Seyhulislam Mustafa Sabri Efendi- Hilafet ve Kemalizm

Page 1

(Hilâfet-İ Muu/zâma-i Islâmiye)

HİLAFET ve KEMALİZM Ş EYH Ü LİSLÂM M U S TA F A S AB R I EFEN D İ

(Sabık Osm mlı Sadrazam Vekili)

Sadık ALBAYRAK

ARAŞTIRMA YAYINLARI ÇatalvcşıiK Sok. D cfnc Han No: 27/16 Cagaloğlıı - İSTANBUL Tel: 511 79 74-526 16 12


Araştırına Yayınlan: 22

D iz|i

: Eldim Dizgi

Baskı

: Ekim Ofset smtscm

Kap ik : Yılmaz Yalçıncı

ŞUBAT 1992


İçindekiler

Takdim ..................................................................... 7 Islâm'da Imamet-i Kübrâ....................................19 İttihat ve Terakki...................................................35 Hilâfetin yıkılışına do^ru................................... 39 Karşıt fetvaların ardından................................. 47 Hilâfet Gerçeği...................................................... 65 Hilâfet ve Emperyalist Oyunlar.......................... 77 Lozan ve Ingilizler................................................ 80 İç ve Dış Sapıklar.............................................. 101 Hilâfet Hükümet ve Siyâsettir......................... 121 Din ve Milliyet......................................................135 Maskeler Sıyrılıyor........................................... 158 Sıyrılan İkinci M aska........................................169 Dini Devletten Ayırma Cinayeti....................... 179 İstifa Ediyorum....................................................182 Hezeyan Toptancıları.......................................191 İcmâ-ı Ûmmet'i Saptıranlar.............................. 212 Fukahanın K ıyası............................................. 219 Kadını AvrupalI Hale Getirmek......................231 Hafız IsmâH'e Cevap......................................... 249


Veyl O Dalkavuklara......................................... 259 Ramazan Orucu Fidye ile Geçişlirilebilir n i? ...............................................290 Cühela Marifetleri.............................................. 309 Kemalizm.............................................................315 Mısır Ulemasının Girişimi Sonuçsuz Kaldı. 322 Musa Carullah Efendi....................................... 325 Şehrimize Gelen Rızaeddin Kimdir?.............. 327 Hicaz Kongresine Giden Rusya Müslümanları........................................330 Hilâfet Kongresi İflas Etti..................................332 fylısır Hilâfet Kongresi Komedisi.................... 335 Hilâfet Kongresinde Hangi Hükümet Adına Kimler Bulundu.......................................339 Hicaz Kongresi.................................................. 341 İnkılap Türkiyesi................................................ 346 Yeni Türkiye....................................................... 353 İnkılâbımızın Manevi Fütühatı..................... 354 Türkiye ve Hilafet.............................................. 357 Gazi'nin Beyanatı.............................................. 368 Müslümandaki Buhran-ı Hazır.......................370 Türk Asrîliği ve Arap Medeniyeti.................... 384 Asya'lı Değiller.................................................. 394 Ayak Uydurma!; Mecburiyetindeyiz................ 397 Son Cevabım ız..................................................403 Türkiye İnkılabı ve Mısır Basım...................413


T A K D İM

Mustafa Sabrt’nin inaç ve kanaatine göre, din ite ah­ lâk aynı doğrultuda ele alınmalıdır. İnsanlığın giderek ço­ ğalan ızd>fabTnın ana temelini de olu^lufmaktadif. Bu akımın öncülerinde ne vatan sevgisi.ne dostluk, ne rnilltyet duygusu ve ne de yardımseverlik var­ dır. Bunların tümü dinsizlere göre yalandır. Bu durum. Mustafa Sabri'yi öyle etkilemiş ki. ülkeden çıktıktan sonra, 150'llkler afv edilmişlerse de o bir daha geri gelmemiş, ''diyanet hıyanetle eş d e ^ rd e sayıldığı" bir Türk­ iye'den uzakta ömrünü noktalamıştır!.. Bu eserde, görüldüğü üzere. O . İttihat ve Terakki'ye muhalif olarak Tokat'tan mebus seçilmesine rağmen, Ro­ manya'ya sürülmüş, OsmanlI Oevleti'nin üç kıtadaki top­ raklarını kaybetmesi üzerine, iktidara gelen Hürriyet ve İ'tiiâf Fırkası’nın kozntopolit yapısı içinde. Şeyhülislam ol­ muş. kabinelerde etkili roller almış, hatta Sadrazam vekil­ liği gibi bir görevle kabineye başkanlıkta bulunmuştur! Sultan Vahidüddin'in hem hilâfet ve hem de saltanat yÖr>eÜmir>e taraf olduğu, Sultastz Hilâfet'in hiç bir kıymet-i harbiyesinln oiamıyacağına inandığı için, "K uvayI Milliye''çilerin, kurtuluştan sonra seçtikleri Abdülm ecid Efendi'nin hilâfetine, işin başında karşı çıkmıştır. Tüm İttihatçı artıklarının karşısında yer almasının se­ bebi, onların "d in s iz " olmatarına d a n yakın inancıdır. Zi­ ra o dörtemdeki tüm yazar ve fikir adamlarının "m illi İrade" ile, "M ustafa Kemal’in iradesf'rıe eş değerde bir yöntem takip ettiklerinin tesbitine çalışmıştır! Nitekim, ona göre. Yeni Türkiye "d arağaçlı cum hu­ riyet ve İnkılâp" sisteminin bir ürünüdür!


6

HlLÂFJrr l MUAZZAMA-1İSLÂMİYE

Cumhuriyej devrinin şazet6^ **Cucnhuıiyjit**in bir yazarının ifadesi ile, ^'96z hurriyati btf jajevzatktif.” B6yie bir yönetimde *‘hürrîyet"ten söz edilemezmiâi H aliyle. Cum huriyet, olsa olsa **Kemalist C u m h u riye t" olabilirmiş!.. ö yle inandıkları İçin de. tüm devrim/ınkılâp yazarları Batıya akıl vermeda yarışıyor ve Batıya uymayan bu yem yönetimden dolayı «la. adetâ Batıya akıl vermek gibi bir he­ yecanla "S iz in Mustafa Kem al'iniz yok kil'* sözü ile işin üstesinden sıyrılıp ;ıkarken. Yeni Türkiye’nin Batıdan ileri olduğunu vurguluyorlardı!.. Yeni Türkiye'de rejimin partisi CHP'nin bir tüzük prog­ ramı yoktu. Öncek "fikir babası" İttihat ve Terakki'nin konumu da "şekavet çetesi ve zorba o c a ğ ı" olmaktan öte bir sonuç vermemiştirl Mustafa Sabii Efendi ye göre, Kemalist gazeteler, devrimler! gerçekleştirmede, dünya kamuoyunu "a p ta l" yerine koyuyortaroı veya öyle avunuyorlardı!.. Anadolu'ya gidişte Mustafa Kemal'in "ic a ze tli" olu­ şuna bakmayan Mustafa Sabii, daha çok. Hilâfet ve sal­ tanat için ilerde doğuracağı tehlikeleri "e n d iş e " ile takip ittiğini vurgulayarak, iki ayrı fetvanın taşıdığı mananın, Hi­ lâfetin kıyamete kedar devamı esasına dayandığının yoru­ munu da yapmaktadır! Oürrizâde'nin imza attığı fetva ıle.başta Rıfat Efendi'nin içinde bulunduğu 153 müftünün verdiği fetvanın baş­ langıcı tümden Halîfe'nin kurtarılmasından sonra, aksine İse. işgal altında bulunan İstanbul'la. Anadolu'nun başta aynı dengede seyr ettiklenm ortaya koymaktadır! Mısırlı şair Ahm et Şevki ile kâadı AN Abdurrazik’in "K em alist k ıya rra " olan hizmetleri. Mısır'da en çok Cam iu'l-Ezher'de münakaşa olmuş. Mansura Kâadısı olan Ali Abdurrazik, yazdığı bir eserden ötürü de. görevinden azl edilmiştir! Bunun Türkiye'de propagarxlasını eseri Türk­ çe’ye çevirerek yepan da. " Mısır pasaportlu" Öm er Rı­ za (Doğrul) olmuştur. İstiklâl K^ahkemelerinden kıl payı


HİLÂFET VE KEMALİZM

kelleyi kurtaran Öm er Rıza, Mısır'da çıkan "Muhadenet *'e$-Siyaset*' ve benzen gazetelerin muhabirliğini yaparak. Türkiye ile Mısır arasında, Kemalist ıdeolO|iye hizmet ettiğinden her ikisi de Mustafa Sabri^fendi'nm geniş tep­ kisini çekmişlerdir T g ^ ^ ılın ın sonbaharı ve 1924 yılının ilkbaharı arasında geçen bir bucuk yıllık dönemde. Abdül* mecid Eferuli'nin sürdürdüğü "halîfelik” ten dem vurarak, bu zatın "M ustafa Kemal'in halifesi'* olduğu bir dönem olarak öne sürmektedir! Ona göre, halîfeden çok. hilafet 'nakammın örgemi vardır. Çünkü bu makam, hükümet ve siyasetten ibarettir. Buna karşı tavır alan Öm er Rıza ve ben­ zerlerinin konumunu da "h a ya sızlık" olarak nitelemiştir. Ayrıca "M illiy e fte baş makaleler yazıp. Türkiye'nin ortaçağ benzen bir hayattan, "oto-teokratik, mağlup ve esir bir devlette" beş sene içinde "halkçı, demokratik ve galip, müstakil ve hür bir d e vle t" yapısına gelindiğini savunan Ağaoğlu Ahmed'i de "k ö r bir dalkavuk" olarak tenkit etmektedir. Hele Lozan'da verilen tavizlerle Türkiye'nin çok şey­ ler kaybettiğini ve bunu da yapmak İçin, "İlahî kanunlar'* tn ortadan kaldırılıp. AvrupalIların hoşuna gidecek bir yapı ile azınlıkların asıl unsur olan Türklerden daha önce bir hak ve imtiyaz kazanmasını savunan. "M illiyet "in bay yazar­ larından ve Siirt'ten mebus ısmarlanan Mahmud Bcy'ı dc tenkitle. AB D Başkan'ı VVIlson'un "g ayr-i reşit milletler’* 'den sayılan Türklerin himayesi altında kalması, ancak Batılı güçlerin istekler nı gerçekleştirdiklerini vurgulamıştır! İngilizlerle Kemalistlenn "m uvazaa 'stna da temas eden Mustafa Sabri. 150'lıklerden olmasına rağmen, hem Saltanattçılar hem de bir kısım 150'lıklerle fikir ve kalem mücadelesine girişmiş, içte "H ilâ fe f'in gereksizliğini ve bunun İslam'da yen olmadığını TBMM'nin kürsüsünden sa­ vunan İzmir mebusu ve Adliye Vekili Seyyid Boy ile Urla mebusu Şeyh Safvet Efendi'lere keskin kılıcını bir mata­ dor gibi batırmaktan geri kalmamıştır! Mustafa Sabri Efendi, hilâfet ve saltanatı. Yavuz Se* lım'ıı. Mısır'ın fethinden sonra söylediği bir şiire dayandırır:


8

H tL Â ^ - 1 m u a z z a m a ! İSlJkMtYH

‘ 'Şayet b e n in Ve gerek bafkalanrtın yeryüzünde Bir parmak ucu kadar Mülkiyet ve hakimiyeti olsa. Allah’ın mülkünde ortağı olması lazım ge lird i." Böylece "e ski T ü r k " diyerek, Müslümanlığını över­ ken. "Y e n i T ü rk " ü ise, tamamen İsJamdan kendisini so­ yutlamış saydığı gibi, vatandaşlıktan atılması üzerine, yazlığı bir şiirle Türklükten "istifa e d iyo ru m " diyerek, bu başlık altında kendini ortaya koyup; "T ö v e b e ya Rabbi tevbe Türklüğüm e! Beni Tü rk milletinden addetm e!" diye sonunu ha­ zırlamıştır!.. Mehmet Errin adlı "Tü rk şairinin: "Irkım ın binlerce yıl beklediği, İlk doğan kurtarıcı peygamber sensin" diyerek Mus­ tafa Kemal'e "beklenen p e yga m b er" payesini vermesi­ ni açıkça tenkitle, onu ve benzerlerini "id m a n lı dalkavuklar" olarak tenkıfve tahlil süzgecinden geçiren Mustafa Sabri E fendi, Dantad Ferid Paşa'nm değil de, Tevfik paşa'nın Mustafa Kem al'e destek verip Ankara’­ nın "m illi hüküm et" oimasmı sağladığını vurgulayarak, ta­ rihe yeni bir bakış açısı getirdiği gibi, Kemalist ideotojiye karşı olması hasebiyle, kurtuluş savaş ve "hilâfet s o ru n u n a " taraftar olarak bakış ve inancını ortaya koy­ muştur! Haliyle. Kenalistienn destekçileri ve Batılüara akıl ho­ calığına soyurtar lann. laiklik adır^ ortaya koyduklan ile bil­ hassa Fransa’ca 1903'lerde tatbik edilmeye çalışılan "laik-dinsiz yönetim "den daha ileri derecede bir "h a k ­ kıyla laikliği tatlıik" yönünden, Frartsız Partamentosu’nda örnekleme suretiyle Milli Eğitim Bakanı tarafır>dan öne sü­ rülmüştür!.. Bu doğrultuda hem kadın meselesi ve hem de dinin ahkâmına uygun bir sosyal yapı ile Türkiye’nin yeniliği so­ runu tamamen * laik" bir temaya oturtulmuyor aksine, bas­ kı ve terörün iç'ne atılıyordu.


HİLÂFET VE KEMALİZM

Öyle oldu ki, içerde inkılâpçılar adına muhalefet nefe si bile duyulmazken, dışarda, yine Kemalist rejime aykır davranmaktan kaçkın muhalifler kadar, Yüz Ellilikler İçin den bir “ suttasız hilâfet*' isteyip Kemalistlerin "halîfesi* Abdülmecid'den yana bir tavır koyanlar da az değildi. Bun lar, en çok Mustafa Sabri'nin başyazar ve perde arkasın dan sahihliğini oğlu İbrahim Sabri ile yaptığı "Y a rın "a cephe alan ve Mısır'da çıkmaya başlayan*ki daha öncek dönemlerde ikinci Meşrutiyet'te de çıkan- "M üsavaf'ın sa hibi İzmirli Hafız İsmail Efendi ile -kİ Oerü'l-Hİkm etİ'l İslamiye*nin başkâtip ile azalıkiarında bulunm uştur- bi kalem ve fikir münakaşasına girmiştir. Ayrıca, Yanyalı bi İttihatçı general olan Vehip Paşa, Mustafa Sabri Efendi' nin ilaiya'ya gidip Papa'nın önür>e eğildiğini ve başına da şapka koyduğunu yazması, ve böyle bir iddiada bulunma sı "M ü s a va t" ile " Y a rın " arasında ithamlara varan tar tışm alann doğm asına sebeb olm uş, bu durum Kemalistlerin lehir)e hem Mısır'da sürgün hayatı yaşayan lar ite hem de Romanya'daki kaçakların parçalanmasına yetmiştir. ideolojik bakımdan. Mustafa Sabri Efendi, Hafız İs­ mail'e karşı. **dinsiz saltanat" yerine "İslam Cum huriye tr'n i tercihle ilk olarak 1928*11 yıllarda cumhuriyetçi yönetimlerde "islaml"lik fikrini öne sürmüş bulunmaktaydı. öte yandan İstanbul basınını da takıp ederek **Yeni Tu rk iye "d e dini ahkamı hedefinden saptırıcı hareketlere de gereken cevabı vermekten geri durmadığından, orucun "fid y e " verilerek geçiştirilmesini öne süren Süleyman Na zff'e karşı da "O ru ç risalesi" ile tepkisini göstermiştir. Ayn şekilde, "m o d e m m üctehid" olarak ortaya çıkan Kazan İl Musa Carullah Efendİ'yi de bu tür laik yaktaşımtarı gös teren "U z u n Günlerde O ru ç " adlı eserinden Ötürü Süleyman Nazîf gibi tenkitlerine hedef almıştır. Zira. Hi­ caz Kongresine Kazan Müslümanların temsilcisi olarak katılmak için İstanbul'a uğradığında, şapka ile özgürlük konusunda Rusya’da -daha- faal olduklarını ifade etmiştir ki. bu hiç de takdirle karşılanacak bir durum olmamıştı.


8

HÎLÂFET İ m u a z z a m a ! tSLÂMlYE

*'Şayet ben>m Ve gerek bt^kalarının yeryüzünde Bir parmak ucu kadar Mülkiyet ve hakimiyeti olsa, Allah'ın mülkünde ortağı olması lazım ge lird i." Böylece "eıJci T ü r k " diyerek. MûslOmanlığıni över* ken. "Y e n i T ü rk "û ise. tamamen İstamdan kendisini so­ yutlamış saydığı gibi, vatandaşlıktan atılması üzerine, yaztığı bir şiirle Türklükten "İstifa e d iyo ru m " diyerek, bu başlık altında kendini ortaya koyup; "T ö v e b e yıı Rabbi tevbe Türklüğüm e! Beni Tü rk milletir>den addetm e!" diye sonunu ha­ zırlamıştır!.. Mehmet Em in adlı "T ü rk şairinin: "Irkım ın binlerce yıl beklediği, İlk doğan kıırtancı peygamber sensin" diyerek Mus­ tafa Kemal'e "te k le n e n p e yga m b er" payesini vermesi­ ni açıkça tenKitle, onu ve benzerlerini "id m a n lı dalkavuklar" o'arak tenkıfve tahlil süzgecinden geçiren Mustafa SabrI Hfendİ, Danıad Ferld Paşa'nın değil de. Tevfik paşa'nın Mustafa Kem al'e destek verip Ankara'­ nın "m illi hüküm et" olmasını sağladığını vurgulayarak, ta­ rihe yeni bir baxış açısı getirdiği gibi. Kemalist ideolojiye karşı olması hasebiyte. kurtuluş savaş ve "hilâfet s o ru n u n a " taraftar olarak bakış ve inancını ortaya koymuşturl Haliyle. Ke nalistlehn destekçileri ve Batılılara akıl ho­ calığına soyunanların, laiklik adına ortaya koyduklan ile bil­ hassa Fransa'da 1903’lerde tatbik edilmeye çalışılan "laik-dinsiz yönetim "den daha ilen derecede bir "h a k ­ kıyla laikliği tatbik" yönünden. Fransız Parlamentosu'r>da örnekleme suretiyle Millî Eğitim Bakanı tarafırvfan Ör>e sü­ rülmüştür!.. Bu doğrultuda hem kadın meselesi ve hem de dinin ahkâmına uygtn bir sosyal yapı ile Türkiye'nin yeniliği so­ runu tamamen 'laik" bir temaya oturtulmuyor aksine, bas­ kı ve terörün i(:ine atılıyordu.


HİLÂFET VE KEMALİZM

öyle oldu ki, içerde inkılâpçılar adına muhalefet nefe si bile duyulmazken, dışarda, yine Kemalist rejime aykır davranmaktan kaçkın muhalifler kadar, Yüz Ellilikler İçin den bir "sultasız hilâfet" isteyip Kemalistlerin "halîfesi' Abdülmecid'den yana bir tavır koyanlar da az değildi. Bun iar, en çok Mustafa SabrTnin başyazar ve perde arkasın dan sahihliğini oğlu İbrahim Sabri ile yaptığı "Y a rm " a cephe alan ve Mısır'da çıkmaya başlayan-ki daha öncek dönemlerde İkir>ci Meşrutiyet'te de çıkan- "M üsavaf'ın sa hibi İzmirli Hafız İsmail Efendi ile -kİ D erü’l-Hikmetl'I İslamiye'nln başkâtip ile azalıklannda bulunm uştur- bi kalem ve fikir münakaşasına girmiştir. Ayrıca, Yanyalı bi İttihatçı general olan Vehip Paşa, Mustafa Sabri Efendi' nin İtalya'ya gidip Papa'nın önüne eğildiğini ve başına da şapka koyduğunu yazması, ve böyle bir iddiada bulunma sı “ M üsavat" ile " Y a n n " arasında ithamlara varan tar tışmaların doğm asına sebeb olm uş, bu durum Kemalistlerin lehine hem Mısır'da sürgün hayatı yaşayan İar ile hem de Romanya'daki kaçakların parçalanmasına yetmiştir. İdeolojik bakımdan, Mustafa Sabri Efendi. Hafız İs­ mail'e karşı, "d in siz saltanat" yerine "İslam Cum hurİyeti"ni tercihle ilk olarak 1926’li yıllarda cumhuriyetçi yönetimlerde "İslamP'lik fikrini öne sürmüş bulunmaktaydı Öte yandan İstanbul basınını da takip ederek "Y e n i Tü rk iye "d e dinî ahkamı hedefinden saptırıcı hareketlere de gereken cevabı vermekten geri durmadığından, orucun "fid ye " verilerek geçiştirilmesini öne süren Süleyman Na­ zif'e karşı da "O ru ç risalesi" ite tepkisini göstermiştir. Aynı şeklide, "m o de rn m üctehid" olarak ortaya çıkan Kazanlı Musa Carullah EferKfi’yi de bu tür laik yaklaşımları gös­ teren "U z u n Günlerde O r u ç " adlı eserinden ötürü, Süleym an Nazif gibi tenkitlerine hedef almıştır. Zira, Hi­ caz Kongresine Kazan Müslümanların temsilcisi olarak katılmak için İstanbul'a uğradığında, şapka ile özgürlük konusunda Rusya'da -daha- faal olduklarını ifade etmiştir ki. bu hiç de takdirle karşılanacak bir durum olmamıştı.


10 h il â f e t i m u a z z a m a ! ISLÂMİYE

Aynı şekilde. Mustafa Kemal'in İstanbul'u ziyaretlerin­ de Dotmabahçe Sarayında İkameti sırasında söylediği *'Ztllullah'* üzeri Kleki sözlen geniş yankılar uyandırmış ve bu yolda bir m alule yazıp, "d e vrim liderT'nı öven Ağaoğlu Ahm et ile * Resimli Cuma'a** ile ictihad. mezhep ve hilâfet konularını irdeleyen Habil Adem 'e de saldırmayı ih* mal etmemiştir!. Mustafa Sabri Efendi, Yü z Ellilikler'in yurda dönme' sine izin verici affa rağmen Mısır'dan ayrılmamış, Musta­ fa Kem al’in "H ilA fet"! kaldırması ile ona karşı duyduğu kin. sürekli yazılarında ifade edilmiş, " T ü r k lü k " adına ya­ pılan bu işlem l'^n sonucu inar>dığı idealler de sönüp git­ miştir! Bilhassa Mustafa Sabri Efendi, gerek rr>eşrutiyet dö­ neminde ve gorekse Kurtuluş Savaşı ile başlayan Anado­ lu'daki " m illi" harekette sonucun İslam! hükümet ve siyasetin aleyhinde olacağı tasbitı ile sürekli muhalif kal­ mış. yine Yüz Etlikler'den olan fıiozol (?) Riza Tevfık alaycı ifadeleri ile sijren çöl seyahatlerinin ardırıdan yurda dört­ müş. fakat aynı macerayı yaşayan Refik Hahd ise. gerek siyasî ve gere kse İlmiyeden bir adam olarak Mustafa Sabri'yi takdirden geri kalmamıştır. Her ne Kadar Hürriyet ve İtilâf Partisi'nin hükümet­ lerinden biri Şeyhülislam ve diğeri de Maarif Nazırı ola­ rak bulunm jşlarsa da. Yüz Ellilikleri listesindeki ortak noktaları ile Hicaz'a gidişlerini. Mustafa Sabri ile olan yol­ culuğunu Rıza Tevfik, bir mektubla Celâl Nuri'ye bildirir ve 1923 yılı 16 Nisan tarihli "A kbaba'da yer alır. Rıza T e v ­ fik bu mektubla, Mustafa Sabri'yi şöyle bir rol arkadaşlığı ile hatıratına geçirir: "Sana bu mektubumu devenin üstünde yazıyorum Başta Vahdeddin olduğu halde kafilemiz Mekke'ye doğ ru ^ a düzüldü. Talihimiz o kadar garip cilveler gösteriyor kı sonumuzun ne olacağını keşf etmek mümkün değil Ha­ nı, Türkçe'de "A tta n İnip eşeğe b in m e k" diye bir tabir vardır. Benim için de öyle oldu. İnkılâbın ilk günlerinde at


HİLÂFET VE KEMALİZM

11

üstünde İstanbui a hûkm ederken mevkiim dü$tû. A r ın ır. dım fakat eşeğe binecekken talih beni deveye binc.rdı' Hele softalar tçın işkencelerin büyüğü deve\e bn mektir. Btzım Sabri Hoca günde en az sekiz defa deve den yuvarlanıyor. Bereket versin, yerler yumuşak kumo.ı bir şey olmuyor. Yoksa çoktan ahıretın yolunu tutmuştu. Bana gelince çocukluğumda mektebten kaçıp Fatih mey­ danında kömürcü develerine binerdim, oradan ünsiyetim vardı. Pek çabuk alıştım. Isbatı da sana bu mektubu deve­ nin üstünde yazabitmemdir.” “ İstanbul'da ikinci TeftazanI geçinen Hoca Sabri bu­ rada Allah tarafından yobazlaştı, yongaları dışına vurdu. Yolda peşimi bırakmıyor. Şimdi merakı ne Şeyhülislam . r>e de Sadrazam olmak, meşhur şair olmak istiyor. Sözüm yabana, kendinde buna ehliyet ve istidat görüyor. Hergün bana naat, gazel, kaside kabilinden bir çok hezeyanlarını okur durur. Bir kaç gün önce yanıma sokuldu." **-Feylesof, dedi, bu gece büyük bir şair olacağıma dair bir manevi m üjdeye nail o ld u m ." ' •Ne oldu, anlat bakalım? Dedim, ne dese beğenirsin? •Mana aleminde Molla Cam i hazıotlcri ağzıma tükürdü! Demesin mı? Artık dayanamadım. Dedim kı: •O. senin yüzüne tükürmeyi murad buyurm uş. Sen şaşkınlıkla ağzını açmışsın! Mesele bundan ibaret!." Bu soz üzerine benimle ıkı gün dargın durdu. Bilirsin ki sözümü esirgemem. Her hakikati pervasız açıkça söy­ lerim. Beni bunun için kırk köyden koğdular. İstanbul'da İken de böyle yapmadım mı. hor gerçeği söylemedim mi? Eminim ki söylediklerim aynen çıkmıştır. Çünkü hikmete, felsefeye dayanıyordu." “ Ara sıra canım sıkıldığı zaman Hoca Sabri'ye: •Bir maval okusana!.. Vaktiyle itilâfcıiara ne maval­ lar o k urdun !" “ Diyorum. O . somurtuyor. Ben koşmalarımdan yine okuyup gönlümü eğlendiriyordum.. ."


12 Hn.ÂFET-1 MUAZZAMA IİSLÂMIYE

taraflarda İttihatçı yamaktan pek çek. Bizi Hü< deyde'de fena karşıladılar. Bakalım Mekke’de nasıl ola­ cak? Aman hoca yir>e deveden tûştû. Ona yardıma gidiyorum...” Bunlan ya;:an Rıza Tevfik, aynı şekilde Mustafa Sabri'yi alaya atmasına rağmen, mektublarına devamla ” hakiM İlim adam ı” olduğunu ve bunun da “ işlerine gelm ediğini” ifade ile, ” Tü rk iye ” ye bakışını şu şiirle dile getiriyordu: “ Yalana inanmam, mavala kanmam. Pervane ceğilim , ateşe yanmam. Bir daha **ürkiye adını anmam, Alırım başımı geçer giderim !” Bu tur umursamazlık. Rıza Tevfik'in Sevn imzalama­ sı ile, İstanbul’a dönüşü üzerine. yır>e Yahya Kemal, bir dörtlük ile “ fito zo f’un konumunu ortaya koyeu*: “ Kimseler kızmasın Rıza Tevfik'e Se vr'i İmzalamaya gitti diye. Çünkü idam olunan mahkûmun Çektirirler ipini çing en eye !..” İşte Rıza Tevfik'in alaytı bir şekilde ifade ettiği M us­ tafa Sabri Efendi'nin, Refik Halid Karay tarafır^dan ise bir başka özelliğini vt siyasal tahhlinı. ” Mir>eİ Bab İİel Mihrab” adlı ” hatırat” ında daha iyi anlıyoruz: ” Blieclk” te karlı bir kış sabahı idi. Mustafa Sabri Efendi ile Şeyh Salih Efendi soba başına oturmuş, soh­ bet ediyorduk. Ben son yazdığım bir hikayeyi “ Sarı Bal” ı okumuştum. Sabrİ Efendi bitirmeye çalıştığı dinî bir ma­ kaleyi izah ediyordu. Kapının çıngırağı çaldı, köşe pence­ resinden başımı çıkardım: Merkez komiseri elinde telgraf, kann buğulaştııdığı bir sesle: -M üjde B e ^, dedi. İstanbul'a gidiyorsunuz! İstanbul'dan çıkalı beş sene olmuştu... Demek, dün­ ya gözüyle m er’ileketimi bir defa daha görmek müyesser olacaktı..” (sh: 35/36)


HİLÂFET VE KEMALİZM

13

Sürgünde, Mustafa Sabri ile birlikte otan Refik Halld, daha sonra siyasal hayatla. Posta-Tetgraf umum mü­ dürü olarak, Kemalistterin Anadolu barikatı ile başlayan açmaz ve sürtüşmelerle İstanbul tarafı ile otan ilişki ve ba­ ğını. İttihatçılık kokan bu harekete tepkilerini göstermeleri doğaldı. Refik Halid, *‘on iki senelik yıkıcı bir mağduriyet­ ten so n ra " iktidar mevkiine gelen Hürriyet ve İkilâf Fırka­ sının kabinesinde Şeyhülislam olarak yer alan Şeyhülislam Efendi'ye dedim ki: -Vallahi ben bu gidişi beğenmiyorum. Bir parti kabi­ nesi ki Maliye nazırı kendisinden değildir. Bahriye Nazırı hastadır ve Nafıa nezaretine tanınmamış bir ahz-ı asker re­ isi getirilmiştir, ondan hiç bir hayır beklenemez!" "Muhatabım, sözümü tasdik etti, fakat küçük bir ümitle "H ele bakalım " da demekten geri kalmadı," (sh: 81-82) Mustafa Sabri Efendi'deki bu bekleyiş, boşuna de­ ğildi. Çünkü, kabinesinde yer aldıkları Sadrazam Ferit Paşa'y> Refik Halid aşağıdaki görüşmesini yazarken. "D a m a t"ın da gerçek yüzünü ortaya koyuyordu; "...Dam at Ferit Paşa memnun olmuştu: Tekrar yanı­ na çağırdı, hem bu sefer bir dakika bile bekletmeden..." "Y an odada yemeğini yiyordu. Bu halde kabulünden dolayı itizar etti ve "sam im iyetle bağışlanm am ı" rica et­ ti. Yemeği soğuk piliç ve börekten ibaretti. Şarap yerine de suya karıştırılmış konyak içiyordu..."(sh: 91) Bu "k o n ya k çı" Sadrazam'ın kabinesi de güçsüzdü, "iktidara gelmişlerdi ama İktidar olamamışlardı."İçlerin­ de bir tek kişiyi Refik Halid beğenmişti ve bir Meclis önün­ de. onun lâf edebileceğine inanıyordu: "Şayet karşımızda bir Meclis-i Mebusan olsaydı, on iki bakanımızdan hiçbirisi kürseye çıkıp dört kelimeyi bir araya getirmeye ve bu bakanlıklara ait en ufak bir soruya doğru cevap vermeye güç getiremezlerdi. İçlerinde parla­ menter bir bakan vardı: Şeyhülislam Mustafa Sabri Efend il"


!4

HİL.KFET İ MUAZZAMA-! İSI^MİYE

**0 ise siyasetten uzakta, susmaya mahkûm btr ma­ kama getirilmişt. *'Harriyet ve r t it if 'ın altı ay faaliyetten sonra doğurduğu parti kabinesi, doğrusu, pek sıska, pek cansız bir siyaset yavrusuydu. Fakat Fehd Paşa'nın on­ dan sonra bir bir üstüne düşürdüğü kabinelere nismetle nur topu gibi kalıyotdu."(sh:9&96) Pekiyi, naşı olurdu inanç bakımından, ve düşünce akı­ mından dolayı birbirine zıt kişiler bir arada olabiliyordu?... Meselâ. R u a Tevflk ile Mustafa Sabri EfernU'nin ya­ kınlığı için olmar>a bile, siyasal bakımdan bir kabinede yer almalarına en bü^iOk yakınlık ve çeşni. Rıza Tevtik'in ba­ ba yönünden Arr>avut, ana cihetinden de Çerkez olmasından kaynaklanma ihtimali olabilirdt. Ama Rıza Tevfik'in Cisr-M ustafaprşa kökenli olması.onu hem MakedonyalI ve hem de Yanyalı Batıcılara daha yakın bir hale getirmiş. Y ü z Elirierin afvı ile. Lübnan'da ikamet ettiği Cünyeden, künyesini değiştirip. İstanbul'a gelmesine sebeb olmuştu. Aksine Mustafa Sabri Efendi, fikrinin ve taviz vermez hi­ lâfet inancının eseri, sürgün hayatı içinde, "m u h a c ir” bir siyaset adamı olarak hayatını Mısır’da mühürlemiştir!. Fakat. Mustafa Sabri Efendi, Şeyhülislamlıktan isti­ fa ile kabır>e içindeki forksıyonunu kaybetmiyor, aksine, mü­ tareke döneminin kurulan kabinelerinde etkili rolünü sürdürüyordu. Nitekim, kendinden sonra Meşihat Makamı'na gelen D üTizâde Abdullah Eferuli'nin konumunu ve ardırvJan tekrar Meşihat'a gelişine dair Refik Halid'in mü­ şahede ve tesb İlerine dikkatle siyasî bakımdan son devir­ de yetişen ilmiye mensublannın ör>cüsü olmanın hakkını teslim ediyor: "Benim ye 1İ rical içinde en tuhafıma giden yem Ş e y­ hülislam Dürrizâde Abdullah Efendi kk. Bu zatı iki üç kere Sabri Efeı>di'n’n yanında. Bâb-ı Meşihat'ta görmüştüm. Zira dairenin müsteşan idi. Sessiz, terbiyeli, süklüm pük­ lüm dururdu. Fotvalan imzalayıp üstelik bir de sadaret kay­ makamlığında ifaya başlayınca ua m e t peyda etti. Kendisine bir diplomat süaü verdi. Hatta daha garibi Hariciye müste-


ım A f e t v e k e m a l iz m

ıs

şan İhsan Bey’den Fransızca öğrenmeye bile kalKıştı. Bu da ne ise ne. bir de bana Fransızca bilirmiş gibi görünme­ ye başlamasın mı? İçimden değil, hatta bıyık altında da de­ ğil. bir gün karşısında alenen gülümsedim. Kızmamayı tercih etti, o dahi gülümsedi."(sh:l95) Halbuki Mustafa Sabrİ Efendi, Şeyhülislamlıkta ha­ lefi olan Dürrîzade Abdullah Efertdi'yi verdiği fetvadan ve tâkıp ettiği siyasetten dolayı, Medine'de vefatı üzerine onu lakdirle yad etmiştir. Demek ki, Refik Halid'i çokça etkile­ miş olacak ki, Mustafa Sabri Efendi'nin Şeyhülislamlık ma­ kam ına ikinci gelişini yaptığı icraat ile şöyle değerlendirmiştir: “ Sabri Efendi, kendisinden sonra tayin edilmiş olan memurları hemen kamilen değiştirmiş, hatta erkânı genç­ leştirmiş, diğer nezaretlerde de muhtaçlar şuraya buraya yereştirılmişti. (mutediller memnun ama) aşın Hürriyet ve İtilâf hiddetinden küplere biniyor, kâh Ferid Paşa'ya atıp tutuyor, kâh Öfke ile maksada ulaşamtyacağım düşünerek yine Oamat’a hulûle çalışıyor, hülâsa bocalıyor, ne yaptı­ ğını bilemiyordu.*'(sh:206) Sonunda Hoca Sabrı Efendi, (Konyalı) Zeynelabidin Efendi ile Doktor Rıza Tevfik Bey -pasaport muamelele­ rini ikmal ederek-doğruca limanda demirli bulunan Mısır bandıralı “ Egypt** vapuruna binip, İstanbul'u terk etme­ den ör>ce. bir “ fetva” çıkarıp imzalayarak, Padişah'ı hal etmek korkusuyla, kabineden azl edilmişlerdi; ki onların da hesabı, Oamat'ı sadaretten alt etmekti: “ Damat Ferid Paşa'yi düşürüp de yerine daha iyisini ve bizim fikrimize daha uygununu bulacak. Padişah’a bul­ duğumuzu beğertdirıp onun yerine ikame edebilecek miy­ dik? Sarih bir hareket tarzımız yoktu. Sadece Damad’ı atmak gayretine kapılmıştık.” "Atmak için de kabinede taraftarımız bakanları hep bir­ den istifaya davet edecektik. Kimlerdi bunlar? Şeyhülis­ lam Mustafa Sabri Efendi ile Cemal Bey'den başkası


16 HİLÂFET İ MUAZZAMA-IİSLÂMİYE

çıkmadı. Yani hareketin elebaşlart... Her ikisi de tsiıfnnamelerini yazdılar. Birincisi Padişah'a. İkincisi Sadrazam a yolladı. Benim ^mdilik postanın başır>dan aynlmamaklığtır tensip edilmiş ı.'* "Padişah. Şeyhülislamdın ve sadrazam nazınnın isti­ falarını derhal i3bul etti. Umduğumuz tepkiden iz. eser yok. Yerierir>e hemen yenileri de getirilivermışti. Hatta dahası var: Yeni Şeyh ülislam, Bab-ı Meşihat'te büyük bir temiz­ liğe girişmişti. Selefi Sabri Efendi’ye mensup tanılan bir çok yüksek mnmurlan azi etti. Galiba Şeyhülıslam-ı sabı­ kın el altından bir fetva çıkartıp Padişah'ı haileylemesi ih­ timali bu suretle önlenmişti. Şüphesiz Damat Ferid meseleyi Padişah'a o açıdan anlatmış. Sultan Vahdeddin'i bir tehlikeden kurtarmıştı." "Derken teni azlettilef."(5h: 209) Görülüyor ki. Mustafa Sabri, Sultan Hamid'ın kütüp­ hane memulluklu ile başlayan ve Meşrutiyet Meclisi ile de­ vam edip sürgünlerle Ş e yhü lislam ve Sadrazam vekilliğinde karar kılan bir çılelı/mihnetti siyasî hayatta, hiç bir zaman ınarvJığı esaslardan taviz vermeden hayatın tüm çilelerine taip olup, rahat ve debdebeli bir ömrü düşünme­ miştir! Bu bakımdan. İttihatçılar kadar Kemaiistlefe de duy­ duğu duygusal tepkiyi rKKmal karşılamak gerektiği gtbt, geçmiş olayların cereyan tarzını bir de onun açısından gör­ mek ve kaleminden okumak, ortak tarihî noktalar bulmak için elzemdir.

Sadık Albayrak İstanbul 1991


HİLÂFET VE KEMALİZM

İS L A M 'D A İM A M ET-İ K Ü B R A (Hilâfel'i Muazzama-yi Istâmiye)

Mukaddime Dinsiz Ahlâk olur mu? Yalnız dinî bir adam sıfatıyla söylemiyorum. Türkiye'­ deki inkılâblar ve siyasî mücadelelere pek yakırtdan temas etmiş ve son asnn germ ü serdini (acı tatlı olayfannı) görür­ ken Avrupayı da. Avrupanm asrî adamlarını da görmüş, ta­ nımış, tecrübe sahibi bir adarn sıfatıyla soviuvorultn^r/ beşeriyetin, günden güne arttıömı gördüğümüz ızdıraplarır>da en büyük amil dinsizliktir. G erek Türkiyede, gerek sair *devletlefde nükûmet nüfûzunu elde eden dinsizlikler ki ken­ di halindeki bütün insanların başına belâ olmuşlar ve dün­ yada kötülük ve kargaşa unsurunu teşkil etmişlerdir. Her memlekette sağlanması istenen huzur ve emni­ yetin en sağlam dayanağı ahlâk olduğu gibi, ahlâkı da din kadar tutan hiç bir şey olmadığına sarsılmaz bir imanım var­ dı. Çok dinsizlerle düştüm kalktım. Dost oldum, düşman oldum. Ve hiç birinde vefa gibi, hava gibi, hakkına razı ol­ mak gibi, mûslümanlıkia beraber insanlık şiarı olan sevier­ den eser görmedim. Böyleterin izzet-i nefsi, dostluğu hamiyeti, milliyeti, vatanperverliği ve her sevi yalandır. Mu: keddesatı olmayan adamın hiç bir şeyi olmadıöınâVn acı misallerle şahıd oldum. Bu tecrübeler -Türkiye'de diyane-” tin hıyanetle eş değerde sayıldığı bir devrede, aksinedinimin fazilet ve ulviyeti hakkındaki imanımı arttırdı. İşte Mustafa Kem ali.. İlk başta, İstanbul'daki tabi ol­ duğu hükümetten aldığı resmî memuriyetten başka, Padi­ şahın verdiği hususî fermanla Anadolu'da kuvvet ve nüfuz kazarKİıktan sonra emniyete hiyanet elti ve kendi namına harekete başladı. Yani Padtşah'ı atdattı. Tabi olduğu hükü­ meti aldattı. Onlan da ayağının altına aldı. Şimdi hiç sıkıl­


18

HİLÂFET I MUAZZAMA IİSLÂMİYE

madan o Pa jişahlan kaplığı hükümet ve devletin başına geçmiş oturuyor. Ve hıyaneti. Padişahla ve sair aldattığı adamlara ati ediyor. İstanbul da mûstevk devlettenn esareti altına düşen lâlelin kurtarılması namına Anadolu'da arkasına taktığı kuv­ vetle Hilâfeti hükümetten tifrik ve tecnt ederek acze düşürdükten sonra bile bir müddet. Hilâfetin sırf şerefin arttırmak içir bu tecrit ve tefrike karar verildiğini iddiada de­ vam etmiş, yani bütün hareketlerini Hilâfet Makamına hiz met şeklinde göstermiş iken, nasıl kahpelik ve hayasızlıktı ki Hilâfetin en çirkin tezyifler ve tahkirler altında birden bi re ilgasını ilarya cesaret vermiştir? Bir takım propagandalarla içte ve dıştaki mûslümanla rın sevgisine en düşürdüğü Sultan Vahidüddin’in şahsın burada bahse konu edecek değilim. Esas kuvvet ve selâ hiyetini onun şahsına borçlu olduğu halde çevirdiği manev ralarla onun şahsı aleyhindeki hareketir>e uygun bir şekilde ve zahirî bir makulıyet gösterilebilir, diyelim. Lâkin şahıs­ tan kat’ı naz arta Hilâfet Makamının ve o makama büyük bir hürmette oturtulan Abdülmecid Efendİ'nin r>e kabahati vardı? Evet Abdülm ecid Efendi', veliahdı olduğu zat­ tan ziyade Mustafa Kemal'e sadakat ve itaati cihetiyle ben­ ce çok kabahati vardır. Fakat Mustafa Kemal'in kendine göre onun için yalan yanlış bir kabahat tasavvuruna imkân yoktur. İşte n>es'ulıyetten uzak bir şahsiyetle, mes'uliyet kabul etmeyen ve ilgası gününe kadar Mustafa Kemal'in de tazim lisa nından düşmeyen bir makam! Evet. Mustafa Kemal'in Anadolu müftülerinden alıp neşr ettiği fetvalar (x) "N lza m -ı alem sebebi otan Müslümanların Halifesi, Allah hilafet ve şevketini kıyamete kadar devam ettir­ sin, H azretlsrinin..." ibaresiyle başlarken, bu derece mu­ azzam ve muhterem olan Hilâfet Makamı, sonra günün birinde sebebsiz ilga ediliyor ve çeşit çeşit hakaretlere ma­ ruz tutuluyor. O derecede ki kıyamete kadar büvûkluöOnün devamı temenni olunan bu makamın sonraki sebebsız (X)

Bu Iftvanın lamami ıl«rı it nakl ok>nâcsktw


HİLÂFET VE KEMALİZM

19

lif^ursuzluğu suçsuz Abdülm ecid'ı de alıp götürüyor Sebebsız diyorum, çünkü Hindi Ağa'nın Abdülm ecîd Efendinin istifa etmemeyi tavsiye eden mektubu kos­ koca İslam Hilâfetı'ni ilgaya sebep olabilir mi? Halbuki isti­ fa şayiasını da mektup olayından önce Mustafa Kemal'in adamları çıkarmıştır Yeni Türkiye'de Hilâfetle beraber Oiyanet’e de en na­ mert dönektik ve sapmalarla suikast yapılmıştır. Tıpkı Hi­ lâfet meselesinde olduğu gibi başta din kuvvetinden de istifade ve yardım sağlamaya sıcak bakılmış ve ardından bir sağdan geri hareketle Türk'ün dini, şeriatı, uleması kı­ lıçtan geçirilmeye başlanmıştır. Türk milleti bu kahpelikle­ ri unutursa dünyanın en aşağı milletidir. Hakikat, bugünkü Mustafa Kemal Türkiyesinde herhangi bir mevzu üzerine elde tutulabilecek sabit ve müstakar bir şey bulunmamak­ la beraber, hele Müslümanlığa tevcih edilen döneklik fırtı­ nası pek müthiştir. Bütün dinî mübahaselerde; Bir mesele için şeriat ve İslamiyet esaslarının hakikaten müsait olup olmadığını araştıran İlmî ve dinî bir münakaşa içinde mi. yoksa herhangi bir mesele hakkında İslam Dininden mü­ saade almak lüzumuna, yani İslam Dininin esasına isyan hadisesinin karşısında mı bulunduğumuzu birbirinden ayırt edemezsiniz. Ve mübahase zemini olarak bu iki mevzudan hiç birini elinizde tutamazsınız. Bir kere din dünyadan ayrılmıştır. Yeni Tûrkiyede dinsizleri taklid ederek gafil müslümanların ve belki ulemanın cahillerinin bite ağzına kolay gelen bu iki kelimelik kısa cümle İslam Dininin işini bitir­ meye kafi gelmiştir. Ve bunun manası: dinin dünyada yeri yok demektir. İşte bu **kelimetan hafîfetan ale’Misan, sükilâtanı fri-m îza n ” tabirini hatira getiren ve din ile dün­ yanın kozunu paylaştıran cümle, dinin Türkiye’de ilgasının icmal ve ilâmdır. Çünkü her şey dünyaya ve zülf-i yâre do­ kunur. Dünyaya temas etmeyen din olmadığı gibi dünya­ ya din kanştırılmayacağı ve biraz daha açık tabirle, din dünyaya karışmayacağı için dünyada yapılan ve özelikle hükümetçe münasip görülen işlerden dinen caiz görülme­ yecek hiç bir şey de yoktur. Tûrkiyede Allah namına vemin bile, kalkmak üzeredir. Ki bu, Allah namının da


20

HİLÂFET İ MUAZZAMA ! ISLÂMİYE

kalkması demek olarak artık işin sonuna vardığını göste­ rir. Bununla beraber icabında Türkiye'nin dinî bakldir(!).. Bir taraftan da mûniesibirvi diniye demek olan hocalar, cılar bugünkü Türkiye'nin en lazla tahkir ve tepelenmesi gereken unsuilardır. Hocalar, hacılar, dini suret ve siretlerınden dolayı ^ahr edilecekler. Bununla beraber dinin ken­ disi de kahr ol«ıcak. Bu dinin gazaba uğramasından şikayet tarzında bahis, vatana hiyanet sucu teşkil edecek, ö vü n ­ me tarzında(kl> konuya bir diyecek olmayacak!.. Dinî an'anelere o kadar fena nazarla fciakılacak ki bur>lann aleyhinde söz söylemiş \'eya yazı yazmış bulunmak Istikl&l Mahke­ melerinde maznunların canını kurtarmak İçin en etkili şe­ faatçi yerine g«)çecek. (x). Ve bütün bunlarla beraber yine icabır>daa Tûrl:iye’nin dini baki kalacak!.. Mustafa Kemal'in ve Ankara hükümetinin kahpelik­ lerini. sahtekâr tıklarını şu ufacık mukaddimeye sığdıra­ cak değilim. Osmek isterim ki bu şekil değiştirmeleri, bu zıtlıktan işleyetnlmek için insan utanmamazlıkta da kahra­ man olmalıdır, -lele dinsizlik olmadan haksızlığın, hayasız­ lığın bu derece si tasavvur olunamaz. insan sözünde sadık, hilesiz, menfaatim başkasmın zarannda aramaz. Hak yemez, hakkı inkâr etmez. Hasılı ah­ lâk sahibi yapmak için, bizim eskiden bildiğimiz ve hâlâ sabit-kadem olduğumuz fikre göre, mutlaka dine bağlı bu­ lundurmak lazımdır. Şimdi, ahlâkı dirxlen aymp ilim ve ma­ arifle tesis etmekten ibaret yeni bir fikir daha vardır ki dinsizler, ahlaktan bahse iuzûm gördükleri zaman hep bu fikri ileri sürerler. Çünkü dinlerin lüzumsuzluğuna ve hatta bazan zararına kail olan çağdaş yenilikçilik (teceddüt), ah­ lakın lüzumsuzluğunu da açıktan açığa iddia etmek dere­ celerine henüz ulaşamamıştır. Dinsizlik artık ayıp ( k) Son Tolçrof ga:ctos< muhftrrirtohnOon Lûtff F o vıl Boy'm Şar% Istihiti MthkamMindo -nuhokomo olunOuŞu «anada **Oaz«t«mS« d M anan « lt r « hücum «tnradlm mİ? OIni mcdraaclarln llgaatnı aScışlamadım fTM?" dadlÇi yin« çazMcicnn v «rd ı^ raami b^oilardandlr. HOacyin CaMd B «y d « muhakemesinde. “ CumhurtyetçI dt^H nVyim? Laik d e ^ miyim ? Benden ne Istiyoraunur?" demişti. Neticede bet beraaL biri mahkum otan ve lâkin her ikisi de heyetn haUmeye karşı dmauktdefinden ıstimdal eden bu zavallılar. dınslzkOin ne mantıÇı. ne kanunu ve ne de velası olmadıO>n< düşünememişlerdi


HİLÂFET VE KEMALİZM

21

sayılmcizsa da ahlâksızlık henüz ayıp sayılmaktadır. Onun İçin din üzerine kurulu olmayan bir lür ahlâk sistemi bu­ lunduğunu ve belki sırf ilme dayanan bu tür ahlakın daha sağlam olduğunu iddia etmekten hali kalmazlar. Lâkin ben­ ce bu sözler kuru lâftır. Ahlâka da hakikatte din gibi inan­ m ayan akidesizlerin hilesidir. Çünkü ahlakı din esaslarından ayırıp İlmî esaslara dayandırmak, insanın din için. Allah rızası için değil, ahlakın iyi bir şey olduğunu ka­ bul ettiği için ahlak sahibi olmayı arzu etmesi manasına ola­ cağı gibi, ahlakın dinî vazifelerden sayılmayarak, ilmî mütalâa ile gerçekte iyi bir şey olmasının da sağlam bir he­ sap ile herkesten evvel sahibine faydası olmaktan başka bir tahlili yoktur. Öyle olunca bu türlü ahlakın zevahirden öte­ de tesir etmesinin de bence ihtimali de yoktu. Çünkü ahla­ kın dünyada sahibine faydalı olması İçin ahlaklı tanınması yeterlidir. Ahlâklı tanınmak ise ahlâklı olmak değildir. Şu halde yalnız ilmî esaslara dayalı ahlak, ciddi olsa da sami­ mi olmaz. Vakıa sahibine faydalı olarak görüşü dinden ge­ len ahlakta da varsa da onun, menfaati dünyevî olmaktan ziyade uhrevî olarak, zahir ve batına hakim olan Cenab-ı Hak huzurunda görülecek muhasebe ve muhakemeye ta­ bi olmakla samimiyeti temin edilmiştir. Kişisel çıkar duy­ gusundan soyutianmakla ahlakın insan toplumuna faydalı ve gerçekte bir fazilet olmasına gelince, kaynağı bu gibi yüce mülahazalardan ibaret olan ahlakın samimiyeti hile götürmezse de zorunluluğu çok söz götürür. Ahlakın böy­ le esaslara istinadı, insanların maneviyatını istişarî mahi­ yeti haiz cemiyetler kuvvetindeki zayıf vasıtalar ile düzenlemek mesabesinde ve din esasına dayanması ise. manevî insanın da maddî insan gibi icra görevi yapan bir hükümete, ve adil bir mahkemeye başı bağlı olmak dere­ cesindedir. Ve bu hükümet, bu mahkeme: ' ‘Vicdanıdır esareti fi'linde ademin, Davacısı, şuhûdu, kavanini, hakim i." diyen şairin anlatmak istediği hükümet ve mahkeme gibi yine istişarî mahiyette kalan bir şey değil, hakikî hükümet, hakikî mahkemedir. İslam ulemasından bir zatın: "A klım beni zalim olmaktan men eder. Mazlum olmaya da izzet-

F.2


22

4Î l Af ET-I MUAZZAMA-I ISLÂMİYE

I nefsim ve yüksek mevkiim mOsskI değildir.*' beytindeki akıl'dafi; İslâmî akıl, yani İslam zümtyeti ve uhrevf so ­ rumluluk endişesi murat olunmak sayesinde kati yasaklı­ lık ifade ede bilir. Yoksa menfaat ve mazarratın kati teyid gücünü yanı başında görmeyen akıl, kolay kolay memnuiyet dinleme::. insanlan sırf makulât ile ve hayır ve şerri layık oidukltjı gibi telakki ettirecek İlmi esaslarla böyle ge­ tirmek kabil olsaydı, cemiyetleri idare için hükümetler teş­ kiline hukuk ve ceza kanunları düzenlenmesır>e hacet kal­ mazdı. işte «nsanian baskı ahına almak maksadıyla dün­ yevi hûkürmıtler teşkilir>e r>e kadar lüzum varsa da aynı irv sanlann içyfızûnû ve ahl&kmı kontrol altırra tutabilmek için de istek ve Korku ifade eden ahiret kanunlan ile destekli bir hükümet i maneVfyeye lüzum vardır ki onu da ancak din tazammun öder. Daha doğrusu dinsizlerin, ilmi sebeblerie ahlaka bağ­ lı ve hürmet <ftr olmaları şöyle dursun onlar, ilmin kendisi­ ne bile nnenfaat teminine alet ve bir kuvvet olduğu için hür­ met ederler. Binaenaleyh bence böyle Hmî esaslara dayalı ahlâkın sarrimiyetir>e inanmak da. insan İçin hem dinsiz olup hem de ahlak kayıtlanna bağlanmak da hamakat ese­ ridir. UhrevT mes'uliyet endişesi tanımayan adamların ah­ lakî istikama ierini muhafaza edemiyeceldehne Kur'ann Kerîm'de şu ayeti İle şehadet eder: Ahirete İnanmayanlar mutlaka d o ^ru yoldan sap arla r." (Mü'minûn/74) Türkiye nin haline kıyas olunamıyacak surette Batı'da gördüğümüz ve genel ahlakla kaim sandığımız huzur ve emniyete gelince, bunun sebebi başkadır. Türkiye'de aydın adını Kullanan açık gözlü ahlaksızlıkların karşısında saf ve temiz bir avam kitlesi bulunduğundan ahlaka karşı ahlaksızlık. c»rada daima tûrtû şekillerde galibiyetini muha­ faza eder ve bütün siyasî şekavetler ve sahte isimli hükü­ metler bu stıyede meydan bulur. Garp milletlerine gelince; eğer onlar, ahlaki ve İçtimaî nizamlarını Kendisine, borçlu o\acak dinden soyutlanmış­ salar, maaril vasıtasıyla orda ahlâkın değil de açık gözlü­ lüğün avam tabakasına sirayeti yûzür>den ahlaksızlıkta den­ ge hasıl olmuş ve mağlup edilecek ahlak kalmamıştır. Hal­ buki Avrupa ılar dinsiz de değillerdir. Binaenaleyh uygar


HİLÂFET VE KEMALİZM

23

milletlerde genel huzur ve saadeti omuzlayan ahlakî kefa­ leti maarifin himmetine atf etmekten İse, maarifin yaygın­ laşması sayesinde, ahlaksız zorbalann at oynatacak mü­ sait zemin bulamamaları neticesine varmak daha mantıkî olur. Yani İlim ve maarif din gibi doğrudan doğruya ahlâk amili olamaz. Fakat ahlaksızlıkların tahakkümüne karşı vaki bir deva, savunucu bir silah yerine geçer. Demek ki ilim ve maarif sahibine ahlak temin etmek lazım gelmez. Ahllikstziıklann şerrinden bağışıklık verir. Hatta alimin kendisTde ahlaksız bir şerir olabilir. İlimlerini din ile, ve din ilmi İle oğuran ulema, tabiatıyla böyle olmaz. Onların ilmi de bizzat ahlak ilmidir. Biz dinden soyutlanmış ilmin Islah edici oiamıyacağını söylüyoruz. Onun içindir kİ Batı'nın okumuş­ ları, aydın hükümet adamları kendi memleketlerinde zulüm ve istlbdatlannı hazm edecek halk bulamayınca sair mil­ letler üzerine yüklenmeye kalkışryortar. Eğer ilim ve maa­ rif, insanda kendi hakkına razı olmak ve başkaları hakkın­ da adilane hareket etmek gibi ahlâkî necabet teminine ki­ fayet etseydi, Avrupanın en medenî ve müterakkî addolu­ nan devletleri tarafından yabancı milletlere karşı siyasî hak­ sızlıklar irtikap edilmez ve bin türlü hile ve desiselerle bu haksızlıktan haklı göstermeye çalışmazlardı. Siyasette hak aranmaz, diyecek olursanız, ben de: **Bu izni Avrupanın İlmi esaalanndan, yani menfaate dayalı ahlak nazariyelerinden mİ aldınız?" derim. Türkiye'de akıllara varıncaya kadar her şeyi yerinden oynatan Mustafa Kemal'in meslek ve mahiyetini teşrîh et­ tiğim eserlerimde yalnız dinî duygularla hitap etmediğime nazar-ı dikkati çekerim. Belki ben. ihanet afetini muazzez dinimize münhasır kalmayan bu asrî kaza belânın llhad ve istabdâdını daima birlikte mevzubahs ederek, yıkılan dinî müesseselerin yanı başında eskisinden bin kat daha viran olan hür kalblere de aynı yanıp yakılma İle hitap ediyorum. İşte memleketin dinini, hilâfetini, hanedanını, tarihini ve hat­ ta aile hayat ve adâbınt çiğnerken, bu adamın memleket­ ten ve ahaliden aldığı bu en büyük şeyler mukabilinde on-


24

HÎLÂFET ! MUAZZAMA-I ISLÂMİYE

iara gösterd ği tavizler nedir? Diye araştıracak olursanız, darağaçlarır dan başka mühim ve mûsbet bir bulabilir misiniz? Kürdistan ihtilâli bahanesiye kurulan istiklâl Mah* kemelerini takiben dikilen darağaçtannın ne kadar feyyaz ürünler verd^ine bakınız kİ onun tesiri ile Türk Milleti büsbütün aklını yerinden oynatmış, erkekler başından fesini, kadınlar çan^afını atmış ve herkes Mustafa Kemal'i evvel­ kinden çok fazla coşkunlukla sevmeye başlamıştır. Birinci defasında, gace yansı ansızın hırsızlama tarzında reisicum­ hur ilân olun Hasına kıyas edilemiyecek surette, ikindde da­ ha kolay ve daha korkusuz reisicumhur olduktan sonra me­ busların isİrrslerini.Halk Fırkası reisi sıfatıyla bizzat kendi­ si tayin ederok, Türkiye'de her şeyin halikı sayıldığı gibi me­ bus yaratmak sıfat ve selahiyetini de kendisine verdiren şey, memiel:etin bitki yetiştirme özelliği ile en iyi ürün ve­ ren darağaçlan değil de ne olabilir? Onun için diyoruz kİ Mustafa Ke nal sayesinde memleketin bütün varlıkları yı­ kılmış, dümdüz olmuş, ve orada yükselmiş görünen ne var­ sa darağacından ibaret bulunmuştur. Esteğfurullah, evet, darağaçlan le beraber eller yukarı kalkmış, hatta ayaklar da!.. Mustafıı Kemal'in. Türk Milletinden canlarına kadar aldığı şeyler mukabilinde onlara verdiği ve kazandırdığı ne­ dir? Tarzında sarf ettiğim istifham-ı inkarîye cevap olarak İzmir Meselesi'ni hatırıma getirmeye kalkışmayınız! Çür>kû İzmir ka2ancının, biraz evvel saydığım mukaddesatını feda etmek l(arşi:iğında İzmir'i ileri sürmeye mahal yoktur. İstiklâl davalarına gelince; bir milletin istiklâli, mukad­ desatını kaybetmek için değil, muhafaza için lazım olaca­ ğından ta'vi'ini bu noktada aramak da mümkün değildir. Mustafa Kemal'in şapka seyahatinde. Bursa tezahürat hatiblerinden b rinin **Uğrunda her şeyimizi fedâ edeceğiz." demesinden anlaşılacağı üzere Reisicumhurlarının, her ta­ rafından kar fışkıran istibdâdı ile bütün maneviyatını ve ir>sanlığını karrgrene çevirerek kendisine alkış uşağı yaptığı milletin istiklalinden bahs Titaek kadar elim bir istihza olamaz.


h il â f e t v e

KEMALİZM

25

Reisicumhur Mustafa Kemal'in iradesine. '*İrade-i milliye'* adı verilerek iradesi bile elinden alınan ve başın­ daki eşkiya hükümetine karşı halinden şikayet şöyle dur­ sun. serbestçe ağlamak hak ve selâhiyetine de malik ol­ mayan bir milletin, istiklâli rüyada bile mevzu-bahs olamaz. Çünkü rüyaları da korku ile doludur. İstiklâl, insanlıkta bir merhale olduğuna nazaran, söylemeye en şiddetti ihtiyaç ile muhtaç olduğu sözleri söyletmemek için dilinin yarı ta­ rafı kesilerek "h ayvarn natık**özelliğine halel getirilen mil­ lette, kendi hesabına İstiklâl kelimesini telâffuza bite kud­ ret ve kabiliyet bulunamaz. Matbuatın tepesine indirilen ve münekkid kalemleri bir daha yazı yazmaya, gazete çıkarmaya yedi ceddine tevbe ettiren son tazyik ve tedhiş darbeleri ükerine, yalancı hür­ riyet menkibesi-hamd olsun- Türkiye’de unutulmaya baş­ ladığından. tavizler bahsinde eski hürriyet yaygaralarını da tekrara mahal yoktur. Şu halde bütün zayiatımıza karşılık olarak, iş kala kala, "cumhuriyet** ve "İnkılâp** mefhum­ larına kalıyor. Birnaz evvel sağlanan neticeyi de unutma­ mış olmak için, "darağaçlı cum huriyet ve İnkılâp** diye­ lim. İşte bütün bu yakıp yıkmalar şu İki mefhumu tahakkuk ettirmek için mübah görülecek, ve bunların, tozu-duman arasında bütün zararları kaybolacak, hiç bir şey göze gö­ rünmeyecek, bunu bizzat Kemalciler de söylüyor. İnan­ mazsanız. tarihi, Türkiyedeki son insan boğazlanmalarına takaddüm etmesi cihetiyle de ayrıca şayan-i dikkat olmak üzere. "Cumhuriyet** gazetesinde Ankara özet muhabiri Nüzhet Haşİm imzasıyla intişar eden uzun bir makalenin şu son fıkralarına bakınız: "H a y ır Efendileri.. Unutmamalı kİ bu vatanda her şeyden muazzez, her haktan daha hakim bir inkılâp var­ dır. Köhne zihniyetin üstünden bir silindir gibi geçm e­ dikçe ve eski, altında yam-yassı olmadıkça bu memle­ kette yalnız o hükümrân olacaktır... Behemehal bir da­ rağacı kuracaksınız, ve evvela şu "hal-1 tabii” denilen belâyı aşacaksınız! Nasıl ihmal edilebilir ki inkılâbı besle­


26

HlLÂFET-1 MUAZZAMA-IİSLÂMİYE

yip yett^nm TOrk miltetinkı ve yOz binlerce delikanlının ka­ nıdır. Hiç bu aziz varlıkann emekleri mel'un ihtirasın “ hûrrtyet-i kelâm*' dediği gevezeliğe feda mı edilir? İhti­ ras kahr olsun, onu boğunuz. Ve hakikati dinleyiniz. O di­ yor ki: Efendileri Yalnız İnkılâp ile inkılâbı yapanlar vardır. Bundan br^ka ne bu diyarda hak vardır, ne de bu kapıda ekmekl..” (Cum huriyet. 8 Teşrinisani 1340) Deme < kİ bugünkü Türkiye'de yalnız in k ıl^ He inkıla­ bı yapanla* vardır. Diğer mevcudiyetler ne kadar mühim ve ne kada* memlekete yardımcı ve faydalı olsalar yine yok mesabesin:ledir. hakkı idamdır. Maaşallah yeni Türkiye diyannda ne hak ne de ekmek bırakmayan, eskHeri silir>dir gibi altına ozip yam-yassı yapan, "hürrtyet-l kelâm " gibi yeni prensipleri de gevezelik derecesine indiren, memle­ kette gayr-i tabiiliği yaşatmak üzere onun zıddH tarrvTu olan "hal*İ tab P 'nin hayatıria asarak nihayet verdiren bu "in k ılâ p " ne acayip şeymiş?.. Bir vakitler, ilârn harp de­ virlerinde b'ze. hürriyetin her şeyden mühim ve muhterem olduğunu telkin etmekle bitiremezlerdi. Meğerse onun da üstünde daha bilmediğimiz neler vermiş! Herşeyden yük­ sek olan ini.ılâp imiş. İnkılap ne imiş, demeyiniz. İnkılâp ol­ sun da isteise şimdiki gibi hürriyetten istibdâda inkılâb olsunl Esasen hürriyetin iyi bir şey olduğu yalandı. O zamarv lar bizi aldatmak için öyle söylemişlerdi. Baksana, "hürriyet-1 kelâm " adı ile hukuk-i beşer beyannameleri­ nin başına yazılan şey gevezelikten ibaret imiş. Hakikaten de öylel La<ln maalesef dikkat edememişiz. Namık Ke­ mal'in: **NE efsunkâr imişsin, ah ey dldâr-ı h ü rriye t Esİr-1 tşk ın olduk, gerçi kurtulduk esaretten" demesi de :» ç m a imiş. Asıl sihir ve füsün mkılâbta imiş. Demek ki hürriyet dedikleri ne sevişilecek, ne de Hân olu­ nacak bir ş<^ değilmiş, modası çabucak geçmeye mah­ kûmmuş. Yoksa Sultan Hamld 95’de hürriyeti kaldırmasın­ da haklı mıydı? Yok yok o haklı olamaz. Osmanlı Sultanlanndandır. &)nra, memlekette daha asılmaya müstahak ne


h il â f e t v e

KEMALİZM

27

kadar ^ y le r varmış, tik asılacak *‘hal-l tabii*' imiş. Basbelli bu da pek hain-i vatan bir şey olacak! Ne ise biz şim­ di inkıl&ba gelelim: Bizim eski bildiklerimizi alt-ûst eden, katıksız cehalete çıkaran hürriyet gibi evvelce takdis etti­ ğimiz mefhumları da yokluğa dönüştüren bu inkılâp acaba nasıl şeydir? Yenir mi yenmez mi? Yenip yutulacak bir şe­ ye de hiç benzemiyor. Gerçi, inkılâp dönmek, demektir. Bu­ nu yapanlar, sürdürmeye çalışanlar, anlaşılan hergün dö­ necekler. dÖr>eklik gösterecekler. Ûç-dört sene evvel hilâ­ feti ve Islamiyeti kurtardı denilen adamın panorama gös­ terir gibi döne döne Panama şapkası ile ortaya çıkıvere­ ceğini (1) ve Müslüman mahallesinde salyangoz satmak­ tan beter bir halde, Kastamonu'nun -kıyıcığında da değilortasında Müslüman Tûrklere: " S iz de benim gibi şapka giyeceksiniz. Huzurum a, hocalannıza varıncaya kadar baş açık (2) reverans yaparak gireceksiniz. Kadtnlanmzı açacaksınız, onlar da yüzlerini cihana göstersiner ve gözleri ile cihanı görebilsinler! Bunda korkulaca bir şey yoktur." (3) diyerek, yüzü gözü açılmamış sıkılgan ba­ kireleri kandıranlan aruJınr surette, mûsüman zihniyetine göre küstahlığın en büyüğü derecesini göstermeye cOr’et edeceğini hiç bir kimse hatır ve hayaline getirebilir miydi? Bugünkü Türkiye'de her şeyin üstünde tutulan ve dön­ mek manasında olan "lnkılâp'*ın içinde bir kerre dinden dönmek vardır. Belki asıl ehemmiyet inkılâbın bu cihetin­ de olacak mı evvelce pek kıymetli bildiğimiz hürriyetler ve ismet örtülen, bu. dinden d e rn e k hatın İçin fedâ ediliyor, (1) Mustafa Kamal Anadolu'da şapka seyanalina Hk Panama şapkas* tla

çaifTMŞtır. (2) "-K aıtam o nu II# TaşkdprU arasında- yollarda bütün köytûior zafer taklan yapmılardı Kdylûler kurbanlar katarek ve baş açık reverans ya­ parak Ûazi HazrettanrM saiAmladıtar... Taşköprûye saat 4*0 20 geçerek vasa oldular. Kadmk erkekk bOtûn TaşkAprO, Gazi Hazretlerini istikbal etti. Hocalar da dabH olduÇu halde bOtûn halk baş açık olarak kendileri­ ne arzM ta';dm eytedT* (VakM. SO AÇusios 192S) Mustafa KemaTin en evvel Kastamonu’da şapka giyarek halk ara­ sında Irad attiOl nutuktan bk parçadu


28

HÎLÂFET İ MUAZZAMA-t İSLÂMİYE

istibdatlar celtâdlar ta'zîm ve takdise mazhar oluyor. Şapka beşor ûstû bir saadet tacı mesabesinde tutuluyor. 6yİe olmasit şapka bayramındaki fevkalâde cûş 0 hurûş ne­ den neş’et oısin? Bu serpuşun Müslümanlığa dokunur ye­ ri yok dedİMerine ne bakıyorsunuz? Alelade bir kûlâb değt^irmek Q;:ef1ne bu kadar nümayişler. Türkiye'de hemen her şeyi durduran çılgınca meserret hareketleri görülebilir miydi? Bu serpuşu ilk önce vilayetlere bizzat Mustafa Ke­ mal götûrdtı, tamîm ve terviç etti. Hem de şapka giydikten ve giydirdik en sonra halkın gözünde büyüdüOû kadar, or>dan ör>ce büyOmemişti. İnkılâbın hali işte bu merkezde... Cumhuriyete gelince; mukabilinde işlenen bu kadar tahribata gC re bari bu Cumhuriyetin aslı olsa ir>sanın yüre­ ği o derecele yanmaz. Halbuki Kemalist Tü rk iye kadar Cumhuriyetcen uzak hiç bir memleket yoktur. İşte ben, iç­ te ve dışta bulunan bütün Mustafa Kemal dalkavuklannın, utanmamak ve kızarmamak için idman görmüş yûzlerir>e bağırarak sfıyfûyorum ki; Türkiye Cumhuriyeti feci bir ya­ landan ibarc ttir.Hadleri varsa benimle bu hususta insanca münakaşa etsinler, ve davamın isbatına insar)ca mani ot­ sunlar!.. İnsanca münakaşayı şart koşmaktan maksadım, me­ selâ Romanya Müslümanlannın ahlâkını bozmak gayesiyle Dobruca* Pazarcığrnda Türkçe dille neşr olunan t e r b i ^ siz bir gazeteye Mecidiye'den yazılmış bir makalede ge­ çen gün tes.ıdüfen okuduğum vech ile, meyhane kahpe­ lerinden aldığı sermaye-i fuyuzat ile müslümanların evlâ­ dını talim ve terbiye etmekte bulunan makale yazarının TÜrkiyedeki tazyik ve tedNş politikasını açıklığa karşı in­ kâra kalkışması gibi sarhoş sayıklamalannı, tabiatıyla. İn­ sanca mübehese ve m û n a k a ^ hududu dışında bırak­ maktır. Bütün Türkiye memleketterini yerle bir ederek halkı­ nın üzerine kurulmuş işret ve sefahet sonfrası haline geti­ ren Mustafa Kemal avenesinin meze kırpıntılarından ta


HİLÂFET VE KEMALİZM

29

uzaklarda nasip uman böyle gözlen dumanlanmış fıçı gibi şahitleri hakikati ne kadar İnkâra çalışsalar faydası yoktur. Alemin gözü kör değil. Daha geçenlerde Türkiye’de yeni­ den sahneye konan mebuslar ve risayet-i cumhur seçimi komedisi özerine maruf *‘Tan** gazetesi ne ağır şeyier yaz­ dı ve bu ağır İthamların altır>da Türkiye esir pazarının rek­ lamcı gazeteleri, cevap vereceğiz diyerek, ne kadar kıvran­ dılar ne kadar ezildilerl Kendilerini de. müdafaa denilen kut­ sal vazifeyi de ne kadar kepaze ettiler!.. Bundan başka. Türkiye gazetelerinin, abdestinde şüp­ hesi olanlarda görülen vesvese ile daima mevzu bahs et­ tiklerine nazaran AvrupalIlar, Garb milletleri, Avrupa ve Amerika münevverleri Türkiye'nin hükümet ve idare siste­ mini bir türlü anlayamıyorlarmışl **Nasıl oluyor da sizde hiç gürültü, patırtı olm adan, münazaa ve mücadeleye hacet kalmadan en m ühim seçimler sessizce, sedasız­ ca İcra ediliyor? Hükümet neyi arzu ederse halk da hep bir ağızdan onu arzu ediyor. Hükümet makinesi İle hal­ kın hareketi hiç bir noktada biri birine tekleşmiyor. Muntazam, dengeli ve belki müttehid bir kitle halinde­ siniz. Keşki bizim mekleketimizde de böyle o ls a l.." 01yortarmış... Lakirdiden anlayan aklı başında adamlara gö­ re bu sözler pek acı bir istihza mahiyetindedir. Lâkin Avru­ pa seyahatlarinde böyle tarizli ve imalı sözlere muhatap ol­ maktan hali kalmayan Kemalist ricali pişkinlikten gelerek, AvrupalIların akıl erdiremedikeri ve güya hayret ve gıbta ile karşıdan baktıktan bu simayı, şöyle kestirme bir cevap ile halletmek yolunu buluyorlar: “ Sizin Mustafa Kemali­ niz yok kil...'* İşte Türkiye idare ruhunun, Türkiyedekl esrar-engiz Cumhuriyet muammasının tahlili, Mustafa Kem erin eliyle seçtiği mebuslardan Yakup Kadri (x) gibi yazarlarının or­ taya koyduğu bu vecize içindedir. Yani yeni Türkiye'de Mustafa Kemal her şeydir, bütün milletin ve bütün mukad­ desatın temeli de d ^ i l , edatâ kendisidir. Lâkin Avrupaln lar Hz. Isa'dan sonra insana tapmayı kabul edemedikle(x) Ytkup Kadri (KaraoaınanoÇlu)nın “ Kem ılizm " adlı baçmakalesine ba­ lanız: Ek: 1


30

HÎLAFET İ MUAZZAMA-t İSLÂMİYE

rinden kendttenne bir Mustafa Kamal vücuda oatirecnemı^ ler, yahut Alliihın Isa'ya hutûlûnO akıllanna sıgdırdıklan hal­ de» Cumhur!/et namına bir adam tanıyarak, bir miUetin bir ç a ^ hUÛlOnO akıNanna sığdıramıyortar. MOstûrrumiıkta ise mahlûka tapınak veya hulûle kail olmak hiç bulunmadığırv dan. Türkiye, Müslüman Dini üzere oiduğu müddetçe kerv dişine böyle t>ir mabud tedarik etmek lüzumunu dO^nnte* diği gibi, sulum ve halffeler devrinde padişahlara izafe edi­ len kutsiyet bile peygambere vekalet derecesini geçmediğlne göre, kutsiyeti böylece kanaatkârane bir surette dint kaynakiardar iktibas eden Sultanlar, insanların şimdiki gi­ bi Allah ve Peygamber tanımaz, maddiyat varken mar>eviyata önem vermez olduğu devirlerde kutsiyet payesini mil­ lete vererek e kıllarını yerinden oynattıktan sonra kutsiyet­ lerini de, mev :udiyetlerini de ellerinden alarak hepsmi nef­ sinde toplaya ^ asıl bir mabud halinde kendilerine prezante etmek yolunu keşf edememişler. Or>lar ne ise, eskimiş ve modası geçmiş adamları Ya şu Avrupalılann şaşkınlığh na ne dersiniz? Yeni Türkiye'nin, kül halinde her ş e ^ taklıd ederek tert kki edeceğiz dediği AvrupalIların şa^ınlığınal.. Cumhuriyetteki hikimiyet-i milliye esasına sadakatle saplanarak ip n ucunu bir kere millet denilen ç o ğ u n lu k kaptırmış olduklarından, bu dağınık kuvveti Türkiye Cum ­ huriyetinde okluğu gibi bir adamm avucunun içirte sıkıştır­ mak, ve **Hakimlyet-i mlillyeyi ne yapacaksınız?'* deme­ ye cür'et ederler olursa "m illeti İhtiva eden kabza onu da İçine atm m tır." diye vermek usulünü bir türlü akıllan kavrayamıyor. Yok, yok yeni Türkiye'nin Avrupa’yı kendi­ sine marifet ve medeniyet üstadı olarak göeterdiğirîe ne ba­ kıyorsunuz? Bu bir tevazudur. Türkiye Mustafa Kemal'i olmayan Avru|ia'nın öğrencisi nasıl otur? Yahut arkasın­ dan nasıl gideı? Daha İlk adımlarda onları geçmiş ve ka­ bul ettiği Cumhuriyeti, onların akıl erdiremeyeceği bir mahiyete dönüııtûrmüştür. Demek ki Türkiye'nin Inlutâp da­ hisi, herkesin bildiği Cumhuriyette bile inkılâp vücuda ge­ tirerek: "Ç ele bi böyle olur bizde de konser d e d iğ in " fehvasın­ ca. Türk'ün eseri haline koyduktan sonra kabul etmeyi şe­ refiyle mütenasip bulmuştur.


HÎl AFET v e KEMALİZM

31

İT T İH A T V E TE R A K K İ Anayasa hukuku kitablannın tarifine gdre. Cumhuri­ yetlerin hükûmet-l ferdiye karşrtı olmasına rağmen işte Türkiye Cumhuriyeti, tek kişide tecelli eden bir Cumhuriyet-i ferdiyedir. Hem ferd hem Cumhuriyet İki zıt nasıl biraraya gelir, demeyinizl.. O takdirde, A v ru ^ ıla r gibi Türkiye Cum­ huriyetini anlamaktan acziyetinizi göstermiş olursunuz, işte Türkiye Cumhuriyeti bir adamdan ibaret olduğu ve bir ada­ mın kendi kendisiyle mücadele ve münazaa etmesi muta­ savver olmadığı Türkiye'de parti kavgaları, seçim mü­ cadeleleri, hükümete karşı matbuat hücümları ve tenkitle­ ri görülemez. Türkiye Cumhuriyeti yalnız bir adamın şah­ sına o kadar inhisar etmiştir kİ şayet o bir adam, eski arka­ daşlarından bir çoklannı şimdiye kadar sürekli açığa çıkar­ dığı gibi bugünkü a'van ve yardımcılarının çoğunluğundan da aynlarak bir kaç bendesiyle ve belki tek başına bir tara­ fa kalsa Türkiye Cumhuriyetinin onun bulunduğu tarafta olduğuna hûkm edilmek lâzım gelir. Vaktiyle benim mebusluğum zamanında ittihat ve T e ­ rakki mebuslarının yarıdan çok fazlası ve adetâ büyük ço­ ğunluğu *'Htzb-f C e dtd " adı ile ötekilerden ayrılmaya baş­ ladılar. Ve bil'fHI aynidılar. Lâkin T a ra t, Enver, Cemal, *'hizb-i kadlm "de kaldığından İttihat ve Terakki onların tarafında kalmış ve ayrılan çoğunluk, ihtihat ve Terakki' ye ast sayılmıştı. Halbuki ekseriyet halinde bulunan **Hizb-l Cedid"in maksadı İttihad ve Terakkiden ayrılmak değil, sı­ nırlı kişilerin tahakkümünden kurtularak ayıklanmış bir itti­ hat ve Terakki teşkil etmek idi. Fakat aynimak istedikeri mütegallibe azınlığının partiden tard ve ihracını akıllarına getirmeyerek partiyi yeniden teşkile lüzum gördüklerinden girişimlerinde muvaffak olamadılar ve eski vaziyetlerine dönmek mecburiyetini kabul ettiler. O zaman “ Tanzim at” gazetesine yazdığım bir makalede, mealen: "İttihatçılar,


32 HfLÂFET-l MUAZZAMA-! ÎSLÂMİYE

boşuna uylaşm ayın, Tal*at, Enver. Cemal nerede ise Ktlhat ve Te i akki oradadır. Çünkü htihad ve Terakki orv tann şahsından İbarettir. Bütün diyerlerinlz bir araya toplanarak onlan yalnız başına bıraksanız ylr>e parti or>tarda kalır. Çünkü Itthad ve Terakki kanuni ve meşru bir siyasi piırti deyil. Bir şekavet çetesi ve bir zorba ocağıdır.** derr iştim. Sonunca ne partisine, ne Meclis-i Mebusana. ne de Padaşaha sormadan Tûrkiyeyl Harb-i Um um rye sokan İt­ tihat ve Terakki kahramanları hakkında o zamanki sözüm ne kadar do>)ru İdi ve ne kadar d§ru çıktı ise Türkiye Cum ­ huriyeti hakkında şimdiki sözüm de o kadar ve belki daha fazla doğrucur. Hele bir partiyi üç •beş kişinin zabt etme­ sine nisbetk bir memleket cumhuriyetini bir adamm şah­ sında toplama ve yutması sabık İttihat ve Terakki'yo ben­ zemiş (...okunmadı) çok işlenmiş ve çok tatbik edilmiş bir istibdat olduğundan adına İstibdat denilmek bile, istibdat ile memnudur. Bu, Cumhuriyet postuna bürünmüş kuzey kutbuna arkasını dayamış bir bozkurt istibdâdı. ve daha doğrusu bir aç kurt istibdadıdır. Hiç bir memleketin başına gelmeyen bu afet, kendi milletini kendi askerine kırdıran bu ordu hamakatı AvrupalIların anlayamıyacagı ve teşhis edemiyeceyi helak edici bir marazdır. Her hususta Garp, millet ve devletlerini rehber İttihaz edeceyiz dry»>n şarlatanlann. cumhuriyeti millete bırakma­ yıp cumhuriyet hülâsası gibi bir şahsa temsil ettirmeleri­ ne, memleke te muhtelif partilerin kurutmasını kabul etme­ melerine. se^im mücadelelerini kabul etmemelerine, siya­ sî mücadele /e münazaalardan kurtulduk diye sevinrnek ve iftihar etmekten utanmamalarına; hükümeti tenkit. Meclls-İ Mebı sanı tenkit vadilerinde söz söylemeyi men et­ melerine; nteouslan bir adama tayin ettirmelerine ve müttefikan milletin reyini onlara verdirmelerine ve sonra onla­ ra bile Meclis-i Mebusanda serbest söz söyletmemelerine; **söz hürriyet '* gevezeliğinden kurtulduk, (İye yme utarvnadan sevinmeh)rir>e ve iftihar etmelerine ilâve olarak: *‘A v ­


h il â f e t v e

KEMALİZM

33

rupalılar da bizim gibi yapmak İsterler amma yapamaz­ lar. (Hakimiyet Milletindir) levhasını kalın yazı ile Meclisi M ebusan'ın en göze çarpan bir yerine astıktan sonra artık millet halt etmesin. Haddini bilsin. Biz ona haki­ miyet Unvanı verdik. Efendiliği ile kanaat etsin. Hiçbir şeye kanşmastn. Her şeyi biz yapacağız. Fakat nam ona alt olaracak. Şeref onun, zahmeti bizim , daha ne ister. Her mezlyyetl, her şerefi Mustafa Kemal'in üzerinde topluyorsak da o da miletin halâsını olduğu gibi her ha­ rekette "Milletin iradesini yerine getiriyorum." diyerek kendisini aradan çıkarmak fedâkârlığını kabul ettiği ci­ hetle, her şeyi Mustafa Kemal'in elinde olmasından mil­ letin şeref ve nüfuzuna bir halel gelmek şöyle dursun, belki bu suretle şeref ve nüfuzu artar. Hükümetin ve yü­ ce meclisinin milletten aldığı kuvvet ve selâhiyetle mil­ leti karşısında tirtir titretmesi ve gazaba gelince kırıp geçirmesi bile milletin kendi kuvvet ve kudretine ter­ cüm an olduğundan, millet İçin m em nun olacak ve hat­ ta iftihar edilecek bir şeydir." Fikrini milletin kafasına sok­ mak ve bütün dünyaya anlatmak... İşte Avrupa hükümetleri ve diplomatları bu ince nok­ talan kavrayamazlar. Ya kendilerinde veya milletlerinde bu yüksek kabiliyet yok. Her halde onlar, yeni Türkiye ricali gibi cesur değil... Millet kendilerinden korkacağına kendi­ leri milletten korkuyorlar. Güya Cumhuriyetin gereği bu imiş... Halbuki o eski Cumhuriyetler, ve o cumhuriyetler­ deki hükümetin zayıf kalması gibi büyük bir mahzur var­ dır. Milleti korkutmayan hükümet, dışarıyı nasıl korkutabi­ lir? Ama milleti korkutup sindirince muttakiyet ve istibdat olurmuş. Yok yok o istemiyerek, mecburî korkutmak sure­ tinde olur. Yeni Türkiye’de ise millet hükümetten istibdat za­ manlarına nisbetle bin kat fazla korkar, lâkin memnun ola­ rak korkar. Sanki millet, bu yeni cumhuriyet hükümetinin gönüllü esiridir.


M

h il â f e t i m u a z z a m a

! ISLÂMİYE

Işto n eşelenin ruhu buradadır. Marifet ve dehâ-i hü­ kümeti mutlakıyetteki hükümet kuvvetiyle hükümetten he­ sap sorması ve mebus seçimine kadar her i^ onun üzeri­ ne terk etntesi hep bu memnuniyetin esendir. İçte son me­ bus seçim.nde Mustafa KemaFe sanki bütün millet, " v e kilterlmizi seçm ede sen vekil o l!' demiç ve onun bü­ tün millet Mustafa Kemal'i milletin ittifakla istediği mebus­ lar bu adamlar olduğunu kerameti ile bilmiş, anlamış ve­ yahut ikinci seçmenlerden, birinci seçmenlere kadar bü­ tün millet fertleri ile teker teker görüşmüş, arılaşmış gibi bir fikirler uyumluluğul.. TOrkiyn Cumhuriyetinin, "n e sihirdir ne keran>et" tar­ zında haya oyununu andıran nazartyeler silsilesinin cere­ yanına kap irdiğimiz sözlerimiz de mevzuu gibi ciddiyetini iyiden kaybetti. O ddi konuşmak lâzım gelince, betti bir şey ki mutlakiyot ve istibdat mukabili olan meşrutiyetten ve d ^ ha fazla okrak cumhuriyetin içip ettiği ve Ankara Hükûmetl'nin Meclis-i Mebusan duvanna astığı "H aklm iyet-I M illiye", kaimesinin lafzı veyahut locadaki hünü hattı ile değil de manâsının tahakkuku icabı ile, millet için memle­ kette siyasî mücadeleler sahasının bil-fiil açılmasına daya­ lıdır. Hakimıyet-İ Milliye devrinde muhtelif partiler, muhte­ lif içtihatlar <^zükmeme ihtimali yoktur. Hele mebus seçi­ mi gibi Haklmiyet-i Milllye"nin temel taşı halinde bulunan bir meseley*}, millet karışmayıp hükümetin, özellikle ken­ disi milletin seçimine muhtaç olan reisicumhurun el koy­ ması hakimiyet-! milliyenin (ha)sına. havsalasına sığacak şeylerden doğildir. Şayet Ankara yaranının iddia ettiği gibi hükümet, m İlete hakimiyetini ve hükümete karşı her hak ve selâhiyetini vermiş, millet de "A ld ım , kabul ettim. Fa­ kat yine s a ra hibe e ttim ." demiş ise bu hal. cumhuriyet ve hakimiyet için millette ehliyet olmadığının ve belki bu tür idare milletçe kabul olunmadığının en sarih bir itirafı­ dır. Millete h ıkimiyet verilir de kabul etmez, yine istibdat­ taki gibi hakimiyeti hükümete terk ederse olur mu? Kabul etmek değil, kapar bile. Amma böyle vermenin, kapar mı­


HtLÂFET VE KEMALİZM

35

sın? tarzında acı bir istihzadan başka manası olmadığı için milleti malına sahip olmak üzere ciddi bir davet telakki edil­ mesine imkân görülememiştir. Ve bu acı istahzayı millet darağaçiarına verdiği yüzlerce, binlerce kurbanlarla tecrübe ederek anladıktan sonra İttihat ve Terakki devrinde **Hasret olduk eski İstibdada biz*’ yanıp-yıkılmasıyla hakimi­ yeti hükümetten beter bulduğu gibi, şimdi ise, o devrin dön­ me dolabından daha müthiş bir kurt-kapanına düştüğünü görerek her şeyden ve hatta dünyasından bile vaz geç­ miştir. V Milletin, hakimiyeti hükümete terk ettiği falan yok. O. her hakkı kemal-i şerefle kullanıyor. Lâkin hükümetini, ve bilhassa Gazl’sini pek çok sevdiğinden hukukunu kullanır­ ken memleketin muhtaç olduğu sükûnete dikkat ve ihtima­ mını unutmadığı için seçimlerde hiç gürültü patırdı, niza ve kavga olmuyor. Hükümetin namzetlerini kabulde tereddüt göstermeden hemen millet ittifak ediveriyor. Hükümetle mil­ let arasında, yine Mustafa Kemal sayesinde tam bir den­ ge hüküm sürüyor... diyerek Türkiye'nin son senelerdeki vaziyetini tevcih ve izah etmeye acaba imkan var mıdır? Acaba Ankara hükümet ricalinin ve bütün Kemalist gaze­ telerin ahmak yerine koyduğu dünya kamuoyu, onların ha­ lın için hakikat-i halden bu derece göz yummayı ve kendi­ sine gösterilen ahmak yerinde durmayı kabul eder mi? Hü­ kümetin arzusuyla bütün millet fertlerinin re’y ve rızası ara­ sında bu kadar uygunluk sağlanmasına beşeriyat tabiat ka­ nununca ihtimal verebilir misiniz? 300 şu kadar mebusun hepsi Mustafa Kem al’in adayı olduklarına hürmeten bü­ tün milletin müsavi ve müttefik oy alsınlar, bir hane halkı bir fikirde ittifak edemez. Nerede kaldı 14 milyon millet efra­ dı!,. Türkiye sekenesi Allah'ta, Peygamber’de bu derece ittifak edememiştir. Sonra Mustafa Kemal ve adayları İyi adamlar, vatanperver adamlar olduklan için bütün İyi adam­ lar da onlara oy versinler. Lâkin memlekette hiç kötü adam, hiç vatan haini yok mu? Türkiye gazeteleri yalnız İstanbul’­ da 50 bin sabıkalı bulunduğunu yazıyorlardı. İşte bu fena


36

I^lLÂFET-1 MUAZZAMA-IISLÂMİYE

adamlar da meçimde kenditeri gibi bir fena adama oy ver­ seler yal Ha/ır, onlar da oylannı Mustafa Kemal'in aday­ larına veriyor. Suikast suçlarına girilenler, girişecek olan­ lar, diyerek ‘larağaçlan’na çekilen bu kadar adamlara sah­ ne olan Türkiye'de Mustafa Kemal'in namzedi hilâfına oy vermek hakkını kullanan tek bir adama tesadüf edilemiyor. Reisicumhuıun hayatına kast edecek adam var, hem çok. Lâkin ne ker dişine ve ne gerekli gdrdûOû mebus adayianna muhalefet edecek tek bir adam yok. Zahir bu memle­ ketin insanlaı kanur^ muhalefet yaprnaktan hoşlanmaz. iNâ cinayet şeklinde yapmak ister. Hulâsa seçimlerde bir milletin şu kadar milyon efradından bir tar>esi bile hariçte kal­ mamak üzere hepsinin içten istedi He tayin edilmiş aday­ larda ittifak etmesini tabiat-ı beşeriye kabu etmez. Ya bu­ nun tahtında müstatir bir "h uve” vardır, veyahut Türkiye sekenesini i ısanlık sının dışında fa a etmek lâzım gelir. Türkiye'de lcra-1 hükümet eden aç gözlü müstebitler bu mü­ him noksanı düşünemediler. Düşünseler, seçimlerde "kesr-l m ufriddek" kabilinden hiç olmazsa küçük bir azın­ lığı muhalif göstermek inceliğine riayet ederlerdi.


HİLÂFET VE KEMALİZM

37

H İL Â F E T İN YIK ILIŞ IN A D O Ğ R U

"Allah sîzlerden iman edip iyi davranışlarda bulunan­ lara, kendilerinden öncekileri sahip ve hakim kıldığı (halîfe seçtiği) gibi kendilerine de yeryüzüne sahip ve hakim kıla­ cağını (halîfe kılacağını), onlar İçin beğenip seçtiği dini (İs­ lam'ı) onlann iyiliğine yerleştirip koruyacağını ve geçirdik­ leri korku dör>emlerlnden sonra, bunun yerine onlara gü­ ven sağlayacağını va'detti. Çünkü onlar bana kulluk eder­ ler, hiçbir şeyi bana eş tutmazlar. Artık bundan sonra kim inkAr ederse, işte bunlar asıl büyük günahkârlar (fâsıklar)dır." (Nûr (24) 55) Mustafa K em ere beşeriyetin çok üstünde bir vasiyet vermeye çalışan müstebitierden bed-mest Yunus Nadi bir makalesinde onu binblr cepheli bir prizmaya benzetmiş­ ti. Hakikaten pek çok cepheli ve daha çok yüzlü olan bu mahlûkun, şimdi dalma lAnetle yad ettiği veli-nitemi Damad Ferid Paşa hükümeti zamanında memuriyet-i fevka­ lâde ile Anadolu'ys gönderilirken Halîfe tarafından da eli­ ne verilen hususî ve mahrem ferman sayesinde başına top­ ladığı kuvvetle emanete hıyanet ve emniyeti sui istimal ede­ rek hükûmet-i metbuasını, HalTfe'nin şahsını, sülâlesini. İslamiyetin asırlardan beri miras bıraktığı Hilâfetini ve niha­ yet şeriatını, dinini yıkabilmesindeki fevkalâdelikler, cezbe­ ye tutulmuş dalkavuklarının tasvir ve tasavvurları vech ile ker>dtsinin büyüklüğünde aranması ise. huzurunda bu oyur>lar oynanan milletin kOçûklüğür>de aramak daha doğ­ ru olur. Bir kaç sene İçinde Türkiye'de olup biten işler ve oy­ nanan oyunlar insana hakikaten hüzün verir. İlk başta. İs­ tanbul'daki HafTfeyi ve Halîfe'nin hukuk ve nüfuzunu kur­ tarmak dâvası! Arkasından halîfenin hukuku ve nüfusu bu kurtarma davacıları tarafından gasp olunarak Hilâfetin sal­ tanat ve hükümetten tefriki devresil Üçüncü devre Cum ­ huriyet ilânı! Dördüncü devre Halâfetin tamamen ilgâsı ve


38

HİLÂFET I MUAZZAMA -IİSLÂMIYE

dinî kurumlann tatili İle hükümette lAikllOin tatbiki ve hOkû* met kuvvet yte memlekette dinsizliğin tervici! Şu kadar var kİ bu devrede, devletin dini, Oirt-i Ulftm olduğu hakkında eski Kanun-i E M a î’den devr olunmuş madde, geçerliliği olmamakla beraber TeşMIâtH Esasiye Kanunu'nda lâfzen ibka edilmh^ir. DirnlArlar bununla bir müddet avundular ve dinsiztiklerH kar^ bunu kesmez bir silah gibi kullandılar. Halbuki dindârların elinde ciddi bir İş göremeyen bu hayır­ sız dinî mac de, ekseriya zorlanan kör silahlar, sahibini kes­ mesi kabilinden olarak, Kürdistan kıyamı üzerine elebaşlan asıp kesen hükümetin fevkalâde işine yaradı. Hala ehM imana karşı kurulmuş bir tuzak gibi devletin TeşkilâtH Esa­ siye Kanun jnda yazılı duruyor. İşte bu tedhiş devresiyle, bu devir içi'ide Mustafa Kem arin hakiki çehresini göste­ ren şapkalı Türkiye manzaralı dramın beşinci perdesini tem­ sil etmiş oluyor. inkılâp(;ı ve dolapçı Ankara hükümetinin nereden baş­ layıp nerede- karar k ıl^ ıru gösterecek çizgilerden birirs teş­ kil eden HiUıfet meselesinin Selanik hokkabazlan ekrvje al­ dığı şekilleri ve her şekle göre hokkabazlann maksadına alet olarak l;ullanılan kalemleri bu eserde takip edeceğiz.

1 Şimdi Hilâfetin en ağır cezalarla İsmini unutturmaya çalışan Keınallstlor. birinci perdede **Sebeb-i nlzamn alem olan Hat1fe>l Mûslimin idam e-Allahu hilâfetehu ve şekvetehu la yevm i'd-din H a zre tle ri..." diyerek sahne­ ye çıkmışlar jı. Kemald sahtekârlığının dolandırıcılığının bu­ na ait vesik.ısını İki sene evvel kendi elleriyle neşr ettiler. Damad Ferid Paşa’nin ikinci devre-i Hûkümetir>de Anado­ lu'daki Mustafa Kemal harekâtının Makam-ı Hilâfete kar­ şı bagy ve isyan mahiyeti iktisap ettiğine dair Makanvı Meşlhat-ı Utâm iye’den bir fetva sadır olmuştu. Bu fetva­ ya mukabil o zaman Kemalcller de bir fetva uydurmuşlar ve bunu eikrinin akındaki bir takım müftülere imza ettire­ rek Anadolu’da neşr etmişler. Ankara hükümetinin mürewlc-i efkarı olarak İstanbul'da intişar eden "C u m h u -


h il â f e t v e

KEMALİZM

39

rfy«t Gazetesi” yakm ttr mazilnin vukuatını okuyucuları­ nın nazarn ibretine vaz etmek maksadıyla 25 Haziran 1340 tarihli nüshasında her İki fetva suretini ” Fesat ve hakikat karşı karşıya” başlığı altında sütunlarına dere etmişti. Biz de onları aynen buraya naki edeceğiz. T a ki fesadın han­ gisinde ve hakikatin hangisinde olduğunu basiret ve ba­ sar sahibieh takdir etsin: "Şeyhülislâm Oörrfzade'nin Fetvası” ” Sebeb-i Nizam-ı alem olan halife-i İslam idame-Allahu hilafetehu ila yevmi'l-kıyam Hazretlerinin taht-ı velâyetinde bulunan bilâd-i islâmîyede bazı eşhas-ı şerire ittifak ve ittahat ve kendilerine bazı ruesa intihap ederek teb-a-yı sadıka-İ Şahaneyi hiyel ve tezvirat ile iğfal ve idlale ve bilaemr-İ ali ahaliden asker cem'Ine kıyam edip zahirde aske­ rî iaşe ve teçhiz bahanesiyle ve hakikatte cem-i mal sev­ dasıyla hilâf-i şer’I şerif ve mugayir-i emr-i münîf bir takım garamat ve vergiler tarh ve tevzi' ve envan tazyik ve işken­ celerle halkın emval ve eşyasını gasp ve garet ve bu vech ile ibadullaha zulmü itiyad ve tecrlme cesaret ve memaliki nriahrusenin bazı kurra ve bilâdına hücüm ile tahrib ve hâk ile yeksan ve teb'a-yi sadıkadan nice nûfus4 masumeyi kati ve itlâf ve dimaM mahkûnei sefk ve iraka ettikleri ve canib-i Emürü'l-Mümininden mansup bazı memurin-i ilmiye ve askeriyye ve mulkiyeyi hod-be-hod azl ve kendi hem-pâratarını nasb ve merkez-l Hilâfet ile memaiik-İ mehrusenin muva­ salât ve münakalât ve muhaberatını kat’ ve taraf-ı devlet­ ten sadır olan evamirin men' ve merkezî diğer memalikten teehd ile şevket-i Hilâfeti kesr ve tevhtni kasd ederek ma­ kamı muallâ-ı imamete ihanet etmekle taat-i imamdan hu­ ruç ve devlet-i aJiyye’nin nizam ve intizamını ve bilâdın asa­ yişim ihlâl için neşr-i eracif ve işaâ-yı ekâzib ile naşı fitne­ ye saik ve sal-i bil-fesad oldukları zahir ve muhakkak olan emr-i aliden sonra halâ inat ve fesatlarında ısrar ederler ise mezburların habasetlerinden tathir-l bilâd ve şerr u mazarratlanndan tahlis-i ibad vacip olup "Allahın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın!" (Hucurat (49)-9)


40

HİLÂFET ! MUAZZAMA-IİSLÂMİYE

nas8-ı kerinnj mucibince kati ve kJtalİerl meşru ve olur mu. beyan buyurulal E l ^ / a p « AHahu tealâ a*lem: Olurl

fa a

(Ketebehu eMaldr ee-eeyid CXirrte*de AbduRah, uftye anhu) Bu suretle memalik4 mabrusen şahanede harb ve dar* be kudrettori bulunan mOslümanlar, imam-ı Adil Halifemiz Sultan ValiidOddûn Han Hazretlerinin etrahr>da toplanıp mukatele için vaki olan davet ve emrine icabet ve bûgat-ı mezburun ile mukatele etmeleri va d b olur mu, beyan buyurula? El-Ce\ap: Allahû Teala A'iem: Olurl

(Ketebehu el-fakIr/Es-Seyyid Oûrrfzade Abdullah ufıye anhu) **Cum'iuriyet" gazetesinin tabirine göre hakikî ule­ manın fetviisı: **Sebet>-i nizam-ı alem olan halTfe-l Mûslimin adamellahu hilâfet »hu ve şevketuhu ila yemvl'd-din hazretlerinin makanfH saltanat ve hilâfeti olan lstar)bul: Em lrO'lM û'm lnln'in hılâfn merzlyyesı olarak a'dân mûslimin olan dûvel-i muh asama tarafından fiilen işgal edilerek, asakir-i islamiye eslihasırKlan tecrid ve bazılan bi-gayr-ı hakkın kafi ve makaiTH Hilâfetin muhafazasını kâfti bilcümle Istihkâmat ve kila' ve vesait I saire-i harbiyeyl zabt ve muamelât-ı Tes­ miyeyi tedvire ve cuyûş4 mûsliminl teçhize memur olan Bab-ı AİT ve Harbiye Nezaretine vasiyet edilerek Halîfeyi menafi-i halcikiye4 milleti zâmin tedabir ittihazından fiilen men* ve Idare-I örfiye ilan ve dıvann harblar teşkil ile İngi­ liz kavaninini tatbiken muhakeme ve tecziye etmek sure­ tiyle Halifenin hakk-ı kazasına müdahale ve kezalik hilâf-ı merzH HilâfetpenahT olarak ecza-i Memalik-i Osmaniye'­ den İzmir, /vdana. Maraş-Antep. Urfa ve havalisine düş­ manlar taraflıdan tecavüz edilerek tab’a-yi gayr-i Mûslime


HÎLÂFET VE KEMALİZM

41

ile bil-içtirak İslamları katliam ve mallarını nehb ü garet ve muhadderatı tecavüz ve mukaddesat-ı MÛslimîni tahkir eder oldukiannda ber-vechi meşruh maruz4 hakaret ve esaret olan HalTfe-t Müslimin'in istihlâsı hususunda kudret-İ mümkineleri sarfetmek Müslimîne farz olu mu? Et-Cevap; Olurl Bu suretle hukuk-i meşruasmı ve Hilâfetin kudret-i ma r>evtyesini istirdat ve bil-fill maruz-i tecavüz olan memalık-ı mezbureyi düşmanlardan tathir için mücadele eden cumhur4 Müslimîn şer'an baği olurlar mı? EI>Cevap: Olmazlar! Bu suretle düvel-i muazzamanın ikrah ve iğfaiiyle ^'a• kıa ve hakikata gayrn muvafık olarak sadır olan fetvalar. cumhur4 Mûslimin için şer'an muta' ve mamulün-bih olur mu? El-Cevap: Olmaz'* Arz olunan fetvaların, başında Ankara Müftüsü ve bu­ gün Diyanet İşeri Reisi R ıfa t Efendi olduğu halde 153 müftü tarafından im za ve neşr olunduğunu da " C u m h u r iy e t" kaydediyor. Mezbur R ıfat Efendi "Ta a d d ü t^ zevcat dirvi İslam'da m ecburi değildir '* di yerek lâik Ankara hûkün>etinin teaddut4 zevcata dair meş ru izin, dinî hükümleri ibtai hakkındakı arzusunu terviç et fiğinden, din ve dünya ayrılığına dair hükümet-i lâ-dıniyyey ve şapka iktisasını kabui ve müdâlaa maksadıyla gazete lere beyanatta bulunduğundan, yukarıda bahs ettiğimiz Ho­ ca Rıfat'tır. Geri kalan 152 müftünün büyük bir kısmı mer kum gibi lâik olan hükümetin mizacına hizmet mukabilin de kendilerine bir dünyalık demin etmek daiye-i manfure sinde kalan yağcılardan ve diğerleri de Ankara eşkiyası nın zorbalık baskısına direnemiyen zavallılardan ibarettir Bunlann haricinde mezkur hokkabaz ve müzevvir fetvala ra imza koymaktan kaçmmalan sebebiyle bağiler tarafından darağactru çekMen müftüler de vardır ki asri hakikî alim vas­ fına layık olan bu şüheda-i dinden Cum huriyetçi Yunus NadI hiç bahs etmiyor. Şimdi bu müftülerin ruhlarına üç


4:’ h il â f e t i m u a z z a m a ! ISLÂMİYE

sene ew>)l Mekke-1 Mükerreme'öe muhacir olarak irtihal eden ve Maticetü’LKObrA’nın ctvanna defn olunan birinci fetva sah bi Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Bey'in ru* hu mûlâKı olmuştur. Mustafa Kemal aleyhinde bağî fetva­ sını vermok şerefi nasıl merhum mûşammileyhaya nasıp olmuş ise. öldükten sonra Cenab-ı Hatice'ye k o n ^ bu­ lunmak g.b« fetvasının mükâfatı olduğuna şüphe etmedh Qim en yüksek bir pâye de yine bu talihli zata nisbel ol­ muştur V<*fattnda ben de Mekke-i Mükerreme’de küm. Cenâzesındc hazır bulundum. Ve dünyadaki fetvası gibi ahirettekı mesvasmı da kıskar>dım. Mukabil fetvaların esası tezvirat ve uydurmalara da­ yalı olduğuna gelince; bugün bunu isbata hic hacet kalma­ mıştır. Anedoludaki Mustafa Kemal harekâtının, İstanbul’­ da esaret lalirvde bulunan Halîfeyi kurtarmaya yönelik ol­ duğu rr>ezl;ûr fetvalarda tasrîh ve iddia edilmiş iken, mez­ kûr harekâtın örtce Halîfeyi makam ve salâhiyetinden tecrid ile, ikinci olarak Hilâfeti büsbütün ortadan kaldırmakla neticeler>d ğir>e nazaran o hareketin.....kendilerine Hilâ­ fet Makam>na karşı asî ve bağ? hükmü veren Dürrîzade*nin fetvasır ı kendilen kabul etmiş olduklan gibi Halîfeyi tahlısten ve er çok Hilâfet Merkezir>de İr>gıliz kanunlannın tat­ bikine karş Hilâfet Makamının hüküm verme hakkını istir­ dat ve iadeden dem vuran kendi fetvalannı da yine kendi­ leri. en hairce ve... surette tekzîb etmişlerdir. Kurtarılması va*d olunan Hilâfet Makamı bugün nerededir? Kimlerin eliy­ le yıkılmıştı'? Hilâfetin hakkn kazâsı, ahkamn şer'ryyenin Icrâsı manasına olduğu halde şeriat kanunlannı ilga ede­ rek yerırte ecnebi kanunlannı. İsviçre kanunlannı tatbik edenler kimlerdir'^ Gözleri kör.... okuyucular bütün bu id­ diaların yerindeki terslıkeh görüyor. Halîfeye "İdam e A llahu hilâfet»hu ve şevketehu İla y e vm l'd d in ..." diye dua ederek, fetva alıp veren Hilâfet düşmanfannm sahtekâdıklerına bakınız?... Türkiye'de mukaddesatı tahkir etmekten zevk alan ve İslam kadınlarını "m u h a d d e ra t" tabirinden uzaklaştırmak için ne lâzımsa yapmaktan geri durmayan


HİLÂFET VE KEMALİZM

43

heriflerin fetvâlanrvja mukaddesatı ve muhadderatı mevzubahs......olduklarından utanmak da besbelli, kadınlardan hayâyı kaldıranlara düşmüyor mu şimdi? Türkiyede evvel­ ki hususî harem hayatını umuma açan Mustafa Kemal'in hükümet erkânı o devirlerde İslam Türk kadınına ait suikastiannı gizlemek ve Türk milletini aldatmak için gayet muhafazakârane idare-i kelâm ediyorlardı. Mustafa Kemal'­ in mukarreblerinden ve Türklüğün en münevver ve teceddüt-perver mürşktterinden olan Müfide Feıid Hanım'ın -bugün Londra seftri olan Ferîd Bey'İn haremi- Türk kadınlığı hakkında (Asosiet Press) muhabirine vuku’bulan beyattna ben bile inanarak, sözlerini *'Dinî M ücedditler" namındaki eserime ayr>en dere etmiştim. Diyordu ki: ‘^Haremin sakin hayatı kadının tabiatı ve miilet-i ictlmalyenln zarureti ile tevafuk etmektedir. Ben şimdi­ ye kadar Amerika ve Avrupa kadınlarının İstifade etmek­ te olduktan İstiklâli kıskanıyordum. Fakat şimdi görü­ yorum ve anlıyorum kİ Rus kadınının ısrafatı, Avustur­ ya kadınının müfrit hassasiyeti, İngiliz kadınının lâkaydiliğl, ve Amerikalı kadının garabet-i ahvali karşısında harem kadını daha alî evsaf ve meziyetlere moliktir. Ecnebiler nazarında kadın hukuku; tuvalet için çılgınca sarfiyat yapmak, geç evlenmek ve çocuk doğurmamak demektir. Ecnebi kadınları moda mağazaları, tiyatrolar ve romanlar için yaşarlar.... Bize. Türk kadınlarına gelince; biz­ de asri kadın hukukumuzu elde etmeyi kafamıza yerleştir­ di ve bu mücadelede tabiî meziyetlerimizden bir kısmını fe dâ ettik. Biz de tahrip edici, müsrif ve lüzumsuz birer mahlûk haline geldik. Şimdi arlık bu hayata bir nihayet vermenin tam zemînidir. Millî hareket, tarzımız artık taayyün etmiş­ tir. Esasen çoktan beri kadının mevkii kendi evi olduğuna ve onu onda muhafaza için en güzel çarenin harem hayatı bulunduğuna kaniyiz. Harem hayatı, kadına daha geniş bir hürriyet temin eder ve onu suistimaie sevk etmez. Biz halis ev kadınlarıyız. A z çok hepimiz aynı şekilde elbi­


44 HtLÂFET-t MUAZZAMA-1ISÜVMİYE

se ve peço U lıy o r u z . Bu, m o d a y ı kurtMin olmamıza da mani oluyor, fcşte biz. TOrk kadınlannm hürriyetini böyle anlıyoruz.'* Hem İstanbul'daki halifenin ve hükümetin Muitafa Ke­ mal aleyhinde fetva tsdan meselesine vanncaya kadar bü­ tün efal ve icraatlannda düşman devletler tarafından (mekrûh) oldukkmnı iddia ediyorlar, hem de daha sonra gelişen olaylar üzerine onlan sorumlu tutmaya kalkışıyorlar Hal­ buki ne de/letler Halîfeyi eşkiya-i Kemaliye kadar zecr ve baskı altımı almışlar ve ne de birinci fetvanın sahibi DunrizAde m erhum Anadolu'da mukabH fetvaları imzaya davet olunan mOlOier derecesinde cebr ve Ikrâha maruz kalmış idi. Hasılı mukabil fetvalar serapâ yalanlar ile doludur. Saf Anadolu alıalisine hoş görünmek için Halîfe hakkında fet­ valarında kullartdıklan ululayıcı lâfıdar He ani fırsatın hulOlûnde Hallfoye reva gördOkleh alçakça hakaretleri karşHaştınnca heriilerin yalancılığının ve kallaşltğının seviyesi bi­ raz daha ar laşılır. Sahtekârtıklannın en belli bir vesikası mahiyetir>de bulunan ve mukabil fetvaian beş sene evvel kendi gazeteleh He tekrar neşr ve ilân etmekten sıkılmamalan da utanmanın akıllarına gelmemek derecesinde bunlarca unutulmuş bir hale geldiğine delalet eder.


HİLÂFET VE KEMALİZM

45

K A R Ş IT F E TV A L A R IN ARDIN DAN

Şeyhûlltlâm Dürrîzade merhumun adı geçen fetvası bana Mısır macerÂmı yad ettirir. Mısırlılar bu fetvanın ba­ na ait olduğu görüşünde ısrar etmişler. Ve bir çok defa ga­ zeteleri ile vaki olan tashih ve tezkîrime rağmen iki Şeyhûiislamı birbirinden temyiz ve tefrike bir türlü muvaffak ola­ mamışlardı. İstanbul'dan Mısır’a ilk geldiğim zaman, ga­ zeteleri "sahlbu-l-fetvA** Mustafa Sabrf geldi, dediler. Ve Mısır'da oturduğum kadar hergün matbuatta arsızca tariz­ lerle ve hususî telgraflarla beni ta'ctz ettiler. Bu meyanda; "M ısır hainlere sığınak olamaz, Hicaz’a g id in ." diyen­ ler bile oldu. Ben ise fetva vermek şerefinin maalesef ba­ na nasip olmadığını ve Mısırlıların en açık bir meselede ce­ halet ve dalâletlerini yüzlerine vurmak İçin hakikati beyan mecburiyetinde kaldığımı, Hicaz Meliki Hazretlerinin da­ veti üzerine Mısır'dan ayrılırken "el-M ukaddam ” ve "e lE hra m " gazetelerinde yazdım. Benim makalem onları büs­ bütün çıldırtmış. Bu terbiyesiz edebiyat numunelerini Mekke^ Mükerreme’de okudum. Benen daha sonra Dürrtzade Abdullah Bey de Mekke-İ Mükerreme'ye geldi ve arası çok geçmeden orada irtihal-i dar-ı bekâ oldu. Bunun üzerine Mısır gazeteleri: "M ustafa Sabrf, sahlbu'l-fetva, Mekke'de ö ld ü ." diye yazdılar. Melik Hüseyin Hazretle­ ri bunlarla münakaşayı münasip görmediği için ben bir şey yazamıyordum. Nihayet ailem efradından bir kısmının has­ talanması hasebiyle beş ay sonra Mısır’a avdet ettim. Bu defa da. Mustafa Sabrî yine geldi, Hicaz’da vefat mese­ lesinin aslı yokm uş, dediler. Ben cevap vermemekte de­ vam ediyordum. Bir kaç ay sonra "E m fru ’ş-Ş u a ra " laka­ bını verdikleri Şevki Bey, sabık Hldlv'in İstanbul’dan av­ det eden validesini istikbal sadedinde uzun bir kaside yazdı. Bu kasideyi "e l-A h ra m " gazetesi ser-sütûn halinde neşr


46

IİİLAFET'I MUAZZAMA-1 tSLÂMİYH

etti. Kasidenin 5-10 beyti HatTfe VahklûddHı'in ta'n ve te^nüne tahsis olunmuştu. Müşarünileyh, **Tağutlann velisi" ve "K ötülerin İm am ı" tabirleri ile anılıyor. Buna mukabil Mustafa Kemal de bir İslam kurtarıcısı gibi göklere çıkarı­ lıyordu. Dayanamadım. Açık bir mektup ile kasideye lüzum­ suz dere edilen bu çirkin yersiz sözleri tenkit ettim. Cer>abH Hak Kur'arn Keriminde şairleh tavsif ederken "Yapm adık­ larını söylüyorlar" buyuruyor. Den ise bu şairi "B ilm e ­ diklerini söylüyorlar" denilecek kısım sırasına bulduğu­ mu söyledim. Kasidede Mustafa Kemal'in " f e r d " tabiri üe istibdadı kaic>ırdığı iddia olunuyor. Halbuki Türkiye'de "ferd" giymentş, "kıred", "m a y m u n " peyda olmuştur, de­ dim. Bundan başka Em m irü't-M ü'm inin'e höksız yere te­ cavüz E m lrü 'v Ş u * f* ’<1ât' büyük bir had­ dini bilmezlik olacağı gibi veli-nimeti bulunan Hidrv ailesi­ ni medh ederiıen o ailenin efendisi makamında bulunan bir zatı hicv etmek şiir ve edep noktasından medh oluna­ nın efendisine saldırı derecesırode çirkin düşmüş olduğu­ nu ve sabık H id iv’e, Umumî Harb zamanında olduğu gibi mütarekeden :ıonra Sultan Vahidüddin'in. benim kendi­ min de kabinesinde dahil bulunduğum bir hükümet) tara­ fından, aylık, b nlerce lira tahsisat verildiğini zorunlu olarak, yüzlerine çarpiım. Em iru'ş-Şuara bunu da bilm iyor, de­ dim. Hülâsa, şairin kendi veli-nimetini medh edsrken "a n ­ lamadığı cihetten" veli-nimetinin veli-nimetino tecvüz et­ tiğini ve binaenaleyh şuursuz şair olduğunu isbet ettim. Lâ­ kin bundan ne şair utandı, ne Mısırlılar, ne de medhiyeyi büyük bir övünş ve gurur ile kabul eden Hidiv'in validesil Aksine Em iru't-Şuara'nın avam bana adi küfürlerle haka­ ret ettiler. H ü cım edenler arasında bir Mahkeme-i Şer'iyye avukatının a eyhimde pek Heri gitmesi ve Mustafa Ke­ mal'in Mehakin-i Şer*iyye ve Ahkâm-ı ŞeTiyye düşmanı olduğunu bilmemesi pek acayibime gidiyordu. Benim için "M ekke'den kura haberi geldi ve insanlar kendlaİrKİen kurtuldu derken, "el-M ukaddam " sahifelerl üzerinde yi­ ne seti yü kse lne ye b aşlad ı." diyordu. Hem de bu adam


HİLÂFET VE KEMALİZM

47

yine beni **Şerde ebedi fetvâ sahibi’*tabiri ile anıyordu. Bunun üzerine yazdığım makatelenmin birinde bu müzmin hatalarını tashih ederken: ” Sizl tezkir ettiğim kadar bir m ü’minl tezkire çalıksam, müzekker olurdu.** demiştim. O sıralarda bir garibeye daha şahit oldum. **elAhram'*a edebi makaleler yazan Yusuf Hamdİ Yeğen: “ Emiru'ş-Şuara Şevki Bey vaktiyle Suttan Abdülhamîd'İ medh sadedinde kasideler yazmıştı. Şimdi nasıl hicv ediyor?'* diyerek, şairin benim tenkit ettiğim kasidesini ten> kit etmek istedi. Ardından; Muhammed Kandil er-Rahmanî admda diğer bir avukat ve yazar, son kasidenin Suttan A bdülhamld merhum hakkında olmayıp belki Sultan Vahidüddin'e alt olduğunu ve hatta bu sebeble, müşarünaleyh’in dostu ve Şeyhülislamı bulunan Mustafa Sabrî'nin tepki ve tenkitlehni çektiğini ihtar etti. Yusuf Hamdİ ise ka­ sidede Sultan Hamid'in hicvi kast olunduğunu iddiada ıs­ rarlı olarak, istibdat gibi, ihticab gibi şeylerden bahis olan ve Sultan Vahidüddin’e uygun olmayıp, Sultan Hamİd'e yakışan bazı beyitleri ile de istişhat ettikten sonra da **Şeyh Mustafa Sabrf ^ n e başka türlü anladı, derseniz, onu ba­ na sorm ayınız, kendisine s o ru n u z.” dedi. Ve benim ka­ dar tenkidinde batıl ile vekardan haramı cem eden başka bir adam daha göremediğini, ilave etti. Sanki o diyarda Kör ceryanı tenvir ve tevkie çalışmak batıl, haksız hakareti red etmek de vekar dışında bir hareket saytiryordu. Haydi bpkalım, dedim. Yeni bir fahiş hatayı hamil olarak karşıma ye­ ni bir muteriz daha çıkmış oldu. Şe vkl’nin kasidesindeki hiciv. Sultan Hamfd'e mi aittir, yoksa Sultan Vahidüddin'e mi? Şair ise orada değü, fakat şairliğin yüksek zevkinin ken­ disine bahş ettiği gurur hakkı ile burnu Kaf Dağında ola­ rak sessiz ve suskun oturuyor. Ve hiç olmazsa bir defaya mahsus olmak üzere İnsafa gelerek: ” Yok, bu kadar yan­ lıştık olmaz, Şeyh Mustafa SabrTnİn telâkkisi doğrudur ve benim hücüm Sultan Vahidüddin'e aittir.” demiyor­ du. Yahut sarhoştuk durumu ile ihtimal ki şair kendisi de •sözünün siyak ve sibakındaki kati karineden kat-ı nazarla-


48

HlLÂFET-t MUAZZAMA ] İSLÂMtYE

hangi padbıahı hicv ettiğini tamamen btlmiyordu. Bunun üzerine dedim ki. Yusuf Hamd! B e y in anlayamamış ol­ masına rağmen şairin maksadı Sultan Vahidûddin'e ta­ arruz olduğu şû p l^ ve tereddüt götürmez. Suttan Hamtd’e atıp tutmak a hasmı bulunan İttihatçıları alkışlamak, mo­ dası geçmit ve foyası meydana çıkmış bir yanlışlıktır ki Mustafa Ksmal'İ n>edh e ^ r e k Suttan VahtdOddin'I ba­ tırmak gibi o zaman için henüz revacını muhfaza etmekte bulunan yeni bir dalalet mevcut iken Şevki ayannda bir şair-i devranını bugünkü kasidesini bayat bir dalâlet-i fikriyeye istinat ettirmek hiç münasip değildir. Hicvinin nite­ lemelerinde Suttan Vahidüddin'in hal ve mesleğine teva­ fuk bulunmamasına gelince, bu cihet. Yusuf Hamdî Bey'e hak verdirmekten ziyade, şairin haksızlığını ortaya kayan benim tenkeJime hak verdirir. Ben böyle yazdıktan sonra Yusuf Hamel Bey artık aidiyet meselesindeki hatasında daha fazla ıs^ar edemiyerek sert-i hacalet için bu defa da beni acı sözlülükle, kaba sözlülükle muahezeye başladı. Ve ‘ ‘kalem y »rlne eline sopa almış, rast gelenin kafası­ na İn diriyo r." dedi. Son cevabımda: "Mısıriılıırt Ne acayip adamlarsınız? Mustafa Kemal'­ in siyasi kasınlartndan diye bana ve Halîfe'ye ilk başta üst perdeden taarruz ve tecavüz eden sîzsiniz. Büyük büyük yanlışlıklara düşen de sîzsiniz. Ağır tenkitlere dayanama­ yacak adam tıûyük hatalardan kaçınır, ve hele ağır teca­ vüzlerde buluıimaz. Benim elimde sopa görüyorsanız onu sizin elinizden aldım. Beni. bâtH ile vekar haricir>e çıkmayı cem etmekle tavsif eden zatın kendisi zulm ile tazallümü cem ettiğinin farkında olmuyor. Hem tecavüz ediyor, hem de karşılık şiddetli gelince şikayet ediyor. Ve sîz daha ne­ lerin farkında değilsiniz. Bırakınız Türkiye'ye ait siyasi me­ selelerin avamızmı... Siz henüz iki Şeyhülislamı dört defa ihtardan sonra büe yine birbirinden ayırt edemiyorsunuz. İki Padişahı da biribirinden temyiz edemiyorsunuz. Baş şa­ iriniz tavsif ve tasvir ederken iltibasa düşüyor. İçinizdeki havas muhatat>ını da şairin muradını yanlış taşhis ediyor.


HİLÂFET VE KEMALİZM

49

Arapça makalelerle size ve en büyük şairinize mukabele' de bulunmaaını cOr'etkârlık saydığınız ve ne kadar Arapça yazsa da Arap olmadığı betti oluyor, dediğiniz Mustafa Sabrl ise şairinizin şiirini ve muradını sizden daha doğru anlı­ yor. Kendiniz sebeb olarak açtığınız münakaşa yolunda hergün bir hatarxzı tashih ettikçe bur>dan mahcup ve yola gel­ miş olacağınız yerde bana hizmet ediyorsunuz. Istaı^bul'dan Mısır toprağına ilk defa sığındığımız zaman İskende­ riye’de aHemle beraber üzerimize süprüntü ve çamur attı­ nız. Ve sonra gazetelerinizde menşur ve manzum yazılannızla şahsımıza ve mesleğimize taarruzdan geri durmadı­ nız. Garipliğinden cesaret alarak namus sahlbterine sataş­ mayı bir şey sanmaktaki hatanızı da sopaya teşbih ettiği­ niz kalemimie size anlatacağım ve cezasız bırakmıyacağım,” dedim. Ve son makalemi ibnl er-Rumî'nin beyitleri ile bağladım Hakikaten benim Mısır sergüzeştim ve oradaki vazi­ yetim görülecek bir şeydi. Mısırlılar Mustafa Kem al'e ku­ laktan aşık olmuştular. O sebeble ulemasının, cuhelâsınm ağûrKİa bu İsim, esma-l hüsnadan biri gibi dola­ şıyordu. Onun hasımlanrKİan olduğum için de beni mİsafİrUğIme ve muhacirliğime rağmen pek nezaketsiz ve belki pek terbiyesiz bir surette karşıladılar. İslam m env leketl emeliyle iltica ettiğim o memleketin hakkımdaki o sul-muamelesini değil dünyada, ahirette bile unutma­ yacağım. Paraca ve hatta İlimce pek zengin otan bu di­ yarda gördüğüm akıl ve muhakeme fakirliğini başka bir yerde göremem. Yoksulluğun azami haddi İçinde ya n ­ dan fazlası hasta olan aile fertlerimin İhtiyacını tedarik İçin gece yanlan eczahanelere koşarken bir taraftan da matbuat mücadelesinde Mısırlılara kerKİl dilleri İle yazı yetiştiriyordum. Karşımda kurulan ve bir garip yüreği susturamamakla cahlliyet ırkçılığı alevlenen bir m em ­ leketin mûrtafık cephesi asla manevî kuvvetimi sarsa­ madı. Ben yalnızdım. Bir makalemde kendilerine yaz­ dığım üzere o diyarda benim gibi garip olan hak ve ha­


50

HlLÂFET-1 MUAZZAMA! ISLÂMİYE

kikatten beşka müzahirim yoktu. Pek ender olarak bana taraftar çıkmak isteyen zevat bile imzalarını gizle­ yerek yazıyorlar ve seslerini kAfI derecede yükseltemlyorlardı. Mtıamaflh benim yardıma ihtiyacım yoktu. Bel­ ki yerlilerdim de bir doOru sözün çıkmasına memleke­ tin Ihtiyaa vardı. Münakaşa devam ettikçe muanzlanm. düştükleri f atalarla benim elime adeta silah ve mühammit depoları teslim ediyorlardı. O günkü hayatın şidde­ ti arasında hu eğlenceli m ücadele benim için bir teselli teşkil etti. M uanzlann hepsi Mısırlı İdi. Yalnız, Tü rk ve­ yahut İhtim ıl ki melez bir şey olarak Lâzkiye sabık mu­ tasarrıfı Abdülgani Sünnî vardı. Bu da Mustafa Kemal'in ve gûya onun arkasında bulunan bütün Türk milletinin mûdâfii sıfatıyla her ikisinin de hasmı mevkiinde kalan bana hücum edtyc>r ve ağza alınmaz tabirlerle beni yerlilerden fazla ısırmaya çalışıyordu. Ancak adam Mustafa Kem al'­ in mahiyetini Hilâfet ve İslamiyet hakkındakı suiniyyeti le­ hiyle hareket ediyordu. Mıstritlann ahmaklığ'na tam bir iti­ madı olduğundan en adı muğalatanm orada geçeceğine kail bulunuyc>rdu. Harîf muhitin ruhunu anlamıştı. Ve me­ sele Mustafa Kemal'in galip gelmesinde kfi. Yunan'a ga­ lip. Hafîfe’ye galip, Şeyhûlisiam’a galip, dirvi İslama gakp... Galip olsun da Kime galip olursa olsun. Mısır'ın, bu. tarihi bir seciyesidi'. H z.ö m er'm valisi Am r bin el-As Hazretle­ rinin: *‘Arzuha zehep, ve mâuha aceb ve ehluha li-men galeb*' diye Mısır'ı tarif etmesinden çok evvel. Firavun ve Hz.Musa devrine ait olarak Kur’an-ı İCarim'deki *‘Ûstün ge­ lirlerse. he ıta ld e sihirbazlara uyarız, d ed iler." (Şuara/40) nazmn cefHi bu seciyeyi pek güzel izah etmektedir. İşte hükümetten elini çeken Halîfe'nin nüfûzu daha fazla ve bütün Islan alemine şamil olacağından, gûya Mustafa Kemal'in Harfe'ye fazla paye vermek için hükümeti elin­ den bıraktırarak İstanbul'da oturmakta iktifa usulünü ihdas ettiğine varıncaya kadar Abdülgani Sünni adındaki gay­ retli ve cür'etlı müdafi tarafından kidia olunmuştur. O sıra­ da bir aralık ^«ert Mahkemelerin ilgası mevzubahs oldu.


HİLÂFET VE KEMALİZM

Ve bütün Mısır gazeteleri “ Mebaklm-i D ln iyye" diye yaz­ mışlardı. Avukat Abdülgant Türkiye'de dinî mahkemeler bulunmadığını ve Ş e rl Mahkemelerin. Dinî Mahkemeler ol­ madığını, çünkü oraya gayr-l mûslimlerin de müracaat etebileceğini yazarak güya bu havadisi tashih etti. Halbuki Mehakim^ Ş e r'Iy y t, Mehakinvl Diniye olmasa Mustafa Kemal onlan niye üga edecekti? Fakat Mısırlılar, bugünkü şapkalı GazTnin gerek diyanetperverliğine ve gerek hilâ­ fete hürmetkârlığına toz kondurmamak için sarf edilen bu hezeyanlara gazetelerinde, kulaklarında bol bol yer veri­ yorlardı. Nihayet Mustafa Kemal gayrete geldi. Hakkındaki bu yalancı isnattan red edecek icraata girişti. Yani İstan­ bul'da halîfe makamına nasp ettiği Abdülm ecld Efendi’yı ve bütün A M Osmanı vapurlara doldurarak mal ihtirasın­ dan fazla bir sür'at ve suhuletle harice sevk etti. Mehakim-i Şer'iyyeyi kapattı. Medaris-İ diniyeyi kapattı. İnkılâbın yeni bir perdesini açtı ve birlikte Mısırlıların perdeli gözlerini de açarak beni utandırdı. Abdülganî Sünnî'ye gelince, o ka­ dar yazılardan sonra bu netice üzerine utandı mı bilmem. Bana kalırsa. Hayır! Çünkü o yazıları henüz yazarken bile utanmamaya kadar vermiş gibi yazıyordu. Maamaflh Arap­ ça kitabımda ben bu herifin mugalatlarını kafi derecede yü­ züne çarparak Mısır’da tesis ettiği dalalet suçlarına mühim surette sekte vurdum. Mezkur eserde çok şeylerden bahs edilmiş olmakla beraber en ziyade hükümetsiz hilâfet olamıyacağı meselesine, kitabın mevzuunu teşkil edecek de­ recede ehemmiyet verilmiş ve Abdülmecid Efendl'nin sul­ tadan mücerred hilâfet makamındaki vaziyeti tenkit edil­ miştir. Şimdi günü geçmiş olan bu konu, Hilâfet meselesi­ nin geçirdiği değişikliklerden en şayan-ı tetkîk bir safhası­ na ait olmak cihetiyle şu kitabımızı da alakadâr edecek öne­ mi haizdir. Binaenaleyh meseleyi aşağıdaki şekilde bura­ da da bir nebze izah edeceğiz: Yeni Türkiye hükümetinin İslam Dininden ilgisini kes­ tiğine daha 1 9 ^ 'd e Hilâfetle hükümeti birbirinden ayırdık­ tan zaman hûkm etmiş ve Mısır gazetelerinde bu rey ve


52

HİLÂFET İ MUAZZAMA*! İSLÂMİYE

mütalâamı hat'iyyet ve sarahatle ortaya koymuştum. HUâ* feti hOkûmeUer) tecrid ve tefrik etmek ne demek olduğunu İslam aleminin ve özellikle İslam ulemasının tereddütsüz anlaması lâ; ım gelirken, maalesef, o zaman Mısır muhar­ rirleri ve Mısır uleması şayan*ı taaccub bir idrak sukutu İİe meselenin mahiyetini kavrayamadılar. Sanki Mustafa Ke> ma Yunan askerini hezimete uğrattığı bir İzmir hücumu ile İslam Aleminin de akii ve muhakemesini de bozmuş, da* ğftmış idi. Binaer>aleyh o zamanlar isiamın an’anelenni peşi sıra yıkarker de yine hep bu adamı mazur görüyorlardı. Ve belki aiktşlıyxdu. Gûya ki İslam Dini'nin müesses mûdev* ven prensipleri yokmuş, ve her şeyden yüksek İlmî mahi­ yeti ile teşhis, olunmak lazım gelen bu din. bir beldenin olu­ şup verilmet ine tabi imiş ve daha doğrusu gavur İzmir'ine feda edilir bir şeymiş gibi düşünüyorlardı. Öyle diyebilirim ki Mısır'ın btyük çoğunluğunun, Hilâfeti hükümetten tefrik meselesini, nsas şeriate muhalefet derecesi nokta-i naza­ rından alaya almak suretiyle gösterdiklen düşûr>ce sapık­ lığı. dinî mes etelerde hal ve akt hakkını haiz olmak merte­ besinden onlan Iskat etmiştir. Ve Ankara hükümetinin bi­ lahare Hilâfoti büsbütün ilga etmesinden bir bucuk sene evvel Hilâfet Meselesi'nin esas telâkkisinde kifayetsizlik­ lerini. kabiliytitsizliklerini isbat etmiş olan bu alimler için artık bundan soma Hilâfet kongrelerinde söz söylemek ve gö­ rüş beyan e mek salâhiyeti kalmamıştır. Okuyucular arasında bu sözlerini haddinden büyük bir dava tarzında görenlerin bulunması ihtimaline karşı iddia­ larımı isbat i'deceğim: Hükümetle bir arada olan hilâfetin hükümete dinî bir renk ve büyük bir şeref vermekten baş­ ka bir büyüklüğü olamıyacağı gibi hükümetin de dinî bir sı­ fat ve haysi> etten ibaret bulunan Hilâfete kuvvet verme­ sinden başka zarar verecek bir yeri olmadığından Hilâfet­ le hükümeti hirbirinden tecrid etmek, dini dünyadan ve si­ yasetten ve t il-mukabele dürıyayı ve siyaseti yani hükümeti dinden ayırmak demekti ki ayırım olayında bu muamma ga­ yet bariz ve t>edihî olduğu halde Mısır uleması, tüm açıklı­


Hll-ÂFET VE KEMALİZM

53

ğına rağmen bu noktayı anlayamadı. Ve bu hadiseden beş altı ay sonra Türkiye matbuatı ve Mustafa Kemal hüküme­ tinin ricali, şimdi Türkiye'de herkesin serbest serbest söy­ lediği bu, din ve dünya ayrılığını ikrar ve ifşaya bağlamış­ ken. Mısır uleması bu açıklamalar üzerine, yine ayırım ha­ disesinin istihdaf ettiği vahim maksada intikal için lazım ge­ len uyanıklığı kazanamadı. Ancak bu açıklamalar üzerine Hilâfetin hükümetten tefriki din ile dünya arasını ayırmak dernek olduğu ortaya çıktı. Ve iddialarımın bu kadarı sabit Dktu. Amma Kemalcilertn itirafları ile sabit olu, yoksa Mı­ sırlıların kendiliğinden veya benim ihtar ve ikazımdan an­ lamaları ile değil! Hatta işin bu kademesinde dinin dünya­ dan ve siyasetten ayrıldığı anlaşıldı da hükümetin dinden aynidıı yir>e belli olmadı. Halbuki bunlar, bu ayrılıklar en ba­ sit mantıkî intikal ile mağlum olacak derecede birbirinin ay­ rılmaz birer parçaları İdiler. Lâkin bu yumuşaklığın sebebi vardı: Zira Kemalciler dinin dünyadan ve siyasetten ayrıl­ dığını itiraf etmişler, fakat bunun ayrılmaz gereği mesabe­ sinde oba büe hükümetin dir>den aynkkğını henüz harfi har­ fine itiraf etmemişlerdi. Mısır'ın ehl-i hal ve akti ise akılları­ nı saplandığı girdaptan ancak Kemalcilerin itiraf ettiği ka­ dar hareket ettirebiliyorlar. Mantıkî gereklerin baskısına rağ­ men başka türlü asla yerinden oynamıyorlardı. Halbuki on­ ların itirafına hacet kalmadan meselenin daha başında ben anladım ve anlatmaya çalıştım ki Mustafa Kemal Hilâfeti hükümetten neye ayırıyor ve hükümeti kendi tarafına ala­ rak Hilâfeti mühmel ve muattal bir halde niçin Abdülm ectd Efendi'ye terk ediyor? Çür>kü Hilâfetle Hz. Peygamber Efendimizin makamına geçmek ve binaenaleyh ahkam-ı şer'iyye dairesinde icra-l hükümet etmek vazifesi var. An­ kara hükümeti İse ahkam-ı şer’Iyyeye tabi o lm ^a ra k ha­ reket etmek istiyor. Böyle olmasa hükümeti kendisine alan Mustafa Kemal Hilâfete neden rağbet etmiyordu? Ona rağ­ bet etmiyordu? Ona rağbet yerine, cesaret etmedi, desek Hilâfeti daha sora büsbütün İlgâya cesaret eden adam, uh­ desine almaya cesaret edemez miydi? Şu halde Hilâfetin


54

HİLÂFET İ MUAZZAMA ! ISLÂMİYE

kabahati Peygamber postu olmak gibi. Mustafa Kemal'in aslına inanmsdığı bir pâyeden ibaret bulunmasında, yahut Hilâfetle bir arada bulunacak bir hükümetin şerT kanurv iar ite mukayyed bulunmasında görülüyordu. Onlar ise hü­ kümeti o kayıt ardan kurtarmak azminde idiler. Hilâfete düş­ manlıkları da hep bundan ileri geliyordu. Lâkin Mısırlılar Mustafa Kemal'in Hilâfet düşmanı o id u ^ n a da inanmıyor­ lar. Ş e rl kemunları hükümetten uzaklaştırmak niyetinde ol­ duğuna da in£;nmryoriardt. Şimdi bu noktalar tamamen be­ nim dediğim şekilde sabit oldu ve o zamanlar Müslümanlk ğına ve hamiyet-i Islamiyesine toz kondurmadıkları Mus­ tafa Kemal htıkümeti, şimdi Halîfeyi kovduğu gibi, bu asır­ da ittibaa lâyık değildir, diyerek şahat-ı Islâmiye kanunları­ nı da Türkiye'den kovdu da bize de evvelki meselelerin ye­ rine münakaşa ve mücadele zemini olarak şimdi Avrupa kanunlan ile Mûslûmanlığin İlahî kanunlannı mukayese vazi­ fesi çıktı. Mısırlılar bu hale ne buyururlar? İşte, durup du­ rurken Hilâfet:en ayrılan hükümetin yapacağı, dinî ve ş e rl kanunlardan sıyrılmak idi. Hz.Peygamber Efendimizin ne hükümeti ve ne de hükümetten mütevaris Hilâfeti bulun­ madığını son zamanlarda iddia ederek ortaya atılan Mısır’ın Mansura Kadısı Şeyh Abdürrazik, bu davasına hakkıyla müvazi olarak hükümetlerin din ile mukayyet dmamalarh nı da beraber iddia etti ki en doğrusu da budur. Yani İslâ­ mî hükümetlerden, kendi zeminleri ile Hilâfet ya nez' edilir veya tefrik edilirse mutlaka bu hükümetleri din ile ve ahkamI şer'iyye ile mukayyet olmaktan çıkarmak maksadıyla nez ve tefrik edilir. Bu maksadı evvelce, yani Mustafa Kem al'­ in Haiâfeti hükümetten ve belki hükümeti dinden ayırdığı zamanda anlemayıp ve bu münkeri o zaman lâyık olduğu şiddet ve ehemmiyetle karşılamayıp da Mansura Kadısı'nın kitabi kör iz l e r i açılan... ve ancak bugün ifaya mec­ buriyet hissedım Mısırlılar ve Ezherlilerin boynunda geç kal­ mış olmak vel>al ve mes’uliyeti hâlâ duruyor! (1) (1) Mansura kadınnm kitabı hakkında söyüyeceÇimiz sözlen bu esarin sonlanna bırakıyoruz.


h il â f e t v e

KEMALİZM

55

İ9te hükümeti Hilâfetten ayırmanız, hükümeti dinden ayırmak ve çıkarmak, ş e rl şerifin hükümet üzerindeki murakebe hakkını kesmek ve hükümet sıfatıyla şeriatın emir ve nehyinin tanımamak ve tanıttırmamak gibi vahim r>eticetere münhasır olacağı ap-aşikâr bir şeydi. Lâkin Mısır ule­ ması hani hani bu şariat ayrımını uydurmaya ve Tarih-i Hulâfa’dan misal bulmaya çalışıyorlardı. Halbuki ısırıcı hulefa devirlerindeki vuku bulan ve hilâfeti hükümet ve kuvvet­ ten ayıran zorlayıcı hareketler şimdi bizim için İmtisal! ve özellikle ihticaca salih ve makbul bir şey olmamakla bera­ ber şIrTHtikl hal ile o zamanlardaki ahval arasında dağlar kadar fark vardır. Yalnız şurasını söylemek yetertidir ki o devirlerde halîfelerden hükümet kuvvetini alanların mak­ sadı alel-ade tegallubten ibaretli. Hilâfeti uhdesine almayı gözüne kestiremiyen ve bunu Mustafa Kemal gibi tahkir edici değil, belki çok muazzam gören mûtegallip, hükümeti almakla yetinme zorunluluğunda kalarak hilâfetle hükümet de bu suretle zarureten birbirinden ayrılmış olurdu. Yoksa eski mûtegallibler hilâfet sıfatını beğenmediklerinden ve Peygamber mevkiinin şerefine inanmadıklanndan yahut o sıfat olur>ca şeriat kanunları hükümette işlerlik kazanmış olmak lazım geldiğini düşünerek ve Mustafa Kemal gibi dinsiz inhkılâp fikri takip ederek hilâfeti, mevsimi gelince büsbütün ılga etmek üzere ayrı bir tarafta bırakmış değil­ lerdi. O devirlerde Avrupa tahsil ve terbiyesi ile müslümanlık zihniyetinden uzaklaşmış ve Mustafa Kemal'in kâfirane bid'atlannı Müslümanca tevile kıyam ederek, 13 asırlık İs­ lam Tarihini alaşağı ettiğini bugün daha serbest bir lisanla hükümet ricaline söyleten (1) merkumun icraatına vaktiyle İslam Tarihinden m i l l e r arayıp bulan Mısır ulemasının ah­ makçı gayretkeşliklerini hayvanlıkla tavsif etmek çok de­

fi) Adiıys vtkJii Mshmut Es'ad mel'unu Tsmyiz Mahkemeslnd« irad alil' Ai bir nutukU böyia aöylamiftt (Vakit 20/8/1026) Bkz: Ek; II


5<> h il â f e t i m u a z z a m a ! ISLÂMIYE ğildir. Ksnun-i Esaside yazılı olan hükümranlık hukukuna bile müdahale edilen ve Um um î Harbe Türkiye’nin iştiraki ilân olur>ı1uQu sırada iradesini istihsale lüzum görülmeyen Suttan Rıışad gi3i (2) Osmanb Halîfelen de Meşrutiyetten beri millete krırşı tegallup ve tahakküm görülmek şöyle dursun, Enver glDI. Mustafa Kemal gibi türedilerin tegallup ve ta­ hakküme ne halîfelerin maruz kaldığı malûm ve maruf iken Mısıılılann Hilâfet meselesini münakaşa esr\astr>da hâlâ Ha­ lîfelerin i:ıtlbdadır>dan bahs etmeleri, hükümetten ve emr û nehydo alâkası kesilerek halîfe yapMİan Abdülm ecid Efendl'yo “ Emlrü'l-MO'mlnfn** demeleri hayvanlık ve Sul­ tan Vahiıfuddln’in hiyaneti hakkır>daki iftiralara, tahkik ve tetkik etmeden ağızlarını doldura dokfura iştirak etmeleri de edebsizlik değil de nedir? Mustafa Kemal Türkiye’de hükümeti hilâfetten ayırdığı zaman bu meseleyi güya İs­ lam Dini ve İslam Tarihi nokta-i nazarından tetkik maksa­ dıyla 13933 numaralı **el-Ahram" da uzun bir makale ya­ zan ve Emevl, Abbasî ve Osmanii halîfelerini tarih boyun­ ca zulm ve istabdatla lekeledikten ve Vahidüddln'e g r in ­ ce hepsinin kötülülderirti unutturduğnu recmen bil-gayb ifa­ de ettikten sonra: *'Bu fenalıklann cümlesi ümmetin kerv dl üzerirHİe tasarruf hakkını tamamen bir adama verm esindedir. Şim di bu hakikati gören Tü rk mllietinln halî­ feye, Hz.l’ eygamber'in ef’atifKİen namazda imam olmak gibi Allaîı İle kullan arasında kalacak ve halîfe tarafırv dan müs'akillen ifasında m ahzur olmayacak vazifeleri terk eder )k ibadullahın hukukuna taalluk eden İlahî ah­ kâmın tarifiz ve murakabesinde kerKilni temsil eden miliet vekİIU'rir>e, yani Meclİs-l M ebusan'a tevdi etmiş otmasırtda hiç bir m ahzur olmadığını ve Halîfelerin üm ­ meti esaret altır>da bırakan fesatn istibdadına mani ol(2) JÖnlûrlı Komitesinin HsrtH Umunuye iştirak İçin Almanya ile ttlilak muetieOesi ı>kt ettiğinden Pedişah'a malumat venlmedıkten başka o za* man Sadraz ım bulunan Meırlı Sald Halim Paşa'nm bSe buna aorvadan mutlak olduÇurHi. İzmir Sukasdı meaaioairvian dolayı Ankara ht*lM Mah­ kemesinde klıcvap edtien KûçOk Ta i'a l ve benzen Jöntûrk erkSnevn ıtadelenne atfın 1348/1926 tanMi (Ta n ) gazetesi yazmıştır.


HİLÂFET VE KEMALİZM

57

mak üzere ihdas edilen böyle bir vazifeleri taksim usu lünün fayan-i kabul ve tebrik görülmesi lazım geldiğin ve buna İman edenlerin kendi birincisi o ld u ğ u n u " söy leyerek makalesine nihayet veren Mısır'ın namlı fuzeiastn dan Muhammed eMMısıfye şimdi insan ne dese öfkesin alabilir? islamın mazisi ve tarihine ait o derece geniş ma lumat ile İslamın ve Türkiye'nin hal-İ hazırı hakkında gaf letlerine mebni, uzaklara matuf nazarları ile önünü göre meyen bakar-körler gibi hareket ettiklerine şahit oldular Böyle ulemanın. İslamiyetin zararına hizmet eden ilimler cehilden beter bir şekilde sahiblerinin yüzlerine çarpılma ya lâyıktır. Hiç bir zorunluluk yokken Mustafa Kemal'in or taya çıkardığı hilâfet ve hükümet tefriki bid'atını te'vil et mek mecburiyeti sanki onlann üzerir>e tereddüp ediyordu Hertf yaptığı işleri İslam Alemine ve İslam Ulemasına hiç sormuyor, lâkin onlar İslam Dininden ziyade bir türedinin hareketlerine tabi imişler gibi arkasından te'vil yetiştirmeye çalışmaktan, bir defa da " d u r bakalım, ne yapıyorsun?'' demeye vakit bulamıyorlardı. İslamın hükümet ve hilâfeti­ ni herifin istediği şekle sokmak için böyle çapraşık te’viUer bulmaya hacet ve zaruret nereden hasıl olmuştu? Yoksa İslam Dini ile oynanabilir de Mustafa Kemal ile oynanmaz mı? Yani İslam Dini'nin semadan nazil olmasından daha önemli olmak üzere bu adam da gökten zenbil ile mi inmiş ti? İzmir'i feth etmiş imiş, feth etmeye yetişmeyeydi! Çün kü onu bir İslam fatihinin takip ettiği fikir ve gaye ile fell etmedi. Şark'ta Müslümanlığı yıkmak ve Avrupalılık mef küresini muzaffer kılmak için feth etti. Maksat bu olduğu mj Mustafa Kemal'in Maarif Vekili Hamdullah Suphi "M u alllmin Cem iyeti" kongresinde irad ettiği nutukta açıkla mıştır. Kendi ibaresi de aynen şöyledir: "E1er)dller1 Bugünkü Tü rkiye Şark'ta Oarbiılık mü messilktir. Garbiılara karşı Garbın düsturtannı müda faa ederek muharebe ettik. AvrupalIlar mağlup oldular Muzaffer olan Avrupalılıktır. Biz mağlup olsaydık, köh ne Asya ve Asyalılık kazanırdı. Siz, benim karşımdaki


58

HİLÂFETİ MUAZZAMA-nSLÂMlYE

muallimler Tü rk milletinin kulağına sdylediğimiz yem sözün, veni hakikatin telkincileri olarak bitmiş bir ha­ yat şekli yerine yeni bir hayat şekli kuruyorsunuz " {Va> tan gaze tesi, 13/6/1341) “ Fe ehten biha ve sehlen ve Inna biha evvelü elm ü'm inO n " diyen Mısır aleminin şimdi kulaktan çınlasın. Eğer İslam alemi ve İslam uleması, (a ihtidasından yanlış­ lıkla Islan kahramanı sartdıklart Mustafa Kemal'den. Islamın şeaiıine ve Hilâfetin hukukuna taarruz tarzında aykın hareketle>r ve ferta alâmetler görülmeye başladıği dakika­ dan itibaren herife karşı İslam Dlni'nin icap ettiği vaziyeti takınsaydı şimdiki gibi iş işten geçmeden. Türkiye'nin dini ve İslam aleminin hilâfeti hak ile yeksan edilmeden vazife­ lerini İdrak ve ifa etmiş olurlardı. Benim gibi bir adam yarı emir unu ^e butun kuvvetini aramıza girmiş olan din düşmaniannm dûşmaniıklartfv müstümanlara anlatmak ve ken­ dilerini ikra etmek yolunda tüketirse bu düşmanlıklara kar­ şı tedbir flınmasına nasıl vakit bulacağız^ Din düşmanla­ rına karşı elimizi kolumuzu harekete getirmeden evvel zih­ nimizi harekete getirmekte bu kadar zahmet çeker ve bu kadar geç kalırsak, onlarla to im başa çıkabilmemiz müm­ kün ve mutasavver değildir. İşte içimizdeki İslam DirW düş­ manlarının bütün maskeleri yüzlerinden düştüğü ve şap­ kalarına vtınncaya kadar açıklık kazandığı bir zamanda yaz­ dığım eserlerimin bir çok sayfalarını halâ KemaJistlerin din­ sizliğinde şüphe eden Müslümanların şüphelerinin izale­ sine ait de il ve vesikalarla doldurmak mecburiyetinde kal­ malı mı idim? Böyle adamların ahıretteki vaziyetini Cenab-ı Hak şu ayat'i kerîme ile beyan buyuruyor; "V e "Ş a ye t kulak verm iş veya aklımızı kullanmış olsaydık, (şimdi) şu alevli cehennemin mahkûmları arasır>da o lm ız d ık ." diye İlâve ed erler." (Mülk/10) Şirzeme-i Kemaliye'nin, hükümeti hilâfetten ayınrken dinden de ayırmış olduklan gerek mantıkî gereklerde ve ge­ rek din ile c ünyayı veyahut din ile siyaseti ayırmak gibi ya-' rı açık, yan kapalı tabirler altında kendi iritaftarı ile bütün


HİLÂFET VE KEMALİZM

59

subût bulduktan sonra bunun mahzurlarının da o kadar bü­ yütülecek bir şey değilmiş gibi sayıldığını görüyor ve Kemalcılerin İslam Dini'ne yönelik suikasdına karşı bu dere­ ce mütegafıl davranan İslam Alemi’nin dalgınlığından me­ yus oluyordum. Herifler; dünyadan ve siyasetten ayırdığı­ nız dini ahirete mi gönderiyorsunuz, diye bağıran bir müslOman sesi duyulmaması ne kadar gücüme gidiyordi. Dün­ yayı ve siyaseti, yani hükümeti dinin müdahalesinden kur­ taracak. dini hakuk-i medeniye ve siyasisendin iskat etmiş oian bir memlekete. Dâr-ı İslam, denebilir miydi? Başı şeriata bağlı olmamak üzere müteşekkil bir hükümet, İs­ lam hükümeti olamıyacağı gibi o hükümet bir ecnebi hü­ kümet değil, de. halkın, milletin kendi kendine teşkil ettiği bir millî hükümet ise öyle bir milletin de kişilerce isimleri Ahmed. Mehmet olmasına rağmen, İslam Dini ile ilgileri hükümetleri vasıtasıyla toptan kesitmiş olması zarurî idi. Yalnız bu hallere karşı içinden kan ağlayan ve elinden bir şey gelmediği gibi memleketinden hicret imkanım da bula­ mayan aceze-i ahali için bir mazeret hakkı kalıyor. (1). Fa­ kat bunlara bedel Türkiye dışında, Ankara hükümetinin din ve dünyayı birbirinden ayırmaya ve bu suretle dini ahirete bırakarak dünyadan vücudunun izalesine matuf icraat ve kararlarındaki cinayeti Mustafa KemaHn hatırı için kapat­ maya veya hafif göstermeye çalışan müstümanların ve bil­ hassa akıltılannın vaziyetleri. İslâmî kaideler nokta-i naza­ rından pek tehlikeli bir halde bulunuyordu. Demek ki herîf. Anadolu'nun ortasında kurduğu dinsiz hükümetle, bir ta­ raftan 600 seneden beri ve belki daha fazla bir müddetle İslam Dini'ne göğsünü kale yapan bir milleti toptan İlhada sevk ederek din ve dünyalarını tahrib ettiği gibi, bu icraatı kendilerine tasdik ettirdiği uzaktaki müsiümanların dinî va­ ziyetlerini de tehlikeye sokarak onlara da az zararı dokun(1) “ Kenditenne yaztk eden kimselere melekler, canlarını alırken (Ne İ9de kUrtiz) dediler. Bunlar. (Biz yeryüzünde çaresizdik) diye cevap verdi­ ler Melekler de: (Altatıın yeri geni? değil miydi? Hicret etseydiniz ya?) dediler. İşte onların bannağt cehennemdir: Orası ne kötü bir gidiş (yerl)dır7Erfcekler. kadınlar ve çocuklardan (gerçekten) aciz olup hiç bir ça­ reye gücü yetmeyenler, hiçbir yol bulamayalar müstesrtadır. /İşle bunla­ rı. umulur kİ /Ulah affeder: /Ulah affedici. bağışlayrCKfır." (Ni$a/97*99)


60

HtLÂFET l MUAZZAMA-! İSLÂMİYE

muş olmu/ordu. Bu yasdıkianm. hop Mustafa Kemal hükümetinin hi­ lâfeti resnteri ve sarahaten ilga ve OsmanlI Hanedânını Türkiye duMr>a ihraç etmeden evvelki icraat ve kararlarına aittir. Ve hûkûmet-İ merkuma mûslûmanhğa ve hilâfete ne fenalık etti, ne darbe vurdu ise. işte hep o evvelki icraat ve kararlan İle, yani hilâfetin hükümetten tefrikine ve lâik hükümet teşkiline dair olan icraat ve kararlan ile yapmış. Esasları o zamandan kurulmuştur. Hilâfetin açıkça ilgası ite Abdülm ecid Efernli'nin ve sair har>edanın ihractr>dan ibaret otan sonraki hadiselere gelince, yeni bir şey sayıl­ masına bilil layık olmayarak evvelce kurulan esasın tatbi­ kinden ibarettir. Mısır gibi. Hınö gibi İslam alemi ise esası mutazammın olan evvelki hadiselere karşı ilgisiz davrana­ rak, ehemmiyetçe ikinci derecede kalması lazım gelen sor hilâfet hadisesi üzerine yaygarayı kopardılar. O güne ka­ dar Ankara hükümetinin koltuğu altında yaşayan ve belki mühim vazf ler ifa eden Abdülaziz Çavfş büyük bir alim ancak bu hıdise üzerine Türkiye’yi terk ederek "K em alcı bombası M üslümanlığın ciğerine isabet e d iyo r" başlık­ lı Mısır'da rrakaleler yazıyor. Halbuki HHâfet Makammm hü­ kümeti... hıkuk ve salâhiyeti ve bütün rr>eşgulıyeti 'ef’ ve nez' olunduktan, ve buna da İslam alemi "E h le n ve sehlen" rıza gösterdikten sonra artık hiç bir işi, vazifesi, ve hükmü o mayan halîfenin İstanbul'da oturması ile dtşarda oturması arasında önemli bir fark olmaması gerekir . Aca­ ba İslam alemi. Mustafa Kem arin hükümetten tecrid olu­ nan hilâfet nakam ınaikba ettirdiği Abdülm ecid Efendi'yi İstanbul’dan çıkartırken mi azJ olundu sandı? Halbuki o, İstanbul'da otururken de mazul olarak oturuyordu. Daha nasb olunurften işten el çektirilmiş, ve vazifesinden azl edil­ miş değildi. İnsan daha başka türlü nasıl azl edilir? Hükü­ meti Mustafa Kemal almak ve hilâfeti Abdülm ecid Efendi'ye bırakmak suretiyle aralarında gûya taksim yaptılar ve bu taksim üzerine ittifak ettiier değil mi? Halbuki bütün kuv­ vet ve salâhiyet, hükümeti alan tarafa gitmiş ve hilâfetin lâfzı bir isimle kalan halîfe öte taraftaki kuvvet ve hüküme­ tin emrine kendini teslim etmiş, mutbu iken, tabi olmuştu.


h il â f e t v e

KEMALİZM

61

Nasıl kİ hükümetin bir polisi, Halîfeyi bir gece yarısı ansı­ zın saraydan ve İstanbul’dan çıkarıp atmaya kâfi geldi. Ve o zaman Abdülm ecld Efendi bir bucuk sene evvel tayin olunduğu makamın Makam-ı Hilâfet olmadığını anladı. Onun İçin ben vaktiyle Sultan Vahidüddin'in hal'I ve hilâ­ fetin hükümetten tecridi ilan olunduğu zaman. **Bu hadi­ senin: Halîfenin ^ h s ın ın değil, Hilâfetin sonudur.'* di­ ye Mtstr gazetelerinde bağırmıştım: (el-Ahram. 2 Kanunievvel 1922, ef-Mukaddam, keza.). O tarihte yazdığım şey­ ler tesadüfün te’yid ettiği kenanet veyahut ince bir feraset eseri değildi. BesbelH bir şey olduğu için bunu vaktinde arv lamak bana bir mefharet ve marifet hissesi ayırmaz. Fakat anlamayanlar, özellikle söyledikten sonra anlamayanlara büyük bir masiyet ve hacalet yükler. Hakikaten ne idi o hükümet ve hilâfeti.. Ahkam-ı Şer’iyyenin icrasına memur ve hilâfet ve hükümet reisi olan Hz.Peygam ber’In halîfesi ve vekili olacak zatın elinden hü­ kümeti alınca o zat Cenab-ı Peygamber'In nesine vekalet edecekti? Dolmabahçe Sarayı'da ikamete mamur olduk­ tan başka Abdülmecid Efendi’ye bir vazife ayrılmamış olduğur>dan mûşarünileyh'in nasb olunduğu bir buçuk sene işgal ettiği makam, asla Makam-ı Hilâfet değildi. Dinî irşadat tarzında uydurulan ve bir gün aslı çıkmadıktan baş ka nesli bile gösterilmeden va'd olunan vazifler ise ulema ya ait vazifelerden ibaret olacaktı. Çünkü ulema da vereseenbiya olmak cihetiyle bir tür hilâfet vekaleti haizdirler Ve ulemanın hilâfeti ile halîfenin hilâfeti arasındaki fark bi linin elinde hükümet ve maddî kuvvet bulunarak, diğerinde bulunmamasıyla ortaya çıkar. ( ...) İşte ey okuyucu! Mustafa Kemal’in inkılâplarının uğ­ radığı bu devirleri de, merhaleleri de sakın unutma ki bu oyunların ne acayip yollardan geçerek şimdiki uğursuz ve çelişik neticelere vasıl olduğunu kuşatabilesini Evet, hatı­ rına gelir ki Kemalciler bir zaman: **Hilâfet hükümetler­ de olur, hem daha parlak olur.'* diye ne kadar tutturmuş­ lar. Mustafa Kem al’in halîfesi Abdülm ecid Efendi nin. K4


62

HÜJVFET l MUAZZAMA ! ISLÂMİYE

yuvasınckm daha çûrûk olan vaziyeti makul ve meşru göstermeye çalışmışlar ve tam bir buçuk ser>e bu davayı takip ve isbat sahasında çene çalmışlar, yazı yazmışlar, bizim­ kilere de oedendirmişierdi.(...) Hulâseten hilâfet “ Hükümet-I Ş e r'iyye " demek oldu­ ğu ve *‘HLkumet-l Meşruta*' ve "Hükûm et-İ Cum hurtye" gibi hükunetm bir tür özelliğir>den ibaret bulurtdu$u cihet­ le. nasıl hC kûmetten aynimış Meşrutiyet ve Cumhuriyet oİ€h mazsa. öylece hûkürr>etten tefrik edilmiş Hilâfet de oiamıyâcaktı. 6 i' bunu İslam alemine anlatn>aya çalışıyor ve mu­ vaffak olamryorduk. Tam bu esnada, hükümetten tecerrCıtle aklî ve şer T mahiyeti kalmamış ve yalnız lâfzI manası kal­ mış olan "H ilâ fe te " alıştırdığı İslam efkâr-ı umumiyesi ile çocuk oyuı>cağı gibi oynamaktan kolay bir şey olmadi^ını tefrik ve tecrkJ meselesinde mükemmelen tecrübe etmiş olan Mustdfa Kemal bu vak’adan bir sene sonra günün birinde bir l-ranstz muharrirme (Matin muharriri Moris Mares) vaki olan beyanatında: "H üküm etten m ücerred Hi­ lâfet olamıız, belki hilâfet hükümetten İbarettir," diye­ rek bir semi evvelki icraat ve iddialanmn gerek mütâkatla ve gerek İslam alemi ile istihzadan başka bir şey olmadığı ve bu istiluMyı kabul edenlerin yûzûr>e vurmak tarzırKla ik­ rar ve ifşasına başlamış ve tefrik-i hükümet ve hilâfet kaziyyesine ail Mustafa Kemal'in mel’un maksadı hakkında o zaman ka«far geçen görüntülere adırmayan İslam alemi­ nin kafasına " T a k ! " dedirtmek için mezkûr kaziyeyi ken­ disi setr etmek ve efkar ve siyasetim hiçe saydığı da o be­ yanatında $<>yiediği müsiümanlan tefrik-İ hükümet ve hilâ­ fet meselesi ile nasıl bir oyun oynadığını anlatmak zama­ nının hulul etmek üzere olduğuna ima ve işaret etmiştir. O esnada isanbul'da serbest matbuat erkânına karşı ku­ rulan istiklâl Mahkemesi vasıtasıyla suçluların ve avukat­ larının lisanından "L â ik C u m h u riye t" İçin toplanan arz-İ itaat ve ubudyet istekleri de KemaicHerin memleketteki va­ ziyetlerinin kendilerine emniyet-bahş bk halde bulur>duğunu göstermiş ve Müslüman ahalinin 17-18 seneden beri


h il â f e t v e

KEMALİZM

63

teKrar tekrar $ûr>gO kuvvetiyle tarO mar edilen efkâr-t umumiyesi hakkında bu muhakemeler sukOneti d efe bir tec­ rübe ve bir *‘ Lâİk Konferans" yerine geçmiş olarak arka­ sı çok geçmeden de Hilâfetin adına ek olarak isminin de ilgâsı ve Al-i Osman'ın kadınlanna ve ufacık çocuklarına varıncaya kadar tümünün Türkiye'den ihracı ve Mehakimi Şer’iyye ve Medaris-i Islâmiye gibi dinî müesseselerin de yine ilgası vukua gelmiştir. Mustafa Kemal hükümetinin Hilâfeti tamamen ilga et­ mesi üzerine, evvelce hükümetten mücerred Hilâfeti mü­ dafaa eden dalkavuklar, tıpkı, sahibi hangi tarafı gösterir­ se o tarafa koşan eğitilmiş köpekler gibi istikamet değişti­ rerek, hilâfetin bu zamanda ehli kalmadığı, lüzumsuzluğu, evvelden de aslı olmadığı tarzında mutad üzere derece de­ rece yükselen yeni yeni davalar takibine koyuldular. Bu dal­ kavuklardan en hararetlilerinin davalarını delillerini de bu kitabta tetkik ölçüsüne vuracağız ve mugalatalarının foya­ sını meydana çıkaracağız. Lakın daha evvel hilâfeti bir kerre icmalen tarif edelim: H İL A F E T G E R Ç E Ğ İ Hilâfet lügatte başkasının halefi olmak ve yerine geç­ mek manasınadır, örf-i şerldeki manasının hülâsası da dinî ve dünyevî riyaseti, yani hükûmet-i Islâmiye riyasetini ih­ raz ederek Peygamber Efendemiz (s.a.v.) Hazretlerinin ha­ lîfesi olmaktır ki riyaset makamında Cenab-ı Peygamber'in yüce eserine ne kadar uyulursa hilâfet sıfatı da o nisbette tahakkuk ve tecelli eder. Hilafet sıfatının tahakkukun­ da en ziyade gözetilecek nokta burası olmakla beraber lügât manası İle "halîfe" sayılacak zatın mûstahief olması­ na imam Ibni Hazm lüzum göstermiş ve Cenab-ı Peygam­ ber Efendimizin halifesi unvanını yalnız Ebu Bekr-i Sıddîk Hazretlerl'ne hasr eylemiştir. Çünkü Peygamber Efendi­ miz tarafından istihlaf olunmak şerefini yalnız Müşarünileyh haiz olarak, meselâ Hz.Farûk da bu itibarla olsa olsa Ebu


64

HİLÂFET İ MUAZZAMA-! İSLÂMİYE

Bekr'in halifesi olabilir. Çünkü kendisi onun tarafından istihlâf edilmiştir. Gerçi Ebu Bekr e »-S ıd d ik 'ı da, ashab-ı kiramdan hiç bir Kimseyi de Fahr-ı alem Efendimiz kendi­ lerine halîf ) oarak açıkça göstermemişlerse de kendilerin­ den sonra Ebu Bekr'in o makamı işgal edeceği gerek işa­ ret ve gerek doğal işaret ile anlatmaktan hali kalmamışlar­ dır. Bu seoeple ashab-ı kiram müttefikan Ebu Bekr’e *‘Halîfe-i Pasullllah" unvanını vermişlerdir. Cenab-ı Pey­ gamber Ef>)ndemizin onu ker>di}erine halîfe nasb ve intihab ettiği herhangi bir suretle ashab-t kirama malum olma­ sa bu ismi Mûşarünileyh'e ıtlak etmekte bu derece dilbirfıği olabilir miydi? Hatta Ö m er el-Farûk'a "Hatlfe-I Resulillah" dennediler. Ve bir müddet "Resulullah'ın ha* Iffeslnln h u lif e t r dedikten sonra bu tabiri uzunca bula­ rak "E m lrt'l-M ü 'm lfn ” demeyi münasip gördüler. Riva­ yete nazaraı ibtida bu ad ile Hz. Ömer'i Abdullah bin Cahş veyahut Anır bin A s ile Mağîretu Ibni Şube yad etmiş, ya­ hut bir taratman fütuhat haben getiren bir zat Medine'ye gi­ rişte ' ‘Em fnrhm ü'm lnfn nerede?" diye sormuş, ve bu ih­ timallerden herhangi birinin n e tic e s in i bu unvan ashab-ı kiram tarafından da tasvıb ve tahsin ile kabul edilmiştir. Maamafîh “ halîfe" lâfzının lügavt manasının tahak­ kukunda istıhlâf edilmiş olmak şartına lüzum yoktur. İstihlâf edilmeksizin de herhangi bir makama kaim olan zata lügat bakım ndan “ halife" ıtlak edilmesi sahihtir. Binae­ naleyh Ebu Bekr es-Sıddîk'tan sonra Islamın reisliğinde bulunan zata da mümkün olduğu kadar sîret-i Nebeviyeyi takip etmek şartıyla “ Rasulullah'ın halîfesi" denilmesin­ de bir mani yoktur. Evet, bir tür lâkip ve alem halinde “ Halîfe-1 Rasulıllah" ûnvanı ile müşerref olan yalnız Ebu Bekrez-Sıdcîk’dır. Lakın biz burada lâkab nitelenmesin­ den ziyade manevî nitelemeyi nazar-i dikkate alarak İslam hükümeti başkanlığındaki Cenab-ı Peygamber Efer>dimizin yüce eserine ne kadar uyulursa hilâfet sıfatının o nisbetle tahakkuk ve tecelli edeceğini söyledik. Bu itiyad ile. Hilâfet mevkitrKfe bulurtan zevatın Cenab-ı Peygamberi


HİLÂFET VE KEMALİZM

65

hakkıyla temsil etmesi ve hilâfetin tam manasıyla nitelen­ miş bulunması nadir olduğundan fıkıh kitablarında **hilâfet" tabirinden ziyade ‘Tm am et-İ K Ü b râ " tabiri ma­ ruftur. **Benden sonra hilâfet 30 senedir. Bundan son­ ra R>eUkli§e ve saltanata dönüşür.'* mealindeki hadis-i şe­ rifin manası da "h ilife M kamile"nin az vakit devam ede­ ceğini bildirmekten ibarettir. Lâkin benim de şu izahatımdan, bu zamanda hilâfet kalmadığına ve binaenaleyh Ankara hükümetinin hilâfeti ilga kararında isabet ettiğine kail olduğum anlaşılmamalı­ dır. Hilâfeti ilga etmenin mûslûmanlığa karşı ne büyük ci­ nayet olduğunu anlatmak maksadıyla bu eseri yazan adam­ dan öyle bir fikir çıkmasına imkan var mıdır? Daha doğru­ su ben hilâfetin lüzümunda şüphe ve tereddüd gösteren insanların hem akıllı hem de müslüman olmalarına ihtimal veremem. Çünkü bu zamanda Hz.Peygamber Efendimizi hakkıyla temsil edecek bir halîfe ister bulunsun, ister bu­ lunmasın. İslam hükümeti bulunacak ya ve o hükümetin reisinin eser-i cefA-i Nebeviye mümkün mertebe uygun ha­ reket etmesi Müslûmanlarca matlub ve mültezem olacak ya. işte bu noktalar matbub ve mültezem olunca hilâfetin lüzumunda da tereddüde mahal kalmaz. Hilâfete ehil adam yoksa, hükümet riyasetine de ehil adam yok demektir. Hal­ buki hükümet ve riyaset-İ hükümet her halde muattal kala­ maz. Mümkün olduğu kadar ehliyeti haiz otan bir zatı ora­ ya geçirmekten sarf-ı nazar edilemez, ö yle İse bu zatın mümkün olduğu kadar Cenab-ı Peygamber'in yolundan gitnnesinden de sarf-ı nazar edilemez. Yani Müslüman hükü­ metinde ahkâm-ı şer'iyye tatil edilemez. Müslüman hükü­ metinde ahkâm-i şer'Iyyeyi muattal bırakmamak lüzumu. Müslûmanlara hükümet lazım olduğu kadar mutlaka hilâ­ fetin de lüzumunu İntaç eder. Çünkü daima İslam hükü­ meti bulunsun ve onun reisi mümkün olduğu kadar Peygamber'imizin yolunda gitsin, demenin, üzerimizde daima mümkün olduğu kadar Cenab-ı Peygambere hilâfet ve ve­ kâlet edebilecek bir zatı icra-i hükümet etsin, demekten kıl kadar farkı yoktur. Evet, benim Türkiye Cumhuriyeti'nin ku­ rucuları gibi. İslam Dlni'nin hayatına kasd eden Allah ve


66 HİLÂFET İ MUAZZAMA-IISLÂMİYE Peygambe' dûşmanlanmn, bin türlü hile ve desiseler isti­ mali ile hilâfeti ilga ederek; "B u n d a n sonra Tü rkiye Hü­ kümeti ve hiç bir hükümet Peygam ber'e vekalet ve ahkam-ı çer’iyyeye tabiiyet etmiyecek, böyle kayıtlarla mukayyed olmayacek" denmesme aklım ermez. Lâkin bir vakitte Mensura kaâdısı Abdürrazik, sabık Mecelle ko­ misyonu re si ve İzmir meusu müteveffa Seyid Bey, vak­ tiyle "K askie-I B ürde"ye nazire söyleyen Mısınn emlrû'şşuarası Şe\ kî, Seblllürrefad muharrirlerinden Ö m er Rı­ za gibi mûilûmanlık davasında bulunan heriflerin hilâfet meslesinde Ankara hükümetinin herakâtını tasvlb etmele­ rine akil erd remez. Acaba bu adamlar da Şeriat-ı Muhammediyenin İslam hükümetlerinde ve İslam diyannda yürür­ lükten kaldııılmasını mı istiyorlar? Çünkü hilâfeti ılgâ eden Ankara hükiımetinin bugün Türkiye'de vasıl olduğu netice budur. Vakıa hilâfet meselesinin müslümanca ictihad ve ihtilâfa müsait bazı ince noktaları vardır. Fakat Ankara hü­ kümetinin b j mesele hakkındaki fikir ve maksadı o ince noktalardan büsbütün bu mesele hakkındaki fikir ve mak­ sadı o ince r oktalardan büsbütün ayrı olmak üzere gayet basit ve vâzıfıtır. Mustafa Kemal şimdiki zamanda Peygam­ berin hilâfeti ıe ehil insan bulunmadığından veyahut müslümanlan bir noktada cem ve idare imkanı bugün için mev­ cut oimadığır dan hilâfeti ilgâ etmedi. Belki peygamberi, ye­ ni tabir ile istıhlâfe (1) şayan görmediğinden ayet ve ha­ dislere dayat şeriat kanunlarının bu medeniyet asrında krymet-i tatbi üyesi olamıyacağına kail olduğurxtan ilgâ et­ medi ki bu da Müslümanlığın bu medeniyet asrında kıymeti olamıyacağını söylenmekten kat’iyyen farklı bir şey dcrğıldi. Ankara hükümetinin Türkiye inkılâbı namına bütün icraatı ve o hüküme in en yetkili ricalinin aşağıdaki açıklamalan, bu dediğim şeylere bağıra bağıra şahadet etmektedir. Ad­ liye vekili Ma ım ud Es'at Bey. Temyiz Mahkemesirxje nut­ kunu irad ederken, harfiyyen şu sözleri söylemişti: (1) IttıhiSf; Ysrme t>«şkasını halet yapmaktan tbaret olarak sabtktn sıfa­ tıdır Şımdtki Türk muharrirlennin «amai ettiği g ib tfthıftn sıfatı olarak ba#kasıfMiı yerine geçm ek OeğASr


Htl-ÂFET VE KEMALİZM

67

**Hükkam-ı kiram l... Muasır medeniyet içinde Tü rk milletinin mukadderatını, ortaçağa ait esaslara, bütün açık hakikatlere rağmen özel bir kasıtla veya çuursuz bir İnatla, bağlı kılmak davası, tarihin suçlar/cürümler diye kayd etmey hak kazandığı bir faciadır. Bu gün mknâb dönm eyen katT kararları bu kanlı cephenin sah­ ne olduğu 13 asn tekmil saçmalıkları ile baş açağı et­ miş b u lu n u yo r." (Vakit. 20/6/1926) (Bkz: Ek: II). Mustafa Kenuıİ inkılâbının, 13 asır süren İslam tarihi­ nin ve İslam Dtni*nin butlanını meydana getirmekle muvaz­ zaf ve möbahi olduğuna delalet eden bu gibi vesaik, say­ maya gelmeyecek derecededir. Ben bunlardan bir haylisi­ ni eserlerime de koydum. Şimdi, hilâfetin itgâsında Anka­ ra hükümetine taraftarlık ve yardakçılık eden Müslümanlardan nümune olarak isimlerini az evvel zikr ettiğim eş­ has ne demek istiyorlar? Mesela ilkbaharda Kahire'de top­ lanıp dağılan Hilâfet Kongresini tezyîf ile Türk gazetele­ rinde tekrar tekrar mevzu bahs eden Öm er Rıza. 25 Ma­ yıs tarihli " V a k it" gazetesinde "H ilâfet kongresi kom edisi" başlığı ile yazdığı makalesinde naki ettikten sonra şöyie diyor: "Cam iu'l-Ezher şeyhi, hilâfetin peygamberden son­ ra vücut bulduğunu, binaenalyh İslam Dini ile alâkası bulunmadığını unutuyor. Bundan başka Müslümanlar arasında vahdet vücuda getiren amil, hilâfet değil, biz­ zat M ü s lü m a n lığ ın ... ru h an i ve insanlığı irşad eden yücelikleridir." "Bkz: Ek; III). Bir kere hilâfeti, gözden düşürmek ve İslam Dini ile mü­ nasebeti olmadığınt anlatmak için bunun Peygamberden sorıra vücut bulduğunu dermeyan etmesi gayet haklıdır. Hi­ lâfet. Müslûmüanlann hükümetinin, kendisini. O n a b -ı Peygamber'in eserine tabiiyetle muvazzaf ve mukayyed bilme­ sinden ibaret olduğunu söylemiştik. Şimdi asr-ı saadetle CenabH Peygamber'den sonra ayrıca bir de eser-i Nebevıye'yâ uymakla muvazzaf bir hükümet reisi mevcut değil­ di diyerek Peygamber Efendimiz'den sonra da müslûman-


6^

HİLÂFET İ MUAZZAMA-1 İSLÂHİYE

lar kendil^nne hiç hükümet reisi ittihaz etmesinler yahut ederlerse onu Peygamberin eserine tabiiyetle muvazzaf kılmasmlar rru? Herif, asrn saadetten sorva gelecek hükümet reislerinin olduğu kadar Cenab*ı Peygamber'in mukamını boş bıraknamaya çalışacak sıfat ve haysiyette olmasnı ha­ iz. hem dc Peygamber zamanında b ö ^ bir şey yoktu, di­ yerek İslamiyet namına sanki bir bid'at gibi... hükünıet ve rets-i hükümetin eser-i Nebeviye tabi olmasını, yanı **Lüık" olmasını bnğeniyor. Laik hükümet ve hükümet başkanı asr-ı saadette var mıydı? Dalkavuğun mugalatasını beğeniyor musunuz? Asr-ı Nebevide mevcut değilmiş. Tabiî olamaz­ dı. Çünkü vOcud-i şerifleri hilâfet ve vekâletten ibarettir. Fakat o zaman hilafet yoktu, diyer^e asrn saadetten sonra İslim Dini'r>e ait her hizmete (ne) verilecektir? Hilâfet, İs­ lam Dini'ne hizmet eder mi? Hükümet reisinin Peygambe­ re vekalet sebebiyle memlekette İslam Dini'nin hüküm ve kanunlarını yürütmesini ve İslam Dini'nin himayesiyle mu­ vazzaf olup, islamiyete hizmet etmez de Ankara hüküme­ tinin İslam hanunlannı ve 13 asırlık İslam esaslarını hergûn tahkir ve tesyîf ederek Müslümanlarda alemin içine çıka­ cak yüz ve İ'aystyet bırakmaması İslamiyete hizmet e d ^ ..? ' ‘Müslümanlığı yükselten hilâfet değil, bizzat m üslümenliğin kendisidir." diyor, işte mûslûmanlığın ulviyetini inkâr etmemekle münazaradaki mevkiini CKİden sır>dırmış olan bu. dinriz hükümetin dindâr dalkavuğuna demeli ki: Peki. Müslümanlığın yanı başında Peygamber vekili bulu­ nacak bir hCkOmet idaresinde mi mahzuz olur, yoksa bu ulviyeti irtica şeklinde göstermeye bütün kuvvet ve belâgatıyla çalışan "lâ ik " hükümet idaresinde mİ mutlu olur? Müslümanlık ın insanlığı irşad eden tealimi de senin dediği gibi çok güzeli Lâkin gözlerin görmüyor mu ki Türkiye'nin iâ-dini hükümeti bütün bu öğretimi ta'tii ve tenkil etti.... ya­ zı yazdığın ":^ b ilü rr e ş a d " ı kapattığını bilirsin. Evvelce o mecmuada (c'ine) hizmetle geçimini temin ediyordun. O ka­ pılar kapandKtan sonra şimdi de küfür ve ilhadı Öncü ya­ parak sefil hayatını sürüklemeye çalışıyorsun. Çünkü bu-


HİLÂFET VE KEMALİZM

69

gün Türkiye’deki dinsiz hayatın sürmesi böyle yazılarla ka­ zanılır. Gazetelerde böyle yazılara yer bulunur. Eğer hilâ­ fetin icap ettirdiği Müslüman hükümeti olsa, aksine şimdi Müslümanlığın Türkie’de kapalı kalan tealîm kapılannı... gi­ bi dini imar>ı para ve menfaat olan herifler de o zaman ona göre başka tûrtü yazardınız. Asıl Ankara hükümetini hilâ­ fete ve Islamiyete karşı harekâtının muhtelif safhaları var­ dır ki onların hepsini herkesten fazla bir alâkadârlıkla ta­ kip ederken Araptan, TOrkten bir çok (alçaklarla) çarpış­ tım. Her adımda, arası çok geçmeden zamanın beni tas­ dik ettiğini... muanzlanmın haksızlığı zaten pek bariz bir hal­ de olmakla beraber Mustafa Kemal'in son harekâtına.... evvelki kûfriyatı biraz üstünü kapalı kaktığından bir gün ev­ velki yardakçılannın da vaziyeti....... gerek olsa yine şim­ dikine nisbete bir mazerete istinat ettirilebiliyordu. Lâkin bugün.... İslamiyet! yıkmak için hilâfeti yıktığı tamamen tebeyyun ve tahakkuk ettiği bir zamanda Öm er Rıza Bey, hem Müslümanlığın ülvlyetinden. faziletinden bahs ederek hi­ lâfet yıkıcılığı çarpışmasını yürütmüş, bir çok şeyler gibi ha­ yasızlığın de san olmadığını gösteriyor. Hilâfet... en yük­ sek ve hakim mevkide bulunacak adama, din-i Mübin'In hamisi sıfat ve vazifesini ele geçirirken, bir memlekette İs­ lam Dininin şan ve şerefinin bakâsına taraftar olduğunu söyleyip.... hilâfeti ve İslamiyet! birlikte tezlH ve tahrfb eden­ lere hak vermesi, akıllara hayret veren bir tenakuzdur. Öm er Rıza denilen adam Mısır'da açılan hilâfet kongresi­ ni tenkit ve belki istihzaya layık........ biraz hakkı vardır. La­ kın kor>grenin başarısızlığa mahkumiyetinden Ankara hü­ kümetinin hilâfeti hedmı etmiş olduğuna delil ve hüccet... sayması, işte, bu edebsizliğin kaynağıdır!.... Öldürdüğü hi­ lâfeti diritrr>eye çalışan... sanki Û r İslam mühitl mesaisin­ de daima... maruz kalsa bundan Ankara’ya ve Mustafa Ke­ mal'e alt olarak çıkacak netice hissesi dalma (mevcut ola­ caktır.) Onun İçin kor>grede hazır bulunan Mısırın ve muh­ telif İslam memleketlerinin (temsilcilerinden beklenen) en


7C h il â f e t i MUAZZAMA-I ISLÂMİYE

birind va2ife İslam htlAIetini kendi eliyle yıkan ve kendi aya* ğı ile tekrr»eleyen (alçaklan) protesto ederek işe başlamak idi. Lakın muhtelif maksatların tesiri altmda... kongre aza­ sı tam bir halis niyyetle mücehhez olmadıklarından bu di* nî celâdet gösteremediler... Hilâfet dOşmantannın yardak­ çıları kongre ile alay etmeye cesaret bulurlar. Eğer kor>gre gelecekteki müzakerelere iştirak edecek azalann bir hayli noktalarda ihtilâf edebileceğini ve lâkin her şeyden evvel. Türkiye'de türeyen dinsiz hûkünnetin Hilâfet-i Muazzazama* yİ Islamiyyeyi şu hale getirmekle İslam Dinine ve Mûslü* manlara btîyük bir ihanette bulunmuş olduğu kanaatinde bütün Islan alemi murahhaslannın ortak fikirde olması ik­ tiza edece<)ini umuma tercüman olarak ilk celsesinde ve açılış nutkunda kayd ve tesbit edeydi, Hilâfetin yeni kuru­ culuğunu omuzlayan hadimleri, yıkjcılarır)a karşı birirKi za­ feri kazanmış ve Hilâfet dûşmanlannın ağızlannı kapatmış olacaktı. H ılbuki hilâfete Türkiye’den tard ve teb'îd ede­ rek her isteyen için kendi tarafına ve muhitine çekmek fır* satımhazırkımış olan Ankara hükümetine dil uzatmak mü­ nasip değilmiş gibi iltimasi bir vaziyet, hilâfet ve Islamiyetin dostunu düşmanım tanımak ve yüce menfaatlerini her şeye tercih «itmekle mükellef d a n kongre heyetir>e zaaf iras etmiştir. Hilâfet kongresi daha geçen sene (1925) açılacaktı. Buna mukaddime olarak kongrede Mısır müslümanlarını temsil edecek ulema ve fuzalâdan müteşekkil ilmi heyet tarafından is.lam Alemi'nin her tarafına davetname şekiırv de nıatbu mecellelef neşr olunmuş ve mû'temerin (kong­ renin) programı ve toplantı maksadı hakkında izahat veril­ mişti. Bu ihzar! mecellelerin mûrKterecatında hakkıyla ta­ rafsızlık ve samimiyet hissi muhafaza edilemediğini göre­ rek mû'temerin muvaffakiyeti hakkında o zamandan şüp­ heye düşm üşüm . Mezkur mecellelerde isim tasrih edile­ rek hilâfetler nin kabul edilmemesi esas ittihaz olunan ze­ vat... Abdülr>e€ld Efendİ'nin hilâfetine sultadan ve hükü­ metten soyutlanmış olduğu için gayr-l sahîh nazarıyla ba­


HİLÂFET VE KEMALİZM

7!

kılacağını ifade eden fıkrasını kaltırtmıştı. Hilâfetin hükümet kuvvetinden tecrîd ve tefrikini haiz olmadığını ve belki hi­ lâfetin İslâmî hûkûnf)etten ibaret olduğunu ûç sene evvel Abdölm ecid Efendi İstanbul'da sultasız ve hükümetsiz otururken ve Mustafa Kem al’in isteklisi iken Mısır gazete* terinde isbata çalıştığı esnada beni de oradaki köpek ya­ zarlara karşı sultasız hafife gibi yapa yalnız bırakan Mısır uleması, demek ki Mustafa Kemal, Türkiyedeki hilâfet su* ikasdını ikmal edinceye kadar hakikati bile bite seslerini çı* karmamışlar. Ve belki bana saldırırken Mustafa Kemal makam*ı hilâfet aleyhine harekâtında alkışlayan sefihleri* ni onlar da en az sukûtteri ile teşci’ etmişlerdi. O zaman Mustafa Kemal hükümetsiz hilâfet olur, demişti. Bunlar­ da olur, diyordu. Ben. olmaz, dedim, kabul etmediler. Sonra Mustafa Kemal de olmaz, diyerek hilâfeti ilga etti. Şimdi Mısırlılar da Abdülmecid Efendi'nin hilâfetini, hükümetten soyutlanmış olduğu için sahih değildi, diyorlar. Lâkin M us­ tafa Kemal, sahih değil, dedikten sonra bunlar da onu tas­ dik ettiler. Mısırtılann fikirlerindeki değişiklik, hakikati son­ radan olsun İtiraf mahiyetinde değil de sırf yine Mustafa Kem al'i tasdik mahiyetinde olduğuna mebni, Mustafa Ke­ mal'in tayin ettiği Abdülm ecid Efendi'nin hilâfetinin sa­ hih olmadığı ve belki Mustafa Kemal'in kendisinin hilâfet düşmanı olduğu tebeyyün ettikten sonra bu hilâfet düşma­ nının halife-i mahlu' olan Sultan Vahidüddin'in hilâfetten hal'inin de sahih olmadığı şu hakikatlerle birlikte yine tebeyyun etmek lâzım gelirken, Mustafa Kemal'in Vahidüddin aleyhinde Mısırlılar üzerinde yaptığı eski etki. Mısır kamuoyurıda değişikliğe uğradıktan sonra da yine önemini muhafaza etmiş olarak kongrede hilâfeti mevzu-bahs oiacaz zevat meyanından Vahidüddin’i ihraca kâfi geliyor. (1). Ve adı geçen değişikliğin hak ve hakikat noktasından hiç bir semeresi görülmeyerek evvelce Vahidüddin'in aleyhin­ de ve Abdülm ecid Efendi'nin lehinde Mustafa Kemal ile birleşen Mısırlıların bu defa da her ikisinin hilâfeti aleyhin­ de merkum ile birleşmeterinden ibaret kalıyor. Bu nokta(t) o zaman m•<^um nvlşarOndaytı. hayatta kS.


n

HİLÂFET İ MUAZZAMA-IİSLÂMİYE

lar Mısırlıi^nn fikirlerine ya ineicam>ı mantıkî bulunmadığı­ na veyahut derin bir h a k t i k ve garazkârlık bulur>duğuna delâlet edor. İ8t£mburdakl hilâfet makamı fasılalı darbeleri ile büs­ bütün yıkılmcaya kadar *‘Batalu’l-lslam " yalancı unvanı­ nı verdikle.'i yıkıcının. İslam alemi tarafından alkışlara ve halîfetin lanetlere gark edilmesini İslam Tarihi.bu devrin Müslümanları ûzürinde silinmez bir leke olarak kayd ede­ ceği gibi, yıkılan hilâfetin yerine yenisinin tesisi mevzubahs olduğu zamanda Osmanlı hanedânından hilâfete bu seretle zi'l-ved olan iki zattan hiç birisinin ismi ileri sürülemiyeceğini koşmak ve esas ittihaz etmek, hak ve haki­ katin İzhar ve ihyâsına taraftarlık manası ifade eden taraf­ sızlıkla te'lT' kabul edecek bir şey değildir. İslam Aleminin ve bilhassa Mısır'ın. Mustafa Kemal lehinde ve halîfe aleyhir>de bu derece yanlış telakkiye kaptimast ve yanlışlık an­ laşıldıktan tonra da evvelki gaflet hareketlerinde ö rü le n hararete muadil bir hararetle muhabbet ve rıefret hedefle­ rini tam mukabil taraflanna göre tebdil etmiyerek, hatayı tamir ve tellifi etmenin hakkını vermekte tutuculuk göster­ mesi, ortada dönen bir takım siyasî a'raz ile efkâr-ıTsIâmiyenin ciddiyetini, safvet ve salâhetini kaybetmiş olduğuna delâlet eder Acaba Mustafa Kemal'in hilâfet ve İslamiyet düşmanı olduğu tebeyyun ettikten sonra aleyhinde efkâr-t islamiyenin /eteri derecede görülmemesi, hilâfeti yıkarken Türkiye'den Osmanlı Hilâfetinden uzaklaştırarak, istenilen tarafa çekilebilecek bir hale getirmiş olmasının minnettârlığını mı muhafaza ettiklerinden ileri geliyordu? işin içinde özel maksatlar bulunmasa, hilâfeti ihya maksadıyla t>>pianan İslâmî bir kor)^ede. hilâfetin katli a l ^ hine söz söylemek için gerek vardı, mani yoktu, ö yle ya bu İslam murahhastan dünyanın dört bir yanmdan gele­ rek Kahire'do niye toplantı yaptılar? Murahhas gönderme­ yen ufak tefek bazı mûslûman muhitlerinin meseleye alakakâdariık gtıstermekteki geri kalmalannda Ankara hükü­ metinin tesiri olduğunu bilmek lâzım gelir. Ankara hûkû-


HİLÂFET VE KEMALİZM

73

meti ile tamamen müttefik ve müttehid bulunan Bolşevik Rusya hükümetinin idaresi altındaki Müslümanlar da mu­ rahhasları ile "M e k k e " kongresine iştirak ettikleri halde Kahire’de toplanan hilâfet kongresine iştirak edememiş­ lerdir (x). Evet, tesir ve tazyik altında murahhas gönder­ meyen yerleri istisna ettikten sonra bütün İslam bölgeleri murahhasları Kahire'de niçin toplantılar? Muazzam İslam Hilâfeti'nin başına gelen ve kendilerini tedbir almaya sevk eden halin esasını bir kere ortaya koymak lazım değil mi? Asırlardan beri Türkiye'de devam eden Hilâfetin aslı ve nes­ li ve meslek ve akidesi başta meçhul, daha sonra fena ala­ metlerle ma'lûl bir şahıs paldır güldür yıkıyor. Ona bu hak rterden gelmiş ve nasıl mecburiyet hasıl olmuş?

(X )

Bakınız: Ek: IV


74

HİLÂFET İ MUAZZAMA-IİSLÂMİYE

H İL Â F E T V E E M P E R Y A L İS T O Y U N L A R Yuka ıdakı izahatınızın gereğince hilâfet. İslam hûkümetind(»n ibaret ise. lâik Ankara hükümeti gibi dini bağ­ lardan. AlLıha hamd olsun, soyutlanmamış ve soyutlanmayı da hatırına getirmemiş bulunan Müslüman hükümetlerinin her birindC! hilâfet mevcut demektir. O halde bu hükümet­ ler. hilâfeti ker>dı muhitlerine almak için neye telâş ve te­ halük gösteriyorlar? Yok bu hükümetler, bilmiyerek ürünü toplamaya mı çalışıyorlar? İkinci olarak yeryüzür>de bulu­ nan sayısız İslam hükümetlerinden her birirvje halifenin bir­ den fazla .olması, hadis-i şerifte men olunmuştur; ve bu hadis-i şer!', birden çok olmaya engel olmak İçin ortaya çı­ kan ikinci h iâfenin öldürülmesini emr etmektedir. Şimdi bu noktalara cevap verelim: Hilâfetin şer1 martası bizim dediğimiz gibi. İslam hü­ kümeti reisliğinden başka bir şey değildir. Ve bir memle­ kette. bir m llette iki hükümet olamıyacağından dolayı ha­ lifenin de birden fazla olmasına meydan verilmemesi hikmet-i ida'd noktastr>dan zarurî bir şeydir; Müslümanlık ise, şeriat nazarında tek millet sayıldığından^ müslümantarın hilâfetinde de vahdet lâzım olduğu kadar hükümetlerir>de de vahdet lâzım ve matlubdur. Bütün bunlann sebe­ bi de Müslünanlann parçalanmaya doğru gitmemesini te­ min etmektir. Lâkin dünyanın şin^iki durumu, islamın bir idare altında toplanmasına mani olacak sayısız İslam hü­ kümetlerinin varlığını gerekli kılıyorsa, bu, hükümetlerin sa­ yısı ölçüsünc'e artık halifelerin de taaddüdü zaruret kesb eder. Çünkü hilâfette vahdetin lüzumu, hükümeti mutazanv mm olmastrxlan ve hükümetin vahdet icap etmesinden neş'et etmiştir. Binaenaleyh zarurete binaen müteaddit İs­ lam hükümeti srinin varitğmı kabul ediyorsak, müteaddit ha­ lîfelerin varlığını da kabul etmemiz iktiza eder. Şu izahata nazaran şimciki halde mevcut İslam hükümetleri Müslü-


Hll-ÂFET VE KEMALİZM

75

manlann din ve dünyasına nezaretle peygamber mevkiin­ de bulunduklarını, yani biMiil İslam halifesi olduklarını bil­ meli ve o yüce esere uygun hareketten ibaret olan yüksek vazifelerini takdir etmelidir. Müslümanların, ihtimal ki bir hükümet idaresi altında toplanmasına mani olan son durumlarının gereği olarak bir tür hilâfet daha vardır ki o da örfen en büyük ve en kudretli İslam Hükümetine has olan bir sıfat ve ünvandan ibarettir. İslam hükümetlerinin kendi aralannda bir tanesine fazla pa­ ye ve adeta riyaset vermelerini ifade eden bu manaca hi­ lâfet tabiatıyla taaddüt edemez. Kahire kongresinde mü­ zakere mevzuu olan hUâfet de budur. Her iki manasınca hilâfet, hem dinî ve hem siyasî bir makam olmakla beraber sonun­ cu manasıyla biraz daha siyasi bir hususiyet kazanır. Yani Müslümanlığın son vaziyetince siyasî menfaaetleri böyle bir makamın vücudunu icap ettirmiştir. Şimdi belki Ankara hükümetinin hilâfet meselesinde avukatlığını deruhte eden özel para ile tutulan adamı Öm er Rıza, benim son özlerimden ip ucu olarak Ankara hükü­ metinin ilga ettiği hilâfette, işte sadr-ı İslam’da mecut ol­ mayıp sonradan ihdas edildiği anlaşılan ve dinî olmaktan fazla siyasî haysiyeti haiz olan ikinci tür hilâfettir, diyecek olur. Lâkin böyle demekle Ankara hükümetinin mevkiini kurtaramaz. Çünkü, evvelâ hükümet-i merkume ahkam-ı şer'iyye ile mukayyed olmamak için hilâfetin birinci türünü de İkincisi ile birlikte ilgâ etmiştir. Hatta daha doğrusu Müs­ lüman hükümetlerinin, aralarında paylaşamadığı makam, hilâfetin siyasî ciheti galip olan ikinci türü olduğu halde Mustafa Kemal'in en fazla istemediği ve ilgâ etmek iste­ diği ise Hilâfetin, dinî ciheti galip olan birinci nev'idir. Ya­ hut ikinci ite birincinin müşterek kaderini teşkil eden dinî noktadır. Yani her ikisinde bulunan ahkam-ı şer'iyye ile mu­ kayyed noktasıdır. İkincinin ihtiva ettiği ziyade-i farikaya, yani en baş hükümet olmak noktasına gelince, bundan An­ kara hükümetinin istemiyeceği ve rağbet etmiyeceği bir ci­ het yoktur. Onun istemediği ve düşman olduğu dindar hü-


76

h il â f e t i

MUAZZAMA ! ISLÂMİYE

kümetlerir en başında bulunmaktadır. Hûkûmettenn din­ dar olmasına o kadar mu’teriz kİ bunun için en baş hükü­ mete sahip olmayı bile kabul etmiyor. Saniy en, ikir>ci tür hilâfetin daha ziyade siyasî mahi­ yeti haiz bulunması ve hatta Isiamın bir hükümet idaresi altırtda top anmasına mani olan son durumundan sonra or­ taya çıkmış olması, hilâfetin dinî ve asH mahiyetir>den uzak­ laşmak tarzında değil, belki İslâm'da bir hükümet ve bir hilâfet olm.ık ana kaziyesinin bir tür tazmin ve telâfisinden ibaret olaMk ehemmiyetini arttırır, eksiltmez. Salisen. Islâmın son vaziyetine g6re siyasî çıkarları­ nın varlığın icap ettiği hûr hilâfete Mustafa Kemal'in ha­ sım ve mu ın z olmasının manâsı nedir? Gerçek siyasî çı­ karlar .bunun varlığının gerekmediğine kail olamaz.Zira İs­ lam hükümetleri arasında bir baş hükûnrtet bulunmanın şu andaki tsiâm a)emir>e bir tür vahdet sağlayan siyasî çıkan apaçık okjı ktan başka tekmil İslam aleminin buna taraftar olması ve yalnız Kemallstlerin, Ingiliz gibi asırlara varan hi­ lâfet düşmanları ile hem-fikir olarak bunun aleyhinde bu­ lunması siyasî Çfkariarır>a aynca kati bir hücettır. Öm er Rtza'nin zikri geçen kongre makalesinde: "İn g iliz hüküme­ tinin m em ı ru olduğu söylenilen" tarzırtda tanıttırdığı Hirv dİ Inayetullah Han'in. yine adı geçen makale ifadelerin­ den olmak üzere: "Hilâfet meselesinin tehir edilmesi, fa­ kat daimî bir hilâfet heyetinin teşkili, bu heyeti yaşata­ cak ve faaliyeti idame edecek malî bir müessesenin vü­ cuda getirilmesi gibi pek eskilerce fikirler beyan ettik­ ten sonra hilâfetin bir ferde tefvizini âmir ru s s bulunm adğını, hilâfetin hllâfet-i akvam o ld u ğ u n u " söyleye­ rek kongrerle hilâfet aleyhdârı gibi görüş beyan eden ye­ gane muralıhas olması da bu meselede Mustafa Kemal ile, Ingiiizlein ve Ingiliz memurunun fikirleri birbirine ya­ kın olduğunu göstermektedir. Hindli murahhasın kişisel hi­ lâfeti nefy ederek, hilâfet-i akvama kail olması da ciddi bir tetkik eseri olmayıp zamanımızda moda otan demokrasi nazariyelerinir sathî surette taklîdir>den ibarettir. Halbuki


HİLÂFET VE KEMALİZM

77

“ Rabbin meiaktare: Ban yaryüzünda bir halifa yapaca* ğım , dadı vakit" (Bakara: 30) ayet-i kerîmesinde işaret buyurulduğu üzere, farz üzerine hakim olan benî beşer hilâ­ feti, yani mutlak surette hilâfet-i nev'Iyye-i insaniyeyi geçtekten sonra hükümet-i akvam gibi teşkilâtı temsil eden hi­ lâfet hep kişisel hilâfete racidir. Çünkü hükümetlerde pa­ dişah veya reisicumhur gibi her ne ad ile olursa olsun mut­ laka bir baş bulunur. Hükümet bir meclisten ibaret olsa bi­ le bu meclise İçlerinden riyaset eder. Ondan da kat’ı na­ zarla meclis hûkümetferi ^ n e hûkûmet-i akvam değildir. Belki hükümet-i efraddır. Her ne ise Ingilizler gibi. İngiliz memur olduğu sanılan İnayatullah Han'ın da müslûmaniıktaki hilâfet fikrine taraftar olduğu görülüyor. Şimdi bu mü­ nasebetle başka bir mesele-i mûhimmeye sözü akta­ rıyorum:

LO Z A N VE IN G İLİZLER

Kemalcilerin hilâfeti ve Osmanh Devleti’ni fedâ ede­ rek büyük devletlerden, harb-i umumî mütarekesinin son senelerinde Türklere en ziyade muarız görünen İr>gilterenin "L o z a n " kongresinde desteğini kazanmak üzere da­ ha evvelden gizli bir pazarlık yapmış olmalan hakkında ben­ de bir kanaat vardır ki... İzmir'i, Edirne'yi Türkiye'ye iade ve ecnebi imtiyazlarını ilga hususunda Anadolu'da Yunan ordusunu bazmakla büyük devletlere karşı umumî harbteki mağlubiyetimizi de galibiyete dönüştürmesi pek ziyade uzak olan Kemaici hamasetten ziyade... lehinde bir davanak olması lâzım gelen bu büyük hiyaneti keşf etmek için ince bir iteri görüşe lüzum yoktur. Hatta bu gizli pazarlığın bazı diplomasi ifadelerinden sızan ifşaat ve itiraflarına bile tesadüf edilir.


78

HlLÂFET-l MUAZZAMA-! ISl-ÂMİYE

Lozan Kongresi son bularak murahhaslann ınemle ketlerine avdetini müteakip Avam Kamarasında bu mese­ le mevzu-bahs olduğu zaman mebuslardan biri: “ lr>giliz tarihinde l>6yle bir inhizam siyaseti geçmemiştir. Tü rk 1er, harbtc Ingllizlere galip gelselerdi bundan fazla m ü­ saadelere mazhar olamazlardı.** diyerek konferans kararlauını İnalız menfaati hesabına tenkit etmişti. Hariciye müsteşarı 3u itiraza kısaca şu cevabı verdi: " B u mesele­ yi kadım Tü rk Devleti ile şimdiki Tü rk Devleti arasın­ daki farka dikkatle muhakeme ediniz. Şimdi o millî bir devlettir.*' Bu muhtasar cevabın manası derindir. Ve o de­ rin mananın kısaca ifadesi de şimdiki Türk Devletı’nin bir İslam Devleti olmadığını, yani İslam hilâfetini haiz olmak­ tan sarf-ı n.izar ettiğindendir. İngılterinin en büyük kazan­ cı işte bu noktadadır, demek isteniliyor. Yoksa Türkiye miHI devlet olmakla İngiltere'nin Harbn Umumideki galibiyet hak­ kından feragat etmesi ve harbten evvelki vaziyetir>e nisbetle biraz da Üste vermesi lazım gelmez. Lozan sulbünün, hakikaten araştırma ve düşünüp ta­ şınmalara muhtaç esrarı vardır. Bu esrar perdelerim yalnız selamet-i muhakeme ile, yalnız mantık kuvvetiyle parçala­ yıp maverasına nüfuz etmek mümkün iken Kaziyye olarak akl-i selim sahibleri ve hakikat takipçileri için, bu muam­ manın halline yardım edecek delil ve emareler ve itiraflara da sahip olmak güç bir şey değildir. Büyük devletler tara­ fından "Sevr** muahedesinde yerin dibine geçirilen Türk­ iye'nin Lozen muahedesi ile birden bire şahikalara çıkma­ sı. mağlup iken galibiyet semalarında takla atması, asırlar­ dan beri süren kapitülasyonları üzerinden kaldınp atması sihir midir, keramet midir, yeni Türk peygamberinin bir mu­ cizesi midir'M Mustaf.ı Kemal ordusunun Yurtan ordusunu Anado­ lu'da mağlup etmesi Kamelıstlerce ne kadar büyütülse yi­ ne bu zaferin, (Lozan) kazancına nlsbetje bacağı çok kısa kalıyor. (Sakarya) kenanndan başlayıp İzmir sahilinde ni­ hayet bulan bu muzafferiyetin tesiri (Atina) üzerinde his-


HİLÂFET VE KEMALİZM

79

solunması yine çok fazla ve çok uzak ihtimal iken bu zafe­ rin İtalyayı. Fransayı. Büyük Britanya adasından İngilizleri korkutması, yumuşatması. Ankara kuvveti Önünde baş eğ­ dirmesi sayesinde müyesser olmuştur? Harb-i Umumî arkadaşları olan Bulgar, Avusturya-Macaristan ve Alman­ ya devletleri ile birlikte Türk'ü de mağlup ederek, yine Mus­ tafa Kemal ve arkadaşlarının kumanda ettiği ordulara istinad eden Türkiye hükümeti. (Mondros) mütarekesi ile emana düşüren ve Boğazlanaçtinpistanbul'a kadar giren İngilızier, Fransıztar. İtalyanlar nasıl oluyor da yalnız başına ka­ lan Türk'ün son hamlesi önünde hepsi birden aczim izhar etmeye ve üstünlüğünü teslim ederek çekilip gitmeye mec­ buriyet hissediyorlar? Lozan masasının başında, neticele­ nen bir harbin silâh arkadaşlığı vazifesini ifa etmiş bir mil­ letin mümessili ve şahsen sevdikleri Venizelos’u susturup Türk murahhasına üst perdeden söz söylemek ve istekle­ rini sıralamak fırsat ve selâhiyetini veriyorlar? Dostlarına düşmanlık, düşmanlarına dostluk mükâfatı tevdi eder gibi bir vaziyet alıyorlar?) İngiliz ve Fransız siyaseti ne kadar vefasız olsa da bu mertebe gafil ve kendi menfaatlerini bu derece gayr-i müdrik olamazdı. Yok yok gaflet ve hama­ kat. İngiliz ve Fransız hariciye nazırlarının ağzını, dili sağır İsmet (Paşa)nın Lozan Meclisinde sebebsiz bağladığına zahib olanlardır. İ’tilâf Devletleri, Kral Kostantin’e temayül göstererek Venizetos’tan yüz çevirdiği için Yunan milleti­ ne ne kadar gücenmiş olsalar, yine Umumî Harbte Alman­ ya ile birleşerek ve Boğazları kapatarak harbin uzamasına sebeb ve kendilerine büyük engel olan Türk milleti ile on­ ları bu vaziyete sokan İttihat ve Terakki'ye ve İttihat ve Terakki'nin istihalesi halinde bulunan Kemalistlere hiddet­ lerinden fazla hiddet edememeleri iktiza eder. Özellikle İtilâf taraftan olarak Yunan Milleti’nin, kadrini bilmediğine kız­ dıkları Venizelos’a Lozan'da kendileri de bir tekme vura­ cak değillerdi ya! Zamanın ahengine sesini uydurarak " Y a ­ şasın Mustafa Kemal Paşa!" diye bağırmakla haili müm­ kün olmayan bu muammaları aklı başında kalan her Türk-


80 HİLÂFET İ m u a z z a m a ! ISlAMtYE 'ûn ve TurViye ile alâkadâr olan her mûslümanın d û ^ n mesi ve bu sorulan kendi kendine somtası lazım gelir. Halbuk bu sözler, her kerameti ker>dilerine isnat eder­ ken şımardıkça şımaran Kemalistter tarafından, kâfi de­ r e c e k ifşa »dilmiştir. Bu şımanklık vesikalarından bir kıs­ mını tetkik etmekte olduğumuz konulann aydınlanmasına medar ölmek üzere bu makamda ayağıda zikr ve irad ediyoruz: "Y e n i 1 ûrkiye ve Alem'* başlımı ve A ^a ogiu Ahm et İmzasıyla 524 numaralı *‘MİIIiyet"te yazılan baş makale­ den: (30/7/1 !)2T). "Biz Asyaloto-teoKiaıik. magtup, esir bir devletten, beş sene İçinde Avrupai, halkçı, demokratik, galip hür ve müs­ takil bir devlet çıkardık! Bu hayır-bahş Herkûl ameliyesi na­ sıl yapıldı? Uzaktan ve yakından bakanlann aynı derece­ de gözlen kamaşıyor rıkıllan şayıyor. başları dönüyor!" "V e gerdekte, Lozan sulhnamesinin yeni Türkiye'ye temin etmiş o'duğu istiklâl ve beyne'l-milâl. bu Türkiye'nin tahakkuk ettirmiş okluğu mucizelerdeo birisi değil midir?" "Unutmamalıdır ki Kapitülasyonlar rejimi ta Fatih za­ manından beıi devam ettiği gibi. Lozan kongresine kadar vaki olan hiç t^r beyne'l-milel konferansta da Türk murah­ hasları Avrupa murahhasları ile müsavi telakki edilerek ma­ sa başına otummuş değildiler. Devletin kuvvetli zamanlannda dahi Türk mura ıhaslan Asyai bir devletin murahhas­ ları muameles ne m; ju z kalmışlar ve ikinci derecede öne­ mi haiz olmuşlar. Tarihie ilk defa Lozan Konferansırnladır ki Türk murahhasir.rı Avrupa mümessilleri ile müsavi ola­ rak masa başına otur ryodar ve işte bu masa üzerindedir ki. Fatih zamaitından beri devam eden o menhus kapitü­ lasyon zincirlerini milletin ve devletin boynundan alıp par­ çalıyorlar!" "V e buna *‘ûrk ne zaman muvaffak oluyor, biliyor mu­ sunuz? "H asta A dam "ın ölüm hükmü verildiği günün ferdâsında mağlup Türkiye'nin her tarafı istilâya uğradığı bü­ tün zinde cihaz an elinden alındığı, hükümeti, hükümdarı düşmanlarla birleşerek kendisine hıyanet eylediği devrin nihayetinde!.."


HİLÂFET VE KEMALİZM

81

Yağma yok Ağaoğlu Ahm et adtndaki kör dalkavuk!' Herkesi de kendin gibi kör mO zannediyorsun? Düşmanlar­ la biıieşerek Türkiye'ye hiyanet eden hükümet ve hükümdAnn bu hryaneti menfaatleri hesabına irtikap ettiği Ingllizler, Fransız ve halyanlar da kendilerine bu derece hizmet eden dostlarını düşmanlarına çiğneterek İstanbul'dan kaç­ maya mecbur olacak derecde aciz ve Lozandaki son hü­ küm mevkiini muhafaza ederken de yine hep dostlarına rağmen düşmanlarını muzaffer çıkaracak derecede hesa­ bını ve pusulasını şaşırmış olabHir mi? Makaleden nakle devam edelim: "B u hadise yeni Türkiye'nin tahakkuk ettirmeye mu­ vaffak olduğu mucizelerden, efsanelerden en mühimmi, en anlaşılmayanı değil midir? Unutmamalıdır ki Umumi Harb esnasında İtilâf Devletleri, yani Fransa, Ingiltere, İtalya ve bütün müttefikleri Türkiye'^ kendi aleyhlerinde olarak gör­ meyi KapHûlasyonlann ilgasına tercih etmişlerdi. Türkiye'­ nin müttefikleri bulunan İtalya, Avusturya, Macaristan ve Bulgaristan ise ittihat ve ittifaka rağmen, Kapilütasyonlann ilgasını düşmanlar ile beraber onlar kadar şiddetli içe­ rikli bir lisanla protesto etmişlerdi. O derecede dost ve düş­ man devletdler kapitülasyonlara kıymet ve ehemmiyet vertyortardıl" "işte bu dost ve düşman devletlerdir ki, bu defa yine mOttehiden ve müttefikan aynı kapitülasyonları bütün te­ ferruatı ile beraber lağv etmeye mecbur kalıyorlar.!" Acaba neden mecbur kalıyorlar? Herb-i Umumîdeki dost düşman, yani galip ve mağlup devletlerin hepsi bir­ den yeni Türkiye'nin önünde neye mağlup ve mecbur ka­ lıyorlar? "Mağrur Lord Gürzan'un İlk kere olarak eğilmek ve testim-i nefs mecburiyetini hissediyort" Neden, acaba neden? Galip Ingiliz murahhası, mağ­ lup Türkiye murahhasının önünde bedavaya eğildi mİ? Bu eğilme her halde Türkiye ricalinin Gazi Hazretlerine (t) arz-ı tazimat mahiyetide olmamaktır.l" F .5


8:î

HtLÂFET-I MUAZZAMA-! İSLÂMİYE

"V e .(imin önOndel DOnkû bir m a^ûbun Sevr'de ha­ yatına nihayet verilmiş ve tedfin merasimi icra edilmiş bir ölü önümle!" Lord G ürzon’un karşUıklı razı okiş hali, bu ölünün top­ rağına hû'meten vuku bulmuş olmasın!?" "B ü t( n bir an'anaye, bütün bir zihniyete, bütün bir be­ şeriyete karşı icra edilen bu ameliyeyi yapanlar yeni Türki­ ye'yi vücu la getiren aynı rühberterdir: Yani Gazi ve İsn>et Paşa ve arkadaşları!.." Ha ha! Aiaşıldı: Kocaman devletlerin eğilmesi Musta­ fa Kemal'in mavi, İsmet'in kara gözlerine karşı olmuş? "Asırkırdan beri devam eden kapitülasyon zincirleri parçalanıp atılıyor. Ve Türk devletini Avrupa Devletleri ile müsavi ve nem-hukuk olduğu esası resmen bütün devlet­ ler tarafmdam kabul ve tasdik oluyor. Yalnız dört sene ev­ vel bunun tıöyle olacağını birisi çıkıp da iddia etmiş olsay­ dı. drvanelIK değilse- hiç olmazsa hülyaperestUkle t a ^ edi­ lirdi? Fakat işte bugün bu. muazzam ve tarihî bir hakikat ve bir vak'adır!" "Dahi lehberlerin ÖrKİerlikleri ile bu vak'ayı tahakkuk ettirmeye muvaffak olan Türk milleti için diğer ve nisbeten daha pürüzsüz ve daha az karışık olan sahalarda da aynı derecede muvaffakiyetler ihrazı hiç de uzak sayılmamalı­ dır. Zira yapılan ameliye- mahiyeti itibariyle bir değildi. Ve muhtelif teferruatı arasında sıkı bir alâka ve ahenk mev­ cuttur. Lozan sulh-namesinin esaslarını telkin eden ruh ne idiyse, şahsî saltanatın ve hilâfetin ilgası. Cumhuriyetin te'sîsmi, medenî kanunun kabulünü ve sonunda bütün yapıl­ mış ve yapılmakta bulunan değişikliklerin icrasını ilham eden de o d ırl" "E n kuvvetli olduğu zamanlarda kapitüiasyoniarı ka­ bul eden bir devletin en zayrf gözüktüğü bir zamanda aynı kapitülasyonian her-çi-bad-a-bad (ne olursa olsun) kaklırmaya kalkışabilmesi için bu devletin maddî ve manevî bürv yesınde müh m ve derin değişikliklerin vaki olması lazım değil midir?"


HİLÂFET VE KEMAlJZM

83

İşte Ankara cephesinde mühim bir mevkii haiz olan bir adamın imzasıyla ve tam itina ile **Mitliyet*' gazetesinde neşr olunan ve yeni Türkiye hükümeti kurucularının medhini hedef alan bu makale kadar onları itham edecek partak bir itiraf vesikasını insan arasa bulamaz. Makalenin bütün belâ^tıyta yeni Türkiye hesabına öğündüğü ve hay­ retler celb etmeye çalıştığı noktaya, ey okuyucu, sen de parmağını iyice bas! İngilizler, Fransızlar, Italyanlar gibi Harb*ı Um um fde Türklere ve müttefiklerine galip gelen on güçlü devletlerin, savaştan sonra sulh masasının başında idama mahkum bir mağlup sıfatıyla karşılaştıkları Türklere en kuvvetli devirlerinde ve hatta galip geldiği muharebeler neticesinde bie edilegeldikleri müsaadeleri ibraz etmeleri için İşın içinde bam-başka bir sebeb bulunmak ve gayet esrar-ertgiz bir manevra çevrilmiş olmak lâzım geldiği gi­ bi. bu mar>evrada Türkler kazanmış ve müsaedatı ibraz eden büyük devletler kaybetmiş olmak ihtimali de yoktur. Çünkü Türklere karşı harp meydanında kazanarak İstan­ bul'a kadar giren bu devletler, sulh-masasımn başında akıl­ larını ve menfaatlerini kaybetmiş olamazlar. Yunan ordu­ sunun Anadolu'dan çekilmeye mecbur olnuısına müsavatta kalmak manasından fazla bir mana atf ederek Türkiye'nin Yunan'a galip geldiğini kabul etsek bile, hassaten Yuna­ nistan'a nisbetle kazanılan bu galebenin mükâfatını aslın­ dan, çok büyük bir faizle, Türkiye'ye karşı galibiyetleri s6z götürmeyen diğer bütün devletlerin de ödemeye mecburi­ yet duymaları hiç bir akıl ve mantığa ve siyaset ve menfa­ at mikyasına sığmaz. Büyük devletler Lozan muahedesinde Türkiye'ye ver­ dikleri bol b d müsaedata mukabil elbette verdiklerinden daha mühim olarak acaba Türkiye’den ne aldılar? Hakika­ ten, galibin mağluba vermesi ve verdiğinden çok fazlasını alması gayr-ı kabil olduğu cihetle galip devletlerin bu an­ laşmada mutlaka Türkiye'den çok büyük şeyler almak ol­ duğuna hükm edilmek lazım gelmez mi? Özellikle Türki­ ye'ye açıktan verilen menfaatler karşılığında onlardan alı» nan ş e h r in gizli tutulması tavizlerin önemini kat kat arüırmakta ve akıl ve mantığı cidden meraka düşürmektedir.


84

HİLÂFET I MUAZZAMA-IÎSLÂMİYE

İşte bt bûyOk muammayı zaman çözmüştür. Ve sufet4 halle nazajan. oefçekle meselenin işin j i ^ i tutı> lacak ka3a~ mûnim olduğu tahakkuk etmektedir. & İh ü n aKtınben b TO t sonra Türkiye'ye allı yüz seöeiik hilâfetle, bin şenelik İsiftmiyetin ilga olunmasindan ve şimdiye kadar yefy ü 2ûf^>rkutuplan (tefecesTnde hiç b ir t ^ lf in eti yetişemiyen Feiam haremterinin na-fnahremlefe açılmasından anlaşıtfyof <i yeni Türkiye hükümeti, umumî harbte yenik diiflî devieBenn ^ û n e k ^ i devtetinin ve mtlietınin muka<F desatmı atarak yani en zalim galiplere en sefil majlûblanrv yerebileceği şeyleri vererek; milletlerin, vatanlannı ve mevcudiyetlerini tehlikeye koyan muharebelere kadar girişmeyi göze alırken son gaye olarak muhafazasını dûşOndükleri mar evî varlıklarından Türk milleti hesabına feragat ederek milk tin Umumi Harb'e iştirakinin tazminatını ödemiş ve Türk'ün mazisine ve müstakbeline alçaklık verecek olan bu yüz karasını kapatarak işin içinden yüz akıyla (f) çıkmış göünmek üzere devletlerden biraz da üste almışl! Şimdi c ikkat ettiniz mi? Ankara murahhası fsmet'in Lo­ zan sulh kongresinde büyük devletlerin murahhastanna ka­ fa tutar ve a eme çalım satarcasma takıryjığı vaziyetle Mus­ tafa Kemal den aldığı talimat mucibince sulh alış verişin­ de oynadığı role ve gösterdiği marifet ve maharete!.. Koca kahramanlar, bir taraftan hilâfet hükümetini ve b iz z a tT O feyi inglllzlere satılmış göstermekte lekelemeye çalışırken asıl kefKjileri devledin hilafetini, İslam kanunlannı, milletin dinini ve~TİT!hini Ingıliztere. Fransızlara ve Italyanlara sau mışlar. Merrıieket satmak iftirasına kıyas kabul etmeye bir hakikat olm ak üzere kendileri memleketin ruhunu ve na-, muşunu satmışlar. E v satmakla evin haremindeki namu­ su satmakta t hangisi daha ağır bir â lç ^ık tır? özellikle lîfe ve hükümet hakkırKİa, memalıkini Ingâiziefe sattılar, di­ yerek M. Kemal şirketinin yaptığı hokkabaz yaygaralan akıl ve mantığın kabul edemeyeceği ve hilâfetin sübûtuna şahit olduğu bir müfteri efsanesi mahiyetinde bulunduğuria nazaran bu müfteriler memleketin namusu ile beraber milletin akıl ve mantığını da yok bahasına satmışlar-


HİLÂFET VE KEMALİZM

85

dır^ öyle olmasa para İle satın aldıkları Türkiye'den IngitizÜ r i hangi kuvvet çıkarabilirdi? İki paralık Mustafa Kemal kuvvetin baskısına boyun eğerek Ingilizlerin. Fransızların ve sair devletlerin İstariburdan çekilip gitmelerini ancak Kemalıstlerin idam ettiği Türk aklı kabul edebilir. Kemalıstlerden biraz para ile daha ziyade zorla aldıkları Musul'da ba­ kınız ingillzler nasıl yerleşmiş oturuyorlar! Denizlerin ha­ kimi olan Ingiliz'in elinden iç karadaki Musul'u kurtaramaya kadir olamayan Kemalist kuvveti, açık boğazların biti* şiğirıde bulunan İstanbul'u nasıl kurtarabilirdi? Acaba İn* gılizler İstanbul'u bırakıp giderken onu kendilerine satan adamlardan paralarını geri almaya da vakit bulamamışlar mıdır? Bu sıralarda baş-bayi Halîfe Vahüdüddin de hazır Türkiye dışında bulunduğuna nazaran Ingılızler, paraları* nın karşılığında rehine olarak kendisini niçin zabt ve tevkif etmediler? Diğer ItılAfcı bayi ler de İstanbul ve Türkiye kıy­ metindeki Ingiliz liraları cebienr>de bulur>duğu halde itti* hat ve Terakki firarileri gibi Avrupa'nın lüks şehirlerinde ve mükellef otellerinde safa sürmeyi bırakıp da Arabistan çöllerinde ve Balkan kayalıklarında oturmak-istemeyi ne­ den tercih ettiler? Har^gı tarafa bakılsa sokak politikacıları­ nın süprüntü propagarKlalanrKlan ibaret olduğu görülen if­ tira tozu dumanı arasında dinini, namusunu pazara çıkar­ dıkları Türk milletinin memleketini salmak efsaneleri ile de akılları üzerlerine heva oyunu oynayan hokkabazarın oyunlannm mahiyeti Türkiye'de ve İslam Aleminde tamamen an­ laşıldıktan sonra halâ bu oyunu ara sıra tekrar etmekten utanmayan kalemi ve vicdanı nasırlaşmış yazarlar Türki­ ye'de bulunduğu gibi Türk milletinin aklı üzerinde oynanan bu hava oyunlarının Türkiye dışındaki komisyoncu şube­ leri de gazete adı verdikleri kepazelik yaftaları ile daima bu hava ve iftira oyununu tekrar ederek mültecilerin arka­ sından **Vatanlarmı Satanlar" diyerek ûrürler. Türkiye'­ deki müfteriler darağaçlannın sayesinde yüzlerine tüküren bulunmayacağından emin olarak maskaraca oyunlarına de­ vam edebildikleri halde hariçteki maskaralık şubelerinin ha-


86 HÎLÂFET-IMUAZZAMA-I tSLÂMlYE yasızhkta 'güvendikleri dayanak noktalan. Türk miHetınin akİl ile istilua edilebileceği veyahut Türk milletinde adata ai­ data akıl bırakmadıktan hakkında kanaat tammelendır. Onun için Türk milletine bu adamlann yaptığı sürekli ha­ kareti hiç <imse hiç bir millete yapmamıştır ve hiç bir mûlletin aklı 1e oynanılmak hakaretine Türk milleti kadar ta­ hammül ettiği görülmemiştir. SelAnlk'İ kâbe-i hürriyet itti­ haz eden Jö n -Tü rk le rin Türk aklı üzerir)e oynadığı büyük hava oyun an, Bosna-Hersek'e kadar uzanan Osmanlı Rumelinin Türkiye hesabına başını yedikten sonra da bugün halâ o zamanın Selanik'te ve Manastır'da çıkan "S ila h " ve "Sür>g';)" gazetelehnin demdarlığım yapmak ve hatı­ ratını ihya etmek üzere Batı Trakya'da kalan bir avuç R u­ meli Türklı'nün aklını şaşırmak vazifesi He mükeHef bir Ke­ malist gazetesinin yine o meş'um hava oyunlarına devam ettiği ve eıki baykuş nameleri ile tarihin tekerrürüne ter­ cüman old jğu ibret gözü önünde görülmekte ve milletten de eskisi gibi yine bir ses işitilmemektedir. Eski baykuş dö­ küntüsü de aynı gayeye vasıl oluncaya kadar habis r>efesler sarf etmektedir. Muhaliflere isnat ve iftira edilen vatan satmak cürmû ile Türk mıHetının namusunu ve dinini satmaktan ibaret ola­ rak Mustafıı Kemal ve arkadaşları tarafından bil-fiH işlef>en cinayet araıonda bazı Kemaltsöehn iddiasırta nazaran şöyle bir fark varc ır ki güya büyük dahinin Türkiye'de yaptığı din­ siz hareketler ve mûnfıklıkiar Avrupa devletlerini aldatmak için siyasetim icrası lazım gelen muvakkat şeylermiş. Hat­ ta Lozan muahedesindeki müsaedat-ı düvelryenın iç yüzü­ ne dair benim burada yazdığım şeyleri de belki bu tür Kemalistler keıdi fikirlerinin ve iddialarının te’yîdi mahiyetin­ de telâkki ederler. Buna inanan mûslümanlara gelince, on­ ların bunu üşenmeden muhakeme edecek aklı olmadıktan başka Avruı^ılart aüdatma meselesinin aslı çıkmaz da bu­ na intizar erlerken bir gün kendilerinin canı çıkarsa Avrupada bu artımlann, kaybedilmiş olacak hakiki bir din ve imanı da yoKtur. Çünkü dinleri her tahrib darbesine müsa-


HİLÂFET VE KEMALİZM

87

a olan... adamların mûslûmantıkiarının aslı olmadığına hûkm edilmek daha doğru olur. Avrupalıltarı aldatmak teranesiyle, aldanmaya talip müslümanları aldatmak dinsiz Kemalistler için hakikaten hoş bir eğlencedir. Demek ki Türkler hilâfeti ilga etmişler Muvakkaten, yani AvrupalIları aldatmak için, şer’I kanun lan ilga ederek İsviçre Kanununu almışlar Muvakkaten şapka giymişler: Muvakkaten, camileri yıkıyorlar: Muvak katen, yani AvrupalIları aldatmak İçin kızlarını Hristiyanla ra tezviç edecekler: Muvakkaten, yani AvrupalIları aldat mak İçin, yan çıplak bir halde kanlarını na-mahrem erkek lerin koHan arasında oynatıyorlar: Muvakkaten, o Avrupa Ulan aldatmak için!!.. Va*d ettiğimiz vesikaJan nakle devam edelim: 29 Temmuz 1927 Tarihli “ MIHiyet" gazetesinin "T ü rk Mİlletl'nln İstihkakı" başlıklı başmakalesinden: (Siirt Mebusu Mahmul (x). sayı: 523) "L o za n sulbünün senedi devriyesi münasebetiyle İsmet Paşa Hazretleri'nin yaptıkları beyanatta bu muahe­ de ile Türkiye'nin Garp usulünde millî bir devlet olmak hak­ kını teyid ettiğini ve milletimize bugünkü vaziyeti temin eden, uzun ve çetin bir mücadeleden ibaret olduğunu izah ettikten sonra şu sözleri ilave buyurmuşlardır: (Dört seneden beri Türk Milieti’nin gelişmeleri, mille­ timizin istidat ve istihkakının Lozan gününde fark edildiğin­ den daha yüksek bulunduğunu ispat etmiştir.)" "Şüphe yok. muhterem İsmet Paşa bunları ifade eder­ ken o günlerin ızdırabırıdan, müzakereler esnasında ken­ disine tevcih edilen tarizlerden, Türk Milleti hakkında hak­ sız ve yersiz olarak yapılan iftira ve isnatlardan mülhem ol­ muştur. istilâya uğratılan topraklarını istirdat için, çiğnenen haklarını müdafaa için, tehdit altında bulunan hayatını kur­ tarmak için mücadele sahnesine dahil olan Türk Milleti, fe­ dâkârlığın mükaâfatını büyük ve kati bir zaferle görmüş­ tü. Lozan'da hayat ve haklarını beyne'l-mllel bir hüccet ile tesbit ettirmek istiyordu. Talep ettiği şeylerde mübalâğalı (I)

Sonfadan “ Soydan" aoyadmı aldı/SA BKZ. Ek; V


88

HİLÂFET-I MUAZZAMA-IISI-ÂMİYE

teiakki edilecek hiç bir madde yoktu. “ Her millet m ukad­ deratına bizzat sahip otmalıdır. Devletlerin istiklali her tür taarru;: ve müdafaalardan azade bulunm alıdır. Mil­ letler için hürriyet, müsavat ve hakk-ı hayat asildir.*’ Biz Lozan'da ^ ektiyle bu prensipieıi onaya koyan ve bunların müdAfi lıdi'fi deruhte ettiklerini s d y i^ e n l^ e karşı karşı­ ya gelmişti i. Bütün bu sözlü sözler, yalnız kitap ve rtazarıyat sahasında kalacaktı. Her halde zalim ve müstebit ol­ mayı göze .ılmadan Türk Milleti'nin istediği bu tabiî hakla­ rı red etme< çok müşkül olacaktı. Lozan'da hasım cephe­ sinde bulurıanlar hakikatin Önünde, dünyanın her tarafın­ da ilan ettikleri kendi prensiplerinin önünde tereddütsüz eğilmeli idiler Fakat böyle olmadı. Haklı taleplerimize de makavemel ettiler Açıkçası Türklere m edeni bir millet muamelesi yapmaktan çekiniyorlardı. Muarızlarımızın zahiren İstinat ettiği sebebler şunlardı: 1) Tü rk lAİlletl, askeri bir millettir. İyi harp eder, fa­ kat medeni kabiliyeti noksandır. 2) Tü rk iye 'n in idari ve siyasî usulleri İlahî kanurv lardan mülhem dir. O nun zihniyeti, asrî hayata uymaya, asri usul ve? akideleri kabule müsait değildir. 3) Tü rk iye ’de emniyetsizlik, asayişsizlik asildir. O nun İçin ecnebilerin ve gayr-i müslim azınlıkların ha­ yatını orade hususî ahkam İle teyit etnteiidir.*' Türk adliyesi, eldeki kanunlarla mutlak bir adaletin te­ minine kadir jeğiidir. Orada muayyen hususlar için beyr>e'lmilel muhtelit mahkemelerin bir tür hakkn kazası olmak la­ zımdır.” 5) Bütün bu esaslar nazarn dikkate alınınca Lozan'da bundan dört sene evvel iddia ettikleri vech ile Türk Milleti medenî hukuk ve hürriyete mazhar olabiimesi için behe­ mehal bir istihale ve istihzar devresi geçirmelidir. Yanı bir kaç sene d a ta esaret ve tahakküm altında yaşamalıdır" "Lozan rreydanının muhasım cephesir>de aleyhimizde irad edilen bu sebebleri kırmak için -İsmet Paşa'nm dediği gibi- pek çetin mücadelelere katlandık. Orada hür ve me­


HİLÂFET VE KEMALİZM

89

deni mitletiere yaraşan bir sulh akt ettik, işte dört seneden beridir ki, içtimai ve siyası sahalarda çalışıyoruz. Bugün bü­ yük bir emniyetle o vakit bize yapılan yukarıdaki isnatlar üzerinde durmak ve bunların ne kadar çür ük iddialara da­ yalı bulunduğunu göstermek mümkündür:" " T ü r k Milleti, yalnız harp sahnelerinde değil, inkı­ lâp ve medeniyet sahnelerinde de hiç bir miiietten geri kalmadığını gerçekleştirdiği ıslâhat hareketlerle isbat e tti." Türkiye Cumhuriyeti'nin kanunları, muasır milletlerin kanunlarından mülhem olarak yapılmıştır. Türkiye'de asa­ yiş ve adaletin hükümran olduğunu anlamak için yalnız bu­ rada çalışan ecnebi mütehassislerini, ecnebi sermayedar­ larını dinlemek kâfidir. Türk adiiyesinde yapılan ıslâhat ve inkılâbın yüksek derecesini halâ havsalalarına sığdıramayanlar var. İsviçre Medenî Kanununu aynen kabul ve tat­ bike başlamak suretiyle T ü rk Milleti ıslâhatta, asri ha­ yat ve medeniyete uymakta ne kadar halis ve samimi bir emel ile mütehassis olduğunu gö ste rd i." Bu vesikadan açıktan açığa anlaşılıyor ki Ankara’nın murahhası İsmet, Lozan sulh müzakeresinde Türkiye adı­ na devletlerden sağladîğrmüsaadeleri kılıcTna dayanarak sağlamamış, Türkiye’nin dini kanunlarla idare olunmasından, yani İslâmî bir hükümet olmaktan feragat edeceği hakkTnoâ devTetıere yerdiûl teminat saye^fide elde et'mTş. O zaman devletler Is m e f in bu teminatına güçlükle ina'rimışlar. Fakat şimdi İsmet: (İşte o gün verdiğim iz sözde na­ sıl durduğum uzu A vru p a ’ya göstererek vadimizi yeri­ ne getirmek hususundaki sadakatimizi isbat ettik. Tü rk­ iye’yi Müslümanlıktan çıkardık. İlâhî kanunları attık, mideniyete kabiliyetimizi onlann o günkü tahminlerine gö­ re irtanmıyacakları derecede bir sür'at ve muvaffakiyet­ le m eydana koyduk.) diye seviniyor ve iftihar ediyor, ki bizim de isbat etmek istediğimiz müddeamız budur. Müddeamızın önemine göre te'yidâtını ibraz etmeye üşenmiyeceğiz. işte bir vesika daha:


90 HILÂFET-I MUAZZAMA-IISLÂMİYE 18 Mayıs 1927 tarihli gazete3ir>e"SUrt Mab u tu M ahm ut" İmzası ve "İnkılâp T û rk iy e ti" başlığı ile yazılan başnakaleden: "2 0 . asırda yaşıyorduk. Fakat manevi hayatımız, yani terbly<) usullerimiz, kanunlarımız, adetlerimiz. adabH Ictimaiyemiz kurun-1 vustal (orta çağa ait) sim a­ sını m uhatara ediyordu. O ruh ve İdare İle hayatın bu­ günkü m ücf deielerinde -hiç olmazsa- müdafaa vaziye­ tinde bile kiılmak müşküldCt. İlahi bir hamle İle esaret bağından sıynimak lazımdı. Son İnkılâp işte bu zaruret­ ten d o ğ d u .' "Umum* Harbten sonra eski reisicumhur Amerikalı Prof. Vllson Jlyor ki: "(Dünyada reşid milletler vardır. Gayrn reştd milletler vardır. Gayr-i reşid milletler idare usullerinde münhasıran dinî esaslard ın ahkâm çıkaran milletlerdir. Reşit milletler, bu bağlardar kendilerim kurtaramazlar. Bu dünyada amlriyet ve hakimiyet behemehal reşid milletlere Özgü olmalı­ dır. Bununla beraber gayr-l reşit milletler kendi başlarına bırakılamazisr. Çünkü dayar>dıklan hükümler güçsüzdür. Kendilerini kkıre edemezler. Uluslararası ihtilâflara yol açar­ lar. Kuvvetli devletlerin hırslannı çekerler. Onun için gayrn reşid milletleri reşid milletlerin mandasına tevdi etmelidir.) "Mantıkî safsatalar çoğunlukla en kuvvetti hakikatle­ re bile galip geliyor: Vllson'un bu mantığı, Um um i Harb sülhüne bir c sas teşkil etmişti. Hakkımızda tatbik edil­ mek istenen Sevr cezası bu mantığa İstinaden hükm o lu n m u ştu ." Dinî kanınlarla idare olunan mıletlerin istiklâline mü­ dahale edilerek vesayet altına alınmak tarzında Amerika rei­ sicumhurunun Umumî Harb sonunda ortaya attığı ve dev­ letlerin kabul ottiği düsturun Türkiye’ye Sevr muahedesir>deki ağır şartU ria cezalandırmaya sebeb olması hakkındaki bu apaçık itiraf, bizim yukarıdan beri ortaya attığımız iddi­ aların en açık bir isbatıdır. Merhum Halîfe Vahidüddin'e mensup hükümetler, memleketin dinini fıdye-i necat vere(X )

Mâksleyt kaynığından araştırıp kıtabm aonuoa koyduk Bkz: Ek; VI


HİLÂFET VE KEMALİZM

91

rek devletlerin ağır sulh tekliflerinden Tûrklyeyi kurtarmak yolunu düşünmemişler. Çünkü vatanın istiklâli kaziyyesinin çok kıymetli tanınması, vatanın daşında ve toprağındaki maddî kıymetten neş'et etmeyip vatanın istiklâli sayesin­ de milletin mahfuz kalacak olan dini ve namusu gibi ma­ neviyat ve mukaddesatının kıymet ve izzetinden ileri gel­ diğine nazaran, bu mukaddesatı fedâ ederek kazanılacak istiklâlin hayvanları memnun edebilecek ve maneviyatı ile yaşayan insanlar İçin en büyük esaret sayılabilecek bir şey olduğu cihette böı^e bir şeyi teklîfe cesaret edebilmiştir. Halbuki Türkiye'nin (en kara) hükümetçileri bu pazarlığa tam manasıyla mal bulmuş Mağribî gibi sarılmışlar ve in­ sanların istiklâlinde maksadı fedâ ederek vasıtayı kurtar­ makla aldattıkları... adamlara alçaklığı marifet bahasına satmak istemişlerdir. Vesikadan satırları altına çizgi koyduğumuz ilk fıkra­ ların sonurtdakı **llahî bir hamle İle esaret bağından sıynlmak lazımdı. Son inkılâp İşte bu zaruretten d o ğ d u ." cümlelerine de dikkat ediniz. Türkiye’deki dinsizlik inkı­ lâbı bir zaruretten doğmuş!.. Bu inkılâp öyle iddia edildiği gibi milletin arzusuna tabi olmaktan, falandan değil, gâlıp devletlerin mizacına uygun hareket zorunluluğundan ileri gelmiş. Böyle yapılmasa Türkiye'nin istiklâlini kurtarmak mümkün olmayacakmış. İlahî (I) bir hamle İte.....ve esaret bağından sıyrılmışlar, Yani dinden sıyrılacaklannı devlet­ lere va'd ederek Türkiye'nin istiklâlini ve esaretten kurluluşnu temin edebilmişlerdir. Dinden ve İlahî kanunlardan sıyrılmak hareketine de "İla hî ham le" demeye utanmıyor­ lar. Dilin kemiği yok. denildiği gibi bunların yüzünde utan­ mak da olmadığından lâ-llâhî hareketlerini İlahî hareket di­ ye nitelemekte güçlük çekmiyorlar. Vay maskaralar vayt Diğer ve son vesikaya geçelim: 26 Tem m uz 1928 tarihli "M illiy e t" gazetesinin " L o ­ zan Hatıralan" (x) başlığı altında yayınlanan (Siirt Mebu­ su M ahm ud'un) baş makalesinden: (X )

Makaleyi kıtabm tonuna olduğu gibi araştmp koyduk. Bk2; Ek; VII


92 h i l â f e t i m u a z z a m a ! iSlJ^MlYE *'AnkEtra-25 Tem m uz 1927- İki gün evvel sulh müna­ sebetiyle y a z d ı n ı z makaleyi okuyan bk ecnebi dostumuz açıktan açığa bize dedi ki: (Ooğnjsu siz Lozan muahedesinin Önem ve mahiyeti­ ni olduğu (ibi okuyuculannıza açıklayamıyorsunuz. Halbuki bu muahede Türk tarihinde. Türk Milletı'nin. İçtimaî ve si­ yasî hayatı yolunda mühim bir dönüm noktasıdır. Lozan müzakerelefini fena İdare etmek yüzünden harp mey­ danlarında kazadığınız o emsalsiz zaferler hiçe m üncer olabilirdi. :.ozan muahedesi Tü rkiye için yenilik ve İn­ kılâp hareketlerinin zaferi için AvrupalIlar tarafından teyld etilmiş resmi bir hüccet oldu. Onu her sene layık ol­ duğu derecede kutlamalısınız.) **Şûph()8iz dostumuzun hakkı vardır. Millî Türkiye, m û s te ^ Yunan ordusuna karşı mukaddes bir harp açmış­ tı. Düşman cephede yalnız Yunanistan bulunmuyordu. Sevr antlaşmasır m bahş ettiği hukuk ve ımtıyazlan bir türlü fedâ edemeyon Avrupa'nın sair devletleri de -zahirde değil­ se bile, man m - Yunan ordusu Me beraber bulunuyordu. Mü­ cadelemiz kati bir zaferle neticelendikten sonra Lozan'a gittik. Buratla yalnız Yuruınistan'la olan davamızı değil, bütün Avruda ile aramızda asırlardan beri mevcut olan Ihtilâflan hsl ve tasi etmek mecburiyetirKfe kaldık. Sulh masasında, artık m üzm in bir hale gelm iş bulunan Şark meselesini *ıal ve A n ado lu'nun merkezinde doğan ye­ ni Tü rkiye cevletl ile Avrupa arasıiKİakİ yeni münase­ betleri baştfın başa tanzim etmek lazımdı. Bunun için de Lozan masalında eşit koşullar dairesinde Avrupa ile karşı karşıya oturmaktan başka çare yoktu. Halbuki Um um î Harb'ten sonraki sulhlerin düzenlenmesinde galip müt­ tefikler çok insafsız bir müzakere usulü ibda’ etmişler­ di. Tıp k ı ilk cağlarda olduğu gibi mağiublara söz hakkı verilm iyor, istedikleri şeyleri onlara sadece dikte etti­ rerek imzalatıyorlardı. İşte OsmanlI İmparatorluğunun hayatırta sorı veren ve Tü rk milletinin hiç bir sahada irv klşafına m eydan verecek kapıyı açık bırakmayan Sevr muahedesi S>altanat Türfcjyesine bu suretle kabul etti­ rilmiştir. Türtierin azmi bütön bu usulleri söküp attı. Lo­ zan muahedesi büsbütün başka esaslara dayandınidı."


HİLÂFET VE KEMALİZM

93

Demek ki Sevr Andlaşması saltanat ve hilâfet hükü­ metine Avrupa devietlerinin insafsızcasına zorlaması sa­ yesinde kabul ettirilmiş, saltanat ve hilâfet hükümetinin Ingilizler tarafından satın alındığını iddia ediyordular ya! Cebr ile bey ve şira bir arada içtima' eder mi? Yoksa siz yalan söylemeye ve iftira etmeye utanmaz mısınız? Gak. kendi ifadenizle yatanınızı tutmak ve iftiralannızı yüzünüze vur­ mak ne kadar kolay oluyor. Makalede bir yabancı dost dilinden yazarın naki ettiği şu cümleler de dikkate şayan ve düşündürücüdür: "Lozan müzakerelerini fena idare etmek yüzünden harp meydanlarında kazandığımız o emsalsiz zaferler hi­ çe müncer olabilirdi. Lozan muahedesi Türkiye için yeni­ lik ve inkılâp hareketlerinin zaferi için AvrupalIlar tarafından teyid edilmiş resmî bir hüccet oldu." 8u cûmielerin'en kuvvetli manası şudur: "H a rp meydanlannda kazandığınız o emsalsiz zaferler" diyerek bü­ yütmeye çalıştığınız şeyler Avrupa devletlerinin nazarında (bir) hiçtir. Siz Lozan muahedesindeki mûsaedatı büyük d e r t le r e va'd ettiğiniz yenilik ve inkılâp hareketleri saye­ sinde temin ettiniz. Yenilik ve inkılâbınıza dair Lozan’da ya­ pılan ve devletlerin de işine gelen pazarlık, gerek Türkiye için ve gerek yenilik ve inkdâp hareketlerinin Türkiye'de za­ feri için AvrupalIlar tarafından te’yid edilmiş iki taraftı bir senet mahiyetini haizdir. Bu senet icabınca siz Türkiye'de va'd ettiğiniz yenilik ve inkılâp hareketlerini icra edeceksi­ niz. Devletler de o hareketlerde size müzaheret edecek­ lerdir. Demek Türkiye'nin lâ-dini teceddüt hareketleri dev­ letlerce o kadar lüzumlu kİ hem bunun karşılığında devlet­ ler Türkiye'ye Lozan muahedesindeki müsaadeleri bahş ediyorlar, hem de teceddüt hareketlerinin İcrasında Anka­ ra hükümetine kendileri de yardım edecekler. T a ki teced­ düt ve inkılâp hareketleri Türkiye'de muzaffer olsun, müşkılât ve engeller yüzür>den akamete mahkûm olmasın! AvrupalIların Türkiye teceddüt ve inkılâbına birinci yar­ dımları yeni Türkiye rehberlerine inkılâp hareketlerinden do­


94

HlLÂFET-1 MUAZ21AMA-IİSLÂMİYE

layı dahilde muanz ve mu'tenzter zuhur ettikçe inkılApçtlann: “ Biz hu sayede devletlerle şerefli bir sulh akdine muvaffak c>lduk. Bu sayede Tü rk iye 'yi ecr>ebt kapltülasyontann lan kurtardık." diyebtlmelehrKfodtr. D i ^ mu­ zaheretleri de Avrupa matbuat ve muhaberatının Türkiye inkılâbının kı>nusu geçtikçe daima burum lehinde idare-i ke­ lam etmeleri. Mustafa Kemal'in ve hükümet adamlanmn medih ve menkıbelerini teşhir etmekten geri durmamaları gdstermekt(<dir. Vesika>a avdet ediyoruz: "Lozan mücadelesinde İsmet Paşa'nın sökmek İçin en fazla uğraştı^ cephe, kapitülasyon belâsı kH. Devletler ara­ zi. nakdî meselelerden ziyade kapitülasyonların ilgâsı me­ selesinden sinirleniyorlardı. Onlar esasa muvafakat etmek­ le beraber yeni Türkiye'nin tasavvur ettiği ıslâhatı tahak­ kuk ettirinceye kadar bir intikal devresi daha geçirmek lü­ zumunu ilen sürüyorlardı. Bu nokta etrafında bütün dev­ letlerin murthhasları ittifak etmişlerdi..." Demek lû devletler Lozan müzakeresi esnasında Türk­ iye murahha )lan tarafından va'd edilen la-dinf teceddüt ve inkılâp İslâhatının kuvveden tele çıkacağıruı inannmıyortarmış. kapıtülasyonlann ilgasını inkılâp va’dinin tahakkukurv dan sonraya tehir etmek islemişler. “ Bunlann hepsine ilmi ve amelî r>okta-i nazardan ma­ kul cevap vermekten İsmet Paşa gen kalmadı. En niha­ yet. Türkiye D.M. Meclısi'nın ve reisinin son kararı budur. diyerek görücünde ısrarlı bulunduğunu ilave etti " “ Müdafiia ettiğimiz netice sağlanmıştı. B u, A vru ­ pa'nın göbeğinde kazanılmış büyük bir zaferdi. Konfe­ rans esnasır da ıslâhat hareketlertrufe sam im î olduğu­ m uzu, n>emleketl muasır kunanlaıia idare edeceğimi­ zi, ecne biler) ve onlann hukukuna karsı hayır-hah ola­ cağımızı söyleyen baş-m urahhasim iz İsmet Paşa, bu­ gün bir hüküTiet reisi sıfatıyla verdiği sözü tutuyor. Ar­ tık kanunlanınıza dini bir mahiyet atf edilemez. Artık ha­ kimlerimizin ;ü rü k esaslardan ilham almış olduğu söy­ lenemez. A rlık Tü rk iye 'n in kanunları azınlık ve yaban­ cıların hukukunu yeteri derecede sağlayam ıyor, deni­ lem ez."


HİLÂFET VE KEMALİZM

95

İşte açıkça görülüyor ki Lozan mücadelesinde Hoca Nasreddin Efendl'nin yorgam gibi kavga, Türkiye'nin dini üzerinde olmuş, asıl pazarlık bunun üzerinde cereyan et* miş. Şimdi artık dini kanunlarını terk eden Türkiye'nin din­ sizliğine Avrupa'nın bir diyeceği kalmamış. Türkiye dinden çıkarsa, orada azınlıkların, yani gayr-İ müslim milletlerin hu­ kuku daha iyi sağlanırmış! Devletlerin evvelce Türkiye'de cari olan İslam kanun­ larına bu derece düşman olmaları dinî husumetten mi neş'et ediyordu? Yoksa İslam kanunlarına dayanan bir hükü­ met idaresi altında Hristiyanlann ve gayrn müslim azınlıklann zulme maruz kalacağı mülahazasırKİan mı neş’et edi­ yordu? Ikir>d ihtimal daha makul gibi göründüğüne rağmen gerçeğe uygun değildir. Çünkü Meclis-İ Mebusan'ında tek bir Hhstiyan mebusu bulunmayan yalancı Türkiye Cumhu­ riyeti değil, parlamentosunda Dürzlleıie gayr-ı müslim me­ busları, a'yanlan, kabinesinde Hristiyan Nazırları bulunan Türkiye Meşrutî hükümetinin bile gayr-İ müslim azınlıklar hakkında İslam kanunları kadar adalet ve merhamet iddi­ asına hakkı yoktur. Lozan müzakerelerine hakim olan dev­ letler bunu bilmeyecek derecede gafil değillerdi. Ve şayet bilmiyorlarsa Türkiye idaresindeki gayr-İ müslim azınlıklann kerxfilerine sormakla anlayabilirlerdi. 10 Tem m uz hür­ riyet ilânından sonraki ilk Osmanlı Meclls-I Mebusan'ında İttihat ve Terakki hükümetinin Makedonya'da Rum­ larla Bulgariar arasında uzun bir niza' ve şikak meselesi teşkil eden Kiliselerin haksız olarak Bulgarlara verilmesini tercih suretiyle İhtilâle nihayet vermek istediği ve mesele Meclis-i Mebusan'a sevk edildiği esnada İzmir Mebusu Aristidi Paşa tarafından mecliste söylenen sözü burada hatırlatmak isterim: "Hüküm etin fetvahanesi var, Meclis-i Mebusan bu meseleyi oraya havale etsin, Fetvahane'nin vereceği rey'e biz Rumlar ra zıyız." Gayrn müsItm aztnlıklarm ve bilhassa Hristiyanlann hu­ kukunu himaye namına uzun devirlerde Osmanlı Devleli’in başına musallat olan Avrupa genel siyasetinin ve biihas-


96

HİLÂFET-I MUAZZAMA-IİSLÂMİYE

sa lr>giliz siyasetinin hakikat ve samimiyetten ne kadar uzakta kaldığını anlamak için, bugün İstanbul'da kalan gayr-i müslim azınlıktan şahit göstermeye hacet yoktur. Bik hassa o ajınlıklann çoğunluğunu haiz bulunan Rumlar, za­ lim Ankarft hükümetinin idaresi altında inlerken sabık Os­ manlI Dev eti'nin idaresinde bulundukları zamana ait tatlı hatıralann :azibesi ile mübadele tekRflerini kabul etmemek­ te musir olarak yerlerinde kalmayı ve Ankara'nın tahammûlötesi zulümlerine tahammül etmeyi tercih ettiklerini söyle­ meye de gerek yoktur. (..... ) ...Bug jn memleketleri veya ker>dileri Türkiye'den ay­ rılan komşı- Hristiyan devletlerin idaresine intikal eden Hristiyanlar brkı Osmanlı idaresinden, son Örnek olarak hepi­ mizin şahit olduğumuz Sultan Hamld idaresine rahmet okumakta \e hasret nazan ile bakmakla tereddüt etmiyor­ lar. Sultan Hamîd idaresinin medeniyet ve adil düzeni ise babasının t ayrından ziyade varisi bulunduğu İslam idare­ sinin hayırlı bakiyesini muhafaza etmekte bulunmasından ileri geliyordu. Türkiye 'nin satvetine cihan devletlerinin boyun eğdi­ ği Yavuz Sultan Selim devrinde padişahın gayr-i müslim teb'ayı istanu kabule zorlamak hakkmdaki iradesine.: "Ş e rI Şerff z lm n e t ehline böyle bir zorunluluk yü kle m e z." diyerek kamı duran Şeyhülislam Zenbilll Ali Efendİ'nin dayandığı ve Yavuz Selim gibi azametli bir padişahın, önünde aztr inden geri dönmeye mecbur olduğu İslam şe­ riatı kanunler idaresinin adaleti İle şaki Ankara hükümeti­ nin adaletini mukayeseden, İslam Dininin dostuna da düş­ manına da teeddüb etmek düşer. Lâkin Batı medeniyetinin insaf ve adalet hususunda ne derece samimiyetten an olduğuna bakınız ki Osmanlı Devleti'nin s-Tn devirleri süresince gayr-ı müslim azınlıkla­ rın himayesini dillerine dolayarak devletin başına musallat d a n Garp siyaset ve matbuatı iki paralık Ankara hüküme­ tine dalkavukluk için maziye ait bütün davalannı inkâr zil­ letine kadar düşünüyorlar.


HİLÂFET VE KEMALİZM

97

(Deyi Te lgra f) adındaki meşhur İngiliz gazetesinden naklen, 4 Teşıinisanî 1928 tarihli “ Milliyet** gazetesinde neşr edilen aşağıdaki yazıda bakınız ne deniliyor: "Yeni Türkiye*' (x) "Deyi Telgraf gazetesi son gelen nüshasında "M ü’ tarekeyi müteakip on senelik Türkiye” ünvanlı uzun bir ma­ kale neşr etmiştir. Gazetenin hususi surette İstanbul'a gön­ derdiği muhabir, makalesinde, hayret-engiz bir istihale dev­ rinden ve muzaffer Türk milletinin bütün engelleri devire­ rek tarihte emsali görülmemiş ordularla İlerlediğinden bahs etmekte ve Gazi Hazretlerinin Garbiılaşma siyasetini iza­ ha çalışmaktadır. Muhabir diyor kİ: (Tarihle iştigal eden kimseler ister Türk dostu, ister Türk düşmanı olsun, son on senelik Türkiye’deki olay ve hare­ keleri göz önüne getirince eski fikrini radikal bir surette ve bütün sür'atiyle değiştermek mecburiyetindedir. Yeni Türk­ iye bütün eski an’aneleri tamamiyle yıkmıştır. Eski çürük Türkiye imparatorluğu dehşetli bir değişim ile bam-başka yeni muazzam bir Türkiye Cumhuriyeti kurmuştur). "Muhabir Türk milIT mücadelesinin bazı tarihî sayfa­ larından bahs ederek artık Tü rkiye'd e bir azınlık mese­ lesinin kalmadiğır>dan ve Tûrklerin kendi evlerinde hakim olduklanndan Rum . Erm eni ve Yahudilerin geçmişte Tü rld ye'yl hasta adam yapan unsurları olduklanndan bahs etmektedir." Demek kİ AvrupalIlar tarafından gayr-i müslüm teb'asına karşı daima kabahatli çıkarılan eski Türkiye'nin kaba­ hati yokmuş, kabahat gayr-ı müsüm teb’ada imiş. Dinden imarvdan soyutlanan yeni Türkiye'ye hürmeten AvrupalIlar şimdi bu hakikati İtiraf ediyorlar. Bir mühim Ingiliz gazete­ sinin Türkiye'deki eski İngiliz himayesi görenleri aleyhine bu kadar açık surette dil değiştirmesi Garp siyaset ve me­ deniyetinin gerektiğinde ne derecelere düşebileceğini gös­ teren bir vesikadır.

{m) Yazının tûmö kitabm sonundadır./Bkz; EK: VIII


98

HILÂFET-I MUAZZAMA-1İSI-ÂMİYF.

İÇ V E DIŞ S A P IK LA R İngiliz erle Mustafa Kemal muvazaasmn izlennı, Lozan müzakereleri zamanına kadar tehir etmeyerek "M udanya" mütarekesinden ve Yunan'ın hezimete u^atılmastndan ev­ velki. yanı Ingilizleri Anadolu'da ortaya çıkan Kemal? kıya­ mını bastıımak üzere hem İstanbul'daki halîfe hükümeti­ ne cebr ve tazyik icra ettikleri, hem de müşkilât göstermek­ ten gen durnıadıklan zamanlarda bile bulmak mümkündür. İstanbul'un ve Halîte'nm ecnebi askeri işgali altında ser­ best hareketten mahrum vazıyeti. Anadolu’yu Hafife aley­ hine ayaklıindıran Mustafa Kem al’i mücadelede galip ge­ tirmeye sex»b oiduÇu gibi baslar>g«cır>dan itibaren üç sene suren Mustafa Kemal tıareketınm Yur>anlılara karşı yüz agartamıyarak mağlubiyetle ve Anadolu ıçırKle şehirden şehıre çekilmekle geçen bırtr>cı. ıkına ve kısmen ûçûr>cû se­ nelerinde bile, memleketin savunması namına yine bu ha­ reketten hzyır ve menfaat husulu ihtimalini hatırır>dan çı­ karmayan ve esasen Mustafa Kem al'i Anadolu'ya hususî bir vaziyet /e mahiyette gönderen Padışah’ın. hiç bir za­ man bu kıyiUTU tam vicdanı ile bastırmak meslekini istilzam etmryerek (1) İrvgıiızien savsamakla vakit geçirdiği ve Mus> tafa Kemal'le onlara oyun oynamaya çalıştığı esnada Ingılızter de a^mı adamla Pedişah'a Hilâfet Makamı'rva oyun etmek fırsatını kaçırmamışlardır. Umumî Harp neticesinde İzmir'i, ve-ktv geçici olsun İstanbul'daki Hilâfet Hukümett’nın eltndert atarak Yunanlılara veren ve sonra bunu An­ kara'nın lâik hükümetine aide eden İngilizler, kasti olarak suçlu duruma düşürdûklen Hilâfeti, bu alışveriş ıçtnde İs­ lam Alemino sızdırmadan komisyon alarak aldılar. Taac­ cüp olunur ki bir İzmir meselesi, İslam Hilâfeti'nin başını yemeye yetti de İslam’ın o muazzam Hılâfetı'ni, Türkiye ­ l i ) Mustafa lU n a l Ûzsrme latMiburdan asfcar aavkı. aaoatoc gactıÇı tvalda Yunan ordusuna karşı karvdtainm bir tş görmediği ve afcame Anadotu'nun pek çok yerlerini Yunan ordusuna harban işgal ettirerek devlete (Sevr) muahedesindeki eğe şerttann yûtieblmeeeie sebeb olduğu be za­ mana müsadiftir. Yunan ordusuna karşı hayal asan göetarmeye başla diktan sona ise Mustafa Kem al'in açıkça Hilâfet Makemı'na isyan ede­ cek derecede şimarması bile Padişah tarafından oddi bar karşılığı davet etmemtşUr. OlU.aie şayande ki Mustafa Kemal Ut utanmazcateıa telg­ rafını kendili hakkında mutayım ve mûsaid bk meslek takip etmesinden


HİLÂFET VE KEMALİZM

99

nin muazzez diyaneti gibi can damarına dokunacak iki me­ sele Ankara hükümetinin başını yemeye halâ kâfi ge­ lemiyor. Fransız tilozofo mösyö Gustave le Bon 1923'de yaz­ dığı *'Dûnyamn adenvi m uvazenesi" adlı eserinde: *‘ir>gilizlef1n Um um i Harb mütarekesinden sonra Hi­ lâfeti yıkmak sevdasına düşmelerini, 250 m ilyon müstümanın dinî bağlan ile bu büyük kemiyetin yücelttiği Hallfe'nin kuvvet ve önemini hakkıyte anlayamamış ol­ maktan doğan bir hata" olarak telâkki eder, İngilizler'ın. siyasiyatta »deaist olmadıklarını ve girişimlerinde bir en­ gele çarpar çarpmaz hatalarında ısrar etmeyerek icabına göre derhal btr ric'at çizgisine mesleğini döndürme sana­ tında yektâ olduklarını söyleyen Fransız filozofu, adı geçen eserinde Ingilizleri. bence, hakkıyla tarif etmek üzere si­ yasette idealist olduklarım ve lâkin idealist görünmemek­ teki maharetleri icabından olarak gayelerine ulaşmak İçin takibine başladıklan yolda ısrarlı olrrtayıp lüzumunda yol de­ ğiştirmeyi suhuletle kabul etmek mesleğinde olduklarını söylese daha fazla işin özüne uygun olurdu. İşte İngilizler­ ce Hilâfeti yıkmak bir İdealdi. Onun için, kendi elleri ite, kendrkuvveti^i İle bu maksada ulaşmak güç veya zor olduğu anlaşıldıktan sonra, bu kitabm yazılış tarihlriin İdrak ede­ mediği bir zamanda Hilâfeti, Mustafa ke m a re yıkhrmak yoluna giriştiler. Ve muvaffak oldukr. Um um T HârFteh mağlup çıkan Türkiye'nin Hilâfeti haiz olan Padişah'ını ve Padişah hükümetini, Türkiye'nin UmumT Harb’e iştirakte nr>edhal sahibi olmadıkları halde, mağlubiyetin sorumlulu­ ğu altında acze düşürmek... Halife hükümetiyle Türkiye'­ nin çıkartanna oldukça uygun bir sulhe yanaşmadıktan baş­ ka Anadolu'da devam eden Mustafa Kemal harekâtından da İstanbul'daki Halife hükümetini sorumlu tutarak, sulh şartlarını ^ i k ç e ağırlaşırmak... Ve el altından Mustafa Ke­ mal Ue anlaşarak Türkiye nam ve hesabına müsaedâtı ona va’d etmek ve kendisini bu seretle HaHfe'nin şahsına kar­ şı takviye ve teşci' eylemek tarzında takip olunan plân sadolayı "vatanparvar vaıtr” adını vardiği TavfTk Paşa'nin hûkûmalı za­ manında çaktı. Padişah da ondan sonra o hûkOmati sonuna kadar daÇıştlrmarfi. DaÇiştirmak için vuku bulan (avsiyalari da dînlamadı.


100 HİLÂFET't MUAZZAMA-t tSLÂMiYE yesindo Hiblfet'e ait IngHiz suikaadı yoluna girmiş olduğu gibi, bu işi Mustafa Kem al’e gördürmekte şöyle bir şuhu* let ve maharet de vardır ki İslam Alemi'nin o zaman İslam'ın kurtarıcısı. Hilâfet'in m0r>dT tanıdığı Mustafa Kem al’in. Hİ~ lâfet’İ yıkaasğını kimse hatırına getirmiyor ve yıkma işlemi son buluncrya kadar buna kimse inanmıyordu. Nitekim Hi­ lâfet'in hûk jmetten soyutlanması ile başlayan en büyük darbenin örıem ve vehametini İslam Aiemi bir türlü anla­ yamadı. Ve bunu te’vfl ve tahfffe çalışan -işgüzar- alimle­ rin meş'um himmetleriyle kabul ettikten sonra alt taratmı getirmek Mustafa Kemal için pek kolaylaştı. M üslüm aıv lar ise If bu raddeye gelinceye kadar Mustafa Kemal'i In­ giliz d ü ş m ın ı ve Tü rkiye'd eki Mustafa Kemal düşm an­ larını da lr>ç llizleıin dostu ve müttefiki zannetmekte de­ vam ediyorlardı. Şimdi ise, Ingillzlerin asıl müttefiki U m olduğu. İstatnburdaU Hflİfeti yıktırmak için Mml kullarv dı§ı M üslünanlarca anlaşılmak zamanı çoktan gelmiş, ve yalnız bundan sonra It^glflzlerln anlayacağı bir şey kalmıştır kİ o da b u Hfrtfet yıkıcılığının kendi siyasetle­ rine de hayır getirmfyecegi meselesinden ibarettir. Çün­ kü Müslümanların bu en büyük makam ve mercit uzun ma­ zisinden tevırus ettiği tecrübelerle alemin dengesini tutan sulh amlllennden biri idi. Ve bunun varlığı İle başka dev­ letlerin idaresinde bulunan Müslûmanlar teselli bulmuş olu­ yorlardı. Şimdi ise Hilâfetsiz İslam Alemi tesellisîz kaldığı gibi Ingilizleı in son halifenin hayatını kurtarmış görünme­ sine rağmen Hilâfete vaki olan suikasttaki eli ve rolü kapa­ lı kalmadı. Son zamanlarda "M u s u l" meselesinden dola­ yı İngilizlerle tekrar yüzüşür gibi olduktan sonra yelkenleri irHjirmeye mecbur olan Mustafa Kemal'in de anlayacağı bir şey vards ki o da l s i« n HHâfeti nı Lozan K o n f e ^ s T m da ucuz satmış ve Musul M teel ^ ’nln. o zamanki altş-verlş esnasında t ürkıye lenme ham için ısrar etmediğinde hata ifetmış omfSSîJir. b*mdı t urkıye'nın ikinci bir Hilâfeti ve ikir>d ^ dini daha yoktur ki onlan fedâ ile de M usul'u kazana­ bilsin! 3 KanunlsânT 1926 Tarihli "V a k it" gazetesinde ya­ zılı olduğu üzere. Cemiyet-I Akvam'ın Musul meselesine ait kararı ile. Türkiye’nin Sevr muahedesinin ortadan (ko­ parmak) kaldırmak istediği araziden fazla mühim arazi kı-


HİLÂFET VE KEMAlJZM

101

sımlarını ortadan (koparmış) kaldırmış olduğunu Belgrad safili Hikmet Bey gazetelere beyanatında söylemiştir. O halde Sevr muahedesini kabul etmiyerek bütün hilâl devietlerini Anadolu'da ve Lozan'da mağlup eden Ankara HOkûn>etl’nin yalnız bir ingilizi üfürükle havaya uçurması de­ ğil, Musul'dan Irak'tan bile koğması lazım gelirdi. Lakın ma­ alesef yeni Türkiye, hilâfet ve diyanet gibi tavizler sermaye­ si sayesinde elde ettiği galibiyet zulmü en sefih mıras-yedi cömertliği İle bir alış-verişte harcamıştı İslam'ın Hilâfet kalesini içinden yıkmak için, Inyılizlerin Anadolu'da beliren Mustafa Kemal harekâtından isti­ fade etmek istedikleri ve İslam Oinı hakkında gı/li düşmarv lığı hasebiyle böyle mel'un bir hizmete istihdama elverişli olduğunu anladMarı o sergerdeye ‘‘Mudanya" mutarekesırv de ve Lozan muahedesinde fazla nüfuz ve önem verdir­ dikleri pek bariz bir hakikattir, işin içinde İngilizlerle Mus­ tafa Kemal arasında Hilâfet ve İslamiyet aleyhine bir an­ laşma ve bir gizli pazarlık olmasa, sırf Anadolu’dan Yunan'ı çıkarmakla, büyük devletler şöyle dursun. Yunan'ı bile yola getirmek ve Lozan'da ortaya atılan Türkiye isteklerim kabule mecbur etmek lâzım gelmez. Evvelâ, bu mücade­ lede Yunan arazisinden bir karış yer işgal olunmamıştır. İkinci olarak. Büyük Devletlerin Umumi Harb'te silah arka­ daşı bulunan ve yine o harbin zeyli olmak üzere kendileri tarafından İzmir’e sevk olunan Yunan Devleti, kendilerinin hakim bulunduğu sulh konferansında Türkiye'nin nasıl mağlubu sayılır? Umumî Harb hesaplarını tasfiye eden sulh konferanslarında mûnferid galibiyetlerin ve mağlubiyetle­ rin hükmü olsa. Almanya, Avusturya orduları harbte Romanya ve Sırbistan memleketlerini hemen baştan ba­ şa işgal etmişler ve mütarekeye kadar çekilmemişlerdi, ûyel iken Düvel-i Muazzam. Avusturya arazisini Roman­ ya ve Sırbistan arasında paylaştıran müttefiklerine peşkeş çekti. Ve muhasımlanna göz açtırmadı. Acaba Türkiye'ye gelince, devletlere bu cömertlik nereden geldi? Eskiden beri sanki Türkiye’yi pek severler ve himaye ederler mıy-

F.6


lO: HİLÂFET İ MUAZZAMA-I İSI^MİYE

di? O hakie i^in içinde başka esrar ve esoab bulunduğu* nu kabul fttmek zaruri olmaz mı? Sultan Abdülham îd'ın kumandan Edhem Paşa merhum Yunan ordusuna karşı bu seferki gibi Anadolu içlerinde değH. Yunanistan içinde üstünlük sağlamıştı. Öyle iken, ne Edhem Paşa saltariat iddiası ve Hilâfetin ilgası hakkını kendisinde görmüş ve no de devietk r ve bilhassa ingilizler galibiyetimiz üzerine ya­ bancı İmtiyaz statükolarını değiştirmişlerdi. Hatta harbin esas gerekçesi olan Girid üzerindeki hukukumuzu bile ta­ nımaya ve /unan'a tanıttırmaya yaklaşnnamtşlardır. Biz büm iyormuytz ki Kemalciler; İngiltere. Fransa ve İtalya gibi müslOman teb'ası bulunan deviettere Hilâfet'ie beraber Türkiye'de Hilâfetin kazâ hakkını devletlere Hilâfet'le be­ raber Türkiye'de Hilâfetin kazâ hakkını temsil eden Şer'I Mahkemek rin ilgasını. Sovyet hükümetine de Türkiye'ye dinsizlik ink tâbi yaparak o yol ile Bolşevikliğin tervicini va'd etmek sayesinde Lozan sulbünde birinci taraftan mûlâye* met. ikinci taraftan müzaheret gördüler. Hilâfetin ve ŞerT Mahken>ele in ilgası arzusunda bulunan devletler bizim iyiliğimizi mi düşünüyorlardı yoksa kendi elimizle kuyumuzu mu kazıyorlardı? Orasını siz takdir ediniz. Demek ki Mus> tafa Kemal'in murahhası Türkiye'nin hilâfeti ve diyaneti fe­ da etmek sayesırtdo sulh konferansında başarı kazanabilmiştir. Kitabım zın başlarında söylediğimiz vech ile inkılâpçı ve dolapçı Ankara hükümetinin nereden başlayıp nerede karar kıldığın gösterecek sinema şeritlerinden birini teşkil eden Hilâfet Meselesİ'ne ait hareketli devirlerin ortaların­ da. yan) yalnız Hulefa-i Raşidin'in hilâfetleri sahih ve diğer­ lerinin gayr-ı sahih olmak: mevsimin modası ve günün pa­ rolası olduğu zamanlarda sabık Adliye Vekili ve İzmir Me­ busu mütevı ffa Seyyid de bu meseleye dair Ankara Mec­ lisinde uzun bir nutuk irad etmiş ve bir bucuk sene evvel hükümet kuv^'etinden soyutlanan Hilâfet'in artık tamamen ilgası hakkıncaki gerekçeyi içerdiği için Ankara pazarında önemle deöeı verdirilmek istenilen bu nutuk, kitap şeklin­


HİLÂFET VE KEMALİZM

103

de tab’ ve r>eşr olunmuştu. Tûrkrye'de 15-20 seneden beri türeyen ve günden güne açıklık kazanan dinsiz kuvvetle­ rin ve hükümetlerin avukatlığım yaparak onlardan bol bol istifade eden merkum, ilmi ve dinî hakikatleri bilmiyentere karşı tahrif etmek san’atında maharet ve cahilane göste­ rirken dünyada misli ender bulunan şarlatanlardan oldu­ ğu görüldü. Nutuklarında avamın işitmediği dini kitaplar ve İslam ulemasının isimleri ile beraber konuya İlgisi olmayan bir takım ıimî meselelerin ötesinden berisinden ağzını doldura doldura bahs etn>ek adeti ve şöhret sebebi idi. Bu ma­ rifetleri ile dinsiz hükümetlerin ve partilerin himayesi sa­ yesinde bu herif beş-on sene Türkiye'de bir dinî alim gibi yaşadı. Bahse konu nutkunun baş tarafında da kendisinin maksadı meselenin dinî yönünü izah etmekten ibaret olup siyasî yönü maksadından hariç olduğunu ve o cihetin çö­ zümü Meclis'e ait bulunduğunu söylüyor. Herif hainliğe da­ ha buradan başlıyor, din yönünü siyaset yönünden ayrı gös­ teriyor. Ve din, siyasete karışmaz demek isteyerek dinin dünyadan ve hükümetten ayrı olması tarzındaki kâfirce da­ vaya taraftarlık ve yardakçılık gösteriyor. Yine nutkun ba­ şında. sözü istediği kadar uzatmaya hakkı olduğunu anla­ tırken de: **Bu mesele gayet önemlidir. İslam aleminde daha şimdiye kadar böyle (bir) İnkılâp vaki olmamıştır. Değil İslam aleminde, t^lk i yeryüzür>de vaki olan İnkıllaplann en büyüğü, en önemlisidir.*' diyor. Nutkun ve kitabın özü de Hulefa-l Raşidîn Hazretlerinden sonra Hilâfetin şart­ ları tam olmadığından, o zamandan bugüne kadar mevcut hilâfetlerin sur? (görünürde) olduğunu ve binaenaleyh ilga­ sında şer*an bir mahzur olmadığını beyandan ibarettir. Hi­ lâfetin yeni ilga olunduğu zamanda nasıl ağız kullanıldığı­ na dikkat ediyor musunuz? Herîf şer'an mahzur olmadığın­ dan bahsediyor. Şimdi ise herhangi bir şeyin şer'an mah­ zuru bulunmasının da ör>emi yoktur. Çünkü, şeriatın ör>e' mi yoktur. Ne ise bunu bırakalım da biz de Seyyid'in sö­ züne göre mukabele edelim:


M

h il â f e t

! m u a z z a m a ! ISLÂMİYE

Haki <î veya sun her ne şekilde olursa olsun Müslüman­ lık aleminde Asr-ı Saadetten bugüne kadar muhafaza edi­ len ve ilgası, değil İslam Alemi'nin. belki bütün yeryüzü­ nün en mühim inkılâbını teşkil eden Hilâfet Makamı zaman ve makar cihetiyle bu derece önemi haiz dduğu halde böy­ le (bir) makamı kendi elimizle yıkmak için araya araya bulabiieceğ miz şer'1 cevaz bizi tatmine kifayet edebilir mi? Bunun tkıasında şer'an mahzur yokmuş diyelim, ibkasında mahzur var mıydı? Cevazdan tahylr (istediğini seçme) anlaşılar£;k, ilgası caiz olan şeyin ibkâsı da caiz olduğun­ dan böylf) mühim bir meseleye cesaret verdirmek için bize şer'? cevttz değil, şer'î vücup lâzımdı. İslâm Alemi'nin ve belki yer) üzünûn bu derece önemle telâkki ettiği hilâfeti­ mize kusur ve noksanlık isnat etmek için bu derece alışık ve inceden inceye ilmî tetkiklerde bulunmak zorunluluğu bize nereden hasıl oldu? Bu ne kötü dava, bu ne kötü tetkikat! Müslümanlar bir hareketin içinde görünüp duran iha­ net elini yakalamaya koşmayıp da böyle bedhahane ve mü­ nafıkça nutuklara karşı ağızlarını açarak mest ve mebhud kalmayı ca vazife bileceklerdi? Bu şarlatan herifin nutku­ nu dinlerken bir müslüman kalkıp da: **Bu sözlere naza­ ran İslam'ın bin üç yüzser>elik hilâfeti, tam şartlannı haiz olmadığı ıın farkına varılmayarak devam ^ i p durm uş, onun dinî kusurlarını düşmanlarına vekaleten sen an­ lamış ve meydana çıkarmışsın! Pek iyi, şim di onu dinî nokta-i nazanndan kusurlu diye beğenmiyerek bozalım da yerine Ankara'nın lâyık ve lâ-dini hükümetini mi ika­ me edelim, demek İstiyorsun? Sözü uzatma ve maksa­ dını açık /e çabuk söylet" diyerek harîfin safsatalannı ağ­ zına tıkamadı! O zaman İslâm'ın bin üç yüz senelik hilâfetini yıkan Ankara hükümet ricali şimdi de Islameyitin bin tiç yuz senelik tarihini yıktıkiannı öğüne öğüne söylüyorlari Kitabın beşinci sayfasının sonunda; "H e r şeyden evvel şu noktayı arz edeyim ki Hilâfet hükümet dem ek­ tir ." deniyor. Vay utanmaz herif vay! Bunu hilâfetin ilgası ve Abdülm ecid Efendl'nin Türkiye’den ihracı zamanında


h il â f e t v e

KEMALİZM

105

söylüyor. Ondan evvel: ‘ ‘Hilâfeti hükümetten ayırmak lâzımdır, hilâfet başka hükümet başkadır. Hatta hükü­ metten soyuttanmtş hHâfet daha nüfuzlu ve şerefli olur. " diye tutturan Ankara hükümetinin hükümetsiz hilâfeti İslam alemine kabul ettirmeye çalıştığı zamanlarda bu hakikati neye söylemedi? Başta halkı aldatarak hilâfetin hükümeti­ ni yani kuvvetini elinden almak ve zamanı gelinece onu bir tekme ile yıkıvermek için böyle yapmak lâzım idi değil mi? Sekizinci sayfasında da; " Y a Davudi Inna cealnake halifeten fi'l-a m fehkum beyne'n-nase b ri-h a k k ı" ayetini okuyarak fâ-i tefhkiye ile hilâfete hüküm yürütüldüğünü ve hilâftten maksat ihkakn hak ve ibtal-ı bâtıl kaziyyesi, yani halkın hukukunu korumak suretiyle halîfenin vazifesi hü­ kümet vazifesi olduğunu da şimdi itiraf ve hükümetsiz hi­ lâfet hakktndaki eski davalarımız yalandı, demek istiyorl Sonra bu kaşarlanmış avukat, Ankara'nın eski dava­ larından dönerken nasıl bir tenakuz çukuruna düştüğünü de fark edemiyor. Hilâfet, hükümet demekse, onu ilgâya lüzum gösterenler hükümeti de ilga etseler yat Son iddia ve itiraflarına göre, hükümetten ibaret olan hilâfetin ilgası hükümetin ilgasını icap etmez mi? Lâkin hükümetin ve hü­ kümetteki efendilerinin bendesi bulunan avukat bu cihete hiç yaklaşmıyor. Onun İçin, kitabın 26. sayfasında " B u n ­ dan hükümet tesisine de lüzum yoktur, manası çıkmaz, hilâfetin şartlannı toplayan bir İmam tayini güçleştiği surette yine hükümet tesisi vacip o lu ." diyer. Düşüne­ miyor ki İslam hükümet demek olan Halîfe tayinine lâyık adam bulunmadığı surette de hükümet ve hükümet reisli­ ğini en küçüğü liyakatla boş bırakmamak zaruri olduğu ka­ dar hilâfet makamını da boş bırakmama zarurî olur. Bu " H i­ lâfet, hüküm ettir." şeklinde kendilerinin de sonunda iti­ raf ettiği kaziyyenin mantıkî gereğidir. Evet şurası var ki hi­ lafet yalnız hükümetten ibaret değil de hükümet-i İslamiyeden ibarettir. Ve bu adamlar İslâmî hükümet reisliğine tamamen lâyık adam bulunmazsa Islamiyetten büsbütün vaz geçelim ve yalnız hükümeti ibka edelim, demek isti­ yorlar.


106 HİLÂFET İ MUAZZAMA-! ISLAm IYE

Mefkum müteveffana. İmanvt A'zam ve sair bazı ekA* biri M antu '‘un hilAfeti aleyhinde bulunmakla hilâfet pren­ sibine aley >dâr gibi göstermeye çalışması da şaşkıncı bir şarlatanlık! r. Nasıl ki1mam-ı A'zam 'ın, Hz.Hasan evlâdın­ dan (Muhamnted Mehdî)ye bey'at ve müzaheret için giz­ lice halkı teşvik etti^ne dair kitabtrKia yazdığı fıkralarda şar­ latanlığın fcyasını çıkararak o konudaki şaşkınlığı te’yid et­ mektedir. Herif konuşmasında daha bir çok mugalatalar yapıyor: ‘ ‘ Halife vekil demektir. Ona vekaleti veren millet, İsterse vekile ihtiyacım yok, kendi İşimi kertdim göre­ ceğim , ruşd yaşına ulaştım, tasarruf-i âm hakkını artık kimseye vorm iyeceğim diyecek olursa, ona ne der>ebilir, işte şimdi biz de böyle yapmak İstiyoruz. Buna fı­ kıh ve hukuk itibariyle hiç bir mani yoktur.** diyor, (sh: 45) Demek ki millet şimdi kimseye vekalet vermıyerek işi­ ni kendi görmek isliyor ve onun İçin hilâfeti Ilga ediyormuş, öyle ise sö;:ûm yabana. Ankara Meclisindekilere heyet ve­ kalet verdi? Yoksa onlar vekilin de üstür>de olarak milletin hiç bir dediği yok. Vuku bulurKaya kadar hiç bir şeyden haberi de yok. Rüşte ulaştı dediği millet, Ankara hüküme­ tinden, umacıdan korkan çocuktan beter bir halde, korku­ yor. Ve bu fokkabazlıkları milletin sahih bir seçimle vekil­ leri bile olmayan zorbalar M eclisin daha zorba olan mütegallibesı çıkarıyor. Mustafa Kemal'in temsil ettiği ve bu mutegallibe, darağacı kuvvetiyle milletten zorla yetki alan Meclis'ten de zo'la yetki alarak bütün işleri görüyor. Gerisi 8or>suz yalan!.. Hz.öm «rr de ölürken yerine halîfe tayin etmemiş. İşi altı kişiden kurulu bir şurâ meclisine bırakmış. Halbuki H z.Öm er'in (bu) havalesinden hilâfet vazifesi sonuna ka­ dar o Mecle>'le idare olunsun, manası çıkmaz. Halifeyi o meclis seçsi*!, demek istemiştir. Nitekim öyle de olmuştur. H z.E bu Bekr, Ö m er, Osm an ve Ali Hazeratı'nın hi­ lâfet vazifeleri ne kadar büyük bir liyakat ve dikkatte ifa et­ tiklerine daiı de gerçekte güzel ve etkili, lâkin kanundışı


H lLÂ rnr v e k e m a u z m

107

btr takım sözler söyiedıklen sonra; ya Hulefa-İ Raşidîn'i kabirlerinden çırakıp bu makama oturtmak yahut hilâfet, hükümet demek olduğuna göre, Hulefal Raşldîn kabirlennden çıkarıp bu makama oturtamayınca hilâfeti ilga lazım gelirse hükümeti de birlikte ilga etmek lazım gelir. Safsa­ tanın mantıkî sonucu budur. ‘ ‘Başımızda heyulâ gibi bir halîfe bulunmanın ne manası var?“ diyor. “ Heyulâ'* ta­ biri ile de halîfenin vazifesiz, boşu-boşuna oturduğuna ta­ riz etmek istiyor. Halbuki halîfenin vazifesini ve hükümeti­ ni. “ Böyle daha İyi olur** kelimesiyle, elinden alan da ken­ dileridir. Sonra böyle söyleyen de kendileri... Hilâfetin ve imam tayininin lüzumu hakkında ayet yok­ muş. Hadis de yokmuş. Yalnız imamların, yani halîfelerin Kureyş'ten oiacağır>a dair olan hadıs-ı şerif ile hilâfetten bah­ seden b«r iki hadis varmış. Onlar da yeterli değilmiş. “ İmam nasbinin vücubu hakkında ki oiemanın icmaına bir şey denem ezse de ailâme Adududdin, “ M evakaf" adında­ ki muteber kitabında: Şartiannı haiz imam bulunmazsa ehl-i İslam üzerir>e İmam tayin etmenin vacip olmadığı­ nı, ya za r." diyor. Pek iyil Biz de hepsini kabul ettik, diye­ lim. Hilâfet olmasa da olurmuş. Olunca kimin gözüne batı­ yorsa onu da araştırmayalım. Ve hepsinden vaz geçelim. Çünkü bir diyeceğiniz yok ya! Artık müslümanlara hükü­ metin lüzumunu münakaşasız kabul edeceğinize şüphe yoktur. Lâkin bu hükümet, İslam Dini kanunları ite mi amil otsun yoksa Avrupa kanunlarını mİ taklid etsin? Madem ki din ve şeriat noktasından meseleyi tetkik edeceğinizi söy­ lediniz. O halde yine hiç şüphe yok ki Müslüman Hükümeti. İslam kanunları alanında hareket etmesi lazım gelir. Böyle de olunca o hükümet, Hz.Peygamber Efendimizin hükü­ meti makamına kaim olur ve reisi de ol hazretin, kaimmakamı ve halîfesi tabirine liyakat kazanır. Yani, siz halî­ feyi kaktırmak isterken o, yine sizin karşınıza çıkar ki bunu da istemezsiniz, öyle ise sizin hilâfeti ilga etmekten asıl maksadınız İslâmî kanunlar ile mukayyet olmayan lâik hü­ kümet kurmaktır. Lakın münafıklığınızdan konuşmanızda bu­ nu açıkça söylemiyorsunuz!


m

HİLÂFET İ m u a z z a m a ! İSLÂMIYE

işte Sjibık Adliye Vekili ve O a rü TF ü n û n m eşhur mü* derritl mitteveffa Seyyid Bey'in utanmadan nutuk diye irad ettiği ve kitap diye bastınp dağrtttğı yalduEİı ibarelerin foyasi bu kadarcık bir temasla izale edildikten sonra onun altında antarv ka >p fikirter bundan ibarettir. X X

Mansı-ra kadısı Ali Abdürrazik'ın ' ‘ el-lslam ve U sulû‘l-Hükm'* adı ile geçen sene neşr ettiği kitap, Mısır'­ da mühim l)ir hadise teşkil etmiştir. Kitabı ben de gördüm. Yazan, İsiem Oini'nde hilâfetin yeri olmadığını iddia edi­ yor, kitap V9 sünnet gibi ş e rl delillerden dayanağı yoktur, diyor. Bu herifin sesinin perdesi, müteveffa Seyyld'in se­ sinden de yüksek. Hulâfa-1 Raşidln’in hilâfetlerini de tes­ lim etmiyor, Ebu Bekr'ın hilâfeti hakkındakı mûslûmanların icmaını da sağlam görmüyor. Hülâsa. *‘Nasb-ı İm a m " hakkında şimdiye kadar Müslümanlar arasında meşhur ve müsellem o an şer1 vücubu lammryor. “ Ebu Bekir kendi kendine ha îfe dedi. Hz.Peygam ber'in hükümeti yoktu ki halâfi ve halîfesi olsun." diyor. Sonra Cenab-ı Peygamber'in "m e l'ik " olmadığım ileri sürüyor. Ebu Bekırin hilâ­ feti z a m a n ın ^ zekat vermeyentere karşı açtığı muharebe­ leri tenkit ediyor. İslam Tarihi'nde “ M ürteddin" muhare­ beleri adı ile bilinen o olaylarda tenkil olunan adamtann hepsinin m Oled olduğunu teslim etmiyor. Neticede İslam Dini'nin cebıî gücü ve hükümetle münasebeti olmadığını iddia ederek tıpkı Türkiye'de geçerli olan dinsiz hüküme­ tin dâvası gihi dinin dünyadan ve siyaset ve hükümetten ayrılması lüzumuna kail oluyor. Herifin iddiaları hilâfet me­ selesine dâir o güne kadar Türkiye'de yazılan eserlerde gördüğümüz Eylerden çok fazla ve o nisbette bâtıl olmak­ la beraber bı son mübtedi* hilâfetin inkârı ile hükümetin dinden soyutlanması lüzumunu beraber iddia ederek hem sözleri arasında bu cihetten marrtıkî bir irtibat gözetmiş, hem de hilâfeti ilgadan maksad. hükümetin dinsizleştirilmesi olduğu f akkındaki bizim eski davamızı te'yid ve tasdîk etmiş olu^'or.


HİLAFET VE KEMALİZM

109

Bu kitabın yayını üzerine Mısır uleması ve İslam ka­ muoyu takdire şayan dinî bir gayret ve uyanış eseri göste­ rerek yazarının te’dîbini istemişlerdir. "E z h e r"d e kurulan 25 kişilik bir bOyûk ulema heyeti huzurunda muhakemesi icra edilmiş ve muhakeme neticesinde herîfin ulemâ mes­ lekinden tart ve ihracına karar verilmiş; hükümetçe de, do­ ğal olarak, memuriyetinden el çektirilmiştir. Demek ki Mı­ sır bu defa İslam? vazifesini hakkıyla ifa etmiş ve benim ken­ disine hakkımı helâl etmeye kısmen hak kazanmıştır. İs­ lam Oini'nin Mısır'da bu suretle sahihsiz bırakılmamış ol­ ması Türkiye'de hükümet taraftartannı KUOURTmuştu. Ga­ zeteler. Mansura Kâadısı aleyhindeki tezahürata “ Ta as­ subun zaferi" adını taktılar. Ve nasıl karşılık vereceklerirti bilemediler. Ardından kitabını, bizim mahud (Öm er Rıza)’ya terceme ettirip tefrika suretiyle neşr ederek ve yazarın ilmi kudret ve fikri hürriyetine şahid olarak hızlarını almaya ça­ lıştılar. İslam! ilimlerle münasebetleri olmayan Türkiye ga­ zetelerinin Mansura Kâadısı'na taraftar çıkmalarının hiç bir İlmî krymeti olmadıktan başka İslam Dini hakkındaki suini­ yet ve düşmanlıktan herkes nazarında ortaya çıkan bu ga­ zetelerin taraftarlığı, iki taraf arasında gizli bir haince ittifa­ ka delâlet etmekle, mezkûr kitaba faydalı olmaktan ziyade zarar ve şüphe çekici olmuştur. Eserin Türkiye'deki cahil propagarKİacıları bir vakit yazarının ismini doğruca yazamamışlar bile. Tercemesine tahsis edilen sütunun başın­ da günlerce: “ Müellifi Ali Abdürrezzak" ibaresi görülmüş ve Tûrkler için alışılmamış olan doğrusunun, yani aslında­ ki “ Abdurrazık"ın farkına varılamamıştır. Bundan başka Türkçe dercemesinde bazı tahrifler de vardır. Yeni Türkiye hükümeti ve basını sahtekarlık yapma­ dan olur mu? Sanki Mansura Kâsdısı'nm kitabındaki bo­ zukluk yetmiyormuş gibi kitabı kendi görüşlerine uydurmak içinh biraz da Kemalcıiar bozmuşlar. Tercemeye sırası ile okumadığım halde “ Vakit" gazetesinin 21 Ağustos (1926) tkarihli sayısında tesadüfen gözüme ilişen büyük bir tahrif ile bu hakikate muttali oldum.


110 HİLÂFET İ MUAZZAMA-! ISLÂMtYE

Hâyasıs Ankara hükümeti Anadolu'yu ve İslam Alemi'ni tğfal için; *'Sebeb-i nizam>i alem olan Halife-i Müslimîn edama Allahu hllâfetehu ve şevketehu İIA yevmi eddin hazretlerlnin....ilh" tarzında neşr ettiği letvalarta ken­ disini Istanb jldaki halîfeinin hürmetkâr bir hizmetçisi gös­ terdikten bir müddet sonra Halife Vahidüddin'in şahsını bin türlü des'seler ve entrikalarla ekarte ederek yerine bü­ yük bir tazimle Abdülm ecid Efendi yi getiriyor. Getirirken Harîfe'nin hCkümetmi ker>disine çaldırtıyor. Ve hükümet­ siz halîfe daha şerefli ve kapsamlı olur diyerek bu kaçır­ manın içerdk^i suikasdı belh etmemeye çalışıyor ve başa­ rıyor. Daha sonra hilâfeti ilga ediyor Abdülm ecid Efendi'yi de Türkiye'den koğuyor. Bu hareketi haklı ve isabetli göstermek maksadıyla Seyyid'in kitap şeklinde basılan nutkur>dan başka ayrıca bu konuya dair Ankara'da yayınlanan kitabta yalnız Hulefa-ı Raşidiyn Hazeratı'nın hilâfetleri sahîh olduğunu ve alt tarafındakıler müstebit me'tklerden iba­ ret olarak hılâlotlerinın aslı olmadığını yazdıkları gibi “ Hilâ­ fet. benden sonra 30 senedir.** hadîsim de o kitabta or­ taya koymuşl ardı. Bu sefer ise Hulefâ-i Raşidyn'in hilâfet­ lerim inkar edon Mtsırirrmı kıtabır>a mal bulmuş Mağribi gibi saldırdılar. Bu hain ve korkak herifler gerideki adımlar üze­ rinde dolaşacaklarına Hz.Peygamber'ın peygamberliğinin asli yoktu, de^ip işin içinden çıkmalı, yani asıl maksadtar»nı söiylemelıd rler. Evet, bunun da sırası geliyor. İma yo­ luyla tekrar tekrar söylediler ya!.. Açıkça soylerT>elerınin sı­ rası gelecek domek istenm Hilâfeti hükümetten tefrik ede­ rek halîfenin hükümet kuvvetini elinden aldıktan sonra hi­ lâfeti ilga etmek kolaylaştığı gibi dini, siyasetten ve dünye­ vî kuvvetten tecrid ile beraber, sahiplenecek hocaları kırıp geçirdikten so ıra bunun da mülğa olduğunu ilan etmek çok kolaylaşm^tır. Mısırlı kâadımn kitabı hakkında yazacağım şeyler çok uzun olmayacaktır. Onun kitabını Mısır'ın en büyük alim­ lerinden iki yüce zat kadar. Şiyh Bahiyt ve Muhammed el-Hazar Hüse'/İn, baştan a y a ^ kadar takıp ve tetkik ede­


HİLÂFET VE KEMALİZM

111

rek mükemmel eserler yazmışlardır. Ben o eserleri kendi tenkitlerimi tesbit ettikten sonra gürdüm (1). Onlar sabık kâadının kitabının hemen her birini münakaşa zeminine koymuşlar ve el-hak muzaffer O LM U ŞLA R ! ^ n onu yal­ nız bir iki can damarından yakalamıştım. Mısır alimlerinin reddiyelerini okuduktan sonra da hedefemi genişletmeye ve bu ilaveden başka bir şeyle kendi sözlerimi ta'dile lü­ zum görmedim. Bu kişilerin kitabları ve bilhassa Şeyh Bahlyt'in eseri içerik itibariyle benim kısa ve kıvrak görüşlerime kıyasen ^ zengindir. Fakat hiç bir yerde onlarla görüşlerimiz bir­ birine aykırı düşmemiştir. Yalnız mûslümanlar nazarında halîfenin sultasına ve kuvvetine Cenab-ı Hakkın sultasın­ dan müstefat sayılmak zuretiyle İlahî bir renk verildiğine dair kâadının kitabında arlaya attığı iddiayı onlar ceffe'lkalem red ve inkar ettikleri ve hilâfet sultasının yalnız üm­ metinin sultasına İlahi kanundan iktibas etmesi itibariyle makamında bir tür kudsıyet bulunduğunu inkâra lüzum yok­ tur. Ancak halifenin emri şari’in (kanun koyucunun) emri­ ne muhalif olmamak şartıyla mukaddestir. Ve İslam halî­ felerinde lâ-yuhtîlik (hata etmezlik) imtiyazı yoktur. Binae­ naleyh hilâfet sultasının dayanağına itiraz eden kâdı efen­ di. halifeleri Katolik papazları gibi göstermekte haksızdır. Halifeleri överken meslekleri icabı ile mübalağa vadisine sapan bazı şairlerin sözlerini güya İslam anlayışı diye ken­ di anlayışına delil olarak irad etmesi ise, reddiye yazan alim­ lerin dedikleri gibi gayet manasızdır. **Dinf Mücedditler"de de yazdığım vech ile hilâfet hü­ kümeti. yani İslam hükümeti tam manasıyla bir meşruti hü­ kümettir. Ve İslam uleması bu İslam Devieti'nin mebusları durumundadırlar. Kitabı bahse konu olan Mansura Kâadısı "e s -S iy a s e t" gazetesinde büyük İslam muharriri EmfruM-Beyan Şekib Arslan Bey'e karşı yazdığı bir ma­ kalede İslam hükümetinin meşruti hükümet mahiyetinde olduğunu inkar ederse de İslam hükümetlerinde bulunan meşrutiyet. Avrupa asr! hükümetlerindeki meşrutiyetten da(1) 8u tM rt^rl tabii öm ar Rua da görmüştür. Lakın aslını Türkiye gazalalanr>dt ballandıra ballandıra torceme aimiıkan, reddiyelerden bahso b< yaklaamarmşttr


î 12 HİLÂFET ! MUAZZAMA-IİSLÂMİYE ha kuvvetli \ e daha esaslıdır. Çünkü asrı hükümetler par­ lamento ile ihtilâf halinde hükümet reisinin iradesiyle MecliS'i Mebusan’ı fesh edebilirler. Lâkin İslam Devleti'nin, İslam ulemasından kurulan parlamentoyu fesh edemez. > M ansurı Kâadısı Ali Abdurrazik, Mısır ilmf ve dinî mehafilinde galeyanı mucib olan adı geçen eseri. Türkiye in­ kılâbını te'yîd maksadıyla yazdığını belli etmemeye çalış­ mış ve kitab a Türkiye'nin ve Mustafa Kemal'in ismini hiç kaale almamış olduğu halde daha sonra *'es-Siyaset" ga­ zetesiyle neşr ettiğini söylediğimiz makalede Ankara hü­ kümetini açıktan açığa müdafaa ederek kitabında gizledi­ ği mel’un maksadı meydana koymuştur. Türkçernizin eski bir atasözündeki“ Slroz K â a d ısr’na taş çıkaran Mısırlı kâadının kitabı hakkında söyliyeceğim sözlerin çok uzun olmayacağını arz etmiştim. Ben ilk ön­ ce, bu kâdının ahmakça, hilâfetini tanımadıklarından dola­ yı Ebu Bekr in hilâfetini kabul etmeyen bu kâadıya da mürted muamelesi yaparım. Ve ne yapıyorsun, derse. Ebu Bekr’in mesleğini tatbik ediyorum. O içtihadında hala et­ mişse aynı hayatı ben de yaparak Ebu Bekr'in eserine ik­ tifa etmekle iftihar ederim, derim. Ankara hükümeti. İslamın huzururda tezkiye edeceğim diye. Sıddîk-ı Ekber ve Farûk-l A ’zc m gibi İslam Tarihi'nin yüz-suyu olan dâiierin (?) yine teslim ve itiraz edeceği vech ile bütün dünyanın hükümetlerine iffet ve adalet nümunasi gösteren zevata dil uzatmak abe stir. Ankara hükümetine pâye vermek için baş­ tan ayağa Csmanlı Sultanlarının hizmetleri yırtıldı. Bu da kâfi gelmemiş. Şimdi de Ebu Bekr'in ve Ömer'in makam­ larına saldırılıyor. Ve Mustafa Kemal'i ve hükümetini sa­ vunma gayrotiyle Osmanlı halîfelerine Hulâfa-i Raşidîn’in de kadrini hor görmek ve hilâfet sıfatlarını ibtal etmek la­ zım geliyorsa Ankara hükümetinin nasıl bir hükümet oldu­ ğunu bari bu'adan anlamalıdır. Kendisine mûslümanlar ara­ sı bir yer ve :>ir meşrutiyet verdirmeleri için Peygamber’in birinci halîfesini önemden düşürmeye lüzum hasıl olmak kadar merkum hükümet hakkında elîm bir düşüş olabilir mi?


HİLÂFET VE KEMALİZM

13

Markum yazar, Ebu Bekr. Hz.Peygamber'in halîfesi mi kk. de^ıl mi idi? Diye tutturduğu sırada HzAlİ ile Sa*d bin Ubade gibi Ebu Bekr*e bey'atten kaçınan bir kaç zat­ tan başka bütün ashabın. kendtsir)e: ‘*HatIfe-i Rasululiah'* dediğini inkAr edemiyor. “ Mitel ve Nihal" sahibi İmam Ibni Hazm ’ın: "E b u Bekr'i Hz.Peygam ber İstihlAf etmese bu kadar ashab kendisine halîfe demezdi. Çünkü halife, kendi kendine bu makama kaim olan değil, o makam sahibinin ikamesiyle kaim olan m anasınadır." demesi de lügat itibariyle tenkit edişine rağmen müşarünileyhi Hz.Peygamber Efendimiz açıkça istihlaf etmemiş bile ol sa o kadar ashabın halîfe tabir ve telkininde kendisi Pey gamber makamına kaim telakki ettiklerine delâlet bulun duğu zahir, bahir bir haldedir. İslam Dinl’nde sahabe-i ki ram anlayaşının ne derece 6nemi haiz olduğunu da Man sura Kâdısı bilir. Bir iki müstesnadan başka bütün asha bin Ebu Bekr'in hilâfetine kail olması yazarın iddiası vech ile icma teşkil edemese bile müthiş bir tevatür teşkil eder Kur'arn Kehm'in kelimeleri de bize işte böyle münferit mu halefetlerin ihlâl edemediği hadd-i tevatürle vasıl olmuştur Dikkate şayarnlır ki Hz.Peygamer’den sonra İslamın reis liğini derunte etmeye en ziyade lâyık bir zat sıfatıyla Ebu Bekr'e rakip olması gereken Öm er bin el-Hattab'in ken disı, halkı Ebu Bekr'e biyate davet ediyor ve Mansurâ Kâ adıst'nın kitabında yazılı olduğu üzere şöyle söylüyor "Cenab-ı Hak sizin reylerinizi içinizden en hayırlınız olan Cenab-ı Peygamberin dostu ve ikinin İkincisi tabiri İle Kur'arH K e ^m in o hazrete ittisal ve münasebetine şahid olduğu zat üzerir>d6 toplanarak kalkın biy'at edin." Cumhur-i ashabın tabiri üzere Ebu Bekr'e "Halîfe-I RasuMlah" denildiğini, kekmenin lügat manası yoluyla bu adlandrmanın Peygamber'den geldiği anlaşılması bile bir iki istisr>adan başka bütün ashabtf) bu tabir ûzerirKİe ittifakından aynı kayr>ağa intriuü edebüirl Zira hulefa sözürkin İslam Oinirv deki önemi Cenabn Peygamber’den mülhem olduklanna hükmedridığinden Heri gelmektedir. Daha doğrusu bir iki saha-


114 HİLÂFETİ MUAZZAMAİİSLÂMİYE

binin Ebu Bc kr'e bey'atta muhalif veya geri kalmasını lâfet ve İman tayini kaziyyesindeki icmaa mani göstermek mantıksız bir şeydir. Çünkü bu muhalefet. Ebu Bekr'i ter­ cih noktasınr ait olarak hilâfet prensibinde, yani hilâfetin ve imam nasl)inın lüzumu meselesinde muhalefet ifade et­ mez. Nasıl ifade edebilir ki Ebu Bekr’ın hilâfet ve imame­ tinde muhalif kalanların en mühimmi olan İmamı Ali, da­ ha sonra bizzat hilâfet ve imameti kabul etmiştir. Onun için Cenab-ı Peygamber den sonra ashab-ı kiramın icma' ve it­ tifak ile imam nasbına lüzum görülmüş olması meselesin­ de tereddûte düşmek akıllı işi değildir. Ne demek? Halkın umur ve muamelâtını tedvir için ashab zamanında hükü­ mete ihtiyaç yok muydu? Ve sahabe asn hiç bir zaman hü­ kümetsiz kalcı mı? Bunun lüzumunda herkes müttefik ol­ duğu halde cumhur-1 ashabın tensibi ile Hilâfet Makamı’na Ebu Bekr seçilmiş olunmuştur. Ebu Bekr'e başta rey vermeyen bir <aç zata sorulsa. Mûşarünileyh'in işgal etti­ ği makamın, Hilâfet Makamı olduğunu tasdikte sairleri gi­ bi onlar da teıeddüt etmezlerdi. Mesele bundan ibarettir. Yazar bir ırakk imam tayini hakkır>daki icmaı itiraf ede­ cek gibi otuyoı. Lâkin bu sefer de bu icmaın. vûcup mahi­ yetinde ş e rl b r hüküm ifade edebilmesi için kitap ve sün­ nette varlığı icsp eden müstenidi yoktur, diyor. ‘ *Ey İman edenler! Allah'a itaat eden. Peygamber'e ve sizden olan emir sahibleıine (idarecilere) de itaat edin.*' (Nisa/59) Ve . ."Halbuki onu, Rasûle ve ya aralarında yetki sahibi kimselere (Ulu'l-emr'e) götürselerdi, onların arasından işin içyüzünü snlayanlar, onun ne olduğunu bilirlerdi.” (NisaMs) ayetlorı ile 'im a m la r K ureyş'tendir.’*, "M ü s lü ­ man cemaate İmam lüzum ludur.” , " H e r kim de boyununda (devlete bir bağlılık) bey'atı olmayarak Ölürse, cahiliyet ölüm ü İle Ölür.” , "B e n d e n sonra E b u Bekr ve Ö m er'e iktidâ e d iniz.” tarzındaki hadîs-i şeriflerin de mevzu-bahs. km a için dayanağı olmaya kifayet edecek açıklığı haiz olduklarını teslim etmiyor. Halbuki daha fazla açıklık olsa, icına ile istidlâle hacet kalmaksızın mezkur


HİLÂFET VE KEMALİZM

U5

nassların kendileri imam nasbinin lüzum ve vücuduna de­ lil sayılır. Daha doğrusu, bence. ‘ ‘Onlara (düşmanlara) kar­ şı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve clhad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın...” (Enfal/60) ayet-i kerîmesi bile. İslamtn şevketini muhafaza için hükümet teşkili ve imam nasbi lazım ve vacip olduğuna re'sen detil veyahut bu babtaki icmaa müsnedün ileyh olarak kifayet eder. Yazar bir aralık da. imam ve halife tayininden maksat, şerT ahkâmı tenfiz ve islamın esaslarını ikame için herhangi bir şekilde olursa olsun bir hükümet teşkili ile bir hükümet reisi tayini ise, bunun lüzumununa diyeceği olmadığını ik­ rar ile beraber, fukahânın imamet konusunda tarif ettikleri halîfe ile bunun arasında fark bulunduğundan bunlardan birinin lüzum ve vücudunu iktiza etmez, diyor. Ben de ev­ vel ve aher, eserlerimde arz ettiğim vech ile halîfeyi her­ hangi bir şekildeki hükümetin riyasetinde bulunarak dün­ ya siyaseti ve din hiraseti (korunması) başta mümkün ol­ duğu kadar Hz.Peygamber’in mesleğini takip etmek sure­ tiyle makamına kaim olan (geçen) zat olmak üzere kabul ederim ve Mansura Kâadısı'nın bu son sözünü hilâfeti iti­ rafa mecburiyet manasına tutarım. Çünkü kendisinin ay­ nen tabi üzere ş e rl ahkâmı tenfiz ve dinî şeairi ikame için herhangi bir şekilde olursa olsun bir hükümet teşkili ile bir reis-i hükümet tayininin lüzum ve vücubuna bir diyeceği yoksa, işte benim istediğim ve Ankara hükümetinin iste­ mediği hilâfet ve halîfe de yoktur. Dikkate şayandır ki “ Öm er Rıza” mel’unu Türk basınında.yazarın bu sözünü kat'î olarak yanlış terceme etmiştir. Yazar bu konularda halîfelerin, hükümetlerini cebr ve kuvvet sayesinde idame ettikleri ve hiç birinin, zamanında muarazadan salim kalmaması gibi her hükümet için az çok tabiî olduğu cihetle asıl mseleye tesiri olmayacağı ve saded dışı sayılacak şeylerde dermeyan etmiştir. Ulûm ve fünün'un şubelerini ihmal etmeyen İslam ulemasının siyasî ilimlere ilgisiz kalmaları halîfelerin Istibdâdından neş'et et­ tiğine dair olan görüşü de sadetle sahih olarak ilgisi olma­


116 HİLÂFET İ MUAZZAMA-IİSLÂMİYE

yan meselelerden olmakla beraber, din ulemasının siyasi­ yat ile iştıgelden memnuniyeti Ankara hükümeti gibi lÂ-dinî hükümetlerce halîfe hükün>etlerirKfen çok fazla gerekli ol­ duğuna na;:aran bu memnuniyeti büyük bir kabahat say­ makla Mansura Kâadısı adetâ baltayı taşa vurmuş oluyor Hele halîfelerin İslâmî hükümetleri hakkında: *‘ lstlbdatlarını ve hırslarını tatmin için bir din uydurarak, bu dini bütün idarf işlerine, bütün siyasi girişimlerine yegane kaynak ve yegane merci göstermişlerdir.'* demesi her noktadan bi' galat-ı rü'yet esendir. Müslümanlann umûr ve muamelâtına dini hükümetler karıştırılmamış. İslam Dini'nin kendisi :;ayısız ayet ve hadisleri iie bu işlere müdahale etmiştir. Ve hükümetler ihtiras ve istibdatlarını tatmin için dini her işe karıştırmak şöyte dursun bizim bildiğimiz An­ kara hûküm>)ti gibi zalim ve eşkıya hükümetleri, diledikleri gibi hareket edebilrnek üzere dinin halkın işlerine müda­ halesi ve hükümetler üzerindeki murakabesini kesmeye ça­ lışırlar. Çünkü dm zalime ve müstebıde yardım etmez, en­ gel olur. Vaktiyle halifeleri azdırıp çileden çıkaran ve istibdâda sevk edenler de. şimdiki dinsiz hükümetlere yaran­ mak için hilâfet aleyhinde yazılar yazan dalkavukların tıy­ netindeki adamlardır. Halîfelerin bazı devirlerde hilafet sıfatı haleldâr olduğu­ na ve bazan kuru bir isimden başka hiç bir hükmü ve nü­ fuzu kalmad ğtna ve şevket ve haysiyetleri sönen halîfeleri: "Onların ölümlerine dünya gözyaşı dökmedi- Ve bayram­ lar ile cuma ar da ibtal olunmadı." Beytinin medlûlünce; ne arayan, ne de arkalarır>dan ağlayan bulınmadığına dair olan sözleri de yazarda kâi­ natın gerçeklerim görecek göz olmadığını gösteriyor. Kita­ bımızın baş taraflarında ismi geçen Mısır'ın emîru'şşuarası Şevk î de Ankara hükümetinin hilâfeti ilgâsından İslam Dini'ne bir zarar gelmediğini bir şiirinde yazmış. Mı­ sır'ın dinsizleıi ile Türkiye’nin lâ-dinî hükümeti arasında dellâllık vazifesim ifa etmekte bulunan Öm er Bıza 26 Hazi­


HÎLA f E T v e KEMALİZM

117

ran 1926 tarihli “ Vakit" gazetesinde ŞevkCnln bu şiirin­ den Türkiye inkılâbı adına fahr ve mübahat ile bahs edi­ yor. (x) Bu şiirin Manaura Kâadısı'nın kitabından mukad­ dem veya muahhar olduğunu ve hangisinin hangisine da­ lâlette örtder olduğunu anlayamadım. Bir kerre vazifeleri­ ni müdrik ve muktedir. Islâm halifelerinden sonra müstümanlığa zaafı görüldüğü ve ahlâk fesadına meydan açıl­ dığı inkâr edilemeycek bir halde iken meselâ şimdiki mOslümanbk alemk)!. hulâfa-i raşidîn yahut halîfe Öm er bin Abdülaziz, yahut halîfe Fatih, ve halîfe Yavuz Selîm devrin­ deki gibi gören adamlar eski bir Arap şairinin şu beyitleri­ ne hakkıyla ma-sadak olurlar: “ İnsanlardan, hayvan da vardır. işitir, görür insan su relinde... Malındaki her bir musibeti bilir. Aldırmaz dinine isabet edene..."

(X )

Bkz; Ek-lX


118 Hİl AFFT-I m u a z z a m a ! ISLÂMİYE

H İLA F E T: H Ü K Ü M E T V E S İY A S E T T İR K â » iı Abdürrazik'in. halîfelenn nüfuzu kalmadığından bahs ettiği eski devirlerde onların makamına yine bir ta­ kım İslarrT hükümetler geçerek şer*î ahkâmı tenfîzden iba­ ret olan f>i)âfet vazifesi onların tarafından ifa edilmesi sa­ yesinde İfJam Dini payidâr olmuştur. Kitabın son fasıllarında yazarca tıçıkça tecviz olunduğu üzere değer hilâfet büs­ bütün ilgi, olunmakla beraber yerine bugünkü Türkiye'de olduğu gioi dinden soyutlanmış ve ^ k i dinsizliği sürdü­ ren hükümetler kaim otsa az vakitte İslam Dini'nin ahkâm ve esaslannın nam ve nişanı kalmayacağını temine hacet var mıdır, oilmem? Türkiye'de hilâfet ilga edilmiş ve İslam Dlni'ne de yok edici darbeler indirilmiştir. Bunun uğursuz etkilen sai' İslam memleketlerine de bulaşmaktan hali ka'mamakla t>eraber, Allaha hamd olsun, başka taraflarda bu dereceye kadar hilâfeti temsil eden İslam hükümetleri mevcuttur. Mısırlı Kâadı ile şairi yanıttan da burasıdır. Şa­ yet bu iki 2ayıf görüşlü adam, dekolte kadınlan balotarda yabancılarla kucak kucağa dans eden ve hükümet adamlanna nutu.dannda on üç asırlık İslam Tarihi’ni yerle bir et­ tik diye övCnmek hakkı veren Türkiye'de de İslam Oini'r>e bir zarar g€ Imediğine kail iseler artık onların bildiği İslam Dini. **Müs'ümanlıkta hitan vardır. Binaenaleyh bu di­ ne giren bi’ daha çıkam az." diyen "C e lâ l Nuri'nin bildi­ ği İslam Dini gibi acayip bir şey yahut kuvvet ve hükümet dalkavuklarnın yüzlen gibi nasırlanmış bir madde olmak lâzım gelir. Mensura Kâadısının kitabının ikinci, üçüncü kısmı da­ ha bozuktur Buralarda İslam Dini'nin hükümeti ve kaza hakkı olamtyacağı, Hz.Peygamber'in de icra-i hükümet et­ mediği çünkü kendisinin padişah olmadığı ve İslam Dini'­ nin ahkâmı hükümetin cebrf gücü ile değil de insanların vic­


HİLÂFET VE KEMALİZM

119

danî arzuları ile boyun eğilmesi ve ikna gücüne dayanması lazım geleceği iddia edilmektedir. Vicdanî arzu ile bo­ yun eğmek ve zorlayıcı güç ite değil, ikna gücüne dayan­ mak gibi cazibeli şeyleri zon zamanların hükümetleri ve hü­ kümet yardakçıları İslam Dini'ne tavsiye etmekten ve mü­ nasip irm e k te n geri durmazlar. Bu vaziyette kalmak din­ lere daha iyi nüfuz temin edeceğini de söylerler. Halbuki nüfuz için can veren hükümetler nedense bu güzel ve çe­ kici durumu kendileri için bazan yeterli görmezler ve zorlayı­ cı güce malik olmadan mutmain olamazlar. Maamafih biz bu meseleyi akıl ve hikmet ve dinin konusuna uygun nok­ tadan tetkik edecek değiliz. Münazaramızın tutmuş oldu­ ğu yolda yürüyerek İslam Dini'nln bu konudaki mizaç ve rıazasını takip edeceğiz. Nitekim kâdı efendi de deminki müddealarını isbat sadedinde Cenab-ı Peygamber’in bazı yerlere memur gönderdiği vaki' İse de bunların kâadının ziyade valiye benzediğini (1) ve her halde Asr-ı Saadet'in hükümet teşkilâtından mahrum olduğunu söyliyerek Hz.Peygamber'in padişah olmadığını açıklayan hadîs-i şerîf ite “ Dinde zorlama yoktur, çünkü doğruluk, sapıklık ve eğrilikten ayırt edelm iştir.” (Bakara/256). “ ...Dileyen iman etsin, dileyen İnkâr etsin..." (Kehf/29), “ Eğer Rabbin diieseydi, yeryüzündekiierin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde, sen, inanmaları İçin insanları zorlu­ yo r m usun?’*(Yunus/99), “ Çünkü sen ancak öğüt veri­ cisin. Onların üzerinde bir zorba değilsin.*’ (Qaşlye/21) ve “ Biz onların dediklerini çok İyi biliriz. Sen onların üzerinde bir zorlayıcı değilsin. Sadece tehdidimden kor­ kanlara Kur'anla ^ ü t ver.” (Kâf/45) gibi İslam Dininin zor­ layıcı olmadığını gösteren ayetleri kayd ve irat etmiştir.

(1) K&admın vazıfefti valıninkinden fazla hûkûmeı işi olduğu ve daha zi­ yade hükümet ve hakimiyele delalet ettiği için müellif Cenab-ı Peygambef'in kâadılannı valiye benzetmek istiyor. Başka bir eserimde bahs elli­ ğim vech ile Romanya'da Müslüman adı taşıyan bazı türedi gençler vak­ tiyle hûkûmet-i mahalliye tarafmdan müslümar»lafa verilmiş olan şer'î mah­ keme teşkili imiiyazırta kendi elleri ile balta vurmaya heveslenmelerin­ deki şaşkınlığın derecesini bundan anlayabilirsiniz.


lîO h il â f e t -! MUAZZAMA ! ISLAMİYE

Ayetinrie istidlâlinin cevabı gelecektir. Vad ettiğim vech İle konuyj uzatmamak İçin. Hz.Peygamber Efendimizi (s.a.v.) icra-l hükümete benzeyen efalinin hepsine birer kulp takmaya çabşmastf>ı da mûriaitaşa ile karşılamayacadtfn. Ancak Manaura gibi bir beldede senelerce şer'î şerîf adı­ na k&adılıl> eden bir adamın daha sonra şeriatın ve Cenab-ı Peygambe r‘in kâaza hakkını inkâr etmesi. Mensura kâadh lığında kendisinin de sahtekâr olduğunu söylemek dere­ cesinde bir hayasızlıktır. Cenab-ı Peygamber'in. Allah ta­ rafından kliaza hakkı olmadığ] halde; **Allah ve Resulü bir İşe hükûrrt verdiği zaman, inanmış bir kadın ve erkeğe, o işi kerKİİ İsteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş o u r ." (Azhab/36), "E ğ e r bir hususta anlaşmaz­ lığa düşeıseniz -Allah'a ve ahiret günürte gerçekten inanıyorsi m z- onu Allah'a ve Resulüne g ö tü rü n ." (Nisa/59). " H ıy ır , Rabbine and olsun kİ, aralarında çıkan anlaşmaz! k hususunda seni hakem kılıp sonra da ver­ diğin hükümden içlerinde hiç bir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş ol­ m azla r." (Nisa/65) ve "O n la r, aralarında hüküm verm e­ si için Allah'a ve Peygam ber'e çağnldıklannda, bakar­ sın ki İçlerinden bir kısmı yüz çevirip dör>erter/Ama eğer (Allah ve Rasuiûnûn hükm ettiği) hak kendi lehlerine ise, ona. gönülden bağlı olarak saygı ile gelirler./Kalblerinde bir hastalık mı var; yoksa şüphe ve tereddüt İçinde midirler? Yoksa Allah ve Rasulü'nûn kerutllerine zulüm ve haksızlılı edeceğinden mi korkuyorlar? Hayır, asıl za­ limler kendilerİdirl/Aralarında hüküm vermesi için A l­ lah'a ve Rf sulü'ne davet edildiklerinde. "İşittik ve itaat ettik." dem ek, sadece müminlerin söyliyeceği sözdür, işte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir. "(Nur/48-51) tarzın­ daki ayet-i kerime nedir? Kâadı bu apaçık ayetleri görme­ miş mi? Bir aral k yazar, Cenab-ı Peygamber'in kâazası ve kâadılan bulunduğunu teslim ile beraber valilerini ve kâadı-


HİLÂFET VE KEMALİZM

121

lannı tayinde takip etti^ usul ve nizamatın bilinmediğine, ve siyaset ve hükümet ruhu mesabesinde bulunan malî iş­ ler ile fazlaca meşgul olduğunu ve bir çok tahsil ve cibayet memurtan bulunduğunu da teslim ile beraber varidat ve mesarifi o halde r>eden defterlere kayt ettirmediğine tahviM kelam ediyor? Peygamber Efer>dimiz Hazretlerinin işlerinde basitlik olduğunu da söylüyor. Cenab-ı Peygamber’in kAazaya ait usul ve nizamatı meçhul veya mefkut ise H z.öm er tarafından Mısır’a kâadt tayin olunan Ebu Mu­ sa et^Eş’arfnİn elir>e verdiği ve İbni Kayyım el-Cavzî'nin "h am u'l-M uvakklIn " ında ve sair muteber eserlerde maz­ but ve mebsut bulunduğu vech ile en müterakki hukuk mü­ tehassıslarını hayrette bırakacak derecede mükemrr)eltiğine şahit olduğumuz kâaza düsturlannı Ömer nereden aldı? H z.Ö m er’in Cenab-ı Peygamber'den başka muallimi var mıydı? -r Peygamber EferKtimiz Hazretleri'nin hükümetine de­ lâlet eden bütün alamet ve olayları te'vfl ve ta'me çalışan Mensura KAadısı, Qazavat*ı Nebeviye'ye gelince, bocalı­ yor, geveliyor. ne kulp takacağını şaşırıyor. ...Ne olurdu Cer)ab-i Peygamber muharebe yapmamış olaydı, KAadının İşine ve ibda* ettiği iddialarına pek yara­ yacaktı. Lâkin yaptı. Hem pek mühim muharebeler yaptı. İnkâr edilemez ki etsin. Şimdi ne yapsın? Cenab-ı Peygamber'in hükümeti ve saltanatı yoktu ki muharebeleri onlar namına yapmış olsun. Din namına yaptı, dese, dinin zorla­ yıcı gücü olmadıöını iddia etmişti. Muharebe ise cebrin en son derecesidir. İşte Peygamber Efendimizin Bedir, Uhud, Ahzap, Tebûk. Mekke'nin fethi. Hayber'in fethi ve benzeri namlarla bilinen ve gerçekleşen savaşları Mısırlı Kâadı'nın kitabını ve kitabındaki müddealanm berbat etmeye kâfi gel­ miştir. Denilse yendir ki Asr-ı Saadetteki muharebeler müş­ riklerin beHni kırdığı gibi bin üç yüz sene sonra yeni dava­ larla ortaya atılan Mansura KAadısı da belini kırmıştır. He­ rif kafiyen bu muharebe meselesinin altından kalkamıyor Ve bu müşkülü kitabında hal edemeden bırakıyor. 6u mu-

F.7


122 HU-ÂFET-I MUA2ZAMA-!İSLÂMİYE

harebekf yüzünden Hz.Peygamberdin, İtirafına mecburiyet hasıl olan hükümetini, nübüvvetinin dışında da din He atâ* kası olm.)yan beşert ve dünyevî bir mesele halinde saymayı düşünmıjş. Kulakların alışmadığı bu fikre kail olmakta ne beis ve ne mani var? Demeye kadar Heri gittikten sonra bu fikrin ker di görüşünce de uzak ihtimal olduğunu ilâve edi­ yor. Lakın Türkçe gazetelerde yayınlanan tercemede ika' edilen ta ırifat cümlesinden olmak şu son cümle tay edile­ rek Cenab-ı Peygamber'in hükümeti ile nübüvvetinin, biri birine ba'^ı olmayan ayn ayrı işler ve sıfatlardan ibaret olması surtttindeki fikir, yazarın muhtar görüşü gibi gösteril­ miştir. 8unun sebebi; çünkü yazarın, kendir>den ziyade gayretini 'jûden mütercim, mezkur tahrîfi yapmaza, yazar, kitabmın asıl can alacak noktasında bir şeye karar veremıyerek me;!hepsiz kalacaktır. Nasıl kİ biraz evet de söyledi­ ğimiz vech ile harît bu bahsi kati bir karara bağlayamamış ve an-:ak gevelemiştir. İşte mütercim, kitabın bu ayb»nı kapatmaya çalışıyor. Ve yazarın görüşünü bu merkez­ de imiş gilM gösteriyor. Gerçi bu sahtekârlığa hacet kalma­ mak üzere* yazar, daha itende Cenab-ı Peygamberin hü­ kümetine nüstakil ve gayr-i dinî m a r^ vermekten ise bu­ nu büsbütün inkar ederek Hazret'in hükümeti yoktu diye kesip atıyor, ama dağlar gibi muharebat-ı Nebevryeyi orta­ dan kaldırmadan böylece kesip atnoanın hiç bir önemi olmayacağırı, besbelli idrak edîan mütercim, efendisi için b a ^ bir mezhep kararlaştırmak ihtiyacından kurtulamıyor. İşte m jharebat -1 Nebeviyeye ait olayfar. Peygamber Efendimizin hükümet ve sultasına delalet hususunda hiç bir fikir ilkelliğinin Önünde duramryacağı kahr edici vesika­ lar teşkilett ği gibi Kur'arvı Kerîm'deki sayfalar dolusu ci­ hat eyetleri ve hem bu hükümet ve sulta meselesini te'yîd eder, hem ce olaytaria müeyyed olduğu için te'vfli kabil ol­ madığı halde bulunan adı geçen ayetler, yukanda geçen *‘Dinde zo ra m a yoktur..** ve benzerleri gibi. Peygamber Efendimizin hükümet ve sultası olmadığma delH olarak ya­ zar tarafından irad olunan ayetler hakkında da zevahiri üze­


HİLÂFET VE KEMALİZM

123

re telâkki edilmeyerek te'vîle zorunluluk husule getirir. Bu ayetler de: IRasulüm) Sen sevdiğini hidayete erdiremez­ sin, bilakis Allah dilediğine hidayet verir.'* (Kasas/56), "(R esulüm ) İnkâra koşanlar sana kaygı vermesin. Ç ü n ­ kü onlar, Allah'a hiç bir zarar verem ezler." (AM imran/176). "(Resulüm) Elbette sen ölülere duyuramazsm, arkalarını dönüp giden sağırlara o daveti İşittiremezs in ." (Rum/52) ayetleri gibi küfür ve inadında dik başlılık edenleri takbih etmek suretiyle Cenab-ı Peygamber'! tesllye sadedinde verid olmuşlardır. Peygamber Efendimizin zorlayıcı olmaması, Cenab-ı Hakkın kudreti dahilinde ola­ bilecek surette insanları kalbterine hakim olarak onları ar­ zu edilen tarafa yönlendirme iktidarına malik olmamak ma­ nasına olduğu gibi, dinde ikhar ve icbar olmaması da. bu tabirler mükellefi müteannid yapan şeylerde müstamel ve mutasavver olduğundan bu cümleyi takip eden ayetten de anlaşılacağı vech ile "R ü şd ile dalâl birbirinden aynlmıştır." ve mesele hak ve hikikatın temayüz etmesindedir. On­ dan sonrasına gelince, çıkarlarını isteyenler için cebr ve ik­ rah tabihr>e mahal olmayıp yalvararak hak ve hakikati ka­ bule talip olmak düşer, demektir. "O nlan uyarsan da uyarmasan da onlar İçin birdir, İnanmazlar." (Yasin/10). " O n lan bırak, yesinler, eğlensinler ve boş emel onları oyalaya dursun. (Kötü sonucu) yakında bilecekler." (Hicr/3) tarzındaki ayetlerde Cenab-ı Peygamber'in irşadlarından mütenebbih dmayantarın ezelî şekavet ile felah bulmama­ ya ve ahiret azabından kurtulmamaya mahkûm bedbaht­ lardan ibaret olduğunu beyan etmek suretiyle yine Cenab-ı Peygamber'! tesliye kabilinden olarak, yoksa beşîr ve ne­ zir sıfatlarını haiz olan o Hazreti, Cenab-ı Hakkın idaresi taallûk etmedikçe etkisi olmayacağını beyan ve kâfirleri inzardan men ve nehy manasına veyahut onları kendi ken­ dilerine terk ederek tebliğ ve irşad vazifesini yüzüstü bı­ rakmaya teşvik manasına yorumlanamaz. Bu kere "B iz , her ümmete bir İbadet tarzı gösterdik kİ, onlar bunun tatbikçiieridirler. Öyle ise onlar bu işte seninle çekiş-


1Î4 HİLÂFET İ MUAZZAMA-IİSLÂMİYE m«s<nler Sen, Rabbine davet et. Zira aen, hakikaten doatoğrtj bir yoktasm./Eğer seninle münakaşa ve mü­ cadeleye girişirlerse, **Allah, yaptığınızı çok i ^ bilmek­ tedir." df'l/Çünkü Allah kıyamet gününde, İhtilAf etmek­ te o ld u ğı nuz konulara dair aranızda hükm edecektir." (Hac/67-€9) ayetlerini de zahiri manaları ile sözün gelişine mı bırakacağız. Böyle olursa, yani ıhtü&fın çözümü kıyamete bırakılırsa Cenai>ı Peygamber’e dünyada ma'kulât ile ik­ na vazifesi bile kalmıyor. Binaenaleyh yalnız ayetlerin ma­ nası ve gelişi asla Masnura kâadısmtn sarvjığı gibi olamaz. Gerek.....veyahut benim ilave ettiğim bütün bu ayetler. Islamın bideyetindeki kuvvetin yetersizliği zamanına ait ola­ rak. daha sonra nazil olan mücadele ve muharebe ayetle­ ri ile mefsC'h olmak da mümkündür. Cumhur-I ulemanın rey­ leri de bu merkezdedir. Gerçekte bu gibi ayetler hep Mekkfdir, sey ayetleri ise Medenîdir. Hülâsa. Cenab-ı Peygamber'in hükümet ve sultası mevut okluğunu kabul etmek zaruridir. Çünkü muharebe ve musalâha hükümet ve sultânın en barız şiarıdtr. Şu kadar var kİ Fahı-İ Alem Efendimiz hükümet ve saltanatı...... ve padişah ih ışamı göstermeye rağbet etmemiştir. Yoksa za­ hir! alayiş \>e merasimden kat'n r^azarla tam manasıyla hü­ kümeti vardır. (...../Okunamamıştır....) ........ (Dkunamamışttr) ....Fazla olarak bu ayetlerin içinde Hz.Peygam berin savaşlarımı pek açık bir dini safha dolduranlar da vardır. Şu ayettern bakınız ve Peygamber EferKİimiz’in savaşlarını din ile iKiisi olmayan beşerî ve dünyevî meşgaleler ha­ linde saymak isteyen yazarla gayretkeş mütercimin bun­ lardan has I ibret alamamış olmalarına hayret ediniz: "Rtrte tamamen yok oluncaya ve din de Allah İçin tatbik edilinceye kadar onlarla sa va şın ." (Bakara/193). "Onlarla sıvaşırsınız, veya müslüman olurlar. Eğer ita­ at ederseniz, Allah size güzel bir mükâfat ve rir." (Felh/16), " O halde, dünya hayatını ahiret karşılığın­ da satanla*, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolur>da sava pr da öldürülür veya galip getirse biz ona ya­ kında büvi'k bir mükâfat ve re ce ö iz." (Nısa/74)


HİLÂFET VE KEMALİZM

125

*‘ K«ndilerİne Kitap veıilenlarden Allah’a ve ahiret gününe inanmayanı Allah ve Raaulünün haram kıldığı­ nı haram saymayan ve Hak Dini (kendisine) din edinme­ yen k lm s e lc ^ , küçülerek elleriyle cizye verinceye ka­ dar savaşın.*' (Tevbe/29) *'Şöyle kİ: Allah yolunda onlara bir susuzluk, bir yorgunluk ve bir açlığın erişmesi, kâfirleri öfkelendire­ cek bir yere (ayak) basmaları ve düşmana karşı bir ba­ şarı kazanmaları, ancak bunların karşılığında kendile­ rine salih bir amel yazılması içindir.** (Tevbe/120). **Allah m ü'm inlerden mallarını ve canlarını onlara (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü on­ lar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. (Bu) Tevra t'ta, İncH'de (1) ve K ur'an 'da Allah üzerine hak bir vaddir. Allah'tan daha çok sözünü yerine geti­ ren kim vardır? O halde O ’ nunla yapm ış olduğunuz bu alış verişten dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kurtuluştur.'* (Tevbe/111) "E ğ e r Allah'a hak ile bâtılın ayrıldığı gün, iki ordu­ nun birbiri ile karşılaştığı (Bedir savaşı) günü kulum u­ za indirdiğimize inanm ışsanız, bilin kİ, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah’a, Resulü­ ne, O 'n u n akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve (harçlıksız kalmış) yolcuya aittir.** (Enfal/41) " E Y iman edenleri (Savaşm ak için) herhangi bir (1) Bu kerime, eeçnvy ûmetferde Oe ciriaâm dm Me (Igık olduâçnu 9<Meny(K. Kendileri ile mOr>uara sadedinde bulunduğum mCıbtedilerin mkanna raÇmen cıhadm lalam Otnindeki mevkii ia# nümune olarak naki ettâvnu ayetlerden ve halukaBerden apaçdt anlaaikyor Muharebelef dtnl Çayelefe mı istinat etmek, yoksa vatani ve mitfî gayelere mi? Bence, msan dmı ebedi saadet va'd eden bir hakikat diye sever. Mıliell ve vatanı­ nı da kend«irw mensup olduŞu için. Bmaer^aieyb şuursuzca hareket eden avam, vazriesmtn ûel tarafı mûratlıâe sapmadıkça rranetı ve vatanmı nef­ sinden fazla sevemez. Ve kendini onlar için fedâ edemez. Mıiet ve vatan teranelerine (İtfthT) musikisinden fazla kudsiyel ve tesir vermeye çalışan vatanpervtrienn aküne kendi nefsi için vsianın milletine zindan ve hatta mezbaha yapdÇmı çok kere gördük. Hele mtlliyetperverierin yüzde etksı ede teşkil ederek m»iO r>este bizzat iştirak etmeyi hayatı İçin yOksOnûp tek başına yaşarlar. Ve bunu gayet tabii bir durum sayarlar. “ Dini Mücedditl#r‘*de diyanet ve mitUyel mukayesesine dair bir bahis yazmıştım.


126 Hİl Af ET İ m u a z z a m a ! İSLÂMİYE topluluk ile kerşılaştıOınız zaman sebat edini Ve Allah'ı çok anın kİ b a y r ıy a erişesiniz.** (Enfal/45) "T e k ra r savaşmak İçin bir tarafa çekilme veya di­ ğer bölüğe jla ş ıp m evzi tutma durum u dışında kim öy­ le bir günd«) onlara arka çevirirse muhakkak kİ o, Al­ lah'ın gazal)i ile döner, onun yeri de cehennemdir. O ne kötü varılacak y e rd ir." (Enfal/16) "İm a n c»dlp, Allah yolunda hicret ve cihat edenler; (muhacirleri) banndıran ve yardım edenler var ya, işte gerçek m ü'm inler onlardır. Onlar İçin mağfiret ve bol nzık vardır. " (Enfai/74) "H aram ayları çıkınca müşrikleri bulduğunuz yer­ de öldürün. Onları yakalayın, onlan hapa edin ve onla­ rı hergözetlome yerinde oturup bekleyin. Eğer tevbe eder, namazı dosdoğru kılar, zekâtı da verirlerse artık yollarını seroest bırakın. Ç ü nkü Allah çok yargılayan, çok estrgeynndlr." (Tevbe/5) " E Y İman edenleri Size ne oldu ki "A lla h yolunda savaşa ç ık ın " denildiği zaman yere çakılıp kalıyorsu­ nuz? Ahiret (hayatına) dünya hayatını tercih mi ediyor­ sunuz? Faka! dünya hayatının faydası ahiretin yanında pek a zd ır." (Tevbe/38) "E ğ e r (size emr olunan bu savaşa) çıkmazsanız, (Al­ lah) sizi pek ıc ık lı bir azap İle cezalandıracak ve yerini­ ze sizden bat ka (emirierine itaat eden) bir kavim getire­ cek; siz (savaşa çıkmamakla) O 'n a hiç bir zarar veremiyecekslnlz. Ç ü nkü Allah her şeye kadirdir." (Tevbe/39) "E ğ e r ah: O 'n a (Muhammed’e) yardım etmezseniz, (iyi bitin ki), iki kişiden biri olduğu halde (Rasulullah ve Ebu Bekir) kâlirler O 'n u (Mekke'den) çıkardıktan zaman Allah ona yardım etmişti. Hani onlar mağarada (Sevr ma­ ğarasında) İdi er. (Ebu Bekir korkunca Rasulullah) o za­ man arkadaşı 1a "üzülme Allah bizimle beraberdir" diyor­ du. Bunun üzerine Allah ona (sükûnet sağlayan) emniye­ tini indirdi. O nu sizin görm ediğiniz bir ordu ile destek­ ledi ve kâfir olanların sözünü alçalttı. Allahın sözü İse (zaten) yücedir. Çünkü Allah daima üstündür, hikmet sa­ h ib id ir." (Tevt>e/40)


HİLÂFET VE KEMALİZM

127

*'And olsun, sîzler güçsüz olduğunuz halde Allah, B e d ir'd e slze yardım etmişti. Öyle İse, Allah'tan sakı­ nın kİ O 'na şûkr etmiş olasın ız." (AM İmran/123) " O zaman sen, müminlere şöyle diyordun: "in d i­ rilen üç bin melekle Rabbinizin sizi takviye etmesi, si­ zin için yeterli değil m id ir?" (Al-i imran/124) "E v e t, siz sabır gösterir ve Allah'tan sakınırsanız ve eğer onlar (düşmanlarınız) şu anda üzerinize gelirler­ se, Rabbiniz, atametli beş bin melekle sizi takviye eder. /Allah bunu size sırf bir mü)de olsun ve kalbleriniz bu sayede rahatlasın diye yaptı. Zafer, yalnızca mutlak güç ve hikmet sahibi A lla h 'ın d ır." (Al-i imran/125-126) Buhar! ve Müslîm'de; "Rasulullah (s.a.v.) buyurdu kİ: Allah'tan başka hak İlah olmadığına ve Muhamm ed'İn Rasulullah olduğuna (zahirde) şehadet, namazı ikame, zekâtı edâ edinceye kadar insanlar ile muharebe etmek bana em r olundu. Onlar, Hakk-ı İslâm olmak üze­ re canlarını ve mallarını benim elimden kurtarırlar. (Batınlanndan dolayı olan) hesaplarına gelince o (hesabı görmek) Allah’a kalm ıştır." (Tecrid/no: 24) Yine Sahîh-i Buharî'de zikr olunduğu üzere "Ahzab*’ın hezimete uğratılmasıyla son bulan Hendek Muharebesi'ni mûteakıpTsIam ordusu Medine etrafındaki siperlerden şehir içine avdet etmiş ve muharebe yorgunluğu giderme­ ye medar olmak için ezvacH tahiratından Zeyneb binti Cahş nezdinde mübarek başlarını yıkamakta iken Cebrail (a.s.) nazil olarak ve "Y a Rasulellah, silahı bıraktınız mı? Lâkin melekler bırakm am ıştır." diyerek Benî Kureyzâ üzerine yürümeleri hakkındaki irade-i Sübhaniyeyi tebliğ etmiştir. (Buharı, cüz':5, sh: 29) Peygamber Efendimizin muharebeleri din ile alakadâr olmayarak sade bir dünya işi ise, bu ayetler, bu hadisler nedir? Peygamber Efendimiz: "K elim e-İ Şehadet getire­ rek İslam Dlnl'ni kabul ettirinceye kadar nas ile m uha­ rebeye m em u rum ." buyuruyor. Kur’an-ı Kerîm de (yuka­ rıda geçen) ayetler ile mü’minlere cihad vazifelerinin İlahî


128 HİLÂFET İ m u a z z a m a ! İSLÂMİYE

gayesini (österiyor. Dm işi değil de sırıt dünya işi olsa mücahidlerin katillerini ve maktullenni CenatH Hak Kur'anH Kerim'de neye cennetle müjdeliyor Harp firartarını neye ce­ hennem asabıyla tehdîd ediyor? İki tarafın savaşçılarından neden mü ninlere yardım vad ediyor? Bedir ayetinde açık­ landığı üzere neye meleklerden *‘üç bin** ve **beş b in " tabirteri ile binlerce yardıma ordusu gönderiyor? Dünya işi­ ne metaike kanştırarak teşviklerde bulunmanın manası r>edir? H e r ^ 'k muharebsinin avdetinde Fahr-i Alem Efer>dimiz vazifenin son bulduğuna inanarak yıkanmakta iken Be­ nî Kureyzâ üzerine yürümek emnni Cebrail’in tebliğ etmesi r>e demekt r? Ganimetlerin taksimir>e vanncaya kadar ci­ hat alkâmırıın Kur'an nassları ile tayin olunmasına ne ma­ na verilebilir? Allah’ın ve Kitabu'llah'ın bu derece müda­ hale .ettiği v9 alÂka gösterdiği iş. gayr-İ dinî alabilir mı? Böy­ le (bir) nazariyeye ihtimal veren yazar, özeliıkle bu fıke sa­ hibinden ziyade kanaat getiren mütercim delirmişler midir? Yoksa Kur'arH Kerîm’In de bir kısmı dinî ve bir kısmı gayrI dinî midir? **es-Slvaset’' namındaki Mısır gazetesinden naklen Türk gazetelerinin yazdığına göre (Vakit. 26 Ağustos), kâadı Abdürrazlk, Ezh e r’de muhakeme olunurken kendisi­ ne yöneltilen ithamlar arasında: ' ‘ Peygam ber Efer>dİmlzin, müstümanlığı neşr ve tebliğ için değil, bir memle­ ket tesisi İçin cihat ettiğini so ylem işstn r' demişler. Kâadı buna cevaben: eserinde böyle bir şey olduğunu inkar etmiş. Halbuki, kitabta. dinin cebrî güce ve hükümet kuvvetirve istinat edemiyeceğini söylemiştir ki bu da dinin neşri için muharebe olmaz, ve Peyşgamber bunun için muhare­ be etmemiştir, demenin aynıdır. Binaenaleyh memleket ve devlet te’sîsi maksadıyla harp etmiş olmak ihtimalini kabul etmiş olur. Israr ederse, kitabında Öne sürdüğü iddıaüannın en mühirnminden feregat ediyor, demektir. Vakıa mü­ ellif. dinde ıkıah ve icbar olmamak esasını pek fazla ilti­ zam etmiş cimasma rağmen, kitabın 79. sayfasında; Hz.Peygamb^^’in dinî davetini tesbit için d h a d yaptığım


HİLÂFET VE KEMALİZM

129

söyfemKir. ki o itiraf, kitabında tsraria iltizam ettiği esasa aytun düşer. Zira, din davetini tesbit için harb ve cihad yap­ mak dine kat'iyyen cebr ve ikrah karıştırmak olur. Bu da kitabın pek çok noktalarına ve özellikle 53. sayfasındaki; **Peygambef1erteıihir>de.inaanlan. kılıcın keskin tarafı İle Allaha İmana sevk eden ve dine İkna İçin kavmi İle muharebe eden kimse b llm iyo n ız." fıkrası ile taban ta­ bana zıttır, işte bu tenakuzlar, hep dine cebr ve ikrah ka­ rıştırmamak davasını, müddeasınt sikleti ile ezen harp ve cihad meselesinin altında bocalamaktan başka bir şey de­ ğildir. Aynı sikletin sebebiyet verdiği şaşkınlıkla, Cenab-ı Peygamber'e hiç bir zaman siyaset ve hükümet isnat et­ meye yaklaşmayan Şeyh Abdurrazık, 67. sayfada dünya ve ahiretin siyasetini veriyor. Sonra, bu makamda benim de acizane bir fikrim var: Dm için harp ve cihad açmayı gayr-ı medeni bulanlara karşı ben aksine medenileşmeye ve gelişmeye dayanağı olma­ yan vahşi hayvanlann cinsiyet ve n>enfaat mücadeleleri ile birbirlerini yok etmeleri gibi insanlar arasında da sırf milliyel veya menfaat ihtirasları ile vuku bulan muharebeleri qayr-ı makul ve gayr-i medenî bulurum. Diyorum ki muha­ rebe mutlaka dmt bir sıfatla Allah adına yapılmalı ve şer-'l serikn. yanı İlahî kanunların müsaadesine İktiran etmelidir. İnsanların canına, malına taallûk eden hükümlerde muta' ve muhterem olmak için böyle bir kutsiyeti haiz olmalı, ya­ nı mahkemelerde mutlaka Allah namına hüküm vermeli­ dir. İlahî kanunlara müstenit ve müntehi olmayarak sırf in­ sanlar tarahrtdan yapılan kanunlarla insan haklan üzerin­ de mahv ve ısbat icra etmeye, asıp kesmek tarzında ceza­ lar vermeye,... insan kanı akıtan muharebeler yapmaya be­ nim aklım ermez. Ben bu meseleden **lslam HukukuAvrupa Hukuku** adındaki eserimde de bahsettim. Biraz daha geniş bir zemin üzerinde mütalâa yürüttüğüm o kitabta demiştim ki: "K a n u n namına denilince, akan sular durur ve kimsenin kanını dökmeye hakkı kalmazmış. Yağma yokl İşin İçinde Allah’ın kanunu olmaz da se­ nin, benim, yani...m eçhul insanlann yaptığı kanunlara


\30 HlLÂFET-l MUA2ZAMA İİSLÂMIYE

kalırsa, onlara dayanarak ben hiç kimsenin malına ve canına ililm ek için hiç bir kimsede hak tasavvur ede­ mem. din, insanlar üzerindeki böyle m ühim tasar­ rufları ............... bir yetkiye banlayarak hakimiyet m ev­ kiinde bulunan insanlara vicdani bir teslimiyet verir. Dikkate çııyandır ki Müslümanlıkta koyun veya tavuk bi­ le besmele He, yani Allah namına kesilir. Ve bu çarta riayet edilmezse kesilen hayvanın eti yenmiyeceni K u r'an'ın sarahati İle sabittir. Hayvanı boğazlarken böylece Allahın adını zikr etmenin manâsı.......şartın verdiği izin üzerine bu boğazlama işine cesaret edebiliyorum. Ve birıaenaleyh hangi tür hayvanat hakkında m ezuni­ yet varsa onlardan seçiyorum . Yoksa etini yemek İçin hayvanı ke sm eye ne hak ve selahiyetim olabilirdi, de­ m ektir.... tlu da hakimin hükm üne dinî bir renk verm e­ siyle hasıl olur.*'. Muharebe ise insanların hayatı ile da­ ha büyük iTiKyasta oynamayı ve iki taraflı oynamak mahi­ yetinde olduğundan dinî dayanağa ihtiyaa daha fazladır. Hele gayr-i jinî muharebelerde mağlup olmak, telef-i r>efs etmek telâfisi mümkün olmayan bir hûsrar>dır. Dinî muha­ rebelerde Iso şehidi gazisinden geri kalmayacak surene her ihtimale kar^-ı kazanç ve mükâfat temin olunmuştur. Ve böy­ le sağlam teminatlı mar>evî kuvvetle mücehhez olan, yani dinî gayretiyle hareket eden orduya, vatan ve millet a b ıy ­ la hareket e<len ordu kati olarak mukavemet edemez. Çûrv kû bu tarz luırekette iki taraflı kaz anaç olamıyacağı gibi va­ tan ve millet aşkının mukabil tarafta da aynı kuvvetle mev­ cudiyetine b*r mani olmadığından faik bir manevî kuvvet sayılmaması lâzım gelir. Lâkin karşı tarafın kendine göre bir dini bulur arak onun gayretiyle hareket etmesi dinî zih­ niyetinin neş'/esini ihlâl etmez. Çûrtkü bizim yukarıdan beri sözümüz Ha< dine aittir. Ve bu dinî hakkı haiz olmak yal­ nız bir tarafa mahsus olarak diğer tarafa karşı imtiyazını muhafaza eder. Halbuki mütekabil vatan ve milliyet hislen arasında hak ve bâtıl rûçhanı aramak ve bulmak imkânı yoktur. Hülâsa dinî saika, özellikle müslüman dininin u M


HİLÂFET VE KEMAUZM

131

saikası şahikalara galebe eder. Ve belki mûslümanlığın hem maddi c i h a r a hem manevî cihanda hiç mağlubiyeti mutasavver değildir. Zira dünyada olmazsa ahirette nihaî zafer onurKiur. Bu sebepledir ki işte meselâ ben yalnız ba* şıma Türkiye'nin dinsiz hükümetiyle mücahede ederken, mücadele halindeki bir dinsizi korkutan mağlubiyet ihtimali beni tehdit edemez. Şimdi daha iyi anlaşılmış olmak lazım gelir kİ, mûslümanın muharebesi de, muhakemesi de din! ile alâkadârdır. Cenab>i Peygamber Efendimizin gazvelerini ve bazı ayetlerdeki umumi hitaba nazaran belki alel-İttak cihatı din­ den ayırmak, cihad ayetlerini Kur'an-ı Kerîm'den çıkarmak derecesinde zordur. Kur'an-ı Kerîm, hüküm ayetlerini de ihmal etmemiştir. Muharebe ve muhakeme dinden ayrılamayınca hükümet de zarurî olarak ayrılamaz. Çünkü mu­ harebe ve muhakeme hükümet işidir. Müslüman Dini’nin hükümetle ilgtsinJ kesmeye çalışan Mansura Kâdısına "H ır­ sızlık eden erkek ve kadının, yaptıklanna karşılık bir ceza ve A lla h ’tan (başkalanna) bir ibret olmak üzere, elleıini kesin. Allah İzzet ve hikmet sahibidir." (Maide/38) ve "Z in a eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüz sopa v u ru n ." (Nur/2) ayetlerini de sormalı. Hiç şüphesiz İslam Oini'nin ahkâmından olan bugibi şer'î hadleri hü­ kümetten başkası icra edemez. Nasıl ki Mansurâ Kâadısınm, hükümetini inkâr ettiği Hz.Peygamber de bu şer'î had­ leri icra etmiştir. Asr-ı saadetle recm olunan (Gam iz bin Ma­ lik el-Eslaml)nin olayı meşhur ve mazbuttur, f i)

(1) Muttâf» S«brf Et«ndl‘nln bu «M n . Yftnn"ın 70. tayfasına kadar yaywtâar¥mf va "Payamn ltU m "m S. tayttı (3f Ekim 1930) ila. “ davamı var) daomasina raŞman ton bulmuştur. S.A.


HILÂFET-I MUAZZAMA ! İSLÂMiYK

OİN VE M İL L İY E T

Ne zamarKlan beri "milliyet** akımlan ^^akkında yazı yazmak iste dim. Yazı konuiannın biri birine nbbet vermiyecek derecede çokluğu bu konuyu geciktirmeye uğrath yordu. Maamafih ben bu mesele üzerine evvelce de gaze­ telerde ve rr ûstakil eserlerde gbrûş beyan etmekten hali kalmamıştınr. Lâkin Türkiye’nin ve Tü rk milletinin yeni hal ve vaziyeti yoni sözlere lüzum gösteriyordu. Filistin'i Arap* iarta YadudibK arasında bir mücadele ve kavga sadmesi ha­ line getiren meçhur İngiliz Lordu (Belfor)un vefatı müna­ sebetiyle *'eı*Camlatü*l-Arabiyye'* adındaki muteber Ku­ düs gazetesinin müteveffaya izafetle neşrettiği eski beya­ natı arasındci nazar-i dikkatimi çeken bir söz. din ve miliyet meselesi hakkır>da yazmak istediğim makaleleri çabuk­ laştırmaya sobeb oldu. Yalnız yımi Türkiye'de veyahut orasının peyki ve göl­ gesi gibi har eket eden muhitlerde değil, belki yeni Türki­ ye’nin muaruian sırasında yer almakla beraber bir çok hu­ suslarda o diyarın deliliklerini taklide özenen hafif meşrebliler, zayıf akıllılar arasında bile "mitliyet** havası çalanlar ve yolunu şa; ınp dalâlette kalanlar eksik değildir. Şam'da çıkan Türkçe , Arapça, Çerfcesçe yanar dör>er renkli bir gazetenin Kâbe yolu üzerindeki Kafkaslılık ruhu ve milli­ yet fikri takip ettiğini gördüğüm zaman. Arabistan'da Çerkesllk fikrine revaç verilmesini şaheser bir şaşkınlık örne­ ği saymakta lalmayarak. Arabistan’da Çerkeslık milliyeti­ nin muhafazesı endişesine düşülmesini bile çok münase­ betsiz bulmuştum. Hele muhafaza-i milliyet sevdası ile latin harflerini Vabule lüzum görülmesi beni büsbütün sinir­ lendirmişti. Şam’da tavattun eden Çerfcesler, milliyetleri­ ni kaybedip de muhitin etkisi altında Araplaşsalar bundan ne ziyan edecekler? Kaybedecekleri Çerkeslik yerine Arap milliyeti kazarımak ziyan mı. yoksa kâr mı sayılmaya lâyık­


HİLÂFET VE KEMALİZM

133

tır? Benim elimden gelse Türklerİ de Arap yapanm , sa­ ir m üslûmanlan da... Bunların vaktiyle Araplaşm adığına de çok teessüf ederim. Zenbilll Ali Efendi merhumu, Şeyhülislamtann, ken­ dimle kiyas edilemiyecek mertebede, büyüklerinden bitdiğim halde, bu noktada ben Yavuz Sultan Selim'in daha iyi düçün d û^ne kaniim. CennetmekAn Şeyhûlislam'm de­ diği gibi. Türk'ün resmi dilini Arapça'ya çevirmek hak ve salâhiyetini, şer-i şerîfın riayet ettiği lisan hürriyeti icabıyla Padişah'a verilemezse de, Padişah'ın mütalâasındaki bü­ yük siyasi maslahat ta şer-İ şerifin takdir nazarından kaç­ mayacak derecede mühim olduğundan. Yavuz Selim'in yerinde olsaydım, Şeyhülislam'ı dinlemezim. Lâkin şeriat mümessillerinin sözlerine karşı gelmekten, o büyük Padişah'ların ne kadar kaçırıdiklarını anlamalı ki Birinci Selim gibi, yâr ve ağyân kılıcına boyun eğdiren bir Padişah, şer-i şerifin hükmü önünde kuzu gibi itaat vaziyeti almış, ve fay­ dası şer-i şerife de şamil olacak büyük bir azminden vaz geçivermiştir. Şeyhülislam'ı da İslam Şeriatı'nın hürriyetperverliğine dayanarak öyle bir Padişah'ın azmine mani olmak­ la tebcne şayan bir celâdet göstermişse de görüş üstünlü­ ğü Sultan ^ l l m tarafında kalmıştır. Milliyet davalarının aleyhinde bulunduğum halde Türk­ ’ün, vaktiyle dilini değiştirerek Arap olmadığına üzülen aciz­ lerinin de, bu fikir ile Arap milliyeti takip etmiş olduğum ve milliyetçilik aleyhindeki mesleğime karşı bu suretle tena­ kuz yaparken, (okunamadı...) taraftar çıkmak gibi bir seciye za'fı ve hatta bir şaşkınlık ve hamiyetsitlik eseri göstermekle kaldığım hatıra gelebilir. Zaten milli izzet-i mefsten mah­ rum olduğunu iddia ederek, milliyet meselelerindeki ser­ best duşüncelehmle beni İthama yetnenen fırsat düşkünü düşmanlarım vardır. Lâkin, hatıra gelebilmesine rağmen yukanki itiraza mahal yoktur. Türklüğü, Araplıkla mübadele­ ye razı olduğumdan dolayı milli izzet-İ nefisten mahrumi­ yetime hükm etmek isteyenler Yavuz Sultan Selim ’in de mitn izzet-i nefisten mahrum olduğunu İddia edemezler


134 HtLÂFET-l MUAZZAMA-IİSLÂMİYE

ya?... Belki aderier del Fakat, utanmaları pek kıt olduğu bundan da anlaşılan adamlann sözüne aiul ve nalul pazarlannda beş para veren olmaz. Zaran yok. bu zıp-çıktı Türklerin millî seciyeleri, Osmanoğlu Yavuz Sel1m*inkinden da­ ha yüksek olsun da benimki onun derecesinde kalsın! En doğrusu miHiyelçüerin iddiası vecbile eğer milliye­ tin kryn>eti varsa bu hususta en ziyade önemli noktasını li­ san meselesi teşkil etmesi lâzım geldiğine ve Arap dilinin ne Türk diliy e ne de Çerkeş diliyle kıyas kabul etmiyecek derecede ûs.ûnlöğû haiz olduğuna nazaran insan, milliye­ tin küçüğüne sahip olup da onun ile iftihar edeceğine bü­ yüğüne malik olarak onunla iftihar etmek daha kârlı ve da­ ha makul olur. Halbuki Arap milliyetini kazanmayı Türk miHryetinde kalmaya tercih etmek de millî bir fikir, ve hatta milliyet fik­ rinde tercih lahiblerinden olmak derecesinde ileri gitmek ve yüksek ayarlı milliyet takip etmek mahiyetir>de olmayıp, meselenin seoebi mıHiyetçıhk fikrinden ziyade İslamcılık zih­ niyetidir. Yani, meselâ Türk iken Araplığı tercih eden. Müs­ lümanlığa fazla bağlılığı sebebiyle tercih eder, milliyetçilikte mûşkûlpeserdltğınden değil. Nasd kİ Yavuz Sultan de milliyetini din fikri İçinde eritmek isteyen büyük bir İslamcı Idl. Benim de Araplığa eğilimim Kur'ân-ı Kerim (de­ ki ayetler) sayesinde Müslümanlığın daha iyi muhafaza edi­ leceğine kani dduğumdandır. İslam düşmanlan Arap harf­ lerini atmak yoluyla Kur'an-ı Kerim'i ortadan kaldırmak is­ tedikleri gibi )>en de Islamiyetin dayanak noktalarını sağ­ lamlaştırmak için, Arapçayı lisan ittihaz etmek derecesin­ de kendimize mal edinmek isterim. Ama bundan Türklü­ ğümüz mutazarrır olurmuş... Biz mOstefid oluruz yal.. Dün­ yada da insanların çalışması menfaat ve mazarrat hesabı üzerine cerey.ın eder. Hayatını ve hayatının sonunu düşün­ mek ihtiyacında olan akıllı için dünya ve ahiret saadetini cem etmekten büyük gaye olamaz. Aman, milliyetimize ha­ lel gelmesin, ciiyerek aklın tayin ve temyiz ettiği mühim fay­ daları elden kıçırmak olmaz. İnsan milliyetsiz de kalmaz. Birini kaybederken doğal olarak diğerine malik olur. Elve­


HİLÂFET VE KEMALİZM

135

rir ki aklını kaybetmesin. Onu daima kendisine rehber ittihaz etsin. Bu cihet saklandıktan sonra d i ^ r kayıpların gi­ derilmesi kabildir. HülÂsa. milliyet insanlardan ayrılmayan bir sıfattır. Onu kendilerine fıtratları sağlamıştır. Bunaenaleyh onunla fazla meşgul olmak, hasılı tahsil ile uğraşmak kadar bâtıl ve beyhude olur. Milliyet haddi-zatında bir ma­ rifet ve bir kıymet ise bu. herkeste vardır. Ve hiç bir kimse­ nin diğerine karşı, milliyet gibi, kendi kendine hasıl olan bir sıfatı, temayüz ve tefahur mevzuu yapmaya hakkı yoktur. İnsanlar kazandıkları faziletlerle biri birlerinden ayrılırlar. İnsanların kazanılmış faziletlere kabiliyeti olmasa hayvan­ lara karşı bile imtiyazlan kalmaz. (Yarın, 14/4/1930, sh: 1 sayı: 62) Bir insan için mensup olduğu milletin, diğer milletler mer)suplanna karşı büyük bir meziyet ve övünç kaynağı sa­ yılması doğru ise diğerlerinin milliyeti kendilerine nakîse teşkil etmesi lazım gelir. Çünkü meziyet ve mefharet ne­ sebi işlerden olduğu cihetle bunları sağlamaya hak kaza­ nan tarafın bulunanlara nisbetle öncülük ve üstünlüğü ha­ iz olması, onların da buna karşı meziyetsiz. aşağı konum­ da kalmalan gerekir. Ve bu hale nazaran -her müsabaka­ da birincilik kürsüsünün sahibi birden fazla olamıyacağı gibi- dünyada milli üstünlük şerefine hak kazanan millet de mutlaka bir tane olmak, diğerlerinin milliyeti ise kendileri hakkında adetâ derece derece töhmet ve hacalet serma­ yesi yerine geçmek zarurî olur. Meseleye akıl ve mantık nazanyla bakılınca verilecek hüküm budur. Halbuki dün­ yada mili! şeref ve meziyetin yalnız bir millete inhisan, ci­ han milliyetçilerinin gelişi güzel bir tanesinden başkasının işine gelmiyeceğinden, onları tatmin için her milletin ken­ di görüşüne göre diğerlerinden üstün ve şerefli olması ge­ rekecektir ki eğer bu görüşler gerçeğe aykırı ise milliyet davatan birer dalalet yoluna çıkar. Ve eğer gerçeğin kendisi


36 HİLÂFET-I MUAZZAMA-1İSLÂMİYE

ise birbi 'ine ayktn ve ters olan bu davaları hakikat tanıya­ bilmek Czere dünyada birbirine zıt hakikatlerin varlığını ka­ bul etme k. yani her milleti mitliyet meselesir>de ker)di iekfiasına uygun olarak işin aslında da diğerlerinden üstün sa­ yarak d(>nyadaki milliyetler sayısınca sayısız milfi birinci­ liklere düşüncemizde yer vermemiz lazım gelir. Miin birincilik davasını, teslime layık bir hak gibi her milletin I ulağına koyarak, *'en İyisi tensin ve yalnız se­ nin milletinin şeref İddiasına hakkı vardır.*' tarzında hem tekelci vn hem genelleyıciliği ifade eden karşılıklı teşrifat ile her ta*afa ayn ayn cemile göstermek, miHiyet davaları­ nı birbirine nakz ettirmek mahiyetinde olduğu gibi, her millet kendisini diğer milletlerden üstün bilmek ve en ör>de bu me­ seleye uygun olmak suretiyle her millet için başkalarına nis* betle öncülük ve üstünlük hakkını korumakta, "takaddü­ mü eş-şeryî alâ nefslhi" tabir olunan meşhur istihale ve butlan yeıinin de üstünde olarak “ takaddümü eş-şey'f alâ ma t e l ^ d e m e ale yhi" yani. "Ş e y in kendisi üzerine ta­ hakküm edenlere takaddüm etm esi" gibi en bâtıl bir fik­ rin bozuk damgası sırıtmaktadır. Fıtratında akıl ve mantık istikameti bulunmakla mümtaz olan insanlardan, muhal ar­ kasında k:>şmak değil, akla yakın şeylere uymak beklenir. Denil rse ki: Miliiy')t fikirleri gayrn muattal duygulara dayalı olduğu cihetle mzkulâta istinat ihtiyacından varestedir. Onun için milliyet ce eyanlannı akla uydurmaya lüzum yoktur. Akıl ve mantık ku'allarına u y g u n lu ^ kabul olmamasına rağmen milliyet dugusu, insanlann tabiatında saklıdır. Hem de ak­ lın uygun t»ulduğu şeylere dayalı akımlara daha kuvvetli bir şekilde saKlıdır." Biz de bunun cevabında deriz ki: Evet, insanlarda milIryet taassubu ilkel bir hal olarak mevcuttu. Sonra, sonra insanlık ter akki ederek, milliyet gibi akh tatmin etmeyen tabd ortaklıkları yeterli görmemeye ve fikrî ortaklıklar ve bağlar aramaya başladı, insan türünün en büyük kıymet ve öne­ mi aklında olduğu için onun münasebetleri koyun veya ta­


HİLÂFET VE KEMALİZM

W

vuk sürûsO gibi milli daire içinde sıkıştınlamazdı. Maddî ve manevî meslek ve doktrinlerin irtibatı buradan doğdu. Ve bu bagiar. insanın kıymet ve imtiyaz noktası olan aklın­ dan kuvvet aldığı cihette, tabiatıyla millî bağlardan yüksek tutulmaya lâyık görüldü. Çünkü insan, en büyük insanlık sermayesi olan aklını işletmeye başlayınca her şeyde men­ faat aramak ve n>enfaatımn muacceleri ile de kanaat etmiyerek ömrünün sonuna ve belki Öldükten sonra intikal ede­ ceği aleme doğru sürüp giden müeccel n>enfaatler ve mutlu akıbetler takip etmek endişisene düştü. Bu menfaatler ve bunun karşılığındaki mazarratlar arasında, büyüklüğünün derecesine göre mllfî ortaklık ve münasebetleri bir tarafa bıraktırarak. gerektiğirKfe, değil millet fertlerini biri birinden, kardeşi karteşten ve ebeveyni evlâdından ayınrsa çok gö­ rülmeyecek mertebede önem kazananlar oldu. Dünyevî ve uhrevî kısımlara aynlan bu çıkar yollarını, insan, milliyete gi­ bi hazırda bulmayarak, aklı ile tetkik ve tecrübeleri sonun­ da sonradan keşf etmiş ve güzide emellerinin sağlanma­ sını bunlardan beklemeye karar vermiştir. Onun için, bun­ larla meşgul olması milliyet havası çalmayı tercihte tered­ düt etmez. Bu çıkarlardan dünyaya ait kısımlarının milliyet duy­ gusuna galip gelecek derecede ör>emini bu kondua muarızfanmız olan dinsiz milliyetçiler de takdir ve teslim eder­ ler. Meselâ bir millet içinde bulunmak, özellikle o millet fert­ lerinin ilerici geçinenlerine yeterli gelmez de bir de hususî parti teşkiline lüzum görürler. Partilerinin fikir ve görüş ürü­ nü bir de programı bulunur. Ve bu programa gönül bağla­ yanlar millet İçinde ayrı bir millet vücuda getirmek derece­ sinde birbirlerine bağlı olarak, program dışında kalanlar­ dan ve özellikle programın muhaliflerinden ayrılırlar. Yerir>e göre muhaliflerin ayn millet efradından olduktan şöyle dursun. İnsanî kişilerden oldukları bile inkâr edilerek ken­ dilerine isnat edilmedik fenalık kalmaz. Yaşamaları felâket, ölmeleri ninnet sayılır. Ne kötü olsalar, bunlar da bizim milletimizdendir. denilerek haklannda biraz insaf ve merha­


138 HİLÂFET İ MUAZZAMA-IISLÂMİYE met durulmaz. Bu sdzü onlardan muhalrflerir)e merhamet istediği amnında söylemiyorum. KarşftığrrKia benim de ekerv dileri bıkkındaki duygularım aynı derecede ŞKSdetiı ve amansı;:dır. Lâkin ben milliyetçi olmadığım İçin onlara karşı şiddetli 'Hisumet beslemekte mazur sayılabilirim. Lâkin on­ lar hem milliyetçilik davasında hem de milletdaşlarının ka­ nına suiıamış bir halde nasıl bulunabilirler? Bu noktadaki tenakuzu görmemeleri elbette ya akıllannın veya milleyit duygularının eksikliğır>der>dir. Milletdaşlan hakkır>da mer­ hamet duygusu taşımamalan da millet duygusurnlan mah­ rum oimalannın eseridir. Muarızlarını milliyet hududu dışı­ na çıkannalan da kendi mahrumiyetlerinden neş'et etmek­ tedir. ÇCnkü insan kabahatli olabilir. Kabahatine göre en ağır cezaya da mahkûm olur. Fakat miiiiyetir>den çıkarıla­ maz. H a il kendileri *‘lnsan ne yapsa dinden çıkm az" de­ miyorlar mı? İşte bu. ne yapsa çıkmamak kaziyesi milliyet hakkında doğrudur. Din hakkırKla değili öyle iken bu adam­ lar hergCn dine söverler de dinden çıkmış olmazlar. Fakat kendileri başkasını kolaycacık m illiyetin in çıkandar. Her ne ise bu ciheti uzatacak değilim. Milliyetten çık­ manın ve çıkarılmanın imkanı olmakla beraber, bunun din­ den çıknr ak kadar dinsiz mHliyetçeHrin de çıkar duygusu ile bağlı c>lduklan siyasî partileri karşısında milliyet t ^ ı n a ve milliyet duygusuna beş paralık ör>em vermedikleri göz önündedir. Parti aykırılığı yüzünden bir millet arasır>da bu derecede ayn gayrı görüşlere- müstahak olarak veya olmayarak-maruz kalanlar olur. Aynı millet içinde bu de­ rece parçalanma makbul ve övünülecek bir şey olmamak­ la beraber çok kere vakidir. Menfaat uğrurKJa. sevilmeyen milleıdaşların kanını, ca­ nını fedâ etmekten çekinmeyenler, milliyet konusunda arz etmek istediğimiz görüşün fena taraftan bir örnektir. Hal buki meseleye iyi tarafından da örnek getirebiliriz; Mesela vatanın korunması duygusuyla insanlar sevgili mılletdaş lannın savaşlara, ölümlere atılmasına lüzum gösterirler. Bu nun zahir ve bahir manası vatanın çıkarını denge sırasın


HİLÂFET VE KEMALİZM

139

da milliyet duygusuna üstün tutmaktır. Çünkü vatanları on­ lara milliyetçilerinden fazla çıkar sağlar. Onun için vatan yolunda kanlarının son damlasını akıtmaya milleti teşvik ederler. Eğer uhrevî vatana da inansalar, onun daha fazla önemli olan menfaatlerini temin yolunda da gerektiğinde, milletlerini ve milliyetlerini fedâ etmekten hiç çekinmezler. Demek ki insanlann hareket ve eğilimlerinde her şeye ta­ kaddüm eden amil, çıkardır. Milliyet, müsbet menfaatten sonraya kalır. Belki milliyet meselesi çekilip uzatılarak esas olan menfaate uydurulur ve icabında alınır, satılır bir şey­ dir. Geçen sene İskeçe’den ve dağdan bir takım Pomaklar gazetelerle bana yazdıkları mektublannda milliyetlerim inkâr ederek Türklük iddiasına kalkışmışlardı. Zahir, çıkar­ larını bu tarafta görüyorlardı Eğer Türkiye gibi zayıf akıl sahıblerınt cezb eden bir Pomak hükümeti olaydı, bu adam­ lar Türkiye'ye heves ederler miydi? (Yarın, 28 Nisan 1930, sh; 1 ve 4. sayı: 63) Bundan önceki makalelerimizde "m illiye t” adı veri­ len akımın, saliklerini deli divane ettiği derecede, makul bir şey olmadığını hayli izah ettik. Ve milliyet duygusu insan­ larda tabii olduğu kadar ilkel bir haslet olduğundan, insan­ ların gelişmesi ile önemini kaybederek onun yerine, insa­ nın duygusundan ziyade aklını cezb edecek maddî ve ma­ nevî bağların kaim olduğuna nazaran, terakki iddia edilen asırlarda millî hasep ve nesep davaları takip etmenin, tah­ lil sonucu insanlıkta ilkellik devirlerine dönüş mahiyetinde bulunduğunu da anlatmış olduk. Bu notka-i nazardan "m illiye t” taassubu medeniyet­ le hiç uyum sağlamayan ve duyguları, incelik (ve nezaket) kazanarak yükselmiş insanlara hiç yakışmayan bir haldir. Onun için, fazilet ve medeniyet dini olan ve insanı temizle­ me gayesi takip eden Müslümanlık milliyet taassubunun şiddetle aleyhinde bulunmuş ve bu dinin Yüce Peygam­ beri milliyet davaları hakkında "Cahiliyet İntisabı” tabiri­ ni buyurduktan başka böyle cahilce intisapta bulunan adam­ ları azarlamak İçin hiç bir hadis-i şerifte emsaline tesadüf edilmeyen ağır kelimeleri kullanarak haklarında şiddetli ga­


140 HİLAFET İ MUAZZAMA-1ISLÂMİYE zap izha' buyurmuşlardır. (1). Çünkü, İslam Oini'nin doğu­ şu. Arap stan yarımadasının kabile kavga ve mûcadelelen ile daimi bir savaş sahnesi halir>de bulunduğu zamana te­ sadüf etmektedir. Eğer Müslümanlık kabile farkından or­ taya çıkan düşmanlıklarla yanıp kavrulan o diyann imdadı­ na İlahî rahmet gibi yetişmeseydi, Arap milleti birbirini yer. bitirirdi. f*eygambehmiz en evvel Arabi birbirine din kar­ deşi yapC'.rak o milletin hayatını kurtardı. (2). işte Isam Dinirıin sörvlûrmeyi başardığı o ayrılık, gaynlık ateşini körük­ lemek ist')yenler hakkında Peygamber Efendimiz büsbü­ tün fazla l>ir tepki gösteriyorlar. Biz de milliyetçilik aleyhin­ deki mesleğimizi hem Peygamberimizin yüce mesleğine hem de akıl ve mantık ve insanlık gereğine uyma zorunlu­ luğu ile takip ediyoruz. Milliyet tutuculuğu. İslam Dirti'nin ahkâmına, akıl ve mantık kurallarına uygun olmadığı gibi, uluslararası adalet fikrinin kurulmasma da en güçlü bir en­ geldir. Bu içten gelen duygu ile herkes: "B e n Uzeyte kabilesinden olmaktan başka. Bir şey tanımam. Kabile m dalâlette kalırsa ben de kalırım. Hak yoluna giderse, ben de giderim.'* (3) diyen şaire uyarak nefsi hakkında rüşt ve d a l ^ t farkı göz­ etmemek ılerecesinde dumanlanmış gözle kalmaya razı olacağı gibi, milletinin ve milletdaşlarının gayretini güder­ ken yabar>cıların apaçık haklannı zıyaa uğratmakla önce­ likle tereddüt etmez. Belki bunu miin hamiyet gereklerin­ den sayar. İşte milliyetçi, benim milletim, benim kabilem, benim mahallem, benim akrabam diyerek evren hakkır>da nefsine taa lukü derecesine göre hüküm veren bir bencil­ li) arzt tle. b »n Man tı^ la y e menaubum, diye ıtlıftaf elmelc «leyen adarm. lakür zvnranda ona: “ Babanın brimam rtajm aâz«ıa aoU" dayın. Ham da Unaya tabm da yatınmayıp mûsiabcan fayın tamını açıklayın'* dar.>akllr ( b “ Hapiniz /klah’n ipma yaptım Ayntmaym. Alah'm ûzarinızdakı mmaÜnihatvtayııikiblrbirint2adû«m anri(ankaR)tahnizilaM a(iıdaa«fbırnimaı olan lslam«n hidayeti sayeamde hepmız kartla» oldunuz “ (3/103) da­ maktır. hliKatçıiar kandı zamanlarında bu ayal Ua herkasi partilanna davai adarlardı. Hatoukı AHahm ıpmdan murat dmaiziann va ıpsiztann ipi olamazdı. (3) Bu »ari aöykTtn. Asr-ı Saadattakı ''H u n a yn " s »r^n d a maktul dû»an Durayt Mn as-Sam al adındaki, mafhur cahüıya »aındır.


HİLÂFET VE KEMALİZM

141

dir. Dindâr da dindaşını, sevgi hususunda tercih etse de hukuk noktasında eşitlik kanununu ihl&l edemez. Bu nokta­ da dini, kerKksini taraf tutmaya sürükleyeceği yerde adale­ ti gözetmeye zorunlu kılar. Kur'an-ı Kerim: “ E Y m ümin­ leri Hak ve adalet vazifesini yerine getirmek hususun­ da çok dikkatli ve ihtimamlı davranınız. Şahitlikleriniz Allah İçin olarak, nefsiniz veya ebeveyniniz veya akra­ banız aleyhİrKİe bile olsa hakikat yönüne yönelik olun­ sun.'* (Nisa/135) buyurduğu gibi diğer bir ayet-i kerîmede de: “ Herhangi bir kavim hakkındaki buğz ve husumeti­ niz sizi kendilerine karşı adaletsiz muamele ile günah­ kârlığa sevk etm esin." (Maide/8) buyuruluyor. Din adam­ ları dinlerinin emri gereğince hak ve adalet kanunlarına bağlı oldukları halde milliyetin hak ve adalet kanunu yok­ tur. Onun kanunu taraf tutmaktan ibarettir. Bu sebebten “ m illiyet" taassubu ile dinî taassup arasında fark vardır. Hatta bu sebebten din gayretine “ taassub" illaki bile doğ­ ru bir tabir değildir. Kavmiyet manastnca “ m illiyet" fikri insanlık arasın­ da haksızlık ve eşitsizlik sebebi olduğundan asrî "m illiyet" mefhumunda temel değişiklikler yapılmıştır. Meselâ bir dev­ letin idaresi altında bulunan halk, muhtelif ırk ve unsurlara mensup olsa da çağdaş anlayışa göre bir millet sayılırlar. Ve her unsurun ker>dilerini ayn millet saymasına izin veril­ mez. Çünkü böyle yapılmasa bir devletin halkı aralarında aynlık gayrilik fikri güden muhtelif milletlerden terekküb el­ miş olarak birleşik ve samimî siyasî bir kitle teşkil edemez­ ler. Ve o devlete hepsi sadakatle bağlı olmazlar Onun İçin meselâ bugünkü Türkiye'de y£işayan unsurların hepsini Türk saymak istiyorlar. Kürt, Lâz, Çerkeş. Arnavut farkım değil, adını bile kabul etmiyorlar. Oradaki Rumlara bile Ordodoks-Tûrk demeye çalışıyorlar. Demek ki bugünkü ''m illiye t" ırk ve kan bağlarından soyutlanarak siyasî bir çerçeve içinde ve adetâ “ hükümet m illeti" mahiyetinde tesbit edilmiştir. Ve bir devlet İçinde başka bir milliyet da­ vası takip etmenin, bugünkü anlayışa göre, başka devlet F .8


142 HILÂFET-I MUAZZAMA-! İSLÂMİYE

davası ta dp etmekten farkı yoktur. Çünkü bir devletin bir milleti olacak ve içir>de ikinci bir milletin varlığı, devlet içirv de diğer >İr devletin varlığı kadar tecviz edilmeyecektir. Özellikle devletlerde, yani halk hükümetienrKle devlet ile milet tam bir birlik halinde bulunacaktır. Fakat bir devlet içinde muhtelif dinlerin mensubu bulunabilir ve hüküme­ tin resmi dini bunlardan binsi olduğu halde diğerlerinin var­ lığını da hükümet tanımamazlık etmez. Çünkü dinde ayrı­ lık s^yasett^ ayrılığı gerektirmediğinden din farkını hükümet kıskanmacan kabul eder. Lâkin bugünkü "m illiyer* tama­ men siyas bir mahiyet kazanarak devletin mahiyeti ile bir­ leştiği İçin hükümetler, idareleri içinde bir milletten başka milliyet tanımazlar. Bu hususta cidden kıskar>çlık gösterir­ ler. Lozan nuahedesınin. Yunanistan'da azınlık mesele­ sinden bat sederken, *‘T ü r k " ismini hiç kaale almaması­ nın manas da budur. Şu izat ata nazaran Yunanistan içinde Türklük ve hatta Kemalistlik fîkh takip ettiklerini açıktan açığa söylemekle devlet ve millet mefhumları hakkında birbirinden cahil olduklannı ilan eden iki gazeteci taslağının hareketleri, ce­ haletlerine tıağışlanmıyacak kadar devlet bağına karşı bü­ yük bir cinayettir. Çünkü bugünkü ''m illiy e t", devlet mik­ yası ile ölçü düğünden Türkiye hududu dışında hiç kimse Türklük iddu) edemez. Ederse, bunun manası "b e n Tü rk teb’asındar ım " demek olu. Çünkü bugün. "T ü rk lü k "ü n Türkiyelllikten başka bir resmi ve siyasi manası kalmamış­ tır. Azınlıkların yalnız dinleri cihetiyle özellikleri vardır. Ve bu özellik m jahedeier ile sağlanmıştır. Başka ne milliyet özelliğine, no de dinsizlik özeiltğine gerek hükümetler ve gerek devletlerin muahedeleri beş paralık önem vermez. Ilım düşmanlığı yüzünden aşk ile cehalete sanlmckta örneği bulunmayan şu azınlık muhitinde kendilerine mûslüman diyerTv^iklerir)den ne hükümet ne de Lozan mua­ hedesinin tanımayacağı Türk milleti namıruı Yunanistan'­ da yaygara koparan mecnunlara biz bu dersleri telkin et­ meye çalıştık(’4i onlar cehaletlerine cehalet, ve cinnetleri­


HİLÂFET VE KEMALİZM

143

ne cinnet katarak, Türklük davası ite kendilerinin memle­ keti olmadığına kail oldukları şu memleketten bizi koğmaya kalkışıyorlar. Bu kaşarlanmış cahillerin kendilerini tali­ mimize karşı mükâfatları da böyle cahilce olmak eğlenceli bir şeydir. Onarın. 5 Haziran 1930. sayı: 65. sh: 2) Her memlekette bulunan muhtelif unsarlara mensup vatandaşlardan mürekkeb bir devlet ve bir birlik vücuda ge­ lebilmek için, geçen makalede izah ettiğimiz vech ile milli­ yet anlayışının tebdil ve tağyirine mecburiyet hasıl olarak devlet ve hükümet mizacına tabi bir itibarî iş haline gelme­ si. eski “ m illiyet" fikirlerinin iflâsını isbat ettiği gibi Kapitalistlikte beraber Nasyonalistlik akımlarının tepkisi mesa­ besinde bulunan Komünistlik hadisesiyle de eski milliyet fikirlerinin modası kalmadığı ve kalsa bile sınırlı etki alanı ile Komünistlik gibi genişlemeye istidatlı fikrî ve doktriner akımlar karşısında karşı koyma gücünü haiz olmadığı sa­ bit olmuştur. Her milletten insan kaydetmeye müsait olan Komünistlik, Bolşeviklik gibi tehlikesi büyük akımların kar­ şısına çıkabilmek için, tekelci bir fıtrat altında kolay kolay çoğalmak bilmeyen ve fıtrî farklarla birbirinden müteneffir kalmak mesleğini takip eden "m illiy e t" kuvvetleri madd bakımdan yeterli olmayacağı gibi kendisinden başkasını ta nımayan ve başkalarına karşı hak ve adalet ahkâmı ile mu kayyet olmayan millî zihniyetler de Komünistlik ve Bolşe viklik yağmacılığına mani olacak manevî bir kuvvet de yok tur. Binaenaleyh bu tehlikelerin karşısına çıkacak kuvvet şu anda kemiyeti, millî kemiyetlerden çok fazla olduktan sonra başka daima sür’at-le çoğalmak istidadında bulunan ve haram, helal inançları ile ibahe mesleği (haramı işlemeyi mûbah gören akım/S.A.)ni red eden din kuvvetleridir. Garp medeniyeti ile beraber meydan alarak bugüne kadar dünyada saltanat süren ve son zamanlarda gelişme alâmeti göstermeye başlayan Kapilalistliğin faiczci mesle­ ğine de, bunun yerine geçmek isteyen Komünistlik ibaheci mesleğine de özelliği üzere mani olacak yegâne kuvvet, din kuvveti ve zihniyetinden ibaret olduğu içindir ki Anka­ ra hükümeti, Türkiye’yi Bolşevik Rusya’ya yaklaştırmak


144 HİLÂFirr-I MUAZZAMA I ÎSMMİYn kasd^la dininden soyutlamaya lüzum gördü. Dinin mümes­ sili olan Hilâfet. Türkiye'de Bolşevik seline karşı bir kale idi. Garip'.ır ki bu kale^ yıkmak hususunda Bolşevik düş­ manı geçi len Ingiltere'nin yardımı otdu. Ve daha ganbi ola­ rak. Ingili2ier bu halin pişmanlığını hissedecekleri yerde İs­ lam alemi'ii baştan başa tazyik eden ve dinsiz Türkiye’­ ye mülayim çehre gösteren İngiliz siyaseti halâ devam et­ mektedir. Maka emizin konusunu dağıtmayalım Din ve milliyet mukayesesi bizi başka vadilere de sevk edebilir. Mevzuya dönüm rK)kta$ında şunu söyliyeyim kı '*milliyet"cllık aley­ hinde man.!um ve martsur yazılanm olduğundan dolayı beni genellikle milliyet fikrine düşman sananlar yanılırlar. Ben dilleri ve acetleri aynı olan insanlann birbirienyie anlaşmak ta en doğal kolaylığa mazhar olacakların ve hem-cinslen ile bir arad ı yaşamakta bulundukları zevk, lezzet ve saa deli başka suretle temin edemıyeceklerini takdir ederim Hiç bir zaman tek başına yaşayamayan ve kendini savun maya kadir olamayan insanlann teşkil edecekleri en yakın ortak kitlen n milliyet camiası olduğunu da takdir ederim. Bunlardan b a ^ a ben ne kadar milliyet fikir ve eğilimi­ ni tenkit etsem de. yükselmiş insanlara lâyık görmesem de alemin milliyetinden vaz geçmediğini, en fazla sevdiğim, milliyetlerini kendi milliyetime tercih ettiğim Arapların btle miin taraf tutmak ilkelerinden azâde kalamadıkannı. Arap­ lık karşısında Türk'e ve saıreye az çok yabancı nazarıyla baktıklarını, geri kalan İslâm unşurtannm da aynı illetle ma'lûl olduklarını, ve hasılı, diğer İslam ümmetlerini, şimdiki millî çılğınlıkiarmdan nefret ve şikayet ettiğimiz Türk mille­ ti kcKİar da milliyet meselelerinde feragat ve fedâkârlık gösteremedikler ni görüyorum. Müslüman Türkierin hepsinin benim gibi Arab'ı nefsine tercih ettiğini ve sair İslâmî un­ surları keredir den ayrı gayn saymadığını. OsmanlI saltana­ tının Türk kaçar, belki daha fazla Arnavuttan. Araptan, Çerkesten, Boşnaktan, Kûrtten, Gürcüden vükelâ ve vüzerası bulunduğunu unutup dünkü İttihatçılar'ia bugünkü Kemalistler'in millî münasebetsizliklerini Türk’e mal ederek kerv dilerinin de umumî bir tarzda mukabil milliyet davaları ta­ kibine koyuldjklannı da görüyoruz.


h il â f e t v e

KEMALİZM

145

Lâkin gördüğümüz bütün bu acı şeylerle beraber, herbiri bu suretle kendi havasını çalmakta olan İslam milletleri­ nin felâh bulduğunu da görmüyoruz. Bir de alem yanlış milliyet davalarından vazgeçmiyor diye bizim de onlara hid­ detlenerek denk bir yanlış yol takip etmemiz lazım geknez yal Türkiye'den ayrılan İslam milletlerini İttihatçıların ve Kemalistlerin hareketi şaşırttı ise bize de yeniden onların şaşkinliğinin bir eşini yapmak vazifesi düşmez. Evet. Müslüman milletler Umumî Harb'ten sonra ta­ raf taraf kendi memleketlerinin ve milletlerinin derdine düş­ tüler. Fakat İslam Alemi'nin başına gelen son felâketler ilk önce Türk'ün başına geldi. Türkiye'yi din düşmanı Ankara hükümetinin istilâsı üzerine ilk önce Müslüman Türk, va­ tanını kaybetti. Ondan önce Bolşevik istilâsına maruz ka­ lan Rusya'dan canını kurtaran Müslümüntar, ve hatta Pus­ lar İstanbul’da ve Türkiye'de sığınacak yer buldular. Za­ ten İstanbul asırlarca Osmanlı payı-tahtı halinde, kişi ve ce­ maat olarak, her Müslüman için ve belki her insan İçin tek­ lifsiz bir sığınak olmakta devam etmişti. Daha sonra İstan­ bul'un kendisi ve bizzat Türkiye'nin müslümanları vatan­ sız kalınca onlara karşı hiç bir İslam muhidi kapısını ve kol­ larını açmadı. Kenar bucakta bulunan İslam Hükümetleri­ nin, İslam gazetelerinin, İslam ulemasının, yeni Türkiye'den dinini ve ırzını kaçırmak mecburiyetinde kalan müslümanlar nereye gidecek, diye düşünmek akıllarına bile gelmedi. Bir yere gidemeyip kalanlar, şapka giymemek için evlerin­ de ölünceye kadar nefsini haps etmeye karar verenler ne olacak? Hac farizasını edâ maksadıya bile dışarıya çıkmatanrtâ izin verilmeyen Türk müslümanları göz göre göre din­ lerini kaybedip ve zamanın geçmesi ile unutulup gidecekler mi? Hele bundan sonraki nesil, babalarının dinine varis olmak­ tan tamamen mahrum mu kalacaklar? Merhum babaların mahrum çocuklarının vebali yalnız Ankara hükümetine mi ait olacak? Mes'uliyetten çocukların babalarına ve uzakta yakında bulunan Müslüman hükümetlerine ve Müslüman milletlerine bir pay çıkmayacak mı? Sağlam Müslümanlık


146 HİLÂFET İ MUAZZAMA ! ISLAm IYE devri olsii bunun için Arabistan'da, Hindistan’da Afganistan'da vc’ dünyanın her tarafında bulunan Müslüman mH> letler ayaklanırlar ve hükümetleri aldırmıyorsa onları da ayaklanır aya mecbur ederlerdi. Ankara hükümeti İslam Dini'nin üzt^inde hora teperken, dans ederken mutlaka key* fine bırakmazlardı. Nasıl ki şu andaki Müslüman milletleri> nin de dirıdaşları yerır>e mıiletdaşlan Ankara baskısı altııv da olsayc ı, her taraftan müdahaleler vuku bulurdu. Mat­ buat yayç aralarının arkası kesilmezdi. O milletler, o hükü­ metler müstakil olmasalar bHe istiktAHerini Ingiliz. Frartsız tahakkürr ünden kurtarmaya çalıştıklannın yarısı kadar ol­ sun dinlerini ve dindaşlannı Ankara<nın) tahribine karşı mü­ dafaa ede mezler miydi? Ankara'nın sefîrlennı ve şehben­ derlerim Hicaz'dan, Mısır'dan. Şam'dan konamazlar mıy­ dı? İstıklâ istemeyi Avrupa’dan önrertdiler, İslam Dtni’ne ilan-ı harp eden Ankara'nın meşruiyetini tasdik etmeyi ve Türkiye dtıhilinde İslam Dini'ne ve Mûslümanlara reva g6rülen ihanet ve hakaretlere müdahale etmeyi de Garp si­ yasetinden öğrendiler, asrın modasına göre hareket edi­ yorlar değ'I mı? Fakat Müslümanca işler böyle tâkip olun­ maz. Ve fıareketlehni Müslûmarx:a düzeniemiyen İslam milletlerinin yolu selamete çıkmaz. Türkryi) içinde kısılıp kalan ve gidecek yer ve hicret ala­ nı bulamayan Mûslümanlardan başka. Balkan nnemleketleri sakinlerinden oldukları halde Kemalist tahriklerinin akıllarını başla m dan aldığı ve yüzlenni Türkiye’ye döndürdü­ ğü gafillere uymak istemeyen ve lâkin gafil kısmın bozgun­ luğu yüzünden husule gelen sarsıntı ile kerKjileh de olduklan yerlerde kalamamak endişesinden muzdanp olan mûslümaniar noreye gitsin? diye düşünecek ve telâş edecek müslüman hükümetlerden, milletlerden muharir ve mütefekkirlerder de alâkadar kimseler göremiyoruz. Balkan mûslümanlarından. müslümanlığı Kemalistliğe dönüşmüş bulunan kıs<'mn hamiliğini Ankara hükümeti deruhte etmiş, bunların menfaati ve müslümanlıkta sebat eden kısmın za­ rara uğraması hesabına mahalli hükümeti ta’ciz etmek ve


HİİJ^FET VE KEMALİZM

147

başını anırtmaktan bir an ayrı katmıyor. Ve bu aciz, hami­ siz müslüman kısmın ve hatta bizzat müslümanlığın hima­ yesi Hhstiyan Balkan hükümeilerinin İnsanî omuzlarına ka­ lıyor. öte taraftaki Mısır, Hicaz, Irak hükümetlerinin ve yeryûzürKleki İslam miHetlefinin bu işlerden hiç bir haberleri bile olmuyor. Muhterem *‘intibah" gazetesinin geçen sa­ yısında okuduk ki Bulgar Maarif Nezareti İslam mektebtorinde Kur'an-ı Kerîm derslerine önem verilmemekte oldu­ ğunu haber aldığından dinî tedrisat saatlerinin çoğattıimasını emr etmiş. Müslüman teb'asının dinini kaybederek ah­ lâksız kalmasına razı damıyacağını da gerekçe göstermiş. ŞinKk kaderin cilvesine bakın ki Balkan Devletleri idaresin­ de bulunan Müslüman halk arasında dahili bir dınlilik ve dirtsizlik iftirakının mücadele ve muharebesi cereyan edi­ yor. Müsiümandan azma Türkiye hükümeti meseleye dı­ şardan burnunu sokarak dinsiz tarafa destek oluyor ve res­ mî, gayr-İ resmî vasıtalarda) nüfuzunu kutlanarak dindar ta­ rafı acze düşürmeye çalışıyor. Pek çok milyonlarca müslü­ man teb’ası bulunduğuna nazaran bazılarının büyük bir İs­ lam devleti saydığı İngiltere'de dinsiz Türkiye hükümetine pey-rev olarak Kıbrıs'ta dinsiz Türklerin emellerini terviç edi­ yor, İslam mekteblerirtde Kur'an-ı Kerîm harfleri yerine latin harflerini ikame ederek adanın dindar Türklerine kan ağlatıyor. Kıbrıs'la (Türkiye)nin içi gibi dinsizlerin galebesi ile neticelenen ve Yunanistan'da. Bulgaristan'da, Sırbis­ tan’da. Romanya'da halâ mücadele ve muharebesi devam eden ve İslam Dini'nin hayat ve mematına müteallik bulu­ nan bu meselelerden muhtelif İslam hükümeterinin ve üç yüz milyonluk Müslüman milletlerinin haberi bile olmuyor. Mücadele devam eden Balkan memleketlerinde hariçten ve dahilden ûst-Oste katlanan dinsiz kuvvetlerin dayanış­ malı tertib ve teşvikleri eseri olarak, sözüm yabana, müs­ lüman mekteblehnin kendi arzuları ile etlerinden almak is­ tedikleri Kur'an-ı Kerîm'in hukuk ve hürmetini muhfaza va­ zifesi Balkanlardaki Hristiyan hükümetlere yönelik kalıyor. Soysuz müslümanlar arasında bu derece sahipsiz kalan


148

hilAfet-imuazzama-iislâmiye

Kur'an-ı Kertm'e onlar sahip çıkmak lüzumunu hissediyor' İar. ö v y û ve şerefi bu Hrıstiyan hükümetlere, âr ve hacaleti umumiyetle Müslüman devletlere ait olmak lâzımken, bu ctlviH kadere ne buyurursunuz? Buralarda b u lu r a Müslümanların ahvali ile Türkiye'deki İslam düşmanı hû* kümet alâkadâr oluyor da neden İslam hükümetleri alâka* dâr olmuyor? Ötekindeki dinsizlik gayretinin mukabilinde, berikiler aiâkadârlığa sevk edecek hiç bir din gayreti yok mudur? Türkiye hükümeti Müslümanlıktan resmen alâka* sim kestikten sonra hariçteki Müslûmanlarta meşgul olma* ya hakkı kalmamış ve bu iştigal hakkı Mısır gibi. Hicaz gibi İslam hükümetlenne intikal etmiş değil midir? Böyle mukad­ des huktktan haberdâr olmayan hükümetlere nasıl kına* sam.messlenın önem hakkını edâ etmiş olacağımı bil­ miyorum. İşte Balkanlardaki müslümanları da umumen dinsizleştırmedtsn veya densizlere mağlup ettirmeden rahat et* miyeceği anlaşılan dahil ve haricin müttefik kuvvetleri çir­ kinliklerim) devam eder ve yerel Hristıyan kuvvetleri de bu kadar çalınma karşısında Müslümanlığın fahri hinDayesinden usaniıiarsa bu müslûmanlar nereye gidecek? Bu di­ yarın Kemalist propagandasına kapılan gafilleri başların şapka koy.ırak akın akın Türkiye'ye gidiyor. Müslünıanlar da gitmek lâzım gelirse, nereye gideceklerini bilmiyorlar. Çünkü bunlara hiç bir İslam muhitinden davet ve sahip çık­ ma vuku bulduğu yok. Eğer böyle bir şey olsaydı. gafiHer de belki yollarım doğrulturiardı. Kendilerinin doğduğu ve geçmişlerinin gömülü bulunduğu memleketlerinde kalmalan daha u)*gun olduğu halde Kemalist tahrikleriyle baş­ layan ve bir birine sirayet eden bu umumî müslüman bozğununu yeni Türkiye batakhanesir>e uygunsuz İslam mu­ hitlerinde toDİayarak mahv ve heder cihetinden kurtarma­ ya çalışmay din borcu bilen müslümanlar nerede? Umumî Harb mütarekesinden sonra 150 bin Ermeni Suriye'ye, 100 bine yakın Yahudi Filistin'e yerleşti. Bunun yüzde biri k£dar Müslüman muhacirin bir İslam muhitine


h il â f e t v e

KEMALİZM

149

yerleştiği işitilmedi. Ne zaman ki Türkie, Darü'Lİslam ol­ maktan çıktıktan sonra ne Ermeniler ve ne Yahudiler.. (Türkler) derecesinde yersiz ve yurtsuz, bilhassa sahipsiz kalmamışlardı. Ermenilerin yeni teşekkül etmiş memleke­ ti var. Cemiyet-i Akvam’da hamileri var. Yahudilere gelin­ ce ( .....okunamadı). İşte ben bu meseleyi hiç bir tarafa çekmiyerek hepi­ mizin kabahatim söylüyorum. Çünkü hiç bir milletin savu­ nucusu değilim. Gücüm yettiği kadar hak ve hakikatin ve isiâmiyetin müdâfiiyim. Mısır, Filistin, Irak ve Suriye gibi sabık OsmanlI Devieti’nden ayrılarak parça parça olan memleketlere, o devletin kadrini bilmediklerini başa kak­ mak istemiyorum. Bunu bizzat Türkler bilmedi ki onlar bil­ sin. Ben ancak hepsinin başına Müslümanlık bağının kad­ rini bilmediklerini ve mucibince hareket etmediklerini kak­ mak istiyorum. Biraz evvel arz ettiğim vech ile herkesin milliyetini sev­ mesine de bir şey demem. Ancak yeni Türklük gibi dine zıt çıkan milliyetlerden şiddetle uzak tutarım. Dine aykırı olmamakla beraber bazı İslam unsurlarının mensupların­ da ve bazı Arap yazarlarında tecrübe ettiğim vech ile ev­ velce Müslümanlık tarafından red olunduktan sonra Garp efkârını taklid vesilesiyle yine aramıza giren ve din bağını ikinci dereceye düşüren ‘‘ m illiyet" aşk ve muhabbetine de çok kızarım. Hiç bir kimsenin milliyeti nazarımda ale­ me rahmet değildir. Eskiden " d in " , "m illiye t"in İçinde mühim bir rükn olarak dahil sayılırdı ve dine aykırı bulunan hal ve hareket, milliyete de aykırı sayılırdı. Böyle milliyete ben de hürmet ederim. Daha doğrusu "m illiy e t" kelimesinin asıl manası " d in " demektir. "H an îf olarak İbrahim 'in milletine (di­ nine) tabi o lu n u z." ((Nisa/225) ayeti de bunu gösterir. Fa­ kat bu kelimeyi Türk yazarları "k a v im " manasında kullan­ mışlar. Ve halâ Araplar, bizim "m ille t" dediğimiz yerde "ü m m e t" derler. Milliyetlerini İslamiyet içinde örtmeyi ge­ rekli görerek bu hususta İslam milletlerine tam bir örnek


150 HILÂFET-I MUAZZAMA-IİSLÂMİYE

olacak bk fazilet gösteren eski Müslüman Tûrkler ome mev* zu olan bu kelimeyi kasten kullanmışlar sanırım. Buna kanmıyarak ilm-l hallerine de “ din ve millet ikisi b ird ir" diye yazmışlar Dini, "m illiye t" yapmak ve mûsKımaniıktan ayn milliyet ta sımamak istemişler. Viyana kapılarına kadar gi­ denler bu Tûrkler İdi. Bu Tûrkler hakkında Ankara Meclisi'nin m ûntaz simalarından Bolu Mebusu Falih Rıfkı, bir kaç sene '»vvei gazetelere yazdığı seyahat makalelerinin birinde şö/ie söylemişti: "Osm anlI tarihini bilir misiniz? Bu imparatorluk umu­ mi tarihin azametlerırıden biri idi. Hududumuzun bir ucu Viyana'ya ‘ki saat mesafede, bir ucu İran içlerinde. Kara­ deniz, Marmara iki havzamız; Romanya. Bulgaristan. MAcaristan, Sırbistan. Yunanistan, Arnavutluk birer vilâyeti­ miz: Arabistan, bütün Mısır, Şimali Afrika... Brezilyanın bir vilayeti. bû;ûn İngiltere'yi içine aldığı gibi galiba bu impa­ ratorluk büıûn Brezilya'yı içine alırdı. O esnada bazı Fran­ sız tûccarlaı büyük p a d i^ t a n mürüvvet istediler. Osmanlı kim. Fransı! nerede? Kanuni Süleym an için Fransız Kra­ lı, valilerinir herhangi birinden daha mühim değildi. Misa­ firlerine lütOflarda bulundu. İşte kapitülasyonlar bunlardı." Demek ki bu İmparatorluktan lütûf g ^ e n devletler de sonradan ICtûflann hakkını ters olarak ödemişler, tarih-i umumide bıiyûklûğûne şahit olduğumuz bu imparatorlu­ ğun bugün tarihin inkâra kalkışan sizin gibi na-halef evla­ dı da uhden, ze düşen kûfran vazifesini yerine getermekte kusur etmiyorsunuz. Her ne ise en eski düşmanlarından en yeni düşman­ larına kadar büyüklüğünü inkâr edemedikleri Osmanla Dev­ leti dini, adaleti, beyne'i-milel mürüvveti şiar edinerek. Av­ rupa'da. Asya'da. Afrika’da hakim olmuştu. Şimdi bu dev­ leti bozup yeniden kuran milliyetçi Tûrkler ise Ankara ka­ pısındaki Sakarya muzaffenyetinin sarhoşluğu ile dini, mil­ liyeti ve insaniyeti kaybettiler. (Yarın, 2s/7/1930. sayı; 67, sh: 1 ,2 ve 3).


HİLÂFET VE KEMALİZM

151

Milliyet mefhumunda mühim bir rüKn olarak **din"in dahil ve muteber bulunduğu ve hele hiç bir milliyete kıyas edilmiş olmamak üzere Müslüman olmayanı bulunmayan ve çok kere *'Müslüm8n'* tabirine eşit ve denk gibi sayı­ lan **Törk" milliyetinde müslümanlık bir yön veya bir şart derecesinde gerekli olduğu cihetle, dine hiyanet eden Türklerin cinayeti, milliyete hiyanet olmak lazım geldiği, bun­ dan önceki makalemden anlaşılmıştır. İslameyeti kendisi­ ne **mllliyer* yaparak,millî ayrılık, gaynlık davası güdmek gibi ilkelliklerden nefsini tenzih ve arıtmaya muvaffak olan Türk milliyetinin İslamiyet can damarı yerinde bulunduğu halde bir takım çibiliyetsiz zıpçıktı Türkler. Müslümanlığa *'hor’ *bakar da milliyet davasına kalkar. Demek ki bu ser-, seriler, bu cahiller **ml1Myet** çalımı satarken Türk milıyeti r>e demek olduğunu bilmezler. **Yarın**ın **din par1işl**ne rakip olarak partisi** teşkil ederler. Dinsiz milli­ yet olamıyacaötnt. ve bilhassa dinsizlikle Türk milliyetinin taban tabana zıt okfuflunu idrak edemezler. Türk arasında yeni zuhur eden ve eğer eski **Gagavuz'Mara Türk denilebilirse müslümanlıktan ilgilerini kes­ melerine rağmen kendilerine de Türk denilebılen bu "m illiyet" putperestleri halâ Türkün kalbini yeni Türkiye'ye bağlayıp yönlendirirken arasını eski Türkiye gibi müsiümoıı zannettirmek ve Hristiyan toprağında bulunan Türkler, Pomaklar ve Müslümanlık yönünden Tü rk’e bağlı bulunan sair unsurlar için Türkiye'yi en doğal bir hicret yeri ve enin­ de sonunda gidilecek bir yer durumunda göstermek isterler. "T ü rk ü n aklı sonradan g e lir", denildiği gibi bu müzevvir propagandaya kapılan şaşkın Türkler de. analarının, babalannın memleketini bırakıp Türkiye’ye giderken İslam toprağına güttiğini fark ederek giderler, oraya giderken da­ ha ilk adımda başlanna şapka koymak ve İslam kıyafetin­ den çıkmak mecburiyetir)e maruz kalmaları bile orası hak­ kında ki eski zihniyeti tashihe medar olamıyarak. Türkiye'­ ye hicret edenlerin büyük bir çoğunluğu yine her halde es­ ki Türkiye'den miras kalan İslamiyet cazibesi ile gider. Yani


152 HİLÂFET İ MUAZZAMA-lISLÂMlYE Türk'ün ve Türkiye'nin hakkında Öyle sabit bir kanaat vardır ki **şiipka**dan alâmet-i küfür otmak özelli^ zail oluyor da Türk' en Müslümanlık özelliği zail olmuyor. Yani Müs­ lümanlık Türk’ün damanna bu derece işlemiştir. Lâkin, her­ kesin tes im edeceğine şüphe etmediğim bu sözümün ma­ nası: -Oir sizlerin de çok işine geleceği vech ile- *‘T ü rk r>e yapsa d ild e n çıkmaz ve İslam Dini onun keyfine göre lâstik gibi uzanır, kısalır." demek olmayıp; maksad, İslamiyetle Tîrklüğûn irtibatının şiddetini anlatmak ve islamiyetten alâkasını kesen Türklerin Türklük milliyeti ile de alâ­ kaları olaınıyacağını izah etmektedir. Türk'ün müslümaniıkla alâkasını, "m iltî" ve ayrılması imkansız olmasından çıkarılacak doğru mana dini olmayanın Türk milliyetirıe in­ tisaba hakkı olmamasıdır. Yoksa dinsiz Türklerin de müsiüman olrrası değildir. Evet, bu iki noktayı temyiz edeme­ yen Türkler vardır ki " T ü r k ’ün aklı sonradan gelir’*darb-ı meseline rağmen, böyle Türklerin aklı sonradan gelmez. Sonuna kadar aldanır, dinsiz oldukları kadar milliyetsiz ve cibiliyetsiz Türklerin oyuncağı olur. Milliyetleri Islamiyetle kaşnaşan ve belki milliyetlenni İslamiyet K'inde eriterek medeniyet ve İnsanlığa aykırı le­ kelerden u:;ak ve temizlenmiş bir milliyet nömûnesi göste­ ren Türkler5en muradım, altı yedi asırlık ömür sürmüş. ci> hangirtık pâyesine ayak basmış, ve Şark medeniyetinin son temsilcisi olarak her türlü azamet ve semahatıyla dünyaya "efendi"lil> dersi vermiş olan (1) OsmanlI Türkleridir. Pa­ dişahları "K adİm ü’t-Haremeşnl eş-Ş ertfeyn", yani iki İs­ lamiyet hârminin mızmetkârı olan bu Türkler'le Selçuk Türkleri ikUi de dinsiz Türklüğü kabul etmezler, öyle din­ den soyutla im iş milliyetin yüzûr>e tükürmezterl Eski Tü 'k mümessili olan OsmanlI imparatorluğu tari­ hini çekemediklerinden, ellerinden gelse üzerine bâbllık çiz­ gisi çekmek isteyen yeni Türklerin bite geçen makalem­ de naki ettiğ m şahadet ve itirafı ile genel tarihin azamet­ lerinden say lan o büyük imparatorluğun ne kadar dir>dâr olduğuna ve dindârlığı sayesinde İslâmî büyüklüğünü mü­ kemmel olarak hazm ederek, sonradan görmelerin, ne ol(1) Şimdi Y*nı Türtuy«'d« “ Efendl 'Mı tıfaiı mûlçadtı


HİLÂFET VE KEMALİZM

153

dum delisi, olanlann Allah ile rekabet etmek derecesinde dOştûOCı küçüklüklere düşmediğine bir misal olarak Sultan Selim l'in şu (Arapça) beyitlerini nazarn dikkat ve ibrete vaz edelim: *'Mülk ve saltanat ancak Cenab<ı Hakkındır. Dünyada herhangi bir emeline ulaşan fani. Sonuftda elindekini geri verm eye m ecbur olacak. Geçici elde ettiği şeyin, sorum luluğunu taşıyacak. (Yani saadeti son bulacak ve sorumluluğu sürecektir.) Şayet benim ve gerek başkasının yeryüzünde. Bir parmak ucu kadar mülkiyet ve hakimiyeti olsa, Allah'ın mülkünde şeriki olmak tazım ge lird i." (1) Türk milliyetinin rniyannı. Müslüman OsmanlI ve Sel* çuklu Türklerir)den alarak onlardan evvelki putperest ve­ yahut en sonraki hevâperest ve zen-perest Türk'ü kaale almayışım, Türk'ün tarihindeki şan ve şerefinden bugün el­ de mevcut lisanına kadar nesi varsa hepsinin Müslüman Türk devirlerine ait olduğundandır. En eski Tü rk 'ü n Bozkurt masalı'ndan başka bir şeyi olmadığı gibi yeni Tü rk ­ 'ün millî övgü ve eserleri adına bir Frenk şapkası ile bir Lâtin hurufu ve bir İsviçre Kanunu vardır. OsmanlI Türk­ lerinin Viyana kuşatmalanna bedel Anadolu ortasındaki kuşatıimışlığını takip eden dünkü Sakarya ve İnönü zafer­ leri bile şapkalı Tü rk ’ün eseri değildir. Şapkalı Türk'ün he­ nüz hiç bir devletle muharebe ettiğine şahit olmadık. Mu­ sul'u savaşsız İrtgilizlere verdiğini biliyoruz. Başkasından bir kanş yer aldığını bilmiyoruz. Şapkalı Türkiye. İskeceli zengin beylerin, paşaların, hact-babaların din ve dünyaca İflâs eden çocukları gibi eskiden kalanı bitirmiş, yeniden bir şey kazanmamış babasının ocağına incir dikmekten baş­ ka bir marifet gösterememiştir. Türk milliyeti Islamiyetten ayrılmayı kabul etmediği gibi Türk'ün dini gidince dünyası da kalmayacağına eski zengin İskeçe Türkieri ile yenile­ rinin hali arasındaki göze çarpan manidâr bir delil değil mi­ dir? (Yarm, 8/Ağustos 1930, sayı: 66. sh; 1). (1) Mûşahin tl«yh bu beyüton Mı«v'm f*lhınd«n sonra sbylsmısUr.


İM HtLÂFET-I M UA2^M A*I İSLÂMİYE

Bir m İletin milliyetini teşkil ve temsil eden esaslar ara* sında o m İletin mensup olduğu dinini de kemaM ehemmi­ yetle dikkate almak gerektiğinden. dir>e aykırı hal ve hare­ ketlerin m niyetine de muzır ve mûnafi sayılması lazım gel­ diğini yazmıştık. Bu sebebten. zen-perest Türk'ü, üçünü de birbirinden aslî unsurtarırıdan sayılan dinde değişme, doğrudan doğruya milliyette tebeddül ve tegayyur husule getirdikten, başka ibadetlerin adetlere ve hatta edebiyat­ lara tesiri dolayısıyla, milliyetin diğer unsurları üzerinde do dinin gayet mühim rolleh vardır. Binaenaleyh bin senedir. Müslüman yaşayan (Şeria­ tın kestiği parmak acım az.), (Ram azan'da oruç yiyenin bayramda yüzü kara olur.) tarzındı dart>ı meseller kabul eden ve nihayet dini uğruna ölen ve bu zihniyetlerle cihan­ gir devletleı teşkiline muvaffak olan dünkü dindar Türk mHtetl Asya'dii, Avrupalılık satan bugünkü dinsiz ve an'anesiz hercaî Türk ile bir milletten sayılamazlar. Abdestinde şüphe olmayan dünkü Türk ile iki cami arasında kalmış binamazdan ı>eter bir hale gelen son Türk'ü nasıl bir millet­ ten sayabil!‘İZ ki? Bunlardan her ikisinin itikatları da adet­ leri de biribii inden tamamen aynlarak hem mezhebleri. hem de meşrebk'ri değişmiş, yani aralannda ruhen ve fikren ve sureten ve direten tehaluf hasıl olmuştur. Dini ile beraber eski milliyetini de unutmaya çalışan, yani Türklükten nasi­ bi kalmayan bugünkü Türk, meşhur Türk şairlerinin ede­ biyat ömekNırine geçen bir çok şıirtehnden artık bir şey an­ lamayacak \'e bir yabancı millet mensubu gibi bu Türkçe şiirlerin zevkine varamıyacaktır. (Peyant-ı İslam, numa­ ra; 4. 17 T e şrinisani 1930. sh: 2).


HİLÂFET VE KEMALİZM

155

M A SK ELER S IY R IL IY O R !

Türkiye Cumhuriyeti geçen hafta bir muradına daha erdi. Teşkilât'i Esasiye Kanunu'ndan. devletin dini İslam olduğunu söyiiyen fıkrasını kaldırdı. Reisicumhurun ve me­ busların. seçimin ardından yeminleri icra olunurken **Ailah'* adına “ ye m in " etmeyi de dinsiz devlet adamla­ rının ağzına yakıştıramıyarak bundan sonra namusa yemin usulünü tatbike karar verdi. Yeni and içme ibaresini de ona göre tesbıt ederek değişen Anayasa'nın metnine yazdı. Dört sene önce (1924) Türkiye'de Şer'I Mahkemeler ve Dinî Tedrisat ilga olunurken ve hele iki sene evvel de hkıh ve şeriat kanunlarını yürürlükten kaldırarak yerine İs­ viçre Kanunları konulurken Yeni Tü rkiye Devleti'nin İs­ lam Devleti olmaktan çıktığını ilân ederek devletin dini, İs­ lam olduğu hakkındaki maddenin de daha o zaman Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'ndan çıkaniması lâzım gelmişti. Lâkin din ve devlet haini hükümet, belki millet hazmedemez diyerek sahtekârlığı elden bırakmamak üzere manasız bir lâfzı kalmış olan o maddeyi bir ric'at hattı gibi senelerce kanun metninde ibka etti... Gafil millet bu cansız madde­ nin kanunda mevcudiyetiyle hayli müddet kendini avuttu. Bazan buna güvenerek dinsizlerle mücadeleye girenler ve hükümetin gazabına uğrayanlar oldu. Dinsiz Ankara'yı dinli göstermeye çalışan münafık avukatlar, bu maddeyi dava­ larına hüccet makamında kullandı. En sonra geçenlerde tariht nutkunu ırad eden Mustafa Kemal, bu diyaneti hüccetir>in sahte olduğunu itiraf etti. Yukandan gelen bu işa­ retle kanun metnindeki o Ölü maddenin artık defnine ruh­ sat verilmiş olarak emre hazır hizmetkârlar meclisince müttefikan gereğinin yapılmasına karar verildi. Ankara Hükü­ meti, saltanattan ayırmak suretiyle başta manasını öldür­ düğü Hilâfeti bir müddet cansız ve manasız olarak Istan-


156 HİLÂFETİ MUAZZAMA-I İSLÂMÎ YE

bul'da t Jttuktan sonra lâfzını da manas^r^ ekli olarak ılga ettiği giDi, devletin dinine dair olan Anayasa maddesjr>in işini bitil meyi de böylece iki hamleye tabi tutarak birincide manasır>ı ve İkincide lâfzını ilga etmiş oklu, (on satır okunamadı/SA). Bu gazete (Muhader>et/SA): ''D evletin dini­ ni kanunda yazm aya ne lüzum var? Apaçık olan bir şe­ yi söyle *nek İster mi? Din. kâğıttan ve mürekkebten mi ibarettir?" diyerek meselenin müdafaasını çok kolaylaştınyor. Devletin dinini evvelden kanuna yazmamakla, ya­ zılmışını tx>zmak arasır>daki mühim farkı sar>kı bilmiyor. Maşaallah. Vürkiye dinsiz olduktan sonra mı devletin dini açık­ lık kazarmış? Bu bebledir ki: anayasalarına dinlerini ya­ zan devintierden hiç birisinin dini Tûrkiye’ninki kadar bedîhi olarramış! Bir de. kanundan bu sefer devletin dinini kaldırmış ar. dilini yazmışlar. Burası yazılmadan malum de­ ğil mİ imiş? Türk Devleti'nin dİM. Tûrkçedir, demek, bedihinin hem de zikri abes türüne örnek teşkil etmez mi? Es­ kisi gibi Csmanlı Devleti olsa belki lisanırxlan bahse lüzum görülebili di. Hem de devletin dili kâğıttan ve mürekkeb­ ten mi iba'ettir ki kanuna yazılmakla mahfuziyeti temin edil­ miş sayılıyor? Maamafih dininde durmayan Türkiye'nin di­ linde du'acağı da bence çok şüphelidir. Manası­ na riayet (dilmeyen muvazaalı maddenin yerine konulma­ sı bile Tü ık dili için bir uğursuzluk alametidir. Anayasadan dini çıkardıktan sonra da "M uhadenet *n yaptığı nibi halâ, behadet davaları arasında bilâkis bedâhete karşı devletin dinli olduğuna yalancı şahitliği etme­ nin faydası olmayacağını İstanbul gazeteleri anlamış ola­ caklar ki onlar artık devletin dinini müdafâa etmiyorlar. "D e vle t rr efhum unun din ve imanla r>e ilgisi olabilir? Devlet o a c tutar mı. Devlet nam az kılar m ı? " diyorlar. Binaenale^'h devletin dininden bahs eden eski Anayasa maddesinin zaten manasız ve ilmen kıymetsiz olduğunu iddia ederek mûslüman kamuoyunu yeni bir şaşırtma ha­ reketle kart’ilamaya çalışıyorlar kİ maksadlan, devletin dirv sizliğinden milletin dinine bir zarar gelmediğini anlatmaktır.


HİLÂFET VE KEMALİZM

157

Demek ki o maddeyi kaldıranlar hiç bir şeyi ilga etmemişler. Eskiden de devletin dini yokmuş. Devlet mefhumu­ na din isnat ve izafe edilemiyeceğini eski Türkler anlaya­ mamışlar... Yeni adamlar gelmiş, bu yanlışlığı görmüş ve o maddeyi kaldırarak Anayasayı bir manasızlıktan kurtar­ mışlar. Eskilerle yeniler arasındaki fark bu sözlere göre ade­ tâ bir niza lâfzı derecesine indiği cihetle yeni tadilâtı, mü­ cerret ibare ve ifade tashihinden ibaret saymak lâzım geli­ yor. Yeni tadilâtta devletin dinini mevzubahs eden bir mad­ deden de ahkam-ı şer'iyyenin doğrudan doğruya millet meclisi tarafından tenfîzi meselesi kaldırılmıştır. Eski ka­ nun ile yenisi arasındaki bu fark da acaba lâfzi bir çatışma kabilinden midir? Devlet mefhumunun dini, imanı olamıyacağı gibi bir binadan, bir salondan ibaret olan Meclis'in âhkam-ı şer'iyyeyi tenfîz etmesinde de manâsızlık ve im­ kânsızlık gördüklerinden bunu da kaldırdılar mı diyeceğiz? Yağma yok, tevile! efendiler! Evvelce ahkam-ı şer'iyyenin tenfîzi Hilâfet Makamı'na aitti. Hilâfeti ilga ederken, ahkam-ı şer'iyyenin tenfîzini Millet Meclisine naki etmişlerdi. “ Ha­ life v a zife s in i ya p a m tyo rt m illet ken d i İş İni kendi görecek.” diyerek türlü türlü yaygaralar da yap­ mışlardı. Şimdi ahkam-ı şer'iyyenin tenfizi vazifesini millet meclisinden de söküp atıyorlar. Anlaşılan onun da vazife­ sini ifaya ehliyeti olmadığı görüldü. Hem de görüldü ya, ahkam-ı şer’iyyeyi tenfîz etmedi ya. o halde yine evvelki madde gibi manasız bir lâfızdan ibaret olan o sözü kanun metninde ne için ibka edip durmalı? Oradan da çıkar, git­ sin. Daha doğrusu ahkam-ı şer'iyyenin tenfiz olunmaması matlup idi. Ve Hilâfet onun için lağv olunmuştu. Hilâfetin ahkam-ı şer'iyyeyi tenfîz ile muvazzaf olmasından başka kabahati yoktu. Kabahati başka Hafîfe'nin şahsına ve sonra makamına yüklettiler. O zaman ahkam-ı şer’iyyeye dil uzatamazlardı. Halîfeyi kötülemek, hilâfeti yıkmak daha kolay görünmüştü. Yıktılar, vazifesini Millet Meclisine naki etti­ ler. Şimdi oradan da alıyorlar. Açıkta bırakıyorlar. Demek ki Hilâfetin ilgası ve belki daha evvelce hükümetten tecridi


İ58 HİLÂFET İ MUAZZAMA ! İSLÂMIYE

meselesinden itibaren... ahkam*ı şer'iyyenin tenflzine nl> hayet vermek idi. Kavga onun başında idi. Şimdi buna asn niza mı diyeceğiz, yoksa d6nme dolabı gibi bir kaç katlı ve çok derin manalı bir niza* mı? En sonda ahkam-ı Şer'iyyenin tenffzi vazifesini Millet Meclisı'rden de alarak açıkta bırakanlann söyliyeceğt s6z şudur: Açıkta bırakmadık, vicdanlara tevdi ettikl Ben de biliyorum, açıkta bırakmadılar, defn ettiler. Aleyhind ? söylemekten, vicdanlara taarruz etmekten vaz geçerek medfeninde bari rahat bıraksalar ya! Ne gezer!,.. Devlot mefhumunun din ve imanla alâkası otamıyacağı ve, devleı mûslüman oldu, devlet namaz kıldı, devlet oruç tuttu, d e n ıle m iye c ^ meselesine gelince; vakıa mefhuma fiil isnat olunmaz. İnsan yer, içer, söyler, iradesiyle hare­ ket eder ve çok işler yapar ve mahlûk olduğu halde insan mefhumunun elinden bu işlerin hiç birisi gelmez. Mantık diliyle **kiıllM tabiî*’ tabir olurmn insanın hariçte vücudu bile yoktuı. İşte devlet mehfumu da tabiatıyla böyle olarak kendisine hiç bir iş isnat edilemez. Hani, devlet çıktı, veya battı, derler ya. Devletin mefhumu hakkında böyle ihtimal­ ler bile mutasavver değildir. Lâkin vaktiyle devletin dini İslam olduğunu söyleyen­ ler, devlet ınefhumunundan mı din aramışlar? Devlet, harp yaptı, devlut sulh akt etti, devlet muzaffer oldu, devlet mü­ zakereye girişti, devlet filan teklifi red etti, denildiği zaman devletin mefhumu murat olmadığı gibi dini mevzu-bahs olan devletten de yine mefhum kast ve irade edilmez. Haniya bu defa Artayasa'ya devletin dili Türkçe olduğunu yazmış­ lar ya! Halbuki devlet mefhumunun dili de olmaz. Mefhum konuşabilir mi? Hariçte vücudu yok ki lisanı otsun. Maska­ ralığı görüy>>rsunuz ya! Devletin dili oluyor da dini otamryor. Neden'’ Dili bulunur ve konuşmaya kadir olursa dini de kabul edebilir. Her şeye dili dönüyor da buna dönmü­ yorsa, o baııka!..


HİLÂFET VE KEMALİZM

159

Maamafıh devlet mefhumunun din ve imanla alakası olamıyacağı tarzındaki yeni mugalata, eski Türklerden baş­ ka. halâ Anayasalarında devletlerinin resmî dininden bahs eden bütün milletleri, belki geçen haftaya kadar mezkur maddeyi muhafazaya lüzum gören yeni Türkleri. yani kendrtenni bile mantıksızlıkla itham etmektedir. (Yarın, sayı; 20. 27 Nisan 1928, sh; 1 ve 4) Devletin, İslam Devleti olduğunu beyan eden mad­ deyi Anayasadan tay ve ihraç eden Ankara ricalinin şu ha­ reketini tevcih sadedinde ‘ ‘devletin din ve imanla alaka­ sı olamaz, devlet namaz kılmaz, devlet oruç tutm az." diyerek, bundan milletin din ve imanla alâkasına halel gelmiyeceğini anlatmak isteyen mûnâfık gazeteler, hakikatte milletin gaflet uykusuna halel getirmemek isterler. Millet, memleket ve hükümetten mürekkeb olan "d e v le t" mefhumur>d8 evvelâ "m ille t" dahil bulunduğuna nazaran cüz'ûn alâkadâr olduğu şeylerle küllün de alâkadâr olmasına icap eden mantıkî zaruret hükmünce eğer milletin din ve manla alâkası varsa, devletin de alâkası olmak lazım ğeeceğinden başka, malumdur ki Kanurvi Esasiyi millet ya­ rar, hükümetine yazdınr. ve yeni tabiri ile dikte ettirir. Onun çın, "İş bu kanunun icrasına falan rıezaret m em urdur." arzında her kanunun nihayetine yazılması mutad otan madde. Anayasanın sonunda yoktur, ki bu da Anayasala­ rın sahibi ve murakıbı millet olduğunu gösterir. İşte millet, hürriyet ve saıresi gibi kendisince mühim ve kıymetli olan hususları bu kanuna yazarak onlara raiyet edeceğine dair hükümetten söz alır. Ve haddi zatında Kanun-i Esasiler mil­ letle hükümet arasında mün'akit bir esas muahedesi, bir sulh muahedesi demektir. Kanun-i Esasî'nin başına, dev­ letin dinini yazmaktan maksad da devleti teşkil eden mil­ letin. kendisine kıymet ve muhafazasına, memleketin mu­ hafazası kadar ve belki daha fazla önem verdiği mukad­ desatının başır>da dini bulunduğunu hükümete anlatmak ve ona göre hareket etmesi için hükümeti taahhüt altına almaktır. Şimdi milletle hükümet arasındaki esas mukavele­ nameden dm maddesinin kaldırılmasına razı olan Türk mil­


160 h il â f e t -! MUAZZAMA-I İSLAm İYE leti. milf> maksatları arasından dini çıkararak, nazannda kıy­ met ve ehemmiyeti kalmadığını kabul etmiş ve hükümeti de artık dinine hürmet ve riayet mecburiyetinden azade bı­ rakmış C’luyor. Demek ki Kanûn-i EsaaTde mevzu-bahs olan devletin dini, hakikatte milletin dinidir. Ve onu yûrürtükten kaldırmi k. milletin dinini yürürlükten kaldırmaktır. Dini hak­ kında bu düşüşü kabul eden millet nasıl dinli kalabtitr? Hükümet-i Cumhuriye. milletin hükümeti olduğu gibi İslam Dini de milletin dini ise ne için Kanür>-i Esasrdeki özenli yerine kynöi eli ile batta vursun? İkinci olarak, millet dinli ve hükümet dinsiz kalamaz. Bu kabil değildir. Çünkü millet, dint ahkâmla mukayyet ve hükümet gayr-ı mukayyet olunca hükümet milletin dinine tecavüz edebilir, demektir. Hükümetin din ile mukayyet ol­ masını kabul eden milletd, dinine tecavüz hakkını kerHjisi vermiştir Hükümet de zaten bu hak ve seiâhiyetı sırf mil­ letin dinine tecavüz etmek için almıştır. Yoksa zoru nedir, Kanun-i Esasî'dekl maddeden zararı nedir? Madem ki bu. çocuk ak atıcı gazetelehn dediği gibi devle! din ve imanla alâka, şadından olmayan bir mefhumdan ibarettir. Bu iti­ barla akıl sahibi olmaktan da değildir ki din ile alâkası ol­ sun! Meseleyi, tamamen medreseye düşürmek mahiyetin­ de olan bu te'vtli haydi kabul edelim. Fakat medreseye dü­ şen meselede dinsizler mağlup olmaya mahkûmdurlar. İşte din, millet) ait ve devlet, rtamaz kılamaz, oruç tutamaz ise de milletir> dinine Kanun-i Esas7'sir>de yer verilmek sure­ tiyle de bi' alâka gösteremez mi? Lâkin o zaman devlet, milletin diril ile mukayyet olur ve Ankara'nın hesabına gel­ meyen de budur. Şimdi millet. Ankara'nın istediği rK>ktaya gelmiş ve jinini Kanun-i Esasi*sinden ihracına muvafakat etmiştir. D<)mek ki din ile mukayyet olmayan hükümet ona istediği gibi tecavüz edebilecektir. Millet ker>disi din He mu­ kayyet olduğundan, gayr-ı mukayyet kalmasına muvafakat ettiği hükümetine dinini yıkmak için mezuniyet vermiş ve millet de din kaydından bu yolla kurtulmak istemiş oluyor: *'Benlm yK m a ya elim varm az. Senin elinle olsun, bdylece hem toptan olur, hem daha nnuntazam olur. Hem de. ben yıkmadım, dese, belki bu seretle Cenab-ı Hakkı da altatırım.*' demek gibi bir şey!..


HÎLAf ET v e KEMALİZM

161

Canım, devlet ve hükümetin din ile mukayyet olmama­ sından dine tecavüzü nasıl çıkardın? diyemez siniz. Çün­ kü Ankara hükümetinin dir>e tecavüzü olmuş bir iş halin­ dedir. Ve bugünkü Kanürvi Esasi ta'dilinin manası vaki saldınyı miin İradeye yaklaştırmaktır. Gerçi Kanun-I Esasî'deki din maddesinin katdırılmasına muvafakatla hükümete resmen mezuniyet vermeden daha evvel hükümet, mille­ tin dinini yıkmış ise de icazet-i lâhikanın geçmiş bir veka­ let hükmünde olduğu da malumdur. Hükümet milletin di­ nine tecavüz ettiği kadar etmiş, bundan sonra da saldınsına devam edebilecek demektir. Kanurv4 Esasi da'dili, tecavüzlerin geçmişine de geleceğine de millet tarafından hak ve salahiyet veriyor. Meselâ hükümet, dünkü gün ca­ milerin bir kısmını fazladır, diyerek yıktığı gibi yarın da bir bahane ile kalan camilerde cemaatle namaz kılmayı yasak­ laşa din kaydı ile mukayyet olmadığını kabul ettiği hükü­ metine karşı milletin bir şey demeye hakkı olamaz. Çünkü hükümet, mukayyet olmadığı hususlarda istediğini yapma­ ya mezun olması lâzım gelir. Din ile mukayyet oian miletin namaz kılması ne kadar tabii ise din ile mukayyet olma­ yan hükümetin de istediği anda onu namazdan ve sair di­ ni vazifelerden men etmesi o derecede tabiidir, özellikle iş zıddiyete binerse hükümet sözünü yürütmeye kadirdir. Çünkü engelleme gücünü de millet onun eline teslim et­ miştir. Hele Türkiye'de her kasabanın hükümeti İçin cami­ lerinin cemaatını kahr ve tenkil etmek işten bile değildir. Görüyor musunuz namaz kılmak, oruç tutmak, dindar ol­ mak elinden gelmeyen devlet ve hükümet gibi mefhumlan? Dtrtsizlik ellerinden nasıl gelebiliyor? Halbuki bu mese­ le medreseye düşünce; "İsbatı mutasavver olmadığı yer­ de nefy de mutasavver olmamalıdır” kuralı gereğince, elir>den dindarlık gelmeyen devlet ve hükümetin, dinsizlik de gelmemeli idi. İşte size vaki ve muhtemel örnekleri İle hükümetin din­ den soyutlanmış olması ve milletin din ile bağımlı olması­ nın tabiî ve mantıkî sonucu! Demek ki hükümetin dinden soyutlanması ile milletin dinine halel gelmemek dâvaları

F.9


)62 HÎLÂFET-t NfUAZZAMA-llSLÂMlYE

katı olarak bâtıldır. Belki hükümetin soyutlanması sırf miletin din ne halel getirmek maksadıyla vaki olur. Bunun baş­ ka bir sııbeb ve saik! yoktur. Ve böyle, kendisi din kaydın* dan azade olduğu cihetle milletin dinini istediği zaman yık* maktan yekinmeyecek bir hükümeti sırf ihtiar ve intthab et­ mekle, >ani daha umulan dinî tahribat vaki olnf\adan önce millet, hükümeti ile beraber dinini terk etmiş sayılır. Akıl ve mantığın kabul ettiği bütün bu ir>celemelere gö­ re. mille :in fıtratır>da her şeyden mukaddes olması lazım gelen dinini hükümetin saldırtsından masun ve mahfuz tut­ mak için hükümeti de din kaydı altına almaktan başka ça­ re yoktur. Hükümet miletin dinini tanımak şartıyla millet de hükümeti tanıyacak ve mitletin din ile hükümeti arasındaki uyum ve denge bu şekilde tesis edilmiş olacaktır. Yani ne zaman milletin dini ile hükümetin arzusu çatışsa, dinin sö­ zü üst gr^ecektlr. Çünkü hükümetin sözü üst gelmekten dine zarar gelir ama dinin sözü üstün gelmekten hüküme­ te zarar çelmez. Zira müslümanlann bütün çıkartannı üst­ lenen dinin, hükümetin menfaatini da koruyacağıru şüp­ he yoktur Halbuki millet, hükümetini dinine emniyet ettiği kadar dinini hükün^etine emniyet edemez. Müslüntan ta­ biatıyla istibdâda eğilimli olan hükümetlerin ne hüsnü niyetine, ne de akıl ve basiretif>e dini derecesirKİe itimat ede­ bilir. Mesnlenin maddî ciheti böyle olduğu gibi dinin sözü üstün gelmekten hükümetin şeref ve haysiyetine bir nakîse gelmec iği halde dindeki ulvî ve İlahî haysiyet, zerre ka­ dar elinde kalmayı kabul etmez. Eski İslam hükümdârlan dinin ve Is am şeriatının naçiz birer hadimi olmakla müftehir idiler. l-‘ükûmet reislerine bu durumu yalnız din ve şeri­ at uleması tayin etmemiştir. En münevver İslam ediblerinin zihniyeti de bu merkez dedir. Meşhur Abdülhak Ham îd’in, meşhur eserinde **Tank bin Z iyad’*gibi Şam'dan kalkıp ispaiya’yı fesh eden bir kahraman kumarKfanın di­ linden: âmir değilim , âmirimiz Şeriattır.*' (Tank, sh:67) dedikti ve Tâ n k 'ın üstü bulunan Musa bin Nusayr da Ta n k 'a hitaben:


HİLÂFET VE KEMALİZM

163

"•Senin büyüğün benim! Seni ben terbiye ederim. Benim büyüğüm Halife'dir! Halîfe beni azarlar, Halİfe'nln Amiri de Şeriattır! Vazifesini yapmazsa onun terbi­ yesini de Şeriat ve rir." (Târik, sh: 233) dedirtmiş olduğu halâ Abdülhak Hamtd’te beraber nazar-ı ibret önünde du­ ruyor! "N a zır-ı İbret ö n ünd e" diyorum. Çünkü erzel öm­ ründe dinsiz Ankara hükümetinin reisine taabbutla (tapınmakla/SA) geçimini sağlayan bugünkü Hamîd'e sorsanız, utanmaya lüzum duymayarak evvelki sözlerine belki şunu ilâve eder: "Halîfe’nin Amiri olan Şeriat'ın âmiri de Mustafa Ke­ mal'dir. Şeriat, Halîfe'nin terbiyesini verm eye kadir ol­ duğu gibi Mustafa Kemal de hem Halîfe’nin, hem de Halîfe'nin Amiri bulunan Şeriat’ın tarbiyesini de ve riri" (Ya­ rın. sayı: 21, 11 Mayıs 1928, sh;1-4) Üçüncü olarak; Devletin dini İslam olduğunu ifade eden maddenin Kanun-i Esasî'den çıkarılması, Türkiye(nin) lâik, dinsiz bir hükümet kabul edilmesinin tabiî sonucu ol­ duğu malûmdur. İşte devletin şimdi önceki dininden rucu etmesi de hükümetin dinden soyutlanması manâsına ma­ tuf olacaktır. Devletin dini olmamaktan, milletin dini olma­ mak lâzım gelmez, diyen te'vilcilerin iddiasına muvafık olan da budur. Halbuki bir milletin dini olup olmadığını anlamak için onun teker teker efradını tetkik ve tecrübe ederek umu­ munu veya umumiyet yerine geçen çoğunluğu hakkında hüküm yürütmek kabil olmadığı cihette, milleti temsil eden hükümetin haline göre milletin dini hakkında bir fikir edin­ mek lüzumu hasıl olur. Türk milletinin hal-i hazıra gelince­ ye kadar müsiüman milleti olarak tanınması bile vaktiyle bir İslam devlet ve hükümeti vücuda getirmiş ve böylece dinî bir manevî şahsiyetle idamesini prezante eden bir hü­ kümet ve devlet idaresi altında şimdiye kadar varlığını sür­ dürmüş olması sayesindedir. Bu cihet böyle olduğugibi mil­ letin ayinesi ve en muteber örneği olan hükümetin, bade­ ma milleti, dini ile beraber... İstinkâf etmesi elbette hayra alamet olmayıp ya milleti hakkıyla temsil etmeyen, yani mil­ letin haline uygun olmayan bir hükümet bulunduğuna ya­ hut milletin de dinini bırakan bir hükümette hem-hal oldu­ ğunu kabul ettiğine delâlet eder.


16A HİLÂFET-I MUAZZAMA-! tSLÂMİYE Daha joğrusu din$iz hükümet, dinsiz milletin mümes­ sili olması lâzım gelir. Çünkü milletin dağınık veya müte­ şekkil bir mUel olmak üzere iki tûrtû görûlûşû ve iki tür mev­ cudiyeti vardır. Kişi halinde milletin dini olup da hükümet ve müteşelıkM bir cemiyet halinde dini olmazsa Müslüman­ lık böyle bi' milleti kalben dinli olarak kabul edemez. Çün­ kü İslam D>ni. akıl ve hikmet dini, ve bir medeniyet dini ol­ duğundan mensuplarının hükümet ve cemiyet haline da­ ha ziyade ı^nem verir. Zaten, medeniyet, şehir manasında olan medireye mensup olmak demektir. Şehirde toplu bir surette yaşayan halkın içtimai bir nizamı bulunması zaru­ reti hasıl olur. Bu surette n>edeniyet ve hükümete yol açtlır. İşte mû:»lümanlık yalnız kendini dûşündürmeyıp. genel durum İle beraber genel durumlannı tam bir ehemmiyetle nazar-ı dikitate aldıran ve bir milletin salâhım, en fazla umu­ mî vaziyetl erinin ve içtimai hayatlarının salâhı ile kaim ol­ duğunu pe)( güzel bilir. Ve bu medeniyet ve cemiyet dini, Müslümanlann kişisel hal ve hareketteriree karışır da... da­ ha mühim (4an cemiyet ve hükümet hayatına karışmaz mı? Yani efrat lıalinde müslûman olmayı yeterli görerek hükü­ met ve cemiyet halinde müslûman olmaya lüzum göster­ mez olur mu? *‘Ben kendime bakanm. Alem in işine ka­ rışmam. Siyasetle uğraşmam*' diyen ölgün ruhlu ve düş­ kün himmetli mikroplar gibi İslam Dinini de hissiz ve hami­ yetsiz amillerden mi sanıyorsunuz? "S izd e n biriniz nefsi hakkında ne arzu ediyorsa din kardeşi hakkında da onu arzu etmedikçe in^an etmiş olm az." maelinde olan hadis-i şerîf mucibince müminler için keryji nefsir>den başka umu­ mun hayır ve şerri ile de ilgilenmeyi iman borcu gösteren bir dinde hctkesin kendi kendine müslûman olmayı yeterli görmiyerek milleti ile beraber.....müslûman olması, müsiüman hûkıjmet ve teşkilâtı altında bulunması lazımdır. Müslüman U r miHetin hükümeti, yabancı hükümeti gibi mil­ letin direne <arşı ilgisiz ve tarafsız kalarak milletin dinini be­ nimsemez ve kendi dini addetmezse, müslümanlık adına bu nasıl kepazeliktir? Dinin dünyadan, ve bir başka tabir­ le, hûküme' ve siyasetten ayrılmak meselesini çıkaranlar


HİLÂFET VE KEMALİZM

16S

İslam Dİni'na en kestirme yoldan suikast etmek istemiş­ lerdir. Müslümanlığın kuyusunu kazmak için düzenlenen Kemalist kaziyyesinin en müthiş kısmını bu nokta teşkil et­ tiği halde bunu haddi zatında Müslümanlığa sığar bir şey gi­ bi göstererek Müslümanların gözüne perde çeken gizli din düşmanlan bizim aramıza girmiş, teker teker millet fertle­ rini dinsiz yapmak müşkil olacak ve uzun sürecek, belki de dmsizler ûzerirte tehlike davet edecek olduğundan böyle yapmaktan ise hükümeti dJnsizleştirmek ve bundan halkın dinine zarar gelmez, dersek, sonra dinsiz hükümet de, mil­ letin dininin icabına bakar. Bu açık dönme dolabın anlaşıl­ mayacak neresi var? Dİndâr ahalinin başına dinsiz hükü­ meti neye dikiyorlar? Böyle bir hükümeti halâ müsiümanİlk davasında bulunan millet kabul etse bile Müslümanlık kabul eder mi? Yok, yokl... İslam Dini kendisini tanımayan hükümeti tanımak gaflet ve zilletinde bulunamaz: "S iz İnsanların lyİUği İçin ortaya çıkanimış en hayırlı üm met­ siniz. İyiliği em r eder, kötülükten n>en eder ve Allah'a İnanırsınız.*' (Al-i imran/110) ayet-İ kerimesinde Müslü­ manların en birinci ayırıcı sıfatı olarak gösterilen ma*rufu emr ve münkeri nehy vazHesl ciddi ve mükemmel bir şe­ kilde ifa olunması için hükümet mevkiinde bulunmak lâzım geldiğini ve hükümet ve siyaset kuvveti her kuvvetin üs­ tünde bulunduğunu İslam Dini çok iyi bilir. Ve o sebeble hûkûnrtet ve siyaseti asla ve kafa elden bırakamaz. "A lla ­ hın hakkını Allaha, ve Kralın hakkını Krala ve rin iz" di­ yen Hristryaniık belki hükümet ve siyasete karışmayabilir. Fakat esasen hükümet dini olan Islarri Dini için, hükümet ve siyasetten elini çekmek kabil değildir. İslam Oini’nin sair dinlere kıyas edilmeyecek surette hükümet dini olduğunu (müverrihler) isbat etmiş ve (tüm Garplıların dikkatini) çek­ miştir. öyle iken, hükümetten ayrılmayı kabul edebilecek durumda bulunan Hristiyaniık bile, muazzam İngiltere hü­ kümeti gibi bir çok hükümetlerde görüldüğü vech ile halâ hükümetten alâkasını kesmiyor da İslam Dini mi kesecek? (Yarm. sayı: 22. 2S Mayıs 1928. sh 1-4)


166 HİLÂFET ! MUAZZAMA-IISLÂMÎYE

S tY R IJk N İKİNCİ M ASK E (Abdülmecid Komedisi)

Kanun-i Esasrden (Anayasa'dan) devletin dinini sile­ rek din vo dünya ayrılığım resmen ilan eden Ankara hükü­ meti dinsiz çelvesinden riya maskesini atmış olduğu gibi, bu mes<3le münasebetiyle. K ahire'de intişar eden "Müsavat*’ gazetesi de çıkışından beri komik bir maşa ha­ linde suistimal ettiği "Hilafetçilik** perdesinin aralığından dinsiz çefıresini göstererek. Ankara'nın arkasından, o da maskesini sryırmışlır. Vakıa bu iğreti Müslüman gazetesi, şinrıdiye kadar neşriyatı/>da. samimiyetle bağlı olmadığı ve bağlı olmadığından iyice bilmediği MûslOntanhk prensip­ lerine dokunacak sözleri kaleminden kaçırarak hakikî mes­ lek ve malılyetini dikkatti nazarlardan saklayamamakla sırt­ ladığı oyuna beceriksizliğini göstermekten hali kalamıyoru. Lâkin bu defa daha cahilce bu cesaretle foyasını mey­ dana koymuş oldu. İşte Ulam Aleminde Türk diN ile yayınlanan tek hilâfet gazetesi ( ) de dinin devletten ayrılmasına esas itibariyle taraftar çı> lyor... Ne hazin bir hal! Mezkûr gazetenin 21 ve 33 numaralı sayılarında bu fikrin takip ve terviç edildiğini görerek dc hşete düştük. Hilâfet-i Muazzama-i Islâmiye. İs­ lam tehzib ve terbiyesinden ziyade alafranga hayata kıy­ met veren kbdülmecid Efendi Hazretlerine; muazzam İs­ lam hilâfet nin llsan-ı hali olmak vazifesi de. menfaat ümit ettiği zevat ve makamlann mizacını kollamaktan başka hiç bir şeye kı/met vermeyen Hafız İsmail Efendl’ye tenez­ zül ederse işte böyle günün birinde maskeler sıynlır, re­ zaletler smtır kalır, Hilâfet Makamı'nm yayın organı rolünü ifa etmek için dindar görünmeye lüzum hisseden bir gaze­ tenin mûstear dini bu kadar devam edebilir. Din ve devlet ayrılığının ne kadar müthiş bir dinsizlik olduğunu b r zamandan beri yazmakla bitiremiyoruz. *’Mü-


HİLÂFET VE KEMALİZM

167

M v a f 'ç ı da bunları okuyor. Demek ki Ankara keferesi gi­ bi onun da dalâletten nasırlanmış kalemine tesir etmiyormuş. Bizim yazılarımızdan başka, Mansura Kâadısı Ali Abdurrazik'in bir kaç sene önce neşr olunan Arapça kitabın­ da mevzu baha ettiği din ve devlet aynlığı nazariyesini red ve ıbtaJi için Mısır uleması cUd cild kitablar yazdılar, Ali A brurraztak'in kitabım yerin dibine geçirdiler. Hele Tu nuslu Muhammed Hazar el-Hüseyn adındaki değeri yüce alimin kitabını okuyup da bölün münazara r>oktalarında hasmına nasti kat*î darbelerle galebe ettiğini görüp anlamak, ve sorv ra ortada hiç bir şey yokmuş, söz alanı Mısır'da kendisine bırakılmış gibi, lâubalice kalem sallamak, müslâmanlık ka­ idelerinin başını gözünü yaran, dinî esasları alt-üst eden yazılarla Hilâfete hizmet iddiasında bulunmak, sahte diya netperverlik içinde mukallitçe yenilikler satmak. Ankara' nm devleti dinden ayırmasına atıp tutarken taraftar çıkmak inkılâpçılann irtica ve taassup namelerine ağız uydurmak bütün bu hokkabazlıklar *‘ M üsavat"cı Hafız İsmail Efen dİ gibi ne medreseden ve ne mektebten feyz alamayan acziyet sebebiyle muarızlarının Önünde boyun bükme eği­ limleri gösteren, OsmanlI saltanatı hanedânından Ingiliz devlet ricalinin dost ve ölülerine kadar. Mustafa Kem al’e Övgüler ve Halife Vahidüddin ile birlikte Türkiye'den hari­ ce iltica eden muhalefet zümresine hicviyeler yazan emtru'ş-şuara Ahm et Şe vkî’ye kadar, tesettür-i nisvan aleyhinde neşriyatta bulunan servet sahihlerinden Hedy Şuravt Hanım'a. ve diyanet ve muhalefet mesleği ile mesle­ ği gayr-ı mütecanis daha bir çok kimselere kadar, kuvvet tahmin ettiği bütün yapışacak kapıları okşamak endişesi ile yolunu şaşırmış adamlar da görülebilir. Abdülnr>ecld EferKİl Hazretleıi’nin şer'an sahih olma­ yan hilâfetinin dellâllığını deruhte eden bir gazeteden, Al­ lahın şeriatına taarruz vukuuna ait hilâfetçilik noktasından hiç beklenmeyen böyle bir hareket olmakla beraber hilâfetcHikte. saNh olmayan bir hilâfeti temyize kadir olmayan­ lara sahih bahasına satmaktan ibaret olduğundan, şeriat


168 HİLÂFET İ m u a z z a m a ! iSlJkMlYE

ahkâmı. h<ık ve hakikatle gûnûn btriode takışması benim de pek bel> lemediğim bir şey değildi. Yalnız o gûnön seçi­ minde acele etti, acemi bülbül vakitsiz öttü. Daha doğrusu Cenab-ı sahte hHAfetcinin basiretini bağladı, kendi ka­ lemi ile kuyusunu kazdırdı. Ve komedi o zamandan intakn hak vuku buldu. Dinsiz çehrenin vakitsiz sırıtmasında baş­ lıca amil Hafız İsmail Efendi'nin kara cehaleti olmuştur. Bedbaht adam. Kemalistlerden işittiği din ve dünya aynitğını ufak bir şey zannetmiş, şer*î ilimler nazarında bunun vahametinin ne derece b ü ^ k olduğunu bilmiyormuş. İbadat, muamcdât. ukubat. siyasiyat ve içtimaiyata aynknış ah­ kâmı ile din ve dünyayı toplu olarak elinde tutan İslam şe­ riatının elinden anayasal ve siyasal haklannı almaya, din­ siz olmadıkça insanlar nasıl cür'et edebilirler? Devlet işle­ rine müdahale edebilen dünyayı terk eder gibi bir köşeye çekilmeyi kabul etmeyen Kur'an-ı Kerim'dir. Onun -Allahın kitabı olduğunu tanıyorsak- yalnız ahirete ait haberleri de­ ğil, dünyaya ait kanunlannı da kabul edeceğiz. Dini dün­ yadan ayırmak, İslam Dini'nin kitap ve sünnette açıklanan ahkâmın ya'idan fazlasını ta'tB ve ilga etmek demek oldu­ ğunu Hafız İsmail Eler)dl biliyor mu? Bilmiyor mu? Mus­ tafa Kemal !>u İşi cebir ve hakaretle yapmış, **Müsavat’'ct tatlılıkla, htiramla yapacakmış! O da dini devlet işlerme müdahale elirmeyerek İslam şeriatının dünyevi ahkâmını ilga edecek *jeğtl mi? İlgadan büyük hakaret olur mu? Hem de İslam D iri, tabiatıyla gücü yettiği ve inananlanna sözü­ nü geçirdiği müddetçe devlet ve hükümet işlerine müda­ hale hakkından feragat etmez. O halde, dini devletten et çektirmeyi luırarlaştıran Müsavatçı da zor kullanmaya mec­ bur olacak, Islâm Dini müslümaniann kalbinde ölmedikçe o da bu işi U-.tlılıkla başaramıyacaktır. Tatlılıkla yapmakta­ ki maksadı. >oksa din-i İslam’ın koyucusu bulunan Cer\ab-ı Hakkın devle t ve dünya İşlerini insanlar kadar bilmediğine müslümanlaıı ikna edeceğine roi işarettir? İftirak nazariyeslnin bundar başka müslümana yolu ne olabilir? Mustafa Kemal tarafından Abdülm ecid Efendi'ye tevcih edilen Hi­


HİLÂFET VE KEMALİZM

169

lâfet Makamını, hûkûmenen ayrılmış bulunması cihetiyle İslam Dini*nin tanımıyacağını en evvel kayt ve tesbit eden ben olmuştum. Hükümetten vaz geçmemeyi İslam Dİnİ'nt devlet ve hükümeti elden bırakmak gafletine düşürmek is­ tiyorlar? Yok yok siyasi istiklâle, en uyanık diplomatlardan ziyade önem veren İslam Dini, ilk önce, kendisini tanıyan Müslüman mlletl İle münasebetlerinde İktidar mevkiine ha­ kim ve cismani hükümete sahip olarak tanınmak ister. Onun için, İslam Dini bir memlekette mağlup olmadıkça si­ yasete hakimiyet mevkiini elden bırakmaz. Ve başka su­ retle ne kadar muhterem olsa bunu, himaye altında muh­ terem olmak sayarak, ne haysiyetine ve ne de emniyetine lâyık bulur. Dini devletten tefr% hacfoesinin manası; e ' ^ c e hükümet dinini emri altında iken şimdi dini hükümetin em­ ri altına vererek mahkum vaziyetine düşürmektir. Tefrîk ta­ biri ile hadisenin vahametini kapatmaya çalışıyorlar. Din hükümete, hükümet de dine müdahale etmeyecek zannını verlyoriar. Halbuki dinin müdahalesinden ve emri al­ tından çıkan hükümet mutlaka dini emri altına alır. Türkiyenin hali buna şahittir. Bu meselenin mantıkî tahlilini de önceki yazılanmızda arz ettik. Sonradan müslüman mem­ leketinde mutlaka İslam Dini’nin kanunlan hakim olmak la­ zım gelir, onun için şer‘an *‘Oâr-ı İslam**, ûnvanı. İslâmî karHjrUann yürürlükte okluğu memleketlere ıtlak olunur. Bu dm. yukarıda da söylediğimiz vech ile cemiyet ve hükümet oını olduğundan, en kayıtsız bir devlet bile, vatandaşları­ nı. kendi kanunlarından başka kanunların hakimiyeti altın­ da görmeye nasıl tahammül etmez ve bunu tabiiyet iddia­ sı İle kabıl-ı te’lîf bulmazsa. İslam Dini de başka kanunlar­ la idare olunmak isteyen milletlerin İslâmâ tabiiyetlerine inanmaz. İslam Oini'nin devlet üzerindeki hakimiyet hak­ kını tanımak, tabiatıyla, Avrupa'nın fennî ve sinaî terakkileriile bu alanda ihtisas sahihlerinin selahiyetlerini tanıma­ mak değildir. Hükümetin şeriat kanunlanna boyun eğme­ si. hocalann her şeyi bilmek davasırKfa bulunmalan ma-


170 HÎLÂFET-I m u a z z a m a ! İSLÂMİYE

nasınt d ı ifade etmez. *‘M üsavat’*cı. dinin devlet t ^ i n e müdahalesinden bu manaları çıkararak muarızlarına iftira ite galebe zemini hazırlıyor. İslam rejiminde şeriat ve şeriatçılar hiıkûmetin sahibi olarak her işi ehline tevdi' edecek­ ler. Ve yalnız IstAmın şevketi ile mûslûmaniann maslahath nı gözeteceklerdir. Osmanlı saltanatının inkırazını, dini dev­ let işlerire müdahale ettirerek, İslam şeriatının sabit esas­ larına ba^lı kalmaktan mütevellit göstermeyi de İslam Olni'r>e iftira hususunda Kemalistlerden aşağı kalmadığı ve din aleyhnde ayr>en onlann propagandalarını takTıde özerv diğini isbat etmiştir Lâkin Hafız İsmail Efertdi kendine gelsin. İslam Dini kuru bir rnev'izeden ibaret değildir. Müslümanlık teşkilâtı demek do değildir; cismani hükümetin yaşama ve tenflz vazifelerini birden haizdir. Sonra Osmanlı imparatorluğu­ na, tarihî hastalığı İslam Oini'nden ve İslam Dini'nin değiş­ mez anayasasından gelmemiş, aksine yüce dinine riayeti gevşetmesinden bulmuş, belâsını da eski ve yeni yenıçerilerir>den ve nihayet dinli n>edreseleri ihmal ederek, aşın bir rağbet ve fazla bir muhabbetle koynunda beslediği dirv siz, imansız mekteplerden gelmiştir. Osmanlı imparatorlu­ ğu Fatih S ultan ve Yavuz Selim zamanlanr>daki gibi dinL ne sanidığı ve dini medrese saltanatı temsil ettiği devirler­ de cihangirliğe yaklaşmıştı. Türkiye, din kaydını attıktan sonra, dünya dengesinde, vaktiyle dinli olarak elde ettiği üstün mertebeye vasıl olmadıkça, alçaklara dillerini kısa tut­ mak düşer. *'M üsavat"o ise mazi ve halâ ait yüce haki­ katleri, Osmanlı imparatorluğunu bugünkü hâk-i izmihlale sererek üzerinde tepinmekte hızını ve hıncını alamayan din­ sizlerin bik* ters tarafından görmeye ve göstermeye çalışı­ yor. OsmanlI imparatorluğunda dinin (devlete) müdahale­ sini ve iştirakim temsil eden Şeyhülislam lığı, Um ur-I Di­ niye Nezareti tabiri ile dinin devletten aynlık teşkilâtı vez­ ninde tasvir etmesi de maküsiyetin bir r>ümur>esidir.


HİLÂFET VE KEMALİZM

171

....Abdülm ecid Efendi Hazretleri'nin bahti hilâfet is­ nadından bu kadar cesaret alırsa Ankara hükümeti gibi mevcut bir kuvvete arka çıkarsa, ne cevherler yumurtlaya­ cak! Dinsiz (Ankara) hilâfet düşmanı olduğu bilinirken, bu bedbaht, hilâfete taraftarlık kisvesi altında İslam Dini'nI bal­ talamaya kalkışarak, ortaya büsbütün yeni şekilde bir din­ sizlik koymak istiyor. Hükümetle arası açılan dinin hilâfet­ le de arasını açarak, adetâ bir "Hllâfet-I Lâ-D Inlye" nazariyesi kurmaya çalışıyor. Mısır gibi ilim ve İslam mahşe­ rinin ortasında çıkarılan bu münker sesten, Türklük namı­ na, Türk'ün mazide yaşattığı *'Hllâfet" namına, uzaktan uzağa utandım. Abdülmecid Efendi Hazretleri’nden "M üs a v a f’a bir tektir, bir tekzib gelmesi ihtimalini de -zayıf ol­ makla beraber- hesaba katarak ondan sonraki sayısını bek­ ledim. Temenni ettiğim tashihi bulamayınca işte Hafız İs­ mail Efendİ’yi ben tevbîh adıyorum, haftfesini de kendisin­ den ayırmıyorum. Demek kİ dini her şeyden ayıran asrî mo­ daya göre, dinsiz hükümetten sonra bir de "dinsiz hilâfet" nazarfyesine şahH olacağız. Bu garibenin eşrat-ı saat ara­ sında yeri yoksa efratn cehalet arasında yeri vardır. Demek ki kendi kendine Fransa'da oturan ve şimdiki halde sabık Osmanlı veiiahdiığından başka bir sıfatı haiz olmayan Abdülm ecid Efendi Hazretleri, fikirlerinin taraf­ tarı olan gazetenin istediği gibi dini devletten ayırmak gö­ rüşünde bulunarak, daha halîfe olmadan Hilâfet'e suikast fikirleri taşıdığım gösteriyor. Dinin devletten ayriimasını ge­ rekli gören dinsizler var. Bunu anladık. Fakat bu ayırıma, hafife tarafı da taraftarlık izhar edince bu hal, hükümetten tefrik edilen dinin hilâfetten de tefriki mahiyetini alarak dün­ yada görülmemiş bir maskaralık olmuştur. Mustafa Kemal, Hilâfete vazife-i diniye ve mahiyet-i diniye var. diyerek onu kendisinden uzaklaştırmıştı. Hafız Efendi'nin dinden tecrit ve tefrik ederek Abdülm ecid Efendi Hazretleri'ne takdim ettiği lâ-dinT hilâfete ihtimal verseydi o mevkii kendi­ sinde alıkordu. Halbuki Hilâfetin, devlette ahkâm-ı şer'iyyeyi tenffz vazifesinden "M ü s a va f'ın halîfesinin de mem­


172 HİLAFET-I MUAZZAMA-I ISLAm IYE

nun olmadığı anlaşılıyor. Ham Harifeyim, yani Ceriab-ı Pey­ gamber* n vekiliyim, diyecek; hem de vekâlebnt dinî v a ^ feden tecrti ve tasfiyeye kalkışacak! Mustafa Komarin ha­ reketi. yiıni dinden devleti ayırması dinsizlik olmakla bera­ ber Müslümanlık harictr)de dinsiz bir hükümeti akıl kabul edebilir. ı-akat dinsiz Nlâfeti akıl da kabul etmez. Orum için Mustafa Kemal, dinden tecridini mümkün gördüğü hükü­ meti almış, dinden ayrılması mümkün olmayan Hilâfeti ret etmişti. Veni Hilâfetçiler ise dinî bir mevki olan Hilâfeti din­ den ayımiaya kalkarak olmayacak bir sevdaya düşmüş, ya­ ni hem dinsizlik ve hem ahmaklık göstermiş oluyortar. Ak­ lın ötesinde kalan böyle Hilâfette Abdûlm ecid Efer>dl Haz­ retleri. Cenab-ı Peygamber'in değil de şeytanın bile vekili olamaz. Çünkü şeytan da böyle bir hamakatı kabul etmez. Kemalistlor hükümet kuvvetini tamamen ele geçirtnceye ka­ dar İslam Alemi'ne dindârlık vad etmişlerdi. Bunlar dinsiz­ lik vad ed yortar, hem de Hilâfet hükümeti namına vad ediyorlardıt Merhum Sultan Vahkfüddin'e ve hükümetine Anado­ lu'da Mustafa Kemal asî geldiği zaman. Abdüm ecld Eferv dİ Hazret erl'nin bu İsyana gizliden ve açıktan ne derece arka çıktığını ve Mustafa Kem arin, merhum Sultan'ı Istanbul'dan htcrete mecbur eden pişdâr kumar>danı nasıl bir şevk İk) karşıladığını burada tekrara lüzum yoktur. Bir gün evvel Suttan Vahidüddin’den münhal kalacak va'd olunan mekama kavuşmak için, onun emniyetini suistimal eden asî c'ûşmanı İle birleşmek neticesinde Mustafa Ke­ mal tarafından Abdûlm ecid Efer>di Hazretlerİ’ne aynlan ganimet payı, hükümetsiz hilâfetten ibaret olduğuna, ve bu şekilde Hilâfetin kati olarak sahih olmadığına rağmen bir­ birini tutmayan bu iki zıtlığa, Abdûlm ecid Efendi Hazret­ leri İstanbiJ'da Dolmabahçe Sarayında oturduğu kadar tam bir minnet ve şükranla razı olduktan başka diğer hanedan azası ile beraber Türkiye haricine çıkarıldıktan sonra da. İstanbul'da iken kabul ettiği hükümetsiz hilâfette aynı mev­ kide bulunduğunu beyan ve ilan etmek suretiyle birinci fır­


HtLÂFET VE KEMALİZM

173

sat antnda durumunu tashihe lüzum görmiyerek Mustafa Kemal'in tayin ettiğî gibi Hilâfeti gayr-i sahih bir halde kal­ mış ve azli sahih olmayan Vahidüddin merhum hayatta olduğu kadar da bu sıfatla gûya merhum mûşarûnileyh'e rekabet edip durmuştur. Abdülm ecid Efendi Hazretleri Türkiye'den çıktıktan dört sene sonra İlk beyanname ola­ rak geçenlerde *'Müsavat’*in neşr ederken nasıl kıymet ve­ receğini bümedtği ve merhum Hakan'ın ruhunu rencide et­ meye vesile ittihaz ettiği manasız Bolşevik Beyannam esTni yazacağına daha dört sene evvel, söylediğimiz beyan­ nameyi yazmalı idi. Sonra da Ankara hükümetini her din­ siz adımında takip ederek İslam Alemi'nin nazar-ı dikkati­ ni çekmeye çalışmalıydı. Bir kaç sene önce Mısır'da E zher Meşihâtı'nın riyaseti altında Hilâfet Kongresİ'ne İs­ lam aleminden murahhas davet etmek üzere Mısır ulema­ sı tarafından neşr edilen ihzari mecellede de Abdülm ecid Efendi Hazretlerl'nin hükümetten tecrid edilmiş bulunan hilâfetinin sahih olmadığı yazılmıştı. Lâkin Abdülm ecid Efendi Hazretlerl'nin ne cereyan eden meselelerden ve ne de Hilâfetinin baştan beri sahih olmadığırtdan haberi var­ dı. Kendisi böyle şeyleri bilmediği gibi bilenlerle münase­ bette bulunmayı da alışkanlık haline getirmemişti. İstanbul'­ da iken Celâl Nuri sistemindeki adamlann yazılarına ve mu­ sahabelerine tutkun olduğu gibi dışarıya çıktıktan sona da Sultan Vahldüddin tarafından kendi tarafına tebdil-i inti­ sap eden. İstanbul'da iken kapısını beklediği ve hüküme­ tinde müstahdem bulunduğu Hürriyet ve İtilâfı lânetle an­ maya bile layık görmeyen Hafız İsmail Efendİ'nİn, ne söy­ lediğini bilmeyen ve yalnız dalkavuklukta kusur etmeyen gazetesi, kendisinin eski dostlan ve Hafız'ın eski düşman­ lan bulunan fttihatçılarta birleşerek. kaybolan Hilâfet tahtı­ nı kendisine iade edeceklerdi. Göz dikien yer Hilâfet tahtı olduğurKlan İslam Dini'nin maruz kaldığı hakaretlere kim­ se önem vermiyor. O kadar önem verilmiyor ki Türkiye'nin bundan önceki dinsizleri demek olan ittihatçılara yaranmak için Hilâfetin kendi gazetesi bile, aynı özentilikler arasında İslam Oini’ne tekme atmaktan çekinmiyor. Türkiye inkılâ­ bını medh eden Hedy Ş u ’ravI Hanım 'a karşı gûya İslâmî-


174 HİLÂFET-I m u a z z a m a ! İSl-ÂMtYE

yetin tesettjN nisvantnı mOdafae ederken kendisinin mu> taassıp olmadığını, tesettürü birden bire değil de tedricen terke taraf ar o ld u ^ n u , yüksek terbiye üe örtünen kadm ne kadar a<;ılsa nazarında mesture sayılacağını söylemesi ve daha scnra Mustafa K tm a rin dini devletten ayırması­ na başlangıç olarak muvafakat etmesi gibi. İslam Dini'nin ahkâmı hil^fırta hep bu asri özentiUklerde KemaUsdere de­ halet yoksd ittihatçılara yakınlaşma sebebi duyulmuştur. Çünkü dinin devletten tefriki esasiannı Mustafa Kemal da­ ha sonra ayrıldığı İttihatçı arkadaşları ile birlikte kurmuş­ tur. Binaenaleyh Abdülm ecld Efendi, bugünün muhaliifleri sırasına geçen mezkur arkadaşları kazanmak İçin, ay­ nı dinsiz esaslan kabul edebileceğmi Hilâfet gazetesi ile şimdiden vad ederek, Türkiye’de iken Hilâfetin hükümet­ ten fedâkar ık göstermek suretiyle Kemalistler’e söz ver­ diği gibi Tündye dışında da Hilâfetin dininden fedakarlık ya­ parak Ittihaıçılara söz vermiş oluyor. Müstaf i Kemal'in ayırdığı Hilâfetle hükümet, bu se­ fer besbelli hükümet noktasır>da akıllardan Abdülm ecld Efendi uhde sinde birleştirilecek ve yalnız Hilâfetin kendi­ si değil de dini devlet ve hOkûntet dışında bırakılacaktır. Gûya ki saltanat ve hilafet atalarından kalmış da din. ata­ larından kalnamışl Mustafa Kemal devhr>de hükümet. Hi­ lâfetle dini açığa çıkardığı gibi bu defa Hilafet de dinden soyutianarai hükümetle birleştikten sonra her ikisi İslam Dini'ni tanımayacaklar ve devlet işlerine müdahale ettirmiyecekler. Lâkin yağma yok. efendiler! Şurasını biliniz ki Mûslümanlar bu meskenette devam ederse Türkiye’de An­ kara dinsiz C'umhuriyeti hüküm sürer. Ve belki dinsizliği yavaş yavaş bütün İslam alemlerine sirayet ettirir. Afga­ nistan bunun bir örneğidir. İslam Alemi de İslam inancı Şapkalı Gazl'nin emir ve işaretiyle bir varmış bir yokmuş haline gelecek derecede çürükse, bu cereyanın da esfef-i safiline kadai yolu açıktır. Yok, şayet Müslümanlık gayre­ te gelip de Ankara’yı yıkarsa gelecek inkılâbın, sizin dü­ şündüğünüz gibi dinsiz Cumhuriyet makamına dinsiz Sal­


HİLÂFET VE KEMALİZM

175

tanat'ın geçmesinden ibaret olacağına, dinsiz Cumhuriye­ ti yıkıp İslam Cumhuriyeti yapmak daha çok tercih edilir. Çünkü bu inkılâbın amelleri, bizim faraziyemize göre MüslOmanlar, hem de açık gözlü Müslümaniar olacağından ar­ tık herhangi bir şahıs veya aile hesabına hareket etmeyip ancak dinleri ve bizzat kendi menfaatleri hesabına hare­ ket edecekler. İşte bu tarz düşüncede M ü s a va f’cı Hafız İsmail Efendi'nin dinsizlik tarafından asrîliği ve saltanat ta­ rafından mûrteciliği iltizam etmesine karşılık olarak bizim asrîliğimizdir. Mecid Efendi Hazretleri'nden başka Hilâfet gazete­ sine bigane kalmamaları lazım gelen sair Osmanlı hane­ danı azasına da. şu dinsiz neşriyatından dolayı Hafız İs­ mail Efendi'yi şiddette protesto etmek vazifesi düşerdi. Fa­ kat kendilerine nisbet iddia eden bir gazetenin İslam Dini'ne saldırısı onların tarafından da red olunmayınca ben de paylamamı hepsine yönelterek muazzez dinimin gay­ retini güdmek mecburiyetinde kaldım. Bu gayret ve mec­ buriyet karşısında benim için hatın sayılabilecek hiç bir nam ve makam oiamıyacağından paylamamın şiddetini herkes, buna sebebiyet veren kabahatin önem derecesi ile biçme­ lidirler. Şunu da bilmeliler ki din-i İslam'ın şeref ve haysi­ yeti ile alakadâr olmayanların Hilâfeti beni hiç alakadâr et­ mez. İslam Dini ile Hilafetten hangisi aslî maksut ve han­ gisinin önemi ikinci derecede ve uzak olduğunu iyice dü­ şünmeden bu meselelerde samimî bir istikamet alınamaz. İslam Dini'ni muhafazaya lüzum görmiyerek Hilâfet sevda­ sını muhafaza etmek, mantıksız olduğu kadar Rahman ta­ rafın akamete mahkum olacağını ve Hilâfetin geçirmekte olduğu felâket devresinden alınacak ibret dersinin bu nok­ tada toplandığını bundan sonra bari anlamak lâzım gelir. (Y a n , ta yı: 23, 23 Haziran 1928, sh: 2-4)


176 HİLÂFET İ MUAZZAMA ! ISLÂMİYE

DİNİ D E V L E T T E N AYIR M A C İN A YE Tİ

Esl(i Tûrkier. yani Müslüman Tûrkler dilinde ve Müs­ lüman Türkiye'de "d in ve devlet" birebirinden ayrılmayan iki mua::zam benzerlik halinde bulundu. Milletin varlık se­ bebini \'e bütün şeref ve haysiyetini, daima " d in " baş, “ devtet" eş olarak biribirir>e kenetlenmiş bulunan şu iki büyük l>elime ile ifade edilirdi. Türkiye'^ parçalayacak, Türk'ün bedenini ikiye bölecek bir düşman düşünülebilir­ di. Fakat Türk’ün din ve devlet adındaki iki vicdanî ma'şukastnı biribirinden ayırabilecek bir düşman tasavvur oluna­ mazdı. *'*ûrk'ûn kalbindeki İlahî aşkı sÖr)dOrecek, dini bir uğruna ı ^ n Türk'ü şehadet mertebesinden Iskat ederek adi bir öiü derecesine ir>direcek. Türk'ün Allahını ve cerv netini elinden alarak, dünyada yeni Türkiye denilen esa­ ret ve se'alet cehennemine düşürdükten başka ahiretin de cehennemine liyakat kesb ettirmeden yakasını bırakmaya­ cak düşmanı ne kadar büyük bir düşman olmak lazım gelirdi. Haddi zatında ilmî kıymetten uzak olan "m illiye t" im­ tiyazı. her miHetin kendine göre tam martası ile indî ma­ hiyeti haiz uydurma bir şey olduğu gibi ta’yfr ve taklide ma­ ruz olarak tanınacak ve "m illiye t" denecek bir hali kal­ mayan Türk milliyeti namındaki iki katlı mevhuma Türkü iman ettirmek mukabilindeki hakiki imanından mahrum eden ve Türkiye'de din ve devlet arasını bozan n>iHet düş­ manları bozgunculuklarının cezasını bir muharebe olduğu zaman gidecekleri Eski dindâr Türk'ün askerî kıymetini bundan sonra rüyada görsünler. Dinsiz devlete tabi olan Türk milleti bundan sonra farzH muhal olarak miHetçe ken­ disini dincâr zannetse bile dinsiz devletin emri ile artık can­ dan harp «Murteyecek. certr>etsiz ölüme gitmeyecek. Muha­ rebe devlet işi olduğu ve devletin din ile alâkası olmadığı için böyle bir devletin emri ile yapılan muharebe pek de


HİLÂFET VE KEMALİZM

177

din Ue alakası olmayacak ki cenneti olsun! Böyle bir dev­ let gelecekte harbe giderken **Avn Ü lnayet-1 Bân ilel...*' harbe gidiyorum, diyemiyecek. devlet işine din karıştırmış olmamak için ordusunun muzafferiyetine dua bile edemiyecek, halâ yemininden Allahın ismini çıkaran devletin Al­ lahtan yardım istemeye yOzü olur mu? Türkiye'de devletle dini ayıranlar dine inanmadıkların­ dan. dûşmanlıklanndan ayırdılar. Onlara bir diyeceğimiz yok. Fakat İslam Dinine inanmakla beraber din ve devlet ayınmıruı mûslûmanlık müsait olabilir sananlann da, mOslûmanhğı hiç bilmediklerine hOkm etmek lâzım gelir. CenabH Peygam ber Efendimiz'in hiç kimseden bir şey okumadığı ve okuyup yazmak bilmediği dinen ve tarihen malum ve müsbit olduğu gibi ashab-ı kiramı da bu Nebi-i *'Ümn>r'nİn sohbetinin şerefinden betşka kazanılmış bir meziyete malik değillerdi. Hiç bir mekteb ve medrese­ de ilim adına kimseden bir şey tahsil etmediler. Bi’set-İ Nebevtye’ye kadar Araplar cehalet ve vahşet içinde idiler. Bil­ hassa Hicaz kıtası dünyadan habersiz bir hal ve vaziyette idi. Halbuki Cenab-ı Peygamber Efendimize hizmet ve ya­ kınlıktan aldıkları feyz, onlan hem dince ve hem de dünya­ ca Öyle bir kemale getirdi kİ irtihaM Nebevî’den sonra Medir>e’de tesis ettikleri hilâfet hükümeti halâ cihana şan ver­ mektedir. On-onbeş sene içirtde dünyanın muhtelif kıtalanna hakim bir devlet-i muazzama vücuda geldi. Ashab-ı Kiram’ın din cihetinden başka, hükümet ve siyaset mesele­ lerinde de ne derece uyanık olduklannı şundan anlamalı ki irtihal-i Nebevî gibi en büyük bir felâket anında Peygam­ ber Efendimizin defni meselesine de takdimen aralarında bir hükümet reisi seçimi lüzumunu idrak ve takdir ettiler. Henüz birmd hükümetlerini teşkil ederken Ebu Bekr-I Sıddik'ı, uyg£u^ milletlerin hükümet şekillerinde bugün en mü­ tekâmil şekil olarak kabul ettikleri gibi **Şurâ*'ya dayalı ve tam manasıyla demokrat bir hükümet reisi seçmişlerdi. Hü­ kümet, milletin bey'atı ile vücuda gelmiş ve meşveretle de­ vam etmişti. Ebu Bekr İlk hutbesinde:


178 h il â f e t i MUAZZAMA ! ISLÂMtYE " E / ahallt İşlerinize nezaretle vazifelendirildim. Siz­ den ûtlQ n bir adam d e lilim . Bundan sonra da İçiniz­ den en zayıfınızı hakkına ulaştınncaya kadar en gûçlû, ve en k jvvettinizl haddine dönOftûrûnceye kadar en za­ yıf sayüca^ım . Doğru hareket edersem , bana yardım edini Yanılırsam, yanlışımı düzeltini'* demişti. önrer el-Faruk da. hilâfetinin başında irat ettiği huibelerinRı birinde: "•Yanlış yola saparsam, beni d o ğrultun l" demiş ve dinleyic lerden birinin: **-CYİe yaparsan seni kılıcımızla doğrulturuz!** tar­ zındaki cevabını da: **-Kavmİmİn içinde beni kılıcı ile doğrultacak adam o ld u ğ u rd a n dolayı Cenab-ı Hakka hamd ederim.'* diye karşılık '/ermişti. Ashab ı kiram devri ve her birinin hal tercemesi gerek İs­ lamiyet i<;in ve gerek doğru uygariık örneği arayan insanlık için tetkU e şayan bir hazinedir. O korıular hakkında ayn ayn makaleler ve büyük büyük kitaplar yazmak lâzınıdır. Bu­ rada o b(ıyûk konuya biraz temas e d l ^ . işlem Devleti'nin dinden ayrılması şöyle dursun, dirte r>e derece yapışık ol­ duğunu finlatmak maksadıyla vaki oldu. İşte en yüksek si­ yasî terbiye ile daha başlangıcında olgunluğunu haiz ola­ rak doğan ashab hükümetinin birinci reisinin seçimini bir namaz rreselesinden çıkarmışlardı. Peygam ber EferKfIm iz ölOrr. hastalığında namaz kıldırmayı Ebu Bekr'e emr etmiş olouğundan "C e n a b -ı Peygamberin dinim iz İçin mürtasip gördüğünü bizim de dünyam ız İçin münasip görm em iz İcap eder.** diyerek ittifakla Ebu Bekr'e bey'at etmişkr. Ve dinî riyaset makamının, hükümet reisliğin­ den ayn tir şey olmadığını meydana koymuşlardır. Müslü­ man hükümetinin dinden aynlamryacağını b a ^ suretle an­ lamayanlar. bu dikkate şayan olaydan anlasınlar. Ashab-ı kiramın hıjkün>et işlerini ne kadar iyi anladtkIannı da unutmasıniarl İşte İslam’da en büyük Hilâfet Hükümeti mihra­ bın etrafında teşekkül etmek suretiyle din ve devleti birbi­ rine ve deha doğrusu devleti dine bağlamışlardı.


HİLÂFET VE KEMALİZM

AbdÜ lm «cld Efendi Hazretleri ise, Mustafa Kemat'in devletten ayınpattığı dini: *6en de İstemem, der gibi Hiiâfetten de ayırmaya kalkışıyor! (Yann, sayı: 24, 6 Te m m u z 1928, sh: 1). İS TİF A EDİYORUM (Ya nn gazetesi mûdûrfyet-l allyesine; Ankara hOkümetinİn Lozan muahedesiyle vatanlan haricinde yaşamaya ntecbur bıraktığı 150 Türkiyeli hakkırKİa ahiren tabiiyetten Iskat kararı vererek İcra et­ tiği yeni taarruz münasebetiyle kaleme aldığım melfuf cevabnamemin nuıhterem gazetenizde neşrini rica ede­ rim, efendim. M.Sabri) Bir zaman dehre şan veren Türkler Neydi evvel, ne oldu şimdi de bak; Mûteezzi olur, ebâ eyler Oönneden g ^ . işitmeden de kulak; Darbedir fikri, akla;...zikri elemi Deli mazurdur, delirdi desem! Yapamaz hem kıyıp da divane, Türk'ün endişesizce yaptığını; Dİn-i İslam'dan mûhînane Hareketlerte küfre saptığını; Hele zilletle zulme taptığını. Akıl almaz cihanda bir kavmin... Tapar insan olur kİ hayvanat O dalâlette bir s a m im i^ Hissi İcra-i hûkm eder, lâkin; Zulme kulluk eden bizim millet. Tapınır Ölmeyip sürünmek İçin!


HİLÂFET İ MUAZZAMA ! İSLÂMİYE

Memleket sanki bir dev aynasıdır: Kocaman gösterir çocuklarını; Hokkabazlarla dalkavukiannı Arz eden bir tiyatro sahnesidir... Hareket, hem hayat: Oyuncuiarm; Çalkanır bin çeşit göbek ve kann... Ekseriyet, adetçe en a'zam Ekseriyet, seyirci; Lâkin hem Bakıyor, hem de titriyor, tir tir. Çünkü onlardan intih€ü> edilir Kanlı rollerde harcanan eşhas; Hep ölen kurtulur, kalanlar için: Daha möşkildir ihthnal halâs. Daha müşkiider ah can sağ iken ölüden beş beter olanlar için: Dünyevi, uhrevî reha bulmak; Bu hakikat acıklıdır cidden: Çıkamaz Türk kolay kolay yüzü akl.. ^ flö r ü n bazı kere bir emri, Atlayıp sahneden: Seyircileri Oynatır, sulta durdurur saf saf; Coşturur, koşturur mutaf mutaf! Türk'ün artık bugün işittiği ses. Yeni rehberlerinden aldığı ders; /Vn'anat ve mukaddesat, ahlâk, Din ve intan, azab-ı vicdan, hak. Ma'delet, merhantet, haram ve helâl. Belki bir devren hesap ve suâl. Akıl ve mantık, ayıp, günah, tarih, l'z ve namus, edeb. şeref gibi her Kayd, mülgât.. Ve meydan işte fasih: E;Ski zincirler kinisin hep; h^ursun erkek kadınla bezm-i tarab).. hiele ş e rl Muhammedi denilen. On asırdır önürKle Türk eğHen


HİLÂFET VE KEMALİZM

I»!

Eski kanun ki gökten inmiş İmiş Onu yıkmaktır en mukaddes İş; Kalmasın memlekette doğru, dürüst HİÇ bir varlık olmadan alt-Ost! Çünkü mana-i inkılâp budurt Türk'e çıldır, kudur! De. tek deme: Durl Bir avuç eşkiyaya ait hal. Olamaz bil-umum millete mal Diyerek i'tizar eden hatâ Ya tarafgirlik yapar, ya riya... Bir avuç eşkiyaya, on milyon Şu kadar hür adam esir olmazl.. Memleketin dahilinde mekruh farz Etseniz Türkü: Hariç ez kanun! Gösterir hep: o dâr-ı ikraha Müteveccih m uhacirin akını. Türkün aklında zahmet olduğunu!.. İşi kalmış o kavmin Allah'a! Gitme ey yolcu! Dön yolundan, eğer Izzet-i nefse malik insansan, Siyyema doğru bir müslümansan: Sana olmaz o memleket mehcer!.. Oradan ge! de ibret at benden; Yol yakınken nasihat al benden! Beni hain tanıtlılarsa sana. Sen de hain, de! Dikkat et ama: Yeni Türklerce, doğru söyleyenin, En (modern) ism<i haşşidir: “ H ain"! Olduğun memlekette tercihan Otur... İmkânı yoksa, Türkiye'den Başka yer bul... Ya ölmeden akdem Gömül ecdadının mezarlığına! Gitme tev'an kazâ belâ ağına! Yektir: Aki-ı selim mantığına.

RİO


HİLÂFET İ m u a z z a m a ! İSLÂMIYE

D<)rH İdamdan dlyar-ı adam!.. G.iliba eski isme aldandık. Ol ada din kardeşin mi var sandın? Yiişıyor varsa son nefeslerini; H i; işittin mi dünkü nefeslerini? Şnndt görsen tanır mısın Türk'ü? Qi: de bir kere görf.. O gün belki, ÛrKeceksin geçip de kendinden: Ailen, ailen değil; sen, sen!.. Bulamam Türk'ü, ben de nalânım. Ararım: Nerde milletim, vatanım? İnanılmazdı girse rû'yaya Dönmeler şaştı “ dönm e Tü rklye "ye ! Bu fenalıkların vuku un a hep. Milletin cehli gösterilse sebeb; Ya münevver denen eraziM nas: Celalinden ziyade yüz karası; Vatanın en onulmayan yarası; Onlann ilmi varsa: İlim, iflas Ediyor Asya-i suğröda: D a ta bin yıl kalırsa razKfır. Eski cehliyle şimdi halk, orada A raıan her devirde mazidir!... Har i: Sünnet düğünlerinde çocuk Kesilirken; gürüttû. maskaralık Yaparak, bastıran adamlar olur Çocuğun canhıraş nalesini; işte bunlar da milletin sesini Boğ ırak, zulum içinde sür-t sürür Tıbl-ı nakkaresi ile ortalığı Dolcururtar. Ve muttasıl çalgı Na'ra, alkış, kaside, ta'zimât!.. f4e f azin mahşer*! hayat ve memat: Halk, rahat dö^klerinde ölüm Bekl-}şirken zetü, dört büklüm: Kaplamış cevvi bir alay baykuş!


HİLÂFET VE KEMALİZM Handeden asmanı çınlatıyor! Ölüler aleminde: Tafra-turûş Bir hayasız hayat, keyf çatıyor! Bitme bilmez bu bahis, uzundur çok; Varılan bir netice var şöyle: Zîr ü balâsı, has ve ammıyta. Türk'ü mazur görmenin yolu yok! Mel'anet. meskenetle anlaşmış. Kalıplar, sanki mûncemit taşmış! ö yle şeyler yapıldı Türkiye'de. Ki tahammül getirmeyip de hemen ölüler kalkmalıydı kabrinden, Hareket hissi yoksa İhyada!.. Şuna en çok hayıflanır, yanarım; Ne felâkettir ey büyük Tanrım! Ki. demek mümkün olmuyor: Bana ne? "B a k ın ız T ü rk ’lerin rezaletine" Denilirken, içinde ben de varım!.. Âh insanda fikr-i milliyet. Ne kadar cahilane bir illet! Hep o humma-i cehli coşturarak. Sevk ederler avamı her tarafa; Gâh olur, bir paçavradan bayrak Yapılır, taçlar kalır turfa!.. Ne zamandır bu karha, bizde de pek Had bir devreye girdi işleyerek; Şahlanır Türk ocaklarında duman, Bu dumandan kurum alan ve satan Yosma beyler, hin oğlu hin paşalar. O ocaklarda çöp-çatan maşalar; Bir düzendir ki deme keyfine sen; İyi dursun bu destgahî düzen! A yıra n fikridir, her insanı Asıl insanca: yoksa cinsi değil: Var mı. milliyeti... Diğerin hak sayılma imkânı? Sen Arapsan. falan da Çerkestir! Kendi şahsınla iftihara yüzün Tutmasın, sonra milletinle öğün!

m


1K4 HtLÂFET-l m u a z z a m a ! ISLÂMİYE İş bu hodgâmlıkla hasta şuur. Mddeniyette irtica ediyor! E!;kilerden alır azca moda!.. Hom bu hodgâmhk: M ukaddesm iş Scinki marttık; Hava imiş, esmiş! Bc'oce: Milliyet iddiasıyla Yapılan her rtev* hafiflikler, Görmemişlikten inbias eyler... ö>le eblehfirib ahvale. Fıtratım iktizası zatan ben Miırtcezip bir nazarla bakmazken, Hele milletiyle birlikte Bozkurt'a kaptıran, maymun Gibi oynattıran, tutup bir gün Şa'k'lan Garb'a attıran, hem de Tûıldük ve inkıl&p adlı Mütenakız, feci kurt masalı: Bûiibütûn oldu muctb-i nefreti "K e n d i cinsim de olsa bin lanet Onar* Dersem, değil miyim haklı? Bu Kadar iddia*! hürriyet Eden asrilerin esîr aklı. A ln iyor yoksa, atsa ben çoktan Ata::aktım zavallı boynumdan: Türk'e nisbet vebal ve töhmetini!.. Alsın Allah için hacaletini! Hal û hüzn*ı iştimal böyle iken. Yeni bir na'me. bir acib haber: Karakuşlar karar vermişler Ben> ıskata tabiiyetten) İşitip kahkaha ile güldüm ben! Ve teşekkürler ettim işte ben. fakat. Ben ıskat edenler, etmiş halt!.. Hay«li oradan şaşkın izam! Sizi çok bildiğim için tanımam!


HİLÂFET VE KEMALİZM Ne ki bir lahza diyetinizden; adam. Hak boğan, susturan (sehpa-ipi)niz Çıksa; İpsiz kalırsınız hepiniz!.. Müslüman Türk'ü, öldürüp, ne kadar Mat-ı mevrüsu varsa hep kapışan, Bir de. ıskatı arkasından koşan Muhtelis, muhteris haramiler! Ne kadar aklınız sizin kıttır. Asıl ıskattır ki: Sakıttır! Çabuk geç kaldınız! Ve beyhude Zahmet etmişsiniz şu meselede... Sizin olsun karanlık Ankara'nız; Bana metbu' olur mu hiç dinsiz Bir hükümet, ne haddi var zaten?! Ona tabi değildim evvelden! Tabiiyet telâşi zaittir! Ben asıl isterim ki: Türklükten çıkayım, ah! Kabil olsun da; Sökeyim, işte derdi ta kökten, Beşeriyet ilaç bulsun da!.. Biraz evvel de söyledim: İnsan, Çıkamaz yoksa her bataklıktan; Yenilikler satar da hep geridir; Denemez: Hür değil misin? Çık, gir! Kimi hemşehrilik alır fahri! Şu benim Türklüğüme: Pek cebrî! Evet, Allah'a itimadım çok; Ona hiç bir cihetce güçlük yok; O benim ilticamı red etmez; Şu yürekten bir hami ret etmez: Türk eğer... her gelenle Türkiye'de uyuşan;... İnönü'nde, Çankaya'da kaynaşan;... üstelikle tedricen Güzelim inbisar-ı aileyi bozarak, herkes aherinkinden Müşterek istifade etmeyi düşünüp; zencinin firaşi için

185


185 h il â f e t i m u a z z a m a ! İSLÂMİYE

h izır olmuş birer dekolte kelebek tuıdar oynak kadınlı, erkekli nnuhtetif ailâttan mali muhtelit bezm-i vuslat akt ederek; medenî bir nev'i Kızılbaşlık olması için de. mum sör^dûrmek şiyle dursun, latif, rengarenk nurlar altında: Aşikâre, açık a^uş ağuşa. çift çift yapışık, Birbınnden hayat alıp vererek. Kdlbten kalbe sevgi sızdırarak raks eden;... ciddi olsa, geçmişine kûfr edip, daima ilatvı cedid Bdrgâhında dest bir sine yalayan hergûnde bir yeni iyd;... CX)n: Hilâfetçı. Mûslûmancı; bugün: Bolşevik. Türkçü, diktatör, halkçı. Kırışık, zü*l-vücûh bir mûncİ Aşkının sekr ve cinnetiyle mecnun Eski sermayen mefahirine, ö ln û ş insanlann kemiklerine Tülıûrûp. levs atıp... ....Oemekse. artık ben: Ba'dema^şahit olsun işte cihan Y a h ız müslüman ve bir insan olarak kalmak üzere. Türklükten, şeruf ve izzetimle istifa ettim Allah'ımın huzurunda!.. Oh, hürriyetim tamam işte!.. Ne. derûnunda gayret-i iman ne. urukunda mevce-i heyecan, ve re ecdanınm kanından kan kalnıayan hanedann Saltanata; Ne de bir aslı nesli na-ma‘lüm. Düşmann ırz û din, cehûl ve zalûm.


187

HİLÂFET VE KEMALİZM

şımarık, züppe, sonradan görme, kahpe, namert, kâfiru’n-ni'me. üste hırsız, reisli ubaşan, yaman arsız, harîs-ı servet ü şan, R ehnûm a-i seffah,seffahe. mütecasir, laim, küstâhe, Nisbetim var, Hükümetu'Mah'a tabiimi Milletim de, İbrahim milletinden, bunania fahr ederim! En büyük millet, en büyük devlet! Eski OsmanlI Türk’ünün zaten — Hani İslam dini üzere ikenİlm-i halinde yer bulan memat, buydu... Lâkin sonuncu nesl-i deni O Nebiyyi Celîle nisbeti Zayi etmekle kalmayıp, bir de: Türk'e, hatta o eski Peygamber. Bilâkis kendi müntesiblerde diye bir başka yave söylediler: — Hezeyan hududu yok. ne diyeyim?İşte bizzat ruh-i İbrahim; Söyle tımarhane harcı deli; Böyle hep akıl ve nakli baltalayan, çoğu makhur ve münderis, ehli; Azi kahir ve müfteris hayvan denecek kavme intisabı nasıl red ve inkar ederse, elhasıl Ben de aynıyla red edip Türkü, attım üstüm denen elim yükü... Tevbe ya Rabbi tevbe Türklüğüme!... Beni Türk milletinden addetme!. İskeçe-1 Temm uz 1927 (Yarın, sayı: 2,29/7/1927)


m

HİLÂFET İ MUAZZAMA-IISLÂMÎYE

H E Z E Y A N TO P T A N C IL A R I Haniva. Türkiye hokkabazlarının, bitmez tükenmez fahriyeler f>e r\azaran inkılâp ile oraya Avrupa'nın bütün hürriyeti, bütün medeniyeti ikame ediieydi ya?! Hürriyet ve medeniyet, kadınlan erkekleri bir arada soyup teşhir eder gibi İstantul'un deniz sahillerine yaymak ve dinlere söğüp şayak mıdır? Dinsizlere şehvetperestler ve gönlü geniş tereslere verilen bu hürriyetlerin karşısırKiaki dir>darların hürriyeti vn söz hakkı nerede? Hükümete muhalefet etmek isteyenlerin hürriyeti, içtihat ve tenkit etme hakkı nerede? Hablukı bir milletin tekâmülüne delil sayılan hürriyet ve meden yet yolunda atacağı en birinci adım; hükümete karşı hürriyeti, milletle hükümet arasında Kanunn Esasi sözleşnnelerin? rabt edilen siyasî hürriyetleridir. Milletin, hü­ kümet istikdatlarına boyun bükmedi^ni ve hükümet esaretlennden kurtulup İnsanî haysiyetine sahip olduğunu gös­ teren asıl medenî hürriyet budur. Bugünkü Türk milleti ise hürriyetin t>u doğru adımını atmadıktan başka Meşrutiye­ tin ilânından ben attığını da gen almış bir haldedir. Bilenin bilmeyenin ağzında gezen hürriyetin asıl ve esası işte bun­ dan ibaret olup, öte taraftaki dir>e ve ahlâka karşı hürriyet, mütekâmil nsanlar nazarında hürriyet bile değil de. belki hürriyetin, sutstımali sayılacak bir şeydir. Çünkü insanın Al­ lah'tan korkması, ayıptan korkması ve bu korkuların kayıt­ ları ile bağlı olmayı kabul etmesi hiç bir küçüklük ifade et­ mez. Allah'ı Peygamber’i saymamak bir manfel ve medenî şecaat da değildir. Şeriki ve nazîri olmadığından istibdat, zât-ı uluhiyetine mahsus olan Allah'ın tam manası ile ya­ rattığı kullar için kulluktan çıkmalarının imkânı olmadığna nazaran irtsınm Allah'a ve dinlere karşı hürriyetinin, had­ dini bilmemekten başka manası bile yoktur. *‘Blz onların boyunlanna bir takım kelepçeler geçirdik. O halkalar çe­


HİIAFET VE KEMALİZM

189

nelere kadar dayanmıştır. Onun için kafaları yukarı kaL kiktir.** (Yasin/6) ayetine tamamen uyacak halde o güne kadar hükümet boyunduruğu içine gömülmüş olan bugün­ kü Türk mtlietının dinine, ahlâk ve an'analerine karşı sihir­ bazca harekette hûrnyet çalımı satmaya kalkışması kadar dünyada gülünecek ve iğrenilecek bir şey olamaz. Ve konumuz olan ''Resimli Cum a"ya dönelim: örnek­ leri gösterildiği vech ile. her tarafından şehvaniyet. sefa­ hat. dalkavukluk, şarlatanlık akan şu yazılarda bir ciddiyet, bir hakikat şaibesi bulmak imkânı yoktur. Meselâ. Halîfe Vahldüddin ile Saray'da sık sık toplantılar yaptığından bah­ sedilen bif İngiliz yüzbaşısı (Benet) var: Umumî Harb mü­ tarekesi üzerine. İstanbul’un işgali zamanında vakıa bu adam, kendi kendine küçük bir siyasî merci olmaya ve İs­ tanbul hükümetinin ayağına dolaşmaya başlamıştı. Ona gi­ dip gelenlerde en fazla hükümete zorluk çıkarmak isteyen­ lerdi. Onun için merhum Ferid Paşa bu adamı Saray'a vehayut Padişah'ın huzuruna sokmak şöyle dursun, kendi yanırsa bile yaklaştırmadı. İngiltere siyasetiyle böyte bir (Kapiten) arasında münasebet olduğunu da hiç kabul etmez­ di. Mahud gazetenin yazan ise o zamanda şöyle böyle İs­ mi duyulan bazı hükümet adamları ile bu Kapitan'ı hakayık'i ahvalin büsbütün aksine olarak Padişah'ın huzurun­ da bir encümen halinde cem ediyor. Encümen azası ara­ sında gösterdiği Cemal Bey ve Vasfi Hoca ise Padişah’ın huzuruna gayr-i resmî surette dahil oldukları vaki bite ol­ mayan adamlardı. Sonra. Vasfî Hoca'nın fotoğrafındaki ko­ caman sarığı ve bir kucak sakalı ile, gerçekten kendisinin gayet küçük sarığını ve tamamen köse sakalını, mukayase edenler, her şeyden bahs eden şu gazetecinin, herke­ sin bildiği Vasfı Hoca'nın şahsını bile tanımayan ve ihti­ mal ki o devirde İstanbul'da da bulunmayan serseri masalcilardan olduğunu kolaycacık anlarlar. Vasfî Hoca'yı haydi bilmesin.. Bugün cesedi kabrinde çürümüş iken, hâlâ etim yemekten vaz geçmeyen İstanbul'un günlük gazete­ cilerinin hemen hergün nesr ettikleri fotoğraflarına naza­ ran İhtiyar olduğu herkesçe bilinen ve meşhur olan Halîfe V ahidüddin'L Kaptan Benet encümeninde bir de­ likanlı gibi tasvir etmesine ne b uyurulur?


190 HİLÂFET İ MUAZZAMA-IISLÂMİYE

işte ' ‘ Resimli C u m a " ve benzeri hurafe-namelerde bunun ^ibi siyasî alçaklar, dme karşı saçma sapan fikirler, tecrübe ^ z . temyîzsiz. nev-heves gençlerin ve belki mek­ tep çocuklarının zıhintenne aşılanıyor ve aşıyı tutturmak >çm şehvani mevzuların ve çıplak kadm foto^afiannın etkili yar­ dımlarından istifade edilmek isteniliyor Hel? mecmuanın dinî mevzulara dair alaycı küçüitCıcü yazılarında, açık kadınlardan fazla sırıtan cehaletlerle bunların üzerinden sırtaran cesaretler irtsana şu zehabı ver­ mektedir Türkiye halkı, asırlarca dünyayı titreten ecdadının göğüslerirtıien her şeyden mukaddes olarak sakladığı İslam Dını'ne karşı ne kadar derin bir husumet hissi ile mütehas­ sis imişler. Türkiye inkılâbının ınzah ettiği fırsatta bu husu­ metler. doğruca bir kinle gizlendiği yerlerden boşalmış Çir­ kin çirkin akıyor Bunları gören bir yabancı, muhakkak di­ yecek ki; "M e ğ e r Türkler, en az bin senedir başlarında taşıdıkları dinlerinden ne kadar r\efret etmişler de şim­ diye kadar söyleyem iyorlarmış. Zahir, bir adamın ken­ di dinini aşağılaması ayıp geliyorm uş. İnkılâp münase­ betiyle ayıp kalkmış, utanmaya luzum kalmamış ve bu sırlar m eydana çıkm ış." Halb Jki meselenin hakikati böyle de değil, belki bun­ dan daha aşağıdır: Çünkü bugünkü Türkiye’de, yanı Türk­ iye hükümetinin., laik hükümet mesleğine de sığmayacak bir halde, dinsiz, ahlâksız matbuatın mecralarım bol bol açarken meydana bunları bırakmış oimak için dinî matbu­ atı sustarrnayı da ihmal etmemiştir. Türkiye'deki dmsız ba­ sının m er lik ve medenilik r^oktasından ne kadar aşağı bir seviyede olduklarım şundan anlayınız ki hükümet korkusu ite memle<ette. karşılarına cevap verecek adam çıkmaya­ cağını bile bile dm-ı İslam'a tecavüz etmekten utanmıyor­ lar. Bu eşitsiz durumun "La ik hüküm et" prensıb4r>e bile uymayan t>ir haksızlık olduğunu söylemiştik. Çünkü lâik hükümetlerdiî. dinin ne lehinde ne de aleytwKJe olmayarak la-


HİLÂFET VE KEMALİZM

191

rafS4Z vaziyette bulunurlar. Ve daha uygun bir tabirle din ie iigilenmezlef. Vakıa İslam Dini İle Ugilennf)em6k de müsICmanlıktan çıkmak için kifayet ederse de Türkiye'nin enkara hükümeti dine alakadâr olmamakla yetinmiyerek din­ sizlik tarafına ilgi göstermiş ve "L A lzm "in de ötesine geç­ miştir. (Yann. sayı: 7, 28 Eylül 1927, sh: 1 ve 4) Yeni Türkiye'nin ileri gelen mebuslarır>dan ve yazarlanndan Rusyalı Ağaoğiu Ahm et, geçenlerde cereyan eden Türkiye'ye özel mebus seçimi komedisinin neticesin­ de Reisicumhur Parlisi'nm yüzde 200 ekseriyetle güya başansı ortaya çıkması üzerine "M illiye t" gazetesi ile neşr ettiği bir başmakalede: "Çoktan beri memlekette belirginlik kazanmış gerçek ve müsbet iki adım mevcut olduğunu, bunlardan birisi mü­ nevverler ve terakkiperverler tarafından ve diğeri de-şimdiki aydınlar dediği sınıfın terbiyesiz tabiri ile /MS*yobazlar ve alaylılar tarafından temsil olunduğunu söyliyerek, Türkiye halkını, son siyasî tarihırnle gelip geçen s u n i siyasi parti­ ler dışında, en doğru ve en tabiî bir taksim ile dinli ve din­ siz kısımlara ayırmak lazım geldiğini işaret ettikten sonra, bu iki birbirine zıt ve fikrî akımın temsilcileri birbirine karşı katılıktan uzak, samimî ve namusluca iki parti teşkil ede­ rek mücadeleye girişmiş olsaydılar aynı derecede memlO' keti temsil etmek iddiasında bulunmak hakkını kazanabi­ lirlerdi. Fakat ilericiler, daima ideallerim meydana koyarak açık cepheden yürüdükleri halde tutucular mahiyetlerini ve emellerini açık meydana koymaktan çekinerek daima per­ de arkasında hareket etmek istediklerinden her zaman kar­ maşaya sebeb olmuşlardır. Veyahut düşman elinde alet olarak hıyanete sapmışlardır. Bu hususta yalnız İtilâf ve Hürriyet fırkasının tarihçesini hatırlatmak yeterlidir" diyor. Ağaoğlu Ahmed’in herkese malum olan çarpık gözü ile hakikatleri görerek tasvir ettiği bu sözler, o kadar sayı­ sız yalanlar yanlışlarla doludur ki bunları düzeltmek için ayrı ayrı makaleler yazmak icap eder. Lakın o fıkratan biz bu­ rada. konumuzla şiddetli ilgisi olan bir noktasına temas et­


192 Hll-ÂFET-I M UAZZAMA ! İSLÂMİYE

mek üzere naki ettik. Yazarm ker>dtsi de belki makalesini, o noktay fikirlerde tersine tesbH maksadıyla yazmış ve bâtd bir davayı yürütürken bir çok bâtılı şeyleri de davasının çiz* gtsi etrafına sıçratmaktan r>efs«nı men edememiştir. Maksat, seçimde mebus ve mümessil çıkarmaya mu* vaffak olmayan dindarlan çürütmektir. Öyle iken.yazarın, konuya Kürriyet ve İ'tilâf Fıkrast'nı karıştırması, muhatab* larının zihnini karıştırmak için Kemalistlerin. iki tür hasmı arasında kaçamak oyununa müracaat ettiği gösteriyor. Düşman elinde alet olarak hıyanete sapmak gibi aynı a ^ * larda tek ar oluna oluna kendilerinin de inanacağı hakikat şeklini kcizanan bir iftira müteanfesi bile, yazarın bu söz* terle kamuoyuna yutturmak istediği karışık (hab)ın yaldızı makamında ihmal edilmemiştir Makaleden nakl ettiğimiz şu küçük cümlelerdeki bu* yuk büyük yanlışların düzeltilmesini buraya sığdıramıyaca* ğımızı arz etmiştik Yalnız toplu olarak söylemeden geçe* miyeceğınız rx>ktalar var kı bir kere. Hürriyet ve İ'tilâf. mu* hafazaka lan ve dırtdarları temsil eden bir fırka değHdi. ki burada ondan behse yazarın hakkı olabılsmi Düşmanlığı. Kemalisttere tttıhatçıtıklarrr)dan intikal eden bu Hürriyet ve l'tilâf'ın da. karşısırrda teşekkül ettiği İttihat ve Terak* ki Fıkrası gibi dmdârları ve dinsızlen vardı. Bir fark ile ki İttihatçılar'da dmdârtar, asıl nüfuzu dinsizlerin elır>e ver­ miş olduk arı halde Harriyet ve İ’tilâfda bOyle olmamıştı. Demek kı şimdiye kadar Türkiye'de din partisi, ne yazarın dediği gıb perde arkasından hareket etmek ve ne de açık bir cepheıten yurürr>ek üzere teşekkül etmiş değildir. Bu­ nun da sebebi: Aydın adı verilen karşı taraftaki dinsiz akı­ mın açık b>r yüzü ve sarih bir dtiie ve maksat ve mahiyetle­ rini onaya çıkarmayıp diğer cazibeli isimler ve üstü kapalı programlarla sıyas î teşekküller ve millî, vatanî müddeaiar arkasına saklanmalarıdır kı işte bu tarz faaliyet, memleket üzerinde ceberut ve tahakkümlennı tanuımiaymcaya kadar dındârlara umumî ve mukabil teşkilât ve faaliyet ihtiyacı his­ settirmemiş. sonradan da bu kapılar mel'un bir istibdat eli


HİI-AFET v e KEMALİZM

193

He onların Çizerine tamamen kapanmıştır. Başka memle­ ketlerin dinsizleri yalancılık ve sahtekârlıkta Türkiye dinsiz­ lerine yetişememekle beraber bunların dindar Türk milleti­ ne oynadıkları dehşeti oyunda muzaffer olmalarının sırrını kendilerinin büyüklüğünde ise milletin küçüklüğünde ara­ mak daha doğru olur İşte Ağaoğlu Ahm ed‘ın ve eski ünvanı ile Ahmet Ağay e rin makalesinden burada temas etmek istediğim nok­ taya gelmiş bulunuyor: Türkiye'de şimdiye kadar din taraf­ tarları samım? ve namusluca hareket etn>emışler. hakikî yüz ve mahiyetleriyle ortaya çıkmamışlar da perde arkasından rol çevirmişler. Samimî olmak ve açık cepheden hareket etmek meziyetini, aydınlar ve ilericiler dediği dinsizler gös­ termiş. öyle mi? Vay utanmaz vayt Hakikatle taban taba­ na zıddiyeti, yakın geçmişlere ait ufacık bir düşünce ile her­ kese malum olabilecek böyle bir açık yalanı düşünmeksi­ zin söylemekten utanmamak için insan, yazarın övdüğü dinsizlerden olmak şarttır. Arnavutluk'ta, ^ r i a t ilan ediyouz. diyerek Meşrutiyeti övdürüp ilân edenler. Bâb-ı A li’yi tekbîrlerle basarak Har­ biye N azın'nı ve daha başkalarını öldürenler, "A llahın İpine sımsıkı sarılın, parçalanıp ayrılm ayın" ayet-i kerî­ mesini partnerine adetâ bayrak yapanlar, muhaliflerim Hristıyancılıkla itham ettikten sonra. "Patriğe mi rey verirsi­ niz, Halifeye m i? " diyerek mebus seçiminde partilerine oy toplayanlar: dinsiz İttihatçılar olduğu ve o zaman ara­ larında Ahm et Ağayef de bulunduğu gibi;., daha dün. Ha­ lîfeyi esaretten kurtaracağız, diyerek Anadolu halkını ve Is­ lâm askerini arkalarına takan; Halîfe'nin verdiği resmî me­ muriyetlere ve hususî fermanlara istinat eden ve bu Hilâ­ fet ve İslamiyet halâskârlığı propagarKlası ile bütün İslam aleminden maddi ve martevî yardım ve müzaheretler te­ min ettikten sonra şimdi de İslam siyaseti ile laik Türk hü­ kümetinin alâkası olamıyacağım ve Türkiye'nin Şarklılığa veda ederek tamamen Garplı olmaya azm ettiğini söyle­ mekten çekinmeyen, İslamiyet ve Hilâfet maskesi yüzle-


19i HİLÂFET İ MUAZZAMA-1İSLÂMİYE rinde bultnduğu devrelerde içkiyi, haramdır, diyerek ya­ saklayan \*e bugün maskeyi indirdikten sonra da hâlâ Anayasa'da dıMetın dini, dir>-i İslam okluğunu ifade eden mad­ deyi. hükümete yaranmak için gazeteler dine hareketler sa­ vurmakta /anşırken büyük bir sahtekârlıkla ibka eden; hAlâ, gazilik gibi din devrirulen kalma şeref ve şöhret lâkablarır>dan is ifadeyi bırakmayan, kendüeh Türkiye’de bir zevk ve şehvet devri açmakla sevinirken, güya şehvAnI ihtiras­ lar nazarırda fena bir şeymiş gibi hâlâ esKt halifeleri (....) öldüğünden, İslam Dinı'ne... karşı yapılan kepazelikler., ciheti kazanmak için yapılıyor. Türkiye'de evvelki din gay­ retinin yerine... dinsizlik gayretinin hakikati., dalkavukluk­ tan ibarettir. ( .....okunamadı/SA) (Yann, sayı: 8.13 Teşnnie w e l 1927', sh: 1 ve 4) Türkiye halkını iki sınıfa ayırarak, memlekette hayat hakkı ve her şeref ve saadeti *'terakki- pe rver m ektebliler" unvanı ile pâyelendırdiği dirtsizlere layık gör­ dükten başka, ciddiyet ve samimiyet gibi mertçe hasletleri de onlara hasr ve tahsis ederek **yobazlar ve alaylılar" adlı hareket adı altında kalan an'aneci dıyanetperverterin, Türkiye'de mebus çıkmak ve hatta mebus çıkarmak gibi anayasa alanından uzaklaştırılmalarına sebep olarak, onlan samimiyetten uzak, sahtekâr, yalancı ve dubaracı va­ ziyetinde gösteren Rusyalı Türkiye mebusu Ahm et Ağayef’te utannak kabiliyeti olaydı, bu makalesini r>eşr eden aynı gazete nin bir kaç hafta sonraki sayısında Reısicumhürtarının, tarihî hakikatlerin başını-gözûnü yararak ırat et­ tiği uzun n ı tku münasebetiyle neşr edilen ve inkılâp kah­ ramanının hürnyetçiliğinın başlarında akt edilen Sivas Kongresi’mt ait olan bir fotoğrafta yine, riyaset mevkiini işişgal edene zamanki kahramanın, etrafına sanklı bir hoca şimdiki tabiri ile (Y o b a z)- ve bir tarafına bir şeyh efertdı oturmuş oicuğuna dikkat edip de utartcından yerin dibine geçmesi lâ::ım gelirdi. (Milliyet) gazetesinin düşünmeden derç ettiği bu fo­ toğraf Reisi :umhurun nutkundan daha beliğ manalar ifa­ de ettiği gibi, nutku dikkatle takip eden okuyucular, sabık Padişah ya\'ennin ve nasb edilmiş kumandanın Padişah


h il â f e t v e

KEMALİZM

195

tan başlayarak bütün Osmanlı devlet ncaJı ve mılfî hareket arkadaşlarını teker teker ve toplu olarak nasıl aldattığını, nut­ kun ötesinde berisinde itan ve itiraf etmekte olduğuna ba­ karak. Ağaoğlu Ahmed'in dinsiz aydınlara cebren izafe et­ tiği samimiyet davasını çürütmek maksadıyla mı acaba bu uzun nutku söylemeye lüzum görmüştür? diye kerufı ken­ dilerine soru sormak mecburiyetinde kalıyorlar. Büyük kahran^n (t), devlet sisteminden, hilâfet ve saltar^attan vazgeçmekle beraber. Anadolu'da türeyen ve aykın harekâta başlayan kuvvetleri de işgal devletlerine kar­ şı dağıtmaya kıyamıyan eski amirlerinin omuzlarına basa­ rak şimdiki mevkiine kadar çıkmış; onlar, necîp bir özveri ile sırf devlet ve vatanın kurtuluşunu düşûndüktenr>den ma­ kam ve rütbe düşkünü bir bencile aldanmışlar, hüsnü zan etmişler, vehayut yeteri derecede sui-zan edememişler! Şaşkınlıklarına doymasınlar! Şimdi *'millet devleti" namı­ na kendi devletini kuran(1)dâhî, ses çıkaramıyacak hal ve vaziyete soktuğu eski enkazın tepesinden "Lim e n elmülkü e L ye vm e " (2) diyerek namına hutbe okuyor ve bomboş Türkiye'ye hitap ediyor. Ağaoğlu'nun makalesine dönüyoruz: Yazar, son me­ bus seçimi komedisinin gösterdiği neticeye uygun olarak makalesir>de sty£isl hukuk dışına çıkardığı ve ilerici mektabiilere karşılık tuttuğu yobazlar ve alaylılardan kurulu tu­ tucular. yani dindâıiar sınıfı; ulemadan ve şimdi Türkiye'­ de vücudu varsa alaylı subaylardan başka avam büyük t ^ k kitlesine ve bütün askerlere şamil olmak lazım geliyor ki, artık bunların asker olmayanı, hoca değilse de dindar ol­ duğu için yobaz tabiri altında ve asker olanları alaylı tabiri­ nin kapmasına dahil olacaklar. Lâkin, önem ve haysiyetle­ ri olamasa da sayıca en büyük çoğunluğu haiz olan bu ka­ labalığın, mebus seçiminde, hem de Halk Partisİ'ne ati me­ bus seçiminde hakkı ve payı olmamak. Türkiye'nin son se­ çimi adına ne kadar utar>ç verici bir şeydir! Türkiye'nin akıllı (t) Bu mesele muştaki oâerafc yaziâcak bir eeerde izah ve »b â i e*iecekiK (2) Kur'aiH Kerim'den iktibas olunan bu cOmle Cenab-ı Hak tarafından luyamat gOnûnde ırad buyurulacaktır “ Mülk bugün klmln7“ demektir


196 HİLÂFET İ m u a z z a m a ! İSLÂMİYE

yazarlarından geçinen Ağaoğlu delirmiş midir ki Türkiye Cumhuriyeti namına utanılacak hakikatler ifşa eden bu ma­ kalesini gazetenin başına yazmış. üzerir>e de: *‘Bir şeref borcu'* ballığını kondurmuş! Türk'ün elbette ekseriyeti ha­ iz olan dıncârlarına azınlık derecesinde bile mebus verme­ yen sözüm yabana bir seçimin şerefi neresinderir? İşte, akıllı yeri işrjal eden mecnun, son mebuslann geneNikle dırv Sîzlerden seçilmesindeki hikmet ve isabetini teşrih maksa­ dıyla Türkiye'deki din taraftarlarını, samimiyetsiz ve bilmem ne diyerek tezyif edeyim derken ıntakn hak kabilinden ola­ rak, bilhassa son Meclıs-i Mebusan'da halkın çoğunluğu­ na temsil hakkı verilmediğini ve genel kurulu ile partamentonun azınbk mebuslarının ınhtsan altma gırdığirk kerxli ağzı ile söylemiş oluyor. Dikkat olunmalıdır ki son seçınode dındâr mebus çık­ mamasının iltizam edHmesmı. dındârtara seçilmek hakkı ve­ rilmedikten başka, seçme hakkının da verilmemesi suretiride tefsir ederek. Meclis-i Mebusan’tn. ihtiva edebileceği sayılı dindâr unsurlardan tecridi meselesi ile. dışardaki mil­ let sahasını ı ihtiva ettiği büyük dindar avam kitlesinden seçme hakkının alınması meselesini kasten ve mübalağa­ lı olarak birb rine karıştırmış olmuyoruz. Belki, seçmekle se­ çilmek, meseleleri, gerçekten bınbirine bağlı olduğundan *‘dindâr1ardsn mebus olm asın!" demek, "d in d irla r ken­ dilerine meious seçem esinl" demekle eşittir. (Yarın, sa­ yı: 9, 25 Teîinnievvel 1927, sh: 1) Dinsizle in, bilhassa yeni Türkrye dinsizlerinin açık cep­ heden yû emek ve samimî olmak gibi, dindârlara vermek istemedikleri evsaf ve meziyet­ lerinden en uzak kimseler olduğuna delâlet edecek şahit ve vesikalar saymaya kalkışan adam, onların yakın mazi­ de geçen sahte dindarlık nümayişleri ile. günden güne or­ taya çıkan kapkara dinsizlik hareketleri arasında kalır. Ka­ radeniz'in med ve cezir dalgalarını saymaya kalkan adam gibi şaşınp lulır. Bundan başka hiç olmazsa daigalann med


HİLÂFET VE KEMALİZM

197

ve cezir halini birbirinden ayırmak güç birşey değildir. Hal­ buki bunların bazan en dinsizce hareketleri bile dini bir çeiurKenin koruması altında basit görüşlere karşı teşhisi müşkil bir manzara arz eder. Meselâ geçenlerde "M illiye t" gazetesi başyazarı Si­ irt Mebusu Mahmut "T ü rk iy e ve Hilâfet" (x) başlığı ile yazdığı bir makaleyi, sırf yeni Türkiye'nin dinsizliğini teyit maksadıyla yazdığı halde Türkiye'de büyük bir isa­ betle ilgaiı cihetine gidilen Hilâfet'In din ile alâkası ol­ madığını. bu makalenin bir rK>ktasında kayd etmek gi­ bi bir hokkabazlık yapmaktan da vaz geçm iyor. Hilâfe­ tin din ile İlgisinin kabiM inkar olmadığını ve Tü rkiye’­ de Hilâfeti ilga etmenin, açık İzleri hergün sürmekte ol­ duğundan dini ilga İçin olduğunu anlamayanlara anlat­ mak üzere müstakil bir eser yazdım. Onun İçin bu me­ seleyi oraya terk ederek. Sürt Mebusu Mahmutun ma­ kalesindeki diğer sözlere geçiyorum: Merkum Mebus. İtalya mebuslarından ve Faşistlerin en etkili üyelerinden olmakla beraber müstemlekeler ve İs­ lam’ın durumları hakkında en iyi yazı yazmakla maruf ola­ rak tanıttığı Mösyö Kantalopa'nın aynı başlık altında ya­ zılmış bir makalesini bahse konu ediyor. Italyan mebus makalesinde özetle diyorm uş kİ: " T ü rk Cumhuriyeti vakıa Hilâfeti İlga etti. Bütün kanunlanm lâik esaslanna dayandırdı, fakat tıpkı Fransa'­ nın vaktiyle takip ettiği siyaset gibi, içerde dinî kurum­ lan kaldırmak, dtşarda ise dini kurumlar ile onların alemdarlannı himaye siyasetini takip ediyor. Başka memle­ ketlerdeki Hilâfet akımlanna rehber oluyor. Muhtelif İs­ lam kongrelerine İştirak e d iyo r." İşte Türkiye mebus ve yazan da Ankara hükümetinin vaziyetir>e ait yabancılann bu gibi anlayışını red ve tekzib maksadıyla yazdığı makalede şöyle diyor: " B ir defa bizde bir ruhban sınıfı olmadığı için bun­ ların ne İçerde, ne dışarda himayesi m evzu-bahs ola­ m a z." (X )

Makafenm umamt tçm bkz: Ek-X


l‘)8 HlLÂFHT-I MUAZZAMA-! İSLÂMİYE

^'Cumhuriyetimizin siyasetiyle Fransa'nın mahut Katolik f lyaseti arasında ise hiç bin münasebet yoktur. Bu İtİbaita İtatyalı yazarın yaptığı kıyas tamamiyle ba­ tıldır. M ıılûmdur kİ Fransa Cum huriyeti galiba 1903 se­ nesinde olacak tedvin ettiği kanunlarla dahili KatolİkUgı imha «rtmiç, dini kurumlan ortadan kaldırmıştı. Hal­ buki dfş< rda takip ettiği siyaset taman>en butuın aksi kk. F ra n s a 'n n D oğu'da Hristiyanları himaye İle kiliseye vs Papalığa karşı asırlara dayanan bağlılığını gösterdiği vs hatta bu zeminde bir çok işlen milli bir izzet-ı r>ets me­ selesi hs line koyduğu çok defalar va kid ir" Ankera hükümetinin yarı resmi bir gazetesi otan "Mitliy e f’ın baş makalesırıden naki ettiğimiz şu satırların açık­ lığına naz aran demek kı yem Türkiye (LAİK) yanı lâ-dıni Fransa'dan bir kat daha lazia dinsiz imiş. (Lâik) Fransa, içerde diril kurumlan kaldırmış ise de dışarda Katolikliği, Hhstiyanlırı ve bilhassa ruhbanları himaye eder, ve gerek­ tiğinde. bil yüzden dinî tzzet-i nefsi rerKide olursa buna miH izzet-i neh derecesırtde ilgi göstererek sebebiyet veren her­ hangi bir ilevtet ve milletle mücadele ve muhasemeye gihşirmtş. Halbuki Yer>i Türkiye bu hususta, yani din ve mez­ hep alakâdârlığı göstermek hususurxfa. inkılâptan sonra­ ki Fransa le de kabiM kıyas olmayacak derecede mesele­ yi ciddi sui ette kesmiş imiş. Şimdi her Türk vatarxiaşıker>di mahiyetin biraz hayret ve hicabla tahattur edebiliyormuş, asırlardan beri neden bir sürü hurafe-perestlere tabi olmuş imiş? Türk milletine izafe hurafevf tetâkküer onun kendi malı değilmiş? Bu sözleri "T ü rk iy e ve Hilâfet" makalesinde Siirt Mebusu söylüyor. Türk'ün maziye ait olarak şimdi hay­ ret ve hicabla hatırladığı, hakikatte ker>di malı olduğunu söylediği l'urafevi telâkkilerden maksadı da hem de İslam hilâfeti ve İslam diyanetidir ki " B u hilâfet ve diyanet Tü rk ­ 'e Araplardan gelmiştir. Ker>di malı olmayan bir hura­ fevf şeylei'İ Türkler nasıl olm uş da asırlarca benim se­ miş olduklanna şimdi utanıyorlar" demek istiyor. Bunun açıkça ifacesi budur.


HİLÂFET VE KEMALİZM

199

Bunu Türkiye iç ve dışarda olup da hem kendılnrim vı nem Kemalıstlehhâlâ müslûman sanan adamlar ısıtsin, anlasın **Mllliyet" başyazarının sözlerinden v'kan manaya hacet kalmaksızın bu meselenin daha açıgmı Re­ isicumhurları son nutkunda söylemedi mi? **Yeni Türkiye devletini Ankara’da kurarken, devletin eskisi gibi dini, dırvi İslam olduğuna dair yeni Anayasa'ya konulan mad­ de, o zamanın eski zihniyetinden ayrılmayan bazı me­ buslarına. Hilâfetin ilgasını kabul etmeleri için ödünler makamında konulmuştu ki ilk fırsatta onun ilgası tasımlanmıştr* diyor. Demek kı buyuk dahi adım adım din­ sizlikte ilen gidiyor Ve her atılan adıma ondan sonraki adı­ mı tavizler gösteriyor. Bu ne hokkabazlıktır ki tavizleri de ker)dı içinden çıkarıyor. Yanı, bunu yıkıyorum, karşılık ola­ rak da şunu yapıyorum diyeceği yerde, bunu yıkmakla ye­ tinerek. ötekini bırakıyorum, diyor. Halbuki bırakıyorum, de­ mesinde ciddi ve sadık olmadığını da bilahare alenen ken­ di ağzı He söylüyor. Şimdi, adı geçen Ağaoğlu Ahm ed'in aydın dinsizler, davalanni açık yör>den ve samimiyetle yürütüyorlar diye­ rek tefahur etmesine karşı Mustafa Kemal'in, yakın geç­ mişe ait şu açık sahtekârlık itirafını hangi tarafa kaydede­ ceğimizi tayine doğrusu biz de hayret içinde kaldık. İşte Türkiye dinsizlerinin ntabudu bile açık cepheden hareket etmemiş, diyerek Rusyalı Türk mebusunu yeni bir sustu­ rucu vesika ile utandırmaya kalksak ihtimal kİ “ Gazl'nln sahtekârlığı bile söylemesi açık cepheden hareket de­ ğil midir?*' diye bize cevap verecek! Fakat ne olursa olsun asıl şaşılacak cihet, bütün bu dınstzlenn hareketlerine ve bu itiraflara rağmen her adım­ da dinsiz dâhinin müslüman yardtkçılarının: "D in de n çık­ madı, dinden çıkmış olmadı, bir şey yok, bir şey y o k l" diye bağrışmaları ve gelecek adıma kalanı göstererek: "İş ­ te asıl lazım olan bu. duruyor y a l" demeleri, nöbet ona gelince de başka bir te'vll ve teselli aramaya çalışmaları­ dır. Ne garip haldir ki Türkiye'nin bu yeni dahinin müslü­


200 HİLÂFET I m u a z z a m a ! ISLÂMİYE manlıktan çıkmak ve bütün Türkleri de çıkarmak için bu ka* dar çabalamasına karşı btr lakım sersem ve sırnaşık mûslümanlar ha'â ker>disinin yakasını bırakmıyortari İşte Türk« iye inkılâbın n meş um mahiyetini hakkıyla anlamaya baş­ layan Arabistan ve Hindistan gibi büyük İslam aleminin basınırKla Mustafa Kemal'in nutku esnasında açıkladığı de­ min ki sahtekârlık itirafına ait fıkra, husus! telgraflarla çalkandığı ve büyük bir esef ve üzüntü ile karşılandığı halde Balkan Devkıtlerı idaresinde bulunan bazı küçük İslam ül­ kelerinde Türkiye'nin dinsizliğini natık olan bu açıklık bile, bazı taraflardan bize yazıldığına nazaran hükümetin dirv den soyutlanması ile tefsir olunarak halkın dinine bundan zarar gelmediği iddia olunmakta imişi Bir kere "devlet** ve **hükümet** tabirleri birıbınnden farklı olarak *'devlet"e halk dahil olduğundan başka, farz ve takdir olarak mezkûr Anayasa maddesindeki '*devlet** ’ten **hükümet'*. manâsı kast edilmiş olsa bile **milli hü­ kümet*'» **halk hükümeti*'» "cum huriyet hükümeti*' ad­ lan bile, özellikle böyle millete izafe edilen bir hükümetin açıktan dinsizliğim ve müsiûman hükümeti olmadığını ilân etmesi üzerine de onu hata ker>dısır>e hükümet ve metbu' tanıyan ve onun dm kanunları yerine kasten ikame ettiği dinsiz kanunl.ıra rızası ile itaat eden millet, teker teker ki­ şiler itibariyle değil de toptan irtıdat etmiş olacağı gibi dirv dâr millete dirisiz miin hükümet teşkil etmelerini tecviz ve tavsiye eden dışardaki te'vîlci Müslümanların kernlileri bi­ le içerdeki mı ietle beraber dınder çıkmış olurtar ki bunu kabul etmemek küfür inadı değilse, budalalığın en son de­ recesidir Milk'tin dini varmış da kendisi muzaf olmak üze­ re neye dinsiz hûkünnet teşkil etmiş? Millî hükümet, mille­ tin mümessili olduğuna nazaran dır>dâr millet nasıl olur da kendisine dinsiz mümessil tayın ederek keruli rtamına ve kendi üzerinde dinsizce icra-i ahkâm olunmasını kabul eder? Bu açıktan açığa küfre rıza değil midir? Hükümetin benim üzerimce ahkam-ı diniye ile hûkm etmesin de baş­ ka ahkâm ve konanlarla hükme etsin, ben ûzerinKfe şeria­ tın, yani Allah ve Rasulü'nün hakim olmasını istemem, de­ mek. r>e deme dir?


HİLÂFET VE KEMALİZM

201

Mesele bu kadar açık olduğu halde her havaya uyan ve dinlerini kendilerine oyuncak yapan yalancı müslümanlar zırva tevili tarzındaki sözlerle t^malistlerin savunuculudünu ve yalancı şahitliğini yapmakta devam ediyorlar. Si­ irt Mebusu'nun teessüfle hikâyesme nazaran baksanıza A v­ rupa'da Kemalistlerin dinsizliğine inanmayanlar varmış ki Kemalistler *‘ halA yaranam adık" diyerek en ziyade buna kızıyorlar. Acaba onlar da beriki mûslOman avukatlar ah­ mak olduklan için mi inanmıyorlar.? Yoksa bu da Kemalist küfrünün dûyada bile hüsranını gösteren ilahi bir hüküm mü? (Yarın, sayı: 10, 10/Teşrlnisahi 1927, sh: 1 ve 4) (Yarm)fn son sayüannda epeyce tekerrür eden bu baş­ lığı. yani “ Hezeyan To p ta n c ıla n " terkibini “ Resimli C u m 'a " yazan Habii Adem için seçmiştik. Lâkin tabirin ilgi alanına, hatırda olan ve olmayan daha bir çok adamlar haf­ ta arasında gelip gelip dahil oluyorlar. Biz de bahsetme­ den geçemiyoruz. Söz uzuyor, konunun birinci ilgilisi olan Habil Ad em 'e ait söz nöbeti biribiri ardınca gecikmeye uğruyor. 24 Teşrinisani (1927) tarihli “ M illiyet" de Türkiye'nin yeni mebuslanndan Necib Asım “ Tü rk G e n çle rin e " hi­ taben yazdığı makaleye şöyle başlamış: “ M ebusluğa seçilmemden sonra yazdığım şu ma­ kalede, evvelâ acizlerini adaylığa kabul buyuran m uh­ terem Reisicum hurum uz Gazi Mustafa Kemal Paşa Haz­ retlerine, İkinci olarak da bu seçimi şifahen, telgrafla mektubla kutlayan zevat-ı kirama şurada teşekkür bor cum u ödem eyi bir bore bilirim.'* Türkiye'de hiç bir münakaşa ve mücadeleye lüzum gö­ rülmeden bir İki gün İçinde tereyağından kıl çeker gibi kemaM suhuletle olup biten şu seçim meseleleri ne parlak bir komedidir! Reisicunhur mebustan seçiyor, mebuslar da Reisicumhuru seçiyorlar. Çocukların: "O ld u b ittil" yahut “ Padişahlık" oynaması kadar basit ve gayr-l ciddi bir olay! Yalnız bu oyun şakaya ve eşelemeye gelmez, çünkü yanı başında darağacır>dan salıncak oyunu da var. Baksanız da bu kanlı komediyi de kutlayanlar varmış. Artık bunlar­ daki kalb değil de sindirici bir mideden İbarettir. RI


202 HlLÂFET-lMUAZZAMA-ltSLÂMlYE

Necip Asım , kendisini mebusluğa seçen efendisine makalesinde alenen teşekkür ettiği gibi diğer bir mebus. " T ü r k şairi" namı ile anılan idmanlı bir dalkavuk da Mus­ tafa Kctmarin heykelinin açılış günü okuduğu manzume­ sinde yaltaklanıyor: "U ç u ru m dnünde koca dünyayı A vuçla tutarak kurtaran sensin. B t asra sığm ayan ruhtan belli ki Sen yıkmak ve yapm ak için gelensin. Irkımın binlerce yıl beklediği, İlk doğan münef peygam ber se n sin ." Tü'kler sanki pek çok eskiden beri müslûmanlığa sağ­ lamca rabt-t kalb etmedikleri cihetle başka peygamber bekliyoriannışl Halbuki dinsizlik diiir)de peygamber olmadığı­ na naz.ıran şair eski ağız alışanlı^ ile peygamberlik dinî mertebesinden istimdat ederek irticaî bir tarzda medhini yaldızlamaya çalışıyor. Mustafa Kemal büyük yaratıcı iken peygamberliğe bakalım tenezzül eder mi? Peygamberliği beğenmediği için vaktiyle Hilâfeti, yani peygamber vekâ­ letini uhdesine almak ıstemtyerek ilgast yönüne gitmeyi ter­ cih etmişti. Mehmen Emfn'in şu sözüne de bakınız: "A rtık bir Tü rk iye , bir vatan var kİ, Burada her Tü rk 'ü n sultan kendisi. Bu aziz toprağın üzerindeki, Her köylü milletin bir efendisi." Köylü milletten hariç olmadığı halde milletin efendisi olmak, ;ok saçma ve çok yalan bir sözdür. "M illet efen­ di, hüküm et hizm etkâr!" tarzındaki Cumhuriyet ve milli hakimiyst yavesini söytryeoekti ama hükümet de mebus şa­ irin kervjisinin efendi olduğunu düşürterek böyle söyleme­ ye cesaret edemedi. Ve ancak saçmaladı. Hele Kemalist ıdaresirde ağzını kerpeten bile açmayan her Türk'ün ken­ disi sultsn olmuş oldu! En doğrusu bu idare, sultanı; hain, milleti de: hayvan derecesine indirmiştir. Son zamanlarda İstanbul Şehremaneti at ve eşek eti satmaları İçin kasap­


HİLÂFET VE KEMALİZM

203

lara müsaade etmiş. **Mllliyet’*gazetesinin mizah yazan, bu kararın isabet olduğundan bahs ederken. İstanbul hal­ kı bundan sonra at, eşek eti yedikçe kalblerinde bunlara karşı muhabbet ve merhamet duygusu hasıl olarak *‘Hlmaye-l Hayvanat C e m iye tr’nin gayesine hizmet eder, diyor. Türkiye'nin terakki örneklerinden sayılmaya seza olan bu mesele, şayet oradaki seçim darlığının derecesini gösteren bir şey sayılmayacaksa bunun, halka at. eşek eti yedirerek kendilerinde biraz daha ehlî hayvanlara tabiat ve kabiliyeti vücuda getirmek maksadıyla açıklanması daha uygun olur. X X

Avrupa'nın çağdaş medeniyetine değil hayvanları ko­ ruma cemiyetlerine bite yüz karası olan bu Türkiye'deki Ke­ malist saltanatın dalkavukluğu, meddahlığı yalnız Türkiye Kemalistlerine münhasır kalmayıp bazan Avrupa gazete­ leri veya devlet adamları sırasında da "H e ze y a n To p ta ncılığı" tabirine uygun olacak surette Türkiye dik­ tatörlüğünün dalkavukluğunu yapanlara tesadüf ediliyor. Mebus Necip Asım 'ın bahse konu edilen makalesini vayınlayan aynı gazete sayısında tercemesini okuduğumuz, Italyan sabık Hariciye vekili Kont İsforçiya'nın Londra'­ da çıkan mecmualarından birisi ile mütareke devrine ait neşr ettiği makale, işte bu kabil yazılardandır. "T ü rk iy e '­ ye karşı neden mağlûp o ld u k ? " başlığını taşıyan bu ma­ kalede: "M ühim meselelerde korkaklığı ile tanınan son Suttan, artık mahkûm olan ve tarihen rolü sona eren bir hanedânı temsil ediyordu. Ingiliz üniversitelerinde tah­ sil görm üş ve zahiren bir İngiliz cettilmenine benzeyen Damad Ferîd Paşa bu son Sultan'ın son vezîri İd i." tar­ zında amiyane ve sathî mütalâalardan sonra Türkiye'yi ar­ tık ölmüş sanan Ingiliz, Fransız, Iteüyan ve Yunan devlet­ lerinin Mustafa Kemal'e karşı mağlûp olduğunu yazıyor. O zaman İstanbul'da bir zaman İtalya siyasî mümessili ola­


20*» HİLÂFET İ MUAZZAMA-IİSLÂMİYE

rak bulun in bu zatın yalnız kendisi mezkur hataları neti­ cesinde devletlerin mağlup ve mahcup olacaklarını anla­ mış imiş! İşte k emalistler için bu itiraf gayet parlak böbürlen­ me ve övünme değil mi? Onlar da gazetelerinde aleme kar­ şı yeni bir çalım sermayesi olarak bu makaleyi naki ve terceme etmişler ya! Lâkin bu bayat toptancı mallarını sürülmek istenildiği gibi kabul etmek İçin herkes fikir ve muhakemeden soyut­ lanacak ludar gafil ve sade-dil olamaz ki!.. Bir kere Da­ mat Ferld Paşa son Sultan'm son vezîh değildi. Ferkf Paşa'nın son sadaretinden sonra tam İki seneyi aşkın bir müd­ detle Tevfîk Paşa sadarette bulundu. Ve Padlşah'ı iğfal ederek M ıatafa Kemal hükümetinin şekavet elir>e teslim etmek üzere bu müddet içinde sarf-ı mesai etti. Mustafa Kemal'in ortaya çıkış esaslarına ait bütün esrar perdeleri­ ni çak çak edecek meseleleri neşre şimdiye kadar vakit bu­ lamadım. Homanya muhitinin Kemalist istibdadına destek olan hürriyetsizliği bu vazifenin te'hkir>e sebeb oldu. (Ya­ rın. sayı: 11. 2/12/1927, sh: 1). Bu son günlerde eski bir hezeyan toptancısının piya­ saya yeni rneta'lar çıkardığını haber aldım. Bosna-Hersek İslam ula na sı mesleğinden ve hatta İslam Dini'nden zi­ yade Türkiye'deki türedi hükümetlerinin mizacına bağlı bir reisu'l-ulenâ mı vardır, ki zaman zaman o bedbaht diyara musallat olan dinsizlik ve ahlaksızlık afetini zavallı Bosna müslûmanlanna da sirayet ettirmeye çalışarak ve lâyık olmadıği dini riyaset makamına ker>disini seçme gafletinde bulunan B(tsnalılara günahlarının cezasını çektirmek ister. Fransf: Parlamentosunda lâiklik konusu münakaşa olunurken t>ir mebusun: ‘ ‘ Dünyada laikliği, yani dinsiz­ liği bütün :^umuli İle kabul etmiş bir millet gösterebilir m isiniz?" diyerek irat ettiği itiraza cevap veren meşhur lâ­ iklerden M ja rif Nazırı Erubeau'nun: "E v e t, efendiler, dünyada böyle bir millet vardır ve bu İşi azm ve cesa­ rette tatbik ederek muvaffak olm uştur. O da T ü rk mil­


HİLÂFET VE KEMALİZM

205

letidir."(1) demesinden de anlaşılacağı vech ile seneler­ den beri bütün dünyanın, dinsizliğine şahit olduğu, yâr vo ağyârın şaşıp kaldığı Ankara hükümetinin Saray-Bosna'da propagandacılğını deruhte ettiğine nazaran kendiisinin de Müslüman alimi kıyafetine girmiş bir düşman-ı din olduğu çoktan tebeyyun ve tahakkuk eden böyle bir adamın o mü­ barek dini bakanlık makamını kontratlı gibi işgalde devam etmesine nza göstermelefi yerel müslüman ahali için ha­ kikaten dünyevî bir zül ve uhrevî bir vebal olarak kifayet eder. İşte Bosna mûslûmanlarına ahirette cehenneme git­ meleri için şefaat ve menfaati dokunacak olan bu reisu'lulemâ. Kemalist hükümetin eserine tab'an müslüman hem­ şehrilerine şapka giymeyi tecviz ettikten başka, şapkalılan. diğerlerine örnek olmak üzere serbest serbest camilere girmeye teşvik edermiş. Şapka giyenlerin namazdan, abdestten ve gusulden kurtulmak için bu kisveyi kabule koş­ tuklarını sanki biliyor da onları davet ediyor. Şapkanın ta­ bii halir)de secdeye engel olan kenarlarını ve en az alın üze­ rine gelen siperlerini, çıkastca gözleri, görmüyor mu? iki sene Önce Ankara hukuk mektebinin resmî açılış günü Re­ isicum hur İle Adliye Vekili'nin şeriat kanunları aleyhinde söyledikleri sözleri te'yld edercesine üç gün sonra ' ‘C u m h u riye t" gazetesinde "İnkılâp ve hu k u k" başlığı ile yayınlanan makalede: "H ayatın ölü ceset gibi attığı şeriata uym aya imkan var m ıdır? Sema, namaz kıl, der. Hayat, insana ibâdete fırsat v e rm e z." denildiğini de gör­ memiş mi? Ne ise. Bosna reisu’i-uiemâsının şapka konu­ suna ait eski ve yeni sözlerini burada münakaşa etmıyeceğiz. Uzun süreceği cihetle onları, bu konu hakkında ay­ rıca yazdığımız kitaba bırakıyoruz. Bizim burada bahs edeceğimiz başka noktalardır. Ce­ mal Hoca yakında Türkiye'ye gitmiş, gelmiş. Orada ken­ d i Fransa İMüıamn fotoğrafı Meb#rabar bayanaiı 3 Kâanunlevval (1S27) tarıNı ’*MiHly«r* gazatesının baa^vlâ büyük bu iftiharla near olunmuş­ tur Bkz Ek-XI


206 HtLÂFET l MUAZZAMA ! ISLÂMIYE dişini ne çibi şahsi menfaatler karşılığırKta yeniden bir da* ha salın almışlar Ki vicdanı kadar kararmış gözleri ile ah­ valin gerçeklerini görmiyerek orasıreı cennet, ve haHunı da cennet eh i gibi göstermeye çalışıyormuş. Ankara hüküme­ tine şeriat ve fıkıh kanunlannı i l g ^ hak kazandırma mak­ sadıyla fukahAnın içtihadını ehemmiyetten düşürmek üze­ re. edille-i şer'iyye-i erbaadan icma-i ümmetle kıyasH fukahânın itimada şayan ofmadıömı söylüyormuş. Vakıa ki­ tap ile sünnete, yani ayet>ile hadislere bir şey denemezmiş Lâkin Türkiye'nin inkUâp hareketlerinde bu iki esasa do­ kunacak b r şey görmüyorum, demek istiyormuş. Kadınla­ rın yüzlerini açmakta dini bir mahzur ycidur, diyormuş. İslam Oini'nİ ayak akma aldığı gibi İslam ulemasını da tekmelerle susturarak papuç hırsızına çeviren bugünkü Türkiye'ye hem de dinî ve şer'I bir dille savurunaya a ^ ı varan ulenr anın halâ bu fenâ dünyada bulunduğunu ve in­ san sıfatıyla insanlar arasında gezdiğini gördükçe ruhsal alçaklığın t u derecesine karşı hayretten nefrete, nefretten hayrete düğmekle yüreğimin hızını atamıyorum. Dünyada hiç bir meslek görebilir misiniz ki onun içinden bir adam çıksın da mssleğini hakaretler altıda yıkamaya çalışan ve bil­ fiil yıkan düşmanları ile beraber olsun. Tabiat ve insaniyet­ ten hanç olan bu durum, yüz bin teessüfle söylüyorum ki yalnız bazı İslam ulemasında görülmüştür. Nasıl kİ Türki­ ye'de şer*T nahken>eler ve medreseler gibi dini kurumlan yıkan ve dir>i dünyadan ve hükümetten ayırmaya nza gös­ tererek dini*! hükümet üzerindeki nüfuzunu kırdıktan son­ ra onu hükCmetin emri ve tahakkümü altına sokan Ankara Meclisi'nin locaları da din ve ilim din aleyhindeki bu ka­ rarlara iştirck etmiştiler. Urla Mebusu Şeyh Safvet mel'ünu dini HiUıfet kurumunun ilgasını Meclis’e teklif eden az­ gın mebuslf j-ın önderi idi. Bunlara kötü ulemâ, demek ya­ hut ilimleri noksan cahiller hükmünü vermek yetmez. İlinv leri yoksa. 2erre kadar akılları, izzet-i nefisleri de mi yok. Müslümanlıktan da mı yok? Yani bunların ilmi sükûtların­ dan ziyade ruhî sukuttan hayrete şayandır. Hayır, hayır en


h il â f e t v e

KEMALİZM

207

doğrusu bunlar mûslüman değillerdi. Belki müslümanlığın uleması kıyafetine giren gizli düşmanları İdi. Nasıl ki bir çoklan bugün şapka giyerek aslî mahiyetlerini açığa çıkardılar. Geçen gün Türkiye gazetelerinde Diyanet İşleri reis­ liği tarafından düzenlenmiş Türkçe hutbeler arasında va­ tanın savunması mevzuuna ait bir hutbe gördüm. Bunda; “ Düşmanlara karşı elinizden gelen her kuvveti hazırla­ yın.*' ayet-i kerîmesine istinat edilerek, adı geçen ayet-i ke­ rtmenin ihtiva ettiği nükte ve işaretlerden uzun uzadıya bahs ediliyordu. Fakat hutbeyi düzenleyen bu yüksek an­ layışlı alçak alimler, ayetteki hitabın müslümanlara ve İs­ lam hükümetine ait olduğunu ve dinsiz, lâik Ankara hükü­ metinin bununla memur ve muhatap olamıyacağını neye düşünmemişler? Dinsiz Ankara hükümeti mûslüman dini­ nin kitabında mensuplarına tevcih ettiği emirleri kendi üzenne atmak hakkını haiz değildir. O. Müslümanlığın düşman­ ları tarafındadır. Binaenaleyh ayet-i kerîme gereğince kuv­ veti ve silahı o hazırlayacak değil, belki mûslüman kuvveti ve silâhı onun kendisine karşı hazırlcuıacaktır. Şu halde de­ mek ki dinsiz Diyanet İşleri reisliği, ayetin manasını utan­ madan ve Allah'tan korkmadan aksine dönüştürüyor. Ve adetâ Müslüman dininin harp plânım düşmanlarına teslim etmek alçaklığında bulunuyor. Lâkin böyle Ankara diyanet işleri reisi gibi, Bosna reisu'l-uleması gibi sahtekâr din alimlerinin mel'anetçe ha­ reketleri müslümanlara dalâlette kalmak için beraat ve tesliyet hücceti olamaz. Çünkü İslam Dini kendilerinin de di­ nidir ve sorumluluğu ulemaya mahsus ve münhasır değil­ dir. Şeytanın varlığı dalâlet ve masiyet ehline nasıl maze­ ret sebebi olmazsa böyle münafık ve dalkavuk hocaların şaşırtıcı sözleri de müslümanlara hak ve hakikatin huzu­ runda sorumluluktan kurtuluş sağlamaz. Çünkü akıl ve ba­ liğ olan her insan bizatihi mükelleftir. Dünya kanunlarına muhalif hareket edenlerin cehaleti kendilerini cezadan ve mahkûmeyetten kurtarmadığı gibi ahiret kanunları hakkında da cehalet özrü para etmez. Cahiller kıyamet gününde


2a^ HİLÂFET İ m u a z z a m a ! ISLÂMİYE böyle alirrieri göstererek **Ey Rabbimiz! İşte bunlar bizi şaşırttı. Binaenaleyh bizim cörm ûm ûzii de onlara yûk* leterek aıablannı kat kat ve şiddetli kılmakla iktifa bu* yurt*' (A'rsf: 38) dedikleri zaman, cevabında: "Hepinizin azabı musaaf olacaktır. Sizin kabahatinizin da ne kadar büyük o ld u ^ n u gerçi siz anlayamıyorsurHiz." (A ‘raf/38) buyurulac ıktır. Onun için müslûmaniar gözlerini açmalı ve hakkı söyleyen ulema ile bâtılı terviç eden mûrıafıkian ayv* maya çalışmalıdırlar. İşte Bosna’da müslümanlann bir “ G a yre t" cemiyeti varmış. Cemal Hoca o cemiyet üzerin­ de tesir etmeye çalışıyormuş. Maariften, ticaretten dem vu­ ruyormuş. Müslümanların ticaretine, ziraatına, sınaatına. din ve ahükı bozmayacak maarife herkes taraftardır. Fa­ kat böyle şeyler için gayret cemiyetleri vücuda getiren müslûmanlara ne olur şaşıp yanılıp bir de dinî gayrete cemiye­ ti teşkil etseierf.. Dinlen kendilerine hiç lazım değil mi? Sak­ salar ya bu kere Mısır'da, dinsizlik ve ahlâksızlık akımları­ na karşı durmak için "İslam Gençleri C e m iye ti" teşkil olunmuştur. Mebuslardan ve "e l-H izb u'l-V a ta n î" erkânın­ dan Abdü hamîd Saîd Bey'ın başkanlığı altında ulemanın meşhurlar ndan bazı kişilerin yardımlarının eklenmesi ile kurulup henüz birinci toplantısında çoğunluğu yüksek mek­ tep talebesinden olmak üzere beş yüzü aşkın aza kayd eden bu cemiyet. Mısır'da Kemalist fitnesinin gerçek ma­ hiyeti ve yayılma tehlikesi anlaşıldığı tarihten itibaren ya­ pılan mukabil hareketler arasında Islamiyetın yanık bağnna su serpecek en mühim ve en mübarek bir hareket sayıl­ maya şayandır. Mısır'ın İslam gençlerine bu hkri Amerika’­ da teşekkül eden "İslam Gençleri Cem iyeti" ilham etmiş. Amenkadakileri de orada mevcut yüzlerce Genç Hristiyarılar Cemiyuti gayret ve intibaha getirmiştir. Sakalını dinsiz­ lere hizmM yolunda ağartan Bosna’nın kart reısu’iulemasına bu cıvan-merdane ve dindârane hareketlerden ibret almak düşmez mi? Orasını kendisinin nasırlanmış kal­ bi idrak etmezse. Bosna müslümanlannın hamiyet ve di­ rayetlerini :erk edelim de biz şimdi Cemal Hoca’nin yuka­ rıya kayt elliğimiz dinsiz safsatalarına cevap verelim: (Ya­ rın. sayı: 13, 9 Kanunisanî 1928. sh:1 ve 6)


HİLÂFET VE KEMALİZM

209

İCMA-I ÜM M ETİ S A P TIR A N LA R

Bosna reİsuM-uleması Cemal Hoca, şimdiye kadar dünya üzerinde gelip geçen bütün İslam hükümetlerinin m e ri ve muteber tuttuğu ahkam-ı şer'iyye ve fıkhtyeyi bir cümlede kaldırıp atan Ankara hükümetine hak kazandır­ mak için, şerl dört delilden kitap ile sünnete bir şey denemiyeceğini ve lâkin icma-i ümmetle kıyas-ı fukahâya gelin­ ce bunları tanımamakta dinî bir mahzur olmadığını söylüyor. İslâmiyetin bu gibi geçmiş ilme ait konularını okuma­ mış ve tetkik etmemiş bir adam. Cemal Hoca'nın bu söz­ lerini işitince icma-ı ümmetle kıyas-ı fukahâ'y< kitap ve sünnet'ten çok ayrı ve çok aykırı şeyler sanır. Halbuki icma-ı ümmetle kıyas-ı fukâhâ'ys deliM şer1 olma selâhiyetinin ve­ rilmesi de kitap ve sünnetten alınmıştır. *‘Sİz, insanların İyiliği İçin ortaya çıkarılmış en ha­ yırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten m en’eder ve Allah’a inanırsınız.*' (Al-i imran/110). Ümmet-i Muhammed'in, ümmetlerin hayırlısı olduğuna ve emr ettikleri şey'e "M a 'ru f" yani, şer'an tanınmış, nehy ettiklerine de ism-ı merul sıfatıyla "Münker** tabir buyurulduğuna nazaran bu ümmet tarafından emr olunan, karar verilen şeylerin hak olması ve uyulması vacip tanınması icap eder. Ümmetin görüşü, ihtilâf ile inkısama uğrarsa hak ve isabetin hangi tarafta kaldığı kestirilemediğinden, hak tanınmak imtiyazı ümmetin ittifaka makrûn olan re'ylerine, yani icmaa alt ol­ mak tazım gelir. Şu kadar var ki buradaki ümmetten re'y ve içtihada ehliyet şartlarını haiz olan ehl-i sünnet ve’lcemaat ulemasının hey'et-i umumiyest maksut olarak, ile­ ride de izah edileceği vech ile avamın icmaa tesiri olmaz.


210 h il â f e t ! m u a z z a m a ! ISLÂMİYE

böylece sizin insanlar üzerinde ^ahitter olma­ nız, R esi iü 'n de sizin üzerinizde bir olması için sizi orta (dengeli) bir millet kıldı.'* (Bakara/143) ayet'I ke­ rîmesi de Üm m et-i Muhammed'in adaletle muttasıf ve şa­ hadeti miikbui olduğuna delâlet ederek, hey'et-i umumiyasine hüdâdan ismet vad edildiğini gösterir. Ve artık hak ve hakikat, İslam ümmeti için, gerdel görûşieri dışında kal­ mayan bi‘ İlahî mevhibe halinde bulunmuş olur. "K e n d isi İçin doğru yol belli olduktan sonra, kim peygambere karşı çıkar ve m ü'm inlerin yolundan baş­ ka bir yola giderse, onu o yolda bırakırız ve cehenr>eme so k ar:z." (Nisa/115) ayeti de mOslûmanlann icma-mm kat’ı bir hüccet olduğunu ifade etmektedir. İşte bu ayet-1 kerîme de Cenabn Peygamber Efendimize kağıtlık ve mu­ halefet edenlerle müminlerin mesleğinden başkasına ittiba edenle' hakkır>da şiddetli cezayı içermiş bulunuyor. Mü­ minlerin rresleğir^e muhalefet, Peygambere muhalefet de­ recesinde bir cürüm sayılmıştır. Ve bu cûrmû iki muhale­ fetin bir arıya gelmesinde mahal yoktur. Çünkü yalnız Pey­ gambere muhalefet, cezayı mucip olmak için kifayet eder. Ve müminlere, yani müminlerin heyet-i umumiyesine mu­ halefet de başlı başına bir cürüm teşkil etmese. ewelkir>e zam ve ilf.vesi lüzumsuz çirkin bir söz vaziyetırKle kalır. Bundan başka gelecekte zikr olunan müminlerin mesleği, iman ve İslam yoluna hami edilemez. Çünkü buna muha­ lefet Peygambere muhalefet de dahil ve haklı olduğundan yirte çirkin söz ve istkfrake mahal kalmamak üzere tkirtd muhalefetin ayrıca bir martası olmak lazımdır ki o da mü­ minlerin icma ve ittifakına muhalefetten ibarettir. Hem de müminlerin mesleğine "ittiba* " tabiri onların mesleğini kayıtsız ve şartsız aynen kabul etmek manasını ifade ede­ rek. iman >e İslam gibi detillere istinat eden şeylerde ıttıba* tabiri pek jygun olmaz. "Ü m r>etim dalâlet üzere İçtima e tm e z .", "M ü m in ­ lerin güze gördükleri şey, Allah katında da g ü ze ld ir.", "A lla h ın eli cemaatın ü zerin de dir.", "C em aa te bir ka-


HİLÂFET VE KEMALİZM

211

nş muhalefet eden kimse, cahiliyet ölümü üzere ölmü> o lu r." tarzındaki ehâdfs^ şerffeden her blh ayn ayn haber-i ahad olmakla beraber. Hatem'in sehaveii ve Cenab-ı Ali (k.v.)’nin şecaatına dair, her biri zan ifade etmekten ileri geçmeyen haber-l ahad derecesinde olduğu halde mec­ mu cihetinden manevî tevatürü haiz olmak cihetiyle İlm-i zarurî ifade eden rivayet ve hikayeler gibi bu hadisler de manası mütevatir bir çoğunluk derecesinde bulunarak hey'el-1 ntecmuası ile icma'ın kati hüccet olduğuna delâ­ let etmektedir. Ayet ve hadislerden başka, icmaın kati hüccet oldu­ ğunda bütün ehi-i sünnet ulemasımn icma ve ittifakı var­ dır. Ve bu ikirKi icma', icmai icma ile isbat tarzında (istek üzere müsadere) tabir olunan bâtıl bir devri tazammun etmeyip icmaın kati hüccet olduğuna akfî delil teşkil eder. En büyük mectehidlerden kurulu olan bu kadar ulemânın, bir ağızdan icmai kat’î hüccet olarak kabul etmesi katlyyete ait hükümlerinde mutlaka kitap ile sünnetten bir nass-ı kâtia istinat ettiklerini bize bildirir. Kat1 delilini elde etme­ den kat1 hüküm vermemek hususundaki adetleri, adalet­ leri ve emartetleri bunu kati serette iktiza etmektedir. İşte, icmaın hüccet-i kâtia olduğunu müttefikan itiraf eden ve ya­ lan üzerine ittifakları tasavvur olunmayacak derecede bu­ lunan ulemâ, bu ittifakları ile adetâ "b izim elimizde bu­ nun k a tı müstenidi va r." diyerek, bize teminat vermiş olu­ yorlar. icmaın hüccetini kabul etmeyen miskin de asırdan aşıra gekp geçen bütün din imamlarının ictihadlanna itimat­ sızlık şeklinde de olmayarak sözlerine ve şehadetlerine inanmamak tarzında ve kendilerini yalancı çıkarmak dere­ cesinde bir küstahlık işlemiş oluyor. Halbuki bu icma', ilmi zarurî ifade eden tevatürün müslümanların havas kitlesi­ ne müstenit bulunan en üst derecesidir. "B u g ü n size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimeti­ mi tamamladım ve sizin İçin din olarak İslâmî beğen­ d im ." (Maide/3) ayet-i kerîmesi ile kemaline vasıl olduğu beyan buyurulan İslam Dini'ni ahkâmında kitap ile sünne­


212 HILÂFET-I MUAZZAMA ! ISLÂMİYE tin serahst alanı dışında kalan halli muhtaç meşaleler hiç CenatH Peygamber Efer>dimizin irtihaNnden sonra, kitap ve sünnet esaslanndan ahkâm çıkarılmasına kadir ulema­ nın icma ve ittifakı merci olmaz da neresi olur? Yoksa ke­ maline vaıııl olduğu gelecekte beyan edilen İslam Dini, ak­ sine nakıs kalmaya mı mahkûmdur? Beş vakit namazlanmızı teşkil eden rek'at saytsı. du­ ru ve dinamik hareketler gibi dinî zuraretler olarak kabul ettiğimiz d nl şeairimizin tafsilâtına ait kanaatlerimizde an­ cak icma-i jmmet deliline istinat ettiğimiz cihetle, icma kat1 hüccet olrr azsa herhar>gi bir vakit namazını r>asıl kılacağı­ mız ve kaç rek'at kılacağımız hakkındaki bilgimizin bile kat'lyyetle sab t olmayıp şüphe altında kalması lâzım gelir. Y a ­ rın, öbûrgûn namazlarda rukû' sücudu ilga edeceğini tah­ min ettiğimiz Ankara hükümetinin Bosna reisu'l-ulemâsı gi­ bi tasdikçilori belki şimdiden böyle şüphelerin İslam ir>ar>çlan arasıne girmesini arzu ederter. Bir mkal daha söyliyelim: Beş vakitte okunan ezarvı Muhammetft hakkındaki hadîsler, tevatür mertebesine ha­ iz olmadığıra mebni ezanın kat'iyetle islâmın şeairinden sa­ yılması icma* deliline istinat etmektedir. İşte icmaa ş e rl de­ liller araşınca kıymet vermemek müsiüman dininin ezan şearini de şüpheye düşürecek bir fitne yolu olur. Bunun mi­ sali daha çcktur. Ve hepsi Ankara hükümetinin İslam Dini hakkında mutasavver bir suikasdını istihdaf eder. (Yarın, sayı: 14, 3nV^92B. sh: 1 ve 4) **Ey İm in edenleri Alfah'a itaat edin, Peygam ber'e ve sizden otan emir sahihlerine fıdarectlere) de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -A lla h ’a ve ahirete gerçekten irvanıyorsanız- onu Allah’a ve Rasul’e götürün. (Onların talimatına göre halledin.) Bu hem ha­ yırlı. hem do netice bakımından daha iyidir.** (Nisa/59) ayet-i kerîmesi ise İslam şeriatının dört tür delîllnl de ihtiva etmektedir. ^.Hah'a itaat Kur*arH Kerlm’e, Peygamber'e ita­ at de hadîs-i ^rîflere itaat ve inkiyatı amir olduğu gibi ulu’lemre itaatten icnai tanımak, niza* ve tereddüt vukuunda rr>eseleyi kitap ve sünnetten istinbat edecekleri ahkâma bi­ naen muan>ele eylemek, yani kryas-ı fukahâ ile amil olmak lüzumu anlasHır.


HİLÂFET VE KEMALİZM

213

Ayetteki **Ulu'i^fnr'* tabirinin en doğru tefsirine gdre bundan, mûslümanların uleması ve müctehitleri murat olarak bir asrın, bütün mûctehidlerinin ittifakı ile takarrür eden şer1 bir hüküm icma-ı ümmete müstenit addolunur, ve itaati vacip olur. **Ulu'l<mr"i hükümetlerle tefsir etmek makul olamaz. Çünkü hükümetler zalimar)e ve gayr-ı meşru’ emirlerde ve yasaklarda bulunmak ihtimali vardır ki bunlan müslümanlar tanımakla muvazzaf değillerdir. Hatta *'Herhangi bir işe itaat. ar>cak şeriata uygun luğuru bağlıdır.*' ve "A lla h'a masiyette. mahlûka itaat o lu n m a z." gibi İslam! düstur* tann hükmünce müslümanlık. hükümetlerin böyle gayr-ı meşru' emirlerine itaat etmemeyi tercih eder.ve bizim dini* miz bu gibi hürriyet meselelerinde hükümetlere karşı hal* ka medeni Avrupa'nın esaslarından fazla yetki verir. "U lu 'l-e m r" hükümetle tefsir edilse bile hükümet amirleri mûctehkjlik mertebesine haiz bulunmadıkları su* rette "E ğ e r bilmiyorsanız, zikir (ilim) ehlir>den s o ru n ." (Nahl/43) ayetinin müeddâsınca hareketlerinde müctehit* lerden istiyzan ve istiftâ ile mükellef oldukları gibi, ilim ve ictihad ehlinin müttefikan verecekleri cevabın muktazasını tatbik ve icra ile de mükellef olmaları lâzım gelir. Yoksa iman ehline müracaatta bir fayda mutasavver olamaz. Ve bu suret neticesinde de yine müctehitlerin icmaın uyulma­ sı lüzumu tebeyun ve tahakkuk etmiş dur. "IcntSH Üm m et" tabirinden anlaşılacağı vech ile mûc* tehıtlerin ittifakı bütün İslam milletinin ittifakı mesabesin­ de tutularak kerameten hak ve şer'an hüccet sayılmış ve bütün efradH ümmetin reylerini cem etmek zor olduğu gi­ bi. fikir ve görüşe ehliyeti olmayan avamın ittifakına bina­ en hükm edilemiyeceğinden. onların mümessili ve ehl-i hal ü akdi mevkiinde bulunan içtihat mertebesini haiz ulema­ nın ittifakı milletin ittifakı mukamına ikame edilmiştir. Ayet-I kerimenin son fıkrasından anlaşılan kıyas-ı fu* kahâda gayrn mansus ahkâmı, Allah ve Rasulü tarafından mansus olan emsal ve eşbahına irca etmekten ibarettir. İşte


214 HİLÂFET İ m u a z z a m a ! İSLÂMİYE kıyas-ı fut<âha budur. Ve bunun makbul ve mu'teber olma­ sı işaret olunan ayet ile sabit olduu gibi, bizzat Cenab-ı Peygamter Efendimiz buse ile orucun bozulup bozulma­ yacağını soran zata "M azm aza/suyu ağızda çalkalamak/ile bozulursa bununla da b o zu lu r." buyurmuş, öt­ müş bab^ısı hesabına hacc etmek İçin soru soran kadına da: "B a b an ın zimmetlr>de birisine borcu olsaydı da arkasm dar sen ödemek isteseydin, ödeyen>ez m iyd in ?" tarzır>da cevap vererek kryas-ı fukahâ numuneleri göster­ miştir. Allahın ve Rasulunün makbul saydığı kıyas-ı fukahâyı kabul etmeyen Bosna reisu'l-ulemasma ne demek la­ zım geleceğini artık siz tayin ediniz. İşte kıyas-ı fukahâ da teman ümmet gibi ahkam-ı şer'ryyenin dayanaklarından binni teşkil eder. Şu kadar var ki icma. delB-i kaH; kıyasn fukahâ ds delîln zannî mertebesini haizdir. Çünkü birincisi bütün müctehıtienn görüşlerinin ittifakına. İkincisi müetehitlerinde ı bir kısmının re'ylerine istinat eder. Hem de bu re'yler, tabiatıyla indi olmayarak... kıyasın naslardan maklsun aleyhi bulunduğu g^>i ıcmam da bir senedi buKırmıası zarurîdir. İcma I Üm m et’in İslam Dini'nde kati hüccet olarak ka­ bulü yuka ıdaki şekildeki üzere kitap ve sünnet'ten bir çok delaile müstenit bulur>duktan başka akfl deliller de bu hu­ susta nak? delillerden geri kalmaz. İcma esası, bugünkü demokrasinin de esasını teşkil ettiğine ve yalnız ilim ve ictihad kayı larının ilavesiyle icma-ı ümmette münevver de­ mokrasi e:ia8inın kabul edildiğine nazaran, asrîlik iddiasırv da buluna 1 Cemal Hoca*nın İslam Dinirx!eki icma-ı ümme­ te itiraz etmesi btr cinnettir. Bu cinnet ona. zalim ve müs­ tebit bir hükümete dalkavukluk etmesinden gelmiştir. İşte gördünüz mü? İslam Dini zalim ve müstebit hükümetlerin emrine kıymet vermiyor, fakat icma-ı ümmeti adetâ ayet ve hadîs gibi hüccet sayıyor. Hani sahte Ankara Cumhuriye­ tinin ağ^n> ja: "İrade-i M illiye" adı üe bir yalan tedavül edi­ yor yal İşte icma-ı ümmet o yalan tabirin doğrusudur. Bu sıfat ve selfthiyeti İslam Dini. İslam milletinin şuurlu mü­ messilleri ve tabii mebusları bulunan ulemânın ittifakına iza­


HİLÂFET VE KEMALİZM

215

fe etmiştir. Milletin vekilleri bir meselede ittifak ederlerse boyun eğilmez mı? Lâkin Cemal Hoca gibi dalkavuk ve zelîl hilkatteki adamlar millet vekillerinir> ittifakının kıymet ve öne­ mini anlamazlar, müstebit hükümetlerin keyfi hareketleri­ ne nass'i kâtı’ gibi iman ederler. İslam Dini, ehliyet şartlarını haiz müctehidlerin umu­ mî ve müttefik kararlarına ittibaı lazım ve vacip kılmış, fa­ kat arada ihtilâf vaki ise “ Parteman” (★ ) usulünde oldu­ ğu gibi çoğunluk tarafına külliyet ve icma derecesinde önem vermiyerek, mûctehitlerin çoğunluğuna veya azınlı­ ğına uyma hususunda ümmeti serbest bırakmıştır ki bu da gayet özgürlükçü bir muamele olmakla beraber, hak ve ha­ kikâte hürmet nokta-i nazarından da en doğru bir meslek­ tir. Çünkü hak ve hakikât görüş sayısı ile ölçülmez ve dai­ ma çoğunluk tarafında olmaz. İçtihat sahihleri arasında ih­ tilâf olmayıp hepsenin reyi birleştiği ve hariçte hiç bir fikir ve içtihat kalmadığı surette ise bu müttefekun aleyh.....ve tabiî bir şey olamazken, icma-ı ümmete ve kıyas-ı fukahâya şimdiye kadar ehl-i İslamm verdiği kıymet ve ehemmi­ yeti vermek istemeyen Cemal Hoca ne demek İstiyor?(* )

( * ) Parl«man; Parlamemo, demek istIyor/S.A.


216 HlLÂFET-l MUAZZAMA-IİSLÂMIYE

F U K A H A N IN K IYA SI

n hiç bir kim M yi fikir ve içtihadımı kabule mec­ bur tutm uyorum .'* demesi de riyasetn iimiye makamın­ dan çekilmeden söylenecek bir aöz değüdir. İşte Cemal Ho­ ca, deği kendisi gibi yalnız kaian ve şartiannı kapsama­ yan bir müctehidin. belki bOtûn mûctehidlerin sözünü, icmaını bir kuvvet ve bir kıymet saymamak suretiyle o ma­ yanda ke ndi bastığı dalı keserken, bugüne kadar işgal et­ tiği riyaset-i ulemâ makamının mûsta'nM anh olduğunu iti­ raf etmiş olur. Zaten böyle el altından dinsizlere alet olan dini reisler daha doğrusu deni reisler Ankara kabinesinde­ ki Şer'hrreVekâleti'nın ilgasına kabinede ve Meclls-l Mebusan’dıı bizzat re'y veren Şer'Iyye Vekilleri gibi bugün Bosna'nın reisu'l-uiemâlık makamının ilgasına da Cemal Hoca razı olabilir. Dinsizlere bu şekilde hizmetini ikmal et­ mekten çekinmryeceğini sanınm. Hizmetinin karşılığını on­ lardan fa Elası ile alacağına emindir. Hasılı. Cemal Hoca*nın ilk ve son yayınlanan fikirlerine nazaran İslam Dini'nde ulemâ ve fukahâ unvanı ile dinî meseleleri hal ve fazla sa­ irlerinden fazla yetkili kimseler yoktur. Cemaleddin'In yar­ dımcısı O sm a n N u ri'n in sözünce İslam Dini'nde "Ruhbaniyet" de yoktur. Halbuki "Ruhbanfyef'in, dağ ba­ şında veya başka bir uzlet köşesine çekilerek dünyayı terk etmek ve^a ibadet ve riyazetle meşgul olmak manasında olduğunu bu cahil ulema bilmiyorlar da bunu kendi kendi­ ne dinî ahkâm vaz'ı ve helal ve haram uydurması mana­ sında kulUnıyodar. Mectehidîr>-i Kiram Hazeratını da Allah­ tan korkrr adan arzulanna ve akıllanna göre dinde ahkâm koymaya <alkışan veyahut müstümanlar tarafırıdan kerKİilerine böyle yetki makamı verilen kişiler durumunda sayılı­ yorlar ki bu da din imamlan ile onlara tabi olan mûslümaniara ayn&ı bir iftiradır. İslam müetehitleh kendi kendileri-


HllÂFET VE KEMALİZM

217

ne teşriH ahkftm hak ve imtiyazını iddia etmek gibi nakîse* terden çok uzak ve çok münezzehtirler. Onlar ne haramı, helâ). ve ne de hel&li haram yapamazlar. Cenab-ı Peygamber bile kendi kendine bu hakka malik delildir. Nerede kaldı din ulemâsı... Müslümanlık, dinde ahkâm ve kanun koy­ mayı Cenab-ı Haktan başka kimseye vermez. Müctehitter Hazeratı ise içtihatlarında Allah'ın ve Peygamberin murad ve rızasını araştırmaktan başka hiç bir maksat takip etmez­ ler. Bosna reisu'l-ulemâsı gibi insanların ve hükümetlerin mizacını veyahut zamanın ihtiyacını kollamazlar. Bu cihet­ le onlannayât ve ehadls üzerindeki tetkikleri zamanın ihti­ yacına uymak ve bir arzuya tabi olmak gibi, içtihat ilminde "T e ş e h h î" tabir edilen çürüklükle malûl olmaz. (..) İlim­ lerde müctehid hiç bir şeye bakmayarak mutlak hakkı araş­ tırır. Din ilminin müctehidi de kitap ve sünnetin mizaç ve nzalığı ile kayıtlı olan hakkı arar. Çünkü onun nazarında hak-ı mutlak İşte bu hakkn mukayyetten İbarettir. Şâari'in nokta-ı nazarından başka bir şey tanımayan ve kendisini yalnız emr-l kavil mevkiinde gören İslam Dini müctehitlerinin iman ve itikadınca, Şâri'in ihata-i nazarı dışında onun emrine karşı gelecek ne zaman ihtiyacı, ne de başka bir şey vardır. Ve retsu'l-ulemâ gibi zamanın ihtiyacını k^lmezler. ilim tahsil etmek isteyen gelinin, kızlann, kadınların te­ settüre riayet etmemelerini zamanın ihtiyacından sayma­ sı gibi.......Bu hanım kızlar, erkek talebe ile bir mektebe ihtiiât etmeseler. ö{)retmenin huzurunda da yüzleri peçeli olarak olursalar ve mektebierine bu kıyafetle gidip gelse­ ler yüzleri ile beraber ilim tahsiline karşı akılları da kapan­ mış mı olacak? Bu defa belki reis bunda meşakkat olur, diyecektir. Çünkü zavallı meşakkati da bilmez, insanların arkasında bunca yük taşımakla geçimini sağladığı dünya­ mızda kadının yüzündeki peçeyi bir yük sayanların mak­ sadı na-mahrem kadıniarta yüz-göz olmaktır. Bu onlarca zamana ait bir ihtiyaç ve belki şehvani bir ihtiyaçtır. Sonra, biçare Reisin Bosna'da eskiden beri kızlann evleninceye kadar erkekten kaçmadığını Türkistan'da, Arabistan'ta,


2(8 HİLÂFETİ m u a z z a m a ! İSLÂMÎ YE

Rusya’d i ve daha dünyanın bilmem hangi bucağında kadınlann açık gezdiğini delil göstererek, nerede olursa ol­ sun bir takım cahilce ve lâubalice hareketlerden ş e rl ah­ kam çıkarmaya kalkışması tam Reisu'l-Ulemâ'ya yakışa­ cak bir dıışûnce tarzıdır! Bunu alim-i istidlali değil, cahil tes­ lisine benzetmek, ve bâtılı makisun aleyh yapmanın beliğ bir örneğ saymak uygun olur. Fıkıh timi Krtablarındakı ka­ rarlaşmış hususları insanlar yaptı, diyerek din imamlarının ve müsli'manlann havassının, ashab zamanından beri kemal-i d kkatle muhafazasına itina ettikleri şeaır-i İslamıyeye itirratsıziık telkin ederken kerufisi ötede berideki avam-ı mı isliminin cahilce hareketlermden ders almakta ol­ duğunu gösteriyor. Doğrusu bu adamda ulemâ ve fukahânın sözlerine düşman ve cahillerin hareketlerine hayran ol­ mak ibtil^sı var. Besbelli müşabehet İlgisi bunu icap edi­ yor!.. (Ya ın. sayı: 15. 17 Şubat 1928. sh: 1 ve 4) İslarr Dini'nin asli kaynaklannı şöyle bir tarafa bıraka­ rak. bazı pervasız insanların ve hatta bazı çılgın milletlerin uydurduk arı hareketlerden ve emr-i vakilerden din konu­ sunda fer/a almak ve hüküm vermek modası zamanımız­ da hayli ikırfemıştır. Böyle mûbalatsrz ve saygısız hareket­ lerin ve hiıkümierin dünyada bir cezasına çarpılmak tehli­ kesi görülmediği cihetle din! meselelerde haddini bilen ve bilmeyen lerkes birer müftü kesilmiş. yetkHi bir müctehıd gibi mûtat ia yürütmeyi gözüne kestirmiştir. Nasıl ki geçen gün Güm ıjlçine'nin yeni cemaat reisi, Balkan gazetesi'nin muharririrte kıyafet hakkmda müftünün veremediği fet­ vayı vermki. İslam Otni'nin garip tecellisine bakınız ki SarayBosna'nın dini bütün İslam Cemaatı reisi mahallî gazete­ lerde neşr olunan mektublan ile dinsiz Retsu'l Ulemâ'yı dir>e davet ederken Gümülçir>e Cemaat reisi dirxfâr müftü efendiyi şf^rf vazifesini ifadan men'e cür’et ediyor. Sanki hata ederse ne olacak? Dinden mi çıkacak? Yağma yok! Dinden çıkmakk öyle eski hocalann anlattığı gibi şimdi ko­ lay değil. Bir adam kendi istemedikçe onu kim dinden çı­ karabilirmiş? İşte Cemal Hoca da öyle diyor. Evet kimse


HtLÂFET VE KEMAUZM

219

çıkaramaz, lâkin dine karşı terbiyesini takınmaya mecbu­ riyet hissetmeyerek de zor ile mûslûman kalmak ve adetâ dmin baştna belâ olmak isteyeni Allah da çıkaramaz mı aca­ ba? Bana kalırsa dinden çıkmak korkusunu ceffe'l-kalem ılga eden asrilerin muradını beri taraftaki gafil müslümanlar iyi anlamıyorlar. Dinden çıkmaktan korkmamanın ma­ nası, kolay kolay çıkılmadığından değil, çıkıtsa da sanki ne lâzım gelir, ne kaybedilmiş olur tarzında bir korkusuzluk ve bir tûr asrîlik şecaati kazanmaktır. Onun için dini tepe tepe kullanırsın, din beni terk etse bile ben onun yakasım bırakman dersen, hele o kadar nazlanmasın. Dinin bana ihtiyacı benim ona ihtiyacımdan ziyadedir dersen, din. es­ ki kafalı şaşkın hocalar gibi değildir, milyonlarca müslümanlan elinden çıkarmak ister mi dersin, hasılı ne olsa diyebi­ lirsin. Çünkü dinin bugün murakıbı ve muhasibi yoktur. Mahlûl bir arsa gibi herkes onun üzerinde futbol oynamak hakkına maliktir. Sözümüzü umumi ve mübhem bir serzeniş tarzında yürütmüş olmamak İçin misal ile de izah edelim, bakalım cahil reisu'l-ulemânın dediği gibi insan dinden çıktığını sa­ rahaten itiraf etmedikçe mûslümanlığına hiç bir taraftan toz kondurabitir mi İmiş, kondurulamaz mı imiş? İşte halâ müslOmanlık davasını elinden bırakmayan ve ukalâdan geçi­ nen bir çok adamlar var ki. Cemal Hoca'nin da şimdilik Al­ lah kelâmı ve islamiyetin ebedî istinadgâhı olduğunu tes­ lim ettiği Kur'ann Kerîm'in sarahaten müsaadesine iktiran eden deaddût-i zevcatı vahşet sayarlar. Yine Kur'an-ın sa­ rahati mucibince kadını erkeğe müsavi tutma yasağını, ada­ letsizlik sayarlar. Kur'an'daki miras ahkâmını makul ve mantıkî bulmayarak Frenk kanun verasetleri ile mücade­ leye kalkarlar. Kur'arH Kerfm, Hz. Meryem'in iffet ve ismeti­ ne mükerrer ayetleri ile şehadet ederken, bütün dünyada­ ki kadmlardan eşref olduğunu söylerken, zor ile müslüman kalmak isteyen ^ kabadayılar. Cenab-ı İsa’nın -haşa- piç­ liği hakkında kendi akıllarınca kanaat muhafaza ederler. Yani Kur’an-ı Kerîm'in şehadetini tekzîb ederler. Türkiye


220 HİLÂFET İ MUAZZAMA*! İSLÂMİYE

dışında ve muhalifler arasında ge2en bir İttihatçı asker pa­ şası (x) bi irim ki işte bu itikatta bulunur. Hem de Müslü­ man geçirir, belki İslam Dini'nde ulemadan geçinir. Ve ta­ biatıyla ukm ayı b e ^n m e ye n uiemAdanI Sonra geçen gün İkdam Gatetesi. D obruca’daki Mehaklm-i Şe r'iyye kadı* lıklannın ilgası talebinde bulunan o havalinin sûdü bozuk Türk genç erini alkışlarken kadılıklann muhafazasına çalı­ şanları da yobazlar falan diyerek dinsizlere Farmasontara mahsus tabirlerle tazyike yeltendiği sırada o mahkeme­ lerin düstûru’l-amei ittihaz ettiği Mecelle ahkâmı, yani Şe­ riat kanunları hakkında da tabiî Türkiye'de münteşir bir ga­ zeteye yahşacak terbiyesizlikler de bulunuyordu. Ş e rl Mahkenneleri çürütmek İçin söylediği sözler ara­ sında o mahkemlerden hırsızın eli kesilmesi gibi vahşice hükümlar tadır olduğunu da ilave ediyordu. Halbuki hırsı­ zın bu şekilde cezalandınlmasmı Kur'arH Kerîm emr edi­ yor. Şimdi Dobfuca mahkemelerinden böyle hükümler sa­ dır da yok ya! Fakat İkdam (Gazetesi) onu şeriata ve Kur'an'asövücıılük olsun diye mevzu-bahs etmiş. Hırsızın eli kesilmesi hakkında, sarih ayet-i kerîmeden başka bir çok hadîsler bulunduğu gibi Sahîh-1 Buhar! ve İmam-ı Ahmet bin Hambel'in *'Müsned” inde zikir edHmiş olarak. Cenaba Peygambeı ‘in kendi sevgili kızı Fatıma dahi çalsa, elini ke­ seceğine ycnftin etliğini ifade eden: *‘Sizden önceki insarv lan ancak onlann, İçlerinde şerefli ve nüfuzlu kimse çal­ dığı zaman onu cezasız bırakır, içlerinde zayıf kimse çal­ dığı zaman ona ceza verir olmaları helâk etmiştir. Muham m ed'İn nefsi elinde otan Allah'a yem in ederim kİ, M uham m eıl'in kızı Fâtıma çalmış olsaydı, muhakkak onun elini de kese rd im ." (Şahih-ı Buharı terc.9/4004) hadis-i şerifi de "ik d a m " a gibi dinsizler ne bilirler, rte de bilseler önem verirler. Türkiye'nin ve Dobruca'nın dinini ve milleyetini kaybetmiş olan bu Mahkeme-ı Şer'iyye düş­ manlan kadar dünyada daha sefil düşünceli adamlar olur mu acaba? Gayr-i müslim bir devlet İdaresinde bulunan Mahkeme-i : ^ r ’lyye'yi ilga ettirmek marifet değil, açtırmak (I)

herde adı (eçecekitr; VeMb PaşaTSA


HİLÂFET VE KEMALİZM

221

marifettir. Onların ilgâsı, dinine sadık müslûman teb'asının hatınnı nazarn dikkate almazsa Romen Hûkömeti'nin çok işine gelir. Bir memlekette hakk-ı kazâya nail olmak, o ne mühim şeydir, ne büyük bir imtiyazdır, o imtiyaz? Dobruca ve sair memleketlerdeki möslümanlara İslam Dini'* nin şerefi sayesinde verilmiştir. Şimdi de Dobruca’nin şaş­ kın TÛrkleri ellerinde bulunan ve kendi gayret ve himmet­ leri ile binde bir... sağlamaya kudretleri yetişmek ihtimali olmayan o bûyûk nimeti tepmek, ve sırf İslam Dini’ne iha­ net olmak için tepmek cinnetinin hummasına tutulmuşlar. Sırf Müslümanlık Dobruca'da darbelensin. mutazarrır ol­ sun diye Şer*î Mahkemelerin İslâm münevverlerine resmî bir post, maddî bir menfaat temin ettiğini bile dumanlan­ mış gözleri görmüyor. Vay şaşkın herifler, vay alçak herif­ ler vay! Haydi sen gel de aklın ve insafın varsa şimdi bun­ lara yine Müslüman de bakalım! Beri taraftan **lkdam" Ga­ zetesi. yobazlar rruüıkeme kâdılıklanr>daki menfaattannı btrakmıyorlar. diye gûya onları ayıplfyor, hükümette bir sandalyaya malik olmak ve o sandatyanın ödeneğini almak bir kabahat ise Türkiye'nin devlet adamları de hep kabahatli ve menfaat-perest kimselerdir. Onlar da resmî makamlannı ve hükün^ti bozup dağıtsalar ya? Doğrusu gerek Dobruca'daki kendi mahkemeleri aleyhinde teşebbüs eden Türk ve Müslûman azmanlarının ve gerek Türkiye'deki teş­ vikçilerinin şu hareketi, mayası bozulmuş ve aklını kaçır­ mış olan Türk milletine mahsus maskaralıklardır ki kendi menfaatine ve kendi şerefine bu derece haince tecavüz eden adamlar dünyanın başka milletlerinde görülmek ihti­ mali yoktur. Ne ise bu değildi. Hırsız hakkında Kur’an-ı Kerlm'in tayin ettiği mücazatı ta'n ve temi ile andıklarını, bu­ na da bir misal olarak Irad etmiştik. İşte biraz evvel saydı­ ğımız vech ile, sarahaten Kur'an-ı Kertm'de zikr olunan bir çok ş e rl ahkâmı beğenmemek ve red etmek cür'etinde bu­ lunsunlar, hem de Müslûman kalsınlari Bu ne kadar tenakuzl Kur'an-ı Kertm'in mûnderecatını kısmen tahtie eden (hatalı sayan) adam, onun Allah kelâmı olduğunu kabul et-

F.12


222 HİLÂFET İ MUAZZAMA-IİSLÂMÎYE mediğiren buna cür’et eder. Cenab*ı Mak bazı şeyleri iyi bilememişi Şimdi akıllı kulları Allahın yanişılannı tashih, ediyorl. Denilemez yal Demek ki hertf Allahı beğenmiyor. Peygarr beri tahkir ediyor, hem de Allah'a iman ettim. Peygamber e iman ettim. MOslûmanım diyor.. Hocalar beni tek­ fir etti diye kızıyor. Yobazlar benim dinime vicdanıma ne karışır? Beni mûalûman yapmak, gâvur yapmak, afaroz et­ mek onlann elinde mİ, diyor. Müslümanlıkta ruhbaniyet yok­ tur. böy e salahiyetler kimseye verilmemiştir, diyor. Halbuki işte Hocalar, ellerinde doğrusu söylemekten başka bir şey olmadıkı için herffl müstahak.... kimseyi gavur yapmak, mûslûnr anlıkta ibkâ etmek vegûrıahı afv etmek hocalann elinde elaydı, belki haydi hatır için seni yine mûslûman sa­ yacağız... diyebilirlerdi. Lâkin hoca ne yapsın? Herifi Kur'an tekfir edriyor, akıl ve mantık tekfir ediyor. Tenakuzlu imanı tekfir ediyor. "M üslüm anın kusuru olmaz mı? Cenab-ı Hak gafur ve rahim değil mİ? insan fâsık ve gü­ nahkâr olarak müsiüntan kalamaz mı? Hocalar, kebalfin bile EhM Sünnet MezhebifKİe kabiM afv olduğunu, küfrü n u c ip olmadığını söylerlerdi yal..** diyerek yır>e o beğenmediği hocaların sözü ile mûslûmanlığını mûdöfaa edecek olsa buna da imkân yoktur. Çünkü insan boyunca günaha batarak, Allah'ın emir ve nehyine karşı pek çok ku­ surlarda bulunarak yine mûslûman kalabilir. Hocalar da onu tekfir eımezler. Nefsine, şeytana uyup günah işlemek fa­ kat gür ahım günah, ve kabahatim kabahat sayarak had­ dini bilmek ve kusurunu itiraf etmek başka. Allah'ı kaba­ hatli çıkarmak, emir ve nehyini beğenmemek ve makul gör­ memek de başka. .. Birinci tür ve şekildeki günahlar ne ka­ dar ço^ olsa imana zarar vermez, çünkü imana aykırı ol­ maz. üikin ikinci tür ve şekildeki günahın zerresi bile ima­ nı zirü ;:eber etmeye kâfidir. Çünkü Allahına ve Rasulüne iman e mekle itiraz etmek bir kalbte toplanamaz. Allah'a ve Ras jiü'ne İtimatsızlık, hürmetsizlik hissi hasıl olan kal­ bin imanı ve tasdiki yalandır. İlahi ahkâmı lâyık olduğu tes­ lim ve ta’zim ile karşılamayanların müslümanlıkları hakkırv daki ikrar ve iddiaları da yalandır. (Yarın, sayı: 16, 2 Mart 1928. s h: 1 ve 4)


HİLÂFET VE KEMALİZM

223

Küfür ve iman meselesinin tetkîki, konumuza dahil de­ ğildi. Lâkin Cemal Hoca'nin bir sözü ile Gümülcine cemaat reisinin din ulemasına fetvâ dersi vermeye kalkması bizi biraz da bu meseleden behse sevk etti. Daha yukarıda te­ settür meselesine de henüz nöbet gelmeden sevk-i kelâm ile biraz temas etmiş olduksa da tamamını sonraya bırakı­ yoruz. İcma-ı ümmet ile fukahânın içtihadı konusuna ait ö zü m ü z ü henüz bitirmediğimiz cihetle yine o konuya av­ det ediyoruz. Her ilimde doğru sözü ihtisas sahibine bırakmak lâ­ zım gelirken dinî meselelerde din ulemasının nokta-i na­ zarlarına kendi fikirlerini tercîh ederek ulemâya ta’n ve teşni' etmek cûr'etinde bulunan dinsizlerle müctehitlerin icmama, fukahânın kıyasına kıymet ve ehemmiyet verme­ me hususunda dinsizlerden farkı görülmeyen Cemal Hoca’ya diyoruz ki; evet, İslam fukâhâsı, teşri-i ahkâm hakkı­ na malik değillerdir. İslam Dini onlara bu yetkiyi vermemiş tir. Peygamber Efendimiz "B e n Allahın k u lu yu m ." diye­ rek risaletini ilan ettiği gibi İslam uleması da hiç bir zaman Allah ve Peygamber huzurunda kendilerine istiklâl-ı re’yi andıracak bir sıfat ve selâhiyet iddia etmemişlerdir. Bu böy­ le olmakla beraber din babında f£ikîh, gayrn fakîh, alim, ca­ hil farkı yokmudur kİ İcmaî ve infiradî müctehit sözünün önemi olmasın? "H iç bilenlerle bilmeyenler bir otur m u7" diyen bizzat Kur'an-ı Kerîm değil midir? Farz-ı muhal ola­ rak dört ş e rl delilin diğer üçünü Cemal Hoca'nin arzusu vech ile çürüğe çıkanp yalnız Kur'ana itimat edilse, Kur'an-ı Kerîm'İn manasını iyi anlamak hussunda yine ömrünü Kur’an-ı Kerîm'i anlamak için lâzım olan ilim ve tenleri için­ de geçirmiş alimlerle cahillerin farkı olmayacak mı? Ve bu alimler, şu ayetten şu şerl hükmü anlaşılır, diye ittifak eder­ lerse onlann ittifakına kıymet ve ehemmiyet verilmiyecek mi? Sonra^(Bununİa beraber) Müminlerin hepsinin top­ tan sefere çıkmalan doğru değildir. Onlardan her top­ luluktan bir grup dinde (dinî ilimlerde) geniş bilgi elde etmek ve kavimlerl (savaştan) döndüklerinde (onları Al-


224 HİLÂFET İ MUAZZAMA-1İSLÂMİYE

iah’ın azaoı ile) korkutmak için garkla kalmalıdır.** (Tavbe/122) a/et-i kerimasinde cihat farizasından bila istisna edilerak cinde tefakkuhla vatandaşiannı tezvir ve tahzire salâhiyet iktisab etmeleri Allah tarafından irade buyurulan adamlar kimlerdir? **Allah bir kula hayırlı bir (iş) dilerse dirula fakîh yapar.*' tabirinin aslı ve bir şeref ve meziyeti yok mudur? T a ashab ve tabiin devrinden itibaren hic bir dinin uien>asına kıyas olunmayacak surette İslam Oini'f>a hizmetleri geçen ve ciidii eserien He bütün dünyada hukuk ilmi dersi \'eren müctehitler. muhaddisler olmasaydı İslam Dini bize l>adar tahrif ve tağyirden masun olarak nasıl inti­ kal ederdi? Cahil Retsu'l-Ulemâ bilsin ki icma-ı ümmetin dayanağı Hilunan İslam uleması Kur*ân-< Kertm'i 1300 se­ neden ber okluğu gibi muhafaza etmişlerdir. Eğer onların sözü ve icma’ı hüccet olmazsa Kur'an-ı Kerim'in hüccet sa­ hibi olmak mevkii de tezelzül eder. 8elki Cemal Hoca gi­ bi. dinsizlorin arzusuna hizmet eden din alimlerinin iste­ dikleri de tıudur. Lâkin henüz buna sıra gelmemiştir. Evet, reis Cemaleddin'in, ben her zaman İçin hükmü cari ve ebedi olan K u r'a rn K erım 'e bakanm , diyerek fukahâyı. mezhep inıamlannı İstihfaf ederken Kur'an-ı Kerimi elinde kalkan yaptığına inanmayınız, aldanmayızı. Bu zatın, fu* kahânın ai(valir>e, müctehid sözüne İtimat etmem, K u r'an ve Hacîs'İ tanınm, dediğine ne bakıyorsunuz? Böyle dinsiz kalkavuğu cahil hocaların asıl maksadı ayet ve ha­ disleri ibtai etmektir. Yoksa Kur’an ve hadîsi, hadiseye tat­ bik etmek için bile fıkha ve içtihada ihtiyaç bulurnluğunu bilmeyeceiı ve takdir etmeyecek kadar akılsız otamazlar, Kur’an ve hadîslere istinat etmek isteyen adam, İslam fık­ hı ve fukahâsını nasıl istihfaf edebilir ki nasslara istinat mesleğinir en sadık, en müdekkik adamlan onlardır. O n ­ lar Cenabı Risaletpenah Eferxlimizle ashab-ı kiramın siret ve hare<etlenni işleyecek aruı kuralar ittihaz etmek üze­ re o derece tetkik ve takip etmişlerdir ki İslam alemindeki bazı mûslüman kadınlannın adem-ı tesettürünü, davasıria cahilce bir :'>enet olarak ortaya atan Cemaleddin Hoca ken-


H İIAFET v e KEMALİZM

225

di asrının müslümanlannı bile o kadar bilmez. İşte fıkıh ki­ taplarında tesbit edilen Islamın şeairine. İslamın “ Altın Çağı'* tabir olunan kaynak devrinden alınmıştır. Şimdi bu­ na mukabil Cemal Hoca da mûstümanlığı, İtan, Turan adetlerinden, veyahut İstanbul’da, Bosna’da daha evvel­ den açık gezen kızların hareketlerinden alıp çıkartmaya ça­ lışıyor. Kur'an-ı Kerîm'i eline diline kalkan yaparak fukahâ sö­ zünü alaya alan Cemal Hoca’nın asıl maksadı, Kur’an ve hadisleri ibtal etmektir, demiştim. Bakınız bu davamı nasıl isbat edeceğim: Malumdur ki, Türkiye’ye daha yakında gidip gelen Mümaileyh, oradaki Mustafa Kemal inkılâbından medh ve si­ tayişle bahs etmiş ve bu inkılâbın İslam Dini'ne aykırı bir yönü olduğunu söylememiş. Bosna müslümanlannın da ye­ nilik yolunda yeni Türkiye’nin arkasından gitmesi dileğin­ de bile buiunuor. Demek ki Cemal Hoca, Türkiye inkılâbı­ nın her tarafını beğeniyor. Beğenmediği ve tenkide layık gördüğü noktalar olsa açıklamalarında onlardan da bahs ederdi. (1). Türkiyi inkılâbının en mühim yönü ise, orada hükümetin Mecelle gibi fıkıhtan alınan kanunları ilga ede­ rek yerine İsviçre kanunlarını ikame etmiştir. Demek ki Ce­ mal Hoca bunu da hoş görüyor. Hatta hoş gördüğü için icma-ı ümmete ve kıyas-ı fukahâya itimatsızlık göstererek; Müslümanlık fıkıh kanunlarından ibaret değildir, demek is­ teyerek onların şu kanun mübadelelerini zımmen müdafa­ aya bile çalışmış oluyor. Halbuki Kemalist Hükümeti fıkıh ve şeriat kanunlarını ayet ve hadîsler gibi zamanın teced­ düdü ile teceddüt etmeyen sabit esaslara dayanmış bulun­ mak töhmetiyle hükümetten Iskat etmiştir. Yani ilim-ı fıkıh ka­ nunlarının onlara göre kusur ve kabahati Icma veya kıyas­

t ı) C«mal«ddin*ı dûştöâO şu bataklıktan kurtarmak İçin, kendisine yar­ dımcı çıkan Osman Nuri maskakasının: “ Mustafa Kemal Bosna hocalanndan daha nHislümandır'' demesi de. bu rezillerin Mustafa Kemal'e bütün icraatında hak verdiklerini göstermez mi?


226

HİLÂFETÎM UAZZAM A-IISLÂM İYE

I fukahâ te rafında debidir. ÇOnkû bunlar zamana göre bir dereceye <adar de^işebiHr. Asit değişmeyen ve ta'dit ve tebdil kabul etmeyen kitap ve sünnet vardır ki fıkıh kanuıv lannın en ‘azla başı bu iki ana esasa bağlı olması asrf (!) Kemalist hükümetin işine gelmemiştir. Bunu o hükümetin erkAnı ve dzellikle Adliye Vekili, büyük bir cür'et ve yetki ile sÖyledi^»r. Bosna'nın reisu'kjlemast işitmedilor mi? G a­ zetelerde okumamış mı? Hain münafık! Icman ümmeti ve kıyas-ı fuk ihâyı beğenmiyor da ayet ve hadisleri beğeni­ yor. Öyle rri? Dinsiz efendileri icma ve kıyastan ziyade de­ ğişmeyen ayet ve hadisleri istemediklenni sAyterterken, on­ ların Bosna'daki savunma vekili, ayet ve hadislere itimat ederim derse inanır mısınız?.... Ş e rİ delillerden sayılan ic­ ma ile kıyasın sonucu, değişmeyen ayet ve hadislere dayanmasayclı Kemallstter tarafından bu derecede redde ma­ ruz olmayacaktı. Onlar asıl yenUik kabul etmeye ayet ve hadisler ile anlaşamadılar. Ve bunların İlahî vahy olduğu­ na da inanmadıklarından, fıkıh ve şeriat kanunalrını İsviç­ re kanunla I ile mübadele ederek bir hamlede işin içinden çıktılar. Da *ıa doğrusu miiletler ve millet meclisleri tarafın­ dan tanzıır olunan bütün asri kanunlar, tıpkı İcma-I ÜM ­ M E T ve kryas-ı Fukahâ gibi ictihad mahsulüdür. Şu fark ile ki asrî kanunları vücuda getien İçtihatlar bir kayıt ile mu­ kayyet olm ıdığı halde icma-ı ümmetle kıyas-ı fulûıhâyı vü­ cuda getiren içtihatların kitap ile sünnetten birine müste­ nit ve müntehi olması şarttır. Bu şartı ve bu kaydı kaldtnrv ca ahkamn hkhrye He zam a n ım tzd^ kanunların, içtihat ürü­ nü olmak n*>ktaH nazanndan biri birine nisbetle hiç farkları kalmaz. Ve fıkıh kanuntan Kemalistlerin bu derece husu­ met ve muhalefetine maruz olmaz, dennek ki Kameiistlerin bu kanı nlardan sitIh nazar etmelenr>e sebep, bunlan yapan fukaıânın. serbest ictihadlanna. Allah ve Peygam­ ber sözüne başı bağlı bir içtihat takip etmiş olmalandır. Şu halde hem <emalist İnkılâbını tasvip eden, hem de "a y e ­ te. hadise diyeceğim yok, fukahâ kelamına İttiba* et­ m e m !" diyon Cemal Hoca’nm sözleri arasında intizam ve


h il â f e t v e

KEMALİZM

227

insicamdan eser yoktur. Ayete, hadise inanmak ve itimat etmek İddiasında bulunan Cemal Hoca da, hareketlerini alkışladığı ve kendilerine perestiş ettiği Kemalistler gibi, ha­ kikatte ayet'e, hadis'e fukahft sözünden ziyade hasım olan bir dinsiz ve imansızdır. Haydi, ayet ve hadislere iman ve itimadı varsa söylesin ve cevap versin kİ **Kur'an, hadis teceddüt etmediği ci­ hetle her asırda uygulanması gereken kanun o lm a z." diyen Ankara hükümeti adamlarının sözleri mOslümanlığa sığır mı, sığmaz mı? Kur'andaki miras ayetlerinin ahkâmı­ na aykırı, başka türlü miras kanunu kabul etmek nass-ı Kur'ana muhalefet midir, muvafık mıdır? Kur*an nasslarına muhalif hareket......sayılarak dinden çıkmayı gerekli kılmasa da Kur’an nasslanna muhafîf kanun yapmak ve Kur*an'ın o husustaki ahkâmını beğenmemek müslümanlıkla içtima edebilir mi? Muharremat ayetindeki (Nisa/23) hük­ münce, insanın halası, teyzesi, birader ve hemşire-zadesi kendisine mahrem olması icap ederken, bunlarla izdivacı tecviz eden İsviçre aile kanununun Türkiye'de tatbiki Kur'an nasslan ile tezat teşkil eden bir Kızılbaşlık değil midir? (1) Reisu'l-utemâ cevap versin! (Yarın, sayı; 17, 16 Mart 1928, 8h: 1)

(1) Türkiye’nin yeni aile kanununu ben görmedim. Fakat Mısır gazetele­ rinin nefrlyattndan anladım kİ bu yeni kanun meselâ bir kızın amcası ile Izdivacıruı müsaade ediyormuş. Yavaş yavaş kız kardeşleri ile ennelenyle de cinai münasebane bulunurları


HİLÂFET*! MUAZZAMA ! İSLÂMİYE

K AD INI A V R U P A L I H A LE G E TİR M E K Yine :>u adamın **kadınlar yüzlerini açabilirler, bun* da dinî bir m ahzur yoktur/* diyerek tûrlO mugeüatalarla mûslümanlann zihnini karıştırmasına meydan vermemek için. Kemnliatan‘da tatbik ve terviç olurKjuğu vech ile. ka* dıntarın yalnız yüzlerini açmakla kalmayıp bir çok arzu edi­ len yerleri li de açtıktan başka ged kalan kısımlarında da vücudu setr etmekten ziyade süsleyen yarı çıplak kıyafe­ tiyle na-mnhrem erkeklerin kucağında dans etmesi de ca­ iz midir?, diye kerufisine sorsunlar ve cevabını istesinler. Reisu'l-Ulernânın medh ve müdâfaa ettiği Ankara hükün)eti tarafından Türkiye'de harıl harıl tatbik olunan *‘bato" kı­ yafetindeki kadın inkişâfı ve erkek-kadın ıhtılâtı mûslümanlığa sığar mı sığmaz mı? Bu rx>ktaya cevap versin; kadının yüzü avretidir, değildir tarzındaki meselelere kaçmasın. Hilekâdığır>dtın. kalaşitğından bahsi değiştiriyor. Bugün üze­ rinde anlaşma olamayan ve müslûmanlan. dindar alimleri telâşa düş( ren, kadınların Türkiye'deki Kemalist hükümet adamlarının istediği ve kendi kadınlan üzerinde tatbik etti­ ği vech ile tamamen açılmalarıdır. Reisu'l-Ulemâ'nm iste­ diği de bud jr. Bugünün tesettür ve adem-i tesettür mese­ lesi burulan ibarettir Reis Cemaleddin. Mustafa Kem al’­ in Türkiye'ye getirdiği yeniliği beğeniyor, " b iz BosnalIlar da bu yolu taklid ed elim ", demiyor mu? İşte Mustafa Ke­ mal kadınları bu şekilde açmıştır. Reis, biz de bu şekilde yapalım, demek istiyor. Yü z açıp kapamak meselesi, aley­ hinde galeyana gelen müslüman kamu-oyunu şaşırtmak için Reis’in kaçamak noktasıdır. Başı sıkılığından kerulisine itiraz eden saf ulemayı yüz açmak meselesine doğru çekip götüriiyor ve niza' yeri orası imiş gibi idare-i kelâm ediyor. Bu h il müslüman memleketlerinde eskiden de var­ dı, diyor ve itirazcıları haksız çıkarmaya kalkıyor. Halbuki meselenin rrünakaşası Mustafa Kemal inkılabt üzerine or­ taya çıkmıştır. Ve o inkılâbın mucip olduğu kadınların ge-


h il â f e t v e

KEMALİZM

229

Üşmesi bam başka bir şekilde olduğu gibi, bu inkılâbı tas* vib edenlerce istenen de, kadınların o şekilde gelişmeleri­ dir. Türkiye inkılâbı lehinde propaganda yapan Cemal Ho­ ca memleketine böyle bir yenilikçilik aşılamak istiyor. minin ferasetlr>den korkunuz, çünkü o Allah'ın nuru ile bakar." hadiSH şerffine nazaran mü'minde bulunması la­ zım gelen ferasetle bu işin Bosna mûslûmanlannca çok­ tan anlaşılması lâzım gelir. Ankara hükümetinin Türk kadınlannı içtimai durumlan itibariyle tamamen Avrupa kadınlarına benzetmek ve er­ keklerin arasına kapıp salı vermek İstediğini, harem, se­ lamlık engellerini ber-taraf ettiğini, İslam hanelerinde pen­ cere kafeslerine vanncaya kadar zorla kaldırdığını Reisu'lUlemâ biliyor. Avrupa kadınlarının açıklıkta erkeklerden (arktı olmamalan şoyie dursun kol; bacak, göğüs, omuz gibi erkeklerde açılması mutad olmayan ve belki hatır ve ha­ yale gelmeyen bir çok organın Avrupa kadınlarında erkek­ lerin baktşlanruı açıldığını da biliyor. Ankara Hükümeti'nin arzusuna ve her vasıta ile çalıştığına nazaran Türk kadını da işte böyle olacak. Bir kısmı olmuş. Olmayan ve çoğun­ luğu haiz olan geri kalanı da zahirde kendilerine hürriyet veriliyor, hürmet ediliyor davası altında ister istemez bu yola sevk edilecektir. İşte hariçteki İslam alemine Türkiye yo­ luyla ithal edilmek istenilen yeni fitnelerin en mühimlerin­ den biri de eski müsiümanların ev bark yıkımı tabir ettikle­ ri bu açık aile hayatıdır. (Bosna)nın İslam aileleri de aynı yenilik yolur^ girerek aynı derecede açılsınlar mı, açılma­ sınlar mı? Balolarda ve dans salonlarında müslüman ha­ remleri na-mahrem erkeklerle sarmaş dolaş olsunlar mı, oknasınlar mı? Yeni Türkiye'yi medh eden Reisu'l-Süfeha, Cemaleddin Efendi'nin Bosna Müslümanları ile yapmak istediği gizli pazarlığın manası budur. İslam Dini'nde teset­ tür var mıdır, yok mudur, tarzındaki meseleyi, kadın yüzü mahrem midir, değil midir, şekline sokarak hastalığı bazan organik bir tabir altında gizleyen, bir taraftan da: "E vle ri­ nizde oturun, eski cahiliyet kadınlan gibi güzellikleri-


230 HtLÂFET l MUAZZAMA-! tSLÂMlYE

nlzi dışarda teşhir etm eyin.*' mealinde bulunan (33/Ahzat>/33) ayetinin ezvac-ı tahirat hakkında nazil oklu­ ğunu sOyliyerek diğer İslam kadınlannın tesettür bağından azade okluklarını iham etmek suretiyle bazan da dilinin al­ tındaki m.ıksadını açığa vurduran Relsu'l-Mûnafikİn'İn ule­ ma ile tesettür münazaasına girişmestrûn manası da budur. Yukarıda da ima ettiğimiz üzere kadına erkeklerden farklı bir ftususiyet vermedikten başka kadını erkeklerden çok fazla açarak ona srfır-altı bir hususiyet verdiği bilinen Avrupa m »deniyetinınİslamın mizacına en fazla uymayan ve kendi ukala ve hükemasını bile çoktan pişmanlığa sü­ rükleyen hu kadın hayatı meselesi Avrupa medeniyetinin en fena tarafı olduğu da malum olmak lazım gelir. Halbuki, maalesef mûslümanlar arasında Garp medeniyetinin çığırtkanlığını yaparak bizim ile kanlı bıçak­ lı mücadelelere girişen içimizdeki mücedditferin ve inkılâpçılann en tHrinci maksadı da Garp medeniyetinin kadın va­ ziyetine ve aile hayatına taalluk eden yıkıcılık tarafıdır. O n ­ lar şimdiye kadar umumî hayatta ayn duran kadınlanmızla erkeklerimizi karma, bizim i l e n c e alemlerinde biri binrte yaklaştırm.ık ve kucağa atmak istiyorlar. İzdivacın man&sı çiftleşmek olduğuna göre, kan-koca arasında hususî bir iz­ divaç kabul edilsin, diyortar. Biz bunu kabul etmiyoruz. Ara­ mızdaki ar laşamamazlığın en derin uçurumu burasıdır. Yoksa Avrupa terakkiyatını, fennî ve sınaî ilerlemesini kim istemez? Bizim bu hususta. Relsu*MİIemâ Cemalleddin gibi meden yet taraftan gÖrür)en sahtekârfann teşvikine ih­ tiyacımız ycktur. "M uhadderat-ı İslam iye" adı ile müslümantarın lisanına ve işitmesine gayet alışık gelen bir gay­ ret. hamiyet ve övünme tabiri vardı. İzmir Fâtihi <l) Türki­ ye'de asıl bu büyük kaleyi feth etti. Türkiye vatanım istilâ eden yabarcı düşmanlar ile bu kaleyi feth edemezlerdi. Bosna müslümanlarının bu ana kadar muhafaza ettiği ve Sırbistan hükümetinin dinlere hürmeten saldırıdan uzak tuttuğu böyle bir tsiam sosyal kalesini de Ankara hüküme­


HtLÂFET VE KEMALİZM

231

ti nammma Bosnadaki ajanı Reis Cemaleddin'in içeriden içeriye feth etmeye çalıştığı anlaşılıyor. Reisin hakiki mak­ sadını ortaya koyduktan sonra şimdi kendisi ile açık açık konuşabiliriz. Açıklık, kaypaklık üzerine İslam Dini'nin ka­ dınlar hakkında erkeklerden farklı bir tür dikkat ve ihtima­ mı var mıdır, yok mudur? Evvelâ bunu tetkik edeceğiz. Yüz açıp k a p a n ık bahsini sonraya bırakacağız. Şapka meselesir>de olduğu gibi kadınların tesettürü meselesinde de ye­ ni dinsizler hesabına eski müstümanları iğfal ve idlâle çalı­ şan ahır-zaman hocalarından Reis Cemaleddin'in teset­ türü ezvac-ı mutahharât'a mahsus gibi göstermesinden başka **melbusat tamamiyle telâkkiye alt bir şeydir, ve ona göre her zamanın bir telâkkisi va rd ır." demesine na­ zaran merkumun tesettûr-l nisvanı esasından inkâr ederek bunun da aslı olmadığını söylemek istediği sabit oluyor. Za­ ten bunlara göre mûslûmanların dinlerine ait olarak eski­ den bildikleri ve itikat etlikleri şeylerden •İşte bunun aslı vardır, diyecekleri hiç bir şey yoktur. Daha doğrusu dinî itikatla­ rından her birisini dinsizler dillerine dolayarak bunun aslı yok dedikçe her defasında onları tasdike hazırlanan ve bir kere de onlara: •Artık çok oldunuz, edebsizler! demek ihtiyacını duymayan mûslûmanların müslümanlıklarının aslı olmadığı için dinî itikatları da birer birer asılsız çıkıyor. Müslümanlar arasında yayılmaya başlayan yeni mo­ da dinsizlikleri müdafaa sadedinde bazı cahil tevilciler "Z a ­ manın tebeddülü ile ahkâm tebeddül e d e r." mealinde­ ki şer’I kuraldan istiarte etmek isterler. Her hususta zama­ nın icabını hakim tanıyan Reis Cem aleddin gibi zamana tabi alçaklar ve dinsiz maddeciler de bunu daima ileri sü­ rerler. Halbuki o kaidenin nerelerde geçerli olduğunu bu cahiller bilmezler. (....) (Yarın, sayı: 16,3 Nisan 1926, sh; 1) Müslümanlıkta tesettür-l nisven, kitaba, sünnete, icmaI ümmete müstenit olarak o derece sabit ve bilinen bir şey­ dir ki bunu ancak İslam Dini'nin kendisini inkâr edenler in­ kâr edebilir. Kur’ann Kerîm’in şu mufassal ayetine bakınız:


:î 32 HÎLÂFET.IMUA22AMA.||$LÂMİYE

‘* M M n k a c M n ı da tö ylr. Gâzlerini^w«na bakmak­ tan) konjtuniar, namus ve İffetlerini esirgesinler. Görünen ktsımiar' müstesna oknak üzere, zkMtterlni teşhir etme* sinler. E-aş örtülerini, yakalannın Üzerfr>e (kadar) örtsün­ ler. Kocatan, babalan, kocalannın babalan, kendi oğul­ lan, kocalanntn oğullan, erkek kardeşleri, erkek kardeş­ lerinin cğullan, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadın­ lan (m üm in kadınlar), ellerinin altında bulunan (kölele­ ri), erke'derden kadına ihtiyacı kalmamış (cinsi güçten düşmüş; hizmetçiler, yahut henüz kadınlann glzN kadın­ lık hususiyetlerinin farkır>da olmayan çocuklardan baş­ kasına z r>etlerini göstermesinler. Gizlemekte olduklan zinetu ri anlaşılsın diye ayaklannı yere vurmasınlar. (Dikkatleri üzerine çekecek tarzda yürüm esinler). (Nûr/51) A ye ti kerîmede İslam kadıntannın, kendilerinden kaçmayacağ sınırlı erkekler sayıldığı sırada **ev nisaihlnne" tabiri iie ladınlardan bile bahs olunması çok manidâr ola­ rak; Islanr kadınlarının, kendierine izafet ve münasebeti ol­ mayan, y ın i ahlâk ve ahvalini bilmedikleri yabancı kadın­ lara bile (<Örünmemelenni ifade etmekte olduğu ve bu da öyle kadmların. kendilerini na-mahrem erkeklere tarif ve tavsif etmslerl muhtemel olmakla izah edildiği gibi aynı sebeble, tesettürden İstisna edilen akraba arasında kadınla­ rın amcak'/ı iie dayılarından bahs olunmaması, çünkü onlann da o-)ullan na-mahrem olmak dolayısıyla aralarında bahsi geçmek ihtimaline mahal kalmasın diye bazı ulemanın telâkk si üzere amcalardan ve dayılardan da tesettür lazımdır, c-enilmesi şayan'ı dikkattir. İşte burada fukahânın içtihadı olmasa ayetteki hasr ve kasr icabı ile nisvan-ı İslam'ın ardalarından da dayUanndan da kaçmalan lâzım gelirdi. Hadyi. yalnız Kur'an'ı tanınm, diyen Reis Cem aleddin bur a bir çare bulsun bakalım! ( N i ^ ) süresinde zikr olunan munarremat arasında " V e erkek kardeşlerin kız­ lan ve kız kardeşlerin k ızla n ..." duyurulduğuna nazaran anfdaya, d.ıyıya nikâh düşmemesi tesettürden istisnaları­ nı beyandtn müstağni bir hale getirmez. Zira nikâh düş­


HİLÂFET VE KEMALİZM

233

memek başka, tesettürde başka meseledir. Onun için ni* kAh düşmeyen sair akraba tesettür ayetinin müstesnaları sırasında zHcr olunmuştur. Amcanın, dayının oğullarınamahrem olduğu İçin tesettürden istisnâ edilen akraba meyanında bulunmamalan tarzındaki teveccüh ise, fakirin re'yir>ce makul değildir. Ve illâ aynı mahzur, kayın pederler hakkında da cari olabilir. Halbuki **ev âbaî buğulelihinne" kavM şerifi ile onlar istisna edilmiştir. Amcalar ile ahvali kı­ yas ederek müstesnalara ilhak etmek de pek uygun olmaz. Çünkü amca ile dayı da kardeş kadar yakın derecede olmadığiTKİan bu kıyas ayırıcı yasak olur. En uygunu bunları **Ev beni Ihvanihirme ev beni ehavatihinne*'deki kardeş çocuklarına kıyas etmektir. Üst taraftaki amca İle dayının tam karşılığı alt taraftaki kardeş çocuklarıdır. Ayet-i kerîme işte ancak böyle kıyas-ı fukahâ sayesinde amcalara dayı­ lara görünmek caiz olduğunu ifade edebilir. Bundan sonra, ayet-i kertmedeki ''Gizlemekte olduk­ tan zinetlerl anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasın­ la r." cümlesi, kadınlann sokakta yürürken zinetlerinin şı­ kırtısını duyurmak suretiyle nazarn dikkati çekmelerine de müsaade etmiyor ki İslam uleması onların hoşa gidecek tarzda kendi seslerini işittirmekten öncelikle yasaklandıklannı da bu cümleden istinbat ediyorlar. Nasıl ki ezvac-t tahirat hakkında varid olan ayel-İ kertmesi de "M ütevazı bir edâ ile konuşm ayın, lçlr>de kötülük bulunan erkekler ümide düşerter." diyor. Yukarıda yazdığımız mufassal tesettür ayetini en faz­ la kadınlann zinetini mevzu-bahs ederek bu zinetlerin. zu­ huru zaruri olanlardan başkasını örtmeye lüzum göstermiş ve bu surette o zinetlerin yeri olan organları Örtmek daha fazla tazım olduğunu anlatmış oluyor. Çünkü kadın süs eş­ yalarını, yerlerine nisbet ve ittisalden kat-ı nazarla müsta­ kil ve münfasıl bir halde, meselâ kuyumcu dükkanlarında erkeklerin gömesinde tabiatıyla hiç bir beis olmamak la­ zım geldiğine nazaran, mesturiyetin bu zinetlere asılma ye­ rinden neş’et ve sirayet ettiği anlaşılır. Ve bu ifade suretiy­


23i HİLAFET-1 MUA2ZAMA-HSLÂMİYE

le kadıntn azasım doğrudan doğru mevzu-bahs etmeye bi< le yaklaşmamak gibi bir tör sözle örtünmeye riayet olur>arak ntesek^nin Ör>emine tenbih ve işaret buyurulmuş olur. Zuhuru zaruri olan zinetten. kadınlann yüzleri ile enerin­ deki zinet murad olanarak ayetin bu noktası da onların el­ leri ile yüzlerini örtme mecburiyetinde olmadıkJannı delâ­ let etmektC'dir. Bu noktayı biraz sonra ikmaJ edeceğiz. Şim­ di tesettür ayetini bırakalım, biraz da hadîslerden bahs edelim: İslam şeriatının, kadınlar hakkındaki dikkatini göste­ ren hadts-i şerifler sayılmayacak kadar çoktur. Ve manevi tevatürü haiz olmak suretiyle kat'iyyet ifade edecek merte­ bededir. Bunlardan kulağımıza gelen bazılanm aşağıda naki ve teıceme ediyoruz: * *‘K ıd ın setri lazım bir şeydir, (avrettir) açığa çı­ karsa şeytan onu gö ze tle r." " A v r e t " , hududun geçit noktası mamasına da gelir, ve hadîs-i arifte bu manada yakışır. * "B e n d e n sonraya kalan ve erkekler için en mühim bir tehlike teşkil eden nıesele, kadın m eselesidir." * " B ir erkek ne zaman bir kadınla yalnız kalsa m ut­ laka şeytan üçüncüleri o lu r." e "Nam ahrem kadmlann odasına girmekten sakının. Ensardan l>ir zat, kadının kayın biraderi veya zevcinin diğer akrahasırıdan biri hakkında r>e buyurursunuz? di­ ye sordu, ( evabında, bu da ölüm kadar tehlikelidir, bu­ yu ru ld u ." * "K itd ın yanında ntahremi olmadıkça r>e sefere çıksın, ne de yanma namahrem bir erkek g irs in ." * "Kadınlara yolun ortasından gitmek yasaktır." * "K ad ınlar ne selam verirler, ne de kendilerine selam v e r ilr ." Alafrangada selâmdan başka kadının eli de Öpülür. Garp medeniyetinin, adab-ı muaşeretirte medhaJ ittihaz et­ tiği bu merasimden mahiyetine istidlâl etmek güç bir şey değildir. Ba oiarla yan çıplak kadınları kucaklamak ise bu


HİLÂFET VE KEMALİZM

235

adab-ı muaşeretin müterakki bir safhasıdır. Halbuki bir ha­ dîsi şerife göre möslümanlıkta kadınlar birbirine bite bu de­ rece temas ve yaklaşmaktan memnudurlar. ir **Hangİ kadın ıtriyattan bir şey sürünerek koku­ sunu neşr için erkeklerin olduğu yerden geçerse zaniye d lr." ir **Kadınlartn en hayırlı camii, evlerinin İç buca­ ğıd ır." ir "Camilerde erkek saflarının hayırlısı ilk saftır. Ka­ dın saflannın hayırlısı da son saftır. Onların İlk saffı ak­ sine safların so n u d u r." ir "M üm in haremini ve muharimini kıskanır. CenabI Hakkın kıskançlığı m üminden de ziyadedir." Garp nnedeniyetinde kıskançlık, hissiyatı yükselmemiş insanlara yakışan bir tür nakîse sayılır ki bu noktada İslam Medeniyeti, Garp medeniyeti ite hiç yanşamaz. " B ir beldede hicab-ı zenan ayb olup yine Bir yerde bais-i cemal ü fahr olur bu hal Sübhane men tehayyare fî sun'ihi el-ukûl, Sübhane men bi kudretihi yu'cizu el-fuhûl" diyen "T e rc i-İ Bend"İn hakim nâzımı Zıya Paşa merhum da bu farkı anlatmak istemiştir. Son zamanlarda asliyet ve asaleti bozulmuş türedi Türklerine fena görünen müslümanlığın bu gibi hususiyetleri aksine bizim nazarımızda if­ fet ve nezahet hâzineleridir. Köstence'nin maruf tabiblerinden Dr. Sarafidi, on beş sene evvel (1913)’lerde olsa gerek/SA) bana: "Türklerle çok vakit bir arada oturduk da iyi adetlerini alm adık..." elemişti. İyi adetleri nedir? Tarzındaki soruma da: "M e se ­ lâ nezafetleıi..." diye cevap verdi. "M edeniyetin ölçü­ sü doktorlarca sabundur, hangi memlekette sabun sarfiyeti fazla ise uygar üstünlük o memleketin hakkıdır." sözünü de ben bu kişiden işittim. Doktorun söylediği nezafet ise şüphe yok ki Türk’e mûslümanlığından gelmişti. İşte İslam Dini'nde bir gusul farizası vardır ki müslüman Türk'ün adını kirleten türedilere bugün şüphesiz bu farı-


236 HlLÂFET-1 MUAZZAMA-1İSLÂMİYE

zada b n senelik ağır bir yûk gibi çekilmez görünür. Hâlbu­ ki Islaniyetin sayısız mefahirinden başka yalnız bir gusul m e s e k ^ bUe akıl ve hikmeti huzur-l ulviyetinde eğtln^eye m ecbu' edecek bir kıymeti haizdir. Arabistan'ın en susuz ve en iımmî bir memleketlrıden intişara başlayan bu din, mûslünanlan ne kadar çok sebeblerle yıkatmak mecburi­ yetinde bulunduruyor. Buna şaşmak gerekmez mi7 Dini­ nin kucretini bilmeyen gafilleri düşünmeye davet ederim. (Yarın, sayı 19, 13 Nisan 1928, sh: 1) .... Müslümanlık hiç bir kimseye doğal İhtiyaçlarından nefsini soyutlayarak dünyayı terk etnrıeyi emr etmiz. Aksi­ ne. evli ik. "Ü m m etim in çokluğu ile ahirette İftihar ede­ rim ." dryen Peygamber Efendimiz Hazretlerinin sevilen bir sünnetiıjir. Ve başka dinlerde olduğu gibi evternnıyenler için İslam Dini'nde hiç bir rûchan ve imtiyaz yoktur. Demek kİ 'linimiz helâlinden istifade hususunda en küçük bir sınır­ lama kcnmasına bile taraftar olmamakla, tabiî ihtiyaçlann hakkını ink&r etmediğini göstermiştir. Tabiatn beşeriyenin başkalarına ait kadınlardan da hiç olmazsa oynaşıp gülüş­ mek tar.!inda istifadeye saik ve mütemayil olmasına gelin­ ce; bu noktada en halis ve en serbest tabiatın istediği şey, herkesin başkalarından istifade etmesi ve lâkin başkaları­ nın kefKİi harknifKİen ne az ne de çok istifade etmemesi merkezindedir. Bu mûrekkeb arzunun olumsuz yönü, kıs­ kançlık dediğimiz haldir ki bu da insanda gayet tabiî ve umumî t)ir histir. Bu hissin tadilini iltizam eden Garp me­ deniyeti, herkesin, biri birine ait olan şehvanî hukuktan kar­ şılıklı.... kalbin hazzını ve ruhun şerefini rencide eden bu manevi «îzaya rıefsini alıştırmak mukabilinde fazla maddi ihtiraslar temin ederek ve özellikle ruhu hırpalayan ve kü­ çülten ct*)6tin adab-ı içtimaiye halirKİe müştereken ve mütekabıier herkese taksim ve tamimi sayesinde önemini tah­ kike çalı-‘?arak Garp Medenlyetl'nin yardımının eklenme­ siyle beş>îriyet İçin zevkine bakmak ve manevî zarara o ka­ dar ör>en vermemek tarzında mûsbet tarafı menfî tarafa galip ve ınuhdes bir sabit yol kabul edilmiştir Eğer işin İçin­


HİLÂFET VE KEMALİZM

237

de Garp Madeniyati gibi nüfuz sahibi bir vasıta olmasaydı, insanlıkta bu muhdas anlayış tarzı kabil edenler İçin yûz karası sayılmak derecesinden ileriye geçemezdi. Hele nef­ sin hazzı meselesinden fedâkârlık ederek İzzel-I nefs tara­ tma önem vermeyi tercih eden necîb ve nezih İslam anla­ yışının gerektiği tesettürü suçlu ve kabahatli çıkarmak de­ recesinde dinsizlerin ve yavuz hırsızların cesaret durumu almasına tasavvur İmkanı edilemezdi. Islamiyetin nokta-i nazanndaki ulviyet ve fezilet İnkârı kabil olmamakla bera­ ber insanın hürriyet çizgisi, diğerlerinin hukuk ve hürriyeti ile çatıştığı n o k ta ^ derhal tevkif etmek gibi mazbut ve mütearif kurala da uygun olarak, şehvanî ihtiraslara verilen fazla hürriyetle iffet meselesinde herkesten biri birine kar­ şılıklı ve kısmen hak çizilmesi suretinin mutazammın olma­ sından hali kalmayacağı anarşiye Müslümanlıkta müsaa­ de edilmemiştir. Serbest ve kamoa muaşeret hayatına heves edenle­ rin bir iddiası vardır Bu hayatta kimse kimsenin haremine fena gözle bakmaz. Ve fena bir duygu ile dokunmaz. O mahzurlar medeniyet adâbı ile eğitilmemiş, duygusu incel­ memiş adamlar hakkında carîdir. Binaenaleyh bu hayatta kimseden kimseye hak geçmek ve hak hududuna kısmen tecavüz vaki olmak mahzuru var değildir. 1813 Numaralı "Karagöz'* gazetesinden (1 Ağustos 1341/1925, ah: 3) vaktiyle bir yazı saklamıştım. Yeni hayat muaşeret hakkındaki iddiaya açıklıkla tercüman olduğu için o satırları ay­ nen buraya geçireceğim. Okuyuculanm. "K a ra g ö z " gibi adi bir gazetenin yazılanna görüş dayandınlır mı, demesinlerl Çünkü söytiyen kim olursa olsun, yeni hayat erbabının görüşlerini açıkça söylüyor, ve bunu dikkate şayan bir ma­ haretle müdâfaa ediyor. Bir de gerek yeni Türkiye'de ve gerek orasını taklide heveienen komşu muhitlerde en faz­ la intişar eden "K a ra g ö z " gazetesi olduğundan, yeni ha­ yatta halk kitlesinin en fazla sözlerini dinlemeye rağbet gÖs-~ terdiği bir yol göstericiye söz hakkı vererek onun sözleri üzerine görüş yürütmek kadar tabiî bir şey olamaz, önce


238 HİLÂFET İ MUAZZAMA-! İSLÂMİYE

halk basınırKlan bah$ edilim. sonra Türkiye'deki yeni fık> zoflann sözlerini de münakaşa zeminine çekeceğiz. *‘A!ılat'tan arm u da " başlığı altında bu meseleye da­ ir yazdığı satırlarda "K a ra g ö z " şöyle diyordu: "D c ğ ru lâf .stermislntz? Biz çok fena zamanda dün­ yaya gelmişiz. Ya bundan 70-80 sene evvel gelmeliydik, yahut de bundan 20-30 ytl sonra, biz şimdi nsedeniyetle. yeni hayatla eski hayat arasında bocalayıp duruyoruz. Ama herkes k^n söylemiyorum. Daha çırkeften atlarken destur deyen ecinli meraklısı biçare erkeklerle sokakta gördüğü komşusına yüzünü göstermemek için eteğini kaldıran za­ vallı kadınlar var. Bunların yola gelmesi için daha yıllar is­ ter. Benim dediğim şöyle yeni hayata giren veyahut girme­ ye hazırl.ınan gertçler veyahut genç ruhlu yakılar delidir. Bunlar no büsbütün alafranga olabiliyorlar, ne de eski usul yaşayıştı kalabiliyorlar. Böyle ikisi ortası yaşamak ne fe­ nadır, bil r misiniz? Fakat ne olursa olsun dünya değişti. Herkes yavaş yavaş medeniyet yoluna giriyor. Ve yine doğ­ rusunu islerseniz, hayata girince inceliyor. Daha insan olu­ yor. Gözü etrafı başka türlü görüyor. Yani medenî oluyor. Tecrübesi kolaydır. Meselâ kadın diye evdeki aşçısı ile ka­ rısından. komşu hacı nine ile çamaşırcı dududan başka kim­ se görmeyen, evinde entari hırka giyip ayağına şiptik mer­ can terlik er geçiren başı takyeli bir adamı şimdiki (mond) denilen kadınlı erkekli bir topluluğa getiriniz. Adamcağız karşısında ve etrafında bıngıl bıngıl çini çıplak hatun kişi­ leri görünce örKe utanır, ktzanr. sıkılır, sonra nefs-i emmaresi galete çalar canlanır, şahlanır ve çoğa varmaz öyle ır hareket yapar ki halis muhlis bir ahlat olduğunu aleme isbat edet. Fakat bir de bu hayat içmde yetişmiş bir adamı düşünün. O meselâ denize girer, çok güzel kadınlar gö­ rür, fakat bunu görmeye o kadar alışmıştır ki aklına ne şey­ tanın iğvası gelir, ne de nefs-i emmarenin sevdası. Sonra bu adam, meselâ bir salonda yine açık ve çıplak kollu ha­ nımlarla vücut vücuda, göz göze, diz dize dans eder, fa­ kat yine söylüyorum, vücudunun bir kılı titremez. Aksine


HİLÂFET VE KEMALİZM

239

Kadına karşı olan zayıf damarı böyle böyle idman eder, pi­ şer. nefs-i emmaresi terbiye görür. Binaenaleyh yeni ce­ miyet hayatı dediğimiz hayat, hem eğlenceli hem rahat hem emniyetli: Geçen hafta bu hayatta pişen bir adam söy­ lüyordu: Geçen gün bizim hanım, erkek aşçının yanına baş açık çıkmıştı. Canım sıkıldı. Bir daha yapma, dedim. Bu adam hatunu her akşam ahbaplarına çıkarır, dans ettirir, yalnız bırakırdı. Onun için merak ettim: -Neden dedim, herkese çıkarıyorsun ya! •Herkes başka. Benim çıkardıklarım-yeni hayatta ye­ tişmiş kadına hürmet etmeyi bilir insanlardır. Halbuki aşçı Tosun, kadını armut gibi yenen bir mahluk bilir, o başka­ dır. o başta. Ona hak verdim. Hakikaten bu hayatta pişmek, terbi­ ye görmek, ahlatiıktan aşılı armut haline gelmek lazımdır, lâzım." Yeni hayatta yetişmiş ve ir>celmiş adamları deniz ke­ narında "ü ry a n püryan enfesu'n-nefais kısmından g ü ­ zel kadınların karşısında aklına şeytanın İğvası, nefs-i em marenin sevd ası" gelmiyeceği ve " b ir salonda açık ve çıplak kollu hanımlarla vücud vücuda, göz göze diz dize dans ederken vücudunun bir kılı titrem iyeceği" hakkındaki teminat iddiaları tekzip için aynı numaralı ga­ zetenin aynı sayfasında r>eşr olunan şu manzumeyi: " E y kân*, bilirsen, gel etme nazı. Mızrabı al hele, eline yahu! Ben koşma söyleyim sen de çal sazı Bülbüller tünesin teline yahu! X

Gördüğün güzeli zannetme kızdır, İyine gelirse al, götür, sızdır. Amma ki dul için bu işler vızdır, ve lâkin dokunma geline yahu! X


2A0

HlLÂFET-tMUAZZAMA-IISLÂMlYE

öytet-j vardır ki.... seçilmez aydan. Bazısı binici, hoşlanır taydan, Öyle bir sıçrar ki sanırsın yaydan. Zenb»rek koymuşlar beline yahu! X

Kimisi Kimisi Kimisi Bayılır

cazibtir bir güle benzer. kokulu, sûnbûie benzer. şakraktır bûlbûie benzer. bitersin dHine yahu! X

Bu ai-nn kızlan yamandır yaman. Geçe se eline bir güze aman, Vang n çıkartırsın, davranıp heman. Sakın ha basma sen piline yahu!" Okunr ak yeterli ise de yeni hayat tell&llannın yalancı­ lıklarını daha iyi yüzlerine vurmak üzere onlara diyeceğiz kİ; insanın nefsi bir lezzet için.... salonlarda dans ederken vücud vücuda göz göze, diz dize gelmenin ne faydası var­ dır? *'KanıgÖz**ûn dediği gibi Öyle bir cemiyete yeni giren adam ilk önce **bmgıl bıngıl çini çıplak** kadınlardan uta­ nır, kizanr sonra alışır, yani utanmayı kaldınr. Çml çıplak kadın erkek göz göze, diz dize, vücut vücuda gelmekten maksat; incelmiş, medenileşmiş dediği adamlarda olduğu gibi vücudun bir kılını titretmek midir, yoksa vücudu teme­ linden harokete getirmek midir? *'Mond" hayatı icat eden­ ler, kadınlerm erkekler üzerinde ve erkeklerin kadınlar üze­ rindeki etkisini izale etmek ve iki cinsi biri birinden müte­ hassis ve mûtelezziz olmayacak bir hale getimek İçin mi icat ettHefl Rica ederim insanı ahmak yerine koymasınlar! Vakıa çok kadın görmek ve çok kere onlara temas etn>ek bir tür göz tokluğu husule getirir. Yeni hayattaki emniyet savunucularının mugalatası da bu kurala dayanır. Lâkin bu­ rada dikkat olunacak gayet mühim bir nokta vardır ki ka­ dın erkek nûnasebetini yalnız açık saçık görüşmekden ve dans vazıy etindeki azanın temasından ibaret kalırsa bu ha­ lin tekerrürü cinsî eğilimleri teskin ve tatmin etmez, aksine körükler. Kedin erkek münasebetini bir merhaleye kadar gö-


h il â f e t v e

KEMALİZM

241

lûrûp orada tevkif etmek üzere ne kadar fazla tekrar etseniz, ne kadar fazla tenevvu' ettirseniz bununla nefsinizi Kan­ dıramazsınız. Belki daha ziyade susatmış olursunuz. Eski bir Arap şairinin şu beyitleri çok manidârdır: ‘ ‘Gdzlerini kalbine öncü olarak Kapıp salıverirsen, g ö rd ü rü n şeyler Seni huzursuz eder. ö y le şeyler görürsün kİ Sen onlann ne tamamına kadir Ne de bir kısmı hakkında sabredici değilsindir.'* Eski bir Türk şairinin de: "Y e tm e z mi temaşa-İ cemal? Elde sunarsın. Ey aşık mahşerde buldukça yu na rsın ." dediği gibi dünyada, bir kısmına muvaffak olduktan sonra onunla yetinip ilerisine gitmekten müstağni kalınmayacak bir şey varsa o da kadın erkek temas ve yaklaşımıdır. Bi­ naenaleyh yeni hayatta altşıkltkla şeytan abasının ve nefs-i emmare sevdasının etkisi kalmayacağı tarzındaki teminat davaları bâtıldır. Evet, yeni hayatta çok kadın görmek ve çocukları ile vücut vücuda oynaşmak alışkanlığı yüzünden cinsel eğilim­ lerde bir tür ülfet ve ûnsiyet duygusuzluğu ve göz tokluğu husule gelmesi bir şart ile kabul edilebilir ki o da bu mukaddemata doğal sonuçlarının İnzimamıyla cinsî ihtiyaçlar­ da yeni hayat adamtan hızmı almış ve doyma noktasına gel­ miş olmak şartıyla... Bu manaca alışılıklıkta göz tokluğu bu­ lunabilir. Halbuki o suretle " M o n d " hayata iffet temin et­ memek, teminatsızlığı teminat yerine kabul etmekten farkı olamaz. Asri erkeğin kadınlara karşı gözü toktur, ne saye­ de: görüştüğü kadınlar sayesinde değil mi? Görüşmediği kadınlar sayesinde görüştüğü kadınlara karşı gözü tok denilebilseydi. bunu hakikî teminat halinde kabul edebilirdik. Kadınlı erkekli sosyete hayatı savunuculanndan her zaman işitilen mugalatanın tahlili işte budur. "K aragö z"cO yazar bu hayatta hem emniyet, hem de eğlence var demiyor muy­ du? Bu iki tabir, biri birine nakz için kifayet eder.

F.13


:!42 HİLÂFET İ m u a z z a m a ! ISLÂMİYE

Hikâyedeki alafranga adamın a ^ ı Tosun'dan karısı­ nı kaçır nasırta gelince; bunun nüktesini, herkese bth bh rinden cMOnç istifade temin eden sosyete hayatına dahil olmak k;in aşçı parçasının içtimâi mevkii müsait olmama­ sında a amalidir... Şu sözlerimi, alafranga muaşeret hayatı hakkında gö­ rüş yürütürken fazla suizanna kapildıj)tfna atf etmeyiniz. Be­ nim. *'Dint Mücedditler*' adır)da. basılmış ve lâkin nüsha­ ları Türkiye'den muhaceretimizle ast hükümetin eline ge­ çerek n«)şr olunamamış bir eserim vardır. Tesettür mese­ lesini o lâtabta entr)e-boyuna tetkik ederek kadın erkek karmaşasır daki fenalıklara mani olan Islamt tesettür yerine o fenalıkltra karşı yeni hayatta siyah bir tecahul ve tegafut sütresi kaim olduğunu red olunamıyacak deliller, şehadetler ve ithaflarla ortaya koydum. (...) (Yarın, sayı: 2 0 .27 Ni­ san 192S, sh: 2-3) ....... Namazlan kaç vakit kılacağız? Kaç rek'at kılaca­ ğız? Ve nasıl kılacağız? Bütün bunlar Kur'an-ı Kertm'den anlaşılmaz. Hadîsler de mûtevatir olmayınca rte yapaca­ ğız? Bet vakitte kıldığımız namazların dini zaruretlerimiz­ den oldtğunu hangi esaslara bina edeceğiz? Hac nasıl ifa olunur? i-taccm icrasma ve sene içir)deki Özel günlerine varancıya Kadar bütün farz ve ş£ullarını Kur'an-t Kertmeden mİ anladık? Orucun herkes için muayyen bir farz değil de fidye ile Icanşık bir faa olduğunu Kur'arvı Kerîm'den çıkar­ maya çalışan yeni müctehkllef (I) var. Zekâtın ne olduğu­ nu ve ne kadar verileceğini ayetlerden anlayarak tayin ede­ meyiz. Bu meseleler hakkında izahat veren hadis-i şerifler de müte/atirierden değilse ne yapacağız? işte bütün bu şüpheler n köklerini icman ümmet keser. Biz, asr-ı saadette ashab-ı kiram Peygamber Efendtmiz’in arkasında kaç va­ kitte. kat rek'at namaz kıkltklannı, nasıl oruç tuttuklarım, nasıl zekât verdiklerini, nasıl hac ettiklerini ve bu hususta ulemanır icma ettiği noktaları nesilden nesile bizlere ka­ dar ulaşan büyük bir tevatürle biliyoruz Hem şüpheye ma­


h il â f e t v e

KEMALİZM

243

hal olmayacak surette biliyoruz. Çünkü Allaha hamd olsun, dinimizin ahkâmı zıyaa, nisyana, veya tahrife uğramamış­ tır. İslam Dini kadar ahkâmı mahfuz ve mazbut bir din yok­ tur. Bunun için sarf olunan himmet akıllara hayret verir. Her asırda telif edilen binlerce fıkıh kitabını açarsanız İslam Di­ ni hakkındaki bilgilere ait olarak asr-ı saadet ve asr-ı ashabtan başlayıp asırların üzerinden akan muazzam bir te­ vatür nehrinin zamanımıza dayandığını görürsünüz. Hem bu tevatür, yukarıda da söylediğimiz üzere alelade bir te­ vatür değil de her sısrın havas ve münevverlerinin tevatü­ rüdür. Onun için şimdiye kadar aklı başında olan her müslûman dininin teessüs etmiş inançlarını, ahkâmını gerçek­ liği apaçık kaziyeler halinde biliyor ve bunları iki manasıy­ la tanımakta hiç bir şüphe ve tereddüde düşmüyordu. Bu suretle, havasın tevatürüne avamın ve daha münasip ta­ birle umumun malûmat ve tevatürünü de İnzimam etmişti. Icmaa dayalı şer'? ahkâmın böylece tevatüre dayanarak dinî zaruretler sırasında girmiş olanlardan herhangi birini tanış­ mamak, istihfaf etmek. İslam Dininin ahkâmından olduğu şüphe götürmeyen bir şeyi inkâr ve istihfaf etmek olduğun­ dan müslümaniıkla telif kabul etmiyecek ve kalbin tasdiki­ ne aykırı ve zrt düşecek bir küfür sayılıyordu. Zamanımız­ da dinsizlerin, hakkında ayet yoktur, diyerek itiraza kalkıştıklan bir çok şeyler de hep bu kabildendi. Yani hakkında ayet olmasa bile bu ahkâmın dinde yazdığı başka bir yol İle, yani icma ve tevatür yoluyla sabit olmuştu. Zaten hak­ kında ayet olması da İslam Dini'nde mevcudiyetine kana­ at getirmek için lazım olacak değil miydi? İşte bu kanaat başka vasıtalarla hasıl olmaktaydı. Nitekim tesettür-i nisvan gibi, teaddüt-i zevcat gibi son asır dinsizlerinin tenki­ dine ve belki takbihine maruz olan meseleler de bu meyana dahildi. Yani bu tenkitler ve o tenkitçiler İslam Oini'ni tenkit ve takbihe yönelik olarak, bu dinî his samimu’lkaib tasdik etmek iddiasıyla kabiM telif olamaz. İtiraz eden­ lere sorarsanız "H ica p ayeti, ezvca-ı tahirata mahsus­ tur.'* diyerek umumi surette tesettür-i nisvanı kabul etmek


Z t4

HİLÂFET İ MUAZZAMA-IİSLÂMİYE

istemezk-r. TeaddOt*) zevcâtı da, haMondaki ayetin adalette meşrut olduğuna, d t ^ bir ayetin de zevceler arasındaki adaleti b>zucu gibi gösterdiğini zannederek Hgâya çalışır­ lar. Onlann gerek tesettür-i nisvan ve gerek teaddOt-i zevcat ayetlori hakkındakl iddlaian da hiç doğru değil ya, fa­ kat şimdi tabiî biz burada onun isbatıruı girişmiyeceğiz. T e ­ settür kom şunu yukarıdan beri tetkik ediyoruz. Teaddût-i zevcat'ı (la bir sırasında irad ederiz. Şimdi şunu söylemek istiyoruz ki ayetlerin delâletinden kaçamak noktalan ara­ salar da fayda vermez. Çünkü İslam Dİni'nde tesettûr-i nisvan'ın da teaddüt-i zevcat'ın da vücudu icma-ı ümmet de­ liline dayalı olarak münakaşa götürmiyecek surette malum olan dinî zaruretlerdendir. Ayetler kendi za ’mlannca te'vfl etseler bi e icntaı te'vfl edemezler. Buna hle girmez. UsuM fıkıh ulerrıasının **lcma, ayet ve hadise takdim o lu n u r." tarzındaki kartaatlarının hikmetini ben vaktiyle anlayama­ mıştım. Z.ımanımtzdaki dinsizlerin hüsn-i niyete m a h ^ ol­ mayarak bu meseleler hakkında kafalan kanştırmaya çalışmalan o kuralın hikmetini bana anlattı. Şimdi onlar, ayet­ leri eğip bükerek arzulanna göre istedikleri kadar mana ara­ sınlar. Beri taraftaki icma-ı ümmet açıklıklarına karşı nasıl çare buUkcaktar? Onlara kalsa Ramazan orucunu bile Kur'arvı kiedm'In ayetine istinaden ilga ederek onun yeri­ ne fktye-i savm*ı ikame edeceklerdi. Lâkın boşuna yorUmasınlar! Ramazan orucunu farz-ı kati olduğundan müslümanlann şüphesi yok ki Kur'an-ı Kerim'den, başka bir ka­ çamak yolu çıkarıp da onlan şüpheye düşürmek kabil olsun! ömûderini Kur’ann Kerim in lâfız ve manâlan arasın­ da geçiren ve Kur’arn Kerim ke beraber Cenab-ı Peygam­ ber EferKJimiz’in kavli ve fiilî sûnnetlenni ashaba kiramın telâkki ve teamülünü göz önünde tutarak ş e rl meseleler üzerinde İcma ve ittifak ile görüş bildiren fukahâ tabakalan. bugüiH kadar Kur'arvı Kertmedeki fidye ayetini görme­ diler de ayet ve hadîsleri uzaktan işiten bugünün iki bucuk sahte mO<iehidi mi bunun farkına vardı? Zaten İcman fukâhânın kitap ve sünnete takaddümünü ifade eden usûl ku-


HtLÂFET VE KEMALİZM

245

raimin kaynağı da icma ehlini teşkil eden ulemâ ordusu­ nun kitap ve sünneti daha iyi görmüş ve anlamış olmaları hakkındaki tabiî kanaat değil midir? Kitabullah’ın nurundan istifade kabiliyeti herkeste bulunamadığından gözü ve kalbı kararmış olanlar Kur'an-ı Kerîm'i bile kendilerine dalâlet ve­ silesi yapabilirler. Kitabullah'ta fena kalblerin hüsranını art­ tırmak özelliği de vardır. Nitekim şu ayet-i kerîmeler de buna işaret eder: K u r’an'dan öyte bir şey İndiriyoruz ki o, mü­ m inler İçin şifa ve rahmettir. Zalimlerin İse yalnızca zi­ yanını arttırır." (lsra/82) "H erhangi bir sure indirildiği zaman onlardan bir kısmı der ki: Bu sizin hanginizin imanını artırdı? İman edenlere gelince (bu sûre) onların İmanlarını artırır ve onlar sevinirler. /Kalblerine hastalık (kâfirlik ve münafık­ lık) onlara gelince (bu sure) onlann m urdarlığına m ur­ darlık katar. O nlar artık kâfirler olarak ö lü rle r." (Tevbe/124-125) İcma-i ümmete çok büyük kıymet veren usul uleması, Kur’an ayetleri üzerinde aykırı içtihatlar yapmaya kalkışa­ rak dinî ahkâmın müslOmaniarın kalbindeki yerlerini sars­ mak isteyenlere karşı büyük keramet göstermiştir. Çünkü bedbahtlar, ayetlerde kaçamak ittihaz ettikleri içtihatlarını icmada yürütemezler. Artık bu sefer de Icmaın hüccet-i kat'iyye olduğunu kabul etmeye kalkarlar. Lâkin onu da kim­ se dinlemez. Alafranga İlmî ziyniyet erbabının en büyükle­ ri ile matbuat üzerinde münakaşa yaptım. Münakaşada da "T e v a tü r, katT beyyir>e olur m u ? " diyenleri, istatistiğe kıymet verirken mantıkla alay edenleri gördüm. İrfan ve ze­ kâ seviyeleri çok yüksek olmakla beraber henüz, mantığı ve tevatürü bilmiyorlardı. Şayet tevatür, esbab-ı ilimden madut ve hüccet-i kat'iyye sayılmazsa, meselâ; Paris'e git­ meyen bir adamın "P a ris "in varlığı hakkındaki kati kana­ ati hangi İlmî sebebe dayanacaktır? Fatih Sultan Mehmet'­ in İstanbul'u feth etmiş olduğunda şüphe edilebilir mi? Ve bugün birisi çıksa da bunu şüpheli göstermeye çalışsa kim-


7A6

HİLÂFET İ MUAZZAMA-! İSLÂMiYE

$e dinlet mi? İşte icma-ı ümmet ile sabit olan ve dini zaru­ retler sırasına giren dini bilgilenmiz de böyledir. Bunların içinde öyleleri vardır ki mûtevatir bulunmadığı ve icrası vûcup mer ebesine çıkmayan sünnet kabilinden olduğu hal­ de. İslan Dini*nde mevcudiyeti icnuH fukuhâ ve mûslümarv ların tevatürü ile kat'iyyet kesb etmiş dinî zaruretlerden ol­ duğu için esasını ink&r edenler ıktâr olunur. Ezan, hitan, nikâh sû'inetleri gibi. (Yarın, sayı: 22. 25 Mayıs 1928. sh; 2-3) H A FIZ İSM AİL Cinayet ve Rüsvaylığı Afaki Tutan (İttihat ve Terakkl)nin Artakalan Bir Paşasından İstimdat Etti. Hilâfet MeselesirKfcn İftira Mezbelesine DüşOyortar. Kem alistlerin yeni Türkiye'de yaptığı gibi. dini, devlet­ ten ayırarak devlet sahasında sözü geçmez ve hükmü yü­ rümez bil hale getımeye esas itibariyle taraftar çıkan Mı­ sır’da yakınlanan "Müsavat** gazetesine karşı 23 numa­ ralı **Yann'*da yazdığım uzun makale ile ona takaddüm eden makalelerinde, bu mesele dinsizlerin müslümanlık aleyhinde kurulmuş hairtce bir düzenleri olduğunu, çünkü devlette etkisi kalmayan dinin, halk arasında da haysiyet ve İtibarı I almayarak zevale yüz tutacağını ve müslûmanlık ahkâm ndan mühim bir kısmı esasen hükümete düşen genel vaz felerden olmakla, devletin din bağından azade kalması dnmek, daha birinci adımda devletçe yürütülmesi lazım gelen dinî ahkâmın tatil ve ilgası demek olduğunu, ve bunun gibi, İslam Hilâfetinin fikir taraflısı olarak aleme prezante t ^ n bir gazetede tecviz ve terviç edilmesi ka­ dar yakışıksız ve mantıksız bir şey olamtyacağmı enine bo­ yuna isbat ve izah etmiştim. Söze ek olarak; vaktiyle M us­ tafa Kemal tarafından hükümetsiz Hilâfet makamına geti­ rilen Abdülm ecid Efendi Hazretlerİ’nin. o tarzdaki eksik hilâfetleri 2aten sahih olmadığı halde şer*! esaslara vukuf­ suzluk yüzünden, şimdiye kadar gerek İstanul’da ve ge­ rek hariçte bulunckıklan müddette durumlarının tashihe


HİLÂFET VE KEMALİZM

247

muhtaç olduğunu fark edemeyen Müşarünilayh'in. kendi cehaletine *'Müsavat"çt Hafız İsmail Efendi’nin cehaleti de eklenerek, hükümetsiz Hilâfetten sonra. Mümaileyh'in delâletiyle bu kere de dinsiz devlet ve neticede dinsiz hilâ­ fet hülyâları kurmakta olduklarına nazaran Melâfet maka­ mını, o makamın düşmanlarının bile hatır ve hayaline gel­ meyen bir oyuncağa çevirdiklerini vazife gereği söyle­ miştim. “ M ü s a v a f’çı ise gerek kendisine ve gerek onun din­ siz nazariyelerini kabul etmiş görünen Halîfesine karşı er­ kekçe açtığımız dinî ve ilm! münazara cephesine yaklaş­ mayarak namertçesine şahsıma hücum etmekte sadet ve mübahaseden kaçtığını kapatmaya çalışıyor. Kıyıda bucak­ ta bulunan kendisi gibi İslam Dini ve İslam ulemasının düş­ manlarından aleyhime mektublar celb ederek onların, ne­ zih ve kutsal İlmî münazara sahasında üzerime attığı pis çamurlardan medet ve yardım istiyor, işte aramızdaki mübahase ve münazara hesabına son ^‘M üsavat" sayısında okuduğumuz satırlar şunlardır ^'Romanya'dan general Vehib Paşa Hazretleri'nden sabık Şeyhülislam Mustafa Sabrı Efendi Hazretleri'ne ce­ vaben aldığımız mühim mektubdur ki tarafsızlığımız hase­ biyle aynen ve üzüntü ile yayınlıyoruz. Elbadî ezlem! 21 Haziran 1928 Huzur-i alîlerine, Muhterem Bey Efendi Hazretleri, İskeçe'de münteşir ‘‘Yarın*’ gazetesinin 16 numara ve 21 Mart 1928 tarihli sayısında ve “ Hezeyan Toptancılan*’ başlığı ile başlayan makalede imâ suretiyle acizlerini kast eden bazı satırlar tarafından görülmüş ve ge­ reken cevap re'sen baş yazar Mustafa Sabri Efendi'ye ve­ rilmiş olmakla beraber kamuoyuna karşı Mümaileyh’in İfti­ ralarını cevabsız bırakmamak için karaladığım bir iki satır muteber gazetenizin bir köşesine sığdırılması niyazı ile ek olarak takdim edilmiştir. Acizane hürmetlerimin kabulünü rica ve kalbı dostluklarınızın sürmesini beklerim beyim efen­ dim hazretleri. Vehîb Mehmet.


248 HtLÂFET t m u a z z a m a ! ISLÂMtYE

*'l»k<}Ç6*de yayınlanan **Yann” gazetesinin başyazarı M us :afa Sabd Efendiye: Efendim. İslanıiyetin yüce esaslarını r>e şekilde bilip tanıdığımı ekte takdim ettiğim açıklamada göreceksiniz. Bana karşı olan isnadınızdan dolayı ivedilikle tevbe ve istiğfar etme­ niz lâzım gelir. Yok. sizin iman ve kanaatiniz bundan gayri ise. müsiûman olmayan ben değH. sîzsiniz. Şu halde **sl> zin dinin z size ve benim dinim bene.'* der ve geçerim. Ben başlı başına kanaat ve prensiplehmte yaşar bir ada­ mım. Ne Zeyd'in. ne de Amr'ın acz ve meskenet alanına girmekle zafi kıymetimi sol taraf boşluğuna indirmek iste­ rim. Hâvl.tyaniarın hırs, tamah ve menfaat peşinde dola­ şan seciyesiz insanlardan daima uzak kalmak isterim. Di­ lenmek için sizin gibi ne Papa'nm mûlAkat isteyerek adı­ na arz-i vicut eden Kardinai'm dizerim öperim, ne de şevik"lerı dolar>dtrmak için Şeyhülislamlıktan kalma sarı­ ğı atarak başıma şapka giyerimi! Ö züm sözüm birdir. Vic­ danî kanaatini düzme ve fakat renkli cümle ve kelimelerle gizleyen ve saklayanlardan değilim. Bizzat müteharrik ve başkasını.! teveccüh ve teşvikinden müstağniyim. Müslü­ manlığı yalnız kendi nefsine hasr eden gayr-i mûslimlerden nefrot ederim, işte bu kadar. 21 Haziran 1928. Vehîb M ehm et" Yine ı^omanya'dan üç tane sarı çizmeli Mehmet Ağa imzası ite ’M üsavaf'a yazdınlan bir mektubta " Y a n n " ga­ zetesi için, meslek ve meşrebi hervüz belli olmayan hercaî gazete (1) ve benden başlayan y£izar1an hakkır>da da, ma­ zileri malum odun yastığı, tabirleri kullanılıyor. Ve işte sırf tarafsızlığı hasebiyle (II) yayınladığı bu mektubiarta Müsavatçı Hafız İsmail Efendi aramızda açılan din ve devleti ayırma iirr î münazarasında bahsi kazanmış oluyor. Yanyalı bir İttihatçı general ite Oç RomanyalI 0) san çizmeli Mehmet Ağamdan kurulu olan halt û akt ehlinin karan ile di­ ni devletten ayırma davasının isti'naf ve temyiz olarak so­ nuçlandırılmasına karşı merhum mantık'ın ağzı dili yok ki (1) YokM m ı»rff sdiyoflar?


HİLÂFET VE KEMALİZM

249

*‘(ttvayı kazanırken beni kaybettiniz.'* diye bağırsınl yoK. yokl.. Müsavatçı derdini Vehlb Paça'ya değil, Marko Pa­ şa'ya anlatsın. Ve isterse Enver Paşa'yı da mezardan çı­ kararak bûtûn İttihatçılarla birlikte aleyhime şahitlik etsin! Dini devletten ayırma cinayeti bununla kapatılamaz. Dinin devlet üzerindeki etki ve hakimiyetini kesnoek meselesin­ den benim haysiyetimi kesmek meselesine nasıl atladın a Hafız? Sanki muhtelif renk ve şekle bürünmüş dinsizlerin fiilî ve sözlü her türlü saldınlan karşısında "O n la r, geri dön­ mez dilsiz, sağır ve kördürler" (Bakara/18) vaziyetine dü­ şen Müslûmanlar arasında garip kalan İslam Oini'nin ga­ rip kalan hukukunu savunurken dinsizlerin başına benim kadar belâ olmuş bir adam görülmediğinden, şayet benim kişisel haysiyetimi kırabilirlerse dini meseleler münakaşa­ sında dinsizliğin zaferi sağlanacakmış gibi bir duygu ile Kemaüstlerden başka ittihatçıların ve İ'tilâfçıların dinsizleri de bir ağızdan benim davalarımı, delillerimi bırakıp şahsıma hücum ediyorlar. Buna iftihar ederim ama -velev ki dinsiz­ lerin za'mınca- benim gibi bir acize kalmış olan İslam Dini'nin kimsesizliğine yüreğim sızlamasa!.. Gelelim Vehlb Paşa'nın mektubuna; Ben üç dört ay evvel yazdığım makalelerimin birinde isim tasrih etmiyerek bir İttihatçı Paşa'nın dinsizce fikirle­ rinden bahs etmiştim, isim tayin etmediğimden hücum et­ mek istediğim hedefimin şahıs değil, fikir ve mezhep oldu­ ğu anlaşılması gerekirken Vehib Paşa bunu kendi üzeri­ ne almış. Ben onun ismini okuyuculardan sakladığım hal­ de o kerKfisini fikir ve mezhebinden tanımış. Mezhebinde dinsizlik bulunduğuna nazaran aklı da az olduğu için bu­ na kızmış... Şimdi o kendi kendini teşhir ediyor. Güya ben ona iftira etmişim. Cahil adam henüz iftiranın tûğavT ve ka­ nunî manasını bilmiyor. Hüviyeti meçhul ve İsmi tayin edil­ memiş bir adama iftira olur mu? Dinsizliğini tenkit ederken


250 HU.ÂFET I m u a z z a m a ! ISLÂMİYE

alemden ismini sakladığım adam iftirama maruz kalmamış, korumana mazhar olmuştur. Am a ben onun kim olduğu* nu bılmiyormuşum. Bu da kabahat olmaz ya... Bildtğim hal­ de aleoM» tanıttırmamaya gayret ettim. Tarfzimı kendisine tanıttırmi:} olduğuma gelince, bunun kabahati da bende de­ ğil. dinsulik ve İttihatçılık sıfatlarının ker)di3ir>e intıbakmdadır. Hattc bu sıfatların birisi eksik olsa intibak tam olamıyacağından Vehib Paşa'nin kuşkulanmaya hakkı olamaz. Demek ki Paşalık. İttihatçılık, dinsizlik sıfatlan toplu olarak kendisin-je mevcut ise mesele'de iftira yok­ tur. Benin tarafımdan teşhir de yoktur. Sıfatlar kendisinde toplu olarak mevcut değilse onlardan şah&r^a intikal etmek­ le Vehib Paşa kendi ker>dıne iftira etmiş olur. Binaenaleyh ikinci şıkka göre Paşa bu açık mektubu ile akılsızlığını ve birici şıkk ı göre hem akılsızlığını hem de dinsizliğini isbat etmşitir. İMe böyle dinsizlikleri akiilannın ayağına dolaşan adamlar kendi ellenyle kendilenni mantık tutukevine teslim ederler. Vaktiyle köyün birinde bir adamm balı çalınmış. Bal sahibi kö>ün camiirıde va'z eden hocaya vaazdan evvel derdini an atmış imiş. Hoca vaazın hararetli bir yerinde irv sanların al dığını anlatırken: **Bak, bak! Alemin balını çal­ mış, şimdi gelm iş camide oturuyor, an da başının üze­ rinde dolaşıyor!*' deyince hırsız hemen eliyle başanın et­ rafında bir kovalanuıca hareketi yapmak zorurVulu^nu his­ setmiş ve hırsızlığı meydana çıkmış. İşte Vehib Paşa da hikayedeki hırsız kadar kendini ele vermiştir. Yoksa **Yann" okuyucuları makalemde ismi geçmeyen ve yal­ nız dinsizikji mevzubahs edilen Paşa’nin kim olduğunu bilmiyeceklerdt. Bir de ftira tabirir^ rağmen Paşa'nin o dinsizlikleri ka­ bul edip e mediği mektubundan tamamen anlaşılmıyor. "E k te takdim ettiğim " dediği açıklama nedir? Bize böyle bir şey gelmedi. Mektubunu da "M üsavaf'ta gördük. Mektubta "b a şlı başına kanaatlerimle yaşar a d a m ım ." de­ mesine nazaran da dini itikatlannın sair müslümanların iti-


HİLÂFET VE KEMAUZM

251

katlanna halâ uygun düşmediği aniaşıiryor. Ne hacet? İs­ terse uygun düşsün, isterse açıklamada yazdığı şeyler ehli sünnet ve'l cemaat akidelerinin aynı olsun. Lâkin Vehbi Paşa'yı evvelden İyi bildiğim İçin bana düşmanlığından sırt İslam Dini'ne düşmanlığından ileri geldiğini de iyi bildiğim­ den vad olunan açıklamada mûslüman görülmesi beni İk­ na edemez. Oindâriar, dirisizlik iddia edemezler ama din­ sizlik mezhebi, icabı halinde diyanet iddiasına müsaittir. On­ lar. özellikle İslam Dini'nin uleması aleyhinde şehadet ede­ bilmek için ara sıra müslüman görünmek ihtiyacından kur­ tulamazlar. Değil kılıcı kırık Vehib Paşa, lâ-din! Türkiye'­ nin şanlı paşası bile Türkiye'nin dinini çizmelerinin altında çiğnemiş iken, mûslümanlan aldatmak mevkiinden tama­ men korkutmak durumuna İntikal edemediği cihetle halâ, mûslüman değilim, demez. Belki Vehip Paşa da onun hak­ kında "M üslüm an değildir*' demekten kaçınır. özetle Kur'an'ın tevciz ettiği teaddüt-i zevcatı takbih eden. "İsla m , HrIstiyan arasında kız alıp vermek İşle­ mine Kur'an ntani değildir, din uleması ayeti yanlış tef­ sir etm işlerdir." diyerek ulemalık ve ukalalık satan, ba­ basız çocuk doğmanın fennen muhal olduğunu iddia ede­ rek Hz.İsa'yı Hz.Zekeriyya'nın gayr-ı meşru veledi tanı­ yan, Hicaz Valisi iken Mekke-i Mükerreme'ye gelen sel­ lere karşı engelleyici tedbirler alınması sırasında o zaman Mekke emtri bulunan Şerif Hüseyin Hazretleri'nin mahremane engellemelerinden bahs ederek Zemzem suyu­ nun. Mekke etrafır>da biriktirilmiş yağmur suları sayesinde hactlann ihtiyacına kafi geldiğini ve bunun tükenmemesin­ de bir fevkalâdalik olmadığını söyleyen, yine Hicaz Valili­ ği zamanında kendini Zemzem kuyusuna atan bir adamın cesedini çıkarmak için yapılan araştırmada çeşit çeşit hay­ van lâşelerine tesadüf edildiğini anlatmaya doyamayan Ve­ hib Paşa'nın şimdi mûslüman olduğuna tabit ben inan­ mam. Allah'ın iki tane değeri yüce Peygamberi ile Kur'anI Kertm'de iffet ve ismetine şehadet etliği Hz.M eryem 'l ve mübarek Zemzem suyunu lekelemeye çalışan adam, bu­


232 HlLÂFET-1 MUAZZAMA-! İSLÂMİYE

gün danyanın dinsizteri ite çarpışmakta bulunan Hoca Sabli'yi her htirhangı bir suretle lekeleyerek dinî miıcabede sa­ vaş alanı ılışma çıkarmak gayretini gûdmest bile Vehib Paşa'ntn ihti<1â edemıyeceğine yeterli deütdir. Onun için, mûslümanlığını isbat maksadıyla ek olarak takdiminden bahs ettiği açık aması da çingene delili gibi bir şey olacaktır. Çin­ genenin birisi çeri başlarının ikide birde topluluk adına pa­ ra istemes inden bıkarak, çingene olmadığına dair yan resmi bir yerder kanıt almış. Yine bir gün umumî bir yerde otu­ rurken yanına sokularak para isteyen çeribaşına bu sefer çıkışırcasına: *'6enden r>e İstiyorsun, ben çingene de­ ğilim. İşte çingene olmadığıma dair kamtıml...*' demekle karşılık verince, çeribaşı orada hazır bulunan kişilere hita­ ben: **Efer>diler, sormak ayıp olmasın. Siz çirıgene mi­ siniz?" demiş. Onar da doğal olarak: "H ayır, o r^asıl s ö z." diye ceva|) vermişler. " O halde deliliniz var m ı? " demiş. "D elile rH' lüzum v a ri" diye cevap vermişler. " Y a bu ada­ ma baksanız a çingene oim adığır^ delil gösteriyor." de­ dikten sonra çingeneye dönerek: "D elil almaya neden zo­ runluluk ıfuyduğun anlaşıldı. Halt etme, ver paralan!" demiş! Şimdi gelelim Paşa'nın benim hakkımdaki isr>atlarına; Ben bir kaç sene önce İtalya seyahalırrHİa şapka giymi­ şim. Papa'nın kardinalinin dizlerini öpmüşüm!.. Ortce şu­ nu söyliye/im ki yeni Tûrkiye'r>in dinsizliğinin ilk kurucusu bidunan h:ihat ve Terakki ocağında beslenmiş olarak karı­ lı. yangınlı göçtûrücû. ökkirûcü "harvt ya ğm a " lardan ka­ zandığı se vetle Türkiye dtşır>da bile saltartat hanedânı üye­ lerinden fazla refah İçinde vakit geçiren ve Ankara hükü­ metinin Berlin sefiri Kem aleddin Sami Paşa vasıtasıyla muhalifler arasında İspiyonculuğu idare etmekte olan Ve­ hib Paşa’nın. Kemalist inkılâbından başka sabık İttihat ve Terakki fe>at ve zulümlerine karşı da bütün devirlerinde mücadele eden benim gibi ezefl bir dûşrnan hakkırtda ha­ yır söytemıyeceği gayet belli bir şeydir. İttihatçılar, daha bundan 16 sene evvel sabık mebusluğum zamanında Türk-


Hll-ÂFET VE KEMALİZM

253

rye'den birinci hicretimde Köstence sokaklarında şapka ile gezdiğimi iddia ederek, daha sonra sürgünde öldürdükle­ ri merhum şair Hüseyin Kâmî'yi de: **Evet, ben de gör­ düm İki şapkayı biribiri üzerine giymişti.*’ demeye mec­ bur etmişlerdi, özellikle peygamberlere, Cenab-ı Mer­ yem 'e ve pâk Zemzem suyuna iftira eden Vehib Paşa'nin bana iftira etmesi çok önemsiz kalır. Benim. İtalya seyahatımda Şehzade Nizamüddin Efer>di Hazretleri'nin he­ diye ettiği Astragan Çerkez kalpağını giydiğimi Vehİb Pa­ şa bilir. Sonra kendisi şu anda Köstence'de fesli müslümanlar arasında şapka ile gezmekte olduğu halde beni İtal­ ya'da şapka giymekte ithama kalkışıyor. Halep orada ise arşın buradadır, denildiği gibi, isteyen beni burada, Vehib Paşa'yı da Romanya'da gözleri ile görerek şapkayı kimin giydiğine ve kimin giyebildiğine yakın hasıl etmekle bera­ ber, kendi başında taşıdığı bir kisve ile başkasını lekele­ meye çalışan hayasızı da gözle görebilirler. Kardİnal'In dizini öpmek meselesinde de Vehib Pa­ şa mutlaka kendisinin yapabileceği ve ihtimal ki bil-fiil yap­ tığı alçaklığı kendine benzetme yoluyla bana da isnat et­ mek istemiştir. Vehib Paşa’nin münafıklıkla benim elimi öp­ tüğü vardır. Fakat benimm. ahirete intikal eden bir kaç ho­ camdan başka kimsenin elini öptüğümü gören yoktur. Papa'nın kardinaline gelinceye kadar bir hayli İslam padişa­ hına yetiştim. Cenr>etmekân Sultan Abdülhamîd'in bir çok defa Huzur Dersi'ne girdim. Merhum Sultan Reşad'In tah­ ta ilk çıkışında kendisine musafaha ile bey'at eden mebus­ lar arasında idim. Daha sonra iki defa daha huzuruna gir­ dim. Merhum Sultan Vahidüddİn ite mülâkatlarımın sayı­ sı ise yüzleri geçer. Bunların hiç birinde el etek öpmek gi­ bi bir şekilde mezellet durumunu aldığımı bilmiyorum. Bu saydığım padişahlar şimdi hayatta değillerdir. Mekke-i Mükerreme'ye Mısır'dan davetleri üzerine gittiğim ve orada beş altı ay ekmeğine ve nimetlerine boğulduğum sabık Hi­ caz Meliki Şerif Hüseyin Hazretteri’nin de pek çok defa huzurian ile müşerref oldum. Fakat onurumu ihlâl edecek zer­


25^» HİLÂFET I MUAZZAMA-! İSLÂMİYE

re Kdoar ^anaKlanma durumunu göstermedim. Böyle bir hareketi k>)ndim işlemekten şiddetle kaçındığım gibi bana karşı yapanlara bile kızarım. Ve ben dünyada ne ilmimle, ne amelimle iftihar etmeye ker>dimde hak ve salâhiyet gör­ mediğim tıalde, zamanın bütün basktlanna rağmen onu­ rumu ve kalbimin metanetini bozmamış ve en küçük hak ve hakikat karşısında en büyük kuvvetlere önem verme­ meyi meskık edinmiş olmakla iftihar eden bir adamım. Şertf Hüseyin hazreüeri’nin basında yazarlığa dönmemi uygun görmemektri gibi, fikri istiklâlimi iigitendiren bir sebeble kerv dilerinden izin alarak Hicaz'ı terk ettim. Mısır'a geri dönü­ şümden sonra yalnız hastaiannın sayısı altı, yedi tarteden eksik olma /an aile efradımla beraber yedi sekiz ay tam ma­ nasıyla kuıu tahta üzerinde zaruri bir hayat geçirdim. Oğ­ lum da orada yatakta hasta yattığı için yalnız başıma hem hasta bakK:ıl'k yaptım, hem de Mısır'ın o zamanki Kema­ list basın ile mücadeleden aynlntadım. Fakirlik ve yok­ sulluk sebebiyle Melik Fuat Hazretleıi’ne yahut Mısır'ın ümerâ ve ayanından bir kişiye sığınntadım. Ettim isem söy­ lesinler! Ak;ak İttihatçı paşasından duyduğum, diz öpmek r>e kelimedir, nasıl bir tabirdir? Vakıa ben, Papa Hazretle­ rinin biriciye nazırı Kardinal Gaspari ile görüştüm ve mü­ saadeleri ile Vatikan Sarayı'nı gezdim. Kardinal ite mülâkat esnasırda bir aralık kendisirıtn bacağını bacağının üze­ rine koyarak oturduğuna dikkat ettim ve bunu Şark adab-ı muaşeretine biraz garip bulduğum için ben de öyle bir va­ ziyet almak lüzumunu duydum. Şerif Hüseyin Hazretleri'nin huzurunda bir gün niahdumlan Şarki Ürdün hûkûmdân Em ir A ^ l l a h Hazretteri intiharın bir tür hamaset ese­ ri olduğu fikrini öne sürmüşlerdi. Ben derhal Em ir Hazretleri'nin göriışlerine iştirak edemiyeceğimi söyledim. Baba­ lan da benin fikrimi desteklediler. İntihar konusu bir kere de Şehzade Nizameddin Efendi HazretlerTnin evlerinde Vehib Paşs da hazır olduğu halde açılmıştı. Paşa, Şehzade'nin babiıları Yusuf Izzeddİn Efendi merhum ile baba­ ları mağfuan-leh Abdülaziz Han'm intihar ederek vefat et-


HİLÂFET VE KEMALİZM

255

olduklarını düşünerek bütün kuvvetiye intiharın lehin­ de söz söylemiş ve benimle münakaşayı uzatmıştı. Aynı toplantıda konu, gerek İttihatçıların, ve gerek Kemallstlerin muhalefetiyle tamamen ayrıldıkları siyasî noktalara in­ tikal ederek, İttihatçıların başladığı ve düşman ordulannı PftyH Taht’a kadar ithale mûsaid ve mûeddi olan kötü bir mütareke ile bitirdiği Harb-i Umumi ertesindeki acıklı du­ rumun sorumluluğunu muhalefetin masum omuzuna yük­ letmek suretiyle, muhalefet hükümetine karşı İttihatçılann ve Kemaldlenn kin dolu ağızlarında dolaşan en ağır itham­ ları o mecliste Vehlb Paşa'nın ağzından da işitince tabia­ tıyla aramızdaki münakaşa itidÂlini kaybetmiş ve Vehlb Pa­ şa ile ilişkimizin kesilmesir>e sebeb olmuştu. Utanmazlığın terecesine bakınız ki muhalefeti suçlu gösterme alanında düşmanlarının davasını yerli yerince savunan Vehlb Pa­ şa, aynı zamanda suçladığı muhalefet erkânı arasında bu­ lunuyor ve Ankara hükümeti hesabına yapılan bu müca­ dele. muhalefetle birlikte Ankara'nın zulum ve gadrine uğ­ rayarak vatancüdâlığa mahkum ettiği mazlum bir Şehzade’nin gurbetteki evinde cereyan ediyordu. Vehlb Paşa'nın o günkü küstahlığının derecesi, başta arz ettiğim dal­ kavukluğunun etkisi arasında hakkıyla takdir otunamadığından üzüntü ile ondan sonra Şehzade Hazretleri ile de teması kestim. işte burada da bir çok mülûk ve ümerâ ismi saydım ki kerkileri, hamd olsun, hayattadırlar. Bende alçaklık ve basitlik lekesini görmüşlerse doğruya şahitlik adına; söy­ lesinler! Kardinal GasparI de hayatta olmalıdır. O da söy­ lesin ve isterse beni tekzib etsin! Bundan başka ilim ve siyaset adamlan arasında bü­ yük bir mevki sahibi olan maruf bir zat. üç dört ay önce beni bir İslam hükümetinin himayesinde müreffeh bir ha­ yata davet etmişti. Himaye altında fikir istiklâlini korumanın zorluğundan bahisle teşekkür ve özür diledim. Gerekirse o zatı da şahit gösteririm. Bir olay daha naki edeyim: A bdüln>ecld Efendi Hazretlerİ'nin biraderleh Şehzade Sey-


256 HİLÂFET ! MUAZZAMA-IİSLÂMIYE feddin Ellendi merhuma B eyrut’a geldikleri zaman muh­ teşem evini terk ve tahsis eden beldenin ayanından Ebu'tHayr eFKassar bize de bir ikametgâh isticar ve tefriş et­ mişti. Misafir okşayıcılığının minnetdan olduğum bu zat, Beyrut'ta Mustafa Kemal aleyhir>de yazdığım Arapça ki­ tabın ba^iim ve yayımırujan vaz geçmemi rica tarzında ba­ na bir moktup ^nderm işti. Kitabın neşrinden vaz geçrrıedikten başka bir noktasında bu mektubu mevzu bahs ve tenkit ederek meslek ve metar>etimden fedâkârlık edemiyeceğimı anlattım. Kitabım meydanda, mektup bahsi de içinde, rrıektup saibi otan zat-ı muhterem de ^ y ru t'ta l.. **Bilmiycr8anız. zikr ehlir>den so run uz!" (Yann, sayı: 25. (sene: 2) 20 Tem m uz 1928. sh; 1 vn 4) V E Y L O D A L K A V U K L A R A !.. (I) Kollerının kaba eti gayet zayıf ve yûzûnûn derisi ga­ yet kuvettii bir hasım ile mücadeledeyiz Mü&ıvatçı, aramızdaki münakaşayı, terbiyesizlik ve adilik sahnesine çevirdi. Kendisi. Ankara hükümetinin dini devletten ayırmastna muvafakat etmişti. Biz de bunun müslümanlığa sığmayacağını söylemiştik. Lâkin dünyada ve bil­ hassa bizim gazetelerimizin okunabileceği yerlerde mûslümanlık maatteessüf o kadar gevşemiş, o derece çökmüş ki ona sığmayacak hiç bir şey yok. İşle dini devletten techd ve leb id ederek devletin ba^nı şeriata bağlı bulundur­ mamak fi.<ri en açık bir dinsizlik olduğu halde Müsavatçı gibi henü2 mûslümanlık davasında bulunan bir adamın böy­ le bir fikri müslüman okuyucularının gözleri önünde bana karşı yürütmeye cesaret etmesi. İslam kamuoyunun haya­ tından insanı ümitsizliğe sürükliyecek bir faciadır. Bu faci­ ayı temaşa eden müslûmanlardan kaç kişinin tüyleri ürper­ diğim anlamak merakırulayım. İslam Oini’nin ahkâmı müslümanlar arasında kanun kuvvetini haiz olsun mu olmasın mı? İslamın elinde bulu­ ttan hükümetlerde bu topluluklarda şeriatın hükmü yürü­ sün mü. yiırümesin mi? Diye müslümanlar arasında pazar­ lık yapılsın! Ve Hafız İsmail isminde bir derbeder İslam Oıni’nin devlet üzerinde hükmü yürümemesi tarafını iltizam


HİLÂFET VE KEMALİZM

257

ederek bu fikrini ahır zaman halîfesi olacak zata ahır za­ man müstümanlarının huzurunda satmaya kalkışsın.. Fazla olarak, tarihe geçen büyük İslam Devletlerinde yürürlükte olduğu vech ile İslim Dini'nin devlet üzerindeki hakimiyet hakkının mahfuz kalmasından ibaret olarak bizim savun­ duğumuz İslam Dini hakkında dinsiz Kemalistler kadar suinazar besleyen bu hain herifin Kemalistler ayarında bir kâ­ fir. hem de terbiyesiz bir kâfir olmasına rağmen halâ müslüman okuyuculara karşı bir müslüman gibi söylemeye yü­ zü kalmış olsun! Bu hale ve bu manzaraya ağlamalı mı. güt­ meli mi yoksa kahr mı olmalı, ne yapmalı bilmiyorum!.. Benim hayatım dinî ve siyasî ve bilhassa dinî mücahedeler ile geçmiştir. Kendileri ile basında münakaşa etti­ ğim adamlar ölülerden dirilerden büyük bir topluluk teşkil eder. Allaha hamd olsun hiç bir mübahasede mağlup ol­ madım. Bu keramet de benim naçiz iktidarımda değil, her davanın haklı tarafını iltizam ederek münazırlanma karşı dayandığım hak ve hakikat kuvvetindedir. Ben mutadım ve fıtrî çekicilik ve istidadım vech ile hakka dayandıktan son­ ra karşımdaki hasmımın asrî cbreyanlara ve gayr-i asrî sul­ tanlara. hükümetlere ve ordulara dayanması artık para et­ mez. Ben onun hakkın inayeti ve hakikatle işini bitiririm. Akıl ve mantık huzuruna çıkacak yerini bırakmam.Benimle kalem mücadelesine tutulan nice maruf ve müstesna ze­ kalar görülmüştür ki *‘zor oyunu bozar" dedikleri gibi hak­ kın kuvvetine dayanamıyarak mübahasede yerden yere ça­ rpılmış ve şaşırdığından mantığa saldırmak zorunluluğun­ da kalmış olmakla bu sefer de: "m antık yanılır m ı, yanıl­ maz m ı? " tarzındaki aramızda elbette başarısı yine benim tarafıma aday- ikinci bir münakaşa alanının açılmasına se­ bebiyet vermiştir. Müsavatç ı ile olan bu son mücadelem­ de ise benim tarafımda bulunan hakkın ağırlığı, ondan ön­ ceki mücadelelerime de kıyas kabul etmeyecek derecede üstün ve açıktır. Şimdiye kadar münazaralarımda hiç hak­ sız dava omuzladığımı ve onun mükâfatı olarak asla mağ­ lup olduğumu bilmediğim gibi bu seferki kadar haklı ve mü­


258 HİLÂFET ! MUA22AMA-IISLÂMİYE

nakaşa götürmez bir dava takibi ile vazifeli olduğumu da bilmryofvım. Lâkin insanın münazarada bu derece haklı ol­ ması ve hasmının da o ölçüde tutunacak yeri olmamış yok olanla var olanın güreşmesine benzer bir tür tatsızlık ve nis betsizlil; husule getiriyor veyahut daha uygun bir niteleme ile, birinci hamlede canı çıkan düşmanı boğazlanma htfhırları a*asında lâşesini didiklemek kadar insarta iğrenme duygusu veriyor. Bu sebeble ben. daha başlanırken ve hal­ ta başlanmadan kazanılan ve kazanılmış iken sırf hasmın hayasız'ığı sebebiyle yeni hamle ve darbelere lüzum gös­ teren şu davada, arz ettiğim iğrenmeden zafer neşvesi duy­ maya vakit bulamıyorum. HiU^iet gazetesi tavrviı takınarak oradan akkğı kuvvetle Hilâfetir güç kaynağı olan dini ve şeriatı devletçe kuvvet ve kudret mevkiinden uzaklaştırmaya ve hakimiyetten dü­ şürmeye çalışan mecnun Müsavatçı, cehalet sebebiyle ve belki satioşluk eseri ile baltayı taşa vurmak derecesinde kalmayi|) efertdisinin bastığı dala vururken, zararmm, men­ faatinin re Hilâfet Makamı'mn mahiyetinin farkında olma­ yan eferıdisi de. kalkavuğunun **et-sultan Ibnl sultan ibni sulta n" nakaratı ite mest olarak zaten çürük olan duru­ munun cahil dalkavuklar altında büsbütün oyuncak oldu­ ğunu ve şapkalı mûslûman gibi tanınmaz bir hale geldiği­ ni düşürm eye lüzum bile görmüyor. Devlet dinden aynlacak. yani dinsiz alacak, Abdülm ecid Efendi de hafife sı-* fatıyla bu dinsiz devletin müstakbel reisi olacak! Tevekke­ li en evvelden beri Abdülmecid Efendl'nin hilâfeti sahte ol­ duğunu söylemiyorum. Hakikî halîfe olsa hilâfetin dinsiz devlet riyaseti haline dönüştûrûlmestni tecviz eder mi? Üc­ retli dalkavukluğun *'es-Suttan Ibnl es*Sultan Abdûlmecid Han'a karşı Tokattı Hoca SabrI kim o lu y o r? " deme­ siyle iş bitmiyor ki!.. Mustafa Kemal'in teklif ettiği ve Sul­ tan Vah düddin'in kabul etmediği suitasız hilâfeti kabul eden Abdülm ecid Efendi, sultan değildir kil.. Suttasız sul­ tan oiam^acağı gibi bu hal onun hilâfetini de gayrn sahih bir hale (içtirmemiş miydi? Demek ki hakiki ve ilmi bir teş-


h il â f e t v e

KEMALİZM

259

hîs ile Abdülm ecîd Efendi hiç bir vakit ne sultan olmuş­ tur, ne halîfe! İbn’s-Suttan olduğuna diyeceğim yok! Bil­ farz ve takdir suttan da olsa, halîfe de olsa, evvelce Mus­ tafa Kemal ile sultasız hilâfet meselesinde anlaştığı gibi dini devletten tefrîk ile devlet üzerinden dinin hakimiyetini kaldırmak isteyen mecnun bir serseri ile birleştiği dakika­ da da Tokattı Hoca Sabrf ona şeriatın tokadını indirmek­ ten çekinmez. Hocaların hak ve şeriata dayalı kuvvetleri­ ne ve nasihatlarıne boyun eğmeyi kibrine yediremiyen sul­ tanların Ankara hükümeti gibi bâtıl ve gayr-ı meşru kuvvet­ ler hakkından gelir. Neye düşünemiyorlar ki sabık Şeyhü­ lislam Hoca Sabrİ ile sultasız sabık Sultan arasındaki de­ rece farkı, minberde hutbe okunurken: "Haktan saparsam, beni doğniltun" diyen ikind halîfe Cenab-ı Ömer'le, "E ğ ri hareket edersen seni kılıcımızla doğrulturuz." diyen A 'rabı arasındaki derece farkından büyük değildir. Tartışma konusu olan dinin hakimiyeti sorunu ise, Abdülmecîd Efendİ’nin sultanlığı onun yanında Süreyya'ya karşı serâ (arz, toprak) gibi kalır! Müsavatçı gözünü iyi açsın! Onun bugün dalkavuk­ luğuna kiralandığı ve Hoca Sabrİ ile beraber hocalığı, şey­ hülislamlığı ve müslümanlığı alaya alırken sultanlığını siF>er aldığı Abdülm ecîd Efendi halîfe olarak. Mustafa Ke­ mal hükümetinin tabiiyeti altına girmiş ve İstanbul'dan o hükümetin, kendisini çıkardığı dakikaya kadar Mustafa Ke­ mal'e arz-ı itaat ve ubudiyette kusur etmemiştir. Karşısın­ daki Hoca Sabrİ ise. Abdülm ecîd Efendİ'nin Mustafa Ke­ mal ile istemiyerek arası açıldığı tarihden senelerce evvel Mustafa Kemal’e karşı mücahede bayrağı açmış ve her türlü zorluk ve tehlikelere rağmen mesleğinde sendeleme­ yerek devam etmiştir. Hoca Sabrİ, Mustafa Kemal'in sa­ bık bendesi ile elbette bir olmaz. Mustafa Kemalin sabık bendesinin lâhık bendesi olan Müsavatçı ile hiç eşit ola­ maz. Her hakikatin aksini iddia etmek helak edici hastalı­ ğına tutulan hayasıza bakınız kİ beni Ankara'ya kapağı ata­ mayan hocalardan saymak küstahlığına da cür'et ediyor!


260 HİLÂFET İ MUAZZAMA-! İSLÂMİYE

A zavallı Ankara'ya kapağı atamayan senin efendin AbdülmecM Efendi'dir. Ferîd Paşa hükümeti mani olmasa belki Abdülm ecid Efendi Ankara'ya kaçardı. Hatta oğlu Şehzade Öm er Faruk Efendi, bH-fül kaçtı. Fakat Mustafa Kem al'lr adem-i kabulüne uğrayarak geri çevrildi. Yalarv cılığı da, ftiracılığı da kepaze eden Müsavatçı, Abdülmecid Efenıfi hakkır>da faydalı olmayan bu sözleri bana söy­ letmek iç n mi hakkımda hiç yakışmayacak şeyleri isnada Kalkıştyoı? Ankara. İstanbul'daki Bâbn Ali hükümetiyle uzun müddet mücadele ve münakaşada bulunduktan sonra ilk defa olarak Hilöfet Makamı'na da sesinin perdesini yük­ selttiği telgrafı 1921 başlannda Tevflk Paşa hükümetine çektiği zaman, İstanbul ufuklarını ve Saray muhitini kapla­ yan korku sessizliğini. Hoca Sabri'nin **Makam-ı Hilâfet ve Ankaıa Meclisi'* başlıklı tarihi makalesi yırtmıştı. (x). Bu tarih i'e. Abdülm ecid Efendi'nin İstanbul'dan çıkarıl­ dığı için /.nkara hükümetine düşman olduğu tarih arasırv da tam ûc senelik bir zaman vardır. Daha doğrusu Anka­ ra'ya kamı mücahedede Hoca Sabri ne kadar sabıkiyeti haiz ise Abdülm ecid Efendi de Bâb-ı Ali hükümetine karşı Ankara hükümetinin kuruluşuna hizmette o derece sabtkiyeti hai; bir şahsiyettir. Anadolu'daki Kemalist isyanım daha başmda canlandırmak üzere Mustafa Kemal tarafı­ na iltihak ^ n ilk kafile. ^'Memleket'* gazetesi yazı kuru­ lu ve bazı hükümet memurları ile birlikte İstanbul'dan ka­ çarken m*3zkur gazetenin çıkardığı fevkalâde sayı, İstan­ bul'daki hükümet ve hilâfet makamı aleyhinde veliahd A bdülmecid EfeiKfi tarafırKİan yazılmış uzun bir lâyihayı bay­ rak ittihaz etmişti. Bu meselelerde gerek benim gerek A b ­ dülmecid Efendi'nin durumunu bilen binlerce, yüz binler­ ce insan henüz hayattadır Müsavatçı'nın süpürge çöpûrv den daha zayıf kalemi tarihî zaruretleri değiştiremez. He­ sapsız ve ölçüsüz söylemekle eşi bulunmayan bu hezeyan toptancısı, Anadolu'ya kapağı atan hocaları sayarken on­ ların arasnda gösterdiği Ermenekli Safvet Eferufl'ye de iftira ediycr. Halbuki o zavallı adam. Ankara'nın sevmedi(x) Bu makald için bakma; Sackk At>ayrak; Cumhunvata OoOru/Htlâlalm Sonu. latam>uin9eo. ah 1S-2S


HİLÂFET VE KEMALİZM

261

ği ve İstiklâl Mahkemesi'nde beş sene mi on sene mi hap­ se mahkûm ettirdiği bir muhaliftir. Müsavatçı, **Urfalı Safvet" diyecekti. Fakat mûbahasede yediği ağır darbe­ lerle Hanya'yı. Konya’yı şaşırdı. İşte bu Urfalı Safvet. An­ kara hükümeti nezdinde mevki kazanmak için hep Hoca Sabri'nin düşmanlığından ve kendisini Bâb-ı Meşihat'taki memuriyetinden azl etmesi gibi delil ve vasıtalardan yar­ dım beklerdi. Sabık Urfa Mebusu'nun gazetelerde bu yol­ da yazdığı makaleleri de görmüş olması lazım gelen Müsavatçı'nın beni, benim husun>etim sayesinde Ankara'da mevki kazanmaya çalışan adamlar sırasına koyması heze­ yan toptancılığının şaheserlerindendir. Hafız İsmail namerdi, dinî mübahase dışındaki vası­ talardan yardım dileyerek beni, za'f ve felâket zamanlarında OsmanlI Hanedâm'na saldımakla itham ediyor. Herifin bu noktada apaçık hakikatleri tahrif ite basit zihinleri karıştır­ maya çalıştığını ufacık bir dikkat, takdirde güçlük çekmez. Evvelâ felaket, Hanedan'a münhasır değildir. Vatandan ay­ rılık hasretine biz de maruzuz. Belki biz vatanımızı onlar­ dan bir çok sene evvel terk ettik. Hatta kendileri İstanbul'­ da. biz gurbette iken onlar bizi düşünmüyorlardı, bilet İs­ tanbul’dan çıkarılıp da çoğu üyeleri Beyrut'a geldikleri za­ man Mustafa Kemal duyar diye bizimle görüşmeye bile ce­ saret edemiyorlardı. Yani kendi nazarlarında bile biz A n ­ kara'nın daha fazla kin ve düşmanlığına maruzduk, öyle iken biz onları düşünmekten ve gücümüz yettiği kadar sa­ vunmaktan hiç geri kalmadık. Daha Hanedân'ın felâkete uğramasından üç sene önce İstanbul’da yayınladığım adı geçen *'Makam-ı Hilâfet ve Ankara M e c lls r başlıklı ma­ kalemde Ankara Mecllsl'ne sırf hanedanın hukukuna mü­ dafaa duygusuyla ilân-ı harp etmiştim. Alçak Hafız İsma­ il’in dediği gibi Ankara'ya kapağı atmak duygusuyla ilan-ı harb etmiş olamazdım ya! ikinci olarak; herkes bilir kİ Mus­ tafa Kennal. husumetini ilk önce Hanedân'ın meşru reisi bulunan Halife Vahidüddin'e yönelterek onu lekelemeye, onu ezmeye, maddi ve manevî bakımdan onu kahr etme­ ye çalışmıştır. İşte ben. yedi sekiz senedir o meşru Halîfe­


262 HİLÂFET İ MUAZZAMA-IISLÂMIYE

yi savunma hususunda hiç kimsenin gösteremediği gay> ret ve be^-aleti gösterdim. Hakikati tavzîh ve zihinleri ay­ dınlatmak için Türkçe. Arapça makaleler ve kitaplar yaz­ dım. Ve irşaallah daha da yazacağım. Sade Mısır'da be? altı sene önce Mustafa Kemal aleyhine ağız açılamadığı bir devrece yalnız başıma bütün bir memleket basını ila bahse kor u üzerinde mücadele ettim. Kemalist Mısır'ı en evvel kalemimie ben feth ettim, desem hiç de mübalâğa olmaz. Benim için dünyevî, uhrevt bir şeref teşkil eden bu gazâyı, Kemalist düşmanlarımdan b a ^ , hangi durunnda bulunduklın idrak edemeyen bazı na‘Cir\s muhalif süprün­ tüleri de, halâ Mısır'da kabul yüzü görmemek şeklinde aley­ hime bir ^.ûccet gibi teşhir etmekle bitiremiyorlar. Daha sonra İslam nazarında sukut eden Mustafa Ke­ mal'in vak tiyle merhum Vahtdüddin'e sürdüğü lekeyi de halâ gafil slam kamuoyu sürdürüyor. Halâ, Abdülmecid Efendi üzerinde dolaşan teveccühün kurucusu da Musta­ fa Kemal'idir. İşte Hanedan'a sadakat ve Hilâfet Makamı'na hizmet. Hanedânın başı ve Mustafa Kemal zulüm ve düşmanlığının İlk kurbanı olan Halife Vahidûddın'i, Mus­ tafa Kemsl'in isnadlarından tenzih ve tebriede dayanacak­ tı. Ben bu vaziyefeyi tamı tamına ifa ettim. Hanedân'dan hiç birisi benim bu konuda gösterdiğim gayret ve cesare­ tin yüzde birini gösteremedi. Göstermedikten başka Hale­ fe Vahidüridin'i kötülemek ve düşürmek İçin Abdülmecid Efendi git i Mustafa Kem al’e gizliden ve açıktan yardım edenler bi e oldu. Bu suretle Hanedân'a ihanet edenler, yine kendileri arasında bulundu. Hepimiz İstanbul'da iken. Sultan Vahidüddİn*in damatları Şehzade Öm er Faruk Efendi ile sabık Sadrazam Tevfik Paşa'nın oğlu, Musta­ fa Kemal'in gö zür^ girmek için kayınpederleri aleyhinde birbirleri ile yarışıyorlardı. Gafilleri Hanedân'ın temel taşı yıkıldıktan sonra diğer­ len yerinde kalacak, ve bir kısmı da yıkılanın yerinde yer tutacaklarını sanıyorlardı. Mûsavatçı'nın “ Yaralı Arslanlarl" tabiri ile benim üstüme kıştırtmak istediği bu kişilerin yaralarının üzerinde kendi trmaklannın izi ve cahil doktor


HİLÂFET VE KEMALİZM

263

mahiyetindeki dalkavuklarının tuzu vardır. Bon hak ve ha­ kikat aşk ve tutkunluğu ile acı sözlü bir adam olabilirim. Fakat sefil Müsavatçı'nm isnadı vech ile zaaf ve felâket­ lerinde Har>edân'ın aleyhine dönmek gibi bir na-mertliği ka­ bul etmem. Benden en uzak şey vefasızlık ve nameniiktir. Halâ ölmüş Haltfe'nin hakkını savunuyorum. Müsavatçı gi­ bi haksız birisinin dalkavukluğunu yapmıyorum. Bu sefer ki din ve devtet münakaşasında, namert Hafız İsmail’in sa­ hipsiz gördüğü İslam Dini aleyhinde bulunması ve A b dü l' mectd Efer>dl ’nin buna muvafakatim gösterir bir şekilde sesini çıkarmaması sebeb olmuştur. Mûslümaniar dinsiz Ankara hükümetini devirmeye mu­ vaffak olursa Hafız İsmaH’In istediği gibi, Abdülmecld EferKfI adına lâ-dinf saltanat kuracaklarına, lâ-dinî Cumhu­ riyet yerine İslâmî Cumhuriyet kurulması tercih olunur, de­ miştim. Bu sözümü. Müsavatçı, iki cihetten yanlış anlamış. Birincisi Türkiye'deki lâ-dini Cumhuriyet'in yerine konula­ cak İslam! Cumhuriyet'in hududu, şimdiki Türkiye hudu­ dunun aynı olmak, anlaşılması gerekirken HAfız İsmail, bu İslam Cum huriyetl’nin, Suriye» ve Filistin'e doğru hudu­ dunu genişleterek Fransızların ve İngilizlerin oralardan el çekmesini gerektirmiş olmasından korkmuş! İkincisi olarak da İslam Cumhuriyeti'ni dinsiz saltar\ala terdh edişimden, benim Reisicumhur olmak istedi­ ğimi çıkararak bundan da muhteris olduğuma delil çıkar­ mış. *’Hulefa>i Raşidiyn Mustafa Sabrı r.a.’*diyerek alay da etmiş. Asrilik davasında bulunan Hafız, müslümanca bir şey olursa yenilikçi şekilde de olsa ona mutlaka kızıyor, düş­ man ve muarız oluyor. İslam Cumhuriyeti olsa, ben de Ha­ fız İsmail’in ortaya koyduğu üzere, bil-farz ve'ttakdlr reis adayı olmayı kursam, ne lazım gelir? İşte bu meselede asıl onun işine gelmeyen İslâmî Cum huriyet’tir. Ve adetâ An­ kara'nın bugünkü lâ-dini Cumhuriyeti bakî kalmak, Islâmlsine nisbede nazanr>da da mûraccahtır! Benim Reisicumruriuğuma gelince, bun da. şahsan bana husumetinden zi­ yade, Türkiye’de İslam hükümetini temelleştirmeye çalışınm diye, istemez. Bir de beni Abdülm ecld Efendi'ye ra­


264 HİLÂFET İ MUA2ZAMA-IÎSLÂMIYE

kip göste erek duygulan tahrike çalışmak, dalkavukluk va­ zifesinin gereklerinden görünmüştür. Yoksa asri düşünce ile seçimo bağlı olan herhangi bir makama adaylık koyma ayıp değildir. Eğer adaylann muhterislikle lekelenmeleri ge­ rekirse hiç bir adaya oy verilmemek neticesi hasıl olur. Lâ­ kin Hafız korkmasın, ben Reisicumhur olmak fikrinde de­ ğilim. Ehliyet şartlannı kazanmak hususunda hiç bir eksi­ ğim olmamakla beraber yalnız benim bir halim var: Dalka­ vuklardan hoşlanmam. Bizim memleket ise o metaı pek bol yetiştirmiş. İçerdekilerin halini Türkiye gazetelerinde oku­ yorsunuz. Dışardakileri de görüyorsunuz. Ben Reisicum­ hur olsam, Allah korusun, bu dalkavuk bolluğuna karşı ne yaparım? İnsanlığı ve insanları benim yüce Peygamberim kadar anlayan olmamıştır. O, bir hadîs-i şerifte **Daikavuklann ağzı na toprak saçınız!*' buyuruyor. İşte ben de o za­ man böyle yapmak isteyeceğim ve lâkin buna Türkiye'nin toprağı kifayet etmiyecek!.. (Yarın. 3 Ağustos 1928. sh: 1 ve 4) V E Y _ O D A L K A V U K L A R A (II) (x) Hafu: İsmail’in dini devletten ayırmak meselesir>de son savunmacı; bu meselede kendisi Ankara hükümetinin mez­ hebine tabi olmayıp din ve devlet ayırımı nazariyesinde Arv kara'nın Müsavatçı mezhebine yaklaştığını söylemek gibi gülünç bir iddiaya ek olarak; benim Meşihat Dairesinde çalğı çaldırdığımı, kolalı yakalık ve renkli ipekten kravat taktı­ ğımı, şık potin, pantolon ve smokin giydiğimi, ihtimal ki kol­ tuğumun altında da haç bulunduğunu sayıp sövmeye inhi­ sar etmiştir. Zavallı, bu adî sözlerle aklı sıra münazarayı kazanactkl... Evvelâ, haç benim koltuğum altında değil, devletin başı şeriata bctğiı olmasına "H a d ra m u t” vahşiliği nazarıyla ba­ kan kendisinin alnındadır. ikinci olarak, ben temizliğine mebni kolalı yaka tcü^arım. Fakat lüzumsuz gördüğüm ve mukallid olmadığım için kravat tal<mam. Renkli ipekten boyun bağı renkli bir yaJan(x) Veyl. yalan ve iftira alanlanr>da puyan olarak, kibir ve inatlannan ker>dilerine okt nan ayaln beyyinatı i$ıimefni9 gibi davrananlara!


HII^FET VE KEMALİZM

265

dır. Şık potin giyerim, setre pantolon giyerim. Smokin*! • alelade bir setre olmakla beraber- yakasındaki ipeğinden dolayı giymiyorum. Lâkin teceddüdün kabulü kabul olan­ larını almak kabahat, almamak taassub adı ile yine kaba­ hat olursa ne yapacağız? Sokak potini ile Meşihat Dairesi’nin halılarını çiğnemişim. Ben hangi ayakkabı ile nere­ lere basılabileceğini ayırabilirim. Meşİhat'ta çatğı çaldırdı­ ğıma gelir)ce. oğlumun Meşihat Konağı'nda İcra edilen dü­ ğününde bile çalgı çalınmadı. Maamafih ben amelde ku­ sursuz bir adam değilim. Böyle şeyleri saymakta ne fayda vardır? M ü u v a tç ı kertdisi kusursuz mu imiş? Ben onun şeriata aykırı zararlı yayınları dışında kişisel hiç bir kusur ve kabahatir>den bahsediyor muyum? Sultan Hamîd mer­ humun on liralık kavuktu hadimi imişim. Cenneti olmazsa Allah’a bile ibadet etmez mişim. Kendisi besbelli cenneti olsa da Allah’a ibadet etmeyecek. Daha benim sırtımda Meşihat’ın beyaz kisvesi vahşi kaplan postuna benzemiş. Bu­ nu da. tarihine kalben düşman olduğu Meşihat Dairesin­ deki layık olmadığı dinî memuriyetinden azl edişimden an­ lamış olacak. Particilikle malûl ve geçici Şeyhülislamlığımda (mûebbed mi olacaktı?) lüzumsuz saldırılarla bin bir mua­ rıza çamur atmışım. Her vakit bin bir çeşit dinsizlerle uğ­ raştım zahirt Görüyor musunuz. Hafız Ismairın sadedden uzak, o Ölçüde parlak cümlelerini? Asri Efendinin medeni­ yet ve marifeti dinî ve İlmî tartışmaları, şahsiyata dökmek midir? Anlıyoruz; dinî ve siyasî mühim meselelerin münaka­ şasında hakem olmak yetkisini haiz Türk kamuoyu, Türki­ ye’de Ankara hükümetinin istilâsı altında kapalı olduğun­ dan, dışarda kalan Türk kamuoyunu şarlatanlıkla kendi ta­ rafına çekn^k için gözüne kestiren Müsavatçt, ciddî mü­ nazara usulünü bırakıp kara softa, mürteci, mutaassıp, ve vahşi gibi dinsiz ve terbiyesiz söğüntüterle, adi iftiralarla, kişisel dedikodularla üstünlük sağlama çaresir>e ginşmıştir. Geçen sayıda eli karalı Vehib Paşa'nın ve Romanya’ daki san çizmeli (!) Mehmet Ağalardan getirdiği mektub-


M

H İL Â F F T -I M U A Z Z A M A -I I S L Â M İ Y E

lar. hep acizlere yakışan cimri emellere müracaat ürünü değil miydi? Lâkin bu küçüklük alanında çırpınan Hafız’ı biz daha büyük bir imtihan alanına çekerek, Arapça bir ma­ kale ile m>}seleyi Mısır basınına naki etmiştik. Bu mesele­ den Hafız "M üsavatı Mısır gazetelerine jurnal e tti." di­ yerek kendi sanatına uygun bir tabirle bahs ettikten ve "Mosavai 't kapatınız, kapattm nız." tarzında Mısır ulema­ sına şikayet etmek gibi tenezzül etmıyeceğimiz başı açık bir yalan, ckuyuculanrvn Arapça anlamamasvıa itvnaden aişkanlık üzere üstümüze attıktan sonra, makalemizi yayınla­ yan "e l-A h b a r"ın , üç gün sonraki sayısı ile. Halîfe Hazretlertr)6 saldırıdan dolayı Mustafa Sabrt’yi berbat ettiğini söylüyor, ö ze l bendi kim yazmış, bizim makalelerimize en m uter^ situnlarını tahsis etmek nezaketir>de bulunan "elA h b a r" gazetesi tarafından mı yazılmış? Yoksa yetki sa­ hibi bir im !a ile dışırdan mı gönderilmiş, ne olmuş? Orala­ rını izaha IHafız İsmail hiç yanaşmıyor. Bunlar nasıl kallaş ifadeleridi ? Muhalefet adına uygun görmediği yazıları sö­ züm yabana muhalefet gazetesi olan "M ü s a v a t", muha­ lefetin Şeyhülislâm'} aleyhinde bir delil gibi nasıl ortaya ata­ bilir? Nasıl delildir ki Hafız onu açık alınla okuyucularına şarh ve izah edemiyor? Benim aleyhimde yazılmış bir ya­ zıyı muhak)fete dokunacak diye terceme edememek ne de­ mektir? Musavatçı’nm kallaşlığını bilmeyen okuyucular yal­ nız bi noktaya dikkat etseler kifayet eder. Şimdi biz önice, Hafız'ın g<ızetesinde hem bahs ettiği hem de tercemesini ortaya koyamadığı "b e n d -i m ahsus" kankatürünûn Arap­ ça metnim aynen şuraya naki edelim. Hafız'ın, benim için; "e l-A h b a ı"a yazdığı makalesinden dolayı hak kazandığı ücretini tamamen almış diyerek aleyhimde mal bulmuş mağnbî git<i sarıldığı bu yazıyı okuyucular gözleri ile görsün­ ler ve unutmasınlar ki benim makalemi baş sayfasında ya­ yınlayan "e l-A h b a r", bunu beşinci sayfasının bir yerine sıkıştırmıştır: (Parç.ılanmış Piyon) ("e M .h b a r" m Perşembe günkü sayısında Mustafa


HİLAFET VE KEMAUZM

267

SabrI ismindeki şahsın. İslam Hilâfeti hakkında yalpalayıp iftira ettiği sözlerini yayınlamakla iyi etti. Bu abuk-sabuk ve fahiş sözlerte bu hezeyanca adamın herkese karşı muha­ lefet ettiği hususta hâlâ ısrar etti^ anlaşrltyor. Zaten o yüz­ den bütün Mısırlıların gazabını üzerine çekmişti. el-Ahbar ve öbür gazetelerimiz, onun işgalcilere yal­ taklanması. baskıcıları hoş karşılaması neticesi battığı gü­ nahlar sebebiyle zelil ve hakir bir şekilde vatanımızdan sü­ rülüp Mısv'a iltica ettiği sıralarda foyasını ortaya dökmüştü. Bu isyar)cı günahkâr. İslam diyarır)dan korku içirKİe ka­ çarak Yunan beldelerine gitmişti. Gazetler arada da işle­ diği rezalet ve utanç duyulacak işlerini yazmıştı. Şimdi ise düşmanlarımız bu adamın Hilâfet ve Peygamber Halîfesi hakkındaki ağız dolusu boş lâf ve hezeyanlarını bize karşı kullanıyorlar. Fakat bu ufunetli ve batıl sözlü adamın arka­ sında olanlar bilsin ki o işi bitmiş, parçalanmış bir piyon­ dur, yaptıkları Allah’ın izni ile boş çıkacaktır. “ Sahafi/Bir Gazeteci” ) Aleyhimde ” el-A hbar” a yazı yazarak Müsavatçı'ya yardımcı çıkan, ve fakat ismini koymaya cesaret edeme­ yen bu alçak kişi, muhal efeti kötülemeden beni kötûieyemiyor. Herifin iddiasına nazaran ben. Istanbulu işgal eden ecnebi kuvvetferte birleştiğim için vatanı terke mecbur ola­ rak Mısır’a iltica etmişim. Mısır halkı ve basını da beni tür­ lü hakaretlerle karşılamış ve neticede memleketlerinden koğmuşlar. İstanbul'u işgal eden yabancı kuvvetlerle bir­ leşmek ve daha açık tabirle; Türkiye'yi yabancılara satmak. Kemalistlerin muhalefete isnat ettiği mahut ve merdut bir töhmettir. İşte Müsavat'ın yardakçısı beni bununla, yani muhalefet lekesiyle lekelemek istiyor. Gerçekte önce. İtti­ hatçılara ve ikinci olarak Kematistlere muhalefet bir leke ise ben bunlara tepeden tırnağa kadar bulaşmışım. O za­ manın Kemalist Mıaırfılan da muhalefetin tek temsilcisi ola­ rak beni tanıdıklarından bana hücum etmişler. Mülteciler arasında Hafız İsmail ayarında muhalifler de bulunmuş ise de Mısırlılar onların ne şahsına ne muhalefetine önem ver­ memiş... Bunu ben söylemiyorum, Hafız İsmail'in benim aleyhimde şahit gösterdiği ve muhalefet adına tercemesi-


26:^ HİLÂFET İ m u a z z a m a ! ISLÂMİYE

ni uygun ((Örmediği sözüm yabana *‘ berxFİ maksus'*tan çıkan m ara budur. Burnla muhalefeti de alaya alınmış o)> buğundan Hafız, bunu muhalefet namına tercemeden ka­ çıyor. kaçs rken davul çalmak kabilinden olarak benim aley­ hime şahit göstermekten de vaz geçemiyor. Halbuki mu­ halif mesloğinde bir adam, muhalefeti suçlayan ve ker>dısini muhal sfette hiçe sayan bu yazıyı kıymetli bir meta’ gi­ bi ortaya süremez. Bunun mantıkî sonucu Hafız’ın ya aklı veya mutu tefelin aslı olmadığını gösterir. Herifin benim Mı­ sır'dan ko>'ulduğuma dair olan sözü de yalandır. Mekke'­ den Mısır'a avdetimin dörtûncû beşinci ayında İstanbul'­ dan gelen sabık Hidiv'in validesır>e hitaben **Emlru’şŞuarâ'* unvanını haiz bulunan Ahmet Şevki, *‘eI-Ahram " gazetesiyle neşr etliği karşılama kasidesinde Sultan Vahidüddin ile anti-Kemalist etbaını rencide edecek ağır it­ hamlarda bulunduğundan bir açık n>eklup ile şaire karşı­ lık verdim ^^e bu suretle başlayan ikmcı basın mücadelesi­ ne istediğim kadar devam ederek muarızlarımı akı! ve man­ tık ötçülerinde rezil ettikten sona, çoğalan hasta ailem ef­ radının hiç olmazsa Suriye'ye hava değişikliği yapmaları­ na doktorUir tarafından lüzum gösterilmesi üzerine ihtiya­ rımla Mısır'ı terk ettim. İskenderiye tabiplerinden Lorarv zo, Selim Usan, Artcelidİs, Karbola Efendiler şahittir. Bu noktanın maksat üzerinde olmamakla beraber hakikâti böyledır. Müscvatçı'nın ekâbir dalkavukluğu sırasında geçen sayılarının birinde adına bir başmakale tahsis ettiği şair Şevki Bey de işte, böyle Mustafa Kemal nteddâhı ve mu­ halefet düiimanı olan bir saldırgandır. Halifeyi ve antiKemalist T ürkleri hicv eden bir şairin yıktönûmû ıhtıfalır>e iştirak ederek, pis bir Kemalist ağzıyla **el-Ahbar” da ba­ na söverken hakikatte bütün muhalefete saldırmış olan dm düşmanının sözlerine sevinerek meslek noktasından tam manasıyla bocaladığım ve ne yaptığını bilmediğim göste­ ren Hafız it>mairde. eğer meslek namusu varsa bu kadar anti-karaktor hareketlerden sonra artık muhalefetten ve anti-Kemalistiıkten çıktığını itiraf etmeli, yoksa kendi kale­


HİLÂFET VE KEMALİZM

269

miyle yaptığı birbirine zıt haltlarını onun beyinsiz başına pa­ ralarım. Bir de gazetesinde, maneviyatımı darmadağın et­ mek istiyor, diyerek benden yanıp yakılıyor. Elbette kendi ağzı ile her defasında ayrı bir kapana tutulan muhalefet ve hilâfet sıçanına yapılacak muamele budur. Şimdi Hafız İsmail'in yapacağı bir şey kaldı: İttihatçı Vehib Paşa'dan yardım dilediği gibi. “ el-A hbar” da güya bana hücum ederken muhalefetin ortak düşmanı olduğunu gösteren herifi aramızda hakem yaptığı gibi, en cazibeli or­ ganlarını yabancı bakışlara açan, na-mahrem erkeklerle ku­ cak kucağa dans eden kadınların iffetini haieldâr saymak suretiyle İslam Dini’nin tesettür kanununu savunduğum için, eski Türkiye’nin Şeyhülislâmından çıkan böyle sözle­ ri AvrupalIlar duysalar ne derler? Diyerek beni ayıplama ve alçaltmaya kalktığı gibi, sair dinlere kıyas edilmemek üzere özellikle İslam Dini'nin ana esasları ile telifi kabil ol­ madığına binaen red ettiğimiz din ve devlet ayırımı mese­ lesinde de AvrupalIların hükmüne müracaat ederek İslam Dini'nin akıl ve hikmete bir din olup olmadığına binaen red ettiğimiz din ve devlet ayırımı meselesinde de AvrupalIla­ rın hükmüne müracaat ederek İslam Dini'nin akıl ve hik­ mete uygun bir din olup olmadığını gayr-i Müstimlerin reyi ile tayin etmek... Muhalefet aleyhine İttihatçıları ve Kemalciteri hakem yapan, Müslüman tesettürünü Avrupa zihniyeti ile tenkit vo takbih eden Müsavatçıdan İslam Dini’nin asıl ve esası hakkındaki fikir ve nazarında da gayr-ı Müslim Avrupa'nın fikir ve nazarına tabi olmak hiç uzak değildir. Muhalefet düş­ manlığını, diyanet düşmanlığını her vesile ile ağzından ka­ çırmakta kusur etmeyen bu mûnafıkı artık bizim karşımıza daha açık bir yüzle çıkmaya davet zamanı gelmiştir. Kal­ bindeki Şeyhülislam düşmanlığının benim şahsıma mün­ hasır kalmayarak Osmanlı Tarihi süresince bütün Şeyhü­ lislamlara şamil olduğunu anlatması da müstümanlık na­ mına manidar bir şey olduğu gibi Abdülm ecid Efendi’nin hilâfetine gönül verirken benim siyasî ve İçtimaî mevkiimi


270 lULÂFET-l MUAZZAMAlîSLÂMlYE

alaya alm.isı da muhalefet hesabına nw ıidar bir şeydir. Fa­ kat Abdü mecid Efendi muhalefetin halîfesi değildir. Ha­ kiki halife/e karşı Mustafa Kemal'in çıkardığı ve işini gör­ dükten $o*ıra batırdığı acayip vazıyetteki bir kişidir. İşte ben, tarihte ge;en bütün Osmanlı Halîfeleri hakkında hürmeti muhafaza ederek yalnız bu zatın gayrn sahih olan yerini tanımıyorum, ki bu hareket. Müsavatçı'nın bana ve bütün ŞeyhûlisU mlara hücumu ölçösünde bir haddim bilmezlik teşkil etmez. Müsavatçı'nın din ve devlet ayırımı meselesinde din­ den çıktığını söylememde de kendisinin gücüne gitmesi­ ne rağmerı hiç bir aşmiık yoktur. Şeriat memurlanndan hoş­ lanmayan adı geçen ayınm ite şeriatın devlet üzerindeki hakimiyetini ilgaya tarahar olan Hafız'ı sade şeyhülislam­ lar değil. t>ir na'tında: İkrar-ı kâfir İst zi şer’ tü İnhiraf Burhan güm reh İst bi-gayri tü iktidâ” diyen Fuz j II gibi. İslam şaiderinı bile tekfir edtyor. Namık Kemal merhumun üstadı dünkü Şinasi de "A cım a z kes­ tiği parm ı k şer’in " diyerek şeriatın hakimiyetini yücelti­ yor. A z vakitte Türkiye'yi istilâ eden dini cehalet. Hafız tsmail gibi k<)ndısıne alimlik, vaizlik mertebesinde gören ya­ rım alimlerin, düne kadar İslam ulumâ ve şairlerince t^linen en açK. en kat! dinî meseleleri yadırgamasına ve an­ lattıktan S(ınra da anlamamasına sebeb olmuştur. Müsürnanlıkta din devletten ve devlet dinden ayrılma­ yacağını anlatmak için makalelerimizin birinde. Rasulullah'ın irtihrlini müteakip Sıddık-ı Ekber'ın hilâfete seçimi­ ni ashab-ı IJramın, Rasul-i Ekrem Efendimizin ölüm hasta­ lığında Met;cıd-i Nebevî'de namaz kıldırmayı emr etn>esınden çıkarmış olduklanna nazarn dikkati çekmiştik. Hafız, bu meseleye ait olan şu mühim istidlâlimizi. önce İslam Tari­ hinden noksan bir kopya tabiri ile alaya almaya yelteniyor. Halbuki bu istidlal benim kendi malimdir. H»ç bir yerden kopya edilmemiştir. Müsavatçı kopya tabirine layık sözleri kendi yazılarında arasın! İkinci olarak Hafız, Sıddık-ı Ekber gibi İsi sm halîfelerinin bu en büyük örneğinin seçim


HİLÂFET VE KEMALİZM

271

şeklini ve Hulefa-İ Reşidinin hükümet şekillerini tam bir ör> r ^ sayılmasma layık görmemeye bile cür'et ediyor. Hulefa* i Raşklîn'in hûkümedeh. yani bizim istediğimiz dinî hükü­ metler, cumhurî, derrK>kratik sıfatlarla nitelenemezmişl Öyle ilkel hükümetler, şu asrın gelişmiş hükümetlerine benzetilemezmiş. İslamdakı o geçici hükümet, Peygamberin ve­ fatı ile sarsılan İslam birfi^ni korumak için kabul edilmiş geçici bir şekil imiş. H z.Ebu Bekr ile Öm er et-Farûk za­ manına inhisar etmiş, ve sayısız ayrılma ve ihtilâflara kaynek olmuş imiş. Burada da başından büyük sözler söyle­ meye heveslenen Hafız. Ebu Bekir ve Ö m er Hazeratım hilâfet makamına getiren seçim tarzını son zamanların cum­ hurbaşkanı seçimlerine nlsbetle kusurlu, gelişmemiş sa­ yarak CenabH Peygamber'den sonra İslam'ın en büyük iki kişisi üzerinde akt edilen hilâfet seçimini hemen hemen sa­ kat ve gayr-ı meşru' göstermeye cür’et ediyor. Avrupa me­ deniyetinin yaldızlı ve aptalca şekillerine kendini kaptıran Hafız'ın güdük aklınca Ebu Bekir ve Öm er Hazeratı'nın seçimlerinden daha doğru ve hak ve hakikate daha yakın sayılmaya lâyıktır!.. Halbuki bu seçimde tam rey alan Türk­ iye Reisicumhuru, şekilden kat-ı nazara hakikatte yarı ya­ rıya rey almaktan bile çok uzaktadır. Başka yerlerdeki se­ çimlere de cebr ve zorlama kanşmasa bile mutlaka hile­ ler. iğfaller, ve türlü türlü şarlatanlıklar, ve canbazlıktar ka­ rışır ve neticede izafi çoğunluğu sağlayan seçilmiş reisi­ cumhurun karşısında milyonlarca muhalif ve muarız bulu­ nur. Şeyhayn ve ömereyn (Ebu Bekir ve Öm er yüce adla­ rının Özetlenmiş üvanlarıdır) Hazeratının ikisinin de seçim­ lerinde ise. ensardan Sa'd bin Ubade'den başka tek bir muhalif kalmamıştır. Umuma karşı bir muhaliften başka mu­ arızı ve itirazcısı olmayan dünyanın hangi reisicumhur se­ çimi varsa göstersin de ondan sonra Hafız, Allahtan kork­ madan ve Peygamberle ashabından utanmadan Ebu Be­ kir ve Öm er Hazeratı’nın seçimlerine itiraz etsin! Bu se­ çimler sayısız ayrılma ve ihtilâflara sebeb ve kaynak olmuş imiş. Hangi iftirak ve ihtiiâftara sebeb ve kaynak?!.. Ebu


272 HİLÂFET İ MUAZZAMA-IİSLÂMİYE

Bekir ve Ö m e r’i hilâfet makamına seçmekte sayısız iftirak ve ihtilâflara sebeb olan bir yanlıştık, bir haksızlık olmuş!.. Ve bunur ihtilâfa meydan vermiyecek daha salim ve adil bir şekli varmış da ihmal edilmiş!.. Ashab-ı kiramın tema’* dan sahih bir sayıdan eksik olan ittifakını hatalı gösterme mahiyetindeki sakat fikri Müsavatçı olsa otsa cahilce der­ vişliği vasıtasıyla Rafizîlik Mezhebinden almış olacak. Hafız'ın, münakaşa baskısı ile deşilen dimağından yeni ve eski zihniyetlere dair daha ne bozuk şeyler çıkacak bakalım!? Geçen makalemde hikaye ettiğim üzere benimle mü­ cadeleye tutuşanlar hakikatle mücadeleye girişmiş demek olduklartrdan yarı yolda mantığa küfr etmek mecburiyetirv de kalanlara tesadüf edildiği gibi, işte Hafız İsmail de be­ nim sözlerimi çürütmek için bu sefer mantıktan da muhte­ rem olan £bu Bekir, Öm er'in hükümet ve hilâfetlerini çü­ rütmek V6 tenkit etmek mecburiyetine döştü. İşi buraya ka­ dar getirdikten, yani ben davamı Ebu Bekir, Ö m er hilâfet ve hükümetlerine sigorta ettikten ve Hafız sigorta muame­ lesine bir şey diyemiyerek dayandığım hâzinenin iflâsını id­ diaya kandıktan sonra ben artık bu kötü hasmı Peygamber’e atıp tutmak raddesine getirmemek için Ebu Bakir ve Öm er'de konuyu durdursam da olur. Lakın, gönül ile ba­ his olma:, dedikleri gibi Abdütm ecid Efendl'nin asıl ve esastan uzak hilâfetini beğenip de Islamın iki hilâfet abi­ desi halinde bulunan Ebu Bekir ile Öm er'in hilâfetlerini ve hükümeti arini beğenmeyen herîfin aklına siz ne dersiniz? Ben onun etkimi Eflaton'un aklına benzeteceğim ama o be­ ni iki bin sene geriye götürüyorsun, diyerek bu benzetme­ yi kabul etmiyecek! Nasıl ki bu çok akıllı adam, ileriliği. ge­ riliği sırf <:aman ile ölçtüğünden Sıddık-ı Ekber'in hilâfe­ tinden IsUm hükümetine örnek gösterişimize karşı: “ İs­ lam ve Tü rk gibi büyük olaylar ve medeniyetler yaşa­ mış bir millete on üç asır geriye dön denilir m i? " diyor! Acaba hangi İslâmî, hangi Türk'ü ballandırarak Ebu Ba­ kir, Öm er devrine benzemekle değerini indirme cihetine gidilmekten kaçınıyır? İslam ise Ebu Bekr'e, Ö m er'e ben­


HİLÂFET VE KEMALİZM

273

zemeyi şereflerin şerefi sayar. Türk ise bugüne gelinceye kadar o da öyle... Çünkü o da İslan>t.. Bugünkü Türk'e bak diyecekim, yok! Bugünkü Türk Oevleti'nin Adliye vekili Mahmut Es'ad da isam kanunlarını tezyif ederken tıpkı Ha­ fız İsmail gibi Türk'e on üç asır evvel geriye dön denile­ mez. demişti. Müsavatçı bunu almış yanına bir de lâf ol­ sun diye "İs la m " kalemisim katmıştır. Hulefa-İ Raşidln hükümetleri hakkındaki sakat sözleri­ nin. İslam birliğini muhafaza için ittihaz olunmuş geçici şekil tabirine göre, ondan sonra İslam’ın birliğini korumaya lü­ zum olmaması, yahut Islamın birliğini koruyan şeklin, ge­ çici olmayıp sürekli olmak gerekmesi gibi kendi kendini na­ kıs yönlerinden başka, o sözlerdeki hatalan saymak ve izah etmek üzere kocaman bir kitap yazmamız lâzım gelir. Bi­ zim yazmamıza da hacet yok. Hafız Arapça bilse ve daha umumi tabirle söz anlasa Mısır ulemasının, bir kaç seno evvel din ve devlet ayrılığı lehinde, yani Müsavatçı mezhe­ binde bulunan AH Abdurrazik'in kitabını red maksadıyla yazıp r>eşr etlikleri cildli kitablan okuyarak, İslam Devleti­ ne ve Hutefa-i Raşidîn hükümetlerine ait sözlerdeki hata­ larının derecesini anlar! X X

Sahaf! (Gazeteci) kimdir? "el-A hbar"daki son makalem üzerine yukarıda naki ettiğimiz makaleler kusurunu yazarak bana hücum eden Hafız ismini açıklamaya cesaret edemeyen adama, Musavat'ın kahramanına avdet ediyoruz. Hiç bir şey olmasa bu imza koymamak meselesi o ya­ zının hasis mahiyeti hakkında bir fikir verebilir. Böyle yazı­ sına sahip çıkmayan adamları, doğurduğu çocuğu halkın görebileceği yere gizlice bırakıp savuşan kadınlara benze­ tirim. Müsavatta meçhul bir adamdan daha bahs ediliyor. Bir kaç ay evvel "e l-A h b a r"d a neşr olunan ve on sütun­ luk aslı bu kere Hafız tarafır>dan bir k ^ satır içerisinde özet­ lenirken tamamen tahrif edilen "e d -D in v e ’s-Siyaset"


.>74 H l l ^ F E T -I M U A Z Z A M A IİS L Â M İY E

başlıklı /vrapça makalemden dolayı benim için gûya bir Ez> her alimi; "Tımarhar>eye layık olan bu adam memleke* tinizde nasıl Şeyhülislamlık etti?*' diyerek hayretini açık* lamış. H ıfız, bunu "V allah ilazim " teminatıyla gazetesin* de hıkây» ediyor. Yemin edeceğırte o Ezher aliminin ismi* ni söylemek yeterliydi. Lâkin ne Hafız’ın bir isim söylemek haddidir. ne de kendim bilen bir Ezher aliminin "ed*Dln ve ’s-Siy ıs e tü " makalesir)e itiraz etmek!.. Beni o makale­ den dolayı tımarhaneye gönderen adamı ben bir yere gön­ dermem. ahıra bağlarım. Şimdi haydi bu adamı, Hafız’m ahırdan (e n kalmayan muhayyilesinde bırakalım, dursunl Fakat sor Hilafet makalesi üzerir>e aleyhimde "el*Ahbar''a yazı yazan ve gerçekten okuyucuların huzuruna çıkmaya yûzû drmıyan sinsi hasmı kolundan yakalayarak meyda­ na çıkaracağız: İfade tarzv)dan anladık ve hiç şüphemiz yok ki bu herît, kendisine Mısır'da Halîfenin tarzırKian anlad<k ve hiç şüphemiz yok ki bu herif, kendisine Mısır'da Halife* niri vekili 2;0sûnû veren Vahîdül Eyyu bl darbelendir. Hal* buki işte t u adam. "e N A h ra r" gazetesinin ilavesi tarzııv da “ Sah b u ’M m tiyaz: Vahid el>Eyyubî“ imzasıyla I912'de n ^ r olunup, matbu sayısı yanımızda saklı bulu­ nan vesikada Mısır prenslerini Türkiye'ye iane dere etmek töhmetiyle Mısır'daki İr>giliz memuru Lord Klçner'e jurnal ettiği gtbı. vesikanın ikinci fıkrasında da “ OsmanlI sultan­ larının hİMfetleri sahih değildir, gasb edilmiştir. Halife Kurayş'ten olmak şarttır. Araplar ne zamarta kadar bu tarihi gasbın devamına izin verecekler?" diyerek, henüz Mısır' ve bütün Arabistan Osmanlı idaresinde bulunduğu bir zamanda Osmanlı Halîfelerini de kendi teb'ası olan necib Arap kavmine jurnal etmiştir. Balkan Harbine tesadüf eden bu tanhte o kepazelikleri yapan bu şahıs. Mısır'da Kemaiisliik. revacını koruduğu zamanda devrede onun türk­ üsünü çağrm ış, sonradan aleyhine dönmüştür, "el* A h b ar“ dak muhalefetine aieyhdâr yazısı ise Kemaiistlikten iyi dönenediğini ve bu haliyle beraber hilâfet vekâleti yaptığını antıtmaktadır. İhtimal ki imzasını saklamasımn se* beblerinden biri de budur.


HİLÂFET VE KEMALİZM

275

Kurey>î1ık meselesi muhakkik tarihçi İbni Haldun'un himmetiyle ulema arasında çözümlenmiş bir mesele oldu^ n a nazaran hilâfetlerinin sıhhatinde şüphe edilmeyen Os­ manlI sultanlarını nesep engeli ile bir kalemde tezyif et­ tikten sonra bugün, aynı sülâleye mensup bulunan Abdülmecid Efendi'nin hilâfetinin Mısır'da vekâletini deruhte eden herifi işte mahiyetinin çıplaklığı ile okuyucuların kar­ şısına çıkardık. İsteyen yüzüne gayıbtan bir kere tükürsün! Aklı varsa Abdülm ecld Efendi de bu harekete iştirak et­ sin. Hoca Sabri'yi kötülemek için ittihatçı Vehib Paşa ­ dan sonra desteğirte müracaat ettiğin kahraman arkada­ şın bu muydu? Diyerek Hafız İsmail'in suratının payını da vermek, okuyucuların dirayetine bırakılmış bir keyfiyettir. -Henüz cevabımız bitmedi- (Yarın, sayı: 27, 15 Ağustos 1928. Sh: 2-4). V E Y L O D A L K A V U K L A R A ! (III) Hafız İsmail'in yazdığına göre ben Arapça makalem­ de Mısır ulemasına ‘ 'M ü s a va f'ı jurnal etmişim. O gazete­ yi kapatınız, kapattırınız, demişim. Müsavatçı din ve dev­ leti tefrike ait mezhebinden Mısır ulemasının haberdâr ol­ masını niye istemiyor? Mezhebine güvenen adam, sözle­ rinin başka dile terceme edilmesinden memnun olur. G a­ zete kapatmak meselesine gelince; bu benim Arapça ma­ kalelerimi görmelerine ve anlamalarına ihtimal vermidiği okuyucularını cevabım yayınlanıncaya kadar aldattığını kâr sayan Hafız İsmail’in kuru iftirasıdır. Çünkü böyle bir şey makalemde asla bahse konu edilmediği gibi böyle şeyler hükümete ait işlerdir. Ben ise makalemde hem hilâfetçi ve hem de lâ-dinî hükümetçi Hafız İsmail'in içi dışını tutma­ yan bâtıl mezhebini teşhir ve teşrih ederken Mısır uleması­ na ve İslam kamuoyuna hitap ettim. Benim hükümetlerle işim yok. Yedi ^ 'd ü v e r’e dalkavukluk eden hükümet kedi­ si Hafız İsmail kendisine baksın, jurnali de kendisinde ve hempâlarında arasın! Türkiye'de Kemalistlerin çıkardığı ve Mısır'daki Müsavatçı'nın iştirak ettiği din ve devlet ayı­ rımı nazariyesini iptal ederken müzaheretlerine müracaat


276 HİLÂFET-I MUAZZAMA-! ÎSLÂMİYE

ettiğim Mısır uleması siyasetle uğraşmazmış, edemezmiş. Mısır'ın Şeyhülislamı mesabesinde bulunan el-Ezher Şey­ hi, bakarlar kuruluna dahil dağümtş. hükümetin efene temas etmeyen şlerde ulemadan bir şey sormazmış, hatta Mısır Parlamer tosunda teaddOt-l zevcatın yasaklanmasını içe­ ren bir kanun projesi müzakere halir>de imiş.... Bu sözler Mısır'da t a din ve devlet ayrılmıştır, Mısır hükümeti de din bağı ile bıığımlı değildir, demek istiyor. Ve "kim i kime jur­ nal ediyorsun? Mısır'ı bu ilim ve Qüneş beldesini Necid mi. yoksıı San'a mı sandın?" diyor. İslamm doğuş yeri olan Hica? mı sar>dın. da diyecek ama. bunu şimdilik söy­ leyemiyor etrafında dolaşıyor. İslam hilâfeti gazetesinin zina bakın da ibret alın. Kur’an-ı Kerim'in izin verdiği Teaddüti zevcatı yasaklamakla mı Mısır ilim ve güneş belde­ si olacak'* Ulerranın siyasetle uğraşmaması, uğraştınlmaması dinsizlerin düzmece ptanlannda gayet mühim bir yer tut­ muş ve İslam Dini'nln gerçeğ«r>e ilgisiz oianlarca hoş gö­ rülmüş bi meseledir. Dinin devlete, yani siyaset ve hükü­ mete müdahale etmemesini terviç etmekte İslam Dini'ne ne büyük bir suikast saklı olduğunu kolayca anlayan İslam uleması, ulemanın siyasetle iştigal etmemesi meselesine gelince b jnu isteyenlerin suiniyetini hakkıyla takdir ede­ memişler, kos-kocaman adamlardan bu fikre hak verenler olmuş, dini devletten ayırmak cinayetiyle bu meselenin sı­ kı sıkıya il^li olduğu, ve o anayetı eyleme ulaştıracak sui­ kast yolunda bu meselenin en mühim bir merhale teşkil et­ tiği hakkıyla anlaşılmamıştır. Elbette ulema dini siyasetten uzaklaştır nca. siyaset ve hükümet dinsizlerin ve en az İs­ lam Oinl'nı bilmryenlerin eline geçecek ve or>dan sonra din­ sizlik veyahut cehalet, hükümet kuvvetiyle din üzerinde tanakkum edecektir. Din ve devlet tefrikinden maksat her iki­ sinin birib rine kanşmamasırKfan ibaret olmayıp hüküme­ tin dm ile ^ atışan arzulannı dine hakim kılmaktan ibaret ola­ rak. tefrîk tabirinin bu maksadı örtmeye matuf bulunduğu­ nu ewelC(« söylemiştik. İşte ulemanın siyasetle uğraşma­ ması gibi İşin başında m ahzuru takdir edilmeyen me-


HİLÂFET VE Ke m a l iz m

277

$el«, din ve devleti ayırmak ve daha doğru bir tabirle dini devletin emri altına koymak meselesinin bir safha­ sıdır. İfln iç yüzünün böyle olduğunu bir mümin fera­ setiyle görmek ve din ulemasının İslam hükümetlerin­ de siyasetle uğraşması her sınıftan ziyade yetkisi, ve belki İslam dinini hükümetlere çiğnettirmemek için mec­ buriyeti bulunduğunu İlan etmek şerefi bu asırda (bu) aciz kula müyesser olmuştur, diyebilirim. Maksatlarını çok iyi anladığım İçin dinsizler bana düşman oldukları kadar hiç bir hocaya düşman olmamışlardır. Bunlar saf bocalan kandırmak üzere: Ulema hürmet makamında kal­ malı siyasî mücadelelere karışarak hürmet edilmesi ge­ reken kutsal makamlarını tehlikeye atmamalı, çünkü si­ yasi mücadelede mağlup olmak da var, hücuma ve ha­ karete maruz olmak da var.** derler. Pek iyi ama siyasi mücadelelere karışmayan ulemayı hürmet makamında tu­ tacak kim? Mücadelede galip gelenler değil mi? Galiple­ rin keyfine kalmış olan ihtiram makamı, günün birinde İs­ tiskal görmek ihtimamiyle sarsıntılı bir sığıntı yeridir ki mağ­ lubiyet tehlikesi bu aşağılama tehlikesine nisbette daha çok emniyetli ve bilhassa daha çok haysiyetli kalır. ikinci olarak, siyasî mücadeleleri muhterem vaziyet­ lerine karıştırmayan din uleması hayat mücadelesinin dı­ şında kalamazlar, özellikle vazifeleri ş e rl ahkâmın nüfu­ zunu muhafaza etmek olduğundan bu maksat uğrunda her tehlikeye göğüs germek ve icabında hakaretlere katlanmak da vazifeleridir. Ulemanın şahıslan ve mevkileri ne kadar muhterem olsa enbiya derecesini geçemez. Halbuki biz­ zat Peygamberler hakarete maruz olmuşlar, fakat vazife­ lerini lakibden kaçınmamışlardır. Peygamber Efendimiz'in savaşlarında galip gelmidiğı de olmuş, lâkin bu hal ne şanına, ne azim ve imanına halel getirmemiştir. Hayat yo­ lunda ve vazife uğrunda insanlann tesadüf edebileceği mü­ sait olmayan durumlardan bile ümmetine örnek gösteren Peygamber Efendimiz'in varisleri durumundaki İslam ule­ ması için Peygamber'den fazla imtiyaz İle umumî hayat dı­ şında bir hürmet ve istirahat hayatı ihdas edilemez. Edilir­ se müslümanlık bunu tanımaz.


:?78 HİLÂFET İ MUAZZAMA-! İSLÂMİYE

Ulc^manın siyasete müdahaleden elini kesmek, dini devlete müdahaleden men etmenin ve hükümeti dınsizleştirmenin mukaddimesi olduğundandır ki dinsi2 lir hep din ulemas na siyasetle uğraşmak hak ve yetkisini vermemek isterlerd en, kendi tabiatına bırakılan İslam kamuoyu aksi­ ne srya:'>elinin başında ulemayı görmek ister. Tü rk iye ’de Meşrutiyet'in ilânının ardından bir defaya mahsus olarak icra edilen serbest mebus seçiminde halk en çok hocala­ ra oy vı^rmiş ve Birinci M eclis’i hocalarla doldurmuştu. Gerçi o N^edıs'te vazifelerini suistimal eden hocalardan çok fena Örr ekler de görülmüştür. Hocalar arasından ahlâksız­ lar ve efıliyetsizler bulunduğunu hiç bir vakit inkar etmem. Bununla beraber o Meclis'in en namuslu mebuslanrKlan Selanik Mebusu Artas Efendi’nin Osmanlı Parlamento­ suna ait dört ser>elik temas ve tecrübesinden kalan bir ha­ tıra ile. Mustafa Namık Paşa n>erhuma bahs ederken: *'Meclis'İn en müstakim unsuruna hocalar sınıfı arasın­ da tesadüf ed iliyo rd u ." demiş olması gibi tarafsızca bir şahitlik duygusu iie mesleğim adına her zaman iftihar ede­ rim. Şüp e yoktur ki Türkiye'de Parlamento hayatı o ilk Meclis'le beraber sönmüş ve alt tarafına mebusan şeklinde in­ san fosil eri biriktikçe birikmiştir. Birir>ci seçimde bu kadar isabet g^^eren Türkiye halkı orxtan sonraki seçimlerde bo­ yuna tazyik ve tahakküm altına düşmeseydı gün geçtikçe Meclisleı in üyelerini daha iyi seçmeye muvaffak olacaktı. Ulemanın siyasete kanşmamasınm dini devletten tefrik me­ selesi ile şiddetli olarak ilgili olduğunu şundan anmalıdır ki; tefrikçıler, İslam şeriatı tebliğden ibarettir ve bunda tenfiz dahil değildir, diye iddia ederler. Peygamber Efendimiz’in de hükümeti ve tebliğden başka bir vazifesi yoktu, derler. Halbuki o fikrin esası bâtıl olmakla beraber enbiyanın vari­ si olan ı lemanın vazifesi emri biFmarüf ve nehyi ani'lmünkerin yalnız tebliğ kısmına münhasır kalsa bile doğru hareket etn>eyen hükümetleri tenkit vazifesi yir>e bur>da da­ hil olur ve zaruri olarak mesele siyasette iştigal şekline dönüşür.


HİLÂFET VE KEMALİZM

279

Müsavatçı Hafız İsmail, ulemanın siyasetle iştigaline muarız olmak prensibini diğer yenilikleri gibi dinsizlerden kopya ediyor. Bu fikirde olanların dilinde eksik olmayan “ si­ yaset pisliği" tabiri de kopyacılıktan başka bir şey değil­ dir. Siyaset, dinsizlerin elinde kirtenmiştir. Oinddriarın si­ yaseti namuslu ve adilce olur. Ve siyaset mevkii, yani halk üzerinde icra-i hükümet etmek pisliğe değil, tenzih ve tekrTme lAyık bir mevkidir. Hükümet, dine temas etmeyen meselelerde ulemadan görüş sormamalıymış. Hafız'ın iddiasına nazaran Mısır'da da böyle yapılıyormuş. Dine temas keyfiyetinin temyiz ve takdiri kime ait olacak? Tabiatıyla bu hakkı da hükümet ken­ di tarafına ayınr ve r>etice. hükümet için canının istediğini sormak ve istemediğim sormamak şekline dönüşür. Bakı­ nız Hafız, bize körlük olmak üzere teaddüt-i zevcatın ya­ saklanması hakkında bir kanun projesinin Mısır Parlamen­ tosunda müzakere gündeminde olduğunu yazıyor ve bu­ na seviniyor. Biz de kendisine soralım ki teaddüt-i zevcat'ın yasaklanması dine temas eden meselelerden değil mi­ dir? O halde Hafız, hem kendisini ve hem Mısır hükümeti­ ni tenakuza düşürmüş olmuyor mu? Makalelerimizin için­ de böyle yüzlerce soru vardır ki. Hafız onlara cevap vere­ memiştir. Hamiş: Gazetenin düzenlenmesi son bulmak üzere iken 38 numaralı "M ü s a v a t" geldi. Münakaşa alanını başına dar getirdiğimiz Hafız İsmail'i biz sadet dışında da peşisıra ko­ valayarak yetiştiğimiz yerlerde darbelerimizi indiriyoruz. O edeb dairesinde savunmayı ayıklama sermayelerini çok­ tan bitirdiği cihetle üzerimize çeşit çeşit pislikler atıyor. Ge­ rek onlan temizlemek ve gerek hasmımızın saded dışında yuvarlandığı çukurları da okuyuculara anlatmak için bizim bazan çokça oyalanmamız lazım geliyor. Biz onun hiç bir itirazını cevabsız bırakmıyoruz. Fakat buna gazetenin hac­ mi kafi gelmediğinden bazı noktaların cevabına doğal ola­ rak nöbet geç geliyor. Onun için Hafız, İtalya’da şapka giy­


280 HİLÂFET İ MUAZZAMA ! ISLÂMIYE

mek meselesi arasında Vehib Paşa'nin bahse konu ettiği Bolşevik dolandırma meselesi üzerinde fazlaca durarak buna cevap vermediğini bir iki. defadır arsızlanarak tekra­ ra cür'et bulmuş. Bu sayıda bir de Meşihat Makamı'nda iken Türk iye hükümetinden 15-20 bin lira tazminat almak meselesi ilâve etmiş. Acele etmesin, hepsine cevap vere­ ceğiz. İlk sadedi teşkil eden meselede mağlubiyetine kanamadığ ndan sadet hadçlerine sığınan serseri hasmımızı biz daha bin meselede kepaze edeceğiz. O daha bizim hiç bir cümlemizin altırulan kalkamadı. Yüzlerce Kirazımızı cevabsız bı akarak unutturmak yolunu tuttu. Biz her mesele­ yi didik didik ediyoruz ve edeceğiz Hafız Ismairin kat*î ola­ rak yakaranı bırakmayacağız. Sadet hariçlerini de onun ba­ şına dar {getireceğiz. Bunların kendisini bir sayıda yapmak istiyoruz ama maatteessüf sayfalarımız yetişmiyor. ‘*Yann** gazetesine bir de o bûr gün ilave etmek lazım geliyor!.. MÜsavatçı'nın üçüncü müzahereti: Son Müsavat'a Rodos’tan Sadık İlhami imzasıyla mektup yazan şahıs, Ankara hükümetinin vatan-cûdâlığa mecbur ettiği Türk mültecilerin himayesine doğru CemiyetI Akvam muhalifinde bir hareket ba^adığır>dan bahs eden Cenevre gazetelerinin yayınını müjdeledikten sonra bu ha­ berin sev'nd ile, din ve devlet meselesinden dolayı Müsavat’ı sıkıştıran gazetemizi ahmaklıkla itham ve tavsif ede­ rek Hafız İsmail'e taraf çıkıyor. Ve “ fâzıFı muhterem*' ta­ biri ile andığı Mustafa Sabri Efendİ'ye tuttuğu eğri yoklan dönmesi tavsiyesinde bulunuyor. Cemlyet-1 Akvam nezdınde o rT>eselenin muhamkı kim olduğunu bu kadir bilmez adam anladığı zaman ahmaklığın da kendisinde oiduğunu fark ve temyiz edecektir. (Yarın, sayı: 28,31 Ağustos 1928, sh; 1 ve 4) V E Y L O D A L K A V U K L A R A I (IV) Asrîlik hevesini dinsizlerden ve Kemalistlerden kopya eden Mü-iavatçı Hafız İsmail, tıpkı asri öncüleri gibi dini devletten ilgisini kestirmekle resmen düşman ilan ederken siyasetle ştigalden men etmek istediği ulemaya da bu düş-


HİLAFET VE KEMALİZM

281

mantığından pay çıkarmayı ihmal etmiyor. İslam Dini'nin hükümlerine ulemadan başka sahiplenecek unsur olmadığmı bildiğinden bu iki düşmanlığın müslümanlığı hazm edemiyen kalblerde mutlaka eşit olarak yaşaması lazım gel­ diğini takdir ediyor. İslam milletinin hükümeti elbette Ş ü râ " hükümeti olacağı gibi din ulemasının da millet adına hat ve aktte yetkili olan mebuslar yerinde bulunması gereke* ceğinden işte İslam milletinin bu doğal vekillerinin, devlet ve hükümeti dinden ayırıp başıboş bir halde bırakmıyarak dinin ahkâmına râm etmek isteyeceklerinden korkuyor. Ve korktuğu için, henüz iktidar mevkiine gelmemiş olan müstakbel ve muhayyel Hilâfeti, Mecidiye hükümetine daha şimdiden, mebuslarını istemeyen müstebit hükümetlerin suiniyetini telkin ediyor. Bunlar, murakabe altına girmek is­ temeyen ve girseler bile çoğunlukla sözlerinde durmayan hükümetler için hep tabiî şeyler. İşin tabii olmayan ve ah­ maklığa delâlet eden ciheti hükümete geçmeden ortada fol yok, yumurta yokken istibdâdı ve dinsiz meramını açıkla­ maktadır. Mustafa Kemal hükümetini taklit ederek dinden ayrıl­ mış ve sıyrılmış bir devlet başkanlığına geçerek tarihte ge­ çen OsmanlI Halifelerine kötü bir halef yapmak istediği A bdülm ecid Hüküm etrni hayalinde kurarken eslâfının asır­ larca sürüp gelen devletinden kuvvet almaya lüzum görü­ yor da o asırlardır sürüp gelen devletin veli nimeti olan İs­ lam şeriatına karşı küfran-ı nimette beis görmüyor. M üsavatçı, Meşİhat-ı islâmiye ile birlikte şeriatı, ta­ rih boyunca OsmanlI Oevtetl'nin baş belâsı sayıyor. O dev­ letin şeriat sayesinde, şeriata hürmet ve şeriat adamları­ na itaat sayesinde payidâr olduğunu aklına bile getirmek istemiyor. Tunus alimi M uham m edeFHazar el-HüseynI bundan önceki makalelerimde bahse onu edindiğim kita­ bının 84. sayfasında Vezfr Hayreddin'in (Osmanlı Devleti*nln vezirlerinden Tu n u slu Hayreddin Paşa merhum olacaktır.) "A k va m u 'l-M e s a lik " adlı eserinden naklen: *‘Sultan S e lim in oğlu Sultan Süleym an i n onuncu hic-


2B2 HÎLÂFET-I MUAZZAMA*! İSLÂMİYE

(i a tn n başlarında tanzim ettiği kanunda lalam mûlku* nün şeı «I şerif üzere kurulmuş olduğunu ve şeriatı her* keaten fazla bilen din, utemaainın şeriata a ^ n bir ha­ le m u ttıli' ofduklan takdirde önce tözle münkeıi değiş­ tirmeye çalışmalan ve aöz etki yapmazsa naaihatlefi* nin etkili olmamasından askerî önderleri haberdar et­ meleri üzum unu koyarak maslahata aykın olsa bile kendi if teğinin infazım sürdüren Suttan'ın hal'I ile ye­ rine hanedan azasından bir diğerinin geçirilmesi hak­ kında ulemâ ve vüzeradan ahd ü misak aldığım*’ kay­ dediyor. Saltanatı zamanında Türkiye dünyanın en şar>k ve şev­ ketti dev eti olan Kanuni Sultan Süleyman, şer-i şerîfe dev­ let ve hCkümette bu derece nüfuz ve kudret vermiş. Göç­ men olaı ak Nis'ie oturan Abdülm acld Efendi ise tondtstne nisbet iddia eden bir gazeteci taslağının kalemini şeria­ ta. edep alanına davet etmekten a d zl.. Artık aradaki farkı kıyas ed nizl Mısır'da din ve devletin durumundan kendisinin şeri­ at kaçkın mezhebir^e uygun noktalar arayıp bulmaya çalı­ şan M üsıva tçı, Mısır kabinesinde din temsilcisi bulunma­ dığını sö^iemi^i. Halbuki böyle şeyler benim aleyhime hüc­ cet tekil etmez. Mısır hükümetinin kusuru halir>de kalır. Ben İslam hükümetine "e n büyük örnek" olarak Sıddık-ı Ekber'in hCkümetini göstermiştim. Bu sefer Osmanlı hûkümelinder de emsale şayan bir nûmune zikr ettim, işgal al­ tında kurulan Mısır hükümetini örnek göstermedim. Hükü­ metlerin :Uatûkolannı k a ti nas krymetir>de saymak, Hafız İsmail gitH hükümet dalkavuklarının şiarıdır. Maamafih Hâfız'in sandığı gibi Mısır'da dini devletten ayırma cinayeti. Allaha hamd olsun, yerine getirilememiştir. Devletin dini, İslam Dini'dir. Yani t ^ ı boş bırakılı değildir. Şer1 mahke­ meleri va dır. Nizam? mahkemelerir>de de meden? kanun olarak İslam fıkhından alınmış kanunlara istinat edilir. İs­ viçre kanununa değil... Mısırda din ve devlet ayınmı olma­ sı şöyle d jrsun. bunun başı açık bir dinsizlik olduğu dev­


h il â f e t v e

KEMALİZM

283

letçe takdir edilerek böyle bir fikri terviç eden Mansura Kâ' •diü Ali Abdurrazİk bir kaç sene evvel Hafız'ın da Mısır** da bulunduğu bir zamar>da bir ulemâ heyeti huzurunda mu­ hakeme ile memuriyetinen tart edilmiştir. Ve tart işini tabi­ atıyla devlet yapmıştır. Lâkin Müsavatçı kendisi bizzat Mı­ sır'da bulunduğu halde akıl ve fikri bin bir çeşit hükümet halitaiarı içinde yaşadığından muhitini İyice görmüyor. Mı­ sır'ın da tabii dinsizleri de vardır. Hafız onların çabalama­ sını görüyor. Ye kendi arzusuna tevafuk ettiğinden oldu bit­ ti, sanryorl 38 numaralı '*‘MOsavat"ta ikinci Vehlb Paşa mektu­ buna istinaden İtalya'da şapka giymek meselesiyle Bolşevikleri dolandırmak kaziyyesi tekrar ediliyor. Birinci mek­ tubundaki iftirasını te'yit ve tavsif etmek isteyen Paşa'nın bu defaki ifadesine nazaran Bolşevikleri dolandırmak için benim onlarla şapkalı olarak görüşmeme sabık Dahiliye Nazın Mehmet Ali Bey lüzum göstermiş. Mülâkatı hazır­ lamaya çalışan da Miralay Ta hir Ali Bey imiş. Fakat sebeblerden bir sebeb için bu mütâkat Bolşevikler tarafın­ dan kabul olunmamış (1). Ve dolandırıcılık kuvveden fiile çıkmamış, niyette kalmış! Vehib Paşa bu mektubunun ba­ şında: "H o ca ’ya şapka giydiğinden dolayı tariz etmiş de­ ğilim ." diyor. Yani şapka fena bir şey değildir. Halâ Ro­ manya'da benim giydiğim de odur. Ben şapka taraftarı ol­ duğumdan Hoca'nın şapka aleyhinde yazı yazmasına kı­ zıyorum, demek istiyor. Şapkanın cevazına kail olsam, dev­ letin dir>den ayrılmasını kabul etsem. Vehib Paşa ve em­ sali şahıslarla aramızda hiç bir husumet yönü bulunmıyacağını ben de biliyorum. Hafız İsmail de benim için, G ü mülçine'de şapka kahramanlığı yapıyor, şapka giyenlerin karısı boştur, İslam kabristanına defn olunmaları caiz de­ ğildir. diyen Güm ülçine hocalanna " Y a n n " gazetesinde (1) B tld Vaeitan'ft Ç ı k n U kabul adıldıOı^ MuMvatçı nm cam tM d ı> Hoca Sabri'mn 8o4şavlU«f da şapkasına itiraz etnuşlefdlr. Santu Vatikan'a Çarlıaz kalpaŞı Ha pırarkan Hafız banim yanımda imiş. Yahut dini davlanan tafrlk mubahasaainin Içinda bu karo görüşüp konuşluÇumun,'oturup kaJktıÇımm hasabını vermeye mecbur imişimi Ulanmaz, sa­ det hartcina ckfyorl


m

HİLÂFET İ m u a z z a m a ! İSI>MİYE

niye arka çıkıyor? diyerek adı geçen sayılı Miısavat'ir>da yine bana nasıl sövüp sayacağını bilmiyor. Demek kİ benim asıl kabahatim şapka aleyhinde bulunuşumdur. Lâkin. İtalya gibi kimsenin görmediği bir yerde şapka giydiğimi Ktdıa ederek benden zorla cevaz fetvası almaya kalkışan şaşkınlar n kendileri şapka taraftan. Dinden tefrik ve tecrid edilen dinsiz devlet taraftarı oldukları halde muhalefet* te ne işleri var? Türkiye haricine niçin çıkmışlar? Ne it^ Vehlb Paşa'nın mektubuna gelelim: Mümai* leyh. hakkımdaki şapka giymek ve Bolşevikleri dolandır­ mak davtsına Mehmet AM ve Te hir Ali Beyleri şahit gös­ terirken dolandınalığa teşebbüs Ailende onlan da bana suç ortağı ola'ak gösteriyor. Yani benim aleyhimde ikame etti­ ği şahitlen yine kendi ıfadeleriyfe itham ederek şahitlik ehliyetinder iskat ediyor. Şahitlerini kendisi çürüten Vehlb Paşa gibi ahmak iddiacı ve iftiracı dünyada güç bulunur. Ve yalnız onun bu ahmaklığına Hafız İsmail ayarında şuu­ runu kayt)etmiş bir sersen istinat ve iştirak eder. Kuvvdden fiile çıkmayan muhayyel bir dolarxlıncılık ve bu esnada şapka giymek davalan ile dini devletten tefrik mübahes-^sini kazanmaya çalışan fikir ve ahlâk terbiyesi züğürdü Hafız İsmail, bu seferki yazılarında Meşihat Makamı'na {jelir gelmez ilk işim, hükümetten 15-20 bin lira tazminat almak otduğuruı söyfiyerek, daha önce anılan mu­ hayyel do andıncılığa bir de kuvvden fiile çıkmış kısmını ilâ­ ve ediyor. Yapamadığım fenalıkla berk lekelemiş okluğu­ na kanaat edemediğinden bu sefer Hafız bana ait haklı bir suç buluyor ve bununla artık din ve devlet münakaşasını ve Abdülınecid Efendi Hazretleri'nin dinden soyutlanan hilâfetinin meşruiyetini büsbütün halletmiş oluyort 15-20 bin lira diyereif iftirasının miktarını bile tesbit edemiyen Hafız'ın tefessüh €tmiş hafızasından çıkanp okuyucularına takdim ettiiği bu iki iftira, vaktiyle birind defa Meşihat'tan çekildi­ ğim zaman, aleyhimde yazı yazmaya heveslenen ve ba­ sında o zamanın lahık ve sabık kabine azalan ile Maliye Nazırını şahitliğe davet ederek neşr ettiğim kati cevabım­ la yalanlar yûzerine çarpıtarak susmaya mecbur edilen Ke­ malist Ga;:eteleıin. tecrübesinden sus-pus çkdıklan bir ya­


HİLÂFET VE KEMALİZM

28S

vedir ki Hafız İsmail sefili bu kokmuş yaveyi ağzında çiğ­ neyerek. okuyucuianna sunarken sırf onların hal ve mazı hakkındaki gafletlerine güveniyor. Böyle haysiyetsiz herif­ ler karşılarındaki basımlarından ziyade okuyuculannı tah­ kir ederler. İstanbul'da bulunduğumuz zaman mezkûr taz­ minat iftirasında Hafız İsmail, Kemallstlerle birlikte sesi­ ni çıkarmaya cesaret etmiş bir adam bile değilken sefil bir duygu ile bilineni bilinmezi birleştireceğine, hükm ettiği za­ man ve mekân farkından kuvvet ve cesaret almaya çalışa­ rak bizzat uyduranların başına çıkaramadığı bir iftira da­ vasını şimdi kendisi takibe yelteniyor. Dm ve devlet meselelefirtde Kemalıstlerin prensiplerini kabul ettiği gibi muha­ lefet reislerini lekelemek için de Kemaistlerin tutturamadıği iftira propagandalannı isteyerek kutlanarak muhalefetten ve müsiûmanlıktan çıkma izlerini günden güne gösteren Müsavatçı ile beraber, mahalefet gazetelerinin okuyucu­ ları da meslek ve meşreblerini değiştirmeye karar verdiler­ se. bu propagandaları Hafız İsmail bol bol harcasın! G e ­ lecek sayıda, memleketi yabancılara sattınız da desin. Maamaîh, *‘Sahafr* imzasıyla Vehîd et-Eyyubf tarafından **el-Ahbar" yazılan ve "M ü s a v a f'ta muhalefet adına terceme edilemeyen sözleri aleyhinde bir hüccet gibi ortaya atmakla Hafız onu da demiş gibi oldu. O sözler arasında bir şey var kı Hafız onu tercemeden de istinkâf etmediğine nazaran "S a h a fl" imzası al­ tında gizlenen katili ile ortaklaşa ve açıkça bana isnat et­ mek hayasızlığında bulunuyor: Ben, Yunanistan'daki neşriyatjmla. yani *'Yann'*a yazdığım makalelerte din düşmanlanna alet duyormuşum. Bu zamanda İslam Dini'nin en faal düşmanı Türkiye'deki Ankara hükümeti ile Müsavatçı Ha­ fız İsmail gibi o hükümetin dinsiz prensiplerini Türkiye dı­ şında taklit edenlerden ibarettir. Ben ise özellikle bunların aleyhirtde yazıyorum. Türkçe, Arapça makalelerimi herkes görüyor. Din düşmanlarına alet olmak bu demek midir? Din düşmanlarına musallat olan bir adamı alet diye gösteren­ ler ya dünyanın hayasızlık şampiyonluğuna ve­ yahut kelimelerin manalarını da tersine çevirmeye kendi­ lerini kadir sanmışlardır. En doğrusu böyle şeyler muba-


286 HİLÂFET İ m u a z z a m a ! ISLÂMİYE

hasede yediKİeri dart>elerın şiddetinden kendilerinde zu­ hura bzşlayan cinnet alametleridir. Başki bir mesele üze­ rine **e ’A h b a r"d a benimle münakaşa eden **el-Farukr* gibi akil başında muarızlarım beni “ et-seyfui mesJûl fevkâ hkâhı a'dâyı eLİtlam fi A n kara" diye nitelerken, beri­ ki herîfl jrin makûs sözleri elbette delirme izleridir. M üsahasenin r>eticesi: Mü lazaraiarımda haklı tarafı tuttuğumdan hak ve ha­ kikatin inayetiyle mutlaka galip gelirim, demiştim. Marifet bende clmadığını, hak ve hakikat kuvvetine karşı gelinemiyece^ıni ilâve etmiştim. Mûsavatçı utanmadan bu sözü­ mü tahrif ederek: "B e n alimim, mübahesede kaybet­ m e m ." şekline sokmuş. Fakat işte dediğim oldu.38 numa­ ralı "M ü s a v a f'ın baş makalesinin sonlarında Hafız İsma­ il’in şöyle bir sözü var: "B u n u n la beraber ümitsiz deği­ liz. Kişiler fani, milletler bakidir. Tü rk , faraza tüm İslam milletlerine ait olan Hilâfeti kaybetse de Padişahımı ka­ zanacaktır. Memleketimizin müstakbel idare şekli, en son deno krasi kuralları! üzerine kurulm uş Meşrutiyet Devleti Padişahı olacaktır." İşte bu sözler dini devletten ayırmak lazariyesi ile kabil-i cem' olmadığını ne zaman­ dan beri ısbata çalıştığımız Hllâfetçilik davasından Hafız ın geri döndüğünü ve bizim iddia ettiğimiz şeyin sübütu ile münakaşa mevzuu olan meselenin neticelefMliğıni göste­ rir. Hafız, dinden soyutlanan devletin Halîfesi olamıyacağına. o^si olsa Padişah'ı bulunacağına artık kanaat ge­ tirmiş. Ve Abdülm ecid Efendi nin müstakbel Hıiâfet'ten sarf-ı naz ıria müstakbel padişahlığına tahvil-i emel ettiği­ ni açıkça tıraf etmiştir. Hasmımız. ağzından kaçırdığı şu iti­ rafa naza an mübahase'de mecburi olarak yenıldiğir>i ka­ bul ediyor Fakat hak yola dönüşü kabul etmiyor. Yani Hi­ lâfetten viız geçiyor, dinsizlikten vaz geçmiyor. Allahın da­ lâlete düş jrdûğü kimsenin kurtarıcısı yoktur. Ve onları bı­ rak. azgınlıkları içinde debelenip dursunlart (Y a n n . sayı: 29. 29 Eylül 1928, sh: 1 ve 4).


h il â f e t v e

KEMALİZM

287

R AM AZAN O R U C U FİD YE İLE G E Ç İŞ TİR İLE B İLİR Mİ7 •Süleyman Nazif'e cevapIkl yüzlü Türkiye Cumhuriyetı'nin besbelli lisanı da iki çatal olması gerek1ığinderxfır ki İslam Oıni'nin gümbür güm­ bür yıkıldığı o memlekette müslümanlığın yalnız yıkılış se­ si işitilirken bununla dengeli olarak yıkıcıların bir kısmının bu ameliyata ait alenî memnuniyet ve şamatat sesleri ara­ sında bir kısım tavcılar da bu hareketlerden dine sir zarar gelmiyeceğı nakaratını, din? duygularından yaralanan ta­ rafla alay eder gibi tegannide geri kalmazlar. İslamiyete in­ dirilen her yeni darbeden dinsizlerin zafer keyfi sürdüğü sırada bunların demdârlığını omuzlayan te'vilçiler de. söz­ de mûslüman halkı oyalamaktan haz duyarlar, önderler, hareketlerini dine zarar olsun diye yaptıkları ve taptıklarını Öğünerek saklamadıkları halde goygoycular: “ Bir şey yok, bir şey yok.'* yaygaraları ile olup biten şeylere yakınlık telkîn ve temin ederler. İslam Dini'nin. içerde her gün dara­ ğacı altından geçen ve dışarda garabetin zehrini yudum yudum için gayretkeşlen ise iki cepheden ilerleyen düşma­ nın hangisi ile mücadele edeceğini şaşırır ve elde avuçta tutulamıyacak kaypak bir madde gibi ortaya atılan yeni me­ selelerin hedef sayılacak tarafını tayinden aciz kalırlar. Di­ ne karşı işlenen her hadîse İslamiyete dokunur veya do­ kunmaz tarzında mı münakaşa edilecek, yoksa milletin kur­ tuluş hareketleri arasında din bağından da kurtulmak ve binaenaleyh dirte dokunmak lazım olup olmadığını mı tes­ pite çalışacak? Din muzırdır. diyenlerle mi uğraşsın, mu­ tazarrır değildir, diyenlerle mi? Davanın iki şekli ile birden ortaya atılmasında dinsiz­ lerin şu istifadesi var^ki; İslameyetin bir taraftan mazarratı ve hayata kabilryecsızltği bahse konu olmakla başlamışken, diğer taraftan, herhangi bir hareketin dinsizlik veya dine riayetsizlik olacağını isbat ve izah mecburiyeti karşısında kalanlar için, bu suretle emeklen heder olacağına g ^ e da-


288 HİLÂFET İ MUAZZAMA-1İSLÂMİYE

yalarının takibinde lezzet ye hararet hakkı kalmayacaOuv dan dinsizliğin cehri tarafını idare edenler, te'yild arkadaş lannın karşısındaki n>ûcahedeleri bezginlik yermiş olduk> lan gibi dinin kabul edemiyeceğı hiç bir hareket tasavvur etmeyen te'vilciler de açık dinsizlere cesaret vererek, hattü harekel temin ederek, güzide işler gibi.... ve hükümeti dinden ayırmak. İslamiyette hilâfete lüzum görmemek şerl mahkeme ve dini medreseleri softa kurumlan diye kapat­ mak. şerl ve fıkhi ahkamı Arap kanunu ve orta-çağ hura­ feleri sayerak yürürlükten düşürmek hep iki cepheden yü­ rütülmüş 76 nihayet tehditle kazanılmış davalardandır. Ramezan orucunun fidye ile düşürülmesi meselesine gelince; şeriatın muamelât ve içtimaiyata ait ahkâmı gibi Hükûm-i ş.ık?yenin işine gelmeyecek bir yönü olmayan na­ mazla, oruçta onların alış-venşi olmamakla beraber, İslam Oini*nde bunların yeri pek mühim olduğu gibi zaten şimdi­ ki müslüm anların şu iki ibadetten başka müslümanlıkanna delâlet edecek bir hali kalmadığına nazaran, halkı şu son İslam! şiarlarından soğutmak ve vaz geçirmekle din­ siz Ankara hükümetinin arzusuna hizmet edileceğini tak­ dir eden dalkavuklar; halkın namaz, oruç hakkındaki ezeli akidelenni iarsmak için zihinlerini teşviş edecek yayınları ihmal etme^^erek. bu meselelerden de dinsiz hükümete ce­ mile ve kerdi istifadelerine vesile zemini bulmaya çalışı­ yorlar. Şapka meselesinde olduğu gibi. Ramazan orucu­ nu umumer Fidye ile geçiştim>ek. fiknni onaya atan basın atanında ak'örlük vazifesi yine Süleym an Nâzif ile Ubeydullah'a düşmüş! Böyle y-Kii moda alimlerin, yani dinsiz din ulemasının Ramazan orucunu fidye ile çare bulmak üzere Kur’arvı Kerfm'in ayetle'inden mana çıkarılmasif>a kalkışmaları, Diya­ net işleri reisi Hoca R ıfa t ve benzeri akılsız ulemanın teaddüt-l zevcat yasağı meselesini Allah’ın kitabına uydur­ mak ve daha doğrusu Allah'ın kitabmı ona uydurmak zah­ meti gibi boş zahmetlerden sayılır. (Dinin ahkâmının) icra­ sını vazife ec inmemiş bu zevatın şimdiki çalışmasını ben.


HİLÂFET VE KEMALİZM

289

ktyif için ölûyû açma an>eliyatı yapmaya benzetiyorum. Benzetmemde aşınlık bulunduğunu sanmayınız. Türk mil­ letinin şer*î vazifeleri, ve bu cümleden olarak orucu, kendi$ir>e (Lâik) hükümet kabul ettikten ve şeriatın hakimiye­ tini tanımamaya karar verdikten sonra mı gerekli bir yükümKHûk haline g^m iş ki Süleyman Nazif ve Ubeydullah şimdi bu sorumluluğun yükünü hafifletmeye çare aramak lüzu­ munu duyuyorlar, yoksa kendileri şinKİiye kadar hiç oruç tutmamışlar da bu defa memlekette pek garip kaldığını gör­ dükleri İslam Dini'r>e merhamet olarak bundan sonra oruç tutmaya kalkışmalan ûzehrte bu mesele ite zihnen meşgul oüduklan esnada mı fidye usulüne el atmışlar? Yahut şu sırada böyle konuları gazetelere düşürerek Türkiye'de di­ ne ilgi gösterildiğini ve Kur'an’a uygun hareket olunmak üzere ayetlerin manaları hakkında tetkikat icrasından geri kalınmadığı fikir ve zannını husule getirmeyi mi istiyorlar? Yeni keşşaflann oruç hakkındaki nazariyesini ilmi bir tarzda tenkit ve tetkik etmeyi gözüme kestiremediğimden; meseleyi, etrafında dolaşarak uzaktan baltalamaya çalış­ tığım akla gelmiş olma ihtimalir>e karşı, meselenin içine de gireceğim ve ayet-i kerîmenin delâleti nokta-i nazarından da fikirlerinin ne derece kıymeti haiz olduğunu gösterece­ ğim. El verir ki okuyucular, uzunca sürece bir etki konusu­ nun buraya sıkıştırılmasına müsaade etsinler, ve ûşenmeyip dikkatle okusunlar. Üşenen, *‘l'lâlcilik" deyip geçer, çünkü memleketimizde böyle yeni bir hastalık daha vardır ki bunun da kaynağı cehalettir. İnsan bilmediği şeye düş­ man olmaz mı ya? Halbuki o i'lâlciiik adı ile lüzumsuz gö­ rülen şeyler Arap lisanının gelişmesine ait nazariyelerdir. Bu dilin araştırmacıtan, yani sarf ve nahiv uleması bin se­ neden fetzla bir zamandan beri bunun için kütüphaneler do­ lusu eserler yazmışlardır. Şimdi Arabın dil kurallarını i'lâlcilik falan diyerek beğenmemeye ne hakkımız var? Halbu­ ki ayetleri,hadisleri tetkik ederken biz bunlara muhtacız. Maamafih biz yazacağımız bu konuda i'lâi filân da yoktur. Ar>cak hem kaçmak, hem davul çalmak kabilinden olmak


29ü HİLÂFET İ MUAZZAMA-I İSl-ÂMİYE

Üzere dinî meselelere sureM haklan itiraz eden ve hem öe bu meseleleri kaynacından tetkike yakla^rnayan sahte mûctehitlerin malumunuz olan halini sOylemek istiyoruz. Ne ise biz vazifemize bakalım: önce savm ayetlerini tamamen yazalım: *'Ey İman edenler! O ruç, sizden önce gelip geçmiş ümmetlere yazıldığı gibi sizin üzerinize de yazıldı. Umu* lur ki, korunursunuz.** “ Oruç size sayılı gönler olarak yazıldı. Sizden her kim hastıı yahut yolcu olursa tutamadığı günler kadar diğer günlerde oruç tutar. İhtiyarlık veya çifa umudu kat­ mamış h { stalık gibi devamlı mazereti olup da oruç tut* maya güç leri yetmeyenlere fidye gerekir. Fidye, t>ir fa* kir doyumu miktardır. Bunun dışında kim gönüllü bir ha­ yır y a p a n a , bu ker>disl için daha iyidir. Eğer gerçekleri anlıyorsa ıız . her güçlüğe rağmen oruç tutmanız, sizin için daha hayırlıdır." **Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak ken­ disine K ur'an indirilen aydır. Sizden her kim hilâli (Ra­ mazan ayının ilk ayını) görürse oruç tutsun, (oruca baş­ lasın). Kim o ar>da hasta veya yolcu olursa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutsun. Allah size ko­ laylık isteı, zorluk İstemez. O , sayıyı tamamlamanızı, si­ ze doğru yolu gösterdiği için Allah’ı ta’zim etmenizi İs­ ter. Um ulur ki şükr edersiniz.” (Bakara/183-185) Yeni rnüctehitlerin dayanak ve şahit göstermek nok­ talan “ güçieri yetmeyenlere, bir fakir doyum u fidye (ver* melen) fantdır.** yüce sözünden ibarettir. Binaertaleyh yal­ nız bu cümlenin ibaresi ve manası tahlil edilecektir. Ön ve arka ayetleri ise bu cümleyi tahîB esnasında kerxklerine mü­ racaat gerokeceğir>den sırası ile yazılmıştı. Şimdi ben bu cümlenin manasım anlarken ne Ubeydullah Efendi'nin yaptığı gibi Ferruh Efertdi'nin Türkçe tefsirini ve ne de bü­ yük ArapÇii tefsirleri esas kabul etmeyerek, yani evvelce söylenmiş »özlerin hiç birisi ile mukayyet olmayarak ade­ tin dos-do^ru manasını dikkate alacağım:


HtLÂFET VE KEMALİZM

291

Ayetteki *‘Yuttkûne*' fiilinin mastarı olan "ltake "ye lügatin müsaadesi üzere iki türlü mana verilebilir: Biri mut­ lak istidaa. dtğeri zahmet ve meşakkate makrûn bir istidaa, Ubeydullah Cfendi'nin **Vatan" gazetesinde yazdığını söylediği makalesini göremediğimden bu iki manadan han­ gisini aldığını bilmiyorum. Nazîf Bey, 33 numaralı **Resimli Gazete" ile neşr ettiği makalesinde: (x) " V e alel-lezine yutıkâne-hu fidyetü taamı miskin, buyurularak, fakiri yedirmeye muktedir olanların, oruç tutmaya takati yeten kişiler olsalar bile hasta ve yolcu­ lar gibi oruç tutmayabilecekleri sarahaten bildirilmek­ ledir." demesine nazaran itakayı. mutlak istidaa manasına hami etmiştir. İtaka fiilinin önürıdeki mef'ul zamirine gelince ya bir satır yukarıda geçen siyam'a racidir ki zahir ve ilk akla gelen de budur. Yahut altındaki ftdye'yo racidir. Fakat bu tfHimal, zahire aykırıdır. Nazif Bey ise. ayeti tefsir eden sözü geçen kelâmında biri savm'a ve biri de fidyeye alt olmak üzere iki iktidardan bahs ettiklerine göre bu zamiri hem si­ yama ve hem fidyeye, ikisme birden irca etmiş oluyorlar ki işte bu olamaz. Zamir bunlardan yalnız birine raci’ ola­ caktır. O halde ayetin tefsirinde şu iki tür kudretten, yani savm veya fidye kudretlerinden yalnız birisi mevzu-bahs olabilir. "N azif Bey de zamiri, m ercl'lerden yalnız biri­ sine gönderm iş, ve diğerine taalluk eden kudreti lüzu­ muna mebnl kendiliğinden ilâve etm iştir." diyemeyiz. Çünkü makalenin bir fıkrasında: "Setâhiyetdâr ulemadan rica ederim, ayet lâfızlarına dışardan bir insan fikri kanştırmaksızın beni İkna etsinler kİ bir miskin ifam eden bir müsllm, behemehal oruç İle m ükelleftir." diyen Na­ zif Bey'in öyle bir ilâveye kal'iyyen haklan yoktur. Hatta ayetin tefsirine ait olmak üzere naki ettiğimiz deminki söz­ leri arasındaki "O ru ç tutmayabilecekleri" ibaresi de uiemadan rica ettikleri şarta kendilerinin boyun eğmedikleri(X )

Tam matın için b kr Ek-XII


292 HİLÂFET İ MUAZZAMA ! ISLÂMİYE

ni gösteren diğer bir haksız ilavedir. Bu sözleri, ayetin ma nasını izah makamında söylediklerini de iddia edemezler. Zira sözlerini **sarahaten bildirilm ektedir." ibaresi ileb»> tiriyorkır. Sarahaten bildıhlen manalar ise ayetin mantukuna eklenen şeyleri ihtiva edemez. Ş ı halde hem kertdılerinin koyduğu mukaveleye hem de İşin esasına uygun olarak ayetten anlamaya hakkıma olan m ın a şudur: " O n u muktedir olanlar üzerine fidye, yani fakiri H'am vazifesi tereddüb eder.'*. Itake'yi Nazil Bey'in yaptığı gibi mutlak tsckdaa'ya hami ile beraber önûrv deki zamirin merciini de ihtimal racihaa göre tayin edince ayetin tıpkı tıpkısına manası şöyle olur: "S iya m a kudreti olanlar, üzerine fidye, yani fakiri H'am vazHesi teredd üp e d e r." Bundan sonra, ayetin sarahatinden anladığı­ mız şu ıniskîni it'am yükümlülüğü ya üst tarafır>da mezkız olan " O ru ç size ya zıld ı." ayetinin tebliğ ettiği savrrtyû* kümlülüğüne ekleme halinde bulunur, yahut savm yüküm­ lülüğünden soyulanmış ve olumsuz bir halde bulunur. Mûfessirlerden pek nadir bazı kişiler, birinct ihtimale zahib ola­ rak oru<a muktedir olanlar İçin şOkrane-i kudret tarzında Siyam ik) it’amı cem' etmek vazife olduğuna hükm etmiş­ lerdir. Ragıp Isfahan! "M ü fre d â l" adındaki meşhur ese­ rinde b t şekli, ayetin sarahatına en fazla muvafık sayar. Ancak bu ikinci yükümlülük için tabiî bir şart halinde maO bir kudret muteber olmak lâzım gelir. Ve alt tarafında zikr olanun tstavvu', ifamın miktanna ait olur. Lâkin ayetteki fidye tabiri ile yine bu ayetleri takip eden: " V e şayet oruç tutarsanız, sizin İçin daha ha yırlıd ır." yüce sözü, siyam ile ifamın cem’ini gerekilen tefsire bence pek mülayim düş­ mez. Ma ımafih itakayı savma kudret hem de Nazff Bey'ın düşündüğü gibi, meşakkatle mukayyet olmayarak mutlak surette kudret manasına yorduktan sonra, miskîn'in yedi­ rilmesini ilâve olarak yükümlülük halinde sayan tefsirden başka ayet için makul bir mana düşünülemez. Ve cihet, yakında izah olunacaktır


HİLÂFET VE KEMALİZM

293

Nazif Bey'in marazisine muvafık olan ikinci ihtimale, yani It’amın aryamdan mûsta'ni olması ihtimaline gelince, bunda bir kere “ ziyadetü ale’n-nass'* mahzuru vardır. Çûnkû ayetin açıklığı -vûcubu yukanki ayetle sabit olan- si­ yamı terk etmenin cevazını ifade etmez. Belki ıt'amın vü­ cudunu ifade eder. Şu kadar var ki fidye tabirinden bu hu­ susta biraz istifade etmek mümkündür. Lakın bundan son­ ra, aşağıdaki üzere, daha büyük bir mahzur var: Ayeti: **Styama muktedir olanlar fidye vermekte mükelleftirler.'* manasına hami edince bu ifadedeki manasızlık nazar-ı dik­ kati çekmez mi? Savme kadir olanlar fidye verecekse oru­ cu kim tutacak? Savme kadir olmayanlar mı? Kimse tut­ mayacaksa o halde savm diye başlayıp fidye ile bitirilen bu vazifenin mahiyeti nedir? Yoksa savm. mahiyeti oruç tutmaya kadir olanların fidye vermesinden mi ibarettir? Oruç tutabilenler, oruç tutmayacakmış da fidye verecek­ miş, tutamayanlar ise tabiatıyla tutamazlar. Demek ki Kur'an-ı Kerîm'in savm mükellefiyeti bahsinde savmden eser kalmıyor, fidye bahsi oluyor. Belki aslı işler halde ol­ mayan şeyin bedeli ve fidyesi de olamıyacağından fidye bahsi bile olamaz. Sanki siyama iktidar oruç tutmak için lazım değilmiş de fidye vermek için lazımmış gibi münase­ betsiz bir şey! Çünkü "kim seler..." İstiğrakı ifade eden bir çoğuldur. Oruç tutmak iktidarını haiz olanlar ne kadar var­ sa hepsinden fidye ile mükellef demektir. Vücup ifade eden "a lA " da bunu gösterir. Bir de ıtake'yi mutlak kudretle tefsir edince oruç tut­ maya kudretlerinden dolayı fidye ie mükellef olanlar, aye­ tin hemen bitişiğinde bahsi geçen hastalar ve misafirler ile dolaşık bir ihtilâfa maruz kalırlar. Hastalar ve misafirler ve bilhassa mtsafirler arasında oruç tutmaya kadir olanlar var­ sa bunlar ne yapacak? Fidye mi verecek? Yoksa sıhhat ve ifakat kazandıktan soh^a gününe gün tutarak kaza mı ede­ cek? Hastalarla misafirlerin hükmü ayrıca beyan buyurulmuştur, diyerek müminler hakkında günür>e gün tutmak şık­ kının tayinini kabul etsek bile, hiç bir suretle mazereti ol­


;î94 H İLÂFET İ M UAZZAMA-IISLÂM İYE

mayan c i ^ r takat ve iktidar sahiblennin istifade edrebüeceği fidyt) usulünden bunlarm istifade edememelennde mü­ him bir nisbetsizlik olur. Aye'i hem arz ettiğimiz manasızlıktan kurtarmak hem de oruç nakamına fidyeyi ikame etmek isteyenlerin fikri­ ne uydumak için münasip olan, itake fiilinin önündeki mensub zamiri altındaki fidyeye göndermek ve hdyenın “ taam-ı m iskin" ile tefsir edilmiş olmasından da zamir ile mercii arasır)daKi tezkir ve te’nte ihtilâfına karşı medarn te'fîf te­ darik etmekti. Bu ihtimalde şu külfetten başka bir de lisanI Arab'ta cari olmayan "ızm a r kabf e z-zik r" mahzuru var­ sa da mübtedd*i muahhar halinde bulunan merciin rûtbeten takaddümünü ileri sürerek bu mahzura da çare-sâz ol­ mak mümkür>dûr. İltibas makamırKSa zaminn hem de hilatI zahir oIa*ak muahhara rucu'u hem de zamir ile merci? ara­ sında ve ev bi-hasbi'z-zahir mevcut olan tezkîr ve te’nis ihtilâfı yüzünden ilbas-ı mezkûrun teşeddüdü gibi lâfzi ma­ nilerde halaya göz yumulduktan sonra, zamirdeki ikinci ih­ timale göre ayetin hülâseten manası şöyle olur "Fidye ver­ meye kadir olanlar fidye ile mükelleftir.'* Malî kudret ol­ maksızın Ikfye verilemryeceği beyana muhtaç olmayacak surette malum bir şey iken fidyenin böyle bir kayıt ile tak­ yidine lâ zım görülmüş olması da İtake fiilinin önündeki za­ miri fidyeye göndermek İhtimali için başkaca bir zaaf teş­ kil eder. Hüccatü'Allah el-Ballga sahibi de "e l-F e v zu ‘ l-Keb«r fi Usut-ı e t-Te fsİr" adlı kitabında zamiri fidyeye gör>dererek ayete böylece mana venniş ve lâkin fidyeyi oruca bedel halinde tel.ıkki etmryerek yine oruç mükellefiyeti baki kal­ mak üzere bunu sadaka-ı fıtra hami etmiştir. Sadaka-ı frtra fidye ıtlakı habil-i tevcih olmakla beraber tabir-l mezkur oruç bedeli olartık saymaya daha ziyade kabiliyetlidir. Ait taraf­ taki "V e şa^et oruç tutarsanız, sizin İçin hayırlıdır.'* cünıleşi de f k ^ 'ye sadakan fıtr martaSı vermek suretindeki tev­ cih ile pek barışmaz. Bir^aenaleyh zamtrin merciirx)e şu kül­ fetli ve merc uh ihtimal kabul olunduktan sonra bunun, ayeti


HİLÂFET VE KEMALİZM

295

Süleyman Nazif ve Ubeydullah Efendi gibi yeni mûfessirtefin (!) arzularına takrib için kabul edilmiş olması daha uygundur. Hem de bu suretle onlar, ayeti birinci ihtimalde iöyledidimiz manasızlığa sevk etmiş olmaktan kurtulurlar, bununla beraber biz müfessirleri bir vartadan kurtarıp di­ ğer vartaya düşüreceğiz. Zira burada gayet mühim ve na­ zik bir nokta var ki onu yeni müfessirler, yeni müctehidler hiç anlayamaz. Çünkü e ^ r Kur'an-ı Kerîm’in bu ayeti, fid­ ye vermeye kudreti bulunanların savm ile fidye arasında muhayyer olduklarını anlatacaksa, böyle manaların edat-ı tebliği vûcup ifade eden değil de cevaz ifade eden "Lam "dır. Öyle yal EhM yesar (solcular/SA) üzerine dü­ şen vazife mutlaka fidye vermek olmayıp yeni müctehitlenn mezhebine göre onlar da isterlerse oruç tutamaz değil ya! (... ) Bu ayetleri şimdiye kadar eskilerden ve yenilerden ve Araplardan kimse doğru anlayamadı da feyz-i Cum hu­ riyetle Süleym an Nazif Bey, bir de Ubeydullah Efendi mi anladı? Hülâsa. " V e alellezine yutıkûnehu fid y e ..." cümle­ sinin tefsirinde müfessirler başlıca iki kısma ayrılmışlardır: Birinci kısım, ıtaka'yı. Süleym an Nazif Bey gibi mutlak isUdaaya hami ededer. zamiri de siyama gönderirler. Lâkin bunlar fidye müsaadesini İslâmın ilk dönemlerine hasr ede­ rek. sonradan bu cümlenin "V e men şehide minkumu*şşehre fe'Lyesum hu" umumî emri ile nesh olunduğuna ka­ ildirler ve bu suretle Süleym an Nazif Bey'in görüşü bunlarınkinden ayrılır. İkinci kısım ehl-i tefsir İse ıtakayı güç­ lükle kadir olmak manasına alarak, ayetten, çok yaştılar hakkında fukahânın gösterdiği müsaadeyi çıkarırlar. Şeyh Muhammed Abduh, kömür madenlerinde çalışan amele gibi meşakkatli işlerin ücretlilerini de bunlara ekler ve bu suretle ayetle neshe kail olmaya hacet kalmamış olur. Bu müfessirler zümresi, Arabın " T a k s t" ı kuvvet dereceleri­ nin ednasmda, yani meşakkata yakın otan istidaada kul-


296 h il â f e t I MUAZZAMA ! ISLÂMlYE

landığnı söylerler. Şeyh M uhammed Abduh da bu fikir­ dedir. "R abbim iz takat getiremiyeceğimiz ^ y i bize yük­ leme!* yüce sözü öe bu kullanıma uygundur. Yoksa, "bi­ zi hiç bir zahmet ve meşakkate maruz bırakma!'* demek değildtı. Lâ<in bence gerek neshe kail olan ve gerek olmayan iki kısın müfessırin ikisine de ayrı ayrı itirazlar vant olur. Hele Sıileym an Nezîf Bey'e bu itirazların hepsi birden va­ rittir. Birincisi olur tutmaya kadir olanların f ıd ^ ile yüküm­ lü olması tarzında Nazif Bey e tevcih ettiğimiz münasebet­ sizlik iti'azı. bu. neshe kail olan birinci kısım tefsir sahihle­ rini de hırpalayacak bir mahzurdur. Çünkü ayetin nesh olunduktan sonra hükmü bakî kalırsa da nesh oluncaya kadar nanası mahfuz olmak, yanı nesh oluncaya kadar kendisinden anlaşılacak manada bir biçimsizlik bulunmak lâzımdıı. Binaenaleyh haddi zalır>daki manasızlık r>esh ile telâfi olıjnamaz. Bu mür\asebetsızl»ği izale içm adı geçen mûfessırlerin "v e alleliezine yutıkünehu fid yetü..." cüm­ lesinden sonra takdir ettikleri " E n Ifturü" ilavesi ise ne be­ nim zevkime ne de Süleym an Nazif Bey'in vaz'ettıği mu­ kaveleye uygun düşer. Ayeti önce manasızlığa sevk etmek, sonra da bunu tamir için ayetin sarahati dışında ilâveler yapmak makul değildir. Ayetin sarahati oruç tutmaya ka­ dir olanlara fidye vazifesi düştüğünü söylüyor, ve bu ifa­ dedeki acayiblık ise nazar-ı dikkate çarpacak bir halde bu­ lunuyor. Bu münasebetsizliği izale maksadıyla ilâve yapan. teVn hu lusunda kendi vazifesini ifa etmiş olsa bile ayetin, tebyln ve tebliğin hakkını edâdakı kusuruna bunun fayda­ sı olmaz. Halbuki mahzurun esası ilakeyi hakkında edâdaki kusuruna bunun faydası olmaz. Halbuki mahzurun esası it(;keyı mutlak kudrete hami ve telkhıin butlanına hükm etmelidir. Itakeye mutlak kudret manası vermekle be­ raber ayette neshe kail olan birinci kısım tefsir ehlinin mü­ tâlâası, hastalar ve yolcular arasırtda bulurtabilecek takat sahibleri ile diğer takat erbabının hükmü ıhtılâta maruz kal­ mış tarzında Süleym an Nazif Bey'e tevcih ettiğimiz mah­ zur ile d ) ma'lüldur.


h il â f e t v e

KEMALİZM

297

Hasta ve misafir hakkındaki iznin tekrarını müteakip varit olan "A lla h size, kolaylığı murat eder, zorluğu de­ ğil.'* ayetinden de fidye izninin tekrarını çıkarmak ise pek zayıf bir ihtimale binaen hükm etmek olur. Çünkü misafir ve hastaya ait olan izinlerin tekrarında ayniyet derecesin­ de açıklık iltizam olunmuşken fidye müsaadesini, yüsr ve usr (kolayfık ve zoduk) tabirteri ile gayet üstü kapalı ve umu­ mi bir tarzda ifade etn^k pek nisbetsızdir. Onun için, müfessirferden hiç biri yüsr ve usr cümlesine o yolda mana vermeyi hatınna getırmiyerek bazıları bunu, hasta ve mi­ safir hakkında iftarın vücubu manasına, bazıları da siyam ile iftardan har>gisi hastanın ve yolcunun kolayına gelirse onu ihtiyar edebileceği manasına saymışlardır. Hele fidye müsaadesini, zahmet çekerek oruç tutabileceklere hasr eden müfessirler sınıfının, mûcmeliyetine rağmen yüsr ve usr ayetir>den mezkûr müsaadenin tekrarını istihraca bir de­ receye kadar haklan olsa bile Süleyman Nazif Bey gibi fidye müsaadesini kolaylıkla rouç tutabilenlere kadar ya­ yan yeni mûfessirlerın görüşüne göre "A lla h size kolaylı­ ğı ister, zorluğu d e ğ il." ayetini bu iznin tekrarı manasına saymakta hiç münasebet yoktur. Bu itirazların hepsinden kurtulmak için, fakirin ker>dimce mahsus olan görûşûmce. hem fidye ayetindeki itakeyi, neshe gitmeyen müfessirlerden Süleyman Nazif Bey'den ma'adasımn, yani eskilerinin dediği gibi zor güce yormalı, hem de neshe kail olmalıdır. Yani iki zümrenin sözlerinder birer parçasını almalıdır. Buna göre bir kere ayetin mana­ sının makuliyeti temin edilmiş olarak "O ru ç tutmakta zah­ met çekenler fidye ile yüküm lüdür." demek olur. Yenicilik önderlerinin en akıllı, yani İslam! İlimlerde en fazla bilgi sahibi Kazanlı Musa Bİgiyef Efendi (x) oldu­ ğu halde "U zu n Günlerde R û ze " adı ile 14 sene evvel (1914?) bu meseleye dair neşr ettiği kos-kocaman eserin­ de bizimteceddüt-perverter kadar cehalet eseri gösterme­ miş olmakla beraber, o bile ukalâlık yapmak ve eslaf-ı ule(x) Ayrıca bkz: Ek-lil-b


m

h il â f e t i

MUAZZAMA İtSLÂMlYE

maya muhalefet etmek sevdasıyla acayip acayip hatalan dûşmu!4ûr. Yukanya sırası ile yazdf^ırTitz ayetlerden “ Şetv ru Ramazan ellezJ...** ayetine geiir>ceye kadar olan kıs mında >cmal üzere siyamın farzıyetır>den ve oradan sonrt tahsısen Ramazan orucundan bahs olunmuş; eslÂf, burv lardan İkincisini, birincinin tafsil ve tefsiri gibi telakki ede rek arailakı ikilimi heder etmişlermiş. Bu sözlennden kerv dişinin tiirinci kısım ayetleri Rameızan orucundan başka biı oruca V» hatta kitabı ker>dileri için yazdığı soğuk beldelef halkına mahsus bir tür umuma hami edeceği tahmin durv duğu ve bunu andırır bazı kısır sözleri de bulurKfuğu halde oralann halkından oruç yükümlülüğü Ramazana ve maa* dasına. ıslına ve bedeline şamil olmak üzere tamamen kal­ dırdığını görürsünüz. İşte soğuk beldeler halkına mahsus ve Ramazan orucundan başka bir tür oruç bulunduğunu vehnte düşüren sözleri ile öyle yerler halkma hiç oruç lâ­ zım olmadığını gösteren sözleri: ‘^Gündüzleri haftalar kadar, aylar kadar uzun, ya­ hut günleri yakını yerlerde mekanın özelliği ile, takat üs­ tü so ğu d u k ya hararet zamanlarında zamanın özelliği İle Ramiizanı edâ takat dışında kalırsa o takdirde*' eyyamen ma'dudât “ hitabı nass-ı muhkem olmak üzere ha­ kim o lu ı." (sh: 78) (Biz m tevcihimize göre İki müstakil hitap vardır: Bi­ ri Ram&tan ayet‘1 kerimesi. Ramazanı İtibar mümkün (olan) yerlerde o ayet-l kerime hakim olur. Diğeri “ Kütibe aleyk jm u es-siyamu........ ayyeman ma'düdöt" ayet-i kertmesi Ramazanı itibar mümkün değil yerlerde o ayet1kerime istiklâl üzere hüküm , Ramazanı İtibar mümkün (olan) yerlerde ittihat üzere hükm e d e r." (sh: 80). “ K ur'ann Kerim 'In sarih massına göre kutublarda ve civan rula rüze (oruç) hiç bir vakit farz değildir. Zira rüze yalnız sayılı günlerde, yani tefavuUeıi yok gibi m u'tedil, adedi az günlerde farz kılınmıştır. Senesi bir gürv düz bir g<»ceden ibaret kutublarda yahut gündüzleri, ge­ celeri haftalar, aylar kadar devam eden soğuk mınta-


h il â f e t v e

KEMALİZM

299

kalsrda eyyam n m a'dude bulunmamak cihetiyle o yer> lerde İkamet eder intanlar tavm ın farziyeti hitabından Ittitna kılınmış o lu r." (sh: 91) *'Kur*an>ı Kerfm'in naznvt m u'cizi İrşadıyla, ben ayeM siyamdan soğuk mıntakaları istisna fikrine gel* dim. İki ayetten birini İstisna lüzumu, o ayetlerde var gelmeleri, cümleleri lağv etmemek zarureti beni şu fik­ re sevk e tti." (92) “ (Ve alellezine yutıkûnehu fidyetü..." ayet-i kerîme­ si mefhumuna göre takat kılınmaz rûze bil^-bedel sakıt olur. Zira kudret yokken teklif mümkün değildir. Buna göre hem rûze vacip olm az, hem fidyesi." (1605 "(V e alellezine yutıkûnehu fidyetü.." ayet-i kerîmesi kazası vacip değil fidye bedelinde sakıt rûze özürlerini mantukuyla fidyesi de vacip değil rûze özürlerini mef­ humuyla ihata etm iştir." (184) Evvelâ gündüzleri geceleri haftalarca uzun yerlerde eyyanvı ma'dude bulunmadığı ve eyyanvı ma'dudenin tefavutleri (farktan) yok gibi mutedil günler manasına oldu­ ğu görülmüştür. İkinci olarak; size sayılı günleri oruçla geçirmek farz kılınmıştır, demekten, sayılı günleri olmayan yerlerde oru­ cun farz olmadiğinı anlatmak gibi menfi bir manayı kast et­ mek aykırı bir ifadedir. Û ^ n c û olarak; "S ayılı günler ayeti Ramazan! İtibar mümkün olmayan yerlerde istiklâl üzere, Ramazan! İti­ bar mümkün yerlerde ittihat üzere hakim o lu r." denil­ mesine nazaran bu ayet, gerek Ramazan! itibar mümkün olan ve gerek olmayan yerlerde savm-ı Ramazan’dan baş­ ka bir oruç bulunduğuna delâlet etmemiş olduğu cihetle eslâfın ÖTKeki siyam ayetlerini sonraki Ramazan ayetleri­ nin icmal ve özetlenmesi halinde saymalarından farklı bir şey söylenmiş olmuyor. O M ü n c ü olarak; ayları günleri belii olmayan yerler­ de Ramazan yükümlülüğünün sükûtu, Ramazanın şuhüdunu varlık sebebi sayan geçmiş ulemânın beyanatından da anlaşılabilir bir şeydir.


300 HİLÂFKT I m u a z z a m a ! ÎSLÂMİYE

Beşind olarak. gOnleh tayin durNnayan mücmel siyam ayetlerinii') ardındaki * Te men k in e minkum merizan av ala seferin... ve aleliezine yutıkunehu fidyetû.** gibi kazâ ve becel suretlerini beyan eden ayetler, Musa Bigiyef Efendl'ni'i, kitabındaki iddiası vech ile mevsimsiz olursa sayılı günler ayetinden kendisinin anlayışı gibi asla oruç farz almayan yerlerin beyanı akabinde bu ayetlerin daha (azla mevsimsiz olması iktiza eder. Altıncı olarak M usa E fe n d i E b u Nuaym 'ın "M üstahrecl" ile Sünervi BeyhakTden naki ettiğimiz eser hakkında: *'Eğer bu sabit İse fidye ayeti, (Fe'men şehı* de minkurnu'ş-şehrefe'l-yesumhu) ayetinden sonra nazil olmuş o ltn mensuhluk beliyesinden kurtu lu r." diyerek fidye ayetini genel oruç emrinin etkisinden çıkarıp, aksine umumi emil fidye ayetinin etkisi altına sokmakla ayetlerin gerek tertib tarzına ve gerek ifade aherıgine nazaran ga* yet makûs bir fikre zahib olmuşlur. Kur'ân-ı Kerfm'in ayet­ leri arasındaki şahit olunan düzen, nüzül tertibine tabi ol­ mayıp. nü;!ulü daha sonra olan ayetin tilâvetinde tekaddumü caiz v€ vaki ise de bu durum. Kur’arH Kerim'in biribirine nazaran müstakil ve oldukça birbihr>e uzak fıkratan ara­ sında cari olabilerek. biri birine tamamen bitişik ayetler ara­ sında tertib ve nûzûtün bu derecede aksır>e tilâvet tertibi caiz olmamak lazım gelir. Çünkü böyle bir terslik, kast edilen mananın yanlış anlaşılmasına sebeb olur. İşte " E y iman edenler, oruç size ya zıld ı..." ayetinin.... fidye ayeti ile be­ raber İslam'da siyama dair ilk tebliğ olduğu ve Ramazan ayeti " ...K i onda Kur'an nazil o ld u ." nitelemesi ile ev­ velce bilirn^n İsiamın bir şiarının ör>emle yâd ve tezkân kaoUinden olarak "Sizden kim ay*8 ulaşırsa orıda oruç tut.sun." kati emrine Öncü olmak makamında bulunduğu pek vişikârdır. /.rtık sıra ile biri birini takip eden bu ayetlerden, son söz mevkiinde bulunan "S iz d e n kim kİ a y’a ulaşır­ ca, onda cru ç tutsurt." cümlesinden, geçen fidye ayeti ni yoksa fnjye ayetinin bu ayeti mi ta'dü etmesi lâzım ge­ leceği. ifad*?nin üslûbu namına anlaşılmayacak bir şeyde-


HtLÂFET VE KEMALİZM

301

gridir. Sfyam hakkında evvelce zikri geçen müsaadelerden bir kısmının bu son söz üzerine aynen tekrarına da lüzum görülmüşken fidye müsaadesinin tekrar edilmemesi ise bur>dan evvel açıktadığımız vech İle meseleye bir kat da­ ha açıklık vermektedir. Binaenaleyh SOnerv-l Beyhakf'deU eserin, bize telâkkimiz gibi, Ramazan orucunun teklffinin başiangta zamanlanr\a mahsus olup "(Ram azan) ayı­ na kim ulaşırsa, onda oruç tutsun." kati emri ile son bu­ lan bir müsaadeyi anlatmış bulunması daha makul ve ha­ tıra gelebilir. Yedinci olarak. Kazanlı mOctehid, siyamın farz dm a8ir>da insanlan İradelerine hakim olmaya alıştırarak tehzîb ve terbiye etmek hikmeti bulunduğunu riyazet ve şehveti kırma gibi evvelki ulemanın gösterdiği maslahatları beğen­ mediğini söyledikten sonra garabeti ile dikkat çekici olan şu sözleri ilave etmiştin "s o ğ u k mıntakalarm soğuk İk­ limlerinde, havalartrtda öm ür sürer İnsanlann iradele­ rini siyam gibi şer'? tedbirle terbiyeye hacet yokluğuna göre ŞarT o yerlerde öm ür geçiren İnsanları orucu İba­ det olmak sıfatıyla teklif etmemiş otsa gerek." (93). Müşlehiyat, nefsin meyi ettiği şeyler, demek olduğuna naza­ ran şehveti kırmaktan nefsin haz ve eğilimlerine karşı mücahede ve engelleme maksut olarak bunda İradeyi takvi­ ye ve terbiye maslahatı da saklı olduğu gibi soğuk iklimle­ rin sekenesinin iradî ve ahlâkî terbiyeden müsta'ni oldu­ ğunu iddia etmekten ise, bu iklimlerin sekenesi İle mizaç olarak harsa ve fazla intibaha maruz olan sıcak ve mutedil memleket ahalisi arasında şehveti kırmaya ihtiyaç cihetiy­ le fark aramak daha doğru olurdu. Musa Biglyef'in, adı geçen kitabında istifadeye şayan noktalar da bulunmakla beraber bunlar; büyük alimlere kar­ şı haddi aşia saldınlan ve kötümserlikleri arasında kaybol­ makla liyakat kazanmıştır. Bundan başka Kazanlı m üctehld, güneşin doğuşu, batışı, zeval vakitlerinde namaz kıl­ mak mekrüh olmasını güneşe tapanlara teşebbuhten men’e hami etmek tarzındaki tevcîhe tercihan; "Tab ia t ta-

F.16


302 HİLÂFETİ MUAZZAMA-I İSLÂMÎ YE

pıcılan k u y s ft (güneşe) secde edererse elbette güne fin ulûhiyetine itikat etkisi ile secde ederler. (Ve Rab bin, başkasına değil, ancak kendisine ibadet etmenize, hûkm etti) medlûlunce tabiata tapanlann gerçekte mabudlan Hudâdır. Uluhiyeti itikat sonunda secde eder­ lerse tiecde edilen gerçekte H ûdâ'dır. Tabiata tapanlar nisbette r>e kadar hata etmişlerse de kasıtlannda elbetti isabet ederler. İslam Şeriatı tabiata tapanlann kasıtla­ rında isabeti itibar hem ihtiram edip o uc vakitler sec­ deyi tabiata tapanlara tahsis etmiş olsa gerek." (55). De­ mek kİ en bâtıl fikirlere de kitabtr>da revaç vermeye kaHoşmıştır. Güneşe tapanlar, uiuhiyetini itikat ederek taptıklar için Allah'a tapmış gibi olurlarmış. özrO kabahatinden bO* ybk kai)ilinden o i a ^ güneşin uiuhiyetini itikat fikr ve mak­ sadına ihtiramen İslam Şeriatı bu vakitleri güneşe tapan­ lara bırakmış imiş. Halbuki İslam Şeriatı orUarm şirkten baş­ ka bir şey olmayan inaçianna hürmet etmek şüyle dursun, bu itikadı şiddetle ibtal ve tezyff için adı geçen vakitleri büs­ bütün (4dürerek o zamanlarda Hak olan mabuda ibadeti bile yasak etmiştir. Musa Efendi'nin. azami derecede bo­ zuk ^ a n bu fikirtorde kaynağı Muhylddln bin Arab'm "Fütu h â f’ıdr. Bu noktalan "V e Rabbin, ar>cak keiKİisIne iba­ det etmenize hükm etti." ayet-i kertmesi de beraber "Yeni İslam Müctehidlerinin Kıymet-1 İlm iyesi" adındaki kHsbımda Itah ettim. M uıa Bİgiyef, siyam ayetinde mûfessirlerin neshden bahs etr>elen münasebetiyle Kur’an'm ayetlerinde nesh va­ ki olduğunu inkâr ederek " B iz , bir ayetin hükm ünü yü­ rürlükten kaldınr veya onu unutturur (ertelersek), her­ halde dı ha iyisini veya benzerini getiririz." (Bakara/106) ve "B iz , bir ayeti başka bir ayetin yerirte getirdiğimiz za m a n ..." (Nahl/101) tarzındaki Kur'anI beyanatlara da geçmiş t^eriatlann ayetlerinin nesh ve tebdili ile tefsir et­ miştir. N '^h in esasını inkâr ile Kur'an ayetlerinde blrlbinr>e nisbe ie hiç naslh ve mensuh bulunmadığı hakkmdaki Batılı İddiaların münakaşasına da başlarsak oruç bahsi şu


HİLÂFET VE KEMALİZM

303

kMabtmızm tahammulO dışına uzatmış olacağımız dhetle artık bundan aarfn nazar ediyoruz. Maamafih şunu söyle­ mek lazımdır ki Kazanlı müctehid'in Ramazan orucu bak­ landaki fikri ve niyeti bizim mûctebidlerinki kadar fasit de­ ğildir. Mûmaileyb de bir kısım mûfessirler gibi mensubiye­ tine kail olmadığı fidye ayetini oruç tutmakta fazla zahmet çekenler hakkında telAkki etmiş ve İslam Dini'nin bes şar­ tından en büyük temellerinden biri olarak on üç asır İslam Tarihinde devam eden Ramazan orucunun büyük önemi­ ni bizim türedi mOctehidler gibi inkâr etmemiştir. Gerçekte *‘İslam beş (esas) üzerine bina edilmiştir: Şehadetü en Lallahe IHellah ve enne Muhammeden Rasulullah ve İkame's-salâte ve Kal'z-zekâte ve hacce'lbeyte ve savme Ram azan" hadls-i şerifinin içeriği üzere İslam Dini'nin beş esasından sayılmış olan Ramazan oru­ cu böyle beş-on pivalık bir bedel karşılığında herkesten sa­ kıt olacak derecede önemsiz olamıyacağını ve bin üç yüz şu kadar senenin kapsadığı milyarlarca müslümanın ordu­ lar teşkil eden ulemâ ve fudalâsıyla birlikte bağlı bulunduk­ tan oruç vazifesine. Kur'arn Kerfm'in manasını ittifakla yanhş anlamak yûz0r>den bu derece lüzumsuz bir şekilde. İs­ lam Dlni'ni taşıyan temellük bir sulhu tanıyarak bağlanmış olmalarına veyahut o İslam ulemasının dağ yığınları vücu­ da getiren fıkıh ve hadis kitabtannın kos-koca bir konusu­ nu boşu boşuna *‘Kltabu’s-Savm** ihtimamii adı altında işgal etmiş bulunmalarına İhtimal verilemiyeceğini takdir etmek Süleyman Nazff Bey'e çok yakışırdı. A sth Saadet ve asTH ashabın namaz, oruç, hacc. zekât gibi islamın um­ deleri hakkındaki anlaşıyını bize naki eden ve ulaştıran müslûmanların zincirleme nesillerine ilave olarak fukahâ ve muhaddislerin eserlerinden teşekkül eden o şahika ve­ sikaların büyütûcü şahitlikleri ile bu umdelerin İslam Dinl'ndeki gerçek kıymetleri arasında bu derece nisbetsizlik ta­ savvur olunabilir mi? İslam Aiemi'nin Üzerinden geçen bin üç yüz kusûr sef>enin, hiç bir şeyle telâfi olunamıyacak de­ remde büyük bir Önem ve kat'iyetle telâkki olunan bin üç


304 HİLÂFET-! MUAZZAMA-! İSLÂMİYE

yûz kut-ûr Ramazanı, mütemadiyen Amil bir tevatürün te­ kerrür Crûnû olabilir mi? Bu kadar müslûmanlann müteselsilen aern Saadetten tevarüs ettikleri oruç ayını on üç asr bir geçiş üzere geçmiş olmasına ne mana verilebilir? İs­ lam tarihinin alelAde şehadet ve itinasına mazhar olmak değil dc^ İslam senesinin aylarırtdan btnne ebedi bir imti­ yaz venniş ve gecesine, gündüzüne başka bir mahiyet kazandırrrış ve şimdiye kadar bir kere bile kesintiye uğrama­ dan bin üç yüz defa sene'l devrryesine bütün İslam alemin­ de hürm et ve riayet gösterilmiş ve her sene-i devriyest otuz gün devam etmek dolayısıyla İslam beldelerindeki her mi­ nare 39.000 defa şenlenmiş ve her İslam kasabasında na­ mına günde en az ûçerden 117.000 pare top atılmış, her günü bir bayram olduğu gibi daima büyük bir bayram ile de neticelenmiş ve bir Kadir Gecesi Kur'an ayeti ile bin aydan daha şerefti sayılmış bulunan Ramazan aymı ufa­ cık bir saçnıe hakkı ile, baştan başa mahiyeti değişebilir ve ucuzca bir para ile satılabilir tarzda düşünmek ^ l e y man Narif Bey'e bilmem r>astl kolay gelmiştir? Gerçekte şimdiki t aide mizacına hizmet cazibesinin etkisinde bulun­ duğu **LAIk" Türkiye hükümeti, bunu ve diğer İslamm şealrinl. belki tamamen bedâvaya vermek fikrindedir. Lâkin meşhur edibimiz o hükümetin cebr ve mekr üzere kurul­ muş olan güç ve pazusuna güvenmesin: **(0'ilara)***0aha önce, sizin İçin bir zevat olmadı­ ğına, yemin etmemiş m iyd in iz?" (denir).*' "(Ş irde n önce) kendilerine zulmedenlerin yurtlannda oturounuz. Onlara nasıl işlem yaptığımız size apa­ çık belli olmuştu. Ve size bir çok misaller de vermiştik.*' "Hilelerinin cezası Allah katında (m alum ) İken, on­ lar, tuzaiilannı kurmuşlardı. Halbuki onlarm hileleriyte dağlar y erinden gidecek d eğildi." " O Halde bakın, Allah'ın, Peygamberine verdiği sözden cayacağını sanmat Çünkü Allah, intikam sahi­ bi mutlak ü s tü n d ü r." (lbrahim/44-47)


HİLÂFET VE KEMALİZM

305

Süleyman Nazif Bey'in oruç fkfyesi ayetine ait sözle­ rinden; ‘İla h i emir bence müfesalrterin, fakihlerin, müctehid imamlann mevzu olmayan hadîslerin üstünde ol> dudundan../* cümlesindeki “ mevzu hadisler" dabirl de dikkatimi çekti. Bu tabir ile bazı fitneci münekkitlerin açtığı uygunsuz yolu takiben hadislerin mevzu olanlarından do* 1 ^ sahihlerini de şüpheli göstermek gibi bir kötü niyet gös­ termiş olmasını cidden ayıpladım ve çok üzüldüm. Emr-İ İlahî kendisince mûfessirferin. fakihlerin, müctehid imam­ lann ve mevzu olmayan hadislerin üstünde olduğundan mı yoksa dinsiz Ankara hükümetinin arzusu İlahî emrin de üs­ tünde olduğundan mı şimdiye kadar hatınna gelmeyen bu yeni içtihatlara tutulduğunu kerKli kendine sorsun. Nebevî hadisler hakkında itimatsızlık telkin eden yeni çıkma adam­ lar, İslam maarifi arasında “ ilm-l Hadîs" adı ile bir İlim bu­ lunduğundan haberi olmamak derecesinde bu meselele­ re Ugistzdirler. Onlara verilecek civabı "D in î Mücedditler" de yazmıştım. Burada tekrarına lüzum görmüyorum. (Son) (Bu "S a vm Risalesi" Ya nn 'ın sayı: 16-22, 2 Mart 1926*25 Mayıs 1928 tarihli nüshalan arasında yayınlanmıştır/SA).


K)6 Hİl AFET-I MUAZZAMA-1 ISLAMİYE C Ü H E L A M A R İFETLER İ

LAil: hükümetin GezTsi İstanbul’a gekjtği gOn başına toplanan eyyam reislerine hitaben bir konuşma yaprmşb. Bu konuşma o kadar banandtnkjı ki dalkavuklukta bennri bulunmnyan İstanbul şehremini, oldukça uzunluğuna rağ men bu nutku, mermer levha ûzerir>e çizdirerek meşhur "S is " menzumesinde Tevtîk Rkret'in; "G sçm işlere rahmet diyen etvahn mekablr" cümlesinden; "Geçm işlere lartet diyen elvatvı mekablr (mezar ya zılan/SAi suretine tebdili ile ölû lstar>b(isekenesinin umu­ mî mezarlığı halir>de bulunan sokak başlarına sanki birer mezartat!! kitabesi gibi ta'llke karar vermişti. Nutkun, perestişkârlanncaen parlak noktası. Dolma bahçe S ıra yı'n ı göstererek: "A rtık bu saray, zıllullahia nn değil zili olmayan, hakikat olan milletin sarayıdır." tarzında ^söylediği başından büyük hasletil fıkra teşkil edi­ yordu. (st inbul gazetelerj bu fıkranın beiâgat ve icazru şefti ve izah zımnında baş makaleler yazdılar. Ağaoğlu Ahmet 7 Tem m uz (1927) tarihli "M illlye t"e yazdığı baş makale­ nin sonurda: "Mustafa Kemal Allah’ın gölgesi değil, miltetin İfadesidir.'* diyordu. (x) Gerek din ve gerek edeb ve edebiyat nokta-i nazarın­ dan pek cahil olduklarına bakmadan biribirilerini alkışlayan bu adami İT sanki lâf söylemiş oluyorlar. Eski padişahlara, medh m aom ında "Z ıllu lla h ", yani "A lla hın gölgesi ve sayesi" denirmiş. Şimdi o padişahların yerine geçen Mus­ tafa Kem ıl; ben Alahın gölgesi değilim, hakikat olan mil­ letin mümessiliyim, diyor. Ve hayalden ibaret olan gölge hakikat derecesine çıkamaz. Elbet hakikat, hayalden üs­ tündür. de mek isteyerek. Frenklerin " J e u de M o t" tabir ettikleri "K elim e o yu n u " arasında kendisini eski padişah­ ların üstüne çıkarmış veyahut "Zıllultah" ûnvanı ile mû(X )

Başmaluleoln tam mantı İçin bkz; Eiı Xm


HİLÂFET VE KEMALİZM

307

baN olan o padişahlann şaşkınitOmı anlatarak: “ Oölgaden nt çıkar, b u , In u n a çaref vo mefharet verir m İ? " de­ miş oluyor. Halbuki asıl şaşkınlık kendisindedir, çOnkû o gölge Al­ lahın gölgesi olduğuna göre Türk milletinin ifade ettiği ve edeceği hakikatler onun yanında kaç paralıdır? Türk mil­ leti hayalden ibaret olmasın da istediği kadar hakikat ol­ sun ve Mustafa Kemal de bu hakikatin, yani milletin mü­ messili bulunsun, her ne olsa yine Allahın gölgesiyle ya­ rışmaya çıkışamaz. Allahın gölgesi bütün hakikatleri göl­ gede bırakacağı gibi bizzat Türk milleti İlahî kudretin en na­ çiz bir eseri değil midir? '*Blr zerre demekse şu semavata göre arz B Tn-nlsbe demek, etmeliyim kendimi yok farz.*' Ker>dini bHen hakikat ehli, böyle şiirlerle AKahm büyük­ lüğünü anlatmaya çalışırken. Ankara Reisicumhuru gibi ne oldum delisi olan haddini bilmezler de Allahın gölgesini ala­ ya alarak ağızsız, dilsiz Tü rk milletini ve deha doğrusu kendisini Allah İle yanşa çıkarıyor. OsmanlI sultanlarının ihtişamlı merasim günlerinde: "M ağrur olma Padişah'ıml Ser>den büyük Allah v a rl" diye bağıran vazifeli bir memur bulunurdu. Türkiye Reisi­ cumhuru ise, gölgesini alaya almak suretiyle Allah'a karşı gururunu kendisi ilân ediyor. Reisicumhurun Dolmabahçe Sarayına girdiği gün, Al­ lahın gölgesine meydan okuyarak irat ettiği acayip nutkun o noktasında, doğrusu, dinleyenlerden, sözünü esirgeme­ yen birinin çıkıp da biraz kaba da olsa. "E v e t, artık bu sa­ raylar Zıllullah'lann değil, zırtultahlanndır." demesi bek­ lenirdi. Müslümanlık iddia eden adamlardan şimdi belki öyle­ leri vardır ki Mustafa Kemal'in böyle ölçüsüz sözlerle Al­ lahı beğenmediğini çok görmez de bizim Mustafa Kemal'i ve sözlerini beğenmeyerek tenkit edişimizi çok görür, Ya­ ni Allahtan korkmaz da Mustafa Kemal'den korkar. Biz de böyle mûslümanlann hem aklına hem de mûslûmanitğına şaşarız.


m

HILÂFET.I m u a z z a m a ! İSLÂMIYE

Mesel? Qayet açıktır: Padişahtan ve tabiatrya padişah­ ların iyilerini, eski adamlar gayet geniş ve faydalı olan İla­ hî gölgenir ne kadar mühim olduğunda kim şüphe eder? Yoksa herîtes. her hükümet reisi o **Zıllullah'* tabiri gıtıi büyük ûnvana liyakat kesb edemez. Nasıl ki Ankara hükü­ met reisi de kendi itirafıyte zıllullah değildir. Olamaz kil Nutkun, güya hakikat olan Türk milletine nisbetle Al­ lahın gölgesini de önemsiz saydığı maynanda olmakla be­ raber biz bunu zorla iyiye yormaya çalışarak diyelim M; '^Nutuk sahibi (ZıHullah)'ı küçük görm üyor, belki bu bü­ yük tabiri Mm çıkarmış, padişahlann zıllullah olmak ne haddi İmiş ve insan nasıl zıllullah olabilirm iş." tarzın­ da. bu tabiri kullanan eslâfımızı techü etmek İstiyor. Birin­ ci ihtimale eski adamlann. gölge olmaya özenerek, İftihar etmesini ve medh olunmasını bilememekten ibaret olan gafletl«3n. iklrKi ihtimale göre de Allahın gölgesi gibi tabirlerle ösgüde manasız ve münasebetsiz mübalâğatları kayd ve tesbit edilmiş oluyor! Halbuki birinci ihtimalin istihdaf ettiği gaflet, yukarıda izah olunduğu vech ile asıl nutuk sahibine ait olduğu gibi, ikinci ihtimalden çıkan cehalet de yine eslâfın üzerinde de­ ğil, Dotmabahçe Sarayt'nda mütekellim-vahde olan zatın üzerinde kalmak lazım gelir. Çünkü 'zıllullah" mecazî tabiri, eski OsmanMann. ve müslûmanUınn salâhiyet dışifKİa ker>di ker>dılehne uydur­ duktan bir terkib değildir. Bu tabiri bazı hadis-i şeriflerde bizzat Cenab-ı Peygam ber Efendim iz İstimal buyurmuş­ lardır. Nebe/i kullanım ile me'sür tabirler sırasıruı geçmeseydi zaten bunu geçmişteki Mûslümanlar kendi kendile­ rine kullanrr aya cesaret etmezlerdi. Allah'a taalluk eden meselelerdeki sakımrcasına dinî terbiyeleri buna mani olurdu. işte hacîs kitablanndan *'el-Camiu*s-Sağlr"de derç edilmiş yedi tane hadîSH şerîf: "e s-S u lta n u zıllullahı 5'1a rz ..." ibaresiyle başlar. Bunlardan birfsirtde: "Sultan yeryüzüiKİe Allahın gölgesidir. Dayarvağı olmayan zayıflar


HİLÂFET VE KEMALİZM

309

9oa sığınır. Ve bir taraftan zulm görenler, haksızlığa ma­ ruz kalanlar da onun sayesinde İntikam alırlar, haklanna vasıl olurlar.'* buyuruluyor. Bu hadislerden biri de; " H z . Ebu Bekr-ı Sıddik tara­ fından rivayet edilmiştir: "A d il ve mutevazi bir sultan, bir hükümet reisi yeryüzünde Allahın gölgesi ve mezraidır kİ vazifesini İfa ile geçen her gürcünde yetmiş sıddtk ka­ dar iş görmüş ve sevap kazanmış o lu r." buyuruluyor. Görülüyor ki Dolmabahçe misafiri “ zıllullah" tabiri ile alay ederken Cenab-ı Peygamber Efendimiz'ın hadîs-i şe­ rifleri ile de alay ettiğinin farkına varmamıştır. Farkına var­ sa da onun için önemi yoktur yal Allahı ve gölgesini alaya alan peygameri değiller mi? Bilmem kİ bu hallerinden sonra da müslûmanlardan bazı miskin ve mendeburlar gibi: Ne diyelim, sağ olsun da ne söylerse söylesin. Kim istihfaf ederse etsin mi diyeceğiz? Reisicumhur İstanbul’a geldiğinin ertesinde Tayyare Cemİyetİ'nin merkezini ziyaret etmiştir. Oradakilerle gö­ rüşürken kurban derilerinden toplanan ianenin bu sene ge­ çen seneden fazla olduğuna dair kedisine verilen bilgi üze­ rine Reislcum hur’un "K u rb a n kesm eyip bedelini vermeliler" demiş olduğunu, "V e öyle yapanlar da va r." diye cevap aldığınt İstanbul gazeteleri yazdılar. Halk kur­ ban kesmesin paraiannı Tayyare Cemiyetl'ne versin, di­ yerek dinî hükümlerde mahv ve isbat yapmak lâ-dinî bir hü­ kümet reisi için örıemslz ve kolay bir şeydir. Biz de mese­ lenin o cihetinden bahs edecek değiliz. Bizim nazar-ı dik­ kati çekeceğimiz nokta, mûsiûmanlann dinî üstünlükleri üzerinde cebr ve baskı icra ederek ve ulu orta emirler ve­ rerek: "K urba n kesilmesin, parası Tayyare Cemiyetine verilsin." diyen adamların, ahkâmn Islâmiye hakkında ce­ haletlerinden veya bile bite mübalâtsızlıklarından başka, İk­ tisadî cihette de bu adamların cehaletleri ve idraksizlikleri­ dir. Kurban kesilemeyip de parası Tayyerl Cemiyeti iane­ sine verilirse sanki ne olacak? Maksat, hem kurton kese­ rek dinî vazifesini İfa etmeye ve hem de o kadar bir meblâ­


310 HlLÂFET-t m u a z z a m a ! İSLAMİYE

ğı iane oturak Tayyare Cem lyetl’ne vermeye gücü yetme­ yen halk «Hntni btrakaın, d O n ^ y a bakam demek değil mi7 l^ e cehalet ve ademn dikkat işin bu noktasındadır. Çûnkû bilir>diği Czere mûslûmanlıkta nisaba malik adamlara va­ cip olan kurban kesme vazilesi kurban bayramı günlerin­ de şartlan na uygun bir hayvan ûzervKİe kan akıtmaktır. Kur­ ban kestil.ten sonra etini dağıtmak vazile ve vecibe dışın­ da kalır. Binaenayelh kurban bayramını idrak eden ve eko­ nomiye rieyet etmek isteyen mûsluman kurban keserse bu­ nun eti ile evini yirmi, yirmi beş gün idare eder. Kesmezse yirmi beş gûnlOk eti kasaptan para Ue satm alacaktır. Şu halde bu edam kurban kesmeyip parasını hOkÛmetin g ^ terdiği yen* vereceğine ve sonra kasabcan para Ue et alma­ ya mecbuı olacağına kurbanını kessin, etini yesin ve bunu bitirinceye kadar çarşıdan et almasın da çaı^ıdan alacağı etin parasnı iar>eye versin. Kurbanın parasını değU. Demek mûslûmanı dinî vazifesinden men etmeksizin işin düzeltil­ mesi mûm<ûndûr. Ve aradaki fark çarşıdan et almakla ev­ de koyun kesip etini yemek derecesinde basittir. Bu kadar kolay bir hesaba akU erdiremeyip kurban kesme dini vazi­ fesi ile her'iangi bir vatanî iarıenin birbiri ile karşı karşıya geleceğini sanarak 1300 senelik İslâmî kurallan bozmaya kalkışan v< ukalâlığı dinsizlikte arayan zavafitların ne de­ rece anlayışı smırlı adamlar olduğurta dikkat ediyor musu­ nuz? Sene erden beri gözlenni kurban paralanna dikmiş olan "lâ ik " hükümetin, bu kadar münevver adamları Ue bu böyie basit bir İktisadî meselenin dinî duygulan rencide etmeden suhuletle çözümü cihetine akıl erdiremiyenlerini ayıplamakta hakkımız yok mu? İnsaf ehli söylesinlerl (Yenn, sayı: 2, 29/7/1927, sh; 2-3).


HİLÂFET VE KEMALİZM

E KL E R

311


312 HÎLÂFET-1MUAZZAMA-1 ISLÂMryE Ek: t 'KEMALİZM'*

A v n paklarca pek alışılmış ve pek cana yakın bir taM haline gi en bu kelifne, bizde, numlesef. lâzım geldiği ka­ dar reva(: ve sarahat iktasap edememiştir. Garp matbuatnı takip edenler pek alâ bHirter ki, Anadolu'da "M M Mücadele'* başlar başlamaz bütün medeniyet aleminde buna "Kem aliat Harekâtı" adı verilmişti. Nasıl kİ sonra­ dan mân «Kdunun ismine "Kemaftst OrckM u", Türkiye Bü­ yük Millet Meclisi Hükümetinin adına "Kem alist Hüküme i" denilmişti. O zamanlar istiklâl mücadelestnin en hararetli taraltartan artsında bile bu tabiri beğenmeyenler, bunu. Avru­ pa basını>Ka Türk milletinin açtığı muazzam ddali bir şah­ sa münhasır göstermek suretiyle o mûcadelerûn gertişkk ve kapsainını sınıflamak için meydana atılmış bir söz sa­ yanlar çoktu. Hatta belki, Ih i adın şanlı sahibinin de bizzat bundan Czûntü duyduğu anlar vardır. Zira. "Hakimiyet milletind r " düstûrunu koyan ve her esenni millete izafe­ de adetâ vicdanî bir zevk duyan bu asli şahsiyetin büyük İdealizmi ve her İdealiste has olan derin mahviyeti b ^ bir ünvanı -velev başkatan velev ağyar tarafından olsa damemnunlvetle kabul etmeslr>e manidir. Fakat bütün Türk Milleti gibi ortun da bilmesi lazvnde M, bugün, "KemaBzm" kelimesinin Hade ettiği maruı bir şahsa veya bir partiye alem olmaktan daha çok şümullü ve daha çok geniş bir mahiyet almıştır. *'Kem alizm " beşeriyetin ruhunu bir şimşek ^ kat'eden ve izlen asırlann sinesinde müebbed birer nuranî çizgi halinde kalan bazı vicdan ve fikir hareketlerinin, bazı siyasî ve f<>lseff mesleklerin, bazı dinî veya mezhebi akvnlann adı gt>i olmuştur. "K e m a lizm " bir hareket düsturu, bir işarettir. "K e m a lizm " bir tür vatanperverliğin, bir tür İnkilâpçâiCm adıdır. "K e m a lizm " bir prensiptir. "C um huriyet Halk Fırkası" aleyhdârlannın ikide bir, bize sorm.iktan büyük bir zevk duyduktan bir soru vardı. Bunlar bize derlerdi ki; "H a n i sizin program ınız?" Gerçe o zanar olduğu gibi bugün de Cumhuriyet Halk Parti-


HtLÂFET VE KEMALİZM

313

•İ'nin y tz * ve bas* bir programı yoktur. Çûnkû onun prog­ ramı canlı bir mevcudiyettir. Onun programı bir insandır. O O ^nen. yapan, muvaffak olan yazan, hisseden bir kâ­ mil insandır. Bu insan, maddi ve manevî hiç bir kudretin yetişemiyeceği bir sur'atle yüzüyor, gâh bir yıldmm olup Türk düş­ manlarının beynine tniyw. gâh bir nur olup karanlıkları ya­ rıyor, gâh kahr edici bir tekme halinde başkuş yuvası vi­ ran kurumlan yıkıyor, gâh kurtaria bir el şekline girerek pe­ rişan bir ülkeden yeni, metin ve muntazam bir devlet çıka­ rıyor. Bu harikulâde iradenin bin bir türlü tecelliyatı hangi bir programa sı^ar. Bu daima yürüyen, daima atılan şeyi, baş döndürücü seyr ve tekâmülünün bir noktasında dur­ durup bir kitaU)in içinde dondurmak ne mümkündür? *'Ke* malizm"in bundan sonra daha nerelere varacağı, daha ne­ ler doğuracağı malum mudur ki. ona kelimelerden bir had. ve kitablardan bir çerçeve tayin edilebilsin. “ Kemallzm**in en bariz vasıflanndan birisi de hiç durmaksızın sürekli tekâmül ve tekevvün halinde bulunması değil midir? Miin iradenin tecelli etmek üzere bulunduğu şu gün­ lerde gerek yerv mebus adaytan ve gerek bunların seçmen­ leri bizce her şeyden evvel bu hakikati bilmek zorunluluğundadırlar. Biz yalnız Cumhuriyet ve Halkçılık prensiple­ rine uymakla kalmıyoruz. **Kemallzm'* denilen bir işarete doğru atılıyoruz. Dilden dile, ağızdan ağıza **Kemallzm'* parolasını veriyoruz. Zira Türk Cumhuriyetinin ondan doğduğur\a ve bizi halka iten kuvvetin o olduğuna İman ediyoruz. Acaba *‘Mustafa K em al" olmasaydı sekiz seneden beri hayran nazarlanmız önünde birbirini takip eden mu­ azzam olayların hiç biri vuku* bulnnayacak mıydı? Biz "K em alizm " aşkını böyle bir taassuba kadar götürmek is­ temeyiz. Hiç şüphesiz ki asâ ve kahraman Türk milleti rıamert dûşmanlanna karşı keiKflsini müdâfaa etmek kudre­ tini gösterecekti. Hiç şüphesiz kİ. namusunu, şerefini, ca­ nını ve ırzmı başkasına satan hainleri afv etmiyecekti. Ve


314 HÎLÂFET-l MUAZZAMA ! İSLÂMİYE

onlann otmduğu sarayann çatısını başlanna indirecekti. Hiç şüphesiz k' bütün istiklâl mücadelesi esnasında kendisine tek dayanak olan halkın, bütün sefaletine, bütün kimsesiz­ liğine rağmen malıyla, canıyla bu cidale tek kuvveti bah$ eden civanmert Anadolu köylüsünün sevgisini bir ha­ reket düsturu ittihaz edecekti. Hiç şüphesiz ki başına ge­ len felâketl'Kin mühim bir kısmının arkasını asırlarca me­ deniyet alemir>e çevirmiş olmaktan tevellüt ettiğini anlaya­ cak ve tek kurtuluş çaresini o alemin aydınlığına koşmak­ ta bulacaktı Fakat nasıl? Ne şekilde? Ne kadar zamanda? İşte bunlan tayin etmek zordur. Bütün bu olayların yaratıcı ve mûjdeleylcisi olan bu büyük adam, her olaya o kadar kendi damg ısını vurmuş, o kadar kendi şahsiyetinden ver­ miştir ki gerek istiklâl cidâlinin. gerek İnkılâp hareketleri­ nin onsuz, aynı mutlu şartlar içinde, aynı yıldırım sûr'atıyla bugünkü neticelere varılabileceğini tahmin mümkün de­ ğildir. Onun içindir ki. biz de. bütün cihanla beraber, şu son seneler içinde Türkiye'de vuku bulan askerî, siyasi, içtimai mucizelerin mrrını *'Kem aiizm "de arıyoruz. ‘'Kem alizm ''de buluyoruz. Ve tabirin çıktığı adın büyük sahibini yalruz bir büyük şel olarak değil, aynı zamanda hareket tarzı, fa­ aliyet tarzı, düşünce tarzı, m izaa. tabiatı, hülâsa bütün şah­ siyeti ayrı birer ders, ayrı birer Örnek teşkil eden bir mür­ şit. bir insan-ı kâmil sayıyoruz. Bu anlayışı bir manevî (ftsiplin, bir manevî prensip haline getirmek, onu tedvin ve talim etmek. İşte, Türk gençliğinin tasis ve takip edeceği en büyük idesi bu olmalıdır. (Yakup Kadri, Kemalizm (baş­ makale), Milliyet, 20 Ağustos 1927, ah: 1, sene: 2, sa­ yı: 545)


HİLÂFET VE KEMALİZM

315

Ek: II

Adliye vekilimizin Mahkeme-i Tem ytz'de yaptıkları konuşma: "Ç ağd aş uygarlık İçinde mukadderatımızı Ortaça­ ğa alt esaslara bağlı kılmak davası, tarihin, sürüp ge­ len suçlar, diye kayd ettiği bir faciadır." Adliye vekili Mahmut Es'ad Bey, Eskişehir'den ge­ çerken Tem yiz Mahkemesi heyeti tarafından şereflerine bir ziyafet verilmişti. Vekil Bey, Temyiz bahçesinde Tem ­ yiz heyetine verdiği mukabil ziyafette kendi zamanına ait çalışma ve faaliyet ile bundan sonra tatbikine devam ede­ ceği program hakkında mühim bir nutuk irat etmişlerdi. 8u nutuklannda özellikle demişlerdir ki: "Bakanlığım zamanına ait adli çalışma etrafında orta­ ya çıkan görOşleriml ve buniann neticelerini en büyük Türk mahkemesi huzurunda tesbit etmei ve bu vesile ile bizden uzaklarda bulunan bütün meslekdaşlanma ve çalışma ar­ kadaşlarıma hitab etmeyi faydalı bulmaktayım. Adliye Ve­ kâletine geldiğim zaman tesbit ettiğim program şu üç mü­ him esası ihtiva ediyordu: 1) Kanunlar, 2) Adliye unsurlan, 3) Teşkilât. Muhterem hakimleri Geceli gündüzlü süren, sert, çetin fakat yüzü dönme­ yen yılmaz bir çalışmadan sonra inkılâbın bir an bile tehiri caiz olmayan kati gereklerini, efradından bulunmakla ifti­ har ettiğimiz Türk milletinin ve onun Büyük Meclisi'nİn İra­ desiyle bir sıra kanunlar halinde tesbit etmiş bulunuyoruz. Adliye Vekâletince verilen direktifler dahilinde inkılâbın bu büyük eserlerini hazırlayan pek muhterem mesai arkadaşlanma Türk Cumhuriyeti'nin en büyük hakimleri huzurun­ da bir kere daha teşekkürlerimi ulaştırmak isterim.


316 Hİl AFET İ MUAZZAMA-1 tSLÂMİYE

M uhtertm hakimleri Ça<)daş uygarlık tçirKİe Türk minetinin mukadderatım ortaçağ) ait temellere, bütün haykıran gerçeklere rağmen, kasıtlı bir şekilde veya şuursuz bk inatla bağlı kılmak da­ vası tarihin sürüp giden suçlar, diye kayd etmeye hak ka­ zandığı bir faciadır. Bugün inkdâbın dönmeyen kaif karar­ lan bu kanlı faciantn sahne olduğu on üç asn tüm boşluk­ ları ile taş aşağı etmiş bulunuyor. Bu yıkalan alem üzerinde kurulan, yeni Türk hayatı, yeni Tü ık noedeniyetı altında inkılâbın yere düşmeyen ve dalma yOkselen muzaffer bayrağı ile çağdaş uygarlığın en genç ve en dinç safhasını arz etnoektedır. D ü r hayal içinde gözüken bu manzara bugün memleketimbtin hakiki çehresidir. Hakikatler hayalleri geçmiş­ tir, denebilir. Mufıterem hakimleri Nazarımda her hakkın üstünde bir hak vardır kİ, o da mazlum -nsan kitlelerini haklarına, efendiliklerine kavuştu­ ran inkıl^i>tır. İnkılâbın prensipleridir. Unutn>amak lazımdır ki Türk i;ikıtâbının her prensibi yığm yığın Türk evtâdlannın kanlen ve kemikleri ile yazılmıştır. Türk Adliyesi en bü­ yük şerel bu esasların af kabul etmez müdafii olmakla gö­ rür ve duyar. Türk adliyecileri her vakit uzaklara kadar gö­ ren uyanık nöbetçiler halinde inkılâbı bekleyecekler. Esa­ sen yeni kanunlanmızm hedeflediği maksad, inkılâbın, Cumhuriyetin yaptırımı olmaktan başka bir şey değildir. Kanunlar: Bir arahk ortaya bir de İhtiyaç nazariyesi atılmıştı. De­ niliyordu <i; " B u kanunlar Ihtiyaçlanmıza uygun düşme­ m ektedir." Ben bu fikre de hiç bir zaman iştirak etmedim. Bence memleketin ihtiyacı, pek mübrem bir ihtiyacı vardı: Çağdaş uygarlık dûsturtannı kayıtsız, şartsız ve pürüzsüz, zaman kaybetn>eksizin olduğu ^ bir kül halinde kabul et­ mekti. Bunun içindir ki Cumhuriyet kanunlannı Batıdan tadilâtsız olarak naki ettik."


HtLÂFET VE KEMALİZM

317

Adliye uneurlan: Mehmet Es'ed Bey. burada Ankara Adliye Hukuk Mektebinden, hakimler kanunundan, maaşlara kısmen ya* pılen ve komen yapılacak olan zamlardan bahs etmişler ve demişlerdir kİ: “ -Ankara Hukukurxla tabele olarak 300 Türk genci var­ dır. Bu sırada imtihanlarını başarı ile vermekte bulunan bu gençlere mûdevven kanunlar halinde kabul etti^miz en aoo hukuk esasları Öğretilmektedir. Ker>dllerinden Adliyemizin büyük istifadeler edeceğine kati olarak mutmain bulun­ maktayım. Hakimler kanununu tedvin etmemiz bir zarure­ ti, kanun memurtarının mukadderdtanı bir kanun ile tesbit edilmemiş olması mühim bir noksandı. Çünkü kanunu tatbik eden hakimlerin vaziyeti kanuna dayanmıyordu."..... Teşkilât: “ Teşkilâtta hedefimiz sûr'at. sadelik ve isabettir. Bu üç mühim noktayı temin İçin hayli kanunlar tedvin ettik. Ka­ pitülasyon belasından kurtulmamıza vaktiyle muvafakat et­ meyen milletlere hitabla diyebilirim kİ. bizde adlî muame­ lelerdeki sûr'at, kolaylık diğer Avruap devletlehnin muame­ lâtındaki sür'atten kati olarak aşağı değildir, ileridedir." Muhterem hakimler! İnkılâbın yeni ve büyük kanunlarının tatbiki Türk adli­ yecilerinin şüphe etmediğim kabiliyet ve liyakatlarının bir imtihan devresi olacaktır. Meslekdaşlanmm Türk tarihinin en esaslı dönüm noktalarından birisini teşkil eden, dost ve düşmanın heyecanla tâkip ettiği bu çok çetin İmtihandan başan He çıkacaklarından asla tereddüt etmemekteyim." Mahmut Esad Bey'in ardından Temyiz Mahkemesi birind reisi İhsan Bey Efendi de karşılık olarak, konuşup özetle demişlerdir ki: “ Maruzatıma son verirken, çağdaş uygarlığın gerekle­ rine uygun ve Türk milletinin. İçtimaî, iktisadı ve ticarî çı­ karlarını ve düzenini sağlamaya hadim Cumhuriyetin adil kanunlannı tatbikle iftihar eden Cumhuriyet hakimleri bü­ yük inkılâbımızın prensiplerine ve onun en büyük eseri olan


M8 HİLÂFET İ MUAZZAMA-IISLÂMİYE

Cumhuıiyet mefhumuna tamamen uygun ve uyumlu şekil­ de gece>ı gündüzlü laallyetlehne devam ve gayret ve çalış­ ma ile g iyeyi tahkik ettireceklerini arz ve temin eder ve başanlannm dileğiyle hürmetlerimizi sunarım eferKİim." B a la n Bey cevaben: “ VCcuda getirilen eser, benim değil. Türk milletinin ve inkılâbının büyük liderinindir. Benim bu eser etrafındaki ro­ lüm bütün çalışma arkadaşlarım gibi sadece bir işçi olarak çalışmaktan ibarettir.** "Tûdı adliyesinin en yüksek makarmnı kazarıan hakim­ lerimizin yeni kanunlann tatbikinde müşkülâta maruz kalırv mıyacağı hakkındaki vaadlerini, benim de görüşümü des­ teklemesi itibariyle, önem ve memnuniyetle kayd ediyorum. Sözlerime son verirken sert ve çetin hayat şartlan içinde vazifelerinize yüksek fedâkarirklan ile başarmakta bulunan bütün ça tşma arkadaşlanmı hürmetle selamlar, kendileri­ ne sürekli başarılar dilerim.*' demişlerdir. (Vakit, 20/6/1926, ah: 2 sütun: S>7)


h il â f e t v e

KEMALİZM

319

MISIR ULEM ASININ GİRİŞİMİ S O N U Ç S U Z KALDI! (Kahlre)de Cam lul-Ezher Şeyhİ'nin toplamak ve Mı­ sır'da Klerfkal bir hükümete esas ittahaz etmek istediği Hi­ lâfet Kongresi'nin düşük bir cenin olacağını bu sütunlar­ da iddia ve iddiamızı isbat eden tezahüratı kaydede gel­ miştik. Bu hafta içinde aldığım<z bilgiler, iddiamızı kat kat tak­ viye etmektedir. Mısır ulemasının bu gibi hareketler İle et­ kilerini arttıracaktanr\a. aksine halk nazarında düşmükte olduklannı görüyoruz. ör>ce şunu kayd edelim ki Hindistan Ulema Cem iye­ ti, Mısır Cam iu'l-Ezher Şeyhi tarafırKfan Hilafet Kongresi'ne iştirak için gönderdiği daveti müzakere ederek bu daveti red etmeye karar vermiştir. Hindistan ulemasıntn bu hareket tarzı. Ezher ulemasının kendi meslekdaşlan nezdinde bile hiç bir itiban haiz olmadıklarını göstermiyor mu? Bundan başka Şimal Müslümanları da Ezhercilerin davetini kabul etmeye karar vermişler. Mısır gibi ecnebi iş­ gali altında yaşayan bir memleketin Hilâfet Kongresi akt etmek gibi İşlere girişmesini hayretle karşıladıklarını ifade etmişlerdir. Bu suretle bütün İslam aleminin, Hilâfet ve Hilâfet Kor>gresl hakkındaki görüşü tezahür etmiştir. Hiç bir İs­ lam milleti veya cemaatı TBM M 'nin ilga ve imha ettiği bu münfesih kurumu ihyaya, ya cesaret edemiyor, yahut ihya etmek istemiyor. Çünkü bu kurumun hayatında bir fayda görmüyor. Bu vaziyet karşısında ardı sıra geri çekilmeye uğrayan Mısır Cam iu’l-Ezher Şeyhi, Kongrenin maksadını değiş­ tirerek. Kongrenin Halîfe seçmek için değil, ancak Hilâfe­ te lüzum olup olmadığını tetkik etmek üzere toplanacağını söylemiştir.


3:^ Hİl AFET İMUAZZAMA-IISLÂMİYE

Camlu*l-Ezh«r Şeyhi davetinin u^fad^ğı suMcabul kar­ şısında bi‘. ardınca geri çekilme ile Hilâfet hakkında mOsbet menfi hiç bir kanaati bufunmadığvıı göstermektedir. Yoksa Şe/h Hazretlerinin (1) Hilâfet hakkında btr kanaab olsa, onur lüzum veya lüzumsuzluğunu tetkike N ç İhtiyaç duymazdı Daha dûn Hilâfeti dinî bir farz sayan bu adam, bugün HiUfetin lüzum veya lüzumsuzluğundan bahseder ve bUhass.1 bu adam Cam tu'l-£zher Şeyhi olursa o zaman bu adamın dddiyel ve samimiyetinen hakkıyla şüphe et­ mek gerek ir. Çünkü bir adamın dinî kanaatleri bile sarsıntı halindedir Meşh jr Mansura Kâadısı '^İslamiyet ve Hükümetin Esastan", eserin yazan Şeyh Ali Abdürrazik Bey son ola­ rak ulemanın bu vaziyetini tahlît eden güzel bir makalesin­ de diyor k;: Mısır jlem asının Hilâfet adına yaptıktan hareketin din İte bir ilgisi var mı? İhtimal ki halâ bazı kişiler bu hareketin Hak din adına seçilen garazsız ivazsız bir ha­ reket olduğuna İnanıyorlar. Hayır, bu hareketin Hak din­ le, veya ZaM Ecell-İ A 'lâ İle zerre kadar bir ilgisi yok­ tur. Bu sırf siyasi bir harekettir. Ulemayı sağa sola çe­ viren, İlen ye geriye götüren sırf siyasettir. "IkİrKİ Hamid Halîfe İken, zamanın uleması. Hilâ­ fetin, mutlakıyet hükümeti, olduğunu, Meşrutiyet'in di­ ne aykın bulunduğunu söylüyorlardı. Tü rkiye'd e Meş­ rutiyet ilan olununca bu sefer dinî esaslara en uygun hüküm etir Meşrutiyet olduğu söylenildi.** *‘Mısif'da siyasi durum karışık olduğu için din ma­ nime söylenilen sözler de karışıktır. Bir kaç ay evvel Hi­ lâfet hareketi kuvvetliydi. O zaman dinin Hilâfete des­ tek olduğı ortaya atıldı.** *'Hııaf Mi İnkâr edenler kâfir sayıldı. Fakat bir kaç ay sonra durum değişti. İhracat, sarsıntıya uğradı. Si­ yaset ufuk anrKİa bir takım sisler, bulutlar belirdi. Hilâ­ fet Harekeli'nin başarıya uğramaması İhtimali zaafa uğ-


HİLÂFET VE KEMAlJZM

321

rtdı. Bunun üzerine dinin Hilâfet hakkındaki görüşü de değişti. Binaenaleyh Hilâfet hor görüldü. Camiu'l-Ezher Şeyhi bile Hilâfetin lüzum veya lüzumsuzluğu mesele­ lerinin tetkike muhtaç olduğunu söyledi.*' “ Bu ne hayrete şayan bir haldir. Dinde tezebzub ve teşevvüş yoktur. Din bir şeyi bugün helal yarın ha­ ram ı-»ymaz. y^ncak bu dinin başına öyle bir cemaat çul lanmıştır kı her devirde dini felâkete uğratmıştı. Din ise orun ruımına Söz söyleyen, o n u l emir ve ynsaklanm değiştiren bu adamlardan kaçınır.*’ Esasen Mısır ulemasının son olarak vuku bulan bir ha­ reketi Misil kamtıoyı Özemde acıklı oir kötü etki bırakmıştır. (Kadir) gecesi n. Jn'tsebetiyte Mısır camilerinde icra olunan dini merasime iştirak eden ulema, o geceyi İslam halkı ile beraber İbadet ve taatle geçireceklerine İngiltere'* mn fevkalâde komiseri Lord (Corc Loyd) tarafından vuku bulan davete icabetle o geceyi İngiliz Lordu’nun sarayın­ da geçirmişlerdir. Bu olay müteaddit gazetelerde ulema­ nın şiddetle alaya alınmasına sebeb olmuştur. (Görülüyor ki Mısır Cam iu’l-Ezher Şeyhi ile avenn<«i nin Hilâfeti ihya etmeyi hedefleyen hareketlerinin ıçyüzf herkes tarafından anlaşılmış ve neticede bu harek/'i aka­ mete uğramıştır. (Ömer Rıza, Vakit. 26 Nisan 1926, sh: 2).

F.17


322 HİLÂFET İ MUAZZAMA-1İSLÂMİYE

Ek: MI b C A R U L L A H EFENDİ M tır ve Hicaz’a niçin gitlı^nı anlatrvorl Rus mûslûmanlan hev«t« azasından Musa Carutl» Efend' son olarak Ankara’ya gitmiş Başvekilimizle temas miş ve tekrar şehrimize avdet etmiştir. Musa CaruUah Efendi, şu beyanatı bulunmuştur "•Mısır'da toplanacak HUâfei Kongresi ne davet» ola rak gidiyorum. Aynı zamanda Mekke Kortgresl're de hent davetti>kn ve hem de Rusya MOsiûmar^lannın, Türkistan ve Çin Müslümanlarının vekili olarak gidecek ve Kongre­ de bazı beyanatta bulunacağım." Miiur'da Kongre Hilâfet meselelerini müzakere ve ay­ nı zam{;f>da mahiyetini tayin edecektir. Mekke Kongresi­ ne gelirce; Haremeyn ve mukaddes topraklar işleri, haolann en niyet ve selâmet mesefelen müzakere edilecektir. •Rusya m üslümanlannın İçtimai ve siyasi durumlan nasıldır? Mu:is Carullah Efendi burada sözlerini tam bir fıkır hürriyeti ile söylediğini beyan ederek, dedi ki: **-Rsuya MüslOmanlan siyasi ve içtimai vaziyetle­ rinden memnundurlart"' •Tüılüstan Ç in ’i müslümanlannın durum u nasıldır? '"•Ttırkisian Çin’i mûslûmanlan arasında son zaman­ larda İngilizterin etkisi fazlalaşmıştır. Türk inkılâbı ve Türk milletinin istilâcılara karşı a çtı^ mücadelede kazandığı za­ fer ve siyasî istiklâl. Şimal Türklerinde pek büyük memnu­ niyet. hûınû hürmet ve çok samimi b a ^ r doğurmuştur.” "Bilhassa Gazı Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’nin Türk'ün trûlfî ve siyasi istikiâlir>de gösterdiği büyük kahra­ manlık. vt) dehâ Şimal Türklehnce nihayetsiz takdirleh celb etmiştir." Rusya’dan gelen müslümanlar: H İca : Kongresİ'ne gidecek olan Rus mûslûmanlan heyeti d O ı sabah bir motorla Kavak'tan Trabyadak Rus Seferethenesİ'ne gilmişier. orada konsolos yoldaş Putmekin tarafından kabul edilmişlerdir.


h il â f e t v e

KEMALİZM

323

Rus mehafilinden aldığımız bilgiye göre. Sovyet huKümeti, Rus müslümanları murahhaslarının Hicaz KongreiTne iştiraklerine izin vermiştir. Murahaslar bir kaç güne kadar şehrimizden hareket edeceklerdir. Dûn akşam murah­ hasları şerefine Yoldaş Putmekin tarafından bir ziyafet verilmiştir. Hicaz K or^resinde Murahhaslarımız: Hicaz Kongresi'ne hükümetimizi temsil etmek üzere göndehlecek olan İstanbul Mebusu Edib Bey dûn şehri­ mize geldi. Edlb Bey Hicaz'a ancak on gün sonra hareket ede­ ceğini söylemiştir. Hicaz Kongresi’ne gideceği yazılan Süleyman Şev­ ket Bey de şehrimize ulaşmıştır. Süleyman Şevket Bey, yazıldığı gibi hükümetimizi temsilen Hicaz Kongresi’ne memur edilmemiştir. Şevket Bey, Hicaz hükümeti nezdinde hükümetimizi resmen temsil edecektir. Süleym an Şevket Bey'ın refakatinde Feridun Bey isminde bir kâtibi vardır. Şevket Bey vaktiyle Mekke’de fırka kumandanlığını ifa etmiş ve Arapça'ya vakıf bir zat­ tır. (Vakit. 19/5/1926. 8h: 2)


324 h il â f e t i MUAZZAMA ! İSLÂMIYE

E k ; lll-c

ŞEHRİM İZE G E L E N RIZAEDDİN EFEN Dİ KİMDİR? Ûç d6r* gûn evvel Kazen, Türkistan, K ınm ve Kaza* kıştan mûslûman Tûrkleri tarafından Hicaz Kongresi’ne iştirak etrm^k için gdnderiien sekiz kişilik bir heyet şehri­ mize gelmişti. Heyetin Reisi "D ahilî Rusya ve Sibarya Müslüman Türklerinin Diniye Nezareti’* reisi müftü 1^ zaeddin bin Fahreddin Hazretieridtr. Ktnm müftüsü Hacı Musİlhiddin, Türkistan ulemasından Abdülvahid Kârf, adı geçen Diniye Nezareti ezalarından Keşşafüddin Tercü­ man, MeİKİî M a'kul, Kazanlı alimlerdir. Abdurrahman Öm er ve Ts h ir llyas Efendiler heyet azasındandırtar. Bu heyetin reisi olan Rızaüddİn ibni Fahreddin Efendi kimdir? Meşrutiyet devrinin İstanbul basını, özellikle Türkçü ba­ sın Rızaûdc İn Efendl'den sık sık bahs ederdi. (1). O gürv lerde bu za* müftü değildi. Orenburg şehnnde yayınlan­ makta otan :lm? ve edebî " Ş ü r â " mecmuasının b a^azan idi. Bu sefer bizim ondan bahsedişimiz de müftülüğünden dolayı değildir. Roaeddin Efendi her şeyden örtce araştırmacı ve mü­ tefekkir bir nfimdir. Araştırmalan sonucunda mühim tarihi eserler meydana getirmiş ve kıymetli miin tarih malumat ve vesikalar toplamıştır. Bizzat ^ r çok ahlaki ve içtimâ! fi­ kirler ortaya koymuştur. En karışık mazi ile uğraşan ve za­ hiren kendi luh derinliklerine çekilmiş gibi gözüken bu zat günün mesdlelerinı de asla çözden kaçırmamış ve sade Kazan Türklüğünün değil, bütün Orta Türklerin fikrî ve millî hareketlerinde büyük etken olmuştur. O , araştırmalannda kılı kırk yararcasına müdekkik olduğu gibi muhakeme ve düşüncelerinde hakimane ve sakindir. Lâkin zahiren sa­ kın olan bu muhakemeler ne kadar kuvvetli bir mantıkla meşbudurlar' Yazılarının mantığı gayet kuvvetli olmakla be(1) Ziya Oökalp Bay "TOrfcçiUogün F ıa a lın 'nda bu zabn ismM yvA a oiafah ‘*Zlyaa<dln Wn Fahraddin’* ûty kaydetmiştir


h il â f e t v e

KEMALİZM

325

raber edebi çeşnisi de pek yüksektir. O. hakiki manasıyla bir yazardır. O pek çok okuyan, daima düşünen ve çok ya­ zan bir atımdır. Fakat katiyyetle söyleyebilirim ki o, kendi­ sinin hakkıyla kavrayamadığı konuya dair hiç bir şey yaz­ madığı gibi, umum için faydası olup olmayacağını düşün­ meden de hiç bir meseleyi kaleme almamıştır. O . felsefe için faydası olacağna kanaat getirence en küçük ahlâkî ri­ saleler ve hatta hikâyeler yazmaktan da çekinmemiş, lâ­ kin bu gün faydası pek açık olmayan fakat gelecekte fev­ kalâde büyük önemi haiz olacak tarihî bilgileri toplamak­ tan da geri durmamıştır. Yalnız kısmen basılan ‘ 'Âsâr*' adlı eseri kıymeti daha şimdiden anlaşılmaya başlayan millî ta­ rih malumat ve vesikalannı ihtiva etmektedir. **Şurâ" Mec­ muası da geleceğin Türk araştırmacıları gibi gayet mühim bir kaynak sayılacaktır. Onun “ Meşhur Hatunlar" adlı ese­ ri ile "M e şhu r E rter" adı altında yayınladığı serileri de bü­ yük önemi haizdirler. Onun muhtelif içtimâi ve tarihî me­ selelere ait etüdleri hesabsızdır. Bunlar içinde en hacimli dam "D in i ve İçtimai M eseleler" adını taşıyan eseridir. Rızaeddin Efendi küçük bir köy medresesinde oku­ muş. Rusya içerisinde de pek az seyahat etmiş, dışarıya ancak şimdi çıkmıştır. Fakat filozof " K a n t " bütün ömrün­ de doğum yeri olan (Königsberg) şehrinden dışarıya çık­ madığı halde ölmez, unutulmaz felsefi sistemlerini keşf et­ tiği gibi, bizim Rızaeddin Efendi de müsiüman ve Türk dün­ yası hakkındaki derin fikirlerini pek sevdiği mütevazı (Ufa) şehrinden pek nadir dışarıya çıktığı günlerde meydana koy­ muştur. Zira y e ry ü zü n ü hiç seyahat icra etmeyen bu gibi zatlar tefekkür dünyasında büyük büyük mesafeler alırlar/Kazanlı A.Battal

X Heyet bir kaç gür>e kadar gidiyor; Hicaz Kortgresi'ne iştirak etmek üzere Rusya'dan ge­ len heyet bir kaç güne kadar hareket edecektir. Bugün pa­ saport muamelelerini ikmal etmekle meşguldür. Nusret B e y'i ziyaret ediyorlar: Mekke Kongresİ'ne gitmek üzere Rus müsiümanlan


^76 Hll-ÂFET-I MUAZZAMA-! İSLÂMİYF

adına gelen heyetten Keşşafüddin Tercüm an Efendi dûn Hariciye murahhasımız Nusret Bey'i ziyaretle heyetin zi­ yareti için rarKievu almıştır. Aynı zamanda kendilerine ko­ laylık gösterilmesi zımnında Moskova Sefirimiz Zeka! Bey'in bir mektubunu da takdim etmiştir. Heyet bugün Nusret Be / tarafından 3-5 arasında kabul olunacaktır. (Va­ kit. 20/5/1926. ah: 1 ve 2)


HİLÂFET VE KEMALİZM

327

EK: III d HİCAZ KO N G R ESİN E GİDEN R U S Y A M ÜSLÜM AN LARI •Dün vali Süleyman ve Hariciye mürahhası Nusret Beyleri ziyaret ettiler. Cumartesi gidiyorlarHicaz Kongresi'ne Rusya Müslümanları namına iştirak etmek üzere şehrimize gelen murahhas heyet, reisleri Rızaeddin bin Fahreddin Efendi ile beraber dûn İstanbul valisi Süleyman Sami Bey'le Hariciye murahhasımız Nus* ret Bey'i ziyaret etmişlerdir. Bu ziyareti yapanlar Taşkent Dini Nezareti heyeti re­ isi ve sabık ikına Duma azasından Abdülhamid Maji, Abdurrauf Kâarioğlu Efendi. Keşşafeddin Tercümanı Efen­ di ve diğer İki arkadaşlarıdır. Heyet Soyvet sefaretinin otorr>obiii ile ziyaretlerini yapmışlardır. Daha önce, heyetin, hûccac zannıyla ve Karantine Ni­ zamnamesi mudbirKe karaya çıkmalarına izin verilmemiş ise de daha sonra murahhas heyeti oimalan dolayısıyla Sıh­ hiye Vekâleti'ne müracaat edilerek izin alınmıştır. Heyet Cumartesi günü doğru vapur bulurlarsa hare­ ket e d e n le rd ir. Bu mümkün olmazsa hareketleri Pazar­ tesi gününe kalacaktır. Heyet üyelerinden Şimal Türkleri arasında ilim ve fa­ zileti ile şöhret bulmuş olan Musa Carullah Efendi. Kong­ re hakkında şunları söyledi; -Ben önce Mısır'a gidiyorum. Mısır Kongresine şah­ sen davet edildiğim için oraya gideceğim. Ondan sonra Mekke'ye giderek oradaki Kongreye iştirak edeceğim. Şeh­ rinizde kalamıyacaktım fakat pasaport muamelesinin ikmali için zorunlu olarak seyahatimi biraz geciktirdim. Mekke Kongresl'ne iştirakim. Leningrad, Moskova, Türkistan ve Rusya'daki Çin müslümanları admadır. Mekke Kongresl'r>e t^nim hiç bir teklifim yoktur. Kongreden maksat, Kutsal Beldeler ve Haremeyn'in ko­ runmasının sağlanması, hacıların azimet ve avdetlerini ko­ laylaştırmaktır.


328 HİLÂFET İ MUAZZAMA-IİSLÂMİYE

Rusya müslümanlan bugünkü siyasi ve içtimai bal' İSlinden nem nundurlar. Bugünkü Rus idaresi siyaset aleminde onemU bir kuvvettir. Türtdye>Sovyet ittifakı bu nokla*İ nazardan gayet büyük önemi haizdir. Rusya möslûmanlannın içtimai, ticari ve iktisadi saha­ larda büyük faaliyetleri vardır. Müslüman Cumhurfyetleri'ndeki Türk mekteblerir)de tedrisat tanamiyle Türkçedir. Bununla beraber Rusça da ek olarak ö<^retılmektedir. Devlet dairelerindeki işlemler tamamıyle Türkçedir. Türk Cumhuriyetlerinde Türk diline. Türk edebiyatına karşı büyük bir itina vardır. Bu itina, hem hükümet, hem de halk tarafından gösterilmektedir. •Rusyf 'da Müslümanlar şapka giyiyorlar mı? •Bizim için serpuşun önemi yoktur. elbisesinin biz­ ce önemi kalmamıştır. Biz sizin gibi değiliz. Siz şapkayı geç kabul ettiniz. Meselâ ben 20 seneden beri açık başla na­ maz kıiryoam ." (Vakit. 21/5/1926, sh: 1-3)


HİLÂFET VE KEMALİZM

329

Ek: Hl>« H İL Â F E T K ONG RESİ İFLÂS E T T İ -Bu “ •LE 2hef” in hezimeti demektir ve burtdan en çok istifade edecek olanlar MısırlılardırMısır'da Camlu'LEzher Şeyhl’nin düzenlenmesine gi­ riştiği Hilâfet Kongreaİ'nden " V a k lf ’te bir çok defa bahs etmiş, bundan ûç ay evvel bu konuya dair yazdığım ilk ya­ zıda bu kongrenin başansıztığa uğrayacağım, bu suretle Türk inkılâbının alem-şumul olduğu keyfiyetinin bir kere da­ ha ortaya çıkacağını söylemiştim. Son defa 26 Nisan ta­ rihli *'Vaklt"te yine bu meseleyi mevzu-bahs ederek Cam lu'LEzher tarafından icra olunan girişimin katî başansızfığa uğradığını delillehyte isbat etmiştim. Dön Kahire'den alman haberler 13 Mayıs'ta (1926) top­ lanan Hilâfet Kongresi'nin sonuçsuz dağıldığını haber ve­ rerek görüşümüzü te'yit etmekte, özgürlükçü ve yenilikçi fikirlerin irtica ve taassup zihniyetine karşı zafer kazandı­ ğını göstermekteydi. Bu sonuçtan memnun olmamak müm­ kün değildir. Geçen sene Mensura Kâadısı Şeyh Ali Abdurrazık Bey, Türk inkılâbından aldığı ilham ile yazdığı ''İslamiyet ve Esasat-ı Hükümet'* adlı eserini neşr ettiği zaman Ezher uleması hükOnteti siyasetlerine alet ederek bu aydın İs­ lam alimini kâadılıktan azl ettirmeye muvaffak olmuşlar, he­ defi meçhul olmayıp siyasetterinin yenilik hareketine karşı gelebileceğini tahmin ile faaliyetlerine hararetle devam et­ mişlerdi. O günden beri Ezher Uleması, her tarata bir çok davetnameler gönderiyor, İslam kavimlerini kongrelerine temsilci göndermeye teşvik ediyor, her fırsattan istifade ile basında yayında bulunuyor, hasılı taassup ocaklannı hima­ ye edecek kişisel bir Hilâfet tesisi için bütün kuvvetleriyle çaiışıyorlardi. Mısır’da Ezher ulemasının bu girişimlerine muhalefet edenler, yok değildi.


330 HİLÂFET İ MUAZZAMA-IISLÂMİYE

Fakat hu muhalifler, Ezher Uleması'na şiddetti bir dd kulanmaktiJi çekiniyorlardı. Ezher uleması bir taraftan Mı­ sır hüküme ine, diğer taraftan Mısır hükümetinin de tabi ol­ duğu makamlara da güvenerek hareket ettiklerinden hiç bir kimse onlarla açıktan açığa mücadele etmiyorlardı. Bınaerıaleyh Hzher'in bu girişimienyle. her memleketten zi­ yade Mısır'n ufuk mukadderatını karanlıklaştıracak dan bu hareketleri le. bizim gibi, cidal edenler çok azdı. Fakat ha­ kikate. inkılâp ve yenilikçiliğin kaldırıcı savunma kuvveti­ ne dayanar bu çok az’m fikri, ûstüryOk sağ'amış. r>etıcde açıkça çok heybetli fakat gerçekte çok çürük makamlara dayanan * '€ l-^ h e r " hezimete uğramıştır. Bu hezimetten en çok mûst<}fit olacak memleket, Mısır'dır. Bundan sonra Mısır'da yenilik taraftartan seslerini biraz daha yükselte­ bilecekler ve Mısır halkı Ezher'in hakikî mahiyetini daha iyt anlayac<.ktır/ömer Rıza. X X X

Dün bu mesele hakkırnla A.Battal Bey'den Musa Carullah Efendi ye hitaben bir mektup aldık. Vakıa Hilâfet Kongresinin neticesiz olarak dağılmış olmasına nazaran Musa Caru lah EfeiKli'nin kongreye iştiraki mevzu bahs edilemez. Ancak Musa Carullah Efernirnın beyanatının gerek hariçteki, gerek dahildeki Türkler arasında bir dere­ ce dikkat çe<ici görüldüğünü ifade etmiş olmak için A.Bat­ tal Bey'in mektubunu aynen neşr ediyoruz: Musa Carullah Efendi'den bir istiyzah: Eferfdİn, Istanbu gazeteleri muhabirlerine verdiğiniz mûlâkatlarda "yüksek siyaset" meselelerine hiç temas etmeden, ancak kongı elere iştirakinize ait söylediğiruz bazı sözler­ de bizce anlaşılamayan r>oktalar vardır. Zât-ı alinizden bu hususta bir stıyzahta bulunmak istiyorum: 1) Gerel: "İk d a m " ve gerek " A l ^ m " gazeteleri mu habirlerine T ürklstan, hatta Türkistan Çini müslümanlan âdına da murahhas olduğurHJZu söylüyorsunuz. Haft)uki he­


HİLÂFET VE KEMALİZM

331

y«t azalan içinde Türkistan adına Abdülvahid Kâan Haz­ retleri de vardır. Onu hiç olmazsa Türkistan (bugünkü ö z beklstan)ın bir şehri (Taşkent) murahhas olarak seçmiş­ tir. Sizi Tûrkİstan'm har>gi şehri seçti? 2) Yine siz "Dahilî Rusya ve Sibirya Müslüman Tü rklerl Diniye Nezareti*"nin emri üzere seçilmiş bir murah­ hassınız. Acaba bu kurum Rusya hudutlarının dışında bu­ lunan Çin Müslümantanndan da herhangi bir murahhas seçtirmek yetkisini haiz midir? 3) Mısır HilAfak Kongresi'ne gideceğinizi defalarca söylüyorsunuz. Halbuki mezkur **Dinİye Nezareti'* Mısır Kongresine gitn>emeyi uygun bulmuştur. Rusya gazetele­ rinde " N e z a r e f in bu hususa ait yoldaş "K atenln"e gön­ derdiği telgrafını da okumuştuk. Daha Önceki gün İstanbul gazetelerinde Sovyet a|ansının şu tebliği yayınlandı; "R u s ­ ya m üslüm anlan heyeti Kahire Kor>gresİne İştiraki red etmiştir. Zira heyet Mısır'daki İrtgiliz hakimiyetinin müslümaniara söz ve fikir hürriyetini yasaklıyacağını dikkate almaktadır. 30 milyon müslümanın mümessillerinin İş­ tirak etmemesi Hilâfet Kongresi'nin toplanmasını İm­ kansız kılacağı tahmin edilmektedir.** Şimdi zat-ı alinize soruyoruz: Bu halde sizin Kahire Kongresi’ne gitmekte ısrar edip durmanızın manası nedir?/Kazaniı A.Battal. (Vakit, 23 Ma­ yıs 1926. sh: 2)


332 H İL Â F E T İ M U A Z Z A M A -1 İS L Â M İY E

Ek: IIM MISIR H İL A F E T K O N G R ESİ KOM EDİSİ •0:urumlar yapıtmış, bir Hindli bOtûn mezhep ve tartkatlerir ilgÂsını istemiştirö r çeki gOn bozulma habenni yazdığımız Mısır Hilâ­ fet Kongresi nin akt ettiği toplantılara dair ayrıntılı bilgiler almış bulunuyoruz. Bu bilgilerden önce şunu ankyoruz ki Mı­ sır Hilâfet Kongresi aleni oturumlar yapılmasına cesaret edememiş, butun oturumiarını gizli yaparak basına bir teb­ liği göndermekle yetinmiştir. Bütün Mısır'da hayret ve istiğrab ile karşılanan bu hareketin gerçek sebebini keşf et­ mek zo ’ değildir. Ezher uleması davet ettikleri şahısların temsili tıir yetkiyi haiz olmadıklarıru biliyorlardı. Hilâfet hak­ kında fiKırterIn şiddetlenmiş olduğuna da vakıftılar. Bundan başka ancak gizli bir muhit içinde telkini kabil gizli bir fikir veya siyasi bir gayeyi takip ediyorlardı. Hülâsa, Ezher Ule­ ması içi 1de bu kongreyi düzenlemeye girişenler adetâ Komitecili^e başlamışlardı. Kongrenin 13 Mayıs'ta akt olunan lik oturumunun res­ mi tebliğ inden anlaşılıyor ki Cam iu'l-Ezher Şeyhi bir nu­ tuk irat etmiştir. Bu nutukta uzun mesafeler kat ederek ve büyük yorgunluklara katlanarak Mısır'a gelen temsilcilere teşekkür edilmektedir. Halbuki Mısır gazetelerinin da a ç ı­ laması ürere böyle zahmetlere katlananlar pek azdır. *‘elEhram'* gazetesi 14 Mayıs tarihli sayısında "Kongre'ye iştirak edenlerin çoğu Mısır'da mukfm bulunuyortardı. Bunlar memleketlerinde haiz olduktan mevki dolayısıyla davet o ljn m u şla rd tr." diyor. Carriu'l-Ezher Şeyhi müteakiben Hilâfetin örıeminden bahsetm ş. onun müslümanlığı yükseltmek ve mûslümantan birleştirmek hususunda b ü ^ k bir etkisi olduğunu, bi­ naenaleyh mûslûmanlann din ahkâmına ve kabul ettikleri hükümet teşkilâtına uygun bir şekildo Hilâfet meselesini çözmeler' gerektiğini beyan etmiştir.


HİLÂFET VE KEMALİZM

333

C a m iu 't^ h e r ŞeytıL Hilâfetin Peygamber’den son­ ra vücut bulduğunu, binaenaleyh din ahkâmı ile bir alâka­ sı bulunmadığını unutuyor. Bundan başka müslümanlar arasında birlik vücuda getiren etken Hilâfet değil, bizzat Müslümanlıktır. Müslümanlığı yükselten Hilâfet değil, bizzat müslümanlığın ulviyeti, engel kaldıran ruhanî kudreti ve in­ sanlığı irşad eden bilgileridir. Cam iu'l-Ezher Şeyhi'nin nutkunu dinledikten sonra cemaat yemeye davet otunmuş, fakat garibi şu ki yemek listelerinde Arapça kelimeler lâtin harfleriyle yazılmış! Kongre ikinci oturumunu 16 Mayus günü akt etti. Hayfa Müftüsü Murat EferKfi basının kongreye davet edilme­ sine İtiraz ederek, bütün İslam kamuoyuna kongrenin du­ rumunu bildirecek basının daveti üzerinde ısrar etmiş. Mü­ teşebbis heyetin basını neye davet etmediğini sormuş. Verilen cevap güldürücüdür. Basında Müslüman. Hristiyan da varmış da onun için gazetelere tebliğler verilmesi ile yetinilmiş. Tunuslu Şeyh Sealebî, bu cevabı red elmiş, mevzubahs edilen meselelerin de bir sır olmadığını söylemiş. Iraklı Seyyid Hatlb de kendisini teyıd etmiş, fakat Ezberciler iti­ raz etmişler ve meselenin (O N Üçler) heyetine havale edil­ mesini istemişler. Ardından Hilâfetin mahiyeti, vücûbu, şart­ lan. bu şartları haiz bir Hilâfetin vücut bulup bulamıyacağı. vücut bulamazsa r>e yapacağını, kortgre tarafından bir zat Hilâfete tayin olunursa bu kararın ne surette icra edile­ ceği meselelerini çözecek iki heyet seçilerek ikinci oturum sona erdi. 17 Mayıs’da (ON Üçler) heyeti toplanarak ilmi İdarî me­ seleleri tetkike başlamış ve her mesele üzerinde şiddelle münakaşa etmiştir. Kongreye başkan vekili seçilmesi du­ rumu şiddetli bir münakaşa kapısı açmış, nihayet başka­ nın istediği zati vekil ataması kararlaştırılmıştır. Oturumla­ rın aleni olması meselesi bahse konu dm uş, Mısırlı Şeyh Hüseyin Vali ile Hİndlİ fnayetullah Han şiddetle itiraz et­ mişler, neticede Tunuslu Şeyh Sealebî yalnız kalmış, oturumlann gizli olması karar altına alınmıştır.


3:M HİLÂFET İ MUAZZAMA-! İSLÂMİYE

Bu oturumun en dikkate şayan olayı HIndti lnayetul> lah Han'ın bir saat sûren konferansıdır. IngUi; hükümetinin memurlanndan olduğu söylenen bu zat, konferansta Hilâfet meselesinin ertelenmesi, fakat daimî bir Hilâfet heyetinin teşkili, bu heyeti yaşatacak ve faaliyetini İdâme edecek malî bir kurumun me^^ana geti­ rilmesi İÇİ1 pek İngilizce fikirler ortaya attıktan sonra Hilâ­ fetin bir kişiye tefvizini emr eden bir dinî delil bulunmadığı­ nı Hilâfetin **Hitâfet*İ Akvam** olduğunu beyan etmiş, son­ ra da Hansfitik, Şafiilik, Hanbelilik, Malikllik gibi nnezheblerln, Kadirilik, Nakşibendilik gibi tarikatlann tamamen ilgâsını teklif etmiştir. tlmît€*tkikat ite meşgul olan **On B irler" heyeti ise Hi­ lâfeti tetkike başlamadan evvel Musul Müftüsü Ubeydİ, şu soruyu sormuş: **-Tetkfkat taklidi mİ, yoksa İctihadl mİ olacak? Ya­ ni yalnız öncekilerin eserlerine müracaatta mı yetinile­ cek, yoksa herkes tetkik ve geniş araştırmadan sonra sağladığı kanaati mı söyliyecek?" Fakat " O n B irle r" heyeti konunun "ta k lid i" olması­ nı kararlaştırmış, binaenaleyh **Şeyh Ubeydi de o halde nassların ayr>en tesbit olunmsını kaynaklann gösterilme­ sini istemiş! Sonurtda Halîfe hakkında şu şartlar tesbit olunmuş: Müslüman olmak, Adaleti İcra etmek, İtim sahibi olmak, Aza ve duyulan salim olmak. Cesur olmak.DinI himaye etnrıek, Kâfirlerle cihad etmekl Şartla ı haiz bir Hilâfet vücuda getirmeye imkân bu­ lunup buluımadığını. bulunmazsa ne yapılacağını mevzubahs eden iki heyet şimdilik şartlan haiz bir Hilâfet vücuda getirilemiyuceğini, binaenaleyh her sene bir İslâm memle­ ketinde bir kongre akt ederek meselenin ör>e almrrta ve İs­ lam kamucyunun tetkik olunmasına karar vermiştir. İntimai ki bütün heyetler içinde sözün en fazla doğru­ sunu söyleyen heyet de budur. Çünkü meseleyi muhale talik etmişt r.


HÎLAFET v e KEMALİZM

335

Mısır'da toplanan ve sonuçsuz darılan Hilâfet Kongresl’nin faaliyetinin özeti bundan ibarettir. Görülüyor ki bu kadar kişi toplanıyor da içinde mûslüm an lı^ faydalı, mûslûmanlara yardıma bir fikir ortaya atan bulunmuyor. Bunu İslâmın kötü talihine veya müslümantann cehaletine atf etmek hususunda insan mütereddit, hayret­ te kalıyor. Mûslûmanlann. Hz. Kur'an gibi ebedî bir rehberi var­ ken Hz.K ur'an risaletin manasını ve bütün Müslümanlığı cami iken Zeyd ve Amr'in Hilâfetine. Hilâfet adı altında ta­ hakküm etmesine, müslûmanlan ezmesine ne lüzum var? Müslümanların iman ettikleri, en yüksek mefkûre saydıklan **Allahın kitabı" elimizde bulurıdukça vicdanlarımız İlahî vahyin ezelî ışıkları ile münevverdir. O kitap adına ti­ caret edecek hiç bir şahsa, o kitabı kalkan edinerek türlü tûrtû siyasetlere, türlü türlü hırslara alet olacak hiç bir ma­ kama ihtiyacımız yoktur. Ezberciler şunu anlasalar da kendilerini, herkesi de müsterih etseler!... (Ömer Rıza, Mısır Hilâfet Kongresi Ko­ medisi. Vakit. 2S/S/1926. sh: 3)


33<. HİLÂFET İ MUAZZAMA-! İSLÂMIYE

Ek: lll.g H İL Â F E T KONG RESİN DE HANGİ H Ü K Ü M E TLE R ADINA KİM LER B U LU N D U ?

Kahi>’e'den gelen haberlere göre Hilâfet Kongresi ­ nin ilk to(>tantt$ında bulunan azanın isimleri aşağıdadır Mısır hükümeti azalan: Başkan. Camiu’L & h e r Şey­ hi Muhammed Ebu'l-FazI Efendi. M is i ' diyan müftüsü Abdurrahman Karaa Eferklf. Hüseyin VaN Efendi, Cemİyet-1 Tedam un eLUmma reisi Muhiimmed Ferac el-Minyav? Efendi. Şeyh Abdurrazik İbrahırr el-HubafI Efendi. Mısır'ın önde gelen ulemasın­ dan Muhanmed Hüseyin Efendi. Cam iu'l-€zher Şeyhi sa­ bık vekili Muhammed Şakır Efendi. Tarikattı Sofiye Şey­ hi ulemanın önde gelenlehnden Abdülhamid el-Bekd Efen­ di. Ahmet Timur Paşa, Vahîd Bey el-Eyyubl. Tunus Beyliğinden: Seyyid Muhammed es-Salihİ Efer>dı. Merak !ş hükümetinden: es-Seyyid Muhammed esSıddîk Eferdi Güney Afrika hükümetinden: Ahmed Bahadıryan Etendi. E b ı Bekr Cemaleddin Efendi. Polonya hükümetinden: Müftü Yakup Efendi. Hindistan'dan: İnayetullah Han el-Maşrıkî. Doğu Hind Adatanndan: el-Hac Abdüikerim Emruilah Efendi, Abdullah Ahmet Efendi. Filistin hükümetinden: Hafit el-Halîdî. Es'ad eşŞukayri Efendi, İsmail el-Hatİb Efendi. Haşan Ebu esSuOd Efendi Muhammed Murad Efendi, Cemal el-HOseynİ Efendi. Ant '3İ-Deccanî Paşa, İsa Menün Efeni. Irak hül ümetinden: AtauMah el-Haiib Efertdi. Abdu* taziz es-Sealebî Efendi.


h il â f e t v e

KEMALİZM

337

Yem enden: eş-Şeyh Abdurrahman bin Ali Efendi. Tiham eden: (Yemen)*6S*Seyyid ei*Mur'unî el*ldnsî. Trablusgarbtan: Ahmet Şuteyvî e$>Sevih!î Bey, Ah­ met el-Merizî Bey, en-Nihamî Hafise Bey, Ömer et-Münyavî Efendi. Berkd Emtrİ: es-Seyyid Idris es-Sunusî. Suriye hükümetinden: Tacûddin ei-Hüsnî Efendi. Abdûlkadir ei-Hatîb Efendi. (Vakit, 26/5/1926, sh: 2)


338 H İU f ET İMUAZZAMA-IISLÂMİYE

Ek; IV H İC A Z K O N G R E S İ NİC İN TO P L A N IY O R ?

•Haxın tanzimi ve Hicaz ktareainin tayini* H l c u ’da önümüzdeki Haziran ayı içinde toplanacak olan Kongreye bizim tarafımızdan İstanbul mebusu Edib Servet Bey'in murahhas olarak gideceği malumdur. Edib Servet Bey bugünlerde Hicaz’a doğru hareket edecektir. Bu kong^'eye Türkiye'den başka Rusya müslümanlan adı­ na bir kaç gün önce İstanbul'dan hareket etmiş otan he­ yet, sonra Iran ve Afgan hükümetleri tarafır>dan seçilmiş birer heyet iştirak edecektir. Hindistan, BûlücIstan, Ca­ va, Mısır, Trabiusgarp, Tu n u s , Cezayir, Fas, Suriye ve Irak gibi muhtelif mûslûman memleketlerinin kongre muvacehes nde ne vaziyet alacağı henüz bilinmiyor. Maamafih en önde gelen ihtimal bütün bu memleketlerden de yL r>e Hicaz’a birer heyet gönderilecektir. Muhtelif yerlerden Hicaz'a gidecek olan murahhaslann orada ne gün tama­ men topi anacağı bilinmediğinden kongre için taym edilmiş bir toplaitı günü tesbit edilmemiştir. Hicaz Kor^gresinin maksadı Haccın tanzimi ve Hicaz idaresinin tayini meselesedir. Çünkü bugün Hicaz'da mûslümanlar-arası tanırv mış istikrarlı bir idare şekli bulunmadığı için dünyanın hiç bir tarafırıdan müsICHnan milletleri Hacca gidememektedirler. Bütün hayatı Hacc'dan ibaret olan Hicaz’ın bu vaziyette katması, arasını bugün iktisadı bir sefalet içinde bıraktığın­ dan İbni el-Suûd durumu ıslah etmek için müslümanlararası bir kongre toplamaya lüzum görmüştür. Şimal Tü rk le ri’nin telgrafı: Hicaz’da toplanacak olan Kor>gre*de Şimal Türkleri* ni temsil etmek üzere şehrimizden hareket eden heyet, memteke imizden ayrılışı münasebetiyle Reisicumhur Hazretleri'ne aşağıdaki teşekkür telgrafını göndermiştir:


h il â f e t v e

KEMALİZM

339

"Sovyetler Ittihadİ Cumhuriyetleri Müslûmanlannı, Mekke'de Haccın tanzimi ve kutsal yerlerin idare şeklini tetkik etmek üzere toplanacak olan konferansta temsile me­ mur otan murahhas heyeti Türkiye Cumhuriyeti tarafından gerek Boğazlardan geçerken g ^ e rile n fevkalâde kolay­ lıktan ve gerekse İstanbul'da ikameti esnasında hakların­ da gösterilen tezahürlerden ve büyük misafirperverlikten do^ n şükranlannı doğrudan doğruya Zât-ı Devletlerine arz'a imkan butamadıklarman bu telgrafla Zât-ı Riyasetpenahilerine karşı borçlu bulundukları sıcak teşekkürleri ulaştır­ maya bizteri aracı kılmışlardır." Murahhas heyeti reisi: Rızaeddin Murahhas heyeti kâtib-l umumisi: Abdurrahman. (Vakit. 30/5/1926. sh: 2)


540

HİLÂFET I MUAZZAMA-IİSLÂMİYE

Ek V T Ü R K M İLLE Tİ NİN İSTİH K A K I

Lozan iulhûnOn yıldönümü münasebetiyle İsmet Pa­ şa Hartezlerl'nin yaptıktan beyanatta bu muahede ile Türk­ iye'nin Garp usulünde yüce bir devlet olmak hakkını teyit ettiğini ve milletimiz bugünkü vaziyeti temin eden etkenin, uzun ve çetin bir mücadeleden ibaret olduğunu izah ettik­ ten sonra şt sözleri ilave buyurmuşlar: **Dört sımeden beri Tü rk milletinin gelişmeleri. miL letimizin istklat ve istihkakının Lozan gününde fark edil­ diğinden dana yüksek bulunduğunu Isbat etm iştir." Şüphe yok, muhterem İsmet Paşa bunları ifade eder­ ken o günlerin ızdırabmdan, müzakereler esnasında kerv dişine tevcih adilen tarizlerden. Türk milleti hakkında hak­ sız ve yersiz •>larak yapılan iftira ve istinatlardan mülhem olmuştur. İstiliya uğratılan topraklarını geri almak için, çiğ­ nenen haklar nı müdafaa için, tehdit altında bulunan ha­ yatını kurtarmak için mücadele sahr>esir>e dahil olan Türk milleti, fedâkârlığın mükâfaatını kat'I bir zaferle görmüştü. Lozan’da hay.it ve haklannı beynelmilel bir hüccet ile tesbit ettirmek isliyordu. Talep ettiği şeylerde mübalâğalı sa­ yılacak hiç bir madde yoktu. "H e r millet mukadderatına bizzat sahip elmalıdır. Devletlerin istiklâli her tür saldı­ rı ve savunmelardan kurtarılmış olmalıdır. Milletler için hürriyet, eşitlik ve hayat hakkı asildir." Biz. Lozan da vaktiyle hep pıensiperi ortaya koyan ve bunlann savunu­ culuğunu deru İte ettiklerini söyleyenlerle karşı karşıya gel­ miştik. Bütün t u süslü sözler, yalnız kitap ve nazariyat sa­ hasında kalacadi. Her halde zalim ve müstebit olmayı göze almadan Türk nilletinın istediği bu doğal haklan red etmek çok müşkii olacaktı. Lozan'da hasım cephesirtde bulunan­ lar hakikatin ör ünde, dünyanın her tarafında ilân ettikleri


HİLÂFET VE KEMALİZM

341

kendi prensiplerinin önünde tereddütsüz eğilmeli idiler. Fa­ kat öyle olmadı. Haklı isteklerimize de mukavemet ettiler. Açıkçası Türklere medenî bir millet muamelesi yapmaktan çekiniyorlardı. Muarızlarımızın zahiren dayandığı sebebler şunlardı: 1) Türk milleti askerî bir millettir. İyi harp eder. Fakat medenî kabiliyeti noksandır. 2) Türkiye'nin İdarî ve siyasî usulleri İlahî kanunlardan mülhemdir. Onun zihniyeti, asrî hayata uymaya, asri usul ve akideleri kabule müsait değildir. 3) Türkiye'de emniyetsizlik, asayişsizlik asildir. Onun için ecnebilerin ve gayr-ı müsiim azınlıkların hayatını ora­ da hususî ahkâm ile te’yit etmelidir. 4) Türk adliyesi eldeki kanunlarla mutlak bir adaletin teminine kadir değildi. Orada muayyen hususlar için ulus­ lararası karma mahkemelerin bir tür kaza hakkı olmak lâ­ zımdır. 5) Bütün bu esaslar dikkate alınınca Lozan'da bundan dört sene evvel iddia ettikleri vech ile Türk milleti medenî hukuk ve hürriyete mazhar olabilmesi için behemehal bir değişme ve hazırlık devresi geçirmelidir. Yani bir kaç se­ ne daha esaret ve tanakküm altında yaşamalıdır. Lozan meydanının muhasım cephesinde aleyhimizde irad edilen bu sebebieri kırmak için -İsmet Paşa'nın de­ diği gibi- pek çetin mücadelelere katlandık. Orada hür ve medenî milletlere yaraşan bir sulh akt ettik. İşte dört sene­ den beridir ki icitamâî ve siyasî sahalarda çalışıyoruz. Bu­ gün büyük bir emniyetle o vakit bize yapılan yukarıdaki is­ natlar üzerinde durmak ve bunların ne kadar çürük iddia­ lara dayalı olduğunu göstermek mümkündür: Türk milleti, yalnız harp sahnelerinde değil, inkılâp ve medeniyet sahnelerinde de hiç bir milletin geri katmadığı­ nı. gerçekleştirdiği ıslahat hareketleri ile isbat etti. Türkiye Cumhuriyetinin kanunları, çağdaş ulusların ka­ nunlarından mühiem olarak yapılmıştır. Türkiye'de asayiş ve adaletin hükümran olduğunu anlamak için yalnız bura-

F.18


342 HlLÂFET-1 MUAZZAMA-! İSLÂMÎYE

da çalışan ecnebi mütehassıslannt. ecnebi sermayedArtarnı dinlemek yeterlidir. Türk adiryesinde yapılan ıslahat vs inkılAbın ^liksek derecesini halâ havsalanra sı^dıramayanlar var. İsviçre medenî kanununu aynen kabul ve tatbike başlamal- suretiyle Türk milleti ıslahatta, asrt hayat ve me­ deniyete uymakta ne kadar halis ve samimî bir emel ile mü­ tehassis olduğunu gösterdi. TÛrk milleti soylal ve medenî vazifesinin bitti^if^o henüz kani değildir. Hayat ve medeni­ yet yolumla gerçekleştireceği daha bir çok işleri bulundu­ ğunu müdriktir. Bizim her zaman ve herkese karşı Övüne­ rek ilân e<leceğimiz şey. bütün bunlan başarmak için kâfi bir azim ve kuvvetle mücehhez olduğumuz hakikatidir. İş­ te başvekil İsmet Paşa Hazretlerinin: "Milletimizin isti­ dat ve istihkakının Lozan gününde fark edildiğinden de­ ha yükse < bulunduğunu*' ifade suretiyle bu vaziyete ter­ cüman olmak istemiştir. (Mahmut, (Siirt m ebusu), Türk milleUnIn istihkakı. Milliyet, sayı: 523.29/7/1927, sh: 1)


HİLÂFET VE KEMALİZM

343

Ek: VI İNKILÂP TÛ R K İY E S İ Yeni Tûrkiyenin kurdumu sistemin güzellik ve fazilet­ lerini dahilde bütün vatandaşlar anladı. Her tür teceddüt hareketlerine *‘b id 'a t", sanat ve medeniyetin her tür te­ cellilerine “ frenk İcadı" diyen sakat dimağlar ortadan kalk­ tı. Memleketin •kültür seviyesi en aşağı olan muhitlerde bite- bugünkü idarenin nimetleri takdir ediliyor. Türkiye'­ de yapılan inkılâbı sınırlı ve aydın bir zümrenin eseri farz edenler, hakikaten canlı misalleri önünde mağlup oldular. Fakat bu hakikat bir türlü dış aleme anlatılamıyor. Bugün­ kü Türkiye'nin eskisinden büsbütün farklı bir idaresi ve zih­ niyetini olduğunu Avrupa ve Amerika kolaylıkta anlayamı­ yor. Yabancı dostlarımız hemen daime bizden '^Kendinizi tanım ıyorsunuz!" diye şikayet ederler. Bu şikayetlerinde büsbütün haklan yok değildir. Fakat bunu biraz da asırlar­ dan beri kafalarında yer tutan ananevi telâkkilere atf etmek lâzımdır. Bugün Oarp hayatı ve medeniyeti ile Şark'ın ha­ yat ve medeniyeti arasında şüphe yok. büyük mesafeler vardır. Şarkçılar bunu itiraf ediyorlar. Halbuki Garb'ın dü­ şünür sınıftan bile Şarklılarla Garbiiların kabiliyetleri ara­ sında bir fark olmadığını bir türlü ikrar edemiyorlar! Bâtıl anlayışlann üzerinde ısrar etmenin bir sebeb ve kaynağı da budur. Bundan başka asırlardan beri Garb'ta yaşamış. Garb medeniyet ve irfanı ite temasta bulunmuş olan Türk milletini esatiri bir Şark milleti farz etmekte isa­ bet yoktur. Geçenlerde Türkiye'ye gelen Amerikalı bir mil­ yarder etrafında gördüğü canlılıktan ve yenilikten hayrete kalarak "B e n burada ölü bir Tü rkiye'ye değil, yaşayan Türkiye'yi g ö rd ü m ." demişti, ö lü Türkiye, Saltanat Türkiyesi; yaşayan Türkiye de inkılâp Türkiyesi'dir. Bu iki Türk­ iye arasındaki bariz farkları daima hatırlamalıyız.


HlLÂFET-I MUAZZAMA ! İSLÂMİYE

Inkjllbtan evvelki Türkiye asrf bir devlet olmaktan uzaktı. utlakiyet ve Meyrutiyet devrinde bile devlet lerinde Padişahlığın veya onun namına hüküm sûren bir zümrenin etki ve nüfuzu geçerli bulunmuyordu. Devietm dayanağ olan kanuni hükümler, değişmez nasslara daya­ lı idi. Büt in teşkilat çağdaş olmayan, bugünkü hayata uy­ mayan u HJllere ahirete alt hükümlere güre yapılmıştı. Ta­ lim ve teıbiyede gaye, vatandaştan yalnız ahirete hazırla­ maktan i >aretti. Halbuki İslam Dinl'nin felsefesi bile bu­ nun aksini telkin ediyordu. Yirminci asırda yaşıyorduk. Fakat manevf hayatımız, yani terbiye usullerimiz, kanunlanmız, adederimtz. sosyal adabımız kurün>i vustaî (orta çağa ait) simasini koruyordu. O ruh ve idare ile hayatın bugünkü mücadelelerinde -hiç olmazsa- müdâfaa vaziyetinde bile kalmak müşküldü. İla­ hî bir hamle ile esaret bağından sıyrılmak lâzımdı. Son in­ kılâp işte bu zaruretten doğdu. Um um i Harb'ten sonra eski reisicuhur Anrterlkalı Prof. W ilson diyordu ki: "Dürıyada reşit milletler vardır. Reşid olmayan millet­ ler vardır. Reşid olmayan milletler idare şekillerinde özel­ likle dinî esaslardan ahkâm çıkaran milletlerdir. Reşid mil­ letler. bu kayıtlardan kendilerini kurtaramazlar." "B u dünyada amirlik ve hakimiyet mutlaka reşid mil­ letlere has olmalıdır. Bununla beraber gayr-i reşit milletler kendi başianruı bırakılamazlar. Çünkü dayandıktan ahkâm kuvvetsizdir. Kendilerini idare edemezler. Uluslararası ih­ tilâflara yol açarlar. Kuvvetli devletlerin hırslarını çekerler. Onun için reşit olmayan milletleri, reşit milletlerin manda­ sına tevdi etmelidir." Mant kf safsatalar, çoğunlukla en kuvvetli hakikatlere bile galip gelir. Wilson*un bu mantığı. Um um î Harb sulhüne bir esas teşkil etmişti. Hakkımızda tatbik edilmek is­ tenen S i'v r cezası bu mantığa dayanılarak hûkm olunmuştu.


h il â f e t v e

KEMALİZM

345

Türkiye'nin lahhe arz ettiği misal, bir milletin reşit ve­ ya gayr-l reşit olduğuna hûkm etmenin dış görünüşe da­ yalı bMit usul ve mûlÂhazalarla mümkün olmadığını gös­ termiştir. Cihan sulhünû sürekli bir tehdit ve tehlikeye ma­ ruz bırakan sebebler arasında milletler hakkında verilen yanlış hüküm ve kararlar bilinci derecede bir önemi haiz­ dir. Yeni Türkiye, hayat ve faaliyetlerini çağdaş uyğarlığın bütün g e rile rin i uyduran, memleketin gelişme ve ilerle­ mesi İçin Garp usul ve kanunlarını almakta hiç bir tereddütü g ^ e rm e y e n bir zihniyetle idare olunuyor. Bu gerçe­ ğin her tarafta anlaşılması, yalnız Türkiye İçin bir nimet de­ ğil, miHetterin o kadar özledikleri sulh için de bir fayda teş­ kil edecektir. (Siirt Mebusu Mahmet, InkılAp Türkİyesİ, Milliyet, sayı 454. 16 Mayıs 1927/16 Zilmadre 1345).


346 HtLÂFETl MUAZZAMA-IİSLÂMİYE

EK:VM X O Z A N H A T IR A L A R I..." Ankara, 25/7/1927* İki gûn evvel sulh gûnû münase­ betiyle yazdı(|inıtz makaleyi okuyan bir yabancı dostumuz, açıktan açığa bize dedi kİ: "Doğruraı aiz Lozan muahedesinin önem ve mahi­ yetini olduğt gibi okuyucularınıza açıldayamıyorsunuz. Halbuki bu muahede Tü rk tarihinde Tü rk mlltetlnin iç­ timai ve siyasi hayat yolur>da mühim bir dönüm nokta­ sıdır. (Lozan müzakerelerini fena idare etmek yüzünden harp meydaniannda kazar>dığımız o emsalsiz zaferler hi­ çe müncer olabilirdi. Lozan muahedesi Türkiye için, yeni­ lik ve inkılâp hareketlerinin zaferi için AvrupalIlar tarafırv dan te'yid edilmiş resmi bir hüccet oldu.) O nun her sene lâyık olduğu derecede kutlam alısm ız." Şüphesiz dostumuzun hakkı vardır. Milfl Türkiye, isti­ lâcı Yunan orcusur\a karşı mukaddes bir harp açmıştı. Düş­ man cephede yalnız Yunanistan bulunmuyordu. Sevr mu­ ahedesinin behş ettiği hukuk ve imtıyazlan bir türlü feda edemeyen A v upa’nın sair devletleri de -zahirde değilse bile manen- >'unan ordusu ile beraber bulunuyordu. Mü­ cadelemiz katı bir zaferle neticelendikten sonra Lozan'a gittik. Burada yalnız Yunanistan'la olan davamızı değü, bü­ tün Avrupa ile aramızda asırlardan beri mevcut olan ihti­ lâfları hal ve fasi etmek zorunluluğunda kaldık. Sulh ma­ sasında, artık müzmin bir hale gelmiş bulunan Şark me­ selesini hal ve Anadolu'nun merkezinde doğan yeni Türk­ iye devleti ile Avrupa arasındaki yeni münasebetleri baş­ tan başa tanzim etmek lazimdı. Bunun için de Lozan ma­ sasında eşit şallar dairesinde Avrupa İle karşı karşıya otur­ maktan başka çare yoktu. Halbuki Um um i Harb'ten son­ raki sulhlerin dıizenlenmesinde galip müttefikler çok insaf­ sız bir müzarers usulî ibdâ etmişlerdi. Tıpkı ilk çağlarda ol­


HİLÂFET VE KEMALİZM

347

du§u gibi mağluplara söz hakkı verilmiyor, istedikleri şey­ leri orUara sadece dikte ettirerek imzalatırtardı. İşte Osmanh imparatorluğu'nun hayatına son veren ve Türk milletinin hiç bir sahada gelişmesine meydan verecek kapıyı açık bı­ rakmayan Sevr muahedesi saltanat TOrkiyesine bu suret­ le kabul ettirilmişti. Tûrklerin azmi, bütün bu usulleri sö­ küp attı. Lozan muahedesi büsbütün başka esaslara dayarujırıldi. Daha muahedenin başında bir tsu^aftan akit yapan dev­ letlerin. diğer taraftan yeni Türkiye'nin, iki taraf milletleri­ nin müşterek refah ve saadeti l^ n elzem olan ticaret ve barışma ilişkilerinin “ Devletlerin isttktâl ve hakimiyetine hürm e t esasına dayalı olm ası lü zu m u n u kabul ettiklerini" ve uluslararası ilişkilerin “ devletlerin istiklâl ve hakimiyetine hürmet esasına dayalı" olmasını kay­ detmişlerdi. Baş murahhasımız İsmet Paşa, her vesileden istifadis ite Türk hakimiyetinin, Türk istiklâninin emniyet al­ tında bulunması lüzumunu ileri sürüyordu. İsmet Paşa'nın bu sürekli ısrarı bir aralık müteveffa Lord G ürzon'u sinir­ lendirmişti. Büyük Britanya'nın baş murahhası bağırdı; " T ü rk baş murahhasının bu İddiasını red etmekten bıktım. Tü rk murahhası unutuyor ki dünyada Tü rk hakimiyerinden başka bir hakimiyet yok değildir. Konfe­ ransta bulunan murahhas heyetler de hiç olmazsa Türklye'nlnki kadar önemli ve onun kadar hukuk ve imtiyazlanna karşı hassas müstakil hakimiyetleri temsil edi­ yo rla r." dedikten sonra bu hakimiyet hayaletini terk etme­ sini İsmet Paşa'dan İstedi. Garp cephesinin muzaffer kumarKlanı bu tarizin aitır>da kalmadı. Aynı şiddetle cevap verdi: “ Tü rk hakimiyetinden çok bahs edişimizden şika­ yet ediyorlar. Biz burada istiklâlini müdrik ve adli bir sulh İsteyen bir milleti temsil ediyoruz. Konferansa eşittik dairesinde muamele göreceğimiz dileğiyle geldik. Eğer hakimiyetimizden sık sık bahsetmeye lüzum gördüysek bunun sebebi vardır. Bize* hakimiyetimize halei vere­


34S HİLÂFET İ MUAZZAMA-IİSLÂMİYE

cek teklifler yapılıyor. Yoksa eşitlik dairesinde muamele yapıldığı giın sulhün aktine hiş bir mani kalmaz.** Lozan nûcadeiesinde İsmet Paşa'nm sökmek için en fazla uğraştığı cephe, kapitülasyon belâsı idi. Devtetk'r, arazı, nakdi meselelerden ziyade kapitûioeyanların ilgası meselesinden sinırleniyortardı. Onlar esasa muvafakat etmekle beraber yeni Türkiye’nin tasavvur edi­ len ıslâhatı U;hakkuk ettirinceye kadar bir intikal devresi daha geçirmek lü tumunu ileri sOrOyoriardı. Bu nokta etrafında bütün devletlerin murahhastan ittifak etmişlerdi. Kapitülasyonlardan senelerce o kadar ızdırap çeken Japon murahhası Baron Haysşl bile arkadaşlarından ge­ ri kalmıyor, esas itibarıyla Türkierin eğilimlerine taraftar ol* makla beraber Japonya’ya imtisalen bir intikal ve istıhsar devresinin lüzumuna kani bulunduğunu söylüyordu. İtal­ ya murahhası Marki GaranI diyordu ki: **Ümlt ediyoruz kİ Türkiye az bir zaman zarfında çağdaş genıklere tamamen uygun kanunlar yapacak* tır. Fakat bcgün yeni Türkiye mahkemeleri henüz ehli­ yetini Isbat f^ n > e m iş bulunduklannan, onlar ya dini ah­ kâmdan mülhem yahut çağdaş uluslararası münasebet­ lerin doğurduğu İhtiyaçlarla henvahenk olmamalanrv dan dolayı ıslâha muhtaçdırlar. Unutulmamalı kİ Japonya bu hedef 1elde edinceye kadar 20 serte sürekli çalışmış ve hazırlanmıştır.*' Bütün murahhaslar aynı vadide kuvvetli ve tehditkâr nu­ tuklar irat ettiler. Bunların hepsine ilmi ve ameli bakış açh lanndan mal ul cevap vermekten İsmet Paşa geri kalma­ dı. En nihayet, Türkiye BM M ’nin ve reisinin son karan bo­ dur, diyerek noicta-i nazanrxla ısrarlı bulurtduğunu ilâve etti. Müdafaa ettiğimiz sonuç elde edilmişti. Bu Avrupanın gö­ beğinde kazanılmış büyük bir zaferdi. Konferans esnasın­ da, ıslâhat hareketlerinde samimi olduğumuzu, memleke­ ti çağdaş kar unlarla idare edeceğimizi, yabancılara ve or>ların hukukur a karşı hayırhah olacağımızı söyleyen baş mu­ rahhasımız İamet Paşa, bugün bir hükümet reisi sıfatıyla


HİLÂFET VE KEMALİZM

349

verdiği sözü tutuyor. Artık kanunlarımıza dinî bir mahiyet atf edHemez. Arlık hakimlerimizin çürük esaslardan mül­ hem olduğu söylenemez. Artık Türkiye'nin kanunian azın­ lık ve yabancıların hukukunu yeterli derecede sağlıyamıyor, denilemez. Tuttuğumuz yol hak yoludur, terakki ve İti­ lâ ^ u d u r . Bunda sebat etmek lazımdır. İnkılâp ve sulh esaslan. Türkiye'ye geniş bir inkişaf imkanını vermiştir. Bugünün ve yarının nesilleri bu esasları muhafaza ile yükümlûdürter. Bu vazifenin ifası her vatandaşın çalışma ve dikkat sarf etmesini gerektiriyor. Unutulmamalı ki kıy­ metli, güzel bir şeyin korunması çoğunlukla onu yeniden kazanmak kadar zordur. (Siirt Mebusu Mahmut, Lozan hatıraları. Milliyet. 26/7/1927. sh: 1-3. sütun: 1-4)


35() HÎLÂFET-I MUAZZAMA-! ISLÂMİYE

E k . VIII

Y E N TÜ R K İY E

*‘Dally Te le g ra p h " on senelik olaylar hakkında ne diyor*'Dally Telegraph** gazetesinin son gelen sayısında "Mütarekeyi müteakip on senelik Türkiye** başlıklı uzun bir makale yayınlanmı^tr. Gazetenin özel olarak İstanbul'a gönderdiği muhabir makalesinde hayret-engiz bir istihale devrinden ve muzaffer Türk milletinin bütün engelleri de­ virerek tarihte örneği görülmemiş adımlarla ilerlediğinden bahsetmeKte ve OazI HazretlerTnin Garplılaşma siyaseti­ ni izaha ç.ılışmaktadır. Muhabir diyor ki: **Tariıle uğraşan kimseler ister Tü rk dostu, ister Tü rk d ü şn a n ı olsun, son on senelik Türkiyedeki olay ve hareketleri göz önüne getirirce eski fikrini radikal bir surette ve bütün sür'atiyle değiştirmek n>ecburiyetindedir. Yeni Türkiye bütün eski an’aneleri tamamiyle yıkmıştır. Eski çürük Türktya imparatorluğu dehşetli bir değişme 1^ bam-başka yeni ve muazzam bir Türkiye Cumhuriyeti olmuştur.** Muhattır Türk milf! mûcahedesinin bazı tarihi sayfala­ rından bah iederek artık Türkiye'de bir azınlık meselesinin kalmadığından ve Türklerin kendi evlerinde hakim olduk­ larından R ım . Ermeni ve Yahuddenn geçmişteki Türkiye'yi hasta adart' yapan unsurlar olduklarından bahsetmektedir. Muhat ir diyor ki: *'Türk rönesansının dikkate şayan noktalanndan bi­ ri, inkılâbın bütün safhalannda üç büyük şahsiyetin kuv­ vetli ve kudretle İktidar mevkiinde kalmış olmalarıdır. Gazi Hazretlerinden sonra İsmet ve Fevzi Paşalar, Türk­ iye’nin yeni rejiminde bel kemiği olan İki büyük şahsi­ yettir. Fevs l Paşa sakin bir sfenks gibi bütün perdele­ rin arkasırvfa Tü rk milli hareketinin bütün kuvvetlerini


HİLÂFET VE KEMALİZM

331

pek yû k M k bir liyakatla idare eden bir kudrettir. Bun­ lar, 'Türkiye Tûrklerindir." umdesini tatbik mevkiine koy­ maya azm etmiş kudretli şahsiyetleridir. (Milliyet. 4 Teş­ rinisani 1928, sayı: 980, 3. sene, sh: 2, sütun: 3) X X X

"Türk inkılâptan ve bunlarla mukaddes likir ittifakını akt eden Türk aydınları gelişmenin mutlak zaruretine uymaka milli irfanın Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'nu tesbit ve tedvin ettiler: Millet, rönesansı hazırlayan büyük bir uya­ nış hareketi ile eski ölü kültürü atarak, hayatta, sanatta ve bütün fikir aleminde yeni canlı kültüre dt^ru tırmanmaya başladı." (Haşan Cemil. Hars Tebdili, Milliyet, 4/T.sanI/1928, sh: 2) Ek: IX

"İN KILÂBIM IZIN M ANEVİ F A T Û H A T I" "Û ç sene önce TBM M Hilâfet kurumunu ilaâ ettiöi za­ man. İslâm aleminin şurasında burasında bir takım patırtıtar kopmuş. Hilâfetin Itgâsını havsatalanna sığdıramayanıar. Hilâfetin ihyâsı lehinde propagandaya başlamışlardır. Üç sene devam eden bu propagandalar, bir netice vermişti: Mısır Hilâfet Kongresl'nin içtimai. Fakat bu kongre ne ya­ pabildi? Hilâfet İhyâ mi etti? Asla! Belki bütün bu kongre­ nin yapabildiği Hilâfetin idam deliline boyun eğmekten iba­ retti." "B iz bu kongrenin geçirdiği safhalan bütün aynntıları ile arz etmiş. Kor>grenin akamete uğrayacağını toplanma­ sından önce söylemiş, sonunda Kongrenin akametiyle İs­ lam alemmde Türk inktlâbırKla. özgürlükçü yenilikçiliğin çok büyük bir zafer kazanacağını açıklamıştık." "Gerçekte bu Kongre'nin kendiliğinden dağılması. Hi­ lâfetin mevhum bir kurum olduğunu kerhen itiraf etmesi, bir Halîfe seçmek İçin toplandığı halde "H ilâ fe t" kelime-


:<52 HİLAFET İ MÜAZ2:AMA-1 İSLÂMİYE

Sinin doyurduğu herhangi bir mesele etrafır>da birieşemiyerek ve bir karar veremiyerek inhilâle uğraması, eski zihr)iye‘lenn. köhr>e fikirerin ilgisizliğe uğradığını gösteri* yordu.” "Fakat bizim bugün bahse konu edeceğimiz olay, in> kılâbımL'in dünya İslam kamuoyunda İcra ettiği etküerin ye­ ni bir safhasıdır. Şimdiye kadar inkılâbımızın leh ve aley­ hinde bi* çok şeyler söylenmişti. Fakat artık inkılâbımız en gOçlü alimlerden, en büyük şairlerden yayır>cıiar. mû)deleyiciler buluyor, iki öç ser>e evvel in tu l^m ızın le h ir)^ bir söz söyk)mekten ürkenler, bugün bütün bu belâgatleh ile bütün heyecanlan ile inkılâbımızı ifade ediyorlar! Bunun en parlak Örneği. Mısır'ın en meşhur şairi. Ahm et Şevki Bey yalnız yeni Mısır'ın en büyük şairi değil, altı asırdan beri Arap edebiyatının bir örneğini göremediği yüksek bir sa­ natkârdır "N il Şa iri" ve "Şairlerin E m irl" unvanları ile maruf olan Şevki, otuz seneden beri İslam'ın elemlerini terennümn’ etti." "R u ın eirn ın Türk dûnyasır>dan ayrılması ile netice­ lenen rre ş 'u m harbin e rte s in d e ", " E n d û lû s ü n Hem şiresine" adlı en a a mersiyeyi yazan. Nil Şairi Şev­ ki idi! Türl* 'ün istiklâl savaşını tebcil eden. Sakarya'nın hey­ betli günlerini tahayyül eden. Oumlupmar'm asırlara hakim şanını terennüm eden bu büyük şair, bugün de Türk inkılâbtnın fey.'ira. şu ar>daki insan ve onlann zOrriyetlerir)e ûfürüyor!" "Arapça ile konuşan bütün milletler. Mısırlı Şair'in de­ hası huzur jnda hürmetle eğilir, ve eserlerini derin bir zevk ve duygu ile okur." "B iz burada şairin son şiire ait bediasından bahs et­ mek istiyor jz . Yalnız Şevki’nin şiirini terceme edeceğimiz anlaşılmasın. Hayır, biz yalnız bu şiirin dayar>dığı fikirle­ ri ifadeye ç a lı^c a ğ ız." "Mısırı şair, Hilâfet tarihe gömüldüğü zaman, onu bir mersiye ile teşyi'etmişti. Bunun üzerine onun. " T ü rk m eşrebi!" Dlduğunu söylemişler, şair bunlara cevap ve­ rerek diyor kİ: 'Beni Tü rk meşrebi! olmakla itham ediyorlar. Evet,


HİLÂFET VE KEMALİZM

353

kahramanlann sşkı kalbimi doldurmuştur. Ben yalnız kendi hissine tercüman olan bir adam değilim. Şiirimle bütün Nİl vadisinin şuurunu llade ettiğime HüdA şa­ hittir.» "Hilâfetin ilgasından ve bunun neticelerinden bahs edi­ yorken şair şu kuvvetli sözleri söylüyor: ‘Hilâfet tarihe mal oldu. Halifeden eser kalmadı da ne oldu' 'Ta n n ile kullan arasındaki bağları mı kesildi? Ha­ yır, hazar ehli İçinde bir kimse (şehadetini) unutmadı. Bedevilerden hiç bir kabile irtidat etmedi. Aksinhe, ce­ maat cemaat namazlar kılınıyor. Herkes serbest serbest duasını ediyor, namaz, niyaz, oruç, zekât sürüp gidi­ yor. Gücü olanlar, hac farizasını ifa ediyor, Ramazan ve Kurban bayramlan, bütün eski neş'e ve şetaretleri ile devam edip duruyurl' ‘Efendiler! Memleketleri tuzak kurup şunun bunun mal ve mülkünü gasp etmekle meşgul avcı kâadıiardan, müslûmanların evkaf ve hayratını bir mer'â sayarak ona mu­ sallat sarıklılardan kurtannızl Islâh ve yenilik yolunu tutu­ nuz. Carisiz cesetleri zamanın ruhu He yaşatınız!" "Şevki Bey bu sözleri ile kul hakianna tuzak kuran gad­ dar avcılann yolsuzluk alanı olmak derecesine irten şerl mahkemelerin en hayırlı maksatlar uğruruja vakf ettiği hal­ de sürü sürü tufeyliler İçin bir mer'â teşkil ederek taassup ve gerilemeyi yaşatmayı çalışan medreselerin ilgâsını is­ temekte. bunların hepsini birer mikrop sayarak bu mlkroblann tahribatından memleketin Korunmasını ve kurtarılma­ sını telkin etmektedir." "Mısır ve bütün Arap edebiyatı şimdiye kadar böyle bir ses duymamıştı. Arap edebiyatında köhne kurumlara karşı vuku bulan ilk isyan hamlesi, belki budur." "Türk inkılâbının hergûn genişleyecek otan bu mane­ vi fetihleri karşısında derin bir haz duymamak mümkün mü­ dür?" (Öm er Rıza; inkılabımızın manevî fütuhatı, Vakit, 26/6/1926, sh: 2, sütun: 1-2)


35-J HİLÂFET İ MUAZZAMA*! ISLÂMİYE

Ek: X

•TÜR<İYE VE Hİl AFET” TOrk <}örû9ûne. Türkiye'nin genel anlayışına göre ar­ tık bûsbüt jn tarihe intikal etmiş bulunan bu eski meseleyi niçin Kanştırryoruz? Bugünkü makalemize niçin bahse ko­ nu ediniyo \ız? Türkiye ve Türkler için Hilâfet meselesi bun­ dan böyle ciddi bir münakaşa konusu olur mu? Şurası bir gerçektir ki bu meselenin tarih! ve dinî mahiyetini, onun si­ yasî ve ict mal hayatımızda yaptığı olumsuz etkileri anla­ mayan bir Türk kalmamıştır. Hilâfete dinî bir mahiyet atf eden, binaenaleyh onun ilgasını. Türk seciye ve itikadları ile telif imkânını bulamayan yerli ve yabancı kötümserlerin samimî ve gayr-l samimi endişelerine rağmen Büyük Ga­ zi ve onun inkılâp idaresi, meseleyi kökünden çözdü. Mu­ hitte hiç bil sarsıntıya yer vermeden hakikati her vatanda­ şa anlatabildi. Bilmiyoruz kaçıncı defadır, fakat tekrar an­ laşıldı ki Türk milletinin medeni ve gelişme istidadı çok yük­ sektir. Türk milletine izafe edilen hurafeci anlayış, onun malı değildir. Türk milleti hurafelere, hayaletlere değil, realite­ lere kıymet verir. Yalnız ona. hitap etmesini bilmek lazım­ dır. Onu. gerçeğe ulaştıran yolu göstermek lazımdır. Şim­ di her Türk vatandaşı, maziyi biraz hayret ve hatta utançla hatıra getiriyor. Asırlardan beri neden bir sürü hurafeperestlere Mbi olmuşuz? Neden nefislerini, ailelerini ve mu­ hitlerini .iyi dare edemeyen bedbaht sultan ve halifelerin İh­ tiraslarına esir ve onlann gerçekte mevcut olmayan manevî nüfuzlanna mahkum kalmışız. Aslında bu yönleri hatıra ge­ tirmek. biraz acıdır, fakat geleceğe ait çalışmamız nokta­ sından mûf im bir etken olmak itibariyle her halde fayda­ dan hali de{|ildır. Geçenlerde İtalya mebuslanndan ve Fa­ şistlerin et<in üyelerinden olan bir zatın: "T ü rk iy e ve Hilâfet" başlıklı bir makalesini gördük. Yakın zamanlara kadar Müstomlekeler Bakanlığı müsteşarlığında bulunan


HİLÂFET VE KEMALİZM

355

ve Milano’da yayınlanan ‘’Currlera Della S e ra " yazarla­ rından olup müstemlekeler ve Islamm durumian hakkında en iyi yazı yazmakla bilinen Mösyö Kantaloya'nın bu ma­ kalesi, vakıa üç ay öncö yazılmıştır. Fakat bu gibi esaslı meselelere taalluk eden kanaatler, günün ve olayların et­ kisiyle kolay kolay değişmediği için kuvvetli olarak hükm edilebilir ki gerek o zat ve gerek onun okuyucu ve mürldieri bugün de aynı kanaattedirler. Maatteessüf bizim vazi­ femiz yalnız dalâlet içinde kalmış olan vatandaşların ruh­ larını tasfiye ile yetinmek değildir. Dış alemde inkılâbımız ve genel siyasetimiz hakkındaki anlayışı da tashih ile yü­ kümlü bulunuyoruz. Unutmamalı ki "hakikat"! muzaffer kılmak için nihayetsiz mesai sarfına mecburuz. Italyan mebus ve yazar, adı geçen makalesinde özel­ le diyor ki: " T ü r k C u m h u riyeti, vakıa Hilâfeti Ilga etti. Bütün kanunlarını lâik esaslarına dayandırdı. Fakat tıpkı Fransanm vaktiyle takip ettiği si­ yaset gibi, içerde dinî kurum lan kaldırmak, dışarda ise dinî kurum lar ile onların ö n cü­ lerini koruma siyasetini takip ediyor, başka m e m le k e tle rd e k i H ilâfet a k ım la rın a re hb er o lu y o r, m uhtelif İslam ko n gre lerine İştirak e d iyo r!" Bir defa, bizde, bir ruhban sınıfı olmadığı için bunların ne içerde, de dışarda himayesi mevzu-bahs olamaz. Cumhuriyetimizin siyasetiyle Fransanm mahut Kato­ lik siyaseti arasında ise hiç bir münasebet yoktur. Bu iti­ barla yazarm yaptığı kıyas, tamamen bâtıldır. Malumdur ki Fransa Cumhuriyeti -galiba 1903 senesinde olacak- ted­ vin ettiği kanunlarla içerde Katolikliği imha etmiş, dinî ku­ rumlan ortadan kaldırmıştı. Halbuki harici olarak takip etti­ ği siyaset tamamen bunun aksi idi. Frar^sanın, Şark'ta Hristiyanian himaye ile kiliseye ve Papalığa karşı asırları gö­ ren sadakatim gösterdiği ve hatta bu zeminde bir çok işle­ ri millî bir onur meselesi haline koyduğu çok defalar vakidir.


356 HİLÂFET İ MUAZZAMA ! İSLÂMİYE

İtah^an yazar ilave olarak diyor ki: **Sovyet Rusya da aynı suretle hareket etti. İç İktisadiyat ve mâliyesini sosyallze ettikten sonra Sovyet hükümeti, yeniden büyük muhazafakâr hükümetler ve zer>gin zortMilarla münase­ bet kunnaya başlamiştır.*' Rusva'nm ne gibi hal ve çartiar akında yeni hayat ve prensipkıre sanldığını burada mavzu-bahs etmek zaittir. Biz burada yalnız Türkiye'nin Hilâfet meselesiyie olan ilgisi­ ni, daha doğrusu alâsızlığmı bir kaç sözle ifade edeceOiz. Bu 2at gibi herkes de Öğrensin ki. yeni Türkiye'nin ye­ ni hayal ve yeni idare anlayışı tamamen değişmiştir. T (M iye'nin hilâfet ile olan bağının derecesi, artık tarihi bir ha­ tıradan başka bir şey değildir. Millî hayat ve tarihimiz mey­ dandadır Türk milleti bu kurum yüzünden hiç bir fayda görn>edi. Aksine Hilâfet sebebiyle haklı haksız tarizlere he­ def oldu, öyle bir zamandayız ki her millet, kendi gelece­ ğine hak m olmalıdtr. Mazinin ve tanhin etkisiyle milletle­ rin hayatına karışmak ve mukadderatına hakim olmuş olan kurumlar zihniyetlerin değişmesi, daha doğrusu hakika­ tin tecelli ii önünde yıkılmaya mahkûmdurlar. Hilâfet kurumunun uğradığı akibet. bunun tabiî bir neticesidir. Cum­ huriyet Türkiyesinin siyaseti açıktır. Onun için millî hudutlan k^ndc -en kapsamlı manasıyla- istiklâl ve birlik içinde gelişmek isteyen yeni Türkiye'nin, dışarda maceralar ara­ masına İmkan yoktur. Tecrübe edilmiş ve başarı sağlana­ mamış te«lbirlere yeniden baş vuracak kadar gafil değiliz. Her halde Cumhuriyet Tûrkiyesinin bu kanaatinde çok samimi olduğunu haricin de bilmesi, sulh ve mûsalemet hesabına, pek faydalı bir şey olur. (Siirt Mebusu Mahmut, Tarkiye ve Hilâfet, Milliyet, 30 Eylül 1927, sh: 1)

Ek: XI Lâikliği tamamiyle kabul eden hangi millet vardır? Bundu muvaffak olan Tü rk Milleti'dir. Mons uer Edvard Erueau (Edvar Eriyo) baş yazarımı­ za memiel'.etimizdeki faaliyeti özel bir ilgi ile takip ettiğini söylüyor.


h il â f e t v e

KEMALİZM

357

Baş yazarımız Siirt Mebusu Mahmut Bey, Sovyet Rusya'nın onuncu yıldönümü münasebetiyle geçenlerde Moskova'da yaptian merasin^de bulurKluktan sonra diğer Avrupa merkezlerine giderek tetkiklerde bulunmak istemiş­ tir. Mahmut Bey, bu nrmksatla Berlin ve Londra'ya gittiği gibi Paris'e de azimet etmiş ve orada bir çok siyaset ada­ mı İle beraber (Puankare) Kabinesinin Maarif Nazarı Monsleur (Eriyö) ile bir mûlâkat yapmıştır. Başyazanmızın Paris’ten telgrafla gönderdiği bu mûlâkatı a ^ ı y a alıyoruz: Paris>2 (Başyazanmızdan) Mösye Eriyö ile görüştüm. Maarif Nezaretindeki makamında beni büyük bir nezaket­ le kabul eden Fransanın sabık Başvekili ve bugünkü Ma­ arif Nazın, kendisine sorduğum sorulara kısa ve açık ce­ vaplar verdi. Seyahatim esnasında görüştüğüm bazı siya­ set adamlannın. bugünkü uluslararası durumun bir kaç ay öncesine nisbetle vahim bulunduğu hakkında gösterdikle­ ri endişeden bahs ettim. Mösyö EriyÖ'nun Türkiye hakktndaki görüşleri; “ -Türkiye hakkındaki duygularım, bllinnoektedir. Si­ yasi hayabmda fırsat ve imkan buldukça Türidye'rrin hu­ kukunu savunmaya çalıştım. Bunun sebebi Türklere hoş görünmek değildir. Samimî kanaatim bu İdi. Bugün de ayni kanaatle mütehassis olduğum u söylemeye lü­ zum var mı bilmem? Ankaradaki faaliyetinizi hususi bir İlgi ve takdir İle takip ediyorum. Türkiye'yi İstanbul'da, İzmir'de ve bazı taraflarında tanımak İtibariyle yapılan işlerin büyüklüğünü tasavvur edebiliyorum ." "ik i ûç gün evvel Maarif bütçesinin müsakeresi es­ nasında lâiklik bahsi müzakere edildiği zaman mebus­ lardan bazısı tariz makamında bana sordular: -Ne yapı­ yorsunuz? Dünyada laikliği bütün kapsamıyla kabul etmiş başka bir millet gösterebilir misiniz?" Derhal cevap verdim: -Evet, efendiler, dünyada böyle bir millet vardır ve bu İşi azim ve cesaretle tatbik ederek muvaffak olmuş­ t u r A da Tü rk m illetidir."


3:i8 HİLÂFET-I MUAZZAMA-IİSLÂMİYE

MÖ lyö Eriyö, münasip bir vakitte Türkiye'ye gelmek­ ten memnun olacağını söylediği zaman: **>Fakat bu defa doğru / nkara'ya gelmelisiniz. Çünkü yeni Türkiye'nin manası ve ruhu ancak orada anlaşılabilir.'* dedim. (Sİ* İrt M eb isu Mahmat, Milliyet, 3 Kanur>İewel 1927, sh: 1) EK: XU RAM AZAN M U S A H A B ES İ Süleyman NazR İctir'iai ahvalimizdeki büyük değişim, en çok Rama­ zan aylennda göze çarpıyor. Hele yaşton biraz ilerlemiş olanlar, bu farkı daha bahz ve daha özlem duyan bir na­ zarla göl ürler. Bu gözlerim ne kadar debdebeli iftarlara şa­ hit oldu. Bazı sofralarda adeta bir saltanat tahtının ihtişa­ mı vardı. Konusu zühd ve nyazet olan oruç, bizde icap et­ tiği ve lâyık olduğu sadelikten çıkmış, Ramazan'ın gün ve geceleri senede bir ay minarelerin şerefelerinden kahvehar>enin peykelerine kadar, her yerde tantanalar teşhir eden bir bayram olmuştu. Bayramların namazdan sonraki hali bile hiç bir vakit Ramazan’m revnakını bulamazdı. Her sınıftan halka açık bulunan cami sergilerinde, me­ selâ şeyfiin yazısı ile bir Mushaf-ı Şerifi ihtiram ile mahfazasır)dan çıkararak temaşa eden kerruferfi bir sadrazam, bir şeyhC lislamdan biraz Ötede bir kalem mümeyyizi, bir Bab-ı fet\â mukayyidi musavver bir Şehname'nin sayfalannı ç e viriin c i, anber, Neoef taştr>dan kokaya kadar günagün teşbihlerin tanelen, biraz evvel ikindi abdestryle bir kere daha yıkenmış olan, ellerin avare parmaklan ara$ır>da ya­ vaş yavat döner; herkes oruç r^eşvesini iftar r>eşvesir>e isal için sabırsızlığını avutmaya çalışır. Hafızların okuduğu Mu­ kabeleler hazır bulunanların vecd ve sükunu içinde dinl^ nir ve dal* a ötede bir vaiz bazan ve nadiren dinî hakikatle­ ri vukûf vo belâgatle izah ederken, yanı başında bir hırsız, yine din tdına hezeyanlar saçar; her sokak bir mesireye istihale etmiş: dolaşanlar, oturanlar, hep bir maksada nelik; Herl:es Ramazan’m keyfini azami derecede çıkarmak istiyor.


HtLÂFET VE KEMALİZM

359

Yusuf Kamil Paşa’nin padişahları bile hayrette birakan mükellef sofrasından en fakir mûslûmanların bakır ve­ ya tahtadan sinisine kadar her iftardan ruhani ve masum bir neş'e İntişar eder ve bu mesti-l safâ. gözlerden ve zaikalardan ruhlara sinerdi. Hele bOyûk cemaatlere, nur ve eihan içinde pûr gaşy. ibadetler ettiren teravih namazları­ nın ihtişamı pek cazip bir şiirdir. Müslüman olmayan ne ka­ dar şair ve sanatkâr gördüm ki bu manzaranın huzurunda sonuna kadar mebhut ve mütehassis kalmışlar ve teessür­ lerini kalem, fırça ve name ile sürdürmeye çalışmışlardır. Ylrmir)Ci asrın kahr edici medeniyeti en kuvvetli töre­ leri yıkıp deviriyor. Eski Ramazan alemleri büsbütün uzaklaşmasa bile baş döndürecek sûr'atle değişime uğradı. Biz­ den sonra gelecek olanlar bizim gördüğümüz Ramazan­ ların haşmet ve seslerini temaşadan mahrum kalacaklar­ dır. Geçim sıkıntılan orucun neşvesine değil, bizzat oruca bile tahakküm etmektedir. Oruç tutmamak önceleri büyük bir ayıp ve utanç, bü­ yük bir günah sayılırdı. Şimdi islamın insafı daha müsama­ hakârdır. Hasta ve seferber olanları -kolaylık ve takat ha­ linde kaza edilmek şartıyla- oruç tutma yükümlülüğünden azat etmiş olan Allah, bu ümmetin nasıl bir içtimâi hastalıkla ve nasıl bir seferberlikle didiştiğini biliyor ve görüyor. El­ bette afv eder. Yetkili ulemadan bu münasebetle bir açıklama bekle­ mek isterim: Orucun farzryetini emr eden ayet-i kerîme -ki Bakara surestndedir- **Ey İman edenler, oruç size yazıldı (farzkılındı).... " şeklinde başlar. Ve bunu tâkip eden ayette has­ ta ve yolculann -diğer günlerde kaza etmek üzere- bo­ zabilecekleri emr edildikten sonra, **...Ve miskini yedir­ meye takati olanlara fidye vermek d e ..." buyurularak, fakîrl yedirmeye muktedir olanların oruç tutmaya güç getirebilseler bile, hasta ve yolcular gibi oruç tutmayabilecek­ leri açıkça bildirilmektedir. Hatta "ka zâ " diğer iki özre, yani maraz ve sefere mahsus iken, fakiri yedirme fidyesini ver-


36(1 HtLÂFET-t MUAZZAMA-t tStJkMlYE

mtş olanların buna da mecbur bulunmadıklan ayetn keri­ menin mealinden çıkarılıyor. Sarıksız ulemadan bir dostu­ mun İhtarı üzerir>e. Kâadı Beyzavt ve Zemahşeri’nin tefsirterini tetkik ettim. AyeH kertmenin sarahati karşısında bir takım hısusi tevillerle manayı başka mecraya dökmek istemişler, t'lalbuki ayet, mensuh deOlIdir. Ve sarahat mu­ vacehesinde delâlete itibar yoktur. Kaldı ki burada sara­ hat da. delâlet de mûfessirledn vermek istedikleri manayı terviç etme.!. Ben bu meseleyi Kütûbhane-i Um um l'de tetkik eder­ ken, orada tesadüf ettiğim muhakkiklrvs ulemadan bir zat şu hadis-i şc^rffi okudu: **AİIah azimetini vermeyi sevdiği gibi, ruhsal vermeyi de s e ve r." Hadîsin mealinden an­ laşıldığına göre Cenabn Hak. emirtehnin icra olunması gi­ bi. behş ettiği müsaade ve suhuletlerden istifade edilme­ sini de sever. Bu hadîs hem Buhari'de. hem Asım Eferv di'nin Arapça Kamus tercemesinde vardır. Yetkili ulemadan rica ederim: Ayet-İ kertmenin, elfazn na dışardan bir kelime, beşerî bir fikir karıştırmaksızın, beni ikna etsinler ki bir miskin H'am eden bir mûslim, mutlaka oruç ile de nrûkelleftir. Aynı ayette ve bu Fidyeyi mutazammın olan kelimelerden sonraki kaydı da yalnız "Orucunuz hakkınızda hayırlıdır." ihtarını ihtiva ettiğinden bir gûna farziyet ve nûkeliefiyet arz etmiyor. İlahî emir bence mûfessirlerin, fukahânm. mOctehid imamların, m svzu olmayan hadislerin üstünde olduğundan, utema-i kiram beni bu hususta tenvir ve ikna etmezlerse kendi içtihadı mla hareket edeceğimi Hân ederim. Vebal var­ sa Kur*an-ı .kzImûşşan'ı yanlış anlayan ve anlatanlann boynuna! (S ü le ym a n Nazif: (K ö ş e m d e n ) Ram azan Muhasebesi, (2) Resimli 3azete. sayı: 33,19/4/1340 (1924). sh: 2)


HİLÂFET VE KEMALİZM

361

Ek: XIII ' ‘Gazim izin irşadtan" başlığı ile Ağaoğlu Ahmet'in Mustafa Kemal'i övdüğü yazı: "Türkçenin ve Türk düşüncesinin müstakbel tarihçi­ leri hiç şüphe yoktur ki Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’* ne aynca bir fasıl tahsis edeceklerdir. Türk etkili konuşmactliğına Gazi Paşa Hazretleri yeni bir şekil ve renk verdi­ ler. Üslûbun güzelliğine mananın ulviyetini, zarfın letâtet< ne mazrufun derinliğini ilâve ettiler. Paşa'nın ifadesinde Tûrkçemiz garip ve hayret verici bir kuvvet buluyor. Onu dinleyenler yalnız hayali okşayan teşbih ve istiarelere hay­ ran kalmazlar, aynı zamanda da dimağı derinden sarsan fikir büzmelerinin saldırısı altına kalırlar. Bu bakış açısından Paşa Hazretleri'nin İstanbullula­ ra hitaben irat buyurduktan nutuk, bilhassa dikkate şayaradır. Bu nutkun her cümlesi, üzerinde uzun uzun düşünü­ lecek bir vacizedir. Fakat biz şimdilik nutkun yalnız aşağı­ ya aldığımız kısmı üzerinde durmak istiyoruz; Gazi Paşa Hazretleri diyorlar kİ: "Vatanın iman, milletin refahı daha çok gayret ve çalışma İstemektedir. Duyguları ve vicdani anlayışları ilim ve fen ile geliştirme ve terbiye ederek toplumsal hayatımızın gerçek huzur ve saadetir>e çalışmak ulvî bir görüştür. Bu görüşü, size, aziz İstanbul halkına sekiz sene evveline kadar içinde yedi evliya kuvvetinde heyulâ tasavvur ettirilmek İstenilen bu Sarayın içinde söy­ lüyorum. Yalnız, artık bu saray. Zıllulahların değil; zil olmayan, hakikat olan milletin sarayıdır. Ben burada milletin bir ferdi, bir misafiri olarak bulunmakla bahtiy a n m !" Altını çizdiğimiz şu bir kaç cümle içine, yeniieşme dev­ rine girmiş olan koca bir devletin derin ve şümullü bir prog­ ramı sığdırtlmıştır. Sekiz seneden beri devam eden bir de­ vir. bir çok inkılâbla doludur; Aileden başlayarak devlete kadar bütün içtimai ve siyasi kurumlanız şekil ve mahiyet­ lerini değiştirdiler. Dünyanın hiç bir tarafında ve hiç bir dev rinde emsaline tesadüf olunmayan bir sOr'at ve kat'iyyetle icra edilmiş olan bu inkılâbın tüm millet tarafından nasıl te-

F.19


362 HİLÂFET İ MUAZZAMA-IİSLÂMİYE

lâkki vd kal)ul otunduduna en açık delil ve örnek, bu inkı­ lâbın ruhu olan ve inkılâbı bütün manası ile kendi şansın­ da temsil e5en Gazi HazretlerTne karşı İstanbul halkının gösterdiği r.evgi ve bağlılıkdır. Fakat kıütûn bunlara rağmen inkılâbın bütün ûrûnled. bütün feyizleri şimdiden temin ve iktitaf edilmiş sayılabilir mi? Büyük rehberimiz bu soruya şu cevabı veriyor: **Vatanın imarı ve milletin refahı daha çok gayret ve çalış­ ma istemeKtedir/* Bu cümlenin ifade ettiği samimiyet, vazife fikri ve so­ rumluluk mi letin ker>disine karşı gösterdiği bağlılık ve sevgi ile uygun değil midir? İnkılâp ve yeniliğin kahramanına duyduğu sezgi ve aşkın coşkusu ile sermesi olan halka bü­ yük rehberimiz vazifelerin henüz tamamen yapılmamış ol­ duğunu, daha bir çok gayret ve mesaînin sarfı gerektiğim İhtar buyurcular. Vazife ve sorumluluk duygusunun bu ne yüce bir örreğidjr? Çalışmak, daima çalışmak, elbirliği ile ortaklaşa çatış­ mak! İşte biyü k Gazimizin bize işaret buyurduktan kurtu­ luş yolu! Aynı zamanda büyük rehber çatışmanın yolunu da gös­ termektedirler: Biz yeni ailenin, yeni devletin, yeni hükü­ metin, yeni lukukun esaslannt. prensiplerini vaz’ ve ilân ettik. Bunların gerektirdiği kanunlan taruim ve neşr etlik. Fakat bir de bütün bu esastan, bu prensipleri, bu kanunla­ rı canlandırmak, hayata zerk etmek, tatbikat sahasındaki feyz ve ürünlerini toplamak lazımdır. Bunu n ısıl yapacağız? Büyük rehberimiz bu alan üzerindeki yolumuzu da şu veciz cümle île ifade buyuruyorlar ‘ ‘Duyguları ve vicda­ nî telkinleri ilim ve fen İle canlandınp terbiye ederek toplumumuzun gerçek huzur ve saaditine çalışmak, ulvî bir g ö rü ştü r." İlim ve fen: İşte bizi kurtaracak sihirli kuvvetler! Cehl ve cehalet, şahsi saltanatlar istıbdâl usulünün ne derece daya tak noktası ise. ilim ve fen ve irfan da o ölçü­


HİLÂFET VE KEMALİZM

363

de Cumhuriyet usulünün ayağa kalkma esasıdır. Binaena­ leyh dehasının kuvveti İle istibdat ve şahsî saltanatı yıkıp yerine milletine hakimiyetini ikame eden bir reisin bize ça­ lışmak hu8usur>da ilim ve fen yolunu tavsiye buyurması, yır)e aynı samimiyet ve duyu sorumluluğu ile. vazife bilir­ liğin bir görüntüsOdûrlI Cumhuriyetle idrak ve şuur esastır. İkinci seçn>enini seçen 18 yaşındaki delikanİKlan başlayarak devleti idare eden adamlara kadar -bilerek hareket etmek- yaptığmıız İnkılâbın gereklerindendir. İstibdatta telkin vasıtası korku­ dur. Binaenaleyh amiller ne kadar kaba saba ve cahil olur­ larsa o ölçüde bu telkin vasıtası şiddetini gösterir. Cumhu­ riyette ise telkin vasıtaları aksine vicdanlardır, kanaatler­ dir. Burada, amiller ilim ve fen ile, bilgi ve irfanla r>e kadar mücehhez olurlarsa o Ölçüde başan sağlamış olurlar. İşte büyük rehberimiz yukarıda kayd ettiğimiz cümle ile çalış­ mak hususunda bu ilim ve fen yolunu tutmak gerektiğini işaret etmişlerdir. Konulan yeni esaslar ile prensipleri ha­ yata aşılamak ve tatbikat sahasında faydalı kılabilmek için mutlak bu İlim ve fen yolundan yürümeiiyizl Artık Kaba Sakatlara, Arap İzzetlere, sihirbaz üfürük­ çülere aramızda yer yoktur. Zira hakimiyet milletin olduğurv dan, yalnız millete hizmet edenler, milletin maddî ve ma­ nevî refah ve saadetine çalışanlardır ki mlllelin sevgi ve bağlılığına mazhar olabilirler. Hurafeler devri geçti, haki­ katler devri geldi. Hurafeler devrinde halk yoktu. Allah'ın gölgesi olan ve yedi evliyanın kuvvetini haiz bulunan Pa­ dişah vardı. Bütün nimetler, bütün izzetler bu Padişah'a aitti ve OT)dan gelirdi. Hakikatler devrinde ise ne Zıllullah var. ne evliya ve ne Padişah! Yalnı halk vardır. Binaena­ leyh bu devirde de bütün nimetler, bütün izzetlerin halka ait olması ve ondan gelmesi pek tabiidir. Yalnız burada çok büyük bir fark vardır: Padişahlar müşahhas ve muayyen kişiler olduklarından, onların keyif ve heveslerine tabi ol­ mak. izzet ve nimete nail olmak için yeteriiydi. Burada li­ yakat. zekâ, bilgi, irfan şart değildi. Millet ve halk ise, gayr-ı


36« HİLÂFET İ MUAZZAMA IİSLÂMİYE

şahsî ve gayr-i muayyen olduğundan keyif ve heves sahi­ bi olamc zlar. Burada nimet ve izzete nail olabilmek için, liyakat, ohliyet, ilim ve fen. hizmet ve zekâ şarttır! Butun n>emleket ve bilhassa İstanbul bizzat bu farkm maddet(^n şahidi oklular. Zıllullah ve yedi evliyanın kuvve­ tini haiz oldukları iddia olunanlar memleketi ve İstanbuhj düşmanlara ve binbir hakaret ve perişanlıklara terk etmekte tereddüt etmediler. Mustafa Kemal ise, bin bir zorluklara, sıkıntıları, meşakkatlere göğüs gererek aynı memleket ve İstanbul'u düşmandan dehâ ve zekâsının feyzi ile kurtardı! İstanbul halkının Gazi Paşa’ya karşı göstermiş olduk­ ları taşki'i ve samimî sevgi ve bağlılığın esaslannı burada aramalıdT. İstanbul irfanca memleketin diğer kısımlarından daha yûîsak olduğundan Mustafa Kem arin ne olduğunu elbette k daha ziyade takdir ve idrak eder ve binaertaleyh bağlılığır da o derece derin olması lazım gelir. Mustafa Kemal, Allahın gölgesi değildir: Milletin ifa­ desidir. Mustafa Kemal, kuvvetini evUyalardan değil, milletten alır. Nail olduğu izzet ve şerefi hurafelere değil; zekâsına, dehasıns. millet ve vatana karşı göstermiş olduğu muaz­ zam hizmetlere borçludur. Ve bundan sonra daima böyle olacaktır En mütevazi bir Türk hemşehrisi dahi Mustafa Kemal ol*nak setâhiyetim haizdir Elverir ki aynı dehâyı, ay­ nı zekâyı haiz olsun ve aynı hizmetleri ibraz etsin! (Ağaoğlu Ahrnet, Gazim izin irşadlan. Milliyet, 7/7/1927, sh: 1 ve 4)


HİLÂFET VE KEMALİZM

365

M U S TA FA SABRI E F E N D İ’NİN R E FER A N S VERDİ­ Ğİ V E Ö ZERİND E D U R D U Ğ U KO N U LAR LA İLGİLİ AÇIK­ LAMALAR....

GazFnİn beyanatı Matbuat Cemiyeti Reisi Hakkı Tank B. bir kaç gün ev­ vel Yalova'da Reisicumhur Hz. tarafından kabul edildiği za­ man Bulgar gazetecilerinin davetini Gazi Hz.'ne arzetmiştir. Gazi Hz. komşu milletin bu dostane teşebbüsü ile ya­ kından alâkadar olmuşlar ve çok kıymetli beyanatta bulu­ narak fikirlerini şu suretle hulasa ve izah buyurmuşlardır: "-Ben balkan harbinden sonra Ateşemiliter olarak Sof­ ya’ya gitmiştim efendiler, orada en aşağı bir yıl kaldım. Bul­ gar'larla ailevi denilebilecek kadar çok yakından temasta bulundum ve bu temaslar bende şayanı dikkât intibalar, his­ ler uyandırdı. Bu noktayı ayrıca tetkik ve tahlil edince görüp anla­ dım ki bu histe; T ü rk ’le Bulgar’ın bir asıldan gelmiş ol­ masının tesiri vardır. Türk ve Bulgar, ayni menşe olan orta Asya yaylasından gelmiş ve ayni müşterek kanı muhafaza etmiştir. O zaman bu neticeyi, en özlü Bulgar'lara söyedim, bunlardan tarih cereyanlarını, beşeriyeti anlamış olanlar be­ ni teyit etmişlerdir. Bulgaristan'da yaşadıkça onlara muhabbetim arttı. Çok tabiidir ki benim Bulgar'lara gösterdiğim bu muhab­ bet ve merbutiyet de onlar tarafından ayni muhabbet ve ayni hislerte mukabele gördü. O günden, bugüne kadar bu ciddi ve samimi kardeş yakınlığının sebep ve manası da büyük bir vüzuh ve sarahat almıştır. Şüphe yok ki Türkler’de ve belki Bulgar’larda dil ve din ihtilâfları meyda­ na getiren âmiller olmuştur. Fakat artık bugün 1930 se­ nesinde hâlâ bu âmillere, masallardan, hurafelerden.


3()6 HlLÂFET-1 MUAZZAMA-IİSLÂMİYE

adi politika cereyanlarından ibaret olan bu âmillere ne Türk'lerin, ne de Türk'lerle ayni kandan olan Bulgar’* ların ehemmiyet vereceğini zanr>etmiyorum." Ciddi bir tetkik mahsulü olan bu kıymet izahat üzerine Hakkı Tank B. şüphe ettiği bir noktayı tenvir için: •Çok doğru buyuruyorsunuz. Paşam, lâkin Bulgar'la­ rın bu düşüncelere iştirak edeceğini zan ve farzeder misi­ niz? Derrıiştir. Gazi Hz. bu suale şöyle cevap vermişlerdir: -Zaniar ve laraziyeler üzerinde değil, hakikatler üze­ rinde konuşuyoruz.'* (Vakit. 26/7/1930)


HİLÂFET VE KEMALİZM

367

M ÜSLÜM AN LIKTAKİ BUHRAN-I HAZIR (Ş a rk 'ın en büyük ya za n Ş e kip Aralan B e y'in im zasıyla 195 nu­ maralı **el-Feth" gazetesinde intişar eden fevkalâde mühim bir makalenin tercem esidir. Makaleyi uzunluğuna bakm ayarak bir de­ fada neşr etmek istedik, ve par­ çalam aya kıyam adık. O k u yu cu ­ larım ızın dikkatle okumalarını tavsiye e d e riz./Y a rın " M ütercimi: M.Sabrı Efendi) İslam aleminin başına gelen ve onu ne İslam tarihin­ de ve ne de Haçlı olaylarında örneği geçmemiş olan şu an­ daki yıkılışa sürükleyen musibetlerin sebeblerini tetkik edenler türtü türlü ihtımaltere zahib oluyorlar. Müslümanlığı kuşatan tehlikeler, mihnetler hakkındaki düşünce ve gö­ rüşlerin her yönünü nazarn dikkate alarak bu helâk edici vartadan çıkmanın yolunu ve bu istilâcı hastalığın ilacını arı­ yorlar. Herkes bu hususta kendi görüşünü ileri sürüyor, fik­ rinin isabetini isbata çalışıyor, her biri bir çare düşünüyor, bir yol gösteriyor. Mütefekkirlerinin bir kısmı İslam Alemi'nin derdini Av­ rupa'nın sömürgeci siyasetinde, Batı ve Kuzey milletleri­ nin mal için, attırma saptıkları İçin didişmesinde, geceyi gün­ düze katıp ihtimamını para kazanmaya, para biriktirmeye hasr ederek geçimlerini tar\zim ve İslâh zımnında beden­ lerinin refah ve rahatını temine ve nefislerinin şehvetini tat­ mine çalışmalarında görüyorlar. Bu milletter. Yemen'in sa­ hibi İmam Yahya Hazretleri'nln nitelemeleri üzere, kendi memleketlerinin şikârlarını kalburdan geçirerek yiyip bitir­


3*'>8 HİLÂFET İ MUAZZAMA-IİSLÂMİYE

dikten soıra İslam Alemi'nin başına üşüşmüşler. Onlann mamelek ni de istiklâle ve servet kaynaklarını istihsale ça­ lışarak ke servettenr>e servet ve refahlarına refahiyet kat­ mak seve asına düşmüşlerdir. Mütefekkirlerinin d ı ^ r bir kısmı Batılı milletlerin İslam beldeleri tizerir>e vaki olan sürekli hûcûmlarmı sırf para ta­ mahı ve rr addî menfaat kasdı ile tefsire hasr etmiyerek işin içirKte bu cihetler bu gayelerde matlub olmakla beraber asd maksatlarının gayr-i maddi bir rtoktaya yönelik olduğunu iddia ediyorlar. Yani bütün bu hücumları vaktiyle İslam Ale­ mi ve EhFi Salip arasında asırlarca devam eden savaşla­ rın ek'i ve tamamlayıcısı halinde sayarak, denizin med ve cezri gibi gâh o yana, gâh bu yana meyi eden her iki tara­ fın muhtel'f durumlardan sonra bu asırlarda Batılı millet­ ler. kuvvel ve kudret kazanmakla evvelce başaramadıkla­ rı savaşa )eniden başlamış ve o zaman boşuna akıttıkları kanlarının semeresini bugün koparmaya çalışmış oluyor­ lar. d^yorla^ Meselâ Fransızlar vaktiyle Haçlı savaşları es­ nasında S jriye üzerine on bir defa yürüdüler. Birinci ve Üçüncü N.ıpoiyon zamanlarında bu hareketler tekrar edil­ di. Lâkin tsrihteki bütün bu savaş hareketlerinin semeresi mal ve can kaybederek ya alel-acele veya daha sonra gen dönmekten ibaret kaidı. İşte Fransızlar. vaktiyle 13 defa mu­ sallat olup Ja istemıyerek bırakmaya mecbur olduktan Su­ riye’de bug ün yerleşmeye çalışırlarsa hiç taaccüb edilmez. Ingiliz er de Ortaçağ’da imparator Arslan Yürekli Rlşar’in kumandası altında (Kudüs-i Şer1f)*İ istilâ etmek iste­ mişler ve Sultan Selâhaddin Eyyubl tarafından red edilmi^erdi. Bu çağlarda yapmaktan aciz kaldıklan bir girişi­ mi 750 sen i sonra ikmal ederek, kalblerindeki eski habis ve hüsran ateşini Mareşal Allenby’m eliyle sörKjürmüş ol­ dular. Nitekim işte bu Mareşal, Selâhaddin EyyubTnın eserini tngilizlerin sekiz asır sonra ibtale muvaffak olduklannı, hiç hatır saymaksızın açıklamıştır. Bazılar da diyor ki: Hayır, bu işlerde ne dini düşmanlı­ ğın ve ne de Haçlı savat^nnın etkisi vardır. Çünkü Hris-


h il a f e t v e

KEMALİZM

369

tiyanlıK tutuculuğu Avrupa'dan Kalkmıştır. (Bu $özu yeni* İlkçHer ve sömürgeciler iğfal maksadıyla söylerler.) Şim­ di dinî tutuculuk yerine medeniyet tutuculuğu geçmiştir. (Halbuki hakikatte gerek o medeniyet ve gerek o hars Hristiyanlık üzerine kuruludur. Ve Avrupanın Hristiyanlığı Sami, Yurıan, Latin prensiplerinin bir karışımıdır.) Demek ki bugünkü Avrupayı ilgilendiren şey. kendi dinini neşr etmek değil de Şark harsından daha yüksek ve insan türüne daha fazla faydalı olan kendi harsını neşr etmektir. ( 1).

Diğer bir fikre göre de İslam alemi üzerine vaki olan bu Batı hücumu. Avrupa devletleri arasındaki rekabetten ve yaşamak için mücadele mecburiyetinden neş'et etmek­ tedir. Her devlet komşusunun üstünlük sağlamasından ve­ ya kalabalıklığından çekinerek, ticaret yolunun kapanmamastnı temin maksadıyla İslam bölgelerinden birine el koy­ mak zorunluluğunu hissediyor. Yahut başka bir devletin, oralarını istilâ ederek kuvvet ve genişlik bulmasına ve dev­ letler arası siyaset ve riyaset sahasında galebe ve önder­ lik kazanmasına mani olmayı vazife sayıyor. Sayılan fikir sahihlerinin hepsi de saydığımız sebebterden herhangi birini tercih neticesinde müslümanlığın ve İslam devletleri ite milletlerinin uğradığı za'fı görüyor, vo gelecekteki tehlikelerin hepsini zikr edilen sebeblerden bi­ rine veya tümüne bağlıyor. Bizim fikrimize gelince; bu bahane ve tahlillerin hepsi doğrudur. Bu musibetlerin hepsi istâmın üstüne çökmüş ve Islâm alemi bu uçurumların hepsine yuvarlanmıştır. Vo bunların hiç birinde ne asi cihetiyle mübalağa ve ne de teh­ likelerin tartısında ve terazisinde hiç bir şekilde fazlalık yok­ tur. Lâkin bunların hepsi bu asırda müslûmanlann ve İs­ lam hükümetlerinin salık oldukları talim mesleğine nisbelle zarar ve hatır yönüyle çok az ve çok hafif kalırlar. O ta­ lim mesleği ki müslümanlar hakkında neticesi sömürge si­ til Fransızca ‘luHtOr** kahmaainm manasmı Had* için Arap yazarları “ •akafat’*ve Tûrkler *'han*' kalımetini kultamyortar Bizde bu gibi kokmelen terceme ederken Türkçe ısumall takip mecbunyetinde kalıyoruz (Mütercim)


370 HİLÂFET ! MUAZZAMA ! ISLÂM!YE

yasetinden de, Haçtı savaşlarından da. iktisadi yakmacı* tıklardan da ve her türlü belâlardan ve musibetlerden de fazla veyl ve helâke müncer olacaktır. Bu ta im mesleğinin manası, müslûman gencinin küçüklûğüncen göğüs tahtasına işlenecek ne bir akidesi ve ne de Kur an'ın hıfzından ve Arapça kavaidden bir nasibi olmamak \'e ondan sonra da yine kendisinden müslûman olması beklemek gibi manasız bir şeydir. Bugün Müslûmanlar fikirlerin azgınlığından, ilhad gi­ bi. ibahe gibi, itaatsizlik gibi maddî olan her şeyi kabul et­ mek ve manevi olan her şeyden yüz çevirmek gibi şimdiki İslam Alerri'nin mûbtelâ olduğu ve son senelerde Batılılann (Frenkkırin) bileğini yetişme mûslûmanlarda varlığına dikkat ettiğ şeylerin intişarından şikayet ediyorlar. Çok de­ falar Avrupa gazetelennde. mecmualarında ve savaşı ta­ kip eden son yıllarda Şark*ı gören AvrupalI seyyahlann müstakil eserlerinde okuduğumuza nazaran bugün İslam beldelerinde dinsizlik yayılmaktadır. OrUar bu zamanın möslümanlarınca görülen bu fikrî hareketi 16. asırda Avrupayı istilâ eden fikrî harekete çok benzetiyorlar. Hollamla'da çıkan bir mecmuada okudum ki; **İtlam Âleminde t u dinsiz hareket devam etmez. Lâkin şim ­ dilik her tarafa yaygın bir haldedir.'* Yine Is /içrefl meşhur yazar (Vİlyam Martin) bu kış yaptığı Şam ve Bağdat seyahatlerinden döndüğü zaman Cenevre'de bir kaç defa konferans verdi. Ve bunlardan "Bağdattak müşahedelerine nazaran Irak gençlerini İs­ lam Dini İle ilgisi olmadığınr* açıkladı. Musul'da 150 seneden beri merkezleri bulunan Fran­ sız ruhban kurumlarır>dan birinin başkanı olup, kendisi de 35 senedir Irak'ta ikamet eden bir zat. Paris'te yaptığı bir konuşmada; "M üslüm an gençleri arasında din sevilmez oldu, dinsizlik korkunç bir şekilde yayıldı. Ve bu yüz­ den ahlâk o :1erece bozuldu ki biz Hristiyan ruhanîleri, dinlerine sa'ilan İhtiyarlan bu dinsiz gençlere tercih eder olduk.' dedi ve sonra bu rahib, bu kötü durum kar­ şısında İrak h jkümetinin gösterdiği fazla zaaftan (dolayı) şi­ kayet etti


HİLÂFET VE KEMALİZM

371

öte yanda bütün Mısır halkı da. ara sıra Millet Mecli­ sine kadar ulaşan din düşmanlığı görüntüsünden yanıp ya­ kılıyorlar. Öyle görüntüler ki bunlar olmasa Mısır'ın üniver­ sitesi düşünce hürriyeti adına bizzat bir şak ve şüphe oca­ ğı haline gelmezdi. Sırf Suriye'de kaburga kemikleri altında sür'atle sira­ yet etmekte bulunan bir çok dinsizlik vereminin mikrobiarını taşımaktadır. Eğer Cenab-ı Hak, Ingilizlerin ve Fran­ sızların kalblerine ilham edip de onlar Arap kavminin si­ yasî istiklâlleri hakkındaki anlaşma maddelerini yerine ge­ tirselerdi Suriye'de müslümanlık müthiş bir şekilde sukut etmiş bulunurdu. Lâkin itilâf devletlennin sözlerinde ve va'dlerinde dur­ ması, Şarklılara ve bilhassa müslümanlara fena muamele etmesi, Almanlara galip gelmeden önce, kuzu gibi munis iken galip geldikten sonra kurt’a dönüşmesi ve buna mü­ masil zalim siyasetleri, mûslümanla/da gençleri de dahil olduğu halde İslâmî bir hareket uyandırdı. Ve bunun kay­ nağı sözünde durmayan, haksızlık ve hile politikası takip eden yabancı düşmanlığı oldu. Eğer sözlerinde durmuş ol­ salardı. onları seveceklerdi ve onların hatın için müslümaniığı sevmiyeceklerdi. Lâkin döneklik gösterdiklerinden on­ lara buğz ve hiddet ve İslama muhabbet ve ric'at ettiler. Genellikle durum böyle demiyorum. Çünkü ıtlakı üze­ re söz söylemek caiz değildir. Fakat çoğunluk hakkında bu tasvir, Suriye'nin halet-1 ruhiyesine cidden uygundur, di­ yorum. Şurasını muhakkak biliyorum ki harbin bitiminden önce namaz, oruç nedir bilmeyen, ve dinsiz prensiplere cehren kail olan Suriyeli İslam gençlerinden çoğu harbten sonraki İngiliz ve Fransız siyasetlerini görünce onlara rağmen namaz kılmaya, oruç tutmaya ve Islamın yücelik­ lerini yerir>e getirmeye başladılar. İşittim ki yalnız fes giyen bir takım adamlar bunun üzerine sarık sardılar. Ve ben ka­ niim ki farz-ı muhal olarak itilâf devletleri Araplara karşı laahhütlerinde sadık kalsalardı bu gibi adamlar onlara cemile olarak şapka giymiş bulunurlardı. Böyle bir halet-i ruhiye izdırap sebebi görünmekle beraber sahîh olarak vakidir da!


372 h il â f e t i m u a z z a m a ! İSLÂMiYK

Yine .>unun gibi "S iyo n ist Vatsn>ı K avm Isİ" felAkdti olmasa Fı istin'de şimdiki gibi müslûmanlida yapışmak gbrûlmryece<ti. Ve o mahut İslam Devleti, Yunan’a galip ge­ lip de Avr jpa onunla Lozan muahedesini akt etmeseydi, orada ne dinsizlik olacaktı, ne İslam düşmanlığı sürecekti, ne de kıyafette, harflerde, kanunlarda yapılan şu değişiklik­ ler vuku bulmayacaktı, ne de rehberlerinin hatınna bugünkü yaptıkları ve yapacakan şeylerden hiç birisi hatıra gelme­ yecekti. Evet, kimse İnkâr edemez ki bu hükümet eskisi gibi gayr-ı maruf, akıbetinin de nereye varacağını da bilmiyerek kalsaydı ve müttefikler bugüne kadar memleketlerini işgal altında bulundursalardı o hükümetin mahut reisi her Cum 'a Mevfid-i Şerîf kıraatinde hazır bulunacak ve her üç beş günde bir irat edeceği nutuklarında Arap kavmı "m illetdaşım u". Mısırlı "m illetdaşım tz" diyerek on lan ihtiram ve ihtimamla dilinden düşürmeyecek. İslam aleminden bahs edecek, kendisinin dine yardım için. Halîfeyi yaban­ cıların elirvten kurtarmak ve Hilâfeti korumak için kıyam et­ tiğinden bahs edecek, ve daha bunlara benzer şeylerden bahs edecek, ve daima Şerîf Ahm et Sunusî'nin ekni öpe­ cek. onu istasyondan istikbal edecek,, "M uharebe baş­ ladı, Buharî-i Şerîf kıraat ederek inKfadımıza yetişiniz.!" mealinde Mardin'den çektiği telgrafı gibi telgraflar çeke­ rek ve bugünkü reisH vükelâsı daima Seyyid Sunusi'ye ge­ lerek önünde İki saat diz çökecek ve Fatiha rica etmeden kalkmayacaktı. Evet o kavim istiklâlirKfen emin olmayarak şek ile yak>n arasır>daki salıncakta kalsaydı durumun tas­ vir ettiğimiz gibi olacağı mûttefekun aleyh bir kaziye idi. Bu du'um o cemaate de münhasır olmayarak bu as­ rın Arap gençleri hakkında da geçerlidir. Demek ki mûslümanlığa baskı zamanında avdet ederler. Bu umumî bir has­ lettir. İşte c devlet, yine bir gün büyük devlerterden biri ile harbe girsr* or>da ö ^ İslam ve iman, cumalar, mevtidler. hatimler, zikirler görürsünüz ki o kadan Mekk-I Mükerreme'de gönjimez.


HİLÂFET VE KEMALİZM

373

Kur'an«ı Kerîm ne kadar doğru söylüyor: ‘ ' İnsanın ba­ bına bir felâket gelince yattığı, oturduğu, kalktığı yerde hep bizden yardım diler. Lâkin sıkıntısını üzerinen atıp da kendisini rahata erdirdiğimiz zaman sanki bize evvelce sıkıntısını gidermek için bize sığınmamış gibi minnetsizce alnı doğrusuna çeker gider. Dönüp dolaşıp yine bize muhtaç olacağını düşünmiyerek hesabsız ve ihtiyatsız hareket eden müsrifleri İmtihan için fena hareketleri kendilerine güzel gösterilmiştir." (Yunus/12) Şu ayet-i kerîme de buna benzer: "İnsanlar bunalın­ ca Allah'a yalvarırlar, Ya Rab bizi bu sıkıntıdan kurtanrsan şükrünü edâya çalışan muti kullarından olacağız, derler. Lâkin CenabH Hak ihtiyaçlannı giderince hemen şımarmaya ve dünyayı haksız yere biribirine katarak İf­ sat etmeye başlarlar." (Yunus/22-23) Diğer ayet-i kerîmede de: "Üzerinizdeki bütün nimet­ ler ve saadetler Allahtandır. Bundan başka size bir m u­ sibet gelse Allah'a yalvanrsınız. Yani kendi itirafınızla sizi felâketlerden kurtaran da yine Cenab-ı Haktır. Lâ­ kin sonra garabet ve tenakuza bakınız ki Cenab-ı Hak duanızı kabul ederek sizi selamete çıkarınca içinizden bazılannız küfran-ı nimete vesile bulmak İçin gerçek kurtarıcıyı bırakıp kerameti başkalanndan bilirler ve onlan adeta Allah'a şerik ve rakip çıkarırlar. Ey veli-i ni­ metlerini şaşıranlar! Verdiğim mühletten istifade etti­ ğiniz kadar şım annız. Durum unuzun vahametini ileri­ de anlayacaksınız." (Nahl/53-55) demektir. Bu manada birbirine yakın ifadelerle daha pek çok ayet-i kerîme vardır. Ve bazılannın mantuku bugün aynen müşahade edilmektedir. Kur'arvt Kertm’In bu mazmuna te­ ması tekrar etmesi de insanlarda bu haletin, ve bu hasle­ tin kesret üzere mevcut olduğuna tenbih ve işaret içindir. Yani insanlar Allah'ı yük altında ve musibet demlerinde ta­ nırlar. İyi gün görünce azarlar, türlü hava çalarlar. İlk anda hatırlarına gelen de ya llhad veya biterek inkâr olur.


3V4 HİLÂFET İ MUAZZAMA-! ISLÂMİYE

Ufak bir saadet ve selamet ışığının yüzlerine gütümsemesiyk halkın hemen küfür ve ılhada koşmalarının asli illetine dikkat edersek bunu, zamanımızdaki yeni yetişme­ lerin İslâmî eğitimden nasıp alamamış oimalanndan dola­ yı ilk rüzgarda temelsiz akidelerinin yıkılmaya amade ol­ masında iHJİuruz. On ddft yaşında iken babası tarafından Avrupa'ya gdnderilen. nn kavminin inancır>dan ve r>e de mûsiümanlığın dayarvjığı telil ve burhanlardan hiç bir şey bilmediği cihetle Avrupa'ya ham ürün halirxle vasıl olan ve orada möslûmanlığa yönelik her türlü ihar>et ve hakaret anlayışı ile dimağı doldurular.ik kendine; “ İşte senin milletinin böyle hare­ ketsiz, zayıf ve geri kalması hep dirvi lalamın eseridir.** denilerek yetişen gençlerden ne beklersiniz? Sözüm ya­ bana. bu ysni İslam ordusunun nazanr>da İslam dinine ve İslam hars na karşı nefret ve kerahet hassı teessüs eder­ se şayann taaccub olur mu? Belki fcöyie yetişen gençlerde dine hürmet hissi kalır­ sa hayret etmek lâzım gelir. Hele bunların arasında bir ta­ ne fiilen mûslûmanca hareket edene tesadüf edilirse dün­ yadan mantığın kalktığına hükm olunur, yani o derece uzak­ laşmış görC lrr>eye layık olur. Şunu da s ^ iy e lim ki biz. ilim tahsili için /^vrupa'ya gönderilen müsiûman çocuklarından az bir kısmı dindar kalmış veya dinde dinsiz derecesirıe düşmemiş olduğunu inkar etmiyoruz. Ar>cak biliyoruz kİ böyleleri. A>'rupaya gönderilmeden evvel akait ılmir)den bir şey almış veyahut sağlam İslam terbiyesine malik bir aile­ nin evlâdı olduklarından kendilerirıe küçüklükten itibaren o terbiyenin sağlamlık bulması sayesir>de Avrupa tesir ve tahribinden azade kalmış olanlara inhisar eder. Şu halce kabahat Avrupa'nın değildir. O , tabii kendi terbiyesini vermek ister. O Avrupa ki eğer insafı varsa İs­ lam Dini’nin hakikatirıe ait kendisinin de Hmi olmadığını ve İslam hakkında ona vasıl olan ilmin değiştirilmiş ve tahrif edilmiş olarak ulaştığını tasdik ve teslimde tereddüt etmez. Kabahat ve nata ancak küçük yaştaki evlâdını Fransa'ya,


HİLÂFET VE KEMALİZM

375

İngiltere’ye, Almanya'ya. Belçika'ya, İsviçre'ye ve Avus­ turya'ya gönderip de vatanın istikbali için adam yetiştirdi­ ğine kail olan İslam hûkümetlerinindir. Zira o gönderilen gençler -pek a a müstesna olarak- akidelerine hücum vu­ kuu ihtimaline karşı kendilerini müdafaa edecek mar^evî si­ lâhlardan hiç biri ile mücehhez olmadıklanndan. meşhu­ dumuz olduğu vech ile, her muhataraya maruzdurlar. Sonra hatanın daha büyüğü, işin nereye varacağını dü­ şünmeden Avrupa sadmesine tahammül edebilecek kabi­ liyette olup olmadıklarını tetkike lüzum hissetmeden çocuk­ larını biribirinden görerek Avrupaya gönderen ebeveynin hatasıdır. Avrupa tahsili görmek lâzımdır, belki zaruridir, ö ze l­ likle tabiî Kimler, makir>e. iktisat, ziraat ve ticaret ilimleri hakkırxtaki zaruret daha ziyade geçerfidir. Lâkin Avrupadan bu ilimleri almamız, dinî inancımızdan, adetlerimizden, ah­ lâkımızdan. zevklerimizden, kavmî ve içtimai güzellikleri­ mizden sıyrılmamızı neden gerekli kılsın? Bizden evvel bi­ zim gibi Şarklı bir millet olan Japonlar bu ilimleri aldılar, bu ilimlerde kudret ve maharet gösterdiler. AvrupalIların se­ viyesine çıktılar. Ve bir çok cihetlerinde AvrupalIları geçti­ ler. Lâkin dinden, akideden, zevkten, meşrebten, kitabet ve edebiyattan neye malik idilerse onlann üzerinde de se­ bat ettiler. Bir türlü anlayamıyoruz ki neden yalnız biz mûslümanlara gelince Avrupa tahsili alacak olduğumuz takdir­ de Avrupa medeniyetinin istisnasız bütün kisvelerine bü­ rünmek vacip oluyor? Ve böyle yapmazsak güya tahsil ve talimimiz nakıs ve ihtiyaca yetersiz kalıyor? Yine bir türlü anlıyamıyoruz ki neden Avrupanın kendisi, bu derece-i te­ rakkiye vasıl olduğu halde Hristiyaniiğı bırakmadı? Ve din onun bu terakkisir>e zarar vermedi? En şaşılacak cihet şudur kİ ctğer-parelerini düşünüp taşınmadan Avrupa’ya bırakıp salıveren konu edinilen ba­ baların kendilerine bakarsanız hakkıyla müslüman. farzlanna sünnetlerine riayetkâr olmak derecesinde mümin, mut­ taki kimseler olduğunu görürsünüz. Ve bunların ahval-) şahsiyelerinde hiç bir itiraz edilecek cihet göremezsiniz. Ço­


376 h il â f e t i m u a z z a m a ! ISLÂMIYE

cuklarının tekva. edep ve fazilet hususunda kendileri gibi olmalarını arzu etmekten de hali kaJmaztaf. Bununla bera« ber işte bu babalar da, çocuMannın istikbali, Avrupaya tah­ sile gönderilmelerine mütevakkıf olduğu hakkında bir ka­ naat hasii olmuştur. Fulan ve futan efer>dinin çocuktan Ber­ lin'e veya Paris'e veya Londra'ya tahsile gitti, diyerek bu babaların kalbterinde bir gayret ve bir heves ateşi alevle­ nir ve ondan sonra ker>di çocuklarını da digerlehnin gittiği yerlere göndermekten başka bir şey düşünmezler. Bakar­ sınız ki bunlardan birisi Paris'te tahsil görmüş çocuğu bu­ lunmakla İftihar eder. O ne büyük saadet ve muvaffakiyet­ tir ki çocuğunu Avrupa'ya gönderiyor... O çocuğun dini aki­ deden, Arapçadan. yani kendi dilinden sermayesi sıfır de­ recesinde imiş. Onun ne önemi var? Bu yolculuğun ve bu tahsilin neticesi nasıl çıkarsa çıksın onun da önemi yok. Peder namazını kılar, orucunu tutar, bazan zekâtı ve­ rir, hatta hac farizasını da edâ eder, mûslûmanlık hakkın­ da hiç bir şekilde söz veya havadis işitmeye tahammül ede­ mez. Dini yolunda canını esirgemez. Bir de hamur gibi yu­ muşak ve cieğişime istidatlı körpe çocuğunu Avrupa'ya gön­ dererek ok yaydan çıkar gibi dininden çıkmasına önem vernnez, bu, aklın idrak edimeyeceği bir tenakuzdur. Daha garibi bu evlâddan bazdan Avrupa tahsilinden sonra babc larının nezdine avdet ederken Şark medeniye­ tini ve İslam harsını istıhkâr, fikir ve kanaatleri ile dim ağarı dolmuş bulunduğundan babalan ile alay ederler. Ailele­ rine hakare t bakışları ile bakarlar. Onlarla din konusunda mücadele \e münakaşa ederler. Huzurlannda vahşi inkâr ve Peygamberi tekzib ederler. Ve dini akidelerinin hurafat ve esatire dayalı olduğunu yüzlerine karşı söylerler. Baba­ nın da nihayet oğluna cevabı da: *'Biz böyle doğduk, böy­ le yetiştik, böyle Öleceğiz. Lâkin siz İstediğiniz gibi ha­ reket edebilirsiniz.** demeye münhasır kalır. İşte namaz kılan, oruç tutan, zekat veren müsiümanın, ailesi hakkırnlaki siyaseti bundan ibarettir. Hayatıma yemin ederim kİ evlâdını küfür, ilhad ve dinleri inkar yolla-


h il â f e t v e

KEMALİZM

377

rina sevk eden bu babanın namazının, sair taat ve ibadet­ lerinin kendisine katiyyen faydası olamaz. Çocuğunu silâh­ sız harbe gönderen adam mazur olursa, itikat ve iman bur­ hanı ile teçhiz edilmemiş evlâdım Garp diyanna gör>deren baba da mazur olabilir. Sonra, müslüman ve mütedeyyin babalar, evlâdlarının istikbali hakkında bu derece ilgisiz olurlarsa esasen di­ ne ilgisi olmayan babaiann hali nasıl olacağını artık siz kı­ yas ediniz. Şüphesiz bunlar çocuklarının kendileri gibi fıtrî dinsizlikle kalmasını yeterli görmediklerinden onlara, din­ sizliği ilme ve delile dayar>dırarak sağlamlaştıracak bir hars iktisab ettirmek emelime tasarlayarak Avrupa tahsilini ilti­ zam ederler. Her halde bu babaiann hepsi ve her türlüsü evlâdı için Avrupa merkezlerinden birine giderek, sonu nereye varır­ sa varsın, orada tahsil görmekten başka bir istikbal gör­ memekte müttefiktirler. Eğer bu adamlar işin gerçeğini dü­ şünseler çiftçilikte mümarese husule getimek yahut bir sa­ natta maharet kazanmak veya ticaret işlerine vukuf peyda etmek, çocukları hakkifKİa ne yapacaktannı bilmediğimiz ilimlerin tahsilinden kat kat faydalı olacağını anlarlar. Hal­ buki bütün sanayi de Şark memleketlerinin Avrupa'ya muh­ taç olduğunu. Şark Avrupaya bir kuruşluk icraat yaparsa karşılığır>da oradan öç kurucuk eşya ve emtia satıp aldığı­ nı görüp duruyorlar. Şark’ın, siyaset yönünden olmazsa ik­ tisat cihetir>den Garbın esiri olduğunu da görüyorlar. Me­ selâ Türkiye'nin bugünkü malî durumuna baksınlar, Avru­ pa'nın servetine malik olmaksızın Avrupa kılık-kıyafetini tak­ lit ederek Avrupalılaşmak hevesi o diyarın iktisadiyatına ne kadar zarar getirmiştir. Avrupaya makine veya elektrik veyahut dokumacılık ve bunlara benzer bir sanat tahsili için giden Mısırlı, Şam­ lı bazı gençlere rast geldiğim zaman, sırf dil ve ilim tahsili maksadıyla gelmiş olanlardan fazla hoşuma giderdi ki bu da ilim ve lisanın cemiyetimize faydası olmadığından değil de sanayi, ziraat ve ticareti de ihtiva eden medeniyet ve


378 h il â f e t i m u a z z a m a ! İSLÂMİYE

ümran vasrtalan arasıda dertçe husule getirmemiz, ve her şeyde AvrupaJılara uyacak isek terakki için lâzım olan öl­ çü daire imde maarifi yayma kuralına raıyette de uymamız istenmiş olacağındandtr. Tek ar edeyim ki ben bu makalede ıtlakı üzerine hü­ küm yürüterek Avrupa tahsili gören gençlerin hepsinin inançsızlık ile illetli olduğunu iddia etmiyorum. Bu gençle­ rin tçind€. istifade ettiği bilgi ile memleketine faydalı olan ve prensiplefi temiz kalan gençler de vardır. Ben şunu söy­ lemek ist>yorum ki aklına ve metartetıne sahip olmadan ço­ cuğu Avrupaya göndermenin martası ona. müslûmankktan ve din prensiplerinden kendisirtde eser bulunmayan bir Av­ rupalI kaymağı vermektir. Böyle çocuklar, yetişmiş birer genç dam k memleketlerine dönünce ya milüyetıne düşman olur, yahut onu küçük görür. Ve şimdiki İslam muhitlerin­ de gördüğümüz yenilik eskilik münaferetlehni ihzar eder. Sonra iki Itrka arasında gördüğümüz bu münaferet. dere­ ce derece fikirlerden etlere intikal ederek kanlar akacak, ihtilâller kopacak ve hesabın üstünde fenalıklar olacaktır. Belki İMze itiraz ntakarmrtda: *'Türktye'de baştan aya­ ğa inkılâp oldu, fakat senin korktuğun şeylerden Mç bin meydana gelmedi." diyenler olur. Halbuki Türkiye'de iş­ lerin son b Jİduğunu ve durumun şimdiki gördüğümüz şe­ kil üzere kurulmuş ve takarrür edeceğini kimse iddia ede­ mez. Şimdilik Türk'ü sükûnete mecbur eden, hali hazırda­ ki içtimai in <ılâba razı olmaktan ziyade dahilî fitnelerle dev­ letlerin yine Türkiye arazisine üşûşmelehne fırsat ve vesi­ le vermek korkusu, ve acısını tattıktan sonra bin müşkilat ile kurtuldutiu ecnebi esaretine yeniden düşmek endişesi­ dir. Bir de Türkiye'de güç ve takat bırakmayan sürekli sa­ vaşların yorgunluğu üzerine ele geçen şu rahat ve sükû­ net durumunu muhafaza için seslerini çıkarmıyorlar, diş­ lerini sıkıyorlar: **Bu böyle kalmaz, sabrın sonu selamet­ tir." diyı^a*. Hülâsa biz müslümanlar tahsil ve talim anarşisinden dolayı büyük telakki içindeyiz. Ve bu uyum suz tahsil ve talim sebebiyle İslam aleminde ve onun bizzat ker>dt ev­


HİLÂFET VE KEMALİZM

379

lâdı arasında öyle fitneler, öyle kargaşalıklar olacak ki yıkıntısı yabancı istilâsını geçecektir. Çûnkû Frenk işgali altında bulunan İslam beldelerinden zamanın geçmesi ile. sabır ve sebat ve akılcı hareketlerle bu ecnebi gölgesi çe­ kilecektir. Lâkin dahili hastalıklardan kurtuluş olmayacak­ tır. Şunu iyi bilelim ki bütün tabiat ilimlerinde derinleşmek ve sonsuz derecede maddiyata sarılmakla beraber hars­ larını. Cızerır>den 19 asrı aşkın bir zaman geçen dineri ile 30 asrı aşkın bir zaman geçen dil ve edebiyatlarına bina eden, ve o yeni ilimlere ait aşırı düşkünlük ve ihtirasları, bu eski şeylerini muhafaza etmelerine mani olmayan ge­ lişmiş milletlerin eserine iktifa etmedikçe bizim için fevz ve felâh yoktur. Lozan: Şekip Arslan Mütercimi: Mustafa Sabri Hamiş: Balkanlarda, bilhassa Batı Trakya’da oturan müslümanlar. Arapçadan terceme ettiğimiz bu mühim makale­ den İslam alemine ait bir çok şeyler Öğrenecekleri gibi İs­ lam aleminin her tarafır>da ilim tahsili için önemli miktarda çocuklannt gelişmiş Batılı başkentlerine gönderen zengin müslûmanlar bulurKfuğunu da öğrenerek onların gerek servetlerini ve gerek çocuklannın ilim tahsili uğrunda para esirgememeleri gibi kendilerinde bulunmayan meziyetle­ rini kıskanmaya lüzum görmedikten başka kendi hallerine şükr edecekler ve diyecekler ki: Bizim çocuklarımızı tahsil ve talim için Garp merkezlerine göndermeye paramız yok­ sa da ihtiyacımız da yok. Bizimkiler Türkiye’den esen ye­ nilik havasına ağızlarını açarak, okumadan dinsizlik elde edebilirler. Evlâdlarını ilim tahsili zımnında dinsiz yapmak için büyük masraflar ihtiyarı ile uzak beldelere gönderen babalar gibi ilmin mübarek adını kirletmeden cehalet için­ de yoğrulmuş olarak bu maksada vasıl olmakta bulunan bizler kerKümizi daha mes'ud sayabileceğiz. Bir buçuk cahil Kentalist gazete ile bir gençier kulübü bizim muhitimizde maksadı temine kafi geliyor da artıyor. Biz şimdiye kadar


380 HILÂFCT İ MUAZZAMA-IİSLÂMİYE

çocuklanfTu.!in kendileri şöyle dursun, muallimiennin bile hangi mekttfbte veya medresede tahsil görmüş olduklarh nı arayıp soımak zahmetine düşmedik. Medrese tahsilinin modası geçmiş, mektep tahsilinin de modası bize gelme­ miştir. Latin harfleri he>«siyle eski yazılanmızı da zayi ede­ rek iki harf arasında büsbütün ûmmt bir hale gelirsek da­ ha kârlı çıka:aOtz- iki çeşH yazıtı alaca gazetelerimizle fes­ li, şapkalı ve kasketti rengârenk insanlanmız ve camilerde kasketlerini tersine çevirerek palyaço kıyafetleri ile cema­ at safları arasına karışan yenileşme örneklerimiz terakki dünyasına şan verecek bir hakledir. Hülâsa bize gerek eski ve gerek yeni tarzda ilim tahsilinin lüzumu yoktur. Çocuk­ larımızı ne k()dar okutsak ' ‘burada benden başka okumuş yoktur/* diyerek sabık Şeyhülislâm'a muydan okuyan ve sahtekârlık isnat eden Iskeçe'nin Himmetti nahiyesinden Aziz Efendi kadar okutamayız. Ve daha ziyade talim ve terbiye iktisap ettiremeyiz. M.S. (Ya nn , sayı: 6 6 .2 3 Hazi­ ran 1930, t 'i : 1-3)


HİLÂFET VE KEMALİZM

381

TÜ R K ASRİLİĞİ VE ARAP M ED EN İYETİ (L o za n 'd a Şekip Arslan başkan­ lığında İlmi bir heyet tarafından yayınlanan **Le N a tlo n A r a b " adlı Fra nsızca m ecm uadan terceme edilmiştir/Yann) BNindlği üzere Ankara. Avrupa asriliği^ almakta bağnaz­ lık gösteriyor. Şapka, dans, latin harfteri, İsviçre medeni ka­ nunu. Italyan ceza kanunu kabul olunmuş, mazi ile ilgi ke­ silmek derecesinde ileri gidilmiştir. Söylendiğine göre Şark musikisine de müsaade edilmemektedir. Hatta alaturka ye­ mek pişirmenin bile tamamen Garp pişirme usulü arasın­ da Arap isimlerinden alınmış olan Ali Rıza. İsmail Hakkı, Hüseyin KAzim Uh... gftıi Türk isimlerinin bundan sonra Jan Ju l, Marsel, Ksaviye, Vllyam, Maka ve saire gibi Lâtin veya Cermen isimleri İle değiştirilmesi tasavvurları ileri sü­ rülmektedir. Demek oluyor kİ Kemalist Türkiye, ilim, sa­ nat. kanun ve nizam sahasında Batılı maarifi almakla ye­ tinmiyor, İçtimaî tabiri ile, tırnaklarının ucuna kadar Avru­ pai olmak istiyor. Bu cümleden olmak üzere, mazi ile ta­ mamen alâkayı kesmek için, Türk Tarihinin de okutulmaması düşünüldü. Arlık herkes Türk Tarihinin Mustafa Ke­ mal'den başlamasını, Türkiye'yi Asya'ya bağlayan olaylar­ dan bahs oHjnmamasev istiyor. Bir taraftan da bu teşebbüs güç görüldüğünden. Türkiye'nin esasen Avrupai bir dev­ let olduğu, Asya’dan hiç bir şey almadığı iddia edilmek tar­ zında tarihî ve coğrafî hakikatler ile oynanılarak mûşkilâtın çözümüne soyunuldu. Nitekim Türkiye Hariciye Nazırı Tevfik Rüştü Bey, iki sene evvel Cenevre'de Silahlan­ manın Sınırlandıniması Konferansı'nda (1928'de) • kor>grenin konusu ile hiç ilgisi olmadığı halde- Türkiye'nin

F.20


382 HİLÂFET İ MUAZZAMA-IİSLÂMİYE

malî noktanazanndan daima AvrupalI bir devlet olduğu­ nu Türk Tfirlhl'nİn isbat ettiğini söyledi. Kemalist Türfcler gelecekte AvrupalI olmakla kanmayarak, mazide de öyle olduklarını arzu ediyoriar. Tarih için ne kötü bir hal!... Orv lar Ja p o n ) a tarzında yenilenmeyi meselâ Avrupa ilimlerv ni tahsil ederek, çağdaş tenleri kabul ederek, fakat esas itibariyle Jepon kalmak tarzında yeniliği anlayamıyorlar. Ha­ yır! Kemalist Tûrkler maziden hiç bir iz bırakmayacak kök­ lü bir inkıUıp meydana getirmek İstiyorlar. Onlar, doğum anlan. Ankara hükümetinin iktidar mev­ kiine geldk^i tarihten başlayan yeni kuşak olmak emelin­ dedir. Türk ye'deki yenilikçi ilerlemelerine ait bu sözler doğ­ ru mudur? Türk milletinin lâtin harflerini o kadar çobuklukla kabulü doğru mudur? Bu inkılâp girişiminden beri Türk­ iye'de işlerin bu derece ideal bir şekle girdiği hakikat mı­ dır? Biz A n p la r bu meselelere müdahale edecek değiliz. Tûrkler serlıest bir millettir. Cesurdurlar. Hareketlerini ntüdriktirier. Orlann büyük çoğunluğunun bir azınlık diktatör­ lüğüne malıkûm olduğu bize taallûk etmediği gibi, bazı Av­ rupa muhal lirierinin durumu gül gibi göstermesme rağmen, duruma vauf olanlann Türkiye'de hüküm sürdüğünü bil­ dirdiği malî buhrandan da bahsetmek bize düşmez. Yine böylece, TCırkiyedeki kültür buhranını tasvir etmek, orada yayın alanında iki üç gazete kaldığını, onların da hükümet tahsisatı olmadan çıkamadığını söylemek ve saire ve sai­ re de... bize ait değildir. Bunlar bizim yetkimiz dışında ka­ lır. Bize kalan hepsinin. Arap(lar) aleyhindeki kötüleyici be­ yanat ve tesahûratına iştirak etrnediğini memnuniyetle gör­ düğümüz Türk halkının kuşatıldığı zorluklara galip gelme­ sini. ve mes ud ve müreffeh olmasını temermi etmekten iba­ rettir. Bu malalenin asıl konusu şudur: Kemallstler. içinde o kadar sahtelikler ve çocukluklar bulunan zikri geçen ye­ niliği kabul eRlğir>den b ^ her fırsatta Arap harsını. Arap me­ deniyetini. /\rap tarihini... hülâsa Arap ve Müslüman olan her şeyi hırpalamayı kendıierme vazife edinmişlerdir. Ne-


h il â f e t v e

KEMALİZM

383

zakete ve bizzat hakikate aykın olan bu hareketlere lüzum kalmadan da Avrupalılaşmak hususundaki kararlan hoş ptetenlebiHrdl. Lakın Ankara, HrIstiyan Avrupa'ya. İslam ve bOtOn Şark He münasebetini kesmekte samimi, hakikî ve kati olduğunu isbat etmek istiyordu. Böle olursa Avru* pa kendi insanlann<ailesi)dan imiş gibi Türkiye'yi sinesine bastıracak. Tam siyasî bir propaganda. Bu efendiler, Ta ymis. Ta n , Le Journal, De Deba, Le Journal de Cenevö gibi bazı Avrupa gazetelehnden bir G., bir N., bir V. gibi mu­ harrir ve yazarlarını kendilerine bend ederek Türkiye'nin İslam ananeleri üzere devamındaki mazarratı ve bunların terki gerekliliği hakkında neşriyatta bulundurdular. En kay­ nak bir ders olan Arapça. Avrupa'nın en büyük üniversiteterinde okutulduğu bir zamanda Türkiye'de ilga edildi. Ve daha garip olarak para cezası tehdidi altında henüz Türk arazisinde yaşayan yarım milyon Arap, ana dilleri ile ko­ nuşmaktan men olundular. Yeni TOrkler, Arap harsının Türkiye'den ad ve izlerini kaldırmaya giriştiler. Fakat bütün bunlar Arap etkisini sürv dürmeye kafi gelmiyecektir. Biz. bunu bir maceradan baş­ ka bir şey saymıyoruz. Hiç şüphe edilemez ki adı geçen muhabirler. Avrupada Kemalistler hesabına adi propagan­ dadan başka bir şey yapmış olmuyorlar. Ve ekseriya her parçadan yeni bir tarih demiri dökmeye çalışan bazı Türk aydınlarının diktesi altına yazıyorlar. Genellikle latin harsı­ na mensup olan bu muhabirlerini bizzat müsteşriklerin bile bilemedikleri (Şeriat)ın bütün tafsilâtına ve teknik terimlerir>e vakıf olmaları ve İstanbul'dan veya Ankara'dan gön­ derilen bu muhabir mektublarını okuyanların, bunların pro­ paganda muhteviyatındaki maksatlara velev sun 1 bir par­ mak ile dokunabilmeleri imkan haricindedir. Çok muhte­ meldir ki bu muharrirler, arzu olunan (Tez)leri izah ettir­ mek üzere kerKfilerine memnuniyetle ihzar edilen olaylarm doğruluğuria kani bulunuyorlar. Fakat, ancak Arap di­ linde derin ilim sahibi ve İslam hukukuna tam bir vukuf sa­ hibi olanlann anlayabileceği o muhtelif nf>eseleleri tamamen


384 ]4İLÂFET-1 m u a z z a m a ! ISLÂMİYE

araştırabiidil;lerini kat'iyyen iddia edemezer. Beş altı se n ^ den beri biz gerek İslam ve Araplık hakkında ve gerekse umumî bir tarzda Şark hakkında en hayalî fikirleri ihtiva eden bu katil pek çok makaleler gördük. Kemalistler ay­ nı propagandayı tabiî Anglo-Sakson ve Cerm en alemin­ de de tecrûte ettiler. Fakat nazar-ı dikkate asıl çarpan şu­ rasıdır ki Almanlar bunlara aldanmadılar. Zira hemen üç seneden beti en ciddî Alman gazeteleri, yeni Türkiye hak­ kında öyle derin tetkikat neşr ettiler ki. ne maddî ve ne de manevî nokta-i nazardan Türkler hakkında övünülücü de­ ğildir. Bu makalelerdeki meslek isbatının, mevzu-bahs iatin muharrirlerinin hayalî tasvirleri ile tammen zıddiyet ha­ linde bulunduğnu müşahade ettik. Her memleket menfaa­ tine uygun bulduğu propagandayı yapmakta serbesttir, de­ nilebilir. Evet, gerçekte öyledir. Fakat Şark hakkında fena malûmat alnış olan bir Garp halkını o kadar cür'etkârca suistimal etmekte serbest, değildir. Bu mühim mevzu üze­ rinde okuyucularımıza tamamen durumu izah edebilmek üzere bazı nıisaller irad. ve oyun çok sürdüğü için sonuna kadar susmuya muvaffak olamadığımızdan dolayı da özür dilemek isti>oruz. *‘Tü rk Milleti ve yeni kurum lan" adı altında Monsieur N. Ankera'dan "Jo u rn a l de Deba"ya yazıyor: " B u an değişim nasıl vücuda geldi? Yeni yapının dayandığı esası muhakeme edebilmek için bu mesele­ yi saklamaya lüzum vardır. Tü rk alemi. Alm anya'dan başka her tırafta derin mechuliyetler İçinde kaldığın­ dan tavzih c lzemder de. (Jurnal do Deba muharririnin bu­ rada hakkı VEir. Onun içindir ki Almanya'da Türk asriliği hak­ kında ihtiyatlı davranıyorlar.) Aynı İtikatta olmaları baha­ nesiyle Türkler, (Harra, Hamada, Nöfouz) gibi lâv. taş ve kumdan İbaret olan çöl Arapları ile, bazı mezhebleri, tedâvisi kabil olmayan bir halde gerici olan (Felemenk)'e tabi Hindi! rnüslümanları karıştırılıyorlar. Her şeyi yo­ rulmaksızın yapmak mülâbesiyle, İslam ve dolayısıyla Türkler hakkında atalet mütearifesi teessüs etmiştir.


HİLÂFET VE KEMALİZM

385

Halbuki Türklar, Araplann zihniyet mazaıiyelerine en faz­ la İsyan edenler, bedevflerin ayırıcı vasfı olan Samilere ait nakîselere raci tefrikalara en ziyade zıt mizaçtakiler arasında sayılırlar." Bazı Türk okumuşlarının telkin ettiği bu satırlarda ne kadar hayal ve tahrîf bulunduğunu isbat etmemize müsa­ ade buyurulsun. Evvelâ şurasını söyliyetim ki (Oeba) mu­ habiri. ne aslı (Nâfoud) olan (Nâfouz)u. ne de (Harra) ve (Homada)yı bilir. Bilgiyi ona yanlış telâffuzleriyle birlikte ve­ ren Türklerdir. Maamafih işte o Harra, Kamada ve Nâfoud ’un Arablarıdır ki İslamdan evvel de, sonra da dünyanın en parlak medeniyetlerinden birini meydana getirdiler. Avrupanın hiç hatasız bir kopyası olmak, Garp medeniyetini seyyiatına varıncaya kadar iktibas etmek isteyen asri Türk­ iye: Araplar, medeniyet bahsinde bu derece mühmel bir halde mevzu-bahs edilebilir mt? Edilemez mi? Yine bunu aynı Avrupa’ya, tabii Araba karşı da.Türk'e karşı da yabancı bulunduğundan, tarafsızlığında şüphe edilemiyecek olan Avrupa'ya müracaat ederek öğrensin! Harra gibi volkanik havalide veya çöl üzerindeki Nâfoud hudutları üzerinde sa­ kin bulunmak; Arap kavmi gibi zeki bir milleti, medenî, me­ deniyete kabiliyetli olmaktan ve bu dağlık ve çöl içinde ar­ zın en şirin ve münbit beldeleri arasında anılan şehirlere malik olmaktan men edemez. Nitekim Harra'nın yanı başır>da çok adamların bilmemesine rağmen (Medine) gibi en gönül aldatıcı bir bahçe bulunmaktadır. Yine böylece (Havran) civarında diğer (Harra)'nın yanı başında (Şam) şehri vardır ki. bu beldenin letafeti hakkında tafsilat ver­ mek icap etmez, sanırız. Geniş çöller ihtiva eden Arabis­ tan yarımadasında Yem en ve Necid gibi, Anadolu'nun herhangi bir sahasından daha münbit ovaları ve hayrete şayan dağları bulur>an havali mevcuttur, işte o yanmadada Hlmyeıilefin, Sabİİleıin Suriye Bedevilerinin eski me­ deniyetleri ve çölün ta ortasında (Palmir) gibi ilk zamanlann en latif beldesini tesbit ettiler. Bugüne kadar azameti taklit bile edılebilerek devam eden **Baalbek"de çöle bi­ tişik bir yerdedir. Yearach; Mukayyis, Umman, Petra, Me-


3SS HİLÂFET İ MUAZZAMA-! İSLÂMİYE dayin gibi son ikisi kayalar içinde kesilip inşa edilen bel­ deler hep o çöl adamian tarafır>dan tesis edildi. Orta çağ­ lara asırlarca (Paris)lik eden Bağdat, o Abbasi başkenti de aynı çCI adamian tarafından bina edilmişti. Cordane, Söville, Tolöde, Gırnata, Fas, Merakeş, Kahire... ilh. de pederleri, aynı çöllerin bedevi nesillerinden olan hep o adamlar ta'afından inşa edildiler. Babası bedevi olanın medenileşmerii kabil değildir, denildiği içindir ki, Almanın ba­ bası da ba'bar olduğundan. Macar'ın babası da Atillâ olduğuTKlan medenSeşemedİef değü mi? Medeniyet ve kabüyet sadedinde Sami ırkını istihfaf etrr>ek çok garip ve gayr1 adil olma;: mı ki; (T y r) ve (Kartaca)nın sahibi olan Feni­ keliler, Sainidirter. (Nlnova) ve (BabH)ın yapıcısı olan Mı­ sırlılar Samîdirler. Bu kadar mümtaz olan Yahudiler de Semidirler Bu nokta bize İstanbul'da çıkan günlük bir ga­ zetede (Cem al) imzasıyla yazılan b«r makalede, Cezayir'­ deki Arap mahallesinden nefrette bahs olunurken bütün Arap şehirktri hakkında kullanılan kötümser tasvirleri ve bâhassa Surl <e beldelen için. Arabın medenileşmedeki ka­ biliyetsizliği (I) malum olduğundan onlar da daha yüz se­ ne geri kaliicaklar. denilmesini hatırlattı. Zavallı muharrir unutmuş ki, Suriye ne kadar geri olursa olsan Anadolu’­ ya yine üstıjn bir vaziyettedir. Eğer bu tenkitler bize Pa­ ris’te veya Berlin'de oturan bir adam tarafvıdan gelmiş ol­ saydı. biraz anlayabilirdik. Fakat bir AnkaralI yoldaştan gel­ diği için m e!«le değişiyor. İşte bu ders, komşularımıza ten­ kit edecekleri zaman biraz düşünmeleri için inşaallah yar­ dımcı olur. Arablann nazariyat zihniyetleri dedikleri, bütün Meri mil­ letlere mahs us olan felsefi inkişaftan başka bir şey değil­ dir. Bu nazariyeler. en "realist'* milletlerde de vardı. Fel­ sefe. tahakkuku işi kuvvetli ve şiddetli bir dimağa ve derin bir hakikat duygusuna dayanan en büyük medeniyetle­ rin kurucusu olmaktan ne Arablart ve ne de diğer Sami mil­ letleri men etmemiştir. Arablar, mûsbet ilimleri bilmemek­ le İtham edik n>ezler. Zira (cebir)ı icat eden onlar, arzm mih­ verini riyaziye ile ölçen(de) oniardır.


HİLÂFET VE KEMALİZM

387

Bedeviler, çadırda yaşayan ve mevsime göre yer de­ ğiştiren kabilelerdir. Lâkin içlerinde bedevî kısmı bulunan yalnız Arablar değildir. Bu tür halktan Türklerde daha faz­ la vardır. Ve Anadolu, Türkmen denilen Türk bedevileri ile doludur. Tûrkmenlerin Arap bedevilerinden bir farkı varsa o da Arap bedevileri daha zeki ve daha kabiliyetli olduklanndandır. Biz. bunlan söylemekle, bazı Kemallstler'in tahrif ettikleri hakikati tesblte çalışırken, Tûrklerin izzet-İ nefsini yaralamak istemiyoruz. Bizim Türklerle her şeye rağmen zail olmaz yakınlıklarımız vardır. Diğer taraftan öne sürdü­ ğümüz fikirlerde bütün Avrupa tarihçileri ve sosyologları müttefiktirler. Biz bu konuda, görüşlerine bütün noktalar­ da iştirak etmiyerek, sözü en büyük Türk muharrirlerinden Celâl Nurî Bey'e bırakıyoruz. Mümaileyh diyor ki: "BİZ harbten başka bir şeyden hoşlaşmadık. Biz­ de İmar fikri yoktur. Savaşlarımız birer ordugâha ben­ zer. Bütün inşaatımızda hep "muvakkat" kokusu vardır. OsmanlI milletine gelince; o, kelimenin hakiki manasıyla Türk değildir. Belki müdeaddit ırklardan mürekkeb bir halitadır kİ, Osmanlılık bu imtizaç sayeside güzelleşmiş ve halis kanlı Türklüğün yontutmamışlığı üzere kalma­ m ıştır." Evet, işte bu yazar, matbuat ve hatta cihan tarihi üze­ rine şimdiki "s a n s ü r" konulmadan önce naki ettiğimiz satırtan yazabiliyordu. Şimdi artık diktatörlük, fikrî faaliyetle­ rin bütün şubelerini kaplamıştır. Muhabirlerin mektublarından iktibas edilmiş bir örnek daha; "Ta ta r ve Turan hukukçuları. Peygamberin sünne­ tine hürmetkâr olduklarını te'yidden farl' olmadılar. Fa­ kat bir taraftan da daha serbestçe açıklamalar ortaya koyabilmek üzere, hakikatte kitap ve fikir İtibariyle bir­ birinin gayrı oldukları halde zahiri kurtarmak için ahkam-ı esasiyede müttefik oldukları ilan edilen ve bir takım sahte an'aneler icat ederek haricen ve mahsusen buruniannı atimane tenkitler içinde dolaştıran dört mez­ hebi taklit ediyorlardı."


m

HİLAfHT-I MUAZZAMA-I I S I J ^ Y E

Bu ef€ ndUerin kendilerine verilen bilgiye g&re yazdtklan, belki İter millette çeşidi mevcut otan bir smıl hocalar hakkında doğru düşebilir. Fakat İslam hukuk ve İslam fukahftsı hakkında asla tevafuk edemez. Nakli yapma ve onu sahih olarî k kabul ettirmek kadar zor bir şey yoktur. Ger­ çekte sahte nakiller icat etmek fena bir adım (^muştu. Lâ­ kin onlar, çabuk anlaşıldılar ve haklarırtda bir çok eser telif edilerek biı cümlede red ve cerh olundular. Diğer kaynak­ ları mevsuk olmadığından "zayıf* adı altında toplanan bir sınıf nakilk r de varsa da bunların hiç birisi kanun mahiye­ tini haiz değildir. Kaynakları epeyce müsbet olmakla "H a s e n " tabir edilen bir diğer tür vardır. Bunlar kanun ola­ bilmek için eshab-ı mahsusenin oluşması şarttır. Ancak o sebebler tyum un çıkarına dayanmalıdır. Yalnız Kur'an ayetleri ve ashab-ı kiramın Peygamberden işiterek rivayet ettikleri meşhur hadislerdir ki kanun mahiyetini haiz olan İslam hukukunun esasını teşkil ederler. Kur'an ayetleri are^ sından da nezhep ve itikada taalluk edenlerle dünyada ve cismaniyete mütedair olanları tefrik etmek gerekir. Mezhep ite alâkası olmayıp da medenî maddelere ta­ alluk edenlerde şer*-l Nebi edâ olur>duğu gibi sabit değil­ dir. Böyle meselelerde teşri' icap ettiği zaman nazar-ı iti­ bara alınacak gaye ammenin menfaatidir. Kendilerine ima edilmek isUmilen ve sahaları gayet geniş ve münkeşif olan Mezahib-i Erbaa, ana meselelerde müttefiktirler. Aralannda varlığmcan bahs edilen ihtilâf ise. dinen yasak değil, belki bilâkis rahmetin kendisi sayılmıştır. Zira, her hangi bir meselede nezheblerden birinde müsait fikre tesadüf olu­ namazsa o zaman diğerine müracaat edilir ve bu suretle mü'minin bizzat şeriattan uzaklaşmasına meydan verilmez. Hz.Peygamber "Üm m etim arasındaki ihtilâl nazarn rah­ m ettir/' buyurdular. Mezahib-i erbaa şeriat işinde amme­ nin menfaatine ve mahallî adetlere tevfîk esasını kabul et­ tiler. Herkes bilir kİ İslam hukukunun esası dört kayrtağa istinat eder Kitap, sünr>et, icma-ı ümnoet, kıyas-ı fukahâ. Eğer b l: bu meseleleri tamim edecek olursak bu ba­


HİLÂFET VE KEMALİZM

389

histe kocaman eserler yazmak lÂzım gelir. Biz burada, hakkımızdaki eski bâtıl fikirleri aldıkları enti-püften malumat ile bir kat daha güçienmiş olan o gazete muharrirlerine şura­ sını göstermek istiyoruz ki imal ettikleri (tez) doğru değil­ dir. Kendilerini tekzib edemiyecek adamlara hitab ettikle­ rini sanan bazı Türk okumuşları artık ne hakikatlere ve ne de münakaşası kabil olmayan olaylara hürmet etmez ol­ muşlar. Tabiatıyla Ortaçağdan ve hatta şu asırda Hristiyanlığın arz ettiği sükûnet ve hareketsizlik İslâmî mehafilde mevcut ise de, bu durum hiç bir zaman İslam şeriatının bir (akıh nazanrtda yeni zamanlara intibakını temin edecek elas­ tikiyeti haiz olmadığını ifade etmez. Sabık Osmanlı imparatorluğurum (Mecelle) adı verilen Medenî Kanunu, ilk say­ falarında yalnız Hanefi Mezhebl'nin değil, dört mezhebin ahkâmına nazaran kabul edilmiş küllî kuralları havidir. Bu kurallar, en geniş ve parlak müdevvenata hadim olabilirler. Bu umumi kural ve ibarelerin hiç birisi ne ilmi hakikatlere aykırı tek bir kelime ihtiva etmemekte dinî kitablar içinde mümtaz olan Kur'an-ı Kerim'e, rw de cahil bir hocanın de­ ğil, hakikî bir mOctehidin geniş bir ihata ile anladığı gerçek sünr>ete aykın değildir. Uydurulmuş nakillerin de mürevviden olabilir. Lâkin hakiki nakiller, Avrupa'nın -Ankara oradan iktibasta bulunmazdan evvel- yürürlükte bulunan muhtelif yeni kanunlarına hukukçular tarafından esas İtti­ haz edilmişlerdir. (Deba) gazetesi muhabiri tarafından da tasdik edilen bu hadise Isbat ediyor kİ; Kitap ve sünnetin münevver müfessirleri, yalnız yeni icablara tatbik ettirerek kıymetini bilmekte kalmıyorlar, belki bu intibakı İslam hu­ kukunun umumi prertsiplerine de muvafık buluyorlar. Bü­ yük bir İslam şeriatçısı: ''Am m enin menfaati nerede ise Allah'ın dini oradadır.' dedi. G d d zle r ve saire gibi bir çok AvrupalI müşteşhk. İslam Şeriatı konusunu tetkik ve tetebbu'ettiler. (İmamn Mav 6 rdl)nin mütercimi Kont Ostrorog, İslam hukuk felsefesine dair eserler terceme etti. Diğer meşhur müellifleri de zikre gerek görmüyoruz. Türkiye'nin son asırlardaki gerilemesinde zaruret sebebiyle siyasî, ta­ rihî, miin, hayatî ve idari esaretini görmek istemeyen bazı


390 HİLÂFET-IMUAZZAMA-I İSLÂMÎ YE Türk mûnewer1enr>e rtimat ederek AvrupalI muhabirlerin öne süre gel Ekleri delilleıin çûrûklûOûr>0 ve verdikleh bil* gilehn yanlışlarını anlamak için o kişilerin eserlerine mûra* caat etn^k kifayet eder. Şimdi o aydır>lar. bütün sorumlu* luğu vaktiyle kabul ettikleri İslam Şeriatına ve Arap harsı* na yûkleterel: hareketsizliklerinin kabahatini bunlarda gör* mek istiyorlar. Adamlarına göre, e^er bu kanun ve hars ol* masaymış, şimdi onlar bütün milletlehn önünde bulunacak* larmış. Ee pek alâ, işte bundan sonra bol bol vakitleri var!.. Evvelce ümran eserleri ile o kadar büyük olan Arab* lar da bir çol. milletler gibi inhitata yüz tuttular. Eğer Ara* bin gerileme sebeblerini tetkîk edecek olursak, hemen her amilden (alın m) o sebebleri, bütün Arabistan'ı... Tü rk bel­ delerini ve Aı:emistan'ın mamur medeniyetlerini tahrib et­ miş olan ve asılian Türklükte birleşen Moğollann tarihirv de. misli geçmemiş ve akıllan hayrete düşüren istilâların­ da buluruz. Son asırlarda Araplann uğradığı akanf>et. ata­ let ve gerilik de dahil olmasına rağmen bu kavmin asıl ge­ rileme 8orun;luluğu. geniş ölçüde her halde Araplardan başkalarına teveccüh eder. İslam Şeriatını ve Arap harsını sorumlu çıkarmak ko­ lay gibi görünürse de. keyfe göre istenilen meseleyi tadil etmeyecek derecede tarih beliğ ve müşkülpesenttir. Ke* malistlerin aksini İddia etmesine rağmen. Avrupayı asır­ larca titreten Türk askeri nüfüzu. bütün şehametini Osmanlı camiasında loptanan İslâmî güçlere borçludur. Ankara Türkleri ve o ıiarın propaganda uşakları, Türk asrîliğini ge­ niş geniş öve rek Turan'dan gelecek menfaatlere kaside okuya dursunlar, lâkin hiç bir zaman şahidi tarih olan ve sayısız takdir <ârı ve müdafileri bulunan Arap medeniyetini çürütemiyece klerdir. Dinsiz Yeni Tü rkiye, bir harbe girsin de. eski an’a* neperver ve clindâr Türkiye gibi kervjini müdafaa edebile­ cek midir, o zaman öğrerıecektır.” (Lozan/Le Natlon D*Arab'tan: Y a rn , sayı: 63-64,28 Nisan/15 Mayıs 1930, sh: 3 ve 2) Mütercimi: İbrahim Sabirf) ( * ) (• ) Yazmm msntıld akısi ve Mor ûetubö. Mu m I« Sebrl'ye yelunlık ıtede •Imektddif fSA)


h il â f e t v e

Ke m a l iz m

391

A S Y A L I D EĞ İLLER İ Bu başlık ila, Emîrü*t-Beyan Şekib Aratan Bay Eferv di’ye art olmak üzere Arapça **eLAhbar" refik-i muhtere­ mimizin 3 Nisan (1928) tarihli sayısında, okuduğumuz baş­ makaleyi önemine binaen aşağıya alıyoruz: **Silahlanmayı sınırlama kongresi adı ile Cenevre’de bir kongre toplandı. Bu toplantıya Rusya ve Amerika gibi, Cem iyeM Akvam ’a dahil olmayan devletler de davet edil­ di. Kongre azası toplanıp müzakereye başladıktan sonra Rus murahhas heyeti başkanı Lltovinof bu müzakereye Türkiye'nin de iştirakini teklif etti. Teklif kabul olunarak T û r k i^ de davet edildi ve oradan da Hariciye Vekili T e v fik Rüştü'nün başkanlığı altında bir heyet geldi. Bu su­ retle kongre’de yer alan Tevflk Rüştü müzakere esnasın­ da, Türkiye'yi kongreye davet ettiren Rus murahhasının fi­ kirlerine destek çıktı. Mumaileyhinin bu hareketinde tenkide şayan bir şey görmüyoruz, özellikle Rusların teklifi makul idi ve sulh ta­ raftarlığı davasına diğer müral devletlerin tekliflerinden da­ ha mülayim idi. Çünkü o devletler silahlanmanın sınırlan­ dırılması arzusu ile kendilerini sulh dostu gösteriyorlar ve hakikatte ne ihtiraslarından, ne fütuhatlarından, ne de he­ nüz feth etmedikleri memleketler hakkındaki suiniyetlerifKİen hiç bir şey fedâ etmiyorlar. Onların silahtarın sınırlandınlmasından maksadı, kendilerini mutlak bıraka­ rak diğer devletleri bir takım bağlar ile bağlamaktır... Tevfik Rüştü, LHovinoru desteklemekte yalnız da de­ ğildi. Çünkü kendisine nisbetle siyasi mevkii ve nüfuz tesi­ ri çok yüksek olan Alman murahhası Kont (Buıilsbury) Rus tekütini daha şiddetli bir açıklıkla savunmuştu. Buraya kadar bir şey söylemeye hakkımız yok. Lâkin Tevfik Rüştü bununla yetinmeyip, elli tane devletin temsüetleri arasında bulunmasını fırsat bilerek Şarklılıktan da


392 HtLÂFET-l MUAZZAMA-1İSLÂMİYE

sıynMı. Hal xıki Türkiye’nin Asyalı ve AvrupalI olması, kong­ renin konusu ile hiç ilgili bir mesele değildi. Lâkın An­ kara ricali \*e özellikle Tevfik Rüştü Asya’dan ilgisini kes­ mekle Avrupaiılann teveccühünü çekmeye çalışmakta hiç bir fırsatı krçırmazlar. Bu Tevfik Rüştü'nûn bir kaç ay ev­ vel bazı Avrupa gazete muhabirlerine: *‘ Bizİn^ r>e Şark İle, r>e Şark milletleri ile, r>e Müslü­ manlıkla, ne İslam ilimleri ile münasebetimiz yok. On­ lardan bütün alâkamızı kestik, kendilerini tanımıyoruz.’* diye açiklacitğını gazeteler yazdı. Coğrafyası, tarihi ve her şeyi Şarklı okluğunu söyle­ yen bir Şark devletinin Hariciye Nazırı, istihfafı ve belki iha­ neti ifade ececek bir şekilde Şark İslam miHetlerinden yüz çeviriyor. Halbuki bilhassa Hariciye Nazırları, dillerine pek ziyade sahip olarak kelimeleri iyice tartarak söylememek ve en küçük miltettere bile dokunacak sözlerden kaçınmak­ la mükellef ı<damlardır. Lâkin Şark. Türkiye Hariciye Nazın ’nın ağzırıa pek kolay gelmiş, münasebetli münasebet­ siz her fırsatta oradan ilgisini kestiğini ilan ediyor. Bu kong­ rede de kalktı dedi ki; *‘Bİz AsyalI değiliz. Çünkü (Bosfor) Asyayı Avrupa’­ dan ayırmaz belki Avrupa'ya bağlar. Tü rk milletinin bü­ tün tarihi bu coğrafi hakikati tsbat eder. Ve bizim bü­ yük Reisimi:: Gazi Mustafa Kem al’in yapmakta olduğu büyük ısIöh şlemleri Avrupa ile Tü rk milleti arasındaki harsi ve meçten! bağlan teyit ederek tarihi gerçek hali­ ne koym uştur. Bu yönün bizim için zaruri bir esas ol­ duğunu takdir ederek istiklâlimizi temirYe muvaffak olan Reisimiz, du>*umumuzu erişilmeyecek derecede metin ve emin bir ş?kle soktuğu cihetle artık kuvvetimize gü­ veniyoruz. V<) nefsimize hürmet etmeyi biliyoruz, llh.” Bunu bö)Hecesöyledi.Halbuki bu konuya dair ondan kimse bir şey sormamıştı. Kongrenin müzakere ettiği me­ seleler arasınıla da böyle bir şey yoktu. Fakat o. AvrupalI­ lara yaltaklanmak istiyordu. Bütün hareket çizgisi ile bu noktayı takip ediyordu. Teşekkür olunur ki Türkiye'nin kuv-


h il â f e t v e

KEMALİZM

393

vetile övünürken adeti vech ile dört beş sene sonra mem­ leket nüfusunun 45 milyona ulaşacağını söylemedi. Evet. Türkistan Tatarlannın AruKlolu’ya muhaceretleri ile nüfu­ sun çoğaltılmasına yardımcı sağlıklı tedbirler alınması sa­ yesinde Türkiye nüfusunun beş senede 13 milyondan 45 milyona çıkması tarzındaki hurafeciliği bu defa da tekrar ederek, muhtelif devletlerin murahhas heyetlerini güldür­ mek istemedi. Türkistan Tatarları'nın Anadoluya muha­ cereti gibi aiKak Ankara ricalinden bazılarının muhayyile­ sinde yer bulabilecek olan ve daha önce Tevfik Rüştü den işitilen hurafe, dinleyenleri çok güldûrmüştû. Her ne ise bu defa da Avrupalılık. Asyalılık davaları ile, kor>grede Avrupa devletlerini teşkil eden murahhaslann hürmetini kazandığına ihtimal vermiyoruz. Böyle iddialar­ la ne AvrupalIların Türkiye Ve sevgisi artar, ne (Musolini) merhamete gelerek Antalya'ydı Menteşe'ye göz koymak­ tan vaz geçer, ne Yunan intikam fikrini birakır, ne Bulgar ilk fırsatta Edirne'yi geri almak arzusundan feragat eder, ne Fransa Kİllkya'yı unutur, ne Ingiliz böyle sözlere alda­ narak Anadolu'nun bağnnda bir Kürdistan kurulmasını ta­ savvurdan sarfH nazar eder. Sonra, şurasına hayretteyiz kİ Türk milletinin baştan başa tarihi göz önûr>de iken Türkiye nasıl oluyor da Asyaiı olmuyor? Türk milletinin tarihi isbat eder ki Osmanoğullan MtOn Balkanlan, Macaristan’a, Polonya’ya, Basarabya'ya. varıncaya kadar istilâsı altına aldı. Viyana'yı mu­ hasara etti. Fakat kendileri Asyaiı İdi. Osmanlı devletinin tarihi isbat eder ki 1877'deki Rus muharebesine kadar bu devlet. Avrupa kısmında 20 milyon teb'aya malikti, öyle iken Avrupalılık iddia etmemişti, ^m d l Avrupa tarafında an­ cak bir milyon kadar nüfusu kalan Türkiye nasıl Avrupa dev­ leti olabilir? Acaba tarih ve coğrafya insanın, istediği gibi tahakküm edeceği memluk malı mıdır? Hangi Şark veya Garp tarihi Türkiye'nin Asyaiı olmadığına delalet eder? Ve hartgi coğrafya Edime vilayetinin asıl ve Anadolu'nun ay­ rıntı olduğunu gösterir. Evet. Şarklılardan ilgilerini keserek Frenkleşmek isti­ yorlar ve bunu kurtuluş yolu sanıyorlar. Avrupalılık heves


39^* HİLÂFET ! m u a z z a m a ! İSLÂMIYE

ve çekicilerinin onlarda fazlascyia mevcut olduğu mûseilerrv dir, ve lâkin bu halin kendilerini Avrupa dûşmanır>dan kur­ taracağı müseilem değildir. Asd V 9 müterakkî olmak için Asya'dan, Şark'tan ve bunlara be nzer vasıllardan yüz çevirmek gerektiğine ge­ lince; TOrkler ne kadar iledeseler Japonlar’ın derecesine erişemezler. Böyle iken bir defa de Japonlar'ın **Asyalı değiliz.” Vehut "Şark milletlerinden değiliz.” dediği vaki olmamıştır Belki orada Asya ve Şark milletlerini cem' ve tevhit mak cadıyla kurulmuş bir cemiyet bile vardır. Tevfik Rüştü’nün öyle milletler arası bir toplantıda Türkiye adına e l e d i ğ i söz. bütün Asya milletlerini nefret ettirir, faka' bir tane AvrupalIyı bile cezb ve imale etmez. Çünkü AvrupalIlar tarihi de çr^afyayt da bilirler. O sözle­ rin boşuna bir yaltaklanma olduğunu da bilirler. Muştala Kemal, Ankara’da kıyam ederken ırad ettiği nutkunda ” Biz yüz milyon Tü rk 'ü z . Yü z m ilyon da Arab kardeşleriniz va r.” dediğini unuttu galiba! Evet, o nutuk­ lar. Yunanlılar'la muharebeleri son bulmadan Önce idi. Lâ­ kin ne de olsa söylendi ve gazetelerde zabt ve tescil edil­ di. Acaba Mustafa Kemal'in o zamanlar öğünerek İntisap ettiği yüz milyon Tü rk , yüz milyon Arap, Avrupa milletle­ rinden mİ İdi? Biz r>ec b T ürk milletinin büyük çoğunluğu itibariyle Türkiye haıiciye vekilinin ağzından mükerreren sadır olan bu gibi soğuk açıklamalanrKfan müteessir ola­ cağını takdir ediyoruz. Lâkin böyle adamlann: "N efsi­ mize hürmet etmesini öğrendik” demeleri doğru oldu­ ğunu söylemek İstiyoruz. Çünkü vatanını ve aslını inkâr edenler nefisierine hürmet etmeyenlerdir7Cer>evre. 24 Mart (Yann, sayı: 21, 11 Mayıs 1928, sh: 3-4) A Y A K JY D U R M A K M E C B U R İY E TİN D E Y İZ ! Hir içtima! kitle pek doğaldır ki zamanın akış tarzına adımını uydurmak zorunluluğunu duyar. Lâkin bu zorun­


HİLAFET VE KEMALİZM

395

luluK kendisini ihtiyaçların şiddetiyle uygun olarak hisselinrse kitle yavaş sanılacak bir hareketle yüce hedeflerine doğru ilerteyebüir. İhtryaçlann giderilmesi hususunda lâzım gelen mücadeleler milletin azmi, iradesi, seciyesi özerin­ de olumsuz etkiler yaparsa hareket durur. işte hayat kanunlan ile, ahiret akideleri arasındaki mü­ cadele o vakit başlar. Bugün görüyoruz ki pek berbat bataklıklar ve ölüm tehlikelennden ibaret olan taassub sahralarına geniş berzah­ larla birleşen dinlerin manevi etkisi altında kalan bütün mil­ letler hiç bir ilerleme İzi gösterememişlerdir. Şark milletle­ ri, bütün Asya, bu iddianın hakikati isbat eder. Çünkü sanayi uygarlığı ihtiyaçların ürünüdür. Dinlerin etkisi altında kalan Doğu milletleri karşılaştıkları ihtiyaçlan temin ederek def etmek çaresine katlanamazlar. Onla­ rın azimleri, iradeleri, seciyeleri hayat için ciddî mücadele edecek her türlü hasletleri artık dumura uğramıştır. Zaten dinlerin de kuruluş sebebi hemen hemen mad­ di ihtiyaçtan temin ile def etmek değil, onu duyurmamakla def etmekten başka bir şey değildir. Bu tıpkı iradesine ha­ kim olamayan bir adamın üzüntü, etkilenme gibi şeylerden kaçmak İçin onları unutmak ihtiyacı ile içkiye sarılması gi­ bidir. Tabiî doğrudan doğruya merkez sıkletini ruhtan alan bu manzume, hayır, şerr, kazâ. kader, irade-i cüz'iyye, kül­ liye gibi bir çok. fakat birbirir>den ayrılması imkansız itikat­ lar koymakla insanlığın benliğini istilâ eder. Bunun netice­ si olarak her kişi dünyaya ait bağını günden güne kaybe­ derek ahirete ait bir aşkın heyecanları içinde, bir afyonkeş durumu ile sürüklenir durur. Kuruluş maksadı bu nokta ol­ duğu için her dm de bu suretle çalışmıştır. Martevî akidelere dikkat edilirse bu pek çabuk anlaşı­ lır. İnsanlar da bu anlayışların etkisi altında muhafazakâr ve adenvi teşebbüs sahibi olurlar. Bir millet maddî ihtiyaçlarını bizzat temin edebilmek seciyesini kazanmaya başladığı günden sonra taassub nazariyelerinin hükmü halkın benliğinde bir misafir durumun­ da kalır. Hayata ait fikirlerin ilerlemesi ile uygun olarak ahi­ rete ait anlayışlar da yerlerini kaybederler.


39fi HİLÂFET İ MUAZZAMA-IİSLÂMİYE

Lâki 1 bu nisbet btr ahenk altında Herleyemezse o va­ kit mkılâ^-lar kanlı olur. Kan çok vakit cemiyet malzemesi­ nin suyu )ibi kullanılır. Ahirete ait akideler yerterini terk et­ medikleri gibi ihtiyaçlar bûtûn şiddetiyle, kendisini duyu­ rursa me/dana gelecek olan baskı bu iki yönden birisini mutlaka yıkacaktır. Fakat, ekseri zamanlar galip gelen mad­ diyattır. Bu rv)ktaya gelir gelmez memleketimizde mutaassıp muhafazckâr şahsiyetlerin bakışlarını çekmek isteriz. B<r defa Asya'nın ve Amerika'nın bir kısmı müstesna dünyanın her milleti bizden milyonlarca fersah ilende bulunuyor *artık hissediyoruz ki dünyayı unutmak için ko­ nulmuş ol m kanaatlerle dünyada yaşamak imkanı yoktur Eğer böyle imkan kabul edersek gelişmiş milletlerin gös­ terecekler' bir lokma ekmeğe karşı birbirimizi çiğr>eyerek koşmakJığ mız ve bir bahçeci beygiri uyumluluğu ile sürekli olarak çalışmaklığımız, fakat başkası için çalışmaklığımız lazımdır. Buna ise hayat demek azat)tır. Bugüne kadar na­ sılsa bu bozuk yolda başkalarının çıkan için sürüklerKtik, fakat artık anlıyoruz ki yaşamak mutlaka didinmeye, mü­ cadeleye cayanmaktadır. Karşımıza çıkan şiddetli ihtiyaç dalgaları azmimize irademize olumsuz etkiler yaptığı gün kerKfimizi t er türlü hak ve hayattan mahrum bulacağız. Hiç kimsenin vicdani kanaatine karışmıyor, ve karışmak da hak­ kımız olduğunu iddia etmek istemiyoruz. Fakat bu kanaat­ ler, vicdanlerda kalmalı, bu kudsiyet fidanlarının etrafını çir­ kin taassut dikenleri sarmamalıdır. Bir sank. btr şapka, bir keman nâmesi İçin memlekette dinsizlik, imansızlık mese­ lesi çıkaran hocalarımız artık her türlü hadiseyi soğuk kan­ lılık ile karşılamak lazım geldiğim unutmamalıdırlar. 2!aman bizi kendisi Ue beraber sürüklüyor. Biz de o akıma ayak uy­ durmak me:buriyetinde bulunuyoruz. Bu sûr’atın azalma­ sı için çaba ayanlar, akımın önüne geçmek isteyenler her şeyden evvel bilmelidirler kİ kendileri ezileceklerdir. Lâkin ayaklanmız altında kalacak olan binlerce, milyon{arca(engel)larin çenetleri de bu akışın sûr'atine zerre kadar etki etmiyecektiı.


HİLÂFET VE KEMALİZM

397

İçtimaiyatın tarihi meydandadır. Emeli yaşamak olan ve bu hususun her ne suretle olursa olsun sağlanmasına çalışmayı gözüne almış bulunan bir milletin nelere kadir ol­ duğunu orada görmek mümkündür. Şapka meselesine, dünya (işlerinin) dinden ayrılmasına itiraz edenler, mede­ niyet kanunlannı kabul etmek istemeyenler pek açık bir şe­ kilde aklanacaklardır. Tabiatın kanunları, kahvehanelerin, halvethanelerin dedikoduları ile. yahut bir kaç şuursuz hareketin etkisiyle kıymetlerinden soyutlanmıyacak kadar kuvvetli ve zorlu­ durlar. Ne kadir yazık o kafalara ki akıntıların önüne geçmek, hadisenin akışına muhalefet etmek gafletinde bulunuyor­ lar. (Mehmet Hilmi. Yeni Adım (sermuharriri), numara: 3. birinci sene. 16 Teşrinievel 1926. sh; 1) İskece (KIsantI) G ÜM Ü LÇİN E M Ü F TÜ L Ü Ğ Ü N D E AZİLLER VE TA Y İN LE R G üm ülçine’nin tayin edilmiş müftüsü Nevzat Hoca'nın azl edilerek yehrte Hacı Ahm et Efendi isminde birisi­ nin tayin olunduğunu bundan Önceki sayılarımızın birinde yazmıştık. Bu münasebet ile müftüler hakkında bir şeyler yazmak vazifesini hissediyoruz. Herkes biliyor ki Güm ülçine'de bugûnek kadar müf­ tülük eden Nevzat Hoca en büyük din memuru olduğu gi­ bi memleketin içinde en büyük tefrikanın da müsebbibi ol­ muştur. Zamanın gereklerinden olan bir çok şeyleri bu adam taassubunun, sahip olduğu köhne zihniyetin içine siğdıramamış. bütün gençleri ihtiyarlan birbirine düşüren sebebleri hazırlamış, onlan faal bir hale sokmuştur. Bütün hocalar gibi bu azl edilmiş Güm ülçİne müftü­ sü de Türklük aleminde meydana gelen yenilik inkılâblarmı hazm edememiştir. Bu hazımstziiğını da yir>e bütün ho­ calar gibi ortaya çıkarmış, kendi karşıtlarına kâfir, taraftârianna özü bütün mûstüman nazarıyla bakmıştır. İşte bu sebebten Gümülclr>e halkı keşmekeş İçindedir.


398 HİLÂFET İ MUA22AMA İİSLÂMİYE

Türklük alemindeki yeni fikirtere. iyi hareketlere körükörûne nuhalefet eden, sanki bu kuvvetli akımın Önün­ de durabileceğini ümit eden bu zavaHı hoca, milletten de­ ğil, hükûrrıetten aldığı yetki belgesi ile Türklüğe aleyhdâr bir çok İcraatı yapmıştır. Ve yapmak istemiştir. Onun bu milieyete. terakki ve yeniliğe hayatını Türkiye'den Batı Trakya'ya firar eden Türklük düşmanlarının yüzlerine te­ bessümler serpmiştir. Onun için son zamanlarda bütün ka­ çaklar müftü Nevzat’ın etrafında toplanmışlar. Bu şuursuz Hoca'yı tet^k ile takdir ile bu kara yola sevk etmeye uğra­ şıyorlardı. Batı Trakya içindeki kaçakların, Yü z Ellilikler'den kaçan hocalara kadar her Türklük dOşmanmm GümülÇine'de kendisine bu yudum ekmek bulabilmek ümidi, bu Hoca Nev/.at ile yine ona benzeyen iki hocanın onlarca ümitli ve enellı icraatından ve arzusundan doğuyordu. Yüz Elliliklerden Mustafa Sabri'nİn çıkardığı‘*Yann'\yine Yüz Elliklerden Çopur İsmail Hakkı’nm çıkardığı **İ'tHÖ'\ Karaferlye'li Masan isminde bir kaçağın "B a lk a n " adındaki gazeteleri bugün kara kalbli Türk düşmanlan bulunduğu kanaati ile tSümülçIne'ye yerleşmişlerdir. Batı Trakya'da. Türkler ara$ında Türklük düşmanı şahtsiann bir yudum ek­ mek bulabilmeleri iyi değildir, hiç şüphesiz fenalığın daha büyüğü ise Güm ülçine gibi Tü rk 'ü bol bir muhitte böyfe milliyetini ir kâr eden, anasına kurşun atan şahısların bu­ lunmasıdır. Bugûrx kadar Gümûlçlr>e halkının, gençlerinin nazarn dikkatlerini çektiğimiz gibi, mebuslarının dikkatlerini çek­ tik. Kaçaklann gazetelerine beyanatta bulunan, şapka me­ selesini bür türlü sindiremiyen ve sindirmek istemeyen Ha­ fız Galip Ef »ndl'nin şimdi azl edilmiş müftü Nevzat Hoca'nın tekrar tayini için çalıştığını işitiyoruz. Kendisine te­ essüfler ede riz. Şapka giydiği için bir şahsı babasının mirasırnlan mah­ rum etmeye kalkan ve mahrum eden, karısını boş düşü­ ren ve bunlara benzer acayiblikler yumurtlayan ve bütün Türk düşmanlarını etrafına toplayan bir Hoca'nın tekrar ta­


h il â f e t v e

KEMALİZM

399

yini ile uğraşan bu mebus efendiye düşen en kıymetli va* zHe müftü ve cemaat seçimleri hakkım hükümetten iste* mek ve bu suretle millete bir iyilik etmektir. Müftü Nevzat’ın yerine tayin edilen adamın ne kıymet­ te. ne kıratta bir şahsiyet olduğunu tabii bilmiyoruz. Onun hakkında henüz bir şeyler yazmayacağız. Fakat şu kadar kayd edelim kİ. biz. milletin kuvvetine dayanmayan mev­ kie gelen cemaatlerden de. müftülerden diğer komisyon­ lardan da iş bekleyemeyiz. Zira bunlar milletin değil, tayin eden gücün adamıdırlar. Şu kadar zamar>dan beri İskeçe'de, Gümülçine'de ce­ maat azl edilir, yerine başkası tayın olunur. Müftü değişti­ rilir. diğeri tayin olunur. Komisyonlar atılır, yenileri getirilir. Fakat bütün bu karışıklıklar Batı TrakyalI Türkler'e hiç bir hak vermez. Aksir>e her gelen cemaat, gideni, her gelen müftü kendinden bir öncekini aratmaktadır. Jurnalcilik, tezvirat yapmak, halk arasına nifak ve tefrika sokmak hep bu makamlara ve suretle gelen kimselerin yegane icraatlandır. Halbuki memleketimizde müftülük tarafından yapıla­ cak pek çok şeyler vardır. Dinî işlerimizde kati olarak bir ciddiyet kalmamıştır. Ş e rl mahkemeler arlık bizim ihtiyaçlanmıza kifayet etmiyor. Onlan ya değiştirmeli, yahut biraz akla yakın bir hale şam alıyız. Evlenmek, ayrılmak, miras, eytam ve saire bütün bunlar bizim için çözümü gereken sorunlardır. Ne GUmülçİne'nin, ne İskeçe'nin. ne de bü­ tün dünyanın bu tarzda idare edilen eytamından, evkafın­ dan hiç bir hayır gelmez. Binaenaleyh meseleleri bu türlü düşünmeliyiz. Bugün iki tayin edilmiş müftünün elindeki ek­ sik. eski, bir kara manzumenin içeriği ile kos-koca bir mil­ let nasıl idare olunur. Bilhassa o müftüler de iş adamı ol­ maktan ziyade partilerin, hükümetin adamı olur, vazifeleri nifak ve tefrika saçmak olursa!.. Güm ûlçine müftüsünün azl ve diğerinin tayini mese­ lesinde, demek istiyoruz ki, dünkünün evvelki günkünden, bugünkünün dünkünden ayrılabilmesi >bu şartlar İçindepek de ümit edilemez, işin en iyisi reylerimizle gelmemiş


4 « ' HİLAf ET.I m u a z z a m a ! ISI-ÂMİYE

olan bu adfjnlan bu makamlardan tutup atmalı, kendi seçtiklerimizi oturtmalıyız. Zira, kaçaklara etmek bulmak, halk arasına nifak sokmaktan başka bir iş yapamayan bu adam* lara ne lüzum vardır? (Mehmet Hilmi, Yeni Adım , ikinci sene, numara: 129,27 Haziran 1928. sh: 1, Iskeçe/Klsantl. "C u m h u iy e t'te , hakim kanun olm alıdır." vactzesi Üe, bu gazete, kendi çizgisini şOyle niteliyordu: "S iya s i. İçti­ mai. İktisarll Tü rk gazetesidir.")

S O N CEVABIM IZ Geçen haftaki " l ‘tltA"da 150'lik listesirte ait suiitadesini ve müftülük, müderrislik meselelerinde cemaaH hazıraya taraftar olarak Şevki ve Hacı Yakup Efendiler’e muarız bulunması yüzünden evvelce aramızda başlayan münakaşa sadedi ile hiç münasebeti olmayan M .lzzet im­ zalı uzun bir tecavüzname gördük. (Yann)daki, adı geçen münakaşan n ŞeyhülIsJam-t sabık Mustafa Sabri EferKlİ Hazretleıi'nin kalemi ile idare ediidigmi farz ve iddia eden imza sahibi ^rekiz on sütunluk hakaret ve hücumunu Mus­ tafa Sabri E'endİ'ye tevcih etmek küstahugmda bulunuyor. (Ya nn ) gazetesinin sahibi ve sorumlu müdürü, üze­ rinde yazılı olan H.Fehmi'dir. Yani benim. Açıkça başka bir imza İle yazılmadıkça gazetenin bütün mûnderecatı ka­ nunen ve hukuken ve münhasıran bana ait. ve hukuk-i akt. Akide râci iksn farz ve iddia esasına istibat ile gazetertin mûnderecatı’idan kerxfilerine husumet teveccüh etn>eyen herhangi bir zata sorumluluk atf etmeye kalkışmak kadar gülürtç bir cehalet tasavvur olunamaz. Yazık ki bu ceha­ letle bulaşık ;^ecaatı gösteren mecnun. GOmülçine'de da­ va vekilliği ilo iştigal ediyor. Yok yok örf ve kanun sınınnı bu derece aşan kara cahil dava vekili olamaz, adi bir arzu­ halcidir. Çün<û benim gazetemin münderecatına kızıp da Şeyhülislam Efendl'yi mahkemeye davet etmek ne kadar


HİLÂFET VE KEMALİZM

401

gülünç v6 duyulmamış, olursa böyle btr davayı kamuoyu önünde dermeyan etmek de o derece komik bir cinnet a'lanıetı sayılır. Bütün dünyanın hükümet ve basın kanunlarının bana izafe edeceği bu yazıları ben yazmıyormuşum da Mustafa Sabii Efendi yazıyormuş. Bana çok görmüş desem, hakaret-namesinde cahil diye tavsif ettiği Müşarûnlleyh'e de çok görmesi lâzım gelir. Nasıl kİ MûşarünIleyhMn ga> zetemde neşr olunan şiir hakkında idaren kelâm ederken; **Şalr olduğunu bilm iyorduk, başka şiirini gö rm ed ik." diyor. (Yarın) belki bana ait yazıları Mustafa Sabri Efendi yazdığı gibi. Müşarünileyh de belki o şiiri başkasına yaz> dırmıştır. izzet Efendi de bu hakaret-namesini belki sar­ hoş bir tulumbacıya yazdırmış. Şimdi bu. ne söylediğini ve kime söylediğini bilmeyen akıisuiık sarhoşu adam: "B e n karşımda Mustafa Sabri Efendi'yi isterim de İsterim ." diyerek tepiniyor ve bu su­ retle karşısına çıkmış veya çıkacak farz ettiği Müşarünileyh'in gölgesine havladıkça havlıyor. (İtilâ) aJlamelerinIn (Y a n n ) İle aralarır>da açılan mûbahase ve münazarada düştükleri müşkllâtın içinden çıka­ mayınca mevhum ve faraziyelerden çare aramaya, husu­ met teveccüh etmeyen kapılan çalmaya kalkıştıklarını gö­ ren ve münazara adabını bilen okuyucu, bu hale şaşıp kal­ mıştır. Mübahese meydanında (Ya nn ) kendilerini sıkıştır­ dıkça bahisten bahise atladılar, olmadı. Konu dışında İfti­ ralara atladılar, olmadı. Şimdi de muhatabtan muhataba atlamak hevesine düştüler. Aciz ve çaresiz mızıkçılar, ne­ reye gidiyorsunuz? (Yann)tn sözlerine cevap verinizi Ve hiç olmazsa haddinizi biliniz!.. Mustafa Sabri Efendi, ağzı bozuk arzuhalci İzzet EferKfI ile mübahese ve münakaşaya tenezzül etmez. O, ilim ve kalem kudretini Ahm et Mithatler. Hüseyin Cahidler. Manastırlı İsmail Hakkı Efendiler, Abdullah Cevdetler, Cenap Şahabeddinler, LütfI Fikriler, Süleyman Na-

F.2


402 HÎLAFET Î m u a z z a m a ! İSLÂMlYE

ztfIer, Hafim Nahidler’e mûbahese ederek Türkiye'de ve hariçte henüz hayatta ofan yüz binlerce muanzın malumu olduğu ü::ere hepsinde gaJip gelerek cihana tanıtttrmıştır. Bu saydığım blrind tabaka meşhurlardan hiç birisi mûba­ hese esnasında Mûşarunileyh'e cehl isnat etmek gibi hür­ metsizlikte bulunmadıktan başka, meşhur edib Ceruib Şahabeddir Bey'le *'PeyamH Sabah” sûtunlannda cereyan eden ” Teaddüt-i Zevcat” münakaşası arasında edib-i Mûşarunileytı'in. muhatabı ve mûnazın Mustafa Sabri Eferv di için: ” Dala sakallan yeni çıkmaya başlayan genç bir hoca olduğu zamandan İtibaren gönlüm ün Şeyhülislöm’ı idi.' diye yazdıktannı, arzuhalci izzet Efendi gibi hiz­ met ve fazilet inkârcılarından başka, kadir-şinaslar unutmamışardır. İzzet Efendi'nin hezeyannamesinde Musta­ fa Sabri Efendi'ye rakip gibi gösterdiği kişilerden edib ve meşhur mücahid Refik Halid Bey de mütareke devrine ait yazıp neşr ettiği ” Mine-lbab ilel-Mihrab'* isimli eserine mu­ halefetin ve Ferîd Paşa kabinelerinin yegâne değerli rük­ nü Şeyhü İslam Mustafa Sabri Efendi olduğunu tasnTı eder. Meşrutiyetin ilânından sonra İstanbul'da bütün ulemâ­ nın iştirakr4e teşekkül eden Cemiyet-I İlmiye-i İslamiye'nin yayın crganı olan ” Beyanü'l-Hak” ilmi mecmuasının başırvjan sonuna kadar baş yazarlığını idare etmiş bulu­ nan Mustafa Sabri Efendi besbelli böyle bir vazife^ İzzet Efendi tarafından isnat olunan cehaleti (!) ile idare etmiştir. BCitün bu kıymet ve fazilet vesikatan, dikkat sahiblennin hafızas ndan. arzuhalci İzzet Efendi'nin kıymetsiz ha­ lın için silinip gidecek mi sanıyorlar? Hele mağfur ve mağ­ dur şehid AH Kemal Bey'in hemen hergün denilecek de­ recede sık sık bir tekerrürle ” Peyam-ı Sabah” ın baş sûtunlanr)da Mustafa Sabri Efendi Hazretleri’nin fazf ve ke­ maline karş gösterdiği hürmet ve tutkunluğu da acaba mer­ hum ile ve (eçm iş zaman ile birlikte öldü gitti mi. dersirtiz? Mustafa Sabri EferKH'nin İttihat ve Terakki ile Kemalizme karşı bitmek ve yorulmak bilmeyen mücahedesi-


HİLÂFET VE KEMALİZM

403

ne ve bu husustaki e^^lip bükülme kabul etmeyen hizmet ve faaliyetine gelince, bunu İekeçe'deki İslam Lisesi mü­ dürü Ali Vasft EfendTnin hocası bulunan meşhur ulema ve muhaliflerden merhum Oehrf Efendi'nin bir sözü ile arv latmak kifayet eder. Merhum; İstanbul'da belli başlı an< maya ve saymaya de^er bin on İki ( 1012 ) muhalif var­ dır, dedikten sonra on Hd kişinin İsimlerini sayar ve bin'den sorulunca; o da Mustafa Sabri Efendl'dir, derdi. Dehri Efendi ölmüş ise de bu sözü merhumun ağzından işiten­ ler sağdır. tik devirde Mustafa Kemal'i İslamiyet ve Hilâfetin kurtarıcısı sanan Mısır Arablan. Mısır ulemâ ve udebası ie, "E h ra m " ve "M ukattam " gibi büyük gazeteler üzerinde ker>di dilleri İle kalem mOcedelesIne girişerek muhalefeti ve HaAfe VahldOddln'İ gurbet aleminde, hasta efrat ve ai­ lesinin başında savunan ve hakkıyla onları ilzama muvaf­ fak olan, daha sonra bu meselelere dair Beyrut'ta "e n Nekîr alâ münkeri er>-nrme min ed-din ve ’l-hilâfet ve 'lüm m et" adı ile Arapça koskoca bir eser neşr ederek, mu­ halefetin haklı dâvasını ve Kemalizm'in daha sonra mey­ dana çıkan Iâ-din1 maksadını İslam alemine üç dört sene daha evvel (1923-1924) tanıttıran Mustafa Sabri Efendİ'den başka bir adam daha varsa göstersinler. İzzet Efendi o Arapça kitabı okumaktan bile acizdir. Hülâsa Mustafa Sabri Efendi kadar hem dinî mücahede ve hem styasî mücadeleyi cem'eden ve hükümette onun kadar muhalefetin elinden tutan bir Türk din ve dev­ let adamı yoktur. Onu sevmeyenin ya dini, ya muhalefeti veyahut tıyneti bozuktur. Onun için siyasî düşmanları dinî bir adam (KlerikaO ckyerek ulemadan olduğunu başma kak­ maktan başka bir üstünlük sebebi bulamazlar. Ve böyle söylemekle de dinin siyasetten ayrılması gibi dinsizliğin ve Kemalizm'in, müslümanlığa göre en bâtıl ve en muzır bir prensibini kabul ettiklerini göstermişlerdir. Şimdi bizim burada ancak bazılarını sayabildiğimiz şu mûsbel, deliili vesikalar karşısında arzuhalci İzzet Efendl’rvn Mustafa Sabri Efer>di hakkındaki sebebsiz, senet­ siz ve münasebetsiz, tıpkı jurnal masalı gibi uydurma söz­


404 HİLÂFET İ MUAZZAMA*! İSLÂMİYE

lerinin so<ak dedikoduian derecesinde bir ktymetl olaca­ ğına elbe te okuyucu dikkat eder. Lehte ve aleyhte böyle eahsıyat rr>e$eleleri ile biz, gazetemizin sütunlarını hiç 4 * gal etmeyerek ve bilen bilir, diyerek bunlan kamuoyunun iz'anma U tk etmek isterdik. Lâkin ne yazık ki Trakya mûs* lûmanlan. vaktiyle Türkiye'de cereyan etmiş fırka müna­ kaşaları aı asında Parmakkapı külhartbeylennin. takım teş­ kil ederek eski (Yeniçerf) kazanı yerine tulumbacı sendi­ ği kaldırdıklarına ve Ferld Paşa hükümetlerinin başarısı­ na engel olmakta ittihatçılar ve Kemalciler kadar zimedhal olduklanna. hasılı maziye ve tarihe karışan kepazileklere vakıf değillerdir. M.lzzet'in *‘ltllâ"da attığı nara­ lar hep o .:aman. müfrit Parmakkapı fırkasının, Mustafa Sabii Efeiıdrnin başkanlığı altında kurutan Mutedil Hür­ riyet ve İtilâf Fırkaaı'na karşı yaptığı şamatalann zamarv la geçmesi ve mekanın ihtilafırtdan feyz ve cesaret alan düşmanın derdi ve muzevvir yansımalarıdır. İlk d e fi İstanbul'dan Mısır'a Htica ettiği zeman, Mus­ tafa Keme Tin henüz dinsizliğine vakıf olmadıklarından, gayretir>i giiden Araplann, Şeyhülislam Efendi'ye şeref ve­ ren hakaretlerinden kinaye olarak İzzet'in hezeyannamesinde: ''Unutm ayınız kİ Mısır sizi, üzerinize yaş hayvan gübresi at ırak karşıladı." demesi de jurnal hikâyenin geveienmesi gibi meseleyi iyi anlatmadan efkâr-ı umumiyeden yankesicilik yapmaktı. MuhalH geçinen hayasoa ba­ kınız ki muıalefetin Şeyhülislamına k a ^ı yapılan Kema­ list şamata'-anndan şevk ve lezzetle bahs ederek kamuo­ yunu iğfal He, bu hadiseden Müşarünileyh'e bir ar ve hacatet payı iıstihracına sevk edriyor. ( 1 ). Sonra, Mısır'da şöyle olduk, Mekke'de oturamadık, Romanya'da oturamadık, tarzındaki muahezeler ve itham­ lar n ed i^ Tekrar etmek lâzım geliyor ki hakikaten İzzet sen utanmaz şe/mişsin! Bu sözlerin: "İy i adamlar oisaydıraz Türkiye'de: memleketinizde o tururdu nu z." diyen Yeni A d ım ’cının sözlerinden ne farkı vardır^ (1) Şimdi. Umif'm bu y»f gûbrstt hık*y«ıni. Ytnl Adrnı'o d t Mustal* Sabri Efandl'ye kvyı aŞzma takız ytpmi|. ÇiOn*y«r Va açandan a l ^ “ h M ' raSkma içindan latakkûr adiyor


HİLÂFET VE KEMALİZM

405

özetle, bundan sonra yazacağınız yazılara ben de ce­ vap vermiyeceğin), Şeyhülislam Efendi cahil olsun, siz “ l‘tllâ**cılar alim olun. Din mücahidi olan, Ramazan'da İs­ lam mektebinin dershanelerinde alenen oruç yiyerek müslûmanlann evlâdını talim ve terbiye eden, din mücahidleri; İslam ulemasına ve ŞeyhüHsIam’a softa, yobaz ve şakku’lİslam diyerek hakaret eden; ahiret. cennet, cehennem, sı­ rat. hülle donu. hOrmet-i hamr, mi'rac-ı Nebevi gibi islamın itikat ve mukaddesatı İle istihza edici manzumeler neşr eden yer>i sistem din mOcahIdleril Bu noktada şüpheniz ve bize bir diyeceğiniz kalma­ ması için o manzumenin şer*î icabını ilgili makamlardan açıkça soralım: Gümülclr>e ve Meriç müftüleri faziletlü efer>dilerden açık Istitta: (l'tilâ) gazetesinin 69 numaralı sayısında mûnderlç " E y H o cam !" başlıklı manzumeyi, ulemadan bir zata ta­ riz ve taarruz maksadıyla münderecatını kabul ve iltizam ederek neşr ettikten gibi 83 numaralı nüshasında da içki gibi manzume diyerek, mezkur manzumenin sayısız şer'! ahkâma karşı saldmsını tasvip etmekte ısrarlı olan "İ'tilâ " gazetesi yayıncı ve yazarlarına din mücahidi ıtlakı ve hatta Müslüman ıtlakı sahih ve caiz olur mu. beyan buyuruial? Haşan Fehmi Lâhika; Şeyhülislam Efendİ'nin. yeni Türkiye'deki dinsiz, vah­ şi ve behimi inkalâblardan müteessir olarak Türklükten İs­ tifa ettiklerine dair gazetemizle neşr olunan ve her taraftan büyük takdirlerle karşılanan manzum şaheserleri hakkın­ da M.İzzet'in çirkin yakıştırmaları var: Merkum, şiirin ve­ zin ve kafiyesini beğenmiyor, sabık hanedan-ı saltanata ait tenkidi ve Türk milleti aleyhindeki ithamlan, ahlâkî ve dinî bir suç sayıyor! Vezin ve kafiye meselelerinde izzet, benim kadar bi­ le fikir beyan etmeye yetkili olmadığı cihetle, bu noktayı dik­


406 HİLÂFET İ MUAZZAMA-1İSLÂMİYE

kate almayarak, dı^^r siyasi ve dinî noktalar hakkında gd* röşierini almak üzere Efendi Hazretlefi'ne müracaata lü­ zum gördüm. Ve meseleyi arz ettim. Buyurdular ki: -M evcut Hanedan-ı Saltanat hakkındaki serzenişin, hiç bir suçlanadan çekinmiyerek. hakayik-l ahvalin, her noktada dos-do^rusunu söylemek ibtilâsmdan, ve hastalı­ ğın bazı taraf annı gizleyip de Türkiye'ye ait hicranlan ta­ mamen ağlayacak olan bir şiirin eksik y ^ kalmamasmı ar­ zu etmekten ileri gelmişti. Memleketteki zalim hükümetle mazlum miileiı. ikisini birden rtab ve muahezeye müstahak gösterirken. t>ugûn de dünkü gibi lâkaydi hayatı yaşadık­ ları inkâr olunamayan Har>edar>-ı Saltanatı, bur>dan istis­ na edemezdim. Edersem, haksızlık ve adaletsizlik olurdu. Maamafıh bu meseleyi ileride uzun uzadıya tetkik ve teş­ rih edeceğim Şimdilik şiirde bu kadar söyledim. Ve söy­ lerken. bulandırdığım suda balık avlamaya çıkacak böyle hulûskârlık özentilerinin de. başka karuıat taşıyan ciddi iç­ tihat sahiblehnin de bulunabileceğini bilerek söyledim. Bunlardan birinci kısmı teşkü edenler arasında, millet ve saltanat hanedanı gibi biri asrî. diğeri tarihî en büyük kuvvet tanınnr ış iki dayanak noktası bularak bana hücum etmek fırsatın bu manzumede gafletle kendilerine vermiş olduğumu zanneden ve meselenin hak ve hakikat ciheti­ ne önem vermeyen sinsi hasımlarım vardır ki onlar; doğ­ ruyu söylemek için gerekirse bütün dünya halkından ayrıl­ mayı kabul ve tercih etmek itryaünda bir adam olduğnu unu­ tarak asıl kendileri gaflete düşmüşlerdir. Manzumrtde Türklük ve milliyet davalannın red ve takbihini ker)dısir)de pek aykırı bir hareket sayarak şiddetli tevbîhe layık gören bu muteriz de galiba Öteki gazetenin sahibi gibi; **Aslbiyete davet eden bizden değildir. Asa­ biyet üzere kıtalde bulunan bizden değildir. Asabiyet üzere ölen bicden d eğild ir." tarzındaki pek çok eser ve hadisle İslam'da kavmiyat davasının merdut ve yasak ol­ duğunu bilmryx. Meşhur İslamda kavmiyet davasının mer­ dut ve yasak olduğunu bilmiyor. M e ^ u r İslam yazan


HİLÂFET VE KEMALİZM

407

A'yandan Babanzade Ahmet Naİm Bey^fendİ'nin bu ko­ nuda mühim bir eserini on, on iki sene evvel *‘Sebllürrefad" rtesr etmişti. İslâmî üimlede mûrtasebeti olaniarca malumdur ki İs­ lam tarihinde. İslâmî devrin karşıtı Cahİİiyet devridir. Çün­ kü İslamiyet, insanlara ilim getirmiş, ilmi emr etmiş, Cahiliyet devrine son vermiştir. Ne yazık ki dinlerine karşı kûfrarvı r>imet eden bugünkü seviyesizler Müslümanlığı ce­ halet kayrtağt sayarak din dışına çıkmakla Him arıyorlar. İşte milliyet davası da avamı cezb edebilen ve ilim ehline ya­ kışmayan bir dava olduğundan hadis-i şeriflerde bizzat CenatH Peygamber Efendimiz tarafır>dan buna cahiliyet davası adı verHmiş ve Müslümanlar bundan men ve tahzîr edilmiştir. Müslümanlık gayretiyle milliyetimi istihfaf ettiğim için beni ayıplayanların bu gibi İslâmî esaslardan büsbü­ tün habersiz oldukları anlaşılıyor. İslam'da kavmiyet davası olmadtğ»rxlandır ki eski Müs­ lüman Tûrklerin İlm-I halinde; “ Din ve milliyet, İkisi bir­ dir. Yani milliyet, dinden İbarettir." diye kabul edilmiş idi. İtirazcının, taraftarlığına özendiği Henedan-ı Saltanat bile. OsmanlI Hanedana Saltanatıdır. Türk hanedan-ı saltanadı değildir. Yani Türklük camiasını onlar da devlete esas olarak kabul etmemişlerdir. Şer'an mezmum ve işin aslında ibtidaî ve gayr-ı medenî duygulara dayalı olan bu kavmiyet ve milliyet davasına bizde fazla olarak önem ve­ ren ittlhatçılar'la Kemelistler'dir. Mu’teriz bilmiyerek on­ ların nazanyesini müdafaa ediyor. Meselenin dini ve İslam! cihetlerinden kat'-ı nazarla: “ Milletim nev-l beşerdir, vatanım rûy-i ze m in ." di­ yen Tevflk Fikret Bey gibi, hür ve müterakki fikirli adam­ lar, mılkyet davalannı red ede-gelmişlerdir. Halbuki şimdi münevver geçinen bir takım kara cahiller, böyle adamlara vatansız diyorlarl Yalnız mûslüman kalarak. Türklükten istifa edenin, va­ tan sevgisi olmadığından imanı da şüpheli olacağını söyti**erek bilmediği bahislere karışan muteriz, "V atan sevgi-


408 Hll-ÂFETİMUAZZAMA-IİSLÂMIYE

Sİ İmandandır.'* fıkrasına (elmîh etmek istemiş, lâkin bu fıkra, çoklarının sandığı gibi hadîs değildir. Bununla bera­ ber. Türklüğe gücenmek vatana muhabbetsizliği de istil­ zam etmez. Dirini ayaklar altına alan millete karşı nefret izhar etmenin İrfana zarar vermesi şöyle dursun. şer*î ahkAmı ilga edere< İsviçre kanununa tabi otan dinsiz hükü­ metin partisine; son mebus seçiminde görüldüğü ve dün­ yanın hiç bir memleket ve milletir>de görülmediği ve görülmiyeceği vech ile on milyonu aşkın toplam nüfustan bir ta­ ne hariç kalmamak üzere mûttefikan re'y vererek müza­ heretini izhar eden bir millete buğz etmek belki iman ve İslam borcudur. Bu noktada mu'teriz, mitifyeti İslâmiyete tercih eden dir sîzlerin görüşüne meyi ediyor Halbuki Cenab-ı Hak Burae Sûresl’nde şöyle buyurmuştur: *'Eğer slzIr babalannız. oğuilannız, kardeşleriniz, haremleriniz, knvim ve kabileniz, üzerirte titrediğiniz ti* caretiniz, eviniz, barkınız, yani vatanınız, nazannızda Al­ lahtan ve P e ygım b er'd en ve Allah ve Peygamber yo­ lunda m ücahedKlen daha sevgili ise İlahî mücazata ha­ zır o lu n u z." (T(h/be/24) Yine Mûcacele Süresinin sonurtdaki: *'Allaha ve ahiret gününe İman eden hiç bir mille­ tin efradı Allah ve rasulu İle zıtlaşanlar hakkında baba­ ları olsa da, eviadlan olsa da. kardeşleri olsa da, milletdaşlan olsa ca muhabbet besleyemez. Cenabn Hak imanı arKak bö/lelerden yakınlık ve münasebetini ke­ senlerin kalbinds tesbit etti." (Mücadele/22) buyuruluyor. Bu ayet-i kerime, Uhud Muharebesl'nde babasını katı eden Aşere-İ Mübeşşere'den Ebu Ubeyde bin et-Cerrah ve kardeşini kati eden Ubeyd bin Öm er, yahut Bedir G ü nO'nde dayısını İldüren Öm er el-Hattab ile oğlunu mübarezeye davet edon Ebu Bekr-ı Sıddık Hazeratı hakkında nazil olmuştur. İslamiyet] ayağının altına alan Türk milleth r>e karşı benim iıtrfa hareketim, ashabn kiramın Kur*arM Kerim ’de medh ve takdir buyurulan harekeberirte nisbetle çok hafif kalır.


Htl-ÂFET VE KEMALİZM

409

Türkiye halkının baskı altırKla bulunmalan ise. irtibat inkılâbına boyun bûkmeteri ile kabule şayan bir mazeret olacağını sanmıyorum. Evvelâ, bu zorba gücü, önüne durulmaz bir hale ge* tirmek derecesinde başma çıkaran, milletin kendisidir. Mus­ tafa Kemal millete bugünkü kadar kadir ve kahir bir ye's belâsı olmadan çok evvel, yani bundan altı-yedi sene (1920-1921) önce bunun, din ve devlet ve millet hakkında ne azîm bir afet olacağını en acı bir dille İstanbul gazetele­ rinde yazarak Türk milletini uyarmaya çalışan bu abd-i aciz olduğu için şimdi onların zorunlu mazeretlehni kabul etme­ mek benim hakkımdır. İkiTKi olarak, baskı uygulayanlar ile baskıya maruz ka­ lanların sayısı arasındaki fark o kadar mühimdir ki bu de­ rece kalabalık bir koyun sürüsü bite olsa, o ölçüde azlık bir çoban teşkilâtının cebren itaati altına alınamaz. Koyun sürüsünün korkudan anlamaması ve bunlann korku ve ümi­ di idrak eden hayvan-ı natık türüne mensup olması cihe­ tiyle mazereti te'yîde gelince; bu da beşerin, hürriyet ve hakimiyete saik olan akıl ve İdrakini esaret ve mahkûmi­ yet sebebi saymak gibi makûs bir düşünce olur. Binaenaleyh bugün Türk milletini ya ölü farz etmek ve­ yahut Mustafa Kemal hükümeti ile kalben ve vicdanen be­ raber faa lazım gelir ki ben ise ne ölümü ve ne de o hükü­ metle iştiraki kabul ederim. **Ümmetlm. zalimin zulmü­ nü yüzüne vurmaktan çekinir bir hale gelirse Allah T e ala onları artık kendi halterine terk ederek medet ve ina­ yetini haklarır>da çabasız bırakır." hadis-i şerifi de bu sö­ zümü teyit eder. İtirazcının sözüne bakıftrsa. bundan sonra hiç bir Tü rk­ 'ün bana ne bir selâm, ve ne bir dilim ekmek vermemesi iktiza edermiş. Hareket rehberi ayet ve hadisler olması icap eden Müslüman, dinine hayrı olmayan Türk'ün ne selâmı­ nı alır, ne ekm eğine minnet eder. "S o fra m ız ı paylaşam ıyoHar" diyerek hep sofradan, paylaşmadan bahs eden öteki gazeteci gibi, bu itirazcının gözü de ek­ mek diliminde olduğu anlaşılıyor. (Yann, sayı: 5, 2 Eylül 1927. sh: 2-6)


410 h ilâ fetti MUAZZAMA-İİSLÂMIYE

TÜ R K İY E İNKILABI V E MISIR BASINI Türkiye de cermlenn başka şekli komjiması ve namaz erkântnın değiştirilmesi, ibadet sırasında çalgı çalınması gi­ bi yenilikler düşünülmekte olduğu Mısır gazeteleri hayret ve laaccuble mevzu-bahs ediyorlar. Bizim daha fazla hay­ retimizi çekan yön ise, 1 Temm uz (1928) lariNi "e s Slyaset" gt^etesinin İstanbul özel muhabtrine atfen bu mesele haklunda yayınladığı makaleyi; hilâfet aleyhinde, ş e rl kanunltır aleminde "V a k it” gazetesinde ve sair yer­ lerde yazdığı makaleleriyle Türkiye inkılâbının yeni med­ dahları sırasında basınca önem kazanan Öm er Rize'nin yazmış olmasıdır. Münafıklık yarışmasında Ubeydullah'ı geride bıraka­ cak gibi bir istidat gösteren bu herif, vaktiyle "Sebilürreşad” dint mecmuasına yaza yazardı. Hatta Türkiye'de dini basın susturulduğu zaman bu hertf de İs­ tiklâl Mahkcmesi'ne sevk olunmuş ve orada Mısır tabiiyetir>den olduğunu söylemişti. İstiklâl M>hkemesi'nden çıkalıdan beri dinsiz Türkiye inkılâbının e i bayraklı dellâllannden oldu. İşte Mısır'daki ” es-Siyaset” gazetesine yazdığı Arapça makalede bu bile Türkiye imiversıtesinde müzakere konusu olan namaz inkılâbından hayretle bahs ediyor. Ve ardından üniversite rektörlüğünden Türkiye gazetelerine gönderilen bir tebliğ­ de iddia e t l i ğ i üzere üniversitede böyle bir müzakere geç­ memiş gibi k:muşulmasını da başka türlü etkilere atf ede­ rek aksine tekzibin içeriğinin inanılacak bir şey olmadığını söylüyor. Demek kİ bu adam Türkiye gazetelerine yazı ya­ zarken başlUi, Mısır gazetelerine f a r k e n de başka fikre hizmet ederek iki türlü kalem kuKancyor. Gerçekte Arapça makalesinde "Ö m e r Rıza” imzasını koymamış, yalnız ” ö m e r” le yetinmişse de bu ikisi gerçekte bir adamdır. Ve ancak İki yüzlü mesleğine göre iki imza kullannıak istemiş­


HİLÂFET VE KEMALİZM

411

tir. Maamafıh muhabirliğini deruhte ettiği ve Istanbul’daKi yazKanndan farklı makaleler yazdığı ^'ae-Siyaset" gaze­ tesi de sağlam bir ayakkabı olmayıp Mısır” ın dinsiz gaze­ tesi ise de her halde Türkiye basını gibi bir gün yapılan bir şeyi ertesi günü inkâr ederek örtbas etmek gibi maskara­ lıktan kabul edecek kadar aşağı bir seviyede değildir. Türkiye'nin namaz İnkılâbına dair 20 Haziran (1928) tarihli "eMAukaddem'* gazetesinde ise "Z e yn e b Ahmet M uhem m ed" imzasıyla.Mısırlı bir hanım taralından gayet lâtif bir makale yazılmıştır. Bu makalenin bazı kısımlarını aşağıya, terceme edip koyuyoruz: "Hicrî yribaşı olan Muharrem aylannda her yıl Türk kar­ deşlerimizin sene başı teriklerini İslam aleminin ortasında padayan ve kulaklarm zarvu bozan bombalar içIrKie almaya alıştık. Bir sene başında insanları şapka giymeye icbar ede­ rek muhalefet edenleri darağacına çekmek olayları ile kar­ şılaştığımız gibi ertesi sene de müslOman ile gayr-ı mûslım arasında karşılıklı kız alıp vermek usulünün gerekli gö­ rülüp propaganda edilmesi ve daha ertesi yıl şimdiy kadar Türklerin yazılannda kullanılan bu hüsnü hattı, güzel sa­ natlar arasında en fazla ileriye götürenler Tûrkter olduğun­ dan korurMnası da en çok kendilerine düşen Arap harfleri­ nin lâtin harfleri ile değiştirilmesi birer kanun halini aldık­ ça. inşaaliah. bu sene Türkiye'nin yeni bir münasebetsiz hareketiyle karşılaşmayız, diyerek temenniye mecbur olu­ yoruz. Lâkin onlar başladıkları yolda ilerlemek ve yılbaşı hareketlerirte ait adetlerini muhafaza etmek azminde oF duklannı gösteriyorlar. Nasıl ki bu sene Muharrem'in İlk gOrkimOn doğuşu üe beraber gerek "el-Mukaddam’*mu­ habirinin ve gerek "R o y te r" ajansının yılbaşı tebriği şek­ linde yeni bir müjdelemesine mazhar olduk. Bu tebşire na­ zaran yeni Türkiye, camilerde sokak iskarpinleri ite yürü­ mek. hafk namaz kılarken camiin bir köşesinde namaz kılanlan şevke getirmek üzere çalgı çalınmak gibi müalüman. iaktm büsbütün çıknıaya sebeb dC^ünce ve taşanlara sah­ ne olmaktadır.


412 h il Af e t -i m u a z z a m a ! isl Am iy e

Yeni Tltrkiye'yi böyle fikirlere sevk eden halet-i ruhi­ ye nederKİir bilemiyorum. Arablerden ve NebM Arabi Muhemmed e.ıı.v. vasrtastyla kerKİiterir)e vasıl olan bütün di­ nî ahkâmdan nefretle, kertdi aralarvKtan çıkacak yeni bir Tü rk P eyganberl'ne tabi olmak üzere onun dinî yönlen­ dirmelerine «temin ve zantan hazırlamak ve bu suretle mân bir arzu ve 'htiyaci tatmin etmek mi istiyortar? Yoksa Ar>adolu muzatfc nyetinden “ Ne oldum** delisi mİ oldular? O halde uyku uyuyanlar için de bir durum tayini yahut yalnız iki ayak üzenne yürümenin yasaklanması hakkında da yann o memleketlerde bir kanun sadır olmayacağını kimse temin edenncz. Hepimiz biliyoruz ki Hind mOslümanlan camilerinin bi­ rinde r\antaz k ıla ^ n M ecutl Hindulann muzıkalan ile ora­ dan geçm elei iki taraf arasında büyük arbedeyi ve mukateieyi mucip c>lmuetur. Binaenaleyh Hlndistar>dakl Hilâfet Cemiyeti ricuN günün birinde Türkiye'ye gidecek olsalar camilere sokak potini ile girebileceklerini ve abdest alma­ dan namaz kılabileceklerini şimdiden öğrenmiş olunca aca­ ba ne diyece iler? Acaba Tiırkiye camilerinde kabulü düşünülen musikî aletleri, askeri musıkası mıdır, yoksa irtce saz takımı mı­ dır? Namazda bulunan cemaatı heyecana vermek için ara­ da taksim de yapılacak mıdır? Sonra namaz cematainden birinin hoşuria gider de bir nağmeyi tekrar ettirmek isterse dileği yerine getirilecek mi? Yoksa camilere şimdiki Kur*an ayetleri yetine *'Tekrar isteği yasaktırT’ levhalan mı asılacaktır? Yeni namaz değişikliği icabı ile, camilere cemaat çe­ kebilecek gûzol sesli müezzinler seçilecek, diyorlar. Lâkin Türklerin, bizim bildiğimize göre sesleri, emir ve nehye ya­ rar haşin seslerdir, te|anniye elverişli yumuşak sesler de­ ğildir. Bu setk»ble komşu milletlerden yardım istemeye mahtuç olacaklardır. Binaenaleyh ben şirndiden onlara, Mısıriıiar tarafındın vekâlet He Abdüllâtff BInâ ve Salih A bdülhayy gibi rreşhur (şarkı) okuyucu isimleri takdim ede­


HİLÂFET VE KEMALİZM

413

biliriz. Şurasını da temin ederim ki Türkiye halkı her gece bu müezzinlerin minarelerde ezanlarını dinlemekten saba­ ha kadar namaz kılmaya vakit bulamıyacaklar ve müezzin­ lerin dinleyicileri, arası çok geçmeden '*ezan azgınlan’* lâkabını almış olac£üdardır. Türkiye camilerine cemaat çekmek meselesi üzerine bir şey daha hatınma geldi; Mısır'ın Cafe Şantenlerinin alemce meşhuru iki bülbülü mesabesinde bulunan *‘Üm mü Güİ8Ûm” a Ayasofya Camii'nde Cuma namazlarından evvel Kehf Suresini okutturmak tecrübesi yapılsa... Neti­ cesi öyle tahmin ediyorum ki cami, cemaatin hücumların­ dan dolup taşacaktır. Bu suretle birinci, ikinci, üçüncü de­ recelere ayrılmış biletler ve duhuliyelerle cemaat kabul olunmak ve bu yüzden (meselâ Şehremanetine/ Bu da bizderv-Yann) büyücek bir istifade kapısı açılmak mümkün olacaktır. Sonra bir gün bakacaksınız kİ çoğunlukla muganniye/şarkıcı dinlenen perdelerde olduğu gibi namaz kılan­ lar arasında da coşkunluk sebebiyle bir çarpışma vuku bu­ lacak. polis araya girecek. Ayasofya ^ y h i mahkemeye sevk olunacak ve camiin iki ay müddetle kapatılmasına hü­ küm verilerek bu feci oyunun perdesi bu şekilde kapanmış olacaktır." (Yarın, sayı: 25, 20/7/1926, sh: 3)


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.