektöründe benzer özellikler gösteren yerli işçilerin sayısı çok az ve göçmenlere oranla daha pahalı bir işgücü niteliğindeler. n Göçmen işçilerin bir bölümü özellikle kadınlardan oluşan işgücü çoğunlukla ev hizmetlerinde istihdam ediliyor ve ihbar edilmeksizin ortaya çıkarılmaları rastlantılara bağlı. n Göçmen emeği kullanmak işverenler için çalışma süreleri, sosyal güvence, asgari ücret ve sosyal yardım açısından yerli işçi istihdam etmeye göre çok daha avantajlı. Bu konularda göçmen emekçilerin karşı karşıya oldukları koşullar zorunlu olarak daha ağır. Bu, işverenlere özellikle işgücünün kullanımında 4817 sayılı İş Kanunu ile getirilmiş olan hükümlerin çok ötesinde bir esnekliği sağlıyor. Çalışmak amacıyla gelen göçmen işçilerin ülke içinde işsizlik yaratacağı ve ücretleri düşüreceği iddiası işgücünün artmasının geliri azaltacağını ileri süren klasik burjuva iktisat kuramına dayalı bir anlayışın ürünü. İşçi sınıfının çıkarlarını ülke sınırları ile çerçevelemek aynı zamanda enternasyonalizmden uzaklaşmak ve milliyetçi ideolojilere yakınlaşmak demek. Marksistlerin tercihi, göçmen işçileri ülkelerine göndermek değil, onlarla her yerde işçi sınıfı dayanışması kurmak olabilir ancak.

Göçmen Tania’nın tek isteği: Ekmek, barış ve sağlık Çağla Ünlütürk Ulutaş'ın 2007 TÜSAM sempozyumuna sunduğu "Ev Hizmetlerinin Küreselleşmesi: Türkiye’de Ev Hizmetlerinde Çalışan Göçmen Kadınlar"tebliğinden bölümler

"Göç ajansları" kadınları göndermeden ücretlerine el koyuyor Küçük çocuk sahibi kadınlar, çocuklarının eğitim masraflarını karşılamak, çocukları evli kadınlar ise kendilerinin ve çocuklarının evlerini geçindirmelerini sağlamak amacıyla geldiklerini ifade etmişler. Kadınların önemli bölümü memleketlerine döndüklerinde ev almayı planlıyorlar. Ancak ev fiyatlarının sürekli yükselmesi nedeniyle dönüş sürelerini giderek erteliyor.

Türkiye'ye başta Moldova’daki Gagauz Bölgesi’nden, Sovyetler Birliği'nin çözülmesinden sonra Türki cumhuriyetlerden kadınlar, ülkelerinde başka istihdam imkanı bulamadıklarından göç ediyorlar, son derece düşük ücretlerle istihdam ediliyorlar. Dil benzerliği ve coğrafi yakınlıkları dolayısıyla Türkiye’ye göç ediyorlar.

Görüşmecilerin tamamı Türkiye’ye turist vizesiyle yasal yollardan giriş yapmışlar. Ajanslar ilk ücretlerinin tamamına el koyduğu için, kadınların önemli bölümü iş değiştirme sürecinde ülke içinde kurdukları ağları kullanmayı tercih ediyor Kadınların önemli bölümü göç masraflarını karşılamak üzere borç alarak yola çıkmışlardır.

Çalışmada görüşülen Doğu Bloku ülkelerinden göç ederek Ankara’da ev hizmetlerinde çalışmış ve çalışmayı sürdüren 12 kadın iki kadından sekizi Moldovalı, üçü Türkmen ve biri Romanyalı. Kadınların dokuzu evli, yedisi Türkle evli, ikisi bekar, biri boşanmış. Yaşları 51- 39 arasında değişiyor. Dördünün ikamet izni var, sekizinin yok. Üçünün çalışma izni ver, dokuzunun yok. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından önce, kadınlardan biri sosyal hizmet uzmanı, biri anaokulu öğretmeni, biri sağlık memuru, biri muhasebeci, biri terzi olarak ve diğerleri de çeşitli fabrikalarda işçi olarak çalışmışlar.

Sanal akrabalık bağı kadınlar üzerinde baskı kuruyor

Göç nedenleri

Kadınların tamamına yakını, kendilerine evin bir ferdi gibi davranıldığını ifade etmiş. kadınlardan ikisi bakımını üstlendikleri yaşlı kadına “anne” diye hitap ediyor. Bununla birlikte, bir Türk’le evlenerek kendi hesabına çalışmaya başlamış olan bir kadın bu çalışma koşullarının kendisini işverene ne denli tabi kıldığını “ne kadar iyi davransalar da yatılı kalmak zor. Bazen kendimi evin bir eşyası gibi hissederdim” sözleriyle açıklamış. Maternalist ilişkiler çoğunlukla sınıf çelişkisini gizlese ve de yaratılan sanal akrabalık bağı en çok kadınların izin kullanmasına karşı bir baskı unsuru yaratıyor.

Biri hariç görüşülen tüm kadınların göçü aile yaşam stratejilerinin bir parçası. Ülkelerindeki yüksek işsizlik, düşük ücret (aylık ortalama 15-30 dolar) ve zorlayıcı ekonomik koşullar hepsinin göç gerekçesi.

İzin kullanıp memleketlerinden diğer kadınlarla buluşup şehirde zaman geçirenlerse sınır dışı edilme korkuları nedeniyle kalabalık ortamlarda aralarında konuşmuyor, polisten gizlenmeye çalışıyorlar.

Kadınların hepsi "Ben Ruslardan çok memnundum. Tamam çok zengin değildik ama her şeyimiz vardı. Burada çok kötü anlatmışlar size, ama bizim durumumuz çok iyiydi." diyor.

Çocuklarını özlüyorlar

Görüşülen kadınlardan Ducia “Biz şimdi sıkıntı çeksek de daha önce yaşamı gördük. Peki bizim torunlarımız ne görecek?” diye sormuş.

Kadınlardan dördünün eşi işsiz, bunlardan iki tanesinin eşi ise ağır hasta. Moldovalı Sonia "Sizin burada kadınlar rahat. Erkekler çalışıyor eve para getiriyor" demiş.

Tümünün ilk dile getirdiği sorun çocuklarına duydukları özlem. Yüksek ceza bedelleri, polis korkusu; kötü gözle bakılmak, yalnızlık ve can sıkıntısı da sıkça dile getirilen sorunlar. Kadınların yasadışı statüleri, çalışma şartları ve ücretler ne şekilde düzenlenirse düzenlensin, onları adli mercilere başvurmaktan alıkoyuyor. Türkiye’ye göç ederek Türkiye'de biriyle evlenen Tania gelecekten beklentisini şu sözlerle anlatmış: “Tek istediğim ekmek, barış ve sağlık. Bunlara sahip olduktan sonra her şeyle mücadele edebilirim”.


32 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Biyopolitik

Ekolojik emperyalizme karşı eko-komünal düzen Kapitalizmi mi, yoksa özgürlükçü, eşitlikçi, sınıfsız, doğanın kabul edebileceği sınırlar içinde yaşamsal ve zorunlu toplumsal gereksinimler için üretim ve tüketim yapılan eko-komünal bir düzeni mi tercih edeceğiz? Ertuğrul Barka Emperyalist kapitalizm günümüzde ekolojik emperyalizm aşamasına gelmiştir. Sermaye için doğa sadece hammadde deposudur. Yaşamsal unsurlar da yatırım yapılması gereken birer kâr kaynağıdır.

“… Az gelişmiş bölgelerin geliştirilmesi ve ekonomilerinin büyütülmesi için bilimsel ilerlememizi ve endüstriyel gelişmemizi yeni bir cesur programla bu bölgelere sunmamız gerekiyor… Eski emperyalizmin başka ülkelerden kâr elde etmesi gibi bir anlayışın bizim programımızda yeri yoktur. Bizim tasarladığımız… bir kalkınma programıdır…”

Bergama köylüleri, doğa düşmanı siyanürlü altın madenciliğine karşı mücadelelerini İstanbul caddelerine de taşıdılar

ABD kalkınmacı retoriğe sarılarak, komüncülüğün yayılmasının önünü kesmek ve Amerikan yatırımlarının önünü açmayı amaçlıyordu. Bunun için de Marshall Yardımı devreye sokuldu. Bu yardım, tulumbaya verilen bir maşrapa su gibiydi. Bu yardımı verdikten sonra, yardım edilen ülkenin tulumbasından istediğiniz kadar su çekebilirdiniz.

kullanılan sıfattı. Birleşmiş Milletler Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu’nca hazırlanan bir raporda: “Sürdürülebilir kalkınma, en genel anlamıyla karar vermede ekonomik ve ekolojik düşünceleri bütünleştirme ana teması ile bugünün gereksinimlerini ve beklentilerini geleceğin gereksinim ve beklentilerinden ödün vermeden karşılamanın yollarının aranması” olarak tanımlandı.

1960’ların sonuna gelindiğinde “kalkınma” ile ilgili söylemle, gerçekleşenler arasındaki uyumsuzluk ortaya çıkmış bulunuyordu. Beklentilerin aksine yoksulluk, işsizlik ve açlıkla birlikte “doğal tahribat” ta ilk kez gündeme geliyordu Bu koşullarda artık “kalkınma” kavramı önüne bir başka sözcük eklenerek kullanılmalıydı.

İlk bakışta içerdiği bütün “ iyi (!)” niyete karşın sürdürülebilir kalkınma kavramı da uygulamaya yönelik taşıdığı belirsizlikler ve muğlâklık nedeniyle, gelişmiş Kuzey ülkelerinde ve geri kalmış, sömürülen Üçüncü Dünya ülkeleri’nde tamamıyla farklı sonuçlar doğurmaktaydı. Çevre sorunları açısından ise iki önemli sonucu vardı:

“Sürdürülebilir Kalkınma” son dönemde en uygun bulunan ve

n Üretim için gerekli kaynakların Üçüncü Dünya ülkelerinden

Kuzey ülkeleri’ne aktarılması: Sömürgen ülkeler, bu sömürgeci politikaları gereği olarak, kendi ülkelerinde doğal kaynakların hammadde olarak dışalımını özendiriyorlardı. Örneğin, OECD ülkelerinde çeşitli hammadde dışalımlarına uygulanan ortalama gümrük vergisi oranları şöyledir: Bakırda; bakır cevheri ve konsantresi yüzde 0, bakır tel 4,6, bakır boru ve tüpler 4,12, bakır mutfak eşyası 3.98’ dir. Alüminyum’da cevher ve konsantresi yüzde 0, hurda olmayan metal 4,1, tel 6,13, masa ya da mutfak eşyası 5,83’dir. Bu oranlar petrol için yüzde 0, reçine, politerpen için 7, naylon kumaş için 8,47, PVC için 7,52, polikarbonatlar için 7,84. Bu dağılım çinko, kalay, nikel, kurşun için de benzer bir görünümdedir. n Çok su ve enerji gerektiren yatırımlarla eskimiş teknolojilerin ve sömürgen ülkelerde top-

lumsal tüketim ve endüstriyel üretim sonucu oluşan atıkların üçüncü dünya ülkelerine aktarılması. (Madencilik, gemi sökümü, demir-çelik, deri sanayi, çimento, kültür balıkçılığı v.b) Anlaşılacağı gibi, yeni sömürgeciler, sömürdükleri ülkelerin madenlerine el koymaktadırlar. Tüm ülke ulusal gelirinin içinde, maden dış satışlarından elde edilen gelirin oranı ne kadar yüksekse, o ülke o kadar geri kalmış demektir. Örneğin, Bostwana’da elde edilen tüm ulusal gelirin yüzde 35,1’i maden dış satışlarından elde edilmektedir. Bu ülke dünya insani gelişmişlik sıralamasında 122’inci. Bu veriler Sierra Leone için yüzde 28.9 pay ve 174. sıra; Zambiya için yüzde 26.1 ve 153. sıra. Madenlerimizi çıkartıp, satmakla zengin olacağımızı düşünmek ham bir hayâldir. Bu sömürgecilerin propagandası sonucu

Fotoğraf: Ali Öz

ABD Başkanlarından Harry S.Truman’ın 20 Ocak 1949’da göreve gelirken yaptığı konuşma, bu sürecin politik başlangıcı olarak kabûl edilebilir:


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 33

Biyopolitik oluşturulmuş bir önyargıdır. Sömürgeci devletler bu sömürü düzenini sürdürebilmek için, sömürdükleri üçüncü dünya ülkelerini gittikçe derinleşen bir dış borç çıkmazına sürüklemekte, Kuzey’den üçüncü dünya ülkeleri’ne kaynak akışını zorunlu hâle getirmektedirler. Bu koşullar altında güney ülkeleri çareyi ellerindeki doğal kaynakları pazarlamakta aramaktadırlar. Delaware Kabilesi Reisi Okanicon, “Biz, büyük ruh’un bizim için yarattığı şeylerden hoşnuttuk. Onlar ise değildi. Uygun bulmazlarsa ırmakları, dağları bile değiştiriyorlardı” demişti. Bugün Filipinler Hükümeti’nce “Fortune” dergisine, şöyle bir ilân verilebiliyor:“Sizin gibi şirketleri çekebilmek için dağlarımızı düzledik, ormanlarımızı tıraşladık, nehirlerimizin yollarını değiştirdik, şehirlerimizi kaydırdık... Tüm bunlar sizin için, şirketleriniz için, burada Filipinler’de daha kolay, daha kârlı iş yapabilmeniz için .” 27 Temmuz 2009 tarihli Der Spiegel Dergisinin haberinden: “Türkiye Tarım Bakanı Çin, Japonya, Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerine sesleniyor: “Gelin, beğenin, Türkiye’den istediğiniz toprağı alın.” Geri ve kirli teknolojilerini ihraç ediyorlar, iç savaşları kışkırtıyorlar. Bu anlayışlarıyla yaptıkları yatırımlarla sömürgeci devletler ve korudukları şirketler, son otuz yılda dünyanın yaşam kaynaklarının yüzde otuzunu yok ettiler. Teknolojinin sunduğu olanakların, doğanın sınırları içinde kalması gerekli. Yaşam yoksa kalkınmanın ne anlamı olabilir ki? İnsanlar sermayenin çıkarları için köleleştiriliyorlar. Hatta köleleştirilmiyorlar bile; kullanılıp atılıyorlar. Bu koşullarda seçimimiz hangisi olacak? Sermayece kullanılıp atıldığımız düzeni mi, yoksa insanca yaşayabileceğimiz; özgürlükçü, eşitlikçi, sınıfsız, doğanın kabul edebileceği sınırlar içinde yaşamsal ve zorunlu toplumsal gereksinimler için üretim ve tüketim yapılan ekokomünal bir düzen mi?

GDO: Sermayenin dünya çiftçilerine saldırısı Çitçi-Sen Başkanı Aysu, “Sermaye doğal kaynaklara yöneliyor, sosyalistler de direniş çadırlarını orada kurmalı,” diyor

Bahadır Demircan

Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nın yayınladığı GDO yönetmeliği, GDO’nun yaygın medyada, platformlarda, dergi sayfalarında tüketici hakları bağlamında tartışılmaya devam edilirken, üreticinin penceresinden görülenleri aktarması için Çiftçi-SEN genel başkanı ve Via-Campesina Türkiye Sözcüsü Abdullah Aysu’ya sorular yönelttik. Aysu’nun yanıtları GDO’ya karşı çıkışın neden anti-kapitalist bir eksene yerleşmesi gerektiğine de ışık tutuyor. “GDO ‘ya Hayır Kampanyası” medyadaki izdüşümü Platformun öngördüğü hedeflerle örtüşüyor mu? Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu’nun da (Çiftçi-SEN) içinde yer aldığı “GDO'ya Hayır Platformu” sürdürdüğü kampanyayla, GDO'nun insan ve

hayvan sağlığı ile biyoçeşitlilik üzerine olumsuz etkilerini kamuoyunun dikkatine sundu. GDO'lu tohum ve ürün üreten şirketler için Türkiye'de alınması gereken yol var: GDO'lu tohumla tarımsal üretimin serbest bırakılması. Bu amaçla şirketler hükümete bastırıyor. Çıkarılacak "Ulusal Biyogüvenlik Yasası" ile tarımsal üretimde GDO'lu tohumun serbest bırakılmasını istiyorlar. Yasa henüz Meclis'e gelmedi. Bakanlar Kurulu imzasının tamamlanmasını bekliyor. Buna hükümet yasayı geçirmek için uygun zaman ve zemini kolluyor da diyebilirsiniz. Tarımda şirketleşme ve GDO arasında nasıl bir bağ kuruyorsunuz? Şirketlerin, adına "Yeşil Devrim" denilen kimyasal ilaç, kimyasal gübre, hibrit tohum ve antibiyotiklerin üretimde kullanılmasıyla tarıma girişleri çiftçilerin mesleklerine yabancılaşması sürecini başlattı. Bu süreç hükümetlerin desteğinde hep şirketlerin çıkarına ilerletildi. Sermaye sonunda yeni bi-

rikim alanları olarak doğal kaynakları ve gıdayı keşfetti. Enerji ile birlikte tarım ve suyu ele geçirme faaliyetlerini yoğunlaştırdı. Tarım ve gıdanın ele geçirilmesi için IMF, Dünya Bankası (DB) ve Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) desteğinde politikalar geliştirmeye ve uygulamaya başladı. Toprağa tohum atar ama gübre ve ilaç atmazsanız az da olsa ürün elde edebilirsiniz. Ancak toprağa tohum atmazsanız ürün elde edemezsiniz. Bununla şunu anlatmaya çalışıyorum: Tohumu ele geçiren, onun sahibi olan, tarımı ve gıdayı da ele geçirir. GDO, tohumu ele geçirmenin en sağlam ve garantili yoludur. Şirketler ilk önce doğada binlerce yıldır gelişimini sürdüren ve yaşayan tohumların genleriyle oynayarak “bu o bildiğiniz tohum değildir, bu tohumu ben buldum” diyor ve patentini alıyor. Sahibi olduğu bu tohum türü ile üretim yapmaya başladığında üretimde kullanılan tohum kendi benzerlerini ve yabanilerini tozlanma yoluyla dölleyerek kendine benzetiyor. Kendine ben-


34 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Biyopolitik zeyen o tohumların sahibi o şirket oluyor. Şirket istemezse o tohumla üretim yapılamıyor. O tohumu satın alıp onunla üretim yaptıktan sonra ondan tohum ayıramıyorsunuz. Her yıl onu patentle sahiplenen şirketten almak zorundasınız. Yani sömürü her yıl otomatiğe bağlanmış oluyor. GDO'lu tohumlar şirketleri tarım ve gıdaya egemen kılıyor. Üreticiler ile tüketicileri beraber sömürüyor. Ayrıca GDO'lu tohumlarla daha fazla ilaç ve kimyasal gübre kullanıldığı için toprağımız ve suyumuz daha fazla kirleniyor. Küremiz daha fazla ısınıyor. Marx'ın dediği gibi kapitalistler sadece işçileri sömürerek semirmiyorlar, toprağı ve suyu da çalarak zenginleşiyorlar. Via Campesina Türkiye sözcüsü olarak dünyada GDO’ya karşı yürütülen mücadele ile Türkiye’deki mücadeleyi karşılaştırır mısınız? La Via Campesina-LVC, (Çiftçi Yolu) 102 ülkede örgütlenmiş, 140’ı aşkın örgütün bağlı olduğu küresel bir kuruluş. LVC gıda egemenliğinin şirketlerde değil çiftçiler, yarı üreticiler (bilinçli tüketiciler) ve tüketicilerin birlikte karar verebilecekleri bir biçimde belirlenmesini ve yönetilmesini istiyor. Bu nedenle GDO'ya karşı. LVC doğanın bilim, bilimin doğa olduğuna inanır. Doğayla barışık olan teknolojiyi

doğru, barışık olmayan uyumsuz olan teknolojiyi yanlış ve zararlı teknoloji olarak görür ve değerlendirir. Doğa kendi kendine üremeyen hiçbir şeye izin vermez. Atla eşeğin çiftleşmesinden sonra meydana gelen katırın üremesine izin vermez. Ancak aynı türlerin kendi aralarında üremelerine izin verir. GDO bitkiye hayvan geni, bakteri veya virüs eklenerek elde edilen doğaya uyumsuz organizmalardır. Bilim değildir. Teknolojidir. Üstelik yanlış teknolojidir. Ayrıca GDO'lar çiftçilerin ürettiği ürününden tohumunu ayırma hakkını elinden aldığı/ gasp ettiği için LVC, GDO'lara karşıdır. GDO'lar çiftçiliği ortadan kaldıran bir sistemdir. Çünkü kendi ürettiği ürününden tohumluğunu ayıramayana çiftçi denemez. Bütün bu saydığım nedenlerden dolayı LVC küresel ölçekte GDO'lara karşıdır. 8 Mart'larda LVC'lı kadın çiftçiler GDO labaratuvarlarını basar, dağıtmaya çalışır. LVC'lı kadın ve erkek çiftçiler GDO üreten tarlaları basarak ürünleri tahrip ederek karşı olduklarını gösterirler. Türkiye'de de henüz GDO'lu üretim olmasa da GDO'lu ürünlerin serbest bırakılmasına Çiftçi-SEN olarak karşıyız. Aynı şekilde GDO'lu tohumla üretim yapılmasına ise cepheden karşıyız. Bu amaçla kurulmuş olan GDO'ya Hayır Platformu'nda güçlerimizi bir-

leştirdiğimiz diğer örgütlerle birlikte mücadelemizi sürdürüyoruz. Karşılaştırmanın yorumunu okuyuculara bırakıyorum. İki yıl önce genetiği değiştirilmiş tohum üreten Sygente şirketinin güvenlikçileri ile Brezilyalı Topraksız Kır İşçileri örgütüne bağlı çiftçiler arasındaki mücadelede bir çiftçi meslektaşımız yaşamını kaybetmiştir. 70’li yıllarda Türkiye’de güçlü bir köylü mücadelesi vardı. Günümüzde çiftçilerin ve yoksul köylülerin durumu çok daha ağır olmasına rağmen benzer bir mücadele kanalı neden açılamıyor?. Evet 70'li yıllarda kırsal alanda bir mücadele yürütülüyordu. Öncesinde, 60'larda toprak işgalleri de yapıldı. Bu mücadelelerin verildiği dönemde güçlü siyasi yapılanmalar, hareketler de vardı. Siyasi yapıların ülke genelinde prestijleri ve hegemonyası vardı. Bu yapıların ülkeye sağladığı moral atmosferinde ve fiili desteğinde bu mücadeleler veriliyordu. Bu gün bu güçlü mücadeleye destek verecek kanal olmadığı gibi siyasi hareket olarak yoksul köylüye yüzünü dönen ciddi bir siyasi yapıdan söz etmek de mümkün değil, sanıyorum. Çiftçilerin kendi çabalarıyla oluşturdukları ürün bazındaki sendikaları ve onların birleşmesiyle kurulan Çiftçi Sendikaları

GDO nelerde var? Türkiye’de GDO’lu ürün üretilmiyor ama ithalinin önü açılıyor. Vatandaş tepki göstermezse Türkiye’de yetiştirilmesine de izin verilecek. Sorunu politika alanında çözebiliriz Tayfun Özkaya Balık geni aşılanmış domates gibi bazı örnekler veren köşe yazıları; hem üreticileri hem de tüketicileri rahatsız etti. Şu anda dünyada GDO; çok büyük ölçüde mısır, pamuk, soya ve kolzada uygulanıyor. Sebze ve meyvelerimizde GDO olma ihtimali yok. Şüphesiz bu onların tamamen zararsız olduğunu göstermez. Yıllardır bir hormon lafıdır gidiyor. Aslında bunlardaki tarım ilacı kalıntıları riski çok daha fazla. Tamamen ilaçsız tarım yapma imkânları var. Ekolojik tarım teknikleri bunu bize sağlıyor. Bu, işin başka bir yönü. GDO’lu olan ve yukarıda saydığımız dört üründen Türkiye’de üretilenlerin de

GDO’suz olduğunu tahmin edebiliriz. Kesinlikle GDO’lu olmadığını söylemek çok güç. Çünkü bu alanda ciddi bir denetim yok. Bazı GDO’lu tohumlar yurt dışından gelmiş olabilir. Ancak bu saydığımız dört ürün de ithal ediliyor. İthal edilen ülkeler de bu ürünlerin daha çok GDO’lu olduğu ABD, Brezilya ve Arjantin gibi ülkeler. Mısırdan şeker elde ediliyor. Mısır şurubu, früktoz şurubu denilen bu şeker yüzlerce üründe kullanılıyor. Bunlar arasında meyve suları, kolalar, tatlılar vb. var. Çikolata içinde soya lesitini var ve bunun da GDO’lu olma ihtimali var. Mısır ununun kullanıldığı çeşitli ürünlerde de GDO olabilir. Yapacağımız şey, etiketlerini okuyarak neler kullanıldığını öğrenmeye çalışmak. GDO hakkında Tarım Bakanlığınca yayınlanan yönetmelikte GDO içermeyen bir üründe “GDO yok-

Konfederasyonu (Çiftçi-SEN) sürdürmeye çalıştığı bir mücadele var. Bu mücadele gün geçtikçe gelişiyor. Türkiye’de son yıllarda Sosyalist örgütlerin ekolojik muhalefet alanına daha doğrudan girmeye başladıklarını görüyoruz. Yeni dönem köylü hareketi ve sosyalist hareket açısından ne gibi yeni imkanlar sunuyor? Birçok sosyalist örgüt ekoloji alanına el atıyor. Oralarda iyi niyetle mücadele gayretinde bulunuyor. Ama bunlar sadece iyi niyetli çabalar. Sermaye yeni birikim alanları olarak kaynakları görüyor ve oraya yöneliyorsa sosyalistlerin de oralarda mevzilenmesi gerekiyor. Siyaset çadırlarını orada kurmaya başlamalı. Türkiye yüzölçümünün yüzde 50'sinden fazlası için maden şirketleri ruhsat almışsa, Türkiye'nin dereleri ve ırmakları üzerinde binbeşyüz civarında Hidro Elektrik Santral (HES) kuruluyor ve su ile toprağın buluşmasının önü kesiliyorsa, GDO'lu üretime geçilmesi için uluslararası tohum, gıda ve ecza şirketleri bastırıyor ve bu yolla gıdayı ele geçirmeye çalışıyorsa işçi ve memurun hali ve pür meali ortadayken sosyalistler için sorun alanları belli olmuştur, ittifakların hangi sorun alanları arasında oluşturulacağı da.

tur” diye etikete yazmak yasaklandı. Bu halkın bilgi alma ihtiyacının önüne büyük bir engel koyaken GDO severlere destek çıkıyor. Bu konuda yapacağımız diğer bir şey de işlenmiş, ambalajlanmış gıdalar yerine taze gıdaları kullanmak. Hazır kek yerine evde yapılmışını tercih etmek. GDO içerme ihtimali olan diğer bir alan da hayvansal ürünler. Mısır ve soya hayvan yemi olarak kullanılıyor. İthal edilenlerde bu GDO ihtimali iyice artıyor. Bunlardan yapılmış yemleri yiyen hayvanların et, süt ve yumurtalarında GDO bulunuyor. Yönetmelik bu konuda da açık veriyor. GDO’lu yemlerle beslenmiş hayvanların ürünleri için hiçbir uyarıyı yönetmelik gerekli görmüyor. Hayvan besleme sisteminin köklü bir şeklide değişmesi gerekiyor. Elden yeme değil, mera ve çayırlardaki otlara dayalı bir hayvan besleme sistemi geliştirilmeli. Vatandaş tepki göstermez ise daha da kötüsü gelecek. Bu da GDO’lu ürünlerin Türkiye’de yetiştirilmesine izin vermektir. Sorunu çözecek olan alan politikadır.


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 35

Uluslararası

Aynı anda ‘antisemitizme de siyonizme de hayır’ diyebilmeli... “Ayrılık” dizisinde anti-semitizm varsa, Filistinliler ve Türkiyeli Yahudiler hep birlikte TRT önünde protesto edelim, birlikte haykıralım N. Saafin

Şalom Gazetesinde yayınlanan, TRT’nin “anti-semitik” olmakla suçlanan TV dizisi “Ayrılık” ile ilgili, “Ayrılık Zamanı” makalesini okuyunca, yazının bir yanlışın yanlış üzerine oturtulduğunu fark ettim. Dizinin Yahudi düşmanlığına yol açması tehlikesiyle başlayan makalesinin sonunda yazar, Yahudi düşmanlığının somutlanmasını, İsrail-Türkiye ilişkilerinin kesilmesinde buluyor. Antisemitizm ile anti-Siyonizm kavramlarının, sadece İslami kesimlerde değil, Yahudi kesimlerde de karıştırılması şaşırtıcı olmalı. Belki de, her iki tarafta, özellikle karışmasını isteyenleri bir şekilde uyarmayı dert edinmem, Filistinli olmam itibarıyla, pek garip olmaz diye düşündüm. Ateist olmam da bir fark yaratmaz: çünkü Filistinli olmam, “sorunun” bir tarafı olmam anlamına geliyor. “Ayrılık” dizisinin savunuculuğunu yapmak için yazmıyorum elbet. Aksine, dizide olma ihtimali1 olan antisemitizme karşı nasıl harekete geçebiliriz diye bir yöntem önermek için kalemi aldım elime. Tabii, bir başka neden de “Leonard Cohen Tel Aviv`e gitme” diyenlerin arasında olmam ve Hayim Behar’ın “Ayrılık Zamanı” makalesindeki “nerdesiniz” sorusuna2 cevap oluşturabilir miyim kaygısı. İsrail dünya Yahudilerini temsil ediyorsa “Jewish Voice for Pea-

Fotoğraf: Fatih Pınar

Yıllar önce “Getto” adlı oyunu kaleme alan İsrailli yazar Sobol ile yazışma sürecim aklıma geldi. Bir Filistinli olarak “ben muhalif bir Yahudiyim” diyen bir İsrailli ile nasıl bir tartışma zemini yaratabilirim diye bir hafta süren tedirginliğimi anımsadım… Ve en sonunda kalemi aldığımda elimden “Hep beraber Siyonizme hayır, antisemitizme hayır diyebilecek miyiz?” cümlesi çıkıverdi.

Ariel Şaron’un Mescid’i Aksa’yı ziyaretinin ardından, Eylül 2000’de başlayan İkinci İntifada günlerinden bir kesit

ce” (Barış için Yahudilerin Sesi) ya da “International Jewish AntiZionist Network” (Uluslararası Anti-Siyonist Yahudiler Ağı) gibi çeşitli İsrail karşıtı Yahudi grupları ne olarak sınıflandırmamız gerek? “Yahudi düşmanlığını bitirmenin bir yöntemi dünya Yahudilerinin Siyonizme ve İsrail’in yasadışı uygulamalarına karşı çıkmak olmalıdır” diyenleri, ya da Ilan Pappe ve Neve Gordon gibi İsrail pasaportlu Yahudilerin “İsrail’i boykot edin, gerekirse bizi de boykot edin” söylemini nereye yerleştirmemiz gerek? Filistinlilerin haklarını savunmak uğruna Yahudi düşmanlığını kışkırtmak doğru olmadığı gibi İsrail’i savunarak Yahudi düşmanlığına karşı çıkmanın da yanlış bir yöntem olduğu kanaatindeyim. Kürt halkına eziyet edip, Ermeni aydınları öldürüp “ezilen Filistin halkının yanındayım” demek ne kadar ikiyüzlülükse İsrail’i savunarak (ilişkilerin kesilmesini doğru bulmayarak3) Filistinli mültecilerin dönüş hakkını, Filistinlilerin bağımsız bir ülke kurma hakkını, yerleşim

bölgelerinin olmadığı bir toprakta yaşama hakkını görmezden gelip “ezilen Yahudi halkını” savunmak da o kadar ikiyüzlülük olmalı. Asıl yapılması gereken açık ve net; ikisine de karşı çıkmak. Yani Siyonizme hayır derken antisemitizme de hayır demek; ya da tersi. Filistinli mültecilere haksızlık olacağı düşüncesiyle İsrail vatandaşı olmayan Yahudileri kutlama ve desteklemenin, Filistinlilerin haklarını savunmanın önemli bir yöntemi olduğunu savunduğum gibi, Yahudi halkını savunmanın, İsrail'in yasadışı ihlallerini durdurmakla (ya da Siyonizm ile Yahudiliğin farklı olduğunu vurgulamakla) önemli bir başarıya ulaşacağını düşünüyorum. Türkiye Yahudilerinin İsrail-Türkiye ayrılığını savunmasının Türkiye halkları ile Türkiye'de yaşayan Yahudiler arasındaki ayrılığın kapanmasında önemli bir adım olacağı kanaatindeyim. Yazdıklarım Hayim Behar’ı incitmek için değil kendisine bir çağrı ulaştırmak için. Bu meseleyi

daha ayrıntılı konuşmak gerek, biraz daha fazla kafa yormak, öteki ile olan diyalogumuzu geliştirmek. Belki her iki halka bir faydası dokunur, belki hep beraber TRT önünde (dizide antisemitizm vurgusu varsa) ve de Dışişleri Bakanlığı önünde “Siyonizme son; Antisemitizme son” yazılı bir pankartın arkasında kol kola yürüyebiliriz. 1 Makalede, dizinin nasıl bir Yahudi düşmanlığı yaratığından bahsetmediği için ‘ihtimal’ olarak kalması gereklidir diye düşünüyorum. 2 “Gerçekten, nerede o “hepimiz Ermeniyiz” diyenler? Leonard Cohen’in kapısında Tel Aviv’de konser vermesin diye boğaz patlatanlar, o açılımcı hümanist, demokrat aydınlar, her fırsatta sokaklara dökülen sözde sivil gençler?” “Ayrılık Zamanı” 3 “Gelelim Türk-İsrail ilişkilerine… Velev ki iki ülke arasındaki güvenliğe dayalı stratejik ilişki son bulmuş, Türkiye makas değiştirmiş ve nihayet İsrail “hak ettiği tokadı” yemiş olsun, o zaman İsrail’i devletlerin ötekisi yapan, ulusların Yahudisine dönüştüren bir yayının ne amaç taşıyor? Bu dizi Ortadoğu’da barışa nasıl katkı sağlar? Yoksa amaç yaklaşan ayrılık zamanını haber vermek midir?” “Ayrılık Zamanı”.


36 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Uluslararası

İran devrimi yükseliyor Toplumsal hareketlilik ve rejimin paniği devrimin şiddetlenerek ilerlediği ve yolu üzerinden İslam Cumhuriyeti’yle birlikte burjuvaziyi de tahtından atabileceğini gösteriyor. İran halkı ve komünistler bu kavgada bütün uluslararası ilerici güçlerin dayanışmasını gereksiniyor ve hak ediyor

4 Kasım gösterileri sürmekte olan devrimin bir kadın devrimi olacağını gösterdi. Kadınlar kadın karşıtı İslami kültür ve patriyarkayla da savaşıyor

Siyaveş Azeri (*) Haziran 2009’da kitlesel gösteriler biçiminde “ansızın” ortaya çıkan İran’daki devrimci yükseliş hızını kesmeden yoluna devam ediyor. Bu hareketin bulutsuz gökte çakan bir şimşek olmadığı, İslami rejimin kanatlarının çekişmesinin bir yansıması olmadığı, asgari isteğinin İslam Cumhuriyeti’ni devirmek olduğu başından beri ortadaydı. Uluslararası ve yerel burjuvazinin ise devrimi bastırmak veya yolundan saptırmak için devrim yolu üzerinde sayısısız bariyer kurup duraklar tanımlayacağı beklenen bir durumdu. İran’daki devrimci sürecin çözümlemesi devrimin giderek derinleştiğini, önderliğinin radikalleştiğini, isteklerini

daha berrak biçimde ifade ettiğini ve İran’da devrimi başarıya ulaştırabilecek ve geleceğin özgür, eşit İran toplumunu kuracak gücün gittikçe devrimci hareketin önünde ve merkezinde yer aldığını gösterecektir.

Devrim ve karşı devrim ayrışıyor Zaman devrimden yanadır. İster devrimin karşısında yer alsın ister yanında artık hemen herkesin üzerinde müttefik olduğu görüş İran’daki toplumsal çalkantının bir devrim olduğudur. Bu tespitin ardından devrim karşıtı güçler, yerel ve uluslararası burjuvazi devrimi alt etmenin yollarını aramaya giriştiler. Buna karşılık, devrim safı da devrim yolu üzerindeki engelleri aşmanın, devrimin daha kitlesel, daha radikal, daha sürekli bir karaktere

bürünmesi için taktiklerini ve stratejilerini dakikleştirmeye ve keskinleştirmeye girişti. Zamanın devrimden yana olması karşı-devrim safının devrimin yükselişiyle birlikte gerçek yüzünü iyice ortaya çıkarmak durumunda kalması, bunun sonucunda kitlelerin varsa bu güçlere karşı kuruntularının yok olması, devrim ve karşı-devrim safının iyiden iyiye ayrışması anlamına geliyor. Bunun örneklerini Musevi-Hatemi-Rafsancani kanadının politikalarında, şimdilerde yeşil bilekliklerini asla eksik etmeyen monarşistlerin, cumhuriyetçilerin ve nasyonalistlerin tutumlarında ve öne sürdükleri politikalarda görmek olasıdır. Ereği rejimi kurtarmak olan Musevi cephesi her dönemeçte İslam Cumhuri-

yeti’nin anayasasına bağlılığını, Humeyni ideallerini gerçekleştirmekten öte bir amacı olmadığını, isteklerinin “İslam Cumhuriyeti, ne daha fazlası, ne daha azı” olduğunu haykırmak durumunda kalıyor. Bu saf, zaman geçtikçe iyiden iyiye etkisizleşiyor. Bu etkisizleşme son iki kitlesel gösteride iyice açığa çıktı. “Kudüs Günü” gösterisinden önce Musevi cephesi ile öteki yandaşları (Tudeh ve Fedai Çoğunluk gibi rejim dışı rejim yanlısı muhalefet) halkı sükûnete, “sessizlik gösterisi” yapmaya, “yapı bozucu” (rejim karşıtı demektir) sloganlar atmaktan geri durmaya çağıradursun halk rejimin bu resmi gününü ele geçirmekle kalmadı, rejimin bütün kanatlarının kırmızı çizgilerini bir bir aştı. Gösterilerde Hameneyi’nin posterlerinin yanı sıra Hamas ve


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 37

Hizbullah posterleri ve dövizleri yırtıldı ve ateşe verildi. Devrimci radikalizm kendini sloganlarda da ortaya koydu. “Kudüs Günü” gösterilerinin başlıca sloganları “Kahrolsun Diktatör,” “Kahrolsun Hameneyi,” “Yaşasın Özgürlük,” “Siyasal Tutsaklara Özgürlük” idi. Bu gösteri aynı zamanda devrimci yükseliş sürecinde İran’daki toplumsal sınıfların siyasal hareketlerinin karşılaşmalarının açıklığa kavuştuğu önemli bir uğraktı. İslamcı-ulusalcı hareketin örgütlü temsilcisi rejimin hiçbir kanadının taktiklerinin tutmaması bu hareketin bizzat devrimin konusu olmasından kaynaklanıyor. İnsanlar ne Hamaneyi-Ahmedinejad safının tehdit naralarından dolayı geri çekiliyor ne de Musevi-Rafsancani kanadının “sükûnet” çağrılarına kulak asıyor.

İşçi hareketi gösterilerde Öte yandan, batı yanlısı ulusalcı hareket ve sol ile işçi komünizmi hareketinin ufuklarının devrimin ufkunu belirlemek için çatıştıklarını görmek mümkün. “Kudüs Günü” gösterilerinde iki slogan bu karşılaşmanın göstergesi olarak okunmalıdır: “Ne Gazze, ne de Lübnan, Yaşasın İran!” ve “İster Gazze’de, İster İran’da, Yaşasın İnsan!” Bu sloganların kitlesel biçimde haykırılmaları bir yandan nasyonalizm ile komünizmin toplumsal ölçekte karşılaşmasını gösterirken öte yandan devrimin yeni bir evreye girdiğini de gözler önüne seriyor. Üç siyasal hareketin devrimci yükselişle gittikçe keskinleşen karşılaşmasının bir başka göstergesi de tutmayan ve artık esamesi okunmayan “Ne Batı, Ne Doğu, Yeşil Ulusal Devlet,” “Bağımsızlık, Özgürlük, İran Cumhuriyeti” ve “Eşitlik, Özgürlük, İnsani Cumhuriyet” sloganlarıdır. Geniş çaplı tutuklamalara, işkence, kadın, erkek tutsaklara toplu tecavüz, tehdit ve korkutma hareketlerine karşın devrim derinleşerek yolunu sürdürdü. Okulların açılması devrimin yeni bir cephesinin de açılmasıydı. Kitlesel gösterileri ayıran aralıklarda üniversite öğrencilerinin gösterileri hergün sürdü ve süregidiyor. İşçilerin direniş ve gösterileri de yeğinliğini ve yoğunluğunu artırarak sürüyor. Sözü edilen gösterilerin en büyük örnekleri rejimin kültür bakanının Tahran Üniversitesi’nden öğrencilerce

kovulması, disiplin cezası alan veya tutuklanan öğrencilerin özgür bırakılmaları ve okula geri alınmaları için ülke çapındaki üniversitelerde dayanışma gösterileri yapılmasıdır. İşçilerin cephesindeyse Ahvaz kentinde grevci işçilerin kent merkezinde gösteri yapmaları, halkın bütün polis baskısına karşı işçilerin safına katılması ve kitlesel gösterilerin günlerce sürmesiydi. Bu gösterilerde öne çıkan sloganlar “Kahrolsun Diktatör” ve “Yaşasın Özgürlük”ün yanı sıra “Kahrolsun Kapitalizm”di. Devrimin dönüm noktalarından biri de Amerikan Elçiliği’nin 1979’da Hizbullahçı öğrencilerce işgal edilmesinin yıl dönümü olan 4 Kasım gösterileriydi. Bu gösterilerin önemli bir farkı Tahran’ın yanı sıra birçok büyük ve küçük kentte de kitlesel gösterilerin radikal sloganlarla gerçekleşmesiydi. Tahran dışında İsfahan, Reşt, Şiraz, Tebriz, Meşhet, Arak, Ahvaz, Yasuç, Kazvin, Şehri Kürt ve birçok başka merkezde on binler “Kahrolsun Diktatör” ve “Kahrolsun Hameneyi” sloganlarının yanında hiçbir kuşkuya yer bırakmamak istercesine “Kahrolsun İslam Cumhuriyeti Anayasası” sloganı da attı. Bu son slogan devrimin yolunun hiçbir biçimde Musevi-Rafsancani takımının çizmeye çalıştığı çerçeveye yerleşmediğinin de göstergesiydi. 4 Kasım gösterilerinin bir başka özelliği de kadınlar ve gençlerin yanı sıra on binlerce liselinin de ilk kez kitlesel biçimde gösterilere katılması oldu.

Kadınların devrimi 4 Kasım gösterileri sürmekte olan devrimin başat özelliklerini daha açık biçimde ortaya koydu: Bu devrim bir kadın devrimi olacaktır. Bunu İslam Cumhuriyeti’nin kolluk güçlerinin özellikle kadınları hedef almasında ve kadınlara karşı daha da vahşice davranmasında görmek olanaklıydı. Bu devrimin kadın devrimi olması yalnızca itici gücünün kadınlar olduğu anlamına değil, devrimin kadın erkek koşulsuz eşitliğinin kurulmasını, köhne, kadınkarşıtı İslami kültür ve patriarkayla hesaplaşmayı sağlayacağı anlamına da geliyor. 4 Kasım’ dan önce işçi grevlerinin yayılması ve işçilerin kitlesel biçimde gösteri saflarına katılmaları da devrimin nereye yöneldiği

konusunda ipuçları sağlamaktadır. 4 Kasım gösterileri devrimin sol karakterini ve önderliğini daha belirginleştirdi. Bunun ilk sonuçlarından biri de rejim içi çatışmaların daha da şiddetlenmesi, rejimin bütünlüğünü iyiden iyiye yitirrmesi ve daha da güçsüzleşmesidir. 4 Kasım gösterilerinin göze batan bir başka özelliği de devrimci kitlelerin sloganları yoluyla burjuva devletlerine yolladıkları mesajdı. Gösterilerde atılan sloganlardan biri “Obama! Ya bizimlesin ya da onlarla!” kitlelerin burjuva devletlerinin İslam Cumhuriyeti’ni yaşatmaları yönündeki hiçbir işbirliği kabul etmediklerinin beyanıydı.

Burjuvazi Devrimin nihai başarıya ulaşmasına daha uzun bir yol var. Görünen gerçek devrimi başarıya ulaştırabilecek yegâne gücün komünist sol olduğu. Bu gerçek, zaman geçtikçe daha açık biçimde ortaya çıkıyor, devrimin sol yönelimi, karakteri ve önderliğinin belirlenmesi biçiminde kendini gösteriyor. Burjuvazi siyasal ve ekonomik nedenlerden dolayı bu devrimi ne başarıya ulaştırabilir ne de bu devrimin zafere ulaşmasında bir çıkarı var. Bu olanaksızlığın siyasal yönü bizzat burjuvazinin ve devletinin devrimin konusu olmasından kaynaklanıyor. İslam Cumhuriyeti İran burjuvazisinin siyasal hareketlerinden biridir. Devrimin ilk siyasal hedefiyse bu rejimi yıkmaktır. Burjuvazinin en kanlı rejimlerinden birini deviren devrimci kitlelerin 30 yıl önce, kanla bastırılan bir devrimle devirdikleri burjuvazinin başka bir kanadını siyasal erke yerleştireceklerini varsaymak en iyi olasılıkla siyasal safdilliktir. Burjuvazinin bunun ayırtında olduğu, sınıfsal içgüdüsüyle var olan kanatlardan birinin çevresinde kümeleştiğini görebiliriz. Devrik şahın oğlu Rıza Pehlevi’den, Halkın Mücahitleri, Fedai Çoğunluk ve Tudeh Partisi’nin artıklarına dek burjuva ailenin Musevi etrafında kenetlenmesi, halkı sürekli şiddetten sakınmaya çağırması(!) ve devrimin kan ve şiddetle eşanlamlı olduğunu bağırıp durması bundan kaynaklanıyor. Burjuvazinin devrimi başarıya ulaştırmasının olanaksızlığının

ekonomik nedenselliği ise kapitalist ekonominin İran ölçeğindeki bir ülkede karlılığının “ucuz emek, suskun işçi” cenneti yaratmasına bağlı olmasından kaynaklanıyor. Ne var ki İran’daki devrimci kitleler, devrimin on buyruğunda da dile getirildiği gibi kayıtsız, koşulsuz özgürlük ve gönenç talep etmektedirler ve bunun sağlanabileceğinin ayırtındadırlar. Burjuva parti ve örgütlerse şimdiden radyoları ve televizyonlarından “vatan için kemer sıkmak,” “en az yirmi yıl yemeden içmeden vatanı kalkındırmak için çalışıp çabalamaktan” söz ediyorlar. Bunda sözüm ona “sol” akademisyenler ve şarlatanların hizmetinden de yararlanıyorlar, işçilere ve yoksul kitlelere sosyalizmin niye kurulamayacağını, zamanın henüz gelmediğini anlatmaya çalışıyorlar. Ancak devrimin isteklerinden taviz vermediği, tersine gittikçe derinleştiği, isteklerinin radikalleştiği açıkça ortada. Zamanın devrimden yana olmasının anlamlarından biri de bu süreçte devrimin sol karakterinin tespit edilip pekiştirilmesidir. Önümüzde 10 Aralık İran Üniversite Öğrencileri Günü var. Bu günün, son iki kitlesel gösterinin yapıldığı günlerden bir önemli farkı geleneksel olarak solun ve komünizmin günü olması. Daha 4 Kasım’dan başlayarak bu günde gerçekleştirilecek kitlesel gösterilerin hazırlıkları başladı. 10 Aralık’ta devrimin sol çehresinin iyiden iyiye ortaya çıkacağını, özgürlük, eşitlik, insanca yaşama isteğinin ve isteminin cisim bulacağını şimdiden kestirmek olanaklıdır. Gerek toplumdaki hareketlilik, gerek rejimin kapıldığı panik havası ve savurduğu tehditler devrimin durmaya niyetli olmadığı, şiddetlenerek ilerlediği ve yolu üzerinden İslam Cumhuriyeti’yle birlikte burjuvazinin de tahtını söküp atabileceğini gösteriyor. Bunu başarmak komünist solun becerisine ve kararlılığına bağlı. İran halkı ve İranlı komünistler bu kavgada uluslararası ilerici bütün güçlerin dayanışmasını gereksiniyor ve hak ediyor. (*)Siyaveş Azeri: İran Komünistİşçi Partisi Uluslararası İlişkiler Komitesi Sekreteri


38 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Kavramların evreninde

Kültür & Zihniyet

Yurtseverlik İşçi sınıfının değişik ulus-devlet sınırları içinde yaşamasına ve burjuvaziye karşı savaşını öncelikle yaşadığı ulusal-devlet sınırları içinde yürütmek zorunda olmasına bakarak, enternasyonalizmin önüne ulusal çitler dikilemez tışmaları da vardır. Bunlar ‘serbest ticaret’ tartışmaları kapsamında ve Birinci Enternasyonal içinde yaşanmıştır. Bu tartışmaların bugün yürütülen tartışmalarla büyük benzerlikleri vardır. Soru şudur: serbest ticaret mi, korumacılık politikası mı uygulanmalıdır? Korumacı siyaset, klasik ekonomi politikçilerinin “serbest ticaret” düşüncesinin eleştirisidir. Bu bağlamda Marx, “sosyal devrim” olarak tanımladığı işçi sınıfının duruşunu tanımlamıştır. Marx, korumacılığı (bunun diğer adı yurtseverliktir) “muhafazakâr”, serbest ticareti ise “yıkıcı” bulmaktadır.

Dağlara, taşlara yazılan militarist bir slogan, enternasyonalist bir harekete içerilebilir mi?

Doğan Göçmen

Yurtseverlik anlayışı dünyanın dört bir yanında sosyalizm mücadelesinin gelişimine ayak bağı oluyor. Konu, Türkiye’de sol ve Marksist çevrelerde birkaç yıldır tartışılıyor. Bu kavrayış biçiminin temel alınması gerektiğini ileri sürenler de var. Konuya açıklık getirmek, dünya işçi ve emekçilerinin kurtuluş mücadelesinin önünde duran en önemli görevlerden birisidir. Komünist hareketin 20. yüzyıldaki saygın önderlerinden Antonio Gramsci’ye göre, bir ideoloji olarak yurtseverlik, modern bir olgudur. Reformasyon ile başlayan ve Avrupa Aydınlanmacılığında doruk noktasına ulaşan burjuvazinin feodal güçlere ve kiliseye karşı mücadelesinde dayandığı temel kavram yurtseverliktir. Bu kavram, Marksizmin gelişiminde ve uluslararası işçi sınıfı hareketinin oluşum ve mücadele tarihinde temel tartışmalara konu olmuştur.

Marx ve Engels’in yurtseverlik kavramına yaklaşımı Burjuva ideolojisinin yadsıması olan işçi sınıfının dünya görüşü temellendirilirken Marx ve Engels’in yurtseverlik kavramıyla ta başından itibaren hesaplaştığını görüyoruz. Komünist Manifesto’daki “işçilerin vatanı yoktur” belirlemesi bunun ürünüdür. İşçi sınıfı, üretim araçları karşısındaki konumu, çıkarları ve amaçları bakımından evrensel bir sınıftır. Bu nedenle işçi sınıfının vatanı olamaz. İşçi sınıfının değişik ulus-devlet sınırları içinde yaşıyor olması ve burjuvaziye karşı savaşını, yaşadığı ulusal-devlet sınırları içinde yürütmek zorunda olması bu gerçeği değiştirmez. Bu mücadele, Komünist Manifesto’da belirtildiği gibi, sadece biçim bakımından ulusaldır, içerik bakımından enternasyonaldir ve enternasyonalist olmak zorundadır. Aksi takdirde, tarihsel görevi olan insanlığı kurtarma perspektifini de, kendisini kurtarma perspektifini de yitirecektir. Marx ve Engels’in burjuvazinin değişik kanatlarıyla giriştikleri pratik-politik ça-

Fakat Marx, yurtseverliğin kaynağı olan kapalı ulusallıkları yıkacağı ve üretim araçlarını muazzam bir şekilde geliştirip sosyal devrimin toplumsal-tarihsel önkoşulunu oluşturacağı için serbest ticareti savunmaktadır. Yirminci yüzyılın başlarında korumacı gümrük politikasını ve İkinci Enternasyonal içinde Lenin ve Clara Zetkin ile beraber Bernsteincıların temel aldığı yurtseverlik ilkesini eleştiren Rosa Luxemburg da benzer bir duruş sergilemiştir.

Paris Komünü ve Lenin’in Çıkardığı Ders Lenin’e göre Paris Komünü denemesinde yapılan en büyük hata, işçi sınıfının kurtuluşu düşüncesiyle yurtseverlik düşüncesinin birleştirilmiş olmasıdır. Bu belirlemeyi Lenin, yurtseverlik duygusunu en köklü duygulardan birisi olarak tanımlamasına rağmen yapmaktadır. Bu neden bir hatadır? Yurtseverlik, siyasetin birtakım ahlaksal değerlerle ele alınmasına ve etnikleştirilmesine yol açmaktadır. Komün ile birlikte Paris’te iki iktidar odağı oluşmuştur: Komüncülerin karşısında karşı devrimci Versaillecılar vardır. Komüncüler, yurtseverlik ilkesinden hareket ettikleri için, Versaillecıların üzerine yürümek yerine onları ikna etmek için ahlaki çağrılar yapmıştır. Lenin’e göre Komüncüler, sınıf mücadelesi kavramından hareket etmiş olsalardı, Versaillecıların iktidar odağını yıkmaya çalışırlardı. Bunu yapmadıkları için Komün, Alman emperyalizminin de desteğiyle, Versaillecılar tarafından ilk fırsatta boğuldu. Versaillecılar, kimsenin yurtseverlik söylemine ve göz-


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 39

yaşına bakmadan 110 bin kişiyi katletti. Almanya’da Kasım Devrimi’nde ve Rusya’da Ekim Devrimi’nde de ikili iktidar odakları oluşmuştu. Komün’ün yenilgisinden gerekli dersler çıkarmış ve yapılan hataların yenilenmemesi için gerekli önlemler almış olan Bolşevikler devrimi başarıya ulaştırmıştır. Bu hazırlıkları çok geç başlatan Alman sosyalistlerinin bütün çabalarına karşın Kasım devrimi yurtseverlik sarhoşluğunda boğulmuştur.

Güncel gelişmeler ve yurtseverlik önerisi ABD’de yapılan son başkanlık seçimlerinde en önemli konu yurtseverliktir. Obama, seçimlere “değiştirebiliriz” sloganıyla gitmiştir. John McCain, Obama’yı yurtsever olmamakla suçlamıştır. McCain bununla seçimi kazanmayı ve Obama’ya umut bağlayan kitlelerin değişim beklentisini yurtseverlik sınırları içine hapsetmek istemiştir. McCain birinci amacına ulaşamadı ama sistemin geleceği için daha önemli olan ikinci hedefinde başarılı oldu. Bu suçlama karşısında Obama, yurtsever olduğunu ve bunun ne anlama geldiğini açıkladı: sistem içi reformlar ve yeniden düzenlemeler yaparak ABD’nin dünyadaki hâkimiyetini korumak. Almanya’nın eski şansölyelerinden Helmut Kohl, Doğu Almanya ilhak edildikten sonra, siyasetin bundan böyle üç ayağı olacağını açıkladı: aile, yurt ve vatan. Bu siyaset yirmi yıldan beri tutarlı bir şekilde uygulandı. Almanya’da dünya futbol şampiyonası sırasında gözlenen ve çılgınlığa varan bayrak gösterisi aynı zamanda bu siyasetin sonucudur. Almanya’da yapılan son seçimlerde, devlet partileri birbiriyle yurtseverlik yarışına girmiştir. Örnekler çoğaltılabilir. Buna karşı işçi sınıfının enternasyonalizm ilkesini temel edinerek teorik olarak donanması ve gerekli siyasi kurumlarını yaratması gerekmektedir. Aksi takdirde tarihin tekerrür etmesi kaçınılmaz olabilir.

ve milliyetçilik gibi ideolojilere taviz verilmemelidir, emperyalist-kapitalist sistemin kaçınılmaz olarak yaptığı, siyaseti etnikleştirmenin karşısına ancak enternasyonalizm ilkesiyle çıkılabilir ve halkların birbirini yeniden boğazlaması önlenebilir. Alman ve İtalyan Marksist düşünürlerinden Hans Heinz Holz ve Domenico Losurdo, Marksistler ve işçi sınıfı hareketinin ne teorik olarak ne de pratik olarak yurtseverlik ilkesine dayanabileceğini belirtmektedir. Hindistanlı Marksist siyasetçi Prakash Karat, emperyalist saldırı karşısında halkın bütün kesimlerini işçi sınıfının önderliğinde bir araya getiren bir iç cephe kurulmasını önermektedir. Bunun için en başta yurtseverlik de dâhil her türlü şovenizme karşı mücadele edilmesi gerekmektedir. Aksi takdirde emperyalist saldırı karşısında tepkiler, etnik ve/veya dini tepkilere dönüşür ki bu tür tepkilerin hepsi, sistemle bütünleştirilebilecek tepkilerdir. Apartheid’a karşı mücadelenin önde gelen isimlerinden Z. Pallo Jordan, Irak’ın işgalin-

n

İşçi sınıfı hareketi ne yapmalıdır? Monthly Review’un editörlerinden Marksist iktisatçı Michael D. Yates göre, kapitalizm hem ulusların içinde hem de uluslar arasında eşitsiz gelişmeyi sürekli yeniden üretmektedir. Lenin, Emperyalizm adlı çalışmasında bunun emperyalizm koşullarında kaçınılmaz olduğunu göstermiştir. Bu doğal olarak hem içte hem de dışta sürekli dost-düşman ayrımı yapmaya götürür ve bu genellikle etnik temellerde yapılır. Amerika’da bir sürü etnik gruplar ve farklı renkte insanlar vardır. Yates, dünyaya doğal olarak Amerika’dan bakıyor ve şunu öneriyor: kesinlikle yurtseverlik

Sonuç olarak: uluslararası işçi sınıfı ve sosyalizm hareketi büyük tarihsel görevlerle karşı karşıyadır. Yurtseverlik ilkesine dayanarak bunların üstesinden gelmesi mümkün değildir. Engels’in Paul Lafargue’a yazdığı 27 Haziran 1893 tarihli mektubunda ifade ettiği düşüncenin bugün hatırlanması her zamankinden daha yerindedir: “Ben yurtsever kelimesinin kullanılışından değil, kendinizi tek ‘gerçek’ yurtseverler olarak tanımlamanızdan bahsetmek istemiyorum. Bu kelimenin o kadar dar bir anlamı – veya, daha iyisi, o kadar belirsiz bir (anlamı,-DG) var ki, hangisini isterseniz, kendime bu tanımı vermeye cesaret etmezdim”.

KOMÜNİST MANİFESTO: TEORİNİN PRATİĞİ, PRATİĞİN TEORİSİ ERTUĞRUL KÜRKÇÜ | BUNALIM DÜZENİ: EMPERYALİST KAPİTALİZM MUHSİN

DALFİDAN | KRİZ VE HEGEMONYA HALUK YURTSEVER |

SERMAYE ÇAĞININ SINIRLARI | BÜYÜK DEPREM -BİR BİLANÇO ALİ İLERİ | İLKEL

Enternasyonalizmi yeniden keşfetmek gerekiyor Dünya sosyalist sisteminin yıkılmasından sonra bölgesel ve uluslararası emperyalist rekabet artmıştır ve yaşanan krizle iyice kızışmıştır. Son yıllardaki gelişmelere bakıldığında, her devletin yurtseverlik kavramına başvurarak buna hazırlandığı görülmektedir.

den sonra, geri bıraktırılmış hiçbir ülkenin güvenlik içinde olamayacağını düşünmektedir. Jordan, bir taraftan her ülkede Karat’ın önerdiği gibi bir cephe oluşturulmasını ve diğer taraftan da bugün Latin ve Güney Amerika’da uygulanmaya çalışıldığı gibi bir halklar enternasyonali kurulmasını önermektedir. Bu ise ancak enternasyonalist ilkelerinden hareketle mümkündür.

SERMAYE BİRİKİMİ YUSUF ZAMİR | SERMAYENİN

SONSUZ BİRİKİM SÜRECİNİN SOMUT TARİHSEL İFADESİ OLARAK DÜNYA PAZARI ÜMİT TANIŞIR - ALİ İLERİ | ANLAMAK GİDENİ VE GELMEKTE OLANI ALP HAKAN GÜVENİR

n

ELEŞTİREL BAKIŞ MUSTAFA BAYRAM MISIR

n

KURULUŞ İDEOLOJİSİ OLARAK KEMALİZM VE SINIFLAR MÜCADELESİ ÖZNUR AĞIRBAŞLI | AŞAMACILIĞIN AŞILABİLMESİ YOLUNDA DEMOKRASİ VE DEMOKRATİK HAKLAR MÜCADELESİ NİHAT BALKANLI

! a d r a l ı ç p a t i K . . . ı t Çık


40 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Kültür Gerillası

Kültür & Zihniyet

“Hanımın Çiftliği”nde vu Orhan Kemal'in 1950’ler Çukurovası’ndaki sınıf mücadelesini konu alan dizisinde, CHP’li toprak ağasına güzellemeye dönüşüyor…

Dizide çevre düzenlemesi, dekor ve kostüm dönemi oldukça iyi biçimde yansıtılsa da sınıf çelişkileri silikleşiyor

Yeşim Dinçer Orhan Kemal'in romanından uyarlanan Hanımın Çiftliği dizisinin gördüğü ilgiye şaşmalı mıyız? Aslında hayır. Orhan Kemal, canlı ve sade anlatımıyla okurların hemen her dönemde itibar ettiği, severek okuduğu bir yazar. Yapıtları, Bekçi Murtaza örneğinde olduğu gibi, sinemaya ya da televizyona uyarlandığında bu ilgi doğal olarak büyüyor. Orhan Kemal'in yapıtlarının sağlam dramatik yapısı, akıcı diyalogları görsel dile tercümesini de kolaylaştırıyor. Fakat tüm bu meziyetler Hanımın Çiftliği dizisini kotaran ekibi kesmemiş olmalı ki diziyi son haftalarda en bayağı klişelerle bezemeye koyuldular. Ekrandakilerin Orhan Kemal'in yazdığı romanla ve yarattığı kişilerle ilintisi giderek zayıfladı. Korkarım bundan böyle Hanımın Çiftliği adı altında bambaşka bir hikâye izliyor olacağız. Senaryonun gidişinden anlayabiliyoruz bunu.

Mediz'in aile içi şiddet eleştirisi Orhan Kemal'in televizyona uyarlanan yapıtı aslında bir üçleme: Vukuat Var, Hanımın Çiftliği, Kaçak adlı romanlar-

dan oluşan serinin ilkinde, aynı fabrikada işçi olarak çalışan Güllü'yle Kemal'in sonsuz bir ayrılıkla noktalanan aşkı anlatılıyor. Televizyonda izlediğimiz dizinin ilk bölümleri Vukuat Var adlı bu romandan ve aslına oldukça sadık kalınarak uyarlanmış. İlginç olan, Güllü'ye uygulanan şiddet nedeniyle dizinin en çok bu bölümlerinin tartışılması ve eleştirilmesi. İzleyenler ya da okuyanlar hatırlayacaklar: Zengin çiftlik sahibi Muzaffer Bey'in yeğeni Ramazan'la evlenmeyi reddeden Güllü, babası Cemşir ve ağabeyleri tarafından bir direğe bağlanıp bayılana dek dövülüyordu. Gazetelerde, Radyo ve Televiyon Üst Kurulu'nun (RTÜK) konuyu tartıştığı ve görüntülerden rahatsız olduğunu okuduk. Kadınların Medya İzleme Grubu (Mediz) de dayak sahnelerinin bu kadar ayrıntılı verilmesinden ve tekrar tekrar gösterilmesinden aile içi şiddeti beslediği gerekçesiyle şikâyetçi oldu. Mediz'in itirazında haklılık payı var hiç kuşkusuz. Gerçekçi bir yazar olan Orhan Kemal'i sadizmi öven ve yücelten Marki de Sade ile karıştırmamak lâzım. Şiddet, gündelik hayatta ne kadar varsa Orhan Kemal'in romanla-

rında, öykülerinde de o kadar var. Güllü'ye atılan dayakların ekranda döne döne gösterilmesi, şiddete pornografik anlamlar yükleyerek özendirebilir de. Öte yandan senaristlerin, Güllü'ye uygulanan baskının gerisinde, sözüm ona namus, töre gibi feodal değerlerin değil de düpedüz para hırsının yattığını gayet iyi yansıtabildiklerini düşünüyorum. Zaten Güllü'nün ilk başkaldırısı, günde on iki saat çalışarak alnının teriyle kazandığı haftalığını babası Cemşir'in avucuna saymayı reddetmesiyle başlıyor.

Güllü'nün başkaldırısı ve teslimiyeti Dört karısından, kendisinin de bilmediği sayıda çocuğu olan Cemşir, kadınların ayılıp bayıldığı, hovarda ve asalak biri olarak anlatılıyor romanda. Gelir kaynaklarından biri çalışacak yaşa gelmiş çocuklarının haftalıklarıysa öteki de Muzaffer Bey'in çiftliğine mevsimlik ırgat olarak pazarladığı köylüler. Kankası berber Reşit ile tasarladığı cinlikler arasında müezzine rüşvet vererek sabah ezanını öne aldırmak ve böylece köylüleri tarlaya birkaç saat erken yollamak da var. (İşçi ve köylülerin çalışma koşulları diziye pek az yansıyor yazık ki.)


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 41

kuat var üçlemesi televizyon "İnsan simsarı" Cemşir, ergenliğe erişen kızlarını başlık parasını ilk bastırana -nikâhlı ya da nikâhsız- satıyor. Orhan Kemal 'modern' kapitalizmin, kadın emeğini ve bedenini metalaştırırken ataerkiyle nasıl sinsi bir işbirliği içine girdiğini ustalıkla gözler önüne seriyor. Cemşir, bir yandan Muzaffer Bey'in yeğeni Ramazan'la evlenmek istemeyen Güllü'nün üzerindeki 'babalık' haklarını kullanırken bir yandan da "evlendikten sonra canı ne isterse onu yapsın, kiminle isterse olsun, karışmam", diye fısıldıyor Güllü'nün anasına. Amaç, bir an önce Muzaffer Bey'in çiftliğine "akraba" sıfatıyla kapağı atıp dünya nimetlerinden faydalanmak. Burada ayrıksı olan Güllü'nün tutumu. Orhan Kemal'in, özellikle de eli ekmek tutan işçi kadınları, ne denli ağır baskılar altında olursa olsun, "kurban rolü"nü reddeden, mücadele eden, başı dik kadınlar. "Döveni döverim, sövene de söverim", diyor Güllü. Bu kadınlar -Güllü ve onun fabrikadan arkadaşı Pakize- onlara ahlak dersi veren erkeklerden daha namuslular. "Evlenip de kendimi tek bir erkeğe mahkum edemem", diyen Pakize de dahil olmak üzere, çıkarları değil gönülleri yön veriyor yaşamlarına. Sosyalist bir yazar olan Orhan Kemal bireysel çıkışların ne denli sınırlı olabileceğinin farkında. Üçlemenin ilk romanı Vukuat Var, Güllü'nün Muzaffer Bey'in çiftliğine gitmeyi kabullenmesiyle sona eriyor bu yüzden. Güvendiği dağlara kar yağmış; sevgilisi ve sözlüsü fellah Kemal, Güllü'nün ağabeyi tarafından öldürülmüştür. Yine de Muzaffer Bey'in yeğeni Ramazan'a eş olmayı, "atın yerine eşeği bağlamam" diyerek reddeder. Gençliği, güzelliği ve delişmenliğiyle çiftlik sahibi Muzaffer Bey'i etkilemeyi başaran Güllü'nün sınıfsal konumu, umulandan çok daha yukarıya ötelenir böylece.

Hanımın Çiftliği romanındaki temel çatışma özellikle serinin ikinci ve üçüncü kitaplarında öne çıkan- toprak kavgası üzerine kurulu. Topraksız köylülerle politik nüfuzunu kullanarak hazine arazisine el koyan Muzaffer Bey arasında geçiyor. Muzaffer Bey'in dedelerine dek uzanan eski bir husumetin devamı bu. Olayların güncel siyasal arkaplanında ise Türkiye'de bir iktidar değişikliğine yol açan 1950 seçimleri var. Muzaffer Bey CHP'li. Oysa Adanalı köylüler Demokrat Parti'yi tutuyorlar. Zannediyorlar ki Demokrat Parti iktidara geldiğinde geçmişin hesabı sorulacak; yıllardır tapusuz ekip biçtikleri topraklar onlara verilecek. Kazın ayağı başka türlü oysa. Muzaffer Bey batan gemiyi terk edip Demokrat Parti'ye üye olduğunda ayılıyor köylü. Romanda Marshall yardımıyla çiftliğe gelen makineleri gördükçe "bu makineler bizi ırgat zulmünden kurtaracak" diye sevinen Muzaffer Bey, dizide emeğe saygılı, yanında çalışanları koruyup kollayan insancıl bir beyefendi gibi gösteriliyor. Tuhaftır, kendisine romantik bir geçmiş, bir kaza sonucu önce sakat kalıp sonra da intihar eden bir eş uydurulmuş. Güllü'ye ikiz kardeşi kadar benzeyen bu kadının duvarda asılı tablosu gözümüze sokuluyor ikide bir. Muzaffer Bey'in kızkardeşi de "rahmetli şöyleydi, rahmetli böyleydi" diyerek hem zavallı Güllü'nün hem de bu kalıplardan bıkıp usanmış izleyicinin sinirlerini bozuyor.

Biz bu filmi görmüştük Hitchcock'un yönettiği Rebecca adlı, psikolojik gerilim türünde çok eski bir film vardı hatırlayacaksınız: Büyük bir eve gelin gelen, kendi halinde, iddiasız bir kadın, kocasının ilk karısı Rebecca'ya ait gizemi çözmeye çalıştıkça çarşafa dolanıyordu. Sonunda da havalı Rebecca'nın o kadar da mükemmel bir kadın olmadığı, sevgilisiyle buluşmaya giderken kazaya uğradığı çıkıyordu ortaya. Hanımın Çiftliği'nde de paralel bir sonla karşılaşırsak hiç şaşırmayacağım. Dizi ekibinin başvurduğu klişeler bununla da sınırlı değil. Halinden tavrından yoksul bir kişi olduğu anlaşılan Güllü'yü dükkânından kışkışlayan madamın Muzaffer Bey'in himayesinde olduğunu öğrendikten sonra gösterdiği telaş ve yılışık mahçubiyet; bu sahnenin düzenlenişi tam tamına Özel Bir Kadın (Pretty Woman) filminden kopyalanmış örneğin. Sonuçta tüm bunlar romanın sınıf çatışmasına -mülk sahibi sınıfla mülksüzlerin çatışmasına- dayalı ekseninde ciddi bir kaymaya yol açıyor ve hiçbir özgünlük içermeyen, suyuna tirit bir yapım çıkıyor ortaya. Aynı romandan ilk uyarlama yıllar önce TRT'de gösterilmişti. Daha küçük bir prodüksiyon olmasına rağmen her şeyin gayet sahici göründüğünü; yüzündeki o arsız gülümsemeyle Fikret Hakan'ın çok daha inandırıcı bir Muzaffer Bey portresi çizdiğini söylemeden edemeyeceğim.

Yaşar Kemal'in kaleminden Orhan Kemal: "İnsanlık, yoksulluk küllerinin altındaki közdür"

"Bu makineler bizi ırgat tahakkümünden kurtaracak" Anıtlar Yüksek Kurulu'ndan izinsiz, tarihi bir binaya bir çivi çakılamaz bugün. Bir resmin ya da heykelin üzerinde basit bir tadilat düşünülemez bile. Ama öyle görünüyor ki yazarın mirasçılarına gereken ödemeyi yaparak bir edebi eserin canına okunabiliyor. (Bu arada 'telif" denilen şeyin eseri korumak için olmadığı da çıkıyor ortaya.) Orhan Kemal'in romanında Güllü'nün ağabeyi tarafından katledilen Kemal'in, "hanımın şoförü" olarak ekranda (Muzaffer Bey'in çiftliğinde) boy göstermesini dert edinmiyorum. Hatta romanda hiç olmayan bir karakterin -Muzaffer Bey'in kız kardeşi- diziye dahil edilmiş olmasını da. Benim itirazım "eserin ruhu"nu zedeleyen değişikliklere.

"Bizim büyük yazarımız Orhan Kemal yoksulluğu kendine dert edinmiş bir kişi. Yoksulluk insanı, insanın insanlığını yıpratan, küçülten, ezen bir olaydır. Yoksulluk belasının altında insanlar birçok niteliklerinden de yoksun kalmışlardır. Ve zengin olmak hırsından dolayı insanlar insanlıklarını yitirmişlerdir. Orhan Kemal'e göre yoksulluk insanlığı ne kadar yıpratırsa, ne kadar ezerse, ne kadar küçültürse küçültsün, insanlık cevherine gücü yetmez. İnsanlık, yoksulluk küllerinin altındaki közdür. Toprağın altındaki

filizdir. Hiçbir şey, yoksulluk bile insanın insanlığını, iyiliğini, mertliğini, güzelliğini elinden alamaz. Varlık bir zenginin insanlığını alır götürür de, yokluk bir fukaraya vız gelir. (...) Orhan Kemal kendine yakışır bir büyüklük, bir ustalıkla insanlığın yoksulluk belası altında bile dimdik ayakta kaldığını söylüyor." Aktaran: Asım Bezirci, Orhan Kemal, Evrensel Basım Yayın


42 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Kültür & Zihniyet

Eğitime içeriden müdahale Okullar kapitalizmin ekonomik, toplumsal ve kültürel yeniden üretim aygıtları olsa da boşlukları, imkanları ve karşı eğilimleri gören direniş stratejileri geliştirmek her zaman mümkün. rih kitaplarının ve bu kitaplardaki metinlerin eleştirel bir gözle taranması. Bu sayede, müfredatın ilk bakışta göze çarpmayan örtük yönlerini açığa çıkarabiliriz. Metinlerin müfredattan atılması mümkün olmasa da, öğrencinin bu metinlere sorgulayıcı yaklaşmasını sağlayabilir ve böylece metnin çocuk üzerinde iktidarı önleyebiliriz. Sermayenin bizden çaldığı ve içini boşalttığı kavramları (demokrasi, özgürlük, vb.) gerçek içeriği ve bağlamıyla yeniden anlamlandırabiliriz. Öğrenciye reklâm sloganı yerine hak arama sloganı yazdırabiliriz; vb.

Bilal Yeşilöz Okul... İşte ondan bahsettiğimizde ilk aklımıza gelenler: Giriş zili çalar. Herkes sıra olur. Öğretmenler öğrencileri “hizaya” sokar ve “andımız”ı okutturur. Ders zili çaldığında öğrenciler sırayı bozmadan sınıfa sokulurlar tek tip formalarıyla. Ders süreci boyunca sınıfta bulunan her öğrencinin öğretmenlerinin kontrolünde aynı şeyi yapması beklenir. Kurallar listesi saymakla bitmez; parmak kaldırılmadan konuşulmaz, tuvalete izinsiz gidilmez, aynı saatte beslenme tablosuna uygun beslenme yapılır… Kurallara riayet etmeyenlere (sapmalara) karşı genelde “pekiştiriciler” kullanılır. Okul ve sınıf düzleminde “düzen” böylece sağlanır ve ne kadar çok koşullandırılmış birey yaratılırsa toplumsal düzenin yeniden üretimi de o kadar güvenceye alınmış olur. Teneffüs ziliyle birlikte öğrenciler zincirlerinden boşalmış gibi kendilerini dışarı atarlar. Daha az kontrolün bulunduğu bu 1015 dakika öğrenciler için en keyifli anlardır. Tekrar ders zili. Böyle devam edip gider…

Tahakküm varsa direniş de var Yine de iyimser ve umutvar olmak için yeterince neden var. Bir kere her tahakküm ilişkisinin aynı zamanda bir karşı tepkiye ve direniş eğilimine davetiye çıkardığı bir gerçek. Hakeza en başarılı tek tipleştirme bile “sapmalar”dan, itaatsizliklerden, özerkleşme ve özneleşme arayışlarından yakasını kurtaramaz. Bu satırları yazan kişinin de, bu yayına emeği geçen diğer insanların da bir zamanlar ilk paragraftaki örüntülere tabi tutulduğunu gözden kaçırmayalım. Dolayısıyla, okulların kapitalizmin ekonomik, toplumsal ve kültürel yeniden üretim aygıtları olduğunu söylemek, asla bu

Okul, boyun eğme biçimlerini meşrulaştıran bir çatıdır aynı zamanda

durumun yazgıcı bir kabullenişi anlamına gelmez. Tersine, boşlukları, imkanları ve karşı eğilimleri gören direniş stratejileri geliştirmek; çeşitli türden itirazlara kanal açmak her zaman mümkündür. Eğitimin hiyerarşik düzen ve işleyişinin yanı sıra, içeriğinin, yani müfredatın da bireyleri şekillendirmeye -edilgenleştirmeye ve itaatkar kılmaya- dönük olduğu bir gerçek. Yine de okul denen kurumu irdelediğimizde, onun tutarlı ve yekpare bir yapı olmadığını gösteren pek çok veriyle karşılaşırız. Aslında, bu yapının barındırdığı çelişkiler, doldurulabilir boşluklar ve çalışılabilir fırsatlar azımsanmayacak sayıdadır. Müfredattaki eksiklikleri ve tutarsızlıkları eğitimi içeriden dönüştürmenin kaldıraçlarından biri olarak değerlendirmek pekâlâ mümkün. Bu alanda öğretmenler kilit bir rol üstlenebilirler.

Ders kitaplarının dönüştürülmesi Öğretmenlerin öğrenci ve velilerle sürekli iletişim ve temas halinde olmaları başlı başına bir avantaj. Ayrıca, bu konuda onlara kılavuzluk edecek bir meslek örgütleri olduğunu unutmamak gerekir. Yüz binden fazla üyesi

olan Eğitim-Sen, potansiyellerini harekete geçirebilirse bu kılavuzluk görevini rahatlıkla yerine getirebilir. Yapılması gereken ders kitaplarındaki dönüştürülebilecek unsurları, boşlukları ve çelişkileri belirlemek; sınıf ve okul kitaplıklarını amaca uygun olarak yeniden düzenlemektir. Geçmişte Eğitim-Sen’in Tarih Vakfı ile yaptığı tarih kitaplarındaki zararlı unsurları belirleme çalışması bu türden bir faaliyetti. Eğitim-Sen bünyesinde şu an devam etmekte olan çocuk kitapları ile ilgili çalışma da aynı amaca hizmet edebilir. Sözünü ettiğimiz bu çalışmalar çoğaltılabilir ya da genişletilebilir. Bu sayede Eğitim-Senli öğretmenler okulun hiyerarşik yapısına bir esneklik kazandırabilir; müfredattaki ilerici sayılabilecek unsurları emekten, eşitlikten, özgürlükten, ekmekten yana dönüştürebilirler. Zorunlu din derslerinin, din ve ahlak eğitiminin sağcı öğretmenlerce lehte bir imkan olarak nasıl değerlendirildiğini biliyoruz. İlerici öğretmenlerin muarızlarını gölgede bırakacak işler yapmaması için her hangi bir neden yok. İlk yapılması gereken işlerden biri, özellikle hayat bilgisi, sosyal bilgiler, Türkçe, edebiyat ve ta-

Okul ve hegemonya Gramsci, hegemonyanın tesisinde okulda edinilmiş “mesleki” becerilerin ve okulun kazandırdığı bakış açılarının rolünün büyük olduğunu vurgular. Çünkü insan bu beceriler ile anılır: Avukat, mühendis, grafikçi, sekreter vb… Bunun da kapitalizmin kültürünü oluşturan belirleyici unsurlardan biri olduğunu söyler. Bu bakımdan, okul sadece işgücünün yeniden üretimini sağlayan bir kurum değil, aynı zamanda tahakküm ve sömürü ilişkilerini meşrulaştıran, rıza üreten ve egemen sınıfın hegemonyasının toplumsal bir kabulle karşılanmasını sağlayan bir ideolojik aygıttır da. Sadece yukarıdan kaba güçle dayatılan, gündelik pratiklere sinmeyen ve her gün yeniden üretilmeyen bir hegemonya düşünülemez. Michel Foucault’nun “iktidar her yerdedir” demesinin nedeni budur. Ama okul bir karşı-hegemonya mücadelesinin de alanıdır. Bir kurum veya aygıta karşı sadece cepheden ve dıştan bir mücadele yerine aynı zamanda içerden dönüştürücü bir mücadele hattından söz etmemizin nedeni budur. Batılılar bir direniş stratejisi olarak buna “geleneğin yeniden inşası” diyorlar. Bunun kolay olmadığı açık, ama imkansız değil.


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 43

Kültür & Zihniyet

YÖK ve mücadele eksenleri Ege Üniversitesi’deki Ekmek ve Özgürlük okurları YÖK karşıtı eylemlere egemen yaklaşımları ve kendi tavırlarını gerekçelendiriyor: Öğrencilerin büyük çoğunluğunu bekleyen gelecek, proletaryanın saflarına katılmak; “sınıflar üstü aydın” tutumuysa, karşılığı olmayan bir yanılsama 1980 faşist darbesinin çocuğu Yüksek Öğrenim Kurumu (YÖK) bu yıl 27. yaşını bitirdi. Kabul edelim ki, geçen 27 yıl içinde, YÖK üniversite ortamını ve gençliği dönüştürmede uğursuz ama kendi hesabına “başarılı” bir rol oynadı. Örneğin, toplumla (sınıfla) bağı kesilerek kampuslara hapsedilen geçliği, sözüm ona “birey” yapma yolunda ciddi bir mesafe aldı. Geçliğin büyük çoğunluğunu depolitize etmeyi başardı. İlkin baskılarla ve korku salarak alanı düzledikten sonra, sahneyi kendi bacağından asılan koyun anlayışını ve “girişimci” mantığını giderek içselleştiren yeni öğrenci kuşakları için hazır hale getirdi.

Biraz da sivil toplum faaliyeti Ardından öğrenciyi sivil toplum faaliyetlerine yönlendirmeye başladı. Sıra bu koyunu, bireyi ve girişimciyi istenen doğrultu ve alanlarda biraz toplumsallaştırmaya gelmişti; ne de olsa o bir “aydın”dı veya kendisini öyle hissetmeliydi. O artık AR-GE projeleri ile silah sanayisine ve teknolojik rant peşinde koşan firmalara katkıda bulunabilir; yakılan 1 milyon ağaç yerine TEMA Vakfı ile 1 ağaç dikebilir; aç bırakılan, sokakta ayakkabı boyayan binlerce çocuktan iki-üçüne Toplum Gönüllüleri (TOG) ile eğitim verebilirdi. YÖK ona halkla buluşma demiyordu: Buluş, ama bunu halka karışmadan, “sınıflar üstü” bir konumdan, bir tür “sosyal faaliyet” ve hobi olarak yap. Sistemi sorgulamak yerine kapitalizmin kuralları içinde kalarak kesilen kollara parmak dikmeye çalış. Ama sakın “yasak bölge”ye girme. Aksi halde, YÖK Disiplin Yönetmeliği’ni karşında bulursun. Gün, misyoner değil, “hobici” aydının günüydü. Öğrenciye empoze edilen buydu.

Piyasa kuşatması Bu hobici “aydın” ve girişimci tutumu bir kez içselleştikten sonra, öğrenci metalaştırmanın her türlüsünü kabullenmeye hazırdır artık. Bundan böyle onun zihniyetine ve davranışlarına piyasa ilişkileri yön verecektir. Bu yüzden, bilimin sermayenin boyunduruğu altına alınmasını da, eğitimin ticarileşmesini de, üniversitenin sermayenin işgücü taleplerine uygun olarak yeniden yapılandırıl-

masını da “normal” bir durum olarak görmeye başlar. İşçinin yaşadığı meta fetişizmi ve yabancılaşma onun evrenine de damga vurmaya başlamıştır. Bilimi bir meta gibi gören ve onun sadece piyasa değeri ile ilgilenen öğrencinin kendisi de artık bir meta ve müşteridir. Daha okulu bitirmeden de işgücü piyasasına fırlatılıp atılabilir. Emek gücünü satacak olanağı bulamamak ve işsizlik belası ile boğuşmak, artık onu da bekleyen tehlikedir.

Bologna: Tam gaz ileri... Belirli bir kıvama gelen bu süreci daha da ilerletmek isteyen Avrupa diyarından dört bakan, 1998’de Sorbonne deklarasyonunu yayınladı. Bunu 1999’da çıkarılan Bologna Bildirgesi takip etti. Şöyle deniyordu bu bildirgede: “Lisans ve yüksek lisans olmak üzere iki temel aşamaya dayanan bir sistemin kabul edilmesi. İkinci aşamaya geçiş, en az üç yıl süren birinci aşamanın başarıyla tamamlanmasını gerektirmektedir. Birinci aşamanın sonunda elde edilen derece aynı zamanda Avrupa işgücü piyasasında aranan nitelikleri karşılayacak seviyede olmalıdır. Öğrenci hareketliliğini teşvik etmenin en uygun yolu olarak, AKTS sisteminde olduğu gibi bir krediler sisteminin kurulması. Krediler, yaşam boyu öğrenim de dahil olmak üzere yükseköğrenim bağlamı dışında da kazanılabilir ancak öğrenciyi kabul eden üniversite tarafından tanınması gereklidir. Avrupa yükseköğrenim sisteminin uluslararası rekabet gücünün artırılması amacına yoğunlaşmalıyız.”(1) Sermayenin yüksek öğrenimi yeniden yapılandırma ve olası 68’lerin zeminini kurutma hamlesi, 1999’dan bu yana Bologna süreci olarak anılıyor. 2009’da yayınlanan bir bildirgede bu yeniden yapılandırmanın çerçevesi daha net biçimde çizilmeye başlandı: “Yaşam Boyu Öğrenme politikalarının uygulaması, kamu otoriteleri, yükseköğretim kurumları, öğrenciler, işverenler ve çalışanlar arasında güçlü bir ortaklık gerektirmektedir.”(2)

Evet, sürekli eğitim gerekliydi; yoksa öğrenci, mazallah içine düştüğü durumu anyıp isyan ederdi. Ayrıca, sürekli eğitim, işgücü piyasasının değişen talepleri ve işgücünün yeniden vasıflandırılması ihtiyacı nedeniyle de gerekliydi.

Bologna uzakta değil Bologna derken, uzakta ve şimdilik dışımızda bir süreçten söz etmiyoruz. Tersine, YÖK 19 Mayıs 2001’de bu sürece aktif örgütleyici olarak girdi. Evet, 2001’de, yani AKP öncesinde. Bu 6 Kasım’da da işi sadece AKP karşıtlığına kilitleyenler, AKP’ye vurmanın kapitalizme vurmak anlamına geldiğini sananlar ve Bologna sürecini dikkate almayanlar sorunun esasını gözden kaçırıyorlar. Kapitalist cumhuriyet, on yıllardır sermayenin taleplerine, sermaye birikiminin değişen niteliğine göre dönüşümler geçiriyor ve yeniden yapılandırılıyor. Yüksek öğrenim cephesinde yaşananlar da bunun bir parçası. Bunu cumhuriyetin sözüm ona “çözülmesi” olarak adlandıranlar sürece şaşı bakıyor ve mücadeleyi sistem içi mecralara sürüklüyorlar. Sonuç olarak; bir zamanlar yüksek öğrenim görenlerin sahip olduğu ayrıcalıkların büyük kısmı ortadan kalktı. Yüksek öğrenim kitleselleşti. “Seçkin” üniversitelerde okuyanların dışındaki büyük çoğunluğu bekleyen gelecek, proletaryanın saflarına katılmaktır artık. Dolayısıyla, “sınıflar üstü aydın” tutumu, karşılığı olmayan bir yanılsamadan ibaret. Bu yanılsamayı ne kadar erken ortadan kaldırırsak, yeni bir gençlik hareketinin yolu o kadar açılmış olur. Nesnel koşullar işçi ile öğrenciyi tarihte görülmemiş ölçüde yakınlaştırırken, öğrenci işçiyle onda kendi geleceğini (hatta şimdisini) gördüğü için yan yana durmalı, omuz omuza mücadele etmeli. Fransa ve Yunanistan’ın bize ilk işaretlerini verdiği gibi, yeni bir gençlik hareketi bu zeminlerde boy verecektir. (1):19 Haziran 1999 tarihli Bologna Bildirgesi. (2): Avrupa Yükseköğretimden Sorumlu Bakanlar Konferansı Bildirgesi (Leuven ve Louvain-la-Neuve, 28-29 Nisan 2009).


44 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Kültür & Zihniyet

Muhalif olmanın hafifliği Çağdaş muhalif için Michael Moore’dansa Goran Paskaljeviç örneğine bakmalı. Her koşulda eleştirel olabilmek ve öyle kalabilmek çileli bir tercih Goran Paskaljeviç, 28. İStanbul Film Festivalinde Jüri Başkanı ydı

Necati Sönmez

“Başkaldırı kültürünün metaya dönüşmekle kalmayıp iyi de para ettiği zamanlarda yaşıyoruz,” demiştik “Che” filmiyle ilgili geçen ayki yazının girişinde. Buna şunu da eklemek gerekir: Devir, aynı zamanda ucuz muhalefet devri. Malum, serbest piyasa ekonomisinde her şeyin ucuzu makbul. Bu devirde yeni dünya düzenine karşı muhalif pozisyonlara girmek, gözden en fazla düştüğü bir zamanda kapitalizmin yumuşak karnına çalışmak, punduna getirip onu mindere sermek ve buradan puan üstüne puan kazanmak artık işten bile değil.

Michael Moore: Çözüm Obama mı? Geçen ay 50’nci yılını kutlayan Selanik Film Festivali’nde izlediğimiz pek çok politik filmden biri olan “Kapitalizm: Bir Aşk Hikayesi”nde (Capitalism: A Love Story) Michael Moore, işte bunu yapıyor. Yaklaşık iki saatlik film boyunca ‘en alttakiler’in yanında saf tutup ABD’nin egemen sınıfını yerin dibine batırıyor, dev şirketlerin çıkarcı politikalarını deşifre ediyor, CEO’larını makaraya sarıyor, kısaca sistemin şerefini handiyse beş paralık ediyor. Gelgelelim bu yemeğin üstüne bir bardak soğuk su içebiliyoruz ancak. Sıkı muhalif Moore, Roosevelt’i adeta devrimini gerçekleştirememiş bir sosyalist olarak sunarken, finalde çekingen bir edayla da olsa, kurtarıcı melek olarak Obama’ya işaret ediyor. Kısaca günün mönüsünde ne varsa, onu ısıtıp servis etmekten başka bir şey yapmıyor. Filmin gazına gelip kitleler halinde sokaklara dökülmeye hazırlanırken, bir sonraki seçimi beklememiz gerektiğine kani olmuş vaziyette çıkıyoruz salondan. İyi de, üç beş densiz banka müdürü ve bir kaç hırslı şirket yöneticisi yüzünden şimdi tökezleyen bu sistem, tıkır tıkır işlediği zamanlarda dünyamız bir çiçek bahçesi miydi? Sistemin çürük dişlerine dolgu yaptırınca, kuzeydeki buzullar geri gelebilecek mi? Savaş ekonomisi hız kesecek mi? Yalnızca ev taksitlerini ödeyememiş ABD’li orta sınıfın üzerine değil, tüm yerkürenin üzerine çöken bu sistemin tamirden geçmesi gerekse bile, bunu o çöküşü üreten yapıdan mı bekleyeceğiz? Bu sorunların izini Moore’un filminde aramayın. Amerikalı bir eleştirmenin değindiği gibi, kâr temelli ekonomik sisteme verip veriştiren bir filmin, ABD’de 1000’den fazla salonda gösterime girip yılın en fazla kar getiren yapımı olmaya aday olması da az buz bir çelişki değil. Venedik Film Festivali’ndeki basın toplantı-

sında, gazetecilerin “sistemi böylesine radikal biçimde eleştiren bir filme, bu sistemin parçası olan Hollywood büyüklerinin (filmin yapımcısı Paramount) para yatırmasını nasıl izah ediyorsunuz?” yollu sorusuna şu cevabı vermiş Moore: “Kapitalist, ondan kâr edeceğini bilirse, kendisini asacağımız ipi bile size satabilir.” Tabii, bu sözün Lenin’den alıntı olduğunu ne o belirtme gereği duydu ne de gazeteciler farketti. Devir, Lenin’i anma devri değil çünkü...

Eleştirdiğinizi yüceltmiş olabilirsiniz Selanik Film Festivali’nde gösterilen bir başka politik sinema örneği, İsrailli yönetmen Samuel Maoz’un “Lübnan” (Lebanon, 2009) adlı filmiydi. Bu yıl Venedik’te Altın Aslan ödülü kazanan bu sarsıcı film, baştan sona bir tankın içinde, bir grup İsrail askeri arasında geçiyor. İsrail ordusunun 1981’de Lübnan’a girişi sırasında cereyan eden ve - tıpkı “Beşir’le Vals”te olduğu gibi- yönetmenin kendi askerlik deneyimlerine dayanan bir hikaye; yine bir tür günah çıkarma seansı... Film seyircinin suratına adeta kan sıçratıyor, savaşın da ordunun da ne menem bir şey olduğunu gözler önüne seriyor. Ne var ki, bir sinema filmi olarak taşıdığı tüm maharetlere rağmen, sonunda gelip aynı soruya tosluyor: İsrail devletinin parasal desteğiyle dile getirilmiş bir özeleştiri ne kadar özeleştiri olabilir? Venedik’te ödülle taçlandırılan şeylerden İsrail devleti de nemalanmış olmuyor mu nihayetinde? O halde, filmin arkasında durduğu muhalif tavır kim tarafından kime/neye karşı örgütlenecek?

Paskaljeviç’in dersi Muhalif duruşu tartışma götürmez olan, bu duruşun hakkını veren (bedelini ödeyen mi demeli?) bir isim de vardı Selanik’te: Goran

Paskaljeviç. Tito döneminde sansürün, Miloseviç döneminde Sırp milliyetçilerinin hedefiydi. Herkesin Emir Kusturica’ya (Kusturica’nın da Miloseviç’e) alkış tuttuğu bir dönemde, Paskaljeviç ülkesine bile giremiyordu. Buna rağmen hem Yugoslavya döneminde hem de sonrasında birbirinden önemli filmlere imza attı. En güzel filmlerinden biri, reel sosyalizm üzerine olağanüstü bir komedi olan “68’in Kaçamak Yazı”, ülkesinde festivallere bile alınmadı, hasıraltı edilmeye çalışıldı. Ama bu çabalar, filmin sonradan geniş bir popülarite kazanmasına engel olamadı. Paskaljeviç festival sırasında verdiği sinema dersinde, başka bir filmiyle ilgili şu anekdotu anlattı: “Yugoslavya döneminde en büyük sinema etkinliğimiz Pula Film Festivali’ydi, bizim için dünyadaki tüm festivallerden daha önemliydi. Ben de festivale “Kış Vakti Plaj Koruması” (Beach Guard in Winter, 1976) adlı filmimle başvurmuştum. Bütün filmlerin bobinleri önce, Tito’nun Adriyatik’te bir adadaki yazlığına gönderiliyor, gelecek cevaba göre film festivale alınıyor veya eleniyordu. Benimki de adaya gitti. Kara mizahla yüklü, hayri karamsar bir filmdi; finalde bir trenin tünele girişiyle bitiyordu... Doğrusu pek umutsuzdum. Fakat sonra iyi haber geldi; Tito filmi çok eğlenceli bulmuş, gelen bilgilere göre karısı da her sahneye katıla katıla gülmüştü... Film bu şekilde yarışmaya katıldı ve birincilik ödülünü kazandı.” Paskaljeviç, sansürü aşmak konusunda mizahın kendisine ne denli yardımcı olduğunu anlatmak üzere aktardı bu anekdotu. Şunu da anlatmış oldu ama: Her koşulda eleştirel olabilmenin ve öyle kalabilmenin çileli bir tercih olduğunu.


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 45

Kültür & Zihniyet

Eski filmler, yürürlükten kaldırılan duygular Eski Türk filmleri toplumsal bir tabana yaslandığı ölçüde ortak duyguları da dile getirmekteydi. Sinema Türkiye'de artık pazarın ve piyasanın bir olgusu

Senaryosunu Orhan Kemal ve Halit Refiğ’in yazdığı 1964 yapımı “Gurbet Kuşları” 1. Antalya Film Şenliği’nde “En İyi Film” ve “En İyi Yönetmen” ödüllerini almıştı

Orçun Uzunhan Eski Türk filmleri pek çok açıdan incelenmeyi hak eder bir niteliğe sahip. Sanatın diğer bütün dalları gibi sinema da toplumdan, toplumsal gelişmelerden bağımsız ele alınamaz. “Sanat toplumun aynasıdır” sözünden hareketle eski bir filmi ele almak istiyorum bu yazıda: 1982 yapımı, Tarık Akan ve Fikret Hakan’ın başrollerini paylaştığı, senaryosunu İhsan Yüce’nin yazdığı, müziğini Cahit Berkay’ın, yönetmenliğini ise Nazmi Özer’in yaptığı Arkadaşım filmini. Arkadaşım her açıdan dönemin ruhunu yansıtan bir film. Darbenin hemen ertesinde çekildiğinden olacak politik konulara doğrudan değinmiyor, açıktan mesaj vermiyor. Ancak filmin toplumsal duyarlığı, gerçekçi yanı, onu tastamam politik bir film haline getiriyor. Emekçilerin varlığı hiçbir şekilde göz ardı edilmemiş; yeni bir dünyanın kurulacağı o güzel günlerin pırıltısını taşıyor her karesinde.

Sınıfsal dayanışma ve arkadaşlık Filmin konusu, adından da anlaşılacağı gibi, insanın tüylerini diken diken eden özverili

bir arkadaşlığa dayalı. Aralarında kan davası olan ama birbirlerinin geçmişini bilmeyen iki arkadaşın yakınlaşmasını; gerçeği öğrendikten sonra bile dostluklarının pekişerek sürmesini anlatıyor kısaca. Ali ile Mahmut bir taş ocağında çalışırken karşılaşıyorlar. Ali'nin geçmişinde çocuk yaşta işlediği, kan davasından kaynaklı bir cinayet ve ıslahevi var. Mahmut'un babasını öldürdüğü için girmiş hapse. Yaşamlarını ortaklaştıracak bu iki adamın dostluğu, Mahmut’a on saat çalıştığı halde altı saat ücreti veren ve sonra da hakkını istediği için dayak atmaya kalkan patronun adamlarına karşı, birlikte dövüşmeleriyle başlıyor. Mahmut o günden sonra böbrekleri çalışmayan Ali’ye adıyor yaşamını. Öteki ameleler de bu sıcacık arkadaşlığın parçası oluveriyor bir süre sonra. Film boyunca onları farklı farklı işlerde çalışırken görüyoruz; ara sıra da kurdukları çilingir sofralarını. Hele bir sahnede hep beraber piknik yapmaları var ki insana yaşama sevinci aşılıyor. Bir grup amele, hayatın her uğrağında yan yana, kol kola.. Ve tabii bir de Dursun Baba’ları var: Boğazın kıyısında bir ahşap kahvehaneyi işletiyor. İnsan o güzel mekânı görünce, "acaba şimdi boğazın

dibinde öyle bir yere tahammül ederler mi", diye düşünmeden edemiyor

Kader değil parasızlık öldürüyor Ali'nin hastalığının çok ağırlaştığı bir sırada Mahmut, onun kanlısı olduğunu öğreniyor. Ancak bu, artık öylesine önemsizleşmiş ki onu “öldürmek” için yanında getirdiği silahını satıp doktor çağırmakta bir an bile tereddüt etmiyor. Doktor, "ille de ameliyat" diyor ama parayı denkleştirmeleri olanaksız. Mahmut durumu diğer arkadaşlarına açtığında hepsi birden yutkunuyor. Büyük para gerekli ameliyat için. İşçilerin yüzünde bir an çaresizlik ifadesi beliriyor. Halbuki utanıp sıkılması gerekenler onlar mı ki? Dursun Baba’nın safça ve biraz da hayret ederek, “yani para olmadan yapmıyorlar öyle mi ameliyatı?” diye sorması pek çok şey ifade ediyor. En çok yaşamayı hak edenler, hiç hak etmedikleri biçimde ölüyorlar elleri kolları bağlı. Kimisi cebindeki üç-beş kuruşu, kimisi de saatini, yüzüğünü veriyor arkadaşlarına, belki bir yararı dokunur diye. Fakat artık çok geç! Mahmut'un, pis bir tüccar edasıyla kendilerini parayı geç getirmekle suçlayan doktora veryansın ettiği sahnede, emekçinin yıkıp yeniden kuracak görkemli öfkesine tanık oluyoruz: “Suç bizde ha, hangi suç, bu kaçıncı hastaneye gelişimiz bilir misin? Para olmadığı için ameliyat yapmayanlarda hiç suç yok mu acaba? Dur doktor! Bırak da biraz biz konuşalım. İş olduğu zaman 500 lira yevmiye alan adamdan 250 bin lira ameliyat parası isteniyor. Lağımda çalışarak, sırtımızda 150 kilo yük taşıyarak, gün doğuşundan batışına kadar kum çekerek ancak ekmek paramızı kurtarıyoruz."

Filmin jönü eskiden yoksuldu O güzel insanları anlatan filmlere pek rastlamıyoruz şimdilerde. O nedenle ta 80'lere gittik. Şimdinin sinema filmlerinde, TV dizilerinde bu değerleri görmek olanaksız. Kirlenmişlik, yozluk, çıkarcılık hayatın her alanında bizi bir ahtapot gibi sarıp sarmalıyor. Eskinin en apolitik filminde bile, zenginin “kötü”, fakirin “iyi” olduğu teması vardı, iyi ki de vardı. Sinema fakirin, yoksulun, ezilenin dünyasını anlatmıyor artık. Kendilerini anlatıyorlar daha çok. Kendi kokuşmuşluklarını, kocaman otomobillerini, doğayı mahvederek diktikleri villaları, gökdelenleri.. Eskiden bütün ünlü oyuncular sinemada yoksulu, emekçiyi, ezileni, kısacası bizi canlandırırdı. Biz vardık; bizim somut, tarihsel gerçekliğimiz vardı. Bunun yarattığı etki vardı hayatın her alanında. Bizi pas geçemez, görmezden gelemezlerdi. Sevdaysa bizimki konu edilmeliydi; güldürü ise bizden âlâsını kimse yapamazdı, hayatın içinden o sıcacık esprileri.. Neyse, kendilerini anlatmaya devam etsinler bir müddet daha; böylesi daha iyi belki de. Ama bu boğucu gericilik atmosferinde biraz olsun nefes almak isteyenler, arkadaşlığa, dostluğa susamışlar dönüp bir baksınlar Arkadaşım'a…


46 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Toplumsal Cinsiyet

Kadınlar düş kurmaya devam ediyor! Devletten, polisten, askerden, babadan, erkek kardeşten, sokaktaki adamdan şiddet görüyoruz, dudaklarımıza diktikleri ipleri çığlığımızla kopardığımız için... Aynur Şahin Yıl 2008, beyaz gelinliğiyle barış için yola çıkan Pippa Bacca’nın, kocasından ayrılmak isteyen Ayşe’nin bedenindeki morlukların, törenin öldürdüğü Güldünya’nın, 12 yaşındaki Ceylan’ın –cesedi ve elbiseleri hala öldürüldüğü yerde- fabrikadaki Emine Arslan’ın, zorla bekaret kontrolü yaptırılan lisedeki kız çocukların düşlerini kuruyoruz inatla!

Susmadık susmayacağız! Bizler, devletten, polisten, askerden, babadan, erkek kardeşten, sokaktaki adamdan şiddet görüyoruz. Neden? Dudaklarımıza dikilen ipliği çığlıklarımızla söküp attığımız için. Bizi ucuz emek gücü olarak tanımlayanların, “gücü” akıldan ve yürekten soyutlayıp sadece kaslarına sığdıran emredenlerin üzerine ağız dolusu öfkemizi ve haklılığımızı haykırdığımız için, bizi tüm varlığımıza rağmen yok sayan zihniyete dur demek için biz kadınların çığlığı olmalıdır…

Pippa Bacca’nın düşleri, güneşin rengindeydi, sıcacıktı… Başladığı yol barışa akıyordu. Kadınlar barışın nöbetini tutuyordu. Dilimiz barıştan yanaydı, gözlerimiz barışa dönüktü. Pippa’nın sesine ölümü yakıştırdı bir beden.

Güldünya, törenin namlusunda, ölümle kucak kucağa yaşadı. 22 yaşındaydı, seviyordu ölümün soğukluğuyla karşılaşacağını biliyordu. Ülkemin töreleri kadının sevme, sevilme ve yaşama hakkına göz dikiyordu. Ve ‘ kendini as’ sesi yükseldi abisinden. Ümit’i geldi dünyaya, oğlu… Töreden ölüm kararı çıkmıştı ya evlatlık verdi oğlunu, o an öldürülmüştü aslında Güldünya. Kardeşi pusudaydı ölüm renginde. Öldürülmesiyle kurtarılacaktı ya namus uzatmıştı silahını. Sonrasını biliyoruz tanımadık gelmiyor bize…

Kadın direnişte! Evde, sokakta, fabrikada, ceza evinde. Nerede olursa olsun yürüyordu kadın haksızlığın, eşitsizliğin üzerine. Emine Arslan, 8 yıldır çalıştığı DESA’ nın Sefaköy’ deki fabrikasından sendikaya üye olduğu için çıkarıldı. Ve direniyor! Kadının yüzü direnişin onuruyla selamlıyor gün doğumunu. Tehdit edildi, para teklif edildi, çocuklarıyla satın alınmak istendi Eminelerin direnişi. Yanıt hazırdı: ‘sendika benim anayasal hakkım’… Çocuktu 12’sinde, iri kara gözleriyle bakıyordu hayata Ceylan. Oyun çağında, hayvanlarını otlatıyordu köyünde yabancısı olmadığı işi yapıyordu. Bir ses, bir ses daha… Ceylan yüzü koyun yerde… Köylülerden biri ‘devletin düşüncesine göre hayvandır. Biz hayvan değiliz insanız’ böyle diyordu yüzünde acı ve öfkenin ortaklaştığı bir ifadeyle parmağıyla gösteriyordu Ceylan’ın ufacık bedenini. Minik bedeni havan mermisiyle paramparça olan Ceylan için savcı ve doktor “can güvenliğimiz yok” diyerek olay yerine gitmemişti. Açıklamalar, açıklanamayanlar, raporlar… Lice’de Ceylan öldürülmüştü işte düşlerini kuramadan, oyunlarını oynayamadan…Nazım’ın sesi geliyor yakınlardan ’şeker bile yiyemez ki kağıt gibi yanan çocuk’ gerçek bu işte!

Kadın cezaevinde! Adımız ne olursa olsun Songül, Sakine, Yüksel, Güler… Yastığında kan kurumuş da/silememiş gözlerindeki gülüşü/ 23’ ündeymişsin yıllardan 95/ günler kovalamış ta yakalamış yılları/ uzanamamış dilindeki türküye/ boyum kadarmış hücren/ oysa bilememişler dünya senin…/ elleri ekmek kokanlar yazalım gökyüzüne/ gerçek olacak düşümüzü/ özgürlük özgürlük!.. Bir tuşa bastım bilgisayarımda… “Şiddet, Taciz, Tecavüz Çetelesi Tutuluyor”. Ülkemin yabancısı olmak istediğim gerçekliğiyle yüzleşmeye devam ediyorum. Farkında olmanın, bilmenin bu denli öfkelendireceğini bilmezdim. Ülkenin dört biryanından haberler, okudukça yazmayı bırakıp, pencereden akan hayata bakınıyorum. Eski eşine tecavüz edenler, 22 yaşındaki Kübra’nın boğazını kesip bileziklerini alanlar, kendilerini polis diye tanıtıp kadına tecavüz edenler, iş vaadiyle kandırıp tecavüz edip eve kapatanlar, berdel olarak istenen 17 yaşındaki kız çocukları… Hepsi sokaktaydı işte! Bir yanımız ne kadar aydınlıksa bir yanımız karanlıkta bırakılıyordu. Ve artık erkekler erklerini bırakıp düşünmeyi öğrenmeliydi.

Kadının görünmeyen emeği Kriz en çok kimi tokatladı? Kadını. İlk işten çıkarılanların kadın olması tesadüf olamazdı. Kadın, güvencesiz çalışmaya ve ev içi emeğe hapsedildi. 10 yaşındaki Öztürk evdeki iş bölümünü anlatıyor “babam çalışıp para getiriyor, annem çalışmıyor evde oturuyor. Babam işten yorgun geliyor, annem babama, bana ve kardeşlerime bakıyor. Sultan da anneme yardım ediyor”. Bugün 10 yaşındaki Öztürk ile 40 yaşındaki Mehmet Usta’nın ortaklaştığı nokta burası. Çocuklar, ders kitaplarından, süslü basından, babalarından öğrendikleriyle büyüyor.

Kadınlar 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddet

Sanırım biz de böyle büyütüldük. Görünmeyen emek oldu Ayşe teyze, istediği kadar beyazlatsın çamaşırlarını. Okumayan genç kızımız kalmasın derken en çok tecavüze, tacize, şiddete uğrayan biz olduk. Pozitif ayrımcılık derken tek görev “doğurmak” olarak verildi devlet büyüklerinden. Kutsaldık ya ayaklarımız öpülseydi de sussaydık. Evde oturup tencereyi kaynatsaydık. Kendimizden başka düşünülecek bir baba bir oğul bir de devlet vardı zaten. Bizler devletten, polisten, askerden, babadan, erkek kardeşten, sokaktaki adamdan şiddet görüyoruz. Peki neden? Dudaklarımıza diktikleri ipleri çığlığımızla kopardığımız için. Kadınlar düş kurmaya devam ediyor edecek inatla!


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 47

Komünizm için toplumsal cinsiyetsizlik grup “erk”siz erkek) bir arkadaş toplantı boyunca sözünün bir kadın tarafından kesilmesine itiraz etmemiş üstelik bundan hoşnutluğunu tüm mimikleriyle ifade etmişti. Bu toplantının başında ya da başka bir yerinde kadınlar konuşsun diye bir karar da alınmamıştı. Ama oradaki arkadaşlar cinsiyetsizleşmeyi bir kültür haline getirebilmişti. Beni epey etkileyen bir toplantı olduğunu söylemek isterim.

görmezden gelinen ve küçümsenen sırlardır. Günler geçer, yıllar geçer ama bir yerlerde kadınlar hala yoklaşır. Bedenleri silinmeye devam eder. Bedensel ihtiyaçları günah, ayıp ve yasaktır. Bedenleri köreldikçe ruhları da incinir, solar. Kadın bu döngüde kendisini bir türlü bulamaz. Mücadeye karar verdiğinde ise karşısında kocası, babası ya da abisi vardır. Ne hazindir ki yardımcı fail anneler de yok değildir…

Hayatın birçok alanında olduğu gibi biz kadınların kendi içinden gelen bir mekanizmayla süreçte etkin hale gelebilmesi ancak gerçek bir etkinlikle olabilecektir. Aksi durum emin olun “negatif ayrımcılık”, göstermelik bir çözüm olmaktadır. Pozitif ayrımcılık kadınlar bunu elde edebildiği oranda gerçektir.

Bir yöntem sorunu

Kadının kadın olma mücadelesi Bu mücadele kadının erkeğe karşı verdiği bir mücadelenin dışına çıkmalıdır. Mücadele, salt kadınlara indirgenirse bir ötekileşme yaşanır. “Erkek” ötekileşir ve bu kavga sürekli kendini türetir.

te Karşın Dünya Günü’nde de erkek ve devlet şiddetine maruz kaldı

Herkesin kendisi ve aynı zamanda bir bütün olabildiği komünizm toplumsal cinsiyetsiz yepyeni bir yaşamdır Arzu Aydoğan Geçen sayıda toplumsal cinsiyetsizliğin ne olduğunu anlatmaya çalışmış ve toplumsal cinsiyetsizleşme yolunda kadının rolü ve yeri konusunu yer kaygısıyla eksik bırakmıştım. Bu sayıda kadının “kadın” olma mücadelesini ve toplumsal cinsiyet konusuna yaklaşımları ele almak istiyorum. Bunlar, toplumsal cinsiyet sorununun çözümüne dair atılacak

adımlar konusuna mücadele içerisinde sıkça rastlarız. Ben de bu yaklaşımlara bir yanaşıp yakından bakalım diyorum.

Pozitif ayrımcılık Çok sık rastlarız; toplantılarda ya da başka kolektif işlerde kadınların “lehine” kadınları üretime katabilmek adına bir takım çözümler keşfedilmiştir zamanla. Kadın kotası bunun tipikleşmiş örneğidir. Bir de toplantı sırasında “kadınlar da konuşsun, kadınların sesi çıkmıyor, hadi bize kadın sorunundan bahsetsenize”ler yok mu? Ama tüm bu lütuflar hep erkekler tarafından bahşedilir. Üstelik bu tür hatırlanmalar çoğu zaman küçük bir zaman dilimine mahsus olur. Bu söylediğimi yanlışlayan bir örnekle karşılaşmıştım bir toplantıda. “biz erkek değiliz kolektifi”nden (Pippa Bacca’nın öldürülmesinin ardından “o erkekse biz değiliz” diyen bir

Fakat kadının özel bir durumu vardır. Gözlemlediğim kadarıyla kadınlar en çok 15 yaşın altında cinsel tacize uğruyorlar. Bu kadınların en savunmasız olduğu dönem olur. Kimseye bir şey söyleyemez; çekinir, utanırlar. 12 ve 15 yaş arasında vücudundaki kimi değişiklikler cinsel açlık içerisindeki erkeklerin yoğun ilgisine mazhar olur! Cinsel kimliğine yeni kavuşmuşken bedeninden utanır, tiksinir ve soğur. Sonrasında anne babanın “Hızır gibi” yetişen adab uyarıları; “kızım öyle oturma, kızım eteğine dikkat et, geç gelme, erkeklerle konuşma, oranı kurcalama, çok konuşma…” Ve her kadının bu üç noktaya ekleyeceği yüzlerce kadın olmanın verdiği “huzur dolu” talimatlar. 12-15 yaş arası kadınlar savunmasız ve şaşkındırlar. Bu kadınların artık “minik” sırları vardır. Ama işin tuhaf yanı bu “sırlar” tüm toplum tarafından bilinen,

Ne zaman toplumsal cinsiyet sorunuyla ilgili bir çalışma yapmaya kalksam arkadaşların birinden mutlaka şu öneri gelir: “Bu cinsiyet sorununu anlamak için önce sorunun kökenine bakmak gerekir, ilkel toplumlara bakalım” vb. İşte tam da bunu yapınca bence mesele biraz kitabî kalıyormuş gibi geliyor bana. Günlük problemleri tespit ederken ve çözümü düşünürken gerektiği kadar ve gerektiği kadar geçmişe dönersek daha az ezbercilik yapmış oluruz. Geçmişten bugüne gelirken birçok olgu atlanabiliyor. Bu yönteme daha sık başvurursak geçmişte nerede nasıl nerede türediğini bilemediğimiz birçok cinsiyetçi yaklaşım da merceklerimizden kaçmamış olur. Özcesi: Komünizm tüm tahakkümlerin ortadan kalktığı, hiyerarşinin olmadığı, eşitlik ve özgürlük düzlemidir. Toplumun yarısının yaşadığı sorunlar ortadan kalkmadan bu düzleme erişebilmemiz olanaksızdır. Komünizm yani bizim en güzel ütopyamız herkesin kendisi ve ayni zamanda bir bütün olabildiği yepyeni bir yaşamdır. Bu yaşam şüphesiz ki toplumsal cinsiyetsiz bir yaşamdır. Toplum “erk”ten arınmıştır. Ama bu geçmişindeki birçok mücadelenin sonucunda kazanılmıştır. Çünkü komünizm kendi kendine iyilikler bahşeden bir peri ne yazık ki değildir. Tam da geçmişin mirasıyla bugünden başlayan bir mücadelenin eseridir bu. Eğer bunu başaramazsak şu kesin bir gerçektir ki komünizm en güzel ütopyamız olmaya hep devam edecektir…


EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Yerel süreli yayın u Ortaklaşa Yayıncılık u Sahibi ve Sorumlu Md. Erdal Çınar, 847 Sk. No.:14/201 Kemeraltı / İzmir u Yazı Kurulu: Tektaş Ağaoğlu, Yeşim Dinçer, Hakan Günver, Ertuğrul Kürkçü, Osman Soyer, Haluk Yurtsever u Yayın Kurulu: Can Atalay, Erdal Çınar, Muhsin Dalfidan, Kaya Eker, Hakan Günver, Ali İleri, Kenan Kalyon, Vakkas Kılıç, Şaziye Köse, Ertuğrul Kürkçü, Haluk Yurtsever u Basıldığı Yer: Ezgi Matbaacılık uTel: 0212 452 23 02, Çobançeşme Mah., Sanayi Cad., Altay Sk., No.:10-A Blok, Yenibosna - Bahçelievler / İstanbul u Yönetim Yeri: Katip Mustafa Çelebi Mahallesi, Tel Sok. No. 28, Kat 3, Beyoğlu-İstanbul u İnternet sitesi: www.ekmekveozgurluk.net u Tel: 0212 293 6220

Eğer okulun temelini oluşturduğu kapitalist iş bölümünün aşılması bir gereklilikse üniversitenin ve sınıfsal eğitimin yıkılması […] herkesten çok işçi sınıfının işidir. Burjuva üniversitenin krizi ve fabrika despotizmine karşı işçi sınıfı isyanı, bu aşma sorunuyla dolaysız bir bakışım halindedir. Ve işbölümünün bu iki yanının çakışması, işçilerin ve öğrencilerin etkin bir biçimde bir araya gelmesine ve eğitim ve egemenlik yöntemlerinin karşılıklı eleştirisine varmıyorsa kabahat öğrenci hareketinde değil, işçi taleplerini daha etkin bir biçimde denetleyebilsinler diye öğrencileri üniversite gettosuna tıkmak için ellerinden gelen her şeyi yapan geleneksel işçi sınıfı örgütlerindedir […] Andre Gorz Üniversiteyi Yıkın, Paris, 1970


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.