Osman Nuri Koçtürk- AÇLIK KORKUSU, TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası

Page 1

1

AÇLIK KORKUSU Osman Nuri Koçtürk

TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası


2

Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu

ISBN-978-9944-89-774-7 YENİDEN YAYINA HAZIRLAYAN TMMOB ZİRAAT MÜHENDİSLERİ ODASI Karanfil Sk. 28/12 Kızılay / ANKARA TEL: (0312) 444 1 966 FAKS: (0312) 418 51 98 www.zmo.org.tr zmo@zmo.org.tr YENİDEN BASIM Özdoğan Matbaa Yayın Hed. Eşya San. Tic. Ltd. Şti. Matbaacılar Sitesi 558. Sokak No:29 İvedik OSB Yenimahalle ANKARA TEL: (0312) 395 85 00

1000 Adet Basılmıştır. Eylül 2009


3

BÖLÜMLER

Sunuş

5

Yeni Baskı İçin Önsöz

7

Önsöz

11

I.

Biopolitika

15

II.

Açlık Korkusu

23

III.

Cadı Kazanı

33

IV.

Participant

61

V.

Yabancı Uzman

71

VI.

Korkutma Aldatma ve Zulüm

85

VII.

Para ve Propaganda

99

VIII.

Bebek Buldozer ve Bomba

115

IX.

Tuzak

125

X.

Savaş Korkusu

149

XI.

Korku Toplumu Bilim ve Bilim Adamı

169

XII.

Sindirilmiş Toplum

195

XIII.

İki Korku Öyküsü

205

XIV.

Son Söz

215


4

Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu


Sunuş

Sunuş.. 2000’li yılların ilk çeyreğinin tanığı olduğumuz bugünlerde, “ülkeleri yönetmek için petrol, insanları yönetmek için gıda kaynaklarını kontrol etmenin gerekli olduğu” tezine artık pek az insan şüpheyle bakıyor. Çünkü ‘modern insan’ın belleğinde, bu tezi kanıtlayacak bir yığın anı - veri birikti. Kitlesel saldırılar için yeter derecede kimyasal silaha sahip olduğu iddiası ile işgal edilen Irak’ta, bu iddianın ve bunun yanında Irak’a demokrasi götürme savının bir yalandan ibaret ve asıl amacın Irak petrollerini kontrol etme olduğu konusunda hemen herkes hemfikir. Aynı şekilde, gıda yardımlarının korunan pazarlara giriş ve bu bölgelerin tarım yapılarını denetleme ve yönlendirmede bir araç olduğu, Amerikan Kongresi’nde yapılan konuşmalarla çoktan açığa çıkmış durumda. Dünya Ticaret Örgütü – IMF – Dünya Bankası patentli politikaların, periferi nin tarım ve gıda sektörünü nasıl çökerttiğine ilişkin haberler, dünyanın dört bir yanından akıyor... Kısacası, milattan sonra 2 bininci yıllarını yaşayan yaşlı yerkürede, ‘küreselleşme’ sözcüğüyle üstü örtülmeye çalışılan emperyalizmin işleri, bilinmeyen olmaktan çıkmış durumda. Ancak 1960’lı yıllarda durum böyle değildi. Amerikan yardımı süttozu ve un torbalarının üzerinde görülen sıkışan eller figürü, okyanus ötesinden bize yardım eden beyaz adam etkisini uyandırıyordu. Politikacısından ilkokul çocuğuna herkes bu yardımlar için müteşekkir, karnını doyurduğuna şükreden bir sosyolojik zemin üzerinde, iktisadi ve politik anlamda giderek bağımlılaşan bir Türkiye portresini çiziyorlardı. Üstelik yürütülen sessiz savaş aracılığıyla gıda emperyalizminin nesnesi olan ve açlık korkusu yaşayan ülke, bugünün yarısından az, yalnızca 32 milyonluk bir nüfusa sahipti. İşte tam da bu dönemde, Osman N. Koçtürk adlı bir bilim insanı, tüm gücüyle bu düzeni deşifre etmeye, kamuoyunu uyarmaya çalışıyordu. Bu sunuş yazısının sahibinin ilkokulda Amerikan süttozlarından yapılmış kötü tadlı ürünleri adeta zorla tükettiği yıllarda, Osman N. Koçtürk durumu şöyle özetliyordu; “Bu yıl yabandan borçlanarak 850 bin ton buğday satın alacak ve eğer doyurabilirsek karnımızı bununla doyuracağız. Geçen yıl 350 bin ton buğdayı satın alabilmek için 40 yıl vadeli bir borç senedi imzalamıştık. Bugün yediğimiz ekmeğin parasını, torunlarımız ödeyecek ve bize hayır dua etmeyeceklerdir. İlkokullarımızdaki yavrularımızdan sonra oraokullar ve liselerdeki yavrularımız, işçilerimiz, köylülerimiz de FAO aracılığı ile Türkiye’ye verilen üretim artığı kalitesiz besinlerle beslenecekler” 18 Ekim 2008 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde Ankara Kulisi köşesinde, sevgili dostumuz Işık KANSU Osman N. Koçtürk’ten bu alıntıyı yaptıktan sonra, 40 yıl sonra bu ülkede değişenin ne olduğunu saptamak için bizimle de bir görüşme yapmış ve aşağıdaki satırları köşesine taşımıştı; “2007’de ürettiğimiz buğday 17.3 milyon ton, 2008’de 17.8 milyon tondur. Türkiye’nin kendine yeterli olabilmesi için en az 18.5 milyon ton buğday üretmesi gerekiyor. Yalnızca bu yılki buğday ithalatı 1.5 milyon ton. 2008’de tarımsal dış ticaret açığımız 2.3 milyar dolar. En az 20 milyon insanımız günde bir doların altında parayla karnını doyurmaya çalışıyor. 1999’da 9 milyon olan tarım istihdamı bugün 5.6 milyona düştü. Bu kadar insan, şehirlerin varoşlarına yığıldı ve yoksullaştırılıp bağımlılaştırılarak her türlü istismara açık yeni bir siyaset projesinin aracı haline dönüştürüldü” Bu iki paragrafın alt alta yayımlanmasıyla, Gazete’ye ulaşan birçok okuyucunun, Osman N. Koçtürk’ün kitaplarının Ziraat Mühendisleri Odası’nca tıpkı basımının yapılması konusundaki dilekleri Sevgili Işık KANSU tarafından bizlere iletildi. Konuyu yetkili organlarımızda görüştük, Oda’mızın bugün savunduğu birçok görüşü, bağımsız tarım – bağımsız ülke idealiyle 40 yıl önce savunmuş bir yurtsever bilim insanının kitaplarını yeniden basmanın onurunu paylaşma duygusu kolayca hepimize hakim oldu. Ardından telif hakları konusunda bir sorun yaşamamak için, Sayın Koçtürk’ün varislerini araştırmaya giriştik. Kızı Sn. Tahire KOÇTÜRK’ü Stockholm’de, oğlu Sn. Cafer KOÇTÜRK’ü Madrid’de bulduk. Elektronik posta yazışmaları sonrasında, bu yılın başında Tarım Haftası’nda kendileri ile bir araya geldik. Belirtmeyi bir borç bilirim ki, KOÇTÜRK’ün çocukları, babalarının bazı kitaplarının tıpkı basımı konusunda Ziraat Mühendisleri Odası’na yetki devretmeyi büyük bir sevinçle kabul ettiler. Bu fikirlerin 40 yıl sonra yeniden dile getirilmesi en az bizler kadar onları da heyecanlandırdı. Böylece, artık çalışmaya başlayabilecek bir duruma gelmiştik.

5


6

Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu

Kitapların tıpkı basımının amaca uygun bir nitelikte yapılabilmesi için, yeniden yazılmaları gerekti. Yapılan bu yeni yazımları bizzat kontrol etme gereği hissettim. Başlangıçta bu saygın mücadelenin gerektirdiği titizlikten taviz vermemek için başlanılan bu iş, kısa sürede benim için bugünden 40 yıl önceye uzanan bir zaman tüneli oluşturdu. O gün yaşananlarla bugün yaşananları kıyaslayarak, çoğu zaman öfkelenerek, samimi ve içten mücadeleye olan saygımı yükselterek okumaları tamamladım. Tarihin çarkları arasında yaptığımız işin bir bayrak yarışı olduğu düşüncesi beni sarmaladı. Ne kadar benzer şeyler yaşanmış, ne kadar benzer sorunlarla karşılaşılmıştı. Zeytinyağı cenneti olan Türkiye’ye margarin yağlarını sokmak için çalışan lobiler, margarin yağlarını öven sözde bilim insanları. Yerli çeşitlerimizi yok eden bir tohum hegomonyasının kurulma süreçleri. Türkiye’nin tarımda bağımlılaştırılması, insanlarının kobay yerine konulması. İyi beslenemeyen, sağlığını kaybeden bir toplum... Bütün bunları halka anlatmaya çalışanların karşılaştıkları saldırgan tutumlar... 40 yıl sonra, Türkiye’de değişen birşeyin olmadığını görmek kahredici. Yabancı bankaların ipotekli kredileriyle üretim araçlarını kaybeden, giderek artan girdi fiyatları nedeniyle üretim yapamayan, üretimden bağlantısız doğrudan desteklerle üretimden koparılan; yoksullaştırılan, bağımlılaştırılan, istismar edilen bir köylü tipolojisi. Tohumdan gübreye, ilaca kadar bağımlılaşan bir girdi yapısı. Özelleşetirmeler ve küçülmelerle kamunun tarımdan çekilişi, anadolu köylüsünün yabancı şirketlerin adeta esiri haline getirilişi. Rant uğruna biyoçeşitliliğin ve tarım topraklarının katledilmesi, genetiği değiştirilmiş tarım ürünlerinin yıllardır ülkeye kontrolsüz girişi, şimdide GDO’lu ürünlerin temiz topraklarımıza ekilme çabaları. Kır ve kent yoksulu milyonlarca yurttaşımızın yeterli ve dengeli beslenmeden uzak bir yaşam sürmesi... Bu süreç kuşkusuz, iktisadi sonuçlar yanında, sosyolojik ve politik sonuçlar da yaratıyor. Yetersiz ve dengesiz beslenme nedeniyle fiziksel ve mental gelişimlerini sağlayamayan yurttaşlarımız, yaşamı diyalektik bir sorgulama süzgecinden geçirme konusunda çoğu zaman sorunlar yaşıyorlar. Buna eklenen birçok yeni sorun alanı, koca ülkeyi tarihsel bağlarından uzaklaştırarak bağımlılaştırıyor. Ve elbette bugün de, bunları açıkça dile getirip uygun önlemler – çalışmalar gerçekleştirmeye çalışanlar, kırk yıl öncenin saldırgan tutumlarının postmodern bile olamayan yansımalarına muhatap oluyorlar... Ziraat Mühendisleri Odası, Koçtürk’ün kitaplarının tıpkı basımını yaparak, yalnızca saygın ve onurlu bir mücadeleye vefa duygusunu yerine getirmeyi amaçlamıyor. Bunun yanında, bu kitapların yeniden okunmasını sağlayarak, Türkiye’nin tarım ve gıda politikalarına yönelik bir toplu sorgulama sürecini de başlatmak istiyor. Bunlarla birlikte, yurtsever bir aydın olma yanında profesyonel olarak bir veteriner hekim olan Koçtürk’ün kitabını basarak, çoğu zaman kısır düzeyde kalan mesleki çekişmeler yerine, ortak bir tutum geliştirebilen herkesi, aynı çizgiye davet ediyor... Bu tıpkı basım sürecinin başlatıcısı olan Sevgili Işık KANSU’ya, KOÇTÜRK’ün çocukları Sayın Tahire ve Cafer KOÇTÜRK’e, 40 yıl evvelin kitaplarını kütüphanelerinden çıkararak Oda’mıza koşturan değerli üyelerimize, Proje’yi büyük bir istek ve kararlılıkla yürüten Oda’mızın Yönetim Kurulu üyelerine ve bu önemli çalışmayı titizlikle yürüten Özdoğan Matbaa çalışanlarına içten teşekkürler. Ancak kuşkusuz en büyük teşekkür, bu kitapların yazarına... Yurtsever bilim insanı Osman N. KOÇTÜRK’ün samimi ve kararlı mücadelesi ve anısı önünde saygıyla eğiliyorum. Yararlı olacağı inancıyla... Dr. Gökhan GÜNAYDIN 15 Eylül 2009, İzmir


Yeni Basım İçin Önsöz

Yeni Basım İçin Önsöz “İnsan ne yerse o’dur” söylemi yüzyıllardır bilinir, ama beslenmenin başlı başına bir bilim dalı olarak kabul görmesi görece olarak yenidir. İkinci Dünya Savaşı’na kadar beslenme biyoloji ve tıp bilimlerinin kapsamında kısaca ele alınan bir alt konu idi. Savaş sırasında müttefik devletlerde yiyecek üretim ve dağıtımını optimal sağlık ilkelerine uyarlama gereği ve savaş sonrası bazı batı ülkelerinde yapılan toplum beslenme araştırmalarının yer yer olumsuz sonuçları, konuya ilgiyi arttırdı. Türkiye’de de NATO tarafından 1949 dolaylarında orduda beslenme durumunu saptamak için düzenlenen bir araştırma sonuçlarına göre askere alınan gençlerimizde de bazı ciddi beslenme bozuklukları vardı. Başta protein olmak üzere, bazı vitamin ve minerallerin tüketim düzeyleri düşüktü. Osman N. KOÇTÜRK, savaş sonrası yeni yeni ilgi uyandırmaya başlayan bu genç bilim dalını Türkiye’ye getiren ve bitmez tükenmez enerjisi, güzel Türkçesi ve kolay anlaşılır anlatımıyla yazdığı kitap, makale ve konferanslar aracılığıyla geniş toplum kesimlerine tanıtan bilim adamları arasında, ilk akla gelen isimdir. KOÇTÜRK’ü diğer beslenme uzmanlarından belki ayıran bir özelliği, beslenme konusunu, yiyecek üretim ve bölüşüm koşullarından soyutlamaması olmuştur. KOÇTÜRK’e göre insanların beslenmesi kişisel tercihlerden çok, politik seçenek ve kararlara göre şekillenen bir olgu idi ve bu kapsamda gelir dağılımı ve alım gücü kadar, tarım politikaları da beslenme için hayati önem taşıyordu. Tarım politikaları dünya konjonktürü, emperyalist baskılar ve başka ekonomik hesapların ötesinde, öncelikle toplumun sağlık koşullarını ve besin gereksinimlerini karşılayacak yönde düşünülmeliydi. Tarımda dışa bağımlı kılınmaktan dikkatle kaçınmak, ulusal üretimi desteklemek ve geliştirmek gerekliydi. Osman N. KOÇTÜRK, 6 Haziran 1919 tarihinde İzmir, Karşıyaka’da Naime hanım ve Sadi Bey’in üç çocuğundan ilki olarak dünyaya geldi. İlköğrenimini Karşıyaka İlkokulu ve İzmir Erkek Lisesi’nde tamamladıktan sonra 1943 yılında Ankara Üniversitesi Veteriner Hekimliği Fakültesinden askeri veteriner olarak mezun oldu. Aynı yıl Kız Teknik Yüksekokulu mezunu, Ev İdaresi ve Yemek Öğretmeni Sabire YAYLALI ile yaşamını birleştirdi. İlk görevini Mardin-Midyat hudut alayında ordu veterineri olarak yerine getirirken, mezuniyet sonrası çalışmalarına da başladı ve 1948’de biokimya dalında doktorasını aldı. Beslenme bilimine ilgisi, biokimya çalışmalarıyla başlayıp, 1949-1954 yılları arasında ABD Missouri Üniversitesi, Beslenme kürsüsünde ziyaretçi profesör olarak çalıştığı yıllarda gelişti. Türkiye’ye döndükten sonra sivil hayata geçerek Et ve Balık Kurumu, Milli Eğitim Bakanlığı, Tarım Bakanlığı gibi kuruluşlarda beslenme uzmanı olarak görevler aldı ve beslenme konusunu tanıtmak amacıyla halka dönük bilimsel yayınlar yapmaya ve konferanslar vermeye başladı. Beslenmenin kişisel tercihlerden çok, üst düzeyde verilen politik kararlarla şekillendiğini savunan KOÇTÜRK’ün, dikkat çeken ilk mücadelelerinden biri, 1950’li yılların ortalarına doğru ABD’nin Public Law 480 yasası çerçevesinde yurdumuza gönderilen ve “Amerikan yardımı” olarak ilkokul çocuklarına dağıtılan un ve süttozu gibi gıda maddelerini eleştirmesi olmuştur. KOÇTÜRK, PL 480’in esas amacının, Amerikan üretim artıklarının az gelişmiş ülkelere giriş ve satışının kolaylaştırılması olduğunu, bu gıda maddelerini bedavaya değil Türk parası ödeyerek satın aldığımızı, ABD’nin bize “yardım” propagandası altında ucuz fiyata sattığı bu ürünlerle piyasalarda damping yaptığını ve dolayısıyla yerli süt ve tahıl üreticiliğimizi zedelediğini savunuyordu. Buna benzer bir diğer mücadeleyi de soya yağına karşı verdi. 1960 başlarında soya fasulyesi üretiminde dünya birincisi olan ABD, ürünlerine pazar açmak kaygısı içinde Türkiye’ye çok ucuz soya yağı

7


8

Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu

ihracatına başlamıştı. Yağın ucuz olması yine “Amerikan yardımı” sayılıyordu ve bu yağların büyük kısmı margarin yapımına gidiyordu. Bu yıllarda margarin, tereyağı gibi doymuş yağ asidi içeren katı yağların damar sertliği yaptığı da yeni yeni anlaşılmaya başlanmıştı. KOÇTÜRK bu ilişkiye dikkat çekerek, damar sertliğini engelleyen zeytinyağı gibi bir ürün üreten bir ülke olarak Türkiye’nin, yardım adı altında ucuz yağ ithal edip margarin üretimini özendirecek yerde, yerli zeytinyağı üretimini desteklemesi gerektiğini öne sürüyordu. 1960’larda KOÇTÜRK’ün yarattığı kamuoyu ile engellemeyi başardığı bir diğer proje de Meksika’nın Sonora bölgesine özgü, kurak ortamda iyi ürün veren bir buğday türünün Türkiye’ye tanıtılması projesiydi. Projenin esas özelliği ise tohumların ionize radyasyondan geçirilmiş olmasıydı. Deneme olarak bunların Güneydoğu Anadolu’da bir yere ekilmesi öneriliyordu. Işınlanmış yiyeceklerin insan sağlığına etkilerinin doğru dürüst bilinmediği o yıllarda ülkemizin bir cins deneylik kobay kafesi olarak kullanılması ve bu buğdayın yetiştirilmesinde çalışacak tarım işçilerinin radyasyon riski altına sokulması çok güçlü bir muhalefetle durdurulabildi. Tarım politikalarının yanı sıra yetersiz beslenmenin temelindeki diğer politik ve ekonomik süreçler üzerinde de geniş inceleme ve eğitim faaliyetlerinde bulunan KOÇTÜRK, devlet memuriyetleri ve üniversitedeki çalışmalarının yanı sıra, özellikle TÖS (Türkiye Öğretmenler Sendikası) ve DİSK (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu) kanalıyla, çalışan emekçi kitlelerine erişmeyi başaran sayılı bilim adamları arasındadır. DİSK’teki çalışmaları sırasında özellikle asgari ücret oluşumu ve işçi sağlığı ilişkilerini irdelemiştir. Genç kuşaklar için uzak bir tarih sayılan 1960-1980 dönemi soğuk savaş rüzgarlarının yurdumuzda çok şiddetli estiği yıllardı. ABD’nin, hayatın her alanında bizleri etkileyen emperyalist hegemonyasını eleştiren ya da kapitalist sistemi sorgulayan, sendikalara girip çıkan ve çalışan insanların sağlık ve insan haklarından söz eden insanlara kuşku ile bakılır, bu tür insanların bazı “sapık ideoloji” denilen politik sistemlerin takipçisi olduğu düşünülürdü. Oysa KOÇTÜRK her zaman kendisini sade bir yurtsever olarak tanımlamıştır. 1966 yılında Senatör Tunçkanat tarafından açıklanan gizli bir CIA raporunda, Türkiye’de Amerikan çıkarlarına aykırı faaliyet gösterdikleri için “pasifleştirilmesi” istenen isimlerden biri de Osman KOÇTÜRK idi. Kendisine “susması” için bazı garip “teklif”ler yapıldığı bilinir. Nitekim üniversitelerimizden hiçbiri kendisine profesörlük unvanı vermemiştir. 12 Eylül darbesinden sonra bir süre gözaltında tutulan KOÇTÜRK, daha sonra emekliye ayrılmayı ve içedönük bir hayat yaşamayı tercih etti. 4 Nisan 1994 tarihinde aramızdan ayrıldı. KOÇTÜRK, çalışma yaşamı boyunca insanın insan tarafından ekonomik anlamda sömürülmesinin biyolojik sonuçlarını açımlamaya ve anlatmaya çalışmıştır. Hayatı ve mücadelesi ülkemizde ulusal bağımsızlık – tarımsal üretim – beslenme ilişkileri ile ilgilenen genç kuşaklara örnek olabilecek niteliktedir. Çünkü günümüz genç kuşaklarını yeni ve daha da çetin sorunlar bekliyor. 2000’li yıllarda küreselleşme olgusu ve petrol enerjisine bağımlı ekonomik gelişme, kentleşme hızını görülmemiş oranlara ulaştırdı. Tarihte ilk kez dünya nüfusunun yarıdan çoğu kentlerde yaşıyor. Bir yanda tarımsal üretimle uğraşan nüfus azalırken, diğer yanda gıda üretimi yerel gereksinimlere değil, uluslararası pazarların taleplerine uyarlanıyor. Bazı ülkelerde tarıma hemen hiç yatırım yapılmazken, ekonomisi tarıma dayalı yoksul ülkeler yiyeceklerinin en büyük kısmını ihracata ayırmak zorunda kalı-


Yeni Basım İçin Önsöz

yor. Bu eşitsiz gelişmeve küresel piyasalar ne istiyorsa onları üretme gereği geleneksel üretim sistemleri ve know-how ile birlikte yöresel ürün ve üretim teknolojilerinin yok olmasını, üreticilerin giderek çokuluslu tarım tekellerine bağımlı kılınmasını getiriyor. Türkiye yoksul bir ülke sayılmaz. Buna rağmen benzer bir gelişme bizde de bariz olarak görülüyor. Anadolu’nun geleneksel buğday ve diğer tahıl türleri hızla yok oluyor, hayvancılığımız geriliyor, dışarıdan et ithal ediyoruz, yeni ‘mucize’ tohumlar satılıyor çiftçilerimize. Petrole dayalı üretim ve enerji-yoğun kentsel yaşam tarzı ekolojik dengeleri iyiden iyiye çarpıttı. Ekolojik denge bozukluğunun iklim üzerindeki etkilerini somut olarak yaşamaya başladık. Gelişmiş ülkelerde insanlar enerji tüketimini azaltmak ve alışkanlıklarından vazgeçmek istemiyor. Yeni gelişen ülkelerde insanlar ötekilerin hayat tarzına erişmek istiyor, eskiye dönmek değil. Bu yüzden insanlığın ekolojik bozulmayı durdurmayı becerebileceğine inanan iyimserlerin sayısı son derece az. Atmosferdeki karbondioksit oranlarını azaltmak için düşünülebilen önlemlerin hepsi kısa vadeli yaptırımlar. Şimdilik bulunabilen en iyi çözüm, yakıt olarak petrol yerine alkol kullanılması! Alkol elde etmek için mısır, şeker kamışı ve sıvı yağ gibi ürünler kullanılıyor. Bir başka deyişle akaryakıt elde etmek için gıda maddeleri kullanılıyor ve bu gidişin çevre dengesini kurtarması bekleniyor! Oysa, daha şimdiden birçok ülkede destek gören alkollü yakıt kullanımının en bariz etkisi, atmosferik kirlenmeyi azaltmak yerine başta mısır unu olmak üzere yiyecek fiyatlarını artırmak oldu! 2006-2008 yılları arasında dünya tahıl fiyatları birkaç katına çıktı. Temel yiyeceği mısır ekmeği olan Meksika’da 2007’de büyük ekmek fiyatlarını protesto mitingleri oldu. Brezilya, Mısır, Hindistan gibi ülkelerde de yiyecek fiyatlarındaki artışları protesto eden büyük mitingler düzenlendi. Alkollü akaryakıt kullanıldığı sürece yiyecek fiyatlarının önümüzdeki yıllarda sürekli yükselmesi bekleniyor. Yoksul ve az gelirli insanların bu gelişmeye nasıl ayak uyduracağı belli değil. Bir yanda ekolojik dengeyi kurtaralım diye uluslararası konferans üzerine konferanslar düzenlenirken, bu dengeyi nasıl etkileyeceğini kimsenin doğru-dürüst bilemediği projelerin uygulamaya konduğunu görüyoruz. Daha çok ürün versin, daha parlak rengi olsun, hastalıklara dayanıklı olsun, kolay ambalajlansın ve benzeri gerekçelerle bazı yiyeceklerin genleri değiştiriliyor ve bu gibi ürünler sessiz sedasız piyasaya sürülüyor. 1990’lardan beri piyasalarda dolaşan ABD çıkışlı soya fasulyesi, çiçek yağı ve mısır (darı) mamullerinin çoğu geni değiştirilmiş tohumlardan imal edilmiş bulunuyor. Genlerle oynama teknolojileri sürekli geliştirilir ve bu “frankeştayn” ürünleri topluma kabul ettirmeleri için hükümetlere yoğun baskılar yapılırken, bu ürünlerin uzun vadede ekolojik ve sağlık etkilerini henüz hiç kimse tahmin bile edemiyor. 1960’larda, toprak reformlarını engellemek için ortaya atılan “yeşil devrim” senaryolarını hatırlatan geni değiştirilmiş ürün projeleri kabul görürse düşük ve orta gelirli ülkelerde tarımsal üretim tamamen ABD merkezli tarım endüstrisine bağımlı kılınacak, çiftçiler gelecek yıl ekeceği tahılın tohumunu bile saklayamayacak kadar güçsüzleşecek, bütün tarımsal girdiler endüstriyel karar ve kısıtlamalara uyarlanacak. Ziraat Mühendisleri Odası’nın, sevgili babamız Osman N. KOÇTÜRK ün üç kitabını yeniden yayımlaması, babamızın çalışma ve mücadelesinin unutulmamış olduğunu gösteriyor. Bu bizlere büyük sevinç ve kıvanç veriyor. Bu güzel inisiyatifin, sadece birkaç örnekle özetlemeye çalıştığımız yukarıdaki sorunlarla uğraşmak zorunda kalacak olan genç kuşaklara esin kaynağı olmasını diliyoruz. Kızı, Tahire O. Koçtürk - Oğlu, Cafer S. Koçtürk 3 Eylül 2009

9


10

Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu

Önemli olan insanın gerçeğe karşı bir sevgi ve saygı duymasıdır. Bu duygunun sürekli olması ayrı bir önem taşır. Çünkü insanların yalan ve yanlışa karşı büyük bir zaafı var­dır. Bu yalan ve yanlış hayranlığı, bazen tek insanı değil, kitleleri de sarabilir. Basın, üniversiteler, okul­lar ve ansiklopediler yalan ve yanlışı savunan tarafta yer alıp ağır basabilirler. GOETHE, 1828 Eckermsnn'la Konuşma


Önsöz

ÖNSÖZ 1950 yılında genç bir bilim adamı olarak gittiğim ABD'den 1953 yılında yurda döndüğümde, edindiğim bilgi ve iyi niyetimle Türk toplumuna değerli hizmetler yapabileceği­me inanıyordum. Yeni ve önemli bir konu olan Beslenme (Nutrition) o tarihlerde Türkiye'de bilinmiyor ve yenilenle içilenin pek sözü edilmiyordu. Hevesle dolup taştığım ilk yılları konunun önemini hal­ka ve okul çevrelerine yaymakla geçirdim. Besin ve beslen­meye ilişkin temel bilgileri basitleştirerek, konferanslar, dersler ve gazete makaleleri ile yaymaya çalışırken, bir ta­raftan da Et ve Balık Kurumu’nda bu işi uygulamaya sokabilecek nitelikte bir araştırma laboratuarı kuruyor, kitaplar yazıyordum. Bildiklerimi halkıma dosdoğru anlatmanın bir yararı olmayacağını ve beklenenin tam tersine bazı çıkar çevreleri ile tutucu bilim adamlarını kızdırdığını anladığım zaman 1960 İhtilali olmuş, İhtilali izleyen devrede çeşitli yurt sorunları değişik açıdan ele alınıp eleştirilmeye başlan­mıştı. Anayasanın sağladığı özgürlükler ve yeni yeni öğren­meye başladığım gerçekler karşısında, Türkiye’nin ve Türk halkının neden aç kaldığını, neden dolayı iki yakasının bir araya gelip, karnını bir türlü doyuramadığını artık anlaya­biliyordum. Açlıktan korkutulmuş ve Türkiye'ye geldikten sonra ger­çekleri söylediği için açlıkla tehdit edilerek susturulmaya çalışılmış, ardı ardına işinden çıkarılmış ve bugün bile bas­kı ve tehdit altında tutulan bir vatandaş, insanlarını seven bir teknisyen olarak çıkar çevrelerinin neden gocundukla­rını, onların adamlarının bana neden saldırdıklarını şimdi daha iyi anlıyorum. Yüzyıllar boyu iç ve dış çıkarcıların sömüre sömüre tüketemedikleri Türkiye ile bu ülkede yaşayan masum ve mutsuz insanların, asıl güçlerinin ve güçsüz yönlerinin ne olduğunu anlayabilmek için 50 yaşın aşılması lazımmış... Bir zamanlar savaş korkusunun tutsağı haline getirile­rek, insanları savaş meydanlarında kırdırıla kırdırıla tüke­tilmeye çalışılmış olan Türkiye, bugün açlık korkusunun ku­cağına atılmış, yaşayan kuşakları açlıkla yoksulluk ve Dünya'ya gelecek çocukları doğum kontrol hapları ile yok edil­meye çalışılan bir korku toplumudur. Uzun yıllar bilimsel verileri öğrencilere, aydınlara ve öğretmenlere aktarmak için harcadığım çabaları bir nok­tada yavaşlatarak son 5-6 yıl içinde, emperyalizmin oyun­larını ve bu oyunların yoğunlaştığı besin ve beslenmeye iliş­kin kirli projeleri bütün açıklığı ile halkıma açıklamaya ça­lışıyorum. Gıda Emperyalizmi, Çağımızın Beslenme Sorun­ları, Barış ve Emperyalizm, nihayet Sessiz Savaş isimli ki­taplarım bu çabaların ürünüdürler. Bu kitabımda açlık meselesine başka bir açıdan ba­karak, milletlerarası kapitalizm ve onun emperyalizminin savaş korkusu yerine yerleştirmeye çalıştığı yeni bir kor­kuyu anlatmaya çalıştım. Her uygulamasını insanın biyolo­jik ve psikolojik yapısını iyi tanıyan, bilimsel bulgulara ve araştırmalara dayayarak geri ülke insanını hayâsızca sömür­meyi, varlık ve mutluluğuna dayanak yapan sözüm ona uygar ülkeler, insanlık için yüz kızartıcı sayılabilecek bir tutum ve anlayışın temsilcileri haline gelmişlerdir. Dünya nüfu­sunun üçte ikisini aşacak kadar kalabalık bir kitleyi önce savaş ve daha sonra açlık korkusu ile uyuşturarak, çıkar­larına tutsak eden yeni sömürgeciler, eski sömürgecilerden çok daha insafsız ve aslında korkusuz insanlardır. Bu insanlarla aynı çağda ve aynı Dünya'da yaşamak, toplum olarak varlık ve çıkarlarını koruyabilmek gerçekten zor bir iştir. Tek çare olarak gördüğümüz hızla bilinçlenme geciktiği takdirde, kendilerinden saymadıkları toplumları, aç­lık, doğum kontrolü ve son safhada ateşli silahlarla yok edip, kökünü kazımaya kararlı görünen emperyalistlerden kurtulmak mümkün olamayacaktır.

11


12

Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu

Bundan dolayı kitabımızda bilinçlenmeye yardımcı ola­cak bazı açıklamalara önemle yer verdik. Emperyalistlerle onların Türkiye'deki uşakları bozuk düzeni korumak ve çı­karlarını sürdürmek için bilim adamlarının kendi işleriyle uğraşmalarını ve bu kabil konulara el atmamalarını arzu edi­yorlar. Onlara göre bilim adamı laboratuarına çekilmeli, kırmı­zı gözlü fareleri ve asistanları ile morfin türevlerinin kurba­ğa kalbine yapacağı etkileri inceleyerek, Amerikan bilim dergilerinde yayınlamanın ötesinde başka bir iş yapmamalı ve hatta düşünmemelidir. Halkın bu kabil sorunlarını kasa­ba avukatlığından gelme politikacılarla, onların seçtiği sus­kun yöneticiler düşünmeli ve Türk halkının buğdayından pirincine, yemeklik yağından gazozuna kadar her şey yaban­dan ithal edilirken, kaynaklarımız, gücümüz ve enerjimiz alabildiğine sömürülmelidir. Bu sömürüye göz yumdukları için ve bildikleri halde söylemediklerinden bilim adamı olarak düzenden payını alan­lara bilim adamı demek bilmem mümkün olur mu? Biz Üniversiteler Kanununun (3) ncü maddesinde de açıkladığımız gibi, bilimsel bulguların sonuçlarından ve çağın gerçeklerinden halkımızı haberdar etmeyi, sorunları onun dili ile ve onun anlayabileceği şekilde ona anlatmayı kendimize görev bildik. Sayıları 60'a yaklaşan yayınlanmış kitaplarım yayın sırasına göre incelenecek olursa, sürekli olarak bunu yapmaya çalıştığımız ve binlerce makale yazarak halkı, i­şçiyi, köylüyü, öğretmeni ve öğrenciyi uyarmayı amaç edin­diğimiz görülecektir. Bu kitaplarda bazen aynı olayı veya ay­ni sorunu başka başka açılardan ele alarak ayrı ayrı değer­lendirdik. Amacımız meselelerin değişik yönleri ile anlaşıl­ması ve devrimci kadroların bizi bunaltan temel nedenleri tanımalarıdır. “Açlık Korkusu” kitabı okunup bitirildiği za­man, Türkiye'yi ve Türk halkını Türklerden çok düşünür gö­rünenlerle, aç olmadıkları halde açlık korkusunu Dünyaya yaymak için bangır bangır bağıranların bunu neden yaptıkla­rı daha iyi anlaşılacaktır. Sonora - 64 buğdayı ile Türkiye’yi açlıktan kurtaracağını ve Türkiye'nin buğday ihraç edeceğini söyleyen, aksini iddia edenlere Bolşevik deyip, tarlalarda davul zurnayla halay çeken eski Tarım Bakanı Bahri Dağdaş, vaat ettiğini gerçek­leştirememiş ve görevinden istifa ederek bakanlıktan ay­rılmıştır. Bu yıl yabandan borçlanarak 850.000 ton buğday satın alacak ve eğer doyurabilirsek karnımızı bununla doyuraca­ğız. Geçen yıl 350.000 ton buğdayı satın alabilmek için 40 yıl vadeli bir borç senedi imzalamıştık. Bugün yediğimiz ekmeğin parasını, torunlarımız ödeyecek ve bize hayır dua et­meyeceklerdir. İlkokullardaki yavrularımızdan sonra orta­okullar ve liselerdeki yavrularımız, işçilerimiz, köylülerimiz de FAO aracılığı ile Türkiye'ye verilen üretim artığı kalite­siz besinlerle beslenecekler. Biz açlıktan korktukça açlık üzerimize gelmekte ve Tür­kiye gerilere gitmektedir. Açlık zemini üzerinde gelişen has­talıklar, hastalıklı toplumu Dünyanın en karlı ilaç pazarların­dan biri haline getirdi. Oyun bugün de devam etmekte, savaş korkusu bizi de­mode zırhlılarla silahlar satın almaya zorlarken, açlık korku­su Kilise kuruluşlarının sağladığı üretim artıkları ile çocuk­larımızın beslenmelerine ve zehirlenip hastalanmalarına ra­zı etmektedir. Bu kısır çemberden kurtulmanın tek yolu, emperyaliz­min akıl ermez oyunlarına akıl erdirmeye çalışmak, savaş gibi açlıktan da korkmadan kendi kaynaklarımıza dayanmaktır.

19 Ekim 1969 Ankara Osman Nuri Koçtürk


13

I BİOPOLİTİKA


14

Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu


15

BİOPOLİTİKA Uygarlık ilerleyip, çağlar değiştikçe, koşullar da değişmekte ve bunun sonucu olarak bazı olayların, eylem ve işlemlerin, yeni araç ve gereçlerin tanımlan­ması için yeni sözcükler kullanılmaktadır. Son yir­ mi yıl içinde daha önce pek kullanmadığımız ve hat­ta hiç tanımadığımız sözcükleri, diğerlerinden daha çok kullanmaya başladık. Astronot, kozmonot, komprador gibi sözcükler bize feza çağının ve sömü­rü düzeninin tanıttığı yeni kelimelerdir. Biopolitika sözcüğünü de çağın yenilikleri içinde böylece tanıyoruz. Geri ülkelerde ve bu arada Türkiyemiz’de birço­ğumuz için tabu, belirli bir azınlık için de geçim vasıtası haline gelmiş olan politika sözcüğü, dilimize Arapçadan girmiş olan siyaset sözcüğünün karşılığı olarak çok kullanılıyor. Demokratik yönetimde po­litika yaparak ve halkın oylarını almak suretiyle ik­tidara gelen siyasi partiler ve bu partilerin aktif üye­leri olarak tanımlanan politikacılar, kendileri politi­ka yaparak yaşantılarını sürdürdükleri halde, bazı grupların politika ile meşgul olmalarını nedense arzu etmemişler ve politikayı çok değişik şekilde tanım­layarak, bazı kimselerin politika yapmalarını yasak­lamışlardır. Politika yapmak suçuyla mahkemelere sevkedi­len kişiler, kapatılmak istenen dernek ve sendikalar hâkim huzurunda kendilerini savunurlarken, politi­ka sözcüğünden anlaşılan ile anlaşılması gerekeni ayırt edebilmek için ayrıntılı tanımlamalar yaptılar. Geri ülkelerin çoğunda iktidarda bulunan siyasi grup, diş geçirebileceğini tahmin ettiği kuruluşlarla kişilerin kendisine karşıt olmasını ve karşıt olduğu­nu söz veya yazı ile duyurup başkalarını uyarmasını doğal olarak arzu etmemektedir. İnsan Hakları Ev­rensel Bildirisi, Anayasa ve Yasaların kişilere tanı­dığı


16

Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu

hakları kullanarak ve belirli bir gerçeği ortaya koymak için iktidarı eleştirmek suç sayılmakta ve bu eylem «Politika yapmak» şeklinde nitelenerek ceza konusu haline getirilmektedir. Oysa sosyal bir yaratık olan insanın politika yapmaması mümkün değildir. Tıpkı kişiler gibi, bun­ ların bir araya gelmeleri ile şekillenen dernekler, sendikalar, federasyon ve konfederasyonların da be­ lirli bir amacı ve bu amaca ulaşmak için izleyecekle­ri belirli bir politikaları olacaktır. XX nci yüzyılın ikinci yarısında Demokrasi ile yönetildiği iddia edilen toplumlarda insanları poli­ tika yapmakla suçlamak ve cezalandırmak çağın ger­çeklerine uymayan sakat bir davranış olur. Çünkü kişileri ve kişilerin bir araya gelmesi ile kurulmuş yasal kuruluşları böyle bir faaliyetten alıkoymak mümkün değildir. İnsanlar nefes alıp verdikleri gibi, politika da yaparlar. Yaşayan her insanın belirli bir amacı ve bu amacı gerçekleştirmek için benimsediği bir yöntem vardır. Politikacı olmayı veya politika yapmayı belirli kişilerin veya grupların tekelinde bulundurma gayreti, sosyal gerçekler bir yana, doğaya aykırı bir tu­tum olur. En üst kademede, Devletlerin de bir politikaları olduğunu ve milli toplulukların amaçlarına varabilmek için içeride ve dışarıda belirli ilkelere uyarak ilişkilerini tanzim ettiklerini biliyoruz. Siyasi parti­ler iktidara aday olurlarken, seçmenin karşısına de­ğişik politik tekliflerle gelir ve iktidara geçtikten son­ra, politikalarını Devlet politikası olarak uygulamaya koyarlar. Geri kalmış ve henüz istikrara kavuşamamış top­lumlarda iç ve dış politika koşullara göre sık sık de­ğişebilirken, zengin ve teknik gelişmesini tamamla­mış toplulukların oldukça sabit ve kolay kolay değiş­tirilemeyen bir politika izlediklerine tanık oluyoruz. Politika sözcüğünün böylece anlatılmak istenilen anlamı yanında çok değişik kullanılış yerleri, zemin ve zamana göre değişen manaları vardır. Örneğin Ta­rım Politikası, Beslenme Politikası, Petrol Politika­sı, Maden Politikası gibi deyimleri yadırgamadan kullanabiliyoruz. İnsanların şartlandırılarak politikadan ve politi­ka sözcüğünden ürkütüldükleri geri topluluklarda ve örneğin bizim ülkemizde bir işini gördürmek için, başka birine yılışan veya yalvaran bir insan için «Po­litika Yapıyor» deyimi kullanılır. Doğruları açık se­çik ortaya koyduğu için çıkar gruplarınca sevilme­yen ve bundan dolayı iş bulamayıp aç kalan kişilere nasihat edilirken, biraz politik olması tavsiye edilir. Geri ülkenin bilim adamları da çok zaman ken­dilerini politikanın dışında ve üstünde farzederek övünme yanlışlığına düşerler. Bilim adamlarından başka milyonlarca işçiyi, çalışarak hayatını kazanan ve bu arada kıyasıya sömürülen grupları politikanın dışında tutmaya çalışan politikacılar vardır. Böyle bir ortamda politikacılık tekeli bir grup profesyo­nel ile beylerin, ağaların, sermaye sahiplerinin, ka­saba avukatları ile pratisyen hekimlerin eline geçmiş ve halk meclislerde temsil yeteneğini yitirmiş olur. Politikayı geçim aracı haline getirenler, iktidarda kalma sürelerini uzatabilmek için tabandaki kalaba­lığı politikadan korkutur hiç değilse tiksindirirler. Zaman zaman politikanın bir çirkef ve bilimle uğ­raşmanın fazilet olduğu en kıdemli politikacılar tarafından ifade edilir. Fakat politikacılar çok şikâyetçi oldukları bu ortamdan bir türlü ayrılmak ve uzak­laşmak istemez, davranışları yüzüne vurulunca da politikanın bir hastalık olduğunu ve bu hastalıktan bir türlü kurtulamadıklarını ifade ederler. Politika hastalığına tutuldukları için idam sehpasına kadar gittikleri halde, geri dönüp yeniden politika yapma­ya başlayanlar vardır.


Biopolitika

Bizim kanımıza göre ileri topluluklar politika sözcüğünü bizim gibi anlamıyor ve insanların politika yapma haklarını kısıtlamak istemiyorlar. Bu ül­kelerde bilim politikanın hizmetine girmiş olduğu için mücadele değişik koşullar altında veriliyor. Bi­limsel verileri toplumun yararına kullanma ve vatan­daşın yaşantısını etkileyerek daha olumlu bir yaşa­ma düzeyine ulaştırma yarışı haline gelmiş olan po­litik mücadelenin temelinde, yalan değil gerçek yat­makta, bilim adamı ile politikacı ilişkisi gittikçe kuv­ vetlenmektedir. İleri ülkelerde iktidarlar üniversiteleri ve bilim adamlarını müşavir olarak istihdam etmekte ve onları aktif politikanın içinde tutabilmek için büyük çabalar harcamaktadırlar. Buna karşılık geri ülkenin cahil politikacısı bi­lim adamı ile üniversitelerden, aydınlardan ve işçilerden korkmakta onları kendi yanında ve ona itaat eder görmek istemektedir. Bunu sağlayamadığı za­man, mümkün olmadığı halde bu grupları politika dışında tutmaya çalışmak, kendisine iktidarını sür­dürmek için tek çare gibi görünür. Bu değişik davranış, geri ülke politikacısını, ile­ri ülke politikacısı karşısında çok yetersiz ve hatta zavallı bir yaratık haline getiriyor. Ardında ordusu, sermayesi ve üniversiteleri, istikrara kavuşmuş poli­ tik planları ile geri ülke politikacısının karşısına çı­kan emperyalist politikacı, ona her istediğini kolayca dikte ettirebilmekte ve bir süre sonra kendi politi­kasının uydusu haline getirmektedir. Bilim adamlarını ve eleştirmeleri ile kendisini uyaracak olan aydın güçleri kişisel çıkar hesapları ile baskı altına alarak politika yapmalarını yasak­layan geri ülke politikacısı, bu noktada çok zavallı ve ne yapacağını bilemeyen, bundan dolayı da muha­lefette iken tenkit ettiklerini, iktidarı süresince tek­rar tekrar yapmaya mecbur kalmış yenik ve ezik bir insan durumuna geliverir. Sermayesi, bilimin des­teği, belirli planları ve çok zaman bağımsız bir or­dusu olmadığı için borçlanma, yabancı uzman kul­lanma ve güçlü kabul ettiği askeri paktlarla savun­masını destekleme ihtiyacı duyar. Politikacı bu nok­taya geldiği zaman kendi insanlarının gözünde sevil­meyen ve güvenilmeyen bir vatandaş haline gelmiş­tir. Seçimle ya da geri ülkelere has zorlama metotları ile iktidardan düşürüldüğü zaman, yapabileceği tek iş sabırlı olmak ve yeni yalanlarla yeniden ikti­dara gelmek için fırsat kollamak olacaktır. Bundan dolayıdır ki geri ülke politikacıları, politikayı «Çir­kef» olarak nitelerler. İleri ülkelerde bir bilim ve bilimden en çok ya­rarlanan eylem olarak politika, topluma hizmet et­ menin en elverişli aracıdır. Böyle olmasına rağmen ileri ülke politikacıları zaman gelince politikadan çekilmeyi ve isimsiz bir vatandaş olarak sessiz sedasız yaşamayı bilirler. Toplum içinden çıkardığı daha ehil ve daha yararlı bir gurubu iş başına getirdiği gün, önceki politikacı sürecini tamamladığını ve top­ lumu zorlayarak iş başında kalmaya çalışmanın top­lum kadar kendisine de zarar vereceğini bilir. İleri ülke politikacıları toplumun daha ehil po­litikacılar ve politik gruplar doğurmasını sağlamak için politika yapmayı yasaklamaz, kendilerinden güç­lü olanları ve hatta politik karşıtlarını aktif politi­ kanın içinde tutmak için çaba harcarlar. Son yıllarda toplum içi ve toplumlar arası ilişki­ler çok değişmiş ve çok gelişmiş olduğu için politika sınırlarını genişletmek zorunda kalmıştır. Toplumun ve kişilerin yaşantısını etkileyen bütün etkenler po­litikacı tarafından teker teker ele alınmış ve amacı gerçekleştirme bakımından değerlendirilmiştir. Eski politikacılar yalnız sosyal bilimlerden yararlanarak, insanın sosyal yanı ile ilgilenirlerken, çağdaş politi­kacı biyolojik temeli de yoklamış ve insanın bu ya­nını etkileyen girişimlerin değerli sonuçlar verebile­ceğini görmüştür. Politika yapmak şöyle dursun po­litikanın içinde yaşayarak, bilimsel verileri

17


18

Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu

çağdaş politikanın aracı haline getiren bilim adamları ile üniversiteler, toplumlarına güç kazandırmakta poli­tikacıya nazaran çok daha yararlı oldular. Geri ülke teknisyeni politika yapmaktan kor­karken, ileri ülkelerde bilim adamı ile politikacının işbirliği yapmış olmaları azınlıkta olmalarına rağ­men, geri ülkelerin kolayca yenemeyecekleri yeni güçlerin ortaya çıkmasına sebep oldu. Bu güçler bugünkü ortamda ileri ülkeler halkı kadar, kendi politikacılarının ihanetine uğramış ge­ri ülkeler halklarının kaderini de elinde tutmakta, kendi seçmeninin mutluluğunu artırmak ve iktidarda kalabilmek için başka ülkelerdeki aç, yoksul ve cahil çoğunluğu kıyasıya sömürmektedir. Güçlü toplumlar eskiden de böyle yapıyor, ken­dilerinden olmayanları dize getirerek sömürebilmek için ordularını harekete getirerek, karşı tarafta kor­kuya dayalı bir baskı ve bu baskı üzerinden sürdü­ rülebilen bir sömürü düzeni kuruyorlardı. Daha son­ra politikacılar koruyucu melekler gibi ortaya çıkıp, savaşları engelleyerek bazı sorunları müzakere yo­luyla çözümleyebileceklerini iddia ettiler. Askerler bu kurnaz insanlar karşısında ikinci plana itilirken, politikacı toplumda birinci sınıf vatandaş niteliği kazandı. Toplumun bütün varlığına ve zinde güçle­rine sahip çıkmaya çalışan ve onları kendisine uy­gun görünen bir yönteme göre yönetme eğiliminde olan politik kadrolar zaman zaman hatalara düştü­ler ve karşı koyamayacakları tepkilerle karşılaştılar. İktidarı bilinen yollardan giderek ele geçirmiş olan politikacıların, kendi insanına karşı yabancılar­ la işbirliği yaparak onun gücünü bir baskı aracı ola­rak kullandığı çok görülmüş bir olaydır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son günlerinde bu tip yöneticile­re ve politikacılara çok rastlıyoruz. Bugün de geri ülkelerde kendi halkını ezerek ve yabancı güçlere dayanarak iktidarda kalabilen politik kadrolar var. Ki­şilik bakımından yetersiz ve mensup olduğu topluma karşı insafsız bir azınlığın yabancı güçlere dayana­rak kurdukları hegemonyanın temelinde çok zaman biopolitik uygulamalar yatmakta, fakat bu uygula­malara aracılık eden politik kadrolar bu çeşit uygula­maların toplumun kökünü kazımaya kadar gidebilecek bir ihanet olduğunu fark edememektedirler. İn­sanların biyolojik temel ihtiyaçlarını ele alarak top­lumu midesinden yakalayan ve güle oynaya ölüme kadar götürerek kitle halinde yok etmeyi amaç edi­nen bu uygulamaları anlayabilmek için Biopolitik sözcüğünün ifade ettiği manayı anlamak ve çağımı­zın olaylarını bu açıdan eleştirmek gerekecektir. Bilindiği gibi üstün bir yaratık olan insanın top­lu halde yaşaması sonucu ortaya çıkan sosyal mesele­leri ve sosyal yanları vardır. Endüstri toplumları ile endüstri ötesi toplumlarda var olan olanaklar sayesinde temel ihtiyaçlarının tümü en iyi şekilde karşılanmış olan insanın sosyal ­yanı ağır basmakta ve bu toplumları yöneten politi­ kacılar çoğunlukla sosyal bilimlere önem vermekte­dirler. Buna karşılık geri bırakılmış tarım ülkelerinde insanlar yaşantılarını geniş çapta etkileyen temel ihtiyaçlarını optimal seviyede karşılayamamışlardır. Aç ve yoksul insanların sosyal davranışları ile do­ yurulmuş ve eğitilmiş insanların sosyal davranışları arasında önemli farklar olduğundan, geri ülkelerin politikacıları emperyalist ülkelerin politikacıları gibi hareket ettiklerinde başarılı olamıyorlar. Batılı emperyalist ülkelerin çıkarlarının önemli bir kısmı geri ülkelerin kaynaklarına dayalı olduğu için, onlar kendi toplumlarının meselelerini bilimsel incelemelere konu yapıp izleyecekleri yolu öğrendikten sonra, ihtiyaçları gereğince karşılanmamış yok­sul insanların sosyal davranışlarını etkileyen biyolo­jik faktörleri ele aldılar ve sömürü açısından değer­li sayılabilecek sonuçlar elde ettiler.


Biopolitika

Biopolitik, işte bu bulgulara ve bir süredir geri ülke insanı üzerinde yapılan denemeler sonu elde edilen sonuçlara dayanmaktadır. Başta ABD olmak üzere geri ülkelerde çıkarı olan batılı emperyalist topluluklar, kendi insanlarını yönetmede sosyal po­litika kurallarından yararlanırlarken, geri ülkelerde biyolojik temele dayalı uygulamalardan çok daha elverişli sonuçlar alıyorlar. Doğum Kontrolü, Yiyecek Yardımları, İnsan Gücü İhracatı, Borçlandırma, Teknik Yardım, Kültür Emperyalizmi, Tarım Politikasını Yozlaştırma gibi çağdaş girişimlerin tabanında biopolitik hesaplar yatmaktadır. Bu politikanın ince hesaplarını bileme­yen ve politikayı seçim zamanında nutuk atarak ve yalan söyleyerek halkı kandırma, onların oyunu ala­rak iktidara geldikten sonra alabildiğine ezme, po­lis zoru ile sindirerek saltanatını sürdürme olarak anlayan geri ülke politikacısını sonunda hesabını ve­remeyeceği maceralara sürükleyen bu konudaki bilgisizliğidir. Bu bilgisizlik biopolitik kuralları iyi bi­len emperyalist politikacının işine yaramakta ve bun­dan dolayı alabildiğine istismar edilmektedir. Bil­gisizliği, beceriksizliği, samimi olmayışı dolayısıyla kendi insanlarının beslenme, barınma, ısınma, aydın­lanma, giyinme, eğitim, sağlık koruma, dinlenme, eğlenme gibi temel ihtiyaçlarını sağlayamayan geri ülkeler politik örgütleri, iktidarı ellerine geçirdikleri zaman bu ihtiyaçların dışardan karşılanmasına göz yumar ve ihtiyacın karşılanışı karşılığı ülkenin bü­tün doğal kaynakları ile paraya değiştirilmesi müm­kün olanaklarını yabancının kontrolüne terk ederler. Toplumun biyolojik ölçüler içinde yabancı kontrolü altına girmesi, o toplumun tutsak edilmesi ve bağımsızlığını yitirmesi demektir. Böyle olmasına rağmen geri ülke politikacısı bilebildiği sosyal ku­rallar içinde o toplumu yönettiğini ve hatta ileri gö­türdüğünü zanneder. Güçsüzlüğü ve bilgisizliği dolayısıyla yabancıya uyarak iktidarda kalabilmek için onun tavsiyelerine uyar. Gerçekten de bu ülkelerde yaşantısını sürdürmek hiç değilse, seçim zamanı kar­nını doyurmak için belirli politik kadrolara oy ve­ren aç insan sürüleri belirir. Bunlar bir lokma ekmek için kendi kanından gelme insanı öldürebilecek kadar şartlandırılır ve ülkeyi yabancı hegemonyası ile bilinçsiz politikacının elinden kurtarmaya çabalayan güçlere karşı çıkarlar. Biyolojik ihtiyaçlar bakımından açlıkla tokluk, varlıkla yokluk sınırına kadar getirilmiş olan toplumlarda marjinal bir düzen sürdürülür. Gerçekleri söylemeye çalışanlar açlığa mahkûm edilir ve ka­ rınlarını doyurabilenler yalan söylemeye zorlanırlar. Bu politika endüstri toplumları ile endüstri ötesi top­lumlarda geçerli olan sosyal yönü güçlü politikadan çok değişik ve biyolojik temeli esas alan değişik bir politikadır. Dünya nüfusunun üçte ikisi bugün po­litika bakımından bu insanlık dışı ölçüler içinde ya­ şamaya mahkûm edilmiştir. Türkiyemiz’de de geçer­li olması bakımından biopolotikanın temel kuralla­ rını öğrenmeye çalışalım. Kanunlarla yasaklanmış olmamasına rağmen bi­yopolitikanın temel kuralları halkımız ve aydınlarımız tarafından iyi bilinmemektedir. İyi bilinmemesi­ne rağmen bazı politik kadrolar bu çeşit politikanın ana prensiplerine uygulamalarında geniş yer ayırır­lar. Örneğin bazı partilerin yoksul halk kitlelerini kandırarak, daha mutlu bir hayat vaat ederek ve ba­zen de korkutarak oylarını almaları biyopolitik ku­ rallara dayalıdır. Ekonomisi güçlü emperyalist devletlerin aç ülkele­re yiyecek yardımları yapmaları ve bir grup insa­ nı doyurarak hizmetkârı haline getirmelerinin teme­linde de biyopolitik kurallar yatar.

19


20

Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu

İnsanlar aslında içgüdüleri nedeniyle varlıkları­nı korumak ve yaşamak isterler. Bütün canlılarda rast­ladığımız ölümden kaçma ve yaşantıyı sürdürme iç­güdüsü insanda da vardır. Bu nedenle insan savaşı sevmez. Çoluk çocuğu ile birlikte mutlu bir hayat sürmek ve nefsinden başka neslini de sürdürmek is­ter. İnsanı savaş tehdidi ile korkutur veya ürkütür­seniz, ondan pek çok taviz koparabilirsiniz. Klasik po­litikacı bunu bildiği için «Savaş Korkusu» nu hem iç ve hem de dış politikada çok kullandı. Toplumlar­da iç ortam karıştığı zaman, bir savaş tehlikesinden söz ederek karşıtlarını susturmak ve gerekirse örfi idare ilan ederek koşulları sıkıştırmak alaturka poli­tikacının rahat etmek için sık sık başvurduğu çare­lerden biri olmuştur. Milletlerarası siyaset alanında zaman zaman savaş korkusunun yayılması, silah imal eden ve silah ticareti ile geçinenler için pazar bulmanın en kolay çaresiydi. Bu amaçla geri ülkeler­de savaşlar çıkarmak ve iki tarafı ayrı ayrı tahrik ederek, savaş dışı toplumları korkuturken savaşan­larla alışveriş yapmak emperyalistlerin yüzyıllar bo­yu uyguladıkları bir düzen olmuştur. Son 20 yıl içinde insanın verimli olarak istisma­ra elverişli yeni bir yanı keşfedildi. İnsan hem yaşamak ve hem de karnını doyurmak istiyordu. İkin­ci Dünya Savaşı sırasında aç kalan uygar toplumların bile bir lokma ekmek için rezil oldukları iyice görülmüş ve değerlendirilmişti. Aç kaldıkları zaman sokaklarda kedi köpek avına çıkan insanları, bu de­nemeden sonra açlıkla tehdit etmek, propagandaya bir silah gibi kullanarak açlık korkusu yaratmak, ba­tının sessiz savaşta kullandığı en etkili silahlarından biri haline geldi. Şu günlerde üçte ikisi gizli açlığın elinde kıvranan Dünya milletleri, hem savaş ve hem de açlık korkusunun tehdidi altındadırlar. Nijerya ile Biafra arasındaki savaşlarda bu iki korkunun bir­likte kullanıldığına tanık olduk. İç politikada, geri ülke politikacısının kullandığı etkin silahlardan biri gene açlık korkusudur. İktidara boyun eğmeyen ve onu eleştirmekte, halkı uyarmakta ısrar eden öğret­meni ve aydını açlık beklemektedir. Bir gürültüye getirilip lekelenerek işinden atılan memur kendi ül­kesinde yiyecek bir lokma ekmek bulamayınca, ya­bancı teknolojilerin emrinde işçi olarak çalışmayı göze alıp toprağından kopmaktan başka çare bula­mıyor. Bunun ötesinde ölüm korkusu da zaman za­ man halk arasında yayılmakta ve bazı reaksiyoner gençlerin meçhul şahıslar tarafından öldürülmesi ve katilin hiçbir zaman bulunamaması muhalefeti sin­dirmektedir. Korku ortamında insanları elde edebileceklerin­den daha az ihtiyaç maddesi ile geçinmeye razı etmek kolaydır. Ölüm korkusuna kapılanlar yoksul ya­şamaya razı olurlar. Açlık korkusuna kapılanları da bir lokma ekmeğe razı edebilir ve normal koşullar içinde yemeye razı olmayacakları bazı yiyecekleri on­lara satabilirsiniz. Biz Sessiz Savaş isimli kitabımızda bu uygulama­lara değinmeye çalışmıştık. Bundan önce Ararat Ya­yınevi tarafından yayınlanmış olan bu kitapta ele alamadığımız ve ele aldığımız halde yeterince açıklaya­madığımız bazı konuları bu kitapta daha etraflı bir şekilde anlatmaya ve politikacıların halkı savaş ve açlık tehdidi ile korkutmalarının tabanında yatan ne­denleri açıklamaya çalışacağız. Her ülkeden daha güçlü ve bütün toplumlardan daha tok bir topluluk olmalarına rağmen Amerikalıların Barış ve Savaş sözcüklerini neden dolayı çok kullandıklarını, aç olmadıkları halde neden dolayı açlıktan söz ettiklerini bu suretle daha iyi anlayacak ve toplumumuzdaki uygulamaları daha iyi değerlen­direbileceğiz. Bu açıklamalar kapsamı çok geniş olan ve her geçen gün biraz daha genişleyen biyopolitik uygula­ maların küçük bir kısmını teşkil edecek ve çoğun­lukla «Açlık Korkusu» üzerinde durulacaktır.


21

II AÇLIK KORKUSU


22

Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu


23

AÇLIK KORKUSU Korku kapsamı çok geniş bir duygudur. İnsan­lar bu duyguyu iyi tanır ve erken öğrenirler. Kendini, kendi ölçülerine göre, emniyet içinde hissetmeyen her yaratık korku duyar. Kundaktaki çocuk ve 70 yıl yaşamış insan, değişik olaylar karşısında değişik tep­kiler göstermelerine rağmen, her ikisinin de korktuk­ları bazı şeyler vardır. Toplumları yönetenlerle sömürenler yüzyıllar boyu korkudan çok yararlandılar. Korkutulan insan, sinmekte ve karşıt güçlere kolayca boyun eğmekte­dir. Dünyadan korku silinebilseydi, çoğunluğun şikâyetçi olduğu sömürü düzeni de kendiliğinden ortadan kalkmış olacaktı... Korkular Dünyamızdan hiçbir zaman kaldırılamadı. İnsanın bilmedikleri ile kendisinden güçlü olana karşı duyduğu korku hissi, her çağda şekil değiş­tirerek egemen grupların elinde bir baskı aracı ve bir silah gibi kullanıldı. Korkutulan milyonlar köle­leştirilip çalıştırıldılar. Emeklerinden başka, sahip oldukları kaynaklar alabildiğine sömürüldü. Din kor­kusu, Tanrı korkusu, kral ve imparator korkusu, ağa ve bey korkusu bugünkü Dünyada bile geçerli kor­kulardır. Korku yerine sevgiyi yerleştirerek toplum­ları yönetmek her zaman mümkündür. Zor olan bu şekil zaman zaman denendi. Fakat bu tarz yönetim­de, yalnız güçlü liderler başarıya ulaştılar. Tembel ve bencil yöneticiler ile yönetimler çok zaman korku üzerine kurulmuş yöntemler buldular. Engizisyon mahkemeleri kuruldu. İnsanlar arenalarda hayvanla­ra parçalatıldılar. Silahlı ordular masum ve silahsız insanları parçaladı. Uygar ülkeler bu vahşi saldırıları atom bombalarına kadar götürerek yüz kızartıcı örnekler verdiler. Korku, Dünyayı yönetmek ve sö­mürmek için bugün de en etkin araç olarak kullanılı­yor. Çağımızda ABD'ne başkanlık eden kişiden tutun­ da, Orta Doğu Teknik Üniversitesi’ndeki ilerici öğren­ciye kadar herkes bir çeşit korku içinde yaşamakta­dır. Bu korku düzeni, şirazesinden iyice çıkmış


24

Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu

ve sosyal dengesi alabildiğine bozulmuş Dünyamızı, den­gede tutmak için tek çare gibi görülmüştür. Bilim adamları bildikleri bazı gerçekleri korku dolayısıyla söyleyememekte, haksızlığa uğrayanlar bu yüzden haklarını arayamamaktadırlar. Korkutulmuş yüzbinler, politikacıların vaat ve kandırmacalarını korkular yüzünden doğru sözlermiş gibi dinlemekte ve oylarını bunların en baskın olanları için kullanmaktadırlar.

.

Köylerde ağaya esir ve köle olmuş topraksız köy­lü, bir taraftan can korkusu ve bir taraftan da açlık korkusunun etkisi altında, yaşantısını kadere bağla­yarak sürdürmeye çalışıyor. Üniversiteyi bitirdikten sonra olup bitenlere aklı erdiği halde, sesini soluğu­nu çıkarmadan, olaylara göz yumarak görevine gi­ den, etliye sütlüye karışmadan, bir derece terfi ede­bilmek için yıllarca bekleyen memur, bir çeşit kor­ kunun baskısı altındadır. Köye Atatürk ilkelerini getirmeye çalışan öğret­men, sömürü düzeninin işleyiş tarzını çok iyi bildi­ği halde, ekmeğinden ve hakkını alamayacağından korktuğu için sinmiştir. Karıncalar kış aylarında aç kalmaktan korktukları için, bütün yaz yuvalarına ta­ne taşıyorlar. Kızılay'da elindeki lastik copu sallaya­rak dolaşan toplum polisi, korkunun temsilcisi ola­rak aramızda dolaşıyor. Nihayet ABD Kültür Merkezinin vitrinlerindeki resimler korkunun çığırtkanlığını yapmak için buraya asılmaktadır. Korku XX nci yüzyıl insanının ruhuna, iliğine kemiğine sinmiş ve özellikle geri ül­kelerde sömürünün desteği olmuştur. İnsanlar kor­kusuz kişiler gibi davransalar ve hiçbir şeyden kork­madıklarını söyleseler de, aslında korkularının tut­sağı olarak yaşamaktadırlar. Sevgiyi ve sevmeyi çok­tan unutmuş, paradan başka hiçbir değer tanımayan belli bir azınlık emperyalist ve kapitalist ülkelerden başlayarak Dünyanın her yanına korku yaymakta, kendi korkularından bu suretle kurtulmaya çalışmaktadırlar. Sahip olduklarını yitirme korkusu varlıklı insan örgütlerini vahşi yaratıklar gibi, yoksulla­rı korkutmaya itekliyor. Onlar herkesin korku içinde olmasını, karnı aç olsa da hayatından memnun olduğunu ifade edecek kadar korkutulmasını arzulu­yorlar. Kuzu postuna sarılıp geri ülkeye dost olarak giren sömürgeci, yoksul insanlara yiyecek ve giyecek dağıtırken sırıtmakta bir taraftan da bu ülkelere çe­şitli korkuların tohumlarını serpiştirmektedir. Uygar toplumda ölümden ve ölümden sonra çocuklarının sürünmesinden korkanlar sigorta şirketlerine müş­ teri oluyorlar. Hastalıktan korkanlar ilaç şirketleri­nin sömürü konusudur. Güçlü toplumların kendileri­ne saldırmasından korkanlar ordularını donatmak için silah endüstrisine milyonlar ödüyorlar. Halkının yabancı tarafından soyulmasına göz yuman ve hatta yabancıyla iş birliği yapan geri ülke yöneticisi, dü­zen değiştiği gün ülkesinden kaçmak için uçak satın alıyor. Papazdan ya da öldükten sonra cehenneme gidip yanmaktan korkanlar, İncil satın alıyor ve sokaklarda gösteri yürüyüşü yapacak kiliselere mabetlere dolarak uslu uslu ibadet ediyorlar. İşinden atıl­maktan korkan işçi sekiz saat aralıksız çalışıyor. Sonuç olarak korkunun çeşidi arttıkça ve etki­si çoğaldıkça düzen garantilenmekte, sermayeyi elinde tutanlarla, bugünkü düzenden memnun olanların korkuları azalmaktadır. Bundan dolayı, XX nci yüz­yılı korku yüzyılı olarak isimlendirmek yanlış ol­maz. Çağımızda biri bir diğerinden daha etkin binler­ce korku içinde yaşıyoruz. Biz bu kitabımızda bugü­ ne kadar çeşitli açılardan incelemeye çalıştığımız aç­lık ve beslenme konusunu; bir de korku açısından incelemeye çalışacak ve emperyalizmin elinde açlık korkusunun ne şekilde değerlendirildiğini açıklaya­cağız. İnsanla Doğa, diğer yaratıklar ve hatta insanla insan arasında çağlar boyu sürüp giden, ferdin varlığını ve neslini korumaya yönelmiş bir kavga var­dır.


Açlık Korkusu

İnsanın akıllı, bilinçli ve eğitilmiş bir yaratık olarak gerçekleştirdiği bu mücadele, hayvanlar ve bitkiler Dünya'sında değişik içgüdülerin ve mekaniz­maların etkileri ile mümkün olmaktadır. Bir ferdin, bir türün veya bir toplumun karnını doyurmak ve neslini sürdürmek için giriştiği mücadele, doğal kaynaklardan kendine ayırmak istediği pay, aynı mücadele içinde olan diğer fertleri, türleri ve top­lumları etkilemekte, bu suretle kişiler, türler ve top­lumlar arası çatışmalar doğmaktadır. Yüzeydeki neden, ne olursa olsun, kişiler, tür­ler ve toplumlar arasındaki çatışmaların yiyeceğin paylaşılması ve neslin sürdürülmesi temeline dayalı olduğunu kolayca görebiliriz. Dünya'yı ateşe veren ve milyonlarca insanın ölü­müne sebep olan, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nın bir sıra politik nedene bağlanması arzu edilmekte ve tarih kitapları bunu bu şekilde izah için çalışmakta iseler de, her iki savaşın Avrupa'nın ortasına hapsedilmiş ve patates yemeğe mahkûm bırakılmış çalışkan bir toplum olarak tanımlanan, Alman toplumunun, sınırlarını aşarak, yaşayan kuşaklara yiyecek tedarik etmek için harekete geçtiği ve doğacak kuşaklara yaşama olanağı hazırlamaya çalıştığı bilinmektedir. Her iki savaş da, oturduğu küçücük adadan Dünya'ya hükmeden ve Dünya'nın bütün doğal kaynaklarını kendi çıkarı için istismar eden Anglo Sakson topluluklara karşı verilmiş, bu toplumlar da ellerindeki olanağı muhafaza edebilmek için Alman­ya ile onun yanında yer almış olan topluluklarla ça­tışmışlardır. Savaşların sonuçları ne olursa olsun, yenen ve yenilen toplumu çatışmaya ve hayatını tehlikeye ko­yarak savaşmaya itekleyen neden açlık korkusudur. Bunlardan biri aç karnını doyurmak ve diğeri de doyurmak için sömürdüğü kaynakları muhafaza et­mek için savaşa girmekte, açlık korkusu toplumları, türleri ve kişileri bütün güçlerini ortaya koyarak dövüşmeye mecbur bırakmaktadır. Açlık gerçekten de korkulması gereken bir du­rumdur. Açlık çekenler ile açlığı yakından tanıyanlar bunu gayet iyi bilirler. Hayvanlar aç kalınca yavru­larını yemekte, insanlar hayvanlaşıp, hayvan gibi davranmaktadırlar. Türkçemizde halk diliyle «Açlık sofuluğu bozar», «Aç köpek fırın deler» gibi sözcüklerle ifade edilmeye çalışılmış olan, aç yaratığın davranış bozuklukları, tarihlerde insan toplulukları üzerinde de izlenmiştir. İnsanlar aç kalınca yaşadıkları toprakları, köylerini, analarını, babalarını, kanlarını ve çocuklarını ge­ride bırakarak başka ülkelere göç edebilmektedirler. Şu günlerde yüz binlerce Türk işçisinin bunu yaptığına ve ekmeğini aramak için yabancı ülkelere göç ettiğine tanık oluyoruz. Batı Almanya'dan, Avustralya’ya kadar çil yavrusu gibi dağılan işçilerimiz karınlarını doyurma olanağı aramaktadırlar. Bütün Dünya'da köylerden kentlere akın, açlık korkusu­nun etkilediği bir akımdır, köylerini, çoluk çocuğunu, hısım akrabasını, çiftini çubuğunu geride bıra­karak, kentin gecekondusuna yerleşen ve kentliye hizmet etmeye razı olan köylü vatandaş, açlık kor­kusunun etkisi altındadır. Bankadaki ve kasasındaki para ile sahibi oldu­ğu mülkün değeri milyarları aşan iş adamını, sosyal adalet deyiminden korkutan ve uykusunu kaçırarak, onu kendi insanlarına karşı yabancı sermayedarlarla ortak eyleme yönelten duygunun, açlık korkusu olduğunu bilmeliyiz. Çünkü bu insan da bir düzen değişikliğinin kendini aç bırakabileceğini, hiç değil­se karnını eskisi gibi doyuramayacağı bir ortama itekleyebileceğini sezmekte ve bu sezinin etkisi altın­da bazen ihanete kadar uzayabilen eylemlere giriş­ mektedir. Dünya kapitalistleri açlık korkusu ve neslini sürdürme içgüdüsünün etkisi altında birleşip, millet­ lerarası bir ittifaka yönelirlerken, aç topluluklarda ayrı bir düzeyde birleşmekte ve karınlarını doyura­ bilecekleri bir ortam yaratmaya çalışmaktadırlar.

25


26

Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu

Aç toplulukların hızla üremeleri ve tükettikleri yiyecek miktarının logaritmik kalıplara göre artmak­ ta oluşu, Malthus'dan bu tarafa tok olanları ürküt­müş ve bu insanların gün gelip ekmeklerine ortak olabilecekleri korkusuyla hareket edenler, çoğalan toplulukları kısırlaştırmak için haplar, helezonlar kat etmişlerdir. Hindistan, Türkiye, Pakistan ve bazı Afrika ül­kelerinde uygulanan ve Amerika tarafından finanse edilen doğum kontrol projeleri bu amaca yönelmiş­tir. Rusya hegemonyası altına aldığı Macaristan'da bundan dolayı doğum kontrolü yapıyor. Tek olanlar aç olanlardan korkmakta, aç olanlar da aç kalmala­ rının nedenlerini öğrendikçe enselerine vurup, lok­malarına ortak olanlara kızmaktadırlar. Bu korku ve kızgınlık XX nci yüzyılın ikinci yarısında aç ve tok milyonların geleceğe güvenini yitiren nedendir. Biri­nin yiyip, bir başkasının onu seyretmeye ve alkışla­maya mahkûm edilmesinin nelere sebep olabileceğini bilenler, Dünya'nın yeni mücadelelere sürüklenme­sinden korktukları için, sömürgeci ülkeler ile sömü­rülen ülkeler arasındaki uçurumu derinleştiren olay­ları eleştirmeye ve etkilerini azaltmaya çalışıyorlar. Bu amaçla milletlerarası konferanslar toplanıyor. Gündemi ne olursa olsun, bu konferanslara hâkim olan duygu, açlık korkusudur. Zengin ülkeler elindekini kaybetmemek ve aç ülkeler de karınlarını doyurmak için çareler aramaya ve teklifler getirme­ye başlayınca anlaşma mümkün olamamakta ve bi­lim adamı olmaktan çok, politikacı hüviyetine bürünmüş olan delegeler, ezeli korkunun etkisi altında parlak sözler, kuyruklu yalanlar söyledikten sonra dağılmaktadırlar. Aç ve yoksul insanın hayatına son vererek, tüke­time ortak olmasını engellemek ve bu suretle tok olanları aç kalma korkusundan azade yaşatmak için, çeşitli girişimler yapılmıştır. Eski savaşlar ve niha­ yet son savaşlarda, uygar olduğunu iddia eden top­lumların insafsızca denedikleri atom silahları, hare­ket noktası açlık korkusu olan girişimlerdir. Bugün savaş koşulları değişmiş ve barış olarak tanımlanan ortamda gelecek kuşakları imha etmek için yeni ça­reler bulunmuştur. Geri ülkelerin kadınlarına takılan her helezon ve yutturulan gebeliği önleyici hap, bir atom silahı gibi vazife görmekte, karnı tok olanların rahatça uyuyabilecekleri bir Dünya yaratmak için et­kili olmaktadır. Hindistan'da doğan bir milyon çocuk, Pakistan'da, Türkiye'de, Uzak Doğu ve Afrika ile Güney Ame­rika'da doğarak bunlara katılanlar, New York gök­delenlerinin çatı katlarında viski içerek ve havyar yiyerek karın doyurmakta olanları korkutmaktadır. Sosyal adalet kavramının fertler arasında değil, top­lumlar arasında da anlaşılmaya ve benimsenmeye başlamış olması, yarattığı dengesiz Dünya'nın kay­mağını çalarak yaşamaya alışkan olanları, açlık kor­kusunun bunalımına itekliyor. Birleşik Amerika, Ka­nada, İngiltere, Batı Almanya, Fransa gibi tok toplulukların; açlıktan geri toplumlara nazaran daha çok korkmalarının ve Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Teşkilatı (FAO), Birleşmiş Milletler Çocukla­ra Yardım Fonu (UNICEF), Dünya Sağlık Teşkilatı (WHO), Açlıktan Kurtulma Kampanyası (FFH) gibi kuruluşlar içinde, geri ülkelere nazaran daha aktif olmalarının asıl nedeni budur. Dünya nüfusunun büyük bir çoğunluğunu yok­sulluk, cehalet, sefalet ve açlık içinde yaşamaya mahkûm ettikten sonra, kasalarını doldurup, göbeklerini şişirenler, kendilerini açlık korkusundan kurtara­mıyorlar. Bunlar çevresi 99 aç kedi ile çevrilmiş ve ağzına aldığı ciğer parçasını başkalarına kaptırma­mak için hırlayan kedilerin kızgınlık, korku ve hid­deti içinde lokmalarını rahat yutamamakta ve yut­tukları her lokmanın sayıldığını bilmektedirler. Geri ve sömürülen insanın korkusuna gelince, bu doğal sınırları aşmamakta ve bu insan çok zaman aç kalmasına sebep olan nedenleri iyi tanımadığı için, Tanrı'yı, yahut kendini suçlamaktadır. Geri ül­kelerde yerleşmiş olan Tanrı korkusu, Tanrı'yı suç­lamaya pek elverişli olmadığı için, örneğin ülkemiz­de aç kalan köylüler Allah'ı değil, Feleği suçlarlar.


Açlık Korkusu

Genel olarak hükümetleri ve iktidarlar ile aydın­ları, kendilerini sömüren ve kaynakları başkalarına peşkeş çeken kadroları suçlamak kimsenin aklına gelmez. Çünkü bu bilinçli kadrolar halkı kandırmak ve aç kalmalarının nedenlerini, onlara işlerine geldiği gibi kabul ettirmek için, bazen yağmurun yağmadığını ve bazen de yağmurların çok yağdığını söylemektedirler. İthalat ve ihracat dalaverelerine, ya­bancıyla ortaklıklar kurularak gerçekleştirilmiş olan haince sömürü projelerine geri ülke insanının aklını erdirmek zor bir iştir. Eğitim uygulamaları, halk tabakalarının açlıklarının nedenlerini öğrenmelerine engeldir. Bundan dolayı geri ülke insanı aç kalma­sından çok zaman ya toprağını, ya kendisini sorumlu tutar, yöneticiye bağlanır ve inanır. İnsan, yarasa ku­şundan çok daha üstün bir yaratık olmasına rağmen, geceleri yarasa kuşu kadar iyi göremez. Maymun bir ağaca tırmanırken insandan daha yeterlidir. Kediler­le köpekler yer sarsıntılarını bizden önce haber alırlar. Tıpkı bu örneklerde olduğu gibi, geri ülke insanı da açlığın nedenini anlamakta ve ona karşı savaşmakta insan olmasına rağmen yetersizdir. O yalnız evindeki bir kilo buğdaya sahip çıkma­yı ve onu komşularına çaldırmamayı veya kaptırma­ mayı bilir. Bütün korkusu da budur. Toprağın ağa­ların elinde toplanmış olması ve kendisinin yarıcı olarak aç karnına çalışmaya mahkûm edilmesi, ken­di aklınca Feleğin cilvesidir. Beş parmak bir değil­dir. Tanrı, istediğini aç istediğini tok koyar. Geri ül­kelere has mistik felsefe, bir yönü ile herkes için ya­rarlı olmaktadır. Bu inancın sömürgeci ülkeler tara­fından takviye edilmesinin bir nedeni de budur. Karnı tok olanlar, korkularını azaltmak ve geri ülke insanının ensesine vurup ağzından aldıkları lok­maları saymalarına ve zamanı gelince hesap sorma­larına engel olmak için, tevekkül felsefesinin güçlen­mesini ve onların yerine Tanrı'nın suçlanmasını arzu ederler. Din örgütleri bundan dolayı el altından des­teklenir. Yobazlık himaye görür, gericilik okşanır. Gerçeği söyleyenler maddecilik, komünistlik, bolşe­viklikle suçlanırlar. Oysa bütün dinlerin tarif ettiği Tanrı cömert ve kullarına karşı eşit davranan, adil bir varlıktır. Tanrı, iyiden, çalışkandan, doğrudan ve güzelden yana­dır. Tanrı böyle tanımlanınca, çok zaman kötülüğü tanımayan, iyiden, doğru ve güzelden yana olan geri ülke insanının aç kalmaması lazımdır. Oysa ki, durum incelenince, tembel, çalışmadan para kazanan, dalavereci, yalancı ve kötüden yana olan toplulukların rahat ve huzur içinde yaşadıkları, karınlarını ko­layca doyurdukları, başka ülkelerin çalışkan insan­larını istismar ederek, kıyasıya çalıştırarak yarattık­ları değere el koydukları görülür. O halde geri ülke­lerdeki açlığın nedeni Tanrı'nın bu insanlara kızgınlığı değil, kötüden yana toplumlar ile bu toplumların geri ülkelerdeki çıkarcı ve satılmış kadrolarının doy­mak bilmez çıkar düşkünlüğü ve açlık korkusudur. Kısaca ifade edilmek gerekirse, bugün tok olanların, açlıktan daha fazla korktuklarını ve ellerindeki olanağı yitirmemek için akla gelen bütün kötülük ve şeytanlıklara başvurduklarını söyleyebiliriz. Geri ül­kenin masum ve aç insanı açlıktan daha az korkar. Oysa bugünkü Dünya’nın kaderini elinde tutan emperyalist ülkelerin ve bu ülkelerin davranışına yön veren kapitalist grupların çıkarları geri ülke insan­larının açlıktan daha çok korkmalarındadır. Çünkü açlık korkusuna kapılan toplumlar, daha çok üret­me çabasına girer ve bu yoldan ileri ülkelerin tutsa­ğı olurlar. Üretimi artırmak için gübre almak, tarım ilacı almak, traktör almak ve yabancı ülkelerden üs­tün verimli damızlık hayvan ile tohumluk ithal et­mek gerekecektir. Bütün bunların gereğince kullanı­lıp değerlendirilmesi için teknik yardım, başka de­yimle yabancı uzmanlara ihtiyaç duyulacaktır. Ses­siz Savaşın kurmayları olan uzmanlarla, yabancı ser­maye, ithalat ve ihracat oyunları geri ülkeye bir gir­di mi, bunun arkası gelecek, askeri anlaşmalar, paktlar, ikili anlaşmalar, gidip gelmeler ve nihayet

27


Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu

28

toplumun yozlaşması ile doğal kaynakların kontrolü bunun ardından gelecek ve kendini açlık korkusuna kaptırmış olan ülke, bu defa savaş korkusunun kapı­sını çaldığını anlayacaktır. Açlık korkusuna kendini kaptırmış ülkelerde ço­cukların Dünyaya gelmesini önleyebilir ve eğer Do­ ğum Kontrol kanunlarını parlamentolarından çıkarıp uygulamaya koymazlarsa onlara Dünya Bankasın­ dan kredi vermemek suretiyle gene açlıkla tehdit edebilirsiniz Eski Amerika Birleşik Devletleri Savun­ ma Bakanı ve bugünkü Dünya Bankası Genel Müdürü McNamara Dünya Bankası’nın son genel kurulunda Doğum Kontrol Kanununu benimsemeyen ülkeleri Dünya Bankası kredilerinden yararlandırmamakla tehdit etmişti. Kendilerini açlık korkusuna kaptırmış geri ülke­lerden hiçbiri bugüne kadar açlıktan kurtulamamış­ lardır. Korkunun ecele faydası olmadığı gibi aç kal­mayı önleme bakımından da hiçbir faydası olmadığı denenerek öğrenilmiştir. Açlık korkusuna düşürül­müş olan Türkiye bu korkuyu tanımadığı devrede buğday ihraç ederken bugün Sonora-64 buğdayını de­nemiş, verimi artırmak için tohumluk, gübre, ilaç, araç ve gereç için yabana milyonlarca dolar ödedik­ten sonra 1969 yılında 850.000 ton buğday ithaline mecbur kalmıştır. Korkunun ürünü olarak Dünya Bankası’ndan alınacak olan 3.5 milyarlık ve % 6.5 faizli kredi ile Türkiye'ye sokulacak olan yüksek ve­rimli inekler, Sonora denemesinden daha iyi sonuç vermeyecek ve Türkiye'nin borçları daha da artacak­tır. Türkiye kendini açlık korkusuna kaptırmamış olsaydı, bütün bunların ve Amerika'nın üretim artığı bozuk yiyeceklerle buğday stoklarının Türkiye'ye satılması bu kadar kolay olmayacaktır. Türkiye gibi yaşadığı ortamda mutlu ve kendi kendine yeterli olan Pakistan ve Hindistanda önce ikiye bölünerek birbirinin korkusuna düşürülmüş ve ordularını silahlandırma ihtiyacı duyan bu kala­ balık ülkelere bir hayli silah satılmıştı. Bununla ye­tinmeyen emperyalistler sözde insancıl amaçlarla bu ­ülkelere girdiler ve savaş korkusundan sonra, açlık korkusunun çığırtkanlığını yaptılar. Bugün hem Hin­distan ve hem de Pakistan, eskisinden daha aç ve Amerika'ya daha muhtaç durumdadırlar. İki günde bir birbiriyle çarpıştırılan Güney Ame­rika ülkeleri ile Afrika ülkeleri benzer durumdadır­ lar. Savaş korkusu ile açlık korkusu, üçte ikisi za­ten aç olan Dünyamızı her gün biraz daha yoksul ve her gün biraz daha mutsuz bir Dünya haline ge­tirirken, Wall Street Bankalarındaki hesaplar kabar­makta, emperyalist ülkelerin gelirleri artmaktadır. Bu durumda açlık nedir bilmeyen ileri ülkeler, çeşitli yollardan savaş korkusu ile açlık korkusunu Dünyaya daha çok yaymak ve bu yoldan pazarlarını genişletmek için elden gelen her şeyi yapıyorlar. Çün­kü korkunun tutsağı haline gelen toplumların, zaman içinde emperyalizmin tutsağı olacağı ve sessiz sava­şın bilinen usulleri ile kolayca yere serilebileceği gayet iyi bilinmektedir.

... Vietnam Savaşı’ndan alınan sonuçlar, bir ordu ateşli silahlar ve modern araçlarla donatılmış olsa

bile, haklı ve inançlı toplumların kolayca yenileme­yeceğini ve silah zoru ile istenilen kalıba sokulama­ yacaklarını açık olarak göstermiştir. Buna karşılık açlık ve korku ortamında verilen gizli savaşla, bir­çok toplumların yapılarını ve inançlarını değiştirerek onları sömürgeleştirmek ve kaynaklarına el koymak mümkün olmuştur. Bugün uygar Avrupa bile, ABD'nin ekonomik baskısı altına girmiş, kültürel yapısı değişikliğe uğramıştır. Bu durumdan cesaret alan emperyalist ülkeler son günlerde açlık korkusunu yayma gayretlerine biraz daha hız verdiler.


Açlık Korkusu

ABD Savunma Bakanı McNamara, bu görevin­den ayrılarak Dünya Bankası Genel Müdürlüğüne getirildi. Çünkü Amerikan dolarları ile makineli tü­fek mermileri ve Napalm bombalarından daha çok tahribat yapmak ve geri ülkeleri daha çabuk yere sermek mümkün olacak, silah zoru ile yola getirilme­si güç olan ülkeler, ekonomik yapıları bozularak kö­leleştirileceklerdi. Eski Savunma Bakanı, şimdi Dünya Bankası’nın Genel Müdürü olarak gene aynı şeyle meşgul olmak­tadır. Beri taraftan ABD Tarım Bakanlığı sessiz sa­vaşın genelkurmayı gibi çalışıyor. AID kuruluşları geri ülkelere çıkarılmış bir ileri karakol ve bu ülke­lerin tarımsal üretim olanağını törpülemek için ça­lışan bir kurmaylar örgütüdür. Bunlar girdikleri ülkelere öncelikle Amerikan üretim artıkları ile yar­dımlarda bulunuyorlar. UNICEF, FAO, WHO, ILO gibi, ABD'nin etkilerine açık milletlerarası kuruluş­lar, çeşitli projelerde AID ile işbirliği yaparak ma­halli üretim kaynaklarını iyiden iyiye törpülüyor ve açlık korkusunu tavandan başlayarak tabana doğru yayıyorlar. Bir taraftan ABD Tarım Bakanının Chi­cago'nun lüks otellerinde, doyurucu bir yemekten sonra attığı açlık nutukları, birkaç gün sonra Türk­çeye tercüme edilerek Tarım Bakanlığı’mızdaki me­murların masalarına dağıtılırken, bir taraftan da kokteyllerde; konferans ve açık oturumlarda, açlık korkusunu yaymak için propaganda yapılıyor. İlk­okul, Ortaokul ve Lise sıralarındaki çocuklarımız bir Kilise kuruluşunun hibe ettiği bayat süttozu ile ar­tık undan yapılmış çöreği tüketirken, açlık korku­sunu ruhunda duymakta ve daha genç yaşta bu kor­kuyla şartlanmaktadır. Bazı üniversitelerimizde Roc­kefeller, Ford bağışları ve AID fonları ile kurulup faaliyet gösteren Doğum Kontrol üniteleri, fırsat buldukça açlığın Dünyayı tehdit ettiğini ve bunu önle­mek için işçi ve köylülerin anaları, bacıları ve karı­larını kısırlaştırmaları gerektiği haberlerini yayıyor­lar. Hayvanı aç, toprağı aç ve insanı aç Türkiye'de, olay günlük basının baş konusu haline getiriliyor. Fiyatlar hızla artarken gelirin ve ücretlerin düşük ka­lışı, korkuyu daha da yaygın ve etkin bir korku ha­line getiriyor. Toplum bu çizgiye kadar getirildi mi artık onu masaya yatırmak ve bayıltılmış bir hasta gibi, üzerinde tüm operasyonları uygulamak zor bir iş değil­dir. Miadı geçmiş üretim artığı ürünlerinizi, kendi ülkenizde kullanamadığınız gübre ve tarım ilaçlarını, demode tarım araçlarını bu ülkeye satarak para ka­zanabilir ve bunlara karşılık onun ürünlerini, eme­ğini, yeraltı ve yerüstü kaynaklarını yok pahasına sö­mürürsünüz. Açlık korkusunun yarattığı ortamda gerçekleşen ikili anlaşmalarla, bu ülkede askeri üsler tesis etmek, ülkeye askeri anlaşmalar imzalatmak ve modası geç­miş savaş araçlarını satmak mümkün olur. Ekmeği için size muhtaç, açlık korkusundan dona kalmış in­sanları, istediğiniz yönde yozlaştırmak için kültür emperyalizminin bilinen usullerini kullanır ve İngi­lizce öğretim yapan üniversiteler kurarak toplumu kendine yabancılaştırırsınız. Sattıklarınız karşılığı ele geçen para ile bu ülkede ortaklıklar kurmak ve büyük karlar transfer etmek mümkündür. Mahalli parayı kullanarak kar­deşi kardeşe düşman eder. Seçimleri çıkarınıza uy­gun sonuçlara yöneltirsiniz. Tıpkı kişiler gibi, kendini korkulara kaptıran toplum artık toparlanamaz. Biz Türkler yalın savaştan pek korkmayız. En ilkel savaş araçları ile iyi donatılmış orduları yurdumuzdan kovduğumuz bilinir. Fakat korkulara ve aklın kolayca almayacağı hile ve oyunlara dayalı olan sessiz savaşı, aynı beceri ile başarıp başaramayaca­ğımız henüz belli değildir. Türkiye'ye silahla ve zorla giremeyenler şimdi bunu deniyorlar. Bu savaşta da yalın savaş gibi kesin başarılar kazanabilmemiz için

29


30

Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu

halkın bilinçlenmesi ve bu savaşın cereyan tarzını öğ­renmesi gerekiyor. “Sessiz Savaş” isimli kitabımızı bu amaçla yazmıştık. Bu kitabı da aynı amaçla yazıyor ve “Sessiz Savaş” kitabında değindiğimiz bazı nokta­lara açıklık kazandırırken, bir taraftan da açlık me­selesini korku açısından inceliyoruz. Kitap tümü ile okununca karşı tarafın izlediği strateji ile bizim ama­cımız daha iyi anlaşılacaktır.


31

III CADI KAZANI


32

Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu


33

CADI KAZANI Üçte ikisi açlık ve yoksulluk içinde yaşayan ve belirli bir azınlığın mutluluğu için köle gibi çalışan ça­ğımız insanlarının çoğunluğu, Dünya'yı bir cadı ka­zanı haline getirip, bu kazanı kaynatanların kim ol­duğunu bilememektedirler. Sosyalistler, kapitalistleri ve kapitalistler ise sosyalistleri barışı tehlikeye sokan toplumlar olarak itham etmekte, bununla da yetinmeyerek açlık, sefa­let, yoksulluk ve cehaletin müsebbibi olarak göster­ meye çalışmaktadırlar. Bu iki temel görüşün ikisine de inanmayan, yal­nız gerçeği öğrenmek için çabalayan bir insanın, cadı kazanına dönmüş olan Dünya'da insanların mutsuz­luğuna çare olabilecek bir formül bulması ve bu formülünü uygulamaya koyması mümkün değildir. Öm­rünü hakikati aramakla geçirmiş ve doğa sırlarını, insan yararı için çözümlemeye çalışmış bilginlerin bulguları bile, bugün aşağılık amaçlarla kullanıl­ makta ve örneğin güçlü toplumların masum millet­leri ezip yok etmesi için uygulamaya sokulmaktadır. Demokrasinin, insan haklarının, sosyal adaletin, insan sevgisinin vatanı olduğunu iddia eden ülkeler, çıkarları çatışınca yoksul toplumları karınca ezer gibi ezmekte, köklerini kazıma amacı ile uygar bir toplu­ma değil, bir hayvan sürüsüne bile yakıştırılamayacak eylemlere girişmektedirler. Manevi değerlerin et­kinliğini tüm olarak yitirdiği ve maddi çıkarlar için bir araç gibi kullanıldığı bir çağda, insanlar arasın­daki ilişkiler çıkar hesaplarına oturtulmuş, böyle olunca karın doyurma içgüdüsü bilinen bütün etken­lerden daha etkin bir sorun haline gelmiştir.


34

Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu

Ortaçağ'da, özellikle doğu ve uzak doğu ülkele­rinde dinin, insan nefsini kontrol altına almaya yö­ nelmiş çabaları, XX nci yüzyılın ikinci yarısında gü­lünç adetler olarak nitelenmekte ve özellikle batılı­ ları güldürmektedir. Batılı henüz inançlarını yitirmemiş, manevi de­ğerlere bağlı kalmış toplumları, inançları üzerinden sömürerek, daha canlı ve daha renkli bir hayat ya­şamak için elinden gelen her şeyi yapmaktadır. Me­ selenin bu yönünün incelenmesi, kimin doğru kimin yanlış yolda olduğunun ortaya çıkarılması bizim işi­miz değildir. Bundan dolayıdır ki, biz yaşadığımız ça­ğın ölçüleri ve değer anlayışı içinde, açlık korkusu­nun sebep olduğu olayları inceleyecek ve toplumlar­la fertlerin karınlarını doyurmak için giriştikleri ka­ranlık oyunları bazı örnekler üzerinden açıklamaya çalışacağız. Çok eski çağlarda ve paranın henüz icat edilmediği devirlerde insanlar arasındaki alışverişlerin ihtiyaç maddelerini değişmek suretiyle mümkün ol­duğunu biliyoruz. Bugün bile bazı ilkel topluluklar­da ve hatta Anadolu köylerinde uyulan bu adet ge­reğince, pazarlarda yumurta ile buğday, basma ile tereyağı değişilmekte, evlenmelerde başlık olarak, pa­ra yerine büyük veya küçükbaş hayvan kullanılmak­tadır. Bu değiş tokuşta bütün ihtiyaç maddeleri kul­lanılmakla beraber, gıda maddeleri önemli bir yer tutar. Çünkü besin ihtiyacı, bütün diğer ihtiyaçların başında gelmekte ve hayati bir değer taşımaktadır. Para icat edildikten, bankalar kurulduktan, döviz alışverişi başladıktan sonra, gayet karmaşık bir hal alan milletlerarası ticarette de, ilk çağda uyulan de­ğişme usulünün hala kullanıldığını görüyoruz. Özel­likle endüstri toplumları, geri ülkelerden satın aldıkları hammaddeleri işleyerek mamullerini yüksek fiyatla, aynı topluma satarak geçinirler. Besin mad­desi üretimine elverişli toprakları olmayan kalabalık endüstri topluluklarında yiyecek tedariki çok zaman bir ithal konusudur. Teknikte ileri ülkeler endüstri kesiminin, tarım kesimine nazaran gelir sağlama ba­kımından üstünlüğünü fark ettikten sonra, endüstri­ye yönelmişler ve gıda maddesi tedariki ile hammad­de temini için geri ülkeleri bir çiftlik gibi kullanmış­ lardı. Daha sonra, savaşlar ve politik ilişkilerin düzen­sizliği dolayısıyla sıkıntılı duruma düşen endüstri ül­keleri, hayati önemi olan besin maddelerini garanti altına alabilmek için yeni yöntemler araştırdılar, mevcut imkânlarını kullanarak sıkışık hallerde beslenmelerini sağlayacak miktarda yiyecek üretimini sağlamayı denediler. Tarım usullerinin modernleştirilmesi ve bir birim toprak ile bir baş hayvandan daha çok verim sağlanması istikametinde yapılan teknik tarım çalışmaları başarıya ulaştıktan sonra, endüstride ileri olan ülkelerin çoğunun kendilerine yetecek miktarda yiyecek maddesi üretebildikleri ve hatta üretilen maddelerden bir kısmı artık madde haline geldiği için ihracının gerektiği görüldü. Bir kısım maceraperest Avrupalının gidip yerleştikleri Amerika kıtası, hem endüstrinin ve hem de tarımsal üretimin ağır bastığı zengin bir ülke haline gelince, milletlerarası ilişkiler daha da zorlaştı ve önemli me­ selelerin ortaya çıkmasına sebep oldu. Besin ve hammadde üreten geri ülkeler artık tarımsal ürünlerini satamıyor ve tarımsal ürünlerini satamadıkları için, endüstri ülkelerinin mamullerini satın alacak maddi güce de sahip bulunmuyorlardı. Büyük mücadelele­rin başlamasına ve savaşlarda milyonlarca insanın birbirini öldürmesine sebep olan bu dengesizlik, İkin­ci Dünya Savaşı’ndan sonra bütün Dünya'yı saran açlığa ortam hazırlamış eskiden yiyecek ve hammadde ihraç eden ülkelerin pek çoğu gıda maddesi ithal eden ülkeler haline getirilerek, Amerikan üretim artıkları için pazar gibi kullanılmak istenilmiştir. Amerika ve aynı paralelde çalışan bazı yeni sö­mürgeciler, bu yanlış ve tehlikeli tutumlarını terk edecek değillerdir. Son derece bencil ve tehlikeli bir Dünya görüşünün sahibi olan Anglo Sakson topluluğu yüzyıllardır başka toplumları ezerek ve sömürerek varlığını koruduğu için, bu davranış onlarda alışkan­lık haline gelmiştir.


Cadı Kazanı

Uyguladıkları yaşama düzeni dolayısıyla ihtiyaç­ları hayli yüksek olan bu mutlu insan toplulukları, mevcut düzeni sürdürmek için kendilerinden olma­yanların kitle halinde ölmelerine veya öldürülmele­ rine razı olacak kadar egoisttirler. Üretimde ve savaşta, başarıyı sağlama bakımın­dan önemli faktörler olduğu bilinen, teknik, serma­ ye ve üretim araçları ellerinde olduğu için Dünya'nın geleceğini tayin gücüne de sahip bulunan bu insafsız insanlar, günlerde çoğunluğu teşkil eden aç ve yoksul hem cinslerine karşı hunharca davranıyorlar. Çağımızın egemen topluluklarını yöneten kişiler, esirlerini kamçılayarak onlara ehramları inşa ettiren Firavunlardan çok daha gaddar ve çok daha bencildirler. Bu davranışa karşı bir tepki düzeni olarak orta­ya çıkan halk idarelerinin ve sosyalist yöntemin de, peyki haline getirdiği topluluklarda başka türlü dav­ranmadığını görüyoruz. Rusya'nın Çekoslovakya ve Macaristan'da giriştiği eylemler bunu açık bir şekil­de göstermektedir. Artık bir Cadı Kazanı haline gelmiş olan Dün­ya'da rejimler ve sistemlerden çok insan ruhunun bencil yanı, içgüdüleri, korkuları ve evhamları iş görmekte, güçlü olan zayıfı eskiye nazaran çok daha korkunç bir şekilde ezmektedir. Bir grup insanın, çoğunluğu kahrederek ger­çekleştirdiği mutlu yaşama düzeni, hakkaniyete, bi­lime, mantığa ve iyi niyete uymadığı için, zaman içinde nasıl olsa çökecek ve sömürülen masum in­sanlar, kendilerini kahredenlerden hesap sorma imkânını bulacaklardır. Fakat bunun kendi kendine olmasını bekleyemeyiz. Mutsuz toplumlar ilişki kur­dukları ileri toplumların kendilerini nasıl istismar ettiklerini ve içgüdüleri ile evham ve korkularına tutsak olan marazi bir azınlığın zevk ve sefaları için, masum insanları nasıl aç bıraktıklarını en kısa zamanda öğrenmeleri ve bu sömürüye karşı tedbirler araştırmaları gerekmektedir. Kötülüğün daha uzun süre payidar olmasını en­gelleyecek ve bir Cadı Kazanı haline getirilmiş olan Dünya'mızı mutlu bir yaşama düzenine kavuşturacak olan bilinçlenme hızlanmalı ve genişlemelidir. XX nci yüzyılın ikinci yarısında başarı ile uygula­nan bir politikaya göre, herkes yaptığının ve inandı­ğının tersini söyleyerek çıkarını bu yoldan koruma­ya çalışmaktadır. Türk halkı arasında çok kullanı­lan bir örnekte belirtildiği gibi, fahişeler; namuslu olmanın yararından çok söz ederler. Tıpkı bunun gibi hırsız olanlar, çalmamaktan, vatan haini olanlar vatanseverlikten, milletini satan­ lar, milliyetperverlikten söz ederek öz çıkarlarını korumaya ve karınlarını doyurmaya çalışıyorlar. Savaşları körükleyenler, barışı korumak istediklerini ve masum toplumlara en modern öldürücü silahlarla saldırıp, insanların kafalarını koparanlar, fakir fu­karanın evlerini yakanlar, uygarlığa hizmet ettikleri­ni iddia ediyorlar. Konferans salonlarında söylenen, kitaplara yazılanlarla, uygulamalar karşılaştırılınca, fertler gibi toplumların da bu kötü usulü benimsediklerini ve yalan söyleyerek yaşadıklarını görüyoruz. Dünyamızı bir Cadı Kazanı haline getiren bu tu­tum, insanların lokmalarını ağzından kaparak, mide­ lerine indirenlerin açlıkla mücadele ettiklerini söylemelerine de elverişlidir. Bundan dolayı, üretim artıkları ile yoksul millet­leri beslemek ve onların ilkokul çağındaki çocuklarına, annelerle babalarının sağlayamadıkları sütü sağ­lamak gibi faziletli davranışlar içinde bulunanların amaçlarının ne olduğunu keşfetmek lazımdır.

35


Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu

36

Geri ülkeler bunu birdenbire fark edecek bir ortamda değildirler. Çünkü yeni sömürgeciler el attık­ ları toplumu daha önce incelemekte, onun neyi bildiğini ve neyi bilmediğini iyice araştırarak projele­rini uygulamaya başlamaktadır. Çok zaman geri toplum bilinçlenip meseleyi anladığı zaman, sömür­geci o ülkenin bütün kaynaklarını ve hatta yönetimi­ni, bizzat yahut kendine yakın kişiler aracılığı ile ele geçirmiş ve onu kendini kurtaramaz bir duruma iteklemiş bulunur. Biz sosyalist bloğa hâkim olan Rusya'nın bu amaçla ne yaptığını ve nasıl hareket et­tiğini bilemiyoruz. Bütün bildiklerimiz sansür süz­geçlerinden sızabildiği kadarı ile gazetelerden oku­duklarımızdan ibarettir. Ancak son 20 yıl içinde sıkı ilişkiler kurduğumuz ve yurdumuzda da bazı uygu­lamalarına şahit olduğu kapitalist bloğun baş sömür­gecisi A.B.D. nin yoksul ülkeleri, daha yoksul bir ha­le getirmek ve güle oynaya açlığın kucağına atmak için kullandığı metotlar bir yönüyle malumumuz­dur. A.B.D. açlık ve yoksulluk ile cehaleti Dünya yü­zünden kaldırmak için kolları sıvamış bütün güçleri ile çalışan idealistler gibi göründükleri halde, aslında bütün bu ters gelişmelerin gerçek yaratıcılarıdırlar. Amerika ile temasa gelen ve onlarla ilişki kuran herhangi bir ülkenin açlıktan kendini kurtardığı bugüne ka­dar görülmediği gibi, bu topluma elini kaptıranın kolunu ve daha sonra gövdesini yeni sömürgeciliğin ezi­ci çarkının içinde hissedeceğini gösteren sayısız ör­nekler vardır. Daha önce belirtilen gerçeğe aykırı tutum için­de, düşman olduğu toplumlara dost gibi görünerek yaklaşan ABD idarecileri, açlık yaratmak istedikle­ri bölgelere önce üretim artıklarını parasız, daha sonra mahalli para karşılığı ve ucuz fiyatla yollamak­ta, bu suretle mahalli üretim olanağını yok ederek bu ülkeyi kendisine muhtaç duruma düşürmektedir. Gıda yardımlarının yapıldığı süre içinde, yan çıkarlar ile kendine yakın olan zayıf iradeli kişileri zengin eden ABD daha sonra bu insanları kendi toplumuna karşı bir komprador gurubu olarak kul­ lanmakta ve bıçak kemiğe dayanınca, o ülkeye sa­tacağı gıda maddesi için peşin para ve dolar talep ederek, nesi var nesi yoksa kendi kasalarına aktara­bilmektedir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra savaşın bitmesine sevinenlerin ellerini böğründe bırakan bu Amerikan davranışı, bugün Dünya'nın birçok yerle­ rinde milyonlarca insanın açlık yüzünden ölmeleri­ne ve ölümlerinden beş dakika öncesine kadar Ame­ rikan çıkarları için çalışmalarına sebep olmaktadır. Demokrasinin, insan haklarının, fazilet ve dürüstlü­ ğün vatanı olduğunu iddia ve bunu New York lima­nına diktiği hürriyet heykeli ile Dünya'ya ilan eden dostumuz maalesef tamamen ters bir tutum içinde­dir. Son günlerde Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Teşkilatı (FAO), Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Teşkilatı (UNICEF), Dünya Sağlık Teşkilatı (WHO) gibi teşekkülleri de araç gibi kullanarak ge­liştirilen Dünya Açlıkla Mücadele Kampanyası (FFHC) aslında, Dünyanın geri ülkelerini aç bırak­mak için girişilmiş ve Amerika’nın çıkarlarına dönük bir oyundan ibarettir. Koordinatörlüğünü bir Amerikalı’nın yaptığı bu kampanya, yüzeyde parlak sözler ve açlığı yok edeceği zannedilen davranışlarla süslen­miştir. Fakat zaman geçtikçe ve tecrübelerimiz art­ tıkça, oynanan oyunun ardında yatan gerçeği daha iyi görebiliyor ve bunun ters etkilerini sofralarımız­ da lokmalarımızın eksilişinden, somunlar küçülür­ken ekmek fiyatlarının artışından ve halkımızın ben­ zinin soluşundan anlıyoruz. Amerikan emperyalizmi çok yönlü çalışmaları ile sağlıklı olanları besinleri ve yatağa düşenleri de ilaçları üzerinden sömürmekte ve ana rahmine düş­tüğü günden, ruhunu Tanrı'ya teslim edeceği güne kadar, açlık, sefalet, cehalet ve yoksullukla karşı karşıya bırakmaktadır.


Cadı Kazanı

Açlık korkusunu istismar ederek, bir yönüy­le bu korkuyu bir sömürme aracı haline getirmek suretiyle, hem kendi toplumunu ve hem de açlığın içinde yaşayan toplumları paniğe düşürüp sermaye çevrelerine yeni çıkarlar hazırlama davranışı için­de olan ABD yöneticileri ile onların geri ülkelerdeki ortakları, aslında kendi çıkarlarından başka hiçbir şeyi düşünemeyecek kadar yozlaşmış bir Dünya görüşünün temsilcisidirler. Boğazına kadar tok insanların kaygısız bir hayat yaşadıkları Amerika'da, dergiler; geri ülkelerde açlıktan avurdu çökmüş ve derisi ile kemiği birbirine karışmış insanların re­ simlerini yayınlayarak ve aç ülkelerde ise yardım teraneleri ile açlığa karşı savaş ortamı hazırlamakta ve bu ortamda kardeşi kardeşe vurdurarak çatıştır­mak suretiyle, kendi çıkarlarını korumaktadır. Bu maksatla insanı hayrete düşürecek kadar girift ve anlaşılması güç oyunlar sahneye konur. Bilim adam­ ları, Devlet adamları birer araç gibi kullanılarak klişe haline gelmiş ve amacın tam aksini yansıtan sözlerle ortaya konan açlığa karşı savaş hikâyesi, yoksul insanları daha yoksul ve Amerika'ya muhtaç insan sürüleri haline getirmektedir. Bunu anlamak için bu klişe söylevlerden birini ele almak ve eleştirmek yerinde olacaktır. Tok ve tok olduktan başka aç ülkelere üretim artığı yiyecek maddesi satabilen Birleşik Amerika Tarım Bakanı her fırsatı değerlendirerek açlıktan ve hem kendi halkının hem de Dünya milletlerinin beslenmesinden söz eder. 29 Mayıs 1968 günü, Chicago Dış Münasebetler Konseyi'nin, Chicago, Sheraton - Blackstone otelinde verdiği bir öğle yemeği sırasında karnını tıka basa doyurma olanağı olan Amerikan Tarım Bakanı Or­ville L. Freeman enteresan bir konuşma yapmış ve bu konuşmanın Türkçeleştirilmiş ve çoğaltılmış bir kopyası birkaç ay sonra Türkiye Tarım Bakanlığı’xxxxxnda eski bir milletvekili tarafından yüksek rütbeli me­murlarına dağıtılmıştır. Bizim de elimize geçen Türk­çe metinden, önemli pasajları buraya aynen aktarıyoruz: (**) Geçen gün bir akşam yemeği ziyafetinde, yanım­da oturan bayan yere bir şey düşürünce, toplamak üzere eğildiğinde, ev sahibimiz şöyle bir söz sarfet­ti. «Aldırmayınız, sadece bir ekmek parçası.» Üç se­ne önce, mecmuanın birinde rastladığım bir yazı da aynı ibare ile kapanmaktaydı: «Sadece bir ekmek parçası» Bu kelimeler dikkate şayandır. Zira tam o sıralarda Dünya, gitgide ciddileşmekte olan bir gıda maddesi sıkıntısı ile karşı karşıya bulunuyordu. Öyle bir buhran ki, birçok kimseler, gelecek yıl­larda insanlığın geniş mikyasta bir açlık tehlikesine maruz kalacağını söylemekte, birçokları da böyle bir kıtlığı önlemek için elden ne gelirse, şimdiden yapılması hususu üzerinde durmaktaydılar . Yemekteki konuşmasına böylece başlayan ABDTarım Bakanı Orville L. Freeman sözlerine şöylece devam etmiştir: (**) Beş sene gibi bir müddetle en büyük endişem, Amerika çiftçisinin boynunda demirden bir halka teşkil eden, ürün fazlası - özellikle hububat faz­lası – problemine ne gibi bir çare ve çözüm yolu bulabileceğim hususu olmuştu. Amerika'da ya­şayan bizler için bir dilim ekmek bir penny'den de ucuz olduğundan, pek büyük bir değer taşımıyordu. Şu kadar var ki, Dünya'nın diğer yerle­rindeki milyonlarca insan için, bir somun ekmek, - ya da bunun pirinç olarak muadilini - bulabil­mek başlıca bir meşgale haline gelmiş bulunuyordu. Bunun, beşeri ilerleme bakımından, ne gibi bir anlamı, ne gibi bir değeri olacaktı?

37


38

Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu

Dünya'ya hakim olan gerginliği gidermek bakı­mından ne gibi bir yararı, Dünya barışı üzerinde ne çeşit bir etkisi olacaktı? (**) Dünya barışı... Yukarıdaki bahsettiğim makaleyi ben üç sene önce okudum. Hakikatte barış keli­mesi ile neyi kastediyoruz. Savaş halinin yoklu­ğu… Bu olumsuz bir durumu mu temsil etmekte­dir? Şayet böyle kabul edersek, barış durumunu daima çok nazik, herhangi bir baskı altında bozulmaya mütemayil bir vaziyet olarak kabul etmek gerekecektir. Birleşmiş Milletlerin Güvenlik Konseyinde ifade edilen barış mefhumu budur. Amacı barışı idame ettirmek, hedefi değişik Devletler arasında ortaya çıkacak davalara birer hal çaresi bulmak ve böylece savaş patlak vermesine mani olmak; Benim için barış kelimesi yukarıdaki mefhumdan çok da­ha fazla şeyler ifade etmektedir. Barış durumu, aynı zamanda, gelişen dinamik bir durum olmalıdır. Menfi ve gelişmeyen bir barış halinin bünyesinde... Fakirlik, Açlık, Adaletsizlik ve baskı gibi... eninde sonunda bu durumu imha edecek olan birçok iltihaplı yaralar mevcuttur. Ancak ümit dediğimiz şeyi canlı tutmak suretiyle ve Dünya'nın her tarafındaki insanların daha üstün hayat şartları için besledikleri hayalleri tahakkuk ettirmek üzere tedbir almak suretiyle, bozulabilir bir barış yerine sağlam bir barış sağlayabiliriz. Görüldüğü gibi Yeni Sömürgeciliğin güçlü tem­silcisi olarak tanıdığımız Birleşik Amerika'nın Tarım Bakanı, Chicago'da bir ziyafet sofrasında içkisi­ni yudumlayıp, havyarını yerken pek rahat değildir. Amerika'da tahıl stokları Devletin başına dert olur­ken, Dünya'nın başka yerlerinde yüz milyonlarca in­sanın bir lokma ekmeğin özlemini çektiğini ve aç ol­manın kızgınlığını duyduğunu bilmekte ve bundan korkmaktadır. Fakat bazıları bunu bilmez ve bilme­dikleri için korkmazlar. Onlar için karınlarının şiş­mesi ve tok olmanın hazının duyulması mutlu ve korkusuz olmak için yeterlidir. Geri ülkelerde Ta­ rım Bakanlığı görevini üzerine almış ve sorumluluk altına girmiş bulunan bazı kimselerin bu korkuyu hiçbir zaman duymadıklarını daha sonra kanıtları ile açıklayacağız. Bir grup geri ülke bu durumda iken Hindistan gibi açlığın yüzyıllardır yuvarlandığı ülkelerin aydın idarecileri, Amerikan Tarım Bakanı Orville L. Freeman'ı da etkileyebilen olumlu uyar­malarda bulunmaktadırlar. Hindistan'ın eski Cum­ hurbaşkanı Dr. Sarvepalli Radhakrishnan açlık ko­nusunda şöyle konuşmuş ve Freeman söylevinde bu söze yer vermek lüzumunu duymuştur. Dr. Radhak­rishnan'a göre: (**) Yokluk içinde bulunanlar, artık bugün kurulu nizamı “ümitsizlikten doğan bir cesaretle” ve ellerinde ölmeye razı olmaktan başka hiçbir silahları bulunmadan, yıkmaya hazır durumdadırlar...... 500 milyonluk bir topluma Cumhurbaşkanlığı yapmış ve isminin başında akademik titr bulunan bir insanın bu uyarması, gerçekten de zengin ve zengin­liğini geri ülkelerin üzerinde uyguladığı sessiz savaş usullerinin ganimetlerine dayamış A.B.D. nin Tarım Bakanı'nı korkutacak kadar anlamlıdır. Çünkü hem bu sözü söyleyen ve hem de Chicago'nun lüks otelleri­nin birinde açlık üzerine nutuk çeken kişiler açlığın ne demek olduğunu ve yüz milyonlarca insanın aç ol­masının barışı hangi yönde etkileyebileceğini bilmek­te ve sonuçtan samimi olarak korkmaktadırlar. Tarım Bakanı Freeman eski Hindistan Cumhurbaşkanı­nın uyarması hakkında şöyle konuşmaktadır. (**) Zaman bir hayli gecikmiş olmakla beraber, bu ibarenin taşıdığı manayı, gerek kendi milletimiz gerekse diğer memleketler halkının açısından an­lamış bulunuyoruz.


Cadı Kazanı

Freeman'ın geç olarak anladığını bugün bile an­layamamış olan çok tarım bakanı vardır. Bunlar hem kendi halkları için ve hem de Dünya'nın diğer toplumları açısından bu anlayışsızlıkları ile alabil­diğine zararlı olmakta, bu durumlarını sürdürmekte inatçı davranmaktadırlar. Bu korkusuz Tarım Bakan­ları ile hizmet ettikleri kabinelerin başbakanlıkları ne açlıktan ne de sorumluluktan korkmamakta ve bilinçsizliğin verdiği cesaretle açlığın üzerine üzeri­ne gitmektedirler. Kendilerini iktidara getiren kad­ roların banka hesaplarını kabartma pahasına, ekmek somunlarının küçülmesine ve yiyecek fiyatlarının artmasına, kısacası çalışan grupların, köylülerin ve dar gelirli halk tabakalarının aç kalmasına göz yu­ mup, parlak nutuklar atarak açlığı önleyebileceklerine inanan bu kişiler, gittikçe artan açlık tehlikesinin çabuklaşmasına ve etkinleşmesine sebep oluyorlar. İktidara seçim meydanlarından gelen ve teknik bil­gileri kıt olan bu insanlar, geri ülkeler yöneticilerine has bir davranış içinde her şeyi bildiklerini zannet­mekte, örneğin Amerika Tarım Bakanı gibi, eski Hin­distan Cumhurbaşkanının söylediklerini değerlendir­mek şöyle dursun, kendi insanlarının uyarmalarına bile kulak asmamaktadırlar. Bu tutum onların suç­larını büyütmekte ve sorumlulukları artmaktadır. Bu sorumluluk yalnız kendi toplumlarına karşı değil, bütün Dünya insanlarına karşıdır. Çünkü bir ülkenin yiyecek üretim kaynaklarının atıl kalması, başka bir ülkede başka bir insanın aç kalmasına da sebep olabiliyor. Nitekim Freeman, kendi ülkesinde tarımsal üre­timi, üretim fazlası stoklar meydana getirecek ka­dar artırabilmiş bir bakan olarak, geri ülkelerin so­rumsuz tarım bakanları ile tutarsız yönetici kad­rolarından şikâyet ediyor ve diyor ki: (**) İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana, bir barış tedbiri olarak, zirai kalkınma hareketine yapılan milli katkıların pek düşük bir oranda olduğunu kayıt­larımız göstermektedir. Çok parlak bir buluşu ifa­de eden, başarılı iktisadi kalkınma programlarının uygulanmasına yol açan Marshall Planı, özellikle savaş sonucunda tahrip edilen gelişmiş memleket­ lerin, rehabilitasyonuna yöneltilmiş bulunuyordu. Kaybedilecek çok bir şeyleri olmayan memleketle­rin ihtiyaçlarına göre düzenlenmiş bir programı temsil etmemekteydi. Gıda ve Tarım konusu, ge­rek büyük kuvvetlerce ve gerekse gelişme halinde olan ülkelerce tamamen ihmal edilmiş durumday­dı. Kendi ülkemizde, Amerikan çiftçisinin olağan­üstü üretim kapasitesi «kaliteli üretim fazlası» dediğimiz sonucu doğurmuş bulunuyordu. Bu üre­ tim fazlalarına Dünya pazarlarında bir mahreç bulmak yolunda sarfedilen çabalarımız ise, bü­yümekte olan Dünya gıda maddesi sıkıntısını ancak maskelemeye yaramıştı. Şu kadar var ki, bu arada bir takım sinyaller belir­di. 1950 sonlarında, bazı iktisatçılar, İkinci Dünya Savaşından itibaren, Dünya ticaretindeki hububat akımının değişik bir istikamet aldığına işaret et­tiler. Gıda maddesi ihracatçısı olan Güneydoğu Asya ve Latin Amerika memleketleri, artık bu maddeleri ithal eden ülkeler haline gelmişlerdi. ABD Tarım Bakam Freeman görüldüğü gibi çok ustaca konuşmakta ve bir taraftan Güneydoğu Asya ve Latin Amerika ülkelerini tarım bakanları­nı itham ederken, kendisinin planlı başarısını bir te­ sadüf gibi gösteren gayreti sarfetmektedir. Oysaki İkinci Dünya Savaşı’ndan askeri bir za­fer sağlayarak çıkan Birleşik Amerika, klasik savaşı, sessiz savaş halinde sürdürmeye ve Amerikan emper­yalizmini gerçekleştirmeye karar vermiş bulunuyor­du. Bu savaşın bitiminden sonra, Dünya milletleri, yeknazarda insanca amaçlarla yapılmış gibi görünen dolaylı pazarlama taarruzlarına maruz kaldılar. 1950 - ­1960 yılları arasında oynanan karışık oyunların so­nuçlarını 1960 yılından sonra öğrenebildiler. Bundan sonradır ki, sevilen Amerika,

39


Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu

40

sevilmeyen ve nefret edilen bir toplum haline geldi. Aslında gıda maddesi ihracatçısı iken, ekmeklik buğdayını bile ithal etme­ye mecbur kalan aç ülkeler arasında Türkiyemiz ve bazı Ortadoğu ülkeleri de vardır. Karnını iyi kötü doyurabilirken korkunç bir açlığın sınırına kadar ge­tirilmiş olan Türk toplumu yeni yeni uyanmakta ve başına gelenlerin nedenlerini öğrenmeye çalışmakta­dır. Henüz açlığın ne demek olduğunu - aslında aç olduğumuz halde - bilemediğimiz için, bizi kimlerin ve hangi metotlarla aç bıraktıklarını da bilemiyo­ruz. Bu bölümün sonunda açlığın bilimsel tarifi ya­pıldıktan sonra, bizi aç bırakanların kimler olduğu­nu ve hangi usullerle çalıştıklarını tanımlamak daha kolay olacaktır. Şimdilik Türkiye'nin özel sorunlarına girmeksizin ABD Tarım Bakanı Orville L. Freeman'ın anlatımına uyarak sorunu genellikle incele­yerek olursak, Güneydoğu Asya ve Latin Amerika ülkelerinin savaştan önce gıda maddesi ihraç eden ülkeler olmalarına karşılık, savaştan sonra, yiyecek ithal etmeye başlamalarının baş sorumlusu Amerika Birleşik Devletleri ve onun izlediği emperyalist po­litikadır diyebiliriz. Orville L. Freeman'ın konuşmasında daha önce açıkladığı gibi, savaş sonu Birleşik Amerika'da üret­kenliğin (prodüktivite) artması sonucu bilhassa boş kalori kaynaklarında (tahıl, yağ, şeker, mısır vb.) bir üretim fazlası ortaya çıkmış ve bunlar için pazar bulmak gerekmiştir. Amerikan çiftçisinin mallarını değerlendirmek ve üretimi ayakta tutmak için, Ame­rikan uzmanları Güneydoğu, Latin Amerika, Orta­doğu ve Afrika ülkelerine yardım misyonları halin­de gönderilmiş ve onların tarım politikalarını ince­leyerek, sabote etmek için planlar hazırlamışlardır. Tembelliğe, hazır yemeğe, çalışmadan kazanmaya eği­limi olan geri ülkelerin ağa ve komprador kadroları, Amerikalılar tarafından menfaat sağlanarak kandırıl­mış ve kendi toplumlarına karşıt bir tutum içine so­kulmuşlardır. Bu ülkelere önce parasız ve daha son­ra mahalli para karşılığı gönderilen üretim artığı tahıl, yağ, süttozu stokları, kısacası boş kalori kay­nakları piyasada çok ucuza satılmış ve Amerika'dan yana aracılar zengin edilerek, bu ülkelerin üretim güçleri hırpalanmış veya yok edilmiştir. Bu ülkeler muhtaç hale gelip hazır yemeye alıştıktan sonra ise, Amerika daha önce parasız veya mahalli para karşılı­ğı verdiği gıda maddeleri için dolar istemiş ve ülke­lerin politikalarına ve iç işlerine bu yoldan müdahale ederek, kapitalist Amerikan İmparatorluğunu bu yol­dan gerçekleştirmiştir. Bugün vaktiyle tahıl ihraç eden Türkiye, halkını doyurmak için Amerika'dan ge­lecek buğday yüklü gemileri gözlemeye mecbur du­rumda, Latin Amerika, Güneydoğu Asya, Ortadoğu ve Afrika aç ise, bunun baş sorumlusu elbette Amerika ve Amerika'nın bu ülkelerdeki komprador kadrolarıdır. Tabii olarak Orville L. Freeman'ın bütün bunları açık olarak söyleyecek şekilde gerçekçi davranmasını bekleyemeyiz. Fakat açlık korkusunun ne demek ol­duğunu iyi bilen ve aç insanların neler yapabileceğini isabetle tayin ve takdir gücüne sahip bir Amerikalı­’nın kendini ve toplumunu bu ağır töhmetten kurtar­mak ve savunmak için böyle konuşması gerekmekte­dir. Bu noktada Freeman ABD hatalarını kapalı şe­kilde ifade etmekten de kaçınmamış ve şöyle demiş­ tir. (**) Biz bu durumu, Amerika tarımcılığı için genişle­yen bir pazar şeklinde kabul ederek, az gelişmiş ülkelere gıda maddesi sevketmeye devam ettik. Şu kadar var ki, bugünün açını doyururken, yarın­larını kâfi derecede düşünmüyorduk. Adeta kendi ürün fazlamızın cezbesine tutulmuş, dikkatimizi gelecekteki bilumum ülkelerin gıdasız kalmalarını temin edecek başlıca amil olarak Tarım ve Gıda üzerine teksif edeceğimiz yerde, günün gıda ihtiyacını karşılamak işi üzerine eğilmiş bulunuyorduk. Hâlbuki bu sırada açların teşkil ettiği saflar büyümekteydi. Bu konuşmayı açarken bahis konusu ettiğim tezat durumu, yani atıl kapasite ile dolu bir Dünya'daki açlık hali, evvela 1961 yılı yaz aylarında, Tarım Bakanlığı’na getirilmemin he­men akabinde yaptığım Dünya turu sırasında gözüme şiddetle çarptı.


Cadı Kazanı

Politikacı, Dünya'nın her yerinde politikacıdır. Freeman bugün bütün Dünya'yı korkutmakta olan açlığın yaygın bir hal almasında ABD’nin çıkarcı ve bencil tutumunun rolü olduğunu kabul etmekte, fakat bunda kendisinin suçu olmadığını ortaya koy­mak için iş başına geldiği 1961 yılında Dünya'da açlı­ğın yaygın bir hal aldığını müşahede ettiğini de söy­lemektedir. İşin bu hale gelmesinde Freeman'ın veya ondan önceki bakanla, yönetimin suçlu olması sonucu de­ğiştirmez. Bilinen şey, üretim fazlalarına pazar bul­ma cezbesine kapılmış olan Amerika'nın, biraz ön­ce de ifade ettiğimiz gibi, bu gıda maddelerini ses­siz savaşın bir silahı gibi kullanarak, geri ülkelerin üretim olanağını sabote etmiş ve onları kendine muh­taç duruma sokmuş olduğudur. Bu ülkelerde şimdi açlık meyvelerini vermeye başlamış, ahlaksızlık, iç karışıklıklar ve istikrarsızlık, ekseriya Amerika'ya karşı bir politika ortama hâkim olmuştur. Açların nefreti, karnı tok olanların uykusunu kaçırmakta, Chicago otellerinde yemek yerken lokmalar boğazlarında düğümlendiği için böyle konuşmaktadırlar. Orville L. Freeman'ın iş başına getirildiği 1961 yılı sıralarında üretim fazlalarına pazar hazırlayayım derken büyük insan gruplarını açlığa mahkum et­miş olan Amerika Birleşik Devletleri sorumluluğu­nun bilincine varmaya başlamış ve bir dev gibi geli­şen Dünya açlığının, bir gün kendi mutluluğunu da tehdidi altına alacağını öğrenmişti. İhtiyaç fazlaları­nın ihraç edildiği ülkeler, her yıl artan miktarda ta­ lepte bulunuyor ve bunu karşılamak Amerika için bir problem olmaya başlıyordu. Freeman bu safha­yı konuşmasında şöylece anlatıyor : (**) Vardığım sonuç şu oldu: Açlığa karşı etkili bir savaş açmadan önce, ne gibi meselelere çözüm yolu bulmak durumunda olduğumuzu tayin etmek lazımdı. Tarım Bakanlığı da kolları sıvayarak, Dün­ya Gıda Maddesi ihtiyacını; bu ihtiyacın ne şekilde ölçülebileceğini, bu münasebetin neler vaat ettiğini, yardım gören ülkelerin kendi kendine kalkınma yolunda ne gibi tedbirler almakta olduklarını, açlık tehlikesini kökünden kazımak için hangi çe­şit programların daha müessir olacaklarını tespite çalıştık. Bunlar ve bunlara benzer sorular, acilen cevaplandırılmak isteniyordu. Etütlerimiz sonucunda, bir Dünya Gıda Maddeleri Bütçesi tanzim ettik. Bu bütçe, cari Dünya gıda maddeleri durumunun detaylı bir özetiyle, atide karşılanması lazım gelecek olan gıda ihtiyacının bir tahminini kapsamaktaydı. Elimizde nihayet karşılaştığımız problemin şümulünü realist bir şekilde yansıtan bir tablo vardı. İncelemeler sırasında davanın azameti daha belirli ve daha da dehşet verici bir şe­kilde ortaya çıkmıştı. Dünya nüfusunun üçte ikisi­nin ortalama milli gıda rejimleri; yeterli bir bes­lenmeyi sağlayacak vaziyette değildi. Bu yetersiz beslenme alanları, Japonya ve İsrail hariç, bütün Asya, kitlesini; güney ucu hariç bütün Afrika kitlesini; Güney Amerika'nın Kuzey kısmını, orta Amerika'nın hemen bütün eyaletlerini ve Karaip­leri kapsamaktaydı. Üstelik en hızlı nüfus artışı da bu yetersiz beslenme sahalarında vaki oluyordu. İşte böylece Birleşik Amerika, üretim fazlalarını ihraç ederek bir pazar gibi kullanmakta ve sağladığı gelirle, iç işlerine ve yaşantılarına müdahale ede­rek bir sömürge gibi kullanmak istediği geri ülkeler­ de geliştirdiği açlığın, hızlı inkişafı karşısında deh­şete düşmüş ve önceden pek tahmin edemediği nü­fus artışı, aç insanların hızla çoğalmasına ve açlık ortamında güç kazanan tehlikeli görüşlerin Dünya'ya yayılmasına sebep olmuştur. Kendi eliyle besleyip büyüttüğü yoksulluk, se­falet, cehalet ve açlık bu noktada Amerika için önem­li bir tehlike haline geldiği için Dünya'nın dört ta­rafında asker, uzman ve casus bulundurarak, Dünya jan-

41


42

Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu

darmalığını yapan toplum, bir de açlıkla savaş­maya mecbur kalmış bir kayınpeder psikozu içine girerek diğer toplumların yiyecek ihtiyaçlarını he­saplamaya ve bu ihtiyaçların nasıl karşılanabilece­ğini düşünmeye başlamıştır. Kayınpeder bu ihtiyacı karşılarken, üretimin hızla artmasına rağmen kendi takatinin buna yetmeyeceğini anladığı için 1961 den sonra, geri ülkelerin çoğalmalarına da karışmaya başlamış ve elini yoksul insanların yorganı altına so­karak, yapacakları çocuk sayısını kontrol altına al­mayı denemiştir. Aç ve yoksul toplumlara kalkın­manın bir gereği gibi gösterilmeye çalışan ve Ameri­ka'nın çeşitli vakıflarının para yardımları ile gerçek­leştirilen doğum kontrolü, aslında geri toplumların köklerini kazımak ve hiç değilse Amerika'ya elini aç­mış ümitsizlik içinde bekleyen, aç ve tembel insan sayısını azaltmak için girişilmiş bir imha programı­dır. Amerika bu suretle Dünya görüşü kendine ben­zemeyen, ırkları, dinleri ve derilerinin rengi farklı insanları yok etmek ve onların toprakları ile kaynak­larını ele geçirerek kendi insanlarının karnını do­yurmak istemektedir. Pek insancıl ve masum açıklamalar yapan ABD Tarım Bakanı Freeman, aç ül­kelere gıda yardımı yaparken boş kalori kaynaklarını ve yenmeyecek hale gelmiş üretim artıklarını geri ülkelere yollayarak paraya tahvil etmeye bilhassa dikkat eder. Et, süt, yumurta, balık, soya küspesi gi­bi değerli protein kaynakları Birleşik Amerika'da alıkonurken, tahıl, yağ gibi boş kalori kaynakları, yoksul ve ne bulursa onunla yetinmeye amade, geri ülkelere yollanmakta ve bu ülkelerde politik güç ve­ya paraya çevrilmektedir. İlkokul çağında geri ülke çocuklarının akıllarını çelmek ve onları kendi ana ve babalarından soğuta­ rak, A.B.D. ne bir süt bağı kurmak suretiyle bağlamak için kullanılan ve bir Kilise teşkilatı tarafından da­ğıtılan yavan süt tozlarının Türkiye'de yüzlerce ilk­okul çocuğunu zehirleyecek kadar bayat ve kalitesiz olduğu, işçilerimizin et konservelerinden zehirlendik­leri ve çocuklara verilen unların kurtlanmış olduğu hatırlardadır. Tarım Bakanı Freeman Chicago'da yaptığı konuşmada vicdanlı bir kayınpeder havasını korumaya bilhassa dikkat ederken, bu gerçeklerin geri ülkelerde bilindiğini hatırlayamamakta, bu nok­tada bir daha yanılmaktadır. Amerika'nın yiyecek yardımı yaptığı ülkelerin kalkınacak yerde geriledik­leri ve zamanla kendi kaynaklarını kullanamaz ha­le geldikleri için aç kaldıkları dikkati çekmekteydi. Freeman'ın da belirttiği gibi bu ülkelerde nüfus hız­la artmaya başlamış ve açlıktan ölen insanların yeri­ni doldurup toplumu korumak için seksüel güç kuv­vetlenmiş zekâ ve hayatiyet zayıflarken insan kalaba­lığının artması Amerika'yı biraz daha korkutmuştu. Amerika açlığa mahkûm ederek yok etmek istediği toplumların daha kalabalık toplumlar halinde karşı­sına çıktığına ve gıda maddesi yardımı yaptığı ülke­lerde ilk zamanlar Amerika lehine beliren duygu­ların, bir nefrete dönüştüğüne şahit oluyordu. Aç ka­labalıklarla karşı karşıya kalan tok bir insanın veya toplumun akıbeti ekseriya aç kalanların akıbetinden çok daha kötü olabileceği için Dünya jandarması te­laşa kapıldı ve Freeman'ın da belirttiği gibi Dünya gıda ihtiyacını hesaplama, bunu nasıl karşılayacağını düşünmeye başladı. Bu hesaplamalar sonunda da ge­ne Amerikan çıkarını ön plana alan bazı oyunlar dü­zenlendi ve aç ülkeler üzerinde maharetle uygulan­dı. Freeman işin bu kısmını şöyle anlatıyor: (**) Bu memleketlerde gıda maddesi üretimi nüfus ar­tışına ayak uyduramaz hale gelmiş ve gelecek için de vaatkar emareler mevcut değildi. Dünya gıda maddeleri durumunun bozulmakta olduğu açıkça belirlenmiştir. Örneğin Hindistan 1960 yılında Ameri­ka Birleşik Devletleri ile P. L. 480 adlı kanunun 1. nci kısmı hükümlerine göre bir anlaşma akdetmiş bulunuyordu. Bu anlaşmaya göre, dört sene sürey­le Amerika Hindistan'a yılda 16 milyon ton buğ­day sevkedecekti. Yani Hindistan devlet adamları, gıda maddesi açığının uzun süre devam edeceği ve bu gıda maddelerini mutad ticari kanallardan temin edemeyeceklerini kabul etmiş bulunuyorlardı.


Cadı Kazanı

İşte bu acıklı sonuç, Birleşik Amerika'nın Hin­distan'da daha önce pazar hazırlamak için giriştiği iyi niyete dayalı olmayan çabaların sonucudur. Ame­rika'dan yiyecek ithaline başlamadan önce Hintliler kendi kaynaklarından sağladıkları yiyecekle yetin­mekte ve yağları ile kavrulmaktaydılar. Fakat Ameri­ ka Hindistan'a el atıp mahalli kaynakları kendine pa­zar hazırlamak amacı ile kurutmaya başlayınca Hint hükümeti idarecileri, Amerika'ya boyun eğmek ve el açmaktan başka çare kalmadığını anlamışlar bu su­retle Amerika'nın hegemonyasını da kabul etmişler­dir. Kaz gelmeyen yer tavuk hediye etmez Dünya görüşünü uyarlı bulmayan Amerikalılar, Hint hal­kına tahıl yağ gibi boş kalori kaynaklarını bazen pa­rasız ve bazen de mahalli para karşılığı verirken çeşitli art niyetler besliyordu. Bunlar şöylece sıra­lanabilir. 1. Hindistan’ın ve özellikle hükümet adamlarının Amerika'ya midesinden bağlanmasını sağlayarak sola kaymasını engellemek. 2. Bu kalabalık toplumu dengesiz bir düzende boş kalori kaynakları ile besleyerek entellektüel gücü kırmak, hastalıkları artırarak çocuk ölümünü yüksek tutarak hem üretimi ve hem de savunma gücünü kırarken, bir taraftan da ilaç endüstrisi için bir pazar hazırlamak. 3. Amerikan üretim artıkları için sürekli bir pazar olarak kullanmak. Şu günlerde evdeki pazarın çarşıya pek uymadığı görülmektedir. Açlık bu ülkede nüfus artışını kam­ çılamış, önceleri sağlam bir şekilde tesis edildiği zan­nedilen Amerikan hegemonyası sarsılmaya ve bu topluma karşı duyulan sevgi nefrete dönüşmeye baş­lamıştır. Durum Türkiye'de de aynen Hindistan'da olduğu gibi cereyan etmiştir. İçinde bulundukları ko­şullar bakımından Hindistan ile Türkiye arasında büyük benzerlikler olduğunu fark eden Amerikalı yöneticiler bizim toplumumuz üzerinde de Hindistan’da uyguladıkları sessiz savaş formüllerini aynen uygulamışlardır. Freeman Hindistan'dan sonra Türki­ye'den ve Türkiye'deki durumdan şu şekilde söz edi­yor: (**) 1950 yılının başlangıcında ise Türkiye, Marshall Planı yardımı ile hem kendi halkını doyurabile­cek miktarda buğday yetiştirebiliyor ve hem de Avrupa'ya buğday ihraç edebiliyordu. Ancak 1957 yılına gelince, Türkiye P. L-480 mevzuatı gereğince ABD’den buğday ithal etmekle kalmayıp bu ithalat her sene artış kaydederek devam edegeldi. Türkiye ve Hindistan'daki gelişmeler, Amerikan yiyecek yardımlarının bir ülkeyi ne hale getirdiğinin en güzel örnekleridir. Bu insanların el attıkları ülke­lerde, bir avuç mutlu azınlık semirip kasalarındaki para miktarını alabildiğine artırırken, çoğunluk açlığın kucağına düşmekte ve Amerika'ya yakın kompra­dor sınıfının baskısı altında zorla Amerika'yı sevme­ye zorlanmaktadır. Amerika, kendini ve tutumunu beğenmeyenleri ve sevmeyenleri aç kalmakla tehdit ederek yola getirmeyi en iyi çare olarak bildiğinden, geri ülkenin duygusal insanı, yardım ismi altına giz­lenmiş olan iğrenç gerçekleri öğrenince Amerikan Emperyalizminin çalışma tarzını ve kendini aç bıra­kan nedenleri anlayınca; hem Amerika'dan ve hem de onun uşağı haline gelmiş ve Amerika'ya çıkarları ile bağlanmış kendi yöneticilerinden tiksinmekte, bu duygu aç ülkelerde pek çok sol gelişmeye sebep ol­maktadır. Karnı tok, işi tıkırında olan Birleşik Ame­rika'yı korkutan da budur. Açlık ve açlığı, geri ülke insanını baskı altına almak için bir silah gibi kullan­mak isteyenlerin kötü ihtirasları, kapitalist ülkeler ve yeni sömürgecilerin uygulayıcıları için tehlikeli bir hal almıştır. Bu tehlikeyi önlemek ve etkisiz ha­le getirmek kolay olmayacaktır.

43


44

Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu

Freeman Türkiye'nin 1950 yılı öncesinde buğ­day ihraç eden bir ülke olduğunu bilmekte ve söy­ lemektedir. Fakat bu ihracatın Marshall planı saye­sinde mümkün olduğunu ifade etmek bir Devlet ada­ mına yakıştırılamayacak, gerçek dışı bir davranış­tır. Türk halkı Marshall Planı'nın henüz uygulanma­ dığı tarihlerde, Kurtuluş Savaşı’ndan çıkmış olması­na rağmen de kendi gücüyle buğday ihraç edebiliyordu. Toplumda büyük yıkıntılara sebep olan Kurtuluş Savaşı’nı izleyen birkaç yıl istisna edilecek olursa, Atatürk yönetiminde ve Amerika ile alışverişi olmayan mutlu Türkiye'nin, kendi kendine yeterli olduğunu ve başka ülkelere buğday satabildiğini gö­rüyoruz. Türkiye'nin 1930 - 1937 Yılları Arasında Buğday İhracından Sağladığı Gelir (TL. olarak) Yıllar 1930

Buğday İhracından Sağladığı Gelir 557.000

1931

856.000

1932

1.558.000

1933

1.095.000

1934

4.081.000

1935

2.831.000

1936

1.927.000

1937

7.885.000

Ankara'da Buğday – Un - Ekmek İşleri, Ekonomik Ankara 1, Ankara Belediyesi, İktisat İşleri Direktörlüğü, 1968 ve Koçtürk, Osman N., İşçinin Beslenmesi ve Milli Prodüktivite, 1968 Ankara'dan alınmıştır.

O tarihlerde Türk Lirası'nın değeri hayli yüksek olduğu için buğday ihracatından sağlanan gelir, büt­çemizde önemli bir yer tutmaktaydı. Atatürk'ün ve­fatı ve İkinci Dünya Savaşı'nın başlaması ile Türki­ye, üretimde çalışan insanlarının önemli bir kısmını silah altına almaya mecbur kalmış ve durum değiş­miştir. Savaş sonrası yeni sömürgeciliğin sistemli saldırılarına mukavemet edemeyecek kadar bilinçsiz ve zayıf olan idarecilerimiz ise, önce Marshall Planı ve daha sonra P. L-480 uygulamalarını kabul ede­rek, Türk halkını açlığın ve Amerika'nın kucağına atmışlardır. Türkiye'ye gerçek açlık Amerikan Dost­luğu ile birlikte girmiştir. 1953–1962 yılları arasında Türkiye hem buğday ihraç etmiş ve hem de Amerika'­dan geniş çapta buğday ve yağ ithalatına başlamış­tır. O tarihlerde Türkiye'yi yönetenlere, Amerika'dan mahalli para karşılığı buğday satın alarak, kendi buğdaylarımızı döviz karşılığı ihraç etmek, siyasi dehalarının bir gereği olarak görünüyor ve para ba­sarak Amerika'ya ödeme yapanlar, buğday satarak sağladıkları dövizi hovardaca kullanıyorlardı. Nurlu ufuklar vaadi ile Türk milletinin alabildiğine kandırıldığı ve açlıkla Amerika'nın kucağına iteklendiği bu devir 1960 yılına kadar devam etmiş­tir. 1960 ihtilali bu devrin suçlularını mahkûm et­ miş, fakat sebep olduğu yıkıntıları tamir edememiş­tir. Bugün de henüz kendimizi kurtaramamış ve Amerika'ya lüzumundan fazla yakın bir yönetim al­tında koşulların daha kötüye gitmesine razı olmak durumuna gelmiş bulunuyoruz. Amerikalı dostlarımız bizim buna açıkgözce davranışlarımıza önce göz yumdular, Türkiye'ye Türk Lirası karşılığı sattıkları buğday ve yağ gibi üretim artıklarının karşılıklarını Merkez Bankası'na yatı­ rarak bu paralarla Türkiye'deki sermayelerini güç­lendirdiler, yerli ortakları ile müşterek hareketlere giriştiler ve adam satın aldılar. Göstermelik bazı ba­ğışlarda bulunarak, kamuoyunu yanılttılar ve bize dost


Cadı Kazanı

oldukları fikrini yerleştirmeye çalıştılar. 1950-­1960 arasında yenilen hurmalar bugün bizi tırmala­makta ve ekonomimiz yabancıların kontrolü altına girmiş bulunmaktadır, Buğdayı ithal ve ihraç eder­ken aldıkları komisyonlarla zengin olanlar, bir ağa ve komprador örgütü olarak Türkiye'de Amerika’dan yana bir yönetimin bekçiliğini yapmakta, Amerikan çıkarlarına karşı olanları suçlayarak çeşitli baskıla­ra ve iftiralara maruz bırakmaktadırlar. Freeman, Chicago'da yaptığı konuşmada bunlara hiç değinme­mekte ve sadece Türkiye'nin de bir zamanlar buğ­day ihraç ederken, tıpkı Hindistan'da olduğu gibi artan miktarda buğday ithal eden bir ülke haline gel­diğini söylemekle yetinmektedir. Bu sonuçta Türk halkının hiçbir suçu yoktur. İşi bu hale getirenler maksatlı hareket eden Amerikalı dostlarımız ile onla­ra yakın yöneticilerdir. 1950 -1960 yılları arasında bir taraftan buğday ihraç ederken, bir taraftan da P. L-480 kanalı ile Amerikan üretim artıklarını it­hal eden Türkiye'nin acıklı hatta gülünç durumu aşa­ğıdaki tabloda özetlenmiştir. 1953 – 1962 Yılları Arasında Türkiye’nin Tahıl İthal ve İhraç Durumu (Yıl/Ton olarak) Yıllar

Tahıl İthalatı

Tahıl İhracatı

1953

1000

896.000

1954

-

1.063.000

1955

389.000

266.000

1956

198.000

362.000

1957

445.000

12.000

1958

60.000

221.000

1959

6.000

664.000

1960

99.000

73.000

1961

376.000

88.000

1962

690.000

10.000

Bagana, Mehmet Ali, Mediterranea, Sayı 6, 1965 ve Koçtürk, Osman N., İşçinin Beslenmesi ve Milli Prodüktivite, 1966 Ankara'dan alınmıştır.

Bu tablo 1953 – 1962 yılları arasında, buğday ih­racatçısı bir ülkenin yavaş yavaş açlığın kucağına nasıl düşürüldüğünü açık bir şekilde göstermekte­dir. 1968 yılında Tarım Bakanı Dağdaş yönetiminde ve Amerika'nın Sonora-64 buğdayı baskısı altında bulunan Türk Tarımı, aç ve yoksul Türk halkı, çok daha güç koşullar altındadır. Bu yıl buğday verimi % 10 – 30 oranına göre eksik zuhur ettiğinden, hükü­met buğday açığını kapamak için Batı Almanya, Pa­kistan, İran gibi ülkelerden buğday talebinde bulun­muş, fakat bu taleplerine olumlu bir karşılık alama­mıştır. Olayın müsebbibi olan Birleşik Amerika ise, Tür­kiye’ye peşin para ve dolar ödenecek olursa buğday satabileceğini bildirmiştir. Zaten amaç da buydu. İn­sanları aç bırakarak, Amerikan sultasına sokmak ve onlardan dolar isteyerek baskıyı artırmak, Amerika'nın yalnız Türkiye'de değil bütün geri ülkelerde uy­guladığı bir metottur. İnsan sevgisinden yoksun olan maddeci Amerikan yöneticileri başka ülkeler insanlarını, insan olarak kabul etmemekte ve on­ları bir koyun gibi güdüp, çalıştırarak yarattıkları değere ortak olmak istemektedirler. Buna razı olma­yan ülkelerin sonuçları ise bellidir. Hindistan ve Türkiye'de olup bitenler, yavaş yavaş bu ülkelerden diğer ülkelere sıçrayacak olan huzursuzluk ve ka­rışıklıklar hep Amerika'nın planlı uygulamaları ile gerçekleştirilmiş, tabanında açlık korkusu yatan sos­yal gelişmelerdir.

45


46

Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu

Artık Dünya'nın hiçbir ülkesinde sevilmeyen, Çirkin Amerikalı şimdi de kendisini açlık korkusu­na kaptırmış bulunuyor. Bu sevgisizlik ve karşı oluş, milyonların Amerika'ya duyduğu nefret, Amerikan yöneticilerini korkutmaktadır. İşte Freeman'ı Chicago'nun Sheraton-Blackstone otelinde, mükem­mel bir öğle yemeği yedikten sonra açlıktan bahset­meye ve bir konuşma yapmaya zorlayan sebep bu­dur. Bu konuşmanın Türkçeye tercüme edilerek, kendilerine yakın bir Türk tarafından Tarım Bakan­lığı memurlarının masalarına dağıtılması ise, Türki­ye'deki aydını, Chicago'da yapılan bir konuşmayla aldatmak ve uyutmak amacına yönelmiştir. Fakat Türkiye'nin uyanık güçleri, bu konuşmanın altında yatan korkuyu ve ustaca taktiği sezecek kadar bilinç­lenmişlerdir. Bir zamanlar bağımsızlığın ve insan haklarının savunucusu olarak tanıdığımız Amerika'­nın Vietnam'daki uygulamaları ile Rusya'nın Çekos­lovakya'da giriştiği eylem Türk milliyetçilerini uyar­mıştır. Artık bütün insanlar, lokmalarının kimler ta­rafından çalındığını iyi biliyorlar. Freeman konuş­masını şöylece sürdürüyor: (**) Şurası muhakkak ki biz Amerikalılar aç ülkeleri doyuruyor, ancak bu ülkelerin kendi kendilerini doyuracak hale gelmelerine pek büyük bir yar­dımda bulunmuyorduk. Şunu da keşfetmiş olduk ki, 100 ü aşkın memlekette milyonlarca insanı layıkıyla doyurmak suretiyle, ızdıraplarını azaltmış olmakla beraber, Dünya gıda problemine henüz bir çözüm yolu bulmuş değildik. Temel amiller gitgide serahat kespettikçe şunu anladık ki çözüm yolları ancak aç ülkelerin ken­disinde bulunabilecekti. Bu ülkelerin kendi tarımları, kendi ekonomileri kendi açığını kapatacak olan kilit mevkiinde idiler. Açlığa karşı açılan savaşın meydana çıkardığı ha­kikat şudur ki: Açlık kendi kendine çözümlenebi­lecek bir problem değildir. Daha ziyade fakirliğin belirtilerinden biridir. Açlığı ortadan kaldırmak istiyorsak, önce fakirliğin giderilmesi için çareler bulmak lazımdır. Dava meydandaydı: Mümkün olan yerlerde aç insanlığı doyurmak, fakat aynı zamanda bu insanları iktisadi merdivenin basamakları üzerinde tırmanmaya alıştırmak. Hemen hemen her tarafta, ekonomik kalkınma temel amilinin tarımcılığı ilerletmek olduğunu görüyorduk. Zirai kalkınma tahakkuk etmedikçe, milli ekonomide önemli bir ilerleme yaratmak imkânsızlaşıyordu. Her ne kadar böyle bir kesin ifadede bulunmak, biraz «Dogmatik» bir davranış gibi gözükebilirse de, eldeki kayıtları; 1950’lerde ve 1960’larda dene­diğimiz endüstrileşmeye yöneltilen projelerin iyi sonuçlar vermediğini göstermektedir. Yeni tesisler, yeni çelik fabrikaları dramatik bir görünüşe sa­hip olmakla beraber; sadece geçimi temin için ya­pılan bir tarımcılık, şayet endüstriyi gelişmesi için lüzumlu işgücü, kapital ve pazarlardan mahrum ediyorsa, bu tesisler bir milleti pek başarılı bir sonuca götürmeyecektir. ABD Tarım Bakanı Freeman'ın bu söyledikle­rini Türkiye'de rahatça söylemek mümkün değildir. Amerika'nın bize besin yardımları yaparken tarımımızı baltalamış olduğunu iddia etmek, Bolşeviklikle suçlanmak için bir sebep olabilir. Fakat Tarım Baka­nı Freeman, bunu bizzat söylemekte ve Amerika'nın üretim artıklan için pazar olarak kullandığı ülke­lerin, kendi tarımlarını kalkındırmadıkça, Amerikan sermayesi ile ortaklıklar kurarak gerçekleştirilmiş montaj endüstrisinin bir milli ekonomiyi canlandı­ ramayacağı ifade edilmektedir.


Cadı Kazanı

Çıkarcı bir toplum olan Amerika, bu gerçeği da­ha önce göremiyor ve görenlerin bunu açıkça ifade etmelerine de pek müsaade etmiyordu. Çünkü o tarihlerde geri ülkelerde ucuz olan insan gücünü ve doğal kaynakları kullanarak endüstriler kurmak ve milyonlarca insanı üretim artıkları ile besleyerek Amerika’nın çıkarı ve savunması için köle gibi kullan­mak gerekiyordu. Bu eylemin heyecanı içinde bulu­nan Amerikalı yöneticiler, Freeman'ın açıkladığı ger­çekleri çok geç görebildiler. Bu esnada açlık bütün Dünya'yı sardı. Bize kalırsa teknikte ve yeni sömürgeciliğin bi­limsel kurallarını uygulamada hayli usta oldukları bilinen Amerikalı dostlarımız, üretim artıklarını ge­ri ülkelere gönderip, bu ülkelerin mahalli üretim olanağını baltalarken ne yaptıklarını iyi biliyorlardı. Ekonomik baskı gücüne dayalı Amerikan em­peryalizmini kurmak ve Dünya'yı bir merkezden ida­re edebilmek için böyle hareket etmek, bu yoldan kapitalist düzeni korumak gerekiyordu. Bundan dolayı Amerikan hükümetlerinin tutu­mu Dünya'nın her tarafında, sermayeyi elinde tutan gruplar tarafından tasvip gördü ve sermaye sahip­leri Amerikan projelerinin tam olarak uygulanması için kendi toplumlarının işçilerine, köylülerine ve fa­kir halk tabakalarına yer yer ihanet ettiler. Bugün bi­le birçok geri ülkede bu Amerikan taraftarı kadro­lar iş başında ve aç çoğunluğa eziyet ederek, onların açlık, cehalet ve yoksulluk içinde kıvranmalarına se­bep olan gruplar halinde çalışmaktadırlar. Marshall Planı ve P. L-480 kanunu gereğince yapılan yardımların altında yatan dalavere geri ülkelerde zamanla anlaşılmış ve Amerikalılar ile Amerikalılar’ın geri ül­kelerdeki ortaklarının asıl amaçları 1960 yılından sonra Dünya'nın her tarafından öğrenilmiştir. Eme­ğinin, gücünün ve sahip oldukları kaynakların; Dün­ya'nın jandarması, sermayenin bekçisi ve uygarlığın savunucusu rolü oynamakta olan Amerikanın çalış­ma usulü ve asıl amaçları anlaşıldıktan sonra Dünya emekçileri ve aç milyonlar, ellerinde ölmeye razı ol­maktan başka hiçbir silah bulunmaksızın mevcut düzeni değiştirmeye yönelen eylemlere giriştiler. Aç insanların kızgın bakışları altında ezilen Amerikalılar ile ortakları, bundan dolayı kullanılan usullerle tak­tiğin değiştirilmesi gerektiğine inandılar. Yeni ma­salların uydurulması ve sömürülen toplumların baş­ka yöntemler içinde sömürülmesi gerekiyordu. Free­man bunu şöyle anlatıyor: (**) Bu dersi aldıktan (şurası muhakkak ki, açlık savaşı bizler için devamlı bir öğrenim ameliyesi ol­muştur) ve hakiki bir kalkınmanın esasını zirai kalkınma teşkil ettiğini kavradıktan sonra, Millet­lerarası Kalkınma Teşkilatında ve P. L. 480 numaralı mevzuat ile güdülen gayelerde yeni bir ayarlama yaptık. Bundan böyle «Barış İçin Gıda Prog­ramı»nın temelini, kendi kedine yardım (Self Help) teşkil edecekti. Yukarıda da açıklandığı gibi, P. L-480 kanalı ile yapılan yiyecek satışlarının «Barış İçin Gıda Programı» ismi altında başka toplumlara empoze edilme­ye devam edilmesi, P. L. 480 yardımları ile sürdürü­len oyunların geri ülke aydınları tarafından anlaşıl­mış olmasına bağlıdır. Aslında açlığın, yoksulluğun, savaşın ve cehaletin tahrikçisi ve pompalayıcısı olan Birleşik Amerika, bundan sonra bir barış havarisi gibi görünmek istemekte ve açlıktan dizleri titreyen insanları kendi kendilerine (aslında Amerika'ya) yardım etmek için işe koşmanın ve onların yarata­cakları değerlerden aslan payı almanın peşinden koşmaktadır. Marshall Planı ve P. L-480 yardımları ile bağım­sızlıkları baltalanmış ve Amerika'nın ekonomik sö­mürgeleri haline getirilmiş olan geri ve aç topluluk­lar, ileri ve tok Amerika'nın böylesine kötü niyetli olabileceğini tahmin etmemişler ve fırıldağın ne tarafa döndüğünü uzun süre anlayamamışlardı.

47


48

Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu

Fakat bu defa «Barış İçin Gıda Yardımı Prog­ramı» ismi altında, gene Amerikan çıkarlarını ayak­ta tutmak için geliştirilen programlar artık eskisi kadar muvaffak olamamakta ve birçok toplum aç kalmayı da göze alarak ve Ne Şam'ın şekeri ne Arap'ın yüzü diyerek Amerika'yı ve Amerika yönünden gelen her çeşit yardımı protesto etmektedir. Bunu yapamayan toplumlar, yönetimde kendilerini temsil etmeyen, Amerika’dan yana kadroları demokratik usullerle tasfiye edememiş ve bu çabaya yeni girmiş ülkelerin kasten cahil bırakılmış büyük çoğunluğu ile, çıkarları üzerinden Amerika'ya bağlanmış rahat düşkünü aydınlarını uyarmak ve açlığın yiyecek yar­dımları ile geliştirildiğine çoğunluğu inandırarak, Amerika’dan yana politikacıları demokratik usullerle yönetimden uzaklaştırmak hayli güç olmaktadır. Geri toplumların uyanmaları ve gerçeği görmeye baş­lamalarının kendileri için tehlikeli olabileceğini bi­len Amerikalılar ile onların geri ülkelerdeki komp­rador kadroları, bundan dolayı cehalet ve irticanın teşvikçiliğini yapmakta, eğitimi yozlaştırmayı, işçi ve gençlik kuruluşlarını sağ ve sol çatışma içine so­karak çatıştırmayı, kamuoyunu bunlarla meşgul ede­rek, gerçekleri gizlemeyi kendilerine görev bilmişler­dir. İşte Freeman'ın Chicago'da yaptığı konuşma, bu­nun için Türkçe’ye tercüme edilerek Tarım Bakanlığı’ndaki memurların masalarına dağıtılmakta ve yurt aydınlarının afyonlanarak uyumaya devam et­meleri bundan dolayı istenmektedir. Aç ülkeler ken­di kendilerine yardım edip kalkınmak için, insanla­rını gündüzden başka geceleri de çalıştırsalar, artık kalkınamaz ve karınlarını doyuramazlar. Son barış gönüllüsü, bakanlıklara yerleştirilmiş Amerikalı uz­man, bu ülkelerde üslenmiş Amerikan askeri o ülke­yi terk edip, kendi toprağına dönmedikçe açlıktan kurtulmaya imkan yoktur. Bunu pek çok geri ülke aydını artık bilmekte, fakat bildiklerini başkalarına öğretmemeleri için çetin tedbirler alınmaktadır. Tür­kiye’de ele geçen ve Senato'da açıklanan Tunçkanat listesinde bu fırıldağın dönüş şeklini sezen bazı ay­dınların isimleri vardır. Bu listede ismi olmayan ve Türkiye'yi savunmak, halkımızı açlıktan kurtarmak isteyen bir sıra aydın da komünistlik ve bolşeviklik­le suçlanarak, halkını uyarma olanağı elinden alınmak istenmiştir. Çok yanlış çalışma projeleri uygulayan Ameri­ka, aç bırakarak, kısırlaştırarak Dünya yüzünden silmeye çalıştığı ülkelerde, barışın koruyucusu ve iyi yürekli dost ülke pozisyonunu muhafaza edebilmek için akla gelen her baskıyı denemekte ve gerekirse maddi fedakârlıkları göze almaktadır. Dünya açlığının müsebbibi olduğu kendi Tarım Bakanı'nın dolaylı açıklamaları ile gayet iyi anlaşıl­ masına rağmen, bayatlamış yavan süttozlarının ma­sum ilkokul öğrencilerine, bozuk konserveleri aç­ lıktan imanı gevremiş işçilere, sağlık için zararlı mar­garinleri fakir halk tabakalarına yedirerek ve bir zeytin yedirip gerisinden bir varil zeytinyağı çıkar­maya çalışmak suretiyle durumunu muhafaza ede­ bileceğini zanneden Amerikalı yöneticiler gerçekte çok yanılmaktadırlar. Çünkü çekirgeler üç defa sıçrayamazlar. Artık Amerika'nın ne ve Amerikalı’nın kim olduğunu, ortakları ve çıkarcıları istisna edilecek olursa herkes bilmekte; birbirine anlatmaktadır. Açlığa kar­şı açılan Dünya savaşının baş komutanı gibi görün­ meye çalışan Amerikalı bilim ve idare adamları as­lında bu açlığın yaratıcısı ve bekçisidirler. İsmi ister Marshall Planı, ister P. L-480 Yardım Programı, is­terse Barış İçin Gıda Programı olsun, Amerika'dan gelen yiyeceğin kime yaradığı bilinmektedir. Bundan dolayı Türkiye'de ilkokul çocuklarına verilen yavan süt tozuna karşı velilerden başlayıp öğretmen kuru­luşlarına kadar gelişen bir tepki, bir iğrenme duygusu hâkimdir. Bakanlığın baskıları aldatmacanın sürdürülmesi için yeterli olamıyor. 1967–1968 ders yılında, Ege'de yüzlerce çocuğun zehirlenmesine ve hastanelere kaldırılmalarına se­bep olan süt tozu zehirlenmeleri, kamuoyunu Ame­rikan kilise teşkilatı olarak tanımlanan CARE teş­


Cadı Kazanı

kilatından soğutmuş, hükümet okullarda yavan süt­tozu dağıtımını durdurmak zorunda kalmıştı. Daha sonra Bayındır ilçesinde, aynı kuruluşun verdiği un­ların kurt kaynadığı tespit edildi. Gazeteler bunları birer birer yazarak halka duyurdular. Daha önce iş­çilerin de, Amerika'nın Dünya Sağlık Teşkilatı ara­cılığı ile Türkiye'ye verdiği konservelerden zehirlen­miş olması, bu ülkenin parlak isimler altında (Barış İçin Gıda Programı, Marshall Planı, P. L-480 yardım­ları) işe yaramaz hale gelmiş ve halkına yediremedi­ği, bayat gıda stoklarını geri ülkeler insanına yedir­diği, yedirdikten sonra da «Ben Sana Yardım Ediyo­rum» havası yaratarak böbürlendiğini, bu yiyecekle­ri Amerikan gemilerine taşıtarak, ticaret filosuna pa­ra kazandırdığı ve temin ettiği mahalli para ile geri ülkenin iç işlerini karıştırdığı kanısını iyice kuvvet­lendirdi. Geri ülkelerdeki uyanış (bizdeki öğretmen kuruluşlarının uyanıp, yavan süt tozuna karşı koy­maları gibi) geri ülkelerin yıllarca fark edemedikleri yalanın daha da sürdürülemeyeceğini gösteriyordu. İşte «Barış İçin Gıda Yardımı» programı bu ihtiyaç­tan doğdu. Amerika yöneticileri sağda solda, açlığın savaşlara yol açtığını ve Dünya barışını tehdit etme­ye başladığını söylediler. 1963 yılında Washington'­da tertiplenen ve bizim de davet edilerek katıldığı­mız, «Dünya Gıda Kongresi»nde bu slogan iyice iş­lendi, geri ülke delegelerinin beyni yıkandı, ileri ül­kelerden gelen delegelere de kapitalizmi ve yeni sö­mürgeciliği korumak ve sürdürmek için yeni yöntem­ler öğretildi. Amerika artık geri ülkelere direkt yi­yecek yardımları yapmayacak veya bu yardımları azaltacaktı. Bu yardımlar yerine geri ülkelere, gübre, tarım ilacı, tarım araç ve gereçleri satmak ve geri toplumlarda insan gücünü de hizmete sokarak, yara­tılan değerleri dolar olarak kapitalist ülkelere aktar­mak daha uygun düşecekti. Bu takdirde, tiksinildiği için geri ülkelere sokulmayan gıda maddeleri yeri­ne bunların ilkel maddeleri (gübre, ilaç, tarım araç­ları) sokulacak ve bu ülke insanı kendi ürününle besleniyorum zannederken, emeğinin karşılığını ken­di almaksızın Amerika'ya veya diğer kapitalist ülke­lere ödeyecekti. Nüfus artmış ve açlık çok yaygın bir hal almış olduğundan, Amerika, Kanada ve İn­giltere'nin üretim artıkları için dolar ödeyecek müş­teri bulmak zor olmayacak, aç kalanlar denize düş­müş insanların yılana sarıldığı gibi Amerika'nın üre­tim artıklarına sarılacaklar ve bunları bozuk olsa da, yemeye razı olacaklardı. Amerikan üretim artıklarını satın almamakta siyasi nedenlerle inat ve ısrar gös­terenleri aldatmak, örneğin bu üretim artıklarını Amerika'nın etkisi altında bir Avrupa ülkesine ihraç ettikten sonra, bu ülkeden geri ülkeye aktarmak ve aracılık yapan ülkenin aracılarına komisyon ödemek de mümkün oluyordu. Geri ülkede biriken Amerikan sermayesi, Amerika'ya yakın sermayedarların parala­rı ile birleştirilerek, tarım ilaçlan tesisleri, gübre tesisleri, traktör fabrikaları kurulabilir ve bunlar bir montaj müessesesi olarak çalıştırılıp, üreticiler bir de bu yoldan soyulabilirlerdi. Freeman bu yeni görüşü Chicago söylevinde, üstü kapalı olarak şöy­lece anlatıyor. (**) Gitgide, deniz aşırı gıda ve teknik asistan programlarımızı, zirai üretimi köstekleyen dahili me­selelerin çözümü üzerine bina ederek, yardım gö­ren ülkelerden, kendi tarım sektörlerini kuvvet­lendirmek istikametinde hakiki bir çaba sarf etmelerini takip etmeye başladık. Mamafih ağırlık noktasının değiştirilmesi, karşılaştığı davayı otomatik olarak halletmekten uzak kaldı. İktisaden gelişmekte olan birçok memleketlerin Maliye Bakanları, gönüllerini sanayileşme hareketine kaptırmış bulunuyorlar, Tarım Bakanları ise, bütçeden en az faydalanan unsurlar haline getirilmiş bulunuyorlardı. Pek az memlekette kamuoyu, zirai kalkınma hareketini desteklemekteydi. Böylece mücadelemiz devam etti durdu. ABD Tarım Bakanlığı mensupları olan bizler, «Tarih bir tekerrürden ibarettir» ibaresini sık sık kullanarak şu hususu sık sık tekrarlamak zorunluluğunda kaldık: Şayet «Açlığa Karşı Savaş Kampanyası»nı Amerika ilânihaye kendi başına yürüt­mek durumunda kalacak olursa, bir gün gelip bizim kaynaklarımız da tüke-

49


50

Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu

necek ve Dünya ülke­leri kitle halinde kıtlık durumuyla karşı karşıya kalacaklardı. Durumun bu şekilde tecelli etmemesini sağlamak bizim elimizdeydi. Bu sebeple davamıza, gelişmiş memleketlerden ne kadar çoğu­nun katkıda bulunmasını sağlayabilirsek, o kadarını temine çalışarak, ayrıca gelişme halinde olan ülkeleri de tarım kesiminde kendi kendilerine ayakta durabilmenin kalkınmanın ilk basamağını teşkil ettiği ve gelecekte açlığı önlemenin yegâne çaresi olduğuna inandırmağa çalıştık. Kanaatimce, Dünya memleketlerinin dikkatini, Dünya gıda problemi üzerine ve Açlık Savaşı’nın ne şekilde kazanılabileceği hususi üzerine celbetmeyi başarabildik. Yardım gören ülkelerin Tarımsal Kalkınmaya atfettikleri bu yeni önem, Amerikan Kongresi «Kendi Kendine Yardım» kıstaslarını 1966 yılı «Barış İçin Gıda Mevzuatı» kapsamı­na dâhil ettiği zaman, Amerika'da inikâsını bulmuş oldu. Hâlihazırda Amerika deniz aşırı memleketlere yapacağı zirai malzeme yardımlarını, ancak bu gibi memleketler hükümetleriyle açlığı bertaraf ede­cek ve iktisadi kalkınmayı teşvik edecek nitelikte Tarım Programları uygulayacaklarına mütedair anlaşmalar akdettikten sonra yapmaktadır. Bunun neticesi olarak, bugün Asya memleketlerinden ço­ğunun hükümetleri, tarımsal kalkınma programları uygulamayı kesinlikle taahhüt etmiş bulunu­yorlar. Bu Devletler, prioriteyi haiz tarımsal ihtiyaçlarını ivedilikle karşılamayı, sulama imkanlarını ve zirai kredi miktarını artırmayı, çiftçiler için köy yolları inşa etmeyi ve ürün fiyatlarını ye­terli oranda desteklemeyi kati surette kabul et­miş bulunuyorlar. Bahis konusu hükümetler, enin­de sonunda fiyatlandırma politikasının önemini anlamış bulunuyorlar. Ürün fiyatları öyle bir faktördür ki, bu faktör nazarı itibara alınmazsa, ne kimyevi gübrenin, ne sulamanın ve ne de çiftlikten pazara kadar uzanan yolların herhangi bir faydası olacağı tahmin edilemez. Dünya çiftçileri arasında okuma yazma bilmeyenlere çok rastladım, ama saymak bilmeyenini hiç görmedim. Herhangi bir çiftçi, şayet ürettiği mahsulü değer fiyatına satamaz ve karını artıracak olan yeni tekniklere yatırım yapamaz durumda kalırsa, tabiatıyla bu gibi yatırımları yapamayacaktır. Hem ne­den yapsın? Bu kaide Dünya'nın diğer taraflarında ne kadar varitse, Amerika'da dahi aynı oranda va­rittir. Bugün Asya'da zirai ürün fiyatları gelişme göstermiştir. Bu durum, kısmen gıda maddeleri noksanlığının tabii bir neticesi olarak, kısmen de - çiftlik ürünleri randımanını düşük seviyede tu­tan - ucuz fiyat politikasının birçok memleketler­ce ardı ardına terkedilmiş olması sonucunda hâsıl olmuştur. Fiyatlandırma sisteminin tadil edilmiş olması; ta­rımın bir memleketin iktisadi kalkınmasında oyna­dığı hayati rolün tanınmış olması; açlık savaşının kazanılacağına dair vaitkar işaretlerdendir. Fa­kat son senelerde bir zafer daha kazanılmıştır ki, bu zafer ümitlerimizi realite haline getirebilir. O da şudur: Buğday, Pirinç, Mısır ve Sorgum gibi ürünlerin yüksek verimli çeşitlerinin geliştirilme­sini mümkün kılan yeni teknoloji - ki bu tekno­loji tropikal tarımcılıkta hakiki bir zafer - teşkil etmektedir. Meksika'da Rockfeller Vakfının yar­dımıyla geliştirilen yüksek verimli buğday çeşitleri; Asya kitlesinin kuzey kısmında Türkiye'yi de kapsayan, güney kısmında ise bütün Hindistan'ı kapsayan bir alan dâhilinde yüksek bir adaptas­yon kabiliyeti göstermişlerdir. Bu çeşitlerin şim­di Güney Afrika'da da kültivasyonuna geçilmiştir. İşte yeni oyun bu noktada aydınlığa çıkmakta­dır. Daha önce de anlatmaya çalıştığımız gibi, önce Amerikan üretim artıkları satılarak, mahalli üretim olanağı törpülenmiş ve açlığın kucağına düşürülmüş


Cadı Kazanı

olan ülkelerde, şimdi de kapitalist ülkelerin ürettiği gübre, tarım ilaçları, tohumluk ve tarım araçları sa­tılacak ve bunların karşılığı ödenecektir. Ödenecek olan karşılığın yüksek olması için bu ürünlerin alım fiyatlarının yüksek olması ve hükümetler tarafından desteklenmesi gereklidir. Buna karşılık halk tarlada çalışacak ve geri ülkenin toprağı değerlendirilecek, gelirin önemli bir kısmı ise, başta Amerika olmak üzere diğer kapitalist ülkelere aktarılacaktır. Bu oyun Türkiye'de de Sonora-64 buğdayı üzerinden sah­neye konmuş bulunuyor. Bir fiyasko ile son bulan Sonora-64 projesi Türk halkının başına daha çok işler açacaktır. Çünkü bu buğdayın yetiştirilmesi için, ülkenin en verimli bölgeleri olarak tanımlanan ve genellikle pa­muk tarımına tahsis edilen Çukurova ve Ege toprak­larının, Sonora buğdayına tahsis edilmesi,. Amerika ve diğer ülkelerden geniş çapta tohumluk buğday, gübre ve tarım ilacı ile özel araç ve gereçlerin itha­li gerekmektedir. Bunlar için yapılacak masraf ve yabancı ülkelere ödenecek döviz hesap edilir de, tah­sis edilen toprakların pamuğa tahsisi halinde sağla­nacak gelirle mukayese edilecek olursa, Sonora eki­minin bizden çok Amerika'ya çıkar sağlayacağı ko­layca görülebilmektedir. Amerika, bu sayede Dünya pazarlarında kendi pamuğu ile rekabet etme olanağına kavuşmuş olan Türk pamuğunu pazardan çıkaracak ve pamukçuluk­ta daha özgür hareket edebilecektir. Hükümetleri Sonora buğdayı için ayrı ve üstün bir fiyat politi­kası uygulamaya, kredi oyunları ile halkı Sonora ek­ meye zorlayan Amerikalı dostlarımızın Türkiye'de çok tahıla dayalı olumsuz bir beslenme ortamı yara­ tarak açlığa daha etkin bir hale getirme amacı güt­tüklerini iddia etmek mümkündür. Esasen bu ülke ile olan ilişkilerimizi yalnız yiyecek maddeleri üzerin­den değerlendirmek yanlış olur. Bir taraftan da Rockfeller fonları yardımıyla Türk analarını kısırlaştırarak, doğum kontrolü uygulamalarını teşvik eden, bunun için Türkiye'de teşkilat kurulmasına yardımcı olan Amerika'nın gerçekten dostça hareket edip et­mediği artık şüpheyle izlenmekte ve geniş kitleler bu dostluğa inanmamaktadırlar. Çıkan olmadığı tak­dirde, başka bir ülkeye bir buğday tanesi bile ver­meyeceği iyi bilinen bir toplumun, parlak isimler ve sloganlarla yürütmeye çalıştığı çıkar projeleri, Dün­ya'nın her tarafında fiyasko ile son bulmakta ve bu projelerin uygulandığı ülkeler, kısa süre sonra açlı­ğın kucağına düşmekte veya iç karışıklıklar, çatış­ malar ve mutsuzluklara maruz kalmaktadırlar. Yeni sömürgeciliğin en güçlü temsilcisi olan Amerika, sömürdüğü ülkelere kendi uzmanlarını, barış gönüllülerini, yardım misyonlarını sokarak, hü­kümetleri amacına hizmet edecek kişilere kurdur­ makta ve bu suretle o ülkelerin bağımsızlığını yok ederek, uzaktan idare edilen bir sömürge haline ge­ tirmektedir. Silah korkusu yerine, aç kalma korku­sunu yerleştirerek verilen bu savaşta, bir avuç in­san, milyonlarca aç insanı baskı altına almakta ve amaçları içinde çalıştırabilmektedir. Amerika yardım ettiği ve yatırım yaptığı her ül­kede, sermayesinin bekçiliğini yapmak üzere, sivil veya asker bekçiler bulundurur. Bu maksatla uzman­lar bu ülkelerin planlama dairelerine, askeri şahıs­ lar genelkurmaylarına yerleştirilirler, bir taraftan da eğitim kuruluşları Amerikan çıkarlarını uyarlı bir tertip ve tutum içine sokulur. Önümüzdeki yıllarda uzmanlar, askerler ve barış gönüllülerinden deği­şik vasıfta Amerikalı personelin geri ülkelere akın ederek burunlarını tarımsal çalışmalara soktukları­na şahit olacağız. Freeman, Schicago konuşmasında bu haberi şöylece veriyor: (**) İşte bu sebeplerden dolayıdır ki, önümüzdeki günlerde yayınlanacak olan “World Without Hunger” Açlığın Yeri Olmayan Dünya adlı kitabımda, şöyle bir teklif yapıyorum. ABD'nin 10 sene müddetle, her yıl milli gelirin % 1.5 (yüzde bir buçuğunu) tahsis etmesi; bu program altında başlıca önemin teknik yardım ve gıda maddeleri üre­timine atfedilmesi; bu programa bağlı özel

51


52

Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu

bir proje altında da seçkin bir gençler gurubunun profesyonel ziraatçı olarak eğitim görerek gelişme halinde olan memleketlerde istihdam edilmeleri... Ben şuna kaniyim ki, yerine göre para sarfiyatı, etkili icraat ve kanunların harfiyen yerine getirilmesi ancak kendilerini görevlerine adamış, eğitim görmüş insanlar tarafından layıkıyla yapılabilir. ABD Freeman bu açıklamasında ve kanaatinde tamamen haklıdır. Çünkü geri ülkelere açlıkla sa­vaş amacıyla gelmiş gibi görünerek, o ülkelerde Ame­rika çıkarlarını korumak ve harcanarak her kuruşun Amerika’nın çıkarlarını sağlanmasını sağlayacak şe­kilde kullanmak, içi başka, dış görüntüsü başka bir insan olarak yaşamak özel bir eğitimi gerektirmekte­dir. Nitekim barış gönüllüleri de geri ülkelere gön­ derilmeden önce böyle bir eğitime tabi tutulmakta ve dış görüntüleri ile bir barış gönüllüsü gibi hareket ederken casusluk yapmayı bu sayede başarabilmekte­dirler. Uzmanların durumları da aynıdır. Bu defa ülkelere genç Amerikalılar arasından seçilerek yollanacak profesyonel ziraatçılar da ben­ zer görevler yapacak ve geri ülkenin masum insa­nını daha sıkıntılı bir yaşantıya ve açlığın kucağına iteklemek için ne gerekiyorsa onu yaparken, Ameri­kalı sermayedarların çıkarlarını korumaya özellik­le dikkat edeceklerdir. Geri ülkelerin Amerika'ya kar­şı aydınları, bu oyunları artık iyi öğrendiklerinden, barış gönüllüleri gibi, profesyonel ziraat teknisyen­lerini de izlemekte ve gerçek kişilikleri ile kamuoyuna tanıtmakta elbette gecikmeyecekler ve «Barış İçin Gıda Programı» bir süre sonra Marshall Planı veya P. L. 480 Programları gibi iflas edecektir. Geri ülkeler artık, sürdürülen sömürü oyununun isminin değil, bozuk düzenin değiştirilmesini ve hiç değilse karınlarının doymasını istemektedirler. Eski Hin­ distan Cumhurbaşkanı'nın dediği gibi, bu insanlar ellerinde açlıktan ölmeye razı olmaktan başka hiçbir silah bulunmaksızın direnmeye ve emperyalizme hangi yönden gelirse gelsin karşı koymaya kararlı­ dırlar. Amerikan emperyalizmine karşı Vietnam ve Rus emperyalizmine karşı Çekoslovakya'da şahidi olduğumuz direnme, sömürülen ülkeler için ilham kaynağı olmakta ve bu düşünce her geçen gün biraz daha güç kazanmaktadır. Dünya'nın jandarması ha­line gelmiş olan Amerika'nın uzak denizlerde filo­lar gezdirerek insanları sindirmesi ve yapacakları çocuk sayısından, yiyecekleri besine kadar her işlerine karışması, bunları yaparken de Amerikan çıkar­larını ön plana alarak yoksul toplumları alabildiğine sömürmesi, ayrıntıları ile anlaşılmış bir oyun ha­line gelmiştir. Freeman söylevine şöyle devam edi­yor: (**) Kendini açlık savaşına adamış ve bu iş için mücehhez bir gençlik: Dünya gıda maddeleri üretim oranını artırma davasına pek büyük bir katkıda bulunabilir. Dolayısıyla - en azından iki sene müddetle deniz aşırı memleketlerin zirai kalkınma hamlelerine yardım etmek amacıyla - kalifiye Ame­rikalı gönüllü gençlerin bu yolda eğitimini ABD hükümetinin finanse etmesini teklif ediyorum. Freeman bu teklifinde yerden göğe kadar haklı­dır ve teklif yerindedir. Çünkü Amerika'nın çıkarlarını korumak için denizaşırı ülkelerde savaşan Ameri­kan askerlerini de Amerikan hükümeti eğitmekte ve bu eğitimin masraflarını karşılamaktadır. Bu defa genç insanlar gizli cereyan edecek bir sessiz savaşın (Osman Koçtürk'ün Sessiz Savaş isimli kitabına ba­kınız) amaçlarına göre eğitilecek ve denizaşırı ülke­ lerin masum insanlarını silahlı değil açlıktan öldür­mek üzere, en az iki yıl süre ile vazifelendirilecekler­ dir. Bu insanlar üniforma giymeyecek, askerler gibi hoyrat hareket etmeyecek, kendilerini açlığın yok ­edilmesine adamış idealist kişiler gibi takdim ede­rek, çıkar projelerinin küçük üniteleri olarak görev yapacaklardır. Bu zor görevi başarabilmek için, kla­sik savaşta vazife gören askerlere nazaran daha kök­ lü ve daha ayrıntılı bir eğitime ihtiyaç vardır. Amerikan hükümeti, sermayesinin bekçiliğini yapacak ve uzak ülkelerde Amerikanın çıkarlarını koruyacak olan bu genç militanların eğitimi için gereken fedakârlığı elbette yapacaktır.


Cadı Kazanı

Chicago'da, lüks bir otelin yemek salonunda ya­pılan ve daha sonra da Türkiye'de olduğu gibi, bütün geri ülkelerde tercüme edilerek Tarım Bakan­lığı memurlarının masalarına bırakılan maksatlı söy­lev metninde yoksul ve aç ülkeleri daha da yoksul­laştıracak olan bu yeni proje için Amerikan hükü­met ve sermaye çevrelerinin yapacakları fedakârlıklar işaret edilmiştir. (**) Bu davanın tahakkukuna çalışırken ilk hedefimiz şu olmalıdır. Özel sektör ve resmi sektör kaynak­ları dahil, milli gelirimizin % l'inin bu projeye akıtılması. Bu finansman oranı, bugünkü yardım oranına kıyasla yılda 2 milyar dolarlık bir artışı ifade eder. Bu ilk hedef tahakkuk eder etmez, yar­dım alan ülkelerin kendi kendine kalkınmalarını destekleyecek nitelikteki planlar hazırlanır hazır­lanmaz bu finansman oranları % 1'i resmi sektör kaynaklarından % 0.5’i (yardımı) da özel kaynak­lardan gelmek üzere - % 1.5 oranına yükseltilmelidir. Fikrime önümüzdeki yıllar zarfında insanlığın kaderinin, gelişmiş memleketlerdeki özel te­şebbüslerin Dünya'nın gelişme halindeki bölgele­rine yapacakları yardımlarla orantılı olarak tayin edildiği ifade etmek, mübalaalı bir ifade değildir. Açlığı Yenme Kampanyasında ticaret ve endüstrimizin oynayacakları ehemmiyetli rolün üze­rinde ne kadar durulsa azdır. Yukarıda da söylediğim gibi, artık kapı ardına ka­dar açılmıştır ve neler yapabileceğimizi göstermiş bulunuyoruz. Günün kalkınma lojistiği, binlerce kimyevi gübre ve mücadele ilacı fabrikalarının depolama yerlerinin, ürün işleme tesislerinin, sü­permarketlerin kurulmasını ve özel bir tasarruf altında bulundurulmasını mecburiyet haline getir­miştir. Özel endüstrimiz, portresi bu kadar geniş olan bir projeyi tatbik sahasına koyabilmek için gerekli teknik ve idari kabiliyetlerle mücehhez bulunuyor. Ancak, özel endüstrinin yöneticileri kendilerine şu soruyu sorabilirler: «Şirketlerimizin esaslı bir siyaset değişikliği yaparak, kaynak­larımızın önemli bir kısmını fakir ülkelerin kal­kınmasına tahsis etmek ne dereceye kadar karlı olur.» Görüldüğü gibi ABD Tarım Bakanı özel kesi­mi açlıkla mücadeleye davet ederken gene kardan söz etmektedir. Çünkü özel kesim ve özel kesimin baskın olduğu Birleşik Amerika, çıkarı olmadan hiç bir işe el atmaz. Dünya'nın başka ülkelerinde insan­ların açlıktan ölmeleri Amerikan sermaye çevreleri­ni gerçekten etkilemez. Hatta gerekiyorsa çıkar için bu ölümler yoğunlaştırılır, kadınlar çocuk doğurma­ sınlar diye helezonlanırlar. Açlıkla Savaş ismi altında geri ülkelerde sürdürülecek olan yeni sömürü dü­zeni, gübre, tarım ilacı ve tarım araçları imal eden endüstriye yeni çıkarlar sağlayacak ve bu ülke in­sanları daha da yoksullaşacaklardır. Gerçek budur. Gerçeğin bu olduğunu anlamak için fazla zeki olma­ya da lüzum yoktur. Amerikan sermaye çevreleri bu­nu gayet iyi bilirler. Esasen kapitalist bir yönetimle, yönetilen ABD’de, Devlet adamları yeni fikirleri ortaya atarken, özel kesimin çıkarlarını dikkate alma durumundadır­lar. Özel kesimin «evet» demeyeceği teklifler uygulamaya sokulamayacağı için, hükümetler inceleme­lerini yaparlarken meseleleri bu açıdan eleştirirler. Freeman bu teklifi yaparken, özel kesimin buna evet diyeceğini daha önceden bildiği için, kendisi de so­rusuna «evet» ile cevap vermektedir. (**) Benim yukarıdaki soruya vereceğim cevap «evet» dir. Şayet «Yeşil İnkılap», nüfusları birdenbire ar­tan memleketlere de aktarılabilirse, Dünya'mız buna orantılı bir pazar artışı ile karşı karşıya ka­lacak, İkinci Dünya Savaşı’nı müteakip batı Dünya'sının geçirmiş olduğu tecrübeler, bu piyasa bol­luğu karşısında, son derece yersiz birer tecrübe gibi gözükecektir. Bugünün iş adamı - Tarihte ilk defa olmak üzere – iyilik yapmak suretiyle karlı çıkmak hususunda görülmemiş bir fırsata sahiptir.

53


54

Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu

Tarım Bakanı Freeman, bu fırsatı kullandıkları takdirde iş adamlarının tarihte ilk defa iyilik yaparak kar sağlayabileceklerini açık olarak ifade ederken, daha önce iyilik yapmadan, bazen de kötülük ederek para kazanmayı adet haline getirdiklerini ve bunun böylece bilindiğini de ifade etmiş olmaktadır. Çünkü Amerikan iş adamları daha önce Marshall Planı ismi altında İkinci Dünya Savaşı’ndan geri ka­lan malzeme stoklarını ileri ve geri ülkelere yuttura­rak, harp sonrası ortaya çıkan değersiz tarımsız üre­tim artıklarını da geri ülke insanını açlığa mahkûm ederek satmayı becermiş ve bundan büyük karlar sağlamışlardı. Bu defa bu çevrelerden hem iyilik yap­maları ve hem de kar sağlamaları istenirken, bu ma­ceranın nasıl sonuçlanacağı iyi bilinmemekte ve aç­lıktan çok, sağlanacak kardan ve pazarların genişle­tilmesinden söz edilmektedir. Amerikalı için mesele­nin düğüm noktası da zaten budur. Freeman söyle­vine şöyle devam ediyor: (**) Dünya barışını inşa edebilmek için; hem yardım hem de ticaret (bizdeki hem ziyaret hem de tica­ret sözüne çok benziyor), dış kaynaklardan gelen özel yatırımlara, kendi kendimize yardım çabalarına, her şeyden önce her çalışana - köylü kültiva­törden tutun da milletlerarası korporasyonlara kadar hakkaniyete dayanan bir kar haddi sağlayacak bir fiyatlandırma sisteminin uygulanmasına ihtiyaç vardır. Bütün diğer memleketler fevkinde bir çaba sarfederek biz Amerikalılar, bugünün Dünya'sında «Uyanan ümitler Devriminin kıvılcımını yakmış bulunuyoruz. Bu devrimin geleceğini açacak olan anahtar da gene bizim ellerimizde. Gıda maddeleri fazlalarımızla ve sahip olduğumuz teknik kabiliyetlerle göreceğimiz işler, yeşe­ren bu utileuitrin tahakkuk edip etmeyeceği, ya da aksine olarak, atıl kolay bozulabilir bir barış halinin ufunetlenen yaraları şeklinde kalıp kalmayacağını tayinde mühim bir rol oynayacaktır. Söz­lerime son vermeden önce, şurasını da belirteyim ki, hakiki bir barış durumuna ulaşabilmemiz için bütün insanlığın uyanmakta olan ümitlerini karşılamak zorunluluğu vardır. Demek oluyor ki dikka­timizi hem kendi dar gelirli tabakamız üzerinde ve hem de denizaşırı ülkelerin fakir halkı üzerinde teksif etmek durumundayız. Kendi ülkemiz açlarının ve dar gelirlilerinin du­rumunu düzeltmek üzere derhal harekete geçmek mecburiyeti karşısındayız. Yanı, sair ülkeler yanı sıra, kendi vatandaşlarımızın da iktisadi kalkınma merdivenleri üzerinde yürümelerini sağlamak durumundayız. Belki hepinizden fazla olarak ben, bu sınıfın prob­lemlerini bilmekteyim. Fakir Halk Kampanyasının liderleri ile ve bu halktan bazılarıyla şahsen tanışmış bulunuyorum. Bu insanlar, bugün benim büromdan yarım mil uzaktaki bir mahallede kamp kurmuş vaziyetteler. Bu halk kitlesini de milli ekonominin nimetlerinden faydalandırabilmek için ne muazzam bir çaba sarf etmemiz gerektiği ve bunun ne kadar pahalıya mal olacağını bilmiyor değilim. Ancak milletimizin inandığı insanlık vakarı prensiplerinden yararlanmaya ve bu kitlenin de siz ve ben kadar yararlandırmaya hakları olduğuna ayrıca kaniim. Yalnız denizaşırı memleketlerdeki açlığı bırakılım da kendi memleketimizdeki açların durumunu düzeltelim diyenlerle hemfikir değilim. Bence bu dava bölünmez bir davadır. Tek saf halinde çarpışmaya ihtiyaç vardır. Tropikal ziraatta son senelerde kazanılan zaferler, gelecek için son derece vaatkardır. Bu vaatlerin tahakkukuna doğru çalışmalıyız. Amerika'nın refahı, Amerikan demok­rasisi, dahilde yokluk ve açlık hüküm sürdüğü va­kit bu durumdan ne derece mutazarrır olursa, Dünya'nın geri kalan kısımlarında geniş açlık


Cadı Kazanı

sa­haları bulunduğu takdirde bir o kadar mutazarrır olacaktır. Tek taraflı olmayan bu savaşta dövüşebilmek için gereken paraya sahip olmadığımızı bana söylemeyin. Chicago limanında ve Potomac nehri üzerinde yatan özel mülkiyet altındaki gemi ve yatları hepimiz gördük. Kendi eyaletim olan Minnesota'da ben hafta sonlarında evime döner­ken arabaların 200 mil boyunca ön tampon arka tampona değer durumda ve hele sandalla yüklü treylerin nasıl bir trafik mücadelesine giriştikleri­ni kendi gözlerimle müşahede etmiş bulunuyo­rum. Varoşlarda evi olanların garajlarında sadece bir tek otomobil bulunduğu zaman, bunlara Ame­rika'da ilkel adam nazariyle bakıldığına da ayrı­ca vakıfım. Bu bakımdan fert olarak ve millet ola­rak açlık diye birşey tanımayan sulh ve huzur içinde bulunan bir Dünya yaratmaya muktedir olduğumuzu biliyorum. Demek oluyor ki gerekli kaynaklara sahibiz. Öy­leyse neden bunları kullanamıyoruz? Tarihte ilk defa olmak üzere, açlığı tamamen bertaraf edebileceğini bir millet öne sürüyor. Tropikal ziraat ve araştırma laboratuvarlarında elde edilen veriler, gerekli deneme ve yanılma uy­gulamaları sonucunda düzenlenen planlar, ozalit kopya halinde elimizde mevcut ve bu hareketin hızı gitgide büyümektedir. Geçen nisan ayında, kendi gözümle Kore'de uygu­lanan Toplum Kalkınma hamleleri ile Taiwan'ın pirinç tarlalarında bu hamlelerin belirtilerini iz­lemiş bulunuyorum. Bizim neslimize, bundan önceki nesillere müyesser olmayan bir fırsat - Dünya'mızı yokluktan kurtarmak, insanların açlığına son vermek - fırsatı bahşedilmiş bulunuyor. Be­nim duam şudur ki, bizler, bu fırsatı yakalamak, azmini ve cesaretini gösterebilelim. Şayet bunu yapamazsak, yeni bir fırsat karşımıza çıkmayabilir. ABD Tarım Bakanı Orville L. Freeman'ın Chi­cago söylevi burada bitmektedir. Söylenen parlak sözlerin altında nelerin yattığını ve bu konuşmanın neden dolayı Türkçeye tercüme edilerek Ankara'da Türk Tarım Bakanlığı memurlarının masalarına dağıtıldığını artık anlayabilmeliyiz. Tarım Bakanı Free­ man konuşmasının bir yerinde açlıkla mücadele etmekten söz ederken, bir yerinde de iş adamlarına yeni iş alanları açılacağını söyleyerek asıl amacı orta­ya koymaktadır. Chicago'da söylenen bu sözler, Dünya'da kaynatılan cadı kazanının altına atılmış yeni odun parçaları gibi iş görecektir. Çünkü Marshall Planı'ndan, P. L-480 yardımlarına ve oradan Barış İçin Gıda Programı oyununa atlamış olan ABD ye­ni bir uygulamanın eşiğindedir. Barış havarisi ve in­sanlığın düşmanı açlıkla savaşın kahraman ve cö­mert öncüsü gibi görünüp, yoksul insanları bir daha aldatmak ve Amerika'nın ekonomik gücü ile savaş gücünü yükseltmek için yeni planlar hazırlanmıştır. Bu yeni planların uygulanması için yeni yalanların söylenmesi ve geri ülke insanının yeniden aldatılma­sı lazımdır. Feerman'ın buraya aktardığımız konuş­ması bu yalanların tümüdür. Gerçekte ise: 1) Amerika üretim fazlası tahılları ile boş kalori kay­nağı olarak tanımlanan ve sağlık için yararlı olma­dığı anlaşılan soya yağı, pamuk yağı, don yağı gi­bi tarımsal ürünler için geri ülkelerde pazar kur­ma sevdasına düşmüş ve P. L-480 sayılı kanunu meclislerinden bu gerekçe ile geçirdikten sonra geri ülkeleri kandırmaya muvaffak olmuştu. 2) Üretim artıkları, geri ülkelere önce parasız, daha sonra mahalli para karşılığı verilmiş ve daima yer­li ürünlerden ucuza satılmıştır. Toprak ürünleri­nin değerini düşüren

55


56

Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu

bu uygulama bu ülkelerdeki tarımı hırpalamış ve üretim gücünü düşürmüştür. Bunların çoğu endüstrileşme hevesine düşürülerek tarımı büsbütün ihmal etmişler ve karınlarını do­yuramaz hale gelmişlerdir. Ülke bu duruma ge­lince Amerika dolar istemekte ve dolar ödenme­dikçe mahsullerini satmamaktadır. Bu oyun Türkiye'de yağ ve buğday üzerinden oy­nanmıştır. Zeytinyağı gibi mükemmel ve besleyici bir yağ vatanı olan Türkiye'ye yavan soya yağı ile pamuk yağı ve domuz iç yağından ibaret olan don yağlarını satmak aslında güç bir işti. Fakat Amerika bunları Türk Lirası karşılığı ve bedava denilecek kadar ucuz fiyatla verince, hükü­met parasız sirkenin baldan tatlı olacağına ina­narak, bu yağları ithal etmiş ve ürettiği zey­tinyağını ihraç ederek döviz kazanmıştı. Olay böylece devam etmedi. Soya ve pamuk yağları hidro­jenlenerek halka margarin halinde yedirildi ve domuz iç yağları da sabun imalinde kullanıldı. Bu durum zeytin üreticisini, zeytinyağı tüccarını, ithalatçı ve ihracatçıyı memnun ettiği için Ankara kurulan Amerikan Soya Birliğinin aldatmacasına kimse ses çıkarmadı. Bakanlar bu kuruluşun tertiplediği partilerde güzel hanımların kendilerine sunduğu zeytinyağlı dolmaları viski ve rakı ile birlikte yudumlayıp, Soya anlaşmasının altına imza koydular. Halk radyo ve gazete reklâmları, fiyat oyunları ile margarinlere alıştırıldı. Oysa aynı ta­rihlerde Amerika'da çıkan bilim kitapları ile der­giler margarinlerin kalp ve damar hastalıklarına sebep olduğunu yazıyorlardı. Aynı şeyleri Türki­ye'de yazanlar margarin firmalarının adamları ta­rafından tehdit edildiler, bunlara öldürülecekleri söylendi. Para ile tutulmuş bazı adamlar aksi tezi savundular. Netice de margarin Türk mutfağına yerleşti. Bu margarinler Amerika'dan Türk lirası karşılığı ithal edilen soya ve pamuk yağlarından imal edildiği için, Amerika yeni bir pazar kurmuş ve ve zeytinciliğimizi de iyice baltalamıştı. Yağlarını artık ihraç edemeyen iç piyasada da satamayan zeytinciler feryat etmeye, yer yer sessiz yürüyüş­ler düzenlemeye başladılar. Zeytin ağaçları kesili­yor ve yerine yeniden tütün dikiliyordu. Kesilen bir zeytin ağacı yerine, başka birini yetiş­tirmek için 100 yıl gerekli olduğundan, yağ ülkesi olarak tanımlanan Türkiye 100 yıl için Ameri­kan üretim artıklarına pazar olacaktı. İşte bu nok­tada Amerikalılar, Türk lirası karşılığı, soya ve pamuk yağı veremeyeceklerini bildirdiler ve biz­den dolar istediler. Çünkü Türkiye'nin yağ kaynak­ları iyice hırpalanmış ve kendi ürettiği yağla yetinemez olmuştuk. Aynı oyun buğdayda da oy­nanmıştır. Bir zamanlar buğday ihraç eden Tür­kiye'ye büyük bir cömertlik ve hayırhahlık ile ve­rilen Amerikan buğdayı, Türkiye'de buğday açık­ları yaratmış ve sonunda Türkiye'nin yeniden ih­racatçı olması için Tarım Bakanı Dağdaş'm him­meti ile yurda sokulan Sonora–64 buğday projesi skandalla son bulunca 1968 yılında mahsul % 10­-30 noksan olduğu için yabandan buğday ithali ge­rekmiştir. Bu amaçla İran, Batı Almanya, Pakis­tan ve Fransa'ya başvurulmuş, Amerika ise tıpkı yağ meselesinde olduğu gibi artık açlığın sınırına getirdiği dostuna peşin para ve dolar ödediği takdirde buğday satabileceğini bildirmiştir. Görüldüğü gibi oyun hep aynı oyundur. İnsanlı­ğın dostu ve açlığın düşmanı Amerika, artık madde­ lerini kendine yabancı ülkelere önce kendi paraları karşılığı ve ucuz fiyatla vermekte, bu esnada uz­ manlarını o ülkeye sokarak tarım politikalarına el koymaktadır. Yardım olarak verdiği maddenin üre­tim


Cadı Kazanı

imkânlarını baltaladıktan sonra ise bu ülkeden dolar istemekte ve bunu ödeyemeyenleri kendi yarat­tığı açlıkla baş başa bırakmaktadır. Bu oyun örne­ğin Türkiye'de iyiden iyiye anlaşılmıştır, (Koçtürk, Osman N. Yeni Sömürgecilik Açısından, Gıda Emper­yalizmi, Toplum Yayınevi, 1966 Ankara) ya bakınız. Türkiye'de olduğu gibi Seylan'da, Hindistan'da, Viet­nam'da Amerika'nın ne, Amerikalı'nın kim olduğu öğrenilmiştir. Bundan dolayı P. L. 480 kanalı artık iyi çalışmıyor. ABD şimdi bunun telaşı içindedir ve Freeman'ın Chicago'da yaptığı konuşma bundan dolayı Türkçeleştirilerek, Tarım Bakanlığı’ndaki memurların ma­salarına dağıtılmış ve bizim elimize de bundan son­ra geçmiştir. “Barış İçin Gıda Programı” yahut “Ken­di Kendine Yardım Programı” ismi altında geri ülke­lere yutturulmak istenen yeni dolmanın içinde şun­lar vardır. 1) Türkiye ve Türkiye'ye benzer durumda olan bazı ülkelere hem üretim artığı gönderilecek ve hem de tarım kesimini kalkındırma gerekçesi ile gübre, tarım ilacı, tohumluk, tarım araçları ve gereçleri satılacaktır. 2) Yardımın tümünü yiyecek olarak gönderme yerine tohumluk, gübre, ilaç, araç, gereç göndermenin çıkarları daha büyük olacak, bu sayede endüstriye yeni bir pazar bulunmuş olacaktır. Bu arada Türk halkının emeği, toprakları Amerikan çıkarları için hizmete girecektir. Fazla üretim ekonomisine hâkim olduklarından Amerikalılar tarafından, Türk halkından ucuza alınıp, örneğin Hindistan'a pahalıya satılabilecektir. 3) Türk tarımı, tohumluk, gübre, ilaç, araç ve gereç bakımından Amerikan kontrolüne girince, NATO'ya girmiş bir Devletin ordusu gibi uzaktan kontrol edilmiş olacak ve Amerika'nın çıkarına uymayan eylem ve girişimler önlenecektir. Örneğin Türkiye ürettiği pamukla milletlerarası pazarda Amerika’ya rakip olmaktadır. Türkiye'de pamuk üretimini kısıtlamak için, pamuğun ekildiği topraklara ekilebilecek Sonora-64 gibi bir buğday çeşidi ülkeye sokulacak, hükümetin baskısı ve kredi oyunları ile Ege ve Çukurova'ya ektirilecek olursa, o zaman bu ülkeyi pamuk piyasasından uzaklaştırmak mümkün olacaktır. Tohumu, gübresi, ilacı, araç ve gereci başka ülkeden gelince, Türkiye o ülkenin çiftliği olur. Nitekim bugün, durum böyledir. Amerika kendi ülkesinde yılda 18 milyon ton ürettiği soya fasulyesinin Türkiye'de üretilmesine müsaade etmemekte ve onun yerine buğday ektirmektedir. Kaldı ki bu buğdayı ekmek için Amerika'ya milyonlarca dolar, tohumluk gübre, ilaç, araç ve gereç parası ödemiş olan Türk halkı bu yüzden bu yıl aç kalacak ve Amerika’dan buğday ithal etmek için yeni baştan dolar ödeyecektir. Freeman'ın Chicago'da attığı nutuk ile, bu ger­çekler karşılaştırılınca cadı kazanının nasıl kaynatıldığı daha iyi anlaşılmaktadır. Büyük sözler iki oto­mobilinden birini satarak Dünya'nın aç insanlarına yardım, bunlar hep bizleri kandırmak için uydurul­muş masallardır. Freeman ve vatandaşları, bizim sır­tımızdan ve bizim açlığımız pahasına iki otomobille­rini nasıl üç yapacaklarını düşünmekte ve bunun sa­vaşını vermektedirler. Böyle olmasına rağmen açlar Freeman'ın ofisine yarım mil mesafeye kadar sokul­muşlardır.

57


58

Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu


59

IV PARTICIPANT


60

Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu


61

PARTICIPANT ABD Tarım Bakanı Orville L. Freeman Chica­go Dış Münasebetler Konseyi’nin Sheraton Blaclçstone otelinde düzenlediği öğle yemeğinde, önceki bölümde tümünü eleştirdiğimiz konuşmayı yapmadan çok önce, Ankara'daki Amerikan Haberler Merkezi'nin yılda dört defa yayınladığı «Participant» isimli İngilizce dergi, Vol. 6 - No. 27 Temmuz 1967 günlü sayısını, Türkiye'ye Amerika'dan ithal edilecek yeni bir tohumluk buğdayın propagandasına tahsis etmiş ­ve Türkiye Tarım Bakanı Bahri Dağdaş, bu dergiye “Yenilgiye Uğramayacak olan Yeni Bir Devrim” başlığı altında Türkçe ve İngilizce basılmış bir makale yayınlamıştı. Participant dergisi, arka kapağında da belirtildiği gibi «United States Agency for International Development ile Türkiye'deki Amerikan Haberler Merkezi tarafından yayınlanan, çoğunlukla AlD aracılığı ile Amerika'yı ziyaret etmiş ve orada bir süre kalmış kişilere dağıtılan bir dergidir. Participant kelimesi, lugat anlamı ile kısaca, «Ortak» veya «Hissedar» anlamına gelmekte ve K. M. Vasıf Okçugil'in 1958 yılında Kanaat Kitabevi tara­fından yayınlanmış olan İngilizce - Türkçe lügatının 533 ncü sahifesinde kelimenin karşısına Türkçe ola­rak bu kelimeler yerleştirilmiş bulunmaktadır. Anlamlı bir isim taşıyan bu dergi tetkik edilecek olursa, çoğunlukla ABD'nin Türkiye'deki uygula­ malarından bahseder ve ortaklarla hissedarları bir­birine tanıştırma amacı güder. Bu derginin sözü edilen sayısının kapağında, Sonora - 64 buğdayının dolgun başaklarının resmi ve iç sahifelerinde ise bir giriş yazısından sonra, Ta­rım Bakanı Dağdaş'ın, Çukurova'da bizzat Meksika buğdayını hasat ederken alınmış bir fotoğrafı var­dır.


62

Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu

Bakanın makalesinin başı, Bahri Dağdaş ile USAID Türkiye Misyonu Başkanı James P. Grant'ın pek samimi bir şekilde el sıkışırken çekilmiş bir re­smi ile süslenmiştir. Makale önemli olduğu için aşağıya aynen aktarıl­mıştır. Okuyucularımız tıpkı ABD Tarım Bakanı Orville L. Freeman'm Chicago konuşması gibi tü­müyle ele alıp, kısım kısım eleştiriceğimiz bu maka­ lenin amacını kolayca kavrayacaklar ve önceki söy­lev ile bu makale arasında dikkati çeker benzerlik­ler tespit edeceklerdir. (**) Bugünü yaşamakta olan bizler için; artık geçmişi bırakıp, geleceğin yaşantısına girdiğimizi kavramak hayli güç bir iştir. Keza 101 Türk çiftçisinin kendisine akdemik ve teknik yolla sağlanan imkan sayesinde, siyaset adamlarımızın ve gelmiş geçmiş önderlerimizin nesiller boyunca arzu ettikleri reformu kısa bir zaman içinde başarı ile tahakkuk yoluna koymuş olmalarını anlamak bir hayli zordur. Bu misal bize Türk çiftçisinin yaratıcılık gücünün ne kadar yüksek olduğunu göstermekte­dir. Çiftçimize iyi yol gösterildiği takdirde başaramayacağı bir zorluk tasavvur edilemez. Hatta zaman zaman Türk çiftçisinin yanımızda ve ilerimizde olduğunu her an müşahede etmek mümkündür. Görüldüğü gibi sayın bakan, konuşmasının bu kısmında Türk çiftçisini methederek, politika yapmanın ötesinde müspet bir şey söylememekte ve şöy­lece devam etmektedir. (**) Filhakika Çukurova'da geçen seneden beri cereyan etmekte olan ve diğer bölgelere de intikal etmiş bir olay, sessiz zirai bir devrim karakterini gös­termektedir. Bu devrimin gayesi aç olan insanları doyurmak suretiyle ıztıraplarını gidermekten ibarettir. Bakan konuşmasının bu bölümünde, tıpkı ABD Tarım Bakanı Freeman'ın ağzı ile ifadei meram et­mekte ve gayesinin aç olan insanları doyurmak su­retiyle ızdıraplarına son vermek gibi asil bir amaç olduğunu belirtirken, sessiz bir devrimden de söz etmektedir. (**) Bir başlangıç olarak gözüken bu devrim, gelecek nesillere olaylar serin kanlılıkla gözden geçirildiği takdirde önemli bir mana taşımakta olduğu anlaşılacaktır. Bizim neslimiz ise bugün gelişmekte olan bu devrimin sadece yenilgiye uğramaması ve mutlaka kazanılması hakikatini savunan bir ku­şaktır. Esasen inancımız odur ki bu devrim mutlaka başarı ile sonuçlanacaktır. Çukurova çiftçisi ne yapmıştır. Bir yıl önce başka bir yerden tedarik edilmiş bulunan az miktarda Sonora-64 ve Lerma Roja adlı buğday çeşidini ek­miş ve bundan 500 kilo kadar mahsul alınabileceğini ilgi ve hayretle müşahade etmiştir. Bu müşahede Çukurova çiftçisini kamçılamış ve Tarım Bakanlığı’nın uzağı gören teşebbüsü ile bu çeşit buğdaydan 60 ton tohumluk temin olunarak 101 çiftçi tarlasına geniş olarak ekilmiş ve bununla dönüme verimin ortalama olarak 400 kiloya kadar çıkarılma imkânının mevcut olduğu görülmüştür. Bu bölge çiftçileri tarafından öteden beri ekilmekte bulunan Floransa buğday çeşidinden dekara ortalama 140 kg. verim alınabilmektedir. Yapılan iş yalnız bir çeşit getirme meselesi de­ğildir. Aynı çiftçiler (Sonora 64) buğday çeşidini ektikleri tarlaların beher dekarına 12 kilo saf azot (60 kilo amonyum sülfat karşılığı) kullanmışlardır. Bu suretle buğday ziraatinde gübre kullanmayı adet edinmişlerdir. Yerli buğday çeşitlerinde bu miktar gübrenin kullanılması halinde ekin yatmakta ve Sonora 64 ise sapları sağlam olduğundan yatmamakta ve bunun sonucu olarak da 2–3 misli fazla mahsul vermektedir.


Participant

Bununla da yetinilmeyip tarlalar tesviye edilmiş; iyi bir tohum yatağı hazırlanmış ve tohum mib­zerle ekilmek suretiyle, tohumdan yüzde 100 ta­sarruf sağlanmıştır. Meksika'dan getirilmiş bulunan Sonora-64 ve benzeri çeşitler, Rockefeller Vakfiyesi tarafından 1944 yılında kurularak, 1962 de sonuçlarını vermeye başlamış bulunan Meksika Milli Hububat Araştırma Enstitüsü tarafından ıslah edilmişlerdir. Bu çeşitler Meksika’nın kuru ikliminde sulu ve gübreli şartlarında başarı ile yetiştirildikleri halde, Türkiye’nin 600 mm. yıllık yağışı olan Akdeniz, Ege ve Marmara bölgelerinde başarı ile yetiştirilmiş ve aynı verim sağlanmıştır. Bu da gösteriyor ki Yakın Doğuda yapılacak olan buğday araştırma merkezi için her türlü ideolojiyi bünyesinde bulunduran Türkiye’nin en ideal namzet olması tabidir. Diğer önemli nokta Çukurova'da yapılan bu çalışmalar sayesinde, Türkiye'nin ve hatta insanlığın başlıca gıda maddesini teşkil eden buğday üretiminde alınan bu tedbirler sayesinde tarihi bir değişiklik yaratılmıştır. Bu değişiklik Türkiye'nin geleceğini emniyet altına almayı sağlayacağın­dan, bu devrim anıldığı zaman tarım uzmanları ile beraber Çukurova çiftçisi daima haklı olarak yâd edeceklerdir. Bu çalışmaların ışığı altında ve 1966 yılında ekimi yapılan 60 ton buğday tohum­luğunun gerek çiftçi tarlalarında ve gerekse mües­seselerdeki benzer çeşitlerle yapılan müşahedeler sonunda bu tip buğdayların, memleketimizin Ak­deniz, Ege ve Marmara bölgelerinde iyi bir verim sağlayacakları anlaşılmış bulunmakta ve bu bölgelerin tohumluk ihtiyacını karşılamak maksadıyla 20 bin ton tohumluğun ithal olunarak ektirilmesi planlanmıştır. Tarım Bakanlığı uzmanlarınca bölgelerde tertiplenmiş bulunan tarla günleri ve eğitimler, çiftçinin yakın ilgisini sağlamış ve tohumluk talebini artırmıştır. Türk çiftçisinin çoğunun toprağı fakir ve kıraç araziden ibarettir. Bu kabil toprakları süren ve işleyen çiftçi ancak geçimini sağlayabilmekte, geçmişin yarattığı tah­ribatla ayakta durabilmek için büyük bir çaba içerisinde boğulmuş bir vaziyettedir. Birçokları potansiyel kelimesini belki de ömürleri boyunca duymamışlardır. Ekserisi suni gübrenin kendilerine ne şekilde faydalı olabileceğinden habersiz olmakla beraber böyle birşeyin mevcut olduğun­dan dahi malumatları yoktur. Ancak suni gübrenin faydasını anlamış ve ve öğren­miş olanlar dahi bunu temin edememek sıkıntısı içindedir. Türk çiftçisinin sahip olduğu toprak birçok medeniyetlerin doğup üzerinde geliştiği ve ziraat yaptığı bir toprak olması dolayısıyla yorgun düşmüştür. Hemen hemen insanlığın ta­rihi ile beraber sömürülmüş ve karşılığında hiç bir şey verilmemiştir. Bir kısım Türk çiftçisi bu top­rağın gözleri önünde ölmekte olduğunu idrak ede­memekte, bir kısmı ise çaresizlik içinde ne ya­pacağını bilememektedir. Türk çiftçisinin çehresi tetkik edildiği zaman diğer memleket çiftçilerin­de olduğu gibi içine kapanık, kuşkulu bir ruh haleti içinde olduğunu sezmek mümkündür. Bütün bunlar acı olmakla beraber birer gerçek­tir. Bir ameliyat acıtmakla beraber yarayı aynı zamanda iyi eder. Geçmişte olanları düzeltmek elbette mümkün değildir. Fakat geleceği değiştirmek ve yön vermek pekâlâ mümkündür. İlerlemenin birinci düşmanı sefalettir. O halde ilerlemek için her şeyden önce sefaletin yok edilmesi gerekmektedir. Modernleşmek için, modernleşmeye karşı dikilen sosyal, psikolojik ve fizik nitelikteki tüm direnç­leri gidermek zorunluğu vardır. Fakir çiftçinin acil ihtiyaçlarının karşılanması

63


64

Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu

zamanı gelmiş­tir. Çiftçinin başlıca ihtiyaçları üretim araçları, tohumluk, damızlık, gübre ve kredi gibi imkânların çiftçinin emrine amade kılınması ve bunla­rın kullanılması ve elde olunan ürünün değerlendirilmesi zarureti vardır. Çiftçinin eski itiyatlarının zincirinden çıkıp kurtarmak ve üretme imkânlarını sağlamak bugün için bize düşmektedir. Çiftçinin sahip olduğu kıraç topraklar sulama ve muhafaza tedbirleri ile mümbit hale getirilmelidir. Çiftçilikten sağlanan gelir ancak şahsi geçim seviyesinden kurtarılarak, ticari bir seviyeye getiril­melidir. Çiftçi toplumunun insan gibi yaşaması sağlanmalı, unutulmuş bir kitle halinden daima hatırlarda tutulan bir toplum haline getirilmek ve bu suretle kendi kendine yeter hale gelmelerine en kısa zamanda bütün imkânlarla yardım edilmelidir. Bugünün Türk çiftçisi babalarından ve dedelerinden çok daha ümit verici durumdadır. Bugünün çiftçisinin elinde hür Dünya'nın kınamadan arz edebileceği bir teknoloji mevcuttur. Ancak şu husus unutulmamalıdır ki, nüfus artışını kar­şılayabilecek oranda devamlı bir gelişme sağlanın­caya kadar eğitim görmüş tarımcı elemanlarımızın ve sahip olduğumuz modern müesseselerin bir hayli artırılmasına ihtiyaç olacaktır. Bugün fakirlik ve açlığa karşı bir zafer kazanabilmemiz için davranışlarımızda bir değişiklik yapmamız ve Çukurova'da tarım uzmanlarının rehberliğinde ve çiftçilerin yardımı ile sağlanan başarının Türkiye'nin diğer bölgelerinde de sağlanması gerekmekte­dir. Ancak bundan sonra beklenilen büyük değişiklikler yaratılmış ve hedefe yaklaşılmış olacaktır. Bu olağanüstü oranda artmış olan buğday verimi Türkiye’nin bütün manzarasını değiştirecek ve memleketin iktisadi durumu Dünya'nın iktisa­den gelişmiş memleketleri ile aynı seviyeye gelmiş olacaktır. Bugün bizlere lazım olan şey özlenen bu değişikliğin vüsatinin millet çapında anlaşılmasıdır. Yarın bizlere lazım olacak şey, düne dönmenin artık imkansız olduğu hakikatinin milletçe idrak edilmesi hususudur. Tarım Bakanı Dağdaş'ın Participant dergisinin Temmuz 1961, nüshasına yazdığı veciz yazı burada bitmektedir. Aynı yazı aynı dergide İngilizce olarak da verilmiştir. Bu yazının mı İngilizceden, yoksa İngilizce metnin mi bu yazıdan çevrildiğini anlayama­dık. Yılda dört defa yayınlanan Participant Dergisi’nde Türkiye Tarım Bakanı Bahri Dağdaş'ın yazısından sonra, USAID Türkiye Misyonu Direktörü James P , Grant'ın, Maliye Bakanı Cihat Bilgehan ve Maliye Bakanlığı Genel Sekreteri Yardımcısı Sermet Pasin ile Sonora başaklarını tetkik ederken alınmış bir resmi ve Break With The Past başlıklı bir yazısı var­dır. Sahifenin yan tarafı Nitsche, Henry R. Luce ve Lyndon B. Johnson'dan alınmış güzel sözlerle süslenmiştir. Nietsche'nin sözü Bağımsız olmanın insanın kendini bir davaya adayıp korkmadan ve mükafat beklemeksizin çalışmaya bağlı olduğu'nu ifade eden bir sözdür. Lyndon B. Johnson ise, artık insanın fakirlik, bilgisizlik ve hastalıklara maruz kalma durumunda olmadıklarını ve modern bilimin ışığı altında bu eski düşmanların yenilebileceğini ima ediyor. Bilinçli bir propaganda çalışmasının güzel ör­neklerinden biri olan, Participant Dergisi’nin Temmuz 1967 sayısı, Türk tarımının eski yöntemini haklı olarak kınayan ve modernleşmenin yararlarını açıklayıcı resim, deyiş ve yazılarla dolup, taşımakta, Dünya Gıda Krizinden söz eden başka bir yazıda 7 çocuklu bir köylü ailenin resmi, Açlığa karşı açılan savaşta başarıya ulaşabilmek için doğum kontrolünün gerekli olduğu, Açlık, Meksika'nın buğday ko­nusunda yaptıkları, Grant'ın Atatürk'ün resmini fon


Participant

olarak kullanmak suretiyle alınmış bir resmi (Bu resimde Atatürk'ün resmi yanında bir de ABD bay­ rağı vardır.), Pakistan'ın buğday konusundaki ça­lışmaları, Buğdayın tarihçesi, Sonora-64'ün yalın pro­ pagandasını yapan yazılar, ondan sonra Amerikan inceleme gurubunun tavsiyeleri, Türkiye'nin realite­ lerini Amerikalı’ların çıkarlarına göre yansıtan bir bölüm, Gübrenin propagandası (çünkü Türkiye'ye bu münasebetle gübre satılacaktır), bir Türkiye haritası, Tarım ilaçlarının propagandasını yapan bir bö­lüm (çünkü Türkiye'ye tarım ilacı da satılacaktır), Pakistan ve Meksika'daki çalışmaları ve özellikle Meksika'ya bu münasebetle giden Türk teknisyen­lerinin çalışma yönetimini gösteren resimler ve yazı­lar vardır. Dergi o tarihlerde Türkiye'den ayrılmakta olan USAID Misyonu Başkanı Bay James P. Grant'­ın ailesi ile birlikte uçağa binerek alınmış bir resimi ile bitmektedir. Resmin üstünde Tarım Bakanımız Bahri Dağdaş tarafından verilen yemekte, Grant’a Çukurova'da hasat edilmiş buğdaydan imal edilmiş üç somun ekmeğin takdim edildiği, Grant'ın Türki­ye'yi terkederken bu sonuca ulaşılmış olmasından pek memnun olduğu... ifade edilmektedir. Participant Dergisi, bir yıl önce Vol. 5 - No. 23, Temmuz 1966 sayısında da, James P. Grant'ın «Üretim ve Nüfus» başlıklı bir yazısı ile başlamakta, bunu Bahri Dağdaş'ın «Dünya Gıda İstihsali ve Nüfus Artışında Buhran» başlıklı bir yazısı izlemektedir. Gübre, ta­rım ilacı, tarım araç ve gereçleri, velhasıl Amerika'­dan ne satın alacaksak onların tümünün propagan­ dasını yapan bu önceki yayında da bir yıl sonraki yayın gibi geniş hazırlayıcı propaganda yapılmış ve protokol kuralları çiğnenerek Grant'ın yazısı Bahri Dağdaş'ın yazısından daha evvel basılmıştır. Temmuz 1966'da yayınlanan Participant Dergisi­’nin arka kapağında Atatürk'ün “Köylü Milletin Efen­disidir” sözü yazılıdır. Benimsenen tutum ve o günün koşulları içinde dikkati çekmeyen bu çalışmalar, ça­ğın en büyük silahı olan propaganda silahını kulla­narak, Türk aydın çevrelerinde «Açlık Korkusu» ya­ratmayı amaç edinmiş bulunuyordu. Nitekim yalnız Participant Dergisi ile değil, bütün araçlarla geliştirilen propaganda başarıya ulaşmış ve Türkiye'yi yö­netenler ile aydın çevrelere, Açlığın korkunç birşey olduğu, bundan kurtulmanın tek çaresinin de ABD aracılığı ile Meksika’dan tohumluk Sonora-64 buğday tohumu ithal ederek ve gübre, tarım ilacı, araç ve gereç satın alarak değerli toprakları buğdaya tahsis olacağı beyinleri yıkanarak kabul ettirilmiştir. Amerika'da Orville L. Freeman ve Türkiye'de ise Bahri Dağdaş ile James P. Grant'ın yaptığı pa­ ralel çalışmalar, daha sonra halkımız için bir felaket haline gelecek olan projenin benimsenmesi için yeterli olmuştu. Geri ülkelerde toplum psikolojisinin akılla değil, duygularla şekillendiği bilinmektedir. Bu toplumlara emperyalist ülkelere çıkar sağlayacak bir tasarıyı kabul ettirmek için, önce bir korku ya­ratmak ve daha sonra da uygulanacak projeyi bu felaketin tek çaresiymiş gibi göstermek yeterlidir. Köylerimize kadar sokulan Amerikan barış gönüllü­leri, köylerdeki cinci hocaların ve muskacıların da böyle çalıştıklarını bilmekte ve daha önce bağlı ol­dukları istihbarat makamlarına rapor etmiş bulun­ maktaydılar. Köylerimizdeki cinci hocalar, halkı önce cinle­rin, şeytanların ve perilerin şerrinden korkutur ve daha sonra da bundan kurtulmayı sağlayacak paha­lı muskalar yazarlar. Amerika Sonora - 64 projesini Türkiye'de gerçekleştirirken aynı usulle çalışmış, ön­ce Açlık Korkusu yaratmak için nutuklar çekilmiş, yazılar yazılmış, Ankara'daki Amerikan Haberler Bü­rosunun vitrinlerine aç insanların resimleri asılmış ve basında açlık konusuna sık sık yer verilmiştir. Ta­rım Bakanı Dağdaş'da çeşitli vesilelerle bu mevzularda konuşturulduktan sonra, bize sunulan iki türlü tedbir (aslında muska) hem yöneticiler ve hem de halk tarafından büyük bir tevekkülle kabul edilmiştir. Bunlar :

65


66

Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu

— Doğum Kontrolü — Sonora 64 Tarım Projesi dir. Her ikisi de, iki ayrı açıdan Türk toplumunun zararına, fakat Amerikan Emperyalizminin yararına çalışacak olan projeler, şu günlerde uyanan Türk kamuoyunun tartıştığı en hayati meselelerdir. Orville L. Freeman'ın Chicago'da, Dağdaş ile Grant'ın Ankara'da söyleyip yazdıkları arasındaki benzerlik ve paralellik, bütün çalışmaların bir merkezden yönetildiği­ni ve bizim iyi niyetli bakanımız ile idarecilerimizin de bilerek veya bilmeyerek bu tutuma uyduklarını göstermektedir. Oysaki zaman içinde açlıktan kur­tulmak için yapılan bu girişim, Türk halkını daha korkunç bir açlığın kucağına atacak ve bize aile planlaması ismi altında, kalkınmanın gereği gibi gös­terilerek yutturulmuş olan Doğum Kontrolü ile Türk anası kısırlaştırılacak ve Hıristiyanların Haçlı Sefer­leri ile gerçekleştiremedikleri bir sonuç bu yoldan gerçekleştirilecektir. (Yazarın Sessiz Savaş isimli ki­tabına bakınız). Bir ülkenin insanını kısırlaştırmak ve yiyeceğini kıtlaştırarak, tarımını başka bir top­lumun denetimi altına sokmak, onu güçsüz ve esir bir toplum haline getirmek için yeterli olduğundan, Yeni sömürgeciler geri ülkelerde bu iki uygulamayı benimsemişlerdir. Hindistan, Pakistan, Afrika ve La­tin Amerika'da sömürgecilerin etkisi altına girmiş bütün geri toplumlar, bu yoldan etkilenmeye çalı­şılmakta ve emperyalistler bu usullerle, yalın sa­vaşla ulaşamadıkları sonuçlara ulaşmış bulunmak­tadırlar. Çağımızda bir toplumun bağımsız olabilmesi için, resmi binalarının önüne dikilen direklerde bay­ rağının sallanması yeterli değildir. Atatürk'ün deyimi ile iktisadi bakımdan da hür ve korkusuz olmak, başka toplumların etki ve baskılarından arınmak lazımdır. Bunu sağlayamamış olan topluluklar, bağım­ sız olduklarını savunurken, yalnız kendilerini alda­tırlar. Geri ülkelerde ekonominin en etkili kesimi tarımdır. Bu ülkelerin insanları çağımızın en düşük standartlarına göre yaşamayı bile mutluluk telakki ettiklerinden, önce karınlarını doyurmak ve yiyecek ihtiyacını karşılamak durumundadırlar. Yalnız yiyecek ihtiyacı gerektiği gibi karşılandığı takdirde, direnmeyi bilen pek çok haysiyetli toplum vardır. Bunu iyi bilen emperyalistler hem ekonomiyi etkilemek ve kontrolleri altına almak ve hem de halkın karnının doymasını engellemek ve direnci kırmak için tarım kesimine el atar, bir açlık korkusu yaratarak, insanları yavrularının ana rahmine düşmeden helezonla­nıp öldürülmesine razı olabilecekleri bir açlık ortamı hazırlarlar. . Bu genel prensip, bugün ülkemize de uygulan­maktadır. Türk tarımı tohumu, gübresi, ilacı, araç ve gereçleri yabandan sağlanan bir buğday macerası­na sürüklenmiş ve doğum kontrolü uygulamaları tutumu ortada bir üniversite tarafından benimsene­rek, bu Üniversite de yuvalanmış kişiler tarafından kanunlaştırılarak, uygulamaya sokulmuştur. İnsanla­rı geriye dönüp bakılınca şaşkınlığa sevkeden bu ge­lişmeler, bir tek temele oturtulabilir: AÇLIK KORKUSU… Oysa ki Buda bile insanın iki içgüdü tarafın­dan yönetildiğini, açlık korkusu ile neslini sürdürme içgüdüsünün yaşantımızın nedeni olduğunu belirtmişti. Bütün insanlar kendileri ile sevdiklerinin ve yakınlarının kanlarını doyurmak, anne ve baba­larına benzeyen çocuklar yaparak nesillerini sürdür­mek için yaşar, çalışır ve hatta savaşırlar. Karnını doyurma olanağını kaybetmiş ve ya­pacağı çocuğun sayısı bile yabancının kontrollü al­tına girmiş olan bir toplumu bağımsız ve egemen ka­bul etmek yanlış olur. Fakat korku bir defa yaratıl­maya görsün. Kendini korkuya kaptırmış olan kim­seler ve toplumlar, karanlıkta şarkı söylercesine ba­ğımsız olduklarını iddia eder ve karşıt iddiaları be­nimsemezler. Bugün Dünya'mızda bu tutumu benim­semiş yüzlerce toplum vardır.


Participant

Türkiye'nin Amerika olmadan ayakta durmaya­cağını iddia eden bir grup satılmış ile toplumu Amerikan hegemonyasından kurtardıktan sonra Do­ğu Emperyalizminin esiri haline getirmek için planlı ve bilinçli çaba sarfedenler, kendilerini bu korkuya kaptırmış ve bu korkunun aleti haline gelmiş kişiler­ dir. Atatürk yıllarca önce bağımsız olmanın koşulla­rını bize tanıtmış ve tanıtmakla da kalmayarak ken­di yaşantısı ve millet yaşantısı ile bunun örneklerini vermişti. Tüm Dünya'yı sömürge haline getirmekte başarı gösteren ülkelerin krallarının ayağına kadar getir­meyi bilen bu güçlü adamın yalnız söylediklerinden değil, davranışlarından öğreneceğimiz çok şey vardır. Emperyalist güçlerin Atatürk gerçeğini yıkmak ve onu küçültmek için cahil grupları bir baskı unsuru olarak kullanmaya çalışmalarının asıl nedeni de budur. XX nci yüzyılda bağımsız olmak, Dünya nimet­lerinden gereğince yararlanarak mutlu bir hayat sür­mek için önce Atatürk gibi korkusuz olmak lazım­dır. Korkusuz insanlar yaşantıları ile topluma örnek olur ve korkusuz bir toplum yaratırlar. Korkusuz toplumlar bağımsız toplumlardır. Geri ülkelerin kontrolleri altına girmesi için lüzumlu ortamı yaratmak isteyen emperyalistler ön­ce korkular yaratırlar. Cinci ve muskacı hocaların köylerde yaptıkları gibi... Bu korkulara karşı yazılan muskalar da, yaban­cı uzmanların bilimsel raporu olarak ülkeye sokulur ve muskalar cinci hocanın muskasından hem daha pahalı ve hem de tehlikelidir. Biz yabancıların yarattığı yapmacık korkular­dan kurtulmanın tek çaresini, milli güç ve kaynak­ larımıza dayanmakta, kendi uzmanlarımızın önerile­rine, yabancı uzmanların yazdıkları muskalardan da­ha çok güvenmekte görüyoruz. Geri ve de bağım­sız ülkelerin sorumlu kişileri yabancıların etkileri altına girmemeli ve kendi toplumunun sesini din­lemelidir. Ulusal gerçeklere gözlerini, önerilere ku­ laklarını tıkayarak, yabancının yarattığı korkuların etkisi altına girenler, isabetli kararlar alamaz, hayır­lı işler yapamazlar. Participant Dergisi’nde, Türkçe ve İngilizce ma­kaleler yazarak, Chicago'da Amerikan Tarım Bakanı Freeman'ın söylediklerine benzer sözleri tekrarlayan Türk Tarım Bakanı, maalesef açlık korkusunun et­ kisi altına sokulmuş, sonraki günlerde Türkiye'yi 2000 yılında açlıktan kurtaracak makro planlardan söz etmeye, yabancı çıkarlardan başka hiçbir çıkarımıza yardımcı olmayacak projelerin altına imza koy­maya ve bunların savunuculuğunu yapmaya başla­mıştır. Oysa Türkiye'nin kurtuluşu, korkulardan arınmış bir ortamda, kendi kaynaklarımızı kendi gücü­ müzle harekete getirecek yöntemi arayıp bulmamız­daydı. Fakat korkutulan insanlar bunu çok zaman yapamazlar. Korkularının etkileri altında, yanlış ka­rarlar alır, sorumlu mevkilerdeyseler, yalnız kendile­ rine değil, temsilcisi oldukları topluma da zararlı olurlar. Korkak liderler, korkularından kurtulmanın ça­resini, güçlü bir devlete yanaşmakta ve onların dü­ men suyunu izlemekte buluyorlar. Doğulu ve Batılı emperyalistlerin korku çemberine sokulduktan son­ ra, onların emri altına giren ülkeler, bu davranışın yanlışlığını acı denemelerle öğrendiler. Doğu emper­ yalizminin korku çemberine giren Macaristan ile Çe­koslovakya, bir süre önce yaşantısını Amerikan yar­ dımına bağlamış olan Vietnam, gözlerimizin önünde­dir. Bu çeşit dostlukları ve yardımları reddererek, ya da ölçülü bir şekilde kullanarak, biraz sıkıntılı bir hayatı kendi gücüyle mükemmelleştirmeye çalışan haysiyetli toplumlar ise, örf, adet, görenek ve tutum­larını değiştirmeden varlıklarını koruyorlar. Aslında başka toplumları korkular yaratarak baskı altına almak ve onların sırtından geçinmek be­ ğenilen bir davranış değildir. Atalarımız, kancıkça oyunlarla değil, bileklerinin ve kılıçlarının gücüne

67


68

Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu

dayanarak, sınırlarını genişlettikleri ve başka top­lumları yönetimleri altına aldıkları sıralarda, geri kalmış batı onlara barbar demeyi uyarlı bulmuştu. Bugün bile Türklere barbar diyen bazı toplumlar vardır. Oysa ki, insanları açlık ve savaş korkusunun bas­kısı altına sokarak, açlıktan öldürmek, atom bomba­ ları ile yoketmek, bu yetmiyormuş gibi, doğacak ço­cukları ana rahmine düşmeden doğum kontrol hapla­rı ve helezonlarla yok etmeye çalışmak, tarihte benze­ri görülmemiş bir barbarlıktır. Gittiği yere uygarlık götüren Barbaros Hayrettin Paşa, dost olarak sız­dıkları ülkelerde açlık, yoksulluk, cehalet ve irticanın körükleyicisi olan bugünki barbarların yanında çok masum ve insancıl bir kumandan haline geliyor. Çağdaş barbarların, gemiler yerine dergiler kul­landıkları ve korku tohumlarını geri toplumlara bu dergilerle serpiştirerek zamanla geliştirdikleri unu­tulmamalıdır. Geri ülkelerin bakanları bu dergiler­de yazı yazıp, açlık ve savaş korkusunu dergilerin sa­hipleriyle birlikte üflemeye ve şişirmeye başladıkları zaman, saldırı daha kolay ve daha etkin olacaktır. Bundan dolayı biz Tarım Bakanı Dağdaş'ın Partici­ pant Dergisi’nde yazdığı ve tamamını buraya aktar­dığımız, Türkçe ve İngilizce basılmış yazısını hiç beğenmedik ve tasvip etmiyoruz. Türkiye'de açlık vardır. İhmal ve bilgisizliğimiz yüzünden var olan bu açlığı, biz kendi gücümüzle yok edebiliriz. Korkunun ecele faydası olmadığı gibi açlık korkusuna düşmenin açlığı ortadan kaldırma­ yacağını bilmeli ve ona göre davranmalıydık. Kor­kusuz liderler, Türkiye'nin yönetimine el koydukları zaman, örneğin Kurtuluş Savaşı’nda koşullar bugün­künden daha iyi değildi. Fakat ne savaşta ve ne de açlıktan yılmayan insanlar, güçlerini ve inançlarını ortaya koyarak, hem savaşı kazandılar ve hem de açlığı yendiler. Güçlüklere göğüs germeyi bilmek, gerçekleri yabancının gözüyle değil, kendi gözümüzle görmek, sorunlarımıza bu ülkede doğmuş ve kade­rini Türkiye'nin geleceğine bağlamış teknisyenlerin önerilerine uyarlı çareler getirmek, Participant Dergi­si’nde İngilizce makale yazmaktan çok daha etkili ola­bilir. Yaşanmış olaylar, bunun böyle olduğunu gös­termiştir de...


69

V YABANCI UZMAN


70

Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu


71

YABANCI UZMAN Köydeki cinci hocanın önüne oturup, kendini nefesletmeye, kurşun döktürmeye ve onun yazacağı muskayı muşambaya sarıp koynuna koyduktan son­ra, korku ve evhamları içinde şifa ümit etmeye razı olmuş, cahil bir insanın psikolojisi ile emperyalist bir toplumun önüne diz çökmüş ve yabancı uzmanların yazdığı raporu çelik dolaplarına koyduktan sonra, uygulamaya girmiş geri toplumun psikolojisi ve karşı karşıya kalacağı olay ve sonuçların pek far­kı yoktur. Emperyalistlerin geri toplumlarda korku yarat­mak için giriştikleri propaganda faaliyetini uyanık aydınlar, bir cinci hocanın kokan nefesi gibi yüzlerinde hisseder ve tiksinirler. Ne yazık ki bu nefes etkilidir ve toplumu korkutur. Çağın cinci hocaları toplumları çok uzaklardan nefeslemekte ve şartlandırmaktadırlar. Radyo, basın, televizyon buna aracılık eder. Ankara radyosunun ve­ya televizyonunun tertiplediği bir açlık programını, yıkık köy evinde, eline tutuşturulmuş transistörlü radyodan dinleyen bir köylü vatandaş, cinci hocanın telkini altına girmiş ve samimi kalbinin bir köşesinde Açlık Korkusu yaratılmıştır. Radyo ve benzeri ya­yın araçları herzaman iyi niyetle kullanılmazlar. Em­peryalist bunlara sızabildiyse korku yaratmak için en iyi şekilde kullanır. Korku yaratıldıktan sonra muskalar yazılacak ve ücreti alınacaktır. Ancak bu muskalar öteki mus­kalar gibi şikâyet edilen hastalığın gelişmesine engel olmaz, hastalık daha korkunç bir şekilde ilerleyerek tahribatını tamamlar. Bütün geri ülkeler gibi Türkiye ve Türkiye'nin dertleri ve hastalıkları için yazılmış pek çok muska vardır. Bu muskalar rapor, makale, demeç veya kitap olarak Devletin veya kurumların çelik dolaplarında saklı veya uygulamadadırlar.


72

Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu

Geri ülkeler kendi evlatları tarafından yazılan bi­limsel reçetelerin hastalıklarını tedavi edeceğine inanmak istemezler. Köydeki cahil insan psikolojisi içinde bulunduklarından, cinci hocaların, yabancı uzmanların raporlarından ve muskalarından keramet umar ve kendi evlatlarına ekseriya hakareti reva görürler. Bu toplumlar zamanla uyanmakta ve merak­lanarak koyunlarındaki muskayı açıp tetkik etmeyi akıl edebilecek bir bilince ulaşmaktadırlar. Çağımız­da böyle toplumlar da vardır. İşte o zaman bu mus­ kaların (yabancı uzman raporları) kargacık burga­cık yazılarla yazılmış bir karınca duasından ibaret olduğunu farkederler. Bu bilince ulaşma, gerçek kal­kınmanın başlangıcı olur. Türkiye'de de 1961 Ana­ yasa'sının getirdiği ortamda muskalar tetkik edilme­ye ve muşamba kapları yırtılarak kamuoyu önün­de eleştirilmeye başlanmıştır. Bundan dolayı bu mus­kaları yazan cinci hocalar kritik günler yaşıyorlar. Muskalar Dünya'nın her tarafında yırtılıyor. Ku­zey Kore, Kuzey Vietnam, Çekoslovakya, Macaris­tan cinci hocaların yazdığı muskaları yırtan ve on­dan sonra aldatıldıklarını anlayarak öfkelenen top­lumlar olarak XX nci yüzyılın ikinci yarısını süsle­diler. Atatürk'le başlayan bir devrim, koskoca Os­manlı İmparatorluğu için yüzyıllar boyu yazılan muskaların yırtılmasına vesile olmuştu. Fakat bun­dan 40- 45 yıl sonra, değişik üfürükçüler, Türkiye için değişik muskalar yazmaya başladılar ve toplum yeni baştan uyutulma, cinlere, perilere, hurafelere inandırılma çizgisine kadar getirildi. Tanrı'yı ve tüm üstün Doğa güçlerini tanıyanlar bu uyutma çabala­rının başarıya ulaşmasına müsaade etmeyecek ve ye­ni bir yöntem içinde yazılan muskaları da parçala­yarak, karınca dualarını halkın gözü önüne serecektir. O zaman yaratılan Açlık Korkusu, Nüfus artışı korkusu ve bunun için yazılan muskaların asıl amacının ne olduğunu daha iyi görebileceğiz. Kitabımızın önceki kısımlarında ve özellikle «Cadı Kazanı» bölümünde bu muskalardan birini eleş­tirmiş bulunuyoruz. Fakat meseleyi daha iyi anlaya­bilmek için başka muskalardan da söz etmek ve ör­nekler vermek gerekecektir. Elimizde Amerikan Tarımsal Etüd Gurubunun, Türkiye Cumhuriyeti Tarım Bakanı Bahri Dağdaş'a sunulmuş. «Türkiye Tarımında Gelişme İmkânları» başlıklı ve Tarım Bakanlığı Planlama ve Ekonomik Araştırmalar Dairesi Başkanlığı tarafından yayınlan­mış (28 sayılı tercüme) bir raporu vardır. Tarım Bakanlığı'nın talebi üzerine, Grup baş­kanı Charles R. EIkinton; Clyde S. Adams, Frank H.Baker, Omer Kelly, Francis Kutish, Orville A. Vo­gal isimli Amerikalı uzmanlar tarafından hazırlan­ mış olan bu rapor, Tarım, Ticaret, Enerji ve Tabii Kaynaklar, Köyişleri Bakanlıklarının ilgili daireleri, gruplar ve fertler ile temas edilerek 14 Kasım - 16 Aralık 1966 tarihleri arasında gerçekleştirilen (Bir aylık bir zaman) tetkiklerden sonra hazırlanmış ve 10 Şubat 1967 tarihinde Tarım Bakanı Dağdaş'a su­nulmuştur. Bakan çok faydalı gördüğü bu raporu Tarım Bakanlığı mensuplarına ve diğer ilgililere ya­rarlı olması için, yukarıda sözü edilen daireye tercü­me ettirerek yeniden bastırmış ve kitap halinde da­ğıtmıştır. Türk tarımı için yazılmış son muska örneklerin­den biri olan rapor, Giriş ve başlıca tavsiyelerin öze­ti, Tarım Ekonomisi, Buğday, Su devlopmanı, Hay­vancılığın geliştirilmesi, Orman Kaynaklarının Geliştirilmesi, Tarım Bakanlığı Teşkilatı, Zirai Kredi, Güb­re ve Çiftlik Ekipmanı bölümlerini kapsamakta ve incelenince Açlık Korkusu yaratılmış olan Türkiye'­de ABD çıkarlarını korumak ve Türk tarımını saptırarak Türkiye'yi bir Amerikan çiftliği haline getir­me amacının rapora hakim olduğu görülmektedir.


Yabancı Uzman

Tarım Bakanı Dağdaş böyle bir raporu Türk teknisyenlere hazırlatmayı uygun görmemiş ve belki de akıl edememiştir. 14 Kasım 1966 günü bir dev uçakla Esenboğa hava meydanına inen ve ondan sonra lüks bir otele yerleştirilen bu uzmanlar, hiç tanıma­dıkları, sorunlarını bilmedikleri, dilini konuşmadık­ ları bir toplumun yüzyıllar boyu çözümlenmemiş tarımsal sorunlarına 32 - 33 gün içinde nüfuz etmiş­ ler, toplantılar ve partilerde bulunmuşlar, resmi şa­hısları ziyaret etmişler ve görülmedik bir ustalıkla raporlarına yazarak sayın bakana sunmuşlardır. Ya­pılan kısa ziyaretin bir gereği yerine getirmek için yapılmış turistik bir gezi ve doküman toplamadan ibaret olduğu ve raporun yazılması için geçen bir yıla yaklaşık süre içinde de ABD’nin Türkiye'deki çıkarlarının nasıl korunabileceğinin uzun uzun dü­ şünülerek Türk tarımı için bir muska hazırlandığı muhakkaktır. Meseleyi ayrıntılı bir şekilde öğrenmek isteyen­ler, bu raporun kendini ve tümünü okumalıdırlar. Fa­kat biz, başka konulara ve başka muskalara da de­ğinmek istediğimizden bir raporun bazı kısımlarını ele alacak ve daha önceki açıklamalarımızla ilişki kuracağız. Raporda III ncü bölüm olarak, 29 – 38 sa­hifelerde Buğday konusu ele alınmış, Türk makam­larının talebi üzerine Amerika Birleşik Devletleri, Kuzey Batı Pasifik eyaletleri ve Meksika'nın son yıllarda gösterdiği buğday veriminde yükseliş seyrinin izahı ve aynı sonuçları Türkiye'de de gerçekleştire­cek tavsiyelerin yapılması istendiğinden, bu tavsiye­ ler de yapılmıştır. Bunlar raporda çok ayrıntılı bir şekilde ve anlaşılması hayli güç tarzda (tıpkı mus­ka gibi) izah edilmiş olmakla beraber, sonuç üç nok­tada toplanabilir. (1) – Hakiki yüksek verimli buğday tohumluk çeşitleri, (2) - Türk çiftçisine geniş çapta yeni buğday çeşitlerinin kullanılması yollarını ve araçlarını gösterecek ve öğretecek bir sistem, (3) - Yeni makine çeşitleri, gübre, ilaç v.b. Raporda ayrıca politik amaçlarla istismara çok elverişli bir kredi sistemi ve bugün Sonora - 64 skandalının ortaya çıkmasını hazırlayan bütün tavsiyeler bir muska diliyle ifade edilmiş bulunmaktadır. Çün­ki ABD bu rapordan sonra Türkiye'ye pahalı fiyat­la tohumluk buğday, gübre, tarım ilacı ve tarım makineleri satacak, bu yoldan Türk tarımını kontrolü altına almış olacaktır. Charles M. Elkinton başkanlığındaki heyetin 10 Şubat. 1967 tarihinde Ekselans Bahri Dağdaş'a sunduğu, “Türkiye Tarımında Gelişme İmkânları” isim­li rapor, bakan tarafından tercüme ettirilerek teşkilatına yayılmakla kalmamış, bu raporun bir özeti ve bilhassa tavsiyeler 27 Temmuz 1967 günlü Partici­pant Dergisi’nde de yayınlanmıştır. Participant Der­gisi İnceleme Heyeti'nin raporunu ana hatları ile şöyle takdim ediyor: (**) Türkiye'de yüzyıllar boyu geliştirilmiş olan ziraat tarzı, bölgedeki su, toprak ve iklim değişikliklerine uyarlı bir durum göstermektedir. Ormancılık ve hayvancılık daha ziyade dağlık bölgelerle yamaç­larda yapılmaktadır. Yağışların oldukça kıt olduğu Orta Anadolu bölgesinde, buğday belli başlı tarımsal ürünü teşkil ederken, su kaynakları da­ha zengin olan sahil bölgelerinde çeşitli tahılların tarımı ile meyvecilik ve sebzecilik, lif bitkileri ve hayvancılık ile iştigal edilir. İnceleme heyeti, Türkiye'nin tarımsal kaynakları­nın potensiyeli ile etkilenmiştir. Şimdilik Türkiye'­nin çok üstün insan, toprak, su ve iklim koşulla­rı altında elde edilmesi mümkün olanın çok kü­çük bir parçası ile yetinilmektedir. Bundan do­layı inceleme ekibi Türkiye'nin tarımsal potansi­yelini harekete getirmek için girişilecek eylemlerin tavsiye edilmesini asıl hedef olarak kabul etmiş­tir.

73


74

Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu

Bu raporda zikredilen belli başlı tavsiyeler ger­çekleştirildiği takdirde heyetimiz 19691970 yılların­da Türkiye'nin: — Buğday bakımından kendi kendine yeterli bir hale geleceğine, — Et üretimini belirgin şekilde artıracağına, — Sebze, meyve ve elyaf ihracatını artıracağına emin bulunmaktadır. Tavsiyelerimizin toplandığı noktalar, şöylece özetlenebilir: — Üreticinin ekonomik insiyatifinin takviyesi, — Yüksek verimli tohumluklarla, bunların tarımına ilişkin tekniğin Türkiye'ye sokulması, — Toprak koruma, rutubeti muhafaza ve sulama çalışmalarının ıslahı, —Pazarlama araçlarının ve metotlarının modernleştirilmesi Eğer bu tavsiyeler gerçekleştirilecek olursa; Türk tarımı devrim olarak nitelenebilecek bir değişme gösterecektir. Rapor özeti böylece devam etmekte ve arada özellikle yabancı ülkelerden yüksek verimli tohum­ luk ithali ile sulama ve gübreleme konuları üzerin­de ısrarla durulmaktadır. Tavsiyeler 13 madde ha­ linde toplanmış ve raporun Türkçe aslının Tarım Ba­kanlığından tedarik edilebileceği de zikredilerek son bulmuştur. Elkinton heyeti ile bu heyetin Tarım Ba­kanlığı ileri gelenleriyle yaptığı bir toplantının resimlerini de veren Participant, diğer sahifelerini da­ha önce açıkladığımız konuşmalara, Tarım Bakanı Dağdaş ile USAID Türkiye Misyonu Direktörü James P. Grant'ın yazılarına tahsis etmiştir. Bu hali ile bir kopyesi Türkçe ve bir kopyası de İngilizce olarak ya­zılmış olan «Açlıktan Korunma Muskası» daha sonra Dağdaş'ın konuşmalarında ve basına yaptığı açıkla­malarda, Sonora - 64 buğdayını överken kullandığı çeşitli pasajları ve tekerlemeleri ihtiva etmektedir. Tarafsız ve bir bakıma meseleleri Türkiye'nin ve Türk halkının çıkarları açısından inceleyebilen bir göz, bütün bu yayınları inceledikten sonra, Dünya durumunu da dikkate alarak değerlendirecek olursa şu sonuçları çıkarabilir. (**) ABD İkinci Dünya Savaşı’nı başka toplumların toprakları üzerinde verip sonuçlandırdıktan sonra felaketlerden uzak kalmış olan ülkesinde tarımsal tekniği ve üretkenliği geliştirmek suretiyle geniş stoklara gitme imkânını sağlamış bulunuyordu. Savaş dolayısıyla yapılan malzeme stoku, Marshall Planı ile muhtaç ülkelere satılmış ve bazılarına ucuz hatta parasız olarak verilerek, bu toplumlarda hırpalanmış olan Amerikan sempatisi ve çir­kin Amerikalı duygusu yumuşatılmaya çalışılmış­tır. Bundan sonra tarımsal stokları eritmek ve Yeni Sömürgeciliğin ustaca uygulamalarını gerçekleştirerek geri ülkelerde hegemonya ve pazar kurmak için P. L 480 kanunu çıkarılmış ve savaşın ezikliği içinde bulunan aç insanlar arasında açlık korkusu yayılarak bu ülkelere uzman kadroları ile sızmak denenmişti. Bu uygulama da on yıl kadar başarı ile sürdürülmüştür. Fakat Amerika’­nın elini attığı ve burnunu soktuğu her işin, bir daha düzelmemek üzere bozulduğunu gören geri toplumların milliyetçi kadroları ile zinde güçleri P. L. 480 kanunu gereğince yapılan sözde yardımların ardında yatan amacı sezmeye ve buna karşı


Yabancı Uzman

tepki göstermeye başladılar. Hindistan 4 milyon tonla başladığı tahıl ihtiyacını 12–14–16 milyon to­na kadar yükseltmiş ve bunun tümünü bu yoldan sağlamaya kalkmıştır. P. L. 480 pazar hazırlamak için girişilmiş bir operasyon olduğu halde, kısa süre içinde dev gibi gelişen talepleri karşılamak güçleşmiş ve Amerika politik nedenlerle besleyip büyüttüğü bu devi, daha da besleme zorunluluğu duymuştur. Hazır yemeye alışan ülkelerde ayrık otu gibi üremeye başlayan komprador, fırsatçı ve aracı kadroların bu yardımlardan sağladıkları yan çıkarlar, iktidarların kendi ürünlerini başka ülkelere ihraç ederek, Amerika'nın sırtından geçin­me çabaları işi günden güne büyütmüş ve ABD takatını zorlamaya başlamıştı. Bu devrede Ameri­ka'nın emniyeti için bazı geri ülkelerde üsler kur­mak ve halkla ilişkilerini uygun bir ortamda bulundurmak zorunda olan Amerika, yardımları sırıtarak yapmış, fakat kimseye belli etmeden dişle­rini gıcırdatmayı da ihmal etmemiştir. Hindistan'ın sola kayması ihtimali Amerika'da bir­çok yönetici ile iş adamının uykusunu kaçıran bir tehlike haline geldiği için, iş başına geçen Bn. Nehru'nun dileklerini yerine getirmek ve buğday için Rusya ve diğer sosyalist ülkelere başvurmasını engellemek gerekiyordu. Bu durumda Ameri­kalı plancılar meseleyi tatlıya bağlayarak çözüm­lemek için yeni bir şekil düşündüler. İnsanlar aç­lık kadar savaştan da korkuyorlardı. Açlık korkusu yanında savaş korkusu da bir cin hikâyesi ile önce Dünya'ya yayılabilir ve daha sonra da artık amacı anlaşılmış olan P. L. 480 yar­dımları, değişik bir plan ve tutum altında örneğin «Barış İçin Gıda Programı» ismiyle hazır yemeye alışmış olan ülkelere aktarılabilirdi. Dostlarımız bunu yaptılar. Bir taraftan da aç Hindistan'ı do­yurmak için, Türkiye ve benzeri ülkeleri bir çift­lik gibi kullanmak ve bu ülkelerdeki insan gücü, toprak ve su kaynaklarını Amerika'nın hizmetine sokmak mümkün görülüyordu. İşte bu tarihlerde Türkiye'nin endüstrileşerek kalkınabileceğini sa­vunan Planlama dairesinin ünlü yabancı danış­manı Tinbergen ve Rennis isimli bir Amerikalı profesör Türkiye'ye gelerek, bizim endüstri ile de­ğil tarımla kalkınabileceğimizi söylediler ve Türk basını bunun hoparlörlüğünü sadakatle yaptı. O tarihe kadar lastik, plastik, ilaç ve margarin sanayii ile montaj sanayii Türkiye'de gerçekleş­tirilmiş ve Türkiye ham maddesi ile parçaları ya­bandan gelen sakat bir tüketim endüstrisine ya­tak haline getirilmişti. Bunun yanında Ege ve Çu­kurova gibi verimli alanlara buğday dikilmesi ve bu buğdayların hemen İskenderun'da kurulmuş olan bir tesiste böceklerden temizlenerek gemilere yüklenmesi çok uygun olacak ve Amerika'nın Hindistan’ı beslemek için uğradığı güçlüğü hafifletecekti. Pamuk ekim alanlarına, pamuk yerine Sonora-64 ekilmesi, bu toprak ürününü üretmede Dünya dokuzunculuğuna kadar yükselmiş olan Türkiye'yi milletlerarası pazardan çekmek ve Amerikan pa­muk ürününü daha rahat satmak için de yararlı olacaktı. Türkiye üreteceği Sonora - 64 buğdayı için lüzumlu olan tohumluk buğdayı, gübreyi, tarım ilaçları ile araç ve gereçleri kredilerle Amerika'dan almaya mecbur olacağı için, Türkiye'den Amerika'ya ak­tarılması gereken para nasıl olsa aktarılacak ve buna karşılık bütün yıl harcanacak olan insan emeği, toprak unsuru ve diğer faktörlerin mali­yeti çok düşük kalacaktı. Türkiye'yi Amerika'nın bir çiftliği gibi kullanmak ve halkımızı da yarıcı gibi çalıştırmak için hazırlanan bu proje, bütün propagandalara, yazılan muskalara ve

75


76

Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu

hatta bas­kı ve tehditlere rağmen bir skandalla son bulmuş­tur. Önce İskenderun'daki atom tesisi, sakıncalı ve denenmemiş bir usul olduğu için muhalefetle karşılanmış ve sökülerek atom kaynağı bir Ame­rikan gemisi ile geldiği yere gönderilmiştir. Sonora buğdayının Amerika İnceleme Heyetinin raporun­da zikredildiği gibi bir devrim yapacağı ve bu devrimin yenilemeyeceğini söyleyen Tarım Bakanı Dağdaş, buğday tarlalarında davul zurna çaldır­mış, halay çekmiş, heykelinin dikileceğinden söz etmiş, fakat bu yıl mahsul % 10–30 eksik olduğu için, iktidar başka ülkelerden buğday ithaline mec­bur kalmıştır. Stokları, yarattığı aç pazarların ih­tiyacına yetmediği için Amerika açlığa maruz Türkiye'ye artık Türk parası karşılığı buğday ve­remeyeceğini bildirmiş ve dolar istemiştir. Sonora buğdayından beklenen sonucun alınamaması, iktidarı ve üreticileri maddi ve manevi ka­yıplara uğratmış olmasına rağmen, Amerika bu uygulamadan bir şey kaybetmiş değildir. Çünkü 20.000 ton tohumluk, bol miktarda gübre, tarım ilacı ve tarım makineleri satmak suretiyle, Tür­kiye'den alması gereken haracı döviz olarak za­ten tahsil etmiş olduğundan, bu olay Amerikan ekonomisinde hiçbir kötü tesir yapmayacaktır. Şimdiye kadar Türkiye'ye Türk Lirası karşılılığı buğday ve yağ satarak bir miktar para alan ve bu parayla Türkiye'deki Amerikan Tüketim or­taklıklarının sermayesini geliştiren Amerika, mu­kannen kar transferleri de almakta ve 32 milyon­luk fakir bir toplum ne kadar sömürülebilirse o kadar sömürmektedir. Fazla olarak bu yılki tahsilât dolar olarak yapılmış ve buğday ihracı yerine, tarım ilaçları, güb­re ve tohumlukla araç ve gereçler satıldığı için işlem dolar üzerinden yapılmıştır. ABD bu yılki sonuçların elverişli olmamasına rağmen sırf bu dolar kazancını sürdürmek ve to­humluk ile gübre ve ilaçlarına pazar bulmak için bu yıl Türkiye'de yeni baştan Sonora dikilmesini arzu etmektedir. Bu denemenin de önceki yıl alınan sonuçları vermekten öteye bir yararı olaca­ğını tahmin etmiyoruz. İşte Dr. Elkinton başkanlığındaki Amerikan İn­celeme heyetinin yazdığı muska (rapor) bu amacı gerçekleştirmek için yazılmış ve girişim bunun için yapılmıştır. Türkiye'deki ve bütün geri kalmış ülkelerdeki üretici ve tüketicilerle, topraklarına sahip çıkmak isteyen aydın ve ilerici güçlerin bu olaydan öğrenecekleri çok şey vardır. Çıkarı olmadığı takdirde başka bir topluma bir kuruş bile vermeyeceği muhtelif vesilelerle çok iyi anlaşılmış ve bazı toplumları zaman içinde ortadan kaldırmak için nüfus planlaması ismi altında Doğum Kontrol çalışmalarına girişmiş olan Birleşik Ameri­ka'nın, Tarım Bakanı Ekselans Bahri Dağdaş'ın iste­ ği üzerine Türkiye'ye bir heyet göndererek Türk ta­rımını inceleteceği ve bunun külfetini benimseyeceği tahmin edilemez. Bu heyet Türkiye'ye gelerek P. L. 480 programı uygulamasından sonraki durumu incelemiş ve kendisine verilen talimata uyarak, Tür­kiye'yi Amerika'nın tohumluk, gübre, tarım ilacı ve tarım araçları ile gereçleri için bir pazar haline ge­tirmek, pamuk piyasasından geri çekmek ve Hindis­ tan'ı beslemede kullanılabilecek ucuz buğday üre­timini gerçekleştirmek için ne gerekiyorsa onu bir kâğıda yazarak, cinci hocanın muskası gibi koynu­muza koyarak gitmiştir. Mesele gerçek yüzüyle bilin­ memekte ve Tarım Bakanı Dağdaş da kendisini uyar­mak isteyenlere hakaretle cevap verdiği için, buğ­ day ve tarım politikamızı olumlu bir yön vermek mümkün olamamaktadır. Sözünü ettiğimiz muska, Türkiye için yazılan muskaların ne ilki ne de sonuncusudur.


Yabancı Uzman

Artık okunup üflenmeden, zaman zaman nefes­lenmeden yaşayamayacağımıza ve bizi cinlerin yahut perilerin çarpacağına inandığımız ve bazı korkularla şartlandırıldığımız için, yöneticiler ve bazı gruplar bazen bir hocaya ve bazen de başka bir hocaya mus­ka yazdırma ihtiyacını duymaktadırlar. Amerikasız yaşayamayız diyenlerin karşısında, azınlıkta olmala­rına rağmen başka bir cinci hocanın nefesinin daha etkili olacağına inananlar vardır. Oysa ki hem açlık korkusu ve hem de savaş kor­kusu Türkiye' de bilhassa yaratılmakta ve bu korku güçlendikçe muska yazdıranlar artmaktadır. Açlık tarih boyunca insanları tehdidi altında tutmuş ve hatta bazen etkisi altına almış korkunç bir felaket­tir. Fakat 32 milyon nüfusla, zamanında yüz milyon­ ları doyurmuş Anadolu toprakları üzerinde aç kalı­yor veya açlıkla tehdit ediliyorsak, bunun nedenini daha çok tutumumuzda aramaya mecburuz. Bir toplum, başkaları tarafından arzulandığı için, 32 milyonla doğum kontrolüne boyun eğer ve anaları ile bacılarının yabancı parası ve kendi evlat­larının eliyle helezonlanmasına razı olursa elbette korkutulacak elbette kökü kazınmaya çalışılacaktır. Yabancının yazdığı her muskada keramet umup da kendi çocuklarının tavsiyelerine, hakaret gördük­ leri halde direnerek savundukları gerçeklere (çeşit­li başarılara rağmen) sırt çevirecek olursa, o toplum sömürge olmaktan kurtulamaz. Sonora - 64 buğdayı ve bu yabancı tohumu Tür­kiye'ye getirerek Timurlenk'in fili gibi yabancı gübre­ si ile gübreleyip, yabancı ülkeden satın alınacak ta­rım ilacı ile ilaçlamak isteyenler toplumun başına bir felaket hazırlamaktadırlar. Bu arada birkaç kişiyi milyoner etmek, kredi müessesesini istismar ederek yeni zenginler yaratmak mümkün olabilir. Fakat bir girişimin sonunda halkın somunları küçülmeye, üre­ ticinin karı olmadığı halde ekmek fiyatları ile un ve buğday fiyatları artmaya başladı mı tehlike çanları çalmaya başlamış demektir. Geri ülkelerde halk yı­ğınları, yönetim kadrolarının başarısını, yönetimin yaşantısına yaptığı yansımalarla değerlendirir. Mut­suz milyonların ekmeği de tehlikeye girecek olursa, o insanların oylarını almak ve iktidarda kalmak zor­laşabilir. Bu takdirde sömürgeciler kendi amaçları­na hizmet edecek yeni politik kadrolar ve yeni sö­mürme yöntemleri araştırmaya başlarlar. Savaş ve açlık korkusunun etkisi altına sokul­muş toplulukları bu korkudan bilimsel verilere dayanılarak yapılan açıklamalarla sıyırıp kurtarmak mümkün olamamaktadır. Netekim Sonora - 64 buğ­dayının Türkiye'ye sokulması sırasında Türk bilim çevreleri Atatürk ilkelerine uyarlı bir tutum içinde girişimi çeşitli yönleri ile eleştirmişler işin sakat yönünü ortaya koymuşlardı. Fakat korku ve evhamlarla şartlandırılmış ve ya­bancıların yazacakları muskaların Türk toplumunun dertlerine şifa olacağına kayıtsız şartsız inandırılmış olan, söz dinlemez, laf anlamaz yöneticiler bu uyarmalara kulak asmadılar. Elkinton başkanlığındaki Amerikan uzmanlar heyetinin yazdığı muska bugün de uygulamadadır. Yazılan muskayı etkili gibi gös­termek için Amerikan Yardım Kuruluşları çeşitli ma­li külfetleri göze almakta ve yardım ediyormuş gibi görünürlerken, Türkiye'yi ödenmesi güç ağır borç­ların yükü altına sokmaktadırlar. Geçen yıl Türkiye'de ekilen 20.000 ton Meksika tipi buğday tohumluğunun satın alınabilmesi için USAID Teşkilatı 3.400.000 dolar sağlamıştır. Ancak bu para sağlanırken, ABD hükümetinin neler düşündüğü daha önce açıklanmış bulunuyor. Kaz gelecek yerden tavuğu esirgemeyen Amerikalı sömürgeciler, bu tohum toprağa düştükten sonra, gübre isteyece­ğini, ilaç isteyeceğini ve bunun ekimi ile hasadı için Amerika'dan milyonlarca dolarlık mübayaa yapılaca­ğını bilmektedirler. Satın alınan bu

77


78

Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu

ihtiyaç maddele­ri yüksek navlun karşılığı Amerikan gemileri ile ta­şınacak ve bir takım casus uzmanlar bu bahane ile Türkiye'ye sokularak kilit noktalarına yerleştirilecek­ler ve başka bir ekonomik saldırıyı planlamak için lüzumlu bilgiyi derlemeye başlayacaklardır. İşin bu yönü ile meşgul olmak ve bazı hatırlatmalarda bulunmak, her nedense Türkiye'yi yönetenler tarafın­dan hoş karşılanmamakta ve onları karşılarındakile­re küfrettirecek kadar asabileştirmektedir. Koyun­larına sokulmuş olan muskanın cezbesine kapılmış olanlar, hem toplumun ve hem de kendilerinin bütün dertlerinin bu muskayı taşımak ve gereğini yerine getirmekle giderilebileceğine inanmaktadırlar. Yoz­laşmış bir yobazın, sapıtmış inançlarına benzettiği­miz bu israrlı inanış hem Türkiye'yi ve hem de yö­netici kadroları telafisi imkânsız kayıplara sokmak­tadır. Bu kayıpların neler olduğu, Türk toplumunun son yirmi yıllık yaşantısında ayrıntılı olarak görüle­bilmektedir. Oysa ki, nefes ve muska ile iş görülecek zaman­lar çok gerilerde kalmıştır. Toplumların sorunlarını gerçekten çözümlemek isteyenler, cinci hocaların muskalarına benzeyen yabancı uzman raporlarından çok, bilimin şaşmaz verilerine dayanarak eyleme gir­mekte ve bundan olumlu sonuçlar alarak, insanları, açlıktan, savaştan, yoksulluk ve sefaletten kurtar­maktadırlar. Nitekim bizim sözünü ettiğimiz «Türkiye Tarı­mında Gelişme İmkânları» isimli muskanın bir bölü­ münü teşkil eden Sonora - 64 projesi Türkiye'de ge­rekli denemeler değerlendirmeler yapılmadan uygu­ lamaya sokulacağı sırada “Hidro - Meteroloj Dergisi, Sayı S, Kasım - Aralık 1967’de konuyu meteroloji ve ik­lim koşulları açısından inceleyen bilimsel bir yazının yayınlandığını gördük. Türk halkını, Amerikan inceleme heyetinin baş­kan ve üyelerinden daha çok sevdikleri ve çıkarlarını korumak için ellerinden gelen her şeyi yapacakları muhakkak olan Türk teknisyenleri girişimi şöylece eleştiriyorlardı : (**) Gerekli denemeler ve yeterli incelemeler yapılma­dan Türkiye'ye sokulmuş ve köylüye dağıtılarak ekimine geçilmiş olan Sonara. 64 ve benzeri buğ­dayların, dağıtıldıkları bölgelerin iklim şartlarına uymayacağı belliydi. Tarım Bakanlığı tarafından daha önce yayınlanmış olan «Buğday Bülteni No. 2», uygulamalarla tam bir çelişme halinde bulunuyordu. Çünkü bu bültende; sulanabilen veya senelik yağışı 600 mm. veya daha fazla olan bölgelerde yeteri kadar azotlu ve fosforlu gübre kullanılarak üretilebileceği açıklanan bu yeni tip buğ­dayların, suhuneti kışın - 5 C. derecesine kadar düşen bölgelerde iyi netice vermeyeceği yazılıydı. Aynca Hidro-Meteroloji dergisi ilgilileri, USAID teşkilatının Ankara'daki Tarım Dairesi uzmanı Leonard H. Rhodes'le de temas etmişler ve bu buğdayların - 5 C. derecesine kadar düşen bölge­lerde iyi sonuç verdiğini, suhunet -10 C. derecesine düşünce ekilen tohumlukların donduğunu öğrenmişlerdi. Bu müspet verilere dayanarak dergi ilgilileri Meksika tipi buğdayların dağıtıldığı Sakar­ya, Kocaeli, İstanbul, Bursa, Balıkesir, Çanakkale, İzmir, Muğla, Manisa, Aydın, Tekirdağ, Denizli, An­talya, İçel, Adana, Hatay, Gaziantep, Maraş, Urfa, Mardin, Adıyaman, Diyarbakır, Burdur, Kars, An­kara, Konya ve İç Anadolu'daki diğer illerin en düşük kış suhunetlerini ve yıllık yağış ortalamala­ rını gösteren bir cetvel düzenlendiler. Bu cetvel­de gösterilen ortalama rakamlar, bu çeşit tohum­lukların Türkiye iklim koşullarına uymayacağını açık olarak gösteriyordu. Hurafelere, şans ve kaderle, cin ve perilere ve kerametlere inanılarak bir toplumun ekmeği ve ekmeklik buğdayı ile oynamak caiz olmayacağı için, Hidro - Meteoroloji dergisine mensup ilim adamları bu müspet bilginin ve Tarım Bakanlığı'nın yayınla­dığı bir dergide verilmiş olan malumat ile Amerikalı Uzman Mr. Leonard H. Rhodes'in açıklamalarına da­yanarak yetkililere şu tavsiyelerde bulundular:


Yabancı Uzman

(**) Tarım Bakanlığı, ithal edilecek tohumluğun miktarı için, iklim ve ekim etüdleri yaptırmamıştır. Bu sebepten ithal edilen tohumluk buğday, gerçek ihtiyaçtan çok fazla olmuştur. Böyle bir etüt yapılmış olsaydı, bu buğdayların bakanlık yayınında ısrarla emir ve tavsiye olunan iklim özellikleri tarlasından, ne ekerse eksin daima buğdaydan daha karlı bir mahsül elde edebilir. İşte bu gerçeği bilen çiftçilerimiz, haklı bu olarak bu tohumluk­lara karşı, bakanlığın beklediği ilgi ve itibarı gös­termemişlerdir. Hiçbir etüde dayanmadan ithal edilen tohumluk bu sebepten de ayrı bir fazlalık göstermiştir. (**) Böylece elde kalan tohumluk buğdaylar, Tarım Bakanhğını yurt çapında bir denemeye zorlamış­tır. Öğrendiğimize göre, Pakistanlılar Meksika'dan tohumluk buğday ithal etmişler, fakat topu topu 350 ton aldıkları bu tohumları yerli buğdaylar ile melezlemişler ve ayrıca iklimlerine uymayanları ayırıp, geri kalan ile genişçe ekime geçmişlerdir. Bizde ise bu incelemeler yapılmadığı gibi, ihtiyaç miktarı için de bir etüd yapılmadan, Meksika'dan bir kalemde 22.100 ton sertifikasız tohum­luk buğdayı, tohumluk olarak ithal edilmiştir. (**) Tarım Bakanlığı, Meksika buğdayının memleke­timiz iklim şartlarına, haşere ve hastalıklara karşı mukavemet derecesinin ve mücadele masraflarının neler olacağını tespit eden bir inceleme de yaptırmamıştır. Bu husus Amerika'ya giden he­yete, bitki hastalıkları ile ilgili bir uzmanın katılmamış olması ve gelen buğdayların da kurtlu çıkması ile sabit olmuştur. Bundan başka bu buğdayların besleme değerleri üzerinde de durulmamıştır. (**) Yapılan eksik işlem ve hataların farkına varan Tarım Bakanlığı, Akdeniz sahil şeridindeki sula­nan mümbit topraklarımızın, buğday ziraatine ay­rılmasının doğru bir hareket olmayacağını, birçok uyarmalardan sonra, kısmen de olsa benimsemeyi kabullenmiştir. Çünkü bu buğdaylar sahil şeridindeki tarlalara ekilecektir. Bunda fazla bir ısrar gösterilmeyerek, tohumluk bile bile iklimine uymayacağı aşikar olan illerimize dağıtılmaya başlanılmıştır. Netice: Geri kalmış memleketimizin, şansa kaçan davranışlara tahammülü yoktur. En emin yol bilim yo­ludur... Böylesine mühim memleket işleri, «Türkiye’nin ve hatta insanlığın başlıca gıda maddesini teşkil eden buğday - Yenilgiye uğramayacak yeni bir devrim – Bir çokları potansiyel kelimesini belki de ömürleri boyunca duymamışlardır - Kim ne derse desin, bu iş yürüyecektir» gibi, yerine göre parlak ve ye­rine göre etrafı küçük gören sözlerle halledilmiş olmaz. Aç insanı da sadece buğday doyurmaz. Tarım Bakanlığı'nın Meksika buğdaylarının ekim ve yetiştirilmesi için ısrarlı tavsiye ve emrettiği iklim özelliklerinin hatalı olacağını kabul etmek güç olacağına göre, bu yıl kışın yurdumuzda hem de yağışlı geçmesi için duaya çıkalım da, memleket zararları büyük olmasın... Hidro - Meteroloji Dergisi'nin Kasım - Aralık, 1967 sayısında yayınlanan bu tavsiyeler ile bilimsel gerekçeler Tarım Bakanı Dağdaş tarafından dikkate alınmamıştır.

79


80

Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu

Ülkenin bilim kadrolarından çok, mukadderatı­nı yabancı uzmanların hazırladıkları rapora bağla­ yan bakan, XX nci yüzyılın ikinci yarısında muska­larla iş görülemeyeceğini bugün de anlayamamakta ve yeni muskalar yazdırarak yeni uygulamalara gir­mektedir. Bu durumda meteorologların dediği gibi, yerine göre yağmur duasına çıkmak ve yerine göre de kumar oynarcasına, şansın gün gelip bize yar ola­cağına inanmak lazımdır. İşte sömürgeciler yarattıkları korku ortamında yalnız halkı değil mürekkep yalamış yönetici aydın­ ları dahi böylesine olumsuz bir kader kısmet orta­mına iteklemekte ve yazdıkları muskayı koyunlarına koyduktan sonra «Tanrı Yardımcın Olsun» deyip onları kötü talihleri ile baş başa bırakmaktadırlar. Bu işin sonu alınmış ve Türk halkı, bilimin ku­ralları yerine muska ile iş görenlerin acıklı sonuçla­ rını ibret verici bir tarzda izlemiştir. Bu yıl Türki­ye'nin % 10 – 30 eksik olan buğday rekoltesi, hasadın hemen arkasından bir buğday açığına sebep olmuş ve hükümet Anayasanın (52) nci maddesi gereğince halkın yiyecek ihtiyacını sağlamakla sorumlu olduğu için telaşa kapılmıştır. İktidarın İran, Batı Almanya, Fransa, Pakistan gibi ülkeler nezdinde buğday satın almak için yaptığı teşebbüslerden bu kitabın yazıldığı güne kadar olum­lu bir sonuç almak mümkün olamamıştı. Uzmanları aracılığı ile muska yazarak Tarım Bakanı'nın koynuna koyan ABD ise Türkiye'ye mahalli para kar­şılığı olarak buğday vermemekte ve dolar istemek­tedir. Bütün bunlar muska ile iş görülecek devirlerin çok geride kaldığını göstermektedir. 6. Filo'nun İstanbul’u 10 Şubat 1969 tarihinde, bil­mem kaçıncı defa ziyareti sırasında ortaya çıkan kanlı olaylar, kardeşin kardeşi hunharca bıçaklayıp öldürmesi, daha önce Orta Doğu Teknik Üniversite­si'ni ziyaret eden ABD Elçisi Komer'in arabasının öğrenciler tarafından yakılması, Dünya kamuoyunda geniş tepkiler yapmış, Türkiye'de de kırıcı tartışma­lara sebep olmuştur. Bir Amerikan gazetesinin «kendisini besleyen efendisinin ona muhtaç köpek tarafından ısırılmasına» benzettiği Amerikan aleyhtarı gösterilerden bir hafta önce, dostlarımız bize 300 bin ton buğdayla, 25 bin ton don yağı sattılar.

.

Bu suretle Amerika’ya borçlandığımız 200 milyo­nu aşkın miktarın yarısı Türk parası karşılığı ödene­cek ve hemen Merkez Bankasına yatırılacaktı. Yarısını da 40 yıllık bir süre içinde dolar olarak taksitle ödeyecek, gerekirse torunlarımıza bırakacaktık. Borçlandığımız miktar için % 2 – 3 oranında faiz öngörülmüştü. Yabancıların yazdığı muskalara göre hareket etiğimiz için buğdaya gerçekten muhtaçtık. Yardım şurasından burasından tuhaf haberler geliyor ve Doğu'da halkın buğday bulamadığından hayvan yemi olarak kullandığı arpadan ekmek yaparak tü­kettiği haber veriliyordu. (**) Ardahan'ın, Tunçoluk köyünde öğretmenlik yapan Yüksel Feyzioğlu isimli bir öğretmen, Ankara'da Türkiye Öğretmen Dernekleri Milli Federasyonu Genel Merkezinde 25 Şubat 1969 günü bir basın toplantısı yapmış ve köylülerinin yediği çamur gi­bi, küflü arpa ekmeğini gazetecilere göstererek «Halk bunalım içindedir, Ardahan bölgesinde ya­şayanlar, bayrama böyle giriyorlar demişti. (Yeni İstanbul ve Ulus Gazeteleri, 26.2.1969) Köylerimizde nedeni bilinmeyen hastalıklar, aç oldukları için direncini yitirmiş çocuklarımızı öldü­rüyor, vatandaşların çarelerine bakmak her gün biraz daha güçleşiyordu.


Yabancı Uzman

(**) Elbistan'ın Balkış köyünde sebebi bilinmeyen bir hastalıktan 40 gün içinde 24 çocuk ölmüş ve diğer çocukların aynı akıbete maruz kalmamaları için lüzumlu tedbirler alınamamıştı. Beytüşşebab'ın Doğanyol köyünde kızamığa benzer bir hastalıktan 20 çocuğun öldüğü bildiriliyordu. (Yeni İstanbul Gazetesi, 26.2.1969) Bir koyunun 1300 liraya satın alınabildiği, etsiz kurban bayramına doğulu vatandaşlar bu koşullar altında girdiler. Yabancı uzmanların yazdıkları muskalar, Türkiye'yi açlıktan kurtarmak için yeterli olamıyor, yapılan yiyecek yardımları halka ulaşmıyordu. Ankara'da yayınlanan 28.2.1969 günlü Bayram ga­zetesinde şu haberi okuduk. (**) Dünya Gıda Teşkilatı tarafından Pülmür deprem felaketzedelerine dağıtılmak üzere gönderilen 115 ton hayvan yemi el altından müteahhitlere satıl­mış... Bu hayvan yemlerinin daha sonra müteahhitler tarafından Ardahan köylülerine satılıp satılmadığını bilemiyoruz. Fakat Doğu Anadolu'da pek çok vatandaşın yiyecek buğday bulamadığı için arpa ekmeği yediği ve bunu da bulamayanların bayram günlerini aç geçirdikleri muhakkaktır. Bozuk bir düzende, halkın milyonlarca lirasını yabancı ülkelerden tohumluk, gübre, tarım ilacı, araç ve gereç almak için yabancı kasalara transfer eden­ler, yabancı uzmanlara rapor yazdırıp, yabancı dergi­lerde makaleler yazanlar, Anayasa'nın (52) nci mad­desi ile kendilerine verilen görevi yapamamış ve hal­kımızın karnını doyuramamışlardır. Önümüzdeki günlerde de bunun mümkün ola­cağını tahmin etmiyoruz. Çünkü bütün mesele ken­di gücümüze güvenmekte ve yabancı etkisiyle onun yarattığı korkulardan arınmaktadır. Açlığın kasıp kavurduğu Anadolu halkı, şu sı­ralarda limanlarını sık sık ziyaret eden 6. Filo as­ kerlerinin, İstanbul otellerine ödediği parayı da, ek­meği üzerinden karşılıyor. Çünkü ithal edilen buğday karşılığı Merkez Bankası’na yatırdığımız Türk liraları Amerikalıların Türkiye'deki harcamaları için değer­lendirilmekte ve bu harcamalar arasında herhalde, de­niz piyadelerinin rahatlamaları ve boşalmaları için harcayacakları para da bulunmaktadır. Hiç ihtiyacımız olmadığı halde, buğdayla birlik­te bize satılan üretim artığı don yağları önce sabun yapılmak üzere sabun endüstrisine dağıtılacak ve da­ha sonra Pülmür'deki hayvan yemi gibi gizli elle­ rin yardımı ile yağ piyasasına intikal ettirilerek ye­meklik yağlarımıza karıştırılacaktır. Kendi ülkesin­de üretilen zeytinyağına, makine yağı karıştıranları bulup cezalandıramamış bir toplumun, yemeklik yağ­ larına, sabunluk don yağı karıştıranları da bulamaya­cağı ve bu suretle birkaç milyoner daha yaratılacağı muhakkaktır. Korku toplumlarında mutlu azınlık bu yoldan yaratılır.

81


82

Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu


83

VI KORKUTMA, ALDATMA ve ZULÜM


84

Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu


85

KORKUTMA, ALDATMA ve ZULÜM Kişiler ve toplumlar, hatta hayvanlar ile hayvan toplulukları, korkutma aldatma ve zulme karşı çe­şitli tepkilerle cevap verirler. İşbu biyolojik ve iç­güdüsel yanını izah etmiş olmak için, hayvanların davranışından örnekler verelim. Bir serçe yavrusunu kapanla aldatarak yakalar, avucunuza alıp sevmek ve sıkıştırmak isterseniz, bu küçücük yaratığın keskin gagasının parmağınızı ka­nattığını görürsünüz. Serçenin bu ümitsiz savunma­ sı, kendisinden bin defa daha büyük insanın canının acımasına ve avucunu açıp serçeyi serbest bırakma­ sına sebep olabilir. Bir kediyi bir odaya kapatıp, kaçacak bütün de­likleri tıkadıktan sonra tekmelemeye başlarsanız, ön­ ce kedi bu zülme karşı pasif korunmaya geçmekte, tekmelerden masun, bir iskemle veya masa altı bul­ maya çalışmaktadır. Fakat siz onu kaçıp saklandığı her köşeden çıkarır tekrar tekmelemeye ve zulmet­ meye devam ederseniz, belirli bir noktada kedinin, sizden çok küçük olmasına rağmen açık savunma­ya geçtiğini ve tırnaklarını çıkararak parçalamak üzere yüzünüze sıçradığını görürsünüz. Hayvanlarda izlediğimiz bu ilkel tepkiler, uygar toplumlarda ve ezilen kişilerde aynen görülür. İnsan zeki bir yaratık olduğundan ve eğitim gör­düğü için korkutma, aldatma ve zulme karşı deği­ şik şekilde tepki göstermekte, inançları, din ve Dün­ya görüşü ile çevre koşulları tepkinin çeşidini ve şiddetini tayin etmektedir. Korkutulan, aldatılan ve­ya zulme uğrayan bazı topluluklar, pasif direnmeye geçer, oruca başlar ve tepkilerini bu suretle izhar ederler. Bunlar bazen kendi kendilerini yakıp yok edecek kadar ileri gitmekte ve tepkilerini bu suretle izhar etmektedirler. Amerikalıların Vietnam'da ki korkutma, aldatma ve zulümlerine bir grup Budist rahibi bu şekilde tepki göstermiştir. Ünlü Hint lide­ri Gandi'nin, İngilizlerin zulüm, baskı ve aldatmaca­larına oruç tutarak cevap verdiğini ve bu suretle top­ lumu geniş çapta etkilediğini biliriz.


86

Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu

Bazıları, pasif direnme safhasını çabucak atla­tır ve kendilerini korkutanlar ile aldatanlara ve zulmedenlere aktif olarak saldırırlar. Bu davranışlar, kişinin ve toplumun inançları, yaradılışı ve biyolojik yapısı kadar çevre koşulları ve çağın getirdiği görüş­ler ve anlayış ile de ilişkilidir. Nitekim yüzyıllar boyu, kendilerini yöneten yaş­lı kuşaklara itaat etmiş ve onların en iyi şekilde düşünüp çalıştıklarına inanmış olan gençlik, Dünya'­nın hemen her tarafında, yaşlı kuşağa karşı önce işi Beatnik ve Hippi olmak suretiyle pasif direnmeye dökmüş ve bu yöntemin etkili olmadığını anladıktan sonra ise, aktif saldırıya geçerek çevresinde ne var­sa tahrip etmeye, yakıp yıkmaya başlamıştır. Yeni fi­kirler, çevre koşulları ve baskının derecesi, toplu­mun tepki şeklini değiştirmekte ve şiddetini de geniş çapta etkilemektedir. Öğrencilerinin karşısına bir ilah gibi dikilen ve Üniversiteleri «Fil Dişi Kuleler» haline getirmiş bulunan profesörler, bugün gençler­le ayın masaya oturup, yapılacak reformların ilke­ lerini tespite uğraşmakta ve zayıf karakterli olanları korkulu günler yaşamaktadırlar. Boykotlar ve boy­ kotları izleyen işgaller, aldatılan, korkutulan ve zu­lüm gören genç insanların, kanun sınırları içinde gerçekleştirdikleri demokratik tepkiler olduğu için ve daha çok yöneticileri de düşündürdüğünden önle­ nememekte ve bunları önlemenin tek yolunun onları korkutmak, aldatmak ve zulmetmekten vazgeçmek olduğu her gün biraz daha anlaşılmaktadır. Klasik sömürgeciler yüzyıllar boyu korkutarak, aldatarak ve zulmederek sömürdükleri topluluklara artık güler yüz göstermeye ve onların şekli bağım­sızlığını tanıyarak, sömürüyü güler yüzle sürdürmek için yeni yöntemler araştırmaya mecbur kalmışlar­dır. Bu suretle gerçekleştirilen korku ortamında, in­ sanları aldatarak zulmetme tekniği de artık anlaşıl­mış olduğundan XX nci yüzyılın ikinci yarısında bu tutumun tepkilerine şahit oluyoruz. Çağdaş sömürgeci, korkutacağı, aldatacağı ve zulmedip ve varlığını sömüreceği topluma yaklaşır­ ken, kuzu postuna sarılmış bir kurt gibi, iğrenç yüzünü sahte bir tebessüm ile gizlemekte ve kapan kurup avucuna düşürdüğü serçeyi daha sonra sıkabildiği kadar sıkmaktadır. Bir toplum, başka bir top­lum karşısında serçe kadar zayıf ve çaresiz olsa bile, onun parmağını dişleyip aktif savunmaya geçebildiği gün kurtuluşun kapısını açmış bulunuyor. Yakın geçmişte, Türk toplumunun Kurtuluş Sa­vaşı ile verdiği örnek bu kanımızın yanlış olmadığını göstermektedir. Yaşadığımız çağın konuya ilgili en güzel örnekle­rini, Vietnam Amerikan emperyalizmine ve Çekos­ lovakya Doğu emperyalizmine karşı vermiş bulunu­yorlar. Toplumların tarihleri, yaradılışları, inançları ve koşulları bu tepkiyi etkilemekle beraber, bütün can­ lıların birleştikleri bir müşterek çizginin mevcudiye­tini kabul etmek ve savaş korkusu ile açlık korku­su yaratarak ve insanları savaştan ve açlıktan ko­rumayı vaadetmek suretiyle onları kandırıp zulme­denlerin, maruz kaldıkları ve kalacakları tepkinin çeşit ve şiddetini tayin ederken, bu ortak çizgide dur­mak ve çizgi üzerinde konuşmak gerekiyor. Artık insanlar, savaşları kimlerin çıkardığını ve Dünya'nın üçte ikisini kimlerin aç bıraktığını iyi bi­liyorlar. Müsebbibi oldukları savaşlarda, kendi el­leri ile gerçekleştirdikleri zulümleri ve aç bıraktık­ ları ülkelerde, avurdu çökmüş insanların korkunç resimlerini dergilerine basarak ve yazarak korkulu bir ortam yaratanlar, yaşayan toplumları aldatmakta ve bu suretle zulmetmektedirler. Kendi çıkarları için kendi insanlarını ve hatta eşleri ile evlatlarını bile kandırmayı göze almış olan yozlaşmış bir azınlık, bugün kapitalist ve emperyalist yöntemlerin kilit noktalarını ele geçirmiş ve dedelerinin silahla ger­


Korkutma, Aldatma ve Zulum

çekleştirdikleri imparatorluklarını, yalanla ve sessiz savaşın kötü usulleri ile ayakta tutmak için yeni usul­ler geliştirmişlerdir (Koçtürk, Osman N. Sessiz Sa­vaş, Ararat Yayınevi, 1969'a bakınız). Eskiden olduğu gibi, bugün de korku, yalan ve zulüm tabanına otur­tulmuş olan güçlü imparatorluklar, artık temelden sarsılmakta ve ölümü göze almış milyonlar, bu yeni düzene karşı tepki göstermektedirler. Etkinin şekli ve şiddeti, tepkinin biçimi ile gücü­nü tayin ettiği içindir ki, korku, aldatmaca ve zulüm ile iş görenler, korkuya meydan okuyan sorumsuz davranışlar, kendi yalanlarından daha korkunç ya­ lanlar, tertipler, aldatmacalar ve eğer mümkün olur­sa zulüm ve hunharca davranışlarla mukabele görü­ yorlar. Kullanılan silah, karşıt silahın biçimini etkiler. Savaş korkusunu, açlık korkusunu bir silah gibi kullananlar ve toplumları bu ortamda aldatarak sömü­renler, aynı silahlarla tehdit edilecek, korkutulacak ve yıldırılacaklardır. Nitekim, kendi söylediği yala­na sonradan inanıp, karanlıkta ıslık çalarak korku­ larını gidermeye çalışan insanlar gibi, geri toplum­ları açlık ve savaş tehditleri ile yıldırmaya savaşanlar, aynı nedenlerle uykularını kaybetmiş bulunuyor­lar. Bu korku, onları yeni yalanlar uydurmaya ve hatta cinayetlere iteklemektedir. Geri toplumların kadınları bundan helezonlanıyor, çocuklar ana rah­mine düşmeden bu yüzden öldürülüyorlar. Rüyasında binlerce aç insanın ülkesine saldır­dığını ve yiyeceğini paylaştığını gören, mutlu ülke insanı soğuk terler dökerek uyanmakta ve bu insan­ları yok etmek için atom bombasından daha tahripkâr silahın ne olabileceğini düşünmeye başlamakta­dır. Bu korku onları milyonlarını harcamaya ve bin­lerce mil uzaklarda açık denizlerde donanmalar bulundurmaya, halkın deyimi ile diken üzerinde yaşa­maya mecbur ediyor. Onlar milyonlarca insanı açlıkla korkutup, kan­dırmaya ve zulmetmeye çalışırlarken, geri ülkeler­ deki komprador grubu, hem kendi toplumunu ve hem de sömürgeciyi kandırarak en mutlu hayatı ya­ şamakta, bir eliyle sömürgeciyi bir eliyle de kendi in­sanını soyup iki tarafa da yalan söylemektedir. Mil­yonları aldattıklarını zannedenler, bazen kendi top­lumu gibi patronuna da ihanet etmiş olan bir komp­rador grubu tarafından kıyasıya korkutuluyor, hu­zursuzluğa iteklenerek zulme maruz bırakılıyor. Ki­min kimi aldattığı, eskiden olduğu gibi bugün de bel­li değildir. Kötü usullerle gerçekleştirilen saldırıla­ra kötü usullerle mukabele edileceği bilinmekte ve insanlık XX nci yüzyıl sonunda böyle bir ortamda yaklaşmaktadır. Korkuyu bir silah gibi kullanarak geri topluluğu sindirme ve bu ortamda sömürme metoduna karşı cesur davranarak karşı koyabiliriz. Açlık, savaş, yoksulluk, cehalet, hastalık, irtica gerçekten korkunç şeylerdir. Bunlarla savaşılması ve nerede görülürse yok edilmesi için Anayasamızda hü­kümler vardır. Hükümetlerden başka vatandaşlar da kişi olarak bu düşmanlarla savaşmak zorundadır­lar. Fakat açlıktan, savaştan, cehalet ve irticadan korkmanın, bunları yok etme bakımından bir yara­rı olacağı söylenemez. Halk korkunun ecele faydası olmadığını söyler. Ne kadar korkarsak korkalım, ölüm bir gerçek ve her canlıyı bekleyen bir sondur. Bundan dolayı yaşantısını ölüm korkusu içinde ge­ çiren bir insan da kendini ölümden kurtaramayacak­tır. Geri topluluklar bu gerçeği anlayabildikleri ve açlıkla, savaştan, cehaletle, irticadan korkmanın bir yararı olmadığını kavrayabildikleri gün, kendilerini bunların yaratıcısı olan zalim sömürgecilerin

87


88

Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu

ellerin­den kurtarmış olacaklardır. Fazla olarak ölümün ça­resi olmamasına karşılık, açlığın, cehalet ve sefaletin çaresi vardır. Bu çare bilmek, öğrenmek, çalışmak olabilir. Yaşamak için ölmeyi göze almak, açlık ve sefa­letten kurtulmak için de çalışmak lazımdır. Japon milleti cesaret ve çalışkanlığın bir toplumu yücelt­mek için ne denli etkin olduğunu pek çok münase­ betle göstermişti. Bugün yeni korkular yaratılarak yeni bir istismar ortamına iteklenmiş olan bu insan­ lar, yakında yeni bir anlayış içinde bu korkuları da yenerek yeni cesaret örnekleri vereceklerdir. Aynı şeyleri Türk toplumu için de söyleyebiliriz. Bir Pa­dişah korkusu, yozlaştırılmış bir din korkusu ve ni­hayet Düveli Muazzama Korkusu ile yıldırılmış olan Anadolu insanı, bütün bu korkuları Atatürk öncülü­ğünde yıktıktan sonra, yüzyıllar boyu sömürülmesi­ne sebep olan korkularının bir hiç olduğunu; onla­ra parmakları ile dokunarak anlamış ve Düveli Mu­azzamayı taş ve sopa ile ülkesinden kovmuştur. Bü­tün mesele korkuları yıkmakta ve karanlıktan kurtulmaktadır. Biz konu olarak «Açlık Korkusu» nu ele aldığımız için, halkımızın sömürülmesinde etkin bir baskı aracı ve korkunç bir silah olarak hizmete sokulmuş olan bu korkuyu nasıl yenebileceğimizi an­latmaya çalışacağız. Türk halkının aç olduğu bir ger­çektir. Gerçekleri inkâr etmek doğru olmaz. Dünya nüfusunun üçte ikisinin kötü beslendiği­ni ve açlığın mevcut, huzursuzluğun hatta savaşların baş nedeni olduğunu da biliyoruz. (Koçtürk, Osman N. Barış ve Emperyalizm, Ararat Yayınevi, 1968­ Koçtürk, Osman N., Gıda Emperyalizmi, Toplum Ya­yınevi, 1966) ya bakınız. Bu gerçeği bilenler, Türkiye'nin uzak dağ köylerinin durumunu inceleyecek veya Amerikalıların ku­şe kâğıda basıp, Dünya'ya dağıttıkları «Açlıkla Mü­cadele Kampanyası» broşürlerinde Uzak Doğulu çocukların resimlerine bakacak olursa, kendini bir korkuya kaptırıp uykularının kaçması ve insanlığın­ dan utarıması doğaldır. Fakat ne korkmak ve ne de utanmak, bu insanla­rı doyurmayacak ve açlığı Dünya'dan kaldırmayacaktır. İnsan toplumuna ve çağına karşı bir sorumluluk duymakta ise, o zaman bütün bunlara sebep olan nedenleri araştırmak bulmak ve onlarla savaşmak durumundadır. Milletlerarası açlığın yaratıcısı olan sömürgeci topluluklar ile ülkeler için açlığın hazırlayıcısı kay­ mak çalanlar ve her şeyin kaymağını alarak yavan tarafını güçsüz, iyi niyetli ve masum çoğunluğa bı­rakanlar, mücadele edilmesi gereken ilk hedefler ola­caktır. Bunlar mücadele edilemeyecek ve yere serile­meyecek kadar güçlü değillerdir. Biz onları korku­larımız dolayısıyla güçlü görmekte, yalancı, riyakâr ve zalim oldukları için onlardan korkmaktayız. On­larla mücadele edeceksek önce korkularımızı yenmek ve gücümüzü tanımak zorundayız. Demokrasilerde her insan bir diğeri kadar güçlü ve etkilidir. Paralarından başka, öğünülecek ve güvenilecek yanları olmayan sermaye çevreleri paranın her işi görebileceğini söylemektedirler. Napolyon'dan bu ta­rafa savaşın bile para ile kazanılabileceği kanısı ya­yılmış ve fakir toplumlarla, fakir insanlar böylece korkutulmuşlardır. Fakat imanlı toplulukların fakir olsalar da korkularını yenebilecekleri, Kurtuluş Sa­vaşıyla biz Türkler, son olarak Çekoslovakya ile Vi­ etnam’ı kanıtlamış bulunuyoruz. Korkusunu yenen toplum, korkunç olur. Biz de beynimizi yıkayarak bize kabul ettirilen açlık korku­ sunu yenebilirsek, açlığı yenmek için muhtaç oldu­ğumuz gücün damarlarımızda mevcut olduğunu his­ sedeceğiz.


Korkutma, Aldatma ve Zulum

Tanrı'yı ve Tanrı Korkusu'nu mukaddes kitap­larla, softalardan ve müteassıp papazların ağzından öğrenmek nasıl farklı sonuçlar yaratıyorsa, Açlık ve Açlık Korkusu'nu bilim kitaplarından yahut yaban­ cı ülkenin maksatlı propaganda broşürlerinden öğ­renmeye kalkışmak öylesine farklı sonuçlar yaratı­ yor. Belli başlı dinlerin mukaddes kitapları, her iman edenin kendi başına okuması, anlaması ve inanması için yazılmıştır. İleri dinler Tanrı ile kişi arasında anlaşmayı sağlayacak aracıları reddederler. Açlığın da ne olup ne olmadığı bilim kitaplarından okunmalı ve bunu yaşayan toplumlar nedenleri ile çarelerini kendileri bulup yaşantılarına mal etmelidirler. Açlığı tanımak için, Dünya milletlerini açlığa mahkûm edip, sonra da bir Havari edası ile ondan kurtulmak için yol göstermeye çabalayan, bu yolu gösteriyormuş gibi davranırken, kendi çıkarlarını kollayarak açlığı daha etkin hale getiren toplumların temsilcilerini veya bu toplumların etkisi altına girmiş olan kuruluşların maksatlı propagandalarını kay­nak kabul etmek, kişileri ve toplumları sonradan tashihi mümkün olmayacak yanılmalara düşürür. Türk toplumu açlığı tanırken, Türkiye'deki Ame­rikan Yardım Teşkilatı (USAID) başkanının çekti­ği nutukları veya bu nutuklarla etkilenmiş yönetici­lerin aynı paraleldeki açıklamalarını esas kabul etme­ meli ve kendi gerçeklerini ele almalıdır. Çoğunluğu açlığı bizzat yaşamış ve tatmış olan insanlar bunun ne olup ne olmadığını anlayabilmek için, karnını tıkabasa doldurmanın yolunu bulmuş bir toplumun Türkiye temsilcisinden fikir alma ve akıl öğrenme durumunda değildir. Böyle olmasına rağmen, ABD Tarım Bakanı Orville L. Freeman'ın Chicago'da çektiği nutuk, Türkçe'ye tercüme edilerek Tarım Bakanlığı memurları­nın masalarına kadar ulaştırılıyor ve USAID Anka­ra Temsilcisi Grant'ın yazıları Türkiye'de yayınlanan dergilerde baş köşeyi alarak açlığı bize tanıtmaya yelteniyorsa, bunda bir bit yeniği olabileceğinden şüphe etmek gerekecektir. Dünya'yı korkutmak için Milletlerarası teşekkül­ler tarafından tertiplenen «Açlıkla Mücadele Hafta­ ları»nı da bir beyin yıkama ve korkutma faaliyeti olarak kabul etmeliyiz. Böyle olmasına rağmen, bilinçsiz kişilerin dav­ranışı içine girmemek ve korkulması gereken şey­den, gerektiği kadar korkmak lazımdır. Okuyucula­rımızın kitabın önceki bölümündeki açıklamalarımız­la bu bölümde benimsemiş olduğumuz görüşü kar­şılaştırıp, bir çelişmeye düştüğümüz kanısına varmamaları için, açlığın bir noktada ABD Tarım Baka­nı'nı da korkutacak kadar güçlü ve etkili bir durum veya olay olduğunu ifade etmek lazımdır. İnsanlar bildikleri şeylerden ve bilmedikleri şey­lerden korkarlar: Bilinmeyenden korkmak, ilkel in­ sana has bir davranıştır. Cinlerin, şeytanın ne oldu­ğunu bilmez, fakat çok zaman onlardan korkarız. Bu bilinçsiz bir korkudur ve yenilmesi hayli güçtür. Biz ateşten de korkarız. Ateşin bizi yakacağını bilir ve bilerek korkarız. Ateşi zararsız hale getir­ mek ve onun kötü etkilerinden sakınmak bundan do­layı mümkündür. Hatta ateşi kontrol altına alarak, ondan yararlanmak da mümkün olmuştur. İlk insan­ların korktukları, ne olduğunu bilmeden taptıkları ateş, bugün insanın hizmetine girmiştir. Fakat cinlerden, perilerden ve şeytandan Dün­ya'nın her yerinde korkulmaktadır. Bilinmeyene kar­şı duyulan bu korku, her yerde herkes için zararlı olmuştur.

89


90

Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu

Açlığı da böylece bilmeli ve korkmak gerekiyor­sa bilerek korkmalıyız. ABD Tarım Bakanı Orville L. Freeman açlığı bilmekte ve ondan bilerek kork­maktadır. Bu ülke yöneticilerinin bilerek korktukları açlık, tıpkı ateş gibi onların hizmetine girmiş ve kar­şılarına aldıkları toplumlara açlıkla yok etmek için silah gibi kullanılmaya başlanmıştır. Fakat bu bilinç­li ve iyi niyetli olmayan insanlar, açlığı bize tanıtırken, cinci hocanın davranışı içine girip, ne olduğunu ve ne olmadığını açıklamadan, korkutmaya ve bu korkunun yenilmesi için bazı muskalar yazmaya yel­teniyorlar. Yazdıkları muskalar ve karınca duaları (raporlar) incelenince her satırında emperyalist amaçlarının sırıttığını görmemek için çok cahil ol­mak lazımdır. Bundan dolayı açlığı tanırken ve eğer gereki­yorsa açlık korkusunu toplumumuza mal ederken, Amerikalı'nın istediği şekilde değil, kendi gerçekleri­mizin gerektirdiği şekilde hareket durumundayız. Dikkatle incelenecek, değerlendirilip eleştirile­cek olursa, bilim kitaplarının bize tanıttığı açlık ile açlık korkusu, ABD Tarım Bakanı Freeman ile USAID Türkiye Misyonu Başkanı Grant'ın empoze etmeye çabaladıkları açlık ve açlık korkusu anla­mından farklıdır. Önceki bölümlerde yapılan açıklamalardan anlaşılacağı veçhile, insan karnı şişirici bir besinle (boş kalori kaynağı) şişirilmiş olduğu halde de aç olabilmektedir. Fizyolojik yapısı ve yaradılışı icabı hem bitkisel (pirinç, buğday, mısır, meyveler, sebzeler v.b.) hem de hayvansal (et, balık, süt, yu­murta v.b.) yiyeceklerle dengeli ve yeterli bir şekilde beslenmesi gereken insan, emperyalist ülkeler halkının bol bol tükettikleri, hayvansal yiyeceklerden yoksul bırakılacak, Türkiye, Hindistan, Pakistan halkları gibi tahılla yetinmeye mecbur bırakılacak olursa, bu insanların karınları şiş ve görüntüleri ile şişman olsalar da, aç kabul edilmektedirler. Bu gibi ülkelerde kötü beslenme sonucu olarak: — Hastalıklar yaygın, — Çocuk ölümleri yüksek, — Çalışma gücü düşük, — Eğitim yetersiz, — Savunma kifayetsiz, — Üretim noksan, — Endüstri geridir. Böylece sıralanabilecek olan kötü gelişmeler, çok miktarda et, süt, balık ve yumurta tüketen, yeteri kadar tahıl yiyen ülkelerde ise elverişli sonuçlara dö­nüşürler. İşleri tıkırında olan bu topluluklar, bu önemli noktayı geri ülkeler aydınlarının gözünden dikkatle gizlemeye çalışmakta ve açlığı tarif ederken bu noktaya hiç değinmemektedirler. Tahıl üretimini veya ithalatını artırmak suretiyle açlıkla savaşı­labileceğini geri ülkeler yöneticilerinin aklına yerleş­tirmeye muvaffak olmuş bulunan, ileri ülke demogogları bu sayede üretim artığı tahılları, yağları kısacası kendi insanlarına yedirmedikleri ve yedireme­dikleri boş kalori kaynaklarını geri ülkelere satmakta ve paraya tahvil edebilmektedirler. Açlıktan kur­tulayım derken, daha korkunç bir gizli açlığın eline düşen bu toplumların çoğu, köklerinin kazınmak üzere olduğunun farkında değillerdir.

.

Meseleyi doğru koymak ve yanılmayı önlemek için, bu önemli noktayı bazı örnekler yardımı ile aydınlatmak lazımdır.


Korkutma, Aldatma ve Zulum

Örneğin Birleşik Amerika' da bir insan ortalama olarak yılda 67 kilo tahıl ve 90 kiloyu aşkın miktar­ da et tüketerek karın doyurur. Buna karşılık bizler Türkiye'de yılda 268 kilo tahıl ve 12 – 13 kilo et tüke­ terek besleniriz. Bu miktar eti bulamayan ve ayda bir defa bile et yiyemeyen köylü ve işçi vatandaşlar çoğunluktadır. Durum böyle olunca her iki toplu­mun da beslenme koşulları bakımından aynı durum­da olduklarını iddia edemeyiz. Kısaca söylemek ge­rekirse Amerikan vatandaşları çok miktarda et, süt, yumurta ve balık ile az miktarda ekmek yiyerek bes­lenmekte, Türkiye'de ise bunun tam tersi bir tutum uygulanmaktadır. Türkler, Amerikalılar’a nazaran dört kat fazla tahıl yemekte, buna karşılık tükettikleri et miktarı, Amerikalı'nın tükettiğinin sekizde biri kadar olmaktadır. Bundan dolayı Türk halkı açtır. Dünya'nın aç ülkelerini gösteren ve FAO tarafından yayınlanmış olan «Dünya Açlık Haritası»na bakacak olursanız Türkiye'nin de Hindistan gibi siyaha boyanmış olduğunu görürsünüz. Türk halkını doyurmak ve Türki­ye'de açlıkla mücadele etmek gerekiyorsa, yapılacak iş bellidir. Hayvansal yiyeceklerle, bitkisel yiyecekler ara­sında insanın fizyolojik ihtiyaçlarının gerektirdiği bir denge kurmak, tahıl tüketimini kısıtlayarak, et, süt, yumurta ve balık gibi hayvansal yiyeceklerin üretimini artırmak, fiyatlarını ucuzlatmak lazımdır. Fa­kat yurdumuzda bir Havari edası ile açlığa karşı savaş açılması gerektiğini yazmakta ve söylemekte olan USAID Misyonu Başkanı Grant, bize bunu söylemi­yor ve bunu tavsiye etmiyor. Tam aksine bir tutumu benimseyerek Dünya'nın en çok tahıl tüketen ülke­sine, tahıl ihraç ediyor, boş kalori kaynağı olarak bilinen soya ve pamuk yağlarını satıyor ve onun sa­tacağı tohumluk, gübre, ilaç ve makine ile üretile­cek Sonora - 64 buğdayının tarımını geliştirmeye ça­lışıyor. Bu açlıkla mücadele etmek değil, Türkiye'de­ki gizli açlığı daha etkin bir hale getirmek, çocuk ölümlerini yükseltmeye, hastalıkları yaymaya, çalış­ma ve savunma gücünü yitirmeye ve kısaca Türkiye'­yi yok etmeye çalışmak demektir. Bunu anlayamayan Tarım Bakanı Dağdaş da, Grant gibi konuşup Türki­ye'yi bir buğday tarlası haline getirmeye çabalarken büyük bir hata yapmakta, bunun bilincine varama­mış bulunmaktadır. Düşmanı tanımayanlar, onunla savaşamazlar. Bundan dolayı açlığı bilimsel anlamı ile tanımayan yöneticilerin, açlıkla savaşmalarına ve bu savaştan toplumları için yararlı olabilecek sonuçlarla çıkma­ larına imkân kalmaz. Emperyalistler, bu bilgisizlikten yararlanmakta ve geri topluluklarda açlığın bilimsel anlamı ile tanımlanmasını bundan dolayı engellemektedirler. Tıp Fakültelerinde, Veteriner ve Ziraat Fakülteleri ile Eğitim Kuruluşlarında olmadık dersler müfredat programlarına eklendiği halde, besin ve beslenmeye ilişkin derslerin okutulmaması ve bu konu ile ilgili bahislerin gayet sathi bir şekilde ele alınmasının ne­ deni budur. Geri toplumlar tıpkı balıkların suyun içinde olmalarına rağmen, suyu tanımamaları gibi, açlığın içinde oldukları halde, açlığı tanımazlar. Bu bilinçsizlikten yararlanan sömürgeci de, onu savaşa sokarken, yanlış hedefler gösterir ve bazen kendi insanını kendine kırdırır. Netekim Sonora - 64 buğdayının baş savunucusu haline gelmiş olan Tarım Bakanı Dağdaş, bu tutumu ile Türk toplumuna za­rar verdiğinin farkında bile değildir. İzlediği tarım politikası, halkımızın tükettiği tahıl miktarını daha da artıracak ve hayvansal besin tüketimi kıtlaşıp aza­lacak olursa, tam anlamı ile iflas edecek ve kendisi ile partisi zor cevaplandırılabilecek bir sorumluluk altına girmiş olacaktır. Çünkü Anayasa'nın (52) nci maddesi iktidarları halkın gereği gibi beslenmesin­den sorumlu tutmaktadır. Bugünkü tutum ise, bize yanlış tanıtılan hedeflere yönelmiş ve gereken şekil olmaktan ziyade, gereksiz şekil haline gelmiştir. Uyarmaların dikkate alınmamış ve yabancıların ha­zırladıkları raporlar ile telkinlerine uyulmuş olması durumu daha da ağırlaştırmaktadır.

91


92

Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu

Günde üç defa bulgur veya bazlama yiyerek bes­lenen Türk köylüsünün ve ayakta duracak takati kal­mamış olan işçilerimizin durumu ortadadır. Canlı doğan 1000 çocuktan 176'sının daha ilk yaşta ölmeleri ve yaşayanların da hastalıklı ve maraz insanlar olarak gelişmeleri, yanlış tarım politikamızın ve aç­lığın gerektiği şekilde tanımlanmamış olmasının bir sonucudur. Sonora - 64 skandalından sonra, buğday ve ekmek fiyatlarının artmaya başlamış olması, ek­meği de tehlikeye soktuğu için durum gerçekten cid­didir. Fakat Mr. Grant bütün bu gelişmeleri, açlığa karşı açılmış bir savaş gibi göstermeye çalışmakta ve bunun gerektirdiği şekilde konuşmaktadır. Bu davranışından dolayı Tarım Bakanı Dağdaş'ı kınamak mümkün değildir. Çünki tıpkı Dağdaş gibi, bütün vatandaşlar, hatta aydınlar bile açlığın ne olup ne olmadığını bilmezler. Yüzyıllar boyu, geri ülkeleri tahılla besleyip uyuşturmayı dış politikalarının bir parçası haline ge­ tirmiş olan emperyalistler, cahil kişileri ve kontrol edebildikleri güçleri kullanarak toplumu şartlandır­ mışlardır. Müslüman ülkelerde bu arada Türkiye'de «Ekmeğin Tanrının nimeti olduğuna» inanılmakta­ dır. Çocukluğumuzda yemek yerken yere düşürdüğümüz bir ekmek parçasını, üç defa öpüp başımıza koy­duktan sonra yemeye zorlanırdık. Tahıla ve tahıldan yapılmış yiyeceklere üstünlük kazandıran bu davranış, yere düşen bir et parçası için uygulanmaz. Oysa ki et de, ekmek de Tanrı'nın nimetidir ve saygılı olmak gerekiyorsa ikisine de aynı saygıyı göstermek gereke­cektir. Birisi, birini haksız olarak işten attığı zaman, ona «Başkasının ekmeği ile oynama» deriz. Bunun yerine “başkasının yiyecek parası ile oynama” demek kimsenin aklına gelmez. Biz Türkler ekmekle, Hint­liler ve Çinliler pirinçle şartlandırılmışızdır. Pirinç ile beslenmenin Hintlileri ve çok tahıl ile beslenme­nin Türkiye'yi hangi noktaya kadar getirdiği meydan­da olmasına rağmen Türkiye'deki açlık savaşının «Sonora - 64» seferberliği şeklinde anlaşılmış ve bize böylece kabul ettirilmiş olmasına şaşmamak lazım­dır. Bundan dolayı Tarım Bakanı Dağdaş'ı izleyecek olan Tarım Bakanı'nın da bu meseleyi, gerektiği gibi anlaması ihtimali pek azdır. İneği mukaddes bir ya­ratık olarak kabul edip, kendisi açlıktan öldüğü hal­de, ineği kesip etini yiyemeyen Hintli nasıl şartlan­dırılmış ve aldatılmış ise, biz de açlığın yalnız tahıl tarımını geliştirmekle önlenebileceğine, toplum ola­rak inandırılmış ve şartlandırılmış bulunuyoruz. Bu şartlandırmanın kimin işine yaradığını tekrar söyle­yeceğiz. Bu sayede üretim artığı buğday stoklarını sata­cak toplum bulamayan ABD çok paramızı almıştır. Gene bu sayede Sonora - 64 buğdayı tarımına girişe­rek, tohumluk buğday, gübre, ilaç ve makine için ABD ne avuç dolusu para ödemiş bulunuyoruz. Bundan sonra da ödeyeceğiz. Türk halkının gözü önüne açlık ve açlık korku­sunu dikerek, onun ne olup ne olmadığını bilimsel anlamı ile anlatmadan, tıpkı cin ve perilerle şeytana karşı duyulan korku gibi aslı esası olmayan bir korku yaratmak, onu aldatıp kandırarak, zulmetmek, kö­tü beslendiği için yüz binlerce insanın, masum ço­cukların hastalanıp ölmelerine sebep olmak, üretim ve savunma gücünü baltalamak dostluk olarak nitelenemez. Gerçek dostlar, eğer mutlu iseler, dost edin­dikleri ülkelerin kendi olanaklarına sahip olmalarını arzu ederler. Türkiye'de balıkçılığı, hayvancılığı geliştirecek ve Türk çocuklarını 15 yıldır bir kilise teşkilatının sağladığı yavan süttozu ile beslenmeye ve bu yüzden zehirlenseler de bunu dönüp kullanma­ya mecbur olmaktan kurtaracak bir tarım politika­sı izlenmiş ve dostumuz ABD bunun gerçekleştiril­mesi için bize omuz vermiş olsaydı o zaman biz bun­ları yazamayacaktık. Korkutma, aldatma ve zulmetme eylemi, elbet­te tepki görecektir. Bugün olmasa bile, yarın iş ba­ şına gelecek genç kuşaklar, açlığın ne olup ne olma­dığını öğrenecekler ve ondan korkmayacaklar, tarım bakanları korkutulamayacaktır. Korkmayanlar al­danmazlar. Aldanmayanlara zulmedemezsiniz.


Korkutma, Aldatma ve Zulum

Türkiye geriliğinin nedenlerini anlayabildiği ve bu gerilikte açlığın yeri ile açlığı yaratanların kim­ ler olduğunu saptayabildiği gün, gereken tepkiyi gös­terecektir. Kurtuluş Savaşı’ndan önce de bizi istis­ mar edenlerin ve gerçek düşmanlarımızın kim oldu­ğunu, koca bir İmparatorluğu, hasta adam durumu­na getiren nedenleri tanımıyorduk. Fakat bunlar ta­nımlandıktan sonra, lüzumlu tepkinin yaratılması ve gerilemeye sebep olan nedenlerin tasfiyesi kolay ol­muş, Üniformalı düşman İzmir'den denize dökülür­ ken, Üniformasız düşmanlar da ülkeyi terk etmek zorunda kalmışlardı. Tıpkı bunun gibi açlık ve açlığa ortam hazırlayanlar, zamanla tanımlanacaktır. Bu mümkün olduktan sonra açlığı da, açlığa sebep olanları da Türkiye’den çıkarmak güç olmayacaktır. Kor­ku, aldatmaca ve zulüm karşılığını muhakkak gö­rür. Tarih tetkik edilecek olursa bunun doğru oldu­ğu görülecektir. Kendi halkımızın beslenme tarzını örnek ver­mek suretiyle anlatmaya çalıştığımız, kötü beslenme ve gizli açlık koşulları, yalnız Türkiye'de değil, Dün­ya'nın bütün geri ülkelerinde bu yoldan yaratılmış, Dünya nüfusunun üçte ikisi bu yoldan zulme maruz bırakılmıştır. Küçük bir azınlığın mutluluğunu sür­ dürmek için yaratılan olumsuz ortamda milyonlarca insan, savaş ve açlık korkusunun etkisi ve baskısı altında yaşarken, Dünya'nın belirli bölgelerine yer­leşmiş profesyonel sömürgeciler, Dünya nimetlerini israf ederek tüketebiliyorlar. Aşağıdaki tablo, kıtaların ve bölgelerin beslen­me durumunu göstermekte, çok tahıl az hayvansal yiyecekle beslenerek gizli açlığa maruz bırakılan böl­gelerin tanımlanmasına yardımcı olmaktadır. Çeşitli Bölge Diyetlerinde Hayvansal Yiyeceklerden ve Boş Kalori Kaynaklarından Sağlanan Kalori Miktarları* Bölgeler Kuzey Amerika

Hayvansal yiyecekler % Kalori

Boş Kalori kaynakları % Kalori

Diğerleri % Kalori

35

40

25

Avrupa

20

63

17

Latin Amerika

16

64

20

Yakın Doğu

8

72

20

Afrika

7

74

19

Uzak Doğu

6

80

14

*Siz Billions To Feed, FAO, World Food Problems, No.4, Rome 1962 den alınmıştır.

Görüldüğü gibi Kuzey Amerika ve bu bölgede yerleşmiş olan A.B.D. ile Kanada, günlük kalori ihti­ yacının % 35'ini et, süt, yumurta, balık gibi hayvan­sal kaynaklardan sağlayabilen ve bundan dolayı en iyi beslenen toplumlardır. Bu iki ülke aynı zamanda geri ülkelere tahıl ihraç eden en büyük ihracatçılar­ dırda... Boş kalori kaynaklarını, tahıl ve yağ gibi prote­inden yoksun yiyecekleri, açlık ve açlık korkusu yaratarak geri ülke halkına yediren, bu değersiz yiye­cekleri zulmettiği ülkelerde para ve para üzerinden sağlanan nüfusa dönüştüren emperyalistler, kendi halklarına etin iyisini yediriyorlar. Avrupa'da yerleşen klasik sömürgeciler, Kuzey Amerika'ya yerleş­miş olan yeni sömürgeciler kadar başarılı değiller­dir. Bunlar günlük kalorilerinin ancak % 20'sini hay­vansal yiyeceklerden sağlayabiliyorlar. Bu miktar Yakın Doğu’da % 8'e, Afrika'da % 7'ye, Uzak Doğu'da % 6'ya düşmektedir. Geri ülkelerde hayvansal yiye­ceklerden sağlanan kalori yüzdesi hızla düşerken, tahıl, kök yumrular, şeker ve yağ gibi boş kalori kay­naklarından sağlanan kalori yüzdesi dikkati çekecek şekilde artmaktadır. ABD halkı günlük kalori ihti­yacının % 40'ını boş kalori kaynaklarından sağlar­ken, bu miktar Yakın Doğu'da % 72’ye, Afrika'da

93


94

Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu

% 74'e ve Uzak Doğu'da % 80'e varıyor. Zulüm, kor­ku ve baskı altında yaşatılan geri ülkelerde insanlar, sığırlar ve koyunlar gibi, et ve tahılla beslenmeye zorlanmakta, bu yoldan uyuşturularak, kendi sorunlarına çare bulamaz sürüler haline getirilmektedirler. Fransızlar XVIII nci yüzyılda, çağımızın geri ül­kelerine benzer bir beslenme tarzına uyuyor ve bir insan bir yılda 271 kilo tahıl, 234 kilo nişastadan zen­gin kök yumru, 20 kilo et yiyerek besleniyordu. 1840 yılında saptanan bu beslenme kalıbı ile uygarlığını geliştiremeyeceğini anlayan toplum, beslenme politikasını değiştirmiş, sömürgelerini istismar ederek 1957 yılında, bir insanın bir yılda, 111 kilo tahıl, 129 kilo nişastalı kök yumrular, 69 kilo et, 10 kilo yu­murta, 89 kilo süt tüketebileceği bir ortam yaratmıştır. İngilizler 1880 yılında bir insana bir yılda, 137 kilo tahıl, 134 kilo nişastalı kök yumrular, 41 kilo et, 5 kilo yumurta 97 kilo süt sağlayabiliyorlardı. Bu miktarlar 1957 yılında 88 kilo tahıl, 98 kilo nişastalı kökyumrular, 68 kilo et, 12 kilo yumurta, 149 kilo süte çevrilmiştir. Zavallı Hint halkı 1957 yılında, bir insana bir yılda 130 kilo tahıl 11 kilo kök yumrular, 2 kilo et ve yumurta, 40 kilo süt sağlayabiliyordu. Türkiyemi­z’in durumu Hindistan'dan biraz daha iyi, fakat 1840 Fransası ile 1880 İngilteresinden daha kötüdür. 1969 yılında, Doğu köylerimizde, buğday bulamadığı için arpadan ekmek yapıp yiyen vatandaşlar yaşıyor. Ço­cuklarımız nedeni bilinmeyen hastalıklardan dizi di­zi ölmekte ve kurban bayramında bir kurbanlık koç satın alabilmek için 1000 – 1300 TL. ödemek gerekmektedir. Oysa ki şu günlerde bir işçi, bütün gün ça­lıştıktan sonra 15 – 20 TL. ücret alabiliyor. Bu miktar para ile aile geçindirmeye mecbur bir insanın kuru ekmeğini de satın alıp alamayacağı şüphelidir. Fransa beslenme koşullarını düzenleme gayret­lerinin sonucu olarak 1900 yılında 47 yıl olan orta­ lama ömür süresini, 1950 yılında 66 yıla kadar uza­tabilmiştir. İngiltere'de bu süre 1900 yılında 54 iken 1950 yılında 70 yıla çıkmıştır. Aynı süre içinde Hin­distan'da yapılan bütün çalışmalar ortalama ömrü 38 yılın üzerine çıkaramamıştır. Türkiye'ye gelince orta­lama ömrün ne olduğunu bilemiyoruz. Bu belki de kasten saklanmakta, iyimser çevreler ülkemiz insan­larının ortalama yaşama süresinin 54 olduğunu ilan ederken, kötümserler, bunun 33 yıl olduğunda ısrar etmektedirler. İngiltere ve Fransa'da canlı doğan 1000 çocuktan 23'ü bir yıl içinde ve 0–1 yaş arasında ölürlerken, bu miktar Hindistan'da 100, Türkiye'de 176'dır. Korkunç koşullar altında yaşatılıyor, zulüm, bas­kı ve açlık korkusunu yaşantımızın gereği zannediyo­ruz. Oysa Türk halkını ve çiftçisini piposu için tütün yetiştirmekle görevlendirmiş ve halkımız için et, süt, yumurta ve balık üretmemiz olanağını, Tarım Politi­kamızı uzmanlarıyla baskısı altına almış olan emper­yalist güçler, etkisiz hale getirilebilse, Türk halkının da, Fransızlar ve İngilizler gibi beslenmelerini kolay­ca sağlayabiliriz. Türkiye'de 100 milyon insanı en iyi şekilde beslemeye yetecek üretim kapasitesi yatmak­ta, fakat tarım politikamızı buna göre ayarlamak mümkün olamamaktadır. Yalnız Türkiye değil, bugün açlıkla boğuşmakta olan 100 kadar geri ülke, halkını doyuracak ve bu ülkelerden açlık korkusunu kovmak için yeterli ola­bilecek miktarda yiyecek üretebilir, hatta endüstri ülkelerine yiyecek satabilirler. Fakat tahıl ve yağ stoklarını tüketmek, ileri ülkeler halkına yedirile­ meyen boş kalori kaynaklarına pazar bulup, bunları paraya çevirebilmek için, geri ülkelerin, açlık kor­ kusunun baskısı altında kalması lazımdır. Bu korku var oldukça, geri ülke insanını aldatmak ve onlara zulmederek, kardeşi kardeşe kırdırmak zor olmaya­caktır.


Korkutma, Aldatma ve Zulum

Emperyalistin istediği de budur. Malthus'tan bu tarafa açlık ve nüfus artışı ilişki­lerini istismar ederek, çok ülke aç bırakılmış ve da­ha sonra da bu aç ülkelere çok üretim artığı satılmış­tır. Yoksul ülkeler açlık korkusunun etkisi altına sokulduktan sonra, hayali bazı tehlikelerden söz edilerek onlara doğum kontrol uygulamalarını kabul ettirmek ve parlamentolardan geçirerek kanunlaştırmak bile mümkün olmuştur. Açlığın ne demek olduğunu bilenler ve görenler, sömürgecilerin artık maddele­rine para ödeyip satın almaya ve onların hegemonyaları altında yaşamaya razı oldular. Türkiye'de gençliğin Amerikan aleyhtarı göste­riler yapması ve 6. Filo'ya karşı direnmesinin, bir köpeğin, efendisinin elini ısırmasına benzetilmesinin nedeni de budur. Bunu yazan gazeteci ile pek çok saf Amerikan vatandaşı, hatta Amerikan taraftarı Türk, halkımızı Amerika'nın beslediğini zannetmektedir. Aklı bu işlere erenler ise, Türk halkını gizli açlı­ğın kucağına itenlerin Amerikalılar olduğunu gayet iyi biliyorlar. Türkiye'nin bağımlı kalması için açlık ve savaş korkusunun etkisi altında tutulması gerekmektedir. Limanlarımızın sık sık yabancı Filolar ta­rafından ziyaret edilmesi, Kıbrıs sorununun bir tür­lü çözümlenmemesi ve İsrail ile Arap Ülkeleri arasın­daki çekişmenin işleyen bir yara gibi Orta Doğu'da sürüp gitmesi buna bağlıdır. Bundan dolayı Tarım politikamıza yön veremiyor ve yiyecek maddelerini ithal ve ihraç ederken, gerçek ihtiyaçlarımızın gere­ğine uyamıyoruz. Ete muhtaç olan Türkiye'nin canlı hayvan ihraç edip, hiç muhtaç olmadığı tahıl ile don ­yağını Amerika'dan satın alması, topraklarının bü­yük bir kısmını bir boş kalori kaynağı olarak bilinen şeker pancarına tahsis etmesi bundandır. Açlık ve savaş korkusu altına sokulan toplumlar çıkarlarını düşünemez, göremez ve görseler bile gereğini uygu­lamaya koyamazlar. Emperyalistler korkutulmuş olan bu toplumların elinde ve avucundaki her şeyi alır, bütün artıklarını onlara kolayca satarlar. Bunu sağlamak için gerekirse limanlarına savaş filoları gönderilir.

95


96

Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu


97

VII PARA VE PROPAGANDA


98

Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu


99

PARA VE PROPAGANDA Tok ülkeler ve bu ülkelerin çoğuna hakim olan kapitalist gruplar, kendi insanlarını tatmin etmek, onların yönetime ve yönteme karşı olmalarını engel­lemek için çeşitli usuller bulmuşlardır. ABD’de nereye giderseniz gidiniz, bütün vatan­daşların yaşantılarından çok memnun olduklarını ve daha fazla birşey istemediklerini görürsünüz. Onla­ra göre Amerika hürriyetlerin vatanıdır. Orada yaşayanlar en mutlu ve en bağımsız kişilerdir. Gelecekle­ri garanti altındadır ve Amerika'yı yenecek bir güç düşünülemez. İçeride kendi vatandaşlarına böyle gö­rünen Amerika, dışarda da aynı kanıyı yaratmıştır. Geri ülkelerin çoğunda, özellikle Amerika ile ilişki kurmuş topluluklarda, Amerika'sız yaşanamayacağı­na ve o ülkenin savunulamayacağına inanılır. Rusya'nın da benzer havayı Rusya içinde ve Rusya ile ilişki kurmuş diğer sosyalist ülkelerde yarattığını tahmin ediyoruz. Propaganda denilen silahın hizmete sokulması ile gerçekleştirilmiş olan bu ortam, yönetimde bulunan ve ülkelerin içindeki ve dışındaki güçler ile kaynakları, insan ihtirasının sınırı­nı zorlayan bir bencillikle alabildiğine sömüren azınlığın emniyet ve huzuru bakımından çok lüzumludur. Aldous Huxley'in «The New Brave World» isimli eserinde, insanları analarından doğacak yerde, erkek ve dişi tohumcukları bir domuz plasentasına sararak Dünya'ya getiren, insan endüstri kurumların da böy­le bir Dünya yaratmaya çalışmaktadırlar. Huxley kitabında, erkek ve dişi tohumcuklarını (Spermatozoit ve Ovum) bir domuz plasentasında birleştirmekte, suhuneti 36.5 C. derdesi olan bir tünelde 9 ay 10 gün bulundurarak ve yaratmak istedi­ği insanın sınıfına göre işleme tabi tutmak suretiy­le, hayatından ve işinden memnun insanlardan ku­rulu bir Dünya yaratmaya çalışır. Bu Dünya'da en mutlu insanların işçiler olduğuna inanmak­ta, yönetici


100 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu olarak imal edilmiş olanlar da bir işçi gibi görevlerini yaparlarken işçi kadar mutluluk duy­maktadırlar. Bunu sağlamak için bebeklerin yastık­ları altına hoparlörler yerleştirilir ve kreşlerde sürek­li telkin ve propaganda yapılarak herkes sınıfının en üstün ve en mutlu sınıf olduğuna inandırılır. Huxley'in dehası ile bir sanat eseri olarak or­taya çıkmış olan fikir, bugünkü Dünya'da insanlar he­nüz analarından doğmakta ve böylesine kontrol altına sokulmamış olmalarına rağmen, geniş çapta ger­çekleştirilmiştir. Sosyalist ülkelerin çoğunda, sıkıntılı bir hayat yaşayan milyonların, işçilerin ve halkın en uyarlı rejimin sosyalizm ve Dünya'nın en mutlu insanları ise kendileri olduklarına inandırıldıklarını duyuyoruz. Tıpkı bunun gibi kapitalist ülkeler de, propagan­dayı etkin bir şekilde kullanarak, kendi insanlarını ve etkileyebildikleri diğer toplumları en uygun dü­zenin kapitalist düzen olduğuna inandırmaya çalış­ makta ve bunda başarıya ulaşmış bulunmaktadırlar. Biz bu iki düzenden hangisinin daha iyi olduğu­nu araştırıp tespit edecek durumda değiliz. Konu­ muz da bu değildir. Fakat propagandanın çok etkili bir araç olduğunu ve bu sayede aç insanların açlık­ larından memnun kişiler haline getirilebileceğini ga­yet iyi biliyoruz. Dünya'yı sömüren ve bütün Dünya nimetlerini kendi çıkarları için kullanan gruplar, ister sosyalist ve isterse kapitalist düzen içinde ya­ şasınlar, yaptıkları haksızlığı bilmekte, bunun veba­linden ve davranışlarından zarar gören çoğunluğun tepkisinden korkmakta, onları propaganda ile uyuş­turmaya çalışmaktadırlar. Radyomuzu kurcaladığı­ mız zaman çeşitli yöntemlere göre yönetilen toplum­ların başarılarını bozuk bir Türkçe ile anlatmaya ça­lışan spikerlerin yırtınırcasına konuştuklarını duyarız. Anlatılanların çoğunun gerçek olmadığı, çok zaman spikerin titreyen sesinden belli olur. Bu ülke­leri ziyaret imkânı bulursanız bunu daha iyi anlarsınız. Avrupa ve diğer ülkelerin insanları New York limanına gemileri ile yanaştıkları zaman, hürriyetle­rin en adil şekilde dağıtıldığı ve sokaklarında altın akan bir diyara geldiklerini zanneder ve bunun ferah­lığını duyarlar. Fakat pasaportlarının kontrolü ile başlayan olay­lar, bir iki ay sonra onları «Sıla Hastalığı» na müptela kişiler haline getirir ve bu ülkeyi terkederken bir daha arkalarına bakmazlar. Sosyalist ülkelerdeki durum da Çekoslavakya olayları ve Macaristan hadiseleri ile Dünya kamuoyunun malumu olmuştur. Fakat iki tarafın radyoları susmaz ve dergileri de aynı çizgideki yayınlarına bir türlü aralık vermezler. Bir yumurta bir bardak suyun içine konur da 20.000 kişi yumurtaya «Kayna» diye bağıracak olur­ sa, yumurta kaynar ve pişermiş. Propaganda da böy­ledir. Bir şey binlerce defa tekrar tekrar söylenir ve ısrarla söylenirse, insanları en inanılmayacak şeylere inandırmak mümkün oluyor. Son yıllarda bir Devlet radyosu olmaktan çok, reklâm ile geçinen bir özel kesim radyosu haline gelmiş olan Ankara Radyosun­dan tekrar tekrar anonsu yapılan yiyecek ve içecekle­ri, hiç alışık olmadığı halde Türk toplumunun mut­fağına sokmak ve hatta sevdirmek mümkün olmuş­tur. Firmalar bunu bildikleri için reklâm şirketlerine binlerce lirayı severek ödüyorlar. Gazeteler aynı hizmeti hayli pahalı bir tarifeyle yapmakta ve bu su­retle para kazanmaktadırlar. XX nci yüzyılın ikinci yarısında etkili bir silah haline gelmiş olan propa­ganda, mutlu azınlığın huzurunu sağlamak, mutsuz çoğunluğun onlar aleyhine düşünmeden ve eyleme geçmeden hayatından memnun kişiler olarak yaşantılarını sürdürmelerine yardımcı olmak için de kullanılıyor. Bu sayede örneğin Amerika'da doğmuş ve başka bir ülke görmemiş


Para ve Propoganda

101

olan çoğunluk, Dünya'nın en iyi beslenen, en uygar ve hür insanı olduğuna inan­dırılmıştır. Binbir çeşit moda reklâmı yapan bir der­ginin son sahifelerinde, gözleri çukura batmış ve aç­lıktan bir deri bir kemikten ibaret kalmış bir geri ülke çocuğunun resmini görürsünüz. Bu resmin al­tında da «Bunların da çocuk olduğunu unutmayınız. Onlara yardım ediniz» gibi insancıl bir ibare vardır. Moda resimlerini incelemekte olan Amerikalı ka­dın bu resmi görünce içi sızlar, kendi çocuğunun ola­naklarını düşünür, ısıtılmış ve iyi havalandırılmış odasındaki eşyalarına göz gezdirir, üstüne başına ba­kar ve önce Tanrı'ya ve daha sonra da kendini yö­neten düzene dua eder. İstenen de zaten budur. Aynı şeyin bir sosyalist ülkede, değişik bir şekil­de fakat aynı amaçla yapılmakta olduğundan hiç şüphe etmiyoruz. İnsanlar böylece yönetilmektedir­ler. Yalnız kendi ülkelerini yönetmekle yetinmeyip, Dünya'ya hükmetmek ve bütün Dünya nimetlerini kendi çıkarlarının hizmetine sokmak isteyen iddialı yöneticiler, iki milyarı aşkın aç insanı açlıktan kor­ kan, fakat aç olduğunu fark edemeyip, yiyecek bir lokma ekmek bulduğu için Tanrı'ya ve daha sonra da kendilerine şükreden bir insan sürüsü haline getir­mek için önce propagandayı ve daha sonra da yar­dım kuruluşlarını kullanmaktadırlar. Her fikri en basit sözcüklerle en veciz şekilde ifade etme yolunu bulmuş olan Türk halkı bu dav­ ranışı “Tanrı Fakir Kulunu Sevindireceği Zaman Önce Eşeğini Kaybettirir Sonra Buldururmuş” deyimi ile dile getirmiştir. Egemen topluluklar geri ülkelerde önce planlı bir açlık yaratarak ve daha sonra da artıklarını on­ lara satarak, bu insanlara eşeğini kaybetmiş bir kim­senin, eşeği bulunca duyduğu mutluluğu sık sık tattırıyorlar. Bu ülkelerin aç bırakılmasında, açlıktan korku­tulması ve sonra da ileri ülkelerde tüketilmeyen boş kalori kaynakları (tahıl ve yağ gibi...) ile yalan yan­lış doyurulmasında Milletlerarası yardım kuruluşla­rı ve insancıl amaçlarla kurulmuş gibi görünen mil­li kuruluşlar önemli vazifeler yaptıkları için egemen toplumlar ve bu toplumlarda yönetime hakim grup­larca finanse edilmekte, bu suretle propaganda çalışmaları yavanlıktan kurtarılmaktadır. Yakın zamana kadar, bütün vatandaşlar gibi, iyi niyetle kurulup çalıştırıldıklarına inandığımız bu kuruluşların çoğu hakkındaki görüşlerimizi, Türkiye'de ve yurt dışında gözümüze ilişen olaylar dolayısıyla değiştirmiş bulunuyoruz. Bu kuruluşların çoğunun açlıkla savaşmak şöyle dursun, açlığın yaratılması ve daha sonra da ileri ülkelerin bayat yiyecek stok­larının bu ülkeler halkına yedirilmesi için bir aracı ve bir komisyoncu gibi çalıştıklarına inanmak için pek çok sebep mevcuttur. Milletlerarası Yardım Kuruluşlarının çoğunda emperyalistler yönetimi ellerinde tutmaktadırlar. Kuruluş içinde çoğunluğu sağlayarak ve yardım gören geri ülkeleri azınlıkta bırakmak suretiyle sağlanan bu egemenlik, daha sonra geri ülkelerin korkutulma­sı, kandırılması ve sömürülmesi için en etkili araç olarak kullanılır. Filhakika bu kurumların bazıların­da tek tük, Hintli, birkaç Afrikalı ve koridorların di­bine yerleştirilmiş bir odada sessiz sedasız çalışan üç beş Güney Amerikalı’ya rastlanmaktadır. Bunlar çoğunlukla emperyalistin baskısını ve nefesini yüzle­rinde hissederler. Tutumu ve ortamı değiştirecek çabalara giremezler. Ülkelerinde aldıkları ücretin 15–20 misli fazla ücretle istihdam edilen bu göstermelik ge­ri ülke personeli, kurulu düzene karşı çıkacak olursa soluğu memleketinde alacak ve diğer teknisyenler gibi, geçim sıkıntısı içinde yaşamaya mecbur kala­caktır.


102 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu Roma, Cenova, Cenevre gibi büyük şehirlere yer­leştirilmiş olan bu kuruluşlarda çalışan teknisyenler, ceplerinde taşıdıkları bir diplomatik kartı gösterin­ce vergiden de muaf tutulmakta ve paraları daha da çoğalmaktadır. Bundan dolayı bu insanlar, bu kuruluşların en üst kademelerine getirilseler bile geri ülkelerin ve kendi toplumlarının çıkarlarını savunmaz ve dile ge­tiremezler. Orada kalmanın tek yolu ve biricik ça­ resi, sömürgecinin korkutma, kandırma ve istismar projelerine alet olmak, kuruluşa yüzeyde bir meşru­ luk kazandırmış olmak için ortada dolaşmaktır. Bu inceliği kavrayıp, bu yolda başarılı örnekler verenler, Milletlerarası kuruluşların sürekli eleman­ ları haline gelirlerken, bunu yapamayanlar soluğu kendi memleketlerinde alır ve iktidar tarafından da hırpalanarak olmadık bir görevde ömürlerini tamam­lamaya mahkûm edilirler. Böyle hareket edecekleri önceden belli olanlar bir gerçek ile vazifeye hiç alın­mazlar. Emperyalist ülke bu kuruluşları çıkarı için bir araç gibi kullandığından, oradaki otoritesinin sar­sılmaması için akla gelen herşeyi yapar. Zaman, zaman kongreler, seminerler, genel ku­rullar, sempozyumlar düzenlenir, yayınlar yapılır, avuç dolusu para çarçur edilir. Fakat sonuç hep aynı ve emperyalistin çıkarına uygun olur. Cemiyeti Akvam'dan bu tarafa kalıp, isim ve tu­tum değiştirerek hizmete sokulan milletlerarası yar­ dım kuruluşlarının amaçları hep aynı olmuş ve bun­ların başkanlık mevkiinde bir Hintli, bir İngiliz veya bir Amerikalı'nın bulunması politikasını engelleme­miştir. Çünkü Hintlilerin sömürülmesinde emperya­ listlere bir Amerikalı'dan daha iyi hizmet edecek Hintliler veya İngilizler’i aratmayacak Afrikalılar her zaman vardır. Tarih ve içinde yaşadığımız olaylar, bunlardan pek çoğunu kamuoyuna tanıtmış bulu­ nuyor. Bu kuruluşlar, sözünü ettiğimiz savaş ve açlık korkusunu bütün Dünya'ya yayar, önce savaşları çı­ karır ve daha sonra da araya girerek barışı sağlar­lar. Bir kısmı ihtisas kuruluşları olarak öncelikle geri ülkelerde açlığa sebep olmakta ve daha sonra, ileri ülkeler ile aç kalan ülkenin arasına girip, açlığa karşı çare arar bir tutumla, emperyalistlerin artık ürünlerini bu ülkenin zavallı halkına satmakta veya yedirmektedir. Bir zamanlar, biz de bu kuruluşlara, insanlığın yüksek inançlarına hizmet etmek için dü­şünülmüş ve olumlu çalışmalar yapan teşekküller gözüyle bakar ve bakmakla da kalmayıp konuyu an­latırken ve yazarken bu ana fikir ve görüşü odak ha­line getirirdik. Bugün yanıldığımı ve açlığı yaratanların çoğun­lukla bu kuruluşlar olduğunu açıklarken daha önce yanıldığımızı da söylemek durumundayız. Merkezi Roma'da olan Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Teşkilatı'nın başında uzun süre bir Hintli, genel müdür olarak bulunmuş, fakat bu kuruluşta Amerikalılar’ın, İngilizler’in, Fransızlar’ın hegemonyası devam etmiş­tir. Bu kuruluşa bağlı olarak 1960 yılından beri işbaşında olan «Dünya Açlık Mücadele Kampanyası» teşkilatının koordinatörü, sömürü egzersizlerini Türkiye'de tamamlayarak, profesyonelleşmiş bir Ameri­kalı'dır. FAO'da İngilizler, Amerikalılar, Fransızlar ve Hollandalılar yönetimi ele geçirip, bunun avantajla­rından yararlanmak için kendi aralarında sürekli olarak mücadele ederler. Neticede anlaşma olmazsa, bunların tümünün çıkarını koruyacak bir koalisyon kurulur, yahut da tümüne hizmet edecek bir geri ül­ke temsilcisi gölge iktidarı temsilen iş başına getiri­lir. Fransızların hakim olduğu Milletlerarası kuru­luşlar teşkilatına, Fransız otomobillerini satarlar. İngilizler yönetimi ele geçirdikleri zaman kuruluş İn­giliz çıkarlarının ve sömürgelerdeki uygulamaların aracı haline gelir. İşi Amerikalılar’ın ele geçirmesi de­mek, P. L-480 veya «Barış İçin Gıda Programı» uygulamalarının başlaması ve geri toplumların Ameri­kan üretim


Para ve Propoganda

103

artıklarına pazar olması demektir. Ta­rafsız gibi görünen Milletlerarası Yardım Kuruluş­ları gerçekte, taraf tutan ve sömürgecilerin sömürü projelerini rahatça uygulamalarına aracılık eden ku­ruluşlar gibi görünmektedirler. Bu kanı geri toplum­larda her geçen gün biraz daha iyi anlaşılmakta ve yer bulmaktadır. Varlıklarının tehlikeye düştüğünü ve böyle giderse çoğunlukta olan geri kalmış ülkeler oyları ile yüksek ücretli kadrolarının budanacağını ve fonksiyonlarının zayıflayacağını hisseden Millet­lerarası Yardım Kuruluşları, bundan dolayı son gün­lerde çabalarını yoğunlaştırmışlardır. Bunların sa­vaşı önlemekle görevli olanları, el altında tahrikler yaparak yeni savaşlar çıkarmak ve açlıkla ilgili olan­ları, açlığı daha etkin hale getirmek için geri ülke insanını daha da korkutmak çabasındadırlar. Önce yokluk, sefalet ve açlık yaratarak (eşeği kaybederek) daha sonra buna artık ürünlerle çareler bulmak (eşe­ği tekrar bulmak) geri ülke insanını Dünya'ya geldi­ğine pişman etmek için yeterli olabilmektedir. Bu kuruluşların bilim adamı olmaktan çok, po­litikacı tutumunu benimsemiş olan yöneticileri, hav­ yar ve viskinin bol bol tüketildiği ziyafet masaların­da gizli kumpaslar kurarak ve daha sonra, alınan ön kararları meşru genel kurullarda, resmi kararlar ha­line getirerek açlıkla mücadele ederler. Bu çabalar yıllarca sürdürülmüş olmasına rağmen, sonuç değiş­memiş ve açlık Dünya'nın her yanında daha etkin bir hal almış olduğuna göre, bu kuruluşların ne yaptık­larını geri ülke insanının anlaması gerektiği halde bu da mümkün olamamıştır. Çünkü bu ülkelerin ço­ğunda iş başında bulunan iktidarlar da emperyalist­ ten yana tutumu benimsemiş ve kendi toplumuna ihanet etmiş kişilerdir. Macaristan'da Kadar ve Viet­ nam' da Kao-ki toplumuna sırt çevirmiş emperyalist­ten yana yönetici olarak iş başındadırlar. Kadı suçludan yana olunca, davacı olmanın bir yararı olmayacağı için, şimdilik yapılacak bir iş yok gibidir. Sömürülen ülkenin insanı için bu çarkın na­sıl ve kimlerin hesabına çalıştığını öğrenmek önem­lidir. Geri ülkeler ve aç insanlar birleşip ağırlıklarını demokratik kurallara göre ortaya koydukları za­man, mesele kendiliğinden çözümlenecek ve bu sö­mürü örgütü kırılmaz bardak kırıldığı zaman nasıl tuzbuz oluyorsa o şekilde parçalanacaktır. Sömürüye karşı olan ve aç bırakılan milyarlarca insanın birleşmesi ve güçlerini ortaya koymaları için tek çare sömürüldükleri yöntemi öğrenmek ve buna karşıt bir noktada birleşmek olabilir. Üçüncü Dünya bu­nun için hazırlanmaktadır. Savaş öncüsü ile açlık kâbusunun etkisi altına sokularak korkutulmuş, ya­lanlarla ve düzenlerle kandırılmış ve bu yoldan iş­ kence altına sokulmuş çoğunluk, değişmez bir kural olan «Etki-Tepki» mekanizmasının işlemesi ile do­ ğal dengenin yeni baştan kurulmasına yönelecek ey­lemlere nasıl olsa girecek ve sömürgecilik gücünü biraz daha yitirecektir. Korkuları yenmek için, korktuğumuz şeylerin ne olduğunu bilmemiz kâfidir. Çocukluk günlerimde, sap tarafına bir değnek bağlanmış ve kız kardeşimin entarisi giydirilmiş bir süpürgenin yaramazlık ettiğim, yemek yemediğim ve­ya uyumak istemediğim zaman oturma odamızın köşesine yerleştirilip, Keşkek'in beni yutacağı tehdidi ile isteneni yapmaya zorlandığımı hatırlıyorum. Bu korku ve bir süpürgeden ibaret olan Keşkek'in emir­lerine karşı duyduğum ubudiyet, biraz daha büyü­yüp, kız kardeşimin entarisini kaldırmam ve altında süpürge çöplerini görmem ile son buldu. İleri ülke­lerle, onların dümen suyundaki milletlerarası kuru­luşların, bugün karşımıza dikip bizi korkutmaya ça­lıştıkları, savaş tehditleri, açlık masalları birer keş­kekten ibarettirler. Geri ülke insanları ve ileri ülke­ lerin kandırılan masum halk çoğunluğu, bunların entarilerini kaldırıp altında ne olduklarını araştır­ dıkları gün süpürge çöplerini görecek ve oyunu an­layacaklardır. Korkularımızdan kurtulmanın yolunu elbirliği ile aramalı ve muhakkak bulmalıyız. Korku­larından sıyrılmış insanlar kendileri ile birlikte top­ lumlarını da kurtarabilmektedirler. Bu davranışın ve eylemin en güzel örneğini Atatürk vermiştir. Savaş


104 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu korkusu gibi, açlık korkusundan da kendimizi kur­tarmalı ve iki elimizle kafamızı çalıştırdığımız za­man, Amerika'nın artık maddeleri olmaksızın azığımızı üretebileceğimize bütün kalbimizle inanmalıyız. İyi Müslümanlar Tanrı'nın yarattığı her canlıyı rızkı ile birlikte yarattığına ve karışmamış, bozulmamış Türkler, Türkün başkalarının üretim artığı ile beslenmeyi benimsemeyecek kadar üstün bir toplum olduğuna inanırlar. Aslında bütün insanlar karınla­rını doyurmayı mümkün kılacak bir zeka ve fizik güçle donatılmışlardır. Bu insanların büyük bir ço­ğunluğu bugün aç ve yoksul ise, bunun nedenlerini doymak bilmeyen bir azınlığın israf ve sefahat için­de yaşamak için, aç kalanları baskı altına almasın­da ve korkuya düşürmesinde aramalıyız. İyi niyetli insanlar tarih boyunca, savaştan, aç­lıktan, yoksulluk, sefalet ve cehaletten hep korkutuldular. Fakat bu korku onların açlıktan, sefaletten, yoksulluktan, savaşlardan kurtarılmaları için işe ya­ramadı. Tam tersine bu korku dolayısıyla kendilerini açlığın ortasında ve savaşın ön saflarında buldular. Kendi çıkarları için değil, sömürgecilerin çıkarları için aç kaldılar, savaştılar ve öldüler. Fakat kendi­lerini bu olumsuz ortama sürükleyenlerin sömürge­ciler olduğunu hiçbir zaman anlayamadılar ve daima Tanrı'yı suçladılar. Politikacılar, milletler aç kaldıkları zaman yağmur yağmadığı için böyle olduğunu söylediler, suçlu yağmuru yağdırmayan Tanrı oldu. Fakat kendi çıkarlarını korumak için giriştikleri, yanlış uygulamalardan, bilgisizlik ve ilgisizliklerin­den hiç söz etmediler. Uzak Doğu'da çok kullanılan bir deyişle «Beş parmağın suçladığı kişi, hasta olma­sa bile ölür» fikri halk arasına yayılmıştır. İşte bu bin parmak aynı hedefi gösterecek şekil­de bilinçlenmeli ve aynı inançla suçluyu işaret etmelidirler. Fakat geri ülkenin şartlandırılmış insanı bu­nu çok zaman yapamaz ve bazen milyonlarca parma­ğın işaret edip, şikâyetçi olduğu tek varlık Tanrı olur. Bu ülkelerde hayır ve yardım emperyalistten ve fe­laket ise tanrıdan gelmekte, ekseriya Tanrı suçlan­maktadır. Yüzyıllardır ezilen Uzak Doğu halkı bu yanlış davranışı kavradıktan sonra durumu şu deyişle orta­ ya koyar: «O anda suçlu bıçağı bırakan Budha olur.» Uzak Doğu'nun sömürülen insanları, başlarına gelen bütün felaketlerden Tanrı'ları Budha'yı sorum­ lu tutmakla hiçbir şey kazanmamışlardır. Kaybettik­leri ise, kendilerini sömüren güçleri tanıyamamaları ve onları etkisiz hale getirerek yakalarını kurtaramamaları olmuştu. Korku içine düşürülen ve yalanlarla aldatılıp, zulme yoksulluğa, açlığa ve felakete sürüklenen geri ülke insanının emperyalistler tarafından nasıl istismar edildiğini daha iyi anlatabilmek için, Sosyalist yazar Ali Faik Cihan'ın 1965 yılında yayınladığı ve İstan­bul 2. Sulh Ceza yargıcınca verilen kararla toplatı­lan, yazarının 7.5 ağır hapis ve 5 yıl sürgün cezasına çarptırılmasına sebep olan «Sosyalist Türkiye» kitabından, nüfus artışına ve doğum kontrolüne ilişkin bazı pasajlar alalım. Çünkü bu kitap birçok yalın gerçeği Türk toplumunun çıkarlarına uyarlı bir şekil­de ortaya koymakta ve 1961 Anayasa rejimini savun­duğu Trabzon Ağır Ceza Mahkemesi’nin 17 Eylül 1968 günlü kararı ile anlaşılmış bulunmaktadır. Gerçeğin bilinmesini arzulamayan ve ülkemizin korku ve evhamları içinde, uyuşuk yaşayan insanlar topluluğu halinde yaşamasını çıkarına daha uyarlı bulan, iç ve dış çıkar grupları meselelerin bu kitap­ta anlatıldığı şekilde ortaya konmasından ve aydın­latılmasından korkmaktadırlar. İşte bu noktada baş­kalarını korkutarak ve yalanla aldatarak sömürüyü sürdürmek isteyenler kendi ruh çöküntülerinin yarat­tığı korku içine düşüp, uykularını kaybetmekte ve bazen bu korkunun etkisi altında vahşi bir yaratı­ğın bile yapmayacağı eylemleri benimsemektedirler.


Para ve Propoganda

105

Ali Faik Cihan, nüfus artışına ilişkin görüşlerini şu şekilde anlatmaktadır: (Cihan, Ali Faik, Sosyalist Türkiye, Toplum Yayınevi, Ankara, 1968) (**) Nüfus artışı hızına gelince: bu artış, Türk Halkı'­nın var olma iradesinin bir kanıtı olmuştur. Yüz­yıllardır, sonu gelmeyen savaşların, hastalıkların, göçlerin ve açlığın kemirip yediği halkı, yok ol­maktan kurtaran bu çoğalma iradesidir. Anadolu insanının bu doğurma ve çoğalma irade­sidir ki, ölümün hızını geçmiş ve ona yenilmez özelliğini kazandırmıştır. Bunca silahlı ve ekono­mik savaşlarla bu halkı yok edemeyen enternasyonal sömürgecilik, bugün doğum kontrolü adı verilen kibar ve masum görünüşlü bir düzenbazlıkla halkın karşısına çıkmaktadır. Doğum kontrolü nedir? Doğan yavrularla anaları sağlık kontrolü altına alıp, sağlam ve gürbüz bir kuşak yetiştirmek midir? Hayır. Doğum Kontrolü dedikleri şey, ana ve babaları nüfus artışının zararlı olduğuna inandırmak ve insanları daha doğmadan öldürmektir. Çünkü gebeliği önleyip doğuma engel olmak, ye­tiştirileni öldürmekten çok daha kolaydır. Gerçekten doğum kontrolü, Türkiye'ye dışardan gelen bir tavsiyedir. Tavsiyenin amacı, Türk halkının yaşama iradesinin sembolü olan çoğalma gücünü içerden engelleyerek, onu kısa bir süre içinde yok etmektir. İçte doğum kontrolü tavsiyesini hoş görenler de, sadece dış kapitalizmin içteki ortaklarıdır. Yılda 700 bin artarak, tasarlanan yüzde 7 kalkınma hızını yüzde 4’e düşüren bu halkın çoğalma hızını kesmek ve kalkınma hızını yükseltmek yollarının arandığı bir gerçektir. Ancak Türkiye'de gelir dağılımı hesaplarına göre, yüksek artış hızına sahip olan nüfus gruplarının az tüketip, çok üreten gruplar olduğu anlaşılır. Bu suretle doğum kontrolünü getiren dış kapitalizmin yerli or­taklarının kaba bir çelişkiye düştükleri ve bindikleri dalı kestikleri sonucuna varılır. Doğum kont­rolünün getirilmesinde etken olan bu temel amaç ve düşünceler yanında, kimi küçük hesapların da bu işte rol oynadığı kabul edilmelidir. Kadınlara verilecek doğum kontrol hapları ile uygulanacak münasebetsiz araçların kimi yan etkilerinin, adı du­yulmamış yeni hastalıklara yol açması beklenir. Bu hastalıklar, yabancı ve yerli ilaç firmalarına doğum kontrol araç ve gereçleri dışında antibiyotik v.s. ilaçlar için yüz milyonlar tutarında tüke­tim pazarları hazırlayacaktır. Öbür yandan, gebe­lik riskini ortadan kaldıran doğum kontrolü, mutlu sınıf kadınlarının özgürlüğüne gölge düşü­ren büyük bir engeli de ortadan kaldırmaktadır. Artık, gebeliği serbestliğe engel ve birden fazla çocuk doğurmayı ayak takımına özgü ayıptan sa­yanlar rahatlıkla yaşayabilirler. Doğum kontrolü, emperyalizmin gelişmemiş bir toplumda nerelere kadar sokulabileceğini açıkça göstermiştir. Denilebilir ki, doğum kontrolü helezonlarının ulaştığı yerin ötesinde, ulaşılabilecek daha gizli ve daha uzak bir yer kalmamıştır. Nüfus artış hızını durdurma gibi olumsuz amacı saklayamayan doğum kontrolü ilkesinin altında daha birçok kişisel kaprisler, toplumsal cinayet­ler ve sınıf çıkarları yatmaktadır. doğum kontro­lü, halkın dışında ve üstünde bulunan asalakların, kendi sorunlarını topluma empoze etme alışkan­lıklarından bir örnektir. Oysa ki bugünkü sayısının kat kat fazlasını barındıracak geniş alanlara sa­hip olan Türk Halkı, yaşama alanlarına göz dik­ miş bulunan emperyalist çevre karşısında çoğal­mak zorundadır. Nüfus yoğunluğu, nüfus


106 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu artış hızıyla yakından ilgilidir. Onun için, yüksek nüfus yoğunluğunun olumlu sonuçları da nüfus artış hı­zına bağlıdır. Köylü nüfusu da içine alan istatistik­lerle belirtilmiş çocuk ölüm oranlarına ait kesin sayılar elde bulunmamakla birlikte, doğan çocuk­ların yarısının ölüp, yarısının kaldığı, kaba bir gözlemle anlaşılabilir. Onun içindir ki, kontrol altına alınması gereken şey, gebelik öncesi du­rumlar değil, doğan çocuklarla doğuran analardır. Ali Faik Cihan'ın büyük bir ustalıkla ve gayet anlamlı bir şekilde anlattığı Doğum Kontrol uygula­ ması Türkiye'ye nasıl girmiş ve kanun yapıcılar tarafından nasıl benimsenmiştir? Bunun hikayesini ayrıntıları ile öğrenmek iste­yenler, (Koçtürk, Osman N. Gıda Emperyalizmi, Top­lum Yayınevi, Ankara 1966 ve Koçtürk, Osman N., Sessiz Savaş, Ararat Yayınevi, İstanbul, 1969) isim­li kitapların ilgili bölümlerini inceleyebilirler. Fakat biz toplumun çıkarlarına tamamen ters düşen ve sa­yın Cihan tarafından açıklandığı gibi, Türk toplu­munun kökünü kazımayı amaç edinen bu uygulama­nın, açlık korkusu yaratarak, yalanla ve işbirlikçile­rin gayretleri ile Türkiye'ye sokulmuş, propaganda ile halka kabul ettirilmiş olduğunu anlatmadan ge­çemeyeceğiz. Yaratılan korku ortamında, çağımızın en coşkun sömürgecisi olan ABD’nin milli ve Millet­lerarası kuruluşları da zorlayarak Türk halkını ge­lecek kuşakların yok edilmesine razı etmesinde pro­pagandanın önemli bir yeri olmuş ve propaganda ya­lanlar üzerine oturtulmuştur. Bu çalışmalar üç bö­lümde incelenebilirler: 1) Öncelikle UNICEF, FAO ve CARE gibi kuruluşlar Türkiye'de bir açlık korkusu yaratmışlar ve okullara kadar sokularak, bu korkuyu yaymış ve körüklemişlerdir. 2) Daha sonra halka, yöneticilere ve kanun yapıcı gruplara benimsetilen bu korkunun yarattığı elverişli ortamda, çare gibi gösterilerek, doğum kontrolü, ABD üretim artıklarının satın alınma­sı, Türk tarım politikasının yabancı uzmanlar eliyle yozlaştırılması v.b. teklifler çeşitli yalanlar ve yabancı uzmanların yazıp yöneticilerin koyun­larına sıkıştırdıkları muskalar (sözüm ona bilimsel raporlar) ile bize benimsetilmiş ve işbirlikçilerin gayreti ile de kanunlaştırılmıştır. 3) İktidarlar tarafından benimsenen ve parlemonta­da çoğunluk oyları ile kabul edilerek kanunlaşan bu olumsuz uygulamalar, meşruluk kazanmış zulüm projeleri halinde Türk toplumu üzerinde uy­gulanmakta ve halka zarar vermektedirler. Ali Faik Cihan'ın, bir düzüne ülkücü yazarın ger­çekleri yazıp söylemesi, Doğum kontrolünün meddahı haline getirilmiş olan Radyo ve yüksek ücretle istihdam edilen kişilerin kopardığı yaygarayı bastı­rıp, halkı uyandırmak için yeterli olamamaktadır. İnsanlar yaratılan korku ortamında, doğuracakları çocukların aç kalmasından korkmakta ve yalanlara inanarak apış aralarına helezon takılmasına razı olmaktadırlar. Bir kısım mutlu kadın, kanun dışı dav­ranışlarının maskelenmesinde kendisine yardımcı olduğu için Doğum Kontrolünden yanadır. Bunlar bu taraftar oluşu etkileyen asıl nedenin ahlak dışı kaprisleri olduğunu bir türlü ifade etmemekte, emper­yalistlerin kulaklarına fısıldadıkları ve geri ülke insanını kandırmada yararlı olan bazı tekerlemeleri bir ajan sadakati ile halk kitlelerine yaymakta, köy­ deki ve kentin fakir semtlerinde yaşayan cahil kadın­ları kandırmaktadırlar. Korkutma, kandırma ve zulüm olarak üç safha­da eleştirebileceğimiz Doğum kontrol uygulamaları, açlık korkusu zemininde yeşertilmiş ve geliştirilmiş, amacı zulüm ve imha olan bir emperyalist eylemi­ dir. Toplumu etkileyen bu uygulama elbette bazı tep­kiler yaratacak ve asıl amaç anlaşılınca doğacak olan tepkiler, etkiyi gölgede bırakacak kadar köklü olacak­tır.


Para ve Propoganda

107

Açlık korkusunun yaratılması, tıpkı savaş kor­kusunun yaratılması gibi istismarcı grupların çok işine yaramaktadır. Hem iç ve hem de dış politika­da, insanları hizaya getirmek ve hak arayanları sus­turmak için bundan 20 yıl önce, savaş tehlikesi yöne­ticilerin çok başvurdukları bir tehdit vasıtasıydı. Karşıtları güçlenince, iç politikaya hâkim olama­yanlar, ortaya bir savaş tehlikesi sözü atarak, muhaliflerini kendileri ile birleşmeye ve ortak harekete zorlarlar. Bu düzeyde Milli Birliğin lüzumlu olduğu bilindiğinden, dış tehlikeye karşı birleşmek zorunlu olur. Emperyalistler şimdi Açlık Korkusu'nu aynı amaçla kullanıyorlar. Gerçekleştirmeye çalıştıkları her çıkar projesinin gerekçe bölümünde. «İnsanlığı tümüyle tehdidi altına almaya başlamış olan açlı­ğı yenebilmek.. » diye başlayıp böylece devam eden bir başlangıç vardır. Doğum Kontrolü gelecekteki açlığı önlemek için uygulanır, ABD boş kalori kaynaklarını, tahıl veya diğer üretim artıklarını geri ülkelere açlığı önlemek için ihraç eder ve parasını tahsil ederek, bu ülkeler­ de çevirdiği fırıldakları bu para ile döndürür, aslın­da birer teknolojik casus olan yabancı uzmanlar geri ülkeye açlığı önleme gerekçesi ile sokulurlar, geri ülkenin tarım ve ekonomi uygulamaları açlığı önleme gerekçesi ile altüst edilir. Açlık korkusunun orta­ma hâkim olması, çok işe yaramakta ve böylece her saldırı bir yardım gibi gösterilmektedir. İnsan hakları diye diye insan haklarının, ka­nun diye diye kanun ve Anayasa diye diye Anaya­saların çiğnendiği, düzen ve nizamın tahrip edilerek dengesizliklere dayalı bir dengenin kurulmaya çalışıl­dığı XX nci yüzyılın ikinci yarısında, geri ülkelerin masum insanları açlık diye diye aç bırakılmakta ve daha sonra da propaganda ve telkin ile aç olmadık­larına inandırılmaktadırlar. Balıklar içinde yaşadık­ları suyu nasıl tanımazlarsa, aç ülkelerin insanları da açlığı tanımaz ve aşırı hallerde suçu Tanrı'ya yük­ lerler. Buna karşılık emperyalistlerin artık madde­lerini ülkelerine taşıyan gemiler ufukta göründü mü hudutsuz bir sevinç ve bu yardımı yapan ülkeye kar­şı, kendi ülkelerine duydukları sevgi ve saygıyı da aşan bir yakınlık ve bazen minnettarlık hissi du­yarlar. Huxley'in kitabındaki işçiler gibi, Dünya'nın en mutlu insanları olduklarına inandırılmış olan ge­ri ülkenin aç insanı, bir tabak bulgur pilavı veya bir bazlama buldu mu günün başladığı saat başlayıp, gü­neş batana kadar sabır ve tevekkülle çalışmaya razı olur. Emperyalist bu insanların yarattığı değerleri istismar etmeyi geri ülkelerin doğal kaynaklarını alabildiğine sömürdükten başka, insanlarını da açlık ve tokluk sınırında yaşatarak köle gibi kullanmayı çok iyi bilmekte, bunu mümkün kılmak için uzman­larını yetiştirmiş, yardım kurumlarını kurmuş, örgütlerini tamamlamış olarak savaşını sürdürmektedir. Kendi ülkesinde, geri ülkelerde çekilmiş, sefil çocukların resimlerini teşhir ederek yönetime karşı minnettarlık duygusu yaratanlar, geri ülkelerde bu­nu bir lokma ekmek karşılığı kolayca sağlarlar. Bu bir lokma ekmek de bu ülkelere çok zaman verilme­mekte ve para karşılığı satılmaktadır. Pazar ekseriya Milletlerarası kuruluşlar tara­fından hazırlanır ve propaganda en etkin silah ola­rak kullanılır. Bu saldırıların her çeşidine karşı ko­yabilmek için, bilmek tek çaredir. Emperyalist ülkeler, geri ülkelerdeki propagan­da çalışmalarını, yalnız milletlerarası kuruluşlarla yürütmüyorlar. Sermayenin desteklediği, sözüm ona hayır kuruluşları, vakıflar ve kiliseler de bu faaliyete aktif bir şekilde katılmaktadırlar. Örneğin, ABD’nin Ford Vakfı ile Rockfeller Kuruluşu ve bir Kilise kurumu olan CARE geri ülkelerde geniş faaliyetler gösteriyorlar. Ayrıca Ameri­kan Üniversitelerinin geri ülkeler Üniversitelerine et­ki yapıp, açlık ve savaş korkusunu bilim adamları arasında yaymak için çaba harcadıklarına şahit


108 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu oluyoruz. Geri ülkelerde kurulmuş bazı cemiyetler, va­kıflar ve teşekküller de bu propagandaya alet edilebiliyorlar. Geri ülkeler üniversitelerinden bir kısmı ya­bancı ülkelerden para yardımı aldıkları için, doğal olarak onların propaganda çalışmalarına açıktırlar ve bir üs gibi kullanılırlar. Basın, sinema ve iyi kont­rol edilmeyen yayınlarla, kültür merkezleri bu pro­pagandanın odağı olur. Türkiye'de bu çeşit faaliyetin bütün çeşitlerini canlı örnekler üzerinden görmek ve incelemek kabil­ dir. Ancak kitabın hacmi bu çalışmaların tümünün eleştirilmesine elverişli olmadığından biz bir tek ör­nekle yetinmek ve bu örneğin yardımıyla durumun tümü hakkında fikir vermek istiyoruz. «The Rockefeller Foundation» ismi altında faa­liyet gösteren Amerikan özel yardım kuruluşu 1967 yılı içinde Dünya'nın çeşitli ülkelerinde yaptığı ça­lışmaları, Başkanı J. George Harrar'ın hazırladığı faa­liyet raporunda özetlemiştir. Bu çalışmalar arasında Doğum Kontrolü çalışmaları ile Açlığın yok edilmesi çalışmaları önemli bir yer tutuyor. (The Rockefeller Foundation, The Presidents Reviewand Annual Report, 1967) Rockefeller Kuruluşunun doğum kontrolüne ilişkin çalışmaları, Amerika içinde, Negro'ların kökünün kazınmasına ve geri ülkelerde ise istenmeyen toplumların seyreltilmesine yöneltildiği halde, sosyal ve ekonomik kalkınmanın bir gereği gibi gösteril­mekte, raporda asıl amacın gizlenmesi için, ustaca bir anlatışa girilmektedir. Bu arada raporun (16) ncı sahifesinde Türkiye'de 1965 yılında, kanun yapıcı meclislerin tasvibinden geçen, Doğum Kontrol Ka­nunu’ndan da söz edilmekte ve Rockefeller Kuruluşu’nun bu çalışmaları Hacettepe Üniversitesi, Bilim Merkezi aracılığı ile desteklediği anlatılmaktadır. Ay­rıca Hacettepe Üniversitesi paralelinde faaliyet gös­teren Atatürk Üniversitesi’nin Doğu Anadolu'da ben­zeri çabalara girdiğini haber veren rapor, doğum kontrolü çalışmalarının öğretilmesi, lüzumlu araş­tırmaların yapılması, gösterilerin düzenlenmesi için bu kuruluşa 250.000 dolar bağışta bulunulduğunu açıklıyor. Hacettepe Üniversitesi bu yardımla kalmamış, ayrıca 1968 yılında Ford vakfından 375.000 dolarlık ve AID Amerikan yardım kuruluşundan 4,5 milyon dolar para yardımı almıştır. Bu paraların önemli bir kısmı propaganda amaçları ile kullanılmaktadır. (Son Havadis, 24.5.1968) Resmi üniversiteler, ya­bancı kaynaklardan sağladıkları kucak dolusu paray­la propaganda çalışmalarına girişince, birkaç kişi­nin gerçekleri halka duyurmak için çaba sarf etmiş olması, etkisiz bir çaba olarak kalıyor. Kaldı ki Tür­kiye'de nereden ve kimin tarafından beslendiği bel­li olmayan ve doğum kontrolü propagandası yapan dernekler, bazı firmalar ve resmi kuruluşlar da var­dır. Türkiye'nin en ünlü ilaç firmalarından biri olan Eczacıbaşı firması 9 Kasım 1967 günlü ve yılda bir­ kaç defa çıkarılan «Tıpta Yenilikler» isimli dergisini nüfus planlamasına tahsis etmiştir. Renkli resimler, grafikler ve ünlü imzaların, ön yargı ile kaleme alınmış yazılarıyla süslenmiş olan bu dergide, nüfus planlamasının üst seviyede propa­gandası yapılmaktadır. Derginin editörü Şakir Ecza­ cıbaşı, dergi Türk aydınlarına ve hekimlerine dağıtılmadan önce, ilgililere gönderdiği mektubunda ay­ nen şöyle diyor: (**) İşte bir yıllık sürekli araştırmadan, iki yıllık ha­zırlıktan sonra, büyük masraflarla yayınlanan Tıpta Yenilikler'in 9 uncu sayısını, Dünyamızın bu önemli sorununa ayırmış bulunuyoruz. Bundan ön­ceki sayılara oranla daha büyük boyda, beş renk­te basılmış olan, Nüfus planlaması sayısının ha­zırlanmasında 16 Türk ve batılı bilgin, 12 sanatçı katılmış, ayrıca Birleşmiş Milletler, Ekonomik ve Sosyal İşler Bölümü, Dünya Sağlık


Para ve Propoganda

109

Teşkilatı, Avru­pa Konseyi İktisadi ve Sosyal işler Bölümü, Ulus­lararası Aile Planlaması Federasyonu, Aile Planlaması ve Dünya Nüfusu Federasyonu, Nüfus Kuru­lu, Ford Vakfı Nüfus Planlama Programı Bölümü, T.C. Devlet Planlama Teşkilatı, gibi kurumlarla işbirliği yapılmıştır. Dergide Julian Huxley, Frederick Osborn, Oscar Harkavy, Fritz Baade, Ord. Prof. Dr. Ömer Celal Sa­ro, Prof.Dr. Nusret Fişek, Prof. Dr. Kenan Gürtan, Prof. Dr. Abram Blan, Prof. Lee Rainwater, Bernard Berelson, Prof. Dr. Alan F. Guttamacher, Doç. Dr. Celso - Roman Garcia, Prof. Dr. Gregory Pincus, Dr. Gordon W. Perkin, Prof. Dr. Richard L. Day, Doç. Dr. R. Garcia Bunuel, Eduart Roditi gibi yazarların ve bilim adamlarının imzaları vardır. Görüldüğü gi­bi yabancı imzalar çoğunlukta, Türk yazarlar ise azınlıktadır. Kaldı ki bu imzaların da doğum kontrolünün Türkiye'de gerçekleşmesi için büyük çabalar harcayan ve kontrolden yana kişiler oldukları bi­linmektedir. Dergi incelenince başından sonuna kadar propa­ganda amacı güdüldüğü aşikâr olarak görülmektedir. Nitekim dergiye ilk yazı olarak yerleştirilmiş olan Julian Huxley'in yazısından, Şakir Eczacıbaşı’nın mektubuna aktarılmış bir pasaj da şunları okuyoruz. (**) Dünya nüfusu bugünkü ölçüde yükselmeye devam edecek olursa, her 35 yılda iki kat artarak, 2000 yılında 7 milyara, 2035 yılında 14 milyara varabilirmiş... Yalnız Hindistan'da nüfus 920 milyonu bulabilir, sadece Kalkuta şehrinin nüfusu 64 milyo­na çıkabilirmiş... Türkiye nüfusu bile, 2000 yılında 80 milyonu aşabilirmiş... Bu artış durdurulmazsa, çok yakın bir gelecekte dünyamızın kaynakları tükenecek, insanlar beslenemeyecek, ekonomik ve kültürel gelişme duracak, endüstri çökecek, halk açlığa kıtlığa sürüklenecek, çocuklar bakımsız ve barınaksız kalacakmış... Zaten o günlere varmadan Dünya'da güven kalmayacak, ortalık büsbütün karışacak, çatışmanın, çekişmenin, savaşların sonu gelmeyecektir. «Üreme ve üretim arasındaki dengeyi sağlayacak tedbirleri bugünden alamazsak, torunlarımız ve onlardan sonra gelecek binlerce ve binlerce kuşağı, yeterinden fazla çalıştıkları halde yeteri kadar beslenemedikleri, mutsuz, tatsız, kalabalık bir Dünya’da yaşamaya mahkum etmiş olacağız... İnsanın üremesinde rol oynayan etkenleri kontrol etmesini öğrenmezsek, insanlık yaşamak için savaşan yığınların altına gömülecek, ortadan kalkacaktır. Bugün, insan ırkının temsilcileri olan bizler, insanlığın gelecekteki felaketini hazırlamanın sorumluluğunu yüklenmiş olacağız… Şakir Eczacıbaşı Huxley'in yazısından en çok bu paragrafı beğenmiş ve mektubuna aktarmıştır. Mektubun bundan sonraki bölümünde de çok büyük söz­ler ediliyor. Bilginlerin, aydınların, Devletlerin, Ulus­lararası Kuruluşların, hekimlerin, iktisatçıların, top­lum bilimcilerin, ruh bilimcilerin, tarımcıların, endüstricilerin, Doğuluların, Batılıların Müslümanların, Hıristiyanların bu sorun ile meşgul ve doğum kontrolünden yana oldukları kanısı uyandırılmaya ça­lışılıyor. Okuyucularımız ilaç firmalarının bu gibi gi­rişimleri neden yaptıklarını gayet iyi bilirler. Dergi­nin içinde yer yer ilaç reklâmlarına da rastlanmakta, bir yanı ile firmanın komisyonculuğunu yaptığı ilaç­ların propagandası yapılmaktadır. Ancak derginin tü­mü ile doğum kontrolüne ayrılmış ve yayınlanan bü­tün yazıların Dünya'da ve Türkiye'de, bu konuda ta­raflılığı ile tanınmış kişiler arasından seçilmiş olma­sı, amacın doğum kontrolünün propagandasını yap­mak olabileceği ihtimalini akla getiriyor. Nitekim İrfan Derman, 31 Ocak 1968 günlü Akşam Gazetesi’­nin kitap sütununda «Tıpta Yenilikler» dergisinin bu nüshası hakkında şunları yazmaktadır.


110 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu (**) Nüfus Planlaması Özel Sayısı, Eczacıbaşı Yayını, 1968, 104 Sahife, Tıpta Yenilikler, Türkiye'nin en büyük ilaç fabrikalarından Eczacıbaşı'nın tıp âlemine hizmet için çıkardığı bir dergi, nefis resimler, nefis baskı. Ancak ne yazık ki son sayısını nüfus planlaması gibi olumsuz bir konuya ayırılmış... Görüldüğü gibi herkes Ferit Eczacıbaşı, ya da Huxley gibi düşünmemektedir. Aydınlar arasında bu uygulamaya karşı pek çok insan vardır. Katoliklerin lideri olan Papa ve Ortodoks Patriği Athenogoras, doğum kontrolüne karşı olduklarını açıkça ilan et­miş ve kamuoyuna duyurmuşlardır. Huxley'in yazdıklarının pek şişirilmiş ve tek yanlı görüşler oldu­ğu kolayca anlaşılabiliyor. Rockefeller ve AIM ile Ford yetmiyormuş gibi, bir de ilaç firmaları çeşitli dernekler, bunların federasyonları, ne olduğunu iyi bilemediğimiz bazı milletlerarası kuruluşlar, doğum kontrolünü desteklemekte, propagandasını yapmaktadırlar. Türkiye'de bu çalışmalara Sağlık Bakanlığı ile bazı resmi klinik­ler de katılıyor. 5 Ocak 1968 günlü Milliyet Gazetesi’­nin kadınlar için yayınlanan ilavesinde, hayli ente­resan bir ilan yayınlanmıştır. Bakın ilanda neler de­niyor: (**) Hamile kalmak istemiyorsanız... Nüfus planlaması konusunda bilgi almak için, Salı ve Cuma günleri saat 11.00-13.00 arasında kliniğimize başvurunuz. Cerrahpaşa Hastahanesi, Kadın - Doğum Kliniği. Türkiye'de vatandaş, hastahanelerde bakım ve tedavisini sağlamak için büyük güçlükler çekmekte ve para ödemek zorunda kalmaktadır. Oysa çocuk doğurmamak için başvurulduğunda hekimler sizinle uzun uzun meşgul oluyor, parasız helezon takıyor, ilaç veriyor ve bir de bu hizmetleri duyurmak için, yüksek tirajlı gazetelerin kadın ilavelerine ilan veri­yorlar. Bütün bu paraların nereden geldiği, neden do­layı böyle hovardaca harcandığı bilinmemektedir. Beri taraftan vatandaş bir tavuktan daha fazla yu­murta, bir inekten daha çok süt almak için başvu­racak makam bulamıyor, bunun için yayınlanmış ga­zete ilanlarına da pek rastlamıyoruz. Nerede basıl­dığı kim tarafından yayınlandığı belli olmayan birtakım kitaplar, doğum kontrolünü köylüye kabul ettirmek için düzülmüş cin ve peri hikâyeleri, gizli eller tarafından köylere kadar yayılmakta ve ilgili­lere bunlar gösterilince, girişimi kimse benimseme­mekte ve üzerine almamaktadır. Fakat bunlar yapılıyor. Lüks otellerde seminer­ler düzenleniyor. Uzak ülkelere geziler tertipleniyor. Milletvekilleri ve ilim adamları uzak ülkelere parala­rı ödenerek seyahat ettiriliyorlar. Bütün bunlar tü­mü ile propaganda çalışmalarıdır. Bu çalışmalar Rockefeller dâhil bazı Amerikan kaynaklarından destekleniyor. Amaç ortadadır. Açlık ve savaş korkusuyla teh­dit edilen bazı insanların kökleri kazınmak isteniyor. Bunu Huxley'den önce Ferit Eczacıbaşı'nın mektu­buna ve bizim de kitabımıza aktardığımız pasajı inceleyince kolayca anlayabiliyoruz. Emperyalistler insanları önce korkutuyor ve daha sonra kısırlaştırıyorlar. Bu korkunun temelinde açlık korkusu ile sa­vaş korkusu yatmaktadır. İsim yapmış batılı bilginler: (**) İnsanların çok fazla üreyip aç kalmalarından ve Kalkuta şehrinin 64 milyon olmasından korkuyor­lar, (**) Haddinden fazla üreyen insanların ideolojik gö­rüş farklarının hazırladığı bir ortamda savaşmaları ve atom bombasına varıncaya kadar bütün yok ­edici silahların kullanılmaya kalkılması batılıyı korkutmaktadır.


Para ve Propoganda

111

(**) Sınırlı olan Dünya kaynaklarının, özellikle yiye­cek maddelerinin artan kalabalıklara yetişmemesi açlık ve kıtlığın başlaması ihtimali bilginleri kor­kutmaktadır. Batılı bilgin, çok zaman toplumunun ve inanç­larının baskısı altında gerçek korkularını gizleyip, aç­ lık ve savaş korkusunu, onu korkutan geri toplum­lara aktarmayı bilmiş ve bu korkunun yarattığı ortamda geri topluluğu doğum kontrolü ile seyrelterek, zaman içinde ortadan kaldırmayı amaç edinmiştir. İşte Rockefeller dâhil, Doğum kontrol çalışmalarını, keselerinin ağzını açarak, cömertçe destekleyen yar­ dım kuruluşlarının ve vakıfların asıl amacı da bu­dur. Onlar Dünya'yı değil, bencil bir davranışla ken­di toplumlarının geleceğini kurtarmak istiyor ve para gücüyle, geri ülkelerin, bazı kuruluşlarını da yan­ larına alarak, büyük isimleri, bir propaganda aracı gibi kullanıyorlar. Geri ülkenin iyi niyetli insanı, büyük batılı bil­ginlerin, batıyı korumak ve doğuyu çökertmek için, tutucu bir davranışla söyleyip yazdıklarına inanır­ken, büyük bir hata işlemektedir. Geri ülkelerde yabancılara karşı duyulan hayranlık ve inanç, emper­yalistin bu toplumları yabancılaştırmak için, yüzyıl­lar boyu harcadığı çabanın ürünü olup, şimdi de ken­di kendilerini yok etmelerini sağlamak için kullanılıyor. Propaganda bu korkunç girişimi, çağın getirdiği ekonomik ve sosyal bir zorunluluk gibi göstermede en etkili silah haline gelmiştir. İyi cins kâğıtlara basılmış, ünlü isimler ve renkli resimlerle süslenmiş ya­yınlarla aydınlar, cin ve peri hikâyeleriyle köylüler ve daha rahat bir hayat yaşama vaadi ile kadınlar kandırılıyorlar. Rockefeller Foundation'un 1967 yılı çalışma ra­porunda, bu kuruluşun geri ülkelerde açlığı yok et­mek için harcadığı çabalardan da söz ediliyor. Bu çalışmalar boş kalori kaynakları olarak bilinen buğ­ day ve mısır üzerinde yoğunlaşmakta, buğday çalış­malarının Türkiye, Hindistan ve Pakistan'da, Rocke­ feller Foundation'ın yüzünü güldürecek şekilde geliştiği görülmektedir. Sonora - 64, Lerma-Rojo-64 gibi Meksika hükümeti ile Rockefeller Foundation'ın birlikte geliştirdikleri tohumluklar, zaten çok tahıl tüketen ve tahıldan çok et, süt, yumurta ve balığa muhtaç olan bu üç ülkede geniş çapta ekilmeye başlanılmış ve Türkiyemiz’de, Sonora - 64 ile, artık her­kesin bildiği acıklı sonuçlar alınmıştır. Buğday ve mısır çalışmalarında Rockefeller kuruluşu, Ford Vakfı ile de işbirliği yapıyor. Afrika ülkelerine yöneltilmiş olan mısır çalışma­ları amaç itibariyle farklı değildir. Bütün mesele bu ülkelerde halkın boş kalori kaynakları ile beslenerek, gizli açlığın ve dengesiz beslenmenin kucağına düşü­rülmesi ve geri ülkelerin uyanışlarının biyolojik ola­rak engellenmesidir. Bu ülkeleri bu çeşit besinlerle beslenmeye ve yetinmeye mecbur edebilmek için ön­celikle bir açlık korkusunun yaratılması, daha sonra da emperyalist ülkeler uzmanlarının geri ülkeye sız­dırılması kâfi geliyor. Milletlerarası kuruluşlar, bu çabalarında, çok zaman batılı emperyalist ülkelere yardımcı oluyor, uygulamalara zemin hazırlıyorlar. Doğum kontrolüne razı olmak, buğday veya mısırla yarım yamalak karın doyurup, önce Tanrı'ya daha sonra da emper­yalist ülkelere dua etmek için açlık korkusu yetmek­ tedir. Para ve parayla gerçekleştirilen propaganda, Dünya'nın her yerinde geri toplumların baskı ve kor­ ku altında yaşatılmasına, emperyalistin bu ülkelerin iç işlerine karışarak, kaynaklarını ve insanlarının emeğini sömürmesine yetmektedir. Eski çağlarda bu iş kılıçla yapılıyordu. Bugün para ve propaganda aynı şeyi yapmaktadır. Bundan dolayı çağdaş barbarlar, önce açlığı yaratıyor ve da­ha da bu korkunun sürekli bir hal alması için propaganda silahını para yardımı ile harekete geçiriyor­lar. Ünlü bilginler bile bazı hesaplar yaparken,


112 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu nüfus artışı önlenmezse insanların açlıktan kırılacağı ve savaşan milyonların birbirlerini yok edeceğini yazıyor ve bu yazılar geri ülkelerde sirküle ediliyorlar. Kuşe kâğıtlara basılmış nefis dergiler bunlardan söz ediyor, lüks otellerde düzenlenen seminerlerde ya­bancı profesörler, güdümlü koşullar altında amaçlarının propagandasını yapıyorlar. Avuç dolusu para harcanıyor, fakat bu parayı emperyalist harcamamaktadır. O harcadığı paradan daha çoğunu, geri ülkenin mutsuz insanını zorlaya­rak, onun emeğinden ve kaynaklarından sızdırıyor. Amerika Birleşik Devletleri'nin Savunma Baka­m Mc Namara'nın, Savunma Bakanlığından ayrıla­ rak, Dünya Bankası'nın başına geçmesini belki ya­dırgayanlar olmuştur. Aslında Mc Namara şimdiki işinde de eski yaptıklarını yapmaktadır. Savunma Bakanı iken elinde atom füzelerinin tetiğini tutan bu adam, şimdi benzer amaçlarla parayı kullanıyor. Ford Vakfının, Rockefeller vakfının kasalarında bi­riken paralar, buradan Dünya Üniversitelerine akta­rılıyor. Geri ülkelerde açlık korkusu yaratarak hal­kı mısır ve buğdayla beslenmeye, doğum kontrolü uygulamalarına göz yumarak kökünün kazınmasına razı olmaya zorlamak için değerlendiriliyor. Amaç artık bellidir. İleri ülkeler, nüfus artışı­nın sebep olacağı bir açlıktan ve kendilerinin rahat yaşantılarına zarar verebilecek savaşlardan korku­yorlar. Bu korkularını belli etmeksizin para ve propaganda yardımı ile açlık korkusuyla, savaş korku­sunu geri ülkelere aktarıyor, daha sonra da onları boş kalori kaynakları ile beslenmeye razı ediyorlar. Boş kalori kaynakları ile dengesiz bir şekilde beslen­ me, yaşayanları kırıp geçirirken, doğacak olanların doğum kontrolü ile seyrekleştirilmesi, açlıktan kor­kan insanların karıları ile çocuklarına helezon takı­lıp, çocuk yapmamaya razı edilmeleri için yetiyor. Geri ülkelerde, para için bu olumsuz girişimlere omuz veren ve para karşılığı propaganda yapan pa­ra düşkünü bilim adamları, siyasiler ve teknisyenler de bulunabiliyor. Milletlerarası kuruluşlar ve bu kuruluşlara çörek­lenmiş olan emperyalist ülkelerin amaçlı teknisyen­ leri, aldıkları bol ücret karşılığı propaganda faaliye­tine katılıyorlar. Raporlarıyla, telkinleriyle emper­ yalistin amaçlarını gerçekleştirmesine yardım ediyorlar. Bunun sonucu ise ortadadır. Geri ülkelerle, tek­ nolojik bakımdan ileri ülkeler arasındaki uçurum, her gün biraz daha derinleşiyor. Bir tarafta açlık ve yoksulluktan bezmiş milyonlar, insana yakıştırılma­sı mümkün olmayan yaşama koşulları içinde, çocuk yapmamaya da razı olarak eriyip giderlerken, bir ta­raftan Kennedy'lerin on çocukları oluyor. Dünya'ya Doğum Kontrol fikrine empoze edip yaymak için avuç dolusu para harcayan ABD kendi ülkesinde, çok çocuk yapan ailelere saygı gösteriyor. Orada do­ğum kontrolü yalnız istenilmeyen Negro grupları­nı hedef almıştır. Artık haklarını aradığı için beyaz­ları rahatsız etmeye başlayan Negro'lar, tıpkı Hint­liler, Pakistanlılar ve Türkler gibi istenilmiyor ve çoğalmalarını engellemek için akla gelen her şey ya­pılıyor. Hıristiyanların dini lideri Papa, katolikleri do­ğum kontrolüne uymamaları için uyarırken, İstan­ bul’dan Athenogoras'ın sesini duyuyoruz. O da Ortodoksları uyarıyor. Fakat Müslüman dünyasından en ufak bir ses gelmiyor. Bazı yerde propaganda ve ba­zı yerde para, Müslüman liderlerin ağzını kapamış ve hatta Fetvaların yazılmasına yardımcı olmuştur. Aç­lık ve savaş korkusu bu noktada yeni bir “Haçlı Se­feri” haline geliyor. Türkleri, Hintlileri ve Pakistanlıları Barbar de­yip çoğalmalarına razı olmayanlar, XX nci yüzyılın ikinci yarısında barbarlığın en korkunç örneklerini veriyor, çocukları ana rahmine düşmeden boğazlı­ yorlar. Kılıç ve kalkanla değil, para ve propaganda ile yapılan bu girişimler, yüz kızartıcı bir hal alıyor…


113

VIII BEBEK, BULDOZER VE BOMBA


114 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu


115

BEBEK, BULDOZER VE BOMBA Veteriner Fakültesi, Öğretim üyelerinden Prof. Dr. Sabri Dilmen, Türk Veteriner Hekimleri Derneği Dergisinin Ocak 1968 sayısında yayınladığı değerli yazısına Konfüçyüs'ün bir deyişi ile başlamaktadır. Konfüçyüs şöyle demektedir: (**) İnsan üç yoldan akıllanır. Birincisi düşünmekle, Bu en değerlisidir. İkincisi taklit etmekle, bu en kolayıdır. Üçüncüsü denemekle, bu en acısıdır. Yazar, çağımızda birçok ülkenin içine itildiği sosyal, ekonomik ve politik bunalımların nedenleri­ ni araştırırken, gıda maddeleri üretimindeki yeter­sizliğin bu bunalımları yoğunlaştırdığına inandığını açıklamakta, açlık korkusunu yoğunlaştıran ve in­sanları meşgul etmeye başlayan üç önemli etken ola­ rak, bir zamanlar Birleşmiş Milletler Teşkilatının, ABD temsilcisi olan Adlai E. Stevenson'un ağzından çağın ana sorunları şöylece ifade etmektedir. (**) Bebek, (**) Buldozer, (**) Bomba (B) harfi ile başlayan bu üç sözcük, çağdaş yö­neticileri en çok oyalayan ve düşünmeye zorlayan konular haline gelmişlerdir. Problemleri düşünerek çözümlemeye ve akıllıca hareket etmeye çalışan bi­lim adamları ile işi bomba kullanarak kökünden çö­zümlemeye çalışan maceraperest politikacılar, buldo­zer kullanarak, uygarlığı bütün Dünya'nın malı ha­line getirmeye uğraşan iyi niyetli yöneticiler ve nihayet denemekle öğrenmekten öteye olanağı olmayan geri ülkelerin, toplumuna ihanet etmiş işbirlikçi politikacıları tam bir anlaşmazlık ve çatışma içindedirler.


116 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu Bazıları açlık korkusunun yenilmesi için, atom bombası kullanarak milyonlarca insanı bir anda yok etmeyi, bazıları Dünya'nın bugün kullanılmayan top­raklarını da ekilir hale getirerek, daha çok üretme­yi, Buldozer kullanarak işlenemeyen arazi parçalarını ekilebilen tarlalar haline getirmeyi teklif ederken, bir grup insan kasabı, geri ülkelerde doğacak ço­cukların doğum kontrol hapları veya helezonlarla sınırlandırılmasının çare olacağını söylemekte, sa­vunmakta ve fırsat buldukça kendi açılarından uygulamalara girmektedirler. Elinde Buldozer'i olan insanlık, bir yönüyle bombaların tehdidi altında, aç­lık korkusundan çocuk yapmaktan bile vazgeçebile­cek kadar insanlığını unutmuş bir hayat yaşamakta­dır. ­ Açlık korkusuyla şartlandırılmış geri ülkeler, karnını doyurabilen ülkelerden çok daha kalabalık ve yiyecek üretme olanağı bakımından daha elverişli koşullar altında olmalarına rağmen, içine düşürüldükleri bunalım dolayısıyla ipnotize olmuş ve yılmış durumdadırlar. Bir robot gibi, ikiye ayrılmış olan Dünya'nın, başşehirlerinden çıkan emirlere uyuyor ve mutluluklarını kendi iradelerinden çok, başkala­rının verecekleri emirlere bağlamış bulunuyorlar. Çağımızın baskıları Orta Çağ'ın baskılarından farksız belki de çok daha güçlüdürler. Orta Çağ'a hâkim olmuş bulunan Kilise baskısı, bugün yerini mü­teassıp iktisatçıların zaman zaman ortaya attıkları sayılardan ibaret, bir baskıya terk etmiştir. Bir za­manlar davranışlarına ayetler ve surelerle yön veren insanlar, bugün iktisatçıların işaretleriyle hareket ediyorlar. İnsanla madde arasındaki ilişki, gün geç­ tikçe güçlenmekte, manevi değerler ise geçerliğini yi­tirmektedirler. Yüzyıllardır, cennet vaadi ile uyutul­ muş olan milyonlar, artık uyanmakta ve yaşadıkları Dünya'da mutlu olma çarelerini araştırmaktadırlar. Mutlu olmayan bu insanların başına şimdi de açlık korkusu bela edilmiş ve bu korkunun etkisi altında bunaltılarak şaşkına çevrilmişlerdir. Hindistan, Pa­kistan, Türkiye, Afrika, Uzak Doğu ve Güney Amerika ülkelerinde yaşayanlar aç kalmamak için anaları ile bacılarına helezon takılıp kısırlaştırılmalarına razı oluyorlar. Eski çağların güçlü din liderlerinin uyarmalarına, bugün kulak bile aşılmamakta, iktisaden kuvvetli olan ülkeler, geri ülkenin açlık korkusu ile şaşkına çevrilmiş olan insanı üzerinde, para gücüyle bütün girişimlerini yapabilmektedir. Bir zamanlar kralları yaya olarak ayağına kadar getirebilen Papa, Doğum kontrolüne karşı çıktığı için kınanmıştır. Ortodoks Patriği Athencgoras, Doğum kontrolüne karşı olduğunu açıklamış, fakat bu açıklama korkunç uygula­mayı etkilememiştir. Müslüman liderler, bu konuda ağızlarını bile açamıyorlar. Doğum kontrolü, din ku­rallarından başka, aklıselime, ahlaka ve geleneklere aykırı olmasına rağmen, parayla tutulmuş ekipler, açlık korkusuyla korkutulmuş ve parayla kandırılmış insanları kısırlaştırmak için, köy köy dolaşmak­ta, işçi semtlerinde kol gezmektedirler. XX nci yüzyılın ikinci yarısında, fetvaları din adamları değil, iktisatçılar vermekte ve bu iktisatçı­ lar, geri ülkelerin masum insanlarına yaşama hak­kı tanımamaktadırlar. İleri ülkeler ellerine geçirdikleri teknolojik üs­tünlüğü, insana yakışmayan bir davranışla, geri ülke insanını korkutmak ve açlık korkusunun etkisi altına sokarak sömürmek için kullanıyorlar. Sosyalist ve Kapitalist bloklar arasındaki çatışma maddenin pay­laşılması için yoğunlaştırılmaktadır. Böyle bir Dünya'da geri ülkeler ile ileri ülkeler arasındaki farklar her gün biraz daha farklılaşıyor. Elinde atom bombası ile buldozer gücünü tutanlar, Dünya'ya bebek getirmekten başka gücü olmayan ge­ri ülkelere kızmakta, atom gücü ile cinsel güç (seksüel güç) ayrı bir düzeyde çatışmaktadır. Bilimi ve teknolojik gelişmeyi kötü amaçlarının aracı haline getirmiş olanların karşısına kalabalık­ larla çıkmak ve onlarla savaşmak zor bir iştir. Böy­le olmasına rağmen savaşı araç ve gereçlerin değil,


Bebek, Buldozer ve Bomba

117

insanın kazanacağını gösteren belirtiler vardır. Viet­nam'da, çağın güçlü Devleti olarak bilinen Amerika'­ nın Gerilla savaşları ile güç duruma düşürülmüş ol­ması, insanın da hesaba katılması gereken bir güç olduğunu yeniden ortaya koydu. İnanmış insanlar hangi türden olursa olsun, baskıları yenmeyi, ateş­li silahlara ve ekonomik baskılara karşı koymayı bi­liyor ve başarıyorlar. Maddeden başka değer tanıma­ yan uygar insan ise, inançların baskısı karşısında bazen bir hayvan sürüsü gibi dağılıyor. Bombası ile Buldozer'ine güvenip Dünya'ya meydan okuyan Amerika'nın karşısında kalabalık ve karşıt bir toplum olarak Çin, çağın tehlikesi ola­rak büyümektedir. İyi tanımadığımız Kızıl Çin hak­kında, Cumhuriyet Gazetesi’nde, Yılmaz Çetiner'in yayınladığı Mao'ya Tapanlar başlıklı yazı dizisinden çok şey öğreniyoruz. Çetiner Çin' de bir yemek liste­sinde, Mao'nun şu açıklamasını okuyor: (**) Silah savaşta elbette önemlidir. Fakat sonucu ta­yin eden bir amil değildir. Sonuç maddeye değil, insana bağlıdır. Kuvvet dengesi yalnız ordu ve ekonomi ile değil; insan gücü ve moral ile sağlanır. Askeri ve iktisadi kuvvetler insanlar tarafın­dan hazırlanır ve kullanılır. Bu sözü de Adlai E.Stevenson'un sözü kadar önemle ele almak gerekir. Bomba ile Buldozer'in Dünya'ya hükmetmek için yeterli olmayacağını savu­nan Mao, kendine inanmış milyonlara güvenmekte ve onlarda moral kurmaya çalışmaktadır. Bu açıklama doğru ise, bebek meselesi geri ülkelerin üzerinde önemle durmaları gereken bir çağdaş sorundur. Sa­vaşı inançlı insanlar kazanıyorlarsa, imanlı genç kuşaklar yetiştirmek ve anaları, yabancının yolladığı haplar ve helezonlar ile kısırlaştırmaktan vazgeçmek gerekecektir. İnsanların moralini bozan ve onları başkalarının esiri haline getiren açlık korkusunu yen­mek için bütün girişimler yapılmalı, bütün kaynak­lar zorlanmalıdır. Beyinleri yeni bir Dünya görüşü ile her gün yıkanmakta olan milyonlarca insan, Uzak Doğu'da bir zemberek gibi kurulmakta ve inançları ile başarıya ulaşacaklarına inanmaktadırlar. Bunun karşısında küçümsenmesi mümkün olmayan bir as­keri ve ekonomik güç, başka bir felsefi temele da­yanarak çağdaş sorunları çözümlemek üzere hazırla­nıyor. Bu iki gücün ortasında ve hem inançtan hem­de ekonomik ve teknolojik olanaktan yoksun, kor­kutulmuş ve sindirilmiş milyonlar vardır. Geri ülke­lerde yaşayan insanların çoğu, başta aç kalma korku­su olmak üzere korkularının evhamı içinde ve ken­dilerinden güçlü toplumların gölgesinde yaşamaya çalışıyorlar. Sosyalist ve kapitalist bloklardan birinin uydusu haline gelmiş, kendi insiyatifIerini kaybetmiş olan bu insanların, düşünerek ve deneyerek sorun­larına çare bulma güçleri kalmadığı için, kolay olan taklitçiliği benimsemeleri gerekmiştir. Doğuyu veya batıyı taklit ederek, onlar gibi yaşama özentisi içinde oldukları halde, korkularından sıyrılamıyorlar. Korkuya ve paniğe düşürülmüş insanlara, ar­zularınızın tümünü kolayca yaptırabilirsiniz. Aile re­ isleri bu kuralı aileleri içinde ve çocukları üzerinde sık sık uygulamaya korlar. Baba kaşlarını çatarak ve vestiyerde asılı duran bastonunu göstererek, ken­dinden zayıf ve eline bakma durumunda olan ço­cuğuna bildiklerini telkin etmeye, çocuğu istediği gi­bi davranmaya zorlar. Bizim çocukluğumuzda sınıf­ta bir cetvel tahtası ile dolaşan öğretmenin bütün otoritesi, bu cetvel tahtasının kafamıza inmesi ihti­malinin yarattığı korkuya dayanıyordu. Tanrı sevgi­sini bile, Tanrı korkusu haline getirerek, toplumlara yön vermek isteyen sapıklar olmuştur. Oysa Tanrı korkulacak değil sevilecek bir üstün güçtür. Kendini sevdirmekten yoksun ve bu niteliklerle donatılmamış olan güçlü toplumlar, artık sevilmekten ümidi kestik­leri için, cahil ve hırslı babalar ile çıkarcı softalar gibi, sevgiye değil korkuya dayalı bir otorite kurma­ya çalışıyorlar. Amerika'nın ekonomik sömürgeleri ve Rusya'nın peykleri üzerinde yaratmaya çalıştığı hava, korku havasıdır ve bu korkular arasında açlık korkusu önemli bir yer tutmaktadır.


118 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu Üretim artıkları ile sınırlı bir şekilde besleyip, tembelliğe alıştırdıkları ve kaynaklarını insafsızca sömürdükleri topluluklarda açlık korkusunu hâkim kıldılar mı, hem Doğu'lu ve hem de batılı patronlar, meselelerinin büyük çapta çözümlendiğine inanıyor­lar. Çünkü bu korkunun etkisi altına girmiş olan kalabalıklar, artık her söyleneni ve her isteneni ayrın­tıları ile yapmaya hazır haldedirler. Onları açlıkla korkutarak, karılarından çocuk yapmaktan bile vaz­geçirebilir, kaynaklarına el koyup sömürürken, ken­di artıklarınızla beslenmeye mecbur edilebilirsiniz. Bomba korkusunun yerine açlık korkusu yerleştirilmiş ve insanları açlıkla korkutmanın ve terbiye etmenin daha kolay olduğu anlaşılmıştır. Bir toplum, iktisatçıların yörüngesine girip, olayları sayılar ve rakamlar üzerinden izlemeye başladı­ mı, onu kandırmak daha kolay olmaktadır. İstatistik çalışmalardan yoksun olan geri ülkelerin çoğunda, bu rakamlar insanları ferahlatmak için değil, korkutmak için kullanılıyor. İnsana korku veren ve ümitlerini yitirmesine sebep olan bu rakamlara her yerde rastlıyoruz. Veteriner Fakültesinin değerli öğ­retim üyelerinden Prof. Dr. Sabri Dilmen'in yukar­da açıklanan yazısından bazı rakamları buraya ak­ taralım ve bu rakamlara başka kaynaklardan kriter­ler ekleyelim. (**) Dört nüfustan ibaret bir işçi ailesinin yiyecek ihtiyacını yeterli bir şekilde karşılamak için Amerikalı bir işçi bir saat, İngiliz işçileri iki saat, Batı Almanya'daki işçiler iki saat, Avusturyalı bir işçi dört saat, Fransız işçileri dört buçuk saat, İtalyan işçileri beş saat çalışma durumundadırlar. Türkiye, Hindistan, Pakistan gibi ülkelerde ise, işçiler bütün gün çalıştıkları halde kendi karınlarını bile gereğince doyuramamaktadırlar. Ankara Tıp Fa­kültesi Biokimya Enstitüsünce yapılan etütlere göre bir işçinin, beş nüfuslu bir aileyi doyurabilmek için günde 25.50 TL. harcaması gerektiği sonucuna varıl­mış ve bu sonuç Türk-İş Konfederasyonuna bir ra­porla bildirilmiştir. Oysa ki Türkiye' de bir işçinin ortalama ücreti­ 12–13 TL civarındadır. Çukurova’nın pamuk tarlalarında günde 5 -7 TL karşılığı şafakla işe başlayıp, ortalık kararıncaya kadar çalıştırılan insanlar vardır. Bu insanların çoğunluğu karınlarını kuru ekmekle doyurur, bazen onu da bulamazlar. Dilmen yazısında bize başka rakamlar da tanıtıyor. (**) Bir Amerikalı işçi bir iş saati karşılığında aldığı üc­retle 1150 gram, bir İngiliz 560 gram, bir Fransız 220 gram et satın alabilmektedir. Türkiye'de bir endüstri işçisi bütün gün çalışa­rak ortalama bir kilo et satın alabildiğine göre, biz­deki durum Fransa'daki durumdan da çok daha fe­nadır. Tarım kesiminde çalışan işçiler ise çok zaman bütün gün çalışarak kazandıkları para ile yarım kilo et satın alamazlar. İşte bu gerçekler insanda kötü korkular yaratmaktadır. Bu biçim istatistiklerin dai­ma başında yer alan Amerika Birleşik Devletleri, Dünya'nın en mutlu toplumu gibi görünmektedir. Böyle olmasına rağmen açlıktan en çok söz eden de Ameri­ ka Birleşik Devletleridir. Bundan önceki bölümde uzun uzun eleştirdiğimiz Amerika Tarım Bakanı Freeman, konuşmasında, açlık korkusunu bir kâbus gibi karşımıza dikmekte ve onun Chicago'nun lüks otellerinde karnını tıka basa doyurduktan sonra yap­tığı bu konuşmanın Türkçesi birkaç ay içinde, iyi cins kağıtlara basılarak, Türk Tarım Bakanlığı memurlarının masalarına kadar dağıtılabilmektedir. İş­te bu noktada insanın aklına bir ihtimal gelmektedir. Acaba varlığı ile her vesileden yararlanarak öğünen, açlığın sözünü gerçekten aç olanlardan daha çok kullanıp, adeta bunun spekülasyonunu yapan Ameri­ ka Birleşik Devletleri, geri ülkelerde açlık korkusu­nu yaymak suretiyle bir amacı gerçekleştirmek mi istemektedir?


Bebek, Buldozer ve Bomba

119

Geri ülkeler insanları yoksulluk, sefalet ve ceha­letleri içinde yakın zamana kadar, Dünya'ya gözünü açan her insanın kısmeti ile birlikte doğduğuna inan­mışlar ve aç kalmayacağına iman etmişlerdi. Türki­ ye' de halk arasında yemek içmekten çok söz etmek bugün de ayıptır. (**) Aç mezarı yoktur. Sözcüğü ile bir şeyler anlatmak isteyen, Müslü­man Türk halkı, bulduğu ile yetinmeyi bilir, açlık­tan, bombadan, buldozer ve bebekten korkmazdı. En yoksul insan bile bir çocuğu doğduğu zaman gözleri parlar, ana veya baba olmanın mutluluğunu duyardı. Bugün ise aç kalma korkusu, Buldozer, traktör ve dev makinelerin yarattığı korku ile üslere yerleşti­rilmiş olan füzeler, tanımadığımız korkuların halkı­ mızın kafasına yerleşmesine sebep olmuştur. Aç kal­mamak için Amerika'dan gübre satın alıyoruz, tarım ilacı satın alıyoruz, buldozer satın alıyoruz, traktör satın alıyoruz. Bomba korkusu, bizim de bombalar satın almamıza ve kalabalık bir orduyu silah altında tutmamıza sebep olmuştur. Bir zamanlar sevinçle karşıladığımız çocuklarımızdan doğdukları gün ek­meğimize ortak olacakları için korkuyor karılarımı­ za, bacılarımıza hap yutturulması ve mahrem yerle­rine helezon yerleştirilmesine razı oluyoruz. Amerika'ya karşı çıktınız mı, muhalifiniz sizi aç­mı kalalım, Rusya'nın kucağına mı düşelim diyerek susturuyor. Korkularla şartlandırılmış olan milyon­lar ne Amerika'nın ve ne de Rusya'nın hegemonya­sına girmeden karnımızı doyurup, yurdumuzu savu­nabileceğimizi düşünemez hale gelmişlerdir. Atatürk'ün gücü ve gayretleri ile kendini cin ve peri korku­sundan sıyırmış, çalışkan ve köklü bir toplum, bu­gün başka korkuların esiri haline getirilmiştir. Artık düşünemiyor ve çıkar yolu düşünerek araştıra­mıyoruz. Bize karnınızı doyurabilmeniz için, Meksi­ka buğdayı ekmeniz gerekir diyorlar. Ekiyoruz. Arkasından gübre satıyorlar, ilaç satıyorlar, traktör sa­tıyorlar, tohum satıyorlar. Bir başka zaman, karnınızı doyurmanız için en­düstrileşmeniz gerekir diyorlar. Kendi ülkelerinde kullanamadıkları modası geçmiş tesisleri getirip ülkemize kuruyorlar. Onların çıkarına çalışan kar dolapları dönmeye başlıyor. Montaj endüstrisi, margarin, lastik, plastik endüstrisi geliştikçe gelişiyor. Bu tesisleri kuruyor, Meksika buğdayını ekiyor, borç verdikleri yüksek faizli paraları alıyor ve harcıyorsunuz, fakat açlık durumunu koruyor. Açlıktan daha çok korkuyor ve korktukça batıyorsunuz. Eği­timinize el koyarlar. Çocuklarınızı böyle eğitirseniz açlıktan kurtulursunuz diyorlar. Burunlarını sokma­dıkları iş kalmıyor. Sizin çocuklarınızın sayısını on­lar hesaplıyor ve size yol gösteriyorlar. Kirli ellerini yemek odalarımıza, yatak odalarımıza kadar soku­yorlar. Açlıktan kurtulamıyorsunuz. Korkularınız bü­yüdükçe büyüyor. Açlık korkusunu körükleyerek, ye­nilmesi güç bir dev haline getiren aç topluluklar de­ğil, çıkarları onları korkutmakta olan boğazına kadar doymuş topluluklardır. Geri kalmış ülkeler 1930 yılında, ileri ülkelere yılda 11 milyon ton tahıl ihraç ediyorlardı. Başka deyimle açlık korkusunu henüz tanımadıkları dö­nemde, bu insanlar kendi kendilerine yetecek kadar tahıl üretmekte, fazlasını da ileri ülkelere satmaktay­dılar. 1940 yılında, geri ülkeler açlık korkusunun eli­ne düşmüş ve ileri ülkelerden 4 milyon ton tahıl it­hal etmişlerdir. Korkunun ecele yararı olmadığı gi­ bi, açlığı önlemeye de yararlı olmayacağını gösteren bu ters gelişme, etkisini artırarak 1960 yılında geri ülkelerin, ileri ülkelerden 13 milyon ton tahıl ithal et­melerine ve 1964 yılında bu miktarın 25 milyon tona çıkmasına sebep olmuştur. Kendilerini korkuya kap­tırmış olan milyonlar, artık yedikleri ekmeği, insana çok zaman yararı olmayan boş kalori kaynaklarını da üretmiyorlar. Onlar artık yalnız korkularının de­ ğil, tahıl stoklarını elinde tutan toplumların da tut­sağı olmuşlardır. Açlık korkusunu yenmek için Ta­rım Bakanı’nın gürültülü açıklamaları ile Sonora – 64 buğdayını yurda sokup, en verimli topraklarına eken,


120 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu Türkiye bu yıl da yabancı ülkelerden 300 bin ton buğ­day ithal edecektir. Oysa ki Sonora tohumluğu için 2 milyon doları aşkın bir para ödenmiş, kapitalist ülkelerden ilaç, gübre araç, gereç ithal edilmiş ve bunların karşılıkları ödenmiştir. Buğday tarlalarında davul zurna çaldırarak, karanlıkta kendini korkuya kaptıran bir insanın ıslık çalması gibi, korkusunu yenmeye çalışan Tarım Bakanı, bir yıl öncesine na­zaran daha büyük korkularla karşı karşıya ve eğer sorumluluğunu duyabiliyorsa, belki de uykusuzdur. Rockfeller Fonu ile yürütülen doğum kontrol çalışmaları bütün hızı ile geliştirilip, Anadolu'nun her yanında kadınlarımızın helezonlanmasına, her bakanlığa bir Amerikalı uzman yerleştirilmiş olma­sına rağmen, açlıktan kurtulamıyoruz. Çünkü korku, meselelerin çözümü için uyarlı bir ortam yaratmaz. Konfüçyüs'ün dediği gibi yapılması gerekenin en iyisini yapmak, düşünmek lazımdır. Korkan insanlar düşünemezler. Sorunları düşünerek ve bilimin verilerine dayanarak çözümlemek en akıl­lıca davranış olmasına rağmen, korku kompleksi içi­ne girenler, taklit etmeyi tercih ederler. Çünkü bu en kolaydır. Yabancı uzmanla, yabancı devletin empo­ze ettiklerini aynen kabul ederek taklitçiliğe yönel­menin ise, bir topluma neler kazandırıp, neler kaybettireceğini kendi yaşantılarımızda görebiliyoruz. Düşünerek, hatta kolay bir usul olmasına rağ­men taklit ederek başarıya ulaşamayanlar için, iz­ lenmesi zorunlu bir tek yol kalmaktadır. O da de­nemekle başarıya ulaşmak. Bu Konfüçyüs'ün de be­ lirttiği gibi en acısıdır. Biz artık en acısını deneye­rek akıllanacak ve ondan sonra sorunlarımıza çözüm bulabileceğiz. Bombaları, Buldozerleri, çok karı­şık sömürme ve korkutma projeleri ile geri ülkeleri korkutmuş ve düşünemez hale getirmiş olan baskın topluluklar, Dünya'nın bütün kaynaklarını, kendi çı­karlarına uyarlı bir şekilde tüketme yarışı içindedir­ler. Bebek meselesini de çıkarlarına uyarlı bir şekil­de çözümlenerek için binbir fırıldak çeviriyorlar. Hiz­mete sokulan her buldozer yüzlerce insanı aç bıra­kırken, köye giren her traktör, en az dört insanı köyü terketmeye ve büyük şehirlerin çevresindeki gece­kondularda sürünmeye zorluyor. Açlık ve bomba kor­kusundan titreyen insanları, kalabalık merkezlere toplayarak, güç yaşama koşulları içinde ezmek ve yok etmek, çok daha kolaydır. Bu insanlar açlık kor­kusuyla doğdukları toprakları terkedip, binlerce mil uzaklarda yabancı endüstrilerin emrine giriyor, be­nimsemedikleri düşüncelerin ve yabancı ekonomile­rin tutsağı oluyorlar. Yalnız aç kalanlar değil, aç kalmaktan korkan­lar da bu korku akımının dışında kalamıyorlar. Kişiliklerini yitirip birer robot gibi, kendilerini korku­tanlara teslim oluyorlar. Açlık Korkusu XX nci yüzyılın en köklü kor­kusu haline getirilmiştir. Korkmanın açlığa çare bul­ mak için bir yararı olacağını hiç tahmin etmiyoruz. Düşünmek ve düşünerek çözüm aramak varken kendimizi taklitçilikten kurtaramıyoruz. Tarım Bakanı bundan dolayı davul ve zurna çal­dırıp, buğday tarlalarında halay çekiyor. Yurda yabancı bir tohumluğu sokarken, halkı ve seçmenleri açlıkla korkutuyor ve en çok açlık temasını işliyor. Dünya haritasında açlık korkusunun tutsağı haline getirilen ülkeleri siyah mürekkeple boyayıp, Avrupa ile Kuzey Amerika'yı başka bir renge boyayanlar, aç­lıktan korkmuyorlar. Fakat korkar gibi hareket ede­rek, bizim korkumuzu daha da artırıyorlar. Biz de öyle yapmaz mıyız? Çocuklarımızı korkut­mak ve yıldırmak istediğimiz zaman, inanmadığı­ mız birşeyden sanki bizler de korkuyormuş gibi ha­reket eder, önce murat ettiğimiz şeyden korktuğu­ muza çocuklarımızı biz inandırırız.


Bebek, Buldozer ve Bomba

121

Boğazına kadar tok bir toplumun Tarım Baka­nı, bundan dolayı her yerde açlıktan söz ediyor. Çün­ kü Amerikalıların doyması için, Dünya'nın büyük bir çoğunluğunun açlıktan korkması gerekiyor. Artık hepimiz açlıktan korkuyoruz. Veteriner Fakültesi­nin öğretim üyeleri gibi, bizler de halk da işçi de açlık korkusunun tutsağı olmuştur. Yazdık mı açlık­tan, konuştuk mu gene açlıktan söz ediyoruz. Fakat biz korktukça, yazıp çizdikçe açlık etkinliğini daha da artırıyor. Amerika'nın Birleşmiş Milletler Temsil­cisi Steveson da bu arada kürsüye çıkıp birşeyler söylüyor. Çözümlememiz gereken üç önemli sorun var, Bomba, Buldozer ve Bebek... Geri ülkelerde doğacak bebekleri yok etmek, ken­dilerinden doğacak bebeklere daha rahat sömürebilecekleri bir ortam hazırlamak için emperyalistler, bomba ve buldozerden sonra, en etkili silah olarak açlık korkusunu kullanacaklardır. Bugün kullanıyor­lar da...


122 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu


123

IX TUZAK


124 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu


125

TUZAK Yeni sömürgecilik, savaş korkusunu, açlık korkusuyla pekiştirerek geri ülkeleri dize getirmede ye­ ni bir çığır açmış ve bu suretle sömürdüğü toplumun doğal ve beşeri kaynaklarını büyük bir tepki ile karşılaşmadan çıkarlarına uygun olarak kullanma ola­nağını hazırlamıştır. Açlık, tek başına bir insanın sağlığının bozulması, üretim ve savunma gücünün kısıtlanması, yakın çevresinde olup bitenlere karşı ilgisiz kalıp, sahibi olduklarına sahip çıkmaması için yeterlidir. Kişiler üzerindeki fizyolojik ve psikolojik yıkıntıyı, toplumlar üzerinde aynen gerçekleştirmek için, sömürü bölgelerinde açlık psikozu yaratmayı, sonuçları bakımından savaşlardan daha etkin giri­şimler olarak niteleyen emperyalistler, şu günlerde açlık korkusunu sömürü bölgelerine yaymayı, savaş korkusu yaymaktan çok daha etkin ve yararlı görü­yorlar. Bir toplumu aç bırakmak, ya da açlık korkusu­nun etkisi altına sokarak sömürüye tepki gösteremez hale sokmak için, o toplumun her ferdi ile teker te­ker ilgilenmeye ekseriya lüzum yoktur. Toplumu etkileyen şahıslar olarak, aydınlar, bilginler, sanatkârlar, yöneticiler ve basın mensupları bu korkunun etkisi altına sokulabilirse, kişiler ve sosyal sınıflar bir­birlerini karşılıklı olarak etkiler ve korkuyu kısa zamanda yaygın bir hale getirirler. ABD hem açlık ve hem de savaş korkusunu is­tismar ederek, sömürüye dayanan Dünya imparatorluğunu gerçekleştirmeye kararlı bir toplum olduğun­dan, açlık kadar açlık korkusunun da yayılması için büyük propaganda çabaları harcamaktadır. 4 – 18 Haziran 1963 tarihleri arasında FAO ve benzeri kuruluşların destek ve iştiraki ile Washington'da tertiplenen «Dünya Gıda Kongresi» bu açıdan değerlendirildiğinde, çağımızın en büyük korku tuza­ğı olarak incelenebilir. Meselenin daha iyi anlaşıla­bilmesi için, açlık ve açlık korkusunun insan ve top­lum üzerindeki etkilerini daha iyi tanımak gerekiyor.


126 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu Açlık korkusunun etkisi altına sokulmuş bir toplumda, kişiler alışkanlıklarını, göreneklerini, örf ve adetleri ile çıkarlarının gereğini unutarak, her türlü baskı ve istismar elverişli bir davranış içine girerler. Bu duruma sokulmuş olan bir toplumu rast­gele yiyeceklerle beslenmeye razı etmek ve gizli aç­lık ortamına itekleyerek zayıf düşürmek kolaydır. Gizli açlık veya yarı açlık dediğimiz bu kötü ko­şullar altında insanın davranışları değişmekte ve ye­tersiz bir hale gelmektedir. Ünlü Amerikalı bilgin A. Keys, 1950 yılında, Minnesota Üniversitesi tara­fından yayınlanan - The Biology of Human Starvation - isimli eserinde, uzun süre kötü beslenme koşul­ları altında kalan bir insanın durumunu şöyle anla­tıyor: (**) Çalışma gücü azalmaktadır, (**) Kaslarda ağrılar başlar, bu durum beden hareket­lerinin yavaşlaması ile devam eder. (**) Konuşmalar yetersiz bir hal alır, (**) Akli faaliyet geriler, (**) Kan basıncı düşer ve nabız sayısı azalır. İkinci Dünya Savaşı sırasında, toplama kampla­rında kötü beslenme koşulları altında kalmış şahıslar üzerinde yapılan geniş incelemeler ve savaştan sonra geri ülkeler insanları üzerinde yapılan araş­ tırmalar sonunda, açlık korkusunun etkisi ve baskısı altına sokulmuş yarı aç insanların yeteneklerini kay­bettikleri ve kendilerine verilen her emri itiraz etme­den yerine getiren robot insanlar olarak rahatça kul­lanılabilecekleri görülmüştür. Bu durum, daha önce Hindistan halkı üzerinde İngilizlerin uyguladıkları insafsız açlık projeleri dolayısıyla de gayet iyi biliniyordu. Keys ve arkadaşla­rı savaştan sonra, denemeye alınmadan önceki ağırlıklarının dörtte birini kötü beslenerek kaybetmeye razı olan gönüllüler üzerinde yaptığı denemelerde, entellektüel faaliyetin bariz bir şekilde gerilediğini, aklı melekelerinin zayıfladığını ve denemeye alınan şahıs yeni baştan iyi beslenmeye başlayınca da dene­meden önceki normal duruma erişmenin hayli güç ve zaman alıcı olduğunu görmüştür. Kolej öğrencileri üzerinde yapılan incelemelerde çok daha enteresan sonuçlar alınmış ve bu öğrencilerin basit bir topla­mayı güçlükle yaptıkları, elektrikle yapılan sümülasyonlara verilen cevapların zayıfladığı, el ve göz hare­ketlerini aksadığı tespit edilmiştir. Bu konuda yek diğerini doğrulayan pek çok açık­lama vardır. Yarı açlık insanın akli ve fizik yaşan­ tısında gerilemelere sebep olmaktadır. Korkunun da insanı aptallaştırdığı ve şiddetine göre ters yönde etkilediği bilinmektedir. Bu durumda hem savaş ve açlık korkularının baskısı altına sokulmuş ve hem de tarım politikala­ rına el konarak ve uzaktan beslenme suretiyle gizli açlığa mahkûm edilmiş bir toplumun sömürgecinin bilinçli saldırıları karşısında yeraltı ve yerüstü var­lıklarına sahip çıkamayacağı, şaşkınlığa düşeceği ko­layca kestirilebilir. Gizli açlığın yaratılmasında insanların karınlarının tahılla şişirilerek, onlarda tok olduklarına dair bir inanç yaratılmasının ve bu tahılı da dış ülkelerden ithal yoluyla sağlamanın uygun bir politika olduğu anlaşılmıştır. Bu ülke tahılını kendi üretiyorsa, bu takdirde mahalli tohumluğu sabote ederek, yabancı­dan ithali zaruri gübre, ilaç, araç ve gereçle ekilip biçilebilecek ve tohumu da yabandan gelecek bir ta­hıl çeşidinin ikamesi cihetine gidilmektedir. Her iki halde de toplum, açlığı Demokles'in kılıcı gibi


Tuzak

127

başucunda hisseder ve bu korku ile açlığın yarattığı şaşkınlık kalabalık grupların bilinçlerini yitirmeleri için ekseriya yeterli olur. Uzak Doğu, Orta Doğu, Af­rika ve Latin Amerika ülkelerinin büyük bir çoğunluğu bugün bu durumdadırlar. Aç insanların açlıktan böylesine korkmaları şa­şılacak bir şeydir. Su içinde yaşayan balıkların su­dan korkmaları gibi düz açlık içinde olanların da açlıktan korkmaları insana garip geliyor. Böyle ol­masına rağmen, karşı taraf bu korkuyu yaratmayı bilmiştir. Açlık ve yarı açlık zaten korkular, evham­lara elverişli bir fizyolojik ortam yaratmaktadır. Bu duruma getirilen toplumlar istenilen herhangi bir­şeyden kolayca ürkütülebilirler. Birleşik Amerika'nın İndiana eyaletindeki Pur­due Üniversitesi, Besin Teknolojisi Profesörü Dr. Norman W. Desrosier 1961 yılında yayınladığı «Aç­lığa Hücum» isimli kitabının 11 nci sahifesinde, «Stagnation of Nations» başlığı altında durumu şöy­le anlatıyor. Stagnation sözcüğü İngilizcedir. K. M. Vasıf Ok­çugil'in teleffuzlu İngilizce Okul Lügatı'nın 710'nun­ cu sahifesinde bu kelimenin karşısında, durgunlaş­tırmak, sakinleştirmek, tembelleştirme gibi karşı­ lıklar açıklanmıştır. Kelime daha geniş anlamı ile sersemletmek, kafasına birş eyle vurup hissedemez hale getirmek gibi anlamlarla da kullanılabilir. «Stagnation of Nations» başlığı da zaten bu an­lamda atılmış ve toplumların yarı açlık halinde tutularak tembelleştirilmelerinin sersemleştirilmelerinin mümkün olup olmayacağı hakkında yazar görüşünü kısaca açıklamıştır. Yazarın kanısına ve eldeki kanıtlara göre geniş kültürlerin ve insan topluluklarının beslenme tarzını tanzim suretiyle tembelleştirilip, sakinleştirilebileceğine inanmak gerekir ve olaylar böylece izah edilebilirler. Bu konuda E. Huntington'un 1945 yılında yaz­dığı John Wiley and Sons firması tarafından yayın­lanmış, «Mainsprings of Civilization» isimli eserinde daha geniş açıklamalar bulmak kabildir. Bugün bir avuç ileri ülke insanının bir milyarı aşan geri ülke insanları üzerinde uygulamakta oldukları beslenme tarzı da budur. Gizli açlık ortamına iteklenmiş ve böylece sersemleştirilmiş olan topluluklar, Savaş Korkusu, Açlık Korkusu, Hastalık Korkusu, kısacası Ölüm Korkusu ile karşı karşıya mutsuz bir hayat yaşar ve bundan dolayı varlıklarına sahip çıkamazlar. Sömürüye çok elverişli bir ortam olan bu koşullar altında bu zavallı insanlar alabildiğine sömürülmek­te, korku sonucu değiştirmediği için, gene de açlık­tan, sefaletten, hastalıktan ölmekte ve savaşlarda öne sürülerek birbirlerini boğazlamaktadırlar. Kor­ku psikolojisi, her türlü cinayeti başkaları hesabına da olsa, işlemeye elverişli bir ruhi ortam yaratır. Dünya Barışı'nı koruduklarını iddia edenler, kendi ellerini hiç kana sürmeden Savaş Korkusu'na dü­ şürülmüş aç ve bilgisiz toplumları kendi hesabına çatıştırır ve birbirlerine kırdırırlar. Tıpkı bunun gi­bi Dünya'yı Açlıktan koruduklarını söyleyenler de ellerini sürmeden aç bir ülkeyi, başka bir aç ülkenin açlıktan kırdırılmasında aracı ve uygulayıcı olarak kullanabiliyorlar. Biefra'nın Nijerya tarafından aç bırakılması ve savaşlarda ölen insan sayısından da­ha çok insanın Biefra' da açlıktan ölüme sürüklen­miş bulunması, lüks otellerde açlığı önlemek için par­lak nutuklar atanların eseridir ve olayların arkasın­da onların ellerini görmek mümkündür. Bundan dolayı toplulukların önce korkularından sıyrılmaları ve gerçeklerle temas kurmaları gere­ kiyor. Korkulardan kurtulmak için korktuğumuz şeylere ellerimiz ve parmaklarımızın ucuyla temas etmemiz, onların ne olduklarını anlamamız çok za­man yeterlidir.


128 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu Oysa geri ülke insanı kendine empoze edilen eği­tim ve kültür çalışması içinde, bu gerçeklerle tema­ sa gelme olanağından yoksundur. Gerçeklerinden uzak ve sorunlarından kopuk bir hayat yaşar. Örnek olarak Türkiye'yi ele alacak olursak meseleyi daha iyi anlayacağız. Dünya Açlık Haritasında, Türkiye aç ülkelerden biri olarak gösterilmektedir. Gerçekten de Türkiye'nin yabancı ülkelerden tahıl ve yağ gibi yiyecekler satın alması ve hükümetin dö­viz açığını kapamak için Arap ülkeleri ile Rusya'ya Doğu ve Güney hudutlarımızdan canlı hayvan satma­sı, bir işçinin bir günlük ortalama gelirinin 12 TL olmasına karşılık kemikli koyun etinin de 12.00 TL. sına satılması, kış aylarında bir yumurtanın 60–70 kuruşa tedarik edilebilmesi, ekmeğin kilosunun bir lirayı çoktan aşmış bulunması, çocuk ölümlerinin ve hastalıkların ülkemizde başka ülkelere nazaran 8-15 kat fazla olması v.b. kriterler aç olduğumuzu şüp­heye yer bırakmayacak biçimde ortaya koymaktadır. Açlık, Amerikan Tarım Bakanı Freeman'ın Chica­go'da söylediği nutuktaki kadar tehlikeli bir şeyse Türkiye'deki bütün güçlerin seferber edilmesi, açlı­ğın ne olduğunun genç kuşaklara anlatılması ve çarelerinin öğretilmesi gerekir. Oysaki Türkiye'de böy­le bir çaba yoktur. İnsanlar, ekseriya olduğu gibi, korkar ve karanlıkta korkularıyla başbaşa kalanla­rın yaptıkları gibi korkularını gidermek için şarkı söylerler. Türkiye'de, özellikle kalabalık şehirlerde geceleri eğlenmek ve hoş vakit geçirmek için gece kulüpleri, her köşe başında bir sinema, Devlet eliyle yapılmış spor sahaları, stadyumlar, hipodromlar vardır. Tiyatrolar, operalar faaliyet halindedirler. Açlıktan benzi solmuş köylü ve kentli vatandaşlar karınlarının doymasını çalışma ve üretme ile değil de talihleri ile ilgili gördüklerinden, Milli Piyango biletleri ve Spor Toto kuponları alırlar. Türkiye'yi bir açık pa­zarı haline getiren yabancı gazoz şirketlerinin pazara sürdükleri gazoz kapaklarının içinden çıkan sayıla­rın kendilerine bir otomobil veya 1000 lira kazan­dırmasını boş yere ümit eder ve bu ümitler içinde korkularını unutarak tekrar tekrar soyulurlar. Bu insanlara açlıktan nasıl kurtulacakları ve karınlarını nasıl doyuracakları öğretilmemektedir. Üniversitelerimizde Besin ve Beslenme ile iştigal eden kürsüler ve enstitüler yoktur. Olanlar, şaşırtılmış ve ne ile meşgul oldukları bilinemeyen içine kapalı et­kisiz kuruluşlardır. Buna karşılık Hititoloji, Çinolo­ji ve Sümeroloji gibi karın doyurmayan kürsüler, enstitüler yüzlerce gencin kafasını karın doyurma­yacak bilgilerle doldurmaya çalışır. Edebiyat Fakül­teleri gece öğretimi yaparak iki vardiya halinde iş gö­rürler. İlkokullardaki çocuklar, üretici değil tüketici olarak yetiştirilirler. Köy çocuklarına New York'un nüfusu, Amerika'nın önemli şehirleri ile nehirlerinin isimleri ezberletilir. Şehirdeki gençlik, diskoteklerde çağının uyuşukluğuna terkedilmiştir. Basında futbol maçları ve spor hareketleri için gazetelerin koca bir sahife ayırdıklarını görürsünüz, İneğin nasıl beslene­ceğinden, tavuğun nasıl yemleneceğinden kimse söz etmez. Bu konuda birşeyler öğrenmek isteyenler, doğ­ru bilgi vermeyen pahalı kitaplar satın alırlar. Bu ki­taplarda yazılanlar uygulamaya sokulduğu zaman beklenen sonuç alınmaz. Çünkü kitap basitçe tercü­me edilmiştir. O kitapta yazılı olanlarla Türkiye'nin gerçekleri birbirine uymamakta ve hatta çelişmek­tedir. Böylece gerçekleri ile temasa gelemeyenler, korkularına teslim olur ve karanlıkta şarkı söyler­cesine, korkularını duymamak için, kendilerini eğ­lenceye verirler. Vur patlasın, çal oynasın ortamı ya­ratılır. Bir tarafta yokluk ve sefalet hüküm sürer­ken, bir tarafta lüks otellere yerleşmiş yabancı ser­maye temsilcileri ile ortakları sefa sürer, insanları alabildiğine sömürürler. Açlık sözcüğünden yalnız korku yaratmak için bahsedilir. Arkasından bu tehlikeyi önlemek için o ülkeye, gübre satılır, tohumluk satılır, ilaç satılır, traktör satılır, büyük kampanyalara girişilir. Bakan­ lar tarlalarda davullar ve zurnalar ile halay çeker, basın toplantıları yaparak ümit verici vaatlerde bu­ lunurlar.


Tuzak

129

Gelecek yıl buğday ihraç edeceğimizi ve artık it­halatçı bir toplum olmaktan kurtulup ihracatçı olacağımızı açıklarlar. Sonuç hep aynıdır. Satın alınan­lar için milyonlarca dolar ödenir ve sonunda halk gene açtır. Ekmek sıkıntısını karşılamak için buğday satın alınır. Muhalefet bunu tenkit eder. Acı gerçekleri teker teker ortaya döker, konferanslar verilir, açık oturumlar yapılır, makaleler, kitaplar yazılır... İnsanlar daima açtırlar, daima korkularının için­de yaşar ve bu korkudan kurtulmak için de en kolay usule başvururlar. İçerler, eğlenirler, şarkı söyler­ler, gazeteleri ellerine alınca toplum sorunlarını de­ ğil, maç sonuçlarını ve Milli Piyango listelerini ince­lerler. Açlıktan kurtulmak için ne yapılacağını bilme­yen bu insanlar tek kurtuluşu, Spor Toto'ya veya Milli Piyango’ya bağlamışlardır. Bunu da yapamayan­lar Tanrı'yı suçlar ve Dünya'da aç kalanların Cen­nette nehirlerinden bal akan bir ülkede yaşayacak­larına inanırlar. İbadet yerlerinde kendilerine bu an­latılır. Dünya'da sefalet çekenler, Tanrı'nın en mute­ber kullarıdır. Ahrette rahat edecekler denir. Bu kı­sır çemberi yırtmak ve gerçekleri anlatmak isteyen­ler, lekelenir, nötralize edilir yahut pasifikasyonun kurbanı olurlar. Öğretmenler sürülür, aç bırakılır, hırpalanır. Üniversitelerde yurt sorunlarına ilişkin çalışma yapanlar, baskı altına alınırlar. Bunlar sa­vunma yazmaktan, bilimsel yazı veya kitap yazmaya vakit bulamaz, mahkeme mahkeme süründürülürler. İşte yarı açlık içindeki bir toplumda, yaratılan açlık korkusu bu ortamı yaratmaktadır. Bu ortamda ya­bancı sermaye ile işbirlikçiler, aklın almayacağı çı­karlar sağlar, insanları bir sülük gibi sömürürler. Bir geri ülkede veya bölgede uyanma, açlığa ve savaşa karşı bilinçlenip kurtulma belirtisi başladı mı, burada maksatlı huzursuzluklar çıkarılır. Tehlikeli ve patlamaya elverişli olaylar yaratılır. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz. İnsanlar kork­tukları şeyi iyi tanımalı ona elleri ile dokunmaya çalışmalıdırlar. Bu bilmek ve incelemekle mümkün olur. Bilme ve inceleme, korkulan şeye parmaklarımızın ucu ile dokunma olanağı ortadan kaldırılacak olursa, insanlar korkuları ile baş başa kalır ve sıkın­tılı durumdan kurtulmak için, bizim toplum olarak uyguladığımız gibi, karanlıkta şarkı söylemeye, ol­madık şeylerle meşgul olup zamanı böylece geçirme­ye mecbur kalırlar. Gizli açlığın geniş ölçüde etkilediği Türkiye ve benzeri geri ülkelerde, açlık ve savaş­tan korkmanın ötesinde yapılacak çok iş vardır. Ta­rım Bakanının resmi açıklamalarına göre 100 milyon insanı rahatça besleyebilecek olan Anadolu toprakla­rı üzerinde 32 milyonun bilgisizlik yüzünden açlıkla karşı karşıya kalmış bulunması gerçekten üzüntü vericidir. Korkularımız düzeni değiştirmeyişimize etkili oluyor. Düzenin değiştirilmemesi ise, Türkiye'yi baş­ka ülkelerin üretim artıkları için mükemmel bir pa­zar haline getirmiştir. Korkularının zebunu olanlara ve gerçeklerini gö­remeyenlere her şeyi kolayca yaptırabilir, onları karılarının ve bacılarının helezonlanıp çocuk doğurma­yan kısır kişiler haline getirilmesine bile razı edebilirsiniz. Bütün mesele gerçekleri bilmekte ve değiş­tirilmesi gereken aksaklıkları saptamaktadır. Bundan dolayı biz Anadolu'nun yalın gerçeğini İmece Dergisinin Aralık 1968 tarihli ve 92 sayısın­ da «Duyan Yok Döne» başlıklı bir yazı yazan «Ali Kemal Gözükara»nın gördüğü gibi yansıtmaya ve buraya aktarmaya çalışalım. (**) Kaderin kızı, fiyatları fink atan şeylerle işimiz ne bizim Altı ayda bir et ya alır ya almak, şeker keyif oldu. Zeytin denesi tuzlu olur. Kuru fasulye­yi asker ocağında çok yedim. Nohut cinsleri olsa da hoş olmasa da, pirinç beyler yiyeceği, Rabbim bulgurdan geri komasın. Bilmediğimiz şeylerden de ne söz idek.


130 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu Çirişi ayağına getirir dağlılar. Sık dişini. Bir-iki ölçek bulgura yok didin mi, temam. Niden ıspanağı, Marul acı olur. Enginarın aşını sevmem. Pı­rasayı bişirmek için moda bir avrat gerek. Zeytinyağlı dolmalar, sepze kızartmaları, patates püresinin adlarını burada duydum. Kul ölmeyince rızık kesilmez, demez miydi Fakı Emmi. Herkes kısmetini yer diyen bibindi senin. Rabbim deldiyi buvazı boş komaz diyen de sendin. Buralarda, se­nin hayatından söz idenneri kılıç kimi kesiyler ballaa. Nidicen ucuzluğu pahalılığı, senede bir tar­hananı yap, eline geçerse bulgurunu kaynak, ya­bantezeği, tandırda yakmaklaa ayrık, anızını top­la. Balı yağa katannar, İngiliz keteninden yelek giyenner ölmez mi yani? Bu Dünya'ya boş vir. Ötekine bak, Acı acı meleyip de, şu kıç atmış Dünyanı inil zırıl geçirme, Zaten duyan yok. Gözlerinden öper, döllerin sağlık haberini bekle­rim. Sıladaki bir Anadolu erkeğinin köye yazdığı mektuptan alınmış olan bu gerçekler, Türkiye'nin gerçeklerine Chicago Otellerinin lüks salonlarında değinmeye çalışan Amerika Birleşik Devletleri Ta­ rım Bakanı Freeman'dan çok güvenebileceğimiz ve­rilerdir. Anadolu insanı tarhanasını yapar, bulgurunu kaynatır, Tanrı'nın deldiği boğazı aç komayacağına inanır. Amma şimdi bu insanlar tüm olarak açlık korkusunun içine itilmişlerdir. Hem açtırlar, hem de açlık korkusu çekerler. İlkokullarında çocuklarına yabanın verdiği yavan süttozu verilir. Köylerine üzerinde sıkışan iki el resmi bulunan peynir tenekeleri gelir, el altından hatırlı kişilere dağıtılır. Kentte yaşayanların işi çok daha güçtür. Bun­lar pahalılığın elinde ezilirde ezilirler. Bir toplum kendini açlık korkusuna kaptırmaya görsün. Artık gerçeklerini göremez olur. Babası da margarinle besleniyormuş gibi, yabancı şirketler numara yapıp mar­garinleri bir süre piyasadan çektiler mi, evine bir te­neke yağ atmak için komşularıyla yarışa çıkar. Ka­zıklandıkça kazıklanır. İnsanı kazıklanır, aile kazıklanır, Devlet kazıklanır... Gerçeklerden söz edenler, ne okunur ne dinlenir. Fırsat ele geçti mi bunlar da susturulur. Böylece bir toplum gerçeklerinden sıyrılır ve korkularıyla çevril­miş mutsuz bir Dünya'da yaşamaya başlar. Korkularını yenip, gerçeklerini görebilenler ve bu gerçeklere parmaklarının uçları ile dokunabilenler kurtulurlar. Kendi gerçeklerini Chicago otellerinde söylenen nu­tuklardan öğrenip, açlık korkusunu onların tavsiyelerine uyarlı olarak yenmeye çalışanlar ise, bataklığa düştükten sonra debelenen kişiler gibi battıkça ba­tarlar. Korku yaratmanın gerçek amacı da budur. Korkutarak aç bırakmak ve aç insanları açlıkla kor­kutmak çağdaş sömürgecinin atom bombasından çok daha etkili bir silahı ve bir sömürgecilik aracı ol­muştur. Geri ülke insanını ve özellikle geri ülke yönetici­leri ile bilim adamlarının davranışlarını çok iyi incelemiş ve bunu genel kurallara bağlama olanağı bul­muş olan sömürgeci Amerika'nın yöneticileri, 1963 yılında tüm geri ülkeleri bu açıdan etkileri altına al­mak ve açlık korkusunu geri ülkelere yayarak pazar­larını genişletmek için Washington'da bir «Dünya Gı­da Kongresi» düzenlediler. Sömürgeci ülkelerin birbiriyle iyi anlaşan uz­manları ile idarecilerinin perde arkasından yönettik­leri bu kongreye, geri ülkelerde kamuoyunu etkile­yebilen kişilerle, teknisyen bilim ve idare adamları da çağrıldı. Besin ve beslenmeye ilişkin konularla uzun sü­redir ilgilenen bir teknisyen olarak, bu kongreye, biz de davet edildik. 4–18 Haziran 1963 günleri arasında izlediğimiz bu büyük kongreyi iddia edildiği gibi,


Tuzak

131

Dünya'yı açlıktan kurtulmak için değil, açlık korku­sunu daha yaygın ve daha etkin bir hale getirmek için planlayan sömürgecilerin en büyük başarısı ve en büyük tuzağı olarak niteliyoruz. Büyük bir üretim olanağına sahip olmalarına rağmen ne yapacaklarını iyi bilemeyen geri ülke yöneticileri ile teknisyenleri, bu kongrede şartlandılar. Şu günlerde çok kullanılmaya başlanılan bir terim burada da kullanılmak istenirse, Dünya Gıda Kong­resinde hepimizin beyinleri yıkandı ve daha sonra da uçaklarımıza bindirilerek geri gönderildik diyebili­riz. Geri ülke teknisyenleri kendi sorunlarını kendi bilgisi ile çözümlemeyi küçüklük saydığı için, Dünya Gıda Kongresine katılmış ve orada ileri ülkelerin saygı duyduğumuz bilim ve idare adamları ile tanış­mış olmak hepimizi etkilemişti. O tarihte hayatta olan ve daha sonra kurşunlanarak öldürülen A.B.D.'­nin genç başkanı Kennedy'nin elini sıkmak ve Tarım Bakanı Freeman'la bir süre konuşmak çoğumuzu memnun etmişti. Tebliğlerini dinlediğimiz bilim adamları ile liderler aklımıza yatkın gelen çözüm yol­ları gösteriyor, yapılan tartışmalar yeni gerçekleri öğrenmemize yardım ediyordu. Fakat Washington'da şartlanarak öğrenilen gerçeklerin, Türkiye ve diğer geri ülkelerde Amerikan çıkarlarına hizmet etmenin ötesinde bir yarar sağlamayacağını aradan altı yıl geçtikten sonra daha iyi anlamış bulunuyoruz. Dünya Gıda Kongresi, 1943 yılında Amerika'nın eski başkanlarından Roosevelt'in eliyle açılan Birin­ci Milletlerarası Gıda ve Tarım Konferansı'nın 20 nci yıl dönümüne rastlatılmıştır. 1943 yılında Hor Spring Virginia'da düzenlenen bu konferans tam iki yıl son­ra 1945 yılında «Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Teşkilatı» (FAO) nın kurulması için bir vesile teşkil etmiştir. Bundan dolayı 4–18 Haziran 1963 tarihleri arasın­da Washington'da yapılan «Dünya Gıda Kongresi» hem Amerika'nın hem de onun paralelinde faaliyet gösteren, Dünya'mıza sürekli olarak açlık korkusunu yaymakta olan FAO'nun çıkarlarına uygun bir tu­tum içinde yönetilmiş ve propagandalarına vesile olmuştur. Filhakika uzun süreden beri FAO'da genel sekre­ter olarak durumunu koruyabilen Dr. B. R. Sen, Hint asıllı bir bilim ve siyaset adamıdır. Böyle olmasına rağmen emperyalist ülkelerin çıkarlarını korumada gösterdiği maharet ve başarı dolayısıyla «Doğulu Si­hirbaz» olarak tanımlanan bu zat, yetiştiği ülkenin sorunlarından kopuk ve inançlarını yitirmiş bir geri ülke temsilcisidir. Dr. B. R. Sen daha 1960 yılında «Açlıkla Müca­dele Kampanyası» (FFHC) açmak suretiyle açlık korkusunu Dünya'ya yaymak ve sömürgeci ülkelerin karanlık amaçlarını gerçekleştirmeleri için lüzumlu korku ortamını yaratmak için elinden geleni yapmış bir siyaset adamıdır. Dünya Gıda Kongresi ise, Amerikan üretim ar­tıkları ile endüstri ürünlerine pazar bulmak ve ye­ni düzeni kavrayamayan geri ülkelerde panik yarat­mak için Dr. Sen'in aracılığı ile sahneye konmuş en korkunç oyun ve en korkunç tuzak niteliğini taşı­maktadır. Batılı yöneticilerin başkanlığında ve onların ar­zularına göre çalışmalar yapan Dünya Gıda Kongresi hazırlık komitesine B. R. Sen tarafından Hint asıl­lı S. Y. Krishnswamy genel sekreter olarak atandık­tan sonra, Orville L. Freeman'ın davetine uyarak Washington'u kongre mahalli olarak kabul etmiş ve bu suretle Amerika'nın dümen suyuna girmiş olan komite, Amerikan propagandasının aracı olarak işi­ni tamamlamıştır. ABD'den 585, diğer ülkelerden 607 ve Birleşmiş Milletler ihtisas organizasyonların­ dan 10 delegenin iştiraki ve 1343 yetkili delege ile 4 Haziran 1963 tarihinde çalışmalarına başlamış olan kongrenin her safhasında Amerika'nın baskısı ve em­peryalist amaçları kendini hissettirmekteydi.


132 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu Dünya Gıda Kongresi ile başta ABD olmak üzere aynı pa­ralelde iş gören diğer emperyalist ülkeler ayak de­ğiştirmişlerdir. O tarihe kadar ABD ve Kanada ba­zı yiyecek maddelerini kendi olanakları ile kendi topraklarında üretiyor, başka ülkelerdeki tarımsal üre­timi dolaylı yollardan baltalayarak, bunları pazar haline getiriyor, çoğunluğu gizli açlığa mahkum ede­rek dengesiz bir beslenme ortamı içinde üretim ve savunma gücünü alabildiğine kırarak, hem askeri müttefiki ve hem de hizmetkarı haline getirmeye uğraşıyordu. Bütün bu işlemlerin asıl amacı ise Ame­rika'nın para kazanması ve Amerikan halkının daha üstün bir yaşama standardına göre yaşamasının sağ­lanmasıydı. İkinci Dünya Savaşı'nın bitiminden 1963 yılına kadar aç Avrupa'da, Güney Amerika'da, Afrika ve Uzak Doğu ile Orta Doğu'da bu strateji başarı ile yürütülmüş, kalabalık bir milletler topluluğu, mide­ lerinden yakalanarak Amerika'nın çıkar çizgisinde birleşmeye zorlanmıştır. Açlık Korkusu ile Savaş Korkusu'nun birleştir­diği bu insanlar, hem savaşı önleme ve hem de açlığı yok etme bakımından Amerika'nın iyi niyetli ve güçlü bir topluluk olduğuna inanıyor, sevilmesi zor olan bu insan topluluğuna karşı sevgi değilse, bile, bir yakın­laşma hissi duyuyorlardı. Fakat Amerika ile dostluk edenler, askeri ve tica­ri ilişkiler kuranlar, eskisinden daha güç koşullar altında kaldılar. Savaş tehdidi her gün biraz daha ar­tıyor ve aç insan sayısı hızla çoğalıyordu. Yiyecek ihraç eden geri ülkeler 20 yıllık bir denemeden ve Amerikan üretim artıklarını yurtlarına soktuktan sonra, aç ve muhtaç durumda kaldılar. Üretim artıklarının ucuz fiyatlarla geri ülkeler pazarlarını kaplamış olması, mahalli üretimi balta­ lıyor ve işsiz sayısını artırıyordu. Amerika'nın üretkenliği (prodüktivite) artırarak ulaştığı bu olanak, Hindistan gibi doymak bilmeyen bir ülkenin gittikçe artan istekleri karşısında erimeye başladı. Amerika'­ dan yılda 4 milyon ton tahıl ithal ederek halkını bes­lemeye çalışan Hindistan, artık 12 milyon tonla bile doymuyor ve daha fazla istiyordu. Pakistan, Türki­ye, Mısır benzer durumdaydılar. Parasız sirkenin baldan tatlı olacağına inanan muhtaç ülkeler yöneti­cileri, Amerika ne verdiyse aldılar ve bunları halk­ larına yedirerek, tasarruf ettikleri paralarla cansız yatırımlara giriştiler. Geri ülkelerde gökdelenler ya­ pılmaya, şoseler asfaltlanmaya, halk Amerikanlaş­maya başladı. İhtiyaçların artması Amerikan endüst­ risine pazar hazırlama bakımından yararlı oluyor ve her ülkede, Amerika'ya yakın çıkar grupla belire­rek yönetimi ele geçiriyordu. Amerikalılar bu çıkar gruplarının Amerika'dan çok öz çıkarlarına bağlı olduklarını zamanla anla­ maya başladılar. Bu ülkelere verilen yiyecekler ile di­ğer ihtiyaç maddeleri çıkarcıların eline geçiyor, son­ra da paraya çevriliyordu. Amerika'nın ve halkın sır­tından geçinerek yaşamaya alışan, ahlaken zayıf komprador grubunun, çıkarları gerektirdiği zaman başka gruplarla işbirliği yapmaları her zaman beklenebilirdi. Nitekim yardım alan bazı ülkelerin yöne­ticileri hala ellerinde tuttukları bu olanağı bir koz gibi kullanmaya ve Amerika'ya kafa tutmaya başla­mışlardı. Hindistan'ın Amerikan yardımları kesildi­ği takdirde, Rusya'dan yiyecek talebinde bulunması ve Kızıl Çin ile anlaşması ihtimali beliriyordu. İhtilalden bir süre önce o zamanki Başvekil Men­deres'in Rusya'ya gitmek için hazırlandığı hatırlardadır. Mısır, kayma eğilimi gösteriyor, Afrika'da üçüncü Dünya Devletleri açıktan açığa Amerika'ya kafa tutuyorlardı. Güney Amerika, eskiden beri is­tikrarsız çalkıntılar içinde bulunduğu için, onlara güvenmek mümkün değildi. İşte bütün bu nedenlerle, içine düşürüldükleri mübalağalı açlık ve savaş korkusunun etkisine maruz bırakılmış olan mutsuz insan topluluklarının karın­larını doyurmak ve kendilerini emniyette


Tuzak

133

hissetmek için karşı tarafla anlaşmasından korkuluyordu. Bu insanları yeniden Amerika'ya bağlamak ve Amerikan çıkarlarını zedelemeden uzaktan kontrolü sağlamak için Amerikalı idareciler, Milletlerarası Organizasyonlardaki adamları ile birlikte gerçekleştirebile­cekleri yeni çareler düşündüler ve asıl amaçlarını gizleyerek yeni politikayı 1963 Dünya Gıda Kongresi’n­de geri ülkelerin kamuoyunu etkileyebilen şahıslara empoze ettiler. Bu operasyon, yeni stratejiden yararlanacak olan bütün kapitalist ve emperyalist ülkelerin işbir­liği ile yapıldı. Dünya Gıda Kongresine çoğunluğu çeşitli Ame­rikan kuruluşları tarafından masrafları ödenerek davet edilen delegeler, o zaman hayatta olan Başkan Kennedy ile Hindistan Cumhurbaşkanının konuşma­ larını dinlemek üzere bir salonda toplandıkları za­man, bunlar arasında ben de vardım. Önce konuşan Hindistan Cumhurbaşkanı, kararlı konuşuyor, muh­taç olmasına rağmen ezilip büzülmüyordu. Yiyeceği olanın olmayana vermesi, kaçınılmaz bir lüzumdu. Kennedy de buna itiraz etmiyor, Amerika'nın cö­ mertçe vermeye devam edeceğini belirtiyordu. Kong­renin devamı süresince Amerika'nın vermeye devam edeceğini fakat şeklin hayli değişeceğini anladık. Teklif edilen yeni şekil o tarihte bize aykırı görünmemişti. Geri ülkelerin yeteri kadar çalışmadan, kay­naklarını ve olanaklarını değerlendirmeden hazır ye­melerine biz de karşıydık. İnsan çalışmalı ve gücün­ce üretmeliydi. Geri ülkelerin ekilmeyen toprakları tarıma sokulur, kıraç topraklar sulanır, verimsiz ara­zi gübrelerinir, tohum ıslah edilir ve ilaçlanırsa bu ülkeler de iki milyar aç insanın beslenmesi için bü­yük bir katkıda bulunabilecek ve üretimi etkileyen bir güç haline geleceklerdi. Bu ülkelerde modern tarımsal üretim tekniğinin benimsenmesi, araç ve gereçlerin, gübre ve tarım ilaçlarının sağlanması için, başta Amerika olmak üzere, bütün ileri ülkeler ve FAO ile benzeri milletlerarası kuruluşlar elden geleni yapacaklardı. Geri ülkenin iyi niyetli teknisyenine başlangıçta çok olumlu görünen bu teklifler, bilim adamlarının önceden hazırlanmış bilimsel raporları ile genel ku­rula getirilip teker teker tartışıldı ve karara bağlandı. Dünya yeni ve ışıklı bir yola gidiyordu. Artık herkes kendi halkını besleyecek ve başkalarına avuç açmaya mecbur kalmadan gerçek bağımsızlığa kavu­şacaktı. O tarihte ben bile Amerikalı dostlarımıza karşı derin bir minnet duygusu hissederek yurduma döndüm; Kafamda beliren şüphe odakları dağılma­ ya ve erimeye başladı. Açlıkla mücadelenin bu su­retle mümkün olacağına ve açlık korkusunu yene­ ceğimize inanmaya başladık. Oysa asıl amacın ne olduğu aradan altı yıllık bir süre geçtikten sonra, bugün daha iyi anlaşılabili­ yor. Toplumları açlık ve savaş korkusunun baskısı altında ezmeyi politika haline getiren kapitalist ve emperyalist anlayış, görüşünü ve niyetini değiştirme­miştir. Aç olan çoğunluk ve savaştan yılmış topluluklar, bugün eskisine nazaran daha büyük baskılar ve eziklikler içinde Amerika ile onun ortaklarına bağ­lı kalmak, sevmeseler ve istemeseler de onlarla ge­çinmek, sömürmelerine rıza göstermek zorundadırlar. Büyük bir tuzak olarak gördüğümüz ve asıl ama­cın başarıyla gizlendiği Dünya Gıda Kongresinden sonra uygulamaya konan yeni prensipler şu şekilde özetlenebilirler. (**) Bütün geri toplumlar ile onları yöneten hükümetlerin açlık ve savaş korkusunu baskısı altında tutulması vazgeçilmez bir zorunluluktur. (**) Korku ve baskının sürdürülmesi için elden gelen her şey eskiden olduğu gibi sürdürülecek ve bu­nun için propaganda yapılmaya devam edilecektir. Bu iki önemli korkuyu canlı örnekleriyle ayakta tutabilmek için Dünya'nın bir veya birkaç köşe­sinde savaş devam etmeli ve açlık tahribatını yap­malıdır.


134 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu (**) ABD ve diğer emperyalist ülkeler aç olan bölge­lere göstermelik yiyecek yardımları ve savaş bölgelerine de asker ve silah yardımı yapmaya devam edeceklerdir. Fakat aktif savaş ve dinamik açlık bölgelerinde ya da kalkınma hevesine düşmüş geri kalmış toplumlarda, Emperyalizmin iyice kontrol edemediği milli gelişmelere müsaade edilmemelidir. Savaş bölgelerinde silah, açlık bölgelerinde yiyecek veya yiyecek üretimine yardımcı olacak, gübre, tohumluk, damızlık, teknik, araç ve gereç kaynakları sürekli olarak Amerika'ya yakın sermaye çevrelerinin ve dolayasıyla Amerika'nın kontrolü altında kalmalıdır. Üretim ve savunmada insan ve makine gücünün önemli bir yeri olması dolayısıyla, insan gücünün kaynağı olan besinlerle, makine gücünün kaynağı olan petrol, kömür ve hatta atom gücünün Was­hington'dan kontrol edilebilmesi bir zarurettir. Washington istediği zaman besin üretimini baltalayarak insan gücünü ve petrol ikmalini kısıtlaya­rak makine gücünü sıfıra yaklaştırabilmeli ve direnme eğilimi gösteren toplumlarda açlık yarata­ bilmelidir. Makinenin tamirinde kullanılan yedek parçalar ile insanları çalışamaz hale getiren hastalıkların te­davisinde kullanılan ilaç behemehal Amerika ile ortaklarının elinde bulunmalı ve bunların fiyatları üzerinden toplumun gelişmesi kontrol edilirken, bir taraftan da kapitalistlerin arzuladıkları seviye­de gelir sağlanabilmelidir. (**) Geri ülkeyi emperyalist ülkelerin bir çiftliği gibi kullanmak ve bu ülkede kapitalist çevrelerin ihtiyaç duydukları miktarda, tarımsal hammadde­ üretirken insanları ırgat gibi çalıştırarak güçlerinden yararlanmak mümkündür. Bu takdirde bu ül­keye gübre, tarım ilacı, araç ve gereç satılacak, paraları peşin olarak ya da uzun vadeli yüksek faizli senetlerle tahsil edilecek, daha sonra da bu ürünlerin fiyatları tekeller aracılığı ile kontrol edilerek insanlar bedavaya yakın bir ücret karşılığında çalıştırılacaklardır. Bunun için geri ülkelerde kamuoyunu etkileyebi­lecek bir grup insanı Amerikan taraftarı kişiler haline getirmek, mümkünse hükümetleri Amerika'nın etkisine sokmak, kalkınma isteği yaratmak ve kalkınmanın yabancı ülkelerden getirilecek ye­ni tohumluklar, damızlıklar, gübre, ilaç, araç ve gereçle mümkün olacağına inandırmak lazımdır. Eğitim bu esaslara göre düzenlenmelidir. Bu yolda hareket edilirse, korku yerine sevgiyi ve nefret yerine güveni yerleştirebilir, Amerikan aleyhtarı cereyanları hafifletebiliriz. İnsanların emperyalist uygulamalardan korkmaları ya da bu uygulamaları tehlikesiz farzedecek ka­dar uyuşuk bir hale getirilmeleri, yaklaşık sonuçlar yaratacağı için, bir defa da bu şekil değerlen­dirilmelidir. Tohumluk, damızlık, gübre, ilaç, araç ve gereç kaynakları bir anahtar gibi emper­yalistin elinde bulundurulacak olursa, üretimi sermaye ve diğer ihtiyaçlar üzerinden kredi oyunlarıyla Washington'un isteklerine göre ayarlamak çok kolaydır. (**) Tohumluk, damızlık, gübre, ilaç, araç, gereç fiyatları ile kredi faizleri yüksek tutulacak ve geri toplum bir kalkınma psikozuna sokulacak olursa, şevk ve gayretle çalışır. Borçlarını ödemek ve bağımsız olmak isteği duyar. Fiyatlar ve ürün karşılıkları bazı yıl yüksek, bazı yıl düşük tutulacak ve üretici ile tüketici ya da ihracatçı arasına sokulacak Amerikan taraftarı aracıların çıkarları korunacak olursa, bu suretle sağlam ve istikrarlı bir pazar kurulmuş, Amerikanın bu toplum üzerinde­ki nüfuzu geliştirilmiş olur.


Tuzak

135

(**) Mahalli para karşılığı silah veya yiyecek verme usulü yavaş yavaş terkedilmelidir. Bunun yerine yarısı mahalli para karşılığı ve yarısı dolarla ödenecek faturalar veya yüksek faizli borç senetleri düzenlenmeli, geri ülkelerin ürettiği ürünler kalite bakımından Amerika'nın ürünleri ile rekabet olanağına sahip ise, bu çeşit ürünlerin üretimi kısmen veya tamamen kısıtlanmalıdır. Bu da milletlerarası pazarlarla geri ülkede yapılacak operas­yonlarla gerçekleştirilebilir. Herbiri, bir diğerinden çok daha korkunç olan bu prensipleri geri ülkelerin yöneticileri ile teknisyenlerine eğlenceli bir hava içinde, isim yapmış bi­lim adamlarının yardımlarıyla yutturan emperyalist­ler, son altı yılda hayli ilerleme kaydettiler ve tu­zaklarına pek çok masum topluluğu düşürerek iliği­ni kemiğini emebildikleri kadar emdiler. Geri ülke­lerde iktidara getirilen Amerikan taraftarı hükümet­lerle, yaratılan Amerika’dan yana sermaye ve fikir grupları, bu sömürünün sürdürülmesine yardımcı oldular ve Amerika'ya çanak tuttular. Bu uygulama­lara karşı çıkan ve gerçeği anladığı için direnen azın­lık polis copu, açlık ve ölüm tehdidi ile susturulma­ya ve komünist olduğu ilan edilerek halkın gözün­den düşürülmeye mahkûm edildi. Bir Türk dostu ve Türkiye'yi seven bir teknisyen olarak tanıdığımız milletlerarası müşavirler piyasasının canlı simalarından Baade'nin, Dünya Gıda Kongresine sunduğu ra­porlardan, bazı pasajlar almak ve uzun bir süre Plan­lama Dairesine baş müşavirlik eden Tinbergen ile AID misyonunun Türkiye'deki uygulamalarını izle­mek, bize Dünya Gıda Kongresinin getirdiği yeni il­keler ile ülkemizdeki uygulamalar arasındaki iliş­kiyi açık olarak gösterecektir. Dünya Gıda Kongre­sinde yalnız Türkiye değil, yüzlerce geri toplum tu­zağa düşürülmüş ve bilim adamları tarafından kan­dırılmıştır. Türkiye'de uzun süre kalmış olduğu için ülke­miz ve sorunlarımız hakkında geniş bilgisi olan Prof. Dr. Fritz Baade 1959 yılında Akdeniz Kalkınma Pro­jesi içinde, Türkiye'nin özel raporunu hazırlayan ekibe başkanlık etmiştir. Daha önce 1934 – 1946 yılları arasında hükümetin baş müşaviri olarak hizmet al­mış ve içimizi dışımızı öğrenme imkanı bulmuştu. 1946’dan sonra da Türkiye'den ayağını kesmeyen Baade, özel ekonomik müşavir olarak on defa yur­dumuza gelmiş, 1960 yılında Avrupa Prodüktivite Ajansı'na ülkemiz hakkında bir rapor daha vermiş­tir. Baade, halen Kiel'de Türkiye’nin fahri başkonsolosu olarak vazife görmektedir. Geçenlerde Türk­ Alman Dostluk Cemiyeti’nde yaptığı bir konuşmada «Üç büyük tanıdım. Bunlar Atatürk, İsmet İnönü ve Celal Bayar'dır.» dediği için dinleyiciler arasında bulunan Türk öğrenciler kendisine «yuh» çekmişler ve protesto etmişlerdir. (Yeni İstanbul, 20 Nisan 1969) Baade'nin Dünya Gıda Kongresine sunduğu 2 Nisan 1969 gün ve WFC/63/CP/IIA/la sayılı «Tarımın Ekonomik Kalkınmada Rolü ve Milli Planla­manın Kalkınmada Önemi» başlıklı raporu incelenip de Türkiye'nin bugünkü gerçekleri içinde değerlendi­rilince, 12 yıl Türk ekmeği yemiş ve Türkiye üzerinde hayli bilgisi olduğu anlaşılan bu teknisyenin amacı daha iyi ortaya çıkmakta ve öğrencilerin kendisine «Yuh» çekmekle yanlış hareket etmedikleri anlaşılmaktadır. Emperyalistler milliyeti ne olursa olsun, belirli bir ülkeyi sömürmek istediler mi kolayca birleşmek­ te ve iyi bir ücret teklif edildiği takdirde milletler­arası müşavir piyasasının muteber simaları, kanıları dışı rapor yazarak zavallı geri ülkeleri şaşırtmak için sömürgecilere yardımcı olmaktadırlar. Baade, sayıları 100'e ulaşan geri kalmış ülkeleri raporunda iki ana gruba ayırmaktadır. Bunlar:


136 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu (**) Yiyecek üretim ve artış oranı nüfus artışına eşit veya nüfus artışını aşan ülkeler. (**) Yiyecek üretimindeki artış oranı nüfus artışı ka­dar hızlı ve yüksek olmayan, böyle olmasına rağmen artışa elverişli görülen ülkeler olarak sınıflandırılıyorlar. İkinci gruba dahil ül­keler olarak mütalaa edilen Türkiye, Pakistan ve Hin­ distan geri kalan 100 gelişmekte olan ülke arasında yiyeceğe ilişkin meseleleri çok ciddi olan ülkeler ola­rak tanımlanmaktadır. Aslında bu üç ülkeye İran ve Irak'ı da katmak gerekir. Fakat gerek İran ve Irak petrolden önemli gelirler sağlayabildikleri için, yiyecek açıklarını ithal yoluyla karşılayabiliyorlar. Türkiye, Pakistan ve Hindistan sayıları 100 ka­dar olan geri ülkelerden yalnız üçü olmakla beraber, bunların nüfusları toplamı geri ülkeler nüfusunun yarısına yaklaşmaktadır. Bu ülkeler halkını besle­mek için, ABD Hindistan'a 4 milyon ton, Pakistan'a 1,5 milyon ton ve Türkiye'ye 1 milyon ton tahıl ver­ mekte ve bu yardımları PL 480 kanalı ile yapmakta­dır. Dünya Gıda Kongresine sunduğu rapor böylece devam eden Baade, ABD'nin bu ülkelere yalnız tahıl satmakla yetinmediğini bunun yanında yağ ve dondurulmuş tavuk eti gibi üretim artıkları da verdiğini ve 1960 yılında üç ülkeye yapılan yiyecek yar­dımı karşılığının 600 milyon doları aştığını belirtiyor. 600 milyon dolar, ABD'nin bütün Dünya'ya yi­yecek olarak yaptığı yardımların yarısını aşmakta­dır. Kaldı ki bunların karşılığı o tarihte mahalli pa­rayla ödenmekte ve çok cömert bir toplum olan ABD bu paraların bu ülkeler halkının kalkınma­sı için yatırımlarda kullanılmasına da müsaade etmekteydi. Amerika hesabına bir Amerikalı’dan çok daha müsait konuşan Baade, bu ülkelerdeki yiyecek ihtiyacının statik değil dinamik bir durum gösterdiğini işaret ettikten sonra, Türkiye'deki ihtiyacın gelecek 5 ila 7 yıl içinde bugünkü ihtiyacın iki, üç katı arta­cağına işaret etmektedir. Bu üç ülke arasında Türki­ye’nin durumunu hepsinden daha ciddi olarak mü­talaa eden eski hükümet baş müşaviri, şaşırtıcı birçok açıklamalar yaptıktan sonra, başta Türkiye ol­mak üzere bu üç aç ülkenin derdine çare olacak ve A.B.D. ile diğer emperyalist ülkelerin işlerine de uy­gun düşecek bazı çözüm yolları göstermektedir. (**) Suni gübre (**) Tarım İlaçları (**) Borçlanma ve kredi (**) Sulama Bu üç ülkenin verimi artırıp karınlarını doyura­bilmeleri için bu gibi çarelere başvurmaları gerekmektedir. Raporda, sözü edilen ülkelerin yöneticileri ile bilim adamlarının bu tavsiyelere inanmaları için Baade elinden geleni yapıyor ve bize bazı rakamlar veriyor. Türkiye, Pakistan ve Hindistan'da hektar başına düşen nitrogenli gübre miktarının 1 Kg. dan az oluşu dolayısıyla verimin hektar başına 800-1600 Kg. arasında değiştiğine işaret ettikten sonra, bu miktarın Mısır'da 50 Kg. civarda olması dolayısıyla 5000 Kg. olduğunu açıklayan Baade, gübre fabri­kalarının reklamını yapmaktadır. (**) Baade, bir ülke 20 dolara ithal edebileceğimiz miktar­da gübre ile 80 dolarlık değere tekabül edebilecek tahıl üretilebilecektir, diyor. (**) Baade'ye göre 1 ton tahılı böceklerden veya diğer zararlılardan korumak için kullanılacak «Pesticide» (tarım ilacı) nın maliyeti 2 dolardır. Oysa bu yüzden kaybedilecek tahılın fiyatı 40 misli fazla, yani 80 dolardır. (**) Sulama ve diğer yan tedbirler verimi % 200–300 oranında artırabilir.


Tuzak

137

(**) Türkiye'de 40.000, Pakistan'da 100.000 ve Hindistan’da 500.000 köye ulaşmak ve köy halkını eğitmek lazımdır. Baade'nin tavsiyeleri böylece devam ediyor. Bun­lar yek nazarda insana çok makul görünen ekonomileri güçlü toplumların da uydukları geçerli ku­rallardır. Şüphesiz bu tavsiyeler yalnız Baade tara­fından yapılmakla kalmamış, planlı bir şekilde ge­nel kurula empoze edilmiştir. Netice de geri ülke­ ler üretimi artırıp, karınlarını doyurabilmek için başta ABD olmak üzere ileri ülkelerden (**) Gübre (**) Tarım ilacı (**) Kredi (**) Araç ve gereç (**) Tohumluk (**) Damızlık (**) Yabancı uzman (**) Planlama uzmanı (**) Barış gönüllüsü ithal etmeye ve kalkınma ümitlerini yabancıların gös­terecekleri yolda çaba sarfetmeye bağladılar. Büyük tuzağın asıl amacı da bu idi. Geri ülkelerin Kong­reye katılan bilim adamları ile yöneticiler kendile­rine empoze edilen yeni şekle inandırılmış olarak uçaklarına bindirilip, ülkelerine yolcu edildiler. Tam o günlerde Washington Post gazetesinde A.B.D. nin çeşitli eyaletlerinden 40 tanınmış imza ile bir bildiri yayınlandı. Amerikan vatandaşı ödediği vergilerle başka ül­kelerin tembel insanlarının beslenmesinden bezmiş ve bıkmıştı. Bu ülkeler de, biraz gayret göstermeli ve üretkenliği artırarak kendi insanlarının kendi kaynaklarından beslenmelerini sağlamalıydılar. İnsanları doyurmak için geri ülke limanlarına tahıl ve yağ getiren Amerikan şileplerinin beklenme­si onur kırıcı oluyordu. Bundan dolayı geri ülke tek­nisyenleri ülkelerine döner dönmez makaleler yaz­ maya ve hükümetlerini yeni şekle inandırmak için çaba harcamaya başladılar. Bunun bir sonucu olarak geri ülkelere yüksek faizle yeni krediler açıldı. Bu krediler karşılığı tohumluk, damızlık ve gübre ile tarım ilacı verilmeye başlandı. Bütün bunları planlamak ve halka öğretmek için uzmanlar geri ülkelere akın ettiler. Köyler­deki barış gönüllüsü miktarı hızla artırıldı. Amerika­lılar geri ülkelerin eğitim örgütlerine böylece sızdı­lar. Kalkınma planları yabancı uzmanların ve AlD misyonlarının görüşlerine göre kalıp değiştirildi. Bazı geri ülkelerde bu uygulamaları benimseyecek Ameri­kan taraftarı hükümetler iktidara getirildiler. Propa­ganda hemen her yerde şiddetlendirildi. Savaş kor­kusu ile açlık korkusu çağın en büyük korkusu ha­line getirildi. Endüstrileşerek kalkınmayı aklına koymuş olan ülkelerde, tarım kesiminde gerekli reform­lar yapılmadan endüstrileşmenin mümkün olamaya­cağına dair bir akım yaratıldı. Montaj sanayiini kur­mak için bir süre önce endüstrileşmeyi tavsiye eden yabancı uzmanlar ile misyonlar, Kongreden sonra ağız değiştirerek, tarım kesiminde yatırım yapma gereğini savunmaya başladılar. Dünya Gıda Kongresi'nin çeşitli komisyonlarına sunulan yüzlerce rapor ve kongreye hakim olan Ame­rikalı delegelerle yöneticiler hep aynı prensibi sa­vunuyorlardı.


138 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu (**) Üretkenliği (prodüktivite) artırmak lazımdı (**) Kullanılmayan toprakları kullanmak, ekmek, biçmek gerekiyordu. Bunun için para lazımdı. Dünya Bankası bunun için kurulmuştu ve geri ülkelere para vermeye hazırdı. Dünya Bankası (World Bank) Teknik Komiteye sunduğu WFC/63/BP/IBRD/IIB işaretli «Dış Yardımların Görevleri ve Şekilleri» isimli raporda Dün­ya Bankasının bu yardımları nasıl yapacağı ve o zamana kadar bazı ülkelere ne şekilde yardım ettiği uzun uzun anlatılıyordu. Aynı bankanın yöneticileri­ nin idare ettiği Milletlerarası Kalkınma Birliği, ge­ri ülke teknisyeni için, anlaşılması güç bir düzen için­ de çalışarak, geri ülkeler üreticilerine krediler ve­riyor ve daha sonra da bu kredilere karşılık yüksek faiz aldıktan başka, üye ülkelerin satmadıkları mal­ları bu ülkelere satıyor ve mükemmel bir pazar ha­line getiriyordu. Fakat biz bundan altı yıl önce, kong­reye katılan bütün geri ülkeler teknisyenleri gibi, tek­ lifleri çok olumlu karşılıyor ve gerçekten yiyecek üre­timini artırarak açlığa karşı savaşmanın tek amaç olduğunu zannediyorduk. Aradan geçen altı yıllık süre, yurdumuzda ve Dünya'da olup bitenler, Amerika Savunma Bakanı McNamara'nın Savunma Bakanlığından ayrılıp Dün­ya Bankası'na genel müdür olması, asıl savaşın bu banka vasıtasıyla verildiğini bize öğretti. Dünya Bankasının, Dünya Gıda Kongresine sun­duğu enteresan raporda Sudan Çölünün Sulanma­sı, Konya'daki toprak çalışmaları, Uruguay'daki Hay­van Islah Projesi, Hindistan ve Pakistandaki çeşitli tarımsal projelerin desteklenmesi, Teknik Yardım Programları hakkında geniş bilgiler verilmektedir. Fakat o gün, bugün Dünya Bankasına faiz ödemeniz ve boğazına kadar borca batmış olmanın ötesinde bu ülkelerin hemen hiçbirinin açlıktan kurtulduğuna şahit olmadık. Altı yıl önceki Dünya Gıda Kongresinden, bir sıçrayışla 1969 Türkiye'sinde bu bankanın bize empoze ettiği bir projeye kadar gelebilirsek, hem Dünya Gıda Kongresinin amaçlarını ve hem de Dünya Bankası'nın sömürü örgütündeki asıl yerini daha iyi tanıyabileceğiz. Daha 1959 yılında 7 milyon dolarlık bir kredi açarak Uruguay'a 1000 damızlık sığır ve bir yabancı uzman ekibi ile girmiş olan Dünya Bankası mensupları, dolayısıyla Amerikalılar, o gün, bugün bu ülkeden önemli miktarda faiz tah­sil etmiş ve verdikleri parayı çoktan geri almışlar­dır. Fazla olarak Uruguay hükümeti bugün de Dünya Bankası’na borçludur ve uzun yıllar borçlu kalacak­tır. Aradan yıllar geçtikten sonra, 1963 yılında Dün­ya Gıda Kongresi’nde ekilen tohumlar bugün Türki­ye'de çiçek açıyor. Dünya Bankası Türkiye'ye 350 milyon dolarlık bir kredi açmıştır. Bu kredi karşılığı Türkiye Dünya Bankasına üye ülkelerden damızlık süt ineği ithal edecek ve tahminen 10.000 inekle Türkiye hayvancılığını kalkındıracaktır. Türk veterinerlerini ve bilim adamlarını hayret­lere düşüren bu proje, Devlet Planlama Dairesi’nde kalıplanmış ve bir Bakanlar Kurulu Kararı ile uygu­lamaya sokulmak istenmiştir. Olup bitenlerden, sorumlu meslek olarak veterinerlerin, kuruluş olarak Veteriner İşleri Genel Müdürlüğü ile diğer veteriner kuruluşlarının haberi bile yoktur. Geçmişte Avrupa'­dan getirilen üstün verimli damızlıkların Türkiye'de yem ve bakım koşulları dolayısıyla kısa süre içinde verimden düştükleri, bir süre sonra dejenere olduk­ları ve hastalanıp öldükleri çok görülmüştü. Bu de­fa yurda sokulacak olan 10.000 ineği de benzer aki­bet beklemektedir. Fazla olarak bugün bile Türki­ye'de bir yem açığı vardır. Kış aylarında hayvanlarımız yemsizlik ve açlıktan ölmektedirler. İthal edi­lecek olan üstün verimli hayvanları Türkiye'de yemleyebilmek için yem stoklarına ve kaynaklarına ihti­yaç vardır. Bunların


Tuzak

139

hiçbiri düşünülmemiş, planlan­mamış ve seçim öncesi devrede 10.000 cins ineğin yurda sokularak halka krediyle dağıtılmasının ötesin­de hiçbir mesele incelenmemiştir. Fazla olarak Türkiye 3.5 milyar TL. borçlandık­tan sonra bankaya yüzde 6.5 faiz ödeyecek ve bu parayı banka idarecilerinin isteklerine uygun olarak harcayacaktır. Uzun zamandan beri bankanın üyeleri olan bazı Avrupa ülkelerinde elden çıkarılamayan bir damız­ lık inek fazlası olduğu biliniyordu. İşte banka bu operasyonla bu inekleri Türkiye'ye aktaracak ve fa­ kir Türk halkının sırtından Avrupalılara para ka­zandıracaktır. Sonra bu hayvanlar hastalanacak ilaç­ları Amerika'dan, aç kalınca yemleri de Amerika'dan gelecektir. Durumu daha iyi anlayabilmek için Türk toplumuna «Hayvancılığı Geliştirme Projesi» adı altında yutturulmaya çalışılan ve aslında ABD’nin Türkiye'­deki çıkarlarını geliştirme amacı güden yıkıcı proje hakkında Veteriner Fakültesi Profesörler Kurulu'nun neler düşündüğünü, bu fakülte tarafından basına açıklanan bildiriyi buraya aynen aktararak öğrenme­ye çalışalım: (**) Her yıl 1.250.000 sığır ve 1.000.000 koyunun besiye alınmasını hedef tutan, bir hayvancılık geliştirme projesi hazırlanmış, bunun amaçları, uygulama esasları ve teşkilat düzeni 4 Şubat 1969 tarihli Resmi Gazete'de yayınlanmış bulunmaktadır. Devlet Planlama Teşkilatı’nın, hayvancılığı ve dolayısıyla ekonomimizi önemli ölçüde etkileyecek böyle bir programı hazırlarken Üniversite ile işbirliği yapmamış olması, uygulanan esasların tespitinde, isabetsizliklere, tutarsızlıklara ve yurt gerçekleriyle çelişen hatalara yol açmıştır. Hayvancılığı geliştirmek için seçilen yolun, fayda yeri­ne zarar getirmesinden endişe eden fakültemiz, aşağıdaki görüşlerini ilgililere ve kamuoyuna duyurmayı görev saymaktadır. (**) Raporda halen 4 milyon ton civarında olan süt üretimimizin 30 yılda 20 milyon tona yükseltilmesi öngörülmektedir. Bugün bile hayvanlarımız ihtiyaçlarının çok altında beslenirken ve yem üreti­mindeki artış çok yavaşken, 20 milyon süt üretimi­nin gerektireceği yemin sağlanması beklenmeme­lidir. Esasen raporda konunun bu yönüne hiç değinilmemiş olduğu dikkati çekmektedir. (**) Hazırlanan rapora göre, on yıl içinde 200.000 baş saf kan inek mevcudunu gerçekleştirmek için, da­mızlık ithali öngörülmektedir. Bu hedefin gerçek­leştirilmesi için, on yıl içinde en az 100.000 ineğin ithal edilmesi lazımdır. Bu ithalat için lüzumlu döviz kaybı bir yana getirilecek ineklerin yetersiz beslenme şartlarında verimli bir fayda sağlamaya­cağı bugüne kadarki tecrübelerle bilinmektedir. Bu sebepten inek ithali sınırlı bir seviyede tutul­malıdır. (**) Buna karşılık, yerli ineklerimizin halen Türkiye'­de mevcut saf kan kültür ırkı boğalarla suni to­humlama metodu ile melezlenmesi sonunda elde edilen ileri kuşak, melez inekler, hem arzu edilen yüksek verimi sağlayacaklar ve hem de yurt şart­larında yaşama güçlerini muhafaza edeceklerdir. Bu husus fakültemizce sahada yürütülen araştır­malarla belirlenmiş bulunmaktadır. (**) Raporda, 1974 yılından itibaren her yıl 1.250.000 sığır ve 1.000.000 koyunun besiye alınacağı belir­tilmektedir. Bu operasyonun gerektirdiği yem dik­kate alınmamıştır.


140 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu Besicilikte yem yüzde 70 ora­nında etkiye sahip olduğuna göre, projenin besi hedefleri de, süt üretim hedefi gibi hayaldir. (**) Hayvancılığımızı tümüyle geliştirmeyi hedef tutan bu programda her yıl ithali ile 150 milyonluk dö­viz kaybına sebep olan Merinos yapağısı üretimi ile klasik ihraç ürünümüz olan tiftik üretimine yer verilmemiş olması önemli bir eksikliktir. (**) Yüksek Planlama Kurulu Raporu, hayvancılığın geliştirilmesi için lüzumlu hayvan ıslahı, yem üre­timi ve mera ıslahı, hastalıklarla savaş, fiyat po­litikası, kredileme ve pazarlama hizmetlerinin ya­pılması tedbirlerini koordinasyonu sağlayıcı ve tutarlı bır şekilde getirmemektedir. (**) Rapor, Uygulama Esasları bölümünde hayvan­cılığın çeşitli hizmetlerini gören kuruluşların ken­dilerine teşkilat kanunları ile verilen görev ve yet­kileri zedeleyici kuruluşlar arasında gereksiz sürtünmelere yol açıcı ve bu nedenlerle işleme yete­neğinden yoksun bır teşkilat düzeni getirmektedir. (**) Hayvancılığın teknik ve ekonomik hizmetleri ile ilgili bulunmayan Türkiye Şeker Fabrikaları A.O.nı, Proje İcra Kurulu’nda yetkili sorumluluk kılmanın gereğini anlamak güçtür. Bu ortaklığın ne kuruluş amacı, ne çalışma düzeni ve ne de perso­nel yapısı, hayvancılık projelerinde sorumluluk almasını gerektirecek nitelikte değildir. Ayrıca ko­nu ile doğrudan doğruya ilgili Veteriner İşleri Ge­nel Müdürlüğü ve Et ve Balık Kurumu gibi besicilik konusunda programları başarı ile yürütmek­te olan kuruluşlar olmasına rağmen, raporun Tür­kiye Şeker Fabrikaları A.O. na besicilik projele­rinin hazırlanması yürütülmesi ve kontrolü göre­vini vermesi ve bu ortaklığın Devlet Planlama Teş­kilatı Kalkınma Fonu ile desteklenmesi tedbirini getirmesi isabetsiz bir tercihtir. (**) Sonuç olarak, Yüksek Planlama Kurulu’nun Hayvancılığı Geliştirme Proje Hedefleri ve Uygulama Esasları konulu raporunun ve bununla ilgili kararnamenin yukarıda açıklanan bilimsel, teknik ve idari aksaklık ve tutarsızlıkları olduğu, ayrıca yürürlükteki teşkilat kanunları ile çelişme halinde bulunduğu kanısındayız. Fakültemiz bu mahzurlar giderilmediği takdirde, hazırlanmış olan projenin verimli bir şekilde yürütülemeyeceği, aksine ge­reksiz zararlara yol açacacağını belirtmeyi bir gö­rev saymaktadır. 23 Nisan 1969 günlü Ulus Gazetesi’nde tümüyle yayınlanan bu bildiri diğer günlük gazetelerde kısa bir haber şeklinde verilmiş ve basın ile toplum, inek ithali üzerinden omuzlarına yüklenecek olan borç ve külfet miktarını hiçbir zaman anlayamamıştır. Oysa ki yüzde 6.5 faizle bu projenin finansmanı için Türk milletinin sırtına yüklenecek olan borç torunlarımı­za kadar intikal edecek, bugüne kadar Avrupalılar ile Amerikalıların sömürdüğü Türk toplumunu bu defa da Avrupa menşeli süt inekleri sömürülmüş olacaklardır. Anayasaya Koruma Kanunu, TRT Kanu­nu, Seçim Kanunu gibi kanun tasarılarını tartışıp kamuoyunun bütün dikkatini üzerinde toplamakta çok usta olan muhalefet ve iktidar politikacıları, inek ithali meselesine gereken önemi vermediler. Aydın çevreler, inek ithali meselesiyle uğraşmaktansa, sağ ve sol tartışmayı sürdürmeyi yeğ gördüler. Böylece 1963 yılında Washington'da planlanan uygulamalar, Dünya Bankası'nın başına geçmiş ve Vietnam Sava­şı süresince Amerikan Savunma Bakanlığı yapmış olan Mc Namara tarafından başarıyla uygulamaya konuyor, Türk halkı bir daha kazıklanıyordu. Daha önce Sessiz Savaş isimli kitabımızda (Koçtürk, Os­man N., Sessiz Savaş, Ararat Yayınevi, 1969)


Tuzak

141

ayrıntı­ları ile açıklamaya çalıştığımız Sonora-64 projesi ile bu defa sahneye konan «İnek İthali» projesi karşılaştırılacak olursa her ikisinin hazırlanış ve uygula­nış şekilleri arasında önemli benzerlikler tespit edilecektir. Bu çeşit çabalar, Avrupa'daki inek fazlasını Tür­kiye'ye aktararak, Dünya Bankası hissedarlarına milyonlar kazandırmanın ötesinde, Türkiye'de bir ya­bancılaştırmanın gerçekleştirilmesi için yararlı ve etkili olmaktadırlar, Tohumluk buğdayı, damızlık ineği kendine yabancı ve dışardan ikmal edilen Türkiye'de el atılmayan ve gereğince yabancılaştırılama­yan bir insanlar kalmaktadır. Bu insanları da kendi­lerine yabancılaştırmak için kültür emperyalizminin bütün silahları seferber edilmiş ve Türkiye yozlaş­tırılmıştır. Artık, rakı yerine viski içen bir sosyete ve zeytinyağı yerine margarinle beslenen bir köylü, şalvar yerine mavi Amerikan pantolu giymeye başla­yan bir işçi grubu, zeybek yerine ye ye müziğini tercih eden bir gençlik yaratılmaktadır. Bazı işçi ku­ruluşlarında cemiyetlerde ve teşekküllerle üniversi­telerde Amerika ağır basmakta bu kuruluşların yö­neticileri Amerikan ağzı ile konuşmaktadırlar. Ek­meklik buğday, ineği, sığırı, insanı yabancılaşmış bir Türkiye'ye ilelebet Türkiye demek zamanla zorlaşa­caktır. Otomobillerin benzini, buğdayın gübresi, hayvanın yemi Amerika’dan gelecek ve hastalanıp yatağa düşen insanlar Amerikan ilaçları ile kazıklanacak olursa, Türkiye uzaktan yönetilecek demektir. Çün­kü bu kaynakları kontrolü altında tutan emperyalist güçler, istedikleri zaman Türkiye'de kendilerine kar­şı belirecek hareketi, insanları ve inekleri ekmeksiz ve yemsiz, makineleri de petrolsüz bırakarak kontrol edebilecekler ve bu defa onları açlık ve savaş korkusunun etkisi altına sokarak yeniden sindireceklerdir. İşte 1963’de Washington'da yapılan Dün­ya Gıda Kongre'sinde bu hedefe ulaşmak için lüzum­lu hazırlıklar yapılmış ve geri ülke yöneticileri ile bi­lim adamlarına yutturulmuştu. Sonora'dan sonra Av­rupalı inekler Türkiye'ye böyle girmektedirler. Nisan 1969 ayı ortalarında Veteriner Fakültesi, Türk Vete­riner Hekimleri Sendikası, Türk Veteriner Hekimleri Birliği ve Derneği müşterek bir toplantı yaparak bir oldubittiye getirilmek istenen projeyi uzun uzun eleştirdiler ve bu toplantıda bu projenin Amerikan Emperyalizminin yeni bir oyunu olduğunu açık se­çik söyleyenler oldu. Veteriner Fakültesi Öğretim üyelerinden Prof. Dr. Afif Sevinç, Ulus Gazetesi’nde meseleyi enine boyuna açıklayan bir yazı dizisi yayın­lamış ve olayı kamuoyuna duyurmuştur. (Ulus Ga­zetesi, 22–25 Şubat 1969). Başka gazetelerde başka yazarlar da konuya de­ğindiler. Fakat Sonora buğdayını davul zurna ile yur­da sokarak topluma büyük zararlar vermiş olan Tarım Bakanı Dağdaş, inekleri de başka bir usulle it­hale kararlı görünmekte ve bütün bunlara aldırma­maktadır. Daha Dünya Gıda Kongresi sıralarında planlan­mış olan bu uygulamalar Açlık Korkusu’nun yayıldı­ğı ve bulaştırıldığı bütün ülkelerde, korku ve baskı zemini üzerinde uygulanacak ve toplumlar ödeyemeyecekleri borçlarla faizler altına sokulurlarken, em­peryalist ülkelerin satamadıkları her şey için açık pa­zar olarak kullanılmaktan kurtulamayacaklardır. Bu örneği verdikten sonra, bu kitapta ve bu ki­taptan önce yayınlanmış bulunan «Sessiz Savaş» isimli kitabımda açıklanan eski ve yeni sömürü pro­jeleri hatırlanarak, Dünya Gıda Kongresi’nin getir­diği yeni uygulama şekli eleştirilecek olursa şu du­rum dikkati çekecektir. 1. Yeni sömürgeciler, geri ülkelere artık tahıl ve yağ gibi yenmeye hazır yiyecekler verme usulünden ya­vaş yavaş vazgeçmek istemektedir. Ya da bu çe­şit yardımlar ve satışlar yanında, bir de üretimi et­kileyecek olan ön maddeler (gübre, tarım ilaçları v.b.) ile araç gereç (traktör, yedek parça v.b.), ayrıca yüksek faizli ve uzun vadeli kredi verme şekline önem verilmektedir.


142 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu 2. Bundaki asıl amacı sezmek zor bir iş değildir. Aç­lık korkusunun ve savaş baskısının etkisi altına sokulmuş olan geri toplulukların çoğunda ülkeyi yöneten hükümetler zaten Amerika'dan yanadırlar. Bunlar yeni borçlar altına girmeye ve yeni senet­ler imzalamaya amade durumdadırlar. Halka gelin­ce halk açtır ve açlıktan yıldırılmıştır. Yiyecek üretimini artırmayı hedef tutmuş gibi görünen her projeyi, cahil çoğunluğa kabul ettirmek ve yüksek faiz ile yanlış operasyonu makul gibi göstermek zor bir iş değildir. Bu çeşit girişimlerle geri ülkeye sokulan yabancı tohum, damızlık ve benzeri projeler, gübre, ilaç yem, araç, gereç, yedek parça üzerinden gene de emperyalistlerin kont­rolü altındadır. Bu ana ilkel maddeleri kontrol ederek, proje kontrol edilebilir. 3. Savaştan hemen sonra çeşitli projelerle geri ül­kelere ve savaştan zarar görmüş Avrupa ülkelerine satılan üretim artıkları, özellikle PL-480 ka­nalıyla yapılan yardımlar hiçbir ülkede ferahlık yaratmamıştı. Bunların ülkenin üretim gücünü baltaladığı ve bu çeşit yardımlar karşılığı ödenen mahalli paranın da ABD’nin o ülkelerdeki ser­maye gücünün artırılmasına yatırıldığı biliniyor­du. Fazla olarak Amerika bu paralarla yardım ettiği ülkelerin iç işlerine karışıyor, eğitimden tarıma kadar her kesimde parayla sağladığı bir hegemon­ya kurabiliyordu. Bundan dolayı geri ülkelerde PL-480 yardımlarına karşı bir tepki ve direnme başlamıştı. Biz de bu çeşit yardımlara kapımızı aç­tık. İthal ettiğimiz yağ zeytinciliğimizi, tahıl ise tahıl üretimini yere sermekten başka hiçbir ya­rar sağlamamıştı. Bunları yakından bilen emperyalist ülkeler Dün­ya Gıda Kongresi’nde, teklif edildiği zaman geri ülke idarecilerinin ve politikacılarının kolayca kabul ede­cekleri, kendi halklarını avutup kandırmak için istis­mar ederek kullanabilecekleri, yeni bir formül buldu­lar. Bu yeni formül geri ülkeleri bir değil birkaç yön­den sömürmeyi mümkün kılacağı için, emperyalist­lerin de hoşuna gidiyordu. İşte Dünya Gıda Kongresi bu yeni formülü empoze etmek için düzenlenmiş bir tuzaktır. O zamana kadar geri ülkeler halkını üretim ar­tıkları ile beslemekte olan ileri ülkeler, Dünya Gıda Kongresi’nde ağız değiştirdiler. O tarihten sonra geri ülkelere, muhtaç oldukları yiyecekleri kendi topraklarında kendi imkanlarıyla üretmeleri için ortam ha­zırlayacaklar ve bu maksatla, (**) Kredi vereceklerdi, (**) Tohumluk ve damızlık vereceklerdi, (**) Uzman ve Teknisyen yollayacaklardı, (**) Gübre, ilaç, araç, gereç vereceklerdi, (**) Gerekiyorsa ürünlere pazar bulacak ve planlama işlerine yardımcı olacaklardı. Bu kalıp değiştirmenin gerekçesi de bulunmuş­tu. Çünkü Dünya açlığa gidiyordu. Açlıktan kurtul­ mak için, geri toplumların elindeki bütün toprak kaynakları kullanılmalı ve insan gücü değerlendiril­ meliydi. Bu tertibe 1963 yılında bu kitabın yazarı da­hil birçok geri ülke teknisyeni samimiyetle inandı ve böylece kandırılmış oldular. Oysa bu yoldan eskiye nazaran daha bağımlı bir çelik çember içine sokulu­yorduk. Bu çemberi kırmak Türkiye dahil birçok ge­ri ülke için çok daha zor olacaktı. 1963’den önce geri ülkeye yalnız üretim artığı yi­yecek maddesi satan ve bunu satabilmek için bazen taviz vermeye de razı olan emperyalist, Dünya Gıda Kongresi’nden sonra, kredi için başvuran geri ülke yöneticilerini ayağına düşürebildi. Bu kredileri alan­lar yüksek faize ve kredi karşılığı satın alacakları ihtiyaç maddelerinin cins ve miktarı ile alış veriş yapılacak ülkelerin, borcu veren tarafından saptarılmasına, yabancının iç işlerine burunlarını sokarak tarım politikalarını kendi çıkarlarına uyarlı


Tuzak

143

bir şekil­de planlamasına rıza gösterdiler. Çünki onlar da al­mış oldukları kredileri veya bu krediler karşılığı sa­tın aldıkları ihtiyaç maddelerini seçmenlerine peşkeş çekerek muhalefeti yıpratıyor ve kendi seçmenlerine güç kazandırıyorlardı. Borçlar uzun vadeli borçlar olduğu için, iş başında bulunan hükümetler bu kredi­lerle güç kazandılar ve borcun ödenmesi işini de to­runlarına kadar uzayıp giden sonraki kuşaklara dev­rettiler. Bu suretle sömürgeci, bütün alacaklılar gibi, geri ülke üzerinde yıllarca sürecek, paraya ve borca dayalı bir hegemonya kurmuş ve o ülkelere girmiş oluyordu. Borçlanma ile başlayan ilişkiler, daha sonra as­keri ilişkiler ve siyasi ilişkiler halinde gelişti ve serpildi. Fakat borçlanan ülkelerin hiçbirinin bugüne kadar açlıktan kurtulduklarını ya da kendi yağlarıyla kavrulma olanağına kavuştuğunu görmedik. Dünya Gıda Kongresi’nden sonra uygulanan bu kabil projeler, yoksulluğu ve açlığı daha yaygın bir hale getirmekten başka hiç birşeye yaramamış geri ülkelerde çoğunluk sürünürken, krediler, krediler karşılığı ithal edilen gübre, ilaç, tohumluk, damızlık gibi ihtiyaç maddeleri üzerinden para kazanarak refahın zirvesine tırmanmış bir komprador sınıfı türe­miştir. Azınlıkta olan bu sınıf ile sürünen çoğunluk, hemen bütün geri ülkelerde boğuşma halindedir. Bi­ze kalırsa düzeni değiştirme isteği ve bozuk düze­ ni koruma çabası, Dünya Gıda Kongresi’nde tohumla­rı atılan yeni kalıbın doğal ürünüdür. Böylece her geri ülkede yaratılan açlar ve toklar sonuna kadar çatışacaklar, emperyalist ülkelerin çıkarlarının ra­hatça sürdürülmesi için bu boğuşma sürdürülecek­tir. Şu günlerde, geri ülkeler sömürgecilere her za­ mankinden daha çok haraç ödemenin ezgisi ve bas­kısı altındadırlar. Bu yeni düzen ayrıca bütün geri ülkelerin Washington'dan yönetilmesini de imkan dahiline sokmuştur. Başta ABD olmak üzere onun dümen suyunda­ki diğer kapitalist ve emperyalist ülkeler 1963 yılın­ da Dünya Gıda Kongresi ile tuzağa düşürdükleri birçok geri ülkeyi tıpkı bir çiftlik gibi kullanıyorlar. Geri ülke insanları ile kendi topraklarında ırgat ve­ya yancı gibi çalışmakta ürettiğinin yarıdan fazlası­nı, haraç olarak sömürgecilere teslim etmektedirler. Biz geri ülkelerde iktidarı ele geçirmiş olan Ame­rika'dan yana iktidarları da, bu çiftliğin kahyalarına benzetiyoruz. Bunlar Amerika ile anlaşmaların yap­makta ve çiftliğe Amerikalı yöneticilerin istedikleri kalıbı vermektedirler. Planlama dairelerine yerleşti­rilmiş olan yabancı müşavirler ile Amerikalı uzman­ lar bunun gereği gibi yapılıp yapılmadığını yakından kontrol edebiliyorlar. Dünya Bankası, Dünya çapındaki büyük çiftliğin muhasebe bürosu gibi çalışmakta, tediye ve tahsilat bu banka aracılığı ile yapılmaktadır. Geri ülke in­sanına gelince, bunların durumu Çukurova'da ağalar hesabına pamuk üreten ırgatlardan pek farklı değildir. Bu zavallı insanlar, insan hakları evrensel bildirisi, demokrasi oyunu ve iyi günlerin geleceği ümidi ile avutuluyor, çok zaman karınlarını doyurmak için, şafakla işe başlayıp, gün batana kadar çalışmaya da razı oluyorlar. Amerika'nın kara, deniz ve hava kuvvetleri bütün Dünya'ya yayılarak bu çiftliğin jandarmalığını yapmakta, AID misyonları her ülkede olup biteni yakından izlemekte, CIA ise espiyonaj işlerini yürütmektedir. Bu açıklamalardan sonra Chicago'nun lüks bir otelinde Amerika Tarım Bakanı Orville L. Freeman'ın neden dolayı açlığı konu olarak seçtiğini daha iyi anlayabiliyoruz. Çünki Dünya çiftliğinin baş kâhyası olan bu zat, boğazı tokluğuna çalıştırdığı milyonlarca insanı, iştahla yediği bir yemekten sonra, korkutmak ve açlık korkusu ile sindirmek zorundadır. Savaş tehdidi ile açlık korkusu, ırgatların boğaz tokluğuna çalıştırılmaları için etkili olmuş ve çiftliğin olay çıkarmadan yönetilmesi için Freeman'ın yaptığı gibi zaman zaman istismar edilmiştir.


144 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu Dünya Gıda Kongresi'nin korku yayıcı etkilerini sürdürmek ve ırgatları sindirmek için, zaman zaman açıklamalar yapılacak, seminerler, sempozyumlar ve kongreler düzenlenecektir. Geri ülkelerin bu tuzaktan kurtulmaları kolay olmayacaktı. İkiye bölünmüş olan Dünya'mız iki büyük çift­lik gibi görünüyor. Bunlardan biri Washington'dan, bir diğeri Moskova'dan yönetiliyor. Kendi düzenleri ve üretim biçimi farklı olan bu iki çiftlik yarışma halindedir. Ağalar ırgatlarını alabildiğine bunaltıyor, öldüresiye çalıştırıyorlar. Böyle olmasına rağmen patronları sevmek ve onlara bağlı olmak lazımdır. Bunu yapmayanlar Vietnam, Macaristan, Çekoslovak­ ya örnekleri üzerinden cezalandırılıyor ve düzeni tehlikeye sokmadan çalışmaya, kaderlerine razı ol­ maya zorlanıyorlar. Çiftlik sahibi, istediği tarlaya (ülke) istediği ürünü ekecek ve onları hasat ederek pazarlayacak, hissesini istediği oranda tahsil edecektir. Paraya bo­ğulmuş, varlıktan ne yapacağını şaşırmış bir azın­lık, büyük bir çoğunluğun ensesinde boza pişiriyor. Açlıkla tokluk, varlıkla yokluk arasındaki uçu­rum her gün biraz daha derinleşirken, geri ülkelerde hızlı bir uyanış kendini hissettirmeye başlamıştır. Zaman zaman Dünya kamuoyunu açlık ve savaş teh­ didi ile yatıştırıp uyuşturarak işi bu noktaya kadar getirenlerin uykusunu kaçıran da budur. Önümüzdeki günlerde çiftlik düzenini korumak için uykusuz geceler geçirenlerin uykuları daha da kaçacaktır. Çünki işçiler, yüksek öğrenim gençliği, köylüler ve halk Dünya'nın her yerinde hızla uyanmakta ve birbirlerine sabahtan akşama kadar çalış­tıkları halde neden dolayı karınlarını doyuramadıklarını sormaktadırlar. Bu soruları açıkça cevaplandırmayı yasaklayanlar, insanların gerçeği düşünerek bulmalarını engelleyemiyorlar. Grevler, boykotlar, işgaller çiftlikleri bir uçtan bir uca kaplamaktadır. İşin kötüsü benzer kurallara göre, benzer amaçlarla, değişik şahıslar tarafından yönetilen ve sömürülen çiftliklerin her ikisinde de bastırılması güç kıpırtılar başlamıştır. Üçüncü bir çiftlik (üçüncü Dünya) yeni koşul­lar içinde, yeni kurallara dayalı ileri bir Dünya yaratmaya çalışıyor. Dünya Gıda Kongresi’nde iyice uyutularak ülkelerine geri gönderilen aldatılmış teknisyenler ile yöneticiler teker teker uyanmakta, he­nüz uyanamayanlar ise, uyanmaya mecbur olduklarını hissetmektedirler. Çünki tabandan gelen baskı her­kesi uyaracak veya tasfiye edecek kadar güçlüdür. İşte bu noktada, kongreden kongreye, başarıdan başarıya koşarak Dünya insanlarını aç ırgatlar ve sahip oldukları ülkeleri de çiftlik haline getirmiş olan şımarık emperyalistin iyi göremediği bazı gerçeklerden söz edebiliriz. İşi tıkırında bir çiftlik ağasının rahatlığı ve umursamazlığı içinde bulunan emperya­list ülkeler yöneticileri, işlerin çoğunu geri ülkelerde kendilerini temsil eden yerli kâhyalara terketmişler­dir. Kâhyalar bugünkü bozuk düzeni sürdürüp ceple­rini tıka basa doldurabilmek, efendilerine her işin yo­lunda gittiğini rapor ediyorlar. Türkiye'den geri çe­kilen ABD büyükelçisi Komer, ülkemizde ağaya karşı olan insan sayısının % 3 civarında olduğunu iddia ediyordu. Eski Amerika büyükelçisi de böyle konuşmaktadır. Filo İstanbul'a geldiğinde gösteri ya­panların iki yüz kişiden ibaret olduğuna inandırılan­lar, aldatıldıklarının farkında değildirler. Onlar Türk halkını bir ırgat gibi görüyor, bü­tün geri ülkeleri de böyle görmek istiyorlar. Onlar tohumu, gübreyi, ilacı ve krediyi verecek, siz üretip ona teslim edeceksiniz. Başka bir proje ile Türkiye'­ ye sokulan damızlık inekler, Türk köylüsü tarafından Amerikan menşeli yemle beslenecek ve ırgatlar işin bu safhasında sığırtmaçlık yapacaklardır.


Tuzak

145

Sahillerimizi turistik otellerle donatıp, yolları­mızı yapacak ve yabancıların paşa gönüllerini eğlendirmek için gelecekleri ana vatanımızda, birkaç kuruş için ellerine bakarak onlara hizmetkârlık edeceğiz. Tarihin efendi bir toplumu böylece ezilecek ve doğacak kuşaklar ana rahmine düşmeden yok edi­lerek, doğanlar da başka usullerle ortadan kaldırıla­rak, tarlalar traktörlerle sürülmeye, sığırlar makinelerle yemlenmeye başlanacak, yeraltı ve yer üstü kaynakları ekonomik operasyonlar ve ikili anlaşmalarla ele geçirilip ülkenin tapusu da ele geçirilecektir. Oysa gidiş bunun tamamen tersinedir. Maaşla­rına ayda 1000 TL tazminat eklenerek sesi soluğu kesilmek istenen veterinerler, yabancı inekleri Tür­kiye'ye sokmak isteyen Tarım Bakanı Dağdaş'a karşı koyuyor ve Veteriner Fakültesi görevini yaparak yan­lışları, aksaklıkları halka duyuruyor. Sonora-64'ü Türkiye'ye babalarının çiftliğine yerleştirir gibi yer­leştireceklerini zannedenler, geçen yıllarda önemli tepkilerle karşı karşıya kaldılar. İsmi Sonora Bahri’ye çıkmış olan Tarım Bakanı, eskiden olduğu gibi tarlalarda davul zurna çaldırıp halay çekemiyor. Türki­ye'ye geldiği zaman babasının çiftliğine gelmiş gibi davranıp, ziyaretlerine ordu karargahları ve üniver­sitelerden başlamak istemiş olan Komer geldiği yere dönmek zorunda kalmıştır. İlhami Soysal giderayak, Türk gençliğine ve aydınlarına hakaret etmeyi de denemiş olan bu şımarık siyaset adamını züccaciye dükkânına girmiş bir boğaya benzetti. Çiftliklerine yeni kâhyalar yetiştirme umudu ile kurdukları Orta Doğu Teknik Üniversitesi, antiemperyalist ve milliyetçi hareketlerin odağı oldu. De­mek ki sömürgeciler bir noktada yanılıyor veya kâhyaları tarafından yanıltılıyorlar. Onları çıkarları için sever görünenlerden baş­ka kimse sevmiyor. Çıkarı için adam sevenler ise, on­ lara çıkar sağladığı takdirde başka efendilere de ka­vuk sallayabileceklerdir. Sömürgeci çirkin yüzünü göremiyor ve sevilmediğini anlamıyor. Barbarlar, yamyamlar, vahşiler ve başkaları ta­rafından yönetilmesi gerekli geri toplumlar olarak bildikleri Asya, Afrika ve Güney Amerika halkları uyanıyor. Bu insanları yaradılış itibariyle kendileri­ nin çok gerisinde görme alışkanlığı içinde olanlar, ahlak ve anlayış bakımından içine düştükleri kısır çem­beri farkedemiyorlar. Yalanla, dinden bilime kadar anılan her şeyi kötü amaçlarına araç edinerek ırgatlarını ölesiye çalıştırabileceklerini evham edenler, hilekâr kâhyaların oyuncağı oldular. Doğum Kontrol uygulamalarının kalkınmamızı hızlandıracağına, Sonora-64 buğdayının karnımızı doyuracağına, Prof Baade ile Tinbergen'in Türkiye'­ye doğru yolu göstereceğine, Dünya Bankasına 3.5 milyar TL borçlanarak ithal edeceğimiz ineklerin hayvancılığımızı kalkındıracağına artık kimse inan­ mıyor. Bunlara inanıyor gibi görünenlerle AID yetkili­lerine halkın da inandığını söyleyenler, yalnız çıkarlarının peşinde koşan bir avuç insandır. Bunların Türk toplumunu temsil etmediğini, hiç değilse doğ­ruyu söylemediklerini herkes biliyor artık. Bile bile aldananlar ve bu düzeni böylece sür­düreceklerini zannedenlerin bizim ağzımızla konuşacakları günler yakındır.


146 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu


147

X SAVAÅž KORKUSU


148 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu


149

SAVAŞ KORKUSU İnsanlar yiyecek bir şey bulamadıkları için, hay­vanlar gibi ot yemeye razı oluyor ve bunu da bulamadıkları için açlıktan ölüyorlarsa, bu insanların savaş­tan veya savaşta ölmekten korkmaları beklenemez. Barışta aç kalıp ot yiyerek ölmenin mi, yoksa karnı doyurulmuş bir asker olarak ve savaşarak ölmenin mi insan için daha azap verici olduğunu bilemiyoruz. Uygar ülkelerin insanları karnı tok ve sırtları pek olmasına rağmen savaştan korkuyorlar. Vietnam'da savaşan bir Amerikan erinin arkasında onun ihtiyaç­larını karşılamak için tam 40 kişinin görev aldığı söy­leniyor. Yankee'yi New York'daki konforlu apart­manından çıkarıp, Vietnam'da savaştırmak için avuç dolusu para dökmeyi göze almak lazım. Yakınlarına ve kendisine sosyal garantiler sağlanmazsa, savaşı göze alamayacak olan bu adamın ölüsü de, dirisi de topluma ve hükümete bir sürü külfet yüklüyor. Beri taraftan onun karşısında savaşan Vietnam'ın bütün bunlardan zerre kadar nasibi yoktur. O yarı çıplak ve düpedüz aç, fakat imanlı ve inançlıdır. Ne kendisi ve ne de geride bıraktığı yoksul ailesi hiçbir garanti ile donatılmamıştır. Fakat o korkmuyor, ölümün üzerine, üzerine gitmeyi biliyor. İnsanlar karşılarında ölüm ve arkalarında açlıkla yoksulluk olunca daha iyi savaşıyorlar. Şairleri, «Altı da bir üstü de birdir yerin; Arş yiğitler vatan imdadına…» diye söze başlayan toplumların, dolarla donatılmış toplumlara nazaran çok daha iyi savaş­tıklarını eskiden biliyoruz. 1969’da Hakkâri’de yedi ay süren kış, Çukurca ilçesinde açlığa yol açmıştır. (Selçuk, İlhan, Açlıktan Ölenlerin Ülkesinde... Cumhuriyet Gazetesi, 10 Mayıs 1969) Merkez ilçe muhtarlarından Abdullah Buğday­bayoğlu, vilayete ve bakanlıklara çektiği telgrafla şu haberi veriyor: (**) Açlıktan ot yiyen üç kişi ölmüştür. İlçede tabip veya sağlık memuru olmadığından, biz ölüm sebe­bini ot yemede bulduk. Bize havadan acele yardım edin.


150 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu Çukurca Kaymakamı Osman Merdan aynı şekil­de feryat etmektedir. (**) Yollarımız kapalıdır. Yiyecek stokumuz yoktur. Ot yiyerek ölenler var. Fakat bunların ölüm sebebi açlıktan mı, ottan mı, yoksa başka bir şeyden mi, doktor olmadığı için bilemiyoruz. Hemen hiçbir evde yiyecek kalmamıştır. Bize havadan yardım etmeleri için bu dileği iletirseniz memnun oluruz. Çukurca ilçesinde aç kalıp ot yiyenler, kendile­rine yardım yapılacağından emin değildirler. Nitekim yardım yapılmadığı için XX nci yüzyılın ikinci yarısında, hayvan gibi ot yiyenler ve açlıktan ölenler olmuştur. Bu yardımı yapma ve vatandaşlarını yüz kızar­tıcı bir şekilde ölmekten koruma durumunda olan­lar, o sırada İstanbul'da Opera açıyor ve açılış me­rasiminde nutuklar çekiyorlardı. Oysa Vietnam'da savaşan Amerikan eri, düşmanla burun buruna olsa bile açlıktan ölmeyeceğini, içinde sigarasından tuva­let kâğıdına kadar tüm ihtiyacını karşılayacak bir yiyecek paketinin zamanında kendine ulaştırılacağı­ nı bilmektedir. Buna rağmen savaştan korkar ve ölü­mün sözü edildi mi, ıslanmış bir tazı gibi titrer. Korkunun ecele faydası olmadığı bilinmektedir. Vakit saat gelince herkes ölecektir. İnsanların ölmeleri, doğmaları kadar doğal bir Doğa olayıdır. Böyle ol­masına rağmen insan ölümden korkar. Bunu iyi bi­len sömürgeciler geri ülkelerde bir zamanlar ölüm korkusunu istismar ettiler. Geri ülke insanı silahlan­ ma ve kendini silahlı saldırılardan koruma ihtiyacı duydu. Silah yapan ve silah satan ülkeler bundan yararlandılar. Her defasında da, geri ülkeye sattık­ları silahtan çok daha güçlü silahların kendi ellerin­de bulunmasına dikkat ettiler. Bir süre hastalık korkusu Dünya'ya yayıldı. Bu korku üzerinden ilaç alışverişi yapıldı. Hastalanan insan nesi var nesi yoksa satıp, kazancını ilaca yatır­maya razı oluyordu. Bu rezalet bugün de sürdürülmektedir. Böyle olmasına rağmen koşullar hemen hiç de­ğişmedi. Bugün ileri ülkelerde ortalama ömür 70 yaş civarında iken, geri ülkelerde 40'ın üstüne çıkarılamıyor. Savaş geri ülkelerde verilmekte, silah onlara satılmaktadır. İnsanları birbirine kırdırmak ve bu arada kar sağlamak isteyen emperyalist, silah en­düstrisine tüketim pazarları hazırlamak istedi mi, bir geri ülkede savaşın tohumlarını atıyor. Bazen aynı ülkenin insanlarını birbirine kırdırarak, bir taşla bir­kaç kuş vurmayı becerebiliyor. «Korkuların Ticareti» ni yapan sömürgeci kafa­sı «Açlık Korkusu»nu ihmal edemezdi. Bundan dola­yı sessiz savaşın temel ilkeleri açlık korkusuna iliş­tirilmiştir. Açlık daha çok insanı korkutarak, tepki göstermeyi denemeden boyunduruk altına almak için en iyi çare oluyor. Böyle olmasına rağmen savaş korkusu ile ölüm ve hastalık korkusu, değerini yitirmiş değildir. İnsanlar savaştan gene de korkuyorlar. Barışta ot yiyerek açlıktan ölenleri, savaş korkusuyla etkilerneye pek olanak yoktur. Çünki bunlar artık ölümden de kork­muyorlar. Onların yaşayabildikleri sürece düşünebil­dikleri tek şey karınlarını doyurma olanağıdır. Şu günlerde savaş korkusunun yerine açlık kor­kusunun ikame edilmek istenişinin tek nedeni budur. Milletlerarası organizasyonlar ile Amerika'dan yana hükümetlerin sürekli propagandaları ve geri ülkelerde tarımsal üretimi baltalayıcı girişimlerin doğal bir sonucu olarak, açlık korkusu her gün biraz daha güçlenmekte, savaş gücünü çoktan yitirmiş olan ge­ri ülke insanının yılgın muhayyelesinde her gün biraz daha güçlenen bir heyüla haline gelmektedir. Bu kor­kunun ilk temellerini atanlar, insanların logaritmik bir esasa göre üreyip hızla arttıklarını, besin mad­deleri üretiminin ise yavaş bir tempoyla


Savaş Korkusu

151

artırılmakta olduğunu ileri sürmüş, insanların bir süre sonra aç kalmalarının kaçınılmaz bir sonuç olduğuna her­kesi inandırmışlardı. Bu inancın sahipleri bir dere­ceye kadar haklı çıkmışlardır. Çünki XX nci yüzyı­lın ikinci yarısında, Dünya nüfusunun üçte ikisi aç veya kötü beslenmektedir. Akılcı bir inceleme ile açlığın asıl nedeninin hız­lı nüfus artışı ötesinde, aç gözlü emperyalist ülke­ lerin korkular içinde yaşamaya mahkûm ettikleri ge­ri ülkelerin kaynaklarını sömürmeleri olduğunu görebiliyoruz. Kendini korkuya kaptıranlar, üretim olanakla­rını kullanamaz hale gelmişler, ölüm korkusu onları Dünya işlerinden çok ahret işleri ile meşgul olmaya, zamanlarını tapınaklarda, kiliselerde veya camilerde ibadet ile geçirip, Dünya nimetlerini küçümsemeye iteklemiştir. Savaş korkusu birçok geri ülkelerde, üretim çağındaki genç insanların silah altına alınmasını, üretecek yerde tüketen kişiler olmalarını gerektirmiştir. Bu orduların doyurulması, giydirilip silahla donatılması hem kapitalist için yeni pazarla­rın ortaya çıkmasına ve hem de anlaşmalarla güven­liğinin, başkaları tarafından garanti altına alınması­na yarıyor. Açlık korkusu ise, geri ülkeyi gübre, tarım ilacı, tohumluk, traktör ve diğer tarım araç ve gereçler satın almaya mecbur etmekte, silah altına alınmayanlar veya askerlik süresini bitirenler bunları tüketerek, güçlerini ortaya koymak suretiyle bir ırgat gibi çalışmaktadırlar. Bu suretle üretilen, tarımsal ürünlerin karşılığı çok zaman kapitaliste ödenmekte, açlık korkusunun etkisi ve baskısı altında bütün güçlerini ortaya koyarak çalışanlar, açlıktan kurtulamamaktadırlar. Biz geri ülke insanları, ölüm korkusunu, savaş korkusunu ve açlık korkusunu yenebilmek için akılcı olmak zorundayız. Aklımızı kullanmak suretiyle korkularımızdan, bizi baskısı altına almış bulunan kötü gelişmelerden kurtulabiliriz. Ölümü, tıpkı doğum gibi doğal bir sonuç olarak kabul edip ondan korkmamak lazımdır. Savaşa gelince, barış zannettiğimiz ortamda bile savaş içinde olduğumuzu anlamalı ve kabul etmeliyiz. (Yazarın Barış ve Emperyalizm, Ararat Yayınevi 1968 - Sessiz Savaş Ararat Yayınevi 1969 isimli eserlerine bakınız) Açlık korkusuna gelince, aç ülke insanının açlıktan korkması, balığın sudan korkmasına benzer Bir ölünün ölümden korkması ne kadar anlamsız ise açlık içinde yüzen ülke insanının açlıktan korkması da o derece anlamsız oluyor. Ölüm ve savaş yaşayan her varlığın hiçbir zaman kaçınamayacağı ve sakınamayacağı doğal olaydır. Yaşayanlar savaşır, yıpranır ve ölürler. Fakat açlık öyle değildir. Dünya'ya bir düzen ve­rebilir, üretim ve tüketimle adalet anlamı içinde ilgilenip, insana yakışır bir davranış içinde hareket edebilirsek, yanlız kendimizi değil bütün Dünya'yı açlıktan kurtarabiliriz. Dünya açlıktan kurtarılabi­lirse, sessiz savaş yavaşlayacak ve yalın savaş önlenecektir. Şu halde bütün korkularımızdan kurtulmak ve Dünya'ya gelen her insana, bugünkünden daha uzun bir süre için yaşama olanağı hazırlamak istiyorsak, işe açlıkla savaşmak suretiyle başlamak, açlık korkusunu etkisiz hale getirmek gereklidir. Oysa em­peryalistler sürekli olarak açlık korkusunu yaymaya ve körüklemeye çalışıyorlar. Çünkü açlık korkusu, savaş korkusunu yaratmakta, savaşlar da kar getirmektedir. Kulağımıza aralıksız olarak açlığı yenmek için çocuk doğurmamak gerektiğini fısıldayanların, bazı üniversitelerimize binlerce dolar yardımda bulunup analarımızı ve bacılarımızı helezonlarla kısırlaştırarak, onlara gebeliği önleyici haplar yutturanların uzun vadeli amaçları vardır. Çünkü kendini


152 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu açlık kor­kusuna kaptıranlar, kendilerinden sonra gelen ku­şakları, Dünya'ya gözünü açmadan yok etmeyi bile maule mantıki kabul edebiliyorlar. Korkusuz bir insan, ölümü bir kalıp değiştirme olarak kabullenip, yaşantısının çocuklarında devam edeceğine inanır ve ölüm kapısına dayandığı zaman bunu bir nöbet değiştirme olarak kabullenip, Tanrı'sına yönelir. Ge­ride kalan çocuklar, ölünün savaşını sürdürür, savaş içinde doğar ve savaşarak ölürler. Yaşadıkları sürece çalışır ve yiyecekleri kadarını üretirler. Fakat korkulardan arınmış, gerçekçi bir Dünya, emperyalistin amaçlarına uygun düşmemektedir. O aslında ürettiklerinin değil, yarattığı korkuların ticaretini yapar. İnsanlar ölümden, savaştan ve açlıktan korktukları sürece, daha çok satın alır ve daha çok tüketirler. Buna rağmen ölüm önlenemez, savaş durdurulamaz ve açlık gelişir, hiçbir zaman gerilemez. Geri ülkelerde ilaç satarak ölümü geciktireceklerini iddia edenler, başka yollardan müşte­rilerini hasta etmek için girişimler yapmaktadırlar. Akılcı olmayan toplumlar bunları göremez ve hastalandıkları zaman birkaç jelatin kapsül yutmakla bü­ tün meseleleri çözümleyebileceklerini zannederler. Çok zaman hastalığın temelinde yatan kötü beslen­ me, görülmez ve bilinmez. Savaş korkusunu körükleyerek, geri ülkeye si­lah satanlar, bu silahların kullanılacağı savaşları kendileri yaratır, böylelikle hem düşmanlarını birbirine kırdırır ve hem de pazarlarını canlı tutarlar. Kendileri bir ayı iştahı ile bütün Dünya ni­metlerini sömürüp yutarlarken, Dünya'nın üçte ikisi açlık içinde kıvranır ve korku içinde yaşar. Korku­larından arınmış bir insan veya bir toplum karnını doyuracak miktarda besin maddesini nasıl olsa üre­tecek, böyle olunca emperyalistten, gübre, tarım ilacı, traktör, silah ve ilaç almasına lüzum kalmayacaktır. Başka deyimle ifade edilmek istenildiği takdirde korkudan arınmış bir toplumun bütün ihtiyaçlarını kendi gücü ile karşılayabileceğini söyleyebiliriz. Kor­kularından kurtulmak için başkalarına muska yazdı­ranlar, başkasının silahı ile silahlanıp, başkasının verdiği yiyecekle beslenenlere, bu muskaların etkili olmadığını gördüklerinde, silahları ellerinden alın­ dığında veya nafakaları kesilip buğday getiren gemi­ler rota değiştirdiğinde daha büyük korkuların içine düşerler. Korkuyu yenmek için en iyi çare, toplumun kendi gücünü seferber etmek, kendi olanağı ile si­lahlanarak savunmasını, ürettiği ürün ile doyma­sını sağlamaktır. Açlıktan kurtulmanın çaresi başkalarının üretim artıklarını kullanmak değildir. Toplumlar savaş korkusunu yenmek için başkalarının silahı ile ortaya çıkamazlar. Ölüm korkusu ithal malı ilaçlarla yenilemez. Gerçekçi ve akılcı olmak, değiştiremeyeceği­miz sonuçları kabullenerek, içinde bulunduğumuz or­tamı tanımak lazımdır. Korkulardan kurtulmanın ve insan gibi yaşama­nın tek çaresi budur. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra piyasaya sürü­len, şişirile şişirile savaş korkusundan daha etkin bir korku haline getirilen, açlık korkusunun bilim ve teknoloji alanında gerçekleştirdiği gelişmeleri ve bu gelişmelerin kapitalist toplumlara sağladığı çıkarları anlayabilmek için Philip Noel-Baker tarafından yazılan, UNESCO'nun «Le Courrier» dergisinin Ağostos - Eylül 1967 sayısında yayınlanan «Bilim ve Silahsızlanma» başlıklı yazısını inceleyelim. Bu yazı Prof. Dr. Seha L. Meray tarafından Türkçeye çevrilerek, Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi’nde cilt XXIII, Sayı 2 de yayınlanmıştır. Açlık korkusunun yarattığı bi­limsel ve teknolojik gelişmelerle, bu korkunun kapi­talist ve saldırgan toplumlara sağladığı çıkarları an­latabilmek için, açlık korkusundan daha etkili ve da­ha eski bir korku olan savaş korkusunu ve bu kor­kunun yarattığı teknolojik gelişmeleri esas alacak Meray'ın çevirisinden uzun boylu yararlanacağız. Yararlanacağımız kaynağın yazarı Philip Noel-Baker, Dünya silahsızlanma konularında en yetkili şahıslar­dan biridir. 1959 yılında Nobel Barış Ödülü’nü almış­tır. Silahsızlanma konusunda


Savaş Korkusu

153

sürekli inceleme ve araştırmalar yapar. Çeşitli kitaplar yayınlamış ve 1932 yılında 64 Devletin katıldığı Cenevre Konferansı'na katılmıştır. Tıpkı Philip Noel-Baker gibi, açlık konusunda yıllar boyu çalışmış bu konuda kitaplar yazmış, ödüller almış ve Milletlerarası toplantılara iştirak etmiş kişiler vardır. Bunlar açlıkla savaşayım derken, açlığı yayıp ortamı daha korkunç bir hale getirmekten başka bir şey yapmadılar. Birleşmiş Mil­letler Gıda ve Tarım Teşkilatı (FAO) nun Roma'da ve Washington'da düzenlediği Milletlerarası Konfe­ransına Türkiye delegesi olarak katıldığımızda bu ünlü kişilerin bazıları ile tanışmak ve konuşmak bah­tiyarlığına ulaştık. Bir geri ülkenin mütevazi teknis­yeni olarak yalnız bu insanların fizyonomilerini ve davranışlarını inceleme ve kendimize göre sonuçlar çıkarma olanağımız vardı. Bunların hiçbiri bize bir itimat ve açlığı yenmek için samimi gayretler sarf et­tiğine kanıt olabilecek bir hoşgörü telkin edemediler. Bir bilim adamı olmanın ve insanları sevmenin öte­sinde, yüzlerine hırslı politikacıların çizgileri hâkim olan bu ünlü kişiler, daima mensup oldukları top­lumları ile organizasyonların çıkarlarını savunmakta geri ülkenin mutsuz insanı ve onun meseleleri ile hemen hiç ilgilenmemekteydiler. Bilgi ve nüfuzlarını bir bezirgân gibi, çıkar pazarlayan bu insanların gü­zel sözler söyleyerek yaygınlaştırdıkları ve ciddileş­tirdikleri açlık meselesine çare bulacaklarını, bizleri yoksulluk ve sefaletten kurtaracaklarını ummak, ge­ri ülke insanına has bir saflık olacaktır. Bunlar da tıpkı savaş korkusunu şişirip yayarak, emperyalist ülkelere pazar hazırlayan savaş kundakçıları gibi, aç­ lığı daha etkin hale getirerek, sömürgecilere tarım ve endüstri ürünleri için pazar hazırlamanın ötesinde bir iş yapmıyorlar ve yaptıkları işin ücretini de açlık korkusunun yaygınlaşmasından çıkar sağlayan kapitalistlerden alıyorlar. Milletlerarası müşavir piyasasının ünlü simaları haline gelmiş olan bu insanlara, belirli bir plan gereğince yatağa düşmüş bir hasta gibi açlık için çare arayan geri ülkeler hükümetleri emrine verilmekte, bir taraftan bu hükümetleri aldıkları yüksek ücret­lerle soyup soğana çevirirlerken, bir taraftan da kendilerine komisyon veren kapitalist ülkeler için tatlı kar pazarları hazırlamaktadırlar. Bu müşavirler o ülkeyi terkettikleri zaman, ülke halkı açlıktan daha korkutulmuş ve avurtları biraz daha çökmüş bir sürü halinde korkuları ile baş başa kalır. Fritz Baade'yi, Philip Noel-Baker ile mukayese edebilir, aynı terazinin kefelerine koyup tartabiliriz. Noel-Baker yıllar boyu silahsızlanma konferanslarına katılmış, bu konuda kitaplar ve makaleler yazmış, sonunda savaş korkusunun daha da yaygınlaştığı bir Dünya'da Nobel Barış Ödülü beraatını cebine koyarak, savaş korkusunun tüccarı gibi yaşamaya razı olmuştur. Baade yurdumuzda yıllarca öğretim üyeliği, müşavir olarak yüksek ücretler aldıktan sonra, açlık korkusuna karşı almamız gereken tedbirleri rapor sahifelerine dökmüş, fakat ömrünün son yıl­larında bütün bu tavsiyelere rağmen açlığın daha da etkinleştiği bir Türkiye, bir Hindistan ve bir Pa­kistan ile daha yüzlerce ülkenin bu korkunun ezgisi altında felce uğramış sürüler gibi, emperyalistlere teslim olduğunu görmüştür. Bize kalırsa, ölüm kor­kusunu, savaş korkusunu ve açlık korkusunu yara­tıp, Dünya yüzüne yayanlar, bu korkulara hiçbir za­man cevap ve çare aramadılar. Onlar yalnız korku­ların edebiyatını ve ticaretini yaptılar. Bu suretle bezirgânlar, örneğin bir köy bakkalı gibi önce kendi ceplerini doldurdular, ünlü kişiler haline geldiler ve onları finanse eden çıkar çevreleri ile kendi toplumlarına yararlı oldular. Meseleleri akılcı bir yoldan ele alamayan iyi niyetli geri ülke insanları, korkularının etkisi altında büzüldükçe, büzüldüler ve üzüldükçe üzüldüler. Philip Noel-Baker, Le Courrier isimli dergide ya­yınladığı ve Prof. Seha L. Meray tarafından dilimize çevrilen «Bilim ve Silahsızlanma» isimli makalesine Sovyetler Birliği Bilimsel Akademesi’nden V.t. Vernadsky'nin 1922 şubatında söylediği bir sözle başlı­yor :


154 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu ( **) İnsanın atom enerjisini elde edeceğini, başka bir deyimle, yaşayışını dilediği gibi kurabileceği gün uzak değildir... Acaba bunu iyi bir biçimde kul­lanmayı bilebilecek mi; kendisini yok etmek için kullanmamayı becerebilecek mi? Bilimin insana er geç vereceği bu gücü kullanabilecek olgunluğa, insan erişmiş midir? Zaman Vernadsky'nin şüpheci olmakta haklı olduğunu göstermiştir. Çünki insanlar bu söz söylendikten bir süre sonra atom enerjisini kontrol altına almışlar, fakat bunu iyi niyetle kullanmamışlardır. Tıpkı bunun gibi, açlık tehdidinin de bir gün me­sele haline geleceği Malthus tarafından yıllarca önce söylenmiş ve bilginler, insanları bu tehditten kur­tarmak için bazı çareler bularak politikacılara yol göstermek istemişlerdir. Politikacılarla, emperyalistler açlık korkusunu da bir çıkar aracı olarak kullanmayı bildiler. Tıpkı savaş korkusu ve bu korkunun yarattığı atom gücü gibi, açlık korkusu, bunun çaresi gibi görünen buğday stoklarını yarattı... Artık hem atom bombalarının ve hem de buğday stoklarının aynı ellerde toplandığını görüyoruz. Bun­ları elinde tutanların hem savaş korkusunun ve hem de açlık korkusunun hoparlörlüğünü yapmaları doğaldır. Çünkü bu korkunun çareleri olabilecek silahlar onların elindedir ve onlar çocukları üzerine elbise geçirilmiş süpürgelerle, öcü geliyor diye korkutan ana ve babalar gibi, geri ülkeleri korkutmayı, bu korkular üzerinden çıkar ve rahatlık sağlamayı çok iyi biliyorlar. Philip Noel-Baker de makalesinde bunu maharetle yapmakta ve açıklamaları barışı gerçekleştirmek şöyle dursun, geri ülke insanı için korkutucu olmaktadır. Böyle bir yazının yayınlanması ve «Le Courrier» gibi Dünya'nın her tarafında okunan Milletlerarası bir dergide yer almış bulunması, birçok geri ülkenin savunma bütçelerinin kabarmasına ve daha çok insanın silah altına alınmasına sebep olacaktır. Savunma bütçelerinin kabarması, savaş araçları imal eden endüstrilerin daha çok müşteri bulması ve kazançlarını artırması demektir. Daha çok genç insanın tarlalardan çekilerek silah altına alınması ise, bu ülkelerde açlığın daha etkin hale gelmesine ve üretim artıkları ile tarım araçlarının alıcı bulmasına sebep olacaktır. Amerikan Tarım Bakanı da, Chicago'da açlık üzerine nutuk çekerken aynı amaçların gerçekleştirilmesine çalışıyordu. Bu nutkun Türkçe bir kopyasının Türk Tarım Bakanlığındaki memurların masaları üzerine dağıtılmasının asıl nedeni budur. Savaş korkusu yaygınlaştıkça, silah alışverişi artacak, açlık daha etkin bir hale gelecektir. Açlık etkinleştikçe, üretim artığı yiyecek maddelerine alıcı bulmak daha da kolaylaşmakta ve milyonlarca in­sanı silah patlatmadan öldürmek mümkün hale gel­mektedir. İngiltere Başbakanı 1964 yılında, mese­ leleri barışçı bir açıdan ele alarak şöyle demişti: (**) Savunma (kimse saldırma deyimini kullanmaz) gerçek kaynaklarımızda, yabancı döviz değerlerinde, az bulunur işgücü kategorilerinde, en ileriye gitmiş endüstri kollarınızda çok büyük bir yer tutmaktadır. Savunmanın araştırma ve geliştirilmesinde çalışan bilim adamlarının ve teknisyen­lerin beşte birini kendine çekmekte ve araştırma ile geliştirmeye ayrılan bütün giderlerin % 40'ını yutmaktadır. (**) Nükleer silahların geliştirilmesine ayrılmış para, malzeme ve bilimsel bilgi kaynakları, meteorolojik değişmelerin nedenlerinin incelenmesini ve yeni bilgileri güvenilir ön-


Savaş Korkusu

155

görü haline çevirecek ordinatörler için sağlanmış olsaydı, meteorolojide bu yoldan elde edilecek ilerleme, tarım ürünleri ile tüketime elverişli kaynakları daha çok artırmayacak mıydı? (**) Eğer silahların geliştirilmesi işiyle uğraşan bilim adamları ve teknisyenler, şimdi ellerine verilen malzeme ve olanaklarla, barışçı amaçlar güden tarımsal endüstri ve tıp araştırmaları ile görevlen­dirilmiş olsalardı, bu bilim adamları ve teknis­yenlerin yapacakları çalışmalar, kişisel düzeyde olduğu kadar sosyal düzeyde de, insanın yaşayışına bir devrim getirmiş olurdu. Görüldüğü gibi teknolojileri ileri ülkeler, savaş korkusu ile birlikte açlık korkusunu da geliştirmek için, hem para hem de teknisyen bakımından büyük yatırımlar yapıyorlar. Bu ülkelerin yöneticileri zaman zaman ifade et­tikleri gibi barış taraftarı ve cehalete, açlığa, yoksulluğa karşıt kişiler olsalardı, silahsızlanma çalışmala­rına hız verir, silahların geliştirilmesi için harcanan emek ve parayı tarım kesimindeki çalışmalara akta­rarak daha mutlu bir Dünya yaratırlardı. Fakat bu yapılmamaktadır. Bu yapılmadıktan başka, geri ülke insanını kor­kutmaktan öteye hiçbir işe yaramayan ve kendi güçlerini onlara hatırlatıp korkularını derinleştiren gös­terileri ihmal etmiyorlar. Bu çabalar insan sürülerin­den ibaret «Korku Toplumları» yaratıyor. Korku top­lumları Orta Çağ'da vardı. Bunlar o tarihlerde, kilise­den, krallardan korkuyorlardı. İlk çağlarda insanlar ateşten, sudan, güneşten, yıldızlardan korkarak, on­lara taptılar ve korku toplumları olarak yaşadılar. Çağımız insanı ise, ölümden, açlıktan, savaştan kor­kan ve bu korkuların ezgisi halinde sürüleştirilen topluluklar halindedir. Philip Noel-Baker ünlü ma­kalesinde, askeri araştırmalar ve bunların uygulan­masına ilişkin rakamlar verirken, herkesi korkuta­cak bazı gerçeklerin propagandasını yapıyor. İngil­tere ve ABD'nin 1938-1965 yılları arasında bu mak­satla harcadıkları para miktarlarında korkunç artışlar olmuştur. Askeri Araştırmalar İçin Harcanan Para Miktarında Artışlar Yıllar

Milyon İngiliz Lirası İngiltere

ABD Milyon dolar

1938 – 1939

5,7

-

1939 – 1940

7,9

26,4

1947 -1948

40,0

529,2

1951 – 1952

80,0

821,0

1953 – 1954

100,0

1569,2

1957 -1958

204,0

1407,9

1960 – 1961

228,0

8400,0

1964 -1965

250,0

13400,0

(*) Meray, Seha L., Bilim ve Silahsızlanma, Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt XXIII, Sayı 2, 1968 den alınmıştır.

Philip Noel – Baker iki kez İngiliz kabinesinde bakan olmuştur. 1942 – 1945 yılları savaşın e çetin yıllarıydı. 1945 – 1951 yılları arasında bakanlık koltuğunu muhafaza edebilen Baker, hem savaş sırasında ve hem de savaş sonrası süresinde ortaya çıkan sömürge meselelerini çok iyi bilmektedir.


156 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu Eski bir bakan ve sömürgeci İngiltere’nin bakanı olarak “Bilim ve Silahsızlanma” isimli makalesini yazarken, Philip Noel-Baker’in kullandığı ağız, bu kitabın 3 üncü bölümünde “Cadı Kazanı” başlığı altında incelenen ABD Tarım Bakanı Orville L. Freeman’ın Chicago nutkunda benimsediği ağza çok benzemektedir. Philip Noel-Baker bu makalesinde İngiltere ve Amerika'nın savaş gücünü ortaya koyup bizleri korkutmaya çalışırken, ABD Tarım Bakanı Orville L. Freeman da kendi ülkesinin tarımsal üretim gücünü ortaya koyarak, aç ülkelerde açlık korkusunu da­ha etkin bir hale getirmeye ve onlara traktör, tohumluk, gübre, tarım ilacı satmaya, yüksek faizle borçlandırarak para kazanmaya çalışıyor. 3 üncü bölüm tekrar incelenecek ve Freeman'ın Chicago Dış Münasebetler Konseyi'nin Sheraton ­Blackston otelinde düzenlediği öğle yemeğinde 29 Mayıs 1968 günü yaptığı konuşmadan aldığımız pasajlar ile Philip Noel-Baker'in UNESCO tarafından yayınlanan Courrier dergisinin Ağostos-Eylül 1967 nüshasında yayınladığı makaleden buraya aktaraca­ğımız pasajlarla mukayese edilecek olursa, bu iki za­tın birinin açlık korkusunu ve diğerinin savaş kor­kusunu yaymaya çalıştıkları, açık seçik görülecektir. Bu iki döküman akılcı bir tutumla değerlendiri­lecek olursa, geri ülke milliyetçilerinin bu açıklamalardan öğrenecekleri ve korkularını yenmek için de­ğerlendirip kullanabilecekleri pek çok gerçeğin mev­cudiyeti görülecektir. Bu gerçekler şişirebildiği ka­dar şişirilmiş ve bizleri korkutmak için ne yapmak gerekiyorsa o yapılmıştır. Hem savaşın ve hem de açlığın içinde yaşayan geri ülke insanı için ise kor­kulacak hemen hiçbir şey yok gibidir. Bunu Hindis­tan'ın eski Cumhurbaşkanı Dr. SarvepaIli Radhakrishnan aşağıdaki deyişi ile çok iyi açıklamıştır. (**) Yokluk içinde bulunanlar, artık bugün kurulu nizamı "ümitsizlikten doğan bir cesaretle” ve ellerinde ölmeye razı olmaktan başka hiçbir silahları bu­lunmadan yıkmaya hazır durumdadırlar. İnsanlar bütün korkuların başı olan ölüm kor­kusunu yenebilecek ve ölümden de korkmayarak onu göze alacak kadar bunaltılırlarsa savaş ve açlıktan da korkmazlar. Çünkü, savaş ve açlık son basamakta ölümü getirir. Bir kediyi bir kapalı odaya sıkıştırır ve bir tek­me vurursanız, kedi korkar, odanın bir köşesine büzülerek kendini korumaya çalışır. Onu bu köşeden, saklanacağı diğer köşede tekrar sıkıştırır ve tekmele­meye devam ederseniz, o zaman üç kiloluk kedinin sizin yetmiş kiloluk ağırlığınızı dikkate almadan pençelerini çıkarıp gözünüze sıçradığına ve sizi par­çalamak için bütün gücünü seferber ettiğine şahit olursunuz. Kedi usta davranırsa bu girişiminde ba­şarıya ulaşabilir. Odanın kapısını açıp kaçmak çok zaman kediden önce, onu tekmeleyene düşer. Korku, canlıları bazen uyuşturmakta, bazen de olağanüstü bir güç kazanmalarına sebep olmaktadır. Geri ülke insanını bir kedi gibi bir köşeye sıkıştırarak korkularının baskısı altında tutmaya çalışan emperyalist­ler, bundan dolayı çok dikkatli davranmak, korku dozunu iyi ayarlamak durumundadırlar. Bu insanlar ölümü de göze alacak kadar korkutuldukları zaman, bütün güçlerini ortaya koyarak korkunç bir savunmaya geçebilirler. Nitekim durum Vietnam'da Çekoslovakya'da böyle olmuştur. Bir kedi kadar küçük toplumların dev toplumlara ölümü göze alarak saldırmaları, tarımsal üretim artıkları, atom bombala­rı, biyolojik silahları ile öğünenlerin kapıyı aralayıp mücadele sahasından kaçmalarına sebep oluyor. Pa­ris konuşmalarında Amerikalı'ların masaya oturup gözdağı vererek uyuşturacaklarını zannettikleri Vi­etnam'lılarla pazarlığa girişmeleri bunun en canlı örneğini teşkil ediyor.


Savaş Korkusu

157

Giap ve Ho Şi Minh gibi akılcı ve aynı zamanda ölümü göze almış liderler yönetiminde, Amerika'nın gözüne sıçrayan bir Vietnam, dev güçleri dize getir­meye muvaffak olmuştur. İnsanları savaş korkusu ve açlık korkusu ile yola getirmeye çalışanlar, hepi­mizin gözü önünde cereyan eden bu tecrübeden yararlanmaları gerekiyor. Bundan dolayı Nobel Barış Ödü­lü almış, İngiltere'ye on yıl bakanlık etmiş olan Philip Noel-Baker ile on yıla yaklaşık bir süreden beri Amerika'nın Tarım Bakanlığını yapan Orville L. Free­man'ın çok dikkatli davranmaları, insanı ölümüde göze alacak kadar korkutup bunaltmamaları gerekiyor. Meray'ın çevirisinden öğrendiğimize göre 1932 yılında Milletler Cemiyeti'ne sunulan ve konferansta ele alınan başlıca silahsızlanma sorunları şunlardı: (**) Asker sayısının hak gözetirlik içinde azaltılması ve sınırlanması, (**) Askeri uçakların ortadan kaldırılması, (**) Büyük savaş gemileri ile denizaltıların yok edilmesi, (**) Deniz kuvvetlerinde silahsızlanmaya gidilmesi, (**) Askeri bütçelerin azaltılması ve denetlenmesi. İnsanlar İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, savaş korkusu ile geliştirmeye çalıştıkları bu ilkelere hiç­ bir zaman uymamışlardır. Savaşın bitiminden sonra ilim adamlarını da hizmetine alan savaşçı gruplar hem savaş korkusunu yaydılar ve hem de açlık kor­kusunun yaratıcısı oldular. (**) Vannear Bush isimli yetkili ABD Askeri Araştır­ma Teşkilatı'nın nasıl kurulduğunu anlatırken, yö­netimi altında 35.000 araştırıcının çalıştığını söy­lüyor. İlk atom bombasının hazırlanmasına çalı­şan Oppenhejmer'in yönetimi altındaki Manhat­tan District Project'te Uluslararası şöhretlerin ça­lıştığını Meray'ın çevirisinden öğreniyoruz. Aynı çeviride açıklandığına göre Kennedy 1963 Ocak ayında Kong­reye gönderdiği ekonomik mesajında şöyle diyordu: (**) Amerika Birleşik Devletlerinin uzay ve nükleer enerji alanlarındaki programlarında, ülkenin bi­limsel ve teknik araştırmalar için elinde bulunan yetenekli uzmanların üçte ikisi çalışmaktadır. Ame­rika Birleşik Devletleri nükleer enerji alanındaki programının küçük bir parçası, sivil amaçlara yö­nelmiş olduğundan, Amerikalı bilimsel araştırma uzmanlarının % 60'ının ulusal savunma için ça­lışmakta olduğunu söylemek gerçeğe pek aykırı olmayacaktır. Bu yüzde oranı, İngiltere'de daha düşüktür. Uzmanların % 20'si ve ulusal bütçenin % 40'ı bu işlerde kullanılmaktadır. Fakat Başkan Kennedy'nin aşağıdaki sözleri her iki ülke için de geçerlidir. «Bu yolda ödenen fiyat yüksektir. Çünkü bunun için ekonominin sivil kesimlerindeki bilimsel ve teknik alanlarda zaten yetersiz olan kaynaklardan çok büyük kısıntılar yapmak gerekmiştir.» 13 milyar 400 milyon dolarlık bir bütçenin finanse edebileceği işletmelerin alanı çok geniştir. Demokrat Parti'nin 1964’de kabul ettiği seçim programında, başkan Johnson şu sözü vermekteydi: «Askeri araştırmalar ve bunların uygulanması konusunda Dünya'nın en büyük çabasını süregötürmek zorundayız. Bu da silahlar ve donatım bakımından Amerika'nın üstünlüğü sağlamak için 1961’den bu yana 200 yeni programı yürürlüğe koymak demektir.»


158 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu Batılı ülkeler, diğer toplumları ürküten bir savaş hazırlığına girerken, Rusya'nın boş durmayacağı aşikârdır. Ancak ayrı bir politika güttüğü için, bu ülkede yapılan çalışmalar ile bu çalışmalar için harcanan para miktarını bilemiyoruz. Fransa, Federal Almanya, İtalya, Birleşik Arap Cumhuriyeti, İsrail, Çin hatta Hindistan ile Pakistan bile askeri araştırma kurumlarına sahiptirler. İki karşıt Dünya görüşünün temsilcisi olan Rusya ile Birleşik Amerika'nın bu alanda ulaştığı ve gerçekleştirdiği ilerlemeler geri ülkelerden başka, bu ülkelerin halkını da etkilemiş ve insanlar kendi elleri ile yaptıkları silahlardan korkmaya başlamışlardır. Tıpkı açlığı yaratanların bugün açlıktan korkmaları gibi... ABD tarımsal üretim artıklarına sürekli pazarlar bulmak ve bunları devamlı olarak el altında bulundurmak için, Hindistan, Türkiye ve Pakistan gibi ülkelerin tarımsal üretim olanağını dolaylı yollardan geniş çapta tahrip etmiş, fakat bu ülkeler tahıl ihraç eden ülkeler olmaktan çıkıp, hazır yiyiciliğe alışınca, milyonlarca aç insanı doyuracak güçte olmadığını anlayarak, geri ülkelerde tarımsal üretimi yeniden teşvik etmeye ve bu ülkelere tahıl yerine gübre, ilaç, tohumluk, araç ve gereç satarak aynı ge­liri sağlamayı denemiştir. Birleşik Amerika'dan yıl­da 4 milyon ton buğday ithal ederek sıraya girmiş olan Hindistan'ı bugün yılda 11-12 milyon ton ithal buğdayı doyuramıyor. 1937 yılında çok miktarda buğday ihraç eden Türkiye, halkının ekmek ihtiyacı­nı karşılamak için bu yıl 350.000 ton buğday ithal etmeye karar vermiştir. Bu 350.000 tonluk ihtiya­cın zamanla daha da büyüyeceğini bugünden biliyo­ruz. Tıpkı savaş araçları gibi, açlıkta geri tepen bir silah gibi, bunu yaratanları korkutmaya ve yeni ted­birler düşünmeye zorlamıştır. Çağımızda savaş kor­kusu ile açlık korkusu başbaşa gitmekte, açlık kor­kunç bir felaket haline gelirken, klasik silahlarla bir­likte nükleer ve biyolojik silahlarda aklın almaya­cağı gelişmeler olmaktadır. Philip Noel-Baker'in ma­kalesinde bu silahlardaki gelişme şöyle anlatılıyor: (**) Klasik Silahlar: Hitler Almanya'sının teslim olduğu 1945 Mayıs’ın­da, nükleer enerjili silahların - Hitler'in V2 kalıntıları dışında - balistik araçların, saatte 600 ki­lometreden hızlı giden uçakların, inişsiz 600 kilometreden öteye uçuş yapabilen bombardıman uçaklarının, bunlardan hiçbirinin olmadığını dü­şünmek bile bugün için güç olmuştur. O zaman­lar, nükleer enerjiyle çalışan denizaltı ya da de­nizüstü savaş gemileri de yoktu. Klasik torpil, deniz savaşlarının en öldürücü silahıydı. Alman kimyacıları çok güçlü yeni zehirli gazlar yapmışlardı; ancak Hitler'in yanında çalışanlar, yenilginin yaklaşmakta olduğunu sezerek bu gazların kullanılmasını önleyebilmişlerdi. Savaşan her iki tarafın da büyük biyolojik silah depoları vardı; fakat savaşan devletlerden hiçbiri bunları kullanmanın yaratacağı genel ayıplamayı ve stratejik bakımdan kestirilmez sonuçlarını göze alamamıştı. Hitler'in devrilişine kadar savaş, hemen hemen yalnız, Birinci Dünya Savaşı’dan kalma klasik silahların geliştirilmiş örnekleriyle yapılmıştır. Yirmi yıl sonra da klasik silahlarda çok büyük yenilikler yapılmıştır. Amerikan uçaklarının en yeni iki tipi B.58 ve B. 70 tipleridir. Birinci tip (B.58) 50 megatonluk (50 milyon ton TNT'ye eşit güçte) bir bombayı taşıyabilmektedir. Bu uçak New England Paris arasını, üç saati biraz aşan bir süre içinde almıştır. (B. 70) uçağına gelince, ses hızının üç katında bir hızla gidebilecek biçimde düşünülmüştür; bu uçak Amerikan ordusu için seri halinde yapılmaya başlanırsa, uçaklardan herbiri 100 milyon dolara çıkacaktır. İngiltere'de TSR 2 uçağı yapılırsa, bu uçak yeri yalarcasına sesin iki katı bir hızla uçacaktır. TSR 2 hedefine doğru otomatik yönetilebilecek ve otomatik olarak çıkış yerine döne-


Savaş Korkusu

159

bilecektir. Pilot ancak kaza söz konusu olursa, karışma durumunda kalacaktır. Havada binlerce kilometrelik uzaklığa uçabilecektir. Günümüzün denizaltısı, itiş gücü olarak nükleer enerji kullanmaktadır. Su yüzüne çıkmadan binlerce mil yol almakta, haftalarca su altında kalabilmekte, Kuzey kutbunun buz başlığı altında gidebilmekte, bu başlığı delebilmekte ve füzeler fırlatabilmektedir. Açık denizde dalmışken de füze fır­latabilmektedir. Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Johnson'un sözleriyle, «bizi balistik füzelerin saldırısına karşı hemen hemen anında uyaracak ufuk ötesi radarlar yerleştirilmektedir.» Havadan keşif fotoğrafçılığı öylesine gelişmiştir ki, birçok uçak birkaç saat için­de bütün Sovyetler Birliği’nin fotoğrafisini alabil­mektedir. 20.000 metre yükseklikten yeryüzündeki çok küçük cisimlerin (örneğin bir golf topunun) resmi çekilebilmektedir. Benzer gelişmelerin tanklara, toplara, su üstü savaş gemilerine, özellikle uçak gemileriyle, denizde - karada gider çıkarma gemilerine hatta tüfeklere, makineli tüfeklere ve İkinci Dünya Savaşı’nın öteki bütün silahlarına ilişkin olarak da gerçekleştiğini görmekteyiz. Fa­kat daha çok kütlesel yok etme silahları ile uğra­şılmıştır. Ve en çok para yutan da bu silahlar ol­muştur. Philip Noel-Baker'in bu açıklamaları 1932’de Milletler Cemiyeti Konferansı’nda ortaya atılan ve uygulanmaya çalışan kararlara, kimsenin uymadığını göstermektedir. İnsanları kitle halinde yok etmek için kullanılan silahları böylece geliştirenler, açlığı geri ülkelere yayarak insanları bu yoldan yok etmeyi de ihmal etmediler. Geri ülke insanı silahlarda kay­dedilen bu gelişmelerden bir noktada etkilenmemek­ te fakat açlığın sinsi tahribatı ve insanı tümüyle alçaltan yoksulluk onu perişan duruma sokmaktay­dı. Bundan dolayıdır ki, silahlardaki gelişmeler, güç­lü toplumların birbirlerini korkutmaları ve aç bırak­ ma taktiğindeki gelişmeler de geri ülkeler insanları­nın korkutulmaları için bir sindirme vasıtası olarak kullanılmıştır. İleri ülkeler kendi aralarındaki kor­kutma ve sindirme yarışını, klasik silahlardan çok, nükleer silahlar üzerinden sürdürdüler. Bu noktada gene Philip Noel-Baker'in, Prof. Seha L. Meray tarafından türkçeleştirilmiş makalesine dönerek, nükleer silahlardaki son gelişmeleri onun dilinden öğrenme­ye çalışalım: (**) Nükleer Silahlar: Nükleer silahlara ilişkin olaylar herkes tarafından bilinmektedir. Hiroşima'ya atılan bomba, İngiliz Hava Kuvvetlerinin (R.A.F) Berlin’e attığı bütün büyük çaplı bombaların bin katından daha güçlü idi. Bugün Amerika - ve şüphesiz Sovyet - bombar­dıman uçaklarının taşıdığı 20 megatonluk (bir megaton, bir milyon ton TNT gücüne eşittir) bombalar, Hiroşima'ya atılan bombanın bin ka­tını aşan güçtedir. Böylece bir tek bombardıman uçağının havadan saldırısındaki verim, bir milyonla çarpılmış ol­maktadır. Bir tek 20 megatonluk bomba, Müttefik­lerin Almanya üzerine savaşın altı yılı boyunca attıkları bombanın ondört katına eşittir. 1945 de hemen hemen bütün Alman kentlerinin yerle bir edildiğini pek kolay unutmaktayız. Bugün pek çok sayıda 20 megatonluk bombalar vardır. Bu bombalar B. 52 (artık eskimiş sayılan B. 47 ve B. 58 uçaklarıyla, Sovyetlerin «Ayı» ve «Bizon» tipi uçaklarıyla, İngilizlerin V uçaklarıyla, Sovyetlerin kıtalar arası balistik füzeleriyle taşınabilir. Şu varki, pek çok uzman, hiçbir askeri ya da sivil hedefin böylesine güçlü bir bomba gerektirmediği kanısındadırlar.


160 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu Bir geri ülke insanı için ürkütücü olan bu açık­lamalar, bir lokma kuru ekmeği ve sırtına giyecek yıpranmış bir giysisi olmayan kişileri ürkütmekle kalmakta, fakat savaş ihtimalini önleyen ve dengele­ yen eşit ortamda açlık korkusu her zamankinden daha baskın bir etken olarak ortaya çıkmaktadır. Geri ülkelerde aydın olmayan ve okumak yaz­mak bilmeyen çoğunluk tehayyül sınırlarını zorla­yan bu açıklamalara bir yönüyle inanmamakta, bun­dan dolayı da önem vermemektedir. Fakat bu insan­ ların yiyecek ekmekleri kalmadığı zaman yaşamak onlar için çok daha korkutucu ve ürkütücü bir hal alıyor. İşte bundan dolayı atom bombaları ile birbiri­ne gözdağı veren ileri toplumlar, geri ülkelerde açlık korkusunu daha pratik bir sindirme aracı ola­rak kullanıyorlar. Öyle tahmin ediyoruz ki, Anadolu köylerinde köy ile köy mezarlığının sınırladığı çevrede yaşayan bir vatandaşımıza, ölüm ve açlık arasında bir tercih yap­masını ister ve hanginin yeğ olacağını soracak olursanız, o ölmeyi aç kalmaya tercih edecektir. Çünkü açlık ölmekten zordur onun için, insan bir defa ölür, bu herşeyin sonudur, Yaşayanlar ölümü iyi tanımaz­lar, analarının babalarının öldüklerini görmüşlerdir, fakat çektikleri acıyı bilmezler. Din inançlarının etkisi altında ölenin huzura kavuşacağına ve iyi bir insana cennete gideceğine inandıkları için, ölmek zor bir iş değildir onlar için... Ölümden korkmayanlar, atom bombası, zehirli gaz veya piyade tüfeği ile öldürülmek arasında da bir seçim ve tercih yapmazlar. Hatta onlara atom bom­basının yüzbinlerce insanı birkaç saniye içinde öldüreceği söylenecek olursa, “oh ne ala ölüm” diye­ceklerdir. Çünkü bu insanlar, yaşamaktan çoktan bezmişlerdir. Ölüm kapılarına dayandığı zaman, onları en çok üzen geride bıraktıklarıdır. Eşlerine, çocuklarına bundan sonra kimin bakacağını, onlara bir lokma kuru ekmeği kimin sağlayacağını düşünür, ölüm yatağında bile dertlenirler. Bütün yakınları ile birlikte onları da birkaç saniye içinde öldürecek, yok edecek ve hatta savaşta yok edeceği için «Şehit» payesine ulaştıracak olan bir bomba, onlar için kor­kunç olmanın ötesinde bir kurtuluş getirecektir. On­ları köyün unutulmuşluğundan, açlıktan, sefelatten, yoksulluktan birkaç saniye içinde kurtaracak ve Tan­rı'ya kadar götürecek olan bir bomba hiç de korkunç değildir. Anadolu insanı bundan dolayı savaşa, dü­ğüne gider gibi güle oynaya gider. Geride bıraktık­ları aç eşi, çoluk ve çocuğudur. O kadar. Ama açlık öyle değildir. Köylü açlığı çok iyi tanır. Onu defalarca yaşamış, mısır koçanını, süpür­ ge tohumunu, ekmek yapıp yemiştir. Kendisi aç iken, bebelerin ve avurtları çökmüş eşinin açlık­tan mızıldandığını çok duymuştur. Yakını olan bu insanlara yiyecek birşey bulamamanın ve çaresizlik içinde kıvranmanın ne demek olduğunu yaşayarak öğrenmiştir. Köydeki insan aç iken şehirdekilerin bol bol nutuk attıklarını, onun çaresine bakmadıkla­rını anlamıştır. Açlıktan, bunun için ölümden daha çok korkar ve halk, ölüm temizliktir der. Ölüler ek­mek istemezler. Ölüm kurtuluştur onun için. Geri ülkelerde aç kaldığı için kendini öldüren­lere, tavana bir ip bağlayıp kendini asanlara çok rastlarsınız. Fakat bu ülkelerde bir lokma ekmek için ölümü göze alan ve hatta onunla alay eden pek çok insan da yaşar. Maden ocaklarında boğazı tokluğu­na iyi tahkim edilmemiş tünellere girerek kömür ka­zan insanlar, ölümden hiç de korkmazlar. Bu insan­lar tehlikeler içinde de olsa bir lokma ekmek ve ka­rınlarını doyuracak bir iş buldukları için Tanrı'ya ve onları bu işe yerleştirenlere dua ederler. Gençler askere alındıkları zaman, hatta savaşa gönderilseler bile gam yemezler. Günde üç öğün yemekleri olduğu takdirde, onlar için ölmek veya ölü­me gitmek zor bir iş değildir. Geri ülke askerlerinin üstün bir savaşçı olmasını da buna bağlayabiliriz. İleri ülkenin askeri, önce ölümden ve daha sonra açlıktan korkar. Bu insanı ölümü göze alıp, cephe­ ye yollamak zor bir iştir. Hanım evlatları aç kalırlar­sa savaşmazlar. Çünki bunlar açlığı tanımamışlardır.


Savaş Korkusu

161

Onunla karşı karşıya kaldıkları zaman, ölümle karşı karşıya kalmış gibi ürker, silahlarını bir kenara bırakıp düşmana teslim olur, canlarını kurtarmaya ve karınlarını doyurmaya bakarlar. İşte Orville L. Freeman ile Philip Noel-Baker'de bunlardandırlar. Bu insanlar açlığı hiç tanımaz ve ölümden de alabildiğine korkarlar. Bundan dolayı açlık korkusu ile ölüm ve savaş korkusunu yaymaya çalışırlarken, bir çelişmeye düşmekte ve bu çeşit kor­kuların herkesi yıldıracağını zannetmektedirler. Bir noktada Orville L. Freeman daha olumlu bir çaba içindedir. Çünki geri ülkeleri açlıkla tehdit etmek, savaşla tehdit etmeye nazaran çok daha etkin olabiliyor. Yukarda açıklamaya çalıştığımız psikolo­ji içinde, açlık geri ülke insanını daha çok korkut­maktadır. Fakat bu insanlar açlığa dayanmayı ve yokluğa direnmeyi de bilirler... Kendi toplumları içinde bile, istemedikleri kim­seyi ölümle tehdit etmek en son başvurdukları çarelerden biridir. Fakat sevmediklerini sık sık çoluk çocuğu ile birlikte açlığa mahkûm eder yahut böy­le yapacaklarını söyleyerek baskı altına alırlar. İn­sanlar işlerinden çıkarılır, bir lokma ekmeğe muh­ taç hale getirilirler. Hükümetler değişip, iktidarlar karşıt kişilere devredildiği zaman bölük bölük insan işinden çıkarılır. Bu ölümden çok daha fena bir so­nuçtur geri ülkede... Aç kalanlar veya aç bırakılanlar çok ızdırap çeker, sonunda da kurtuluşu ölümde bu­lurlar. Kendilerini öldürür, yok ederler, çünki ölüm temizliktir. Uzun yıllar hizmet ettikleri halde emek­li olduktan sonra karınlarını doyuracak kadar para alamayan emekliler arasında kendini tavana asan­lar pek çoktur. Böyle olmasına rağmen ölçüleri de­ğişik olan ileri ülkelerin korku hoparlörleri, insan öl­dürme güçlerini dile getirerek, sömürdükleri ve ya­vaş yavaş öldürdükleri geri ülkenin masum insanı­nı daha da mutsuzlaştırmak istiyorlar. Philip Noel ­Baker şöyle devam ediyor: (**) İngiltere İçişleri Bakanlığının yayınladığı bir Si­vil Savunma El kitabında şöyle denilmektedir. Eğer 10 megatonluk bir bomba Londra'nın göbeğine atılmış olursa; London County Council böl­gesinde (aşağı yukarı 13 kilometre çapında bir tüm yerle bir etme bölgesinde) onarılmaz zarar­lar verecektir. Bundan başka bütün metropol böl­gesinde (elli kilometre bir daire içinde) daha az zararlar verecektir. «Fakat İngiltere kentlerinin çoğunda, yakıp yıkılmış bölge, kenti aşarak kırla­ra taşacaktır.» Başka bir deyimle, bütün İngilte­re'de tümüyle yerle bir edilmesi için 10 megaton­luk bir bombanın atılmasını gerektirecek bir tek hedef vardır. Sovyetler Birliği 1961 de 57 megatonluk bir bom­ba patlatmış, bu gücü 100 megatona çıkarabileceği­ni söyleyerek, haklı olarak da övünmüştür. Amerika Birleşik Devletleri’nin 50.000–60.000 mega­tonluk bir güç oluşturan nükleer silahları depo­lamış olduğu hesaplanmıştır. Sovyetler Birliği’nin stoku en az 20.000 megatondur. İngiltere ile Fran­sa'nın stokları daha azdır. Amerika'nın stokları arasında «onbinlerce taktik silah» vardır. Yetkili uzmanların bazılarına göre, biyolojik silahlar bugün neredeyse nükleer silah stokları tehlike yara­tacak niteliktedir. Aslında korkunç olan bu açıklamalar, Van'ın köylüklerinde yaşayan bir insana ne anlatır ki... Bu silahlar Londra yerine Hakkari ilimize atılsa kim zararlı çıkar? Bu silahlar kadar, bu silahlar üzerinden yaratıl­mak istenen korku da batı ve doğu bloklarının patronlarını ilgilendirir. Emperyalistlerin, aç, cahil ve yoksul bırakarak bunalttıkları ve ellerinden


162 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu var ile yoğunu çekip aldıkları milyonlar için, bütün bunlar korkulacak şeyler değildir bile... Onlar yalnız açlık­tan ve çoluk çocuğu ile birlikte yiyecek bir şey bula­mamaktan korkarlar. Mağaralarda yaşama, yırtık pır­tık giysiler içinde gezmeye, uygarlığın nimetlerin­den yararlanmadıkları halde, hallerine şükretmeye alıştıkları için, bu insanlar yaşamalarına yardımcı olan ve onları ayakta tutan kuru ekmeklerini kaybetmenin ötesinde hiçbir şeyden korkmamakta, aç­lığın ötesinde bir felaket düşünememektedirler. Bun­dan dolayı açlığı silah olarak kullananlar, atom bom­balarını bir korku aracı olarak piyasaya sürenlerden daha başarılı oluyorlar. Bundan dolayı atom bomba­sı yalnız bir defa patlatılmış, fakat insanları aç bı­rakarak açlık korkusu içinde dize getirme taktiği geri ülkelerde ve sömürgelerde emperyalistler için çok daha başarılı sonuçlar vermiştir. Bugün Türkiye'miz de açlıkla tehdit edilen ülkelerden biridir. Ülkemize yerleştirilen Amerikan üslerinde atom bombası ol­duğundan yakınıp, tehlikeyi ortaya koymaya çalışan­lar bu noktada yanılıyorlar. Bu üslerdeki atom bom­baları bir gün kullanılacak olursa, bu zaten Dünya'nın sonu olacaktır. Türkiye'de atom bombası kul­lananlar, yenik düşerler. Çünkü Hakkâri, Londra de­ğildir. Ama Türkiye'de açlık korkusunu yayarak ve insanları aç bırakarak, daha çok Türk'ü daha ucuza öldürebilirsiniz. Hem de bu operasyonun ismi savaş olmayacak ve tepki de yaratılmayacaktır. Açlık korkusunu bir kalkan gibi kullanarak bu titiz milleti, analarının ve bacılarının apış aralarına helezon takmaya, gebeliği önleyecek haplar yuttura­rak çocuk doğurmamaya razı etmek mümkün olmuştur. Bize kalırsa Philip Noel-Baker'in sözünü et­tiği klasik silahların hiçbiri ile Türkiye'de helezon­ lar ve gebeliği önleyici haplarla yaptığınız tahribat kadar tahribat yapamazsınız. Atom bombası yetiş­ kinleri öldürmekte ve gürültü ile patlayıp Dünya'yı ayağa kaldırmaktadır. Yıllarca önce Hiroşima ve Na­gazaki’de patlatılan bombanın yankıları bugün bile sürüp gidiyor. Dünya milletleri Amerika'dan biraz da bu yüzden nefret ediyorlar. Bu bombayı atan pilot, günahının baskısı altın­da deli olmuştur. Fakat açlık öyle değildir. İnsan­ ları aç bırakarak, karınlarını tahılla şişirip, onlara münasebetsiz yiyecekler yedirip karınları şiş olduğu halde gizli bir şekilde hasta edebilir ve daha sonra da öldürebilirsiniz. Yiyecek maddeleri pahalılaşır, et ihraç edilir ve bu suretle elde edilen dövizle tahıl ve ilaç alınacak olursa, geçim bunalımına düşen mil­yonlar anaları ile bacılarının helezonlanmasına ra­zı olur ve bu işi yabancı parasıyla bir sosyal hizmet gibi yapan kliniklere kadar kendi ayakları ile gelirler. Orada güler yüzlü hekimler, hemşireler, kafaları ça­lışmayan ve uzağı göremeyen burjuva kadınları ge­lenleri helezonlar ve yüzbinlerce insanı daha Dünya'­ya gelmeden yok ederler. Onlara ana rahmine düşme şansı bile tanımazlar. Bundan dolayı biyolojik silah­lar hem yalın savaşın ve hem de sessiz savaşın daha etkin araçları, klasik silahlara nazaran daha öldürü­cü vasıtaları haline gelmiştir. Fakat bu silahları geri ülkenin bilinçsiz insanına tanıtmak ve onlara korun­ma, savunma çarelerini öğretmek aynı şekilde zor bir iştir. Bu anlayış güçlüğünden dolayı biyolojik si­lahlar, barış olarak isimlendirdiğimiz, çağdaş sessiz savaş ortamında sürekli olarak kullanılıyor. Bunla­rın başında toplumları aç bırakma ve çok tahıl az et yedirerek zaman içinde göçertme taktiği başta ge­lir. Philip Noel-Baker, Prof. Seha L. Meray tarafın­dan Türkçeleştirilen makalesinde Biyolojik Silahlar'ı bize şöyle tanıtıyor: (**) Amerika Birleşik Devletleri'nde Chemical Corps’u (Kimyasal ve Biyolojik Silahlarla görevli teşkilat) 1957 yılına kadar yönetmiş olan General J. H. Rotschlld, bir kitabında (Tomorrows Weapons) biyolojik silahların küçük miktarda kullanılması yü­zünden, lojistik açıdan ideal bir silah olduğunu be­lirtmektedir; böyle bir silah «yüzbinlerce kilomet­relik alanlara» saldırıda bulunma olanağını sağlamaktadır. Elverişli bir rüzgâra


Savaş Korkusu

163

göre bırakılan ajan, «etkisinden hiçbir şey yitirmeden çok uzak­lara gidebilecek, yüzlerce kilometre genişliğinde kalın bir bulut» meydana getirecektir. Bütün in­san hastalıkları, özellikle en salgın ve en virüslü olan hastalıklar birer biyolojik silah olabilir. Rotschild sözlerine şunları eklemektedir. «Mikro­bun antibiyotiklere karşı direnci de artırılabilir» Böylece hastalığın bakımı da güçleşmiş olacaktır. Savaş ve sindirme amacı ile bu çeşit çarelere başvurabileceklerini bir zamanlar yetkili makamlar işgal etmiş generallerin ağzından ifade edenlerin, in­sanları açlık veya doğum kontrol hapları ile sessiz sedasız yok etmekte hiçbir sakınca görmeyecekleri kolayca söylenebilir. Esasen bu kitabımızın önceki bölümünde ve daha önce yayınlanan «Sessiz Savaş» isimli kitabımızda bu uygulamalardan, özellikle Ame­rika'lıların Vietnam'daki girişimlerinden söz etmiş­tik. Çıkarına hizmet etmeyen, ona alet olmayan ve onun gibi düşünmeyenlere hem batılı ve hem de do­ğulu emperyalistler her çeşit eziyeti reva görmekte, altına imza koydukları halde, Milletlerarası anlaşma­lar ile İnsan Hakları Evrensel Bildirisi'ni tümüyle unutmaktadırlar. İkinci Dünya Savaşı'nda Kanada'nın Askeri Sağ­lık Servisi komutanı ve biyolojik silahların denenmesinden sorumlu olan, savaştan sonra Dünya Sağ­lık Teşkilatı (WHO) genel müdürlüğüne atanan Ge­neral Brook Chilson şöyle diyor: (**) Araştırmanın bu yeni alana yönelmiş olduğunu 1957 yılında açıkladıktan sonra, «şimdi kolera, tifus gibi genel hastalıkların virüs gücünü çok büyük ölçüde artırmaya çalışılmaktadır.» Böy­lece aşı ve öteki korunma olanaklarını etkisiz kılma sağlanacaktır. Bu araştırmalar, insanlığın geleceği için çok büyük bir tehlike olarak ortaya çıkmaktadır. General Chilson, tifus ve kolera gibi hastalıkların geri ülke insanını yok etmesine Dünya Sağlık Teşkila­tı Genel Müdürü olduktan sonra da engel olamamış veya olmamıştır. Şu halde Chilson'un «İnsanlık» ola­rak tanımladığı gurubun kim veya kimler olduğu­nun bilinmesi lazımdır. Tifus ve Kolera bugün bile birçok geri ülkede tahribatını yapıyor. İkinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye'de tifusten çok insan öl­müş bu hastalık birkaç yıl önce sınırlarımıza kadar dayanmıştır. Fakat Kanadalı generaller ile Amerika­lı generaller için, geri ülke insanı «İnsanlık içi» ya­ratıklar değildir. Onlar insan denilince, milletlerarası toplantılarda çektikleri nutuklarda söylediklerinin aksine yalnız kendi insanlarını ve karşılarındaki güç­lü ülkelerin insanlarını anlamaktadırlar. Açlık pra­tik olarak tifus ve koleradan daha çok tahribat yap­tığı için geri ülkelerde ayrıca etkinliği yükseltilmiş kolera ve tifus virusu kullanmaya, hiçbir zaman lü­zum olmayacaktır. Bu insanlar gizli açlıktan zaten ölmektedirler. Meray tercümesine şöyle devam ediyor: (**) Biyolojik silahların kitlesel yoketme silahı olarak kullanılacağında en küçük bir şüpheye bile yer yoktur. Amerikan Chemical Society, yalnız 200 kiloluk böyle bir madde taşıyan bir bombardıman uçağının, herhangi bir hastalığı 90.000 kilometre karelik bir alana yayabileceğini hesaplamıştır. Biyolojik savaşa ilişkin araştırmalara ayrılan ödenek­ler son yıllarda çok artırılmıştır. Biyolojik silah­ların şimdiki hızlı gelişmelerine karşı çıkmak için yapımı, depolanmaları ve kullanılmalarına ilişkin başka bir kanıt da öne sürülebilir. Bu silahların teknik sorunları, bir kez çözümlendikten sonra, bu silahların üretimi çok ucuza gelecektir. Oysa bu maddelerden çok az bir miktarı böylece pek çok ülke, hemen hemen hiç denilecek bir para karşı­lığında, çok büyük bir yok etme gücünü elde bu­lundurabilecektir. Eğer silahlanma yarışı durmaz­sa, bu tehlike hiç şüphesiz Dünya'yı yakın bir ge­lecekte tehdit edecektir.


164 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu Meray'ın çevirisi böylece devam ediyor. Yazar Philip Noel-Baker kimyasal silahların korkunçluğunu bütün çıplaklığı ile ortaya koyduktan sonra, bun­larla neler yapılabileceğini, radyaktif döküntülerin nelere sebep olacağını anlatıyor. Özellikle atom bom­balarının patlatılması halinde, karşı karşıya kalına­ cak tablonun ana çizgileri ile tasvirine çalışıyor. Bü­tün bunlar işi tıkırında olan ve Londra ile Newyork'­ da yaşayan bir uygar insan için çok düşündürücü so­nuçlardır. Fakat bu çeşit silahların geri ülkelerde hiç­bir zaman kullanılmayacağını da takdir etmeliyiz. Her şeyin en ucuzu ile yok edilmeye çalışılan geri ülke insanı için, yalın savaşta da, sessiz savaşta da biyolojik silahlar en iyi tahrip araçlarıdır. Bu ülke­ler insanı cahil olduğu için, kendini bu çeşit silahla­ ra karşı koruyamaz ve kolayca öldürülebilir. Bizim anladığımıza göre yapılacak iş, biyolojik savaşın, ba­rışta ve yalın savaşta kullanılan kurallarını geri ülke halkına öğretmek ve savunma yöntemlerini tanıt­mak en pratik çare olacaktır. Emperyalistler bu ih­timali ortadan kaldırmak için, geri ülkeler eğitimine de el koymuş ve halk tabakaları ile genç kuşaklara, böyle bilgilerin aktarılmasını engellemiş bulunuyor­lar. Bundan dolayı şimdilik yapılabilecek en iyi şey, eskiden olduğu gibi işi kadere bırakmak ve korkunun karşısına korkusuz bir davranışla çıkmaktır. Akılcı olmak, Üniversitelerimizde, araştırma laboratuvarlarımızda biyolojik savaşın silahları inceleyerek bunlara karşı tedbir düşünmek, özellikle Türkiye için en iyi girişimlerden biri olacaktır. Fakat henüz üzeri­mizde uygulanmakta olan gizli açlık projesi ile do­ğum kontrolünün, bizi nereye kadar götürebileceğini bile anlayamamış bu konuda ciltlerle kitap yazmış olmamıza rağmen, kamuoyunu ve aydınları gereğince uyaramamış bulunuyoruz. Beri taraftan Rockfeller kuruluşu Hacettepe Üniversitesine 1967 yılında 250.000 dolar, Ford vakfı 1968 yılında 375.000 dolar bağış yapmış ve araştırma, uygulama, demostrasyon­lar yapılarak uyanmanın gecikmesi için tertiplerini almıştır. AID'nin verdiği bir miktar para bu kuru­luşa intikal etmiş ve doğum kontrol propagandası için harcanılmaya başlanmıştır. Bu saldırının karşı­sında durmak ve akılcı olmak hayli güçtür. Birta­kım aydınlarımız ve vatanseverlerimiz bile, işlerini ve karınlarını doyurma olanağını kaybettiği için bu projede görev almışlardır. Aç kalma korkusu ve temel ihtiyaçları karşıla­mak için lüzumlu paranın kazanılması zorunluğu, insanları inanmadıkları ve sevmedikleri işlerde çalış­maya öncelikle çok korkulan açlıktan korunmaya itekliyor. Açlık korkusunun etkisi altına girenler, ül­kemizde aç kalmanın ötesinde ve çok daha tehlikeli girişimlere aracılık ediyorlar. Bundan dolayı yapılacak iş kendiliğinden ortaya çıkıyor. Yalın savaş ve bu savaşta klasik silahların gelişmiş şekilleri ile kullanılması ya da biyolojik si­lahlara başvurulması, atom bombası ile bazı bölgelerin tümüyle ortadan kaldırılması zaten Dünya'­nın sonu olacaktır. Bundan korkmamalı veya bir batılı kadar korkmalıyız. Çünkü bu hem ileri hem de geri ülkelerin sonu olacaktır. Fakat sessiz savaş ortamında aç kalmamız ve aç kaldığımız için de başkalarının gönlünce beslenmemiz, örneğin ilkokullardaki çocuklarımıza bir ya­bancı kuruluşun bağış olarak verdiği üretim artığı yavan süt tozlarını yedirip içirmemiz çok yanlış bir tutumdur. Türkiye kendi insanlarını besleyebilecek imkânlara sahip bir ülkedir. Böyle bir ülkede hiç de­ğilse açlık korkusunun ortadan kaldırılması ve in­sanların ekmekleri ile tehdit edilmekten kurtarılma­sı, pek çok sorunumuzun kendiliğinden çözümlenme­sine yardımcı olacaktır. Yurt savunmasını planlarken, halkın besin ve beslenme ihtiyacını silah satın almadan önce düşün­me gereği, bu görüşe dayanır. Akılcı bir yol izleyebilir ve korkularımız arasında bir kıyaslama yaparsak, açlık korkusunun yalın savaş korkusundan çok daha etkin olduğunu görürüz. Çünki Türkiye geri bir ül­ kedir ve bu ülkede yaşayanlar en öldürücü silahlar­dan daha çok aç ve ekmeksiz kalmaktan korkarlar.


Savaş Korkusu

165

Yabancının beynimizi yıkamak ve açlıktan kor­kutmak için yaptığı girişimleri, değerlendirmeli ve bugün ilkokulda olan genç kuşakları da yabancı süt­ tozları ile besleyerek, onları da korkutmamalıyız. Zaten içinde olduğumuz açlık, bizim için korkulacak birşey değildir. Korkularımızı yenmeli ve izlenecek akılcı yolu, yabancı uzmanlara sormadan kendimiz bulmalıyız. Korkular, kişiler gibi toplumları da olumsuz davranışlara itekler ve izlenecek yol ekseriya bulu­ namaz. Kendi korkularımızı kendimiz çözümlemeli ve korktuklarımıza ellerimiz ve parmaklarımızla de­ğebilecek kadar gerçekçi olmalıyız. Bu siyasi bir me­sele değil toplumsal bir sorundur ve politika dışında milli bir konu olarak kalmalıdır.


166 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu


167

XI KORKU TOPLUMU, BİLİM VE BİLİM ADAMI


168 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu


169

KORKU TOPLUMU, BİLİM VE BİLİM ADAMI Geri kalmış ülkelerin çok geri bölgeleri ayrı tutu­lacak olursa, Dünya'da, cin ve perilerle, iyi saatte olsunlardan korkan kalmamıştır. Oysa sömürüye yetkin toplumlarda, yönetim tarih boyunca saltana­ tını korkular üzerine kurdu. İnsanlar güneşten kork­tukları için güneşe taptılar. Bu korkudan yararlanan Japon İmparatorları, yüzyıllar sonra kendilerini gü­neşin oğlu ilan ettiler ve bir süre sonra buna kendi­leri de inandılar. Mısırlılar eski çağlarda kuvvetli bir yaratık olduğu için öküzden korktular ve Apis öküzüne taptılar. Ateş, su ve insanı korkutan bütün doğal olaylar, korkunç heykeller ve putlar Dünya'ya dehşet saçtılar. Sihirbazlar, rahipler, papazlar, imam­lar korkuya dayanarak tapınakları birer korku mer­kezi haline getirdiler. İnsanlar cennet vaadi ve cehen­nem korkusu ile yıldırıldı. Aforozlar başladı, kilise her şeye hâkim oldu. Papazların şerrinden korkan krallar, Papa'nın ayağına kadar yürüyerek geldiler, özür dilediler ve korkularından böylece kurtulmaya çalıştılar. Derebeyleri, ağalar, çağlar boyu sömür­ düklerini korku ve baskı altında tuttular. Daha son­ra ünlü komutanlar, imparatorlar ortama hâkim ol­du. Astıkları astık, kestikleri kestik, Dünya'ya karanlık yıllar yaşattılar. Bilimin gelişmesini engellediler, bilim adamlarına zulüm ve eziyet ettiler. Korku şe­kil değiştirdi, fakat hiçbir zaman korkulardan arınmış bir Dünya yaratılamadı... Birinci ve İkinci Dünya savaşları ile ortaya çı­kan silahlar, bundan önceki bölümlerde Philip Noel Baker'in kaleminden anlatmaya çalıştığımız gibi in­sanları büsbütün korkuttular. Savaş insanları yıldı­ ran bir olay haline geldi. Bugün bu silahlar daha da geliştirilmiş, nükleer silahlarla biyolojik silahlar, tahrip kabiliyeti ve etki alanları bakımından aklın almayacağı bir düzeye ulaşmıştır. Barut ile dinamitin bulunması ve kullanılması insanları çılgına çevir­mişken, bugün güçleri binlerce ton dinamitle ölçülen atom bombalarından söz ediliyor.


170 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu Açlık korkusu, karnı tok toplumların politika­cıları ve bilim adamları tarafından öylesine işlendi ve bu meselenin öylesine propagandası yapıldı ki, ar­tık geri ülkelerde açlığın tehdidi altında olmayan ve­ya kendini bu durumda hissetmeyen insan kalmamış gibidir. Kapitalist blok insanlarının beynini alabildiğine yıkayarak, sosyalizmden korkuturken, sosyalistler de propaganda ile kapitalistleri bir öcü haline getir­diler ve kendi insanlarını bu düzenle bu düzeni benimseyenlerden korkuttular, hatta yıldırdılar. Herkesin kendi aklını beğendiği ve çıkarını koru­maya çalıştığı XX nci yüzyılın ikinci yarısında insanlar birbirinin dostu değil, düşmanı olarak yaşa­makta, korkularımız okullarda sınıflarımıza evlerimizde yemek ve yatak odalarımıza kadar girmiş bu­lunmaktadır. Oysa XIX ncu yüzyılın iyi niyetli bil­ginleri, korkusuz bir Dünya yaratmak için doğanın sırlarını çözmeye çalışmışlar, bilimsel verileri kulla­narak insana Dünya'da korkulacak birşey olmadığı­nı, korktuklarımızı sevebileceğimizi ve hatta onlar­dan yararlanacağımızı ispata çalışmışlardı. Bu çabalar boşa gitti sayılamaz. Bir zamanlar şimşek çaktığında, bunu Tanrı'nın gazaba geldiğinin bir işareti sayanlar, olayın nedenlerini anladılar, kıtlığın ve hastalıkların nedenleri öğrenildi. Bilim hiz­ mete girdikten sonra, ateşe tapanlar, onu esir edip daha rahat bir hayat yaşamak için hizmete soktular. Denizler aşıldı. İnsanın bilmediği, anlayamadığı çok az şey kalmıştı. Bugün, ayın etrafında peyk döndü­ rüyor, aya insan gönderebiliyoruz. Bu bulgular bü­tün putları kırdı ve dinler ile din adamları daha ger­ çekçi olma zorunda kaldılar. Tanrı anlamı kökünden yıkılmadı. İnsanlar bugün de yalnızlıklarını ve za­ vallılıklarını yürekten duyuyor, zamanı gelince üzün­tülerini Tanrı'nın buyruğu ile unutmaya çalışıyorlar. Tanrı korkunç birşey olmaktan kurtuldu. Sevilen ve inanılan bir anlam kazandı. Bu gidişle korkulardan arınmış ve insanların birbirini alabildiğine sevip mutlu bir hayat yaşayabilecekleri bir Dünya yarattı­ ğımızı zannediyor, bununla övünüyorduk. Orta çağ Avrupa'sının zulmünden kaçanlar, yeni Dünya'da yeni bir uygarlık kurdular, korkuları içinde yıpranan ve eskiyen Avrupa, bu yeni uygarlığın taze gücünün altına girecek, bilim ortama hâkim olarak tüm Dünya'yı korkudan arındıracaktı. İnsan­lar, özgür ve bağımsız olarak, insan gibi yaşayacaklardı. Oysa ki insanoğlu, tarih boyunca bir süre yap­mış ve bir süreyi de yaptıklarını yıkmakla geçirmiş­tir. Bazen birinin yaptığını bir başkası, bir toplumun kurduğu düzeni bir başka toplum yıkmıştır. Kuşak­lar arasındaki çatışma tarih kadar eskidir. Hiçbir çağda baba oğlunu, çocuk babasını beğenmedi. Belirli bir çağ aşıldıktan sonra, çocuklar anaları ile ba­balarına bunak muamelesi yapmaya başlarlar. On­lar ne yaptıysa yıkar ya da yıkmaya çalışırlar. Ana­larla, babalar çocuklarını çok zaman sevmiş fakat hiçbir zaman beğenmemişlerdir. Yazılı eserler ince­lenecek olursa, yaşlanıp Dünya'yı terketmeye hazır­lanan kuşağın, kendinden sonra yönetimi ele alacak kuşağa karşı güvensizlik içinde olduğu görülecektir. Bugünün yaşlıları da, Üniversite kapılarına dayanıp yürürlükte olan eğitim ve öğretim düzeninin değiştirilmesi için zamanı ve kuralları zorlayan gençler­den korku duyuyor. Onların davranışlarını benimse­miyorlar. Benimserlerse de benimsemelerse de ya­şadıkları ve eserleri ile süslediklerini zannettikleri Dünya'yı, kendisinden sonra gelen kuşağa bırakıp ortadan kaybolacak olan bizim kuşak, herhalde hak­sızlık etmektedir. Çağımızda birkaç büyük insan gerçeği görebildi ve eserlerini kendisinden sonra gelen genç kuşaklara istekle devretti. Bunlar arasında Atatürk'ün müstes­na bir yeri vardır. O, eserini kendini


Korku Toplumu, Bilim ve Bilim Adamı

171

izleyecek olan köprü kuşağa değil, doğrudan doğruya gençliğin bek­çiliğine terketmekle, insanüstü bir seziş ve öngörüşün sahibi olduğunu ispatladı. Onun eserlerinin ko­lay kolay yıkılamayışının temel nedenlerinden biri de budur. Böyle olmasına rağmen bu büyük insanın eleştirilmesi güç eserlerini ve hatta taştan heykelleri­ni bile yıkmaya çalışan belirli güçler var. Bu güçler tarih boyunca vardı. Bugün de vardır. Yarın gene olacak ve kendilerinden önceki kuşağın yaptıklarını yıkmaya, silip yok etmeye çalışacaklardır. Dikkat edilecek olursa, ekonomik düzenlerin korkularını da birlikte getirdikleri yaratıkların kor­ kular içinde yıpranak göçüp gittikleri görülecektir. İlkel toplumda para olmadığı için zengin de yoktu. İnsanlar ürettikleri ihtiyaç maddelerini kendi ara­larında değişerek yaşadıkları için, birikim yapılamı­yor ve bir insan başka bir insana, bir toplum başka bir topluma bugün olduğu gibi korkular üzerinden baskı yapamıyordu. Daha sonra kurulan Feodal Düzen, kendine özgü korkular getirdi. Özel mülkiyetin (yalnız üretim araç­larının değil) toprakların ve bu toprakların üzerinde yaşayan insanların da sahibi olarak ortaya çıkan bey­ler, efendiler, ağalar hiç çalışmadığı halde üretilen­den arslan payını alabilmek ve çalışanları hegemonyası altında tutmak için yeni çareler düşündüler, yeni korkular yarattılar. Zaman zaman dini liderlerle birlikte çalışarak sürdürülen korkunun zamanla etkinliğini yitirdiğini ve Feodal Senyör'ün toprak mülkiyetini elinde tuta­rak, köylünün işlediği tarladan alınan ürünün küçük bir kısmına sahip çıkmaya yanaştığını ve bu su­retle köleciliğin son bulduğunu görüyoruz. İnsanlar yalnız korktukları için ve korkularını yenmek için çalıştırılır da, korkular zayıflamaz veya tümüyle or­tadan kaldırılamazsa, o zaman üretim yavaşlamakta ve hatta tümüyle durmaktadır. Feodal Senyör baskı­sı altında köle gibi çalıştırdıklarının isteksizliklerini sezdi ve onlara korkularını yenebilecekleri kanısını veren yeni haklar tanıdı. Böylece başlayan çözülme, Feodalizmin yerini Kapitalizme terk etmesine sebep olmuştur. Bir gelişme aşaması olarak tanımlanan kapitalizm, köleci toplum ve feodal toplumda insanları aç karnına çalıştırmak için yaratılan korkulardan daha korkunç korkular getirmeseydi, belki bir süre tutunacak ve daha uzun ömürlü bir düzen olarak benimsenecek­ti. Fakat insanı gerçekten yıldıran ve sindiren kor­ kularla gelmiş olan bu düzen, süresini tamamlamak üzeredir. Doğal gelişmeler, toplumların sürekli tekâmülü, insanları yeni bir üretim düzenine ve korkulardan arınmış bir Dünya'da daha uygar bir hayat yaşama özlemine sürükledi. İnsan korktuğu şeyden ve kendini korkutan çev­re ile düzenden, tüm olanaklarını kullanarak kaçmak ve kurtulmak ister. Bundan dolayı korkuya dayanan Feodal düzen zamanla gücünü yitirdi. Alacakaranlıkta cehaleti körükleyerek insanları yıldıran din adamları, beyler ağalar etkinliklerini kaybettiler. Av­rupa'dan Amerika'ya akın başladı. İnsanlar Yeni Dünya'da korkulardan arınmış yeni bir düzen kur­mak ve korktukları herşeye elleri ile dokunarak bun­ların ne olduğunu anlamak istiyorlardı. XX nci yüzyıldan önce bilim adamları bu akımın öncülüğünü yaptılar. XVIII nci ve XIX ncu yüzyılda papazların ilahi gazap olarak yorumladıkları birtakım hastalıkların mikrop denilen küçük canlılar tarafından yapıldığı anlaşıldı. Bilim geliştikçe korkulan şeylerin çoğunun, as­lında korkulacak şeyler olmadığını anlıyorduk. Bilimsel bulgular üretimi artırıyor, kolaylaştırıyor, in­sanlar daha mutlu bir hayat yaşayabiliyorlardı. Korkuları istismar ederek hegemonya kuran Feodal bey­ler bile, bu akıma karşı duramadılar. İlk zamanlar


172 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu hürriyetçi bir ortamda Yunan Akedemyası ile başla­yan ve daha sonra Kilise'nin boyunduruğu altına gi­ ren yüksek öğrenim kuruluşları, üniversiteler ve araştırma müesseseleri yavaş yavaş bu baskının al­ tından kurtularak, gerçeği arayıcı ve insana mutlu­luk getirici müspet çalışmalara yöneldiler. Bilim, insanların korkularından kurtulmalarına ve korkusuz yaşamalarına yardımcı olduğu için, bilim adamı da toplum içinde saygı görmeye başladı. Hastalıkların nedenleri anlaşıldıkça, ölümleri engel­leyen veya geciktiren çareler bulunuyor, ilaçlar in­sanların ızdırabını azaltıyordu. Ulaşım kolaylaştı, ha­berleşme araçları, bilimsel bulgular sayesinde geliş­tirildi. Bütün bunlar olurken, geliştirilen araçların ve hatta ilaçların üretimini yapanlar, bir taraftan da sa­ vaş araçlarını geliştirmeyi ihmal etmediler. Sermaye para kazanabildiği her alanı deniyor ve hangi alan­ da fazla ise o alana kayıyordu. İnsanlar zamanla amaçlarından saptılar ve XX nci yüzyılın başlarında yeni düzenin, çıkar dayalı mücadelesi başladı. İnsan, yaradılışı nedeniyle bencildir. Bütün düzenler içinde önce kendi çıkarını düşünür. Bu davranış doğanın kendisinde ve insanın ya­pısında vardır. Bundan dolayı, XIX ncu yüzyıl bilginlerinin insanın mutluluğu için çözdüğü Doğa sırları­nı XX nci yüzyıl insanları, onun eserlerini yok etmek için kullanmaya başladılar. Fizik ve kimya kuralla­rını, amaçlarına göre kullanarak, atom bombaları, yıkıcı ve yakıcı araçlar yaptılar. Bunları birbirinin tepesinde patlatarak yapılanı yok ettiler. Biyoloji ala­nındaki gelişmeler, biyolojik silahları daha korkunç hale getirdi. Bir zamanlar hastalıkları önlemek için aşı ve serum araştıran bilginler, bugün insanı hasta eden mikropların virusiyetini artıracak araştırmalar yapıyorlar. Antibiyotiklerin etkileyemeyeceği yeni çe­şitler yaratmaya ve bunları düşman topluluklara bu­laştırmak için yollar aramaya koyulmuşlardır. Bazı kimyasal maddelerle ekin tarlaları kurutu­luyor. İnsanlarla hayvanlar, sessiz savaş koşulları içinde zehirleniyorlar. Bu günki kuşak, kendi rahatı ve mutluluğu için genç kuşakları törpülemeyi ve doğacak çocuk sayısını azaltmayı bile düşünmüş, asıl nedeni saklayarak, başka bir gerekçeye «Doğum Kontrolü»ne girişmiştir. Toplumlar, birbirlerinin maddi varlıklarını tah­rip etmekle kalmayıp, kültürlerini de yok etmeye ve kendilerininkine benzetmeye çalışıyorlar. Uygarlığın ve Özgürlüğün yatağı olacağını zannettiğimiz ve boş yere ümit ettiğimiz Yeni Dünya, bugün bir korku ve baskı makinesi haline gelmiş, önceki kuşağın temsilcisi olan eski Dünya'yı yoketmek veya kendine ben­zetrnek için aklın almayacağı girişimleri göze almış­tır. Klasik müzik, bir gürültüden ibaret olan «Ye Ye» müziği ile boğazlaşıyor. Bize aykırı gelen Amerikan­vari yaşayış ve düşünüş «The American Way of Life» eski kültürü tehdidi altına almıştır. Kavga böylece devam ediyor. Benzer olaylar bilim alanında da kendini göster­miştir. Egemen gruplar, paraya çevrilemeyen bilim­sel çalışmaları çoktan rafa kaldırdılar. Artık bilim in­sanlık için değil, bilim para içindir. Bilimi korkularımızdan kurtulmak için değil, başkalarını korkut­mak, aldatmak, kandırmak, sindirmek, öldürmek ve böylece rahat yaşamak için kullanıyoruz. Korkular­dan arınmak için başlatılan bir çaba, yeni ve köklü korkularla bunaltılmış bir Dünya yaratmaktan baş­ka birşeye yaramadı. Teknikte ileri toplumlar, bildiklerini ve öğren­diklerini uygulamaya koyarak, geri toplumları alabildiğine korkutuyorlar. Bundan dolayı biz geri kal­mış toplumlara «Korku Toplumları» da diyebiliriz. Başkalarını korkutmak için, kafasını alabildiğine zorlayan uygar insanın beyni, bir filin beyni kadar büyümüştür. Doğadaki düzgün beden ağırlığı Beyin Ağırlığı ilişkisini temelinden bozan bu mutsuz gelişme, Dünya'mızı da bir «Korku Dünyası» haline getir­di.


Korku Toplumu, Bilim ve Bilim Adamı

173

Bir yönü ile patolojik bir yapısı olan uygar in­san beyni, kendisi için de korkulu bir ortam yarattı. Böyle beyinlerin yönettiği toplumların çatışması, do­ğa kurallarına aykırı birtakım oluşumlara ve gelişmelere sebep oluyor. Korkuları içinde ezilen insanlar, kuşaklarını ye­nilemek için üreme hızlarını artırıyorlar. Korku toplumları Dünya'nın en çok üreyen toplumlarıdır. Sa­vaş Korkusu, Açlık Korkusu ve daha birçok çağdaş korkunun etkileri altında bunalan bu insanlar kont­rol edemedikleri biyolojik bir tepki ile alabildiğine çocuk yapıyor ve mutsuzluklarını böylece unutma­ya, avunmaya çalışıyorlar. İşte korku makinesi ha­ line gelen uygar insan topluluklarını da, bu olay kor­kutmakta ve uykusunu kaçırmaktadır. Türkiye'de hızla üreyen bir korku toplumu olduğu için % 3'e yaklaşık bir yıllık artış gösteriyor. Bir taraftan bir tarım ülkesi olmasına rağmen, tarımsal kaynakları dostlarınca tahrip edilerek açlık korkusuna, bir ta­ raftan da kuzey komşusunun tutumu dolayasıyla sa­vaş korkusuna düşmüş veya düşürülmüş olan Türk toplumu, kendi kendini yenilemek ve yeni kuşaklar yaratarak bunalımdan kurtulmak için hızla artıyor. Türkiye'nin bu artışı Birleşik Amerika ve benzeri uy­gar ülkeleri iyiden iyiye korkuttuğu için, hiç gereği yokken Hacettepe Üniversitesinde bir «Nüfus Etüdleri Merkezi» kurulduğunu, Doğumu Kontrol altına almak için bir kanun çıkarıldığını, Ford vakfının 1968 yılında bu kabil hizmetler ve çalışmalar için Hacettepe'ye 375.000 dolar, Rockefeller vakfının 250.000 dolar ve AlD Teşkilatının 4.5 milyon dolar bağışta bulunduğunu görüyoruz. Açlık Korkusu'nu bir kalkan gibi kullanarak Türkiye'ye empoze edil­ meye çalışan bu uygulama, aslında açlığı önleyecek bir çare değildir. Uygar insan bu hızlı üreyişi dur­ durup kendi korkularından sıyrılmaya çalışıyor. Uygar ülkelerde yaşayan koca kafalı insan, baş­ka toplumları korkutmak için yaratıp Dünya'ya salıverdiği devin baskısı ve korkusu altındadır. Çünkü bu dev şekil ve kıyafet değiştirmiş, onun karşısına dikilmiştir. Atom bombaları, kimyasal ve biyolojik savaş araçları ile sürdürülecek bir savaşın, kendisi için daha korkunç olacağını biliyor. Sessiz savaşın silahı olarak kullandığı açlık kor­kusu ise, daha büyük bir korkunun kafasını kurcalamasına sebep olmuştur. Gerilla savaşlarında sonucu en geniş çapta etkileyen insan unsuru; geri ülkelerde ve korku toplumlarında, ileri ülkelerin yakıcı ve yı­kıcı silahları ile robot makinelerinden çok daha hız­lı bir şekilde ürüyor. İnsanın ne demek olduğunu Vietnam, Macaristan, Çekoslovakya olayları dolayısıyla bir daha öğrenmiş olan doğulu ve batılı hege­monyacılar, insanları korku ve baskı altında yaşat­manın bazı sakıncaları olduğunu, yeni yeni öğreni­yorlar. Rusların Macaristan'da Amerikalı'ların Hin­distan, Pakistan ve Türkiye'de, kendileri için tek de­ğer olan paracıklarını harcayıp, kadınları helezonlamaya ve doğumu kontrol altına almaya çalışmala­rının temel nedeni budur. İnsanlar korku içinde yaşamayı sevmezler. Kor­ku tüm mutluluğu yitiren bir durumdur. Korkutu­ lan ve korkutularak baskı altına alınan toplumların nesi var, nesi yoksa hepsini alabilirsiniz. Fakat bu hale getirilen ve bu olumsuz ortama sokulan toplum, be­lirli bir çaba sarf edilmese de bazı biyolojik mekanizmalar harekete geçecek ve varlığını korumak için korku etkisine tepki gösterecektir. Bu tepki çok za­man nüfus artışı ve bazen de Vietnam'da olduğu gibi aritmetik hesaplara göre kendinden çok güçlü gibi görünen kuvvetleri barış masasına oturtmaya mec­bur edecek köklü bir direniş oluyor. Aç, yoksul ve zulüm altında ezilen insanların be­lirli bir sınırdan sonra göstermeye başladıkları tep­ ki, korku makinesi haline gelmiş uygar ülkeleri ve onları yöneten kadrolarla, onlara yardakçılık eden bilim adamlarını korkutmakta, bu korkulardan kur­tulmak için yeni çalışmalar yapmak ve yeni milyon­ lar harcamak gerekmektedir. Bu milyonlar yeni sa­vaş araçları bulmak için seferber edilen araştırma


174 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu laboratuvarları ile Türkiye, Pakistan ve Hindistan'­da uygulanan doğum kontrol projelerinde çarçur ediliyor. Böylece yaratılan ortam iki taraf içinde yüz kızartıcıdır. Açlıkla savaşayım derken yeni açlar yaratıyor, savaş korkusunu yeneyim derken, yeni sa­vaşların kundakçısı oluyoruz. Korku düzeni bu mutsuz sonucu yaratmıştır. Oysa ki bizden önceki çağı yaşamış ve bugünki müspet bilimin temellerini atmış, korku yerine sevgiyi ikame etmeye çalışmış in­sanların felsefelerini benimseyip, çocuklar gibi önceki kuşağı, bunak ve sarsak kabul etmeseydik, kla­sik Avrupa kültürü yerine, çağdaş kültür dediğimiz bozuk beyinler kültürü zorlanarak yerleştirilmemiş, gelişmeler aynı çizgiyi izlemiş olsaydı, belki bugün daha mutlu olacaktık. Amerika ile Rusya'nın elini başka toplumların yorganı altına kadar sokup, mah­ rem işlerine karışmak ve doğan çocukların çetele­sini tutan enstitülere milyonlarca dolar bağışta (?) bulunmak zorunluluğu olmayacaktı. Böyle bir Dünya'da kimse aç kalmayacağı için, açlıkla savaş kampanyaları açmayacak ve bakanlar­ la bilim adamlarını korku makineleri haline getirip, nutuk çekmeye mecbur etmeyecektik. Korku tohumları bir defa ortaya saçıldı mı, onla­rı teker teker toplamak ve yeşeren korkuları kökleri ile kökleyip yoketmek kolay olmaz. Korku ayrık otu, pıtrak otu gibi ürer ve ummadık yerde yeşererek ye­ni sorunlara sebep olur. Böylece herkesin herkesten, kardeşin kardeşten, babanın evlattan ve evladın babadan korktuğu bir Dünya yarattık. Bu Dünya'nın yaratılmasında New York limanına Hürriyet Heykeli dikip, Yeni Dünya'yı uygarlığın yatağı olarak ilan edenlerin bütün toplumlardan daha çok payı vardır. Bunu artık iyi biliyorlar. Unutmaya çalışsalar da «Çirkin Amerikalı» deyimi onlara bunu sık sık hatırlatmaktadır. Rusya'yı bir ayı gibi görmenin te­melinde, bu toplumun yarattığı korku vardır. Oysa bu toplum Çekof'ları, Gorki'leri, Harp ve Sulh yaza­n Tolstoy'u, Turgeniefi, Dosteyevski'yi doğuran toplumdu. İki korkucu toplum şu günlerde, Akdeniz'de filoları ile hem Akdeniz halkını ve hem de birbirini korkutmaya çalışıyorlar. Korku içinde yaşayan bir Arap Dünyası, Nil'in kenarına bir hasır yayıp, «Ya­leyl» çekmeyi çoktan unutmuştur. Yüzyıllar boyu, korku ve baskı altında yaşayan Yahudi toplumu, ye­ni korkular içindedir. Bir toprağa sahip olmanın se­vincini duymadan, çevreden gelen korkuyu yenmeye çalışıyor. Korku toplumlarından sonra korku bölge­leri, savaş bölgeleri, açlık ve hastalık bölgeleri yaratıyoruz. Bu bölgelere silah yardımı, gıda yardımı, ilaç yardımı yapıyor, doğum kontrol hapları ile helezonlar yolluyoruz. Engizisyon mahkemeleri, işkenceler ve köle ola­rak yaşayan çoğunluğun sonu gelmez korkuları ile niteleyip damgaladığımız Feodal çağ, daha ileri bir aşama saydığımız bilim adamlarının etkilerine açık kapitalist düzenin getirdiği korku ve ızdırap yanın­da, bir bakıma masum bir çağ gibi kalmıştır. İlim adamının sermayenin emrine girmesi ve bi­limin haysiyetini koruyamaması geri ülkelerde yaşayan iki milyara yaklaşık insanı paranın kölesi ha­line getirdi. Bu, çok daha utanç verici bir gelişmedir. Feodal düzen içinde hemcinsine kölelik eden insan, bugün kendi kat ettiği ve emeği ölçmek ya da değerlendirmek için kullanmayı umduğu paranın emrine girmiş, onun kölesi olmuştur. Para, ilim adamı da­hil herşeyi satın alabilen tek güç haline gelmiş ve birikimini hızlandırmak için sınır tanımadan her türlü vahşeti körükleyen bir güç olarak ortama ha­kim olmuştur. XX nci yüzyılın ikinci yarısında paraya karşı direnip, korkuların yerine evrensel mutluluğu geti­ recek tek güç, ilim ve bunu gerçekleştirmek için sa­vaşacak insanlar ilim adamları olabilirdi. Fakat bun­ların büyük bir çoğunluğu paranın veya politikacının elinde oyuncak olmaktan ileri gidememiş, sermaye­yi ve yönetimi elinde tutanlar nasıl istiyorlarsa öyle hareket etmeyi çıkarlarına daha uygun bulmuşlardır.


Korku Toplumu, Bilim ve Bilim Adamı

175

Gerçekleri dikine söyleyebilen bilim adamlarına artık çok seyrek rastlıyoruz. Yalnız bunu yapabilenler Dünya çapında şöhret sahibi olurlarken, bir ta­raftan da düzeni bozan kişiler olarak ülkelerinden kovuluyor ve sonunda inanmadıkları bir Dünya görüşünün tutsağı olarak boğazı tokluğuna çalıştırıyorlar. Kapitalizm ve onun emperyalizmi tümüyle kor­kuların düzeni olmuştur. Sermaye üretimi sürdür­ mek ve yeni pazarlar bulmak için akla gelen her ça­reye başvuruyor. Bu çareleri bulmak da çok zaman bilim adamlarının görevi olmaktadır. Özellikle, geri kalmış korku toplumlarında, bi­limsel bulgulara bir yenisini katacak niteliği olmayan bilim adamı tipi, bir korkuluk görevi yapmaktadır. Kapitalist merkezlerde yaratılan ve sonra da bir rüzgar gibi ülkesine estirilen akımların borazanlığını yapmak ve halkı ile kendi yöneticilerini korkutarak ve kandırarak kapitalizmin emperyalizmine yardakçılık eden pek çok bilim adamı tanıyoruz. UNICEF, FAO ve benzeri milletlerarası kuruluşların temsil makamlarına oturtularak paye verilen geri kalmış ülke bilginlerinin, gerçekten bilgin olduklarını zannet­mek yanlış olur. Bunlar çok zaman bir korku top­lumundan gelmiş olmanın, kafasına yerleştirdiği kor­kular ve diğer korku toplumlarında kendilerinden birinin iş başına getirilmiş olmasının yaratacağı gü­ven dolayısıyla, sömürü düzeninin kendi çocukların­dan daha çok güvendiği şartlanmış kişilerdir. Bunlar sömürülen masum çoğunluktan çok, çoğunluğu tem­sil etmeyen ve çoğunluğu düşünmeyen azınlığın çı­karlarını korumayı vazife bilmiş, bilim adamı nite­liği taşımayan ve bilime saygı duymayan politik ya­pılı, bozuk insanlardır. Bu adamlar savaşları önlemekle görevli örgüt­lerde çalıştıkları zaman savaş korkusunun ve açlığı önlemekle görevli örgütlerde çalıştıkları zaman aç­lık korkusunun borazanlığını yapar, sonunda kapita­list düzenin durmadan ürettiği savaş araçlarına ve üretip satamadığı besin maddelerine pazar bulurlar. Bu tip bilim adamına yalnız milletlerarası teşek­küllerde rastlamıyoruz. Bunlar doğup büyüdükleri ülkelerin üniversitelerinde, politik örgütleri içinde, hatta kapitalist bir ülkeye sığınmış olarak yabancı toplumlarda da sık sık ortaya çıkarlar. Vaktiyle ka­zandıkları bir unvanı kalkan gibi kullanarak korku prodüktörlüğü yapan bilim adamları, geri ülkeleri sömürmek için uygulamaya konan insanlık dışı projelerin uygulayıcısı ve propagandacısı olarak, uzman ismi altında geri ülkelere de gönderiliyorlar. Paranın hâkim olduğu ve çoğunluğun şartlandı­rıldığı kapitalist düzende haysiyetli bir bilim adamı olmak zor, fakat kapitalizmin sömürdüğü geri bir ül­kede çok daha zordur. Çünki geri ülke bilim adam­ları paranın hayasız hegemonyasından başka, çok zaman kendi yoksul insanına ihanet etmenin vebali­ni de benimsemek ve yüklenme zorunda kalırlar. Bütün bu korkuları kimlerin yarattığı ve sonuçlardan kimlerin yararlandığı ortadadır. Korkuları ilim adamları yarattılar ve sonuçlarından da işadamları yararlanıyorlar. Bir bakıma bilim adamlarının günahı iş adamlarından büyüktür. Çünkü çağdaş bilim adamı, kendinden önce ya­şamış ve ona bilimin kurallarını tanıtmış olan hoca­sını beğenmedi. “Boynuz kulağı aşar” dedi ve aştı... Bu boynuz öylesine büyüdü ki artık insanları dürtmeye ve Dünya'yı rahatsız etmeye başladı. Şaşkın ördekler gibi, başıyla değil de arka tarafı ile dalmaya başlayan bilim adamları, ne yaptıklarını ve neye va­sıta olduklarını bilemiyorlar. Barut yapıyorlar, dina­


176 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu mit yapıyorlar, atom bombası yapıyorlar, mikropları daha öldürücü hale getirip, kadınları kısırlaştırmak için hormon hapları yapıyorlar. Politikacının ve macera adamının emrine girmiş ve ona uymuş olan bilim adamı, çağın suçlusu damgasını alnında taşıdığının farkında bile değildir. Bir sihirbaz gibi, insanları korkutacak, insanları yıldıracak, insanları aç bırakacak, hasta edecek araçlar ve gereçler buluyor. Bütün bulduklarını da, bunları iyi kullanıp kul­lanmayacağı şüpheli olan kasaba politikacısına tes­ lim ediyor ve ücretini alıyor. Alıyor da ne oluyor? Korkuttuğu insanların arasında tıpkı onlardan biri, korku içinde sevgiden yoksun bir hayat yaşıyor. Su­çunu unutmak için viski içiyor, sigara içiyor ve daha sonra da kanserden korkuyor, enfarktüsden korku­yor, savaştan korkuyor. Bu bilim adamı, bütün in­sanlar gibi akşam olunca evine gidiyor, felaketini hazırladığı çocuklarını okşayıp karısıyla yatıyor. Ço­cuk yapmak için herkes ne yapıyorsa onu yapıyor. Fakat laboratuvarında yaptıkları çok farklıdır. Ora­da insan olmaktan çok bir ilan, bir şeytan zannedi­yor kendini... Yapıp ortaya koydukları, bir korku aracı olarak ortaya çıktı mı, bundan kendi de korkuyor. Mutsuzlaştıkça mutsuzlaşıyor ve yıkıntısını unutup kendine gelebilmek için bilimin ve korkunun henüz girmedi­ği bozulmamış bir ülkede, bir deniz kenarında tatile çıkıyor. Filhakika, Philip Noel-Baker askeri amaçlarla yapılan araştırmalarda görev almış olan bilim adamlarının sorumluluklarını hafifletici bazı iddialar ileri sürmektedir. Hükümetler yurt savunması için vatandaşları fi­zik ve entellektüel güçlerinden yararlanmak üzere askere çağırabilmektedir. Bu böyle olunca, bilim adamları da mensup oldukları toplumun savunması için hizmete çağrılabilir, hatta bu hizmeti yapmaya zorlanabilirler. Bunun için kanunlar çıkarmak ve uygulamak da mümkündür. Fakat bazı bilim adamları, mensubu olmadıkları toplumların hizmetinde, savunma veya saldırı amacı ile geliştirilen araştırma projelerine de katılmakta, hatta iyi bir ücret karşılığı kendi toplumunun çatışması muhtemel toplumlarda füze barutu araştırmalarına iştirak edebilmektedir­ ler. Bu takdirde bu araştırıcılara tıpkı başka ordu­ların, hizmetinde mensubu olduğu toplumun aleyhi­ne çalışan kişiler gibi bakılabilir. Ne olursa olsun, bugünki ortamda insanları bu yolda hareket etmeye zorlayan kanunlar henüz çıkarılmamıştır. Örneğin, Türkiyemiz de böyle bir uy­gulamaya rastlamıyoruz. Noel-Baker'e göre, Alfred Nobel bulgularının bir denge yaratarak savaşı önleyeceğine inanıyordu. Einstein, Szilard, Peleris, Rotbiat hepsi savaştan tik­sinmekteydiler. Fakat çağımızın en tahripkâr savaş ve korku araçlarının yapımına önayak oldular. Bun­lar belki bilimin sarhoşluğu ve doğanın sırlarını çözmenin bazı içinde durdurulamayan çabalar oldu. Fakat bundan sonrası için çok daha düşünceli olmak zorundayız. Noel-Baker bu münasebetle herkesin kolayca be­nimseyeceğini ümit ettiği bazı görüşler ortaya atıyor: (**) Demokratik bir ülkede her yurttaş, hükümetinin ulusal savunma alanında yaptıklarından bir sorun payı alır. Vergilerini ödemekte ise, yeni silahların yapımı için gerekli araştırmaları da finanse etmiş olmaktadır. (**) Bir bilim adamı askeri çalışmalarda görev almayı reddedebilir. 1939’da Uranium'un parçalanma­sını ilk gerçekleştiren Otto Hahn böyle davranmış, onsekiz Alman fizikçisi de onun gibi yapmıştır. Otto Hahn 1937’de «nükleer enerjili silahlarının yapımına, denenmesine ya da kullanılmasına hiç katılmayacağına söz vermiştir.»


Korku Toplumu, Bilim ve Bilim Adamı

Bu tutum, inançları yüzünden savaşa katılmayı reddeden insanların davranışına benzemektedir. Saygıya layıktır. Fakat böyle bir tutum bilim adamlarının bir çoğuna, silah yarışının kendilerini karşı karşıya bıraktığı ikilemeden kabul edilebilir ve bir kaçış yolu olarak görümeyecektir. (**) Bir bilim adamı, eğer bir askeri araştırma kurumunda çalışmayı kabul etmişse ve bekleneceği gi­bi, çağdaş silahları gerçekleştirerek ülkesinin güvenliğini sağlamaya katkıda bulunmayı düşünmek­te ise, bu bilim adamının ödevi, bu silahları geliştirmek ve ulusal orduyu en iyi donatılmış yabancı orduların ki kadar etkili silahlarla donatmak için elinden geleni yapmaktır. (**) Askeri araştırmalarda çalışan bir bilim adamı, ge­nel olarak, bir generalin ya da bir bakanın buy­ruğu altındır. Eğer çağdaş savaş silahlarının yapımı hoş karşılanmayacak bir iş ise, bunun baş­lıca sorumluları bu silahların yapılması için siyasi kararlar alan bakanlar, bunun için gerekli ödenek­leri onaylayan parlementodur. Eğer bilim adamları, öteki memurlar gibi, yalnız verilen buyrukları yerine getirmekte iseler, inceleyeceğimiz sorulara verilecek en iyi cevap bu olacaktır. (**) Şu varki, gerçekte askeri araştırmalarda çalışan bilim adamları yalnız verilen buyrukları yerine ge­tiren kimseler değillerdir. Bilim adamları olan bi­tenden doğrudan doğruya sorumlu olmayan me­murlara benzetilemezler. Tersine çağdaş bilim adamlarının çağdaş silahlar hakkındaki bilgileri ve bunları geliştirme olanakları o kadar üstündür­ ki, bilim adamları kararların alınışında zorunlu olarak çok büyük bir rol oynamaktadırlar. 1945 den bu yana, nükleer silahlar konusunda, Ameri­kan politikasına ilişkin bütün kararlar, biri dışında hep bilim adamlarınca hazırlanmıştır. Nükleer silahsızlanma konusunda, Oppenheimer-Brauch planı, Hidrojen bombası, taktik denilen nükleer silahların geliştirilmesi, Nükleer başlıklı Balestik füzeler, son olarak nükleer denemelerin yasaklanması, Kural dışı kalan tek karar John Foster Dul­les'm eseri olan, «Kütlesel karşılık verme» doktrinidir. Silahların yapımı kararlarında oynadıkları rol yü­zünden bilim adamları da, askeri ya da siyasi şef­ler kadar sorumludurlar. Fakat konuyu en iyi on­lar bildikleri için, sorumlulukları belki de daha büyüktür. (**) Uzmanlığa dayanan bu bilgiler ve etkileme gücü, bilim adamlarına kaçamayacakları özel bir görev yüklemektedir. Bu ödev şudur: Ülkelerin yüksek askeri komutanlıklarına hükümetlerine ve yurt­taşların tümüne, düşündükleri, gerçekleştirdikleri, geliştirdikleri yeni silahların yoketme gücünün ne olduğunu tam olarak anlatmak. Başka bir deyim­le, bilim adamlarına şimdiki silahlanma yarışının yarattığı çok büyük tehlikeler konusunda, yalnız kendi ülkelerini değil, fakat bütün Dünya'yı uyar­ma görevi düşmektedir. (**) Fakat bu ödev yalnız çağdaş silahların niteliğini anlatmak değildir. Bu silahsızlanma yüzünden ka­za ya da istemeyerek bır çatışma patlak verebilir. Bu ödev ayrıca şunu da kapsamaktadır. Bilim adamları silah yarışına son verecek bir silahsızlan­ma andlaşmasının teknik hükümlerinin hazırlanmasında ve silahsızlanma politikasını zafere ulaş­tıracak olan bir kamuoyunun oluşmasında yar­dım etmek zorundadırlar. Bu askeri araştırmala­ra katılan ya da katılmayan bütün bilim adam­larının kaçamayacakları bir ödevdir. (**) Yukarıda 4 ncü noktada görüldüğü gibi, çağdaş silahların yapımı sorumluluğu, bilim adamları ile onların bağlı oldukları askeri ve sivil şefler arasın­da bölüşülmektedir.

177


178 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu Bundan şu çıkmaktadır. 6 ncı ve 7 inci noktalarda belirttiğimiz yükümler, bilim adamlarına olduğu kadar, askeri ya da siyasal şefler için de söz konusudur. Hepsinin ilerde açıklayacağımız hareket programlarına katılmala­rı gerekir. Kurumsal yönden, bu görüşün sağlam­lığı söz götürmez. Fakat 1965'de uluslararası bir yaşantının bir gerçek olduğunu da kabul etmemiz gerekir. Savaşa son verdirmesi umulan İkinci Dünya Savaşından 20 yıl sonra, askerler, genel olarak savaşın ve silahlanmanın ortadan kaldırılabi­leceğine inanmamaktadırlar. Tersine görevlerinin, bir silahsızlanmanın güçlüklerini ve doğuracağı tehlikeleri açıklamak olduğunu düşünmektedirler. Bugüne kadar silahlanma yarışına bir son verme konusunda yapıcı teklifi öne süren pek az kimse çıkmıştır. Siyasal yöneticilere gelince, bunlar, her yıl, Birleş­miş Milletler Genel Kurulunun, silahsızlanmayı dış politikalarının en önemli amacı yapan kararlarını kabul etmekle birlikte, temsilcilerine, bir silah­sızlanma andlaşması yapılması için gerekli öner­geleri vermemişlerdir. Burada en suçlu ülkenin hangisi olduğunu saptamaya çalışmak boş bir çaba olacaktır., Gerçekte siyasal yöneticiler, ancak Dünya kamuoyunun çok büyük bir çoğunluğunca desteklendiği gün, silahsızlanmanın gerekli kıldığı önemli kararları alabileceklerdir. (**) Oysa böyle bir kamuoyunu yalnız bilginler yarata­bilirler. Bilim adamları sokak adamlarının, bu işlerden anlamayanların sarsamayacağı ve dikkati çekecek bir otorite ile konuşacak durumdadırlar. Fakat bilim adamları, askeri şeflerle hükümetler­den çok yardım bekleyemeyeceklerine göre, kendi başlarına harekete geçmek, insanlığı tehdit eden ölüm tehlikelerine yüce bir çaba ile karşı çıkmak zorundadırlar. Bu söylediklerimiz askeri araştır­malarla uğraşmayan ya da hiç uğraşmamış bilim adamlarına ne ölçüde uygulanabilir? A priori olarak, bu gibi bilim adamlarının sorumluluklarının ve ödevlerinin daha az olacağı düşünülebilir. Bunlar öteki meslektaşları gibi, silahlanma yarışında aynı rolü oynamamaktadırlar. Silahlar konusunda bilgileri daha az olduğu gibi, hükümetlerin kararları üzerinde bu bilim adamları daha etkisizdirler. Prof. Meray'ın, Philip Noel-Baker'den Türkçeleş­tirdiği bu açıklamalar bizi çok düşündürmelidir. Yalın savaş için ve savaş korkusunu önleme amacı ve bahanesiyle bir silahlanma yarışının başlamış olduğu bir gerçektir. Beri yandan ABD Tarım Bakanı Orville L. Freeman'ın açıklamalarından ve bundan önceki bölümlerde vermeye çalıştığımız bilgiden (Koçtürk, Osman N., Sessiz Savaş, Ararat Yayınevi, 1969'a bakınız) yalın savaş yanında bir de sessiz se­dasız sürdürülen savaşın var olduğunu anlıyoruz. Bu savaşta açlık korkusu ve yiyecek tedariki önem­li bir yer tutmakta, bu savaşı da siyasiler değil, bilim adamları yönetmektedirler. Biyolojik ve kimyasal savaşın silahlarını plan­layıp geliştirenler, tıpkı taktik silahları geliştirenler gibi sorumludurlar. Sessiz Savaş'ı yönetirken yar­dım kalkanının ardına saklanıp, bir ülkenin tarım­sal üretim gücünü törpüleyen, endüstrisini kuşa çe­viren ve halkı marjinal yaşama düzeyine sürükleye­ rek, kendi derdinden başka birşey düşünemez hale getiren hep bilim adamlarıdır. Saldırgan ülkelerin bilim adamları bunu yaparlarken, korku toplumları­nın bilim adamlarına da kendilerine düşeni yapma­ ları ve savunma çarelerini araştırıp bularak, hükü­metlere, askeri makamlara, kamuoyuna duyurma­ ları gerekiyor.


Korku Toplumu, Bilim ve Bilim Adamı

179

Yürürlükte olan Üniversiteler Kanun’un (3) ncü maddesi ile bu görev üniversitelerimize ve üniversitelerde çalışan kişilere verilmiş ve bu hizmeti rahat­ça yapabilmeleri için, bir de özerklik tanınmıştır. Yalın savaşın muhtemel saldırılarına karşı ken­dimizi hazırlarken, bir de korku toplumlarında daha çok uygulanan, sinsi savaşın araçlarını tanımamız ve bunların ülkemizdeki çalışma tarzını tespit ederek korunma tedbirlerini araştırarak halka duyurmamız gerekiyor. Bunu yapmamak veya umursamazlıktan gelmek askerden kaçmak yahut topluma ihanet et­mek demektir. Bu kutsal hizmeti ikinci plana itip de birkaç kuruş fazla para, bir buzdolabı, bir kürk ve bir otomobil sahibi olmak için yabancı teknolojiler emrine girip, onların yeni silahlar yapmalarına esas olacak temel bilim araştırmalarında görev almak, sorumluluğu daha büyük ve yanlış bir tutum oluyor. Gelin görün ki, korku toplumlarında bilim adamlarının çoğunluğu bu tutumu benimsemişlerdir. İnsanlar korkutuldukları zaman, korktukları şe­yin üstesinden gelecek güçte değillerse ekseriya böy­ le yaparlar. Kedi ile karşı karşıya kalan fare, kur­tuluşu kaçmakta bulur. Bunun yanında aydın ve in­san olmanın gerekleri vardır. Toplumumuza karşı askerlik hizmeti yapmayı nasıl bir borç olarak tanıyorsak, bilimsel hizmette bulunmayı da aynı şekilde kaçınılmaz bir hizmet olarak benimseme durumun­dayız. Bundan dolayı Türkiye 1. Bilim Kongresini açarken bir konuşma yapan ve bilim adamlarımızı yabancı teknolojiler emrinde görev almaya, asker­likten muaf tutulmalarını sağlamaya çalışan Türki­ye Bilimsel ve Teknik Araştırmalar Kurumu, Bilim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Cahit ad, yanlış ve Türk toplumunun çıkarlarına aykırı bir tutumu benimse­miştir. Aynı şekilde, Türkiye Bilimsel ve Teknik Araş­tırmalar Kurumu'nun halkın ödediği vergilerle finan­se edilen olanaklarının, örneğin bilim adamlarına da­ğıtılan ödüllerin birkaç yıldır, yabancı teknolojiler emrinde çalışan kişilere tahsis edilmesi ve bunların dış ülkelerde olanlarının yol masraflarının da aynı kaynaktan ödenmesi yanlıştır. Çünki Türk halkı bu parayı başka teknolojilerin geliştirilmesi için değil, kendi olanaklarımızın geliştirilmesi için ayırmakta ve bu kurumu yönetenlerin emrine vermektedir. Bu paralarla, tıpkı ordu için yaptığımız harcamalarda olduğu gibi kendi teknolojik gücümüzü geliştirmek ve gerçekleştirmek, ödülleri de bunu sağlayan en et­kin Türk bilim adamlarına yöneltmek gerekir. Kal­dı ki Türkiye bir geri kalmış ülke, başka açıdan ba­ kıldığı zaman, savaşla, açlıkla korkutulmuş bir kor­ku toplumudur. Bu toplumu içine düştüğü bunalım­ dan kurtarmak, yalın ve sessiz savaşta ileri teknolo­jilerin beklenen saldırılarına karşı lüzumlu bilimsel aygıtlarla aygıtlamak, politikacılardan çok, Türk bi­lim adamının sorumluluğuna giren bir savunma hiz­metidir. Kimseye saldırmaya ve kimsenin toprağına veya diğer kaynaklarına el koymaya niyetli görünme­yen Türkiye'nin, kendi savunmasını bir nispet içinde de olsa teminat altına almak için, bu biçim girişimler yapması vazgeçilmez bir zorunluluktur. Böyle olmasına rağmen, Türkiye Bilimsel ve Tek­nik Araştırmalar Kurumu Tıp, Veterinerlik, Tarım ve Ormancılık gruplarında söz sahibi yetkililer, bir süre önce Devlet İstatistik Enstitüsü’nde düzenledikleri Besin ve Beslenme Sempozyumu’nda ilk sözü, Beyrut Amerikan Üniversitesi Tıp bölümünden bir Amerikalı uzmana tanımışlar, böylece Türk toplu­munun olanağını, zaten açlıkla korkutulmuş olan halkın bu Amerikalı tarafından daha da korkutul­ması için tüketmişlerdir. Amerikalı uzman, kalori ve protein yetersizliği meselesini incelerken, bize açlı­ğımızı ve çaresizliğimizi yeniden anlatmak ve kendi toplumunun olanaklarından söz ederek bizi bir daha korkutmak için bu seminerde ortam ve zaman bul­muştur. Bilim adamlarının bu sorumsuz davranışı yalnız Türkiye'de değil bütün geri bırakılmış korku toplumlarında görülen bir davranıştır.


180 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu Sorumsuzluğu ve ilgisizliği bir alışkanlık haline getiren, geri ülke bilginleri ile teknisyenleri, Fil Dişi kule haline getirdikleri Üniversitelerde, toplumsal korkunun sınırında yaşarlar. Bunların en önemli meseleleri ele geçirdikleri olanakları korumak, zaman zaman yabancı ülkelerde tetkik gezisi yapmak, yurduna döndüğünde, bu ülkelerde gördüklerin­den pek fazla söz etmeksizin kimseyi incitmeye­ cek toparlak sözlerle, yurt gerçeklerinden kopuk bir eğitim ve öğrenimi zedelemeden yaşantılarını sürdürmekten ibarettir. Bunların yurt sorunlarına ve örne­ğin işçi meselelerine dokunanları, Türkiye'nin savaş ve açlık tehdidinden kurtarılması için görüşlerini açıklayıp, kamuoyunu etkilemeye kalkışanları, sorumsuzluğu ve ilgisizliği benimsemiş çoğunluk ve bu çoğunluğa hareket veren yabancıdan yana klik­ ler tarafından demokratik usuller, kanunlar ve oy ço­ğunluğu ile etkisiz hale getirilirler. (Neutralizasyon veya Pasifikasyon) Korku toplumu bütün ulusal ku­rumları ile ya felce uğratılır veya yabancı hizmetine sokulur. Bilim adamları bildikleriyle, kendi insanları­nın korkularını etkinleştirmenin ötesinde başka bir­şey yapmazlar veya yapamazlar. Prof. Dr. Seha L. Meray'ın Türkçeleştirdiği, Bi­lim ve Silahsızlanma başlıklı yazısında Philip Noel Baker bu olumsuz davranışı şöyle anlatıyor: (**) Devlet hizmetinde çalışmayan birçok bilim adamı, askeri araştırmalarda kullanılmış olan bütün bil­gilerin zenginleştirilmesine katkıda bulunmuşlar­dır. Parçalanma veya birleşme ilkelerine dayanan atom silahlarının gerçekleşmesini sağlayan nük­leer fizik biliminin oluşumunda pek çok fizikçi ça­lışmıştır. Bunlardan birçoğu, silahlanma yarışında yeni ve çok tehlikeli bir katkıda bulunduklarını düşünmeden, bu alanda temel bilgiler ortaya koymuşlardır. Bu açıklama, bizim Birleşik Amerika'nın füze barutu endüstrisinde çalıştığı için, Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırmalar Kurumundan yılın bilim ada­mı olarak ödül alan teknisyenlerimizin durumunu gayet iyi izah eder. Ödül alanların çoğunun fizik ve kuantum kimyası alanında çalışmış kişiler oluşları da ilginçtir. Bunlar silahlanma yarışına ve başka bir toplumun savunmasına katkıda bulunan kimseler olarak bu toplumlar tarafından ödüllenmeliydiler. Bazen bu çeşit davranışlara da tanık oluyoruz. Nitekim İngilizce öğretim yapan (Türkçe dururken) Orta Doğu Teknik Üniversitesinin mühendislik bö­lümünden, bir öğretim üyesi fakir Türk halkının dişinden tımağından artırarak kurduğu bir Üniversi­tede ondan maaş alarak yaptığı çalışmaların sonuçlarını, Amerikan Beton Enstitüsü'nün yayınladığı «A.C.I.» dergisinin 64 ncü sahifesinde yayınlamış ve «Takviyeli Beton» alanında yılın en etkin çalışması­nı yaptığı için, bu enstitü tarafından «Wason Ödülü»ve bir madalya ile ödüllenmiştir. (21 Aralık 1968 gün­lü Cumhuriyet Gazetesi) Belki de bu araştırma sonuçları ile silahlanma yarışında etkili ve Türkiye'ye karşı yapılacak bir saldırı da zararlı olabilecektir. Fakat bu davranışa girildi mi kişiler iki tarafça da ödüllenmekte, geri top­lumu bunalım ve korkularından arıtacak ve ona ki­şiliğini kazandıracak araştırmalar yaparak korku toplumunun yararına sunanlar, çok zaman dokuz köyden kovulmaktadırlar. Korku toplumlarında bu mekanizmayı işletme ajanlar ile onlara uşaklık eden, satılmış ve bilim adamı kişiliğine bürünmüş unsur­lar egemendirler. Oysa bilim adamlarının (gerçek bilim adamının) görevi silahlanma yarışının, bütün insanlar için hazırladığı kötü sonucu, yalnız kendi insanlarına değil bütün Dünya kamuoyuna duyurmak ve kasaba politikacılarını da sonuçlarını düşünemeyecekleri ma­ceralara atılmaktan vazgeçirmeye çalışmaktır.


Korku Toplumu, Bilim ve Bilim Adamı

181

Bu hizmet, bilimin haysiyetine inanan ve bilim adamı olarak geçinen her insan tarafından korkusuz­ ca yapılmalıdır. Korku toplumlarında bu hizmeti yapmak çok zaman zor, bilim adamı için sakıncalı ve hatta tehlikelidir. Bundan dolayı hizmet gereğin­ce yapılmaz ve sömürgeci toplumlarla savaşçı top­ lumlar, bu durumdan alabildiğine yararlanırlar. Fikri tespit etmek ve anlaşılmasını kolaylaştırmak için bir örnek kullanalım. Türkiye'de muhalefette olan bir Partinin orga­nı olan Ulus gazetesi 4 Ocak 1969 günlü yayınında şu haberi veriyor: (**) TMO depolarındaki, buğday stoku iki ay yetebilecek: Gürel Seydialioğlu, Toprak Mahsulleri Ofisi’nin elinde ancak iki aylık buğday stoku kaldığı, Amerika'dan ithaline karar verilen 300 bin ton buğdayın da, Amerikalı liman işçilerinin grevi nedeniyle hemen yurdumuza getirilemeyeceği ve bu yüzden buğday fiyatlarının artma ihtimalinin doğduğu öğrenilmiştir. Ayrıca hükümet hemen tedbir almazsa, önümüzdeki ay içinde hemen bütün Türkiye'de buğday sıkıntısının baş göstereceği ve yurttaşların zor duruma düşeceği ifade edilmiştir. Öğrenildiğine göre Toprak Mahsulleri Ofisi’nin elinde 250 bin ton civarında buğday stoku kalmış­tır. İlgililer Ofisin her ay 135 bin ton civarında buğday tükettiğini ifade ederek, şimdiki stokun Türkiye’yi ancak iki ay idare edebileceğini söyle­mişlerdir. Bu konuda kendileri ile görüştüğümüz ilgililer, buğday stokunun azalması ve muhtemel bir tehlikenin doğmasına Tarım Bakanı Bahri Dağdaş'ın tutarsız politikası ile konuşmalarının sebep olduğunu belirtmişler ve şunları söylemişlerdir. “Tarım Bakanı kabinedekl yerini sağlamlaştırmak için Meksika'dan ithal edilen Amerikan menşeli Sonora–64 buğdayı konusunda, bütün uyarılara rağmen ısrar etmiştir. Toprak Mahsulleri Ofisi’nin bugünki buğday sıkıntısını çok daha önceden bil­dirmesine ve buğday ithalini teklif etmesine rağ­men, Dağdaş, «Buğday ithaline lüzum olmadığı» yolunda demeç vermiş ve teklifi reddetmiştir. Tarım Bakanı bu arada gerek TRT'ye gerekse ga­zetelere verdiği demecinde, ısrarla «Sonbaharda buğday ihraç edeceğiz" demiş ve bugünkü sıkın­tının doğmasını sağlamıştır. Öte yandan, Amerika'dan gelecek olan 300 bin ton buğdayın grev bittiği takdirde Mart ayından sonra Türkiye'de olabileceği öğrenilmiştir. Bu arada ilgililerin ifade ettiklerine göre un fabrikası sahip­leri ellerinde bulunan buğday stokunu fazlalaştırmak için harekete geçmişlerdir. Bazı fabrika sahipleri buğday fiyatına zam yapabilmek için buğ­day ithalini durdurmak üzere çeşitli baskılara gi­rişmişlerdir. Bu yüzden buğday fiyatlarının artması ihtimali doğmuştur. İlgililer «Fiyat istikrarı bakımından hükümetin derhal Avrupa ülkelerinden buğday ithal etmek için harekete geçmesini zo­runlu gördüklerini» belirtmişlerdir. Bu haberde konumuz açısından öğrenilecek çok şey vardır. Çünkü Tarım Bakanı Dağdaş'a Sonora64’ün Türkiye'ye ithal ettiği takdirde, bütün bu olayla­rın ortaya çıkacağı bir yıl önce hatırlatılmış ve kendisi bilim adamları tarafından uyarılmaya çalışılmış­tı. (Varlık Yıllığı, 1968 - Türkiye'de yılın olayları - Sa­hife 288) Daha o tarihte ilim adamları şöyle diyordu:


182 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu (**) Bugünki Akşam'da Sonora-64 adlı Meksika Buğ­dayı hakkında, Prof. Dr. Kazım Aras'la, Doç. Dr. Osman N. Koçtürk'ün demeçleri var. Amerikan yardımı ile gelen bu buğdayın zararlı olduğu ga­zetelerde söz konusu ediliyordu. Bilim adamları bu uyarmayı yaptıkları zaman, onlara “Ülkeyi üç buçuk komüniste bırakmayacağız” deyip işin içinden çıkmaya çalışan Tarım Bakanı Dağdaş aslında masum bir vatandaştır. Çukurova'da ekilen Sonora Buğdayı daha başağa kalkmadan, tarlalarda davul zurna çaldırarak buğday verimini artırabileceğini zannedecek kadar aşırı davranışlar içinde olan bu politikacıyı, bugünkü so­nuçtan dolayı tek başına suçlamak biraz haksızlık olur. Bize kalırsa, Türkiye'nin bu ortama getirilmiş olmasından baş sorumlu olanlar, Ankara, Ege ve Atatürk Üniversitelerinde, kürsülerine büzülmüş etliye ve sütlüye karışmadan aylık ücretleri ile tazminatlarını alıp gününü gün etmeye çalışan ziraat fakülteleri öğretim üyeleri ile onların yardımcıları ve mesele açık seçik ortaya çıktıktan sonra Ulus Ga­zetesi’nde bir yazı dizisi ile bazı eleştirmeler yapma­ ya kalkışan, kalemşor bir ziraat mühendisidir. Sonora-64 yurda sokulduğu sırada veya sokul­madan önce bilim adamları ve bu konuda ihtisas yaptıkları için bu girişimden doğrudan doğruya sorumlu olmayan Prof. Dr. Kazım Aras ile Dr. Osman N. Koçtürk'ü yalnız bırakmamış olsalardı ve Tarım Bakanı'nın karşısına dikilselerdi, bu yanlış uygula­ maya girişilmeyecek ve Türkiye bugünki hale düşü­rülmeyecekti. Türkiye'ye karşı sürdürülen sessiz sa­vaşın bu bölümünde bilim adamları manen Tarım Bakanına nazaran daha suçludurlar ve bu suçluluk tarih tarafından tespit edilecektir. Bir aralık ortaya çıkıp, Tarım Bakanı Dağdaş'ı desteklemek için bilime aykırı açıklamada bulunan iki Ziraat Fakültesi Profesörü ise, kamuoyunu ya­nılttıkları ve yanlış uygulamayı destekledikleri için daha da sorumludurlar. Fakat şimdilik, bilim adam­larının sorumluluğu, politikacıların mübalaalı ileri çıkışları ile gölgelenmekte ve bu suretle bu insanlar hem etkisiz ve sorumsuz kişiler politik iktidarların fetvacıları olarak bol miktarda para kazanmaktadır­lar. Korku toplumları, korkularından kurtulup ileri bir düzeye sıçrayabilirlerse, bilim adamlarını da çağ­larının politikacıları gibi suçlayacak ve onları her halde sevgi ve saygıyla anmayacaklardır. Geri ülkelerde, bilim adamları arasında en teh­likeli gelişme, bunların bazılarının gerçeği de inkâr ederek, çıkarları peşinde koşarken bazı çevrelere alet olmalarıdır. Bunlar o zaman çıkar çevrelerinin, politik iktidarların, hatta yabancıların uydusu haline gelir, korku ve güvensizliğin toplum içinde daha da yayılmasına aracı olurlar. Çıkar çevreleri ve politik iktidarlar, suç işlemiş ve toplum için zararlı olmuş­ larsa, bu iktidar döneminde, iktidarın yardakçılığını yapan bilim adamları kadar, hiçbirşeye karışma­dan “söz gümüş ise sukut altındır” ilkesini benim­seyerek kenarda kalan suskun ilim adamlarını da suçlamak gerekecektir. Çünkü bilim adamı tıpkı sa­natçı gibi, çağının ve toplumunun sorunlarından sorumludur. Toplum bilim adamlarını Üniversite­leri bir fildişi kule haline getirip, açıp okumadığı kitaplar arasında, eline kalem almadan yazıp çizme­den gününü gün etmek için yetiştirmez. Onunla ço­cuklarını bunun için giydirip, doyurmaz. Önümüzde­ki süreçte, korku bölgeleri ve korku toplumları ya­ratarak, saldırgan ülkelere ve bu ülkeleri yöneten politikacılara yol gösteren bilim adamları kadar, ge­ri ülkelerde uyarma ve korkulardan arınma bakımın­dan görevini yapmayan, yardakçılığı veya suskunlu­ğu tercih etmiş bilim adamları da suçlanacaklardır. Philip Noel-Baker şöyle devam ediyor:


Korku Toplumu, Bilim ve Bilim Adamı

183

(**) Uzmanlık sıfatları, kamuoyunun etkilenişinde, onlara uzman olmayanlardan daha büyük bir ağırlık vermektedir. Bu yüzden fizikçiler -Askeri araştır­malarda çalışsınlar ya da çalışmasınlar - nükleer silah yarışının tehlikelerini anlatmak bakımından daha yetkili bir durumdadırlar. Bu işlerden anla­mayanlar onların sözleriyle daha çok etkilenecek­ lerdir. Bunun gibi hekimler biyolojik silahlar, kimyacılar da zehirli gazlarla, yangın çıkarıcı silahlar hakkında konuşabilirler. Yalın savaş ölçüsünde düşünüldüğü zaman, si­lahlanma yarışı konusunda konuşma ve halkı aydınlatma işi hekimler, biyologlar, kimyagerlere düş­mektedir. Fakat açlığın bir silah olarak kullanıldığı gizli savaş hakkında kitleleri uyarma işi de ziraatçı­lara, veterinerlere, hekimlere, biyologlara ve eğer varsa diyet ve beslenme uzmanlarına düşer. İleri ülke­ler bu kadroları kurup, açlık korkusunu Dünya'ya yaydıkları halde, korku toplumlarında bu kabil tek­nisyenlerin yetişmemesi ve yetişenlerin de kendi ülkelerine aktarılması için elden geleni yaparlar. Kor­ku bölgelerinde insanları korkuları ile baş başa bırakmak için, direnen kişileri neutralize eder veya pasifikasyona (öğretmenler buna kıyım diyorlar) ta­bi tutarlar. Bu iki işleme tabi tutulmayanlar, hiçbir işe yaramayan suskun bilim adamlarıdır. Asıl suçlu­lar da bunlardır. Bunlar yakın çıkarlarını korumanın ötesinde fazla birşey yapmaz, bildiklerini eylemleştirmezler. Fazla olarak çoğunluğu statükocu olan bu insanlar, Üniversite ve bilim kuruluşlarında ekseri­yeti sağlayarak, düzenin korunması ve çıkarlarının sürdürülmesi için gerçek bilim adamlarını tasfiye eder ve korku toplumunu derin bir bunalıma itek­lerler. Fikirlerini söylemekten çekinen ve toplumu et­kileyemeyen kalabalık bir yiyici sürüsünün bilim adamı olarak, yüksek bir standarda uyarlı şekilde doyu­rulması ve ücretlerinin karşılanması işi geri ülkenin yoksul insanı için taşınması güç bir yük haline gelir. İşte bu noktada bilim adamlarının, bilimin ticaretini yapmaya kalkıştıklarını ve eğitimi bir tüketim haline getirerek, ticari amaçlarla okullar kurduklarını, bu okullarda egemen grupların istek ve çıkarlarına uy­gun bir şekilde eğitim yaparak toplumu soysuzlaştırdıklarını görürsünüz. Bu çizgiye kadar sürüklen­miş bir topluluk, artık kendini kurtaramaz. XVIII ve XIX ncu yüzyılın bilim adamları, ileri olma ve geri kalmışlık farkı gözetmeden güçlerince korkuları yok etmeye ve baskıdan arınmış bir Dünya yaratmaya çalıştılar. Fakat XX nci yüzyılın ikinci yarısında ileri ülkenin bilim adamının davra­nışı ile geri ülke bilgininin davranışı arasında önem­li farklar vardır. Bunlardan birincisi korkunun ya­ratıcısı, ikincisi de körükleyicisi olmuş, körükleyici olmayanlar da çıkarlarını sürdürmek için susmayı tercih etmiştir. İnsanın mutluluğu ve korkular ile baskıların yokedilmesi için çalışan çok az bilgin vardır. Tüm Dünya'da parmakla sayılabilecek kadar az olan bu insanları hepimiz tanıyoruz. Sorumluluğunu duyamayanlar, yalın savaşın ve gizli savaşın sürüp gitmesinde iyi niyetle harcanan bilimsel çabaların ne denli etkili olduğunu anlaya­mazlar. Bilginlerin çoğunluğu, Dünya'yı kendi dar açılarından görmeye ve incelemeye alışık oldukları için, XX nci yüzyılın sentezci niteliğini bir türlü kavrayamıyor ve olaylar arasında karşılıklı ilişkiler ol­duğunu farkedemiyorlar. Gençliğin Üniversite kapılarını zorlayıp «Re­form» diye bağırmasının temel nedenlerinin biri de budur. Onlar öğretici durumunda olanların Dünya'yı kendileri gibi gerçekçi bir gözle görmelerini istiyorlar. Eğer Üniversitelerimiz bazı tutucu çevrelerin is­tedikleri gibi Üniversiteler değil de, ilerici öğrenci örgütlerinin özledikleri tutumu benimsemiş üniversi­teler olsalardı, Sonora–64 buğdayını yurda sokarak ülkeyi büyük zararlara sokmuş ve iki yıl üst üste avuç dolusu gübre ve ilaç parası ödedikten


184 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu sonra, açlıkla karşı karşıya bırakmış olan Tarım Bakanı Dağdaş, bugünki duruma girmeyecek ve istifaya mec­bur kalmayacaktı. Hata işlediği günlerde bile Tarım Bakanı Dağ­daş'ı heykelini dikecekleri için üç yönden çekilmiş resmini isteyerek, uyuşturup aldatan çıkarcı kasaba eşrafı, ne kadar suçlu ise, onun masasında yemek yiyip kendisine iltifat yağdıran bilim adamı da aynı derecede suçludur. Tarım Bakanı kendini değil de Türk toplumunun çıkarlarını düşünmekle görevli bir kişi olduğuna göre, eğer bu zat bilimsel yetersizliğinden dolayı belirli bir gerçeği göremiyorsa ona yar­dımcı olmak, bilenlerin ve bilim adamlarının vazge­çilmez görevleridir. Onlar bunu yapmadıkları için, geçen yıl döviz karşılığı Amerika Birleşik Devletlerinden 300 bin ton buğday ithal etmeye mecbur kalmış olan Türkiye, bu yıl 2 milyon tonluk bir buğday açığı ile karşı karşıyadır. Bunlara sebep olmuş olan politikacının bakan­lıktan istifa etmiş olması, koşulları değiştirmeyecek ve onu kendi çıkarları için bu yanlış yola itekleyen Amerikalı bilim adamları ile uzmanlar ve politika­cılar borçlandığımız dolarları bize hibe etmeyecekler veya bu yıl açığımızı parasız kapamayacaklardır. Yıl­lardır sürdürülen bilinçli ve bilimsel uygulamalarla, Türkiye'ye mahalli para karşılığı veya hibe yoluyla verilen tahıl ve besin maddeleri bugünü hazırlamak için verilmişti. Amerika'da tahıl ihraç eden bir toplu­mu, Amerika'nın eline bakan ve ona muhtaç bir top­lum haline getirebilmek için ne yapmak gerektiğini politikacılara bilim adamları öğretiyorlar. Atom si­lahlarının geliştirilmesi gibi, açlık ve aç bırakma si­lahının geliştirilmesinde de Amerikan bilim adamının eli vardır. Bilim adamlarının geliştirdiği bu si­lahın kötü etkilerinden kendi bilim adamlarımızın yardımı ile korunabileceğimiz halde, bizimkiler çok zaman susmayı ve bazen de olayı ters yönden etki­lemeyi tercih ediyorlar. Geri ülke bilim adamı, kanunlarla kendilerinden istenmiş olsa bile toplumun çıkarlarıyla ilgilenmek istememekte ve daha ziyade kişisel çıkarlarını ön planda tutmaktadır. Türkiye'de ışınlandırılmış buğdayın Türk halkı­na yedirilmesi, Sonora-64 tarımının gerekli bilimsel denemeler yapılmadan uygulamaya konması, tarım ilaçlarının kontrolsüz bir ortamda gelişigüzel kullanılması gibi gerçekte bilim adamlarını ve üniversi­teleri yakından ilgilendirmesi gereken girişimler ile uygulamalara karşı bilim çevrelerinin gösterdikleri ilgi ve tepki ile, üniversite öğretim üyelerinin tazminatlarının artırması teşebbüsünün sebep olduğu olaylar ve rektörlerle dekanların istifasına kadar varan tepki kıyaslanacak olursa, geri ülkeler bilim adamlarının kafa yapıları hakkında daha doğru hükümlere varılabilir. Bilimsel konularda karar alma işini de, kasaba politikacılarına bırakan çoğunluk, kendini toplumundan ve çağından sorumlu tutmamakta ve sorumluluk sınırlarını kişisel çıkarlarının bittiği yerde bitmiş kabul etmektedir. Bundan dolayı bu yıl 2 milyon tonluk bir buğ­day açığı ve Doğu illerinde daha yaz aylarında ken­ dini göstermeye başlayan açlıktan kimse sorumlu olmayacak, politikacılar her zaman olduğu gibi işi yağmurların vaktinde yağmamış olmasına, mevsimin elverişli gitmediğine bağlayarak Tanrı'yı suçlayacak­lardır. Meselenin temelinde yatan gerçek nedenler araş­tırıldığı zaman, önce yeteneksiz politikacıyı itham etmek lazımdır. Çünki yürürlükte olan kanunlar ve toplumun kendisine verdiği yetki, ona belirli bilimsel konularda bilim adamının bilgisinden yararlanma olanağı tanımıştır. Üniversiteler


Korku Toplumu, Bilim ve Bilim Adamı

185

Bakanlıkların kendilerine sordukları sorulara cevap vermek ve yöneti­ciyi karar alırken bilimin verilerinden faydalandırmak durumundadırlar. Fakat geri ülke yöneticisi bu kararları tek başına alacak kadar cesurdur. Çünkü sonunda sorumlu olmayacağını ve kendisine kimsenin hesap sormayacağını bilmekte, bunlardan bazıları soru sual işini Mahkeme-i Kübra'ya bırakmaktadırlar. Bilim adamları da sorumluluklarını kendile­ri duyamıyor ve Philip Noel- Baker'in özlemini duy­duğu sorumluluk çizgisine hiçbir zaman yanaşamıyor­lar. İleri ülkelerin bilim adamlarının görev ve so­rumluluğu ile geri ülkeler bilim adamlarının görev ve sorumlulukları, elbette birbirinden farklı olacaktır. İleri ülkelerde bilim adamları atom bombası, hidro­ jen bombası, biyolojik ve stratejik silahlar icat et­mekle meşgul olduklarından korkunun ve baskının yaratıcılarıdırlar. Buna karşılık geri ülkelerdeki bi­lim adamlarına daha barışçı ve korkularla baskıları kaldırıp yokedici bir tutum izlemek ve gerçekleri kendi insanlarına duyurmak düşüyor. Korku toplumlarında meseleleri halka anlatmak hayli güç bir iş­tir. Hatta bazen iktidarda olan kişiler ile çıkar grupları anlaşılması çok kolay olan bir şeyi ısrarla anlamak istemezler. Böyle bir ortamda iktidarları zorlamanın ve yola getirmenin tek çaresi, gene halka inmek ve meseleleri halka anlatmak olacaktır. Çünki demokrasilerde halk çoğunluğu oyları ile iktidarları değiştirme ve meselelere çözüm getirecek kadroları iş başına getirme olanağını elinde tutar. Bilim adamlarının halka inmesi çok olumlu sonuçlar vermesine rağmen, korku toplumlarındaki bilim adamları halktan kopuk bir ortamda yaşarlar. Çok zaman bu insanlar bilimi, tıpkı ileri toplumlar gibi hareket ederek, baskı yapmak ve korku yaratmak için bir araç gibi kullanır ve kendi toplumlarındaki koşullardan memnun olmadıkları için, bu toplumu terkederek yabancı ülkelere göçer ve onların proje­lerinde vazife alırlar. Kendi insanlarını korkuları ile başbaşa bırakıp, kendi çıkarının ve huzurunun pe­şinden giden bu bilim adamlarını hoşgörmek müm­kün değildir. Çünkü bunlar bilerek veya bilmeyerek, korku ve baskı ile barışçı çabalar arasındaki den­geyi bozmakta, savaştan yana olan grupların sayı­ca az olmalarına rağmen ağır basmalarına yardım et­mektedirler. Vaktiyle, Hindistan'da yaşayan ve yaşan­tısını halkının uyarılmasına adamış bulunan barış­çı bir Gandi, Dünya barışına büyük katkılarda bu­lunabiliyordu. Fakat bugün Hindistan, Türkiye, Pa­kistan, Afrika ve Güney Amerika gibi geri kalmış ül­ke ve bölgeleri, insanlarıyla birlikte geri bırakıp, em­peryalist toplumların savaşçı ve baskıcı bilim örgüt­leri ile fabrikalarında görev alan bilim adamları ile işçiler, aslında Dünya'nın bir korku Dünyası haline getirilmesine ve savaşçı çabaların daha da güçlen­mesine yardım etmektedirler. Bu yetmiyormuş gibi sömürgeciler geri ülkelerin eğitimine el koyarak, İlkokuldan Üniversiteye kadar her kademede öğre­tim çalışmalarına sızmak suretiyle geri ülkeleri de yozlaştırmaya, bilim ve sanat adamlarının bir kıs­mını kendi yanlarına almaya muvaffak olmuşlardır. Bundan dolayı korku yaratmak istedikleri zaman ek­seriya kendilerinin konuşmasına lüzum kalmaz. On­ların nüfuzu altında olan kişiler harekete getirilir, korkular ve baskılar kolayca yaratılır. Bu bilim adamlarının fetvaları ile gerçeği söyleyen aydınlar etkisiz hale getirilirler. Ortada yalnız korku, yalan ve iftira kalır. İstenen de budur. Bir toplum bu ha­le geldi mi, ona artık herşeyi en kötü cinsten olsa da kolayca satabilir ve korkularına dayanarak istediği­nizi empoze edebilirsiniz. Savaş korkusu geri ülkenin üretim artığı, elden çıkmış ve miadını doldurmuş savaş malzemesi için iyi pazar olmasını sağlar. Açlık korkusu da, onu tohumluk, gübre, tarım ilacı ve tarım üretim artıklarının pazarı yapar. Bu ül­kelere kurtlanmış undan tutun da, acımış yağa, kok­muş konserveye kadar herşeyi önce mahalli para karşılığı ve kendi üretim olanaklarını tahrip ettik­ten sonra da dövizle satabilirsiniz.


186 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu Ölüm ve hastalık korkusu insanların ekmek gi­bi ilaç tüketmelerine ve o ülkenin de ilaç firmaları­ nın tatlı kar pazarı olmasına ortam hazırlar. Bütün mesele bu korku ortamını yaratmakta iç veya dış etkilerle kitleyi korkutabilmektedir. Kitle bu korku­ya düştükten sonra, kitlenin ürünü olan ve halkın arasından seçilerek yönetim yerlerine gelen kişilerin de bu korkudan kendilerini sıyıramayacakları, kor­ku ve baskıyı yaratanlara uyacakları doğaldır. Korku ve baskı ile ipnotize edilen toplumları kendi çıkarınız için savaşa sokabilir, onun bağımsızlığını ve savunmasını bahane ederek, o ülkeye girip yerleşebilirsiniz. Yabancı askerlerle yabancı uzman­ların ülkesine geldiğini ve üslendiklerini gören kor­ku toplumları, bir süre sonra korkularından sıyrıla­rak rahat etmeye ve kendini emniyette hissetmeye başlar. Bu ortam geri bir toplumun soyulup soğana çevrilmesi için en elverişli ortamdır. Durum böyle­ce sürdürülmeye çalışılır. Genellikle süre ne kadar uzun olursa, emperyalistin çıkarı da o kadar büyük olacaktır. Sömürgeciler bunu iyi bildiklerinden kor­ku havasının dağılmaması için bütün gayretlerini se­ferber eder, basın, sinema ve diğer propaganda araç­ları ile bu korkuyu diri tutmaya çalışırlar. Korku toplumu korkularından sıyrılıncaya kadar kaderi değişmez. Açlık korkusu, savaş korkusu veya başka korku­lar belirli usuller ve bilinen vasıtalarla yaratılmaktadır. Chicago otellerinde bir öğle yemeğinde yapılan bir konuşma veya Dünya'nın bütün ajanslarına inti­ kal eden bir haber, korku toplumlarında beklenen etkileri kolayca uyandırır. Yeni pazarlar açılır, yeni problemler ortaya çıkar ve bütün bu problemler pa­ra ile çözümlenir. Para hareketlerinden hisselerini almak için önceden tertiplenmiş olanlar da hisseleri­ni tahsil ederler. Gerek savaş korkusu ve gerekse açlık korkusu beyinlere yerleştirildikten sonra, Milletlerarası kuruluşlar, bazen barışı korumak ve bazen de açlığı ön­lemek için korku bölgelerine hücum eder, bunalıma düşmüş milyonlara yol gösterirler. Bu Milletlerarası kuruluşlarda hegemonya kurmaya muvaffak olmuş bulunan devletler genellikle en büyük payı kendilerine ayırmaktadırlar. Sonuç ekseriya olumsuzdur. Ne savaş önlenir, ne de açlıkla savaşılır. İnsanlar korkularıyla başbaşa, kendilerinden güçlü yabancıların etkisi ve baskısı altına girerler. Bu münasebetle bölgeye giren yabancı uzmanlarla yabancı askerleri çıkarmak bir me­sele olur. Geri toplumları bütün bu saldırılardan koruya­cak ve onlara karşı direnecek grup o ülkenin diri güçleri ve bilim adamları olacak, sorunları halka duyurarak, başkasının yardımı ve müdahalesi olma­ dan kalkınmak ve korkulardan kurtulmak için yol gösterecektir. Fakat bilim adamları uzak durunca, zinde güçler de etkisiz kalırlar. Böyle bir ortamda, yabancı güçler bildiklerini rahatça okur ve o ülke­nin kaynaklarına el koyarlar. Sömürgeciliği sanat edi­nenler, başkalarının haklarına sevgi ile el konulamayacağını iyi bilmektedirler. Bundan dolayı korku sö­mürü için en elverişli araç olur. ABD Tarım Bakanı Freeman ile Philip Noel­ Baker konuşmaları ve yazıları ile bu korku ortamı­ nı yaratırlarken, bir taraftan da değerlendirilirse yararlı olabilecek açıklamalarda bulunuyorlar. Bilim adamı bu son dönemde, gerçekten suçlu bir tutum içindedir. İleri ülkelerin bilim adamları, savaş çı­ karmak ve açlığı bütün Dünya'ya yaymak için poli­tikacıların emrinde çalışırlarken, geri ülkelerin bilim adamları da, kendi insanlarından kopmuş ve çıkarı için çalışan kişiler haline gelmişlerdir. Oysa nerede doğmuş ve nerede eğitilmiş olursa olsun, bilim ada­mının görevi gerçeği aramak, iyi, doğru ve güzelden yana olmaktır. Kapitalist güçlerin egemen olduğu ülkelerde Üniversiteler ve bilim adamları, şeklen özerk görünmelerine rağmen, halk için tespiti zor bazı gizli bağ­larla sermayenin baskısı altındadırlar. Geri bırakıl­mış korku toplumlarında üniversitelerin yerli ser­mayeden sonra, yabancı sermaye çevrelerinin de et­kilerine açık oldukları çok görülür.


Korku Toplumu, Bilim ve Bilim Adamı

187

Başta ABD olmak üzere emperyalist ülkeler, kültür emperyalizmini rahatça geliştirebilmek için, geri ülkeler üniversitelerine sızmakta, burslar, semi­nerler, konferanslar ve bilim adamı değişmek sure­ tiyle yüksek öğrenim kuruluşlarını etkileri altına al­maktadırlar. Bu usul kendilerinden yana, şartlanmış yönetici ve teknisyen yetiştirmek için başarılı bir gi­rişim olmaktadır. Ünlü bir kapitalist eğitimci, geri ülkelerde ekonomik, sosyal ve politik ortamı isteni­len yönde değiştirebilmek için kendilerinden yana 200 bilim adamının hizmete sokulmasının yeterli olacağından söz ederken, gerçeği dile getirmektedir. Bu ülkelerde bilim adamına duyulan saygı ve inanç iki yüz kişi ile çoğunluğun kanılarının değiştirilmesi ve aldatılması için çok zaman yeterli olur. Kapitalizm, bu inanç içinde bilim adamlarına pa­ra kazanmanın tadını tattırmayı gerekli görmüş ve geri ülkelerin çoğunda sermayenin kurup işleteceği özel yüksek okulların kurulması yoluna girilmiştir. Böylece özerk üniversitelerde düşük ücretlerle ça­lıştırılan öğretim üyeleri sermaye çevreleri ile mad­di ilişkiler kurar. Patrona uymanın ve dediklerini yapmanın kendisine kazandırdıklarını bizzat göre­rek ve inanarak onun adamı olur. Sermaye bilim adamlarına ödediği ücreti, halk çocuklarının sırtın­dan tahsil etmeyi ve öğrenimi bir tüketim haline getirerek bundan bir de kar sağlamayı bilmektedir. Bu suretle bu ülkelerde bilim sermayenin emri altın­da ve onun egemenliğini sürdürmede kullanılan bir araç haline geliyor. Bilimin bu amaçla kullanılması yüz kızartıcı bir gelişmedir. Sermaye korkuların baskısı altında sömürmeye başladığı toplumlarda bilimin gerçek hüviyetiyle gelişmesini istemez, savaş ve açlık korkusunun sürdü­rülmesi için çoğunluğun cahil ve bilgisiz olması lazımdır. Bundan dolayı bilim adamından fazla birşey istenilmemekte, sermayenin arzularını yerine getirmenin ötesinde, çaba sarfetmesi arzu edilmemekte­dir. Sermaye bunu sağlamak için gerekiyorsa ya­bancı sermaye ve bu sermayenin temsilcisi ülkelerin fonlarından, mali ve teknik yardımlardan da yarar­lanmayı bilmektedir. Hem kendi kültürünü yaymak ve hem de korku toplumlarındaki korkulan sürdürürken bir taraftan da sömürüye elverişli bir ortam hazırlamak için bi­lim adamlarını şartlandırmanın şart olduğunu ıyi bilen kapitalist ve emperyalist ülkeler, çeşitli kom­binezonlar içinde bu girişimlere omuz verirler. Bilimi ve bilim adamını tamamen yozlaştıran bu kabil çalışmalar için, ABD’nin Rockefeller Foundation ismi altında faaliyet gösteren kuruluşunu ör­nek verebiliriz. Bu kuruluş Dünya'nın bütün korku toplumlarında eğitim düzenini etkilerken, açlık kor­kusunun ayakta tutulmasına özellikle dikkat etmek­te ve bu amaçla avuç dolusu para harcamaktadır. Rockefeller Vakfı ile birlikte Ford Vakfı ve AlD Kuruluşu geri ülkelerde müşterek hareket ederler. Bunların çabaları birleşince bilim adamları kapita­list ülkenin yaymaya çalıştığı açlık korkusunun ya­ tağı haline gelir ve bu sayede ABD’nin üretim artık­ları, bu korku toplumlarına akmaya başlar. Miadı geçmiş yavan süttozu bir Kilise kuruluşu olan CARE teşkilatı aracılığı ile geri ülkenin ilkokul çağındaki masum yavrucuklarına yedirilmeye başlanır. Çocuk­lar mutlu olmayı öğrenmeden toplumlarının aç ve Amerika'ya muhtaç bir toplum olduklarını öğrenir­ler. Bu gelecek kuşaklarda da şartlanma yaratılması ve açlık korkusunun onların kafasına yerleştirilmesi için bilhassa önemlidir. İşçiler ve fakir halk tabakaları kullanılmaz hale gelmiş olan üretim artıkları ile beslenmeye ve başkasının yardımına muhtaç kalmış bir insanın duy­duğu aciz içine iteklenmeye başlanır. Üniversitelerde gerçekleştirilen korku ortamı buradan halk tabakala­rı arasına yayılır. Yardımların sağlanması ve üretim artıkları ile gübre, tarım ilacı, tarım araçları gibi ihtiyaç maddelerinin sağlanmasında AlD ile Birleş­


188 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu miş Milletlerin iyi niyetle kurulmuş teknik organizas­yonları gibi görünen FAO - UNICEF ve benzeri kuruluşlar aracılık ederler. Türk ilkokul öğrencileri 15 yıla yaklaşık bir zamandan beri, Amerikalıların üre­tim artığı, yavan süttozu, kurtlanmış unları ve hat­ta insan yiyeceği olmaktan çok, hayvan yemi olarak tanımlanan pamuk çekirdeği küspesi, soya küspesi gibi yiyeceklerle besleniyorlar. İlk zamanlar insancıl bir yardım zannettiğimiz bu girişimlerin tabanın­da yatan kötü niyeti sezdikten sonra, yavan süttozu yardımına milletçe karşı çıktık. Öğretmen çoğunlu­ğunun, bilim adamlarının bu konuda söyleyip yazdıkları, iktidar ile şartlandırılmış bilim adamlarımı­zı etkilememiş ve Müslüman bir toplum olan Türk halkı Amerika Birleşik Devletlerinde bir Kilise teş­kilatı olarak bilinen CARE'in sağladığı bozuk süt tozlarını çocuklarımıza içirmeye devam etmiştir. Bir süre önce Ege bölgesinde yüzlerce yavrumu­zun bu süttozundan zehirlenmiş ve öğretmen kuruluşlarının (TÖS ve TÖDMF) ilgili bakanlıklara başvurarak uygulamanın durdurulmasını istemiş olma­ları, açlıkla korkutulmuş iktidar ile şartlandırılmış bilim adamlarını gerçeği inkar etmekten geri koymamıştır. Bir bilim adamı gurubunun bölgede yaptığı in­celemeden sonra, zehirlenmelerin süttozunun bozuk oluşundan değil de, çilekeş Türk öğretmeninin süt­tozundan süt hazırlarken yaptığı hatalardan dolayı ortaya çıktığı şeklinde bir dedikodu yayılmış ve da­ha sonra da yeniden uygulamaya geçilmişti. Bu arada bozuk süt tozları el altından imha edil­miş veya gizlice toplatılmıştır. Gazetelerde bunların insan yiyeceği olarak kullanılmalarının sakıncalı ol­duğunu gösteren haberler çıkmaktadır. Adana'dan verilen bir haberde: (**) Adana Milli Eğitim Müdürlüğü Beslenme Servisi Deposunda bulunan geçmiş yıllara ait Amerikan menşeli 27 ton un ve süt tozunun “İnsan ve Hay­van gıdasına elverişli olmadığından gübre olarak kullanılacağı” açıklanmıştır. İlgililer 27 ton un ile süt tozunun Hacı Ali Devlet Üretme Çiftliği ile Çukurova Harası'nda gübre olarak değerlendirileceğini ve dağıtımına başlandığını söylemişlerdir. (Cumhuriyet Gazetesi, 1 Ağustos 1969) Bu olay Türkiye'ye gönderilen süt tozlarının ka­litesi hakkında bir fikir verebilmektedir. Masum Türk yavrularını zehirleyen bunlardan farksız süt ­tozları için bir devrede bazı bilim adamları bunların yenebileceğine dair rapor düzenlerken gözlerini bile kırpmadılar. Bunlardan bazıları geri ülkelerde çok rastlanan şartlandırılmış ve gerçeği söyleme niteli­ğini yitirmiş bilim adamlarıydı. Korku toplumların­ da bu nitelikte bilim adamları bulundurabilmek için üniversitelerin ve tüm bilim kuruluşlarının şartlandırılması zorunlu hale geliyor. Kapıyı kapatınca bacadan girerek bildiğini ger­çekleştirmeye çalışan emperyalist geri ülkenin yöneticileri ile bilim adamları arasından yeni müttefikler bularak, korku toplumuna artıklarını ve bozuk yi­yecekleri sokarak masum insanlara yedirmeyi başa­rıyor. Öğrencilerin zehirlenmesi, halkın ve öğrenci kuruluşlarının direnmesi ve haysiyetli bilim adam­larının açıklamalarına rağmen ülkenin bir yanında Amerikan süttozu ile unları gübre olarak değerlen­dirilirken, gazetelerde yeni havadisler okuyoruz. (**) Birleşmiş Milletler Dünya Gıda Yardımı Teşki­latı (FAO) hükümetimizin isteği üzerine Türkiye'­deki orta dereceli mesleki ve teknik okullar ile yetişme yurtlarına 8 milyon 959 bin dolar tutarında gıda yardımında bulunacaktır. Hükümetimiz­le FAO yetkilileri arasında imzalanan bu konudaki resmi anlaşma Resmi Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. Üç yıl içinde Türkiye'ye gönde­rilecek olan 37.363 ton buğday, 2336 ton bulgur, 2034 ton yağsız süttozu, 2336 ton peynir, 1869 ton yağ, 1869 ton konserve et ve


Korku Toplumu, Bilim ve Bilim Adamı

189

93.5 ton çaydan bir kısmı 31 Aralık 1970 tarihinde İstanbul, İzmir, Samsun, Trabzon ve İskenderun limanlarında FAO teşkilatınca Türk hükümetine teslim edilecektir. Yardımlardan yararlanacak okullar anlaşmaya göre şunlardır. — Yatılı Bölge Okulları, yetiştirme yurtları, Körler ve Sağırlar Okulları, — Öğretmen okulları, — Orta dereceli okullar, — Erkek Teknik Öğretmen Okulları, — Kız Teknik Öğretmen Okulları, — Din okulları, — Ticaret ve Turizm Okulları. (Milliyet Gazetesi, 7 Ağustos 1969) Bu yardımlar Türkiye'ye gelince, bunların Ame­rikan artıkları olduğu görülecektir. Vaktiyle Birleş­ miş Milletler Çocuklara Yardım Fonu Teşkilatı (UNICEF)'i bir kalkan gibi kullanarak ve onun ar­dına bir kilise teşkilatı olan CARE teşkilatını gizleyerek ilkokul çocuklarına vadesi geçmiş bozuk ya­van süt tozlarını yıllarca yediren ABD'i bu defa da Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Teşkilatı (FAO) nı siper ederek kimsesiz çocukların devam ettiği ye­tiştirme yurtlarına, kör ve sağır okullarına, öğret­ men okullarına, teknik okullara ve hatta din okul­larına sokulmakta ve onlarda da bir aşağılık duygu­ su ve açlık korkusu yaratmak için olanaklarını kul­lanmaktadır. Bu çocuklar daha Türk olduklarını ve ülkelerinde yiyecekleri tüm besin maddelerinin yetiş­tirilebileceğini öğrenmeden, Amerikanın Türkiye'ye besin yardımı yaptığını öğrenecek ve böylece genç yaşta şartlanacaklardır. Kaldı ki besin yardımları arasında sözü edilen çay, ülkemizde bol bol yetişti­rilmekte ve ne iç ve ne de dış piyasada değerlendirilemediğinden yakılmakta ya da denize atılmaktadır. Tıpkı çay gibi diğer besin maddelerine de aslında muhtaç değiliz. İktidar bu anlaşmayı imzalarken ba­zı bilim adamlarına danışmış ve şüphesiz bu yiyecek­lere muhtaç olup olmadığımız hakkında onların gö­rüşlerini almıştır. Eğer böyle bir işlem yapılmış ve bir bilim adamı Türk okullarında okuyan öğrencilerin yabancı ülkeden yardım olarak verilecek çaya muhtaç olduğunu kabullenmiş ise, bu bilim adamı ya bu alanda hiç birşey bilmemekte veya şartlandırılmış olduğu için Amerika Birleşik Devletlerinin FAO'­yu araya koyarak empoze ettiği üretim artıklarını reddedemeyecek şekilde şartlandırılmış bulunmakta­dır. Bilim ve bilimsel görüş bu yardımların tümü­nün reddini ve Türk çocuklarının Türkiye'de üreti­ len besin maddeleri ile beslenmelerini gerektirir. Türkiye'de bu üretim kapasitesi ve olanağı mevcut­ tur. Türk çocukları başkalarının artık ve bozuk yi­yecekleri ile beslenmemeli ve öğretmen namzetleri ilkokulda ve öğretmen okullarında, açlık korkusu­nun yaratacağı aşağılık duygusuna tutsak edilme­ melidir. Fakat korku toplumlarında, kendini korkuya kaptıranlar karşı tarafın bütün dileklerini yerine ge­tirmeyi bir görev sayar, bunun aksini düşünemezler. Bu ülke Müslüman bir ülke olsa da bir Kilise Teş­kilatının (CARE) artıklarla kendisine yardım ve ger­çekte hakaret etmesine boyun eğer. Bütün bu girişimlere karşı köyde kentte kolay­ca imali mümkün ve Orta Asya'ya kadar uzanan bir geçmişi olduğu için bir süre önce çocuklarımıza ye­dirilmesini teklif ettiğimiz ve üzerinde yaptığımız bilimsel araştırmaları Afrika'dan Avrupa'ya kadar birçok bilimsel dergilerde yayınladığımız Tarhana, bilim çevrelerimizle iktidar çevrelerinde alerji ya­ratmış ve o tarihte çalışmakta olduğumuz Milli Eği­tim


190 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu Bakanlığından usulüne göre uzaklaştırılmamıza sebep olmuştur. Şimdi benim çalıştığım mevkide Orta dereceli okullarımıza da artık maddelerle gıda yardımı yapılmasına evet diyen bilim adamlarının çalıştırıldığını üzülerek görüyorum. İki milyon yavrumuzun bir Kilise Teşkilatının sağladığı yavan süttozu ve diğer bozuk yiyecekler ile beslenmesini yöneten, Milli Eğitim Bakanlığına bağlı beslenme eğitimi şubesinin başında bu işin bi­limsel yönüyle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir aritmetik öğretmeni bulunmakta ve bu zat görev yerinde uzun yıllardır tutulmaktadır. Başka ülkelerde bilim adamlarının ve profesör­lerin yaptığı bu görevin, Türkiye'de bu işten anlamayan bir insanın sorumluluğuna terkedilmiş olması­nın nedenini anlamak kolaydır. Çünki geri ülkelerde bilim değil, korku ve baskı konuşur. İktidarın her istediğine evet diyen bilim adamları ile yöneticilerin böyle yerlerde olması, açlık korkusunun yaygınlaş­tırılmasına yardım etmekte ve ilkokul çocukları ze­hirlenip, süttozu ve un gübre olarak kullanılırken, bir taraftan Türkiye'ye 80 milyon TL. tutarında ar­tık yiyecek sürülebilmektedir. ABD'i Birleşmiş Milletlere bağlı Milletlerarası Çalışma Organizasyonu'nu (ILO) kullanarak öğren­cilerden sonra, işçilerimize de bozuk gıda madde­leri ile yardımda bulunmuştur. Bu yiyeceklerden Zonguldak ve Ereğli'de zehirlenmeler olmuş, Kara­bük'deki işçiler sağlanan yiyecekleri yememekte di­renmişlerdir. Fakat bilim adamlarımızla yöneticile­rin kös dinledikleri ortamda, işçilerimizden sonra çiftçilerimize de artık yiyecek maddeleri verildiğini gördük. Seçim günlerinde veya seçimlerin yaklaştığı günlerde bu yiyecekler, açlıktan yılmış seçmenlere, tutulan partilerin adamları tarafından dağıtılmakta ve bu suretle kapitalist düzenden yana politik kadro­lara oy sağlanırken bir taraftan da halk kitleleri aç­lık korkusu ile şartlandırılmaktadır. Emperyalist ülkeler artıklarını yedirdikleri kor­ku toplumlarından, bu yardımlara karşılık büyük çıkarlar sağlarlar. Esasen bu çıkarları olmasa bu yardımları da yapmazlar. Nitekim Nijerya ile savaş halinde olan Biefra'da her gün 1000 çocuk açlıktan ölmekte ve bunlara ağaç kabukları, çekirgelerin kaynatılması ile elde edilen çorbalar verilmektedir. (Mil­liyet gazetesi, 1 Ağustos 1969) Bu yüz kızartıcı olay karşısında hamiyetli emperyalist toplumların sus­malarına şaşmamak lazımdır. Çünki onların çıkarla­rı bu çocukların ölmesindedir. Türkiye'yi açlık ve savaş korkusu içine sokarak şartlandırılmış kuşaklar yetiştirmek yerli sermaye ile onunla ortaklık halinde çalışan yabancı sermayenin çıkarlarına uygun düşmektedir.

.

Bir lokma ekmek için kişiliğini satan ve aç kala­cağım korkusu ile kanun çıkararak analarının ve kız kardeşlerinin helezonlanıp kısırlaştırılmasına, evet diyen bir toplum yaratarak ülkemizin zengin kaynaklarını bölüşmek emperyalist kadar toplumsal bi­linç ve milli duygudan yoksul sermayedarların amaç­larına uygun düşüyor. Bütün bu gelişmelere susarak cevap ve kendi çıkarının ötesinde birşey düşünemeyen bilim adamla­rı, bu sonuçtan en az siyasi iktidarın sivri kişileri ka­dar sorumludurlar. Bilim, şahsiyetsiz bilim adamı­nın kişiliğinde, sermayenin uşağı ve emperyalizmin maşası haline gelmiştir. Korkular içinde gerçekleri göremez hale getirilmiş olan geri ülke insanı, bunu bugün göremediğinden bilim kuruluşlarına ve üniversitelere milyonlarca lira harcanmasını olağan kar­şılıyor. Fakat gittikçe bilinçlenen işçiler, öğretmenler ve öğrenciler artık meselelerin farkına varmaktadır­lar. Son günlerde Türkiye'de üniversitelerin boykot ve hatta işgal edilmiş olmasının tabanında bu bilinç­lenme


191 yatmaktadır. Sermayeden yana iktidarların dolaylı yollardan giderek bilim kuruluşlarının başı­na getirdiği kişiler, gençliğin karşısında gördüğü se­vilmeyen kişiler haline geldiler. Kapitalist Amerika'­ nın Doğu bölgelerinde yaşayan genç kuşakları şart­landırmak için Erzurum'da, Türk toplumunun saygı duyduğu Atatürk'ün isminin arkasına gizlenerek, Nebraska Üniversitesine kurdurduğu Erzurum Ata­ türk Üniversitesi'nin öğrencilerinden sonra öğretim üyelerinde bir bilinçlenme ve bir tepki başlamıştır. Millete milyonlarca liraya malolan bu Üniver­sitedeki suskun ortam, yüksek ücretlerle tatmin edil­ miş öğretim üyelerini sert konuşmaya mecbur et­mektedir. Atatürk Üniversitesinde görevli 68 öğretim üyesi yayınladıkları bir bildiride şöyle diyorlar: (**) Atatürk Üniversitesi 65 öğretim üyesi ve yardımcısı bir bildiri yayınlayarak Üniversitedeki düzen­sizlik ve huzursuzlukları kamuoyuna açıklayarak Milli Eğitim Bakanı ve Rektörü, sorumluluğa da­vet etmişlerdir. Aralarında 5 doçent ile 14 doktorun da bulunduğu 65 imzalı bildiride 20 aydan beri Üniversite rektörlüğü deruhte etmekte olan ..... ..........'in bu müddetin 15 ayını Erzurum dışında geçirmiş olması ve tenkitlere rağmen bu tutumuna devam etmesini Üniversite için tam bir bahtsızlık saymaktayız. Yığınla problem çözüm beklerken, rektörün 150 bin lirayı aşan yolluklarla seyahatlar yapması ve görevine ilgisiz kalışı ibret verici bir olaydır.» denmektedir. (Cumhuriyet Gazetesi 27 Temmuz 1969) Bildiriyi yayınlayanlar Türkiye'deki görevlerini ihmal edip Avrupa ve Amerika'da ardı ardına gezilere çıkan ve yol masraflarını Türk toplumunun sır­tına yükleyen bilim adamlarının sayılarının hayli yüksek olduğunu da bilmektedirler. Bunlar maaşla­rını ve ünvanlarını Türk toplumundan ve Türk makamlarından almakta, fakat hizmetlerini başka ülke­lere mal etmektedirler. Bunlar arasında Türkiye'de karılarından başka kimse tarafından tanınmadığı ve­ya bilinmediği halde, yabancı ülkelerde «Who Is Who» kitaplarına geçecek kadar şöhret yapmış ve bununla iftihar ettiği için üniversiteye sunduğu ça­ lışma raporunda, bu olayı bir iftihar vesilesiymiş gi­bi kayda geçirmiş olanlar bile vardır. Türkiye'nin so­runlarına ve insanlarına lüks otomobilin camı arka­sından bakmayı adet edinen bu adamlar içinde bir yılda sekiz defa dış ülkelerde seyahate çıkmış olan­ları tanıyoruz. Korku toplumunda sırtını yabancılara dayayarak gönlünce hareket etme olanağına kavuşan bu insanlar, zinde güçler ve memleketçi aydınlar ta­rafından dikkatle izlenmektedirler. Bozuk düzen içinde yapılan her şeyin zamanla unutulacağını ve hesabının mahkemesi kübraya ka­ dar sorulmayacağını zanneden bu gafil kişiler zamanı gelince yanıldıklarını anlayacak, fakat gecikmiş olacaklardır. Sırtından geçindiği toplumun nimetle­rinden insafsızca yararlanıp ona borçlu olduğu hiz­ meti vermeyenler, bir de bu hizmeti Türkiye'den ka­çırıp yabancılara mal edenler, bilim adamı olmanın sağladığı nüfuzu Türk toplumunun çıkarlarına karşıt amaçlarla yabancı toplumun ülkemizdeki çıkarları için kullananlar izlenmekte ve bilinmektedirler. Korku toplumu bugün sindirmiş ve zinde güç­leri susturmuş ise bunun geçici olduğu bilinmelidir. Çünkü korku sürekli olamaz.


192 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu


193

XII SİNDİRİLMİŞ TOPLUM


194 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu


195

SİNDİRİLMİŞ TOPLUM Beslenme, barınma, ısınma, aydınlanma, eğitim, sağlık koruma, dinlenme ve eğlenme gibi temel ihtiyaçları gereğince karşılanan, korkularından arınmış ve yarınından emin insan mutludur. Bu insanın göz­leri pırıl pırıl parlar, üretmek ve sahibi olduklarını savunmak için en elverişli durumdadır. Bunun tam aksine, temel ihtiyaçları gereğince karşılanmamış, yarınından emin olmayan, savaş ve açlık korkusu ile sindirilmiş insanlar ise, mutsuz­durlar. Bakışları donuk ve canlarından bezmiş bir durumda olur, üretmek istemezler, çok zaman sahi­bi oldukları şeyi savunmayı da göze alamazlar. Çevreleri ile ilgisizdirler. Çıkarcı bir tutumu benimser ve eğer aç iseler karınlarını doyurmak, çıplak iseler giyinmek için başkalarından yardım beklerler. Bu yardımlar karşılığı neleri varsa yardım gördükleri kişiye vermeye ve hatta ona uşaklık etmeye hazırdırlar. İnsanın bu değişmez davranışını uzun denemeler so­nu tespit etmiş olan sermaye çevreleri sömürdükleri ve çalıştırdıkları insan topluluklarının daima bu durumda bulunmasını arzu etmiş ve düzeni buna göre kurmuşlardır. Çağlar boyu işçilere ve hizmetlilere ürettikleri değerden çok daha düşük ücret verilişinin temel nedeni budur. Üretim araçlarını elinde bulundurduğu için ürettiği ihtiyaç maddeleri için pazar hazırlaması ve alıcı gruplar yaratması gerektiği halde, kapita­list, tüketicilerin daima sıkıntı ve ihtiyaç içinde kalmalarını tercih etmiş, bu suretle onları cansız ve sindirilmiş gruplar halinde bulundurmuştur. İşçi, toplum içindeki sayısı bakımından işverenden her­ zaman daha kalabalık olduğu için demokratik toplumlarda yönetimi ele geçirme şansına sahiptir. Ça­lışanlar ihtiyaç içinde bırakılacak ve bu ihtiyaçları kısıtlı bir şekilde karşılanacak olursa, çıkarları üze­rinden onu kontrol altına alabilir ve sermaye­nin egemenliğini böylece sürdürebilirsiniz. İşçinin geleceği tam manasıyla garanti altına alınır ve ihti­ yaçları da gereğince karşılanacak olursa, çok zaman işverenlerden çok daha akıllı olan işçiler, toplumu


196 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu emekten yana bir düzen içine sokabilir, çalışmadan kazanmaya ve rahat yaşamaya alışkın olanları güç duruma sokabilirler. Bu görüş toplum içi düzende olduğu gibi, toplumlar arası düzene de hakim ol­ muştur. Bundan dolayı emperyalist ülkeler, sömür­dükleri toplumların ihtiyaçlarının tam olarak karşı­ lanmasını ve korkularından arınmasını istemezler. Sömürünün devamı ve emperyalist ülke yöneticisiyle sermaye sahiplerinin rahat uyuyabilmeleri için istis­mar edilen toplumun omuzlarının düşük, bakışları­ nın donuk ve korkularının etkin olması çok lüzumlu­dur. Alkol, afyon, LSD ve LSD'den on defa daha uyuş­turucu maddeler kullanarak toplumlarda uyuşukluk, korku ve dışarı dönük bir davranış yaratabilirsiniz. Bu usul eskiden olduğu gibi, bugün de kullanılmakta­dır. Vaktiyle bize yaptıkları gibi, savaştan savaşa sü­rükleyerek ve her aileden birkaç şehit verdirmek su­retiyle savaş korkusunu etkin hale getirmek müm­kündür. Tarımsal çalışmaları kundaklayarak açlık kor­kusu yaratılabilir. Fakat bütün bunlardan daha etkin olanı, bir toplumu hımbıllaştırmak, düşünemez ve harekete geçemez duruma sokmak için en çok kullanılanı, o toplumu bilfiil aç bırakmaktır. Aç insan za­ten korkar, ürkek ve güçsüz olur. Üretemez ve yur­dunu savunamaz. Düşündüğü ve düşünebileceği tek şey karnını doyurmaktır. Sir Stanley Davidson ve arkadaşları tarafından 1961 yılında Londra'da yayınlanan «Human Nutriti­ on and Dietetics» isimli kitapta ileri derecede açlı­ğa maruz kalmış insanın psikolojik durumu şöyle anlatılıyor: (**) İnsanın zekâsı açlık halinde berrak kalmakla be­raber, kişilik büyük bir sarsıntıya uğrar. Kişi düşüncelerini açlık istisna edilecek olursa, bir mesele üzerinde teksif edemez olur. Kafasına hâkim olan ve onun için tek mesele halini alan şey açlığı ve karın doyurma arzusudur. Akli huzursuzluk, bir süre sonra, fizik güçsüzlüğe dönüşür. Aç insan bencil bir tutum içine girer ve başkalarının ızdırabı ile ilgilenmez. Hatta en yakın dostlarının ve ak­rabalarının sorunları bile onu alakalandırmamaya başlar. Başta gürültü olmak üzere, çevreden gelen irritasyonlara karşı çok hassastır. Kavgacıdır. Ko­lay kızar. Bu belirtiler aç insanın doyurulmaya başladığı ilk safhada seyrekleşecek yerde sıkla­şır. Kendisine yardım edenlere minnet hissi duya­cak yerde hırçın hareket eder. İnançları iyice bozulur. Örneğin bir anne yavrusunun ekmeğini çal­maya bile teşebbüs edebilir. Aç insanlarda malerya, tifus, verem ve benzeri hastalıklar görülür. Çok ileri açlık halinde görülen bu temel belirti­ler, deneysel olarak aç bırakılmış insanlarda da de­ rece derece tespit edilmiştir. Çeşitli araştırıcılar pek az farkla aç bırakılan insanların davranışlarına ana­hatları itibariyle birbirine benzeyen tablolar halinde veriyorlar. R. R. Williams, Fed. Proc. 20,1961, Suppl. 7: 323 isimli kaynakta, vitamin yetersizliklerinin yaygın ol­duğu Asya'daki durumu şöyle anlatıyor: (**) Asya'nın yaşama savaşı içinde olan ve zahiren sağlıklı görünen milyonlarca insanı arasında beslen­me yetersizlikleri canlılığı (vitaliteyi) yok eden en önemli etken halindedir. Açlığın psikolojik etkilerini inceleyen ve bunun üretim gücü ile ilişkilerini ortaya koyan Amerikalı araştırıcı Keys, bize daha ayrıntılı bilgiler vermek­tedir. Dikkat edilecek olursa, Keys'in açıklamaları


Sindirilmiş Toplum

197

ile Davidson'un açıklamaları arasında büyük bir benzerlik müşahede edilecektir. Modern psikolojik metotların uygulamaya konulması ile tespit edilen açlık arazi, aç bırakılarak sindirilmek istenen toplumlar üzerindeki tahribatı anlama bakımından bize gerçekten yararlı olabilir. (**) Aç bırakılan insanda ilk olarak ruhi depresyonlar görülür. Apati ve tembellik aşikârdır. Aç insan ko­nuşmayı arzu etmez ve suskun kalır. Başkalarına karşı biraz hoyrattır. Kolay kızar ve çevresine iti­mat etmez. İnsiyatifini yitirir. Akli kapasite azalır. Entellektüel güç baki kalmakla beraber, uygulama aksamıştır. Bir meseleyi uzun süre düşünemez ve kendini sorunlar üzerinde teksif edemez. Çevre ile ilişki azalmış ve daralmıştır. Kısacası aptal ve ilgisiz bir insan haline gelir. Aç kalan sosyal gruplarda sosyal bağlar gevşer, komşulara karşı duyulan sevgi ve saygı azalır. Kanun dışı hareket­ler ve hırsızlık vakaları artar. Açlık sürekli oldu­ğu zaman huzursuzluklar daha da artar ve daha aşikâr bir hal alır. Keys'den özetleyerek yaptığımız bu çeviri David­son'un açıklamalarına çok benzemektedir. Keys daha da ileri giderek kötü beslenme yarı açlık (semis­tarvation) halinde bir toplumda sosyal davranışın, uzun süre çalışma yeteneğinin ve iş veriminin ne şe­kilde değiştiğini bilimsel olarak tesbit etmiştir. Yarı Açlık Halinde Toplumun Sosyal Davranışı, Uzun Süre Çalışma Kapasitesi ve İş Verimi Durumu Ağırlık Kaybı % 5

Sosyal Davranış Bozulma Derecesi Hafif

Uzun Süre Çalışma Yeteneği % ?

İş Verimi % — 10

10

Ciddi

— 10

— 20

15

Çok ciddi

— 30

— 50

20

Çok kötü

— 50

— 80

30

Ciddi

— 80

— 90

40

Hafif

— 95

— 95

50

Yok

Yok

Yok

Koçtürk, Osman N., İşçinin Beslenmesi ve Milli Prodüktivite, Türk. İş Yayınları, 1966 Ankara

Bu bulgular üzerine çok şey söylenebilir. Bu tabloyu iyi değerlendirirsek, kahraman ve savaşçı bir toplum olan Türk toplumunun nasıl uysallaştırıldığını, sindirilip kabuğuna çekilmeye mecbur edildiğini, kaynaklarına el konmasına ve birbirine düşürülmesine nasıl müsaade ettiği daha iyi anlaşılabilecektir. Bu anlaşıldıktan sonra geri ülkelerde gerçekleş­tirilmeye çalışılan sindirme ve canlılığı yok etme gi­ rişimlerini bir genelleme yoluyla daha iyi anlayabili­riz. Bilindiği gibi insan yeterli bir şekilde beslenme­ yecek olursa, yetersizliğin derecesine uyarlı bir şekil­de zayıflar. Yeterli olarak beslenemeyen toplumlar­ da ve bu toplumların açlığa maruz olan grupları arasında zayıflama olayları umumidir. Türkiye'de iş adamları, yüksek dereceli memurlar ile işçiler ve köy­lü vatandaşların ortalama ağırlıkları üzerinde bir araştırma yapılsa bu fark açık olarak görülecektir. Hatta bir araştırma yapmaya lüzum kalmadan orta­ lama gelirleri yüksek olan şahısların ve ailelerin ge­nellikle iyi semirmiş şahıslar olduklarını, buna kar­ şılık işçiler ve köyde yaşayanların aynı durumda bu­lunmadıklarını söyleyebiliriz. Ezilen ve aç karnına çalışıp üreten gruplar, üretimden kendilerine dü­şen payı alamadıkları için ekseriya normal ağırlık­ larından % 5 – 20 (duruma göre) daha düşük sıklet­tedirler. Bu durumda olan insanlarda tabloda verilen sayılara uygun olarak sosyal davranış ciddi veya çok ciddi şekilde bozuk olduktan başka uzun süre çalış­ma yetenekleri % 30'a kadar düşmüş ve iş verimi % 50 azalmış bulunacaktır.


198 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu Ağır endüstrisini kuramadığı için üretimde % 65–80 oranına göre insan gücü kullanan bir toplumda, çalışanların bu durumda olması sosyal ortamı men­fi yönde etkileyecektir. Yüksek öğrenim çağındaki çocuklarına 250 – 350 TL arasında burs vererek, işçi­lerine 12 TL ücret ödeyerek düzeni korumaya ve bazı sınıfların üstün çıkarlarını sürdürmelerine el­verişli bir ortam yaratmaya çalışanlar, işçilerle öğ­rencilerin sinirli davranışlar içinde olmalarına şaş­mamalıdırlar. Türkiye'de milli üretkenliğin düşük, ekonomik durumun bozuk oluşu da geniş çapta bu nedene bağlıdır. Böyle olmasına rağmen siyasilerimiz bu gerçeği bilmediklerinden kanunlar çıkararak ve polis tedbirleri almak suretiyle, sosyal tepkiyi hafifletebileceklerini ve insanları en üstün verim oranına göre çalıştırarak % 7 hızla kalkınacaklarını zannet­mektedirler. Oysa benzinsiz bir motorla üretim yap­mak nasıl mümkün değilse, aç işçilerin omuzlarına binerek kalkınma da öylece mümkün değildir. Yarı açlık halindeki insanlar, genellikle suskun olur ve az konuşurlar. Düşündüklerini açıklamaz ve ekmekleri ile oynayabilecek durumda olan şahısla­ra karşı şeklen itaatlı hareket ederler. Ahlak dışı hareketlere başvurarak çalışmaz ve işten kaçarlar. Bu durumda iki yönlü bir aldatmaca ilişkisi kuru­lur. İşçi işvereni, işveren işçiyi kazıklamaya çalışır. Sosyal uyumsuzluk kolay irrite edilebilen bu insan gruplarını müşterek hareketlere itekler, grevlerin, boykotların, işgallerin ve lokavtların ardı arkası alınamaz. Açlar toplum psikolojisinin etkisi altına girip, ortak hareketlere giriştiler mi duruma hakim olmak güçleşebilir. . Açlıkla, sarhoşluk arasında bir kıyaslama ya­pılacak olursa şunlar söylenebilir. (**) Sarhoşlar, sarhoşluğun ilk devresinde aşırı davra­nışlarda bulunurlar, normale nazaran daha aktif ve daha girişkendirler. Sona doğru ise uyuşur ve sızarlar. Açlık halinde, insan önce suskun, sakin ve sabırlıdır. Fakat sonraları aşırı hareketleri gö­ze alabilecek bir tutum içine girer. Bundan dolayı bir toplumu uzun süre açlık ha­linde bırakmak bazen tehlikeli olabiliyor. Bugün Pakistan, Hindistan gibi uzun süre aç bırakılmış ül­kelerde gördüğümüz ciddi tepkiler, temelde açıkla­ nan biyolojik nedenlere dayanmaktadır. Böyle olma­sına rağmen, emperyalistler geri ülkeleri yarı açlık halinde bulundurarak toplumu sindirmeyi ve can­lılığını yokederek insanları yaşayan ölüler haline getirmeyi uzun süredir kullanıyorlar. Açlığın sonu­na doğru ortaya çıkması mukadder olan toplumsal tepkiyi, baskı ve polis tedbirleri ile yatıştırabilecek­lerini zannedenler, Dünya'nın hemen her yerinde ay­nı süre içinde başlayan bu tepkiyi zayıflatmak için çaba sarf ediyor, fakat muvaffak olamıyorlar. Bun­ dan dolayı bir takım yan tedbirlere başvurmak ge­rekmiştir. Alkol iptilasının yaygınlaştırılması, uyuşturucu maddeler nihayet bilinen güçlerle toplumlar üzerine baskı yapma eğilimi, dini inançların istismarı bu ted­birlerin belli başlılarıdır. Toplumları sindirmek ve canlılıklarını yokede­rek yozlaştırmak için, henüz hiç tanımadığımız bazı yeni usuller de kullanılıyor.

.

Açlık, yarı açlık ve kötü beslenme deyimleri ile bunların sebep olduğu davranış değişiklikleri iyi bilinecek olursa, girişilen yeni oyunlara akıl erdirmek de kolaylaşacaktır. Vitaminleri de kapsayan bir grup vital maddenin yiyeceklerimizde yeter miktarda bulunmaları, alınan yiyeceğin miktar bakımından yeterli olması kadar önemlidir. Genellikle geri ülke insanı doğanın kucağında yaşadığı için, yakın zamana kadar, kâfi yiyecek bulamasa bile tabii gıdalarla beslendiği için vitamin ve vital madde ihtiyacını gerektiği şekilde


Sindirilmiş Toplum

199

karşılayabi­liyordu. Bugün bu da tehlikeye girmiş, geri ülkelerde yaşayanlar, başka toplumların üretim artıkları ile beslenmeye mecbur kaldıklarından, yalnız miktar ba­kımından değil, kalite bakımından da yetersiz besin­lerle yetinmeye mecbur kalmışlardır. Bunların en iyi örneğini artık Türk halkının da çok kullanmaya baş­ladığı margarinler teşkil ediyor. Tabiatta margarin cinsinden yağ yoktur. Kimyasal yapısı, doğada bu­lunan yağlardan çok farklı olan bu yağ bazı ülkelerin üretim artıklarına pazar bulmak ve geri ülkelerde kurulmuş olan tüketim endüstrisinin çıkarlarını sür­dürmek için, geri ülkenin masum insanlarına, gerçeğe uymayan reklamlarla bol bol yediriliyor. Tereyağı, zeytinyağı gibi tabii yağlarla hiçbir zaman kıyaslan­ması mümkün olmayan bu çeşit besin maddeleri, ge­ri toplumun canlılığının yokedilmesi ve bazı hasta­lıkların yaygın bir hal alması için bir araç gibi kulla­nılmaktadır. Köylümüzün eskiden bol bol içtiği bir bardak ayranla, boya, şeker ve bazı sentetik madde­lerden ibaret olan bir yabancı gazozu elbette mukaye­se edemeyiz. Fakat bugün yol üstündeki köylerimizde artık içecek bir bardak ayran bulamıyoruz. Buna karşılık en kenar köylerimizde bile çeşit çeşit yaban­cı gazoz bulmak kabildir. Amerika'nın bir kilise teşkilatı olan CARE kuru­luşunun ilkokul çağındaki çocuklarımıza verdiği yavan süttozu ile tarhana besleyici diğer bakımından karşılaştırılamaz. Fakat biz çocuklarımızı beslemek için yüzyıllardır kullandığımız tarhana yerine, yavan süttozu kullanmayı daha uyarlı buluyoruz. Zonguldak'daki işçilerimiz Dünya Sağlık Teşki­latı aracılığı ile işverene intikal ettirilen bayat et konservelerinden iki defa zehirlendiler. İşçilerimize ta­ze et yerine yıllarca önce konserve edilmiş ve ne oldu­ğunu iyi bilmediğimiz vital maddelerden yoksun kon­serveler vermeyi daha uygun buluyoruz. Bir aralık ekmeğimiz de büyük bir tehlike ge­çirdi. İskenderun'da kurulan bir ışınlandırma tesisin­ de ekmeklik buğdaylarımızın atom ışınları ile ışın­landırılması ve bütün vital maddelerinin tahribi planlanmıştı. Buna güçlükle karşı durduk. Kısaca ifa­de edilmek istenirse, Türkiye gibi bütün geri ülkelerde uzaktan beslenmenin neticesi olarak vital mad­delerden zengin yiyecek bulma ve tüketme olanağı her gün biraz daha güçleşmekte ve kasıtlı olarak kı­sıtlanmaktadır. Bu durumun toplumun canlılığı üze­rine belirli etkiler yapacağı Milletlerarası Nutrition Araştırmaları ve Vital Maddeler Cemiyeti'nin bilim kurulu üyelerine yaptığı 28 Ağostos 1967 günlü ta­mimden anlaşılıyor. Vital madde yetersizliği yanında çeşitli derecelerde toksik (zehirli) olan bu maddeler, geri ülkenin insanını daha da uyuşturmakta, sağlığı­nı bozarak yetersiz hale getirmektedir. (**) Kalp ve damar hastalıklarının artması, (**) Kanser olaylarının çok artması, (**) Sindirim kanalı ve özellikle karaciğer hastalıklarının artması Bu yeni beslenme tarzı ile ilişkili görülüyor. Şüphesiz geri ülkelere yalnız besin maddeleri girmemekte, sömürgeci endüstrisine pazar hazırlamış ol­mak için, bütün mallarını bu toplumlara ucuz paha­lı satmaktadır. Çevreyi yaşamaya hiç de elverişli ol­mayan koşullara itekleyen bu durum, vitaliteyi tümüyle tehdit ediyor. (Toxic Situation) Bilim dilinde «Anti Vital Maddeler» dediğimiz zehirli maddeler, kontrolden uzak geri ülkelerde yiyeceklerimizden içtiğimiz suya, hatta soluduğumuz havaya kadar her yere bulaşmıştır. Mamafi ileri ülkeler yarattıkları düzen içinde çok zaman bu madde­lerin etkisinden kendi halklarını da koruyamıyorlar.


200 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu (**) Atom bombalarının ve denemelerinin radyoaktif kalıntıları, (**) Endüstri artığı olarak meydana gelen toksik maddeler, (**) Tarım ilaçları, (**) Fabrikaların bacalarından, otomobillerin egzozlarından ve nihayet isli kömür yakan şehirlerde (Ankara gibi) bacalardan tüten zehirli gazlar, (**) Deterjanlar, (**) Antibiyotikler, (**) Yiyeceklere, konservelere katılan kanserojen mad­deler Yaşadığımız Dünya'yı her gün biraz daha kirlet­mektedir. İleri ülkelerde geniş çapta kontrol altına alınabilen bu kabil zararlar, geri ülke insanını başıboş etkiliyor. Bütün bu yan etkiler, açlığın yaptığı etkilere eklenecek olursa, geri ülkelerde yaşayanların neden dolayı yetersiz ve kadere inanmış kişiler haline gel­dikleri daha iyi anlaşılır. Şüphesiz bu açıklamalarımızla, bacalardan duman tütmesin, tarım ilaçları kullanılmasın, deterjanları kullanmaktan vazgeçelim demek istemiyoruz. Bunlar çağın getirdiği yenilik­lerdir ve kullanılacaktır. Fakat bir toplum bir yenili­ği ülkesine sokarken onu kontrol altına alabilecek araç ve organizasyonları da getirmek zorundadır. Bu yapılmayacak ve kendisine empoze edilen her teklifi incelenmeden kabullenecek olursa, o zaman Türkiye'­nin bugün içine düştüğü olumsuz durumdan kendini kurtaramaz. Birçok geri ülke Türkiye'nin durumundadır. Biz Türkiye'de atom ışınları ile ışınlandırılmış buğdayların halka yedirilmesine razı olmadık. Mücadele et­tik ve İskenderun'da kurulmuş olan atom tesisi sö­külerek geldiği yere gönderildi. Fakat bugüne kadar ithal ettiğimiz buğdayların atom ışınları ile ışınlandırılmış olup olmadıklarını kimse kontrol etmedi. Çocuklarımıza verdiğimiz zaman, 200 yavrumuzu bir­den zehirleyen süt tozlarını bir süre aralık verdikten sonra, bugün de kullanıyoruz. İşçilerimiz Dünya Sağ­lık Teşkilatının verdiği konserve etlerden iki defa zehirlendiler ama bu etleri gene de yediler. Gazoz­ların içinde ne olup ne olmadığını kimse araştırmı­yor. Tarım ilaçları pek çok vatandaşı zehirledi. Bu­gün de zehirliyor. Pazardan satın aldığımız elmadan, yediğimiz ekmeğe kadar herşey şüphelidir. Margarin­lerin dengesiz bir şekilde kullanılmasının sağlık için zararlı olacağını kimseye anlatamadık. Açık pazar­lar böyledir. Böyle gelmiş, böyle gider. Halkımız bun­dan dolayı, cansız, suskun ve sinmiş durumdadır. Bu halin ne zamana kadar sürüp gideceğini de kim­se bilemiyor. (**) Açlık ve açlık korkusu, (**) Savaş korkusu, zaman zaman limanlarımızı ziyaret eden savaş gemilerinin ortalama vatandaşta yaratacağı eziklik, (**) Adam kasabı olarak ün yapmış olan kişilerin Türkiye’ye elçi olarak atanmaları, (**) Alkol ve uyuşturucu maddeler, (**) Futbol maçları ve spor toto, (**) İşini kaybetme korkusu, (**) Egemen grupların mali, siyasi ve idari baskıları, (**) Hastalık korkusu,


Sindirilmiş Toplum

201

(**) Zehirlenme ortamı (Toxic Stuation) Tümüyle birlikte bir toplumu üzerine yüklene­cek ve kardeşi kardeşe düşman eden bir fitne ortamı yaratılacak olursa, toplumun canlılığını kaybetmesi, sönmesi ve korkularının tutsağı haline gelmesi mukadderdir. Bütün hesaplar bu sonucu yaratmak için yapıl­mış ve projeler uygulamaya konmuştur. Ama çok daha güç koşullar altında imtihan vermiş olan Türk toplumunu, bütün bunların sonuna kadar etkileye­ ceğini pek zannetmiyoruz. Cesareti kırılmış ve sin­dirilmiş gibi görünen toplum, bazen ona cesaret ve­ ren bir tek insanın peşinde şahlanabilmekte ve kor­kularından arınarak silkinip kurtulabilmektedir. Aç­lık ve yoksulluk içinde verilen Kurtuluş Savaşı'nın sonuçları, Türk toplumunun kolayca sindirilemeyece­ ğini gösteriyor. Baskılar ve korkular ne denli ağır olursa olsun, sıkıntılar içinde yüzyıllar boyu var olmanın bize ve birçok geri kalmış topluma kazandırdığı gizli güç, zamanı gelince harekete gelecek, açlığa, yoksulluğa, cehalete mahkûm edilmiş olan masum milletler, mutluluğa ve bağımsızlığa kavuşacaklardır.


202 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu


203

XIII İKİ KORKU ÖYKÜSÜ


204 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu


205

İKİ KORKU ÖYKÜSÜ Anadolu insanı oldukça karışık sorunları bir öykü çerçevesi içinde anlayıp, çözümlemeyi çok sever. Belki de bundan dolayı binlerce Nasreddin Hoca ve İncili Çavuş öyküsü düzülmüş, kişiler, yaşadıkça edindikleri tecrübeyi bu iki kahramana izafe ederek ve bazen de “bir zamanlar başımdan şöyle bir iş geçti” demek suretiyle karşılarındakine anlatmaya, sorunlarını kısa yoldan çözümlerken, demek istediklerini öykü içinde demeye çalışırlar. Açlık ve Savaş korkusu üzerine, batılı ustaların düzdükleri ve dediklerini, bu kitaba aktarıp uzun uzun eleştirdikten sonra, hem okuyucunun yükünü biraz hafifletmek ve hem de demek istediğimizi Anadolu göreneklerine göre kısa ve kolay yoldan anlatmış olmak için biz de, bir zamanlar başımdan şöyle bir iş geçmiştir, diyerek başlayacak, çocukluğumuza rastlayan bir olayla, baba olduktan sonraki bir izlenimimizi okuyucularımıza aktarmaya çalışacağız. Galiba on üç, ya da on dört yaşındaydım. Babam bütün kış, geçimimizi bağladığımız tarla ile bir bağda çalışır, bahar gelince yeşeren yapraklarla birlikte evimize yeni korkular, yeni tasalar getirirdi. Asma yapraklarında, bugün şu, yarın da bu bitki has­talığının belirtilerini gördüğünü söyleyen babamın, sıkıntı ve yokluk içinde geçen bir kıştan sonra, cüz­danında kalan birkaç kuruşu kükürt, göztaşı ve şim­ di adını unuttuğum bazı tarım ilaçları satın almak için harcadığını, ondan sonra da evimizdeki hava­ nın büsbütün gerginleşip ağırlaştığını bugün de ha­tırlarım. Karısının ve çocuklarının hastalıklarından pek de korkmayan babam, bağındaki asmaların hastalığından korkar, bağ ilaçlanmadıkça kendini bu korkudan kurtaramazdı. Bağ ilaçlandıktan sonra ise, elinde eve ekmek alacak parası kalmadığı için anamla arasında sonu gelmeyen tartışmalar başlar, bu süreye rastlayan şe­ker ve kurban bayramları, bize yeni papuç ve eve şe­ ker alamadığı için, bir bayram değil, bir yas günü gibi kutlanır, anam ağzına geleni söyler, fakat ba­bam


206 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu korkularından arınmış bir adam davranışı ile bir lahavle çekerek bağına gider, bayram gününde bile tefek almaya devam ederdi. O zaman sorunları derinliğine düşünemez ve kendi kendime, acaba ba­bam asmalarını karısıyla evlatlarından daha çok mu sever diye uzun uzun düşünürdüm. Üzümler olgunlaştıktan sonra babamın yüzü ge­ne kırışır yeni korkuların esiri olurdu. Üzümleri sermek, kurutmak, ovalamak ve savurmak için işçi tut­mak gerekirdi. İzmir'de, serme işinin en kısa süre içinde bitirilip üzümün çuvala sokulması çok önem­lidir. Güz yağmurları üzümü sergide yakalar da üzüm ıslanırsa, kararır, karaböce olur ve fiyatı düşer. Bir taraftan para bulmak, bir taraftan anamın çekilmez hal alan takazalarını çekmek, onu ikna edip birkaç bilezik satmak, dil dökmek ve bir taraftan da, gök­yüzünü kollayıp, Çatalkaya'dan çıkan bir bulutun yağmur getirip getirmeyeceğini, havanın lodos mu, yoksa poyraz veya yıldızını estiğini izlemek, babamı harap eder, zavallı adam korkularının ezgisi içinde gecelerce uyuyamazdı... Babamın yanında dolaştığım ve erkek evlat ol­duğum için, işine yaramaya çalıştığım bu çocukluk günlerinde, neden olduğunu pek bilmeden babamla beraber ben de etkilenir iyi bilmediğim şeylerden onun gibi korkar olurdum. Anlamsız anlamsız gök­yüzünü izleyip, yağmurun yağıp yağmayacağını yorumlamaya, işaret parmağımı ağzıma sokup tükürüğüm ile ıslattıktan sonra rüzgâra tutup, havanın lodos mu, yoksa poyraz mı olduğunu anlamaya çalıştı­ğım çok günler olmuştur. Babamın çatık kaşlarını ve sirke satan yüzünü gördükçe, tazecik kişiliğimi tümüyle seferber edip, sabah karanlığından akşam karanlığına kadar, keletir çektiğimi, bandırma ka­zanının başında çalıştığımı, kuru üzümleri çöpün­ den ayırmak için ellerim kanayana kadar oğalayıp, omuzlarım tutulana kadar üzüm savurduğumu ha­ tırlarım. Bütün bu çabalarımın tek amacı, babamı kor­kularından kurtarmak ve üzümlerimizi bir gün önce çuvallayarak ıslanmaktan korumaktı. Akşam olunca, babam eve gider ve ben Osman onbaşı isimli bir işçiyle sergide yalnız kalırdım. Osman onbaşı domuz kurşunu sürülmüş bir av tüfeği­ni, namlusunu apışarasından arkaya doğru uzatarak, kundağını yastık gibi kullanır, az sonra da horlama­ya başlardı. Hırsızdan, eşkiyadan gerçekten korkmazdım. Osman Onbaşı uyuduktan sonra gecenin se­rin rüzgarı bağ yaprakları ile ilerdeki çınar ağacının yapraklarını hışırdatmaya başladığı zaman, benim çocuksu korkularım başlar, o zaman babamı yalnız bırakmamak için benimsediğim tüm korkulan unutarak, biraz ilerdeki mezarlığa gözlerimi dikerdim. Bu korkuların, çok yorgun olmama rağmen beni bütün gece uykusuz bıraktığını ve bazı geceleri sabahı sabah ettiğimi hatırlarım. Korkularımdan kimseye söz edemezdim. Sergide kalıp, babamın malını beklemek de benim görevimdi. Bu işi yıllarca yaptım. Yıllarca da korktum. O çağdaki çocuklar, yaşayan insanların böylesi­ne canavar olabileceklerini bilemiyecekleri için, dirilerden çok ölülerden korkuyorlar. Oysa ki ben şimdi diri insanların kaynaştığı bir Luna Park’da, ölülerin yattığı mezarlıkta duyduğum korkulardan çok daha baskın korkular duyarım. Çocuklar ise bizim çocukluğumuzda olduğu gibi, bugün de Luna Park'da eğlenir ve mezarlıklardan korkarlar. Osman Onbaşı’nın horlayarak Dünya değiştirir­cesine uyuduğu ve benim de korkularımın baskısı ve ezgisi altında sabahı gözlediğim böyle bir korku gecesini, tam otuzbeş yıl sonra bu geceymiş gibi hatırlıyorum. Komşu tarlaların birinde, kargıdan ya­pılmış bir sundurmanın altında, işçilerin tütün dizdiklerini erkekli, kadınlı bir işçi gurubunun ağanın mallarını ıslanmadan balyalamak için, uyumadan


İki Korku Öyküsü

207

çalıştıklarını bilirdim. Benim sergiyi beklediğim yer mezarlık arasına giren bu ışıklı yerde deşdiban Mehmet'in (kır bekçisi) zaman zaman duyulan düdüğü, bir silah sesi, rastgele bir nara, Anadolu'dan Ege'ye çalışmaya gelen işçilerden birinin tutturduğu bir uzun hava, çok zaman cesaretimi artırır, eğer uyuyabilirsem bunların verdiği emniyet içinde gözlerimi kapardım. Böylece uyuya kaldığım bir gece yarısı bir­biri ardına birkaç silah sesi, feryatlar ve haykırma­larla uyandım. ­ Silah seslerinin ve berhayların, kadın, erkek ve çocuk feryatlarının, Osman Onbaşı’yı da uyandırdığını ve bir süre sonra beklemekle görevli olduğumu sergiyi geride bırakarak, Onbaşı’yla birlikte tütün çardağına doğru yollandığımızı hatırlıyorum. Yola çıktığımızda ben kendimi bir eğlence yerine gider gi­bi rahat hissediyordum. Osman Onbaşı’nın domuz kurşunu sürülmüş tüfeği, kalabalık bir yere gitmekte oluşumuz beni rahatlatıyor ve hatta memnun ediyordu. Olay yerine geldiğimizde, kanım donarcasına korktuğumu hatırlıyorum. Biraz ilerdeki mezarlığın yıllanmış çitlenbik ağaçlardan yapılmış çardağa sürekli olarak taş ve tezek fırlatıyorlardı. Taşlar ve te­ zekler kurumuş kargı yaprakları arasından gürültü ile çardağın içine düşüyor, kadın işçiler, çocuklar ve bazı ödlek erkekler, ne dışarı çıkabiliyor, ne de içerde kalmak istiyorlardı. Böylece Osman Onbaşı ile ben de korkunun çemberi içine girmiş ve olayla­ra karışmış olduk. Ölüler çardağı taşlıyorlardı... Az sonra, derdiban Mehmet'in düdük sesleri duyuldu. Ses yaklaştı ve sıklaştı. Mehmet, Devleti temsilen olay yerine geldi. Gene Devleti temsilen elindeki mavzer tüfeğine bir bağ mermi sürdü ve çitlenbik ağacındaki ölülere ardı ardına ateş etme­ye başladı. Ölüleri yeniden öldürmeye çalışıyor, fa­kat durum değişmiyordu. Kimseden emir ve kuman­da almadan bildiğini yapan Mehmet, galiba bütün mermilerini kullandı. Sonra Osman Onbaşı’nın da iki domuz kurşununu ölüleri öldürmek için kullandılar. Fakat taş ve tezeklerin ardı arkası kesilmedi, ölüler ateş edildikçe kızıyor ve çardağa daha çok taş, daha çok tezek fırlatıyorlardı.

.

Korkudan bitkin bir hale gelmiş olan çardak sa­kinleri ile bağ komşuları, çoban yıldızının Geriş da­ğı üzerinde parladığı ve sabahın iyice yaklaştığı bir sırada, başka bir olaya tanık oldular. Çardağın arka tarafındaki kesikten fırlayan birkaç delikanlı, silahı boş bir kaval haline gelmiş olan deşdiban Mehmet ile Osman Onbaşı’nın çaresizliğinden yararlanarak, kadınların yumaklandığı yere saldırdılar ve onlar arasından esmer güzeli, yanık sesli B’yi ayırarak alıp dağlara doğru götürdüler. Bir gözü çitlen­bik ağacının üstüne oturmuş ölülerde olan erkek­lerin çoğu, bu olay karşısında kendine düşeni ve erkekliklerine yakışanı yapamadılar. Ben olayı çocuk gözlerimle, ayrıntılarına kadar izledim. B’nin fakir anasının kızının kolundan tutup çekiştirdiğini, korkudan kanı donmuş, silahında mermi bitmiş er­ keklerden yardım istediğini ve daha sonra da bir tekme ile yere yıkılıp, kıvrılıp kaldığını hatırlıyorum. Ortalık ışıdığı zaman çitlenbik ağaçlarının ya­nına kadar sokulma cesareti gösteren erkekler (?) ellerinde iki yatak çarşafı ile geri döndüler. Mesele anlaşılmıştı. . . Bu olay Soğukkuyu'da aylarca anlatıldı. Deşdi­ban Mehmet'in kimsenin yüzüne bakamaz hale geldiğini, Osman Onbaşı’nın babamdan, benden, hatta kendi kendinden utandığını hatırlıyorum. Sergiye döndüğümüzde bizim de yarım çuval kadar elleme kuru üzümümüzün yerinde yeller estiğini gördük. Fakat babama bunu söylemedik. Osman onbaşı ben­den ilk defa yalan söylememi istedi. Ben de söyle­dim

.

.On gün sonra B’yi Çamdağı’ndaki mağralarda perişan bir halde buldular. Bundan tam otuz beşyıl önce, bazı kanun dışı insanlar, başkalarını kor­kutarak, kız kaçırmayı biliyorlardı.


208 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu Bizim hikâyemiz burada bitmez. Ertesi gün Ça­talkaya'dan bir bulutun belirdiğini, büyüdükçe büyüyüp bütün gökyüzünü kapladığını ve babamın parmağını tükrükleyip tükrükleyip rüzgâra tuttuğunu hatırlıyorum, İkindi vakti bardaktan boşanırcasına yağmaya başlayan yağmur, üzüm tahtalarını gözümüzün önünde dereye sürükledi. Bir bandırma leğenini şemsiye gibi başına almış olan babam, leğenin kenarlarından süzülen yağmur sularının kollarının yeninden girip, dirseklerinden süzüldüğünü farkedemiyor ve çocuk gibi ağlıyordu. Yağmur ve seller, yalnız serilmiş olan üzümlerimizi dereye sürüklemekle kalmadılar. Sağanak bir felaket halini aldı. Gece evimize döndüğümüzde herşeyi su altında bulduk. Bağını çocuklarıyla karısından çok seven babam, bağı yerinde bulamadı. Sular çekildi­ği zaman kalın bir kum tabakasının bağı örttüğünü gördük. Bağ çocukları, bu kum tabakasından yer yer çalılık gibi yeryüzüne çıkıyor, ortasındaki ayıt ağa­cı beline kadar gömüldüğü kum çölü içinde canlı kalmış tek yaratık gibi boy veriyordu. Babamın ye­mek çıkınını astığım ve karıncalar ulaşmasın diye, atın üzerinden uzanıp zorla iliştirdiğim kazık, şimdi yerden bir karış yükseklikte bir haldeydi. Bir at boyu kumla gömülmüş olan bağımız böylece battı. Ondan sonra da biz battık. Babamın Ziraat Bankasından aldığı 4000 lira borcu, ben üniversiteyi bitirene kadar ödeyemediğini, hatta üniversitede iken, karlı bir havada delik bir ayakkabı ile Ziraat Bankasına kadar giderek, babamın 200 lira taksit borcunu ertelemesi için genel müdüre yalvardığımı bugün gibi hatırlıyorum. Bir öyküde birleştirmeye çalıştığımız bu iki olay, kitabımızın kapsamı içinde bize bazı şeyler öğretebilecektir. (**) Deşdiban Mehmet ile Osman Onbaşı mermilerini boşa kullandılar. Onlar o zaman ölülerin dirilmeyeceğini, dirilseler de yeniden öldürülemeyeeğini bilebilecek yaştaydılar. Akıllarını ve silalarını kullanamadılar. (**) B’ye göz diken haydutlar, iyi bir plan hazırlamış ve bunu başarıyla uygulamışlardı. (**)B'nin anası erkeklerden umduğu yardımı göremedi. (**) Erkekler rezil, kadınlar perişan oldular. (**) Ertesi günkü yağmur ve felaket bile bu rezilliği unutturamadı. Aradan otuz beş yıl geçmiş olmasına rağmen, ben bile bunu unutmuş değilim. Deş­diban Mehmet ile saygı duyduğum Osman Onbaşı’ya bugün de acıyor, onlar hesabına biraz da utanıyorum. Babamın korkularına gelince, babam ölülerden korkmuyordu. O yalnız bağını seviyor ve bağının başına bir iş gelir diye korkuyordu. Fakat korkuları fayda vermedi. Küçük bir bulut, büyüdü, büyüdü, gökyüzünü kapladı ve babamla birlikte çok insanı mahvetti. Anam bileziklerini sattığı için, biz de bayramlarda bize pabuç almadığından babamı hayatı boyunca suçladık. Varlığını kaybedip bizim gibi bir insan haline geldiğinde, yaşlanıp bize muhtaç oldu­ğunda, o yağmuru sanki o yağdırmış gibi takaza et­tik. O da bunların tümüne katlandı. Yaşayacağı ka­dar yaşadı ve öldü... Biz bu hikâyeden 50 yıl yaşadıktan sonra şu so­nuçları çıkarıyoruz. (**) İnsanlar korkulacak ve korkulmayacak şeyleri iyi tanımalıdırlar. (**) Yatak çarşaflarına mavzer tüfeği ve domuz kur­şunları ile ardı ardına ateş etmenin anlamı yoktur. (**) Ölüler dirilmezler.


İki Korku Öyküsü

209

(**) Kurşununu korkularından arınmak için boşuna kullananlar, gerçek düşmanlarına ateş etmek için mermi bulamazlar. Babama gelince, o hayatı boyunca kontrol ede­meyeceği şeylerin korkusu ve baskısı altında yaşadı. Bir tek yaprağında bir mantar görmeye razı olma­dığı bağının, bir at boyu kumla gömüldüğünü, varı­ nı yoğunun seller tarafından sürüklenip götürül­düğünü gözleri ile izledi. Aslında o bağını değil, ço­ cuklarını ve karısını seviyor, onların nafakasını sağ­ladığı geçim aracının elinden çıkmasını istemiyor­du. Bunu kimse anlamadı... Korkmak başka şey, ihtiyatlı olmak başka şey­dir. Korkular sonucu değiştirmiyor. O zaman bu­ günkü gibi hava haberleri veren ve tahminler yapa­bilen bir meteoroloji genel müdürlüğü olsaydı, bel­ki babam böylesine gafil avlanmayacaktı. Bir fa­nusta yana söne yanan yağ kandili yerine, uzağı gös­ terebilen bir elektrik fenerine sahip olsaydık, çitlen­bik ağaçlarının üzerinde sallanan cisimlerin ölüler değil yatak çarşafları olduğunu görebilecek ve gü­zel sesli B'yi pisi pisine haydutlara kaptırmaya­cak, anasını tekmeletmeyecektik. Korkularımızı yenmek için, bilinçlenmeye ihti­yacımız var. Bunu yapamıyorsak, deşdiban Mehmet'in, Osman onbaşının ve zavallı babamın akibetinden toplum olarak kurtulamayacağız. Bugün korktuğu­muz şeylerde, çitlenbik ağacına asılmış yatak çarşaf­larından, Çatalkaya üzerinde ansızın beliren küçük bir bulut parçasından başka bir şey değildir. Türk toplumu, diğer geri ülkelerin halkı gibi, ta­rihi boyunca korkutulmuş, korkularından arınmak için varını yoğunu yitirmiş bir toplumdur. Korktu­ğu şeylerin, korkulacak şeyler olmadığını hiçbir za­ man anlayamadı, deşdiban Mehmet'ler, Osman On­başılar korkularının sonuna kadar, tek mermileri kalmayana kadar ateş ettiler. Gerçek düşmanları ile karşı karşıya geldikleri zaman namlularında tek mer­mi bulamadılar. İşte bundan dolayı biz savaş korkusu ile açlık korkusunu, koca mezarlıktaki çitlenbik ağacına asıl­ mış iki yatak çarşafı gibi görüyoruz. Çarşafı asan­larla, çardağı taşlayanlar hep aynı ellerdir. Gene aynı eller, üzüm sergisinden çalıp kaçırdıkları üzüm gibi, madenlerimizi, petrolümüzü çalıp götürüyorlar. Biz milletçe gözlerimizi dikmiş çitlenbik ağacında sal­lanan çarşafları korku ile seyrediyoruz. Korktuklarının üzerine gidemeyen deşdiban Mehmet'ler, Os­man Onbaşılar boyuna ateş ediyorlar çarşaflara, ölü­ lerin dirilmeyeceğini, dirilseler bile yeniden öldürüle­meyeceğini hesaplamadan bütün mermilerini kullanıyorlar. Saldırganlar, çardağa hücum edip, kaçır­mak istedikleri en son şeye el attıkları zaman, on­lara ateş edecek mermimiz olacak mı bilemiyoruz. A.B.D. Tarım Bakanı Freeman'ın Chicago’da açlık üzerine söylediği nutuk, çitlenbik ağacına asılmış bir yatak çarşafından başka bir şey değildir. Başı sıkıya gelen, bu ağaca bir çarşaf daha asıyor ve geri ülkelerin mutsuz insanları bu çarşaflardan kanları donana dek korkuyorlar. Açlığın, savaşın ülkelerine uğramaması için ellerinden geleni yapıyorlar. Silah satın alıyorlar, tank, top, tüfek satın alıyorlar. Mo­dası geçmiş miadını doldurmuş, savaşlara girip çık­mış araçlar bu ülkelere satılıp parası alınıyor. Sa­vaş gemilerini kiralıyor, yüksek dağların tepelerine radar istasyonlarını kuruyorlar. Korku içindeki geri ülke yöneticileri, sömürgecinin topraklarına gelip üs­lenmesine müsaade ediyor ve ikili anlaşmaları kolay­ca imzalıyor. Savaş korkusunun etkisi altına girmiş topluluklar, savaştan kaçayım derken, savaşın kuca­ğına, açlıktan kaçayım derken açlığın ortasına düş­mektedirler. Fakat korkuları içinde bunu farkedemiyorlar.


210 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu Açlık ve savaş korkusunun etkisi altına girmiş bir toplumda neler olup biteceğini ve bu korkunun o topluma nelere mal olacağını daha iyi anlamak için, ülkemizde yakın geçmişte cereyan eden olayları eleştirmek ve bu açıdan değerlendirmek yeterli ola­caktır. A.B.D. eski Ankara elçisi ile Tarım Bakanı Dağ­daş'ın Participant dergisinde, beraber yakıp, birlikte üfledikleri açlık ateşi, bir korku olarak Türk toplu­munu sardıktan sonra, korkumuzun üzerine hayli mermi patlattık. 20.000 ton Sonora tohumluk buğdayı ülkemize bu korkunun yarattığı ortamda girdi ve karşılığı borçlanarak ödendi. Bundan sonra avuç dolusu para harcayarak, ABD’den gübre, tarım ilacı, araç ve gereç satın aldık. Amerikalı buğday uzmanları yur­dumuzun dört yanında fırıldak gibi dolaşıp, sorumlu kişiler gibi beyanlarda bulundular. En verimli top­raklarımız bu buğdaya tahsis edildiği için pamuk üretimi zarar gördü. Nutuklar atıp, bu buğday saye­sinde Türkiye'nin açlıktan kurtulacağını ve buğday ihraç edeceğini söyleyenler, bu yıl 350.000 ton buğ­dayın ithali için karar aldılar. Bunun için de döviz ödenecek, başka deyimle mermi yakılacaktır. Kalkınma çabasına girmiş bir ülkede, dövizin ne denli değer taşıdığım bilenler, çitlenbik ağacındaki yatak çarşaflarına ardı ardına ateş eden, deşdiban Mehmet ile Tarım Bakanı Dağ­daş arasında bir ilişki kurabileceklerdir. Döviz sı­kıntısı içinde kıvranan Türkiye' de, bir atımlık baru­tumuzu buğday tohumu, cins inek, gübre, ilaç, ta­rım araç ve gereçleri satın alarak, montaj endüstri­sine ve tüketim yatırımlarına harcamak bizi sonunda çok güç duruma düşürecektir. Bunları çok söyle­dik. Fakat açlık korkusundan kanı donmuş gibi ha­reketsiz ve olaylara ilgisiz olan halk tabakaları, kor­kularından arınmak için, olup bitenleri tevekkülle karşılamakta ve bazen de yatak çarşaflarına ateş edenleri alkışlamaktadır. Bunun ötesinde müspet bir girişimine tanık olmadığımız Tarım Bakanı'nın bir kahraman gibi heykelini dikmeye kalkışanlar da olmuş... Bu gerçek midir, değil midir bilemiyoruz. Fa­kat korkuların esiri olanlar, bu kabil tutarsız istek­lerle ortaya çıkabilirler. Şaşkın ördeğin başını bıra­kıp, gerisiyle suya dalışı gibi, korkutulmuş toplum­larda beklenenin tam aksine girişimler olabiliyor. İyi yürekli yöneticilerimiz ve siyasi parti liderle­ri, havayı izlemek için parmaklarını ağızlarına so­ kup çıkardıktan sonra, rüzgârın hangi yönden estiği­ni anlamaya çalıştılar. Bunların kimi batıdan, kimi kuzeyden, kimi güneyden esen rüzgârların yağmur ve fırtına getireceğini iddia etti. Gözlerini gökyüzüne dikip ufuklarda yağmur bulutları araştırdılar, tartıştılar, tartıştılar... Fakat küçücük bir kıbrıs ve Orta Doğudaki hu­sursuzluk, bulutları bölgemize itmekte, kuzey ve ba­tı rüzgârlarının etkisi ile havayı karartmakta, buna­lım gün geçtikçe artmaktadır. Yıllardır savaş korku­su içinde yaşayan insanlar; bugün havanın etki­sinden kurtulmak için akla gelmedik girişimler ya­pıyorlar. Kadercilik genel bir davranış haline gelmiş­tir. Halk işin neye varacağını bilemediğinden, olay­ları donuk bakışlarla izlemekte bu Dünya'da mut­lu olmaktan ümidini kesenler, ahrette mutlu olabil­mek için din adamlarının vizesini almaya çalışmak­tadırlar. Ufuktaki küçücük bulut büyüdükçe büyümekte, bir sağdan bir soldan esen rüzgârlar ortalığı toz ve dumana katmaktadır. Bağdaki üzüm çuvalını çalmak, çardaktan kız kaçırmak için en elverişli ortamı böylece yaratan sömürgeciler, varımızı yoğumuzu çalıyor, ülkemizi ta­lan ediyorlar. Gözlerini gökyüzüne dikmiş gittikçe büyüyen bulutları izlemenin ötesinde başka bir şey yapamayan çoğunluk, açlık korkusundan başka, sa­ vaş korkusunu da taa içinde duymakta, bunaldıkça bunalmaktadır.


İki Korku Öyküsü

211

Oysa çitlenbik ağacına doğru yürüyebilir ve bi­limin ışığıyla aydınlatacağımız mezarlıkta, çitlenbik ağaçlarının üstünde oturanların ölüler değil, yatak çarşafları olduğunu görebiliriz. Çardağı taşlayanları bileklerinden yakalayıp cezalandırmak ve korkuları­mızdan böylece arınmak çok kolaydır. Fakat çıkarı bu durumun sürdürülmesinde olanlar, ortalığın ay­dınlanmasına ve korktuklarımıza parmaklarımızla dokunmamıza engel oluyorlar. Kendini korkulara kaptırmış bir toplumun, alaca karanlıkta bir çitlen­bik ağacını ve bir de gökyüzünü izleyip, çalınanla çırpılanın hesabını tutamayışı onların hoşuna gidi­yor. Son saldırıya girişebilmek için deşdiban Meh­met ile Osman onbaşının mermilerinin bitmesini bek­ liyorlar. Oysa geri ülkelerin kurtuluşu, korkuların üzeri­ne üzerine gidebilmelerindedir. Toplum bunu tü­ müyle yapamaz. On korkusuz adam, bazen bir tek korkusuz adam, korkuların üzerine yürüyüp ona parmakları ile dokunabilirse, toplum onu izler. Kor­kulan şeye herkes parmaklarının ucu ile dokunur, korkulanın, korkulacak şey olmadığı anlaşılır. Kurtuluş Savaşında tek korkusuz adam, yüzyıl­ların korkularını yıkmayı bilmişti. Korkuları daha da büyüterek, onlara yaklaşma­dan uzaktan deşdiban Mehmet misali mavzer tüfeği ile ateş etmeye kalkışanlar meseleyi hiçbir zaman çö­zümleyemezler. Çitlenbik ağacının üzerindeki beyaz gölgelerin hortlaklar değil, birkaç hilekârın toplumu korkutmak için dallara astığı yatak çarşafları olduğunu ispatlayabilmek için, onlara yaklaşmak hiç de­ğilse orayı aydınlatmak gerekiyor. Kanunlarımız aydınlatma işini üniversitelere vermiştir. Cesur aydınlar üniversiteye mensup olmasalar da bu görevi benimsemeli ve korkulan şeylerin üstünde 1000 mumluk lambalar yakmayı bilmelidir­ler. Alacakaranlık toplumu korku içinde yaşatmak için en elverişli ortam oluyor. Çıkarcıların cahillerle işbirliği yapmalarının bir nedeni de budur. Onlar deşdiban Mehmet gibi korkulara uzaktan ateş edenleri tutar ve toplumun ne kadar mermisi varsa yaktırmaya çalışırlar. Açlık korkusu ile savaş korkusunu yenebilmek için de aydınlığa ve konulara parmaklarının ucu ile değinebilecek kadar cesur kişilere muhtacız. Bu kor­kuların üzerine gidebilecek ve çevreyi aydınlatacak güçlü insanlara ihtiyacımız var. Ömürlerini sessiz savaşın ortasında yaşayıp sa­vaş korkusuyla tüketenler, aç yaşadıkları halde aç­ lıktan korkanlar, meseleleri anlayamıyorlar. Geri ül­keler tümüyle gölgelerinden korkan insanların yumaklandıkları mutsuz toplumlar haline gelmiştir. Bu ülkelerde korkular dağları bekler. Savaş korkusu, açlık korkusu ve ölüm korkusu­nun bunalttığı milyonlar, bey korkusu, ağa korkusu, candarma korkusu ile büsbütün sindirilir, varlıkla yokluk, açlıkla tokluk sınırında sürünürler. Korkuya ilişkin ikinci öykümüzü gene aile çevre­mizden alacağız. Onbeş yaşındaki oğlum, on yaşında­ki kızım üzerinde zaman zaman korkuya dayalı bir hegemonya ve ağabeylik otoritesi kurmaya çalışır. Çocukluğu, o saf

Dünyası içinde davranışlarını de­ğiştirmeden duyguları ile amaçlarını

pervasızca or­taya koyan bu genç insanlardan, biz yaşlılar çok şey­ler öğrenebiliriz. Bir kış gecesi, odasında yalnız yatan kızımı kor­kutmak için ağabeyi beyaz bir çarşaf kullanmıştı. Gece yarısına doğru sarındığı çarşafla küçük kardeşi­nin odasına giren oğlum, kendisi içinde korkunç olabilecek bir denemeye girdiğinin farkında bile değildi herhalde...


212 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu Biz iki kardeşin birbirinden baskın korku çığ­lıkları ile uyandık. Önce karşısında beyazlara sarıl­mış, yüzü gözü seçilemeyen bir hortlak gören kızım berhayı basmış, onun berhayından korkan oğlum ise, kardeşinden daha çok bağırmaya başlamıştı. Bir zin­cirleme etki ve tepki mekanizması içinde gelişen korkma ve karşısındakini korkutma olayı, biz mü­dahele edene kadar hayli gelişmiş, odaya girip ışıkla­ rı yaktığımızda, kardeş oldukları halde, birbirinin yüzüne bakıp ağlayan sapsarı kesilmiş iki insanla karşılaşmıştık. Yerde gene beyaz bir yatak çarşafı vardı. Bu küçük ve basit olay, milletlerarası alanda oynanan birçok oyunu eleştirmek ve anlamak için yararlı ola­bilir. Yatak çarşaflarını çitlenbik ağaçlarının dal­ larına asarak, kız kaçırmak için korku yaratanlar ya da kardeşlerini korkutmak için beyaz bir çarşafa sarınıp odasına girenler, ummadıkları olaylar ile kar­şı karşıya kalınca, kendileri de korkarlar. Nitekim savaşı kundaklayanlar ile açlığı kamçı­layanlar, artık savaştan ve açlıktan korkmaya başlamışlardı. Beyaz çarşafa sarınmak, çitlenbik ağacı­na çarşaf germek tehlikeli bir iş haline gelmeye baş­ladı. Korkutulan milyonların çıkardığı ayarsız ses­ler, artık korkuyu yaratanları da korkutuyor. Plancıların ülkelerinden zaman zaman yükselen sesler bize bunu anlatmaktadır. İnsanları korkuya dayalı bir düzen içinde yaşatmaya ve yönetmeye ça­lışmak, çok eski bir usul olmakla beraber, çağımız­ da tehlikeli bir uygulama haline gelmiştir. Korkutu­lan milyonlar, korkutan için tehlikeli olabiliyorlar. Gerçeklerin üzerine bir şal çekerek (yatak çarşafı yerine) gerçekleri saklayan, olayları ve şeyleri bize korkunç göstererek sömürü düzenini sürdürmek için, milyonları korku ortamına itekleyenler, zaman içinde benim oğlum gibi, karşıdakinin korkusuyla etkilene­cek ve onlar da korkuya düşeceklerdir. Amerikalıyı, «Çirkin Amerikalı» olarak görme­mizin temel nedeni budur. Bu ülke, çitlenbik ağaçlarına yatak çarşafı gererek, korkutulan ülkelerden kız kaçırmayı çağdaş politikanın gereği zannediyor. Oysa bu metot bundan otuz beş yıl önce, bir yaz ge­cesi İzmir bağlarında denenmiş, şafağın sökmesi ile kepazelik ortaya çıkmıştı. Atom bombalarını, buğday stoklarını, varını yo­ğunu çitlenbik ağacı misali sınırlarına yığıp, maz­ lum toplumları korkutmaya çalışanlar, gün ağardığı ve aydınlık ortama hâkim olduğu zaman, aynı şe­ kilde gülünç olacaklar ve Dünya kamuoyunun onla­ra karşı duyduğu nefret ve güvensizlik daha belirgin bir hal alacaktır. Artık bu oyunun sona ermesi gerekiyor. Çünkü korkular üzerine oturtulan bir düzen, daha uzun ömürlü olamaz. Gülünç olmak istemiyorlarsa, kor­ku yerine sevgiyi getirmenin çarelerini bulmalı ve eğer bulabilirlerse hemen uygulamaya koymalıdırlar. İnsan korkmak, korkutmak ve korkutulmak için yaratılmamıştır. Sevmek ve sevilmeye çalışmak, Dün­ya barışını kurmak için daha yararlı olabilir. Eski oyunlar tekrarlanmamalıdır. Bir demir par­çasına binip ay çevresini dolaşabilecek kadar ilerle­ miş olan insanın, çok eski ve bir yönüyle iğrenç usul­leri kullanarak birbirini sömürmeye ve kullanmaya kalkışması, çağımız için yüz karasıdır. Korkunç elçiler yerine, sevimli insanlar, tank yerine traktör, açlık yerine tokluk, korku yerine sev­ giyi getirmek lazımdır.


213

XIV SON SÖZ


214 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu


215

SON SÖZ “Sessiz Savaş” isimli kitabımı yayınladığım gün­den bu yana Türkiye'de ve Dünya'da olup bitenleri, görebildiğim kadarı ile değişik bir açıdan inceleme­ye ve bu kitapla okurlarıma bildiklerimi aktarmaya çalıştım. «Açlık Korkusu» ismi ile yayınlanan bu kitap, ABD Tarım Bakanı Orville L. Freeman'ın, Chicago'nun lüks otellerinden birinde karnını tıka basa doyurduktan sonra açlık üzerine çektiği bir nutuk ve Philip Noel-Baker isimli ünlü bir barışçının UNESCO tarafından yayınlanan «Le Courrier» isimli dergide yayınlanmış, barışı öven ve gerçekte savaş korkusunu bir yağ lekesi gibi Dünyaya yaymaya çalışan makalesi, nihayet çocukluk çağıma ilişkin iki korku öyküsüne dayalı üç ayaklı bir sehpa üzerine kurulmuş ayrıca üzerinde bir süredir ısrarla durdu­ğumuz gıda yardımları ve doğum kontrolü ile geri ülkelerdeki emperyalist uygulamalara, kolayca gö­rülemeyen ayak oyunlarına kitapta yer verilmiştir. Açlık sorununu korku açısından incelemek el­bette lüzumludur. Çünkü yüzyıl önce insanlar sorunlarına bu açıdan bakamıyor ve korkularının ezgisi altında gerçekleri göremiyorlardı. Şartlandırılmış milyonları korkuları üzerinden koyun sürüleri gibi güderek, ürettiklerinden yararlanan ve varlıklarına el koyan açıkgözler, insanların gözü açılmasın diye ellerinden ne geliyorsa hepsini yaptılar. İnsanı uyuşturmak için afyon ve korkutmak için silah kullanıl­dı. Bugün ise açlık ve açlık korkusu ile aynı milyon­lar hem uyuşturuluyor ve hem de korkutuluyorlar. Bu kitabı, bu noktaya kadar sabırlı okuyanlar daha önce, “Gıda Emperyalizmi”, “Çağımızın Beslenme Sorunları”, “Barış ve Emperyalizm”, “Sessiz Savaş” isimli kitaplarımızı da okumuşlarsa Türkiye'nin meselelerine değişik açıdan bakabilecek, hem açlık ve hem de savaş korkusunun Dünyamızda neden dolayı bu ka­dar yaygınlaştığını daha iyi anlayabileceklerdir.


216 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu Endüstrilerine pazar hazırlamak için savaş çıka­ran toplumlar, tarımsal ürünlerine pazar bulmak için aç milyonlar yaratmanın gereğine inanıyorlar. XX nci yüzyıl insanının başında Demokles'in kılıcı gibi asılı duran bu iki korku kasıtlı olarak yayı­lıyor ve yoğunlaştırılıyor. Oysa Tabiat ana Dünyaya gözünü açan her in­san yavrusunu besleyecek kadar cömert ve şefkatli­ dir. İnsanlar birbirinden nefret ederek çatışacak yerde, sevişerek ve dost olarak da yaşayabilirler. Çıkarları insanların çatışmasında ve aç kalıp onlara el açmasında olan insafsız bir azınlık, kurdu­ğu tezgâhı işler halde tutup çıkarlarını sürdürebil­rnek için çağımızı bir korku çağı haline getirmiştir. Şişirilerek toplumları etkileyen savaş ve açlık kor­kusu yanında, kişilerin günlük yaşantısını etkileyen yüzlerce küçük korku içinde yaşıyor ve daha doğru­su yaşadığımızın farkında bile olamıyoruz. Şehirlerarası yollarda trafik kazaları, kırlarda asayişsizlik kol gezmekte, Doğu'da yaşayanlar eşkiya korkusunun baskısı altında ezilirken, batıda geçim sıkıntısı, işini kaybetme korkusu insanları bunaltmaktadır. Elinde cop ve başında plastik mihverle dolaşan toplum polisi, bir korku kaynağıdır. Vurdu mu eziyor. İnsanların arasındaki ilişkiler sevgiye değil de, kor­kulara dayanıyorsa, bu hale gelmiş toplumlarda mutluluktan ve nurlu ufuklardan söz edilemez. Böy­le olmasına rağmen, politikacının gerçek dışı konuşması, borcu bini aşmış ve uçan kuşa borçlanmış bir toplumu en kısa süre içinde nurlu ufuklara götüre­ceğinden söz etmesi insanı bir daha korkutuyor. Sö­züm senettir deyip de sözünü yerine getirmeyen Dev­let adamlarının yönetimi altında ve ülkeyi 850.000 ton buğday açığı ile kendi haline bıraktıktan sonra istifa eden bir tarım bakanının, bunun hemen akabin­de 250 otomobil ile karşılanarak tekrar seçildiği bir ülkede korkmadan yaşamak için önce düşünme yete­neğini yitirmek lazım. Küçük ve büyük korkular birleşince insanlar uyuşuyor, kişiliğini ve amaçlarını unutmuş sindiril­ miş kalabalıklar ortaya çıkıyorlar. Robot gibi her sabah işine gidip akşam gecekondusuna dönen işçi­ nin temel korkusu gecekondusunun yıkılması, me­murun korkusu müdür beyin asabiyet buyurup onu işten atması, köylünün yağmur yağmaması veya ban­kanın kredi vermemesi, ağanın kaşlarını çatması aç kalmak ilahdır. Günlük yaşantımızın bu küçük korkulan yanın­da bazen savaşçı toplumların kaşlarını çattıklarına tanık oluyoruz. Limanlarımızı savaş gemileri ziya­ret ediyor, ya da kuzey komşumuz tarafından tehdit ediliyoruz. Her yıl ortaya çıkan buğday açıklarını kapamak ve halka hiç değilse kuru ekmek yedirmek mesele oluyor. Bu arada tepemizde peyklerin dolaştığını, iki karşıt bloktan astronotların fezada dolaştıklarını öğreniyoruz. Böyle bir Dünyada yaşamak çoğunluk için zevk­li bir iş değildir. Fakat madem ki Dünyaya gelmişiz, yaşayacağız diyor ve yaşıyoruz. Haklarınızı aramaya başladınız mı korkular yoğunlaşıyor ve baskılar artırılıyor. İnsan Hakları Evrensel Bildirisi ile birçok Anayasaların insanlara tanıdığı hakları XX nci yüzyılın ikinci yarısında almak ve hele kullanmak zor bir iş. Açlık Korkusu çağımızın en etkin ve en baskın korkusu olarak, geri ülkeleri ve özellikle Türkiyemiz’i etkisi altına almıştır. Bu korkuyu körükleyip, korku çarklarını çalıştıranların amaçları ise gün gi­bi ortada... Bunu bilmenin sayısız yararı var. Halkımız ve aydınımız bunu böylece anlamalı ve korkularından arınmanın yollarını aramalıdır.


217 Toplumun özellikle topluma yön ve cesaret ve­recek olan aydınların gerçekçi bir davranışla korkuların üzerinde kalmaları, sorunların üzerine üzerine yürüyerek devrimi gerçekleştirmek için çaba harca­maları gerekiyor. Korkusuz liderlerin yönetiminde, korkulardan arınabilen ülkeler emperyalizmin baskısından kıs­men olsun kurtuluyorlar. Biz de Atatürk'ün yöneti­minde bu korkulardan sıyrılmış ve savaş korkusu­nun üzerine üzerine yürüyerek şişirilen balonları patlatmıştık. Şimdi karşımıza yeni korkular dikiyor ve bizi bu korkuların etkisine sokarak yozlaştırmak, kendilerine köle, boğazı tokluğuna çalışacak bir uşak haline getirmek istiyorlar. Oysa tarih boyu kimseye uşaklık etmemiş ve başkalarını uşak olarak kullanmayı hoşgörmeyecek kadar efendi bir yapısı örfü, adeti, hayat anlayışı ile bugün de dimdik ayakta olan Türk toplumu ve diğer toplumlar meseleyi ergeç anlayacaklar, korkutulduk­larını farkettikleri gün korkularının üzerine yürüye­ceklerdir. İşte bu olay Yeni Sömürgeciliğin sonu olacak ve Dünyamız’da insan haysiyetine saygılı yeni bir dönem başlayacaktır. Osman N. Koçtürk 19 Ekim 1969 Ankara


218 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.