Ekmek-ve-Ozgurluk-3

Page 1

E&O3_2:Layout 1 01.11.2009 23:39 Page 1

IMF-DB zirvesi: Türkiye küresel egemenlik sistemine dahil oluyor Tolga Tören sayfa >> 32

EKMEK & ÖZGÜRLÜK

A

Y

L

I

K

S

İ

Y

A

S

İ

D

E

R

G

İ

u

S

A

Y

I

3

u

K

A

S

I

M

Biz başka âlem isteriz! AKP kendi tek parti devletine ilerlerken, yüzümüzü 1930’ların tek parti devletine dönemeyiz; bize başka bir toplum, devlet olmayan bir devlet gerek

2

0

0

9

u

2

T

L

Yurtsever >> 6

Ağaoğlu >> 9 Kalyon >> 10

Dalfidan >> 12

Ertuğrul Kürkçü Bir süre için yatışıyor gibi görünse de rejimin krizi hep orada. Birbirini dışlayan dinamikler varolan siyasi kaba sığmıyor, yukarıda başka bir çağın toplumsal ve kültürel kabulleri ve güç dengelerine göre oluşturulmuş yapı aşağıda kopan kıyameti içinde tutamıyor. Türkiye kendisine yeni bir yol arıyor. Bu apaçık. 12 Eylül rejiminin cenderesinde açılan kimi gedikler, özgürlük ve refaha susamış kitlelere, emek-

çilere, Kürtlere, Alevilere, kadınlara yetmiyor; generallere, sermaye sahiplerine, polise, din baronlarınaysa fazla geliyor. Büyük çoğunluk özgürlük ve ekmek derdinde, yukarıdakiler güvenlik ve egemenlik… Rejimin eski sahipleri, silahlı kuvvetlerin merkezi çekirdeğinde yuvalanmış “Prusyalılar”, bize ta en başa dönmeyi öneriyorlar. Alman Reich’ının peşine takılıp batırdıkları Osmanlı Devleti’nin küllerinden bir yeni devlet kurmaya giriştiklerinde de akılla-

rında Şansölye Bismarck’ın “mucivezi” formülü vardı: Kan ve demir! Burjuvaziyi siyasi olarak mülksüzleştiren otoriter merkezi devlet iktidarının öncülüğünde bir “Türk milleti” kurmak, modernleşmek ve sanayileşmek. Osmanoğulları’ndan sınırsız bir kan dökme kapasitesi devralınmıştı ama hiç demir yoktu!… Sermaye açığı ancak dünya kapitalizmiyle bütünleşerek kapatılabilirdi… Nereden gelirse gelsin sermayenin akış yolları 2 güçlü bir ordu tarafın-

>>

Tekgöz/Uğur/Dede

>>16-17-18

Aytan >> 24

Soyer >> 22

Erkekler 'erk'i teslim etmeli Mikrokredi yaygınlaştıkça neoliberalizm altında kadınlaşan yoksulluğun çaresi olamayacağı daha açıkça görülüyor.

Tümay >> 26

Baskın dille zorunlu eğitim yalnızca “öteki” toplumu değil, “egemen” toplumun sosyal ve tinsel dokusunu da bozuyor.

Aydoğan>> 46

Çınar >> 42

Sönmez >> 44


E&O3_2:Layout 1 01.11.2009 23:39 Page 2

2 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Okur Mektubu

Türkiye

>>

dan güvenceye alınmalı, bu orduya bir millet kurulmalıydı. 86 yıl boyunca ABD ve Avrupa’dan akan sermaye nin bekçiliğini yaparak elde ettikleri militarist güçle Kürt ve komünist boğazlayanların, ebeliğini yaptıkları siyasi ucubenin dizginlerini elden kaçırdıkları için çektikleri acıya ortak mı olmalıyız? Cumhuriyet’in “parlak kurmaylar”ının 22 Temmuz 2007 seçimleri sonrası “analiz”lerine bakar mısınız: “Esas mesele, ılımlı İslam veya demokratik İslam olarak nitelendirilen yeni devlet düzeni içinde cumhuriyetin temel niteliklerine bağlı Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kendisine nasıl bir yer bulabileceği ve burada nasıl barınabileceğidir (...) “Türkiye'deki güvenlik, siyaset, ekonomi ve sosyal hayatla ilgili gelişmelerde AB ve ABD'nin önemli rol oynadığı şüphesizdir. Her ikisi ile de duygusallıktan uzak, gerçekçi ve birebir bir diyalog kurulmasına ihtiyaç bulunmaktadır (...) “Özellikle de seçimlerden sonra AKP'nin gerçek yüzünün görülmeye başlaması ile AB çevrelerinde hükümete karşı oluşmaya başlayan tavır istismar edilmelidir.” İki haftadır gazete ve televizyonlarda bir hükümet darbesinin kanıtları olarak tartışılan bu -ıslak imzalı”- belgelerin hukuki anlamıyla savcılar uğraşadursun. Onların asıl değeri, son yirmi yıldır “antiemperyalizm”in kabesinde olduğuna inanmamız istenenlerin, egemenlik blokunun merkezinde durmaya devam edebilmek için AB ve ABD’yle “nikah tazeleme”ye nasıl hazır olduklarını resmetmesinde . “10. Yıl Marşı” eşliğinde kışkırttıkları, kalpaklar ve bandanalara bürünmüş histerik toplulukların hıçkırık ve avazları arasında sanki bu tarih hiç yaşanmamışçasına aynı yolu bir kere daha “milletçe” kat etmeye çağrılıyoruz: Devlete itaat edin, Kürtleri boğazlayın, Alevileri katledin, sosyalistleri kurşuna dizin!.. Ne için? “TSK’nin kendisine yeni düzende bir yer bulabilmesi ve barınabilmesi için”miş! Devletin çekirdeğinin artık bir tımarhaneye dönmüş olduğunu anlamak

için başka bir kanıta gerek var mı ? Kadim hasımlarını köşeye sıkıştıran AKP iktidarı ise , Tayyip Erdoğan’ın ağzından topluma, Cumhuriyet’ten de öncesini gösteriyor hedef diye! Osmanlı’nın sonunda bir burjuva Cumhuriyete varmış olması sanki kazaymış, Osmanlı Batılılaşmayabilirmiş gibi, dualar, tütsüler, temennalar, ayinler eşliğinde, din kardeşliği çağrıları arasında idealize edilmiş bir padişahlığa, hilafete ve Doğuculuğa geri dönüş bir “siyasi keşif” diye sunulmaya çalışılıyor. Aralarında iyice çığrından çıkmış olanları hatta Kürt Sorunu’nu, Kürtler’e sofuluk, Öcalan’a “paşalık” vaat ederek çözmeyi ciddi ciddi ileri sürebiliyor. Savaşın ve fütuhatın bir üretici güç olabildiği dönemin şaşaası, uzun, ağır ve sancılı bir ölümle yok olup gitti. Fethedilen halklar Osmanlı’nınkinden üstün bir savaş makinesini örgütleyecek toplumsal ve ekonomik düzene ulaştıkları andan başlayarak Osmanoğullarını doğdukları topraklara kovaladılar. Bu geçmişi Araplar’ın, Kürtler’in, Rumların, Sırpların, Ermeni ve Gürcüler’in de özlediğine inanması için insanın ancak hamakatla sakatlanmış bir Osmanlıcı olması gerekir. Peki, Müslim ya da gayri müslim ahalinin sarayı ve ordusunu doyurmak için acımasızca çalıştırılıp, savaştırıldığı bu zulüm düzenini özlemek, Osmanoğullarının yerle yeksan olmasından 90 yıl sonra AKP’nin ABD hesabına girişeceği fütuhatın “tımarlı sipahileri” olmayı Prusyalıların 10. Yıl Marşı’na yeğ tutmak için bu halkın bir gerekçesi olabilir mi? Aynı ırmakta iki kere yıkanılamayacağı, medeniyet tarihi kadar eski bir bilgi iken size geçmişin “altın çağ”ıdan dem vuranların hiçbir gelecek ufku kalmadığından emin olabilirsiniz. Sosyalistler, “kazanılacak koca bir dünya”nın kazanılma çağı gelmişken sermaye ve din baronlarının daracık ufuklarının, milli ve dinsel hurafelerle örttükleri çiğ çıkarlarının militanlığına alçalamaz. Biz başka âlem isteriz! Başka bir toplum, başka bir dünya, kendimizin efendisi olduğumuz, devlet olmayan bir devlet!

Kapanan dönem maçın ilk yarısıydı... Ekmek & Özgürlük hakkında fikirlerimi sizlerle paylaşıyor olmak benim için oldukça keyfili bir durum. Üniversite yıllarında örgütlü olarak mücadele edip beş yılın sonunda, Türkiye’de sol siyasetin, mücadelesini kısır ve sonuç alınamayan yöntemlerle sürdürdüğünü düşündüğüm, emekçi sınıflara ulaşılamadığı tespitiyle örgütlü mücadeleden koptuğum bir dönemde tanıştım derginizle. Tespitimi, içinde mücadele ettiğim örgütümden hareketle yapıyordum fakat genel olarak solun gençleri etkileyecek kazanımlar elde ettiğini söyleyebilmem de oldukça zor. Böyle bir giriş yapmamın sebebi dergiyle ilgili düşünce ve eleştirilerimin hareket noktasının daha iyi anlaşılmasıdır. Derginizde benim için en önemli söz “Sosyalist Yeniden Kuruluş” olarak tarif ettiğiniz umut verici süreç hakkındadır. Kuşkusuz yeni yayımlanmaya başlayan tüm dergilerin, öncüllerini belirli ölçülerde takip etseler de bu öncülleri aşmak, yeni zamanın soru(n)larına yeni yanıtlar üretmek hedefleri vardır. “Post-modern çağın” büyüsüne kapılıp akıl tutulması yaşayan pek çok yeni dergininin, yeni siyasi hareket ve partinin sökün ettiği bir dönemde sosyalist yeniden kuruluşun benim açımdan önemli olması yeterince eski ve yeterince yeni olmasında yatıyor. Tarihin sonunun geldiğinin, sınıf mücadelesinin “out” olduğunun özenle yetiştirilmiş organik aydınlarımızca kafamıza kazınmaya çalışıldığı; bir yandan da hem toplumsal hem de bireysel olarak günümüz insanına hitap etmediğini düşündüğüm, değil gelecekte, günümüzde kendi mücadele aracında bile eşitlik ve özgürlük sağlayamayan “Marksist” örgütlerin kol gezdiği bir dönemde sosyalist yeniden kuru-

luş için çağrı metni yeterince eski ve yeterince yenidir. Ben de derginin özellikle bu süreçle ilgili bölümlerini umutla ve merakla takip ediyorum. Derginin diğer bölümleri de ilgi çekici. Ancak çağrı metninde de gelecek dönem için özellikle kadın sorunu ve ulusal sorunla ilgili tartışmaların yapılması, bu iki sorunla mücadelenin sınıf mücadelesi ve sosyalist hareket açısından yeniden tarif edilmesi gerektiğinin altının çizilmesine rağmen dergide yeterince akıl açıcı tartışmaların yürüdüğünü düşünmüyorum. Dergide bu sorunlara yer veriliyor ancak sosyalistlerin bu sorunlarla nasıl ilişkilenebileceği, nasıl bir tavır takınılması gerektiğiyle ilgili olarak derginin benzerleriyle arasında önemli bir fark göremediğimi belirtmeliyim. Yazarların belirli bölümlerde kimi konular hakkında sabit olarak yazıyor olması bence yapılması gerektiği öne sürülen tartışmaların yapılamaması (en azından okurlara yansımaması) sonucunu doğurabilir. Dergi yazarlarının rotasyonla, önceki ay başka bir yazarın yazmış olduğu konuya dair kendi düşüncelerini belirten yazılar yazması; okuyucun tartışmaları ve farklı önerileri izleyebilmesini sağlayacaktır. Sadece sol siyasetin değil, toplumların ve bireylerin de yaşadıkları umutsuzluk nedeniyle derin bir kriz içerisinde oldukları bu dönemde Ekmek & Özgürlük cesur sözler söylemekte ve umut verici hedeflere yönelmektedir. Sosyalizmin ölümünü ilan edenlere inat, kapanan dönemin sadece maçın ilk yarısı olduğunu gösterebilmek için böyle dergilerin kendilerini, hedeflerini sürekli geliştirmeleri ve çevresindekilere umut aşılamaları gerektiğini düşünüyorum.

Gökhan Dönmez


E&O3_2:Layout 1 01.11.2009 23:39 Page 3

EKMEK & ÖZGÜRLÜK 3

Türkiye

İşsizlikle ortak mücadele “İşten Atmak Yasaklansın, İşsize İş” kampanyası İstanbul’daki basın açıklaması ve imza standıyla başladı kılmadan hükümetin talebi ve Cumhurbaşkanı'nın onayıyla patronlara devredildi. (...)

İstanbul Taksim’de açılan imza standında yüzlerce kişi çağrıyı imzaladı

Ekonomik krizin bedelininişçi sınıfına dayatılmasına karşı bir mücadele hattı oluşturmak amacıyla geçtiğimiz aylarda toplanan İşçi Forumu’nun çağrısıyla çeşitli sendika, parti ve siyasi grupların bir araya gelerek oluşturduğu “İşten Atmak Yasaklansın Platformu” tarafından yürütülen imza kampanyası ülke çapında örgütleniyor. İşten Atmak Yasaklansın Platformu yayınladığı bildiri ile kampanya sürecini ve hedeflerini de açıkladı: “Son bir yıl içinde dünyanın her yerinde olduğu gibi bizde de

yüzbinlerce insan işten atıldı. İşten atılanlar arasında kadınlar ve sendikasız çalışanlar çoğunluğu oluşturmakla birlikte, bu kez yıllardır sendikalı olarak çalışan, yani nispeten daha fazla iş güvencesine sahip durumda olanlarımızın da önemli bir bölümünün işine patronlar tarafından son verildi.

Krizin sorumlusu işçiler değil Krizin sorumlusu biz değiliz, ama faturasını biz ödüyoruz! (...) Bizden toplanan paralardan oluşturulan işsizlik fonu bile herkesin gözleri önünde hiç sı-

İşsizlik ve işsizlik tehdidine karşı harekete geçen biz emekçi örgütleri ve onların yandaşları oluşturmuş olduğumuz “İşten Atmak Yasaklansın Platformu” şu andan itibaren Türkiye çapında “İşten Atmak Yasaklansın! Herkese İş!” şiarıyla bir imza kampanyasını başlattı. Bundan sonra da bu yolda mücadele edecek her işçi örgütünün katılımına açık olan bu platformun hedefi 2009 sonuna kadar yukarıdaki talep doğrultusunda bir yasanın çıkartılması için mücadele etmek ve böyle bir yasanın imzalarını mümkün olduğunca kitlesel bir katılımla

Ankara’ya ulaştırmak olacak .” Komiteye katılan sendikalar aşağıdaki metni bütün üyelerine imzalatmayı taahhüt ediyorlar. Komite işçi sendikalarının yanı sıra her il, ilçe, belde, mahalle ve köyde “İşten Atmak Yasaklansın Komiteleri”ni oluşturmayı ve bu komitelerin ülke çapında biraraya getirilmesini sağlamayı hedefliyor. Sendikalı-sendikasız bütün işçileri, bütün kamu çalışanlarını, bütün banka ve sigorta şirketi çalışanlarını, bütün kadınları, emeklileri, işsizleri, gençleri ve yoksul köylülerle çiftçileri bu kampanyaya destek vermeye ve bölgelerinde kampanyanın komitelerini oluşturmaya davet ediyor.

Artık susmayacağız!... Kriz bahanesiyle milyonlarca kişinin işten atıldığı, her 5 kişiden birinin işsiz olduğu, halen çalışanların da atılma tehdidi altında bulunduğu bir ülkede yaşıyoruz. Biz aşağıda imzası bulu-

nanlar işten atmaların yasaklanması için TBMM'nin en kısa zamanda bir yasa çıkarmasını ve işsizlere yeni iş olanaklarının yaratılmasını istiyor, bu konuda her türlü mücadeleyi destekleyeceğimizi beyan ediyoruz.

Aleviler 8 Kasım’da hakları için sokakta Bütün Türkiye’den Aleviler AKP’nin taleplerine yanıt vermemesini İstanbul’da protesto edecek Aleviler “Ayrımcılığa Karşı Eşit Yurttaşlık Hakkı” talebiyle 8 Kasım, Pazar günü İstanbul Kadıköy Meydanı’nda toplanacak, geçtiğimiz yıl Ankara, Sıhhiye’de gerçekleştirilen mitingde ileri sürdükleri taleplerini yineleyecekler Geçtiğimiz ay “cemevlerinin ibadethane statüsüne alınması” için meclise sunulan kanun teklifinin AKP’li milletvekillerinin oylarıyla gündeme bile alınmadan reddedilmesi Alevilerin sorunun bir sistem so-

runu olduğu yolundaki tespitlerini doğruluyor. Alevi Bektaşi Dernekleri Federasyonu yöneticileri “Cemevlerinin ibadet merkezi olarak kabul edilmesi” talebinini sistematik olarak reddinin AKP’nin ve rejimin “tek inanç, tek mezhep”e dayalı devletdin ilişkisi yaklaşımıyla ilgili olduğu kanısınde ve çıkışlarını Türkiye’nin demokratikleşmesi sürecinin de önemli bir dinamiği olarak değerlendiriyorlar.

Diğer talepler arasında okullarda Sünni merkezli “zorunlu din dersi” uygulamasına, ders kitaplarında, sözlüklerde, yazılı ve görsel basında ayrımcılık odaklı yaklaşımların yasal düzenlemelerle ortadan kaldırılması, Sivas Katliamı’nda öldürülenlerin anısına Madımak Oteli’nin müze yapılması da var. Alevi ve Bektaşi Dernekleri Federasyonu, 8 Kasım’da Ankara’dan da daha kalabalık bir kitle ile “yüz binlerin Haydar-

paşa’dan ve Üsküdar’dan başlayarak Kadıköy Meydanı’nı doldurması”nı umuyor. Aralarındaki farklılıkları bir yana bırakarak Türkiye’den Avrupa’ya, Avusturalya’dan Amerika’ya bütün Alevi örgütlerinin bu mitingi desteklemesini bekliyor. Sosyal demokrat, sol, sosyalist partiler, sendikalar ve sivil toplum güçlerinin de Alevi taleplerine karşı alacakları tavrın onların iddialarında tutarlılıklarının bir ölçüsü olarak görüyorlar, haklı olarak.


E&O3_2:Layout 1 01.11.2009 23:39 Page 4

4 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Türkiye

KESK: Nerden Nereye

Öznur Ağırbaşlı >> Sayfa 20

25 Kasım: Kamu emekçilerine bir gün iş bırakma çağrısı KESK ve Kamu-Sen toplu iş sözleşmesi ve grev hakkı talebiyle bir gün iş bırakma çağrısında bulundu. Hükümet yanlısı Memur-Sen çağrıya katılmadı KESK ve Kamu-Sen genel başkanları, 12 Ekim’deAnkara’da Mülkiyeliler Birliği'nde düzenledikleir basın toplantısında kamu emekçilerinin 25 Kasım'da bir günlük uyarı grevine gideceklerini açıkladı.

Grevli toplu sözleşmeli sendika hakkı  KESK Genel Başkanı Sami Evren, uyarı grevi öncesi sürece dikkat çekti. Toplu görüşme

masasında eşit şartlarda olmadıklarını belirtti. Memurların uluslararası sözleşmelerden doğan grevli, toplu sözleşmeli sendika hakkının AKP hükümeti tarafından görmezden gelindiğini kaydetti. KESK Genel Başkanı, 25 Kasım 2009 günü üretimden gelen güçlerini kullanacaklarını bir günlük uyarı grevi ile işyerleri önüne çıkacaklarını ifade etti. Evren, Başbakanın IMF toplan-

tısında “dışarıdaki sese kulak vermeliyiz” sözlerini hatırlattı. “Hükümetin sözlerinde ne kadar samimi olduğunu görmenin vakti gelmiştir. Eğer emekçileri görmezden gelirlerse biz üretimden gelen gücümüzü kullanarak eylemlerimize devam etmekte kararlıyız” dedi. Kamu-Sen Genel Başkanı Bircan Akyıldız ise, 8 yıldır uzlaşı için çaba sarfettiklerini, başka

çare kalmadığı için uyarı grevi kararı aldıklarını söyledi. İki konfederasyonun aldığı ortak kararın tüm ülkenin grevi olduğunu söyledi. “600 bin değil, 2 milyon 640 bin çalışanın, esnafın, ailelerin ve tüm toplumun eylemidir. Taleplerimiz ve isteklerimiz kabul edilene kadar ortak eylemlerimizi sonuna kadar kullanacağız” dedi. Memur-Sen çağrıya katılmıyor.

KSİ: Grevle oyun oynanmaz Katılımcı Sendikal İnisiyatif KESK’in “iş bırakma” kararını tabana danışmadan aldığını, şovenist histerinin yaygınlaştığı bir dönemde Kamu-Sen’le işbirliğinin politik sakıncalı olduğunu söylüyor Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyon’nun (KESK) ve örgütlü işçi hareketinini sınıf mücadelesi ekseninde yeniden kuruluşu için çaba gösteren kamu emekçilerinin platformu Katılımcı Sendikal İnisiyatif (KSİ), KESK’in Kamu-Sen’le birlikte girişme kararı aldığı bir günlük iş bırakma kararını eleştiren bir açıklama yayınladı. “İşçi sendikalarının yüzlerce yıllık deneyimiyle sabittir ki, grev silahıyla olur olmaz yere ve keyfi biçimde oynanmaz. Başarı koşulları doğru tartılmamışsa bu silah ters tepebilir” diyen KSİ, içinden geçtiğimiz konjonktür dolayısıyla Kamu-Sen’le yapılan işbirliğinin de bu konfederasyon yönetiminin şoven milliyetçi eğilimleri dolayısıyla ırkçı söylemlere meşruiyet kazandıracağına da dikkat çekiyor. KSİ, KESK yönetimine şu soru-

ları soruyor: n Yıllardır yapageldiğimiz klasik “İş bırakma”larla grevi aynı anlama gelecek şekilde kullanmaktan vazgeçmeliyiz. Grevde ya yenilgi ya da şu veya bu ölçüde zafer vardır. Grev öncesi duruma basit bir dönüş olamaz. Durumu tartıp bu ikilemi göze aldınız mı? n Toplu görüşme dönemi boyunca “TİS Yoksa grev var”ı bir propaganda sloganı olarak kullanırken elde ettiğiniz hangi veriler grev silahını fiilen de kullanabileceğiniz konusunda sizi ikna etti ve bunları örgütünüzle paylaştınız mı? n Alışageldiğimiz “klasik” iş bırakmalarını (bunların bile başarıya ulaşmasının ne gibi koşulları gerektirdiği gerçeğinden bağımsız olarak) “grev” olarak takdim etmenin KESK üyelerinin bilincini bulandırmak anlamına geldiğinin farkında mısınız?

n En “gerici” işçi sendikalarının bile greve çıkarken bir oylama yaptığını ve oylama %51 gibi bir sonuçla grev lehine çıkmıyorsa, bu silahı kullanmadığından haberdar mısınız? Bu mekanizmayı (yani sendikal çoğunlukla işyeri çoğunluğu arasındaki farkı ve bağdaştırmaları hesaba katarak) kamu emekçileri koşullarında nasıl kullanacaksınız bir fikriniz var mı? n İşçi sendikalarının deneyimleri konjonktür (sınıfsal güç dengeleri, ilgili işkolunun stratejik önem derecesi, iktisadi çevrimin hangi aşamasında bulunduğumuz olgusu, grevdeki işyerinin stokları, yararlanabileceği yedek iş-gücü havuzu ve başka avantajları gibi etkenlerin) doğru değerlendirilememesi nedeniyle başarısızlıkla biten sayısız “GREV” örnekleri ile doludur. Başarısız grevlerin işçi hareketine dönük vahim

sonuçlarının farkında mısınız? n Bu soruların toplamında varılacak yer şudur: Onu gerçekten kullanmak istiyorsanız grev silahıyla olur olmaz yere, hele hele hükümetin yapabileceği olası bir yasal değişikliğe bel bağlayarak oynanamaz. Asgari koşul olarak örgütünüz size “GREVE ÇIKALIM” iradesi beyan etti mi?

“İç disiplini sarsmadan eleştireceğiz” KSİ açıklamasını “bu koşulları asgari ölçüde karşılamayan her “GREV” çağrısını peşinen eleştireceğiz, işçi hareketini sonuçları itibarıyla geriye sürükleyecek her idare-i maslahatçı tutumu mahkum edeceğiz, KESK’in gelişimiyle ilgili sorunları yönetsel çekişmelerin girdabında eriten her anlayışla, örgüt içi disiplini sarsmadan, kıyasıya bir mücadele vereceğiz,” diyerek bitiriyor.


E&O3_2:Layout 1 01.11.2009 23:39 Page 5

EKMEK & ÖZGÜRLÜK 5

Türkiye

Doğan-Erdoğan kapışması: Amiral battı! Güler Zere göz göre göre öldürülüyor Kanser hastası devrimci tutuklu Güler Zere’nin durumu ağırlaşırken, avukatı Oya Aslan, "Zere'nin raporunu görüşmeyi geciktiren Adli Tıp Kurumu ile Adalet Bakanlığı, Cumhurbaşkanlığı ve Elbistan Savcılığı'nın yaşanacak olası bir kötü sonucun doğrudan sorumluları olacağını” söyledi.

Zere'nin durumu Aslan'ın, Güler Zere'nin sağlık durumuyla ilgili olarak bianet’e verdiği bilgilere göre 12 Ekim'de acilen ameliyat edilen Zere'nin boynunun sağ tarafı alındı. Doktorlar Zere'ye ameliyat nedeniyle boynunda beliren şişlik ve morlukların geçmesinin ardından kemoterapi tedavisi uygulanacağını söylediler. Ancak, yapılan kan değeri ölçümlerinin ardından Zere'nin bu tedaviyi kaldıramayacağını, bu nedenle kemoterapi yapılmayacağını yakınlarına bildirdiler. Güler Zere'nin ağzında da yaralar oluşmaya başladı. Bu nedenle katı besinler alamıyor; doktorları çeşitli sıvılarla beslenebileceğini düşünüyorlar. Zere'yi yoğunlaştırılmış vitaminle beslemeye başladılar. Ancak, Zere vitamini alır almaz kusmaya başladı. Doktorları bu kez de serumla beslenmesine karar verdiler. Aslan, "Zere'nin bu süreçte bağırsaklarında problemler yaşadığını ve yoğun bir ishal geçirdiğini, kemoterapi için gerekli olan kan değerlerinin yükselmesi için vücudunun toparlanma ihtimalinin düştüğünü" söylüyor. "Şu an sağlık durumu izleniyor. Eğer kendini toparlar ve vücudu biraz güçlenirse terapiye başlanacak. Ancak doktorlar kanserin vücudunun neresine, ne şekilde sıçrayacağını kestiremiyorlar." Bawer Çakır

Doğan grubunun çökertilmesiyle açılacak boşluğa hükümetin yükselttiği muhafazakar/tüccar girişimler dolacak Erhan Üstündağ

Hükümet, ince ince ördüğü oyunda Aydın Doğan'ı köşeye sıkıştırmış görünüyor. Bugün Paris'te koşu yapmak zorunda kalan Cem Uzan'ın aksine, ekonomik gücünü medyayla büyütmekte açgözlü ve aceleci davranmayan Doğan, yolun sonuna geldiğini gördüğünde saldırganlaştıysa da, AKP'nin politik tahakkümü karşısında ilerleyemedi. Ekonomik gücünden daha fazla politik ve kültürel etkisi nedeniyle yıllardır hem Doğan'ın hem de Türkiye'de medyanın "amiral gemisi" olan Hürriyet ve arkasına dizilen onlarca gazete, dergi, televizyon, dağıtım ve iletim kanalı, yerinden ediliyor. Şubatta Doğan Yayın Holding'e 826 milyon Eylül’de 3,7 milyar TL ceza geldi. Sermayesinin neredeyse beş katına tekabül eden bu cezaların önüne geçmek için yargıya giden Doğan, elindeki medya gücünün kullanarak konuyu bir "ifade özgürlüğü" meselesi haline getirmeye çalışıyor. Daha önce en hafif deyimiyle görmezden geldiği, RSF, FIJ, Alman Yeşilleri gibi Türkiye'den ve uluslararası hak kuruluşlarının, politik örgütlerin hükümete yönelik tepkilerini sayfalarına taşımaktan şimdi geri durmuyor. Öte yandan, AKP'nin kendi taraftarlarını palazlandırması karşısında henüz topyekun bir kalkışmaya ihtiyaç duymayan TÜSİAD, bu süreçte tüm gücüyle Doğan'ın arkasına geçmekten imtina etti ve birkaç açıklamayla yetindi.

Doğan-Erdoğan Doğan'la Erdoğan'ın karşı karşıya gelmesi, AKP'nin güçlenerek çıktığı 2007 seçimlerinin ardından kamu kaynaklarını kullanarak ekonomik tahkim ve tanzim politikalarına güç vermesiyle başladı. İki belirleyici olay, İstanbul, Harbiye'deki Hilton oteli arazisini talan etmesine izin çıkmaması ve POAŞ'ı aldıktan sonra petrol karteli olmaya yönelen Doğan'ın Ceyhan'da rafineri izni alamamasıydı. Hükümet, Doğan yerine rafineriyi Çalık'a vermiş; yine kamu kredisiyle medyaya girerek Sabah ve ATV'yi alan Çalık da Doğan'a karşı hükümetin arkasına dizilmişti. Aydın Doğan geri adım atmadı ve "laik muhalefet"in önüne geçerek hükümete yüklendi. "İki mahalle" tar-

tışmalarını derinleştirdikten sonra Almanya Deniz Feneri davasını sahiplenerek doğrudan Erdoğan'la kapıştı. Fakat önüne geçtiği "CHP-yargı-cumhuriyetçiler" muhalefetinin niteliksizliği, daha da önemlisi Ergenekon davasıyla kontrpiyede kalması, Doğan'ı taca çıkartmış görünüyor.

Hükümet kendinden emin Art arda gelen tepkiler üzerine hükümetin tavrıysa kayıtsız bir memnuniyet oldu. Hükümet yetkilileri her şeyin usulüne uygun yapıldığını, Doğan'a özel bir muamele yapılmadığını söylese de bu açıklamalar inandırıcılıktan uzak çünkü yargı süreci Doğan'ın lehine sonuçlansa dahi bu süreçten ciddi zarar almış olarak çıkacak. Maliye Bakanının bir röportajda yargı bağımsızlığını vurgulamak için itiraf ettiği "Zaten çoğu davayı kaybediyoruz" sözü4 durumu açıklıyor. Halka açık olan holdingin hisse senetleri değer kaybederken, Erdoğan'ın bir gangstere benzettiği5 Doğan, teminat bulmak için medyadaki varlığından fazlasını ipotek altına almak zorunda kaldı. Her halükarda, köşeye sıkışan Doğan'ın hükümeti karşısına alacak marjı bitmiş gözüküyor. Son olarak şirket hisselerini satışa çıkarması da buna dalalet. Doğan, toparlanmak için de olsa, medyadan geri çekiliyor. Bize ne?

Emek düşmanlığını, asker seviciliğini, milliyetçiliğini, cinsiyetçiliğini yok saymadan Doğan'ın sıkışmasının ifade özgürlüğüyle ilgili olumsuz bir yanı olduğu söylenebilir. Medya sermayesinin neredeyse yarısını elinde tutan holdingin gerilemesi, geniş halk kitlelerine yer açılmasına değil, bu alanın hükümetin üzerinde yükseldiği ve yükselttiği muhafazakar/tüccar girişimlerle dolmasına yol açacak. Bu durum, 2012 seçimleri öncesinde kendisine dikensiz bir gül bahçesi hazırlamaya kararlı görünen ve en başından beri, –okuduğuyla konuştuğu arasındaki farkın da gösterdiği üzere- adeta bir halkla ilişkiler kampanyası şeklinde örgütlenen Erdoğan'ın kültürel/politik hegemonyasını ilerletebilmesi için vazgeçilmez öneme sahip. Onu rahatsız edebilecek tek şey, artan oranda kendi iletişim kanallarını açmaya başlayan farklı toplumsal kesimlerin gevşek de olsa bir araya gelmesi olabilir. Bunun olanakları da her zaman olduğundan daha çok.


E&O3_2:Layout 1 01.11.2009 23:39 Page 6

6 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Dünya

IMF-DB zirvesi Tolga Tören >> Sayfa 32

Kapitalizmin zırhları inceliyor G-8, G-20 ve IMF-DB zirvelerinin gösterdiği gibi dünya kapitalist sistemi yeniden geriliyor

Haluk Yurtsever Kapitalizmin “küresel” iktidar odağı G-8’den G-20’ye kayıyor. Bu değişiklikte belirleyici etken Çin’dir. Dünya kapitalizminin bugünkü krizden Çin’in aktif desteği olmadan, Çin’e dayanmadan çıkma, yeni bir uluslararası mali sistem inşa etme gücü ve şansı yoktur. Asya Kalkınma Bankası’na göre 2009’da yüzde 7 büyümesi beklenen Çin yüzde 8,2 büyüyecek. G-20’nin önündeki sorun öyle hemen ve kolayca çözülecek yalınlıkta değil. Bir kez, kriz, bütün önlemlere, “krizin faturası” olarak hesaplanan 3.4 trilyon doları bulan harcamalara rağmen dinmiyor; derinleşiyor. İkincisi, kapitalizmin yaşanmakta olan krizi, aynı zamanda bir para sistemi krizidir. Hegemonyanın en önemli ekonomik aracı, göstergesi paradır. Borçlanmadan ayakta duramayan ABD’nin doları daha uzun süre dünya parası olarak dayatması olanaksız. Güncelin çelişkisi bu noktada uç veriyor: Yalnız ekonomik değil, ideolojik ve siyasal olarak da gerileyen, ama askeri üstünlüğünü koruyan ABD için hegemonyasını onarmak, başka biçimlerde olsun sürdürmek bir varlık yokluk sorunu haline gelmiştir. Dönemi kaotik ve gerilimli yapan en önemli etken budur.

ABD tümden kaybetmektense kimi konumlarını korumak, kötü sonu geciktirmek için G20’nin yeni küresel iktidar koalisyonu odağına, IMF’nin de, G20’ye bağlı bir tür dünya merkez bankasına dönüşmesine yeşil ışık yaktı. Yaktı, ama bu kez de, Fransa ve Almanya bu yeni yönelimin, IMF yönetim koltuklarının yeniden paylaşımıyla kuvveden fiile çıkmasına ayak dirediler. BRİC ülkeleri (Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin) ise bilindiği gibi uzun süredir dünya para sisteminin değişmesini istiyorlar. Büyük güçler, bloklar, çeşitli sermaye grupları arasındaki rekabet ve çatışma, ticaret savaşları çeşitli biçimlerde sürüyor. Kendisi küçük simgesel anlamı büyük bir örnek: Birkaç hafta önce ABD, Çin imalatı oto lastiği ithalatına yüzde 35 vergi koydu! Bu çarpıcı örnek bir yana, 2008 sonbaharından bu yana ABD’nin kapitalizmin “kutsal” piyasa kuralları gereğince batması gereken işletme ve bankaları “kurtarmak”, için trilyonlar harcaması (piyasalara 3 trilyon dolar doğrudan, 17 trilyon dolar kadar da dolaylı dolar pompaladığı hesaplanıyor) verili konjonktürde kapitalist “serbest piyasa” ilkesinin bir kenara itildiğinin açık kanıtıdır. Japonya, Almanya, Yunanistan seçimleri, ABD’de Obama’ya

gösterilen direnç ve parlatma kampanyalarının eş zamanlılığı vb. her biri kendi özgünlükleri içinde büyük buhranın siyasal belirtileri olarak özünde aynı mesajı veriyorlar: Hiçbir şey eskisi gibi gitmiyor; değişiklik, “reform” gerekiyor!. Japonya’da 54 yıllık ABD yanlısı iktidar partisinin düşmesi, yerine piyasayı sınırlandıracağını, sos-yal güvenlik sistemini güçlendireceğini, ABD ile daha mesafeli, Çin ve öteki Asya ülkeleriyle daha yakın ilişkiler kuracağını söyleyen bir partinin gelmesi; Almanya’da sosyal demokrat partinin çözülüşü; borcu 290 milyar Euro, aylık kamu açığı 3 milyar Euro olan Yunanistan’da büyük oy farkıyla iktidara gelen PASOK’un ekonomik sorunu çözmek için dışarıdan uzman getireceğini açıklaması vb. bu ülkelerin hiç birinde eskisi gibi devam edilemeyeceğinin şimdiden dışa vuran siyasal belirtileridir. Türkiye’nin ortasında yer aldığı, Ortadoğu ve Kafkasya dünya çapında enerji ve hegemonya savaşlarının kızıştığı alandır. Bu coğrafyada konumlarını güçlendirerek, AB, Çin ve Rusya karşısında üstünlüğünü korumak isteyen ABD Irak ve Afganistan’da başarılı olamadı. Ancak bu, tersine bir etkiyle ABD’nin bu coğrafyaya daha da yoğunlaşmasına yol açıyor. Son derece çelişkili bir süreç yaşa-

nıyor: Hegemonyası çözülmekte, bölgede güç ve prestij kaybetmekte olan ABD, aynı zamanda bölgede yeni strateji ve planlar kuran, inisiyatif geliştiren en önemli büyük güç olarak öne çıkıyor. Türkiye’nin son dış politika ve Kürt açılımları, ABD’nin Ortadoğu ve Kafkaslardaki yeni “açılımları”na paraleldir. Ne var ki, bu coğrafyada da süreçler son derece çelişkili. Ermenistan konusunda yaşandığı gibi, ABD’nin Ermenistan’daki Rusya etkisini kırma siyaseti, Azerbaycan’ı Rusya’ya itiyor, Türkiye’den uzaklaştırıyor. AB karşısında Türkiye’nin eli zayıflıyor. Öte yandan bütün bu gelişmeler, yine karşıt yöndeki bir etkiyle Türkiye’nin bölgenin güçlü odağı olarak öne fırlamasına alan açıyor. İsrail ile Türkiye arasındaki gerginlik ve sürtüşmelerin kaynağında Erdoğan’ın mücahitliği değil, ABD’nin Ortadoğu ve İsrail siyasetindeki değişiklikler var. Bu değişiklikler doğrultusunda İsrail’i terbiye etme görevi Türkiye’ye düşmüş görünüyor. İsrail, yalnız ABD’de değil, Türkiye içinde de güçlüdür. Türkiye –İsrail ilişkilerinin bozulmasının şimdiden bilemeyeceğimiz çeşitli yan etkileri olacaktır. Türkiye-İran ilişkileri ince bir çizgide seyrediyor. ABD’nin


E&O3_2:Layout 1 01.11.2009 23:39 Page 7

EKMEK & ÖZGÜRLÜK 7

Dünya

Uruguay’da solun ‘ekşi’ zaferi Halk, iktidardaki “Geniş Cephe”nin adayı, Tupamaros lideri “Pepe” Mujica’yı başkan olarak tercih etti, ama darbe dönemi işkencecilerinin yargılanmasına onay verrmedi Nuh Köklü

İran’a yönelik “içinden çözme” (destabilizasyon) atağını sürdürmesi ve “masadaki” seçeneklerden biri olan silahlı müdahalenin gündeme gelmesi durumunda Türkiye’nin manevra alanı hızla ve dramatik biçimde daralacaktır. Nihayet, PKK’yı tasfiye ederek Kürt sorununu çözme “açılımı” Ekmek ve Özgürlük’ün bu sayısındaki çeşitli yazılarda işlendiği gibi yeni sorun ve gerilimlere gebedir. Bütün bunlar, görmek isteyenlere dünya kapitalist düzeninin zırhlarının inceldiğini, Türkiye sermayesinin emperyal açılımlarının, Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olma olasılığına da “açık” olduğunu gösteriyor. Reformlara başvurduğu an, bir sistemin en zayıf zamanıdır.Hegemonya savaşları sistemin zırhlarını inceltiyor, yeni çelişki ve sürtünmeler yaratıyor. Emperyalist zincir geriliyor. Halkaların zayıflaması ve kopması bugün her zamankinden daha çok zincirin tamamındaki gerilim ve sürtünmelerin sonucu olacak gibi görünüyor. Kapitalizm artık yeryüzündeki milyonlarca insana artık hiçbir “bugün” ve gelecek vaat etmiyor. Yaklaşmakta olan uğultuya kulak vermenin, “son kavga” için karınca çalışkanlığıyla yığı-

25 Ekim'deki seçimler, Frente Amplio (Geniş Cephe) hükümetinin ne yapacağının sınanacağı, bir nevi güvenoyu alıp alınmadığının sınanması olduğu kadar, daha önce iki kez reddedilen diktatörlük yıllarında suç işleyen görevlilerin yargılanıp yargılanmayacağına karar verilmesi ve hükümetin sosyal politikaların onaylanıp onaylanmadığının görülmesi açısından önemliydi.

Sola tedirgin güvenoyu Frente Amplio beklendiği üzere ülkenin geleneksel iki sağ partisinden daha fazla oy aldı ve Partido Nacional'la birlikte 29 Kasım'daki ikinci tura kaldı. Dahası eski gerilla lideri Mujica'nın başkan, Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası'yla sıkı ilişkileri olduğunu sık sık dile getiren Danilo Astori'nin de başkan yardımcısı olacağı, Uruguay'ın "makul" neo-liberali Lacalle'yeyse sosyal programları eleştirmek dışında bir şey kalmayacağı kesin gibi. Seçim ilk turda kazanılmamış olsa da Frente Amplio ikinci defa hükümet olacak ve ülkeye askeri darbeler dışında nöbetleşe yöneten iki sağ parti kendilerine yeni bir yol bulmak zorunda. Bu sonuç güvenoyu ama pek de "güven" içermeyen bir oy. Birincisi, Vazquez hükümeti sırasında ülkenin büyüme hızı yüzde 7'den yüzde 10.9'a çıkmış ama aynı dönemde baş-

74 yaşındaki Jose “Pepe” Mujica başkanlık yolunu açan seçimde oy kullanıyor

kent Monteviedo'da yoksulluk sınırı altında yaşayanların oranı yüzde 26.5 olmuştu. Frente Amplio, 2002'deki krizin etkilerini ortadan kaldırmak için sosyal politikalar uygulayacağını belirtmiş hatta Danilo Astori, "Ortodoks” makro-ekonomik politikalardan bahsedince ilk övgüyü Dünya Bankası'ndan almıştı. Ücret artışlarının sınırlı kalması yanında yabancı yatırımcılara tanınan olanakların genişletilmesi ve başta pirinç ve et olmak üzere ihracatın özendirilmesini hükümet, "zenginliğin arttırılarak paylaştırılması" olarak açıklamıştı. Yoksulluk hala Uruguay'ın temel sorunu ve seçimler halkın bu sorunu sorumluların değil solun halledebileceğine inandığını gösterdi.

Darbeciler yargılanmayacak İkinci nokta diktatörlük döneminde suç işleyenlerin yargılanmasının önünün açılması meselesi. Daha önce iki defa

reddedilen anayasal reform bir kez daha reddedildi. Yüzde elli oy alınamadı.Mujica başkanlığındaki yeni hükümet, suçluların yargılanması için yeni kampanyalar yapmak durumunda. Mujica seçim sonuçlarının açıklanmasından sonra, "sonuçtan utanç duyduğunu ama yaşı 20 olanların geçmişi unutmayı tercih etmelerinin daha utanç verici" olduğunu söyledi. Bugün Uruguay'da seçimde oy kullanacak yaştaki gençlerin yüzde 25'i işsiz ve eğitimsiz. Finansal krizinin açığa çıktığı 2003'te altı yaşından küçük çocukların yüzde 67'si beslenme sorunuyla karşı karşıyayken bu oran 2006'da yüzde 49'a çekilmiş olsa da hala bir sorun. Dahası suçluların yargılanması hala bir anayasal reform konusu ve solun henüz suçluların yargılanmasını toplumsal bir talep haline getirememesi yorumcuların da belirttiği gibi "solun ekşi zaferi". (bianet)


E&O3_2:Layout 1 01.11.2009 23:39 Page 8

8 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Dünya

Bir Kafkasya güç denklemi: Ermenistan-Azerbaycan-Türkiye Ermenistan’la imzalanan protokollerle bölgede yeni bir etkinlik mücadelesinin başlama koşulları serbestleştirildi Engin Erkiner Ortadoğu’da değişiklik olduğunda Kafkasya’da da olur. Bir tanıma göre Kafkasya, “geniş Ortadoğu” kapsamındadır. ABD’nin Irak’tan çekilme planını açıklamasının ardından bölgede Kürtlerin yeni “hamisi” ve Arap ülkelerinin “yeni dostu” ancak Türkiye olabilirdi ve bu değişim Ortadoğu ile sınırlı kalmadı. Rusya Federasyonu’nun (RF) geçtiğimiz yıl Gürcistan’a girmesi üzerine, ABD’nin bu bölgede yeni bir hamle yapması bekleniyordu. Amaç, Moskova’nın bölgedeki etkinliğini geriletmekti. Bölgenin kritik ülkesi Ermenistan’dı ve Türkiye bir başka “açılım”ını bu ülkeye yönelik olarak yaptı. Neden Ermenistan? Ermenistan, 1993’ten beri Rusya’nın denetiminde olan bir ülke… Rusya ülkede büyük askeri üslerin yanı sıra, Erivan’la anlaşması gereğince Ermenistan sınırlarını korumayı da üstlenmiş durumda. Ülke bütçesinde “RF yardımları” büyük yer tutuyor. Ermenistan stratejik bir ülke. Azerbaycan gibi zengin doğal kaynakları yok ama Kafkasya ve Orta Asya’dan Batı ülkelerine petrol ve doğal gaz taşıyacak boru hatları için en uygun geçiş ülkesi. Hatların yol uzatılarak Gürcistan üzerinden geçirilmesi daha masraflı… Ermenistan’ın Rusya’dan göre-

Azerbaycan’ı üzen Ermenistan-Türkiye futbol maçı barış isteyenleri sevindirdi

ce bağımsızlaştırılması konusundaki girişimler 1990’lı yılların başlarına kadar gidiyor. Bu ülkeyi ziyaret eden ilk “Türk büyüğü” Türkeş’ti. Ziyaretin resmi gerekçesi, “iki ülke arasında kardeşlik sağlamak”tı. Şimdi imzalanan protokollerin amacı da görünürde bundan farklı değil… Atılan imzalarla Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkilerin bir ölçüde normalleşmesinin yolu açıldı. Ermenistan, Türkiye ile olan sınırını tanıdı. Türkiye de, “soykırımın araştırılması için tarih komisyonu kurulması” önerisini benimsedi. Gerçekte bu madde iki ülkeyi de rahatlatmak için konuldu. Soykırım konusunda yıllardan beri araştırma yapılıyor, çok sayıda belge ve bunların yer aldığı kitaplar yayınlandı. Birçok ülke 20. yüzyılın bu ilk soykırımını kabul etti. Kurulacak tarih komisyonunun bunları yok sayması mümkün değil. Emperyalist ülkelerin soykırım konusu üzerine bu kadar düşmelerinin asıl nedeni Türkiye değil, Ermenistan. Bu ülkenin Batı’ya açılması ancak Türkiye üzerinden olabilir. ABD’deki güçlü Ermeni lobisi de ülkenin Moskova etkisinden uzaklaşmasını istiyor. Ne ki, Er-

meni tarihinin kilit sorunu olan soykırım’ı atlayarak Türkiye ile yakınlaşılabilmesi mümkün değil. Bundan sonraki muhtemel gelişmeler şöyle belirtilebilir: Türkiye ile Ermenistan arasındaki sınırın açılmasıyla iki ülke arasındaki ticaret artacak, Batı ülkeleri sermayesinin ülkeye yoğun girişinin zemini oluşacak… Bu durumda, Rusya yanlıları ya da çıkarları bu ülkeye bağlı olanlarla Batı yanlıları arasında gittikçe keskinleşen mücadelenin gündeme gelmesi kaçınılmaz olacaktır. Türkiye Azerbaycan’ı kayıp mı etti Ermenistan ile bu yakınlaşmanın karşılığında Türkiye’nin “tek millet iki devlet” söylemi çerçevesinde bütünleştiği kabul edilen Azerbaycan Türkiye burjuvazisi açısından kayıp mı edildi? Hem böyle, hem değil… “Tek millet iki devlet” bir propaganda sloganı. Azerbaycan hiçbir zaman Moskova’ya sırtını dönerek Türkiye ile bütünleşmeye yönelmedi. Bu ülkenin RF ile yaptığı önemli petrol ve doğal gaz anlaşmaları var. Azerbaycan, Bakü-Ceyhan petrol boru hattına –RF ile yaptığı ih-

racat anlaşması nedeniyle- yeterli petrol veremiyor ve hattın düşük kapasiteyle çalışmasına neden oluyor. Benzer bir durum Nabucco doğal gaz boru hattında da ortaya çıkacaktır. Ermenistan’ın işgal altında tuttuğu Dağlık Karabağ’dan çekilmesi ancak Moskova’nın baskısıyla mümkündür. Bunu Azerbaycan da biliyor, ama bölgede kimse Rusya’ya karşı tavır alamadığı için, Türkiye’den Ermenistan’a baskı yapmasını istiyor. Türkiye ile Ermenistan arasındaki yakınlaşmadan en zararlı çıkan ülke Azerbaycan’dır. Yıllardan beri izlenen RF-Türkiye ve İran arasındaki denge politikasının kaçınılmaz olarak bazı zararları da olacaktır. Bu ülkenin, denge politikasını bozmadan, Moskova’ya yakınlaşacağı söylenebilir. Buradan büyük beklentilere yönelmemek gerekir. Unutulmamalı, Türkiye’nin Azerbaycan’daki güçlü ideolojik etkisinin yanı sıra, bu ülkenin ordusu da Türk subaylar tarafından eğitilmiştir. Ordu eğitiminin askeri eğitimden ibaret olmadığı da bilinir. Türkiye’nin konumuna gelince… 1995’te İsrail ile yapılan ve ordunun modernleştirilmesini hedefleyen anlaşma ile Türkiye askeri bölgesel bir güç oldu. Şimdi ise, ülkeden geçen ve geçmesi planlanan boru hatları vasıtasıyla ekonomik bölgesel güç olmaya da çalışıyor. Çokuluslu tekellerin ülke pazarının kapasitesini fazlasıyla açan üretim birimlerini Türkiye’de kurmaları da böyle bir beklentiye dayanıyordu: Ortadoğu ve Kafkasya pazarına daha yoğun girebilmek… Bunun ilk adımı politik yumuşamadır. Yoksa birbirlerinin sınırını bile tanımayan ülkeler arasında hangi ticaret söz konusu olabilir?Ermenistan’la imzalanan protokollerle bölgede yeni bir etkinlik mücadelesinin başlama koşulları serbestleştirildi.


E&O3_2:Layout 1 01.11.2009 23:39 Page 9

EKMEK & ÖZGÜRLÜK 9

Politika

Topu auta atanlar Anayasa sorununu, meşruiyeti kendinden menkul bir parlamentonun içine hapsederek kitlelerin inisiyatifi dışına süren her girişimin karşısında olmak gerekir

Bize bir anayasa lazım, o da bu gece lazım diye duygulananlar var. Yeni olsun da ne olursa olsun da demiyorlar. İlla demokratik ve özgürlükçü olacakmış! Sivil olacakmış! Vesayetçi olmayacakmış! Bu ülkede ve bu zamanda istedikleri gibi bir anayasaya elin elinden kavuşmaya heveslendiklerine göre, öyle bir anayasanın kendisi olmasa da umudu ve hülyasıyla yetinmeye hazır oldukları anlaşılıyor. Demokratik, özgürlükçü, sivil bir anayasayı kazanarak, bunun için gereken kavgayı vererek elde etmeyi gözleri yemiyor, akılları almıyor. Ufuk Uras, bize böyle bir anayasa lazım dedi, onun da bugünkü mevcut Meclis'ten çıkmasını beklediğini söyledi. Çıkmazsa ne yapacak? Ondan hiç söz etmiyor. Herhalde bekleyecek...

Yapamazlar, yapmazlar Bugünkü Meclis, AKP'liler, CHP'liler ve MHP'lilerden oluşuyor. (DTP aykırı bir istisna...) Hepsi yüzde on barajlı seçimle gelmiş oturmuşlar Meclis'e. Bir kısmı hiç onlara verilmeyen oylarla ''halkın temsilcisi''

Karikatür: Sait Munzur

Tektaş Ağaoğlu

olmuşlar! Bu yapısıyla bu Meclis öyle bir anayasa yapamaz, yeterli temsil meşruiyeti yok; üstelik yapmaz da: işine gelmez, zoruna gider diyenler Ufuk Uras'ın dediğine göre topu taca atıyorlarmış! Asıl Ufuk Uras ve onun gibiler topu taca da değil, doğrudan auta atıyorlar. 12 Eylülcülerin - sivili ile, askeri ile- topluma dayattıkları ve o gündenberi, son 25 yıldır, ülkenin tepesinde sözde "seçilmiş" sivil siyasilerin tepe tepe kullandıkları Allahlık seçim ve partiler yasaları ve Meclis İç Tüzük hükümleri ile donatılmış hükümetlerin içinde kol gezdiği böyle bir Meclis'ten bu ülkenin çalışan insanlarına, şehir ve köy emekçilerine, boğaz tokluğuna günde 12 saat her türlü güvenceden yoksun çalışabilmeyi nimet bilecek hale düşürülmüş kadın erkek milyonlarca insanına; Böyük Türkiye, Yeni Bölge Gücü, Yeni Os-

manlı benzeri pestenkerani (saçma, uydurma) hezeyanlarla bugünden gelecekleri rehin alınarak küresel sermayenin hizmet kölelerine çevrilmek istenen gençlere; şehir varoşlarında ve köy meydanlarında gözlerinin içine zehirli gaz sıkılmadan, olmadı, sırtlarından kurşunlanmadan ve devletin ağır ceza mahkemelerinde kaşarlanmış suçlu muamelesine tabi tutulmadan başa çıkılamayacak bir "tehlike" sayılan bacak kadar çocuklarıyla, bütün onların hayrına, demokratik, özgürlükçü, vesayetten arınmış bir anayasa çıkacağını, çıkabileceğini düşünmenin ne olduğunu siz de bir düşünün. Böyle bir şeyin mümkün olamayacağını düşünüp söyleyen herkesin de bu ülke ve ülkenin insanları için özgürlükçü, demokratik, vesayetten arınmış, sivil bir anayasa istemeyen insanlar olduklarını söylemenin ne demeğe geldiğini de buna ekleyin!

Toplumsal mutabakat emri vakisi Tam istedikleri gibi olmasa da, olduğu kadar, o da bir şeydir, daha iyisi can sağlığı diyenler, diyecekler hakkında ne düşüneceğiniz ise yine size kalsın. Şu da var : Ülkeyi doğru dürüst, özgürlükçü , demokrat, sivil bir anlayış ve yaklaşımla yönetmeye can atan insanlar mı var başımızda da mevcut yasal ve anayasal mevzuat onların ellerini kollarını bağlıyor? Çoğunluğuyla azınlığıyla, iktidarıyla muhalefetiyle, Akepe'siyle, CHP'si ve MHP'siyle ya da her birinin ilerde şöyle ya da böyle ortaya çıkabilecek başka versiyonlarıyla- aynı siyaset erbabını temsil ettikleri çıkardan ve üzeri kabuk bağlamış alışkanlıklarından, ideolojik saplantılarından ve de yetmiş milyonluk ülkede geniş halk kitlelerinin en ufak bir rüknünü dahi her durumda ve her fırsatta kendilerinin tekelci çıkar tezgahı olarak sahiplendikleri bu ülkenin can düşmanı saymalarının önüne, bize acilen öyle bir anayasa lazım, kimin elinden olursa olsun hemen şimdi lazım denilerek mi çıkılacak? Böylesi, tam da onların işine gelecek, giderek çeşitlenen sınıf tahakkümü nizamının bir toplumsal mutabakat emri vakisi olmayacaksa ne olacaktır? Sivil, özgürlükçü, vesayetten arınmış, demokratik bir anayasa ancak bütün bu sıfatların hakkını vermeye niyeti elverir, gücü yeter yeni bir iradenin ürünü olabilir. Biz bu ülkede, bu cumhuriyette sivil sıfatlı iradenin de, vesayetçi denilen iradenin de ne olduğunu, ne işe yaradığını çok iyi biliriz. Yeni anayasa konusunda ülke çalışanlarının dünya görüşü ile olduğu kadar, acil hayati çıkarlarıyla da işçi sınıfı merkezli demokrasi güçlerinin iradesini dışlayan, anayasa sorununu, meşruiyeti kendinden menkul bir parlamentonun içine hapsederek kitlelerin inisiyatifi dışına süren her türlü anlayışın ve girişimin karşısında olmak gerekir.


E&O3_2:Layout 1 01.11.2009 23:39 Page 10

10 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Politika

ÖSH: Bu ne hızlı başkalaşım! Ufuk Uras ve ekibi, yeni ortaklarıyla buluşurken, inanmadığı ve gereksiz bir yük telakki ettiği her şeyi bagajdan atıyor.

Özgürlükçü Sol’un yeni yöneliminin kaynakları arasında Marx’a raslayamasak da ( soldan) Karl Polanyi, Jurgen Habermas ve J. Maynard Keynes’ın izlerini görebiliyoruz

Kenan Kalyon Geçen sayımızda başlattığımız Özgürlükçü Sol Hareket (ÖSH) eleştirisini bu sayıda da devam ettireceğiz. Ama bu kez sadece “Toplumsal Adalet ve Demokratikleşme İçin Demokrat, Eşitlikçi ve Özgürlükçü Bir Siyasal Hareket. . . ” başlıklı metni esas alarak. Zira elimizdeki en yeni tarihli metin bu. Ayrıca, belirli işlemlerden ve süzgeçlerden geçerek yayınlandığı için, ona bir “kolektif” belge muamelesi yapabiliriz. Verilen bilgiye göre, ilk taslak, görevlendirilen yazım komisyonu ile aralarında Ufuk Uras, Ahmet Asena, Atilla Aytemur, Zübeyde Kılıç, Mithat Sancar, Ahmet İnsel, Erol Katırcıoğlu, Sezai Temelli, Aydın Engin, Çağatay Anadol ve Sinan Tutal’ın da bulunduğu 26 kişilik “temas grubu” arasında gidip gelmiş. Yayınlanan haliyle temas grubunun mührünü yemiş. Adına da “bundan sonraki yerel ve genel faaliyetlerde” kullanılacak “çerçeve metin” -yani içleme ve dışlama işlevi görecek metin- denmiş.

Meraklısı, ÖSH’nin henüz ÖDP içi bir platformken çıkardığı “Bir Tarihsel Buluşmaya Çağrı” başlıklı metin ile ikincisini karşılaştırabilir. Geçen sayıda değindiğimiz ilki de bir hayli sorunluydu. Ama bizim durduğumuz yenden bakıldığında, bu ikincisi daha beter ve insana “bu ne hızlı başkalaşım!” dedirten bir kaymaya işaret ediyor.

“Makbul”e karşı makul

Malum, her yeni siyasi iddia ve çıkış bir varlık gerekçesine yaslanmak durumunda. ÖSH’nin metni de mutat olduğu üzere ilkin böyle yapıyor. Kendi varlık gerekçesini, iktidarı ve muhalefetiyle toplumun beklentilerine cevap vermeyen egemen siyasetin verili durumundan türetiyor. Başlıca ortak payda veya sabitlerini milliyetçilik, muhafazakarlık, piyasa ideolojisi ve demokrasiyi temsili demokrasiye indirgeme olarak sıraladığı bu “makbul” siyaset alanının karşısına kendisini yerleştiriyor. Ezilenlerin bugüne kadar süregelen tarihsel mücadelelerinden, kurtuluş özlemlerinden ve özgürleşme arayışlarından, ka-

pitalizmin giderek boyutlanan tarihsel krizinden ve temel çelişkilerinden yola çıkmayan bu kadar konjonktürel bir varlık gerekçesi, bu kadar derinlikten yoksun sözüm ona bir karşıtlaştırma başlı başına bir sorun ve tabii ki bu bilmezlikten kaynaklanmadığına göre, aynı zamanda bir tercih. Bu tercih nedeniyle, kendimizi sönük, kuru, ruhsuz, tutuk, sözüm ona didaktik, her hangi bir parıltısı, vurucu ve çarpıcı eleştirisi olmayan, “sivrilik”ten kaçınan, ayrıştırıcı ve ısırıcı bir dilden yoksun, kokmaz bulaşmaz, iddiaya göre bir “vicdan hareketi” adayının elinden çıktığı halde kuvvetli bir vicdani çığlık veya hümanist protesto olarak da görülemeyecek, makul mü makul bir metinle baş başa buluyoruz. İşin biçimsel veçhesini, nihayetinde bir üslup ve edebi takdim sorunu addedilebilecek türden bir kusuru haddinden fazla abarttığımız sanılmasın. Tam tersine, üslup ve mimari zayıflığı, aslında içerikteki yavanlık, yüzeysellik, ketumluk ve çekinikliğin bir tezahürü ve bu yüz-

den, makullük ÖSH metninin neredeyse her satırına siniyor. İşte, metinden rasgele seçilmiş birkaç örnek: “Bu egemen ve ‘makbul’ siyaset anlayışı karşısında vicdanlı ve adil bir siyasete, bir siyasal tarza ihtiyaç var. Çünkü adaletli ve vicdanlı bir Türkiye'nin, aynı zamanda iyi yönetilen, istikrarlı, güvenli ve demokratik bir Türkiye olacağına inanıyoruz. ” İhtiyacı duyulan hareket, aniden ve el çabukluğuyla Türkiye’ye de rengini veriyor ve ülke bir çırpıda egemen siyasetin de diline pelesenk olan şu “istikrar”a kavuşuveriyor. Yani, yol yordam farklı da olsa, tasada ortaklığa devam. Ne karşıtlık ama. . . “O nedenle, askeri veya bürokratik vesayet yöntemlerini bütünüyle reddeden; demokratik siyaset alanında oluşan iradeyi meşru kabul eden, yapıcı ve yön gösterici muhalefeti benimseyen özgürlükçü ve demokrat bir siyasal hareket için, toplumsal sorunların çözümünde temel yöntem katılım ve tartışmadır. ” Tam “neresinden tutayım” de-


E&O3_2:Layout 1 01.11.2009 23:39 Page 11

EKMEK & ÖZGÜRLÜK 11

necek bir paragraf. Ama burada makullüğün bir başka dışavurumuna, “yapıcı ve yön gösterici muhalefet”e dikkat çekmek istiyoruz sadece. Kime karşı yapıcı ve kime yön gösterici? Bu, aslında, belirli bir konumlanıştan beslenen çok tanıdık bir yanılsama. Kafa emeğinin sınıfsal bağlanımı zayıf, yeterince proleterleşmemiş, aklına alıcı bulmak isteyen ve sorunlarının çözüm yerinin “akıl divanı” olduğunu sanan kesimlerinin sıkça kapıldığı bir yanılsama. Yeter ki o divan kurulsun ve tartışma suhuletle başlasın bir kez... “Yerel ve sivil yurttaş inisiyatiflerini geliştirmeyi hedef alan, sendikaların ve meslek birliklerinin, demokratik derneklerin siyasal ve toplumsal sorunların çözümüne katkı sunmalarını sağlamak, katılım adaleti anlayışının temel yaklaşımıdır.” Şu uyduruk “katılım adaleti”nin terazisinin nasıl çalıştığını ve temsili demokrasinin ne kadar genişletildiğini de öğrenmiş oluyoruz böylece. Emekçiler payına başkalarının -kim bilir, belki de görünüşteki bütün tevazuya rağmen akıl ve irfan sahiplerinin- tanımladığı sorunların çözümüne katkı sunmak düşüyor sadece. Ama ÖDP’den tevarüs eden ÖSH mensuplarına sormak gerekiyor: O güzelim “üretenler yönetsin!” şiarına, yani ilk programın alt başlıklarından birine ne oldu? Şu anki makule yatmışlığınız karşısında fazla mı sivri veya zamansız kaçıyor? Çoğaltılması mümkün bu örnekler kesinlikle birer sürçü lisan veya gaf değil. Ufuk Uras ve ekibi, yeni ortaklarıyla buluşurken, inanmadığı ve gereksiz bir yük gibi telakki ettiği her şeyi bagajdan atıyor. Ama bizden söylemesi: “Makbul siyaset”in karşısında makulde karar kılarak bir “sol merkez” zinhar yaratılamaz. İşte hendek, işte deve; göreceğiz.

Birer tutam Habermas, Polanyi ve Keynes bulamacı

Bu duruma ancak ironi denir herhalde. . . Kapitalizmin içinde

bulunduğumuz “büyük bahran”ı dolayısıyla bütün dünyada Marx’a bir dönüşün söz konusu olduğu -ki bunun en taze, beklenilmez ve uç örneği Vatikan’dır- bir dönemde, ÖSH’in metninde Marx yok. Fonda yok, önde yok, lafızda yok ve aslında mealen de yok. Marx’tan kaçış var. Metinde “sınıf mücadelesi” teriminin yalın veya çeşitli mecazi kullanımlarına rastlamak, ne yazık ki mümkün değil. “Sınıf” sözcüğü ise, yalnızca iki yerde, o da bir “vicdan hareketi” adayının, müstakbel adıyla büsbütün tutarsızlığa düşmek istemiyorsa, mutlaka bir nazar atmak zorunda olduğu “sınıfsal eşitsizlikler” bağlamında geçiyor. Buna karşılık, metnin kurgusu ve mantığı içinde “katılım”, “tartışma”, “müzakere” ve “şeffaflık” sözcükleri kilit bir önem kazanıyor. Makbul siyaset alanı, demokrasiyi “toplumsal katılımı, tartışmayı ve müzakereyi içermeyen basit bir ‘temsili demokrasi’ olarak” algıladığı için eleştiriliyor. Katılım ve tartışma “toplumsal sorunların çözümü”nün temel yöntemi ilan ediliyor. Sanki antik çağın agorasındayız. İnsan, bari tartışmada kanıtlama, ispat ve mutabakata varma yordamlarını da yazsaydınız demekten kendini alamıyor. Demokrasi ile sınıf mücadelesinin yaygınlığı ve düzeyi, sınıfsal güç dengeleri ve sokağın ağırlığı arasındaki bağlardan ne hikmetse hiç söz edilmiyor. Sanırsınız ki, Jurgen Habermas’ın bir takım tilmizleri, onun “eleştirel eylem kura-mı”nı siyasete nasıl tahvil ederiz diye meşverette bulunmuşlar. Ve neticede, bir Habermas aşısının demokrasimizin belli başlı bütün kusurlarını gidereceğine kani olarak bu metni çıkarmışlar. Marx yoksa, boşluğunu dolduran birileri olacak elbette. Karl Polanyi bunlardan ikincisi. Alıcı gözle okunduğunda görülecektir ki, ÖSH’in metni bir ilişki olarak bizatihi sermaye ile değil, piyasa ideolojisiyle; daha doğrusu, bu ideolojinin neo-liberalizm dönemindeki azgınlaşmış biçimiyle uğraşıyor ve piyasayı çeşitli biçimlerde sı-

nırlamayı hedefliyor. “Ekonominin insani ve toplumsal hedeflere tabi” kılınmasının yolunun buradan geçtiğine inanıyor. Bunun Marx’ın değil, piyasayı kendi eleştirisinin hedef tahtasına yerleştiren Polanyi’nin görüşü olduğunu peşinen belirtelim. Zira Marx’a göre, ekonomi bir tarafta toplum bir tarafta durmaz, ilerleyen sermaye birikimi tüm toplumu kendi çevrimine tabi kılar. Ekonominin insani ve toplumsal gereksinimlere göre yönlendirilmesinin yolu da esas itibarıyla piyasanın sınırlanmasından geçmez. Kapitalizm, pekala çeşitli türden “aksak piyasa”larla hatta kısmi bir planlama ile birlikte olabilir ve tarih boyunca olmuştur da. Bunun için sorunun kalbine inilmesi, ekonominin kar dürtülü olmaktan çıkarılması; yani sömürüye ve sermaye ilişkisine son verilmesi gerekir. Öte yandan, ÖSH’in metni, bırakın bir köktenciliği ve karşıtlığı temsil etmeyi, kriz sonrasında oluşan ve hakim sınıfları da etkisi altına alan iklime baktığımızda, aslında, zamanın ruhuna uygun olarak konuşuyor. Marx yoksa, bir tutam Keynes’e de yer var demektir. ÖSH’in metni dolaşım, talep ve gelir bölüşümü alanında, yani Keynes’in kapitalizmin çelişkilerini hafifletmek için esas aldığı sahada geziniyor. Hatırlatalım, Marksist literatürde burada dönen mücadelenin adı “toplam artık değerin yeniden bölüşümü”dür. Bunun gün geçtikçe daha da önemli bir mücadele alanı haline geldiğine şüphe yok. Sorun bu değil; sorun, kapitalizmin arızalarının esas itibarıyla dolaşım alanındaki aksaklıklardan kaynaklandığı sanısıdır. Bu sanı ÖSH’in metnine de damgasını vuruyor. Bu yüzden, metin kapitalizmin şimdiki bunalımını teğet geçiyor; dönüp üretim alanına bakmaktan adeta içgüdüsel olarak uzak duruyor, “liberal ve devletçi seçenekleri”nin dışında bir başka kapitalizm arayışına giriyor. Bu şartlar altında, bizim yapabileceğimiz, ÖSH’e “henüz yol

yakınken Marx’a dönün” tavsiyesinde bulunmaktan ibarettir.

Eureka: Uygun söylemi buldum!. .

Eleştiriye “bizim durduğumuz yerden bakıldığında” diyerek başladık. Bu metni yazanların ve onaylayanların farklı bir muhakeme tarzına sahip olduğunu tabii ki biliyor ve bu tarzı tanıyoruz. Çoktandır bir akım haline gelmiş olan, dili gerçeklikten ve gösterenleri gösterilenlerden koparan, bu anlamda dille oynayan bu tarzın adına, “söylem merkezcilik” diyebiliriz. Bu akımın dilbilimden postmodernizme ve oradan da post-Marksizme uzanan bir yayılım alanı var. Bunun siyasetteki tezahürü, siyasetin nesnellikten, maddi çıkarlardan, büyük anlatılardan ve bir takım merkezi çelişkiler etrafında dönmekten kurtarılmasıdır. Bunlardan söz ettiğinizde, pekala “özcülük”le suçlanabilirsiniz, Bu tarza göre, büyük bir siyasi oluşum yaratmak istiyorsanız önce buna tekabül eden söylemi kurmalısınız. Kılı kırk yararak kuracağınız söylem geniş, esnek, akışkan, oynak, farklı koşullara uyarlanabilir ve hepsinden önemlisi de bir takım “serbest gösterenler”e yer veren bir söylem olmalı. Kendi gösterilenler çokluğuna sonradan kavuşacak olan bu “serbest gösterenler”den beklenen işlev, bir veya az sayıda gösterilene yapışıp kalmamalarıdır. Onlar sayısız gösterilenin mükerrer uğrak yerleri olmalıdırlar. ÖSH’in metninin bu muhakeme tarzınca biçimlendirildiğini rahatlıkla ileri sürebiliriz. Öyle anlaşılıyor ki, ÖSH aradığı kilit “serbest gösteren”i bulmuştur: Vicdan. . . Vicdan, hem kelebek gibi dolaşarak hem de bir mıknatıs etkisiyle habire gösterilen devşirebilir. Tabiri caizse, “hedef kitle” de buna uygun olarak tanımlanmalı: Mağdurlar. . . Mağdurlar büyük bir toplam oluştururlar ve mağduriyetin bin bir türü var. Görüldüğü gibi, büyük bir siyasi oluşum yaratma işi, “dil oyunları” dahilinde ve tabii ki kurgusal olarak çözülmüş gö-

>>


E&O3_2:Layout 1 01.11.2009 23:39 Page 12

12 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

>>

rünüyor. . . Burası, aynı zamanda post-Marksizmin sahası. Ama postMarksizme o kadar da haksızlık etmeyelim. Onun da kendisine göre bir kalibresi var. ÖSH’in çerçeve metni bu kalibreyi de tutturamıyor, çünkü “radikal” değil.

Makulün sabitleri

“Makbul” siyaset alanının sabitleri olur da makulünki olmaz mı? Var tabii. En azından iki tanesi açıkça belirtiliyor: “O nedenle, demokratik ve özgürlükçü bir hareket, ‘sandıktan çıkmaya’ önem verirken, demokrasiyi sandıkla sınırlamayan, her konuda ve her seviyede katılımı ve bunu mümkün kılan şeffaflığı da temel bir ilke olarak kabul eder. Özgür ve demokratik seçimler sonucu oluşan siyasal iradenin, insan haklarına, hukukun üstünlüğüne ve gerçek bir kuvvetler ayrılığına saygılı kaldığı sürece, meşruiyetini ve yönetme yetkisini tartışmaz. ” Gene, “neresinden tutayım” denecek bir paragraf var karşımızda. Anlaşılan, metni kaleme alanlar ve onaylayanlar, her şeyden önce, meşruiyet sorununun birden çok düzeyi olduğunu unutuvermişler: Tarihsel meşruiyet, toplumsal meşruiyet ve belli normatif kurallar dahilindeki meşruiyet gibi. Zihinlerini sonuncusunun kapsamında telakki edilebilecek bir parlamenter meşruiyetle sınırlamışlar. Her türlü vesayetçiliği reddetmek adına bir başka uca savrulmakta bir beis görmemişler. Diyelim ki, tarihsel meşruiyet konusu artık sizin ilgi alanınızda değil. Ama toplumsal meşruiyeti önemsediğinize göre, parlamenter meşruiyete her zaman ilkinin bire bir yansıması ve barometresi olarak mı bakacaksınız? Örneğin, sınıf mücadelesinin nabzının başka türlü attığı ve kitle eğilimlerinin açıkça başkalaştığı muhtemel bir konjonktürde nereden kerteriz alacaksınız? Parlamenter çerçevenin kendi içinde kalsak bile, örneğin, bugünün Türkiye’sinde yüzde 10 barajı ciddi bir meşruiyet sorunu doğurmuyor mu? Birçok burjuva hükümet, seçimlerdeki vaatlerinin tersini yaparak, kendini fiilen gayri meşru duruma düşürmüyor mu? Kuvvetler ayrılığını, özellikle de yasama/yürütme ayrılığını, yani bugün bütün kapitalist dünyada yürütmenin başına buyrukluğuyla sonuçlanan bir ayrılığı aynen veri kabul etmek de nereden çıktı? Sizin başka türden bir “halk egemenliği” perspektifiniz yok mu? Çerçeve metnin ikinci sabiti de gene evlere şenlik: “Özgürlükçü ve demokrat sol, Avrupa Birliği’nin iktisadi ve sosyal açıdan liberal ve teknokratların yönetimindeki elitist karakterini unutmadan, müzakere sürecinin ülkedeki demokratikleşme ihtiyacına destek olduğu gerçeğini öne çıkararak, Türkiye’nin AB içinde diğer üyelerle eşit olarak yer almasını savunur. ” Bir sürü kem kümden, sıkça karşımıza çıkan bir “havet” kabızlığından sonra özgürleşerek kendilerini böyle sabitleyenlere iki soru sormakla yetineceğiz: İddialarınıza göre neo-liberalizme ve piyasacılığa karşı olduğunuz halde, “iktisadi ve sosyal açıdan liberal” bir AB’ye girmeyi bu kadar koşulsuzca savunmak bir tutarsızlık değil mi? ÖDP’nin İkinci Konferansına, Ekmek ve Gül Platformu tarafından sunulan ve sizin de onay verdiğiniz “Avrupa’nın Kapitalist Birleşmesine Karşı” başlıklı karar tasarısının neresi yanlış veya o günden bugüne ne değişti? Yazıyı geçen seferki gibi bağlayalım: Bu hızlı başkalaşıma “hayırlı olsun” demeyeceğiz.

Politika

Türkiye’ye ‘Bar Grubu’nun uzat kim neden tutu Şimdi oligarşinin tasfye açılımına karşı K halklarının özgürlük açılımını pratikleş

“Barış Grubu”nun Silopi’den verdiği selamı almayanlar arasında kadim faşistler kadar

Muhsin Dalfidan T. C., Kürt halkının otuz yıllık mücadelesi sonucu yönelim değiştirmek zorunda kalarak “Kürt açılımı” sürecini başlatmıştır. Bu yönelim değişikliği bir yönüyle, Kürt sorununun varlığını devletin tüm kurumları ve siyasi yapılarıyla kabul etmek zorunda kaldığını işaret etmektedir. Ancak, devlet Kürt sorununu kabul ederken “PKK sorunu” başka “Kürt sorunu” başka demenin ötesine geçememektedir. Kürt sorununun demokratik barışçı siyasi çözümü öncelikle “savaş da muhatap kimse barış da da muhatap” odur gerçekliğine göre davranmaktan geçer. Devlet ise, “çözüm” için muhataplığı değil tasfiyeyi tercih etmektedir. Buna rağmen, Kürt Özgürlük Hareketi, 19 Ekim günü 34

kişilik Barış Grubu’nun Habur’dan giriş yapmalarıyla barış elini uzatmıştır. Tutuklama olmamasından, devletin bu eli barış eli olarak kabul ettiği sonucunu çıkarmak için erkendir. Devletin “açılım” politikasının tasfiye hedefi ve bu hedefin çözüm doğrultusunda değişime zorlanmasının imkanlarının ne olup olmadığı süreçteki gelişmeleri biraz daha yakından bakmakla görülecektir.

Tasfiye açılımı

“Kürt açılımı” ile başlayıp, önce “demokratik açılım” ve en sonu da “milli birlik projesi”ne dönüşen ve özünde Kürt Özgürlük Hareketi’ni tasfiye etme politikası olan devlet politikası, yargısı, istihbarat teşkilatı, ordusu, ve yasama organıyla tam bir ittifak üzerinden yürütülmektedir. Yargıtay Siirt’te askeri araca taş atan çocukların üzerine kurşun sıkarak bir çocuğu öldüren


E&O3_2:Layout 1 01.11.2009 23:39 Page 13

EKMEK & ÖZGÜRLÜK 15

arış attığı eli tuyor? şı Kürt ve Türk leştirme zamanı

kadar kendilerine “komünist” diyenler de var

uzman çavuşu beraat ettirdiği 22 Eylül 2009 tarihli kararının gerekçesini “Bölgenin özellikleri”ne dayandırıyor. Ordu, 29 Eylül 2009 tarihinde Diyarbakır’ın Lice ilçesi Şenlik köyü yakınında 12 yaşındaki Ceylan Önkol’un havan mermisiyle ölümünü araştırmak yerine, olayı “TSK’yı yıpratma” çalışması olarak açıklıyor. TBMM’yi , hükümete sınır ötesi operasyon yapma yetkisi veren başbakanlık teskeresini AKP, CHP ve MHP’nin oylarıyla kabul ediyor. 20 Ekim MGK toplantısında ise sınır ötesi operasyon yetkisi tekrar hatırlatılıyor. Bütün bunların anlamı, Kürt sorununun “Kürtsüz” “çözümünde” ısrardır. Kürt özgürlük hareketini tasfiye etme politikasında nafile bir ısrardır. Bu arada, emperyalistler de boş durmuyor. Ne hikmetse, ABD “malumun ilanı” olarak

devlet politikasının uluslararası boyutunun da olduğunu hatırlattı. ABD hatırlatmayı, 14 Ekim günü “PKK’nin lider kadrosunda yer alan Murat Karayılan, Ali Rıza Altun ve Zübeyir Aydar’ın ‘Özel Olarak Belirlenmiş Uyuşturucu Kaçakçısı’ olarak ilan edildiği ve ABD’deki mal varlıklarının dondurulduğu ” açıklaması ile yapıtı. Eş zamanlı olarak, AB’nin Kürt derneklerini takibe aldığı haberleri gazete sayfalarında yer aldı. Bu denli yalanı ardı ardına pompalayan uluslararası emperyalist güçlerin ve T. C’nin oyunu kuralıyla oynadığı görülüyor. Bütün bu gelişmelerin Barış Grubu’nun geleceğinin bilindiği süreçte ve gelişinden sonra yaşanması yeni olanın ne kadar “yeni” olduğunu göstermektedir. Gerçek, “Barış grubu”nun elinin tutulmasında değil, ne için tutulduğunda aranmalıdır. Devlet politikasının yürütücüsü AKP’nin “Kürt açılımı”, açılımdan çok tıkamaya dönük operasyonlar, tutuklamalar, çocuklara kurşun sıkanların aklanması süreci olarak ilerledi. Buna rağmen, DTP’nin genel başkanı Ahmet Türk’ün” gelişmeler gösteriyor ki, devlet bir adım atsın PKK on adım atar” sözleri gerçek oldu. Kürt Özgürlük hareketi, Maxmur ve Kandil’den Barış gruplarının gelişiyle barış için adım attı. Kürt sorununun demokratik barışçı siyasi çözümünden yana olduğunu pratik tutumuyla gösterdi. Sıra devlettedir. AKP gelen barış grubunun tutuklanmadan serbest bırakılmasıyla devletin adım attığı anlamına gelen açıklamalar yapmaktadır. Elbette Barış grubunun tutuklanmaması iyidir. Ancak bu her şey değildir. Çünkü, bugün tutuklanmamış olmaları yarın tutuklanmayacaklarının yada sınır dışı edilmeyeceklerinin göstergesi değildir. Daha önemlisi, bunun her şey olmadığı, devletin Kürt sorunundaki politika değişikliğinin niteliğiyle ilgilidir. Değişikliğin içeriği imha politikasının geçersiz olduğunun görülmesi sonucu tasfiye politikasıyla Kürt sorunundan kurtulmaktan ibarettir. Devletin

politika değişikliğinin nedeni, demokrasi ve özgürlük için değil, günümüz koşullarında ABD’nin hegemonyasının zayıfladığı durumda, bölgesel çıkarlar, dünya ölçeğindeki ilişkiler ve yeni güç dengeleri gereğidir. Politika değişikliğinin gereği olarak, Barış grubunun barış elini tuttuğunu göstermeye çalışmaktadır. Devletin bu tavrının barış için mi, tasfiyenin önündeki engelleri kaldırmak için mi olduğunu süreç gösterecektir. Daha ilk gününde Erdoğan “dağdakilerin tümünün teslim olması” çağrısını yapmıştır. Bu çağrıya Cemil Bayık “Barış gruplarına olumlu yaklaşmak PKK’nin dağdan inmesine yol açmaz.. Kürt iradesi kabul edilmedikçe dağdan iniş olmaz. ” açıklamasıyla karşılık vermiştir. Bu karşılıklı açıklamalar da gösteriyor ki, kısmi olanakları da, riskleri de içeren zorlu bir sürece girilmiştir. Nitekim, devletin 28 Ekim’de Avrupa’dan gelecek barış grubunun girişine izin vermeyeceğini açıklaması üzerine geliş iptal edilmiştir. Barış grubunun taleplerini gerçekleştirmek, demokrasi mücadelesini yükseltmekten geçiyor

Halkların örgütlü birliği

Kürt sorununda barışçı demokratik siyasi çözümün yolu da, ulusal sorunun nihai çözümü ve sınıfsal kurtuluş da Kürt ve Türk halklarının örgütlü birliğinden geçmektedir. Bilinmelidir ki, burjuva demokratik devrim süreçlerini yaşayarak, demokrasi mücadelesi üzerinden iktidara gelen kapitalist ülkelerde burjuvazi özünde burjuva demokratik bir sorun olan ulusal sorunu barışçı temelde çözme iradesini gösterebilmiştir. Bu durumun teorik olarak “Kürt sorununun” çözümü içinde geçerli olduğu kabul edilebilir, ama teorik olanın pratik olarak gerçekleşme şansı zordur. Ama imkansız değildir. İmkanı gerçeğe çevirmek sosyalistler başta olmak üzere demokrasi güçlerinin Kürt özgürlük hareketiyle kalıcı bir mücadele birliğini örmesiyle olacaktır. Öncelikle Barış grubunun taleplerinin ortak talepler olarak sahip-

lenilmesi üzerinden mücadelenin yükseltilmesiyle başlanmalıdır. Sosyalist hareketin anlamlı bir kesimi, hala Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı eleştiri kisvesi altında sosyal şoven tutumunu sürdürmekte ısrarlıdır. Kürt özgürlük mücadelesine uzak durmanın kabul edilebilir hiçbir politik gerekçesinin olmadığı görülmelidir. Kürt sorununun barışçı demokratik siyasi çözümünün zorluğunun devlet politikasından kaynaklanan boyutu anlaşılabilirdir. Ancak Kürt özgürlük hareketiyle sosyalist hareketin öncülüğünde kalıcı bir demokrasi cephesinin oluşturulamaması anlaşılabilir değildir. Kürt sorunu sahanın dışından yapılan eleştirilerle değil, mücadele ortaklığıyla çözüme kavuşacaktır. Barış grubunun, demokratikleşme ve barışçı siyasi çözüm çabalarının devlet tarafında karşılık bulması Kürt özgürlük hareketinin elinin tüm demokrasi ve sosyalist güçler tarafından sıkı sıkıya tutulmasından geçecektir. Bunun için, zorunlu kaldığından dolayı “Kürt açılımı” politikasıyla imha yerine tasfiye üzerinden “çözümü” öngören oligarşiye karşı, devrimci demokrasi temelinde oligarşinin iktidarını son verecek ortak mücadele ve örgütlülüğü geliştirmek zorunluluktur. Demokrasi için Birlik Hareketi (DBH) bunun imkanlarından biridir. Bileşimin göreli güçsüzlüğünü iradenin ve perspektifin sağlamlılığının gücü aşabilecektir. Bu imkanı gerçeğe dönüştürecek olanlarda heba edecek olanlarda başta sosyalistler olmak üzere demokrasi güçleridir. Bu süreci heba etme lüksü yok. Süreci heba etmenin hesabı başta Kürt ve Türk emekçi halkları olmak üzere, ezilen halklara, ezilen cinse ve sömürülen işçi sınıfına karşı verilemeyecektir. Şimdi, oligarşinin “Kürt açılımı” yaldızı ardına gizlenmeye çalışılan tasfiye açılımına karşı, Kürt ve Türk halklarının özgürlük açılımını pratikleştirme zamanıdır.


E&O3_2:Layout 1 01.11.2009 23:39 Page 14

14 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Politika

6-7 Ekim, İstanbul... Mücadelemizin meşruiyetini ancak emekçilerin, ezilenlerin zihninde ve eyleminde yeniden kurarak ön açıcı olabileceğiz Can Atalay IMF ve Dünya Bankası’nın İstanbul zirvesi içeride konuşulanlardan daha çok dışarıda olanlar vesilesiyle konuşuldu. Başbakan, içeride “dışarıdaki protestolara” kulak verin diye caka satsa da eylemlerin “sınırı” geçmesi ile ağızların köpürmesi, eylemlerin kınanması ve göstericilere karşı kullanılan şiddetin olumlanması bir oldu. 6 Ekim sabahı Taksim meydanı tümü ile protesto gösterilerine açıktı. Taksim meydanının toplumsal gösteriler için ne denli tehlikeli bir alan olduğunu yıllardır anlatıp duran İstanbul Valiliği sürdüre geldiği psikolojik harekat gereği “meşruiyet sınırı”nı değiştirmişti. Taksim meydanında eylem yapılmasına izin vardı ancak Harbiye yönüne doğru tek bir adım dahi atılmasına izin verilmeyecekti. Harbiye yönündeki polis barikatının KESK Genel Başkanı’nın okuduğu basın açıklaması henüz bitmişken, kortejin yüklenmesini dahi beklemeden onlarca gaz bombası eşliğinde saldırması ise polisin belirlediği meşruiyet sınırlarına uymamanın karşılığı idi. 6 Ekim sabahı Taksim’de başlayan polis terö-

Emek rü iki gün boyunca Cihangir, Tarlabaşı, Gümüşsuyu, Tepebaşı, Okmeydanı, Tophane ve Pangaltı’da sürdü… 6 ve 7 Ekim’de İstanbul’da yaşananlardan çıkarılabilecek derslerin şu iki başlıkta özetlenebileceği kanısındayım. Birincisi, 6 ve 7 Ekim eylemleri solda tayin edici, somut bir olaya ilişkin aldığı tutum ile kendi dışındaki sol açısından da “koordinat güncellemesini” zorunlu kılan bir odağın yokluğunu yeniden ortaya koydu. EMEP, TKP ve ÖDP ittifakının alana çok geç gelmesi ve tanım yerinde ise bir kenarda hiçbir insiyatif almaması yukarıda belirttiğimiz durumun en tipik göstergesiydi. Bahsettiğimiz üç partinin ima ettiği niceliğin sadece kendi pankartının arkasına değil eylemin tümüne renk çalmaya çabalaması gibi bir beklentinin ne denli boş olduğu 6 Ekim’de Taksim’de de açıkça görüldü. Halkevleri ya da Özgürlükçü Sol Hareket de kitle örgütleri içindeki etkileri aracı ile eylemin bütünün sorumluluğuna aday olmadılar. İstanbul’dan bakıldığında solun büyücek öbekleri olarak görülenlerin böylesi bir yaklaşımı benimsemeleri sonucunda zaten öz güçleri açısından pek de parlak durumda olmayan sendikalar ve kitle örgütleri de basın açıklamasını kısa tutmak, alanı kısa sürede terk etmeye çalışmak gibi yöntemlerle kendi kitlelerinin görebileceği zararı en azda tutma çabası ile kendilerini sınırladılar. Siyaseten aday olunmayan bir sorumluluğun sendikal düzeyde hakkının verilmesi boş bir beklenti olurdu kuşkusuz…Sosyalist siyasetin böylesi bir boşluğu daha ne kadar kabul edebileceği ise önümüzdeki en önemli sorulardan biridir. İkincisi, meşruiyetini “düzen partisinin” meşrebine göre tanımlamayı reddeden direngen ve küçümsenemeyecek bir güç kendisini sokakta ifade etmiştir. Televizyonlarda gösterildiğinin aksine polisin tarif ettiği meşruiyet sınırlarına sığmayı reddeden bu gençler fast food dükkanları ve bankalar dışında nerede ise hiç bir vitrine ilişmemişlerdir. Diğer bir söyleyişle, eylemler kendi iç disipline uygun olarak başlamış ve bitmiştir. Niyetimiz, solun yaşadığı toplumsal tecrit nedeni ile maniple edilmesi tehlikesi her zaman bulunan bu tür eylemleri kutsamak değil. Mücadelemizin kendi meşruiyetini ancak emekçilerin, ezilenlerin zihninde ve eyleminde yeniden kurarak ön açıcı olabileceğini işaret ediyoruz. Polis barikatları arasına sıkıştırılmayı kabul edilerek gerçekleştirilen “efendi” eylemlerin bir “eşitlik ve özgürlük maneviyatı”nın yeniden inşası konusunda pek de işe yaramadığını görüyor; İstanbul sokaklarında yankılanan seslerin tam bu nedenle devrimci bir siyasete hamle edenlerin gündeminin en önemli maddesi olması gerektiğini söylüyoruz.

Kriz ve s Kriz koşullarında istenen fedak Nazır Kapusuz Kapitalizm sosyal haklara her zaman taarruz içindedir. Kendi istihdam politikaları çerçevesindeki bu ilgi, istihdamdan, “hak” alanına kaydığında şiddetlenir. Emeğin verimliliği ve yeniden üretimi çerçevesinde sağlanan olanaklar ve/veya genişlemeler, emek tarafından bir hak mücadelesi haline geldiği zaman, kendi kurgusunun dışına çıkılması kapitalizmin kendi iç işleyişinin tehdidi haline gelir. Kriz dönemlerinde ise bu taarruz en sert biçimlere bürünür. Azalan karları gidermek lazımdır. Son dönemlerde neoliberal söylemin her yere egemen olması ve bulaşıklıktan solun ve sendikaların da etkilenmesi, bu taarruzu kolaylaştırmış ve hatta meşrulaştırmıştır. Konuyu çok uzatmadan örneklere girersek, 1994 krizi ile başlayan ve 2001 krizi ile devam eden süreçte, sendikaların aldığı tutumlar bu anlayışı desteklemiştir. Bu dönemlerde kendilerinin de “fedakârlık” yapacağını söyleyerek “sıfır zamlara” onay veren sendikal anlayış, aslında emeğin “birikim” sağlayan taraf olduğunu ve bu birikimlerinden feda ederek sistemin devamını sağlayan kesim olduğunu toplum bilincinde egemen kılmıştır. Ekonomik olarak feda etmek başlı başına “zengin” davranışıdır. Demek ki, sendikalı işçilerin hala feda edebilecekleri hakları bulunmaktaydı. Bu neoliberal söylemin kendi diline içkin tuzaklara düşen sol ve sendikalar zamanla hak mücadelesi yapamaz hale gelmiş ve bu hak taleplerinde “kendi özel çıkarlarını kollayan çıkar grupları” kategorisi-


E&O3_2:Layout 1 01.11.2009 23:39 Page 15

EKMEK & ÖZGÜRLÜK 17

sosyal haklar edakârlıklar, sermayenin kalıcı kazanımlarına dönüşüyor ne kadar inmişlerdir. Bu da, sendikalılığın fazlasıyla işveren aleyhine bir durum olduğu, sendikalı işçilerin genel toplum çıkarlarından daha fazla talepkar oldukları ve sisteme zarar verdikleri algısına da yol açmıştır.

“Fedakârlık” ve sendikal dayanışma 1994 krizi sonrası yavaşlayan ve durağanlaşan sendikal mücadele ve sendikalı sayısı, 2001 krizinden sonra hızla gerilemiştir. Sendikal mücadelenin kendisi toplum nezdinde destek bulamamaya başlamış, kriz zamanlarında “fedakârlık” yapacak kadar gücü olanların mücadelesi bir oyun bozanlık olarak görülmeye başlanmıştır. Sosyal Haklar Derneği (SHD)’nin derlediği ve incelediği 101 sendikal mücadeleden sadece dördünün sorunsuz bir şekilde başarıya ulaşabilmesi bunun göstergesidir. Toplumsal algıda işçi sınıfının bir “çıkar grubu” haline dönüşmesi sınıf dayanışmasına da öldürücü bir etki yapmış ve her mücadele alanı sadece kendi işyerlerinden destek bulur hale gelmiştir. Çulhaoğlu’nun deyimiyle işçi sınıfı kendi hakları için mücadelesinde “işçi sınıfı”, başka işçilerin hak mücadelesinde “vatandaş” gibi davranmıştır. Yani “sınıf dayanışması” kavramı sadece sloganlarımızda “yaşayan” bir durum haline gelmiştir. Sendikalar “fedakârlık” yaparsa elbette işçi sınıfı da yapabilirdi. Çalışma şartlarının ağırlaşması aslında kriz dönemlerinde beklenebilecek bir taarruzdur. Ancak işin tuhaf olanı kriz dönemleri geçtiğinde bu çalışma şartlarının yeni bir denge olarak asılı kalmasıdır. Örneklersek 2001 krizinden sonra Türkiye’de çalışma saatleri günde ortalama 1,2 saat uzamış ve böylece de kalmıştır.

Yine fazla mesai ve benzeri en doğal işleyiş süreçleri kriz sürecinde “fedakârlık” olarak sermayeye bahşedilmiş ama krizden sonra geri “bahşedilmemiştir”. Yine TÜİK verilerine göre 2001 krizinden sonra sigortasız çalışan işçilerin sayısı hızlı bir artış göstermiş (özellikle kadınlarda son 8 yılda yüzde 250’lik bir artış) ancak bu çalışma biçimi kamunun kendisine bile ağırlıkla sirayet eden bir çalışma şekli olarak kalıcılaşmıştır. İşin ilginç yanı bazı alanlarda “deniz de bitmiştir”. Örneğin kamunun tasarruf amaçlı taşeronlaşma uygulaması neredeyse sonuna gelmiştir. Bir kamu hastanesinde 10 yıl önce taşeron işçi sayısı yüzde 10 civarındayken şu

anda oranlar yüzde 70’ler seviyesindedir. Sağlık Bakanlığı’nın 170 bin personelinden 120 bini taşeron işçisidir. Sırada belki de (ki yasa tasarısı olarak ara ara gündeme gelmektedir) taşeron doktorlar, operatörler ve hatta taşeron hastane yönetimleri bulunmaktadır.

“Sıfır zam”mın ötesi Elbette bu hak ihlallerinin örneklerini çoğaltabiliriz. Ancak krizin çözümü için yapılan fedakârlıklar yeni bir denge olarak karşımıza çıkmaktadır. Ve bu krizde de yeni yeni uygulamaların yaygınlaşarak devam edeceğini göreceğiz. Son Erdemir örneğinde görüldüğü gibi, “sıfır zam” bile artık yetmiyor, ücretler yüzde 35 gibi yüksek bir oranda indiriliyor. Sendikaların fedakârlığı artık sermayenin kazanılmış bir hakkıdır. Bunun sonucu da, yüksek oranlı ücret indirimleri daha önce küçük işyerlerinde biraz da zoraki olarak uygulanan bir yöntemken, birçok alanda ve

kurumsal işyerlerinde yaygınlaşarak sürmektedir. (SHD’nin hak ihlalleri raporunda her ay 4-5 büyük işyerinden bu tür haberler kayıtlara girmektedir) En önemlisi kriz döneminin verdiği “fedakârlık” ruh halinde çıkacak olan yeni sendikalar yasası işçi sınıfının birçok sosyal haklarını tırpanlayacaktır. Mezarda emeklilik yasasının çıktığı günleri unutmamak gerekir. Yönetmen Luis Bunuel, “Burjuvazinin Gizli Çekiciliği” filminde uzun uzun burjuvazilarin bir türlü bitmeyen yemek sahnelerine yer verir. Türk burjuvazisini çekseydi acaba nasıl çekerdi sorusuna bir sahne ile katkı yapmak isterim: Sürekli yemek yiyen ve tabakları sürekli değişen burjuvalardan biri yemekten kafasını kaldırıp nefes nefese şöyle der:“bunlar bize yetmeyecek galiba, hizmetçiler için ayrılan yemekler nerede?”

Kriz ve kadın emeği Genellikle düşünülenin aksine, ekonomik krizler kadın istihdamını azaltmıyor. Öncelikle iş aradığını belirten kadınların oranında belirgin bir artış var. Kriz öncesi işgücü oranı kadınlarda yüzde 20 iken haziran 2009 da bu oran yüzde 22.4’e çıkmış, istihdam oranı da yüzde 1 artmış durumda. Erkeklerde ise istihdam oranı kriz öncesi yüzde 62.6 iken yüzde 59.6 oranına düşmüş. İstihdam edilen erkek sayısı net 600 bin düşerken, kadın sayısı 140 bin artmış. Bunun değişik nedenleri var. Birincisi, daha önce istihdama katılmayan kadın, erkeğin işsiz kalmasıyla iş arayışına giriyor. İkincisi, daha düşük ücretli ve sigortasız işlere kadınlar yanıt veriyor. Bunun böyle olduğunu kayıt dışı çalışan sayılarında bulabiliyoruz. Herhangi bir sigorta ku-

rumuna kayıtlı olmayan erkek sayısında kriz öncesine göre neredeyse değişiklik olmazken kadın sayısı net 125 bin artmış durumda. Yani yukarı paragrafta işgücüne katılan 140 bin kadının 125 bini sigortasız işlere girmiş durumda. Yukarıda belirttiğimiz oranları 2001 krizi verileri de desteklemekte. 2001 krizi öncesi kadınların işgücüne katılım oranı yüzde 17’lerdeyken 1-2 yıl içerisinde yüzde 22’lere ulaşmıştı. Bu durumu kadınlar için olumlu okumak da mümkün. Geleneksel nedenlerle “kadının çalıştırılmaması” kriz dönemlerinde bir kırılma yaşıyor ancak bu durum kalıcılaşamıyor. Örneğin yüzde 22’lere ulaşan bu oran büyüme oranlarının getirdiği genişlemeye paralel bırakın gelişmeyi sabit bile kalamıyor ve oranlar yeniden yüzde 18-

19’ları görebiliyor. Yani krizin ağır etkisi geçtikten sonra kadın yeniden eve dönüyor. Ki bu kadın istihdamının kayıtdışı sektörlere kaydığını da unutmamak gerekiyor. Yani ailede baba/eş’in sigortalı olması yeterli kadın ikincil bir gelir getiren bir işgücü haline geliyor. 2001 krizinden sonra sosyal bilimler kongrelerinde nereye dönseniz bir “yoksulluk ve yaşama stratejileri bildirisine” çarpıyordunuz. Yani kriz kadının iş gücünün niteliksiz alana kaymasının dışında evde de ev kadını veya çalışan kadın olarak mücadele ettiği bir yaşam biçimi haline geliyor. Daha ucuzu bulmak için daha uzak pazarlara gidiliyor, bazı hazır alınan gıdaların yeniden evlerde üretimi artıyor vb. Birçok etkenle kadının ev içi emeği daha fazla artıyor.


E&O3_2:Layout 1 01.11.2009 23:39 Page 16

16 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Emek

İki direnişin dersleri

Gürsaş ve Sinter direnişleri ve yarattıkları etkiler, hem umut anlamında hem de umutsuzluk üreten başarısız örnekler olması bakımından önemli Ahmet Tekgöz İşçiler kavgadan ve örgütlü duruş sergilemekten kaçmıyorlar. Yeni bir sınıf kültürünün yapı taşlarını kendi aralarında yeşertebiliyorlar. Bu yazı, çalıştığım bölge ve işkolundaki iki önemli işçi direnişi ve bu direnişlerden çıkarılması gereken dersler ve olanaklar üzerine. Birincisi, Sinter metal direnişi. İstanbul, Ümraniye Yukarı Dudullu Organize Sanayi Bölgesinde bulunan, yaklaşık 500 işçinin çalıştığı Sinter Metal fabrikasında 400 civarında işçi 21 Aralık 2008 sabahı fabrikayı işgal etiller.

İlk başladığı gün bu direniş neredeyse bütün haber bültenlerinde ilk haber olarak yer aldı. Yakın döneme kadar sınıfın çürümüşlüğünden dem vurup duran kimi sol çevreler birden bire bu direnişle birlikte çıkardıkları yayınlarda yeniden yüzlerini sınıfa döner gibi oldular. Bunlar önemliydi. Ama benim amacım, Sinter direnişinin başladığı gün bizzat sendika bürokratları eliyle nasıl bitirildiğini göstermek.

Sinter, sendikacılar ve sınıf devrimcileri Sözde sınıf sendikacılığı yaptığını iddia eden “önemli” sendikacılar direniş başladığı gün fabrikaya geldiler ve ilk icraatları işçilerin fabrikayı işgal etmesine öncülük eden devrimcileri fabrikada çalışmıyorlar diye dışarıya çıkarmak oldu. Sonrasında ise her fırsatta özellikle işçi sınıfı çalışmasının sendika bürokratlarına bırakılmayacak kadar önemli olduğunu işçilere anlatmaya devam edenlere karşı düşmanca tutum alarak ya da aldırarak işçi-

lerle sınıf devrimcisi arkadaşlarımızı birbirlerinden uzaklaştırmaya çalıştılar. Direnişin başlamasında önemli payı olan bu arkadaşlara karşı sendikacıların çeşitli engelleme girişimleri sonuç vermeyince bu sefer yöntemlerini değiştirdiler. Her gün fabrika önüne başka bölgelerden işçi taşıdılar. Dayanışma fikri doğruydu ama direnişin soğumaya, çözülmeye yüz tuttuğu koşullarda yaraya merhem olamazdı. Direniş yerine haftada bir ya da iki gün gelen, ateşi sönmüş umutsuzca bekleşen az sayıdaki işçilerin birbirlerine güveni ve direnişin başarısına inançları, umutları zayıfladı. İşçi umut almadığı başarıya ulaşacağına inanmadığı direnişi neden devam ettirsin ki? Birçok Sinter Metal işçisi ya direnişi bıraktı ya da sendikalı olmaktan vazgeçti. Az sayıda işçiyle direniş devam ediyor. Zayıflayan, kendi kabuğuna çekilen, başka iş yerlerinden işçilerle buluşmayı önüne hedef olarak koyamayan Sinter direnişi ne yazık ki yenilmiş durumdadır. Bu sonuçta sendika bürokratlarının payı büyüktür. Sinter direnişini ilk başladığı zamanlarda işçilerin başka iş yerlerindeki işçilere giderek direnişlerini anlatma isteği yine bu bürokratlar tarafından engellenmişti.

Gürsaş direnişi İkincisi biraz daha küçük bir işletme olan Gürsaş direnişi. Bu direniş de Sinter Metal direnişi gibi 5 Şubat 2009’da fabrikanın işgaliyle başladı. Bu direnişin önemli farkı, buradaki arkadaşların sendika bürokratlarından bağımsız tutum alabilmeleriydi. Mücadelelerini, komşu fabrika Sinter Metal işçileriyle birlikte yürütmeye çalıştılar. Ortak direniş komitesi kuruldu. Başka fabrikalardaki işçilere hem Gürsaş hem de Sinter direnişini anlatmak, mücadeleyi başka bir düzeyde bölgede çalışan işçilerin ortak mücadelesi haline getirmek için çaba da harcandı. Sendika bürokratlarının buna tepkisi “böyle şeyleri bizden habersiz yapmayın, yaparsanız yalnız kalırsınız” biçiminde oldu. Sen-

dikacıların istediği bir durum değildi bu. O yüzden her fırsatta sendika şube başkanının türlü ayak oyunlarıyla başa çıkmaya çabaladılar. Sendika önlüklerinden direniş çadırına kadar sendikanın vermesi gereken hemen hemen her türlü destek ve malzemeyi sendikacılarla kavga ederek almaya çalıştılar. Sinter Metal direnişinin her geçen gün güç kaybetmesi Gürsaş fabrikasında, dışarıda direnişi sürdüren işçilerle halen çalışan işçilerin birliği ve ortak hareketi sağlanamadı. Bu direniş de fiilen bitirilmiş oldu.

Neden başarılamadı? Bu iki direniş ve yarattığı etki hem umut anlamında hem de umutsuzluk üreten başarısız örnekler olması bakımından önemlidir. “Bu işçilerden birşey olmaz kendisi için sınıf olmayı bile beceremiyorlar” diyerek işin kolaycılığına kaçanlara, “sınıf çürümüştür geçmişinde yarattığı sınıf kültüründen uzaklaşmıştır” diyenlere şu bir defa daha hatırlatılmış oldu: Kendi haline bırakılmamış çeşitli dolayımlarla müdahale edilen ve sınıf siyasetiyle politikleştirilmiş işçiler kavga vermek gerektiğinde kavgadan ve örgütlü duruş sergilemekten kaçmıyorlar. Yeni bir sınıf kültürünün yapı taşlarını kendi aralarında yeşertebiliyorlar. Böyle örnekler çoğaldıkça ve işçi sınıfı kendisi için gerçek anlamda yakıcı meselelerde ortak tutum almayı becerebildiği, becerebildiğimiz ölçüde yeniden tarih sahnesine kurucu bir sınıf olarak çıkabilecektir. Bunun olabilmesi için ne yapmak gerekeceğiyle ilgili görüşlerimi bir kaç madde halinde sıralamaya çalışacağım: n Sınıf çalışmasında ısrar ve inat eden, sınıftan kaçmak yerine onun verili durumunu değiştirmek için çaba içinde olanlarla bulunduğumuz her alanda elbirliği, güç birliği yapmalıyız. n Var olan sendikaların şu andaki durumlarına eleştirel bakan, bunlarla hesaplaşmaya


E&O3_2:Layout 1 01.11.2009 23:39 Page 17

EKMEK & ÖZGÜRLÜK 17

çalışan aynı zamanda işçilerin sendikalı olabilecekleri bir mücadele hattı oluşturmak için mücadele etmeliyiz. n Yukarıda söylediğime paralel olarak sendika bürokrasisiyle uğraşmak yerine onu deşifre ederken işçilerin yönetici becerilerini geliştirmeye yönelik faaliyetler sürdürmeliyiz. n Salt işçici bir söylemden uzak durup toplumsal prole-

tarya kavramını pratikte ve teoride öne çıkartacak bir dil ortaklığı yaratma çabası içinde olmalıyız. n Yasal mevzuatlara sıkıştırılmış sendikalı olma çabalarının yerine meşruluğunu haklılığından ve gücünden alan sendikalaşma çabaları içerisinde olmalıyız. n İşçi sınıfının kurtuluşunun sadece ekonomik mücadeleyle

değil bununla birlikte yönünü iktidara yönelten ve onu alma iradesinin kurucu faaliyette ön planda tutan siyasal mücadele ile olanaklı olduğunu öne çıkartan pratik çalışma tarzı geliştirmeli, ekonomik alan -siyasal alan ayrımını ortadan kaldırmak önceliğiyle hareket etmeliyiz. n Sendikaların kapsayamadığı ve bence çok da kapsamak

Kent AŞ direnişi Ankara’da Sosyalistlere düşen görev CHP’yi ve genel başkanını baskı altına almak iki yüzlü “halkçı sosyal belediyecilik” yalanlarını teşhir etmek Cavit Uğur İzmir’de iki belediyenin bölünmesi bahanesiyle Karşıyaka belediyesinin KENT A.Ş. şantiyesini tasfiye edip buradaki hizmetleri taşeronlaştırılarak işten atılan 276 işçi 16 eylülde İzmir’den hareketle tam 650 km yürüyerek her yerleşim yerinde sloganlarla ,açıklamalarla haklı taleplerini dile getirerek 17 ekimde taleplerini Ankara’ya taşıdılar. Günlerdir Abdi İpekçi parkında kamp kurup CHP genel başkanı Deniz Baykal’la görüşmeyi ve ve Karşıyaka’nın CHP’ li belediye başkanına söz geçirmesini istiyorlar. Ancak CHP Genel başkanı ne kameralı ne de kamerasız hiçbir şekilde işçilerle görüşmeyi kabul etmiyor. İzmir de olduğu gibi genel merkezde de bütün CHP yöneticileri işçilerle görüşüp onlara hak verdiler Sonunda Kemal Kılıçdaroğlu dahi işçilerin taleplerini haklı bularak “haklısınız ama alacağınız yok” demiş (!) “Sosyal belediyecilik” teranele-

Kent AŞ işçileriyle dayanışmada Çalış-Der’den emekçiler de etkin oldu

riyle seçim kazanan ve seçimlerde en çok Genel-İş e bağlı işçileri seçim propagandalarında çalıştıran CHP belediyeleri diğer burjuva partilerinden daha hızlı özelleştirmeci ve taşeronlaştırmacı kesildi. Kamusal hizmetlerde fahiş zamlarla da emekçi halkın kamu hizmetlerinden eşit ve kaliteli faydalanmalarının önüne geçtiler. İşçilik maliyetleri yüksek denilerek 300 işçinin yaptığı işi 550 taşeron işçisine yaptırarak sendikalı işçileri işten attılar Amaç belediye hizmetlerini de sermaye için sömürü alanı haline getirmek aynı zamanda örgütlü işçi hareketini ortadan kaldırmak. Kent A.Ş. işçisinin direnişi sendikal mücadele ve kamusal hizmetlerin özelleştirilmesine karşı önemli bir kavga. Bu kavgayı kazanmalıyız. Kriz bahanesiyle bir kez daha azalan kar oranlarını yükseltmek ve ne kadar varsa örgütlü işçi mücadelesini ortadan kaldırmaya dönük bu sermaye saldırısı püskürtmek

bütün emek güçlerinin ve sosyalist hareketin ortak sorumluluğu. Bu işçi kardeşlerimiz tam 180 gün polis ve jandarma saldırılarına karşı işyerlerinin önünde çadırlar kurarak eşleri ve çocuklarıyla gün güneş, yağmur çamur demeden haklı taleplerini elde ekmek için mücadelelerini sürdürüyorlar.. Ankara’daki direnişleri sırasında Abdi İpekçi Parkı’nda “Barış Grupları”nın gelişlerine karşı gösteri yapan Hrant’ın katili Alperen faşistlerinin saldırısına maruz kaldılar. Üç işçi kardeşimiz hafif yaralandı. Polislerin önceden alan yaratarak gerçekleştirildiği bu saldırı Kürt ve Türk emekçilerin ortak kaderlerinin de bir yansısıydı. İşçiler eylemlerinin başladığı ilk günden itibaren örgütlü bir şekilde taleplerini bütün İzmir halkı ve kamuoyu ile paylaşarak diğer emekçi örgütlerinin de desteğini almaya çalıştılar ama hak ettikleri ilgiyi yakalamakta güçlük çektiler. Hatta 30 gün boyunca 650 km yürüdük-

istemedikleri küçük atelye, merdiven altı atelyelerde kayıt dışı çalışan sendikasız işçileri, bunlarla birlikte giderek büyüyen işsizleri örgütlenmenin yaşamsal önemde olduğunu bilincimizde ve kurucu faliyetimizde vazgeçmeyeceğimiz temel öncelikler yapmamız gerekiyor. Gelecek onu sınıfla birlikte kurmaya çalışanlarındır! leri halde “büyük medya”da hatta “küçük medya”da da haberleştirilmeye değer görülmediler. Ne iyi ki, Ankaralı emekçiler İzmir’den daha güçlü bir sahiplenmeyle işçileri yalnız bırakmadılar. Ancak, eylemin bu şekilde geniş bir zamana yayılması işçiler üzerinde bir yorgunluk hissi yaratma tehlikesi dışında 25 Ekim’de olduğu gibi faşistlerin ve polisin saldırılarına açık kalma riskini de artırıyor. Sorunun çözümü açısından Genel-İş sendikasının önündeki hedef Deniz Baykal’la görüşerek İzmir de ki belediyeler içerisinde bu 276 işçinin çeşitli yerlerde kadrolu ve sendikalı olarak işlerine dönmelerini sağlayarak çözülmesi, olarak özetlenebilir. Son derece haklı ve doğru bir yöntem olmakla beraber eksiktir. Sorunun bu noktada düğümlenmesinde sendikanın CHP ile kuruduğu problemli ilişki de önemli bir neden oluşturuyor. Çünkü CHP ve onun belediyelerinin de kamusal hizmetlerin sermaye alanına açılmasına herhangi bir itirazları olmadığı gibi özünde bu neo-liberal politikaları da savunuyorlar. Bu gerçeği ihmal ederek sonuç almanın zorluklarını göz ardı edemeyiz Geldiği nokta itibariyle emek güçlerine ve sosyalistlere düşen görev CHP’yi ve genel başkanını baskı altına almaktır. Onların iki yüzlü “halkçı sosyal belediyecilik” yalanlarını teşhir ederek işçilerin haklı taleplerinin kabulü için daha büyük ortak etkinlikler düzenlemek işçilerin mücadelesini başarıya ulaştırmanın en etkin yolu.


E&O3_2:Layout 1 01.11.2009 23:39 Page 18

18 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Emek

Bursa'da kriz ağır ama işçi direnişi sürüyor Örgütlenen ve haklarını arayan işçiler kısmi de olsa başarı kazanıyor; geri çekilenlerse emeklerinin ürününü patronlarına bağışlamakla kalıyor Rahim Dede (*) Büyük ölçekli fabrikaların yanı sıra çok sayıda küçük tekstil atölyesinin ve büyüklere girdi sağlayan taşeron firmanın bulunduğu Bursa'da kriz ağır geçiyor. Kapitalizmin krizi işçilere soluk aldırmıyor. Siyasal bilinçten henüz yoksun emekçiler kurtuluşu tek başına ararken örgütlü davranabilenler kısmen başarılı oluyorlar. İşçi Hakları Derneği'ne başvuranlar arasında işyeri kapatılanların yanında bir işi olduğu halde ücretini alamayanlar, ücretsiz izinler nedeniyle zor duruma düşenler de var. İşsiz ve mağdur çekirdek ailelerin geniş aile ocağına, köyünde yeri yurdu olanların köylerine döndüğünü görüyoruz. Geçici çözümlerin çözüm olmadığını bilmelerine rağmen başka alternatifleri olmadığından yapıyorlar bunu.

Büyük fabrikalarda hak mücadelesi Cavit Çağlar'ın krizi gerekçe göstererek -aslında yurtdışına yöneldiği için- kapattığı Sifaş ve Nergis Tekstil işçilerinin sırf tazminatlarını almak için çalmadıkları kapı kalmadı. İşçi Hakları Derneği'ne de geldiler. Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) ile Çağlar arasındaki anlaşmazlık nedeniyle işçiler muhatap bulmakta zorlandılar ve uzunca bir süre mağdur edildiler. Alacaklarını, işverene ait diğer işletmelerden ve patronun özel mülkünden tahsil etmeye kalktıklarında yasal engellerle karşılaştılar. Sonunda alacaklarını kısmen tahsil edebildiler ve

Bursa’da İşçi Hakları derneğinini ‘de aralarında olduğu kitle örgütleri işten çıkarmalara karşı mücadelede

mücadeleden çekildiler. Bursa'daki en büyük fabrikalardan Tofaş ve Renault'da çalışan işçiler de krizden nasibini aldı. Tofaş fabrikasından iki bine yakın işçi çıkarılmasına rağmen yalnızca iki kişinin işe iade davası açarak kötü niyet tazminatı aldığını biliyoruz. Oyak Renault fabrikasından da yüz elli işçi çıkarıldı. Derneğe gelen bir kısım Renault işçisine tazminatlarını almış olmalarına rağmen işe iade davasını kazanabileceklerini söyledik. Kâr eden bir fabrikanın kriz gerekçesiyle eleman çıkaramayacağını; dava açtıkları takdirde kazanabileceklerini anlattık. Türk Metal sendikasının aksi yöndeki tavsiyelerine ve işveren tarafının, "tazminatlarınızı aldınız, dava açmayın" basıncına rağmen 47 işçi, derneğimizin yönlendirmesiyle dava açtı.

İş Mahkemesinden çıkan karar Bursa 5'inci İş Mahkemesi, "23 işçinin çıkarılmasında hakkaniyete, yasalara uygun davranılmadığı"na karar verdi. Kararda, "işyerinin önceki yıla göre kârlılığını sürdürdüğü, şirketin mal varlığında önemli bir değişiklik olmadığı, ilk giren son çıkar ilkesine uyulmadığı, işçilerin iş akitlerinin feshinden sonra fabrikada işlerin yoğunlaştığı, feshin son çare olması ilkesine uyulmadığı, çıkarılma nedeninin ekonomik krizden kaynaklanmadığı" gibi nedenler sıralanıyordu. Mahkeme, yasal süre içerisinde işe başlatılmadıkları takdirde işverenin ödemesi gereken tazminat miktarlarını da belirlemişti. Oyak Renault kararı temyiz etti ancak Yargıtay'dan onaylanmasını bekliyoruz. Diğer mahkemedeki 24

işçinin davasının da aynı şekilde işçilerin lehine sonuçlanacağını umuyoruz. Yargıtay'da bu şekilde kesinleştikten sonra karar birçok işyerinde emsal olacak. Derneğimiz aleyhindeki konuşmalar ve Türk Metal'in etkisinde kalarak dava açmayan Renault işçileri, davanın kazanıldığını duyunca İşçi Hakları Derneği'ne gelerek dava açmak istediklerini söylediler. Bu davanın sonucundan kendilerinin de yararlanıp yararlanamayacaklarını sordular. "Birincisi, işe iade dava açma süresi bir aydır. Bu süreyi kaçırdınız. İkincisi, sendikacılığı meslek haline getirmiş, adeta işveren örgütü gibi çalışan Türk Metal sendikasından yediğiniz kazığı unutarak bu çevrenin sözlerini dinlemenin cezasını çekiyorsunuz. Dava açmayan işçiler kıdem duru-


E&O3_2:Layout 1 01.11.2009 23:39 Page 19

EKMEK & ÖZGÜRLÜK 19

Emek muna göre, on bin ila on sekiz bin lira arasında değişen tazminatı işverene bağışlamış oluyorlar. Bunun sorumlusu size bu telkini verenlerle siz kendiniz oluyorsunuz", dedik. Dava açan işçiler sorunlarını Bursa kamuoyuna duyurmak için 1 Mayıs'a, "işten atılmalara son" mitingine katıldılar; televizyonlara, medyaya çıktılar. Hak verilmez alınır, mücadele eden kazanır gerçeğini ispatlamış oldular.

Otomotiv yan sanayisinde "sıfır zamma hayır" Krizi fırsata çevirmek isteyen Asemat ve Asil Çelik işverenleri, krizi bahane ederek sıfır zamda ısrarcı oldular. Böylece, hem kâr ettikleri halde zamsız toplu sözleşme yapmış olacak hem de Birleşik Metal sıfır zamma imza attı yaygarasıyla kendi has sendikaları Türk Metal'i işyerine sokmaya çalışacaklardı. Birleşik Metal ve işçiler bu oyuna gelmeyerek greve gittiler. Bu yazı yazıldıktan sonra Asil Çelik'te grev bitirildi ve toplu sözleşme imzalandı. Yedi ay süren bir eylemin zorluklarını hatırda tutarak grevin sonuçlarını daha sonra tartışacağımızı umuyorum. 12 Eylül'ün yasaları öteki haklar gibi grev hakkını da kuşa çevirdiği için, Asemat'ta bir taraftan yasal grev yapılıyor; diğer taraftan greve katılmayan veya daha önce işten çıkarılan işçiler üretime devam ediyordu. Grev kırıcılığı yapan işçiler bir gün, aynı durum kendi başlarına geldiğinde, ne kadar kötü bir iş yaptıklarını anlayacaklar ama iş işten geçmiş olacak. İşçi sınıfı, haklarının mücadeleyle kazanılıp korunacağını öğrenmediği; bu sistemin kapitalist sistem olduğunu kavrayıp kendi düzeni için savaşmadığı sürece ezilmeye devam edecek. Bunun yolu da kendi sınıf örgütlerine girip çalışmaktan ve sahiplenmekten geçiyor. İnsanlığın kurtuluşu ve kendi geleceği işçi sınıfının yürüteceği mücadeleye bağlı. * Bursa işçi Hakları Derneği Başkanı

Turşu fabrikasında on iki saat Orada gördüklerimi, çalışan kadınları düşünmeden edemiyorum hala; onbeş-onaltı yaşlarında yorgun bedenleri, yorgunluktan çökmüş yüzleri… Ben, arkadaşlarım ve bütün bu insanlar neyin bedelini ödüyoruz? Zeliha Engin Kadın olmak zor iş. Evine, çocuklarına bir lokma ekmek götürebilmek için 12 saat çalışarak asgari ücret gibi komik bir rakama mahkum olmak zor iş. İnsanlık dışı bir sömürü altında, tuvalete bile izinle gittiğiniz, iş arkadaşınızla konuşmanızın dahi yasak olduğu bir çalışma ortamında gündelikçi, aylıkçı kadın olmak da zor iş. İş yerinde patron tarafından, evde kocası tarafından sömürülen, benliğini bulamamış kadın olmak, bunların hepsine birden katlanmak çok zor. Dokuz yıldır bir mali müşavirlik ofisinde muhasebecilik yapıyordum. Malum, kriz yüzünden işyerinde işler bozulunca bana çıkış verildi, yani kriz beni teğet geçmedi ve işten çıkarıldım. Geçtiğimiz Haziran ayından beri işsizdim ve özel sektörde işçi olarak çalışan eşimin maaşı da geçimimize yetmiyordu. Bir yandan kredi taksitleri, üniversiteye yeni başlayan kızımın yurt-harç masrafları, diğer yandan lisedeki iki çocuğumun okul masrafları nedeniyle acilen iş bulmam lazımdı. Komşum olan iki kadın arkadaşım bir turşu fabrikasına iş başvurusu yapmışlardı,bana da önerdiler. Daha önce yaptığım işle hiçbir alakası olmayan bir işti ama çaresizlikten gidip ben de başvurdum. İş şartları kötüydü, asgari ücret,12 saatlik çalışma, yol parası yok ve 12 saatin 10 saati normal çalışma, 2 saati zorunlu fazla mesai. Üç arkadaş konuştuk, onlar da benim gibi çalışmak zorunda oldukları için birlikte denemeye karar verdik. Bizi gece vardiyasına verdiler, akşam yediden sabah yediye kadar çalışacaktık.

Ertesi gün fabrikaya gittik. Bizimle birlikte işe başlayan kadınlar arasında, bazıları günlük yevmiyeye çalışan birçok lise öğrencisi de vardı. İşe başlama saati geldiğinde üzerimizi değiştirmek için soyunma odasına girdik. Orada gördüklerim karşısında şok oldum. Küçücük bir odada sadece ustabaşı kadınların yararlanabildiği birkaç dolap vardı, yerler su içindeydi ve içeride nefes almak çok zordu. Giyinip odadan çıktık. Ustabaşı bize yapacağımız işi gösterdi. İşimiz turşuluk biberleri ayıklamaktı, kolay gözüküyordu. Hepimize üzerine oturacağımız birer biber sandığı verdiler ve fabrikanın bahçesinde biberleri ayıklamaya başladık. İlk başta kolaydı ama zaman geçtikçe hep aynı pozisyonda oturmaktan bacaklarımız tutulmaya başlamıştı. Doğal olarak arada bir lavaboya gitmemiz gerekiyordu. Lavaboya gitmeye yeltendiğimizde işçilerden biri, gitmek için ustabaşından izin almamız gerektiğini söyledi. Sonra kadınlar anlatmaya başladı; tuvalete giderken izin istiyormuşuz, çalışma esnasında birbirimizle konuşmak yasakmış ve on iki saatlik çalışma süresince sadece yarım saat yemek molasından başka mola verilmiyormuş. Bu şekilde saatlerce çalıştık. Sabaha doğru artık ellerimiz tutmuyordu, biberleri yumruklarımızla vurarak ayıklıyorduk. Paydos zamanı geldiğinde bitmeyecek sandığım saatler sonunda bitmişti. Benim içinse bir daha başlamamak üzere bitmişti, pes etmiştim, arkadaşlarım da öyle, hatta bir arkadaşım dayanamayıp ağlamaya başlamıştı. Evet, ben bir daha orada çalışmayacaktım fakat orada gördüklerimi, çalışan kadınları düşünmeden edemiyorum hala; onbeş-onaltı yaşlarında yorgun bedenleri, yorgunluktan çökmüş yüzleri… Ben, arkadaşlarım ve bütün bu insanlar neyin bedelini ödüyoruz? 21. yüzyıl için bilgi, teknoloji çağı diyorlar. Ama nedense bu teknoloji çağında bizler insanlık dışı bir sömürüye maruz bırakılıyoruz. Yok, krizdi, yok işsizlikti, zengin yine zengin, olan yine yoksul emekçi halka oluyor; bu bilgi çağı denilen çağda daha fazla yoksulluk çekiyoruz. Sömürdükleri yetmiyormuş gibi şimdi de krizin bedelini bizlere ödetmeye çalışıyorlar. Böyle bir sömürüye maruz kalan biz kadınlar ise kendimiz için, gelecekteki çocuklarımız, kadınlarımız için sömürülmeden yaşadığımız eşit ve adil bir yaşam istiyorsak mücadele etmeliyiz.


E&O3_2:Layout 1 01.11.2009 23:39 Page 20

20 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Emek

KESK: Nereden nereye? KESK’in bir tıkanma yaşadığı gözle görülen bir gerçek, bunda dışsal etkenlerin rolü olsa da örgüt sorunları çözmeye içeriden başlamalı Öznur Ağırbaşlı Uzun bir geçmişi olan örgütlerde olumsuz bir gelişme yaşandığında, "nereden nereye" diyerek hayretimizi dile getiriyoruz. Ne yazık ki bu deyimi fazla uzun bir tarihi olmayan Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) için de kullanmak durumundayız. Kamu emekçileri sendikalarının kurulmaya başlamasından 19, KESK’in kurulmasından ise sadece 14 yıl sonra, başladığımız yer ile bugünkü durum arasındaki geniş bir açı oluştu. Bu duruma nasıl gelindiğini anlamak için geçmişe uzanmak gerekiyor. 1980’li yıllar işçi hareketi için birkaç olumsuz gelişmeyi birden getirdi. Bir yandan kapitalizmin krizine bağlı olarak dayatılan yapısal değişikliklere ayak uyduramayan geleneksel sendikacılık güç yitirirken, diğer yandan reel sosyalist bloktaki çözülmeler sosyalizmin krizine dönüştü ve işçi hareketi burjuvazinin ideolojik saldırılarını göğüsleyemez hale geldi. Bütün bunların üzerine 12 Eylül’ün ağır baskıları eklenince olumsuz tablo iyice ağırlaştı. 1987 bahar eylemlerinin boğucu havayı biraz dağıttığına tanık olduk; ne var ki bu durum da uzun sürmedi.

KESK'in kuruluşu Sosyalistlerin başını çektiği kamu emekçilerinin, birleşik işçi hareketi talebiyle yeniden ortaya çıkışı işte böyle bir ortamda yaşandı. Bu çıkış, burjuvazinin dayattığı memur kimliğiyle mavi yakalı-beyaz yakalı ayrımının reddine dayalıydı ve sendikal hareketi yeniden yapılandırma umudunu diriltti. Ancak ortak örgütlenme talebi işçi sendikaları yöneticilerinin bürokratik kaygıları nedeniyle karşılık bulmayınca, 1995’te KESK’in kuruluşu bir zorunluluk oldu. Buna rağmen kamu emekçileri, devletin sahte sendika yasa tasarısına karşı “ortak çalışanlar yasası” talebini yükseltmeyi sürdürdüler. Kurulduğu ilk andan beri devlet açısından problem oluşturan KESK, tüm baskıları, kapatma girişimlerini, sürgün, ceza ve soruşturmaları boşa çıkaracak fiili ve meşru bir mücadele hattında ilerledi. Bir yandan

kendini devlete kabul ettirme mücadelesi verirken, diğer yandan alan sorunlarıyla ilgileniyor, bunun yanı sıra demokrasi mücadelesinin gereklerini yerine getiriyordu. Hem sendika içindeki kesimlerin görüş ve önerilerini, hem de üyelerin taleplerini dikkate alan bir yerden politikalarını oluşturdu. Katılımcılık, alan ve alanın dışındaki sorunlara duyarlılık, emekçiler ve toplum nezdinde KESK’in meşruluğunu güçlendirdi.

28 Şubat ve KESK'in etkisizleşmesi Burjuvazi, dünyanın her yerinde kendine muhalif örgütlenmeleri kontrol altına alabilecek her yönteme başvurur, toplumsal muhalefetin güçsüzlüğü oranında da bunda başarılı olur. Bu anlamda 28 Şubat süreci KESK için bir milat sayılabilir. Aslında sürecin başında diğer konfederasyon ve

meslek odalarının dışında bir tavır almış, muhalif duruşunu koruyarak “ne darbe, ne şeriat” sloganı ile 28 Şubat saflaşmasında kendine üçüncü bir yol açmıştı. Ancak KESK, bundan böyle her durumda bir üçüncü yol arayışına girdi ve böylelikle kendini koruyarak büyütme refleksini geliştirdi. Bu durum tam da 28 Şubat rüzgârının KESK’i sürüklediği yeri göstermektedir. Hiç kuşkusuz KESK’in etkisizleşmesinde toplumsal muhalefetin parçalı yapısının da payı olmuştur. 28 Şubat süreciyle birlikte KESK, ücret sendikacılığına zemin hazırlayan tepki eylemleriyle yetinmiş, demokrasi mücadelesinden uzaklaşan her sendika gibi, "kendini korumak" adına, popülist ve ekonomik taleplerle politika yapmaya başlamıştır. İşçi sendikala-


E&O3_2:Layout 1 01.11.2009 23:39 Page 21

EKMEK & ÖZGÜRLÜK 21

rının zaten bir varlık gösteremediği, KESK’in de dinamizminin yok olmaya yüz tuttuğu bir anda Emek Platformu'nun oluşturulması ve KESK’in de bu yapıda yer alması, böylesi bir sürecin ürünüdür. Emek düşmanı burjuvaziyle emekçileri uzlaştırma kurulu olan ESK (Ekonomik ve Sosyal Konsey) içerisinde yer alan; demokrasi mücadelesini eksen almayan; uzlaşmacı, şoven, militarist, cinsiyetçi, hatta faşist yapıların başkanlarıyla oluşturulan; emekçilerden ziyade sendika bürokratlarının üst birliği olan bu yapıyı “emek platformu” olarak değerlendirmek için epey bir zorlama gerekiyordu. Ancak KESK yönetimi yapılan uyarılara aldırış etmeyerek yalnızlaşma korkusuyla bu yapılanmanın içinde yer almayı sürdürdü. Çok geçmeden de Emek Platformu’nun gerçek yüzü ve birlikteliğin yürümeyeceği ortaya çıktı. Ama platform başka bir iş başardı. Bir yandan KESK'i ehlileştirirken diğer yandan faşistlerin yönetimindeki Türkiye Kamu-Sen’e meşruluk kazandırdı. Emek Platformu’na içeriden müdahale ederek orayı dönüştürme projesinin suya düşmesi bir yana dönüştürülen KESK’in kendisi oldu.

Sahte sendika yasası ve üye sayısında gerileme Bir başka kırılma, sahte sendika yasasının çıkışı sırasında yaşandı. Yasanın mecliste görüşülmeye başlandığı günden itibaren, yasanın çıkacağı ön kabulü üzerinden geliştirilen eylemler sonuç alıcı olamadı. Hak alma mücadelesini, işçi sınıfının bütünlüğünü engelleyen; grev ve toplu sözleşme hakkını içermeyen bir yasanın çıkışını başarı olarak değerlendirmek, yasanın izin verdiği ölçüde sendikacılık yapma anlayışını geliştirdi. Ancak bu süreci başarılı olarak değerlendiren KESK yönetimi, “sıra yetki almakta, sıra üye sayımızı artırmakta” diyerek, ayakları yere basmayan örgütlenme kampanyaları düzenledi. Oysa kamu emekçileri sendikaları ilk kuruldukları dönemlerde üye sayılarının çok üzerinde bir etki alanına sahipti. Üye sayısının artışına paralel, değiştirici/dönüştürücü bir sendikal eğitim çalışması yürütülemediğinden, burjuva ideolojisinin etkisindeki üye sayısı hızla çoğalmış, sendika yönetiminde olmayı her şeyden üstün gören siyasi anlayışlar, bu üyelerin geri yanlarına yaslanarak politika yapmaya başlamışlardır. Sahte sendika yasasının bir başka olumsuz etkisi profesyonel yöneticilik konusunda oldu. O zamana kadar işyerlerine ve sınıfa yabancılaşmış bürokrasiyi sendikal hareketin krizinin nedenlerinden biri olarak gösterenler, biraz da siyasi

kaygılarla profesyonelliği savunur oldular. Oysa KESK’ten beklenen kendi öz gücüyle fiili durumlar yaratmasıydı. Örneğin genel merkez yöneticilerinin haftada 4, şube yöneticilerinin haftada 8 saatten fazla çalıştırılmaması için mücadele etmesiydi. Bu işleyişin bir lütuf değil, verilen mücadele sonucu, toplu sözleşmelerle yasal güvenceye alınmış hak haline getirilmesini sağlamaktı. KESK kongreleri de asıl olarak bu anlayışların tezahürü biçiminde gerçekleşmiştir. Tüzük taslağı hazırlama komisyonları belli sendikal yapılardan oluşturularak çoğulculuk, kapsayıcılık gözetilmemiş; yapılan tüzük değişiklikleri ise, yasaya uyumun zorunlu kıldığı değişikliklerin ötesinde, yasalcılığı geliştiren, merkeziyetçiliği güçlendiren, sendikal örgütün ihtiyaçlarından ziyade mevcut yönetimlerin siyasal ihtiyaçlarına yanıt veren bir çerçevede gelişmiştir. Devletle yüz yüze gelmeden ve çatışmayı göze almadan AB sürecinden medet uman, demokrasi mücadelesinin gerekliliklerini yerine getirmeden salt alanın sorunlarıyla yüzeysel bir biçimde ilgileniyormuş izlenimi veren, katılım mekanizmalarını üyelere kapatarak merkezi yanı güçlendiren bir KESK’in başarısızlığı kaçınılmazdı. Nitekim süreç böyle işledi. Oyunu rakibin kurallarıyla oynadığınız zaman -üstelik karşınızda oyunun ortasında kural değiştiren bir rakip varsa- gelinen noktaya şaşırmamak gerekir. Eski dönemde elde ettiği prestijle büyüyen KESK, kısa zamanda bu avantajını yitirdi. Sahte Sendika Yasası’nın çıktığı 2002 yılında 262 bin 348 olan KESK’in üye sayısı 2009’da 224 bin 413’e geriledi. Aynı yıllar arasında devletin desteğini arkasına alan Türkiye KamuSen'in üye sayısı 329 bin 65’ten 375 bin 990’a, MEMUR-SEN'in üye sayısı 41 bin 871’den 376 bin 355’e yükseldi. Daha önce Eğitim, Belediye ve Kültür işkollarında yetki alıp, hükümetle toplu görüşme ma-

sasına oturmayı çok önemli bir kazanım olarak gören KESK yöneticileri, yetkiyi kaybedince “Burada bir tiyatro oynanıyor. Biz bunun bir parçası olmayacağız” dediklerinde artık eski inandırıcılıklarını yitirmişlerdi.

Önümüzdeki süreç Bugün KESK’in bir tıkanma yaşadığı gözle görülen bir gerçektir. Bu duruma gelinmesinde elbette dışsal nedenler de etkilidir. Ancak bir örgüt öncelikle kendisinden kaynaklanan sorunları çözmekle yükümlüdür. Sendikal işleyişteki aksaklıklar, tabanın söz ve karar sahibi olamayışı, sendikal demokrasinin yerleştirilememesi, doğrudan katılım mekanizmalarının yaratılamayışı ve çoğunluk seçim sisteminin devam ettirilmesi gibi yapısal sorunlar çözülmeden bu tıkanmanın aşılma şansı yoktur. KESK’e bağlı sendikalar özellikle çoğunluk oldukları işyerlerinde güçlü işyeri örgütlenmeleri kurarak işveren nezdinde sahici bir taraf görüntüsü vermelidirler. KESK, özellikle eğitim ve sağlık gibi herkesi ilgilendiren alanların kamusal niteliğini koruma ve sermayenin bu alanları ticarileştirme/metalaştırma saldırısını savuşturma mücadelesinin, sadece o alanda çalışanların değil, bu hizmetlerden yararlanan herkesin mücadelesi olduğu gerçeğini bilince çıkaracak yaratıcı mücadele ve örgütlenme biçimlerini bulmak zorundadır. Tek başına KESK’i niceliksel olarak büyütme mantığı, sınıfın dünya ölçeğinde yaşadığı krize yanıt üretmediği gibi, nitel değişim ve dönüşümü de gerçekleştiremez. İşçi sınıfı ideolojisinin rehber alınmadığı durumda sendikaların kolayca egemen burjuva ideolojisinin taşıyıcısı konumuna geldikleri de unutulmamalıdır. İşçi sendikalarının birer devlet kurumuna dönüştürüldüğü, KESK’in ise sahte sendika yasası ile daha da ehlileştirilmeye çalışıldığı bir süreçte, önümüzdeki görev; işçi hareketinin birleşik örgütlülüğü ve mücadelesi temelinde, devletten ve sermayeden bağımsız, fiili ve meşru mücadele hattında, sendikal hak ve özgürlükler mücadelesini, grev ve toplu sözleşme hakkı elde edilinceye dek sürdürmektir. Bunun yanında kongreleri, güvenin tazelendiği, alanın ve toplumun sorunlarına duyarlı, sendikal yeniden yapılanma olanaklarının elde edildiği bir tartışma ve politika üretme zemini olarak kurgulama zorunluluğu açıktır.


E&O3_2:Layout 1 01.11.2009 23:39 Page 22

22 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Foto: mirmidon;flickr.com

Biyopolitik

Sağlıkta ne, kim için dönüştü? Birinci yılı dolarken “Sağlıkta Dönüşüm”ün sermayenin sosyal sorumluluğu paylaşmaktan kaçınması, devletin halka “sağlık vergisi” dayatması demek olduğu ortaya çıktı Ata Soyer 1 Ekim 2009’da, AKP Hükümeti’nin yürürlüğe soktuğu SSGSS (Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası) Yasası’nın birinci yılı doldu. SSGSS, Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın (SDP) ana bileşeni. AKP hükümeti, sağlıkta dönüşüm adıyla sağlıkta çok iddialı adımlar attı. Hatta 2007 genel ve 2009 yerel seçim başarısında sağlıkta atılan adımların önemli payı olduğu ileri sürüldü. Bir yanıyla bakıldığında, gerçekten halk

yararına görülen adımlar söz konusuydu: “Devlet hastanelerinin tek çatı altında birleştirilerek, herkesin gidebilmesine olanak sağlanması; herkesin sosyal güvence kapsamına alınması; farklı sosyal güvencesi olanlar arasındaki farkların azaltılması; özellikle yeşil kart üzerinden yoksullara yeni haklar verilmesi; aile hekimliğine geçilmesi; yoksun bölgelere hekim gönderilmesi, vb.” Bu “olumlu adımların, günümüzdeki durumu ne?”, SDP ve SSGSS’de hangi noktadayız? Değerlendirmeye çalışalım.

Uygulama AKP’nin iddialarını boşa çıkardı AKP Hükümeti, bu iddialı adımları, toplam kamu sağlık harcamalarını reel olarak 3-4 kat arttırarak sağladı. Ancak, 2009’da yaşanan kriz ortamı, AKP’nin sağlıktaki atılımını gölgeledi. Gelinen noktada, ilk iddiaların yavaş yavaş geçersizleştiği bir tabloyla karşı karşıyayız. n Yük SGK’de: AKP’nin kamu sağlık harcamalarını arttırma girişimi, bir gerçekliği gizlemeyi amaçlıyor. 2009’da Sağlık Bakanlığı bütçesinin payı,

2002’ye göre ciddi bir gerileme gösterdi. Devlet bütçesinden artık sağlığa daha az pay ayrılıyor. Asıl yük, prim gelirleri ile finanse edilen SGK’ya (Sosyal Güvenlik Kurumu) yıkılmış durumda. n Yeşil Kart’ın yükü emekçilere bindi: AKP’nin yeşil kart sayısını ve yeşil kart harcamalarını arttırarak ciddi bir “yoksulluğu giderme politikası” sergilediği düşünülüyordu. Ama, aslında patronların değil, emekçilerin (SSK) kaynakları yeşil kartlılara kaydırıldı. Emekçilerin sırtından yoksulluk politikası uygulanırken, emekçiler de birbirlerine kırdırılmış oldu. n SGK açığı 8 kat arttı: AKP, GSS uygulamasını, eski sosyal güvenlik sisteminin “çok açık vermesi”yle gerekçelendirmiş, “devletin sırtından bu kamburu atacaklarını” ileri sürmüştü. Oysa, SGK’nın açığı son sekiz yılda sekiz kat arttı; 2008 itibariyle 26 milyar TL’ye ulaştı. Bu yıl ise, ilk yedi ayda, 16 milyar TL’yi geçti. n SGK prim gelirleri yarıya düştü: Prime dayalı sağlık sigortası sistemlerinin yürümesi, istihdamın yüksekliği ya da işsizliğin düşüklüğüyle ilgilidir. Ülkemizde zaten yüksek olan işsizliğin yanı sıra krizle birlikte bir milyona yakın insanın daha prim ödeyemez hale gelmesi, sistemin bu haliyle sürmesini olanaksızlaştırıyor. SGK, 2009 için öngördüğü prim gelirlerin, ancak yarısına ulaşmış görünüyor. n Vergi ve prim yanında katkı payı zorunluluğu: SGK’nın gelirlerinin giderleri karşılayamaz hale gelmesiyle başlangıçta kaldırılacağı söylenen “kambur” daha da büyürken “açık” giderek halka yıkıldı: Katkı payı ve hizmet kapsamı giderek daraltıldı. Eylül 2009’da yapılan bir değişiklikle şimdilik birinci basamak (sağlık ocağı veya aile hekimi), devlet ve eğitim hastanesi, özel hastanelere başvuranlardan sırasıyla 2-815 TL alınacak. Bunun anlamı, halkın sağlık hizmetine ulaşabilmesi için vergi ve prim dı-


E&O3_2:Layout 1 01.11.2009 23:39 Page 23

EKMEK & ÖZGÜRLÜK 23

şında ek bir bedel ödemesi. n Emeklilerden prim kesintisi: Başlangıçta emeklilerden sağlık primi kesilmezken, 2008 Ekiminden itibaren emekli memurlardan aylıklarının yüzde 13’ü kadar sağlık hizmeti kesintisi yapılmaya başlandı. n Çocuklar kapsam dışına itildi: 1 Ekim 2008’de yapılan yeni bir düzenlemeyle 18 yaşını doldurup, eğitimine devam etmeyen çocukların, sağlık hizmetlerinden yararlanma hakkı kaldırıldı. Yasanın en büyük propagandası, 18 yaş altı çocukların, ailelerinin sosyal güvencesine bakılmaksızın sağlık hizmetlerinden ücretsiz yararlanacağı şeklindeydi. Oysa, bu, yasada net olarak yer almadı ve ciddi sorunlar yaşanmasına yol açıyor. n İlaç kullanımına kısıtlama: İlaç harcamalarının kısılması kronik hastalığı olanlar için verilen süresiz raporların süresi, iki yılla sınırlandı. Bazı ilaçların kullanımı da, 6 ayla kısıtlandı. İlaç sayısı ve dozuyla ilgili kısıtlamalar da söz konusu. Böylelikle, tedavi sürecinin tamamlanması, arttırılan bürokratik engellerle zora sokulmuş oldu. n İthalata dayalı ilaç harcamalarının yükü halka: SGK sağlık harcamalarının yüzde 46’sı ilaca gidiyor. AKP’nin tüm propagandasına karşın, ilaç harcamalarında tasarruf bir aldatmacadan öte görünmüyor. Kurulan sistem, sağlık hizmeti ve ilaç tüketimini arttırıcı nitelikte. Dolayısıyla ağırlıklı olarak- ithalata dayalı ilaç harcamalarının miktar ve oran olarak büyümesi kaçınılmaz. Eğer koruyucu tıbbı merkeze alan bir değişiklik öngörülmüyorsa,“tasarruf”, kamu katkısının azalacağı, yükün halka yıkılacağı anlamına geliyor. İlaçta katkı payının artışı, bu çerçevededir. n Özel hastanelere gelir transferi: SGK sağlık harcamalarının diğer yönü, hastanelere doğrudur. 2002-2008 arasında 5 kat artan hastane harcamalarında, en göze çar-

pan gelişme özel hastane payının özellikle 2005 yılından sonra patlamasıdır. Bunun tipik sonuçları şöyle özetlenebilir: Birincisi, özel hastanelere giden para, üniversitelere gideni geçmiştir. Özel sektörün rekabet şansını kırdığı varsayılan üniversitelere hizmetten para kazanmanın yolu kesilmiş, onlara hizmet dışında eğitim ve araştırmadan da para kazanma yolu seçenek olarak sunulmuştur. Önümüzdeki dönemin tıp/sağlık üniversiteleri ve piyasalaşmış tıp eğitimi tablosu belirginleşiyor. İkincisi, ülkede özel hastane sayısı ve yaygınlığı artmıştır. Üçüncüsü, özel hastanecilik ağırlıklı, özel sağlık sektöründe tekeller oluşmaya başlamıştır. Dördüncüsü, özel sağlık sektörünün, özellikle yatan hasta, ameliyat ve doğum gibi durumlarda işlem payı daha da artmıştır. Tüm bunlar, sağlıkta bir kuvvet haline gelen özel sektörün, önümüzdeki dönem “katkı payının arttırılması” konusunda SGK’yı zorlayacağının, yani özelden yararlanmak için daha fazla ödeme yapılacağının da işaretleridir.

Sağlık piyasalaşırken, maliyet halka yıkılıyor Tüm bunlar, ne anlama geliyor? AKP hükümeti halka yalan mı söylemiştir, yoksa bu gelişmeler, krize bağlı ve geçici midir? Dünya Bankası destekli “sağlık reformu”, hemen tüm ülkelerde, özellikle de eski sosyalist ülkelerde son 10-15 yılın olağan uygulamalarıdır. Pazarlanma ve uygulama şekli benzerdir. Bu uygulamalar, Almanya’da ve kıta Avrupası’ndaki sağlık sigorta sistemlerine benzetiliyor. Oysa ciddi ve temel farklar söz konusu. Birincisi, 1880-1912 arasında Avrupa’da gündeme gelen sağlık sigortası sistemleri, yükselen toplumsal ve sosyalist muhalefeti bastırmayı amaçlıyordu. 1990 sonrası “reformlar” ise, işçi sınıfı mücadelesinin dibe vurduğu bir dönemde, uluslararası sermayenin ideolojik kurumlarınca yapılan dayatmalar şeklindedir. Başlangıçta

sadece çalışanları (ve zaman zaman ailelerini) kapsayan Avrupa sigorta sistemleri, istihdamdaki ilerlemeler ve refah devleti uygulamaları çerçevesinde devletler tarafından desteklenirken, 1990 sonrası uygulamalar, devletlerin sorumluluktan kaçışlarının bir göstergesi haline gelmiştir. Günümüzdeki “reformlar”, ilk uygulamaların aksine sermayenin toplumun sağlığına (ve sosyal güvenliğine, vb) katkı yapmaktan vazgeçişini yansıtan bir tercihin sonucudur. 1880-1912 süreci ve sonrası, işçi sınıfı ve sosyalist hareketin, sermayeyi, toplumun sosyal sorumluluğunda pay üstlenmeye zorladığı bir dönemken, günümüzde bu baskıyı hissetmeyen sermaye, artık çalışanlara, yoksullara kendisi üzerinden kaynak aktarılmasına karşıdır. Bu bağlamda, topluma bol propaganda ile sunulan GSS, aslında günümüze özgü bir sağlık vergisi olarak tezahür etmektedir. Ayrıca, günümüz sağlık sigortası ve “re-

formu”nun önemli bir başka özelliği de, sigorta üzerinden uluslar arası finans sermayesinin “reform” uygulayan ülkeye girmesine ve sigortanın sağlık hizmeti alımları üzerinden de çok uluslu sağlık tekelleri ve onunla bağlantılı yerel özel sektörün devreye sokulmasıdır. Bunda, kamu sağlık hizmetlerinin piyasalaşmasının ciddi bir rolü vardır. SSGSS ve SDP, kapitalizmin yeniden yapılanması çerçevesinde, sermayenin halk sınıflarının sosyal sorumluluğunu paylaşmaktan kaçınmasının ve dolayısı ile halk için yeni bir sağlık vergisinin uygulamasının adıysa, piyasalaştırılan sağlık alanının çok uluslu tekellere bir kâr alanı olarak açılmasında hızlanmayı bekleyebiliriz. Halk için sonuç, eğer müdahale edilmezse, sürecin maliyetinin halka yıkılması olacaktır. AKP Hükümetinin başlangıçtaki göz boyama amaçlı adımları da yavaş yavaş gerçek anlamlarına bürünecektir.

İstanbul’da 5 bin kişi SDP’nin iptali için sokaktaydı Sağlık örgütleri 18 Ekim’de İstanbul, Kadıköy’de "Vatandaşın Sağlığından, Sağlıkçının Emeğinden Tasarruf Olmaz" mitinginde AKP’nin "Sağlıkta Dönüşüm Programı”nın iptalini ve bütün vatandaşların ilaç da dahil sağlık harcamalarının genel bütçeden karşılanmasını" istedi. Mitinge sağlık örgütlerinin yanı sıra aralarında Ekmek ve Özgürlük taraftarlarının da bulunduğu sol siyasi parti ve örgütlere mensupbeş bini aşkın insankatıldı. Sağlık kuru-

luşları adına ilk konuşmayı yapan İstanbul Tabip Odası Genel Sek-reteri Hüseyin Demirdizen, AKP'nin sağlık politikalarını eleştirdi ve taleplerini sıraladı:

n Kamu Hastane Birlikleri ve "Tam gün" torba yasa tasarısı geri çekilsin, n Sağlıktaki farklı uygulamalara son verilsin, n Koruyucu sağlık hizmeti öncelensin, n Sağlık emekçilerine iş güvencesi sağlansın.


E&O3_2:Layout 1 01.11.2009 23:39 Page 24

24 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Biyopolitik

Domuz Gribi:

‘Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz ya dünyamıza inecek ölüm’ Domuz gribi ve benzeri salgınlar endüstriyel hayvancılığın kârlı gübreliklerinde doğuyor, yaygınlaştıkça ilaç şirketlerinin kâr kaynaklarına dönüşüyor

Nilay Aytan

Yaz molası veren domuz gribinin sonbaharda ciddi bir salgına yol açacağı beklenmekteydi; korkulan oldu. Şimdi aşının yan etkileri tartışılıyor. Öğrencileri ve sağlık çalışanlarını aşılamak salgını durdurmaya yetecek mi? Henüz bilinmiyor. Salgının ortaya çıkışı, yayılma koşulları bunun bir hastalıktan daha fazlası olduğunu ve kapitalist uygarlığın nasıl bir çıkmaza girdiğini görmemize imkân sağlıyor.

Endüstriyel çiftliklerin ortaya çıkışı İkinci Dünya Savaşı’ndan önce ABD’de, kümes hayvanı ve domuz yetiştiriciliği küçük

çiftliklerde yapılıyordu. Çiftlik ürünleri üretiminin düştüğü 1950'li yıllarda maksimum üretim ve kâr elde etmek için bu küçük çiftlikler tek bir çatı altında toplandı; üretim faaliyetleri Holly Farm, Tyson, Purdue gibi şirketlerin kontrolüne geçti. Kümes hayvanları ve domuzlar çok büyük popülasyonlar halinde yetiştirilmeye başlandı, eskiden bir çiftlikte 70 olan kümes havyanı sayısı 30 binlere kadar çıktı. İlk olarak ABD'de ortaya çıkan bu model bütün dünyaya yayıldı. Endüstriyel (kapitalist) çiftliklerde toplanan hayvanlar yeterli havalandırması olmayan ve hareket alanı neredeyse bulunmayan kafeslerde, çoğu kez gün ışığı gör-

meden yaşıyor. Bu koşullar hayvanlar arasında hastalıklara neden oluyor. Dar alanlarda, sıkışık bir şekilde yaşayan bu hayvanlarda bulunan virüsler, kolayca birinden diğerine geçerek hızla mutasyona uğruyorlar. Hayvanların kısa sürede maksimum düzeyde büyümeleri için sık sık antibiyotik iğneler yapılıyor. Aşırı antibiyotik kullanımı, hastalıklara yol açan dirençli mikroplar yaratıyor. Çiftlikler, çöp ve dışkılarla çevrili. Çiftliklerin çevresinde yaşayan insanlarda da çeşitli hastalıklar görülüyor. Örneğin salgının ilk çıkış yeri olan Meksika’da, Veracruz eyaletinin Perote belediyesine bağlı La Gloria kasabasında, bu sene 9 Mart’ta ilk ciddi solunum hastalığı vakaları patlak vermiş. Dünyanın en büyük tarım gıda şirketlerinden biri olan ve özellikle dünya domuz eti üretiminde en önde gelen Smithfield Foods şirketi burada bulunuyor.

Dünya Sağlık Örgütü on yıl önce uyarmıştı Bu çiftliklerin olası tehlikeleri daha önceki yıllarda da gündeme gelmişti. 1999 yılında Dünya Sağlık Örgütü Meksika’da olası bir domuz gribi dalgası konusunda uyarıda bulunuyor. Science dergisinin Mart 2003 tarihli sayısında yayınlanan bir makale, endüstriyel hayvancılığın hacminin artmasına; aşı ve antibiyotik kullanımının genelleşmesine dayanarak, domuz gribinin hızla gelişmekte olduğunu bildiriyor. Domuz gribinin ilk ortaya çıktığı yer olduğu belirtilen Granjas Carroll de Mexico (GMC) da bu türden bir endüstriyel domuz çiftliği. GMC dünya domuz ve domuz ürünleri endüstriyel üretimi ve yetiştiriciliğinin yüzde 50'sini elinde bulunduran Smithfield Foods tekeli bünyesinde yer alıyor. Smithfield Foods geçmişte Amerika’daki sivil toplum kuruluşları tarafından sık sık havayı, toprağı ve suyu kirletmekle suçlanmış; 1997 yılında da, içilebilir sulara ilişkin Amerikan yasalarını ihlal ettiği için oldukça yüksek bir para cezasına çarptırılmış. Smithfield Foods ve benzeri şirketler NAFTA (Meksika, ABD ve Kanada arasındaki Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması) anlaşması imzalandıktan sonra Meksika’ya taşınıyor. Bu anlaşma sayesinde şirketler hem ucuz işgücünden, yabancı sermaye teşviklerinden yararlanıyor, hem de çevre ve sağlık yasaları, Meksika gibi ülkelerde ABD’ye göre daha esnek. İlaç tekelleri ve sağlık hizmetleri İlacın hasta insanlar için hayati öneme sahip bir değer olması kapitalizmin ilacı metalaştırmasına engel olmuyor. Tersine bugün en çok kâr edilen alanlardan biri ilaç sektörü. Dünya ilaç piyasasının büyük bö-


E&O3_2:Layout 1 01.11.2009 23:39 Page 25

EKMEK & ÖZGÜRLÜK 25

lümü çok az sayıda çokuluslu ilaç şirketinin elinde bulunuyor. Domuz gribinin ortaya çıkışının ilaç tekelleriyle bağlantısı olabileceğini, yani bizzat bu şirketler tarafından çıkarılmış olabileceğini savunanlar da var. Bugün için kanıtlanamasa da, ilaç endüstrisinin durumu göz önüne alındığında bu iddia çok da olanak dışı gözükmemekte. Nitekim salgından sonra, kuş gribinde olduğu gibi, en etkili ilaçlardan biri olarak sunulan Tamiflu, merkezi Kaliforniya’daki Foster City’de bulunan Gilead Science İlaç Şirketi tarafından keşfedildi. Gilead, imalat ve ticaret haklarını çokuluslu İsviçre şirketi Roche’a bıraktı. George W. Bush’un başkanlığı sırasında görev yapan eski Amerikan Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, 1997 Aralık ayından 2001’de Pentagon’a atanmasına kadar Gilead Science’ın başkanlığını yaptı. Hükümete geldiği zaman Rumsfeld’in yaptığı ilk icraatlardan biri, Tamiflu'nun silahlı kuvvetler içerisinde zorunlu kullanımını ilan etmek oldu. Roche ve Gilead’ın kazançlarının ve sonuç olarak Donald Rumsfeld’in kişisel kârlarının ibresi yükseldi. 2003 yılından sonra Asya’da kuş gribi, H5N1 virüsü ve şiddetli solunum hastalığı (SARS) tehditleri ortaya çıktığı zaman, şirket borsada da yükselişler kaydetti. Do-

Domuz Gribi yada A/H1N1 Başlarda domuz gribi, daha sonrasında özellikle Kanadalı domuz yetiştiricilerinin tepkisi nedeniyle A/H1N1 ismiyle anılmaya başlanan hastalık bu yıl ilk kez Nisan ayında Meksika’da görüldü. Virüsler ancak mikroskop ile görülebilen, kendiliğinden enerji üretemeyen ve çoğalamayan, bunları yapmak için konak bir hücreye ihtiyaç gösteren mikro organizmalardır. A tipi grip virüsleri genetik malzeme alışverişi yapabilir ve birleşebilirler. Bu tür durumlarda, ebeveynlik yapan virüslerden farklı yeni alt tipler ortaya çıkar. Virüslerin taşıyıcılığını yapan insanların bu yeni alt tiplere karşı bağışıklığı bulunmayacağından, kıtalar muz gribinin ortaya çıkışından sorumlu olsun veya olmasın, mevcut koşullarda ilaç tekelleri en çok kazananlar tarafında yer almakta. Sağlık hizmetlerinin paralı hale getirilmesi, yoksulluk, yetersiz beslenme, kötü çalışma ve barınma koşulları, sağlıklı içme ve kullanma suyuna ulaşmanın zor-

arası, öldürücü salgınlar olası hale gelir. Hem kuş hem de memeli virüslerinin bulaşabildiği domuzlar, insan ve kuş virüslerine ait genetik malzemenin birleşerek yeni bir alt tip yaratması için gerekli ‘karıştırma teknesi” olarak işlev görebilmektedir. Virüsler tehlikelidir. Ancak domuz gribinin ve daha öncesinde kuş gribi, SARS, deli dana, kenelerin neden olduğu Kırım Kongo Kanamalı Ateşi gibi hastalıkların ortaya çıkışı, hastalıklara neden olan virüslerden daha tehlikeli bir gerçeğe işaret etmektedir. Sömürü ve kâra endeksli kapitalist sistem doğayı ve insanlığı yok oluşa sürüklemektedir. laşması bu tür salgınların etkisini ve yayılma hızını arttırıyor. Domuz gribi ve benzerlerinin ortaya çıkışı ve tüm insanlığı tehdit eden boyutlara ulaşması kapitalizmin kâra dayalı işleyişinin sonuçları. İnsanlık, kapitalizm onu yok etmeden ondan kurtulmalıdır.

Dünyada 1 milyarı aşkın aç insan var

Açlık kurbanlarının yüzde 70’ini kadın ve çocuklar oluşturuyor Kemal İşbilir Dünyada açlık sorunu çeken insanların sayısı ilk kez bu yıl bir milyarın üzerine çıktı. Yerkürenin nüfusunun 7 milyara yaklaştığı düşünülürse bu ra-

kam, her 7 insandan birinin yeterli kaloriyi alamadığı ve yeterli oranda beslenemediği anlamına geliyor. Mücadele programlarına rağmen son yirmi yılda açlık mutlak anlamda büyümeye devam etti. Yakın bir gelecekte durumun iyileşmesi ise söz konusu değil. Tam aksine; açlıkla savaş örgütleri, güncel ekonomik krizin ve gıda fiyatlarındaki artışın açlığı çok daha endişeli noktalara taşıyacağı uyarısını yapıyor.

Açlık Afrika'yla sınırlı değil Her yıl açlıktan en az 31 milyon insanın yaşamını yitirdiği tahmin ediliyor. Bunun 6 milyonu çocuk ve toplam çocuk ölümlerinin yüzde 60'ına açlık sebep oluyor. Birleşmiş Milletler (BM) Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) tarafından hazırlanan raporlara bakılırsa savaşlar ve silahlı çatışmalar açlığı arttırıyor ama bu tür gerekçeler yalnızca bahane. Açlığı, işsizliği,

eşitsizliği kapitalizmin ürettiği; krizde bankaları kurtarmak için harcanan paranın sadece küçük bir kısmı ile dünyamızdaki açlığın yok edilebileceği biliniyor. Beslenme ve açlık sorunu çeken 84 ülkeden 29’ unda açlık boyutları alarm derecesinde. Açlık krizi yaşayan ülkelerin en başında Afrika ülkeleri; Kongo, Burundi, Eritre, Çad ve Sierra Leone geliyor. Kongo'da halkın yüzde 76'sı yetersiz beslenmeyle karşı karşıya ve ölüm kalım savaşı vermekte. Açlık, Afrika dışındaki kıtalarda da ciddi bir sorun. BM verilerine göre Asya'da 642 milyon, Afrika'da 265 milyon, Güney Amerika'da ise 53 milyon insan aç yaşıyor. Sadece Hindistan’da 230 milyon insanın açlıkla boğuştuğu ve günlük ortalama 1 doların altında bir gelirle yaşamak zorunda olduğu belirtiliyor.

Ekonomik krizin etkisiyle sorun ağırlaşacak Dünya Açlık Örgütü, 21. yüzyılın 'açlık yüzyılı' olacağını söylüyor ve sorumluları uyarıyor; zira yukarıda açıklanan FAO verileri kapitalizmin aktüel krizini ve bu krizin uzun vadeli etkilerini içermiyor. Krizin sonu görünmediğinden, sonuçlarının hangi boyutlarda yaşanacağı henüz tahmin edilemiyor. Fakat kriz, az gelişmiş ve açlık sorunu yaşayan ülkeleri öteki gelişmiş ülkelerden daha çok etkileyecek; işin bu kısmı -fazlaca dillendirilmese de- biliniyor. Açlıkla savaş örgütleri, uluslararası topluluğun temsilcilerine seslenedursun, emperyalist kapitalizmin açlık sorununu kökten çözmek için herhangi bir niyeti ve programı yok. Göstermelik önlemler açlığı sadece kontrol edilebilecek noktalara çekmekle sınırlı kalıyor. Üstelik bunu bile başarmaları çok şüpheli görünüyor.


E&O3_2:Layout 1 01.11.2009 23:39 Page 26

26 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Kadın & Emek

Hayırseverliğin alternatifi ‘mikrokredi’ mi? Muhammed Yunus’a 2006 Nobel Barış Ödülü’nü getiren mikrokredi yaygınlaştıkça neoliberalizm altında kadınlaşan yoksulluğun çaresi olamayacağı daha açıkça görülüyor Nihal Tümay Kapitalist küreselleşmeyle emekçilere dayatılan neoliberal ekonomi politikaları yoksulluğu ışık hızıyla artırıp yayarken, küresel sermaye “yoksullukla mücadele” önlemleri arasında “mikrokredi”yi öne çıkarıyor. Ama uygulamanın gösterdiği gibi “mikrokredi”nin asıl işlevi yoksulları sisteme dahil ederek sermaye için bir tür emniyet supabı olması.

Yoksulluğun kadınlaşması “Mikrokredi”nin popülerleşmesiyle neoliberal ekonomik politikaların yaygınlaşması arasında yakın bir ilişki var. Sermaye birikiminin, yani sömürünün “yeniden yapılandırılması”na yönelik neoliberal düzenlemeler, emekçileri güvencesiz çalışmaya mahkûm etti. Sosyal hakların kısıtlandığı, tasarruf tedbirleri gerekçesiyle sosyal devlet uygulamalarından uzaklaşıldığı, “devletin küçültülmesi”yle el ele giden işsizliğin yanı sıra yoksullaşmanın da en ağır biçimlerde gerçekleştiği yaşam ve çalışma koşullarıyla karşı karşıya bıraktı. Bahar Yiğitbaş-Akça’nın “İktisat Dergisi”nde yazdığı gibi “bu (…) merkezinde kadınların gitgide daha fazla yer aldığı ve yoksulluğun kadınlaştığı bir tablo.” Bu zeminde yürütülen “mikrokredi” uygulamaları da “Yoksulluğu hızlı bir şeklide ve vergi verenler açısından asgari ya da sıfır masrafla ortadan kaldırmak” için elverişli bir yordam ve“serbest çalışma; pek çok örnekte olduğu gibi, ekonominin işe almayı reddettiği ve vergi verenlerin de sırtlarında taşımak istemedikleri kişilere yardımcı olabilecek tek çözümdür.” [( Türkiye İsrafı Önleme Vakfı Yayınları, 2003a: 16; vurgu B. Y.- Akça’nın ) Bahar Yiğitbaş – Akça İktisat dergisi Ocak 2006 ] Mikrokredi ne? “Mikrokredi”, adı üzerinde “minicik kredi” demek, yani çok küçük miktarda sermaye.

Muhammed Yunus’un Grameen Vakfı’nın bültenlerindeTürkiye’de biçki dikiş için verilen kredilerden söz ediliyor

“Mikrokredi” sağlayan kuruluşların hedef kitlesiyse daha çok kadınlar. Bu kuruluşlardan biri olan TİSVA’nın (Türkiye İsrafı Önleme Vakfı) internet sayfasında “mikrokredi” şöyle anlatılıyor: “Mikrokredi, dar gelirli kadınların kendi kendilerine gelir getirici faaliyette bulunmalarına imkan sağlayan küçük bir sermayedir.“Mikro kredinin amacı, klasik yollarla (banka kredisi) kredi alamayacak kişilere; yoksulluğu, gelir dağılımındaki adaletsizliği ve işsizliği azaltacak şekilde, ailesi ve kredi alan için, kendi kendine gelir getirici bir faaliyet yapılmasını, ekonomik ve sosyal kalkınmayı sağlamaya katkı sağlayacak

sermaye ihtiyacını karşılamaktır.”Küresel sermayenin, “mikrokredi”yi devreye sokarken “yoksulluğun giderilmesi” yükünden ve yoksulların oluşturabilecekleri toplumsal tehditten kurtulmak için, onları sistemin içine çekerek sürekli denetim altında tutmak dışında bir muradı olmadığı apaçık! Çünkü “mikrokredi” uygulamaları, neoliberal ekonomik politikaların sosyal güvenliği devre dışına atmış olmasını esas alıyor. Bu süreçte ortaya çıkarılan “işler”de ise kadının, ekonomik özgürlüğüne kavuşarak kendi ayakları üzerinde durmasının başlıca araçları olan, sigorta, sağlık güvencesi, emeklilik, çocuklar için kreş gibi sos-


E&O3_2:Layout 1 01.11.2009 23:39 Page 27

EKMEK & ÖZGÜRLÜK 27

yal haklar hiçbir şekilde gündeme gelmiyor.

8 bine yakın kadına “mikrokredi” Türkiye’de pilot bölge seçilen Diyarbakır’da başlayan ilk mikro kredi uygulamaları, TGMP (Türkiye Grameen Mikrokredi Programı) 2007 Faaliyet Raporu’na göre Diyarbakır, Batman, Mardin, Kahramanmaraş, Adana, Ankara, Yozgat, Zonguldak, Çankırı, Eskişehir illerini kapsayan 15 şube, 422 merkez, bin 734 grup, 7 bin 397 üye ile faaliyetine devam ediyor. [TİSVA http://www.israf.org/pdf/faaliyet_raporu_2007_tr.pdf] Proje uygulama esaslarına göre, birbiriyle hiçbir akrabalık ilişkisi olmayan kadınlardan oluşturulan beşer kişilik gruplar yaklaşık bir hafta süren toplantılarda bilgilendiriyor. Bunun ardından verilen kredilere, hizmet maliyeti veya servis bedeli olarak yüzde 15 faiz uygulanıyor ve krediyi aldıkları hafta kullanmaya başlamak şartıyla 46 hafta içinde geri ödeme yapmaları isteniyor. Egemenliğin yeniden üretimi Hedef kitlesi özellikle yoksul ve dar gelirli kadınlar olan “mikrokredi” uygulamalarında, teminat ve kefalet aranmıyor. İcra ve mahkemeye müracaat edilmiyor. “Mikro kredide esas olan insanların birbirine güvenmesi ve inanmasıdır” deniyor. Ancak, saha çalışmalarında saptanan uygulama örneklerinde de açıkça gözlenebildiği gibi “güven” ve “inanma” gibi insani bağlar yoksulu girişimci kılmaya yönelik bu projelerde bir metaya dönüştürülüyor.

Öte yandan, bu uygulamalar sırasında kadınların “teşebbüs özgürlüğü”nün bile geleneksel engellerle nasıl sınırlandırıldığı Emek Dünyası internet sitesinde yer verilen haberden de açıkça görülebiliyor: “(…)Ortaya çıktı ki dünyadaki toplam malvarlığının sadece yüzde 1’ine sahip olabilen kadınlar, hele Diyarbakır gibi bir yerde en küçük bir iş kurmak için bile kocalarına ya da babalarına mahkûmlar. Bankalar erkek onayı olmadan kredi vermiyor mesela. Kadın her işe olduğu gibi bu işe de dezavantajlı olarak başlıyor. Çocuk, yaşlı bakımı, ev işi ve elinin hamuru ile erkek işine karışma gibi toplumsal yüklerin yanında malvarlığı, sermayesi olmadan piyasaya çıkmak zorunda kalıyor. “Diyarbakır’da kadınlar tarafından en çok kullanılan ise, AKP milletvekilinin girişimi ile 4 yıl önce başlayan mikro kredi uygulaması. Uygulama dünyada yoksulluğu ortadan kaldıracak bir yöntem olarak sunuluyor. Seminerde konuşan Kalkınma Merkezi Yöneticisi Nurcan Baysal ise, hükümet samimi ise yapılması gerekenin farklı olduğunu hatırlatıyor: “Açarsın her yere ücretsiz kreş. Kadın istihdama katılır. Çünkü kadın, çocuğa ve yaşlıya bakmak zorunda.” Bunun en canlı örneğini ise üç üniversite bitirmiş, birçok ulusal projede görev alan Baysal, seminerin ikinci yarısında çocuğuna bakmak için evine gitmek zorunda kaldığını söyleyince bir kez daha görüyoruz.” (http://www.emekdunyasi.net/tr/article.asp?ID=932) “Yukarıdaki örneklere ek olarak, birçok kadının sadece kocaları ve babaları istediği

için “mikrokredi” aldığı, bu parayı koca veya babanın amacından farklı kullandığı (inek borcu ödemek, gübre alımı v.b gibi ) için, kadınlar üzerlerine binen borcu ödeyebilmek için elişi gibi ek işler yaptıklarını belirtmişler. Kendi isteği ile bu projede yer alan ve/veya belli eğitim düzeyinde olup yine bu projede yer alan kadınlar ise artan farkındalıklarının sonucu, kredi sağlanması dışında kadın hakları, sağlık, pazarlama gibi konularda da taleplerde bulunmuşlar.”(Bahar Yiğitbaş-Akça İktisat dergisi Ocak 2006) Bu örnekler, yoksulluğun şartlarını yaratan, hazırlayan küresel sermayenin, sosyal patlamanın önüne geçebilmek için “mikrokredi”nin yanında başka yöntemler de bulabileceğini, emekçiyi köleleştirme politikalarında kadınları araçsallaştırmaya devam edeceğini görmemize yardımcı oluyor. Kadınların kurtuluşları ve özgürleşmeleri için Gülnur Savran’ın dediği gibi feminist bakışla, kapitalist patriyarka ve patriyarkal kapitalizme karşı anti-kapitalist mücadele dışında anlamlı bir yol yok. Kaynaklar: Türkiye İsrafı Önleme Vakfı TİSVA web sitesi (http://www.israf.org ) TGMP (Türkiye Grameen Mikrokredi Programı) 2007 Faaliyet Raporu Bahar Yiğitbaş-Akça İktisat dergisi Ocak 2006 www.emekdunyasi.net Gülnur Acar Savran - Neden Sosyalist Feminizm? Söyleşi TMMOB 2008

‘Mikrokredi’yi geri ödeme yemin töreni “Toplantı merkez şefi Hatice Hanım’ın evinde genelde sabah saat 9 civarında yapılmaktadır. (…) Şube görevlisi ile beş kadın yerde oturmakta ancak oturma düzeninde şube görevlisi kadınlardan ayrışmakta, yüzü kadınlara dönük şekilde onların önünde yer almaktadır. Toplantı merkez şefinin komutlarıyla başladı. Hatice Hanım’ın “Bir: Ayağa kalk!” komutuyla herkes ayağa kalktı (ancak yerde oturmakta olan 70 yaşındaki Elvan Hanım yaşlılığından dolayı kalkamadı), hemen ardından “İki: Toplantı başlamıştır!” komutuyla şube müdürü ve kadınlar

oturdular. Toplantı yaklaşık yarım saat sürdü, bu süre içerisinde sadece para tahsili yapıldı ve kadınların kayıtları defterlere geçirildi. (...) Toplantı sonunda ise merkez şefi Hatice Hanım’ın “Bir: ayağa kalk!” komutuyla ayağa kal-

kan grup “İki: Toplantı bitmiştir!” komutunun ardından sol ellerini yumruk yapıp sallayarak “Disiplin, Birlik, Cesaret, Çok çalışma, Başarıyı ailemize getireceğiz” sözlerinden oluşan antlarını okudular ve böylece toplantı sona erdi.” [(6

Eylül 2004 tarihli Saha Çalışması Notlarından –isimler değiştirilmiştir) Bahar YiğitbaşAkça, İktisat dergisi Ocak 2006) ] Buram buram militarizm kokan bu hiyerarşik bir araya geliş, borcunu ödeyemeyen, ödemekte zorlanan kadınlar üzerindeki psikolojik baskıya, ait oldukları grubun baskısını da ekliyor. Böylece toplantı sonunda içilen anttaki “birlik” kavramı, kadınlararası dayanışmadan çok, geri ödemelerin düzen içinde gerçekleştirilmesini vurgulayan bir işlev yükleniyor sanki.


E&O3_2:Layout 1 01.11.2009 23:39 Page 28

28 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Ekoloji

Sonuncu Dersim isyanı

Fotoğraf: Ahmet Bolat

Munzur Vadisi’ne baraj yapımına Dersim halkının kitlesel karşı koyuşu, Türkiye’de yeni dönem sınıf hareketinin inşasında çevre mücadelesinin hak ettiği yeri alması için gerçek bir dönüm noktası olabilir.

Mehmet Horuş Munzur Vadisi üzerinde yapılmaya başlanan barajlar ve yörede yapılması planlanan siyanürlü altın madenciliği uzun süredir Dersimliler’in ve Türkiye’nin gündeminde yer alıyordu. 17 Ağustos’ta Uzunçayır Barajı'nın kapaklarının kapatılması ile barajların doğuracağı zararlar somut olarak görülmeye başlandı. 10 Ekim’de 20 bin Dersimli 5 kilometre boyunca, sel olup aktı. Türkiye’nin değişik metropollerinde ve Avrupa’nın pek çok ülkesinde yaşayan Dersimliler de aynı gün sokağa çıktılar. Türkiye’de ilk defa bir çevre mücadelesinde bu kadar sayıda insanla eylem gerçekleştirildi. Dersim halkının kitlesel ayaklanmayı andıran bu tepkisinin çok fazla haklı nedeni var. Baraj projelerinin gerçekleştirildiği Munzur Vadisi, 1971 yılında Türkiye'nin en büyük milli parkı kabul edilmiş, sahip olduğu doğal zenginlik, kanunla güvence altına alınmış bir yöre statüsünde. Vadi, 43’ü sadece bölgede yetişen endemik bit-

kiler olmak üzere, 1518 çeşit bitkiye ev sahipliği yapıyor. Milli Parklar Yasası’na göre ekolojik açıdan korunması gerekiyor. Yörenin doğal dengesini bozacak veya değiştirilmesine neden olacak hiçbir müdahaleye kamu kurumları izin veremez, buna yasal olarak imkân yok. Ama bölgenin iklim yapısını değiştirecek barajların yapımına hızla devam ediliyor. Amazon, Ganj, Nil ve dünyadaki diğer örneklerde olduğu gibi Munzur Irmağı da etrafındaki medeniyet ve kültürlerin doğuşuna kaynaklık etmiş. Dersimliler de Munzur’a kutsal bir anlam atfediyorlar. Vadi boyunca, insanların adak adadıkları, dua ettikleri ve dilekte bulundukları çok sayıda “ziyaret” var. Munzur Vadisi’nin her karışına yapılmaya çalışılan barajlara duyulan tepki, kendini ister istemez belli etnik ve kültürel kodlarla da açığa vuruyor. Su tutulmaya başlanan Uzunçayır Barajı, örneğine zor rastlanan bir şekilde şehir merkezine kadar uzanıyor. Munzur Havzası’ndaki baraj projelerinin elektrik üretmek dışında bölgede daha kapsayıcı, makro ölçekte plan-

ların bir parçası olduğunun Dersimliler de farkında. Bütün bunlar bir araya gelince Dersimliler’in bir “ekosid” [çevre soykırımı] ile karşı karşıya olduklarını düşünmeleri için yeterince sebepleri var.

Suyun özelleştirilmesi Kamu Yönetimi Reformu ve yerel yönetimlerin küreselleşme sürecine uygun olarak yeniden yapılandırılması, suyun özelleştirilmesi sürecine paralel idari düzenlemeleri de içeriyor. Su hizmetlerinin piyasalaştırılması, suyun havza düzeyinde kontrolü, piyasa mekanizması içinde “Entegre Yönetimi”, idari yapıdaki bu dönüşümle kolayca hayata geçirilebilecek. Buradan bakıldığında, Munzur Vadisi’ndeki baraj projeleri, aynı zamanda Fırat Havzası’nın denetimi için atılmış adımlardan biri. Sorun, Munzur ile de sınırlı değil. Hasankeyf projesi ile Dicle Havzası, Yeşilırmak üzerindeki yüzden fazla Hidroelektrik santral (HES) projesi ile Yeşilırmak Havzası’nın kontrolü özel şirketlerin hizmetine geçiyor. Çoruh, Kızılırmak ve Türkiye’nin diğer tüm su havzaları üzerinde de benzer senaryolar hazırlanıyor. Munzur gibi, Hasankeyf, Fırtına Deresi


E&O3_2:Layout 1 01.11.2009 23:39 Page 29

EKMEK & ÖZGÜRLÜK 29

ve Allinoi’deki baraj projelerinin diğer bir ortak yanı da bu projelerin yapıldığı yörelerde, doğal ve kültürel açıdan hukuksal koruma statülerinin açıkça ihlal edilmesi. Hasankeyf 1978’den bu yana 1. derece doğal sit alanı, Allianoi, 2001’de 1.derece arkeolojik sit olarak tescil edilmiş, Fırtına Deresi de sit alanı kapsamında ve bu bölgelerde değil baraj ve santral inşaatı, ağaç kesimi, yol inşaatı dahi söz konusu olamaz. Bu yörelerin tamamında yapılması düşünülen projelerin hukuka aykırı olduğuna dair mahkemelerden de çok sayıda karar alındı. Buna rağmen, artık hukuk literatürümüze giren deyimle; “arkasından dolanma” yöntemiyle, her seferinde hükümet, yargı kararlarını ve hukuku hiçe sayarak, projelerdeki ısrarını gösteriyor. Su sorunu, aynı zamanda büyük kentler için de can yakıcı bir sorun haline geldi. Kapitalizmin gelişmesinin dolaysız sonucu

olarak kent-kır çelişkisi ve Marx’ın “metabolik yarılma” olarak tanımladığı sorun, büyük kentlerde yaşanan su kıtlığında da kendini dışa vuruyor. Sadece ülkeler arasında değil, daha mikro ölçekteki coğrafi alanlarda da bu metabolik gedik gittikçe açılıyor. Bugün İstanbul, Düzce’den Kırklareli’ye uzanan geniş bir bölgenin; İzmir, Manisa ve Gediz Havzası’nın; Ankara, Kızılırmak’ın suyuna el koymuş durumda. Bunlar, hep büyük kaynaklar yatırılarak, hep büyük işletmeler ve şirketler eliyle sürdürülebildi. Tıpkı, Türkiye’nin en önemli su havzalarının denetiminin büyük şirketlere devredilmesi gibi, büyük şehirlerin su hizmetleri de özelleştiriliyor. Antalya, Çeşme ve Edirne’de bu yöndeki girişimler sadece bir başlangıç. Su, bir yandan sermayenin dünyanın bütün kaynaklarına el koyma alanı haline gelerek, diğer yandan yoksulların sağlıklı ve

yeterli suya erişim hakkı için sürdürdükleri mücadele dolayısıyla temel sınıfsal çatışma alanlarından biri haline gelmiş durumda. Sonuçta şimdiki eğilim sürecek olursa suya ancak parası olan erişebilecek. Bu tablo içinde Munzur’un çığlığı daha tarihsel bir anlam kazanıyor. Son kitlesel eylem, solun bütün renklerini de bu çabaya ortak etmeyi başardı, ama onun asıl tarihsel anlamı, Türkiye çevre hareketinin üzerinde yükselebileceği toplumsal bir güce kavuşmuş olmasında. Dersim halkının sermayenin küresel saldırısına bu kitlesel karşı koyuşu, 15-16 Haziran eyleminin Türkiye’de işçi sınıfı hareketi ve sosyalist hareket üzerindeki etkisiyle karşılaştırılabilir. Bu eylem, Türkiye’de yeni dönem sınıf hareketinin inşasında çevre mücadelesinin hak ettiği yeri alması için gerçek bir dönüm noktası olabilir.

dünya halklarının malı olan suyun gaspı için yapılan girişimlerin son halkaDünya Su Forumu’nun ardından... mu, sıydı. Toplantı yeri olarak İstanbul’un se-

Uluslararası su tekelleri Türkiye ve Mezopotamya’yı “su pastasının” paylaşılması için hedef seçti Dünya nüfusunun üçte biri güvenli içme suyundan mahrum yaşıyor. Her gün on binlerce insan bu yüzden ölüyor. Afrika’nın büyük bölümü, Ortadoğu ve Meksika gibi bölgelerde mevcut su rezervleri hızla tükeniyor. Parmakla ifade edilebilecek sayıda çok uluslu şirket, bir yandan su kaynaklarını kirletirken aynı şirketler, su ticaretinin de başını çekiyor. Dünya Su Konseyi’nin bu şirketlerin suyun özelleştirilmesi politikalarını hayata geçirmek için kurulan paravan bir örgüt olduğu artık net olarak biliniyor. Suyun piyasalaştırılması, dünyadaki gelir eşitsizliği ile birlikte tam bir su adaletsizliğine yol açıyor. Dünyada kullanılan suyun yüzde 85’ini nüfusun yüzde 12’si tüketiyor. Nestle, Suez ve Vivendi, dünyadaki su tekellerinin en tanınmışları ve doğrudan ya da dolaylı yollarla Türkiye’deki kirli yatırımların da su piyasasının da en önemli oyuncuları haline geldiler. Örneğin Fransa merkezli Suez, Dünya Su Forumu’nu da yönlendiren şirketlerden biri ve Antalya’nın ardından Edirne’nin kentsel su hizmetlerinin özelleştirme ihalelerini almaya çalışan konsorsiyumun ortakları arasında. Aynı şirket, Bolivya’da, su bulamayan yoksulların evlerin çatısına koydukları leğenlerle su toplamalarına kendi özel güvenlik güçleri ile müdahale etmiş ve meydana gelen olaylarda çok sa-

yıda insan öldürülmüştü. Bolivya’da Morales liderliğindeki halkçı yönetimin iktidara gelmesine neden olan eylemler arasında, halkın bu su şirketlerine karşı isyanı önemli bir rol oynamıştı. Su endüstrisinin yaklaşık 1 trilyon ABD Doları olan yıllık kârı, dünya üzerinde petrol sanayinin kârının yüzde 40’ına ulaştı ve şimdiden ilaç sektörünün kârını aştı. Dünya sularının henüz yüzde 5’inin özelleştirildiğini düşünürsek, suyun ticarileştirilmesinde sermaye için ne kadar büyük bir kâr potansiyeli olduğu anlaşılabilir. İstanbul’da toplanan 5. Dünya Su Foru-

çilmesi, dünyadaki su tekellerinin Türkiye ve içinde yer aldığı coğrafyanın “su pastasının” paylaşılması için hedef seçilmesiyle ilgiliydi. Dünya Su Forumu ve Türkiye’deki işbirlikçi hükümetleri, suyun özelleştirilmesi ve su kaynaklarının kontrol altına alınmasını hedefliyor. Bunun için suyun havza bazında denetimini ele geçirmek istiyorlar. Dünya Su Forumu’ndan çıkan sonuçlarla birlikte değerlendirildiğinde, Türkiye’de büyük baraj projelerinin ve nehir tipi Hidroelektrik santrallerinin (HES) asıl amacının elektrik üretmekten çok su havzalarının sermayenin denetimine alınması olduğu açıkça görülüyor. Zaten mevcut iletim hatlarında gereken bakım yapıldığı ya da var olan barajlar daha etkin kullanıldığında yeni barajlara ihtiyaç kalmayacağını konuyla az çok ilgilenen herkes biliyor.


E&O3_2:Layout 1 01.11.2009 23:39 Page 30

30 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Uluslararası

İtalya'da işçi-öğrenci dayanışması

Direniş zaferle sonuçlanınca 4 işçi ve bir sendika temsilcisi de kendilerini 8 gün hapsettikleri vinçten indiler

Milano’daki INNSE metal fabrikası işçileri kapatılan fabrikalarını "Studenti per la INNSE" öğrenci inisiyatifiyle omuz omuza geri aldı Rainer Thomann (*) Metal işletmesi INNSE işçileri hafta sonunda gezideyken fabrika sahibinden bir telgraf aldılar: "31 Mayıs 2008`den itibaren tüm işleri durdurma kararı aldık." Hızla fabrikalarına dönen işçiler giriş kapısının kapalı olduğunu fark ettiler. Avluda özel bir güvenlik firmasının çalışanları bekliyordu. İşçiler, güvenlik çalışanlarının vardiya değişiminden yararlanarak, fabrikaya girdiler ve işgal ettiler. Ertesi gün de yeniden üretime başladılar. 15 ay süren sert bir mücadelenin ardından işçiler, Milanolu üniversite öğrencilerinin de desteği ile mücadeleyi kazandılar. Ağustos 2009`ta işçilerin mücadelesinin İtalya`da günlük gazetelerin manşetlerinde yer almaya başlamasını izleyen on "sı-

cak gün"ün ardından, kamuoyunun baskısına artık dayanamayan fabrika sahibi INNSE’yi bir sanayiciye sattı. INNSE çalışanı 50 işçi o günden bu yana eski işyerlerinde çalışmayı sürdürüyor.

“Dayanışma laboratuarı” INNSE işçileri Mayıs 2008 sonundan Eylül ortasına kadar fabrikayı kendileri yönetmiş ve fabrika sahibine rağmen üretimi sürdürmüşlerdi. Ancak, 17 Eylül`de, polislerce fabrikadan çıkartıldılar. O güne kadar ne İtalya`da, ne de fabrikanın bulunduğu Milano’da, kimsenin INNSE işçilerinin mücadelesinden haberi vardı. Polisin fabrikadan dışarı sürmesinden sonra INNSE işçileri, kelimenin gerçek anlamıyla sokakta kaldılar. Ama sermaye devletinin kendilerini kapı dışarı etmesine rağmen, işçiler mücadeleden bir an bile olsun vazgeçmeyi düşünmeksizin karavanları ve seyyar sandalyeleriyle fabrika kapısı önünde yerleştiler. Bir kaç gün sonra bekçi kulübesini oturdukları ve toplantı yaptıkları bir salona dönüştürmüşlerdi. Kendi hazırladıkları sıcak yemeklerini yemek için kulübenin yanındaki bir odayı öğlenleri ve akşamüzerleri masaları birleştirerek yemekhaneye çeviriyorlardı. İşgalin merkez üssü, üretimin başlatılma-

sı için verilen mücadelede bir "dayanışma laboratuarı"na dönüşmüştü.

Öğrenciler geliyor Başlangıçta iki üniversite öğrencisi gelip gitmeye başladı. Sonbaharda, üniversite reformlarına karşı başlatılan öğrenci eylemlerinin ardından,"Stüdenti per la INNSE" (Öğrenciler INNSE’yle) inisiyatifi oluşturuldu. İnisiyatif önüne iki hedef koydu: Birincisi, işçilerin mücadelesinin kamuoyuna taşınması; ikincisi polis ve fabrika sahibinden gelecek olası saldırılara karşı elle tutulur bir dayanışma ağının örülmesi. 31 Aralık 2008`de inisiyatifte yer alan gençler birlikte çok uzaktan görülebilecek ve okunacak şekilde fabrika duvarına "Giu' le mani dalla INNSE!" (INNSE`den Elinizi Çekin!) yazarak yeni yılı işgal karargâhında işçilerle birlikte kutladılar. İki hafta geçmeden sabahın erken saatlerinde fabrika sahibi yedi kamyonla gelip, polisin de yardımıyla içerdeki makineleri götürmeye kalktı. Bu mücadele içinde oluşan dayanışma ağı için de bir sınavdı. Öğrencilerin de enerjik yardımlarıyla işçiler çok kısa bir süre içinde 200-300 insanı yığarak fabrika kapısını tıkadılar. Öğlenden sonra polis geri çekildi. Kamyonlar da geldikleri gibi bomboş geri döndüler. İşçiler bu zaferin nihai olmadığının bilincindeydiler. Yerel yönetimin INNSE’nin satışı için yapılan görüşmelerin olumsuz sonuçlandığını açıklamasının ardından yeni bir saldırının an meselesi olduğunun farkındaydılar. O yüzden öğrenciler geceleri de işçilerle birlikte fabrikada nöbet tutmaya başladılar, arka girişte barikat kurarak ateş yaktılar. 10 Şubat 2009’da, gecenin karanlığında, fabrika sahibi yüzlerce polisle geri geldi. Polis direnenleri bir kaç kez acımasızca dayaktan geçirdi. Üç işçi burunlarının kırılması ve kafalarına aldıkları darbeler sonucu acil yardım hastanesine kaldırıldı. İşçiler ve öğrenciler de ellerine geçirdikleri taşlar ve İngiliz anahtarlarıyla kendilerini korumaya çalışırken altı polisi yaraladılar. 10 Şubat’taki çatışmalardan sonra da süren INNSE mücadelesi, İtalya gündemine yerleşerek toplumsal bir anlama büründü. Sonunda direnen işçiler kazandı. Bu sonuçta öğrenci dayanışmasının katkısı payı önemliydi. (*) Dayanışma komitesi Officine Bellinzona aktivisti. Bu yazıyı Die Linke. SDS`in (Sol. SosyalistDemokratik Öğrenciler Birliği) gazetesinin 2009, 3. sayısından İsmail Gündoğdu Türkçe’ye çevirdi.


E&O3_2:Layout 1 01.11.2009 23:39 Page 31

EKMEK & ÖZGÜRLÜK 31

Uluslararası

Öteki Avrupa’da bunalım Küresel krizin Doğu Avrupa’ya da yansıyor ama bu ülkelerdeki sonuçlar, 1990’larda yaşananlara göre hafif sayılır. Engin Erkiner

Ekim başında Romanya’da 800 bin kamu emekçisi bir günlük genel greve gitti. Okullar ve daireler kapandı, hastaneler yalnızca acil vakalara baktı. Birkaç gün sonra 15 bin işçi ve kamu emekçisi başkent Bükreş sokaklarına dökülerek trafiği durdurdu. 23 Ekim’de bir günlük iş bırakmanın ardından 28 Ekim’de süresiz genel grevin geleceği bildiriliyor. Sendikalar üyelerini 22 Kasım genel seçimlerini boykota çağırıyor. Bunların bütün kapitalist dünyayı saran genel krizin bir dışavurumu olduğuna kuşku yok. Bununla birlikte kapitalizmin 1929’dan beri yaşadığı en büyük ekonomik krizin genelde eski sosyalist ülkelere özelde ise Doğu Avrupa ülkelerine yansımasının özgül koşulları olduğunu belirtmek gerekir.

Doğu Avrupa’nın kendine özgülükleri Orta ve Doğu Avrupa’daki eski sosyalist ülkelerin bazıları 1989’un hemen ardından bazıları ise biraz daha geç olarak derin bir ekonomik krize girdiler. Yüksek işsizliğin yanı sıra enflasyon rakamları da yıllarca oldukça yüksekti. Sosyalizm sonrası kapitalizmde ekonominin yeniden yapılanması, yıllarca süren derin ekonomik krizle birlikte gerçekleşti. Orta Avrupa ülkeleri şok terapi ile bu krize erken girerlerken, Bulgaristan ve Romanya daha yavaş ama daha uzun bunalımda kaldılar. Ekonomik bunalıma bir türlü istikrara kavuşamayan ülkelerdeki politik bunalım da eşlik etti. Bu bağlamda, kapitalist sistemin genelinde yaşanılan bunalımın bu ülkelere yansımasının so-

Romanya’nın başkenti Bükreş’te bir öğretmen sınıfta grev çağrısı yazıyor

nuçları, 1990’larda yaşananlara göre hafif sayılır. Ek olarak, günümüzde bu ülkelerdeki bunalımın etkisini azaltan başka faktörler de vardır. n Değişik sanayi kollarının Batı Avrupa ülkelerinden taşınmasıdır. Örneğin otomotiv sektörü ağırlıkla Çek Cumhuriyeti ve Polonya’ya taşınırken, öteki ülkeler de değişik üretim alanlarındaki taşımadan paylarına düşeni aldılar. Bu durum, bir yandan düşük üretim maliyetleri nedeniyle tekellerin kazancını artırırken, eski sosyalist ülkelerdeki ekonomik sorunların da iyice ağırlaşmamasını sağlıyor. n Avrupa kıtasındaki bütün eski sosyalist ülkeler (Arnavutluk ve Yugoslavya’nın parçalanması sonucu oluşan bazı ülkeler hariç) büyük bir hızla Avrupa Birliği’ne alındılar. (Önce Çek Cumhuriyeti, Polonya ve Macaristan, daha sonra 2007’de Bulgaristan ve Romanya) AB yönetimi, Polonya dışında küçük sayılabilecek bu

ülkelerin ekonomilerine gerektiğinde müdahale ederek durumun az çok dengede kalmasını sağlıyor. Grevler (Romanya’daki büyük kamu çalışanları grevi ya da Polonya’da Opel işçileri direnişi gibi) olmuyor değil, ama bunun ötesine gidilmiyor. n AB üyesi olmak mutlaka serbest dolaşım sağlamasa bile, eski sosyalist ülkelerde özellikle inşaat, tamircilik ve hastabakıcılık gibi işlerde çalışanların, Batı Avrupa ülkelerine giderek oralarda geçici ya da kaçak olarak kalıcı çalışmalarını engellemiyor. O kadar ki, üç yıl kadar önce AB yönetimi bu durumdan yararlanmak istedi ve Bolkenstein Yasası’nı Avrupa Parlamentosu’ndan geçirmeye çalıştı. Bu yasaya göre, Doğu Avrupa ülkelerinden gelip Batı ülkelerinde iş yapan küçük firmalar, merkezlerinin bulunduğu ülkedeki yasalara bağlı olacaklardı. Bunun Türkçesi şudur: Bir Romanya firması, Fransa’da

iş yaptığında, işçilerine Romanya’daki saat ücretini verebilir. Sendikaların direnişi sonucu yasa çıkmadı. Yine de, Doğu Avrupa’daki eski sosyalist ülkeler arasında özellikle nüfusu fazla olan Polonya’dan çok sayıda kişinin, Batı Avrupa ülkelerinde emek yoğun alanlarda çalıştıkları söylenebilir. Buna diğer ülkelerin de eklenmesi gerekir.

Solun durumu Eski sosyalist yeni kapitalist ülkelerde hoşnutsuzluk var olmakla birlikte, güçlü ya da en azından gittikçe güçlenen solun bulunmaması sonucu var olan potansiyel dağılma durumunda kalıyor. Eski Demokratik Almanya Cumhuriyeti’ni (DAC) kapsayan Doğu Almanya ve Çek Cumhuriyeti dışında hiç bir ülkede sözü edilebilir sol bir güç bulunmuyor. 44 yıl kapitalizme karşı seçenek olabilecek bir düzen kurmaya çalışmış olan bu ülkelerde, kapitalizme geçildikten 20 yıl sonra bile solun gücünün yüzde bir ya da daha az oranda olması, dikkatle incelenmesi gereken bir olgudur. Eski DAC’yi kapsayan alanda Sol Parti yüzde 20-30 arasında oy alırken, Çek Cumhuriyeti’ndeki Bohemya ve Silezya Komünist Partisi de her seçimde iyi sonuç alıyor. Bu iki ülkenin ortak özelliği, sosyalizm döneminde de mevcut olan kitlesel muhalefettir. Bu muhalefet, kapitalizme geçilmesini engelleyememiştir ama büyük oranda solda kalmıştır. Sosyalizm döneminde kayda değer bir parti içi muhalefet yaşamayan ya da bu muhalefetin bir daha başkaldırmamak üzere bastırıldığı Macaristan gibi ülkelerde, halkta sola karşı genel bir güvensizlik olduğu söylenebilir. 1989’da Polonya’da başlayan, oradan Macaristan’a ve DAC’ye geçen, ardından öteki sosyalist ülkelere yayılan altüst oluşun tersi gerçekleşebilecek mi, bilinmiyor. Sol partilerin en az iki eski sosyalist ülkede başarılı olmaları ne oranda öteki ülkelerdeki zayıf solu etkileyecek, bunu zamanla göreceğiz.


E&O3_2:Layout 1 01.11.2009 23:39 Page 32

32 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Uluslararası

IMF-DB zirvesi: Türkiye küresel egemenlik sistemine dahil oluyor Kapitalist sistem dünya ölçeğinde yeniden yapılanırken aralarında Türkiye’nin de olduğu G-20 ülkelerinin sistemdeki söz ve karar hakkını genişletti

Tolga Tören ABD’nin en çok okunan gazeteci ve yazarlarından Tom Wolfe Mart 2007’de “bildiğimiz kapitalizmin sonuna şahitlik ediyor olabileceğimizi”, Britanyalı siyaset felsefecisi John Gray ise Eylül 2008’de “ABD’nin küresel liderliğinin sonuna geldiğimizi” vurguluyordu. Aynı dönemlerde CNN yorumcularından ABD’li Fareed Zakaria, yeni gelişmelerin batının üstünlüğüne zarar vereceğine inanmadığını belirttikten sonra, “ABD’nin öngörülebilir gelecekte en güçlü ekonomi olacağını, fakat gücünü paylaşmak zorunda kalacağını” söylüyordu. Tarihçi Niall Ferguson da “finansal krizin Washington ya da Wall Street modeline dayanan bir kapitalizmin geçerliliği hakkında soru işaretleri oluş-

turması gerektiğini, asıl sorunun alternatif bir modelin varolanın yerini alıp almayacağı olduğunu” vurgulayıp, yeni modelin öncüsü olarak Çin’i işaret ediyordu .

Güç ilişkileri değişiyor Bugün de durumun pek değiştiği söylenemez. Örneğin Mark Landler, krize karşı yanıtlar üretmek için, kapitalist dünyanın liderlerinin 2 Nisan 2009’da Londra’da yapacakları toplantıdan bir kaç gün önce, şunları yazıyordu: “Obama yönetimi IMF’yi güçlendirme çabası içindeyse de başta Çin ve Hindistan olmak üzere gelişmekte olan ülkelerin, ABD yapımı olan bu krizin, ABD’nin gündemi belirleme gücünü sınırlandırdığına inanıyorlar” . Kuşkusuz, Landler’in yorumu yersiz değil. Nitekim bundan yaklaşık 50 sene öncesinde olduğu gibi, en yakın rakibi olan

ülkeden (İngiltere) dahi yedi kat fazla üretim kapasitesi olan, dünyanın altın rezervelerinin yüzde 60’ını, petrol ve çelik üretiminin yüzde 70’ini elinde tutan bir ülke değil artık ABD. Haliyle, komünizme karşı ve kapitalist ilişkiler bütününü olabilecek en geniş coğrafyaya yaymak için, dış yardımlar ya da IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşların kuruluşuna öncülük etmek/işleyiş mekanizmalarını belirlemek gibi yollarla, kapitalizmin uluslararası kurallarını belirleme gücüne sahip bir ülke de değil.Öyle olmadığı gibi, kapitalist üretim ilişkilerinin temel dinamiği olan ‘sermaye birikimi’ düzeyinin verdiği güçle hareket eden ve sistem içerisindeki verili güç ilişkilerini, kendi sermayeleri lehine değiştirmeye çalışan başka aktörlerin varlığı da söz konusu artık.

Landler’in yazısı da bunları doğruluyor: Zirve’den önce finansal kaynaklarının 500 milyar dolar arttırılması öngörülen IMF’ye, Japonya, Avrupa Birliği ve ABD yüzer milyar dolarlık katkı yapmayı taahhüt etmişti. Ancak, başta Çin olmak üzere, ““gelişmekte olan ülkeler”, bizim deyişimizle, ‘kapitalistleşme sürecine geç eklemlenen ülkeler’ açısından durum farklıydı. Bu ülkeler, asli faktörü ABD, özellikle de ABD Hazine’si olan IMF’nin politikalarında daha fazla söz sahibi olmadan, benzer bir katkı yapabileceklerinin kuşkulu olduğunu belirtiyorlardı . Bu kapitalist sistem içerisinde yeni bir güç dizilişi ile karşı karşıya olduğumuza dair çok sayıda göstergeden yalnızca biriydi.

G-20 Pittsburgh zirvesi Bir başkası ve daha açığı ise, 25 Eylül 2009’da ABD’nin Pitts-


E&O3_2:Layout 1 01.11.2009 23:39 Page 33

EKMEK & ÖZGÜRLÜK 33

burgh kentinde gerçekleştirilen G-20 toplantısında İngiltere başbakanı Gordon Brown’ın şu sözleriydi: “Eski uluslararası işbirliği sona erdi, bugünden itibaren yeni sistem başladı.” Brown’ın sözleri, kapitalist sistemin kötü durumdan çıkarak iyiye doğru gittiğinin işareti olmaktan ne kadar uzaksa, yeni güç dengesinin altını çizmekte o kadar başarılı idi. Dünyanın en zengin ülkelerini temsil eden G-8’in, kendisini güvenlik konularıyla sınırlamayı kabullenerek, dünya ekonomisi üzerindeki karar süreçlerindeki gücünü, sermaye birikim süreçleri güçlenen Brezilya, Çin, Hindistan, Türkiye, Güney Afrika gibi ülkelerin de üyesi olduğu G-20 ile paylaşması da cabası. Dahası var: Küresel üretimin 1930’lardan bu yana görülmemiş ölçüde küçüldüğünün belirtildiği zirvede alınan kararlar dan bazıları da, bu ülkelerin IMF’nin yürürlüğe koyduğu politikalar üzerindeki gücünü gösteriyordu: Kota paylaşımında “gelişmekte olan ülkeler”in payı yüzde 5, Dünya Bankası’ndaki oy gücü de yüzde 3 arttırılacaktı .

İstanbul toplantıları “Gelişmekte olan ülkeler”in kotalarının yüzde 5 oranında arttırılması, İstanbul’da 6-7 Ekim 2009’da gerçekleştirilen IMF ve Dünya Bankası yıllık toplantılarının da önemli gündem maddelerinden birisini oluşturdu. Toplantıda, IMF’nin önde gelen üye ülkeleri, fonun daha çok “gelişmiş ülkeler” tarafından belirlenen katı kurallarında kimi değişiklikler yapmayı da kabul ettiler. ABD Hazine Sekreteri Timothy F. Geithner, bu değişiklikleri “IMF’nin meşruiyeti için, temsiliyeti daha güçlü, ihtiyaçlara daha iyi cevap verebilen ve hesap sorulabilir bir yönetim yapısı yaşamsaldır” sözleriyle selamladı. Dünya Bankası başkanı Zoellick’in, “ABD tüketicilerine daha az dayanan, çok kutuplu bir dünyanın daha istikrarlı olacağı” yönündeki vurgusunu da geçerken ekleyelim. Peki tüm bunlar ne anlama geliyor? Örneğin olan biteni,

IMF’nin rolünü, henüz borçlandırılmamış bölgelere doğru genişletmeyi planladığı biçiminde yorumlayanlar da var , ama bu tür yorumların, Türkiye’de muhalif söylemde de çokça rastladığımız şekilde, ağaçlara bakmaktan ormanı görememek anlamına geldiğini söylemek gerek. Yanlış olduğundan değil, ama bütünsel olmadığından.

Kapitalizm yeniden yapılanıyor Daha açıkçası, kapitalist sistemde yaşanan değişim ve yeniden yapılanmayı görmezden gelerek, konuyu, sadece IMF ve Dünya Bankası gibi kurumlar ya da onlara karşıtlık üzerinden ele almak, muhalefet düzeyinin de bu kurumlarla sınırlı kalmasına yol açıyor. Ama daha da önemlisi, söz konusu kurumların varlıklarının ya da uygulamaya koydukları politikaların ancak ve ancak kapitalist üretim ilişkileri çerçevesinde anlam kazanacağı gerçeğini gözden kaçırıyor. Dolayısıyla, son dönemlerde Türkiye’de de çokça gördüğümüz üzere, antikapitalist olmadan antiemperyalist olarak nasyonal sosyalizmin ekmeğine bal sürmek misali, antikapitalist olmayan ama anti-IMF’ci ya da benzeri poziyonlar üretilmesine hizmet ediyor. Böylesi bir pozisyon ise, tüm kurumları ve ilişkisellikleri ile anti-kapitalizmi değil ama, ulusal kalkınma ya da örneğin “sanayileşme” gibi yollarla “toplumsal bir ortak iyi”ye ulaşılabileceği savını işaret ediyor, bu da, “hepimiz aynı gemideyiz” masalını. Oysa tüm bu yaşananlar bize daha büyük bir fotoğraf sunuyor: Tarihinde çok defa görüldüğü üzere, kapitalist sistem, uluslararası öl-

çekte yeniden yapılanıyor. Bu yeniden yapılanma, gücün uluslararası ölçekte yeniden karılmasını, dolayısıyla sistem için yaşamsal rol oynayan oyuncu ya da kurumların pozisyonlarının değişmesini de beraberinde getiriyor. Bu durum, ABD’nin Afrika’dan Ortadoğu’ya, aşınan imajını tazelemek ve ittifaklarını güçlendirmek için izlediği diplomasinin de, Türkiye’nin son dönemde gerçekleştirdiği bir dizi “açılım”ın da kodlarını veriyor bize.

Türkiye’ye yansımalar Konuyu Türkiye’ye bağlamak açısından bu son noktayı biraz daha açmakta fayda var. Türkiye’nin, Osmanlı İmparatorluğu’nun kapitalist sistemle eklemlenmeye başladığı 19. yüzyılın ortalarından, genelde “devletçi sanayileşme dönemi” olarak adlandırılan 1930’lara; İkinci Dünya Savaşı sonrasının yeniden yapılanmasından, “içe dönük sermaye birikim süreci”nin uygulamaya konduğu 1960’lara ve nihayet 1980’lerden bugünlere doğru ilerleyen kapitalist gelişme sürecine baktığımızda, bir şeyin süreklilik taşıdığını görmek mümkün. Bu şey, sermaye birikim sürecinin, ya da aynı anlamda, artı değer yaratım sürecinin süreklilik koşullarının garanti altına alınması. Ancak bu süreklilikle birlikte, kopuşlardan da söz etmek mümkün. Bu noktada, sermaye birikim sürecinin oyuncularının altını çizmek gerekiyor. Belirtilmesi gereken bir başka nokta da, kapitalist sistemin uluslararası ölçekteki her yapılanmasında, ülke içindeki oyuncuların değiştiği, ancak, sistemin temel dinamiği olan sermaye birikim sürecinin

devam ettiği. Bu noktada ülkedeki egemen güçlerin bu dünya ölçeğindeki yapılanmayla eklemlenmeyi sağlayacak oyuncuları yaratabildiğini, ancak bunun egemen sınıfın bileşiminin de değişimiyle birlikte gelen bir süreç olduğunu belirtmek önemli. Bu durum, AKP’nin bugün işgal ettiği konumunu da, Türkiye egemenlerinin pek bir hoşuna giden “yeni-Osmanlıcılık” söylemini de, bir zamanlar gazete ilanlarıyla hükümetler düşüren TÜSİAD’ın kendisine başkan bulamamasını da açıklar nitelikte. Benzer şekilde IMF ve Dünya Bankası toplantılarının neden İstanbul’da yapıldığını da. Kuşku yok ki, bu döngüyü, emeğin haklarını garanti altına alacak ve özgürlüğümüze kapı aralayacak bir şekilde kırmanın yolu, kendisini IMF karşıtlığıyla sınırlamayıp, onun, içinde oluştuğu sosyal sistemi de karşısına alan ve böylesi bir program ile geniş kitleleri başka bir dünyaya ikna etmeyi hedefleyen bir emek hareketinin inşasından geçiyor. [1] Helena Merriman, http://news.bbc.co.uk/2/hi/business/8269003.stm [2] Mark Landler, Rising Powers Challenge U.S. on Role in IMF, New York Times, 29 Mart 2009 [3] age. [4] Mark Weisbrot, The G20 Fantasy, http://www.zmag.org/znet/ viewArticle/22697 [5] http://www.pittsburghsummit.gov/mediacenter/129639.htm [6] Group of 7 Begins a Slow Fade, New York Times, 5 Ekim 2009 [7] Chris Giles, Krishna Guha and Delphine Strauss, IMF Chief Renews Attack on Renminbi, Financial Times, 3 Ekim 2009 [8] Mark Weisbrot, A New Role For the IMF?, http://www.zmag.org/ znet/viewArticle/22830

Pittsburgh’daki G-20 zirvesi sert protestolara sahne oldu. ABD’li gençler de “orantısız güç” kullanımına hazırlıklıydı


E&O3_2:Layout 1 01.11.2009 23:39 Page 34

34 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Tarihimizden 7 Kasım, Ekim Devrimi’nin 92. yılı

Proleter devrim,proleter parti Ekim Devrimi bir proleter devrim miydi, darbe mi? Nesnel gerçekler burjuva ideologların iddialarına yadsınamaz bir karşılık veriyor: O gerçek bir işçi devrimiydi!

Ekim Devrimi sadece proleter değil demokratikti de. Petrograd asker sovyetinin toplantısında Bolşeviklere karşı ”Kahrolsun Lenin ve şürekası” (sol üst köşede) yazan pankartlar da hiçbir engelle karşılaşmaksızın salonda yerini alabiliyordu.

Tahir Aras Rusya merkezi bir imparatorluktu. St. Petersburg, Moskova, Kiev, Odesa gibi kentler ekonomik, toplumsal gelişmişlik, siyasal merkezileşme ve hareketlilik açılarından tüm ülkenin beyni, sinir merkezi konumundaydılar. Bu merkezlerde yoğun bir proleter nüfus yaşıyordu. 1863’ten 1897’ye Rusya’da kırlardaki nüfus artışı yüzde 53.5 iken, kentsel bölgelerde yüzde 97 idi. Her yıl köyden kente 200 bin kişi göç ediyordu. Lenin, Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi kitabında, daha 1890’larda Rusya’da 10 milyon ücretli işçi, emek gücünü

satmaya hazır 15,5 milyon yetişkin erkek işçi olduğunu yazıyordu. Ekim Devrimi’ne bu işçi sınıfı önderlik etti. Endüstriyel yoğunlaşma Bolşevizmin oluşumunda en önemli etmenlerden biri, Rus kapitalizminin endüstriyel ve proleter yoğunlaşma düzeyidir. Rusya’da kapitalizm ve endüstriyel üretim belli ve kısa bir zaman aralığında Batı’dakinden çok daha hızlı gelişti. 1905 ile 1914 arasında sanayi üretimi yaklaşık iki kat arttı. Çok daha önemlisi, toplam sanayi üretimi gelişmiş kapitalist ülkelere göre düşük, toplam nüfusun tarımda istihdam edilen bölümü çok yüksek (yüzde 80’den fazla) olmasına rağ-

men, Rusya’daki endüstri teknolojik ve yapısal özellikleri bakımından gelişmiş ülkelerden geri olmadığı gibi, yoğunlaşma düzeyi bakımından da-

ha ileriydi.“1914’te Birleşik Devletler’de 100’den az işçinin bulunduğu küçük işletmelerde çalışanların toplam sanayi işçilerine oranı yüzde 35 iken,

1913-17 arasında Bolşevik partisi kongre delegelerinin sınıfsal dağılımı. Grafikteki / işaretinin solundaki rakam sayıları solundaki rakam yüzdeleri gösteriyor


E&O3_2:Layout 1 01.11.2009 23:39 Page 35

EKMEK & ÖZGÜRLÜK 35

Rusya’da yüzde 17.8’di. 100 ile 1000 arasında işçi çalıştıran işletmeler bakımından iki ülkenin oranları aşağı yukarı aynıydı. Ama 1000’den fazla işçi çalıştıran işletmeler söz konusu olduğunda, bunların tüm endüstri işçilerine oranı ABD’de yüzde 17.8 iken Rusya’da yüzde 41.4 idi. En önemli endüstriyel bölgeler alındığında bu oran daha da büyüktü: Petrograd’da yüzde 44.4 ve Moskova’da yüzde 57.3.”( Leon Troçki, Rus Devrim Tarihi)Petrograd’daki tek bir işyerinde, 1905 ve 1917 devrimlerinin proleter karargâhı ünlü Putilov fabrikasında 40 bin işçi çalışıyordu.1905’te Rusya’da tüm sanayi işçilerinin yalnızca yüzde 7’si (kesin sayı 245 bin 555) sendikalıydı. (Tony Cliff, Lenin, Parti İnşası) Bolşeviklere bu koşul-

lar anlamında “tarih” ve “talih” yardım etti. Rus işçi sınıfı, ekonomik istemleri için ayağa kalktığında, yanı başında sendikaları değil, Sovyetleri buldu. Sınıfın içinden Bolşevik Partisi’nin başta Lenin çekirdek kadrosu 1890’larda Plehanov ve çevresinin oluşturmaya başladığı işçi eğitim gruplarından çıktılar. Çok sayıda işçinin katıldığı bu eğitim grupları bir çeşit okul gibi çalışıyor, “öğretmenler”le “öğrenciler” arasında yakınlık ve etkileşim ortamı yaratıyordu. Eldeki sınırlı kaynaklara göre, 1887’de Petersburg’da fabrika işçilerinden oluşan 6 eğitim yuvarı bulunuyor, 1891’de bu sayı 20’ye ulaşıyordu. (David Lane, The Roots of Russian Communism, Londra, 1975, s. 65)

1903’te Petersburg Sosyal Demokrat Komitesi’ne bağlı 25 fabrika hücresi, 25 kişiden oluşan bir propaganda grubu, 5 kişilik bir “yazarlar” ve 24 kişilik öğrenciler öbeği bulunuyordu. 1904’te papaz Gapon’un örgütünde büyük çoğunluğu işçi olan 6 bin üye vardı. Aralık 1903’te, Petersburg’daki Bolşevik-Menşevik ortak komitelere bağlı, üye sayıları 7 ile 10 arasında değişen 18 fabrika yuvarında toplam 180 üye biliniyordu. (Aynı kitaptan)1905 Kasım’ında fabrika ve sendika temsilciliği üzerinden gerçekleşen Sovyet üyeliği verileri şöyleydi: 140 fabrika ve 35 atölye 580 vekil tarafından, 60 sendika 55 vekil tarafından temsil ediliyordu. Üyelik ve seçim bilgileri

1905’ten önce Bolşeviklerin 1000 dolayında üyesi olduğu tahmin ediliyor, işçi üye sayısı ile ilgili veri bulunmuyor. 1905’te 8400 Bolşevik üyenin 5200’ü, yani yüzde 61.9’u işçi, 400’ü yani yüzde 4.8’i köylü, 2300’ü yani yüzde 27.4’ü aydındı. İşçi sınıfının grev ve direnişlerinin yükseldiği bu dönemde Bolşevik Parti üyeliğindeki artış sınıf-parti ilişkisinin önemli bir göstergesidir. 1912 Duma seçimleri ile ilgili veriler Bolşeviklerin işçi kitle desteğini göstermesi bakımından önemlidir. Bir mülk sahibinin oyunun 15 köylü ve 45 işçi oyuna eşit sayıldığı bu seçimlerde, Bolşevikler 1 milyon 144 bin işçinin bulunduğu bölgelerden 6 milletvekilliği kazandılar. Sonuç olarak işçi seçmenlerin

İhtiyacımız, Ekim Devrimi’nin kırbacı... Bugün işçi ve emekçi sınıflar dünyasının en büyük sorunu Ekim Devrimi’ni unutmuş olması Hüseyin Hasançebi

İkisi de kendi türünde klasik, iki büyük siyasal devrim tanıdık. Bunlardan biri burjuva idi, öteki proleter. Biri Temmuz devrimiydi, (1789-Fransa) öteki Ekim (1917 Rusya). Bu iki devrim aşılamadı. Aşılamazdı zaten, çünkü klasik olan aşılamaz. Aşılamaz olduğu için klasiktir. Can Yücel’in deyişiyle klasik olan, aşmak için değil, savaşmak içindir. Kenarından geçilip ilerlenir. Bugün hala “Fransız Devrimi” burjuva sınıfın, bir daha aynı düzeye çıkamadığı tek tarihi referansıdır. Ekim Devrimi de işçi ve emekçiler için tek tarihi referans olmak gerekirken, son yirmi yıla gelinceye kadar öyle iken, artık değildir. Böyle olduğu için de işçi ve emekçilerin hali bellidir. Klasik olan, bir daha tekrar edilemeyeceği için klasiktir. Ekim Devrimi de bir daha asla tekrar edilemeyecektir. Ama sorun yaratan bu değildir. Sorun ya-

ratan, işçi ve emekçi dünyasının kendi klasiği ile ilişki kuramayışıdır. Bu ilişkiyi ne edip edip kurmak gerekir, yoksa sonuç “büyük felaket” olacaktır. Ekim Devrimi bir “Rus Devrimi” olarak bilinir, bu yanlıştır. Ekim Devrimi’ni yaratan düşünceye de, içinde Rus anarşist düşünce kaynaklarını barındığırdığı varsayımıyla “Rus Marksizmi” denilmiştir, bu da yanlıştır. Ekim Devrimi, iddiası evrensel olduğu için değil, evrensel bir sınıf temeli bulunduğu ve ona dayandığı için evrenseldir. Düşüncesi de Marks’ın kurduğu Marksizmdir. Ekim Devrimi Marksizmin klasiğidir. Akıl almaz bir dangalaklık, Ekim Devrimi’ne “erken devrim” (prematüre) demiştir. Hiç bir devrim “erken” olamaz. Her devrim “kendi zamanında” gerçekleşir. Aksi halde, Avrupa ortaçağından geriye giderek bulduğumuz Atina antik uygarlığına da “bin yıl erken” dememiz gerekirdi. Ekim Devrimi’ne “siyasal devrim” dememiz, “toplumsal devrim” olmadığını anlatmak için değildir. Ekim Devrimi’ni sonraki türevlerinden ayıran, örneğin Doğu Avrupadaki devrimlerinden ayıran özelliği bir hükümet veya iktidar değişikliği olmanın çok ötesinde, yeni bir devlet ve yeni bir demokrasi tipi olmasıdır. Bu nedenle “siyasal devrim-sosyal devrim” ikilemini ortaya çıkaran değil, çözen bir devrimdir. Çünkü Ekim Devrimi, bir “parti”nin “devlet iktidarını ele geçir-

me”si biçimini içermez. Gerçek şöyledir: Bolşevik parti seçimle oluşan yeni bir devlet biçimi olan Sovyet’te iktidar olduktan sonra tarihen hükmünü bitirmiş olan öteki Rus devletine Smolnideki bu değişikliği tebliğ etmek için Kışlık Saray’a habercilerini göndermiştir. Ekim Devrimi mantığı çok sade bir devrimdir. Toplumda olup da toplumdan sayılmayanların, hakiki anlamda “baldırı çıplak”ların devrimidir. Tek çaresi devrim yapmak olanların devrimidir. Mucize gibi görülmesi, temelindeki mucizevi cesaret nedeniyledir. Bugün işçi ve emekçi sınıflar dünyasının en büyük sorunu Ekim Devrimi’ni unutmuş olmasıdır. Bu öylesine kritiktir ki, aynı zamanda “insanlık soru-nu”dur da. Buna sebep, Ekim Devrimi’ni izleyen sosyalist “kuruluş pratiği”nin uğradığı tarihi yenilginin algılanış şeklidir. Bu pratiğin Marksizmi tükettiği düşünülmüştür. Doksan yıl sonra bugün, Ekim Devrimi ile yeniden ilişki kurmak, güç ama aynı zamanda bugünü anlamak için zorunludur da. Bizim ya da emek dünyasına ait sınıfların bugün Ekim Devrimi’ni hatırlamaları hiçbir şey ifade etmez, önemli olanı, Ekim Devrimi’nin bize ve emek dünyasına ne hatırlattığıdır. Tekrar edilemez bir devrim tekrar etmek için hatırlanmaz. Aşılamaz bir devrim aşmak için hatırlanmaz. Asıl ihtiyaç Ekim Devrimi’nin kırbacınadır.

>>


E&O3_2:Layout 1 01.11.2009 23:39 Page 36

36 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

>>

Tartışma yüzde 88.2’sinin oyunu aldılar. 6 Bolşevik milletvekilinin tamamı, dördü metal (Malinovski, Badayev, Petrovski ve Muranov) ikisi tekstil (Şagov ve Samalyov) olmak üzere fabrika işçileriydi. Hepsi en büyük endüstri merkezlerinden seçildiler. (A. Y Bavayev, Bolsheviks in the Tsarist Duma, Bookmarks, London, Mart 1987, s. 9)

Üyelik ve parti kongreleri 1905’teki 3. Kongre’de delegeler içindeki işçi oranı yalnızca yüzde 3.3 iken, 1906’daki 4. Kongre’de bu oran yüzde 24.8’e, 1907’deki 5. Kongre’de yüzde 34.5’e ve 1917’deki 6. Kongre’de yüzde 40.9’a yükseldi. Toplam üye sayısının 23.600 olduğu 1917 Ocak ayında işçi üye oranı yüzde 60.2 idi. (Tony Cliff, Tüm İktidar Sovyetlere) Yayınlar Bolşevik Partisi’nin propagandası da öncülük misyonuna uygun, temel ve sürekli bir etkinlik alanıydı. Bolşevikler onlarca merkezi ve yerel yayın çıkardılar. Parti’nin 1917 Temmuz’unda 27’si Rusça, 14’ü 7 değişik dilden olmak üzere 41 gazete ve dergisi vardı. 17’si günlük, 8’i üç günlük, 7’si haftalık, 3’ü 15 günlük ve biri aylık olarak yayımlanan bu yayınların toplam tirajı 320 bini buluyordu.22 Nisan 1912’de yayına başlayan Pravda bir yılda çoğunluğu işçilerden olmak üzere 11 bin okuyucu mektubu aldı. 1912’de 620 işçi grubundan Pravda için bağış toplanırken, Menşevik yayın ancak 89 işçi grubundan bağış alabildi. 1914’ün 13 Mayıs’ına kadar Pravda 2873 işçi grubundan, Menşevik gazete 671 işçi grubundan mali destek topladı. Yükselen baskı-dağıtım sayısı ve Pravda’ya destek gruplarının varlığı, Bolşevik yayının öncü işçilerin ilgisini ve aktif desteğini kazandığının kanıtıydı. Pravda için para toplama grupları, bir çeşit legal parti çevresi işlevi gördüler. Gençliğin partisi 1907’de en öndeki dokuz Bolşevik önderin yaş ortalaması 34, V. Kongre’ye katılan Bolşevik delegelerin yaş ortalaması 27.7. Üyelerin yüzde 60’ı 25’in, her altı aktivistten biri 20’nin altında. 1917’deki VI.Kongre’ye katılan delegelerin ortalama yaşı 29. En genç delege 18, en yaşlısı 47 yaşında. Ortalama parti üyeliği süresi ise 8 yıl.

‘Yaşanmamış sosyali ‘yaşanmış’ demenin a Engin Erkiner’in “Berlin Duvarından 20 yıl Sonra” başlıklı yazısında Sovyet deneyiminin başarısızlığını çözümlemede başvurduğu yönteme katılmak mümkün değil. Sait Almış Mehmet İnanç Turan Engin Erkiner Ekmek & Özgürlük dergisinin ikinci sayısında yer alan “Berlin Duvarından 20 yıl Sonra” başlıklı yazısında Sovyetler Birliği ve diğer sosyalizm yönelimli Avrupa ülkelerinde yaşanan “sosyalizm denemesinin” başarısızlığa uğramasının irdelenmesi gerektiğine işaret ediyor. Biz de yazarın bu görüşüne katılıyoruz. 70 yıla yayılan büyük deneyimin yok sayılması, üstünden atlanması, hiçbir şey olmamış gibi davranılması zaten imkânsız olduğu gibi yanlış da olur. Yapılması gereken tam aksine bu deneyimleri bir laborant titizliği ile analiz etmek ve dersler çıkarmak olmalıdır. Ancak yazarla görüş birliğimiz sadece bu saptamayla sınırlı kalmaktadır. Öncelikle Engin Erkiner’in Sovyet deneyiminin başarısızlığını çözümlemede başvurduğu yönteme katılmak mümkün değildir. Aslında yazının başlığı dahi yazarın yanlış çözümleme yöntemini ele veriyor. Yazara göre duvarın örülmesi, duvarın içinde yaşananlara değil de duvarın yıkılmasından sonra olan bitene bakarak her şeyi anlamak mümkün görünüyor. Zaten yazar bu ters yüz edilmiş tarih ve toplumsal analiz yöntemini,” tarihin incelenmesine sondan, yaşanmış sosyalizmden sonra ortaya çıkan kapitalizmden başlamak gerekir,” diyerek açıkça dile getirmekten de çekinmemiş.Yazara göre “hangi etkenlerin bu sonuca yol açtığı ve 1989’a götüren tarihsel süreç incelenmesi gereken ikinci aşamadır”. Yani ikincil önemdedir.

1959’da Moskova’da bir et ürünleri mağazası. Fotoğrafa da yansıyan

Böyle bir tarih ve toplum çözümlemesi yöntemi marksizme ve diyalektik yönteme taban tabana zıt, bilimsel değeri olmayan bir yöntemdir. Neden-sonuç ilişkisini diyalektik olarak ele almayan, sonuçlara bakarak geçmişi anlamaya çalışan tarih anlayışı amaca hizmet etmekten çok amacı saptırmaya yarar. Bu yazıda da öyle olmuş yazar sosyalizm denemelerinden doğru dersler çıkararak sosyalizm mücadelesine ışık tutacak hiçbir sonuca ulaşamamış, tam tersine sosyalist bir dergide sosyalizm bilincini bulandıracak, yanlış çıkarımlara ve kavramlara ulaşmıştır. Analiz yöntemi yanlış olunca ulaşılan sonuçların da yanlış ve sübjektif olmasında şaşılacak bir şey yoktur. * * * Öncelikle tüm Marksistlerin üzerinde uzlaşması gereken ama hâlâ kavram kargaşalığının sürdüğü sosyalizm tanımının açıklığa kavuşturulması gerektiği bu yazıyla bir kez daha su yüzüne çıkmıştır. Aşağıda sıraladığımız noktalarda bir görüş birliği oluşturmadan sosyalizm denemelerini anlamamız ve doğru dersler çıkarmamız olanaksızdır: 1. Sosyalizm; sınıfların, devletin, bürokrasinin, ordunun, partilerin, meta üretimi-


E&O3_2:Layout 1 01.11.2009 23:39 Page 37

EKMEK & ÖZGÜRLÜK 37

lizm’e n anlamı...

nsıyan tüketim malı kıtlığı, Sovyet ekonomisinin kronik sorunuydu

nin, paranın olmadığı bir toplumsal yapıdır. 2. Sosyalizm ile komünizm aynı toplumsal yapının birbirinden ayrılmayan aşamalarıdır. 3. Sosyalizm bir dünya sistemidir. Tek tek ya da birkaç ülkede birden sosyalist devrimler olabilir ve bu devrimini yapmış ülkelerde sosyalist toplum kuruluşu ve sosyalist insan yaratma süreci başlar ama kapitalizmin egemenliği yok edilmeden bu sürecin tamamlanması, yani tek tek ülkelerde sosyalist toplum biçiminin egemen kılınması imkânsızdır. 4. Bolşevik devrimden sonra Sovyetler Birliği’nde ve daha sonra doğu Avrupa, Çin, Vietnam ve Küba gibi devrimini yapmış ülkelerde yaşanmış olan ve bazılarında halen yaşanmakta olan süreç Marx’ın ve Lenin’in “kapitalizmden sosyalizme devrimci geçiş dönemi” diye adlandırdıkları devrimci bir süreçtir. 5. Geçiş döneminin ekonomik yapısı henüz sosyalist bir yapı değildir. Bir yanda yıkılmakta olan kapitalist üretim tarzının kalıntıları, bir yanda da kurulmakta olan sosyalist üretim biçiminin öncüllerinin bir arada bulunduğu geçici bir yapı söz konusudur.Bu anlamda bu ülkelere sosyalist

ülkeler demek, sosyo-ekonomik yapılarını da sosyalizm olarak adlandırmak yanlıştır. “Yaşanmamış Sosyalizm” terimi bu gerçeği anlatmak için kullanılmıştır.Bu geçiş toplumlarının sosyalizme evrilmesi ancak devrimlerin yayılması ve dünya çapında kapitalist sisteme karşı zafer kazanmasıyla mümkündür. Eğer bu gerçekleşmezse ki gerçekleşmediği görülüyor, bu geçiş toplumlarının yozlaşması ve kapitalizmin yeniden hâkim olması olasıdır. 6. Geçiş toplumlarında sınıflar da, devlet ve devletin örgütleri de varlığını sürdürmektedir. Ancak varlık koşularını ortadan kaldıran sosyalist bir kuruculuk sözkonusu olduğundan giderek sönümlenmek zorundadırlar. Bu sönümlenme ve yok olmalarının tek koşulu sosyalist devrimlerin dünya çapında kapitalist sisteme karşı galip gelmesine, kapitalizmin egemenliğini yok etmesine bağlıdır. Geçiş toplumlarındaki devlet devrimi gerçekleştirmiş proletaryanın devletidir. Bu anlamda yani iktidarın, devletin proletaryanın elinde olması anlamında yani siyasal anlamda sosyalizme ilerlemeden söz edilebilir. Toplumu sosyalizme yönlendirmek ve komünist insanı yetiştirebilmek için söz edilmesi de gerekir. Ama komünistler hem kendilerini hem de toplumu aldatmamak için geçiş toplumunun henüz sosyalizm/komünizm olmadığını bilmek ve bildirmek zorundadır. * * * Marksizmin bu temel doğruları açısından bakıldığında Engin Erkiner’in; 1. Bizlerin “Yaşanmamış Sosyalizm” diye adlandırdığımız sosyalizm yönelimli ülkelerdeki geçiş toplumlarını tıpkı TKP’li yazar Candan Badem gibi ısrarla “Yaşanmış Sosyalizm” diye adlandırmasının teorik olarak ne sonuçlara yol açacağını bilmediğini sanıyoruz. Çünkü bu toplumları sosyalist toplum olarak adlandırmak, tek ülkede sosyalizmi kurmanın mümkün olduğunu varsayar. Bu varsayım ise tarihsel materyalizme aykırı olarak toplum biçimlerinin geriye döndürülebileceği gibi ucube bir tarih anlayışına yol açar. Bu tür bir anlayış ise burjuva ideologların kapitalizmin ölümsüzlüğü ve sosyalizmin imkânsızlığı tezlerine destek olur. İnsanlık sosyalizme geçtikten sonra gerçek insanlık tarihi başlayacak ve kapitalizm de diğer sınıflı toplumlar gibi tarih öncesinde kalacak ve Engels’in deyimiyle asarı atika müzesinde yerini alacaktır. 2. Sovyetler Birliği ve sosyalizm yönelimli diğer ülkelerde karşı devrimci gösterilerin varlığını, komünist partisinin öncülüğüne karşı çıkılmasını çöküşün nedeni gibi göstermesi abesle iştigaldir. Asıl araş-

tırılması gereken bu karşı devrimci eylemlere yol açan koşullardır. Devrimin rayından çıkması, işçi devletinin bürokratik diktatörlüğe dönüşmesi ve devrimin yayılamamasının nedenleri ortaya konmadan, doğurduğu sonuçlar üzerinden bir sonuca varılamaz. 3. “Politik kapitalizm” tanımlaması bilimsel dayanaktan yoksun bir tanımlamadır. Kapitalizm bir üretim tarzı ve buna uygun ilişkileri olan toplumsal yapılanmadır. Politiği apolitiği olmaz. Kapitalizm kapitalizmdir.Sovyet sisteminin çözülüşünden sonra ortaya çıkan kapitalistlerin küçük üreticilerin büyümesi ile değil de kapitalist ilkel sermaye birikim dönemine taş çıkartacak bir yağma ve toplumsal mülkiyete el koyma şeklinde oluşmasında anlaşılmayacak bir nokta yoktur. Çünkü henüz yer yüzünde kapitalist sistemin egemenliği hüküm sürmektedir.Karşı devrimden sonra uluslararası sermayenin IMF ve fonları ile bu ülkelere hücum ettiği ve kapitalizmi yeniden inşa ettikleri unutulmamalıdır. 4. “Sosyalizm, üretici güçlerde kapitalizmi yakalamak ve geçmek iddiasını kaybedince düzenin meşruiyeti de sona erdi,” demekle sosyalizm teorisi hakkında hiçbir bilgisinin olmadığını gösteriyor. Sosyalizm, her ne kadar sovyet ideologları tarafından öyle algılansa ve gösterilse de bir kalkınma projesi değildir. Bu tezden Sovyetler daha hızlı bir ekonomik gelişme gösterseydi ve kapitalizme karşı ekonomik bir üstünlük sağlasaydı yıkılmazdı anlamı çıkar. Bu görüş sovyet deneyiminin başarısızlığını anlamak için Marksizme, diyalektik çözümlemeye değil de sonuçların idealist felsefe gözlükleri ile yorumlanmasında gören Erkiner’e yakışmış görünüyor. Sonuç olarak: “Sosyalizm denemesinin başarısızlığının temelinde, yanlış bir teori üzerine oturmuş politika yatıyor. Bu yanlış teori, Marksizmin çarpıtılmış,bozulmuş şeklidir. Marksizmin kendisi değil! Doğru olmayan bir teorinin, doğru bir siyaset ve pratik yaratması olanaklı değildir”.* “ Sosyalizmin Ekonomi Politiği” denen uydurma teorinin geçiş dönemini ekonomisinin örgütlenişine zararlı etkileri olmuştur. Erkiner’in söylediğinin tam aksine Sovyet deneyimini ve çözülüşünü anlamak için öncelikle sosyalizm teorisine baş vurmak gerekir. Sonuçlar üzerinden teoriler üretmenin yanlış ve sosyalist harekete zarar verecek saptırmalara yol açacağı Erkiner’in bu yazısı ile örneklenmiş oluyor. * Mehmet İnanç Turan,Yaşanmamış Sosyalizm,Yordam Kitap,2008. s.21


E&O3_2:Layout 1 01.11.2009 23:39 Page 38

38 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Kavramların evreninde

Kültür & Zihniyet

Postmodernlik Türkiye'de postmodernizm ölmedi, özellikle majestelerinin muteber “Marksistler”i arasında kol geziyor

Postmonderliğin mimarideki en bilinen örneği ABD’liCharles Willard Moore’un Piaza d’Italiası

Mustafa Bayram Mısır Unutuldu sanıyorsunuz... Bugün biri “tarihin sonu” dediğinde çok ciddiye alınmaz ama onu ciddiye almadığını varsayan ortalama bir fail/yazar/mesela siz, “klasik hakikat, akıl, kimlik ve nesnellik kavramlarından, evrensel ilerleme ya da kurtuluş fikrinden, bilimsel açıklamanın başvurabileceği tekil çerçeveler, büyük anlatılar ya da nihai zeminlerden” kuşku duyarsınız. Kuşkularınızın bazılarında haklı olabilirdiniz, eğer bu kuşkularınız, bugün unutuldu sandığınız, gerçekte bütün düşüncenin içinde devinmeye başladığı postmodernliğin ürünü olmasaydı. Maalesef onun ürünüdür ve soluk soluğa kalma pahasına hatırlama zamanıdır: Postmodernizm, son tahlilde, geç kapitalizmde, sermayenin bu kriz çağında, burjuva düşüncesinin krizinin ürünüdür. Bu ürünün hasadında 1968'de öne fırlayan “eleştirel düşünce”nin ve “devrimci eylem”in yenilgisinin katkısı küçümsenemez. Postmodernizmin en azından Kıta Avrupası'nda gelişimine katkı su-

nan düşünürleri, başta Lyotard olmak üzere bizzat bu yenilgi sonrasında akademiye iltica edenlerden çıkmıştı. Bu yüzden postmodernizm büyük oranda “akademinin icadıdır”.

Anti-komünist ve ırkçı Postmodernizm, erken Aydınlanma eleştirilerine kadar uzatılabilecek bir kuramsal hinterlanda sahip ise de yöntemsel olarak yapıbozuma dayanıyordu. Muhafazakar hegemonyaya katılan, Reagancı mirasın kalbine yakın yapıbozum, işçi sınıfı karşıtı, anti-komünist ve hatta ırkçıydı (Berman). Postmodernizm, Batılı, genel olarak kapitalizmin açığa çıkış ve gelişme süreçlerini betimleyen bir modernlik imgesi üzerine çoklukla birbiriyle uzlaşmayan gözlemlere akademinin “fikir” payesi vermesiyle bir hayalet gibi hızla yayıldı. Bu modernlik imgesi, tartışmacılarını, bilimsel buluşlara, keşiflere, sanayileşmeye, kapitalist işletmenin kuruluşuna (modern örgüt), ilerlemeye, bürokrasinin doğuşuna (modern devlet), insan tekinin içsel sorumluluğuna (modern özne), ulusların icadına (modern toplumsal birim: ulus-devlet) vs. götürüyor, postmo-

dernler hepsini yapıbozuma uğratıyordu. Postmodernizm, modernliği bir çürüme dönemi olarak kavradığı oranda dünyanın kaçınılmaz olarak bir nihai çöküşe, unutuluşa ve ertelenemeyecek bir öz yıkıma doğru gittiğini ima ediyordu ve bu doğrultuda bir siyasi kinizm geliştirdi. Postmodernizme göre siyasi tavır, belirsizliklerden, öznel yorumlardan ve çelişkilerden kaynaklanmaktaydı. Siyasi kavrayışlar da eşit ölçüde kesinlikten yoksun ve duruma bağlı nitelikteydi; çünkü, olgulara, hakikate ya da bilime dayanarak bir siyasi stratejinin bir başkasından daha iyi olduğuna karar vermeyi sağlayacak bir temel yoktu; bu yüzden ortaya çıkan şey kesin değil deneme niteliğindeydi ve siyasi dünya kendileri de gözlemcinin önünde oluşan inşalardan ibaret olan bireyler, liderler ve takipçileri ile doluydu.

“Mücadele etmek anlamsız” Postmodernizme göre, yaşayabilir bir kamusal alan ortadan kalkmış, tarih sona ermiş, hakikat kaybolmuş ve (sorumlu fail anlamında) yazar ölmüştü. Bu yüzden, eylem çağrısında bulunmaya gerek yoktu. Siyasete katılmamalı ya da kayıtsız bir tutum takınmalıydık. Eğer tarih sona erdiyse ve gelecek yoksa o zaman toplumsal değişim uğruna mücadele etmek anlamsızdı; çünkü insanların simülasyonlar çağında ve hipergerçeklik karşısında birer kara deliğe dönüşen toplumu ve yönetimi hiçbir biçimde etkileme güçleri bulunmuyordu. Siyasi katılımın bir anlamı yoktu, çünkü ilgi çekici olan her şey çoktan gerçekleşmişti; devrim çoktan olmuştu, atom bombası çoktan patlamıştı, artık dert etmeye gerek yoktu. En fazla, siyasi faaliyet olarak taşkınlık ve karnaval yapabilirdik. Nasılsa, zaten yoktu ya varlığına inandırıldığımız “hakikat” de artık çökmüştü. Gerçekliğin herhangi bir temsili ile diğer temsilleri arasında eşitlik vardı; yani gerçeklik, dilsel bir uzlaşımdan ibaretti ve böylece bilgi sadece göreli olabilirdi. Siyasal tutum açısından sorun karmaşık olmadığı gibi vahimdi de; örneğin, “eleştirel düşünür” Spivak, Derrida geleneğini izleyerek Hindistan’da yerleşik 'sati' yani kadının ölmüş kocasıyla birlikte yakılması -kadının kendini kurban etmesi- geleneğinin (dini kural) İngiliz subaylar tarafından okunuşunu yapıbozuma uğratıyor, bu subayların kadınları kurtararak “sömürgeci”


E&O3_2:Layout 1 01.11.2009 23:39 Page 39

EKMEK & ÖZGÜRLÜK 39

gibi davrandıklarını buluyordu. Çünkü bu onlara İngiliz değerlerinin dayatılması demekti ve kadınların kendi söz hakkı olduğunu yadsıyordu. Buradan anca, Spivak’ın, 'kadınların söz hakkı'nın, 'yaşama hakkı'ndan önce geldiğini söylediğini ve zaten her şey 'söz'den ibaret olduğuna göre pek bir sorunda olmadığını varsaydığını çıkarabilirdik ama Spivak'a bunları söylemek düpedüz “ayıp sayılıyordu!”. “Eleştirel düşünür”ün analizinin, bu kuralın tekrar yasalaşmasına cevaz vermesinden söz etmek “hakarete uğrama” nedeniydi, kim akademide Spivak'tan, bu korkunç durum üzerine bir yorumda bulunmasını isteyecekti, ya da kim bugün Afganistan bir “gerçek” olarak karşımıza çıktığında Spivak'ı hatırlayacaktı.

Vahşetin teorisi Bu, o zaman da bu zaman da açıkça vahşetin teorisiydi ve feminist ya da postmodernist bir kisve kazanması çok şey değiştirmiyordu. Berman'ın yapıbozumun karanlık yüzü dediği tastamam buydu; ayrıca, bu durum, hakikatin cemaatin iç iletişim ve oydaşmasına bırakılmasının sonuçlarını da gösteriyordu. O zamanlar, toplum bilimlerinin olanaklı olduğu, bilimsel bilgi edinilebileceği ve bu çerçevede siyasetin, toplumsal hakikatler (yani gerçeklikler) üzerine kurulu bir stratejiye dayanabileceğini söylemek, akademide alay konusu, medyada dinozorluktu. Marksistler yine de, bizzat hukuksal çerçeve ve toplumsal yaşam kuralları siyasal etkinlik alanına bağımlı olarak düzenlendiğine göre, örneğin, kamusal tartışma ve oydaşma dinsel ilkeyi toplumsal ortak yaşam için gerekli gördüğünde, Aydınlanma değerleri üzerinde yükselen bir hakikat iddiasının ve ona bağlı gelişen siyasetin meşruiyetini tartışma konusu bile etmediler. Sonuçta, siyasal meşruiyet sorunları ile hakikat bir ve aynı şey olmadığı gibi, hakikat varsayımı, bilimsel pratikler üzerinde yükselir. Burada, hakikat, yalnızca epistemolojik olarak bilginin nesnel gerçeklikle uyumluluk süreçlerini değil, aynı zamanda bilginin temsil tarzlarıyla uyumluluğunu da işaret eder. Kısaca Feuerbach üzerine, ikinci, üçüncü, sekizinci ve onbirinci tez... “Sınıf” mı dediniz? O zamanlar filizlenen bazı “yeni” toplumsal hareketler, postmodern hakikat varsayımının kendi önerilerinin toplumsal karşılık bulabilmesi açısından işlevli olabileceklerini varsaydılar; bu hareketler içinde yer alan kuramcılar genellikle postmodernizmi benimsediler. Bu, “sınıf” denildiğinde talebelerinin girdiği odaları anlayan bazı erkek ve kadınların kendilerinin

Marksizmden geldiklerini söylerken, radikal demokrasi stratejileri için postmodernizmi selamlamalarını kolaylaştırdı. Gerçi, kolaylaştırmasa ne olacaktı, postmodern teorinin büyük bir kısmı makropolitikayı ve toplumun radikal bir şekilde yeniden inşa edilmesine yönelik modern projeleri reddediyordu, her şey uyardı işte. Tarihin ve toplumun sonuyla birlikte siyasi projenin sonu da gelmişti nasılsa, halka “oyalanmak” lazımdı. Toplum teorisinin bizzat kendisi baskıcıydı, aynı zamanda bizatihi toplumsal olan ve ilke olarak tüm toplumsal normlar, kurumlar ve pratikler de... Hem, özne de bir kurmaca ya da hatta yanılsamaydı işte. Özne, yazar, genel olarak fail öleli çok oluyordu; buna rağmen, bilgi iddiasına dayanarak toplumu 'düzeltmeye' çalışan her özne ya da öznellik iddiası esasen iktidar arzusunun dışa vurumuydu. Bu tür iktidarlara karşı uyanık kalmalı, karnavalımızı bozdurmamalıydık ama 'devlet iktidarı' karşısında sessiz kalabilirdik. 'Devlet iktidarı' diye bir şey yoktu zaten, bilgi iddiasında bulunan iktidar arzuluları -o Marksistler yok mu onlar- uydu-

ruyorlardı... Bunları artık hiç kimse bu kadar kolay söyleyemiyor ama, postmodernliğin yarattığı o büyük kafa karışıklığı artık düşüncenin içinde nefes aldığı atmosfer haline dönüştüğünden buna gerek duyulmuyor da. Mesela biri çıkıp “Marx, gerçek bir liberaldi” diye yazabiliyor, diğerine göre “AKP burjuva demokratik dönüşüm gerçekleştiriyor”; bunu yazanların yazdığı programla Ufuk Uras ve yanındaki sosyalistler “adalet partisi” kurmaya kalkıyor, yanlarına Yeni Demokrasi Hareketi'nden bakiye Hüseyin Ergün'ü de alıyorlar; daha vahimi, Nabi Yağcı, Marksizmi “temsil” ediyor. Anlayacağınız, Türkiye'de postmodernizm ölmedi, özellikle majestelerinin muteber “Marksistler”i arasında kol geziyor; o yüzden, siz siz olun sıkı durmaya devam edin, sıkı durmazsanız, emekçilere Marx da liberaldi diye anlatmaya başlamanız uzun sürmez. Nasıl diye sorana, “yapıbozum” yöntemiyle buldum da dersiniz, daha önce kimlere neler neler dedirttiler gene dedirtirler... Soluduğunuz düşünsel hava budur; benden söylemesi...

n

KOMÜNİST MANİFESTO: TEORİNİN PRATİĞİ, PRATİĞİN TEORİSİ ERTUĞRUL KÜRKÇÜ | BUNALIM DÜZENİ: EMPERYALİST KAPİTALİZM MUHSİN DALFİDAN | KRİZ VE HEGEMONYA HALUK YURTSEVER | SERMAYE ÇAĞININ SINIRLARI | BÜYÜK DEPREM -BİR BİLANÇO ALİ İLERİ | İLKEL SERMAYE BİRİKİMİ YUSUF ZAMİR | SERMAYENİN SONSUZ BİRİKİM SÜRECİNİN SOMUT TARİHSEL İFADESİ OLARAK DÜNYA PAZARI ÜMİT TANIŞIR - ALİ İLERİ | ANLAMAK GİDENİ VE GELMEKTE OLANI ALP HAKAN GÜVENİR

n

ELEŞTİREL BAKIŞ MUSTAFA BAYRAM MISIR

n

KURULUŞ İDEOLOJİSİ OLARAK KEMALİZM VE SINIFLAR MÜCADELESİ ÖZNUR AĞIRBAŞLI | AŞAMACILIĞIN AŞILABİLMESİ YOLUNDA DEMOKRASİ VE DEMOKRATİK HAKLAR MÜCADELESİ NİHAT BALKANLI

! a d r a l ı ç p a t i Çıktı... K


E&O3_2:Layout 1 01.11.2009 23:39 Page 40

40 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Kültür Gerillası

Kültür & Zihniyet

Televizyon, pornografi ve Televizyonun, pornografi ile işbirliği; kendi hızı ile pornografinin hızını bir çözmenin olanaklarını bizlere sunar. Kendi biricik çıkarlarını uğruna kendis varlıklar arar durur ve çoklukla bunları bulması hiç de zor olmaz. Garip Hanay Kriz, içinde yanında yöresinde pornografiyi barındırır mı? Soru, beraberinde annemi ve babamı düşünerek bir yanıt vermem gerektiğini ortaya koyuyor. Onlar, yakından tanıdığım neleri sevip neleri sevmek zorunda kaldıklarını bildiğim insanlar. Sevmek zorunda kaldıklarının şiddetini izaha çalışmak. Evimizin salonunda, annemin evin neresinde olursa olsun beri taraftan onunla olduğu, onsuz olamayacağı, peşi sıra, çabucak, bir an önce görmek istediği bir aygıtla karşı karşıyayız: Televizyon Annem, “Ben varım, hemen yanı başındayım, buradayım; gitmedim, bak hemen geleceğim.”li figanlarla televizyonuna varlığını ispata mecbur bırakılmıştır. Tek başına bu sözcük “televizyon”, çağımızın en yaygın, çabucak kendisini sevdiren; onsuz yapılamayacak, onsuz olunamayacak bir toplumsallığı da tarif etmekte. Ancak, bu “televizyonun“ icadı, belki de “ortaya çıkarılışı” ile ilgili değil. Kendini değiştiren ama eski bilincini de koruyan bir “aygıt”tan daha fazlasını içeren, pornografik yöntemleri ve içeriği kullanarak şöhretini arttıran medyatik bir televizyondan bahsediyoruz. Şöhretini her geçen gün biraz daha arttıran ancak bir yandan da, her daim değişmediğini zihinlere kazıyan, her daim sizlerden biriyim diyen bir aygıt. Evet, şöhretini her şeye rağmen arttıran “televizyon” bu şöhretini epeyce de pornografiye borçludur. Neredeyse “yaşasın pornografi” dedirtecek kadar sıradanlaştırmıştır, şöhretinin kaynağını. Bizlere, annelerimize, babalarımıza, arkadaşlarımıza nasıl davranmamız gerektiğini öğreten; tüm ihtimalleri biz daha sorunun kendisini anlamaya çalışmadan, olası tüm yanıtları bize veren, buyuran, televizyon koltuğunu yara-

tan pornografik televizyon. Ucu bucağı gözükmeyen bu ışıklı kutu, pornografik cazibesiyle sözlerin ve eylemlerin anlamlarını saptırmakta, bilgiye ve görgüye kendi gerçeklik kılıfını giydirerek, kime ve neye, nasıl hizmet edilmesi gerektiğini dayatmaktadır. Elbette pornografinin aşan, sınırları zorlayan; bunun, herkes ve her şey için olağan olduğunu ve kendi dayattığı şiddettin gerçek olduğunu duyuran, televizyon. Şiddetin gerçek halini dahi aratan bir medyatik televizyon. Afetlerini fon müziği olmadan “fan”larının karşısına çıkaramayan, hiçbir çağda olmadığı kadar, klasik müziği kendi yarattığı afetler için baş tacı etmeyi göze alan; durum afet değil de “milli coşku”nun kendisini sunmak ise bu coşkuyu “hezeyana” dönüştüren canımızın içi tele-vizyon.

Daha hızlı, daha şiddetli Evet, pornografi televizyonla içli dışlı olmaya başladığı her anıyla şiddeti ve boşluğu beraberinde getiriyor. Ancak kabahatin pornografide olmadığını söylemeliyiz. Pornografi kendi doğasının gereği olan aşırılığı, yanlılığı ve boşluğu yaratmayı kendine görev bilmiştir. Televizyon ise daha hızlı, daha pornografik bir aygıt olma çabasındadır. Pornografinin alanını, kullanacağı zamanları, mekânları, hızını kendisi belirlemiştir. Kendi pornografik düzlemini yaratmıştır. “Fan”larının bu boşlukta kaybolmaları işine gelmektedir. Zamanı ve yeri gelince boşluğu kendisi doldurmak için görevinin başına geçecektir. Boşluk doldurma zamanlarında Amerikan üslerinin aslında bir “üs”değil “tesis” olduğunu bize öğretecek, haber programlarında işkencenin aslında ferdi olduğunu kulağımıza fısıldayacak medyatik pornografi. Toplumsal felaketlerin aslında sanıldığı gibi olmadığını, krizlerin çabucak geçeceğini ama bizler elimizden geleni yapıp krizlere, fe-

Özyurtlu kardeşlerin “Ev” filmi, katılanlar ve izley televizyon programlarının sert bir eleştirisiydi

laketlere dur demezsek; krizlerin boyutlarının daha da büyüyeceğini bize bağıran pornografik bir aygıta dönüştü televizyon. Ne diyordu: “Alın, verin, ekonomiye can verin.” Hadi durmayın tüketin; harcayın ki kendimizi, yarattığımız bu sorundan çıkaralım. Annemize, markete gittiğinde neden ihtiyacı olmadığı halde araba lastiği alması gerektiğini anlatalım. Diyelim ki annemize, eğer sen araba lastiği alırsan banka patronları daha mutlu olacaklar, sanayicilerimiz sen araba lastiği aldığın için daha fazla kâr edecek ve yeni yatırımlar yapacaklar. Mesela, yeni yeni çıtır çıtır sıcacık parayla dolu yeni yeni bankalar kuracaklar, yeni döviz büroları açacaklar, finans şirketleri kuracaklar. Yani ne olacak, üretim artacak yani tüketim artacak. İşte anne, bu yüzden araba lastiği almalısın sen; babam iki bardak çay içerken kahvede bundan böyle ne yapıp edip üç bardak çay,


E&O3_2:Layout 1 01.11.2009 23:39 Page 41

EKMEK & ÖZGÜRLÜK 41

ve kriz bir araya getirerek krizleri ndisi için feda olunacak

e izleyenlerde ağır ruhsal tahribata yol açan BBG di

bir fincan neskafe içmeli mümkünse, birkaç el de okey oynamalı. İnandırmalıyız annelerimizi, babalarımızı bunlara; onların patronların tekleyen kalplerine merhem olacaklarına. “Maazallah!” demeliyiz. Cenneti yaratmanın pazar arabalarını tıka basa doldurmakla olacağını, nemli cüzdanlarınızı sonuna kadar açıp dibine kadar elimizi daldırıp oraya buraya gizlenmiş paracıkları harcayarak cenneti yeniden yaratacaklarını anlatmalıyız ya da izlemelerini sağlamalıyız. Televizyonun, pornografi ile işbirliği; kendi hızı ile pornografinin hızını bir araya getirerek krizleri çözmenin olanaklarını bizlere sunar. Kendi biricik çıkarlarını uğruna kendisi için feda olunacak varlıklar arar durur. Ve çoklukla bunları bulması hiç de zor olmaz. Yazının başında sorduğumuz soruya dönelim. Kriz; içinde, yanında yöresinde pornografiyi barındırır mı?

Servet Düşamnı

Kültür & Zihniyet

Kelebekler uyanırken kozalarından Sorarım size ben bu bankanın camlarını İMF geldiğinde indirmeyeceğim de ne zaman indireceğim Arzu Aydoğan Şimdi boynunuzdaki şalı burnunuzu ve ağzınızı kapatacak şekilde sarın, bana elinizi verin ve birlikte İstiklal’de tura çıkalım. Bu en başta genç bir kadının maskeli balo teklifi gibi gelebilir kulağınıza. Öyle olmadığını bırakın caddenin kendisi göstersin… Yerde tramvay raylarından aşağı doğru akan kimyasal kırmızı bir su var. Kim bilir kaç kişinin canını yakmış olmasına rağmen, sanki daha dakikalar önce bunu yapan kendisi değilmişçesine usul usul tünele doğru akıyor. Ne kadar sıkı sarınırsanız sarının kimyasal gaz bir yerlerden sızıp boğazınıza yapışıyor ve kulaklarınızı her yerden öksürük sesi dolduruyor… İnsanlar kaçışıyor hatta ağlayanlar bile var aralarında. Ah ne duygusal sahneler bunlar, keşke o göz yaşları giden sevgilinin ardından olsa… içiniz mi karardı, benim de. O zaman biraz sağa, biraz da sola bakalım. Bakalım da içimizi saran karanlık, yerdeki binlerce cam parçasının yansıttığı güneşin pırıltılarıyla aydınlansın. Bu aydınlık çapkın bir gülüş oluyor ve tüm caddeyi saran yenik çehreyi dağıtıyor birdenbire. Her bir bankanın camına inen darbeler öfkenin olduğu kadar “kazanabiliriz”in de mesajını vermiyor mu dersiniz? İstiklal bankaları tek sıra olmuş önümüzde diz çökmüşlerdi işte. Uslu uslu camlarından soyunmuşlardı. İnsanlarla bankaların arasına giren o 2 santimlik film camlar, borçlandırdıkları kredi kartlarıyla; çalıştırdıkları ve işleri bittiğinde rahatlıkla kovuverdikleri emekçileri amansız zamansız sömürmeleriyle; ve aldıkları faizlerle insanları nasıl ki dünyalar kadar uzaklaştırıyor ve nasıl ki o camın önü ve arkası 2 santimlik farkın çok çok ötesine geçiyorsa, o 2 santim de yerlerde olmayı o kadar hak etmişti ve işte ayaklarımızın altındaydı… Şimdi içinizde tatlı bir gıcırtı duyuyor musunuz bu 2 santimi çiğnerken? Toplumsal öfke ne büyük bir güç! Dünyayı iten en önemli güçtür toplumsal öfke. Bir duygulanma anı, bir insan olma,

insanlaşma. Kontrolsüzü makbul olsa da gönlümce, bir sistemleştirme elbet gerekli. Bunun için teşekkürler Marx… Ancak sistemleştirme eritme, soğurma olamaz elbette. Öfkeni insanlara, hayvanlara, taşa, toprağa yöneltebilirsin. Bu duygulanma anı için kendi içinde açıklanabilir. Bunu sistemleştirdiğinde öfkeni bankalara, veya gayrimeşru olan her şeye(?) yönlendirirsin örneğin. Şiddet eylemlerinin en zor yanı da bunun eylemin dışında kalan insanlara nasıl anlatılacağı meselesidir. Ama bunu kendimize ne kadar açıklayabildik acaba? Bu biraz hissedebilmek meselesi. O anı hissediniz, hissediniz ve anlatınız. Ben gözlerimi kapatıyorum ve şunu görüyorum: Komşumun vakt-i zamanında kırılmış ve sonrasında kara kışta dahi taktıramadığı camını… siz sitede mi oturuyorsunuz, komşularınızın camları tastamam öyle mi, peki bu binlerce camsız evi gözünüzde canlandırmak hayal gücünüzü çok mu zorlar? Peki ya dünyada binlerce ve binlerce evsizin cam taktıracak bir penceresi dahi yok. Daha da mı zorlandınız… peki sustum… Ben 1 Mayısta alana çıktığımda Taksim Meydanı’nı göz yaşlarımla suladım. Kendime engel olamadım. O an, ben ağlarken ne sendika ağaları vardı içimde ne makul sayı, ne uzlaşma ne pazarlık. Ben ilk kez kazanıyordum. İlk kez yapacağız dediğimiz şeyi yapmıştık işte. İlk kez ne olursa olsun zafer kazanmıştık. Ve ben ne kadar da susamıştım buna. Göz yaşlarımla yıkandım… Şimdi radyoda duydum devrimci gençlik köprüsü yeniden yapılacakmış. Yine gözlerim dolu dolu oldu efendim. “Zap”tedemedim. Yeniden dipten bir dalga geliyor işte. Kitlesiz olsun. Bazen kitle ne kadar da yanıltıcı oluyor. Renkli ışıklarına aldanıveriyorsun ve bir yerden sonra hissedemiyorsun. Ne “öncü savaş” teorisi, ne endüstriyel proleterya, ne o, ne bu. Bu benim ve benim öfkem. Ve sorarım size ben bu bankanın camlarını İMF geldiğinde indirmeyeceğim de ne zaman indireceğim?


E&O3_2:Layout 1 01.11.2009 23:39 Page 42

42 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Kültür & Zihniyet

Anadilde eğitim hakkı Baskın dille zorunlu eğitim yalnızca “öteki” toplumu değil, “egemen” toplumun sosyal ve tinsel dokusunu da bozuyor.

Baskın dille eğitimin açmazlarını belgeleyen “İki Dil Bir Bavul” 2009 Antalya Film Festivali’nde Özgür Doğan ve Orhan Eskiköy’e“En İyi İlk Film” ödülünü getirdi

Habip Çınar İletişim teknolojisinin olağanüstü geliştiği günümüzde, topluluk kültürünün yaşatılması ve gelecek kuşaklara aktarılması açısından yazılı dil, eğitim dili çok çok önemlidir. “Eğitim şarttır” ama hangi dille? İşte insan soyunun geçtiği ve halen geçmekte olduğu “İnsanlık Sınavı”nın temel sorularından biri budur. Bilimin ve tabii uygar insanın bu soruya vereceği yanıt bellidir: Anadille eğitim! Etnik bir topluluk yaşadığı yerde siyasal egemenliğini –bağımsız, federe, otonom, vb.oluşturmuşsa bu bakımdan bir sorun yaşamayacaktır. Ama eğer söz konusu topluluk bulunduğu yerde, farklı bir etnisitenin baskısıyla evrensel haklarından yoksun kalmışsa, genellikle anadille eğitim hak-

kı bir yana, etnik olarak varlığını sürdürebilme sorunuyla yüz yüze demektir. Ve genellikle haklarından yoksun bırakılan etnik topluluk ağır bir asimilasyon altında yok oluş sürecine maruz kalır.

Dil ve kimlik Çocuk okul çağına geldiğinde ailesinden, çevresinden, ulusundan öğrendiği anadili ile düşünebilmekte, hayal kurabilmekte, anne-babası ve çevresi ile iletişim kurabilmektedir. Oysa kendi diliyle değil de, baskın dille eğitime başlamak zorunda kaldığında, çocuk kendisini reddedilmiş hisseder ve öğrenme ortamına aktif katılımı engellenir. Böylelikle pedagojinin temel ilkesi ihlal edilmekle kalmaz aynı zamanda bir insanlık suçu da işlenmiş olur. Çünkü her dil farklı bir kültürün ifade aracıdır. Her kültür insanlık için bir zenginliktir. Zaten çeşitlilik, farklılık renkliliktir insan dünyasını

zenginleştiren ve dünyayı yaşanır kılan. “İnsan, nesnelerin varlığını ancak onları adlandırarak kavrayabilmiştir. Dünya, ancak düşünce düzlemine aktarılarak ‘bilgi konusu olduğunda bir karışıklıklar bütünü olmaktan çıkar. Çünkü bilgi, her nesneyi içinde bulunduğu yığından çekip çıkararak bu karışık bütüne düzen getirir, onu anlaşılır kılar.’ Görüldüğü gibi düşünce dille bütünleşerek görevini yapabilir” (Berke Vardar). Özcesi, dil düşünsel, kültürel, tinsel, anlama ve anlatma bakımından insan için bir kimliktir. Okul yaşına geldiğinde çocuğun bu anlamda kimliği oluşmuştur artık. Sıra, bu kimliğin temel aracı olarak edinilen dilde (anadilde) eğitim almaya gelmiştir. Çocuk alacağı eğitimle, o yaşa dek edindiği kültürel, tinsel düşünsel bilgileri daha bir düzene sokup bir üst aşamaya getirecek ve edin-

diği insani kimliğini yetkinleştirecektir.

Okul ve anadil Oysa okul kapısından içeriye adımını attığında, o ana kadar edindiği tüm değerlerin aslında gereksiz, yanlış ve hatta utanılacak şeyler olduğu pratik olarak yüzüne vurulacaktır. İçe kapanma, küsme, kendini utanılacak durumda hissetme vb. kaçınılmazdır. Çünkü iç dünyası yıkıma uğramıştır. Öğrendiği, bildiği her şey gereksiz ve yanlıştır! 4. veya 5. sınıfta yeni dile vakıf olduğunda, bu yeni dille, yeni bir kimlik edindiğinde ise anadili zaten baskın dil olan yaşıtlarına göre genellikle yarışma dışına daha baştan itilmiştir. Daha ilköğrenim çağında insani kimliğini güçlendirme yerine, ruhunda derin yara almış küçüğün, yetişkin yaşlarda da bilinçaltını bu yara kaplar. Çünkü esas etnik kimliği ile okulda kabul ettirilen etnik kimlik arasındaki çelişkiyi ömür boyu yaşaya-


E&O3_2:Layout 1 01.11.2009 23:39 Page 43

EKMEK & ÖZGÜRLÜK 43

cak, eğer bilimsel düşünceyle tanışma olanağı da bulamamışsa, kimliklerinden biri veya her ikisiyle de sorun yaşayacaktır. Özellikle baskın dilin etnik kimliğinde kendine bir yer edinmeye çalışan yetişkin, ömrünü yeni kimlikte ispata hasredecektir. Ve muhtemelen “eski” etnik kökenine karşı en acımasız tutum ve davranışlar içerisine girecektir. Azılı faşistlerin genel olarak egemen etnisiteye dahil olamayanlar arasından çıkışı bu bakımdan şaşırtıcı değildir. Anadilde eğitim hakkı adil bir toplumsal yaşamın bileşeni Peki, doğal olan, insani olan,

meşru olan, hak olan nedir? Hiç kuşkusuz çocuğun anadiliyle eğitim alması. Maddi ve manevi olarak gelişmesini tamamlamış sağlıklı bireylerin yetişmesinin ilk koşulu budur. Öte yandan insan hak ve özgürlüklerini temel alan, çok dilli, çok kültürlü, farklılık ve çeşitlilikleri zenginlik sayan, toplumcu, eşitlikçi, özgürlükçü ve doğa ve insana karşı her türlü benciliği gayri insani kabul eden yeni bir eğitim felsefesi acil bir gereksinimdir. Sürdürülebilir adil bir toplumsal yaşam, bu temel felsefe üzerinde şekillenecektir. Baskın dille zorunlu eğitim sadece “öteki” toplumu değil, bi-

zatihi “egemen” toplumun sosyal ve tinsel doku ve dünyasını da bozmaktadır. Bu bakımdan egemen etnisiteye mensup olanlar da “zorunlu dil” ile eğitime karşı çıkmalıdırlar. Eğitim sendikalarının anadille eğitim talebinde bulunmaları bu bakımdan son derece isabetli, insani, demokrat bir tutumdur. Bir farkın, çeşidin, rengin yok edilişi insan dünyasını, yaşamını kısırlaştırır. Günümüz dünyasında artık burjuvazinin “aklı başında olanı” bile bu gerçeği fark etmiştir. Peki ya şark devletleri! Onların pek çoğu insanların milliyetlerini anayasa ile belirleme gibi garip bir gayret içindedirler.

Ana dili ne demek?

Türkçe okuma yazmayı bir türlü sökemeyen Kürt çocukların payına tek ayak cezası düşüyoraya

Anadili, çocuğun “annesinin konuştuğu” değil, başta ailesi olmak üzere, soyu, çevresi ve ulusundan, bilinçli bir öğrenim süreci olmaksızın edindiği dildir Toplum genel olarak, birbirleriyle iletişim halindeki insanların biraraya gelmesiyle oluşmuştur. İletişim, anlaşma toplumsal yaşamın temelidir. Anlaşabilmek için anlatabilmek gerekir. Dolayısıyla anlaşmaanlatma-iletme bir bütündür. Anlama, anlatma ve iletişimin temel aracı

dildir. Şu halde dil, insanın anlatma yetisi çerçevesinde oluşan bir anlaşma aracıdır. Ve anlaşma araçlarının en gelişmiş ve en kullanışlı olanıdır. Dil iletişim içinde olmak zorunda olan insanların, tarihi süreç içerisinde kendi aralarında geliştirdikleri doğal bir Şifre Sistemidir. İnsanlar bu şifre sistemiyle bir araya gelerek anlaşma, anlatma olanağı bulurlar ve bu sayede bilgi ve birikimlerini sonraki kuşaklara aktarırılar. İnsanı diğer canlılardan ayıran temel bir etkinlik alanı olarak kültür, dille gerçekleşir ve dille ifade edilir. Bu bakımdan “aynı dili konuşan insanlar görünmeyen ama anlaşılan ve sezilen bağlarla birbirlerine bağlanırlar”

Anadille eğitim konusunda demokrat tutum, her etnik topluluğun, halkın, ulusun kendi diliyle eğitim hakkına kavuşması için mücadele etmektir. Asimilasyon bir insanlık suçudur ve buna karşı gelmek insani bir görevdir. Sosyalistler, komünistler, devrimciler kayıtsız ve şartsız anadille eğitim isteyenlerin yanında yer almak zorundadırlar. Anadille eğitim “bölünme”ye değil bütünlüğe giden yolu döşer. Kaldı ki özgür bileşenlerce oluşturulan “bütünlük” gerçek anlamda “bütünlük”tür. Eğer bütünün bileşenlerinden biri özgür değilse, zaten “bütünlük” yok demektir.

Dil ile düşünce eylemi arasında kopmaz bir bağ vardır. Dili olmayan canlının düşüncesi de gelişmez. Düşünce ise dilin işlevi sonucuna oluşur ve zenginleşir. Dil, “bireyin bilincini oluşturan, benliğini biçimlendiren temeldir; bilincin köklerine, bilinçaltının derinliklerine uzanan başlıca insansal işlevdir” (Berke Vardar; Dil Olgusuna Genel Bir Bakış) Dil, kültür birliği, düşünce ve nihayetinde tüm bir tinsel alanı anlama anlatma aracı olarak toplum için olduğu kadar, birey için de yaşamsal önemdedir. Birey 0- 6 yaş döneminde temel dil yeteneğini kazanır. Mehler “4 günlük Fransız ve 2 aylık Amerikan bebeklerinin alındığı bir çalışmada, bebeklerin kendi dillerine ait sözleri yabancı dilden ayırt edebildikleri”nin gösterilmiş olduğundan söz etmektedir. Konu ile ilgili olarak yapılan tüm araştırmalar, bir çocuğun, okul çağına gelinceye kadar temel dil yeteneğini kazandığını ortaya koymaktadır. Demek oluyor ki, çocuk, ebeveyni ve çevresinin oluşturduğu şifre sistemi, artık çocuğun da düşünce, anlama, anlatma, iletişim dünyasını oluşturmaktadır. Burada sözü edilen dil, kuşkusuz öğretilen değil, öğrenilen dildir. Zaten anadili “çocuğun anasının konuştuğu dil” olarak algılamak ve tanımlamak olguyu tam yansıtmayabilir. Bu nedenle anadili, çocuğun, başta ailesi olmak üzere, soyu, çevresi ve ulusundan, bilinçli bir öğrenim süreci olmaksızın edindiği dil” olarak tanımlamak daha uygun olacaktır.“ İnsan düşüncesi, duygusu, sezgisi ve hayali dilin dünyasında oluşur ve zenginleşir. Bu birey için de, bireylerin oluşturduğu toplum için de böyledir


E&O3_2:Layout 1 01.11.2009 23:39 Page 44

44 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Kültür & Zihniyet

Che’nin savaşçı olarak portresi Sonderbergh’in “Che”si Filmekimi sonrasında gösterim şansı bulabilecek mi bilmiyoruz. Ama fırsatını bulunca mutlaka izleyin Necati Sönmez Başkaldırı kültürünün metaya dönüşmekle kalmayıp, iyi de para ettiği zamanlarda yaşıyoruz. Az gelişmiş kapitalist ülkeler bu gerçeği idrak etmekte biraz zorlansa da, devir o devir. İstanbul’da Bienal küratörlerinin ağzından düşürmediği “Komünist Manifesto”, 25 Ekim 2009 tarihli gazetelerin yazdığına göre, Bursa’da açılan bir davada suç delili sayılmış! Bienal’deki ‘radikal’ söylemin nasıl da kaliteli bir plastikten imal edilmiş olduğunu gözler

önüne serdiği için, Bursa Cumhuriyet Savcısı’na teşekkür borçluyuz aslında. Yücel Sayman, bundan bir ay kadar önce yazdığı bir yazıda aradaki farkı şöyle bir analojiyle özetlemişti: “Şirin bir ilçemiz. Bir sendika ‘Geleneksel 1. Palamut Bienali’ni düzenliyor. Bienal’in teması ‘Palamut olmasaydı neyle yaşardık?’ Duvarlarda Brecht’ten, Rosa Luxembourg’dan, Komünist Manifestosu’ndan alıntıları içeren afişler asılı. Açılış günü bienal mekanında binlerce işçi, köylü, yoksul halk toplanmış. Palamut Bienali’nin açılış konuşmasını yıllarını cezaevlerinde geçirmiş ‘küratör’ yapıyor: ‘Bu, Türkiye’de düzenlenen en politik bienal. Palamuttan ve zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi bulunmayanlar, kapitalist sistemin ezdiği, emperyalizmin boyunduruğunda yaşayan sizler; sosyalist mücadelenin devrimci sanatı yolunuza ışık tutsun…’ diye başlıyor sözlerine.

Ne olur sizce? Bence şirin ilçemizin kaymakamı bienali yasaklar. Savcı sendika yöneticilerini illegal bir örgütün üyeleri, ‘küratör’ü o örgütün militanı olarak niteleyen bir iddianame düzenler, bienalle ilgisi olan hemen herkes hakkında ceza davası açar.” (http:// tinyurl. com/ykzryyx) Nitekim Marx ve Engels’in kitabını, üzerinde Deniz Gezmiş ve Che Guevara fotoğraflarının bulunduğu bir bildiriyi bulundurmak, 8 Mart Dünya Kadınlar gününü kutlamak gibi ‘suç’ları yargıya taşıyan savcımız sağolsun, bu öngörü tez zamanda gerçeğe dönüştü. Arkadaşları toplayıp Che’yi anlatan bir filme gitmek de, bu memlekette örgütsel suç kapsamına girer mi girer; ama ne pahasına olursa, birazdan sözünü edeceğimiz ve filmekimi’nde biletleri yok satan “Che 1” ve “Che 2” adlı filmleri aşağıdaki olumsuz yargılara aldırmadan –hatta mümkünse bu

yazıyı okumadan önce- izlemenizi tavsiye etmekle başlayayım. Amerikan bağımsız sinemasının duayenlerinden sayılan, hayli yetenekli ve üretken bir yönetmen olan, arada ev kirasını ödeyebilmek için “Ocean’s 11”, “Ocean’s 12”, “Ocean’s 13” gibi zırvalara da imza atan Steven Soderbergh, kariyerinde “Jurassic Park 3” gibi sade suya tirit yapımlar bulunan senaryo yazarlarıyla birlikte, Che Guevara’nın devrim mücadelesini anlatıyor. (Bu rakam takıntısı “Che” projesine de sirayet etmiş, toplam 257 dakikayı bulan hikayeyi, “Part 1: The Argentine” ve “Part 2: Guerrilla” diye iki fime ayırmışlar.) Soderbergh’in “Che” portresini, tüm endişelerimi kenara bırakıp umutla ve saf bir beklentiyle izledim; fakat dört buçuk saatlik seyirden geriye kalan, buruk bir eksiklik duygusu ve yavan bir tad oldu, ne yazık ki. Hakkını teslim etmek gerek; görsel yapısı oldukça sağlam kurulmuş, görüntü yönetmenliğini bizzat kendisinin yaptığı bu filminde Soderbergh, sonradan popüler kültür ikonuna dönüşen imajına itibar etmeden Che’yi o günlerdeki haliyle olabildiğince yalın biçimde yansıtmaya çalışmış. Hatta bir anlamda çubuğu ters bükerek, onu devrimci romantizmin rock starı gibi değil, dağlarda koşturup duran, sık sık astım krizi geçiren, yeri geldiğinde adamlarını haşlayan, (yeminli Che düşmanlarına göz kırpan bir sahnede gösterildiği üzere) hainleri kurşuna dizmekten çekinmeyen bir savaşçı olarak ele almış. Ne var ki bu yaklaşım, bu sefer onu başka türlü bir “ikona” dönüştürüyor; özellikle ikinci filmde, kendini savaşa adamış gerilla kimliği nerdeyse geri kalan tüm meziyetlerini gölgede bırakacak şekilde öne çıkıyor. Che Guevara’nın ölümünü belgeleyen ünlü fotoğraf üzerine yazdığı yazıda John Berger, “Guevara’nın ölümü üzerine yorum yapanlardan çoğunun yanılgısı, onun yalnızca askerlik becerisi ya da belli bir dev-


E&O3_2:Layout 1 01.11.2009 23:39 Page 45

EKMEK & ÖZGÜRLÜK 45

rimci stratejiyi temsil ettiğini sanmak oldu,” demişti. Özellikle “Gerilla” başlığını taşıyan ikinci film, tam da bunu yapıyor. Oysa Berger’a göre, “Guevara’nın, yaptığı planların ayrıntılarından çok öte bir şeyi temsil ettiği ve etmeye devam edeceği kesin. O, bir kararı, bir sonucu temsil ediyordu.” Yazar, Che’nin ölüm haberi üzerine birinin dile getirdiği yorumu da aktarıyordu aynı yazıda: “O, bir tek insanın taşıdığı olanakların dünyadaki simgesiydi.” Ne yazık ki, bunun farkında olmayan, ya da işin bu tarafını pek önemsemeyen bir (pardon, iki) film var karşımızda. Che’nin zihin dünyasına girmemizi sağlayacak, ilk filmde paralel kurguyla verilen New York’taki Birleşmiş Milletler konuşması dışında, çok az veri sunuluyor iki filmde de. Che’nin gerçek kimliğini ve motivasyonlarının ele veren, örneğin bir tartışma ortamında söylediği “Eğer bir ülkede çocuk işçiler madenlerde ölümüne çalıştırılıyorsa, orada devrim şartları olgunlaşmış demektir,” gibi sözler, bu ağır yemekte minik birer çerez tabağı olarak kalıyor. Soderbergh, romantizm batağına düşmeyeyim derken kuru ve steril topraklarda geziniyor, dolayısıyla örneğin, Guevara soyadını taşıyan bir kadının kendisiyle akraba olma ihtimalini soran mektubuna şu ünlü cevabı yazan adamı Soderbergh’in filminde teşhis etmek kolay olmuyor: “Yakın akraba olduğumuzu sanmıyorum, ama dünyada gerçekleşen herhangi bir adaletsizlik karşısında eğer siz de öfkeden titriyorsanız, yoldaşız demektir ve bu çok daha önemlidir.” Garip gelebilir, ama Kübalı belgeselci Santiago Alvarez’in Guevara’nın ölümünün hemen ardından yaptığı, aslında basbayağı bir propaganda filmi olan 19 dakikalık “Hasta la Victoria Siempre”si bile, karakterinin dünyası hakkında Soderbergh’in filminden daha fazla bilgi ve duygu içeriyor. Yine de baştaki önerimi tekrar edeyim: Bu kişisel yargılara aldırmayın, “Che”yi fırsat bulunca mutlaka izleyin, tabii arkanızda ‘suç delili’ bırakmamaya çalışarak.

Kapital'i okumak hiç bu kadar kolay olmamıştı 31 Ekim'de başlayan ve 8 Kasım'a kadar sürecek olan İstanbul kitap fuarının yıldızı Marx'ın başyapıtı Yeşim Dinçer Bu yılki İstanbul kitap fuarının ana teması "kültürlerarası diyalogda çeviri" olarak belirlendi. Fuarda sergilenen en yeni çeviri kitaplar arasında Marx'ın son ve büyük eseri Kapital'den esinlenen iki kitap ilgi topluyor. Ortak noktaları, çizgilerin yardımıyla Kapital'e kolay ve eğlenceli bir başlangıç sağlamayı hedefliyor olmaları. Bununla birlikte tarzları birbirinden epeyce farklı ve orijinal.

"Kapitalist bir sistemde toplumun zenginliği muazzam bir meta yığını olarak görünür" Japon çizerlerce hazırlanan Yordam Yayınlarının yayınladığı Kapital Manga, Kapital'in temel kavramlarını ve ruhunu bir hikâye kurgulayarak aktarmayı deniyor. Manga, biliyorsunuz, Japon çizgi romanlarına verilen ad. Dolayısıyla bu kitapta görsellik ve olay örgüsü ön planda. Hikâye, uyanık yatırımcı Daniel'in, genç Robin'i bir peynir fabrikası kurmaya ve işletmeye ikna etmesiyle başlıyor. Robin'in borç batağında debelenişi, sömürüyü giderek arttırmaktan başka çaresi olmadığını kavrayışı ve vicdani çelişkileriyle sürüyor. Robin'in, fabrikadaki işçilerle, ortağıyla ve nihayet kendi vicdanıyla girdiği hesaplaşma, kapitalist üretim tarzının işleyiş yasalarını ve iç çelişkilerini yansıtıyor. Kapital Manga okurlarına, kapitalizmin yol açtığı kötülüklerin sisteme içkin olduğu, "iyilerle kötülerin karşıtlığı" üzerinden okunamayacağı yönünde doğru bir mesaj veriyor. "Mülksüzleştirenleri mülksüzleştirin" Karl Marx - Kapital: Yeni Başlayanlar İçin başlığını taşıyan Versus yayınlarının çıkardığı öteki kitap İngilizce'den çevrilmiş dilimize. Bu bir çizgi roman değil ama derdini, sözle olduğu kadar çizgiyle de anlattığından keyifle okunmakta. Emek gücü, mübadele değeri, meta fetişizmi, artık değer ve sermaye birikimi gibi kavramlar mümkün olduğunca basitleştirilmiş örnekleriyle aktarılıyor. Bu çalışmanın en önemli özelliği, akademik kuruluktan ya da hamasi propaganda dilinden uzak duruşu ve mizaha yaslanıyor oluşu.. Karikatüre meyleden çizimlerinin de bu konuda epey yardımı dokunuyor kuşkusuz. Kitapta

Marx'ın kuramıyla birlikte yaşam öyküsüne, Paris Komünü gibi tarihsel olaylara, dostlarına ve ailesine de yer verilmiş. "Para hakkında yazacağına, biraz olsun para kazanmanı isterdim", diyen annesi eminim size de tanıdık gelecek.

Bozguncu fikirlerle dolu bir kitap Bu kitaplardan sonra Kapital'i okumak için Einstein'ın beynine ve bir peygamberin sabrına sahip olmamız gerektiği yolundaki önyargı değişebilir mi? Kapital'i okumanın güçlüğü hakkında Marx'a da şikâyet ulaşmış ki on altı yılda yazdığı kitabın ilk bölümlerinin okura zor gelebileceğini o da kabul ediyor. Onuncu bölümden başlamamızı ve önceki bölümleri daha sonra okumamızı salık veriyor bize. Bu konuda duyduğum en nükteli hikâye Çarlık Rusya'sında geçiyor: Kapital Rusça'ya çevrildikten sonra mevzuat gereği sansür kurulunun önüne gidiyor. Yazarlara ve yayıncılara göz açtırmayan, kılı kırk yaran sansürcüler Kapital'i evirip çevirdikten sonra kitabın bozguncu fikirlerle dolu olduğuna dair bir rapor düzenliyorlar. Fakat yine de, "o kadar sıkıcı ve karmaşık bir kitap ki Rusya'da bunu okuyan olmaz, okuyan olsa da anlayan bulunmaz" diyerek yayımına olur veriyorlar. Hikâyenin sonunu biliyorsunuz: Otuz beş yıl sonra Rusya'da devrim oluyor.


E&O3_2:Layout 1 01.11.2009 23:39 Page 46

46 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Toplumsal Cinsiyet

Erkekler 'erk'i teslim etmeli Toplumsal cinsiyetsizleşme toplumsal cinsiyet sorununu çözecek

Eduard Manet’nin “başeseri”nde toplumsal cinsiyet algısı: Erkekler egemen, kadınlar arzu nesnesi olarak “hizmet”e hazır

Arzu Aydoğan Toplumsal cinsiyetsizlik, genel olarak toplumun cinssel kimliklerden arınabilmesi ve toplumsal işbölümünün sona ermesidir. Günümüzde toplumsal cinsiyete dayalı işbölümünün fiziksel özelliklere göre yapılmadığına dair sayısız örnek bulunabilir. Erkeklere mahsus görülen, kadınlar ‘elinin hamuruyla’ bu işlere ‘bulaştığında’ haber konusu olan otobüs şoförlüğü, makinistlik meslekleri bilgi ve tecrübe gerektirir ama bu işleri yapmak için gereken kas gücü kadınların sahip olduğundan fazlasını gerektirmez. Makineleşmeyle birlikte kol gücüne duyulan ihtiyaç azaldıkça işbölümü azalmamakta, toplumsal basınç ile daha da derinleşmektedir. Bu durum bize gösteriyor ki işbölümü, a’nın yapabilecekleri ile b’nin yapabilecekleri şeklinde değil; a’nın yapması gerekenler ile b’nin yapması gerekenler olarak gelişiyor. İşte tam da bu,

toplumsal cinsiyet sorununun temelini oluşturan toplumsal işbölümünü derinleştiriyor. Toplumsal cinsiyetsizlik birçok arkadaşın içi rahat etsin diye söylüyorum; fiziksel bir aynılaşma değil. Evrimsel ilerlemenin ‘sosyal’ gediklerle sekteye uğramasının ya da sapmasının bir nevi giderilmesidir. Gündelik hayatımızda statülerin ne kadar belirleyici olduğuna şöyle bir bakarsak, ‘koskoca’ bir avukat bir yemek davetinde servisini kendisi açar ve önündeki tabağı mutfağa götürüp yıkarsa bu durum sosyal çevrede ‘tuhaf’ karşılanabilir. Halbuki kişinin avukat olması ellerinin ve ayaklarının işlevini yitirmesine neden olmamıştır. Elleri başka insanların ellerinden eğer bir özrü yoksa işlevsel olarak pek farklı değildir. İşte bu tip örnekler, mesele kadın ve erkek statüleri olunca daha da çoğalıyor.

Toplumsal devrim Peki, toplumsal cinsiyetsizlik toplumsal cinsiyet sorununu nasıl çözer? Burada

araya toplumsal devrim kavramı giriyor. Toplumsal devrim; siyasal devrimin itici gücünü ortaya çıkaran, dolayısıyla siyasal devrime varmadan başlayan ve devam eden, siyasal iktidarın alınmasıyla sıçrama gösteren ve devrimden sonra da devam eden devrimdir. Toplumsal devrim siyasal devrimin kaderini belirleyecek olandır. Ve “her siyasal devrim, toplumsal devrime yol açmaz. İktidarın sınıfsal kaynağının, iktidar blokunun sınıfsal bileşiminin değiştirilmesine de siyasal devrim demekte bir sakınca yoktur; ama bunlar toplumsal devrime yol açmayan iktidar değişiklikleri olarak kalırlar” (Haluk Yurtsever, Tarihten Güncelliğe Sınıf Savaşları ve Devlet, Yordam Kitap, s. 195) Toplumsal cinsiyetsizlik kavramı ancak toplumsal devrime nüfus edebildiği ölçüde ortaya gerçek bir toplumsal devrim çıkabilir. Bu toplumun yarısının -lezbiyen, gey, biseksüel, travesti ve transseksüel bireyler de dahil- tüm kaygı kaynaklarına, edilgenleştirilmesine, bir cinsel kimliğe hapsedilmesine, dışlanmasına, yok sayılmasına ve hatta öldürülmesini meşru sayan anlayışa karşı savaş açılmasıdır. Bu savaşın savaşçıları tüm bu yaptırımlara maruz kalanlar değil toplumun tüm bireyleri olmalıdır. Bu savaşın, siyasal devrimle değil bugünden başlayan toplumsal devrimin içinde yeşermesi hayati önem taşır. Fakat bu savaşta savaşan taraflar ne kadar bellidir?

Bir ‘kadıncılık’ eleştirisi “…güçlü varlık güçsüz varlığı ezmektedir, kadın denilen meleği erkek denilen canavarın elinden kurtarmak gerekir. Oysa kadın hiç de güçsüz değildir, kadının bilek gücünü çok aşan güçleri vardır. İnsan nasıl doğada bedensel yetersizliğini ussallığıyla kapatıyorsa kadında toplumda erkek karşısındaki fiziksel eksikliğini kurnazlığıyla kapatır. Erkek çok zaman ele geçirilmiş bir varlıktır ama egemen varlık görünümündedir, işin kötüsü o egemen olmamakla birlikte egemen olduğuna inandırılmıştır. Güçlüdür, şişenin tıpasını o sökmeli, sıkışmış bir nesneyi yerinden o çıkarmalıdır. Otomobili o sürmeli, odunu o taşımalı, parayı o getirmeli, barınmanın iyi koşullarını o sağlamalıdır. Zavallı erkek bu konuda alkışlanmak için her şeyini vermeye hazırdır. Kurnaz kadın göz koyduğu erkeğe açamıyorum diyerek bir şişe kapağını açtırdığında iyi bir yol almıştır. Gerçekte kadın erkek karşıtlığında kimin kimi ezdiği belli değildir. Ezenle ezilenin belli olmadığı bir noktada bir yanı suçlu görmeye öbür yanı aklamaya ve savunmaya kalkmak deliliktir. Gerçekte, ortada suçlu da kur-


E&O3_2:Layout 1 01.11.2009 23:39 Page 47

EKMEK & ÖZGÜRLÜK 47

ban da yoktur ya da ille olması gerekiyorsa suçlunun ve kurbanın kim olduğu belli değildir. Suçlular da kurbandır ya da kurbanlar da suçludur çoğu zaman.” (Afşar Timuçin, Aşkın Diyalektiği, Bulut Yay., s. 26) Her ne kadar Afşar Timuçin gibi feminist hareketi ‘delilik’ olarak görmesem ve hatta belli noktalarda hak da versem, alıntıda önemli bir eleştiri olduğunu düşünüyorum. Verilen bu gündelik örneklerin ardından daha genel bir bakış atalım. Patriarka olgusu, bence tarafları kadın ve erkek olarak saflaşmış bir olgu değildir. Bir erkek kadın hakları konusunda kadınlardan daha tutarlı olabileceği gibi, bir kadın da erki birçok erkekten daha fazla kullanabilir. Bir içiçelik söz konusudur. Bu noktada eğer varmak istediğimiz alan ve yolumuz net olursa ki benim önerim

toplumsal cinsiyetsizlik olacaktır; bu kavram tarafları daha net ayırabilecektir. Bir örnek; kozmetik sanayinin hiçbir zaman farklı statüleri ortadan kaldıran bir projeye sahip çıkacağını düşünmem. Çünkü o, kadın için ayrı, erkek için ayrı şampuan üretmeyi daha kârlı bulur. Erkek, erkek gibi kokmalı, kadın fondötensiz dışarı çıkmamalı ve bu iki cins her şeyleriyle farklılaşmalıdır. Düşünsenize modacılar ‘kadın’sız ne yaparlardı? Ayrıca kozmetik sanayinin kullandığı kimyasalların insan bedeni üzerinde hormonal etkilerinin olduğunu da düşünüyorum. Kaldı ki bu tür ürünlerin yarattığı psikolojik etki inkar edilemez. Tabii bir de burada unutmamamız gereken bu sektörlerdeki kadınların varlığıdır. Bana kalırsa toplumsal cinsiyetsizleşme mücadelesi kimlik sıkışmalarına karşı iyi bir panzehir olabilir. Burada dikkat etme-

miz gereken nokta, bir tarafın salt sahip olduğu ya da sonradan yöneldiği cinsel kimliğinden dolayı edilgenleşmesini ya da dışlanmasını sağlayan sistemi derinden yaşayan taraftan mücadeleye başlamamaktır. Bu örselenmeyi yaşayanlar, kimliklerini en son teslim etmesi gerekenlerdir. Her şeyden önce sosyalist hareketin buna uygun rota çizmesi ve feminist hareketi ‘hazmedebilir’ hale gelmesi gerekmektedir. Bu noktada ‘ben erkeğim’ diyenlerin sesini kısarken ‘ben kadınım’ diyenlerin sesini açmakta bir sakınca görmüyorum. Belki ironik geliyor kulağa ama toplumsal cinsiyetsizleşme böyle sağlanır diye düşünüyorum. Toplumsal cinsiyetsizleşmeyi, daha kadın kendisini gerçekleştirmeden bugünden uygulamaya kalktığımızda patriyarkanın kansız tersiz zaferi olur bu. Sürecin en önemli unsuru eksik kalır ve toplumsal cinsiyetsizleşme başarısızlığa uğrar.

Sosyalist kadınlar yeni ve farklı bir dünya istiyor le kamusal alandan gelmektedir. Türkiye'deki sosyalist yapılanmaların hepsini aynı sepete koyarak toptan yaftalamak doğru bir tavır olmasa da, toplumsal cinsiyet körlüğünden başlayıp kadınların kurtuluşu meselesini eril siyasal dilin içine hapsetmeye dek uzanan ayrımcı bir skalada dizildiklerini söylemek pekâlâ mümkün. Hiç kuşkusuz pek çoğunda genç/yaşlı kadınların siyaset sofrasındaki yeri, "öküzümüzden sonra" değilse bile, siyasi hareketin geleceği olarak bakılan genç erkeklerden sonra gelmektedir.

Toplumsal ilişkileri tümüyle değiştirmeyi hedefleyen solsosyalist, karma yapılanmalarda bile kadınların politik faaliyeti iki yönlü baskı altında Yeşim Dinçer Erkeklerle kadınların toplumsal konumları biyolojik bir kaderin sonucu değil, her şeyden önce toplumsal olarak kurulmuş konumlardır. Erkekler ve kadınlar, biyolojik olarak birbirinden farklı bireylerden oluşmuş bir topluluktan çok daha öte bir şey oluştururlar. Erkekler ve kadınlar, aralarında özgül bir toplumsal ilişki -toplumsal cinsiyet ilişkileri- olan iki toplumsal gruptur. Bu toplumsal ilişkide kadınlarla erkekler hiyerarşik olarak konumlanmıştır. Kadınlara ya da erkeklere ait olduğu varsayılan değerler de öyle. Toplumsal düzenin toplumsal cinsiyete göre şekillenişinin en belirgin tezahürü kamusal

alan ile özel alan ayırımıdır. Kadınların -ekonomik işlevi olmadığı iddia edilen- özel ve ev içi alanlara, erkeklerin ise ekonomik ve politik olduğu kabul edilen kamusal alana ait olduğu varsayılır. Kadınlar özel ve mahrem olana tahsis edilmişlerdir ve sayısız Türk filminin örneklediği gibi, oradan çıktıklarında namuslarına yönelik bir dizi saldırıya açık hale gelirler. Kamusal alanı kadınlara tümüyle kapatan geleneksel toplumlardan farklı olarak, modern toplumlarda kadınların

bu iki alan arasında kontrollü olarak hareketine, gidiş gelişine izin verilir. Yani kadının kamusal alandaki görünürlüğü, dışarıda bir iş bulup çalışması, siyasal kurumlarda temsili vb. yine patriarka tarafından denetlenir. Toplumsal ilişkileri tümüyle değiştirmeyi hedefleyen solsosyalist, karma yapılanmalarda bile kadınların politik faaliyeti iki yönlü baskı altındadır. Bu baskı ve engellerden ilki, aile reisi/koca/ sevgili sıfatıyla özel alandan; ötekiyse kıdemli erkek yoldaşlar/önderler eliy-

Bütün kadınların ve erkeklerin hem kamusal alana hem özel alana tam anlamıyla katılmalarını mümkün kılacak, toplumsal cinsiyet temelli hiyerarşiyi ortadan kaldıracak yepyeni yaşam ve örgütlenme biçimleri hayal etmeliyiz. Arzu Aydoğan'ın kaleme aldığı bu deneme -görüşlerine tam manasıyla katılalım ya da katılmayalım- böyle bir cesareti gösterebildiği için değerli. 'Toplumsal cinsiyet', kamusal /özel' kavramları için kaynak: Eleştirel Feminizm Sözlüğü, çev. Gülnur Acar-Savran, Kanat Kitap


E&O3_2:Layout 1 01.11.2009 23:39 Page 48

EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Yerel süreli yayın u Ortaklaşa Yayıncılık u Sahibi ve Sorumlu Md. Erdal Çınar, 847 Sk. No.:14/201 Kemeraltı / İzmir u Yazı Kurulu: Tektaş Ağaoğlu, Yeşim Dinçer, Hakan Günver, Ertuğrul Kürkçü, Osman Soyer, Haluk Yurtsever u Yayın Kurulu: Can Atalay, Erdal Çınar, Muhsin Dalfidan, Kaya Eker, Hakan Günver, Ali İleri, Kenan Kalyon, Vakkas Kılıç, Şaziye Köse, Ertuğrul Kürkçü, Haluk Yurtsever u Basıldığı Yer: Ezgi Matbaacılık uTel: 0212 452 23 02, Çobançeşme Mah., Sanayi Cad., Altay Sk., No.:10-A Blok, Yenibosna - Bahçelievler / İstanbul u Yönetim Yeri: Katip Mustafa Çelebi Mahallesi, Tel Sok. No. 28, Kat 3, Beyoğlu-İstanbul u İnternet sitesi: www.ekmekveozgurluk.net u Tel: 0212 293 6220

Hayatımın son günlerine yaklaşırken, tarihin süzgecinin üzerime sürülen lekeyi mutlaka temizleyeceğinden eminim. Hiçbir zaman ihanet etmedim. Hayatımı Lenin için tereddütsüz feda ederdim. Kirov’u severdim ve Stalin’e karşı hiçbir hareketin içinde olmadım… Bilin ki yoldaşlar, komünizmin zaferine yürürken taşıdığınız bayrakta benim de bir damla kanım olacak. Nikolay Buharin

Tutuklanmadan önce eşi Anna’ya verdiği, yoldaşlarına hitaben yazılmış mektuptan, 1937, Moskova


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.