Çeviri sayısı, Steinbeck özel sayısı

Page 1



EVİRİ J

Aylık lngılızce-T urkçe Çevırı Dergıs

Yıl

2.

Sayı 2

Nisan 1988

Sahibi ve

Genel Yayın Yöııebneni ABC Kitabevi Sanayi ve Tic. A.Ş. adına ARTUN ALTIPARMAK

Yazı lfleri Yönetmeni

Dr. M. HAMİT ÇALIŞKAN

Danışman

Dr. JOSHUA M. BEAR Grafik Düzenleme Görsel Yönetmen ve Reklam l,ıerı BORA ÇETİNKAYA

Dizgi

ÇEVİRİ'den MEKTUP ÇBvtıü'nin bu sayısı ünlü Amerikalı ya.zar John Steinbeck'e ayrıldı. Steinbeck'le söyleşi ya,pıla.maılığmdan Dergim.izde yazarın edebiyatla 1lg1l1 görüşlerini içeren bir derleme bulunmakta.. İki öyküsünün yanı sıra. bu sayı­ mızda 1lg1n.1z1 çekeceğini umduğumuz bir uygulamamız var: 'rhe Pearl In Dubiou Bam. ve TorWla l'lat adlı romanlarının bazı bölümlerinin daha önce yapılmış iki çevirisi ile ÇBVtlltninya,ptıgı. çeviri, karşılaştırma ol.ana.­ gı sağlamak amacıyla yan ya.na yer almakta.. Birinci sayımızda başl&dığıınız Bo:awı Yuma Banatı'nın üçüncü ve dördüncü bölümleri, bilim-kurgu öy­ küler hakkında bir makale ve bir bilim-kurgu öykü. CIA bünyesinde lrullanı­ lan terminoloji ve Truman Capote ve James Thurber'in 1k1 öyküsünün çevi­ risi Dergimizin bu sayısında bulunan ya,zılardan birkaçı. Bu sayının yarışma parçaları. MAllegory" ve MT&r1h1 Eleştirin

başlıklarını ta­ şımakta.. Birinci sayımızın çeviri yarışmasına katılma oranı beklentilerimi­ zin üstünde oldu. Ancak jüri iiyelerının yaptıkları değerlendirmede yarış­ macılardan ya.lnızca Alev Kerimoğlu başarılı bulundu ve mansiyonla ödül­ lendirildi.

ÇBVtBtnın birinci sayısına gösterilen ilgi çok büyüktü ve birinci baskısı kısa Z&manda tükendi. Okurlarımızdan gelen olumlu ve yüreklendirici tep­ kiler nedeniyle birinci sayının ikinci baskısını yapma gereği duyduk.

ABC Tanıtım Hizmetleri A.Ş. Halkla ilişkiler HANDAN SARAÇ

Basdcliğı Y•

ABC Tanıtım Basımevi, İstanbul

Genel Dağıbm ve Abone ABC KiTABEVi A.Ş.

İstiklal Cad. 461 Beyoğlu-İstanbul Tel: 145 24 79-149 76 86 145 43 81-145 24 53 T elex: 24094 abck tr

Ayab

5.000 TL (KDV Dahil)

Ankara Bürosu Selanik Cad. 1, Kızılay-Ankara Tel: 133 29 62-13438 42 13411 69-133 32 81 Telex 46963 abca tr

İzmir Bürosu Vasıf Çınar Bulvarı 21 , Alsancak-İzmir Tel: 22 09 87-21 10 97

Adana Bürosu

Gazipaşa Bulvarı 22, Adana Tel: 442 89

ÇBVtBtnın birinci sayısına gösterilen ilgi bu alanda böyle dergilere gerek­ sinim olduğunu açıkça kanıtlamıştır. Dileğimiz bu tür yayınların sayısının artması çünkü, MAlternatınıruz yok,n demek er ya, da geç durağanlık. getirir, çBvtBtnın en büyük özeıı.ıgı yapısı gereği eleştiriye açık olması. Zaten amacımız da Mseviyeli" bir tartışma ortamı yaratmak. Dergide çeviri hataları bulunduğunu ileri süren bir "Yeryüzü Kültürü Dergi­ si" ya.zarlarından Sayın Ömer Madra wknowledge" ve wprowess" sözcükleri­ nin (bkz. Sayı I. S.108) ya.nlış çevirildig1ni söylemekle kalmayıp bu sözcük­ lerin kullanıldığı cümle ya da cümlelerin çevirisini yapsaydı sa.nırız çok da­ ha bilimsel olurdu. Ayrıca örnek vermeden 60 .. 61.. 65 .. 71.. 108. ve 109. say­ falarda hata var demenin ne derece akılcı olduğu tartışmaya açıktır. ÇBVİBİ. yapılan çevirilerin kusursuz olduğunu, daha 1y1s1nin başarılama­ yacağını hiçbir Z&man ileri sürmüyor. Yalnızca yol gösteriyor. Daha 1y1 çevi­ ri ya,ptıgını söyleyenlere wolruyucu Köşemiz" ve ÇBVİBİ'nin diğer sayfaları açıktır . ÇBvtıü'nin ikinci sayısı eıınıze biraz geç geçti. Bu konuda gecikmenin tek sorumlusunun Çllvtıü olduğunu kabullenmek kes1nlikle çözüm değil. Yap­ mamız gereken. hatalarımızı yinelememek ve her sayının Z&manında çık­ masını sağlamak. Ancak böylelikle bizi destekleyen okurlarımıza yaraşır bir dergi olabillriz .

ÇEVİllİ


KiTABEVi A.Ş.

İstiklal Cad, 4ô1 Beyoğlu-lstanbul Tel: 145 24 53-1 45 24 79 1 49 76 86-149 71 43

TOEFL sınavına gireceklerin orta ve ileri düzeydeki İngilizce bilgisini sınayan ve bu sınava hazırlanmalannı sağlayan yardımcı kitap. Yeni TOEFL sınav düzenine giire hazırlanmış 6 sınavı ve yanıtlarını aynntılanyla veren bir haşan anahtan... Dinleme-kavrama testlerini içeren toplam 180 dakikalık iki kasetiyle birlikte sınava en etkin hazırlanma yô.ntemi...


İÇİRDEKİLEB. John Steinbeck (G.Plimpton)

4

John Steinbeck (H. Dermiş)

The Harness (J. Steinbeck)

as

Koşum ( D. Somunk:ıran)

The Snake (J. Steinbeck)

38

Yılan (F. Elioğlu)

fİ'om The Pearl

44

İnci'den bir 'bölüm (F. Kunt-B.Çorakçı-Çeviri Dergisi)

so

Bitmeyen Ka.vga.'d&n bir 'bölüm (T. Gökınen-M. Harmancı-Çeviri Dergisi)

(J. Steinbeck)

82

Tortilla. Düzlüğü (G.Aktaş-O. Azizoğlu-Çeviri Dergisi)

The Ut111ty of Wra.th (W. M. Frohock)

70

Öfkenin Yararı (H. Özda.g)

The Wild Swans a.t Coole (W.B. Yea.ts)

83

Coole'da.k:i Ya.ban Kuğuları (B. Kara.na.kçı)

88

Roman Yazma Sanatı'ndan bir bölüm (8. Çalışkan-B. Ka.ra.nakçı)

(J. Steinbeck) !İ'om in Dubious Ba.ttle

(J. Steinbeck) fİ'Om Tortılla. Fla.t

fİ'om The Cra.tt of Fiction

(P.Lubbock)

Bilim-kurgu Öykü ve Roman (G.Uzmen)

Science Fictıon Short Story and N ovel (H.Ha.rry)

ıoı

TheVeldt ( R.Bra.dbury)

ıo8

Savan (G.Uzman)

Crea.tıve Trust (J.D. Ma.cdona.ld)

ıı7

Ya.ra.tıcı Güven (H. Dermiş)

Oedipuss: Or The Pra.ctıce and Theory of Na.rra.tıve (D.Lodge)

ıa2

Oidipus: Ya. da Anlatı Kura.mı ve Uygula.ma.sı (8.Ça.lışkan)

My Side of the Matter (T.Capote)

ı39

Bir de Beni Dinleyin (H.Çalışkan)

The SecretLife of Wa.lter Mitty (J.Thurber)

ı47

Wa.lter Mitty'nin Gizli Yaşa.mı (8.Ça.lışkan)

Limbo (H. Grenville)

ısı

Tutsak

The CIA and the "lntell1gence Community" ( D.E. Miller)

ıs4

CIA ve "Ha.bera.lına Topluluğu" (M.H. Ça.lışkan)

(fi. Narman)


JOHN STEINBECK*

J

OHN Steinbeck sup ported himself financially through his boyhood and young manhood in Salinas, California, where he was bom of lrish and German stock on February 27, 1902. Although he entered Stan­ ford University in 1919, fi­ nancial necessities made it impossible for him to com­ plete his education. in 1925 he worked his way to New York City on a cattle boat to try to get his early writing published. When this at­ tempt failed, he worked as a newspaper reporter for a time and then returned to California, where he pur­ sued his writing while working at such jobs as fruit picker, surveyor, chemical laboratory assis­ tant, and caretaker. in the two decades after the publication of his first book in 1932, Steinbeck pub­ lished sixteen long works of fiction, widely different in both content and form. His first popular success was Tortilla Flat (1935). Other major works were in Dubious

Battle (1936), Of Mice and Men (1937), The Red Pony (1937), The Long Va/ley (1938), Tlıe Grapes of Wrath (1939), Cannery Row (1945), The Pear/ (1947), and East of Eden (1952).

After his considerable success as a novelist, he re­ tumed to journalism during World War il as a war correspondent in Italy and later in Russia. Steinbeck's wıiting pace slowed after 1952. He wrote Sweet Thurs­

day ( 1954), Once There Was a War (1958), The Winter of Our Disconten t ( 1961) and Travels with Charley (1962). in 1962 he was awarded the Nobel Prize. John Steinbeck died on December 20, 1968.

• From The Paris Review lnterviews: Writers at Work (Penguin

Books) Ed. George Plimpton.

4

JOHN STEINBECK*

27

Şubat 1902 gunu Kalifomiya'run Salinas kentinde lrlandalı veAlman bir anne-babadan doğan John Steinbeck çocukluk ve gençlik dönemlerinde ken­ di geçimini sağla.�. 1919 yı­ lında Stanford Universite­ sine girmesine rağmen pa­ rasal zorunluluklar öğreni­ mini tamamlamasını en­ gelledi. İlk yazılarını yayım­ latmak amacıyla 1925 yı­ lında sığır taşıyan bir ge­ miyle New York'a gitti. Bu girişimi başansızlıkla so­ nuçlanınca bir süre gazete muhabiri olarak çalıştı ve daha sonra Kaliforniya'ya dönerek meyve toplayıcılı­ ğı, arazi ölçüm memurlu­ ğu, kimya laboratuvarında asistanlık ve apartman yö­ neticiliği gibi işlerde çalışır­ ken yazmayı sürdürdü. İlk kitabının 1932 yılında yayımlanmasından sonraki yirmi yıl içinde Steinbeck, içerik ve biçimleri birbirin­ den oldukça farklı roman türünde on altı yapıt yayımla­ dı. Adım duyuran ilk başarısı Yukarı Mahalle (1935) ol­ du. Diğer önemli. yapıtları şunlardır: Bitmeyen Kavga

(1936), Fareler ve insanlar (1937), A l Midilli (1937), The Long Valley 0938), Gazap Üzümleri (1939), Sardalye So­ kağı (1945), inci (1947) ve Cennetin Doğusu (1952).

Bir romancı olarak sağladığı büyük başarıdan sonra Steinbeck, ikinci Dünya Savaşı sırasında yeniden gaze­ teciliğe başlayarak İtalya ve daha sonra Rusya' da savaş muhabiri olarak çalıştı. 1952'den sonra Steinbeck daha seyrek yazmaya başladı. Tatlı Perşembe (1954), Once There was a War (1958), Mutsuzluğumuzun Kışı (1961) ve Travels With Charley'i (1962) yazdı. 1962 yılında Nobel ödülünü kazandı. John Steinbeck 20Aralık , 1968 günü öldü.

• George Plimpton'un editörlüğünü yaptığı The Paris Review lnter­ views: Writers at Work (Penguin Books) serisinden alınmıştır.


John Steinbeck

John Steinbeck

[/ohn Steinbeck had agreed to a Paris Review interview /ate in his life. He had earlier been coy about it but then wanted the interview very much. He was, unfortunately, too sick to work on the project, though it was at the end often in his thoughts. With this interest ofhis in mind, theeditors of this magazinecompiled a numberofcommentson theartoffiction that /ohn Steinbeck made over the years. Some come from the E ast of E den diaries,published in December 196917yThe Viking Press under the titleJoumal ofa Novel .Others are ex­ cerpted from /etters, someof which have been collected under the title Steinbeck: A Life in Letters and published in Oc­ tober 197517y Viking. The quotes have been organized under various topic headings rather than chronologically, as they are in the diaries and letters. Nathaniel Benchley, a close friend of the author, has provided the introduction.] By rights this preface or introduction or wltatever it is should be cal/ed "Compliments ofa Friend, • because I have neither the perspective nor the desire to offer up a critique of /ohn Steinbeck's writing even if anyone would listen. Fur­ thermore, nobody has asked me to, so we'reall that much bet­ ter off. I knew him, and I know a little bit of what he thought about writing, and that will be my contribution. He once said that to write well about something you had to either love it or hate it very much, and that in a sense was a mirror of his own personality. Things were either black or white, and although he might change his basic position (as he eventually did about the Vietnam war), ifyou were on his side, you could do no wrong, and if you were agin him, you could do no right. it wasn 't as simplistic as that may make it sound, but there were very few gray areas where he was con­ cerned. A nd when he wrote, you certainly knew whose side he was on. You hoped it was yours. Long ago, he was quoted as saying that geni us was a little boy chasing a butterfly up a mountain. He la ter insisted that u·hat he'd really said was that it was a butterfly chasing a little boy up a mountain (or a mountain chasing a butterfly up a little boy; I've forgotten which), and I think in some ways he was haunted l7y having caught his butterfly so early in the game.He neversaid this in so manywords (to me,at any rate), but his fierce dedication to his writing, and his convic­ tion that every word he put down was the best he could find, were signs ofa man who dreaded ever having it said that he was slipping, or that he hadn 't given it his best. One time, at the behest of a son of mine at Exeter, he wrote a few para­ graphs for the seventy-sixth anniversary edition ofTheE x­ onian; he called it "in Awe.of Words, and with the permis-

[/ohn Steinbeck, yaşamının sonuna doğru Paris Review ile bir görüşme yapmayı kabul etmişti. Ö nceleri çekiniyordu ama daha sonra bu görüşmeyi çok istemeye başladı. Sonunda bu düşünceyi iyice benimsemiş olmasına karşın çalışamayacak kadar hastalandı. Yazarın bu ilgisinden hareket eden dergi­ nin editörleri, /ohn Steinbeck'in yıllar boyu yazma sanatı üzerine söylediklerinden bazılarını derlediler. Bunlardan bazıları 1969 yılının Aralık ayında Viking Press tarafından Joum al of a Novel adı altında yayımlanan Cennetin Do­ ğusu güncelerinden alınmıştır. Bazıları ise mektuplardan yapılan alıntılardan oluşuyor. Bu mektuplardan bir kısmı 1975 yılının Ekim ayında Viking Press tarafından Stein­ beck: A Life in Letters adı altında yayımlanan derlemede bulunmaktadır. Alıntılar, mektup ve güncelerde olduğu gibi tarih sırası izlenerek verilmek yerine çeşitli başlıklar altında sunulmuştur. Giriş yazısını, yazarın yakın bir arkadaşı olan Nathaniel Benchley yazmıştır.} Bu önsöze ya da girişe, ya da herne ise, "Bir Dostun ôvgü­ leri" başlığını vermek gerekir çünkü /ohn Steinbeck'in ya­ zarlığıyla ilgili ne bir görüşüm var ne de, dinlemek isteyen �!ksa bile, eleştirel bir değerlendirme yapmaya istekliyim. Ustelik kimse de benden böyle bir şey yapmamı istemedi, böyle olduğu da herkes için daha iyi. Onu tanıyordum, ya­ zarlık üzerine görüşleri hakkında da bir şeyler biliyorum; be­ nim katkım da bu olacak. Bir keresinde, bir şey hakkında iyi yazabilmek için o şeyi ya çok sevmek ya da ondan nefret etmek gerektiğini söylemişti ve bu sözü, bir anlamda, kişiliğinin de aynasıydı. Ona göre nesneler ya siyah ya da beyazdı. Temel tutumunu değiştire­ bilirdi (Vietnam savaşıyla ilgili tutumunu sonunda değiştir­ diği gibi) ama eğer ondan yanaysanız yanlış bir iş yapmanız, eğer onun karşısındaysanız da doğru bir davranışta bulun­ manız olanaksızdı. Durum bu kadar da basit değildi ancak Steinbeck söz konusu olduğunda bu ikisinin ortası hemen he­ men hiç olmazdı. Yazdığı zaman kimin tarafında olduğunu kesin olarak anlardın ız ve sizin bulunduğunuz taraf olması­ nı dilerdiniz. Epey bir zaman önce, deha kelebeği dağın tepesine doğru kovalayan küçük bir çocuktur dediği söylenmiştir. Sonraları dehanın küçük bir çocuğu dağa doğru kovalayan bir kelebek olduğunu söylediğini ileri sürdü (ya da kelebeği küçük bir ço­ cuğa doğru kovalayan bir dağ; hangisi olduğunu unuttum). Sanıyorum, bu oyunda kelebeğini çok erken yakaladığını dü­ şünüyordu. Bunu hiçbir zaman böylesine uzun uzun söyle­ medi (en azından bana), ancak yazmaya olan şiddetli düş­ künlüğü ve yazdığı her sözcüğün bulabildiğinin en iyisi ol­ duğuna ilişkin inancı, kendisine ba�rısız ya da en iyi ürü­ nünü ortaya koyamadı dedirtmekten korkan bir insanın belir­ tileriydi. Bir keresinde, Exeter'de, oğullarımdan birinin aşırı ısrarı üzerine, The Exoni an' ın yetmiş altıncı yıldönümü basımı için birkaç paragraflık bir yazı yazdı ve başlığın ı "Sözcüklere Duyulan Huşu· koydu. Dergi yönetiminin iz-

5


sion of the management 1'11 reproduce it here, because as usual he says these things better for himself. A man who writes a story is forced to put into it the best of his knowledge and the best of his feeling. The discipline of the written word punishes both stupidity and dishonesty. A writer lives in awe of words for they can be cruel or kind, and they can change their meanings right in front of you. They pick up flavors and odors like butter in a refrigera­ tor. Of course, there are dishonest writers who go on for a little while, but not for long-not for long. A writer out of loneliness is trying to communi­ cate like a distant star sending signals.He isn't tel­ ling, or teaching or ordering. Rather he seeks to es­ tablish a relationship of meaning, of feeling, of ob­ serving. We are lonesome animals. We spend ali life trying to be less lonesome. üne of our ancient methods is to teli a story begging the listener to say-and to feel•yes, that's the way it is, or at least that' s the way 1 feel it. You're not as alone as you thought.• Of course a writer rearranges life, shortens time intervals, sharpens events, and devises beginnings, middles and ends. We do have curtains-in a day, morning, noon and night, in a man, birth, growth and death. These are curtain rise and curtain fall, but the story goes on and nothing finishes. To finish is sadness to a writer-a little death. He puts the !ast word down and it is done. But it isn't really done. The story goes on and leaves the writer behind, for no story is ever done.

Reading through his obituaries, I found a good dea/ of an­ alytical writing about his work, and one rewrite man ven­ tured the personal note that he was considered shy, but no­ where did I see a word about one of the most glorious facets of his character, which was his humor. Ali good humor defies analysis (E.B. White likened it to a frog, which dies under dissection), and /ohn's defied it more than most, because it was not gag-type lıumorbut was the result of his wildly ima­ ginative nıind, his renıarkable store of knowledge, and his precision with words. This respect for, and precision with, words led him to avoid almost everyform ofprofanity; where most people would Jet their rage spill out the threadbare ob­ scenities he wou/d concoct some diatribe that Jet off the steam and was at the same time mildly diverting. One example should sııffice: At Easteraboııt three years ago we were visit­ ing the Steinbecks at Sag Harbor, and /ohn and I arose before the /adies to make breakfast. He hummed and puttered about the kitchen with the air of a man who was inventing a new form oftoaster, and suddenly the coffee pot boiled over, send­ ing torrents of coffee grounds over the stove and c/ouds of va­ por into the air. /ohn leaped for the switch, shouting, •Nuts! No wonder l'm a failure! No wonder nobody ever asks for my hand in marriage! Nuts!· By that time both he and the coffee had simmered down, and he started a new pot. I think that th is was the day he stoutly denied having a hangover, and af­ ter a moment of reflection added, ·of course, I do have a headache that starts at the base of my spine . . . • He spent the

niyle o yazıyı aynen aktarıyorum çünkü her zaman olduğu gibi böyle şeyleri kendisi daha iyi anlatır. Öykü yazan kişi, öyküye bildiklerinin ve duyum­ sadıklarının en iyisini katmak zorundadır. Kağıda dökülen sözcükler hem aptallığı hem içtenliksizliği cezalandırır. Bir yazar sözcüklerin karşısında huşu duyar çünkü sözcükler acımasız ya da sevgi dolu olabilirler ve gözlerinizin önünde anlamlarını de­ ğiştirebilirler. "Buzdolabındaki tereyağa sindiği gibi onlara da tat ve koku siner. Kısa bir süre için duru­ mu kurtaran içtenliksiz yazarlar elbette vardır an­ cak uzun sürmez - uzun sürmez. Bir yazar yalnızlı ğ ın içinden, sinyaller gönderen uzak bir yıldız gibi, ıletişim kurmaya çalışır. Bir şey söylemez, öğretmez ya da buyurmaz. Anlam, duy­ gu ve gözlem ilişkisi kurmaya çalışır daha çok. Biz­ ler yalnız hayvanlarız. Bütün yaşamımızı daha az yalnız olmaya çabalamakla geçiririz. E ski yöntem­ lerimizden birisi dinleyiciden şöyle demesini ve du­ yumsamasını yakararak öykü anlatmaktadır: Evet, böxledir ya da en azından ben böyle düşü­ nüyorum. Sandıgın kadar yalnız değilsin.• Elbette yazar yaşamı yeniden düzenler, zaman aralıklarını kısaltır, olayları belirginleştirir, onlara baş, orta ve son bulur. Yaşamımızda sahneler var kuşkusuz - gün içinde sabah, öğle ve gece; insan yaşamında, doğmak büyümek ve ölmek. Bunlar perdenin açılması ve kapanmasıdır ancak öykü sü­ rer ve hiçbir şey sona ermez. (Bir öyküyü) Bitirmek yazara hüzün verir ---:- bir parça ölümdür bu. Yazar son sözc.üğü koyar ve öy­ kü biter. Ancak gerçekte bitmez. Oykü sürer ve ya­ zarı geride bırakır çünkü hiçbir öykü sona ermez.

Ölümüyle ilgili yazıları okurken yapıtlarıyla ilgili çok sa­ yıda yorumla karşılaştım. Bir düzeltmen onun çekingen biri­ si olarak bilindiğini söylemeye kalkışmış. Ancak onun kişili­ ğinin en harika yönlerinden olan mizah yeteneği hakkında hiçbir yerde tek sözcüğe rastlamadım. Başarılı mizahın ana­ lizini yapmak güçtür (E. B. White bunu, kesim sırasında ölen kurbağaya benzetmişti). /ohn 'un mizahının analizini yap­ mak çok zordu çünkü onun mizahı kaba bir şaka anlayışına dayanmayıp çılgıncasına düş kuran zihninin, olağanüstü bilgi birikiminin ve sözcüklere gösterdiği özenin sonucuydu. Sözcüklere duyduğu bu saygı ve onlara gösterdiği özen he­ men her türlü kaba-saba anlatımdan uzak durmasına ne­ den olurdu. Birçok kişinin öfkeyle bayağı açıksaçıklıklar döktükleri yerde o, hem öfkeyi dışavuran hem de hafiften ko­ nuyu saptırıcı sert bir eleştiri yöneltirdi. Bir örnek yeter: Yaklaşık üç yıl önce Paskalya zamanı,Sag Harbor'da otu ran Steinbeck'/eri görmeye gitmiştik. /ohn ve ben kahvaltıyı ha­ zırlamak için bayanlardan önce kalktık. Yeni bir tost maki­ ııesi yaratan bir adanı lıavasıyla nıııtfakta şarkılar mırıl­ danarak gezinip duruyordu. Birden kahve taştı ve ocağın üzerini kahve telvesi kapladı, buharlar yükseldi. /ohn hemen ocağı kapamaya koştu, bir yandan da bağırıyordu, 6Kahret­ sin! Neden başarısız olduğum anlaşılıyor! Neden kimsenin benimle evlenmek istemediği anlaşılıyor! Kahretsin!· Bu arada hem kendisi hem kahve yatışmıştı ve yeniden kahve hazırlamaya başladı. Sanıyorum akşamdan kalma olduğu ­ nu şiddetle reddettiği gündü bu. Biran düşündükten sonra, ·Elbette ense kökümden başlayan bir başağrısı çekiyo­ rum . . . dedi. Sabahın geri kalan kısmını bir Paskalya yu·,

6


rest of the morning painting an Easter egg black, as a protest. Therewas, oddly, a lot oflittle boy left in him, ifby little boy you can mean a searching interest in anything new, a desire to do or to find or to invent some sort ofdiversion, a fascina­ tion with any gadget ofany sort whatsover, and the ability to be entertained by comparative trivia. He was tlıe only adu/t l have ever seen who would regularly laugh at the Sunday comics; he raised absolute heli in our kitchen with an idea for making papier-mtiche in the Waring blender with a combi­ nation of newspaper and water and flour; and he would con­ duct frequent trips to the neighborhood toy store, sometimes just to browse through the stock and sometimes to buy an item likea cappistol as a Valentine's Daypresentforhis wife. To be with him was to be on a constant parranda, either ac­ tual or intellectual, and the only person bewildered by it was lıis children's nurse, who once said, ·ı don't see wlıy Mr. Steinbeck and Mr. Benchley go out to tlıose hars, wlıeıı there's ali that free liquor at home. • And lateat night, oversomeof the •tree· liquorat home, he would sometimes read Synge's translations of Petrarch's sonnets to La ura, and theıı he would weep. it wasn 't tlıe li­ quor; it was the lift of Syııge's words and the ache in Pet­ rarch 's heart, and there was one of the sonnets that l never once heard him read through to the end.

murtasını, protesto mahiyetinde siyaha boyamakla geçirdi. Eğer küçük çocuk sözünden yeni olan her şeyi inceleme me­ rakı, herhangi bir tür oyalanma biçimi yaratma ya da bulma isteği, her türlü araçtan büyülenme ve ufak tefek şeylerle eğ­ lenme becerisi anlaşılıyorsa, onun içinde hı2lı2 bir sürü küçük çocuk bulunuyordu. Pazar gazetelerindeki çizgi romanlara her zaman güldüğünü gördüğüm tek yetişkin insan oydu. Gazete kdğıdı, su ve unu blerıdırda kanŞtırarak meydana ge­ len hamurdan figürler yaratmak isteyip mutfağımızı tam bir cehenneme çevirirdi. Bazen yalnızca oyuncaklar arasında dolaşmak bazen de eşine Valentine Yortusu (Aşıklar Günü) armağanı olarak mantar tabancası ya da ona benzer bir oyuncak satın almak için sık sık yakındaki oyuncakçı dükka­ nına giderdi. Onunla beraber olmak, gerçek ya da zihinsel olarak bir parranda (cümbüş) yaşamak demekti. Bu du­ rumdan şaşkına dönen tek kişi de çocuklarının bakıcısıydı. Bu bayan bir keresinde, ·Evde bedava içki varken M r. Stein­ beck ile Mr. Benchley o barlara neden gidiyorlar anlamıyo­ rum,• demişti. Gı•cı•11i11 ilcr/c111iş bir saatiııde evdeki ·bedava· içkide11 içcrke11 bazen Laııra'ya Syııge'iıı Petrarclı 'ııı so11e/eri11de11 yaptığı çevirileri okur, sonra da ağlardı. Onu ağlatan içki değil, Synge'in sözcüklerinin kıvraklığı ve Petrarch 'ın yüre­ ği ııdeki acıydı. Hiçbir zaman sonuna kadarokudugunu duy­ madığım bir sone vardı.

Nathaniel BENCHLEY 7


ON GEffiNG STARTED it is usual that the moment you write for publica­ tion-1 mean one of course-one stiffens in exactly the same way one does when one is being photographed. The simplest way to overcome this is to write it tosome­ one, like me. Write it as a letter aimed at one person. This removes the vague terror of addressing the large and faceless audience and it also, you will find, will give a sense of freedom and a lack of self-consciousness.• Now let me give you the benefit of my experience in facing 400 pages of blank stock-the appalling stuff that must be filled. 1 know that no one really wants the benefit of anyone's experience which is probably why it is so freely offered. But the following are some of the things 1 have had to do to keep from going nuts. 1. Abandon the idea that you are ever going to finish. Lose track of the 400 pages and write just one page for each day, it helps. Then when it gets finished, you are always surprised. 2. Write freely and as rapidly as possible and throw the whole thing on paper. Never correct or rewrite until the whole thing is down. Rewrite in process is usually found to be an excuse for not going on. it also interferes with flow and rhythm which can only come from a kind of unconscious association with the material. 3. Forget your generalized audience. in the first place, the nameless, faceless audience will scare you to death and in the second place, unlike the theatre, it doesn't exist. in writing, your audience is one single read­ er. 1 have found that sometimes it helps to pick out one person-a real person you know, or an imagined per­ son and write to that one. 4. lf a scene or a section gets the better of you and you stili think you want it-bypass it and go on. When you have finished the whole you can come back to it and then you may find that the reason it gave trouble is be­ cause it didn't belong there. 5. Beware of a scene that becomes too dear to you, dearer than the rest. it will usually be found that it is out of drawing. 6. lf you are using dialogue-say it aloud as you write it. Only then will it have the sound of speech:•

From a /etler tıı Pascal Covici. /r., April 13, 1 956

••

8

From a /etler to Robert Wallsten, February 1 962

BAŞLAMA ÜZERİNE Yayımlamak amaayla yazmaya başladığınız an tabii kişi demek istiyorum - kişinin, fotoğraf çektirir­ ken nasıl kasılıyorsa aynen öyle kasılması olağandır. Bunun üstesinden gelmenin en basit yolu, benim yap­ tığım gibi, birine yazmakhr. Birine mektup yazıyor­ muşsunuz gibi yazın. Bu, geniş ve görünmeyen bir okuyucu kitlesine seslenmenin o belli belirsiz korkusu­ nu ortadan kaldırır. Aynca bunun bir özgürlük duygu­ su vereceğini ve sıkılganlığı yok edeceğini göreceksi. . nız. 400 sayfalık boş kağıtla, doldurulması gereken bu ür­ kütücü tomarla karşı karşıya kalmanın ne demek oldu­ ğunu anlaman için sana deneyimimi anlatayım. Hiç kimsenin aslında bir başkasının deneyiminden gerçek­ ten yararlanmak istemediğini biliyorum; belki de bu yüzden deneyimler böylesine rahatça aktanlmak iste­ nir. Ne var ki, aşağıda sıraladıklarım, kafayı üşütme­ mek için yapmak zorunda kaldığım şeylerden bazıları: 1.Bitirebileceğin düşüncesinden vazgeç.0400 say­ fayı kafandan çıkar ve her gün yalnızca bir sayfa yaz, yararı olacaktır. Bittiği zaman da şaşırırsın hep. 2.Özgürce ve olabildiğince hızlı yaz ve her şeyi ka­ ğıda dök. Hiçbir zaman her şeyi kağıda geçirene kadar düzeltme yapma ya da yeniden yazma. Yazarken yeni­ den yazmaya başlamak genellikle yazmayı sürdürme­ mek için bir bahane olur. Aynı zamanda yalnızca eldeki malzemeyle farkında olmadan kurulan bir tür bağlantı­ dan kaynaklanan akıcılık ve ritmi de aksatır. 3.Tanımadığın okuyucunu unut. Bir kere belirsiz, kimliksiz ok�ucu insanın ödünü patlatır. İkincisi, ti­ yatrodaki izleyicinin aksine yazarın böyle bir izleyicisi yoktur. Yazarlıkta izleyici tek bir okuyucudur. Bir kişiyi -tanıdığın gerçek biri ya da düş ürünü bir kişi seçerek ona yazmanın bazen işe yaradığını gördüm. 4.Eğer bir sahnenin ya da bir bölümün içinden çı­ kamazsan ve hala o sahne ya da bölümü istediğini dü­ şünürsen, orayı geç ve yazmayı sürdür. Kitabı bitirdi­ ğin zaman tekrar o bölüme dönebilirsin ve işte o zaman sana zorluk çıkartmasının nedeninin, yerinin orası ol­ mamasından kaynaklandığını görebilirsin. S.Senin için fazlasıyla değerli olan,diğerbölümler­ den çok daha değerli olan bir sahneden sakın. Genellik­ le bu sahnenin canlandırılamayacağı ortaya çıkacaktır. 6.Eğer diyalog kullanıyorsan, yazarken yüksek sesle okuyarak yaz. Ancak o zaman bir konuşma hava­ sı kazanır.••

"Pascal Covici'ye 13 Nisan 1956 günü yazılan bir mektuptan. • "Robert

Wallsten'a 1962 Şubat'ında yazılan bir mektuptan.


ON LUCK

TALİH ÜZERİNE

You know on my left hand on the pad just below the little finger, 1 have a dark brown spot. And on my left foot in a corresponding place 1 have another one almost the same. üne time a Chinese, seeing the spot on my hand, became very much excited and when 1 told him about the one on my foot he was keenly interested. He said that in Chinese palmistry the hand spot was a sign of the greatest possible good luck and the one on my foot doubled it. These spots are nothing but a dark pig­ mentation. l've had them from birth. lndeed, they are what is known as birthmarks. But the reason 1 brought it up is this. For the last year and a half, they have been getting darker. And if 1 am to believe in my spots, this must mean that the luck is getting better. And sure enough 1 have Elaine [Mrs. John Steinbeck] and what better luck could there be. But the spots continue to darken and maybe that means that 1 am going to have a book, too. And that would be great good luck, too.

Sol elimin avuç içinde, küçük parmağımın hemen al­ tında koyu kahverengi bir nokta olduğunu bilirsin. Sol ayağımın aynı yerinde elimdekinin hemen hemen ben­ zeri olan bir başka nokta daha var. Bir zaman bir Çinli elimdeki noktayı görünce çok heyecanlanmıştı. Aya­ ğımdaki noktadan söz edince de bayağı ilgilendi. Çin el falına göre eldeki noktanın kişinin çok şanslı olduğu­ nun bir belirtisi olduğunu ve ayağımdaki noktanın da şansımı iki katına çıkardığını söyledi. Bu noktalar sade­ ce koyu renk hücreleri. Doğuştan geliyorlar. Gerçekten de doğum lekesi olarak bilinen izlerden. Bu konuyu aç­ mamın nedeni ise şu: Son bir buçuk yıldır bu noktalar gittikçe koyulaşıyor. Eğer noktalarıma inanacak olur­ sam, talihimin daha da açıldığı anlamına geliyor olma­ lılar. Elaine'e [Bayan John Steinbeck] sahip olmamdan da belli bu; bundan daha iyi talih olur mu? Ancak nok­ talar koyulaşmaya devam ediyor. Bu, belki bir kitap ya­ zacağım anlamına geliyordur. Ve bu da büyük bir şans olur. 9


ON WORK HABITS

ÇALIŞMA ALIŞKANLIKLARI ÜZERİNE

Mark Twain used to write in bed-so did our greatest poet." But 1 wonder how often they wrote in bed-or whether they did it twice and the story took hold. Such things happen. Also 1 would like to know what things they wrote in bed and what things they wrote sitting up. Ali of this has to do with comfort in writing and what its value is.1should think that a comfortable body would Jet the mind go freely to its gathering. You know 1 always smoke a pipe when1 work-at least 1 used to and now 1 have taken it up again. it is strange-as soon as a pipe begins to taste good, ciga­ rettes become tasteless.1find1smoke fewer and fewer cigarettes. Maybe 1 can cut them out entirely for a while. This would be a very good thing. Even with this little change, my deep-seated and perrennial cigarette cough is going away. A few months without that would be a real relief. 1 have dawdled away a good part of my free time now carving vaguely on a serap of mahogany, but1guess1 have been thinking too. Who knows. 1 sit here in a kind of a stupor and cali it thought. Now 1 have taken the black off my desk again, clear down to the wood, and have put a green blotter down.1 am never satisfied with my writing surface. My choice of pencils lies between the black Calcula­ tor stolen from Fox Films and this Mongol 2JıH F which is quite black and holds its point well-much better in fact than the Fox pencils. 1 will get six more or maybe four more dozen of them for my pencil tray. 1 have found a new kind of pencil-the best1have ev­ er had. Of course it costs three times as much too but it is black and soft but doesn't break off. 1think1will al­ ways use these. They are called Blackwings and they really glide over the paper. in the very early dawn,1felt a fiendish desire to take my electric pencil sharpener apart. it has not been working very well and besides1have always wanted to look at the inside of it. So1did and found that certain misadjustments had been made at the factory. 1 cor­ rected them, cleaned the machine, oiled it and now it works perfectly for the first time since1have it. There is one reward for not sleeping. Today is a dawdly day. They seem to alternate.1do a whole of a day's work and then the next day, flushed with triumph,1dawdle. That's today. The crazy thing is that 1 get about the same number of words down either way. This moming1am clutching the pencil very tight and this is not a good thing. it means1am not re­ laxed. And in this book 1 want to be just as relaxed as possible. Maybe that is another reason 1 am dawdling. 1 want that calmness to settle on me that feels so good­ almost like a robe of cashmere it feels. it has been a good day of work with no harm in it. 1 have sat long over the desk and the pencil has felt good in my hand. Outside the sun is very bright and warrn and the buds are swelling to a popping size. 1 guess it is

Mark Twain yatakta yazardı - en büyük şairimiz de öyle." Ancak yatakta ne kadar sık yazdıklarını ya da iki kere yatakta yazdıktan sonra öykünün oluşup oluşma­ dığını merak ediyorum. Böyle şeyler olur. Ayrıca neleri yatarken neleri de otururken yazdıklarını bilmek ister­ dim. Bütün bunların, rahat yazmayla ve bu rahatlığın değerinin ne olduğuyla ilgisi var. Bence rahat bir beden zihnin de özgürce çalışmasını sağlar. Biliyorsun çalışırken sürekli pipo içerim - en azın­ dan içerdim ve şimdi de tekrar içmeye başladım. Çok il­ ginç, pipo tat vermeye başlayınca sigara yavan geliyor. Gittikçe daha az sigara içtiğimi farkediyorum. Belki bir süre için sigarayı tamamen bırakabilirim. Çok iyi olur. Bu küçük değişiklik bile bendeki yerleşik ve uzun zaman­ dır süren sigara öksürüğünü geçiriyor. Öksürük.süz birkaç ay geçirmek gerçek bir rahatlama olur. Boş zamanımın büyük bir kısmını bir maun parçası­ nın üzerine belirsiz bir şeyler kazıyarak geçirdim ancak sanıyorum aynı zamanda düşünüyordum da. Kim bilir. Burada bir tür uyuşukluk içinde oturuyor ve düşünce diyorum buna. Masamın üzerindeki siyah zemini kaldırdım gene, tahtası görünüyor. Yeşil renkli bir kurutma kağıdı taba­ kası serdim. Üzerinde yazı yazdığım yerden hiçbir za­ man memnun olmuyorum. Kurşunkalemlerim Fox Filmleri şirketinden çalınma siyah Calculator ile koyu siyah renkli ve ucu iyi olan elimdeki bu Mongol 2JıH F-doğrusu Fox kalemlerin­ den daha iyi bu. Kalem takımım için bunlardan beş altı düzine daha alacağım. Yeni bir kurşunkalem keşfettim - şimdiye kadar kullandıklarımın en iyisi. Tabii üç kat daha pahalı an­ cak siyah ve yumuşak ama kırılmıyor. Markası Black­ wings, kağıt üzerinde de gerçekten kayıyorlar. Sabahın çok erken bir saatinde, elektrikli kalemtraşı­ mı açmak için şeytani bir istek duydum. Pek iyi çalışmı­ yordu, üstelik her zaman açıp içine bakmak istemişim­ dir. Açtım ve bazı fabrikasyon hataları gördüm. Bu ha­ taları düzelttim, makineyi temizleyip yağladım. Şimdi satın aldığımdan bu yana ilk kez mükemmel bir şekilde çalışıyor. Uyumamanın ödülü. Bugün uyuşuk bir gün. Sanki bir gün uyuşuk geçiyor, bir gün canlı. Bir gün çok çalışıyorum sonra ertesi gün, başarı çoşkusuyla dolu bir halde, oyalanıyorum. Bu­ gün öyle bir gün.Garip olan, her iki durumda da yakla­ şık aynı sayıda sözcük üretmem. Bu sabah kalemi çok sıkı bir şekilde tutuyorum; iyi bir şey değil bu. Rahat ol­ madığımı gösterir. Halbuki bu kitabı yazarken olabil­ diğince rahat olmak istiyorum. Belki oyalanmamın bir başka nedeni de bu. O nefis, neredeyse bir kaşmir kaf­ tan duygusu veren dinginliğin beni kaplamasını istiyo­ rum. Sıradan, iyi bir çalışma günüydü. Masada uzun süre oturdum; kalem beni rahatsız etmedi. Dışarıda güneş parlak ve ılık, tomurcuklar açmak üzereler.İyi ki yazar

• M r. Benchley believes this is probably Stevenson.

10

Mr. Benchley bu şairin Stevenson olduğuna inanıyor.


a good thing 1 became a writer. Perhaps 1 am too lazy for anything else. On the third finger of my right hand 1 have a great callus just from using a pencil for so many hours every day. it has become a big lump by now and it doesn't ev­ er go away. Sometimes it is very rough and other times, as today, it is as shiny as glass. it is peculiar how touchy one can become about little things. Pencils must be round. A hexagonal pencil cuts my fingers after a long day. You see 1 hold a pencil for about six hours every day. This may seem strange but it is true. 1 anı really a conditioned animal with a conditioned hand. 1 am really dawdling today when what 1 want to write is in my head. it is said that many writers talk their books out and so do not write them. 1 think 1 am guilty of this to a large extent. 1 really talk too much about my work and to anyone whowill listen. lf1would limit my talk to inventions and keep my big mouth shut about work, there would probably be a good deal more work done. The callus on my writing finger is very sore today. 1 may have to sandpaper it down. it is getting too big. The silly truth is that 1 can take almost any amount of work but 1 have little tolerance for confusion.

olmuşum. Belki de başka bir iş yapamayacak kadar tem­ belim. Her gün saatlerce kalem kullanmaktan sağ eli­ min üçüncü parmağında büyük bir nasır oluştu. Koca bir yumru oldu artık ve geçmiyor. Bazen çok pütürüklü bazen de, bugün olduğu gibi, cam kadar parlak. İnsa­ nın küçük şeyler üzerinde bu kadar titizlenmesi garip bir şey. Kalem yuvarlak olmalı. Altıgen kalem, çok ça­ lıştığım günler parmaklarımı kesiyor. Bilirsin günde yaklaşık altı saat kalem kullanırım. Garip gelebilir ama doğru. Gerçekten de koşullanmış bir eli olan koşullan­ mış bir hayvanım ben. Yazmak istediğim şey kafamdayken ben kalkmış oyalanıyorum. Birçok yazarın yazmak istedikleri kitap­ lardan söz ede ede sonunda yazamadıkları söylenir. Sanırım büyük ölçüde benim suçum da bu. Yapıtlarım hakkında gerçekten çok fazla konuşuyor ve dinleyen herkese anlatıyorum. Yalnızca icatlar hakkında konuş­ sam ve koca ağzımı kapatıp çalışmamdan söz etmesem belki de çok daha fazla iş çıkar. Parmağımdaki nasır bugün çok ağrıyor. Zımparala­ mam gerekebilir. Çok büyümeye başladı. Saçma ama gerçek: İşim ne kadar çok olursa olsun ta­ hammül ederim ama karışıklığa tahammülüm yok.

ON INSPIRATION

ESİN ÜZERİNE

1 hear via a couple of attractive grapevines, that you are having trouble writing. God! 1 know this feeling so well. 1 think it is never coming back-but it does-one morning, there it is again. About a year ago, Bob Anderson lthe playwright] asked me for help in the same problem. 1 told him to write poetry-not for selling-not even for seeing­ poetry to throw away. For poetry is the mathematics of writing and closely kin to music. And it is also the best therapy because sometimes the troubles come tum­ bling out. Well, he did. For six months he did. And 1 have three joyous letters from him saying it worked. Just poetry­ anything and not designed for a reader. lt's great and valuable privacy. 1only offer this if your dryness goes on too long and makes you too miserable. You may come out of it any day. 1 have. The words are fighting each other to get out.•

Duyduğum bazı dedikodulara göre yazmakta zorluk çekiyormuşsun. Tanrım. O duyguyu çok iyi bilirim. Bir daha hiç geri gelmeyeceğini düşünürüm - ama gelir, bir sabah gene hissedersin. Yaklaşık bir yıl önce Bob Anderson !oyun yazarı] ay­ nı sorunla ilgili olarak benden yardım istedi. Ona şiir yazmasını söyledim - satması için değil, hatta okun­ ması için bile değil - fırlatıp atması için. Çünkü şiir, yazmanın matematiğidir ve müzikle akrabadır. Ayrıca en iyi tedavi yoludur çünkü bazen sorunlar peş peşe gelir. Neyse, yazdı. Altı ay boyunca yazdı. Ve ondan aldı­ ğım üç mutlu mektupta işe yaradığını söylüyordu. Yal­ nızca şiir - ne olursa olsun ve de okunmamak üzere. Bu, çok güzel ve değerli bir mahremiyettir. Eğer kısırlığın fazlasıyla uzun sürer ve seni çok mut­ suz ederse bu yöntemi öneriyorum. Bu durumdan her an kurtulabilirsin. Ben kurtuldum. Sözcükler dışarı çıkmak için birbirleriyle yarışıyor!

·

From a letter to Robert Wal/sten, February 19, 1960

• Robert Wallsten'a 19 Şubat 1960 günü yazılan 11ir mektuptan.

11


ON VERSE

ŞİİR ÜZERİNE

Certain events such as love, or a national calamity, or May, bring pressure to bear on the individual, and if the pressure is strong enough, something in the form of verse is bound to be squeezed out. National calamities and loves have been few in my life, and 1 do not always succumb to May. My first gem called forth quite adverse criticism, al­ though 1 considered it extremely apropos at the time. it was published on a board fence, and was in the form of free verse. it ran something like this:

Aşk, ulusal felaketler ya da Mayıs ayı gibi belli olaylar birey üzerinde baskı yapar ve eğer bu baskı yeterince fazlaysa, şiir biçiminde bir şeyin ortaya çıkacağı kesin­ dir. Benim hayahmda ulusal felaketler ve aşklar pek ol­ madı ve Mayıs ayına da kendimi pek kaptırmam. İlk değerli ürünüm, o zamanlar çok uygun olduğunu düşündüğüm halde oldukça olumsuz eleştiri alnuşh. Bir tahta perdede yayımlannuşh ve serbest vezin biçi­ minde şöyle bir şeydi:

Gertie loves Tom, and Tom loves Gertie. This is the only one of my brain children which has attracted attention, and the attention it attracted has made me backward about publishing any of my later works.•

ON THE SHORT STORY Although it must be a thousand years ago that 1 sat in your class in story writing at Stanford, 1 remember the experience very clearly. 1 was bright-eyed and bushy­ brained and prepared to absorb from you the secret for­ mula for writing good short stories, even great short stories. You canceled this illusion very quickly. The only way to write a good short story, you said, was to write a good short story. Only after it is written can it be taken apart to see how it was done. it is a most difficult form, you told us, and the proof lies in how very few great short stories there are in the world. The basic rule you gave us was simple and heart­ breaking. A story to be effective had to convey some­ thing from writer to reader and the power of its offering was the measure of its excellence. Outside of that, you said, there were no rules. A story could be about any­ thing and could use any means and technique at all-so long as it was effective. As a subhead to this rule, you maintained that it seemed to be necessary for the writer to know what he wanted to say, in short, what he was talking about. As an exercise we were to try reducing the meat of a story to one sentence, for only then could we know it well enough to enlarge it to three or six or ten thousand words. So there went the magic formula, the secret ingre­ dient. With no more than that you set us on the desolate lonely path of the writer. And we must have tumed in some abysmally bad stories. lf 1 had expected to be dis­ covered in a full bloom of excellence, the grades you gave my efforts quickly disillusioned me. And if 1 felt unjustly criticized, the judgments of editors for many years afterwards upheld your side, not mine. It seemed unfair. 1 could read a fine story and could • From a letter to Professor Wil/ianı Hertıat Carrııtlı, Ear/_111920�

12

Gertie Tom 'u seviyor, Tom da Gertie'yi seviyor. Bu zihnimin ilgi çeken ürünlerinden yalnızca bir ta­ nesidir ve çektiği ilgi daha sonraki ürünlerimi yayımla­ ma konusunda çekingen davranmama neden oldu.•

ÖYKÜ YAZMAK ÜZERİNE Stanford'da öykü yazma derslerinize gireli bin yılı geçmiş olmalı ancak o deneyimi çok iyi anımsıyorum. Işıl ışıl gözler ve toy bir kafayla güzel öyküler, hatta çok başarılı öyküler yazmanın gizli formülünü sizden kapmaya hazırdım. Bu yanılsamayı çok çabuk ortadan kaldırırız. Başarılı bir öykü yazmanın tek yolu başarılı bir öykü yazmaktır, dediniz. Öykü ancak yazıldıktan sonra, nasıl yazıldığı­ nı görmek için parçalarına ayırılabilir. Öykünün en zor türlerden biri olduğunu ve bunun kanıtının da dünya­ daki başarılı öykü sayısının çok az olmasında yattığını söylediniz. Bize öğrettiğiniz temel kural yalın ve düşkırıcıydı. Et­ kili olabilmesi için, bir öykü, yazardan okuyucuya bir şey aktarmalıydı ve öykünün aktarma gücü onun yet­ kinliğinin ölçüsüydü. Bunun dışında bir kural bulun­ madığını söylediniz. Bir öykü her şey hakkında olabilir ve etkili olduğu sürece öyküde her türlü yol ve yöntem kullanılabilir. Bu kurala ek olarak, yazarın ne söylemek istediğini, kısacası, neden söz ettiğini bilmesinin gerekli olduğunu belirttiniz. Alıştırma amaayla bir öyküyü tek bir cüm­ leye indirgemeyi deneyecektik, ancak o zaman bu işi hakkıyla öğrenerek bu bir cümleyi üç, altı ya da on bin sözcüğe çıkartabilirdik. Büyülü formül, gizli öge buydu işte. Bundan başka hiçbir şey vermeden bizi yazarlığın ıssız, yalnız yoluna bıraktınız. Sayısız kötü öyküler yazmış olmalıyız. Eğer yetkinliğin doruğunda keşfedilmeyi beklemişsem, ça­ balanma verdiğiniz notlar beni hemen düşten uyandır­ dı. Ve eğer haksız yere eleştirildiğimi düşündüysem, izleyen yıllarda editörlerin yargıları sizi haklı çıkardı, beni değil. Haksızlık gibi geliyordu. Güzel bir öykü okuyor ve

• Prof. William Herbert Carruth 'a 1920'1erin başında yazılmış bir mektuptan.


even know how it was done, thanks to your training. Why could 1 not do it myself? Well, 1 couldn't, and maybe it's because no two stories dare be alike. Over the years 1 have written a great many stories and 1 stili don't know how to go about it except to write it and take my chances. If there is magic in story writing, and 1 am convinced that there is, no one has ever been able to reduce it to a recipe that can be passed from one person to another. The formula seems to lie solely in the aching urge of the writer to convey something he feels important to the reader. If the writer has that urge, he my sometimes but by no means always find the way to do it. it is not so very hard to judge a story after it is written, but after many years, to start a story stili scares me to death. 1 will go so far as to say that the writer who is not scared is happily unaware of the remote and tantaliz­ ing majesty of the medium. 1 wonder whether you will remember one )ast piece of advice you gave me. it was during the exuberance of the rich and frantic twenties and 1 was going out into that world to try to be a writer. You said, •ıt's going to take a long time, and you haven't any money. Maybe it would be better if you could go to Europe." ·whyr ı asked. ·secause in Europe poverty is a misfortune, but in America it is shameful. 1 wonder whether or not you can stand the shame of being poor: it wasn't too Iong afterwards that the depression came down. Then everyone was poor and it was no shame any more. And so 1 will never know whether or not 1 could have stood it. But surely you were right about one thing, Edith. it took a long time-a very long time. And it is stili going on and it has never got easier. You told me it wouldn't.•

hatta verdiğiniz eğitim sayesinde, öykünün nasıl yazıl­ dığını bilebiliyordum. Neden kendim başaramıyor­ dum? Evet, başaramıyordum. Belki iki öykünün hiçbir şekilde birbirine benzeyemeyeceğinden böyleydi bu. Geçen yıllar boyunca birçok öykü yazdım ve hala nasıl başlanacağını bilmiyorum. Tek bildiğim, yazıp şansımı denemek. Eğer öykü yazmak büyü gerektiriyorsa, ki ben gerek­ tirdiğine inanıyorum, hiç kimse şimdiye kadar bu bü­ yüyü elden ele dolaştırabilecek bir reçeteye indirgeye­ medi. Bu formül olsa olsa yazann önemli saydığı bir şe­ yi okuyucuya aktarmak istemesine yol açan o acı veren dürtüde bulunur yalnızca. Eğer yazarda bu dürtü var­ sa, her zaman değil yalnızca bazen bunu aktarmanın yolunu bulabilir. Br öyküyü yazıp bitirdikten sonra değerlendirmek o kadar zor değil ancak bunca yıl sonra bile bir öyküye başlamak hala ödümü koparıyor. Daha da ileri giderek, korku duymayan yazarın öykünün ulaşılmaz ve kişiyi boşuna umutlandıran görkeminden habersiz olduğu­ nu söyleyeceğim. Bana son verdiğiniz öğüdü anımsıyor musunuz aca­ ba? Zengin ve çılgın yirmilerin coşkunluk dönemiydi ve yazar olmak için bu dünyaya atılacaktım. ·su iş çok zaman alır ve hiç paran yok. Avrupa'ya gi­ debilsen daha iyi olur belki,• dediniz. •Neden?" diye sordum. ·çünkü Avrupa'da yoksulluk talihsizliktir ama Amerika'da utanç verici bir şeydir. Yoksul olmanın utancına dayanabilir misin?" Çok geçmeden ekonomik bunalım başladı. O sıralar herkes yoksuldu ve yoksul olmak artık utanç verici de­ ğildi. Bu yüzden, o utanca dayanıp dayanamayacağımı hiçbir zaman bilemeyeceğim. Ama bir konuda kesin­ likle haklıydınız Edith. Yazar olmak uzun zaman aldı - çok uzun bir zaman. Ve hala sürüyor, hiçbir zaman da kolaylaşmadı. Kolay olmayacağını bana söylemişti. . nız.

ON HACK WRITING

PARA İÇİN YAZARLIK YAPMAK ÜZERİNE

1 think the manuscript ı·Murder at Full Moon·ı en­ closed in this package is self explanatory. For some time now, 1 have been unhappy. The reason is that 1 have a debt and it is making me miserable. it is quite obvious that people do not want to buy the things 1 ha ve been writing. Therefore, to make the mon­ ey 1 need, 1 must write the things they want to read. in other words,1must sacrifice artistic integrity for a little while to personal integrity. Remember this when this manuscript makes you sick. And remember that it makes me a great deal sicker than it does you. Conrad said that only two things sold, the very best and the very worst. From my recent efforts, it has been borne to me that 1 am not capable of writing the very best yet. 1 have no doubt that 1 shall be able to in the fu­ ture, but at present, 1 cannot. it remains to be seen whether 1 can write the very worst.

Sanırım bu paketin içinde bulacağın öykünün [•Mur­ der at Full Moon•jaçıklanmaya ihtiyaa yok. Bir süredir mutsuzum. Nedeni de bir borcum var ve bu da beni üzüyor. İnsanların, yazdıklarımı almak istemedikleri açıkça ortada. Bu nedenle, bana gereken parayı kazanmak için, onlann okumak istedikleri şeyleri yazmam gereki­ yor. Bir başka deyişle, kısa bir süre için, sanatsal bütün­ lüğü kişisel bütünlüğe feda etmem gerekiyor. Bu öykü mideni bulandırırken bunları anımsa. Ve öykünün mi­ demi, senin mideni bulandırdığından çok daha fazla bulandırdığını unutma. Conrad, yalnızca iki şeyin, en iyi ile en kötünün sattı­ ğını söylemiş. Son çabalanmdan henüz en iyiyi yaza­ cak kapasitede olmadığımı anladım. Gelecekte en iyiyi yazabileceğimden hiç kuşkum yok ama şu anda yaza­ mıyorum. En kötüyü yazıp yazamayacağınu ise göre­ ceğiz.

From a /etler to Edith Mirrielees, March 8, 1962

Edith Mirrie/ees'e 8 Ma rt 1962 günü yazılan bir mektuptan.

13


1 will teli you a little bit about the enclosed ms. it was written complete in nine days.lt is about sixty two or three thousand words long. it took two weeks to type. in it 1 have included ali the cheap rackets 1 know of, and have tried to make it stand up by giving it a slightly bur­ lesque tone. No one but my wife and my folks know that 1 have written it, and no one except you will know. 1 see no reason why a nom de plume should not be re­ spected and maintained. The nom de plume 1 have chosen is Peter Pym. The story holds water better than most, and 1 think it has a fairish amount of mystery. The burlesqued bits, which were put in mostly to keep my stomach from turning every time 1 sat down at the typewriter, may come out.• ON

Paketteki öykü ile ilgili olarak sana birkaç şey söyle­ yeceğim. Dokuz günde yazıldı. Yaklaşık altmış iki ya da altmış üç bin sözcük uzunluğunda. Daktilo edilmesi iki hafta sürdü. Bu öyküye bildiğim bütün ucuz numarala­ rı kattım. Hafif bir gülünçlük ögesi katarak ayakta tut­ maya çalıştım. Karım ve anne-babamdan başka bu öyküyü benim yazdığımı bilen yok ve senden başka da bilen olmayacak. Bir takma adın saygı görmemesi ve kullanılmaması için bence bir neden yok. Seçtiğim takma. ad Peter Pym. . Öykü birçoklarından daha akla yatkın ve sanırım içinde epey gizem ögesi var. Daha çok daktilonun önü­ ne her oturuşumda midemin alt üst olmamasını sağla­ mak için yerleştirilmiş burlesque kısımları istersen çı­ kartabilirsin.•

SiZE

it has been said often that a big book is more impor­ tant and has more authority than a short book. There are exceptions of course but it is very nearly always true. 1 have tried to find a reasonable explanation for this and at last have come up with my theory, to wit: The human mind, particularly in the present, is troubled and fog­ ged and bee-stung with a thousand little details from taxes to war worry to the price of meat. Ali these usual­ ly get together and result in a man's fighting with his wife because that is the easiest channel of relief for in­ ner unrest. Now-we must think of a book as a wedge driven into a man's personal life. A short book would be in and out quickly. And it is possible for such a wedge to open the mind and do its work before it is withdrawn leaving quivering nerves and cut tissue. A long book, on the other hand, drives in very slowly and if only in point of time remains for a while. Instead of cutting and leaving, it allows the mind to rearrange it­ self to fit around the wedge. Let's carry the analogy a little farther. When the quick wedge is withdrawn, the tendency of the mind is quickly to heal itself exactly as it was before the attack. With the long book perhaps the healing has been warped around the shape of the wedge so that when the wedge is finally withdrawn and the book set down, the mind cannot ever be quite what it was before. This is my theory and it may explain the greater importance of a long book. Living with it longer has given it greater force. If this is true a long book, even not so good, is more effective than an excel­ lent short story.

UZUNLUK ÜZERİNE Uzun bir kitabın kısa bir kitaba göre daha önemli ve daha etkili olduğu söylenir çoğunlukla. Elbette kuraldı­ şı durumlar vardır ancak bu yargı hemen her zaman doğrudur. Bu duruma akılcı bir açıklama bulmaY.a ça­ lıştım ve sonunda kuramımı oluşturdum, yani: insan zihni, özellikle günümüzde, vergilerden savaş kaygısı­ na ve etin fiyatına kadar binlerce küçük ayrıntıyla ra­ hatsız, bulanık ve uyuşmuş durumdadır. Çoğu zaman bütün bunlar biraraya gelir ve karıkoca kavgasıyla so­ nuçlanır çünkü bu, iç huzursuzluğu dışarı yansıtacak en kolay yoldur. Öyleyse kitabı, insanın kişisel yaşamı­ na sokulmuş bir kama olarak düşünmeliyiz. Kısa bir ki­ tap hemen girip çıkacaktır. Bu tür bir kamanın zihni aç­ ması ve geride titreyen sinirler ve kesilmiş bir doku bı­ rakarak geri çekilmeden önce işini görmesi olanaklıdır. Öte yandan uzun bir kitap içeri yavaşça girer ve çok az bile olsa, bir süre orada kalır. Kesip çıkarmak yerine, zihne kamayı çevreleyecek biçimde kendini yeniden düzenleme olanağı tanır. Benzetmeyi biraz daha ileri götürelim. Kama çabucak geri çekildiğinde, zihin he­ men kendini iyileştirerek saldırıdan önceki duruma dönme eğilimi gösterir. Uzun bir kitap söz konusu ol­ duğunda iyileşme kamanın biçimine göre şekillenmiş olabilir, böylece kama sonunda geri çekilince ve kitap bırakılınca, zihin artık hiçbir zaman eski durumuna ge­ lemez. Benim kuramım bu ve herhalde uzun bir kitabın niçin daha fazla önem taşıdığını açıklayabilir. Kitapla daha uzun süre birlikte olmak etkisini daha artırmıştır. Eğer bu doğruysa, uzun bir kitap, pek başarılı olmasa bile, kusursuz bir öyküden daha etkilidir. KİŞİ YARATMA ÜZERİNE

ON CHARACTER it is hard to open up a person and to look inside. There is even a touch of decent reluctance about priva­ cy but writers and detectives cannot permit the luxury of privacy. in this book [ Ea st of Eden]I have opened lots of people and some of them are going to be a little bit angry. But 1 can't help that. Right now 1 can't think of any work which requires concentration for so long a

İnsanın içini açıp bakmak zordur. Hatta mahremiyet söz konusu olduğu için bir parça isteksizlik vardır an­ cak yazarlar ve dedektifler mahremiyete önem vere­ mezler. Bu kitapta {Cennetin Doğusu] pek çok kişinin içini açtım ve bazıları biraz kızacak. Ama elimden bir şey gelmez. Büyük bir romandan başka bu kadar uzun

• From a letter to Amasa Miller December 1 930

14

A ma'a

Miller'e 1930 yılının A ralık ayında yazılmış bir mektuptan.


time as a big novel. Sometimes 1 have a vision of human personality as a kind of foetid jungle full of monsters and daemons and little lights. it seemed to me a dangerous place to ven­ ture, a little like those tunnels at Coney Island where •things• leap out screaming. 1 have been accused so of­ ten of writing about abnormal people. it would be a great joke on the people in my book if 1 just left them high and dry, waiting for me. If they bully me and do what they choose 1 have them over a barrel. They can't move until 1 pick up a pencil. They are fro­ zen, turned to ice standing one foot up and with the same smile they had yesterday when 1 stopped.

ON INTENT The craft or art of writing is the clurnsy attempt to find symbols for the wordlessness. in utter loneliness a writer tries to explain the inexplicable. And sometimes if he is very fortunate and if the time is right, a very little of what he is trying to do trickles through -not ever much. And if he is a writer wise enough to know it can't be done, then he is not a writer at ali. A good writer al­ ways works at the impossible. There is another kind who pulls in his horizons, drops his mind as one lowers rifle sights. And giving up the impossible he gives up writing. Whether fortunate or unfortunate, this has not happened to me. The same blind effort, the straining and puffing go on in me. And always 1 hope that a little trickles through. This urge dies hard. Writing is a very silly business at best. There is a cer­ tain ridiculousness about putting down a picture of life. And to add to the joke-one must withdraw for a time from life in order to set down that picture. And third one must distort one' s own way of life in order in some sense to simulate the normal in other lives. Having gone through all this nonsense, what emerges may well be the palest of reflections. Oh! it's a real horse's ass business. The mountain labors and groans and strains and the tiniest of rodents come out. And the greatest foolishness of ali lies in the fact that to do it at ali, the writer must believe that what he is doing is the most important thing in the world. And he must hold to this illusion even when he knows it is not true. If he does not, the work is not worth even what it might otherwise have been. Ali this is a preface to the fear and uncertainties which clamber over a man so that in his silly work he thinks he must be crazy because he is so alone. If what he is doing is worth doing-why don't more people do it? Such questions. But it does seem a desperately futile business and one which must be very humorous to watch. Intellingent people !ive their lives as nearly on a !eve! as possible-try to be good, don't worry if they aren't, hold to such opinions as are comforting and reas­ suring and throw out those which are not. And in the fullness of their days they die with none of the tearing pain of failure because having tried nothing they have not failed. These people are much more intelligent than the fools who rip themselves to pieces on non­ sense.

süreyle konsantrasyon gerektiren bir yapıt düşünemi­ yorum şu anda. Bazen insan kişiliğini canavarlar, cinler ve küçük ışıklarla dolu bir çeşit kokuşmuş orman olarak görüyo­ rum. Girmek tehlikeli gibi geldi bana; Coney adasında •yaratıkların" çığlıklar atarak fırladıkları o tünellere benziyor biraz. Anormal insanlar hakkında yazıyorum diye çok sık suçlandım. Kitabımdaki insanları güç durumda, beni bekler bı­ raksam onlar için büyük bir şaka olurdu. Eğer bana kafa tutup istedikleri gibi davranırlarsa aciz bırakırım onla­ rı. Kalemi elime alana kadar kıpırdayamazlar. Tek ayakları üzerinde kalakalır ve dün yazmaya ara verdi­ ğim andaki gülüşleriyle buz kesilirler. AMAÇ ÜZERİNE Yazma zanaatı ya da sanatı, sözcüklerin yetersiz ol­ duğu yerde simgeler bulmak için girişilen acemice bir çabadır. Yazar mutlak bir yalnızlık içinde açıklanamazı açıklamaya çalışır. Ve bazen eğer çok talihliyse ve za­ man da uygunsa, yapmayı istediği damla damla gelir daha fazlası değil. Ve eğer bu işin yapılamayacağını bi­ lecek kadar akıllı bir yazarsa, o zaman yazar değildir zaten. İyi bir yazar her zaman olanaksızı dener. Kendi ufkuna çekilen, yakın hedefe nişan alan birisi gibi bakış alanını daraltan bir başka tür yazar vardır. Ve olanak­ sızdan vazgeçerek yazmaktan vazgeçer. Talih mi talih­ sizlik mi bilemiyorum, bu durum benim başıma gelme­ di. Aynı kör çaba, uğraşıp didinme içimde sürüyor. Az bir şeyin damlayıp geleceğini umuyorum hep. Bu dürtü zor ölüyor. Yazmak, en iyi tanımıyla, çok aptalca bir iş. Yaşamın bir görüntüsünü yazıya dökmenin belli bir gülünçlüğü var. Ve dahası, bu görüntüyü verebilmek için.kişi ya­ şamdan bir süre çekilmelidir. Ve üçüncüsü, diğer ya­ şamlardaki normal olanı bir anlamda harekete geçire­ bilmek için kişi kendi yaşam biçimini çarpıtmalıdır. Bü­ tün bu saçmalığı yaşadıktan sonra ortaya çıkan çok si­ lik bir görüntü de olabilir. Evet, tam anlamıyla hıyarca bir iş. Dağ çalışır, inler, çabalar ve küçücük bir fare do­ ğurur. Hepsinden daha aptalca olan da bütün bunları gerçekleştirmesi için yazarın yaptığı işin dünyada� en önemli şey olduğuna inanması gerektiğidir. Ve doğru olmadığını bildiği zaman bile bu yanılsamaya sarılma­ lıdır. Eğer sarılmazsa yapıtının hiçbir değeri kalmaz. Bütün bunlar kişinin üzerine yığılan belirsizlikler ve korkunun başlangıcıdır. Öyle ki, kişi bu aptalca işi yap­ tığı için çılgın olduğunu düşünür çünkü çok yalnızdır. Eğer yaptığı yapmaya değer bir şeyse, neden daha çok sayıda insan yapmıyor bu işi? Bu tür sorular. Ancak fazlasıyla boşuna bir iş gibi geliyor ve bu işin yapılma­ sını seyretmek de çok eğlendirici olmalı. Zeki insanlar yaşamlarını mümkün olan en inişsiz çıkışsız biçimde sürdürürler - iyi olmaya çalış, eğer başkaları değilse üzülme, rahatlaa ve güven verici görüşlere sarıl ve böyle olmayan görüşleri de at gitsin. Bu insanlar, ya­ şamları tamamlandığında, başarısızlığın o berbat aası­ nı duymadan ölürler, çünkü hiçbir şey denemedikleri için başarısızlığa uğramamışlardır. Bu insanlar, saçma şeyler yüzünden kendilerini paralayan aptallardan çok daha zekidirler. 15


it is the fashion now in writing to have every man de­ feated and destroyed. And 1 do not believe all men are destroyed. 1 can name a dozen who were not and they are the ones the world lives by. it is true of the spirit as it is of battles-the defeated are forgotten, only the win­ ners come themselves into the race. The writers of to­ day, even 1, have a tendency to celebrate the destruc­ tion of the spirit and god knows it is destroyed often e­ nough. But the beacon thing is that sometimes it is not. And 1 think 1 can take time right now to say that. There will be great sneers from the neurosis belt of the south, from the hard-boiled writers, but l believe that the great ones, Plato, Lao Tze, Buddha, Christ, Paul, and the great Hebrew prophets are not remembered for ne­ gation or denial. Not that it is necessary to be remem­ bered but there is one purpose in writing that 1 can see, beyond simply doing it interestingly. it is the duty of the writer to lift up, to extend, to encourage. lf the writ­ ten word has contributed anything at alt to our devel­ oping species and our half developed culture, it is this: Great writing has been a staff to lean on, a mother to consult,a wisdom to pick up stumbling folty, a strength in weakness and a courage to support sick cowardice. And how any negative or despairing approach can pre­ tend to be literature 1 do not know. it is true that we are weak and sick and ugly and quarrelsome but if that is all we ever were, we would millenniums ago have dis­ appeared from the face of the earth, and a few rem­ nants of fossilized jaw bones, a few teeth in strata of limestone would be the only mark our species would have left on the earth. it is too had we have not more humor about this. Af­ ter alt it is only a book and no worlds are made or de­ stroyed by it. But it becomes important out of alt propor­ tion to its importance. And 1 suppose that is essential. The dunghill beetle must be convinced of the essential quality in rolling his ball of dung, and a golfer will not be any good at it unless striking a little halt is the most important thing in the world. So 1 must be convinced that this book is a pretty rare event and 1 must have little humor about it. Can't afford not to have. The story has to move on and on and on and on. it is like a ma­ chine now-set to do certain things. And it is about to dank to its end. 1 truly do not care about a book once it is finished. Any money or fame that results has no connection in my feeling with the book. The book dies a real death for me when 1 write the last word. 1 have a little sorrow and then go on to a new book which is alive. The rows of my books on the shelf are to me like very well embalmed corpses. They are neither alive nor mine. 1 have no sor­ row for them because 1 have forgotten them, forgotten in its truest sense.

ON THE CRAFT OF WRITING The time now comes finally to move the book. 1 have dawdled enough. But it has been a good thing. 1 don't yet know what the word rate will be. That will depend on many things. But 1 do think the hour rate should be fairly constant. 1 am about finished with these long and

16

Bütün kişileri yenilgiye uğrahp mahvetmek yazarlık­ ta moda oldu şimdi. Herkesin mahvolduğuna inanmı­ yorum ben. Mahvolmamış bir düzine kişi sayabilirim ve dünya bu kişiler sayesinde dönüyor. Yenilenler unutulur, yalnızca kazananlar girerler yarışa - bu, sa­ vaşlar için olduğu kadar ruh için de geçerlidir. Günü­ müz yazarları, ben bile, ruhun yıkıma uğramasını kut­ lama eğilimindeler ve gerçekten de, ruh yeterince yıkı­ ma uğruyor. Ancak umut verici olan bazen yıkıma uğ­ ramamasıdır. Ve sanıyorum bunu söylememin tam za­ manı. Güneyin nevrozlu kuşağından, katı yazarların­ dan alaylar gelecektir ancak büyük insanların, yani, Ef­ latun, Lao Tze, Buda, İsa, Paul ve büyük Musevi pey­ gamberlerin bir şeyleri reddettikleri ya_da yadsıdıkları için unutulmadıklarına inanmıyorum. ille de hatırlan­ mak gereklidir demiyorum, ama yazmanın, bu işi yal­ nızca ilgi çekici bir şekilde yapmanın ötesinde, bence tek bir amacı vardır. Yüceltmek, büyütmek, yüreklen­ dirmek yazarın görevidir. Eğer yazılan şeyler, geliş­ mekte olan insanlığa ve yarı gelişmiş kültürümüze her­ hangi bir katkıda bulunmuşsa o da şudur: Büyük yapıt­ lar, destek alınacak bir asa, akıl danışılacak bir ana, yol gösteren bilgelik, zayıf anlarda bir güç ve mide bulan­ dırıa korkaklıktan kurtaran bir cesaret olmuştur. Ve nasıl olur da herhangi bir olumsuz ya da umutsuz yak­ laşım yazın diye ortaya çıkar bilmiyorum. Zayıf, hasta­ lıklı, çirkin ve kavgacı olduğumuz doğru ancak bütün özelliklerimiz yalnızca bunlar olsaydı, binlerce yıl önce dünya üzerinden silinmiş olurduk ve türümüzün dün­ yada bıraktığı tek iz kireçtaşı katmanları arasında kal­ mış birkaç fosilleşmiş çene kemiği ve birkaç diş olurdu. Ne yazık ki bu olayı bu kadar ciddiye alıyoruz. Alt ta­ rafı bir kitap ve onunla dünyalar ne kurulur ne de yıkı­ lır. Ancak kendi öneminin boyutlarını aşan bir önem kazanır. Ve sanırım bu da gerekli. Bokböceği, gübre to­ pağını yuvarlamanın gerçek niteliğinden kuşku duyma­ malıdır; bir golf oyuncusu da küçük bir topa vurmanın dünyadaki en önemli şey olduğuna inanmadıkça golfte başarılı olamaz. Bu nedenle, bu kitabın çok benzersiz bir olay olduğuna inanmalıyım ve işimi elden geldiğin­ ce ciddiye almalıyım. Tamamen ciddiye almam olanak­ sız. Öykü durmaksızın devam etmelidir. Artık belli şeyleri yapmaya ayarlı bir makine gibidir. Ve tangır tungur hedefine ulaşmak üzeredir. Bir kitap bittikten sonra beni artık ilgilendirmez. Ki­ tabın getirdiği herhangi bir para ya da ünün, kitaba kar­ şı duyduklarımla hiçbir ilgisi yoktur. Son sözcüğü yaz­ dığım zaman kitap benim için gerçekten ölür. Biraz üzülürüm ve sonra yaşamakta olan yeni bir kitaba baş­ lanın. Rafta duran dizilerce kitabım, benim gözümde çok iyi mumyalanmış cesetlerdir. Ne yaşamaktadırlar ne de benimdirler. Onlar için üzülmem çünkü unutmu­ şumdur onları, kelimenin tam anlamıyla unutmuşum­ dur. YAZMA SANATI

ÜZERİNE

Sonunda kitabı yazmaya başlamanın zamanı geldi. Yeteri kadar oyalandım. Ama iyi oldu. Ancak sözcük sayısının ne olacağını hala bilmiyorum; bu birçok şeye bağlı olacak. Fakat çalışma saatlerinin sayısının pek de­ ğişmeyeceğini sanıyorum. Bu uzun ve bana özgü ava-


characteristic meanderings. it is with real fear that 1 go to the other. And 1 must forget even that 1 want it to be good. Such things belong only in the planning stage. ünce it starts, it should not have any intention save on­ ly to be written. All is peace now. And all is quiet. What little things there are, are here and good. Posture and attitude are so very important. And since these things have to go on for a-very long time, they must become al­ most a way of life and a habit of thought. So that no one may say, 1 lost by being lost. This is the last bounce on the board, the last look into the pool. The time has come for the dive. The time has really come. 1 suffer as always from the fear of putting down the first line. it is amazing the terrors, the magics, the pray­ ers, the strait�ning shyness that assails one. it is as though the words were not only indelible but that they spread out like dye in water and color everything around them. A strange and mystic business, writing. Almost no progress has taken place since it was invent­ ed. The Book of the Dead is as good and as highly devel­ oped as anything in the 20th century and much better than most. And yet in spite of this lack of a continuing excellence, hundreds of thousands ofpeople are in my shoes-praying feverishly for relief from their word pangs. 1 leamed Iong ago that you cannot tell how you will end by how you start. 1 just glanced up this page for in­ stance. Look at the writing at the top-ragged and an­ gular with pencils breaking in every line, measured as a laboratory rat and torn with nerves and fear. And just half an hour later it has smoothed out and changed considerably for the better. Now 1 had better get into today's work. it is ful! of strange and secret things, things which should strike deep into the unconscious like those experimental sto­ ries 1 wrote so long ago. Those too were preparation for this book and 1 am using the lessons l've learned in all the other writing. 1 have often thought that this rnight be my !ast book. 1 don't really mean that because 1 will be writing books until 1 die. But 1 want to write this one as though it were my !ast book. Maybe 1 believe that every book should be written that way. 1 hope 1 can keep allthe reins in my hands and at the same time make it sound as though the book were al­ most accidental. That is going to be hard to do but it must be done. Also 1'11 have to lead into the story so gradually that my reader will not know what is hap­ pening to him until he is caught. That is the reason for the casual-even almost flippant-sound. lt's like a man setting a trap for a fox and pretending with panto­ mime that he doesn't know there is a fox or a trap in the country. 1 split myself into three people. 1 know what they look like. üne speculates and one criticizes and the third tries to correlate. it usually turns out to be a fight but out of it comes the whole week' s work. And it is car­ ried on in my rnind in dialogue. lt's an odd experience. Under such circumstances it might be one of those schizophrenic symptoms but as a working technique, 1 do not think it is bad at all.

reliklere son vermek üzereyim. Hatta kitabın iyi olma­ sını istediğimi bile unutmam gerek. Bu tür şeylere yal­ nızca tasarlama evresinde yer vardır. Bir kere başladık­ tan sonra yazmaktan başka bir amaç olmamalıdır. Her şey dinginlik içinde artık. Ve her şey sessiz. Kafamda olan ne varsa hepsi iyi ve yazılmaya hazır. Duruş ve tu­ tum çok önemli. Bunlar çok uzun bir zaman sürdürül­ mesi gerektiğinden de neredeyse bir yaşam biçimi ve bir düşünce alışkanlığı haline gelmelidirler. Böylece kimse, kaybolduğum için kaybettiğimi söyleyemez. Bu, tramplen üzerindeki son sıçrama, havuza son ba­ kıştır. Suya dalmanın zamanı geldi. Zaman gerçekten geldi. Her zamaı:ı olduğu gibi ilk satırı yazmanın korkusu var içimde. insana saldıran korkular, büyüler, dualar ve ürkeklik şaşırtıcı ölçüde fazla. Sanki sözcükler yal­ nızca silinemez olmakla kalmıyor aynı zamanda suda boya gibi yayılıp çevrelerindeki her şeyi boyuyorlar. Yazmak garip ve gizemli bir iş. Yazının bulunmasından bu yana neredeyse hiçbir gelişme olmadı . The Book of the Dead, yirminci yüzyılda yazılmış herhangi bir kitap kadar iyi ve gelişmiş, birçoğundan da çok daha iyi. Sürekli bir kusursuzluğun olmamasına rağmen yüz­ binlerce kişi benim durumumda - yazamama sıkıntı­ larından kurtulmak için yakarıp duruyorlar. Nasıl başladığına bakarak nasıl sonuçlandıracağını bilemeyeceğini uzun süre önce öğrendim. Bu sayfaya şöyle bir göz attım sözgelimi. Yukarıdaki yazıya bak ­ her satırında kalemin ucunun kırıldığı düzensiz, kö�eli bir yazı; bir deney faresi gibi temkinli ve gerilim ve kor­ kuyla perişan. Ama tam yarım saat sonra ise yazı yu­ muşaklık kazandı ve fark edilir biçimde düzeldi. Artık bugünün işine başlasam iyi olacak. Bugünkü çalışma garip ve bilinmeyen şeylerle dolu; çok uzun sü­ re önce yazdığım o deneysel öyküler gibi bilinçaltını derinden etkileyecek şey!er. Onlar bile bu kitaba bir ha­ zırlıktı ve diğer bütün yapıtlarımda öğrendiğim ders­ lerden yararlanıyorum. Birçok kez bunun son kitabım olabileceğini düşün­ düm. Tabii ciddi değilim çünkü ölene .kadar kitap yaz­ mayı sürdüreceğim. Ama bu kitabı sanki son kitabım­ mış gibi yazmak istiyorum. Belki de her kitabın bu şe­ kilde yazılması gerektiğine inanıyorum. Umarım bütün dizginleri elimde tutabilir ve aynı za­ manda da kitaba, sanki neredeyse bir rastlantı sonucu ortaya çıktığı havasını verebilirim. Bunu yapmak zor olacak ama yapılması gerek. Ayrıca öyküye öylesine yavaş gireceğim ki okuyucum dört bir yandan sarılana kadar kendisine neler olduğunu bilmeyecek. Kitaptaki rastlantısal hatta neredeyse aldırmaz havanın nedeni budur. Tilki kapanı kuran ve kırda bir kapan ya da tilki bulunduğunu bilmediğini el kol hareketleriyle göste­ ren bir adama benzer bu. Kendimi üç kişiye böldüm. Neye benzediklerini bi­ liyorum. Biri akıl yürütüyor, biri eleştiriyor ve üçün­ cüsü bu ikisi arasında bağlantı kurmaya çalışıyor. Bu genellikle kavgaya dönüşür ama bütün bir haftanın i.şi de bu kavgadan çıkar. Ve bu da kafamda diyalog biçi­ minde sürer. Garip bir deneyimdir bu. Bu tür koşullar alhnda bu durum şizofreni belirtisi olabilir ama bir ça­ �şma tekniği olarak hiç de kötü olduğunu sanmıyo­ rum.

17


1 do indeed seem to feel creative juices rushing to­ ward an outlet as semen gathers from the four quarters ofa man and fights its way into the vesicle. 1 hope some­ thing beautiful and true comes out-but this 1 know (and the likeness to coition stili holds ).Even if 1 knew nothing would emerge from this book 1 would stili write it. it seems to me that different organisms must have their Separate ways of symbolizing, with sound or gesture, the creative joy-the flowering. And if this is so, men also must have their separate ways-some to laugh and some to build, some to destroy and yes, some even creatively to destroy themselves. There's no explaining this. The joy thing in me has two outlets: one a fine charge of love toward the incredibly desirable body and .sweetness of woman and second-mostly both-the paper and pencil or pen. And it is interesting to think what paper and pencil and the wriggling words are. They are nothing but the trigger into joy­ the shout of beauty-the cacajada of the pure bliss of creation. And often the words do not even parallel the feeling' except sometimes in intensity. Thus a man full of a bursting joy may write with force and vehemence of some sad picture-of the death of beauty or the de­ struction of a lovely town-and there is only the effec­ tiveness to prove how great and beautiful was his feel­ ing. My work does not coagulate. it is as unmanageable as a raw egg on the kitchen floor. it makes me crazy. 1 am really going to try now and l'm afraid that the very force of the trying will take ali the life out of the work. 1 don't know where this pest came from but 1know it is not new. We work in our own darkness a great deal with little real knowl.edge of what we are doing. 1 think 1 know better what 1 am doing than most writers but it still isn't much. 1 guess 1 am terrified to write finish on the book for fear 1 myself will be finished. Suddenly 1 feel lonely in a curious kind of way. 1 guess 1 am afraid. That always comes near the end of a book-the fear that you have not accomplished what you started to do. That is as natura) as breathing. in a short time that will be done and then it will not be mine any more. Other people will take it over and own it and it will drift away from me as though 1 had never been a part of it. 1 dread that time because one can never pull it back, it's tike shouting good-bye to someone going off in a bus and no one can hear because of the ro­ ar of the motor.

18

Bir erkeğin dört bir yanından gelerek yumurtalıklara varmaya çalışan belsuyu gibi, bir çıkışa doğru hücum eden yaratıcı suları duyumsuyorum gerçekten. Uma­ rım güzel ve gerçek bir şey çıkar ortaya - çıkacağını da biliyorum (cinsel birleşmeyle olan benzerlik de hala ge­ çerli). Bu kitaptan hiçbir şeyin çıkmayacağını bilsem bi­ le gene de yazarım onu. Bana öyle geliyor ki, farklı or­ ganizmaların yaratıcı sevinci - ürün vermeyi - sim­ gelemelerinin yollan da farklı olmalıdır, sesle ya da ha­ reketle. Ve eğer bu böyleyse, insanlann da kendilerine özgü yöntemleri olmalı - bazıları gülmek için, bazıları yapmak için, bazıları da yıkmak için, evet hatta bazıları kendilerini yaratıcı bir şekilde yıkmak için. Bunu açık­ lamanın yolu yok. Bendeki sevincin iki çıkış yolu var: Birincisi, kadının inanılmaz biçimde istek uyandıran bedenine ve tatlılığına yönelik güzel bir aşk akışı ve ikin­ cisi - çoğunlukla da ikisi birden - kağıt ve kurşunka­ lem ya da dolmakalem. Ve kağıdın, kurşunkalemin ve eciş bücüş sözcüklerin ne olduklarını düşünmek ilgi çe­ kicidir. Bunlar, sevinci harekete geçiren nesnelerden başka bir şey değildir - güzelliğin haykırışı - yarat­ manın katıksız mutluluğunun kumkumasıdır.Ve söz­ cükler bazen yoğunluklan dışında, söz konusu duygu­ ya koşut bile değildirler. Bu yüzden taşkın bir sevinçle dolu bir kişi etkili bir biçimde ve kararlılıkla - güzelli­ ğin ölümü ya da sevimli bir kasabanın yıkımı gibi- ke­ der verici bir şey hakkında yazabilir ve yazarın duygu­ sunun ne kadar derin ve güzel olduğunu kanıtlayacak tek ölçü yazının etkisidir. Yazdıklarım biçimlenmiyor. Mutfak zemininde kırıl­ mış duran bir çiğ yumurta gibi ele avuca gelmiyorlar. Beni çıldırtıyorlar. Ciddi bir çaba göstereceğim artık ve korkarım bu çaba yazdığım şeyin tüm canlılığını götü­ recek. Bu baş belası şeyin nerden geldiğini bilmiyorum ama yeni bir şey olmadığını biliyorum. Yaptıklarımız hakkında elle tutulur fazla bir bilgimiz olmadan kendi karanlığımızda çalışıp duruyoruz. Birçok yazara kıyas­ la ne yaptığımı daha iyi bildiğimi sanıyorum fakat gene de yeterli değil bu. Kitabı bitirmek, kendimin de biteceği korkusuyla, beni dehşete düşürüyor galiba. Ansızın kendimi garip bir şekilde yalnız hissetmeye başladım . Sanırım korkuyorum. Bu duygu - başlan­ gıçta yapmak istediğini başaramamış olmak korkusu - bir kitabın bitimine yakın hep ortaya çıkar. Soluk al­ mak kadar doğal bir şeydir bu. Kısa bir süre sonra bu kitap tamamlanacak ve artık benim olmaktan çıkacak. Başkaları onu ele geçirecek, sahiplenecekler ve kitap sanki hiçbir zaman onun bir parçası olmamışım gibi benden uzaklaşıp gidecek. O anı düşünmek bana korku veriyor çünkü kimse onu ge­ ri getiremez; otobüsle yola çıkan birine hoşçakal diye bağırmaya ve motorun gürültüsü yüzünden kimsenin bir şey duymadığı duruma benziyor.


ON COMPETITION

REKABET ÜZERİNE

You know 1 was bom without any sense of competi­ tion. This is a crippling thing in many ways. 1 don't gamble because it is meaningless. 1 used to throw the javelin far, but 1 never really cared whether it was far­ thest. For a while 1 was a vicious fighter but it wasn't to win. it was to get it over and get the heli out of there. And 1 never would have done it at ali if other people hadn't put me in the ring. The only private fights 1 ever had were those 1 couldn't get away from. Conse­ quently1ha ve never even wondered about the compar­ ative standing of writers. 1 don't understand that. Writing to me is a deeply personal, even a secret func­ tion and when the product is turned loose it is cut off from me and 1 have no sense of its being mine. Conse­ quently criticism doesn't mean anything to me. As a disciplinary matter, it is too late."

Herhangi bir rekabet duygusuna sahip olarak doğ­ madığınu biliyorsun. Bu birçok açıdan engelleyici bir durum. Kumar oynamam çünkü anlamsız. Eskiden ci­ riti uzağa fırlatırdım ama hiçbir zaman en uzağa atmayı önemsemedim. Bir zamanlar hırçın bir döğüşçüydüm fakat kazanmak için değildi. Döşüğü bitirip oradan de­ folmak içindi. Başkaları beni ringe çıkarmaıruş olsalar­ dı hiçbir zaman döğüşmezdim. Bugüne kadar yaptığım kişisel kavgalar da yalnızca kaçınamadıklanmdı. Dola­ yısıyla, yazarların şöhret sıralamasını hiçbir zaman merak etmedim bile. Anlamam o işten. Bana göre, yaz­ mak tam anlamıyla kişisel, hatta gizli bir işlevdir ve ya­ pıtım ortaya çıktıktan sonra, benimle ilgisi kesilir ve bana ait olduğu duygusunu taşımam. Dolayısıyla, eleştiri­ nin benim için bir anlanu yoktur. Yazan disipline et­ mek için ise, onun için de çok geç."

ON PUBLISHING Although some times I have felt that 1 held fire in my hands and spread a page with shining-1 have never lost the weight of clumsiness, of ignorance, of aching inability. A book is like a man-clever and dull, brave and cow­ ardly, beautiful and ugly. For every flowering thought there will be a page like a wet and mangy mongrel, and for every looping flight a tap on the wing and a remind­ er that wax cannot hold the feathers firm too near the sun. Well-then the book is done. it has no virtue any more. The writer wants to cry out-•Bring it back! Let me rewrite it or better-Let me burn it. Don't Jet it out in the unfriendly cold in that condition ... As you know better than most, Pat, the book does not go from writer to reader. it goes first to the lions-edi­ tors, publishers, critics, copy readers, sales depart­ ment. it is kicked and slashed and gouged. And its bloodied father stands attorney.

YAYIMLAMAK ÜZERİNE Bazen ellerimde ateş tuttuğumu ve bu ateşin ışıkları­ nın bir sayfanın üzerine döküldüğünü duyumsamış ol­ sam bile, hantallığın, bilgisizliğin ve yetersizlik acısı­ nın ağırlığını her zaman duymuşumdur. Kitap insana benzer - akıllı ve kalın kafalı, cesur ve korkak, güzel ve çirkin. Her yeşeren düşünce için ıslak, uyuz bir melez köpeğe benzer bir sayfa ve uçarke11 atı­ lan her takla için bir işaret ve güneşin çok yakınında tüyleri tutan balmumunun eriyeceğini belirten bir ha­ tırlatıcı olacaktır. Neyse - sonra kitap tamamlanır. Artık hiçbir erdemi kalmanuştır. Yazar haykırmak ister, ·ceri getirin onu! Tekrar yazayım ya da daha iyisi, yakayım onu. Onu dı­ şardaki acımasız soğuğa bu durumda bırakmayın.• Pat, birçok kişiden daha iyi bildiğin gibi, kitap yazar­ dan okuyucuya gitmez. Önce aslanlara - editörlere, yayıncılara, eleştirmenlere, düzeltmenlere ve satış bö­ lümlerine gider. Tekmelenir, parçalanır ve oyulur. Üs­ tü başı kan içinde olan babası da avukatlığını yapar.

EDITOR: The book is out of balance. The reader ex­ pects one thing and you give him something else. You have written two books and stuck them together.The reader will not understand. WRITER: No, sir. it goes together. I have written about one family and used stories about another family as-well, as counterpoint, as rest, as contrast in pace and color. EDITOR:The reader won't understand. What you cali counterpoint only slows the book. WRITER: it has to be slowed-else how would you know when it goes fast? EDITOR: You have stopped the book and gone into discussions of God knows what. WRITER: Yes, 1 have. 1 don't know why. Just wanted to. Perhaps 1 was wrong. SALES DEPARTMENT: The book's too long. Costs are up. We'll have to charge five dollars for it. People won't pay five dollars. They won't buy it.

EDİTÖR - Kitap dengeli değil. Okuyu�u bir şey bek­ liyor, sen ona başka bir şey veriyorsun. iki kitap yazıp bir araya getirmişsin. Okuyucu anlamaz. YAZAR - Hayır efendim. İkisi birbirini tamamlıyor. Bir aile hakkında yazdım ve bir başka aileyle ilgili öykü­ leri hız ve renk açısından kontrpuan, kontrast ve es ola­ rak kullandım. EDİTOR - Okuyucu anlamaz. Kontrpuan dediğin şey sadece kitabı yavaşlatıyor. YAZAR - Kitabı yavaşlatmak gerek, yoksa hızlı iler­ lediğinde nasıl fark edeceksin? EDİTÖR - Kitabı bırakıp abuk sabuk tartışmalara girmişsin. YAZAR - Evet, öyle. Neden bilmiyorum. Yalnızca öyle yapmak istedim. Belki yanlış davrandım. SATIŞ BÖLÜMÜ - Kitap fazlasıyla uzun. Giderler yüksek. Kitabı beş dolardan satmak zorunda kalacağız. Halk beş dolar ödemez. Kitabı satın almazlar.

• From a letter to John O'Hara, /une 8, 1 949

• /ohn O'Hara 'ya 8 Haziran 1 94 9 :-;iiııii yıı:ı/1111 l•ir 111ckt11ptıı11.

19


WRITE R: My Iast book was short. You said then that people won't buy a short book. PROOFREADE R: The chronology is full of holes. The grammar has no relation to E nglish. On page so and so you have a man look in the World Almanac for steamship rates. They aren't there. 1 checked. You've got Chinese New Year wrong. The characters aren't consistent. You describe Liza Hamilton one way and then have her act a different way. E DITOR: You make Cathy too black. The reader won't believe her. You make Sam Hamilton too white. The reader won't believe him. No Irishman ever talked like that. WRITE R: My grandfather did. E DITOR: Who'll believe it. 2ND E DITOR: No children ever talked like that. WRITE R (/osing temper as a refuge from despair): God damn it. This is my book. 1'11 make the children talk any way 1 want. My book is about good and evil. Maybe the theme got into the execution. Do you want to publish it or not? E DITORS: Let's see if we can't fix it up. it won't be much work. You want it to be good, don't you? For in­ stance, the ending. The reader won't understand it. WRITER: Do you? E DITOR: Yes, but the reader won't. PROOFREADE R: My God, how you do dangle a participle. Turn to page so and so. There you are, Pat. You came in with a box of glory and there you stand with an arm full of damp garbage. And from this meeting a new character has emerged. He is called The Reader. THE READE R: He is so stupid you can't trust him with an idea. He is so clever he will catch you in the least error. He will not buy short books. He will not buy long books. He is part moron, part genius and part ogre. There is some doubt as to whether he can read. •

ON TITLES

YAZAR - Son kitabım kısaydı. O zaman da halkın kısa bir kitabı satın almayacağını söylemiştiniz. DÜZE LTME N - Kronoloji boşluklarla dolu. Dilbil­ gisinin İngilizce ile yakından uzaktan ilgisi yok. Filanca sayfada, vapur ücretleri için Almanaka bakan bir adam var. Orda liste yok. Baktım. Çin Yeni Yılını yanlış bili­ yorsun. Kişiler tutarlı değil. Liza Hamilton'u bir şekilde tanıtıyor, başka bir şekilde hareket ettiriyorsun. E DITÖR - Cathy'yi fazlasıyla kötü çiziyorsun. Oku­ yucu onu inandırıcı bulmaz. Sam Hamilton'u fazlasıy­ la masum çiziyorsun. Okuyucu onu inandırıcı bulmaz. Hiçbir İrlandalı asla böyle konuşmaz. YAZAR - Büyükbabam konuşurdu. E DİTÖR - Kim inanır. İKİNCİ E DİTÖR - Çocuklar hiç böyle konuşmaz. YAZAR - ( Umutsuzluga düşmemek için sinirlenir): Lanet olsun. Bu benim kitabım. Çocukları istediğim şekil­ de konuştururum. Kitabım iyi ve kötü üzerine. Belki de tema üslubu etkiledi. Kitabı yayımlamayı istiyor musu­ nuz, istemiyor musunuz? E DİTÖRLE R - Bakalım kita�ı düzeltebilecek miyiz. Çok çalışma gerektirmeyecek. iyi olmasını istersin, de­ ğil mi? Omeğin, sonu. Okuyucu anlamaz. YAZAR - Sen anlıyor musun? E DİTÖR - E vet, ama okuyucu anlamaz. DÜZE LTME N - Tanrım, ortaçtan ne biçim kullanıyorsun. Falanca sayfaya bak. İşte, Pat. İçeri bir başarı paketiyle girdin ve kucak do­ lusu çöple kalakaldın. Ve bu karşılaşmadan yeni bir kişi doğmuştur. Adına Okuyucu deniyor. OKUYUCU : O kadar aptaldır ki, bir düşünceyi anlayacağından emin olamazsınız. O kadar akıllıdır ki, en küçük yanlışımızı yakalar. Kısa kitapları satın almaz. Uzun kitapları satın almaz. Biraz kuş beyinli, biraz dahi, biraz canavardır. Okumayı bilip bilmediği kuşkuludur. .. BAŞLIKLAR ÜZE RİNE

1 have never been a title man. 1 don't give a damn what it is called. 1 would cali it IE ast of Edeni Valley to the Sea which is a quotation from absolutely nothing but has two great words and a direction. What do you think of that? And l'm not going to think about it any more.

Hiçbir zaman başlıklara önem veren biri olmamışım­ dır. Ne dendiğine hiç aldırmam. OnalCennetin Doğu­ su! Valley to the Sea diyeceğim; bu, herhangi bir şey­ den alıntı değil ancak iki önemli sözcük var ve bir yön gösteriyor. Ne diyorsun buna? Ve artık bu konuyu da­ ha fazla düşünmeyeceğim.

ON CRITICS

E LE ŞıiRME NLE R ÜZE RİNE

This morning 1 looked at the Saturday Review, read a few notices of recent books, not mine, and came up with the usual sense of horror. One should be a review­ er or better a critic, these curious sucker fish who live with joyous vicariousness on other men's work and discipline with dreary words the thing which feeds

Bu saban Saturday Review'a bakıp yakınlarda çıkan kitapların, benimkiler değil, birkaç tanıtım yazısını �kudum ve her zamanki dehşet duygusuna kapıldım. insan bir kitap tanıtıcısı hatta, bir eleştirmen, başkala­ rının yapıtlarından zevkle beslenen ve kendilerini bes­ leyeni sıkıa sözcüklerle denetleyen o parazit balıl<lar-

' F rom a /etler to Pasca/ Covici, 1 952

' Pascal Covici 'ye yazılan lıir mektuptan, 1 952.

20


them. 1 don't say that writers should not be disciplined, but 1 could wish that the people who appoint them­ selves to do it were not quite so much of a pattem both physically and mentally.

dan olmalı. Yazarların, cezalandırılmamaları gerektiği­ ni söylemiyorum ama kendileri bu işe kalkışan kişiler keşke bedenen ve kafaca birbirlerine o kadar benzeme­ seler.

I've always tried out my material on my dogs first. You know, with Angel, he sits there and listens and I get the feeling he understands everything. But with Charley, 1 always felt he was just waiting to get a word in edgewise. Years ago, when my red setter chewed up the manuscript of Of Mice and Men, I said at the time that the dog must have been an excellent Iiterary critic.

Yazdıklarımı her zaman önce köpeklerimin üzerinde denemişimdir. Bilirsin, Angel orada oturup dinler ve her şeyi anladığını hissederim. Ama Charley'ye gelin­ ce, onun konuşmak için bir fırsat beklediğini hissetrni­ şirı:tdir hep. Yıllar önce kızıl renkli avköpeğim Fareler ve Insanlar'ı yediğinde köpeğin çok iyi bir yazın eleştir­ meni olduğunu söylemiştim.

Time is the only critic without ambition.

Zaman, tutkusu olmayan tek eleştirmendir.

Give a critic an inch, he'll write a play.

Bir eleştirmene küçük bir fırsat tanıyın, oyun yazar.

ON RELAXATION My greatest fault, at Jeast to me, is my lack of ability for relaxation. 1 do not remember ever having been re­ laxed in my whole life. Even in sleep l am tight and rest­ less and 1 awaken so quickly at any change or sound. it is not a good thing. 1 would be fine to relax. I think I got this through my father. 1 remember his restlessness. it sometimes filled the house to a howling although he did not speak often. He was a singularly silent man­ first 1 suppose because he had few words and second because he had no one to say them to. He was strong rather than profound. Cleverness only confused him­ and this is interesting-he had no ear for music what­ ever. Patterns of music were meaningless to him. I of­ ten wonder about him. in my struggle to be a writer, it was he who supported and backed me and explained me-not my mother. She wanted me desperately to be something decent like a banker. She would have liked me to be a successful writer like Tarkington but this she didn't believe 1 could do. But my father wanted me to be myself. Isn't that odd. He admired anyone who laid down his line and followed it undeflected to the end.I think this was because he abandoned his star in Jittle duties and Jet his head go under in the swirl of family and money and responsibility. To be anything pure re­ quires an arrogance he did not have, and a selfishness he could not bring himself to assume. He was a man in­ tensely disappointed in himself. And 1 think he liked the complete ruthlessness of my design to be a writer in spite of mother and heli. Anyway he was the encourag­ er. Mother always thought 1 would get over it and come to my senses. ON H AVING A WRITER iN THE FAMILY This is sad news, but 1 can't think of a thing you can do about it. 1 can remember the horror which came over my parents when they became convinced that it was so with me-and properly so. What you have and they had to look forward to is life made intolerable by a mean, cantankerous, opinionated, moody, quarrel­ some, unreasonable, nervous, flighty, irresponsible son. You will get no loyalty, little consideration and desperately little attention from him. in fact you will want to kili him. l ' m sure my father and mother often must_ have considered poisoning me. There will be no

RAHAT OLMA ÜZERİNE En büyük kusurum, en azından bana göre, rahatlama yeteneğinden yoksun olmamdır. Bütün yaşamım bo­ yunca rahat olduğumu hatırlamıyorum. Uykudayken bile gergin ve rahatsızımd�, herhangi bir değişiklik ya da seste hemen uyanırım. iyi bir şey değil. Rahatlamak iyi olurdu. Sanırım bu bana babamdan geçmiş. Onun yerinde duramayışını hatırlıyorum. Sık konuşmaması­ na rağmen huzursuzluğu bazen evi tümüyle doldurur­ du. Babam çok sessiz bir adamdı - böyle olmasının ilk nedeni sanırım söyleyecek pek fazla bir şeyi olmayışı, ikincisi de bunları anlatacağı bir kişinin bulunmayışıy­ dı. Derinliği yoktu ama güçlüydü. Zeka yalnızca kafası­ nı karıştırırdı - ve ilgi çekicidir - müzik kulağı yoktu. Müzik onun için bir anlam taşımazdı. Çoğu zaman onu düşünürüm. Yazar olma çabamda beni destekleyip ba­ na arka çıkan ve beni anlayan babamdı - annem değil. Annem umutsuzca benim bankacılık gibi eli yüzü düz­ gün bir iş sahibi olmamı istiyordu. Benim Tarkington gibi başarılı bir yazar olmamı isterdi ama olabileceğime inanmıyordu. Fakat babam benim kendim olmamı iste­ di. Garip değil mi? O, kendi yolunu tutup sonuna kadar bu yoldan sapmayan herkesi beğenirdi. Sanırım bu, kendini küçük işlere vererek yıldızını terk ettiği ve aile, para ve sorumluluk girdabına kapıldığı içindi. Kusur­ suz bir şey olmak, onda olmayan bir küstahlık ve be­ nimseyemediği bir bencillik gerektirirdi. Kendiyle ilgili olarak büyük bir düşkırıldığına uğramış bir adamdı. Sanırım anneme ve zorluklara rağmen benim yazar ol­ ma kararımın amansızlığından hoşlanıyordu. Beni hep yüreklendirirdi. Annem, her zaman bu durumu atlata­ cağımı ve aklımı başıma toplayacağımı düşünürdü. AİLEDE BİR YAZAR OLMASI ÜZERİNE Bu kötü bir haber fakat yapabileceğin bir şey olduğu­ nu sanmıyorum. Benim durumumun da öyle olduğunu - kesinlikle öyle olduğunu - anladıklarında anne ve babamı saran korkuyu hatırlayabiliyorum. Bekleyebi­ leceğin ve onların da beklemek zorunda kaldıkları acı­ masız, huysuz, inatçı, karamsar, kavgacı, mantıksız, sinirli, kararsız ve sorumsuz bir oğulun çekilmez hale getirdiği bir yaşam. Sana hiç bağlılık göstermeyecek, ondan biraz saygı ve çok az ilgi göreceksin. Onu öldür­ mek isteyeceksin. Eminim, annem ve babam sık sık be­ ni zehirlemeyi düşünmüşlerdir. Ne sen ne de o rahat 21


ease for you or for him. He won't even have the decen­ cy to be successful or if he is, he will pick at it as though it were failure for it is one of the traits of this profession that it always fails if the writer is any good. And Dennis ! Dennis Murphy] is not only a writer but 1 am dread­ fully afraid a very good one. 1 hasten to offer Marie and you my sympathy but 1 must also warn you that you are helpless. Your func­ tion as a father from now on will be to get him out of jail, to nurture him just short of starvation, to watch in despair while he seems to be irrational-and your re­ ward for ali this will be to be ignored at best and insult­ ed and vilified at worst. Don't expect to understand him, because he doesn't understand himself. Don't for God's sake, judge him by ordinary rules of human vir­ tue or vice or failings. Every man has his price but the price of a writer, a real one, is very hard to find and al­ most impossible to implement. My best advice to you is to stand aside, to roll with the punch and particularly to protect your belly. If you are contemplating killing him, you had better do it soon or it will be too !ate. 1 can see no peace for him and little for you. You can deny relation­ ship. There are lots of Murphys ...

yüzü göreceksiniz. Başarılı bile olmayacak ya da başa­ rılı ise, bundan sanki başarısızlıkmış gibi yakınacaktır çünkü yazarın başarılı olmasının her zaman başarısız­ lık getirmesi bu mesleğin özelliklerinden bir tanesidir. Üstelik Dennis ! Dennis Murphy] sadece bir yazar de­ ğil, korkarım ki çok iyi bir yazar. Marie ve sana acıyorum fakat çaresiz olduğunuzu da söylemek zorundayım. Bu andan sonra bir baba olarak görevin onu tutsaklıktan kurtarmak, açlıktan ölmeye­ cek kadar beslemek, delice işler yaptığı zaman korkuy­ la onu gözlemlemek olacaktır - ve bütün bunlar için bekleyebileceğiniz en iyi şey umursanmamak, başınıza gelebilecek en kötü şey de hor görülmek ve kötülenmek olacaktır. Onu anlamayı beklemeyin çünkü o kendini anlamamaktadır. Tanrı aşkına, onu insan erdemleri, kusurları ya da zayıflıklarının sıradan kurallarıyla yar­ gılamayın. Herkesin bir değeri vardır fakat bir yazarın, gerçek bir yazarın değerini saptamak çok güç ve yerine konması hemen hemen olanaksızdır. Size verebilece­ ğim en iyi öğüt, bir kenara çekilmeniz, yumruklardan sakınmanız ve özellikle karnınızı korumanızdır. Eğer onu öldürmeyi düşünüyorsanız, bir an önce öldürün yoksa çok geç olacaktır. Onun için hiç huzur göremiyo­ rum, sizin içinse çok az. Kan bağınızı yadsıyabilirsiniz. Dünyada bir sürü Murphy var.•

ON HONORS

ÖDÜL ÜZERİNE

1 think of a number of pieces which should be done but that 1 as a novelist can't or should not do. One would be on the ridiculous preoccupation of my great contemporaries, and 1 mean Faulkner and Heming­ way, with their own immortality. it is almost as though they were fighting for billing on the tombstone. Another thing 1 could not write and you can is about the Nobel Prize. 1 should be scared to death to receive it, 1 don't care how coveted it is. But 1 can't say that be­ cause 1 have not received it. But it has seemed to me that the receivers never do a good nor courageous piece of work afterwards. it kind of retires them. 1 don't know whether this is because their work was over anyway or because they try to !ive up to the prize and lose their daring or what. But it would be a tough hazard to over­ come and most of them don't. Maybe it makes them re­ spectable and a writer can't dare to be respectable. The same thing goes for any kind of honorary degrees and decorations. A man's writing becomes less good with the numbers of his honors. it might be that fear in me that has made me refuse those L.L. D.'s that are con­ stantly being put out by colleges. it may also be the rea­ son why 1 have never been near the Academy even though 1 was elected to it. it may also be the reason 1 gave my Pulitzer money away ....

Yazılması gereken, ancak bir romana olarak yaza­ mayacağım ya da yazmamam gereken bir takım şeyler geliyor aklıma. Bunlardan birisi, ünlü çağdaşlarımın Hemingway ve Faulkner'ı kastediyorum - kendi ölüm­ süzlüklerine ilişkin aptalca saplantıları. Sanki neredey­ se mezar taşına adlarını yazdırmak için savaş veriyor­ lardı. Benim yazamadığım ve senin yazabildiğin diğer bir konu da Nobel Ödülü. Onu almak beni çok korkutuyor, nasıl imrenilen bir şey olduğuna aldırmıyorum. Ama böyle konuşamam çünkü Nobel Ödülünü almadım. Ama bana öyle geliyor ki bu ödülü alanlar daha sonra ne iyi ne de yürekli bir yapıt üretebiliyorlar. Ödül bir anlamda emekliye ayırıyor onları. Bunun nedeni, çalış­ malarının zaten son bulmuş olması mı yoksa ödülün hakkını vermeye çalışıp sonra da cesaretlerini yitirme­ leri mi ya da başka bir şey mi bilmiyorum. Fakat alt edil­ mesi zor bir tehlike olmalı ve birçoğu da bunu başara­ mıyor. Belki de ödül onları saygıdeğer yapıyor ve bir yazar saygıdeğer olmayı göze alamaz. Aynı şey her çe­ şit onur payesi ve nişan için de geçerlidir. Bir yazarın �_ldığı ödüllerin sayısı arttıkça yazdıkları kötüleşir. Universiteler tarafından sürekli olarak verilen o L.L. D'leri (edebiyat doktoru ünvanı) geri çevirmeme yol açan bu korku olabilir. Hatta Akademiye seçilmeme rağmen hiçbir zaman yakınına uğramamamın nedeni de bu olabilir. Politzer para ödülünü bağışlamamın ne­ deni de bu olabilir . ....

From a /etter to /ohn Murphy, February 2 1 . 1 957

" /ohn M u rphy'ye 21 Şubat 1 957 günü yazılmı� bir mektuptan.

Six years after this extract from a 1 956 /l'fter to Pasca/ Covici, /r., Steinbeck himself won the Nobel Prize.

•• Pascal Covici, /r. 'a 1 956 yılında yazılan bir mektuptan alınan bu par­

••

22

çadan altı yıl sonra Steinbeck, Nobel Ôdülünü kazımdı.


ON HEMINGWAY The first thing we heard of Ernest Hemingway's death was a cali from the Landon Daily Mail, asking me to comment on it. And quite privately, although some­ thing of this sort might be expected, 1 find it shocking. He had only one theme-only one. A man contends with the forces of the world, called fate, and meets them with courage. Surely a man has a right to remove his own life but you'll find no such possibility in any of H' s heros. The sad thing is that 1 think he would have hated accident much more than suicide. He was an incredibly vain man. An accident while cleaning a gun would have violated everything he was vain about. To shoot yourself with a shotgun in the head is almost impos­ sible unless it is planned. Most such deaths happen when a gun falls, and then the wound is usually in the abdomen. A practiced man does not load a gun while cleaning it. lndeed a hunting man would never have a loaded gun in the house. There are shotguns over my mantle but the shells are standing on the shelf below. The guns are cleaned when they are brought in and you have to unload a gun to clean it. H had a contempt for mugs. And only a mug would have such an accident. On the other hand, from what J've read, he seems to ha ve undergone a personality change in the )ast year or so. Certainly his )ast summer in Spain and the resulting reporting in Life were not in his old manner. Perhaps, as Paul de Kruif told me, he had had a series of strokes. That would account for the change. But apart from alt that-he has had the most pro­ found effect on writing- more than anyone 1 can think of. He has not a vestige of humor. It's a strange life. Al­ ways he tried to prove something. And you only try to prove what you aren' t sure of. He was the critics' dar­ ling because he never changed style, theme nor story. He made no experiments in thinking nor in emotion. A little tike Capa, • he created an ideal image of himself and then tried to live it. 1 am saddened at his death. 1 never knew him well, met him a very few times and he was always pleasant and kind to me although 1 am told that privately he spoke very disparagingly of my ef­ forts. But then he thought of other living writers not as contemporaries but as antagonists. He really cared about his immortality as though he weren't sure of it. And there's little doubt that he has it. üne thing interests me very much. For a number of years ve has talked about a big book he was writing and then about several books written dnd put away for fu­ ture publication. 1 have never believed these books ex­ ist and will be astonished if they do. A writer's first im­ pulse is to let someone read it. Of course 1 may be wrong and he may be the exception. For the London Daily Express, 1 have two lines by a better writer than either of us. They go-

• Robert Capa, the famous Life photographer.

HEMİNGWAY ÜZERİNE Ernest Hemingway'in ölümünü ilk kez, Landon Daily Mail'den gelen ve bu konuda yorumda bulun­ mamı isteyen bir telefon konuşmasıyla haber aldık. Aramızda kalsın, böyle bir şey olabileceği halde, beni dehşete düşürdü. Onun yalnızca bir teması vardı tek bir tane. Bir insan yazgı denilen güçlerle mücadele eder ve mertçe göğüsler onları. Kuşkusuz kişi intihar etme hakkına sahiptir fakat Hemingway'in kahraman­ larının hiçbirinde böyle bir olasılığa rastlamazsınız. Üzücü olan ise, sanırım intihardan çok bir kazaya kur­ ban gitmekten nefret ederdi. Kendini çok beğenen bir adamdı. Tüfek temizlerken meydana gelen bir kaza, onun gurur duyduğu her şeyi mahvederdi. Bir av tüfe­ ğiyle insanın kendini başından vurması tasarlanmış ol­ madıkça, olanaksızdır. Bu gibi ölümlerin büyük bir kıs­ mı silah yere düştüğü zaman olur"ve insan genellikle karnından yaralanır. Deneyimli biri silahı temizlerken doldurmaz. Aslında bir avcı hiçbir zaman evde dolu bir silah bulundurmaz. Şöminemin üzerinde av· tüfekleri durur fakat mermiler alttaki raftadır. Silahlar eve dö­ nüşte temizlenir ve silahı temizlemek için boşaltmak gerekir. Hemingway, sokak serserilerinden nefret ederdi ve yalnızca bir sokak serserisinin başına böyle bir kaza gelir. Öte yandan, okuduklarıma göre, He­ mingway son bir ya da iki yıl içinde bir l_<işilik değişimi yaşamış gibi görünüyor. Gerçekten de lsp!lnya'd� ge­ çirdiği son yaz ve bunun sonucu Life'da yazdlkfarı eski üslubundan farklıydı. Belki de, Paul de Kruif'in bana söylediği gibi, ard arda darbe yemişti. Bu da değişikliği açıklar. Fakat bütün bunlar bir yana, yazarlık konusunda, ak­ lıma gelenlerin içinde, en derin etkiyi o yaratmıştır. Onda mizahtan eser yoktu. Garip bir hayat. Her zaman bir şeyleri kanıtlamaya çalıştı. Ama insan yalnızca emin olmadığı bir şeyi kanıtlamaya çalışır. O eleştir­ menlerin sevgilisiydi çünkü hiçbir zaman üslubunu, temasını ya da öyküsünü değiştirmedi. Ne düşünce ne de duygu alanında denemelere girişti. Biraz Capa• gibi, ideal bir Hemingway imajı yarattı ve sonra da o imaja ulaşmaya çalıştı. Ölümüne üzüldüm. Onu hiçbir za­ man yakından tanımadım, çok az karşılaştık; çalış­ malarım hakkında küçük düşürücü sözler ettiğini söy­ lemelerine rağmen bana karşılaştığımız zamanlar iyi ve nazik davranmıştı. Çünkü yaşayan yazarlan çağdaşları . olarak değil de rakipleri olarak görürdü. Sanki ölüm­ süzlüğünden emin değilmiş gibi tek önemsediği konu buydu. Ve ölümsüz olduğuna pek kuşku yok. Bir konu beni çok ilgilendiriyor. Birkaç yıl boyunca, yazmakta olduğu büyük bir kitaptan ve daha sonra da yazılmış olan ve ileride yayımlanmak için bir tarafta bekleyen birkaç kitaptan söz etmişti. Bu kitapların var­ lığına hiçbir zaman inanmadım ve gerçekten varsalar şaşarım. Bir yazarın ilk dürtüsi.ı kitabı birisine okut­ maktır. Tabii yanılmış olabilirim ve belki de o istisna­ dır. Landon Daily Express için her ikimizden de daha iyi olan bir yazardan iki dize aktarıyorum: ·

• Robert

Capa, Life dergisinin ünlü fotoğrafçısı.

23


'He was a man, takt him for ali in ali, not look upon his like again. •

'Erkek adamdı, iyi kötü her yönüyle, Benzerini görmem bir daha. •

I shall

And since he was called Papa-the lines are doubly

applicable. •

Ona baba dedikleri için dizeler iki kat daha uygun dü­

şüyor.• ÜNLÜ OLMAK ÜZERİNE

ON FAME lt's nice over here because every place you look is a view. Most of them ruins-you can't find who �uilt them or when or why. it makes ambition seem a little ridiculous. l've written a lot of books and some are very nice or have some nice things in them. And it's nice to be asked how it felt to write God's Liftle Acre and Fare­

we/l to Arms.•• Little presses write to me for manuscripts and when 1 write back that 1 haven't any, they write to ask if they can print the letter saying 1 haven't any. """

Burası güzel bir yer çünkü baktığınız her yerde bir manzara var. Büyük kısmı harabeler - bunları kim, ne zaman ya da neden inşa etmiş belli değil. Hırsın biraz gülünç görünmesine neden oluyorlar. Bir sürü kitap yazdım, bazıları çok güzel ya da içlerinde bazı güzel şeyler var. God's Little Acre ve Silahlara Veda 'yı yazma­ nın nasıl bir duygu olduğunun sorulması da güzel."" Küçük yayın organları mektup yazarak benden elya­ zımla yazılmış bir şeyler istiyorlar, bulunmadığını bil­ dirdiğim zaman da yazdığım bu mektubu yayımlamak için izin istiyorlar.",,,.

LAST LETfER ••••

SON MEKTUP****

Dear Elizabeth: 1 have owed you this letter for a very long time-but my fingers have avoided the pencil as though it were an old and poisoned tool.

Sevgili Elizabeth, Bu mektubu çok uzun zamandır yazmam gerekiyor­ du - fakat parmaklarım kalemden sanki eski ve zehirli bir aletmiş gibi kaçındılar.

Çeviri: Hüseyin DERMİŞ

• From a letter to Pascal Covici, /uly 1, 1 961 • • From a letter to Elia Kazan, Nice, France, November 22, 1 961 ••• From a letter to Elizabeth Otis, /ully 1 939 •••• To Elizabeth Otis, his agent-found long after his death under the

blotter on his work table l1y his wife, Ela ine Steinbeck.

• Pascal Covici'ye 1 Temmuz 1 961 günü yazılmış bir mektuptan. •• Elia Kazan'a 22 Kasım 1 96 1 günü yazılan bir mektuptan, Nice,

Fransa.

••• Elizabeth Otis'e "1939 Temmuz'unda yazılmış bir mektuptan. •••• Steinbeck'in menajeri Elizabeth Otis'e yazdıgı bu mektup, ya­ zann ölümünden uzun bir zaman sonra karısı Elaine Steinbeck tara­ fından çalışma masasının üzerindeki kurutma kagıdı tabakasının al­ tında bulunmuştur.

24


KOŞUM

THE HARNESS

P

ETER Randall was one o f the most highly respected farmers of Monterey County. Once, be­ fore he was to make a little speech at a Masonic convention, the brother who introduced him re­ ferred to him as an example for young Masons of California to emulate. He was nearing fifty; his manner was grave and restrained, and he wore a carefully tended beard. From every gathering he reaped the authority that belongs to the bearded man. Peter' s eyes were grave, too; blue and grave almost to the point of sorrowfulness. People knew there was force in him but force held caged. Some­ times, for no apparent reason, his eyes grew sullen and mean, like the eyes of a bad dog; but that look soon passed, and the restraint and probity came back into his face. He was tall and broad. He held his shoulders back as though they were braced, and he sucked in his stomach like a soldier. Inasmuch as farmers are usually slouchy men, Peter gained an added respect because of his posture. Concerning Peter's wife, Eınma, people generally agreed that it was hard to see how such a little skin-and-bones woman could go on living, particu­ larly when she was sick most of the time. She weighed eighty-seven pounds. At forty-five, her face was as wrinkled and brown as that of an old, old woman, but her dark eyes were feverish with a determination to live. She was a proud woman, who complained very little. Her father had been a thirty-third degree Mason and Worshipful Master of the Grand Lodge of Califomia. Before he died he had taken a great deal of interest in Peter's Mason­ ic career. ünce a year Peter went away for a week, leaving his wüe alone on the farın. To neighbors who called to keep her company she invariably ex­ plained, •He's away on a business trip: Each time Peter returned from a business trip, Eınma was ailing for a month or two, and this was hard on Peter, foiEmma did her own work and refused to hire a girl. When she was ili, Peter had to do the housework. The Randall ranch lay across the Salinas River, next to the foothills . it was an ideal balance of bot­ tom and upland. Forty- five acres of rich level soil brought from the cream of the county by the river in old times and spread out as flat as a board; and eighty acres of gentle upland for hay and orchard. The white farmhouse was as neat and restrained as its owners. The immediate yard was fenced, and in the garden, under Emma 's direction, Peter raised button dahlias and immortelles, carnations and pinks. ,

P

ETER Randall, Monterey ilçesinin en saygı gören çiftçilerinden birisiydi. Bir keresinde Mason toplanb­ sında yapacağı bir konuşmadan önce biraderlerden biri onu takdim ederken, Kaliforniyalı genç Masonlann ör­ nek almalan gereken bir kişi olarak nitelendirmişti. El­ lisine yaklaşıyordu; tavırları ciddi ve ölçülüydü ve özenle bakılmış sakallan vardı. Her toplanbda sakallı insanlara öıgü o otoriteyi elde ederdi. Peter'in gözleri de cidiydi; mavi ve neredeyse hüzünlülük derecesine varacak kadar ciddi. İçinde bir güç, ama baskı albnda tutulan bir güç olduğunu bilirdi herkes. Kimi zaman, belli bir nedeni olmaksızın, bakışları kötü huylu bir kö­ peğin gözleri gibi aksi ve hain oluverirdi; ama hemen geçerdi bu bakış ve yüzüne yeniden ciddiyet ve dürüst­ lük gelirdi. Uzun ve iriydi. Omuzlarını bir desteğe da­ yarmışçasına geride tutardı ve kamını bir asker gibi içi­ ne çekerdi. Çiftçiler genellikle hantal insanlar oldukla­ rından, Peter'in duruşu, gördüğü saygıyı arttırıyordu. Peter'in karısı Emma'ya gelince, genellikle herkes böylesine ufak tefek, bir deri bir kemik bir kadının, hem de çoğu zaman hasta oluşuna rağmen nasıl yaşa­ yabildiğini anlamanın çok güç olduğunda görüş birliği içindeydi. Kırk kilo geliyordu. Kırk beş yaşındaydı ve yüzü iyice yaşlı bir kadınınki kadar kınşmış ve karar­ mışh ama koyu gözleri hAI! yaşama kararlılığıyla parlı­ yordu. Çok az şeyden yakınan, onurlu bir kadındı. Ba­ bası, otuz üçüncü dereced�n bir Mason ve Kaliforniya Büyük Mason Locası'run •üstadı Muhteremi• olmuştu. Ölmeden önce de Peter'ın Masonluğuyla epey ilgilen­ mişti. Peter yılda bir kez bir haftalığına eşini çiftlikte yalnız bırakarak uzaklara giderdi. Kendisine yoldaşlık etmek için uğrayan komşulara Emma hep, •tş gezisine çıkb, • derdi. Peter, iş gezisinden her dönüşte Emma'yı birkaç ay­ dan beri rahatsız bulurdu ve bu da onun için zor olurdu çünkü Emma kendi işini kendi yapar ve bir kız tutmayı reddederdi. O hastalandığı zaman ev işleri Peter'e kalı­ yordu. Randall Çiftliği, Salinas Irmağının karşı yakasında, dağın eteklerine doğru uzanırdı. Ovayla yaylanın ideal bir karışımıydı. Irmağın eski zamanlarda ilçe arazisinin en verimli toprağından sürükleyip getirerek dümdüz yaydığı yüz seksen dönümlük zengin humuslu toprak ve meyve bahçeleri ve saman için üç yüz yirmi dönüm­ lük tatlı eğimli bir yayla. Beyaz çiftlik evi, sahipleri ka­ dar derli toplu ve ölçülüydü. Hemen önündeki bahçe çitle çevriliydi ve, bu bahçede Emma'run yönlendirme­ siyle Peter yıldız çiçeği, sarmaşık ve karanfil yetiştirir­ di.

25


From the front porch one could look down over the flat to the river with its sheath of willows and cottonwoods, and across the river to the beet fields, and past the fields to the bulbous dome of the Sali­ nas courthouse. Often in the afternoon Emma sat in a rocking-chair on the front porch, until the breeze drove her in. She knitted constantly, looking up now and then to watch Peter working on the flat or in the orchard, or on the slope below the house. The Randall ranch was no more encumbered with mortgage than any of the others in the valley. The crops, judiciously chosen and carefully tended, paid the interest, made a reasonable living and left a few hundred dollars every year toward paying off the principal. it was no wonder that Peter Randall was respected by his neighbors, and that his seldom spoken word,s were given attention even when they were about the weather or the way things were go­ ing. Let Peter Say, •rm going to kili a pig Satur­ day/ and nearly every one of his hearers went home and kilied a pig on Saturday. They didn't know why, but if Peter Randall was going to kili a pig, it seemed like a good, safe, conservative thing to do. Peter and Emma were married for twenty-one years. They collected a houseful of good fumiture, a number of framed pictures, vases of all shapes, and books of a sturdy type. Emma had no children. The house was unscarred, uncarved, unchalked. On the front and back porches footscrapers and thick cocoa-fiber mats kept dirt out of the house. in the intervals between her ilnesses, Emma saw to it that the house was kept up. The hinges of doors and cupboards were oiled, and no screws were gone from the catches. The fumiture and woodwork were freshly vamished once a year. Re­ pairs were usually made after Peter came home from his yearly business trips. Whenever the word went around among the farms that Emma was sick again, the neighbors waylaid the doctor as he ·drove by on the river road. ·oh; 1 guess she'll be all right, • he answered their questions. ·she'll have to stay in bed for a couple of weeks.' The good neighbors took cakes to the Randall farm, and they tiptoed into the sickroom, where the little skinny bird of a woman lay in a tremendous walnut bed She looked at them with her bright little dark eyes. -Wouldn't you like the curtains up a little, dear?• they asked. •No, thank you. The light worries my eyes. • ·ıs there anything we can do for your •No, thank you. Peter does for me very well: •Just remember, if there's anything you think of-• Emma was such a tight woman. There was noth­ ing you could do for her when she was ill, except to take pies and cakes to Peter. Peter would be in the kitchen, wearing a neat, clean apron. He would be filling a hot water bottle or making junket. .

26

ôn sundurmadan bakıldığı zaman düzluğün ilerisin­ deki ırmakla iki yarundaki söğiit ve kavak ağaçlan, öte taraftaki pancar tarlalan ve onların ötesinde Salinas mahkeme binasının kubbesi göriilebilirdi. E mma ço­ ğunlukla öğleden sonralan ön sundurmada sallanan bir sandalyede, riizgar çıkıp da içeri girene kadar otu­ rurdu. Durmadan örerdi; arada bir de Peter'ı düzlükte, meyve bahçesinde ya da evin öniindeki meyilde çalışır­ ken seyretmek için kafasını kaldırırdı. Randall Çiftliğinin ipotek yüku vadideki diğer çiftlik­ lerin ipotek yükiinden daha ağır değildi. Akıllıca sapta­ rup dikkatle yetiştirilen iiriinler faizi ôduyor, makul bir yaşam sağlıyor ve ana parayı ödemek için de her yıl bir­ kaç yüz dolar bırakıyordu. Komşuları Peter Randall'a saygı duyuyorlar ve ender olarak söylediği sözleri -havalann, ya da işlerin gidişiyle ilgili bile olsa­ önemsiyorlardı. Peter, ·cumartesi giinu bir domuz ke­ seceğim,• dese, bunu duyanların hemen hemen tiimü Cumartesi giinu birer domuz keserdi. Nedenini bil­ mezlerdi ama eğer Peter Randall bir domuz öldiirecek­ se bu, iyi, emin ve tutucu bir davraruş gibi göriinürdü. Peter ve Emma yirmi bir yıldır evliydiler. Bir ev dolu­ su iyi mobilya, birkaç çerçevelenmiş resim, çeşit çeşit vazo ve sağlam, ciltli kitaplar toplamışlardı. Emma'run çocuğu olmamışh. Evde çizikler, kazınhlar, tebeşir iz­ leri yoktu. ôn ve arka sundurmadaki çamurluklar ve kalın paspaslar kiri evin dışında tutardı. Hastalıklarının arasındaki zamanlarda Emma evin derli toplu olması için uğraşırdı. Kapıların ve dolapla­ rın menteşeleri yağlarur, vidası duşmuş sürgü olmazdı. Mobilyalar ve ağaç işleri yılda bir kez verniklenirdi. Onanmiar genellikle Peter yıllık iş gezilerini tamamla­ yıp eve döndüğünde yapılırdı. Emma'run yeniden hastalandığı haberi çiftliklerde dolaşmaya başladığı zaman komşular ırmak yolunda arabasıyla giden doktoru durdururlardı. ·saruyorum yakında iyileşir,• diye yarutlardı sorula­ rını . •tki hafta yatması gerekecek.• İyi kalpli komşular Randall Çiftliğine pastalar götü­ rür ve sıska mı sıska bir kadırun ceviz ağaandan koca­ man bir yatakta yattığı hasta odasına parmaklarırun ucuna basa basa girerlerdi. Emma parlak,kuçük, koyu renk gözleriyle bakardı onlara. •Perdeleri biraz açmamızı ister misin?• diye sorarlardı. ·vok, sağolun. Işık gözlerimi yoruyor.• •Senin için yapabileceğimiz bir şey var mı?' •Hayır, sağolun. Peter bana çok iyi bakıyor.· ·unutma, istediğin herhangi bir-· Böylesine içine kaparuk bir kadındı Emma. Hastalan­ dığı zaman onun için yapabileceğiniz hiçbir şey olmaz­ dı, Peter'a pasta ve kek götürmek dışında. Peter üzerin­ de utülu, temiz bir önlükle mutfakta olurdu. Termofor dolduruyor ya da muhallebi yapıyor olurdu.


And so, one fail, when the news traveled that Eınma was down, the farm-wives baked for Peter and prepared to make their usual visits. Mrs. Chappell, the next farın neighbor, stood on the river road when the doctor drove by. •How's E mma Randall, doctor?• •ı don't think she's so very well, Mrs. Chappell. 1 think she's a pretty sick woman.' Because to Dr. Marn anyone who wasn't actually a corpse was well on the road to recovery, the word went about among the farms that Emma Ran­ dall was going to die. it was a long, terrible illness. Peter himself gave enemas and carried bedpans. The doctor' s sugges­ tion that a nurse be employed met only beady, fierce refusal in the eyes of the patient; and, ill as she was, her demands were respected. Peter fed her and bathed her, and made up the great walnut bed. The bedroom curtains remained drawn. it was two months before the dark, sharp bird eyes veiled, and the sharp mind retired into uncon­ sciousness. And only then did a nurse come to the house. Peter was lean and sick himself, not far from collapse. The neighbors brought him cakes and pies, and found them uneaten in the kitchen when they called again. Mrs. Chappell was in the house with Peter the aftemoon Emma died. Peter became hysterical im­ mediately. Mrs. Chappell telephoned the doctor, and then she called her husband to come and help her, for Peter was wailing like a crazy man, and beating his bearded cheeks with his fists. Ed Chap­ pell was ashamed when he saw him. Peter's beard was wet with his tears. His loud sob­ bing could be heard throughout the house. Sometimes he sat by the bed and covered his head with a pillow, and sometimes he paced the floor of the bedroom bel­ lowing like a calf. When Ed Chappell self-consciously put a hand on his shoulder and said, 'Come on, Peter, come on, now,• in a helpless voice, Peter shook his hand off. The doctor drove out and signed the certifi ­ cate. When the undertaker came, they had a devil of a time with Peter. He was half mad. He fought them when they tried to take the body away. it was only after Ed Chappell and the undertaker held him down while the doctor stuck him with a hypodermic, that they were able to remove Emma. The morphine didn't put Peter to sleep. He sat hunched in the corner, breathing heavily and staring at the floor. 'Who's going to stay with him?' the doctor asked. 'Miss Jack?' to the nurse. ·ı couldn't handle him, doctor, not alone.' ·wm you stay, Chappell?· ·sure, I'll stay.' ·weU, look. Here are some triple bromides. lf he gets going again, give him one of these. And if they don't work,here's some sodium amytal. One of these cap­ sules will calm him down. • Before they went away, they helped the stupefied Pe­ ter into the sitting-room and laid him gently down on a sofa. Ed Chappell sat in an easy-chair and watched

Bir sonbahar Emma'run yatbğı haberi yeniden dolaş­ maya başlayınca çiftliklerdeki kadınlar Peter için bir şeyler pişirip alışılmış ziyaretlerini yapmaya hazırlan­

dılar.

Komşu çiftlikten bayan Chappell, doktor gelirken ır­ mak yolunun kenannda durdu. "E mma Randall nasıl, doktorr •rek o kadar iyi olduğunu söyleyemem, bayan Chap­ pell, bence kadıncağız çok hasta.• Doktor Mam'a göre ölmemiş biri hızla iyileşme yo­ lunda olduğundan, çiftlikler arasında Emma Randall'ın öleceği haberi yayıldı. Uzun süren, berbat bir hastalıkh bu. Emma'ya lağ­ manı yapan, alhna ördek süren Peter' dı. Doktorun bir hemşire tutma önerisi hastanın :;özlerinde yalnızca şiddetli bir reddetmeyle karşılaştı; ve hasta olduğu için isteklerine saygı duyuldu. Peter onu yedirdi, yıkadı ve büyük ceviz yatağı düzeltti. Yatak odasının perdele­ ri çekili kaldı. Koyu, keskin gözler perdelenene, keskin zeka bilinç­ sizliğe çekilene kadar iki ay geçti. Ve ancak o zaman bir hastabakıcı geldi eve. Peter da hasta ve zayıf düşmüş­ tü, yıkıldı yıkılacak gibiydi. Komşular ona pasta ve kek getiriyor ve bir dahaki uğrayışlarında bunları mutfakta yenmemiş buluyorlardı. Emma'nın öldüğü öğleden sonra Bayan Chappell ev­ de Peter'la beraberdi. Peter anında isteri krizi geçirdi. Bayan Chappell doktora telefon açh, sonra gelip kendi­ sine yardım etmesi için kocasını çağırdı çünkü Peter deli gibi çığlık atıyor ve yanaklarını yumrukluyordu. Ed Chappell onu görünce utandı. Peter'ın sakalı gözyaşlarıyla ıslanmışh. Yüksek sesle hıçkırması evin her tarafından duyuluyordu. Bazen ya­ tağın kenarına oturup kafasını bir yashğa gömüyor, bazen de dana gibi böğürerek yatak odasında gezini­ yordu. Ed Chappell utana utana elini omuzuna koyup çaresiz bir sesle, •Haydi Peter, haydi . . :· deyince silki­ nip elini üzerinden attı. Doktor çiftliğe geldi ve Em­ ma'run ölmüş olduğunu tescil etti. Cenaze levazımatçısı geldiğinde Peter onları oldukça uğraştırdı. Yarı deli gibiydi. Cesedi alıp götürmeye ça­ lıştıklarında onlara karşı direndi. Ancak Ed Chappell ve cenaze levazımatçısı onu sıkıca tutup, doktor da bir iğneyle sakinleştirdikten sonra Emma'yı götürebildi­ ler. Morfin Peter'ı uyutmadı. Derin derin soluyup yere bakarak köşede kamburunu çıkarıp oturdu. •Onunla kim kalır?• diye sordu doktor. Hastabakıcıya dönüp, •Bayan Jack?· ·0nun1a başedemem doktor, tek başıma olmaz: •Sen kalır mısın ChappeU?• •Tabii, kalınm.'

•Peki, bak. Burada üç kat güçlü bromit var. Eğer yine azarsa bunlardan birini ver. İşe yaramazsa, burada da sodyum amital var. Bir kapsülü onu yahşhnr! Gitmeden önce sersemlemiş olan Peter'ı oturma oda­ sına götürüp yavaşça bir kanepeye yatırdılar. Ed Chap­ pell, bir koltuğa oturup onu seyretmeye başladı. Hap-

27


him.The bromides and a glass of water were on the table beside him. The little sitting-room was clean and dusted. Only that moming Peter had swept the floor with pieces of damp newspaper. Ed built a little fire in the grate, and put on a couple of pieces of oak when the flames were well started. The dark had come early. A light rain spat­ tered against the windows when the wind drove it. Ed trimmed the kerosene lamps and tumed the flames low. in the grate the blaze snapped and crackled and the flames curled like hair over the oak. For a long time Ed sat in his easy-chair watching Peter where he lay drugged on the couch. At last Ed dozed off to sleep. it was about ten o'clock when he awakened. He start­ ed up and looked toward the sofa. Peter was sitting up, looking at him. Ed's hand went out toward the bromide bottle, but Peter shook his head. •No need to give me anything,Ed. 1 guess the doctor slugged me pretty hard, didn't he? 1 feel all right now, only a little dopey: ·u you'll just take one of these, you'll get some sleep. • ·ı don't want sleep. • He fingered his draggled beard and than stood up. ·r11 go out and wash my face, then 1'11 feel better: Ed heard him running water in the kitchen. in a mo­ ment he came back into the living-room, stili drying his face on a towel. Peter was smiling curiously. it was an expression Ed had never seen on him before, a quiz­ zical, wondering smile. •ı guess 1 kind of broke loose when she died, didn't I?' Peter said. ·well-yes, you canied on some. • •1t seemed like something snapped inside of me, • Pe­ ter explained. ·something like a suspender strap. it made me all come apart. l'm all right, now, though: Ed looked down at the floor and saw a little brown spider crawling, and stretched out his foot and stomped it. Peter asked suddenly, ·0o you believe in an after. life., Ed Chappell squirmed. He didn't like to talk about such things, for to talk about them was to bring them up in his mind and think about them. ·well, yes. 1 sup­ pose if you come right down to it, 1 do.• •0o you believe that somebody that's-passed on­ can look down and see what we're doing?' ·oh, 1 don't know as I'd go that far-1 don't know: Peter went on as though he were talking to hiın­ self. •Even if she could see me, and 1 didn't do what she wanted, she ought to feel good because 1 did it when she was here. it ought to please her that she made a good man of me. lf 1 wasn't a good man when she wasn't here, that'd prove she did it all, wouldn't it? 1 was a good man, wasn't 1, Ed?' •What do you mean, 'was'?' ·well, except for one week a year 1 was good. 1 don't know what 1'11 do now .. : His face grew angry. ·Except one thing. • He stood up and stripped off his coat and his shirt. Over his underwear there was a web hamess that pulled his shoulders back. He unhooked the har­ ness and threw it off. Then he dropped his trousers, disclosing a wide elastic belt. He shucked this off over his feet, and then he scratched his stomach luxuriously 28

lar, bir bardak suyla beraber yanındaki masada duru­ yordu. Küçük oturma odası temiz ve tozsuzdu. Peter yerleri daha o sabah ıslak gazete kağıtlarıyla silmişti. Ed şö­ minede ufak bir ateş yakh, alevler iyice canlanınca da içine birkaç parça meşe odunu attı. Karanlık erken çök­ müştü.Rüzgar estikçe hafif bir yağmur camlarda tıkır­ dıyordu. Ed gaz lambalannın fitilini düzeltip alevlerini kısh. Şöminede ateş çahrdayarak yanıyor ve alevler meşeniil üstünde saç gibi dalgalanıyordu. Ed koltu­ ğunda, karşısındaki kanepede uyuşmuş bir şekilde ya­ tan Peter'ı seyrederek uzunca bir süre oturdu. Sonun­ da uykuya daldı. Uyandığında saat ona geliyordu. Başını kaldırıp ka­ nepeye bakh. Peter oturmuş onu seyrediyordu. Ed'in eli bromit şişesine gitti, ama Peter kafasını salladı. •sana bir şey vermene gerek yok, Ed. Sarurun doktor beni biraz fazla uyuşturdu, değil mi? Artık iyiyim, yal­ nız biraz sersem gibiyim.• ·eunlardan bir tane alırsan biraz uyuyabilirsin.• ·uyumak istemiyorum.• Kirlenmiş sakalını kaşıyıp ayağa kalktı. •Gidip yüzümü yıkayayım, o zaman daha iyi hissederim kendimi.• Ed onun mutfakta suyu açhğıru duydu. Hemen ar­ dından Peter oturma odasına geri geldi, yüzünü bir havluyla kuruluyordu. Garip bir şekilde gülümsüyor­ du. Ed'in onun yüzünde daha önce hiç görmediği bir ifadeydi bu; alaycı, meraklı bir gülümseme. •Galiba o ölünce epey kontrolümü yitirdim, değil mi?• dedi Pe­ ter. •Şey-evet. Biraz öyle oldu.• •sanki içimde bir şey kopmuş gibiydi,· diye açıkladı Peter. •pantolon askısı gibi bir şey. Paramparça etti be­ ni. Ama şiındi iyiyim.• Ed yere bakh, küçük kahverengi bir örümcek gördü ve ayağıyla ezdi. Peter aniden sordu, •ölümden sonra yaşama inanır mısın?· Ed Chappell kıvrandı. Öyle şeylerden konuşmaktan hoşlanmazdı çünkü onlardan konuşmak demek, onları aklına getirip düşünmek demekti. ·Evet. Eğer kesin bir yanıt gerekirse, inanırım.· •yani ölen birinin, aşağı bakarak biziın yaphklarımı­ zı görebileceğine inanıyor musun?' ·o kadarını bilmiyorum. Bilmiyorum.• Peter sanki kendi kendine konuşuyormuşçasına de­ vam etti. ·eenı görebiliyorsa ve ben onun istediği şey­ leri yapmıyor olsam bile mutlu olması gerekir çünkü o buradayken bunları yapıyordum. Beni iyi bir adam yapmış olması onu mutlu etmeli. Eğer o burada değil­ ken iyi biri olmazsam, bu her şeyi onun yaphğıru göste­ rir, değil mi? Ben iyi bir adamdım, değil mi Ed?' ·Ne demek 'dım'?' •yıJda bir hafta dışında iyi biriydim. Şiındine yapa­ cağım bilmiyorum. . : Yüzüne kızgın bir ifade geldi. •eir şey dışında.• Ayağa kalkıp ceketini ve gömleğini çıkardı. İç çamaşırlarının üstünde omuzlarım geriye çeken bir koşum vardı. Kancalarını açh ve çıkarıp ath. Pantolonunu indirince ortaya kalın bir kemer çıkh. Ke­ meri ayaklarına kadar indirip çıkardı ve giysilerini ye-


before he put on his clothes again. He smiled at Ed, the strange, wondering smile, again. •ı don't know how she got me to do things, but she did. She didn't seem to boss me, but she always made medo things. You know, 1 don't think 1 believe in an after-life. When she was alive, even when she was sick, 1 had to do things she wanted, but just the minute she died, it was-why like that hamess coming off! 1 couldn't stand it. it was all over. l'm going to have to get used to going without that hamess: He shook his finger in Ed's direction. •My stomach's going to stick out/ he said positively. ·ı·m going to let it stick out. Why, I'm fifty years old. • Ed didn't like that. He wanted to get away. This sort of thing wasn't very decent. •If you'll just take one of these, you'll get some sleep,• he said weakly. Peter had not put his coat on. He was sitting on the sofa in an open shirt. ·ı don't want to sleep. 1 want to talk. 1 guess I'll have to put that belt and hamess on for the funeral, but after that I'm going to bum them. Lis­ ten, l've got a bottle of whisky in the bam. I'll go get it.• ·oh no/ Ed protested quickly. •ı couldn't drink now, not at a time like this: Peter stood up. ·well, 1 could. You can sit and watch me if you want. � tell you, it' s all over. • He went out the door, leaving Ed Chappell unhappy and scandalized. it was only a moment before he was back. He started talk­ ing as he carne through the doorway with the whisky. ·ı only got one thing in my life, those trips. Emma was a pretty bright woman. She knew l'd've gone crazy if 1 didn't get away once a year. God, how she worked on my conscience when 1 carne back!• His voice lowered confidentially. ·vou know what 1 did on those trips?• Ed's eyes were wide open now. Here was a man he didn't know, and he was becoming fascinated. He took the glass of whisky when it was handed to hlın. •No, what did you dor Peter gulped his drink and coughed, and wiped his mouth with his hand. •ı got drunk,• he said. •ı went to fancy houses in San Francisco. 1 was drunk for a week, and 1 went to a fancy house every night. • He poured his glass full again. •ı guess Emma knew, but she never said anything. I'd've busıed if 1 hadn't got away: Ed Chappell sipped his whisky gingerly. ·she always said you went on business.• Peter looked at his glass and drank it, and poured it full again. His eyes had begun to shine. •Drink your drink, Ed. 1 know you think it isn't right-so soon, but no one'll know but you and me. Kick up the fire. I'm not sad.· Chappell went to the grate and stirred the glowing wood until lots of sparks flew up the chirnney like little shining birds. Peter filled the glasses and retired to the sofa again. When Ed went back to the chair he sipped from his glass and pretended he didn't know it was filled up. His cheeks were flushing. it didn't seem so terrible, now, to be drinking. The aftemoon and the death had receded into an indefinite past. awant some caker Peter asked. �ere' s half a dozen cakes in the pantry: •No, 1 don't think 1 will thank you for some:

niden giymeden önce karnını zevkle kaşıdı. Ed'e yine o tuhaf, meraklı ifadeyle gülümsedi. •istediklerini bana nasıl yapbnyordu bilmiyorum ama yaphnyordu işte. Beni idare eder gibi görünmüyordu ama her istediğini yapbnyordu. Doğrusu ben ölümden sonra yaşama inanmıyorum. O daha sağken, hasta olduğu zamanlar bile, onun istediği şeyleri yapmak zorundaydım ama öldüğü anda şu koşumdan kurtulduğum anki duyguya kapıldım. Dayanamıyordum. Her şey bitmişti. Artık o koşum olmadan yaşamaya alışmayı öğreneceğlın.· Parmağını Ed'e doğru salladı. •Kamun dışan sarka­ cak,• dedi memnun bir şekilde. •Bırakacağım sarksın. Elbette, elli yaşındayım artık.• Ed bundan hoşlanmamışh. Uzaklaşmak istiyordu. Bu tür şeyler pek de terbiyeye uygun değildi. •Bunlar­ dan bir tane ahrsan biraz uyuyabilirsin,• dedi zayıf bir sesle. Peter ceketini giymemişti. Kanepede gömleğinin önü açık oturuyordu. ·uyumak istemiyorum. Konuşmak is­ tiyorum. Herhalde o kemerle koşumu cenazede tak­ mam gerekecek, ama ondan sonra ikisini de yakaca­ ğım. Dinle, ahırda bir şişe viskim var gidip getireylın. • avo, hayır/ diye karşı çıkh Ed hemen. •şlındi içe­ mem. Böyle bir zamanda olmaz.• Peter ayağa kalkh. ·Doğrusu, ben içebilirlın. İstersen otur beni seyret. Söyledim sana, hepsi bitti artık.• Ed Chappell'ı odada mutsuz ve şaşkın bırakarak kapıdan çıkıp giti. Çok geçmeden geri döndü. Elinde viskiyle, daha kapıdan girmeden konuşmaya başladı. •Haya­ hmda bir tek şey vardı, o yolculuklar. Emma oldukça zeki bir kadındı. Yılda bir kere uzaklaşmazsam çıldıra­ cağımı biliyordu. Tannın, geri döndüğüm zamanlar vicdanıma nasıl da baskı yapardı.• Sesini gizli bir şey söyleyecek gibi alçalth. ·o yolculuklarda neler yaphğı­ mı biliyor musunr Ed'in gözleri artık faltaşı gibi açılmışh. Karşısında hiç tanımadığı bir adam vardı ve onu büyülemeye başla­ mışh. Kendisine uzahlan viski bardağını aldı. •Hayır. Neler yapıyordun?• Peter içkisini yutup öksürdü ve eliyle ağzıru sildi. •Sarhoş oluyordum,• dedi. ·san Fransisko' da genelev­ lere gidiyordum. Bir hafta boyunca sarhoş geziyor, her akşam da geneleve gidiyordum.• Bardağını yeniden doldurdu. •sanının Emma biliyordu, ama hiçbir şey söylemezdi. Eğer gitmeseydlın mahvolurdum.• Ed Chappell viskisini çekine çekine yudumladı. •Hep iş gezisine çıkhğını söylerdi.• Peter bardağına bakıp içindekini bitirdi ve yine dol­ durdu. Gözleri parlamaya başlamışh. •içkini iç, Ed. Bu­ nu bu kadar erken yapmanın doğru olmadığını düşün­ düğünü biliyorum. Ama ikimizden başka kimse bilme­ yecek. Ateşi canlandır. Üzgün değilim.• Chappell şömineye gitti ve kıvılcımlar bacadan kü­ çük, parlak kuşlar gibi uçup gidene kadar parlayan odunları kanşhrdı. Peter bardakları doldurup yeniden kanepeye oturdu. Ed koltuğuna dönünce bardağından bir yudum daha aldı; yeniden doldurulduğunu bilmi­ yormuş gibi davranıyordu. Yanaklan kızarmışh. İçmek artık o kadar kötü görünmüyordu ona. O öğleüstü ve ölüm olayı belirsiz bir geçmişe çekilip gitmişti. •Biraz pasta ister misin?.diye sordu Peter. •tçeride yanm düzine pasta var: •Hayır. Canım pek istemiyor: 29


•You know: Peter confessed, ·1 don't think I'll eat cake again. For ten years, every time Emrna was sick, people sent cakes. it was nice of 'em,of course only now cake means sickness to me. Drink your drink.' Something happened in the room. Both men looked up, trying to discover what it was. The room was some­ how different than it had been a moment before. Then Peter smiled sheepishly. •1t was that mantel clock stopped. 1 don't think l'll start it any more. l'll get a little quick alarm clock that ticks fast. That clack-clack­ clack is too mournful.' He swallowed his whisky. •1 guess you'U be telling around that l'm crazy, won't your Ed looked up from his glass, and smiled and nodded. •No, 1 will not.l can see pretty much how you feel about things. 1 didn't know you wore that harness and belt. • •A man ought to stand up straight, • Peter said. ·1·m a natural sloucher.' Then he exploded: ·rm a natural fool! For twenty years l've been pretending 1 was a wise, good man-except for that one week a year.' He said loudly, '"Things have been dribbled to me. My We's been dribbled out to me. Here, let me fili your glass. I've got another bottle out in the bam, way down under a pile of sacks. • Ed held out his glass to be filled. Peter went on, ·1 thought how it would be nice to have my whole river flat in sweet peas. Think how it' d be to sit on the front porch and see ali those acres of blue and pink, just sol­ id. And when the wind came up over them, think of the big smell. A big smell that would almost knock you over.' •A lot of men have gone broke on sweet peas. 'Course you get a big price for the seed, but too many things can happen to your crop.· •1 don't give a damn: Peter shouted. ·1 want a lot of everything. 1 want forty acres of color and smell. 1 want fat women, with breasts as big as pillows. l'm hungry, 1 tell you, l'm hungry for everything, for a lot of every­ thing. • Ed' s face became grave under the shouting. •If you'd just take one of these, you'd get some sleep.' Peter looked ashamed.'l'm all right:l didn't mean to yell like that. I'm not just thinking these things for the first time. 1 been thinking about them for years, the way a kid thinks of vacation. 1 was always afraid I'd be too old. Or that l'd go first and miss everything. But l'm on­ ly fifty, l've got plenty of vinegar left. 1 told Emrna about the sweet peas, but she wouldn't let me. 1 don't know how she made me do things,• he said wonder­ ingly. ·1 can't remember. She had a way of doing it. But she's gone. 1 can feel she's gone just like that harness is gone. I'm going to slouch, Ed-slouch all over the place. I'm going to track dirt into the house. l'm going to get a big fat housekeeper-a big fat one from San Francisco. l'm going to have a bottle of brandy on the shelf all the time.' Ed Chappell stood up and stretched his arms over his head. ·1 guess I'll go home now, if you feel all right. 1 got to get some sleep. You better wind that clock, Peter. it don't do a clock any good to stand not running.' The day after the funeral Peter Randall went to work on his farm. The Chappells, who lived on the next place, saw the lamp in his kitchen long before daylight, 30

·anıyor musun: dedi Peter, •artık pasta yiyeceğimi hiç sanmıyorum. On yıl boyunca, Emrna'run her hasta­ laruşında, insanlar pasta yolladılar. Elbette, bu nazile bir davraruşh ama artık pasta görünce aklıma hastalık geliyor. Haydi, içkini iç.' Odada bir şey oldu. İkisi de ne olduğunu anlamak için etrafa bakındılar. Oda bir an önceki halinden fark­ lıydı. Sonra Peter mahçup bir şekilde gülümsedi. ·şö­ minenin üzerindeki saat durdu. Artık onu kuracağımı sanmıyorum. Hızlı tiktaklar çıkaran küçük bir çalar sa­ at alınm. Bunun çalışması çok yaslı geliyor.' Viskisini yuttu. •Herhalde etrafta benim deli olduğumu anlata. . caksın, değil mı.,. Ed başını bardaktan kaldırdı, gülümseyip salladı. •Hayır, anlatmam. Neler hissettiğini anlayabiliyorum. O kemeri ve koşumu takhğını bilmiyordum.• •tnsan dimdil< durmalıdır,· dedi Peter. •sen aslında kambur yürüyen biriyim.• Sonra patladı: •aen aslında geri zekalının biriyim! Yirmi yıl zeki, iyi bir adam gibi davrandım, yılda bir hafta dışında.• Yüksek sesle, •Her şey damlayla verildi bana: dedi. •yaşamım damla damla verildi. Getir, bardağını doldurayım. Ahırda bir şişem daha var, çuvallann albnda saklı.• Ed doldurması için bardağını uzath. Peter devam et­ ti, ·1rmak kenarındaki tarlanın tümüne bezelye ekme­ nin ne kadar güzel olacağım düşündüm. Düşünsene ön sundurmada oturup o kadar dönüm dümdüz pembe ve maviyi seyretmek nasıl olurdu... Bir de rüzgar esince, o harika kokuyu düşün. Öyle bir koku ki, seni zevkten ye­ re serebilir: •Bezelye yüzünden iflas eden birçok kişi var. Tabii, tohum için iyi para alıyorsun ama ekinin başına çok şey gelebilir.· -Umurumda değil!• diye bağırdı Peter. -.fer şeyden bol bol istiyorum. Yüz elli dönüm dolusu renk ve koku istiyorum. Koca memeli şişman kadınlar istiyorum. Açım, inan bana, her şeye açım. Her şeyin çok fazlasına açım.• Bağırma karşısında Ed'in yüzü ciddileşti. ·aunıardan bir tane alırsan biraz uyuyabilirsin.• Peter utanmış gü.rünüyordu. •tyiyim. Öyle bağırmak istemedim. Bunları ilk kez düşünüyor değilim. Yıllardır düşünüyordum, bir çocuğun tatili düşündüğü gibi. Hep bu işler için çok yaşlı olacağımdan korktum. Ya da ondan önce ölüp her şeyi kaybedeceğimden. Ama daha yalnızca elli yaşındayım ve hilıi epey giiçlüyiim. Em­ ma'ya bezelyelerden bahsetmiştim ama bana izin ver­ medi. İstedil<lerini nasıl yapbrdığıru bilmiyorum,• dedi merakla. •Anımsayamıyorum. Ozel bir yöntemi vardı. Ama artık gitti o. Aynen o koşum gibi onun da gittiğini hissedebiliyorum. Bundan böyle kamburumu çıkara­ rak dolaşacağım, Ed, her yerde. Eve ayaklanmı silıne­ den gireceğim. Evi çekip çevirmesi için şişman bir ka­ dın tutacağım-San Fransisko'dan şişko biri.Rafta hep bir şişe brendi bulunduracağım.• Ed Chappell ayağa kalkıp kollanru kafasının üzerin­ de gerdi. •Artık eve gideyim, eğer sen iyiysen. Biraz uyumam gerek. O saati kursan iyi edersin, Peter. Çalış­ madan durmak saatlere hiç iyi gelmez.• Cenazenin ertesi günü Peter Randall çiftliğinde çalış­ maya başladı. Bitişil< çiftlikte yaşayan Chappell'lar gün ışığından çok önce mutfağında lambanın ışığını gördü-


and they saw his lantem cross the yard to the bam half an hour before they even got up. Peter pruned his orchard in three days. He worked from first light until he couldn't see the twigs against the sky any more. Then he started to shape the big piece of river flat. He plowed and rolled and har­ rowed.Two strange men dressed in boots and riding breeches came out and looked at his land. They felt the dirt with their fingers and ran a post-hole digger deep down under the surface, and when they went away they took little paper bags of the dirt with them. Ordinarily, before planting time, the farmers did a good deal of visiting back and forth. They sat on their haunches, picking up handsful of dirt and breaking little clods between their fingers. They discussed mar­ kets and crops, recalled other years when beans had done well in a good market, and other years when field peas didn't bring enough to pay for the seed hardly. Af­ ter a great number of these discussions it usually hap­ pened that all the farmers planted the same things. There were certain men whose ideas carried weight. lf Peter Randall or Clark DeWitt thought they would put in pink beans and barley, most of the crops would tum out to be pink beans and barley that year; for, since such men were respected and fairly successful, it was conceded that their plans must be based on something besides chance choice. it was generally believed but never stated that Peter Randall and Clark DeWitt had extra reasoning powers and special prophetic knowl­ edge. When the usual visits started, it was seen that a change had taken place in Peter Randall. He sat on his plow and talked pleasantly enough. He said he hadn't decided yet what to plant,but he said it in such a guilty way that it was plain he didn't intend to teli. When he had rebuffed a Eew inquiries, the visits to his place stopped and the farmers went over in a body to Clark De Witt. Clark was putting in Chevalier barley. His de­ cision dictated the major part of the planting in the vi­ cinity. But because the questions stopped, the interest did not. Men driving by the forty-five acre flat of the Randall place studied the field to try to figure out from the type of work what the crop was going to be. When Peter drove the seeder back and forth across the land no one came in, for Peter had made it plain that his crop was a secret. Ed Chappell didn't teli on hiın, either. Ed was a little ashamed when he thought of that night; a­ shamed of Peter for breaking down, and ashamed of hiınself for having sat there and listened. He watched Peter narrowly to see whether his vicious intentions were really there or whether the whole conversation had been the result of loss and hyste­ ria. He did notice that Peter's shoulders weren't back and that his stomach stuck out a little. He went to Peter's house and was relieved when he saw no dirt on the floor and when he heard the mantel clock ticking away. Mrs. Chappell spoke often of the aftemoon. ·vou'd've thought he lost his mind the way he car­ ried on. He just howled. Ed stayed with hiın part

ler. Sonra da fenerinin, daha onlar kalkmadan yanın saat önce bahçeyi geçip ahıra gittiğini farkettiler. Peter meyve bahçesini üç günde budadı. Günün ilk ışığından, artık dalları göremeyecek kadar karanlık oluncaya değin çalışıyordu. Sonra ırmak kıyısındaki büyük arazi parçasıru işlemeye başladı. Sabanla, br­ mıkla çalışh. Bot ve jokey pantolonu giymiş iki yabancı adam gelip arazisine bakh. Toprağı elleriyle inceleyip delgi aleti soktular, giderken de küçük kağıt torbalar içinde topraktan örnekler götürdüler beraberlerinde. Ekin zamanından önce, adet olarak, çiftçiler sağa sola sık sık ziyarette bulunurlardı. Tarlalarda oturup yerden biraz toprak �. küçük kesekleri parmakları arasında ufalarlardı. Urünü ve pazarı tartışır, fasulye­ nin pazarda iyi para ettiğini ya da bezelyenin tohuma verilen parayı bile ödemeye yetmeyecek kadar para ge­ tirdiği geçmiş yılları anarlardı. Bu konuşmalar birçok kez yinelendikten sonra çiftçilerin çoğu aynı şeyleri ekerdi. Düşünceleri önem taşıyan belli kişiler vardı. Eğer Peter Randall veya Clark DeWitt barbunya ya da arpa ekmeyi düşünüyorsa o yıl ekinin çoğu barbunya ya da arpa olurdu; çünkü böyle adamlar itibarlı ve ol­ dukça başarılı olduklan için, tasanlarının gelişigüzel seçimden daha ötede bir şeylere dayandığı kabul edilir­ di. Ayrıca Peter Randall ve Clark DeWitt'in akıl yürüt­ me yeteneğine ve özel bir öngörüye sahip olduklarına inanılır fakat hiçbir zaman açık açık söylenmezdi. Alışılagelmiş ziyaretler başlayınca, Peter' da bir şey­ lerin değişmiş olduğu anlaşıldı. Sabanının üstüne otu­ rup oldukça cana yakın bir şekilde konuşuyordu. Ne ekeceğine daha karar vermediğini söyledi ama bunu öylesine suçlu bir ifadeyle yapıyordu ki, söylemek iste­ mediği açıkça belli oluyordu. Birkaç soruya ters yanıt verince ona yapılan ziyaretler kesiliverdi ve çiftçiler hep birlikte Clark De Witt'e gittiler.Clark, arpa ekmeye karar vermişti. Karan, etraftaki ekimin büyük bir bölü­ münü yönlendirdi. Ama merak sorularla birlikte bitmedi. Randall çiftli­ ğinin yüz seksen dönümlük düz bölümünün yanından arabayla geçerken herkes ekinin ne olacağım anlayabil­ mek için araziyi incelemeye başladı. Peter tohum maki­ nesini tarlada bir aşağı bir yukarı sürerken kimse yanı­ na gitmedi çünkü ekininin bir sır olduğunu açıkça belli etmişti. Ed Chappell da ondan duyduklarını kimseye anlat­ madı. O geceyi düşündükçe biraz utanıyordu; kendini kaybettiği için Peter'dan ve orada oturup dinlediği için de kendisinden utanıyordu. Arada bir, niyetinin ger­ çekten kötü olup olmadığını yoksa o konuşmalarının tümünün kansının ölümü nedeniyle içinde bulunduğu durum yüzünden ve isteri krizinin etkisiyle mi olduğu­ nu anlamak için �mu dikkatle izliyordu. Peter'ın omuz­ lanrun artık geride durmadığını ve karnının biraz dışan sarkhğıru farketmişti. Peter'ın evine gitti, yerleri ol­ dukça temiz bulup bir de eski saatin çalışhğıru duyunca rahatladı. Bayan Chappell, o öğleüstünden sık sık söz ediyor­ du. •Neler söylediğini duysaydınız aklını yitirdiğini sa­ nırdınız. Uluyup durdu. Gece Ed onunla biraz kaldı,

31


of the night, until he quieted down. Ed had to give him some whisky to get hinı to sleep. But," she said brightly, "hard work is the thing to kili sorrow. Peter Randall is getting up at three o'clock every moming. 1 can see the light in his kitchen window from my bedroom." The pussywillows burst out in silver drops, and the little weeds sprouted up along the roadside. The Salinas River ran dark water, flowed for a month, and then subsided into green pools again. Peter Randall had shaped his land beautifully. it was smooth and black; no clod was larger than a small marble, and under the rains it looked purple with richness. And then the little weak lines of green stretched out across the black field. in the dusk a neighbor crawled under the fence and pulled one of the tiny plants. "Some kind of legume," he told his friends. "Field peas, 1 guess. What did he want to be so quiet about it for? 1 asked him right out what he was planting, and he wouldn't teli me." The word ran through the farrns, "It's sweet peas. The whole God-damn' forty-five acres is in sweet peas!" Men called on Clark DeWitt then, to get his opinion. His opinion was this: "People think because you can get twenty to sixty cents a pound for sweet peas you can get rich on them. But it's the most ticklish crop in the world. If the bugs don't get it, it might do good. And then come a hot day and bust the pods and lose your crop on the ground. Or it might come up a little rain and spoil the whole kaboodle. It's all right to put in a few acres and take a chance, but not the whole place. Peter's touched in the head since Emrna died." This opinion was widely distributed. Every man used it as his own. Two neighbors often said it to each other, each one repeating haif of it. When too many people said it to Peter Randall he became angry. One day he cried, "Say, whose land is this? If 1 want to go broke, l've got a damn good right to, haven't I?" And that changed the whole feeling. Men remembered that Peter was a good farmer. Perhaps he had special knowledge. Why, that's who those two men in boots were-soil chemists! A good many of the farrners wished they'd put in a few acres of sweet peas. They wished it particularly when the vines spread out, when they met each other across the rows and hid the dark earth from sight, when the buds began to form and it was seen the crop was rich. And then the blooms carne; forty-five acres of color, forty-five acres of perfume. it was said that you could smell them in Salinas, four miles away. Busses brought the school children out to look at them. A group of men from a seed com­ pany spent all day looking at the vines and feeling the earth. Peter Randall sat on his porch in a roçking-chair every aftemoon. He looked down on the great squares of pink and blue, and on the mad square of mixed colors. When the aftemoon breeze came up, he inhaled deeply. His blue shirt was open at the 32

yatışancı kadar. Hatta onu uyutmak için biraz viski ver­ mesi gerekmiş. Ama: diyordu gülümseyerek, "çok ça­ lışma üzüntüyü unutturur. Peter Randall her sabah üç­ te kalkıyor. Yatak odamdan onun mutfak penceresin­ deki ışığı görüyorum." Söğüt ağaçlan gümüş damlalara boğuldu ve yabani otlar yol boyunca sürgün verdiler. Salinas ırmağının sulan bir ay boyunca bulanık aktı sonra yeniden yeşil havuzcuklara bölündü. Peter Randall, tarlasını gayet güzel işlemişti. Yumuşak ve karaydı, keseklerin hiçbiri ufak bir bilyeden daha büyük değildi ve yağmurda mor görünüyordu. Sonra tüın bu kara tarla boyunca ince, zayıf, yeşil çiz­ giler yükselmeye başladı. Akşam karanlığında komşu­ lardan biri çitin altından sürünüp bu minik bitkilerden birini kopardı. "Bir çeşit baklagil, • diye anlattı arkadaş­ lanna. "Bezelye sanırım. Bunu neden bu kadar gizle­ meye çalıştı ki? Ne ektiğini açık açık sordum, söyleme­ di." Haber bütün çiftlikleri hızla dolaştı, "Bezelye. Bütün o yüz seksen dönüm olduğu gibi bezelye." Herkes gö­ rüşünü almak için Clark DeWitt'e uğradı. Görüşü şuydu: "Bezelye yanın kilosu yirmi sentle altmış sent arası getirdiği için herkes onunla kolayca zengin olabileceğini sanır. Oysa dünyanın en zor ürü­ nüdür. Böcekler yemezse ürün iyi olabilir. Sonra hava­ lar sıcak gidip kabuklan kavurabilir ve tilin ürünün tar­ lada kalabilir. Ya da birazok yağmur her şeyi mahve­ der. İnsan bir iki dönüm ekip şansını deneyebilir, ama tarlanın tümünü değil. E mrna öldüğünden beri Peter'a bir şeyler oldu.• Bu görüş tilin çevreye yayıldı. Herkes kendi düşün­ cesiymişçesine kullandı. Komşulann her biri bir kısmı­ nı tekrarlayarak sık sık birbirlerine söylediler. Bunu çok kişiden duyunca Peter Randall kızdı. Bir gün, "Ki­ min toprağı bu? Söyleyin. Eğer tüm paramı kaybetmek istiyorsam, bunu yapmaya bal gibi hakkml var, değil mi?" diye bağırdı. Ve bu herkesin duygularıru değiştir­ di. Peter'ın iyi bir çiftçi olduğu hatırlandı. Belki de bildi­ ği özel bir şey vardı. Elbette ya, o çizmeli adamlar başka ne olabilirdi? Ziraat mühendisi. Çiftçilerin birçoğu bir­ kaç dönüm bezelye ekmediğine pişman olmaya başladı. Bunu özellikle, sürgünler büyüyüp, sıralar boyunca birbirlerine ulaşıp altta kalan toprağı güneşten sakla­ dıklan, tomurcukların oluşmaya başladıklan ve ürü­ nün zengin olduğunun anlaşıldığı zaman daha da çok arzuladılar. Derken çiçekler açtı: Yüz seksen dönüp do­ lusu renk, yüz seksen dönüm dolusu hoş koku. Bu ko­ kunun dört mil ötedeki Salinas'tan bile alındığı söylen­ di. Öğrenciler tarlayı görmek için otobüslerle geldiler. Bir tohum şirketinden gelen bir grup insan bütün bir günlerini asmalara bakıp toprağı inceleyerek geçirdi. Peter Randall her öğleden sonra, sundurmadaki sal­ lanan sandalyede oturuyordu. Aşağıdaki büyük pem­ be ve mavi alanlara ve karışık renklerden oluşan bölü­ me bakıyordu. Öğleden sonralan meltem esmeye baş­ ladığı zaman kokuyu derin derin içine çekiyordu. Mavi


chroat, as though he wanted to get the perfume down next his skin. Men called on Clark DeWitt to get his opinion now. He said, •There's about ten things that can happen to spoil that crop. He's welcome to his sweet peas: But the men knew from Clark's irrita­ tion that he was a little jealous. They looked up over the fields of color to . where Peter sat on his porch, and they felt a new admiration and respect for hlm . Ed Chappell walked up the steps to him one aftemoon:You got a crop there, mister: •tooks that way," said Peter. ·ı took a look. Pods are setting fine." Peter sighed. •Blooming's nearly over," he said. •I'U hate to see the petals drop off: ·well, l'd be glad to see'em drop. You'll make a lot of money, if nothing happens: Peter took out a handana handkerchief and wiped his nose, and jiggled it sideways to stop an itch. ·ru be sorry when the smell stops, • he said. Then Ed made his reference to the night of the death. One of his eyes drooped secretly. "Found somebody to keep house for your •ı haven't looked." said Peter. ·ı haven't had time." There were lines of worry about his eyes. But who wouldn't worry, Ed thought, when a single shower could ruin his whole year's crop. If the year and the weather had been manufac­ tured for sweet peas, they couldn't have been bet­ ter. The fog lay close to the ground in the momings when the vines were pulled. When the great piles of vines lay safely on spread canvasses, the hot sun shone down and crisped the pods for the threshers. The neighbors watched the long cotton sacks filling with round black seeds, and they went home and tried to figure out how much money Peter would make on his tremendous crop. Clark De Witt lost a good part of his following. The men decided to find out what Peter was going to plant next year if they had had to follow him around. How did he know, for instance, that this year'd be good for sweet peas? He must have some kind of special knowledge. When a man from the upper Salinas Valley goes to San Francisco on business or for a vacation, he takes a room in the Ramona Hotel. This is a nice arrangf'ment, for in the lobby he can usually find someone from home. They can sit in the soft chairs of the lobby and talk about the Salinas Valley. Ed Chappell went to San Francisco to meet his wife's cousin who was coming out from Ohio for a trip. The train was not due until the next moming. in the lobby of the Ramona, Ed looked for someone from the Salinas Valley, but he could see only strangers sitting in the soft chairs. He went out to a moving picture show. When he returned, he looked again for someone from home, and stili there were only strangers. For a moment he considered glanc­ ing over the register, but it was quite late. He sat down to finish his cigar before he went to bed . There was a commotion at the door. Ed saw the derk motion with his hand. A bellhop ran out. Ed

gömleğinin göğsü açıkh, sanki kokuyu tenine sindir­ mek istiyordu. Herkes görüşünü almak için bir kez daha Clark De­ Witt'e gitti. DeWitt, ·o ekini mahvedebilecek yaklaşık on şey var. Onun ürünlerinde kimsenin gözü yok: de­ di. Ama herkes Clark'ın sinirli halinden, biraz kıskan­ makta olduğunu anlanuşh. Renk renk tarlalardan yu­ karıya, Peter'ın sundurmasından oturduğu yere bakh­ lar ve ona yeniden saygı duymaya başladılar. Bir öğleüstü Ed Chappell onun evine gitti. •tyi bir ürün, bayım: "Öyle görünüyor: dedi Peter. •şöyle bir bakhm. Kabuklar iyi büyüyor: Peter iç çekti. "Çiçek zamanı neredeyse geçiyor: de­ di. •Taç yapraklarının düşmelerini seyretmek hiç hoşu­ ma gitmeyecek.• •Ama benim hoşuma gidecek. Eğer bir şey olmazsa, bayağı iyi para alacaksın bu işten.• Peter cebinden bir mendil çıkarıp bumunu sildi ve mendiliyle bumunu kaşıdı. "Koku kalmayınca üzülece­ ğım," dedi. Sonra Ed, ölüm gecesine getirdi sözü. Gözlerinden birini hafifçe kısarak, •Senin için evi çekip çevirecek bi­ risini buldun mur dedi. "Aramadım,,.. dedi Peter."Zamanım olmadı." Bakışla­ rı tasalıydı. Ama kim tasalanmaz ki, diye düşündü Ed, tek bir yağmur bile tüm yılın ekinini mahvedebilecek­ ken. O yıl ve o yılın hava durumu bezt;�ye için özel hazır­ lanmış olsa bundan iyi olaJ!lazdı. Urünün toplandığı sabahlar sis yere çökmüştü. Urün büyük öbekler halin­ de bezlerin üzerine serildiği zaman güneş tüm sıcaklı­ ğıyla parlayıp kabukları harman makinesi için gevrek­ leştirdi. Komşular büyük pamuk çuvalların siyah yu­ varlak tohumlarla doluşunu gördüler ve evlerine gidip Peter'ın bu inanılmaz hasattan ne kadar kazanacağını hesaplamaya çalışhlar. Clark DeWitt kendisine ina­ nanların büyük bir bölümünü kaybetti. Herkes, artık Peter'ı taklit edeceklerse, onun gelecek yıl ne ekeceğini öğrenmeye karar verdi. Örneğin, nasıl bilmişti bu yılın bezelye için uygun olacağını? Bildiği özel bir şeyler o/­

malıydı.

İster iş için olsun, ister gezmek amacıyla,ne zaman yukarı Salinas Vadisinden birisi San Fransisko'ya gitse Otel Ramona'da kalır. Bu iyi bir yöntemdir çünkü lobi­ de genellikle memleketten birini bulabilir. Lobide otu­ rup Salinas Vadisi hakkında konuşabilirler. Ed Chappel, karısının Ohio'dan gelen kuzenini kar­ şılamak için San Fransisko'ya gitmişti. Tren ertesi sa­ baha kadar gelmeyecekti. Ramona'nın lobisinde, Sali­ nas Vadisi'nden.birilerini aradı, ancak koltuklarda yal­ nızca yabancılar oturuyordu. Çıkıp bir sinemaya gitti. Döndüğünde, yine memleketten birilerini aradı ama hala yabancılar vardı. Bir an resepsiyon kayıtlarına şöyle bir bakmayı düşündü ama oldukça geç olmuştu. Yatmadan önce purosunu bitirmek için oturdu. Kapıda bir şamata koptu. Ed, resepsiyon görevlisinin eliyle işaret verdiğini _gördü. Komilerden biri dışc.n

33


squirmed around in his chair to look. Outside a man was being helped out of a taxicab. The bellhop took hiın from the driver and guided him in the door. it was Peter Randall. His eyes were glassy, and his mouth open and wet. He had no hat on his mussed hair. Ed jumped up and strode over to hiın ·reterı• Peter was batting helplessly at the bellhop. •Let me alone/ he explained. •rm all right. You let me alone, and I'll give you two bits." Ed called again, ·reter!" The glassy eyes turned slowly to him, and then Peter fell into his arms. •My old friend, • he cried. •Ed Chappell, my old, good friend. What you doing here? Come up to my room and have a drink: Ed set him back on his feet. •sure 1 will, • he said. •ı'd like a ).ittle night-cap: "Night-cap, hell. We'll go out and see a show, or something." Ed helped him into the elevator and got hiın to his room. Peter dropped heavily to the bed and struggled up to a sitting position. •There's a bottle of whisky in the bathroom. Bring me a drink, too. • Ed brought out the bottle and the glasses. •What you doing, Peter, celebrating the crop? You must've made a pile of money: Peter put out his palm and tapped it impressively wit� a forefinger. •sure 1 made money-but it wasn't a bit better than gambling. it was just like straight gambling." ·aut you got the money: Peter scowled thoughtfully . •ı might've lost my pants: he said. �e whole time, all the y.ear, 1 been worrying. it was just like gambling.• �ell, you got it, anyway: Peter changed the subject, then. ·ı been sick,• he said. •ı been sick right in the taxicab,I just came from a fancy house on Van Ness Avenue," he explained apolo­ getically, ·ı just had to come up to the city. I'd'a busted if 1 hadn't come up and g«:>t some of the vinegar out of my system.· ·ı been sick right in the taxicab. 1 just came from a fancy house on Van Ness Avenue/ he explained apologetically, •ı just had to come up to the city. l'd'a busted if 1 hadn't come up and got some of the vinegar out of my system. • Ed looked at hiın curiously. Peter's head was hanging loosely between his shoulders. His beard was draggled and rough. ·reter-• Ed began, •the night Emma -passed on, you said you was going to-change things. • Peter's swaying head rose up slowly. He stared owlishly at Ed Chappell. ·she didn't die dead, • he said thickly. ·she won't let me do things. She's worried me all year about those peas. • His eyes were wondering. •ı don't know how she does it: Then he frowned. His palm came out, and he tapped it again. "But you mark, Ed Chappell, 1 won't wear that harness, and 1 damn well won't ever wear it. You remember that: His head dropped forward again. But in a moment he looked up. ·ı been drunk, • he said seriously. •ı been to .

34

koştu. Ed bakmak için koltuğunda döndü. Dışarıda bir adanun taksiden çıkmasına yardım ediliyordu. Kony onu şöforden teslim alıp kapıya kadar getirdi. Peter Randall'dı bu. Gözleri donuk, ağzıysa açık ve salyası akıyordu. Kafasında şapkası yoktu. Ed ayağa fırlayıp büyük adımlarla yanına gitti. ·Peter!" Peter çaresiz bir şekilde komiye vuruyordu. ·eırak beni,• dedi, "Ben iyiyim. Beni bırakırsan sana iki teklik veririm." Ed yeniden seslendi, •Peter.· Donuk gözler yavaşça ona döndü ve Peter kollarına düştü. •Eski dostum.• diye bağırdı. •Ed Chappell, be­ nim eski, iyi dostum. Ne arıyorsun burada? Odama gel de bir içki iç: Ed onu tekrar ayaklan üzerine dikti. �abü, gelirim,• dedi. •Yatmadan önce iyi gider.· •yatmadan önce olur mu? Dışarıya çıkıp bir gösteri­ ye, ya da başka bir yere gideriz.• Ed asansöre binmesine yardım edip onu odasına gö­ türdü. Peter yatağa külçe gibi düştü ama çabalayarak oturd�. •Banyoda bir şişe viski var. Bana da bir bardak getir: Ed şişeyi ve bardaklan getirdi. •Neler yapıyorsun Peter, hasadı mı kutluyorsun? Epeyce para kazanmış olmalısın.• Peter avucunu uzahp öbür elinin işaretparmağıyla etkileyici bir şekilde avucuna vurdu. "Elbette kazan­ dım. Ama kumar oynamaktan farkı yoktu. Basbayağı kumar gibi bir şeydi: •Ama para kazandın." Peter düşünceli bir şekilde kaşlarını çattı. •Külodumu bile kaybedebilirdim/ dedi. "Başından sonuna kadar, bütün yıl endişe içindeydim. Aynen kumar oynamak gibiydi.· •Ama artık kazandın nasıl olsa." Peter konuyu değiştirdi. •Midem bulanıyor,• dedi. �akside midem bulandı. Van Ness Caddesindeki ge­ nelevlerden birinden geliyorum,• diye mahçup bir şe­ kilde açıkladı. •Kente gelmek zorundaydım. Gelip içimdeki bu enerjinin birazını boşaltmasaydım mahvo­ lurdum.• Ed ona garip garip bakh. Peter'ın kafası öne düşmüş, sallanıyordu. Sakalı karışık ve kabaydı. ·reter .. :diye başladı, •Emma'run... öldüğü gece sen demiştin ki, bazı şeyler... değişecek: Peter'ın sallanan kafası yavaşça yukarı kalktı. Ed Chappell'a baykuş gibi bakh. •ölmedi o/ dedi boğuk bir sesle. •istediğimi yapmama izin vermiyor. O bezel­ yeler yüzünden bütün bir yıl canıma okudu benim: Gözleri merak doluydu. •Nasıl yapıyor bilmiyorum: Sonra kaşlanru çath. Avucunu uzatıp bir kez daha üze­ rine vurdu. •Ama yaz bunu bir yere, Ed Chappell, o ko­ şumu bir daha takmayacağım. Olünceye kadar bir daha takmayacağım onu. Bu söylediğimi unutma." Kafası tekrar önüne düştü. Ama hemen kaldırdı. •sarhoş ol­ dum," dedi ciddi bir sesle. •Genelevlere gittim: Ed'e


fancy houses. • He edged out confidentially toward Ed. His voice dropped to a heavy whisper. ·eut it's ali right, 1'11 fix it. When 1 get back, you know what l'm going to do? l'm going to put in electric lights. Emma always wanted electric lights. • He sagged sideways on the bed. Ed Chappell stretched Peter out and undressed him before he went to his own room.

/ohn STEINBECK

gizli bir şey söyleyecekmişçesine yaklaştı. Sesi fısıltı halini aldı. •Ama önemli değil, üstesinden gelirim. Geri dönünce ne yapacağım biliyor musun? Eve elektrik çektireceğim. Emma hep elektriğimiz olsun isterdi.• Yatakta yana doğru devrildi. Ed Chappell, odasına gitmeden önce Peter'ı yatırıp giysilerini çıkardı.

Çeviri: Doruk SOMUNKIRAN

AMERiKAN KLASİKLERİ Dünyaca ünlü 1 O Amerikan Klasiği sizler için yeniden hazırlandı. 1 o kitaptan oluşan bu klasikler Amerikan tiyatro sanatçıları tarafından seslendirilen 40 kasetle bütünleşiyor. Her kitabın 4 kaseti var. Kitapların hazırlanması sırasında kelime hazinesinin her kitapta artması ve cümle yapısının zorıaŞması gözönünde tutuldu. İlk kitapta 750 kelime kullanılmışken bu sayı her kitapta 200-250 kelime artarak son kitapta 2600'e ulaşıyor. Böylece her kitapta daha çok, daha iyi İngilizce öğrenme olanağını bulacak ve dinlediğinizde kavrama-:mlama keyfine varacaksınız.

Kitaplar

1 - The House of the Seven Gables

2- Moby Dick 3- Murders in the Rue Morgue and the

Gold Bug 4- The Pathfinder 5- The Outcasts·of Poker Flat, The Luck of Roaring Camp and Other Stories 6- The Hoosier Schoolmaster 7- The Portrait of a Lady 8- The Rise of Silas Lapham 9- The Adventures of Huckleberry Finn

1 0- The Red Badge of Courage BU ESERİ TAKSİTLİ OLARAK EDiNMEK İSTİYORSANIZ HERHANGİ BİR ABC ŞUBESiNE UGRAMANIZ YA DA TELEFON ETME NİZ YETERLi


YILAN

THE SNAKE

1 sack

T was almost dark when young Dr.Phillips swung his to his shoulder and left the tide pool. He climbed up over the rocks and squashed along the stree � in his rubber boots. The street lights were on by the tıme he arrived at his little commercial laboratory on the cannery street of Monterey. it was a tight little building,standing partly on piers over the bay water and partly on the land. On both sides the big corrugated-iron sardine canneries crowded in on it. Dr.Phillips clirnbed the wooden steps and opened the door. The white rats in theircages scampered up and down the wire, and the captive cats in their pens mewed for mille. Dr.Phillips turned on the glaring light over the ' 'll. dissection table and dumpe d his clammy sack on the floor.He walked to th� glass cages by the window where the rattlesnakes lıved, leaned over and looked in. The snakes were bunched and resting in the comers of the cage, but every head was clear; the dusty eyes seemed to look at nothing, but as the young man leaned over the cage the forked tongues, black on the ends and pink behind, twittered out and waved slowly up and down. Then the snakes recognized the man and pulled in their tongues. . . Dr.Phillips threw off his leather coat and buılt a fıre in the tin stove; he set a kettle of water on the stove and dropped a can of beans into the water. Then he stood staring down at the sack on the floor. He was a slight young man with the mild, preoccupied eyes of one who looks through a microscope a great deal. He wore a short blond beard. The diaft ran breathily up the chimney and a glow of warmth came from the stove. The little waves washed quietly about the piles under the building. Arranged on shelves about the room were tier above tier of museum jars containing the mounted marine specirnens the lab­ oratory dealt in. Dr.Phillip s opened a side door and went into his bed ­ room, a book-lined cell containing an army cot, a readin� li�ht and an uncornfortable wooden chair. He pulled off his rubber boots and put on a pair of sheep­ skin slippers. When he went back to the other room the water in the kettle was already beginning to hum. He lifted his sack to the table under the white light and emptied out two dozen common starfish. These he

/;,i=;�GENÇ

Dr.Phillips torbasını sırtlayıp gelgmn oluştu•duğu su bi<il<intisinden ayrıldığında karanlık neredeyse çokı � ı müştü. Kayaları tırmanıp lastik çiz­ , -.: melerini şapırdata şapırdata sokakta yürüdü. Monterey'in�sardalyacılar sokağındaki küçük ticari laboratu, varına vardığında sokak lambaları yanmıştı. Yarısı koyun suların­ dan yükselen kazık­ lar üzerinde duran, yarısı da toprakta olan küçük bir binaydı bu. Oluk­ lu tenekeden yapılmış kocaman sardalya konserve fabrikaları iki yanından onu sıkış­ tırıyor, üzerine üzerine geliyorlardı. Dr.Phillips tahta basamakları çıkıp kapıyı açtı. Kafes­ lerdeki beyaz fareler tellerde bir aşağı bir yukarı koşuş­ tular. Kapatıldık.lan yerde kediler süt için miyavladılar. Dr.Phillips ameliyat masasının üzerindeki parlak ışığı yaktı ve elindeki yapış yapış torbayı yere bırak!ı. Pencerenin önünde, çıngıraklıyılanların bulundugu cam kafeslere gitti, eğilip içlerine baktı. Yılanlar kafesin köşelerinde kümelenmiş duruyor­ lardı ama kafaları tek tek seçilebiliyordu; donuk gözleri hiçbir şeye bakmıyor gibiydi ama genç adam kafesin üzerine eğilince uçlan kara gerisi pembe çatal dillerini uzatıp bir aşağı bir yukarı salladılar. Sonra adamı tanı­ dılar ve dillerini içeri çektiler. Dr.Phillips meşin ceketini fırlatıp teneke sobayı yak­ tı.Üstüne su dolu bir çaydanlık,içine de bir kutu fasulye konservesi koydu. Sonra bir süre gözleri yerdeki torba­ ya dikili kaldı. Mikroskoba çokça bakanlarda görülen dalgın yumuşak bakışları olan ufak tefek bir adamdı. Kısa, san bir sakalı vardı. Sıcak hava bacadan hırıltı ile yükseldi ve sobadan sı­ caklık yayılmaya başladı. Minik dalgalar binanın altın­ daki kazık.lan sessizce yalıyordu. Odayı çevreleyen raf­ larda içlerinde laboratuvarın ticaretini yaptığı deniz hayvanlarının bulunduğu kat kat dizilmiş kavanozlar vardı. Dr.Phillips bir kapıyı açıp yatak odasına geçti; içinde portatif bir yatak, bir çalışma lambası ve rahatsız bir tahta iskemle bulunan dört bir yanı kitaplarla çevrili küçük bir odaydı burası. Lastik çizmelerini çıkardı; ayağına deri terliklerini geçirdi. Öteki odaya döndü­ ğünde çaydanlıktaki su ses vermeye başlamıştı bile. Torbasını kaldırıp masaya, beyaz ışığın altına koydu ve içindeki her yerde görülebilecek türden iki düzine denizyıldızını boca etti. Bunları masanın üzerinde yan _

'

·

,"�·lil@

·Ç��ı;ıı..�ilii��

_

36

��� · ��'et

"\1,

"1/.


laid out side by side on the table. His preoccupied eyes tumed to the busy rats in the wire cages. Taking grain from a paper sack, he poured it into the feeding troughs. Instantly the rats scrambled down from the wire and fell upon the food. A bottle of milk stood on a glass shelf between a small mounted octopus and a jel­ lyfish. Dr.Phillips lifted down the milk and walked to the cat cage, but before he filled the containers he reached in the cage and gently picked out a big rangy alley tabby. He stroked her for a moment and then dropped her in a small black painted box, closed the lid and bolted it and then turned on a petcock which ad­ mitted gas into the killing chamber. While the short sofi; struggle went on in the black box he filled the sau­ cers with milk. One of the cats arched against his hand and he smiled and petted her neck. The box was quiet now. He turned off the petcock, for the airtight box would be full of gas. On the stove the pan of water was bubbling furiously about the can of beans. Dr.Phillips lifted out the can with a big pair of forceps, opened it, and emptied the beans into a glass dish. While he ate he watched the starfish on the table. From between the rays little drops of milky fluid were exuding. He bolted his beans and when they were gone he put the dish in the sink and stepped to the equipment cupboard. From this he took a microscope and a pile of little glass dishes. He filled the dishes one by one with sea water from a tap and ar­ ranged them in a line beside the starfish. He took out his watch and laid it on the table under the pouring white light. The waves washed with little sighs against the piles under the floor. He took an eyedropper from a drawer and bent over the starfish. At that moment there were quick soft steps on the wooden stairs and a strong knocking at the door. A slight grimace of annoyance crossed the young man's face as he went to open. A tall, lean woman stood in the doorway. She was dressed in a severe dark suit-her stTaight black hair, growing low on a flat forehead, was mussed as though the wind had been blowing it. Her black eyes glittered in the strong light. She spoke in a soft throaty voice, •May 1 come in? 1 want to talk to you. • ·rm very busy just now/he said half-heartedly:ı have to do things at times. • But he stood away from the door. The tall woman slipped in. ·ru be quiet until you can talk to me: He closed the door and brought the uncomfortable chair from the bedroom. "You see, • he apologized, •the process is started and 1 must get to it.• So many people wandered in and asked questions. He had little rou­ tines of explanations for the commoner processes. He could say them without thinking. ·sit here. in a few minutes l'll be able to listen to you: The tall woman leaned over the table. With the eye­ dropper the young man gathered fluid from between the rays of the starfish and squirted it into a bowl of wa­ ter, and then he drew some milky fluid and squirted it in the same bowl and stirred the water gently with the eyedropper. He began his little patter of explanation. �en starfish are sexually mature they release sperm and ova when they are exposed at low tide. By

yana dizdi. Dalgın gözleri tel kafeslerde koşuşturan fa­ relere gitti. Bir kesedAğıdından aldığı yemi yemliklere boşalttı.Fareler hemen tellerden aşağıya inip yemin üs­ tüne üşüştüler. Bir cam rafın üzerindeki ahtapot ve de­ nizanası kavanozlarının arasında bir şişe süt duruyor­ du. Dr .Phillips sütü alıp kedi kafesine yöneldi ama kap­ ları doldurmadan önce uzanıp tekir renkli iri bir sokak kedisini dikkatle kaldırdı. Hayvanı bir süre okşadı son­ ra da siyaha boyalı ufak bir kutuya koydu. Kapağı ka­ payıp sürgüledi ve arkasından ölüm odaağına gaz ve­ ren vanayı açtı. Kara kutuda kısa ve sessiz bir direniş sürerken kapları sütle doldurdu. Kedilerden biri sırtını kabarhp eline sürününce gülümsedi ve kedinin boynu­ nu okşadı. Kutudan ses gelmiyordu arhk. Vanayı kapath. Hava geçirmeyen kutuya artık gaz dolmuş olmalıydı. Sobanın üzerinde duran kaptaki su konserve kutu­ sunun çevresinde çılgınca fokurduyordu. Dr.Phillips büyük bir forsepsle konserve kutusunu sudan çıkardı ve açtı. İçindeki fasulyeleri bir cam tabağa boşalttı. Yer­ ken masanın üzerindeki denizyıldızlarını seyrediyor­ du. Denizyıldızlarının uzantılarırun arasından sütüm­ sü bir sıvı sızıyordu. Fasulyeyi bir çırpıda yuttu, tabağı lavabonun içine bırakh ve alet dolabına gitti. Dolaptan bir mikroskop ve bir yığın küçük cam tabak çıkardı. Ta­ bakların hepsini musluktan akan deniz suyu ile dol­ durdu ve denizyıldızlaruun yanına tek sıra halinde diz­ di. Saatini çıkardı ve masayı aydınlatan o bembeyaz ışı­ ğın alhna koydu. Dalgalar döşemenin alhndaki kazık­ lara hafif bir hışırh ile çarpıyordu. Çekmeceden bir damlalık çıkardı ve denizyıldızlarının üzerine eğildi. Tam o sışada tahta merdivende aceleci ama hafif ayak sesleri duyuldu ve kapı sertçe çalındı. Kapıyı açmaya giderken genç adam can sıkıntısı ile yüzünü buruş.tur­ du. Eşikte ince, uzun boylu bir kadın duruyordu. Uze­ rinde koyu renk, ciddi görünümlü bir elbise vardı. Ka­ dının dar ve düz bir alnı vardı ve düz siyah saçları sanki rüzg3r dağıtmış gibi darmadağındı.Siyah gözleri güçlü ışıkta parıldıyordu. Genizden gelen yumuşak bir sesle konuştu, 'İçeri gi­ rebilir miyim? Sizinle konuşmak istiyorum: ·şu anda çok meşgulüm,• dedi adam isteksizce. •Arasıra bir şeyler yapmam gerekiyor.• Yine de çekilip kadına yol verdi. Uzun boylu kadın içeri süzüldü. 'İşiniz bitene kadar sesimi çıkarmam.• Adam kapıyı kapadı ve yatak odasından rahatsız is­ kemleyi getirdi. 'Gördüğünüz gibi,• dedi özür dilerce­ sine, 'işlem başlamış durumda ve tamamlamam gere­ kiyor. •ıçen dalıp soru soran o kadar çok insan oluyor­ du ki. Sıradan işlemler için her zaman yinelediği açıkla­ malan vardı. Düşünmeden söylerdi bunları. 'Şöyle oturun . Birkaç dıkika sonra işim bitiyor: Uzun boylu kadın masaya eğildi. Genç adam damla­ lıkla denizyıldızlarının uzanhlanrun arasındaki sıvıyı topladı ve su dolu bir kaba boşalth. Sonra da sütümsü sıvıdan biraz alıp aynı kaba boşalth ve suyu damlalıkla dikkatlice karışhrdı. Her zamanki açıklamalanna baş­ ladı. ·su1ar çekilince kumda kalan cinsel olgunluğa eriş­ miş denizyıldızları sperma ve yumurta salgılarlar. Ol-

37


choosing mature specimens and taking them out of the water, 1 give them a condition of low tide. Now !'ve mixed the sperm and eggs. Now 1 put some of the mix­ ture in each one of these ten watch glasses. in ten minutes 1 will kili those in the first glass with menthol, twenty minutes later 1 will kili the second group and then a new group every twenty minutes. Then 1 will have arrested the process in stages, and 1 will mount the series on microscope slides for biologic study." He paused . ·would you like to look at this first group under the microscope?· ·No, thank you ." He turned quickly to her. People always wanted to look through the glass. She was not looking at the table at ali, but at him. Her black eyes were on him, but they did not seem to see him. He realized why-the irises were as dark as the pupils, there was no color line be­ tween the two. Dr.Phillips was piqued at her answer. Although answering questions bored him, a lack of interest in what he was doing irritated him. A desire to arouse her grew in him. ·while l'm waiting the first ten minutes 1 have some­ thing to do. Some people don't like to see it. Maybe you'd better step into that room until 1 finish." •No: she said in her soft flat tone. "Do what you wish. 1 will wait until you can talk to me." Her hands rested side by side on her lap. She was completely at rest. Her eyes were bright but the rest of her was almost in a state of suspended animation. He thought, "Low metabolic rate, almost as !ow as a frog's, from the looks. Tlw desi re to shock her out of her inanition pos­ sessed him again. He brought a little wooden cradle to the-table, laid out scalpels and scissors and rigged a big hollow needle to a pressure tube. Then from the killing chamber he brought the limp dead cat and laid it in the cradle and tied its legs to hooks in the sides. He glanced sidewise at the woman. She had not moved. She was stili at rest. The cat grinned up into the light, its pink tongue stuck out between its needle teeth. Dr.Phillips deftly snipped open the skin at the throat; with a scalpel he slit through and found an artery. With flawless tech­ nique he put the needle in the vessel and tied it in with gut. "Embalming fluid," he explained. "Later I'll inject yellow mass into the venous system and red mass into the arterial system-for bloodstream dissection-biol­ ogy classes." He looked around at her again. Her dark eyes seemed veiled with dust. She looked without expression at the cat' s open throat. Not a drop of blood had escaped. The incision was clean. Dr.Phillips looked at his watch. "Time for the first group. " He shook a few crystals of menthol into the first watch-glass. The woman was making him nervous. The rats climbed about on the wire of their cage again and squeaked softly. The waves under the building beat with little shocks on the piles. The young man shivered. He put a few lumps of coal in the stove and sat down. "Now, • he said. "I haven't anything to do for twenty minutes." He noticed how short her ehin was· between lower !ip and point. She seemed to awaken slowly, to come up out of some deep pool of consciousness. Her head raised and her dark •

38

gunlaşmış örnekler seçerek ve onları sudan çıkartarak onlara sular çekildiğindeki ortamı yaratıyorum. Az ön­ ce spermalarla yumurtaları karıştırdım. Şimdi de şu on cam gözlem tabağının her birine bu karışımdan bir par­ ça koyuyorum. On dakika sonra ilk kaptakileri mentol­ le öldüreceğim. Yirmi dakika sonra da ikinci gruptaki­ leri ve daha sonra her yirmi dakikada bir, bir başka gru­ bu öldüreceğim . Böylelikle süreci aşama aşama don­ durmuş olacağım ve biyoloji çalışmalarında kullanıl­ mak üzere diziyi mikroskop lamlarına yerleştirece­ ğim." Durakladı. · su ilk grubu mikroskopla incelemek ister misiniz?" "Hayır. Teşekkür ederim." Adam hızla ondan yana döndü. Herkes bakmak is­ terdi. Ama kadın masaya bakmıyordu bile, ona bakı­ yordu. Siyal� güzll'ri ü s t ü ndeydi ama onu görmez gibiy­ diler. Nedenini anladı. Gözbebekleri irisleri kadar ko­ yuydu, aralarında renk çizgisi yoktu. Dr. Phillips kadı­ nın yanıtına alındı . Sorulara yanıt vermeyi hep sıkıcı bulurdu ama yaptığı işe ilgi gösterilmemesine sinirlen­ di. _Kadının ilgisini çekme isteğine kapıldı. "ilk on dakikayı beklerken yapmam gereken bir iş var. Bazıları izlemekten pek hoşlanmazlar. Belki de işi bitirene değin şu odada otursanız daha iyi olur." "Hayır," dedi kadın, yumuşak, düz bir tonla. "Diledi­ ğinizi yapın. İşiniz bitene kadar beklerim." Elleri kuca­ ğında yanyana duruyordu. Hiç kıpırdamıyordu. Göz­ leri parlıyordu ama geri kalan her tarafı cansızdı sanki. "Görünüşe bakılırsa metabolizması bir kurbağanınki kadar ağır," diye düşündü adam. Onu donukluğundan çekip çıkarma isteğine kapıldı yeniden. Masaya tahtadan ufak bir küvet getirdi; bistürileri ve makasları dizdi ve bir enjektöre kocaman bir iğne taktı. Sonra kutudan ölü kediyi alıp getirdi, küvete koydu ve bacaklarını yandaki çengellere bağladı. Yan gözle kadı­ na baktı. Kıpırdamamıştı. Hala öyle duruyordu. Kedinin yüzü ışığa dönüktü ve ağzı sıntıyormuş gibi gerilmişti. Pembe dili iğne gibi sivri dişlerinin arasın­ dan çıkmıştı. Dr . Phillip s boyun kısmındaki deriyi usta­ ca kesti; bistüri ile girip bir atardamar buldu. Kusursuz bir teknikle iğneyi damara soktu ve katgütle bağladı. "Mumyalama sıvısı," diye açıkladı. "Daha sonra toplar­ damar ağına sarı ve atardamar ağına kırmızı sıvı vere­ ceğim. Biyoloji derslerinde kan dolaşımı üzerinde çalı­ şırken kullanılması için." Bir kez daha kadından yana baktı. Kadının gözleri bir toz bulutunun ardındaydı sanki. Kedinin kesik boğazı­ na boş gözlerle bakıyordu. Bir damla bile kan akmamış­ tı. Kesilen yer temizdi. Dr.Phillips saatine baktı. "Birin­ ci grubun sırası geldi." İlk gözlem tabağına birkaç men­ tol kristali attı. Kadının varlığı onu huzursuz ediyordu. Fareler kafe­ sin tellerine tırmanıyor ve hafiften sesler çıkartıyorlar­ dı. Dalgalar binanın altındaki kazıkları hafifçe sars­ maktaydılar. Genç adam ürperdi. Sobaya bir iki parça kömür attı ve yerine oturdu. "Artık," dedi, "yirmi dakika yapacak işim yok." Kadının çenesi ile alt dudağı arasındaki me­ safenin ne kadar dar olduğunu fark etti. Kadın yavaş yavaş ayılıyor, bilinçsizliğin derinliklerinden yükseli­ yor gibiydi. Kafasını kaldırıp o puslu kara gözlerini


dustv eves moved about the room and then came back to hi.m . · · ı was waiting, • she said. Her hands remained side by side on her lap. "You have snakesr "Whv, ves," he said rather loudlv. ·ı have about two dozen rattlesnakes. 1 milk out the �enom and send it to the anti-venom laboratories. · She continued t o look a t him but her eyes did not cen­ ter on him, rather they covered him and seemed to see in a big circle all around him. "Have you a male snake, a male rattlesnake?" "Well, it just happens 1 know 1 have. 1 came in one morning and found a big snake in-in coition with a smaller one. That's very rare in captivity. You see, 1 do know 1 have a male snake.· "Where is he?" "Why, right in the glass cage by the window there: Her head swung slowly around but her two quiet hands did not move. She turned back toward him. "May 1 see?' He got up and walked to the case by the window. On the sand bottom the knot of rattlesnakes Iay entwined, but their heads were clear. The tongues came out and flickered a moment and then waved up and down feel­ ing the air for vibrations. Dr.Phillips nervously tumed his head. The woman was standing beside him. He had not heard her get up from the chair. He had heard only the splash of water among the piles and the scampering of the rats on the wire screen. She said softly, •Which is the male you spoke of?' He pointed to a thick, dusty gray snake Iying by itself in one corner of the cage. •That one. He's nearly five feet Iong. He comes from Texas. Our Pacific coast snakes are usually smaner. He's been taking an the rats, too. When 1 want the others to eat 1 have to take him out: The woman stared down at the blunt dry head. The forked tongue slipped out and hung quivering for a Iong moment. • And you're sure he's a male: •Rattlesnakes are funny, • he said glibly. •Nearly ev­ ery generalization proves wrong. 1 don't like to say anything definite about rattlesnakes, but-yes-1 can assure you he's a male: Her eyes did not move from the flat head. ·wın you sen him to me?' ·sen him?' he cried. ·sen him to you?' •you do sen specimens, don't you?' ·oh-yes. Of course 1 do. Of course 1 do.• ·How much? Five donars? Ten?' ·oh! Not more than five. But-do you know any­ tiı!ng about rattlesnakes? You might be bitten: She Iooked at him for a moment. •ı don't intend to take him. 1 want to Ieave hiİn here, but- 1 want him to be mine. 1 want to come here and Iook at him and feed him and to know he's mine." She opened a little purse and took out a five-donar bili. •Here! Now he is mine.• Dr.Phillips began to be afraid. •you could come to look at him without owning him. • •ı want him to be mine: ·oh,Lord!• he cried. •ı've forgotten the time: He ran

odada dolaştırdı sonra tekrar adama bakb. "Bekliyordum,· dedi. Elleri kucağında yan yana du­ ruyordu •Yılan var mı sizde? "Evet var:dedi yüksek sesle."İki düzine kadar çıngı­ raklıyılanım var. Zehirlerini alıp panzehir yapan labo­ ratuvarlara yolluyorum.• Kadın bakmaya devam etti ama bakışları adarrun üzerinde odaklaşmıyordu. Adamı da içine alan geniş bir çemberi algılar gibiydiler. •Erkek yılanınız, erkek çıngıraklıyılanınız var mı?' "Rastlantıya bakın ki var. Bir sabah geldiğimde bü­ yük bir yılanı daha küçük bir yılanla mmm. . . çiftleşir­ ken gördüm. Tutsaklıkta pek ender rastlanır buna. Ya­ ni, erkek yılanım olduğunu biliyorum.· "Nerede?' "Hemen şurada, pencerenin yanındaki cam kafeste." Kadın başını yavaşça o yana çevirdi ama hareketsiz duran elleri hiç kıpırdamamıştı. Yeniden adama döndü. "Görebilir miyim?' Adam kalkıp pencerenin önündeki kafese gitti. Çın­ gıraklıyılanlar kum zeminde birbirlerine dolanmış yat­ maktaydılar ama başları tek tek seçilebiliyordu. Diller uzandı, bir an için titreştiler. Havadaki titreşimleri ya­ kalamak istercesine bir aşağı bir yukarı dalgalandılar. Dr.Phillips huzursuz. bir biçimde başını çevirdi. Kadın yanında duruyordu. iskemleden kalktığını duymamış­ tı. Kazıklara çarpan suyun ve kafes tellerine tırmanan farelerin sesini duymuştu yalntzca. Kadın yavaşça, ·sözünü ettiğiniz erkek (yılan) han­ gisi?' diye sordu. Adam parmağıyla kafesin bir köşesind� kendi başına yatan, kalın boz renkli yılanı gösterdi. ·ışte şu. Nere­ deyse bir buçuk metre. Teksas'tan. Pasifik kıyılarının yılanları ge�elde daha ufak olurlar. Farelerin hepsini de o yiyor. Otekilerin yemesini istediğimde onu dışarı çıkarmak zorunda kalıyorum: Kadın yılanın küt kafasına baktı. Yılanın çatal dili uzanıp bir süre öylece havada kaldı. ·oeınek erkek ol­ duğundan eminsiniz.• •çıngıraklıyılanlar tuhaftır; dedi adam aceleyle. •Genellemelerin hemen hemen tümü yanıltıa olabilir. Çıngıraklıyılanlar hakkında kesin bir şey söylemek is­ temiyorum. Ama. . . evet . . . bunun erkek olduğundan eminim. • Kadın gözlerini yassı l<afadan ayırmamıştı. ·onu ba­ na satar mısınız?' ·satmak mı?' diye bağırdı adam. "Onu size satmak mı?' "Örnek satıyorsunuz, değil mi?" • A, evet . Elbette satıyorum. Elbette satıyorum: "Kaça? Beş dolar? On?' "Yoo! En çok beş dolar. Yalnız . . . çıngıraklıyılanlar hakkında bir şeyler biliyor musunuz? Sizi sokabilirler: Kadın bir an adama bakb. "Onu alıp götürmeyi dü­ şünmüyorum. Burada kalmasını istiyorum. Ama bana ait olmasını istiyorum. Buraya gelip onu izlemek, bes­ lemek ve benim olduğunu bilmek istiyorum." Küçük bir para çantasını açıp içinden beş dolarlık bir banknot çıkardı. •işte! Artık o bana ait!" Dr.Phillips korkmaya başlamıştı. "Ona sahip olma­ dan da gelip izleyebilirdiniz,• dedi. ·senim olmasını istiyorum.· •Aman Tanrım!· diye bağırdı adam, ·saat aklımdan 39


to the table. •Three minutes over. it won't matter much. • He shook menthol crystals into the second watchglass. And then he was drawn back to the cage where the woman stili stared at the snake. She asked, '"What does he eat?• ·ı feed them white rats, rats from the cage over there.· ·wın you put him in the other cage? 1 want to feed hiın.· •sut he doesn't need food. He's had a rat already this week. Sometimes they don't eat for three or four months. 1 had one that didn't eat for over a year: in her low monotone she asked, ·wm you sell me a ratr He shrugged his shoulders. ·ı see. You want to watch how rattlesnakes eat. Ali right. 1'11 show you. The rat will cost twenty-five cents. It's better than a bullfight if you look at it one way, and it' s simply a snake eating his dinner if you look at it another. • His tone had become acid. He hated people who made sport of natura! pro­ cesses. He was not a sportsman but a biologist. He could kili a thousand animals for knowledge, but not an insect for pleasure. He'd been over this in his mind be­ fore. She turned her head slowly toward hiın and the be­ ginning of a smile formed on her thin lips. •ı want to feed my snake; she said. •l'U put hiın in the other cage: She had opened the top of the cage and dipped her hand in before he knew what she was doing. He leaped forward and pulled her back. The lid banged shut. •Haven't you any sense,• he asked fiercely. •Maybe he wouldn't kili you, but he'd make you damned sick in spite of what 1 could do for you. • •You put him in the other cage then; she said quiet­ ly. Dr.Phillips was shaken. He found that he was avoid­ ing the dark eyes that didn't seem to look at anything. He felt that it was profoundly wrong to put a rat into the cage, deeply sinful; and he didn't know why. Often he had put rats in the cage when someone or other had wanted to see it, but this desire tonight sickened hiın. He tried to explain himself out of it. •ıt• s a good thing to see, • he said. •ıt shows you how a snake can work. it makes you have a respect for a rat­ tlesnake. Then, too, lots of people have dreams about the terror of snakes making the kill. 1 think because it is a subjective rat. The person is the rat. ünce you see it the whole matter is objective. The rat is only a rat and the terror is removed: He took a long stick equipped with a leather noose from the wall. Opening the trap he dropped the noose over the big snake's head and tightened the thong. A piercing dry rattle filled the room. The thick body writhed and slashed about the handle of the stick as he lifted the snake out and drapped it in the feeding cage. it stood ready to strike for a time, but the buzzing grad­ ually ceased. The snake crawled into a corner, made a big figure eight with its body and lay stili. •you see: the young man explained, •these snakes are quite tame. I've had them a long tiıne. 1 suppose 1 could handle them if 1 wanted to, but everyone who does handle rattlesnakes gets bitten sooner or later. 1 40

çıktı tümüyle.• Masaya koştu:Oç dakika geçmiş. Ney­ se pek fark etmez.• ikinci tabağa da mentol kristalleri attı. Sonra kadının hata yılanı izlemekte olduğu kafesin yanına geri döndü. ·Ne yerr diye sordu kadın. ·eeyaz fare ile besleriın onları, şu kafesteki fareleri veriyorum.· ·onu öbür kafese alabilir misiniz? Karrunı doyurmak istiyorum.· •Karnı aç değil. Bu hafta bir fare yedi. Bazen üç dört ay yemedikleri olur. Bir yılanım vardı, bir yıldan fazla bir süre bir şey yememişti. Kadın o alçak, tekdüze sesiyle, •sana bir fare satar mısıruzr diye sordu. Adam omuz silkti, •Anladım. Çıngıraklıyılanları yer­ ken görmek istiyorsunuz. Pekala. Size göstereyim. Fa­ re yirmi beş sent. Bir anlamda boğa güreşinden iyidir. Bir anlamda da beslenen bir yılan sadece. Bakış açınıza bağlı: Sesinde iğneli bir ton vardı. Doğal olayları eğ­ lenceye çevirenlerden nefret ederdi. Kendisi ava değil, biyologdu. Bilim adına binlerce hayvan öldürebilir ama zevk için bir böceği bile öldüremezdi. Bu konuyu daha önce düşünmüştü. Kadın başını yavaşça ondan yana çevirdi. İnce du­ daklarında bir gülümseme biçiınlenir gibi oldu. •Yılanı­ mın karnını doyurmak istiyorum,• dedi. •onu öteki ka­ fese alacağım.• Adam daha kadının ne yaptığını anla­ yamadan kafesin kapağını kaldınp elini içine daldırdı. Adam fırladı ve onu geri çekti. Kapak gürültüyle ka­ pandı. •Hiç aklın yok mur diye bağırda öfkeyle. ·eelki seni öldürmez ama öyle hasta ederdi ki ben bile engel ola­ mazdım.• Kadın alçak bir sesle, •ôyleyse siz koyun onu öbür kafese,• dedi. Dr.Phillips sarsılmıştı. O hiçbir şeye bakmıyormuş gibi görünen gözlerden bakışlarım kaçırmaya çalıştığı­ nı fark etti. Kafese bir fare koymanın çok yanlış ve hatta büyük bir günah olacağını düşünüyordu; üstelik nede­ nini de bilmiyordu. Birçok kereler başkalannın isteği üzerine kafese fare koyduğu olmuştu. Ama şiındi bu is­ tek midesini bulandınyordu. Kendi kendini ikna etme­ ye çalıştı. •Görülmeye değer bir şeydir,• dedi. ·eir yılanın nasıl davrandığını gösterir. Çıngıraklıyılanlara saygı duy­ manızı sağlar. Birçok kişi avını öldüren yılanın dehşeti­ ni görür düşünde.Sanırım nedeni, farenin sadece bir fa­ re olarak görülememesi. Kişinin kendisi fare ile özdeş­ leşir. Ama bir kez gerçek av izlendi mi, olay nesnelleşir. Fare sadece fare olarak görülür ve olayın dehşeti kal­ maz: Duvardan ucunda meşin bir ilmek olan uzun bir sopa aldı. Kapağı açıp halkayı yılarun başından geçirdi, il­ meği sıktı. Kulakları sağır edici kuru bir çıngırak sesi odayı doldurdu. Besleme kafesinin içine koyarken yıla­ nın kalın gövdesi kıvnlıp bükülüyor, sopanın tutama­ ğını dövüyordu. Yılan bir süre saldınva hazır bekledi ama çıngırak sesi yavaş yavaş azaldı. Yılan bir köşeye kıvrıldı. Gövdesi ile kocaman bir sekiz çizdi ve kımılda­ madan öylece kaldı. •eu yılanlar aslında pek uysaldır; dedi genç adam. ·uzun zamandır buradalar. İstesem elime de alırım ama çıngıraklıyılanlan elleyenler eninde sonunda ısı-


j u � ı d o n ' t \\· a n t to take the chance . " He glancl'd at

tht•

\\ O ma n Ht• hatt•d to p u t in the rat. Slw had mon•d o n r in front of the new cage; her black eyes were oi1 tht' stony head of the snakP ilf,ain. '

.

She said, "Put in a rat. •

Reluctantly he went to the rat cage. For some reason he was sorry for the rat, and such a feeling had never com e to him before. His eyes went over the mass of swarming white bodies climbing up the screen toward him. "Which one?" he thought. "Which one shall it be?" Suddenly he turned angrily to the woman. "Wouldn't you rather 1 put in a cat? Then you'd see a real fight. The cat might even win, but if it did it might kiti the snake. 1'11 seli you a cat if you tike." She didn 't look at him. "Put in a rat,• she said. ·ı want him to eat. " He opened the rat cage and thrust his hand in. His fingers found a tail and he lifted a plump, red-eyed rat out of the cage. it struggled up to try to bite his fingers and, failing, hung spread out and motionless from its tail. He walked quickly across the room, opened the feeding cage and dropped the rat in on the sand floor. "Now, watch it," he cried. The woman did not answer him. Her eyes were on the snake where it !ay still. Its tongue flicking in and out rapidly, tasted the air of the cage. The rat landed on its feet, tumed around and sniffed at its pink naked tail and then unconcernedly trotted across the sand, smelling as it went. The room was si­ leni. Dr. Phillips did not know whether the water sighed among the piles or whether the woman sighed. Out of the corner of his eye he saw her body crouch and stiffen. The snake moved out smoothly, slowly. The tongue flicked in and out. The motion was so gradual, so smooth that it didn't seem to be motion at ali. in the other end of the cage the rat perked up in a sitting posi­ tion and began to lick down the fine white hair on its chest. The snake moved on, keeping always a deep S curve in its neck. The silence beat on the young man. He felt the blood drifting up in his body. He said loudly, "See! He keeps the striking curve ready. Rattlesnakes are cautious, al­ most cowardly animals. The mechanism is so delicate. The snake' s dinner is to be got by an operation as deft as a surgeon' s job. He takes no chances with his instru­ ments. • The snake had flowed to the middle of the cage by now. The rat looked up, saw the snake and then uncon­ cernedly went back to licking its 'hest. "lt's the most beautiful thing in the world," the young man said. His veins were throbbing. "It's the most ter­ rible thing in the world. " The snake was close now. l t s head lifted a few inches from the sand. The head weaved slowly back and forth, aiming, getting distance, aiming. Dr.Phillips glanced again at the woman. He turned sick. She was weaving too, not much, just a suggestion. The rat looked up and saw the snake. it dropped to four feet and back up, and then-the stroke. it was im­ possible to see, simply a flash. The rat jarred as though under an invisible blow. The snake backed hurriedly into the corner from which it had come, and settled ·

·

rılırlar.Bu riske girmek istemiyorum." Kadına baktı Kafese fare koymayı hiç istemiyordu. Kadın öbür kafe­ sin önüne gitmişti; siyah gözleri yine yılanın taşlanmış gibi görünen başı üzerindeydi. "Bir fare koy: dedi. Adam isteksiz isteksiz fare kafesine yöneldi. Her ne­ dense fareye acıyordu ve o güne değin bu duyguyu hiç tatmamıştı. Tellerde ona doğru tırmanan yığınla beyaz gövdeye kaydı gözleri. "Hangisi?" diye düşündü. "Hangisi olacakr Birden öfkeyle kadına döndü. "Kedi koymamı yeğlemez miydiniz? İşte o zaman gerçek bir kavgaya tanık olurdunuz. Hatta kedi kazanabilir de ama kazanırsa yılanı öldürebilir. İsterseniz size bir kedi satarım. · Kadın ona bakmadı. "Fare koyun: dedi."Yemesini is­ tiyorum.· Adam fare kafesini açıp elini içeri soktu. Parmakları bir kuyruk yakaladı ve kafesten tombul, kırmızı gözlü bir fare çıkardı. Fare adamın parmaklarını ısırmak için çabaladı, beceremeyince de kuyruğundan asılı öylece kalakaldı. Adam hızla odanın öbür tarafına yürüdü, yı­ lan besleme kafesini açtı ve fareyi kum zemine bıraktı. "Pekala, izle,• diye bağırdı. Kadın ses çıkarmadı. Gözleri hareketsiz duran yılan­ daydı. Yılanın hızla oynayan dili sanki kafesin havasını tadıyordu. Fare ayaklarının üzerine düştü, döndü ve tüysüz pembe kuyruğunu kokladı. Vurdumduymaz bir tavır ile kumda yürürken etrafı kokluyordu. Odada çıt çık­ mıyordu. Dr.Phillips odadaki iç çekmesine benzeyen sesin, aşağıdaki kazıklara çarpan sudan mı yoksa ka­ dından mı geldiğini ayırt edemiyordu. Göz ucuyla ka­ dının büzüldüğünü ve gerginleştiğini gördü. Yılan yavaş ve yumuşak bir şekilde ilerledi. Dili oy­ nuyordu. Bu hareket o kadar yavaş o kadar yumuşaktı ki, yılan sanki hiç hareket etmiyormuş gibiydi. Kafesin öbür ucunda fare oturma pozisyonuna geçmiş ve göğ­ sündeki ince tüyleri yalamaya başlamıştı. Yılan, boy­ nunun büyük bir S yaparak kıvrılışını bozmadan ilerli­ yordu. Sessizlik genç adamı heyecanlandırıyordu. Kanının bütün vücuduna hücum ettiğini hissetti. Yüksek sesle, "Görüyor musunuz? Saldırmaya hazır duruyor. Çıngı­ raklıyılanlar dikkatli, neredeyse korkak denebilecek hayvanlardır. Mekanizma o kadar hassas ki.Yılan , ye­ meğini bir cerrahın işi kadar bec�ri gerektiren bir çaba sonucu elde etmek zorundadır. işini şansa bırakmaz." Yılan artık kafesin ortasına gelmişti. Fare kafasını kaldırdı, yılanı gördü ve yine aldırmaz bir biçimde göğsünü yalamaya devam etti. "Dünyanın en güzel şeyi bu; dedi genç adam. Da­ marları zonkluyordu. "Dünyanın en korkunç şeyi. · Yılan iyice yaklaşmıştı artık. Kafası kumun birkaç santim üzerindeydi. Kafasını arkaya ve öne doğru ya­ vaşça oynatarak nişan alıyor, mesafeyi ölçüyor ve yine nişan alıyordu. Dr.Phillips tekrar kadına baktı. Midesi bulandı. O da sallanıyordu, çok değil,hafif hafif. Fare başını kaldırdı ve yılanı gördü. Dört ayağının üzerine indi, yine arka ayaklarının üzerine kalktı sonra da o an geldi. Görmek olanaksızdı, tıpkı şimşek gibiydi. Fare görülmez bir darbe yemişçesine sarsıldı . Yılan ça­ bucak çıktığı köşeye döndü ve yattı. Dili sürekli oy41


down, its tongue working constantly. ·rerfect!• Dr. Phillips cried. •Right between the shoulder blades. The fangs must almost have reached the heart.• The rat stood stili, breathing like a little white bel­ lows. Suddenly it leaped in the air and landed on its side. lts legs kicked spasmodically for a second and it was dead. The woman relaxed, relaxed sleepily. ·well, • the young man demanded, •it was an emo­ tional bath, wasn't itr She tumed her misty eyes to him. ·wm he eat it nowr she asked. •of course he'll eat it. He didn't kili it for a thrill. He killed it because he was hungry: The corners of the woman's mouth turned up a trifle again. She looked back at the snake. ·ı want to see him eat it: Now the snake came out of its corner again. There was no striking curve in its neck, but it approached the rat gingerly, ready to jump back in case it attacked.It nudged the body gently with its blunt nose, and drew away. Satisfied that it was dead, the snake touched the body ali over with its ehin, from head to tail. it seemed to measure the body and to kiss it. Finally it opened its mouth and unhinged its jaws at the corners. Dr.Phillips put his will against his head to keep it from turning toward the woman. He thought, •If she's opening her mouth, I'll be sick. I'll be afraid. • He suc­ ceeded in keeping his eyes away. The snake fitted its jaws over the rat's head and then with a slow peristaltic pulsing, began to engulf the rat. The jaws gripped and the whole throat crawled up, and the jaws gripped again. Dr.Phillips turned away and went to his work table. "You've made me miss one of the series,• he said bitter­ ly, •The set won't be complete: He put one of the watch glasses under a low-power microscope and looked at it, and then angrily he poured the contents of ali the dishes into the sink. The waves had fallen so that only a wet whisper came up through the floor. The young man lifted a trapdoor at his feet and dropped the starfish down into the black water. He paused at the cat, crucified in the cradle and grinning comically into the light. Its body was puffed with embalming fluid. He shut off the pressure, withdrew the needle and tied the vein. ·would you like some coffeer he asked. •No, thank you. 1 shall be going pretty soon. • He walked to her where she stood in front of the snake cage. The rat was swallowed, all except an inch of pink tail that stuck out of the snake's mouth like a sar­ donic tongue. The throat heaved again and the tail dis­ appeared. The jaws snapped back into their sockets, and the big snake crawled heavily to the corner, made a big eight and dropped its head on the sand. •He's asleep now: the woman said. ·rm going now. But I'll come back and feed my snake every little while. I'll pay for the rats. 1 want him to have plenty. And sometime-L'll take him away with me� Her eyes came out of their dusty dream for a moment. •Remember, he' s mine. Don't take his poison. 1 want hirn to have it. Goodnight: She walked swiftly to the door and went

42

nuyordu. ·Kusursuz!• diye bağırdı Dr. Phillips. •Tam kürek ke­ miklerinin arasından. Dişleri kalbe kadar ulaşmış ol­ malı: Fare kımıldamadan duruyordu, küçük beyaz bir kö­ rük gibi nefes alıyordu. Birden havaya sıçradı ve yan ta­ rafına düştü. Bacakları bir an kasılıp havayı tekmeledi, sonra da öldü. Kadına bir rahatlık, bir uyku rahatlığı geldi. ·söyleyin; dedi genç adam, "duygusal bir arınmay­ dı, değil mir Kadın buğulu gözlerini ona çevirdi. ·şimdi onu yiye­ cek mir diye sordu. •Elbette yiyecek. Zevk için öldürmedi. Aç olduğu için öldürdü." Kadının ağzının köşeleri belli belirsiz kıvrılmıştı yi­ ne. Yılana baktı. "Onu fareyi yerken görmek istiyo­ rum: Yılan yine köşesinden çıkmıştı. Boynundaki saldırı kıvrımı yoktu ama fare saldıracak olursa geriye kaçma­ ya hazırmış gibi dikkatli bir biçimde ilerliyordu. Küt burnu ile gövdeyi yavaşça dürtüp geri çekildi. Öldü­ ğünden kuşkusu kalmayınca bütün gövdeye, kafadan kuyruğa çenesi ile dokundu. Farenin boyunu ölçer ve onu öper gibiydi. Sonunda ağzını açtı, çene kemiklerini gevşetti. Dr.Phillips kafasını çevirip kadına bakma isteğine karşı koydu. •Eğer o da ağzını açıyorsa kusarım," diye düşündü. Bakmamayı başardı. Yılan farenin kafasını ağzının içine aldı ve arkasın­ dan yavaş kasılma hareketleriyle onu bütün olaiak yut­ maya başladı. Fareyi çeneleriyle tutuyor, bütün boğazı yukarı toplanıyor, sonra tekrar aynı hareketi yapıyor­ du. Dr. Phillips geri dönüp deney masasına gitti. Acı bir sesle, ·sırayı atlamama neden oldunuz," dedi. "Set ta­ mamlanamayacak şimdi: Lamlardan birini pek güçlü olmayan bir mikroskobun altına koyup baktı ve sonra öfkeyle bütün tabakların içindekilerini lavaboya bo­ şalttı. Dalgalar zayıflamıştı, artık döşemenin altından ıslak bir hışırtı geliyordu. Genç adam yerdeki bir kapa­ ğı kaldırdı ve denizyıldızlarını karanlık suya attı. Kutu­ nun içinde kolları ve bacakları bağlı ve yüzünde komik bir gülümsemeyle gözleri tavandaki ışığa takılı kalmış kedinin yanında durdu. Gövdesi mumyalama sıvısıyla şişmişti. Basına kesti, iğneyi çıkardı ve damarı bağladı. •Kahve ister misinizr diye sordu. •Hayır. Teşekkür ederim. Birazdan gidiyorum: Yılan kafesinin önünde duran kadının yanına gitti. Fare alaya bir dil gibi yılanın ağzından iki-üç santim sarkan pembe kuyruğu dışında tümüyle yutulmuştu. Boğaz bir kez daha boğumlandı ve kuyruk yok oldu. Çeneler yuvalarına geçtiler ve koca yılan ağır ağır köşe­ sine gitti. Vücuduyla büyük bir sekiz çizdi ve kafasını kuma bıraktı. ·uyuyor,• dedi kadın. • Arhk gidiyorum. Ama arada sırada gelip yılanımı besleyeceğim. Farelerin parasını öderim. Çok yesin istiyorum. Ve günün birinde . . . onu alıp götüreceğim. • Gözleri bir an için o bulanık görünü­ şünü kaybetti. ·unutmayın o IJ:enim. Zehirini sağma­ yın. Onda kalmasını istiyorum. iyi geceler.· Hızla kapı-


out. He heard her footsteps on the stairs, but he could not hear her walk away on the pavement. Dr. Phillips turned a chair around and sat down in front of the snake cage. He tried to comb out his thought as he looked at the torpid snake. Ml've read so much about psychological sex symbolsw he thought. Mit doesn't seem to explain. Maybe l'm too much alone. Maybe 1 should kili the snake. lf 1 knew-no, 1 can't pray to anything.w For weeks he expected her to return. MI will go out and leave her alone here when she comes, w he decided. MI won't see the damned thing again. w She never came again. For months h e Iooked for her when he walked about in the town. Several times he ran after some tall woman thinking it might be she. But he never saw her again-ever.

·

w

·

M

M

Çeviri: Füsun ELİO C LU

/ohn STEINBECK

ya yürüdü ve çıkıp gitti. Adam, kadının merdivendeki ayak seslerini duydu ama kaldırımda yürüdüğünü duyamadı. Dr. Phillips bir iskemle çevirip yılan kafesinin karşısı­ na oturdu. Hareketsiz yatan yılana bakarken düşün­ meye çalışıyordu. #Psikolojik cinsellik simgeleri konu­ sunda çok şey okudum, diye düşündü. Ama bu bir açıklık getirmiyor. Belki de çok yalnızım. Belki de yılanı öldürmeliyim. Bir bilsem. . . Hayır. Hiçbir şeye dua ede­ mem. w Haftalarca kadını bekledi. #Gelirse, çıkar onu yalnız bırakırım, w dedi kendi kendine. O lanet olası şeyi bir kez daha izlemem: Kadın bir daha hiç gelmedi. Aylarca kentte dolaşır­ ken onu aradı. Birkaç kez o sanarak uzun boylu kadın­ ların peşinden koştu. Ama onu bir daha hiç görmedi. Hiç.

iLERi INGILIZCE TAKiMi

İngilizceyi biliyor ancak yeterince bilmiyorsanız; telaffuzunuza güvenmiyor, rahat konuşamıyorsanız; okuduğunuzu anlıyor, konuşulanları anlamıyorsanız! 1 kitap ve 12 kasetten oluşan beri İngilizce Takıntı, orta derecedeki İngilizcenizi en ileri seviyeye çıkarır. (

'lfii-,,

..

Günlük yaşaı:ıtıda kullanılan diyaloglarla Ingilizcenize gerekli işlerliği kazandırabilirsiniz. Alıştırmalar pek çok ve zengin. Bankada hesap açmaktan postanedeki işlemlere kadar yaşamın tüm parçalarından kullanışlı örneklerle Ingilizcenizi uygulamalı olarak geliştireceksiniz. ·:_ ·�-.. -

-

BU ESERi TAKSiTLi OLARAK EDiNMEK ISTIYORSANIZ HERHANGi BiR ABC ŞUBESiNE UGRAMANIZ YA DA TELEFON ETMENİZ YETERLi

": .:


lNCİ

THE PEARL

K

.

NO awakened in the near dark. The stars stili shone and the day had drawn only a pale wash of light in the lower sky to the east. The roosters had been crowing for some time, and the early pigs were already beginning their ceaseless tuming of twigs and bits of wood to see whether anything to eat had been over­ looked. Outside the brush house in the tuna clump, a covey of little birds chittered and flurried with their wings. Kino's eyes opened, and he looked first at the lighten­ ing square which was the door and then he looked at the hanging box where Coyotito slept. And last he tumed his head to Juana, his wife, who tay beside him on the mat, her blue headshawl over her nose and over her breasts and around the small of her back. Juana's eyes were open too. Kino could never remember seeing them closed when he awakened. Her dark eyes made little reflected stars. She was looking at him as she was always looking at him when he awakened. Kino heard the little splash of moming waves on the beach. it was very good-Kino closed his eyes again to listen to his music. Perhaps he alone did this and per­ haps ali of his people did it. His people had once been great makers of songs, so that everything they saw or thought or did or heard became a song. That was very long ago. The songs remained; Kino knew them, but no new songs were added. That does not mean that there were no personal songs. in Kino's head there was a song now, clear and soft, and if he had been able to speak of it, he would have called it the Song of the Fam­ ily. His blanket was over his nose to protect him from the dank air. His eyes flicked to a rustle beside him. it was Juana arising, almost soundlessly. On her hard hare feet she went to the hanging box where Coyotito slept, and she leaned over and said a little reassuring word. Coyotito looked up for a moment and closed his eyes and slept again. Juana went to the fire pit and uncovered a coal and fanned it alive while she broke little pieces of brush over it. Now Kino got up and wrapped his blanket about his head and nose and shoulders. He slipped his feet into his sandals and went outside to watch the dawn. Outside the door he squatted down and gathered the blanket ends about his knees. He saw the specks of Gulf cloqds flame high in the air. And a goat came near and sniffed at him and stared with its cold yellow eyes. Behind him Juana's fire leaped into flame and threw spears of light through the chinks of the brush-house wall and threw a wavering square of light out the door. A !ate moth blustered in to find the fire. The Song of the

44

K

NO alacakaranlıkta uyandı. Gözyüzünde yıldız­ lar hala parlıyordu, doğmakta olan gün doğuda göğün alçak kısımlarına belli belirsiz bir aydınlık yayıyordu. Horozlar ötmeye başlayalı epey olmuştu, domuzlar ise üzerinde yiyecek bir şey kalmış mı diye ağaç dallarıyla tahta parçalarını durmadan evirip çevirme işine koyul­ muşlardı bile. Saz kulübenin dışında, tonbalıklarının yığılı durduğu yerde bir kuş sürüsü cıvıldayıp kanat çırpıyordu. Kino gözlerini açtı, önce ağır ağır aydınlanan kapıya, sonra da içinde Coyotito'nun uyduğu tavana asılı beşi­ ğe baktı. Sonunda başını, yanında hasırın üzerinde mavi şalını göğüslerinin, burnunun ve ensesinin üzeri­ ne çekmiş olarak yatan kansı Juana'ya çevirdi. Jua­ na'nın gözleri de açıktı.Kino uyandığı zaman Juana'yı hep gözleri açık bulurdu. Kansının kara gözleri birer yıldız gibi parlıyordu. Her zaman olduğu gibi yine Ki­ no'nun uyanışını izliyordu. Kino kıyıya vuran sabah dalgalarının sesini duydu. Çok güzeldi-kendi ezgisini dinlemek için yeniden gözlerini yumdu. Bunu yapan belki yalnızca kendisiydi belki de tüm halkı aynı şeyi yapıyordu. Eskiden halkı çok güzel türküler yaratırdı, öyke ki gördükleri, düşün­ dükleri, yaptıklan ya da duydukları her şey bir türkü olur çıkardı. Çok önceydi bu. Türküler yaşıyordu; Kino hepsini biliyordu ama artık yenileri eklenmiyordu bun­ lara. Ama bu, kişisel türküler olmadığı anlamına gel­ miyordu elbet. Şu anda Kino'nun kafasında yumuşak ve belirgin bir türkü vardı ve eğer dile getirebilirse ona Ailenin Türküsü adını verirdi. Nemli havadan korunmak için battaniyesini burnu­ nun üzerine kadar çekmişti. Yanıbaşındaki hışırtıya çe­ virdi gözlerini. Juana neredeyse hiç ses çıkarmadan kalkıyordu. Tabanları sertleşmiş çıplak ayaklarıyla, içinde Coyotito'nun uyuduğu tavandan asılı beşiğe git­ ti, bebeğin üzerine eğilip tatlı bir sözcük fısıldadı. Co­ yotito bir an ona baktı, sonra gözlerini kapatıp yeniden uykuya daldı. Juana ocağa gidip küllerin altından bir kor çıkarttı ve alevlenene kadar yelleyip üzerine kırık dal parçaları at­ tı. Arkasından Kino kalktı, battaniyesine sarınıp başını, omuzlarını ve bumunu kapattı. A yaklanna sandalları­ nı geçirip gündoğumunu izlemek için dışarı çıktı. Kapının önünde yere çömelip battaniyenin iki ucunu dizlerinin üzerinde kavuşturdu. Yükseklerde körfez bulutlarının kırmızıya dönüştüğünü gördü. Yanma bir keçi geldi, Kino'yu koklayıp soğuk, sarı gözlerini yüzü­ ne dikti. Arkasında, Juana'nın yaktığı ateş alevlenmiş, saz kulübenin duvarlarındaki aralıklardan dışarıya ok gibi ışıklar gönderiyor, kapı deliğinden ise dikdörtgen biçiminde titrek bir aydınlık yayılıyordu. Gecikmiş bir pervane ateşin kaynağını bulmak için kulübeye daldı.


İNCİ

İNCİ

alacakaranlıkta uyandı. Gökyüzünde yıl­ dızlar h!a parlıyordu. Yalnız doğuda ufuk biraz açıl­ maya başlanuşh. Epey zamandır, horozlar ötmeye, er­ kenci domuzlar akşamdan unutulmuş yiyecek varsa bunları toplamak umuduyla dallan, tahta parçalarını çahrdatmaya koyulmuşlardı. Kulübenin dışında, kü­ çül< kuşlardan bir kafile bir gübre yığını üzerinde kanat çırpıyor ve gagalarıyla aranıyordu. Kino gözlerini açtı. İlkin kulübenin kapı deliğini teş­ kil eden aydınlık dörtgene, sonra Coyotito'nun içinde uyuduğu asılı beşiğe baktı, en sonunda da gözlerini, yanıbaşında hasır yatağında yatan kansı Juana'ya çe­ virdi. kansının mavi başörtüsü, bumunu ve göğsünü kapatıyor, başını da arkadan sarıyordu. Juana'nın göz­ leri açıktı. Kino uyandığı zaman onu daiına böyle bu­ lurdu. Yıldız gibi parlak gözlerle ona hep böyle bakardı. Kino, sahilden gelen sabah dalgalarının çıkardığı hı­ şırtıyı duydu, gözlerini tekrar kapadı. Ona bir musiki gibi gelen bu sesi dinlemeye başladı. Belki yalnız o, bel­ ki de bütün o civar halkı bu hışırbnın sihirli etkisi altın­ daydılar. Bir zamanlar, bu insanlar, ince duygularıyla her gördüklerini, yaptıklarını, işittiklerini türkü haline koymuşlardı. Aradan uzun yüzyıllar geçtiği halde bu türküler hala yaşıyordu. Kino onları bilirdi. Fakat bun­ lara hiçbir yeni türkü ilave edilmemişti. Acaba bu halk, artık türkü yapmayı unutmuş muydu? Hayır, öyle de­ ğil. İşte şimdi Kino'nun kafasında açık, tatlı bir türkü beliriyordu. Düşüncelerini ifade edebilseydi, şarkısına 1Aile türküsü' derdi. Rutubetli havadan kendini korumak için battaniyesi­ ni ta bumuna kadar çekmişti. Yarubaşındaki ufak bir hışırtı üzerine gözleri kıpırdadı. Juana, hemen hiç ses çıkarmadan kalkıyordu. Yalınayak, asılı salıncakta uyuyan Coyotito'nun yanına gitti, çocuğun üzerine eğildi, bir iki tatlı kelime mırıldandı, çek.ildi. Coyotito bir an için gözlerini açıp kapadı, tekrar uykuya daldı. Juana ocağa yaklaştı, gömülü bir koru eşeledi, ateşle­ ninceye kadar yelpazeledi ve üzerine çalı çırpı yığdı. Şimdi de Kino kalktı, battaniyesini başına, bumuna sardı; sandallarını ayaklarına geçirdi ve şafağı seyret­ mek için dışarı çıktı. Kapının dışına çömeldi, battaniyesinin ucunu dizle­ rine çekti ve yükseklerde havada Körfez bulutlarının parça parça alevlenmesini seyre koyuldu. Bir keçi ona yaklaştı, kokladı, soğuk sarı gözleriyle bakakaldı. Ar­ kasında Juana'nın ateşi alevlendi, kulübenin çatlakla­ rından ok gibi ışıklar dışarıya süzüldü, kapı deliğinde de dörtköşe bir ışık göründü. Geç kalmış bir güve kele­ beği, içerdeki ateşi aramak üzere kulübeye daldı. Şimdi Kino •Aile türküsü'nün arka taraftan geldiğini hissetti.

daha ortalık ışımadan, alacakaranlıkta uyandı. Yıldızlar hül parlıyordu. Gün ışığı, gökyüzü­ nün doğusunda belli belirsiz soluk bir aydınlık oluştur­ muştu. Horozlar nicedir ötüyordu. Erkenci domuzlar kırık dallann,tahta parçalarırun altını üstüne getirip yi­ yecek aramaya başlamışlardı bile. Kıyıda saz kulübe­ nin dışında, bir kuş sürüsü avıldaşıp duruyor, ton ba­ lıklarının yığılı durduğu yerde kanat çırpıyorlardı. Kino gözlerini açtı, önce rengi gittikçe ağaran dik­ dörtgene, kapıya baktı, sonra gözlerini Coyotito'nun mışıl mışıl uyamakta olduğu asma ip salıncağa dikti; en sonra da kansı Juana'ya çevirdi başını. Juana yanında J-ı..,ilsır şiltede yatıyordu. Mavi şalıyla bumunu, göğüsle­ rini ve sırbnı örtmüştü. Açıktı gözleri. Kino ne zaman uyansa, onu hep uyumanuş, gözleri açık bulurdu. Ufa­ cık yıldızlar yansıtan kara gözleriyle Kino'ya bakıyor­ du. Onu, her sabah nasıl kendisine bakar bulmuşsa, Ki­ no bu kez de öyle bulmuştu yine. . . Dalgaların kumsala vuran seslerini duydu Kino . Çok güzeldi. Gözlerini yeniden yumdu, ezgiyi dinlemeye çalıştı. Belki bir tek ondan çıkıyordu bu, belki de köy in­ sanlarırun hepsinden. . . Halkı, bir zamanlar nice büyük türküler üretmiş bir soydan geldiği için görüp düşün­ dükleri, çalışıp uğraştıkları her şey bir türkü olup çık­ mıştı. Çok eski geçmişlerden sürüp gelirdi, her şey yi­ tip gider, türküler kalırdı geride. Kino biliyordu hepsi­ ni, ne var ki, artık yeni türküler eklenmiyordu bunlara. Hoş, bunun anlamı, kişiye özgü türküler de yok demek değil elbet. Kino'nun kafasının içinde, şu anda bile bir türkü vardı. Açık seçik ve yumuşak. Ah, bu türküyü bir söyleyebilse, Aile Türküsü derdi ona. Nemli havadan korunmak için örtüsünü bumuna dek çekmişti. Yanıbaşında duyduğu bir kıpırtıyla oraya döndü. Juana sessiz, çıt bile çıkarmadan, yatağından kalkıyordu. Derisi kalınlaşmış çıplak ayaklarını diri diri basarak, Coyotito'nun uyuduğu salıı:ıcağa yürüdü, yu­ muşak, tatlı bir sesle eğilip bir şeyler mırıldandı Juana. Coyotito, bir an yukarıya baktı, gözlerini yumdu sonra, dalıp gitti yine. Juana sönmüş ateşe yürüdü, eğilip kömürleri eşeledi. Bir sazla yellekleyip kıvılcımları canlandırdı; saz ve dal parçalarını kırıp ateşe attı. Bu kez Kine.kalktı; battaniyesini başına, ağzına bur­ nuna, omuzlarına sardı; sandaletlerini ayaklarına ge­ çirdi, ağaran günü gözlemeye çıktı. Kapının önüne çömeldi, battaniyenin uçlarıyla dizle­ rini örttü. Körfez bulutlarının ta yükseklerde alev ren­ gine dönüştüğünü gördü. Bir keçi yaklaştı, Kino'yu kokladı, soğuk sarı gözleriyle baktı. Kino'nun arkasın­ da bir yerde Juana'nın yaktığı ateş harladı; saz damın içi­ ne ve duvarlardaki aralıklardan dışarıya ışıktan mız­ raklarını saçtı, kapıdan ötelere kare biçiminde titrek bir aydınlık yayıldı. Geç kalmış bir pervane, ateşi bulma

KNO,

KNO,

45


Family came now from behind Kino. And the rhythrn of the family song was the grinding-stone where Juana worked the corn for the moming cakes. The dawn came quickly now, a wash, a glow, a light­ ness, and then an explosion of fire as the sun arose out of the Gulf. Kino looked down to cover his eyes from the glare. He could hear the pat of the corn-cakes in the house and the rich smell of them of the cooking­ plate. The ants were busy on the ground, big black ones with shiny bodies, and little dusty quick ants. Kino watched with the detachment of God while a dusty ant frantically tried to escape the sand trap an ant lion had dug for hirn. A thin, tirnid dog came close and, at a soft word from Kino, curled up, arranged its tail neatly over its feet, and laid its ehin delicately on the pile. it was a black dog with yellow-gold spots where its eyebrows should have been. it was a moming like other mom­ ings and yet perfect among momings. Kino heard the creak of the rope when Juana took Coyotito out of his hanging box and cleaned him and hammocked hirn in her shawl in a loop that placed hirn close to her breast. Kino could see these things without looking at them. Juana sang softly an ancient song that had only three notes and yet endless variety of interval. And this was part of the family song too. it waş all part. Sometirnes it rose to an aching chord that caught the throat, saying this is safety, this is warrnth, this is the

Whole.

Across the brush fence were other brush houses, and the smoke came from them too, and the sound of breakfast, but those were other songs, their pigs were other pigs, their wives were not Juana. Kino was young and strong and his black hair hung over his brown fore­ head. His eyes were warm and fierce and bright and his moustache was thin and coarse. He lowered his blan­ ket from his nose, for the dank poisonous air was gone and the yellow sunlight fell on the house. Near the brush fence two roosters bowed and feinted at each other with squared wings and neck feathers ruffed out. it would be a clumsy fight. They were not game chick­ ens. Kino watched them for a moment, and then his eyes went up to a flight of wild doves twinkling inland to the hills. The world was awake now, and Kino arose and went into his brush house.

46

Ailenin Türküsü şimdi Kino'nun arkasından duyuı­ maktaydı. Türkünün ritmini, Juana'nın sabah ekmeği­ ni yapmak için kullandığı mısın öğüten değirmen taşı­ nın sesi sağlıyordu. Artık şafak hızla söküyordu, önce bir solukluk, sonra aydınlık, parıltı ve sonra güneş körfezden yükselirken gökyüzüne dağılıveren bir ateş. Kino gözleri kamaş­ masın diye yere bakh. Evin içinden mısır ekmekleri tepsiye yayılırken çıkan sesi ve mis gibi kokuyu duyu­ yordu. Yerde karıncalar bir oraya bir buraya koşuştu­ rup duruyorlardı, parlak siyah renkli büyük karıncalar ile minik boz renkli aceleci karıncalar. Boz renkli karın­ calardan biri büyük bir karıncanın kendisi için kazdığı bir kum tuzağından çırpınarak kurtulmaya çalışırken Kino tanrıya özgü bir uzaklıkla onları izledi. Sıska, ür­ kek bir köpek yanına yaklaştı, Kino'nun yumuşak bir sesle kendisine seslendiğini duyunca kıvrılıp oturdu, kuyruğunu düzgünce ayaklarının üzerine yerleştirdi, onun üzerine de yavaşça başını koydu. Gözlerinin üze­ rinde altın sansı benekler olan siyah bir köpekti. Başka sabahlara benzeyen bir sabahtı bu da, ama tüm sa­ bahların içinde en güzel olanıydı. Juana alhnı temizlemek için Coyotito'yu beşiğinden alırken Kinoipin gıcırtısını duydu. Juana bebeği göğsü­ ne yakın duracak biçimde boynuna astığı şalına sarıp yerleştirdi. Kino bütün bunları bakmadan görebiliyor­ du. Juana yumuşak bir sesle içinde yalnızca üç nota bu­ lunmasına karşın aradaki sessizliklerden sonsuz bir çe­ şitleme yaratan eski bir türkü söylüyordu. Bu da aile türküsünün bir parçasıydı. Her şey onun parçasıydı. Bazen gırtlağı zorlayan tiz bir perdeye çıkıyor ve işte güven budur, sıcaklık budur, bütünlük budur diyordu. Sazlık çitin karşı yanında başka saz kulübeler de var­ dı ve onlardan da duman çıkıyor, kahvalh sesleri geli­ yordu. Ama onlar başka türkülerdi, onların domuzları başka domuzlardı, karıları da Juana değildi onların. Ki­ no genç ve güçlüydü, siyah saçları esmer alnına dökül­ müştü. Gözleri sıcak, keskin bakışlı ve parlaktı, bıyığı ise seyrek ve sert. Battaniyesini burnunun üzerinden çekti, çünkü zehirleyici nemli hava gitmişti, evin üzeri­ ne güneşin sarı ışıkları dökülüyordu. Saz çitin yanında iki horoz karşılıklı geçmiş, kanatlarını iki yana açıp bo­ yun tüylerini kabartarak birbirlerine gövde gösterisi yapıyorlardı. Acemice bir dövüş olacakh bu. Dövüş ho­ rozu değildiler. Kino bir an izledi onları, sonra gözleri yukarıda, kıyıdan içerlere, tepelere doğru uçan yabani güvercinlere takıldı. Bütün dünya uyanmışh artık. Ki­ no ayağa kalkıp saz kulübesine girdi.


Bu •Aile türküsü.nün bestesini Juana'nın sabah ekme­ ğini hazırlamak üzere değirmende övüttüğü mısırın gı­ cırtısı teşkil ediyordu. Arhk şafak çabucak söküyordu. İlkin bir alacakaran­ lık, sonra hafif bir parlaklık, onun ardından aydınlık peyda oldu ve nihayet güneşin, körfezin üzerinde gö­ rünmesiyle büyük bir ateş alevlendi. Kino ışığın şidde­ tinden gözlerini yumdu. Kulübenin içinden Juana'nın mısır ekmeğini dövdüğü duyuluyor ve saan üstünde pişen ekmeğin etrafa saçtığı koku geliyordu. İri, siyah karıncalarla ufaak, seri, toprağa bulanmış olan öbür karıncalar, yerde faaliyete geçmişlerdi. Bir dev karınca­ nın hazırladığı kum tuzağından ufaak, yorgun bir ka­ rıncanın nasıl dehşet içinde kaçtığını gören Kino, Alla­ hın hikmetine dalmış, düşünüyordu. Zayıf, çekingen bir köpek Kino'ya yaklaştı ve Kino'dan bir iki tatlı söz işittikten sonra kuyruğunu itina ile ayaklarının üstüne aldı, çenesini toprak yığınına dayadı ve kıvrılıp Ki­ no'nun yanına yattı. Bu, siyah bir köpekti, kaşları da al­ tın sarısı noktalardan ibaretti. Bu sabah, bu körfezin birçok sabahlarına benzediği halde yine mükemmeldi. Juana, Coyotito'yu beşiğinden alırken, Kino ipin gı­ artısını işitti. Juana, Coyotito'nun bezini değiştirdi ve onu atkısıyla yaptığı ufacık bir salıncağa oturtarak boy­ nuna astı. Kino arkasına bakmadan, bütün bu hereket­ leri gözleriyle izler gibiydi. Juana eski bir şarkı mırılda­ nıyor; bu da Kino'ya •Aile türküsü.nün bir nağmesini il­ ham ediyordu. Çevresindeki her hareket bu türkünün bir parçasıydı. Bazen bu türkü tiz bir perdeye çıkıyor, Kino'nun boğazı gıcıklanıyor, •işte mutluluk, işte gü­ ven, işte bütün varlık' der gibi oluyordu. Kulübeyi çevreleyen çit duvarının dışında başka ku­ lübeler de vardı. Onlardan da duman çıkıyor, kahvaltı hazırlığı sesleri geliyordu, ama Kino için bunların tür­ küsü başka bir ·Aile türküsü 'ydü, domuzlar, başka do­ muzlardı, karılan Juana değildi. Kino gençti, güçlüydü. Siyah saçları esmer alnın­ dan aşağı dökülüyordu. Parlak ve vahşi gözleri, ince ve sert bıyıkları vardı. Şimdi artık battaniyesini burnun­ dan aşağı indirmişti. Çünkü gecenin zehirli havası kay­ bolmuş, kulübeyi sarı bir güneş ışığı sarmıştı. Kulübe çitinin üstünde iki horoz tüylerini kabartmış, kanatları­ nı açmış, birbirlerine dik <�ik bakıyorlardı. Bu kavga pek uzun süremezdi. Horozlar dövüşçü horozlar değildi­ ler. Kino'nun gözleri bir an için horozların üzerinde durdu, sonra yukarıya çevrildi ve deniz kenarından içerilere, tepelere doğru uçan bir beyaz güvercin sürü­ süne takıldı.Artık bütün dünya uyanmıştı. Kino ayağa kalktı, kulübeye girdi. Alev alev yanan ocağın başında

umuduyla hemen içeriye daldı. Kino'nun arkasında Aile Türküsü duyulmaktaydı. Türkünün davul vuruş­ ları da, Juana'nın sabah ekmeği için mısır ununu yoğu­ rup vurduğu taştan geliyordu. Şafak ardından hızla geliverdi. Önce bir solgunluk, derken bir parıltı, bir aydınlık. . . ve sonra bir ateş patla­ masıyla güneş körfez sularından çıkarak yükseldi. Ki­ no gözlerini bu parlamanın kamaştırıa etkisinden ko­ ruyabilmek için yere baktı. Mısır ekmeklerinin pat pat vurulup yassılhlmasının sesi geliyordu evden. Onunla birlikte, tepsiden yayılan mis gibi sıcak koku. Yerlerde karıncalar kaynaşıyordu. Kocaman, siyah, parlak vü­ cutlular da, ufacık, rengi tozsu, ayağına çabuk karınca­ lar da ha bire gidip geliyorlardı. Boz renkli küçük bir ka­ rınca, dev bir karıncanın kendisine kumlardan kurdu­ ğu tuzaktan kurtulmaya savaşırken, Kino bir tanrı gibi onu yukardan , ilgisizce izledi. Sıska, ürkek bir köpek yavrusu yaklaştı, Kino'dan tatlı bir söz duyunca hemen oraya kıvrıldı, kuyruğunu özenle ayaklarının üzerine yerleştirdi, soylu bir incelikle çenesini bu tümseğe da­ yadı. Kara bir köpekti. Kaşlarının olması gereken yerde altın sarısı benekler vardı. Bu da her sabah gibi bir sa­ bahtı işte. Ama sabahlar arasında enikonu kusursuz bir sabahtı. İpin gıcırtısını duydu. Juana, Coyotito'yu salıncağın­ dan almışh. Sonra onu temizledi, kendi şalına sardı, kavrayıp başını memesine götürdü. Kino bütün bunları hiç bakmadan görebiliyordu. Juana yumuşak sesiyle çok eski bir türküyü söylüyordu. Bu türkü yalnızca üç türlü sesten oluşuyordu; ama aradaki sessizliklerden çok çeşitli uyarlamalar çıkıyordu. Bu da Aile Türküsü­ nün bir bölümüydü. Herşey bir bölümdü. Bazen aa ve­ ren bir ses birikimi halinde yükseliyor; insarun boğazı­ na tıkanıyor, işte güven budur, sıcaklık budur, Bütün­ lük bu demektir, diyordu. Saz çitin ötesinde başka saz damlar da vardı. Onlar­ dan da duman çıkıyor, oralardan da kahvalh sesleri ge­ liyordu. Ama o türkü başka bir türküydü. Onların do­ muzları, başka domuzlardı; karıları da Juana değildi. Kino gençti, kuvvetliydi. Simsiyah saçları kahverengi alnına dökülüyordu. Gözleri sıcacık, keskin bakışlı ve parlak, bıyığı ince ve sertti. Battaniyesini arhk burnun­ dan indirdi. O karanlık, zehirli hava gitmiş, evin üstüne güneş düşmüştü. Saz çitin yanında iki horoz birbirine eğildiler, kanatlarını gerip gösteriş yaphlar, boyun tüy­ leri dimdik ayağa kalktı. Zorlama bir dövüş olacaktı. Eğitilmiş horoz değildi ki bunlar! Kino bir an onları sey­ retti; sonra gözleri yukarıya, kıyıdan gelip tepelere doğru uçan yaban kumrularına döndü. Dünya uyan­ mıştı artık. Kino da kalktı, saz kulübesine girdi.

47


As he carne through the door Juana stood up from the glowing fire pit. She put Coyotito back in his hanging box and then she combed her black hair and braided it in two braids and tied the ends with thin green ribbon. Kino squatted by the fire pit and rolled a hot com-cake and dipped it in sauce and ate it. And he drank a little pulque and that was breakfast. That was the only breakfast he had ever known outside of feast days and one incredible fiesta on cookies that had nearly killed him . When Kino had finished, Juana carne back to the fire and ate her breakfast. They had spoken once, but there is not need for speech if it is only a habit anyway. Kino sighed with satisfaction-and that was conver­ sation.

/ohn STE1NBECK

Kapıdan içeri girerken parlak ateşin başındaki Juana ayağa kalktı. Coyotito'yu beşiğine yatırıp saçlarını ta­ radı, iki yandan iki örgü halinde örüp uçlarını ince yeşil bir kurdele ile bağladı. Kino ateşin yanına oturup sıcak mısır ekmeklerinden birini yuvarlayıp sosa batırdı ve yedi. Biraz da pulque içti. Kahvaltısı bundan ibaretti. Kurabiye yemekten neredeyse ölecekmiş gibi olduğu o inanılmaz Fiesta'yı saymazsa, şenlik günleri dışında bildiği tek kahvaltı buydu. Kino yemeyi bitirdiğinde Juana ateşin başına gelip kahvaltısını yaptı. Bir zaman­ lar konuşurlardı, ama yalnızca bir alışkanlıksa eğer ko­ nuşmaya ne gerek var. Kino hoşnutlukla iç geçirdi, ko­ nuşmaları buydu işte.

Çeuiri Dergisi

İngilizce öğrenimi alanında günümüzün en çok kullanılan ders kitabı Cambridge English-Course'un 3. sayısı çıktı!

Yayınlayan: Cambridge University Press

48

istikl8J Cad. 46 1 , Beyoğlu - İSTANBUL ve tüm ABC Kitabevi şubeleri


eğilmiş olan Juana doğruldu. Coyotito'yu asma beşiği­ ne yahrdı, siyah saçlarını taradı, iki örgü ördü, uçlarını ince yeşil kurdelelerle bağladı. Kino ocağın başına çök­ tü, sıcak bir mısır ekmeğini elinde yuvarladı, salçaya bahrıp yedi. Biraz da şarap içti, kahvalhsını tamamla­ mıştı. Midesini bozan pastaları yediği birkaç gün dışın­ da, bütün hayatı boyunca sabahkahvalhsıbundan iba­ ret olmuştu. Kino kahvaltısını bitirdikten sonra, Juana da ocak başına geldi, o da kahvalbsını etti. Bir kere bile konuşmadılar. Konuşmaya ne lüzum vardı? . . Kino memnun, geniş bir nefes aldı. . . Bu yetmez miydi?

O, kapıdan girerken Juana da panldayan ateşin ba­ şından ayağa kalkh. Coyotito'yu salıncağına koydu; sonra kendi siyah saçlarını tarayıp iki örgü halinde top­ ladı, uçlarına yeşil kurdeleler bağladı.Kino ateşin yanı­ na çömeldi, mısır ekmeklerinden bir tanesini dürümle­ di, bulamaca batırıp yedi. Biraz da pulqueiçti. Şenlik ve bayram günleri dışında bildiği tek kahvalh buydu. Bir de bisküviyle karnını doyurduğu o inanılmaz Fiesta günü vardı. Yediği bisküviler neredeyse öldürüyordu onu. Kino bitirince, Juana ateşin yanına döndü, o da kahvalhsını etti. Eskiden konuşurlardı. . . ama yalnızca bir alışkanlık olduktan sonra konuşmaya gerek yoktu ki! Kino hoşnutlukla içini çekti, konuşma bu demekti işte.

Çrnri: Belkıs ÇORAKÇI

Feriha KUNT

Günlük hayattan alınan bol resim ve içeriği ile özellikle genç öğrencilerin zevkle izleyeceği bir ders kitabı...

New Dim.ensions 2 New Dimenslons'ın 3. ve son kitabı bu yıl içinde yayınlanacaktır.

KİTABEVİ A.Ş. İstiklBI Cad. 461 , Beyo{ılu - İSTANBUL ve tüm ABC Kitabevi şubeleri


iN DUBIOUS BATfLE

BİTMEYEN KAVGA 1

Ar

last it was evening. The lights in the street out­ side came on, and the Neon restaurant sign on the corner jerked on and off, exploding its hard red light in the air. lnto Jim Nolan's room the sign threw a soft red light . For two hours Jim had been sitting in a small, hard rocking-chair, his feet up on the white bedspread. Now that it was quite dark, he brought his feet down to the floor and slapped the sleeping legs. For a mo­ ment he sat quietly while waves of itching rolled up and down his calves; then he stood up and reached for the unshaded light. The furnished room lighted up the big white bed with its chalk-white spread, the gold­ en-oak bureau, the clean red carpet worn through to a brown warp. Jim stepped to the washstand in the corner and washed his hands and combed water through his hair with his fingers. Looking into the mirror fastened a­ cross the corner of the room above the washstand, he peered into his own small grey eyes for a moment. From an inside pocket he took a comb fitted with a pocket dip and combed his straight brown hair, and parted it neat­ ly on the side. He wore a dark suit and a grey flannel shirt, open at the throat. With a towel he dried the soap and dropped the thin bar into a paper bag that stood open on the bed. A Gilette ra:ror was in the bag, four pairs ·Of new socks and another grey flannel shirt. He glanced about the room and then twisted the mouth öf the bag closed. For a moment more he looked casually into the mirror, then turned off the light and went out the door. He walked down narrow, uncarpeted stairs and knocked at a door beside the front e.ıtrance. it opened a little. A woman looked at him and then opened the door wider - a large blonde woman with a dark mole beside her mouth. She smiled at him. Mis-ter Nolan,' she said. Tm going away,' said Jim. 'But you'll be back, you'll want me to hold your room?' 'No. l've to go away for good. 1 got a letter telling me.' 'You didn't get no letters here,' said the woman sus­ piciously. 'No, where 1 work. 1 won't be back. l�ve paid a week in advance.' Her smile faded slowly. Her expression seemed to slip towards anger without any great change. 'You should of give me a week's notice, ' she said sharply. 'That's the rule. 1 got to keep that advance because you didn't give me no notice.' 'I know,' Jim said. 'That's ali right. I didn't know how long 1 could stay.' The smile was back on the landlady's face. 'You been a good quiet lodger,' she said, 'even if you ain't been 50

S

ONUNDA akşam oldu. Dışarda sokak lambaları yandı, köşedeki lokantanın neon tabelası yanıp yanıp sönüyor, kıpkızıl ışığını havaya saçıyordu. Tabeladan Jim Nolan'ın odasına yumuşak bir kızıllık yansımaktay­ dı. Jim iki saattir küçük biı: salıncaklı sandalyede, ayak­ larını üzerinde beyaz bir örtü bulunan yatağa dayamış oturuyordu. Artık hava tamamen kararmıştı, ayaklarını yere indirip uyuşmuş bacaklarına elleriyle vurdu. Bal­ dırlarındaki karıncalanma dalga dalga bir aşağı bir yu­ karı gidip gelirken bir süre öylece oturdu; sonra ayağa kalkıp çıplak lambaya uzandı. Odadaki eşyalar-bem­ beyaz örtüsüyle büyük beyaz yatak, meşe şifonyer, eski­ likten kahverengiye dönüşmüş temiz kırmızı halı-ay­ dınlandı. Jim köşedeki lavaboya gitti, ellerini yıkadı ve ıslak par­ maklarını saçlarının arasından geçirdi. Odanın köşesin­ deki lavabonun üzerinde asılı duran avnava bakarken ' bir an için küçük gri gözleri ile karşılaştı . iç cebinden ucunda tırnak makası olan bir tarak çıkardı, kestane ren­ gi düz saçlarını tarayarak dikkatle yandan ayırdı. Koyu renk bir takım elbise ile yakası açık gri flanel bir gömlek giymişti. Bir havluyla küçülmüş olan sabunu kuruladı ve yatağın üzerinde ağzı açık duran bir kesekağıdının içine koydu. Kesekağıdında bir tıraş bıçağı, dört çift yeni çorap ve bir başka gri flanel gömlek vardı. Odada göz gezdirdikten sonra kesekağıdının ağzını kıvırarak kapa­ dı. Bir an için aynaya öylesine baktı, sonra ışığı söndü­ rüp odadan çıktı. Halısız, dar merdivenlerden indi ve giriş kapısının ya­ nındaki bir kapıyı çaldı. Kapı aralandı. Bir kadın kendisi­ ne baktı ve sonra kapıyı açtı; ağzının kenarında kara bir ben olan, sarışın, iri yarı bir kadın. Kadın ona gülümsedi. •Bay Nolan, dedi. ·cidivorum," dedi Jim. ·Ama geri geleceksiniz, odanızı sizin için boş tutmamı ister misinizr "Hayır. Temelli gitmem gerek. Bir mektup geldi de.'' ·Buraya sizin adınıza hiç mektup gelmedi, dedi kadın kuşkuvla. ·ça fıştığım yere geldi. Dönmeyeceğim. Bir haftalık ki­ rayı peşin ödemiştim.# Kadının gülümsemesi yavaş yavaş yok oldu. Yüzün­ deki ifade büyük bir değişiklik göstermeden öfkeye dö­ nüşüveriyor gibiydi. "Bir hafta öncesinden haber ver­ meniz gerekirdi,n dedi sertçe. "Kural budur. Önceden haber vermediğiniz için peşin verdiğiniz parayı iade etmeyeceğim.n .. · siliyorum, dedi Jim. "Onemi yok. Ne kadar kalacağı­ mı bilmiyordum.# Ev sahibesi yeniden gülümsemeye başlamıştı. "Sakin, iyi bir kiracıydınız,n dedi, "burada çok kalmamış olsanız n

n

n


BİTMEYEN KAVGA

BİTMEYEN KAVGA

1

A.

ŞAM olmuştu sonunda. Dışarda sokak ışık­ ları yanmıştı; köşedeki lokantanın neonu yanıp sönü­ yor, keskin kızıl ışıklarını patlatıyordu havaya. Neondan Jim Nolan'ın odasına yumuşak kırmızı bir ışık dökülmekteydi. Jim iki saattir küçük ve sert sallanır koltukta, ayaklarını beyaz yatak örtüsüne dayamış oturuyordu. Hava epeyce kararmışh, ayaklarını yere indirip uyuşmuş bacaklarını ovuşturdu. Bir an ba­ caklarındaki karıncalanmanın dalgalanarak geçmesi­ ni bekledi, sonra kalkıp abajursuz lambaya uzandı. Mobilyalı oda aydınlandı birden: tebeşir aklığındaki örtüsüyle büyük beyaz yatak, meşe konsol, havları dökülmekten kahverengiye dönüşmüş temiz kırmızı halı. . Jim köşedeki lavaboda ellerini yıkadı, parmakla­ rıyla saçlarını ıslattı. Lavabonun üstündeki aynada bir an kendi küçük gri gözlerine baktı. İç cebinden bir ucu makaslı tarağını çıkarttı, dümdüz kumral saçlarını tarayıp yandan ayırdı. Üzerinde koyu renk takım elbiseyle, pazen açık yakalı gri bir gömlek vardı. Havluyla kurulandıktan sonra incelmiş sabun kalıbını, yatağın üstünde açık duran bir kağıt çan­ taya koydu. Kağıt çantada bir tıraş bıçağı, dört çift yeni çorapla, gri pazenden başka bir gömlek daha vardı. Jim odayı şöyle bir gözden geçirdikten sonra, kağıt çantanın ağzını kıvırarak kapattı. Bir daha aynaya baktı, ışı söndürüp dışarı çıktı. Daracık, halısız merdivenden inip giriş kapısının yanındaki kapıyı vurdu. Kapı yavaşça aralandı. Ağzının kenarında kara bir ben olan tombulca sarı­ şın kadın, erkeği görünce kapıyı ardına kadar açtı. Kadın gülümsedi: •say Notan!• •Gidiyorum: dedi Jim. •Ama döneceksiniz, değil mi? Odanızı saklamamı istersiniz herhalde.• •Hayır. Bir daha dönmemek üzere gihnem gereki­ yor. Bir mektup geldi de. • Kadın kuşkuyla, ·suraya mektup filan gelmedi: dedi. ·suraya değil, çalışhğım yere geldi. Bir daha dönmeyeceğim. Bir haftalığımı peşin vermiştim.• Kadının gülümsemesi birden yok olmuştu. Yüzünden pek belli olmuyordu, ama giderek öfkele­ niyor gibiydi: ·sana bir hafta önceden haber verme­ liydiniz: dedi sert bir sesle. •Kural budur. Bana önceden haber vermediğiniz için o avansı tuta­ cağım.· ·siliyorum,• dedi Jim. •ônemi yok. Ne kadar kalaca­ ğımı bilemiyordum.• Pansiyoncu kadının gülümsemesi yine yerleşmişti yüzüne: ·surada pek uzun kalmadıysanız da iyi, kendi halinde bir kiracıydıruz siz. Bir daha yolunuz buralara düşerse, doğruca buraya gelin. Ne yapıp

ğİ

A

KŞAM olmuştu nihayet. Dışarda, caddede ışık­ lar yanmıştı. Köşedeki lokantanın yanıp sönen neon lambaları kıpkızıl ışıklar saçıyordu havaya. Jim No­ lan'ın odası okşayıcı bir kızıllığa bürünmüştü. Jim ayaklarını beyaz yatak örtüsüne dayamış, iki saattir küçük, sert, salıncaklı bir sandalyede oturuyordu. Or­ talık adamakıllı kararınca ayaklarını yere indi�di, uyuş­ muş bacaklarını oğuşturdu. Bacaklarındaki karıncalan­ ma geçinceye dek bir süre put gibi oturdu, sonra ayağa kalktı, abajursuz la��aya uzandı. Oda ve eşyalar ay­ dınlanıverdi birden: Uzerine beyaz pike serili geniş ya­ tak, ceviz konsol ve havı dökülmüş halı ortaya çıktı. Jim, köşedeki lavaboya gitti, ellerini yıkadı, parmak­ larıyla tarazlayarak saçlarını ıslattı. Duvarın köşesinde, lavabonun üstüne asılı aynaya takıldı bakışları, kü­ çük gri gözlerine baktı bir an. Sonra tarağını çıkardı iç cebinden, kestane rengi düz saçlarını yandan ayırarak sımsıkı taradı. Koyu renk bir elbiseyle, açık yakalı bi:­ pazen gömlek vardı üzerinde. Islak sabun topağını bir havluyla kuruladı ve ufalmış sabunu yatağın üstünde ağzı açık duran büyük kesekağıdının içine attı. Keseka­ ğıdında bir tıraş bıçağı, dört çift yeni çorap ve bir yedek pazen gömlek daha vardı. Kesekağıdının ağzını kapa­ madan önce odaya bir göz gezdirdi. Aynaya son bir kez da!ta baktıktan sonra elektriği söndürdü, odadan çıktı. U stü çıplak dar merdivenlerden indi, holün bitişiğin­ deki kapıyı tıklattı. Kapı önce yavaşça aralandı, bir ka­ dın başı belirdi, sonra ardına dek açıldı. İri yarı, sarışın bir kadındı bu, dudağının kıyısında kapkara bir etbeni vardı. Kadın gülümseyerek: ·suyrun Bay Nolanr diye sordu. Jim: ·sen gidiyorum .. : dedi. ·ceri geleceksiniz ama değil mi? Odanızı başkasına vermemi istemezsiniz herhalder •yo, geri gelecek değilim. Bir mektup aldım da . . • Pirelenmişti kadın: •iyi ama buraya hiç mektubunuz gelmedi ki.• ·suraya değil, çalıştığım yere geldi. Temelli gidiyorum. Bir haftalık kira tutarını önceden öd�miştim size.• Kadının yüzündeki gülümseme eriyiverdi. Yüz ifa­ desinde belirgin bir değişiklik olmamakla birlikte canı­ nın sıkıldığı aniaşılıyordu. Sertçe: ·sir hafta öncesinden bana haber vermeniz gerekirdi ama: dedi. •Kural böyledir. Buna uymadığınız için pa­ ranızı geri vermeyeceğim: Jim: ·siliyorum, zararı yok,• dedi. "Burada daha ne kadar kalacağımı bilmiyordum.· Ev sahibi kadının ağzı kulaklarına varıyordu şimdi: ·ooğrusu, sessiz sedasız, kendi halinde bir kiracıydı­ nız . . . Gerçi uzun süre kalmadınız ama, neyse . . . Eğer .

51


here long. If you're ever around again, come right straight here. 1'11 find a place for you. 1 got sailors that come to me every time they're in port. And 1 find room for them. They wouldn't go no place else.' '1'11 remember, Mrs Meer. 1 left the key in the door.' 'Light turned out?' 'Yes.' 'Well, 1 won't go up till tomorrow morning. Will you come in and have a little nip?' 'No, thank you. l've got to be going. ' Her eyes narrowed wisely. 'You ain't i n trouble? 1 could maybe help you . ' 'No,' Jim said. 'Nobody's after me. I ' m just taking a new job. Well, good night, Mrs Meer . ' She held out a powdered hand. J i m shifted his paper bag and took her hand for a moment, and felt the soft flesh give under his fıngers. 'Don't forget,' she said. 'I can always find room. Peo­ ple come back to me year after year, sailors and drum­ mers. ' '1'11 remember. Good night. ' She looked after him until he was out the front door and down the cement steps to the sidewalk. He walked to the corner and looked at the clock in a jeweller's window - seven-thirty. He set out walking rapidly eastward, through a district of department stores and specialty shops, and then through the wholesale produce district, quiet now in the evening, the narrow streets deserted, the depot entrances closed with wooden bars and wire netting. He came at last to an old street of three-storey brick buildings. Pawn­ shops and second-hand tool-dealers occupied the ground floors, while failing dentists and lawyers had offices in the upper two flights. Jirn looked at each doorway until he found the number he wanted. He went in a dark entrance and climbed the narrow stairs, rubber-treaded, the edges guarded with strips of brass. A little night-light burned at the head of the steps, but only one door in the long hall showed a light through its frosted glass. Jim walked to it, looked at the 'Sixteen' on the glass, and knocked. A sharp voice called. 'Come in.' Jirn opened the door and stepped into a small, bare office containing a desk, a metal filing cabinet, an army cot and two straight chairs. On the desk sat an electric cooking plate, on which a little tin coffee-pot bubbled and steamed. A man looked solemnly over the desk at Jirn. He glanced at a card in front of him. 'Jirn Nolan ?' he asked. 'Yes.' Jirn looked closely at hirn, a small man, neatly dressed in a dark suit. His thick hair was combed straight down on each side from the top in a vain at­ tempt to cover a white scar half an inch wide that lay horizontally over the right ear. The eyes were sharp and black, quick nervous eyes that moved constantly about - from Jim to the card, and up to a wall calendar, and to an alarm clock, and back to Jim. The nose was large, thick at the bridge and narrow at the point. The mouth might at one time have been full and soft, but habitual muscular tension had drawn it close and made a deep line on each lip. Although the man could not have been over forty, his face bore heavy parenthetical lines of resistance to attack. His hands were as nervous

52

bile. Buralara yolunuz düşerse doğruca buraya gelin. Si­ ze bir yer bulurum. Limana geldiklerinde hep bana ge­ len denizciler var. Onlara oda bulurum. Başka hiçbir ye­ re gitmezler: ·unutmayacağım Bayan Meer. Anahtarı kapının üzerinde bıraktım.• ·ışığı söndürdünüz mür •Evet.• •öyleyse yarın sabaha kadar yukarı çıkmam. İçeri ge­ lip bir şeyler içmez misinizr •ttayır, teşekkürler. Gitmem gerek: Kadının gözleri bir şeyler sezinlemişçesine kısıldı. •Yoksa başınız belada mı? Belki size yardım edebilirim.• •ttayır, • dedi. Jim. •Kimse peşimde değil. Sadece yeni bir iş buldum. iyi geceleı- Bayan Meer. • Kadın pudralanmış elini uzattı. Jim kesekağıdını öbür eline geçirip kadının elini kısa bir an tuttu ve parmakla­ rının yumuşak ele gömüldüğünü hissetti. ·unutmayın; dedi kadın. •tter zaman oda bulabili­ rim. Denizciler, satıcılar, hep bana gelirler: ·unutmam, iyi geceler.· Kadın, ön kapıdan çıkıp beton merdivenlerden inene kadar Jim'in arkasından baktı. Jim köşeye kadar yürüdü ve bir kuyumcu vitrinindeki saate baktı; yedi buçuktu. Doğuya doğru hızla yürüme­ ye başladı; büyük mağazaların ve seçkin dükkanların bulunduğu bir mahalleden ve sonra artık akşam sessiz­ liğine gömülmüş, depo girişleri tahta ve hasır demir ke­ penklerle kapatılmış olan toptancılar mahallesinden geçti. Sonunda üç katlı tuğla yapıların bulunduğu eski bir sokağa girdi. Zemin katlarda rehinciler ve elden düş­ me gereç satılan dükkanlar, ikinci ve üçüncü katlarda başarısız dişçi ve avukatların büroları vardı. Jim aradığı numarayı bulana kadar her kapıya baktı. Karanlık bir gi­ rişten geçti ve basamaklara ince pirinç şeritlerle tuttu­ rulmuş muşamba ile kaplı dar merdiveni tırmandı. Mer­ divenin başında küçük bir lamba yanıyordu, ama uzun koridordaki kapıların yalnızca birinin buzlu camından ışık geliyordu. Jim o kapıya doğru yürüdü, camın üze­ rindeki •on aıtı• rakamına baktı ve kapıyı çaldı. Sert bir ses, •Gir,• diye bağırdı. Jim kapıyı açtı ve içinde bir masa, bir çelik dosya dola­ bı, portatif bir yatak ve iki sandalye bulunan küçük çıp­ lak bir büroya girdi. Masadaki elektrik ocağının üzerin­ de fokurdayıp buharlar çıkartan küçük bir çaydanlık vardı. Masadaki adam ciddi bakışlarla Jim'i süzdü. Önündeki karta baktı. •Jim Nolanr dedi. •Evet: Jim dikkatle adama baktı; koyu renk bir elbise giymiş, ufak tefek biriydi. Gür saçlarını ortadan her iki­ yana bastıra bastıra taramış ama yine de sağ kulağının üstündeki iki buçuk santimlik beyaz yara izini kapamayı başaramamıştı. Keskin bakışlı, siyah, fıldır fıldır gözler­ le bir Jim' e, bir karta, sonra duvardaki takvime, arkasın­ dan da çalarsaate ve yine Jim' e bakıyordu. Burnunun ke­ mer kısmı geniş ucu, sivriydi. Belki eskiden dudakları dolgun ve yumuşaktı ama tik haline gelen bir kasılma nedeniyle incelmişlerdi ve her iki dudağın da üzerinde derin birer çizgi oluşmuştu. Kırkından fazla olamayaca­ ğı halde yüzünde derin çizgiler vardı. Vücuduna göre çok büyük olan elleri de gözleri gibi sürekli hareket ha­ lindeydi; parmakları uzun ve küt, tırnakları yassı ve ka­ lındı. Elleri kör bir insanın elleri gibi masanın üzerinde


yapıp size bir oda bulurum . Limana geldiklerinde denizciler vardır. Onları hiç doğruca bana gelen odasız bırakmam. Buradan başka hiçbir yere git­ mezler.' •Bunu hatırlayacağım, Bayan Meer. Anahtarı kapının üstünde bırak.hm.• •ışığı söndürdünüz mü?" •Evet.• •İyi öyleyse, yarın sabaha kadar çıkmam yukarı. İçeri gelip bir şey içmez miydiniz?" •Teşekkür ederim, istemem. Gitmem gerek.• Kadının gözleri bir şey biliyormuş gibi kısıldı: •Başınız dertte mi yoksa? Size yardım edebilirim bellci... •Hayır: dedi Jim. •Beni kovalayan filan yok. Yeni bir işe giriyorum, hepsi bu. iyi geceler, Bayan Meer: Kadın pudralanmış elini uzattı. Jim kağıt çantasını öteki eline aktarıp bir an kadının elini tuttu, yumu­ şaak etlerinin parmaklan altında ezildiğini hissetti. "Unutmayın, .. dedi kadın, •her zaman bir oda bulabi­ lirim size. Denizciler, gezici satıcılar, daha bir sürü in­ san her yıl gelip bulurlar beni. .. ·unutmam. lyi geceler: Kadın, ön kapıdan çıkıp beton merdivenleri ininceye kadar adamın ardından baktı. Jim Nolan köşeye kadar yürüyüp bir kuyumcunun vitrinindeki saate baktı: yedi buçuk. Adımlarını sıklaş­ tırıp doğuya doğru yürümeğe başladı; önce büyük ma­ ğazaların ve pahalı şeyler satan dükkanların, sonra da şimdi akşam sessizliği çökmüş olan toptanalann bu­ lunduğu mahallelerden geçti. Dar sokaklar boşalmış, depo girişleri kalaslarla, tel örgülerle kapatılmıştı. So­ nunda üç katlı tuğla yapıların bulunduğu eski bir soka­ ğa girdi. Buradaki yapıların alt katlarında rehinciler, el­ den düşme araç gereç satanlar, üst iki katlarında ise, başarısız dişçiler ve avukatlar yaşardı. Jim aradığı nu­ marayı bulana kadar, her kapıya tek tek baktı. Karanlık bir hole girdi; daraak, yerleri muşamba kaplı, kenarları pirinç levhalı bir merdivenden çıktı. Sahanlıkta küçük bir ışık yanmasına karşın, koridordaki kapılardan biri­ nin buzlu camından da dışarı ışık süzülüyordu. Jim ka­ pıya doğru yürüdü, caRUn üstündeki •on altı.. yazısına baktı ve kapıyı tıklattı. Sert bir ses, ..Gir!.. diye bağırdı. Jim kapıyı açtı, küçük ve çıplak sayılabilecek bir bü­ roya girdi. İçerde bir masa, çelik bir dosya dolabı, ordu malı portatif bir yatak, iki de iskemle vardı. Masanın üstündeki elektrik ocağına yerleştirilmiş, fokurdayan kahve maşrabasından, buharlar yükseliyordu. Masa­ nın ardındaki adam ciddi bakışlarla Jim'i süzdü. Önün­ deki karta baktı. •Jim Nolan mısınız?" •Evet. .. Jim, koyu renk bir elbise giymiş olan ufak tefek adama dikkatle baktı. Tam ortadan ayrılmış gür saçları, sağ kulağının üstündeki iki santimlik bir yara izini giz­ lemek için yana doğru taranmıştı. Gözleri keskin bakış­ lı ve karaydı; sinirli sinirli bir Jim'e, bir karta, sonra du­ vardaki takvime, çalar saate ve yine Jim'e bakıp duru­ yordu. Burnu iri, kemer kısmı geniş, ucu inceydi. Bir za­ manlar bellci de dolgun ve yumuşak olan bu ağız, sü­ rekli kasıldığından olacak incelmiş, dudak uçlarında

yolunuz yine buralara düşerse doğruca bana gelin. Ba­ şımın üstünde yeriniz var, ne yapar yapar mutlaka bir yer bulurum size. Denizciler limana geldiklerinde bu­ raya uğramadan edemezler. Onlara her zaman yatacak bir yer bulurum. Başka yere adımlarını bile atmazlar... ·oıur Bayan Meer, yolum düşerse gelmemezlik etmem. . . Anahtar kapının üstünde: "Işığı da söndürmüş müydünüz?" •Evet: •yarın sabaha kadar yukarı çıkma derdinden kurtul­ dum desenize. . . İçeri gelip bir şeyler içmek istemez miydiniz.?" "Hayır, teşekkür ederim. Gitmem gerek: Kadının gözleri kurnazca kısıldı: "Umarım başınız dertte filan değildir? . . Bellci bir yar­ dımım dokunurdu . . : Jim: •yo, hayır• dedi. "Derdim filan yok. Yeni bir işe başlı­ yorum, hepsi bu işte. Eh, hadi size iyi geceler Bayan Meer: Bayan Meer pudralı elini uzattı. Jim, kesekağıdını öteki eline aktararak uzatılan eli kavradı, parmakları­ nın altındaki elin yumuşaklığını duydu bir an. Bayan Meer: "Unutmayın, aklınızda olsun, .. dedi, •kapım her za­ man açık size, yer olmasa bile yaratırım sizin için. Yıllar sonra bile gelip beni bulan müşterilerim vardır. Deniz­ ciler, tüccarlar oldum bittim hep bana gelirler. . : ·unutmam. İyi geceler: Kadın, kapıdan çıkıp merdivenleri ininceye dek Jim'in ardından baktı. Jim köşebaşına varınca, kuyumcunun vitrinindeki saate baktı: yedi buçuğu gösteriyordu. Adımlarını sık­ laştırıp doğu bölgesine doğru yürümeye başladı; ilkin büyük mağazaların, ıvır zıvır satan dükkanların önün­ den, sonra da toptancıların bulunduğu sokaklardan geçti. Sessiz bir akşamdı, daracık sokaklar ıssızdı. Çev­ redeki depoların kapıları, tahta kalaslarla sürgülenmiş, tel örgülerle kaplanmıştı. Jim, üç katlı tuğla yapıların bulunduğu eski bir mahalledeydi şimdi. Bu yapıların bodrum katlarında tefeci ve eskici dükkanları sıralan­ mıştı, öteki katlara ise işleri pek tıkırında gitmeyen avukatlarla dişçiler doluşmuştu. Jim, hem yürüyor hem de kapıların üstündeki numaralan okuyordu. So­ nunda aradığı numarayı buldu. Karanlık bir koridordan içeri daldı, basamakları muşamba kaplı, kenarları sarı pirinç çemberle çevrili merdivenleri tırmanmaya ko­ yuldu. Merdiven başında küçük bir gece lambası yanı­ yordu. Uzun koridorlardaki kapılardan yalnızca biri­ nin buzlu camından ışık sızıyordu. Jim bu kapıya yö­ neldi, üstündeki •on altı.. ral<amına bir göz attıktan son­ ra kapıyı çaldı. Sert bir ses işitildi: ·Gir: Jim kapıyı açtı; içinde, bir masa, çelik bir dosya dola­ bı, portatif bir yatak ve iki sandalyenin bulunduğu çıp­ lak bir büroya girdi. Masada küçük bir elektrik ocağı duruyordu, üstünde fokurdayarak buharlar çıkaran büyük bir cezve vardı. Masanın ardındaki adam dikkatli bakışlarla Jim'i bir an süzdü, sonra önündeki karta bir göz atarak: •Jim Nolan? .. : diye sordu. •Evet: 53


as his eyes, large hands, almost too big for his body,

long fingers with spatulate ends and flat, thick nails. The hands moved about on the desk tike the exploring hands of a blind man, feeling the edges of paper, fol­ lowing the corner of the desk, touching in turn each button on his vest. The right hand went to the electric plate and pulled out the plug. Jim dosed the door quietly and stepped to the desk. 'I was told to come here, ' he said. Suddenly the man stood up and pushed his right hand across. 'I'm Harry Nilson. 1 have your application here.' Jim shook hands. 'Sit down, Jim . ' The nervous voice was soft, but made soft by an effort. Jim pulled the extra chair dose and sat down by the desk. Harry opened a desk drawer, took out an open can of milk the holes plugged with matches, a cup of sugar and two thick mugs. 'Will you have a cup of cof­ fee?' 'Sure, ' said Jim. Nilson poured the black coffee into the mugs. He said: 'Now here's the way we work on applications, Jim. Your card went in to the membership committee. 1 have to talk to you and make a report. The committee passes on the report and then membership votes on you. So you see, if 1 question you pretty deep, 1 just have to.' He poured milk into his coffee, and then he looked up, and his eyes smiled for a second. 'Sure, 1 know/ said Jim. 'l've heard you're more se­ lect than the Union League Club. ' ' B y God, w e have t o be!' H e shoved the sugar bowl at Jim, then suddenly, 'Why do you want to join the Par­ ,

ty?'

Jim stirred his coffee. His face wrinkled up in concen­ tration. He looked down into his lap. 'Well 1 could give you a lot of little reasons. Mainly, it's this: My whole family has been ruined by this system. My old man, my father, was slugged so much in labour trouble that he went punch-drunk. He got an idea that he' d tike to dynamite a slaughter-house where he used to work. Well, he caught a charge of buckshot in the chest from a riot gun.' Harry interrupted: 'Was your father Roy Nolan?' 'Yeah. Killed three years ago.' 'Jesus!' Harry said. 'He had a reputation for being the toughest mug in the country. l've heard he could lick five cops with his bare hands. ' Jim grinned. 'l guess he could, but every time he went out he met six. He always got the heli beat out of him. He used to come home ali covered with blood. He' d sit be­ side the cooking stove. We had to let him alone then. Couldn't even speak to him or he'd cry. When my mother washed him later, he'd whine tike a dog.' He paused. 'You know he was a sticker in the slaughter­ house. Used to drink warm blood to keep up his strength.' Nilson looked quickly at him, and then away. He bent the corner of the application card and creased it down with his thumb-nail. 'Your mother is alive?' he asked softly. Jim' s eyes narrowed. 'She died a month ago,' he said. 'I was in jail. Thirty days for vagrancy. Word carne in she was dying. They let me go home with a cop. There wasn't anything the matter with her. She wouldn't talk -

54

dolaşıyor, kağıtların kenarlarını, masanın köşesini elli­ yor, yeleğinin düğmelerine sırayla tek tek dokunuyor­ du. Sağ eliyle elek.trik ocağına uzanıp fişi çekti. Jim sessizce kapıyı kapatıp masaya yaklaştı. "Buraya gelmem söylenmişti.• dedi. Adam birden doğruldu ve sağ elini uzattı. •Ben Harry Nilson. Başvuru formunuz burada.• Jim adamın elini sıktı. "Otur Jim. • Adamın gergin ses tonu yumuşaktı, ça­ bayla yumuşatılmış bir ton. Jim masanın yanına bir sandalye çekip oturdu. Harry masanın çekmecelerinden birini çekip deliklerine kibrit çöpleri sokulmuş açık bir süt kutusu, bir şekerlik ve iki kalın fincan çıkardı. "Kahve içer misin?" "Tabii," dedi Jim. Nilson sade kahveyi fincanlara boşalttı. "Evet Jim, şimdi sana başvurular ne gibi işlemlerden geçer onu an­ latayım. Kartın üyelik komitesine yollandı. Be.n de se­ ninle konuşup bir rapor düzenlemeliyim. Komite raporu inceleyecek ve bir oylama yapılacak. Yani gördüğün gi­ bi, senin hakkında her şeyi didik didik edersem, etmem gerektiği içindir bu. Kendi kahvesine süt koydu ve son­ ra da başını kaldırıp baktı, gözlerinde bir anlık gülümse­ me belirdi. •Elbette, biliyorum," dedi Jim. "Sizin Union League Kulübünden daha titiz olduğunuzu duymuştum.• "Öyle olmamız gerek!" Şekerliği Jim' e uzattı sonra bir­ den, •Neden Partiye katılmak istiyorsun?" diye sordu. Jim kahvesini karıştırdı. Düşünürken yüzünde çizgi­ ler belirmişti. Önüne baktı. ·Eee . . . birçok küçük neden sıralayabilirim. En önemlisi şu: Tüm ailem sistem tara­ fından mahvedildi. Benim ihtiyar, babam, işçi olayların­ da o kadar çok dayak yedi ki yarı çılgın hale geldi. Eski­ den çalıştığı mezbahaya dinamit koymaktan başka şey düşünmez oldu. Sonunda polisin bastırmaya çalıştığı bir gösteride göğsünden vurulup öldü.• Harry, Jim'in sözünü kesti: •Babanın adı Roy Nolan mıydı?" •Evet. Üç yıl önce öldürüldü.• •işe bak!" dedi Harry. "Ülkenin en gözü pek adamı di­ ye bilinirdi. Yumruklarıyla beş polisi temize havale edermiş diye duymuştum." Jim gülümsedi. "Sanırım ederdi ama her kavgada kar­ şısına altı polis dikilirdi. Hep dayak yemekten pestili çı­ kardı. Eve üstü başı kan içinde dönerdi. Mutfakta ocağın yanına otururdu. Yanına yaklaşamazdık o zaman. Hatta onunla konuşamazdık; yoksa ağlardı. Daha sonra an­ nem onu yıkarken köpek gibi inlerdi.· Durakladı. "Belki bilirsiniz, mezbahada kasaptı, gücünü kaybetmemek için kan içerdi.• Nilson şöyle bir Jim'e ba�tı ve hemen gözlerini kaçır­ dı. Başvuru kartının köşesini büktü ve başparmağının tırnağıyla bastırdı. •Annen sağ mı?" diye yumuşak bir tonla sordu. Jim'in gözleri kısıldı. •Bir ay önce öldü,· d_edi. "Hapis­ teydim. Serserilikten otuz gün yemiştim. Ölmek üzere diye haber geldi. Bir polisle eve gitmeme izin verdiler. Hiçbir şeyi yoktu. Hiç konuşmuyordu. Katolikti; ancak


derin çizgiler oluşmuştu. Adam kırk yaşından büyük olmamasına karşın, yüzünde epey derin direnç çizgile­ ri belirmişti. Elleri de gözleri gibi kıpır kıpırdı. Vücudu­ na göre oldukça iri sayılabilecek elleriyle, geniş uçlu, düz ve kalın tırnaklı uzun parmakları vardı. Eller, kör bir insanın elleri gibi masanın üstünde dolaşıyor, ka­ ğıtların kenarlarını düzeltiyor, masanın köşelerini tu­ tuyor, yeleğinin düğmelerini tek tek yokluyordu. Sağ eliyle, elektrik ısıtıcısına uzanıp fişini çekti. Jim kapıyı sessizce kapatıp masaya yaklaştı. •Buraya gelmem söylendi.• Adam birden doğrulup sağ elini uzattı: •Adım Harry Nilson. Başvurunuz burada işte.· Jim adamın elini sık­ tı. •otur bakalım, Jim.· Adamın heyecanlı sesi yumu­ şaktı, ancak böyle konuşmak için kendini zorladığı da hemen anlaşılıyordu. Jim boş iskemleyi çekip masanın yanına oturdu. Harry de çekmeceyi açtı, delikleri kibrit çöpleriyle tı­ kanmış açık bir süt kutusu, bir şeker çanağı ve iki kalın fincan çıkardı. 1Bir fincan kahve içer miydinr 1Elbette, • dedi Jim. Nilson koyu kahveyi fincanlara boşalttı: 1Bizim baş­ vurular için uyguladığımız işlem şöyle Jim. Kartın üye­ lik komitesine gönderildi. Seninle konuştuktan sonra ben, bir rapor yazacağım. Komite bu raporu inceleye­ cek, sonra da üyeler senden yana, ya da sana karşı oy kullanacaklar. O yüzden eğer biraz soru soracak olur­ sam, buna zorunlu olduğumu bilmeni isterim. • Adam kahvesine süt koydu, başını kaldırıp baktı, gözlerinde bir anlık bir gülümseme belirdi. 1Biliyorum; dedi Jim. •sizin üye alma konusunda Union League Kulübünden daha titiz davrandığınızı duymuştum.' •öyle olmak zorundayız ama!• Adam şeker çanağını Jim'e doğru itti. 1Neden partiye girmek istiyorsunr Jim kahvesini karıştırdı. Yüzü buruşmuştu düşünür­ ken. Önüne baktı: •size pek çok neden söyleyebilirim, küçük nedenler. Ama işin aslı şu: Bu düzen ailemi mah­ vetti. Babam işçi olaylarında öyle çok dayak yedi ki, so­ nunda aklını kaybeder gibi oldu. Eskiden çalıştığı mez­ bahayı havaya uçurmaktan başka bir şey düşünemez duruma geldi. Bir ayaklanma bastınasının silahından çıkan kurşunlarla da göğsünden vurulup öldü.• Harry, Jim Nolan'ın sözünü kesti: 'Senin baban Roy Nolan mıydı?' 'Evet. Uç yıl önce öldürüldü.' •vay canına!' dedi Harry. ·Bu ülkenin en gözüpek in­ sanı diye ün salmıştı. Çıplak elleriyle beş polisin hak­ kından gelebildiğini duymuştum.• Jim gülümsedi: •yapabilirdi de sanırım, ama ne za­ man ortaya çıksa karşısında altı polis bulurdu. Her se­ ferinde de dayaktan canı çıkardı. Eve kan revan içinde dönerdi. Mutfakta ocağın yanında otururdu, biz de ra­ hat bırakırdık onu. Bir tek sözcük söyleyecek olsak, ağ­ lamaya başlardı. Annem daha sonra kendisini yıkadı­ ğında köpek gibi kesik .kesik ağlardı.' Jim durakladı. •Mezbahada kesiciydi, gücünü korumak için sıcak kan içerdi.• Nilson karşısındaki adama şöyle bir bakıp gözlerini kaçırdı. Başvuru kartının köşesini kıvırıp tırnağıyla dü­ zeltti: •Annen sağ mır diye yavaşca sordu. Jim'in gözleri kısıldı: 1Bir ay önce öldü. Ben cezaevin-

Jim'in araştırıcı bakışları adamın üzerinde dolaşmaya başladı. Sırtına koyu renk temiz bir elbise geçirmiş, ufak tefek biriydi. Gür saçlarını ortadan yanlara doğru sıkıca taramıştı, ama yine de, sağ kulağının üstündeki bir buçuk santim genişliğindeki yara izini gizlemeyi ba­ şaramamıştı. Fıldır fıldır dönen keskin bakışlı siyah gözleri, Jim'den önündeki karta, oradan duvardaki tak­ vime, sonra da çalar saate gidip geliyor, hemen ardın­ dan yine Jim'in üzerine çevriliyordu. İri bir burnu var­ dı; üstü geniş, ucu ise sipsivriydi. Bir zamanlar yumu­ şak ve dolgun olduğu ilk bakışta sezilen ağzı, sürekli olarak kasıldığı için midir nedir, şimdi büzülmüş, ve dudak uçlarında derin çizgiler belirmişti. Adam taş çat­ lasa kırk yaşında olmalıydı, gelgelelirn yüzü yaşadığı hayatın güçlüklerine göğüs gererken edindiği derin çizgilerle kırış kınş olmuştu. Elleri de gözleri gibi dur­ duğu yerde duramıyordu, bu sinirli eller epeyce itiydi vücuduna oranla. Uzun, küt parmaklarındaki tırnaklar oldukça kalındı. Elleri, kör bir adamın elleri gibi öteyi beriyi yokluyor, kağıtların üstünde, masanın kıyıların­ da, yeleğinin düğmelerinde ha bire gezinip duruyordu. Sağ eli elektrik ocağına uzandı, fişi çekti. Jim, kapıyı usulca kapattı, masaya yaklaştı: •Buraya gelmemi söylediler,• dedi. Adam birden doğruldu ve sağ elini uzattı: •Adım Harry Nilson. Başvurma kartın önümde!' El sıkıştılar. ·otur Jim.' Sinirli sesinde tatlı bir yumuşaklık vardı, ama bu yu­ muşaklığın zorlama olduğu da hemen anlaşılıyordu. Jim boş sandalyelerden birini masaya yanaştırıp oturdu. Harry masanın gözlerinden birini çekti, delik­ leri kibrit çöpleriyle tıkanmış ağzı açık bir süt kutusu, bir şekerlik ve iki de kalın fincan çıkardı. 1Birer kahve içer miyiz?' Jim: •İçeriz elbette; dedi. Nilson koyu kahveyi fincanlara doldururken: 'Her başvuru birtakım işlemlerden geçer Jim,• dedi. •senin başvurma kartın da ilkin Üyeler Komitesi'nin elinden geçti. Ben de seninle konuşup bir rapor hazırla­ yacağım. Komite, raporu inceleyip üyeliğe kabul edilip edil.memen konusunu bir karara bağlayacak. B u ne­ denle, eğer sorulanmla canını sıkarsam kusura bak­ mazsın artık.• Fincanı�daki kahveye biraz süt karıştırdı, sonra başı­ nı kaldırıp bir an Jim'e baktı, gözlerinin içi gülüyordu. Jim: •Evet, biliyorum,• dedi. •üye kabulünde, Union League Club'den daha çok kılı kırk yardığıruz kulağıma çalınmıştı. • 1Evet, ince eleyip s ık dokumak zorundayız.' Şekerliği Jim'e uzattı, sonra damdan düşer gibi: 1Neden girmek istiyorsun partiye?' diye sordu. Jim kahvesini karıştırdı. Zihnine saldıran düşüncele­ re çeki düzen vermeye çabalarken suratı buruş buruş olmuştu. Önüne baktı: 1Bir yığın . . . irili ufaklı neden sıralayabilirim . . . Ama en dişe dokunanı şu: Ailem bu kahrolası düzen yüzün­ den darmadağın oldu. İşçi kavgalannda babamın başı­ na gelmedik beli kalmadı, sonunda içkiye dadandı, ay­ yaşın biri olup çıktı. Aklı fikri çalıştığı mezbahayı hava­ ya uçurmaktaydı, dinamitlemek isterdi orayı. Bir gün 55


at all. She was a Catholic, only my old man wouldn't let her go to church. He hated churches. She just stared at me. 1 asked her if she wanted a priest, but she didn't answer me, just stared.' Bout four o'clock in the mom­ ing she died. Didn't seem like dying at all. 1 didn't go to the funeral. 1 guess they would've let me. 1 didn't want to. 1 guess she just didn't want to live. 1 guess she didn't care if she went to hell, either.' Harry started nervously. 'Drink your coffee and have some more. You act hali asleep. You don't take any­ thing, do you?' 'You mean dope? No, 1 don't even drink.' Nilson pulled out a piece of paper and made a few notes on it. 'How'd you happen to get vagged?' Jirn said fiercely: 'I worked in Tulinan's Department Store. Head of the wrapping department. 1 was out to a picture show one night, and coming home 1 saw a crowd in Lincoln Square. 1 stopped to see what it was ali about. There was a guy in the middle of the park talking. 1 climbed up on the pedestal of the statue of Senator Morgan so 1 could see better. And then 1 heard the sirens. 1 was watching the riot squad come in from the other side. Well, a squad came up from behind, too. Cop slugged me from behind, right in the back of the neck. When 1 came to 1 was already booked for vagran­ cy. 1 was rum-dum for a long time. Got hit right here.' Jim put his fingers on the back of his neck at the base of his skull. 'Well, 1 told' em 1 wasn't a vagrant and had a job, and told 'em to call up Mr Webb, he's manager at Tulrnan's. So they did. Webb asked where 1 was picked up, and the sergeant said •at a radical meeting•, and then Webb said he never heard of me. So 1 got the rap.' Nilson plugged in the hot plate again. The coffee started rumbling in the pot. 'You look half drunk, Jirn. What's the matter with you?' 'I don't know. 1 feel dead. Everything in the past is gone. 1 checked out of my lodging-house before 1 came here. 1 stili had a week paid for. 1 don't want to go back to any of it again. 1 want to be finished with it.' Nilson poured the coffee cups full. 'Look, Jim, 1 want to give you a picture of what it' s like to be a Party mem­ ber. You'll get a chance to vote on every decision, but once the vote's in you'll have to obey. When we have money we try to give field workers twenty dollars a month to eat on. 1 don't remember a time when we ever had the money. Now listen to the work: in the fıeld you'll have to work alongside the men, and you'll have to do the Party work after that, sometimes sixteen, eighteen hours a day. You'll have to get your food where you can. Do you think you could do that?' 'Yes.' 'Well, why do you want to join, then?' Jirn's grey eyes hali closed in perplexity. At last he said, 'in the jail there were some Party men. They talked to me. Everything's been a mess, all my life. Their lives weren't messes. They were working towards some­ thing. 1 want to work towards something. 1 feel dead. 1 thought 1 might get alive again.' Nilson nodded. 'I see. You're God-damn right, 1 see. How long did you go to school?' 'Second year in high-school. Then 1 went to work.'

56

babam kiliseye gitmesine izin vermezdi. Babam kilise­ lerden nefret ederdi. Annem bana baktı sadece. Papaz isteyip istemediğini sordum ama yanıtlamadı beni, sa­ dece baktı. Sabaha karşı dört sularında öldü. Hiç de öle­ cekmiş gibi görünmüyordu. Cenazeye gitmedim. İzin verirlerdi sanırım. Gitmek istemedim. Sanırım yaşamak istemiyordu. Hatta sanırım cennete mi, cehenneme mi gideceği de umurunda değildi.# Harry tedirgin bir biçimde kımıldadı. "Kahveni bitir de biraz daha koyayım. Uykuda gibisin. Bir şey kullan­ mıyorsun, değil mir "Esrar falan gibi mi? Hayır, içki bile içmem.# Nilson bir parça kağıt çıkardı ve bir iki şey yazdı. "Ni­ ye serserilikten tutukladılarr Jim öfkeyle anlatmaya başladı:"Tulman mağazasında çalışıyordum. Ambalaj bölümü şefiydim. Bir gece sine­ maya gitmiştim, dönüşte Lincoln meydanında toplan­ mış bir kalabalık gördüm. Neler olduğunu anlamak için durdum. Parkın ortasında bir adam konuşuyordu. Daha iyi görebilmek için Senatör Morgan'ın heykelinin kaide­ sine çıktım. O sırada siren sesleri duydum. Öbür taraf­ tan gelen polisleri izliyordum. Arkadan da bir başka po­ lis ekibi geliyormuş. Polisin biri enseköküme copunu in­ dirdi. Kendime geldiğimde serserilikten tutuklanmıştım bile. Uzun süre kendime gelemedim. Tam şurama ye­ dim copu.w Jim parmaklarıyla enseköküne dokundu. "Neyse, onlara serseri olmadığımı, bir işte çalıştığımı, Bay Webb'i aramalarını söyledim; Bay Webb Tulman'ın müdürü. Telefon ettiler. Webb nerede yakalandığımı sordu, komiser de, 'Devrimcilerin düzenlediği bir mi­ tingde,' dedi; bunun üzerine Webb beni tanımadığını söylemiş. İ şte böylece tutuklandım.# Nilson ocağın fişini yeniden prize soktu. Kahve fo­ kurdamaya başladı. "Yarı sarhoş gibisin }im.Neyin varr •Bilmiyorum. Kendimi ölmüş gibi hissediyorum. Geç­ mişten hiçbir şey kalmadı. Buraya gelmeden önce kaldı­ ğım pansiyondan ayrıldım. Bir haftalık ücretini ödemiş­ tim oysa. Bir daha eski yaşantıma dönmek istemiyorum. Geçmişle bütün ilişkilerim bitsin istiyorum.# Nilson kahve fincanlarını doldurdu. "Bak Jim, sana Parti üyesi olmak nasıl bir şeydir anlatmak istiyorum. Her karar için oy kullanma hakkın olacak ama karar onaylandığı zaman kabullenmen gerekir. Paramız oldu­ ğunda çalışanlara her ay yirmi dolar yemek parası veri­ riz. Ancak hiçbir zaman paramız olmadı. Şimdi de işi anlatayım: Diğerleriyle birlikte çalışacaksın, arkasından da Partinin işlerini yapacaksın; bazen günde on yedi, on sekiz saati bulur. Yemeğini bulabildiğin yerden sağlaya­ caksın. Bunu başarabilir misin r "Evet.# ·Pekala, öyleyse neden Partiye katılmak istiyorsunr Jim'in gri gözleri şaşkınlıkla kısıldı. Sonunda, "Hapiste birkaç partili vardı. Benimle konuştular. Tüm yaşa­ mım boyunca her şey berbattı. Ama onların yaşamı öyle değildi. Onlar bir amaç uğruna çalışıyorlardı. Ben de bir amaç uğruna çalışmak istiyorum. Kendimi ölü gibi his­ sediyorum. Yeniden yaşamaya başlayabilirim diye dü­ şündüm.# Nilson başını salladı. •Anlıyorum. Çok haklısın. Kaça kadar okudun r "Orta ikiye. Sonra çalışmaya başladım.#


deydim. Serserilikten otuz gün. Ölmek üzere olduğu haberi geldi. Yanıma bir polis katıp eve gönderdiler be­ ni. Bir şeyi yoktu annemin. Hiç konuşmuyordu. Kato­ likti ama babam kiliseye gitmesine izin vermezdi. Ba­ bam kiliseden nefret ederdi. Annem gözlerini dikip baktı yüzüme. Papaz isteyip istemediğini sordum, ya­ nıt bile vermedi. Oylece baktı durdu. Sabah saat dörde doğru da öldü. Hiç de ölec�kmiş gibi bir hali yoktu. Ce­ naze törenine gitmedim. isteseydim bırakırlardı her­ halde. İstemedim nedense. Anam yaşamak istemedi sanırım. Cehenneme gitmek ya da gitmemek de umu­ runda bile değildi herhalde.' Harry tedirgindi: •Kahveni iç de biraz daha koyayım. Uykuda gibisin. Bir şey kullanmıyorsun değil mir ·Esrar mı? Hayır. içki bile içmem.· Nilson bir kağıt çıkartıp bir iki not aldı: •Nasıl oldu da serserilikten tutuklandın?• Jim birden öfkelenmiş gibiydi: ·Tulman Mağazasın­ da ambalaj bölümü şefiydim. Bir gece bir sinemaya git­ miştim, dönüşte Lincoln Alanında insanların toplan­ mış olduğunu gördüm. Ne olup bittiğini anlamak için aralarına girdim. Parkın ortasında biri konuşuyordu. Daha iyi görebilmek için Senatör Morgan'ın heykelinin yanına çıktım. Birden canavar düdüklerini duydum. Polislerin karşıdan alana girmelerini seyrediyordum. Bir grup da arkadan geliyormuş. Polisin biri tam ense köküme indirdi copunu. Kendime geldiğimde serseri­ likten tutuklanmıştım bile. Uzun süre kendime gele­ medim. Tam şuraya vurdular.• Jim eliyle ense kökünü işaret etti. "Onlara boş gezer olmadığımı, işim olduğu­ nu, isterlerse Tulman'ın müdürü Bay Webb'i arayabile­ ceklerini söyledim.Telefon ettiler de. Webb önce nere­ de yakalandığımı sordu. Polis memuru 'radikal bir top­ lantıda' dedi; bunun üzerine Webb de adımı bile duy­ madığını söyledi. Böylece hüküm giydim.• Nilson elektrik ocağını yeniden prize taktı. Kahve fo­ kurdamaya başlamıştı: "Jim, sarhoş gibisin, nen var se­ ninr ·silemiyorum. İçim ölmüş gibi sanki. Geçmişteki her şey bitti artık. Buraya gelmeden pansiyonumdan da çıktım. Bir haftalık ücreti önceden ödemiştim oysa. Bir daha eski yaşantıma dönmek istemiyorum. Onların hepsi geçmişte kalsın istiyorum artık.• Nilson fincanları doldurdu: "Bak Jim, sana parti üyesi olmanın ne demek olduğunu anlatayım. Her kararda oy verme fırsatı bulacaksın, ancak bir kez karar verildi mi· de buna boyun eğmek zorunda kalacaksın. Paramız olunca çalışanlara ayda yirmi dolar yiyecek parası veri­ riz. Ancak paramız olduğunu ben hiç hatırlamıyorum doğrusu. Bir de işi dinle: işçilerle birlikte çalışacaksın; ondan sonra da parti işi var, günde on altı, on sekiz saa­ ti bulur anlayacağın. Yemek bulursan yersin, bulamaz­ san yemezsin. Bunu başarabilecek misin?• ·Evet.' Nilson parmaklarıyla masanın orasına burasına do­ kundu: "Yardım etmeye çalıştığın insanlar da çoğun­ lukla senden nefret edecekler. Bunu biliyor muydun?• "Evet.' "Peki neden partiye girmek istiyorsun öyleyser Jim'in gri gözleri şaşkınlıkla kısıldı. Sonunda, "Cezaevinde bazı partililer vardı,• dedi. ·eenimle konuştular. Benim yaşamım çok kötüydü. Onlarınkiyse öyle değil­ di. Onlar bir şey için çalışıyorlardı. Ben de bir şey için

göğsünden vuruldu ve öldü . . .' Harry, atılıp sözünü kesti Jim'in: "Babanın adı Roy Nalan mıydı yoksa?• "Evet, ta kendisi. . . üç yıl önce vurdular.' "Yazık oldu! Baban sapına kadar yiğit bir adam olarak tanınırdı, gözüpekliği dillere destandı, yazık. Tek başına beş polisin hakkından gelirmiş. . : Jim gülümsedi: "Doğru, tek başına beş polisi haklardı haklamasına ya, her kavgada da karşısına altı polis birden çıkardı. Bu yüzden de eve kanlar içinde döner, kuzinenin kıyı­ sında bir yere ilişip kös kös otururdu. Böyle zamanlar­ da onun üzerine pek varmaz, kendi haline bırakırdık. Ağzımızı açıp tek laf etmezdik, edecek olsak kendini tutamaz hüngür hüngür ağlardı. Annem yıkardı sonra onu, bir köpek yavrusu gibi aayla kıvranırdı . . . • Bir süre durakladı Jim, sonra yine başladı: "Belki bilirsin, babam mezbahada kesiciydi; güçlü kuvvetli olabilmek için habire taze kan içerdi.· Nilson, kaçamak bir bakış fırlattı Jim'e, sonra gözleri­ ni kaçırdı hemen. Başvuru kartının kulaklarını büktü, sonra başparmağının tırnağı ile yeniden düzeltti. Yu­ muşak bir sesle: •Annen sağ mı?• diye sordu. Jim'in gözleri kısıldı: •eir ay önce öldü,• dedi. "Ben hapishanedeydim. Ser­ serilikten otuz gün yemiştim. Anan ölüm döşeğinde di­ ye haber geldi, yanıma bir polis katıp, eve gönderdiler. Ama iş işten geçmişti artık, kadıncağız konuşamıyordu bile. Tam bir Katolikti, ama babam kiliseye gitmesine izin vermezdi. Babam zaten oldum bittim kiliseden hoşlanmazdı. Anam yattığı yerden gözlerini dikmiş bana bakıyordu. Papaz isteyip istemediğini sordum, karşılık vermedi. Öylece yüzüme bakıp durdu. Sabah saat dört sıralarında öldü. Ona bakan ölmüş diyemez­ di. Cenaze törenine gitmedim. Bırakmazlardı. Hem za­ ten ben de gitmek istememiştim. Öyle sanıyorum ki annem artık yaşamak istemiyordu. Cennetmiş, cehen­ nemmiş, vız geliyordu artık ona.' Harry diken üzerinde oturuyormuş gibiydi: •Kahveni bitir de yine doldurayım . . . Bakıyorum çok dalgınsın, uykuda gibisin sanki. Bir şey kullanmıyor­ sun yar "Esrar mesrar filan mı? Yo asla, hatta içki bile içmem.' Nilson bir kağıt çıkardı ve bir şeyler karalamaya başladı. "Ne oldu da serserilikten içeri attılarr Jim bir an bile düşünmeden anlatmaya koyuldu.• ·Tulman mağazalarında paket bölümü şefi olarak çalışıyordum. Bir akşam sinemaya gideyim dedim, dö­ nüşte, Lincoln Alanı'nda bir kalabalık gördüm. Ne olup bittiğini anlamak için kalabalığa sokuldum. Parkın orta yerinde aJamın biri bağıra çağıra bir şeyler söylüyor­ du. Daha iyi görebilmek için Senatör Morgan'ın anıtına çıktım. Derken birdenbire canavar düdükleri işittim. Polisler önden arkadan, bütün alanı kuşattılar. Nasıl oldu bilmem, polisin biri ense köküme copu indiriver­ di. Kendime geldiğim zaman serserilik suçuyla adam­ lar çoktan cezayı basmışlardı. Uzun süre kendimi to­ parlayamadım. Herif tam burama indirmişti copu.• Jim eliyle ensesini göstermişti bunu söylerken. "Yahu ben serseri filan değilim dedim polislere, iş güç sahibi adamım, inanmazsanız Tulman mağazası 57


'But you talk as though you had more school than that.' Jim smiled. Tve read a lot. My old man didn't want me to read. He said I' d desert my own people. But l read anyway. One day 1 met a man in the park. He made lists of things for me to read. Oh, l've read a hell of a lot. He made lists like Plato's Republic, and the Utopia, and Bel­ lamy, and like Herodotus and Gibbon and Macaulay and Cariyle and Prescott, and like Spinoza and Hegel and Kant and Nietszche and Schopenhauer. He even made me read D as Kapital. He was a crank, he said. He said he wanted to know things without believing them. He liked to group books that ali aimed in the same di­ rection.' Harry Nilson was quiet for a while. Then he said: 'You see why we have to be so careful. We only have two punishments, reprimand and expulsion. You've got to want to belong to the Party pretty badly. I'm go­ ing to recommend you, 'cause 1 think you're a good man; you might get voted down, though.' 'Thanks,' said Jim. 'Now listen, have you any relatives who might suffer if you use your right name?' Tve an uncle, Theodore Nolan. He's a mechanic.No­ lan's an awful common name.' 'Yeah, 1 guess it is common. Have you any money?' 'About three dollars. 1 had some, but 1 spent it for the funeral. ' 'Well, where you going to stay?' 'I don't know. 1 cut off from everything. 1 wanted to start new. 1 didn't want to have anything hanging over me.' Nilson looked around at the cot. 'I live in this office,' he said. 'I eat and sleep and work here.If you want to sleep on the floor, you can stay here for a few days.' Jim smiled with pleasure. Td like that. The bunks in jail weren't any softer than your floor. ' 'Well, have you had any dinner?' 'No. 1 forgot it.' Nilson spoke irritably. 'If you think I'm chiselling, go ahead,' he said. 'I haven'T any money. You have three dollars.' Jim laughed. 'Come on, we'll get dried herrings and cheese and bread. And we'll get stuff for a stew tomor­ row. 1 can make a pretty good stew. ' Harry Nilson poured the last of the coffee into the mugs. 'You're waking up, Jim. You're looking better. But you don't know what you're getting into. 1 can teli you about it, but it won't mean anything until you go through it. ' Jim looked evenly a t him. 'Did you ever work at a job where, when you got enough skill to get a rise in pay, you were fired and a new man put in? Did you ever work in a place where they talked about loyalty to the firm, and loyalty meant spying on the people around you? Hell, I've got nothing to lose.' 'Nothing except hatred,' Harry said quitely. 'You're going to be surprised when you see that you stop hat­ ing people. 1 don't know why it is, but that's what usually happens.'

fohn STEINBECK

58

•Ama çok daha fazla eğitim görmüş gibi konuşuyor­ sun.· Jim gülümsedi. "Çok okudum. Benim ihtiyar okuma­ mı istemezdi. Ailemi terk edeceğimi söylerdi. Ama yine de okudum. Bir gün parkta bir adama rastladım. Oku­ mam gereken kitapların listesini yaptı. Çok �ma pek çok okudum. Listesinde Eflatun'un Devlet'i, Utopya, Bel­ lamy, Herodot, Gibbon, Macaulay, Cariyle, Prescott, Spinoza, Hegel, Kant, Nietzsche ve Schopenhauer var­ dı. Hatta �apita/'i bile okuttu bana. Kaçığın biri olduğunu söylerdi. inanmadan her şeyi bilmek istediğini söylerdi. Aynı konuyu işleyen kitapları gruplamayı severdi." Harry Nilson bir süre sessiz kaldı. Sonra: "Neden bu kadar dikkatli olmamız gerektiğini anlıyor musun? Biz­ de sadece iki ceza vardır: Uyarı ve ihraç. Partiye katılma­ yı çok istiyor olmalısın. Seni önereceğim, çünkü senin iyi bir insan olduğuna inanıyorum; ama oylamada red­ dedilebilirsin. • "Teşekkürler: dedi Jim. "Dinle şimdi, gerçek adını kullanırsan bundan zarar görebilecek akraban var mı?" "Bir amcam var, Theodore Nolan. Tamirci. Nolan çok yaygın bir ad." "Evet, sanırım yaygın. Paran var mı?" "Üç dolar kadar. Biraz param vardı ama cenaze mas­ rafları için harcadım." "Peki, nerede kalacaksın?" "Bilmiyorum. Her şeyden bağımı kopardım. Yeniden başlamak istedim. Geçmişle herhangi bir bağlantım kal­ sın istemedim.· Nilson portatif yatağa baktı. "Ben bu büroda yaşarım,• dedi. "Burada yer, uyur ve çalışırım. Yerde yatarsan bu­ rada birkaç gün kalabilirsin." Jim sevinçle gülümsedi. "Sorun değil. Hapishanedeki ranzalar yerden daha rahat değildi." ·Akşam yemeği yedin mi?" "Hayır. Unuttum.• Nilson gergin bir biçimde konuştu. "Eğer seni kazıkla­ maya çalıştığımı düşünüyorsan durma söyle,· dedi. "Be­ nim hiç param yok. Senin ise üç doların var." Jim güldü. "Hadi gidip kurutulmuş balık, peynir ve ek­ mek al�lım. Ayrıca malzeme de alalım, yarın yahni ya­ parız. iyi yahni yaparım ben." Harry Nilson kalan kahveyi fincanlara boşalttı. "Uya­ nıyorsun Jim. Daha iyi görünüyorsun. Ama nasıl bir işe girdiğini bilmiyorsun. Sana anlatabilirim ama yaşama­ dıkça hiçbir şey anlayamazsın. • Jim ona sakin sakin baktı. "Sen zam hak edecek bir ye­ teneğe sahip olduğun halde atılıp yerine yeni birinin alındığı bir işte hiç çalıştın mı? Sen firmaya sadık olma­ nın beklendiği ama sadakatfen arkadaşlarını gammazla­ mayı kastettikleri bir işte hiç çalıştın mı? Kaybedecek hiçbir şeyim yok.· "Nefretten başka hiçbir şey,· dedi Harry sakin bir ses­ le. • Artık insanlardan nefret etmediğini görünce şaşıra­ caksın. Neden olduğunu bilmiyorum ama genellikle böyle olur."

Çeviri Dergisi


çalışmak istiyorum. Ôlü gibi hissediyorum kendimi. Yeniden yaşadığımı hissed�bileceğimi sanıyorum.· Nilson başını salladı: •Anlıyorum. Çok iyi anlıyorum hem de. Kaçına sınıfa kadar okudun?' 'Lise ikiye. Sonra çalışmaya başladım.' 'Daha çok okumuş gibi konuşuyorsun ama." Jim gülümsedi: 'Çok kitap okudum. Babam benim okumamı hiç istemezdi. Kendi insanlarımı terk edece­ ğimi söylerdi. Ama ben yine de okudum. Bir gün parkta bir adama rastladım. Bana okuyacağım şeylerin listesi­ ni verdi. Çok ama pek ço):< okudum ondan sonra. Efla­ tun'un Cumhuriyet'ini, Utopya ve Bellamy, Herodot, Gibbon, Macaulay, Cariyle ve Prescott'u. Sonra Spino­ za, Hegel, Kant, Nietzsche ve Schopenhauer. Bana Ka­ pital'i bil� okutturdu. Kendi söylediğine göre kaçığın biriymiş. inanmasa da her şeyi bilmek istermiş. Hepsi aynı doğrultuda olan kitapları bir araya getirmeyi se­ vermiş." Harry Nilson bir süre konuşmadı. 'Neden bu kadar dikkatli olmamız gerektiğini sanırım anlıyorsun,· dedi sonra. 'Bizde iki tür ceza vardır: uyarı ve ihraç. Sen gerçekten partiye üye olmak istiyorsun. İyi bir insan olduğuna inandığım için seni önereceğim, ama kabul edilmeyebilirsin de." 'Teşekkürler," dedi Jim. 'İyi dinle, gerçek adını kullanırsan bundan zarar gö­ rebilecek bir akraban falan var mı?" 'Bir amcam var, Theodore Nolan. Teknisyendir. No­ lan da çok sık rastlanan bir addır.' 'Sanırım. Paran var mı?" 'Üç dolar kadar var. Daha çoktu, ama cenazeye har­ cadım." 'Nerede kalacaksın peki?' 'Bilmiyorum. Her şeyi kestirip athm. Yeni bir başlan­ gıç yapmak istiyordum. Eskiden kalan bir şeyler olsun istemedim.' Nilson portatif yatağa baktı: 'Ben bu büroda yaşa­ rım. Burada çalışır, burada yer içer yatarım. Yerde yat­ maya bir diyeceğin yoksa, birkaç gün burada kalabilir­ sin.' Jim sevinçle gülümsedi: 'Bunu sevdim işte. Ceza­ evindeki ranzalar senin yerinden daha yumuşak değild .ı. • •Akşam yemeği yedin mi?' 'Hayır, doğrusunu istersen unuttum.' Nilson sinirlenmiş gibiydi: 'Senden para sızdırmaya çalıştığımı sanıyorsan açık konuş. Benim beş param yok. Seninse üç doların var.' Jim güldü: 'Haydi yürü, biraz çiroz, beyaz peynir ve ekmek alalım. Et de alalım, yarın yahni pişiririz. Ben esaslı yahni yaparım.• Harry Nilson kahvenin kalanını fincanlara boşalttı: 'Uyanıyorsun Jim. Daha şimdiden iyi görünmeye baş­ ladın. Ama kendini nasıl bir işe attığını bilmiyorsun di­ yorum sana. Bunu sana anlatabilirim, ancak kendin ya­ şamadıkça pek bir şey anlayamazsın." Jim adamın gözlerinin içine baktı: 'Sen hiç yetenekli olduğun bir işte var gücünle çalışıp da tam ücretinin ar­ tırılacağını beklerken, kovulup yerine başka birinin alın­ dığını gördün mü? Hiç firmaya sadakatten söz edilen bir işte çalıştın mı? Ve bu sadakatin çevrendekilerin gammazlanması anlamına geldiğini öğrendin mi? Hıh, kaybedecek hiçbir şeyim yok benim.•

müdürü Bay Webb'e sorabilirsiniz, dedim. Gerçekten de sordular. Webb önce, benim tutuklanma nedenimi sormuş, devrimci bir mitingde yakalandığımı öğrenin­ ce de böyle birisini tanımadığını söylemiş. Ve işte ben de böylelikle şapa oturdum.• Nilson, elektrik ocağının fişini prize soktu yeniden. Büyük cezvenin içindeki kahve fokurdamaya başladı. 'Sarhoş gibisin, Jim. Nen var?" 'Bilmiyorum. Ôlü gibiyim. Geçmişle bütün ilgimi kestim. Buraya gelmeden az önce oturduğum yerden ayrıldım. Bir haftalık kirasını peşin vermiştim oysa. Bundan böyle geriye dönmek istemiyorum, niyetim geçmişle bütün ilişkilerimi koparıp, her şeye yeniden başlamak." Nilson kahve fincanlarını doldurdu: 'BakJim," dedi. 'Partiye üye olmanın ne demek oldu­ ğunu dilim döndüğünce anlatmak isterim sana. Verile­ cek her kararda söz hakkın var, ama karar bir kez onay­ lanıp da kesinliğe kavuştu mu artık ne olursa olsun ona boyun eğmek zorundasın. Paramız olduğunda, sava­ şın göbeğinde çalışan etkin militanlara ayda yirmi do­ lar yiyecek parası veririz. Gelgelelim ben bunca za­ mandır paramızın olduğunu hatırlamıyorum. Şimdi, yapacağın işi anlatayım sana: İşçilerle birlikte çalışa­ caksın, sonra da parti içindeki görevlerini yürütecek­ sin, demek ki günde kimi zaman on altı, kimi zaman da on sekiz saat çalışacaksın. Ekmeğini bulunduğun yer­ den sağlayabilirsen çok iyi. Bütün bunları göze alabile­ cek misin?' 'Evet.• Nilson parmaklarıyla masanın ötesini berisini yokla­ dı: •Ama bak, uğrunda savaştığın insanlar bile çoğu za­ man senden nefret edecekler. Bunu da biliyor musun?' 'Evet.' 'Peki, biliyorsun da partiye niçin giriyorsun öyley­ se?" Jim'in gri gözleri şaşkınlıkla kısıldı. Sonunda: 'Hapishanede sizin partililerden birkaçını gördüm,• dedi. 'Bana çok şey anlattılar. ômrüm boyunca her şey karmakarışık geliyordu bana. Oysa onların hayatı kar­ makarışık değildi. Bende de bir şeyler uğrunda savaş­ mak isteği doğdu. Bir ölüden farksızdım. Uğrunda sa­ vaşabileceğim bir amacım olursa kendimi toparlayıp yaşamaya yeniden başlayabileceğimi sanıyorum.• Nilson başını salladı: •Anlıyorum. Allah kahretsin! Çok haklısın. Kaça ka­ dar okudun.?' 'Orta ikiye kadar. Sonra çalışmaya başladım.' •Ama epeyce mürekkep yalamış biri gibi konuşuyor­ sun . . . • Jim gülümsedi: 'Çok kitap okudum, ondandır. Babam okumamı iste­ mezdi. Okudukça halktan uzaklaşacağımı söyler du­ rurdu. Ama ben yine de okurdum. Bir gün parkta ada­ mın biriyle karşılaşhm. Okumam gereken kitapların listesini verdi bana. Ühhü, öyle çok kitap devirdim ki. . yutarcasına okudum. Adamın verdiği listede Platon'un Cumhuriyet'i ve Ütopya sı, aynca Bellamy, Herodot, Gibbon, Macaulay, Cariyle, Prescott gibi, Spinoza, He­ gel, Kant, Nidzsche ve Schopenhauer gibi, düşünürle­ rin yapıtları vardı. Adam bana Das Kapital'i bile okut'

59


"Nefretten başka , · dedi Harry. "İnsanlardan artık nefret etmediğini görü nce şaşacaksın. Neden olduğu­ nu bilmiyorum ama genellikle böyle olur."

Çı·ıoiri: Melımet HARMA NCI

turdu . Kendi deyimiyle biraz kafadan terelelliymiş. Hiç bir şeye inandığı filan yokmuş, ama yine de okumaktan alamazmış kendini. Belirli bir amaca yönelik kitaplara ilgi duyarmış . " Harry Nilson b i r s ü re ses çıkarmadı. Sonra: "Neden bu kadar ince eleyip sık dokuduğumuzu, böylesine dikkatli olduğumuzu anlamışsındır sanırım. Bizdt• topu topu iki ceza uygula nır, ih tar ve ihraç. Parti­ ye girmeye can attığın belli oluyor. iyi bir insan oldu­ ğun ka nısındayım, ben seni salık vereceğim vermesine, ama yim• dt• karşı çıkanlar bulunabileceğini unutma . " Jim: "Teşekkürler," ded i . " Dinle şimdi, asıl a d ı n ı kullanırsan bundan başı ağrı­ yabilecek kimin kimsen var mı?" "Gerçi Theodore Nolan adında teknisyen bir amcam var ama ne farkeder, Nolan adında sürüyle adam var." " Evet, sürüyle var, doğru. Paran maran var mı bari?" " E h , üç dolar kadar bir şey . . . Daha çok vardı ama ce­ na7t' için harcadım." " Peki , nerde kalaca ksın?" " Bilmiyorum. Her şeyle ilgimi kestim. Şimdi yeniden başlamak istiyorum . Geçmişte kalan herhangi bir şey beni bağlasın istemiyorum." Nilson portatif karyolanın çevresine göz gezdirdi: " Ben bu büroda yatıp kalkıyorum , " dedi. "Burada yer, burada içt'r, burada uyur, burada çalışırım. Eğer yerde �·atmayı gözün kesiyorsa sen de birkaç gün kalabilirsin burada . " J i m sevinçle gülü msed i : " O h , oldu bi tti b u iş. Hapishanedeki ranzalar bundan ·

Endüstri, teknoloji, mühendislik bilimleri, iş idaresi, ve günlük hayatta kullanılan tüm teknik terimler için yeri doldurulmaz yardımcınız:

TAŞPINAR TEKNİK SÖZLÜKLERİ 70.000

madde

sayfa,

80.000

madde

1 580

sayfa,

90.000

madde

1 870

sayfa,

1 00.000

madde

• INGII.1ZCE - TÜRKÇE

1 080

sayfa,

• TÜRKÇE - ING/LlzCE

1316

• ALMANCA - TÜRKÇE • TÜRKÇE - ALMANCA

Genel Dağıtım: ABC Kitabevi San. ve Tic. A.Ş. Bilgi ve Sipariş için:

1

Merkez istiklal Cad, 461 Beyoğlu-istanbul Tel: 1 45 24 53-145 24 79 1 49 76 86- 1 49 71 43

Anura ŞubHI:

Selanik Cad. 1 Kızılay-Ankara Tel: 1 33 29 62-134 38 42

60

lzmlr ŞubHI:

Vasıl Çınar Bulvan, 2 1 Alsancak-İzmir Tel: 22 09 87·21 1 0 97

daha ahım şahım şeyler değildi ki . . . " " l't•ki, vemek yedin mi?" " Hayır: unut t u m . " Nil;on sinirli bir tavırla: "Bak sakın aklına bir şey gelmesin,· dedi. "Ma­ dem üç doların var, gidip dışarda karnını doyurur gelirsin. Bende metelik yok." Jim güldü: "Canım lafı mı olur: dedi. "Hadi gidip kurutul­ muş balıkla peynir ekmek alalım. Et de alalım, yarın güzel bir et yemeği pişiririz, ben iyi beceririm ye­ mek pişirmesini . " Harry Nilson, cezvedeki son kahveyi d e fincanla­ ra boşalttı: "Uyanıyorsun Jim, kendini toparlamaya başladın bile. Daha iyi görünüyorsun. Ama nasıl bir yaşan­ tın:n eşiğinde olduğunu, neyin içine girdiğini bilmi­ yorsun. Anlatabilirim bunu sana, ama işin içine gırt­ lağına dek dalmayınca anlayamazsın.• Jim, anlamsız gözlerle baktı ona: "Sen hiç canını dişine takarak çalıştığın halde, aşama yapacak kadar yetenekli olduğunu gösterdi­ �in lı.ıldl'. 1.. a pı dışarı edi lip, yeriıw başka bi risinin alın­ dığı bir yerde çalıştın mı? Firmaya olan bağlılı­ ğından dem vurarak herkesin birbirinin kuyusunu kaz­ dığı, önüne geleni gammazladığı bir yerde çalıştın mı hiç? . . . Cehennemin dibine kadar yolu var! Hem yitirecek hiç bir şeyim vok ben i m . " Harry serinkanlİlıkla: ·

·


*Nefretinden başka,• diye ekledi. *Evet. . . bir süre sonra göreceksin ki, artık insanlara diş bilemiyor­ sun, onlardan nefret etmiyorsun, işte o zaman şaşa­ caksın buna. Neden bilmem, sonu sonuna genellikle hep böyle olur:

Çevıri: Turıcay GÖKMEN

New Dictionary .ofAmerican Slang

İstiklal Cad, 461 Beyoğlu-İstanbul Tel: 1 45 24 53-1 45 24 79 1 49 76 86-149 71 43

ı � � KiTABEVi A.Ş.


TORTILLA FLAT

TORTİLLA DÜZLÜGÜ

How Danny, hoJ?le from the wars, found him­ self an heir, and how he swore to protect the helpless

Danny 'nin Savaştan Dönüp Kendisine Miras Kaldığını Öğrenmesi ve Zayıfları Korumaya Yemin Etmesi

W

HEN Danny came home from the army he leamed that he was an heir and an owner of property. The viejo, that is the grandfather, had died leaving Danny the two small houses on Tortilla Flat. When Danny heard about it he was a little weighed down with the responsibility of ownership. Before he ever went to look at his property he bought a gallon of red wine and drank most of it himself. The weight of re­ sponsibility left him then, and his very worst nature came to the surface. He shouted, he broke a few chairs in a poolroom on Alvarado Street; he had two short but glorious fights. No one paid much attention to Danny . . At last his wavering bow-legs took him towards the wharf where, at this early hour in the moming, the Ital­ ian fishermen were walking down in rubber boots to go out to sea. Race antipathy overcame Danny's good sense. He menaced the fishermen. ·sicilian bastards, • he called them, and ·scum from the prison island, • and •oogs of dogs of dogs. • He cried, ·chinga tu madre, Piojo. • He thumbed his nose and made obscene gestures below his waist. The fishermen only grinned and shifted their oars and said, •Hello, Danny. When'd you get home? Come around tonight. We got new wine: Danny was outraged. He screamed, •Pon u.n condoa la

cabeza. •

They called, •coodbye, Danny. See you tonight: And they climbed into their little boats and rowed out to the lampara launches and started their engines and chugged away. Danny was insulted. He walked back up Alvarado Street, breaking windows as he went, and in the sec­ ond block a policeman took hirn in hand. Danny' s great respect for the law caused him to go quietly. If he had not just been discharged from the army after the victo­ ry over Germany, he would have been sentenced to six months. As it was, the judge gave him only thirty days. And so for one month Danny sat on his cot in the Monterey city jail. Sometimes he drew obscene pic­ tures on the walls, and sometimes he thought over his army career. Time hung heavy on Danny's hands there in his cell in the city jail. Now and then a drunk was put in for the night, but for the most part erime in Monterey was stagnant, and Danny was lonely. The bedbugs bothered him a little at first, but as they got used to the taste of him and he grew accustomed to their bites, they got along peacefully. He started playing a satiric game. He caught a bed­ bug,squashed it against the wall, drew a circle around it with a pencil and named it •Mayor Clough•. Then he caught others and named them after the City Council. in a little while he had one wall decorated with squashed bedbugs, each named for a local dignitary. 62

D

ANNY terhis olup döndüğünde kendisine miras kaldığını ve mülk sahibi olduğunu öğrendi. Viejo, yani büyük.baba ölmüş, Danny'e Tortilla Düzlüğü'ndeki iki küçük evi bırakmışh. Bunu duyan Danny'nin üzerine mülk sahibi olmanın ağırlığı çöktü. Gidip evleri görmeden önce bir galon kırmızı şarap satın aldı ve çoğunu içti. İşte o zaman üzerinden mülk sahibi olmanın ağırlığı kalkh ve en kö­ tü yanı ortaya çıkh. Bağırıp çağırdı, Alvarado Cadde­ si'ndeki bilardo salonunda birkaç sandalye kırdı; iki kı­ sa ama başarılı kavgaya girdi. Hiç kimse Danny'e pek aldırmadı. Sonunda titreyen çarpık bacakları onu çiz­ me giymiş İtalyan balıkçıların sabahın bu erken saatin­ de denize açılmaya hazırlandıkları rıhtıma götürdü. Irk düşmanlığı Danny 'nin manhğından baskın çıktı. Balıkçılara lanet yağdırdı. •Sicilyalı piçler/ diye bağırdı. •ttapishane adasının süprüntüleri. Köpoğlu köpekler. Chinga tu madre, Piojo: Başparmağını bumuna sürtüp, belden aşağısını göstererek açık saçık işaretler yaptı. Balıkçılar ona gülümseyip küreklerini öbür yana aldı­ lar. •Merhaba Danny,• dediler. •Ne zaman geldin? Ak­ şama uğra. Yeni bir şarabımız var: Danny'nin tepesi ath. • Pon un condo a lacabeza,• diye haykırdı. Balıkçılar, ·Hoşçakal Danny . Akşama görüşürüz/ dediler. Küçük kayıklarına binip teknelerine doğru kü­ rek çektiler ve teknelerin motorlarını çalışhnp uzaklaş­ hlar. Danny kendisine hakaret edildiğini düşündü. Alvara­ do Caddesi boyunca yürürken camlan kırdı. İkinci blok­ ta bir polis onu yakaladı. Danny yasalara büyük saygı duyduğundan itiraz etmeden gitti. Almanya'ya karşı kazanılan savaştan hemen sonra ordudan terhis edil­ miş olmasaydı alh ay yerdi. Oysa yargıç onu otuz gün hapis cezasına çarphrdı. . Böylece Danny, bir ay boyunca Monterey kent hapis­ hanesindeki yatağında oturdu. Bazen duvarlara açık saçık resimler çizdi, bazen de askerlik günlerini düşün­ dü. Kent hapishanesindeki hücresinde zaman pek ya­ vaş geçiyordu. Arada sırada hücresine bir geceliğine sarhoşlar kapahlıyordu ama Monterey'de pek sık suç işlenmiyordu ve Danny yalnızlık çekiyordu. Başlangıç­ ta tahtakuruları onu biraz rahatsız ettiler ama zamanla onlar Danny'nin tadına, Danny de onların ısırmalarına alışh ve birlikte rahat rahat geçinmeye başladılar. Alaya bir oyun oynamaya başladı. Bir tahtakurusu yakaladı, duvarda ezdi ve kurşunkalemle çevresine bir çember çizdi ve ona •Belediye Başkanı Clough• adıru verdi. Sonra başka tahtakuruları yakaladı ve onlara da Belediye Meclisi Üyelerinin adlanru verdi. Bir süre son­ ra duvarlardan biri bölgenin önemli kişilerinin adlarını verdiği ezilmiş tahtakurulanyla bezenmişti. Onlara


YUKARI

MAHALLE

YUKARI

MAHALLE

DANNY'NİN SAVAŞTAN DÖNÜP KENDİSİNE MİRAS KALDICINI ôCRENMESİ VE ZAYIFLARI KORUMAYA YEMİN ETMESİNE DAİR

D

ANNY ordudan döndüğünde kendisine miras kaldığını, mülk sahibi olduğunu öğrendi. Viejo (•), yani büyükbaba ölmüş, Danny'ye Yukarı Mahalle'de iki kü­ çük ev bırakmışh. Danny bunu öğrendiğinde mülkiyet sorumluluğu bir miktar üstüne çöktü. Mülkünü görmeye gitmezden ön­ ce bir galon kırmızı şarap alıp çoğunu tek başına içti. O zaman mal sahibi olmanın yükü biraz hafifledi ve yara­ dılışının en kötü yanı üste çık.ti. Bağırıp çağırdı.Alvara­ do Sokağı'ndaki bir kumarhanede birkaç iskemle kırdı. İki kısa ama görkemli kavgaya girişti. Kimse pek aldır­ madı Danny'ye. En sonunda sallanan çarpık bacakları onu sabahın erken saatlerinde İtalyan balıkçılann deni­ ze açılmaya hazırlandıkları nhhma götürdü. Irk düşmarılığı Danny'nin manhğına galip geldi. Ba­ lıkçılara küfretti. ·sicil yalı piçler,• diye bağırdı onlara. Mapushane adasının döküntüleri•. •Köpoğlu kö­ pekle�. ·chinga tu madre, Piojo c••) diye bağırdı. Baş­ parmağını burnuna sürtüp açık saçık işaretler yaph. Balıkçılar ona yalnızca gülümseyip, küreklerini sağdan sola aldılar. �erhaba Danny, • dediler. •Ne zaman döndün? Bu akşam uğra. Taze şarabımız var.• Danny'nin tepesi ath. ·pon un condo a la cableza • c•••) diye haykırdı. •ttoşça kal, Danny: diye bağırdı balıkçılar. •Bu ak­ şam görüşürüz.• Sonra küçük sandallarına binip lam­ para teknelerine doğru küreklere asıldılar, motorlanru çalıştırıp uzaklaştılar. Danny bozulmuştu. Yol boyunca camlan kırarak Al­ varado Sokağı'na doğru yürümeye başladı. İkinci soka­ ğa geldiğinde polis gelip onu yakaladı. Danny yasalara duyduğu büyük saygı nedeniyle sessizce gitti onunla. Eğer Almanya' ya karşı kazanılan zaferden hemen son­ ra terhis olmamış olsaydı, aiti aya mahküm olurdu. Ama bu durumda yargıç ona yalnızca otuz gün verdi. Böylece Danny bir ay boyunca Monterey kent hapis­ hanesindeki ranzasında oturdu. Bazen duvarlara açık saçık resimler çizdi. Bazen de askerdeki yaşanhsıru dü­ şündü. Kent hapishanesindeki hücresinde Danny için zaman geçmek bilmiyordu. Arada sırada bir geceliğine bir sarhoş getiriliyordu, ama genel olarak Monterey' de suç oranı düşüktü. Danny yalnızlık çekiyordu. Başlan­ gıçta tahtakuruları onu biraz rahatsız ettiler, ama onlar Danny'nin tadına, Danny de onların ısırmalarına alışb­ ğı zaman barış içinde geçinmeye başladılar. Yergisel bir oyun oynamaya başladı. Bir tahtakurusu yakalayıp duvarda ezdi, çevresine kalemle bir daire çiz­ di ve ona •Belediye Başkanı Clough· adını verdi. Sonra başka tahtakuruları yakalayıp onlara da Belediye Mec-

D

ANNY terhis edilip de memlekete dönünce, kendisinin mal mülk sahibi bir mirasçı olduğunu öğ­ rendi. İhtiyar dedesi Viejo, ölmüş, Yukarı Mahalledeki iki evi de ona bırakmışh. Danny, bu haberi öğrenince üstüne mal mülk sahibi olmanın ağırlığı çöktü. Daha gidip evlerinin ne halde olduğunu görmeden, bir galon kırmızı şarap aldı, otu­ rup kafayı çekti. Sorumluluk yükünü atnuş, kişiliğinin en kötü yönü ortaya çıkmışb. Bağırdı, çağırdı; Alvara­ do Caddesindeki meyhanenin bir iki sandalyesini kır­ dı; bir iki kişiye çatmaya kalkh ama, yüz veren olmadı. Bunun üzerine kalkh, sallana sallana nhbma yürüdü. Sabahın bu erken saatinde İtalyan balıkçılar gidip geli­ yor, sefere hazırlanıyorlardı. Birdenbire Danny'nin içindeki ırk düşmarulığı uyan­ nuşh. Balıkçılara çatmak için, •Ah, Sicilya domuzları• diye bağırmaya başladı. •Ah, hapishane adası kaçkınları... Piçler... Geçmişle­ rine yandığmun herifleri... Chinga tu madre, Piojo. • Tükürdü, açık saçık el kol işaretleri yapb, onları kız­ dırmaya çalışh. Balıkçılar, onun, bu durumuna yalnız­ ca gülmekle karşılık verdiler. •Merhaba, Danny. Ne zaman geldin? Arasıra uğrada yeni şarabımızı tat.• dediler. Danny, hilA öfkesini alamamışb: •pon un condo a la cabezaı• diye bağırdı. Balıkçılar yine güldüler. ·unutma Danny, bu akşam bekliyoruz. Şimdilik hoşça kal• diyerek sandallanna binip yola koyuldular. Onlardan karşılık görmemesi, Danny'yi daha beter kızdırdı. Tekrar Alvarado Caddesine dönüp önüne ge­ len camı çerçeveyi aşağı indirmeye başladı. Biraz son­ ra polis geldi. Yasalara duyduğu büyük saygıyla Danny, kuzu gibi olmuştu. Askerden yeni terhis edil­ memiş olsaydı, mahkeme onu, en aşağı alb aya mah­ küm ederdi ya, bu seferlik sadece otuz gün verdiler. Böylece Danny, bir ayını Monterey Cezaevinde ge­ çirdi. Bazen duvarlara açık saçık resimler çizerek eğle­ niyor, bazen de oturup askerlik günlerini düşünüyor­ du. Cezaevinde geçen günler vücudunu pek hamlat­ mışb. Arasıra bir gece için bir iki sarhoş getirdikleri oluyorsa da çoğu zaman yalnız başına kalan Danny'nin caru sıkılıyordu. önceleri yataktaki böcekler kendisini rahatsız etmişti ama, zamanla onlar, Danny'nin kanın­ dan bıkb, o da böceklere alışb, haşır neşir yaşamaya başladılar. Bir ara oturup aklına geleni hicvetmeye başladı. Ya­ tağında bulduğu bir tahtakurusunu duvarda ezmiş, çevresine bir daire çizerek albna •Belediye Başkanı• di-

" Yıı�lı ııdam Orospu çocuğu ••• Kabak luıfıılı ••

63


He drew ears and tails on them, gave them big noses and moustaches. Tito Ralph, the jailer, was scandal­ ized; but he made no complaint because Danny had not included either the justice of the pejice who had sen­ tenced hiın, nor any of the police force. He had a vast respect for the law. One night when the jail was lonely, Tito Ralph came into Danny's cell bearing two bottles ofwine. An hour later he went out for more wine, and Danny went with hiın. it was cheerless in the jail. They stayed at Torrel­ li 's, where they bought the wine, until Torrelli threw them out. After that Danny went up among the pines and fell asleep, while Tito Ralph staggered back and re­ ported his escape. When the brilliant sun awakened Danny about noon, he determined to hide all day to escape pursuit. He ran and dodged behind bushes. He peered out of the undergrowth like a hunted fox. And, at evening, the rules having been satisfied, he came out and went about his business. Danny's business was fairly direct. He went to the back door of a restaurant. •Got any old bread 1 can give my dog?• he asked the cook. And while that gullible man was wrapping up the food, Danny stole two slices of ham, four eggs, a lamb chop and a fly swatter. •ı will pay you sometirne, • he said. •No need to pay for scraps. 1 throw them away if you don 't take them: Danny felt better about the theft then. If that was the way they felt, on the surface he was guiltless. He went back to Torrenı·s, traded the four eggs, the lamb chop and the fly swatter for a water glass of grappa and re­ tired towards the woods to cook his supper. The night was dark and damp. The fog hung like limp gauze among the black pines that guard the landward limits of Monterey. Danny put his head down and hur­ ried for the shelter of the woods. Ahead of him he made out another hurrying figure; and as he narrowed the distance, he recognized the scuttling walk of his old friend Pilon. Danny was a generous man, but he re­ called that he had sold all his food except the two slices of ham and the bag of stale bread. •ı will pass Pilon by: he decided. •He walks like a man who is full of roast turkey and things like that: Then suddenly Danny noticed that Pilon clutched his coat lovingly across his bosom. • Ai, Pilon, amigo!' Danny cried. Pilon scuttled on faster. Danny broke into a trot. •pi]_ on, my little friend! Where goest thou so fastr Pilon resigned hiınself to the inevitable and waited. Danny approached warily, but his tone was enthusias­ tic. •ı looked for thee, dearest of little angelic friends, for see, 1 have here two great steaks from God 's own pig, and a sack of sweet white bread. Share my bounty, Pilon, little dumpling. • Pilon shrugged his shoulders. •As you say,• he mut­ tered savagely. They walked on together into the woods. Pilon was puzzled. At length he stopped and faced his friend. •oanny, • he asked sadly, -ıtow knew­ est thou 1 had a bottle of brandy under my coat?• •erandy?• Danny cried. "Thou hast brandy? Per­ hanps it is for some sick old mother: he said naively. 64

kulaklar, kuyruklar, koca koca burunlar ve bıyıklar çiz­ di. Gardiyan Tito Ralph çok öfkelenmişti ama şikayet etmedi çünkü Danny oyununa ne kendisini hapse mahkum eden yargıcı ne de polisleri kabruşh. Yasalara sonsuz saygı duyuyordu. Hapishanede kimsenin olmadığı bir gece TitoRalph elinde ilci şişe şarapla Danny'nin hücresine geldi. Bir saat sonra biraz daha şarap getirmek için çıkhğında Danny de onunla çıkh. Hapishanede eğlence yoktu. Şarabı sahn aldıkları Torelli onları kovuncaya kadar Torelli'de oturdular. Ondan sonra Danny dağa hrma­ rupçamağaçlarırun arasına girdi ve uyudu. Tito Ralph ise sendeleyerek geri döndü ve Danny'nin kaçhğıru bil­ dirdi. Parlak güneş öğleye doğru Danny'i uyandırdığında peşindekilerden kurtulmak için bütün gün sak­ lanmaya karar verdi. Koştu ve çalıların arkasına sak­ landı. Kovalanan bir tilki gibi çalıların arasından çevreyi gözledi. Ve akşam basbrmca, kurallar yerine getirildiğinden, çalıların arasından çıkıp işine koyuldu. Danny'nin işi oldukça basitti. Bir restoranın arka kapısına gitti. •Köpeğime verebileceğim bayat ekmeğin var mı?• diye ahçıya sordu. Ve saf adam ekmeği sarar­ ken Danny ilci dilim jambon, dört yumurta, bir kalem pirzola ve bir sineklik çaldı. ·eir gün parasını öderim: dedi. •Artıkları sahn alman gerekmez. İsteyen olmazsa ab­ yorum onları.• O zaman Danny'nin hırsızlık yapbğı için duyduğu huzursuzluk azaldı. Eğer onlar böyle düşünüyorlarsa yüzeyde suçsuzdu. Torelli'nin yerine gitti, dört yumur­ tayı, bir kalem pirzolayı ve sinekliği bir bardak grappa ile takas etti ve akşam yemeğini pişirmek üzere ormana gitti. Gece karanlık ve nemliydi. Sis, Monterey'in kara sı­ nırlarını çizen kara çamların arasında bir tülbent gibi duruyordu. Danny başını eğip kendiru saklayacak or­ mana doğru hızla yürüdü. önünde hızla yürüyen bir başka şekli farketti; aradaki mesafe azalınca eski dostu Pilon'un yan yan yürüyüşünü tanıdı. Danny cömert bir insandı ama ilci dilim jambon ve bir torba bayat ekmek dışında bütün yiyeceğini sathğını anımsadı. •PiJon'a görünmeden geçeyim: diye karar verdi. •Kızarmış hindi ve benzeri şeyler yemiş biri gibi yürü­ yor: Sonra birden Pilon'un paltosunu sevgiyle göğsüne bastırdığını gördü. •Hey. Pilon, amigor diye bağırdı. Pilon hızlandı. Danny koşmaya başladı. �on, be­ nim küçük arkadaşım! Böyle hızlı hızlı nereye gidiyor­ sun?• Pilon kaçınılmaza boyun eğip bekledi. Danny dikkat ­ le yaklaşb ama ses tonu neşeliydi. ·een de seni arıyor­ dum dostlann en iyisi; bak elimde kocaman ilci parça biftek, bir torba da beyaz ekmek var. Pilon, tatlım, gel servetimi paylaş benimle.• Pilon omuzlarını silkti. '"Nasıl istersen,• diye homur­ dandı kaba kaba. Birlikte ormana doğru yürüdüler. Pi­ lon şaşkındı. Sonunda durdu ve dostuna bakb. •oanny, paltomun alhnda bir şişe konyak olduğunu nerden anladın?' diye sordu üzgün üzgün. •Konyak mı?' diye haykırdı Danny. -ı<onyağın mı var? Herhalde yaşlı bir kadın içindir,• dedi saf saf. •BeI-


tisi Üyelerinin adlanru takb. Kısa bir süre sonra bir du­ varı tiimüyle herbiri yerel şahsiyetlerin adını taşıyan ezilmiş tahtakurulanyla süslemişti. Onlara kulak ve kuyruklar çizip büyük burunlar ve bıyıklar takh. Gardi­ yan Tito Ralph çok sinirlenmişti bu işe, ama şikiyet edemiyordu, çünkü Danny ne kendisini mahkıim eden yargıo ne de polisten kimseyi dahil etmişti yapıhna. Yasalara sonsuz saygısı vardı. Hapishanede kimse olmadığı bir gece Tito Ralph elinde iki şişe şarapla Danny'nin hücresine geldi. Bir saat sonra biraz daha şarap getirmek üzere çıkhğında Danny de onunla birlikte çıkh. Hapishanenin neşesi yoktu. Şarap aldıkları Torelli onları kapı dışarı edinceye kadar Torilli'de oturdular. Ondan soma Danny çamla­ rın arasına gidip uyudu, Tito Ralph ise sendeleyerek geri dönüp onun kaçtığını !apor etti. Güneşin panltılan Danny'i uyandırdığında peşinde­ kilerden kaçmak için bütün gün saklanmaya karar ver­ di. Kaçıp çalıların arkasına saklandı. İzlenen bir tilki gi­ bi çalıların arasından çevreyi gÖ'Zetledi. Akşam olunca, kurallan yerine getirmiş olarak dışarı çıkıp işine koyul­ du. Danny'nin işi oldukça açık seçikti. Bir lokantarun ar­ ka kapısına gitti. Aşçıya, •Köpeğime verebileceğin bir parça bayat ekmeğin var mı?' diye sordu. Saf adamca­ ğız ekmeği sararken de iki dilim sucuk, dört yumurta, bir pirzola ve bir sineklik çaldı Danny. ·eir gün parasını öderim,• dedi. •Artıklar için para vermeye gerek yok. Sen almasay­ dın atacakhm onları.• O zaman Danny hırsızlığı konusunda daha rahat his­ setti kendini. Böyle düşünüyorlarsa eğer, görünüşte suçsuzdu. Torelli'ye geri dönüp, dört yumurta, pirzola ve sinekliği bir su bardağı grappa ile değiştirdi ve ye­ meğini pişirmek üzere ormana çekildi. Gece karanlık ve nemliydi. Sis, ıslak bir tülbent gibi sallanıyordu Monterey'in karadan sınırlanru koruyan kara çamlann üstünde. Danny başını eğip hızla orma­ nın güvencesine doğru yürüdü. Sonra önünde hızla yürüyen birisini farketti, aradaki mesafe azalınca da es­ ki dostu Pilon'un seğirten yürüyüşünü tanıdı. Danny cömert adamdı, ama iki dilim sucukla bayat ekmek tor­ bası dışındaki tiim yiyeceğini sathğı aklına geldi. •Pilon'un yarundan geçeyim,• diye karar verdi kendi kendine:"Kızarmış hindi filan gibi şeyleri olan bir adam gibi yürüyor: Sonra birdenbire Pilon'un paltosunu sevgiyle göğsü­ ne bashrdığını fark etti. •Hey, Pilon! Dostum!• diye bağırdı Danny. Pilon adımlarını hızlandırdı. Danny neredeyse ko­ şuyordu şimdi. •Pilon, cancağızım. Nereye gidiyorsun böyle hızla?' Pilon kaçınılmaza boyun eğip onu bekledi. Danny ih­ tiyatla yaklaşh, ama ses tonu hevesliydi. •Ben de seni arıyordum canımın içi. Çünkü bak, burada tanrının kendi domuzundan kesilmiş iki büyük biftekle bir tor­ ba beyaz tatlı ekmeğim var. Pilon, birtanem, servetimi paylaş benimle.• Pilon omuzlarını silkti. �asıl istersen,• diye homur­ dandı kabaca. Birlikte ormana doğru yürüdüler. Pilon meraklanmışb. En sonunda durup dostunun yüzüne baktı.

ye yazmışh. Sonra birbiri ardından yakaladığı tahtaku­ ruları ile, kentin ileri gelenlerini duvara resmetti. Bir süre sonra duvar, kentin ileri gelenleriyle dolmuştu. Bazılarına ağız burun yapmış, sakal, bıyık da çizmişti. Gardiyan Tito Ralph, bu duruma karışamıyordu, çünkü yasaya ve adalete karşı duyduğu derin saygı do­ layısıyla onlardan birini listesine geçirmeye cesaret edememişti. Yasaya saygı beslerdi. Yine kimsenin olmadığı bir akşam Tito Ralph koltu­ ğunun alhnda iki şarap şişesiyle onun hücresine gel­ miş, birlikte içmişlerdi. Bir saat kadar sonra, iki şişe de boşalmıştı. Gardiyan, biraz daha şarap almaya gider­ ken Danny ile birlikte çıkh. Hapishanede canı sıkılıyor­ du. Torelli'ye gidip kovuluncaya dek kafaları çektiler. Daha sonra Tito Ralph, ne yapacağını şaşırmış bir du­ rumda polise suçlunun kaçtığını bildirirken Danny, or­ mana gidip çam yaprakları üstünde tatlı bir uykuya daldı. Danny öğleye doğru uyandı. Güneş pınl pırıldı. Ken­ disini arayacaklarını bildiği için; devriyelerden saklan­ maya karar verdi. Çalıların arasına gidip bütün gün orada oturdu. An sıra başını çıkararak çevreyi kollu­ yordu. Akşama doğru artık kendisini aramayacaklarını düşünerek, saklandığı yerden çıkıp işine gitti. Danny'nin işi çok basitti. Doğruca bir lokantarun ar­ ka kapısına yanaşh. Aşçıdan köpeği için artık yemek is­ tedi. Aşçı, artıkları toplarken o da iki pirzola, dört yu­ murta, bir iki parça sosis aşırdı. Çıkarken, •Borcumu sonra öderim• dedi. •Ne borcu. Nasıl olsa çöp tenekesine atacakhm. Beni bu zahmetten kurtardın: O zaman Danny'nin içi rahat etti. Aslında hep öyle­ dirler, kendilerini suçsuz gösterecek özürler bulmayı çok iyi becerirler. Elindeki paketle doğruca Torelli'ye gitti. Yumurtalarla sosisleri, yarım şişe şarapla değişti­ rerek ormarun yolunu tuttu. Gece çok karanlık ve nemliydi. Monterey'in yukarı yüzünü örten ormana koyu bir sis çökmüştü. Danny başını önüne eğerek ormanda sığınacak bir yer arama­ ya koyuldu. Biraz ilerisinde kendi gibi, hızlı yürüyen bir gölge vardı. Aralarındaki uzaklık azalınca gölgenin, eski dostu Pilon'a ait olduğunu anladı. Eliaçık bir deli­ kanlıydı Danny fakat, yiyeceklerinin çoğunu şarapla değiştiğini anımsadı. •Pilon'a görünmeden geçerim• diye düşündü. •Ukin herif, kucağında hindi varmış gibi yürüyor.· Birdenbire Pilon'un, ceketinin önünü sıkı sıkıya ka­ pamaya çalışhğını fark etti. •Hey, Pilon, Amigo!• diye çağırdı. Pilon daha hızla yürıimeye başlamışb. Danny de pe­ şinden koştu. Bir yandan da avazı çıkbğı kadar, •Pilon, sevgili dostum, acelen ne?' diye bağırıyordu. Pilon, kaçmaktan vazgeçip durdu, bekledi. Danny, nefes nefese arkadaşının yanına geldi. Heyecanlı bir sesle, •Hep seni arıyordum, sevgili Piloncuğum, • di­ yordu. ·sak bir iki kalem pirzola, ekmek, peynir, şarap ele geçirdim. Otur da beraber yiyelim, seni göreceğim geldi yahu.• Pilon omuzlanru silkti: •Nasıl istersen• diye söylen­ di. Beraber yürıimeye başladılar. Pilon şaşırmışh. So­ nunda durdu. Danny'ye döndü: -Yahu• dedi, •koltuğu­ mun albnda bir şişe konyak olduğunu nerden bildin?• 65


•Perhaps thou keepest it for Our Lord Jesus when He comes again. Who am 1, thy friend, �o judge the desti­ nation of this brandy? 1 am not even sure thou hast it. Besides 1 am not thirsty. 1 would not touch this brandy. Thou art welcome to this big roast of pork 1 have, but as for thy brandy, that is thine own: Pilon answered him stemly. •oanny, 1 do not mind sharing my brandy with you, hali and hali. it is my duty to see you do not drink it ali.• Danny dropped the subject then. •Here in the clear­ ing 1 will cook this pig, and you will toast the sugar cakes in this bag here. Put thy brandy here, Pilon. it is better here, where we can see it, and each other: They built a fire and broiled the ham and ate the stale bread. The brandy receded quickly down the bottle. After they had eaten, they huddled near the fire and sipped delicately at the bottle like effete bees. And the fog came down upon them and greyed their coats with moisture. The wind sighed sadly in the pines about them. And after a time, a Ioneliness fell upon Danny and Pilon. Danny thought of his lost friends. ·Where is Arthur Moralesr Danny asked, tuming his palms up and thrusting his anns forward. •0ead in France, • he answered himself, tuming the palms down and dropping his anns in despair. ·0ead for his coun­ try. Dead in a foreign land. Strangers walk near his grave and they do not know Arthur Morales Iies there. • He raised his hands ' palms upward again. •Where is Pablo, that good manr ·ın jail, • said Pilon. ·rablo stole a goose and hid in the brush; and that goose bit Pablo and Pablo cried out and so was caught. Now he lies in jail for six months. • Danny sighed and changed the subject, for he real­ ized that he had prodigally used up the only acquain­ tance in any way fit for oratory. But the Ioneliness was stili on him and demanded an outlet. •Here we sit, • he began at last. ·-broken hearted,• Pilon added rhythmically. •No, this is not a poem, • Danny said. •Here we sit, homeless. We gave our lives for our country, and now we ha ve no roof over our head. • ·we never did have,• Pilon added helpfully. Danny drank dreamily until Pilon touched his elbow and took the bottle. •Tuat reminds me, • Danny said, •of a story of a man who owned two whore houses-· His mouth dropped open. •piJon! •he cried .•Pilon! my little fat duck of a baby friend. 1 had forgotten! 1 am an heir! 1 own two houses. • •Whore housesr Pilon asked hopefully. �ou art a drunken liar, • he continued. •No, Pilon. 1 tell the truth. The viejo died. 1 am the heir. 1, the favourite grandson: �ou art the only grandson, • said the realist, Pilon. ·Where are these housesr ·You know the viejo's house an Tortilla Flat, Pilonr •Here in Monterey?• •yes, here in Tortilla Flat: • Are they any good, these housesr

66

ki de İsa peygamberin ikinci gelişine saklıyorsun. Se­ nin dostun olan ben kimim ki bu konyağın yazgısı hak­ kında kararlar vereyim. Sende konyak olduğundan emin değilim bile. Aynca susamış da değilim. Bu kon­ yağa elimi bile sürmem. Buyur bendeki bu kocaman domuz kızartmasını ye ama konyağına gelince, o senın:

Pilon sertçe karşılık verdi. •oanny, konyağııru senin­ le yarı yarıya paylaşmaya bir diyeceğim yok. Görevim hepsini içip bitinnemeni sağlamak.• Onun üzerine Danny konuyu değiştirdi. ·su açık alanda domuzu pişireceğim sen de bu torbadaki çörek­ leri kızartırsın. Konyağını şuraya koy, Pilon, onu ve birbirimizi görebileceğimiz şurası uygun.• Ateş yakıp jambonu kızarttılar ve bayat ekmeği yedi­ ler. Şişedeki konyak hızla azaldı. Yemekten sonra ate­ şin kenarına yaklaşıp bitkin arılar gibi şişeden yudum yudum içtiler konyaklarını. Sonra sis çöktü, paltoları nemden grileşti. Rüzgar tepelerindeki çam ağaçlarının arasında üzgün üzgün iç çekiyordu. Ve kısa bir süre sonra Danny ve Pilon'un içine bir yal­ nızlık çöktü. Danny kaybettiği dostlanru düşündü. Avuçlanru yukarı çevirip, kollanru ileri uzatarak, • Arthur Morales nerede?• diye sordu. Umutsuzca avuçlarını aşağı çevirip kollarını indirdi ve kendi kendi­ ni yanıtladı, •Fransa' da öldü. Ülkesi için öldü. Yabana bir ülkede öldü. Mezarının çevresinde yabancı insanlar dolaşıyor ve Arthur Morales'in orada yathğıru bilıni­ yorlar: Avuçlarını yeniden yukarı çevirdi. ·rablo ne­ rede, nerede o iyi insanr •Hapiste,• dedi Pilon. ·rablo bir kaz çalmış ve çalılık­ lara saklanmış; kaz Pablo'yu ısırınca Pablo bağırmış ve böylece de yakalanmış. Alh aydır hapiste yatıyor.• Danny bir iç çekti ve konuyu değiştirdi çünkü hak­ kında nutuk çekecek tek tarudığııu müsrifçe kullandığı­ nı farketmişti. Ama ha.I� çektiği ycilruilık için bir çıkış yolu gerekiyordu. Sonunda, •0turrnuşuz burada,• di­ ye başladı. ·-kırık kalplerle,• diye ekledi Pilon aynı ritirnde. •Hayır, bu şiir değil,• dedi Danny. •oturmuşuz bura­ da evsiz barksız. Ulkerniz için yaşarnlanrnızı feda ettik ama başımızı sokacak bir yuvamız yok.• Pilon, •Hiçbir zaman da olmamışh,• dedi yardımcı olmak amacıyla. Pilon dirseğine dokunup şişeyi alana kadar dalgın dalgın içti Danny. ·su benim aklıma,· dedi Danny, •iki genelevi olan adamın öyküsünü getiriyor-• Ağzı açık kaldı. ·rilon!• diye bağırdı. •rilon! benim küçük şişko ördek yavrum . Unutmuşum! Bana miras kaldı! İki evim var: •Genelev mir diye sordu Pilon umutla. ·sen sarhoş bir yalanasın, • dedi. •Hayır Pilon. Doğru söylüyorum. Viejo öldü. Ben mi­ rasçıyım. Ben en sevdiği torunu ben.• •Zaten tek torunu sensin,• dedi gerçekçi Pilon. •Ne­ rede bu evlerr • Viejo'nun Tortilla Düzlüğii'ndeki evini biliyorsun ya Pilon?• •eurada, Monterey'de mir •Evet, burada, Tortilla Düzlüğii'nde: •İşe yarar mı bari bu evler?' ,


•oanny, • diye sordu üzgün. ·Nereden biliyordun paltomun altında bir şişe konyak olduğunu?' 'Konyak mı?' diye haykırdı Danny. 'Konyağın mı var? Belki de yaşlı hasta anan için,' dedi safça. 'Yoksa aziz İsa'run geri gelişine mi saklıyorsun? Benim bir dostun olarak bu konyağın kaderi konusunda yargıda bulunmak had�e düşer mi? Konyağın olduğuna bile emin değilim. Ustelik susamış da değilim. Konyağa do­ kunmam bile. Buyur bu domuz kızartmasından ye, ama konyağına gelince, o senin malındır.' Pilon sertçe yanıt verdi. 'Danny, konyağımı seninle yarı yarıya paylaşmaya bir diyeceğim yok. Görevim se­ nin hepsini içip bitirmemeni sağlamak.'Danny o za­ man konuyu değiştirdi. 'Bu açıklıkta ben bu domuzu pişiririm, sen de şu torbadaki tatlı çörekleri kızartırsın. Konyağını şuraya koy Pilon. İkimizin de onu ve birbiri­ mizi görebilmesi için burası daha iyi.• Ateş yakıp sucuğu kızarttılar, bayat ekmeği yediler. Konyak şişede hızla azaldı. Yemekten sonra ateşin ke­ narına yanaşıp tükenmiş arılar gibi nazikçe yudumla­ dılar konyaklarıru. Sis ağır ağır üstlerine çöküyor, pal­ tolarını nemle bozlaştırıyordu. Çevrelerindeki çamlar­ da dertli dertli iç çekiyordu rüzgAr. Bir süre sonra bir yalnızlık çöktü Danny ile Pilon'a. Danny yitirilmiş dostlarını düşündü. 'Nerede Arthur Morales?' diye sordu avuçlarını yu­ karı çevirip kollarını öne uzatarak. Sonra kollarını umutsuzca aşağ� indirip kendi kendini yanıtladı. 'Fransa'da öldü. Ulkesi için öldü. Yabana bir ülkede öl­ dü. Mezarının çevresinde dolaşan yabancılar orada Arthur Morales'in yattığını bilmiyorlar.' Ellerini yine yukarı doğru çevirdi. 'Pablo, o iyi insan, o nerede?' 'Hapiste,• dedi Pilon. 'Bir kaz çalıp çalılara saklan­ mıştı. Kaz onu ısırınca Pablo bağırdı, böylece de yakalandı. Altı ay hapis yatacak şimdi.• Danny iç çekip konuyu değiştirdi. Herhangi bir şekil­ de övgüye değer tek tanıdığını, savrukça harcamış ol­ duğunu fark etmişti. Ama hala kendini yalnız hissedi­ yor, bir çıkış yolu arıyordu. En sonunda, 'Burada otu­ ruyoruz,• diye başladı. 'Kalbimiz kırık/ diye ekledi Pilon aynı ölçüyle. 'Yok, bu şiir değil,' dedi Danny. 'Burada oturuyoruz evsiz barksız. Yaşamımızı ülkeye verdik, şimdiyse ka­ famızı sokacak bir damımız yok.• 'Hiçbir zaman da olmadı' diye ekledi Pilon. Pilon, dirseğine dokunup şişeyi alıncaya kadar dal­ gın dalgın içkisini içti Danny. 'Bu, bana,• dedi Danny, 'İki kerhanesi olan adamın öyküsünü anımsat...' bir­ den çenesi düştü. 'Pilon,• diye bağırdı. 'Pilon, benim küçük şişko ördek yavrusu dostum. Unutmuşum. Bana miras kaldı. İki evim var benim.• 'Randevuevi mi?' diye umutla sordu Pilon. 'Sarhoş yalancının tekisin sen,• diye devam etti. 'Yok, Pilon, gerçeği söylüyorum. Viejo öldü. Varisi benim . En sevdiği torunu ben.• 'Tek torunu sensin/dedi gerçekçi Pilon. 'Nerede bu evler?' ' Viejo'nun Yukan Mahalle'deki evini bilirsin Pilon.' 'Burada, Monterey'de mi?' �vet burada, Yukan Mahalle'de.• 'İşe yarar mı bu evler?' ·

'Ne, konyak mı? Piloncuğum, sende konyak var de­ mek, ha ... Ya hasta bir kadına götürüyorsundur, ya da Hazreti İsa'run bir daha gelişi için saklıyorsundur. Adam sen de, ben kimim ki, koca bir şişe konyağın ne­ reye gittiğini bileceğim; kaldı ki sende konyak oldu­ ğundan haberim bile yoktu. Hem susamadım ki. Bir damlasına bile dokunmam. Buyur, benim çıkınımdaki­ leri afiyetle yiyelim. Konyağına gelince, ona karışmam; o senin kendi malın: Pilon, 'Konyağımı seninle yarı yarıya paylaşalım Danny: dedi. •Ama hepsini sana içirmem: Danny, konuyu değiştirmeye çalışarak, 'İşte şurada pirzolaları kızartırız. Sen de şu pakettekileri aç. Konya­ ğı da şuraya koy, Pilon. Burada, ikimizin de görebilece­ ği bir yerde dursun, daha iyi.• Bir ateş yakıp pirzolaları kızarttılar, yemeye başladı­ lar. Konyak pek çabuk tükendi. Karınlarını doyurduk­ tan sonra, ateşe sokulup şişenin dibinde kalanı içtiler. Sis iyice kalınlaşmış, yoğun nemden elbiseleri ıslak ıs­ lak olmuştu. Bir süre sonra içlerine bir yalnızlıktır çöktü. Eski dost­ larını düşündüler. Danny, •Arthur Morales nerelerde?' diye sordu. Nu­ tuk çeker gibi, kolunu ileri doğru uzatmıştı: 'Fransa'da öldü.' Kolunu umutsuzca yanına sarkıttı: 'Kendi ülkesi ve yurdu için öldü. Yabancı topraklarda kaldı. Mezarının üstünde, Arthur'un orada yattığından bile haberi ol­ mayan yabanalar yürüyecek.' Yine kolunu ileri uzata­ rak, 'Pablo nerede?' diye sordu. Bu soruya Pilon, cevap verdi: 'Hapiste. Komşunun kazını çalmış. Saklandıkları yerde kaz, Pablo'yu ısır­ mış, Pablo bağırınca gelip ikisini de yakalamışlar. Altı aydır delikte yatıyor.• Danny, içini çekip, başka şeylerden söz etmeye baş­ ladı. Ama içindeki yalnızlık kaybolmamıştı. Bir süre sustuktan sonra, 'İşte burada, yalnız başımıza. . : Geri­ sini Pilon getirdi: 'Dertli ve sabırlı oturmaktayız.• 'Hadi canım, şiir.okumuyorum ya, burada yalnız ba­ şımıza yersiz, yurtsuz pinekliyoruz. Gençliğimizi, bu memleket uğruna harcadık. Bak, başımızı sokacak bir damımız bile yok.• 'Şimdiye kadar oldu mu ki?' Danny şarap şişesini ağzına dayadı, Pilon koluna vu­ rup alıncaya kadar içti: 'Bu bana iki kerhanesi olan ada­ mın hikayesini habrlattı• diye söze başladı. Sustu, sö­ zün arkasını getirmedi. Sonra birdenbire, 'Pilon! Pi­ lon!' diye bağırdı. 'Pilon, dostum, çoktan unutmuş­ tum. Ben mirasa kondum. Benim de iki tane var: 'Nen, kerhanen mi? Ah, seni düzenbaz, yalancı he­ rif.' 'Yalan söylemiyorum, Piloncuğum. Bizim Viejo öl­ dü. Benden başka varisi de yok. Her şeyini bana, biricik torunu olan bana bıraktı.• Pilon yaradılıştan gerçekçiydi: 'Demek, tek mirasçı sensin, ha?' dedi. 'Peki, evler neredeymiş?' 'Viejo'nun evlerini bilmiyor musun, Pilon? Burada, Yukan Mahallede.• 'Burada, Monterey'de mi?' 'Evet, Yukan Mahallede.• 'Nasıl, işe yarar mı bari?'

67


Danny sank back, exhausted with emotion. ·ı do not know 1 forgot 1 owned them. • Pilon sat silent and absorbed. His face grew moum­ ful. He threw a handful of pine needles on the fire, wathced the flaınes climb frantically among them and die. For a long time he looked into Danny's face with deep anxiety, and then Pilon sighed noisily, and again he sighed. •Now it is over/ said sadly. •Now the great times are done. Thy friends wilI moum, but nothing will come of their mouming. • Dany put down the bottle, and Pilon picked it up and set it in his own lap. •Now what is overr Danny demanded. •What do you meanr •ıt is not the first time,• Pilon went on. •When one is poor, one thinks, 'H 1 had money 1 would share it with my good friends.' But let that money come and charity flies away. So it is with thee, my once-friend. Thou art lifted above thy friends. Thou art a man of property. Thou wilt forget thy friends �ho shared everything with thee, even their brandy: His words upset Danny. ·Not ı-, he cried. •ı will never forget thee, Pilon. • ·so you think now,• said Pilon coldly. ·aut when you have two houses to sleep in, then you wilI see Pilon wilI be a poor paisano, while you eat with the mayor: Dınny arose unsteadily and held himself upright against a tree. ·rilon, 1 swear, what 1 have is thine. While 1 have a house, thou hast a house. Give me a drink·. ·ı must see this to believe it,• Pilon said in a discour­ aged voice. •ıt would be a world wonder if it were so. Men would come a thousand miles to look upon it. And besides, the bottle is empty. • .

John STEINBECK

68

Danny heyecandan yorgun düşmüş bir halde arkası­ na yaslandı. ·eilmiyorum. Oniann benim olduğunu unutmuşum.• Pilon sessiz ve düşünceli oturuyordu. Yüzü keder­ lendi. Ateşe bir avuç çam iğnesi ahp, alevlerin birden canlanıp sonra ölüşünü izledi. Uzunca bir süre derin bir kaygıyla Danny'nin yüzüne bakh, sonra yüksek sesle iç geçirdi, sonra bir daha iç geçirdi. ·tşte bitti ar­ hk, • dedi. •Artık güzel günler geride kaldı. Dostların üzülecek ama üzüntüleri bir işe yaramayacak.• Danny şişeyi bırakh, Pilon yerden alıp kucağına koy­ du. •Ne bitti artık?• diye sordu Danny. ·Ne demek isti­ yorsun?• •tık kez olmuyor bu,• diye sürdürdü konuşmasıru Pi­ lon. •tnsan yoksulken 'Eğer param olursa iyi dostlarım­ la paylaşırım' diye düşünür. Ama hele bir o para gelsin yardımseverlik kanatlanıp uçar. Senin durumunda da böyle,bir zamanlarki dostum. Sen dostlarırun üzerine çıkhn. Mülk sahibisin. Seninle her şeylerini, hatta kon­ yaklanru bile paylaşmış olan dostlarıru unutacaksın.• Bu sözler Danny'yi üzdü. •yo, ben değil,• diye bağır­ dı. ·een seni asla unutmam Pilon. • ·şimdi böyle düşünüyorsun,• dedi Pilon soğuk bir sesle. •Ama yatacak iki evin olduğunda görürsün. Sen belediye başkanıyla yemek yerken Pilon yoksul bir pai­ sano olacak.• Danny sendeleyerek ayağa kalkh, dik durabilmek için bir ağaca yaslandı. •Pilon, yemin ederim benim olan her şey senindir. Benim evim varken senin de evin olur. Bir yudum içki ver: •suna ancak görünce inanının,• dedi Pilon umutsuz bir sesle. •Eğer bu söylediğin olursa inanılmaz bir şey olur doğrusu. İn� kendi gözleriyle görmek için ta uzaklardan gelirler. Ustelik, şişe de boşaldı:

Çeviri Dergisi


Danny heyecandan bitkin, arkasına yaslandı. •Bilmi­ yorum. Onların sahibi olduğumu unutmuşum işte.• Pilon sessiz ve düşünceli oturuyordu. Yüzü keder­ lendi. Ateşe bir avuç çam iğnesi atıp alevlerin onları te­ laşla sarmasını, sonra da sönmelerini izledi. Uzun süre kaygıyla Danny'nin yüzüne baktı. Sonra derin bir of çekti. Derken bir daha çekti. •Artık bitti/ dedi üzüntüyle. •Artık o güzel günler sona erdi. Dostla­ rın üzülecek, ama bir işe yaramayacak üzüntüleri." Danny şişeyi yere koydu. Pilon da alıp kendi kucağı­ na yerleştirdi. •şimdi sona eren ner diye sordu Danny. •Ne demek istiyorsun?" "ilk kez olmuyor bu," diye devam etti Pilon. ·tnsan yoksulken, 'param olsa onu iyi dostlanmla paylaşırım' diye düşünür. Ama o para bir gelmeye görsün, yardım­ severlikten eser kalmaz. Seninle de öyle, geçmişteki dostum. Tüm dostlarının üzerine çıktın sen. Mülk sahi­ bi bir adamsın. Seninle her şeyi, hatta konyağını bile paylaşan dostlannı unutacaksın." Danny rahatsız olmuştu bu sözlerden. "Hayır," diye bağırdı. ·unutmam. Seni hiçbir zaman unutmayaca­ ğım Pilon." "Şimdi öyle düşünüyorsun," dedi Pilon soğuk bir ta­ vırla. "Ama yatacak iki evin olunca görürsün. Sen bele­ diye başkanıyla yemek yerken, Pilon yoksul bir paisano olacak." Danny sallanarak ayağa kalktı, bir ağaca yaslanarak doğruldu. •Pilon, yemin ederim ki, benim neyim varsa senindir. Benim evim olduğu sürece, senin de evin var demektir. Bana bir içki ver." Pilon hevessiz bir sesle, •suna ancak görünce inanı­ rım," dedi. •Böyle bir şey mucize olurdu. İnsanlar bunu görmeye bin kilometreden gelirdi. Üstelik şişe de bo­ şaldı."

Çnriri: Gülen AKTAŞ

Danny, mutlulukla gülümseyerek arkasına yaslandı: ·silmem ki .. ." dedi. "Sahipleri olduğumu unutmuş­ tum, daha gidip görmedim bile." Pilon bir süre sesini çıkarmadı. Düşünceliydi. Ateşe bir avuç kuru çam yaprağı daha attı, dalgın gözlerle alevleri seyrediyordu. Sonra gözlerini kaldırdı, uzun uzun Danny'nin yüzüne baktı. Bu bakışlarda merak ve telaş vardı. Sonunda derin derin içini çekti: •0emek her şey bit­ ti," dedi. •0emek büyük adam oldun, dostların üzüle­ - cek ama, kaç para eder." Danny elindeki şişeyi yere bıraktı. Bu kez Pilon aldı, ağzına dayadı. •Ne bitti?" diye sordu Danny. . . •Ne de­ mek istiyorsun?" ·eu ilk kez olmuyor ki. . ." diye ekledi Pilon. •emsi meteliği yokken param olsa her şeyimi dostlarımla paylaşırdım, diye övünür. Ama eline biraz para geçip de cebi metelik yüzü gördü mü, her şeyi unutur. Sen de böyle olacaksın, dostum. Artık arkadaşlarının seviye­ sini aştın. Mal, mülk sahibi adam oldun. Sen de bir za­ manlar her şeylerini, hatta konyaklamu bile seninle paylaşan eski arkadaşlannı unutacaksın." Bu sözler Danny'ye pek dokunmuştu: •een öyle de­ ğilim" diye bağırdı, -sen seni unutur muyum, Pilon?" •şimdi sana öyle gelir." Pilon'un sesi pek soğuktu: •Hele bir evlerine sahip ol, gecelerini bir çatı altında ge­ çirmeye başla, o zaman görürsün. Belediye Başkanıyla yemek yerken zavallı Paisano Pilon'u aklına bile getir­ mezsin." Danny ayağa fırlamıştı, sırtını bir ağaca dayayarak, "Pilon" dedi. •sana söz veriyorum ki, benim nem varsa, senin de var, demektir. Benim evim varsa senin de evin olacak. Ver şunu da bir yudum alayım." ·eu sözüne görmeden inanmam." diye söylendi Pi­ lon. Sesinde cesaret kına, soğuk bir anlam vardı: •ôyle olsaydı, herkes verdiği sözü tutsaydı, dünya cennet olurdu. Hem şişe çoktan boşaldı."

Çnriri: Orhon AZIZOCLU

69


ÖFKENİN YARARI *

THE UTILITY OF WRATH*

W

E have been right ali along in suspecting that there is really more than one Steinbeck. There is the Steinbeck of The Grapes of Wrath, of in Dubious Battle, and of a number of short stories, an angry man whose anger has put a real tension in his work; there is Stein­ beck the extremely gifted humorist; and there is also the Steinbeck who seems at times to be only a distant relative of the first one, the warmhearted and amused author of Tortilla Flat, Cannery Row, The Wayward Bus, The Pearl, capable of short stretches of some really dazzling stuff but, over the length of the book, increas­ ingly soft and often downright mushy. in other words, Steinbeck has achieved his success by working within limitations which are perhaps self-imposed but which seem on the whole to be imposed on him by his temperament. They tie him down to an exclusive pref­ erence for one type of character, which recurs with sur­ prising consistency throughout his work, and to a max­ imum of two emotional attitudes, one compounded of some delight and much compassion toward the people he writes about, the other of compassion and wrath. in Cannery Row and Tortilla Flat Steinbeck's people have no comrnitments to society and no inhibitions worth mentioning. They get drunk, and fight, and af­ terward their kindliness and native innocence make them extremely sorry if they have hurt someone or burned a house or done anything else to be ashamed of. They have an admirable talent for taking life exactly as it comes, with a cheerfulness which is the virtue of the uncorrupted. None is truly vicious. The girls in the brothel are golden-hearted business women. Despite some tendency to fleece his customers, the old Chinese who runs the store is essentially a sweet philosopher and as such is resigned to the certainty that many of his patrons will default their accounts. The Mexican boys steal beans by the ton to aid the lady who just can't help having babies, and share their hovel with a roofless un­ known whose sick child needs a place to die. Even the biologist Doc, whose education and investment in his laboratory obligate him somewhat toward society, ex­ cels the first-century Christians in sweet forgiveness when the boys throw a party for him in his absence and ruin the laboratory doing it. Simple, goodhearted people are so much Steinbeck's specialty that really despicable ones are hard to find in any of his books, and it may eventually be said of him that his greatest weakness was his inability to depict a full-length heel, a thorough out-and-out louse. Even the German officers in The Moon Is Down, against • By Frohock, W.M. •John Steinbeck - The Utility of Wrath, • Novel of

Violence in America, 1958.

70

A

suNDA hep haklıydık birden fazla Steinbeck ol­ �.uğu konusundaki kuşkumuzda. Bir yanda Gazap Uzümleri'nin, Bitmeyen Kavga'run ve bir dizi kısa öykü­ nün yazarı, öfkesi yapıtlarına gerçek bir gerilim katmış olan kızgın bir adam olarak Steinbeck; bir yanda çok yetenekli bir mizah ustası Steinbeck; bir diğer yanda da zaman zaman birinci Steinbeck'in sadece uzaktan bir akrabası gibi göı:ünen, Yukan Mahalle, Sardalye Sokağı, Aşk Otobüsü ve lnci'nin sevgi dolu ve neşeli yazarı, in­ sanı kısa sürelerle büyüleyebilen fakat kitap boyunca giderek yumuşayan ve çoğunlukla tam anlamıyla duy­ gusallaşan bir Steinbeck vardır. Bir başka deyişle, Ste­ inbeck başarıya belki de kendi koyduğu ama genellikle yaradılışının gereği olan kısıtlamalar içinde çalışarak ulaşmıştır. Bu kısıtlamalar onu, hemen her zaman, tilin yapıtlarında şaşırbo bir tutarWıkla ortaya çıkan tek tip bir kişi yaratmaya ve biri, hakkında yazdığı insanlara karşı biraz hoşlanma çoğu aoma, diğer ise aoma ve öf­ ke kanşımı olan en çok iki duygusal tavrı yeğlemeye zorlar. Sardalye Sokağı ve Yukan Mahalle'de Steinbeck'in ki­ şilerinin topluma karşı görevleri ve kendilerine koy­ dukları sözünü etmeye değecek hiçbir sınırlamaları yoktur. Bu kişiler sarhoş olurlar, kavga ederler, ama sonra, eğer birisine zarar vermişler, bir evi yakmışlar ya da utanılacak herhangi bir şey yapmışlarsa, yumu­ şak kalplilikleri ve doğuştan gelen saflııkları nedeniyle büyük bir pişmanlık duyarlar. Yaşamı olduğu gibi, bo­ zulmamış insanların erdemi olan bir coşkuyla kabul et­ me konusunda hayranlık duyulacak bir yetenekleri vardır. Hiçbiri tam anlamıyla kötü değildir. Genelevde­ ki kızlar altın kalpli iş kadınlarıdır. Müşterilerini yolma konusundaki eğilimine rağmen mağazayı işleten yaşlı Çinli aslında cana yakın bir filozoftur ve müşterilerinin çoğunun borçlarını ödemeyecekleri inancını taşımak­ tadır. Meksikalı çocuklar durmadan çocuk doğuran ka­ dına yardım etmek için tonla fasulye çalar ve kulübele­ rini ölmekte olan hasta çocuğuna bir yer arayan yersiz yurtsuz biriyle paylaşırlar. Gördüğü eğitim ve labora­ tuvanna yaptığı yatırım nedeniyle topluma borçlu olan biyolog Doc bile, arkadaşlan kendisi yokken onun için bir parti verip laboratuvarını harap ettiklerinde hoşgö­ rü ve bağışlayıcılıkta ilk hınstiyanları geçer. Sıradan, iyi kalpli insanlar yaratmada Steinbeck öy­ lesine uzman olmuştur ki, kitaplarında gerçekten nef­ ret edilecek olan kişiler bulmak güçtür ve Steinbeck'in en büyük zayıflığının bir alçağı, bütün bütün rezil bir kişiyi betimleyememesi olduğu söylenebilir. The Moon "

' l\'.M .fnı/ııı.-1. 1111 Nııvl'I ı>f \'iııil·ncl' in Anwrica. J lJ'il' ı1dlı yapıtı ı ı ı ı ı ""/1>/111 Stm ı/>cck - Tlıc U t ilif_ıı ı>I Wrıı f lı " ııdlı /ıii/ii ıııii ııdı•ıı ıı/111 111/�f ır.


Steinbeck's manifest intention in the case of Captain Loft, have enough of this native simplicity and decency about them to make us wish we could forgive their in­ iquity. His most unsympathetic characters are women, like Curley' s wife, in OfM ice and Men, and the lady who was willing to sacrifice so much to have a garden, in •Tue White Quail. • it is not clear how much Spanish literature Steinbeck has read; but if he is not familiar with the old pica­ resque novel he has reinvented it. His people are prob­ ably at their best-their most characteristic-in the books wherein they are perfectly free to be rogues in the Spanish fashion, living by their wits, unconcemed with the moral niceties, capable both of debauched brutality and of great tendemess. Steinbeck lacks in these books, however, the occasional intense bitter­ ness of such stories as Lazarillo de Tormes; and if he in­ tends any social criticism in books like Cannery Rowand Tortilla Flat, he is even more oblique about it than the Spaniards, who had to be indirect or bum. But the lack of bittemess and the disappearance of social con­ sciousness do not keep Steinbeck's men from being pi­ caros; they merely become picaros more after the fashion of Sancho Panza, that ·inevitable belly: Cervantes, like Steinbeck, was a sentimental man. Sentimental Steinbeck certainly is, and in his more serious books this is his great weakness. But for his sen-

is Down'daki Alınan subaylar bile Steinbeck'in yüzbaşı Loft hakkındaki açık tasanmlanru yanıltırcasma, bize keşke adaletsizliklerini bağışlayabilsek dedirtecek ka­ dar bu doğuştan gelen saflığa ve dürüstlüğe sahiptirler. Steinbeck'in en sevimsiz kişileri kadınlardır; Fareler ve lnsanlar'daki Curley'in kansı ve 'The White Quail• de bir bahçeye sahip olabilmek için her türlü özveriye ha­ zır olan kadın gibi. Steinbeck'in lspanyol edebiyatıru ne kadar okuduğu belli değildir; ancak eski pikaresk romanı bilmiyorsa bile onu yeniden yaratmıştır. Sanırım yazarın kişileri, İspanyol pikaresk romanlarında zekalanyla geçinen, ahlaki inceliklere aldırmayan ve hem acımasızlık hem de sevgi dolu olan serserilere benzedikleri romanlarda doruğa çıkmaktadırlar. Ancak Steinbeck bu kitaplarda Lazarillo de Tormes gibi öykülerin şiddetli burukluğunu yaratmamaktadır; ve Sardalye Sokağı ve Yukan Mahalle gibi kitaplarda, doğrudan doğruya toplumsal eleştiriye kalkıştıklarında yakılma tehlikesiyle karşı karşıya bu­ lunan İspanyol'lardan daha dolambaçlı olmaktadır. Ancak burukluğunun olmayışı ve toplumsal bilincin ortadan kalkışı Steinbeck'in kişilerini pikaro olmaktan alıkoymaz; bu kişiler Şanso Pansa gibi pikaro'laşırlar. Cervantes de Steinbeck gibi duygusal biriydi. Steinbeck hiç kuşkusuz duygusaldır ve bu onun da­ ha ciddi olan romanlarında en büyük zayıflığıdır. Eğer 71


timentality he might have seen the predicament of the Okies as in some part the result of their own greed and stupidity. To the extent that we expect fiction to pres­ ent a balanced and equitable report on the conditions in which Americans live-and this is something we have every right to expect when the fiction presents it­ self as documentary-sentimentality irnpedes Stein­ beck's performance. There is danger in having too much compassion. His heart goes out to people who are so uncomplicated themselves that they are unable to cope with any but the very sirnplest ideas, and who know they suffer but have trouble knowing why. it is true that there are tirnes when such bafflement may be an actual advantage to a book, as it is in The Grapes of Wrath, in which the analysis of what bothers the Joads is also a stiff problem to the reader; but in general, if the reader once feels that a character in a novel has to be wilfully dumb not to know why he is in discomfort, his pleasure gives way to irritation. Hemingway, who has always had the same trouble-as did Sherwood An­ derson before him-traps himself completely in the unhappy botch called To Have and Have Not . We know too well that nothing is inevitable in Harry Morgan's predicament except Morgan's own wordy but funda­ mentally inarticulate stupidity; when Morgan has to think, he ties hirnself in such knots that he seems to re­ sort to violence merely as an escape from thought. Hemingway's failure here comes from substituting compassion for brains too completely. Because of this same tendency in Steinbeck there is something worrisome in his great predilection for half-wits and the singular beatitude which he attri­ butes generally to the poor in spirit. There are a good half-dozen half-wits in his works, such as the unfor­ gettable Lennie with his great homicidal gentleness, Johnny Bear with his frightening gift for mimicking what he does not understand, the twelve-year-old who tries to steal a gift for Doc in Cannery Row, the Mexican child digging in the orchard for the elves. On the other hand, Steinbeck's interest in this simple­ mindedness is what makes hirn write so beautifully about boys. A boy, as far as experience is concemed, is by nature in the predicament of the half-wit: he is continually confronted by something new, different, wonderful, and beyond his understanding. in his be­ wilderment he is an object of compassion. This same sympathy which produces Steinbeck's half-wits also gives us "The Red Pony.' Steinbeck's zealous attention to half-wits and boys and dock-side loafers and paisanos and bindle stiffs has been diagnosed as a preoccupation with prirni­ tives. Let us not challenge this diagnosis as far as half­ wits and boys are concerned-but if the rest are prirni­ tives, the word seriously needs definition. Society, not nature, has made them what they are. in Cannery Row and Tortilla Flat they are irresponsible and happy and inconsequential because the economic environment and the benign California climate enable them to meet their needs without serious effort or strain. Let these conditions change, let Steinbeck cease being playful, and we see another side of the people he loves. They are beyond the protection of the law, since they have no 72

duygusal olmasaydı Oklahoma'lı çiftçilerin başlarına gelenlerin kısmen kendi aç gözlülük ve aptallıklarının bir sonucu olduğunu görebilirdi. Romanın Amerikalı­ ların yaşam koşullan üzerinde dengeli ve dürüst bir ra­ por olmasını beklediğimiz ölçüde-ki bu, dokümanter romanlardan beklemeye hakkımız olan bir şeydir­ duygusallık Steinbeck'in başansını engellemektedir. Fazla acıma duygusuna sahip olmak tehlikelidir. Stein­ beck'in yüreği en basitleri dışında hiç bir düşünce ile başa çıkamayacak kadar yalın ve aa çektiklerini bilen ama neden aa çektiklerini anlamakta zorluk çeken in­ sanlar için çarpmaktadır. Şurası bir gerçektir ki, bu tür bir şaşkınlığınbir kitaba gerçek bir yarar sağlayabilece­ ği zamanlar vardır; örneğin, Joad'lan neyin bunalthğı­ �ı okuyucunun da kolay çözümleyemediği Gazap Uzü mleri'nde olduğu gibi; ama genellikle okuyucu ro­ man kişilerinden oirinin içinde bulunduğu rahatsızlı­ ğın nedenini anlamaması için inatla ahmak olması ge­ rektiğini bir kez sezdi mi, aldığı tat kızgınlığa dönüş­ mektedir. Kendisinden önce aynı sorunla karşı karşıya kalmış olan Sherwood Anderson gibi Hemingway ôe Ya Hep Ya Hiç adlı talihsiz yapıhnda kendisini tümüyle bir çıkmaza sokmaktadır. Çok iyi biliyoruz ki, Harry Morgan'ın yazgısında, Morgan'ın uzun uzun anlathğı ama genelde pek bir şey anlaşılmayan aptallığı dışında, hiçbir şey kaçınılmaz değildir; Morgan düşünmek zo­ runda kaldığı zaman kendisini öylesine çıkmaza sok­ maktadır ki sadece düşünceden kaçmak için şiddete başvurur görünmektedir. Hemingway'in buradaki ba­ şarısızlığı zeka yerine acımayı koymuş olmasındadır. Aynı eğilim dolayısıyla Steinbeck'in yanm akıllıla ­ ra duyduğu büyük yakınlıkta ve ruhen yoksul olanların mutlu olduklarını söylemesinde rahatsız edici bir taraf vardır. Yapıtlarında yarım düzineden fazla yarım akıllı vardır; ölümcül iyi kalpliliği ile unutulmaz Lennie, an­ lamadığı şeyleri taklit etıne konusunda korkutucu bir yeteneğe sahip Johnny Bear, Sardalye Sokağı'nda Doc için bir hediye çalmaya çalışan 12 yaşındaki çocuk, meyve bahçesinde cin aramak için ortalığı kazan Mek­ sikalı çocuk gibi. Diğer yandan Steinbeck'in çocuklar hakkında bu kadar güzel yazmasını sağlayan şey onun geri zekfilılığa duyduğu bu ilgidir. Deneyim açısından bir çocuk bir yarım akıllı ile aynı yazgıyı paylaşır: Sü­ rekli olarak yeni, farklı, olağanüstü ve anlayamadığı bir şeyle karşı karşıyadır. Şaşkınlık duyduğu için ona aa­ rız. Steinbeck'in yarım akıllılarını yaratan bu duygu •Al Midilli•yi de yaratmıştır. Steinbeck'in yarım akıllılara, çocuklara, nhhm ser­ keşlerine, paisanolara ve serserilere duyduğu sıcak ilgi­ nin nedeninin ilkel insanlara duyduğu ilgiden kaynak­ landığı düşünülmektedir. Bu tanıyı yarım akıllılar ve çocuklara kadar sürdürmeyelim ama geriye kalanlar il­ kel iseler bu sözcüğün gerkçekten tanımlanmaya ge­ reksinimi vardır. Onlan yaratan doğa değil toplumdur. Sardalye Sokağı ve Yukan Mahalle'de ekonomik ortam ve yumuşak Kaliforniya iklimi onların ciddi bir çaba ve zorlanma göstermeden gereksinimlerini karşılamaları­ na olanak tanıdığından sorumsuz, mutlu ve tutarsız davranmaktadırlar. Bu koşullar değişir, Steinbeck şa­ kaalığı bırakırsa o zaman sevdiği insanların bir başka tarafını görürüz. Bu insanlar mülk sahibi olmadıkları ve kazanabildikleri hiçbir zaman kannlarını doyurmak


property and what they can earn is never more than they need to eat. They are the dispossessed or the un­ possessing. The law which exists to protect posses­ sions also guarantees the integrity of the one thing they ha ve, the right to struggle for existence; but by one of the ambiguities which plague our time, the struggle for ex­ istence is more than likely to endanger the possessions of others, and the law is therewith turned against itself. When you have nothing you are very likely to move in on the holdings of the man who has something. More­ over, the man who has nothing has neither the time, the training, nor-if he comes from a line of have nots-the brains to reason with detachment about his pred.icament. Either he is right or he is wrong.His emp­ ty belly tells him he is right, and he can enforce his point of view only by the violence of physical conflict. As a character he will provide action. Take the people of Cannery Row or Tortilla Flat out of the pleasant climate and let the economic environment squeeze instead of tolerate them, and they will be out with the migrants on Highway 66 and the name of your book will be The Grapes of Wrath. Or simply leave them in Califomia and turn the economic setup against them until they become desperate and angry, and you have a strike on your hands and the name of your book is in

Dubious Battle.

lf anyone else had written Cannery Row, the consen­ sus of the critics might have been that this book was pretty good stuff. Of Steinbeck we expected more, and in our disappointment that he had chosen to follow his •serious· novels with a book which in some ways re­ peats the formula of Tortilla Flat, we missed the obvi­ ous fact that here better than anywhere else the source of his great power and also of his weakness was re­ vealed: the fact that the people of The Grapes of Wrath and in Dobious Battle are essentially the people of Tortil­ la Flat and Cannery Row. in The GrapesofWrath these good, kindhearted, igno­ rantly immoral irresponsibles become the figures of a tragedy. When they pull up stakes for the long drag from Oklahoma to California, they are pushed on by a force which they understand no better than the Greeks !lJlderstood fate. We speak of Economic Drives as the Greeks spoke of Gods, but we know only vaguely what urges them along, and the Joads know less than we. We know further that whatever the Joads do they will never be able to escape, and that the little wisps of hope they carry with them, feeble as they are, are unjustifi­ ed: disaster lies ahead; they hasten to it; they could not turn back if they would. Their progress hardly stops for the basic processes of life and death. When the old grandfather dies they hur­ ry his body into the ground so that they can be on the way in the moming. The grandmother dies on the truck itself while, during her agony, Rose of Sharon and her husband have their way with each other, sprawled on top of the load; the beginning and the end of life alike are unable to delay the course of the tragedy. And meanwhile at the other end of the joumey the antago­ nist is ready. He is animated by the same forces that are driving the Joads, and is no more able to let go what he has than they are to refrain from trying to take it away

için gerekenden fazla olmadığı için yasaların koruma­ sından uzaktadırlar. Onlar yoksun bırakılmış ya da yoksun olanlardır. Mülkü korumak için var olan yasalar sahip oldukları tek şeyi yani var olmak için savaşma hakkını da korumaktadır; ama günümüzde çok sık rastlanan belirsizliklerden biri nedeniyle var olmak için savaşmak diğer insanların mülkünü tehlikeye sokmak­ tadır ve işte orada yasalar kendisine karşı döner. Kişi hiçbir şeye sahip olmadığında büyük bir olas�� bir şeylere sahip olan bir kişinin mülküne göz diker. Uste­ lik hiçbir şeyi olmayan kişi yazgısı hakkında serin kan­ lılıkla fikir yürütebilecek ne zamana, ne eğitime, ne de (eğer yoksul bir soydan geliyorsa) akla sahiptir. Ya haklıdır, ya da haksız. Boş midesi ona haklı olduğunu söyler ve kendi görüşlerini ancak şiddet kullanarak ka­ bul ettirebilir. Bir kişi olarak romanda hareketliliği sağ­ layacakhr. Sardalye Sokağı ya da Yukarı Mahalle'nin kişilerini içinde bulundukları güzel iklimden çıkarıp ekonomik ortamı hoşgörülen değil, bunaltıcı bir ortam haline ge­ tirdiğimizi varsayalım, bu kişiler 66 no'lu karayolu üze­ rinde göçmenlere kahlacaklar ve kitabın adı Gazap Üzümleri oluverecektir. Ya da bu kişileri yalnızca Kali­ fomiya'da bırakalım ve ekonomik yapıyı onlar yılgın ve öfkeli bir duruma gelinceye kadar aleyhlerine çevi­ relim; ortada bir grev vardır ve elinizdeki kitabın adı Bitmeyen Kavga'dır. Eğer Sardalye Sokağı'nı bir başkası yazsaydı eleştir­ menler kitabın oldukça iyi bir şey olduğu yolunda ortak bir karara varırlardı. Biz Steinbeck'ten fazlasını bekle­ dik ve •addi' romanlarından sonra değişik biçimlerde Yukarı Mahalle'nin formülünü yineleyen bir kitap yaz­ masının yarathğı düşkırıklığı içinde, büyük gücünün ve aynı zamanda zayıflığının kaynağının en iyi burada Qkhğı gerçeğini gözden kaçırdık: Bu gerçek, Gazap Uzümleri ve Bitmeyen Kavga'daki insanların aslında Yu­ karı Mahalle ve Sardalye Sokağı'ndaki insanlar olduğu­ dur. Gazap Üzümleri'nde bu iyi kalpli, sorumsuz kişiler bir trajedideki figürler haline gelmektedirler. Oklaho­ ma'dan Kalifomiya'ya o uzun göç için harekete geçtik­ lerinde, eski Yunanlılar yazgıyı ne kadar anlayabilmiş­ lerse kendilerinin de o kadar anlayabildikleri bir güç ta­ rafından itilirler. Ekonomik Güçlerden eski Yunanlıla­ rın tanrılardan siz ettiği gibi söz ederiz ama onları ne­ yin harekete geçirdiğini pek az biliriz, Joad'lar ise bizim bildiğimizden daha azını bilmektedirler.Dahası,Joad' )arın ne yaparlarsa yapsınlar kaçmayı hiçbir zaman başaramayacaklarını ve küçük de olsa taşıdıkları umut kırıntıl.�ının geçerli nedenlere dayanmadığını bilmek­ teyiz: Onlerinde felaket vardır; ve ona doğru koşarlar; dönmek isteseler de dönemezler. Yaşamın ve ölümün temel süreçleri onları yoldan pek alıkoymaz. Yaşlı büyükbaba öldüğünde sabaha karşı yola koyulabilmek için onu çarçabuk gömerler. Büyük­ anne arabanın üstünde ölür; ölmeden önce çektiği aa sırasında Sharon'lu Rose ve kocası yükün üzerinde oy­ naşırlar; yaşamın başlangıa da bitişi de trajedinin iler­ leyişini geciktirememektedir. Bu arada yolculuğun bi­ timinde düşman hazır beklemektedir. Bu düşmanı Jo­ ad'ları sürükleyen güçler harekete geçirmektedir ve sa­ hip olduğu şeyleri vermeme konusundaki kararlılığı 73


from hirn. He is as ignorant as they of what makes them all behave as they do. Finally in the fields and groves of California they come to grips and both sides are defeat­ ed, the men of Oklahoma first and within the scope of the book; the people of Califomia later but just as inevit­ ably, as we who are reading realize. We are left with no feeling that the violence of the novel is an arbitrary thing, put there because to the au­ thor violence is beautiful or fascinatingly ugly. Because of the inevitability of the clash, the book has the form of tragedy: like tragedy it points all in one direction; the force is so strong, the flow and sweep of the thing so in­ escapable, that whatever digression is in it apears as no more than a minor fault and does not obscure the no­ velist' s purpose. The word •form• as applied to novels is a metaphor, and a different metaphor may make this point clearer: let us say ·progression. • The Grapes of Wrath has the progression of tragedy so completely that the interpo­ lated chapters, which explain events to the reader and which we may think of as choruses, are swept along without deflecting the tragic irnpetus. This is fortunate, because the book is also a road-novel. The road-novel is a favorite storytelling device to get unity running through a set of adventures which would otherwise bear small relation to one another. Conversely, the frame of the road-novel is an open invitation to ep­ isodic writing-the characters are here and something happens, they move to another place and something else happens, ete. When you can remember individual episodes in a novel better than you remember the total effect of the book, the chances are that you have been reading a road-novel, something like Don Quixote or Tom /onesor TheSunAlsoRises, to name only great ones. The tendency of the road-novel to break up into ep­ isodes is all the more dangerous to a novelist who tends by nature to write episodically, as does Steinbeck. He can persuade hirnself that he has put unity into his work where no one else sees it. There is supposed to be an interior continuity to Tortilla Flat, based upon the Arthurian legend and more specifically on Malory. The critics missed it unanirnously. As a matter of fact, Steinbeck is the only person 1 have ever heard of who affirmed that the unity was there. To achieve unity, flow, progression, men like Stein­ beck and Faulkner and Hemingway are forced to be particularly attentive. Faulkner solves the problem successfully in As I Lay Dying by creating an atmo­ sphere of horror which constantly mounts as the ep­ isodes progress and constitutes the primary residual effect on the reader as he finishes the book. Hem­ ingway is completely defeated by the same problem in To Haveand Have Not. His attempt to unite two separate episodes from the life and death of Harry Morgan, by throwing in sketches intended to show the cheap emp­ tiness of the rich people with whom Morgan is meant to be a bitter contrast, eventuates in a book which has no more unity than a sandwich. That the same problem of unity did not trap Steinbeck testifies to the inner strength of the tragedy he conceived. 1 have no desire to make Steinbeck into a rather strained-looking Greek, but it seems to me that he has put into The Grapes of Wrath most of the elements of tragedy: the 74

Joad'ların o şeyleri onun elinden alma konusundaki ka­ rarhlıklarından az değildir. O da onlar kadar kendileri­ ni neyin o şekilde davranmaya ittiği konusunda bilgi­ sizdir. En sonunda tarlalarda ve Kalifomiya'nın korula­ rında karşılaşırlar ve her iki taraf da yenilir, ilk önce ve kitap genelinde Oklahomalılar, daha sonra da biz oku­ yucuların da ayrımsadığı gibi, aynı kaçınılmazlıkla Ka­ lifomiya'lılar. Şiddetin gelişigüzel, sırf yazar şiddeti güzel ya da bü­ yüleyici ölçüde çirkin bulduğu için romana kablan bir şey olduğu duygusuna kapulmamaktayız. Kitap çar­ pışmanın kaçırulmazlığı nedeniyle trajedi biçimine sa­ hiptir: Trajedilerde olduğu gibi tek bir yöne doğru iler­ lemektedir. İtiş o kadar güçlü, olayın akışı ve hareketi öylesine kaçınılmazdır ki, romanda konudan sapmalar varsa bile bunlar küçük bir kusurdan öteye gitmez ve ro­ mancının amaçlarını bulandırmazlar. Romanlar için kullanılan •biçim· sözcüğü bir eğretile­ medir ve bu noktayı bir başka eğretileme a�ğa ka­ vuşturabilir: Buna •ilerleme• diyelim. Gazap Uzümle­ ri'nin gelişmesi bir trajedinin gelişmesine o denli ben­ zemektedir ki, okuyucuya olaylan açıklayan ve koro olarak kabul edebileceğimiz ara bölümler trajik ilerle­ meyi bozmadan akıp gitmektedir. Bu çok uygundur çünkü kitabın kendisi bir yol romanıdır. Yol romanı başka türlü birbirleriyle pek az ilişkisi olabilecek bir di­ zi serüven arasında birlik sağlamak için kullanılan çok tutulan bir öykü anlatma yöntemidir. Ancak yol-roma­ nının çatısı episodik yazmaya açık bir çağrıdır - kişiler buradadır ve bir şey olur, başka bir yere giderler ve baş­ ka bir şey olur, vb. Bir kitabın her bir episodunu o kita­ bın genel etkisinden daha iyi anımsayabildiğiniz za­ man büyük bir olasılıkla bir yol-romanı okuyorsunuz demektir, Don Kişot, Tom /ones ya da Güneş de Doğar gi­ bi. Yol romanının episodlara bölünmesi, Steinbeck gi­ bi içten gelerek bölümler halinde yazan romanalar için çok daha tehlikelidir. Başka hiç kimse öyle düşünmedi­ ği halde yapıtlarında bütünlük sağladıklarına kendile­ rini inandırabilirler. YukanMahalle'de Kral Arthur söy­ lencesi ve özellikle Malory üzerine kurulmuş bir iç sü­ reklilik olması gerekmektedir. Eleştirmenlerin hiçbiri bunu görmemişlerdir. Aslına bakılırsa, Steinbeck söz konusu birliğin yapıtında bulunduğunu ileri süren tel( kişidir. Romanda birliği, akışı ve ilerlemeyi sağlayabilmek için Steinbeck, Faulkner ve Hemingway gibileri kendi­ lerini fazlasıyla dikkatli olmaya zorlamaktadırlar. Fa­ ulkner bu sorunu, Döşeğimde Olürken'de episodlar bir­ birini izledikçe yoğunlaşan ve kitabı bitirdiğinde oku­ yucunun üzerinde en kalıo etkiyi oluşturan bir dehşet atmosferi yaratarak çözümlemektedir. Ya Hep Ya Hiç' de Hemingway aynı sorun karşısında tümüyle ye­ nik düşmüştür. Yazarın Harry Morgan'ın yaşamından ve ölümünden iki ayn bölümü, Morgan'ın tam karşıh olarak gösterilmek istenen zengin insanların ucuz sığ­ lığını sergilemeyi amaçlayan betimlemeler serpiştire­ rek birleştirme çabasının sonucunda ortaya bir sandviç kadar bile birliği olmayan bir kitap çıkmaktadır. Birlik sorununun Steinbeck'i çıkmaza soKınamış olması yarat­ tığı trajedinin gücünün kanıtıdır. Steinbeck'i eski Yunan trajedi yazarlanna benzetm!?Ye çalışmıyorum ama ba­ na öyle geliyor ki, Gazap ÜıUmleri'nde birçok trajedi


driving forces, the swift rush of events, inevitability, mounting pity and terror, clash, violence. His charac­ ters react properly in the face of evi!, and the foolish things they do are pieces of eternally human foolish­ ness. There is a price to pay, however, for the tragedy we get. Steinbeck's compassion leads to oversimplifica­ tion, a distaste for complication which extends beyond a mere dislike of complicating personalities. For our purposes it is unimportant that the original popularity of The Grapes of Wrath was a product of its timeliness and topical interest, that it appeared at a moment when interest in alleviating the lot of the migrants was wide­ spread; the book is no whit greater because, as a reform tract, it did have a practical and beneficial effect on the condition of the Okies and Arkies in California. We do not now read The G rapes of Wrath for these reasons. The important thing for us here and now is that the plight of these people raised in Steinbeck the passion and anger which caused him to write the hook. in his wrath he goes too far. He can see only two kinds of people, those like the Joads and those who whirl past the migrants on Highway 66 in expensive cars. üne page of The Grapes of Wrath reveals the violence of the antithesis: Languid, heat-raddled ladies, small nudeuses about whom revolve a thousand accouterments: creams, ointments to grease themselves, coloring matter in phials-black, pink, red, white, green, silver-to change the color of hair, eyes, lips, nails, brows, lashes, lids. Oils, seeds, and pills to make the bowels move. A bag of bottles, syringes, pills, powders, fluids, jellies to make their sexual intercourse safe, odorless and unproductive. And this apart from dothes. What a heli of a nuisance! . . . Beside them, little pot-bellied men in light suits and panama hats; dean, pink men with puzzled, worried eyes, with restless eyes. Worried because formulas do not work out; hungry for security and yet sensing its disappearance from the earth. in their lapels the insignia of lodges and service dubs, places where they can go and, by a weight of numbers of little worried men, reassure themselves that business is noble and not the curious ritualized thievery they know it is; that business men are intelligent in spite of the records of their stupidity; that they are kind and charitable in spite of the principles of sound business; that their lives are rich instead of the thin tiresome routines they know; and that a time is coming when they will not be afraid any more.

Over against such people Steinbeclc sets the honest, jovial vulgarity of men like the transport truck drivers. You must, he implies, be one kind or the other. There is an exclusiveness here that suggests a sort of inverted snobbery; it would seem that one can't qualify as a de­ cent individual unless one can simplify his personality to the point of sharing the ideal expressed by George in Of Mice and Men: •When the end of the month come 1

ögesi kullanmışhr. Yön verici güçler, olayların hızlı akışı, kaçınılmazlık, artan acıma ve dehşet duygusu, çarpışma ve şiddet. Yazarın kişileri kötülük karşısında beklenen tepkileri verirler ve yaphkları aptalca şeyler insan ahmaklığının örnekleridir. Ancak elimizdeki trajedinin ödenmesi gereken bir bedeli vardır. Steinbeck'in aama duygusu aşın basit­ leştirmeye, yalnızca işleri karmaşıklaştıran kişilikler­ den değil �aşanın kendisinden hoşlanmamaya gö­ türür. Gazap Üzümleri'nin başlangıçta böylesine sevil­ mesinin nedeninin zamanın güncel konularına değin­ mesi, göçmen işçilerin duramlarının iyileştirilmesine büyük ilgi gösterildiği bir sırada yayımlanmış olması yazımız açısından önemli değildir; romanın reform is­ teyen bir bildiri olarak Oklahomalı ve Arkansaslı tarım işçilerinin Kalifomiya'daki durumları üzerinde gerçek­ ten de somut ve yararlı bir etki yaratmış olması onu ol­ �uğundan daha büyük göstermez. Bugün Gazap Üzüm/eri'nin okunma nedeni bu değildir. Burada ve şimdi bizim için önemli olan bu insanların kötü yazgısı­ nın Steinbeck'de kitabı yazmasına neden olan isteği ve öfkeyi uyandırmış olmasıdır. Steinbeck aşın bir öfkeye kapılmaktadır. Yalnızca iki tür insan görebilmektedir: Joad'lar gibi olanlar ve 66 no'lu karayolunda pahalı ara­ l:?alarla �öçmenlerin yanından hızla geçenler. Gazap Üzümlen'nin bir sayfası bu karşıtlığın şiddetini ortaya koymaktadır: Sıcaktan pelteleşmiş, yanakları pençe pençe kızarmış hanım­ lar, çevrelerinde binlerce malzeme dolanan küçük çekirdekler: Kremler, yağlanmak için özel yağlar, ufak şişelerde boya madde­ leri-siyah, pembe, kırmızı, beyaz, yeşil, gümüş rengi-saçla­ nn, gözlerin, dudaklann, tımaklann, kaşlann, kirpiklerin, göz kapaklannın rengini değiştirmek için. Bağırsaklan çalıştırmak için yağlar, tohumlar, haplar. Cinsel birleşmelerini güvenli, ko­ kusuz ve ürünsüz kılacak bir çanta dolusu şişe, şınnga, h ap, toz, sıvı, jöle. Üstelik bütün bunlar giysilerden gayn. Ne büyük bir gereksizlik yığını! . . . Yanlannda yazlık takımlar, hasır şapkalar giyinmiş küçük şişko adamlar; gözlerinden şaşkınlık, kaygı oku­ nan, tedirginlik okunan pembe tenli temiz adamlar. Kaygılı, çünkü hesaplan tutmamakta; güvenlik açlığı duyan ama güven­ li ğin ye ryü zünd en yok olduğunu sezen. Yakalarında dernekle­ rin, kulüplerin rozetleri; gittikleri, küçük, kaygılı adam kalabalı­ ğının gücünden aldı.klan güvenle, iş hayatının garip bir biçimde törenleştirilmiş bir hırsızlık değil de soylu bir şey olduğuna, ap­ tallı.klannı gösteren sayısız kanıta karşın iş adamlannın akıllı ol­ duklanna, katılaşmış ticaret ilkelerine karşın iş adamlannın iyi yürekli ve yardımsever olduklanna, çok iyi bildikleri o kupkuru, bıkhncı tekdüzelik yerine yaşamlanrun zengin olduğuna, artık korkmayacaklan bir zamanın yaklaşmakta olduğuna kendilerini inandırdı.klan yerler.

Steinbeck bu tür insanların karşısına kamyon sürü­ cülerinin içten ve neşeli kaba sabalığını koymaktadır. Ya biri ya da öteki olmak durumundasınız demek iste­ mektedir. Burada içe dönük bir kendini beğenmezlik çağrıştıran bir dışlamacılık vardır; sanki insan, kişiliğini Fareler ve insanlarda George tarafından belirtilen şu ü1küyü paylaşma noktasına kadar basite indirgeyemezse iyi bir insan sayılmamaktadır: •Ayın sonu geldiğinde

75


could take my fifty bucks and go into town and get whatever 1 want. Why, 1 could stay in a cat house all night. 1 could eat any place 1 want, hotel or any place, and order any danın thing 1 could think of. An' 1 could do all that every danın month. Get a gallon of whiskey, or set in a pool room and play cards or shoot pool." This oversimplification is a pity, not because it spoils The Grapesof Wrath (it does not), but because it prevent­ ed Steinbeck's writing a book which would have been much more universally American. When the Joads ar­ rive in Califomia and the inevitable clash arises, we see its effect only on one party. We do not get the story of the little people on the other side. Yet the men who fought against the Joads were just as terrified and in the long run just as luckless. When circumstances turn them against their own kind, the plight of the have­ a-littles is just as pitiable as that of the have-nots. Steinbeck goes to some lengths to establish our faith in the fact that his people are typically American, not only by introducing the classical rural jokes about sex in the bamyard, but by laboring over the native mystidsm of Tom and more especially of Casy, the ex-preacher who can't feel religious without wanting a woman, too. (The mystidsm is something many of us could get along without, not because we don't like Walt Whit­ man but because when we want him we know where to get him in the original.) The Grapes of Wrath would be syrnbolically American if the reader had to syrnpathize with both sides at once, a situation familiar to almost every American of Steinbeck's time. Some of Stein­ beck's literary tragedy would have been spoiled in the process, but we would have been thrown face to face with the tragic ambivalence of our lives. in this sense Steinbeck cannot be said to have made the most of the available materials. But it is quite clear what he has done with those he has chosen to use. For the premise of the older novel, that nature never con­ cludes, he has substituted the artistic device of putting people in situations from which they may emerge, if at ali, only through bloodshed, injury, or sudden death. Such a novel has to conclude, in short order, and blood­ ily. Whereas the reader's mood on putting down the e­ rosion-novel, as practiced by Wolfe and Dos Passos, is likely to be one of lyric nostalgia, he feels at the end of one of our novels of destiny, if it is any good, as if he had just finished the Agamemnon-that horrid tale of a hatchet murder in a bathtub. it is no accident that the novel of violence as a type has stepped from under the auspices of the middle class, for the middle class is nonviolent by nature and does not offer proper material. Our stability abhors vio­ lence. Our relative leisure and the slowness with which our fortunes change make us apt material for the novel which studies the working of time; our relations with one another are likely to produce characters for the portrait-novel; but it is only when a member of the middle class revolts against the basic class pattems that he becomes a subject for the novel of violence. it is significant that the novel of violence (both as serious lit­ erature and in the insidious form of the whodunit) prospered most after the slump of 1929, during a period in which the class structure of the. country crystallized and class differentiations became apparent.

76

elli dolarımı alıp kente inebilir ve istediğimi sahn alabi­ lirim. Hatta bütün geceyi bir genelevde geçirebilirim. İstediğim yerde, otelde ya da başka bir yerde yemek yi­ yebilirim, ve aklıma gelen her şeyi ısmarlayabilirim. Ve bunu her ay yapabilirim. Bir galon viski alabilirim ya da bir bilardo salonuna gidip kağıt ya da bilardo oynayabi­

lirim:

Bu aşın basitleştirme Gazap Üzümleri'ne zarar verdiği için değil (zaten vermemektedir) Steinbeck'in çok daha evrensel Amerikan nitelikleri taşıyabilecek bir kitap yazmasına engel olduğu için, talihsizdir. Joad'lar Kali­ fomiya'ya vardıklarında ve kaçınılmaz çahşma ortaya çıkh$ında bunun etkisini sadece bir taraf üzerinde gö­ rebiliyoruz. Diğer taraftaki küçük insanların öyküsü anlahlmamaktadır. Yine de Joad'lar savaşan insanlar kadar şanssızdırlar. Olaylar onları kendi halklarına düşman ettiğinde yoksulların yazgısı en az sefillerinki kadar aanasıdır. Steinbeck, kişilerinin tipik Amerikalı olduğu gerçeğine bizi inandırmak için kitabında yal­ nızca depo avlusunda seks hakkındaki klasik köylü şa­ kalarına yer vererek değil, Tom'un ve bir kadını arzula­ madan kendisini dindar hissedemeyen eski vaiz Casy'nin mistikliği üzerinde durarak da çabalamakta­ dır. (Mistiklik çoğumuzun olmasa da olur diyebileceği­ miz bir şeydir, Walt Whitman'ı sevmediğimizden de­ ğil, istediğimizde onu nerede bulabileceğimizi bildiği­ miz için.) Eğer okuyucu aynı anda her iki til!,afın da duygularını anlamak zorunda olsaydı, Gazap Uzümleri simgesel bir Amerikan niteliği taşırdı ki, bu, Stein­ beck'in zamanındaki hemen ti.emen her Amerikalının bildiği bir durumdur. Steinbeck'in yazınsal trajedile­ rinden bazıları bu süreç içerisinde biraz zarar görebilir­ di ama bizler yaşamımızın trajik ikilemi ile karşı karşı­ ya kalırdık. Bu anlamda Steinbeck'in elinin alhndaki malzemeyi en iyi biçimde kullandığı söylenemez. Ama kullanmayı seçtiği malzemelerde ne yaphğı apaçık bellidir. O, eski romanlarda bulunan, doğada hiçbir şey sona ermez önermesinin yerine insanları, yalnızca kan dökülmesi, yaralanma ya da ani bir ölüm yoluyla kurtulabildikleri durumlar içinde gösteren sanatsal bir yöntemi koy­ muştur. Böyle bir roman kısa yoldan ve kanlı bir biçim­ de bitmek zorundadır. Okuyucu aşınma romanının Wolfe ve Dos Passos tarafından kaleme alınan örnekle­ rini okuyup bitirdiğinde lirik bir özlem duyarken, yazgı romanlarımızın birinin sonunda eğer roman iyiyse, sanki Agamemnon'u küvet içindeki o balta ile işlenen cinayetin dehşet verici öyküsünü - bitirmiş gibi hisse­ der kendini. Bir tür olarak şiddet romanının orta sınıftan çıkmış olması rastlanh değildir çünkü orta sınıf doğası gereği ılımlıdır ve iyi malzeme oluşturmaz. İstikrar şiddetle kesinlikle bağdaşmaz. Boş zamanlarımız ve talihimizin yavaş değişmesi bizi zamanın işleyişini inceleyen ro­ man için uygun malzeme yapmaktadır. Birbirimizle olan ilişkilerimiz portre romanı kişileri üretecektir; ama orta sınıftan biri ancak temel sınıf kalıplarına karşı çık­ tığı zaman şiddet romanı için bir konu haline gelir. Şid­ det romanının (ciddi bir yazın olarak ve polisiye roma­ nının kötü biçimiyle) 1929'un ekonomik bunalımından sonra , ülkenin sınıf yapısının belirginleştiği ve sınıf farklılaşmalarının açıklık kazandığı bir dönemde geliş­ mesi anlamlıdır. -


Yet Steinbeck' s exclusiveness in the choice of charac­ ters and the restricted range of his emotional attitude toward them are at times a definite advantage. The same things that made him a natura! to write Cannery Row made him a natura! to write The G rapes of Wrath. They also qualified him to write about a strike as no one else has written about a strike, to my knowledge, since Zola's Germinal. A strike is material for literature, by definition, only when it involves suffering and violence: when it is just one of the rituals which accompany the consummation of certain economic relationships it is without literary significance. As a source of suffering and violence, meanwhile, it involves two pitfalls for the writer. üne is that the individual participant sees very little of what is going on, so that panoramic treatments are likely to ring false; the other, that where there is so much viol­ ence the writer may litter his stage with too many in­ significant corpses, like the less successful Elizabe­ thans. To exploit the natura! tensions of a strike with­ out losing the reader in details or numbing him with brutality takes doing. in Dubious Battle brings it off. it is not so powerful a book as TheGrapes ofWrath, because the outcome of the fable is arbitrary. We know from the start that the strike itself must and will fail, but the central character, Jim Nolan, dies for reasons which may be compellingly valid for him but do not necessarily compel us as we read. That he should die where he does, and at that time, is the result of his own choice. We have to take the story, then, not as a tragedy but as a tale of latter-day martyrdom. Jim is one of Steinbeck's ordinary, goodhearted lads who could appropriately be off chasing frogs and get­ ting drunk with the boys in Cannery Row, but he has been caught in the squeeze of his economic environ­ ment. His family has been knocked to pieces in the struggle to stay alive and he is sore enough to want to hit back. The fruit pickers' strike which he helps organ­ ize is to be his initiation in the techniques of the active radical. He is not sure that he will be any good at it; the thing represents to hirn mostly a way of life that he wants to try. But by the time the strike is under way, as he telis his partner and mentor, Mac, •this thing is singing all over• him. The discouraging knowledge that the opposition is too strong for this strike soon be­ comes meaningless to hirn; the fight must be carried as far as possible, for its effect on all future strikes. As Jim develops and the strike fills his whole soul, he becomes the moving power in the battle. ·rm stronger than you, • he tells Mac. ·ı·m stronger than anything in the world because I'm going in a straight line. You and all the rest have to think of women and tobacco and liquor and keeping warm and fed. . . .1 wanted to be used. Now I'll use you, Mac. I'll use myself and you. • By the end of the book his self-subordinating single-mindedness has become a sort of radical sainthood. And as a holy man who has attained true saintliness is ready for death, so Jim is ready to die. There is violence to spare in this book. Men are shot in cold blood. Other men are pounded to pieces. There are three cases of arson and one of mayhem and innu­ merable ones of bodily assault. At one point we stand

Fakat kişi seçimi ve kişilerine karşı takındığı duygu­ sal tutumun sınırlı olması zaman zaman Steinbeck için avantajdır. �.a Sardalye SokaKı'nı rahatça yazdıran şeyler Gazap Uzümleri'ni de rahatça yazdırmıştır. Bu şeyler onun bir grev hakkında benim bildiğim kadarıy­ la Zola'nın Genninal'inden beri hiç kimsenin yazama­ dığı gibi yazmasını da sağlamıştır. Bir grev, yalnızca içinde acı çekme ve şiddet varsa ya­ zın için malzele oluşturur: belli ekonomik ilişkilerin tü­ kenişi ile birlikte gelen ritüel olduğunda yazınsal önemden yoksundur. Bu arada, acı çekme ve şiddet kaynağı olarak yazar için iki tuzak içerir. Bunlardan bi­ ri, greve katılan bireyin çevresinde geçen olayların çok azını görmesidir ve durumu panorarnik olarak ele al­ mak yanıltıa olacaktır. Diğeri, bu kadar çok şiddetin ol­ duğu yerde yazarın daha az başarılı olan Elizabeth dev­ ri yazarları gibi sahnesini bir sürü önemsiz cesetle dol­ durma olasılığıdır. Okuyucuyu ayrıntıya boğmadan ya da vahşetle başını döndürmeden bir grevin doğal geri­ limlerinin tümünü ele almak kolay iş değildir. .. Bitmeyen Kavga bunu ortaya çıkarmaktadır. Gazap Uzümleri kadar güçlü bir kitap değildir, çünkü öykünün sonu kişiye göre değişir. En başından biliriz ki grev ba­ şarısızlığa uğramalıdır ve uğrayacaktır ama romanın kahramanı Jim Nolan kendisi için geçerli olan ama kita­ bı okurken bize zorlayıcı gelmeyen bazı nedenler uğru­ na ölür. O yerde ve o an ölmesi kendi seçiminin sonu­ cudur. O halde öyküyü bir trajedi olarak değil çağdaş bir şehitlik masalı olarak düşünmek zorundayız. Jim, Steinbeck'in Sardalye Sokağı'ndaki çocuklarla beraber kurbağa kovalamaya ya da sarhoş olmaya gi­ debilecek sıradan iyi kalpli genç kişilerinden biridir ama ekonomik ortamın kıskaana yakalanmıştır. Ailesi yaşam savaşı verirken darmadağın olmuştur ve Jim öç almak isteyecek kadar buruktur. örgütlenmesine yar­ dım ettiği meyve toplayalan grevi onun etkin devrim­ cilerin kullandığı teknikleri ilk kullanışı olacaktır. Bu konuda haşan sağlayabileceğinden emin değildir; olay onun için daha çok denemek istediği bir yaşam biçimini simgelemektedir. Ancak greve başlamak üzere iken, arkadaşı ve akıl danışmanı Mac'e de dediği gibi, -ı,u olay başını döndürmektedir.' Karşı direncin bu grev için fazlasıyla güçlü olduğu konusunda gelen cesaret kına haber çok geçmeden onun için anlamsızlaşır; kavga gelecekteki bütün grevlere yapacağı etki için mümkün olduğu kadar uzatılmalıdır. Jim gelişip, grev bütün ruhuna yayılınca savaşın itici gücü haline gelir. ·sen senden daha güçlüyüm,• der Mac'e. •sen dünya­ daki her şeyden daha güçlüyüm çünkü doğru bir çizgi­ de gidiyorum. Sen ve bütün diğerleri kadın, tütün, içki düşünmek zorundasınız ve kendinizi nasıl sıcak tuta­ cağınızı ve besleneceğinizi . . . Ben kullanılmak istedim. Şimdi ben seni kullanacağım Mac. Kendimi ve seni kul­ lanacağım. •Kitabın sonunda kendini önemsemeyen ka­ rarlılığı artık bir tür devrimci azizlik haline gelmiştir. Ve gerçek azizliğe erişmiş kutsal bir kişi ölüme nasıl ha­ zırsa, Jim de öyle hazırdır. Bu kitapta fazla şiddet vardır. İnsanlar_ soğukkanlı­ lıkla vurulur. Diğerleri parça parça edilir. Uç kundakçı­ lık, bir sakatlama ve sayısız saldın olayı vardır. Bir nok-

77


by with Jim and watch Mac make jelly of the face of a teen-age boy, accepting the thing as necessary be­ cause, in terms of the strike, we know that what this lad has done must not be allowed to happen again: ·ı want a bil lboard; said Mac, ·not a corpse. Ali right, kid. 1 guess you're for it.• The boy tried to retreat. He bent down, try­ ing to cower. Mac took him firmly by the shoulder. His right fist worked in quick, short hammer blows, one af ter another. The nose cracked flat, !he other eye closed, and dark bruises formed on !he cheeks. The boy jerked about wildly to escape the short, precise strokes. . .

If such a spectacle i s tolerable t o the reader i t is be­ cause there is a sort of orderliness in ali the violence in the book. The development of the strike forms the frame of in Dubious Battle just as progress along the road forms the frame of Tlıe Grapes of Wratlı,and the develop­ ment of the strike requires violence. ünce Jim and Mac have worked themselves into the confidence of the stri­ kers, they have the problem of directing a force of inex­ perienced and undisciplined men, so unschooled for the job that they must continually see violence done in order to have the stomach to do it themselves. If such men are not worked on through their brute instincts, they may at any moment lose heart and sneak away. Thus Jim and Mac have to use everything that will stir the mob. Their little friend Joy is too punch-drunk to be useful because he has fought too often with the police; when he is shot down, they put on a public funeral and exhibit his body for its effect on the mob. Ultimately they all know they are beaten. Jirn, who has been shot through the shoulder, is desperate lest his men dis­ perse without one last attempt; he wants to tear the bandages off and start his wound bleeding again so that his followers can once more have the sight of blood. This represents the perfection of Jim's soul in the way of violence. At the very end of the book he has his apotheosis. After Jim's face has been completely blown away by the blast of a shotgun, Mac brings his body back into camp and sets it up in front of the crowd in the hope of moving them to an additional violent act, screaming at them the same words he had used over the body of punch-drunk little Joy: "This guy didn't want nothing for hirnself. . . • The device is obvious. Steinbeck is not an artist who hides his devices, anyway. And the device is the mak­ ing of the novel. The orderliness of the violence comes from its absolute double necessity-double in that it is necessary both to the strike and to the growth of Jirn's soul. This book has been misjudged by the critics, or rather has gone unjudged, because it involved so many pressing political and social problems that it was gen­ erally read as a radical tract rather than as a novel. Such a failure in insight was to be expected; the pre-atomic decade which produced the novel was not one to pro­ duce detachment in critics. Nor, perhaps, one to pro­ duce detachment in novelists either. in Dobious Battle is a triumph of a novelist who refuses to detach hirnself from his characters. Tlıe Moon Is Down falls far short of the previous no­ vels. it was written at a moment when Steinbeck could not well exploit his favorite themes. He was a party to the suspension, by common consent, of the struggle 78

tada Jim'le beraber Mac'in 13-14 yaşlarında bir çocu­ ğun yüzünü dağıtmasını izleriz ve grev açısından bu çocuğun yaptığı şeyin tekrarlanmasına izin verilme­ mesi gerektiğini bildiğimiz için, olayın zorunlu olduğu­ nu kabul ederiz. ·Ben ibret istiyorum;" dedi Mac, ·ceset değil. Tamam evlat. Sen tam adamısın galiba.· Çocuk geri kaçmaya çalıştı. Kendisini korumaya çalışarak eğildi. Mac onu omuzundan sıkıca yakaladı. Sağ yumruğu kısa vuruşlarla birbiri arkasına indi. Çocuğun bur­ nu kırılarak düzleşti, bir gözü kapandı ve yanaklarında siyah çii ­ rükler oluştu. Çocuk kısa ve keskin vuruşlardan kurtulmak için çılgınca çırpındı. . ."

Eğer okuyucu böyle bir manzaraya katlanabiliyorsa, bu, kitaptaki tüın şiddette bir tür d�en olmasından ötürüdür. Nasıl yolda ilerleme Gazap Ozümleri'nin çatı­ sını oluşturuyorsa grevin gelişmesi de Bitmeyen Kav­ ga'nın çatısını oluşturur ve grevin gelişmesi şiddet ge­ rektirmektedir. Jim ve Mac bir kez grevcilerin güvenini kazandıktan sonra kendileri şiddete başvuracak yürek­ liliği bulabilmek için sürekli olarak vahşete tanık olma­ larını gerektirecek işlerin acemisi, deneyimsiz ve disip­ linsiz adamlardan oluşan bir gücü yönetme sorunu ile karşı karşıya kalırlar. Eğer böyle insanların hayvansı güdüleri uyandırılmazsa bunlar her an cesaretlerini kaybedip kaçabilirler. Bu nedenle Jim ve Mac kalabalığı harekete geçirebilecek her şeyi kullanmak zorundadır­ lar. Küçük ;1rkadaşlan Joy polisle birçok kez çatıştığı için artık işe yaramayacak kadar dayak yemiştir; vurul­ duğunda bir tören düzenler ve cesedini, kalabalığın üs­ tünde bırakacağı etkiyi hesaplayarak sergilerler. So­ nunda hepsi de bilir ki yenilmişlerdir. Omzundan vu­ rulan Jim adamlar son bir çaba göstermeden kaçacaklar diye çılgına döner; başını çektiği insanlar bir kez daha kan görsünler diye sargılarınıyırtıp, yarasını kanatmak ister. Bu, Jim'in ruhunun şiddetle kusursuzlaştığını gösterir. Kitabın en sonunda en yüce noktaya ulaşır. Jim'in yüzü çifte ile paramparça olduktan sonra Mac onun cesedini kampa getirir ve onları ikinci bir şiddet hareketine sürüklemek umudu ile kalabalığın önüne koyar ve dayak sersemi küçük Joy'un cesedi önünde söylediği sözlerin aynısını bağırır: •Bu adam kendisi için hiçbir şey istemedi . . . • Kullanılan yöntem açıktır. Zaten Steinbeck yöntem­ lerini gizleyen bir sanatçı da değildir. Ve yöntem, ro­ manı oluşturan şeydir. Şiddetin düzenliliği çifte mut­ lak gerekliliğinden ileri gelmektedir-çiftedir, çünkü hem grev için hem de Jim'in ruhunun gelişmesi için ge­ reklidir. Bu kitap eleştirmenler tarafından yanlış yo­ rumlanmıştır, daha doğrusu yorumlanmamışbr çünkü o kadar çok siyasi ve toplumsal sorun içeriyordu ki, bir romandan çok devrimci bir bildiri olarak okunuyordu. Anlamada böyle bir yanılma beklenecek bir şeydi; ro­ manı doğuran atom çağı öncesi yıllar eleştirmenlerde uzaklık duygusu yaratacak türden değildi. Ne de ro­ mancılarda. Bitmeyen Kavga kendisini, yarattığı kişiler­ den uzak tutmayı reddeden bir romancının başarısıdır. Ay Battı önceki romanlardan çok daha başarısızdır. Bu roman Steinbeck'in en sevdiği konulan güzel işleyeme­ diği bir zamanda yazıldı. Ortak karu odur ki, Steinbeck zenginler ve fakiiler arasındaki kavganın sona erdiril-


between the haves and the have-nots. As he reported in Bombs Away, his propaganda piece about the Army Air Force: *Our arguments and disunity might have kept us ineffective or only partly effective until it was too !ate. But Germany and Japan were bound to blun­ der sooner or later, and blunder they did. in attacking us they destroyed their greatest ally, our sluggishness, our selfishness and disunity.' Furthermore, his favor­ ite characters were either already in the services or else, presumably, so situated in industry as to obviate the immediate need for compassion; in either case they would not be material for a timely book, and while 1 have argued that Steinbeck's sense of timing does not make him good, it is also true that his best books have used timely material. He was thus forced to make a new sort of character and a new sort of story. The story he made should be all the answer needed to the criticism that Steinbeck owes his success to the pressing topical interest of his books. The Moon Is Down had great topical actuality, but it did not and does not compel the interest and syrnpathy of the reader. Is not this because Steinbeck's interest in his characters, and sympathy for them, are so patently theo­ retical here? They do not enlist his compassion. These are not the people that Steinbeck loves so much that he is indignant at their being pushed around, but rather people he feels he ought to love because he is opposed to the pushing around of human beings in general. Nothing less than a major war could have aroused Steinbeck to write about a character like the Mayor of the occupied Norwegian town. Here, as nowhere else in his work, we are aware of the great discrepancy be­ tween the skili expended and the result obtained. The Moon Is Down is slick as novels written for Hollywood are slick. We recognize the careful performance of a professional because he leaves us so free and undis­ tracted by the movements of any living characters. The point need not be labored. it is enough to put be­ side the Mayor's exit speech from The Moon Is Down Tom Joad's final speech to his mother, in Tlıe Grapes of Wrath. it will be remembered that the Mayor goes out to be shot after quoting the words of the Phaedo which have to do with the paying of Socrates' debt of a cock to Asclepius. Now hear this: "Then it don' matter. Then 1'11 be ali aroun' in the dark. 1'11 be ever' where - wherever you look. Wherever they's a fight so hungry people can eat, 1'11 be there. Wherever they's a cop bea­ tin'up a guy, 1'11 be there. lf Casy knowed, why, 1'11 be in the way

guys yeli when they're mad an' - 1'11 be in the way kids laugh when they're hungry an' they know supper's ready. An' when our folks eat the stuff they raise an' live in the houses they build - why. 1 ' 1 1 be there .. . "

Tom's goodbye to his mother has in it some of the homegrown mysticism which 1 find annoying wher­ ever it tums up in Steinbeck, but there is no getting around the fact that it also has an emotional tension to which the reader's emotions respond; there is warmth in these words. There is no warmth in the Mayor, nor,

mesi taraftarıydı. Hava Kuvvetlerinin propagandasını yaptığı Bombs Away'de dediği gibi: •Tartışmalarınuz ve parçalannuşlığırnız artık geri dönüşü olmayacak bir noktaya kadar elimizi kolumuzu bağlayabilir ya da et­ kinliğimizi en alt düzeye indirilebilirdi. Ancak Alman­ ya ve Japonya eninde sonunda hata yapmaya mah­ kumdular ve yaptılar da. Bize saldırmakla en büyük müttefikleri olan tembelliğimizi, bencilliğimizi ve par­ çalannuşlığırnızı yok ettilerw Dahası Steinbeck'in en sevdiği kişiler ya zaten orduya girmişlerdi ya da endüst­ ride, acıma duygusunu gerektirmeyecek yerlerde bu­ lunuyorlardı; her iki durumda da bu kişiler güncel bir kitap için malzeme olamazlardı ve Steinbeck'in zaman­ lamasının onu başarılı kılmadığını söylemiş olmama karşın en iyi kitaplarında güncel malzeme kullandığı da doğrudur. Steinbeck böylelikle yeni tür bir kişi ve yeni tür bir öykü yaratmaya zorlannuştır. Bu yarattığı öykü Steinbeck'in başarısını kitapları­ nın güncelliğine borçlu olduğu yolundaki eleştiriye ge­ reken tek yanıt olmalıdır. Ay Battı çok günceldi ama okuyucunun ilgisini ve sempatisini uyandırmadı ve uyandırmamaktadır. Bu, Steinbeck'in kişilerine olan ilgisi ve onlara duy­ duğu sempati bu kitapta fazlasıyla açık bir şekilde ku­ ramsal olduğu için değil midir? Bu kişiler yazarın aama duygusunu kazanamamaktadırlar. Bunlar Stein-. beck'in çok sevdiği için itilip kakılmalanna kızdığı in­ sanlar değil insanların genelde itilip kakılmalarına kar­ şı olduğu için sevmesi gerektiğini düşündüğü insanlar­ dır. Büyük bir savaştan başka hiçbir şey Steinbeck'i iş­ gal altındaki Norveç kasabasını!' Bel�diye Başkanı gibi bir kişi hakkında yazmaya itemezdi. Burada yapıtları­ nın başka hiçbirinde görmediğimiz bir biçimde, göste­ rilen beceri ve elde edilen sonuçlar arasındaki büyük karşıtlığı ayrımsıyoruz. Ay Battı Hollywood için yazı­ lan kitaplar gibi başarılıdır. Bu kitapta bir profesyone­ lin dikkatli çalışmasını görmekteyiz. Çünkü Steinbeck bizi insanların davranışlarından bağımsız kılmaktadır ve onların davranışları dikkatimizi dağıtmamaktadır. Bu noktayı daha fazla açıklamaya çalışmanın gereği yoktur. Ay Battı' da Bel�ye Başkarurun ayrılırken yap­ tığı konuşmayı Gazap Uz ümleri'nde Tom Joad'ın anne­ siyle yapbğı son konuşmayla karşılaştırmak yeterlidir. Belediye Başkanının Phaedo'da Sokrat'ın Asclepius'a olan bir horoz borcu ile ilgili sözlerini yineledikten son­ ra kurşuna dizilmek üzere dışarı çıktığı anımsanacak­ tır. Şimdi şunu dinleyiniz: ·o halde farketmez. O halde hep karanlıkta dolaşacağım. Her yerde olacağım, nereye baksanız orada. Nerede aç insanlann ye­ mek kavgası varsa ben orada olacağım. Nerede bir polis birini dövüyorsa ben orada olacağım. Eğer Casy bilseydi, evet deliler gibi bağıracağım ve yemeğin hazır olduğunu bilen açlar gibi gü­ leceğim. Ve insanlanmız yetiştirdikleri şeyleri yediklerinde ve yaptık.lan evlerde oturduklannda, evet orada olacağım .. . "

Tom'un annesine vedasında Steinbeck'de ne zaman karşıma çıksa rahatsız edici bulduğum o mistil<liklen biraz vardır, fakat bunun okuyucunun paylaşbğı bir duygusal gerilime sahip olduğu gerçeğini de yadsımak olası değildir. Bu sözlerde sıcaklık vardır. Belediye Baş-

79


as he stands in print, is there breath. Steinbeck is sim­ ply too detached from him; he and his character are on the same side against a common enemy, but if the Mayor did not happen to be head of a town taken over by the Nazis it is inconceivable that Steinbeck would even speak to him on the street. The difference be­ tween Tom Joad and the Mayor is that Steinbeck loves Tom Joad. But it has become increasingly apparent since the end of the war that love is decidedly not enough. Wrath is clearly necessary also. There is not the least shadow of doubt that Steinbeck is extremely fond of the charac­ ters in The Wayward Bus (meaning the •gooc1• ones, not people like Mr. and Mrs. Pritchard) and in The Pearl. They are his people: Juan Chicoy, for example, is a Steinbeck paisano with a flair for getting the best from old machinery. Compared with his passenger, Pritch­ ard, he is honest, clean, and somehow noble-all be­ cause of his essential, overwhelrning simplicity. The role of the Pritchards, husband and wife, of course re­ peats the role of the "heat-raddled" wealthy people who whirl past people like the Joads in The Grapes of Wrath. But now the antithesis seems to lack tension. And like Chicoy's bus, the story itself gets nowhere. Besides love, Steinbeck needs wrath-an emotion strong enough to hold his pages together. And this is exactly what is lacking in his postwar books. He merely loves the people he loves and wants them to be happy. Happiness, in such a context, seems to be little more than freedom from serious worry and the uninhibited assuagement of the more pressing biological urges. it seems to reside, very largely, in the region of the pelvis. An older generation, at this point, would have talked of a fundamental lack of moral seriousness. With the exception of Faulkner, the novelists with whom Steinbeck is inevitably to be compared seem to have written their best work under the impulse of some driving emotion. Wolfe had his in tense feeling of being homeless and wronged by a country which should have provided him a home, a •door." Dos Passos, more versatile in his indignation, had his hatred of the Army in Three Soldiers, his great concem over what was hap­ pening to America in the U. S.A. trilogy; and it is rapidly becoming a critical commonplace that the inferiority of the Spotswood trilogy to the earlier work has its source in the fact that he was ·puzzJed• -that his emotional attitude toward his material was unclarified and inde­ cisive; on his way to political conservatism, and to the acceptance of the status quo, he left his novelistic equipment behind him. Hemingway is at his best in books infused with vast despair, dislike of war, or mi­ litant indignation against fascism. Unless the writer can become a Faulkner and possess an imagination so thoroughly adequate that this kind of emotion is not necessary, some such compulsion seems to be requi­ site. Steinbeck's writing of the fifties has nothing, how­ evq-, to suggest that he will ever again be anything but a man of great, of almost overwhelming, peace. East of Eden is the most ambitious, in size, of all his stories, but in no way threatens to displace in Dubious Battle or The G rapes of Wrath. As always when Steinbeck is not at his best, the people are exhibits, cases, specimens. it is not hard to believe that women like Cathy exist or that they

80

kanı ne sıcaktır, ne de romanda görüldüğü gibi nefes alıp veren bir kişidir o. Steinbeck ondan çok uzaktır; o ve yarattığı kişi ortak bir düşmana karşı aynı taraftadır­ lar ama eğer Belediye Başkanı Naziler tarafından alın­ mış bir kasabanın başı olmasa Steinbeck'in onunla so­ kakta bile konuşabileceğini düşünmek olası değildir. Tom Joad ile Belediye ffaşkanı arasındaki fark Stein­ beck'in Tom Joad'ı sevmesidir. Ancak savaşın sonundan bu yana sevginin kesinlikle yeterli olmadığı anlaşılm�ştır. Ofke de gereklidir. Ste­ inbeck'in Aşk Otobüsü ve inci'deki kişilerden son derece hoşlandığı kuşku götürmez.(Ama •iyi•oJanlardan Bay ve bayan Pritchard gibilerinden değil.) Onlar Stein­ beck'in insanlarıdır: Omeğin, Juan Chicoy eski maki­ nelerden en iyi şekilde yararlanma konusunda doğal bir yeteneği olan bir Steinbeck paisanosudur. Yolcusu Pritchard ile karşılaştırıldığında, dürüst, temiz ve biraz da soyludur - bunların hepsi de özünden gelen sadeli­ ğinden kaynaklanmaktadır. Karı koca Pritchard'ların oynadıkları rol kuşkusuz Gazap Üzümleri'nde Joad'lar gibi insanların yanından arabalarla hızla geçen, sıcak­ tan •kıpkırmızı kesilmiş" zengin insanların rolünün yi­ nelenmesidir. Ama şimdi karşıtlıkta gerilim yoktur. Ve tıpkı Chicoy'un otobüsü gibi öykünün kendisi de hiçbir yere gitmemektedir. Steinbeck'in sevgiden başka, yazdıklarını bir arada tutacak kadar güçlü bir duygu olan öfkeye de gereksini­ mi vardır. Ve işte bu onun savaş sonrası romanlarında bulunmaz. Sevdiği insanları sadece sevmekte ve mutlu olmalarını istemektedir. Böyle bir bağlamda mutluluk ciddi kaygıdan uzak olmaktan ve biyolojik dürtülerin istendiği gibi doyurulmasından başka bir şey değil gi­ bidir. Mutluluk çoğunlukla uçkur bölgesinde yatmak­ tadır. Bu noktada, eski bir kuşak, ahlaki ciddiyetin ol madığını söylerdi. Faulkner dışında, kaçınılmaz olarak Steinbeck ile karşılaştırılacak olan tüm romancılar en iyi yapıtlarını, yönlendirici bir duygunun dürtüsüyle yazmış görün­ mektedirler. Wolfe yoğun bir yuvasızlık, ona bir yuva, bir "kap( sağlaması gereken bir ülke tarafından hak­ sızlığa uğramış olma duygusuna sahipti. Öfkesi daha çok yönlü olan Dos Passos Three Soldiers'da ordudan nefret ediyor, U.S.A. üçlemesinde de Amerika'nın ba­ şına gelenler için büyük kaygı duyuyordu; Spotswood üçlemesinin, öncekilerden daha kötü olmasının nede­ ninin, Dos Passos'un "şaşkın", elindeki malzemeye duygusal yaklaşımının ise belirsiz ve kararsız oluşunda yattığı düşüncesi eleştirmenler arasında giderek yay­ gınlaşmaktadır; Dos Passos siyasette tutuculuk ve yer­ leşik düzeni kabullenme yolunda ilerlerken, romancı olarak kullandığı gereçleri ardında bırakmıştır. Hem­ ingway, büyük yılgınlık, savaştan nefret ya da faşizme karşı militan bir kızgınlıkla dolu kitaplarında çok başa­ rılıdır. Yazar bir Faulkner olmadıkça ve bu tür duygular artık gereksizleşecek kadar yeterli bir düşgücüne sahip olmadıkça bu tür zorunluk kaçınılmaz görünmektedir. Ancak Steinbeck'in SO'lerde yazdıklarında yeniden büyük bir barış adamından farklı bir kişi olacağına iliş­ kin hiçbir işaret yoktur. Cennetin Doğusu yazarın bütün romanlarını�. en iddialısıdır, ama Bitmeyen Kavga'nın ya da Gazap Uzümleri'nin yerini kesinlikle alamaz. Ste­ inbeck'in başarısız olduğu her durumda görüldüğü gi­ bi burada da kişiler sergilenen birer nesne, vaka, örnek­ tirler. Cathy gibi kadınların var olduklarına,evlerini


bum home and parents, commit adultery with their brothers-in-law, and retire from farnily life to re­ sume the oldest of professions; but it is extremely diffi­ cult to make a woman like Cathy take on the kind of ac­ tual existence which could make her believable as a central character in a novel-especially when, as is the case in East ofEden, such a woman is seen entirely from the outside and the reader has no clear notion of the reasons for her behaving as she does. This is another example of Steinbeck's inability to animate really bad, or even unpleasant, people. East of Eden is also an example of the inadequacy of Steinbeck' s tolerant interest in people to provide the kind of driving force which moves the action along. The work seems to fail apart, into its component pieces. Steinbeck's favorite vehicle, one suspects, is the sketch or the short chapter, which can be joined with others to make up a book. üne also suspects that his commit­ ment to the individual subjects of these units domi­ nates his interest and commitment to the novel as a whole. At times it is not even clear that a given sketch was in fact written for this particular book at ali. For ex­ ample, the chapter in which, toward the end of East of Eden, Adam and his family accept delivery of a Model T, is a wholly lovely thing. Steinbeck has always been the poet laureate of the jalopy. The subject is one he knows and loves. But just why do we have to interrupt the tale of Adam' s decline and death, and the discovery by his sons of their mother's identity, for this pleasur­ able bit of Americana? Surely it is no more at home in this novel than it would have been in any except The Moon Is Down; and 1 would not put my hand in the fire that it was not originally conceived for one of the others. The same can be said for such other chapters as the one which records the birth of the twins, the bloody fight of the Trask brothers, or the brutalizing and near-murder of Cathy-these among others. The question is not one of quality but of inevitability; one does not sense any dynarnics of character or situation, any necessity which requires them to be where they are. East of Eden repays the reading, but does so for inci­ dental pleasures. Steinbeck writes well, as always, of the Califomia land, of the task of working it, of the peo­ ple-especially those who are briefly seen-who put their shoulder to the task. His minor characters, the mayors and doctors and storekeepers and brothel pro­ prietors, are always interesting; one feels that if one could see them better they would be interesting in­ deed. And his boys are done as Steinbeck has always done them. in brief, whatever can be sketched is sketched beautifully; what is lacking is a central object which, for the length of a book, can stand contempla­ tion. in the books other than East of Eden he has been the Steinbeck we have so long known and liked-or more properly one of those Steinbecks in each of the books. in The Pearl he is the lover and defender and lyrist of the very humble, just as in The Wayward Bus he loves and defends and lyricizes the simple, hard guy like Juan Chicoy who is somehow as honest as the passengers he drives in his bus are not. And in The BriefReign ofPippin

ana-babalannı yakhklarına, enişteleri ile zina yaphkla­ nna ve aile yaşamından mesleklerin en eskisine başla­ mak için, ayrıldıklarına inanmak zor değildir; ama Cathy gibi bir kadına, onu bir romanın baş kişisi olarak inanılır yapabilecek olan gerçek yaşayış biçimini be­ nimsetmek çok zordur-özellikle de Cennetin Doğu­ su'nda olduğu gibi böyle bir kadın tümüyle dışardan gözlemlendiğinde ve okuyucu onun neden o şekilde davrandığını açık bir biçimde anlayamadığı zaman. Bu, Steinbeck'in gerçekten kötü, hatta sevimsiz insanlara canlılık kazandıramamasının başka bir örneğidir. Cennetin Doğusu Steinbeck'in insanlara olan hoşgö­ rülü ilgisinin olayları sürükleyip götüren itici gücü sağ­ lamadaki yetersizliğinin de bir örneğidir. Yapıt sanki parçalanıp dökülmektedir. Kişi Steinbeck'in en sevdiği yöntemin diğerleri ile birleştirilip bir kitap oluşturacak taslaklar ya da kısa bölümler olduğunu düşünmekte­ dir. Ayru zamanda Steinbeck'in bu bölümlerin konula­ rına olan bağlılığının romarun tümüne olan ilgisine ve bağlılığına üstün geldiğini de düşünmektedir. Zaman zaman herhangi bir taslağın gerçekten de bu kitap için yazılıp yazılmadığı açık değildir. ômeğin, Cennetin Do­ ğusu'nun sonlarına doğru Adam'ın ve ailesinin bir T model arabayı teslim aldıkları bölüm çok sevimlidir. Steinbeck her zaman külüstür arabaları konu alan bir yazar olmuştur. Konu, bildiği ve sevdiği bir konudur. Ama Adam'ın düşüşü ve ölüşünün ve oğullarının an­ nelerinin kimliğini öğrenmelerinin öyküsünü, Ameri­ ka'yı anlatan bu hoş bölüm uğruna neden yanda kes­ mek zorunda kalalım? Hiç kuşkusuz bu bölüm Ay Battı dışında ne bu ne de diğer romanlarında yer alabilecek uygunluktadır; ve ben bu bölümün diğer romanlardan biri için yazılmamış olduğunu söyleyerek kendimi teh­ likeye atmam. Ayru şey ikizlerin doğumunu, Trask kardeşlerin kan­ lı kavgasını ya da Cathy'nin insarılıktan çıkhğıru ve ci­ nayet girişimini anlatan bölümler gibi diğer bölümler için de söylenebilir. Sorun, nitelik değil kaçınılmazlık sorunudur; okuyucu, kişi ya da durum devinimi ya da onları oldukları yerlerde bulunmaya zorlayan bir ge­ reklilik sezmez. Cennetin Doğusu okuyucuya zevk verir ama kalıcı ol­ mayan türden. Steinbeck her zamanki gibi Kaliforniya toprağından, onu işleme görevinden, bu görevi yükle­ nen insanlardan (özellikle de kısaca görülenden) usta­ ca söz etmektedir. Onun önemsiz kişileri, belediye baş­ kanları, doktorlar, dükkan ve genelev sahipleri, her za­ man ilgi çekicidir. İnsan eğer onları daha yakından ta­ nısa onların gerçekten de ilgi çekici olacaklarını düşü­ nür. Steinbeck bu romanda çocukları her zamanki gibi yaratmıştır. Kısaca, betimlenecek ne varsa güzel be­ timlenmiştir; eksik olan, kitap boyunca okuyucunun uzun uzun düşünmesini sağlayacak temel bir nesnedir. Cennetin Doğusu dışındaki kitaplarda yazar uzun sü­ redir bildiğimiz ve sevdiğimiz Steinbeck'dir ya da daha doğrusu bu kitapların her birindeki Steinbeck'lerden biridir. Nasıl Aşk Otobüsü'nde sürdüğü otobüsün yol­ cularının tersine,dürüst olan Juan Chicoy gibi basit ve �ert bir delikanlıyı seviyor, koruyor ve lirikleştiriyorsa, lnci'de fakir insanların sevgilisi, koruyucusu ve lirik ozanıdır. Ve Kısa Süren Salta narta doğrunun akla aykın

81


IVhe is Steinbeck the humorist, delighting in the com­ bination of the humanly true with the humanly prepos­ terous. it would be ungrateful not to accept these later works for what they are, but it would be a major error-as well as very unfair to Steinbeck-to take them for Stein­ beck's best. His best was better than these. His best was what he wrote in the days when he could not stand without indignation and see injustice done.

ile bileşiminden hoşlanan mizahçı Steinbeck'dir. Daha sonra yazılan bu yapıtlan olduklan gibi kabul etmemek değer bilmezlik olur. Ama onlan Stein­ beck'in en iyi yapıtlan saymak Steinbeck'e haksızlık ol­ duğu kadar büyük bir hata da olacakbr. Steinbeck'in en iyi yapıtlan bunlardan daha iyidir. Onun en iyi yapıtla­ rı adaletsizlik yapıldığını görüp de öfkelenmeden dura­ madığı günlerde yazdığı şeylerdi.

Çeviri: Hııkıın ôZDA.C

Let's Write English İngilizce öğrenenlerin yazılı İngilizcede kullanılan cümle kalıplarını ve yapılarını tanımalarını, kitaptaki alıştırmalar yardımıyla bunları kullanma alışkanlığı kazanmalarını ve cümleden paragrafa, paragraftan bütünlüklü Lesson 34 kompozisyonlara The Moda! Auxlllarles doğru ilerleyerek İngilizcelerini geliştirmelerini sağlayacaktır. Hem orta hem de yüksek eğitimde kullanılabilecek , konusunda klasikleşmiş bir eser.

"'

n. ,....,.. _ ......_ ..., -ı ...... .... .... uuaıcw ,... .. .._... _ , . .....,1...... . İlı ... .... _.. ,.. ..-n İlı dııt ,.,_..._ T"'-' """ * .... .ıl-.ctı..-J .. ..,, � .... ........... ...... ... ,....,. _ ,......, � - ._ ....... .... ....... ..... .ııı..t( ..,,. ....... -. ... --

w.... _

........... ....-....... \llMl'l ....,How...,.. .. � ......,..,., wıcı � .... -· .. _,, W.MYIMtllflll• INl"*""' M.... TN� ..... .. 111"9 ___.. ... ctw.......ıe ., ... .....

...... .. --- � fM cify "'°'* ...... ..... .. ...._

.,.._ ...,.. ..__.,.... .,. ..... _.. ._. ......, _ ,....,. � .-.. .. .... C8n c.. _... ... ...... _..... ,._, _,..,, ...., . "°'""'° .., � ....... -ı ... ...... � .., �� .. _......,. � arıcı � T ,_ ____ _ .. ...... ...

""* M tDO � --

u..llr .. ... ..... .... ......... .. . ...... .. ....... .. ... ........ .......,_...., nı._.,....,_ ..,. ... ,....

n.-.. .,. .... 1 !!!!. •... . .... _ , , _ ,. .. ... ___ ı _ ........, . . _ .... . . _......, _., n. ...... _ ._.. _ _ ,...., _ .... .. ,.. ... -· . . ,,_ _ ... . _,, .. ...... . .,... .. .,_.,. . J

·-

, ...... .... _ _ _, _ ... ....... . _.__ .. _ _ ' ... _.., ...... .......... ... .._ .. .. _ ...... ., ... _....,

!:ı!,.-:,

.. .. ..., .. ... .... ....... _ _ _ _

. � , .... _ .. .. .... N. • - -..... • ...... M•l- _... ffff""f O.-*•ıdı ·--

_..,_

,.�

... .. .. ....... . ...

o-... .... _ ......_ ..._. .._ .....,. ...... .... ... - ..-....ı ...... .. � ....... 1ı. ......ıc -..-, --r ...... �. ... · - � ......

.. ,.... . ... ,.,,. ,...._ Tllıl cıılf c... """" .......

1

istiklal Cad, 461 Beyoğlu-lstanbul Tel: 1 45 24 53- 1 45 24 79 1 49 76 86- 1 49 71 43

.... . ...... ....... _,

,

.. _ ... _ _ ---.. ....... .. _......

--

..... (..,_ ___,__.,.,.. ....._ ..., ... .....�... "" .... - -- - - .... .-. .. .... ,... , _ ____ n-. ..., __ .,__ _ _ _ _ _ ..... ...,.

--

..... .. .... ,.. --

· -· .... _ ....

,.. .._. •• 1111" ...._

...

.. _

(Cevap Anahtan kitabı kullanan öğretmenlere aynca verilmektedir.)


The Wild Swans At Coole

Coole'daki Yaban Kuğuları

The trees in their autumn beauty, The woodland paths are dry, Under the October twilight the water Mirrors a still sky; Upon the brimming water arnong the stones Are nine-and-fifty swans.

Ekimin alacakaranlığı albndaki su, Durgun bir gökyüzü yansıhyor, Taşlann arasında, onları belli belirsiz örten suda Elli dokuz kuğu var.

The nineteenth autumn has come upon me Since 1 first made my count; 1 saw, before 1 had well finished, Ali suddenly mount And scatter wheeling in great broken rings Upon their clamorous wings.

Kuğuları ilk sayışımdan beri On dokuzuncu güzümü yaşıyorum; Saymayı tam bitirememiştim ki, Birden havalanıp Gürültülü kanatlarıyla İri kınk çemberler çizerek dağıldıklanru gördüm.

1 have Iooked upon those brilliant creatures, And now my heart is sore. All's changed since 1, hearing at twilight, The first time on this shore, The bell-beat of their wings above my head, Trod with a lighter tread.

Bakıp durdum pınl pınl yaratıklara, Artık yüreğim aalarla dolu. Her şey değişti, alacakaranlıkta, Bu kıyıda ilk kez Başımın üzerinde çın çın öten kanatlannı duyup Daha hafif adımlarla yürüdüğümden bu yana.

Unwearied stili, lover by lover, They paddle in the cold Companionable streams or climb the air; Their hearts have not grown old; Passion or conquest, wander where they will, Attend upon them still.

Usanmadan hiç, sevgili sevgiliyle yanyana, Soğuk dost sularda geziniyor Ya da yükseliyorlar havaya; Yaşlanmadı gitti yürekleri; Tutku ve zafer, nereye gitseler, Onlara eşlik etmekte gene de.

But now they drift on the still water, Mysterious, beautiful; Among what rushes will they build, By what lake's edge or pool Delight men's eyes when 1 awake some day To find they have flown away?

Ama şu anda durgun suda akıp gidiyorlar, Gizemli, güzel; Hangi sazlar arasında olacak yuvalan. Hangi göl ya da su kıyısında İnsanların gözlerini okşayacaklar, bir gün uyanıp da Uçup gitmiş olduklarını gördüğümde ben?

Wil/iam But/er YEA TS

Ağaçlar güz güzelliklerine bürünmüş,

Orman içi patikalar kuru,

Çeviri: Birtanl' KARANAKÇI

83


WEBSTER Sözlüğü İngilizce ile profesyonelce ilgilenenler, çevirmenler, öğretmenler, dilbilimcileri , iş adamları . . . Sizin için dev bir b?şvuru kaynağı , İngiliz dilinin tek ciltte e n geniş ve en güvenilir sözlüğü. ilk baskısını ünlü Amerikan sözlük yazarı Noah Webster'in hazırladığı sözlük 3. kez gözden geçirilerek sizlere sunuluyor. ( 1 986 baskısı). 500. 000'e yakın sözcük ve deyimin tam anlamını veren dev eser. 1 .000'den fazla eş anlam maddesi , 3.000'den fazla resim ve şekil. Ayrıca İngilizceye yeni girmiş 1 2. 000 sözcük için özel bölüm. Harfleri kolay bulmak için özel tırnak sistemi. İçeriğinin kalitesi yanında kaliteli kağıt, kaliteli baskı ve kaliteli cilt. Profesyoneller için, sizin için tümüyle özel bir yapım.

1 ş.

İstiklal Cad, 461 Beyoğlu-İstanbul Tel: 145 24 53-145 24 79 149 76 86-149 71 43


THE CRAFT OF FICTION

ROMAN YAZMA SANATI

m

m

A

great and brilliant novel, a well-known novel, and at the same time a large and crowded and un­ manageable novel -such will be the book to consider first. it must be one that is universally admitted to be a work of genius, signal and conspicuous; 1 wish to ex­ amine its form, 1 do not wish to argue its merit; it must be a book which it is superfluous to praise, but which it will never seem too late to praise again. it must also be well known, and this narrows the category; the novel of whose surpassing value every one is convinced may easily fail outside it; our novel must be one that is not on­ ly commended, but habitually read. And since we are concerned with the difficulty of controlling the form of a novel, Jet it be an evident case of the difficulty, an ex­ treme case on a large scale, where the question can not be disguised -a novel of ample scope, covering wide spaces and many years, long and populous and event­ ful. The category is reduced indeed; perhaps it contains one novel only, War and Peace. Of War and Peace it has never been suggested, 1 sup­ pose, that Tolstoy here produced a model of perfect form. it is a panoramic vision of people and places, a huge expanse in which armies are marshalled; can one expect of such a book that it should be neatly composed? it is crowded with life, at whatever point we face it; in­ tensely vivid, inexhaustibly stirring, the broad impres­ sion is made by the big prodigality of Tolstoy's inven­ tion. If a novel could really be as large as life, Tolstoy could easily fiil it; his great masterful reach never seems near its limit; he is always ready to annex another and yet another tract of life, he is only restrained by the mere necessity of bringing a novel somewhere to an end. And then, too, this mighty command of spaces and masses is only half his power. He spreads further than any one else, but he also touches the detail of the scene, the single episode, the fine shade of character, with exqui­ site lightness and precision. Nobody surpasses, in some ways nobody approaches, the easy authority with which he handles the matter immediately before him at the moment, a roomful of people, the brilliance of youth, spring sunshine in a forest, a boy on a horse; whatever his shifting panorama brings into view, he makes of it an image of beauty and truth that is final, complete, un­ qualified. Before the profusion of War and Peace the question of its general form is scarcely raised. it is e­ nough that such a world should have been pictured; it is idle to look for proportion and design in a book that con­ tains a world.

r �

OK iyi yazılıruş büyük bir roman, tanınıruş bir ro­ aynı zamanda birçok şeyi kapsayan, içinde çok sayıda kişi olan ve başa çıkılması güç bir roman-ilk ön­ ce ele alacağııruz işte böyle bir roman olacak. Bu, bir de­ hanın ürünü olduğu herkesçe kabul edilen, olağanüstü ve seçkin bir kitap olmalı; ben onun biçimini incelemek istiyorum, değerini tartışmak değil; öyle bir kitap olma­ lı ki övmek gereksiz olsun ama yeniden övmek için asla geç kalınmaıruş olsun. Çok da tarunıruş olmalı. Bu da elimizdeki kategoriyi sınırlıyor; eşsiz değeri konusun­ da herkesin aynı düşüncede olduğu bir roman bunun dışında kalabilir; bizim ele alacağımız roman yalnızca övülen değil aY.!lı zamanda sürekli olarak okunan bir roman olmalı. Ustelik biz romanda biçimi denetim al­ tında tutmakla ilgilendiğimize göre, bu güçlüğü açıkça yansıtan bir örnek olsun elimizdeki. Çok geniş çaplı ve sorunu saklayamayacak denli aşırı bir örnek olsun -geniş alanları ve birçok yılı kapsayan uzun, kalaba­ lık, olaylı, geniş çaplı bir roman. Gerçekten kategori­ miz oldukça sınırlandı; belki de yalnızca tek bir romanı kapsıyor, Savaş ve Barış ı. Sanırım Savaş ve Barış' ta Tolstoy'un kusursuz bir bi­ çim örneği sunduğu bugüne dek hiç öne sürülmedi. Onunki insanlara ve olayların geçtiği yerlere, içinde or­ duların sıralandığı geniş bir alana toplu bir bakıştır; in­ san böyle bir kitabın düzenli bir biçimde yazılmasını bekleyebilir mi? Neresinden bakarsak bakalım hayat doludur o; son derece canlı, her zaman heyecan verici bu kapsamlı etkiyi Tolstoy'un kullandığı malzemenin bolluğu sağlar. Bir roman gerçekten yaşaırun kendisi kadar kapsamlı olabilse Tolstoy içini rahatlıkla doldu­ rabilirdi; onun usta elinin uzanabileceği yerlerin sınırı yok gibidir; her zaman bir başka yaşam parçasıru, on­ dan sonra bir diğerini daha eklemeye hazırdır, onu kı­ �ıtlayan şey romanı bir yerde bitirme zorunluluğudur. Öte yandan, geniş alanlara ve insan kalabalıklarına böylesine egemen olabilmesi gücünün yalnızca bir par­ çasıdır. Herkesten daha çok yayılır ama aynı zamanda sahnenin ayrıntılarım, tek bir olayı, belli belirsiz bir ki­ şilik özelliğini de olağanüstü bir kolaylık ve doğrulukla verir. Elindeki malzemeye kolaylıkla egemen olma ko­ nusunda onu hiç kimse geçemeyeceği gibi, bazı bakım­ lardan düşünülürse, bu konuda ona yetişemez bile-bir oda dolusu insan, gençliğin gözkamaştırıcılığı, orman­ da bahar güneşi, at üzerinde bir erkek çocuğu; sürekli değişen toplu bakışı, görüş alanı içine neyi alıyorsa, o bundan eksiksiz ve kusursuz bir gerçek ve güzellik im­ gesi yaratır. Savaş ve Barış'ın sunduğu bolluk karşısın­ da kitabın genel biçimi sorusu hiç akla gelmez. Böyle bir dünyanın yansıtılıruş olması kendi başına yeterli­ dir; içinde bir dünya barındıran bir romanda orantı ve düzen aramak yersizdir. '

85


But for this very reason, that there is so much in the book to distract attention from its form, it is particularly interesting to ask how it is made. The doubt, the obvious perplexity, is a challenge to the exploring eye. it may well be that effective composition on such a scale is im­ possible, but it is not so easy to say exactly where Tol­ stoy fails. If the total effect of his book is inconclusive, it is all lucidity and shapeliness in its parts. There is no fal­ tering in his hold upon character; he never loses his way among the scores of men and women in the book; and in ali the endless series of scenes and events there is not one which betrays a hesitating intention. The story rolls on and on, and it is Iong before the reader can begin to question its direction. Tolstoy seems to know precisely where he is going, and why; there is nothing at any mo­ ment to suggest that he is not in perfect and serene con­ trol of his idea. Only at )ast, perhaps, we turn back and wonder what it was. What is the subject of War and Peace, what is the novel about? There is no very ready answer; but if we are to discover what is wrong with the form, this is the question to press. What is the story? There is first of ali a succession of phases in the lives of certain generations; youth that passes out into maturity, fortunes that meet and clash and re-form, hopes that flourish and wane and reappear in other lives, age that sinks and hands on the torch to youth again -such is the substance of the drama. The book, 1 take it, begins to grow out of the thought of the processional march of the generations, always chang­ ing, always renewed; its figures are sought and chosen for the clarity with which the drama is embodied in them. Young people of different looks and talents, moods and tempers, but young with the youth of ali times and places -the story is alive with them at once. The Rostov household resounds with them -the Ros­ tovs are of the easy, light-spirited, quick-tongued sort. Then there is the dreary old Bolkonsky mansion, with Andrew, generous and sceptical, and with poor plain Marya, ardent and repressed. And for quite another kind of youth, there is Peter Besukhov, master of mil­ lions, fat and good-natured and indolent, his brain a fever of faiths and aspirations which not he, but Andrew, so much more sparing in high hopes,has the tenacity to follow. These are in the foreground, and between and behind them are more and more, young men and women at every tum, crowding forward to take their places as the new generation. it does not matter, it does not affect the drama, that they are men and women of a certain race and century, soldiers, politicians, princes, Russians in an age of crisis; such they are, with ali the circumstances of their time and place about them, but such they are in secondary fashion, it is what they happen to be. Essentially they are not princes, not Russians, but figures in the great

86

Ama işte bu nedenle, yani içinde ilgimizi biçimden başka şeylere çekecek birçok şey bulunduğu için, biçi­ min nasıl kurulduğu sorusu özellikle ilginç olmaktadır. Araşhrmaa bir göz için uyanan kuşku, apaçık ortada olan şaşırtıcılık, kışkırha bir çağrı niteliğindedir. Böy­ lesine büyük çaplı bir romanda etkili bir düzenleme yapmak olanaksız olabilir, ancak Tolstoy'un tam olarak nerede başarısız olduğunu söylemek pek o kadar kolay değildir. Romanın tümü öykü sonuçlanmış etkisini uyandırmıyorsa da, parça parça bakıldığında her bölü­ mün oldukça açık ve biçimli olduğu görülür. Tolstoy ki­ şilerini denetlemekte tutukluk göstermez, kitaptaki sa­ yısız kadın ve erkeğin arasında asla yolunu yitirmez; sonsuz sayıdaki sahneler ve olaylar dizisinin içinde Tolstoy'un ne yapmak istediğini bilmediği kuşkusunu uyandıracak bir teki bile yoktur. Öykü uzar gider ve okuyucu ne yöne gittiğini soruşturmayı akıl ettiğinde yarı yolu çoktan geçmiştir. Tolstoy tam olarak nereye gittiğini ve nedenini biliyor gibi görünür; romanın hiçbir anında kafasındaki düşünceyi yetkin ve serinkanlı bir biçimde denetim albnda tutmadığını gösteren bir şey yoktur. Belki yalnızca sonunda geri dönüp bu düşünce­ nin ne olduğunu merak ederiz. Savaş ve Banş'ın konusu nedir? Roman ne hakkındadır? Hazır bir yarut yoktur ama eğer biçimin kusurunun ne olduğunu bulacaksak üzerinde durmamız gereken soru budur. Romanın öyküsü nedir? Her şeyden önce öyküde belli kuşaklann yaşamlannda birbiri ardı sıra gelen dö­ nemler vardır; olgunluk dönemine geçen gençlik, bir­ biriyle karşılaşan, çahşan ve yeniden oluşan yaşam çiz­ gileri, açan, solan, sonra başkalanrun yaşamlannda ye­ niden filizlenen umutlar, ölüme yaklaşan ve taşıdığı meşaleyi yeniden gençliğe devreden yaşlılık-işte olay­ ların özü böyledir. Kitap, anladığım kadarıyla, kuşakla­ rın durmaksızın değişen, durmaksızın yinelenen geçit töreni düşüncesinden doğar; içindeki kişiler somutlaş­ brdıklan öykü açık secik ortaya çıkabilsin düşüncesiyle bulunup seçilmişlerdir. Görünüşleri, yetenekleri, ruh durumları ve huyları değişik olan ama her zaman her yerde görülebilecek türden genç insanlar-öykü onlarla birden canlanır. Rostovların evi onların sesleriyle dolu­ dur-Rostovlar rahat, neşeli, hazırcevap insanlardır. Sonra bir de içinde eliaçık ve kuşkucu Andrew ile ateşli ama baskı albnda tutulan zavallı sade Marya'run yaşa­ dığı kasvetli Bolkonsky mali.kAnesi vardır. Öte yandan oldukça farklı bir genç tipi olarak da milyonların sahibi olan şişko,·iyi huylu, miskin Peter Besukhov bulunur. Besukhov'un kafası inançlar ve emellerle kaynayan bir kovan gibidir ama bunların peşini bırakmayan kendisi değil, umutlarında çok daha ölçülü olan Andrew'dur. Tüın bunlar ön plandadır, bunların arasında ve arka­ sında ise çok daha fazlası, her fırsatta ortaya çıkıveren, yeni kuşak olarak yerlerini almak üzere ilerleyen birçok genç kadın ve erkek bulunur. Bunların belli bir ülkeye ve yüzyıla ait kadınlar, er­ kekler, askerler, politikaalar, prensler, ve bir bunalım döneminde yaşayan Ruslar olmalarırun önemi yoktur; öyküyü etkilemez; gerçi öyledirler, içinde yaşadıkları zamanın getirdiği tüm koşullarla birlikte öyledirler, an­ cak öyle olmaları yalnızca ikinci derecede önemlidir, rastlanhsal olarak öyledirler. Gerçekte onlar prens ya da Rus değil, geçit töreninde yer alan kişilerdir; genç ol-


procession; they are here in the book because they are young, not because they are the rising hope of Russia in the years of Austerlitz and Borodino. it is laid upon them primarily to enact the eyde of birth and growth, death and birth again. They illustrate the story that is the same always and everywhere, and the tumult of the dawning century to which they are bom is an accident. Peter and Andrew and Natasha and the rest of them are the chil­ dren of yesterday and to-day and to-morrow; there is nothing in any of them that is not of ali time. Tolstoy has no thought of showing them as the children of their par­ ticular conditions, as the generation that was formed by a certain historic struggle; he sees them simply as the embodiment of youth. To an English reader of to-day it is curious -and more, it is strangely moving -to note how faithfully the creations of Tolstoy, the nineteenth­ century Russian, copy the young people of the twentieth century and of England; it is all one, life in Moscow then, life in London now, provided only that it is young enough. Old age is rather more ephemeral; its period is written on it (not very deeply, after ali), and here and there it •dates: Nicholas and Natasha are always of the newest modemity. Such is the master-motive that at first sight appears to underlie the book, in spite of its name; such is the most evident aspect of the story, as our thought brushes free­ ly and rapidly around it. in this drama the war and the peace are episodic, not of the centre; the historic scene is used as a foil and a background. it appears from time to time, for the sake of its value in throwing the nearer movement of life into strong relief; it very powerfully and strikingly shows what the young people are. The drama of the rise of a generation is nowhere more sharp­ ly visible and appreciable than it is in such a time of con­ vulsion. Tolstoy' s moment is well chosen; his story has a setting that is fiercely effective, the kind of setting which in our Europe this story has indeed found very regular­ ly, century by century. But it is not by the war, from this point of view, that the multifarious scenes are linked to­ gether; it is by another idea, a more general, as we may stili dare to hope, than the idea of war. Youth and age, the flow and the ebb of the recurrent tide- this is the theme of Tolstoy's book. So it seems for a while. But TolstoY' called his novel War and Peace, and presently there arises a doubt; did he believe himself to be writing that story, and not the story of Youth and Age? 1 have been supposing that he named his book carelessly (he would not be alone among great novelists for that), and thereby empha­ sized the wrong side of his intention; but there are things in the drama which suggest that his title really rep­ resented the book he projected. Cutting across the big human motive 1 have indicated, there falls a second line of thought, and sometimes it is this, most clearly, that the author is following. Not the eyde of life everlasting, in which the rage of nations is an incident, a noise and an incursion from without - but the strife itself, the irrele­ vant uproar, becomes the motive of the fable. War and Peace, the drama of that ancient altemation, is now the

duklan için romandadırlar, Austerlitz ve Borodino'lu yıllann gelecekteki umudu olduklan için değil. Onlann görevleri, doğum, büyüme, ölüm ve yeniden doğum çevrimini sağlarnakhr. Her yerde ve her zaman aynı bi­ çimde yinelenen bir öykünün kişileridir onlar, doğduk­ ları yüzyılın çalkantılan ise yalnızca bir rastlanbdır. Peter, Andrew, Natasha ve diğerleri dünün, bugünün, yarının çocuklandır; onlarda her yerde ve her zaman rastlanabilecek olanlann ötesinde bir şey yoktur. Tols­ toy'un onlan bazı özel koşullann çocukları, belli bir ta­ rihsel çahşmarun biçimlendirdiği bir kuşak olarak gös­ termek gibi bir niyeti yoktur; yalnızca gençliğin simge­ si olarak görür onlan. Günümüzün tılgiliz okuru için, on dokuzuncu yüzyılda yaşamış bir Rus olan Tols­ toy'un yapıtlarının yirminci yüzyıl İngiliz gençliği için de nasıl böylesine geçerli olabildiği merak, hatta anla­ şılmaz bir heyecan uyandıran bir konudur. Yeterince genç olmak koşuluyla o zamanlar Moskova' daki yaşam ile şimdi Londra'daki yaşam arasında bir fark yoktur. YaşWar ise o kadar kalıcı değildir; (çok belirgin olmasa da) ait oldukları dönemin damgasını taşırlar ve zaman zaman •eski• kalırlar. Nicholas ve Natasha'run hiçbir zaman eskimeyen bir çağcıllıklan vardır. işte romanın adına karşın, ilk bakışta tüm kitabın al­ hnda yatan ana amacın bu olduğu görülüyor; düşünce­ miz çevresinde özgürce ve hızla gezinirken öykünün en belirgin olarak ortaya çıkan yönü budur. Bu öyküde savaş ve barış olayların merkezinde değildir, parça parça anlahlmaktadır; tarihsel olaylar bir artalan, bir fon ola­ rak kullanılmışhr. Romanda yaşamın yakın plandaki hareketine ara vermek için zaman zaman ortaya çıkar, oldukça güçlü ve etkileyici bir biçimde gençliğin ne de­ mek olduğunu gösterirler. Yeni bir kuşağın doğuşu hiçbir yerde bir sarsınh zamarunda olduğundan daha belirgin ve daha anlaşılır bir biçimde gösterilemez. Tolstoy'un zamanlaması çok iyidir; öyküsünün geçtiği yer ve zaman son derece etkileyicidir, öyle bir yer ve andır ki bu, Avrupa'da düzenli olarak her yüzyıl bu öy­ küye ortam oluşturmuştur. Ancak bu açıdan bakılırsa, değişik sahneleri birbirine bağlayan savaş değildir; bu bağlanh bir başka, hatt! umabiliriz ki savaş düşünce­ sinden çok daha evrensel bir düşünceyle sağlanmışhr. Gençlik ve yaşlılık, durmaksızın yinelenen hareketin yükselişi ve alçalışı-Tolstoy'un romanının teması bu­ dur. En azından bir süre öyle görünür. Ama Tolstoy ro­ manına Savaş ve Barış adını koymuştur, bu yüzden az sonra bir kuşku doğar; acaba Tolstoy gerçekten gençli­ ğin ve yaşlılığın öyküsünü değil de o öyküyü yazdığını mı sanıyordu? Buraya dek romanına ad koyarken dik­ katsiz davrandığını (bu konuda büyük romancılar ara­ sında pek de yalnız sayılmaz), ve böylece asıl amaarun yanlış yönünü vurguladığını varsaydım; ancak öyküde başlığın Tolstoy'un kafasındaki düşünceyi gerçekten yansıtbğı yolunda ipuçları var. ône sürdüğüm, insan­ lığı ilgilendiren o büyük temayı kesip geçen bir başka düşünce çizgisi daha vardır romanda ve kimi zaman yazann açıkça izlediği çizgi budur. Sürüp giden yaşam çevrimi değil, ki bu çevrim içinde uluslann öfkesi yal­ nızca bir rastlanh,öykü dışından gelen bir gürültü, ya­ bancı bir unsurdur, konuyla doğrudan ilgisi olmayan bir ayaklanma olan savaşın kendisi öykünün itici gücü haline gelir. Savaş ve banş, öteden beri birbirini izleyen 87


subject out of which the form of the book is to grow. Not seldom, and more frequently as the book advances, the story takes this new and contradictory alignment. The centre shifts from the general play of life, neither na­ tional nor historic, and plants itself in the field of racial conflict, typified by that •sheep-worry of Europe• which followed the French Revolution. The young peo­ ple immediately change their meaning. They are no longer there for their own sake, guardians of the torch for their hour. They are re-disposed, partially and fit­ fully, in another relation; they are made to figure as creatures of the Russian scene, at the impact of East and West in the Napoleonic clash. it is a mighty antinomy indeed, on a scale adapted to Tolstoy's giant imagination. With one hand he takes up the largest subject in the world, the story to which ali other human stories are subordinate; and not content with this, in the other hand he prcduces the drama of a great historic collision, for which a scene is set with no less prodigious a gesture. And there is not a sigr in the book to show that he knew what he was doing; appar­ ently he was quite unconscious that he was writing two novels at once. Such an oversight is not peculiar to men of geni us, 1 dare say; the least of us is capable of the feat, many of us are Sfen to practise it. But two such novels as these, two such immemorial epics, caught up together and written out in a couple of thousand pages, inad­ vertently mixed and entagled, and ali with an air of com­ posure never ruffled or embarrassed, in a style of lumi­ nous simplicity - it was a feat that demanded, that betokened, the genius of Tolstoy. War and Peace is like an lliad, the storv of certain men, and an Aeneid, the sto­ ry of a nation, c�mpressed into one book by a man who never so much as noticed that he was Homer and Virgil bv turns. Or can it perhaps be argued that he was aware of the task he set himself, and that he intentionally coupled his two themes? He proposed, let us say, to set the un­ changing story of life against the momentary tumult, which makes such a stir in the history-books, but which passes, leaving the other story still unrolling for ever. Perhaps he did; but 1 am looking only at his book, and 1 can see no hint of it in the length and breadth of the nov­ el as it stands; 1 can discover no angle at which the two stories will appear to unite and merge in a single impres­ sion. Neither is subordinate to the other, and there is nothing above them (what more cou/d there be?) to which they are both related. Nor are they placed to­ gether to illustrate a contrast; nothing results from their juxtaposition. Only from time to time, upon no apparent principle and without a word of warning, one of them is dropped and the other resumed. it would be possible, 1 think, to mark the exact places -not always even at the end of a chapter, but casually, in the middle of a page­ where the change occurs. The reader begins to look out for them; in the second half of the novel they are liberally sprinkled. ·

88

bu iki durumun öyküsü, işte şimdi öykünün biçiminin içinden doğacağı konu budur. Ara sıra değil, kitap iler­ ledikçe sık sık öykü bu yeni ve ötekiyle çelişen çizgiyi ele alır. Öykünün merkezi yaşamın, ulusal ya da tarih­ sel bir niteliği olmayan genel deviniminden sapıp, Fransız Devrimini izleyen yıllarda Avrupa' da görülen •devrim korkusu· ile simgeleşen bir çahşmanın ortası­ na konar. Gençlerin anlamı hemen değişir. Artık yal­ nızca kendileri için, sıra başkalarına gelene kadar genç­ liğin meşalesini korumak amacıyla öyküde bulun­ mazlar. Bir başka ışık altında kısmen ve alelacele yeni­ den düzenlenir, Napolyon savaşları sırasında Doğu ile Batının karşı karşıya geldiği an Rusya manzaralarını oluşturan kişiler olarak kullanılırlar. Gerçekten de Tolstoy'un dev boyutlardaki düşgücü­ ne uygun çapta, büyük bir çelişkidir bu. Bir yandan dünyanın en geniş konusunu, insana ilişkin tÜJ11 öykü­ lerin yanında önemsiz kaldığı o öyküyü ele alıyor ve bununla yetinmeyip öte yandan en az onun kadar gör­ kemli bir sahneye yerleştirdiği büyük bir tarihsel çatış­ manın öyküsünü yazıyor. Ve romanda Tolstoy'un ne yaptığını bildiğini gösterecek hiçbir şey yok; belli ki ay­ nı anda iki roman birden yazdığının farkında değildi. Bence bu tür gözden kaçırmalar yalıuzca dahilere özgü değildir. En beceriksiz olanımızın bile yapabileceği bir şeydir bu ve birçoğumuzun yaptığını da görmekteyiz. Ama böyle iki roman, böylesine unutulmaz iki destan, bir arada iki bin sayfada anlablsın, birbirine böylesine karıştırılıp katıştırılsın, ve bu, hiçbir şeyin bozamadığı bir rahatlık havası içinde, göz kamaşhrıa bir sadelikle yazılsın - işte bu Tolstoy'un dehasını gerektiren, Tols­ toy'un dehasını gösteren bir iştir. Savaş ve Barış, belli insanların öyküsünü anlatması bakımından İlyada'ya, bir ulusun öyküsünü anlatması bakımından Aeneis'e benzer ve kendisinin bir Homeros ya da bir Vergilius olduğunun farkında olmayan bir yazar tarafından tek bir kitaba sığdınlrruşhr. Yoksa Tolstoy görev bildiği şeyin bilincindedir de bu iki temayı bilerek mi birleştirmiştir? Diyelim ki, yaşa­ mın değişmeyen öyküsünü tarih kitaplarında olay ya­ ratan ama öbür öyküyü sonsuza dek sürmek üzere bı­ rakarak geçip giden anlık bir kargaşa ile karşı karşıya getirdi. Belki de böyle yaph; ama ben yalnızca onun elimdeki romanına bakıyorum ve romanın ne uzunlu­ ğunda ne de çapında böyle olduğunu düşündürtecek bir şey göremiyorum; her iki öykünün tek bir izlenim yaratacak biçimde birleşip birbirine karıştığı bir açı bu­ lamıyorum. Biri öbüründen aşağı kalmıyor ve onların üzerinde buiunan ve her ikisinin de bağlı olduğu bir başka şey yok (zaten daha başka ne olabilir?). Ne de bir karşıtlığı göstermek üzere bir araya konulmuşlar; yan yana bulunmalarından hiçbir sonuç çıkmıyor. Yalnızca zaman zaman, belli bir ilke doğrultusunda olmaksızın ve hiçbir uyanda bulunulmadan biri bırakılıp diğeri ele alınıyor. Sanırım bu geçişlerin yapıldığı noktaları -ki her zaman bölüm sonunda bile değil, rasgele bir sayfa­ nın ortasında da olabiliyor- tam olarak saptayabiliriz. Okur bu geçişlere dikka t etmeye başlar: romanın ikinci yansında özgürce serpiştirilmişlerdir.


The long, slow steady sweep of the story -the first story, as 1 call it- setting through the personal lives of a few young people, bringing them together, separating them, dimming their freshness, carrying them away from hopeful adventure to their appointed condition, where their part is only to transmit the gift of youth to others and to drop back while the adventure is repeated -this motive, in which the book opens and closes and to which it constantly returns, is broken into by the famous scenes of battle (by some of them, to be accurate, not by ali), with the reverberation of imperial destinies, out of which Tolstoy makes a saga of his country's tempestu­ ous past. it is magnificent, this latter, but it has no bear­ ing on the other, the universal story of no time or coun­ try, the legend of every age, which is told of Nicholas and Natasha, but which might have been told as well of the sons and daughters of the king of Troy. To Nicholas, the youth of ali time, the strife of Emperor and Czar is the occasion, it may very well be, of the climax of his ad­ venture; but it is no more than the occasion, not essen­ tial to it, since by some means or other he would have touched his climax in any age. War and Peace are likely enough to shape his life for him, whether he belongs to ancient Troy or to modern Europe; but if it is his story, his and that of his companions, why do we see them suddenly swept into the background, among the figures that populate the story of a particular and memorable war? For that is what happens. it is now the war, with the generals and the potentates in the forefront, that is the matter of the story. Alexander and Kutusov, Napoleon and Murat, become the chief ac­ tors, and between them the play is acted out. in this sto­ ry the loves and ambitions of the young generation,

which have hitherto been central, are relegated to the fringe; there are wide tracts in which they do not appear at all . Again and again Tolstoy forgets them entirely; he has discovered a fresh idea for the unifi­ cation of this second book, a theory drummed into the reader with merciless iteration, desolating many a weary page. The meaning of the book -and it is ex­ traordinary how Tolstoy's artistic sense deserts him in expounding it- lies in the relation between the man of destiny and the forces that he dreams he is directing; it is a high theme, but Tolstoy cannot leave it to make i ts own effect. He, whose power of making a story teli i t self i s un­ surpassed, is capable of thrusting into his book inter­ minable chapters of comment and explanation, chapters in the manner ofa controversial pamphlet, lest the argu­ ment of his drama should be missed . But the reader at last takes an easy way with these maddening interrup­ tions; wherever •the historiansn are mentioned he knows that several pages can be turned at once; Tolstoy may be left to belabour the conventional theories of the Napoleonic legend, and rejoined later on, when it has occurred to him once more that he is writing a novel. When he is not pamphleteering Tolstoy' s treatment of the second story, the national saga, is masterly at every point. lf we could forget the original promise of the book as lightly as its author does, nothing could be more im­ pressive than his pictures of the two hugely-blundering masses, Europe and Russia, ponderously colliding at the

Birkaç genç insanın kişisel yaşamlarından kesitler veren, onlan bir araya getiren, ayıran, tazeliklerini sol­ duran, onlan umutlarla dolu maceralanndan, kendile­ rine dUşen görev yalnızca gençlik armağanını başkala­ nna geçirip aynı macera onlarla yinelenirken geriye çe­ kilmek olan önceden belirlenmiş bir duruma geçiren öykünün, benim deyimimle birinci öykünün, uzun, ağır ve değişmeyen akışı- romanın açılışını ve kapanışını yapan ve sürekli olarak kendisine dönülen bu tema, Tolstoy'un ülkesinin fırtınalı geçmişini destanlaşbrdı­ ğı, büyük yazgılann yankılanyla dolu ünlü savaş sah­ neleriyle (tam olarak söylemek gerekirse hepsi ile değil, bazılanyla) kesilmiştir. Bu ikincisi çok görkemlidir an­ cak diğeri ile, yani Natasha ile Nicholas'ın öyküsü ola­ rak anlablan ama Truva kralının kızları ile oğuUanrun öyküsü olarak da anlatılması olası olan, zamanı ve me­ kinı belli olmayan, her çağın söylencesi olan o evrensel öykü ile hiçbir ilişkisi yoktur. Evrensel gençliğin sim­ gesi olan Nicholas için, denilebilir ki, Çar ile tmparato­ run çabşması, yalnızca onun kendi macerasının doruk noktası ile denk düşen bir rastlantıdır; rastlantıdan öte bir şey değildir, kesinlikle gerekli değildir, çünkü şu ya da bu biçimde Nicholas bu noktaya zaten herhangi başka bir çağda olsa da gelecektir. İster çağcıl Avrupa­ da ister eski Truva'da olsun, savaş ve barışın onun ya­ şamını biçimlendireceği doğrudur; ama eğer bu onun öyküsüyse, onun ve arkadaşlarının, neden belirli ve unutulmaz bir savaşın öyküsünü dolduran kişiler ara­ sında birden artalana itildiklerini görüyoruz? Çünkü romanda aynen böyle oluyor. Artık öykünün konusu, ön planda generalleri ve ülke yöneticileri olan savaşbr. Alexander ile Kutusov, Na­ polyon ile Murat baş oyunculardır ve oyun arbk onla­ nn arasında oynanmaktadır. Bu öyküde, o ana dek merkezde bulunan gençlerin sevgileri ve tutkuları ke­ nara itilmiştir; hatta içinde hiç rol almadıkları uzun bö­ lümler vardır. Tolstoy tekrar tekrar onlan tamamen unutur; bu ikinci kitapta birliği sağlamak için yepyeni bir fikir, okuyucunun kafasına tekrar tekrar vurularak sokulan ve birçok sayfayı harabeye çeviren yeni bir ku­ ram bulmuştur. Kitabın anlamı -bu anlamı açarken Tolstoy'un sanatçı yanından nasıl uzaklaştığını gör­ mek olağanüstü bir şeydir; yazgının elindeki insan ile insanın yön verdiğini düşlediği güçlerin arasındaki iliş­ kide yatar; yüce bir temadır bu ama Tolstoy etkisini göstermesi için bu temayı kendi haline bırakmaz. Bir öyküyü kendi kendini anlatır hale getirme konusundaki yeteneği eşsiz olan Tolstoy, öyküsünün ana fikri atlan­ masın diye, kitabına bitmek bilmez yorum ve açıkla­ malar fikir tartışması niteliğindeki bölümler sokabil­ mektedir. Ama okuyucu sonunda bu çıldırba kesinti­ lerle baş etmenin kolayını bulur; •tarihçilerden· söz edilen yerlere geldiğinde birçok sayfanırl atlanabilece­ ğini bilir; Tolstoy, Napolyon söylencesi ile ilgili gele­ neksel kuramlarla uğraşırken bırakılıp daha sonra, bir roman yazmakta olduğu aklına geldiği zaman ona katı­ lınabilir. İşi makale yazmaya dökmediği zaman Tolstoy'un, ikinci öyküyü (ulusal destanı) ele alışı her zaman usta­ cadır. Romanın asıl amaaru biz de yazan kadar kolay­ lı.kla unutabilsek, Avrupa ve Rusya gibi iki dev gücün,

89


apparent dictation of a few limited brains-so few, so limited, that the irony of their daim to be the directors of fate is written over all the scene. Napoleon at the cross­ ing of the Niemen, Napoleon before Moscow, the Rus­ sian council of war after Borodino (gravely watched by

the small child Malasha, overlooked in her comer), Ku­ tusov, wherever he appears-all these are impressions belonging wholly to the same eyde; they have no effect in relation to the story of Peter and Nicholas, they do not extend or advance it, but on their own account they are

supreme. There are not enough of them, and they are not properly grouped and composed, to complete the second book that has forced its way into the first; the eyde of the war and the peace, as distinguished fromthe eyde of youth and age, is brokend and fragmentary. The size of the theme, and the scale upon which these scenes are drawn, imply a novel as long as our existing War and Peace; it would all be filled by Kutusov and Napoleon, if their drama were fully treated, leaving no room for another. But, mutilated as it is, each of the fragments is broadly handled, highly finished, and perfectly adjusted to a point of view that is not the point of view for the rest of the book. And it is to be remarked that the lines of deavage -which, as 1 suggested, can be traced with precision­ by no means invariably divide the peaceful scenes of ro­ mance from the battles and intrigues of the historic struggle, leaving these on one side, those on the other. Sometimes the great public events are used as the ear­ lier theme demands that they should be used-as the ma­ terial in which the story of youth is embodied. Consider, for instance, one of the earlier battlepieces in the book, where Nicholas, very youthful indeed, is for the first time under fire; he comes and goes bewildered, Iaments like a lost child, is inspired with heroism and flees like a hare for his life. As Tolstoy presents it, this battle, or a large part of it, is the affair of Nicholas; it belongs to him, it is a piece of experience that enters his life and enriches our sense of it. Many of the wonderful chapters, again, which deal with the abandonment and the conflagration of Moscow, are seen through the lives of the irrepress­ ible Rostov household, or of Peter in his squalid impris­ onment; the scene is framed in their consciousness. Prince Andrew, too -nobody can forget how much of the battle in which he is mortally wounded is trans­ formed into an emotion of his; those pages are filched from Tolstoy' s theory of the war and given to his fiction. In all these episodes, and in others of the same kind, the history of the time is in the background; in front of it, dosely watched for their own sake, are the lives which that history so deeply affects. But in the other series of pictures of the campaign, mingled with these, it is different. They are admirable, but they screen the thought of the particular lives in which the wider interest of the book (as 1 take it to be) is firmly lodged. From a huge emotion that reaches us through the youth exposed to it, the war is changed into

90

birkaç küçük beyinlinin emriyle giriştiği hantal bir kör dövüşünün anlatıldığı sahnelerden daha etkileyici bir şey olamaz-bu beyinler öylesine az sayıda ve öylesine sınırlıdır ki, kadere yön verdikleri iddialarının gülünç­ lüğü sahnenin her yerinde açıkça görülebilir. Niemen geçidinde Napolyon, Moskova önlerinde Napolyon, Borodino sonrasında (kimsenin farketmediği köşesin­ den küçük Malasha'nın ciddiyetle izlediği) Rus Savaş Konseyi, ortaya çıkhğı her yerde Kutusov- tüm bunlar tümüyle aynı çevrime ait oları izlenimlerdir; Peter ve Nicholas'ın öyküleri üzerinde hiçbir etkileri yoktur, o öyküyü geliştirip ilerletmezler, ama kendi başlarına eş­ sizdirler. Bunlardan pek fazla yoktur, birinci kitaba zorla giren ikinci kitabı tamamlayacak kadar düzenli bir biçimde bir araya getirilip yazılmamışlardır; gençlik ve yaşlılık çevriminden farklı oları savaş ve barış çevri­ mi kopuk ve bölük pörçüktür. Temanın kapsamı ve bu sahnelerin çapının genişliği, elimizdeki Savaş ve Barış uzunluğunda bir başka roman oluşturmaya yeter; böy­ le bir roman, öyküleri tam anlamıyla ele alınıp başka bir öyküye yer verilmese, tümden Napolyon ve Kutusov ile dolu olurdu. Ama bu güdük kalmış haliyle de parça­ ların her biri alabildiğine geniş ele alın mış olabildiğin­ ,

ce kusursuz hale getirilmiş ve kitabın diğer kısımların­ da bulunandan farklı bir bakış açısına en iyi biçimde uydurulmuştur. Ama şu da dikkatten kaçmamalıdır ki-açık seçik ola­ rak izlenebileceğini öne sürdüğüm-belirleyici çizgiler her zaman huzur dolu aşk sahneleri ile tarihi çahşma­ run çarpışma ve entrika sahnelerini birbirinden kesin

olarak ayırmaz. Bazan halkın tümünü ilgilendiren olaylar ilk temanın gerektirdiği biçimde, yani gençlik öyküsünü içine alan malzeme olarak kullarulmışlardır. örneğin romandaki ilk çarpışma sahnelerinden birini, Nicholas'ın kendisini ilk kez ateş albnda bulduğu sah­ neyi düşününüz; şaşkın bir biçimde gelir, gider, kay­ bolmuş bir çocuk gibi ağıtlar yakar, kahramanlıktan esinlenir ve caruru kurtarmak için bir tavşan gibi kaçar. Tolstoy'un ele alışına göre bu çarpışma, ya da büyük bir kısmı, Nicholas'ı ilgilendirir; ona aittir, onurı yaşa­ mına giren ve bizim o yaşamı algılayışımızı zenginleş­ tiren bir deneyimdir. Yine Moskova'nın terkedilişi ve yakılışı ile ilgili o güzeliın bölümlerin birçoğu dizginle­ nemeyen Rostov ailesinin ya da sefil tutsaklığı içindeki Peter'in yaşanılan anlatılırken gösterilmiştir; sahneler onların bilinçleriyle çerçevelenmiştir. Prens Andrew da öyle -kimse ölümcül bir yara aldığı çarpışmanın ne ölçüde onurı duygusal yaşamının bir parçasını oluştu­ racak biçimde değişime uğradığını unutamaz; o sayfa­ lar Tolstoy'urı savaş kuramından çekilip alınmış ve ro­ manına geçirilmiştir. Bu bölümlerin tümünde ve aynı türden başkalannda, yaşanılan zamanın tarihi artalan­ dadır; önde ise, yalnızca kendi başlarına önemli olduk­ ları için izlenen, bu tarihin derinlemesine etkilediği in­ san yaşanılan vardır. Oysa bunlarla karışmış olan öbür savaş sahnelerinde

durum değişiktir. Burılar hayranlık vericidir ama (be­ nim düşündüğüm biçimiyle) romanın geniş anlamda ilgilendiği konu oları belirli insanların yaşanılan dü­ şüncesini gölgeler. Savaş, onurıla karşı karşıya gelen gencin aracılığıyla bize ulaşan güçlü bir duygu olmak­ tan çıkıp, doğrudan doğruya bizim yaşadığımız bir


an emotion of our own. it is rendered by the story-teller, on the whole, as a scene directly faced by hirnself, in­ stead of being reflected in the experience of the rising generation. it is true that Tolstoy's good instinct guides him ever and again away from the mere telling of the story on his own authority; at high moments he knows better than to tell it hirnself. He approaches it through the mind of an onlooker, Napoleon or Kutusov or the little girl by the stove in the comer, borrowing the value of indirectness, the increased effect ofa story that is seen as it is mirrored in the mind of another. But he chooses his onlooker at random and follows no consistent meth­ od. The predominant point of view is sirnply his own, that of the independent story-teller; so that the general effect of these pictures is made on a totally different principle from that which govems the story of the young people. in that story -though there, too, Tolstoy's method is far from being consistent- the effect is mainly based on our free sharing in the hopes and fears and me­ ditations of the chosen few. in the one case Tolstoy is im­ mediately beside us, narrating; in the other it is Peter and Andrew, Nicholas and Natasha, who are with us and about us, and Tolstoy is effaced. Here, then, is the reason, or at any rate one of the rea­ sons, why the general shape of War and Peace fails to sat­ isfy the eye -as 1 suppose it adrnittedly to fail. it is a confusion of two designs, a confusion more or less masked by Tolstoy's imperturbable ease of manner, but revealed by the look of his novel when it is seen as a whole. it has no centre, and Tolstoy is so clearly uncon­ cerned by the lack that one must conclude he never per­ ceived it. If he had he would surely have betrayed that he had; he would have been found, at some point or other, trying to gather his two stories into one, devising a scheme that would include them both, establishing a centre somewhere. But no, he strides through his book without any such misgiving, and really it is his assur­ ance that gives it such an air of lucidity. He would only have flawed its surface by attempting to force the mate­ rial on his hands into some sort of unity; its incongruity is fundamental. And when we add, as we must, that War and Peace, with ali this, is one of tlıe great novels of the world, a picture of life that has never been surpassed for its grandeur and its beauty, there is a moment when ali our criticism perhaps seems trifling. What does it mat­ ter? The business of the novelist is to create life, and here is life created indeed; the satisfaction of a clean, coherent form is wanting, and it would be well to have it, but that is ali. We have a magnificent novel without it. So we have, but we might have had a more magnifi­ cent stili, and a novel that would not be tlıis novel mere­ ly, this War and Peace, with the addition of another ex­ cellence, a comeliness of form. We might have had a novel that would be a finer, truer, more vivid and more forcible picture of life. The best form is that which makes the most of its subject -there is no other definition of the meaning of form in fiction. The well-made book is the book in which the subject and the form coincide and

duyguya dönüşür. Genelde, öykü anlaha tarafından, yetişmekte olan bir kuşağın yaşam deneyiminde yansı­ dığı biçimiyle değil de, doğrudan doğruya kendisinin karşılaşhğı bir sahne olarak anlatılır. Tolstoy'un sağ­ lam içgüdüsünün onu yer yer öyküyü yalnızca kendi yetkesine dayanarak anlatmaktan alıkoyduğu doğru­

dur; önemli anlarda öyküyü kendisinin anlatmaması gerektiğini bilir. Napolyon, Kutusov ya da köşede so­ barun yarunda duran küçük kız gibi, olaya dışarıdan bakan birinin zihninin süzgecinden geçirerek, dolaylı anlahmdan, öykünün bir başkasının zihninde yansı­ landığı için artan etkisinden yararlanarak anlahr. Ama bu kişiyi rastgele seçer ve tutarlı bir yöntem izlemez. Baskın bakış açısı kendisinin, yani bağımsız anlaha­ rundır; bu yüzden bu sahnelerin genel etkisi, gençlerin öyküsüne egemen olan ilkeden çok farklı bir ilke üzeri­ ne kurulmuştur. O öyküde -gerçi orada da Tolstoy'un yöntemi tutarlılıktan çok uzaktır- etki büyük çapta se­ çilmiş birkaç insanın umutlarını, korkularını ve düşün­ celerini özgürce paylaşmamız üzerine kuruludur. Öy­ külerin birinde Tolstoy hemen yanıbaşımızda anlat­ maktadır; diğerinde ise yanımızda olan Peter, Andrew, Nicholas ya da Natasha' dır ve Tolstoy sahneden tümüy­ le silinmiştir.

İşte Savaş ve Barış'ın biçiminin göze hoş görünmeyi­

şinin -ki ben açıkça öyle olduğunu düşünüyorum-ne­

deni, ya da en azından nedenlerinden biri, burada yat­

maktadır. İki ayn öykünün birleşmesinden doğan,

Tolstoy'un o rahat ve serinkanlı üslubunun ardında gizlenen ama romana bir bütün olarak bakıldığında or­ taya çıkan bir kanşıklıkhr bu. Romarun bir merkezi yoktur ve Tolstoy bu eksikliğe öylesine aldırmaz ki,in­ san zorunlu olarak onun bu eksikliği hiç farketmediği sonucuna varıyor. Eğer farketmiş olsaydı bunu bir bi­ çimde belli ederdi; romarun belli bir noktasında iki öy­ küyü birleştirme, her ikisini de kapsayacak ve bir yerde bir merkez oluşturacak bir plan yapma çabasınagirdiği görülürdü. Ama hayır, böyle bir kaygısı olmadan emin adımlarla ilerliyor ve aslında romana sahip olduğu net­ liği kazandıran Tolstoy'un bu kendinden emin havası­ dır. Elindeki malzemeye bir bütünlük kazandırmaya çalışmakla ona ancak zarar verirdi; malzemesindeki uyuşmazlıklar gereklidir. Savaş ve Banş'ın, bütün bun­ larla birlikte, dünyarun büyük romanlanndan biri, gü­ zelliği ve görkemi bugüne dek aşılamamış bir yaşam betimlemesi olduğunu eklediğimizde-ki bunu ekleme­ liyiz-tüm eleştirilerimizin önemsiz kaldığı bir an gelir.

Ne önemi var? Romanarun işi yaşam yaratrnakhr ve burada gerçek anlamıyla yaşam yaratılmışhr; düzgün, tutarlı bir biçim eksiktir ve olsaydı iyi olurdu ama o ka­ dar. O olmadan da gözkamaşhna bir roman var orta­ da. Evet var ama bir başka kusursuzluğun, biçim güzelli­ ğinin de eklenmesiyle elimizdeki romandan farklı, yal­ nızca bu Savaş ve Banş olmayan, çok daha gözka.maşh­ na bir roman olabilirdi. Daha güzel, daha gerçek, daha canlı, daha inandırıa bir yaşam betimlemesi olan bir roman olabilirdi. En iyi biçim, ele aldığı konunun ola­ naklarını en iyi kullanan biçimdir -romanda biçimin anlamının bir başka tarumı yoktur. İyi bir kitap, biçim ile içeriğin kaynaşhğı ve birbirinden ayrılamaz hale geldiği kitaptır- konunun biçim içinde tümüyle tüketil91


are indistinguishable- the book in which the matter is ali used up in the form, in which the form expresses ali the matter. Where there is disagreement and conflict be­ tween the two, there is stuff that is superfluous or there is stuff that is wanting; the form of the book, as it stands before us, has failed to do justice to the idea. in War and Peace, as it seems to me, the story suffers twice over for the imperfection of the form. it is damaged, in the first place, by the importation of another and an irrelevant story- damaged because it so loses the sharp and clear relief that it would have if it stood alone. Whether the story was to be the drama of youth and age, or the drama .of war and peace, in either case it would have been in­ comparably more impressive if allthe great wealth of the material had been used for its purpose, ali brought into one design. And furthermore, in either case again, the story is incomplete; neither of them is finished, neither of them is given its full development, for ali the size of the book. But to this point, at least in relation to one of the two, 1 shall return directly. Tolstoy's novel is wasteful of its subject; that is the whole objection to its loose, unstructural form. Crit­ icism bases its conclusion upon nothing whatever but the injury done to the story, the loss of its full potential value. Is there so much that is good in War and Peace that its inadequate grasp of a great theme is easily for­ gotten? it is not only easily forgotten, it is scarcely no­ ticed- on a first reading of the book; 1 speak at least for one reader. But with every return to it the book that ıııiglıt have been is more insistent; it obtrudes more plainly, each time, interfering with the book that is. Each time, in fact, it becomes harder to make a book of it at all; instead of holding together more firmly, with every successive reconstruction, its prodigious mem­ bers seem always more disparate and disorganized; they will not coalesce. A subject, one and whole irreduc­ ible-a novel cannot begin to take shape till it has this for its support. it seems obvious; yet there is nothing more familiar to a novel-reader of to-day than the diffi­ culty of discovering what the novel in his hand is about. What was the novelist's intention, in a phrase? lf it cannot be put into a phrase it is no subject for a novel; and the size or the complexity of a subject is in no way limited by that assertion. it may be the simplest anec­ dote or the most elaborate concatenation of events, it may be a solitary figure of the widest network of rela­ tionships; it is anyhow expressible in ten words that re­ veal its unity. The form of the book depends on it, and until it is known there is nothing to be said of the form.

eliği, biçimin de konunun tümünü anlatabildiği kitap. Bu ilcisi arasında uyuşmazlık ve çatışma olduğunda bir fazlalık ya da bir eksiklik var demektir; kitabın gözü­ müzün önünde duran biçimi, anlatmak istediği düşün­ cenin hakkını vermeyi başaramamış demektir. Savaş ve Ban(ta, görebildiğim kadarıyla, biçimdeki kusur yü­ zünden öykü iki kez zarar görmüştür- zarar görmüş­ tür, çünkü böylelikle, tek başına olmuş olsaydı sahip olabileceği kesinlik ve açıklığı yitirmiştir. Gençliğin ve yaşlılığın ya da savaş ve barışın öyküsünü anlatmak için yazılmışsa, her iki durumda da, eğer eldeki zengin maliemenin tümü bu amaç için kullanılmış olsaydı, tü­ mü tek bir çerçeve içinde biraraya getirilmiş olsaydı, şimdilci ile karşılaştınlamayacak denli etkiliyici bir so­ nuç elde edilirdi. Dahası, yine her ilci durumda da, kita­ bın uzunluğuna karşın öyküler tamamlanmış değildir; ikisinin de sonu yoktur, ilcisi de tam anlamıyla gelişti­ rilmemiştir. Bu noktaya en azından öykülerin biri ile il­ gili olarak az sonra döneceğim. Tolstoy'un romanı ele aldığı konuyu har vurup har­ man savuruyor; romanın gevşek, temelsiz biçimine an­ cak bu yönden karşı çıkılabilir. Eleştiri, yargısını yal­ nızca öyküye verilen zarar, öykünün uğradığı değer kaybı üzerine kurar. Savaş ve Barış 'ta, büyük bir temayı yetersiz bir biçimde ele alma kusurunu kolayca unuttu­ rabilecek bu denli çok mu iyi şey vardır? Yalruzca ko­ layca unutulmuyor, ilk okuyuşta neredeyse hiç dikkat çekmiyor; en azından bir okuyucu için konuşuyorum. Ama her okuyuşta kitabın kusurları çok daha belirgin olarak görülüyor; roman kusursuz biçimiyle kendini öne çıkartıp, elimizdeki kusurlu kitabı okumamızı güç­ leştiriyor. Açıkçası, her seferinde elimizdekini bir kitap olarak görmek güçleşiyor; parçalar birbirine daha sıkı bağlanacağına, her yeniden biçimlendirme çabasıyla biraz daha ayrık ve düzensiz görünüyor, birleşmiyor­ lar. Tek ve bütün olan ve kendisinden daha aza indirge­ nemeyen bir konu -bir romanda kendisini ayakta tuta­ cak olan böyle bir konu yoksa o roman biçimlenemez. Bu herkesin bildiği bir şey ama günümüzün roman okuyucusu için elindeki kitabın ne hakkında olduğunu anlama güçlüğü kadar tarudık bir güçlük yoktur. Birkaç sözcükle söylemek gerekse romanarun niyeti ne idi? Eğer birkaç sözcükle ifade edilemiyorsa bir roinan ko­ nusu değildir; bu iddia, konunun büyüklüğünü ya da karmaşıklığını kısıtlamaz. Bir romanın konusu çok ba­ sit bir olay ya da karmaşık bir olaylar dizisi, tek bir kişi ya da geniş bir ilişkiler ağı olabilir; yine de konu, ro­ mandaki bütünlüğü ortaya çıkartan on sözcüğe sığdı­ rılabilir. Romanın biçimi buna bağlıdır ve bu bilinme­ dikçe biçim hakkında söylenebilecek hiçbir şey yoktur.

iV

iV

But now suppose that Tolstoy had not been drawn aside from his first story in the midst of it, suppose he had Ieft the epic of his country and "the historiansw to be dealt with in another book, suppose that the inter­ polated scenes of War and Peace , as we possess it, were to disappear and to leave the subject entirely to the young heroes and heroines- what shall we find to be the form of the book which is thus disencumbered? 1

Şimdi de Tolstoy, orta yerine gelmişken, ilk öykü­ sünden uzaklaşmamıştı diye düşünelim; diyelim ki, ül­ kesinin destanı ile "tarihçilerwi bir başka kitapta ele al­ mak üzere bir kenara bırakmıştı, diyelim ki bugünkü haliyle kitaba eklenmiş olan savaş ve barış sahneleri or­ tadan kaldırılmıştı ve konu tümüyle kadın erkek, genç kahramanların eline bırakılmıştı. Böylece hafifletilmiş olan kitabın biçimi bize nasıl görünecektir? Romanı b u

92


would try to think away from the novel all that is not owned and dominated by these three brilliant house­ holds, Besukhov, Bolkonsky, Rostov; there remains a long succession of scenes, in a single and straightfor­ ward train of action. it is stili a novel of ample size; it spreads from the moment when Peter, amiably un­ couth, first appears in a drawing-room of the social world, to the evening, fifteen years later, when he is watched with speechless veneration by the small boy Nicolenka, herald of the future. The climax of his life, the climax of half a dozen lives, is surmounted between these two points, and now their story stands by itself. it gains, 1 could feel, by this process of liberation, sum­ mary as it is. At any rate, it is one theme and one book, and the question of its form may be further pressed. The essen­ tial notion out of which this book sprang, 1 suggested, was that of the march of life, the shift of the generations in their order -a portentous subject to master, but Tol­ stoy' s hand is broad and he is not afraid of great spaces. Such a subject could not be treated at ali without a gen­ erous amount of room for its needs. it requires, to begin with, a big and various population; a few selected figures may hold the main thread of the story and rep­ resent its course, but it is necessary for their typical truth that their place in the world should be clearly seen. They are choice examples, standing away from the mass, but their meaning would be lost if they were taken to be utterly exceptional, if they appeared to be chosen because they are exceptional. Their attachment to the general drama of life must accordingly be felt and understood; the effect of a wide world must be given, opening away to far distances round the action of the centre. The whole point of the action is in its represen­ tative character, its universality; this it must plainly wear. it begins to do so at once, from the very first. With less hesitation, apparently, than another man might feel in setting th_e scene of a street or parish, Tolstoy proceeds to make his world. Daylight seems to well out of his page and to surround his characters as fast as he sketches them; the darkness lifts from their lives, their conditions, their outlying affairs, and leaves them under an open sky. in the whole of fiction no scene is so continually washed by the common air, free to us ali, as the scene of Tolstoy. His people move in an at­ mosphere that knows no limit; beyond the few that are to the fore there stretches a receding crowd, with many faces in full light, and many more that are scarcely discemed as faces, but that swell the impression of swarming life. There is no perceptible horizon, no hard !ine between the life in the book and the life beyond it. The communication between the men and women of the story and the rest of the world is unchecked. it is impossible to say of Peter and Andrew and Nicholas

·

üç göz kamaştına aileye, yani Besukhov, Bolkonsky ve Rostov'lara ait olmayan ya da onların egemenliği albn­ da bulunmayan her şeyden soyutlayarak düşünmeye çalışıyorum; geriye tek ve düz bir eylem çizgisi üzerin­ de ilerleyen uzun bir dizi sahne kalmaktadır. Savaş ııe Barış gene de büyük boyutlarda bir romandır; roman, Peter'in sevimli kaba sabalığı içinde, toplumsal yaşamı simgeleyen bir oturma odasında göründüğü andan, geleceğin habercisi durumundaki küçük oğlan çocuğu Nicolenka'nın onu dili tutulmuşcasına saygıyla izlediği onbeş yıl sonraki bir akşam vaktine doğru açılıp, yayı­ lır. Peter'in yaşamının doruk noktası, beş alb başka ki­ şinin yaşamlarının doruk noktası bu iki an arasındadır, öyküleri de bir temele oturmuştur. Öyle hissediyorum ki bu ayıklama işlemi, özetlemek anlamına gelse de, öy­ küye bir şeyler kazandıracaktır. Gene de tek bir tema ve tek bir kitaptır bu; ve kitabın biçimi sorunu daha da irdelenebilir. Once de söyleme­ ye çalışbğım gibi, bu kitaba kaynaklık eden temel dü­ şünce, yaşamın sürdürdüğü geçit, kuşaklann sırasıyla birbirlerinin yerine geçmeleridir. Bu, başa çıkılması ür­ kütücü bir konudur ama Tolstoy'un elleri kocamandır, geniş uzamlar onu korkutmaz. Böylesine bir konuyu, kendisi için gerekli olan geniş uzanu sağlamadan ele al­ manın yolu yoktur. Her şeyden önce kalabalık ve çe­ şitlilik gösteren bir insan topluluğunu gerektirir; birkaç seçme kişi öykünün ana çizgisini bir arada tutup, izle­ diği yolu gösterebilirler ama onların tipile bir gerçeklil< kazanabilmeleri için dünya içindeki yerleri de açıkça görülmelidir. bunlar, yığınlardan ayırt edilmiş seçme örneklerdir ama eğer tümüyle kuraldışıynuş gibi alınır, kuraldışıynuşlar da ondan seçilmişler gibi görünürler­ se, anlamlan yok olur gider. Yaşamın tümüyle olan bağlantılan, öylece hissedilip anlaşılmalıdır; merkez­ deki eylemin çevresinden genişleyerek yayılan büyük bir dünya etkisi yarablmalıdır. Eylemde esas olan, onun temsil edici niteliğidir, evrenselliğidir; eylem bu niteliği açıkça göstermelidir. Eylem böyle olmaya hemen, işin en başında başlar. Öyle görünmektedir ki, Tolstoy, dünyasını kurma işi­ ne, bir başkasının, bir sokağın ya da şemtin çevresini betimlerken göstereceğinden daha az bir duraksama ile girişmektedir. Gün ışığı sanki sayfasından dışarı doğru akmakta ve kişilerini daha onları kabaca çizdiği anda sarıp sarmalamaktadır; yaşamları, içinde bulundukları koşullar ve asıl konunun sınırları dışında kalan işleri üzerindeki karanlık kalkar ve onları açık bir gökyüzü­ nün albnda bırakır. Hiçbir romanda bir sahne, Tols­ toy'un yaratbğı sahneler kadar hepimizin ortaklaşa gö­ rebileceği bir aydınlık içinde değildir. Onun kişileri, sı­ nır tanımaz bir ortam içinde hareket ederler; ön plan­ daki birkaç kişinin ardında, gerilere doğru �anan bir kalabalık, içindeki pek çok yüzün pırıl pırıl bir aydınlık albnda bulunduğu ve yüz olduk.lan zar zor seçilen da­ ha nicelerinin oluşturduğu, ama kıpır kıpır bir yaşam izlenimini güçlendiren bir kalabalık vardır. Görünürde algılanabilir bir ufuk, kitaptaki yaşam ile onun ötesin­ deki_yaşamı ayırt eden kesin bir çizgi bulunmamakta­ dır. uyküdeki erkek ve kadınlarla dünyanın geri kalan yanı arasındaki iletişim sınırlandırılmış değildir. Peter, Andrew ve Nicholas için, bir öykü kitabındaki kişilerin

93


that they inhabit a •world of their own, • as the people in a story-book so often appear to do; they inhabit our world, like anybody else. 1 do not mean, of course, that a marked horizon, drawn round the action of a book and excluding everything that does not belong to it, is not perfectly appropriate, often enough; their own world may be all that the people need, may be the world that best reveals what they are to be and to do, it all depends on the nature of the fable. But to Tolstoy's fable space is essential, with the sense of the continuity of life, within and without the circle of the book. He never seems even to know that there can be any diffi­ culty in providing it; while he writes, it is there. He is helped, one might imagine, by the simple im­ mensity of his Russian landscape, filled with the sug­ gestion of distances and unending levels. The Russian novelist who counts on this effect has it ready to his hand. lf he is to render an impression of space that wid­ ens and widens, a hint is enough; the mere association of his picture with the thought of those illimitable plains might alone enlarge it to the utmost of his need. The imagination of distance is everywhere, not only in a free prospect, where sight is lost, but on any river­ bank, where the course of the stream lies across a conti­ nent,or on the edge of a wood, whence the forest stretches round the curve of the globe. To isolate a patch of that huge field and to cut it off from the encom­ passing air might indeed seem to be the greater diffi­ culty; how can the eye be held to a point when the very name of Russia is extent without measure? At our end of Europe, where space is more precious, life is divided and specialized and differentiated, but over there such economies are unnecessary; there is no need to define one's own world and to live within it when there is a single world large enough for all . The horizon of a Rus­ sian story would naturally be vague and vast, it might seem. it might seem so, at least, if the fiction of Dostoevsky were not there with an example exactly opposed to the manner of Tolstoy. The serene and impartial day that arches from verge to verge in War and Peace, the black­ ness that hems in the ominous circle of the Brothers Karamazov - it is a perfect contrast. Dostoevsky needed no lucid prospect round his strange crew; all he sought was a blaze of light on the extraordinary theatre of their consciousness. He intensified it by shutting off the least glimmer of natura! day. The illumination that falls upon his page is like the glare of a fumace-mouth; it searches the depths of the inner struggles and tur­ moils in which his drama is enacted, relieving it with sharp and fantastic shadows. That is all it requires, and therefore the curtain of darkness is drawn thickly over the rest of the world. Who can tell, in Dostoevsky's grim town-scenery, what there is at the end of the street, what lies round the next comer? Night stops the view - or rather no ordinary, earthly night, but a sud­ den opacity, a fog that cannot be pierced or breathed. With Tolstoy nobody doubts that an ample vision

94

çoğunlukla bize verdikleri izlenim gibi, •kendilerine özgü bir dünya•da yaşıyorlar demek olanaksızdır. On­ lar, başka herkes gibi, bizim dünyamızda yaşarlar. Tabü ki, kitaptaki eylemin çevresine çekilecek ve bu eyleme ait olmayan her şeyi dışarda bırakacak bir sınır çizgisi, çoğu kez uygun düşmez demek istemiyorum. Kendi dünyaları, bu kişiler için gerekli her olan her şey olabi­ lir, onların ne olduklarını ve ne yapacaklarını en iyi or­ taya koyan dünya olabilir; bu tümüyle öykünün niteli­ ğine bağlıdır. Ancak Tolstoy'un öyküsü için, kitabın çizdiği çemberin içindeki ve dışındaki yaşamın sürekli­ lik taşıdığı duygusunu veren geniş bir uzam şarthr. Tolstoy, hiçbir zaman bunu sağlamanın zor olduğunu farkeder gibi bile görünmez; o yazdıkça, uzam da ken­ diliğinden varlık kazanır. t:ılsan, Rusya'nın uzaklıkları ve sonsuz düzlükleri çağnşbran görümümündeki uçsuz bucaksızlığın Tols­ toy'a yeterli yardımı sağladığını düşünebilir. Bu etkiye bel bağlayan Rus romanosı onu hemen elinin albnda bulur. Eğer gitgide yayılıp genişleyen bir uzam izleni­ mi vermek istiyorsa, küçük bir imada bulunma sı yeter; yalnızca sunduğu tablo ile sınırsız düzlükler düşünce­ sini birleştirmesi, romanoya gereksindiği genişliği en üst düzeyde sağlar. Uzaklığın düşlenmesi her yerde, yalnızca insanın nereye bakacağını kestiremediği sınır­ sızca uzanan bir görünümde değil, bir suyun bir kara parçasını kestiği bir nehir kıyısında, ya da ormanın, yerkürenin kıvrımını dönerek uzandığı bir koruluk ke­ nannda da olasıdır. Aslında o kocaman alan parçasını soyutlamak ve onu, kendisini çevreleyen havadan ayırmak daha güç bir işmiş gibi gelebilir; bir tek Rusya adı bile sınırsız bir uzanh demekken, insanın gözü na­ sıl bir nokta üzerinde tutulabilir? Avrupa'nın uzamın daha değerli olduğu bize ait bölümünde, yaşam bölün­ müştür, uzmanlaşmıştır, ayırt edilmiştir. Ancak Rus­ ya'da böylesi bir ekonomi gereksizdir; herkes için ye­ terli genişlikte olan tek bir dünya varken, insanın kendi dünyasını sınırlandırması ve onun içinde yaşaması ge­ rekmez. Bir Rus öyküsündeki ufuk sanki kendiliğinden belirsiz ve çok geniştir. En azından, Tolstoy'un tarzına tam bir karşıtlık oluş­ turan Dostoyevski örneği bulunmasa, bu böyle gelebi­ lirdi insana. Savaş ve Barış' daki bir uçtan bir uca dingin­ lik içinde ve yan tutmadan uzanan gündüz ve Karanıa­ zof Kardeşlerin uğursuzluk çemberini saran karanlık -bu, tam bir karşıtlıktır. Dostoyevski, garip kişilerinin çevresinde ışıklı bir görünüme gerek duymuyordu; onun aradığı, kişilerin bilinçlerinin olağanüstü sahnesi üzerine vuran bir ışık parıltısı idi. Bunu, doğal gün ışı­ ğının en küçük bir parıltısını bile içeri sokmayarak güç­ lendirmiştir. Onun sayfaları üzerine düşen ışık, bir fırı­ nın ağzındaki göz kamaştırıcı parlamadır; bu ışık, onun öyküsündeki iç çatışmalarının ve fırtınaların derin­ liklerini araştıran ve onu koyu, fantastik gölgelerle gö­ rünür kılan bir ışıktır. Onun öyküsüne gerekli olan bu kadarıdır, bu yüzden de karanlığın perdesi dünyanın geri kalan yanı üzerine sıkı sıkı çekilidir. Dostoyevs­ ki'nin karanlık kent çevresinde, bir sokağın ucunda var olan, ya da bir sonraki köşenin ardında yatan nedir, kim bilebilir ki? Gece insanın görüşünü engellemekte­ dir. Daha doğrusu bunu yapan, sıradan, yeryüzüne öz­ gü bir gece değil, birden oluşuveren bir pus, delinmesi ya da solunması olanaksız bir sistir. Tolstoy'da her


opens in every direction. it may be left untold, but his men and wornen have only to lift their eyes to see it. How is it contrived? The mere multiplication of names and households in the book does not account for it; the effect 1 speak of spreads far beyond them. it is not that he has imagined so large an army of characters, it is that he manages to give them such freedom, such an obvious latitude of movement in the open world. De­ scription has nothing to do with it; there is very little description in War and Peace, save in the battle-scenes that 1 am not now considering. And it is not enough to say that if Tolstoy's people have evident lives of their own, beyond the limits of the book, it is because he understands and knows them so well, because they are so •reaJ• to hirn, because they and ali their circum­ stances are so sharply present to his imagination. Who has ever known so much about his own creations as Balzac? - and who has ever felt that Balzac's people had the freedom of a bigger world than that very solid and definite habitation he made for them? There must be another explanation, and 1 think one may discem where it lies, though it would take me too far to follow it. it lies perhaps in the fact that with Tolstoy's high po­ etic genius there went a singularly normal and every­ day gift of experience. Genius of his sort generally means, 1 dare say, that the possessor of it is struck by special and wonderful aspects of the world; his vision falls on it from a peculiar angle, cutting into unsuspect­ ed sides of common facts -as a painter sees a quality in a face that other people never saw. So it is with Balzac, and so it is, in their different ways, with such writers as Stendhal and Maupassant, or again as Dickens and Meredith; they all create a ·world of their own. • Tolstoy seems to look squarely at the same world as other peo­ ple, and only to make so much more of it than other people by the direct force of his genius, not because he holds a different position in regard to it. His experience comes from the sarne quarter as ours; it is because he absorbs so much more of it, and because it all passes in­ to his great plastic imagination, that it seems so new. His people, therefore, are essentially familiar and intel­ ligible; we easily extend their lives in any direction, in­ stead of finding ourselves checked by the difficulty of knowing more about them than the author telis us in so many words. Of this kind of genius 1 take Tostoy to be the supreme instance among novelists; Fielding and Scott and Thackeray are of the family. But 1 do not linger over a matter that for my narrow argument is a side-issue. The continuity of space and of daylight, then, so ne­ cessary to the motive of the book, is rendered in War and Peace with absolute mastery. There is more, or there is not so much, to be said of the way in which the long flight of time through the expanse of the book is

yönde geniş bir görüş alanının açıldığından kimse kuş­ ku duymaz. Bu belki üstü kapalı kalır ama Tolstoy'un kişileri başlarını kaldırsalar onu kolayca görebilirler. Bu nasıl gerçekleştirilmektedir? Kitaptaki adların ve ailelerin bolluğu bunu açıklamaz; benim sözünü etti­ ğim etki onları fazlasıyla aşmaktadır. Tolstoy'un bu denli geniş bir kişiler ordusu düşleyebilmiş olmasın­ dan değil, onlara açık bir dünyada böylesine özgürlük, böylesine belirgin bir hareket genişliği vermeyi başar­ mış olmasından gelir. Bunun betimlemeyle ilgisi yok­ tur. Şu anda üzerinde durmadığım savaş sahneleri dı­ şında, Savaş ve Barı( da pek az betimleme vardır. Tols­ toy'un kişilerinin kitabın sınırlarının ötesinde açıkça kendilerine ait olan bir yaşamları bulunur, çünkü Tols­ toy onları çok iyi anlar ve tarıır, çünkü onlar kendisi için son derece •gerçek•tir, çünkü onlar ve içinde bulun­ dukları koşullar Tolstoy'un düşgücünde çok keskin hatlarla yer almaktadır demek de yeterli değildir. Kim Balzac kadar kendi yarattıklan konusunda bilgi sahibi olmuştur? Ve kim diyebilir ki Balzac'ın kişileri, yazarla­ rı tarafından kendileri için yarahlan o çok kah ve kesin çizgili uzamdan daha geniş olan bir dünyanın özgürlü­ ğüne sahiptirler? Başka bir açıklaması olmalı; öyle sa­ nıyorum ki bu açıklamanın nerede bulunabileceğini görebilir insan, ancak bunu izlemek beni fazlasıyla uzaklara götürecektir. Bu, belki de, Tolstoy'un üstün bir şiir dehasının yanı sıra, eşsiz bir biçimde sıradan olan günlük deneyim zenginliğine sahip oluşuyla açıklanabilir. Sanının, onunki gibi bir dehaya sahip olmak demek, genellikle, dünyanın özel ve harikulade yanlarının bu tür dehaya sahip olan kişiyi derinden etkilemesi demektir. Onun bakışları dünya üzerine özel bir açıdan ve sıradan olgu­ ların dikkat çekmeyen yanlarını delerek düşer- bir res­ samın bir yüzde başkalarının hiçbir zaman göremediği bir niteliği görmesi gibidir bu. Durum Balzac için de böyledir, kendilerine özgü bir biçimde, Stendhal ve Maupassant ve gene Dickens ve Meredith gibi yazarlar için de; bunların hepsi de •kendilerine özgü bir dünya• yarahrlar. Tolstoy başkalarının bakhğı dünyaya doğ­ rudan bakmakta ve bunu, o dünya karşısındaki konu­ mu farklı olduğu için değil, yalnızca, ondan başkaları­ nın çıkarabileceğinden daha fazla bir şeyler çıkarabil­ mek için yapıyor görünmektedir. Onun deneyimi bi­ zimkiyle aynı olan bir kaynaktan gelir; bu kaynağın çok daha büyük bir bölümünü kendisinin kılabildiği ve her şeyi binbir şekil alabilen düşgücüne aktarabildiği için bize böylesine yeni görünmektedir. Bu nedenle onun kişileri temelde bizler için tanıdık ve anlaşılır nitelikte­ dirler. Yazarın onlar hakkında şu kadar sözcük içinde bize söylediklerinden daha fazlasını bilmenin güçlü­ ğüyle kendimizi kısıtlanmış hissetmek yerine.onların yaşamlarını herhangi bir yönde genişletebiliriz. Tols­ toy'u romancılar arasında bu tür dehanın üstün bir ör­ neği olarak görüyorum. Fielding, Scott ve Thackeray de aynı ailedendirler. Ancak benim dar kapsamlı tartış­ mam içinde ikinci bir konu olan bu sorun üzerinde sözü fazla uzatacak değilim. O halde, kitaptaki amaç için çok gerekli olan uzam ve gün ışığının sürekliliği Savaş ve Ban( ta tam bir ustalık­ la verilmiştir. Kitabın alabildiğine yayılışı içinde zama­ nın hızla geçişinin düşleniş ve aktarılış biçimi üzerinde 95


imagined and pictured. The passage of time, the effect of time, belongs to the heart of the subject; if we could think of War and Peace as a book still to be written, this, no doubt, would seem to be the greatest of its demands. The subject is not given at all unless the movement of the wheel of time is made perceptible. 1 suppose there is nothing that is more difficult to ensure in a novel. Merely to lengthen the series of stages and develop­ ments in the action will not ensure it; there is no help in the simple ranging of fact beside fact, to suggest the !apse of a certain stretch of time; a novelist might as well fall back on the row of stars and the unsupported announcement that •years have fled. • it is a matter of the build of the whole book. The form of time is to be represented, and that is something more than to repre­ sent its contents in their order. lf time is of the essence of the book; the lines and masses of the book must show it. Time is all-important in War and Peace, but that does not necessarily mean that it will cover a great many years; they are in fact no more than the years between youth and middle age. But though the wheel may not travel very far in the action as we see it, there must be no doubt of the great size of the wheel; it must seem to turn in a large circumference, though only a part of its journey is to be watched. The revolution of life, marked by the rising and sinking of a certain generation -such is the story; and the years that Tolstoy treats, fifteen or so, may be quite enough to show the sweep of the curve. At five-and-twenty a man is still beginning; at forty - 1 do not say that at forty he is already ending, though Tolstoy in his ruthles way is prepared to sug­ gest it; but by that time there are dear and intelligent eyes, like the boy Nicolenka's, fixed enquiringly upon a man- the eyes of the new-comers, who are suddenly everywhere and ali about him, making ready to begin in their turn. As soon as that happens the curve of time is apparent, the story is told. But it must be made appar­ ent in the book; the shape of the story must give the reason for telling it, the purpose of the author in chro­ nicling his facts. Can we feel that Tolstoy has so represented the tm­ age of time, the part that time plays in his book? The problem was twofold; there was first of all the steady progression, the accumulation of the years, to be por­ trayed, and then the rise and fail of their curve. it is the double effect of time -its uninterrupted !apse, and the eyde of which the chosen stretch is a segment. 1 cannot think there is much doubt about the answer to my question. Tolstoy has achieved one aspect of his hand­ ful of years with rare and exquisite art, he has troubled himself very little about the other. Time that evenly and silently slips away, while the men and women talk and act and forget it -time that is read in their faces, in

96

söylenecek başka şeyler vardır ya da pek fazla şey yok­ tur. Zamanın geçişi, zamanın etkisi, konunun can da­ mandır. Savaş ve Barış'ı henüz yazılmamış bir kitap ola­ rak düşünebilsek, bu, kuşkusuz kitaptan beklenecek en önemli nokta olurdu. Zaman çarkının dönüşü algılanır hale getirilmese, konu hiç aktanlamaz. Öyle düşünü­ yorum ki bir romanda bunu sağlamaktan daha zor bir şey yoktur. Yalruzca eylemin geçirdiği bir dizi aşama ve gelişmeyi uzatmakla sağlanamaz bu; belli bir sürenin geçtiği izlenimini vermek üzere olguları yalnızca yan yana sıralamak da kir etmez; bunun, romancının bir bölümün sonuna geldiğinde aradan zaman geçtiğini göstermek için yıldız biçiminde bir dizi işaret koyup, ·yı11ar uçup gitti• gibi destekten yoksun bir bildirimde bulunmasından pek farkı yoktur. Bu, tüm romanın ya­ pısıyla ilgili bir sorundur. Zamanın biçimi canlandınl­ malıdır; bu da zamanın içerdiklerinin sırasıyla canlan­ dınlmasından daha fazlasını yapmakhr. Eğer zaman kitabın özünü oluşturuyorsa, kitabın çizgileri ve geniş bölümleri de bunu göstermelidir. Zaman Savaş ve Barış'ta her şeyden önemlidir, ancak bu, romanın ille de pek çok yılı kapsayacağı anlamına gelmez; aslında söz konusu yıllar gençlik ve orta yaş arasındaki yıllardan fazlası değildir; zamanın çarkı, bi­ zim izlediğimiz kadarıyla, eylem içinde fazlaca dönmez ama,çarkın büyüklüğü konusunda da kuşku olmamalı­ dır. Alınan yolun ancak bir bölümü izlenebilir olsa da, çark geniş bir çember içinde dönüyor . görünmelidir. Yaşamın, belli bir kuşağın yükselişi ve sönüşü ile görü­ nür kılınan devir süresi -işte öykü budur. Tolstoy'un ele aldığı on beş kadar yıl zaman eğrisinin kapsamını göstermek için yeterli olabilir. Yirmi beş yaşındayken kişi hala yolun başındadır; kırkına geldiğinde- kırkında yolun sonuna gelmiştir demiyorum, Tolstoy bunu acı­ masızca dokundurmaya hazır olsa bile; ama o gün gel­ diğinde kişinin çevresinde Nicolenka'nınkiler gibi açık ve zeki bakışlar belirmiştir; insana sorgulayarak dikilen bakışlar; bunlar, birdenbire her yerde, insanın dört bir yanında bitiveren ve sıralan geldiğinde işe girişmek üzere hazır bekleyen yenilerin gözleridir. Bu olur ol­ maz zamanın çizdiği çember görünür hale gelir; öykü sona ermiştir. Ancak bu, öykü içinde görünür kılınmalı­ dır; öykünün biçimi, öykünün anlablma nedenini, ya­ zarın olgularını tarih sırasına göre dizmesindeki ama­ cını açıklamalıdır. Tolstoy'un zaman imgesini, zamanın kitabında oy­ nadığı rolü bu anlamda canlandırdığını hissedebiliyor muyuz? Sorun iki yönlüydü; her şeyden önce, sürekli bir ilerleyişin, yılların birikiminin verilmesi, daha son­ ra da yılların eğrisinin yükselişini ve inişini aktarmak gerekiyordu. Bu, zamanın çifte etkisidir; zamanın ke­ sintisiz olarak akışı ve ele alınmış olan sürenin bir dili­ mini oluşturduğu çevrimin tamamlanışı. Soruma veri­ lecek yanıt konusunda kuşku bulunduğunu pek san­ mıyorum. Tolstoy kitabındaki üç beş yılın bir yönünü ender rastlanır, incelikli bir ustalıkla vermeyi başarmış, öbür yönü konusunda ise kendisini hemen hiç sıkıntı­ ya sokmamışhr. Erkekler ve kadınlar konuşurlar, bir şeyler yaparlar ve varlığını akıllarından çıkarırlarken düzenli bir biçimde ve sessizce gelip geçen zaman; en iyi dönemler geride kalmışken zamanın geçtiğini fark ederek uyanıverdiklerinde, onların yüzlerinde, jestle-


their gestures, in the changing texture of their thought, while they only themselves awake to the discovery that it is passing when the best of it has gone- time in this aspect is present in War and Peace more manifestly, perhaps, than in any other novel that could be named, unless it were another novel of Tolstoy's. in so far as it is a matter of the length of his fifteen years, they are there in the story with their whole effect. He is the master of the changes of age in a human be­ ing. Under his hand young men and women grow older, cease to be young, grow old, with the noiseless regular­ ity of life; their mutability never hides their sameness, their consistency shows and endures through their dis­ integration. They grow as we ali do, they change in the only possible direction, that which results from the clash between themselves and their conditions. If 1 looked for the most beautiful illustration in ali fiction of a woman at the mercy of time, exposed to the action of the years, now facing it with what she is, presently be­ traying and recording it with what she becomes, 1 should surely find it in the story of Anna Karenina. Various and exquisite as she is, her whole nature is sen­ sitive to the imprint of time, and the way in which time invades her, steals throughout her, finally lays her low, Tolstoy tracks and renders from end to end. And in War and Peace his hand is not less delicate and firm. The progress of time is never broken; inexorably it does what it must, carrying an enthusiastic young student forward into a slatternly philosopher of middle life, linking an over-blown matron with the memory of a gir! dancing into a crowded room. The years move on and on, there is no missing the sense of their flow. But the meaning, the import, what 1 should like to cali the moral of it all -what of that? Tolstoy has shown us a certain length of time's journey, but to what end has he shown it? The question has to be answered, and it is not answered, it is only postponed, if we say that the picture itself is ali the moral, ali the meaning that we are entitled to ask for. it is of the picture that we speak; its moral is in its design, and without design the scattered scenes will make no picture. Our answer would be clear enough, as 1 have tried to suggest, if we could see in the form of the novel an image of the circling sweep of time. But to a broad and single effect, such as that, the chapters of the book refuse to adapt themselves; they will not draw together and announce a reason for their collocation. The story is started with every promise, and it ceases at the end with an air of considerable fi­ nality. But between these points its course is full of doubt. it is admirably started. Nothing could be more right and true than the bubbling merriment and the good faith and the impatient aspiration with which the young life of the earlier chapters of the book comes surging upon the scene of its elders. A current of new­ ness and freshness is set flowing in the atmosphere of the generation that is stili in possession. The talk of a political drawing room is stale and shrill, an old man in

rinde, düşencelerinin değişen dokusunda okunan za­ man- bu yönüyle zaman, Savaş ve Barı ş ta, Tolstoy'un öbür romanlanru saymazsak, akla gelebilecek başka romanların tümünde olduğundan daha açık bir biçim­ de vardır. Konu edilen ele aldığı on beş yılın kapsamı ise, bu yıllar tüın etkileriyle öykünün içindedirler. Tolstoy, ilerleyen yaşın bir insan üzerinde yaphğı de­ ğişiklikleri yansıtmakta ustadır. Onun kaleminden çı­ kan genç erkek ve kadınlar, yaşamın sessiz sedasız yi­ nelenen düzeni içinde olgunlaşır, gençliği geride bıra­ kır ve yaşlanırlar; değişkenlikleri hiçbir zaman onların aslında hep aynı kişiler olduğu gerçeğini gölgelemez; yıpranışları sırasında tutarlılıkları hep belirgindir, kah­ adır. Hepimiz gibi yaşlanırlar, değişmeleri mümkün olan tek yönde, yani kendileri ile içinde yaşadıkları ko­ şulların çatışmasının gerektirdiği tek tönde değişirler. Elimizdeki tüm romanlar içinde, zamanın merhameti­ ne kalmış, yılların getirdiklerine karşı savunmasız, za­ manın akışını kah olduğu haliyle göğüsleyen, kah ge­ çirdiği değişimle ele veren ve gösteren bir kadın için en güzel örneği arasam, bunu, kuşkusuz Anna Kareni­ na'nın öyküsünde bulurdum. Çeşitliliği ve inceliği bir yana, Anna'nın tüm doğası zamanın damgası karşısın­ da duyarlıdır; Tolstoy zamanın ona el atışını, tüm varlı­ ğını ele geçirişini ve sonunda onu yere yıkışını baştan sona izlemekte ve aktarmaktadır. Savaş ve Barış ta daha az incelikli, daha az güçlü değildir Tolstoy. Zamanın geçişi hiçbir zaman kesintiye uğramaz; zaman ne yap­ ması gerekiyorsa bunu amansız bir biçimde yerine ge­ tirmekte, genç, hevesli bir öğrenciyi alıp, orta yaşlı der­ beder bir düşünür haline sokmakta, geçkin evli bir ka­ dını kalabalık bir salonda danseden kızın anısıyla bir­ leştirmektedir. Yıllar ilerler, ilerler; onların akışını duy­ mamanın yolu yoktur. Peki ya anlam, önemli olan şey, romanın tüınünden çıkarılacak sonuç diye adlandırmak istediğim şey, bu konuda neler denebilir? Tolstoy bize zamanın belirli bir süre içinde yaphğı yolculuğu göstermiştir ama bunu hangi amaçla yapmışhr? Bu soruyu yanıtlamak gere­ kir; sunulan tablonun kendisinin, tüm anlamı, isteme­ ye hakkımız olan tüm anlamı oluşturduğunu söyler­ sek, soruyu yanıtlamaz, yalnızca yanıhmızı ertelemiş oluruz. Sözünü ettiğimiz sunulan tablodur; çıkarılacak sonuç ise onun tasarımındadır ve tasarım olmazsa da­ ğınık sahneler bir tablo oluşturamazlar. Göstermeye çalıştığım gibi, eğer romanın biçiminde zamanın çem­ ber oluşturan akışının bir yansımasını görebiliyorsak, yanıtımız yeterince açık olacakhr. Ancak, kitabın bö­ lümleri böylesine geniş ve tek bir etkiye kendilerini uyarlama konusunda direnirler; bir araya gelip yan ya­ na sıralarunalanndaki nedeni göstermeye yanaşmaz­ lar. kü her türlü vaadle dolu olarak başlamakta ve sonunda kendisini adamakıllı hissettiren bir kesinlik havası içinde bitmektedir. Bu iki nokta arasında izledi­ ği yol ise kuşkularla doludur. Romanın başlangıcı hayranlık vericidir. Kitabın ilk bölümlerindeki genç yaşamın, fıkır fıkır neşeleri, temiZ inançları ve kabına sığamayan beklentileri ile büyükle­ rin bulunduğu sahneye birden akın etmesinden daha yerinde, daha doğru hiçbir şey olamaz. Hfil egemen olan kuşağa özgü atmosfere bir yenilik ve tazelik akımı verilmektedir. Politika tartışılan oturma odasındaki ko­ nuşmalar eskimiş ve çığırtkan niteliklidir; yalnızlığına '

'

ôy

97


his seclusion is a useless encumbrance, an easy-going and conventional couple are living without plan or pur­ pose -ali the futility of these people is obvious to an onlooker from the moment when their sons and daughters break in upon them. it was time for the new generation to appear- and behold it appearing in lively strength. Tolstoy, with his power of making an eloquent event out of nothing at ali, needs no dramatic apparatus to set off the effect of the irruption. Two peo­ ple, an elderly man of the world and a scheming hostess, are talking together, the room fills, a young man enters; or in another sociable assembly there is a shriek and a rush, and the children of the house charge into the circle; that is quite enough for Tolstoy, his dra­ ma of youth and age opens immediately with the right impression. The story is in movement without detay; there are a few glimpses of this kind, and then the scene is ready, the action may go forward; everything is attuned for the effect it is to make. And at the other end of the book, after many hun­ dreds of pages, the story is brought to a full close in an episode which gathers up ali the threads and winds them together. The youths and maidens are now the parents of another riotous brood. Not one of them has ended where he or she expected to end, but their lives have taken a certain shape, and it is unmistakable that this shape is final. Nothing more will happen to them which an onlooker cannot easily foretell. They have settled down upon their lines, and very comfortable and very estimable lines on th,e whole, and there may be many years of prosperity before them; but they no longer possess the future that was sparkling with pos­ sibility a few years ago. Peter is as full of schemes as ev­ er, but who now supposes that he will doanything? Na­ tasha is absorbed in her children tike a motherly hen; Nicholas, the young cavalier, is a country gentleman; they are ali what they were bound to be, though no­ body foresaw it. But shyly lurking in a comer, !ate in the evening, with eyes fixed upon the elders of the par­ ty who are talking and arguing -here once more is that same uncertain, romantic, incalculable future; the last word is with the new generation, the budding morrow, old enough now to be musing and speculating over its own visions. ·ves, 1 will do such things- !" says Nico­ lenka; and that is the natura! end of the story. But meanwhile the story has rambled and wandered uncontrolled- or controlled only by Tolstoy's perfect consistency in the treatment of his characters. They, as 1 have said, are never less than absolutely true to them­ selves; wherever we meet them, in peace or war, they are always the people we know, the same as ever, and yet changing and changing (like ali the people we know) under the touch of time. it is not they, it is their story that falters. The climax, 1 suppose, must be taken to fall in the great scenes of the burning of Moscow, with which ali their lives are so closely knit. Peter in­ volves himself in a tangle of misfortunes (as he would,

98

··

sığınmış yaşlı adam işe yaramaz bir yüktür; tasasız ve geleneklerine bağlı çift ise, plan ya da amaçtan yoksun bir yaşam sürmektedirler. Dışardan bakan biri için tü­ münün işe yaramaz olduğu, oğulları ve kızları onların üzerlerine geldikleri andan başlamak üzere apaçık or­ taya çıkar. Yeni kuşağın kendini gösterme sırası gel­ miştir ve işte bu kuşak dipdiri sahneye çıkmaktadır. Bir hiçten etkileyici bir olay yaratma gücüne sahip olan Tolstoy, gençlerin içeriye bu paldır küldür dalışlarının yaptığı etkiyi başlatmak üzere herhangi dramatik bir gerece gereksinim duymaz. İki kişi, görmüş geçirmiş yaşlıca bir adamla, ince hesaplar içindeki ev sahibesi konuşmaktadırlar; oda dolar, genç bir adam içeri girer; ya da başka bir toplantıda bir çığlık bir telaş olur ve evin çocukları paldır küldür oturanların yanına girerler. Bu kadarı Tolstoy için yeter de artar bile; ele aldığı gençlik ve yaş4lık öyküsü uygun bir izlenimle hemen başlayı­ verir. Oykü hiç gecikmesiz harekete geçmiştir; bu tür birkaç görünüme yer verilir ve artık sahne hazırdır; öy­ küdeki eylem ilerleyebilir, her şey bu eylemin yapacağı etki için ayarlanmıştır. Ve yüzlerce sayfa sonra, kitabın öbür ucunda, her bir ipliğin ucunu bir araya getirip ipliklerden yumak yapan bir episodla öykü tam bir sona ulaşhnlır. Delikanlılar ve genç kızlar artık bir başka isyana soyun anne baba­ lan olmuşlardır. İster kadın, ister erkek olsun, hiçbiri varmayı umduğu noktaya varamamıştır ama yaşamları belli bir biçime girmiştir ve bu biçimin değiştirilemez nitelikte olduğu su götürmez. Dışardan bakan birinin kolayca tahmin edebileceklerinin dışında, hiçbir şey gelmeyecektir başlarına. Kendi çizgileri üzerine ve ge­ nelde çok rahat ve saygın çizgiler üzerine oturmuşlar­ dır. İlerde kendilerini bekleyen nice mutlu yıllar vardır. Ancak artık önlerinde, daha birkaç yıl önce sunduğu olanaklarla pırıl pırıl olan bir gelecek yoktur. Peter her zamanki gibi planlarla doludur ama artık kim onun bir şeyler yapacağ ına inanır ki? Natasha anaç bir tavuk gibi çocuklarına vermiştir kendisini. Genç süvari Nicholas bir taşra beyefendisidir; herkes ne olmaları gerekiyor­ duysa onu olmuştur ama işlerin böyle gideceğini kimse önceden kestirememiştir. Ama bir akşam vakti geç sa­ atlerde bir köşeye gizlenerek gözlerini topluluğun ko­ nuşup tartışan daha yaşlı üyelerine dikmiş biri- işte bir kez daha aynı belirsiz, romantik, ne getireceği bilin­ mez gelecek orada duru vermektedir. Son söz artık ken­ di düşlerini tartıp biçecek yaşa gelmiş yeni kuşağın, fi­ lizlenen yarınlarındır. NEvet, böyle işler yapacağım ben," der Nicolenca; ve bu, öykünün doğal sonudur. Ancak bu arada öykü denetimsiz bir biçimde oradan oraya sürüklenmiş, gezinmiştir; ya da öyküyü denetim altında tutan yalnızca Tolstoy'un kişilerini ele alışında­ ki kusursuz tutarlılık olmuştur. Bu kişiler, daha önce de dediğim gibi, hiçbir zaman kendi içlerinde tam tutarlı olmaktan geri kalmamışlardır; kendileriyle nerede kar­ şılaşırsak karşılaşalım, ister barışta olsun, ister savaşta, her zaman tanıdığımız kişiler, her zaman aynı kişiler­ dir ama gene de zamanın dokunuşuyla (tanıdığımız tüm kişiler gibi) değişmekte, değişmektedirler. Tökez­ leyen onlar deği� öyküleridir. Romanın doruk noktası, bana göre, yaşamlarının sıkı sıkıya bağlı olduğu Mos­ kova'nın yandığı o büyük sahnelere raslamaktadır. Pe­ ter, o derbeder çoşkusuyla kendisini (tam da kendisin-


of course) by his slipshod enthusiasm; Natasha's courage and good sense are surprisingly aroused -one had hardly seen that she possessed such qualities, but Tolstoy is right; and presently it is Andrew, the one clear-headed and far-sighted member of the circle, who is lost to it in the upheaval, wounded and brought home to die. it is a beautiful and human story of its kind; but note that it has entirely dropped the repre­ sentative character which it wore at the beginning and is to pick up again at the end. Tolstoy has forgotten about this; partly he has been too much engrossed in his historical picture, and partly he has fallen into a new manner of handling the loves and fortunes of his young people. i t is now a tale of a group of men and women, with their cross-play of affinities, a tale of which the centre of interest lies in the way in which their mutual relations will work out. it is the kind of story we expect to find in any novel, a drama of young affections -extraordinarily true and poetic, as Tolstoy traces it, but a limited affair compared with the theme of his first chapters. Of that theme there is no continuous development. The details of the charming career of Natasha, for ex­ ample, have no bearing on it at ali. Natasha is the de­ lightful gir! of her time and of ali time, as Nicholas is the delightful boy, and she runs through the sequence of moods and love-affairs that she properly should; she is one whose fancy is quick and who easily follows it. But in the large drama of which she is a part it is not the ac­ tual course of her love-affairs that has any importance, it is the fact that she has them, that she is what she is, that every one loves her and that she is ready to love nearly every one. To do as Tolstoy does, to bring into the middle of the interest the question whether she will marry this man or that -especially when it is made as exquisitely interesting as he makes it- this is to throw away the value that she had and to give her another of a different sort entirely. At the tuming-point of the book, and long before the turning-point is reached, she is simply the heroine of a particular story; what she Jıad been- Tolstoy made it quite clear- was the heroine of a much more general story, when she came dancing in on the crest of the new wave. i t is a change of attitude and of method on Tolstoy's part. H e sees the facts of his story from a different point of view and represents them in a fresh light. it does not mean that he modifies their course, that he forces them in a wrong direction and makes Natasha act in a man­ ner conflicting with his first idea. She acts and behaves consistently with her nature, exactly as the story de­ mands that she should; not one of her impulsive pro­ ceedings need be sacrificed. But it was for Tolstoy, rep­ resenting them, to behave consistently too, and to use the facts in accordance with his purpose. He had a rea­ son for taking them in hand, a design which he meant them to express; and his vacillation prevents them from expressing it. How would he have treated the sto­ ry, supposing that he had kept hold of his original rea­ son throughout? Are we prepared to improve upon his

den bekleneceği gibi) bir şanssızlıklar ağına dolaştırmış­ tır. Nastasha'nın yürekliliği ve sağduyusu şaşırtıcı bir biçimde harekete geçmiştir; okuyucu onun bu nitelik­ lere sahip olduğunu hemen hiç farketmemiştir bile­ ama Tostoy'un yaptığı doğrudur; şimdi de sıra, bu çev­ re için düşünceleri net olan, uzak görüşlü tek kişi ve kargaşa sırasında öbürlerinden kopan, yaralanıp ölüm halinde eve getirilen Andrew'dadır. Güzel, kendine özgü bir biçimde insanı ele a!.an bir öyküdür onunki. Ancak şu nokta dikkat çeker: Oykü başta sahip olduğu ve sonunda yeniden kazanacağı tipik niteliğini tümüy­ le yitirmiştir. Tolstoy bunu unutmuştur; kısmen tarihi tablosuna kendisini fazlaca kaptırmış, kısmen de genç kişilerinin aşklarını ve başlarına gelenleri yeni bir biçim­ de ele almaya girişmiştir. Artık öykü ilişkileri sırasında birbirlerini etkileyen bir grup erkek ve kadının öyküsü, ilgi odağının, karşılıklı iliş�ilerinin alacağı biçime göre belirleneceği bir öyküdür. Oykü, herhangi bir romanda bulmayı umduğumuz türden bir öykü,gençlik sevgile­ rinin öyküsüdür- Tolstoy'un izlediği biçimiyle olağa­ nüstü gerçekliği olan ve şiirsel bir öyküdür bu. Ancak kitabın ilk bölümlerindeki temaya oranla daha sınırlı­ dır. Bu tema sürekli olarak geliştirilmemektedir. Örneğin Natasha'nın çekici yaşam çizgisinin bu temayla hiçbir ilgisi yoktur. Natasha kendi döneminin ve tüm dönem­ lerin sevimli kızıdır, Nicholas'ın sevimli delikanlısı ol­ duğu gibi; kendisine yakışan biçimde, birbirini izleyen çeşitli ruhsal durumlar ve aşklar yaşar; Natasha, düş­ gücü hızla işleyen ve düşgücünün bu işleyişine kolayca ayak uyduran bir kimsedir. Ancak kendisinin de bir parçasını oluşturduğu geniş kapsamlı öykü içinde önem taşıyan şey, aşk ilişkilerinin izlediği yolun kendi­ si değil, bu ilişkileri yaşaması, sahip olduğu kişilik, her­ kesin onu sevmesi, onun da hemen herkesi sevmeye

hazır olmasıdır . Tolstoy gibi yapmak, ilgiyi Natasha'nın

şununla mı, bununla mı evleneceği sorusu üzerine çek­

mek- bu nokta özellikle Tolstoy'un ortaya koyduğu öl­ çüde incelikli bir ilginçlik taşıyorken- bu, Natasha'nın

sahip olduğu değeri bir köşeye atmak ve ona farklı nite­ likte bir başka tür değer yüklemek demektir. Kitabın dönüm noktasında ve dönüm noktasına gelinmeden çok önce, Natasha yalnızca belirli bir öykünün kahra­ manıdır; Natasha başta-Tolstoy bunu açık seçik orta­ ya koymuştur- kabara_n gençlik dalgasının en önünde dans ederek içeri girdiğinde çok daha genel bir öykü­ nün kahramanı durumundaydı. Bu, Tolstoy açısından bir tutum ve yöntem değişikli­ ğidir. Öyküsünün olgularını farklı bir bakış açısından

görür ve onları yeni bir ışık altında s�nar. Bu, Tols­ toy'un onların yolunu değiştirdiği, onları zorla yanlış bir yöne soktuğu ve Natasha'ya baştaki düşüncesiyle çelişen biçimde bir şeyler yaptırdığı anlamına gelmez. Natasha, doğasıyla tutarlı olarak, tam öykünün ondan beklediği biçimde hareket eder ve davranır; onun gü­ dülerine dayalı davranışlarından hiçbirini feda etmeye gerek yoktur. Ancak bunları canlandıran Tolstoy'a da tutarlı davranmak ve olguları amacına uygun olarak kullanmak düşüyordu. Olguları denetim altına alışının bir nedeni, onların dile getirmelerini istediği bir yapı vardı; kararsızlığı, olguların bu yapıyı dile getirmeleri­ ni engellemektedir. Roman boyunca ilk nedenine bağlı kalsaydı, öyküsünü nasıl ele alırdı? Onun yöntemini 99


method, to re-write his book as we think it ou�ht to have been written? Well, at any rate, it is possible to imagine the different effect it would show if a little of that large, humane irony, so evident in the tone of the story at the start, had persisted through all its phases. it would not have dirnmed Natasha's charm, it would have heightened it. While she is simply the heroine of a romance she is enchanting, no doubt; but when she takes her place in a drama so much greater then herself, her beauty is infinitely enhanced. She becomes repre­ sentative, with all her gifts and attractions; she is there, not because she is a beautiful creature, but because she is the spirit of youth. Her charm is then universal; it be­ longs to the spirit of youth and lasts for ever.

With all this 1 think it begins to be clear why the broad lines of Tolstoy's book have always seemed uncertain and confused. Neither his subject nor his method were fixed for him as he wrote; he ranged around his moun­ tain of material, attacking it now here and now there, never deciding in his mind to what end he had amassed it. None of his various schemes is thus completed, none of them gets the full advantage of the profusion of life which he commands. At any moment great masses of that life are being wasted, tumed to no account; and the result is not merely negative, for at any moment the wasted life, the stuff that is not being used, is dividing and weakening the effect of the picture created out of the rest. That so much remains, in spite of everything, gives the measure of Tolstoy's genius; that becomes the more extraordinary as the chaotic plan of his book is ex­ plored. He could work with such lordly neglect of his subject and yet he could produce such a book -it is surely as much as to say that Tolstoy's is the supreme genius among novelists.

Percy LUBBOCK

100

iyileştirmeye, öyküsünü, böyle yazılması gerekirdi de­ diğimiz biçimde yeniden yazmaya hazır mıyız? Evet, ne olursa olsun, öykünün baştaki tonunda çok açıkça belli olan o geniş, insancıl tersinlemenin bir parçası, öykünün tüm evreleri içinde varlığını sürdürebilseydi, öykünün o zaman yaratacağı etki ne olurdu, bunu düş­ lemek olasıdır. Bu durum Natasha'nın çekiciliğini göl­ gelemez, artırırdı. Yalnızca bir romansın kahramanı iken Natasha'nın büyüleyici olduğu kuşkusuzdur; ama kendisini çok fazla aşan bir öykünün içindeki yerini al­ dığında güzelliği sonsuz bir zenginlik kazanmaktadır. Tüm yetenekleri ve çekiciliğiyle bir temsilci haline ge­ lir. Güzel bir varlık olduğu için değil, gençliğin ruhu ol­ duğu için oradadır. O halde çekiciliği evrenseldir: bu çekicilik gençliğin ruhuna aittir ve sonsuza değin sürer. Sanıyorum ki tüm bunlar dikkate alındığında Tols­ toy'un kitabının geniş hatlarının neden her zaman be­ lirsiz ve karışık göründüğü ortaya çıkmaktadır. Yazdığı sırada ne konusu, ne yöntemi, kendisi için değişmez şeyler değildi. Dağ gibi yükselen malzemesinin karşısı­ na geçip ona orasından burasından saldırmış, kafasın­ da bu malzemeyi hangi amaçla topladığına hiçbir za­ man karar vermemiştir. Böylece kurduğu düzenlerin hiçbiri tamamlanmamış, hiçbiri elinin alhndaki yaşa­ mın çeşitliliğinden sonuna değin yararlanamamışhr. Her an bu yaşamdan büyük yığınlar ziyan edilmekte, bir işe yaramamaktadırlar. Sonuç yalnızca olumsuz da değildir; çünkü her an ziyan edilen yaşam, kullanıl­ mayan malzeme, onlardan arta kalanlarla yaratılan tablonun etkisini bölmekte ve zayıflatmaktadır. Her şe­ ye karşın, elde kalanın büyüklüğü Tolstoy'un dehası­ nın ölçüsü için bir göstergedir. Kitabın kaotik planının derinlerine inildikçe bu daha da olağanüstü bir nitelik kazanmaktadır. Tolstoy konusunu bu denli pervasızca ihmal ederek çalışmış, gene de böyle bir kitap yaratma­ yı başarmıştır- bu, kuşkusuz, Tolstoy'un dehasının ro­ mancılar arasında en üstün niteliklisi olduğunu söyle­ mekle aynı şeydir.

Sevda ÇALIŞKAN - Birtane KARANAKÇI


BİLİM-KURGU: ÖYKÜ VE ROMAN *

SCIENCE FICTION: SHORT STORY AND NOVEL*

T

HE westem novel is about the west, the historical novel is about history, the erime novel is about erime. The science fiction novel is not about science. There are people who lilce to list all of the inventions that were written about first in science fiction, but this is thinking after the act. There is so much gadgetry pro­ posed in science fiction by writers who know their technology, that it would be strange if some of it did not prove workable at some time. This is completely inci­ dental.Science fiction is about the impact of science up­

on people, and upon our environment and society. it is very hard to give a single definition that will ade­ quately describe ali science fiction, so 1 shall not at­ tempt it. it is enough if we realize what science fiction does. First, and most important, science fiction deals with today and tomorrow. All other fiction is about yesterday. Take almost any mainstream short story or novel. With a simple change of props, horses instead of autos, it could have tak.en place at any time during the last hundred years-because these writers are most in­

terested in the etemal verities of interpersonal relationships. Even if •today" is mentioned in the book, or if this con­ cept is in the author's mind, it is •yesterday• by the time the book is published. Science fiction holds the opposite view. If the story takes place •to­ day", it is the real today, even by the time it sees print, because it is about the existing world that has been changed in every way by the arrival of science on the world scene. If the story is about tom­ orrow, it is about the continued alterations and results of these changes. Science is the inescapable bedrock of science fiction.

K

OVBOY romanları kovboylar, tarihi romanlar ta­ rih, polisiye romanlar suç hakkındadır. Bilim-kurgu ro­ manları bilim hakkında değildir. Daha önceden bilim-kurguda sözü edilen bütün icat­ ların dökümünü yapmaktan hoşlanan insanlar vardır ama bu, olay gerçekleştikten sonra yapılan bir düşün­ medir. Teknolojiyi yakından tanıyan bilim-kurgu ya­ zarları tarafından ortaya atılan o kadar çok alet edevat var ki, bunlardan bazıları günün birinde kullanılmaya başlanmazsa garip olur. Bu tümüyle rastlantısaldır. Bi­ lim-kurgu, bilimin insan, çevremiz ve toplumumuz üzerindeki etkisi hakkındadır. Bilim-kurguyu bir biitiiıı olarak kapsayacak kadar ye­ terli bir tanım vermek çok zor, bu yüzden böyle bir işe kalkışmayac�ğım. Bilim-kurgunun ne yaptığını anla­ yalım yeter. ilki ve en önemlisi, bilim-kurgu bugün ve yarın hakkındadır. Diğer tüm kurgu türleri dün hak­ kındadır. Bilim-kurgu dışında herhangi bir önemli öy­ küyü ya da romanı ele alın. Birkaç aksesuar değişimi ile (örneğin otomobil yerine at) bu öykü ya da roman son yüz yıl içinde her­ han g i bir zaman dilimi içinde yer almış olabilir ç ünkü bu yazarlar kişi­ lerarası ilışkiler konu­ sunda değişmeyen ger­ çeklerle ilgileniyorlar. :razar 'bu­ Kitar ta gün den bahsediyor ol­ sa, ya da yazar bu kav­ ramı düşünüyor olsa bi­ le, kita� basılana kadar 'bugün 'dün' oluveriyo� .. kurgu k arşıt goBı ı· ım· rüşü savunur. Eğer öy ­ kü 'bugün' de yer alı­ yorsa bu, kitap basıldığı

zaman bile gerçek bu·· ndür, çünkü öykü, imin dünya sahnesi­ ne çıkması sonucu baş­ tan aşağı değişen günü­ müz dünyası hakkında­ dır. Eğer öykü yarın hakkındaysa, süregelen değişimler ve bu deği ­ şimlerin sonuçlan hal<­ kındadır. Bilim-kurgu­

nun temel taşıdır.

Harrison, Harry. The Writer's Handbook (The Writer, ine.,

1976), Ed. A.S. Burack.

• Harry Harrison'un bu yazısı, The Writer's Handbook (The Wri­ ter,

ine.,

1976), Ed. A.S.Burack, başlıklı kitaptan alınmıştır. 101


in the paleolithic science fiction days, the hard sdences dominated the field: chemistry, physics, bio­ logy, and the like. The wonders of the new things that could be invented and discovered were of the utmost i.mportance. The rocket story was about how the ship was put together in the cellar, and the story ended when (·with a licking tongue of Iambent flame . . :) it blasted off. If you read about a rocket today, it will probably be treated as just another vehicle, as prosaic as the Boeing 707 is now, and the story will concem it­ self with the passengers aboard it. The softer sciences are being admitted to sdence fiction, and you will find stories based upon sociology, psychology, anthropo­ logy, political science-anything and everything. The basic attitude of the sdence fiction author must be humanistic. He must feel that man is perfectible, t�at human nature can be changed, that this will not come about through wishing or praying, but by the ap­ plication of intelligence, using the tools that the sden­ tific method has given us. ünce this is thoroughly un­ derstood, there will be no question about how science fact blends into science fiction. The facts of science are there, all around us, inesca­ pable. The science fiction author buys ali of the scientific magazines and books that he can afford because he is fascinated by the ceaseless discoveries and the endless permutations of nature. There is even material galore in the dailv press. 1 have a clipping on my wall with the headline •OIRTY AIR MAY CAUSE ICE AGE.:EXPERT. Isn't that a plot for a story? A few months ago, there was an article about how the Marines in Vietnam use dowsing rods to locate mines. This story plots itself: the contrast between the old soldier who doesn't believe this and the rookie who does. Or take the announcement that flatworms fed on their intelligent and chopped up brothers became smarter themselves. Curt Siodmak read that and wrote

Hauser's Memory.

And how about the frightening overpopulation and overconsumption figures? 1 read them and applied them to New York City in the year 2000, and wrote •Make Room! Make Room!' The list of extrapolations from new knowledge could be extended. (Science fiction has borrowed the term ex­ trapolation from mathematics and made it its own: us­ ing present knowledge to extend a trend or possibility into the future.) Of equal i.mportance is the •what if' type of plotting that can be traced right back to H. G. Wells and his, •What if pigs had wings?' Brian Aldiss said, ·what if no more children were bom into the world?' then he wrote Greybeard. Robert Heinlein said, ·what if we used the moon as a pena) colony?' then he wrote The Moon Is a Harsh Mistress. Daniel Keyes said, 'What if we could raise a moron's l.Q. by chemical methods• then he wrote Flowers for Algernon (Charly in the movie version). in order to write sdence fiction, one must not only li.ke sdence fiction but must li.ke science as well-some one science, any sdence, all sdence; the sdence fiction author must be a fan of sdence. He must realize that there are no monster brains lurking in computers, ready to destroy us all, just as there are no secrets that 102

Bilim-kurgunun ilkel günlerinde fizik, kimya, biyo­ loji ve benzeri fen bilimleri egemendi. Ortaya çıkabile­ cek yeni buluşlara ve icatlara duyulan hayranlık son derece önemliydi. Roketlerle ilgili öykülerde roketin parçalarının bir evin bodrum katında nasıl birleştirildi­ ği ve •yeri yalayan parlak alevden bir dille . . . • nasıl ha­ valandığı anlatılırdı. Günümüzde roketler hakkında bir öykü okursanız büyük bir olasılıkla roketin sıradan bir araç, tıpkı bir Boeing 707 gibi nitelendiğini ve roket­ ten çok roketin içindeki yolcularla ilgilenildiğini görür­ sünüz. Artık sosyal bilimler de bilim-kurguya dahil ediliyor; bu yüzden sosyoloji, psikoloji, antropoloji, si­ yasal bilgiler gibi birçok şey üzerine kurulmuş öykü bulabilirsiniz. Bilim-kurgu yazarının temel tutumu insancıl olmalı­ dır. O, insanoğlunun kusursuzlaştırılabileceğine, in­ san doğasının değiştirilebileceğine, bunun da dileye­ rek ya da dua ederek değil, zekanın ve bilimin bize sağ­ ladığı araçların kullanılması ile gerçekleşebileceğine inanmalıdır. Bu iyice anlaşıldığında, bilim- kurgu ile bi­ lim-gerçek arasındaki farkın ne kadar az olduğu ortaya çıkar. Bilimin gerçekleri her yanımızı kuşatmıştır ve kaçı­ nılmazdır. Bilim-kurgu yazarı parasının yettiği bütün bilimsel yayınları alır, çünkü ardı arkası kesilmeyen ke­ şifler ve doğanın sonsuz değişimleri onu yakından ilgi­ lendirir. Gazeteler bile bu tür haber ile doludur. Kesip duyarı.ma astığım bir gazete kupürünün başlığı şöyle: .KIRLI HAVA BUZUL ÇACINA NEDEN OLABiLiR': UZMAN. Bu başlık bir öykünün olay örgüsü olamaz mı? Birkaç ay önce, Vietnam'daki askerlerin mayınları bulmak için çatal çubuk kullanmaları konusunda bir makale okumuştum. Bu öykü olay örgüsünü anlatıyor: Çatal çubuğa inanmayan yaşlı asker ile inanan acemi asker arasındaki çelişki. Ya da parçalanmış zeki kardeşlerini yiyen solucanla­ rın zekileştiği haberini ele alın. Curt Siodmak bu haberi okudu ve Hauser's Memory'i yazdı. Ya korkutucu büyüklükteki nüfus ve tüketim sayıla­ rına ne demeli? Ben bu sayıları okudum ve 2000 yılının New York kentine uygulayarak •Make Room! Make Room!'u yazdım. Yeni bilgilerden ortaya çıkan ekstrapolasyonların (tahminlerin) listesi uzatılabilir. (Bilim-kurgu, ekstra­ polasyon terimini matematikten almış ve kendine ma­ letmiştir: Varolan bilgilerin ışığında bir eğilimin ya da olasılığın gelecekte de varolacağını ve ne biçim alacağı­ nı söyleyebilmek demektir. ) Bunun kadar önemli bir öykü tipi ise H.G. Wells'e ve onun, •oomuzlar uçabilse ne olur?' sorusuna kadar uzanan •Ya . . . ?' öykü tipidir. Brian Aldiss •ya dünyaya artık çocuk gelmezse . . . ?' de­ di ve Greybeard'I yazdı. Robert Heinlein •ya ay bir ha­ pishane olarak kullanılırsa . . . r dedi ve The Moon is a Harsh Mi st ress i yazdı. Daniel Keyes •ya geri zekalıların zeka yaşları kimyasal yollarla artırılabilirse . . . r dedi ve Flowers for Algernon 'u yazdı. (Charly adı ile filme alın­ dı.) Bilim-kurgu yazabilmek için insanın salt bilim-kur­ guyu değil, bilimi de sevmesi gerekir- bir bilimi, her­ hangi bir bilimi, her bilimi; bilim-kurgu yazarının bir bilim tutkunu olması gerekir. O, insanlığın •bilmemesi gereken• sırlar olmadığının bilincinde olması gerektiği gibi bilgisayarların içinde hepimizi yok etmeye hazırla'


mankind ·should not know: The scientific method is mankind's crowning achievement. it is the only really new thing in the entire universe. With it our race of hairless apes can talk around the world in the fraction of a second-or can refine a few pounds of a particular­ ly heavy kind of rock and blow up that world. If you don't think this is the most fascinating thing to ever come down the pi.ke-then you should not consider writing science fiction. Science fiction is idea-oriented. The idea comes first-and is many times the hero-and the story fol­ lows. The complexity of the idea is what determines the length of the story. A single concept produces a short story. it might be argued that most science fiction short stories are back-plotted, i.e., the ending is known in advance, then the story is filled in to reach the desired endin�. Or the sequence is reversed and they are front-plotted, with a ·what-W statement, then a so­ lution. There is little or no character development, be­ cause the characters are there to illuminate the concept. The basic story is not about the characters as people. The story is concept-oriented, not person-oriented. One, or at most two, of the characters will be fleshed out with personalities. The rest will be cardboard props with labels (laboratory assistant, soldier, second pilot) who do their bit and vanish. Only in the science fiction novel, and in the longer in­ termediate lengths, can character be developed to any degree. Even then, rounded and real as the people may be, the concept is king. John Wyndham had real people in The Day of the Triffids, yet their names are forgotten while his strange plants lurk in memory. Can you re­ member the name of a character in any science fiction story or novel you have read recently? Now try this with Gone with the Wind, or Crime and Punishment, or any other general novel �hat you recall with warmth. There are exceptions, of course, to all these rules and statements, as well as an entire school of science fiction writers, often referred to as the •New Wave, • who would deny everything 1 have said. But these new writ­ ers would ali admit that they write science fiction be­ cause they first read and enjoyed the basic stuff. You have to learn the rules before you can break them. As an editor, 1 can truthfully say tltat there is very little good science fiction around in any length, old or new wave. As a writer, 1 can say that good science fic­ tion is not easy to write. Of course the bad stuff is just about as simple to do as hack westerns-and is just about as important. Where the science fiction short story is a vehicle for a single idea or concept, the novel, when it is not just a short story written long, can not only explore more complex concepts, but can show interrelationships. Ecology has far more interconnections than are possi­ ble between all of the characters in War and Peace. An ecological concept would have to be handled in the form of a novel. All of the •earth destroyed• novels are ecological, as are the multi-generation starship novels. els. The •world created• is aiso a novel-length concept. This is rarely found outside of science fiction-lslandia and the Tolkien books are the only examples that come

nan canavar beyinlerin de bulunmadığının bilincinde olmalıdır. Bilimsel yöntem insanlığın en büyük başarı­ sıdır. Tüm evrende gerçekten yeni olan tek şey odur. Bilimsel yöntemle biz tüysüz maymunlar, anında dün­ yanın öteki ucuyla haberleşebilir ya da ağır bir madeni işleyerek aynı dünyayı havaya uçurabiliriz. Eğer sizce bu hayatınızda karşılaştığınız en ilginç şey değilse o za­ man bilim-kurgu yazmayı düşünmeyin . Bilim-kurgunun hareket noktası fikirdir. Çoğu za­ man öykünün kahramanı olan fikir başta gelir ve sonra bunu öykü izler. Fikrin karmaşıklığı öykünün uzunlu­ ğunu belirler. Bir tek kavram bir öykü oluşturur. Çoğu bilim-kurgu öykünün sondan başa doğru yazıldığı sa­ vunulabilir; yani, öykünün sonu önceden bilinir ve is­ tenilen sonuca ulaşılacak biçimde doldurulur. Ya da bunun tersi gerçekleşir ve yazar ·va . . . ?• diyerek bir çö­ züme varır. Oykü kişileri pek gelişmezler ya da yoktur çünkü bu kişilerin görevi kavramı aydınlatmaktır. Öy­ kü kişilerle insan olarak ilgilenmez. Oyküde insan değil kavram önemlidir. Bir, en fazla iki kişiye kişilik verilir. Diğerleri ise sadece Üzerlerinde ( laboratuvar asistanı, asker, yardımcı pilot gibi) etiket bulunan karton dekor­ lardır ve işlevlerini yerine getirip ortadan yok olurlar. Sadece bilim-kurgu romanlarında ve uzun öykülerde kişiler geliştirilebilir. O zaman bile, kişiler ne kadar ger­ çek olurlarsa olsunlar, kavram yine de her şeyden daha önemlidir. John Wyndham, The Dayofthe Triffids'e ger­ çek insanlar yerleştirmişti fakat romandaki garip bitki­ ler akılda kalırken o insanların isimleri unutuluveriyor. Son zamanlarda okuduğunuz herhangi bir bilim-kur­ gu romanındaki ya da öyküsündeki bir kişinin adını anımsayabiliyor musunuz? Şimdi de aynı şeyi Rüzgar Gibi Geçti, Suç ve Ceza ya da hoş bir duygu ile anımsadı­ ğınız herhangi bir başka romanla deneyin. Tabii bütün bu kuralların ve hükümlerin istisnaları ve söylediğim her şeye karşı çıkacak ·veni Dalga· adlı bilim-kurgu ekolünü oluşturan bir sürü yazar var. Fa­ kat bütün bu yazarların hepsi de benim sözünü ettiğim türdeki öyküleri severek okudukları için bilim-kurgu yazdıklarını itiraf edeceklerdir. Kuralları bozmak için onları iyice öğrenmeniz gerekir. Bir editör olarak güvenle söyleyebilirim ki, eski dalga olsun, yeni dalga olsun, gerçekten iyi olan bilim-kurgu yapıtlarının sayısı çok az. Bir yazar olarak ise size bi­ lim-kurgu yazmanın kolay olmadığını söyleyebilirim. Tabii, kötü bilim-kurgu yazmak piyasa westemleri yazmak kadar basit ve ancak onlar kadar önemli. Bilim-kurgu öykülerinin bir fikrin ya da kavramın aracı olduğunu gördük. Bilim-kurgu roman ise, uzun yazılmış bir öykü değilse, daha karmaşık kavramları araştırmakla kalmaz, bu kavramlar arasındaki ilişkileri de ortaya çıkarır. Çevrebilimde Savaş ve Barış'taki ro­ man kişilerinin arasında bulunabilecek bütün ilişkiler­ den daha geniş bir ilişki zinciri var. Çevrebilime ilişkin bir kavram ancak bir romanda araştırılabilir. Bütün ·yokolan dünya• romanları çevrebilimle ilgilidir; içinde birçok kuşaktan insan bulunan uzay gemisi romanları da öyle. •Yaratılan dünya· kavramı da roman uzunluğundaki yapıtlarla aktarılabilecek bir kavramdır. Bilim-kurgu dışında bu kavrama çok az rastlanır - ls/andia ve Tolki­ en'in romanları akla tek gelenler - oysa her 10 bilim-

103


to mind-yet this label could be applied to at least 9 out of 10 novels inside the field. (Or more. 1 just went to my unsorted-science fiction-novels shelf, and the first twenty out of twenty books are •world created• nov­ els.) in the science fiction field, this concept is as old as H. Ç. Wells, the man who invented modem science fic­ tion books such as The Sleeper Awakes and The Shape of Things to Come. A first-class science fiction writer can invent a world, down to the smallest detail-or gene­ rate the illusion that the smallest detail has been re­ vealed-then populate it and set a story in it that could take place in no other possible world. lhis, 1 believe, is one of the reasons for the continuing, and expanding, interest in science fiction. The westem is in the west, and the murder mystery has a corpse, and we have been there many times before. But, from time to time, in the best science fiction novels, the reader will have a chance to enter a wholly new and logical world and to watch an interesting story take place there. No other form of fiction can make this statement! 1 wish there were an easy formula that 1 could give to tell just how to write the science fiction novel, or the short story. There is none. As a first step, the prospec­ tive science fiction writer must seriously like the stuff. Then he must accept the idea that we live in a changing world, not a repetitive, generation-unto-generation feudalistic one. Change in itself-like science-is neither good nor bad. it is just there. Then he must ac­ cept the concept that we can change change, that ali things are possible. (Whether probable or not is an­ other matter.) Then he must read a great deal of science fiction, both old and new, to see what has been done and what is being done. Then he must read a lot of non-science fiction to understand what good writing is, because so much of science fiction is so terribly writ­ ten. Then he must apply seat to chair and fingers to type­ writer and create something that never existed before. Then, and only then, he may have written a salable piece of science fiction. Maybe. Still, there is very little competition at the top. Or at the bottom either, for that matter. it is certainly worth the try.

kurgu romanının 9'u bu gruba girer. (Hatta daha fazla. Biraz önce sıralanmamış bilim-kurgu romanlarının bir arada bulunduğu rafa gittim ve oradan seçtiğim ilk yir­ mi kitabın yirmisi de •yaratılan dünya" romanıydı.) Bi­ lim kurgu alanında bu kavram The Sleeper Awakes ve The Shape of Things to Comegibi modem bilim-kurgu ro­ manlarının yaratıcısı H.G. Wells kadar eskidir. Birinci sınıf bir bilim-kurgu yazarı bir dünyayı en ince ayrıntı­ sına kadar yaratır ya da okuyucuda en ince ayrıntısının bile yaratıldığı yanılsamasını uyandırır sonra bu dün­ yaya kişiler koyar ve başka hiçbir dünyada geçemeye­ cek bir öykü yazar. Bence bilim-kurguya duyulan ilgi­ nin sürekli artmasının nedeni budur. Kovboy romanla­ rı batıda geçer, polisiye romanlarda bir ceset vardır. Biz buralara daha önce defalarca gittik. Fakat en iyi bilim­ kurgu romanlarında okuyucu yepyeni, mantıklı bir dünyaya girme ve orada ilginç bir öykünün gelişimini izleme şansına sahip olur. Başka hiçbir kurgu türü bu­ nu başaramaz. Keşke size bir bilim-kurgu öyküsü ya da romanı yaz­ mak için basit bir formül verebilseydim. Böylesi bir for­ mül yok. İlk adım olarak, geleceğin bilim-kurgu yazarı bu türü gerçekten sevmelidir. Sonra, kuşaktan kuşağa yinelenen feodal bir dünyada değil de, değişen bir dün­ yada yaşadığımız kavramını kabullenmelidir. Bilim gi­ bi, değişim de ne iyidir ne de kötü. Sadece vardır. Gele­ ceğin bilim-kurgu yazan değişikliği de değiştirebilece­ ğimizi, her şeyin olabileceğini kabul etmelidir. (Ama gerçekten olur mu olmaz mı, orası ayrı bir konu.) Sonra oturup neyin yapılmış ve neyin yapılmakta olduğunu görmek için, eski olsun yeni olsun bol bol bilim-kurgu okumalıdır. Daha sonra da oturup iyi yazmanın ne de­ mek olduğunu öğrenmek için bilim-kurgu dışında bol bol roman okumalıdır çünkü bilim-kurgunun büyük bir bölümü çok acemice yazılıyor. Ve geleceğin bilim­ kurgu yazarı en son olarak arkasını bir koltuğa dayayıp önüne daktilosunu çekerek daha önce varolmayan bir şey yaratmalıdır. işte-o zaman, ve sadece o zaman, satılabilir bir bilim­ kurgu romanı yazmış olabilir. Belki. Ama olsun, bu alanda başarılı olanlar arasında çok az rekabet var. Başarısız olanlar arasında da öyle. Gerçek­ ten denemeye değer.

Çroiri: Girfly UZMEN

104


Aınerican Idioms Dictionary bu güne kadar yayınlanan benzer sözlüklerin en yetkin olanıdır. 8 .000 idiomatik deyişin yer aldığı sözlükte her madde en az iki cumleyle zenginleştirilmiş ve böylelikle idiomlann kullamşlanyla ilgili sorunlara da çözüm getirilmiştir. İngilizcenize renk katacak ve belirli kalıpların dışına çıkıp doğal bir biçimde konuşup yazabilmenizi sağlayacak çok yararlı bir kaynak. un responsıve; immobile. (A clicht.) O I spake ıo him, but he 1usı sat ıhere lıke a bump on a /og. O Don ·ı sıand ıhtre like a bump on a log. Gfre me a hand! ilk• • fiıh out ol w•ler• awkward; in a foreign or unaccustomed cnviron· ment. (A clicht. Compare ıo bul/ in a Chlna shop.) O At aformal dance, John is like afeh ouı of waıer. O Mary was /ike a feh ouı of waıer ar the bowling tournamenı. ilke • house on fire• AND ilke • house •life• rapıdly and wııh force. (Folksy.) O The ıruck came roarıng down the road lıke a hoııse on fire. O The crowd bursı ıhrough ıhe gaıe likea house afire. ilk• • ılttlng duck' AND like ıittlng duckı' unguardcd; unsuspccııngand unaware. (A clıcht. The sccond phrasc ıs ıhe plural form.) O He was waiııng ıhere lıke a sıttıng duck-a perfecı tar· geı for a mııX11er O The soldiers were sıandıng aı ıhe ıop ofıhe hı// like sıtting ducks. lı's a •·under ıhey weren 'ı ali kıl­ ilke • bump on e log•

led.

chaotic; cxcit­ ing a n d b u s y . (A c l ı c h t . ) O Our household ıs /ıke a ıhree-rıng cırcus on Mondav mornıng• O Thıs meeııng ıs lıke a ıhrtl'·Tln t1rl·u.s. uieı down and

ilke • lhree-ring circuı•

ilk• - ol the l•mll

(or a pct) wcrc a mc ly. (lnforrnal.) O We one ofıhefamily. O ıo have you sıay wiıh don 'ı mind ıfwe ıreaı family. i l k e w • l e r o l! •

casily; without any clicbt.) O lnsu/ıs r waıer off a duck's had no effect on ıhe away /ike waıer off llne one'ı own po

money for oncself i honcst fashion. (Sla discovered ıhaı ıhe lining her own PoC sions, she was fired. packeıs while in pu in serious ırouble. llne ıomeone or ıo aomethlng AND llne IOmelhlng with

tion somcone or some in rcfcrcncc to otbcr fix someone up something.) O Line ıhe bricks below and ıhe way you /ay bri ıhe chairs up with ıh

1

İstiklal Cad, 461 Beyoğlu-İstanbul Tel: 145 24 53-1 45 24 79 149 76 86-1 49 71 43


SAVAN

THE VELDT

''G

EORGE, 1 wish you'd look at the nursery.• •What's wrong with it?• ·ı don't know: "Well, then: ·ı just want you to look at it, is ali, or cali a psycholo­ gist in to look at it.• •What would a psychologist want with a nurseryr ·vou know very well what he'd want: His wife paused in the middle of the kitchen and watched the stove busy humming to itself, making supper for four. •1t•s just that the nursery is different now than it was.• •Ali right, let's have a look.• They walked down the hall of their soundproofed, Happylife Home, which had cost them thirty thousand dollars installed, this house which clothed and fed and rocked them to sleep and played and sang and was good to them. Their approach sensitized a switch somewhere and the nursery light flicked on when they came within ten feet of it. Similarly, behind them, in the halis, lights went on and off as they left them behind, with a soft automaticity. uWell," said George Hadley. They stood on the thatched floor of the nursery. it was forty feet across by forty feet long and thirty feet high; it had cost half again as much as the rest of the house. ·aut nothing's too good for our children: George had said. The nursery was silent. it was empty as a jungle glade at hot high noon. The walls were blank and two dirnensional. Now, as George and Lydia Hadley stood in the center of the room, the walls began to purr and recede into crystalline distance, it seemed, and pres­ ently an African veldt appeared, in three dimensions; on ali sides, in colors reproduced to the final pebble and bit of straw. The ceiling above them became a deep sky with a hot yellow sun. George Hadley felt the perspiration start on his brow. ·Let's get out of the sun; he said. ·rhis is a little too real. But 1 don't see anything wrong. • ·wait a moment, you'll see, • said his wife. Now the hidden odoroph onics were beginning to blow a wind of odor at the two people in the middle of the baked veldtland. The hot straw smell of lion grass, the cool green smell of the hidden water hole, the great rusty smell of animals, the smell of dust like a red pap­ rika in the hot air. And now the sounds: the thump of distant antelope feet on grassy sod, the papery rustling of vultures. A shadow passed through the sky. The shadow flickered on George Hadley's upturned, sweating face.

106

''G

EORGE, şu oyun odasına bir baksan: •Nesi varr "Bilmiyorum. • "Ee, o zaman . . . r "Yalnızca bir bakmanı istiyorum, ya da bir psikolog çağır da o baksın: •psikolog oyun odasını ne yapsınr "Ne yapacağını çok iyi biliyorsun: Karısı mutfa­ ğın ortasında durdu ve kendi kendine mırıldanarak dört kişilik yemek pişirmekle meşgul olan ocağa baktı. usadece, oyun odası eskisi gibi değil." uTamam, bir bakalım." Kurulması onlara otuz bin dolara mal olan, ses geçirmeyen Mutluyaşam Evinin koridoru boyunca yürüdüler. Bu ev onları giydiriyor, besliyor, uyuya­ na kadar sallıyor, onlarla oyun oynuyor ve onlara iyi davranıyordu. Yaklaşınca, nerede olduğu belli olmayan duyarlı bir düğme harekete geçti ve odaya varmalarına üç metre kala odanın ışıklarını yaktı. Aynı şekilde, arkalarında bıraktıkları koridorların ışıkları kendiliğinden sessizce sönüyordu. uEvet," dedi George Hadley. Oyun odasının hasır kaplı zemininde durdular. Oda on üç metre eninde, on üç metre boyunda ve dokuz metre yüksekliğinde idi; tüm evin fiyatının ya­ rısından fazlasına mal olmuştu. •Ama, çocuklarımıza ne versek azdır," demişti George. Oyun odası sessizdi. Sıcak bir öğle vakti bir or­ manın ortasındaki ağaçsız bir alan kadar sessizdi. Duvarlar boş ve iki boyutluydu. Ama şimdi, George ve Lydia Hadley odanın ortasında dururken, duvar­ lar mırıldanmaya, kristal sonsuzluklara doğru hızla gerilemeye başladı. Kısa bir süre sonra, üç boyutlu bir Afrika savanı belirdi; her tarafı saran bu görün­ tüde son çakıl taşına ve sararmış ot parçasına kadar tüm renkler canlandırılmıştı. Tavan ise sıcak ve sa­ rı güneşli derin bir gökyüzüne dönüştü. George Hadley alnının terlemeye başladığını his­ setti. "Şu güneşten çekilelim," dedi. uBurası biraz fazla gerçek. Fakat ters bir şey göremiyorum." "Biraz bekle görürsün," dedi karısı. Gizli koku üreticileri güneşte kavrulmuş Afrika savanının ortasında duran bu iki kişiye doğru koku­ lu bir rüzgar üflüyordu. Çimenin sıcak samansı ko­ kusu, görünmeyen su birikintisinin serin, yeşil ko­ kusu, hayvanların ağır paslı kokusu, sıcak havada tozun kırmızıbiberimsi kokusu. Ve sesler: Uzaktaki antilopların ayaklarının çimende çıkardığı sesler, ak­ babaların çıkardığı kağıt hışırtısı gibi sesler. Gökyü­ zünden bir gölge geçti. Gölge, George Hadley'in yukarı doğru çevrilmiş, terleyen yüzüne vurdu.


•filthy creatures/ he heard his wife say. •The vultures. • •You see, there are the lions, far over, that way. Now they're on their way to the water hole. They've just been eating/ said Lydia. •ı don't know what: "Some animal. " George Hadley put his hand up to shield off the burning light from his squinted eyes. •A zebra or a baby giraffe, maybe: •Are you sure?" His wife sounded peculiarly tense. •No, it's a little late to be sure, " he said, amused. •Nothing over there 1 can see but cleaned bone, and the vultures dropping for what's left: "Did you hear that scream?' she asked. •No/ •About a minute ago?" ·sorry, no.· The lions were coming. And again George Hadley was filled with admiration for the mechanical genius who had conceived this room. A miracle of efficiency selling for an absurdly low price. Every home should have one. Oh, occasionally they frightened you with their clinical accuracy, they startled you, gave you a twinge, but most of the time what fun for everyone, not only your own son and daughter, but for yourself when you felt like a quick jaunt to a foreign land, a quick change of scenery. Well, here it was! And here were the lions now, fifteen feet away, so real, so feverishly and startlingly real that you could feel the prickling fur on your hand, and your mouth was stuffed with the dusty upholstery smell of their heated pelts, and the yellow of them was in your eyes like the yellow of an exquisite French tapestry, the yel­ lows of lions and sumrner grass, and the sound of the matted lion lungs exhaling on the silent noontide, and the smell of meat from the panting, dripping mouths. The lions stood looking at George and Lydia Hadley with terrible green-yellow eyes. "Watch out!' screamed Lydia. The lions came running at them. Lydia bolted and ran. Instinctively. George sprang after her. Outside, in the hail, with the door slammed, he was laughing and she was crying, and they both stood appalled at the other' s reaction. 'George ı• •Lydia! Oh, my dear poor sweet Lydia!" •They almost got us!" ·waUs, Lydia, remember; crystal walls, that's all they are. Oh, they Iook real, 1 must admit -Africa in your parlor- but it's all dimensional superractionary, su­ persensitive color film and mental tape film behind glass screens. It's all odorophonics and sonics, Lydia. Here's my handkerchief: •rm afraid. • She came to him and put her body against him and cried steadily. •Did you see? Did you feel? it' s too real." •Now, Lydia.. : -You've got to tell Wendy and Peter not to read any more on Africa."

Karısının, ·ris yaratıklar/ dediğini duydu. •Akbabalar. " "Bak, ş u tarafta, t a uzakta, aslanlar var. Şimdi su birikintisine doğru gidiyorlar. Biraz önce bir şey ye­ mişler.Ne bilmiyorum." dedi Lydia. ·Bir hayvan: George Hadley kısılmış gözlerini yakıcı ışıktan korumak için elini kaldırdı. ·Belki bir zebra ya da yavru bir zürafa." "Emin misin?" karısının sesi gergindi. • Hayır, emin olmak için çok geç," dedi gülerek. "Orada temizlenmiş kemiklerden ve geriye kalanlara dalan akbabalardan başka bir şey göremiyorum." ·o çığlığı duydun mu?" •Hayır: "Yaklaşık bir dakika önce?" •üzgünüm, hayır." Aslanlar geliyordu. Ve bir kez daha George Had­ ley'in içini bu odayı yaratan dahiye karşı bir hay­ ranlık kapladı. Saçma denecek kadar düşük bir fiya­ ta satılan bir mucize. Her evde bir tane olmalı. Doğru, bazen yarattığı görüntülerin gerçeğe aşırı derecede yakın olması insanı korkutuyor ve içini hoplatıyordu ama çoğu zaman insanlar için ne bü­ yük bir eğlence; sadece oğlunuz ya da kızınız için değil, yabancı bir ülkeyi görmek ya da manzara de­ ğişikliği istediğiniz zaman, sizin için de. İşte karşınız­ daydı! Şimdi de aslanlar karşınızdaydı; beş metre öte­ deydiler. Aslanlar o kadar gerçekti ki, o kadar ateşli ve ürkütücü bir şekilde gerçekti ki, dikensi tüylerini elinizde hissedebiliyordunuz; sıcak kürklerinin çı­ kardığı, tozlu koltuk örtülerine benzeyen koku ağzı­ nızı tıkıyordu ve aslanların sarı renkleri ince dokun­ muş bir Fransız duvar perdesinin sarısı gibi gözleri­ nizi alıyordu, aslanların ve yazın sararmış otların sarısı, öğlen sessizliğinde nefes alıp veren ·aslan ci­ ğerlerinin çıkardığı ses ve salyalar akıtan ağızların­ dan gelen et kokusu. Aslanlar durdu ve George ve Lydia Hadley'e korkunç sarı-yeşil gözlerle baktılar. •Dikkat!"diye bağırdı Lydia. Aslanlar onlara doğru koşmaya başladı. Lydia fırlayıp kaçmaya başladı. George onun pe­ şinden koştu. Dışarda, holde, hızla kapatılan kapı­ nın önünde George gülüyor, karısı ağlıyor ve ikisi de birbirlerinin tepkisini şaşkınlıkla izliyordu. ·ceorge!" "Lydia! Oh, zavallı, tatlı Lydiam benim!" •Az kalsın bizi yakalıyorlardı!" "Duvarlar Lydia, unutma; kristal duvarlar, başka bir şey değiller. Evet, itiraf ediyorum gerçek gibi -san­ ki Afrika salonunda- fakat her şey üç boyutlu, çok ha­ reketli, çok duyarlı renkli filimlerle, düşünce bantları ile cam duvarların arkasında yapılıyor. Her şey koku ve ses üreten makinelerden çıkıyor, Lydia. Mendilimi al." •Korkuyorum." Yaklaştı, vücudunu onunkine yas­ ladı ve ağlamaya devam etti. 'Gördün mü? Hisset­ tin mi? Fazla gerçekti." •Lütfen Lydia .. . ·wendy ile Peter'a Afrika üzerine daha fazla kitap okumamalarını söylemelisin. "

107


•of course- of course.• He patted her. •Promise?• ·sure: •And lock the nursery for a few days until 1 get my nerves settled: -You know how difficult Peter is about that.When 1 punished hiın a month ago by locking the nursery for even a few hours-the tantrum he threw! And Wendy too. They live for the nursery: •ıt's got to be locked, that's all there is to it: •All right: Reluctantly he locked the huge door. •You've been working too hard. You need a rest: ·ı don't know-1 don't know, • she said, blowing her nose, sitting down in a chair that immediately began to rock and comfort her. •Maybe 1 don't have enough to do. Maybe 1 have time to think too much. Why don't we shut the whole house off for a �w days and take a vacation?• •you mean you want to fry my eggs for me?• •yes: She nodded. •And dam my socks?• "Yes." A frantic, watery-eyed nodding. •And sweep the house?• •yes, yes-oh, yesı· ·sut 1 thought that's why we bought this house, so we wouldn't have to do anything?• •Tuat's just it. 1 feel like 1 don't belong here. The house is wife and mother now and nursemaid. Can 1 compete with an African veldt? Can 1 give a bath and scrub the children as efficiently or quickly as the auto-: matic scrub bath can? 1 can not. And it isn't just me. lt's you. You've been awfully nervous lately: •ı suppose 1 have been smoking too much. • •you look as if you didn't know what to do with yol;ll"­ self in this house, either. You smoke a little more every moming and drink a little more every aftemoon and need a little more sedative every night. You're beginning to feel unnecessary too. • •Am 17• He paused and tried to feel into hiınself to see what was really there. ·oh, George!• She looked beyond hiın, at the nursery door. •Those lions can't get out of there, can they?• He looked at the door and saw it tremble as if some­ thing had jumped against it from the other side. ·ot course not,• he said. ·

At dinner they ate alone, for Wendy and Peter were at a special plastic camival across town and had televised home to say they'd be late, to go ahead eating. So George Hadley, bemused, sat watching the dining­ room table produce warm dishes of food from its me­ chanical interior. ·we forgot the ketchup,• he said. ·sorry, • said a small voice within the table, and ketchup appeared. As for the nursery, thought George Hadley, it won't hurt for the children to be locked out of it awhile. Too much of anything isn't good for anyone. And it was clearly indicated that the children had been spending a little too much time on Africa. That sıırı. He could feel it on his neck, still, like a hot paw. And the lions. And the smell of blood. Remarkable how the nursery caught the telepathic emanations of the children's minds and creat108

•Tabii-tabü ." Karısının omuzunu okşadı. ·söz mü?• •Tabü ." ·ve sinirleriın yatışana kadar birkaç gün oyun odası kapalı kalsın.• •reter'in bu konuda ne kadar zorluk çıkardığını biliyorsun. Bir ay önce onu cezalandırmak için oyun odasını birkaç saatliğine kapatmıştım da nasıl yay­ gara koparmıştı! Wendy de öyle. Oyun odası onla­ rın her şeyi." •KapatılJ!lalı, işte o kadar: ·reki." isteksiz isteksiz büyük kapıyı kilitledi. •Fazla çalışıyorsun. Biraz dinlenmen gerek.• •Bilemiyorum, bilemiyorum,· dedi. Burnunu sildi ve rahatlaması için hemen sallanmaya başlayan bir koltuğa oturdu. "Belki yapacak yeteri kadar işim yok. Belki düşünmek için gereğinden fazla vaktim var. Niye evi kapatıp birkaç gün tatil yapmıyoruz?" "Yani yumurtalarımı sen mi pişirmek istiyorsun?" "Evet." Başını salladı. "Çoraplarımı sen mi tamir edeceksin?" "Evet." Yaşlı gözlerle hızlı hızlı başını salladı. "Evi de mi sen süpüreceksin?" "Evet, evet-oh, evet!• "Fakat ben bu evi bütün bunları yapmayalım diye satın aldığımızı sanıyordum: •Tamam işte. Kendimi buraya ait değilmişim gibi hissediyorum. Bu ev hem ev hanımı, hem anne, hem de dadı. Ben bir Afrika savanıyla yarışabilir miyim? Çocukları otomatik banyo kadar hızlı ve iyi yıkayabilir miyim? Hayır-. Ayrıca sadece ben değil. Sen de. Son zamanlarda oldukça sinirli oldun." "Sanırım çok fazla sigara içiyorum." "Sen de evin içinde ne yapacağını şaşırmış gibi dolanıp duruyorsun. Her sabah biraz daha fazla si­ gara içiyorsun, her öğleden sonra biraz daha fazla tçki içiyorsun ve her gece biraz daha fazla uyku ila­ cına gereksinimin oluyor. Sen de kendini gereksiz hissetmeye başladın.• •öyle mi?" Durakladı ve gerçek duygularını ay­ rımsamaya çalıştı. •Ah, George• Kocasının arkasına, oyun odasının ka­ pısına baktı. •Aslanlar oradan çıkamazlar, değil mi?" George baktı ve sanki öbür taraftan üzerine bir şey atlamış gibi kapının titrediğini gördü. "Tabii ki çıkamazlar: dedi. Yemeği yalnız yediler, çünkü Peter ve Wendy şehrin öte tarafındaki özel bir karnavala gitmişler ve bi­ raz önce ekranlı telefonla gece geç geleceklerini ve ye­ meği onlarsız yemelerini söylemişlerdi. George otur­ muş, sessizce yemek masasının mekanik ağzından çı­ kan sıcak yemeklere bakıyordu. "Ketçabı unuttuk,• dedi. Masanın içinden ince bir ses, •özür dilerim," dedi ve ketçap belirdi. Oyun odasına gelince, diye düşündü George Had­ ley, bir süre kapalı kalması çocuklara zarar vermez. Her şeyin fazlası zarardır. Ayrıca çocukların Afrika­ ya biraz fazla zaman ayırdıkları açıkça belli. O gü­ neş. Onu hala ensesinde hissedebiliyordu, sıcak bir pençe gibi. Ya o aslanlar. Ve o kan kokusu. Odanın çocukların zihinlerinden yayılan telepatik dalgaları


ed life to fill their every desire. The children thought li­ ons, and there were lions. The children thought zebras, and there were zebras. Sun-sun. Giraffes-giraffes. Death and death. That !ast. He chewed tastelessly on the meat that the table had cut for hiın. Qeath thoughts. They were aw­ fully young, Wendy and Peter, for death thoughts. Or, no, you were never too young, really. Long before you knew what death was you were wishing it on someone else. When you were two years old you were shooting people with cap pistols. But this-the long, hot African veldt-the awful death in the jaws of a lion. And repeated again and again. ·Where are you going r He didn't answer Lydia. Preoccupied, he let the lights glow softly on ahead of hiın, extinguish behind hiın as he padded to the nursery door. He listened against it. Far away, a lion roared. He unlocked the door and opened it. Just before he stepped inside, he heard a faraway scream. And then another roar from the lions, which subsided quickly. He stepped into Africa. How many tiınes in the last year had he opened this door and found Wonderland, Alice the Mock Turtle, or Aladdin and his Magical Lamp, or Jack Pumpkinhead of Oz, or Dr.Doolittle, or the cow jumping over a very real-appearing moon-all the delightful contraptions of a make-believe world. How often had he seen Pegasus flying in the sky ceil­ ing, or seen fountains of red fireworks, or heard angel voices singing. But now, this yellow hot Africa, this hake oven with murder in the heat. Perhaps Lydia was right. Perhaps they needed a little vacation from the fantasy wh ich was growing a bit too real for ten-year­ old children. it was all right to exercise one's mind with gymnastic fantasies, but when the lively child mind settled on one pattern . . . ? it seemed that, at a distance, for the past month, he had heard lions roaring, and smelled their strong odor seeping as far away as his study door. But, being busy, he had paid it no attention. George Hadley stood on the African grassland alone. The lions looked up from their feeding, watching hirn. The only flaw to the illusion was the open door through which he could see his wife, far down the dark hail, like a framed picture, eating her dinner abstractedly. •Go away, • he said to the lions. They did not go. He knew the principle of the room exactly. You sent out your thoughts. Whatever you thought would ap­ pear. •Let's have Aladdin and his lamp: he snapped. The veldtland remained; the lions remained. •come on, room! 1 demand Aladdin!• he said. Nothing happened. The lions mumbled in their baked pelts. •Afaddin!.

yakalayıp onların her dilediklerini yaratması ne kadar olağanüstüydü! Çocuklar aslanları düşünüyorlardı ve aslanlar beliriveriyordu. Çocuklar zebraları düşü­ nüyorlardı ve zebralar beliriveriyordu. Güneş-gü­ neş. Zürafa-zürafa. Ölüm-ölüm. Bu sonuncusu. Masanın ona kestiği eti tadını alma­ dan çiğnedi. Ölümle ilgili düşünceler. Peter ve Wendy ölümle ilgili düşüncelere sahip olamayacak kadar küçüktüler. Yo, hayır, aslında hiç kimse bu tür düşüncelere sahip olamayacak kadar küçük de­ ğildi. Daha ne demek olduğunu bilmeden çok önce insanlar başkalarının ölmesini dilerler. İki yaşında iken mantar tabancalarıyla başkalarına ateş ederler. Ama bu -geniş, sıcak Afrika savanı- bir aslanın çeneleri arasındaki korkunç ölüm. Hem de sürekli yineleniyor. •Nereye gidiyorsunr . Lydia'ya cevap vermedi. Düşünceli bir şekilde yü­ rümeye başladı. Oyun odasının kapısına doğru iler­ lerken önündeki ışıklar yumuşak bir biçimde yanı­ yor, arkasındakiler sönüyordu. Kulağını oyun odasının kapısına dayadı. Uzakta bir aslan kükredi. Anahtarı çevirdi ve kapıyı açtı. İçeriye adımını atacaktı ki uzaklardan gelen bir çığlık duydu. As­ lanlardan bir kükreme daha ve hemen arkasından bir sessizlik. Afrikaya adım attı. Bu son yıl içinde kaç kez bu kapıyı açıp ardında Harikalar Ulkesini, Alis'i, Mock Turtle'ı, Alaaddin ve Sihirli Lambasını, Oz'lu Jack Pumpkinhead'i, Dr. Doolittle'ı ya da gerçeğe çok benzeyen bir ayın üzerinden atlayan ineği görmüş­ tü-hepsi de düş dünyasının tatlı sakinleri. Kaç kez bu kapıyı açmış ve gökyüzünde uçan kanatlı at Pe­ gasus'u, kırmızı fişeklerin oluşturduğu şek.illeri gör­ müş, meleklerinkini andıran seslerin şarkı söylediği­ ni duymuştu. Ama şimdi cinayet vardı bu sarı, sı­ cak Afrika' da, bu kızgın fırında. Belki Lydia haklıydı. Belki on yaşındaki çocukların gerçeğe fazla benzemeye başlayan f�ntazilerinden uzakta bir tatile gereksinim !eri vardı . insanın fantazilerle zihnini çalışhrmasında bir sakınca yoktu ama çocukların canlı zeUsı tek bir fan taziye takılıp kalınca . . . ? Sanki son bir aydır uzaktan gelen aslan kükremelerini duymuş ve ta çalışma odası­ na kadar ulaşan keskin aslan kokusunu almıştı. Fakat meşgul olduğu için hiç ilgilenmemişti. George Hadley, Atrika savanının ortasında tek başına duruyordu. Aslanlar yedikleri şeyden başla­ rını kaldırıp onu izlemeye başladılar. Yanılsamayı bozan tek şey açık duran kapı ve karanlık holün so­ nunda oturmuş, düşünceli düşünceli yemeğini yiyen karısıydı. •Kaybolun: dedi aslanlara. Kaybolmadılar. Odanın çalışma prensibini çok iyi biliyordu. Dü­ şüncelerinizi yolluyordunuz. Ne düşünüyorsanız beliriyordu. •Alaaddin ve lambası gelsin•, dedi sertçe. Aslanlar oldukları yerde duruyordu. Savan oldu­ ğu yerde duruyordu. •Hadi oda! Alaaddin'i istiyorum!• dedi. Hiçbir şey olmadı. Aslanlar sıcaktan kavrulmuş kürkleri içinde homurdandılar. •Alaaddin!•

109


He went back to dinner. '"The fool room's out of or­ der: he said. •ıt won't respond: ·or - • what?" •ar it can't respond: said Lydia, ·because the chil­ dren have thought about Africa and lions and killing so many days that the room's in a rut: ·could be: ·ar Peter's set it to remain that way: ·set w "He may have got into the machinery and fixed something." •Peter doesn't know machinery: •tte's a wise one for ten. That 1. Q. of his -· •Nevertheless - • •ttello, Mom. Hello, Dad. • The Hadleys tumed. Wendy and Peter were coming in the front door, cheeks like peppermint candy, eyes like bright blue agate marbles, a smell of ozone on their jumpers from their trip in the helicopter. ·vou're just in time for supper," said both parents. ·we're full of strawberry ice cream and hot dogs, • said the children, holding hands. ·aut we'll sit and watch.• ·ves, come tell us about the nursery; said George Hadley. The brother and sister blinked at him and then at each other. •Nursery?• •All about Africa and everything, • said the father with false joviality. •ı don't understand,• said Peter. ·Your mother and 1 were just traveling through Afri­ ca with rod and reel; Tom Swift and his Electric Lion, • said George Hadley. •There's noAfrica in the nursery; said Peter simply. •oh, come now, Peter. We know betler." •ı don't remember any Africa; said Peter to Wendy. ·oo you?" ·No." •Run see and come tell. • She obeyed. ·wendy, come back here!• said George Hadley, but she was gone. The house lights followed her like a flock of fireflies. Too lale, he realized he nad forgotten to lock the nursery door after his last inspection. ·wendy'll look and come tell us,• said Peter. ·she doesn't have to tell me . l've seen it." "l'm sure you're mistaken, Father." "l'.m '\_Ot, Peter. Come along now." Btıı.t W&ıdy was back. "It's not Africa: she said breathlessly. "We'll see about this; said George Hadley, and they ali walked down the hali together and opened the nur­ serv door. There was a green, lovely forest, a lovely river, a pur­ ple mountain, high voices singing, and Rima, lovely and mysterious, lurking in the trees with colorful flights of butterflies, like animated bouquets, lingering in her long hair. The African veldtland was gone. The

110

Yemek odasına döndü. •Aptal oda bozulmuş; dedi. "Tepki vermiyor." "Ya da. . ." "Ya da, ne?" "Ya da tepki veremiyor:dedi Lydia, •çünkü ço­ cuklar Afrikayı, aslanları ve öldürmeyi o kadar çok düşünmüşler ki, oda aynı görüntüye takılmış kal­ mış.• •oıabilir.· •ya da Peter öyle kalsın diye odayı ayarlamış." •Ayarlamak mı?" •Mekanizmanın içine girip bir şeyler yapmış ola­ bilir. " ·reter mekanizmadan anlamaz." ·on yaşındaki bir çocuk için çok zeki. Zeka yaşı . . . . •Yine de. . . •Merhaba anne. Merhaba baba." Hadley'ler döndü. Yanakları nane şekeri, gözleri mavi misketler gibi, helikopter yolculuğundan ka­ zaklarına sinmiş ozon kokusuyla Peter ve Wendy ön kapıdan içeri girdiler. •Yemeğe tam zamanında geldiniz," dedi her ikisi de. "Çilekli dondımna ve sosisli sandviç yedik tıka basa: dedi çocuklar el ele tutuşarak, •ama oturup sizi izleyebiliriz." "Olur, hadi bize oyun odasını anlatın: dedi Geor­ ge Hadley. Çocuklar gözlerini kırpıştırarak babalarına ve son­ ra da birbirlerine baktılar. ·oyun odası mı?" "Hani Afrika falan . . ." dedi George yapmacık bir neşeyle. •Anlayamıyorum: dedi Peter. ·een ve anneniz demin elimizde olta Afrikada bir gezinti yapıyorduk; Tom Swift ve Elektrikli Aslanı gibi; dedi George Hadley. ·oyun odasında Afrika yok ki," dedi Peter. "Hadi Peter, biz olduğunu biliyoruz." Peter Wendy'e, "Ben Afrika falan hatırlamıyorum. Ya sen?" diye sordu. "Hayır." "Git bak ve bize söyle." Wendy denileni yaptı. "Wendy, buraya dön!" diye bağırdı Gorge Hadley, fakat Wendy gitmişti. Evin ışıkları onu bir ateşböce­ ği sürüsü gibi izliyordu. George birden odaya son girişinden sonra kapıyı kilitlemeyi unuttuğunu ha­ tırladı, ama artık çok geçti. ·wendy bakıp bize söyler: dedi Peter. "Söylemesine gerek yok. Ben gördüm." •Yanıldığına eminim baba." •Yanılmıyorum Peter. Şimdi benimle gel." Ama Wendy geri gelmişti. •Afrika değil; dedi ne­ fes nefese. George Hadley, "Göreceğiz," dedi ve hep beraber koridoru geçip oyun odasının kapısını açtılar. Yemyeşil, çok güzel tropik bir orman, nefis bir ır­ mak, mor bir dağ, şarkı söyleyen tiz sesler ve ağaç­ lar arasında, uzun saçlarında canlı çiçek demPtlerı gibi duran rengarenk kelebekler bulunan güzel ve gizemli orman kızı Rima vardı. Afrika savanı yok "

"


lions were gone. Only Riına was here now, singing a song so beautiful that it brought tears to your eyes. George Hadley looked in at the changed scene. •Go to bed: he said to the children. They opened their mouths. •You heard me,• he said. They went off to the air closet, where a wind sucked them like brown leaves up the flue to their slumber rooms. George Hadley walked through thesinging glade and picked up something that lay in the comer near where the lions had been. He walked slowly back to his wife. •What is thaW she asked. •An old wallet of mine,• he said. He showed it to her. The smell of hot grass was on it and the smell of a lion. There were drops of saliva on it, it had been chewed, and there were blood smears on both sides. He closed the nursery door and locked it, tight. in the middle of the night he was stili awake and he knew his wife was awake. •0o you think Wendy changed it?" she said at last, in the dark room. ·of course." •Made it from a veldt into a forest and put Rima there instead oflions?" •yes." •Why?" ·ı don't know. But it's staying locked until 1 find out: •How did your wallet get there?" •ı don't know anything: he said, •expect that I'm be­ ginning to be sorry we bought that room for the chil­ dren. If children are neurotic at ali. a room like that-• •ıt•s supposed to help them work off their neuroses in a healthful way. • . •rm starting to wonder.• He stared at the ceiling. -We've given the children everything they ever wanted. Is this our reward-secrecy, disobedience?• "Who was it said, 'Children are carpets, they should be stepped on occasionlly?' We've never lifted a hand. They're insufferable-let's ad.mit it. They come and go when they tike; they treat us as if we were offspring. They're spoiled and we're spoiled." rrhey've been acting funny ever since you forbade them to take the rocket to New Yotk a few months ago... rrhey're not old enough to do that alone, 1 ex­ plained." •Nevertheless, I've noticed they've been decidedly cool toward 'us since." •ı think I'll have David McClean come tomorrow moming to have a look at Africa ... ·eut it's not Africa now, it's Green Mansions country and Rima." •ı have a feeling it'll be Africa again before then ... A moment Iater they heard the screams. Two screams. Two people screaming from down­ stairs. And then a roar of lions. -Wendy and Peter aren't in their rooms,• said his wife.

olmuştu. Aslanlar yok olmuştu. Şimdi insanın göz­ lerini yaşartacak kadar güzel bir şarkı söyleyen Ri­ ma vardı. George Hadley değişmiş manzaraya bakh ve çocuklara, •yataklarınıza gidin: dedi. Çocuklar itiraz edecek oldular. •Ne dediğimi duydunuz, .. dedi. Çocuklar hava asansörüne gittiler ve orada bir rüzgar sonbahar yapraklarını taşırmış gibi onları yukardaki yatak odalarına taşıdı. George Hadley şarkı söyleyen düzlükte yürüdü ve daha önce aslanların bulunduğu köşeye giderek yerden bir şey aldı. Geri döndü ve yavaşça karısına doğru yürüdü. ·o ne?" dedi karısı. ·Eski cüzdanlanmdan biri,• dedi. Cüzdanı karısına gösterdi. Cüzdana sıcak ot ve aslan kokusu sinmişti. Üstüne salya bulaşmıştı, ke­ mirilmişti ve iki tarafında da kan lekeleri vardı. George oyun odasının kapısını kapadı ve sıkıca kilitledi. Geceyansı hala uyanıktı ve karısının da uyanık olduğunu biliyordu. Sonunda, ·sence odayı Wendy mi değiştirdi?" diye sordu Lydia, karanlıkta. •Tabii." •Yani savanı yok edip yerine ormanı getirdi ve ormana Rima'yı koydu, öyle mi?" "Evet." "Niye?" "Bilmiyorum. Ama öğrenene kadar oda kilitli ka­ lacak." •Peki, cüzdanın oraya nasıl gitti?" •Hiçbir şey bilmiyorum: dedi, •fakat o odayı ço­ cuklara aldığımıza pişman olmaya başladım. Eğer çocukların herhangi bir ruhsal sorunu varsa, öyle bir oda. . : ·odanın amacı çocukların sorunlarından sağlıklı bir biçimde kurtulmalarına yardıma olmak aslında.• •Acaba?" Gözlerini tavana dikti. ·çocuklara istedikleri her şeyi verdik. Ödülümüz bu mu? Gizlilik ve itaatsizlik? •Kimdi o, 'Çocuklar halı gibidir, arasıra dövmek gerek,' diyen? Biz ise elimizi bile kaldırmadık, itiraf edelim-çok şımarıklar: Canlan isteyince gidiyorlar, isteyince geliyorlar; bize sanki çocuklarıymışız gibi davranıyorlar. Onlar şımarık, biz de şımarığız." ·eirkaç ay önce onlara roketle New York'a gitme­ lerini yasakladığından beri garip davranıyorlar." •onlara açıkladım, o işi tek başlarına yapacak ka­ dar büyümediler.• •Ne olursa olsun, o andan beri bize soğuk dav­ randıklarını farkettim" "Yarın gelip Afrikaya bir bakması için David McClean'i çağıracağım." •Ama artık Afrika yok ki, tropik bir orman ve Ri­ ma var." •içimden bir ses oranın yarından önce yine Afri­ kaya dönüşeceğini söylüyor." 9 sırada çığlık.lan duydular. iki çığlık. Aşağıda çığlık atan iki insan. Ve sonra aslan kükremeleri. "Wendy ve Peter odalarında değiller: dedi karısı. 111


He Iay in his bed with his beating heart. •No, • he said. -ıbey've broken into the nursery: -ıbose screams-they sound familiar: ·0o they?" •yes, awfully: And although their beds tried very hard, the two adults couldn't be rocked to sleep for another hour. A smell of cats was in the night air.

George yatağa uzanmış, kalbi küt küt ahyordu. •Evet,• dedi. ·oyun odasına girmişler: ·o çığlıklar-bana tanıdık geliyor: •öyle mi?• •Evet, çok: Ve yataklarının onları uyutmak için çok uğraşma­ sına karşın ikisi de bir saat uyuyamadılar. Gece as­ lan kokusuyla doluydu.

•father?• said Peter. -Yes: Peter looked at his shoes. He never looked at his fa­ ther any more, nor at his mother. -You aren't going to lock up the nursery for good, are you?" -ıbat all depends• •an what?• snapped Peter. ·an you and your sister. If you intersperse this Africa with a little variety-oh, Sweden perhaps, or Denmark or China-• •ı thought we were free to play as we wished.• -You are, within reasonable bounds: '"What' s wrong with Africa, Father?• ·oh, so now you adınit you have been conjuring up Africa, do you?• •ı wouldn't want the nursery locked up, • said Peter coldly. �ver.• •Matter of fact, we're thinking of tuming the whole house off for about a month. Live sort of a carefree one-for-all existence.· -ıbat sounds dreadful! Would 1 have to tie my own shoes instead of letting the shoe tier do it? And brush my own teeth and comb my hair and give myself a bath?' •ıt would be fun for a change, don't you think?• •No, it would be horrid. 1 didn't like it when you took out the picture painter last month. • •Tuat's because 1 wanted you to leam to paint all by yourself, son.• ·ı don't want to do anything but look and listen and smell; what else is there to do?• • All right, go play in Africa: -Will you shut off the house sometime soon?• -We're considering it.• •ı don't think you'd better consider it any more, Fa­ ther: •ı won't have any threats from my son!• "Very weU: And Peter strolled off to the nursery.

·saba?' dedi Peter. •Evet.• Peter ayakkabılarına baktı. Artık ne annesine, ne de babasına bakıyordu. ·oyun odasını tamamen ka­ patmayacaksın, değil mi?' •0uruma göre.• •Nasıl yani?' •sana ve kardeşine bağlı. Afrikaya takılıp kalmaz­ sanız ve görüntülere biraz çeşit katarsanız, örneğin İsveç, Danimarka ya da Çin . . : •istediğimiz gibi oynamakta serbesttik sanıyordum.• •ôyıe ama, mantık sınırları içinde.• •Afrikanın nesi var, baba?• •Yaa, demek şimdi Afrika görüntüsünü sizin oluş­ turduğunuzu itiraf ediyorsun, ha?' ·oyun odasının kapatılmasını istemiyorum,• dedi Peter soğuk bir şekilde. •Hiçbir zaman: •Aslında bütün evi bir ay süreyle kapatmayı dü­ şünüyoruz. Gönlümüzce, birbirimize yardım ederek yaşayalım diyoruz.• •Korkunç bir şey bu! Yani ayakkabı bağlama ma­ kinası yerine ayakkabılarımı ben mi bağlayacağım? Dişlerimi kendim fırçalayıp, saçımı kendim tarayıp kendim mi banyo yapacağım?' ·eiraz değişiklik eğlenceli olur, değil mi?• •Hayır, iğrenç olur. Zaten geçen ay resim yapma makinasını sökmen hiç hoşuma gitmedi.• ·söktüm çünkü senin resim yapmayı öğrenmeni istiyordum, evlat: •Bakmaktan, dinlemekten ve koklamaktan başka bir şey yapmak istemiyorum; yapacak başka ne var ki?· •iyi, peki, git Afrikada oyna: •Evi bu yakınlarda mı kapatacaksınız?' •Düşünüyoruz.• •eence artık evi kapatmayı düşürımeseniz iyi olur baba.• •Kendi oğlumdan tehdit duymak istemiyorum!· •ôyle olsun:. Ve Peter oyun odasına doğru yürü­ meye başladı.

•Am 1 on time?• said David McClean. •ereakfastr asked George Hadley. -ıbanks, had some. What's the trouble?• •oavid, you're a psychologist: ·ı should hope so. • -Well, then, have a look at our nursery. You saw it a year ago when you dropped by; did you notice any­ thing peculiar about it then?' ·can't say 1 did; the usual violences, a tendency to­ ward a slight paranoia here or there, usual in children

112

·Geciktim mi?• dedi David McClean. •Kahvalb?• diye sordu George Hadley. •Sağol, ettim. Sorun nedir?' ·oavid, sen psikologsun: •ôyle olduğumu umuyorum.• ·o zaman oyun odamıza bir bak. Bir yıl önce uğ­ radığında bakmıştın; o zaman garip bir şey farket­ miş miydin?. •farkettim diyemem; her zamanki şiddet duygula­ n ve anne babalanrun onlan devamlı suçladıklanru düşündükleri için çocuklarda doğal bazı paranoyak


because they feel persecuted by parents constantly, but, oh, really nothing.' They walked down the hail. ·ı locked the nursey up,• explained the father, •and the children broke back into it during the night. 1 let them stay so they could form the pattems for you to see: There was a terrible saeaming from the nursery. -Tuere it is,• said George Hadley. •See what you make of it.• They walked in on the children without rapping. The screams had faded. The lions were feeding. •Run outside a moment, children, • said George Hadley. "No, don't change the mental combination. Leave the walls as they are. Getı• With the children gone, the two men stood studying the lions clustered at a distance, eating with great relish whatever it was they had caught. ·ı wish 1 knew what it was, • said George Hadley. •Sometimes 1 can almost see. Do you think if 1 brought high-powered binoculars here and-" David McClean laughed dryly. •Hardly.' He turned to study all four walls. •How long has this been going on?" •A little over a month. • •ıt certainly doesn't feel good: ·ı want facts, not feelings. • •My dear George, a psychologist never saw a fact in his life. He only hears about feelings; vague things. This doesn't feel good, 1 tell you. Trust my hunches and my instincts. 1 have a nose for something bad. This is very bad. My advice to you is to have the whole danın room tom down and your children brought to me every day during the next year for treatment. • ·ıs it that bad?" ·rm afraid so. üne of the original uses of these nurse­ ries was so that we could study the patterns left on the walls by the child's mind, study at our leisure, and help the child. in this case, however, the room has become a channel toward- destructive thoughts, instead of a re­ lease away from them. • •Didn't you sense this before?• ·ı sensed only that you had spoiled your children more than most. And now you're letting them down in some way. What way?• •ı wouldn't let them go to New York.' ·what else?" •l've taken a few machines from the house and threatened them, a month ago, with closing up the nursery unless they did their homework. 1 did close it for a few days to show 1 meant business. • •Ah, ha!• ·0oes that mean anything?• •Everything. Where before they had a Santa Claus now they have a Scrooge. Children prefer San­ tas. You've let this room and this house replace you and your wife in your children's affections. This room is their mother and father, far more important in their lives than their real parents. And now you come along and want to shut it off. No wonder there's hatred here.

eğilimler gördüm, ama hiç de önemli bir şey değil." Holde yürümeye başladılar. •oyun odasını kilitle­ dim,• diye açıkladı George, •fakat dün gece çocuklar bir yolunu bulup içeri girdiler. Görmeni istediğim görüntüleri oluştursunlar diye kalmalarına izin ver­ dim.' Oyun odasından korkunç çığlıklar geldi. •işte,• dedi George Hadley. ·sakalım ne diyecek­ sin?• Kapıyı vurmadan içeri daldılar. Çığlıklar kesilmişti. Aslanlar kannlanru doyuru­ yorlardı. •Biraz dışarı çıkın, çocuklar," dedi George Hadley. •Hayır, odanın zihinsel şifresini değiştirmeyin. Duvar­ lar olduğu gibi kalsın. Haydi yallah!• Çocuklar gittikten sonra iki adam, büyük bir zevkle yedikleri şeyin etrafına toplanmış olan aslan­ ları incelemeye koyuldular. "Keşke ne yediklerini bilebilsem," dedi George Hadley. •aazen görür gibi oluyorum. Sence güçlü bir dürbün getirsem ve .. : David McClean alaya bir şekilde güldü. "Olur mu hiç?" Duvarları incelemek için etrafında döndü. "Bu ne kadardır devam ediyor?" •air aydan biraz fazla." •insanı ürkütüyor: •sen duygulan değil, gerçekleri bilmek istiyorum." •sevgili George, psikologlar hayatları boyunca gerçekle karşılaşmamışlardır. Onlar sadece duygula­ rı, belli belirsiz şeyleri dinler. İnan bana, bu insanı ürkütüyor. Benim albna duyuma ve içgüdülerime güven. Kötü şeylerin kokusunu iyi alırım. Bu ise çok kötü. Benim sana önerim bu kahrolası odayı yıktırman ve önümüzdeki bir yıl boyunca çocuklarını her gün bana getirmen." ·o kadar kötü mü?" "Korkarım öyle. Bu odanın asıl amaçlarından biri çocuğun zihninin duvarlarda bıraktığı görüntüleri rahatça incelememizi ve onlara yardım edebilmemi­ zi sağlamaktı. Fakat, bu durumda oda çocuklardaki

şiddet eğilimlerini yok etmek yerine artırmaya başla­ mış.• "Bunu daha önce hissetmedin mi?" "Sadece çocuklarınızı diğer anne babalardan daha fazla şımartbğınızı hissettim. Şimdi ise onları düş kırıklığına uğratıyorsunuz. Ne yaptınız?" "New York'a gitmelerine izin vermedim." "Başka?" "Evden bazı makineleri söktüm ve bir ay kadar önce onları, ev ödevlerini yapmazlarsa oyun odasını kapatmakla tehdit ettim. Ciddi olduğumu göstermek için odayı birkaç gün kapattım." "Hah, işte!• "Bu bir şey ifade ediyor mu?" "Her şeyi açıklıyor. Sen daha önce çocuklar için Noel Baba idin, şimdi ise Varyemez Amcasın. Ço­ cuklar Noel Babaları sever. Evin ve bu odanın ço­ cukların gözünde senin ve karının yerine geçmesine izin vermişsin. Bu oda onların anne ve babaları, kendileri için asıl anne ve babadan çok daha önem­ li. Ve şimdi de sen kalkıp odayı kapatmak istiyor­ sun. Bu odada nefret olduğuna şaşmamak gerek.

113


You can feel it coming out of the sky. Feel that sun. George, you'll have to change your life. Like too many others, you've built it around creature comforts. Why, you'd starve tomorrow if something went wrong in your kitchen. You wouldn't know how to tap an egg. Nevertheless, turn everything off. Start new. lt'll take time. But we'll make good children out of bad in a year, wait and see: ·sut won't the shock be too much for the children, shutting the room up abruptly, for good?• ·ı don't want them going any deeper into this, that's an: The lions were finished with their red feast. The lions were standing on the edge of the clearing watching the two men. •Now I'm feeling persecuted/ said McClean. •Let's get out of here. 1 never have cared for these damned rooms. Make me nervous. • �e lions look real, don't theyr said George Hadley. ·ı don't suppose there's any way -· •What?• •-that they could become realr •Not that 1 know: ·some flaw in the machinery, a tampering or something?" •No: They went to the door. ·ı don't imagine the room will like being tumed off, • said the father. •Nothing ever likes to die-even a room: •ı wonder if it hates me for wanting to switch it offr •paranoia is thick around here today, • said David McClean. -You can follow it like a spoor. Hello: He bent and picked up a bloody scarf. •This yours?• •No: George Hadley's face was rigid. •ıt belongs to Lydia: They went to the fuse box together and threw the switch that killed the nursery. The two children were in hysterics. They screamed and pranced and threw things. They yelled and sobbed and swore and jumped at the furniture. •You can't do that to the nursery, you can'W •Now, children. • The children flung themselves onto a couch, weep­ ing. ·ceorge,• said Lydia Had.ley, •tum on the nursery, just for a few moments. You can't be so abrupt: •No: •You can't be so cruel: •Lydia, it's off, and it stays off. And the whole danın house dies as of here and now. The more 1 see of the mess we've put ourselves in, the more it sickens me. We've been contemplating our mechanical, electronic navels for too long. My God, how we need a breath of honest air!• And he marched about the house turning off the voice clocks, the stoves, the heaters, the shoe shiners, the shoe lacers, the body scrubbers and swabbers and massagers, and every other machine he could put his hand to.

114

Nefretin gökyüzünden geldiğini hissedebiliyor in­ san. Şu güneşe bak. George, hayatınızı değiştirme­ niz gerekiyor. Birçokları gibi siz de hayahnızı rahat­ lık üzerine kurmuşsunuz. Yarın mutfağınız bozulsa aç kalırsınız! Yumurta kırmayı bile beceremezsiniz. Yine de, her şeyi kapatın. Yeniden başlayın. Uzun bir zaman alacak. Fakat görürsün, bir yılda kötü ço­ cukları iyi çocuk yapacağız.• •fakat odayı aniden bütün bütün kapatmak ço­ cukları çok etkilemez mi?• ·sadece onların buna daha fazla bulaşmalarını is­ temiyorum, o kadar: Aslanlar kızıl ziyafetlerini bitirmişlerdi. Açıklığın bitiminde durmuş, iki adama bakıyorlar­ dı. •şimdi de bende paranoya başladı,• dedi McClean. •çıkalım buradan. Bu kahrolası odaları hiç sevemedim. Sinirlerimi bozuyorlar.• •Aslanlar gerçek gibi, değil mi?" dedi George Hadley. •sence şey olamazlar, değil mi? Yani. . : •Ne?· • . . .gerçek olamazlar, değil mi?" •sildiğim kadarıyla olamazlar.· •Mekanizma bozulsa ya da kurcalansa?" 'Hayır.• Kapıya gittiler. ·odanın kapatılmaktan hoşlanacağını hiç sanmı­ yorum,• dedi George. •Hiçbir şey ölmekten hoşlanmaz. Odalar bile.· •Acaba onu kapatmak istediğim için benden nef­ ret ediyor mudur?' •Paranoya salgın hale gelmiş burada,• dedi David McClean. ·Buram buram kokuyor. Hey: Yere eğildi ve yerden kanlı bir atkı aldı. ·su senin mi?" •Hayır: George Hadley'in yüzü ifadesizdi. •Lydia' nın.' Beraber sigorta kutusuna gittiler ve çocuk odası­ nın cereyanını kestiler. Çocuklar isteri krizleri geçirmeye başladı. Bağırdı­ lar, zıpladılar ve ellerine geçirdikleri şeyleri atmaya başladılar. Çığlık attılar, ağladılar, küfrettiler ve eş­ yaların üzerinde zıpladılar. ·oyun odasına bunu yapamazsınız, yapamazsı­ nız!' 'Çocuklar!' Çocuklar ağlayarak kendilerini bir kanepenin üs­ tüne attılar: ·ceorge,· dedi Lydia, 'oyun odasını aç, sadece birkaç dakika için. Bu işi bu kadar ani yapamazsın: •Hayır: •su kadar zalim olamazsın: •Lydia, oda kapandı ve öyle kalacak. Ve bütün kahrolası ev şu andan itibaren ölecek. Kendi kendi­ mizi içine düşürdüğümüz durumu gördükçe midem bulanıyor. Mekaniğe ve elektroniğe göbek bağıyla bağlanmışız. Tanrım: temiz hava almaya ne kadar çok gereksinimimiz varı· Ve George ·evin içini dolaşarak konuşan saatleri, ocakları, ısıhcılan, ayakkabı boyayıcılan, ayakkabı bağlayıcılan, banyo ve masaj yaphncıları, ve eline gelen her şeyi kapatmaya başladı.


The house was full of dead bodies, it seemed. it felt like a mechanical cemetery. So silent. None of the hwnming hidden energy of machines waiting to func­ tion at the tap of a button. •0on't let them do it!• wailed Peter at the ceiling, as if he was talking to the house, the nursery. •Don't let Fa­ ther kili everything: He tumed to his father. ·oh, 1 hate youı• •ınsults won't get you anywhere: •ı wish you were dead!• ·we were, for a long while. Now we're going to really start living. Instead of being handled and massaged, we're going to /ive. • Wendy was stili crying and Peter joined her again. •Just a moment, just one moment, just another mo­ ment of nursery, • they wailed. ·oh, George/ said the wife, •it can't hurt: • All right-all right, if they'll only just shut up. üne minute, mind you, and then off forever: •oaddy, Daddy, Daddy!• sang the children, smiling with wet faces. •And then we're going on a vacation. David McClean is coming back in half an hour to help us move out and get to the airport. l'm going to dress. You turn the nur­ sery on for a minute, Lydia, just a minute, mind you." And the three of them went babbling off while he let hirnself be vacuumed upstairs through the air flue and set about dressing hirnself. A minute later Lydia ap­ peared. ·ru be glad when we get away/ she sighed. •Did you leave them in the nursery?• •ı wanted to dress too. Oh, that horrid Africa. What can they see in itr ·well, in five minutes we'll be on our way to lowa. Lord, how did we ever get in this house? What prompt­ ed us to buy a nightmarer •Pride, money, foolishness. • •ı think we'd better get downstairs before those kids get engrossed with those damned beasts again. • Just then they heard the children calling, •oaddy, Mommy, come quick-quick!• They went downstairs in the air flue and ran down the hali. The children were nowhere in sight. ·wendy? Peterı• They ran into the nursery. The veldtlandwas empty save for the lions waiting, looking at them. •reter, Wendy?• The door slammed. ·wendy, Peterı• George Hadley and his wife whirled and ran back to the door. •0pen the doorı· cried George Hadley, trying the knob. •Why, they've locked it from the outside! Peter!• He beat at the door. •0pen upı• He heard Peter's voice outside, against the door. ·oon't Iet them switch off the nursery and the house," he was saying. Mr. and Mrs. George Hadley beat at the door. •Now, don't be ridiculous, children. It's time to go. Mr. McClean'll be here in a minute and . . . • And then they heard the sounds.

Bütün ev ölü bedenlerle doluydu sanki. Makine mezarlığı gibiydi. Öylesine sessizdi. Artık harekete geçmek için bir düğmeye basılmasını bekleyen ma­ kinelerin gizli enerjilerinin mınlhsı yoktu. •Bunu yapmalarına izin verme!• diye inledi Peter. Başını tavana doğru çevirmiş, sanki evle, oyun oda­ sıyla konuşuyordu. •Babamın her şeyi öldürmesine izin verme: Babasına döndü. •senden nefret ediyo­ rum!· •Hakaret etmekle eline bir şey geçmez.• •Keşke ölsen!• ·uzun süredir ölüydük zaten. Ama artık gerçek­ ten yaşamaya başlayacağız. Çekilip çevrileceğimize yaşayacağız.• Wendy hala ağlıyordu, Peter da tekrar ona kahldı. •Bir dakika, sadece bir dakika daha odayı görelim,• diye sızlandılar. ·ceorge,• dedi karısı, •bir zararı olmaz.• •reki, peki, eğer seslerini keserlerse. Ama unut­ mayın, sadece bir dakika, sonra oda sonsuza dek kapalı kalacak: •Baba, baba, baba!• diye bağırdı çocuklar, ıslak te­ bessümlerle. ·sonra tatile çıkacağız. David McClean yarım saat sonra gelip hazırlanmamıza ve havaalanına gitme­ mize yardımcı olacak. Ben giyinmeye gidiyorum. Sen odayı bir dakikalığına çalışhr Lydia, ama unut­ ma, sadece bir dakika." Üçü heyecanlı bir şekilde uzaklaşırken George ha­ va asansörü ile yukarı çıktı ve üstünü değiştirmeye başladı. Bir dakika sonra karısı geldi. ·Buradan uzaklaşınca çok rahatlayacağım," dedi. ·onları oyun odasında mı bırakhnr ·sen de giyinmek istedim. Öf, o iğrenç Afrika. Orada ne buluyorlar bilmiyorum: •seş dakika sonra lowa'ya doğru yola çıkmış ola­ cağız. Tanrım, bu eve nasıl geldik? Bizi bir karaba­ san satın almaya iten şey neydir ·curur, para ve aptallık: ·sence çocuklar yine o lanet hayvanlara kaptır­ madan hemen aşağı insek iyi olur." Tam o anda çocukların seslerini duydular. ·saba, anne, çabuk gelin! Çabuk!• Hava asansörüyle aşağı indiler ve koridorda koş­ maya başladılar. Çocuklar görünürlerde yoktu. ·wendy? Peter!• Oyun odasına koştular. Bekleyen ve onlara bakan aslanların dışında savan bomboştu. ·reter, Wendyr Kapı aniden kapandı. ·wendy, Peter!• George Hadley ve karısı dönüp kapıya koştular. •Açın kapıyı!• diye bağırdı George Hadley kapının tokmağını çevirirken. •Hey, kapıyı dışarıdan kilitle­ mişler! Peter!" Kapıya vurmaya başladı. •Açın!" Kapının ardından Peter'ın sesini duydu. •Evi ve odayı kapatmalarına izin vermeyin," di­ yordu. Bay ve Bayan Hadley kapıyı yumruklamaya başla­ dılar. •Hadi, saçmalamayın çocuklar. Gitme vakti geldi. Bir dakika sonra Bay McClean burada olacak ve . . : Ve o zaman sesleri duydular.

115


The lions on three sides of them, in the yellow veldt . grass, padding through the dry straw, rumbling and roaring in their throats. The lions. Mr. Hadley looked at his wife and they tumed and looked back at the beasts edging slowly forward, crouching, tails stiff. Mr. and Mrs. Hadley screamed. And suddenly they realized why those other screams had sounded familiar. ·well, here l am,• said David McClean in the nursery doorway. ·oh, hello: He stared at the two children seated in the center of the open glade eating a little pic­ nic lunch. Beyond them was the water hole and the yel­ low veldtland; above was the hot sun. He began to per­ spire. •Where are your father and mother?• The children looked up and smiled. ·oh, they'll be here directly: ·cood, we must get going: At a distance Mr. McClean saw the lions fighting and clawing and then quieting down to feed in silence under the shady trees. He squinted at the lions with his hand up to his eyes. Now the lions were done feeding. They moved to the water hole to drink. A shadow flickered over Mr. McClean's hot face. Many shadows flickered. The vultures were dropping down the blazing sky. •A cup of tea?• asked Wendy in the silence.

Ray BRADBURY

116

Üç yandan onları saran aslanlar savanın sarı otla­ rının arasında ilerliyor, homurdanıp kükrüyorlardı. Aslanlar. Bay Hadley kansına bakh; dönüp kuyruklarını dikmiş, atlamaya hazır bir şekilde gelen aslanlara baktılar. Bay ve Bayan Hadley çığlık attılar. Ve birden daha önce duydukları çığlıkların neden o kadar tanıdık geldiğini anladılar. •tşte geldim,•dedi Bay McClean oyun odasının ka­ pısında. •o, merhaba.• Açıklıkta oturmuş piknik ya­ pan çocuklara bakh. Uzakta su birikintisi ve sarı sa­ van duruyordu; tepede de sıcak güneş. Terlemeye başladı. •Annenizle babanız nerede?• Çocuklar ona bakıp gülümsediler. •Birazdan gele­ cekler: •tyi, hemen yola koyulmamız gerek.• Uzakta Bay McClean birbirleriyle boğuşup pençeleşen ve arka­ sından sakinleşip ağaçların gölgeleri altında karın­ larını doyurmaya başlayan aslanları gördü. Eliyle gözlerini siperleyerek aslanlara baktı. Arhk aslanlar karınlarını doyurmuşlardı. Suya doğru yürüyorlardı. Bay McClean'in terli yüzüne bir gölge vurdu. Bir­ çok gölge vurdu. Akbabalar yanan gökyüzünden iniyorlardı. •Bir bardak çay ister misinizr diye sordu Wendy sessizlikte.

Çeviri: Giray UZMEN


YARATICI GÜVEN*

CREATIVE TRUST*

T

HE writer and the reader are involved in a creative relationship. The writer must provide the materials with which the reader will construct bright pictures in

his head. The reader will use those materials as a partial guide and will finish the pictures with the stuff from his own life experience. l do not intend to patronize the reader with this anal­ ogy: The writer is like a person trying to entertain a list­ less child on a rainy aftemoon. You set up a card table, and you lay out pieces of cardboard, construction paper, scissors, paste, cray­ ons. You draw a rectangle and you construct a very col­ orful little fowl and stick it in the foreground and you say, -ılli s is a chicken: You cut out a red square and put it in the background and say, •Tuis is a bam: You construct a bright yellow truck and put it in the back­ ground on the other side of the frame and say, •Tuis is a speeding truck. Is the chicken going to get out of the way in time? Now you finish the picture: lf the child has become involved, he will get into the whole cut-and-paste thing, adding trees, a house, a fence, a roof on the bam. He will crayon a road from the truck to the chicken. You didn't say a word about trees, fences, houses, cows, roofs. The kid puts them in be­ cause he knows they are the fumiture of farms. He is joining in the creative act, enhancing the tensions of the story by adding his uniquely personal concepts of the items you did not mention, but which have to be there. Or the child could cross the room, tum a dial and see detailed pictures on the television tube. What are the ways you can lose him? You can lose him by putting in too much of the scene. That tums him into a spectator. -ılli s is a chicken. This is a fence. This is an apple tree. This is a tractor: He knows those things have to be there. He yawns. And pretty soon, while you are cutting and pasting and ex­ plaining, you hear the gunfire of an old westem. You can lose him by putting in too little. •Tuis is a chicken: you say, and leave him to his own devices. Maybe he will put the chicken in a forest, or in a su­ permarket. Maybe the child will invent the onrushing truck, or a chicken hawk. Too much choice is as boring as too little. Attention is diffused, undirected.

YAZAR

ve okuyucu yarahcı bir ilişki içindedir. Ya­

zar, okuyucunun kafasında parlak görüntüler oluştu­

racak malzemeleri sağlamalıdır. Okuyucu, bu malze­ meleri bir yere kadar kılavuz olarak kullanacak ve ken­ di deneyimlerini katarak bu görüntüleri tamamlaya­ caktır. Yazar, yağmurlu bir öğleden sonra neşesiz.bir çocu­ ğu eğlendirmeye çalışan bir kişidir, benzetmesiyle okuyucuyu küçük görme niyetinde değilim. Bir oyun masası kurarsınız ve karton parçaları, çizim klğıdı, makas, yapışhncı ve renkli kalemler koyarsınız ortaya. Bir dikdörtgen çizersiniz ve çok canlı renkleri olan küçül< bir kümes hayvanı yapar ve bunu ön plana yerleştirerek, •Bu bir piliç,• dersiniz. Kırmızı bir kare kesip arl-.a plana koyar ve, •Bu bir ambar,• dersiniz. Parlak sarı renkli bir kamyon yaparsınız ve resmin di­ ğer tarafındaki arka plana yerleştirerek, •Bu, hızla yak­ laşan bir kamyon. Piliç yoldan zamanında kaçabilecek mi? Şimdi resmi sen tamamla: dersiniz. Eğer çocuk ilgilerunişse, bir ev, bir çit, ahıra bir dam ve ağaçlar yaparak kesip yapışhrma işine kahlacaktır. Renkli kalemle, kamyondan pilice doğru giden bir yol çizecektir. Ağaçlar, çitler, evler, inekler, çahlar hakkın­ da tek söz söylememiştiniz. Çocuk onları yerleştirir çünkü onların bir çiftlikte bulunması gereken şeyler ol­ duklanru bilir. Çocuk, sizin sözünü etmediğiniz ancak orda olması gereken ögelerle ilgili kişisel görüşlerini eklemek yoluyla öykünün sürükleyiciliğini arttırarak yaratma eylemine katılmaktadır. Ya da çocuk odanın öbür tarafına geçip televizyonun düğmesini çevirerek ekrandaki görüntüleri izleyebilir. Onun ilgisini kaybetmesine nasıl neden olursunuz? Çocuğun ilgisini ortaya resmin büyük bir bölümünü koyarak kaybedebilirsiniz. Bu durum onu bir izleyiciye dönüştürür. •Bu bir piliç. Bu bir çit. Bu bir elma ağacı. Bu bir traktör.• Çocuk, bu şeylerin orda olması gerekti­ ğini bilir. Ve esner. Kısa bir süre sonra da, siz kesip, ya­ pışhrıp, açıklamalarda bulunurken eski bir kovboy fil­ minden gelen silah seslerini duyarsınız. Çocuğun ilgisini yeteri kadar öge koymayarak da kaybedebilirsiniz. ·Bu bir piliç,• der ve çocuğu kendi haline bırakırsınız. Çocuk pilici belki bir ormana ya da bir süpermarkete yerleştirecektir. Belki de hızla gelen bir kamyon ya da pilici avlamaya hazırlanan bir şahin yaratacakhr. Gereğinden fazla seçme şansına sahip ol­ mak yeteri kadar seçme şansı olmaması kadar can sıkı­ cıdır. Dikkat, yönlendirilmez, dağıtılır.

• MacDonald, /ohn D. The Writer's Handbook (The Writer, ine., 1976), Ed. A . S. Burack.

"/ohn D.MacDona/d'ın bu yazısı. The Writer's Handbook (The ine., 1976), Ed.A.S. Bıırack. başlıklı kitaptan alınmıştır.

Writer,

117


You can put in the appropriate amount of detail and stili Iose him by the way you treat the chicken, the truck, and the bam. Each must have presence. Each must be unique. The chicken. Not a chicken. He is eleven weeks old. He is a rooster named Melvin who stands proud and glossy in the sunlight, but tends to be nervous, insecure and hesitant. His legs are exception­ ally long, and in full flight he has a stride you wouldn't believe. If you cannot make the chicken, the truck, and the bam totally specific, then it is as if you were using din­ gy gray paper for those three ingredients, and the child will not want to use his own bright treasure to complete the picture you have begun. We are analogizing here the semantics of image, of course. The pace and tension and readability of fiction are as dependent upon your control and understanding of these phenomena as they are upon story structure and characterization. Here is a sample: The air conditioning unit in the motel room had a final fraction of its name left, an •aire' in silver plastic, so Ioose that when it resonated to the coughing thud of the compressor, it would blur. A rus­ ty water stain on the green wall under the unit was shaped tike the bottom half of Texas. From the stained grid, the air conditiorıer exhaled its stale and icy breath into the room,redolent of chemicals and of someone burning garbage far, far away. Have you not already constructed the rest of the mo­ tel room? Can you not see and describe the bed, the car­ peting, the shower? O.K., if you see them already, 1 need not describe them for you.If 1 try to do so,I become a bore. And the pictures you have composed in your head are more vivid than the ones 1 would try to de­ scribe. No two readers will see exactly the same motel room. No two children will construct the same farın. But the exercise of the need to create gives both ownership and involvement to the motel room and the farın, to the air conditioner and to the chicken and to their environ­ ments. Sometimes, of course, it is useful to go into exhaus­ tive detail. That is when a different end is sought. in one of the Franny and Zooey stories, Salinger describes the contents of a medicine cabinet shelf by shelf in such infinite detail that finally a curious monumentality is achieved, reminiscent somehow of that iron sculpture by David Smith called -Tue Letter.• Here is a sample of what happens when you cut the images out of gray paper: -Tue air conditioning unit in the motel room window was old and somewhat noisy. • See? Because the air conditioning unit has Iost its specificity, its unique and solitary identity, the room has blurred also. You cannot see it as clearly. it is less real. AND WHEN THE ENVIRONMENT IS LESS REAL, THE PEOPLE YOU PUT INTO THAT ENVIRON­ MENT BECOME LESS BELIEVABLE, AND LESS IN­ TERESTING.

118

Ortaya yeteri oranda ayrıntı koyabilir v e gene d e pili­ ci, kamyonu ve ambarı ele abş biçiminiz yüzünden ço­ cuğun ilgisini kaybedebilirsiniz. Her birinin bir varlığı olmabdır. Her biri eşsiz olmabdır. Belli bir piliç. Her­ hangi bir piliç değil. On bir haftalıktır. Gün ışığında parlak tüyleriyle gururla duran ancak heyecanlı, gü­ vensiz ve kararsız olmaya yatkın Melvin adında bir ho­ rozdur bu. Bacakları çok uzundur ve hızla koşarken o kadar büyük adımlar atar ki inanamazsınız. Eğer pilici, kamyonu ve ambarı bütünüyle kendileri­ ne özgü yapamazsanız, o zaman bu üç öge için donuk renkli gri bir kağıt kullanmış gibi olursunuz. Ve çocuk sizin başlamış olduğunuz resmi tamamlamak için ken­ di parlak hazinesini kullanmak istemeyecektir. Kuşkusuz burada görüntüsel anlam ile bir benzerlik kuruyoruz. Öykünün hızı, sürükleyiciliği ve okunabi­ lirliği, öykünün yapısına ve kişilerin yaratılmasına ol­ duğu kadar, sizin bu olguları anlayışınıza ve denetle­ menize de bağbdır. İşte bir örnek: Motel odasındaki havalandırma aygı­ tının markasının son bir parçası kalmıştı ve üzerinde •aire' yazan gümüş renkli plastik parça o kadar gevşek duruyordu ki kompresörün tok gürültüsüyle titreyince yazı okunamaz oluyordu. Aygıtın altındaki yeşil duvar üzerindeki küflü su lekesi Teksas haritasının güney kısmına benzer bir şekil oluşturmuştu. Havalandırma aygıtı, boyab ızgaradan odaya, kimyasal maddeleri ve çok, çok uzaklarda çöp yakan birini anımsatan bayat ve buz gibi bir soluk veriyordu. Motel odasının geri kalanını daha şimdiden kafanız­ da canlandırmadınız mı? Yatağı, döşemeyi, duşu gözü­ nüzde canlandırıp betimleyemiyor musunuz? Tamam eğer gözünüzde canlandırıyorsanız sizin için onları be­ timlememe gerek yok. Eğer bunu yapmaya kalkışır­ sam, sıkıo olurum. Ve sizin kafanızda oluşturduğunuz görüntüler, benim betimlemeye çabşacaklarımdan da­ ha canbdır. Okuyucuların her biri gözünde farklı bir motel odası canlandıracaktır. Her çocuk farkb bir çiftlik kuracaktır. Ancak yaratma gereksinmesinin uygulamaya konma­ sı, motel odası ile çiftliğe, havalandırma aygıtı ile pilice ve çevrelerine sahip olma ve bunlara bağlanma duygu­ su uyandırır. Kimi zaman elbette uzun uzun ayrıntıya girmek ya­ rarbdır. Yani, farkb bir amaca ulaşılmak istendiği za­ man. Franny ve Zooey öykülerinden birinde Salinger, bir ilaç dolabının içindekileri raf .raf öyle sonsuz bir ay­ rıntıyla betimler ki sonunda David Smith'in •Mektup· adındaki demir yontusunu anımsatan garip bir anıtsal­ bk çıkar ortaya. İşte görüntüleri gri bir kağıttan kesip çıkardığınız za­ man ne olduğunu gösteren bir örnek: •Motel odasının penceresindeki havalandırma aygıtı eski ve biraz gü­ rültülüydü .• Gördünüz mü? Havalandırma aygıtı özelliğini, eşi benzeri bulunmayan kimliğini yitirdiği için oda da bu­ lanıklaşmıştır. önceki kadar net göremezsiniz odayı. Gerçekliği azalmıştır. VE ECER ORTAMiN GERÇEKLİCİ AZALIRSA, BU ORTAMA YERLEŞTİRDİCİNİZ İNSANLARIN DA İNANILIRLIKLARI VE İLGİNÇLİKLERİ AZALIR.


1 hate to come across a whole sentence in caps when 1 am reading something. But here, it is of such impor­ tance, and so frequently misunderstood and neglected, 1 inflict caps upon you with no apology. The environ­ ment can seem real only when the reader has helped to construct it. Then he has an ownership share in it. If the air conditioner is unique, then the room is unique, and the person in it is real. What item to pick? There is no rule. Sometimes you can use a little sprinkling of realities, a listing of little items which make a room unique among all rooms in the world: A long living room with one long wall paint­ ed the hard blue of Alpine sky and kept clear of prints and paintings, with a carved blonde behemoth piano, its German knees half-bent under its oaken weight, and with a white Parsons table covered by a vivid col­ lection of French glass paperweights. 1 trust the reader to finish the rest of that room in his head, without making any conscious effort to do sa. The furnishings will be appropriate ta his past obser­ vations. How to make an object unique? (Or where do 1 find the colored paper for the rooster?) Vocabulary is one half the game, and that can come only from constant, omnivorous reading, beginning very early in life. If you do not have that background, forget all about trying ta write fiction. You'll save yourself brutal disappoint­ ment. The second half of the game is input. All the re­ ceptors must be wide open. You must go through the world at all times looking at the things around you. Texture, shape, style, color, pattern, movement. You must be alert to the smell, taste, sound of everything you see, and alert to the relationships between the aspects of objects, and of people. Tricks and traits and habits, deceptive and revelatory. There are people who have eyes and cannot see. 1 have driven friends through country they have never seen before and have had them pay only the most cur­ sory attention to the look of the world. Trees are trees, houses are houses, hills are hills-to them. Their in­ puts are all turned inward, the receptors concemed on­ ly with Self. Self is to them the only reality, the only uniqueness. Jung defines these people in terms of the ·r and the •Not 1. * The ·r person conceives of the world as being a stage setting for Self, to the point where he cannot believe other people are truly alive and active when they are not sharing that stage with Self. Thus nothing is real unless it has a direct and spe­ cific bearing on Self. The writer must be a Not-L a person who can see the independence of all realities and know that the val­ idity of object or person can be appraised and used by different people in different ways. The writer must be the observer, the questioner. And that is why the wri­ ter should be wary of adopting planned eccentricities of appearance and behavior, since, by making himself the observed rather than the observer, he dwarfs the volume of input he must have to keep his work fresh.

Okuduğum bir metinde tümü büyük harflerle yazıl­ mış bir tümce görmekten nefret ederim. Ancak, konu o kadar önemli ve o kadar sık yanlış anlaşılıp gözardı edi­ liyor ki, hiçbir özür dilemeden büyük harflerle yazıyo­ rum. Ortam, yalnızca okuyucu onun oluşturulmasına yardım ettiği zaman gerçek görünebilir. O zaman yara­ tılan şeyde onun da payı var demektir. E ğer havalan­ dınna aygıtı benzersizse, oda da benzersizdir ve için­ deki kişi gerçektir. Hangi eşyayı seçmeli? Herhangi bir kural yoktur. Ba­ zen, bir odayı dünyadaki tüm odalar içinde eşsiz yapan gerçekliklerin küçük bir tutamını, küçük eşyaların bir listesini kullanabilirsiniz: Alplerdeki gökyüzünün ko­ yu mavi rengine boyanmış ve üzerinde resim ve tablo­ lar olmayan uzun bir duvarın bulunduğu büyük bir oturma odası. İçinde oymalı açık sarı renkte, Alman işi ayakları ağırlığı altında yarı kıvrılmış, meşe ağacından yapılmış kocaman bir piyano, ve Fransız mah bir sürü cıvıl avıl cam kağıt ağırlıkların bulunduğu beyaz bir Parsons masa var. Okuyucunun, bilinçli bir çaba göstermeksizin, bu odanın geri kalan kısmını kafasında tamamlayacağına inanıyorum. Mobilyalar, onun geçmişteki gözlemleri­ ne uygun olacaktır. Bir nesne nasıl işsiz hale getirilir? (Ya da horoz için gereken renkli kağıdı nereden bulurum?) Birinci kural sözcük dağarının geniş olmasıdır ve küçüklükten baş­ layan sürekli ve oburca bir okumayla elde edilebilir an­ cak. E ğer böyle bir birikiminiz yoksa öykü yazmaya ça­ lışmaktan vazgeçin. Aamasız bir düşkırıklığından kur­ tulmuş olursunuz. İkinci kural ise bilgilenmedir. Bütün alıcılar sonuna kadar açık olmalıdır. Sürekli olarak çev­ renizdeki şeylere bakarak dünyayı gözden geçirmelisi­ niz. Yapı, biçim, üslup, renk, örnek, hareket. Gördüğü­ nüz her şeyin tadına, kokusuna, sesine karşı duyarlı ol­ malısınız: Nesnelerin ve insanların görünümleri ara­ sındaki ilişkilere karşı uyanık olmalısınız. Yanıltıcı ve açıklayıcı hileler, özellikler ve alışkanlıklara karşı uya­ nık olmalısınız. Gözleri olup da göremeyen insanlar vardır. Arkadaş­ larımı kırlarda, daha önce görmedikleri yerlerde ara­ bayla gezdirdim ve dünyaya yalnızca şöyle bir göz at­ malarını sağlamayı başarabildim. Onlara göre ağaçlar ağaç, evler ev, tepeler de tepedir .Onların bilgilenmeleri tümüyle içeriye dönük, bütün alıcıları yalnızca Ben'e yöneliktir. Onlar için tek gerçeklik, benzersiz olan tek şey Ben'dir. Jung, bu kişileri, •sen• ve •Başkaları· di­ yenler olarak tanımlar. ·sen• diyen kişi, dünyayı Ben için kurulmuş bir sahne olarak algılar; öyle ki diğer in­ sanlar bu sahneyi Ben ile paylaşmadıkları zaman bu in­ sanların gerçekten yaşadıklarına ve canlı olduklarına inanamaz. Sonuç olarak, Ben'le doğrudan ve belirgin bir ilişkisi olmayan hiçbir şey gerçek değildir. Yazar, ·saşkaları* diyen, tüm gerçekliklerin bağım­ sızlığını görebilen ve nesne ya da kişinin geçerliliğfoin farklı insanlar tarafından farklı biçimlerde değerlendi­ rilip kullanılabileceğini bilen bir kişi olmalıdır. Yazar, gözlemleyen ve soru soran bir kişi olmalıdır. Ve bu ne­ denle yazar, görünüm ve davranışla ilgili olarak tasar­ lanmış gariplikleri benimsemekten kaçınmalıdır çünkü kendini gözlemciden çok gözlemlenen yapmakla, yazar yapıtını canlı tutması için gereken bilgilenme oylumu­ nun gelişmesini engeller.

119


Now we will assume you have the vocabulary, the trait of constant observation plus retention of the tell­ ing detail. And at this moment-if 1 am not taking too much credit-you have a new appraisal of the creative relationship of writer and reader. You want to begin to use it. The most instructive thing you can do is to go back over past work, published or unpublished, and find the places where you described something at length, in an effort to make it unique and special, but somehow you did not bring it off. (1 do this with my own work oftener than you might suppose.) Now take out the subjective words. For example, 1 did not label the air conditioner as old, or noisy, or bat­ tered, or cheap. Those are evaluations the reader should make. Tell how a thing looks, not your evalua­ tion of what it is from the way it looks. Do not say a man looks seedy. That is a judgment, not a description. Ali over the world, millions of men look seedy, each one in his own fashion. Describe a cracked lens on his glasses, a bow fixed with stained tape, tufts of hair growing out ' of his nostrils, an odor of old laundry. This is a man. His name is Melvin. You built hirn out of scraps of bright construction paper and put him in front of the yellow oncoming truck. The semantics of image is a special discipline. Through it you achieve a reality which not only makes the people more real, it makes the situation believable, and compounds the tension. lf a vague gray truck hits a vague gray man, his blood on gray pavement will be without color or meaning. When a real yellow truck hits Melvin, man or rooster, we feel that mortal thud deep in some visceral place where dwells our knowledge of our own oncoming death. You have taken the judgment words out of old de­ scriptions and replaced them with the objective words of true description. You have taken out the things the reader can be trusted to construct for himself. Read it over. Is there too much left, or too little? When in doubt, opt for less rather than more. We ali know about the clumsiness the beginning wri t­ er shows when he tries to move his people around, how he gets them into motion without meaning. We ali did it in the beginning. Tom is in an office on one side of the city, and Mary is in an apartment on the other side. So we walked him into the elevator, out through the foyer, into a cab, ali the way across town, into another foyer, up in the elevator, down the corridor to Mary's door. Because it was motion without meaning, we tried desperately to create interest with some kind of ongo­ ing interior monologue. Later we learned that as soon as the decision to go see Mary comes to Tom, we need merely skip three spaces and have him knocking at Mary's door. The reader knows how people get across

120

Artık, sözcük dağarına, sürekli gözlem ve etkili ay­ rıntıları anımsama özelliğine sahip olduğunuzu varsa­ yıyoruz. Ve - eğer gereğinden fazla güvenmiyorsam - şu anda yazar ve okuyucu arasındaki yaratıcı ilişkiyi yeni bir gözle değerlendiriyorsunuz. Bunu da kullan­ maya başlamak istiyorsunuz. Yapableceğiniz en öğretici şey, ister yayımlanmış is­ ter yayımlanmamış olsun, önceki çalışmaların üzerin­ den geçerek bir şeyi eşsiz ve özel kılmak çabasıyla uzun uzadıya betimlediğiniz ancak her nedense başarılı ola­ madığınız yerleri bulmaktır. (Bu yöntemi kendi çalış­ malarım üzerinde sandığınızdan daha sık uygularım. ) Şimdi öznel sözcükleri çıkartın. Sözgelimi, havalan­ dırma aygıtını eski, gürültülü, yıpranmış ya da ucuz olarak nitelemedim. Bunlar okuyucunun yapması ge­ reken değerlendirmelerdir. Bir şeyin nasıl göründüğü­ nü anlatın, nasıl göründüğüne ilişkin kendi değerlen­ dirmenizi değil. Bir adamın kılıksız olduğunu söyleme­ yin. Bu bir yargıdır, bir tanımlama değil. Dünya üze­ rinde milyonlarca kişinin her birinin kendince kılıksız bir yanı vardır. Gözlük camındaki bir çatlağı, lekeli bir bantla tutturulmuş papyonu, burun deliklerinden dı­ şarıya taşmış kıl saçağını, kirli çamaşır kokusunu be­ timleyin. Bu bir insandır. Adı Melvin'dir. Onu parlak renkli çi­ zim kağıdı parçalarından oluşturdunuz ve yaklaşmak­ ta olan sarı renkli kamyonun önüne yerleştirdiniz. Görüntüsel anlam özel bir disiplindir. Onun sayesin­ de yalnızca insanları daha gerçek yapmakla kalmayıp durumu inanılır hale getiren ve ilgiyi canlı tutan bir gerçekliğe ulaşırsınız. Eğer belirsiz gri renkli bir kamyon belirsiz kır saçlı bir adama çarparsa, adamın gri kaldırımdaki kanı renksiz ve anlamsız olacaktır. Sarı renkli gerçek bir kamyon (ister insan ister horoz olsun) Melvin'e çarptığı zaman, yaklaşmakta olan ken­ di ölümümüze ilişkin bilgimizin bulunduğu içimizin derinliklerinde o ölümcül tok gürültüyü duyumsarız. Eskiden yazmış olduğunuz betimlemelerden yargı belirten sözcükleri çıkardınız ve onların yerine gerçek betimlemenin nesnel sözcüklerini koydunuz. Okuyu­ cunun kendi başına tamamlayabileceğine inandığınız şeyleri çıkarttınız. Baştan okuyun. Geriye çok fazla mı yoksa çok az şey mi kalmış? Eğer karar veremiyorsanız eklemek yerine çıkartmayı yeğleyin. Yazmaya yeni başlayan bir yazarın kişilerini etrafta dolaştırmaya çalışırken gösterdiği beceriksizliği, kişi­ lerine ni!sıl anlamsız hareketler yaptırdığını hepimiz biliriz. Başlangıçta bunu hepimiz yaptık. Tom, kentin bir tarafındaki bir bürodadır, Mary ise kentin diğer ta­ rafındaki bir apartman dairesindedir. Tom'u asansöre götürdük, çıkış kapısından geçirerek bir taksiye bindir­ dik, kenti boydan boya geçirdikten sonra bir başka giriş kapısından sokarak asansöre bindirdik, koridorda yü­ rüterek Mary'nin kapısının önüne getirdik. Bu anlam taşımayan bir hareket olduğu için süregiden bir iç ko­ nuşmayla umutsuzca ilgi yaratmaya çalıştık. Daha sonra öğrendik ki, Tom gidip Mary'yi görmeyi karar­ laştırır kararlaştırmaz, yapmamız gereken şey yalnızca biraz genişçe ara vererek Tom'a Mary'nin kapısını çal­ dırmak. Okuyucu kişilerin kentleri boydan boya nasıl


cities, and get in and out of buildings. The reader will make the instantaneous jump. So it is with description. The reader knows a great deal. He has taste and wisdom, or he wouldn't be read­ ing. Give him some of the vivid and specific details which you see, and you can trust him to build all the rest of the environment. Having built it himself, he will be that much more involved in what is happening, and he will cherish and relish you the more for having trusted him to share in the creative act of telling a story.

geçtiklerini, binalara nasıl girip çıktıklarını bilir. Oku­ yucu bu boşluğu kendisi doldurur. İşte betimleme budur. Okuyucu çok şey bilir. Beğeni­ ye ve akla sahiptir, zaten öyle olmasa okumazdı. Ona görebildiğiniz canlı ve belirgin ayrıntıların bazılarını verin; geri kalanları onun kendisinin oluşturacağına güvenebilirsiniz. Ortamı kendisi oluşturduktan sonra olaya çok fazla katılacaktır ve bir öykü anlatmanın ya­ ratıcı eylemine katılmasında ona güvendiğiniz için size daha fazla yakınlık duyacak ve okuduğu şeyden daha fazla ZE:vk alacaktır.

Çeviri: Hüseyin DERMiŞ

ALIŞTIRMALI İNGİLİZCE DİLBİLGİSİ Alıobrmalı İngilizce Dilbilgisi, İngilizcenin günümüzdeki kullanımına ilişkin sade, kısa, özlü dilbilgisi açıklamalan ve işlenen her konuyu izle­ yen alıştırmalan ile İngilizce öğrenenlere çok yararlı olacak bir kitaptır. Kitapta, sayısı 3250'yi aşan özgün alıştırma cümleleriyle çoğu gündelik dilde kullanılan zengin bir örnek demeti sunulmaktadır. Ki­ tabın sonunda verilen kuralsız eylemler listesi, alıştırma cevap anahtan, İngilizce ve Türkçt; dizinler ile kitapta kullanılan başlıca kavramlann Ingilizce ve Türkçe karşılıkları kitaba ayn bir değer katmaktadır. Bu yönleriyle Alıobrmalı İngilizce Dilbilgisi okullarımız­ da yardımcı ders kitabı olarak kulla­ nılabileceği gibi kendi başına İngi­ lizce çalışmak isteyenlerin de yanıbaşlarından ayırma­ yacakları bir kaynak oluşturmaktadır.

ALIŞTIRMALI İNGİLİZCE DİLBİLGİSİ

i- �. �, ıı

Beyoğlu-İstanbul Tel: 145 24 53-145 24 79 G M SPANKIE

149 76 86-1 49 71 43

ıclT..vl A.f.


OEDIPUSS : OR, THE PRACTICE AND THEORY OF NARRATIVE *

OİDİPUS: YA DA ANLATI KURAMI VE UYGULAMASI *

Guess Wlrnt Happened ?

Bilin Bakalım Ne Oldu ?

a short story

kısa öykü

l

TıKA

f anybody has forgotten anything;said Dorothy, as their heavily laden car drew away from the house and headed for the motorway, 'say so now, or for ever hold your peace. ' 'Will w e be i n time for the ferry?' said Susan, the 5 youngest of the three children on the back seat. 'We shall if we don't have to go back to turn off the bathroom tap, ' said her mother. Last year it had been the bathroom tap. The year before that, someone had broken a window j ust as 1 0 they were leaving. And the year they went camping, they left a dozen tins of cat food behind for Ollie, but took the tin-opener away with them, to the considerable inconvenience of the neighbo­ urs who came in to feed their pet. Holiday de r,ar- 1 5 tures were always occasions of stress and error. But this year', said Dorothy, 'we seem to have got away without a hitch. Touch wood . ' She tapped the dash­ board fascia. 'That's plastic,' observed her husband, Adrian, who was driving. 'Never mind,' said Dorothy, Tm not supersti­ tious. By the way, what on earth were you doing half an hour ago? 1 looked out of the front bedroom window and saw you tearing off up the road in the car, and then about ten minutes later 1 looked out of the back bedroom window and you were in the gar­ den, digging.' '1 '11 teli you later,' said Adrian. 'That sounds suspicious, ' said his eldest, Jonathan. 'What happened, Daddy?' said Rosemary, the middle child. 'Try and guess, ' said Adrian. 'lt'li pass the time on the journey. Scene üne: man dashes out of house, jumps into car loaded with holiday gear and drives off like a bat out of heli. Scene Two, ten minutes la ter, same man is observed digging in his back gar­ den . Now what connection could there be between the two events?' Nobody could guess, but Adrian refused to teli them the answer, and after a while they grew bored with the game and forgot ali about it. Not until they were _d riving back towards home three weeks later did he remind them. The car was much less heavily laden now because most of their luggage had been stolen during a stop in Versailies. Jonathan's arm was in a sling, Dorothy could not see properly be·

• L odgf. LJavıd. Worki n g W i t lı Stnıct u ra l i sııı. lfo u tlerlse nı ırl l\fgaıı l'a ul. 1 98 1

122

20

25

10

15

40

basa doldurulmuş arabaları evden ayrılıp anayola yöneldiğinde, ·tçinizden biri herhangi bir şey unuttuysa,• dedi Dorothy, •ya şimdi söylesin ya da sonsuza dek tutsun dilini.• ·vapura yetişebilecek miyiz?• dedi arka koltukta otu­ ran üç çocuğun en küçüğü Susan. •Banyo musluğunu kapatmak için geri dönmek zo­ runda kalmazsak yetişiriz,• dedi annesi. Geçen yıl banyo musluğuydu. Ondan önceki yıl, tam yola çıkacaklarken biri bir cam kırmıştı. Kamp kurmaya gittikleri yıl Ollie için tam on iki kutu kedi maması bı­ rakmışlar ama konserve açacağını kendileriyle birlikte götürmüşlerdi. Bu da kedilerini doyurmaya gelen kom­ şuların işini oldukça güçleştirmişti. Her tatile çıkışla­ rında gergin oluyorlar, olmadık yanlışlar yapıyorlar­ dı." Ama bu yıl,• dedi Dorothy, "bir terslik olmadan pa­ çayı kurtardık galiba. Tahtaya vurun.• Torpido kapağı­ nı tıklattı. "O plastik,• dedi arabayı kullanan kocası Adrian. "Olsun,• dedi Dorothy, "benim boş inanlarını yoktur. Ha s!lhi, yarım saat önce ne yapıyordun sen allah aşkı­ na? Öndeki yatak odasının penceresinden baktığımda arabaya atlayıp yolu paralarcasına gittiğini gördüm, on dakika kadar sonra arkadaki yatak odasının pencere­ sinden baktığımda ise bahçedeydin, toprağı kazıyor­ dun: "Sonra anlatırım,• dedi Adrian. "Ben bu işten kuşkulandım,• dedi en büyük çocuk Jo­ nathan. "Ne oldu baba?• dedi ortanca çocuk Rosemary. "Siz bulmaya çalışın," dedi Adrian. "Yolculuğun nasıl geçtiğini anlamazsınız. Sahne Bir: Adam evden fırlar, tatil eşyaları yüklü arabaya atlar ve arkasından şeytan kovalıyormuş gibi sürmeye başlar. Sahne İki: On daki­ ka sonra aynı adamın bahçeyi kazdığı görülür. Şimdi, bu iki olay arasında nasıl bir ilişki olabilirr Hiçbiri bulamadı ama Adrian doğru yanıtı söyleme­ mekte dire��i. Bir süre sonra oyundan sıkılıp konuyu unuttular. Uç hafta sonra eve dönmek üzere yola çıka­ na kadar da anımsatmadı orrlara Adrian. Bu kez araba­ nın yükü azalmıştı çünkü Versailles'da verdikleri bir molada bavullarının çoğu çalınmıştı. Jonathan'ın kolu askıdaydı, Dorothy lenslerini kaybettiği için doğru dü-

45

' Dni'ıd Lodgı"ıııı Working W i t h Structuralism (Routledge and Kegan Pa u l . 1 98 1 ) adlı yapı tıııdaıı a l ı ı ı ııııştır.


cause she had lost her contact lenses, and the two girls were covered from head to toe with an uniden- 50 tified rash. it had not been a very successful holi­ dav. ; You see,' said Adrian, ' half an hour before we were due to leave, 1 discovered that we hadn't enough cat food to leave behind for Ollie. So 1 jumped into the car and rushed off to the shops to get some more tins.Well, when 1 got back 1 found poor Ollie in the gutter, dead. He'd been run over. ' A wail of horror and grief rose from the back seat. ' Yo11 ran him over ! ' said Jonathan accusingly. ' Well, yes, l 'm rather afraid 1 did . ' said Adrian. 'On my way to the shops. Backed out of the drive a bit too fast for him, 1 suppose. Of course, he was getting old . . . Anyway, there was nothing to be done, except bury him in the back garden . ' At this point Susan began sobbing bitterly and raining blows on the back of her father's head, causing him to swerve off the road and into a ditch. 'No wonder this holiday was cursed, ' said Dorothy, as they sat on the grass verge waiting for the breakdown truck. ' Killing our own cat for starters. ' 'I thought you weren't superstitious,' said Adrian. 'Well, 1 mean, a black one, too, ' said Dorothy. 'By the way, what did you do with the cat food?' ' Buried it with Ollie . ' 'Wasn't that a ratner superstitious thing t o do?' 'I suppose it was,' said Adrian. ' Perhaps 1 should have thrown in a tin-opener. '

55

60

65

70

75

1 make no claims for the literary value o f the story reproduced above. 1 think it may seem less feeble when listened to than when read, because 1 wrote it for radio; but it did not apparently please the BBC producer to whom it was submitted, and as far as 1 know it was never broadcast. Shortly after 1 wrote it 1 had to prepare a talk for an academic audience on the theory of narra­ tive; and since the genesis and composition of this sto­ ry were fresh in mind, and the various versions it had passed through could be displayed in a small space, 1 decided to use it as an illustrative case, combining au­ thorial introspection with forma! analysis in the hope that this bifocal view of a narrative text might throw some light on the laws of narrative in general and liter­ ary narrative in particular. If a certain egotism is insep­ arable from such an exercise, 1 hope it will be mitigated by the manifest slightness of the text, in which no one could pretend to take great pride. For the purpose of the exercise, it is necessary only that the story should be 'well-formed' in the grammatical sense-i.e. accept­ able as a story by competent readers of, or listeners to, stories. That is as much as 1 am prepared to daim for 'Guess What Happened?'

rüst göremiyordu ve kızların ikisi de baştan ayağa ne idüğü belirsiz bir deri döküntüsü ile kaplıydı. Başarılı bir tatil olmamıştı bu. ·şimdi,• dedi Adrian, •yola çıkmamıza yarım saat ka­ la Ollie'ye biz dönene kadar yetecek kedi maması olma­ dığını gördüm. Arabaya atlayıp birkaç kutu daha al­ mak için çabucak çarşıya gittim. Geri döndüğümde za­ vallı Ollie'yi yağmur ızgarasının üzerinde ölü buldum. Çiğnenmişti.• Arka koltuktan bir dehşet ve acı çığlığı yükseldi. ·onu sen çiğnedin!• diyerek suçladı Jonathan. •ttmm, evet, korkarım öyle,• dedi Adrian. ·çarşıya giderken. Garaj yolundan onun kaçmasına fırsat ver­ meyecek kadar hızlı çıktım sanırım. Tabii yaşlanıyordu da . . . Neyse, onu arka bahçeye gömmekten başka çare kalmamıştı. • B u noktada Susan acı acı hıçkırarak babasının ensesi­ ne yumruklar yağdırmaya başladı ve Adrian'a arabanın kontrolunu kaybettirip yol kenarındaki bir hendeğe düşmelerine neden oldu. •Bu tatilin lanetli olmasına hiç şaşmamalı,• dedi Do­ rothy, yol kenarındaki çimenlerin üzerinde oturup çe­ kicinin gelmesini beklerlerken ·oaha yola çıkmadan kendi kedimizi öldürmüşüz.• ·senin boş inanlarının olmadığını sanıyordum,• dedi Adrian. ·Evet ama bu kara kedi,• dedi Dorothy. •sahi, kedi mamalarını ne yaptın?' ·ome ile birlikte gömdüm." "Bu senin de boş inanlarının olduğunu göstermiyor mu?" ·sanırım öyle," dedi Adrian. •Belki konserve açacağı­ nı da birlikte gömmem gerekirdi." Yukarıda anlatılan öykünün yazınsal değeri konu­ sunda hiçbir iddiam yok. Belki dinlendiği zaman okun­ duğundan daha iyi bir öykü gibi görünebilir, çünkü onu radyo için yazmıştım. Ama görünüşe göre öyküyü kendisine verdiğim BBC yapımcısının da hoşuna git­ memiş, bildiğim kadarıyla hiçbir zaman yayınlanmadı. Bu öyküyü yazışımdan kısa bir süre sonra akademik bir topluluk için anlatı kuramı üzerine bir konuşma hazır­ lamam gerekti ve bu öykünün doğuşu ile yazılışı daha zihnimde taptaze durduğu için ve geçirdiği evreler faz­ la yer tutmadan gösterilebileceğinden örnek olarak onu kullanmaya karar verdim. Hem yazarı olarak anla­ tacağım hem de ciddi bir irdelemesini yapacağım öykü­ ye uzaktan ve yakından bu ikili bakışın genel olarak an­ latı, özel olarak da yazınsal anlatı kurallarına ışık tuta­ cağını umuyordum. Böyle bir uygulamada zorunlu ola­ rak bir bencillik bulunsa da umarım bu, eldeki metnin kimsenin onunla böbürlenmesine meydan vermeyen önemsizliğiyle dengelenecektir. Böyle bir uygulama için öykünün yalnızca gramatik anlamda "iyi kurul­ muş• olması, yani deneyimli okuyucular ve d inleyiciler tarafından bir öykü olarak kabul edilebilir olması gere­ kir. "Bilin Bakalım Ne Oldur da varolduğunu söyleye­ bileceğim tek şey budur.

123


The source of the story was an anecdote which 1 heard in the senior common room at the University of East Anglia. A number of people were sitting around drinking coffee, and the conversation had turned to cats, and the problems of caring for pets at holiday times. üne of our number told the story of a friend who, just as her family were about to depart for their annual holiday, looked out of the window of the front bedroom of her house and saw her husband driving off up the road in a great hurry, then a few minutes later looked out of the back bedroom window and was sur­ prised to see her husband digging in the garden. 'What had happened', explained the narrator, 'was that her husband had discovered there wasn't enough cat food t o leave behind for the neighbours to feed the cat with, so he rusted off to the shops to get some more, and when he got back he found that he'd ruıı over the cat. So he had to take it into the back garden and bury it.' 1 cannot swear that these were her exact words, but this was the full narrative content of the sto­ ry as far as 1 can remember. Ali of us present thought it was very funny, and also poignant. When, a few months later, the producer of a radio magazine pro­ gramme invited me to write a piece of fiction that would not take more than four minutes to read aloud, it seemed a promising subject for a very short story. in comparing the donnee of the story with the writ­ ten text in ali its various stages (reproduced in the Ap­ pendix), the first and most obvious point to emerge is the difference between telling a ' true story' and pro­ ducing a literary fiction. This difference can be broken down into differences of context and of motivation. The context of the telling of the original anecdote was real life as guaranteed by the physical presence of the narrator, whose human personality imparted to the story much of its persuasive force, and compensated, as it were, for t h e lack of specificity concerning the ac­ tors in the story. The motivation of the original anec­ dote was to contribute to a conversation about pets, holidays, ete., with a 'capping' effect. (No one could cap this story and it brought the conversation to an end.) The same effect can operate in literary fictions with multiple stories and story-tellers (e.g. Tire Dcca111cro11, Tlır Cantrrbııry Ta/es) but it is never the primary motivation, attributable to the implied author of the whole work. To turn an anecdote into a literary fiction is axiomati ­ cally t o deprive it o f i t s original motivation and context­ ual support, and therefore the aut hor is obliged to sup­ ply alternative means of support that will be internal to the text. The first obvious way of doing this is to give the characters names, a certain amount of psychologi­ cal and behavioural individuality (very minimal, in this example, because of its extreme brevity), and to fiil out the basic action which gives rise to the story (here, Go­ ing on Holiday) with some detail. The purpose of these moves is to overcome the initial resistance and inertia of the reader or listener ( whose posture is quite unlike that of the already 'warmed-up' audience of the origin­ al anecdote) and to create an illusion of reality so that the reader/listener can get interested in the story, and believe in its plausibility, without any external authen­ tication. in short, to give the narrative what French cri­ tics cali vraisc111b/a11cc. 124

Öykünün kaynağı, East Anglia Üniversitesinin me­ zuniyet sonrası öğrencileri ile hocalanrun dinlenme sa­ lonunda duyduğum bir olaydı. Bir grup insan oturmuş kahve içiyordu ve konu kedilere ve tatillerde ev hay­ vanlarının bakım sorunlarına gelmişti. Gruptakilerden biri, tam yıllı k tatillerine çıkmak üzereyken, evlerinin öne bakan yatak odasının penceresinden kocasının aceleyle arabaya binip uzaklaşhğını, birkaç dakika son­ ra da arka yatak odasının penceresinden bakhğında bahçeyi kazdığını görüp şaşıran bir arkadaşının öykü­ sünü anlath. •tşin aslı şuydu,• diye açıkladı anlatan ki­ şi. •Kocası, komşulara kediyi doyurmaları için bırakıla­ cak kedi mamasının yeterli olmadığını görmüş ve biraz daha almak için çarşıya koşmuştu. Geri döndüğünde kediyi ezmiş olduğunu görmüştü. Hayvanı arka bahçe­ ye götürüp gömmesi gerekmişti. •oıayı anlatan kişinin aynen bu sözcükleri kullandığına yemin edemem ama anımsadığım kadarıyla öykünün içeriği bu kadardı. Hepimiz bu öykünün çok komik, aynı zamanda da do­ kunaklı olduğunu düşünmüştük.Birkaç ay sonra, bir radyo magazin programı yapıması, okunması dört da­ kikadan fazla sürmeyecek bir öykü yazmamı istediğin­ de bu olay kısa bir öykü için iyi bir konu gibi göründü bana. Öyküye kaynaklık eden olay ile yazılı metnin (ekte gösterilen) çeşitli aşamaları karşılaşhrıldığında, ortaya çıkan ilk ve en belirgin nokta •gerçek bir öykü• anlat­ mak ile yazınsal bir öykü ortaya çıkartmak arasındaki farktır. Bu fark bağlam farklılıkları ve gerekçe farklılıkları olarak ayrıştırılabilir. Kaynak öykünün anlatıldığı bağ­ lam, kişiliği ile öyküye inandırıcılık kazandıran ve öy­ küdeki kişilerin belirlenmeyişini mazur gösteren anla­ tıcının bizzat orada bulunmasıyla garantiye alınmış olan gerçek yaşamdı. Kaynak öykünün gerekçesi ise, ev hayvanları, tatiller, vb. konusundaki bir sohbete •ta­ mamlayıa• bir etki yapacak bir şeyle katkıda bulunma isteğiydi. (Nitekim bu öykünün yarattığı etkiyi aşacak başka bir şey bulunamadığından sohbet böylece sona ermişti.) Decameron ve Canterbury Masalları gibi içinde birden fazla öykü ile öykü anlatıcı bulunan yazın yapıt­ larında da aynı etki kullanılabilir, ancak hiçbir zaman yazarın yapıtının ana amacının bu etkiyi yaratmak ol­ duğu söylenemez. Gerçek bir öyküyü yazınsal bir öyküye dönüştür­ mek, onu doğal olarak gerçek bağlamının desteğinden ve gerekçesinden yoksun bırakmak demektir ve bu yüzden yazar öyküsünü destekleyecek olan şeyleri met­ nin içinde bulunan başka yollardan sağlamak zorunda­ dır. Bunu yapmanın ilk ve en bilinen yolu kişilere birer ad ile psikolojik açıdan ve davranış açısından bir parça bireysellik vermek (bu örnekte öykünün kısalığı yü­ zünden çok az tutulmuştur) ve öykünün anlahlmasına gerekçe oluşturan eylemi (burada Tatile Çıkış) biraz ayrıntı ile göstermektir. Bütün bunların amaa, okuyu­ cunun ya da dinleyicinin (ki bunlar kaynak öykünün önceden 'ısınmış' olan dinleyicilerinden çok farldıdır) başlangıçtaki direncini ve miskinliğini dağıtmak ve, öykünün gerçekliğine ilişkin dışarıdan bir yardım ol­ maksızın, okuyucu/dinleyicinin öyküye ilgi duymasını ve olabilirliğine inanmasını sağlamakhr. Kısaca, anlah­ lana Fransız eleştirmenlerin vraisemblance dedikleri özelliği kazandırmaktır.


The second thing that has to be done to turn an anec­ dote into a literary fiction is to provide it with a motiva­ tion - an answer to the reader's potential question: ' What's the point?' This is usually more difficult than providing ı•raisemblaııce, but in this case the original anecdote already had an inherent literary motivation which might be expressed as the theme of lrony of Fate. it was the way in which the symmetrical structure of the anecdote mirrored its ironic content-the man who, going out to get food for his pet, returns to find that he has killed it-which had caught my fancy in the first place. in the original anecdote, too, the basic ironic contrast between intention and performance was mir­ rored in the wife's puzzled observation of her hus­ band's strange behaviour, first from the front of the house and then at the back. The anecdote, in short, in­ volved enigma as well as irony, and of course this is a very powerful combination in narrative. The postpone­ ment of the recognition of irony by enigma gives the eventual discovery additional force, and affords the reader the pleasure of being vicariously in a state of un­ certainty which, however, carries no practical conse­ quences for him (as it does for the characters), and which he is confident of having resolved by the end of the narrative. in this respect, and others, my story corresponds to what Roland Barthes calls the lisible, or reader-oriented text. The composition of the story, and its modification through various drafts, could, then, be described as a process of trying to enrich the inherent literary motivation of the original anecdote, and mak­ ing ali the merely vraisemblable details contribute to that motivation. The combination of enigma and irony in the basic narrative raises the interesting question-who is to be the subject of the story: the husband or the wife? The original anecdote was, in telling, rather biased towards the wife's point of view (perhaps because the teller was herself a woman) and the emphasis was on enigma. in retelling the anecdote it would have been quite easy to make the husband the exclusive subject of the story, presenting it from his point of view, perhaps using him as a first person narrator. This would preserve the irony, but sacrifice the enigma, and impoverish rather than enrich the motivation. 1 do not think 1 ever consid­ ered such a treatment. From the first draft 1 was quite sure 1 wanted to preserve the double subject - which, given the very compressed dimensions of the story, meant that the narration would be essentially objec­ tive-impersonal in mode, conveying only information which was shared by husband and wife, information which was not shared being conveyed from one to the other by direct speech. in Gerard Genette's terms, the 'voice' of the story is authorial and the perspective common to husband and wife; but since the authorial narrator speaks in the same idiom as the characteıi (an effect sometimes called 'stylistic contagion') there is no significant aesthetic distance between voice and per­ spective in this story. My basic strategy in the first draft of the story ('MS' in the Appendix) was to extend the structure of the giv­ en anecdote in time, backwards and forwards. The de­ parture for the holiday is established as one of a set of departures, each one of which has been marked by

Gerçek bir öyküyü yazınsal bir öyküye dönüştürmek için yapılması gereken ikinci şey bir gerekçe - oku­ yucunun ·Neyi anlatmak istiyorr sorusuna bir yanıt bulmak olmalıdır. Genellikle bunu sağlamak vraisem­ blance sağlamaktan çok daha güçtür, ancak elimizdeki örnekte kaynak öykü Kaderin Oyunu diye adlandırıla­ bilecek böylesi bir gerekçeye zaten sahipti. Benim düş­ gücüme çekici gelen de öyküdeki ironik içeriğin öykü­ nün bakışımlı yapısında yansılanışı olmuştu - kedi­ sine yiyecek almaya çıkan adam geri döndüğünde onu öldürmüş olduğunu görür. Yine kaynak öyküde dü­ şünce ile eylem arasındaki karşıtlık, adamın karısının evin önce ön sonra da arka penceresinden kocasının garip davranışını gözlemesinde yansılanıyordu. Kısa­ ca, kaynak öyküde hem bir bilinmezlik hem de ironi vardı ve bu ikisinin bir arada bulunması güçlü bir etki yaratır. Bilinmezliğin ironinin anlaşılmasını geciktir­ mesi, öykünün sonunda varılan aydınlanmayı daha et­ kili kılar ve okuyucuya öykü kişilerinin yaşadığı şaş­ kınlığı tatma zevkini verir. Bu durum (öykü kişilerinin aksine) kendisi için herhangi bir somut sonuç doğur­ mamış ve okuyucu anlatının sonunda bu durumundan kurtulmuştur. Bu ve diğer bakımlardan, öyküm Roland Barthes'ın lisible ya da okuyucuya yönelik metin adını verdiği öykü tipine uymaktadır. O halde, öykünün ya­ zılışı ve geçirdiği tüm değişiklikler, kaynak öyküde za­ ten bulunan yazınsal gerekçenin beslenmesi ve yalnız­ ca vraisemb/amble olan ayrıntıların bu gerekçeye katkı­ da bulunacak biçimde kullanılması süreci olarak ta­ nımlanabilir. Temel anlatıdaki bilinmezlik ile ironi bileşimi öykü­ nün öznesi kim olacak? Adam mı, kansı mı? sorusunu gündeme getirmektedir. Kaynak öykü anlatıldığında, (belki anlatan kendisi de kadın olduğundan) daha çok kadının bakış açısına yatkın gibiydi ve bilinmezlik öge­ si vurgulanmıştı. Öyküyü yeniden anlatırken özne ola­ rak kocayı kullanmak, olayı onun bakış açısından an­ latmak ve belki de birinci tekil şahıs anlatıcı kullanmak çok kolay olurdu. Bu, ironiye zarar vermezdi ama bilin­ mezlik yok edilmiş olurdu ve gerekçeyi güçlendirmek yerine zayıflatırdı. Böyle bir anlatıcı kullanmayı dü­ şündüğümü hiç sanmıyorum. Daha ilk taslakta çifte özneyi elimde tutmak istediğimden emindim. Bu da, öykünün kısalığı düşünülürse, anlatının temelde nes­ nel-uzak türde olacağı, yalnızca kadın ile kocası tara­ fından paylaşılan bilgileri aktaracağı, ikisinin paylaş­ madığı bilgileri ise birinden diğerine dolaysız konuşma yoluyla anlatacağı anlamına geliyordu. Gerard Ge­ nette'in deyimiyle öykünün •sesi� yazarın, perspektifi ise kadın ile kocasınındır; ancak yazar-anlatıcı öykü ki­ şileri ile aynı dili konuştuğundan (kimi zaman •biçem­ sel bulaşma• adı verilen etki) bu öyküdeki ses ile pers­ pektif arasında önemli bir estetik uzaklık yoktur. Öykünün ilk taslağındaki (Ekteki ' İLK TASLAK') te­ mel stratejim elimdeki olayın yapısını zaman içinde bir ileri, bir geri genişletmekti. Tatil için evden aynlış, her biri bir terslikle damgalanmış bir dizi yola çıkıştan biri

125


some mishap (lines 14-22). By delaying the revelation of the solution to the enigma, the element of irony is doubled, since Dorothy thinks that tlıis holiday depar­ ture is an exception to the rule of mishap (3-4) but dis­ covers later that it was not. A note of hubris is thus in­ troduced at the beginning of the story, and acknowl­ edged by Dorothy in her reference to touching wood. i t is ominously a s well a s humorously ironic that there is no wood in the car. The element of enigma is heavily foregrounded by making Adrian turn Dorothy' s casual question into a riddle for his children, and postpone giving the answer; also by the title, which 1 decided on at this stage. What the first version does, in short, is to multiply the structural compenents inherent in the original source, and make them contribute to a the­ matic pattern: Irony of Fate. There is also an addition to the characters in the source - the children. 1 think 1 in­ troduced them in the first place in the interests of vrai­ semblance; but they proved to have a narrative function in the story which became steadily more important in the course of the various drafts. Even in the first draft, Adrian becomes a more isolated figure because of their presence, defined not only in terms of the opposition husband/wife, but also in terms of the opposition fa­ ther/family. The children emphasise his guilt by their questions (31-3) and accusations (55-60). Looking at the manuscript itself, 1 find a good deal of cancellation and revision of the passage around !ine 60 where Adrian, having confessed his deed, tries to mini­ mise his guilt. 1 was evidently not sure at this point what weight to give to this theme of guilt. This uncer­ tainty was probably connected to another problem, which continued to bother me right up to the final stage of revision: the question of how to end the story. 1 felt instinctively that to end the story where the original anecdote ended-with the solution of the enigma­ would be anticlimactic. The reason perhaps is that as the story stands at this stage, no coııseq ııeııces follow from Adrian's confession-its import is ali retrospec­ tive. 1 tried to get round this by what might be callt>d the device of the double ending. That is, in order to take some of the weight of expectation off your 'real' end­ ing, you carry on for a little and produce a second, rath­ er more muted and enigmatic punch-line to deflect possible criticism that the 'real' ending is too neat, or too predictable, or too banal. in this case 1 reverted, for my second ending, to the tin-opener joke (18-22). This had been introduced in the first place as a way of con­ veying to the reader that the family had a cat, and that they had to leave cat food behind when they went away on holiday, without giving away the fact that these items of information would be crucial to the solution of the enigma. This is a very familiar device in ali mystery stories: item A, which is a clue to enigma C, is disguised as an instance of B, thus permitting a later discovery that is both surprising and convincing. The little joke about the cat not being expected to open the tins him­ self was a mere decorative flourish, but in looking for my second punch-line 1 reverted to it: if it is humorous­ ly paradoxical to make a cat dependent for sustenance

1 26

olarak gösterilmiştir (15-23. satırlar). Bilinmezliğin aydınlanışı geciktirilerek ironi ögesi iki kez güçlendiril­ miştir, çünkü Dorothy bu tatilin artık kural haline gel­ miş olan tersliklerden payını almadığını düşünmekte­ dir (2-4) ama daha sonra öyle olmadığını öğrenir. Böylece daha başında öyküye kibir ögesi sokulmuş ve tahtaya vurmakla ilgili sözleriyle Dorothy'nin kendisi­ nin de bunun farkında olduğu belirtilmiştir. Arabada tahta bulunmayışı hem irkiltici hem de gülünç biçimde ironiktir. Bilinmezlik ögesi ise Adrian'ın Dorothy'nin rasgele sorusunu çocuklara yönelik bir bilmeceye çe­ virmesi ve yanıtı ertelemesiyle belirgin olarak ön plana çıkartılmıştır. Öykünün bu noktasında kararlaştırdı­ ğım başlığı da aynı işi görmektedir. Kısaca ilk taslakta yapılan, kaynak öyküdeki yapısal ögeleri çoğaltmak ve bunların tematik bir modele (Kaderin Oyunu) katkıda bulunmalarını sağlamaktır. Kaynak öyküdeki kişilere bir de ekleme yapılmıştır-çocuklar. Sanırım ilk ola­ rak onları öyküye vraisemblance kaygısıyla soktum an­ cak daha sonra, çeşitli taslaklarda anlatı bakımından giderek önem kazanan bir işlevleri olduğu ortaya çıktı. Yalnızca karı/koca karşıtlığı ile değil, baba/ailesi karşıt­ lığı ile de tanımlanan Adrian, daha ilk taslakta bile ço­ cukların varlığı nedeniyle daha da soyutlanmış bir kişi olarak çıkar ortaya. Çocuklar soruları (33-35) ve suçla­ maları (60-65) ile Adrian'ın suçunu vurgularlar. İlk taslağa baktığımda, Adrian'ın yaptığını itiraf et­ tikten sonra suçunu azaltmaya çalıştığı 66. satır sırala­ rında parçada bir çok silinti ve değişiklik yaptığımı gö­ rüyorum. Belli ki bu noktada bu suç temasına ne kadar ağırlık vereceğimi bilmiyordum. Bu kararsızlık büyük olasılıkla, düzeltmelerin en son aşamasına kadar beni aüşündüren bir başka soruna, öyküyü nasıl bitirece­ ğim sorununa bağlıydı. Sezgisel olarak, öykümün kay­ nak öykünün bittiği yerde-bilinmezliğin çözümü ile-sonlanmasının çok yavan olacağını biliyordum. Belki de bunun nedeni, bu aşamada öyküde Adrian'ın itirafından bir sonuç çıkmaması, bu itirafın yalnızca ge­ riye dönüp bakıldığında önem kazanmasıydı. Bu soru­ nu çifte son denilebilecek bir yolla çözümlemeye çalış­ tım. Yani, 'gerçek' sonun üzerinden beklentinin ağırlı­ ğını birazcık olsun kaldırmak için öyküyü biraz daha uzatır ve 'gerçek' sonun çok planlı, çok beklenen ya da çok banal olduğu yolundaki olası eleştirileri bertaraf et­ mek için, diğerinden daha az vurgulanmış olan gizemli bir başka son daha uydurursunuz. Bu öyküde ikinci son olarak konserve açacağı şakasına başvurdum (2023) .Konserve açacağı başlangıçta, bu bilinmezliğin çö­ zümünde son derece önemli olacakları sezdirilmeden, okuyucuya öyküdeki ailenin bir kedisi olduğunu ve ta­ tile çıktıklarında evde kedi maması bırakmaları gerek­ tiğini anlatmak için öyküye sokulmuştu. Bu, polisiye öykülerin kullandığı çok bildik bir yöntemdir: C bilin­ mezliğini açıklığa kavuşturacak olan A ögesi B'ye iliş­ kinmiş gibi gösterilir, böylece sondaki aydınlanma da­ ha şaşırtıcı ve daha inandırıcı kılınır. Kedinin yiyecek kutularını kendisinin açmasının beklenemeyeceği ile ilgili şaka yalnızca öyküyü süslemek için kullanılmıştı ama ikinci sonu ararken bu şakaya geri döndüm: eğer bir kediyi ağzı kapalı teneke kutulardaki yiyeceğe ba-


upon food sealed in tins, it is stili more paradoxical, in­ deed irrational, to supply a dead cat with tinned food. Adrian, pressed by Dorothy, says he does not know why he buried the tins of food with the cat. Dorothy suggests a quasi-religious, ritualistic motive which Adrian in the MS seems to parody rather than endorse with his reference to a tin-opener. This repetition of reference to the tin-opener may be said to illustrate an­ other characteristic feature of literary narrative, the principle of economy-of making one semantic unit per­ form more than one function. it stili made what seemed to me a r_ather lame ending to my story. The next ver­ sion of the story ('1 st TS'in the Appendix) modified the treatment of the solution of the enigma in two respects. Firstly, Adrian's explanation that he was digging in the back garden because he was burying the cat is brought forward from after Susan's assault to before-1 think on the grounds that the reader would instantly guess that this was the case as soon as Adrian confessed to killing the animal. Secondly, there is a significant modifica­ tion to Adrian's speech at lines 60-64 in the MS. This now reads (lines 59-62 in the 1 st TS): Conscious of a shocked and reproachful silence in the car, he added: 'I was pretty upset at the time, l can teli you. 1 mean, it's no way to start a holiday, running over your own cat, a black one, too . ' Before writing this 1 had not given any thought to the colour of the cat. The motivation for doing so now was, l think, to emphasise Adrian's moral isolation. Having made his confession, he finds that the moral disappro­ val of his family is more intense than he had anticip­ ated. Trying to excuse himself or mitigate the offence, he merely adds to it. He claims to have been upset by the discovery that he had killed the cat, but when he says, 'a black one, too', he reveals that his regret is purely selfish (fear of incurring bad luck) and he re­ duces the family pet to the status of a mere object or fetish. it is this callous phrase which triggers off Susan's violent raction. But this phrase about the black cat now exerted a fatal fascination on me, by suggesting a new motivation for the whole story, namely Nemesis, the working out of a curse. Suppose Adrian's misgivings should have been spectacularly confirmed by events during the holiday, and then further confirmed immediately after he made his confession? The second typescript revised the story in this way. The passage beginning at line 42 in the first typescript was changed to read: 'The car was much less heavily laden now because they had had most of their luggage stolen in France. Jonathan's arm was in a sling, ete . ' This seemed to me a great improvement on the grounds of economy, since it replaced a passage of rather inert realistic detail (sand, shells, orange peel,etc.) designed merely to signify Homecoming from Holiday. in this version,Adrian's reflection about the cat being black is postponed to provide the second

ğımlı kılmak gülünç bir aykırılıksa, ölü bir kediye kon­ serve yiyecek bırakmak ondan daha da aykın, hatta akıldışı bir iştir. Dorothy'nin kendisini sıkıştırması üzerine Adrian neden yiyecekleri de kedi �e birlikte gömdüğünü bilmediğini söyler. Dorothy iLK TAS­ LAK'ta, Adrian'ın onaylamaktan çok konserve açaca­ ğına gönderme yaparak alaya aldığı yarı dinsel ve ritüel bir neden ileri sürer. Konserve açacağının öyküde bir­ kaç kez kullanılmasının yazınsal anlatının bir başka özelliğini, bir anlam ünitesine birden fazla işlev kazan­ dırma demek olan az sözle çok şey söyleme ilkesini ör­ neklediği söylenebilir. Yine de öykünün sonu hala ak­ sıyordu . Bundan sonraki taslak (Ekte 1. DAKTİLOLU TAS LAK) bilinmezliğin çözümünün ele alınışını iki bakımdan değiştirdi. Birincisi, Adrian'ın arka bahçeyi kediyi gömmek için kazdığını açıklaması Susan'ın sal­ dırısından sonraki konumundan daha öne alınmıştır­ sanırım okuyucu Adrian'ın hayvanı öldürdüğünü itiraf etmesi üzerine bahçeyi kazışının nedenini hemen anla­ yacağı için. İkinci olarak, Adrian'ın İLK TASLAK'ta 66-68. satırlar arasındaki konuşması önemli ölçüde değiştirilmiştir. O satırlar şöyle olmuştur. ( 1 . DAKTİ­ LOLU TASLAKTA 60-63 arası): Arabadaki dehşet dolu suçlayıa sessizliğirı bilincirı­ de olan Adrian, •inanın bana o zaman çok üzüldüm. İn­ sanın kendi kedisini ezerek bir tatili başlatması hiç de hoş bir şey değil. Hem de kara bir kedi; diye ekledi. Burayı yazana kadar kedinin ne renk olduğunu hiç düşünmemiştim. Bu aşamada düşünmem sanırım Adrian'ın ahlaki açıdan yalnız kalışını vurgulamak içindi. Yaptığı işi itiraf ettikten sonra Adrian, ailesi­ nin ahlaki tepkisinin bekl�diğinden çok daha sert olduğunu görür. Kendisini mazur göstermeye ya da suçunu hafifletmeye çalışırken onu daha da ağırlaş­ tırır. Kediyi öldürdüğünü anladığı zaman üzüldüğü­ nü ileri sürer ama •hem de kara bir kediw dediği za­ man üzüntüsünün tümüyle bencil bir duygudan (bunun uğursuzluk getireceği korkusundan) kay­ naklandığını ele verir ve ailenin beslediği hayvanı yalnızca bir nesne ya da fetiş durumuna indirgemiş olur. İşte Susan'ın şiddetli tepkisine yol açan bu düşünülmeden söylenmiş sözdür. Ancak kedinin kara oluşuna ilişkin bu söz artık beni müthiş büyülemeye başlamıştı, çünkü aklıma öykünün tümünü kapsayan yepyeni bir gerekçeyi, yani, lanetlenmek anlamına gelen Nemesis'i getir­ mişti. Adrian'ın kaygıları tatil sırasında ve daha sonra suçunu açıklamasının hemen ardından göste­ rişli bir biçimde doğrulansa ne olurdu? İkinci dakti­ lolu metinde öyküde bu açıdan düzeltmeler yaptım. İlk daktilolu metnin 41 . satırından başlayan kısmı şu şekilde değiştirdim : ·Bu kez arabanın yükü azal­ mıştı çünkü bavullarının çoğunu Fransa'da çaldır­ mışlardı. Jonathan'ın kolu askıdaydı, vb.w Bu bana az sözle çok şey söyleyebilme bakımından büyük bir gelişme gibi göründü çünkü yalnızca Tatilden Eve Dönüşü belirtmek için yazılmış sıkıcı ayrıntılar­ la dolu (kum, denizkabukları, portakal kabukları, vb.) bir bölümün yerini almıştı. Bu taslakta Adri­ an'in kedinin rengi ile ilgili düşünceleri öykünün ikinci sonunu oluşturması için geciktirilmiş, konser-

127


punch-line, and the second reference to the tin-opener is deleted. This, of course, constituted a considerable change in the motivation of the story. in this version, Adrian is the possessor of unwelcome knowledge of which the rest of the family is ignorant: that their holiday is cursed before it has properly begun. The action thus falsfies Dorothy's confidence that they had got away without a hitch, and also falsifies her scepticism about superstition. To emphasise this point, 1 added to her re­ mark Tm not superstitious' the words 'like you' (lines

22-3). 1 tried this version of the story out on my two teenage

children and as a result of a comment from one of them, 1 decided to change the name of the cat from Moggins to Ollie. Moggins, it seemed, was too arch, too Enid Blytonish a name. Ollie is a more individual, more hu­ man name, which makes the cat seem more like a mem­ ber of the family, and this strengthened the motivation for the children's shocked reaction at his death. 1 was beginning dimly to perceive, though 1 had not fully worked it out, that the story, like its source, was essen­ tially a story of filicide, rather than felicide, the cat be­ ing a kind of surrogate child; and that it had certain similarities with myths, like the Oedipus myth, which deal with the consequences of accidentally undervalu­ ing a blood-relationship. in this fonn, • then, the story was sent off to the BBC producer who had invited it. She was not very happy with the story, and had reservations, especially about the ending. She said that she found the punchline about the black cat a let-down. After some argument and thought 1 came to the conclusion that she was right, for two reasons: first, the new ending narrowed and limited the import of the story by seeming to en­ dorse a merely proverbial superstition about black cats. it implied that if the cat had not been black the family would have been ali right, whereas the earlier drafts of the story had suggested that a much deeper and more important taboo had been broken: the act of killing one 's own cat-a kind of filicide. Second, the new ending damaged the psychological consistency of the charac­ terisation of Adrian, who, if he had been truly supersti­ tious, would not have turned the killing of the cat into a rather heartless guessing game in the car. Perhaps because my thoughts were already turning towards the paper on narrative theory that would soon be due, 1 was more and more struck by similarities be­ tween my story and the Oedipus legend, a story which has fascinated narratologist from Aristotle to Levi­ Strauss. Oedipus, who leaves Corinth to avoid killing his father and marrying his mother, unknowingly com­ mits both these unnatural acts as a result of that depar-

A ,; tlıl'Clıa 11gc of tlıecat ';. ııaıııe is tlıe 011/_ıı differeııce tıetll'eeıı the seccoııf/ated i11 tlıe Appeııdi:r.

011d ııııd tlıird l_l/l'C>cripl>. tlıe_ıı lıaı•e tıeeıı

128

ve açacağından ikinci kez söz edilmesi ise metnin dışında bırakılmıştı. Elbette bu, öykünün gerekçesine adamakıllı bir değişiklik getiriyordu. Bu taslakta Adrian, ailenin diğer bireylerince bilinmeyen sevimsiz bir bilgiye sahiptir: tatillerinin daha doğru dürüst başlamadan lanetlenmiş olduğu bilgisine. Böylece eylem, Do­ rothy'nin bir terslik olmadan paçayı kurtarmış ol­ dukları inancını ve boş inanlar konusundaki alaycı­ lığını boşa çıkarır. Bu noktayı iyice vurgulamak için Dorothy'nin ·senim boş inanlarım yoktur• tümcesine ·seninkiler gibi• sözlerini ekledim ( 22.sa­ tır). Öykünün bu taslağını ergenlik çağındaki çocukla­ rım üzerinde denedim ve onlardan birinin önerisi üzerine kedinin Moggins olan adını Ollie olarak de­ ğiştirdim. Moggins biraz fazla muzur, fazla Enid Blytonumsu bir addı. Ollie ise kediyi ailenin bir üyesi gibi gösteren daha bireysel, daha insansı bir ad. Bu da öyküdeki çocukların onun ölümüne gös­ terdikleri dehşet dolu tepkiyi güçlendiriyordu. Gerçi henüz tümüyle ortaya çıkartmamıştım ama artık ya­ vaş yavaş öykümün, tıpkı ona kaynaklık eden öykü­ de olduğu gibi, temelde bir kedi öldürme değil, (ke­ di de bir tür çocuk sayılabileceğinden,) evlat öldür­ me öyküsü olduğunu; Oidipus gibi, rastlantısal ola­ rak bir kan akrabalığını gözden kaçırmanın doğur­ duğu sonuçları ele alan bazı söylencelerle belli ben­ zer noktalarının bulunduğunu anlamaya başlıyor­ dum. Benden öykü .!steyen BBC yapımcısına öykü bu biçimiyle gitti.• Oyküyü pek beğenmedi ve özellikle sonu konusunda bazı kaygıları vardı. Kara kediye ilişkin ikinci sonu çok gereksiz bulduğunu söyledi. Biraz tartışıp düşündükten sonra yapımcının iki bakımdan haklı olduğu sonucuna vardım: birincisi, bu yeni son, yalnızca deyişlerde kalmış olan bir boş inanı haklı çıkartıyormuş gibi görünerek öykünün anlamını daraltıyor ve sınırlıyordu. Sanki kedinin rengi kara olmasa ailenin başına bu işlerin hiçbiri gelmeyecekti gibi bir anlam çıkıyordu öyküden. Oy­ sa ilk taslaklarda, bir tür evlat öldürme olan insanın kendi kedisini öldürme eylemi ile çok daha köklü, çok daha _önemli bir tabunun çiğnendiği sezdiril­ mekteydi. ikinci olarak, bu yeni son Adrian'ın kişili­ ğindeki psikolojik tutarlılığı zedeliyordu, çünkü eğer Adrian gerçekten boş inanları olan biri olsaydı, ke­ diyi öldürme olayını arabada duygusuzca oynanan bir oyuna dönüştürmezdi. Belki de daha o zamandan aklım, kısa bir süre sonra vermem gereken anlatı kuramı ile ilgili bildi­ rimde olduğundan, Aristo'dan Levi Strauss'a tüm anlatıbilimcileri büyülemiş olan Oidipus söylencesi ile kendi öyküm arasındaki benzerlikler giderek da­ ha çarpıcı gelmeye başlamıştı bana. Babasını öldü­ rüp annesiyle evlenmekten kaçınmak için Korinthos kentinden ayrılan Oidipus, bu ayrılışın sonucunda bilmeden doğaya aykırı bu iki eylemi de gerçekleş-

" 2.

i'ı'

J DAKTİ LOLU TASLAKLAR arasıııdaki tek fa rk kt•diııiıı adı

ıı/ılıı.�ııııılıııı E K 'tı· iki 111ı'li11 l>i r a rada ıwilnıi�tir.


ture. Adrian, going out of his house to get food to keep his cat alive, by that very action kills it. Oedipus' acts, though unintentional, bring plague and misfortune upon his family. So, apparently, does Adrian's deed. (The plague-like associations of the unidentified rash, which 1 inserted into the text before 1 became con­ sciously aware of parallels with the Oedipus story, are particularly interesting.) in the myth, Oedipus solves a riddle and brings about the death of the Sphinx who proposed it, but when he inquires into the riddle of his own origins, the answer proves to be his own condem­ nation. Adrian proposes a riddle to his family, the answer to which is, more simply, his own condemna­ tion. The car accident which follows the revelation of Adrian' s guilt is parallel to the disasters which overtake Oedipus, Jocasta and their children. The parallels would seem to support Northrop Frye's contention that all literary texts, however modern and 'realistic', are always displaced variations on certain mythical archetypes. in the case of my story, of course, the degree of displacement is enormous, but it stili seems plausible that the reason the original source­ anecdote had impressed me was that it exhibited the same symmetrical pattern of ironics, involving a matter of life and death, as the Oedipus legend; and that, like the Oedipus legend, though more faintly, it carried the same implication: that we are not masters of our own destinies. If my story was, then, alluding unconscious­ ly over the space of centuries, from a civilisation of advanced technology, empiricism and materialism (represented metonymically by motor cars, canned food, plastic fascia boards, contact lenses, ete.) to a civi­ lisation stili essentially religious and magical in its world view, regulating life according to ritual and ta­ boo, then it was also about the irruption of that older, more primitive consciousness, with its associated emo­ tions of religious fear and awe, into the secularised world of the twentieth century; it was about the 'return of the repressed', in an occurrence which seems to in­ vite a magical rather than a rational response. The story was, in essence, a play of two alternative views of real­ ity, the rational and the religious (which in our culture goes by the name of superstition). Even in the first paragraph of the first draft of the sto­ ry, the note of superstition is introduced in Dorothy's reference to touching wood, and further reinforced in the first typescript by her quasi-ritualistic injunction to the family to own up to any sin of omission, or 'forever hold their peace.' Therefore, it seemed to me, as 1 medi­ tated on the final revision of my story, my first thought about ending it with some reference to pagan burial customs had not been misdirected: by merely burying the cat, Adrian does no more than perform a hygienic act, but by burying the cat food with it he invests this act with some ritualistic significance, and perhaps reveals his own unacknowledged guilt and fear about what he

tirmiş olur. Kedisinin yaşamasını sağlamak için yi­ yecek almak üzere evden ayrılan Adrian, ayrılışı sı­ rasında onu öldürür. Oidipus'un eylemleri, isteme­ yerek de olsa, ailesine veba ve bela getirir. Görünü­ şe bakılırsa Adrian'ınki de öyle. (Oidipus öyküsüyle koşutlukların tam olarak bilincine varmadan öyküye soktuğum ne idüğü belirsiz deri döküntüsünün ve­ bayı çağrıştıran nitelikleri özellikle ilginç bir durum yaratıyor.) Oidipus bir bilmeceyi çözerek kendisine bu bilmeceyi soran Sfenks'in ölümüne neden olur, ancak kendi kökeni ile ilgili bilmecenin yanıtı da kendisinin felaketi olur. Adrian, ailesine yanıtı ken­ disinin felaketi demek olan bir bilmece sorar. Adri­ an'ın suçunun ortaya çıkmasından sonra meydana gelen araba kazası ile Oidipus, Jokasta ve çocukları­ nın başına gelen felaketler arasında da koşutluk vardır. Bu koşutluklar, Northrop Frye'ın tüm yazın metinle­ rinin, ne denli çağcıl ve •gerçekçi• olurlarsa olsunlar, her zaman belli söylencesel arketipler üzerine değişik çeşitlemeler oldukları yolundaki görüşünü destekler görünmektedir. Elbette benim yazdığım öyküde bu değişikliğin ölçüsü çok fazla tutulmuştur. Ancak yi­ ne de kaynak öykünün beni etkileme nedeninin o öyküde de Oidipus söylencesindeki ölüm-kalım meselesi ile ilgili aynı bakışımlı ironik yapının bu­ lunması ve ondan, yine Oidipus söylencesinde ol­ duğu gibi, ama daha belli belirsiz biçimde, aynı 3n­ lamın, yani kaderimizin efendisi olmadığımız anla­ mının çıkması olabileceği mantıklı görünüyor. O halde eğer benim öyküm, ben hiç farkında değilken, bir ileri teknoloji, ampirizm (görgücülük) ve (meto­ nimik bir biçimde motorlu arabalar, konserve yiye­ cekler, plastik torpido kapaklan ve kontakt lensler ile simgelenen) özdekçilik uygarlığından, dünya gö­ rüşü temelde hala dinsel ve büyüsel olan ve yaşamı ritüel ve tabularla düzenleyen bir uygarlığa yüzyıl­ ların ötesinden ulaşıyorduysa, o zaman bu öykü ay­ nı zamanda o daha eski ve daha ilkel bilincin yüze­ ye çıkıp, bu bilince ilişkin dinsel korku ve huşu duygularıyla birlikte yirminci yüzyılın dinsellikten arınmış dünyasına girivermesini anlatıyordu; akılcı değil büyüsel bir tepkiye açık olan bir olayla birlikte ·bastırılmış olan şeylerin geri dönüşünü· anlatıyor­ du. Özünde öykü iki değişik, akılcı ve (bizim kültü­ rümüzde boş inan adı verilen) dinsel dünya görüşü­ nün birbirine karışması idi. Boş inan ögesi, daha öykünün ilk taslağının ilk paragrafında Dorothy'nin tahtaya vurmaya ilişkin sözleriyle öyküye sokulmuş, daha sonra ilk daktilolu metinde yine Dorothy'nin kocasına ve çocuklarına eğer unuttukları bir şey varsa ya hemen söylemeleri ya da ·sonsuza dek dil­ lerini tutmaları· konusundaki yarı-ritüel çağrısıyla güçlendirilmiştir. Bu yüzden, öykünün son düzelt­ meleri üzerinde düşünürken, öyküyü pagan gömme adetlerine bir gönderme yaparak bitirme düşünce­ min pek de yersiz olmadığını gördüm: Kediyi yal­ nızca gömerek Adrian genel sağlık kurullarına uy­ gun bir iş yapmış olur, ama kedinin yiyeceğini de birlikte gömerek gömme eylemine ritüel bir anlam katar ve belki de yaptığı şey hakkında kendisinin pek kabul etmediği suçluluk ve korku duygularını 129


has done. (it is perhaps relevant to recall here that in the sequel to the story of Oedipus, concerning the fate of his sons Eteocles and Polynices and his daughter Antigone, the question of proper burial is crucially im­ portant.) So, in my final revision of the ending, 1 went back to the original ending, but reworked it some­ what-İnade the allusion to pagan burial customs less specific than the reference to the Pharaohs in the MS, and tried to bring out the hesitation of both Dorothy and Adrian between the rational and the superstitious in the final dialogue between them. (in the absence of any authorial guidance, this hesitation should be felt by the reader/listener; in this respect the story con­ forms to the rule of the genre Tzvetan Todorov calls the Fantastic, in which every event is capable of a double explanation, and the ambiguity is never resolved.) Ad­ rian's !ast remark is on one level a jocular allusion to the previous occasion on which they left the cat with tinned food and no tin-opener, but it also plays with the idea that the outraged spirit of the dead cat is pur­ suing them because the burial rites were not properly performed-Adrian 'forgot' something af ter ali, though he was silent when Dorothy invited them ali to confess any such !apse. What, then, do 1 think 1 have learned from this exer­ cise in narrative self-analysis? Firstly, though not for the first time, the lesson that the operations involved in writing narrative, as in using language itself, are so complex and multilayered as to make it impossible for ali the choices and decisions involved to be conscious. This is vindication of the structuralist paradox that it is not so much man that speaks Ianguage as language that speaks man; not so much the writer who writes narra­ tive as narrative that writes the writer. Secondly, it seems to me, the exercise vindicates Roman Jakobson' s assertion that literariness-that which makes a text liter­ ary, or allows it to be read as literary-is the projection of 'the principle of equivalence from the axis of selec­ tion into the axis of combination'. Stated less abstract­ ly, this means that literary discourse is characterised by symmetry, parallelism, repetition of every kind and on every level. it is not hard to discern the recurrence of certain motifs in 'Guess What Happened?', and to group them into binary oppositions with thematic sig­ nificance. Thus the motifs of departure and return are multiplied by framing the core action of Adrian's er­ rand to the shops and his return to the house within the family's departure to and return from their holiday, and by making Adrian repeat the sequence of depar­ ture-return in formulating the riddle-a further 'em­ bedding' of the small-scale action within the larger. The opposition between the front of the house and the back of the house in the core action is echoed by the contrast between front seat and back seat in the frame action. Adrian acts, impetuously, at the front of the house; at the back he tries to expiate the disastrous con­ sequences of his action. in the front seat of the car he continues to act as though nothing had happened, while from the back seat his righteous children first

130

da ele vermiş olur. (Belki de burada Oidipus öykü­ sünün devamı olan ve Oidipus'un oğulları Eteokles ve Polyn,:!ikes ile kızı Antigone'nin kaderlerini konu alan öyküde kurallara uygun gömülme konusunun ne denli önemli olduğu anımsanmalıdır.) Böylece öykünün sonunu düzeltirken ilk düşündüğüm sona geri döndüm ama biraz değiştirdim-pagan göm­ me adetleri ile kurduğum bağlanhyı ilk taslakta Fi­ ravunlara yaptığım göndermede olduğundan daha belirsiz bir kılığa soktum ve öykünün sonunda Do­ rothy ile Adrian arasındaki konuşmada, bu ikisinin boş inanlarla akılcılık arasında ikircikli bir durumda kalışlarını belirginleştirmeye çalıştım. (Yazarın yön­ lendirmesi olmadığı için bu ikircikli durumu okuyu­ cu/dinleyicinin kendisi sezmelidir; bu bakımdan öy­ kü, Tzvetan Todorov'un Fantastik adını verdiği, içindeki her olayın çifte açıklaması bulunan ve çok­ anlamlılığını hiç yitirmeyen öykü sınıfına girmekte­ dir.) Adrian'ın son sözü bir anlamda önceki yıl ke­ diye yiyecek bırakmış ama konserve açacağı bırak­ mayı unutmuş olmalarına şakacı bir gönderme, bir diğer anlamda ise, gömme ritleri doğru dürüst uy­ gulanmadığından, ölü kedinin kızgın ruhunun onla­ rı izliyor olabileceği düşüncesinin dile getirilişidir­ Dorothy'nin gerçeği söyleme çağrısına sessiz kalmış olmasına karşın Adrian yapması gereken bir şeyi uunutmuştur#. O halde bu kendi öykümü irdeleme işinden ne öğrenmiş oldum? Öncelikle, gerçi ilk kez değil, öy­ kü yazmanın, tıpkı dili kullanmak gibi, yapılan tüm seçimlerin ve verilen tüm kararların bilinçli olması­ na izin vermeyecek ölçüde karmaşık ve çok katman­ lı bir iş olduğunu öğrendim. Bu, dili konuşan insan değil, insanı konuşan dildir, öyküyü yazan yazar değil, yazarı yazan öyküdür diyen yapısalcı para­ doksun doğruluğunu gösteriyor. İkinci olarak, bana öyle geliyor ki, Roman Jakobson'un yazınsallık-bir metni yazın metni yapan, ya da onun bir yazın metni olarak okunmasını sağlayan şey-'eşdeğerlik ilkesinin, seçme ekseninden birleştirme eksenine' yansıtılması­ dır sözlerini de doğruluyor. Daha somut bir biçimde söylenirse bu, yazınsal söylemin en belirgin nitelikleri­ n i n (her tür ve her düzeyde) bakışımlılık, koşutluk, yine­ leme olduğu anlamına gelmektedir. #Bilin Bakalım Ne Oldu?nda belli örgeleri görmek ve bunları tematik önemleri olan ikili karşıtlıklar halinde gruplamak zor değil. Evden ayrılış ve geri dönüş örgeleri, Adrian'ın çarşıya gidişi ve eve dönüşünden oluşan çekirdek ey­ lem, ailenin tatile gidişi ve eve dönüşü eylemi ile çerçe­ velenerek ve bilmeceyi sorarken-geniş çaplı olayın içine küçük çaplı olayı 'yerleştirmenin' bir başka örneği olarak-Adrian'a evden ayrılış ve geri dönüş olayları yinelettirilerek çoğaltılmıştır. Çekirdek eylemdeki evin önü ile arkası, çerçeve evlemde ön koltuk ile arka koltuk arasındaki zıtlıkta yankılanmaktadır. Adrian, evin önünde düşüncesiz bir acelecilikle ha­ reket eder; arkasında ise davranışının kötü sonuçla­ rını ortadan kaldırmaya çalışır. Arabanın ön koltu­ ğunda yine hiçbir şey olmamış gibi davranmayı sürdürür, oysa arka koltukta oturan çocukları önce


probe his guilty conscience and then become outraged, punishing Furies. Digging is opposed to driving, and the cat's grave is equivalent to the ditch which nearly be­ comes the grave of Adrian and his family. Examined in the light of Jakobson's distinction be­ tween metaphoric and metonymic discourse, 'Guess What Happened?' is readily classified as metonymic, in that it conforms structurally to the type of linguistic transformation that produces metonymy and synec­ doche: deletion from and rearrangement of a syntag­ matic chain of naturally contiguous items. Considered sentence by sentence, the story seems to be indist­ inguishable from a literal, referential report; but when one considers the 'syntax' of the narrative as a whole­ the selection and ordering of its basic elements-one can see that a natura! or logical sequence has been chopped up and rearranged so as to foreground those elements which are thematically important. it may be useful at this point to introduce the distinc­ tion between fabııla and sjıızet that is so central to struc­ turalist analysis of narrative: on the one hand the story as a sequence or matrix of actions that we can concep­ tualise as enacted in real time and space, and on the other hand the actual narration of a story in particular words, entailing choices of order, point of view, ete. it is important to realise that the fabııla is not the same as the source of a story (e.g. the anecdote on which 'Guess What Happened?' was based), but a hypothetical ex­ trapolition from the sjuzet. Thus the fabu/a of my story would begin something like this: Adrian, Dorothy and their three children had a cat, Ollie. Every year they took a holiday. üne year they went camping, and they left some tins of cat food be­ hind for a neighbour to feed their pet, but made the mistake of taking the tin opener away with them. Anot­ her year one of them broke a window just as they were leaving. The year after that someone left a bathroom tap running. When this was remembered they had to go back to turn it off and were late for the cross-Chan­ nel car ferry. The year after that, just before they were about to depart for their holiday, Dorothy saw, from the front bedroom window of the house, Adrian dri­ ving away rapidly in the already loaded car . . . Most of these events did not appear i n the original anecdote, but were 'invented' in the composition of the sjuzet. By conceptualising the fıtf;u/a one can see how they have been arranged in the sjuzet to emphasise the theme of departure and raise at the very beginning the question of whether the pattern of mishaps associated with departure is going to be repeated on one particular occasion. it would be possible to go on inferring the fa­ bula from the sjuzet in this way until one reaches that point in the story where Adrian proposes the riddle and none of the family can guess the answer (lines 42-43 in the final text). At this point one would have to start in­ venting the fa b u la, because at no point in the composi­ tion of the sjuzet was it necessary to establish anything

onun vicdanını rahatsız eder, sonra da ceza veren öfkeli gazap tanrıçaları haline gelirler. Kazma işi araba kullanmanın karşıtıdır ve kedinin mezarı, ne­ redeyse Adrian ile ailesine mezar olan hendek ile eşdeğerdir. Jakobson'un dizimsel ve çağrışımsal söylem arasın­ da yaptığı ayrımın ışığı altında incelenirse, "Bilin Baka­ lım Ne Oldu?* kolayca dizimsel olarak sınıflandırılabi­ lir, çünkü yapısal olarak, doğal olarak yanyana bulu­ nan şeylerin oluşturduğu dizimsel bir zincirin yeni­ den düzenlenmesi ve bu zincirin bazı halkalarının çıkartılmasıyla diizdeğişmece ve kapsam/ayış üreten bir dilsel dönüşüm tipine uygundur. Tümce tümce ele alınırsa, öykü nesnel bir rapordan farksız görün­ mektedir; ancak tüm anlatının 'sözdizimi' ele alındı­ ğında - ya n i öykünün temel ö�eleri ıı i n seç imi ve düzen­ lenişi-doğal ve mantıksal bir olaylar dizisinin tema bakımından önemli ögeleri önsemek için budanmış ve yeniden düzenlenmiş olduğu görülür. Bu noktada, yapısalcı anlatı çözümlemesinin en önemli noktası olan fabııla ile sjııet arasındaki ay­ rımdan söz etmek yararlı olabilir: bir yandan gerçek zaman ve mekanda yer aldığını kavramsal olarak al­ gılayabildiğimiz olayların dölyatağı ya da dizilişi olarak öykü, diğer yandan öykünün belirli sözcük­ lerle, düzenleme ve bakış açısı seçimleri yapmayı zorunlu kılan anlatılışı. Fa/ııı/anın bir öykünün kay­ nağı ile aynı şey olmadığını (örneğin "Bilin Bakalım Ne Oldurya kaynaklık eden gerçek öykü), yalnızca sj ııet den yapılabilecek varsayımsal bir çıkarım oldu­ ğunu anlamak önemlidir. Benim öykümün fabııla'sı şöyle bir şey olurdu: '

Adrian, Dorothy ve çocuklarının Ollie adında bir kedileri vardı. Her yıl tatile çıkarlardı. Bir keresinde kamp kurmaya gitmişler ve komşulardan birine ke­ dilerini doyurması için birkaç kutu kedi maması bı­ rakmışlar ama yanlışlıkla konserve açacağını kendi­ leriyle birlikte götürmüşlerdi. Bir başka yıl da, tam evden ayrılırlarken biri bir cariı kırmıştı. Ondan sonraki yıl içlerinden biri banyo musluğunu açık unutmuştu. Hatırlayınca da musluğu kapatmak için geri dönmek zorunda kalmışlar ve Fransa'ya giden arabalı vapuru kaçırmışlardı. Daha sonraki yıl ise, tam yola çıkmak üzerelerken Dorothy, öndeki yatak odasının penceresinden, Adrian'ın eşyalarla yüklü arabaya atlayıp hızla uzaklaştığını gördü . . . Bu olayların çoğu kaynak öyküde yer almıyordu,

sjuetnin yazılışı sırasında 'uydurulmuşlardı'. Fa/ııı ­ /a'yı böylece ortaya çıkartarak insan bu olayların

sju et'de ayrılış temasını vurgulamak üzere nasıl dü­

zenlendiklerini ve daha başlangıçta ayrılışa ilişkin terslikler örüntüsünün bu kez de yinelenip yinelen­ meyeceği sorusunu akla getirdiğini görebilir. Bu bi­ çimde, öyküde Adrian'ın bilmeceyi sorduğu ve aile­ den hiçkimsenin yanıtı bulamadığı noktaya kadar (son metinde 40. satır) fabııla'yı sjıı et'den çıkartma işlemi sürdürülebilir. Bu noktada insan fa/ııı/a'yı 'uydurmak' zorunda kalacaktır, çünkü sjı ı et'nin ya­ zılışı sırasında tatil konusunda hiçbir zaman tatilin

131


about the holiday except its duration and the fact that it involved passing through France, and that various in­ juries, afflictions and losses were incurred by ali the party except Adrian. But in the realm of the fabula there would, of course, have been much more specificity to the holiday: a destination, an itinerary, a sequence of actions, choices and decisions which resulted in the various misfartunes. in other words, we have in the sjuzet at this point, a massive deletion from the fabula. The holiday itself has been removed from its proper chronological place, at line 42, between the sentence that ends 'after a while they grew bored with the game and forgot ali about it' and the sentence that begins 'Not until they were driving back . . . ' And when the hol­ iday is described, it is in a highly selective list of per­ sonal misfartunes, which are in effect synecdoches far Calamitous Holiday. This displacement and condensation of the narrative sequence Holiday comes approximately halfway through the text, and is to my mind its most striking structural feature. it very obviously has the effect of foregrounding the motif of departure and retum, since in one sentence the characters are stili departing and in the next they are already returning, and this same motif was foregrounded by the way the story opened. in Greimas's terms, the action of the story is disjunctive-i.e. concemed with departure and return, rather than perfarmative or contractual. And it is, of course, a feature of the institution of the Holiday in our culture that the main point of the departure is the return: one is supposed to come back to 'normal life' (i.e. work) refreshed and renewe� by a change of scene and temporary devotion to nonproductive play. Yet ex­ perience teaches us that holidays are often occasions of anxiety, discomfart, disappointment and loss which would not have occurred if one had stayed at home. The institution of the holiday is therefare riddled with contradiction, and Levi-Strauss has taught us that myths are man's way of coming to terms with contra­ dictions between experience and belief. Adrian would not have killed his cat if he had not been going on holiday. Going aut to get faod far the cat, he kills it; by burying the faod with the cat he tries sym­ bolically to fulfil the frustrated intention and relieve the intolerable contradiction between intention and per­ formance. U si ng th e met hodol ogy of C reimas the story can be analvsed as a narrative tran sfornıation oi the fou r- term Iiomology, L i fe: Death : : Non - L i fe: Non ­ Dea t h , as follows: fora�ing for the ca t is to killing the cat as d riving is to diggıng Foraging for the cat i s ' Li fe', and killing the cat is 'Dea t h ' ; d r i v i n g is 'Non- L i fe' be­ cause i t is agwessi \'t:' (Adrian ' tears up the road'), artifi­ cial (the fascıa is plastic) and dangerous (the acciden t i n t h e d i tch); dig � ing is ' l\:on - Deat h ' because i t i s asso­ cia ted firstl\' wıth gro w t h , seasonal renewal , ete . , i n the garden, ana secondly w i t h piety, resu r rection, the af­ ter l i fe. ete. ( th e grave ) . i n the accompa n y i ng dia gram , the mımbered arrows show the se�ıuence ofactions by w h ich Ad rian encoun ters con tradıction and seeks to resoh'e i t .

132

süresi, tatil sırasında Fransa' dan geçildiği ve Adri­ an'dan başka herkesin bir zarara uğradığı, başına bir sakatlık ya da hastalık geldiği bilgisi dışında uzun uzadıya bir şey anlatılması gerekmemişti. Oysa fa­ bu/anın alanı içine tatil konusunda çok daha ayrıntı­ lı bilgilerin girmesi gerekecektir: gidilen yer, tatil planı, olaylar dizisi, türlü tersliklere neden olan se­ çimler ve kararlar. Bir başka deyişle, sjuetnin bu noktasında fabııladan geniş çaplı bir kesinti yapıl­ mıştır. Tatilin kendisi bile 41. satırda •bir süre sonra oyundan sıkılıp konuyu unuttular• diye sona eren tümce ile•geriye dönene kadar da . . : diye başlayan tümcenin arasındaki normal yerinde bulunmamak­ tadır. Tatil betimlendiği zaman ise, bu betimleme kişilerin başına gelen tersliklerin (ki her biri Lanetli Tatili simgeler) son derece sınırlı bir listesi biçimin­ de yapılmaktadır. Tatilin anlatılmasının bu kadar kısaltılması metnin ortalarına doğru gerçekleşir ve bana göre bu, met­ nin en çarpıcı yapısal özelliğidir. Bu açıkça, ayrılış ve dönüş örgesini önsemek için kullanılmıştır, çün­ kü bir tümcede öyküdeki kişiler tatile gitmektedir­ ler, bir sonraki tümcede ise eve dönmektedirler. Greimas'ın deyişiyle, öyküdeki eylem sınanma ya da sözleşme ile ilgili olmaktan çok karşıtlıkla, yani ayrılış ve geri dönüşle ilgilidir. Bizim kültürümüzde de Tatilin en belirgin niteliği ayrılışın amacının geri dönüş olmasıdır: Değişik bir yerde bulunma ve geçi­ ci bir süre üretken olmayan bir yaşama biçiminin sonucunda tazelenmiş ve yenilenmiş olarak kişinin 'normal' yaşama (yani işe) geri dönmesi beklenir. Oysa deneyim lerimizin bize öğrettiği gibi, tatiller genellikle evde kalınmış olsa hiç ortaya çıkmayacak olan huzursuzluklara, rahatsızlıklara, düşkırıklığı ve zararlara yol açar. Bu nedenle, tatil denilen şey çe­ lişkilerle doludur ve Levi-Strauss'dan öğrendiğimi­ ze göre insanoğlunun deneyimleri ile inançları ara­ sındaki çelişkilerle uzlaşma biçimi söylencelerdir. Eğer tatile gitmiyor olsaydı Adrian kedisini öldür­ meyecekti. Kedisine yiyecek almaya çıkarken onu öldürür; yiyecekleri de kedi ile birlikte gömerek, simgesel olarak, engellenmiş olan amacını gerçek­ leştirmeye ve niyet ile eylem arasındaki dayanılmaz çelişkiyi hafifletmeye çalış!.r· Greimas'ın yöntemi kullanılarak öykü Yaşam: Olüm : : Yaşam olmayan: Ölüm olmayan dörtlü eşyapılılığının aşağıdaki biçimde anlatıya dqnüşmesi olarak incelenebilir: kazma eylemi ile araba kullanma eylemi arasındaki ilişki ne ise kediye yiyecek aramakla kediyi öldür­ mek arasındaki ilişki de odur. Kediye _yiyecek ara­ mak 'Yaşam'dır, kediyi öldürmek ise 'Olüm'; araba kullanmak 'Yaşam Olmayan'dır çünkü saldırgan (Ad­ rian •yolu paralarcasına• çıkar), yapay (torpido kapağı plastiktir) ve tehlikeli (hendek kazası) bir iştir, kaz­ ma eylemi 'Ölüm Olmayan'dır çünkü ilk akla getir­ diği şey büyüme ve doğanın yenilenmesi, sonra da dindarlık, dirilme, öbür dünya, vb.dir (mezar). Aşa­ ğıdaki şekilde, numaralanmış oklar Adrian'ın çelişki ile karşılaşıp bu çelişkiyi çözümlemeye çalışmasının anlatıldığı olaylar dizisini göstermektedir.


Foraging for cat

©/

Digging (burying)

Killing cat

Kediye yiyecek arama

\�

Driving

@/

Kazma (Gömme)

\ro

Kediyi öldürme

Araba kullanma

Speaking personally, l have always found family ho­ lidays a great strain.

Kendi adıma, ailemle çıktığım tatilleri hep büyük bir sıkıntı kaynağı olarak görmüşümdür.

Appendix

Ek

Gııcss Wlıat Happeııed ?

Bilin Bakalım Ne Oldu ?

'Well,' said Dorothy, as the heavily loaded Cortina drew away from the house and headed for the mo­ torway, 'we seem to have got away without a hitch for once. Touch wood. ' She looked round the fur­ nishings of the car but there wasn't any. Adrian, in the driver's seat beside her, grunted - a purely phatic grunt indicating neither agreement nor disagreement, merely that he had heard her re­ mark. 'Will we be in time for the ferry?' said Susan, the youngest o f their three children, from the back seat. 'lf we don't have to go back to turn off the bath­ room tap,' said Dorothy. Holiday departures were invariably times of great stress, when it was easy to make mistakes and forget things. Last year i t had been the bathroom tap. The year before that they had left twelve tins of cat food for their cat, but no tin-opener. Not that Moggins was excepted to open the tins himselfbut the neighbour who came in to do so had been seriously inconvenienced since her own can-opener was attached to a wall. 'Oh, by the way,' said Dorothy to Adrian, 'what on earth were you doing about half an hour ago, when 1 was seeing to the last-minute packing? 1 Iooked out of the front bedroom window and saw you drive off in the car tike a man possessed, and then ten minutes later 1 looked out of the back bed­ room window and you were in the garden, digging. ' Tll tell you later, ' said Adrian. 'it must be something bad,' said his eldest, Jonat­ han, suspiciously. 'What was it, Daddy?' said Rosemary, the middle child. 'Try and guess, ' said Adrian. 'it will pass the time on the motorway. Try and guess what happened. Scene üne: man dashes from house, jumps into car loaded with holiday gear, drives off like a bat out of hell. Scene Two, ten minutes later, same man is ob­ served digging in his back garden. Now. What possible logical connection could there be between the two events?' Nobody could guess, but Adrian refused to tell them the answer and after a while they grew bored with the game and forgot ali about it. Not until they

·oh,• dedi Dorothy, tıka basa doldurulmuş Cortina evden ayrılıp ana yola yöneldiğinde. •eir kerecik olsun bir terslik olmadan paçayı kurtar­ dık galiba. Tahtaya vurun: Gözlerini arabanın içinde dolaştırdı ama hiçbir yerde tahta yoktu. Yanında, sürücü koltuğunda oturan Adrian anla­ şılmaz bir ses çıkardı-Dorothy'nin söylediğine ne katıldığını ne de katılmadığını belirten, yalnızca söyleneni duyduğunu gösteren anlamsız bir ses. Arka koltuktan ·vapura yetişebilecek miyiz?"' dedi üç çocuğun en küçüğü Susan. ·eanyo musluğunu kapatmak için geri dönmek zorunda kalmazsak,"' dedi Dorothy. Her tatile çıkışlarında gergin oluyorlar, yanlışlar yapıp bir şeyler unutuyorlardı. Geçen yıl banyo musluğuydu. Ondan önceki yıl, kedileri için on iki kutu kedi maması bırakmışlar ama konserve açacağını yanlarında götürmüşlerdi. Moggins kutuları kendisi açacağından değilkutuları açmaya gelen komşunun işi oldukça güçleşmişti, çünkü onun kendi açacağı duvarına bağlıydı. ·Ha, sahi: dedi Dorothy Adrian'a, •yarım saat kadar önce ben bavullara konanları son olarak gözd�n geçirirken sen ne yapıyordun allah aşkına? ündeki yatak odasının penceresinden baktı­ ğımda kendinde değilmişsin gibi arabaya atlayıp gittiğini gördüm, on dakika sonra da arka yatak odasının penceresinden baktığımda bahçedeydin, toprağı kazıyordun."' ·sonra anlatırım,"' dedi Adrian. ·Kötü bir şey olmalı,"' dedi en büyük çocuğu Jonathan kuşkulu bir sesle. •Neydi baba?"' dedi ortanca çocuk Rosemary. ·siz bulmaya çalışın,"' dedi Adrian. ·söylece zaman çabuk geçer. Ne olduğunu siz bulmaya çalışın. Sahne Bir: Adam evden fırlar, tatil eşya­ larıyla yüklü arabaya atlar ve arkasından şeytan kovalıyormuş gibi sürmeye başlar. Sahne İki, on dakika sonra aynı adamın bahçeyi kazdığı görülür. Şimdi. Bu iki olay arasında nasıl bir mantıksal ilişki olabilir?"' Hiçbiri bulamadı, ama Adrian doğru yanıtı söylememekte diretti. Bir süre sonra oyundan sı-

MS

İLK TA SLA K

5

10

15

20

25

30

35

40

45

S

10

15

20

25

30

35

40

45

133


chey were driving back along the Ml three weeks later, in a car littered with sand, shells, orange peel and sweetpapers, did Adrian remind them. 'You see, ' he said, 'half an hour before we left 1 suddenly discovered that we hadn't got enough cat food to leave behind for feeding Moggins. So 1 dashed out of the house and drove off to the shops to get some. Well, when 1 came back 1 found poor old Moggins in the gutter, dead. He'd been run over.' A wail of horror and grief rose from the back seat. 'You ran him over,' said Jonathan accusingly. 'Well, yes; l'm rather afraid 1 did,' said Adrian. ' Backed out of the drive a bit too fast for him, 1 suppose. He was getting old, of course.' A shocked silence fell in the car. 'it was a com­ plete accident,' said Adrian defensively. 'After all, it was for his sake that 1 was rushing out to the shops.' At this point Susan began raining blows on the back of her father's neck at some risk to his control of the car, and had to be restrained by the rest of the passengers. 'So what you were doing in the garden,' Dorothy said later, 'was burying the cat?' 'That's right.' There wasn't time to explain what had happened. 'What did you do with the cat food?' ' Buried it with him.' 'Whatever for?' 'I don't know, really.' 'Just like the Pharaohs.' 'What?' 'Didn't they bury the Pharaohs with food beside them? For their journey to the underworld . ' Adrian thought for a moment. ' I should have put a tin-opener in the grave in that case,' he said.

50

55

60

65

70

75

80

Gııess Wlıat Happeııed ? 1

st TS

'If anybody has forgotten anything', said Do­ rothy, as the heavily laden car drew away from the house and headed for the motorway, 'say so now, or for ever hold your peace.' 'Will we be in time for the ferry?' said Susan, the 5 youngest of the three children on the back seat. 'If we don't have to go back to turn off the bath­ room tap,' said her mother. Last year it had been the bathroom tap. The year before that, someone had broken a window just be- 1 0 fore they were due to leave. And the year they went cam ping they left a dozen tins of cat food behind for Moggins, but took the tin-opener with them, to the considerable inconvenience of the neighbours who came in to feed him. Holiday departures were al- 1 5 ways occasions of stress and error. 'But this year we seem to have got away without a hitch, ' said Do­ rothy, ' touch wood . ' She tapped the fascia.

134

kılıp konuyu unuttular. Üç hafta sonra, içi kum, denizkabukları, portakal kabukları ve şeker ka­ ğıtlarıyla dolu arabalarında eve dö�mek üzere Ml karayoluna çıkana kadar da anımsatmadı Adrian onlara. ·şimdi,• dedi Adrian, •yola çıkmadan yarım saat önce ansızın, Moggins'e verilmek üzere bı­ raktığımız kedi mamalarının yeterli olmadığını gördüm. Hemen evden fırlayıp biraz kedi ma­ ması almak için çarşıya koştum. Geri döndüğümde zavallı Moggins'i yağmur ızgarasının üzerinde ölü buldum. Çiğnenmişti: Arka koltuktan bir dehşet ve acı çığlığı yüksel­ di. ·onu sen çiğnedin; diyerek suçladı Jonathan. ·Hmm, evet, korkarım öyle,· dedi Adrian. •Garaj yolundan onun kaçmasına fırsat verme­ yecek kadar hızlı çıktım sanırım. Tabi yaşlanı­ yordu da: Arabadakilerin dehşetten dilleri tutulmuştu. ·Tamamen kaza sonucu oldu; dedi Adrian kendisini savunmaya çalışarak. •üstelik çarşıya da onun için gidiyordum: Bu noktada Susan babasının ensesine yumruk yağdırmaya başlayıp, onu arabanın kontrolünü kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya bırakınca di­ ğerleri tarafından engellenmesi gerekti. •öyleyse bahçede ne yapıyordunr dedi Do­ rothy ortalık sakinleşince. ·Kediyi mi gömüyordun? •Tastamam öyle: Olanları açıklayacak zaman olmamıştı. ·Kedi mamalarını ne yaptın?" ·onları da birlikte gömdüm: ·Nedenr •Bilmiyorum, gerçekten : •Firavunlar gibi: ·Ner •Firavunları da yiyecekleri ile birlikte gömmezler miymiş? Yeraltı dünyasına yolculukları için: Adrian bir süre düşündü. ·oyleyse mezara bir de konserve açacağı koymam gerekirdi,· dedi.

50

55

60

65

70

75

80

85

Bilin Bakalım Ne O/d11 ? 1. DA KTİLOLU TA SLA K

Tıka basa doldurulmuş_ arabaları evden ayrılıp anayola yöneldiğinde, •ıçinizden biri herhangi bir şey unuttuysa,· dedi Dorothy, ·ya şimdi söy­ lesin ya da sonsuza dek tutsun dilini: ·vapura yetişebilecek miyizr dedi arka koltukta oturan üç çocuğun en küçüğü Susan. •Banyo musluğunu kapatmak için geri dönmek zorunda kalmazsak," dedi annesi. Geçen yıl banyo musluğuydu. Ondan önceki yıl. tam yola çıkmadan önce biri bir cam kırmıştı. Kamp kurmaya gittikleri yıl Moggins için tam on iki kutu kedi maması bırakmışlar ama kon­ serve açacağını kendileriyle birlikte götürmüşlerdi. Bu da kedilerini doyurmaya gelen komşuların işini oldukça güçleştirmişti. Her tatile çıkışlarınd a gergin oluyorlar, olmadık yanlışlar yapıyor­ lardı. •Ama bu yıl bir terslik olmadan paçayı kurtardık galiba; dedi Dorothy. •Tahtaya vu­ run." Torpido kapağını tıklattı.

5

10

15


'That's plastic, ' observed her husband, Adrian, who was driving. 'Never mind,' said Dorothy, Tm not supersti­ tious. By the way, darling, what on earth were you doing half an hour ago? l looked out of the front bedroom window and saw you drive off in the car in a tearing hurry, and then about ten minutes later 1 looked out of the back bedroom window and you were in the back garden, digging.' 'I'll teli vou later, ' said Adrian. 'That sounds suspicious,' said his eldest, Jonathan. 'What happened, Daddy?' said Rosemary, the middle child. 'Try and guess,' said Adrian, 'it will pass the time on the motorway. Scene üne: Man dashes out of house, jumps into car loaded with holiday gear, drives off tike a bat out of heli. Scene Two: ten mi­ nutes later, same man is observed digging in his back garden. What connection could there be be­ tween the two events?' Nobody could guess, but Adrian refused to teli them the answer, and after a while they grew bored with the game and forgot ali about it. Not until they were driving back three weeks later, in a car car­ peted with sand, shells, orange peel and sweetpapers, did he remind them. 'You see, ' he said, 'half an hour before we were due to leave, 1 discovered that we hadn't enough cat food to leave behind for Moggins. So 1 dashed out of the house and drove up to the High Street to get some more tins. Well, when 1 got back 1 found poor old Moggins in the gutter, dead. He'd been run over. ' A wail o f horror and grief rose from the back seat. 'You ran him over!' said Jonathan accusingly. 'Well, yes, l'm rather afraid 1 did,' said Adrian. ' Backed out of the drive a bit too fast for him, 1 ex­ cept. Of course, he was getting old . . . Anyway, there was nothing to be done except bury him, in the back garden. ' Conscious of a shocked and reproachful si­ lence in the car, he added: 'I was pretty upset at the time, 1 can tell you. 1 mean, it' s no way to start a holi­ day, running over your own cat, a black one, too-' At this point Susan began screaming and raining blows on the back of her father's neck, and had to be forcibly restrained by the other passengers. Later, Dorothy asked Adrian what he had done with the cat food. 'Buried it with Moggins, ' he replied. 'Whatever for?' 'I don't know, it seemed the natura! thing to do. ' 'Like the Egyptians. Didn't they bury the Pharaohs with food for their journey to the afterlife?' Adrian reflected for a moment. 'I should have put a tin-opener in the grave in that case, ' he said.

20

25

30

35

40

45

50

55

60

·o plastik,• dedi arabayı kullanan kocası Adrian. ·oısun; dedi Dorothy, •benim boş inanlarım yoktur. Ha sahi, yarım saat önce ne yapıyordun sen allah aşkına? Öndeki yatak odasının pence­ resinden bakhğımda arabaya atlayıp yolu para­ larcasına gittiğini gördüm, on dakika kadar sonra arkadaki yatak odasının penceresinden baktı­ ğımda ise bahçedeydin, toprağı kazıyordun." ·sonra anlatırım,· dedi Adrian. ·sen bu işten kuşkulandım: dedi en büyük çocuk Jonathan. •Ne oldu bahar dedi ortanca çocuk Rosemary. ·siz bulmaya çalışın; dedi Adrian. •Yolculu­ ğun nasıl geçtiğini anlamazsınız. Sahne Bir: Adam evden fırlar, tatil eşyalarıyla dolu arabaya atlar ve arkasından şeytan kovalıyormuş gibi sürmeye başlar. Sahne İki: On dakika sonra aynı adamın bahçeyi kazdığı görülür. Şimdi, bu iki olay arasında nasıl bir ilişki olabilirr Hiçbiri bulamadı, ama Adrian doğru yanıtı söylememekte diretti.Bir .�üre sonra oyundan sıkılıp konuyu unuttular. Uç hafta sonra içi kum, deniz kabukları, portakal kabukları ve şeker ka­ ğıtlarıyla dolu arabalarıyla eve dönmek üzere yola çıkana kadar da anımsatmadı onlara Adrian. "Şimdi," dedi Adrian, "yola çıkmamıza yarım saat kala, biz dönene kadar Moggins'e yetecek kedi maması olmadığını gördüm. Arabaya atlayıp birkaç kutu daha almak için çabucak çarşıya gittim. Geri diindi.iği.imde zavallı Moggins's i yağmur ızgarasının üzerinde ölü buldum. Çiğnenmişti." Arka koltuktan bir dehşet ve acı çığlığı yüksel­ di. ·onu sen çiğnedin!" diyerek suçladı Jonathan. •Hmm, evet, korkarım öyle," dedi Adrian. ·caraj yolundan onun kaçmasına fırsat verme­ yecek kadar hızlı çıktım sanırım. Tabi yaşlanı­ yordu da . . . . Neyse, onu arka bahçeye gömmekten başka çart' kalmamıştı. Arabadaki dehşet dolu suçlayıcı st'ssizliğin bilincind� olan Adrian, "İnanın bana o zaman çok i.izi.ildi.im. insanın kendi kt'disini ezerek bir tatili başlatması hiç de hoş bir şey değil. Hem de kara bir kedi; dive ekledi. Bu noktada Susan çı lıklar atarak babasının ensesine yumruk yağdırmaya başlayınca diğerleri tarafından güçlükle engellenmesi gerekti. Ortalık sakinleşince Dorothy Adrian'a kedi mamalarını ne yaptığını sordu. ·Moggins ile birlikte gömdüm," diye yanıtladı. ·Neden?" ·Bilmiyorum. Doğal olan buydu gibi geldi bana." "Eski Mısırlılar gibi. Onlar da öbür dünyaya yolculukları için Firavunlarını yiyecekleriyle birlikte gömmezler miymiş?" Adrian bir an düşündü. "Öyleyse mezara bir de konserve açacağı koymam gerekirdi,· dedi.

g

65

70

20

25

30

35

40

45

50

55

60

65

70

75

135


3. DAKTİLOLU TASLAK

2nd/3rd TS

2.

'If anybody has forgotten anything', said Do­ rothy, as their heavily laden car drew away from the house and headed for the motorway, 'say so now, or for ever hold your peace.' 'Will we be in time for the ferry?' said Susan, the youngest of the three children on the back seat. 'We shall if we don't have to go back to turn off the bathroom tap,' said her mother. Last year it had been the bathrom tap. The year before that, someone had broken a window just as they were leaving. And the year they went camping, they left a dozen tins of cat food behind for Ollie, but took the tin-opener away with them to the considerable inconvenience of the neighbours who came in to feed their pet. Holiday departures were always occasions of stress and error. 'But this year, ' said Dorothy, 'we seem to have got away wit­ hout a hitch. Touch wood.' She tapped the dash­ board fascia. 'That's plastic, ' observed her husband, Adrian who was driving. 'Never mind,' said Dorothy, Tm not supersti­ tious, like you. By the way, darling, what on earth were you doing halfan hour ago? 1 looked out of the front bedroom window and saw you tearing off up the road in the car, and then about ten minutes la ter 1 looked out of the back bedroom window and you were in the garden, digging'. Tll teli you later,' said Adrian. 'That sounds suspicious,' said his eldest, }onathan. 'What happened, Daddy?' said Rosemary, the middle child. 'Try and guess, ' said Adrian. 'lt'll pass the time on the journey. Scene üne: man dashes out of house, jumps into car loaded with holiday gear and drives off like a bat out of heli. Scene Two, ten minutes la­ ter, same man is observed digging in his back gar­ den. Now, what connection could there be between the two events?' Nobody could guess, but Adrian refused to teli them the answer, and after a while they grew bored with the game and forgot ali about it. Not until they were driving back towards home three weeks later did he remind them. The car was much less heavily laden now because most of their luggage had been stolen during a stop in Versailles. Jonathan's arm was in a sling, Dorothy could not see properly be­ cause she had tost her contact lenses, and the two girIs were covered from head to toe with an un identified rash. it had not been a very successful holi­ dav. 'You see, ' said Adrian, 'half an hour before we were due to leave, 1 discovered that we hadn't enough cat food to Ieave behind for Ollie. So 1 jumped into the car and rushed off to the shops to get some more tins. Well, when 1 got back 1 found poor Ollie in the gutter, dead. He'd been run over. ' A wail of horror and grief rose from the back seat. 'Yoıı ran him over!' said Jonathan accusingly.

Tıka basa doldurulmuş arabaları evden ayrılıp anayola yöneldiğinde, •içinizden biri herhangi bir şey unuttuysa,• dedi Dorothy, •ya şimdi söy­ lesin ya da sonsuza kadar tutsun dilini.• •vapura yetişebilecek miyiz?• dedi arka koltukta oturan üç çocuğun en küçüğü Susan. ·eanyo musluğunu kapatmak için geri dönmek zorunda kalmazsak yetişiriz,• dedi annesi. Geçen yıl banyo musluğuydu. Ondan önceki yıl. tam yola çıkacaklarken biri bir cam kırmıştı. Kamp kurmaya gittikleri yıl Ollie için tam on iki kutu kedi maması bırakmışlar ama konserve aça­ cağını kendileriyle birlikte götürmüşlerdi. Bu da kedilerini doyurmaya gelen komşuların işini ol­ dukça güçleştirmişti. Her tatile çıkışlarında gergin oluyorlar, olmadık yanlışlar yapıyorlardı . •Ama bu yıl,• dedi Dorothy, •bir terslik olmadan paçayı kurtardık galiba. Tahtaya vurun." Torpido kapağını tıklattı. ·o plastik," dedi arabayı kullanan kocası Adrian. ·oısun," dedi Dorothy, •benim seninkiler gibi boş inanlarım yoktur. Ha, sahi sevgilim, yarım saat önce ne yapıyordun sen allah aşkına? Ön­ deki yatak odasının penceresinden baktığımda arabaya atlayıp yolu paralarcasına gittiğini gör­ düm, on dakika kadar sonra arkadaki yatak oda­ sının penceresinden baktığımda ise bahçedeydin, toprağı kazıyordun." ·sonra anlatırım," dedi Adrian. ·sen bu işten kuşkulandım,• dedi en büyük çocuk Jonathan. •Ne oldu baba?" dedi ortanca çocuk Rosemary. ·siz bulmaya çalışın; dedi Adrian. ·Yolculu­ ğun nasıl geçtiğini anlamazsınız. Sahne Bir: Adam evden fırlar, tatil eşyalarıyla dolu arabaya atlar ve arkasından ş�ytan kovalıyormuş gibi sürmeye başlar. Sahne iki: On dakika sonra aynı adamın bahçeyi kazdığı görülür. Şimdi bu iki olay arasında nasıl bir ilişki olabilir?" Hiçbiri bulamadı, ama Adrian doğru yanıtı söylememekte diretti.Bir süre sonra oyundan sı­ kılıp konuyu unuttular. Üç hafta sonra eıre dön­ mek üzere yola çıkana kadar da anımsatmadı onlara Adrian. Bu kez arabanın yükü azalmıştı çünkü Versailles'da verdikleri bir molada bavul­ larının çoğu çalınmıştı. Jonathan'ın kolu askıdaydı, Dorothy lenslerini kaybettiği için doğru dü­ rüst göremiyordu •ıe kızların ikisi de baştan ayağa ne idüğü belirsiz bir deri döküntüsü ile kaplıydı. Başarılı bir tatil olmamıştı bu. ·şimdi,• dedi Adrian, • yola çıkmamıza yarım saat kala Ollie'ye biz dönene kadar yetecek kedi maması olmadığını gördüm, arabaya atlayıp birkaç kutu daha almak için çabucak çarşıya gittim. Geri döndüğümde zavallı Ollie'yi yağmur ızgara ­ sının üzerinde ölü buldum. Çiğnenmişti.• Arka koltuktan bir dehşet ve aa çığlığı yüksel­ di. ·onu sen çiğnedin!" diyerek suçladı Jonathan.

136

5

10

15

20

25

30

35

40

45

50

55

60

ve

5

1O

15

20

25

30

35

40

45

50

55

60


'Well, yes, l'm rather afraid 1 did,' said Adrian. 'On my way to the shops. Backed out of the drive a bit too fast for him, 1 suppose. Of course, he was getting old . . . Anyway, there was nothing to be done, except bury him in the back garden.' 65 At this point Susan began sobbing bitterly and raining blows on the back of her father's head, causing him to swerve off the road and into a ditch. 'I knew it was going to be a rotten holiday,' said Adrian, as they sat on the grass verge waiting for the breakdown truck. 'Running over mır own cat for starters. A black one, too.'

Final text 'lf anybody has forgotten anything', said Dorothy, as their heavily laden car drew away from the house and headed for the motorway, 'say so now, or for ever hold your peace.' 'Will we be in time for the ferry?' said Susan, the youngest of the three children on the back seat. 'We shall if we don 't have to go back to turn off the bathroom tap,' said her mother. Last year it had been the bathroom tap. The year before that, someone had broken a window just as they were leaving. And the year they went cam­ ping, they left a dozen tins of cat food behind for Ollie, but took the tin-opener away with them, to the considerable inconvenience of the neighbours who came in to feed their pet. Holiday departures were always occasions of stress and error. 'But this year', said Dorothy, 'we seem to have got away without a hitch. Touch wood. ' She tapped the dashboard fascia. 'That's plastic,' observed her husband, Adrian, who was driving. 'Never mind', said Dorothy, 'l'm not supersti­ tious. By the way, what on earth were you doing half an hour ago? 1 looked out of the front bedroom win­ dow and saw you tearing off up the road in the car, and then about ten minutes later 1 looked out of the back bedroom window and you were in the garden, digging.' Tll teli you later,' said Adrian. 'That sounds suspicious,' said his eldest, Jonathan. 'What happened, Daddy?' said Rosemary, the middle child. Try and guess, ' said Adrian. ' lt'll pass the time on the journey. Scene üne: man dashes out of house, jumps into car loaded with holiday gear and drives off like a bat out of heli. Scene Two: ten minutes later, same man is observed digging in his back gar­ den. Now what connection could there be between the two events?' Nobody could guess, but Adrian refused to teli them the answer, and after a while they grew bored with the game and forgot ali about it. Not until they were driving back towards home three weeks later did he remind them. The car was much less heavily

•ttmm, evet, korkarım öyle," dedi Adrian. ·çarşıya giderken. Garaj yolundan onun kaçma­ sına fırsat vermeyecek kadar hızlı çıktım sanı­ rım. Tabi yaşlanıyordu da . . . . Neyse, onu arka bahçeye gömmekten başka çare kalmamıştı." 65 Bu noktada Susan acı acı hıçkırarak babasının ensesine yumruklar yağdırmaya başladı ve Adri­ an' a arabanın kontrolünü kaybettirip yol kena­ rındaki hir hendeğe düşmelerine neden oldu. •Berbat bir tatil olacağını biliyordum," dedi 70 Adrian yol kenarındaki çimenlerin üzerinde oturup çekicinin gelmesini beklerlerken. ·oaha yola çıkmadan kendi kedimizi öldürdük. Hem de kara bir kedi."

Son Metin

5

10

15

20

25

30

35

40

45

Tıka basa doldurulmuş arabaları evden ayrılıp anayola yöneldiğinde, • içinizden biri herhangi bir şey unuttuysa: dedi Dorothy, •ya şimdi söylesin ya da sonsuza dek tutsun dilini.• ·vapura yetişebilecek miyiz?" dedi arka koltukta oturan üç çocuğun en küçüğü Susan. ·Banyo musluğunu kapatmak için geri dönmek zorunda kalmazsak yetişiriz; dedi annesi. Geçen yıl banyo musluğuydu. Ondan önceki yıl, tam yola çıkacaklarken biri bir cam kırmıştı. Kamp kurmaya gittikleri yıl Ollie için tam on iki kutu kedi maması bırakmışlar ama konserve aça­ cağını kendileriyle birlikte götürmüşlerdi. Bu da kedilerini doyurmaya gelen komşuların işini ol­ dukça güçleştirmişti; Her tatile çıkışlarında gergin oluyorlar, olmadık yanlışlar yapıyorlardı. •Ama bu yıl," dedi Dorothy, •bir terslik olmadan paçayı kurtardık galiba. Tahtaya vurun." Torpido kapağını tıklattı. ·o plastik," dedi arabayı kullanan kocası Adrian. ·olsun,• dedi Dorothy, •benim boş inanlarım yoktur. Ha sahi, y�rım saat önce ne yapıyordun sen allah aşkına? Öndeki yatak odasının pence­ resinden baktığımda arabaya atlayıp yolu para!arcasına gittiğini gördüm, on dakika kadar sonra arkadaki yatak odasının penceresinden baktı­ ğımda ise bahçedeydin, toprağı kazıyordun." ·sonra anlatırım," dedi Adrian. "Ben bu işten kuşkulandım; dedi en büyük çocuk Jonathan . •Ne oldu baba?" dedi ortanca çocuk Rosemary. ·siz bulmaya çalışın," dedi Adrian. •Yolculu­ ğun nasıl geçtiğini anlamazsınız. Sahne Bir: Adam evden fırlar, tatil eşyaları yüklü arabaya atlar ve arkasından şeytan kovalıyormuş gibi sürmeye başlar. Sahne İki: On dakika sonra aynı adamın bahçeyi kazdığı görülür. Şimdi, bu iki olay arasında nasıl bir ilişki olabilir?" Hiçbiri bulamadı ama Adrian doğru yanıtı söylememekte diretti. Bir süre sonra oyundan sı­ kılıp konuyu unuttular. Üç hafta sonra eve dön­ mek üzere yola çıkana kadar da anımsatmadı onlara Adrian. Bu kez arabanın yükü azalmıştı

5

10

15

20

25

30

35

40

137


laden now because most of their Iuggage had been stolen during a stop in Versailles. Jonathan's arm was in a sling, Dorothy could not see properly be­ cause she had lost her contact lenses, and the two girls were covered from head to toe with an unidentified rash. it had not been a very successful holi­ day. 'You see, ' said Adrian, 'half an hour before we were due to leave, 1 discovered that we hadn't enough cat food to leave behind for Ollie. So 1 jumped into the car and rushed off to the shops to get some more tins. Well, when 1 got back 1 found poor Ollie in the gutter, dead. He'd been run over.' A wail of horror and grief rose from the back seat. 'You ran him over!' said Jonathan accusingly. 'Well, yes, I'm rather afraid 1 did,' said Adrian. 'On my way to the shops. Backed out of the drive a bit too fast for him, 1 suppose. Of course, he was getting old . . . Anyway, there was nothing to be done, except bury him in the back garden. ' At this point Susan began sobbing bitterly and raining blows on the back of her father's head, causing him to swerve off the road and into a ditch. 'No wonder this holiday was cursed,' said Dorothy, as they sat on the grass verge waiting for the breakdown truck. 'Killing our own cat for star­ ters.' '1 thought you weren't superstitious,' said Adri­

50

55

60

65

70

an.

'Well, 1 mean, a black one, too,' said Dorothy. 'By 75 the way, what did you do with the cat food?' ' Buried it with Ollie. ' 'Wasn't that a rather superstitious thing t o do?' 'I suppose it was,' said Adrian. 'Perhaps 1 should 80 have thrown in a tin-opener. '

çünkü Versailles'de verdikleri bir molada bavullarının çoğu çalınmıştı. Jonathan'ın kolu askıdaydı, Dorothy lenslerini kaybettiği için doğru dürüst göremiyordu ve kızların ikisi de baştan ayağa ne idüğü belirsiz bir deri döküntüsü ile kaplıydı. Başarılı bir tatil olmamıştı bu. ·şimdi,• dedi Adrian, •yola çıkmamıza yarım saat kala Ollie'ye biz dönene kadar yetecek kedi maması olmadığını gördüm. Arabaya atlayıp birkaç kutu daha almak için çabucak çarşıya gittim. Geri döndüğümde zavallı Ollie'yi yağmur ızgarasının üzerinde ölü buldum. Çiğnenmişti.• Arka koltuktan bir dehşet ve acı çığlığı yüksel­ di. ·onu sen çiğnedin!· diyerek suçladı Jonathan. ·Hmm, evet, korkarım öyle,· dedi Adrian. ·çarşıya giderken. Garaj yolundan onun kaçma­ sına fırsat vermeyecek kadar hızlı çıktım sanı­ rım. Tabi yaşlanıyordu da . . . . Neyse, onu arka bahçeye gömmekten başka çare kalmamıştı.• Bu noktada Susan acı acı hıçkırarak babasının ensesine yumruklar yağdırmaya başladı ve Adrian' a arabanın kontrolünü kaybettirip yol kena­ rındaki bir hendeğe düşmelerine neden oldu. "Bu tatilin lanetli olmasına hiç şaşmamalı; dedi Dorothy, yol kenarındaki çimenlerin üzerinde oturup çekicinin gelmesini beklerlerken. ·oaha yola çıkmadan kendi kedimizi öldürmüşüz: "Senin boş inanlarının olmadığını sanıyor­ dum,· dedi Adrian. •Evet ama bu kara kedi; dedi Dorothy:Sahi, kedi mamalarını ne yaptın r ·ome ile birlikte gömdüm.· ·Bu senin de boş inanlarının olduğunu göster­ miyor mur ·sanırım öyle,· dedi Adrian. •Belki konserve açacağını da birlikte gömmem gerekirdi.•

45

50

55

60

65

70

75

80

Çeııiri: 51.'1.•da ÇALIŞKAN

138


BİR DE BENİ DİNLEYİN

MY SIDE OF THE MA'I"I'ER

1

know what is being said about me and you can take my side or theirs, that's your own business. lt's my word against Eunice's and Olivia-Ann's, and it should be plain enough to anyone with two good eyes which one of us has their wits about them. 1 just want the citi­ zen of the U . S .A. to know the facts, that's ali. The fac t s : On Sunday, 12 August, this year of our Lord, Eunice tried to kili me with her papa's Civil War sword and Olivia-Ann cut up ali over the place with a fourteen-inch hog knife. This is not even to mention lots of other things. it began six months ago when 1 married Marge. That was the first thing 1 did wrong. We were married in Mo­ bile after an acquaintance of only four days.We were both sixteen and she was visiting my cousin Georgia. Now that l've had plenty of time to think it over, 1 can't for the life of me figure how 1 fell for the likes of her. She has no looks, no body, and no brains whatsoever. But Marge is a natura! blonde and maybe that's the answer. Well, we were married going on three months when Marge ups and gets pregnant; the second thing 1 did wrong. Then she starts hollering that she's got to go home to Mama-only she hasn't got no mama, just these two aunts. Eunice and Olivia-Ann. So she makes me quit my perfectly swell position clerking at the Cash'n' Carry and move here to Admiral's Mili which is nothing but a danın gap in the road any way you care to consider it. The day Marge and 1 got off the train at the L&N de­ pot it was raining cats a nd dogs and do you think any­ Ol1l' came to nıeet us? l'd shelled out fortv -oıw cen t s for a tl'legranı, too! H ere my wife's p r l' g nan t and w e have to tramp seven miles in a downpour. it was bad on Marge as 1 couldn't carry hardly any of our stuff on account of 1 ha ve terrible trouble with my back. When 1 first caught sight of this house 1 must say 1 was impressed. lt's big and yellow and has real columns out in front and ja­ ponica trees, both red and white, lining the yard. Eunice and Olivia-Ann had seen us coming and were waiting in the hail. 1 swear 1 wish you could get a look at these two. Honest, you'd die! Eunice is this big old fat thing with a behind that must weigh a tenth of a ton. She troops around the house, rain or shine, in this real old-fashioned nighty, calls it a kimono, but it isn't any­ thing in this world but a dirty flannel nighty. Further­ more she chews tobacco and tries to pretend so lady­ like, spitting on the siy. She keeps gabbing about what a fine education she had, which is her way of attempt­ ing to make me feel bad, although, personally, it never bothers me so much as one whit as 1 know for a fact she can't even read the funnies without she spells out every single, solitary word. You've got to hand her one thing,

H

AKKIMDA neler söylendiğini biliyorum. Beni ya da onları tutabilirsiniz, bu sizin bileceğiniz bir iş. Bun­ lar, Eunice ve Olivia-Ann'inkilere karşılık benim anla­ tacaklarım. Benim mi onların mı daha aklı başında ol­ duğunu anlamak dikkatli biri için zor olmasa gerek. Ben yalnızca, Amerika Birleşik Devletleri vatandaşları­ nın gerçeği bi.lmesini istiyorum, hepsi bu. Gerçekler: içinde bulunduğumuz yılın 12 Ağustos Pazar günü Eunice beni babasının İç Savaşta kullandığı kılıç ile öldürmeye çalıştı ve Olivia-Ann 35 santimlik domuz bıçağı ile ortalıkta ne var ne yok hepsini doğra­ dı. Bu, olanların ancak bir kısmı. Her şey altı ay önce Marge'la evlendiğimizde başladı. Yaptığım ilk yanlış buydu. Tanışmamızın üstünden yalnızca dört gün geçtikten sonra obile'da evlendik. ikimiz de on altı yaşındaydık ve Marge kuzenim Geor­ gia'yı ziyarete gelmişti. Şimdi düşünmek için bol bol zamanım olduğundan Marge gibi birine nasıl olup da kapıldığımı bir türlü anlayamıyorum. Onda ne güzel­ lik, ne iyi bir vücut, ne de akıl var. Fakat Marge sarışın; belki de nedeni bu. Her neyse, Marge tutup hamile kal­ dığında daha evliliğimizin üçüncü ayındaydık; bu da yaptığım ikinci yanlış. Sonra da kalkıp anneme gidece­ ğim diye tutturdu. Tutturmasına tutturdu ya Marge'ın annesi yok. Yalnızca iki teyzesi var. Eunice ve Olivia­ Ann. Böylece Marge, Cash'n' Carry'deki fıstık gibi tez­ gahtarlık işimi bıraktırıp beni, neresinden bakarsanız bakın allahın belası bir yer olan Admiral's Mill'e getir­ di. L and N'de trenden indiğimizde bardaktan boşanır­ casına yağmur yağıyordu. Sakın birisinin bizi karşıla­ mağa geldiğini sanmayın. Hem de telgrafla haber ver­ mek için cepten 41 sent çıktığım halde. Şu işe bak,ıI). Ka­ rım hamile ve sağanak altında 7 mil yürümek zorunda­ yız. Marge için çok zor oldu: Sırtımdaki rahatsızlık yü­ zünden hemen hemen eşyaların hiçbirini taşıyama­ dım. Evi ilk gördüğümde etkilendiğimi söylemeliyim. bekliyorlardı. Ah, bu ikisini bir görseydiniz. Vallahi mızı, beyaz Japon armudu ağaçlarıyla büyük, sarı bir ev. Eunice ve Olivia-Ann geldiğimizi görmüş, girişde bekliyorlardı. Ah bu ikisini bir görseydiniz. Vallahi ölürdünüz. Eunice, şu kalçası yüz kilo tartan iri yarı, yaşlı ve şişman şey. Her türlü havada kimono dediği ama kirli pamuklu kumaştan başka hiçbir şey olmayan eski moda bir gecelikle evin içinde dolaşır. Dahası tü­ tün çiğner ve bir hanımefendi gibi davranmaya çalışıp çaktırmadan tükürür. Aşağılık duygusuna kapılmam için durmadan ne kadar iyi bir eğitim gördüğünü söy­ lerse de, şahsen hiç aldırmam çünkü çizgi romanları bi­ le okurken her sözcüğü tek tek hecelediğini biliyorum. Ancak ona bir konuda hakkını vermek gerek: Para he-

:vı

139


though -she can add and subtract money so fast that there's no doubt but what she could be up in Wash­ ington, D.C., working where they make the stuff. Not that she hasn't got plenty of money! Naturally she says slıe lıasn't but 1 know slıe has because one day, acci­ dentally, J lıappened to fiııd closc to a tlıousand.dollars hidden in a flower pot on the side porch. 1 didn't touch one cent, only Eunice says 1 stole a hundred-dollar bili which is a venomous lie from start to finish. Of course anything Eunice says is an order from headquarters as not a breathing soul in Admiral' s Mili can stand up and say he doesn't owe her money and if she said Charlie Carson (a blind, ninety-year-old invalid who hasn't taken a step since 1896) threw her on back and raped her everybody in this county would swear the same on a stack of Bibles. Now Olivia-Ann is worse, and that's the truth! Only she's not so bad on the nerves as Eunice, for she is a natural-born half-wit and ought really to be kept in somebody's attic. She's real pale and skinny and has a moustache. She squats around most of the time whit­ tling on a stick with her fourteen-inch hog knife, other­ wise she's up to some devilment, like what she did to Mrs Harry Steller Smith. 1 swore not ever to teli anyone that, but when a vicious attempt has been made on a person's life, 1 say the heli with promises. Mrs Harry Stella Smith was Eunice's canary named after a woman from Pensacola who makes home-made cure-all that Eunice takes for the gout. üne day 1 heard this terrible racket in the parlour and upon investigat­ ing, what did 1 find but Olivia-Ann shooing Mrs Harry Steller Smith out an open window with a broom and the door to the bird cage wide.l f 1 hadn't walked in at exactly that moment she might never have been caught. She got scared that 1 would teli Eunice and blurted out the whole thing, said it wasn't fair to keep one of God's creatures locked up that way, besides which she couldn't stand Mrs Harry Steller Smith's singing. Well, 1 felt kind of sorry for her and she gave me two dollars, so 1 helped her cook up a story for Eu­ nice. Of course 1 wouldn't have taken the money except 1 thought it would ease her conscience. The very first words Eunice said when 1 stepped in­ side this house were, 'So this is what you ran offbehind our back and married, Marge?' Marge says, 'lsn't he the best-looking thing, Aunt Eunice?' Eunice eyes me u-p and d-o-w-n and says, 'Teli him to turn around.' While my back is turned, Eunice says, 'You sure must've picked the runt of the litter. Why, this isn 't any sort of man at all. ' !'ve never been s o taken back in my life! True, I'm slightly stocky, but then 1 haven't got my full growth yet. 'He is too,' says Marge. Olivia-Ann, who's been standing there with her mouth so wide the flies colud buzz in and out, says, 'You heard what Sister said. He's not any sort of a man whatsoever. The very idea of this little runt running around claiming to be a man! Why, he isn't even of the male sex!' 140

sabını o kadar çabuk yapar ki, Washington'da yaşasa iş tutacağı tek yer kuşkusuz darphanedir. Çok parası ol­ madığından değil ha. Tabii kendisi yok diyor ama ben olduğunu biliyorum çünkü bir gün kazara yan sundur­ madaki saksının içinde bin dolara yakın para buldum. Bir sentine bile dokunmadığım halde Eunice 100 dola­ rını çaldığımı söylüyor ki, bu, kuyruklu bir yalandır. Eunice'in söylediği her şey kanundur çünkü Admiral's Mili kasabasında tek bir allahın kulu bile çıkıp da ona borcu olmadığını söyleyemez ve eğer Eunice 1896'dan beri yürüyemeyen 90 yaşındaki sakat ve kör Charlie Carson'ın kendisini yatırıp ırzına geçtiğini söylers� bu yöredeki herkes bunun doğruluğuna düzinelerle inci! üzerine yemin eder. Olivia-Ann'e gelince; o daha da berbat ve bu bir ger­ çek. Ancak Eunice kadar sinir bozucu değil, çünkü ta­ van arasına kapatılması gereken bir geri zekalı. Sapsa­ rı, sıska ve bıyığı var. Ya bütün gün oturup 35 santimlik domuz bıçağıyla tahta yontar ya da Bayan Harry Steller Smith'e yaptığı türden bir şeytanlık peşindedir. Bunu hiç kimseye söylememeye yemin etmiştim ama yaşa­ mama kastedilirse verdiğim sözlerin canı cehenneme derim. Bayan Harry Stella Smith Eunice'in kanaryasıydı. Eunice kanaryasına gut hastalığına deva diye aldığı her derde deva kocakarı ilaçlarını yapan Pensacola'lı bir kadının adını vermiş. Bir gün oturma odasında kor­ kunç bir şamata duydum, gidip bakhğımda bir de ne göreyim: Kafesin kapısı ardına kadar açık ve Olivia­ Ann elinde bir süpürge bayan Harry Steller Smith'i camdan dışan kovalıyor. Eğer tam o anda içeri girme­ miş olsaydım hiçbir zaman yakalanmayacaktı. Euni­ ce'e söyleyeceğimden korktu ve baklayı ağzından çı­ kardı. Tanrının yaratıklarından birini böyle kilit altında tutmanın doğru olmadığını söyledi. Doğrusu ona biraz acıdım. Bana iki dolar verdi; ben de onun Eunice'e söy­ leyecek bir yalan uydurmasına yardım ettim. Tabii parayı almayabilirdim ama bunun Olivia,Ann'in vic­ danını rahatlatacağını düşündüm. Bu eve adımımı attığım anda Eunice'in söylediği ilk söz şu oldu: ·oemek bizden habersiz gidip evlendiğin şey bu ha, Marger ·Eunice Teyze, ama çok da yakışıklı, değil mir dedi Marge. Eunice beni tepeden tırnağa süzdü ve, •Arkasını dönmesini söyle,· dedi. Sırtım dönükken Eunice, •çöplükten süprüntü top­ lamışsın. Bunun hiç de erkeğe benzer yanı yok,• dedi. Ömrümde hiç bu kadar şaşırmamıştım. Doğru, bi­ razcık kısayım ama henüz gelişmemi tamamlamış de­ ğilim. •öyle bir var ki,• dedi Marge. Orada ağzı bir karış açık duran Olivia-Ann, •Abla­ mın ne dediğini duydun. Hiç de erkeğe benzer yanı yok. Aman tanrım bu süprüntü de adamım diye dolaşıyor. Yahu bunun cinsiyeti bile erkek değil.• dedi.


Marge says. 'You seem to forget. Aunt Olivia-Ann, that this is my husband, the father of my unborn child.' Eunice made a nasty sound like only she can and said, 'Well, ali 1 can say is 1 most certainly wouldn't be bragging about it.' lsn't that a nice welcome? And after 1 gave up my per­ fectly swell position clerking at the Cash'n' Carry. But it's not a drop in the bucket to what came later that same evening. After Bluebell cleared away the supper dishes, Marge asked, just as nice as she could, if we could borrow the car and drive over to the picture show at Phoenix City. 'You must be clear out of your head, ' says Eunice, and, honest. vou' d think we' d asked for the kimono off her back. 'You must be clear out of your head,' says Olivia­ Ann. 'l t's six o'clock, ' says Eunice, 'and if you think I'd Jet that runt drive my just-as-good-as-brand-new 1934 Chevrolet as far as the privy and back you must've gone clear out of your head. ' Naturally such language makes Marge cry. 'Never you mind, honey' 1 said, 'I've driven pulenty of Cadillacs in my time. ' 'Humf, ' says Eunice. 'Yeah,' says 1 . Eunice says, 'lf he's ever so much as driven a plough 1'11 eat a dozen gophers fried in turpentine. ' 'I won't have you refer t o m y husband i n any such manner,' says Marge. 'You're acting simply outland­ ish! Why. you'd think I'd picked up some absolutely strange man in some absolutely strange place.' 'lf the shoe fits, wear it!' says Eunice. ' Don't think you can pull the sheep over our eyes,' says Olivia-Ann in that braying voice of hers so much like the mating cali of a jackass you can't rightly teli the difference. 'We weren't bom just around the corner, you know,' says Eunice. Marge says, '1'11 give you to understand that l'm le­ gally wed till death do us part to this man by a certified justice of the peace as of three and one-half months ago. Ask anybody. Furthermore, Aunt Eunice, he is free, white and sixteen. Furthermore, George Far Syl­ vester does not appreciate hearing his father referred to in any such manner.' George Far Sylvester is the name we've planned for the baby. Has a strong sound, don't you think? Only the way things stand 1 have positively no feelings in the matter now whatsoever. 'How can a gir) have a baby with a girl?' says Olivia­ Ann, which was a calculated attack on my manhood. 'I do declare there's something new every day.' 'Oh, shush up,' says Eunice. 'Let us hear no more about the picture show in Phoenix City.' Marge sobs, 'Oh-h-h, but it's Judy Garland.' 'Never mind, honey,' 1 said, 'I most likely saw the show in Mobile ten years ago.' 'That's a deliberate falsehood, ' shouts Olivia-Ann. 'Oh, you are a scoundrel, you are. Judy hasn't been in the pictures ten years. ' Olivia-Ann's never seen not even one picture show in her entire fifty-two years (she

Marge, "Olivia-Ann teyze, sen bunun kocam, doğ­ mamış çocuğumun babası olduğunu unutmuş görünü­ yorsun,• dedi. Eunice, yalnızca kendisinin çıkarabileceği çirkin bir ses çıkartarak, "Söyleyebileceğim tek şey bununla övünmeyeceğimdir, • dedi. Ne kadar hoş bir karşılama değil mi? Hele Cash 'n' Carry' deki fıstık gibi tezgahtarlık işimi bıraktıktan son­ ra. Ama bunlar aynı akşam olanların yanında hiç kalır. Bluebell sofrayı topladıktan sonra, Marge tüm nezake­ tiyle Phoenix City'deki filmi görmek için arabayı alıp alamayacağımızı sordu. "Sen aklını kaçırmış olmalısın,· dedi Eunice. Vallahi, sanırdınız ki sırtındaki kimonosunu istedik. "Sen aklını kaçırmış olmalısın,· dedi Olivia-Ann. "Saat akşamın altısı,• dedi Eunice. "Ve eğer bu süp­ rüntünün yenisinden farkı olmayan 1934 Model Chev­ rolet'mi alıp şurdan helaya kadar bile gidip gelmesine izin vereceğimi düşünüyorsan aklını kaçırmış olmalı­ sın .· Doğal olarak bu gibi konuşmalar Marge'ı ağlatır. "Hiç aldırma tatlım,• dedim, "zamanında bir sürü Cadillac kullandım: "Hıh: dedi Eunice. "Ne sanmıştınr dedim. Eunice, "Terebentinde kızarmış bir düzine sıçan ye­ rim ki ömründe çift bile sürmemiştir,• dedi. "Kocam hakkındaki böyle konuşmanıza izin vere­ mem: dedi Marge. "Çok garip davranıyorsunuz. Sanki gidip hiç bilmediğim bir yerde hiç tanımadığım bir adamla evlenmişim: "Aynen öyle; dedi Eunice. Olivia-Ann eşeklerin çiftleşme anırışını andıran se­ siyle, ·size yutturacağını sanma,• dedi. Eunice de, "Dünkü çocuk değiliz biz; dedi. "Şunu bilmenizi isterim ki bundan tam üç buçuk ay önce bir nikah memuru tarafından resmen evlendiril­ dim. Bizi ancak ölüm ayırır. İ stediğinize sorun. Dahası, Eunice teyze, kocam özgür, beyaz ve 16 yaşında. Daha da ötesi, George Far Sylvester babası hakkında böyle konuşulduğunu duymaktan hoşlanmaz.• George Far Sylvester bebeğe koymayı kararlaştırdı­ ğımız ad. Kulağa iyi geliyor, değil mi? Ama tüm bu olanlardan sonra bu çocuk meselesine hiç ilgi duymu­ yorum. "Bir kadın bir başka kadından nasıl hamile kalır? Her gün yeni bir şeyler öğreniyorum,· dedi Olivia-Ann. Bu erkekliğime yöneltilmiş planlı bir saldırı idi. •Yeter: dedi Eunice, "Phoenix City'deki filimden daha fazla söz etmeyin: Marge, •Ama Judy Carland'ın filmi; diye sızlandı. ·soş ver tatlım,• dedim, •Büyük bir olasılıkla on yıl önce bu filmi Mobile'da görmüşümdür: "Bu apaçık yalan: diye bağırdı Olivia-Ann. "Sen bir sahtekarsın. Judy on yıl önce filim çevirmiyordu. "Oli­ via-Ann elli iki yıllık ömründe (kaç yaşında olduğunu

141


won't tell anybody how old she is but 1 dropped a card to the capitol in Montgomery and they were very nice about answering), but she subscribes to eight movie books. According to Postmistress Delancey, it's the on­ ly mail she ever gets outside of the Sears & Roebuck. She has this positively morbid crush on Gary Cooper and has one trunk and two suitcases full of his photos. So we got up from the table and Eunice lumbers over to the window and looks out to the chinaberry tree and says, ' Birds settling in their roost - time we went to bed. You have your old room, Marge, and I 've fixed a cot for this gentleman on the back porch. ' it took a solid minute for that to sink in. 1 said, 'And what, if I'm not too bold to ask, is the ob­ jection to my sleeping with my lawful wife?' Then they both started yelling at me. So Marge threw a conniption fit right then and there. 'Stop it, stop it, stop it! 1 can't stand any more. Go on, babydoll - go on and sleep where they say. Tomorrow we'll see .. . ' Eunice says, 'I swanee i f the child hasn't got a grain of sense, after all.' 'Poor dear,' says Olivia-Ann, wrapping her arm around Marge's waist and herding her off, 'poor dear, so young, so innocent. Let' s us just go and have a good cry on Olivia-Ann's shoulder.' May, June, and July and the best part o f August l've squatted and sweltered on that damn back porch with­ out an ounce of screening. And Marge -she hasn't opened her mouth in protest, not once! This part of Al­ abama is swampy, with mosquitoes that could murder a buffalo, given half a chance, not to mention danger­ ous flying roaches and a posse of loca) rats big enough to haul a wagon train from here to Timbuctoo. Oh, if it wasn't for that little unborn George 1 would've been making dust tracks on the road, way before now. 1 mean to say 1 haven't had five seconds alone with Marge since that first night. üne or the other is always chaperoning and last week they like to have blown their tops when Marge locked herself in her room and they couldn't find me nowhere. The truth is I'd been down watching the niggers bale cotton but just for spite 1 let on to Eunice like Marge and l'd been up to no good. After that they added Bluebell to the shift. And all this time 1 haven't even had cigarette change. Eunice has hounded me day in and day out about getting a job. 'Why don't the little heathen go out and get some honest work?' says she. As you've probably noticed, she never speaks to me directly, though more often than not 1 am the only one in her royal presence. 'If he was any sort of man you could cali a man he'd be trying to put a crust of bread iti that girl's mouth in­ stead of stuffing his own off my vittles: 1 think you should know that l've been living almost exclusively on cold yams and leftover grits for three months and thir­ teen days and !'ve been down to consult Dr. A.N. Car­ ter twice. He's not exactly sure whether 1 have the scurvy or not.

142

kimseye söylemez ama ben Montgomery Nüfus İdare­ si'nden sordum, onlar da bana bildirmek inceliğinde bulundular) tek bir film bile görmemiştir ama sekiz si­ nema dergisine abonedir. Posta memuresi Delancey'in de söylediğine göre Sears ve Roebuck kataloglarından başka aldığı tek posta budur. Olivia-Ann, Gary Coo­ per'a öylesine hastalıklı bir hayranlık duymakta ki, onun resimleriyle bir sandık ve iki valiz doldurmuş. Böylece masadan kalktık. Eunice pencereye doğru gitti ve dışarıdaki çin kirazı ağaçlarına bakarak, •Kuşlar tünüyorlar, yatma zamanı, Marge, sen eski odanda ya­ tacaksın, bu baya gelince onun için de arka sundurma­ ya bir yatak yaptım,• dedi. Jetonun düşmesi için tam bir dakikanın geçmesi ge­ rekti. •izninizle, yasal karımla yatmamın ne gibi bir sakın­ cası olduğunu sorabilir miyimr dedim. Dediğim anda da ikisi birden bağırıp çağırmaya baş­ ladılar. Bunun üzerine Marge o saat sinir krizi geçirdi. •Ye­ ter, yeter, yeter. Dayanamıyorum artık. Haydi bebe­ ğim, git söyledikleri yerde yat. Hele bir sabah olsun gö­ rürüz: ·vallahi her şeye rağmen bu çocuğun kafası birazcık çalışıyor,• dedi Eunice. Olivia-Ann, kolunu Marge'ın beline dolayıp onu dışarı çıkartırken, ·zavallı küçüğüm,• dedi. •zavallı küçüğüm, ne kadar genç, ne kadar saf ve temizsin Haydi gel Olivia-Ann'ciğinin omuzunda bir güzel ağ­ la: Mayıs, Haziran, Temmuz boyunca ve Ağustos ayı­ nın yarısından fazlasında bir santim bile kafes teli ol­ mayan o allahın belası arka sundurmada sıcaktan bu­ naldım. Ve Marge bir kerecik olsun ağzını açıp itiraz et­ medi. Alabama'nın bu kısımları bir mandayı öldürebi­ lecek büyüklükteki sivrisineklerle dolu bataklık bir böl­ gedir. Tabii, tehlikeli uçan hamam böceklerinden ve bir treni buradan Timbuctoo'ya kadar çekecek büyüklük­ teki sıçanlardan hiç söz etmiyorum. Ah, eğer daha doğ­ mamış oğlumuz George'un hatırı olmasa şimdiye çok­ tan yolu tutmuştum. O ilk geceden bu yana Marge ile beş saniye yalnız kalamadım. Ya biri ya da ötekisi sü­ rekli Marge'ın başında nöbetteler. Geçen hafta Marge kendisini odasına kilitlediğinde ve beni de hiçbir yerde bulamadıklarında çılgına döndüler. Aslında zencilerin pamuk balyalamalarını seyrediyordum, ama inadına Eunice'de Marge ile berabermişim duygusunu uyan­ dırdım. Bu olaydan sonra nöbete Bluebell'i de eklediler. Ve bütün bu zaman zarfında sigara param bile yoktu. Eunice bir iş bulmam için gece gündüz beni sıkıştırı­ yor, ·eu küçük kafir neden gidip de kendine doğru dü­ rüst bir iş bulmazr diyordu. Belki siz de farkettiniz, Eunice hiç doğrudan doğruya bana hitap etmez; çoğu zaman asaletmeapın huzurunda bir ben olsam bile. •Adam denilen cinsten olsaydı benim erzağımı tüke­ teceğine şu kız için ekmek parası kazanırdı.• Sanının tam üç ay on üç gündür hemen hemen yalnızca soğuk patates ve yemek artıkları yediğimi ve iki kez doktor A.N. Carter'a gittiğimi biliyorsunuz. Doktor iskorpit hastalığına tutulup tutulmadığımdan tam olarak emin değil.


And as for my not working, I'd like to know what a man of my abilities,a man who held a perfectly swell position with the Cash'n' Carry would find to do in a ilea b.ıg l i ke Admira l ' s M i l i ? Tlıt>rt' is a l i oi ont' store ht>re and Mr Tubberville, the proprietor, is actually so lazy it's painful for him to have to seli anything. Then we have the Morning Star Baptist Church but they already have a preacher, an awful old turd named Shell whom Eunice drug over one day to see about the salvation of my soul. 1 heard him with my own ears teli her 1 was too far gone. But it's what Eunice has done to Marge that really takes the cake. She has turned that girl against me in the most villainous fashion that words could not de­ scribe. Why, she even reached the point when she was sassing me back, but 1 provided her with a couple of good slaps and put a stop to that. No wife of mine is ev­ er going to be disrespectful to me, not on your life! The enemy lines are stretched tight: Bluebell, Olivia­ Ann, Eunice, Marge, and the whole rest of Admiral's Mili (pop . 342). Allies: none. Such was the situation as of Sunday, 1 1 August, when the attempt was made up­ on mv verv life. Yesterda·y was quiet and hot t'nough to melt rock. The trouble began at exactly two o'clock. 1 know because Eunice has one of those fool cuckoo contraptions and it scares the daylights out of me. 1 was minding my own personal business in the parlour, composing a song on the upright piano which Eunice bought for Olivia-Ann and hired a teacher to come ali the wav from Colum­ bus, Georgia, once a week. Postmistress Delancey, who was my friend till she decided that it was maybe not so wise, savs that the fancy teacher tore out of this house one afternoon like old ·A dolf Hitler was on his tail and Ieaped in his Ford coupe, never to be heard from again. Like 1 say, l'm trying to keep cool in the par­ lour not bothering a living soul when Olivia-Ann trots in with her hair ali twisted up in curlers and shrieks, 'Cease that infernal racket this very instant! Can't you give a body a minute's rest? And get off my piano right smart. lt's not your piano, it's my piano and if you don't get off it right smart I'll have you in court like a shot the first Monday in September. ' She's not anything in this world but jealous o n ac­ count of l'm a natural-born musician and the songs 1 make up out of my own head are absolutely marvel­ lous. ' And just look what you've done to my genuine ivory keys, Mr Sylvester,' says she, trotting over to the pi­ ano, 'torn nearly every one of them off right at the roots for purentee meanness, that's what you've done.' She knows good and well that the piano was ready for the junk heap the moment 1 entered this house. 1 said, 'Seeing as you're such a know-it-all, Miss Olivia-Ann, maybe it would interest you to know that l'm in the possession of a few interesting tales myself. A few things that maybe other people would be very grateful to know. Like what happened to Mrs Harry Steller Smith, as for instance.' Remember Mrs Harry Steller Smith? She paused and looked at the empty bird cage. 'You gave me your oath,' says she and turned the most terri­ fying shade of purple.

Çalışmamama gelince: Sorarım size, Cash 'n' Carry'de fıstık gibi bir işte çalışmış olan benim yete­ neklerimde bir insan Admiral's Mili denilen bu berbat yerde ne gibi bir işi tutabilir? Burada tek bir dükkan var. Sahibi Bay Tubberville öylesine miskin ki bir şey sat­ mak onun için işkenceden beter. Sonra bir de Sabah Yıldızı Baptist Kilisesi var ama burada da ruhumu kur­ tarmak için Eunice'in zorla eve getirdiği Shell adında berbat bir moruk rahiplik yapmakta. Eunice'e artık if­ lah olmayacağımı söylediğini kendi kulaklarımla işit­ tim. Eunice'in Marge'a yaptığı ise tüy dikti. Kızı öyle sin­ sice aleyhime çevirdi ki, kelimelerle anlatılamaz. Hatta Marge işi bana karşılık vermeye kadar vardırdı ama bir iki okkalı tokatla bu huyundan vazgeçirdim. Benim ka­ rım bana asla saygısız davranamaz. Düşman safları güçleniyor: Bluebell, Olivia-Ann, Eunice, Marge ve Admiral's Mili kasabasında yaşayan toplam 3-12 kişinin tümü. Müttefik: Hiç yok. 1 1 Ağus­ tos Pazar günü yaşamıma kastedildiğinde durum bu merkezdeydi. Dün ortalık sakindi ve güneş insanın enses�nde boza pişiriyordu. Olaylar saat tam ikide başladı. iyi biliyo­ rum çünkü Eunice'in ödümü patlatan bir guguklu saati var. Oturma odasında kendi işimle uğraşıyor, piyano­ da beste yapıyordum. Bu piyanoyu Eunice Olivia-Ann için almış ve öğrenmesi için de ta Columbus'tan haftada bir kez gelen bir öğretmen tutmuş. Sonunda benimle arkadaşlık etmenin pek akıllıca bir şey olmadığına ka­ rar veren posta memuresi Delancey'in anlathğına göre bu sosyete öğretmeni bir gün peşinde Adolf Hitler var­ mışçasına evden fırlayıp, Forduna atladığı gibi kaçmış \'L' bir daha da ortalıkta hiç görünmemiş. Saçlarında bi­ gudilerle Olivia-Ann i_çeri girip, ·oerhal bu allahın be­ lası şamatayı durdur. insana bir dakika bile huzur ver­ mez misin? O piyanodan derhal elini çek. O senin piya­ non değil benim piyanom. Çekmezsen, Eylül ayının ilk pazartL•sisindL• SL•ni mahkemeye veririm,• diye yayga­ ra y ı kopardıAında söyledi�im gibi, kimseyi rahatsız et­ medL•n sinirlerimi yatıştırmaya çalışıyordum. Bu yaptığı kıskançlıktan başka bir şey değil çünkü ben doğuştan müzisyenim ve uydurduğum şarkılar gerçekten çok güzel. "Şu canım fildişi tuşlara yaptığına bak bay Sylves­ ter, • diyerek piyanoya doğru ilerledi, •sırf kötülük ol­ sun diye neredeyse hepsini kopartmışsın: Oysa ben eve adımımı attığım anda piyanonun çöpe atılacak durumda olduğunu çok iyi biliyor. ·çok bilmiş biri olduğunuz ortada bayan Olivia-Anıı ama benim de birkaç ilginç öykü bildiğim belki ilginizi ç_eker. Başkalarının bilmekten hoşlanacağı bir şeyler. Orneğin, Bayan Harry Steller Smith'in başına gelenler gibi,• dedim. Bayan Harry Steller Smith'i anımsadın.�z değil mi? Durakladı ve boş kafese bir göz attı. Urkütücü bir morluk kapladı yüzünü, •Ama yemin etmiştin,• dedi.

143


'Maybe 1 did and again maybe 1 didn't,' says 1. 'You did an evi! thing when you betrayed Eunice that way but if some people will leave other people alone then maybe 1 can overlook it. ' Wcll, sir, she walked out of there just a s ııiceand quiet as you plcase. So 1 went and stretched out on the sofa which is the most horrible piece of furniture !'ve ever seen and is part of a matched set Eunice bought in At­ lanta in 1912 and paid two thousand dollars for, cash­ or so she claims. This set is black and olive plush and smells like wet chicken feathers on a damp day. There is a big table in one corner of the parlour which sup­ ports two pictures of Miss E and 0-A's mama and pa­ pa. Papa is kind of handsome but just between you and me l'm convinced he has black blood in him from some­ where. He was a captain in the Civil War and that is one thing !'il never forget on account of his sword which is displayed over the mantel and figures prominently in the action yet to come. Mama has that hang-dog, half­ wit look like Olivia-Ann, though 1 must say Mama car­ ries it better. So 1 had just dozed off when 1 heard Eunice bellow­ ing, 'Where is he? Where is he?' And the next thing 1 know she' s framed in the doorway with her hands planted plumb on those hippo hips and the whole pack scrunched up behind her: Bluebell, Olivia-Ann and Marge. Several seconds passed with Eunice tapping her big old bare foot just as fast and furious as she could and fanning her fat face with this carboard picture of Niaga­ ra Falls. 'Where is it?' says she. 'Where's my hundred dollars that he made away with while my trutiting back was turned?' ' This is the straw that broke the camel's back,' says 1, but 1 was too hot and tired to get up. 'That's not the only back that's going to be broke,' says she, her bug eyes about to pop clear out of their sockets. 'That was my funeral money and 1 want it back. Wouldn't you know he'd steal from the dead?' 'Maybe he didn't take it, ' says Marge. 'You keep your mouth out of thi�, missy,' saysOlivia­ Ann. 'He stole my money sure as shooting,' says Eunice. 'Why, look at his eyes - black with guilt!' 1 yawned and said, 'Like they say in the courts-if the party of the first part falsely accuses the party of the second part then the party of the first part can be locked away in jail even if the State Home is where they right­ fully belong for the protection of all concerned.' 'God will punish him,' says Eunice. 'Oh, Sister, ' says Olivia-Ann, 'let us not wait for God. ' Whereupon Eunice advances o n me with this most peculiar look, her dirty flannel nighty jerking along the floor. And Olivia-Ann leeches after her and Bluebell lets forth this moan that must have been heard clear to Eufala and back while Marge stands there wringing her hands and whimpering. 'Oh-h-h,' sobs Marge, 'please give her back that mon­ ey, babydoll.' I 'said, 'et tu Brute?' which is from William Shake­ speare. 144

•Ettim, ya da etmedim,· dedim. ·Eunice'i öyle aldat­ makla kötü bir iş yaptın ama birileri başkalarını rahat bırakırsa belki o zaman unuturum: İ şte böyle. Olivia-Ann gürültü patırtı çıkarmadan odadan tatlılıkla çıktı. Ben de gidip Eunice'in 1912'de Atlanta'dan takımına peşin 2000 dolar sayarak aldığını söylediği şimdiye kadar gördüğüm en berbat kanepeye uzandım. Siyah ve zeytin renginde bu pelüş takım yağ­ murlu günlerde ıslak tavuk tüyü kokar. Odanın bir kö­ şesinde üstünde bayan Eunice ve Olivia-Ann'in anne ve babalarının resmi duran küçük bir masa var. Baba fena sayılma� ama aramızda kalsın zenci kanı taşıdığı­ na eminim. iç Savaşta yüzbaşı olduğunu şöminenin üstünde asılı duran ve daha sonra meydana gelen olay­ larda önemli rol oynayan kılıcı nedeniyle hiç unutma­ yacağım. Anne ise Olivia-Ann gibi sinsi ve geri zekalı görünüyor. Ama bu ifadenin anneye daha çok yakıştı­ ğını itiraf etmeliyim. Her heyse, Eunice'in, ·Nerede o? Nerede?"diye bö­ ğürdüğünü duyduğumda henüz uykuya dalmıştım. kalçalarına dayamış kapıda duran Eunice ve arkasında sıralanmış bir sürüydü: Bluebell, Olivia-Ann ve Marge. Birkaç saniye, Eunice'in çıplak koca ayağını olabildi­ ğince çabuk ve kızgın bir şekilde yere vurması ve Niya­ gara şelalelerinin kartpostalı ile tombul yüzünü yelpa­ zelemesi ile geçti. •Nerede?" dedi, •Güvenle sırtımı döndüğümde aşır­ dığı yüz dolarım nerede?" ·Bu bardağı taşıran son damla;dedim ama ayağa kal­ kamayacak kadar sıcaktan bunalmış ve yorgundum. •Yakında başka şeyler de taşacak; dedi düğme göz­ leri yuvalarından fırlayacakmışça.�ına. ·o benim cena­ ze paramdı ve geri istiyorum. Olüyü bile soyar bu adam.· •Belki o almadı: dedi Marge. "Sen bu işe karışma,• dedi Olivia-Ann. Eunice, "Paramı çaldığı apaçık ortada; dedi. ·eakın gözlerine. Suçlu olduğu nasıl da belli.• Esneyerek, "Mahkemede söyledikleri gibi; taraflar­ dan biri diğerini yalan yere suçlarsa, konuyla ilgili her­ kesin selameti için, suçlayan taraf, asıl ait olduğu yer akıl hastanesi bile olsa, bu yüzden hapse atılabilir' de­ dim. Eunice, ·eu adamı tanrı cezalandıracak: dedi. •Abla,· dedi Olivia-Ann, 'Tanrının cezalandırmasını beklemeyelim.• Bunun üzerine Eunice sırtındaki kirli pamuklu gece­ liği yerde sürünerek, suratında da çok garip bir ifade ile üstüme yürümeye başladı. Hemen arkasından Olivia­ Ann geliyordu. Marge orada durmuş ellerini oğuştu­ rup sızlanırken Bluebell kilometrelerce öteden duyula­ bilecek bir inilti koyuverdi. •Lütfen parasını geri ver bebeğim,• diye hıçkırdı Marge. ·sen de mi Brutus?• dedim. Shekespeare'de geçer bu laf.


' Look at the likes of him,' says Eunice, 'lying around ali day not doing so much as licking a postage stamp.' 'Pitiful,' clucks Olivia-Ann. 'You'd think he was having a baby instead of that poor child. ' Eunice speaking. Blubell tos ses in her two cents, 'Ain't it the truth ?' 'Well, if it isn't the old pots calling the kettle black,' savs 1. ; After loafing here for three months does this runt ha\'t' the audacity to cast aspersions in my direction?' savs Eunice. 1 merelv tlicked a bit of ash from mv sleeve and not the least bit fazed said, 'Dr A.N. Carter has informed me that 1 am in a dangerous scurvy condition and can't stand the least excitement whatsoever - otherwise I'm liable to foam at the mouth and bite somebody.' Then Bluebell says, 'Why don't he go back to that trash in Mobile, Miss Eunice? I'se sick and tired of car­ ryin' his ol' slop jar. ' Naturally that coal-black nigger made me -;o mad 1 couldn't see straight. So just as calm as a cucumber 1 arose and picked up this umbrella off the hat tree and rapped her across the head with it until it cracked smack in two. 'My real Japanese silk parasol !' shrieks Olivia-Ann. Marge cries, 'You've killed Bluebell, you've killed poor old Bluebell!' Eunice shoves Olivia-Ann and says, 'He's gone clear out of his head, Sister! Run! Run and get Mr Tubber­ ville!' 'I don't like Mr Tubberville,' says Olivia-Ann staunchly. Tll go get my hog knife.' And she makes a dash for the door but seeing as 1 care nothing for death 1 brought her down with a sort of tackle. it wrenched my back something terrible. ' He's going to kili her!' hollers Eunice loud enough to bring the house down. 'He's going to murder us ali! 1 warned you, Marge. Quick, child, get Papa's sword!' So Marge gets Papa's sword and hands it to Eunice. Talk about wifely devotion! And, if that's not bad e­ nough Olivia-Ann gives me this terrific knee punch and 1 had to let go. The next thing you know we hear out in the yard bellowing hymns.

·sunun gibiler bütün gün sırtüstü yatıp parmaklarını bile kıpırdatmazlar: dedi Eunice. •Acınacak durumda,• diye gıdakladı Olivia-Ann. •Gören de bu kızcağızın yerine kendisi doğuracak sa­ nır: dedi Eunice. Bluebell de, ·çok doğru söylediniz: diyerek üç kuruşluk fikrini belirtti. ·rencere tencereye dibin kara demiş . . ." dedim. •üç ay evimde sırtüstü yatıp aylaklık ettikten sonra bu süprüntü hala nasıl kalkıp bana hakaret etmek cesa­ retini gösterebiliyorr dedi Eunice. Bu sözlere hiç aldırmadım, kolumdaki külü yere sil­ kelerken, ·ooktor A.N. Carter çok ağır iskorpit geçirdi­ ğimi ve hiç heyecanlanmamam gerektiğini söyledi,· dedim. •Aksi takdirde ağzım köpürebilir ve birini ısıra­ bilirim." Bunun üzerine Bluebell, •Neden bu adam Mobile' de­ · ki çöplüğüne dönmüyor Bayan Eunicer dedi. ·ibriğini taşımaktan bıktım.· Doğal olarak bu kömür renkli zenci beni öylesine kız­ dırdı ki gözüm karardı. Büyük bir soğukkanlılıkla ayağa kalkıp, şapkalıktan şemsiyeyi aldım ve şemsiye iki parçaya bölünene dek kafasına kafasına indirdim. ·Ah benim Japon malı ipek şemsiyem," diye çığlık at­ tı Olivia-Ann. Marge, ·Bıuebell'i öldürdün. Zavallı Bluebell'i öldür­ dün: diye bağırdı. Eunice Olivia-Ann'i itip, •Adam aklını kaçırdı. Koş. Koş, Bay Tubberville'i çağır," dedi. "Bay Tubberville'i sevmem,· dedi Olivia-Ann kararlı bir sesle. •Gidip domuz bıçağımı alayım.• Kapıya koş­ tu, ama ölüme aldırmadığımdan ayaklarına atlayıp onu alaşağı ettim. Bu yüzden <le sırtımı feci şekilde incittim. Eunice evi başımıza yıkacak kadar yüksek sesle, "Onu öldürecek," diye haykırdı, "hepimizi öldürecek. Seni uyarmıştım Marge. Çabuk yavrum, babamın kılı­ cını getir." Bunun üzerine Marge kılıcı getirip Eunice'e verdi. Siz daha kadının kocaya bağlılığı hakkında ahkam ke­ sin. Bu yetmiyormuş gibi Olivia-Ann sert bir şekilde diz çıkınca onu bırakmak zorunda kaldım. Hemen bah­ çede ilahiler söylemeye başladı.

Mine eyes have seen the glory of the coming of the Lord; He is trampling out the vintage where the grapes of wrath are stored . . .

Gözlerim ışığıyla kamaştı Tanrının gelişinin; Eziyor gazap üzümlerini şarap yapmak için.

Meanwhile Eunice is sashaying ali over the place wildly thrashing Papa's sword and somehow l've man­ aged to clamber atop the piano. Then Eunice climbs up on the piano stool and how that rickety contraption survived a monster like her 1'11 never be the one to tell. 'Come down from there, you yellow coward, before 1 run you through,' says she and takes a whack and I've got a half-finch cut to prove it. By this time Bluebell has recovered and skittered away to join Olivia-Ann holding services in the front yard. 1 guess they were expecting my body and God knows it would've been theirs if Marge hadn't passed out cold. That's the only good thing I've got to say for

·

Bu arada Eunice elindeki kılıcı havada çılgıncasına sallıyordu; her nasılsa piyanonun üstüne çıkmayı ba­ şardım. Eunice de piyano taburesinin üstüne çıktı. O her yanı sallanan aletin nasıl olup da Eunice gibi bir ca­ navarı taşıyabildiğine hala şaşıyorum. "Seni korkak seni. Karnını deşmeden in oradan aşa­ ğı,• dedi ve kılıa salladı. Aldığım bir santimlik yara bu­ nun kanıtıdır. Bu sırada Bluebell kendine gelmiş ve ön bahçede du<> eden Olivia-Ann'e katılmak için dışarı fırlamıştı. Her­ halde cesedimi bekliyorlardı. Eğer Marge bayılmasaydı tanrı şahidimdir ki beklentileri gerçekleşecekti. Marge için söyleyebileceğim tek iyi şey bu.

145


Marge. What happened after that 1 can't rightly remem­ ber except for Olivia-Ann reappearing with her fourteen-inch hog knife and a bunch of the neigh­ bours. But suddenly Marge was the star attraction and 1 suppose they carried her to her room. Any­ way, as soon as they left 1 barricaded the parlour door. l've got all those black and olive plush chairs pushed against it and that big mahogany table that

must weigh a couple of tons and the hat tree and lots of other stuff. l've locked the windows and pulled down the shades. Also l've found a five-pound box of Sweet Love candy and this very minute l'm munching a juicy, creamy, chocolate cherry. Sometimes they come to the door and konck and yeli and plead. Oh, yes, they've started singing a song of a very different colour. But as for me - 1 give them a tune on the piano every now and then just to Jet them know l'm cheerful.

(r11 11111 1 1

l

.·\ f'(_)T/

Olivia-Ann'in elinde 35 santimlik domuz bıçağı ve arkasında bir sürü komşu ile kapıda görünmesinden başka bundan sonra olanlar hakkında pek bir şey hatır­ layamıyorum. Ama birden Marge ilgi konusu oldu ve sanırım odasına taşıdılar onu. Her neyse, onlar çıkar çıkmaz oturma odasının kapısına barikat kurdum. Siyah ve zeytin rengindeki bütün pelüş koltukları, en az birkaç ton çeken maun masayı, şapkalığı ve daha bir sürü şeyi kapının arkasına yığdım. Pencereleri kapatıp kepenkleri indirdim. Bir de iki buçuk kiloluk bir şeker­ leme kutusu buldum. Tam şu anda ağzımda yumuşak, nefis bir vişneli çikolata var. Bazen kapıya gelip yum­ rukluyor, bağırıyor, yalvarıyorlar. Artık çok değişik bir telden çalmaya başladılar. Ben ise neşemi hiç kaybet­ mediğimi göstermek için arasıra onlara piyanoda bir iki melodi çalıyorum.

ı;,·•·ırı: ı ı,,,,,,, ı,;,ı u:;; l\ ıl .\'

Dü nyan ı n en ü n l ü derg i lerinden olan LI FE' ı n 50 yılda yayı n lad ı ğ ı sayılardan seç i l m i ş b i r derleme . . .

LiFE -The First Fifty Years ile d ü nyam ızın da 50 yıldır tan ı k olduğ u öne m l i ve i lg i nç olayları topl uca gözden geçi rme fı rsatı n ı b u l acaksı n ı z .

1

1

İstiklıil Cad, 461 Beyoğlu-İstanbul Tel: 1 45 24 53-145 24 79 1 49 76 86-1 49 71 43


THE SECRET LiFE OF WALTER MI'l"l'Y

JJ

WE 'RE

Comnıander's fulldress u n i form. w i t h the ht> 1 \ i ly bra i dcd w h i te cap pul led dmnı rakishly ll\'t'r o nt' l'Old gray t' ) 't'. "Wt> l' a n t make it. s i r. l t ' s spo i l i n g ior a h u rricaıw. ii ymı ask mL> . " 'T m mıt ask ing you. Lil'Ulenant Berg." said tlw Commandt>r. "Throw on the power light! Rev her up to 8,500! We're going through!• The pounding of the cylinders in­ creased: ta-pocketa-pocketa-pocketa-pockcta-pockcta. The Commander stared at the ice forming on the pilot window. He walked over and twisted a row of compli­ cated dials. "Switch on No. 8 auxiliary!" he shouted. "Switch on No. 8 auxiliary!" repeated Lieutenant Berg. "Full strength in No. 3 turret!" sho:..ı ted the Conınıand­ er "Full strength in No. 3 turret!" The crew, bending to their various tasks in the huge, hurtling eight-engined . Navy hydroplane, looked at each other and grinned. "The Old Man'll get us through," they said to one an­ other. "The Old Man ain't afraid of Heli!" . . . "Not so fast! You're driving too fasW said Mrs. Mit­ t y . "What are you driving so fast for?" "Hmm?" said Walter Mitty. He looked at his wife, in the seat beside him, with shocked astonishment. She seemed grossly unfamiliar, like a strange woman who had yelled at him in a crowd. "You were up to fifty­ five," she said. "You know 1 don't like to go more than forty. You were up to fifty-five." Walter Mitty drove on toward Waterbury in silence, the roaring of the SN202 through the worst stornı in twenty years of Navy flying fading in the remote, intimate airways of his mind. "You're tensed up again," said Mrs. Mitty. "lt's one of your days. 1 wish you'd Jet Dr. Renshaw look you over." Walter Mitty stopped the car in front of the building where his wifc went to have her hair done. "Remember to get tlıose overshoes while l'm having my hair done," she said. ·ı don't need overshoes," said Mitty. She put her mirror back into her bag. "We've been ali through that," she said, getting out of the car. "You're not a young man any longer." He raced the engine a little. "Why don't you wear your gloves? Have you lost your gloves?" Walter Mitty reached in a pocket and brought out the gloves. He put them on, but after she had turned and gone into the building and he had driven on to a red light, he took them off again. "Pick it up, broth­ l'r ! " snappl'd a cop as tlw light clıanged, and Mitty hasti­ tily pulled on his gloves and Iurched ahead. He drove around the strets aimlessly for a time, and then he drove past the hospital on his way to the parking lot. goi ng thro u g h ' " The

\'lliCt' was l i kt' t h i n ice brt>a k i n g . ,

He

wort' h i s

'

'

. . ."lt's the millionaire banker, Wellington McMillan," said the pretty nurse. "Yes?" said Walter Mitty, remov­ ing his gloves slowly . ..Who has the case?" ·0r. Ren­ shaw and Dr. Benbow, but there are two specialists

WALTER MI'l"l'Y'NİN GİZLİ YAŞAMI

JJ . Ç İNDEN geçeceğiz!• Komutan konuşurken in­ ce buzun kırılması gibi ses çıkarıyordu. Donuk gri gö­ zünün üstüne indirdiği sırma kaplı beyaz şapkası ile üniformasını giymişti. "Başaramayız efendim. Bana sorarsanız fırtınaya çevirmekte." "Sana sormuyorum teğmen Berg, • dedi Komutan. "Projektörleri yak! Devri 8. 500'e çıkar. İçinden geçiyoruz!" Silindirlerin gürültü­ sü arttı: takata, takata, takata, takata, takata. Komutan, pilot penceresinde oluşan buza baktı. Yürüdü ve bir di­ zi karmaşık düğmeyi çevirdi. "Sekiz numaralı yedek motoru çalıştır!" diye bağırdı. "Sekiz numara.\ı yedek mo­ toru çalıştır!" diye yineledi teğmen Berg. "Uç numaralı tarete tam güç!" diye bağırdı Komutan. "Üç numaralı tarete tam güç!" Büyük bir gürültü ile çalışan Deniz Kuvvetler inin sekiz motorlu uçağında görevlerine dö­ nen mürettebat birbirlerine bakıp gülümseyerek, "İhti­ yar bizi geçirecek," dediler. " İ htiyar Cehennem'den bi­ le kormaz!" . . . · o kadar hızlı değil! Çok hızlı sürüyorsun!" dedi ba­ yan Mitty. "Niçin bu kadar hızlı sürüyorsun?" "Ha?" dedi Walter Mitty. Yanındaki koltukta oturan karısına büyük bir şaşkınlıkla baktı. Karısı kalabalıkta kendisine bağıran, tanımadığı bir kadın kadar yabancı geldi. "Doksana kadar çıkmıştın,· dedi karısı. "Biliyor­ sun altmışın üstünde gitmekten hoşlanmam. Sen dok­ sana çıkmıştın.· Deniz Kuvvetlerindeki yirmi yıllık hiz­ metinde karşılaştığı en kötü fırtınanın içinde yol alan SN202'nin gürültüsü, zihninin derinliklerinde kaybo­ lurken Walter Mitty, Waterbury'e doğru sessizce sür­ dü. "Yine sinirlerin gergin," dedi Bayan Mitty. "Hey­ heylerin üstünde. Doktor Renshaw'ın seni muayene etmesine izin versen keşke." Walter Mitty arabayı karısının saçını yaptıracağı bi­ nanın önünde durdurdu. "Saçımı yaptırırken o şoson­ ları almayı unutma,· dedi karısı. "Şosona gereksinmem yok," diye karşılık verdi Mitty. Karısı aynasını çantası­ nın içine koyup arabadan inerken, "Bütün bunları ko­ nuşmuştuk. Artık genç değilsin,• dedi. Mitty motora biraz gaz verdi. •Niçin eldivenlerini giymiyorsun? El­ divenlerini kayıp mı ettin?" Walter Mitty elini cebine sokup eldivenleri çıkarttı. Giydi, ama karısı arkasını dönüp binaya girdikten sonra ve kendisi de arabayı sü­ rüp kırmızı ışığa gelince eldivenleri tekrar çıkarttı. Yeşil ışık yanıp da bir polis, "Haydi yollan arkadaş,· diye söylenince Mitty aceleyle eldivenlerini giyip ileri fırla­ dı. Bir süre amaçsızca caddelerde dolaştı; araba parkı ­ na giderken hastahanenin önünden geçti.

i

. . ."Milyoner..banker Wellington McMillan," dedi gü­ zel hemşire. "Oyle mi?" dedi Walter Mitty eldivenlerini yavaşça çıkarırken. "Kim bakıyor?" "Dr. Reshaw ile Dr. Benbow, ama şimdi iki uzman var, New York'tan Dr. 147


here, Dr. Remington from New York and Mr. Pritch­ ard-Mitford from London. He flew over. " A door opened down a long, cool corridor and Dr.Renshaw came out. He looked distraught and haggard. •Hello, Mitty; he said. ·we're having the devil's own time with McMillan, the millionaire banker and close per­ sonal friend of Roosevelt.Obstreosis of the ductal tract. Tertiary. Wish you'd take a look at him.· ·cıad to: said Mitty. in the operating room there were whispered intro­ ductions: •0r. Remington, Dr. Mitty. Mr. Pritchard­ Mitford, Dr. Mitty.· ·ı·ve read your book on strepto­ thricosis, said Pritchard-Mitford, shaking hands. • A •

brilliant performance, sir." •Thank you; said Walter Mitty. •Didn't know you were in the States, Mitty; grumbled Remington. ·coals to Newcastle, bringing Mitford and me up here for a tertiary." •You are very kind; said Mitty. A huge, complicated machine, con­ nected to the operating table, with many tubes and wires, began at this moment to go pocketa-pocketa­ pocketa. •rhe new anesthetizer is giving way!• shouted an inteme. •Tuere is no one in the East who knows how to fix iW ·Quiet, man!• said Mitty, in a low, cool voice. He sprang to the machine, which was now going pock­ eta-pocketa-queep-pocketa-queep. He began finger­ ing delicately a row of glistening dials. •cive me a foun­ tain penı· he snapped. Someone handed him a foun­ tain pen. He pulled a faulty piston out of the machine and inserted the pen in its place. •Tuat will hold for ten minutes, • he said. •cet on with the operation. • A nurse hurried over and whispered to Renshaw, and Mitty saw the man turn pale. ·coreopsis has set in,• said Ren­ shaw nervously. ·u you would take over, Mitty?' Mitty looked at him and at the craven figure of Benbow, who drank, and at the grave, uncertain faces of the two great specialists. ·u you wish, • he said. They slipped a white gown on him; he adjusted a mask and drew on thin gloves; nurses handed him shining . . . ·sack i t up, Mac! Look out for that Buick!• Walter Mitty jammed on the brakes."Wrong iane, Mac,· said the parking-lot attendant, looking at Mitty closely. 'Gee. Yeh; muttered Mitty. He began cautiously to back out of the iane marked •Ex.it Only. • •Leave her sit there,• said the attendant. ·ı·ıı put her away. • Mitty got out of the car. 'Hey, better leave the key." ·oh; said Mitty, handing the man the ignition key. The attendant vaulted into the car, backed it up with insolent skili, and put it where it belonged. They're so damn cocky, thought Walter Mitty, walk­ ing along Main Street; they think they know every­ thing. ünce he had tried to take his chains off, outside New Milford, and he had got them wound around the axles. A man had had to come out in a wrecking car and unwind them, a young, grinning garageman. Since then Mrs. Mitty always made him drive to a garage to have the chains taken off. The next time, he thought,

1'11 wear my right arın in a sling; they won't grin at me then. 1'11 have my right arm in a sling and they'll see 1 couldn't possibly take the chains off myself. He kicked at the slush on the sidewalk. •overshoes, • he said to himself, and he began looklng for a shoe store. When he came out into the street again, with the overshoes in a box under his arın, Walter Mitty began

148

Remington ve Londra'dan Bay Pritchard-Mitford. Uçakla geldi� Uzun ve serin koridordan bir kapı açıldı ve doktor Renshaw göründü. Endişeli ve yorgun görü­ nüyordu. ·selam Mitty, Roosevelt'in yakın arkadaşı milyoner banker Ms:Millan canımıza okudu. Kanal sis­ temi obstreosisi. Uçüncü derece. Ona bir baksan·. •Memnuniyetle; diye karşılık verdi Mitty. Ameliyathanedeki tanıştırmalar fısıltı halinde yapıl­ dı: 'Doktor Remington, Doktor Mitty. Bay Pritchard­ Mitford, Doktor Mitty." Pritchard-Mitford elin.i sıkar­ ken, •streptothricosis hakkındaki kitabınızı okudum. Olağanüstü bir yapıt: dedi. 'Teşekkür ederim; dedi Walter Mitty. •Mitty, sizin Amerika'da olduğunuzu bilmiyordum,• diye mırıldandı Remington. ·siz varken bu ameliyat için beni ve Mitford'u getirmek tereciye te­ re satmak oluyor.• ·çok naziksiniz,• diye karşılık verdi Mitty. Bu sırada ameliyat masasına birçok tüp ve kablo ile bağlı kocaman karmaşık bir makine çalışmaya baş­ ladı: takata-takata-takata. Bir stajyer doktor, 'Yeni anestezi makinesi bozuluyor,• diye haykırdı. •Doğuda bu makineyi tamir etmesini bilen hiç kimse yok.• Mitty alçak ve soğukkanlı bir sesle, 'Sakin ol delikanlı!. dedi. Artık takata- takata-viyk- takata-viyk diye çalışan ma­ kinenin yanına koştu. Parlak düğmeleri dikkatle kurca­ lamaya başladı. ·sana bir dolmakalem verin,• diye ba­ ğırdı. Biri ona dolmakalem uzattı. Mitty makineden bo­ zuk pistonu çıkarttı ve yerine kalemi soktu. ·su, maki­ neyi on dakika çalıştırır. Ameliyata devam edin,• dedi. B i r hem!?irl' acl'll'yll' Rl'nshaw'ın yanına giderek bir şey­ ler fısıldadı; Mitty adamın sarardığını gördü. Renshaw telaşla, ·coreopsis başladı: dedi. 'Sen devam eder mi­ sin Mitty?· Mitty ona, ürkek ürkek duran Benbow' a ve iki ünlü uzmanın ciddi ve kararsız yüzlerine baktı. •Na­ sıl isterseniz; dedi. Ona beyaz bir önlük giydirdiler; maske taktı ve ince eldivenler giydi; hemşireler de par­ lak. . . ·ceriye al ahbap! Buick' e dikkat et!' Walter Mitty fre­ ne asıldı. Park bekçisi dikkatle Mitty'e bakarak, 'Yanlış şerit, ahbap,• dedi. • Aaa, sahi,• diye mırıldandı Mitty. Büyük bir dikkatle ·çıkış• yazılı şeritte geri geri gitme­ ye başladı. ·eırak orada kalsın,• dedi bekçi. ·een çeke­ rim." Mitty arabadan indi. •Hey! Anahtarı bırak." •Haaa: dedi Mitty anahtarı adama uzahrken. Bekçi arabaya atladı, küstah bir beceri ile geri geri gitti ve ara­ bayı güzelce park etti. Ana caddede yürürken, ne kadar da ukalalar, diye düşündü Walter Mitty; her şeyi bildiklerini sanırlar. Bir

keresinde New Milford'un dışında tekerlekteki zinciri çıkarmaya çalışmıştı ama zinciri dingile dolaştırmıştı. Pis pis sırıtan genç bir oto tamircisinin bir kurtarıo ile gelip zinciri çıkarması gerekm.işti. O günden sonra ba­ yan Mitty zincirlerin bir tamirhanede çıkarılmasını is­ temeye başlamıştı. Bir dahaki sefere sağ kolumu askıya alacağım; o zaman gülmezler. Sağ kolumu askıya alır­ sam zincirleri tek başıma çıkarmamın mümkün olma­ dığını düşünürler, diye düşündü. Kaldırımda eriyen kara bir tekme salladı. Kendi kendine, ·şoson,· diye söylendi ve bir ayakkabıo dükkanı aramaya başladı. Walter Mitty koltuğunun altında içinde şoson bulu­ nan kutuyla caddeye çıktığında karısının almasını iste-


to wonder what the other thing was his wife had told him to get. She had told him twice, before they set out from their house for Waterbury. in a way he hated these weekly trips to town-he was always getting something wrong. Kleenex, he thought, Squibb's, ra­ zor blades? No. Toothpaste, toothbrush, bicarbonate, carborundum, initiative and referendum? He gave it up. But she would remember it. 'Where's the what's­ its-name?" she would ask. 'Don't tell me you forgot the what's-its name." A newsboy went by shouting some­ thing about the Waterbury trial. . . . 'Perhaps this will refresh your memory: The Dis­ trict Attorney suddenly thrust a heavy automatic at the quiet figure on the witness stand. "Have you ever seen this beforer Walter Mitty took the gun and examined it expertly. 'This is my Webley-Vickers 50.80; he said calmly. An excited buzz ran around the courtroom. The judge rapped for order. 'You are a crack shot with any sort of firearms, 1 believe?" said the District Attornev, insinuatingly. 'Objection!" shouted Mitty's attorney . "We have shown that the defendant could not have fired the shot. We have shown that he wore his right arm in a sling on the night of the fourteenth of July: Walter Mitty raised his hand briefly and the bickering attorneys were stilled. 'With any kr.own make of gun, • he said evenly, "I could have killed Gregory Fitzhurst at three hundred feet ıııitlı my left lıaııd: Pandemonium broke loose in the courtroom. A woman's scream rose above the bedlam and suddenly a lovely, dark-haired gir) was in Walter Mitty's arms. The District Attorney struck at her savagely. Without rising from his chair, Mitty Jet the man have it on the point of the ehin. 'You miserable cur!" . . . "Puppy biscuit, • said Walter Mitty. H e stopped walk­ ing and the buildings of Waterbury rose up out of the misty courtroom and surrounded him again. A woman who was passing laughed. 'He said 'Puppy biscuit,'" she said to her companion. 'That man said 'Puppy bis­ cuit' to himself. • Walter Mitty hurried on. He went into an A.& P., not the first one he came to but a smaller one farther up the street."I want some biscuit for small, young dogs, • he said to the derk. • Any special brand, sirr The greatest pistol shot in the world thought a mo­ ment. •ıt says 'Puppies Bark for it' on the box, • said Walter Mitty. His wife would be through at the hairdresser's in fif­ teen minutes, Mitty saw in looking at his watch, unless they had trouble drying it; sometimes they had trouble drying it. She didn't like to get to the hotel first; she would want him to the there waiting for her as usual. He found a big leather chair in the lobby, facing a win­ dow, and he put the overshoes and the puppy biscuit on the floor beside it. He picked up an old copy of Liber­ ty and sank down into the chair. •can Germany Con­ quer the World Through the Air?" Walter Mitty looked at the pictures of bombing planes and of ruined streets. . . :The cannonading has got the wind up in young Ra­ leigh, sir," said the sergeant. Captain Mitty looked up at him through tousled hair. 'Get him to bed; he said wearily. "With the others. l'll fly alone: "But you can't, sir; said the sergeant anxiously. •ıt takes two men to handle that bomber and the Archies are pounding hell

·

diği diğer şeyin ne olduğunu hatırlamaya çalıştı. Wa­ terbury'e gitmek için evden çıkmadan önce karısı iki kez söylemişti. Bir bakıma her hafta kente yaptıkları gezilerden nefret ediyordu-hep bir yanlış yapıyordu. Kağıt mendil miydi, mürekkep yoksa tıraş bıçağı mı? diye düşündü. Hayır. Dişmacunu, diş fırçası, karbonat, zımpara kağıdı mıydı yoksa? Güvenoyu, komuoyu? Vazgeçti. Ama karısı unutmazdı. "Nerede o şey?" diye sorardı. "Sakın o şeyi almayı unuttuğunu söylemeğe kalkma." Gazete satan bir çocuk Waterbury duruşması hakkında bir şeyler bağırarak yanından geçti. . . . Eyalet Savcısı, 'Belki bu sizin belleğinizi canlandı­ rır; diyerek tanık sandalyesinde sessizce oturan kişiye ansızın otomatik bir tabanca uzattı. 'Bunu daha önce hiç görmüş müydünüz?" Walter Mitty silahı aldı ve in­ celedi. Sakin bir tavırla, 'Bu benim 50.80'1ik Webley­ Vickers'ım," dedi. Mahkemeyi heyecan dalgası kapla­ dı. Yargıç düzeni sağlamak için masaya vurdu'. Eyalet Savcısı, •Anladığıma göre her türlü ateşli silahı çok iyi kullanıyorsunuz: dedi, bir şeyler ima edercesine. Mitty'nin avukatı, •ttiraz ediyorum: diye bağırdı. "Da­ valının ateş edemeyeceğini kanıtlamıştık. On dört Temmuz gecesi sağ kolunun askıda olduğunu kanıtla­ mıştık: Walter Mitty elini kaldırdı ve tartışan hukuk­ çular sustu. Sakin bir sesle, •Her türlü silah ile Gregory Fitzhurst'u �ıı/ L•/im/l' lıi/d llll metreden vurabilirdim." de­ di. Mahkeme salonu birden gürültüye boğuldu. Bir ka­ dın çığlığı gürültüyü basbrdı ve ansızın siyah saçlı gü­ zel bir kız kendini Walter Mitty'nin kollarına attı. Eya­ let savası kıza acımasızca vurdu. Mitty sandalyesin­ den kalkmadan savanın çenesine bir yumruk oturttu. ·seni namussuz köpek.• . . . •Köpek maması," dedi Walter Mitty. Durdu. Water­ bury'nin binaları mahkeme salonunun bulanıklığı ara­ sından yükseldi ve yine etrafını sardı. Yürümekte olan bir kadın güldü. Yanındaki arkadaşına, • Adam 'Köpek maması' dedi," dedi. ·şu adam kendi kendine 'Köpek maması' dedi.• Walter Mitty hızlandı. Önüne ilk çıkana değil, sokağın sonundaki küçük süpermarkete girdi. Tezgahtara, "Küçük köpekler için köpek maması isti­ yorum," dedi. "İstediğiniz özel bir marka var mı ba­ yım?" Dünyanın en ünlü silahşörü bir an düşündü. 'Kutusunda 'Köpeklerin Sevdiği Mama' yazıyor,• de­ di. Mitty saatına bakınca, karısının saçının kurutulması uzun sürmezse, ki bazen sürüyordu, kuafördeki işinin 15 dakikaya kadar biteceğini fark etti. Otele önce git­ mek karısının hoşuna gitmiyordu; Mitty'nin her za­ manki gibi kendisinden önce orada olup beklemesini isterdi. Lobide, pencereye bakan büyükçe bir deri koltuk buldu ve şosonlarla köpek mamasını yere koy­ du. Liberty· dergisinin eski sayılarından birini alıp kol­ tuğa gömüldü. •Almanya Dünyayı Hava Yolu Ue Ele Geçirebilir mi?" Walter Mitty bombardıman uçakları­ nın ve harabeye dönmüş caddelerin resimlerine baktı. . . .Çavuş, 'Bombardıman genç Raleigh'i çok etkiledi, efendim; dedi. Yüzbaşı Mitty, gözünün önüne düşmüş dağınık saçının arasından çavuşa baktı. Yorgun bir ses­ le, "Onu yatağa götürün. Öbürlerinin yanına. Yalnız uçacağım," dedi. Çavuş heyacanla, "Ama bunu yapa­ mazsınız, efendim; dedi. •Bombardıman uçağını kul­ lanmak için iki kişi gerek. Uçaksavarlar da göğü dövü1-lY


out of the air. Yon Richtman's circus is between here and Saulier." "Somebody's got to get that ammunition dump," said Mitty. "I'm going over. Spot of brandy?" He poured a drink for the sergeant and one for himself. War thundered and whined around the dugout and battered at the door. There was a rending of wood and splinters flew through the room. • A bit of a near thing," said Captain Mitty carelessly. "The box barrage is clos­ ing in," said the sergeant. "We only live once, Ser­ geant," said Mitty, with his faint, fleeting smile. "Or do we?" He poured another brandy and tossed it off. · ı never see a man could hold his brandy like you, sir," said the sergeant. "Begging your pardon, sir." Captain Mitty stood up and strapped on his huge Webley-Yick­ ers automatic. "It's forty kilometers through heli, sir," said the sergeant. Mitty finished one last brandy. •Af­ ter ali," he said softly, "what isn't?" The pounding of the cannon increased; there was the rat-tat-tatting of ma­ clı i n L' guns, and from somewherL' camL' the nwnacing

pocketa-pocketa-pocketa of the new flame-throwers. Walter Mitty walked to the door of the dugout h u m ­

nı ing " A u pre's d e Ma B l onde. " H e t u rned a n d wa ved to

the sergea n t . "Cheerio!" he said . . .

Something struck his shoulder. "!'ve been looking ali over this hotel for you," said Mrs. Mitty. "Why do you have to hide in this old chair? How did you expect me to find you?" "Things close in," said Walter Mitty vaguely. 0What?" Mrs. Mitty said. "Did you get the what's-its-name? The puppy biscuit? What's in that box?" "Overshoes," said Mitty. "Couldn't you have put them on in the store?" "! was thinking," said Walter Mitty. 0Does it ever occur to you that 1 am sometimes thinking?" She looked at him. "I'm going to take your temperature when 1 get you home," she said. They went out through the revolving doors that made a faintly derisive whistling sound when you pushed them. it was two blocks to the parking !ot. At the drugstore on the corner she said, "Wait here for me. 1 forgot something. 1 won't be a minute." She was more than a minute. Walter Mitty lighted a cigarette. it began to rain, rain with sleet in it. He stood up against the wall of the drugstore, smoking . . . He put his shoulders back and h i s heels togetlwr. "To heli w i t h the handkerch ief, " said Wa lter M i tty scornfu l l y . He took one last drag on h i s cigarette and snapped i t away. Then, w i t h t h a t

yor. Yon Richtman burası ile Saulier arasında." "Birinin o cephaneliği havaya uçurması gerek," diye karşılık verdi Mitty. "Gidiyorum. Bir içki ister misin?" Çavuşa ve kendisine içki doldurdu. Savaş, sığınağın çevresinde gümbürdüyor, kapıyı sarsıyordu. Odanın içinde tahta parçaları uçuştu. Yüzbaşı Mitty aldırmadan, "Çok yakı­ na düştü," dedi. "Ateş çemberi daralıyor," diye cevap verdi çavuş. Mitty hafif, belirip hemen kaybolan bir gü­ lümseyişiyle, " İ nsan bir kez yaşar, çavuş," dedi. "Yoksa birden fazla mı?" Bir içki daha doldurup kafaya dikti. "İ çkiye sizin kadar dayanıklı bir insan görmedim yüz­ başım," dedi çavuş. "Affınızı dilerim, efendim." Yüzba­ şı Mitty ayağa kalktı, koca Webley-Yickers'ını beline taktı. "Cehennem içinde kırk kilometre, efendim," dedi çavuş. Mitty bir içki daha yuvarladı, sakin bir biçimde, "Zaten ne cehennem değil ki?" dedi. Bombardıman art­ tı; makineli tüfeklerin takırtısı ve bir yerden yeni alev makinelerinin tehditkar sesi geliyordu: takata-takata­ takata. Walter Mitty "Aupres de Ma Blonde" şarkısını mırıldanarak sığınağın kapısına yürüdü. Arkasına döndü ve çavuşa el salladı. "Eyvallah," dedi . . . Omzuna bir şey değdi. "Otelin her yanında seni ara­ dım," dedi bayan Mitty. "Bu eski koltukta saklanmak zorunda mıydın? Seni nasıl bulabileceğimi umuyor­ dun?" Walter Mitty belli belirsiz bir sesle "Yaklaşıyor­ lar," dedi. "Ne?" diye sordu bayan Mitty. "Hani neydi, o? Aldın mı? Köpek mamasını? O kutuda ne var?" "Şo­ son," diye yanıtladı Mitty. "Mağazada giyemez miydin onları?" "Düşünüyordum," dedi Walter Mitty. "Bazen düşündüğüm hiç aklına gelir mi?" Bayan Mitty kocası­ na. baktı. "Eve gidince ateşine bakacağım," dedi. itildiğinde alaycı bir ıslık sesi çıkartan döner kapıdan dışarı çıktılar. Araba parkı iki blok ötedeydi. Köşedeki eczaneye geldiklerinde bayan Mitty, "Beni burada bek­ le. Bir şey unuttum. Bir dakikaya kalmaz dönerim," de­ di. Dönmesi bir dakikadan uzun sürdü. Walter Mitty bir sigara yaktı. Yağmur, karla karışık yağmur başladı. Eczanenin duvarına dayanmış sigara içiyordu... Omuzlarını geriye attı, topuklarını birleştirdi. Küçüm­ seyen bir tavırla, "Gözbağının canı cehenneme," dedi. Sigarasından son bir nefes daha çekti ve fırlattı. Sonra, son nefesine kadar gizemli, Yenilmez Walter Mitty du­ daklarında o hafif, belirip hemen kaybolan gülümse­ yişle idam mangasının karşısına dikildi; dimdik, hare­ ketsiz, gururlu, küçümseyerek.

fa i n t , fleeting smile playing abou t h i s l i ps, he faced tlw firing squad; erect

and

motionless, prou d and d i s d a i n ­

fu l , Wal ter M i t t y t h e U n defeated, i n sc r u table to t h e last.

/anıes THURBER

1 50

Çeviri: Sevda ÇALIŞKAN


LİMBO

M

Y eyes open on four blue squares of sky; open for a moment, weary lids drooping, the blackness flooding back. Again, four squares: a deeper blue this time.Shad­ owy figures move,now near now far away; and voices, whispering as they pass. 1 want to move. I want to move . . . to caII out. Silent and stili. Have I forgotten how to move? The blackness drift ing closer, closer. The same four squares: gray now, and wet. Wet. Rain . . . hold on to rain. The brain freewheels.There is no anchor. The voices come and go; they speak, but say no words. I must can out. Why can I not move? Why? The voices, clearer now. What are they saying? uHopeless . . . poor thing . . . damage to the brain . . . " I must cali out. Why can they not understand? No prisoner was ever so confined. There are no words. No words. Inwardly, I struggle, using ali my strength. I must make them hear. But . . . they are gone. Four gray squares. Wet. They weep for me. My whole world: four small squares of sky. I am alone. Alone. Strong hands minister to my needs. ucome along my beauty." My limbs are moved. 1 fight to speak. Firm gentle hands, reach me! Reach me! 1 must cali out. 1 must make them understand. The voices talk above me to each other, not to me. Never to me. Days pass away in shades of gray and blue. The fleet­ ing voices, insubstantial figures, ali are gone too soon, too soon, But what is happening now? My bed is moved. The sky has gone. Blank wall. My

TUTSAK

G

ÖZLERİ Mİ açıyorum, dört mavi karenin içinden gökyüzüne; bir an için açı ­ yorum, sonra bitkin gözka­ paklarım kapanıyor, karan­ lık geri basıyor. Yine, dört karP:Bu kez da­ ha koyu bir mavi. Gölge gi­ bi birileri bir yaklaşıyor, bir uzaklaşıyorlar; sesler fısıl­ dayarak gelip geçiyor. Hareket etmek istiyorum. Hareket etmek. . . seslenmek. Sessiz ve hareketsiz. Nasıl hareket edeceğimi unuttum mu? Karanlık yak­ laşıyor, daha yakma soku luyor. Aynı dört kare: Bu kez gri, ve ıslak. Islak. Yağmur . . . yağmura sıkı tutunmalı. Beynim başıboş dolanıyor. Tutamağı yok. Sesler gelip gidiyor; konuşuyorlar, ama sözcükler yok. Seslenmeliyim. Neden hareket edemiyorum? Neden? Sesler, şimdi daha açık seçik. Ne diyorlar? "Umut yok . . . zavallı . . . beyni zedelenmiş . . . " Seslenmeliyim. Neden anlamıyorlar? Hiçbir tutsak bu denli kapana kısılmamıştır. Sözcük­ ler yok. Yok. İçin için çırpmıyorum, bütün gücümle. Sesimi duyurmalıyım onlara. Ama . . . gitmişler bile. Dört gri kare. Islak. Benim için ağlıyorlar. Tüm dünyam: Gökyüzünün dört parça gri karesi. Yalnızım. Yapayalnız. Güçlü eller beni evirip çeviriyor. UGeI bakalım, güzelim. Kollarımı bacaklarımı oynatıyorlar. Konuşmak için çabalıyorum. Güçlü duyarlı eller, bana uzanıyor! Uza­ nın, yaklaşın bana. Seslenmeliyim. Beni anlamaları gerek. Sesler benim üstümden aşıp birbiri ile konuşuyor, ama benimle değil. Benimle hiç konuşmuyorlar. Günler geçiyor, gri ve mavinin tonlarında. Gelip ge­ çen sesler, gölge gibi şekiller, hepsi hemen yok oluyor, hemencecik. Dur bakalım, şimdi ne oluyor? Yatağımı çeviriyorlar. Gökyüzü yok artık. Boş bir dun

ısı


stili unfocused eyes mourn for the sky. The voices fade . . . and fade, into the distance, and ali is silence. Mv world is smaller now. Long days and nights. Time is forever. How long have 1 been here? Blank wall. Half thoughts drift to me, and away. The mist is in my mind. Another dav. But, listen! 1 can hear new feet around mv bed. "Good morning, love. And how are you todayr A face is close to mine. " I 'm Ada, the new ward maid: She speaks to me . . to me! The fog is lifting. A corner of warmth in my chill world. 1 hear her words, and understand. Oh stay! Where has she gone? 1 cannot be alone again. 1 must cali out. Where are the words? 1 battle \\'ith my body. with my mind. 1 try to speak, but no words come. 1 listen. Friendly noises. The broom click-clacking round the skirting. Ada singing tuneless scraps of song. The busy broom, bumping and bullying the dust away. comes closer, hits my bed. Wood against metal, deep inside my head. "l'm sorry, love,• she says. The face again, so close to mine. 1 fight for words. 1 fight . . . and lose once more. "There now. You're ali nice and tidy. See you tomorrow morning.• Silence. How long? No sky. Blank wall. Blank wall. Quiet figures move around my bed. 1 feel the kindness of their care. Dcad limbs are exercised with firm dcliberation. Voiccs: "I do believe she's getting back somc movement." The white clad figure pats me on the arm. "Clever girl. • she says, expecting no response. 1 want to shout. Confusion fills my mind; and stili 1 am alone. 1 crv inside. There are no words. Thc dayligh.t fades. Another interminable night, and thcn-the noisc of broom on bucket. Surely no onc but Ada makes that cheerful clatter. And how are you this morningr Ada! Ada! The name rings helis of joy within my hcad. Was it only yesterday she spokc to me? • A lovely day, • she says, pulling my bed away from the wall. ·ı walked across the park this morning. The flowers are a treat. Pity you can't see it ali; do you good, it would." . My mind is jerked, back pedalling, puzzled, groping. What can it be? No noise this time. A taste? No, not a taste.The nose-twitching smell of polish. 1 had forgot­ ten smells. •If 1 could turn your bed, you'd see the sky: The face comes near. •Too good to miss, a day like this. I'll ask Sister." 1 dare not hope too much. Ada! Come back. l'll do without the sky . . . but, Ada, come back. ·

152

var. Henüz doğru dürüst göremeyen gözlerim gökyü­ zünün yasını tutuyor. Sesler uzaklaşıyor . . . uzaklaşıyor . . . her şey sessiz. Dünyam daha da küçüldü şimdi. Uzun günler ve geceler. Zaman sonsuza dek. Ne za­ mandır buradayım? Boş bir duvar. Yarım düşünceler gelip gidiyor. Sis benim beynimin içinde. Bir gün daha. Dur bakayım! Yeni birinin ayak sesini duyuyorum yatağımın etrafında. "Günaydın, tatlım. Bugün nasılsın bakalım?· Yüzüme bir yüz yaklaşıyor. ·Adım Ada, yeni hastabakıcı." Benimle konuşuyor . . . benimle! Sis kalkıyor. Buz gibi dünyamın bir köşesi sıcacık şimdi. Sözcüklerini duyu­ yorum, anlıyorum. Ne olur, gitme kal! Nereye gitti? Gene yalnızlığa dö­ nemem. Seslenmeliyim. Sözcükler nerede? Bedenimle savaşıyorum, belleğimle savaşıyorum. Konuşmaya ça­ lışıyorum, ama sözcükler gelmiyor. Dinliyorum. Dostça sesler. Paspas süpürgeliğe vuru­ yor, tık - hışş, tık - hışş. Ada ezgiden yoksun bir şarkı tutturmuş. Hamarat paspas, vura çarpa tozları kovala­ yarak, yatağıma çarpıyor. Tahta metale karşı, ta beyni­ min içinde duyuyorum. "Kusura bakma, tatlım: diyor. Yüzü gene yüzüme öyle yakın ki. Sözcük arıyorum, var gücümle. Savaşıyorum . . . ve bir kez daha yenik düşüyorum. " İ şte oldu. Derlendin toplandın. Yarın gene görüşü­ rüz." Sessizlik. Daha ne kadar sürecek? Gökyüzü de yok. Boş bir duvar. Boş bir duvar. Birileri sessizce yatağımın etrafında dolaşıyor. Be­ nimle yakından ilgileniyorlar, bunu anlıyorum. Cansız kollarımı, bacaklarımı inatla canlandırmaya uğraşıyor­ lar. Sesler: "Sanırım biraz hareket edebiliyor: Beyazlı biri kolu­ ma dokunuyor. •Aferin sana kızım: diyor, nasıl olsa yanıt beklemiyor. Bağırmak istiyorum. Aklım karmakarışık; ve gene yalnızım. İçin için ağlıyorum. Sözcükler yok. Gün ışığı soluyor. Yine bitmez tükenmez bir gece, ve sonra paspasla kovanın vuruşması. Bu neşeli gürültü­ yü Ada'dan başkası çıkaramaz. "Bugün nasılsın, bakalımr Ada! Ada! Bu isim kafamın içinde sevinçle çınlıyor. Daha dün müydü, benimle konuştuğu? "Ne güzel bir gün,• diyor, yatağımı duvardan çeke­ rek. "Parkın içinden yürüdüm bu sabah. Çiçekler göz­ lere bayram. Ne yazık, sen hiçbirini göremiyorsun; bir görsen, ilaç gibi gelir sana.• Beynimi ansızın bir şey çeliyor, geri çekiyor, şaşkı­ nım, aranıyorum. Ne olabilir ki? Bu kez ses değil. Tad? Hayır, tad da değil. Burun gıcıklayan bir cila kokusu. Kokuları da unutmuşum. •yatağını çevirirsem, gökyüzünü görebilirsin: Yüzü bana yaklaşıyor'."Pek de güzel bir gün. Gidip hemşireye sorayım." Daha ne isterim ki. Ada! Geri gel. Gökyüzü olmasa da olur . . . ama, sen geri gel. Ada.


•Thinks l'm a bit touched, but she says, 'Yes:• The chirpy voice calms my racing pulse. ·well, there! 1 al­ most thought you smiled. Hold tight: She clucks her tongue. ··Hold tight.' A silly thing to say: Four squares of purest blue. Too soon she goes; my body link with human kind. The squares now pale, now dark, now pale again. But where is Ada? Was she but a dream? Each day a week; each seven days a year; and hope dies slowly with each lonely dawn. But then, at last . . . •Here! You not better yet? Miss me, did you? Well, l've had the flu. Ali right now, I'm glad to say: Relief sweeps through me. Now 1 will not die. Someone else is in the room. •Ah! Ada, there you are: The Sister's voice is clear, efficient, busy. ·vou're going into B Ward from today: No! No! No! 1 must cali out. 1 will cali out. • Aa . . . aa . . . da!• My hand moves slowly down the bed . They stop and look at me. • A . . . . aa . . . da! Stay: They fuss around, and Ada holds my hand. •ı knew you would, • she says. ·0on't fret. you're go­ ing to get better now. I'll come to see you every day: No longer all alone. My prison bars are broken. 1 am free.

•Aklımdan zorum var sandı, ama izin verdi: Kuş gi­ bi neşeli sesi heyecanımı yatıştırıyor. •işte, oldu! Gali­ ba gülümsüyorsun. Sıkı tutun.· Dilini şaklatıyor. •sana 'Sıkı tutun' demek de ne aptalca bir söz.• Mavinin mavisi dört kare. Ne kadar da çabuk gidiyor; insanlarla olan tek bağım. Kareler şimdi solgun, şimdi koyu, şimdi gene solgun. Peki, Ada nerede? Yoksa, bir düş mü gördüm ben? Her bir gün bir hafta; her yedi gün bir yıl; umut ya­ vaştan ölüyor her yalnız geçen şafakla beraber. Ama sonra, sonunda . . . ·Buraya bak! Daha iyileşmedin mi sen? Demek beni özledin? Ne yapalım, grip olmuşum. Şimdi iyiyim, çok şükür: Bütün benliğim rahatlıyor. Artık ölmeyeceğim. Odada birisi daha var. •Ada, seni arıyordum: Hemşirenin sesi berrak, etki­ li, ivecen. •Bugünden başlayarak, B koğuşunda görev­ lisin: Hayır! Hayır! Hayır! Seslenmeliyim. Sesleneceğim. ·Aa . . . aa . . . da: Ellerim ona doğru yavaşça uzanıyor. Birden durup, bana bakıyorlar. •Aa . . . aa . . . da! Kal." Sağa sola koşuşturuyorlar; Ada ellerimi tutuyor. ·siliyordum: diyor. •Başaracağını biliyordum. Dert etme. iyileşeceksin. Seni her gün görmeye gelirim: Artık yapayalnız değilim. Tutsaklığım sona erdi. Kurtuldum. Çeııirerı: Ü nal NORMAN

Hilary G R E NVTLLE

ŞARK KİTABEVİ librairie d'orient

Galipdede Cad. 1 6 Tünel Beyoğlu - İSTANBUL

A Eski "Yüksekkaldırım"dan

bugüne ulaşan eşsiz bir köşe.

A Her dilde ve fter konuda

eski ve değerli kitaplar.

A Küçük bir keşif gezisine değer . . .


THE CIA AND THE "INTELLIGENCE COMMUNITY"*

CIA VE "HABERALMA TOPLULUGU"*

N the mid-1970s, those who closely followed events in Washington would have observed a major development: For the first time, Congress made a serious attempt to investigate and control the activ­ i ties of the American Mintelligence community" -a homey euphemism for the spy services and their covert activity divisions. in 1975, three separate in­ vestigations were undertaken: by the Senate Select Commi ttee to Investigate Governmental Oper­ ations with Respect to Intelligence, chaired by Sen. Frank Church; by a similar committee in the House of Representatives, headed by Congressman Otis Pike; and by the President's Special Commission, headed by Nelson Rockefeller. The results of these investigations became available in 1976, and they re­ vealed an appalling series of legal and moral trans­ gressions by the CIA, as well as the FBI and several other agencies. The 1970s also saw the publication of over a dozen books by former CIA officers (Phillip Agee, John Stockwell, Frank Snepp, Victor Marchet ti, Harry Rositzke, and others) who ex­ posed in even greater detail the secret activities of the CIA over three decades. The net result of ali this publicity, however, has not been any substantial change in the orientation or the power of the CIA and the other intelligence organizations-the FBI, NSA, DIA, and Army, Navy and Air Force Intelligence. The budgets of this combined intelligence community are stili consid­ ered classified information-even most members of Congress are prohibited from knowing how much money they are approving for intelligence and clan­ destine actions-but it is estimated at over $10 bil­ l ion yearly. The CIA employs some 16,000 regular staffpersons, as well as tens of thousands more paid agents who work for the organization but are not part of the Agency (or the Company, as it is affec­ tionately called); the other intelligence agencies to­ gether employ well over 1 00,000 persons. After a few years during the Carter administration when the intelligence community appeared to be on the defensive-and its covert activities were signifi­ cantly reduced in number and scope-in the 1980s the intelligence agency Mspooks" are making a defi­ nite comeback.

970'LERİN ortalarında Washington'daki olay­ ları yakından izlemiş olanlar önemli bir gelişmeyi gözlemlemişlerdir: Kongre, ilk kez, Amerikan #Ha­ beralma Topluluğunun" -casusluk örgütlerini ve onların gizli faaliyet bölümlerini sevimli göstermek için takılan ad- etkinliklerini incelemek ve denetle­ mek için ciddi bir girişimde bulunmuştur. 1 975'de üç bağımsız inceleme yürütülmüştür: Senatör Frank Church '�n başkanlığını yaptığı hükümetin Haberalma ile ilgili Operasyonlarını inceleyen Se­ nato Komisyonu; Temsilciler Meclisinde, temsilci Otis Pike'in başkan lığını yaptığı benzer bir komis­ yon; ve Nelson Rockefeller'ın başkanlığını yaptığı Başkan'ın Özel Komisyonu. Bu incelemelerin so­ nuçları 1976'da açıklandı ve CIA'in, FBI'ın ve birkaç başka teşkilatın yasal ve ahlaki kuralları dehşet veri­ ci bir biçimde çiğnediğini ortaya çıkardılar. 1970'ler­ de aynı zamanda eski CIA görevlileri (Phillip Agee, John Stockwell, Frank Snepp, Victor Marchetti, Harry Rositzke ve diğerleri) tarafından bir düzineyi aşkın kitap yayımlandı ve bu kişiler CIA' in otuz yıl­ dan fazla bir süre içindeki gizli faaliyetlerini en ince ayrıntısına kadar gözler önüne serdiler. Ancak bütün bu açık açık tartışmaların kesin so­ nucu, CIA ve diğer haberalma örgütlerinin -FBI, NSA, DIA ve Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Habe­ ralma Örgütlerinin- gücünde ve yapısında önemli bir değişikliğe yol açmamıştır. Bunların tümünün toplam bütçeleri hala gizli bilgi olarak kabul edil­ mekte -hatta çoğu kongre üyesinin haberalma ve gizli faaliyetler için . ne kadar para onayladıklarını bilmeleri yasaktır- ancak bunun yılda 10 milyar doların üzerinde olduğu tahmin edilmektedir. CIA, 16.000 kadar kadrolu elemanın yanı sıra örgüt için çalışan ama Örgüt' ün (ya da kulağa şirin gelsin diye Şirket denilmektedir) bir parçası olmayan on binler­ ce ücretli ajan çalıştırmaktadır; diğer haberalma ör­ gütleri toplam olarak 100 .00CYden fazla personel ça­ lıştırmaktadır� Haberalma topluluğunun savunma durumuna geçtiği ve gizli faaliyetlerinin sayıca ve kapsam açısından önemli ölçüde azaltıldığı Carter yönetiminden birkaç yıl sonra, 1980'lerde, örgütün "görünmez adamları" kesin dönüş yapmaktadırlar.

• Fronı Don Etlıan Miller'sThe Book of Jargon, Collier Books, New York, 1 98 1 .

• Don Ethan M iller'iıı The Book of Jargon (Collier Books, New York, 1981) lıaşlıklı kitalı1 11da11 a/111111ıştır.

i

1 54

1


What has changed, however, is that a large vol­ ume of information is now available to the public, by which the actions of the CIA and the ot her agen­ cies can be understood and evaluated. in this sec­ tion, through the language of the intelligence ser­ vices, the reader can begin to gain that understand­ ing. The terms explained below-drawn from books and articles, congressional testimony, and other di­ rect sources-reveal a fascinating and frightening world, quite unlike the romanticized adventures of popular spy novels. We have concentrated mainly on the terms of the CIA, which, although not the largest intelligence agency, is the most aggressive internationally and has the most powerful effect up­ on world events. A distinction should be made, moreover, between the functions of intelligence and those of covert or clandestine operations. in the former category are the traditional, legitimate functions of intelligence services: getting ali the information possible about the military, political, and economic conditions in foreign (especially hostile) countries, and analyzing that information to gauge what actions will best en­ sure our national defense. This is the purpose for which the CIA was originally chartered by Con­ gress, in 1 947. in the la tter category, however, fall an incredible array of other activities, most of which are kept totally secret from both Congress and the American people: the manipulation of foreign po­ litical situations (rigging elections, bribing public officials, supporting certain trade unions and politi­ cal groups while crushing others, disinformation and propaganda campaigns); the training and sup­ port of foreign military and paramilitary forces (not authorized by Congress and often in contradistinc­ tion to our stated policies); the assassination or at­ tempted assassination of foreign heads of state; the destabilization and overthrow of democratically elected gover"'11e nts (Chile in 1 973 being the most salient recent example); the training, at United States taxpayers' expense, of foreign police and se­ curity forces in the most modern methods of inter­ rogation, surveillance, and torture (the Shah's infa­ mous SAVAK, for example); experiments in mind control via drugs, hypnosis, electroshock, and brainwashing (see MKULTRA); the surveillance and harassment of United States citizens (see COINTELPRO, CHAOS); and so on. it is primarily in this area that critics contend the uintelligence" agen­ cies have exceeded their legitimate functions and become the executors of more sinister political di­ rectives-both those of the executive branch (such as Nixon's use of CIA, FBI, and NSA to stifle Ameri­ can dissent against his Vietnam policies), the major corporations (ITT in Chile), and the agency chiefs themselves. in the attempt to combat Soviet expan­ sion and other forces deemed •hostile to U.S. inter­ ests, • the CIA has frequently used methods and supported political forces more ruthless and un -

Ancak artık farklı olan, halka aktarılan bilginin fazlalığıdır ve CIA ve diğer örgütlerin faaliyetleri böylelikle anlaşılmakta ve değerlendirilmektedir. Okuyucu bu bölümde haberalma örgütlerinin kul­ landığı dil yardımı ile bu anlayışı elde etmeye başla­ yabilir. Aşağıda açıklanan -kitaplardan ve makale­ lerden, kongredeki tanıklıklardan ve diğer dolaysız kaynaklardan elde edilen- terimler herkes tarafın­ dan okunan casusluk romanlarındaki romantik ma­ ceraların tersine şaşkınlık verici ve korkutucu bir dünya sergilemektedirler. Biz, genel olarak dünya­ nın en büyük haberalma örgütü olmamakla beraber, dünya çapında en saldırgan olan ve dünya olayları üzerinde en büyük etkisi bulunan CIA'in terimleri üzerinde durduk. Bunun yanı sıra, haberalma'nın işlevleri ile sinsi ya da gizli operasyon 'ların işlevleri arasında bir ayı­ rı m yapılmalıdır. ilk kategoride haberalma örgütle­ rinin geleneksel ve yasal işlevleri bulunmaktadır: Yabancı (özellikle düşman) ülkelerin askeri, politik ve ekonomik durumları hakkında mümkün olan her türlü bilgi yi ele geçirmek ve bu bilgiyi ulusal savun­ mamızı en iyi biçimde yapmamızı sağlayacak faali­ yetleri saptamak için analiz etmek. CIA'in 1947 yı­ lında Kongre tarafından oluşturulmasının nedeni budur. Ancak, ikinci kategoriye, birçoğu hem Kon­ gre hem de Amerikan halkından tümüyle gizlenen inanılmaz faaliyetler girmektedir: Yabancı ülkelerin politikalarına yön vermek (seçimlerde hile yapmak, devlet memurlarına rüşvet vermek, bazı sendikaları ve siyasi grupları desteklerken diğerlerini ezmek, kasıtlı yanlış bilgilendirme ve propaganda kampan­ yaları); (Kongreden yetki almaksızın ve çoğunlukla da belirtilen politikalarımızla çelişen) y;:ıbancı askeri ve milis kuvvetlerini desteklemek ve eğitmek; ya­ bancı devlet başkanlarına karşı düzenlenen suikast­ ler ya da bu kişilerin öldürülmesi; demokratik se­ çimle başa geçmiş hükümetlerin destabilizasyon'u ve devrilmesi (en yakın ve en acı örnek 1973 Şili ör­ neğidir); Amerika Birleşik Devletleri vatandaşları­ nın vergileriyle dış ülkelerin polislerini ve güvenlik güçlerini en modern s�rgulama, gözleme ve işkence yöntemleri (örneğin Iran Şahı'nın rezil SAVAK'ı) konusunda eğitmek; uyuşturucu, hipnotizma, elek­ troşok ve beyin yıkama (bkz. MKULTRA) yolu ile zihni kontrol altında tutma deneyleri; Amerika Bir­ leşik Devletleri halkını gözetleme ve taciz etme (bkz. COINTELPRO, CHAOS); ve benzeri . uHabe­ ralma" örgütlerini eleştirenler özellikle bu alanda örgütlerin yasal görevlerini aşarak yönetici kademe­ sinin (Nixon'ın, Amerikalıların Vietnam siyasetine karşı tepkilerini bastırmak için CIA, FBI ve NSA'yı kullanması gibi), büyük şirketlerin ( ITT'nin Şili 'de yaptığı), ve örgüt şeflerinin kendilerinin çok daha sinsi siyasal direktiflerini yerine getiren kurumlar durumuna geldiklerini ileri sürmektedirler. Sovyet yayılmacılığıyla ve u ABD çıkarlarına düşman" kabul edilen diğer güçlerle savaşma girişiminde CIA çoğu zaman öyle yöntemler kt_ıllanmış ve öyle siyasal '

1 55


democratic than those we are opposing. As citizens in whose names, and with whose tax dollars, such things are being done, we need to know more about the intelligence agencies and their

role in shaping U.S. policy. We need to know what executive action and black bag jobs consist of; what destabilization of a foreign govemment really means; what COINTELPRO and HYDRA and

and Operation MONGOOSE actually were. ünce acquainted with such tenns-and the facts which they represent-we can dcbate the is­

MKULTRA

güçleri desteklemiştir ki, bunlar karşı çıkmakta ol­ duklarımızdan daha acımasız ve antidemokratiktir . Vergi olarak verdiğimiz dolarlarla, vatandaş ola­ rak adımıza bu gibi şeyler yapılan bizler haberalma örgütleri ve ABD siyasetini biçimlendirmedeki rol­ leri hakkında daha fazlasını bilmek istiyoruz. Exe­ cutive action ve black bag job'ın ne olduğunu; bir yabancı ülkenin destabilization'unun gerçekte ne anlama geldiğini; COINTELPRO, HYDRA,

MKULTRA ve MONGOOSE Operasyonu'nun ger­

sues of the CIA and related agcncies as intelligent and informed citizens.

çekte neler olduklarını bilmek istiyoruz. Bu terimle­ ri-ve simgeledikleri gerçekleri-öğrendikten son­ ra CIA ve benzeri örgütlerle ilgili konuları zeki ve bilgili vatandaşlar olarak tartışabiliriz.

agent: An •outside· person paid by the CIA to accom­

agent (ajan): Amaçlarını gerçekleştirmesi için CIA' den

plish its purposes, but who is not an official employ­ ee of the agency (usually called an officer). A career agent is paid to collect and deliver information (the classical espionage setup) to his case officer over many years; while a contract agent or onetime agent may be hired to perform a limited series of actions­ an assassination, a propaganda campaign-after which he is free to sell his services elsewhere. An agent in place is a paid agent who occupies a position within the political or military or intelligence ap­ paratus of an •opposition• govemment or organiza­ tion: a Cuban govemment official. for example. An agent of influence may not be directly on the CIA pay­ roll but affects events in the same direction as the CIA's operations: usually being an anti-Communist govemment official or representative of big busi­ ness. (Note: The term agent has a different meaning in the FBI, where it refers to an official employee of the agency, equivalent to an officer in the CIA). AID : The Agency for Intemational Development; a ba­ sic government vehicle for foreign aid disburse­ ments, which has been frequently used as a front for CIA clandestine operations and as official cover for CIA officers abroad. asset: Anything useful to an intelligence agency, out­ side of its own employees and materiel. Usually ref­ ers to sources of information and resources addi­ tional to the hired agent: •friendly· foreign officials, right-wing generals, cooperative journalists and publishers, wiretaps and surveillance installations, stockpiles of weaponry for paramilitary operations, and the like. backstopped: When materials an officer or agent uses for an alias or cover identity have been issued with the cooperation or knowledge of the issuing organi­ zation, they are said to be backstopped. in other words, if an officer uses an alias driver's license or credit card, if the materials have been backstopped they will check out if someone contacts the DMV or issuing company for verification. The other type of alias materials, not backstopped, are flash IDs; if doomed to failure. The assault force was easily deBay of Pigs: The classic CIA debacle. in 1%1, shortly after Fide) Castro came to power in Cuba, the CIA trained a small force of anti-Castro Cubans and en-

1 56

para alan ama örgütün resmi görevlisi olmayan (bu kişilere genellikle görevli denir) •dışarıdan• bir kişi. Bir career agent, case officer'ına (koordinasyon gö­ revlisi'ne) uzun yıllar bilgi toplayıp aktarmak için (klasik casusluk biçimi) para alır; buna karşın geçici ajan ya da bir seferlik ajan belli sayıda faaliyet -sui­ kast, propaganda kampanyası- gerçekleştirip daha sonra para karşılığında başkası adına iş yapmakta özgür olan kişidir. Agent in place, "düşman· bir ülke­ nin ya da örgütün siyasi, askeri ya da haberalma me­ kanizmasında bir yer işgal eden ve ücret alan bir ajandır: Örneğin, bir Küba hükümet sorumlusu. Agent of influence, CIA maaş bordrosundan doğru­ dan para almayabilir ama olayları CIA operasyonları doğrultusunda yönlendirir: Genellikle antikomü­ nist bir devlet memuru ya da büyük bir şirketin tem­ silcisidir. Not: Ajan terimi FBI' da değişik bir anlama gelmektedir, örgütün resmi memuru anlamındadır ve CIA' de çalışan bir görevli ile eşdeğerdir. ) AID : (Uluslararası Kalkındırma örgütü); Hükümetin dış yardımlarını dağıtan temel bir aracıdır ve sık sık CIA'in gizli operasyonlan ve başka ülkelerdeki CIA görevlileri için paravan olarak kullanılmaktadır. asset: Bir haberalma örgütünün kendi elemanları ve materyali dışında kalan ve örgüt içrn yararlı herhan­ gi bir şey. Genellikle kiralanmış ajan dışında kalan bilgi kaynakları anlamına gelir: Yabancı ama ·dost• yetkililer, sağcı generaller, işbirliğine hazır gazeteci­ ler ve yayıncılar, dinlenen telefonlar, gözetleme is­ tasyonları, milis faaliyetleri için silah stoku ve ben­ zeri şeyler. backstopped: Bir görevlinin ya da ajanın sahte bir kim­ lik ya da kimliğini gizlemek için kullandığı malze­ meler, bunları veren kuruluşun bilgisi dahilinde ve işbirliği ile verilmişse bunlara backstopped denir. Di­ ğer bir deyişle, bir görevli sahte bir ehliyet ya da kre­ di kartı kullanıyorsa ve bunlar backstopped edilmişse bu belgeyi veren kuruluşa ya da Trafik Şubesi'ne doğruluğu için başvurulduğunda sahte olmadıkları söylenir. Backstopped olmayan gizli kimlik türüne flaslı kimlik denir; kontrol edildiklerinde geçersiz ol­ dukları görülür. Bay of Pigs (Domuzlar Körfezi) : Ünlü CIA fiyaskosu. 1 961 'de, Fidel Castro, Küba'da başa geçtikten kısa bir süre sonra, CIA küçük bir grup Castro aleyhtarı


gineered their attempt to "liberate• the island. Lack­ ing both popular support for their effort among the Cuban people (who were supposed to "rise up· and join the counterrevolution) and any major military commitment by the United States (a full-scale inva­ sion was contemplated but ruled out), the effort was doomed to failure. The assault force was easily de­ feated and most of its members captured; the re­ sultant flap to the United States government for blatantly interfering in the affairs of another coun­ try was immense. The plan, though hatched during the Eisenhower administration, was approved by Kennedy- who later felt that he had been misin­ formed about its viability and came to regret the venture. black bag job: lllegal breaking and entering, performed by an intelligence agency (or its agents) for the pur­ poses of gathering information or installing sur­ veillance devices. The most famous, of course, was the entry into the Democratic Party Headquarters in the Watergate Hotel by the "plumbers· team, em­ ployed by the Committee to Reelect the President (Nixon). The FBI has issued directives to its agents to cease such activities, but there is little evidence that any of the intelligence agencies are likely to give up such a common method of obtaining information. black propaganda: Published reports, leaflets, posters, and rumors that are false or misleading and are attri­ buted to others than their real creators. For example, if the COS in a Third World country "leaks" to the lo­ cal press a secret Soviet document planning the takeover of that country, which document has in fact been written by the CIA and forged to look like an official Russian paper, the procedure is called black propaganda. See also disinfoımation. blow-back: Adverse repercussions from an agency operation. The term usually refers to the embarrass­ ment that accrues when an operation's true nature is revealed (such as the CIA attempting to "buy• a free election in a democratic country); but also includes an adverse military or polit�cal result from even a ·successful" operation (such as the hardening of a movement's resolve when their leader has been as­ sassinated). branch: A subdivision of territory within the CIA orga­ nizational system. A branch is smaller than a divi­ sion, larger than a section. The Horn and Central Branch would be part of the Africa Division, with the Angola section a subset of that branch. cables: The largest portion of CIA infoımation is trans­ mitted from officers to CIA headquarters via cable (telegram) traffic. Hundreds of these cables are re­ ceived and sent daily between field station officers and their respective task force or division chiefs in Langley, Virginia. Cables are prioritized in order of their urgency, with a FLASH or CRITIC cable (the two top priorities) able to reach the CIA from a COS anywhere in the world within seven minutes. The cables are, of course, encoded before transmittal and decoded upon receipt. IMMEDIATE cables take several hours, PRIORflY up to six hours, and ROU­ TINE up to twenty-four hours. case officer: A staff officer, a CIA employee who works

Kübalıyı eğitti ve adayı "kurtarma• girişimlerini baş­ lattı. ("Ayaklanıp· karşı-devrime katılması bekle­ nen) Küba halkı arasında girişimlerine destek bula­ madıklarından ve Birleşik Devletler tarafından bü­ yük çapta askeri destek sağlanmadığından (büyük ölçekli bir istila düşünülmüş ancak reddedilmişti), girişim başarısızlığa uğramaya yazgılıydı. Hücum birliği kolayca mağlup edilmiş ve birçoğu esir alın­ mıştı; Birleşik Devletler hükümetinin bir başka ülke­ nin işlerine açık açık müdahalesinin neden olduğu skandal çok büyüktü. Plan, Eisenhower yönetimi sı­ rasında düşünülmesine rağmen, daha sonra başarı­ labilirliği konusunda yanlış bilgilendirildiğini düşü­ nen ve girişimden pişmanlık duyan Kennedy tara­ fından onaylanmıştı. black bag job: Bir haberalma örgütü (ya da ajanlan) ta­ rafından bilgi toplama ve dinleme cihazları yerleş­ tirme amacı ile herhangi bir yere yasadışı girme. Ta­ bii bunların en ünlüsü, Watergate Otelindeki De­ mokrat Parti merkezine, Başkanı (Nixon) Yeniden Seçme Komitesi tarafından tutulan •tamircilerin" girmesidir. FBI, ajanlarına bu tür faaliyetleri durdur­ ması için direktif yollamıştır ancak haberalma örgüt­ lerinin herhangi birinin böylesine yaygın bilgi topla­ ma yönteminden vazgeçecekleri kuşkuludur. black propaganda (sinsi, kara propaganda): Yayımlan­ mış rapor, el ilanı, afiş ve yanlış ya da yanıltıcı olan ve çıkaranlara değil de başkalarına mal edilen söy­ lenceler. Örneğin, eğer bir Üçüncü Dünya ülkesin­ deki COS, gerçekte CIA tarafından yazılnuş olan ama resmi bir Sovyet dokümanı gibi gösterilen ve Rusların o ülkeyi işgal edecekmiş izlenimi yaratan planları yerel basına "sızdırırsa· buna kara propa­ ganda denir. Disinfoımation'a (kasıtlı yanlış bilgi­ lendirme) bakınız. blow-back (geri tepme): Bir örgüt operasyonunun olumsuz yankılan. Bu terim genellikle bir operasyo­ nun gerçek amacı anlaşıldığında (örneğin CIA'in de­ mokratik bir ülkedeki serbest seçimleri "satın alma­ ya• çalışması gibi) ortaya çıkan utanç verici durumu anlatmak için kullanılır; ama aynı zamanda "başarı­ lı" bir operasyonun olumsuz askeri ve siyasal sonuç­ larını da içerir (örneğin, önderleri suikaste kurban giden bir hareketin kararlılığının artması gibi). branch (kol): CIA örgüt sisteminde bölge alt bölümü­ dür. Kol, şubeden daha küçük, kısım'dan daha bü­ yüktür. Horn ve Central Kolu, Afrika şubesinin bir parçasıdır, Angola kısmı ise o kolun alt grubudur. cables (telgraflar): OA'e gelen bilginin en büyük bölü­ mü görevlilerden CIA genel merkezine telgrafla yol­ lanır. Her gün sahra büro görevlileri ve Virginia eya­ letinin Langley kentindeki görev kuvveti ya da şube şefleri arasında bu telgraflardan yüzlercesi gider ge­ lir. Telgraflar ivediliklerine göre önceliklendirilirler. YILDIRIM ya da İVEDİ (en öncelikli iki telgrafbr) bir telgraf dünyanın herhangi bir yerindeki COS'dan CIA'e yedi dakika içinde ulaşır. Doğal ola­ rak, telgraflar yollanmadan önce şifrelenir ve alın­ dıktan sonra deşifre edilir. ACELE telgraf birkaç sa­ at, ÖNCELİKLİ telgraf altı saat kadar ve NORMAL telgraf yirmi dört saat içinde ulaşır. case officer (koordinasyon görevlisi): Herhangi bir

157


on a project of some kind, either recruiting and con­ trolling agents (spies) for clandestine collection, or coordinating a covert action, or running some other program. The case officer is, in effect, the liaison be­ tween the CIA decision-making bureaucracy in Langley and the actual field operations-either espi­ onage or covert action. CHAOS: A secret operation, conducted by the CIA from 1969 to 1974. CHAOS vas supposed to inves­ tigate the extent of foreign support and Communist control of the United States antiwar movement . Al­ though two major CHAOS reports (in 1969 and 1971) concluded there was no evidence of such con­ trol or support, nonetheless, at the insistence of President Nixon the operation went on. it ultimately compiled information including the names of 300.000 American citizens and organizations; inter­ cepted mail; maintained over 7,000 separate 201 (personality) files on individual American citizens; and established a usecurity" status that precluded any review or approval process of the operation out­ side the agency itself. CHAOS was a clear example of the Agency's attempting to fulfill its intelligence/ analysis function honestly and accurately, only to be pressured by the executive branch to uproduce" the kind of information that the President required for political purposes. clandestine: Secret, capable of being denied by the government. See covert. C/andestine servicesis the in­ side-CIA term for the DDO . COINTELPRO: A secret FBI program, begun in 1956 to infiltrate and undermine the Communist Party USA, but expanded through the 1960s to include other left-wing parties and ultimately the entire spectrum of peace, antiwar, and black-power and civil-rights movements. COINTELPRO (short for counterintelligence program, which was a total mis­ nomer) went far beyond investigation and surveil­ lance, however: Testimony before the Church and Pike Committees in 1975 revealed that the program included wide-scale harassment, intimidation, de­ ception, and disinformation. Over 2,000 COINTEL­ PRO actions were approved and taken: Activist cou­ ples were split up by means of faked letters purport­ ing infidelities of one spouse; homes and offices were burglarized; violence was provoked between factionalized groups; extreme activities were pro­ voked by infiltrated agents; efforts to prevent black and N ew Left activists from speaking, teaching, writ­ ing, and working were undertaken; group members were anonymously named as informants to their or­ ganizations; and First Amendment rights of United States citizens were relentlessly trampled. collection: The gathering of information, which may be overt (the source is made aware that he is giving in­ formation to the agency) or covert (the source is not aware of who is collecting the information-or is un­ aware that the information is being collected). compartmentation: Agency term for compartmental­ ization. The nature of CIA organization is such that many of the departments, especially covert actions and ot her sensitive operations, are kept entirely sep158

proje üzerinde çalışan, ya gizli bilgi toplama ama­ cıyla ajan (casus) transfer edip onları denetleyen,ve­ ya gizli faaliyet düzenleyen ya da bir başka program yürüten CIA elemanıdır. Gerçekte caseofficer, CIA'in Langley' deki karar verme mekanizması ile sahra operasyonları -casusluk ya da gizli faaliyet- ara­ sında irtibat sağlar. CHAOS: 1969'dan 1974'e kadar CIA tarafından yürü­ tülen gizli bir operasyondur. CHAOS'un amacı Bir­ leşik Devletler'deki savaş aleyhtarı harekete yabancı ülke desteğinin ve Komünist katkısının boyutlarını araştırmaktı. 1969 ve 1971'deki iki önemli CHAOS raporunda böyle bir katkı ya da desteğin izine rast­ lanmadığının belirtilmesine karşın Başkan Nixon'ın ısrarı üzerine operasyon sürdürüldü. 300.000 Ame­ rikan vatandaşı ve örgütünün adlarını içeren bilgi topladı; mektupları açtı; 7000'den fazla Amerikan vatandaşı hakkında 201 (kişilik) dosyası tuttu; ve operasyonun örgüt dışından incelenmesini ya da onaylanmasını olanaksız kılan bir ugüvenlik" statü­ sü kurdu. CHAOS, Örgütün haberalma/analiz gö­ revini dürüst ve doğru bir biçimde gerçekleştirme çabasının açık bir örneğiydi ancak Başkanın siyasi amaçlarla istediği bilgiyi uüretmek" için yönetim ta­ rafından baskı kurulabiliyordu. clandestine: Gizli, hükümet tarafından inkar edilebile­ cek. Bkz. covert (sinsi). Gizli Hizmetler, DDO için CIA içinde kullanılan terimdir. COINTELPRO: ABD Komünist Partisine sızmak ve onu zayıflatmak için 1956'da FBI tarafından başlatıl­ mış ancak 1960'larda diğer sol kanat partilerini, tüm barış, savaş aleyhtarı, zenci ve insan hakları hare­ ketlerini de içeren bir program. Ancak COINTELP­ RO (karşı-haberalma programının kısaltılmışıdır ve çok yanlış bir addır) inceleme ve gözlemeden de öte­ ye gitti: 1975'de Church ve Pike Komitelerindeki ta­ nıklıklar, programın büyük ölçekli taciz etme, kor­ kutma, aldatma ve kasıtlı yanlış bilgilendirme içer­ diğini ortaya çıkardı. 2000'den fazla COINTELPRO girişimi onaylanmış ve gerçekleştirilmiştir: Eylemci çiftlerin, çiftlerden birinin sadakatsizliğini gösteren düzmece mektuplar yardımıyla birbirlerinden ayrıl­ ması sağlanmış; evlere ve bürolara girilmiş; fraksi­ yonlar arasında şiddet kışkırtılmış; sızan ajan'lar ta­ rafından aşırı faaliyetler kışkırtılmış; zenci ve Yeni Sol eylemcilerini konuşmaktan, öğretmekten, yaz­ maktan ve çalışmaktan alıkoyma çabalarına giril­ miş, grup üyeleri örgütlerini ele verenler olarak tanı­ tılmış; ve Birleşik Devletler vatandaşlarının Anaya­ sal hakları acımasızca çiğnenmiştir. collection: Bilgi toplanması. Bu ya açık'tır (kaynak, ör­ güte bilgi aktardığının farkındadır) ya da gizli'dir (kaynak, kimin bilgi topladığının farkında değildir ya da bilginin toplandığının farkında değildir.) compartmentation (görev bölümü): Örgütün sınıflan­ dırıp ayırmaya verdiği ad. CIA örgütünün özelliği birçok bölümlerin, özellikle gizli eylem'lerin ve di­ ğer hassas operasyon'ların örgütün diğer görevle-


arate from other functions and personnel within the agency, sometimes with locked files and offices. in these cases only the OCI or DIXJ may know what is happening within ali the separate sections and operations. compromise: When an officer's or agent's cover has been blown (exposed), or the nature and extent of a secret facility or operation has been revealed, the sources, assets, and methods involved are said to have been compromised. contingency fund: in addition to its normal operating budget, the exact amount of which is classified in­ formation which the American public apparently should not know (but which is certainly in the vicin­ ity of a billion dollars yearly for the CIA alone, and many times that for ali the intelligence services com­ bined), the DCI has at his personal discretion at ali times a contingency fund of additional monies, to be usedat his personal authorization, amountingto some 5 50 million (some sources say as high as S 100 million). Thus, if a president needs a million in cash to pay someone off, or the NSC wants to fund a little $20 million paramilitary operation without the ap­ proval of Congress, this is where they go. contract agent: A person hired by the CIA for a specific job; for example, Mafia people paid to arrange the assassination of Fidel Castro. COS: Chief of station; The head officer of a specific CIA station. No figures are available to the public on the number of stations and bases existing around the world, but there are certainly hundreds and most likely thousands. counterinsurgency:A euphemism for actions taken against grass-roots, popular, or guerrilla-type revolutionary movements that threaten established, pro-American regimes. Much of the CIA's activity in Southeast Asia and Latin America during the 1950s and 1960s went under this rubric. counterintelligence: Abbreviated CI. Ali those activi­ ties taken to counter the work of enemy (or ·opposi­ tionn) intelligence services. This includes discover­ ing foregin agents (usually KGB) at work in the United States or elsewhere; breaking enemy codes and otherwise intercepting their communications; penetrating the other side's intelligence service; planting false information through known opposi­ tion agents; using double agents; and any other ac­ tivities that will neutralize their effectiveness while maintaining our own. cover: A visible, plausible identity for an intelligence officer or agent that does not reveal his true identity or affiliation. Official cover is provided by a position with a private company-often, a CIA-created or -controlled entity. (See proprietary companies.) Of­ ten, a local CIA station chief (see COS), especially in a "friendlyn political context (the Greek colonels' re­ gime, the Pinochet regime in Chile), makes little or no effort to disguise his identity and is well known to the indigenous political and social circles. See also deep cover. coverage: If there exists a CIA station in a given area­ which may consist only of an officer in a hotel room,

rinden ve personelinden, bazen kilit altındaki dos­ yalarda ve bürolarda, tümüyle ayrı tutulmasıdır. Bu gibi durumlarda diğer kısım'larda ve operasyonlar­ da neler olduğunu yalnızca OCI ya da DIXJ bilebilir. compromise: Bir görevli'nin ya da ajanın kimliği anla­ şılırsa, ya da gizli bir yerin ya da operasyon'un niteli­ ği ve çapı ortaya çıkarsa işin içindeki kaynakların, asset'lerin ve yöntemlerin tehlike içinde bulunduğu söylenir. contingency fund (ihtiyat fonu): Gizlilik flerecesi olduğu için gerçek miktarını Amerikan halkının bilmemesi gereken normal bütçesinin (yalnızca CIA için yılda bir milyar dolar dolaylarında ve diğer haberalma ör­ gütleri de göz önünde bulundurulursa bunun birkaç katı) yanı sıra her zaman için OCl'nin tasarrufunda, uygun gördüğü yerlerde kullanılacak, 50 milyon do­ lar kadar (bazı kaynaklar 100 milyon dolar demekte­ dir) para bulunur. Böylece, eğer bir başkan birisine ödemek için bir milyon dolar nakit paraya ihtiyaç duyarsa ya da NSC, Kongrenin onayı olmaksızın, 20 milyon dolarlık küçük bir milis operasyonu'nu fi­ nanse etmek isterse paralar buralara gider. contract agent (geçici ajan) : CIA tarafından özel bir iş için tutulmuş kişi; örneğin, Fidel Castro'ya düzenle­ nen suikasti Mafya finanse etmiştir. COS (Büro Sorumlusu): Belli bir CIA büro' sunun başı. Dünya üzerindeki büroların ve üslerin sayısı halka açıklanmamıştır ama bunların sayısı kesinlikle yüz­ lerce ve büyük bir olasılıkla binlercedir. counterinsurgency (karşı-isyan): Amerikan yanlısı re­ jimleri tehdit eden halk ya da gerilla devrimlerine karşı girişilen hareketlere verilen ad. CIA'in 1950 ve 1960'larda Güneydoğu Asya ve Latin Amerika'daki faaliyetlerinin çoğu bu adla sürdürüldü. counterintelligence (karşı istihbarat): Kısaltılmışı Cl'dır. Düşman (ya da "karş() haberalma örgütleri­ nin etkinliklerini boşa çıkartmak için girişilen tüm faaliyetler. Bu, Birleşik Devletler'de ya da başka yer­ lerde faaliyet gösteren yabancı ajan'ları (genellikle KGB) ortaya çıkartmayı; düşman şifrelerini çözme ya da haberleşmesini dinleme; diğer tarafın haberal­ ma örgütüne sızma; kimliği bilinen karşı ajanlar ka­ nalıyla yanlış bilgi aktarma; çift taraflı ajan kullan­ ma; ve onların etkinliklerini sona erdirip bizimkini koruyacak her türlü faaliyet. cover (sahte kimlik) : Bir örgüt görevli'sinin ya da ajan'ının gerçek kimliğinin ya da görevinin anlaşıl­ masını engelleyen inanılır bir kimlik. Resmi kimlik, genellikle CIA'e ait ya da onun tarafından kontrol edilen özel bir şirkette verilen bir görevle sağlanır. (Bkz. proprietary companies.) Genellikle yerel CIA büro şefi (bkz. COS), özellikle "dostn bir siyasi or­ tamda (Yunanistan'da Albaylar rejimi, Şili'de Pi­ nochet rejimi) kimliğini gizlemek için hemen hemen hiç çaba harcamaz ve yerel siyasi ve toplumsal çev­ relerde bilinir. Deepcover'a da bakınız. coverage: Eğer belli bir bölgede bir CIA büro' su varsa -ki bu bir otel odasında yaşayan bir görevli'den

1 59


or could be a well-established operation with doz­ ens of employees and millions of dollars to di­ spense-the Company is said to have •coverage• there. covert action/activities: Any and all operations of the agency or its contract agents, in which any link to the United States government or its agencies has been disguised or can be denied; secret operations. lnto this category fail the most notorious of CIA pro­ grams, many of them in direct violation of its orig­ inal founding charter and often in flagrant disregard of the principles of national sovereignty, democra­ cy, and human rights. Covert actions or operations (also called clandestine actions or operations) are generally described as including: (1) political and ec­ onomic operatioııs (secret funding of political parties, private training and ·support" of individuals, labor unions, police forces); (2) propagaııda activities, both black (covert and false) and white (overt, honest); and (3) paramilitary operatioııs, including sabotage, military coups, assassinations (or the attempts thereof), raising, training, funding of secret armies, and the like; and (4) espionage, the covert gathering of information, which is the original and legal func­ tion of the intelligence agencies. cryptonym: All CIA officers, hired agents, assets, and operations are given code names by which they are designated in all cable traffic and memoranda. in general, the first two letters (digraph) identify the locale of the operation, or its chief sponsor (MK, for example, indicated a Technical Services Staff pro­ gram). Some of the better-known cryptonyms, now public knowledge, have been CHAOS, PHOENIX, MONGOOSE, and MKULTRA (see entries under each of these). cutout: An intermediary, designed to disguise the link between the CIA and its covert operations. For ex­ ample, in the case of one of the CIA-sponsored as­ sassination attempts against Fide! Castro (seeMON­ GOOSE), there were no fewer than six cutouts be­ tween the CIA case officer in charge and the actual paid assassin: an American intermediary, three members of the Mafia, a Cuban emigre leader, and a Cuban courier. in most operations, the chain of com­ mand is not quite so circuitous, but the use of at least one cutout to mask agency involvement is common­ place. DCI: Director of Central Intelligence; appointed by the president, he is both the head of the Central Intelli­ gence Agency aııd the representative of the entire in­ telligence community to Congress and the executive branch. The responsibilities of the position are im­ mense-the DCI must oversee and coordinate a multibillion-dollar intelligence system,plan and ap­ prove covert actions, and provide the link between ali those functions and the upper levels of government. While not officially mandated to formulate policy, inevitably the DCI has become one of the key voices in the creation of the United States' role around the world; thus, additionally he has the responsibility for sustaining American justice and democracy while pursuing national security. Few, if any, of the 160

ibaret olabilir ya da bütçesi milyonlarca dolar olan ve düzinelerce memuru bulunan iyi kurulmuş bir örgüt olabilir- Şirketin buralarda •coverage"ı var demek­ tir. covert action/activities (gizli eylemler/faaliyetler): Ör­ gütün ya da onun geçici ajan'larının, Birleşik Devlet­ ler hükümeti ya da örgütleri ile olan bağlarının giz­ lendiği ya da inkar edilebileceği tüm operasyonlar. CIA' in en rezil faaliyetleri bu kategoriye girer ve bunların çoğu örgütün kuruluş amacını ihlal eder ve çoğunlukla ulusal egemenlik, demokrasi ve insan hakları ilkelerini açıkça çiğner. Gizli eylemler ya da faaliyetler (aynı zamanda sinsi eylemler ya da faali­ yetler olarak adlandırılır) genellikle şöyle tanımla­ nır: (1) siyasi ve ekonomik faaliyet/er(gizli olarak siya­ si partilere para aktarma, bireyleri, işçi sendikalarını ve polis kuvvetini özel olarak eğitme ve •destekle­ me"; (2) propaganda faaliyetleri, kara (gizli ve yanlış) ve lıeyaz (açık ve dürüst), ve (3) milis faaliyet/eri, buna sabotaj, askeri darbe, suikast (ya da suikast girişi­ mi), gizli ordu toplamak, eğitmek ve finanse etmek; ve (4) casusluk, gizli olarak bilgi toplamak, ki bu ha­ beralma örgütlerinin gerçek ve yasal görevidir. cryptonym (kodadı): Bütün CIA görevli'lerine, ücretli ajan'lara, asset'lere ve operasyon'lara tüm telgraf­ lar'da ve kayıtlarda kod adlar verilir. Genellikle ilk iki harf (digraplı) operasyonun yerini ya da operas­ yonu yürüten kuruluşu (örneğin MK, bir Teknik Sı­ nıf Personeli programı için kullanılmıştır) belirler. Artık halk tarafından bilinen ünlü kod adları, CHA­ OS. PHOENIX, MONGOOSE ve MKUL1RA'.dır (bu madde başlarına bakınız). cutout: CIA ve gizJi faaliyeUer'i arasındaki bağlantıyı gizleyen araa. Örneğin, Fide! Castro'yu öldürmek için CIA tarafından düzenlenen suikast girişimlerin­ den sorumlu CIA case officer (koordinasyon görev­ lisi) ile parayı alan suikastçi arasında altı kadar aracı vardı: Bir Amerikalı aracı, üç mafya üyesi, iltica et­ miş bir Kübalı lider ve bir Kübalı kurye. Çoğu ope­ rasyonlarda komuta zinciri bu kadar dolambaçlı de­ ğildir ama teşkilatın işe karıştığını gizlemek için en azından bir aracı kullanmak yaygındır. DCI: Merkezi Haberalma Başkanı, başkan tarafından atanır ve hem Merkezi Haberalma Orgütünün baş­ kanıdır hem de Kongre ve yürütme koluna karşı tüm haberalma topluluğunu temsil eder. Görevin so­ rumlulukları çok büyüktür -DCI milyarlarca dolar­ lık haberalma sistemini denetlemeli ve koordinas­ yonunu sağlamalı, gizli faaliyet'leri planlamalı ve onaylamalı ve bütün bu faaliyetlerle hükümetin üst kademeleri arasındaki bağı sağlamalıdır. Resmen politika oluşturmaya yetkisi olmamakla beraber DCI kaçınılmaz olarak Birleşik Devletler'in dünya üzerindeki rolünü belirlemede anahtar kişilerden biri haline gelmiştir; bunun yanı sıra ulusal güvenli­ ği sağlamaya çalışırken Amerikan adaleti ve demok-


fourteen OC:Is who have served since the agency's founding in 1947 can be said to have resolved the moral and political complexities of the job. The best­ known OC:ls have been Allen Dulles (1953-61), John McCone (1961-65), Richard Helms (19651973), and William Colby ( 1 973-1976). ODCI: Deputy Director of Central Intelligence; the number-two man in the CIA. Generally, the DDCI has assumed most of the responsibilities for direct administration of ongoing CIA activities, while the DCI coordinates overall intelligence community functions, establishes policy, and is the liaison to the president, NSC, and Congress.

Deputy Directorate (or Deputy Director) for In­ formation; that branch of the CIA (or its chieO con­ cemed with gathering information and interpreting

ODI:

it. The DDI tends to be somewhat more benign, ra­ tional and less aggressive than the 000, and its clandestine functions fit more into our classic notion of what ·spying• and intelligence agencies are ali about. The CIA lists some 10,000 employees in this

directorate.

000: Deputy Directorate (or Deputy Director), of Operations; that branch of the CIA, and its chief of­

ficer, in charge of ali covert actions, fundamentally those activities designed to affect or alter the politi­ cal/economic/social/or military conditions in for­ eign countries (any occasionally in the United States as well). The DDO, many critics feel, should not be considered part of the •intelligence communitY- at all, as its functions have nothing to do with informa­ tion collection and analysis: The DOO is really the covert arm of American foreign policy. it actively and aggressively pursues the perceived interests of the United States govemment (as defineci by the president and the NSC) and the major corpora­ tions-engineering the overthrow of ·unfriendly• govemments (Allende's Chile, Mossadeq's Iran), paying off certian political groups, unions, and indi­ viduals while sabotaging and undermining others; raising secret armies (Laos) and training others; even teaching Third World despots how to torture and intimidate their people. The justification for such activities is that the United States is in a very real struggle with a ruthless and powerful enemy ( or array of enemies), that must be combated by any means necessary. Critics of the CIA hold that while the struggle may be real and the threat genuine, the overthrow of legitimate popular govemments and the support of any dictator who proclaims his anti­ Communism is the wrong way to defend United States interests and security. Additionally, the bud­ get, decisions, and covert actions of the 000 are al­ most totally hidden from the Congress and the public (until after the fact, and only then by the ex­ treme pressure of congressional investigation or joumalistic pursuit), although the effects of those actions and decisions have a profound irnpact on world events. The CIA lists some 4,500 employees in the Directorate of Operations; like aU other details of this sort that reach the public eye, this is open to question.

rasisini sürdürme sorumluluğu da vardır. Örgütün 1947'de kurulmasından bu yana görev yapan on dört DCI' den pek azının görevin ahlaki ve siyasi kar­ maşıklıklarını çözümlediği söylenebilir. En ünlü DCI'ler Allen Dulles (1953-61), John McCone (196165), Richard Helms (1965-73) ve William Colby (1973-1976)'dir. ODCI: Merkezi Haberalına Örgütü Başkan Yardımcı­ sı; CIA'in ikinci adamıdır. DCI haberalma toplulu­ ğunun genel fonksiyonlarını koordine edip, politi­ kasını saptayıp, başkan, NSC ve kongre ile irtibatı oluştururken, DDCI, genellikle, CIA faaliyetlerinin doğrudan yönetim sorumluluklarının çoğunu üst­ lenmiştir.

Enformasyon Genel Müdürlüğü Yardımcılığı (ya da Genel Müdür Yardımcısı); CIA' in bu kolu (ya da

ODI:

şefi) bilgi toplayıp yorumlar. DDI, OOO'dan daha yumuşak, daha akılcı ve daha az saldırgandır ve gizli görevleri bizim •casusluk• ve haberalma örgütleri hakkındaki klasik görüşlerimize daha çok uymakta­ dır. CIA' in bu genel müdürl ük'te 10.000 kadar me­ muru vardır. 000: Operasyon Genel Müdür Yardımcılığı (ya da Genel Müdür Yardımcısı); CIA'in bu branşı ve onun başkan'ı tüm gizli eylem'lerden, yabancı ülkelerdeki ve ara sıra da Birleşik Devletler' deki) politik/ekono­ mik/toplumsal/ya da askeri durumu etkileyecek ya da değiştirecek faaliyetleri yönlendirmekle görevli­ dir. Çoğu eleştirmen DDO'nun görevinin bilgi top­ lama ve analiz yapma ile ilgili olmadığı için •haber al­ ma topluluğunun• bir parçası sayılmaması gerekti­ ğini düşünmektedir: DDO gerçekte Amerikan dış politikasının gizli koludur. Birleşik Devletler Hükü­ metinin (başkan ve NSC tarafından belirlenen) ve büyük şirketlerin çıkarlarını aktif ve saldırgan bir bi­ çimde kollar -·dost olmayan• hükümetlerin devril­ mesini (Şili'nin Allende'si, İran'ın Musaddık'ı) baş­ kalarını sabote edip, kuyularını kazarken bazı siyasi gruplara, sendikalara ve bireylere para yedirir; gizli ordular oluşturur (Laos'ta olduğu gibi) bazılarını da eğitir; hatta Üçüncü Dünya diktatörlerine halklarına nasıl işkence yapıp onları nasıl korkutacaklarını öğ­ retir. Bu tür faaliyetler, Birleşik Devietlerin her tür yola baş vurularak savaşılması gereken güçlü ve acı­ masız bir düşmanla (ya da düşmanlar dizisiyle) çok zorlu bir savaş içinde olduğunu söyleyerek mazur göstermeye çalışılır. CIA eleştirmenleri, bu savaş ve tehdit gerçek olsa bile, yasal hükümetlerin devril­ mesinin ve Komünizm aleyhtarlığı yapan her dikta­ törün desteklenmesinin Birleşik Devletler çıkarları­ nı ve güvenliğini savunmanın yanlış bir yolu oldu­ ğunu söylemektedirler. Buna ek olarak, DOO'nun bütçesi, kararları ve gizli faaliyetleri Kongre'den ve halktan, bu faaliyet ve kararların etkileri dünya olay­ ları üzerinde büyük etkisi olmasına rağmen (anlaşı­ lana ve arkasından gelen kongre araştırmalarının ve olayları kovuşturan gazetecilerin olağanüstü baskı­ sına kadar), hemen hemen tümüyle gizlenmektedir. CIA'in Operasyonlar Genel Müdürlüğünde 4.500 kadar memuru vardır; kamuoyuna yansıyan bu gibi diğer bütün ayrıntılarda olduğu gibi bu da kesin de­ ğildir.

161


OOP: Deputy Directorate for Plans; the name of the 000 until March 1973. 005 and T: Deputy Directorate of Science and Tech­ nology; a directorate within the CIA which develops

ali the technical devices-special weapons, drugs, disguises, poisons and other agents of biological warfare, sophisticated fargeries, •state of the art• surveillance mechanisms, and other James Bondian gimmicks-that the agency may need far its opera­ tions or intelligence gathering or may want to have the capability far, should the need arise. MKULT­ RA, the CIA's notorious mind-control experiments project, was conducted under the auspices of the TSS (Technical Services Staff; alsa called the Tech­ nical Services Division, or TSD ) which group is now subsumed within the DDS and T. dead drop: A method by which infonnation can be passed from agent to officer (or between any two parties). The infarmation (message, photos, micro­ dot texts, ete.) is ·dropped· in some prearranged, in­ conspicuous place (a tree stump, a cemetery) and picked up surreptitiously sometime later. deep cover: A false identity that is exteremely difficult to trace to the CIA. Generally, deepcover people are contract or career agents, rather than case officers, whose cover may be minimal. destabilize: A euphemism far overthrow. Typically, governments targeted far destabilization are leftist or Ieft-leaning, often democratically elected govern­ ments that are not entirely hospitable to United States corporate •development• and do not consti­ tute military allies or bases far United States ma­ teriel. Examples include Allende's Chile; Mossa­ deq's Iran; Goulart's Brazil. Destabilization is ac­ complished through a variety of means: propagan­ da, disinformation; support of right-wing (occa­ sionally centrist) trade unions and political parties; training of conservative military and police farces; supplying arms and ammunition to same; torture and other interrogation techniques; kidnapping and assassination. ldeally far the CIA destabilization re­ sults in a somewhat right- leaning civilian or mili­ tary regime that wekomes U.5. business on its terms (low wages, high profits, no restrictions) and represents a virulenty anti-Communist farce both militarily and politically. devised facility: A business entity run by the CIA as a cover far its employees and/or operations, but which pursues no real business activities (unlike the proprietary company, which does). OIA: The Defense Intelligence Agency; created in 1961 to coordinate the efforts of the three service intelli­ gence agencies (army, navy, air farce) and eliminate wasteful duplication. The DIA has not realized that function but does produce finished intelligence far the Joint Chiefs of Staff from raw information gath­ ered by the three service intelligence agencies. directorates: There are faur major subdivisions of the CIA, known as Directorates: Operations (000); ln­ telligence (001); Administration; and Science and Technology (005 and n. Each Directorate is headed by a Deputy Director, who in turn reports di-

162

OOP: Planlama Genel Müdür Yardımalığı; 1973

Mart'ına kadar OOO'ya verilen ad. 005 ve T: Bilim ve Teknoloji Genel Müdür Yardıınolı­ ğı; CIA bünyesinde özel silahlar, uyuşturucular, kı­ lık değiştirmeler, zehir ve diğer biyolojik savaş mal­ zemesi, geliştirilmiş sahtekarlıklar, gözlem araçları ve James Bondvari gereçler gibi, örgütün operas­ yonları, bilgi toplaması ya da gerekebilir diye sahip olmak isteyebileceği teknik araçları geliştirir. CIA'in berbat zihin kontrol deneyleri projesi MKULTRA, artık DDS ve T'ye katılmış olan TSS (Teknik Hizmet­ ler Personeli; aynı zamanda Teknik Hizmetler Bölü­ mü ya da TSD de denmektedir) tarafından yürütül­ müştü. dead drop: Bir ajan tarafından bir görEvliye (ya da her­ hangi iki grup arasında bilgi aktarma yöntemi. Bilgi (mesaj, fotoğraf, mikrodot metin vb.) daha önceden kararlaştırılmış gizli bir yere (ağaç kovuğu, mezar­ lık) •bırakılır• ve bir süre sonra gizlice alınır. deep cover: CIA' e kadar izlenmesi çok zor olan sahte kimlik. Deep cover'a sahip kişiler gizli kimlik'leri minimal olan case officer'lardan çok geçici ya da ko­ ordinasyon görevli'leridir. destabilize: Hükümet devirmek anlamında kullanılan üstü kapalı bir terim. Devrilmeleri için hedef alınan hükümetler, sol eğilimli ya da sol eğilime yatkın, ço­ ğunlukla da Birleşik Devletler ortak •gelişme" fikrine büyük bir yakınlık göstermeyen ve de Birleşik Dev­ letlerin müttefiki ya da üssü olmaya�� demokratik yollarla başa geçmiş hükümetlerdir. C?rnekler ara­ sında Allende'nin Şili'si, Musaddık'ın lran'ı, ve Go­ ulart'ın Brezilya'sı vardır. Destabilizasyon birkaç yolla gerçekleştirilir: Propaganda, kasıtlı yanlış bil­ gilendirme, sağ eğilimli (ara sıra tarafsız) sendikala­ rın ve siyasi partilerin desteği, tutucu asker ve polis güçlerinin eğitilmesi, bu güçlere silah ve cephane sağlamak, işkence ve başka sorgu teknikleri, adam kaçırma ve öldürme. CIA için destabilizasyon ABD şirketlerinin koşullarına (düşük ücret, yüksek kar, kısıtlama bulunmaması) kucak açan, hem askeri hem de politik açıdan antikomünist bir gücü simge­ leyen sağ eğilimli bir sivil ya da askeri rejimle sonuç­ lanır. devised facility (hayali şirket): CIA tarafından memur­ larına ve/veya operasyonlanna paravan olması için işletilen ama paravan şirket' in tersine gerçek anlam­ da iş faaliyetinde bulunmatan bir kuruluştur. _ OIA: Savunma Haberalına Orgütü:1961 yılında üç kuvvet komutanlığının (kara, deniz, hava) haberal­ ma örgütlerinin çalışmalarını koordine etmek ve ge­ reksiz tekrarlardan kurtulmak için kurulmuştur. DIA bu görevi yerine getirmemiştir ama üç kuvvet komutanlığının haberalma örgütleri tarafından top­ lanan ham bilgi'yi genel kurmay için işlenmiş bilgi haline getirir. directorates (genel müdürlükler) : CIA'in genel mü­ dürlükler diye bilinen dört büyük bölümü vardır. Operasyonlar (000), Haberalma (DOi), Yönetim ve Bilim ve Teknoloji (005 ve n. Her genel müdür­ lüğün başında, DCI, ve ODCI'ye doğrudan rapor


rectly to the DCI and DDCI. See separate entries for each Directorate. disinformation: False or misleading information, which is deliberately planted or leaked to the public or the opposition intelligence. For example, if the CIA forges documents showing Soviet control of an indigenous left-wing movement in a South Ameri­ can country (when in fact no such control exists), and the fabrication is printed in newspapers and picked up by wire services, the •information• thus created is disinformation. Division: The largest geographical subset of the CIA; there are eight Divisions (within both DDI and DDO): Western Europe, Near East, Far East, Africa, Western Hemisphere, Soviet Bloc, Eastern Europe, and Domestic Operations. Each division is then fur­ ther subdivided into branches, sections, and sta­ tions (or bases). double agent: An individual who is apparently work­ ing for one side's intelligence service, while in fact he (or she) is working for the other side. For exam­ ple, a KGB officer in Western Europe might be per­ suaded or bribed into turning, which would mean that he continued in his position with the Soviets but reported ali useful information to the CIA. Al­ ternatively, he might report everything that trans­ pired with the CIA to his superiors in the KGB, and penetrate the CIA's structure as far as he could, in which case he would have become a double agent against the United States (or, strictly speaking, a tri­

ple agent). elsur: Electronic surveillance; a euphemism for wire­ tapping or bugging.

espionage: The secret collection of information; spy­

ing. States have been spying on one another for thousands of years, and while it may not be the most humanistic of occupations, as long as nations threat­ en one another it is probably a necessary one. The espionage function (and counterespionage, or coun­ terintelligence) is thus the one legitimate purpose of the intelligence community; covert operations that interfere with the sovereignty of other nations are another story. Executive Action: A special unit within the CIA, es­ tablished to eliminate foreign Ieaders -either politi­ cally or physically. Executive Action has thus be­ come a euphemism for assassination or the attempt­ ing thereof. At Ieast eight major foreign Ieaders (and perhaps many more minor figures) have been tar­ geted for such action by the CIA in the past twenty years, including Patrice Lumumba, Fide! Castro, Ra­ fael Trujillo, and General Rene Schneider of Chile. eyes only: The strictest level of security classification for documents. The next below this is proscribed and limited. Eyes-only cables and memos are meant to be read only by the person to whom they are sent, and not copied or made available to anyone else. Farm, the: A major CIA training base, Iocated at Camp Peary, near Williamsburg, Virginia. Here trainees Iearn the •tradecraW of espionage counterintelli­ gence, and covert action. finished intelligence: The end-product analysis or re-

sunan bir genel müdür yardımcısı vardır. Her genel müdürlük için ilgili madde başına bakın. disinformation (kasıtlı yanlış bilgilendirme): Halka ya da düşman haberalmasına bilerek sızdırılmış yanlış ya da yanıltıcı bilgi. Örneğin, eğer CIA bir Gü­ ney Amerika ülkesindeki sol eğilimli hareketlerin Sovyet güdümünde (böyle bir durum olmadığı hal­ de) olduğunu gösteren sahte evraklar düzenlerse ve bu uydurma haber gazetelerde yayınlanıp telgraf­ larla yollanırsa bu yolla yaratılan •bilgiye• kasıtlı yanlış bilgilendirme denir. Division (Şube): CIA'in en büyük coğrafi alt birimi; (DDI ve DDO'da toplam olarak) sekiz Şube vardır: Batı Avrupa, Yakın Doğu, Uzak Doğu, Afrika, Batı Yarıküre, Sovyet Bloku, Doğu Avrupa ve ülke içi operasyonlar. Her şube ayrıca kol'lara, kısım'Iara ve büro'lara (ya da üslere) ayrılmaktadır. double agent (ikili ajan): Bir tarafın haberalma örgütü için çalışır görünürken aslında öteki taraf için çalışan kişi. Örneğin, Batı Avrupa' da görevli bir KGB yetki­ lisi ikna edilerek ya da rüşvet verilerek karşı tarafa çekilir, bu da Sovyetlerdeki görevini sürdürdüğü ama tüm yararlı bilgi'yi CIA'e aktardığı anlamına gelir. Ya da CIA' de olan her şeyi KGB' deki üstlerine rapor eder ve CIA'e elinden geldiğince sızar ve bu durumda Birleşik Devletler'in aleyhine çalışan ikili ajan olur (ya da kesin söylemek gerekirse üçlü ajan). elsur: (elektronik gözlem); telefon ya da evlerin dinlen­ mesine verilen ad. espionage: (casusluk); Gizli olarak bilgi toplamak; ca­ susluk. Devletler binlerce yıldır birbirleri aleyhine casusluk yapmaktadır ve meslekler arasında en hü­ manist olanı olmasa bile ülkeler birbirlerini tehdit ettikleri sürece gerekli bir meslektir. Bu nedenle ca­ susluk (ve karşı-casusluk ya da karşı haberalma) ha­ beralma topluluğunun tek geçerli amacıdır; başka ülkelerin egemenliğine müdahale eden gizli operas­ yonlar ise başka bir hikayedir. Executive Action: Yabancı liderlerin siyasi yaşamlarını sona erdirerek ya da onları öldürer�k saf dışı bırak­ mak için CIA bünyesinde kurulmuş özel bir birim­ dir. Bu nedenle Executive Action, öldürmek ya da öl­ dürme girişimi için kullanılan bir terim haline gel­ miştir. Son yirmi yılda en az sekiz önemli yabana li­ der (ve belki de çok daha fazla sayıda daha az önemli lider) böyle bir eylem için CIA tarafından hedef alın­ mıştır. Bu kişilerin arasında Patrice Lumumba, Fide! Castro, Rafael Trujillo ve Şili'li general Rene Schnei­ der vardır. eyes only: Evraklar için en sıkı gizlilik derecesi. Bunun bir altı proscribed and limited'dir. Eyes-only çekilen telgraflar ve memolar yalnızca yollanan kişi tarafın­ dan okunurlar, kopye edilemezler ya da başkalarına gösterilmezler. Farm, the (Çiftlik): Virginia eyaletinin Williamsburg kenti yakınlarındaki Camp Peary'de bulunan CIA eğitim üssü. Burada acemiler casusluk, karşı-habe­ ralına ve gizli faaliyetler •zanaatını· öğrenirler. finished intelligence (işlenmiş bilgi): Bir haberalma ör-

163


port made by an intelligence agency (in the CIA, the DDI) after having collated raw data from numerous sources (overt and covert) and analyzed the results. The CIA, for example, issues finished intelligence reports on a daily and weekly basis for hundreds of cleared government ·consumers·; produces a Presi­ dent's Daily Brief on foreign affairs; and does in­ depth analyses of special situations (such as, the fea­ sibility of overthrowing the Sandinista government by purely political means). flap potential: The possibility of embarrassment to the U.S. government or damage to the agency, should a particular projeci be exposed. Obviously, the more illegal or contrary to avowed U.S. governmental principles an activity is, the greater its flap''potential. flaps and seals: The standard CIA course in mail inter­ ception-i.e., how to open and/or read mail without being detected. The CIA ran a mail-intercept pro­ gram in conjunction with its Operation HTL­ INGUAL for over twenty years. FLASH: A high-priority cable communication desig­ nation. FLASH cables can reach a Division Chief in Langley in seven minutes from a CIA Station any­ where in the world. FOIA: The Freedom of lnformation Ad; passed by Congress in 1966 and considerably strengthened in 1975. Under this act, government agencies (includ­ ing the FBI and CIA) must make their documents and records available to the public through the Fed­ eral Register or by special request. Much of what we now know about the intelligence community de­ rives from requests and suits pursued under the FOIA; however some material is stili •released· in a heavily censored form-sometimes to the point of total unintelligibility-when the agencies choose to employ exemptions to protect national security. foreign military adviser: A mercenary. Forty Committee: The previous name for that NSC subcommittee (see OAG) which is supposed to •re­ view foreign covert operations and collection activi­ ties involving high risk and sensitivity. • it has exist­ ed, under various names, since 1948, and is chaired by the assistant to the president for security affairs, and includes the chairman of the Joint Chiefs of Staff, the DCI, and various representatives from the State and Defense departments. There is abundant evidence, however, that the Forty Committee was not always consulted with regard to certain actions or was deliberately misinformed or malinformed on others. A 1974 CIA Covert Action Manua/ states that only 25 percent of ali covert operations have been presented to and approved by the Forty Committee. Its previous name was the 303 Committee; as reor­ ganized by President Ford in 1975, it has been re­ ferred to as the Operations Advisory Group (OAG). hard target: An agent employed by the CIA who is positioned within an enemy (or inimical) political, military, or intelligence system, with good access to strategic information. HTLINGUAL: A secret mail-opening operation which the CIA conducted for twenty years (1950s to 1970s).

164

gütünün (CIA bünyesinde DDI) birçok kaynaktan (açık ya da gizli) veri topladıktan ve sonuçlarını ince­ ledikten sonra hazırladığı rapor ya da analiz. Örne­ ğin CIA, yüzlerce hükümet görevlisi hakkında gün­ lük ya da haftalık rapor yayınlar; dış ilişkiler konu­ sunda Başkan'a Günlük Brifing hazırlar; ve özel ko­ nular hakkında (örneğin, Sandinista hükümetinin tümüyle politik yollarla devrilmesinin fizibilitesi gi­ bi) derinlemesine analizler yapar. flap potential (skandal olasılığı): Belli bir projenin orta­ ya çıkması halinde örgütün zarar görme ya da ABD hükümeti aleyhine kopacak skandal olasılığı. Şurası açıktır ki, bir eylem ABD hükümeti ilkelerine ne ka­ dar ters ya da ne kadar yasadışı ise skandal olasılığı o kadar fazladır. flaps and seals: Mektupların okunmasında CIA'in izle­ diği standart yol. Yani, fark edilmeden mektupları nasıl açmalı ve/veya okumalı? CIA yirmi yıldan faz­ la bir süre boyunca HTLINGUAL Operasyonu ile il­ gili olarak mektup o�uma programı yürütmüştür. FLASH (YILDIRIM): Öncelikli telgrafla haberleşme türü. YILDIRIM telgraflar dünyanın herhangi bir ye­ rindeki bir CIA büro'sundan Langley'deki Şube Şe­ fine yedi dakikada ulaşır. FOIA: Bilgi Edinme Özgürlüğü Yasası ; Kongre'den 1966 yılında geçti ve 1975' de çok güçlendirildi. Bu yasaya göre (FBI ve CIA de dahil) hükümet örgütle­ ri, Federal Kayıtlar Bürosu yolu ile ya da özel istekle, evraklarının ve kayıtlarının halk tarafından okun­ masına izin vermelidir. Haberalma topluluğu hak­ kında bildiklerimizin çoğu FOIA'ya dayanarak yapı­ lan istekler ve açılan davalardan gelmektedir. Ancak örgütler ulusal güvenliği korumak için ayrıcalık uy­ gulama yolunu seçtiklerinde sansür uygulanmış -bazen bütünüyle anlaşılmaz- materyal ·yayın­ larlar·. foreign military adviser (yabancı askeri danışman): Pa­ ralı asker. Forty Committee (Forty Komitesi): " Dış ülkelerde yük­ sek risk ve hassasiyet içeren gizli operasyonları ve toplama faaliyetlerini gözden geçirmekten sorumlu• NSC alt komitesinin (bkz. OAG) eski adı. 1948'den beri değişik isimler altında varlığını sürdürmekte­ dir, güvenlik işlerinden sorumlu başkan yardıması tarafından yönetilmektedir ve Komitede, Genel Kurmay Başkanı, DCI ve İçişleri ve Savunma Bakan­ lıklarından temsilciler bulunmaktadır. Ancak Forty Komitesine bazı konularda danışılmadığı ve kasten yanlış bilgilendirildiği ya da başka konularda eksik bilgilendirildiği yolunda çok fazla kanıt vardır. 1974'de yayımlanan bir CIA Gizli Eylem El Kitabı, tüm gizli faaliyetlerin yalnızca yüzde yirmi beşinin Forty Komitesine sunulduğunu ve komite tarafın­ dan onaylandığını belirtmektedir. Önceki adı 303 Komitesi idi; 1975'de Başkan Ford tarafından yeni­ den organize edildikten sonra Operasyon Danışma Grubu (OAG) denmeye başlanmıştır. hard target: CIA için çalışan ve düşmanın siyasi, askeri ya da haberalma sistemine girmiş ve stratejik bilgiye rahatlıkla ulaşabilecek konumda olan ajan. HTLINGUAL: CIA'in yirmi yıl boyunca (1950'lerden 1970'lere kadar) sürdürdüğü gizli mektup açma ope-


Over 2 million letters were photographed and over 200,000 were opened and read-including the mail of Senator Frank Church. HUMINT: HUMan INTelligence, i.e., information gathered by individuals-as distinguished from Comint (COMmunications INTelligence), Elint (Electronic INTelligence), and Sigint (SIGnal INTel­ ligence). Huston Plan: in 1970, at the instruction of President Nixon, White House Assistant Tom Huston, in coor­ dination with the heads of the major intelligence agencies (FBI, CIA, NSA, and DIA), drew up a com­ prehensive plan for an accelerated assault on the antiwar movement. it included the '"removal of restraints• on electronic surveillance, mail opening, penetration of organizations, '"surreptitious entry, • and authorized a generally stepped-up attack. Nix­ on approved this so-called Huston Plan, but with­ drew his official permission a week later, fearing the political blow-back should the plan be exposed. Nonetheless, the agencies involved continued along much the same lines, although without Nixon's offi­ cial seal of approval. HYDRA: A secret, computerized file system employed by the CIA during its Operation CHAOS in the 1960s and 1970s. The names of over 300,000 American cit­ izens were indexed in the HYDRA system, with over 7,000 individual 201 files. Although CHAOS was of­ ficially terminated in 1974, it appears that the HY­ DRA files are stili intact, awaiting the ClA's next use for them. infiltrate: To join a group or (organization) as a mem­ ber and appear to support its purposes. Both the CIA and FBI infiltrated scores of civil-rights and antiwar groups during the 1960s. Contrast with monitor and

penetrate. information: Raw data or reports that have not been '"analyzed'" -that is, interpreted, verified, and col­ lated with information from other sources. When a mass of information on a subject (say, the likelihood of a Russian invasion of Poland) has been analyzed and conclusions derived, it becomes finished intel­

ligence. KGB: The Soviet secret police/central intelligence sys­

tem, an immense network that is even vaster and more ruthless than our own. The First Chief Direc­ torate of the KGB is concerned with foreign affairs, and is equivalent to our CIA; the Second Chief Di­ rectorate (an internal directorate) spies on Soviet cit­ izens and enforces internal '"security• and is roughly equivalent to our FBI, although infinitely more rep­ ressive and a pervasive, frightening fact of life for Soviet citizens. Ml-6: The British intelligence service, equivalent to our CIA. it does not, however, engage in covert actions on the scale of the CIA or KGB and is fundamentally a true '"intelligence· organization. MKNAOMI: A secret twenty-year program by which the CIA (in coordination with the Secret Operations Division of the Army Chemical Corps) developed and stockpiled a variety of chemical and biological warfare (CBW) weapons-including deadly shell-

rasyonu. 2 milyondan fazla mektubun fotoğrafı çe­ kilmiş ve 200.000 'den fazla mektup -Senatör Frank Church'ün mektubu da dahil- açılmış ve okun­ muştu. HUMINT: HUMan INTelligence; bireylerden topla­ nan bilgi. Bunun yanısıra Comint (COMmunication INTelligence, Haberleşmeden Haberalma) Elint (ELectronic INTelligence, Elektronik Haberalma) ve Sigint (SIGnal INTelligence Muhabereden Haberal­ ma) vardır. Huston Plan (Huston Planı): 1970 yılında, Beyaz Saray Yardımcısı Tom Huston, Başkan Nixon'ın emriyle, ve ana haberalma örgütlerinin (FBI, CIA, NSA ve DIA) başkanlarının koordinasyonuyla savaş aleyh­ tarlığı hareketine hızlı bir saldırı için kapsamlı bir plan hazırladı. Bu plan elektronik dinleme, mektup açma, örgütlere sızma, '"binalara gizli olarak girme'" üzerindeki '"kısıtlamaları kaldırmayı• içermekteydi ve acil bir saldırı için yetki veriyordu. Nixon, Huston Planı denilen bu planı onayladı ama planın ortaya çıkması durumunda meydana gelecek geri tep­ me' den korkarak bir hafta sonra verdiği resmi izni geri aldı. Ne var ki, ilgili örgütler, Nixon'ın resmi mührü ve izni olmadığı halde, bu konulardaki giri­ şimlerini sürdürdüler. HYDRA: ClA'in 1960'1arda ve 1970'lerde sürdürdüğü CHAOS Operasyonu sırasında uygulanan, bilgisa­ yara dökülmüş, gizli dosyalama sistemi. HYDRA sisteminde 300.000'den fazla Amerikan vatandaşı­ nın adı ve 7000'den fazla 201 dosyası endekslenmiş­ ti. CHAOS'a resmi olarak 1974'de son verildiği hal­ de, HYDRA dosyalarına hala dokunulmamıştır ve dosyalar CIA tarafından bir kez daha kullanılmayı beklemektedir. infiltrate (sızmak) : Üye olarak bir gruba ya da örgüte katılıp onun amaçlarını destekleyen bir kişi gibi gö­ rünmek. 1960'larda hem CIA hem de FBI düzineler­ ce insan hakları ve savaş aleyhtarı gruba sızmışlar­ dır. Monitör ve penetrate ile karşılaştırın. information (bilgi): •Analiz edilmemiş'", yani, yorum­ lanıp, doğruluğu saptanmış ve başka kaynaklardan elde edilen bilgi ile karşılaştırılmamış veri ya da ra­ por. Örneğin, Rusya'nın Polonya'yı istilası olasılığı gibi bir konuda gelen bilgi analiz edilip sonuçlar çı­ kartıldığında işlenmiş bilgi olur. KGB: Sovyet gizli polisi/merkezi haberalma sistemi. Bizimkinden çok daha büyük ve acımasız, devasa bir örgüt. KGB'nin Birinci Direktörlüğ_ü dış faaliyetlerle ilgilidir ve bizim CIA' e eşdeğerdir; ikinci Direktörlü­ ğü (ülke içi faaliyetlerle ilgilidir) Sovyet vatandaşları hakkında bilgi toplar ve ülke içi güvenliği sağlar ve bizim FBI'ye benzemektedir ancak, Sovyet vatan­ daşları için çok daha korkutucu, baskı altına alıcı ve dal �udak sarmış bir yaşam gerçeğidir. MI-6: Ingiliz haberalma örgütü; bizim CIA'in eşdeğeri­ dir. Ancak gizli faaliyetlere CIA ve KGB ölçüsünde karışmaz ve gerçek anlamda bir '"haberalma• örgü­ tüdür. MKNAOMI: CIA'in, Kara Kuvvetleri Kimyasal Silah­ lar Birliği Gizli Operasyonlar Bölümünün koordi­ nasyonu ile bir dizi kimyasal ve biyolojik (CBW) si­ lah geliştirip depoladığı yirmi yıllık gizli bir prog­ ram. Bu silahların arasında kabuklu deniz hayvanla165


fish toxin; lethal cobra venom; germs to cause an­ thrax, encephalitis, tuberculosis, and brucellosis; and devices to spread or inject them surreptitiously. When President Nixon ordered all such CBW weap­ ons destroyed in 1970, the CIA kept its stockpile of shellfish and cobra poisons, enough to kili tens of thousands of people. CIA Director William Colby, testifying about this illegal stockpile before the Se­ lect Senate (Church) Committee in 1975, said that what the CIA had kept was really only •a couple of teaspoons· of the poisons. MKULTRA: A secret CIA program, begun in 1953 and continued through 1964, in which the Technical Ser­ vices Division pursued the possibilities of mind con­ trol through experimentation with drugs (including LSD), electroshock, sensory deprivation, hypnosis, and other methods. in numerous cases, such treat­ ments were administered to completely unwitting subjects, including mental patients, Gls, students, prison inmates, drug addicts, and people picked off the streets. Although officially •terminated• in 1964, MKULTRA projects were subsumed into other more general CIA departments and also into a new proj­ ect, MKSEARCH, which continued until 1972. in two decades these projects funded investigation in­ to an incredible array of techniques for controlling the minds of other human beings, from the use of psychotropic drugs to brainwashing to chemical and biological weapons to inducing social break­ downs. The full extent of the ULTRA project and its continuations will probably never be known, how­ ever, as then DCI Richard Helms ordered most of the files on MKULTRA destroyed in 1973. MOLE: An agent who has penetrated the enemy intel­ ligence or military service. The term probably orig­ inated with spy-novel writers and was picked up by the real-life spooks. MONGOOSE: A major CIA covert action operation be­ gun in November 1961 (at the behest of John Ken­ nedy), the stated purpose of which was to achieve the overthrow of Fide! Castro in Cuba. üne spin-off of MONGOOSE was Task Force W, which made at least eight separate attempts to assassinate the Cu­ ban leader. In addition to the assassination task force, MONGOOSE included a wide range of activities to subvert the Castro government: propaganda, ag­ ricultural and economic sabotage, support of anti­ Castro exile groups, and periodic paramilitary raids. monitoring: A minimal form of surveillance of a group or organization, in which operatives attend public meetings and hear only what any other person pres­ ent would hear. A preliminary stage to infiltration and penetration. national security: Taken literally, national security is the legitimate j ustification for maintaining the arrned forces, the inteligence-collection and analysis agencies, and an active diplomatic corps. However, the term has been abused by CIA and other intelli­ gence agency officials when applied to the surveil­ lance and harassment of ordinary American citizens protesting their government's policies, or to the re­ fusal to disclose the budgets or details of covert operations, or to the support of repressive regimes 166

rının öldürücü toksinleri, öldürücü kobra zehri, şar­ bon, ensafalit, tüberküloz ve brusella hastalığına ne­ den olan mikroplar ve bu mikropları gizlice yayacak ve aşılayacak araçlar vardır. Başkan Nixon 1970 yı­ lında bu tür tüm CBW silahların yok edilmesi emrini verdiğinde, CIA, on binlerce insanı öldürmeye yete­ cek kadar kabuklu deniz hayvanı ve kobra zehrini depolarında saklamıştır. 1975 yılında Senato (Church) Komitesinde bu yasadışı stok hakkında ifade veren CIA Başkanı William Colby, CIA'in, stoklarında gerçekte yalnızca •bir iki çay kaşığını doldurmaya yetecek• zehir bulundurduğunu söyle­ miştir. MKULTRA: 1953 yılında CIA'in Teknik Hizmetler Bö­ lümünde başlatılıp 1964 yılına kadar uyuşturucu (LSD dahil), elektroşok, duyuları yok etmek, hipnoz ve başka yöntemlerle deneyler yaparak zihin kont­ rol olasılıklarını araştıran program. Birçok durumda bu araştırmalar olaydan tümüyle habersiz süjeler üzerinde uygulanmıştır; bunlar arasında akıl hasta­ ları, askerler, öğrenciler, mahkumlar, uyuşturucu kullananlar ve sokaklardan toplanmış insanlar var­ dır. Resmen 1 964 yılında ·sona erdirilmesine· rağ­ men MKULTRA projeleri CJA'in çok daha genel projelerine ve aynı zamanda 1 972 yılına kadar de­ vam eden MKSEARCH adlı yeni bir projeye katıl­ mıştır. Yirmi yıl içinde bu projeler, psikotropik ilaç­ ların kullanımından beyin yıkamaya, kimyasal ve biyolojik silahlardan, toplumsal çöküntülere kadar çok fazla sayıda, insan zihnini kontrol etme tekniği­ nin araştırılması için para harcamıştır. ULTRA pro­ jesinin boyutları ve uzantıları belki de hiçbir zaman bilinmeyecektir çünkü o zamanlar DCI olan Richard Helms 1973 yılında MKULTRA dosyalarının çoğu­ nun yo�. edilmesini emretmişti. MOLE (KOSTEBEK): Düşman haberalmasına ya da ordusuna sızmış ajan. Bu terim, büyük bir olasılıkla casus romanları yazarları tarafından uydurulmuş ve gerçek casuslarca benimsenmiştir. MONGOOSE: John Kennedy'nin isteği üzerine CIA tarafından 1961 Kasımında başlatılmış ve amacı Kü­ ba Lideri Fide! Castro'nun devrilmesini sağlamak olan büyük bir gizli operasyon. MONGOOSE'un uzantılarından birisi Küba liderini öldürmek için en az sekiz girişimde bulunan Görev Kuvveti W'dur. Suikast görev kuvveti'nin yanı sıra, MONGOOSE, Castro hükümetini devirmek için propaganda, ta­ rımsal ve ekonomik sabotaj, Castro aleyhtarı mülte­ ci gruplarının ve zaman zaman gerçekleştirilen milis saldırılarının desteklenmesi gibi bir dizi faaliyette bulunmuştur. monitoring (denetlemek): Bir grup ya da örgütün en alt düzeyde gözlemlenmesi. Bu işi yapanlar halka açık toplantılara katılır ve yalnızca orada bulunan her­ hangi bir kişinin duyacağı kadarını öğrenirler. Sız­ ma ve nüfuz etme'nin ön aşaması. national security (ulusal güvenlik): Sözlük anlamına bakıldığında, ulusal güvenlik, silahlı kuvvetler, ha­ ber toplama ve analiz örgütleri ve faal diplomatlar bulundurmayı haklı gösteren bir nedendir. Ancak, hükümetlerinin politikalarını, bütçelerin ve gizli operasyonlar'ın ayrıntılarının açıklanmasının red-


around the world simply because they are anti­ Communist. it is the magic word, invoked when a Helms or a Colby has a secret he chooses not to di­ vulge, a transgression he wishes not to admit. NSA: The National Security Agency; established by a secret presidential directive in 1952, and statistically the second-largest (after Air Force lntelligence) ele­ ment in the U.S. intelligence community. The NSA is designed to monitor intelligence-related commu nications from its thousands of listening devices around the world. in the 1960s, NSA also eaves­ dropped on U . S . citizens targeted by the Nixon ad­ ministration (Operatio11 Slıamrock) and employed a watch list of 1,200 Americans, NSA lists 24,000 em­ ployees and a yearly budget of over $1 billion. NSC : The National Security Council; consisting of the president, the vice-president, the -secretary of state, the secretary of defense, and various of their staff­ persons. it is concerned with formulating and di­ recting policy and action relative to national secu­ rity. it is to this group that the DCI reports and from this group-in theory-that ali covert activities must gain authorization. in fact, often secret opera­ tions are not reported fully (or at ali) to the NSC; or they may be ordered directly by the president with­ out consulting it. NSC 10/2: A secret National Security Council directive which in 1948 authorized the creation of the Office of Special Projects, later to become the DDP (now DDO) and authorized it to engage in a wide range of covert activities, including propaganda, sabotage, demolition, economic warfare, and other forms of Msubversion against hostile states." The CIA had been created by act of Congress in 1947, which spe­ cifically defined its activities as limited to intelli­ gence collection and analysis. NSC 10/2, part of the CIA's •secret charter", was thus never authorized by Congress and the American people. OAG: The Operations Advisory Group, formerly called the Forty Committee; a subgroup of the NSC to which the CIA is directly responsible. See Forty

Committee. officer: A generic term for CIA staffpersons, especially those involved in recruitment, collection, opera­ tions, or the coordination of same (case officers); as distinct from analysts and agents. operations: Ali those activities the agency undertakes that are not strictly concerned with the collection and analysis of information. The term has come to

apply to ali variety of legal and illegal functions, in­ cluding among the latter the assassination of foreign heads of state; the overthrow of elected govern­ ments; the harassment of United States citizens; the training of foreign police in modern methods of tor­ ture, surveillance, and propaganda; and the dis­ bursement of monies and munitions to forces and factions in other countries who are considered help­ ful to United States' interests abroad. OSS: The Office of Strategic Services; in many ways the forerunner of the CIA, in existence during W.W.11 from 1942 to 1945. The 055 performed both

dini ya da sırf Komünizm aleyhtarı oldukları için baskıcı rejimlerin desteklenmesini protesto eden sı­ radan Amerikalıların gözlenmesi ve taciz edilmesi olarak alındığında, bu terim, CIA ve diğer haberal­ ma örgüt yetkilileri tarafından yanlış kullanılmakta­ dır. Bir Helms ya da bir Colby'nin açıklamak isteme­ dikleri bir sır, kabullenmedikleri bir ihlal söz konusu olduğunda bu terim sihirli sözcüktür. NSA: Ulusal Güvenlik Örgütü; 1952 yılında başkanın gizli bir emriyle kurulmuştur ve istatistiksel olarak Hava Kuvvetleri Haberalmasından sonra ABD Ha­ beralma topluluğu'nun en büyük üyesidir. NSA, dünya yüzündeki binlerce dinleme cihazı ile casus­ lukla ilgili haberleşmeyi denetlemekle görevlidir. 1960'larda NSA, Nixon yönetimi tarafından hedef alınan ABD vatandaşlarını gizli olarak dinledi (Shamrock Operasyonu) ve 1200 Amerikalı hakkında izleme listesi düzenledi. NSA'de 24.000 personel ça­ lışır ve yıllık bütçesi bir milyar doların üzerindedir. NSC: Ulusal Güvenlik Konseyi; başkan, başkan yar­ dımcısı, dışişleri bakanı, savunma bakanı ve onların yardımcılarından oluşmaktadır. Ulusal güvenlik ile ilgili politika ve faaliyetleri belirlemek ve yönlendir­ mekle uğraşır. DCI bu gruba rapor verir ve teoride tüm gizli faaliyetleri bu grup onaylar. Aslında, gizli operasyonlar NSC'ye eksiksiz olarak çoğunlukla (ya da hiç) rapor edilmezler; ya da başkan bu operas­ yonlar için konseye danışmadan emir verir. NSC 10/2: Ulusal Güvenlik Konseyi'nin 1948 _yılında, daha sonraları DDP olan (şimdi adı 000) Ozel Pro­ jeler Bürosunun kurulmasına izin veren ve bu büro­ nun propaganda, sabotaj, binaları yıkma, ekonomik savaş ve #düşman devletleri yıkmayı" içeren geniş çapta gizli faaliyet'te bulunması için yetki veren gizli yazılı emri. CIA, Kongrenin 1947 yılında çıkardığı ve faaliyetlerini özellikle haber toplamak ve analiz etmekle sınırlayan bir yasa ile oluşturulmuştur. CIA'in •gizli kuruluş ilkelerinin" bir bölümü olan NSC 10/2 Kongre ve Amerikan halkı tarafından hiç­ bir zaman onaylanmamıştır. OAG: Operasyon Danışma Grubu; daha önceleri Forty Komitesi adı verilmekteydi; CIA'e doğrudan bağlı olan NSC'nin bir alt grubudur. Bkz. Forty Komitesi. officer (görevli): CIA elemanlarına, özellikle de ajan ve bilgi toplama ve operasyonlar ya da bunların koordi­ nasyonu (case officers) ile ilgili kişilere verilen ad; analiz yapanlardan ve ajanlardan farklıdır. operations (operasyonlar) : Örgütün bilgi toplama ve analiz ile ilgili konularla doğrudan ilgisi bulunma­ yan tüm faaliyetleri. Terim, yabancı ülkelerin devlet başkanlarının öldürülmesi, seçimle başa geçmiş hü­ kümetlerin devrilmesi, Amerikan vatandaşlarının taciz edilmesi, yabancı ülkelerin polis güçlerine mo­ dern işkence, gözetleme ve propaganda yöntemleri­ ni öğretmek, başka ülkelerde Amerika Birleşik Dev­ letlerinin çıkarlarına yararlı kabul edilen güçlere ve fraksiyonlara para ve cephane dağıtımı gibi birçok yasal ya da yasal olmayan görevleri de içermektedir. OSS: Stratejik Hizmetler Bürosu: İkinci Dünya Savaşı sırasında 1942'den 1945' e kadar sürmüştür ve birçok açıdan CIA'in öncüsüdür. 055 hem haber toplayıp

167


intelligence gathering and analysis and covert ac­ tions-sabotage, propaganda, counterespionage, support for resistance groups. it played a vital and important role in the war effort against the Nazis, but was disbanded by President Truman shortly af­ ter the war ended. overt collection: Intelligence gathering when the iden­ tity of the collecting agency has been disclosed to the source. Paramilitary: Engaged in military-type actions but not as regular armed forces of any nation. The CIA has conducted or sponsored paramilitary operations in dozens of countries around the world-from Gua­ temala in 1954 and the Bay of Pigs in 1961, to Angola in 1975. Paramilitary actions are a method of using force without a forma! declaration of war. PB/SUCCESS: A CIA covert operation in Guatemala in 1954, in which the leftist government of Jacobo Ar­ benz was overthrown by a right-wing military coup, which coup was organized by the CIA. The agency trained the military forces, supplied arms and am­ munition, produced propaganda, even flew CIA­ supplied fighter-bombers. This relatiely bloodless overthrow of a •hostile· government was consi­ dered one of the CIA's first real "successes· in Latin America. penetrate: To gain a position of leadership or high se­ curity inside an organization, either for information­ gathering or political manipulation purposes. Pene­ tration is both the desired objective of many CIA operations and conversely its most feared eventual­ ity-i.e. that the United States intelligence organi­ zation will itself be penetrated. PHOENIX: A major CIA operation _d uring the Vietnam War, in which the CIA coordinated an attempt to destroy the"Vietcong infrastructure· through wide­ spread terror, "interrogation centers, * and assas­ sination. The CIA's William Colby testified that over 20,000 Vietnamese were killed in the course of this operation in the years 1968 to 1971, although critics have maintained that many of these were innocent civilians, caught in the operations' indiscriminate methods and "kill quotas. • plausible denial: The doctrine that ali covert operations must not be traceable to the United States govern­ ment, neither its executive branch nor its intelli­ gence agencies. The use of elaborate covers, strings of cutouts, contract agents, mercenaries, and other such mechanisms enables the government to mask its involvement. Also, the President and the NSC are often given only vague or watered-down versions of the CIA's actual procedures, so that they can •pıausibly deny• having authorized specific deeds, such as the overthrow of a legitimate foreign gov­ ernment. The idea was formally stated as part of NSC 10/2, which authorized covert opera­ tions . . . that if uncovered the U . S. government can plausibly disclaim any responsibility for them . " proprietary company: A business operation used by the CIA to provide cover for officers and perform ad­ ministrative . tasks, without revealing the actual

16e

analiz yaptı hem de sabotaj, propaganda, karşı ca­ susluk v� direnişçileri desteklemek gibi gizli faali­ yet'lerde bulundu. Nazilere karşı girişilen savaşta hayati önemde rol oynadı ama savaş sona erdikten kısa bir süre sonra Başkan Truman tarafından lağve­ dildi. overt collection: Haber toplayan örgütün kimliğinin kaynağa açıklanarak haber toplanması. paraınilitary (milis kuvvetleri): Askeri türden faaliyet­ lerde bulunur ama herhangi bir ülkenin düzenli as­ keri gücü değildir. CIA, 1954'te Guatemala'dan 1961'de Domuzlar Körfezi'ne ve 1975'te Angola'ya kadar dünya üzerindeki düzinelerce ülkede milis faaliyetlerini düzenleyip desteklemiştir. Milis faali­ yetleri, resmi savaş ilanında bulunmaksızın güç kul­ lanma yöntemidir. PB/SUCCESS: 1954 yılında Guatemala' da, Jacobo Ar­ benz'in sol eğilimli hükümetinin CIA tarafından ör­ gütlenmiş sağ eğilimli askeri bir darbe ile devrildiği CIA gizli operasyon'u. Örgüt askeri güçleri eğitti, si­ lah ve cephane sağladı, propaganda yaptı ve hatta CIA tarafından sağlanan savaş uçakları kullanıldı. • Düşman· bir hükümetin oldukça kansız bir şekilde devrilmesi CIA'in Latin Amerika'daki ilk gerçek "başarılarından* biri olarak kabul edilmektedir. penetrate (nüfuz etmek): Bilgi toplamak ya da siyasi dalavereler için bir örgütte liderliğe ya da önemli bir pozisyona gelmek. Nüfuz etmek, CIA operasyonla­ rının çoğunun en arzulanan hedefi olduğu gibi en korkulanıdır da çünkü Birleşik Devletler haberalma örgütüne de nüfuz edilebilir. PHOENIX: Vietnam savaşı sırasında CIA'in gerçekleş­ tirdiği büyük bir operasyon. Bu operasyonda CIA geniş çaplı terör, "sorguya çekme merkezleri• ve kat­ liam yolu ile "Vietkong altyapısını• yok etme girişi­ mini koordine etmiştir. CIA başkanı William Colby 1968'den 1971'e kadar süren bu operasyon sırasında 20.000'den fazla Vietnamlının öldürüldüğünü bil­ dirmiştir. Ancak eleştirmenler bunların çoğunun operasyonların ayrım gözetmeyen yöntemleri ve "yok etme kotalarıyla" öldürülen masum siviller ol­ duğunu bildirmektedir.

plausible denial (inandına inkar): Gizli operasyonla­ nn ne Birleşik Devletler Hükümetine, ne yönetim

kademesine, ne de haberalma örgütlerine kadar iz­ lenmemesi gerektiğini savunan ilke. Gizli kimlikle­ rin, araalann , sözleşmeli ajanlann, paralı askerle­ rin ve buna benzer diğer yöntemlerin kullanılması, hükümetin bu olaylara karıştığını maskelemeye ya­ rar. Aynı zamanda, Başkan ve NSC'ye çoğu zaman ClA'in gerçekte yaptıklarının yalnızca bir kısmı, ve o da sulandırılmış olarak anlatılmakta ve böylece on­ lar bir başka ülkenin yasal hükümetinin devrilmesi gibi özel görevleri onayladıklarını "inandına bir bi­ çimde inkar" edebileceklerdir. Bu görüş, ve "ortaya çıkartılması halinde A. B.D. hükümetinin herhangi bir sorumluluğu inanılır bir biçimde reddedebileceği gizli operasyonlar", bunu onaylayan NSC 10/2'de resmen belirtilmiştir. proprietary company (paravan şirket): Çalışanların gerçek kimliklerinin ve ilişkilerinin belli olmadan, görevlilere gizli kimlik sağlamak ve yönetimle ilgili görevleri sürdürmek için CIA tarafından kullanılan


identities or affiliations of those involved. These companies actually operate as real businesses, and some have, in the past, accumulated assets of con­ siderable size. The North West Federal Credit Union, for example, a CIA proprietary, had assets of over $100 million at the end of 1976. psywar: Psychological warfare; the use of propaganda and other psychological means to neutralize the en­ emy' s influence and gain support for ·our side.· A bizarre example in the 1950s was the CIA' s use of low-flying aircraft with loudspeakers aboard, in which an agent flew through thick cloud cover over primitive Phillippine villages and hurled amplified curses upon any villagers who cooperated with the Communist Huk rebels; the disembodied voice was taken by villagers to be that of powerful evil spirits. reading in: When an officer is assigned to a new case or projeCt, his first task of reviewing ali the written ma­ terial-the files,cable traffic, briefing papers, mem­ oranda, reports-to acquaint himself with the same body of knowledge as other CIA officers. recruitment: Bringing individuals into the employ of the agency for espionage and/or operational pur­ poses; hiring spies. Recruitment is one of the key functions of a CIA case officer abroad. safe house: A CIA-maintanied residence that can be used as a base for secret meetings or activities. Many of the MKULTRA experiments on unwitting citi­ zens were conducted from CIA safe houses in New York and San Francisco. sanitize: To censor (by deletion, revision, or wholesale expurgation) a document for release so that certain elements remain secret. Supposedly the agency is protecting its intelligence • sources and methods• by such procedures. section: The smallest geographical unit of CIA organi­ zation, which may be as small as a single city (Berlin section) or a small country (Angola section). A sec­ tion is a subdivision of a Branch. sensitive: Possibly embarrassing, scandalous, or otherwise jeopardizing to the agency and/or the U­ nited States government. Certain files, for example, are categorized as sensitive, and their contents will never be divulged outside the agency. sheepdipping: Placing an agent in organization or group where he can attain ·credentiats• that will en­ able him to penetrate other similar groups. Also re­ fers to the use of military forces under civilian cover. soft file: Records of sensitive subjects that are kept un­ officially by the agency, and are thus not subject to review by outside sources and not available through the FOIA (Freedom of lnformation Act.). The FBI equivalent is its ·oo Not Fite• file. SOG: The Special Operations Group; a task force esta­ blished within the CIA at various times to carry out usually highly illegal or controversial projects, such as acquiring information on domestic dissidents (Operation CHAOS, 1967-74) or paramilitary ad­ ventures not consonant with stated government policy. Special Operations is a euphemism for covert paramilitary actions. station: A CIA setup in a foreign country, often under cover of the American embassy or consulate.

işyeri. Bu şirketler gerçek işyerleri gibi çalışır ve ba­ zıları geçmişte büyük çapta kazançlar sağlamışlar­ dır. Örneğin, bir CIA paravan şirketi olan North West Federal Credit Union'ın 1 976 yılı sonunda 1 00 milyon doların üstünde bir geliri vardı. psywar: psikolojik savaş; ·sizim tarafa• destek sağla­ mak ve düşmanı etkisiz hale getirmek için propa­ ganda ve diğer psikolojik araçların kullanılması. Bu­ nun garip bir örneği 1950'lerde CIA'in, üzerine me­ gafonlar yerleştirilmiş alçaktan uçan bir uçağın bir ajanla kalın bulut perdesi içinden uçup, üzerinden geçti�eri Filipin köylerinde yaşayan ve Komünist Huk isyancıları ile işbirliği yapan köylülere lanetler yağdırma!'lıdır; köylüler göklerden gelen bu sesin kötü ruhların sesi olduğuna inanmışlardı. read.ing in: Bir görevli yeni bir işle görevlendirilirse kendisini diğer CIA elemanlarının sahip olduğu bil­ gilerle donatmak için ilk olarak tüm evrakı -dosya­ lan, telgraflan, brifing dökümanlarıru, notları ve ra­ porları- okur. recruitment (transfer): Casusluk ve/veya operasyonlar için örgüte adam bulmak; casus tutmak. Transfer, yurt dışındaki CIA case officer'ın en önemli görevle­ rinden biridir. safe house (güvenlikli ev): CIA tarafından tutulmuş ve gizli toplanhlar ya da faaliyetler için üs olarak kulla­ nılabilecek yer. Hiçbir şeyin farkında olmayan va­ tandaşlar üzerinde yapılan birçok MKUL1RA de­ neyleri CIA'in New York ve San Fransisko'daki gü­ venlikli evlerinden yürütülmüştür. sanitize: Atlama, yeniden yazma ve çıkartmalar yoluy­ la bazı şeylerin gizli kalmasını sağlayıp sansür ede­ rek bir evrakı yayına hazır hale getirmek. örgüt, bu yolla haberalma •kaynaklarını ve yöntemlerini• ko­ rumaktadır. section (kısım) : CIA'nin en küçük coğrafi birimidir. Tek bir kent (Berlin kısımı) ya da küçük bir ülke (An­ gola kısımı) kadar küçük olabilir. Kısım şubenin alt bölümüdür. sensitive (hassas) : Örgüt ve/veya Birleşik Devletler hü­ kümeti için utan�_verici, skandala neden olucu ya da tehlikeli şeyler. Orneğin, bazı dosyalar hassas ola­ rak sınıflandırılmıştır ve içerikleri hiçbir zaman ör­ güt dışına çıkarılmaz. sheepdipping: Başka benzer gruplara nüfuz etmesini sağlayacak güvenirliği kazanacağı bir örgüte ya da gruba ajan yerleştirmek. Sivil kimliğinde askeri kuvvetlerin kullanılması için de geçerlidir. soft file (gizli dosya) : Örgüt tarafından hassas konular hakkında gayri resmi olarak tutulan ve böylelikle de başka kaynaklar tarafından incelenmesi mümkün olmayan ve FOIA (Bilgi Edinme Özgürlüğü Yasası) kanalıyla elde edilemeyecek kayıtlar. Bunun FBI'da­ ki eş_değeri ·oosyalama· dosya.�ıdır. SOG: Ozel Operasyonlar Grubu; Ulke içindeki ayrılık­ çılar hakkında bilgi toplama (CHAOS Operasyonu 1967-1974) ya da hükümet politikasıyla uyuşmayan milis maceraları gibi tümüyle yasadışı ya da sorunlu projeleri gerçekleştirebilmek için değişik zamanlar­ da CIA bünyesinde kurulmuş görev kuvveti. station (büro): Yabana bir ülkede oluşturulmuş ve Amerikan büyükelçiliği ya da konsolosluğu kimliği arkasına saklanan bir CIA kuruluşu. İstasyonlar es169


Stations may be old, well staffed, and well es tablished, with the COS a recognized and high-pro­ file member of the local diplomatic, social, and poli­ tical circles; or they my be as small and tenaous as a lone case officer in a sleazy hotel room with a trunk­ ful of cables and cash. A station is usually located in a capital city. lf located in a smaller city or on a mili­ tary installation, it is called a base. target of opportuinty: A person with valuable informa­ tion who •walks in• to a CIA station without having been reauited. The term also refers to any useful en­ tity or source of information attained by chance, rather than by active asset- building. task force: A temporary office or group of officers put together to plan and/or run a particular program, usually with a limited time frame or objectives. Task Force W, part of the CIA's operation MONGOOSE, was specifically created to assassinate Fidel Castro. Although a variety of attempts were planned and some were made-poisoned cigars, exploding seashells, ballpoint pens with poisoned hypoder­ mics-the task force never achieved its ·objective." Track il: The secret CIA program to overthrow Marxist Salvador Allende, after he had been elected Presi­ dent of Chile in 1970-despite strenuous CIA at­ tempts to block his election by political means ( Track l). With direct authorization from President Nixon and some $10 million in available funds, the CIA funded and promoted the military coup that brought the brutal regime of Augusto Pinochet to power. One key element in Track il was the •remov­ at• of Gen. Rene Schneider, a strict constitutional­ ist who supported the elected government and stood in the way of a military takeover. The CIA planned his assassination and passed weapons to certain Chileans to do the job. Schneider was kid­ napped and shot to death in 1970; Allende's govem­ ment was ultimately subverted three years later and Ailende himself murdered. 201 file: A separate •personality• file on a single indi­ vidual, which might list not only the person's politi­ cal affiliations and activities, but also his or her hab­ its, weaknesses, family and friends, ete. The CIA ad­ mitted to having developed at least 7,200 of these files on United States citizens during the course of Operation CHAOS. watch list: A list of people (or countries, or organi­ zalions) that are to be selected out by a computer when running through data. For example, in the 1960s the NSA had a watch list of some 1,200 names of United States citizens, which might be cross-ref­ erenced with mail from Cuba or Russia to determine links between the antiwar movement and the Com­ munist powers. The CIA in three major studies found no such foreign control, although both John­ son and Nixon insisted that it be •found· somehow.

ki, iyi kadrolaşmış ve iyi kurulmuş, COS'u o ülkenin diplomatik, toplumsal ve politik çevrelerinin önemli ve tanınmış bir üyesi olabilir; ya da pis bir otel oda­ sında valiz dolusu telgraf ve parayla tek bir case offi­ cer bulunan küçük ve önemsiz istasyonlar olabilir­ ler. İstasyon genellikle başkentte bulunur. Eğer da­ ha küçük bir kentte ya da askeri kuruluşta bulunu­ yorsa üs denir. target of opportunity: Elinde değerli bilgilerle, kendili­ ğinden bir CIA büro' suna gelen kişiye denir. Bu te­ rim aynı zamanda uğraşıp didinerek bilgi edinmek yerine şans eseri elde edilen her türlü yararlı şey ya da bilgi kaynağı için kullanılır. task force (görev kuvveti): Genellikle sınırlı zaman ara­ lıkları içinde ya da hedeflerle belli bir programı plan­ lamak ve/veya sürdürmek için oluşturulan geçici bir büro ya da görevliler grubu. Task Force W,CIA'in Fi­ del Castro'yu öldürmek için özel olarak kurduğu MONGOOSE Operasyonunun bir parçasıydı. Bir­ çok girişimlerin planlanmasına, hatta zehirli puro­ lar, patlayan deniz kabukluları, uçlarında zehirli iğ­ neler bulunan tükenmez kalemler gibilerinin ger­ çekleştirilmesine karşın görev kuvveti hiçbir zaman •hedefine• ulaşamadı. Track il: Seçilmesini CIA'in büyük politik yollarla en­ gellemeye çalıştığı (Track 1) Marxist Salvador Allen­ de'nin 1970 yılında Şili Cumhurbaşkanı seçilmesin­ den sonra devrilmesi için CIA tarafından hazırlanan gizli program. Başkan Nixon'dan doğrudan yetki alarak ve 10 milyon dolar ile CIA, acımasız Augusto Pinochet rejimir.i başa geçiren askeri darbeye para sağladı ve onu teşvik etti. Track II'nin en önemli noktalarından birisi, anayasaya yürekten bağlı olan ve seçimle başa geçmiş hükümeti desteklediğinden askeri hükümet için bir engel oluşturan general Re­ ne Schneider'in •ortadan kaldırılmasıydı." CIA onun öldürülmesini planladı ve işi yapmaları için bazı Şilililere silah yolladı. Schneider 1970 yılında kaçırılıp vuruldu; üç yıl sonra Ailende hükümeti devrildi ve Ailende öldürüldü. 201 file (201 dosyası) : Tek bir birey hakkında düzenle­ nen ve onun yalnızca politik görüşlerini ve faaliyet­ lerini değil aynı zamanda alışkanlıklarını, zayıf yön­ lerini, ailesini, arkadaşlarını vb. yi içeren •kişilik• dosyası. CIA, CHAOS Operasyonu sırasında bu dosyalardan en az 7.200 tane hazırladığını kabullen­ miştir. watch list (izleme listesi): Verileri tararken bir bilgisa­ yar tarafından seçilen insanların (ya da ülkelerin ve­ ya örgütlerin) listesi. Örneğin, 1960'larda NSA'nın elinde 1200 kadar Amerikan vatandaşının adlarını içeren ve savaş aleyhtarlığı hareketi ile komünist ül­ keler arasındaki bağları belirlemek için Küba ya da Rusya'dan gelen mektuplarla karşılaştırılabilecek bir izleme listesi vardı. Hem Johnson hem de Nixon'un nasıl olursa olsun bir bağ •bulunmasını• istemelerine rağmen, yaptığı üç büyük araştırmada CIA yabancı ülke parmağı bulamadı.

Çeııiri M. Hamit ÇALIŞKAN

170


OKUYUCU KÖŞESİ ÇJIVtB!

'nin ikinci sayısından başlayarak okuyucula­ rımız için bir köşe açtık . Çeviri bilimi ile ilgilenen oku­ yucularımızın dergimize yolladıkları çeviri denemele­ rini. yorumlarını ve eleştirilerini yerimiz elverdiğince yayınlamaya çalışacağız . .. . Bu sayımızda Hacettepe JJniverşitesi I ngiliz Dili ve Edebiyatı öğrencilerinden Ismail Iğdeli'nin bir çeviri denemesini yayınlıyoruz.

ÇBVİBİ

Sonnet 10

Sone 10

Death be not proud, though some have called thee Mighty and dreadfull, for, thou are not soe, For, those,whom thou think'st, thou dost overthrow, Die not, poore death, nor yet canst thou kill mee. From rest and sleepe, which but thy pictures bee, Much pleasure, then from thee, much more must flow, And soonest our best men with thee doe goe, Rest of their bones, and soules deliverie.

Güçlü ve dehşet verici görseler bile seni Gururlanma Ey Ölüm , çünkü sen öyle değilsin: Hakkından gelebileceğini zannettiklerin Ölmez, zavallı Ölüm, yok edemezsin ki bizi. Veriyor, senden gelen zevkten daha fazlasını Görüntünden ibaret uyku ve sükunet bile, En candan dostlarımız bedenlerini seninle Gidiyor dinlendirmeye: teslime ruhlarını. Zehirle, savaşla, hastalıkla var olabilirsin, Sen kaderin, şansın ve ümitsizlerin esiri; Afyon ve büyü bizi senin darbenden de iyi Uyutabilirken sen ki neden böbürlenirsin? Biz bir uykudan sonra uyanırız sonsuzluğa Ama sen; Ölüm, sen o gün ölürsün, gururlanma.

Thou art slave to Fate, chance, kings, and desperate men, And dost with poyson, warre, and sicknesse dwell, And poppie, or charmes can make us sleepe as well, And better then thy stroake; why swell'st thou then? üne short sleepe past, wee wake eternally, And death shall be no more, death, thou shalt die.

/ohn DONNE

Çci'ırı.·

İ,;mail

iCDELI

171










Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.