Masal, hikâye ve fıkralarla terapi pdf dosyasi

Page 1

Masal, Hikâye ve Fıkralarla

TERAPİ Yazan ve Derleyen Sıtkı KARACA

1


Damla Derneği Yayınları-1 © 2011 Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir, izinsiz çoğaltılamaz, basılamaz. Tüm Yayın hakları Damla Derneği Yayınlarına aittir. Yayınevi Sertifika: 22809 Kitabın Adı:

Masal, Hikâye ve Fıkralarla TERAPİ Yazarı: Sıtkı Karaca www.drsitkikaraca.net

Tel: 0 222 230 84 74 Kapak Tasarımı Serdar Kilitci Baskı ve cilt Özdemir Ofset Arifiye Mh. Belediye Sk. No:11/A Eskişehir Tel: 0 222 221 09 90 Sertifika no: 16448

Damla Derneği Yayınları Tel: 0 222 221 82 83 ISNB: 978-605-62519-0-0 2011

2


Ne kadar bilirsen bil; söylediklerin karşındakinin anladığı kadardır. MEVLANA

3


Sıtkı KARACA Balıkesir‘de dünyaya geldi. Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesinde bir yıl okudu. Daha sonra Anadolu Üniversitesi Tıp Fakültesi‘nde tıp eğitimini tamamladı. Uzmanlığını Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesinde psikiyatri bölümünde yaptı. Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumu İl Müdürlüğü‘nde ruh sağlığı uzmanı olarak görev aldı. Eskişehir Devlet Hastanesi psikiyatri bölümünde ise on yıl uzman doktor olarak çalıştı. Özel sağlık kuruluşlarında yönetim kurulu üyeliği ve yönetim kurulu başkanlığı yaptı. Halen Özel Ümit Hastanesi yönetim kurulu başkanlığını yürütmektedir. Çeşitli sivil toplum kuruluşlarında sorumluluklar aldı. Çok sayıda bilimsel yayını ile değişik dergi ve gazetelerde yayınlanmış yazıları vardır. Evli ve iki çocuk babasıdır. Batı düşüncesinin içyapısındaki çelişkiyi incelediği “Kendi Gerçeğinin Üstünü Örtmek ya da Fâsıklık” isimli kitabı 2009 yılında Hayat Yayınlarından çıkmıştır. 2011 yılında ise bir siyasetçi görünüşünün psikolojik ve sosyolojik yönünü ele aldığı “Demirel Ya Da Kendi Gerçeğini Örtmenin Siyasi Tezahürü” adındaki kitabı yayınlanmıştır. Ayrıca “Dikkati Dağınık, Haşarı Çocuklar” ve “Herkes İçin 7 Sayfada Ruhsal Hastalıklar” adlı psikiyatri alanında yazdığı kitapları bulunmaktadır.

4


İÇİNDEKİLER İçindekiler……………………………………………………….. Denizyıldızı …………………………………………………….. Tedavide Kültürel Yaklaşım ………………………………….. Fil‘inTarifi……………………………………………………. Ceviz Kavanozu……………………………………………… Yakalanmak Üzereyken Hırsızın Kaçması…………………… Tek Bacağı Üzerinde Duran Adam………………………… Kuyumcu ve Terazisi………………………………………… Öykülerle Kişide Farklılık Oluşturma……………………….. Cariyenin Hastalığını Hekimin Teşhis Etmesi……………… İnsanı Ruhsal Etki Altına Alma………………………............. Vesvese İle Hocalarını Hastalığına İnandırdılar…………… Tavşanın, Ayın Elçisi Olması……………………………… Denemeyi Göze Almak ………………………………………. Fark Yaratmak………………………………………………. Yumurtayı Dikmeyi Başarma ……………………………… O Konuşuyorsa Bu Da Düşünüyor…………………………. İnsanın Şaşırtan Davranışları……………………………….. Önce Karşıdakini Dinle ………………………………………. Sağır Adam ve Komşusu……………………………………. Seni Anlamıyorum………………..………………………… Vecedtü Buldum……………………………………………. Birbirinin Dediğini Anlamayan Dört Kişi…………………. Üç Farklı Anlayış…………………………………………… Sorunu Yaşayan Tek Kişi Sen Değilsin ………………............ Tüccar ile Papağan…………………………………………. Damdan Düşenin Hali …………………………….……….. Yaralı Genç………………………………………………… Paylaşılan Üzüntü………………………….………………. Papağanın Hikâyesi………………………………………… Paylaşarak Çözme ……………………………………………. Derviş Kaşıkları……………………………………..……… Kıskançlık Ve Haris Olmak…………………………………….

5

5 13 15 16 22 23 24 25 33 36 39 39 40 43 45 45 45 47 49 49 51 51 52 52 55 55 56 56 57 57 61 61 63


Bencil Bekir Efendi ………………………………………… Fil Yavrusu…………………………………………………… Gayret Etmek…………………………………………………… Susuz Kişinin Suya Ulaşma Çabası…………………………. Azim…………………………………………………………. Suistimal Edilmek ……………… ……………………............. Tavşanın Suyunun, Suyunun Suyu…………………………... Baklayı Ağzından Çıkar……………………….……………. Değiştiremeyeceğimiz Şeyler …………………………............ Piyanist Temel……………………………….……………... Senin İçin Önemli Olan Ne ……………………………........... Görmen Gereken Ne?...............................…………………... Antika İskemleler…………………….……………………… Tercih………………………………….…………………… Tam Yönelme……………………………………….……… Cırcır Böceği……………………………………..………… Herkesin Beklentisi Farklı…………………………………… Hoca ve Oğulları………………………………..…………... Başkalarının Sözüyle Hareket Etme………………………… Hoca, Oğlu ve Eşeği………………………………………… Farkındalık……………………………………………………… Teknolojik Gelişme…………………………………………. Karpuz Düşmüş………………………………………………… Onun Her İşi Terstir………………………………………… Hava Değişikliği……………………………………………… Kırık Parmak………………………………………………… Düşen Kulak……………………………………………………... Şaşkın Şair ………………………………………………….. Kabullenme…………………… ……………………………… Kafaya Takmıyorum………………………………………… Tevekkül……………………………………………………….. Bu Da Geçer Ya Hu................................................................ Tevekkül……………………………………………………… Kendi Değerlerinizi Taşıyan Kişi İle Arkadaş Olmak……… Kurbağa ile Fare……………………………………………..

6

63 64 65 65 66 69 69 69 71 71 73 73 74 75 76 76 79 79 81 81 83 84 84 84 85 85 85 86 87 89 91 91 93 95 95


Hazineyi Uzaklarda Arama ………………………………….. Mısır‘daki Hazine……………………………………..…….. Tedbirli Davranmak …………………………………………… Belki Ağaçtan Öteye Yol Çıkar………………………………. Gerçek Kör………………………………………………….. İyilik İsteğini Engellemek…………………………………….. Bedevi Bakış Açısı…………………………………………. Doğru Yorumlamak İçin Genellemelerden Kaçınmak……… Karanlık Evdeki Fil…………………………………………. İhtiyar Birisinin Kaşını Hilal Sanması………………..…….. Rapor………………………………………………….……… Acele Karar Vermeyin……………………………………… Ne İdim Ne Oldum Ne Olacağım…………………….……... Men Dakka Dukka Ya Da Enayi Yerine Koyma …………… Nasılsa Kıyamet Kopacak…………………………………... Kazanın Doğurduğuna İnanırsın Da Öldüğüne İnanmaz mısın? Hakkın ‗Hiç‘ Hemen Al Da Git……………………………… O Bir Akçeyi O Adamdan Sen Al…………………………… İsteğini Beni Çatıdan İndirmeden Söyleseydin…………….……. Yemeğin Buğusunu Satan, Paranın Sesini Alır………………. Mumla Yemek Pişirmek………………………..…………… Keloğlan Masalı…………………………………………….. Sen de Paraların Sesini Al…………………………………… Lama ile Dülger……………………………………………... Etliye Sütlüye Karışmak ………………………………............ Fincancı Katırlarını Ürkütmezsen Bir Şey Yoktur …………… Başkasının Ayıbını Görmek………………………………… Yola Koyulmak ……………………………………………….. Simurg …………………………………………..………….. Hacca Giden Karınca……………………………………….. Yaşamını Anlamlandır ………………………………………. Gılgamış Destanı …………………………………………… Yaşama Anlam Kat …………………………………………… Yaşamın Anlamı……………………………………………. Nahivciyle Kayıkçının Hikâyesi…………………………….

7

97 97 99 99 99 101 101 103 103 103 104 105 107 111 111 112 112 113 113 113 114 116 117 118 121 121 122 123 124 126 127 127 133 133 134


Gül Bahçesi…………………………………………………. Başkasına Yük Olmak………………………………………. Rum Halkıyla Çinlilerin Ressamlığı………………………… Rüyayı Olumlu Yorumlama………………………………… Asıl İstemen Gereken Şey…………………………………….. Pencereyi Açmanın Asıl Nedeni……………………………. Damda İki Ayrı Dünya……………………………..……….. Şaşının İnadı………………………………………………… Parayı Veren Düdüğü Çalar…………………………..……… Hasta, Derviş ve Kadı………………………………………. Sabır…………………………………………………………. İhtiyar Adamın Hastalığı……………………………………. Kazvinli‘nin Aslan Dövmesi……………………………….. Rahmetten Kaçılır mı? ……………………………………… Toplumsal Kabuller ………………………………………….. Ye Kürküm Ye! …………………………………………….. Eski Kilimi Bozup Heybe Yapacaktım…………………….. Bu Bahşiş Önceki Hizmetinize Karşılık……………………. Kız Oğlan Kız, Altı Aylık Gebedir……………………………. Olayları Kendi Anlayışımıza Uydurmak ………………….. İhtiyar Kadının Padişahın Doğanını Bulması………………. İşte Şimdi Kuşa Döndün………………………………………. Yaşamın Zorlukları………………………………………….. Bir Şeyi Yapabilmek İçin Harcanan Süre………………… Sayısız Deneme…………………………………………… Kelebeğin Çabası……………………………………………. Yolumuzdaki Engeller………………………………………. Kavak ve Sarmaşık………………………………………….. İşlerinizi Önemine Göre Sıralayın………………………….. Kavanozdaki Taşlar…………………………………………. Başarısızlığın Farkındalığı ………………………………….. Tek, Dostlar Bizi Alışverişte Görsün………………………….. Benim Ne Çektiğimi Anlasınlar…………………………….. Ben Senin Gençliğini De Bilirim…………………………… Ben de beğenmedim…………………………………………

8

135 136 137 138 139 139 139 140 140 141 141 142 143 144 147 147 147 148 148 151 151 151 153 153 153 154 155 155 157 157 159 159 159 159 160


Zayıflığı Lehine Çevirmek …………………………………… Tek Kollu Şampiyon………………………………..……….. Kuyuya Düşen Eşek………………………………………… Yanlış Hesap ………………………………………………….. Ayın Kırkı…………………………………………………… Geçmişteki Yanlışlıklara Takılmamak …………………….. Kuşun Öğüdü………………………………………………... Yüksek Beklenti ……………………………………………… Getir Bari Dokuz Akçe Olsun………………………………. Ben Vazgeçtim, Bir Pul Eksik Verin………………………… Şuna Değmiş, Buna Değmemiş ……………………………… Dokuz Yüz Doksan Dokuzu Veren Allah Birini De Verir…… Yılancının Ejderhayı Bağdat‘a Getirmesi……………………. Tuz ve Su…………………………………………………… Su Birikintisindeki Sinek…………………………………… Karamsar ve İyimser Bakış Açısı…………………………… İki Kişi………………………………………………………. Ölümün Girdiği Delik……………………………………….. Yarı Yolda Bırakma……………………………………........... Timur‘un Fili………………………………………………… Aşırılıklardan Kaçınma………………………………………. Kendisini Abartılı Anlatanlar……………………………….. İşte O Bizim Uzunkulağın Kuyruğudur…………………….. 80 Akçeyi Peştamalına Verdim…………………………….. Güneş Tellâlı……………………………………………….. Taklidin Zararı………………………………………………. Biz senin Cemaziye‘l Evvelini Biliriz……………………… Ne‘uzü Billah……………………………………………….. Kibiri Olmayan Ermiş!............................................................ Emanete İhanet………………………………………….......... Gideyim Eşeğe Danışayım……………………………………. Kişiyi Putlaştırmak…………………………………………… Güneş Saati Üzerindeki Gölge……………………………… Ateşi Getiren Adam…………………………………………. Yararlı Olana Bağlılık……………………………………….

9

161 161 162 163 163 165 165 167 167 167 167 168 169 170 170 171 172 173 175 175 177 179 179 180 180 181 182 183 183 185 185 187 187 187 189


Aile İçi İlişkilerimiz…………………………………………… Sevgi Kapısının Kolu……………………………………….. Muradım Geçinmek Değil ki Adını Sorayım……………….. Kirli Yuvalar………………………………………………… Hoca ile Seyis hikâyesi……………………………………… Bir Yatakta Üç Kişi Yatarsa………………………………… Elli Yıllık Kibarlık…………………………………………... Paylaşılan Sorumluluklar……………………………………. Bir Damda İki Ayrı Dünya……………………………..…… Hz. Süleyman‘ın Adaleti……………………………..……… Geciken Özür………………………………………………… Evlilik de Sulanmak İster…………………………..……….. Köse İmam…………………………………………………... Kayınvalidesinin Yemeğine Zehir Katan Gelin……..……… Sedef Çiçeği………………………………….……………… Soğuk Demir Parçaları……………………………………… Kişi Becerisi Ne İse Onu Yapar………………………………. Bu Kadar Tavuğa Bir Horoz Lazım ………………………… Kıymeti Kadar Değer Vermek………………………………. Önyargılara Mahkûm Olmak……………………………….. İnsanlara Hayır Diyebilmek…………………………………. Öyleyse Sana Ne……………………………………………... Kırk Yıllık Sirke…………………………………………….. İpe Un Sermek………………………………..…………….. Eşeğe Mi İnanayım Sana Mı?.................................................. Bilenler Bilmeyenlere Anlatsın……………………………… Davranışına Bahane Üretmek…………………………........... O Çomağı Yeseydin Sen De Dört Ayaklı Olurdun…………. Düşmesem De Zaten İnecektim………………………………. Bir İşi Gereği Gibi Yapmak…………………………………. Ayaz‘ın Marifeti…………………………………………….. Garcia‘ya Mektup ………………………………………… Gece ‗Lâhavle‘ Yiyen Eşek, Gündüzün Secdeye Kapanır….. Marangoz‘un Yaptığı Son Ev……………………………….. Püf Noktası…………………………………………………..

10

191 191 191 192 192 193 193 194 195 196 197 201 202 206 207 208 209 209 211 213 215 215 216 217 217 217 219 219 219 221 221 222 224 225 225


Haline Şükretmek………………………………………........... Ya Pancar Getirseydim, Halim Ne Olurdu?............................. Sakanın Eşeği……………………………………………….. Yararı Olmayan Şeyler……………………………………….. Teke Burcu………………………………………………….. Kendini Kandırmak……………………………………............. Aydınlık Yerde Ararım………………………………………… İçerisi Pek Karanlık Da Burada Arıyorum………………….. Çıkarların Önceliği…………………………………………….. Uyuyan Köpeklerin Arasına Kemik Atmak……………...… Bahçıvan ve Üç Adam………………………………………. Yorgan Gitti, Kavga Bitti…………………………………… Kepçeyi Ver de Birazda Biz Ölelim………………………… Kötü Alışkanlıkları Yenme……………………………… Yola Diktiğin Dikenler……………………………………….. İki Kulumuz ‗Öfke‘ ve ‗Şehvet‘…………………………….. Kuyruk Acısı………………………………………………… Güzel Koku Pazarında Hasta Düşen Derici………………… Kil Yeme Alışkanlığı Olan Adam…………………………… Böyle Deli Deli Akarsan Ağzına Vururlar Tıkacı………….. Dostun Yanı…………………………………………………… Makam Üstünlük Kazandırmaz……………………………. Son Söz ……………………………………………………….. KAYNAKLAR…………………………………………………

11

227 227 228 229 229 231 233 233 235 235 235 236 237 239 239 240 240 241 242 242 243 245 247 251


Aşk, buğday başağı gibi sizi kendi içinde toplar. Fakat buğdayları seçmek ve ayırmak için harmandan geçirir ve sizi çırılçıplak eder. Kabuklarınızı atmak için kalburdan geçirir ve sizi beyazlaştırmak için değirmende öğütür. Sizi yumuşatmak için, yoğurur. Sonra sizi mukaddes ateşine atar ve Tanrı‟nın maidesine (sofrasına) yakışan „nân-ı aziz‟ (kutsal ekmek) yapar. Halil Cibran

12


DENİZYILDIZI Bir adam okyanus sahilinde yürüyüş yaparken, denize telaşla bir şeyler atan bir çocuk görür. Biraz daha yaklaşınca bu çocuğun, sahile vurmuş denizyıldızlarını denize attığını fark eder ve ―Niçin bu denizyıldızlarını denize atıyorsunuz?‖ diye sorar. Topladıklarını hızla denize atmaya devam eden çocuk, ―Yaşamaları için‖ yanıtını verince, adam şaşkınlıkla ―İyi ama burada binlerce denizyıldızı var. Hepsini atmanıza imkân yok. Sizin bunları denize atmanız neyi değiştirecek ki?‖ der. Çocuk yerden bir denizyıldızı daha alıp denize atarken bir yandan da, ―Bak onun için çok şey değişti,‖ karşılığını verir.

Bu kitabın da ruhsal sorunu olan binlerce insandan sadece biri adına bile olsa çok şey değiştirmesi dileğiyle…

13


Bilenler Konuşmuyor, Konuşanlar Bilmiyor. Lao Tzu

14


Dün öldü. Bugün can çekişmekte. Yarın ise doğmadı. Sehl b. Abdullah et-Tüskeri

TEDAVİDE KÜLTÜREL YAKLAŞIM Son yüzyılda tüm toplumların hızlı kültürel değişim içinde olduğu görülmektedir. Birey ise hızlı sosyal değişimlere ayak uydurmakta zorlanmaktadır. Bunun nedeni kişinin bağlanacağı bir değerin oluşturulamamasıdır. Değerden kopuk yaşantı ise sığınacak limanı olmayan okyanustaki gemiye benzemektedir. Sosyal yaşamdaki ilişkilerin çeşitliliğinin fazla olması insanlarla olan etkileşimi yüzeyselleştirmektedir. Kişi bu yüzeyselliğin bedelini topluma yabancılaşmakla ödemektedir. Öncelikle insana ait sorunlar mekanik yaklaşımlarla ya da diğer canlıların temel alındığı biyolojik modellerle ele alınmamalıdır. Bunlar bazı kişilerde ve sorunlarda bazı olumlu sonuçlar gösterse bile, bu görüşlerin doğruluğunu değil, kısmi değerini ortaya koyar. Kendisinden uzaklaşan, kendisine yabancılaşan, kendi varoluşunu yaşayamayan insanın ruhsal sağaltımıyla uğraşanlar, kişinin kendisiyle kucaklaşmasına, kendisinin farkında olmasına, yaratıcılığına ve kendidenliğini harekete geçirmesine katkıda bulunmalıdırlar. Bu tedavi yaklaşımının odağı insan olmalıdır. İnsan yaratısı olan kültür değerleri kişilerin ruhsal süreçlerini harekete geçirmekte, benliklerinin en dip noktalarına ayna tutmakta, kendilerini ve başkalarını farketmeye, anlamaya yönlendirmekte, kişilere ve durumlara değişik açılardan da bakabilmeyi teşvik etmektedir. Bir kişi psikolojik sorun yaşamaya başladığı ilk andan itibaren çevresindekiler kültür içine zaten yerleşmiş yardım ve müdahale kalıplarını kullanmaya başlar.

15


Ruhsal tedavilerde kültürel yaklaşım, kapsamlı bir kişilik teorisi üzerine kurulu olmayabilir. Bununla birlikte insan deneyiminin bir kısmı olan kültürel eserler üzerinden ruhsal şifa elde edilebilir. Ürettiğimiz kültürel değerler insana ayna tutabilir, gizil güçlerini harekete geçirebilir. Bu çabanın uzantısı olarak tiyatro, müzik, masal, dini öykü ve metaforik yazılar, fıkralar, felsefi ve edebi eserler, ruhsal iyileşme materyalleri olarak göze çarpmaktadır.

Fil’in Tarifi Hintli‘nin biri köye bir fil getirir. Köylüler hayatlarında daha önce fil görmedikleri için merak etmektedirler. Fil karanlık bir odada olduğu için ancak dokunarak filin neye benzediğini anlamaya çalışırlar. Hikâyeye göre; içeri giren her kişi fili dokundukları yere göre tanımlar. Örneğin; bacaklarını tutan biri ―fil sütun gibi bir şey‖ derken kulaklarına dokunan kişi ise ―fil yassı bir şeye benzemektedir‖, hortumuna dokunan ise ―fil hortumdur‖ der. Günümüz psikolojisi, köylülerin fil‘i tanımlarken kullandığı tek yönlü yaklaşımla insanı değerlendirmektedir. Bu yaklaşımların doğru tarafları olmakla birlikte eskilerin tarifi ile ―efradını cami ağyarını mani‖ bir tanıma ulaşamamaktadır. İnsanın ruhsal sorunları ilk düzeyde isteklerin, hazların, korkuların ve fantezilerin çatışmasından kaynaklanmakta ve günümüz psikiyatrik tedavi yaklaşımı sadece bu düzeye ilgi göstermektedir. Her ne kadar insanın anlam kaybından kaynaklanan ruhsal bunalımlar bazı varoluşçular tarafından ele alınmışsa da, doğunun bilgelik anlayışının görmezden gelinmesi bu konudaki önemli bir eksiklik olarak karşımıza çıkmaktadır.

16


Psikoterapide sinema ve öykü ile terapi diyebileceğimiz bibliyoterapi türleri birkaç yönden önem taşımaktadır. Sadece filmi izlemek ya da anlatıyı okumak bile kişide çeşitli olumlu etkiler meydana getirecektir. Bibliyoterapi‘de kişinin kendisi için tehdit kaynağı olan duygularını, işin içinde başkalarının olduğu bir durum ya da eylemle yer değiştirmesini sağlama yaklaşımıyla kişiye yardımcı olunabileceği ileri sürülmektedir. Yaratılan ―psikolojik mesafe‖ kişinin söz konusu duruma gittikçe yaklaşarak bu durumu tanımlamasını kolaylaştıracaktır. Böylece, bu yöntem yavaş yavaş kişinin kendini daha iyi tanımasına, içgörü kazanmasına, dolayısıyla değişmesine katkıda bulunacaktır. Bibliyoterapi, kişinin iletişim becerilerini geliştirmek, yaşamına ilişkin algı bozukluklarını değiştirmek, cinsellik vb. gibi özel durumlar ve sorunlar için ―bilgi kaynağı‖ olarak da kullanılabilmektedir. Bu tedavi yaklaşımının öncelikli beklentisi; kişinin hastalığının belirti kümesini anlatı kahramanının üzerinde görerek bilinçlenmesidir. Sonra ise ruhsal sorunların evrensel olduğu ve her insanın yakalanabileceği bir şey olduğunu anlamış olmasıdır. Bu rahatsızlığı yaşayanın sadece kendisi olmadığını öğrenerek yaşadığı rahatsızlığın varoluşsal bir sorun olduğunu kavramasıdır. İkinci beklenti kişinin filmde, öyküde ya da masalda geçen olayla yüzleşmesidir. Böylece kişinin yaşadığı olayın benzerine anlatı içinde maruz kalarak kendi dinamiklerini harekete geçireceği beklenmektedir. Üçüncü olarak kişi filmde, öyküde ya da masalda geçen kişilerle kendisini özdeşleştirir. Bu özdeşleştirmede kendisi ve yakın çevresinin davranışlarının farkındalığını elde eder. Böylece özellikle sonu olumlu öykülerde umut besleme duygusu hissedilir. Ayrıca kişi özdeşleştiği kişinin davranış şeklini kendi

17


davranış repertuarına alır. Hikâyedeki karakter problemi ile uğraşırken, okuyucu da duygusal kapasitesini arttırır ve en sonunda kendi sorunu ile ilgili anlayış sahibi olur. Kitabımızda bu öykülerin terapötik değerini göstermek ve sürecin nasıl ilerlemesi gerektiğini belirlemek amaçlanmadığı için sadece belli sorunları ele alan öyküler öbekleştirilmiştir. Edebi metinlerin yalnızca okumasının bile kişi üzerinde terapötik etki yaratabileceği unutulmamalıdır. Okumak ruhsal tedavi edici etkiyi ortaya çıkarabilirse de yalnızca okumak terapi sayılamaz. Sürecin terapi olarak değerlendirilebilmesi için bir uzmanın sürece müdahalesi gereklidir. Bibliyoterapinin kuramsal temellerinin oluşmasından çok daha önce ilk Bibliyoterapi çalışması olarak adlandırılabilecek ―Binbir Gece Masalları‖nda Şehrazat adlı karakter hikâyeler anlatmak suretiyle Şah Şehriyar‘ın paranoid özellik gösteren düşünce ve davranışlarını değişik öykülerin yardımıyla bakış açısını değiştirerek tedavi etmiş; hem padişahın kadınlara ilişkin önyargılarını değiştirmiş hem de kendi canını kurtarmıştır. Bu masalların ana temasının kadının sadakatsizliği ve ihaneti olduğu söylenebilir. Vezirin kızı Şehrazat, karısının kendisini aldatması nedeniyle evlendiği her kadını gerdek sabahında cellâtlara teslim eden Şah Şehriyar‘la evlenmek zorunda hissetmiştir. Hikâye anlatımındaki ustalığı ve zekâsıyla binbir gece boyunca ölüm kararını erteleterek, bu süre zarfında kadının sadakatsizliği düşüncesine karşı Şah‘ta kadını, ana, eş, kız kardeş, kız çocuk olarak adım adım yücelten bir karşı anlayış geliştirir. Şehrazat Şah‘ın düşüncelerini değiştirerek, işlediği doğru kadın anlayışıyla, anlatıların bitiminde eşi ve çocuklarıyla mutlu ve mesut bir yaşam elde etmeyi başarır. Doğu‘nun şaheserlerinde; ‗Mahabharata‘ adlı ilk Hind destanında, Hind edebiyatının ‗Yirmi Beş Hortlak Hikâyesi‘,

18


‗Otuz İki Taht Hikâyesi‘, ‗Papağanın Yetmiş Hikâyesi‘ (Tutiname), ‗On Şehzadenin Maceraları‘ ile Beydeba‘nın ‗Kelile ve Dimne‘ adlı hikâye kitaplarında, Feridüddin-i Attar‘ın eserlerinde, Binbir Gece Masallarında, özellikle Mevlana‘nın ‗Mesnevi‘ adlı eserindeki hikâyelerinde iç içe anlatılarla karşılaşırız. Bu ise okuyan üzerinde yaşanan her olayda alınacak kararlarda çok çeşitli seçenekler olduğu izlenimi uyandırır. Okuyan kişi temel olarak özgür olduğu duygusunu hisseder. Ayrıca masal ve öykülerde varolan sosyal değişmelerdeki hızlılık yoksulluk içindeki konumunun ve sıkıntılı durumunun düzeleceği beklentisini artırır. İyimserlik duygusu yaratır. Doğunun öğretici hikâyelerinin birden fazla işlevi vardır. İnsanların kendi algılamalarını rafine etmek ve öğrenmeye açık bir tutum geliştirmek için kendi davranış ve düşünüş şekillerinin farkına varmalarını sağlar. Öyküler, kendi davranışlarımızla karşılaştırabileceğimiz şablonlar ortaya koyar. Bunları kabul edişimiz gayrişahsî olmalarındandır; olaylar başka birinin başından geçmiş biri olarak sunulur. Öykünün sahneleri o uyanıkça savunmalarımızı önümüze serer ve düşüncemizin ya da durumumuzun o şablonla çakıştığı ana kadar zihnimizde kayıtlı durur. İnsanın atması gereken ilk adım, algılamasını ve kavrayışını sınırlayan düşünmenin farkına varmaktır. Öğretici hikâye bu amaçla kullanılır. Fıkraların tasavvuf hikâyelerinden ve masallardan ayrılan özelliği dinleyen kişiyi dinlendirmesi, neşelendirmesi yanında öykünün sonucunun belirsizliği, kahramanının kaybeden olarak da karşımıza çıkabilmesidir. Bir anlatının hem biçimsel hem de sonuç olarak çelişki içermesi, insanın şu veya bu fikri edilgin olarak algılamasını engeller. Mizah‘ta insanın doğal davranış ve alışılmış hareketlerinden, ayrıca dilin kurallı kullanımının dışına çıkılmasından

19


kaynaklanan tuhaflık ve gariplik bunu izleyen kişide gülme ve neşeye yol açar. Mizah bağlantıları açısından birbirine yabancı olan değişik düşünceleri şaşırtıcı bir hızla, tek bir birlik içinde birleşme yeteneği olarak tanımlanabilir. Aristo‘da gülünçlüğün temelinde soylu olmama ve eksiklik vardır. Espri çok az sayıda sözcük kullanılarak yapılır. Esprili bir söz ilk bakışta anlaşılmaz, bilmecemsi bir şey gibi görüldüğü için şaşırtıcı etki yapar. Bu şaşkınlığın çözümünden ve sözcüğün anlaşılmasından gülünç etki ortaya çıkar. Kant‘a göre ise, nesneler ve kavramlar arasındaki uyumsuzluğun aniden algılanması gülünç durumu ortaya çıkarır. Diğer bir deyişle beklentilerimiz ve farkındalığımız arasındaki uyuşmazlık algılandığında sonuç, gülmedir. Mizahın, gerginlik ve sıkıntının hafifletilmesini sağlamak gibi bir fonksiyonu vardır. Gülme sırasında birey giderek daha fazla rahatlar, buna karşılık gülme uyandıran şey karşısında, güvende olduğuna ve bu şeyin çok önemsiz olduğuna karar verir. Mizah sadece insanları güldüren bir vasıta değil aynı zamanda birçok konuda farklı bakış açıları kazandıran, birçok olayın veya konunun birden fazla yönünü gösteren bir araçtır. Gelen danışanlarıma bazen bir kitap bazen de bir film önerisinde bulunurum. Kitap olarak özellikle insancıl ve varoluşçu psikoterapide teorik yaklaşım sergileyen Victor Frankl‘ın ―Yaşamın Anlam Arayışı‖, ―Duyulmayan Anlam Çığlığı‖ kitaplarını, psikoterapi öyküleri içeren İ. Yalom‘un ‗Aşkın Celladı‘, ‗Divan‘, ‗Güneşe Bakmak‘ gibi eserlerini, aile iletişim sorunlarında Gary Chapman‘ın ‗Sevginin Beş Dili‘ adlı kitabını, yaşamın sürprizlerine vurgu yapan Paulo Coelho‘nun ‗Simyacı‘ ile ölüm isteğinin ağırlığını vurgulayan ‗Veronika Ölmek İstiyor‘ kitaplarını, kadının varoluş mücadelesini dillendiren Ayşe Kulin‘in ‗Füreya‘ adlı romanını önerdiğim olur.

20


Toplumda yaşanan sorunları tarif eden ve çözüm odaklı sona sahip olan değişik filmler, kişide kaybetmiş olduğu moral ve isteğin uyanmasına, yaşamış olduğu duygusal deneyimleri daha sağlıklı bir açıdan değerlendirmesine yardımcı olabilmektedir. Panik atağı olan hastaya ‗Panik Odası‘, Obsesif-kompulsif bozukluğu olan hastalara ‗Benden Bu Kadar‘, yaşamı hızlı bir süreçle ve aile ilişkilerinin dışında geçiren, iş yaşantısını aşırı önemseyen insanlara ‗Click-Kumanda Sende‘, sorunlu çocuğu olan kişilere ‗Forest Gump‘, ‗Can Dostum‘, tecavüz veya şiddet gibi travmatik olay yaşayanlara ‗Dalgaların Prensi‘, olumsuz yaşam koşullarında kendine ve çevresine umut aşılamaya örnek olma çabası için ―Yaşam Güzeldir‖, kendisini yaptığı işte başarısız hissedenlere ‗Wimbledon‘, ölüm ve ölme ile ilgili yüzleşme karşısında ―Omuz Omuza, Kasım‘da Aşk Başkadır‖, madde bağımlılığı sorunlarında ‗Erkek Severse‘, ‗28 Gün‘ gibi filmleri izlemeleri önerisinde bulunurum. İnsanoğlu yaşamını kendisi düzenler. İnsan kendi potansiyelini üzerinde taşır. Kendisine verili olanı kullanan onunla yeniden yaşamını tasarımlayan bir varlıktır. Bunda kendine verili olanı –eksik ya da fazla- kullanarak lehine çevirebilir. Plasebo dediğimiz –ilaç niyeti ile kullanılan- şey işte insanın içinde taşıdığı imkânları harekete geçirebileceğinin en büyük işaretidir. Geleneksel Muska, Büyü gibi yöntemlerle son dönemin moda iyileştirici iddiası taşıyan Yoga, Feng Shui, Biyoenerji, hatta psikoterapi çeşidi şeklinde gösterilen Geçmiş Yaşam Terapisi, MDRP, NLP gibi bazı şarlatanca girişimler kişide iyileştirici etki çıkarabilmektedir. Bazı çalışmalarda kişi plasebo -ilaç niyeti ile alınan şey- aldığını bilmesine rağmen bir kısım hastada iyileşme saptanmış olması insanın kendi kendisini iyileştirme ve umutlu olma isteğine bağlanabilir. İlginç olan ise, son araştırmaların gösterdiği gibi plasebo etkisinin, insanlığın

21


bilinç düzeyinin arttığına inandığımız dönemde bile gitgide yükselmekte olduğudur. Hastaların yüksek ücretlerle -plasebo etkisine sığınarakiyileştirici olduğu iddiasında olan (kendini şifacı ya da guru şeklinde tanımlayan) kişi ve kurumlardan uzak tutulması gerekmektedir. Profesyonel yardım sağlayanların yanında kendi kendisine iyileşme istek ve umudunu şarlatanca sömürmeyen, umut tacirliği yapmayan; ama yaşamda iyileştirici etkiyi ortaya çıkartabilen küçük değişikliklere, yöntemlere de açık olabilmeliyiz.

Yanlış ve eksik yaklaşımlar var olan sorunların daha da büyümesine yol açar. Ceviz Kavanozu Nasrettin Hoca‘ya eşi cevizli baklava yapacağını söylemiş. Hoca‘yı kilere ceviz almaya göndermiş. Hoca en sevdiği tatlının beklentisi içinde, elini ceviz kavanozuna daldırmış ve avucunu doldurmuş. Elini ne kadar kıvırıp, çekerse çeksin kavanozdan çıkaramamış. Eşi kavanozu tüm gücüyle asıldığı halde Hoca‘nın elini kavanozdan kurtaramamış. Komşusu olaya şöyle bir göz attıktan sonra ―Eğer dediklerimi aynen yaparsan sana yardım edebilirim.‖ demiş. Hoca ―Beni bu berbat kavanozdan kurtaracaksan, her dediğini yapacağıma söz veriyorum.‖ demiş. Komşusu da ―Öyleyse kolunu kavanoza iyice sok.‖ diye tembih etmiş. Bu Hoca‘ya garip gelmiş, ama yine de denileni yapmış. Komşusu devam etmiş, ―Şimdi elini aç ve içindeki cevizleri bırak.‖ Bu istek karşısında cevizleri kaybedeceği düşüncesi Hoca‘yı üzmüş. Tereddüt içinde kurtarıcısının dediğini yapmış. Komşu ― Şimdi de elini yavaşça kavanozdan çıkar.‖ demiş.

22


Hoca cevizleri bırakmış ve hiç zorlanmadan elini kavanozdan çıkarmış. Ama yine de tatmin olmamış. ―Elim kurtuldu, ama cevizler nerede?‖ diye sormuş. Komşusu kavanozu almış, ters çevirmiş ve Hoca‘nın istediği kadar cevizi yere boşaltmış. Bunu görüp şaşıran Hoca ―Sen sihirbaz mısın be adam?‖ diye sormuş. Maalesef günümüzdeki psikolojik yaklaşımlar sadece geçmişe dönük sorunların çözümüyle tedavinin olabileceğini ileri sürmektedir. Psikanalizi eleştiren, farklı olma iddiası ile yola çıkan ego analistleri, davranışçı, bilişsel, transaksiyonel, gestaltçı yaklaşımlar sadece terimleri değiştirerek aynı yaklaşımları sürdürmektedir. Sürekli aynı çöplükte eşelenen tavuk gibi, kişiyi kendi gelişim dinamikleri üzerinde yolculuk yapmaktan kaçındırır bir tavır göstermektedirler.

Yakalanmak Üzereyken Hırsızın Kaçması Bir adam, evinde hırsız görüp kovalamaya başladı. Nihayet hırsıza yaklaştı. Bir sıçrasa tutacaktı. Biri ―Buraya gel de belâ hırsızın işaretlerini gör! Çabuk ol, çabuk gel de burada ki ahvali bir gör‖ diye bağırdı. Adam, herhalde orada da bir hırsız olacak, hemen gitmezsem başıma daha büyük bir bela gelecek, çoluğuma, çocuğuma el uzatacak. O vakit bu hırsızı tutmam neye yarar‖ deyip, o sese güvenerek hırsızı bıraktı. ―Aziz dost ne var? Böyle kimin elinden feryat ediyorsun?‖ dedi. Adam ―İşte, hırsızın ayak izine bak. Hırsız çalacağını çalıp bu tarafa gitmiş. İşte onun ayak izi. Yürü, bu izi izle, ardından koş!‖ dedi. Adam ―Be ahmak, sen ne söylüyorsun? Ben hırsızı tutmuştum. Sen bağırınca koyuverdim. Ben seni adam sanmıştım. Bu ne aptallık? Ben hırsızın kendisini tutmuştum, ayak izini ne yapayım?‖ dedi.

23


Tek Bacağı Üzerinde Duran Adam Tek bacağı üzerinde duran adamın bir süre sonra kasları kasılır ve ağırlığı çeken bacak ağrımaya başlar. Fakat ağrıyan sadece bacak değildir. Olağan dışı pozisyon, kişinin tüm kas sistemini gerginleştirir ve kasar. Sonunda ağrı dayanılmaz hale gelir ve adam yardım için bağırır. Yardım çağrısı üzerine birçok kimse adamın yardımına gelir. Adam tek bacağı üzerinde durmaya devam ederken, yardımcı olmak için gelenlerden birisi bacağa masaj yapmaya başlar. Bir başkası kasılan boyun kaslarını gevşetmeye çalışır. Üçüncü yardımsever ise adamın dengesini kaybetmek üzere olduğunu fark edip destek olsun diye kolunu uzatır. Olayı kalabalık içinde seyredenlerden birisi, adamın ayakta durabilmesi için iki eliyle kavramasını önerir. Bilge bir yaşlı, bacakları olmayan bir insana göre daha iyi durumda olduğunu söyler. Bir diğeri, adamın kendisini tüy olarak hayal etmesini ve ne kadar çok bu hayale yoğunlaşırsa, acısının o kadar azalacağını dile getirir. Bir başka bilgili yaşlı adam, ―Zamanla çözüm bulunur,‖ der. Sonunda izleyenlerden birisi adama yaklaşır ve sorar: ―Neden bir bacağının üstünde duruyorsun? Diğerini de uzat ve üzerine bas. Biliyorsun, bir bacağın daha var.‖ Kendi kendine yardım ve kendi ayaklarının üzerinde duracaksın safsatası günümüzde revaçtadır. Burada Kişisel Gelişim gerçekleştirdiği iddiası ile piyasaya sürülen –kendi kendini güdüleme- kitapları yarardan çok zarar verebilmektedir. İnsanın basit bir makine gibi belli yönelim ve duyguları varmış gibi değerlendiren bu yazarlar karmaşık ilişkileri göz ardı etmektedir. İnsanlar sadece kendileri ya da küçük çevresi ile yaşasa bile şüpheli olan yöntemleri kullanma önerisi kişilerde yetersizliğe yol açabilmektedir. Bu kitapları okuyan ya da bu tip şarlatanlarla görüşmüş kişilerdeki yetersizlik duygusuna çok defa şahit oldum. Kendilerine anlatılan ya da söylenenlerin

24


gerçekleşmediğini gören kişi, bir şeyleri eksik ya da yanlış yaptığı için sorununu düzeltemediğini düşünür. Çünkü bu yöntemler çok sayıda öneriyi kişideki bireysel, iş, çevre özelliklerini göz ardı ederek arka arkasına sıralamaktadır. Kişi bunları yerine getiremediğinde ise yetersizlik duyguları artmaktadır. Bazen öyle olur ki, tedavide bir mesafe alınır, birden çokbilmiş birileri Mevlana‘nın hikâyesinde olduğu gibi eli kutsanmış kutlu birini bulduklarını söylerler ve hastanın tedavi süreci bozulur. Aylar sonra bin bir mahcubiyetle ve özürler dileyerek hasta yeniden tedavi için getirilir. Ancak hırsız kaçmıştır.

Kuyumcu ve Terazisi Yaşlı bir adam, kuyumcunun birine giderek ―Altın tartacağım, bana terazini versene‖ dedi. Kuyumcu dedi ki. ―Babacığım, hadi git, bende kalbur yok!‖ Adam: ―Alay etme benimle. Ver şu teraziyi‖ dedi. Kuyumcu dedi ki. ―Dükkânımda süpürge yok‖ Adam: ―Kâfi yahu, bırak alayı. Ben senden terazi istiyorum. Sağırlıktan gelme; lafı şu tarafa, bu tarafa çekip durma, ver teraziyi‖ dedi. Kuyumcu dedi ki, ―Sağır değilim, sözünü duydum, söylediğim sözleri de manasız sanma. Sözünü duydum ama sen kuvveti, kudreti kalmamış bir ihtiyarsın, hiç şüphem yok, zayıflıktan elin titreyecek. Tartacağın altın da külçe değil, tozu var, kırık dökük bir şey. Elin titreyecek, yere dökeceksin, Sonra bana bir süpürge ver de toza, toprağa dökülen altınımı süpüreyim diyeceksin. Altını süpürüp bir yere toplayınca da güzelim, kalbur isterim diye tutturacaksın.

25


Ben, işin sonunu önceden gördüm, iyisi mi hadi sen başka bir yere git!‖1 Bireysel tecrübemiz karşılaştığımız tüm olaylara doğru tepki vermemizi sağlayacak kadar çeşitliliğe ve derinliğe sahip değildir. Davranış dağarcığımızı kendi deneyimlerimiz dışında ele almadığımız takdirde yaşamın bu karışık ritminde sesimizi soluğumuzu kaybederiz. Bizden öncekilerin tecrübe dağarcığı kültürümüzün oluşturduğu efsane, mitoloji, masal, öykü, fıkra hatta bilmece tarzı değişik şekillerde bize ulaşmıştır. Bireyin yaşadığı toplumun kendisine sunduğu kültür ürünlerini kullanması; kişinin hem toplumsal destek almasını hem de kendi kültürünün değerleriyle yaşama tutunmasını sağlayacaktır. Kişi bulunduğu çevreyle uyumlu bir yaşam sürdürecektir. Bu kitabı kültürümüzün değerleri olan destan, masal, mesel, hikâye, fıkra hatta bilmecelerin ruhsal tedavi amacıyla kullanmasına katkıda bulunmak düşüncesiyle kaleme aldım. Bireysel farklılığımız aile ilişkilerimizin ve kültürümüzün göz ardı edilebileceği anlamına gelmez. Bireysel terapilerde de aile, sosyal faktörler ve kültürel değerler tedaviye katılmalıdır. İnsanoğlu kendi yaşam gerçeğini, yaşam önerilerini, beklentilerini masal olaylarına ve masal kahramanlarına yükleyerek anlatmış ve yüzyıllar boyu, gelecek kuşakları bu yolla uyarmaya, eğitmeye, yaşamın zorluklarına karşı onları donanımlı kılmaya çalışmıştır. Çünkü masal kahramanlarının karşılaştıkları sorunların hemen hepsiyle, yaşamın gerçeklikleri arasında koşutluk kurulabilir ve toplumun yaşam gerçekliğine ulaşılabilir. Günümüzde gelinen noktada anlamın ancak bir anlatı şeklinde algılanabileceği ve yorumlanabileceğidir.

1

Mevlana Celalettin er-Rumi. Mesnevi, cilt 3. 1625-1630

26


Masallar halkın ortak bilincinden doğmuş olan gerçek dışı bir anlatım özellikleri taşısa da yaşamdan kopuk olmadığı için gerçek hayatı yansıtırlar. Masallardan hayalleri ayıkladığımızda yaşamın gerçek olaylarıyla karşılaşırız. Masallar kişinin gerçek yaşamda karşılaştığı olayları çözmesinde, içinde bulunduğu çevrede uygun rol edinmesinde etkindir. Masallar, kişinin yaşadığı bireysel ya da toplumsal karmaşayı çözümlemenin ipuçlarını taşır. Belli bir zaman içinde kişi bir karar vermeye yönlendiğinde, elindeki seçeneklerin ve kararın olası sonuçlarının ne kadar farkında ise, bireyin büyümeye ve gelişmeye yol açıcı bir karar alma olasılığı artar. İnsanlar içten ve dıştan gelen verileri değerlendirme kapasitesine sahiptirler. Kişiler bu farkındalığa ulaştıkları zaman daha sağlıklı kararlar verebilirler. Doğu hikâyeleri dini içeriklere sahiptir. Bu hikâyeleri aktaran dervişler sayesinde ihtiyaç duyulan bilgi ve özdeşleşme sağlanmış, hayatın güçlükleriyle mücadelede insanlara yardımcı olunmuştur. Bu hikâyeler alegorik anlatım içermektedir. Bir şeyi bir başka şeyle eşleştirerek anlamı daha güçlü ve etkili aktarmak için alegori kullanılır. Bu hikâyeler aynı zamanda metaforiktir. Metaforda anlatı ile anlatılan arasında pek çok düzlemde ilinti vardır ve çok anlamlılığın bir tek anlatıya içkin temsil imkânı veren bir yapı bulunmaktadır. Eğretileme, anlatılamayanı, oldukça soyut ve zihinde var olan bir varlığı bütün yönleriyle ortaya koyma işlevi üstlenir ve bu anlatım özelliği ile eşsizdir. Bütün kelimelerin; unutulmuş, katılaşmış metaforlar olduğunu söyleyen Nietzsche, hakikate ulaşmada bize yardımcı olacaklarını umduğumuz kavramların yalnızca metaforun tortusu olduğuna vurgu yapar. Nietzsche için metafor hiçbir zaman varlığın kendisi olamaz, ancak varlığı söze taşır. Ona göre insan, dış dünyanın bilgisini elde

27


etmeye çalışırken ürettiği metaforlarla onu anlamlandırmaktadır. Diğer bir deyişle; bilgi metaforlarla elde edilen bir transferden başka bir şey değildir. Bilme edimi ise güncel metaforlarla yapılan bir iştir. Ona göre, hakikat ve bilgi, yalnızca metaforik başlangıçları unutulduğunda ve metaforun bir kavram kılıfına büründüğünde mümkün olabilmektedir. Bir bağlantı kurmak gibi bir metaforik zihinsel işlevin dil varlığından önce geldiğini savunan Nietzsche, dilin oluşma sürecinin bir alandan diğer alana anlam taşmaları olan metaforik eylemlerden oluştuğunu söylemiştir. Nietzsche, “İlkin, sinir uyarısı bir imaja transfer olur: ilk metafor. Sonra bu imaj sesle taklit edilir: ikinci metafor. Ve bu sesten (yani sözden) kavram doğar: üçüncü metafordur.” diyerek dilin öz itibariyle metaforik olduğuna dikkat çekmiştir. Metafor, bilinen gerçekler yardımıyla bilinmeyenleri idrak etmemizi sağlamaktadır. Bir gerçeğin özelliklerinden hareketle başka bir gerçeği anlayıp tecrübe ederken, çoğu zaman metaforlardan yararlanırız. Metaforlarının bilişsel yaratıcılığı; zihnimizi mevcut ve aşikâr benzerliklerin, ilişkilerin ve görüşlerin ötesine, kendi yarattıkları yeni benzerliklere, ilişkilere ve görüşlere yönlendirir. Metafor keşiftir; çünkü kelimenin tek başına daha önce taşıyamayacağı bir anlam boyutu keşfedilir, böylece hem kelimenin hem de düşüncenin anlam ufku genişler. Metaforlar kişilere yaşamlarındaki olaylardan uzaklaşıp, kendi yaşamlarını anlatan öykülerin kahramanı haline gelmelerine fırsat tanır. Çin öyküleri, o kısalıkları içinde oluşturdukları metaforla binlerce yıla direnip günümüze ulaştılar. Bu kısa ama yoğun yazılar, sanki kendiliğinden bir metafor oluşturur. Lafı çoğaltmadan söylemek, o lafın içindeki anlamın çoğaltılmasına yol açmaktadır. Gerçek bir metafor hiçbir zaman ölmez. İnsanlar

28


o metaforu kendi birikimlerine göre çoğaltırlar ve yaşatırlar. 2 Bunun çok güzel bir örneğini Mevlana, ‗Çin ve Rum Ressamları Hikâyesinde‘ insanın var olan tamah, hırs, bencillik, kıskançlık boyalarını daha da artırıcı çabası ile onlardan arınma gayretini alegorik bir üslupla vermektedir. Doğu Hikâyelerinin işlevsel olmayan düşüncelerin farkındalığına, kişilerarası ilişkilerin düzenlenmesine olumlu katkı sağlayacağı ileri sürülebilir. Bunu günlük uygulama pratiğimde gözleyebilmekteyim. Bununla ilgili çeşitli deneysel çalışmalar da yürütülmüş ve olumlu sonuçlar bildirilmiştir. İdris Şah‘ın öncülük yaptığı bu yaklaşımda özellikle Peseschkian‘ın ve çevresinin çalışmaları göz önüne alınabilir. Bu kitapta Mevlana‘nın ‗Mesnevi‘ adlı eserindeki öyküler temel alınmıştır. Belirlenen masal ve hikâyelerle yaşanılan sorun-öykü eşleşmesi birebir örtüşmeyebilir. Bu nedenle bazı öykülerde güncelliği artırmak için değişikliklere gidilmiştir. Bu öykülerle kişinin mevcut potansiyellerini geliştirmesi ve gerçek kendiliğine katkı sunması amaçlanmaktadır. Bazı öyküler birbirinin tersi özellikler taşımaktadır. Bundaki amaç, insanların birbirine zıt yaşantı ve beklentilerinin olmasının normal olduğunu göstermektir. Bu anlatılar kişinin yaşantısı, davranışları hatta duygu ve düşünceleri için bir ayna işlevi görme özelliği taşırlar. Eskiden din ve ahlak; eğitim ve sosyal davranışlar için gerekli ölçütleri, standartları ve amaçları sağlardı. Bunlar neyin doğru veya yanlış, neyin iyi veya kötü olduğunu gösterirlerdi. Değerleri yok etmek yerine onların işleyişinde değişimi doğru

2

Rasim Özdenören, Ruhun Malzemeleri. Aktaran; Harmancı, M. İslam Felsefesinde Metaforik Üslûp.

29


yapmayı başarmalıyız. Bunu yaparken ―kör göze parmak‖ anlayışı içinde olmayan bir yaklaşım göstermeliyiz. Kitabımızda kullanılan hikâyelerin dini tecrübe denilen keramet türü öykü ve açıkça ders verici nitelik içermemesine dikkat edilmiştir. Az sayıda alınan bu tip özellik gösteren hikâyelerin öğüt verici ve ahlaki-dini içsel yaşantı yönleri çok fazla öne çıkarılmamıştır. Alıntıladığımız bu hikâyelerde her sorun-durum için okuyucuya ne yapması nasıl davranması gerektiğini doğrudan söylemeyen örnekler tercih edilmiştir. Böylece kişinin bağımsız bir şekilde kendi çözümünü ya da çözümlerini bulması desteklenmiştir. Belirgin bir çözüm önermeyen bu hikâyeler, kişilerin uygun ve çeşitli alternatif son veya çözümler üretebilmelerine imkân tanıma yönüyle bibliyoterapi sürecini zenginleştirme ve kişinin katılımını destekler özellik göstermektedir. Bu kitapta „kişisel gelişim kitapları‟nda gördüğüm ve doğru bulmadığım, yapılması neredeyse imkânsız olan önerilerin dikte edilmemesine çaba gösterdim. Aşırı öneri içeren ve „sen önerilerin hepsini yapmamışsın‟ sözlerini zımnen söyleyen satırların olduğu kitaplar, okuyanda istenen etki oluşmadığında, kişide yetersizlik, beceriksizlik ve umutsuzluk duygularına yol açmaktadır. Zaten ele aldığım konu da buna izin vermemektedir. Konunun ucu açık olup kişinin kendi okuması içinde bir öykü ile karşı karşıya kalarak değerlendirmelerde bulunması beklenebilir. Öyküleri okurken daha fazla yarar görmek istiyorsanız öncelikle, kendi düşüncelerinizi değiştirmeye karşı direnç göstermemek için hikâyedeki karakterin haklılığını kanıtlamak adına kendinizi zorlamayınız. Bir diğer sınırlılık ise öyküdeki karakterin davranışlarını haklılaştırma bakışı ya da savunucusu olmanızdır. Ya da bunlar öykü diyerek karakterlerin

30


eylemlerini önemsemez ve onlarla özdeşleşmekte başarısız olursanız elde edeceğiniz yarar kısıtlı olacaktır. Kitapta öncelikle bazı öyküler değişik açılardan ele alınacaktır. Bunların yorumlamalarını yorumlanmamış öykülere uyarlamanızı öneririm. Bu kitabı baştan sona kadar okuyunuz. Daha sonra aklınızda kalan eğlenceli ya da sizi düşündüren öyküleri tekrar gözden geçiriniz. Sizin sorununuzla benzerlik taşıyan öyküyü ele alarak oradaki sorunla benzerliği nasıl kurduğunuzu düşününüz. Yine oradaki öykü kahramanı ile özdeşimi neden kurduğunuzu irdeleyiniz. Öyküdeki kahramanın çözüm olarak yaptığı şey size göre doğru mudur? Siz olsaydınız başka bir yol arar mıydınız?

İnsani tedavi, insandan çıkan ve insan yaratısı olan tüm kültürel değerlerle yapılır.

31


Mutluluğa giden tek yol vardır ve bu irademiz dışındaki şeyler yüzünden kaygılanmayı bırakmaktır. Epiktotes

32


ÖYKÜLERLE KİŞİDE FARKLILIK OLUŞTURMA Ruhsal tedavi yaklaşımı açısından hikâyeler; kişilere uygun davranış örneklemesi, çözüm alternatifi sunma özelliği ve akılda kalıcı doğalarından dolayı oldukça işlevseldir. Hikâye anlatıcılığı ya da hikâye yazıcılığı ise özellikle doğu kültür geleneğinde önemli bir yeri işgal etmektedir. Özellikle gelecek kuşaklara bilgi aktarımının daha çok sözlü iletişim araçları ile yapıldığı doğu kültürlerinde hikâyeler toplumun yaşayan bir dokusu olarak tüm toplumsal ve kişisel problemleri resmeder. Hikâyeler o denli günlük yaşamdan beslenir ki kişilerin hikâyelerin içinde kendi yaşamlarından izleri görmeleri ve bu yolla hikâyenin ana temasına ya da vurgusuna ulaşmaları kolaylaşır. Hikâyeler incelendiğinde görülecektir ki, hikâyelerin işlemiş oldukları konular oldukça sıradan, ancak bu sıradanlığa hikâye de getirilen yaklaşım açısı o oranda bilgecedir. Hikâyeler bazen kişilere belli bir davranışın olası sonuçları hakkında bilgi verirken, bazen de olası sonları ile kişilerin kendilerini bulmalarına kapı açarlar. Doğunun masalları, fıkraları ve halk hikâyeleri her yaştaki insanı eğlendirmekte güldürmekte, ağlatmakta ve rahatlık sağlamaktadır. Bu kabul edilebilir davranışların öğrenilmesi için de aynı potansiyele sahip oldukları anlamına gelmektedir. Hikâyeler, kişilerin anlatmakta güçlük çektikleri yaşantı, duygu ve düşüncelerin ifade edilmesinde ya da bu duyguların gün yüzüne çıkmasında aracı işlev oynayabilirler. Duygular anlatılar aracılığıyla ifade yolu bulabilir. Birçok insan, güçlü duygusal göndermeler içeren anlatıları dinledikten sonra yaşamış oldukları duygusal sorunları bir kez daha hatırlayabilmektedir.

33


Hikayelerdeki mecazi (değişmeceli) yön, yani örneğin Mevlana‘da ―diğerlerine ölçüsüz güven‖ konusunun işlendiği hikayelerde çeşitli hayvanların konuşturulması yoluyla ya da Nasreddin Hoca fıkralarında olduğu gibi tüm dikkatlerin herkes tarafından kabul edilen Hoca karakteri üzerinden konuların işlenmesi hikayede sözü edilen durumun kabullenilmesini ve bu yolla da özdeşim kurulabilmesini kolaylaştırmaktadır. Kişi öyküdeki kahramanla özdeşim kurarak, kendisine destek bulabilir, içinde bulunulan durumu ve bu duruma ilişkin derin duyguları daha kolay kabul edebilir, problemine ilişkin farkındalık kazanabilir, bilgi alır, dolaylı olarak öğrenerek çözümler bulabilir. Kitabımızda kullandığımız öykülerle tedavi yaklaşımıyla daha çok kişide farkındalık oluşturulması ve kişinin yaşadığı sorunla öyküyü eşleştirmeyi başarması amaçlanmaktadır. Böylece kişiye varolan sorunlarının çözümüne farklı alternatifler sunmanın yanında, o sorunla mustarip olanın, sadece kendisi olmadığı gösterilmiş olacaktır. Sonunda kişilerin karşılaştıkları yaşam zorluklarını etiketleme, değerlendirme ve değiştirme eğilimleri farklılaşacaktır. Kişinin öyküden yapacağı çıkarımsamayla kendine ilişkin farkındalığı artacağından kendini gerçekleştirmede de katkı sunacaktır. Bu kitabı okuyanlar açısından en önemli adım okunacak olan hikâye ile kendi sorunlarının birbirlerine uygunluk taşımasıdır. Kişi kendisi ile karakter arasındaki benzerliği açık bir şekilde görebilmelidir. Kişi, kendisi ile karakter arasındaki benzerliği kurabilirse, probleme yönelik bir iç görü kazanabilir. Varoluşsal boşluğu insanlar ikili ilişki, cinsellik, sahip olma çabalarıyla doldurmak isterler. Gelişen ―Ben‖ ve ―Sen‖ diyaloguna, kişiler kendi sınırlarının ötesinde bir anlam katmadıkça beraberlik içinde varolabilmeleri de mümkün

34


değildir. İnsan ancak bir başka ―insan ya da anlama doğru‖ kendini aşabilir. Bibliyoterapi süreci özdeşleşme, yansıtma, arınma ve bütünleşme evrelerinden oluşur. Özdeşleşme evresinde danışan kendi sorununa benzer bir sorunu yaşayan kitap kahramanı ile arasındaki benzerlikleri görebilmelidir. Burada danışmanın rolü, danışanın öyküdeki karakterin güdülerini yorumlayabilmesine ve öyküdeki kişilerarası ilişkileri anlayabilmesine yardımcı olmaktır. Özdeşleşme ve yansıtma evresinde danışanın öyküden çıkardığı anlamın kendi sorunlarına uygulanabilirliğiyle ilgili görüş kazanmasına yardım edilir. Arınma evresi, danışanın sözel ya da sözel olmayan duygusal rahatlamayı yaşadığı dönemdir. Bütünleşme evresinde danışan, danışmanın yardımıyla içgörü kazanır, öykü yoluyla kendine dönük çözümleri bulmaya başlar. Bibliyoterapi kişiye aşağıdaki alanlarda kılavuzluk eder. İnsan ciddi bir problemle karşılaştığında ilk zamanlar kendisinin bu problemle karşılaşan ilk ve tek kişi olduğu yanılgısına düşer. Öyküler kişiye bu tip problemlerin oldukça yaygın olarak yaşandığını gösterir. Kişinin insan davranışı ve dürtüleri hakkında bir anlayış geliştirmesine yardımcı olur. Kişinin kendilik kavramına katkı sunar ve kişinin kendilik değerlendirmesinde daha dürüst davranmasını destekler. Kişide duygusal ve bilişsel baskıyı dindirir.

35


Kişiye problemi hakkında daha serbestçe konuşabileceği bir alan sağlar. Kişinin probleminin üstesinden gelebilmesi için çözüme yönelik bir plan geliştirebilmesine yardımcı olur. Bir problemin yalnızca bir değil birçok çözümü olabileceğini gösterir. Hikâyedeki kahramanla özdeşleşmeyle kişi yalnız olmadığının, başka insanların da benzer bir sorunla karşı karşıya kaldığının farkına varır. Yalnız olma duygusu tüm insanların sık yaşadığı bir sorun olarak problemin çözümünde anahtar bir rol oynamaktadır. Kişi özdeşleştiği kahramanın sorununu içselleştirdiğinde kendi sorunu hakkında iç görü geliştirebilecektir. Okuyucu çeşitli karakterlerle kendisini özdeşleştirir, problem hakkındaki çözümleri paylaşır ve sonunda ―ben olsaydım şu şekilde çözerdim‖ aşamasına gelir. Bu sayede kişi etkili problem çözme stratejileri geliştirerek öz denetimini artırır ve yaratıcı problem çözme becerileri elde eder.

Cariyenin Hastalığını Hekimin Teşhis Etmesi Padişah, bir av esnasında bir cariye gördü. O cariyeye âşık oldu ve onu sarayına aldı. Fakat çok geçmeden kız hastalandı. Padişah tüm hekimleri topladı. Ancak cariyenin tedavisinde hekimler âciz kaldı. Padişah, hekimlerin âciz kaldıklarını görünce yalınayak mescide koştu. Mescide gidip mihrap tarafına yöneldi. Secde yeri gözyaşından sırsıklam oldu. Padişah, tâ can evinden coşunca bağışlama denizi de coşmaya başladı. Ağlama esnasında uykuya daldı. Rüyasında bir ruh hekiminin sevgilisini iyileştireceği söylendi. Ertesi gün rüyada kendine gösterdikleri zatı gördü. Kollarını açıp onu kucakladı, halini hatırını sordu.

36


Padişah, hastayı ve hastalığını anlatıp sonra hekimi hastanın yanına götürdü. Hekim, hastanın yüzünü görüp, nabzını sayıp, idrarını muayene etti. Hastalığının belirtilerini ve sebeplerini saptadı. Hekim, hastalığı gördü, gizli şey ona açıldı. Fakat onu gizledi ve sultana söylemedi. İnlemesinden gördü ki, o gönül hastasıdır. Hekim ―Padişahım, bizi yalnız bırakabilir misiniz?‖ diyerek izin istedi. ―Ben bu cariyecikten bir şeyler sorayım‖ dedi. Oda da hekim ile hastadan başka kimse kalmadı. Hekim tatlılıkla, dedi ki: ―Memleketin neresi? Çünkü her memleket halkının ilâcı başka başkadır. O memlekette akrabandan kimler var? Kime yakınsınız; neye bağlısın? Elini kızın nabzına koyup birer birer memleketlerle ilgili soru soruyordu. O hekim, üstattı. Cariyenin nabzına elini koyup muayene ediyordu. Yakınlarının durumunu sormaktaydı. Kız, bütün sırlarını hekime açıkça söylemekte, kendi memleketinden, efendilerinden, şehrinden ve şehrinin dışından bahsetmekteydi. Hekim, kızın anlatmasına kulak vermekte, nabzına ve nabzının atmasına dikkat etmekteydi. Nabzı, kimin adı anılınca atarsa cihanda gönlünün istediği odur(diyordu). Memleketindeki dostlarını saydı, döktü. Ondan sonra diğer bir memleketi andı. ―Memleketinden çıkınca en evvel hangi memlekette bulundun?‖dedi. Kız bir şehrin adını söyleyip geçti. Fakat yüzünün rengi, nabzının atması başkalaşmadı. Efendileri ve şehirleri birer birer saydı; o yerleri, yurtları, oralarda geçirdiği zamanları, tuz, ekmek yediği kişileri tekrar tekrar söyledi. Şehir şehir, ev ev saydı döktü, kızın ne damarı oynadı, ne çehresi sarardı. Hekim Semerkand şehrini soruncaya kadar kızın nabzı normal haldeydi fazla atmıyordu. Semerkand‘ı sorunca nabzı attı, çehresi kızardı, sarardı. Çünkü o, Semerkand‘lı bir kuyumcudan ayrılmıştı. O hekim, hastadan bu sırrı elde edip o dert ve belânın aslına erişince: ―Onun semti hangi mahallede?‖ diye sordu. Kız,

37


―Köprübaşında, Gatifer mahallesinde‖ dedi. Hekim, ―Hastalığının ne olduğunu hemen anladım. Seni tedavi hususunda gerekeni yapacağım. Aman, sakın ha, bu sırrı kimseye söyleme. Padişah senden bunu ne kadar sorup soruştursa yine de sakla.‖ dedi. O hekimin vaatleri ve lütufları hastayı korkudan emin etti. Daha sonra hekim, padişahın huzuruna gitti, padişahı bu meseleden birazcık haberdar etti. Dedi ki: ―Çare şundan ibaret: bu derdin iyileşmesi için o adamı getirelim.‖ Padişah, hekimden bu sözü duyunca nasihatini, candan gönülden kabul etti, o tarafa ehliyetli, kifayetli, âdil iki kişiyi elçi olarak gönderdi. O iki bey, kuyumcuyu saraya getirdi. Kuyumcuyla kız evlendirildi. Bu suretle o kız da tamamen iyileşti.

İnsan akılla yolunu bulur, duygularıyla yaşar. Akıl korumaya yönelik yaklaşım sergilerken duygu yaşama zenginlik katar.

38


İNSANI RUHSAL ETKİ ALTINA ALMA Mesnevi‘deki bir öyküde duygu dışavurumun güzel bir örneği verilmektedir: Hasta olan (Semerkand‘lı bir kuyumcuya sevdalı) bir cariyeye, muayene esnasında yer isimleri söylenirken nabız atışı ve yüzünün sararması gözlenerek, hekim tarafından duygunun fizyolojik belirtileri saptanarak tanı konulması. Duyguların fizyolojik belirtileri gözlenirken kişi ruhsal etki altına alınarak bedensel hastalığın ortaya çıkmasına ya da iyileşmesine yol açılabilir.

Vesvese İle Hocalarını Hastalığına İnandırdılar Öğrenciler, Hocalarından bıkmışlar, çalışıp çabalamadan usanmışlardı. Ne yapıp edip bir iş becermek, bu suretle de muallimi derde düşürmek için birbirleriyle görüşüp danıştılar. ―Hoca hiç hastalanmıyor ki birkaç gün bile olsa mektebe gelmese de rahat etsek.‖ dediler. İçlerinden en zekisi bir tedbir düşündü. ―Hocam, nasılsın, neden böyle benzin sararmış? Hayrola, rengin kaçmış senin… bu ya hava çarpmasından, ya sıtmadan, derim. Hoca, elbette bu sözden biraz olsun vehme düşer. Siz de bu çeşit sözlerle bana yardım edersiniz arkadaşlar.‖ dedi. Çocukların hepsi de aynı şekilde davranacaklarına söz verdiler. Hoca dersliğin kapısından içeri girer girmez, o zeki çocuk selam verip ―Hocam, hayrola, benziniz sararmış‖ dedi. Hoca ―Hasta filan değilim, saçmalama… geç yerine otur‖ dedi. Dedi ama aklına da bir şüphe tozudur kondu, az bile olsa gönlüne bir endişedir düştü. Derken öbür çocuk içeri girdi. O da öyle söyleyince, endişesi arttı. Böyle böyle vehmi arttıkça arttı. Haline şaştı kaldı, hasta olduğuna hükmetti. Hoca vehminden, korkudan hastalandı. Yerinden sıçrayıp kalktı, evine gitti. Evine gelip kapıyı şiddetle açtı. Çocuklarda Hocanın ardından geliyordu. Karısı,

39


―Hayrola, erken geldin. Allah esirgesin, başına kötü bir şey gelmesin de‖ dedi. Hoca ―Kör müsün sen? Bir benzime, bir halime baksana. Yabancılar bile derdimle dertleniyor da, sen evimin içinde olduğun halde bana düşmanlığından, yanıp yakıldığımı görmüyorsun bile.‖ dedi. Kadın, ―A Hocam, senin bir şeyin yok. Bu endişen saçma bir vehimden ibaret‖ deyince, Hoca eşine öfkelendi. Kadın ―Hocam, ayna getireyim de bak… Benim bir suçum var mı, yalan söylüyor muyum, anla‖ dediyse de Hoca, ―Git, aynan da batsın, sen de bat. Zaten daima bana buğzetmede, daima bana kin gütmede, benimle inat edip durmaktasın sen. Yatağı yay, yorganı getir… ben yatayım hele… başım ağırlaştı‖ dedi. Kadın yatak yorgan getirip döşedi. ―İçi vehim ateşiyle dolmuş, bir şey söylersem beni suçlayacak. Fakat söylemesem de bu hastalık sahiden hastalık haline gelecek.‖ dedi.

Kötüye yorma, şüphelenme, insanı hiçbir hastalığı yokken hasta eder. Tavşanın, Ayın Elçisi Olması Bütün av hayvanları, fil sürüsü yüzünden suyu güzel olan kaynağa gidemez olmuşlardı. Hepsi de korkularından oraya yanaşamıyorlardı. Güçleri, kuvvetleri yoktu. Sonunda bir ihtiyar tavşan, filleri korkutmak gerektiğini düşündü. Tavşan ayın ilk gecesi dağın tepesine çıkıp bağırdı: Ey fil padişahı, ben ayın elçiyim, elçiye zeval yok… Ay diyor ki: ―Filler, buradan gidin, suya inmeyin! Yoksa sizin gözünüzü kör ederim. Ben, onun sözünü söyledim, boynumdan vebali attım. Bu kaynağı bırakıp gidin de ayın kılıcından emin olun. Sözümün doğruluğuna işaret ise: Ayın on dördünde siz, su içmek için kaynağa geldiğinizde ay harekete gelir. İnanmazsan o gece gel de

40


kaynakta bu dediğimi gör! Fil, o gece kaynağa gelip hortumunu suya sokunca su hareketlendi, ay da hareket etti. Fil, suyun içinde ayın titrediğini, harekete geldiğini görünce tavşanın sözüne inandı.

41


Kişi kulaklarıyla, gözleriyle Dil, burun ve dokunma duyusuyla Bunlardan da üstün olan aklıyla, Duygulanır, tat alır, olgunlaşır. Bhagavad-Gita

42


Bir millet kendilerinde bulunan güzel ahlâk ve meziyetleri değiştirmedikçe Allah da onlara verdiği nimeti, güzel durumu değiştirmez. ⃰ DENEMEYİ GÖZE ALMAK Kral maiyetini önemli bir görev için sınamak istemiş. Birçok güçlü ve akıllı adamı etrafına toplamış. Kral onları o güne kadar görüp görecekleri en kocaman kapının önüne getirerek söyle söylemiş: ―Siz akıllı insanlar, benim bir sorunum var ve hanginizin bunu çözebileceğini görmek istiyorum. Burada krallığımdaki en büyük ve en ağır kapıyı görüyorsunuz. Hanginiz bunu açabilirsiniz?‖

Saray mensuplarından bazıları açamayız der gibi başlarını sallamış. Diğerleri, daha akıllı sayılanlar, kapıyı daha yakından incelemiş, fakat onlar da kapıyı açamayacaklarını kabul etmişler. Akıllı insanlar böyle söyleyince saraylılar sorunun çözülemeyecek kadar zor olduğunda fikir birliğine varmışlar. Sadece bir vezir kapının yanına giderek onu iyice gözden geçirmiş ve elleriyle yoklamış, açmak için çeşitli yolları denemiş, en sonunda kapıya kuvvetle yüklendiğinde ağır kapı açılmış. Meğer kapı zaten tam kapalı değilmiş ve açmak için deneme isteği ve yüreklilikle davranma cesaretinden başka bir şey gerekmiyormuş. Kral vezire şöyle söylemiş: ―Sadece gördüğün ve işittiğine bağlı kalmadan, kendi gücünü devreye soktuğun ve denemeyi göze aldığın için baş vezirlik görevini sen alacaksın.‖

Enfal Suresi 8/ 53. ayet

43


Uyarım ve tepki arasında bir alan var. Bu alanda bizim kendi yanıtımızı seçme özgürlüğümüz ve gücümüz yatar. Yanıtımızda ise büyümemiz ve özgürlüğümüz yatar. Victor Frankl

44


FARK YARATMAK Yumurtayı Dikmeyi Başarma Osmanlı Devleti‘nin önemli vezirlerinden Köprülü Mehmet Paşa çok başarılı bir devlet adamı olarak ün salmış. Padişah tarafından Vezir-i Azamlığa getirilmiş. Diğer vezirler başarılı görevlerine rağmen, Paşa‘nın başarılarını küçümsemişler hatta kendilerinin de aynı başarıları gösterebileceklerini söylemişler. Bir gün Köprülü Mehmet Paşa konağında davet vermiş. Tüm vezirleri çağırmış. Sonra herkese bir yumurta getirilmesini emretmiş. Getirilen yumurtayı dik olarak masaya koymalarını istemiş, kimse başaramamış. Sonra kendisi yumurtanın bir ucunu hafifçe masaya vurarak dik olarak yerleştirmiş. Hemen bazı vezirler ―biz de yapardık‖ demişler. Paşa, ―önemli olan herkesten önce düşüne bilmek ve ilk olarak yapabilmektir‖ demiş.

O Konuşuyorsa Bu Da Düşünüyor

Hoca merhum bir gün pazarda güvercin kadar bir kuşun on iki altına satıldığını görüp eve koşmuş ve hindisini koltuğunun altına aldığı gibi pazara geri dönmüş. Fakat Hoca‘ya, hindi için fazla para veren olmamış. Hoca sinirlenip hindiyi almak isteyenlere, ―Bu nasıl iş Allah‘ı severseniz, gözümün önünde güvercin kadar boyalı bir kuşu tam on iki altına sattınız.‖ demiş. Hoca son derece hararetle çıkışınca içlerinden biri, ‗Hoca Efendi, o kuş papağandır‘ demişse de Hoca hiddetlenmiş, ―Tamam, anladık. Ne yani o da yine bir kuş değil mi, bunun hüneri ne?‖ demiş. Çevresindekiler ―o kuş ama insan gibi konuşuyor‖ demişler. Hoca da koltuğunun altında susan ve gözlerini kapamış olan hindiyi göstererek, ―O iyi konuşuyorsa, bu da gayet iyi düşünür.‖ der.

45


Denizi bir testiye dökersen ne alır? Bir günün kısmetini… Harislerin göz testisi dolmadı. Sedef, kanaatkâr olduğundan inci ile doldu. Mevlana

46


Koyunun kurttan kaçmasına şaşılmaz; şaşılacak şey, bu koyunun kurda gönül vermesidir! Mevlana

İNSANIN ŞAŞIRTAN DAVRANIŞLARI Bir bilgeye ―İnsanoğlunun hangi davranışları sizi çok şaşırtıyor?‖ diye sormuşlar. Bilge ―Hepsi, demiş ve sıralamış: Çocukluktan sıkılırlar, büyümek için acele ederler ama büyüdükçe de çocukluklarını özlerler. Para kazanmak için sağlıklarını yitirirler, sonra sağlıklarını geri almak için kazandıkları paraları verirler. Yarınlarından endişe ederken bugünü hep unuturlar, dolayısıyla ne bugünü ne de yarını yaşarlar. Hiç ölmeyecek gibi davranırlar ama hiç yaşamamış gibi ölürler.‖ demiş.

47


Dinle, Bu ney nasıl şikâyet ediyor, ayrılıkları nasıl anlatıyor. Mevlana

48


Henüz söz bilmez cahile bir şeyler öğretmek için kendi dilini terk et! Mevlana

ÖNCE KARŞIDAKİNİ DİNLE Sağır Adam ve Komşusu Sağır bir adam komşusunun oldukça rahatsız olduğunu öğrenir. Sağır olduğundan dolayı ziyarette bir takım sorunları yaşayabileceğini düşünerek, ortalama bir ziyarette neler konuşulduğunu ve ne tip yanıtlar verildiğini düşünür. Bunun sonucunda şöyle bir yol bulur. Evvela; ―Nasılsın ey benim dertli komşum?‖ derim, o da elbette karşılık olarak, iyiyim, hoşum diyecektir. Ben; ―Allah‘a şükürler olsun.‖ derim. Sonra; ―Ne yemek yedin?‖ diye sorarım, o da; ―Şerbet içtim yahut mercimek çorbası yedim‖ der. Ben de; ―sıhhatler olsun, afiyetler olsun.‖ Derim. ―Peki, hekimlerden kim geliyor? Kim bakıyor?‖ diye sorarım. O da; ―Filan geliyor?‖ diye cevap verir. Ben; ―o hekimin ayağı çok uğurludur. İyi ki onu çağırmışsınız o gelince işler yolun girdi demektir.‖ Derim. ―Bir de, o hekimin ayağın uğrunu deneyin, o hangi hastaya gitmişse beklenen gerçekleşmiş‖ diyerekten tüm diyalogu olması muhtemel bir şekilde kurgulamış ve bu kurgusuna bağlı kalarak komşusuna ziyarete gitmiş, ancak işler beklenenden biraz daha faklı seyretmiş.

49


―Nasılsın?‖ diye sordu. Hasta ―çok fenayım, ölüyorum‖ deyince, sağır komşu; ―Allah‘a şükürler olsun.‖ Dedi. Hasta bu söze incindi, canı pek sıkıldı. ―Bu ne biçim şükür? Şükrün sırası mı? Demek ki bu komşu, bizim ölmemizi istiyor?‖ diye düşündü. Böylece sağır bir kıyasta bulundu ama kıyas ters çıktı. Sonra hastaya, ―ne yedin?‖ diye sordu. Hasta; ―zehir zıkkım yedim‖ Dedi. Sağır ―afiyetler olsun‖ deyince, hastanın kahrı büsbütün arttı. Bundan sonra da ; ―Derdine çare bulmak için, hekimlerden kim geliyor? Seni kim tedavi ediyor diye sordu. Hasta; ―Azrail geliyor, ama sende buradan defol git.‖ Diye söylendi. Sağır: ―onun ayağı çok uğurludur, o işini tez yapar sevin neşelen‖ cevabını verdi. Sağır evden çıktı; sevinerek ―şükürler olsun‖ dedi. ―Böyle rahatsız bir zamanda komşumun halini hatırını sordum gönlünü aldım‖. Kişi ön yargıları ile iletişim kurduğunda sağlıklı bir yaklaşım sergileyemez. Biz de sağır adam gibi karşımızdakine kendi gerçeklerimizle bakıyor olabiliriz. Sağır kişi hasta komşusunun kendi kurguladığından başka türlü davranabileceğini düşünmüyordu. İletişimde karşısındaki kişiyi onun duygu, düşünce, beklenti ve davranışları ile ele almadığımızda sağır olan kişi gibi karşımızdakini huzursuz edebiliriz. Bazen çok değişmez planlar yapıyoruz ve kendimizi farklılıklara hazırlamıyoruz. Gerçekliğin tümünü hesaba katmadan hareket ediyoruz.

50


Seni Anlamıyorum İngiliz kaptan James Cook, 18. Yüzyılda Avusturalya‘ya ilk adım attığında daha önce görmediği zıplayarak hareket eden bir hayvan görür. Yanındaki yerliye hayvanın adını sorar. Yerli ―Kangroo‖ der. Aradan yıllar geçer, bir dilbilimcisi Avusturalya‘ya gelir. Yerli dilini incelediğinde ―Kangroo‖ kelimesinin ‗Seni anlamıyorum‖ anlamına geldiğini fark eder.

Vecedtü⃰ Buldum Bir Türk seyahate çıkmış. Bir gün yolu Arabistan‘a düşmüş. Ancak Arapça bilmediğinden güçlükle karşılaşıyormuş. Lokantaya girmiş. Etli bir yemeği işaret ederek ondan istediğini belirtmiş. Karşı masada da bir Arap aynı yemekten istemiş, yemek aşırı sulu ve içindeki et parçaları sayılıymış. Arap‘ın kaşığına et parçası geldiğinde vecedtü diye bağırıyormuş.

Türk yemeğini beklerken Arap‘ın kaşığına her et geldiğinde vecedtü demesinden vecedtü‘nün et anlamına geldiğini düşünmüş. Türk‘ün yemeğini getirmişler, yemeğini yerken kaşığına et parçası gelince başlamış vecedtü buldum diye bağırmaya. Çevresindekiler Türkçe bilmediğinden ‗buldum‘ kelimesini et olarak anlamışlar. İçlerinden birisi az da olsa Türkçe biliyormuş. Adam, ―kardeşim sen et buldum demek istiyorsun, ‗vecedtü‘ buldum demek, et ise Arapçada ‗lahm‘ olarak söylenir.‖ demiş.

Arapça bulmak anlamına gelen bir fiil.

51


Birbirinin Dediğini Anlamayan Dört Kişi Adamın biri, dört kişiye bir dirhem verdi. Adamlardan birisi ―Ben bu parayı engûr‘a vereceğim‖ dedi. Öbürü Arap‘tı, ―Lâ‖ dedi ―Ben İnep isterim, engûr istemem.‖ Üçüncüsü Türk‘tü, ―Bu para benim‖ dedi, ―Ben inep istemem, üzüm isterim.‖ Dördüncüde Rum‘du, dedi ki: ―Bırak bu lâfları, biz İstafil isteriz.‖ Derken aralarında kavgaya başladılar. Çünkü adların sırrından gafildiler. Ahmaklıktan birbirlerini yumruklamaya koyuldular. Bilgisizlikle dolu, bilgiden boş adamlardı bunlar. Dil bilen biri onlara ―Ben bu bir dirhemle hepinizin isteğini yerine getiririm.‖ dedi. Onlara üzüm aldı.

Üç Farklı Anlayış Pracapati‘nin soyundan gelen tanrılar, insanlar ve ifritler kutsal bilgiyi ondan öğreniyorlardı. Öğrenimleri sona erince tanrılar ―Efendimiz, lütfen bize bir şey söyleyin‖ dediler. O da onlara ―Da‖ dedi ve ―Anladınız mı?‖ diye sordu. Onlar ―Anladık, bize kendinizi geri tutun(damyata), diyorsunuz.‖ dediler. O da ―Evet, anlamışsınız.‖ dedi. Sonra insanlar ―Efendimiz, lütfen bize bir şey söyleyin‖ dediklerinde onlara ―Da‖ dedi ve ―Anladınız mı?‖ diye sordu. Onlar ―Anladık, bize verin(datta), diyorsunuz.‖ dediler. O da ―Evet, anlamışsınız.‖ dedi. Sonra ifritler ―Lütfen bize bir şey söyleyin, efendimiz.‖ dediler. O da onlara ―Da‖ dedi ve ―Anladınız mı?‖ diye ekledi. Onlar ―Anladık, bize merhametli olun(dayadhvam), diyorsunuz.‖ dediler. O da ―Evet, anlamışsınız.‖ dedi.

52


Gök gürültüsünün ilahi sesi işte bu öğretiyi tekrarlar. ‗Da-Da-Da‘ kendinizi geri tutun-verin-merhametli olun. Bu nedenle bu üçlü öğretilmelidir. Kendini tutma, verme ve merhametli olma öğretilmelidir.

Hz. Süleyman‟a verilmiş olan hayvanların dilini bilme mucizesi, çevreye karşı ilgili gösterdiğimizde peygamberi bir mucize şeklinde olmayıp insani bir ariflik olarak bizde de kendisini gösterecektir. Bulutla konuşmayız, ama onun ne dediğini anlar ve şemsiyemizi yanımıza alırız. Bahçemizdeki çimin sararmasından „Beni sula‟ dediğini anlar ve fıskiyeyi açarız. Bize gönderilmiş mektuptaki çizgiler konuşmadan meramını anlatır, duygulanır, ağlar, güler ve hatta sevinç çığlıkları atarız. İnsan her varlıkla ilişki halindedir. İlişkide olduğu varlıklarla iletişim kurma yeteneğindedir. Sadece biraz ihtimam göstermesi yeterlidir.

53


Âlemin ayıbını söyleyen daha fazla yol kaybeder. Ne mutlu o kişiye ki kendi ayıbını görür. Kim birisinin ayıbını görürse o alınır, o ayıbı kendisinde bulur. Çünkü insanın yarısı ayıptandır, yarısı gayıptan! Mademki başında onlarca yara var, merhemini başına vurmalısın. Yarayı ayıplamak, ona merhem koymaktır. Sende o ayıp yoksa da yine emin olma. Olabilir ki o ayıbı sen de yaparsın, günün birinde o ayıp senden de zuhur edebilir.

Mevlana

54


SORUNU YAŞAYAN TEK KİŞİ SEN DEĞİLSİN Benzerler yoluyla tedavi, kişinin yaşadıklarının sadece ona has olmadığını göstermede etkin bir yaklaşımdır. Ruhsal sorunu olan kişiye benzer yakınmaları olan örnek hastalardan söz edilerek o kişide paylaşma duygusu oluşturulur. Tüccar ile Papağan Doğulu bir tüccar bir papağan satın almış. Bir gün tüccar yemek için evine gitmiş. O esnada papağan, dükkâna fare avlamak için giren bir kediden korkmuş ve kediden kaçmak isterken gül yağı şişesini devirmiş. Evinden dönen tüccar buna çok kızmış ve papağanın kafasına vurmuş. Daha önce iyi konuşan papağan o andan itibaren konuşamaz olmuş. Başındaki tüyler dökülmüş ve papağan kel kalmış. Dükkân sahibi bu duruma çok üzülmüş. Pişman olmuş, ―Keşke elim kırılsaydı da ona vurmasaydım.‖ diye sürekli kendi kendine söyleniyormuş. Bir gün dükkândan içeriye kel bir müşteri girmiş. Müşterinin görüntüsü papağanı çok heyecanlandırmış. Kanatlarını çırparak zıplamış, acı acı bağırmış, herkesi şaşırtarak tekrar konuşmaya başlamış ve şöyle demiş: ―Sen de mi gül yağı şişesini devirdin de kafana vurdular ve bütün saçların döküldü?‖

55


Damdan Düşenin Hali Nasreddin Hoca bir gün dam aktarırken ayağı kayar ve damdan düşer. Tabi etrafına hemen kalabalık toplanır kimi ilaç tavsiye eder kimi doktor arama telaşındadır. Bunun üzerine Hoca ―Bana damdan düşen birini getirin. Damdan düşenin halini damdan düşen anlar‖ der.

Hoca damdan düşen birini istemektedir. Bu isteğinin felsefi temelini oluşturan şey “yaşanılan sorunun evrenselliğini” kişiye kanıtlayarak duygusal bir rahatlamanın yaşanmasına kaynaklık etmesidir. Çünkü benzer sıkıntılar çekmiş bir başkası ile iletişim kurmak sorunun seyri ve muhtemel çözümler hakkında bilgi sağlayıcıdır. Yaralı Genç Bir savaşta gencin biri mancınık taşı ile ağır bir şekilde yaralanmıştı. Ömründen iki solukluk bir zaman kalmıştı. Bir arkadaşı yanına geldi. Yaralı gence; ―Nasılsın? Söyle bakalım.‖ dedi. Yaralı genç; ―Sen deli misin? Sana da bir mancınıktan taş atılsaydı, halimi bilirdin. Fakat ömründe bir taş bile yememişsin, ne bileceksin?‖ dedi ve sözünü bitirir bitirmez öldü.

56


Paylaşılan Üzüntü Nasrettin Hoca‘nın komşusu Agop Efendi‘ye yüz akçe borcu varmış ve ödemesi gereken gün gelip çatmış. Ancak Hoca‘nın ödeyecek durumu yokmuş. Bu nedenle o gece uykusu kaçmış. Yatağında bir sağına, bir soluna dönüyor, uyuyamadığından sürekli dolaşma ihtiyacı duyuyormuş. Tekrar yatsa da değişiklik olmuyor, gözüne uyku girmiyormuş. Karısı Hoca‘yı hiç böyle görmemiş. Sebebini sorduğunda Hoca durumu anlatmış. Kadın bakmış olmayacak, pencereyi açmış ve komşusuna bağırmış. ―Agop Efendi, Agop Efendi‖ demiş. Adam pencereye çıkınca da ―Hoca‘nın sana yüz akçe borcu vardı ya‖, demiş. Agop Efendi de ―Evet‖ deyince, ―İşte onu paramız olmadığından Hoca ödeyemeyecek, uykumuzun kaçtığı yeter biraz da senin uykun kaçsın‖ demiş ve pencereyi kapatmış.

Bu tavır biraz kurnazlık içermektedir. Yine de borçlunun çaresizlik içinde kalmadığını göstermektedir. Papağanın Hikâyesi Bir tüccarın konuşkan bir papağanı vardı. Kafese mahkum edilmiş güzel bir kuştu. Bir gün tüccar Hindistan‘a gitmek için yol hazırlığına başladı. Kölelerinin, cariyelerinin her birine ayrı ayrı: ―Sana Hindistan‘dan ne getireyim ne istersin?‖ diye sordu. Her biri ayrı bir şey istedi. Tüccar papağanına da sordu: ―Ey güzel kuşum sana ne getireyim Sen Hindistan‘dan ne istersin?‖ dedi. Papağan: ―Oradaki papağanları görünce hâlimi anlat ve de ki falan papağan benim mahpusumdur, ben onu kafeste besliyorum. Size selam söyledi. ‗Ben gurbet ellerde kafeslerde sizin hasretinizle

57


can vereyim, siz serbestçe ağaçlıklarda kayalıklarda dolaşın bu reva mıdır. Hiç değilse bir seher vakti ben garibi de hatırlayın ki bende birazcık mutlu olayım, dedi.‘ de. Başka da bir şey istemem.‖ dedi. Tüccar kervanını düzdü yola koyuldu. Günler geceler boyu yol gitti nihayet Hindistan‘a vardı. Giderken birkaç papağan gördü kayalıklara konmuş, bekliyorlardı, atını durdurup seslendi: ―Ben falan memlekette filan kişiyim ticaret yapmak için buralara geldim. Benim bir papağanım var size selâm söyledi ve böyle böyle dememi istedi.‖ dedi. Tüccar sözlerini bitirir bitirmez o papağanlardan birisi titredi, nefesi kesildi düşüp öldü. Tüccar bu haberi verdiğinden dolayı bin pişman oldu. ―Ne yaptım, bu zavallı kuşun ölümüne sebep oldum. Galiba bu benim kuşumun bir yakını, candan seveni olsa gerek.‖ diye düşündü. Aradan bir hayli zaman geçti, tüccar alışverişini bitirip memleketine döndü. Herkesin istediğini bir bir verdi. Kuş kafesinde bu olanları seyrediyordu. Sonunda dayanamayıp tüccara sordu: ―Benim istediğim nerede. Hemcinslerimi, papağan zümrelerini gördün mü, ne söyledin ne gördünse bana anlat beni de mutlu et.‖ dedi. Tüccar: ―Sevgili kuşum kusura bakma fakat söylemesem daha iyi olacak sanıyorum, çünkü hâlâ o saçma sapan haberi götürerek yaptığım akılsızlığa ve cahilliğe yanmaktayım, onun için anlatmasam daha iyi.‖ dedi.

58


Papağan ısrar etti; bunun üzerine tüccar istemeye istemeye olanları anlattı: ―Tarif ettiğin yere varıp dostların olan papağanları görünce senin söylediklerini ve selâmını söyledim içlerinden biri buna dayanamadı üzüldü titredi ve hareketsiz kaldı, öldü patladı dayanamadı öldü gitti.‖ dedi. ―Bunu görünce çok pişman oldum fakat nafile bir kere söylemiş bulundum.‖ dedi. Tüccarın sözlerini duyan papağan kafesin içinde titredi hareketsiz kaldı ve biraz sonra düşüp öldü. Tüccar bunu görünce aklı başına gitti ağlayıp sızlamaya başladı, külahını yere vurdu. ―Ey güzel sesli kuşum sana ne oldu neden bu hâle geldin, ben ne yaptım başıma ne işler açtım.‖ diye dövündü. Ağladı ağıtlar söyledi. Sonunda ölü papağanı kafesten çıkarıp pencerenin kenarına getirdi, getirir getirmez papağan hemen canlanıp uçtu bir ağacın en yüksek dalına kondu. Tüccar buna şaşıp kaldı. ―Ey güzel kuş bu ne iştir bu ne haldir, bana anlat, bu hileyi nasıl öğrendin de beni kandırdın.‖ dedi. Papağan konduğu yerden seslendi: ―Sevgili efendim o Hindistan‘da gördüğün papağan benim selâmımı alınca düşüp ölmüş gibi yaparak bana bu haberi gönderdi. ‗Eğer kurtulmak istiyorsan öl!‘ dedi. Ben de gördüğün gibi onun dediğini yaparak hapisten kurtuldum. Kısaca öldüm kurtuldum kafeslerde tutulmaktan.‖ dedi. Papağan kendi derdine ayna olan, kendine benzeyen ve idealleştireceği birisini aramıştır. Burada hem ikizlik aktarımı hem de ideallik aktarımı vardır.

59


(Birisi) biz insana ait halleri bir bir bildik, öğrendik; mizacından, huyundan, hararetinden, soğukluğundan kıl kadar bir şey kalmadı ki bilmeyelim; ancak ondan kalacak olan nedir? Onu bilemedik, dedi. Yalnız denizi görmekle inci görülmez ki. Yüz bin kere denizin suyunu tas tas ölçüp biçse de gene de inciyi bulamaz; bir dalgıç gerek ki inciye yol bulsun; hem de her dalgıç değil, bahtı yaver dalgıç gerek. Bu hünerler, bu bilgiler, denizin suyunu tas tas ölçmeye, doldurup dökmeye benzer. İnciyi bulmanınsa bir başka yolu vardır. Mevlana

60


PAYLAŞARAK ÇÖZÜM Derviş Kaşıkları Bir derviş ile devrin Padişahı arasında geçtiği söylenen bir hikayedir. Padişah dervişe ―Sevginin sözünü edenler ile sevgiyi gerçekten yaşayanlar arasında ne fark var?‖ diye sormuş. Derviş ―Bir sofra hazırlayın, bir gün alimleri, diğer bir gün de dervişleri çağırın, bu farkı size göstereyim‖ demiş. ―Ancak sofra için uzun ve ağır kaşıklar yaptırınız, kişi yemeği yerken kaşığın sapından tutmak zorunda olacaktır.‖ diye şart koşmuş. Sevgi sözlerini dilinden düşürmeyen... ama… dilinden de gönlüne indirmeyen alimler çağırılmış davete... Hepsi yerlerine kurulmuşlar… derken… Kâseler içinde, buram buram tüten, mis gibi kokan, sıcacık çorbalar gelmiş, sofraya… Arkasından da ―derviş kaşığı‖ denilen, Bir metre uzunluğunda kaşıklar… ―Bu kaşıkların sapının uç kısmından tutup yiyeceksiniz‖ şartını da eklemiş, Sultanın adamları. Misafirler ―Peki‖ deyip sapından tuttukları uzun kaşıklarla çorbayı içmeye girişmişler… Fakat, o da ne? Kaşıklar uzun geldiği için sofradaki hiç kimse kaşıktaki çorbayı ağzına götüremiyor. Bakmışlar olmuyor, üstelik de ortalığı kirletiyorlar. Çorbayı içmekten vazgeçmişler ve oturdukları gibi aç kalkmışlar, sofradan. Sultanın izniyle başka bir gün derviş, ―Şimdi de sevgiyi gerçekten yaşayanları; Gönlü gerçekten sevgiyle dolu olanları çağıralım sofraya‖ diyerek yüzleri aydınlık, gözleri sevgiyle gülümseyen kişileri, çağırmış sofraya ve ―buyurun‖ demiş. Uzun kaşıklarla yemenin kuralını Sultanın adamları onlara da hatırlatmışlar.

61


Her biri uzun kaşığın sapının uç kısmından tutarak kâseye daldırıp çorbayla doldurduğu kaşığı kendi ağzı yerine, ―Buyur kardeşim‖ diyerek karşısındakine uzatmış. Diğeri de aynı şekilde, kendine uzatan ―kardeşine‖ Böylece, herkes birbirini doyurmak suretiyle, şükrederek kalkmışlar, sofradan… Bu manzarayı Sultana gösteren Derviş, ―İşte‖ demiş, ―Kim ki hayat sofrasında yalnız kendini görür, kendini doyurmayı düşünürse o aç kalacaktır. Kim ki kardeşini düşünür ve doyurursa o da kardeşi tarafından doyurulacaktır.‖

62


KISKANÇLIK VE HARİS OLMAK Bencil Bekir Efendi Padişah Sultan Mahmud zamanında, istanbul'da bir adam yaşarmış. Ama bu adam öyle bencil, öyle kıskanç, öyle kendisini düşünür bir kişiymiş ki, bu konuda meşhur olmuş. Bencil Bekir Efendi deyince, tanımayan yokmuş adamı. Yani anlayacağınız, tam müzmin bir bencillik hastası... Artık, bir bencillik örneği anlatılacaksa, Bekir Efendi hemen hatırlanır ve ―Bencil Bekir Efendi gibi‖ denir olmuş... Bencil Bekir Efendi'nin ünü, git gide padişaha kadar ulaşmış. Padişah da merak etmiş; adı bencile çıkan adamı görmek istemiş. Bekir Efendi'ye, padişahın geleceği haber verilmiş. Sevinmiş tabii ve hemen elinden geldiğince hazırlıklar yapmış. Padişah gelmiş... Hem Bekir Efendi'nin terbiyesini, hem de hazırlıklarını beğenmiş. Güzel sohbetler olmuş ve kalkıp gideceği zaman yaklaşmış. Ama hep düşünüyormuş, ―Niçin bencil adını takmışlar bu adama?.. Hâlbuki ne kadar da iyi biri!‖ diye... Padişah onu denemek istemiş ve âdet olduğu üzere demiş ki: ―Bekir Efendi! Sağ olasın, seni sevdim. Şimdi dile benden ne dilersen... Köşk mü, para mı, at mı, araba mı? Ne istersen yapacağım. Lâkin bir şartım var. istediğin şeyi sana mutlaka vereceğim; ancak, bu yan tarafta oturan komşuna senin istediğinin iki katını vereceğim.‖ Bekir Efendi, buruk bir sevinç içinde düşünmüş, taşınmış ve bir türlü depreşen bencilliğinden kurtulamamış. Komşusunun daha büyük bir zarara uğraması için felâkete uğramayı bile göze alarak demiş ki: ―Padişahım, benim bir gözümü çıkarttır!‖

63


Böylece, komşusunun iki gözünü kaybetmesi için, tek gözünü feda etmeye razı olmuş.

Fil Yavrusu Hindistan‘da akıllı, bir adam, üç kişinin uzak bir diyardan geldiklerini gördü. ―Hoş geldiniz‖ dedi. ―Biliyorum… yolculuğunuz uzundur. Elinizdeki yiyecekler bir müddet sonra bitebilir. Fakat aç kalsanız da sakın fil yavrusu yemeyin. Şimdi gideceğiniz yolda filler vardır…‖ Öğütçü dedi ki ―Yiyecek olarak otları, yaprakları yeterli görün, fil yavrularını avlamaya varmayın. Yolunuzdaki fil yavrularını avlamak gönlünüze pek hoş gelebilir. Onlar pek güzel ve besilidir. Fakat anneleri onları korur. Yavrusunu arar durur. Sakın ha fil yavrularını avlamayın‖ dedi. Onlar, adamın dediği gibi yolda kıtlığa düştüler, susuzlukları artıkça arttı. Ansızın yolda yeni doğmuş güzel bir fil yavrusu gördüler. Kurtlar gibi başına üşüştüler. Onlar fil yavrusunu yedikten sonra yattılar, uyudular. Birdenbire yavrusunu kaybeden kızgın bir fil çıkageldi. Uyuyanların hepsinin ağızlarını kokladı, hepsinden de koku aldı. Yavrusunu yiyenleri havaya kaldırıp atarak parçaladı, öldürdü.

64


Tevrat‟ın mesajını ulaştırma ve onu uygulama yükümlülüğünü kabul ettikleri halde, sonra bu yükümlülüğü yerine getirmeyenler, tıpkı ciltlerle kitap taşıyan merkebe benzer.3 GAYRET ETMEK Susuz Kişinin Suya Ulaşma Çabası Bir ırmak kıyısında yüksek bir duvar vardı. Duvarın üstünde susuz kalmış dertli bir adam duruyordu. Suya erişmesine o duvar engeldi. Susuz adam, âdeta su için balık gibi çırpınmaktaydı. Birden suya bir kerpiç parçası attı. Suyun sesi kulağına geldi. O ses, tatlı bir sevgilinin sesi gibiydi. O ses, adamı şarap gibi sarhoş etmişti. O sıkıntıya düşmüş adam, suyun temiz sesinden hoşlanıp duvardan kerpiç kopararak suya atmaya başladı. Su sanki ―Ey adam, bana taş atmadan ne fayda elde ediyorsun ki?‖ diye bağırmaktaydı. Susuz dedi ki. ―Ey su, iki fayda var. Onun için ben bu işten el çekmem. Birinci faydası, su sesini duymak, susuzlara rebap⃰ dinlemek gibidir. Diğer faydası da duvardan koparıp tertemiz suya attığım her taş, her kerpiç parçası, yüksek duvarı biraz daha alçaltıyor, her defasında duvar biraz daha inmiş oluyor. Duvarın alçalması suya yaklaşmama ve ortadan kalkması da suya vuslata çare olmaktadır.‖ Duvar üstündekilerden en fazla susuz olan kimse; taşı, topacı en çabuk koparıp atan da odur. Suyun sesine en fazla âşık olan duvardan en büyük taşı koparıp atar. O adam, suyun sesinden,

3

Cuma Suresi; 62/5. Bir müzik aleti

65


âdeta boğazına kadar şaraba batmışçasına neşelenir. Yabancı bir kişi ise kerpicin suya düşünce bluk diye çıkardığı sesten başka bir şey duymaz.

Azim Sa'dî, o bizim Şark'ımızın rûh-i kemâli, Bir ders-i hakikat veriyor, işte meali: ―Vaktiyle beş on kafile sahraya düzüldük; Gündüz yürüdük hep, gece bir menzile geldik. Çok geçmedi, baktım bir adam hâsir ü hâib⃰ Koşmakta... Meğer eylemiş evlâdını gâib. Bîçâre gidip haymelerin⃰ hepsine sormuş; Bir taş bile görmüşse, hemen oğluna yormuş. Âvâre peder, nerde bulursun onu! Derken... Gördüm ki ciğer-pâresinin tutmuş elinden, Lebrîz-i meserret⃰ geliyor bizlere doğru, Taşmış da gözünden akıyor şimdi sürûru! Yaklaştı şütürbâna⃰ nihayet, dedi yekten: ―Evlâdımı buldum... Nasıl amma? Onu bilsen... Karşımda ne görsem, o! Dedim geçmedim asla. Aldatsa da tahminimi binlerce heyûlâ, Azmimde fütur⃰ eylemedim, ye'si bıraktım... Mâdâm ki dünyâdadır elbet bulacaktım... Kumlarda yüzüp, zulmetin a'mâkına⃰ daldım;

hâsir ü hâib: zararda olan, Hayme: çadır, ⃰ Lebrîz-i meserret: sevinç, ⃰ şütürbân: deveci, ⃰ fütur: umutsuzluk, ⃰ a'mâkına: derinlikler, ⃰

66


Hep rûh kesildim... Ne boğuldum, ne bunaldım. Tevfîk-i İlâhî⃰ edip en sonra inayet, Gördüm gözümün nurunu karşımda nihayet.‖ İm'ân ile baksak oluyor işte nümâyan⃰, Sa'dî bize göstermede bir meslek-i irfan: Bir gâye-i maksûda şitâb⃰ eyleyen âdem, Tutmuşsa bidayette eğer azmini muhkem, Er geç bulacak sa'y ile dil-hâhını⃰ elbet. ….. Azmin de emel lâzımıdır, gayr-ı müfârık⃰. Olsun da emel azm ü taharriye⃰ mukârin⃰; Tevfîk zuhur eylemesin sonra... Ne mümkin! Ba'zen iki üç haybet olur rehzen-i ümmîd⃰... İnsan o zaman etmelidir azmini teşdîd⃰. Ye'sin⃰ sonu yoktur, ona bir kerre düşersen Hüsrana düşersin, çıkamazsın ebediyyen! Mahkûm olarak ye'se şu bîçâre peder de, Evlâdını şâyed o karanlık gecelerde, Vaz geçmiş olaydı aramaktan, ne bulurdu? Elbet biri candan, biri canandan olurdu! Mehmet Akif Ersoy

Tevfîk-i İlâhî: Allah‘ın uygun bulması, nümâyan: görünen, ⃰ şitâb: acele etmek, ⃰ dil-hâhı: gönlün istediği, ⃰ gayr-ı müfârık: ayrılmaz, ⃰ azm ü taharriye: arama azmi, ⃰ mukârin: yakın , ⃰ rehzen-i ümmîd: ümit kırıcı, ⃰ teşdîd: şiddetini artırma, ⃰ ye's: ümitsizlik, ⃰

67


Cefaya uğrayıp cilâlanacağı zaman kaçan, sonra da safa dileyen kişiye şaşarım doğrusu. Aşk davaya benzer, cefa çekmek de şahide. Şahidin yoksa davayı kazanamazsın ki! Mevlana

68


SUİSTİMAL EDİLMEK Tavşanın Suyunun, Suyunun Suyu Zamanın birinde bir köylü, Nasrettin Hoca‘ya bir tavşan getirir. Hoca köylüye elden geldiği kadar izzet ve ikram eder. Bir hafta sonra Hoca‘ya birisi gelir. Hoca kim olduğunu sorar. ‗Geçen hafta size tavşan getiren köylünün komşusuyum‘ der. Hoca misafirleri güler yüzle karşılayıp çorba çıkarır. ‗Tavşanın suyundan çorba buyurun‘ diye latife eder. Birkaç gün sonra, üç dört köylü daha gelip Hoca‘nın kapısını çalarlar. Hoca, ‗‗Siz kimsiniz?‘ diye sorar. ‗Size tavşanı getirenin komşusunun komşusuyuz‘ derler. Hoca, ‗Hoş geldiniz‘ deyip ortalık kararmadan hemen önlerine bir tas sıcak su getirir. Köylüler tasa şaşırarak bakıp, ‗Efendi bu nedir?‘ demeleriyle Hoca, ‗Tavşanın suyunun, suyudur‘ der.

Baklayı Ağzından Çıkar Bir zamanlar dergâhta çok sabırsız ve her olumsuz olaya aşırı tepki gösteren tez canlı bir mürid varmış. Ancak ağzından kötü söz çıktığı için yıllar geçmesine rağmen manevi yönden ilerleme kaydedememiş. Mürşidin bu konudan haberi varmış, kötü söz sahibine aittir diyerek, ona sürekli nasihat ediyormuş. Sonunda ona sürekli ağzında bakla taşımasını, bir insana kötü bir şey söyleyeceği zaman ağzındaki baklayı fark ederek bu kötü huyundan vazgeçebileceğini söylemiş. Hakikaten adam baklayı ağzına aldıktan sonra kem söz söylemeyi bırakmış. Bir gün şeyhiyle bu müridi medreseden çıkmışlar bir yere gidiyorlarmış. Bir sokaktan geçerken sokaktaki evlerin birinin üst kat penceresinden ―Efendi hazretleri bir dakika bekleyebilir misiniz‖ diye bir hanım sesi duyulmuş. Şeyh durmuş, aradan 3-5 dakika geçmesine rağmen gelen olmayınca ―Yanlış anladık galiba bize seslenilmemiş‖ diye düşünerek müridine ―haydi

69


gidelim‖ demiş. Tam yürümeye başlayacaklarında pencerede bir kadın belirmiş, ―Lütfen Efendi hazretleri, bir iki dakikanızı istirham edeceğim‖ demiş. Şeyh ―Demek bize seslenildi‖ demiş, yine beklemeye başlamış. Aradan 10-15 dakika geçmiş. Ne gelen var ne giden. Tekrar gitmek için harekete geçmek istemiş. Bu sefer pencereden bir kız çocuğu görünmüş, ―Şimdi geliyorlar Efendim, lütfen bekleyin.‖ demiş. Şeyh sabırsızlansa da, beklemeye karar vermiş. Aradan yirmi-otuz dakika daha geçmiş. Evden bir hareket yokmuş. Artık gitmeye karar vermiş. Müridine ―Haydi evladım biz işimize bakalım‖ demiş. Yine bu esnada pencereden yaşlı bir kadın görünmüş, ―Ne olursunuz, şeyhim bir dakika daha himmet ediniz.‖ demiş, ama şeyhin tepesi artık bir kere atmış. Hemen yanındaki müride ―Baklayı ağzından çıkar, evladım.‖ demiş.

70


Senin istediğin şey olmuyorsa, olacak şeyi iste! Eyyüp es-Sahtiyani

DEĞİŞTİREMEYECEĞİMİZ ŞEYLER Piyanist Temel Temel çok ünlü bir piyanist olmuş. Çok mükemmel İngilizce konuşmasına rağmen Laz olduğunun anlaşılmasına fena bozuluyormuş. Diksiyon kursları alıp konuşmasını düzeltmiş. estetik olmuş burnunu küçültmüş. Kısacası Laz olduğunun anlaşılmaması için ne gerekiyorsa yapmış. Amerika‗da yine kalabalık bir topluluğa konser vermiş. Konser sonrası herkes ayakta alkışlamış bizim Temel‗i. Konser bitmiş bizimki soyunma odasına doğru ilerlerken birinin kendisini beklediğini görmüş. Bekleyen adam Temel‗i görünce ―ula hemşerum nasilsun da!‖ demiş. Temel bozuntuya vermemiş. ―Yok arkadaş ben Laz değilim‖ dese de adam ısrar etmiş. Sonunda Temel ―evet ula!‖ demiş ―haben ben Lazum. Peki sen bunu nereden pildun?‖ adam gülerek cevap vermiş. ―ula konser başlarken önce tabureye oturdun sonra piyanoyu kendine çektun‖

Yapamayacağın, değiştiremeyeceğin şeylerin yapabileceğin, değiştirebileceğin şeyleri engellemesine izin verme.

71


Kibirli davranarak insanlara yüzünü dönme, yerde çalımlı çalımlı yürüme! Çünkü Allah kibirle kasılan, kendini beğenmiş, övünüp duran kimseleri asla sevmez. Yürürken ölçülü, mutedil yürü! Konuşurken sesini ayarla, bağırarak konuşma! Unutma ki seslerin en çirkini, avazı çıktığınca bağıran eşeklerin sesidir. *

*

Lokman suresi; 31/ Ayet 18,19

72


İyi ve güzel birbirinden tam olarak farklı iki şeydir. Bu ikisi de insanı davranışlarını ortaya çıkarmaya yönlendiren etkendir. Ancak bunları hedef edinen kişilerin ulaştıkları hedeflerde birbirlerinden tamamıyla farklıdır. İyiyi seçenler kutsal kişilerdir; güzeli seçenler ise gerçek amacı yitirmiş kişilerdir. İnsan yaşamında bunların her ikisiyle de karşılaşır. Fakat, ancak bunları birbirinden ayırt edebilen bilge kişi, güzeli değil iyiyi tercih eder; bedeni tutkular tarafından yönetilen ahmak kişi ise, iyi yerine güzeli tercih eder. Upanishadlar

SENİN İÇİN ÖNEMLİ OLAN NE? Görmen Gereken Ne? Hoca bir gün Sivrihisar‘a gitmiş, halkın kalabalık bir şekilde gökyüzüne dikkatle baktıklarını görmüş yanındakine ―ahali ne diye gökyüzüne bakıyorlar‖ diye sormuş. Hilal*‘i görmek için toplandıkları söylenince son derece şaşkınlıkla demiş ki: ―Be yahu, siz ne tuhaf adamlarsınız. Bizim Akşehir halkı bunun araba tekerleği kadarını görürler de başlarını çevirip bakmazlar‖ demiş.

*

Ramazan hilal‘ini araştırmak; eskiden oruç başlangıcı için ramazan ayının başladığına hilal görülünce karar verilirdi.

73


Antika İskemleler Genç adam, antika merakı sebebiyle Anadolu'nun en ücra köşelerini dolaşıyor ve gözüne kestirdiği malları yok pahasına satın alarak yolunu buluyordu. Kış kıyamet demeden sürdürdüğü seyahatler sırasında başına gelmeyen kalmamış gibiydi. Fakat bu seferki hepsinden farklı görünüyordu. Yolları kapatan kar yüzünden arabasını terk etmiş ve yoğun tipi altında donmak üzereyken, bir ihtiyar tarafından bulunup onun kulübesine götürülmüştü. Yaşlı adam, antikacının yürümesine yardım ederken, ―Günlerdir hasta olduğumdan, odun kesmek için ilk defa dışarıya çıktım. Meğer seni bulmak için iyileşmişim.‖ dedi. Diz boyuna varan karla boğuşup kulübeye geldiklerinde, antikacının karın beyazlığından körleşen gözleri fal taşı gibi açıldı. Odanın orta yerindeki kuzinenin etrafını saran üç-dört iskemle, onun şimdiye kadar gördüğü en güzel antikalar olmalıydı. Saatlerdir kar içinde kalan vücudu bir anda ısınmış, buzları bir türlü çözülmeyen patlıcan moru suratını ateşler kaplamıştı. Yaşlı adam, misafirini yatırmak için acele ediyordu. Ona birkaç lokma ikram edip sedirdeki yatağını hazırlarken, ―Bugün soba yakamadım evladım, ama bu yorganlar seni ısıtacaktır.‖ dedi. Ev sahibi, diğer odaya geçerken, antikacı da tiftik battaniyelerin arasında bütün yorgunluğuna rağmen bir türlü uyuyamıyordu. Ertesi gün gitmeden önce ne yapıp edip o iskemleleri almalıydı. Bunun için de iyi bir senaryo uydurmalıydı. Mesela, hayatını kurtarmasına karşılık ihtiyara birkaç koltuk satın alabilir ve eskimiş olduğu bahanesiyle dışarıya çıkarttığı iskemleleri, çaktırmadan minibüsün arkasına atabilirdi. Hatta onları kaptığı gibi kaçmak bile mümkündü.

74


Yürümeye dahi mecali olmayan ihtiyar, sanki onun peşinden koşacak mıydı? Genç adam, kafasındaki fikirleri olgunlaştırmaya çalışırken dalıp dalıp gidiyor ve rüzgârın sesiyle uyandığı zamanlar, kaldığı yerden devam ediyordu. Bu arada yaşlı adamın sabah namazına kalktığını fark etmiş, hatta hayal meyal olsa bile odun parçaladığını duymuştu. Gözlerini açtığında, onun kuzine üzerinde yemek pişirdiğini gördü ve etrafına bakınırken, birden iskemleleri hatırladı. Hafifçe doğrulup çevresine baktı: Aman Allah'ım! Antikalardan hiçbiri ortada yoktu. İhtiyar adam, herhalde planını hissetmiş ve belki de uykudaki konuşmasını duyarak onları emin bir yere kaldırmıştı. Sakin görünmeye çalışarak: ―İliğim kemiğim ısınmış‖ dedi. ―Çorbanız da güzel koktu doğrusu. Ama akşamki iskemleleri göremiyorum.‖ Yaşlı adam, odanın köşesine yığdığı iskemle parçalarından birini daha sobaya atarken, ―İskemle dediğin, dünya malı be evladım, biz misafirimizi hiç üşütür müyüz?‖ dedi.

Tercih Temele ―Güzel olmayı mı tercih ederdin yoksa aptal olmayı mı?‖ diye sormuşlar. Temel de ―Tabi ki aptallığı‖ demiş. ―Niye?‖ diye sorduklarında, ―Güzellik geçicidir.‖ demiş.

75


Tam Yönelme Hz. Musa zamanında bir abid⃰ vardı. Gece gündüz ibadet ederdi. Ancak gönül huzurunu hissetmiyordu. Arada sakallarını güzelleştirmek için yağ sürüyor ve tarıyordu. Hz. Musa‘yı görünce ―Ey Allah rasulü, Allah‘a ibadet ederken neden bir cezbe ve zevk duymuyorum, Cenab-ı Hakk‘a sorar mısın?‖ dedi. Allah, Hz. Musa‘ya o adam için ―O sakalıyla çok uğraştığı için vuslat incilerimizi elde edemedi.‖ dedi. Hz. Musa bunları söyleyince adam ―Eyvahlar olsun‖ diyerek sakalını yolmaya başladı. Melek Hz. Musa‘ya gelerek, ―O abid hala sakallarıyla meşgul.‖ dedi.

Cırcır Böceği Genç bir çiftçi, hayatında ilk defa New York'a gitmişti. Gökdelenlerin yüksekliği ve insanların çokluğundan şaşkına dönmüştü. Kalabalık bir bulvarda yürürken, kulağına aşina bir cırcır böceği sesi geldiğini zannetti. Durdu ve dikkatle dinledi. Evet, bu bir cırcır böceğiydi. Ses büyük bir mağazanın önündeki çalıların arasından geliyor gibiydi. Bunun üzerine bu büyük çalı kümesine yönelip bakınmaya başladı. Bir mağaza görevlisi dışarı çıkıp ―Yardımcı olabilir miyim?‖ diye sordu. ―Hayır, teşekkür ederim‖ dedi genç adam. ―Sadece şurada bir cırcır böceğinin sesini duyduğumu sandım.‖

―Hayır‖ dedi görevli, ―New York'ta bulunmaz.‖ Genç çiftçi cırcır böceğini buluncaya kadar cırlak sesi takip etti, onu buldu ve eline aldı. ―Tamam, işte burada!‖ dedi.

Günlerini Allah‘a ibadetle geçiren kişi

76


Genç adam, bu çalının önünden her saat binlerce insan geçmesine karşılık cırcır böceğini duyanın bir tek kendisi olmasına çok şaşırmıştı. Bunun üzerine küçük bir deneme yapmaya karar verdi. Elini cebine atıp bir çeyrek çıkardı ve havaya attı. Paranın kaldırıma vurduğu anda çıkan sesle düşen parayı aramak için yürümekte olan yirmi dört kişi durdu!

Buna algıda seçicilik denir. İlgimiz neye ise, hep onu algılarız; ona dokunur, onu duyar, onu görür, onu koklar, onu tadarız.

Algıladığınız sadece paranın sesi olmasın.

İnsan Üzerine Eğildiği Şeyin Kendisi Olur. Mevlana

77


Biri buÄ&#x;day elde etmek için ekin ekerse sonunda saman da elde eder. Fakat saman ekersen buÄ&#x;day elde edemezsin ki. Mevlana

78


HERKESİN BEKLENTİSİ FARKLI Hoca ve Oğulları Hoca‘nın biri çiftçi diğeri çömlekçi iki oğlu varmış. Oğullarını ziyarete gitmiş. Sabah önce çömlekçi olan büyük oğluna uğramış. Hoca, sözü iş durumuna getirmiş. Oğlu, ―Babacığım, çok güzel çömlekler yaptım. Allah'a duam şudur ki inşallah bugün hava güneşli geçer, çömleklerim kurur ve onları satar para kazanırım.‖ demiş. Hoca ‗inşallah‘ demiş. Öğleye doğru diğer oğluna uğrayan Hoca, oğluna işini sormuş. Oğlu babasına, ―Babacığım, dün sebze ektim. İnşallah bugün yağmur yağar da sebzelerim canlanır‖ demiş. Baba bir şey söylemeden evine gitmiş. Hanımı, çocuklarının durumunu sorduğunda, ―Hanım‖ demiş, ―Çocuklarımdan biri güneş ister, diğeri yağmur… Allah‘a nasıl dua etmem gerektiğini bilmiyorum.‖

79


Terazide arpa, altınla arkadaş olmuştur. Fakat bununla arpanın da altın gibi kıymetlenmesi icap etmez. Mevlana

80


Başkasının açık olan yolundan değil Çıkmaz da olsa kendi yolundan yürü Kendi yoluna baş koyman daha iyidir Başkasının yolu sana göre değildir Bhagavad-Gita

BAŞKALARININ SÖZÜYLE HAREKET ETME Hoca, Oğlu ve Eşeği Nasrettin Hoca bir gün karşı köye oğlunu da yanına alarak yola çıkmış. Hoca eşeğe binmiş oğlu da yanında yürüyormuş. Bunu gören birisi ―Ey insafsız adam utanmıyor musun sen eşeğe kurulmuş otururken şuncacık çocuğu yürütmeye‖ demiş. Hoca yaptığından utanıp kendisi inip çocuğunu bindirmiş eşeğe… Çok geçmeden başka bir köylü karşısına dikilip ―Fesuphanallah, bacak kadar çocuk eşeğe binmiş yaşlı başlı babası eşeği çekiyor. Ahir zaman işleridir bunlar‖ deyince Hoca bir kez daha yanlış iş yaptıkları kanaatine varmış. Bu sefer işini sağlama almış çocuğunu da arkasına katarak ikisi de eşeğe binmişler. Çok geçmeden bir başkası ―Bak şu insafsızların yaptığına, ikisi de eşeğe binmiş hayvancağızı öldürecekler‖ deyince, Hoca oğlu ile beraber eşekten inerek birlikte yürümeye başlamışlar. Az bir süre geçmiş, onları gören bir başkasının ―Ay Hoca! Yaradan bu eşeği yük çekmek için yarattı neden istifade etmezsiniz de yayan yürürsünüz onca yolu‖ demesi üzerine Hoca düşünmüş ve demiş ki ―Oğul ne yapsak beğendiremedik, bir

81


ihtimal daha kaldı o da bizim eşeği sırtlamamız ama bu sefer de bize deli derler‖ demiş.

Hoca ne yaparsa yapsın, bir başkası Hocanın fikrini değiştirmekte ve yeni bir davranış sergilemesi yönünde Hocayı zorlamaktadır. Kişinin kendi doğrusunun bir başkasının doğrusu ile çeliştiği bir dünyada yaşamaktayız. Kişiye çevresi tarafından belirli doğrular dayatılabilir; günümüzün moda ifadesiyle mahalle baskısı yapılabilir, kişi bununla baş edebilmek ve kendi doğrularını oluşturmak zorundadır.

Bir iş yaparken kendiniz karar almadığınızda başkaları sizin adınıza o kararı alacaktır.

82


FARKINDALIK O anda ne düşündüğünüze, ne gördüğünüze, ne işittiğinize, neler hissettiğinize dikkatin odaklanması haline farkındalık denir. Farkındalıkta, duygu ve düşünceler reddedilmemekte, yargılanmamakta, bastırılmaya ya da onlardan kaçınılmaya çalışılmamakta, olumlu ya da olumsuz bütün anlık yaşantılar, öznel deneyimler kabullenilmektedir. Bunun sonucu olarak endişe, üzüntü, kaygı, öfke gibi olumsuz duygularla başa çıkılabilmektedir. Düşünce ve duygular gibi içsel yaşantılar dışında, fiziksel hastalıklar, maddi zorluklar, iş ya da aile yaşamındaki sorunlar da kabullenmesi güç stres kaynakları haline gelebilmekte ve birçok ruhsal soruna yol açabilmektedir. İnsanlar çoğu kez, duygular, düşünceler ve diğer stres kaynaklarının verdiği rahatsızlıktan kurtulmanın tek yolunun, onları ortadan kaldırmak olduğunu düşünür. Hâlbuki bu stres kaynaklarının birçoğu insanların kendi kontrolünde olmayan koşullar nedeniyle ortaya çıkmaktadır. Düşünceleri veya duyguları da yok etmek mümkün değildir. Dahası bunları bastırmaya ya da reddetmeye çalışmak, uzun vadede daha fazla ruhsal sorunlara neden olmaktadır. Kabullenme, rahatsızlık yaratan bu düşünce, duygu ya da koşullarla başa çıkabilmenin önemli bir yoludur. Kabullenmenin anlamı, rahatsızlık verseler de hoşa gitmeyen olaylara, kişilere, durumlara ve duygulara yer açmak ve bunlarla uzlaşabilmektir.

83


Teknolojik Gelişme Temel Eskişehir‘den Ankara‘ya gitmek için bir trene binmiş. Karşısında oturan kişiye nereye gittiğini sormuş, İstanbul‘a gittiğini öğrenince, ―Teknoloji ne kadar gelişti, ben burada oturuyorum Ankara‘ya, sen karşımda oturuyorsun İstanbul‘a gidiyorsun.‖ demiş.

Karpuz Düşmüş Temel elini beline koymuş dalgın bir şekilde yürüyormuş. Bu durum adamın birinin dikkatini çekmiş ve Temel‘i izlemeye başlamış. Temel belediye otobüsüne binmiş; eli hala belinde… İnmiş, yarım saat yürümüş; eli hala belinde… İzleyen adam da dayanamamış koşup, önüne geçmiş: ―Kardeşim sen deli misin?‖ diye sormuş. Temel ―Yooo.‖ demiş. Adam ―Peki, hasta mısın?‖ demiş. Temel ―Yoo, değilim.‖ diye cevap vermiş. Adam tekrar sormuş ―Seni iki saattir izliyorum. Elin belinde dolaşıp yürüyorsun. Hayrola?‖ Temel beline koyduğu eline bakmış ve ―Anaaaa, karpuz düşmüş.‖ demiş.

Onun her işi terstir Nasrettin Hoca‘ya köylüler kayınvalidesinin çamaşır yıkarken ayağı kayıp ırmağa düştüğünü ve henüz ölüsünün bulunamadığını haber vermişler. Köye giden Hoca ırmağa girip akıntının tersine doğru kayınvalidesini aramaya başlamış. Etrafındakiler: ―Efendi, hiç ceset ırmağın yukarısına doğru, suyun akışının tersine gider mi? Suyun akışını takip ederek aşağıya doğru arasana.‖ demişler. Hoca başını sallayarak ―Ah, siz onun ne aksi olduğunu bilmezsiniz. Onun her işi terstir.‖ demiş.

84


Hava Değişikliği Bir Zen ustasına birisi sormuş: ―Hava son derece sıcak. Bundan kurtulmanın bir yolu var mı?‖ Zen ustası ―Niçin olmasın? Ne sıcak ne soğu olan yere git‖ demiş. Karşıdaki kişi ―bu yer nerde?‖ diye tekrar sormuş. Usta ―Yazın terliyoruz, kışın üşüyoruz.‖ diye cevap vermiş.

Kırık Parmak Temel doktora gitmiş. ―Hastayım doktor, çok hastayım, vücudumun her yeri ağrıyor, nereme dokunsam sızım sızım sızlıyor, dökülüyor. ― Doktor ―Nasıl hastalık o, tüm vücudunu saran, ağrıtan?‖ demiş. Temel parmağının ucuyla kafasına dokunmuş. ―Ay ay ay...‖ diye bağırmış. Sonra göğsüne parmağını basmış ve yine acıyla feryat etmiş... Sonra beline, yine acıdan allak bullak olmuş, sonra bacaklarına... Temel parmağını vücudun neresine dokundursa ağrıyla irkiliyormuş. Doktor daha fazla dayanamamış. ―Ver bakayım şu elini bir göreyim.‖ demiş ve sonra eklemiş ―Bak oğlum senin bu parmağın kırık...‖

Düşen Kulak Bizim Temel marangozdur. Ahşap bir binanın ikinci katın iskelesinde çalışırken görünmez bir kaza meydana gelir ve testereyi kaydırarak bir anda yanlışlıkla kulağını keser. Kesilen kulak da aşağıya düşer. Kulağını görmek ümidiyle aşağıya bakar ve orada çalışan işçilere seslenir: ―Hey beyler aşağılarda bir kulak gördünüz mü?‖ der. Şaşkın işçiler şöyle bir etraflarına bakarlar ve kanlar içinde bir kulak bulup bizim Temel‘e gösterirler: ―Bu mu?‖ derler. Temel aşağıya doğru eğilip gözlerini kısar: ―Yok, yav, benimkinin arkasında kalem olacaktı.‖ diye cevap verir.

85


Şaşkın Şair Aşure günü bütün Halepliler şehrin Antakya kapısına gelip toplanır gece yarılarına kadar Ehl-i Beytin yasını tutar bağırır, ağlar ve feryat ederlerdi. Burada Ehl-i beyt‘in çektikleri zulüm anlatılırdı. Yine böyle bir günde garip bir şair çölden çıkıp geldi. O büyük topluluğu ve feryat ettiklerini görünce merak etti. ―Herhalde büyük bir bey ölmüş olmalı yoksa bu kadar insan bir araya gelmez.‖ diye düşündü. Topluluğa yaklaşarak: ―Ben garibim onun için bilmiyorum, bana ölen kişinin adını lakabını söyleyin, ne işler yaptığını anlatın ki onun için ölümsüz bir mersiye yazayım.‖ dedi. Bunu duyan kalabalıktan birisi: ―Yahu sen deli misin, yahut da Ehl-i Beyt düşmanı mısın? Aşure gününden haberin yok mu?‖ dedi.

86


KABULLENME Benlik, kişiyi o kişi yapan, başkalarından ayıran duygu, tutum ve davranışların tümünün örgütlenmiş bütünlüğünü anlatır. Benliğe ait her öğe olumlu ya da olumsuz bir değere sahiptir. Olumlu değer ifade eden bir benlik öğesi, geliştirici yaşantıya açık iken, olumsuz değer ifade eden öğe ise kapalıdır. Kişinin kendisini değerlendirmesi sonucu ulaştığı benlik, benlik kavramını onaylamasından doğan benlik saygısı, bireyin kendini kabullenmesi ve kendine güvenmesini sağlayan olumlu bir ruh halini oluşturur. Benlik saygısı kendinden memnun olma durumudur. Kendini değerli, olumlu beğenilmeye ve sevilmeye değer bulmaktır. Kendini olduğu ve gördüğü gibi kabullenme, kendine güvenmeyi sağlar. Üst düzeyde koşulsuz olarak kendine saygı gösteren kimseler tüm davranışlarını ve tutumlarını takdir etmemekle beraber istisnasız kendisini takdir eder. İnsan doğasını çok fazla sorgulamaksızın kabul eden kişi, kendini ve çevresini olduğu gibi kabullenme özelliği taşır. Kişinin kendini kabul etmesi ancak kendini tanıması, olumlu-olumsuz yönlerinin farkına varması ve kendine saygı duyması ile mümkündür. Kişinin gerçek benliği ile ideal benliği arasındaki farkın en az düzeye indirgenmesi, kendini kabul etmesi anlamına gelmektedir. Kişi yaşamında değiştirip değiştiremeyeceği şartların ayrımında olmalıdır. Böyle bir kişi beklentilerini, olumlu ve olumsuz şartlara, kişiliğinin yeterli ve yetersiz özelliklerine göre belirler. Kendini kabul, benlik konusunda içten ve gerçekçi bir görüşe dayanmaktadır. Kendini kabul eden bir kişi mükemmel bir insan olmadığının bilincindedir. Kendini kınamaksızın kusurlarını ve sınırlılıklarını bilir. Mükemmel olmayışının, zayıflığının ve

87


tutarsızlıklarının farkındadır. Diğer insanları kusur kabul edilecek niteliklerinden dolayı eleştirmez. Başkalarının kendisinden daha yetenekli, daha aklı başında, daha soğukkanlı olduklarını bildiği halde kıskançlık duygusu hissetmez. Beklentilerini kendi olanak ve yetenekleri çerçevesinde kabullenir. Böyle bir kişi, kendi kişisel hayatının boyutları içinde, görevlerini yapabilme boyutuyla ele alabilen, kendini olduğu gibi görüp kabul edebilen ve başkalarını da doğru değerlendirebilen bir kişidir. Önemli olan, kendisinde olumlu bir takım değişiklikler yapabilmesi için varolan özelliklerini kabul etmesidir. Bunun için de güçlü ve olumlu özelliklerinin yanı sıra, zayıf ve olumsuz özelliklerini de tanımalı ve bu özelliklerini değiştirme yoluna gitmelidir. Kendini kabulde kişinin güçlü ve güçsüz yanlarını tanıması ve onların bir bileşimini yapması önemlidir. Bir başka deyişle kendini kabul ile kişi, kendi içindeki tutarsızlıkları, sınırlılıkları gözden uzak tutmadan, güçlü ve değerli yönlerini keşfetmelidir. Böylece kişi çeşitli yaşam sorunlarını kendine özgü bir biçimde çözebilmeye yönelik daha gerçekçi bir öz saygı ve daha gerçekçi bir öz güven ile ifade edecektir. Benliğini doğru algılayan kişi, kim olduğunu gerçekçi bir gözle algıladığı gibi, kim olabileceği hakkında da daha tutarlı bir görüşe sahiptir. Bu kişi insani değerlere saygı duyar; onları benimser ve geliştirir. Kendine saygı duyar ve kendini olduğu gibi kabul eder; duygularını açığa vurmaktan kaçınmaz. Kendini gerçekleştirmekte olan kişi yeni deneyimlere açıktır. Nasrettin Hoca fıkralarında yukarıda saydığımız özellikler, çeşitli olaylar karşısında Hoca‘nın takındığı tutumlarda ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle çeşitli Hoca Fıkralarında, Hoca örnekleminde benlik, benlik tutumları, Hoca‘nın çevresindeki kişilerle ilişkilerinde, olaylar karşısında gösterdiği tepkilerinde

88


ifadesini bulmaktadır. Hoca fıkraları ucu açık sonuçlar içerdiği, çelişkili tutumlar gösterdiği için kişinin farklı olaylar karşısındaki göstermesi gereken tepki çeşitliliğini bize vermektedir.

Kafaya Takmıyorum Temel oldukça şiddetli bir ishale yakalanmış ve hastaneye gitmiş. Tabii ilk muayeneyi yapan doktor hemen Onu dahiliye bölümüne sevk etmiş. İş bu ya her nasılsa Temel‘in evrakları karışıp dahiliye yerine psikiyatri servisine yatırılmış. O da ne olduğunu pek anlamamış ya… Aradan şöyle bir kaç hafta geçince sevki yapan doktor psikiyatri servisindeki doktor arkadaşını görmeye gelmiş. Tam servisten çıkıyormuş ki bizim Temel orada... Doktor ―Yahu, sen ne arıyorsun burada.‖ demiş... ―Bilmeeeeem... Beni buraya yatırdılar.‖ diye cevap vermiş, Temel. ―Eeeee... n‘oldu? ... İshalin geçti mi bari?‖ diye doktor tekrar sorunca. Temel, ―Yok canım... Aynı hızda devam ediyor. Ama artık kafama takmıyorum!‖ demiş.

Bilmediğini bilen çocuktur, ona öğretin; Bildiğini bilmeyen uykudadır, onu uyandırın; Bilmediğini bilmeyen aptaldır, ondan sakının; Bildiğini bilen liderdir, onu takip edin. Çin Atasözü

89


Ulaşamadığına tevekkül, ulaştığına razı, kaybettiğine sabır gösteren kişi takva ehlindendir. İmam-ı Gazali

90


TEVEKKÜL Bu Da Geçer Ya Hu... Dervişin biri, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra bir köye ulaşır. Karşısına çıkanlara kendisine yardım edecek, yemek ve yatak verecek biri olup olmadığını sorar. Köylüler kendilerinin de fakir olduklarını, evlerinin küçük olduğunu söyler ve Şakir diye birinin çiftliğini tarif edip oraya gitmesini tavsiye ederler. Derviş yola koyulur; birkaç köylüye daha rastlar. Onların anlattıklarından, Şakir‘in bölgenin en zengin kişilerinden biri olduğunu anlar. Bölgedeki ikinci zengin ise, Haddad adında başka bir çiftlik sahibidir. Derviş, Şakir‘in çiftliğine varır. Çok iyi karşılanır, iyi misafir edilir, yer içer, dinlenir. Şakir de, ailesi de hem misafirperver hem de gönlü geniş insanlardır. Yola koyulma zamanı gelip derviş, Şakir‘e teşekkür ederken, ―Böyle zengin olduğun için hep şükret.‖ der. Şakir ise şöyle cevap verir: ―Hiçbir şey olduğu gibi kalmaz. Bazen görünen, gerçeğin ta kendisi değildir. Bu da geçer.‖ Derviş Şakir‘in çiftliğinden ayrıldıktan sonra bu söz üzerine uzun uzun düşünür. Ama bir anlam veremez. Bir kaç yıl sonra dervişin yolu yine aynı bölgeye düşer. Şakir‘i hatırlar ve ziyaret etmeye karar verir. Yolda rastladığı köylüler ile sohbet ederken, Şakir‘den bahseder. ―Haa, o Şakir mi? der köylüler, O iyice fakirledi; şimdi Haddad‘ın yanında çalışıyor.‖ Derviş, hemen Haddad‘ın çiftliğine giderek Şakir‘i bulur. Eski dostu yaşlanmıştır, üzerinde eski püskü giysiler vardır. Üç yıl önce yaşanan bir sel felâketinde bütün sığırları telef olmuş, evi yıkılmıştır. Toprakları işlenemez hale geldiği için, selden zarar görmemiş ve daha da zenginleşmiş olan Haddad‘ın yanında çalışmak zorunda kalmıştır. O nedenle Şakir ve ailesi üç yıldır

91


Haddad‘ın hizmetkârıdır. Şakir bu kez dervişi son derece mütevazı olan evinde misafir eder. Kıt kanaat yemeğini onunla paylaşır. Derviş vedalaşırken Şakir‘e olup bitenlerden ötürü ne kadar üzgün olduğunu ifade edince, Şakir‘den şu cevabı alır: ―Üzülme... Unutma, bu da geçer.‖ Derviş gezmeye devam eder ve yedi yıl sonra yolu yine o bölgeye düşer. Şaşkınlık içinde olup biteni öğrenir. Haddad birkaç yıl önce ölmüş, çocukları ve başka yakınları olmadığı için de bütün varını yoğunu en sadık hizmetkârı ve eski dostu Şakir‘e bırakmıştır. Şakir, Haddad‘ın konağında oturmaktadır; kocaman arazileri ve binlerce sığırı ile yine yörenin en zengin insanıdır. Derviş eski dostunu iyi gördüğü için ne kadar çok sevindiğini söyler. Ancak yine dostundan aynı cevabı alır: ―Bu da geçer.‖ Bir zaman sonra derviş, yine Şakir‘i arar. Ona bir tepeyi işaret ederler. Tepede Şakir‘in mezarı vardır ve taşında şu yazılıdır: ―Bu da geçer.‖ Derviş, ―Ölümün nesi geçecek?‖ diye düşünür ve gider. Ertesi yıl Şakir‘in mezarını ziyaret etmek için geri döner; ama ortada ne tepe vardır, ne de mezar. Büyük bir sel gelmiş, tepeyi önüne katmış dümdüz etmiş, Şakir‘den geriye bir iz dahi kalmamıştır. O aralar ülkenin sultanı, kendisi için çok değişik bir yüzük yapılmasını ister. Öyle bir yüzük ki, mutsuz olduğunda umudunu tazelesin, mutlu olduğunda ise kendisini mutluluğun tembelliğine kaptırmamasını hatırlatsın. Hiç kimse sultanı tatmin edecek böyle bir yüzük yapamaz. Sultanın adamları da bilge dervişi bulup yardım isterler. Derviş, sultanın kuyumcusuna hitaben bir mektup yazıp verir. Kısa bir süre sonra yüzük sultana sunulur. Sultan önce bir şey anlamaz; çünkü son derece sade bir yüzüktür bu. Sonra üzerindeki yazıya gözü takılır, biraz düşünür ve yüzüne

92


büyük bir mutluluk ışığı yayılır. Yüzükte ―BU DA GEÇER...‖ yazmaktadır...

Dertte olsa geçer, zevkte olsa geçer. Bu da geçer Ya Hu… Tevekkül İki adam, bellerine ve başlarına ağır yükler yükletip bir gemiye bilet alıp girdiler. Birisi, girer girmez yükünü gemiye bıraktı, üstünde oturdu, nezaret etti. Diğeri, hem ahmak, hem mağrur, yükünü yere bırakmadı. Ona denildi: ―Şu ağır yükünü gemiye bırak, rahat et.‖ O dedi: ―Yok, ben kuvvetliyim. Yükümü, hem belimde, hem başımda muhafaza ederim.‖ Ona denildi: ―Bizi ve seni kaldıran şu gemi daha kuvvetlidir; daha güzel muhafaza eder. Hem gittikçe kuvvetten düşen belin ve akılsız başın, şu gittikçe ağırlaşan yüklere takat getiremeyecek. Hem dahi, gemi kaptanı seni böyle görse, ya ‗Divanedir‘ der, seni tard eder; ya ‗Haindir‘ der, ‗Gemimizi itham ediyor ve bizimle dalga geçiyor, hapsediniz‖ der, seni hapsettirir. Hem herkese de maskara olursun. Çünkü, güçsüzlüğünü gösteren kibrinle, aczini gösteren gururunla, gösterişli tavrınla kendine güldürmektesin. Herkes sana gülecek.‖ O biçarenin aklı başına geldi. Yükünü yere koydu, üstünde oturdu. ―Oh! Allah senden razı olsun. Zahmetten ve hapisten ve maskaralıktan kurtuldum‖ dedi.

93


Koku satanların tablalarına bak. Her cinsi, kendi cinsinin yanına korlar. Cinsleri, kendi cinsleriyle karıştırır, bu uygunluktan bir güzellik, bir süs meydana getirirler. Mevlana

94


KENDİ DEĞERLERİNİZİ TAŞIYAN KİŞİ İLE ARKADAŞ OLMAK Kurbağa ile Fare Bir fare bir gün bir su kenarında bir kurbağa ile tanışarak arkadaş oldu. Her ikisi de bu arkadaşlıktan çok memnun olmuşlardı. Her sabah buluşmak üzere bir yer tayin edip, kararlaştırılan saatte aynı yerde buluşuyor, konuşup dertleşiyorlardı. Bu böylece uzun süre devam etti. Fare yuvasından, kurbağa sudan çıkarak buluşup konuştular. Bir gün fare, kurbağaya şöyle dedi: ―Böyle arada bir konuşup dertleşmek pekiyi olmuyor. Benim bir derdim, bir sıkıntım olduğu zaman seni arayıp bulamıyorum. Çünkü sen suyun derinlerinde oluyorsun. Buna bir çare bulmamız lazım.‖ Bu düşünce kurbağanın da aklına yattı. Beraberce bir çare aramaya başladılar. Sonra şuna karar verdiler. Uzunca bir ip bulup bir ucunu farenin kuyruğuna, bir ucunu kurbağanın bacağına bağladılar. Böylece bir diğeriyle konuşup dertleşmek istediğinde ipi çekiyor ve hemen bir araya gelerek konuşup dertleşiyorlardı. Bir gün fare suyun kenarında dolaşırken alaca bir karga onu yakalayıp havalandı. Farenin kuyruğuna bağlı ip, kurbağanın bacağına bağlı olduğu için, kurbağa da havalandı. Bu manzarayı görenler nasıl olup da karganın suyun içinde yaşayan kurbağayı avladığına şaştılar. Kurbağa fareyle arkadaş olayım derken canından oldu.

Her aşağılık ve dengi olmayan kimseyle arkadaşlık eden kimseye bu layıktır.‟ Aynı cinsten olmayan yârandan

95


yüzlerce feryat! Hemen iyi ve uygun yaradılışta olanlarla arkadaş ol! Kuş kendi cinsinden olanla uçar. Aynı cinsten olmayanla sohbet bela tuzağıdır. Bu konuyla ilgili şu hikâye aktarılmaktadır: ―Tecrübeli bir hâkim bir karga ile bir leyleğin beraber yaşadığını görüp hayrete düşer ve bunun sebebini araştırır. Yaklaşıp onlara baktığında ikisinin de topal olduğunu görür.‖

Ortak yönleri topallık olunca karga ile leylek bir arada yaşamlarını sürdürmeyi başarabilmişlerdir.

96


HAZİNEYİ UZAKLARDA ARAMA Mısır’daki Hazine* Bağdat‘ta büyük bir mirasa konmuş bir adam vardı. Kısa zamanda, bu büyük serveti saçıp savurdu. Yoksul, muhtaç bir hâle geldi. Miras malın vefası yoktur, insana fayda vermeden geçip gider. Mirasa konan malın kıymetini bilmez, çünkü onu hiçbir emek sarf etmeden elde etmiştir. Mirasyedi fakirleşip zarurete düşünce ağlayıp sızlamaya, el açıp Allah‘a yalvarmaya başladı. Günlerce yalvardıktan sonra nihayet bir gece rüyasında: ―Rızka kavuşman için Mısır‘a gitmen gerek, orada büyük bir hazineye kavuşacaksın.‖ dendi. Adam uyanınca hiç vakit kaybetmeden Mısır‘ın yolunu tuttu. Aç susuz perişan bir hâldeydi. Günlerce perişan bir vaziyette Mısır sokaklarında dolaştı. Ne bir parça ekmek bulabildi, ne de hazinenin izine rastladı. Nihayet dilenmeye karar verdi. Gündüz utandığı için geceleri dilenecekti. Bir köşeye çekilerek karanlığı bekledi. Gece olunca sokaklarda dolaşmaya başladı. Tesadüf bu ya, o sırada Mısır‘da hırsızlar çoğalmıştı. Bekçi onu yakaladı, hırsız sanarak güzelce bir dövdü. O zavallı yoksul adam: ―Dövme doğru söyleyeceğim.‖ diye feryat etti. Bekçi: ―Peki, söyle bakalım gecenin bu vakti burada ne arıyorsun, belli ki yabancısın. Sakın yalan söyleme, bana doğru söyle!‖ dedi. Adam yeminler ederek başından geçenleri anlatmaya başladı: ―Ben ne hırsızım, ne de yankesici, garip bir Bağdatlıyım.‖ diye başlayarak rüyasını ve defineyi anlattı. Bekçi onun doğru söylediğini anladı: *

Paulo Coelho ‗Simyacı‘ adlı romanında benzer tema kullanmıştır.

97


―Bre ahmak sen nasıl akılsız bir adamsın ki bir rüyaya inanarak, bir hayale kapılıp buralara kadar gelmişsin. Ben yıllardır Bağdat‘ta falan mahallenin, falan sokağındaki evin incir ağacının köklerinin altında bir define saklıdır diye görüp dururum. Hiç böyle şeye inanılır mı? Bre akılsız adam yürü git bir daha da gözüme görünme. Yoksa elimden bir daha kurtulamazsın.‖ dedi. Bunları duyan adamın sevincine sınır yoktu. Çünkü bekçinin tarif ettiği ev Bağdat‘ta bulunan kendi eviydi. Sevinçle Bağdat‘a doğru yola çıktı.

Cihân-ârâ cihân içredir ârâyı bilmezler O mâhîler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler Hayâlî

98


TEDBİRLİ DAVRANMAK Belki ağaçtan öteye yol çıkar

Hoca‘nın çocukluğunda mahallenin çocukları birbirlerine, ‗Geliniz, Nasrettin‘i ağaca çıkarıp pabuçlarını çalalım‘ diye kararlaştırırlar. Bir ağacın dibinde ‗Kimse bu ağaca çıkamaz‘ diye şiddetli bahse girişirler. Küçük Nasrettin hemen atılarak, ‗Ben çıkarım‘ der. Çocuklar hep bir ağızdan ‗Çıkamazsın, senin yapabileceğin bir iş değil‘ derler. Küçük Nasrettin, çok sinirlenir ‗Çıkar mıyım, çıkamaz mıyım, ben şimdi size gösteririm‘ diyerek hemen eteklerini beline toplayıp, pabuçlarını sıkı sıkı koynuna sokmaya uğraşır. Çocuklar, ‗Nasrettin, pabucunu neden koynuna sokuyorsun, ağaçta pabucun ne lüzumu var.‘ dediklerinde, ‗Öyle mi?... Kim bilir, belki ağaçtan öteye yol çıkar‘ der.

Gerçek Kör Adamın biri, bir gece, elinde fener, omzunda kova ile bir âmâya rast gelir. Bilge bir kimse olan âmâ ırmaktan kovasını doldurmuş geri dönmektedir. Adam ―Sen görmüyorsun, gece ve gündüz senin için birdir. Neden fener taşıyorsun?‖ diye sorar. Âmâ ―Feneri senin gibi kalbi âmâ(kör) olanlar karanlıkta bana çarpıp da su kabımı kırmasınlar, diye taşıyorum.‖ der.

99


Teraziyi, terazi doğrulttuğu gibi terazinin değerini azaltan da yine terazidir. Doğru olmayanlarla tartılan eksikliğe düşer, aklı şaşar kalır. Mevlana

100


İYİLİK İSTEĞİNİ ENGELLEMEK Bedevi Bakış Açısı Devesiyle birlikte çölde yürümekte olan bir bedevi, güçlükle yürüyen, susuzluktan dudakları kurumuş bir adama rastlamış. Adam bedeviyi görünce su istemiş. Devesinden inmiş ona su vermiş. Suyu içen adam birden bedeviyi iterek deveye atladığı gibi kaçmaya başlamış. Bedevi arkasından bağırmış: ―Tamam, deveyi al git; ama senden bir ricam var. Sakın bu olayı kimseye anlatma!‖ Bu isteği tuhaf bulan hırsız biraz duraklayıp, nedenini sormuş: ―Eğer anlatırsan‖ demiş bedevî, ―bu her yere yayılır ve insanlar bir daha çölde muhtaç birini görünce yardım etmezler...‖

101


Nur arayan gรถlgeler, nur zuhur etti mi yok olur. Mevlana

102


Bilmediğin şeyin peşine düşme! Çünkü kulak, göz, kalb gibi azaların hepsi de sorguya çekilecektir.* DOĞRU YORUMLAMAK İÇİN GENELLEMELERDEN KAÇINMAK Karanlık Evdeki Fil Bir Hintli köye fil getirir, köydeki hiç kimse hayatında daha önce fil görmediği için merak etmişlerdir. Ancak hem gece olduğundan, hem de fil karanlık bir odada bulunduğu için ancak dokunarak filin neye benzediğini anlamaya çalışırlar. İçeri giren kişiler fili dokundukları yere göre tanımlamışlar. Bacaklarını tutan biri ―fil sütun gibi bir şey‖, eline kulağı geçen birisi, ― Fil bir yelpazeye benziyor‖ dedi. Bir başkasının eline ayağı geçmişti, dedi ki: ―Fil bir direğe benzer.‖ Diğer bir başkası da sırtını ellemişti, ―Fil bir taht gibidir‖ dedi

İhtiyar Birisinin Kaşını Hilal Sanması Halife Ömer zamanında ramazan ayı geldi. Halk bir tepeye toplandı. Hilâlini görüp kutlulanmak, onu hayra yormak istiyorlardı. Birisi ―Ey Ömer, işte hilâl‖ dedi. Hz. Ömer gökyüzüne baktıysa da ayı göremedi. ―Bu ay senin hayalinden meydana geldi. Çünkü benim gözlerim senden daha iyi görür. Elini ısla da kaşını sıvazla. Ondan sonra hilâle bak!‖ dedi.

*

İsra Suresi, 17/36

103


Adam elini ıslayıp kaşını sıvazlayınca ayı göremedi. ―Ey Ömer, ay görünmez oldu‖ dedi. Ömer dedi ki: ―Evet, kaşının kılı seni yanılttı‖.

Bir eğri kıl gökyüzüne perde olursa bütün vücudun eğri olunca halin ne olur? Her cüz‟ünü doğrulara uyup doğrult. Rapor Temel, zoolojide araştırma yapan bir bilim adamıymış. Pireler üzerinde deney yapıyormuş; Pireye sıçra demiş. Pire sıçramış. Zıpla demiş, pire zıplamış. Kural 1: Pire sağlam bacaklarıyla zıpla deyince zıplıyor. O halde pirenin bacakları sağlamsa duyuyor, demiş. Pirenin bir bacağını kopardıktan sonra pireye zıpla demiş. Pire biraz zıplamış. Kural 2: Pire bir bacağı koparıldığında az zıpladı. Demek ki bir bacağı koparılan pire az duyuyor, demiş. Bu defa Temel pirenin iki ayağını da koparmış ve ―zıpla‖ demiş, pirede hiç hareket yok. Bir daha ―zıpla‖ demiş, yine hareket yok. Ve son kuralını yazmış: Kural 3: Pirenin iki ayağı da kopunca kulakları duymuyor.

104


Sorulan her şeye cevap verenin, açıkça görülen her şeyi yorumlayanın, karşısındakilerin durumunu düşünmeden her bilgiyi açıklayanın bu davranışları, onun cahil olduğunu gösterir. Ataullah İskenderi

Acele Karar Vermeyin... Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. Çok fakirmiş, ama kral bile onu kıskanırmış... Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki, kral bu at için ihtiyara neredeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş, ama adam satmaya yanaşmamış. ―Bu at, bir at değil benim için; bir dost. İnsan dostunu satar mı?‖ dermiş hep. Bir sabah kalkmışlar ki, at yok. Köylü, ihtiyarın başına toplanmış: ―Seni ihtiyar bunak! Bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın demişler...‖ İhtiyar, ―Karar vermek için acele etmeyin‖ demiş. ―Sadece at kayıp‖ deyin; ―çünkü gerçek bu. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve kararınız. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı? Bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay, henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez.‖ Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler. Aradan on beş gün bile geçmeden, at bir gece ansızın dönüvermiş. Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine. Dönerken de, vadideki on iki vahşi atı peşine takıp getirmiş. Bunu gören köylüler toplanıp ihtiyardan özür dilemişler. ―Babalık‖ demişler, ―sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil, adeta bir devlet kuşu oldu senin için; şimdi bir at sürün var.‖

105


―Karar vermek için gene acele ediyorsunuz‖ demiş ihtiyar. ―Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç.‖ Köylüler bu defa açıkça ihtiyarla dalga geçmemişler, ama içlerinden, ―Bu herif, sahiden geri zekâlı‖ diye geçirmişler... Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul, şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara. ―Bir kez daha haklı çıktın‖ demişler. ―Bu atlar yüzünden tek oğlun, bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın‖ demişler. İhtiyar, ―Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz‖ diye cevap vermiş. ―O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru? Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez.‖ Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkân yokmuş; giden gençlerin sonunda ya öleceğini, ya da esir düşeceğini herkes biliyormuş. Köylüler, gene ihtiyara gelmişler... ―Gene haklı olduğun ortaya çıktı‖ demişler. ―Oğlunun bacağı kırık, ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler, belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması talihsizlik değil, şansmış meğer...‖ ―Siz erken karar vermeye devam edin demiş‖ ihtiyar. ―Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim

106


oğlum yanımda, sizinkiler askerde... Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Allah biliyor.‖ Lao Tzu, öyküsünü şu nasihatle tamamlamış: “Acele karar vermeyin.”

İnsanlar gerçeğin küçük bir kısmından hareketle ya da yanlış bir algılama sonrasında genel hükümlere varma yanılgısına düşer. Yeterli tecrübe ve şümullü veriler olmadan elde edilen bilgiden ulaşılan genel yargılar kişiyi hataya sürükleyebilir. Ne İdim Ne Oldum Ne Olacağım Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde. Develer tellal, pireler berber iken ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken bir padişah varmış. Kızının doğumunda güzel eşini kaybetmiş. Birkaç yıl sonra yeniden evlenmiş. Yeni eşi ve kızı ile birlikte mutlu bir şekilde yaşarlarmış. Padişah her sefere çıktığında kadın sultan eşini bir keşişle aldatıyormuş. Kız ancak bunu büyüyünce fark etmiş. Üvey anne, kızın yasak ilişkiyi fark ettiğini anlayınca padişaha seferden gelir gelmez kızının erkeklerle düşüp kalktığını söylemiş. Padişah çok kızmış ve cellâtlara kızını ormanda halktan habersiz öldürmelerini, kalbini ve kanlı elbiselerini kendisine getirmeleri emrini vermiş. Ancak avcılar ormanda sultan kızı öldürmek istememişler. Kızı serbest bırakmışlar. Bir ceylan vurarak kalbini ve kanlı elbiselerini padişaha sunmuşlar. Padişahın kızı geceleri yol alıyor gündüzleri saklanıyormuş. Bir gün ağaçta saklanırken bir çoban onu fark etmiş ve üstünü örtmesi için kıza bir şeyler verip onu yanında yanaşma olduğu

107


ağanın evine götürmüş. Kız başından geçenleri anlatınca ağanın hanımı kızı oğluna almak istemiş. Ancak kız, çobanın onu çıplak gördüğünü söyleyerek sadece onunla evlenebileceğini söylemiş. Çobanla sultan kız evlenmiş. Aradan yıllar geçmiş. Sultan kızın üç oğlu olmuş. Birinci oğluna ‗Ne İdim‘, ikinci oğluna ‗Ne Oldum‘, üçüncü oğluna ise ‗Ne olacağım‘ adlarını koymuş. Günlerden bir gün padişah ordusuyla oradan geçerken dar bir vadide sıkışmış. Üç kardeş de orada birlikte oynuyorlarmış. Padişah ve ordusuna gizli bir geçit göstermişler. Üç kardeşin birbirlerini çağırırken söyledikleri isimler padişahın ilgisini çekmiş. Padişah onlara isimleri kimin koyduğunu sorunca kardeşler ―Annemiz‖ demişler. Padişah onlara anneleriyle tanışmak istediğini söylemiş, onlar da Padişah‘ı evlerine götürmüşler. Kadın çocukları ile birlikte uzaktan gelenin babası olduğunu görmüş. Eşi evde olmadığı için akşama kadar avluda beklemesini söylemiş. Bu arada babasının sevdiği yemeklerden hazırlamış. Akşam eşi gelince Padişah‘ı eve buyur etmişler. Padişah eve girer girmez kızını tanımış. Kızı üvey annesinin bir keşişle padişahı aldattığını ve olanları öğrendiği için de üvey annenin kendisine iftira attığını anlatınca padişah çok üzülmüş. Padişah kızına çocuklarının ismini neden bu şekilde koyduğunu sormuş. Kız; ‗Ne İdim: Padişah kızı idim, Ne Oldum: Çoban karısı oldum, Ne Olacağım: Belli değil‖ diye cevap vermiş. Padişah saraya döndüğünde eşinin yalanını ortaya çıkartmış. Hem eşini hem de keşişi öldürtmüş. Çok yaşlandığı için damadını ülkenin başına geçirmiş. Kızı da valide sultan olmuş.

108


Bilişsel görüşe göre, obsesif kompulsif hasta bir olayın gerçekleşme ihtimalini ve gerçekleştiğinde yapabileceği zararı abartılı olarak değerlendirmektedir. Tedavide hastanın bu abartılı değerlendirmesinin farkına varmasının sağlanması esastır. Bu konuda Bediüzzaman Said Nursi‟nin verdiği örneğin güzelliğini vurgulamadan geçemeyeceğim. Bir zat kayığa binmekten korkuyordu. Onun ile beraber bir akşam vakti, Haliç köprüsüne geldik. Kayığa binmek lazım geldi. Araba yok. Eyyüp Sultan‘a gitmemiz gerekmekteydi. Kayığa binerek karşıya geçmek için ısrar ettim; O ―Kayığın batmasından korkuyorum‖ dedi. Ona ―Haliç‘te tahminen kaç kayık var?‖ diye sordum. ― Belki bin tane vardır.‖ dedi. Ben de ona ―Senede kaç kayık batar?‖ diye sordum. ―Bir iki tane, bazı seneler hiç batmaz.‖ diye beni cevapladı. Dedim: ―Sene kaç gündür?‖ Dedi: ―Üç yüz altmış beş gündür.‖ Dedim: ―Sende endişeye yola açan ve korkmana sebep olan batma olasılığı, üç yüz altmış beş binde bir olasıdır.‖

109


Kardeş, kıssa bir ölçeğe benzer, mâna içindeki taneye. Akıllı kişi taneyi alır, ölçek var mı, yok mu? Ona bakmaz. Mevlana

110


MEN DAKKA DUKKA* YA DA ENAYİ YERİNE KOYMA Nasılsa Kıyamet Kopacak Nasreddin Hoca‘nın güzel bir kuzusu varmış. Hiç yanından ayırmayıp türlü türlü şaklabanlıklar yapıp Hoca‘yı eğlendirirmiş. Bazı dostları kuzuyu gözlerine kestirip Hoca‘yı kandırarak elinden alıp yemeğe karar vermişler. Birisi gelip, ―Hoca Efendi, bugün, yarın kıyamet kopacak. Bu kuzuyu ne yapacaksın. Getir şunu yiyelim.‖ demiş. Hoca aldırmamış. Ama biri daha gelip O da buna benzer sözler söylemiş. Hoca onu da savmış. Derken rahatsız etmelerin ardı arası kesilmemiş. Hoca sonunda bıkıp kuzunun ertesi gün piknik yerinde kesilerek ziyafet çekilmesine karar vermiş. Kuzu kesilmiş, ateş yakılmış. Hoca kuzuyu çevirmeye başlamış. Arkadaşları soyunup elbiselerini Hoca‘ya teslim ederek yüzmeye gitmişler. Sevgili kuzusunu eliyle kebap etmekten çok dertli olan Hoca, fırsattan istifade ederek dostlarının elbiselerini ateşe atmış. Biraz sonra arkadaşları geri geldiklerinde görmüşler ki, elbiseleri yanıp kül olmuş. ―Aman Hoca bunu kim yaptı?‖ diye öfkeyle sormuşlar. Hoca: ―Ay komşular! Ne telaş ediyorsunuz. Yarın kıyamet kopacak diyordunuz ya! Ne yapacaksınız elbiseyi, niye lazım olacak?‖ demiş.

*

Ne yaparsan onu bulursun, ektiğini biçersin anlamında

111


Kazanın Doğurduğuna İnanırsın Da Öldüğüne İnanmaz Mısın?

Bir gün Nasrettin Hoca komşusundan kazan ister. İşini bitirdikten sonra kazanın içine bir küçük tencere koyup götürür, sahibine verir. Sahibi kazanın içinde tencereyi görünce, ―Bu nedir?‖ diye Hoca‘dan sorar. Hoca, ―Kazanınız doğurdu.‖ deyince komşu, ‗‖Pekâlâ.‖ diyerek tencereyi alır. Yine bir gün Hoca komşudan kazanı ister. Komşusu memnuniyetle kazanı verir. Ancak bir hayli bekler, bakar ki kazan geri gelmez. Hoca‘nın evine gelir, kapıyı çalar. Hoca kapıya gelir. ―Hayrola komşu ne istersin?‖ diye sorar. Komşu, ―Kazanı isterim.‖ der. Hoca, ―Sen sağ ol ama kazan merhum oldu.‖ cevabını verir. Komşu tam bir şaşkınlıkla, ―Hoca Efendi, hiç kazan ölür mü?‖ deyince Hoca, ‗Be adam kazanın doğurduğuna inanırsın da öldüğüne neden inanmaz mısın?‘ der.

Hakkın ‘Hiç’ Hemen Al Da Git Bir gün Nasrettin Hoca‘nın huzuruna iki kişi gelir. Davacı, ―Efendim, bu adam sırtına odun yüklemiş geliyordu. Ayağı sendeledi, düştü, yıkıldı. Odunlar sırtından döküldü. Bana odun yükünü kaldırırken yardım etmemi söyledi. Ben de bu hizmetime karşılık ne vereceğini sordum. ‗Hiç‘ dedi. ‗Peki‘ dedim, razı oldum. Odunu sırtına yüklemesine yardım ettim. Söz verdiği ‗Hiç‘i istedim, vermedi. Şimdi bundan ‗Hiç‘imi isterim. Benim hakkımı yerine getiriniz.‖ Hoca olayı ayrıntılarıyla dinledikten sonra, ―Hay hay, hakkındır, elbette sözünü tutmalı, borcunu ödemeli.‖ deyip oturduğu minder üzerine serilen seccadeyi gösterdi ve ―Gel yavrum, yanıma gel. Şu oturduğum seccadeyi kaldır, ne var orada?‖ dedi. Adam ―Hiç.‖ deyince Hoca da ―Öyleyse hemen al da git.‖ dedi.

112


O Bir Akçeyi O Adamdan Sen Al Nasrettin Hoca‘nın ensesine iri yapılı bir adam bir sille vurmuş. Hoca, arkasına dönüp bakınca, ―Af edersiniz, sizi çok samimi bir arkadaşıma benzettim‖ demişse de Hoca adamın yakasını bırakmayıp sürükleyerek mahkemeye götürmüş. Kadıya şikâyet etmiş. Meğer o adam kadının ahbabı imiş. Bu nedenle Kadı adama düşük bir ceza vermeyi düşünmüş. Kadı ―Hoca Efendi, hakkın iki akçedir‖ demiş. Adamla kadı işaretleşip Hoca‘ya bir oyun oynamayı düşünmüşler. Kadı adama dönerek ―Haydi, efendi, para cezası olmak üzere Hoca Efendi‘ye iki akçe getir, verelim de gönlünü alalım‖ diyerek adamı göndermiş. Hoca saatlerce bekleyip adamın sıvıştığını anlamış. Kadının dalgınlığından istifade edip, ―Ya Bismillah‖ diyerek kadının ensesine güçlü bir sille vurmuş ve ―Kadı Efendi, benim daha fazla beklemeye vaktim yok. O adam iki akçeyi getirince sen al‖ diyerek hızla çekip gitmiş.

İsteğini Beni Çatıdan İndirmeden Söyleseydin Bir gün Nasreddin Hoca evinin damını tamir ediyormuş. Adamın biri aşağıdan seslenmiş. Hoca, ―Ne istersin?‖ demiş. Adam ―Bir dakika aşağıya gelebilir misiniz?‖ demiş. Hoca aşağıya inince adam, ―Allah rızası için bir sadaka‖ demiş. Hoca sinirlenmiş, fakat hiç istifini bozmayıp ―Beni takip et‖ demiş. Adam sadaka vereceğini zannederek Hoca‘yı takip etmiş. Adam çatıya çıkınca Hoca, ―Allah versin‖ demiş.

Yemeğin Buğusunu Satan, Paranın Sesini Alır Akşehir‘in fukarasından biri, ele geçirdiği kuru ekmeğe bir katık tedarikini düşünürken bir aşçı dükkânı önüne gelir. Bakar ki et tenceresi fıkır fıkır kaynıyor. Kokusu etrafa amberler saçıyor. Hemen tencere başına çöküp kopardığı lokmaları yemeğin

113


buğusuna tutarak nemlendikçe ağzına atar. Aşçı bu nevi taam edişe şaşıp evvela tam bir sükûnetle seyreder. Fakirin ekmeği bittiği gibi yakasına sarılıp yediği taamın bedelini ister. Fakir, aşçının yemeğinin bir lokmasını bile almadığını söyleyerek para vermek istemez. Aşçı Akşehir Kadı‘sı Hoca‘ya fakiri götürür. Hoca meseleyi dinledikten sonra, cebinden iki para çıkarıp aşçıyı yakınına çağırır. ―Kulağını iyice bana ver.‖ deyip parayı şıkırdatır. Aşçıya ―Al sesini‖ der. Aşçı şaşkın şaşkın, ―Efendi, bu ne biçim muamele?‖ deyince Hoca der ki: ―Bu tam olarak adalet ve hakka uygun hükümdür. Yemeğin buğusunu satan, paranın sesini alır.‖

Mumla Yemek Pişirmek Kışın erbainin en şiddetli ayazına rastlayan bir gecede komşular sözleşerek, Nasrettin Hoca‘ya ―Hoca Efendi, seninle bir bahse girişeceğiz. Eğer kazanırsan biz mükemmel bir ziyafet vereceğiz. Kaybedersen sen bize ziyafet sofrası hazırlarsın‖ derler. Komşuları Hoca‘ya ―Bu gece sabaha kadar şehir meydanında durabilirsen ziyafeti hak edersin. Fakat iyi düşün ki mermeri çatlatan bu ayazda açıklık bir yerde, bir noktada ateşe işaret eder hiçbir şey olmaksızın dimdik durmak her yiğidin karı değildir. Bir tarafa büzülüp sonra meydana çıkmak da yok. O takdirde bahsi kaybedersin, biz evimizin penceresinden seni gözleyeceğiz. Sabaha kadar seni bekleyeceğiz.‖ derler. Hoca, ―Ben böyle budalaca işe girişmem amma size inat kabul ettim gitti‖ der. Hoca‘nın o geceyi her yerden rahatça görülen bir noktada ayakta geçirmesine karar verirler. Sabahleyin Hoca dipdiri tam bir neşeyle gülerek bunların yanına gelir. Hoca‘ya komşuları nasıl vakit geçirdiğini sorarlar. Anlatması esnasında, ―Her yer beyaz, boranın, fırtınanın müthiş, gürültülü sesinden başka ses seda yok. Hiç bir hareket görülmez. Hele ışık olarak, ancak bir fersahtan daha uzakta bir kandil ışığı görülüyordu.‖

114


deyince içlerinden biri, ―Ooo..., olmadı, olmadı. Bizim sözleşmemiz ateşe dair hiçbir şey olmayacaktı. Hâlbuki sen o ışıktan mükemmel ısınmışsın. Sözleşme bozuldu.‖ deyince öbürleri hep birden tasdik edip ve destekleyip sözleşmeye riayet etlemediğinden dolayı Hoca‘yı ziyafete mahkûm ederler. Hoca çaresiz, ―Peki‖ der. Belirtilen gecede davetliler gelir, namazlar kılınır, sohbetler edilir. Saat akşamın yedisinden gecenin ikisini bulur, hala yemekten eser yok… Komşular daha fazla sabredemeyip, ―Aman Hoca, biz pişecekten vazgeçtik, pişeni getir.‖ dedilerse de Hoca, ―Canım olur mu öyle şey, hele biraz sabredin.‖ diyerek bir iki defa da bu suretle onları oyalar ve saat gecenin üçünü geçer. Bir ara güya yemeği getirmek üzere Hoca gider. Komşular sabırsızlıkla bir süre daha beklerler, Hoca gelmeyince, ―Bu bize bir oyun oynadı, dur şuna bakalım.‖ diyerek Hoca‘yı mutfakta ararlar. Bir de bakarlar ki, avluda bir ağaca kocaman bir kazan asmış, altına da bir kandil koymuş, yemek pişirmeye çalışıyor. ―Hoca Efendi, bu kadar şaka da fazla, bizi aç bıraktın. Yahu, gökyüzüne bir kazan asmışsın, altına bir kandil yakmışsın. Hiç kandilden bu uzaklıktaki kazanda yemek pişer mi?‘ deyince Hoca ―Efendiler, siz üç gün önce gecenin ayazında benim bir fersah mesafedeki kandilden ısındığımı söylediniz. Bu kandil kazana daha yakın.‖ der.

115


Keloğlan Masalı Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde. Develer tellal, pireler berber iken ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken köyün birinde Keloğlan annesi ile birlikte yaşarmış. Günün birinde Keloğlan annesine eşeği pazara götürüp satacağını söylemiş. Pazara giderken yolda iki kardeşle karşılaşmış. Adamlar Keloğlan‘a eşeğinin kulaklarını ve kuyruğunu kestiği takdirde daha çok para edeceğini söylemişler. Dediklerine inanan Keloğlan eşeğinin kulaklarını ve kuyruğunu kesmiş. Ancak alıcı çıkmadığı gibi kendisine gülmüşler. En çokta ona bu öğüdü veren kardeşler gülmüş. Kendisine oyun oynandığını anlamış. İki kardeş pazardan ayrılınca Keloğlan da onları köylerine kadar takip etmiş. Onlar eve girince avludaki ahıra girerek bir ineği çözüp önüne katmış. İneğin yerine de kendi eşeğini bağlamış. Keloğlan inekle geri dönünce, annesi oğluna ineği nereden aldığını sormuş. Keloğlan eşekle değiştirdiğini söylemiş. Anası çok sevinmiş. Ertesi gün tarlaya gitmiş. Giderken avludaki kuyruğu siyah renkte beyaz bir çift tavşandan birini yanında götürmüş. Gitmeden annesine akşama nohut pişirmesini, yanına bulgur pilavı ile erik hoşafı yapmasını tembih etmiş. Keloğlan‘ın ineklerini alıp yerine kulakları ve kuyruğu kesik eşeğini bıraktığını gören kardeşler öfke ile Keloğlan‘ı aramaya başlamışlar. Tarlada çift sürerken bulmuşlar. Keloğlan onların sinirli olduğunu görünce hemen ―Hoş geldiniz‖ demiş. Adamlar ―Bize oynadığın oyunun hesabını sormaya geldik. Seni Kadı Efendiye götüreceğiz‖ diye öfke ile cevap vermişler. Keloğlan ―Sakin olun, meseleyi çözeriz. Hele bir akşam yemeğini birlikte yiyelim de konuşuruz.‖ demiş. Tavşanı kulaklarından yakaladığı gibi, ‗Şimdi git! Anama akşama nohut pişirmesini, yanına bulgur pilavı ile erik hoşafı yapmasını söyle.‘ demiş. Tavşanı bırakmış.

116


Adamlar hem şaşırmışlar, hem de meraklanmışlar. Keloğlan işini bitirince birlikte köye dönmüşler. Evin avlusunda kuyruğu siyah beyaz tavşanı görmüşler. Şaşkınlıkları artmış. Hakikaten akşam yemeğinde annesi nohut yemeği yanında bulgur pilavı ile erik hoşafı yapmış. Adamlar ‗Fesuphanallah‘ demişler ve ineklerini geri istemekten vazgeçip Keloğlandan tavşanı istemişler. Keloğlan ineğin üstüne yüklüce altın istemiş. Adamlar kabul edince bir kâğıda anlaşmayı yazıp tavşanı vermiş. Hem ineği almış hem de üstüne altın almış. Adamlar köylerine girince istedikleri yemeklerin ismini söyleyerek tavşanı evlerine göndermişler. Fakat evlerine geldiğinde ortada ne tavşan ne de istedikleri yemekler varmış. Yine kandırıldıklarını anlamışlar. Ancak yazılı anlaşma yaptıkları için Kadı Efendiye şikâyete de gidememişler.

Sen De Paraların Sesini Al Bir gün Nasrettin Hoca kadılık yaparken huzuruna bir adam, hasmının yakasından tutup sürükleyerek getirir. Der ki: ―Efendim, bu adam benim hakkımı vermiyor.‖ Hoca, ―Hakkın nedir, ne istersin bu adamdan?‖ der. Davacı: ―Bu adam zenginlerden Siracüddin Efendi‘nin otuz çeki odununu yardı. O her baltayı vurdukça ben de karşısına geçtim, ‗Hınk, hınk‘ diye kuvvet verdim, gayrete getirdim. Bu suretle yardımım dokundu. Şimdi kendisi paraları aldı, benim hizmetime karşılık hiçbir şey vermiyor.‖ Der. Hoca, dava edilenden ‗Hınk.‘ dedi mi, diye sorup ‗evet‘ cevabı alınca davacıya: ―Evet, hakkındır, ne demek, sen karşısında dur, her balta vuruluşta bu kadar yorul, bütün parayı o alsın. Bu olur mu?‖ der. Davalı, ―Aman efendim! odunu ben yardım, o karşımda seyretmekle ne hakkı olabilir?‖ der. Hoca, ―Sus, senin aklın ermez. Çabuk bana bir akçe tahtası getirin.‖ Diye seslenir. Akçe tahtasını getirirler. Hoca, odun yarıcıdan

117


paraları eksiksiz alır. Yüksekten birer birer tahta üzerine saçar. Odun yarana ―Sen al şu paralarını.‖, ‗Hınk‘ diyene de ―Haydi bakalım, sen de paraların sesini…‖ der.

Lama ile Dülger* Kimsenin hatırlayamadığı kadar eskilerde bir lama ile dülgerin yaşadığı bir krallık varmış. Lama kötü ve açgözlü bir adammış. Günlerden bir gün sarayın dülgerine: ―Bana bir ev yapacaksın, ben de senin için ‗Tanrılar sana mutluluk versin‘ diye dua edeceğim.‖ demiş. Dülger ise ―Duaların senin olsun‖, diye kaba bir şekilde reddetmiş. ―Bana mutluluk ve şans getiren şu ellerim ve baltam.‖ demiş. ―Sen görürsün! Bu kendini bilmezliğin bedelini ödeyeceksin.‖ demiş Lama kendi kendine. Gece gündüz dülgerden öcünü almanın bir yolunu düşünmüş. Sonunda bulmuş da… Krala başvurmuş: ―Majesteleri, dün gökteydim, kimle karşılaştım dersiniz! Rahmetli babanızla. Bir tapınak yaptırtmak istediğini söyledi. Ancak bildiğiniz gibi, gökte çok dülger yok. Bu yüzden sizden kendisine dülgerinizi göndermenizi rica ediyor.‖ demiş. ―Neden olmasın! Ama, bu dülgeri oraya nasıl göndereyim!‖ demiş hemen kral. Lama ―Siz bunun için hiç üzülmeyin Majesteleri. Biz keşişler bu konuda deneyimliyiz,‖ deyip krala planını açıklamış; ―Ağaçtan bir kulübe yaptır. İçine dülgeri yerleştirip kulübeyle dülgeri ateşe veririz. Kulübe ateş alınca beyaz bir duman göğe yükselecektir. Aynı bir atın üstündeymiş gibi dülger bu dumanın üstünde kral babanızın yanına varacaktır.‖ demiş.

*

Lama Budizm‘de din adamı, dülger ise ahşap işler yapan kişi.

118


Kral kabul etmiş ve durumu dülgere bildirmiş. Dülger evine gelince ―Lama ölümümü istiyor. Vay garip başıma gelenler!‖ diyerek karısına sızlanmış. Karısı ―Elden ne gelir! Yinede umutsuzluğa kapılma. Hemen bu akşam yaptırdıkları kulübeye kadar evimizden bir tünel kazarız. Yarın hemen buraya dönersin.‖ demiş. Ertesi gün dülgeri alıp götürmüş, kulübeye kapatmışlar, çevresine odunlar yığıp kulübeyi ateşe vermişler. Beyaz bir duman yükselmeye başlayınca Lama, ―Bakın bakın! Görüyor musunuz nasıl göğe yükseliyor, beyaz atı üstünde!‖ diye bağırmaya başlamış. Kimse dumandan bir şey görmüyormuş, ama gerçekten dülgeri beyaz atı üstünde görüyor gibi davranıyorlarmış. Bu arada dülger küçük tünelden evine dönüp sıcak ocağın arkasına büzülmüş. Hiç dışarı çıkmadan bir ay boyunca orada kalmış. Bu sırada Lamadan öcünü almasını sağlayacak bir yol bulmaya çalışmış. Bir ay geçince öç almanın yolunu bulmuş da… Evden çıkıp saraya gitmiş. Kralın huzuruna çıkarak, ―Sizin de gördüğünüz gibi dosdoğru gökten geliyorum Majesteleri! İşimin bu kadar uzun sürmesinin nedeni gökte tapınak işi eski yöntemlerle yapılıyor da ondan. Ama sonunda rahmetli babanızın istediğini yaptım. Memnun kaldı. Ama ne var ki bir ricasını size iletmemi istedi, benden. Yeni tapınağında bir lamaya ihtiyacı olacak. Biliyorsunuz, lamasız bir tapınak düşünmek olanaksız! Böyle güzel bir tapınağa değerli bir lama gerekir. Rahmetli kral babanız sizden ta göklerde ününden, bilgeliğinden söz edilen lamanızı istiyor.‖ demiş. Kral, ―Tabii lamayı verebilirim de, onu oraya nasıl göndereceğim!‖ demiş. Marangoz hemen atılmış: ―Benim gibi Majesteleri, benim gibi‖ demiş dülger masum bir tavırla, ―Lama‘nın da söylediği gibi göklere gitmenin en hızlı yolu budur.‖

119


Çocuklar saksıları kırar, o kırık parçalara altın adını takar eteklerine koyarlar. Oyun oynarken o parçalara altın adını taktın ya… artık ne vakit altın desen çocuğun aklına saksı kırıkları gelir. Mevlana

120


ETLİYE SÜTLÜYE KARIŞMAK Fincancı katırlarını ürkütmezsen bir şey yoktur

Bir gün Hoca mezarlık civarında gezerken nasılsa ayağı kayar. Bir eski kabrin içine düşer. Toz toprak olan elbisesini çıkarıp üstünü başını düzeltmeye uğraşır. O anda kendi kendine ―Şurada kendimi ölü yerine koyayım da Münker, Nekir⃰ gelir mi bir bakayım?‖ der, bir mezarın içine girer. Hoca bu halde iken katırcılar eşya yüklü hayvanlarını hızla mezarlığa doğru sürmektedir. Hoca, kulağına gelen yüzlerce çan sesinin, hayvan ve katırcıların gürültüsünün ne olduğunu anlayamadan, ―Eyvah, ne aksi zamana tesadüf ettim, kıyamet kopuyor.‖ diyerek şaşkınlık ve korku içinde telaşla mezardan yukarı çıkmak ve kaçmak isterken fincan yüklü katırlarla karşılaşır. Hoca‘nın böyle çok garip bir kıyafetle mezardan fırlamasından ürken katırlar birbiri üstüne yığılırlar. Yükleri olan kâse, billur, fincan, tabak ve diğer eşyalar tuz buz olur, kırılır. Katırcılar da büyük bir öfke ile sopalarla Hoca‘nın üzerine hücum ederler. ―Sen kimsin, burada ne ararsın, be adam?‖ derler. Hoca, ―Ölüyüm, dünyayı seyre çıkmıştım.‖ dese de, ‗Dur, biz seni bir hoşça gezindirelim.‖ diye Hoca‘yı iyice dövüp başını, gözünü yararlar. Hoca bin bir zahmet ve meşakkatle gece yarısı evine döner. Karısı, ―Şimdiye kadar nerede kaldın?‖ diye sorar. Hoca ―Mezara düştüm, ölülere karıştım.‖ der. Karısı, ―Öteki dünyada ne var, ne yok?‖ diye sorunca, Hoca ―Fincancı katırlarını ürkütmezsen bir şey yok.‖ der.

Münkir, Nekir kabirdeki sorgu melekleridir.

121


Başkasının Ayıbını Görmek Dört Hintli bir mescitte Allah‘a namaz vaktinin geldiğini sanıp namaza durmuşlar, rükû ve sücuda koyulmuşlardı. Bu sırada müezzin içeriye girdi. Hintlilerin birisinin ağzından istemeden bir söz çıktı; ―Müezzin efendi, ezanı okudun mu, yoksa ezana daha vakit var mı?‖ Öbür Hintli, namaz içinde olduğu halde ―Sus yahu, konuştun, namazın bozuldu.‖ dedi. Üçüncü Hintli ikincisine dedi ki: ―Onu ne kınıyorsun baba, kendi derdine bak, kendini kına! Sen de konuştun, namazın bozuldu.‖ Dördüncü ―Hamd olsun ben, üçünüz gibi kuyuya düşmedim.‖ dedi. Hulasâ dördünün de namazı bozuldu.

122


Ot gibi ayağın yere bağlı… hakikate erişemez de bir yelle başını sallar durursun. Mevlana

YOLA KOYULMAK Yolculuk bir yere varmak, bir şeyleri aramak ya da kaçmak için yapılabildiği gibi bir serüven/macera da olabilir. Bazen sebeptir, bazen de sonuçtur. Propp masalda ana iki kahraman olduğunu söyler: Arayıcı kahraman ve kurban kahraman.

“Arayıcı kahramanların amacı, bir şeyi aramaktır, diğerleri ise, her türlü maceranın kendilerini beklediği yola, bir şey arama düşüncesi olmadan çıkarlar. Masalın takip ettiği yol, masal boyunca masal aksiyonunun cereyan ettiği yer arayıcı kahramanın da yoludur.” Bu yaklaşıma göre masalı belirleyen kahramanın yoludur. Yolculuk temasının doğu edebiyatlarındaki macerası herşeyden önce dinî kıssalarla başlar. Yolculuk, doğu hikâye geleneği içinde sembolik anlatmalarla evrensel bir mit olarak şekillenir. Doğunun yolculuklarında yolculuğun temel sebebi arayıştır. Arayış yolculuğun bir parçasıdır. Aramak aktif, beklemek pasiftir. Doğu kültüründe yolculuk aktif bir arayıştır. Batınınki ise daha çok buluş, yüzleşme veya kaçmadır. Bu anlamda kaçış da Batı kültürünün bir metaforudur. Doğu düşüncesi daha çok mücadele ya da tevekkülle kabulleniş içerir. Godot beklenir, Simurg aranır.

123


Acı tatlı durumlar karşısında Sarsılmadan, aldırmadan durabilen Dengeli kalabilen, olgun kişi Ölümsüzlüğü tadacak olandır. Bhagavad-Gita

Simurg4 Hepiniz birlikte alay gibi benlik tanrınıza doğru yürüyorsunuz. Yol da sizsiniz, yolcu da siz! Halil Cibran Bülbül, papağan, tavus, kaz, doğan, keklik, baykuş ve başka kuşlar toplanırlar. Sorunlarını tartışırlarmış. Kuşlar, insanların padişahı olduğu gibi kendilerinin de sorunlarına çare bulan sultanlarının olmasını isterlermiş. Padişahları Simurg‘un varlığına inanır ve onun kendilerini kurtaracağını düşünürlermiş. Çünkü bu kuşun gözyaşlarının şifalı olduğuna inanırlarmış. Kuşlar dünyasında her şey ters gittikçe onlar da Simurg‘u bekler dururlarmış. Simurg‘un Kaf Dağının arkasında yaşamakta olduğunu biliyorlarmış. Ne var ki, Simurg ortada görünmedikçe varlığından kuşkulanır olmuşlar ve sonunda umudu kesmişler. Derken bir gün -Çin olduğu rivayet edilen- uzak bir ülkede bir kuş sürüsü Simurg‘un kanadından bir tüy bulmuş. Bu tüyün bile yaralara dokundurulduğunda iyileştirici etkisi varmış. Bunu öğrenince kuşlar sorunlarının sonsuza kadar yok olması için Simurg‘a ulaşmaya karar vermişler. Ancak

4

Farsça ‗si‘, ‗otuz‘ ‗murg‘ ise ‗kuş‘ demektir.

124


Simurg‘un yuvası, etekleri bulutların üzerinde olan Kaf Dağı‘nın tepesindeymiş. Oraya varmak için ise yedi dipsiz vadiyi aşmak gerekirmiş. Hüdhüd, bütün kuşları Simurg için yola çıkmaya ikna etmek istemiş. Kuşlar Simurg‘a asla ulaşılamayacağını düşünerek yola çıkmamak için mazeret göstermişler. Hüdhüd cevaplarıyla bütün kuşların tereddütlerini gidermeye çalışmış. Nihayet Hüdhüd‘ün başkanlığında kuşlar Simurg‘a ulaşma arzusuyla Kaf Dağı‘na varmak için yola koyulmuşlar. Yola çıkan kuşlardan isteği ve sebatı az olanlar, zaafı olduğu ya da dünyevi şeylere takılanlar yolda birer birer dökülmüşler. Yorulanlar ve düşenler olmuş. Kimi hırslanıp düşmüş ovaya, kimi aldanıp batmış göle... Önce Bülbül geri dönmüş, güle olan aşkını terennüm etmek için; Papağan o konuşmasıyla çektiği ilgiyi sürdürmek istemiş; Kartal, yükseklerdeki krallığını bırakamamış; Baykuş yıkıntılarını özlemiş; Balıkçıl kuşu bataklığını… Yedi vadi üzerinden uçtukça sayıları gittikçe azalmış. Ve nihayet Kaf Dağı‘na vardıklarında geriye otuz kuş kalmış. Simurg‘un yuvasını bulunca öğrenmişler ki; ―Simurg - otuz kuş‖ demekmiş.

Otuz kuş, anlar ki, aradıkları kendileridir ve gerçek yolculuk, kendine yapılan yolculuktur.

125


Hacca Giden Karınca Karıncanın biri topal olmasına rağmen yola çıkmaya hazırlanmış. Komşusu, ―Hayrola nereye gidiyorsun?‖ diye sormuş. Karınca: ―Hacca gidiyorum‖ demiş. ―Bu halinle oraya nasıl varacaksın‖ ―Varamazsam da bu yolda ölürüm‖ demiş.

denildiğinde,

Geçmiş sorunlar ruhsal yapımızda bazı olumsuz etkiler gösteriyor gibi görünse de, aslında kişinin kendini gerçekleştirmesinin engellenmesi ya da „kendi olmak isteği‟nin önüne geçilmesi ile ruhsal dinamikler bozulmaktadır. İşte yolculuk geçmişte kalmadan benliğin ovalarını, dağlarını, nehirlerini aşabilmektir.

Yol, tehlikelerle de dolu olsa insanın kendini özgür hissedebileceği yegane yerdir. Yaşam geleceğe yürümektir…

126


Kuş havadadır, gölgesi yerde kuş gibi uçar görünür. Ahmağın biri, o gölgeyi avlamaya kalkışır, takati kalmayıncaya kadar koşar. O gölgenin havadaki kuşun aksi olduğundan; o gölgenin aslının nerde bulunduğundan haberi yok! Gölgeye doğru ok atar. Bu araştırma yüzünden okluk bomboş kalır. Ömrünün okluğu boşaldı. Ömür gitti; gölge avı ardında koşmada yandı eridi! Mevlana

YAŞAMINI ANLAMLANDIR Gılgamış Destanı Gılgamış Uruk şehrinin kralıdır. Halk tarafından çok sevilir ama, kral aynı zamanda sert, güçlü ve mağrurdur. Halk bu öfkeli kralın burnu biraz sürtülsün düşüncesiyle tanrılardan yardım ister. Dualar boşa gitmez ve tanrıça Aruru, yarı vahşi bir yaratık olan Enkidu‘yu yeryüzüne gönderir. Ancak Enkidu‘nun kırlarda yaptığı kıyımlar Gılgamış‘tan kurtulmak için çok dilekte bulunan Uruk halkının başına bela olur. Gılgamış, Enkidu‘yu yola getirmek için güzel bir fahişe yollar ve doğallığının bozulmasını sağlar. Kadının peşinden kente gelen Enkidu krallar gibi ağırlanır, güzel kokularla yıkanır, kentlilere özgün elbiseler giyer, oturup kalkma dersleri alır. Tanrının isteğinin aksine Gılgamış‘la Enkidu çok iyi arkadaş olurlar.

127


Günün birinde Enkidu ölüme yenik düşer. Dostunu yitirdiği için çılgına dönen Gılgamış, kendisinin de bir gün öleceği gerçeği ile karşılaştığından paniğe kapılır. Ölümsüzlüğün sırrını öğrenmek için tufanı yaşamış ve ölümsüzlüğe ermiş olan Utnapiştim‘i görmeye gider. Utnapiştim, binbir zorlukla Mutlular Adası‘ndaki evine gelen Gılgamış‘ı geri çevirmez ve ona tufanı anlatır.

Boşluk hissi, “yaşamın anlamını arama çabasında kapsamlı bir yenilgiye uğramak”tan kaynaklanmaktadır. İnsanın birlikte olduğu kişi ya da yapmayı tasarlayabileceği şeylerin ilgiye değer olduğuna, yararına, önemine ve gerçekliğine inanmama duygusunu sürekli yaşıyor olması anlamsızlık hissine yol açar. İnsanın kendini bir nedene adaması, yaşama anlam katabilme yoludur. Doğu anlayışında, yaşama anlam verebilecek nedenler, insanı kendi kişiliğinin sınırlarının ötesine götürebilmesi ve kendisinden daha zengin bir bütünle işbirliği yapabilmesini sağlaması gerekir. Yaşamımızın en büyük sorgusu Anlam Arayışı’dır. Yaşamın gerçeği nedir? Bir psikiyatrist olan Dr. Viktor Frankl, psikoterapide tamamen bu fikir üzerine oturan yepyeni bir okul kurmuştur: Logoterapi. Bu ekol modern dünya insanının karşılaştığı tüm büyük psikolojik sorunların gerçek bir yaşam anlamına sahip olamamalarından kaynaklandığı düşüncesi üstüne kurulmuştur. İnsan eylemlerinin ana itici güçleri sadece acıdan kaçmak veya

128


zevke koşmak değildir. Sağlıklı bir insan için temel olan yaşamının taşıdığı Anlam Arayışıdır. Frankl‘a göre, insan savunma mekanizmaları ile yaşamaz, tepki oluşumları uğruna ölmez. Ama bir anlam için yaşar, bir dava uğruna ölebilir. İnsan, doğası gereği ve doğuştan gelen bir güdüyle anlam yönelimlidir. Anlam arayışının engellenmesi ‗varoluşsal bir boşluk‘ oluşturur. İnsan her şeyden önce ‗anlam‘ sahibi olduğu zaman ruhen ve bedenen sağlıklı olabilir. Başka bir ifadeyle her türlü sıkıntının temelinde insanın varoluşuna anlam bulamaması ve anlam boşluğuna düşmesi yatmaktadır. Bu varoluş vakumu, can sıkıntısı, durgunluk ve boşluk duygusu olarak yaşanır. Kişi kendine ve dünyaya inançsız bir biçimde bakar, yönünü bilemez ve yaptığı her şeyin amacını soruşturur. Frankl‘a göre, sezgilerine (içgüdülerine) yabancılaşmış ve geleneklerini yitirmiş olmak çağdaş insanın temel açmazıdır. Ne sezgileri yapmak zorunda olduğu şeyler, ne de gelenekler yapması gerekenler konusunda ona yol gösterir. Kendisi de ne istediğini bilemez. O zaman ya başkalarının yaptığını yapar, ya da başkalarının isteklerine boyun eğmeyi seçer. Frankl‘a göre, belirgin Varoluş Vakumu oluştuğunda, belirtiler bu boşluğu doldurmaya ve varoluş nevrozu belirmeye başlar. Frankl buna, ―noöjenik nevroz‖ diyor. İsteklerini ve arzularını algılayamamanın yarattığı boşluk insanın kendini güçsüz hissetmesine neden oluyor. Yaşamlarında dolu dolu yaşayan popüler insanların çoğu iç dünyalarındaki yalnızlıktan yakınıyorlar!!!! Önemli olan, varoluş alanımızın ne kadar geniş olduğu değil, onun nasıl doldurulduğudur. Anlaşılma umudunu yitirildikçe daha çok beğeni toplamak için çaba gösteririz.

129


Bunun sonucu insanlar, kendi yaşamlarına yön verebileceklerine ve çevreleri üzerinde etkili olabileceklerine inanmazlar. Birçok insan ise karşı cins ilişkilerinde ya da evliliklerinde ―Varoluş Vakumu‖nun giderilmesini umuyor, hatta bekliyor. Bulamadığında da birlikte olduğu kişiyi suçluyor, ona yönelik bir öfke yaşıyor ya da bunalıma girebiliyor. Öncelikle acı ve dramımızı olduğundan fazla büyütür, hak ettiği değeri vermeyiz. Yaşamınızı olumluya çekmek istiyorsanız, evreninizle, başınıza gelenlerle, kendi gerçekliğinizle mücadele etmeyi bırakmanız gerekiyor. Anlıyorum, belki işinizi kaybettiniz… Belki hastasınız… Belki acılı ve sancılı bir boşanma sürecini yeni tamamladınız, belki de daha ortasındasınız... Sevdiğiniz insanları kaybetmiş olabilirsiniz... Veya bunların başınıza gelebileceği korkusuyla kendinize cehennem hayatı yaşatıyor olabilirsiniz… Daha da kötüsü karar vermek zorunda bırakılmış olabilirsiniz… Ancak yaşamda başımıza ne gelirse gelsin, kendi evrenimize evet demek elimizde… ―Hayır, hayır bu benim başıma gelemez‖ demenin hiçbir anlamı yok… ―Hakkım bu değildi benim‖ demenin anlamı olmadığı gibi… Çünkü mücadele ettiğiniz, ―hayır‖ dediğiniz şey, siz isteseniz de istemeseniz de gerçekleşti ve onu değiştiremezsiniz. Onunla mücadele etmek, kabullenmemek ve inkâr etmek, bu durumdan en iyi şekilde çıkmanız, hatta belki de onunla daha önce mümkün olmayan fırsatları yaratmanızın önündeki en büyük engel… Ancak “evet” demek, her durumu kabullenmek ve bunu düzeltmeye çalışmamak anlamına gelmiyor. Tam tersine, ―Evet‖ demek, sorunu çözümlemek için sizi en güçlü duruma sokar. Geç kalan sevgilinizi nasıl pişman edeceğinizi düşünmek yerine sakin bir biçimde çözüm yolları araştırabilirsiniz. Bir dahaki sefere geç kalma payı bırakmak, yanınızda okuyacak bir

130


şey getirmek veya sadece belli bir süre bekleyip daha sonra gideceğinizi bildirmek (ve bunu yapmak!) gibi. Ama bunu öfkeyle değil, güçle yapıyor olacaksınız, “evet” demenin verdiği güçle… Yalnızlık, karamsarlık ya da bıkkınlık gibi duyguları yaşanması iyi olmayan durumlar olarak değerlendirdiğimizden; bu duyguların yaşanmasına izin vermemek için bastırmaya ya da işler yolundaymışçasına davranmaya çalışırız. Olumsuz olarak nitelendirdiğimiz bu duygular da varoluşumuzun bir parçasıdır. Aksi takdirde, hiç kimsenin kaçınması mümkün olmayan mutsuzluk yaşantılarına, kişi bir de mutsuz olmaktan ötürü mutsuz olmanın yükünü ekler. Yaşamınızda ne olduğuna siz karar vermiyor olabilirsiniz. Ancak yaşamınızın nasıl olduğuna siz karar veriyorsunuz. İnsan acı duyacaktır. Acıya da evet diyebilmeliyiz. Çünkü bu olaylar da, acı da yaşamın bir parçası. Yaşama evet deyin, size her ne getirirse getirsin. Acıdan sürekli kaçınma, yaşamdan da kaçma ile sonuçlanır. Gerçek acının kişi için bir anlamı vardır. Anlamı olan acı daha kolay kabul edilir. Otantik bir yaşam sürdürebilmek için insan bu yazgı doğrultusunda yaşamak zorundadır. Örneğin bir insan kadın olarak dünyaya gelmişse varolduğu alan bir erkeğinkinin aynı olamaz. Bir kadın bu olanakları reddeder ve örneğin bir erkek gibi davranmak isterse, otantik olmayan bir varoluş biçimi seçmiş olur. Otantik olamamanın cezası suçluluk duygularıdır. Otantik varoluş, insanın kendi yazgısı olan varoluş alanını kabul etmesiyle gerçekleştirilebilir.

131


Acı çekmek olgunlaşmak için şartsa Çekmeli sonuna dek... Yontulmamış ruhun yontulmalı İncinmiş kalbinin tırpanlarıyla…

*

*

Cahide Merziye Karaca. Sevgiye Dair. Erguvan Yayınevi.

132


“Yaşamak için bir nedeni olan kişi, hemen her nasıla dayanabilir.” Nietzsche

YAŞAMA ANLAM KAT Varoluşlarının ürkütücü nasılına katlanmalarını sağlayacak bir güce ulaşmaları için, yaşamlarında insanlara bir neden –bir amaç- göstermek gerekir.

Yaşamın Anlamı Zamanın birinde bir adam “yaşamın anlamı” nedir, diye soruşturmaya başlamış. Hiç kimse buna tatmin edici bir cevap verememiş. Bir gün yüksek duvarları olan bir bahçenin önüne gelmiş. Oradaki insanlar ―Senin soruna ancak buradaki bilge cevap verebilir‖ demişler. O da bahçeye girmiş. Bilge ile karşılaştığında aynı soruyu ona yöneltmiş. Bilge içinde zeytinyağı olan bir kaşık vermiş. Ve kaşıktaki yağı dökmeden bahçede dolaşmasını söylemiş. ―Sonra da bana gel sana cevabını vereceğim‖ demiş. Adam pür dikkat kaşıktaki yağı dökmeden bahçede dolaşmış ve bilgenin karşısına gelmiş. ―Bir damla bile yağ dökmeden geldim, şimdi sorumun cevabını istiyorum‖ demiş. Bilge ―acele etme, sana sorunun cevabını vereceğim, sen önce bahçede neler gördüğünü anlat‖ demiş. Adam ―Ama ben yağı dökmemek için çaba gösterdiğim için çevreme bakmadım‖ demiş. Bilge ―o halde elinde kaşıkla bahçeyi yine dolaş‖ demiş. Bahçeyi dolaşmaya başladığında gördüğü güzellikler karşısında hayran kalıp şaşırmış. Tekrar bilge‘nin yanına gitmiş. Bilge bahçenin nasıl göründüğünü sorduğunda gördüğü şeylerin güzelliği karşısında çok etkilendiğini, cennet gibi bir yerle

133


karşılaştığını söylemiş. Bilge ―Sen bu bahçeyi daha önce de gezdin ama güzelliklerini fark etmedin. Şimdi ise o güzelliklerin farkına vardın, ancak kaşığında yağ kalmamış‖ demiş. ―Hayat senin bakışınla anlam kazanır; sadece bir yeri görürsün yaşamın akıp gider ve sen çevrendeki güzelliklerin farkına varmazsın ya da güzelliklerin içinde yaşarken sendeki yaşam yağını dökmüş olursun‖ demiş.

Nahiv*ciyle Kayıkçının Hikâyesi Bir nahiv âlimi kayığa binmiş gidiyordu. Kayıkçıya sordu: ―Ey kayıkçı nahiv bilir misin?‖ Kayıkçı: ―Hayır bilmiyorum.‖ dedi. Âlim gülerek: ―Desene ömrünün yarısı boşa gitti.‖ dedi. Kayıkçı bu söze kızdı fakat sesini çıkarmadı. Aradan zaman geçince fırtına başladı, kayık dev dalgaların ortasında kaldı. Kayıkçı âlime seslendi: ―Muhterem efendim yüzme bilir misin?‖ Nahiv âlimi korkudan büzüldüğü yerden cevap verdi. ―Ne gezer, ben yüzme bilmem.‖ dedi. Kayıkçı keyifle bağırdı: ―İşte şimdi, ömrünün tamamı hiçe gitti. Çünkü kayık batacak.‖ dedi.

İyi bil burada mahiv* bilgisi lâzım, nahiv bilgisi değil. Eğer mahiv bilgisini biliyorsan tehlikesizce denize dal!

* *

Dil bilimcisi Yüzme

134


Çünkü hayat, geriye adım atmaz ve „dün‟le ilgilenmez. Halil Cibran

Gül Bahçesi Sevdiği kız tarafından ret edilen adam yaşadığı kasabayı terk eder. Yıllar sonra başarılı bir iş adamı olarak kasabaya geri döner. Evlenme teklifini kabul etmeyen kızın nerede yaşadığını öğrenir. O evin önünde bekler. Kızın evlendiği kişinin yaşlı, fakir, görünümü hoş olmayan birisi olduğunu görür ve şaşırır. Adam gittikten birkaç dakika sonra evin zilini çalar, kıza kendini tanıtır. ―Sana birçok evlilik teklifi yapılmasına rağmen neden bu adamla evlenmeyi kabul ettiniz?‖ diye sorar. Kız, ―Söylerim, ama bir koşulla.‖ der. Sonra evin önündeki gül bahçesini gösterir ve ―Bu bahçede bulunan en güzel gülü seçip bana getirirseniz, size bu adamla neden evlendiğimi söyleyeceğim… Ama gülü seçerken ilerlediğinizde geçtiğiniz yere geri dönemezsiniz. Mutlaka sonunda bana bir gül getireceksiniz.‖ der. ―Memnuniyetle,‖ der adam ve gülü seçmeye başlar. Hemen gözünün önünde çok güzel sarı bir gül durmaktadır. Tam almak isterken biraz uzakta pembe bir gonca görür ve ona doğru ilerlerken daha ileride kadife kırmızısı bir gül ilişir gözüne… Derken… Bir de bakar ki, bahçenin sonuna gelmiştir. Kural gereği geriye de dönemez. Mecburen bulduğu sıradan, hatta solmaya yüz tutmuş bir gülü kopartıp mahcup bir şekilde kıza götürür. Kız gülü görünce gülümser. ―Sanırım sorunuzun cevabını aldınız.‖ der.

Yaşamda ilerlerken attığınız her adımınızda bir seçim şansınız geride kalmıştır. 135


Yaşamda sunulan imkânlar sınırlıdır. Seçenekler ise birbirini dışlar. Her „evet‟ için bir „hayır‟ vardır. Başkasına Yük Olmak Abdülkadir-i Geylani, Bağdat‘ta kabul edilmek isteğiyle bir dergâha gelir. Buraya ancak ilim aramak için gelenler kabul edilmektedir. Dergâhtaki kural, anlatılmak istenilenlerin konuşmadan aktarılmasıdır. Abdülkadir-i Geylani, dergâha kabul edilmek için beklemeye başlar. Bir süre sonra kapı bir mürid tarafından açılır. Gelen yabancının orada bir süre kalmak istediğini anlayarak geri döner ve dergâhın şeyhine haber verir, şeyh ağzına kadar süt ile dolu bir kap yollar. Mürid bu süt kâsesini gelen yabancıya uzatır. Bununla hem ona bir ikramda bulunulmakta, hem de dergâhın yeni bir yolcu kabul edemeyecek kadar dolu olduğu anlatılmaktadır. Abdülkadir-i Geylani süt dolu kabı alır ve dergâhın bahçesindeki bir gülden bir yaprak alarak sütün üzerine bırakır. Gül yaprağı sütün üzerinde yüzer ve süt kabından taşmaz. Mürid tası şeyhe geri götürür. Tası gören şeyh kapıya kadar gelerek saygı ile eğilir ve yolcuyu içeriye alır.

Dergâhta sütü taşırmayan gül yaprağına her zaman yer vardır.

136


“Hayır, hayır! Onların kalpleri yaptıklarının karşılığında paslanmıştır.”5 Rum Halkıyla Çinlilerin Ressamlığı Çinliler ―Biz daha mahir ressamız, dediler. Rum halkı da dedi ki: ―Bizim maharetimiz daha üstündür.‖ Padişah ―Sizi imtihan edeceğim; bakalım hanginiz davasında haklı‖ dedi. Çinli ressamlar ―Bize özel bir oda verin, bir oda da sizin olsun‖ dediler. Kapıları karşı karşıya iki oda vardı. Bir tanesini Çinli ressamlar aldı. Öbürünü de Rum ressamlar. Çinliler, padişahtan yüz türlü boya istediler. Padişah bunun üzerine hazinesini açtı. Çinlilere her sabah hazineden boyalar verilmekteydi. Rum ressamları ―Pas giderilmedikten sonra ne resim işe yarar, ne boya!‖ dediler. Kapıyı kapatıp duvarı cilâlamaya başladılar. Duvarı gök gibi tertemiz, sâf ve berrak bir hale getirdiler. ―İki yüz çeşit renge boyamaktansa renksizlik daha iyi. Renk bulut gibidir. Renksizlikse ay. Bulutta parlaklık ve ziya görürsen bil ki yıldızdan aydan ve güneştendir.‖ dediler. Çinli ressamlar işlerini bitirdiler. Hepsi de yaptıkları resimlerin güzelliğine sevinmekteydiler. Padişah kapıdan içeri girip Çinli ressamların odasındaki resimleri gördü. Hepsi insanın havsalasının üstünde güzel şeylerdi. Ondan sonra Rum ressamlarının odasına gitti. Karşı odayı görmeye mâni olan perde kaldırıldı. Öbür odadaki Çinli ressamlarının yapmış oldukları resimlerle nakışlar, bu odanın cilâlanmış duvarına vurdu. Orada ne varsa burada daha iyi göründü; resimlerin aksi, âdeta göz alıyordu.

5

Mutaffifin Sûresi 83/14

137


İç dünyanızın saflığı, pürüzsüzlüğü içinize vuran güzellikleri yansıtacaktır. Kişinin bilinci tamah, hırs, kıskançlık ve öfke kirlerinden temizlendiğinde, içsel gerçekliğini yansıtan bir ayna niteliği elde eder. Rüyayı Olumlu Yorumlama Sultanın biri korkunç bir rüya görür. Rüyasında bütün dişleri birbiri ardına dökülmüştür. Rüyası yüzünden çok üzgündür ve rüya yorumcusunu çağırtır. Adam sultanın rüyasını büyük bir dikkatle dinler ve ―Sultanım, efendimiz size kötü haberlerim var. Rüyanızda dişlerinizi kaybettiğiniz gibi, gerçek yaşamda da tüm ailenizi birbiri ardına kaybedeceksiniz.‖ der. Bu üzücü yorum sultanın öfkesini körükler. Söyleyecek başka bir şeyi olmayan rüya yorumcusu zindana atılır. Sonra başka bir yorumcu çağırtılır. Bu yorumcu da rüyayı dinler ve der ki, ―Efendim, size iyi haberlerim var. Bütün aile bireyleriniz içinde en yaşlısı siz olacaksınız. Hepsinden daha uzun yaşayacaksınız.‖ Sultan sevinir ve yorumundan ötürü adamı ödüllendirir. Fakat padişahın nedimleri çok şaşırmıştır. Adama, ―Senin söylediklerin bir önceki zavallıdan farklı değildi. Neden sen ödüllendirilirken, o cezalandırıldı?‖ diye sorarlar. Rüya yorumcusu yanıtlar, ―Haklısınız, ikimizde rüyayı aynı yorumladık. Ama önemli olan ne söylediğin değil, nasıl söylediğindir.‖ der.

138


ASIL İSTEMEN GEREKEN ŞEY Pencereyi Açmanın Asıl Nedeni Bir mürit günün birinde bir ev yaptırdı. Şeyh gelip müridinin evini gördü. Şeyh, müridini imtihan etmek maksadıyla dedi ki: ―Yoldaş, eve niçin pencere açtın?‖ O da şöyle cevap verdi: ―Işık gelsin diye.‖ Şeyh ―O tali bir meseledir. Asıl bu pencereden ezanı duymayı istemen gerekir.‖ dedi.

Bir damda iki ayrı dünya Bir yaz gecesi, güneydoğunun bir köyünde ailenin tümü damda uyumaktadır. Anne, oğlu ve hiç sevmediği gelininin birbirlerine sarılarak uyuduğunu üzülerek fark eder. Bu manzaraya daha fazla dayanamaz ve onları uyandırıp, bağırır; ―Bu sıcakta nasıl bu kadar yakın uyuyabiliyorsunuz? Yaptığınız çok sağlıksız ve tehlikeli.‖ Damın öteki köşesinde de çok sevdiği kızı ve damadı birbirlerine sırtları dönük uyumaktadır. Anne onları usulca uyandırıp der ki; ―Canlarım, bu serin havada nasıl böyle ayrı yatabiliyorsunuz? Neden birbirinizi ısıtmıyorsunuz?‖ Gelin bu sözleri işitir. Ellerini göğe doğru açar ve yüksek sesle şöyle der; ―Allah‘ım sen ne büyüksün. Bir damda bile hem soğuk hem de sıcak hava yaratabildin.‖

139


Şaşının İnadı Bir ustanın şaşı bir çırağı vardı. Bir gün ustası ona: ―Bizim eve git rafta bir şişe var onu al bana getir.‖ dedi. Şaşı eve gitti kapıyı açıp içeriye girdi, ustasının dediği rafa bakınca iki şişe gördü ve dönüp geldi: ―Ustacığım hangi şişeyi getireyim, çünkü dediğiniz rafta iki şişe var.‖ dedi. Usta: ―O rafta iki değil sadece bir şişe var git onu getir.‖ diye tekrarladı. Çırak ayak diretti itiraz etti: ―Beni boş yere azarlama usta o rafta iki şişe var, açıkça hangisini getirmemi istiyorsan söyle.‖ dedi. Usta çırağın ne söylerse söylesin dinlemeyeceğini anlamayacağını görünce: ―Madem öyle, orada iki şişe var diye inat ediyorsun git birini kır diğerini al getir.‖ dedi. Çırak gitti şişenin birini yere çalıp kırınca ikisinin de gözden kaybolduğunu gördü.

Parayı veren düdüğü çalar Nasrettin Hoca pazara giderken mahallenin çocuklarından biri ―Hocam şu parayla bana bir düdük al.‖ diyerek pazardan düdük ısmarlamış. Diğer çocuklar da biz de isteriz, demişler. Hoca hepsine, ―Tamam, tamam.‘ demiş. Çocuklar akşamüstü Hoca‘nın yolunu beklemişler. Mahalleye girince hemen etrafını sarmışlar. Hepsi de, ―Hani ya Hoca Efendi bizim düdüğümüz?‖ dediklerinde, Hoca parayı veren çocuğa düdüğü uzatıp, ―Parayı veren düdüğü çalar‖ demiş.

140


Hasta, Derviş ve Kadı Muayeneye gelen bir adamın hastalığının ölümcül olduğunu anlayan doktor, hastaya ―İçinden ne gelirse yap‖ dedikten sonra onu evine gönderir. Hasta evine dönerken yüzünü derede yıkayan bir derviş görür ve içinden dervişin ensesine bir tokat atmak isteği duyar. Doktorunun tavsiyesini hatırlayarak dervişin ensesine bir tokat atar. Ne yapacağını bilemeyen derviş hastayı yaka paça kadının huzuruna götürür. Ancak kadı hastanın fakir bir insan olmasından ve bir hayli bitkin görünmesinden ötürü ciddi bir ceza vermek istemez ve küçük bir para cezası karşılığında hastayı salı vermek ister. Kadı hastaya ne kadar parası olduğunu sorar, hasta da ―on kuruşum var‖ demesi üzerine, kadı ―şimdi ses etme ve beş kuruşu şu tokat attığın dervişe ver‖ der. Ama bu sırada hastanın gözüne kadı‘nın ensesi çarpar. Kadı‘nın ensesi daha güzeldir ve cezanın azlığından cesaret alıp kadı‘nın ensesine de bir tokat şaklatır. Cebindeki on kuruşu kadıya verip dervişle paylaşmasını söyler. Buna kızan kadı‘ya derviş, ―Kadı efendi niye kızarsın, biraz önce bir tokat beş kuruş, diye hüküm vermedin mi?‖ der.

Sabır Akılsız bir kumandan gibi yapma ki, düşmanın sol kanat kuvveti teslim olmuş ve onun sağ kanadına katılıp ona taze bir kuvvet olduğu halde, düşmanın sağ kanadı daha gelmediği halde, o tutar, merkez kuvvetini sağa sola dağıtıp, merkezi zayıf bırakırsa, düşman en küçük bir kuvvetle merkezi harap eder.

Sabır anlık olaylara karşı koyabilmemizi sağlar. Onları değerlerimizle ele alıp çözümlememize olanak verir. Ancak geçmişte yaşadığımız ya da gelecekte yaşayacağımız

141


olumsuz şeylere zihnimizi yönlendirirsek benlik gücümüz dağılacağı için anlık olaylara sağduyu ile yaklaşamayız. İhtiyar Adamın Hastalığı İhtiyarın biri, bir doktora ―Zihnim yorgun, aklım yerinde değil‖ dedi. Doktor dedi ki; ―O akıl zayıflığı ihtiyarlıktandır.‖ İhtiyar, ―Gözüm de kararıyor‖ dedi. Doktor ―Koca ihtiyar, ihtiyarlıktan‖ dedi. Adam, ―Arkam dehşetli ağrıyor‖ deyince, doktor dedi ki: ―A zayıf ihtiyar, ihtiyarlıktan!‖ Adam, ―Ne yiyorsam hazmedemiyorum‖ dedi. Doktor ―Mide zayıflığı da ihtiyarlıktan‖ dedi. Adam, ―Nefes alırken sıkıntı çekiyorum, nefes darlığım var‖ dedi. Doktor dedi ki: ―Evet, nefes darlığı da ihtiyarlıktan. İhtiyarlayınca insanda iki yüz türlü illet peyda olur.‖ İhtiyar kızıp, ―Be ahmak, lâfın hep bu mu, sen doktorluktan yalnız bunu mu belledin?‖ Doktor cevap verdi: ―Ey yaşlı adam, bu kızgınlık, bu hiddet de ihtiyarlıktan!‖

Yaşlılıkla vücudun bütün parçaları zayıflar, yıpranır, olgunluk elde edilmemişse sabır da azalır. İki çift söze bile tahammül edemez, haykırır. Bir yudum suyu bile hazmedemez, kusuverir!

142


Eğer iğne acısına dayanamayacaksan parmağını akrep deliğine sokma! Sadi

Kazvinli’nin Aslan Dövmesi Kazvinliler adetlerine göre; bedenlerine, ellerine, omuzlarına, kendilerine zarar vermeyecek tarzda, iğne ucu ile mavi dövmeler yaptırırlardı. Kazvinli‘nin biri, hamamda tellağın yanına gitti; ―lütfen bana bir dövme yap, ama tatlılıkla yap canımı acıtma.‖ dedi. Tellak; ―Söyle yiğidim, ne resmi yapayım?‖ diye sorunca, Kazvinli; ―Kükremiş bir aslan resmi yap, talihim aslan burcudur. Aslan resmi döv. Gayet etkili olsun, tam aslana benzesin. Rengi solgun olmasın.‖ dedi. Tellak, ―Dövmeyi vücudunun neresine yapayım? deyince de Kazvinli ―omzuma yap.‖ dedi. Tellak, iğneyi batırınca, acısı adamın kürek kemiğine işledi. Kazvinli yiğit inleyerek; ―Ey değerli usta, beni öldürdün; ne resmi yapıyorsun?‖ diye sordu. Tellak; ―Aslan resmi yap demedin mi?‖ deyince, Kazvinli, ―Neresinden başladın?‖ dedi. Tellak: ―Kuyruğundan başladım.‖ Dedi. Kazvinli; ―Ey iki gözüm kuyruğu bırak‖ dedi. ―Aslankuyruğunun sızısı kuyruk sokumumu sızlattı; kuyruğu boğazımı sıktı, nefesimi kesti. Ey aslan yapan, sen kuyruksuz bir aslan yap, çünkü iğne acısından yüreğime fenalık geldi, bayılacağım.‖ Usta Kazvinli‘ye acımadan, duyduğu acıları düşünmeden, aslanın bir başka tarafını yapmak için iğneyi tekrar batırdı. Kazvinli; ―Amannn bu aslanın neresi? diye bağırdı. Tellak da,

143


―Kulağı‖ dedi. Adam ―Bırak kulağı da olmasın ey usta, elini çabuk tut!‖ Tellak, bu defa iğneyi başka bir tarafa batırınca, Kazvinli, yine feryada başladı. ―Bu sefer batırdığın iğne aslanın neresi? diye sordu. Tellak da; ―Karnıdır azizim.‖ diye cevap verdi. Kazvinli; ―Varsın aslan karınsız olsun, duyduğum acı arttıkça arttı, iğneyi çok batırma‖ dedi. Tellak şaşırdı, hayli zaman parmağı ağzında kaldı. Sonra öfke ile iğneyi yere attı da; ―Dünyada bu iş kimin başına gelmiştir? dedi.

Kişinin bazı sıkıntılara katlanmadan ve sonunu hesap etmeden bir işe kalkışması Kazvinli‟de olduğu gibi gülünç durumlara yol açabilir. Kazvinli‟nin istediğini elde etmek için yaşaması gereken sıkıntıya tahammül edememesi günümüz insanında yaygın bir durumdur. Kişi hedefe odaklandığında süreci gözden kaçırırsa yaşaması gereken sıkıntı ve harcaması gereken emek onda acı ve ıstırap oluşturur. Rahmetten Kaçılır mı? Nasrettin Hoca, bir gün yağmurdan kaçan komşusuna ―Komşu hiç rahmetten kaçılır mı?‖ diye söylenir. Adam mahcup bir eda ile yavaşlarken bir yandan da adamakıllı ıslandığı için Hoca‘ya içerler. Birkaç gün sonra komşusu Hoca‘nın yağmurdan kaçtığını görür. Hemen ―Hoca, Hoca! Hani rahmetten kaçılmazdı?‖ diye seslenir. Hoca, ―A komşum kaçmıyorum, rahmetin üzerine basmamak için koşuyorum‖ der.

144


Olaylar kişiler için aynı olsa da yorumlama ve kabullenme şekilleri farklıdır. Burada Hoca gerçekliği kendi bakış açısı ile ele almaktadır.

145


Ä°nsan, dilin altÄąnda gizlidir. Mevlana

146


Elbiseleriniz güzelliğinizin bir kısmı gizliyor. Fakat çirkinliklerinizi örtmüyor. Halil Cibran

TOPLUMSAL KABULLER Ye Kürküm Ye! Nasrettin Hoca davet edildiği bir ziyafete eski elbisesiyle gider, kimse ona ehemmiyet vermez. Bakar ki, ev sahibi ve halk kılık kıyafeti düzgün kişilere itibar etmektedir. Hoca gizlice hemen evine koşup en güzel elbisesiyle kürkünü giyer, geri gelir. Ev sahibi Hoca‘yı son derece saygıyla kapıdan karşılayıp baş sofraya oturtur. Nefis yemekler sunarak, ―Buyurun Hocam.‖ der. Hoca kürkünü yemek kabına uzatıp, ―Ye kürküm ye!‖ der. Etrafındakiler, ―Hocam ne yapıyorsun?‖ dediklerinde, ―Mademki iltifat kürkedir, yemeği de o yesin‖ der.

Eski Kilimi Bozup Heybe Yapacaktım

Hoca vaaz için bir köye gider, ancak o hengâmede heybesini kaybeder. Hoca, ―Efendiler ya heybemi bulursunuz, ya ben yapacağımı bilirim!‖ diye sitem eder. Hoca‘nın bu tehdidi karşısında köylüler telaş edip heybeyi arar bulurlar. Fakat birisi merak edip, ―Kuzum Hoca Efendi, heybeyi bulamasaydık ne yapacaktın?‖ dediğinde Hoca ―Ne yapayım oğul, evde bir eski kilim var, onu bozup heybe yapacaktım.‖ der.

147


Bu Bahşiş Önceki Hizmetinize Karşılık Nasrettin Hoca bir gün hamama gider. Hamamdaki görevli kişiler Hoca‘ya eski bir peştamal, bir de eski havlu verip fazla ilgi göstermezler. Hoca bir şey demeden çıkar ve bahşiş kutusuna on akçe bırakır. Görevliler hem hayret eder, hem de doğal olarak sevinirler. Bir hafta sonra Hoca, yine aynı hamama gider. Bu defa görevliler Hoca‘ya aşırı ilgi gösterip hizmet ederler. Sırmalı havlular, ipekli peştamallar verirler. Hoca, yine bir şey demez ve çıkarken bahşiş kutusuna bir akçe bırakır. Görevliler bu sefer şaşkınlıkla beraber bahşişin azlığından ötürü sinirlenirler, ―Efendi, bu ne biçim iştir?‖ dediklerinde Hoca ―Bunda şaşılacak bir hal yok. Bugün verdiğim bir akçe, önceki hizmetin, geçen ki bahşiş ise bugünkü hizmetin karşılığıdır.‖ der.

Kız oğlan kız, altı aylık gebedir Nasrettin Hoca pazara satmak için ineğini götürür. Gezdirir, gezdirir satamaz. Tanıdıklarından biri ―İneği neden satmadın?‖ diye sorar. Hoca, ―Sabahtan beri gezdirdim, dilim döndüğü kadar övdüm, kimse yüzüne bakmadı.‖ diye cevap verir. Komşusu hemen ineği alıp, ―Cins inek, kız oğlan kız, altı aylık gebedir.‖ diyerek gezdirmeye başlayınca aniden birkaç müşteri çıkar ve değerinden de fazlasına satılır. Hoca hem hayret, hem teşekkür edip ineğin parasını koynuna koyarak sevine sevine evine gider. Meğer Hoca‘nın evine kızı için görücüler gelmiştir. Karısı, ―Efendi, sen bir parça aşağıda bir yer bul, otur. Ben görücülere kızımızı göstereyim, hünerlerini sayayım, dökeyim, belki beğenir alırlar.‖ der. Hoca, ―Aman Hanım, sakın sen ağzını açma. Ben şimdi yeni bir övme şekli öğrendim. Söylerim de bak nasıl beğenirler.‖ der. Karısı belki Efendi‘nin bir bildiği vardır diye görücülere gerekli ikramı yapıp, kızına el öptürdükten sonra, ―Hanımlar, bu konu için sizinle Efendi görüşecek.‖ der. Hoca

148


Efendi kadınların yanına girip, ―Hanımlar, lafı uzatmaya ne gerek var. Benim evladım gayet cins. Kız oğlan kız altı aylık gebedir.‖ der demez, kadınlar şaşkınlıkla birbirine bakarak kendilerini dışarı atarlar.

149


Istırap, idrakinizi kılıflayan kabuğun kırılmasıdır. Halil Cibran

150


OLAYLARI KENDİ ANLAYIŞIMIZA UYDURMAK İhtiyar Kadının Padişahın Doğanını Bulması Padişahın doğanı kaçıp un eleyen ihtiyar bir kadının evine gitmesi, bilgisizliğindendir. O kadıncağız, cins, güzel, kendisi hoş doğanı görünce, tutup ayağını bağladı. ―Ehil olmayanlar sana iyi bakamamışlar, kanadın haddini aşmış, tırnağın da uzamış. Na ehil kişiler seni hasta ederler. Ananın yanına gel ki sana iyi baksın!‖ dedi. Önce kanadını kesip güdük bir hale getirdi, tırnağını kesti, yesin diye de önüne saman koydu.

İşte şimdi kuşa döndün Hoca ilk defa bir leylek görür. Ama onu kendi bildiği kuşlara benzetemez. Leyleğin gagası desen uzun ayaklar desen ondan uzun. Sessizce leyleğe yaklaşıp tutmuş evine getirerek uzundur diye gagalarını, ayaklarını kesmiş. Şöyle bir yüksek yere oturtmuş. Sonra da ―İşte şimdi kuşa döndün.‖ demiş.

151


Bir pirenin acısına tahammülün yok; yılanın acısına nasıl tahammül edeceksin? Mevlana

152


Asla bir aslanın kuyruğunu tutma, tuttuysan da bırakma. Kızılderili Atasözü

YAŞAMIN ZORLUKLARI Bir Şeyi Yapabilmek İçin Harcanan Süre Çiftçinin traktörü bozulmuş. Diğer çiftçilerin ve arkadaşlarının tamir çabaları sonuç vermemiş. Sonunda tamir için bir usta çağırmaya karar vermiş. Usta gelmiş ve traktörün motorunu kontrol etmiş, kontağı açmış, motor kapağını kaldırmış ve her şeye dikkatlice bakmış. Kontrolünün sonunda eline aldığı tornavida ile motorun bir yerindeki vidayı sıkıştırmış. Bu müdahale sonrasında motor yeniden çalışmaya başlamış. Fakat çiftçi, ustanın istediği parayı öğrenince çok bozulmuş ve ―Ne yani, tüm yaptığın bir vidayı sıkıştırmak. Bunun için mi altmış lira istiyorsun?‖ demiş. Usta, ―Canım arkadaşım, on lirayı sadece vidayı sıkıştırdığım için, ücretin diğer kısmı ise hangi vidanın gevşediğini öğrenmede geçen elli yıl için.‖ demiş.

Sayısız Deneme II. Mahmut, şehzade iken Hattat Rakım Efendi‘den dersler almaya başlar. Hattatın çalışmalarını sessizce izleyen II. Mahmut onun yazdığı yazının birçok nüshasının odanın her yerinde bulunduğunu görür. Bu duruma şaşırarak: ―Efendim, bir yazı için bu kadar çok mu çalıştınız? O eşsiz yazıları hep böyle mi yazarsınız?‖ diye sorar. Hattat Rakım Efendi de ―Evet, Sultanım! Yazacağım bir yazı için şu gördükleriniz gibi birçok kâğıt harcarım. Aynı yazıdan sayısız örnekler yaparım. Sonra içlerinden en güzelini seçerek onun üzerinde çalışır ve böylece en mükemmelini elde ederim.‖ der.

153


Kelebeğin Çabası Bir adam, kozadaki küçük bir delikten çıkmak için çaba harcayan kelebeği saatlerce izledi. Adama bir süre sonra sanki kelebek çaba harcamaktan vazgeçmiş gibi geldi... Kelebek elinden gelen her şeyi yapmış ve artık yapabileceği bir şey kalmamış gibiydi… Böylece adam kelebeğe yardım etmeye karar verdi; eline küçük bir makas alıp kozadaki deliği büyütmeye başladı. Bunun üzerine kelebek kolayca kozadan çıkıverdi. Fakat bedeni kuru, kanatları küçücük ve buruş buruştu. Adam izlemeye devam etti; Çünkü her an kelebeğin kanatlarının açılıp genişleyeceğini ve bedenini taşıyacak kadar güçleneceğini umuyordu. Ama bunlardan hiç biri olmadı… Kelebek hayatının geri kalanını kurumuş bir beden ve buruşmuş kanatlarla yerde sürünerek geçirdi. Ne kadar denese de asla uçamadı…

Adamın iyi niyeti ve yardımseverliğine rağmen anlayamadığı şey, kelebeğin daracık bir delikten çıkarken geçirmesi gereken süre ve çabanın önemidir. Bunlar kelebeğin bedenindeki sıvının kanatlara ulaşması, kozanın kısıtlayıcılığından kurtulduğu anda kolayca uçması için gerekli olan şeylerdir. Aslında hayatta ihtiyaç duyduğumuz, bizde çoğu zaman eksik olan şey çaba göstermektir. Eğer Yüce Yaratıcı, hayatta herhangi bir çaba harcamadan ilerlememize izin verseydi, o zaman bir anlamda eksik ve sakat kalabilirdik… Olabileceğimiz kadar güçlenemezdik… Asla yüksek hedeflere doğru uçamazdık…

154


Yolumuzdaki Engeller Eski zamanlarda bir kral, saraya gelen yolun üzerine kocaman bir kaya koydurup, kendisi de sarayın penceresinin önüne oturdu. Saraya giren çıkanı izlemeye başladı. Ülkenin en zengin tüccarları, en güçlü kervancıları, saray görevlileri sabahtan öğlene kadar birer birer kayanın etrafından dolaşarak saraya girdiler. Hatta pek çoğu kralı yüksek sesle eleştirdi, kralı halkından bu kadar vergi aldığı halde, yollardaki engelleri kaldırmamakla suçladı… Sonunda bir köylü saraya meyve ve sebze getirmek için kayanın olduğu saray yoluna girdi. Sırtındaki küfeyi yere indirdi, iki eli ile kayaya sarıldı ve zorlukla onu itmeye başladı. Kan ter içinde kaldı ama sonunda kayayı yolun kenarına çekmeyi başardı. Tam küfesini yeniden sırtına almak üzereydi ki, kayanın daha önce durduğu yerde bir kese dikkatini çekti. Keseyi aldı ve içine baktı... Kesenin içi altın doluydu. İçinde de kralın bir notu vardı. Notta ―Bu altınlar, kayayı yoldan çeken kişiye aittir‖ yazıyordu.

Kavak ve Sarmaşık Bir kavak ağacının yanında bir sarmaşık filizi boy göstermiş. Bahar ilerledikçe sarmaşık kavak ağacına sarılarak yükselmeye başlamış. Yağmurların ve güneşin etkisiyle müthiş hızla büyümüş ve neredeyse kavak ağacıyla aynı boya gelmiş. Bir gün kavağa kibirli bir sesle ―Sen kaç ayda bu hale geldin?‖ diye sormuş. ―On yılda.‖ demiş kavak. ―On yılda mı?‖ diye gülmüş ve yapraklarını sallamış sarmaşık… ―Bak! Ben neredeyse iki ayda seninle aynı boya geldim.‖ ―Evet, doğru.‖ demiş, ağaç.

155


Günler günleri kovalamış ve sonbaharın ilk rüzgârları başladığında sarmaşık önce üşümeye sonra yapraklarını dökmeye, soğuklar arttıkça da aşağıya doğru inmeye başlamış. Endişeyle kavağa, ―Neler oluyor bana?‖ diye sormuş. Kavak ―Ölüyorsun.‖ demiş. Sarmaşık hüzünle ―Neden?‖ demiş. Kavak cevap vermiş: ―Benim on yılda geldiğim yere sen iki ayda gelmeye çalıştığın için…‖

Otman Baba abdallarına şöyle seslenir: “Tilki boya küpüne düşüp rengârenk oldu. Tilkilere “ben tavus kuşu oldum” dedi ama tilki oğlu tilkidir… … Her kim ilim öğrenmek davasın etse sonra da rahatlık istese yalancıdır.” Mevlana

156


İŞLERİNİZİ ÖNEMİNE GÖRE SIRALAYIN Kavanozdaki Taşlar Öğretmen bir gün öğrencilerine, ―Haydi, küçük bir deney yapalım‖ demiş. Masanın üzerine kocaman bir kavanoz koymuş. Sonra bir torbadan irice kaya parçaları çıkarmış ve dikkatle üst üste koyarak kavanozun içine yerleştirmiş. Kavanozda taş parçası için yer kalmayınca sormuş: ―Kavanoz doldu mu?‖ Sınıftaki herkes, ―Evet‖ doldu cevabını vermiş. ―Demek doldu ha!‖ demiş öğretmen. Hemen masanın altına eğilip bir kova küçük çakıl taşı çıkartmış, kavanozun tepesine dökmüş. Kavanozu eline alıp sallamış, küçük parçalar büyük taşların sağına soluna yerleşmişler. Yeniden sormuş öğrencilerine: ―Kavanoz doldu mu?‖ İşin sanıldığı kadar basit olmadığını sezmiş olan öğrenciler, ―Hayır, tam da dolmuş sayılmaz demişler.‖ ―Aferin!‖ demiş, öğretmen. Masanın altından bu kez de bir kova dolusu kum çıkartmış. Kumu kaya parçaları ve küçük taşların arasındaki bölgeler tümüyle doluncaya kadar dökmüş. Ve yeniden sormuş: ―Kavanoz doldu mu?‖ ―Hayır, dolmadı!‖ diye bağırmış öğrenciler. Yine, ―Aferin!‖ demiş öğretmen. Bir sürahi su çıkarıp kavanozun içine dökmeye başlamış. Sormuş sonra: ―Bu gördüklerinizden nasıl bir ders çıkardınız?‖ Hemen bir öğrenci atılmış: ―Günlük iş programınız ne kadar dolu olursa olsun, her zaman yeni işler için zaman bulabiliriz.‖ ―O da doğru ama‖ demiş öğretmen; ―Asıl ders şu: Eğer büyük taş parçalarını baştan kavanoza koymazsanız daha sonra asla koyamazdınız.‖

Acaba hayatınızdaki büyük taş parçaları hangileridir? Onları ilk iş olarak hayat kavanozuna koyuyor musunuz? Yoksa kavanozu kumlarla ve suyla doldurup büyük parçaları dışarıda mı bırakıyorsunuz?

157


Su ayırım yapmaksızın bütün varlıklara hayat verir. Su daima alçak yerlerde bulunur, hiç kimse onu yüksek yerlerde aramaz. Lao Tzu

158


BAŞARISIZLIĞIN FARKINDALIĞI Tek, dostlar bizi alışverişte görsün Bir aralık Nasrettin Hoca, yumurtanın dokuzunu bir akçeye alıp başka bir pazara giderek onunu bir akçeye satarmış. ―Hoca Efendi zararına satış yapıyorsun, bu ne biçim ticarettir?‖ diye Hoca‘ya sorulunca, Hoca Efendi, ―Ne yapayım, tek, dostlar bizi alışverişte görsün.‖ demiş.

Benim Ne Çektiğimi Anlasınlar Nasrettin Hoca merkebini pazara getirip tellala verir. Gelen ilk müşteri yaşını anlamak için dişine bakacak olur. Eşek elini ısırır. Adam öfke ile bağırıp çağırarak çekip gider. Diğer bir müşteri ise eşeğin kuyruğunu kaldıracak olur. Göğsüne demirden bir tekme yer. Nefesi kesilir ve sinirlenip beddua ederek gider. Tellal gelir, ―Efendi, bu merkebi kimse almaz. Önüne geleni ısırıyor, ardına geleni tepiyor.‖ demesiyle Hoca, ―Zaten ben de onu satmak için getirmedim. Müslümanlar görsünler de benim ne çektiğimi anlasınlar diye getirdim.‖ der.

Ben Senin Gençliğini De Bilirim Bir gün Hoca bir ata binmek ister. Hayvan yüksek olduğu için sıçrayıp binemez ve düşer. Hemen ―Ah gidi gençlik ah‖ der. Etrafına bakar kimse yok. ―Ben senin gençliğini de bilirim. Gençlikte de bu işi becemezdin ya, hadi neyse‖ diye kendi kendisine söylenir.

159


Kendim de beğenmedim Hoca‘ya hiç kendisinin bir buluşu olup olmadığını sormuşlar. Hoca ―Kar ile ekmek yemesini ben icat ettim, amma kendim de beğenmedim‖ demiş.

160


Beni öldürmeyen şey beni daha güçlü yapar. Nietzsche

ZAYIFLIĞI LEHİNE ÇEVİRMEK Tek Kollu Şampiyon Ailesi zengin ve nüfuzlu bir Japon çocuğun ünlü bir karateci olmak ister. Tüm ısrarlarına rağmen ailesi izin vermez. Ancak sekiz yaşındayken çocuk talihsiz bir kaza geçirir ve sol kolunu kaybeder. Çocuk adeta hayata küser. Aile moralini düzelteceği düşüncesiyle ünlü bir karate hocasını çocuğa karate öğretmesi için tutar. Hoca ilk derste çocuğa sağ koluyla rakibini tutup üstünden aşırtmayı öğretir. Günlerce aynı hareketi çalıştırır. Çocuk bir müddet sonra hocasına hep aynı hareketi yapmaktan sıkıldığını söyler. Ancak hocası öğrencisinin tüm ısrarına rağmen aylarca başka bir hareket göstermez. Bu hareketi dünyada en hızlı yapan kişi olmadan başka bir harekete geçemeyeceğini söyler. Bir müddet sonra çocuk hareketi o kadar hızlı yapmayı öğrenir ki, hocasını bile kaşla göz arasında yere atmaya başlar. Hocası bir gün elinde bir kâğıtla gelir. Kâğıtta gençler arasında düzenlenen karate şampiyonasına katılabileceği yazmaktadır. Çocuk ertesi gün müsabaka yerine gittiğinde heyecanlanır. ―Hocam ben sadece bir hareket öğrendim, kesin kaybederim.‖ der. Hocası ise; ―Sen sadece öğrendiğin hareketi yap başarılı olursun.‖ diye cevap verir. Çocuk ringe çıktığında üst üste rakiplerini yener ve finale kalır. Finalde kendisinden iki kat güçlü ve teknik bir rakiple karşılaşır. Çok tedirgin olur. Ancak yine tek bildiği hareketi yaparak son rakibini de yener ve şampiyon olur. Sevinçle

161


hocasına ―Hocam, nasıl oluyor da tek hamle ile tüm rakiplerimi yendim. Ben tek kolluyum ve şimdi şampiyonum.‖ der. Hocası çocuğa bakar ve der ki; ―Senin yaptığın hareket karatedeki en zor hareketlerden biridir. Sadece tek bir savunması vardır o da, rakibinin sol kolunu tutmak.‖

Zayıflık olarak gördüğünüz şey sizin güçlü yanınız olabilir. Kuyuya Düşen Eşek Köylünün eşeği çok kötü bir kuyuya düşmüş. Eşek acı içinde bağırıyormuş. Sıkıştığı ve kuyunun ağzı da dar olduğu için çıkması ya da çıkarılması mümkün değilmiş. Köylüler eşeğin daha fazla acı çekmemesi için onu canlı olarak gömmeye karar vermişler. Kuyuya toprak atmaya başlamışlar. Zavallı hayvan üzerine atılan toprağı silkeleyip ayaklarının altına alıyormuş. Bir süre sonra eşeğin sesi duyulmaz olmuş. Eşek atılan toprağı ayaklarının altına aldığı için kuyunun dibinden yukarıya doğru kolaylıkla çıkmış. Köylüler çok şaşırmışlar.

Tüm olumsuzluklar üzerimize yüklense bile onları silkeleyerek üzerimizden atmayı ve ilerlemeyi başarmalıyız.

Olumsuzluklar Bizi Yıldırmamalı…

162


YANLIŞ HESAP Ayın Kırkı Ramazan ayı gelmiş çatmış. Nasrettin Hoca ―Ayın kaçı, bayram ne zaman diye soranlar olur, ben de bilemem. İyisi mi her gün çömleğe bir taş atayım da soran olursa taşları sayar, yanıt veririm.‖ diye düşünmüş. Bir çömlek ayarlamış. İçine her gün bir taş atmaya başlamış. Hoca‘nın küçük kızı, babasının çömleğe taş attığını görmüş. O da çömleğe bir avuç taş atmış. Bir müddet sonra birisi, Hoca‘ya ―Bugün ayın kaçı?‖ diye sormuş. Hoca ―Biraz bekle, çömleğe bakıp geleyim.‖ demiş. Evine gidip çömlekteki taşları saymış. Bakmış ki çömlekte tam yüz yirmi taş var. Hoca, ―Eğer bunun hepsini söylersem, bana deli misin, derler.‖ diye düşünmüş. Soran adamın yanına gelmiş: ―Bugün ayın kırkıdır.‖ demiş. Adamcağız şaşırmış ve ―A Hocam, hiç ay kırk gün olur mu?‖ demiş. Hoca cevap vermiş: ―Sen yine buna şükret! Çömlek hesabına kalsaydın bugün ayın yüz yirmisiydi.‖

163


Zorluklar yaşamımızı kısıtlamaz, olumsuzluklar karşısında bize direnme gücü verir.

164


GEÇMİŞTEKİ YANLIŞLIKLARA TAKILMAMAK Kuşun Öğüdü Kuşun biri, hile ve tuzakla yakalanmıştı. Kuş kendini yakalayana dedi ki: ―Ey efendi! Sen hayatında birçok sığır ve koyun eti yemişsindir; birçok deve de kurban etmişindir! Sen onların etleri ile bile doymadın, benim bedenimle de doyamazsın! Beni serbest bırak da sana üç öğüt vereyim; vereyim de, bil bakalım akıllı mıyım, aptal mıyım? Üç öğüdümün birincisini senin elinde vereyim, ikinci öğüdümü samanla karışık balçıktan yapılmış damın üzerinde vereyim. Üçüncüsünü de ağacın üstüne konunca söyleyeyim. Sen, umarım bu üç öğüt sayesinde daha mutlu olursun! Elinde iken vereceğim öğüt şudur: Olmayacak şeye, kim söylerse söylesin inanma!‖ Kuş kendini yakalayan adamın elinin üstünde iken o değerli öğüdü söyleyince serbest kaldı, uçtu ve duvarın üstüne kondu. Kuş hemen ―Bir de geçmiş gitmiş şeye üzülme! Bir şey senden geçip gittikten sonra, onun hasretini çekme!‖ dedi. Ondan sonra dedi ki: ―İçimde yirmi gram ağırlığında çok kıymetli, eşi bulunmaz bir inci vardır! O inci, seni de, çocuklarını da devlete ve saadete kavuştururdu! Fakat kısmetin değilmiş; dünyada eşi benzeri bulunmayan o inciyi kaçırdın!‖ Bunun üzerine avcı, gebe kadın doğururken nasıl feryat ederse, tıpkı onun gibi feryat etmeye koyuldu.

165


Kuş; ―Sakın geçmiş bir şeye üzülme! Demedim mi?‖ dedi. ―Mademki inci elinden gitti, neden üzüntüden kendini harap ediyorsun?‖ sözümü anlamadın mı yahut sağır mısın? Sonra bir de sana, ―Olmayacak şeye sakın aldanma!‖ dememiş miydim? A aslanım benim; benim kendim beş gram gelmez bir serçe kuş iken, içimde yirmi gramlık bir inci nasıl olabilir?‖ diye ekledi. Adam kendine geldi de; ―Pekiyi! Haydi, o üçüncü öğüdünü de söyle.‖ dedi. Kuş ―Evet! Öbür öğütlerimi tuttun da, üçüncüsünü sana bedavaya söyleyeyim, öyle mi?‖ dedi.

Geçmişin duygusal etkilerinin üstünden gelebilme becerisini kazanmak için “keşke” dememek lazımdır. Aklımız sürekli geçmişte yaptığımız yanlışlıklarda kalırsa geleceğe yönelemeyiz. Yaşantımızda geçmiş kayıplarımızın yasını tutarsak, yeni ilişkilere ya da şartlara hazırlıklı olamayız.

166


YÜKSEK BEKLENTİ Getir Bari Dokuz Akçe Olsun Nasrettin Hoca‘ya bir gece rüyasında dokuz akçe vermişler. ―Hiç olmazsa şunu on akçe yapın.‖ diye çekiştiği esnada uyanıp avucunda bir şey olmadığını görünce, hemen sıkıca gözlerini kapayıp elini uzatarak, ―Getir bari dokuz akçe olsun!‖ demiş.

Ben vazgeçtim, bir akçe eksik olsun Bir gün Nasrettin Hoca bir ırmak kenarında otururken on tane kör gelir. Irmağın öte tarafına kendilerini birer akçeye geçirmesi için Hoca ile anlaşırlar. Hoca onları sırtında birer birer taşırken, nasılsa içlerinden birini ırmağın ortasında düşürür. Su adamı sürükler ve götürür. Körler feryada başlarlar. Hoca der ki: ―Be şamatacı adamlar, ne diye bağırıp çağırıyorsunuz? Ben vazgeçtim, bir akçe eksik olsun.‖

Şuna değmiş, buna değmemiş Bir gün Nasrettin Hoca yanına birkaç karpuz alıp dağa odun kesmeye gitmiş. Heybesine tarladan aldığı karpuzları koymuş. Canı karpuz yemek istediğinde karpuzun birini kesmiş, rengini beğenmediğinden tatsızdır deyip yemesi için eşeğinin önüne atmış. Diğerini alıp kesmiş onu da tatsızdır diye tutup atmış. Hiçbirisinin rengini ve tadını beğenmediğinden tüm karpuzları kesip yere fırlatmış. Son karpuz da istediği gibi çıkmayınca, eşeğin önüne attığı karpuzların başına çöküp, ―Şuna değmiş, buna değmemiş.‖ diyerek hepsini yemiş.

167


Dokuz Yüz Doksan Dokuzu Veren Allah Birini De Verir Nasrettin Hoca bir zaman her gece, ―Ya Rabbi bana bin altın ver, dokuz yüz doksan dokuz olursa almam.‖ diye dua etmeyi adet edinmiş. Komşusu Agop Efendi her gece Hoca‘nın duasını işitirmiş. Hocanın nasıl davranacağını merak edip, bir kese içine koyduğu dokuz yüz doksan dokuz altını dua ettiği sırada Hoca‘nın bacasından içeriye atmış. ―Bakalım Hoca ne yapacak.‖ diye bacadan dinlemeye başlamış. Hoca duasının kabul olduğuna pek çok hamd ü sena ederek, son derece saygıyla bacadan düşen altını almış. Sayıp bakmış ki, dokuz yüz doksan dokuzdur. Hiç vaziyetini bozmayarak, ―Dokuz yüz doksan dokuzu veren Allah birini de verir.‖ demiş, hemen kabullenmiş. Komşusu beklemediği bu davranış karşısında Hoca‘nın evine koşup gülerek ―Hoca Efendi şu bizim altınları geri ver.‖ demiş. Hoca ciddi bir tavırla, ―Agop Efendi, sen deli mi oldun, benden ne parası istersin, ben senden para aldım mı ki?‖ demiş. Komşusu, ―Canım Hoca Efendi, senin her gece ısrarla duan üzerine bakalım Hoca sözünde duracak mı diye bacadan o parayı ben attım‖ dese de Hoca alaya alıcı tavrıyla gülerek, ―Be Komşu, şu uydurduğun masala kendin inanıyor musun? Tecrübe için insan bir adamın bacasından bu kadar parayı atar mı? Cenab-ı Hak bunca yalvarma ve duam nedeniyle gözle görünmeyen hazinesinden bana onu bağışlamıştır.‖ demiş.

168


Yılancının Ejderhayı Bağdat’a Getirmesi Yılancı o karda, kışta dağları dönüp dolaşmakta, iri bir yılan arayıp durmaktaydı. Derken bir dağda ölmüş iri bir ejderha gördü. Şekli bile gönlünü dehşetle dolduruyordu. Yılancı, o ejderhayı tutup, halkı hayrete düşürmek için yüzlerce zahmetle çeke çeke, Bağdat‘a kadar getirdi. O, ejderhayı ölü sanıyordu. ―Ölü bir ejderha getirdim. Avlamak için ne zahmetler çektim‖ diyordu. O maceracı adam, şehirde bir hengâmedir koparmak için, ejderhayı nehir kıyısına koydu. Bağdat şehrinde bir gürültüdür koptu, ―Bir yılancı ejderha getirmiş, acayip görülmemiş dehşet bir şey. Nasıl da avlamış?‖ diye, yüzlerce adam toplanmış, yılanı görmek için bekleşiyorlardı. O da etraftaki halk iyice toplansın da elime geçecek para çok olsun diye düşünüyordu. Yılancı, ejderhanın üstündeki kilimi kımıldattıkça halk görmek için parmaklarının ucuna basıp boyunlarını uzatıyordu. Ejderha, zemheriden donmuştu. Yüzlerce kilimin altındaydı. Yılancı, ihtiyatı elden bırakmamış, onu kalın iplerle bağlamıştı. Fakat halkın toplanmasını beklerken epeyce bir zaman geçmiş, Irak güneşi, yılanın üstüne vurmuştu. O müddet zarfında ölü halde bulunan ejderha dirildi, kımıldamaya başladı. Ölü ejderhanın kımıldadığını görünce halkın hayreti birken yüz bin oldu. Ejderha, halkın gürültüsünden çatır, çatır bağlarını koparmaya başladı. İplerin her biri bir yana düştü. İplerini koparıp kilimin altından sıyrıldı. Bir de ne görsünler, aslan gibi kükreyen çirkin, korkunç bir ejderha! Halk şaşkınlıklarından naralar atarak hep birden kaçmaya başladılar. Kaçarken birbirlerini çiğnediler, birçoğu ayakaltında ezilip öldüler. Yılancı, ben meğerse dağdan, ovadan ne getirmişim diye korkusundan yerinde katılıp kaldı.

169


Tuz ve Su Hintli bir yaşlı usta, çırağının sürekli her şeyden şikâyet etmesinden bıkmıştı. Bir gün hayatındaki her şeyden mutsuz olan çırağını tuz almaya gönderdi. Çırak tuzu getirdiğinde, yaşlı usta, bir avuç tuzu, küçük bir su testisinin içine atmasını ve suyu içmesini söyledi. Çırak, yaşlı adamın söylediğini yaptı ama içer içmez ağzındakileri tükürmeye başladı. ―Tadı nasıl?‖ diye soran yaşlı adama çırak öfkeyle, ―Çok tuzlu‖ diye cevap verdi. Usta çırağını kolundan tuttu ve dışarı çıkardı. Sessizce az ilerdeki gölün kıyısına götürdü ve çırağına bu kez de bir avuç tuzu göle atıp, gölden su içmesini söyledi. Söyleneni yapan çırak, ağzının kenarlarından akan suyu koluyla silerken aynı soruyu sordu: ―Tadı nasıl?‖ ―Ferahlatıcı‖ diye cevap verdi, genç çırak… ―Tuzun tadını aldın mı?‖ diye sordu yaşlı adam; ―Hayır!‖ diye cevapladı çırağı. Bunun üzerine yaşlı adam, suyun yanına diz çökmüş olan çırağının yanına oturdu ve şöyle dedi: ―Hayattaki ıstıraplar tuz gibidir, ne azdır, ne de çok… Istırabın miktarı hep aynıdır. Ancak bu ıstırabın acılığı, neyin içerisine konulduğuna bağlıdır. Istırabın olduğunda yapman gereken tek şey, ıstırap veren şeyle ilgili hislerini genişletmektir. Onun için sen de artık bardak olmayı bırak, göl olmaya, hatta derya olmaya çalış…‖

Su Birikintisindeki Sinek Bir sinek su birikintisi gördü. Saman çöpüne kondu da onu koca bir gemi zannetti. ―Hey, işte deniz, işte gemi, işte kaptan‖ dedi. Su birikintisi sineğe göre hudutsuzdu. Gözü bu kadar olanın görüşü de ona göre olur…

170


Karamsar ve İyimser Bakış Açısı Bir zamanlar, her şeyden sürekli şikâyet eden, her gün hayatının ne kadar berbat olduğundan yakınan bir kız vardı. Hayat ona göre, çok kötüydü ve sürekli savaşmaktan, mücadele etmekten yorulmuştu. Ona göre bir problemi çözer çözmez, bir yenisi çıkıyordu karşısına… Genç kızın bu yakınmaları karşısında, mesleği aşçılık olan babası ona bir hayat dersi vermeye niyetlendi. Bir gün onu mutfağa götürdü. Üç ayrı cezveyi suyla doldurdu ve ateşin üzerine koydu. Cezvelerdeki sular kaynamaya başlayınca, bir cezveye patates, diğerine yumurta, sonuncusuna da kahve çekirdeklerini koydu. Daha sonra kızma tek kelime etmeden, beklemeye başladı. Kızı da hiçbir şey anlamadığı bu işlemin sonucunu merak ediyordu. Ama o kadar sabırsızdı ki, sızlanmaya ve daha ne kadar bekleyeceklerini sormaya başladı. Babası onun bu ısrarlı sorularına cevap vermedi. Yirmi dakika sonra, adam, cezvelerin altındaki ateşi kapattı. Birinci cezveden patatesi çıkardı ve bir tabağa koydu, ikincisinden yumurtayı çıkardı, onu da bir tabağa koydu. Daha sonra son cezvedeki kahveyi bir fincana boşalttı. Kızına dönerek sordu: ―Ne görüyorsun?‖ Kızı alaycı bir sesle ―Patates, yumurta ve kahve?‖ diye cevap verdi. ―Daha yakından bak bir de!‖ dedi, baba, ―patatese dokun…‖ Kız denileni yaptı ve patatesin yumuşamış olduğunu söyledi. Babası ―Aynı şekilde, yumurtayı da incele.‖ dedi. Kız, kabuğunu soyduğu yumurtanın katılaştığını ve sertleştiğini gördü. En sonunda, kızının kahveden bir yudum almasını istedi. Söylenileni yapan kızın yüzüne, kahvenin nefis tadıyla bir gülümseme yayıldı. Ama yine de bütün bunlardan bir şey anlamamıştı. Kız ―Bütün bunlar ne anlama geliyor, baba?‖ diye sordu. Babası, patatesin de, yumurtanın da, kahve çekirdeklerinin de aynı sıkıntıyı yaşadıklarını, yani kaynar suyun

171


içinde kaldıklarını anlattı. Ama her biri bu sıkıntı karşısında farklı tepkiler vermişlerdi. Patates daha önce sert, güçlü ve tavizsiz görünürken, kaynar suyun içine girince yumuşamış ve güçten düşmüştü. Yumurta ise çok kırılgandı; dışındaki ince kabuk içindeki sıvıyı koruyordu. Ama kaynar suda kalınca, yumurtanın içi sertleşmiş katılaşmıştı. Ancak, kahve çekirdekleri bambaşkaydı. Kaynar suyun içinde kalınca, kendileri değiştiği gibi suyu da değiştirmişlerdi ve ortaya tamamen yeni bir şey çıkmıştı. Baba ―Sen hangisisin?‖ diye sordu kızına… ―Bir sıkıntı kapını çaldığında nasıl tepki vereceksin? Patates gibi yumuşayıp ezilecek misin? Yumurta gibi, kalbini mi katılaştıracaksın? Yoksa kahve çekirdekleri gibi, başına gelen her olayın duygularını olgunlaştırmasına ve hayatına ayrı bir tat katmasına izin mi vereceksin?‖

İki Kişi * ―Onlara şu iki kişinin halini misal getir: Onlardan birine iki üzüm bağı lütfettik, bağların etrafını hurma ağaçları ile donattık ve bahçelerin arasında da ekin bitirdik. Her iki bağ da meyvesini verdi, hiçbir şeyi eksik bırakmadı. O iki bağın arasında da bir ırmak akıttık. O şahsın başka serveti de vardı. Arkadaşıyla konuşurken ona: ―Benim,‖ dedi, ―malım ve servetim senden çok olduğu gibi, maiyyet, çoluk çocuk bakımından da senden daha ilerideyim.‖ Bu adam gururu yüzünden kendi öz canına zulmeder vaziyette bağına girdi ve: ―Zannetmem ki bu bağ bozulup yok olsun; kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Bununla beraber

*

Kehf Suresi, 18/ 32-42

172


şayet Rabbimin huzuruna götürülecek olursam o zaman elbette bundan daha iyi bir âkıbet bulurum.‖ dedi. Konuşma esnasında arkadaşı bu şahsa: ―Ne o?‖ dedi, ―Yoksa sen, senin aslını topraktan, sonra da bir damla meniden yaratan, bilahare de seni böyle tam mükemmel bir insan şekline getiren Rabbini mi inkâr ediyorsun? Fakat sen inkâr etsen de şunu bil ki benim Rabbim Allah‘tır. Rabbime hiç bir şeyi ortak saymam.‖ ―Benim servetimin ve çoluk çocuğumun sayısının seninkinden daha az olduğunu düşündüğüne göre, bağına girdiğinde: ―Maşaallah! Allah ne güzel dilemiş ve yapmış! Ondan başka gerçek güç ve kuvvet sahibi yoktur.‖ demeli değil miydin? Olur ki Rabbim senin bahçenden daha iyisini bana verir ve senin o bahçene gökten bir afet indirir de bağın kupkuru toprak kesilir; yahut bağının suyu çekilir de ondan artık büsbütün ümidini kesersin.‖ Çok geçmeden, bütün serveti kül oldu... Sahibi bu halini görünce, bağın çökmüş çardakları karşısında, yaptığı masraflarına, harcadığı emeklere acıyıp avuçlarını ovuştura kaldı! ―Ah!‖ diyordu, ―Ne olaydım, Rabbime ibadette hiçbir şeyi ortak yapmamış olaydım!‖

Ölümün Girdiği Delik Padişah bir gün dillere destan, bir eşi daha olmayan bir saray yapmış. Başka diyarlardan da insanlar görmeye geliyorlardı. Padişah bir gün meclisinde bulunan vezirlerine, hekimlerine, ilim sahibi kişilere ―Benim bu sarayımın güzelliğinde noksanlık var mı?‖ diye sorar. Herkes yeryüzünde bir eşi daha olmadığını söylerler. Sadece bir derviş aksi görüş bildirir: ―Padişahım köşkün sadece bir kusuru var o da duvarında bir delik olması.‖ demiş.

173


Padişah çok öfkelenmiş. ―Ben senin dediğin deliği sarayımda görmedim. Sen ne dediğini bilmeyen bir ahmaksın.‖ demiş. Derviş ―Ey yüce saltanat sahibi padişah! Ölümün içeriye gireceği delik kapanmamış ki, köşk kusursuz, tam yaşanılacak yer. Lakin baki değil, bunun da çaresi yok. Ölüm köşkün güzelliğini çirkin göstermekte.‖ demiş.

174


YARI YOLDA BIRAKMA Timur’un Fili Nasrettin Hoca‘nın köyüne Timur‘un ordusundaki fillerden birisi bakım ve beslenmesi için gönderilir. Fil, köyde ne kadar ekilip biten şey varsa yer, siler, süpürür. Köylüler hep birlikte Hoca‘yı razı ederek Timur‘a şikâyete giderler, ancak Timur‘dan korktukları için heyetten sessizce birer ikişer ayrılırlar. Hoca huzura kabul olunurken bir de bakar ki arkasında kimse kalmamış. Hoca kendi kendine, ―Sizi tabansızlar sizi… Beni yarı yolda bırakmak neymiş size gösteririm‖ deyip Timur‘un huzuruna girer. Timur geliş sebebini sorunca, Hoca ―Efendim köylü tebaanız köyümüze kendi has fillerinizden birini misafir buyurduğunuzdan dolayı bendenizi gönderdiler. Bu vesile ile size teşekkürlerini sunuyorlar. Ancak filin gurbet diyarında kendine arkadaş olacak bir dişi bulunmadığı için ah etmesi ve inlemesi bizi pek üzüyor. Köylü tebaanız bendenizle beraber gelmişlerse de huzura dâhil olmaya cesaret edemeyip dışarıda müjdenizi beklemektedirler.‖ der. Timur bundan çok memnun olup Hoca‘ya kaftan ve hediyeler verir. Köylüye de bol bol selam gönderir. Derhal Hoca‘nın köyüne bir de dişi fil gönderilmesini emreder. Hoca geçirdiği tehlikeden kurtulma ve ihsana nail olma sebebiyle son derece neşe ve sevinçle köye döner. Hemen köylüler başına birikip, ―Aman Hoca Efendi, Timur‘a derdimizi söyledin mi? Ne dedi? Bize hayırlı bir haber getirdin mi?‖ derler. Hoca ―Müjde, file arkadaş olarak dişisini de gönderiyor!‖ der.

175


İnsan, önce ekmeğe haristir... Fakat az bir şey elde eder de ekmek için çalışmaya ihtiyacı kalmazsa artık şöhrete, ada sana ve şairlerin methine âşık olur. Mevlana

176


AŞIRILIKLARDAN KAÇINMA Budizm‘e göre, Savaş Tanrısı İndra, Buda‘ya görünür. Üç telli bir udu çalmaktadır. Tanrı İndra yalnızca doğru şekilde gerilmiş tek telin güzel bir ses çıkardığını, gevşek olanla çok gerili olanın hiç ses vermediğini gösterir, Buda‘ya. Bununla Buda‘ya kendisini her türlü aşırılıktan uzak tutmayı başaran kişinin istediği hedefe ulaşacağını anlatmaktadır.

177


Kim bana âşık olur da baş kaygısına düşerse, bu sadece boş bir iddia olur. Feridüddin-i Attar

178


Ancak işi bütünüyle bakmak imkânını elde ettiğiniz zaman dimdik duran kimse ile düşen kimsenin aynı olduğunu ve bunun Tanrılık iddia eden benlik ve cücelikten kurtulamayan benlik arasında durduğunu görür; mabetteki köşe taşının, temelindeki köşe taştan daha yüksek olmadığını anlarsınız. Halil Cibran

KENDİSİNİ ABARTILI ANLATANLAR

Doğu kültüründe insanın tevazu sahibi olması değerlidir. Ancak bazı kişiler, gururunu abartılı tevazu gösterisiyle gizlerler. Bu tarz tevazuu gösterisinde bulunanın beklentisi, tevazuu ifadesinin başkaları tarafından yalanlanmasıdır. ‚Benim gibi cahil birisi‛ dediğinde ‚Estağfurullah, ne demek efendim, sizin gibi bilgili birisi‛ sözü ile kendisinin yalanlamasını bekler. Bu kişi için en iyi tedavi ‚Evet, sen cahil, anlayışsız birisin.‛ sözüyle meydan okumaktır. Kişi gerçekten alçakgönüllülüğü içselleştirmişse bu meydan okumadan rahatsız olmayacaktır. Bu sözleri tevazuu gösterisi ise öfke ile tepki verecektir. Kendi çelişkisi yüzüne vurularak tedavide ilerleme sağlanabilir. Bunun Batı tarafındaki yaklaşımı Victor Frankl’ın ‘paradoksik niyet’ yöntemidir. İşte O Bizim Uzunkulağın Kuyruğudur Şeyyad Hamza namında arif, kâmil mürşit geçinir bir derviş bir gün Hoca merhuma, ―Behey Hoca, bu âlemde kârın böylece soytarılık mıdır? Bir hünerin varsa göster ve bir kemalin varsa

179


faydalandır.‖ der. Hoca sorar ki: ―Senin kemalatın ne gibi şeylerdir. İnsanlara faydalı ne yolda bir fazilete sahipsin?‖ Şeyyad der ki: ―Benim hünerim çoktur. Kemalatıma nihayet yoktur. Her gece bu görünen âlemden geçerim, birinci göğün sınırına kadar uçarım. Gökyüzünün menzillerinde salınarak yürürüm. Melekler âleminin tuhaflıklarını seyrederim.‖ Hoca der ki: ―Hamza, Hamza. Hiç o esnada yüzüne gayet yumuşak yelpaze gibi bir şey dokunur mu?‖ Şeyyad, safsatalarımı yutturacağım sevinciyle, ―Evet, Hoca Efendi‘ deyince Hoca der ki: ‗İşte o bizim uzunkulağın kuyruğudur.‖ der.

80 Akçeyi Peştamalına Verdim Timur Han‘la Şair Ahmedi bir gün hamamda yıkanırken Timur ―Sence benim değerim ne kadardır?‖ der. Ahmedi ise ―Seksen akçe Sultanım.‖ diye cevap verir. Timur şaşkınlıkla ―Nasıl olur! Sadece şu belime taktığım peştamal seksen akçe eder.‖ der. Şair Ahmedi cevabı yapıştırır: ―Sultanım bende o seksen akçeyi peştamalınıza verdim.‖

Güneş Tellâlı Kümesteki horoz o kadar hastaymış ki hiç kimse onun ertesi gün ötebileceğini tahmin etmiyormuş. Kümesteki diğer hayvanlar, efendileri öterek güneşi çağırmadığı takdirde, güneşin doğmayacağını düşünerek telaşa kapılıyorlarmış. Hepsi de güneşin horozun ötmesiyle doğduğuna inanıyormuş. Ertesi gün güneş onların bu boş inançlarını ortadan kaldırmış. Horozun çok hasta olmasına ve ötmek için gücünün olmamasına rağmen, güneş doğmuş ve hiçbir şey güneşin doğuşunu etkileyememiş.

180


Taklidin Zararı Bir sufi yoldan gelip bir tekkeye misafir oldu. Eşeğini götürüp ahıra çekti. Eliyle suyunu, yemini verdi. Sufiler, yok, yoksul kişilerdi. İçlerinden bazıları akşam tekkede yemek vermek için gelen sufinin merkebini satmayı karar verdiler. Hemen o eşeği sattılar, yiyecek aldılar. Mumları yaktılar. Tekkede, ‗bu gece yemek var, sema var‘ diye duyurdular. Yemek yediler sema‘ya başladılar. Bir taraftan mutfaktan çıkan duman, bir taraftan o ayak vurmadan çıkan toz, bir taraftan sufilerin iştiyak, vecdle, canlarıyla sema yapmaları ortalığı birbirine katar. Sema, sona yaklaşınca çalgıcı bir yörük semai usulünce teganniye başlar. ―Eşek gitti, eşek gitti.‖ demeye koyulur. Bu hararetli usule hepsi uyup, Bu şevkle seher vaktine kadar ayak vurup el çırparak ―Ey oğul, eşek gitti, eşek gitti.‖ derler. O, misafir sufi de onları taklit ederek ―Eşek gitti.‖ diye bağırmaya başlar. O işret, o sema ve safa çağı geçip sabah olunca hepsi vedalaşıp gider. Tekke boşalır, sadece bizim sufi kalır. Eşyasını, nesi var, nesi yoksa toplar. Eşeğe yükleyip yola çıkmaya niyetlenir. Eşeği almak için ahıra gider, fakat eşeğini bulamaz. Tekke görevlisine, ―Eşek nerede? Ben eşeği sana vermiştim onu getir. Sana verdiğimi senden isterim.‖ der. Görevli ―Sufilerin hepsi hücum etti, ben mağlup oldum, yarı canlı bir hale düştüm, eşeğini çarşıya götürüp sattılar.‖ der. Sufi ―Diyelim senden zorla aldılar da niçin bana gelip de söylemiyorsun? Eğer söyleseydin onlar o vakit buradaydılar. Hakkımı alırdım. Niçin gelip de ‗Ey garip, böyle bir korkunç zulme uğradın‘ diye haber vermedin.‖ der. Görevli ―Vallahi kaç kere geldim, sana bu işleri anlatmak istedim. Fakat sen de ―Oğul, eşek gitti‖ deyip duruyordun. Hatta bu nağmeyi

181


hepsinden daha zevkli söylemekteydin. Ben de ‗O da biliyor, bu işe razı, arif bir adam‘ deyip geri döndüm‖ der. Sufi ―Onların hepsi aşk ile şevkle söylüyorlardı, ben de onların sözünden zevke geldim. Onları taklit ettim, bu taklit beni mahvetti.‖ der. O taklide iki yüz kere lânet olsun! Hele böyle ekmek için yüzsuyu döken saçma adamları taklide!

Biz senin Cemaziye’l Evvelini Biliriz Osmanlı devleti döneminde, sarayın arşivde saklı tutulması gereken resmî evraklar, her ay bir çuvala konulur ve üzerine evrakların hangi aya ait olduğu belirtilen tarih yazılırdı. Sarayda görevli hizmet birimlerinden birinin amiri, her zaman memurlarına doğruluk ve dürüstlükten dem vururdu. Bir gün kendi emrindeki memurlardan birinin âmirinin evine gitmesi gerekir. Memur, âmirinin evine vardığında, kendini, arşiv evraklarının içine konduğu çuvaldan dikilmiş bir pijama ile karşılar. Memur, işini bitirip geri dönerken, arkasını dönen âmirin sırtında ―cemâziye'1-evvel‖ yazmakta olduğunu fark eder. Anlaşılan; her zaman doğruluktan ve dürüstlükten dem vuran âmir, arşiv evraklarının saklandığı çuvallara el koyup kendine pijama takımı diktirmiş ve ―cemâziye'l-evvel‖ yazan kısmı da sırtına denk gelmiştir. Ertesi gün yine doğruluk ve dürüstlükten dem vurmaya başlayan âmirine karşı, bir önceki gün evine giden memurunun söyledikleri âmirinin kulaklarında yankılanır: “Biz senin cemâziye'l evvelini de biliriz âmirim.”

182


Ne’uzü Billah Bir gün Timur Nasrettin Hoca‘ya ―Vasık Billah, Mütevekkil-Alellah, Mustansir Billah, Mustasim Billah, El-Muktefi Billah‘ta olduğu gibi Abbasi halifelerin isimlerinin sonunda Allah‘ın isimlerinden biri var. Benim için böyle bir isim eklenseydi hangi isim konulurdu?‖ diye sorar. Hoca cevabı yapıştırır: ―Ne‘uzü billah! (Allah korusun) olurdu.‖

Kibiri Olmayan Ermiş! Nasrettin Hoca bir sohbet sırasında ermişlikten dem vurmaya başlar. Çevresindekiler ―Senin evliyalığını nereden bilelim?‘ derler. Hoca ―Hangi taşı, hangi ağacı çağırsam gelir.‖ der. ―Öyle ise şu karşıki pelit ağacını çağır bakalım.‖ derler. Hoca özel bir şekilde üç kere ―Gel ya mübarek!‖ derse de ağaç yaprağını bile kımıldatmaz, Hoca kös kös ağacın yanına gider. Çevresindekiler ―Hani ağacı ayağına getirecektin?‖ dediklerinde ise ―Bizim yolumuzda gönülde kibir olmaz. Dağ gelmezse abdal yürür.‖ der.

Fıstık gibi tamamen iç sandığın kimse soğan gibi kabuk üstüne kabuk imiş, içi hiç yokmuş. Sadi

183


Muradı ekmek olan kimse cansız bir şey gibidir. Eşek gibi, onun aklı fikri hep ottadır. Mevlana

184


EMANETE İHANET Gideyim eşeğe danışayım Bir sabah komşusu gelip Hoca‘dan eşeğini ister. Hoca, ―Gideyim, eşeğe danışayım. Gönlü olursa vereyim.‖ diyerek içeri girer ve bir miktar durduktan sonra gelip ―Eşeğe söyledim, gönlü olmadı ve bana ‗Beni yabancıya verirsen benim kulağıma vururlar, aşırı yük sararlar, bir de üstüne sana sövüp sayarlar.‘ dedi.‖ der.

185


Dertli adamın tereddütlerle dolu, dumanlarla dolu bir gönül evi vardır. Derdini dinlersen o eve bir pencere açmış olursun. Mevlana

186


KİŞİYİ PUTLAŞTIRMAK Güneş Saati Üzerindeki Gölge Doğu‘lu bir sultan bir yolculuğundan dönüşte halkına güneş saati getirip onları mutlu etmek istemiş. Getirdiği hediye sultanlığındaki insanların hayatını değiştirmiş. Halk artık günün değişik zamanlarını ayrıt etmeye başlamış. Böylece dakik, düzenli, güvenilir ve üretken olan halk zenginleşmiş ve yaşam düzeyleri yükselmiş. Sultanları öldüğünde, halk ona olan şükranlarını nasıl ifade edebileceklerini düşünmeye başlamış. Sonunda halk, güneş saati sultanın cömertliğinin ve kendi başarılarının simgesi olduğu için, onun çevresine altın kubbeli güzel bir tapınak inşa etmeye karar vermişler. Fakat tapınak bittiğinde ve kubbe güneş saatinin üstünde yükseldiğinde, güneş ışınları artık kadrana ulaşamaz olmuş. Güneş saati kapanmış ve halka zamanı gösteren gölge de kaybolmuş. Bunun sonucunda insanlar dakiklik, güvenirlik ve üretkenliklerini kaybetmişler. Herkes kendi bildiği şekilde hareket etmiş. Sonunda ülke çökmüş.

Ateşi Getiren Adam Doğanın sırrını araştıran bir adam, ateşi bulur ve çevresindeki insanların bundan yararlanmasını ister. Ancak ilk gittiği topluluk onu kovar, daha sonraki topluluklar da ona çok iyi davranmazlar. Son gittiği kabile ise şeytani güçleri olduğunu düşündüklerinden onu öldürürler. Aradan yüz yıllar geçer. Ateşi öğrenen ilk kabilede sadece din adamları ateşin sırrına vakıftır. Halk donarken din adamları bir yandan ateşten yararlanırlar, bir yandan da halkı onun etkisiyle hükümleri altında tutmaktadırlar.

187


İkinci kabile ise ateşin sırrını unutmuştur. Onun nasıl bir yarar sağladığını bilmezler. Bir adamın yüzyıllar önce gelip atalarına yararlı bir şeyler yaptığını dinleyerek bu güne geldiklerinden, bu yararlı şeyin ortaya çıkmasını sağlayan aletleri kutsayarak koruma altında tutmaktadırlar. Belli günlerde düzenledikleri ateş yakma ayinlerini bu aletleri kullanarak yapmaktadırlar. Üçüncü kabile, ateşi öğreten adamın heykelini yapmıştır ve ona günün belli zamanlarında saygı göstermektedirler. Dördüncü kabile ise ateşi ısınma, yemek pişirme ve çeşitli eşya üretmede kullanıp, ateşi değerlendirmeyi başarmıştır. Bilge bir adam, öğrencileriyle birlikte bu toplulukları ziyaret etmek ister. Yaptıkları değerlendirme sonrasında değişik kabilelerde gözlenen farklı davranışların kökeninin ateşin ilk yakılması olayı ile bağlantılı olduğuna karar verirler. Grup halinde ilk kabileye uğradıklarında bir öğrencinin kabilenin şefi ile din adamlarının önünde ateş yakmanın mucize olmadığını, aynı işlemi kendisinin de yapabileceğini söylemesi üzerine, hepsi şef ve din adamlarının emriyle yaka paça oradan atılırlar. İkinci kabileye uğradıklarında bir başka öğrenci onlara, ―Siz, ateşin yanmasını sağlayan araçlara tapıyorsunuz, kendisine bile değil, bu yüzden de onun faydalı özelliklerinden yararlanamıyorsunuz.‖ der. Kabilenin ileri gelenleri: ―Bir yabancı ve gezgin olarak aramıza hoş geldiniz. Ama bizim tarihimize ve geleneklerimize yabancı kişiler olarak, davranışlarımızı anlayamazsınız. Bizim inancımızı hafife alıyor ve değiştirmek istiyorsunuz. Bu yüzden hepinizin burayı terk etmenizi istiyoruz.‖ derler.

188


Üçüncü kabileye vardıklarında ateşi onlara getiren adamın heykelinin dikildiğini görürler. Başka bir öğrenci, ―Bu heykel, ateşten yararlanmayı öğreten adamı temsil ediyor. Ama siz asıl onun yapmasını istediği şeyi yapmıyorsunuz.‖ der. Kabile halkı öfkelenir ve ―Dilimizi bile doğru dürüst konuşamayan, içimizden birisi bile değilken, inançlarımızı bilmezken saygısızca nasıl konuşabiliyorsunuz?‖ derler ve onları kovarlar. Son kabileye gittiklerinde ateş yakmanın doğal bir şey olduğunu kabul eden ve ateşten yararlanan bir toplulukla karşılaşırlar.

Yararlı Olana Bağlılık Bir adam akıntılı bir nehirde karşı kıyıya geçmek zorundadır. Ağaç dallarını ve tomrukları bir araya getirerek, kendisini karşı kıyıya geçirecek bir sal yapar. Güvenli bir şekilde karşı kıyıya geçtikten sonra kendi kendine; ―Bu sal gerçekten iyi ve kullanışlı, bunu yanımda başımın üstünde taşıyacağım.‖ der. Adam bu şekilde gereği olmadığı halde salla beraber seyahat eder, onu kendisine yük yapar, eziyet çeker.

189


Eşlerin birbirine benzemesi lazım. Ayakkabı ve mestin çiftlerine bak! Ayakkabının bir teki ayağa biraz dar gelirse ikisi de işe yaramaz. Kapı kanadının biri küçük diğeri büyük olur mu? Ormandaki aslanla kurdun çift olduğunu gördün mü? Mevlana

190


AİLE İÇİ İLİŞKİLERİMİZ Hiç kimse çevresinin yardımı olmadan ve kendi kültür dinamiklerini harekete geçirmeden başarılı olamaz. Davranışlar, aynı zamanda kişinin aile ve toplum ilişkilerindeki niteliğin bir yansımasıdır. Sevgi Kapısının Kolu Huntin adındaki İngiliz ressam, „Kâinat Işığı‟ adında bir tablo yapmış. Tabloda gece elinde bir fenerle bahçede duran bir adam, diğer eliyle bir kapıya vuruyor ve içeriden bir cevap bekler gibi görünüyormuş. Tabloya bakan bir sanat eleştirmeni: ―Güzel bir tablo, ama adamın önünde durduğu ve vurduğu kapı hiç açılmayacak mı? Ona kapı kolu takmayı unutmuşsunuz galiba.‖ demiş. Ressam gülümsemiş ve eklemiş: ―Adamın çaldığı kapı, insan kalbini simgeliyor. Ancak içeriden açılabildiği için dışında kapı koluna ihtiyaç yoktur.‖

Muradım Geçinmek Değil ki Adını Sorayım Nasrettin Hoca karısını boşamak için mahkemeye varmış. Kadı, ―Karısının ismi kayda geçsin‖ demiş. Demiş ama Hoca‘ya sorduklarında, ―Bilmem‖ demiş. Kadı, ―Kaç senelik hanımındır?‖ diye sorduğunda Hoca‘dan, ―Birkaç yıl oldu.‖ cevabını almış. Kadı: ―Be adam, senelerden beri insan karısının adını öğrenmez mi?‖ deyince Hoca, ―İsteğim geçinmek değil ki adını sorayım‖ demiş.

191


Kirli Yuvalar Genç bir güvercin zamanla yuvasına yerleşen kötü kokuya tahammül edemiyor, durmadan yuvasını değiştiriyordu. Yaşlı, bilge ve tecrübeli bir güvercine bu konu hakkında acı acı yakındı. Yaşlı güvercin düşünceli bir şekilde başını salladı ve ―Durmadan yuva değiştirerek, hiçbir şeyi halledemezsin. Seni rahatsız eden koku yuvalardan değil, senden kaynaklanıyor‖ dedi.

İş, eş ya da arkadaş değişikliği ile bizden kaynaklanan iletişim sorunlarının hakkından gelemeyiz. Sürekli çevremizdeki kişilerle sorun yaşıyorsak öncelikle kişilik özelliklerimizi gözden geçirmeliyiz. Hoca ile Seyis hikâyesi Nasrettin Hoca vaaz vermek için bir camiye girmiş. Camide ön safta oturan bir seyis dışında kimse yokmuş. Konuşup konuşmama konusunda kararsız olan Hoca seyise sormuş: ―Buradaki tek kişi sensin. Sana göre konuşmalı mı, yoksa konuşmamalı mıyım?‖ Seyis cevap vermiş: ―Hoca, ben basit bir insanım, bu konulardan anlamam. Fakat ahıra gelseydim ve bütün atların kaçıp bir tanesinin kaldığını görseydim, yine de onu beslerdim.‖ Bu sözlere hak veren Hoca duaya başlamış. İki saatin üzerinde konuşmuş durmuş, vaazdan sonra kendini mutlu hissetmiş, dinleyicisinin de konuşmasının çok iyi olduğunu onaylamasını umarak sormuş: ―Vaazımı nasıl buldun?‖ Seyis cevap vermiş: ―Sana daha önce basit bir adam olduğumu ve bu konulardan pek anlamadığımı söylemiştim. Gene de eğer ahıra gelip biri dışında tüm atların kaçtığını görseydim, onu beslerdim, ama elimdeki yemin hepsini ona vermezdim.‖

192


Aile içinde iletişime girdiğimizde özellikle çocuklarımıza öğüt ya da ders vermeyi abartıyoruz. Ben ailelere “Çocuklarınıza vaaz vermeyin, iletişim kurmaya ve onları dinlemeye çaba gösterin” diyorum.

Bir Yatakta Üç Kişi Yatarsa Nasrettin Hoca, hanımının vefatı üzerine bir dul kadınla evlenmiş. Yeni hanımı sürekli eski kocasının erdemlerinden bahseder dururmuş. Nihayet bir gece Hoca‘nın canı sıkılarak sedir üzerine serilmiş olan yataktan kadını itip yere düşürmüş. Kadının kolu incinip fena halde canı yanmış. Kadın, ertesi gün ziyarete gelen babasına durumu şikâyet etmiş. Adam Hoca‘dan meseleyi sormuş. Hoca ―Şimdi ben arz edeyim de siz insafla hüküm veriniz. Bendeniz bir, şimdiki hanım iki, bir de onun rahmetli ilk kocası, etti mi üç. İnsaf edin. Bir yatağa üç kişi sığar mı? Doğal olarak sığışamadık. Diğer uçtaki hanım, paldır küldür düştü. Benim bunda ne kabahatim var?‖ demiş.

Elli Yıllık Kibarlık Yaşlı bir çift uzun yıllar süren evliliklerinin altın yıldönümünü kutlamışlardı. Kahvaltı ederlerken kadın kendi kendine düşündü. Elli yıl boyunca kocama nazik davrandım ve ona her zaman ekmeğin iyi pişmiş, kıtır tarafını verdim. Ama bugün artık bu lezzeti kendime ayıracağım. Kadın ekmeğin kıtır tarafını yağlayıp, kendisine almış ve öbür tarafını da kocasına vermiş. Beklediğinin tersine, kocası çok memnun olmuş, karısının elini öpmüş ve şöyle demiş; ―Sevgilim, bana günün en mutlu anını bahşettin. Elli yıldır ekmeğin en sevdiğim yeri olan yumuşak tarafını yiyemiyordum, çünkü o parçayı çok sevdiğin için hep sana bırakıyordum.‖

193


Paylaşılan Sorumluluklar ―Daha fazla dayanamıyorum. Yapmam gereken dağ kadar iş var, kımıldayamayacak durumdayım. Sabah erken kalkmalı, evi toparlamalı, halıları süpürmeli, çocuklara bakmalı, pazar alışverişi yapmalı, akşam yemeği için en sevdiğin yemeği pişirmeli ve dahası akşam senin gönlünü hoş tutmalıyım.‖ İşte kadının kocasına söyledikleri bunlarmış. Adam bir yandan yediği tavuğun budunu dişlerken, bir yandan da şöyle demiş: ―Bunun nesi kötü? Bütün kadınlar senin yaptıklarını yapar. Şunu kabul etmelisin. Ben bütün sorumlulukları taşırken, sen sadece evde oturuyorsun.‖ Kadın yakınmış: ―Ah, ne olur bana biraz yardım edebilsen.‖ Sonunda şöyle bir çözümde anlaşmışlar. Kadın evdeki her şeyden sorumlu olurken, erkek ev dışındaki işleri yapacakmış. Bu iş bölümü çiftin uzun süre birlikte mutlu yaşamasını sağlamış. Günün birinde adam arkadaşlarıyla alışverişe çıktıktan sonra kahvede oturmuş, halinden memnun bir şekilde kahvesini yudumluyormuş. Birden komşusu koşarak gelmiş ve heyecanlı bir şekilde bağırmış: ―Acele et, evin yanıyor.‖ Adam kahvesini içmeye devam ederek şaşılacak bir ilgisizlikle şöyle söylemiş: ―Lütfen, bunu eşime söyle, çünkü evde olan her şey için son sözü eşim söyler. Ben sadece dışarıdaki işlerden sorumluyum.‖

194


Bir Damda İki Ayrı Dünya Bir yaz gecesi, güneydoğunun bir köyünde ailenin tümü damda uyumaktadır. Anne, oğlu ve hiç sevmediği gelininin birbirlerine sarılarak uyuduğunu üzülerek fark eder. Bu manzaraya daha fazla dayanamaz ve onları uyandırıp, bağırır; ―Bu sıcakta nasıl bu kadar yakın uyuyabiliyorsunuz? Yaptığınız çok sağlıksız ve tehlikeli.‖ Damın öteki köşesinde de çok sevdiği kızı ve damadı uyumaktadır. Birbirlerine sırtları dönük yatmaktadırlar. Anne onları usulca uyandırıp der ki; ―Canlarım, bu serin havada nasıl böyle ayrı yatabiliyorsunuz? Neden birbirinizi ısıtmıyorsunuz?‖ Gelin bu sözleri işitir. Ayağa kalkar ve yakarırcasına yüksek sesle şöyle der; ―Allah‘ım sen ne büyüksün. Bir damda bile hem soğuk hem sıcak hava yaratabiliyorsun.‖

Nalıncı keseri gibisin, be mübarek. Toplumumuzun bayram geleneğinde evli çiftler için bayramlaşmaya kimin ailesinden başlanacak olması en büyük tartışma konusudur. Bazı aileler özellikle de anne nalıncı keseri gibidir. Oğlundan el öpmeye önce kendilerinden başlanması ister, gelini buna razı olmadığında tepki gösterir. Ancak aynı şekilde kızına da önce kendilerinde bayramlaşma yapılması konusunda ısrar eder, tersi olursa, kızına, damadını razı edemediği ve beceriksiz olduğu düşüncesiyle kızar.

195


Hz. Süleyman’ın Adaleti * İki kadın Hz. Süleyman‘ın huzuruna gelmiş ve önünde durmuşlar. Kadınlardan birisi, ―Ah hükümdarım, bu kadın ve ben aynı evde oturuyoruz ve kısa süre önce bir çocuk dünyaya getirdim. Benim doğumumdan üç gün sonra bu kadın da doğum yaptı. Bizler yalnızdık, evde bizimle beraber kimse yoktu. Bu kadının oğlu gece ölmüş, çünkü üstüne yatmış. Gece yarısı bu kadın uyanmış ben uyurken oğlumu yanımdan almış, kendi koynuna koymuş. Kendi ölü oğlunu da benim kucağıma vermiş. Sabah çocuğumu doyurmak için uyandığımda bebeği ölmüş gördüm. Fakat dikkatle bakınca bir de ne göreyim, o benim doğurduğum çocuk değildi.‖ demiş. Öbür kadın ise, ―Hayır, yaşayan çocuk benim, ölen çocuk seninki,‖ diye iddia etmiş. İlk kadın hemen, ―Hayır, ölen çocuk seninki, yaşayan benimki.‖ diyerek feryat etmiş. Bu şekilde Hz. Süleyman‘ın önünde iddialaşmışlar. Hz. Süleyman, ―Biriniz yaşayan benim oğlum, seninki öldü, diğeriniz ise hayır senin oğlun öldü, yaşayan benim oğlum, diyor. Derhal bana bir kılıç getirin.‖ demiş. Hz. Süleyman‘a hemen bir kılıç getirilmiş. Hz. Süleyman ―Yaşayan çocuğu ikiye bölün ve yarısını bir kadın, diğer yarısını da öteki kadın alsın.‖ diye emretmiş. Yaşayan çocuğun annesi kalbi oğlu için yandığından, ―Ah, yüce hükümdarım, çocuğu o kadına verin, yeter ki onu öldürmeyin,‖ diye Hz. Süleyman‘a yalvarmış. Diğeri ise, ―O ne benim ne de senin olacak, bölün onu,‖ demiş. Bu konuşmadan sonra Hz. Süleyman ―Çocuğu birinci kadına verin ve onu öldürmeyin; çocuğun annesi odur.‖ diyerek hükmünü vermiş.

*

I. Krallar, Bab 3/ 15-27.

196


Bu örnek çok günceldir ve boşanma ile çocuk vesayeti kararlarında hâlâ geçerlidir. Katı bir şekilde hakkın yerini bulmasını savunan kişi değil, çocuğu ve karşısındaki için fedakârlıkta bulunabilen kişi sorumluluğu taşımayı hak eder. Bu öyküde bir annenin çocuğunun yaşaması için onu hiçbir zaman görememeyi göze alabilme fedakârlığı ve anne kalbini tanımanın önemi anlatılmaktadır. Buradaki tarafların tartışmaları ve çocuğun ortadan ikiye bölünmesi durumu, günümüzdeki boşanma davalarında çocukların yaşantı ve duygu dünyalarında sıklıkla karşımıza çıkmaktadır. Annesiyle bir yürek ve beden olan çocuk, babanın suçluluk duygusu veya adalet istemi karşısında içten parçalara bölünmektedir. Bütün bu gözlemler boşanma sürecinde her iki tarafın çok iyi düşünmesini ve dikkatli davranmasını gerektirmektedir. Hz. Süleyman, bugün çok sık gördüğümüz gibi, iki tarafın da çocuğun durumunu hiç düşünmeksizin kendilerini haklı çıkarma uğruna savaşmaları karşısında acaba nasıl bir hüküm verirdi?

Geciken Özür6 Yaşlı adam ahşap evin kapısını açtı ve içeriye girdi, yavaşça gıcırdayan eski merdivenlerden çıktı. Elindeki sefer tasını yere koydu. Eskimiş deri ceketi fırlattı. Bu yaşlı amcanın adı Mehmet‘ti, memurdu ve kasabada sinirli kişiliğiyle bilinirdi. Herkes ondan çekinirdi. Bir anda sinirlenir ve karşısındakine çok ağır, incitici laflar söylerdi. Bu yüzden kasabadaki çoğu kimse onunla muhatap olmazdı.

6

Kızım M. Rehnüma Karaca‘nın öyküsüdür.

197


Mehmet amcanın Hatice adında bir hanımı vardı. Aksine o pek sessiz ve sakin bir kişiliğe sahipti. Kasabada herkes tarafından sevilirdi. Hatta evlendikleri günlerde kasabalı bu işe çok şaşırmıştı. Evliliklerinden söz açıldığında herkes ‗Nasıl anlaşırlar bilinmez.‘ derlerdi. Ama bilmedikleri bir şey vardı; Mehmet Amca ne kadar sinirli olursa olsun eşi Hatice Teyze‘yi çok severdi. Kasabada fırtınalar kopartan adam eve adımını atınca çok sakin, çok uysal biri oluverirdi. Yine de kendine hakim olamayıp, ağır laflarla onun kalbini kırdığı zamanlar da olurdu. Bir gün Mehmet amca kasabada bir adamla tartıştı. Haksızdı, kendisi de biliyordu. O kendini beğenmiş adam karşısında mahcup duruma düşmeyi hazmedemiyordu. Onun için tartışma bir savaştı ve her ne şartta olursa olsun yenilen taraf o olmamalıydı. Ama yenilmişti... O adam Mehmet Amca‘ya öyle bir laf söyledi ki Mehmet Amca bakakaldı... Sinirlenmişti... Evin yolunu tuttu. Bir yandan kendi kendine söyleniyor bir yandan o adamın nasıl mutlu olduğunu düşündüğünde sinirleniyordu. Nihayet eve geldi, içeri yavaşça girdi. Hatice Teyze evde onu bekliyordu. Hatice Teyze‘nin kendisinin gerginliğini fark edip, ―Yine mi kavga ettin?‖ diye sormasına içerledi. Sonra ne olduğu anlayamadan kendisinin tek bir sözüyle eşinin ağlamaya başladığını fark etti. Ama Hatice Teyze hak etmişti, ne hakla kendisine karışıyordu. ―Ağlarsa ağlasın sonra geçer‖ diye düşündü. Ve sofadaki divana uzandı. Sabah olmuştu bile, işe de geç kalmıştı. Aceleyle hazırlandı. Saatler saatleri kovaladı. İş yine bitmişti… Yaşlı adam ahşap evin kapısını açtı ve içeriye girdi. Yavaşça gıcırdayan eski merdivenlerden çıktı. Elindeki sefer tasını yere koydu. Eskimiş deri ceketi fırlattı ve sofadaki divana uzandı. Biraz dalmış olacaktı ki, Hatice Teyze elinde tabaklarla salona girdi, tabakları sertçe masaya koydu. Bu sesle Mehmet Amca

198


uyandı, divandan yavaşça doğruldu. Hatice Teyze elinde çorbayı tabaklara bölüştürüp hiç konuşmadan oturdu ve çorbayı kaşıklamaya başladı. Elinde bir mendil vardı ve hala ağlıyordu... Mehmet Amca umursamaz görünüp yemeğe oturdu. Yemeği bitince masadan kalktı koltuklardan birine oturdu. Televizyonu açtı bir yandan Hatice Teyze‘ye göz atıyor bir yandan ilgisiz gibi görünmeye çalışıyordu. Hatice Teyze hala ağlıyordu. Gerçekten kalbi çok kırılmıştı. Ne yapmıştı da Mehmet Amca ona böyle sözler söylemişti, hiç anlayamamıştı… Ama kararlıydı. Hiç bir şey yapmadığı halde ona böyle davranan adamla küsecek ve her ne şartta olursa olsun küs kalacaktı… Artık yaşlanmıştı, kırıcı sözlere tahammül edecek gücü de sabrı da kalmamıştı. Yaşlar yağmur gibi akarken gözlerinden ‗bu nasıl sevmek‘ diye düşünüyordu. Saat on bire doğru Hatice Teyze elinde misafir nevresim takımlarıyla sofaya geldi ve bir şey söylemeden Mehmet Amca‘ya doğru uzattı. Mehmet Amca nevresim takımını alınca da yatak odasına gitti. ―Aaa uzattın artık ne vardı bu kadar küsecek.‖ diye söylendi. Mehmet Amca… Belki de O haklı diye düşündü sonra... ―Evet, Evet, haklıydı… Ona öyle şeyler söylememeliydim, hemen şimdi gidip özür dileyeceğim‖ dedi kendi kendine… ―Yoo en iyisi sabahı beklemek, hem ne söyleyeceğimi daha iyi bilirim, hem de gecenin bu saatinde Hatice‘mi uyandırmanın bir anlamı yok‖ diye düşündü ardından… Sabahı beklemeliydi. Böyle düşünen Mehmet Amca sabahı zor getirdi. Şimdi ne söyleyeceğini daha iyi biliyordu. Gidecek ve ‗Özür dilerim ben suçluydum sana öyle davranmamalıydım.‘ diyecekti. Sabaha kadar ancak bunu bulabilmişti, olsun bu da ne demek istediğini açıkça belli ediyordu. Yatak odasının kapısına geldi, sonra geri döndü… En iyisi ona kahvaltı da hazırlamaktı. Kahvaltıyı hazırladı, her şeyi

199


masaya güzelce yerleştirdi. Masada çiçek bile vardı… Sadece onun sevdiği çiçeği bulmak için yarım saat uğraşmıştı… Artık Hatice Teyze‘yi uyandırabilirdi. Her şey hazırdı. Yavaşça kapıyı açtı, odaya girdi, eşine seslendi… Herhalde duymamıştı… Biraz daha sesini yükselterek seslendi… ‗Hala küs olmalı…‘ diye düşündü. Hatice Teyze‘nin yanına yaklaştı ve yanağına bir öpücük kondurdu. Aman Allah‘ım buz gibiydi… Hatice Hanım‘ı sarstı uyanmıyordu, yoksa… ‗Hayır! Hıh‘ dedi. ‗Bu saçmalık, ölmüş olamaz, şimdi uyanır…‘ Çok uğraştı ama uyanmadı Hatice Teyze… Evet eşi ölmüştü, ama bunu kabullenemiyordu Mehmet Amca… Önce onu giydirdi sonra sofadaki masaya oturttu. Önündeki tabağa yemeklerini koydu çay soğumuştu, ama olsun çayı bardaklara doldurdu… Bir yandan sohbet ediyor bir yandan yemek yiyordu. ―İyi ki beni affettin Haticem…‖ diyordu… ―Bak eskisi gibi olduk, iyi ki affettin beni…‖ O gün işe gitmedi, Mehmet Amca. Öğlene doğru Hatice Hanım yavaş yavaş morarmaya başlamıştı… Evet, biliyordu, eğer O‘nu evde tutmaya devam ederse bir iki gün içinde kokacaktı… Ama hala Hatice‘sinin ölümünü kabullenememişti. ―Bence ölmedi ki, zaten beni de affetti, biz onunla barıştık…‖ diye söylenip duruyordu... Hakikaten birkaç gün sonra hoş olmayan bir koku etrafa yayılmaya başlamıştı. ―Alışırım diye düşündü‖ Mehmet Amca... Alışırdı belki ama, üst komşularla koku yüzünden kavga edince, komşular Mehmet Amca‘yı polise şikâyet etmişlerdi. Bunun üzerine polisler eve gelmişlerdi. Mehmet Amcanın kapısına geldiklerinde koku gerçekten çok yoğunlaşmıştı. Polisler zile bastı, Mehmet Amca kapıyı açtığında polisler gördükleri şey karşısında hayrete düştüler… Yemek masasında oturtulmuş morarmış bir ceset vardı. Koku çok kötüydü… Mehmet Amca‘ya bu cesedin evde ne işi olduğunu sordular. Buna Mehmet Amca‘nın cevabı ―O ölmedi‖ oldu. Polisler hemen eve ambulans çağırdı. Ambulans Hatice

200


Teyze‘nin cesedini götürürken, hala Hatice Teyze‘nin ölümünü kabullenememiş olan Mehmet Amca ambulansın arkasından el sallarken ―Akşama yemeğe geç kalma emi‖ diyordu. Ambulans mahalleden ayrıldıktan sonra Mehmet Amca beklemeye başladı. Bekledi, bekledi, bekledi… Artık geri dönmeyecekti anlamıştı… Ağladı, ağladı… ‗Hep benim yüzümden‘ diye düşündü. Bu sırada otopsi raporları da çıkmıştı. Ölüm sebebi kalp kriziydi… Gerçekten Mehmet Amca suçluluk duyuyordu. Hayattaki tek varlığı, tek sevdiği insan onun yüzünden ölmüştü... Ağladı, ağladı, ağladı… Daha sonra komşuları onun çok değiştiğini gördüler. Mehmet Amca artık çok sakin, kavga çıkartmayan biri olmuştu. Herkesten, her şeyden özür diliyordu. Yere düşürdüğü çataldan, kediden, kapıdan… Ve her özür dileyişinde gözünden bir yaş damlıyordu, içinden de şöyle diyordu: ―Hatice‘m affettin beni, değil mi, değil mi, özür dilerim. Öyle demek istememiştim, özür dilerim…‖

Evlilik de Sulanmak İster Yeni evli bir çift sürekli kavga ediyordu. Birbirlerini sorumsuzlukla suçluyorlardı. İncir çekirdeğini doldurmayacak bir şey yüzünden tartışma açılıyordu. Bu tartışmalar son zamanlarda sözlü ve fiili şiddete dönmeye başlamıştı. Hâlbuki büyük bir aşkla evlenmişlerdi. Bir gün ilişkilerini gözden geçirmeye karar verdiler. Konuşmanın bir yerinde erkek, ―Aklıma güzel bir fikir geldi. Bahçeye bir ağaç dikelim. Bu ağaç üç ay içinde kurursa boşanalım. Kurumaz da büyürse bir daha boşanma sözünü dilimize almayalım. Bu üç aylık süre zarfında ayrı odalarda yatalım.‖ dedi. Kadının da bu teklif hoşuna gitti.

201


Ertesi gün bir meyve fidanı aldılar ve birlikte bahçeye diktiler. Aradan bir ay geçmişti. Bir gece bahçede karşılaştılar. Her ikisinin de elinde su bidonu vardı.

Köse İmam * İlmi az, görgüsü çok, fıtratı yüksek bir imam Tanırım ben, ki hayâtında tanıtmıştı babam. ―Kim bilir; şimdi ne âlemde benim şanlı Köse'm; Görmedim üç senedir, bari gidip bir görsem...‖ Diyerek, dün gece güç hâl ile buldum evini. Koca insan; ne şetaretle kabul etti beni: — Gel ayol gel, Hocazâdem, bizi ihya ettin... Ne kerametçe tesadüf; seni andıktı demin. Kahveler, nargileler, enfiyeler, şerbetler, Ruhu lebrîz-i safa eyleyecek sohbetler, Hepsi mebzul idi mecliste. Ne a'lâ; derken, Kapı şiddetle çalınmaz mı? — Bakın kim? Zâten Ev değil, han gibi bir şey; gece gündüz işler... Gönderin kahveye, Âsım, gelen erkekse eğer. — Ahmed'in annesi gelmiş... — Nasıl Ahmed, oğlum?

*

fıtrat: yaratılış, Şetaret: neşe, lebrîz-i safa: coşkulu sevinç, mebzul: bol miktarda, haysiyyet-i mevhûmesine: asılsız onur, Kuyûd: kayıtlar Tatlîki: boşanma Mefküd: olmayan, bulunmayan,

202


— Hani bizdeydi bugün... — Ha! Küçük Ahmed... Ma'lûm. Bize âid değil öyleyse... Haber ver içeri. — Gir, dedim istemiyor; sen bana gönder pederi, Diye ısrar ediyor. — Girsene, hemşire hanım! — Varmayın üstüme! — Nen var a kuzum; anlayalım? — Ne kafam kaldı dayaktan, ne gözüm, hep şişti; Karşı koysaydım eğer mutlak işim bitmişti. Ağladım, merhamet et, yapma dedim... Kim dinler. Boşamakmış beni dünden beri efkârı meğer. Üç çocuk annesi, emzikli kadın tek başına, Koca berhaneyi silsin de, süpürsün de sana, Yine sen bilmeyerek zâlim onun kıymetini, Dene bîçârede kalkıp kolunun kuvvetini! — Dur kızım; ağlama sen, şimdi haber gönderirim; Karı dövmek ne kolaymış, ona ben gösteririm! Çağırın bekçiyi... — İhsan Bey'i bildin ya, Memiş? Hadi git şimdi getir... — Kahvede yok. — Evde imiş; Şimdi gelsin... — Gelemem, kendisi gelsin, dedi. -Ya! Ben gidersem iyi kaçmaz. Hadi git söyle ona: Şimdi gelsin... — Ne kibarlık bu beyim? Bir da'vet, Yetmiyor, öyle mi? — Yorgundum efendim de... — Evet,

203


Haber aldık... O fakat sizce büyük bir şey mi? On kadın dövse yorulmaz, benim İhsan Bey'imi, Bilirim ben ne tosundur. — Hoca, bak, ben kızarım. Size haltetme düşer... Dövmüş isem, kendi karım. Keyfim ister döverim, sen diyemezsin: ―Dövme.‖ Bu tecâvüz sayılır doğrusu haysiyyetime... — Hangi haysiyyetin oğlum? O da varmış desene! Beyimin şimdiki haysiyyet-i mevhûmesine Diyecek yok... Yalınız rahat ararlarsa eğer, Böyle külfetli kuyûd altına hiç girmeseler! — Sen imam, saçmalıyorsun... Yetişir artık dur. Beni ısrar ile da'vetteki maksad bu mudur? — Haremin geldi demin ağlayarak, sızlayarak... — Gözü çıksın domuzun, patlasın isterse bırak! — Döveceksin, ne boşarsın? Boşadın, dövmek ne? Hem günah, hem de ayıp... — Bakma onun sen sözüne, Ne domuzdur onu bilsen! — Nesi var, hırsız mı? Yoksa yüzsüz mü? — Değil hiçbiri... Lâkin canımı Sıktı akşam ―Edemem, üstüme evlenme!‖ diye. Ne demek! Dörde kadar evlenir erkek, demeye Kalmadan başladı şirretliğe... Kızmaz mı kafam? — Kustuğun herzeyi yutsun diye, hey sersem adam! Dövüyorsun, boşuyorsun elin öksüz kızını... Haklı bir kerre ya! İnsan boşamaz haksızını. — Boşamaz? Amma da yaptın! Ya Şeriat ne için Bize evlenmeyi tâ dörde kadar emr etsin? İki alsam ne çıkar sâye-i hürriyyette? Boşamışsam canım ister boşarım elbette.

204


İşte meydanda Kitap! Hem alırız, hem boşarız! — Dara geldin mi, Şeriat! Sus ulan iz'ansız! Ne zaman câmi'e girdin? Hani tek bir hayrın! ….. ….. Hangi bir seyyie yok defter-i a'mâlinde? Seni dünyâda gören var mı ayık hâlinde? Müslümanlık'ta Şerîat bunu emretmiş imiş: Hem alır, hem de boşarmış; ne kadar sâde bir iş! Karı tatlîki için bak ne diyor Peygamber: ―Bir talâk oldu mu dünyâda, semâlar titrer!‖ İki evlense ne varmış... Bu yenir herze midir? ..… Bu kimin harcı, a sersem, hele bir kerre düşün! Tek kadın çok sana emsal olan erkekler için. Hani servet? Hani sıhhat? Ne ararsan, mefküd; Tamtakır bir kese var ortada, bir sıska vücûd! ….. Boşarım, evlenirim bahsini artık kapa da, Hak ne verdiyse yiyip hoş geçinin bir arada. Al götür haydi!.. Kızım, gel... Hele bak, gel, diyorum! Hatırım yok mu? İnatlık iyi olmaz yavrum... Söyledim yapmayacak bir daha... Mahcûb olmuş... Böyle şeyler olağandır... — Ne desem hepsi de boş! Bu benim alnıma bir kerre yazılmış... — Öyle! Gazı göstersene Âsım! Gidiniz devletle. — Gittiler neyse... Duâ et ki ucuz kurtuldun; Ba'zı da'vâlar olur, kış gecesinden de uzun! Mehmet Akif Ersoy

205


Kayınvalidesinin Yemeğine Zehir Katan Gelin Uzun yıllar önce Çin‘de Lili adında bir kız evlenir. Ancak eşinin ailesi ile beraber kalmak zorundadır. Bunu önemsemese de evlendikten bir süre sonra kayınvalidesi yüzünden bunun zor olduğunu anlar. Evde her gün tartışmalar olmaktadır. Lili‘nin eşi bundan hiç memnun değildir. Kadın eşinin kendisinden soğuyacağı korkusu taşımaya başlar. Bir şeyler yapması gerektiğini düşünür ve babasının baharatçılık yapan bir arkadaşına gider ve durumunu anlatır. Yaşlı adam baharatlardan bir karışım yapar ve bu karışımı kayınvalidesinin yemeğine her gün az az koymasını söyler. Bu şekilde yaparsa zehir yavaş tesir edeceği için hiç kimse kayınvalidesinin ölümü nedeniyle ondan şüphelenmeyecektir. Ancak bu yemekleri yedirmek için güzel yemek yapmalıdır. Ayrıca kimse şüphelenmesin diye kayınvalidesine iyi davranmalıdır. Aradan bir müddet geçtikten sonra kayınvalidesi kendisine kızı gibi davranmaya başlar. Evde herkes mutludur, ama gelin çok huzursuzdur. Hemen baharatçıya tekrar gider, daha önce aldığı zehir için panzehir olacak bir iksir hazırlamasını ister. Yaşlı adam ona kayınvalidesini zehirlemek için zehir vermediğini, besleyici özelliği olan bir baharat özü verdiğini, söyler. Ancak asıl zehrin beyninde olduğunu, kayınvalidesine iyi davrandıkça o zehrin dağıldığını ve yerini sevgiye bıraktığını anlatır.

206


Sedef Çiçeği Aile mahkemesi salonunda, seksen yaşlarında olan bir çift vardı. Erkek kızgın ifade ile bakarken kadın sessizce ağlıyordu. Hâkim: ―Teyze boşanmayı istemenin sebebini anlat bakalım.‖ dedi. Kadın: ―Elli yıldır bu adamın sorumsuzluğu beni bıktırdı. Bizim çok sevdiğimiz Sedef Çiçeğimiz vardı. Elli yıl önce bana hediye ettiği çiçeklerden birisinin tohumunu saksıya ektim. O büyüdü ve güzel bir çiçek oldu. Çocuğumuz olmadı. Onu çocuğumuz belledim. Bir gün kurumaya yüz tuttu. Gün doğmadan bir tas suyla sulanırsa kurumayacağını söylediler. Tam elli yıl gece kalkıp suladım. Taa ki geçen geceye kadar, o gece uyku çökmüş, uyuyakalmışım. Bu herifin bir kerecik kalkıp sulamasını bekledim. Ama olmadı. Bıktım, onsuz daha mutlu olurum.‖ dedi. Hâkim: ―Diyeceğin bir şey var mı, bey amca?‖ dedi. Yaşlı adam, zorla doğrularak; ―Askerliğimi Cumhurbaşkanlığı köşkünde bahçıvan olarak yaptım. Fadimem, çiçekleri çok sevdiği için ona buket yapar getirirdim. Evliliğimiz ilk yılında baş dönmesi şikâyeti olmuştu. Doktor, gece kesintisiz uyuduğu takdirde boyundaki kireçlenmenin artabileceğini söyledi. ―Her gece uyansın gezinsin‖ dedi. Ama doktorun dediğini dinlemedi. O günlerde sedef çiçeğimiz kurumaya yüz tuttu. Ona ‗Bu çiçeği gece suladığı takdirde tekrar canlanacağını söylediler.‘ dedim. Hâlbuki sedef çiçeği gece sulanmayı sevmez, Hâkim Bey. Her gece onu uyandırıyor, onun çiçeğe su vermesini seyrediyordum. O tekrar uyuduğunda sessizce kalkıyor ve saksıdaki suyu döküyordum. Geçen gece… yaşlılık işte, uyuya kaldım, onu da uyandıramadım. Suçlandım… Sesimi de çıkaramadım. Karar sizin, Hâkim Bey.‖ dedi. Mahkeme salonundaki herkes ağlıyordu.

207


Soğuk Demir Parçaları Peseschkian kitabında Pozitif Aile Terapisi dediği metodu uygularken bir hastayla oluşan iletişimini aktarıyor. Ona ―Şu demir parçasına bak,‖ dedim, masamın üstündeki demir bir heykeli göstererek. ―Bu demir, gri, sert, soğuk ve keskin hatları var. Isıtıldığı zaman bu özelliklerini kaybeder. Artık gri, sert, soğuk ve keskin hatlı değil, parlak, akıcı, sıcak ve şekli belirsiz bir hal almıştır. Bir anlamda ateşin niteliklerine bürünmüştür. Hasta için bu, kocasının ―keskin hatlı‖ tavrının değişmez bir kişilik özelliği olmadığı, aksine duruma ve hastanın kendisine bağlı bir tavır olduğu anlamına gelmektedir. İşi yüzünden kocası karısına onun istediği kadar vakit ayıramamaktadır. Karısı bu duruma şikâyet ve açık reddetmeler ile karşılık verir. Sonuçta adam zaman zaman başka kadınlarla birlikte olmuş, aşırı tutumluluğu ile karısını sinirlendirmiş ve gitgide ondan daha fazla kaçar hale gelmiştir. Bu durumu imge ile tasvir edersek: Demir soğumuştur. Onu tekrar şekillendirmek için, ısıtmak gerekir.

Evlilikler ve uzun süreli birlikteliklerde ilişkiler demir gibi soğumaktadır. Beraberliklerin eski sıcaklığı ve kişilerin birbirlerine ilgisi kaybolmaktadır. Bunu yeniden değişik yaklaşımlar, romantik tavırlar, küçük hediye ve jestlerle ateşlemek mümkündür.

208


KİŞİ, BECERİSİ NEYSE ONU YAPAR Bu kadar tavuğa bir horoz lazım

Bir gün arkadaşları Nasrettin Hoca‘ya bir oyun yapmak istemişler. Hoca‘yı hamama gitmeye razı etmişler. Ancak hepsi yanına Hoca‘dan habersiz birer yumurta almışlar. Hepsi soyunup hamama girip göbek taşı üzerine oturduklarında birbirlerine ―Geliniz sizinle yumurtlayalım, her kim yumurtlayamazsa hamam masrafını o ödesin.‖ diye sözleşmişler. Daha sonra tavuk gibi çırpınıp ―gıd gıd gıdak... gıd gıd gıdak...‖ diyerek, beraberinde getirdikleri yumurtaları yavaşça el çabukluğuyla mermerin üzerine bırakmışlar. Hoca Efendi bunları görünce hemen horoz gibi çırpınıp ötmeye başlamış. Arkadaşları ―Hoca Efendi ne yapıyorsun?‖ dediklerinde, ―Bu kadar tavuğa bir horoz lazım değil mi?‖ demiş.

209


Hiddet ve şehvet insanı şaşı yapar; ruhu, doğruluktan ayırır. Mevlana

210


KIYMETİ KADAR DEĞER VERMEK Adil hükümdar olarak anılan İran sultanı Nuşirevan sarayından uzak bir yerde ava çıkmış. Ancak aşçısı yemek için tuz olmadığını söylemiş. Aşçısına ―Yakındaki köye git, tuzun parasını ver, bedava tuz almak adet haline gelip zulme dönmesin‖ demiş. Aşçı, ―Birazcık tuzdan ne çıkar‖ demiş. Nuşirevan da ―Zulmün esası cihanda az imiş, sonra her gelen birazcık artırmakla bugünkü dereceyi bulmuştur.‖ demiş. Aşçı gitmeye yeltenince ―Tuzun değeri kadar öde, fazla ücret ödeme.‖ demiş. Aşçı şaşırmış, ―Efendim sizin köylüye ödeyeceğiniz paranın kıymeti harbiyesi ne ki, hazineniz büyüktür.‖ demiş. Nuşirevan, ―Benim ödeyeceğim fazla ücret bana zarar vermez, ancak o ödenen yüksek para tuzun fiyatı olur, o değerden satılması da halka zulüm olur.‖ demiş.

211


Biz pergel gibiyiz, bir ayağımız Şeriat‟ta sağlamca durur, öteki ayağımız yetmiş iki milleti dolaşır. Mevlana

212


ÖNYARGILARA MAHKÛM OLMAK Bir bilgeye, ―Dünyada en çok kimi seversiniz?‖ diye sormuşlar. ―Terzimi‖ demiş ve eklemiş: ―Çünkü ona her gittiğimde ölçümü yeniden alır. Ama diğer insanlar öyle değil, bir kez benim hakkımda karar verince, ölünceye kadar beni hep aynı kalıp ve gözle görürler.‖

213


Söz, gerçi bir bakımdan manayı açar, ama on bakımdan da örter, gizler! Mevlana

214


İNSANLARA HAYIR DİYEBİLMEK Nasrettin Hoca fıkralarında toplumun her kesimi ve her yaş grubunun mizah üslubuyla ele alınmasını görürüz. Doğu toplumları acılarını da güzelliklerini de fert olarak yaşamazlar. Bu bireysel sınırların ya yok denecek kadar az ya da aşırı geçirgen olmasına neden olmaktadır. Sonuçta kişilerin ve ailelerin özerk olamama, insanların başkalarının işine çok karışma sorunu ortaya çıkmaktadır. Hoca‟nın fıkralarında bu yaygın sorunun ele alındığını görürüz. Öyleyse Sana Ne Nasrettin Hoca çarşıda giderken birisi ―Hoca mahallenize bir tepsi baklava götürüyorlar.‖ demiş. Hoca ―Bana ne‖ demiş. Adam, ―Ama Hocam sizin eve götürüyorlar.‖ deyince de ―Öyleyse sana ne‖ demiş.

Anne-babanın görevi çocuğunu geleceğe hazırlamayı, başkalarıyla sağlıklı ilişki kurmayı öğretmektir. Onlara doğruyu yanlışı, oluru, olmazı öğretmek zorundadır. Çocukların başka insanlarla ilişkilerinde sınırlarını, nerede duracaklarını, durmadıklarında ne ile karşılaşacaklarını öğrenmeleri gerekmektedir. Çocuklar sınırlarını, ret edilmeyi, kendisine „hayır‟ denilmesini kendisinin sevildiği yer olan aile ortamında öğrenmelidir. Bunları yabancı bir ortamda öğrenmesi çocuğun hem doğru tepki geliştirememesine, hem de ruhsal yönden aşırı örselenmesine yol açabilir. Her şeyin kendisi için olduğu ve her ihtiyacının kendiliğinden karşılandığı durum, topluma karışmaya başladığı andan itibaren ortadan kalkacaktır. Çocukta bu dönemde narsisistik incinme yaşanacaktır. Bu

215


incinme döneminin sağlıklı geçirilebilmesi için, ilişkilerimizde çocuğun dikkatini kendisinin ve kendi ihtiyaçlarının dışına yönlendirmeliyiz. Çocuklarımıza „hayır‟ dediğimizde onların ruhsal anlamda yıkıldıkları ve bunu kaldıramayacakları hissini yaşarız. Birçok anne-baba, “Çocuğumun isteğine hiç hayır diyemiyorum. Onu o kadar çok seviyorum ki üzülmesine dayanamıyorum.” şeklinde konuşmaktadır. Aslında toplumumuzun iletişimindeki temel yanlış noktası, yapmamamız gereken ya da yapamayacağımız bir şey için „hayır‟ diyememektir. Buradaki yanlış algı öncelikle muhatabımızın isteğini ret edersek onun kişiliğini de ret etmiş olduğumuz ya da onu sevmediğimiz hissidir. İkincisi de isteğinin yapılmasını ret ettiğimiz kişinin bundan çok etkilenerek aşırı incineceğini ve tepki göstereceğini düşünmemizdir. „Hayır‟ diyememek çocuklarımızın ileriki yaşamında iki şekilde karşımıza çıkacaktır. Ya sorumsuzca, dilediği gibi yaşayan, sınırlarını bilemeyen bir çocukla ya da önemli bir karar verilmesi gerektiği anda anne-babanın „hayır‟ dediğini duyan, o zamana kadar „hayır'ın anlamını öğrenmediği için de şaşkın, isyankâr ve öfkeli bir çocukla karşılaşılacaktır. Kırk Yıllık Sirke Bir gün komşusu, ―Hoca Efendi, sizde kırk yıllık sirke var mı?‖ diye sormuş. ―Var.‖ demiş. Komşusu ―Bir parça versene.‖ deyince, ‗Veremem.‘ demiş. ‗Ne için?‘ deyince, ‗Eğer her isteyene verseydim, kırk yıllık sirke kalır mıydı?‘ demiş.

216


İpe Un Sermek Nasrettin Hoca‘dan bir komşusu urgan istemiş. Hoca içeri girip çıkarak, komşusuna ―İp boş değildir, hanım ipe un sermiş.‖ demiş. Adam, ―Efendi bu nasıl iştir, ipe un serilir mi?‖ diye ısrarlı olunca, ―Vermeye gönlüm olmayınca ipe un serilir.‖ demiş.

Eşeğe mi İnanayım Sana mı? Bir çiftçi, Nasrettin Hoca‘ya ―Bu öğleden sonra eşeğini bana ödünç verebilir misin?‖ diye sormuş. Hoca ―Sevgili dostum, bilirsin ihtiyacın olduğunda sana yardım etmeye her zaman hazırım. Ama ne diyebilirim? Şu an eşeğim bir başka komşudadır‖ demiş. Hocanın içtenliğinden etkilenen çiftçi, ona hararetle teşekkür edip tam ayrılırken, ahırdan bir anırma sesi duyulmuş. Yerinden sıçrayan çiftçi, Hoca‘ya öfke ile sormuş, ―Bu işittiğim de nedir? Demek eşeğin burada, yalan söylemekten utanmıyor musun?‖ Hoca, ―Seni nankör adam, sen kime inanıyorsun, bana mı, eşeğe mi?‖ demiş.

Bilenler Bilmeyenlere Anlatsın Nasrettin Hoca, köylülerin ısrarı ile vaaz için kürsüye çıkmak zorunda kalır. Hoca ―Ey mü‘minler! Benim size ne söyleyeceğimi bilir misiniz?‖ der. Cemaatın ―Nereden bilelim Hoca Efendi‖ demeleri üzerine Hoca ―Siz bilmiyorsanız, ben size nasıl anlatırım?‖ dedikten sonra kürsüden iner, bırakır gider. Bir başka gün köylünün ısrarı sonrasında yine kürsüye çıkmak zorunda kalır. Cemaate ―Ne anlatacağımı biliyor musunuz? diye sorunca, cemaat önceki yaşanan olay nedeniyle hep birlikte ―Biliriz‖ derler. Hoca ―Mademki biliyorsunuz o halde benim anlatmama lüzum yok?‖ der, yine kürsüden iner gider. Şaşkınlık

217


içindeki cemaat, ‗Hoca‘yı bir daha kürsüye çıkarınca kimimiz biliriz, kimimiz bilmeyiz diyelim‘ şeklinde karar alırlar. Hoca‘yı uzun bir zaman sonra bin bir ısrarla kürsüye çıkarırlar. Hoca kürsüye çıkar çıkmaz, halkın beklediği soruyu sorar: ―Ey cemaat benim ne anlatacağımı biliyor musunuz?‖ Cemaat kararlaştırdıkları gibi bir kısmı ―Biliyoruz‖, diğer kısmı ―Bilmiyoruz‖ cevabını verirler. Hoca, ciddiyetini hiç bozmayarak: ―Ne kadar iyi, öyle ise bilenler bilmeyenlere anlatsın‖ der ve kürsüden iner.

Oklu Kirpi İlişkilerimizde yaşadığımız ikilemi ele alan Schopenhauer‘in yazısı: ―Soğuk bir kış sabahı çok sayıda oklu kirpi, donmamak için birbirine bir hayli yaklaştı. Az sonra, oklarının farkına vardılar ve ayrıldılar. Üşüyünce, birbirlerine tekrar yaklaştılar. Oklar rahatsız edince yine uzaklaştılar. Soğuktan donmakla, batan okların acısı arasında gidip gelerek yaşadıkları ikilemi, aralarındaki uzaklık, her iki acıya da tahammül edebilecekleri bir noktaya ulaşıncaya kadar sürdü. İnsanları bir araya getiren, iç dünyalarının boşluk ve tekdüzeliğidir. Ters gelen özellikler ve tahammül edemedikleri hatalar onları birbirinden uzaklaştırır. Sonunda, bir arada var olabilecekleri, nezaket ve görgünün belirlediği ortak noktada buluşurlar. Bu uzaklıkta duramayanlara, İngiltere‘de ―keep your distance!/mesafeni koru!‖ denir. Bu noktada, çevrenin sıcaklığını hissetme arzusu kısmen karşılanır ama, buna karşılık okların acısı hissedilmez. Kendi iç sıcaklığı çok yüksek olanlar ise, ne sıkıntı vermek, ne de sıkıntı çekmek için, topluluklardan uzak durmayı tercih ederler.‖ 7

7

http://www.facebook.com/note.php?note_id=230891885405

218


DAVRANIŞINA BAHANE ÜRETMEK O Çomağı Yeseydin Sen De Dört Ayaklı Olurdun Nasrettin Hoca eşine bir gün kaz pişirtip Timur‘a götürür. Yolda giderken iştihasına yenilerek kazın bir budunu mideye indirir. Timur‘un huzuruna varıp usulüne göre hediyesini arz eder. Bir budunun noksan olduğu Timur‘un dikkatini çekince, ―Hoca, hani bu kazın bir ayağı?‖ der. Hoca hiç vaziyetini bozmayarak, ―Bizim Akşehir‘in kazları hep tek ayaklıdır, inanmazsan bak şu çeşme başındaki kazlara.‖ der. Gerçekten de o esnada çeşme başındaki kazlar, güneşin altında bir ayaklarını saklayarak tek ayakla başlarını göğüslerine dayayıp uyuklamaktadırlar. Timur, pencereden baktığında kazların tek ayaklı olduğunu görür. Hemen çomakla kazları harekete geçirmelerini emreder. Kazlar iki ayak üzerinde koşarak kaçacak yer ararlar. Hemen Timur, Hoca‘yı pencere önüne çağırıp, ―Hoca sen yalan söylüyorsun, bak kazlar ikişer ayaklıdırlar.‖ deyince Nasrettin Hoca, ―O çomağı sana vursalardı, dört ayaklı olurdun‖ der.

Düşmesem De Zaten İnecektim Hoca bir gün tarladan eve gelmiş. Tam eşeğinden inecekken eşek huzursuzlanıp Hoca‘yı üzerinden atmış. Mahallenin çocukları gülmeye, bir yandan da ―Aaa... Hoca eşekten düştü.‖ diye alay etmeye başlamışlar. Hoca ―Çocuklar, düşmesem de zaten inecektim.‖ demiş.

219


Seve seve çalışmak ve iş başarmak ne midir?

Dokunduğunuz kumaş parçasını, sevgiliniz giyecekmiş gibi yüreğinizden çektiğiniz ipliklerle dokumak. Yükselttiğiniz binayı, içinizde sevgiliniz oturacakmış gibi ruhunuzun hızıyla yükseltmek! Tohumları, şefkatle dikmek, ekini sevinerek toplamak. Bütün bu verimler sevgilinize sunulacak bir hediye imiş gibi! Yaptığınız her işi, kendi ruhunuzun nefesiyle yüklemek. Halil Cibran

220


BİR İŞİ GEREĞİ GİBİ YAPMAK Ayaz’ın Marifeti Bir gün beyleri Sultan Mahmud‘a, ―Ayaz denilen kölenizin ne marifeti var ki ona bizim hepimizden çok değer veriyorsunuz?‖ dediler. Sultan Mahmut bu soruya o anda karşılık vermedi. Birkaç gün sonra beylerini alarak ava çıktı. Giderlerken bir kervanın gitmekte olduğunu gördüler. Sultan Mahmut, beylerden birine, ―Git sor, bakalım bu kervan nereden geliyor?‖ diyerek görev verdi. Bey atını sürerek gitti, birkaç dakika içinde geriye döndü. ―Efendim kervan Rey şehrinden geliyor.‖ dedi. Sultan Mahmut: ―Peki nereye gidiyormuş?‖ diye sorunca bey susup kaldı. Bunun üzerine Sultan Mahmud başka birini gönderdi. O da gidip geldi. ―Efendim, Yemen‘e gidiyormuş.‖ dedi. Sultan, ―Yükü neymiş?‖ deyince o da sustu kaldı. Bu defa padişah başka bir beye: ―Sen de git yükünü öğren!‖ dedi. Bey gitti geldi: ―Her cins mal var fakat çoğu Rey kâseleri.‖ dedi. Sultan ona da ―Peki kervan Rey‘den ne zaman çıkmış?‖ diye sorunca bey susup kaldı cevap veremedi. Sultan böylece tam otuz beyi gönderdi otuzu da istenen bilgileri tam olarak getiremediler. Son olarak Ayaz‘ı çağırdı. ―Ayaz, dedi. Git bak bakalım şu kervan nereden geliyor.‖ dedi. Ayaz saygıyla padişahın huzurunda eğilerek konuşmaya başladı: ―Efendim, kervan görünür görünmez sizin merak ederek soracağınızı tahmin ettiğimden gidip gerekenleri öğrendim. Kervan Rey‘den geliyor Yemen‘e gidiyor, yükü şudur, şu kadar at, şu kadar deve, şu kadar katırdan oluşuyor. Kervanda şu kadar

221


insan var, onlardan şu kadarı silâhlı.‖ diye başlayarak kervan hakkındaki en küçük malumata varıncaya kadar anlattı. Bütün bunları beyler ağzı açık dinliyorlardı. Böylece Ayaz tek başına otuz beyin edinemediği bilgiyi edinmiş, başaramadığı işi başarmıştı.

Bu hikâyeden, başarmak ve kazanmak için dikkatli, basîretli ve bilgili olmak yanında, gayret ve çalışmanın da gerekli olduğu sonucunu çıkarabiliriz.

Garcia’ya Mektup 1904 Rus-Japon harbinden önceydi. Amerikan gazetelerinin birinde ―Garcia‘ya Götürülecek Mektup‖ başlıklı bir yazı çıktı. Yazarı tanınmamış bir muhabirdi. Fakat bu kısa yazının anlattığı gerçekler, yüzlerce kitapla anlatılanlardan daha derin, daha özlü idi. Yazı nasıl olduysa Çarlık Rusya‘sının demiryolları idaresinin eline geçti. Müdür, bütün memurlarının bu yazının kopyasını yanlarında taşımasını sağladı. O sırada Rus-Japon savaşı başladı. Japonlar esir aldıkları Rus demiryolları mensuplarının hepsinin üzerinde bu yazıyı görerek meraka düştüler. Japon Eğitim bakanı bu yazıyı inceledikten sonra, bütün Japon yurttaşlarının okuyup birer nüshasını yanlarında taşımalarını emretti. Bu yazı, o sırada Birleşik Amerika‘da bütün askeri personele verilirdi. Bu bir gelenek olmuştu. İşte yazının özeti: ABD ile İspanya sömürge savaşı‘nın bir safhasında, Başkan William McKinley‘in İspanya Sömürge Ordusu‘nu tecrit edebilmek için, Kübalı General Garcia‘nın ordusuna talimat göndermesi gerekmişti. General Garcia, hangisinde olduğu bilinmeyen Küba dağlarında ve nerede olduğu bilinmeyen onlarca sığınaktan birinde saklanıyordu. Kendisine posta veya telgraf yoluyla ulaşabilmek imkânsızdı. Cumhurbaşkanı Mc.

222


Kinkey, General Garcia‘ya bir mektup yazdı. Mektubun süratle yerine ulaşması gerekiyordu. Başkomutanlık karargâhında Garcia hakkında yeterli bilgi yoktu, neredeydi, ona nasıl ulaşılabilirdi, hepsi meçhuldü. Subaylardan biri: ―Benim birliğimde, Rowan adında bir çavuş vardır, kimsenin nerede olduğunu bilmediği Garcia‘yı o bulabilir ve mektubunuzu kendisine ulaştırabilir‖ dedi. Mektubu götürmek için görevlendirilen Rowan: ―Bu Garcia da kimdir? Nerede bulunur? Oraya nasıl gidilir? Atla mı, trenle mi? Harcırahımı kim verecek?‖ demedi. Mektubu torbasına koydu, gitti, görevini yaptı, döndü, tekmilini verdi. Garcia talimata uyacaktı.

Burada anlatılmak istenen, çavuş Rowan‟ın dört gün sonra Küba kıyılarına ulaşmasının, ormanlara dalarak üç haftalık bir seyahati yaya olarak tamamlamasının, dağlarda ve ormanlarda Garcia‟yı bulmasının hikâyesi değildir. Mesaj, bu adamın kişiliğinin herkese örnek insan modeli olarak tanıtılmasıdır. Dünyanın her yerinde, her Allah‟ın günü, birçok yöneticinin Garcia‟ya gönderecek mektubu vardır. Öte yandan, gençlerin muhtaç oldukları bilgiler sadece bir dizi teoriler değildir. Kendilerinden istenen vazifeleri kendi iradeleri ile sonuçlandırma idrakine ve eğitimine de sahip olmalarıdır. Bugün en çok muhtaç olduğumuz Ayaz gibi, Garcia gibi gençlerdir.

223


Gece ‘Lâhavle’ Yiyen Eşek, Gündüzün Secdeye Kapanır Bir sufi seyahate çıktı, döne dolaşa bir gece bir tekkeye konuk oldu. Bir hayvanı, vardı ahıra bağladı. Kendisi dostlarla, sofanın başköşesine geçip oturdu. O zevk ve huzur dileyen sufilerin zikir ve mürakabeleri, vecd ve şevkle sona erince, konuğa yemek getirdiler. Konuk, o zaman hayvanı hatırladı, hizmetçiye ―Ahıra git, hayvana saman ve arpa ver‖ dedi. Hizmetçi dedi ki: ―Lâhavle... Bu ne fazla söz! Eskiden beri bu iş benim işim.‖ Sufi hizmetçiye eşeği için yapması gerekenleri bir bir anlattı. Ancak hizmetli anlamazlıktan geldi. Hizmetçi ―Lâhavle ey derviş, benim senin gibi yüzlerce konuğum oldu; Hepsi de yanımızdan razı olup gittiler.‖ dedi. Sufi ısrarla yapması gerekenleri söyledikçe hizmetçi ‗Lâhavle‘ deyip durdu. Hizmetçi ―Lâhavle, a babam, lâhavle de! Bir işe yolladığın ehil kişiye az söyle!‖ dedi! Sufi ―Eşeğin sırtını tımar et‖ dedi. Hizmetçi ―Lâhavle. Baba, artık utan!‖ dedi. Sufi yorgun olduğundan yattı, rüya görmeye başladı. Rüyasında bir kurt eşeğini parçalıyordu. Uyanıp ―Lâhavle. Bu ne biçim saçma rüya.‖ dedi. Gerçekten de zavallı eşek; taş toprak içinde, semeri tersine dönmüş, bütün gece yemsiz… gâh can çekişmekte, gâh ölüm haline gelmekteydi. Eşek, açlıktan sabaha kadar yan üstü yattı. Sabah olunca, hizmetçi gelip hemen semeri düzeltti, sırtına vurdu. Birkaç sopa indirdi. Eşek dayağın şiddetinden sıçradı, kalktı. Dili yok ki halini söylesin! Sufi, merkebe binip yola düzülünce merkep, sürekli yüzüstü düşmeye başladı. Herkes onu hasta sanıyordu. Sufiye ―Ey Efendi, bu ne hal? Dün, bu eşek çok kuvvetlidir demiyor muydun?‖ dediler. Sufi ―Geceleyin ‗Lâhavle‘ yiyen eşek, gündüzün de secde eder‖ dedi.

224


Marangoz’un Yaptığı Son Ev Yaşlı bir marangozun emeklilik çağı gelmişti. Yanında çalıştığı müteahhidine işinden ayrılmak, eşi ve büyüyen çocukları ile birlikte daha özgür bir hayat sürmek istediğinden söz etti. Müteahhit becerikli marangozunun işten ayrılmasına üzüldü. Ve ondan, kendine son bir iş olarak bir ev daha yapmasını rica etti. Marangoz işi kabul etti. Ne var ki yaptığı işte gönülsüzdü. Baştan savma bir işçilik yaptı ve kalitesiz malzeme kullandı. Kendini adamış olduğu mesleğine böyle son vermek aslında büyük bir talihsizlikti... İşini bitirdiğinde, müteahhit, evi gözden geçirmek için geldi. Dış kapının anahtarını marangoza uzattı: ―Ustam bu ev senin, benden emeklilik hediyesidir.‖ dedi. Marangoz şaşırdı ve zar zor mahcubiyetle teşekkür edebildi…

Püf Noktası Vaktiyle çömlek imalathanesinde çalışan bir kalfa işinde iyi olduğuna inanıp kendi başına bir dükkân açmayı istemiş. Kendisinin de bir testi imalathanesi açacak kadar usta olduğunu ve buna da hakkı bulunduğunu ustasına belirtmiş. Ustası ise henüz işin püf noktasını öğrenmediğini söylemiş. Kalfa, ustasının bu sözlerine itiraz etmiş. Ustasının bu sonu gelmez nasihatlerinden bıkıp hırsa kapılan kalfa, ustasından icazet almadan bir testi imalâthanesi açmış; fırınını kurmuş, testi imalâtına başlamış. Bütün işlemleri ustasının yanındaki gibi yaptığı, testi toprağında aynı hamuru kullandığı halde fırına verdiği testilerden birkaç tanesi dışında hepsi patlıyormuş. Bin bir emek ile yaptığı testiler, çömlekler onca titizliğe rağmen orasından burasından yarılıp, çatlıyormuş. Zavallı kalfa bir türlü bu çatlamaların önüne geçemeyince, çaresiz ve mahcup bir

225


şekilde ustasına gidip durumu anlatmış. İşinin uzmanı tecrübeli usta: ―Sana demedim mi evlâdım? Sen bu işin püf noktasını henüz öğrenmedin. Bu sanatın uzmanlık gerektiren bir püf noktası vardır.‖ demiş. Kalfa pişmanlık duyarak özür dilemiş ve ustanın yanına geri dönmüş. Bir zaman sonra usta, tezgâha bir miktar çamur koymuş ve kalfasına: ―Haydi, geç bakalım tezgâhın başına da, bir testi çıkar. Ben de sana bu işin püf noktasını göstereyim.‖ demiş. Eski kalfa ayağıyla merdaneyi döndürüp çamura şekil vermeye başladığında usta, önünde dönen testiyi dikkatle takip edip arada bir püf diye üfleyerek, testiyi çatlatacak küçük hava kabarcıklarını patlatıp yok etmiş ve böylece kalfa da bu sanatın püf noktasını öğrenmiş. Her sanatın incelik, uzmanlık gerektiren kısmına da o günden sonra püf noktası denilmeye başlanmış.

226


Sultana yakın bulunmak ateşe yaklaşmaktır. Cahillerle düşüp kalkmak canın ölümüdür. Feridüddin-i Attar

HALİNE ŞÜKRETMEK Ya Pancar Getirseydim, Halim Ne Olurdu? Bir gün Nasrettin Hoca, bir büyük tepsinin üstüne üç erik koyup Timur‘a hediye götürür. Erikleri Timur‘a sunar. Sultan hediyeyi çok beğenir ve Hoca‘ya çok akçe bağışlar. Hoca birkaç gün sonra bir hayli pancarı bir sepete koyup yine sultana götürürken yolda bir adam görür. Hoca‘ya ne götürdüğünü sorar. Timur‘a hediye olarak pancar götürdüğünü söyler. Timur‘un incir sevmediğini bilen adam, Hoca‘yı zor durumda bırakmak için ―İncir götürsen daha iyi olur.‖ der. Hoca, en güzel incirden birkaç okka hazırlayarak Timur‘un huzuruna girer. Timur kendisine incir sunulmasına kızarak emrinde çalışanlara emreder. Onlarda incirlerin hepsini Hoca‘nın başına atarlar. Onlar inciri yapıştırdıkça, Hoca durmadan, ―Şükür Ya Rabbi! Hamd olsun lütfuna, ihsanına. Akıl danışmanın bereketini şimdi anladım.‖ diye sürekli mırıldanır. Timur bu sözleri işitip, ―Hoca neye şükredersin?‖ deyince Hoca da ―Sultanım, size önce birkaç okka pancar getiriyordum. Bereket versin, yolda bir adam incir getirmemi tavsiye etti. Ya pancar getirmiş olsaydım, benim halim nice olurdu? Ne başım kalacaktı, ne gözüm kalacaktı. Şimdiye kadar paramparça olmuştum.‖ der.

227


Sakanın Eşeği Fakir bir sakanın da bir eşeği vardı. Zayıf zavallı bir eşekti, sırtında yüzlerce yara vardı. Değil arpa, ot bile bulamıyordu. Padişahın at bakıcısının bu sakayla eskilere dayanan bir ahbaplığı vardı. Bir gün sakaya rastladı: ―Bu zavallı eşeğin hâli ne böyle, nerdeyse zayıflıktan ölecek.‖ dedi. Saka yana yakıla anlattı: ―Sevgili dost biliyorsun ki ben fakir bir insanım, o sebepten bu zavallı hayvana bakamıyorum.‖ dedi. Seyis başı, ―Sen bu hayvanı bana ver birkaç gün padişahın ahırına bağlayayım, ona padişahın atlarının yeminden vereyim, biraz düzelsin.‖ dedi. Saka eşeği seve seve verdi. Eşeği alıp padişahın ahırına getirdiler. Eşek ahırdaki temizliği, bakımı, atların hâlini görünce: ―Yarabbi, bu nasıl bir iş, bu atlar senin yaratığın da ben senin yarattığın değil miyim? Benim halime bak, bunların durumuna bak, böyle olur mu?‖ dedi. Aradan birkaç gün geçmeden savaş çıktı. Ahırlardaki atları çekip eğerleyip savaş alanına gönderdiler. Günlerce süren savaştan sonra atlar döndüğünde her birinin vücudunda yüzlerce yara vardı, birçok ok ucu hâlâ vücutlarında duruyordu. Atların ayakları bağlandı, cerrahlar geldiler, başladılar atların orasını burasını yararak, ok parçalarını, mızrak uçlarını çıkarmaya… Bunu gören eşek, daha önce düşündüklerinden, söylediklerinden bin pişman oldu. Haline şükretti.

228


YARARI OLMAYAN ŞEYLER Teke Burcu Bir gün Nasrettin Hoca‘ya ―Senin burcun nedir?‖ diye sorarlar. ―Tekedir, Teke.‖ der. ―Hoca Efendi, yıldızların belli zamanlardaki yerlerini ve durumlarını gösteren cetvelde hiç teke yazmaz.‖ derler. Hoca, ―Ben çocuktum, annem burcuma baktırttı, ‗Cedy‘ dedilerdi.‖ der. ―Efendi, ‗Cedy‘ teke değil, oğlak demektir.‖ demeleriyle, Hoca ―Be ahmaklar, ben de bilirim ‗cedy‘nin oğlak olduğunu, ama anam benim burcuma baktıralı kırk yıl oldu. O zamandan beri oğlak teke olmadı mı?‖ der.

229


İnsan, geçim için, rahatlık için yılan arar, gamdan kurtulmak için gam yiyip durur. Mevlana

230


KENDİNİ KANDIRMAK Adamın biri işleri kötü gittiği için, işleri düzeldiğinde evini satıp insanlara dağıtacağına dair söz vermiş. Bir müddet sonra işleri oldukça iyi olmuş. O da elde edeceği parayı yoksullara dağıtmak için evini satışa çıkarmış. Evinin fiyatının yüz lira olarak ilan etmiş. Çok ucuz olduğu için çok müşterisi çıkıyormuş. Ancak evini alacak kişiye kedisini de almak zorunda olduklarını söylüyormuş. Fiyatını sorduklarında kedisinin fiyatının ise iki yüz bin lira olduğunu söylüyormuş. Kimse bu şartlarda evi almıyormuş. Bir gün başka bir yerden gelen adam evi kediyle birlikte satın almış. İki yüz bin yüz lira ödemiş. Ev sahibi evin fiyatı olan yüz lirayı yoksullara dağıtmış. İki yüz bin lirayı ise kedinin ücreti diyerek cebine atmış.

İnsan kendisi için önemli bir eylemi, küçük bir çıkarı için murdar yapar. İnandığını düşündüğü inanç manzumesini kendi çıkarı noktasında kullanır.

231


Her zahmete, her meşakkate kızar, kinlenirsen cilalanmadan nasıl ayna olacaksın. Mevlana

232


AYDINLIK YERDE ARARIM İçerisi Pek Karanlık da Burada Arıyorum Hoca evin içinde yüzüğünü kaybetmiş, bulunamamış. Çıkmış, kapısının önünde yüzüğünü aramaya başlamış. Komşusu Hocanın bir şey aradığını fark edip ―Hoca ne arıyorsun‖ diye sormuş. Hoca da içeride yüzük kaybettiğini anlatınca, ―Yüzüğü evin içinde kaybettin ise, o zaman dışarıda değil içeride aramalısın.‖ demiş. Hoca, ―Orada aramam gerektiğini ben de biliyorum ama içerisi çok karanlık da onun için burada arıyorum.‖ demiş.

233


Sınamada şart ihtiyar sahibi olmaktır. Kudret elde olmadıkça da irade yoktur. İstekler uyumuş köpeklere benzer. Onlardaki hayır ve şer de gizlidir. Kudretleri olmadığı için bunlar, yere yatmış odun parçaları gibi yatar durumdadır. Fakat aralarına pis bir şey atıldı mı adeta köpeklere hırs surunu üfürür. O sokakta bir eşek düşüp öldü mü uyuyan yüzlerce köpek uyanır. Mevlana

234


Dünya menfaati bir leşe benzer. Ona talip olan, köpeklerle dalaşmaya hazır olmalıdır.

Hz. Ali

ÇIKARLARIN ÖNCELİĞİ Uyuyan Köpeklerin Arasına Kemik Atmak Mevlana ve bir öğrencisi birlikte yürürlerken yolun kenarında iki köpeğin birbirine sokulmuş vaziyette uyuduklarını gördüler. Öğrencisi; ―Ne güzel bir durum, ders alınacak bir dostluk örneği.‖ der. Mevlana ―Evlat sen onların arasına yağlı bir kemik at da, asıl o zaman gör dostluğu.‖ der.

Gerçek dostluk kişisel çıkarların gün yüzüne çıktığında sınanır. Bahçıvan ve Üç Adam Bir bahçıvan bahçesine bakınca üç adamın girmiş olduğunu gördü. Biri sofi, biri seyyit, biri de fakihti ki, görünüşte hepsi makbul kimselerdi. Bahçıvan içinden; ―Benim bunlara söyleyecek birçok delilim var; lâkin bunlar cemaatse rahmete vesiledir. Bunlar üç kişi bense bir kişiyim. Önce bunları birbirinden ayırmalı. Arkadaşlar birbirinden ayrı kalınca, öç almak ve bunları kovalamak mümkün olur.‖ dedi. İlkin sufiye hile yaptı. Sufiden eve gidip yoldaşları için kilim getirmesini istedi. Sufi gidince o iki arkadaşa; ―Sen fakihsin, bu da namlı bir şerif. O hasis sufi de kim oluyor ki böyle şerefli kimselerle oturabiliyor. Onu gelince hemen def ediniz.‖ dedi ve arkadaşları ona inanıp sufiyi gönderdiler. Bahçıvan da bir sopayla sufinin arkasından gitti ve sufiyi dövdü.

235


Bahçıvan sonra seyyitten içeri gidip hazırlanan yemeği getirmesini istedi. Seyit gidince fakihe; ―Sen zamanın fakihisin ama onun seyyit olduğunu nerden biliyorsun?‖ dedi. Bahçıvana aldanan fakih, seyyite eziyet edip onu gönderdi. Seyyit de gidince bahçıvan fakihe; ―Ey fakih! Böyle fakihlikten sefih bile utanır.‖ dedi. Fakih; ―Hakkındır. Beni hemen cezalandır. Dostlarından ayrılana bu layıktır.‖ dedi.

Yorgan gitti, kavga bitti Bir gece yarısı Nasrettin Hoca‘nın kapısının önünde bir gürültü olur. Hoca çıkıp kavganın sebebini anlamak ister. Hanımı, ‗‗Efendi nene lazım, yat yerinde, gece yarısı gürültü arasına karışma‖ dediyse de dinlemeyip hemen yorganına bürünür, kapının önüne çıkar. Hoca meseleyi anlamaya uğraşırken o gürültü arasında bir adam gelip aniden yorganı Hoca‘nın üstünden soyup alır, kaçıp gider. Hoca bu durumdan şaşkın ve sersem bir halde soğuktan üşüyüp titreyerek içeri girer. Karısı, ―Efendi kavganın aslı ne imiş?‖ diye sorunca, ―Ne olacak, kavga bizim yorgan üzerine imiş. Yorgan gitti, kavga bitti‖ der.

236


Kepçeyi Ver de Birazda Biz Ölelim Nasrettin Hoca günün birinde misafirliğe gitmiş. O gün hava gayet sıcakmış. İkram için koca bir kâse buzlu hoşaf getirmişler. Hane sahibi hoşaf taksim edilen kepçeyi kendisine ayırıp Hoca‘ya altın işlemeli, süslü, küçük, yayvan bir kaşık vermiş. Hane sahibi koca kepçe ile buzlu hoşafı alıp bir de ‗Oooh... öldüm‘ diyerek içmeye başlamış. Hoca‘nın kaşığı küçük olduğundan içi bir şey almıyormuş. Hane sahibi sürekli ‗Oooh... öldüm‘ demekteymiş. Hoca bakmış ki olacak gibi değil, hane sahibinin elinden kepçeyi aldığı gibi hoşaf kâsesine daldırırken bir yandan da ―Efendi, Efendi, rica ederim, şu kepçeyle biraz da biz ölelim‖ demiş.

Bu alçalışın üç kapısı vardır Tutku, öfke ve arsızlıktır bunlar Karanlığa götüren bu kapıdan Akıllı kişi sakınır kendini Bhagavad-Gita

237


Arapça bilen birisi, Arapça “Ben Arapça bilirim” dese, Onun Arapça bilirim demesi dâvadır ama Arapça söylemesi de mânadır, dâvasının ispatıdır. Mevlana

238


Kızgınlığın, cehennem ateşinin tohumudur. Kendine gel de şu cehennemini söndür, çünkü o bir tuzaktır. Mevlana

KÖTÜ ALIŞKANLIKLARI YENME Yola Diktiğin Dikenler Diken kuvvetlenmekte, büyümekte, diken sökecek kişi ise ihtiyarlamakta, kuvvetten düşmekte… Kötü huylarla gençlikte daha kolay başa çıkılabilir. Bu iş, kötü huylu adamın yol üstüne diken dikmesine benzer. Yoldan geçenler bu dikenleri sök diye onu uyarırlar, fakat fayda etmez. Her an o dikenler çoğalmakta, halkın elbisesi dikenlerden yırtılmakta, yoksulların ayakları paramparça olmaktadır. Ona ―Mutlaka bunları sök‖ denildikçe. ―Evet, bir gün sökerim‖ der. Daha sonra da ―Yarın, yarın‖ diye vâde verip durur. Bu müddet içinde diktiği dikenler kökleşip, kuvvetlenir. Çevresindeki iyi kişiler: ―Sen bu işi yarın görürüm diyorsun, ama şunu bil ki gün geçtikçe, o dikenler daha güçleniyor, dikeni sökecek kişi de ihtiyarlayıp aciz bir hale geliyor. Diken kuvvetlenmekte, büyümekte, diken sökecek kişi ise ihtiyarlamakta, kuvvetten düşmektedir.‖ derler.

Kötü huyunu bir diken bil; Dikenler kaç keredir senin ayağını zedelemekte. Fakat duygun yok ki. Pek duygusuzlaştın. Sen hem kendine azapsın, hem başkalarına!

239


İki Kulumuz ‘Öfke’ ve ‘Şehvet’ Bir padişah, konuşma esnasında bir şeyhe ―Benden bir şey dile‖ dedi. Şeyh ―Padişahım, bana böyle söylemekten utanmıyor musun? Hele biraz daha yüksel! Benim iki kulum var. Onlar hor hakir kişilerdir ama ikisi de sana hükmederler ve ikisi de sana emrederler‖ dedi. Padişah ―Bu nasıl bir söz, o iki kul kimlerdir?‖ deyince, şeyh ― Birisi kızmak, öbürü şehvettir.‖ dedi.

Kuyruk Acısı Adamın biri ormanda aç ve bitkin bir yılana rastlamış. Bir tas süt bırakmış. Yılan sütü içtikten sonra tasın içine bir altın bırakmış. Bu her gün tekrarlamış ve yıllarca sürmüş. Adam çok zengin olmuş. Bir gün adamın bir işi nedeniyle şehre inmesi gerekiyormuş. Üç beş gün kalma ihtimali olduğu için oğlunu çağırmış ve yılanla olan durumu anlatmış. Babası gidince oğlu iki üç gün yılana süt tasını vermiş, ama sıkılmış ve ―Ben yılanı takip edeyim, yuvasına varınca öldürür altınları da alırım böylece her gün süt vermeme gerek kalmaz‖ demiş. Yılan sütü içtikten sonra yuvasına giderken çocuk baltayla yılana vurmuş ama balta yılanın kuyruğuna rastlamış. Yılan çocuğu ısırmış ve zehrini de akıtmış. Oğlan orada can vermiş. Baba geri döndüğünde olanlara üzülmüş, yılandan özür dilemiş. Eskisi gibi süt verebileceğini söylemiş. Ancak yılan ―Sende evlat acısı, bende de bu kuyruk acısı olduğu sürece mümkünü yok, dost olamayız.‖ demiş.

240


Güzel Koku Pazarında Hasta Düşen Derici Birisi, güzel koku satanların pazarına gelince aklı başından gitti, büzülüp yere yıkıldı. Pazardan gelen güzel kokular, başını döndürdü, yere düştü! Derhal halk, başına üşüştü... Herkes lâhavle diyerek derdine derman aramaktaydı. Birisi, eliyle kalbini yokluyor, öbürü yüzüne gülsuyu serpiyordu. Biri bileklerini, başını ovuyordu. Biri ödağacıyla şekeri karıştırıp tütsülüyor, başka biri elbisesinin bir kısmını soyup üstündekileri hafifletiyordu. Birisi nasıl atıyor diye nabzını yokluyor, öbürü ağzını kokluyor. Şarap mı içti, esrar mı... yoksa afyon mu yuttu... anlamak istiyordu. Halk, onun neden bayıldığını anlayamamış, şaşırıp kalmıştı… Derhal akrabalarına haber verdiler, falan adam feşman yerde perişan bir halde düşüp kaldı dediler. O dericinin bilgili, anlayışlı bir erkek kardeşi vardı, hemencecik koşarak geldi. Derici adamın iliğine damarına kat kat pisliğin kokusu sinmiştir. Rızkını elde etmek için her gün, akşamlara kadar pisliğe gömülmüştür. Dericinin kardeşi bir kumaş parçasına biraz pislik bulaştırdı, halkı yardı ve kardeşinin başucuna geldi. Ben neden hastalandı biliyorum, dedi... Kumaş parçasını koklatınca derici kendine geldi.

Hastalık teşhis edildi, sebebi bilindi mi tedavisi kolaydır. Sebebi bilinmezse tedavisi güçleşir... hangi ilaç iyi gelecek? Yüz türlü ihtimal vardır. Fakat sebebi bilindi mi iş kolaylaşır. Sebeplerini bilmek, bilgisizliği giderir.

241


Kil Yeme Alışkanlığı Olan Adam Toprak yemeyi adet edinmiş olan birisi bir aktara gidip kelle şekeri almak istedi. O hilebaz ve gönlü bozuk aktarın terazisinde dirhem ve taş yerine toprak vardı. Dedi ki: Benim terazimin dirhemi topraktır. Şeker almaya niyetin varsa sabret de dirhem bulayım. Adam ―Mühim bir işim var, şeker almam lazım... dirhemin ne olursa olsun, zararı yok‖ dedi Aktar, terazisinin dirhem gözüne dirhem vazifesini gören taş yerine toprak parçasını koydu. Öbür gözüne koymak üzere de o toprağın ağırlığınca şeker kırmaya koyuldu. Şekeri kesip kıracak bir aleti olmadığı için biraz gecikti, müşteriyi de orada bıraktı. Toprak yemeyi adet edinmiş olan müşteri, dayanamadı... gizlice ve güya aktara göstermeden toprağı koparıp yemeye başladı. Aktar, bunu gördü... gördü ama kendisini meşgul gösterdi. Diyordu ki: ―A sararmış suratlı, hadi biraz daha fazla çal! Toprağımı çalıyorsun bana bir şey olmuyor; sen, adeta kendi yanından et koparıyor, kendi etini yiyorsun! Alacağın şekeri görünce kimin ahmak ve gafil olduğunu anlarsın, hele dur.‖

Böyle Deli Deli Akarsan Ağzına Vururlar Tıkacı Çok sıcak bir yaz günü Nasrettin Hoca yol kenarında bir çeşme görür. Ağzı ağaçla tıkanmış olan pınarın tıpasını çeker. Su öyle tazyikle fışkırır ki, Hoca sırtüstü düşer. Öfkeyle yerden kalkan Hoca; ―Böyle deli deli aktığın için ağzına tıkaç vurmuşlar, işte. Hala da akıllanmamışsın.‖ der.

242


Dostuna gerçek dost olan kimse, dostu kâfir olduğunda kendisiyle birlikte kâfir olandır. Feridüddin-i Attar

DOSTUN YANI ―Büyük bir yolcu kafilesi bir yere gidiyordu. Su ihtiyaçlarını karşılamak için kovasız bir kuyu buldular. Bir ip ve kova elde edip kovayı kuyuya saldılar, kova ipten ayrıldı, başka kovayla denediler yine olmadı. Bu sefer kafiledeki adamları ipe bağlayıp gönderdiler. Adamlar da kuyuda mahsur kaldı. İçlerinden akıllı birisi ―Ben gideyim.‖ dedi. Adamın kuyunun dibine iner inmez karşısına korkunç bir dev çıktı. Akıllı adam kurtulamayacağını anladı ve ―Bakalım başıma neler gelecek?‖ diye bekledi. Dev ona ―Sen benim esirimsin, doğru cevap vermekten başka bir şeyle elimden kurtulamazsın. Söyle bakalım bu yerlerin en iyisi neresidir?‖ diye sordu. Adam kendi kendine ―Ben bu adamın yanında esirim ve çaresizim. Eğer Bağdat veya başka bir yerin ismini söylersem onun bulunduğu yeri kötülemiş olurum.‖ deyip ―En iyi yer insanın arkadaşının bulunduğu yerdir ve burası yerin dibinde de olsa yine en iyi yerdir.‖ cevabını verdi. Dev ―Aferin! Kurtuldun. Karşılaştığım en akıllı insan sensin, seni ve senin hatırına arkadaşlarını da serbest bırakıyorum.‖ dedi.

Dostlara bak! Hani dost olanların nişanesi? Dostlara zahmet can gibi sevimlidir. Dosta, dostun zahmeti ağır gelir mi? Zahmet içtir, ruhtur. Dostluksa onun derisine benzer. Mevlana

243


Dost, tatmin edilmiş ihtiyaç demektir. O, sizin sevgi ektiğiniz, şükran biçtiğiniz tarladır. … Dostluktan ruhun derinleşmesinden başka bir şey beklemeyiniz. … Sen de en iyi neyse, dostuna onu ver. Dostun, hayatındaki yalnız cezri tanıyorsa, ona bir de hayatının meddini tanıt! Halil Cibran

244


Bütün ırmaklara su veren deniz bile her çöpü başının üstünde taşır. Mevlana

MAKAM ÜSTÜNLÜK KAZANDIRMAZ Sultan Gazneli Mahmud‘un itimadını kazanan temiz yaratılışlı Ayaz, çarığıyla abasını bir odaya asmıştı. Her gün odasına girerek kendi kendine; ‗İşte çarığın, işte aban mağrur olma!‘ derdi. Bazı vezirleri padişaha; ―O hücresinde altın ve gümüş biriktirmekte ve kimseyi oraya sokmuyor.‖ Diye şikayet ettiler. Padişah onlara ―Onun gizli saklı neyi olabilir ki, gece yarısı gidin, her neyi varsa yağmalayın, sizin olsun. Sırrını da herkese söyleyin.‖ dedi. O vezirler gece yarısı Ayaz‘ın odasına gittiler; ―Sultan odayı açmamızı ve içindekileri almamızı bize emretti.‖ diyerek altın, gümüş, yakut ve incilerin hayalini kuruyorlardı. Padişahın Ayaz‘dan asla bir şüphesi yoktu. Maksadı vezirlerine ders vermekti. O vezirler, Ayaz‘ın odasının kapısını açtıklarında ancak bir çarık ve bir aba görebildiler. Yerleri kazsalar da bu ikisinden başka bir şey bulamadılar ve sonunda mahcup olup padişahın huzuruna döndüler. Vezirlerin hepsi padişahın huzurunda yüzlerini yere sürüp Ayaz‘dan özür dilediler.

245


Ne oluyor onlara ki bu öğütten, bu irşaddan arslandan ürküp kaçan yaban eşeği gibi kaçıyorlar? *

*

Müddesir Suresi; 74/49-51.

246


SON SÖZ; Günümüz insanı yoğun stres altında mutsuz olup yaşamdan doyum sağlayamamaktadır. Bunun sonucunda çeşitli ruhsal hastalıklarda çok büyük artış olmuştur. Bu durumun nedenleri; 1.İnsanların kendilerini sürekli daha zengin insanlarla kıyaslamaları, 2.Günümüz kültüründe başarının parayla ölçülmesi, manevi erdemlerin geri planda kalması, 3. İnsanların ne kadar çok paraya, maddi zenginliğe sahip olurlarsa olsunlar doyumsuzlukları ve daha fazlasını istemeleri. 4. İnsanlar zamanlarının tamamına yakınını, zenginliği elde etmek ve sürdürmek için harcadıklar. Bu nedenle insanların yaşam doyumu için gerekli olan dostluk, sevgi, aşk gibi paylaşmaya yönelik hedefler için ise zamanları kalmamaktadır. Esnek olmayan, katı, sınırlı, işlevsel olmayan düşünme ruhsal bozukluklara yol açmaktadır. Günümüzdeki psikolojik yaklaşımlar, sürekli sorun bulma ve tedavi etme eğilimi içindedir ve insanın güçlü yanlarını anlamak ve geliştirmeye çalışmakla ilgili yönelimini ihmal etmektedir. Bu yaklaşım biçimi değiştirilerek var olan iyimserliği, sevgiyi, kararlılığı, sorumluluğu, iyi anne-baba olmayı, başkalarını düşünmeyi, ılımlılığı ve hoşgörüyü keşfedip bunları güçlendirmenin yolları aranmalıdır. Bu nedenle günümüz insanına, hiçbir zaman elde ettiklerinde mutlu olamayacakları uğraşlar için harcadıkları çabayı farkettirmeli ve maddi zenginliğin önüne geçecek, daha kendilerine dönük seçenekleri bulmalarına yardımcı olunmalıdır. Bu seçeneklerden birisi de, yaşama karşı olumlu bakış açısı geliştirmek, yani iyimserliktir. Fiziksel, duygusal, zihinsel ve ruhsal sağlıklılık için, son yıllarda üzerinde durulan önemli olgulardan biri de iyimserlik, yani

247


olumlu düşünmedir. İyimserlik, olabileceklerin en iyisini umma eğilimidir. İnsanların günlük yaşantılarında karşılaştıkları sorunlarla ilgili bir ön yaşantıları olmayabileceğinden, iyimserlik genellenmiş beklentisine sahipse, herhangi bir durumda sonucun iyi olacağına inanacaktır. Özetle iyimserlik, bireyin yaşamında olumlu olaylar olacağına ilişkin genellenmiş beklentilerdir. İyimserlik, yıkıcı olmayan, esnek düşünce biçimidir. Fiziksel ve ruhsal sağlığın anahtarı iyimserliktir. Bazı araştırmacılara göre iyimserlik öğrenilebilir, böylece olumsuz düşünce kalıpları değiştirilebilir ve ruhsal sorunların oluşması önlenebilir. Yapılan bazı çalışmalarda, bireylerin fiziksel sağlıkları ve stresle başaçıkma biçimlerinde iyimserliğin olumlu etkisi gösterilmiştir. İyimser bir yaşam yönelimine sahip olan bireyler, karşılaştıkları çeşitli durumlardan olumlu sonuçlar elde etmeyi beklemektedirler. Esneklik ve zorluklardan sonra sağlık ve hoşlanım hallerine kolayca dönme yeteneğine sahiptirler. Bu nedenle, günümüz koşullarında günlük yaşam becerilerini sürdürmede, gelişimsel sorunlarla başaçıkmada ve yaşama ilişkin hedeflere ulaşmada iyimserlik, işlevsel bir yol olarak görünmektedir. Yapılan bir çalışmada, 1980 yılında ilk kalp krizini geçirmiş olan 96 erkek hasta izlemeye alınmış, izleyen sekiz yıl içinde bunlar arasından kötümser olan l6 hastadan 15‘inin; iyimserlerden ise,16 hastadan yalnızca 5‘inin ikinci kriz sonucu öldükleri saptanmıştır. Bu iyimserliği veren en önemli kültür değerleri masallar, dini öyküler, fıkralar hatta bilmecelerdir. Masallar yaşam biçimleriyle ilgili derinlemesine bilgi veren, halkın kendi etnografyasıdır. Her masal kaynağını bir gerçekten almaktadır. Masallarda ve diğer anlatı unsurlarında, o ülke insanının psikolojik, sosyolojik, ekonomik, etik göstergeleri, değerleri kısaca yaşam serüveni gizlidir. Masallar toplumsal bir gerçekten kaynaklanmaktadır.

248


Anlatılar insan ruhunda yapılmış bir seyahat hissi vermektedir. Birçok toplumsal olayın, yaşanmış gerçekliğin gelişmesini ve bu gelişmenin de insanların beklentisine uygun, psikolojik dünyasını rahatlatacak bir şekilde sonuçlanmasını sağlarlar. Psikologlara göre, anlatılarda işlenen ögeler, insanın evrensel arzu ve korkularının ifade edilmesi olarak yorumlanmıştır. Analitik yaklaşımda ise masallar, dini öykü ve fıkralar rüyaların sembol diliyle olayları aktarmaktadır. Anlatılar bastırılmış arzuların düş gibi ortaya çıkması olarak değerlendirilmiştir. Transaksiyonel yaklaşıma göre de, masallar, dini öykü ve fıkralar kişisel düşüncelerin ifade edilememesi ya da ifade edilmesinin kişi için olumsuz sonuçlara yol açma ihtimali bulunması nedeniyle imalı iletişim yolu olmaktadır. Bu yolla insan kendi yaşam gerçeğini, çözüm önerilerini, beklentilerini masal olaylarına ve masal kahramanlarına yükleyerek anlatmış ve yüzyıllar boyu, bu yolla gelecek kuşakları uyarmaya, eğitmeye, yaşamın zorluklarına karşı onları donanımlı kılmaya çalışmıştır. Çünkü bu anlatılardaki kahramanların karşılaştıkları sorunların hemen hepsiyle, yaşamın gerçekleri arasında koşutluk kurulabilir. Bu da insanı hayata hazırlar ve duygularını besler. Bu anlatılar, kişinin karşılaştığı olumsuz bir değer karşısında eleştiri, alay etme şeklinde başaçıkma beceri ve duygusu sağlamaktadır. Zorlandığı ya da sorgulandığı bir olay karşısında kişiye akılcı bahaneler üretmek, her şeyi olduğu gibi kabul etmek veya günlük yaşamın güçlüklerinden kaçmak şeklinde çıkış yolları gösterir. Toplumun ya da yerleşik kurumların kişi üzerindeki baskısına karşı, kişiye toplumun kabul ettiği çıkış yolları sağlar. Masalların, dini öykülerin ve fıkraların tedavi amaçlı kullanımıyla, farkındalığı artırıcı etkisiyle kişilerin terapiye uyumu hızlanmakta, terapistle danışan arasındaki işbirliği artmaktadır.

249


Anlatılar aracılığı ile gerçeklikle hayal gücü birleştirilip kişilerde yaratıcılık harekete geçirilmektedir. Böylece danışanların kendileriyle ilgili yeni keşifler ve çözüme dönük yeni bakış açıları edinmeleri sağlanmaktadır. Bu anlatıların etkisi, kişinin sorunlarıyla yüzleşerek, anlatıdaki karakterlerle kendi sorunları arasındaki benzerlik ve farklılıklardan yola çıkarak kendi sorunları ile bağlantılar kurması ve içgörü kazanmaları şeklinde olabilir. Masallarda mevcut düzen savunuluyor gözükse de mevcut düzenden kurtuluş yolları gösterilmekte, ona karşı çıkılabileceği iletisi verilmektedir. Önemli olan, gerçek yaşamla masal olayları arasındaki koşutluğu kurabilmek ve sembol anlatının altındaki ileti yüklü gerçek dünyanın durduğunu görmektir. Masallardaki iletiler, tüm toplum katmanlarının yaşam deneyimleri ve maceralarından damıtılmış, geçmişi değerlendiren, güne ışık tutan, geleceği yönlendiren özellikler içerir. Kahramanlar sorunları olan insanlar gibi acı çekmiştir. Masal imbiğinden geçerek, yeniden oluşturulan bu kahramanlar ve olaylar aracılığıyla, topluma gerekli iletiler verilmiş olmaktadır. Anlatılardaki olayları, sorunları ve çözümleri dinleyenler, kendi yaşamlarıyla özdeşlik kurup gereken kıssadan hisseyi çıkartırlar.

250


KAYNAKLAR Ahmet Eflaki. Ariflerin Menkıbeleri I, II. (çev. Tahsin Yazıcı) Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları. İstanbul, 1989. Alıcı, Akın (derleyen) Hayata Yön Veren Öyküler. Epsilon Yayıncılık. İstanbul, 2010. Ali Şir Nevai. Lisanü‘t-Tayr. (Hazırlayan; Mustafa Canpolat) Türk Dil Kurumu Yayınları. Ankara, 1995. Altın, Fatma Tuba. Mevlana‘nın Eserlerinde Dostluk Ve Samimiyet Değerlerinin İşlenişi Ve Eğitim Açısından Tahlili. Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Konya, 2010. Aktaş, Kubilay. Gizli Telkinle Kur‘an Terapisi. Elest Yayınları. İstanbul, 2005. Apaydın, Baki. Mevlana‘dan Düşündüren Hikâyeler. Tutku Yayınevi. Ankara, 2011. Arabacı, Fatih. Mevlana‘nın İnsana Bakışı. Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Sakarya, 2009. Aracı, Ulaş. Sûfî Hikâyelerinin Kullanıldığı, Bilişsel-Davranışçı Yaklaşımla Bütünleştirilmiş Bibliyoterapinin İşlevsel Olmayan Düşünceler Ve Kendini Gerçekleştirme Üzerindeki Etkisi. Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Ankara, 2007. Azadovski, Mark. Sibirya‘dan Bir Masal Anası. (çev. İlhan Başgöz) Kültür Bakanlığı Halk Kültürlerini Araştırma ve Geliştirme Genel Müdürlüğü Yayınları. Ankara, 1992. Ardalı, Cahit. Erten, Yavuz. Psikanalizden Dinamik Psikoterapilere. Alfa Basım Yayım Dağıtım. İstanbul, 1999. Aydın, Fuat. Hint Dini Düşüncesinde İnsanın Özgürlük Arayışı (Hinduizm‘de Kurtuluş. Ataç Yayınları. İstanbul, 2005.

251


Baldock, John. Sufizm Gizli Öğretisi. (Tolga Bakanay) Sınır Ötesi Yayınları. İstanbul, 2006. Banarlı, Nihad Sami. Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, Destanlar Devrinden Zamanımıza Kadar. Milli Eğitim Basımevi. İstanbul, Bhagavad-Gita Tanrının Şarkısı. (Çev. Ömer Cemal Güngören) Yol Yayınları. İstanbul, 2001. Bediüzzaman Said Nursi. Risale-i Nur Külliyatı. Yeni Asya Yayınları. İstanbul, 1996. Beydeba. Kelile ve Dimne. (Çev. Selahattin Alpay) Bedir Yayınevi. İstanbul, Tarihsiz. Bilici, Mustafa. (editör), Ulus, Fuat (derleyen) Psikiyatride Sinema, sinemada Psikiyatri. Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Yayınları. İstanbul, 2010. Boisselier, Jean. Buda‘nın Bilgeliği. (çev. N. Feyza Zaim) Yapı Kredi Yayınları. İstanbul, 2004. Bozgeyikli, Hasan. Üniversite Öğrencilerinin Kişilik Özellikleri İle Kişiler Arası İlişkilerde Farkında Olma Düzeyleri. Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi Konya, 2001. Campbell, Joseph. Yaratıcı Mitoloji. (çev. Kudret Emiroğlu) İmge Kitabevi. Ankara, 2003. Carus, Paul. Buda‘nın Öğretisi Gerçek Sözleri. (İ. Uğur Öztürk) Onbir Yayınları. İstanbul, 2006. Ceyhan, Semih. İsmail Ankaravi ve Mesnevi Şerhi. Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Yayınlanmamış Doktora Tezi. Bursa, 2005. Cibran, Halil. Nebi. (çev. Ömer Rıza Doğrul) Pınar Yayınları. İstanbul, 2009. Cüceloğlu, Doğan. Yeniden İnsan İnsana. Remzi Kitabevi, İstanbul, 1993. Çelik, Osman. Nasrettin Hoca. Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. 2.Baskı. Ankara, 2007.

252


Çiçek, hasan. Kadim Üç Felsefe Problemi Bağlamında Mevlana‘nın Mesnevi‘sinde Metaforik Anlatım. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt XLIV (2003) Sayı 1 s. 293-311. http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/37/726/9193.pdf Çiftçi, Nermin. Kohlberg‘in Bilişsel Ahlak Gelişimi Teorisi: Ahlak ve Demokrasi Eğitimi. Değerler Eğitimi Dergisi, 1 (1), 43-77. http://www.insanokur.org/?p=17571 Daniş, Münire. Berktaş, Zeynep. Safahat Öyküleri. Timaş Yayınları. İstanbul, 2011. Davids, T. W. Rhyts. Eski Hindistan‘da Budizm. (çev. Murat İnceayan) Okyanus Yayıncılık ve Yayımcılık. İstanbul, 2007. Demirci, Mehmet. Sultan Mahmut ve Ayaz. Tasavvuf; İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, yıl: 8 (2007), sayı, 20. Mevlana‘ya Armağan Sayısı, s. 33-38. www.tasavvufakademi.com/indir.php?tur=2&no=916 Dökmen, Üstün. İletişim Çatışmaları ve Empati. Sistem Yayıncılık. İstanbul, 2000. Duman, Mustafa. Nasrettin Hoca ve 1555 Fıkrası. Heyamola Yayınevi. İstanbul, 2008. Dündar, İbrahim Halil. İslâm‘da Edep Geleneği ve Feridüddîn-İ Attâr‘ın Pendnâme‘si. Yüzüncü Yıl Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Van, 2008. Eliade, Mircea. Mitlerin Özellikleri. (çev. Sema Rifat) Simavi Yayınları. İstanbul, 1993. Ersoy, Mehmed Akif. Safahat. (Yayına Hazırlayan M. Ertuğrul Düzdağ) Gonca Yayınları. İstanbul, 2005. Erşahin, Cengiz. Hayat Değiştiren 101 Öykü. Tutku Yayınevi. Ankara, 2010. Erşahin, Cengiz. Bilgelik Öyküleri. Tutku Yayınevi. Ankara, 2011. Eskigün, Kübra. Klasik Türk Şiirinde Efsanevi Kuşlar. Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Sosyal Bilimleri Enstitüsü. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Kahramanmaraş, 2006.

253


Faruki, M. Sadık. Kıssalarla Kabul Olmuş Dualar. Nun Yayınları. İstanbul, 2007. Ferideddin-i Attar. Mantık al-tayr I. (çev. Abdülbaki Gölpınarlı) Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları. İstanbul. 1990. Ferideddin-i Attar. Mantık al-tayr II. (çev. Abdülbaki Gölpınarlı) Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları. İstanbul. 1991. Feridüddin-i Attar. Mantıku‘tayr; Kuşların Diliyle. (çev. Edip Turgut) Süre Yayınları. Ankara, 2010. Feridüddin-i Attar. Tezküret-ül Evliya. (Hazırlayan MZK) Neşriyat. Ankara, 1983.

) Seha

Feridüddin-i Attar. İlahiname. (çev.Abdülbaki Gölpınarlı) Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı Yayınları. İstanbul. 1985. Frager, Robert. Aşktır Asıl Şarap. (çev. Ömer Çolakoğlu) Gelenek yayınları. İstanbul, 2004. Frager, Robert. Kalp, Nefs ve Ruh. (çev. İbrahim Kapaklıkaya) Gelenek yayınları. İstanbul, 2005. Frankl, Victor. E. Duyulmayan Anlam Çığlığı (çev. Selçuk Budak) Öteki Yayınevi. Ankara, 1993. Frankl, Victor. E. İnsanın Anlam Arayışı. (çev. Selçuk Budak) Öteki Yayınevi. İstanbul, 2007. Franzke, Erich. Psikoterapide Masallar; Eski ve Yeni Masalların Yaratıcı Kullanımı. (çeviri editörü İnci Doğaner) Atadost Matbaacılık. İzmir, 2001. Freud, Sigmund. Espiriler ve Bilinçdışıyla İlişkileri. (çev. Emre Kapkın)Yaprak Yayınları. İstanbul, Tarihsiz. Fromm, Erich. Rüyalar Masallar Mitoslar (Sembol Dilinin Çözümlenmesi). (çev. Aydın Arıtan, Kaan H. Ökten) Arıtan Yayınevi. İstanbul, 1990.

254


Genç, Emine. Menâkıpnâme Edebiyatında İnsan Eğitimi. Gazi Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Ankara, 2006. Genç, Vedat. Mevlana İle İlgili Yazılardan Seçmeler. Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları. İstanbul, 1994. Gençöz, Faruk. Psinema; Sinemada Psikolojik Bozukluklar ve Sinematerapi. HYB Basım Yayın. Ankara, 2007. Gibran, Kahlil. The prophet. Wordsworth Classics of World Literature. Hertfordshire, 1996. Harmancı, Mehmet. İslam Felsefesinde Metaforik Üslûp. Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Yayınlanmamış Doktora Tezi. Konya, 2007. Hiriyanna, Mysore. (çev. Fuat Aydın) Hint Felsefesi Tarihi. İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. İstanbul, 2011. İbn Hazm. Güvercin Gerdanlığı. (Mahmut Kanık) İnsan Yayınları. İstanbul, 2002. İlhan, Hasan. (Çeviren) Binbir Gece Masalları. Tutku Yayınevi. Ankara, 2010. İnan, Abdülkadir. Manas Destanı. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları. Ankara, 1985. Jackson, Danny P. Gılgamış Destanı. (çev. Ahmet Antmen) Arkadaş Yayınevi. Ankara, 2005. Jung, Carl Gustav. Din ve Psikoloji. (çev. Cengiz Şişman) İnsan Yayınları. İstanbul, 1993. Kaplan, Zübeyde. Mircea Eliade‘ın Eserlerinde Toprak Ana, Kadın ve Doğurganlık. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Adana, 2006. Karaca, Sıtkı. Dikkati Bozuk Haşarı Çocuklar. Özdemir Ofset. Eskişehir, 2011. Karakaya, Selman. Nasreddin Hoca Fıkralarının Eğitim Değeri ve Fıkraların Benlik Durumlarına Göre Değerlendirilmesi Marmara

255


Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi İstanbul, 2007. Kaya, Dilşad Deniz. Aytül Uncu Akal‘ın Öykü ve Masallarında Tema, Dil ve Eğitim Öğeleri. Dokuzeylül Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. İzmir, 2010. Kayaoğlu, M. Serdar (Yayına Hazırlayan) Tibet Masalları. (çev. Temel Keşoğlu) Doruk Yayımcılık. Ankara, 2000. Karataş, Yusuf. Metin İncelemesinde Söylembilim Yöntemi ―Binbir Gece Masalları Üzerinde Bir Uygulama‖. Gazi Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü. Yayınlanmamış Doktora Tezi. Ankara, 2008. Kılıç, Cevdet. (Hazırlayan) Felsefe Diyarından Hikmet Yurduna Bilgelik Hikâyeleri. İnsan Yayınları. İstanbul, 2009. Kitabı Mukaddes Eski ve Yeni Ahit. Kitabı Mukaddes Şirketi. İstanbul, 1985. Knott, Kim. Hinduizmin ABC‘si. (çev. Medet Yolal) Kabalcı Yayınevi. İstanbul, 2000. Koç, Ceren. (çeviren) Farkındalık temelli terapilerde kavramsal esaslar. Melbourne Academic Mindfulness Interest Group . Mindfulness-based psychotherapies: a review of conceptual foundations, empirical evidence and practical considerations. Australian and New Zealand Journal of Psychiatry 2006; 40:285–294 http://www.ogelk.net/farkindalik/farkindalik_kavram.asp Kuğu, Mustafa. Tezkiretü‘l-Evliya (Giriş, Metin, İndeks). Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. İstanbul, 2006. Kunz, Dora (Derleyen). Ruhsal Şifa. (çev. Nilgün Zabcı) Ege Meta Yayınları. İzmir, 2004. Kuşlu, Abdullah. Mevlana'nın Mesnevi'sinde insan-alem ilişkisi çerçevesinde dünya hayatı. Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Konya, 2006.

256


Kutlutürk, Cemil. Upanishadlar‘ın Hint Kutsal Metinleri Arasındaki Yeri ve Önemi. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Yayınlanmış Yüksek Lisans Tezi. Ankara, 2009. Lami‘i-zade Abdullah Çelebi. Latifeler. Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları. İstanbul, 1997. Lao Tzu. Tao Teh Ching. (çev. Sharifah M. Alsagoff, M. Sami Denker) Alfa Akademi Basım Yayım Dağıtım. İstanbul, 2006. Mandel, Gabriele. İslam Bilgeliği –Sufi Öyküleri- Arion Yayınevi. İstanbul, 2004. Meriç, Cemil. Hind Edebiyatı. Dönem Yayınları. İstanbul, 1964. Merter, Mustafa. Dokuz Yüz Katlı İnsan. Kaknüs Yayınları. İstanbul, 2011. Mevlana Celaleddin Rumi. Divan-ı Kebir. (çev. Edip Turgut) Süre Yayınları. Ankara, 2010. Mevlana Celaleddin Rumi. Mesnevi Cilt 1-2. (Hazırlayan Adnan Karaismailoğlu) Yeni Şafak Kültür Armağanı. İstanbul, 2004. Mevlana Celaleddin Rumi. Fihi Ma-Fih ve Mecalis-i Seba‘dan Seçmeler. (Hazırlayan Abdülbaki Gölpınarlı) Kültür Bakanlığı Yayınları. Ankara, 1989. Mevlana. Mesnevi I-VI. (çev. Veled İzbudak- gözden geçiren Abdülbaki Gölpınarlı) Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı Yayınları, İstanbul. 1988. Mevlana. Mesneviden Seçmeler. (Hazırlayan Yusuf Çetindağ) Zambak Yayınları. İstanbul, 2005. Mevlana. Mesneviden Hikâyeler. (Hazırlayan Süheyl Seçkinoğlu) Timaş Yayınları. İstanbul, 2011. Nesterova, Svitlana. Mevlânâ‘nın ―Mesnevî‖ İsimli Eserinde Metaforik Anlatımın Metafizik Boyutu. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Yayınlanmamış Doktora Tezi. Ankara, 2011.

257


Nicholson Reynold A. İslam Sufileri (The Mystics of İslam). (çev. Mehmet Dağ ve arkadaşları) Kültür Bakanlığı. İstanbul, 1978. Noble, Margaret E. (Rahibe Nivedita) Hindu Söylenceleri. (çev. Günil Özlem Ayaydı) İmge Kitabevi. Ankara, 2002. Oruç, Şahin. Sosyal Bilgiler Öğretiminde Mizah. Gazi Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü. Yayınlanmamış Doktora Tezi. Ankara, 2006. Ögel, Bahaeddin. Türk Mitolojisi I, II. Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları. İstanbul, 1997. Ögke, Ahmet. Mevlânâ‘nın Mesnevî‘sinde ―Har (Eşek)‖ Metaforu. Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, yıl: 8 [2007], sayı: 18, ss. 19-41. www.tasavvufakademi.com/indir.php?tur=2&no=575 Özdengül, M. Faik. Rumi ve Aşkın Terapi I-II. Karatay Akademi Yayınları. Konya, 2011. Peseschkian, Nossrat. Doğu Hikâyeleriyle Psikoterapi. (çev. Hürol Fışıloğlu) Beyaz Yayınları. İstanbul, 1998. Peseschkian, Nossrat. Pozitif Aile Terapisi. (çev. Merih Naim) Beyaz Yayınları, İstanbul, 1999. Propp, Viladimir. Masalın Biçimbilimi Olağanüstü Masalların Yapısı. (çev. Mehmet Rifat, Sema Rifat) Om Yayınevi. İstanbul, 2001. Propp, Viladimir. Masalın Biçimbilimi. (çev. Mehmet Rifat, Sema Rifat) Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. İstanbul, 2011. Remen, Rachel Naomi. Yanıbaşımızdaki Bilgelik. (çev. Tufan Göbekçin) Ege Meta Yayınları. İzmir, 2006. Rozenthal, Franz. Erken İslam‘da Mizah. (çev. Ahmet Arslan) İris Yayıncılık. İstanbul, 1997. Sağıroğlu, Tuğba. Mevlana‘nın Mesnevi Adlı Eserinde Tevekkül Anlayışı. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Ankara, 2009.

258


Sancaktar, Yusuf. (Hazırlayan) Hayatı Aydınlatan Aforizmalar-2. Gelenek Yayıncılık. İstanbul, 2004.

Sözler

Sandars, N. K. (İngilizceye çeviren) Gılgamış Destanı. (çev. Sevin Kutlu, Teoman Duralı) Hürriyet Yayınları. İstanbul, 1973. Sayar, Kemal. (Yayına Hazırlayan) Sufi Psikolojisi. Timaş Yayınları. İstanbul, 2008. Shah, Idries. Tales of the dervishes. Teaching-stories of the Sufi Masters over the past Thousand years. The Octagon Press. London, 1982. Shah, Idries. Mevlana ve Gizemli Sufi Bilgelik Hikayeleri. (çev. Merve Duygun) Butik Yayıncılık. İstanbul, 2010. Seymen Oya, Aytemiz. Bolat, Tamer. Kohlberg‘in Bilişsel Ahlâkî Gelişim Modelinden Yararlanan Etiksel Karar Verme Modellerinin Karşılaştırmalı Analizi. Akdeniz İ.İ.B.F. Dergisi (13) 2007, 24-61. Söztutan, Cevdet. Bir Deste Nükte. Babıali Kültür Yayıncılığı, İstanbul, 2000. Şeyh Sadi-i Şirazi. Bostan ve Gülistan. (çev. Kilisli Rıfat Bilge). Meral Yayınevi. İstanbul, 1983. Şeyh Sâdi Şirazi. Gülistan. (Tuba Öztürk) Akvaryum Yayınevi. İstanbul, 2007. Şimşek, Esin Uçak. Bilişsel-Davranışçı Yaklaşımla ve Rol Değiştirme Tekniğiyle Bütünleştirilmiş Film Terapisi Uygulamasının İşlevsel Olmayan Düşüncelere ve İyimserliğe Etkisi. Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü. Yayınlanmamış Doktora Tezi. Ankara, 2003. Şipal, Kamuran. (derleyen ve çeviren) Moğol Masalları. Afa Yayınları. İstanbul, 1999. Tezel, Naki. Türk Masalları 1, 2. Kültür Bakanlığı Yayınları. Ankara, 1997. Tok, Mehmet. Mevlâna‘nın Mesnevi‘sindeki Hikâyelerin Çocuk Edebiyatı Açısından Değerlendirilmesi. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Çanakkale, 2007.

259


Upanişadlar ―Tanrının Soluğu‖. (Derleyen; Mehmet Ali Işım) Dergâh Yayınları. İstanbul, 1976. Upanishadlar. (çev. Korhan Kaya) Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. İstanbul, 2008. Ünal, Gıyas. Nasrettin Hoca‘nın Eski yeni Öyküleri ve Öğretileri. Barış Kitabevi. İstanbul, 2005. Ünsal, Nil. Kont Lucanor Bir Masal Yumağı ve İletileri. Kültür Bakanlığı Yayınları. Ankara, 2001. Veli, Orhan. Nasrettin Hoca Hikayeleri. Yapı Kredi Yayınları. İstanbul, 2011. Watts, Alan. Taoculuk Zen ve Batı Kültürü. (İlhan Güngören) Yol Yayınları. İstanbul, 1985. Yalçınkaya, Şerife.Yol Metaforu ve Klâsik Türk Edebiyatında Arayış Yolculukları. Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi. Ocak 2007, sayı 13. www.ege-edebiyat.org/modules.php?name=Downloads&d_op... Yalom, Irvin. Bugünü Yaşama Arzusu; Schopenhauer Tedavisi. (çev. Zeliha İyidoğan Babayiğit) Kabalcı Yayınevi. İstanbul, 2011. Yalsızuçanlar, Sadık. Bir yolcunun Halleri. Gelenek Yayıncılık. İstanbul, 2003. Yavuz, Muhsine Helimoğlu. Masallar ve Eğitimsel İşlevleri. Kültür Bakanlığı Yayınları. Ankara, 2002. Yılmaz, Çiğdem. Derrida‘nın Metafor Kullanımı. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. İstanbul, 2007. Yüksek, Özcan. Binbir Gece Masalları Cinistan. Atlas Dergisi. Sayı 182-Mayıs 2008. s. 100-126. Zeren, Mehmet. Mesnevide Geçen Bütün Hikâyeler. Semerkand Yayınları, İstanbul, 2002.

260


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.