ŞEHİR ve KÜLTÜR - 35. Sayı

Page 1



Biz’den…

Mimar Sinan Eseri ve Torunları … İster isen bulasın cânânı sen Gayre bakma, sen de iste sen de bul Kendi mir'âtında gözle onu sen Gayre bakma, sen de iste sen de bul Hz.Niyazi Mısrî Şehirlerin Sultanından, İstanbul’dan yazmalıyım .. Zaman çok çabuk geçiyor..aylardan Ramazan, yani ayların sultanı ..Mekân; Dersaadet …Payitahtların sultanı, sultanların payitahtı.. Medeniyetlerin üst üste oturduğu belde burası… Medeniyet ‘in direkt olarak şehre anlam yüklemesi boşuna değil. .Zira, şehirdeki ortak yaşam ve bunun bir sonucu olan yüzyüze etkileşim, farklılıkların tekleşmesi üzerine kurulu bir disiplini zorunlu kılıyor. Şehri oluşturan farklı din, inanış, farklı düşünce, farklı ekonomik düzey ya da farklı kültürlerin bir arada bulunmaları bir zorunluluk. Şehrin geleneksel kimliği ve niteliği bir şekilde de bu aykırılıkların ahenkli bir düzen içinde bulunmasına bağlı. Geri plandaki görülmeyen farklılıklara bakılmaksızın ortaya çıkan iş bölümleri ,mimaride sanatta kentsel estetik ve itibarda ,yahut yatay ve dikey toplumsal veya mimari yapılanmalarda asgari bir ahlak ve anlayışı mecbur tutuyor. Şehirde, Ekonomik ya da medeni ilişkilerin hukuk ihtiyacını ortaya çıkarmasıyla, şehrin farklılıkları arasındaki ahengin sağlanması arasında çok yakın bir alaka kuruluyor. Çeşitli konulardaki işbirliği, hukuk ve iş bölümleri yanında yaşam için gerekli düşünce zemininin sağlanması, insanlık temelinde anlaşma imkanını olur hale getiriyor. Ortak paydalar üzerine kurulu toplum uzlaşmaları medeniyetlerin kalıcı olmasında en büyük etkendir. Kültürlerin yaşaması içinde elzemdir… Zira peşin hükümlü, dar insan grubuna hitap etmiş olması, onun medeniyet söylemlerini anlamsız kılar.. Hem odakları hem de yöntemleri alt seviyede küçük farklılıklar olsa da birleştirici bütünleştirici ve kaynaştırıcı , hatta farklılıklardan ziyade benzerlikleri görünür kılıcı olmaları da bundan kaynaklanmaktadır. İnsanlık Tarihi boyunca, kimliğini ve benliğini kaydetmiş hangi insan topluluğuna bakılırsa bakılsın endişeler, beklentiler, tavırlar, inanışlar ve akla gelecek hemen her şey bugününkilerle aynıdır.. İnsanların hangi zaman dilimi, hangi coğrafya ya da hangi inanışa bağlı olduklarına bakılmaksızın yapıp etmeleri öncekilerin benzeri değil midir . Teknik imkanların dünyayı sanal anlamda birbirine yakın kılması tek bir şehre dönüşümü de makul kılmaktadır. Çünkü farklılıklar, farkındalıklar ve benzer ayrılıklar bu iletişim ve karşılıklı etkileşim düzeyinde olumlu anlamda etkili hale dönüşebilmektedirler. Farklı olmaktan cayarak birleştirici

yollar aranmalıdır. Ancak böyle böyle yeni bir söz söyleme imkanı elde edilebilir... Münevver , entelektüel hangi sıfatı kullanırsak kullanalım liyakatli idarecilerinde bu sürece olumlu katkı vermesi, kendi gelecekleri için bir hayırla anma vesilesidir…İbn-ül emin Mahmut Kemal bir dörtlüğünde konuyu özetlemiş aslında.. Ömrü nimet bilerek dünyada / Halka hizmet idelüm safvetle Hâlıkı halkı edersek razı, / Namımız yâd olunur rahmetle.. Medeniyet toplumunun fertlerininde idealleri vardır. İnsanların idealleri, günlük bilinçte ortaya çıktıkları, yaşadıkları ve etki uyandırdıkları için , o kadar da ideolojik değil, daha çok toplumsal-psikolojik bir olaydır. İdeal, apaçık bir şekilde ve doğrudan doğruya girer estetik alanın içine: oysa manevi yaşamın öbür alanlarında göremeyiz böyle bir şeyi. Aslında doğa insanlar tarafından estetiksel olarak değerlendirilir.. doğada insanın idealine uygun düşen şey insan için güzel, karşıt düşen şeyse çirkindir…Andersenin çirkin ördek masalında yavru kaz öbür ördekler tarafından çirkin görülür , niye? Şekilce yapısı, ideal ördek tasarımıyla çelişir de ondan. Bugün şehirlerimizi, geçmişten bugüne hayırla andığımız kişiler estetik açıdan koruya geldiler.. Özellikle Medeniyet merkezimiz olarak bahsettiğimiz güzel İstanbul’umuzun her semtinin mühür niteliğinde tarihi yapıları vardır..Bu yapılar bizlere emanettir, aslı gibi korunması için.. Üsküdar’daki Kuşkonmaz Camii bu emanetlerden biridir.. İlginçtir; Koca Mimar Sinan acaba bir hatamı yapmıştı 4.5 asır önce ne dersiniz? ..Mimar Sinan düşünemedi zahir ”Benim torunlarımın torunlarının torunları çok akıllı çocuklar olacaklar, büyük büyük mimarlar mühendisler şehir plancıları olacaklar.. benim yaptığım Yalı camisi Şemsi Ahmet Paşa camiinin önünde çok kalabalık olacaklarda bıraktığım oncağız yol kendilerine yetmeyecek …” Ne yapsın Koca Mimar düşünemedi, siz düşündünüz zahir!..Size yakışan , yanlıştan dönmenizdir Sinan’ın Torunları.. Bu da bir fazilettir… Şehir ve Kültür dergimiz, üç yıldır MedeniyetŞehir-Kültür eksenindeki yazılarla çıkmaya devam ediyor.. Çıkmaya devam edecek inşallah.. Her seferinde hatamız kusurumuz varsa affola demeden Aynaya bakıp kendimizden emin olmak istiyoruz.. Hz. Mevlana diyorki; “Uzun lafın kısası, Ah'tır. - Ve her Ah'ın sesini duyan Allah'tır” Hoş bulduk efendim, Hoşça bakın zatınıza… Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni


içindekiler

4 6

KÜLTÜRE DERiNLiK, TEKNOLOJiYE ZENGiNLiK

Prof.Dr.E.Nazif GÜRDOĞAN

UNUTULAN KARAHANLI BAŞKENTi:

BALASAGUN

Doç Dr. Abdulhamit AVŞAR

10

FATiH FENER'DE

16

MÜKRiMiN HALiL

KÜLTÜR YOĞUNLUĞU Mehmet Kâmil BERSE

Kâmil UĞURLU

ŞEHİR ve KÜLTÜR: Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488. İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yard.Doç.Dr.Recep Çelik Editörler: Edebiyat,Tarih/ Fahri Tuna Medeniyet/ Yrd.Doç. Dr.Recep Çelik Şehirler/ Yrd.Doç.Dr.Ali Mazak Sanat,Kültür / Giray Tarhanoğlu

26

SEVGİ-SAYGI HAZiNEMiZi

NiYE iFLAS ETTiRDiK? VEHBİ VAKKASOĞLU

30 36 40

DRESDEN YOLLARINDA

Mehmet Cemal ÇİFÇİGÜZELİ

BİR iLAHIYATÇI GÖZÜYLE

TAHRAN VE KUM

Prof.Dr.Enbiya YILDIRIM

CAHiT ZARiFOĞLU VE

“ŞEHRi MER’AŞ” Serdar YAKAR

Reklam: Dr.Ali Mazak, Savaş Uğur, Dr.Mustafa Avtepe Pazarlama ve Halkla İlişkiler: Atilla Akdemir Ankara Temsilcisi: Yaşar Dinçkal Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Erkan Çav, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse,

Tashih: Hüseyin Movit , Ubeydullah Kısacık. Grafik Tasarım: grafilgug@gmail.com / Martı Ajans Ltd.Şti Teknoloji : A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Bekir Karlıga, Prof.Dr.Hüsrev Hatemi, Doç.Dr.İbrahim Demir, Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Zekeriya Kurşun, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan, Prof.Dr.Celal Erbay, Prof.Dr.Nurullah Genç, Prof.Dr.Recep


19 BAYRAMİYE / Prof.Dr.Zekeriya KURŞUN 27 "İMAR PLANLARI" İLE KAYBEDİLEN KADİM ŞEHİRLER DÖNEMİ, VE İSTANBUL / Cem ERİŞ

44

DÜZLAND BiR ÜLKENiN RENGÂRENK ŞEHRİ;

ROTTERDAM Fahri TUNA

25 MEHMED ALİ AYNÎ İSLÂMIN BÜYÜK VELİSİ ABDÜLKADİR GEYLÂNÎ -kitap tanıtım-/ Ahmet ŞAYIR 28 ŞEHİRLİ OLMAK / Recep GARİP 47 ALİ ERCAN VE NİĞDE TÜRKÜLERİ / Mehmet Baş 48 ‘MİLLİ ŞEF’ DÖNEMİ BASIN HAYATI / Hüseyin Yürük 53 EY ORUÇ, DİRİLT BİZİ!.. / Sabri GÜLTEKİN

54

iKi ÇAY, BiRi DEMLİ OLSUN… Nidayi SEViM

57 YOL AZIĞI -şiir-/ Kâmil UĞURLU 62 ŞEHR-İ İSTANBUL’DA BİR İLETİŞİM YÖNTEMİ: HASIR YAKMA/ Mehmet MAZAK 64 BİR FETİH DAHA VAR / Nermin TAYLAN 67 KIRIM’DAN, AÇIK KARTLAR GELDİ. NİZAMİ İBRAHİMOV KOLEKSİYONUNDAN AÇIK MEKTUPLAR.. / M.Kâmil BERSE 68 MİMAR SİNAN'DAN MUHTEŞEM SÜLEYMAN KÖPRÜSÜ / Davut NURİLER

58

74 KÜLTÜR VE SANAT ŞEHRİ ERZURUM / Prof.Dr. Ömer Özden HiNDiSTAN’IN GiZEMLERi

VE GERÇEKLERi

Zaferullah YILDIRIM

78 İÇİNDE YAŞATTIĞI ŞEHRİ OLMAYAN, YOKSULDUR / İsmail BİNGÖL 81 “GÜZEL ÜLKEM” SABRİ ÖZTÜRK’ÜN TBMM'DEKİ RESİM SERGİSINİN ARDINDAN -şehir sergi- / Zaferullah YILDIRIM 82 MEVLANA VE BALKANLAR / Mikail Türker BAL 84 MASAL ÜLKESİ: FAS / Meryem DALĞIÇ 86 ANA MESELELERİMİZ VE YOL HARİTAMIZ / Mustafa YAZGAN

70

88 ASIRLIK DERDİMİZ: ZARAFET, ESTETİK, KÜLTÜR / Ekrem KAFTAN SEYYAHLARIN GÖZÜNDE

iSTANBUL Muhsin İlyas SUBAŞI

Toparlı, Prof.Dr.Hamit ER, Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof.Dr.M.Sıtkı Bilgin, Prof.Dr.Hamza Ateş , Doç. Dr.Muharrem Es. Doç.Dr.İbrahim Maraş, Doç.Dr.Önder Bayır, Yard.Doç.Dr.A.Hikmet Atan, Yard.Doç.Dr.Erkan Çav, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Muzaffer Doğan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Yaşar Dinçkal Fiatı: 15 TL.

KKTC fiatı: 20 TL. Abone Yıllık: İstanbul 160 TL. İstanbul Dışı 170 TL. Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR3100 0460 0028 8880 0005 6479 Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatih-İstanbul Tel: 0212 534 15 11

90 DRINA KÖPRÜSÜ (IVO ANDRIÇ) / Bilal CAN 93 SULTANŞEHİR’DEN BİR KAÇ SİMA -şehir kitap-/ Kitap Tanıtım: Fatma DERİN 94 FATİHLİ, ŞİİR VE MUSİKÎ ÇINARIMIZ DR. CAHİT ÖNEY/ Mehmet Nuri YARDIM Fax: 0212 534 13 27 e-posta : info@dersaadet.org.tr

www.dersaadethaber.com

Baskı: Gök Matbaacılık Promosyon Reklam ve Tekstil San. Tic.Ltd. Şti. | Tevfik bey Mah Halkalı Cad. No:162 / 7 Sefaköy - İstanbul Tel: (0212) 693 68 59 Fax: (0212) 697 70 70

Kapak Resmi: Şemsi Ahmet Paşa Camii Üsküdar Fotoğraf: Emine Demiraslan


lkeler, dünyanın en büyük kentine, en büyük işletmesine, en büyük barajına ve en büyük gökdelenine sahip olmakla övünür. İnsanlar herşeyin en büyüğünü sahip olmak için , hayatı sonu gelmez bir yarışa dönüştürdü. Büyüme aynı zamanda, gelişmişliğin de bir göstergesi olduğundan, dünyada ülkeler işletmelerini , kentlerini , binalarını ve yollarını sürekli büyümek için birbirleriyle sonu hiçbir zaman gelmeyecek bir yarışa girdi .

KÜLTÜRE DERİNLİK,

TEKNOLOJİYE ZENGİNLİK Dünyada ekonomik büyümenin itici gücünün kaynağında , kazanç sağlama isteğiyle birlikte, iktidar olma, güç sınırlarını sürekli genişletme tutkusu var Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan*

Her alanda görülen büyümenin ana dinamiğini; insanın sınırsız isteklerini karşılamak için, olmaktan daha çok sahip olmaya, doymak bilmez bir tutkuyla sarılması oluşturuyor. Bütün dünyanın eğitim düzenini, bilim ve teknololji politikalarını, tutkularına dört elle sarılan , seküler insanın değerleri biçimlendiriyor. Bunun için, her ülkede işletmeler, kentler, bütçeler, silahlanma harcamaları, gelen yılda geçen yıldan, biraz daha fazla büyüyor. Dünyada ekonomik büyümenin itici gücünün kaynağında, kazanç sağlama isteğiyle birlikte, iktidar olma, güç sınırlarını sürekli genişletme tutkusu var. Çünkü, gelirlerin artmasıyla gelen güç alanlarının genişlemesi, ekonomik büyümeyle yakından ilgilidir. Bu yüzden, ülkeler, işletmeler, siyasal partiler, haklı haksız her türlü imkandan yararlanarak, güç alanlarını sürekli genişletme peşindedir. Amerikalıların öncülüğünde geliştirilen, “Daha büyük daha güzeldir” stratejisi, yeryüzü ölçüsünde yaygınlık kazandı. Bunun sonucu bütün dünyada, kaynaklar belirli sayıdaki işletmelerin elinde toplandı. Giderek daha da büyüyen kentler ve işletmeler, bütün dünyanın sorun üreten ana sorun kaynakları oldu . Çokuluslu şirketler bütün ülkelerin doğal kaynaklarını ele geçirdi.

*T.C. Maltepe Üniversitesi

sayı//35// haziran 4

E.F. Schumacher bütün ülkelere, Batı dünyasını “Daha büyük daha güzeldir” stratejisine karşı , Doğu dünyasının “Daha küçük daha güzeldir” stratejisini öneriyor. Schumacher, Gandi’nin öncülüğünü yaptığı “Kitle üretimi değil kitlelerin katıldığı üretim” stratejisinden yola çıkarak, ileri teknoloji dayanan büyük ölçekli işletmelere karşı, geleneksel teknolojiyle ileri teknolojiyi altın oranda harmanlayan ara teknoloji ye dayanan, küçük ölçekli işletmelerin geliştirilmesini istiyor.


Ülke coğrafyasına serpiştirilmiş küçük işletmeler, üretimi bütün ülkeye dengeli ve uyumlu bir biçimde dağıtarak, kentlerin çevresinde düzensiz yerleşim alanlarının, oluşmasını önler. Yerel kaynakları değerlendirme amacıyla, değişik alanlara yapılan yatırımlar, merkez ile çevre arasındaki uyum ve dengenin sağlanmasında, belirleyici bir işlev yüklenir.Geleceğin inşa edilmesinde hayati olan büyük işletmeler değil, küçük işletmelerdir. Düzensiz sanayi yatırımlarının yoğunlaştığı bölgelerde, sağlıksız bir kentsel dönüşüm ortaya çıkar. Kırsal, alanlar boşalarak, kentlerin çevresinde gecekondu kuşakları oluşur. Ekonominin sürükleyici gücü sanayileşmenin amacı, emekten tasarruf ederek, çalışan başına verimliliği arttırma yanında, çalışmak isteyen herkese iş vermek olmalıdır. Değer toplumunda bir insana yapılacak en önemli yardım iş vermek ya da iş kurmasına destek olmaktır. İleri teknolojiye dayanan sermaye yoğun yatırımları, büyük kentlerden küçük kentlere doğru yönlendirme konusunda, köklü önlemler almadan, dünyadaki düzensiz kentleşmenin önüne geçmek mümkün değildir. Amaç, insanların sınırsız isteklerini değil, sınırlı ihtiyaçlarını karşılamak olmalıdır. Kaynakları sınırlı olan bir dünyada sınırsız üretim ve sınırsız tüketim olmaz. Dünyanın kaynakları dünyada yaşayan herkesin karnını doyurmaya yeter, ancak kimsenin gözünü doyurmaya yetmez. Mühendisler, iktisatcılar, işletmeciler,insanların sınırsız isteklerini karşılamayı amaçlayan teknolojik ürün ve hizmetler üretmekten daha çok, insanların gerçek ihtiyaçlarını karşılayacak, teknolojik ürün ve hizmetler üretmeye odaklanmalıdır. Toplumun kültürel zenginliğini sığlaştıran, tek boyutlu seküler kitle kültürüne karşı, hayatın bütün alanlarına anlam kazandıran çok boyutlu kutsal kültüre önem verimeli ve özen gösterilmelidir. Büyüklüğü kutsama, büyüklük tutkusu, yalnızca doğal çevreyi değil, insanının iç dünyasını da büyük bir harabeye dönüştürdü. İleri teknolojiye karşı ara teknolojiyi savunurken, teknolojinin insanın iç dünyasıyla birlikte, dış dünyasını da nasıl altüst ettiği gözden uzak tutulmamalıdır. Kutsal kültürle bağlarını koparan , insanın gelişmesinden daha çok ekonominin büyümesie önem veren teknolojinin, çevreye dost olması

mümkün değildir. İnsana dost olmayan teknolojinin, canlı cansız varlıklarıyla, tabiata dost olmasını beklemek boşuna beklemektir. Teknolojiyi geliştiren kültürün kaynaklarını sorgulamadan, teknolojinin çevresel ve toplumsal etkilerinden yola çıkarak,teknolojiyi denetim altına alacak yöntemler geliştirilemez. Teknoloji kültürün ekonomiye yansıyan yüzüdür. Kültür teknolojiye, teknoloji kültüre yeni açılmlar kazandırır. Belirleyici olan teknolojiden önce kültürdür. Savaşcı kültürün barışcı teknolojisi olmaz.

Ülke coğrafyasına serpiştirilmiş küçük işletmeler, üretimi bütün ülkeye dengeli ve uyumlu bir biçimde dağıtarak, kentlerin çevresinde düzensiz yerleşim alanlarının, oluşmasını önler.

Kültüre derinlik kazandırmak, teknolojiye zenginlik kazandırmaktan çok daha önemlidir. Teknolojik değişmeye direnilmez, teknolojik değişme yönetilir. Kültür ile ekonomiyi aşılmaz sınırlarla birbirinden ayıranlar, teknolojik değişmeyi yönetemedikleri gibi, teknolojinin yol açtığı çevresel sorunların üstesinden de gelemez. Kültür ve teknoloji et ve tırnak gibi birbirinden ayrılmaz. Bilim ve teknolojinin tabanında yer aldığı, bilgi ve bilgelik hiyerarşisinintepe noktasında ekonomi değil, kültür olmalıdır.Tarihin her döneminde toplumları dönüştüren değerlerin başında, ekonomik değerler değil, kültürel değerler gelir.Bu yüzden ,Schumacher ara teknolojinin, kutsal kültürden beslenmesi gerektiğinin üzerinde önemle durmaktadır. Fizik ötesi dünyayı önemsemeyenler, fizik dünyada önemsenecek atılımlar yapamazlar. İnsanlık tarihi içinde teknoloji nasıl gelişirse gelişsin, arkasında mutlaka kutsal ya da seküler kültürden beslenen insan vardır. İnsanın sınır tanımayan istekleri teknolojisine yansır. Teknoloji iki yanı keskin bir kılçtır. İyilik peşinde koşan insanların elinde iyiliklere, kötülük peşinde koşan insanların elinde de kötülüklere yeni boyutlar kazandırır. 5


UNUTULAN KARAHANLI BAŞKENTİ:

BALASAGUN Karahanlılar, İslâmiyet’i kabul ettikten sonra, taşıya geldikleri kadim mirası bu yeni ve cihanşümul medeniyet ile taçlandırmışlar ve parlak bir imar faaliyetine girişmişlerdir.

Doç. Dr. Abdulhamit AVŞAR*

ürk-İslâm tarihi siyasî olarak ne zaman başlar” diye bir soru sorulsa, cevabı muhakkak ki “Karahanlılar” olacaktır. Öyledir de. Türklerin ilk Müslüman devleti olan Karahanlılar İmparatorluğu, Selçuklu ve nihayet Osmanlı ile zirveye ulaşan büyük Türk-İslâm medeniyet yürüyüşünün başlangıcıdır; Karahanlılar, bu medeniyetin ilk halkası ve kurucu atasıdır. Bugün, tarih sahnesinden çekilmiş durumdadır; ancak, halen, geniş Türkistan (Orta Asya) coğrafyasının dört bir yanında geride bıraktıkları miras, gelişip serpildikleri şehirler, sosyal, kültürel ve tarihî etkileri yaşamaya devam etmektedir. Bu büyük devletin ilk başkenti ise Balasagun idi. Balasagun şehri, Kırgızistan sınırları içerisinde, ülkenin Doğu Türkistan’ın Kaşgar şehri sınırında yer almaktadır. Bişkek’ten karayolu ile yaklaşık 1,5 saatlik bir mesafede olan şehir, bir zamanlar tarihî İpek Yolu’nun güzergâhı üzerinde bulunuyordu. Yüzyıllarca, kentin çevresini saran dağlar arasından geçen İpek Yolu’nu izleyen kervanlar, Balasagun ya da hemen yakınında bulunan Tokmak şehrinde mola verirlerdi. Bu yüzden her iki kent, kadim Orta Asya’nın önde gelen kültür ve ticaret merkezleri arasındaydı. Bölgeye “Kırgız” adıyla bilinen Türk kavminin gelmesi 15-16. yüzyıllardadır. Yenisey bölgesinde yaşayan Kırgızların güneye inerek buraları vatan edinmesinden önce ise, Hunlar, Göktürkler, Uygurlar başta olmak üzere, çeşitli Türk devletleri hüküm sürdüler bu coğrafyada. Balasagun’un asıl yükselişi ise Karahanlılarla birlikte oldu.

*TRT İstanbul Müdürü

sayı//35// haziran 6

“Karahanlı” tanımlaması -Erdoğan Merçil’in ifadesiyle- “doğu ve batı Türkistan’da hüküm sürmüş ilk İslami Türk sülalesine” Avrupalı şarkiyatçılarca “kendi unvanlarındaki ‘kara’ (yani) ‘kuvvetli’ kelimesinin çok sık geçmesinden dolayı verilen” bir addır. Çağdaş İslâm kaynaklarında ise bu devlet, yine bir unvan olan “İlig” (Hanlar) tabiri ile “el-Hakaniye”, “el-Haniye” ve “Al Afrasiyab” şeklinde zikredilmektedir. 840-1212 yılları arasında hüküm süren ve bugünkü Kırgızistan, Özbekistan, Tacikistan, Kazakistan ve Doğu Türkistan toprakları üzerinde hüküm süren Karahanlılar’ın başlangıçta iki yönetim merkezi vardı: Balasagun ve Kaşgar. Tüm Karahanlıların


Minare, Karahanlı Türkleri tarafından inşa edilen pek çok mimarî eserlerden biridir. Dönemin mimarî üslubuna uygun olarak tabandan itibaren daralarak yükselen spiral bir görünüme sahiptir. Dış yüzeyi ise, yine sonraki dönem pek çok Türk-İslâm eserinde görüleceği üzere geometrik şekillerle bezenmiştir. 11.yy.da yapılmış olan Burana minaresinin orijinal uzunluğu 38 metreyken, 16.yy.da meydana gelen bir deprem sonucu 21 metreye düşmüş.

perspektifinden yeniden ihya ve inşa ediliyordu. Yine, Türklerin kadim zamandan beri sahip olageldikleri “öte dünya” inancının bir tezahürü olarak ortaya çıkan kurgan mezar geleneği, İslâmiyet’in kabul edilmesi ile birlikte kümbet ve türbe mezarlara dönüşüyordu. Böylece İslam dünyasında yeni bir mimarî form ortaya çıkıyordu. Aynı şekilde kervansaraylar inşa yoluyla ticaret ve ekonomik faaliyetlerin canlandırılması yolunda önemli bir adım atılıyor, kendilerinden sonra hâkimiyeti devralacak olan Selçuklulara iktisadî sahada önemli bir birikim devrediliyordu. Karahanlılar, bütün bu imar faaliyetlerini devam ettirirken yeni kabul ettikleri dinin yaygınlaştırılması için de büyük gayret sarf ediyorlardı. Böylece İslamiyet, Karahanlılar ile birlikte Orta Asya’da hızla yayılacak ve Türk milletinin ortak dini haline gelecektir. Bu bağlamda, mesela, Cent’e çekildikleri zaman henüz Müslüman olmayan Selçuklu Türkleri, Karahanlılar döneminde İslâmiyet’i kabul edecekler, bir müddet sonra da cihanın gördüğü en büyük Müslüman devletlerden birini kuracaklardır.

Karahanlılar, İslâmiyet’i kabul ettikten sonra, taşıya geldikleri kadim mirası bu yeni ve cihanşümul medeniyet ile taçlandırmışlar ve parlak bir imar faaliyetine girişmişlerdir. Daha sonra Selçuklular yoluyla Anadolu’ya da taşınacak olan bu yeni imar faaliyeti İslâm şehir anlayışına da yeni bir boyut getiriyordu. Bu bağlamda camiler, medreseler, ribatlar, köprüler inşa yapılıyor; şehirler, yeni dinin medeniyet

Balasagun şehrinde, Burana minaresinin yanı sıra M.S. 6-10.yüzyıllara ait yaklaşık 80 kadar mezar taşı da bugüne kadar gelebilmiştir. Bu taşların büyük kısmı insan formu şeklindedir. Eski Türkler mezar taşlarını iki durumda insan formlu olarak yaparlardı: Ya ölen kişinin kendi kahramanlıklarını ya da savaşta öldürdüklerini simgelemek üzere. Bu amaçla dikilen mezar taşlarından birincisine “sin”, ikincisine ise

hükümdarı olarak bilinen “büyük kağan” ise Balasagun’da otururdu. Balasagun, dağların eteğinde uzanan geniş bir ovanın ortasında kurulmuştur. Şehre, Bişkek’ten karayoluyla, tarihi en az Balasagun kadar eski olan Tokmak şehrinden geçilerek gidiliyor. Balasagun şehrine yaklaşırken ilk dikkatleri çeken ise, ıssız ovanın ortasında yapayalnız duran “Burana” oluyor. “Burana” kelimesi, Kırgızca Türkçesinde, “minare” kelimesinin bozulmuş şekli olarak kullanılmaktadır. Burana adı zamanla, Balasagun adını unutturmuş ve onun yerine geçmiş.

Eski Türkler mezar taşlarını iki durumda insan formlu olarak yaparlardı: Ya ölen kişinin kendi kahramanlıklarını ya da savaşta öldürdüklerini simgelemek üzere. Bu amaçla dikilen mezar taşlarından birincisine “sin”, ikincisine ise “balbal” adı verilirdi.

7


“balbal” adı verilirdi. İnsan formlu mezar taşı geleneği İslamiyet’ten sonra da devam etmiş, ancak insan yüzü, yerini -Osmanlı örneğinde olduğu gibi- insanı çağrıştıran farklı simgelere bırakmıştır. Balasagun’un kadim mezarlığında rast gelinen bir başka mezar taşı da, üzerinde resim yazı ya da runik yazıların bulunduğu taşlardır. Mezarlığın çeşitli yerlerine dağılmış bu ilginç ve ünik taşlar da, kaybolmadan araştırmacıların ilgisini beklemektedir. Bu arada, mezarlıkta dikkatleri çeken, üzerinde Arap harfli yazıların bulunduğu taşların ise daha yakın dönemlere ait oldukları görülmektedir. Bu tablo, Balasagun’un İslamiyet’ten önce de önemli yerleşim yerlerinden biri olduğunu gösterdiği kadar, Türklerin kültürel geçmişe ve ölüme duydukları saygının büyüklüğünü de ortaya koymaktadır kuşkusuz. Karahanlı Hükümdarı Satuk Buğra Han, daha şehzade iken, 822’de, İslâmiyet’le tanışmış ve Müslüman olmuştu. 10. yüzyıl ortalarında tahta geçince de (944), İslamiyet’i resmî din haline getirmiş ve böylece tarihin akışını değiştirecek bir adım atmıştır. Kendisi de Abdulkerim adını almış ve tarihe “Abdulkerim Satuk Buğra Han” namıyla şerefli bir ad bırakmıştır. Karahanlılar tarafından başlatılan ilim ve kültür faaliyetleri çok kısa zamanda tüm İslâm dünyasına yayılmış ve etkileri bugüne kadar devam edecek derin izler bırakmıştır. Öyle sayı//35// haziran 8

ki, daha o çağda Kur’an’ı Kerim tercümeleri yapılmış, bir taraftan fetihler yoluyla İslâmiyet’in yaygınlaştırılması yolunda mücadele edilirken, aynı zamanda, yeni dinin Türkler arasında sosyal ve kültürel olarak yerleşip güçlenmesi için de büyük gayretler gösterilmiştir. Bunun yanı sıra, hâkimiyetleri altındaki bölgelerde Türk kültürünün de gelişip güçlendiğine de tanık olmaktayız. Ve böylece Karahanlılarla birlikte, bir Türk-İslâm edebiyatı ortaya çıkmıştır. Bu sebeple bu devir “Türk kültür tarihinde Karahanlı devri” olarak adlandırılır. Karahanlılar döneminin en bariz karakteri, eserlerin Türkçe olarak kaleme alınmasıdır. Nitekim o dönemden elimize ulaşabilen üç önemli eserin de ortak yönü budur. “Kutadgu Bilig” ve “Atabetül Hakayık” Türkçe yazılmış, “Divanü Lügat’it-Türk” ise Arapça olmasına karşın, Türk dilinin Arap diliyle “at başı gittiğini” ortaya koyabilmek, Araplara Türkçe öğretebilmek amacıyla kaleme alınmıştır. Kutadgu Bilig’in yazarı, dönemin büyük felsefeci ve düşünürlerinden biri olan Balasagunlu Yusuf’tur. 1070 yılında hükümdara sunulan eserinin adı, “saadeti mümkün kılan bilgi” anlamına geliyordu ve ilk yazılan siyasetname örneklerinden biriydi. Karahanlı hükümdarı da ona, “ulu kişi” anlamına gelen “Has Hacib” unvanını verecek ve bundan sonra “Yusuf Has Hacib” olarak tanınacaktır. “Divanü Lügat’it-Türk” müellifi Kaşgarlı


Yalnızca Burana minaresi, o azametli geçmişin tek şahidi olarak ayakta kalmayı başarmış ve günümüze kadar gelebilmiş.

Mahmud ise Karahanlı hükümdar ailesine mensuptu. Ancak o, devrin karmaşasının da etkisiyle, devlet yönetiminden uzak durmayı tercih etmiş ve kendini ilme adamıştı. Böylece Türklerin sosyal, kültürel, iktisadî hayatına ve inançlarına dair pek çok bilgi bize kadar gelebilmiş, Mahmud, belki de yitip gidecek bir siyasetçi olmaktan kurtularak, ünü çağları aşan bir büyük âlim olmuş, ebedîleşmiştir. Yine Karahanlılar döneminin, tesirleri devirleri aşarak günümüze kadar gelen, bir diğer büyük şahsiyeti de Ahmed Yesevî’dir. Yesevî, Karahanlı ikliminde yeşerttiği tasavvuf ocağıyla, kısa zamanda tüm Türkistan’ı manevî olarak kuşatmış, alperen dervişler yoluyla Selçukluların fütuhat yolculuğunun manevi öncüsü olmuş, Osmanlı ikliminin zeminini hazırlamıştır. Balasagun, Karahanlı Devleti’nin 13. yüzyıl başlarında tarihe karışmasından sonra eski parlak günlerini kaybetmiştir. Bağrında barındırdığı mimarî miras da –zamanlasavaşlar ve tabii afetler yoluyla harap olmuş ya da toprağa gömülmüştür. Yalnızca Burana minaresi, o azametli geçmişin tek şahidi olarak ayakta kalmayı başarmış ve günümüze kadar gelebilmiş. Ve bu yalnız minarenin cazibesiyle Balasagun’a gittiğinizde tarihin kokusunu alarak dönüyorsunuz. Öyleyse, seyahat rotalarımızın yönünü doğuya, medeniyet ve kültürümüzün kadim kaynaklarına çevirmenin vakti gelmedi mi? 9


DÜNYANIN KÜLTÜRÜNÜ BİR ŞEHİRDE YAŞAMAK

FATİH FENER'DE

KÜLTÜR YOĞUNLUĞU -yedi-

"Mesnevîhân-ı Şehir" diye de tanınan Şeyh Hafız Mehmed Murad Efendi, Fatih-Çarşamba'da 1844 senesinde Mesnevîhâne Tekkesi'ni kurmuş Mehmet Kâmil BERSE

Mesnevihane Tekkesi ve Mescidi

atih-Çarşamba aksında Dünyanın kültürünü her açıdan görebilirsiniz.. Asırlardır yerleşim yerleri kimliğini özgün olarak muhafaza eden nadir bölgeler mahalle ve sokaklar buraları..Yavuz Sultan Selim Camiiinden ayrıldıktan sonra batıya doğru geldik ve Kiremitçi caddesine yakın bir yerde şu anda restorasyonu yapılan bir yapıyı tanımak üzere önünde duruyor ve geçmiş yarım asırlık bir tarih hatırlıyorum, ders çalışmak için sıkça gittiğim kütüphanelerden biri idi , samimi ve manevî bir havası vardı tabiiki kitaplar… .Bu bölgenin sakinleri İslamî yaşayışı içtimai hayatlarında uygulayan bir demografik yapıya sahip… MURAT MOLLA KÜTÜPHANESİ

Gençliğimde çokça gittiğim bir kütüphane aslında burası, Murat Molla Kütüphanesi.. Rumeli Kazaskeri Damadzade Murad Molla Efendi tarafından 1183/1769'da inşa ettirilen, tekke..Mescidin ardından 1189/1775'de inşa olunmuş. Biri küçük, iki binadan oluşan kütüphane binaları kare planlı.. Küçük bir kütüphane idi ama harika bir bahçesi vardı,. Tevki Cafer Mahallesi 1910’da 54 parselde yer alan Murat Molla Kütüphanesi, Kültürel amaçlı hizmetlerde kullanılmak üzere Vakıflar Genel Müdürlüğü’nden tahsis edilmiştir. 2006 tarihinde rölöve, restitüsyon ve restorasyon projeleri hazırlatılmış. 2009 yılında başlatılmış olan restorasyon çalışmaları tamamlanmak üzere…Bundan sonra Kütüphane olarakmı devam eder ? bilemiyorum…Keşke Kütüphane olarak devam etsede elli yıl sonra benim bugün hatırladıklarımı hatırlayıp yazanlar olsa kitaplar üzerinden kütüphane aşkıyla… Kiremit caddesi devamında bölgenin en yüksek ve renkli yapısı ile karşılaşıyoruz…Çok kimse ne binası olduğu konusunda farklı bilgilere sahip…Bize düşende kısaca bir tarihini burada kayda düşelim… ÖZEL FENER RUM LİSESİ

İstanbul’un en eski eğitim kurumu , Fener Rum Lisesi.. İstanbul´un fethinden sonra Bizans´ın yönetici sınıfı ve tüccarları kenti terk ederek Ege adaları, İtalya ve Fransa´ya sığınmıştır. Fatih Sultan Mehmet, 1454´te, tüm İstanbullu Ortodoksları kente geri çağırdı. Bu çağrısını bir fermanla resmileştiren Fatih, Ortodokslar´ın kendi dillerinde eğitim yapabileceklerini, patrikhanelerini yeniden ihya edebilecekleri ve sayı//35// haziran 10


tüm ibadetlerinin eskiden olduğu gibi serbestçe yerine getirebileceklerini bildirdi. Bunun üzerine İstanbul´dan ayrılmış olan eski Bizanslılar gruplar halinde kente geri döndü. Patrikhane, o dönemde Fatih Camii´nin bulunduğu, Oniki Havariler Manastırı´na yerleştirildi. Daha sonra Fethiye Kilisesi´ne nakledilen Patriklik makamı son olarak Fener´deki bugünkü yerine taşındı. Patrik Gennadios ile Fatih Sultan arasında yapılan anlaşma gereği 1454´te Fener sınırları içinde bir okul kuruldu. Yüzyıllar içinde adı, "Patrikhane Akademisi" ya da "Rum Mekteb-i Kebiri" olarak anılan bu eğitim kurumuna Osmanlı geniş olanaklar sağladı. Osmanlı İmparatorluğu´nun en yüksek mevkilerinde görev almış bulunan pek çok Fenerli Rum, baş tercüman, Eflak ve Boğdan beyleri, patrik ve yüksek din görevlileri, bu okuldan yetişti. Osmanlı döneminde okulun müdürleri din görevlileri arasından seçilirdi. Okutulan dersler teolojik ağırlıklı, antik ve çağdaş felsefe, klasik filoloji ve edebiyattı. Okulun hocaları arasında da çok ünlü yazar ve araştırmacılar bulunuyordu. Bunlardan, baba ve oğul Zigomolar (1556-1580), Teofilos Koridaleus (1621-1639), Aleksandros Mavrokordatos (1663-1671), Avgenios Vulgaris (1760-1761) ve Konstantin Kumas, dünyaca ünlü isimlerdir. Okul 1961´den sonra klasik eğitim veren bir liseye dönüştü. KIRMIZI LİSENİN YAPIMI

Günümüze kadar ulaşan görkemli bina 1881´de mimar Dimadis tarafından inşa edildi. 1903´te okulun bünyesine, ilkokul öğretmeni yetiştirmeye yönelik, klasik filoloji ve pedogoji eğitimi veren bölüm eklendi. Haliç´in iki yakasında bulunan en görkemli yapılardan olan okul, cumhuriyetten sonra Fener Rum Erkek Lisesi adını aldı. Okulun, hemen bitişiğinde, Tevkii Cafer Mektebi Sokak´ta bulunan bir binada ise kız öğrencilere eğitim veriliyordu. Okulların karma olmasından sonra kız öğrenciler de Fener Rum Erkek Lisesi binasına taşındi. Okulun bugünkü binası, On dokuzuncu yüzyılın en önemli mimarlarından biri olan ve Fener Rum Erkek Lisesi mezunları arasında bulunan mimar Dimadis tarafından inşa edilmiş. Haliç´in her iki yakasındaki yapılar içinde Süleymaniye´den sonraki en en yüksek binası olan eserin yapı malzemelerinden çoğu Marsilya´dan getirilmiş. Avrupa´nın çeşitli ülkelerinde özellikle İtalya ve

İspanya´da da şatolar yapan Dimadis, eseri beş sene içinde bitirmiş. Fener sırtlarındaki yüksek tepe üstüne inşa edilen eser, geniş ve yüksek cephesi, kırmızı ateş tuğlaları ve ortasındaki kubbeli kalın bir kulesiyle dikkatleri çekiyor. Büyüklüğünden dolayı patrikhane zannedilir.., 2017 yılı itibarı ile, 563 yıldır kesintisiz eğitim veren ,Fener'de Patrikhanenin arkasında yer alan okulda bugün, 53 öğrenci eğitim görüyor.. Diğer Türk okulları gibi 4 yıl ortaokul, 4 yıl da lise. Öğrenciler, üniversitede istedikleri okula girebiliyor. Sınıflarda 6-11 öğrenci var. Bir sınıfta ne kadar Türkçe edebiyat varsa, o sayıda Rumca ders veriliyor.

Gençliğimde çokça gittiğim bir kütüphane aslında burası, Murat Molla Kütüphanesi.

Fener Rum Lisesinin diğer adıyla Kırmızı Lisenin arka tarafında , her yönden yokuş.. üç yol ağzında bir başka tarihi yapıların ve farklı kültürlerin bir şehrin dar bir mahallesinde nasıl yaşadığını görmek için ideal bir semt… Üç yol ağzının üç tarafında herbiri farklı üç tane özgün ve sevimli mescidler… Her üç mescidde zamanında ulema ve şeyhlerin vazife yaptığı ibadethaneler buraları… İlkokul öncesi Kuran okumak için gittiğim şirin bir mescid var burada, aslında tekke… MESNEVİHANE TEKKESİ VE MESCİDİ

Mevlana’nın Mesnevisi , tarikatlarca değer verilen bir kitap.. Bu nedenle Mesnevi-i Manevi, Mesnevi-i şerif gibi isimlerle yâd edilir. Mesnevi-i manevi ilk başta mevlevihanelerde okutulmuş, zamanla diğer tarikat mensuplarının da Mesnevi icazeti almasıyla camilerde, medreselerde, konaklarda okutulur hale gelmiş. Ve bu gelenek haline getirilerek devam ettirilmiş. Mesnevihan diye isimlendirilen kişi Mesnevi’yi bir topluluğa okur ve şerh eder. İlk mesnevihan da, Hz. Mevlana’nın ağzından çıkan mübarek sözleri yazıya geçiren Hüsameddin Çelebi’dir. "Mesnevîhân-ı Şehir" diye de tanınan Şeyh Hafız Mehmed Murad Efendi, FatihÇarşamba'da 1844 senesinde Mesnevîhâne Tekkesi'ni kurmuş. Babası Ahıskalı Seyyid Abdülhalim Efendi, Murad Molla tekkesinin ikinci postnişini iken vefat eder ve post’a oğlu Mehmed Murad tavsiye olunur. Tekkenin açılış merasimine devrin padişahı Sultan Abdülmecid de davetlidir. Ve İstanbul’un göz bebeği olan âlimlerinden Şeyh Hafız Mehmed Murad’ın davetine icabet eder. Tekkenin minaresinin alemi Mevlevi sikkesi şeklindedir. Burası bir mesnevi dergahıdır, ama Mevlevi dergahı 11


Özel Fener Rum Lisesi( Kırmızı Mektep)

Günümüze kadar ulaşan görkemli bina 1881´de mimar Dimadis tarafından inşa edildi.

değildir. İşte buranın ilginçliği ve ehemmiyeti de tam burada ortaya çıkıyor. Mehmed Murad hazretleri Nakşıbendi şeyhi. Ve mesneviyi Nakşıbendiler arasında da okutabilmek için daru’l mesnevi’yi kurmuş. Mesnevihane olarak yıllarca hizmet vermiş tek mesnevihanedir.. Bu fakir ,burada bir yaz boyu mescidin imamı Abdülhalim efendiden Kuran dersleri gördü … Şeyh Murad Molla yazmış olduğu şu beyitle kendini ne de güzel arzediyor: “Murad-ı dert-mend’in cümle ahvali sana malum,/ Anı takrir ve tahrire ne hacet ya Rasulullah”

Murad Efendi’nin türbesi var..

Şeyh Mehmed Murad’ın yüzlerce, belki binlerce talebesinden biri de Ahmed Cevdet Paşa’dır. Cevdet Paşa, gençlik yıllarında Şeyh Efendi’den mesnevi icazeti almış ve Farsça tahsil etmiş. Daha sonrasında Mecelle kaidelerini hazırlayan, Osmanlı tarihi yazan, alanında zamanın en önemli eseri Kısas-ı Enbiya’yı yazan karşımıza çıkacaktır kendisi.

İSMET EFENDİ TEKKESİ

Tekkenin cümle kapısının girişinde Ali Haydar Bey’in nefis talik hattı ile iki satır halinde yazılmış bulunan mensur kitabede “Haza dar-ı tedris’el- Mesnevi li Hazreti Mevlana Celaleddin el-Rumi kaddese sırrahüs’s-Sami” yazılıdır. Bu tekke de, tekkelerin kapatıldığı 1925 senesine kadar adeta bir Mesnevi üniversitesi gibi eğitim vermiş. Fakat daha sonra bütün İslami yapıların uğradığı akıbet, bir eşi daha olmayan bu tekkenin de başına gelmiş. Zamanla harap olarak yapılar topluluğu bir bir yıkılmış. Ancak günümüze sadece dershane-mescid kısmı kalmış. Tekkenin haziresinde Şeyh sayı//35// haziran 12

Murad Efendinin Arapça, Farsça ve Türkçe olarak yazmış olduğu birçok eser mevcut. Hülâsatü’ş-Şürûh isimli şerhi de bunlardan biri. Hususiyeti ise daha önce yapılmış olan Mesnevi şerhlerinin bir özeti niteliğinde olması. Ma -Hazar ismiyle Feridüddin Attar hazretlerinin Pendname’sini de şerh eden Murad Efendi, Vekayıname adlı eserinde ise yaptırmış olduğu mesnevihanenin açılış törenini anlatır, açılışa sultan’ın geldiğini yazar... Divan’ında Evliyaullaha yazılmış çok güzel şiirler bulunur. 1872’de vakfedilen İsmet Efendi Tekkesi’ne ismini veren zat, 19. yüzyıl Nakşi şeyhlerinden Mustafa İsmet Garibullah hazretleridir. Mustafa İsmet Garibullah hazretleri, Sultan Abdülmecid Han’ın intisap ettiği bir zattır. Sultan, kendisini sık sık onu saraya yemeğe davet eder, feyzinden istifade etmeye çalışırmış. Şeyh İsmet Efendi’nin çok mühim bir eseri vardır ki İşte o eseri Risale-i Kudsiye’den bir bölüm: “İlahi Mustafa İsmet ki ismim/ Zuhuru Yanya’da oldu bu cismim/ Aman garket visal-i bahre resmim/ Bu resmim mahvolup Hakk’a gidelim/ Cemal-i ba kemali seyredelim” Rivayet olunduğu üzere Şeyh İsmet Efendi, Anadolu ve Rumeli’den toplam 60 kadar kişiye hilafet vermiş. Ve de Allahu Teala’nın halis kullarının, dostlarının cazibesi vefatlarından sonra da devam eder kaidesince İsmet Efendi hazretleri de şöyle buyururlarmış: “Allah’ım bana vadetti; yoldan geçerken bu tekkenin kapısından bir kere muhabbetle bakanları dahi unutturmayacak, onlara şefaat


edeceğim.” Bu Dergahla ilgili ileriki yazılarımda ayrıntılı yazacağım..zira bu tekke ailemin belki bir asırlık bağının olduğu manevi bir mekân... TEVKİİ CAFER CAMİİ

Üç yol ağzının diğer camisi ise Tevkii Cafer Camiidir… Cami seksenli yıllara kadar harap bir halde gelebilmiş ve daha sonrasında aslına uygun yeniden inşa edilerek ibadete açıldı.. MERYEM ANA RUM ORTODOKS KİLİSESİ VEYA KANLI KİLİSE

Bulunduğumuz mahalle ve sokaklarda 360 derece bakışınızda her açıda tarihi bir yapıya ve bir tarihi ize rastlarsınız…Bir sokak alt tarafta Meryem Ana Kilisesi ile karşılaşırsınız… Fener'de, Batı'da Firketeci Sokağı, Doğu ve Kuzey'de Tevkii Cafer Mektebi Sokağı ile çevrilidir. Moğol Kilisesi veya Kanlı Kilise adıyla da tanınıyor.

Kilisenin, eski bir manastırın yerinde bulunduğu ve tarihinin 10. yüzyıla kadar uzandığına ilişkin bilgiler vardır. Burada bulunan mozaik ikonaların Patrikhane Kilisesi'ndekilerle benzerligi nedeniyle, bu kilisenin de 11. yüzyıl'da inşa edildiği ileri sürülür. 12. yüzyıla kadar Maria Akropolitissa'ya ait olan kilisenin bulunduğu manastırın mülkiyeti, bu dönemde VIII. Mihael'in (hd 1259-1282) kızı Maria Paleologina'ya geçmiş. A. M. Schneider, kilisenin 13. yy'ın sonunda "Muchlion'luların" (Tegea) yaşadığı semtte, "despoina ton Mogolion" adıyla inşa edildiğini, 1351'de "Moni tes Panagiotisses" olarak adlandırıldığını açıklar. Basit planlı ve merkezi çevreleyen yarım kubbelerin yonca yaprağı oluşturduğu yapıya, 14. asrın başlannda narteks de dahil çeşitli eklemeler yapılmıştır. Kilisede narteksin üç kubbesinden ikisinde mozaik izlerinin bulunduğu, doğu uçtaki tuğla işlemenin orijinal olabileceği, batıda sonradan yapılan onarımlarda eski malzeme kullanıldığı, çok sayıdaki nişin de Komnenos dönemi yapılarını çağrıştırdığı belirtilir. 1351 'de Patrikhane'nin denetimine geçen kilise ve manastır,Fetihten sonra II. Mehmed (Fatih) tarafından mimar Hristodulos'a verilmiştir. I. Selim (1512-1520) ve III. Ahmed (17031730) dönemlerinde kilisenin Rumların kullanımından alınması için başlatılan girişimler de II. Mehmed'in fermanı nedeniyle sonuçsuz kalmıştır. Kilise, 1583'te Tryphon, 1604'te Paterakis, 1669'da Thomas Smith listelerinde yer almıştır.

17 yüzyıla gelindiğinde ise Moğol Kilisesi'ni camiye çevirmek için harekete geçilir. Bu girişim Dimitri Kantemiroğlu tarafından engellenmiştir. 1633, 1640 ve 1729'daki yangınlarda harap olan ve onarımlar sonucu mimarisi farklılaşan kilise, kitabesine göre 1731'de restore edilmiştir. Muhliotissa Kilisesi, İstanbul'da fetihten önce inşa edilmiş ve günümüze kadar Rum Ortodoksların ibadet mekanı olarak işlevini sürdürmüş tek Bizans yapısıdır. Fener-Çarşamba-Fethiye aksında tarih ve medeniyet yürüyüşümüz devam edecek, Dünyanın kültürünü buralarda koklayacağız hep birlikte…

Mustafa İsmet Garibullah hazretleri, Sultan Abdülmecid Han’ın intisap ettiği bir zattır.

FETHİYE CAMİİ

Manyasizade caddesi üzerinden “Dragman’a” (Semt adı olan Draman’ın asıl okunuşu Drağman dır ve Tercüman demektir) doğru gider iken baş tarafında eskiden çeşme olan bir sokaktan sağa girip devam ediniz karşınızda eski kemerli bir kapı ve arkasında bir cami görürsünüz. Bu yapı çevrenin tarihinden bize bir kesit sunar… Bin yıllık bir eserle karşılaşıverirsiniz, dile kolay bir anda 1000 yıl geçmişi görürsünüz... Aslında Kuzeye bakan tarafı Haliçe bakar bu yapının .. İlk yapıldığında adı Meryem adına kurulmuş olan Teotokostis Pammakaristos Manastırı'nın kilisesidir. Önceden aynı yerde bir kilise bulunduğu mevcut olan bir kitabeden anlaşılıyordu . Bugün ortada olmayan bu kitabe, burayı loannes Komnenos ile karısı Anna Dukaina·nın yaptırdıklarını bildiriyordu. Ancak adı geçen kişinin imparator ll. loannes Komnenos ile (1118-1143) aynı şahıs olması. bu hükümdarın karısının adının Eirene olmasından dolayı doğrulayamayız.. Bunun yerine binayı yaptıranın 1067'de ölen saray mabeyincisi loannes Komnenos olduğu da ileri sürülmüştür ,bu kişinin karısı Dukas soyundan Anna Dalassena'dır. Bugün görülen kilise, Latin işgalinin ( 1204- 1261) arkasından XIII. Yüzyıl sonlarında Bizans sarayı ileri gelenlerinden Mikhail Glabas Tarkaniotes tarafından inşa ettirilmiş. Buna göre büyük binanın , Latin işgali sırasında harap bir hale gelmesinin ardından Mikhail Glabas Tarkaniotes tarafından yeniden yaptınlarak ihya edildiği sonra da 1315'e doğru güney tarafına Mikhail Glabas'ın eşinin bir mezar şapeli inşa ettirdiği anlaşılmaktadır. Mikhail Glabas Tarkaniotes manastır ve kiliseyi 13


1293 'ten önce tamamlamış olmalıdır. Çünkü rahip Kosmas bu manastırın başı olarak tayin edilmiş ve 1294 ·te patrik olmuştur. istanbul'un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmed'in Ortodokslar'ın başına patrik olarak tayin ettiği ll. Gennadios Skolarius, önce Fatih Camii yerindeki On İki Havari (Hagioi Apostolo i) Kilisesi'ne yerleşmişken 1455 'te buradan o sıralarda kadınlar manastırı olan T. Pammakaristos Manastırı' na geçmeyi istemiş ve Fatih Sultan Mehmed'in fermanıyla patrikhane buraya taşınmıştır. Burada yaşayan rahibeler de hemen yakınındaki loannes Prodromos Manastırı'na geçmişlerdir. Semavi Eyice hocanın anlatımıyla; Pammakaristos Manastırı ve Kilisesi yaklaşık bir buçuk asır patriklik merkezi vazifesi görmüş, hatta bu arada bizzat Fatih burayı ziyaret ederek Gennadios ile Hıristiyanlık üzerine ünlü tartışmasını yapmıştır ki bu konuşmanın metni "Gennadios itikadnamesi" olarak tanınmıştır. Pammakaristos Manastırı'na patrikhane olduğu yıllarda; 1490'a doğru Türkler tarafından el konulmak istenmişse de bu girişim önlenmiştir. Yavuz Sultan Selim döneminde despot Tomas'ın tarunu loannes Palaiologos buraya gömülmüştür. Bir elçilik heyetiyle istanbul'a gelen Stephan Gerlach henüz patrikhane olduğu sırada burayı ziyaret ederek gördüklerini 7 Mart 1578 tarihli mektubu ile Martin Crusius'a yazmıştır. Manastır ve kilisenin o yıllardaki görünümü Turcograecia adlı kitapta anlatıldığı gibi resmi de tahta oyma gravür olarak aynı yıllarda istanbul'a gelen elçilik papazı Salomon Schweigger'in seyahatnamesinde yayımlanmıştır . Burada etrafı bir duvarla çevrilmiş ağaçlı bir düzlükte kilise ile manastırın yapıları gösterilmiştir. Rumlar'ın çeşitli yapılardan topladıkları kutsal kalıntılar da (reliques) patrikhane olarak kullanıldığı süre içinde buraya taşınmıştır. lll. Murad döneminde 1 1574- 1595) artık çevresi Türk mahalleleriyle sarılan Pammakaristos Kilisesi, Gürcistan ve Azerbaycan'ın fethi hatırası olarak Fethiye Camii adıyla 1590 · a doğru camiye dönüştürülünce patrikhane önce Aya Dimitri K.ilisesi'ne, 1612' de de şimdiki yerindeki Aya Yorgi (Hagios Georgios) Kilisesi'ne taşınmıştır. Cami yapıldığında apsis kısmı yıkılarak buraya bir mihrabın içinde yer aldığı kubbeli bir mekan eklenmiş. Esas bina ile yandaki ek binada bulunan sütunlar kaldırılarak kubbeler ve sayı//35// haziran 14

tonozlar büyük kemerlerle desteklenmiştir. Kilise cami haline getirildiğinde avlunun batı tarafında, Yemen fatihi olarak tanınan Sadrazam Koca Sinan Paşa bir medrese inşa ettirmiştir. Sinan' ın eserlerinin adlarını veren tezkirelerde, yeri belirtilmeksizin bir Sinan Paşa medresesinden söz edilmektedir. Ancak bunun Fethiye Camii yanındaki değil Beşiktaş'ta Kaptanıderya Sinan Paşa Camii'nin avlusunu saran medrese olduğu anlaşılmaktadır. Avluyu "U " biçiminde saran bu medrese ile Fethiye Camii XVI. Yüzyıl mimarisinde avlusu medreseli camiler tipinin bir örneği olmuştur. Cami iki tarafa kapısı olan bu avlu duvarı içine alınmış, sağ tarafına taş bir minare yapıldıktan başka batı ve güney tarafına Türk mimari üslübunda kemerli kapılar açılmıştır. 1051 'deki Balatkapısı yangınında alevler Fethiye Camii'ne de ulaşarak tahribat yapmıştır. Fethiye Camii, güney cephesinde kapı üstündeki kitabeden anlaşıldığına göre 1262'de (1846) bir tamir görmüş, barak üslupta olan minare de büyük ihtimalle bu onarımda yenilenmiştir. XIX. yüzyıl sonlarında medresenin üstüne Mimar Kemaleddin Bey'in çizdiği projeye göre bir ilkokul inşa edilmiş, avlu duvarları kaldırılarak külliyenin bütünlüğü yok edilmiştir. 1936-1938 yıllarında Fethiye Camii Vakıflar idaresi tarafından yeniden restore edilmiş, güney tarafına tonozların üstüne oturtulan ahşap meşruta ile buraya çıkışı sağlayan geniş dış Fethive Camii'nin Galanakis tarafından XIX. yüzyıl içinde merdiven kaldırılmış, fakat bu farkedilmez. Yapılan bir gravürü Paspatt,"ten bir Sebeple müzeler idaresine devredilerek uzun yıllar sahipsiz ve bakımsız bırakılmıştır. Kubbelerin kurşunlarını hırsızlardan korumak için caminin kubbelerinde bir kurt köpeğinin beslenmesi ilgi çekici bir olay olarak tarihe kayıt düşülmüş.. Fethiye Camii çevrenin başvuruları üzerine 1960'1ı yıllarda yeniden ibadete açılmıştır. Bu sırada yanındaki ek mezar şapeli, Amerikan Bizans Enstitüsü tarafından içindeki bütün mozaik ve freskolar açığa çıkarılıp restore edilmiş, ayrıca Türk döneminde yapılan kemer sökülüp eskiden var oldukları bilinen sütunların yerlerine yenileri yapılarak şapel orijinal şekline dönüştürülmüştür. Bugün esas bina cami olarak


Fethiye Camii

kullanılırken arada bir bölme ile ayrılan ek şapel müzeler idaresine bağlı ve ziyarete açıktır. Fethiye Camii olan eski Bizans kilisesi, altındaki daha eski bir döneme işaret eden, bazıları paye haline getirilmiş on altı sütunlu sarnıç istisna edilecek olursa üst yapısı bakımından dört döneme işaret eder. Esas kilise olarak XIII. yüzyıl sonlarında inşa edilen ana yapı, örnekleri ancak son dönem Bizans mimarisinde ortaya çıkan, orta mekanını üç tarafından "U" biçiminde koridorların sardığı "dehlizli tipte" olan kiliselerdendir. Ortadaki kubbeli mekanı bu dehlizlerden ayıran çifte sütunlar Türk döneminde kaldırılarak aynı tipte olan Molla Fenar İsa Camii güney binasında olduğu gibi üst yapı eksen paralelinde iki kemere bindirilmiştir. Binanın doğusundaki ana ve yan apsisler Türk döneminde yıkılarak yerlerine şevli biçimde üstü kubbeli bir mekan yapılmış olup bunun yan duvarında mihrap bulunmaktadır. Ana binanın orta mekanı pencereli kare bir kitle halinde yükselir. Bunun üstünde Bizans mimarisinin tipik kubbesi bulunur. Dalgalı saçağı, kademeli kemerler içindeki pencereleriyle kubbe XIII-XIV. Yüzyılların mimari özelliğine sahiptir. Mikhail Glabas'ın karısı Maria'nın XIV. asrın ilk yıllarında ana binanın güney cephesine bitişik olarak yaptırdığı mezar şapeli dört sütunlu haç planına göre inşa edilmiştir. Bunun üzerinde döneminin üslubuna uygun görünüşte kubbeler vardır. Ayrıca bu binanın güney cephesindeki mermer silme üzerinde M. Philes'in manzum yazısı işlenmiş olduktan başka aynı cephede tuğlalardan yapılmış bir yazı frizi daha vardır. Bu mezar kilisesinin kubbesinin içini bir

Pantokrator (kainatın hakimi) isa ile etrafında Tevrat peygamberleri mozaikleri süsler. Burası cami olduğunda da mozaikler kapatılmamiş olarak açıkta görülebiliyordu. Apsis bölümünde, mahşer günü insanlığa yardımcı olması için Meryem ve loannes'i isa'nın iki yanında tasvir eden bir mozaik bulunmuş , ayrıca kemer ve tonaziarda bir kısım azizlerin resimleri meydana çıkarılmıştır. Bazı ücra yerlerde ise pahalı bir teknik olan mozaik yerine daha kolay ve ucuz olan fresko resimlerin yapıldığı dikkati çeker. Üçüncü devrede, birbirine bitişik bu iki yapıyı dıştan ve üç taraftan saran bir dış dehliz inşa edilmiştir. Taş ve tuğladan oluşan karma teknikte yapılan bu ek mimari bakımdan dikkate değer bir özellik göstermez. Dördüncü ek ise Türk döneminde yapılan kubbeli mihrap mekanıdır. Kilise camiye dönüştürüldüğünde içine mermerden işlenmiş şebekeli bir minber konulmuştur. Caminin etrafında ewelce iki tarafa kapısı olan taştan bir avlu duvarı bulunuyordu. Bu kapılardan bugün yalnız biri durmaktadır. Duvar ise hemen hemen yok olmuş , cami avlusu da önündeki medresenin yerine yapılan Fethiye ilkokulunun (Bugün İmam-Hatip Ortaokulu) oyun alanı olmuştur. Dış kapı üstünde bulunan ve Nevşehirli Damad İbrahim Paşa'nın damadı Kethüda Mehmed Bey'in vakfı olan mektepten de bugün bir iz yoktur. Fatihte, Çarşamba- Fener semtlerinde yer gök, çeşitli kültürlerin ve üç medeniyetin izlerini taşıyor... adım adım bu izlerin peşinde olacağız, bizim olan yapıları tanımalıyız.. 15


ngilizcedeki “Savant” kelimesinin Türkçe karşılığı “bilge, âlim, bilgin” demektir. Herkesten, ortalama bir insandan daha fazla özellikleri, fazlalıkları olan kişi mânâsındadır.

MÜKRİMİN

HALİL Maraşlı bir ailenin, yirminci yüzyılın başında doğan ve olağanüstü yetenekleri olan bir çocuğu vardı ve onda da benzer özellikler seziliyordu. Daha sonra ortaya koyduğu sistemle tarih yazıcılığında çığır açan bir adamdı.

Kâmil UĞURLU

Tarihte bu tip insanların örnekleri çoktur. Günümüzde de görülürler. Amerikalılar “Yağmur Adam” adıyla bir film yaptılar. Bir savantın hayatını anlatan iddialı bir filmdi. Görenler hatırlarlar, dışarıdan bakıldığında anlaşılmayan, sâkin, durgun, sessiz, biraz kompleksli, bir şey sorulunca konuşan, kısaca cevap veren, bazen etrafını küçümseyen, yâni hasta görünüşlü bir adamın hayatı anlatılıyordu. Dustin Hoffman oynuyordu. Adam yürüyen bir kütüphane, bir dâhî, acayip bir kimseydi. Öyle güçlü bir hâfızası vardı ki, okuduğu hiçbir şeyi unutmuyordu. Edebiyattan müziğe, sanattan spora kadar pek çok alanda bilgi sahibiydi. Bunlar arasında Shakespeare’nin bütün eserleriyle Tevrat ve İncil gibi din kitapları vardı. Hepsi ezberindeydi. Kitabı açtığında, iki sayfanın birini sağ, diğer sayfayı sol gözüyle okuyor, okumuyor, âdeta gözleriyle fotoğraf çekiyordu. Savant tiplerin en uçtaki örneklerinden birisini, Kim Peek adındaki gerçek bir kişiyi anlatan bu film, gösterildiği zamanlarda çok ilgi görmüştü. Anlatılan tip hastaydı. Bazı yetenekleri aşırı iken, basit bazı konularda yardıma muhtaçtı. Maraşlı bir ailenin, yirminci yüzyılın başında doğan ve olağanüstü yetenekleri olan bir çocuğu vardı ve onda da benzer özellikler seziliyordu. Daha sonra ortaya koyduğu sistemle tarih yazıcılığında çığır açan bir adamdı. Dışardan ona bakanlar, iri kafalı, çelimsiz, gözlerinde kalın camlı gözlükleri olan bir insan görürlerdi. Pardesünün yakalarını kaldırdığı ve fötr şapkasını kafasına geçirdiği zaman yüzü nerdeyse kayboluyordu. Marmara Kıraathanesinin (veya Küllük Kahvelerinin) müdavimlerinden ve arananlarından biriydi. Kayseri’den Elbistan’a, Elbistan’dan Maraş’a hicret etmiş ve Halil Efendiler diye anılan ünlü bir aileye mensuptu. Ailenin ikiyüz seneden daha geriye götürülebilen şeceresinde yirmiden fazla ilim adamı, müderris, kadı ismi mevcuttur. Maraş’ta çok tanınmayan, konuyla ilgisi

sayı//35// haziran 16


olmayanlar tarafından adı bilinmeyen bir kişidir Mükrimin Halil Yınanç.. Babası Halil Kâmil Efendi kadı idi. Malatya, Mardin ve Diyarbakır’da kadılıklar yapmıştı ve muteber bir zattı. Dedesi ise ulemanın büyüklerindendi. Babası Kâmil Efendi, Saimbeyli kadısı iken bir yolculuk sırasında Ermeni eşkiyaların saldırısına uğradı. Ailece seyahat ediyorlardı. Kâmil Efendi’yi ve hanımını öldürmekle yetinmediler, derilerini de yüzdüler. Bu olay Mükrimin’in bütün hayatını etkiledi. Ailenin tek erkek çocuğuydu. Adı Hatice olan bir de bacısı vardı. Mükrimin Halil, ilk tahsilini babasından aldı. Sekiz yaşında “Hâfız’ı Kur’an” oldu. Rüştiye ve idâdiyi (orta-lise) Mardin, Diyarbakır ve İstanbul’da ikmal etti. Sonra Dar’ül Fünun’un tarih bölümüne kaydoldu. Üç yıl içinde fakülteyi tamamladı. Yeterli bulmadı, Mülkiye mektebine girdi ve iki yıl içinde orayı da ikmal etti. Yani beş yıl içinde, normalde dokuz yılda tamamlanabilecek iki fakülteyi birden bitirdi. Üniversite tahsili esnasında Kilisli Rifat, İsmail Gelenbevî gibi önemli hocalardan aldığı dersler ile Arapça ve Farsçasını geliştirdi. Fransızca öğrendi. Yerinde duramayan bir tabiatı vardı rahmetlinin. Memuriyetinden sonra ona Tarih’i Osmanî Encümeninin kütüphanesini emânet

ettiler. Önemli bir görevdi. Hâfız’ı kütub deniliyordu. Tam bir kitap kurduydu ve yerini bulmuştu. Nur’u Osmaniye, Ayasofya, Ali Emirî, III. Ahmed, Süleymaniye gibi büyük kütüphanelerde bulunan değerli elyazmalarının tamamını elden geçirdi, okudu ve tek nüsha olup, kaybolma riski taşıyanları, fazla tahrip olup okunması güçleşenleri kopya etti.

İstanbul kütüphanelerinde bulunmayan kitapları ikişer, üçer masasına getirtir, onları okur, akşam kaldığı otelde onları kopye ederdi derler.

Yenilediği kitaplar bir kütüphane teşkil edecek miktarda ve değerdeydi. Abdurrahman Şeref, Ahmet Refik, Fuad Köprülü, Şerafettin Yaltkaya, Ali Emirî Efendi, Necip Âsım ve Mehmed Akif gibi devrin büyük uleması onu takdirle izlediler. Bu arada okullarda derslere girdi. O okuldan diğerine koştu ve çocuklara, sahip olduğu değerleri aktarmaya gayret etti. Onu, o dönemin en önemli kültür merkezi olan Paris’e gönderdiler. Kendini daha da geliştir, dediler. Gitti ve orada da tevatür bir gayret ve başarı gösterdi. Görenlerin ve o devri yaşayanların anlattıklarına inanmak oldukça zordur. İstanbul kütüphanelerinde bulunmayan kitapları ikişer, üçer masasına getirtir, onları okur, akşam kaldığı otelde onları kopye ederdi derler. En küçük ayrıntıyı gözden kaçırmadan yapılan bu istinsahlar bugün İstanbul kütüphanelerindedir. Böyle yapmak zorundaydı rahmetli, çünkü o kitaplar çok kıymetli olduğu için bina dışına çıkarılmıyordu. Fotokopi veya mikrofilm meseleleri de henüz kullanılmıyordu. Ayrıca, Türk-İslâm diyarından şu veya bu yolla kaçırılmış bu eserlerin ortada dolaşması da istenmiyordu. 17


elden ve bilen bir uzmanın kendine olan güveniyle ortaya konulmaktadır.

Onun az yazdığını ve az eser bıraktığını söyleyenler yanılırlar. Yazdığı her makale bir kitap değerindedir

Avrupa’da kaldığı süre içinde ona bâzı bilim akademileri üyelik teklif ettiler. Oralara devam etti ve yol-yordam bilgisini geliştirdi. Onun kanaatine göre, “Osmanlı Tarihi, Selçuklu Tarihi, Karamanlı Tarihi… Bunlar yanlış ve bilim dışı isimlerdir. Osmanlı Türkü, Selçuklu Türkü, Karamanlı Türkü diye milletler yoktur. Bir Türk devleti vardır. Ve değişen hânedanlar vardır. Bu tarihin safhaları olmuştur. Selçuklu Hanedanı zamanı, Osmanoğulları zamanı, Derebeylikler Dönemi, Cumhuriyet Dönemi gibi merhaleler yaşanmıştır ve bunlar tek bir milletin serüveni ve tarihidir. Onun fikrine göre her müverrih, yâni tarih yazıcısı, mensup olduğu memleketin ve milletin tarihine başlangıç olarak, zamanında iktidar makamında olan hânedanın saltanatını esas kabul ederdi. Eski hânedanı kendinden addetmez, eski hükümeti ayrı bir devlet telâkki ederdi. Bizimkiler de böyle. Millî tarihimizi bir kül halinde derlememişler, devlete müşterek bir isim verememişlerdir.” diyordu. Karşı çıktığı diğer önemli konu ise şuydu: “Bütün tarihi devirlerde Anadolu’nun herhangi bir kısmına “Kürdistan” adının verildiği görülmemiştir. Böyle bir iddia, ilmi temeli olmayan bir iddiadır ve bunun batıdaki savunucuları, isimleri ve şöhretleri ne olursa olsun bilim namusuna sahip olmayan kişilerdir ve yaptıkları bilim ayıbıdır. Bir kişi veya bir grup insan bir devleti sevmeyebilir ve ona düşmanca düşünceler besleyebilir. Bu olabilecek bir şeydir. Ama buna bilimi âlet etmek cihanşümul bir rezâlettir.” Üstadın “Mânâsız Bir İsim: Kürdistan” başlıklı uzun makalesinde söylediği özetle budur. Bunun gerekçeleri, kaynakları, tanıkları birinci

sayı//35// haziran 18

Son derece terbiyeli, eski tabiriyle müeddep bir insandı, müsâmaha sahibiydi. Kanaatkârdı ve kanaatin tükenmez bir hazine olduğunu söylerdi. Kırk yıllık dostlarıyla bile arasında mesafe bırakırdı, medeniydi. Geniş bir mizah kültürüne sahipti. İnsanları tiplere ayırır, mizahı işe karıştırır, aşırı zeki olduğu için kimseyi kırıp-dökmezdi. Kendisi dürüst olduğu halde, beşerî zaafı olanlara karşı daima müsamahalıydı. Kimseyi kıracak şekilde tenkit etmezdi. Beyazıt Meydanındaki ünlü Küllük Kıraathanesi’nin sessiz, fakat en fazla beklenen ve konuşturulan hatibiydi. Sohbetleri sağlam bir kaynaktan beslendiği için doyulmaz olurdu. Güzel konuşurdu. “İnsanların sâdece akıllı olmaları yetmez, iz’ân sahibi de olmaları şart” derdi. Konuyu bildiği için, millî ve mânevî değerlere saygılıydı. Hazine değerindeki acayip hâfızası ise, her yerde bir efsane gibi anlatılırdı. Dünya ilim çevreleri kaynaklara ait bilgisi ve malzemenin kıymet derecesi konusunda dünya çapında bir âlim kabul ederler onu, yaşayan en önemli “ekspert” bilirlerdi. “Feridun Bey Münşeatı”nı yayınlarken ulaştığı kaynakların, Osmanlıların ilk devirlerine ait birçok vesikânın “sahih” olduğunu o söyledikten sonra dünyanın diğer tarihçileri kabul etmişlerdir. Onun az yazdığını ve az eser bıraktığını söyleyenler yanılırlar. Yazdığı her makale bir kitap değerindedir. Çünkü kaynaklara uzanan ilk eldir ve söyledikleri dürüstçedir. 1961 yılının başlarında, üniversitede ders anlattığı bir esnada ona bir haber getirdiler. Haberin iyi veya kötü mü olduğunu kimse bilemedi. Fakat onun tansiyonu buna dayanamadı ve kürsüde felç geçirdi, vücuduna inme indi. HASTANEYE KALDIRDILAR.

Çok uzun sürmedi hastalığı. Altmış bir (veya altmış üç-bâzıları onun 1898’de doğduğunu söylerler) yaşında hayata vedâ etti. Merkezefendi Kabristanı’na, orada dinlenen diğer önemli insanların, ûlemânın, azizlerin komşusu olarak onu sonsuzluğa uğurladılar.


BAYRAMİYE

Keşke şarkıda olduğu gibi ”her gün bayram olsa”, keşke deli ile veli müşterekliğindeki gibi “bize her gün bayram” olsa diyebilsek. Prof.Dr.Zekeriya KURŞUN*

Keşke şarkıda olduğu gibi ”her gün bayram olsa”, keşke deli ile veli müşterekliğindeki gibi “bize her gün bayram” olsa diyebilsek. Ama olmaz… Niye mi ? Bütün hayatların aktığı ve nihaî durağı olan sonsuzluk yurdunu burada yaşamak mümkün mü? Nerde kaldı o zaman hayır-şer; iyi-kötü; savaş ve barış hesaplaşması? Neden insan eskiye özlem duyar, niçin “ah eski bayramlar” diye iç çeker bilir misiniz? Hemen hepimizin zihnine eskiye ait tatlı şeyler, bugün yaşama imkanımız olmayan küçük küçük hatıralar ve bize sunulanlar gelir. Evet benim de dar bir çevrede, bugünkü imkanların asla tahayyül edilemediği, ama masumiyetin ve samimiyetin kendini belli ettiği, bugün ve yarın bir kere daha tadılması mümkün olmayan çocukça bir masumiyet ile bir ay boyunca beklediğim o günün hatırası elbette aklımdan çıkmıyor, “derin bir ah” çektiriyor.

ayramlar her din, itikat ve anlayışta paylaşmanın sembolüdür. Bu yüzden bayramsız insan topluluğu yoktur. Kimi kaynağını gökten, kimi yerden alır. Her toplum nesilden nesile aktarır bayramının sevincini, kutlama tarzı farklı olsa da. Bizim kültürümüzde ise dinî bayramlar aynı zamanda arınmanın, masumiyetin de sembolüdür. Düşünün bir kere, bir ay boyunca inancınızın size öğütlediği yasaklardan uzaklaşıyorsunuz, nefsinizi tezkiye ediyorsunuz ve nihayet her türlü masivadan beri olarak adeta masumiyete bürünmüş bir şekilde yeni bir güne yani bayrama giriyorsunuz. Bu yüzden bayram günleri, adeta zaman ve mekan tahdidi olmadan tasavvurumuzda tecelli eden cennetin yeryüzüne yansımasıdır, dersek abartılı olmaz.

Ama inanın mesele bu değil. Asıl insana geçmişini düşündükçe “ah ettiren” “yaşadıkları ve bir daha yaşayamayacakları” değil; bilakis geçmişine doğru gittikçe görebildiği masumiyetidir. Yani aslında bizler geçmişe özlem duyarken, daha az günaha, daha fazla masumiyete özlem duyuyoruz. İnsanın kendi eliyle biriktirdiği yanlışları/günahları, zaafları ve nihayet bunları meşrulaştırmak için kollektifleştirmesi bizi masumiyetten uzaklaştırdı. Bu yüzden yaşadığımız bayramın tadını çıkarmak yerine, içimizde kalan son masumiyet kırıntısı ile eski bayramları özlemimizde yaşatır olduk. Oysa hâlâ imkan var, hâlâ paylaşarak yeryüzünde cennetten bir gün yaşamak/yaşatmak mümkündür. Bu duygularla masumiyetin sembolü nice bayramlara diyorum sevgili dostlar.

* T.C.FSMVÜ Tarih Anabilim dalı başkanı

19


arihi dokuya zarar veren ve onu ortadan kaldıran müdahaleler, gerekçesi ne olursa olsun özgün kimlik ve onun etrafında tanımlanarak gelişen kültürümüze, medeniyetimize bir müdahale olup asıl zararı geçmişe değil geleceğimize vermektedir.

"İMAR PLANLARI" İLE KAYBEDİLEN KADİM ŞEHİRLER

DÖNEMİ, VE İSTANBUL Milletlerin kültürünü, medeniyetini temsil eden ve bir bütün olarak eskilik ve enderlik gösteren özgün şehir dokusunun ortadan kaldırılmasındansa, en az müdahale yöntemleri tercih edilerek yaşatılması, korunması ve zamanın ihtiyaçlarına göre düzenlenmesi tabii ki en ideal olanıdır. Cem ERİŞ*

Resim1

*(Y.mimar-restorasyon uzmanı) Kültür ve Turizm Bakanlığı, İstanbul 4 Numaralı Koruma Bölge Kurulu Üyesi

sayı//35// haziran 20

Diğer kadim şehirlerimizde olduğu gibi suriçi İstanbul’da da özellikle 20.yüzyılda gerçekleştirilen tahribatları, elimizdeki mevcut kaynaklardan yararlanarak (rölöve, resim, gravür, fotoğraf, harita, plan, hava fotoğrafları, kazılar, hatırat, arşivler vb) öğrenirken geçmişin hatalarından ders almak ve medeniyetimizin bekası adına fiziki varlıkları ihya edilebilir ne kaldıysa yine bu kaynaklardan istifade ederek ortaya koyabiliyoruz. Suriçinde her zaman imar faaliyetleri olmakla beraber kadim şehrin maddi -manevi değerlerimizden beslenen bütünlüğünü, barışını, uyumunu, dengesini bozan, geri döndürülemez bir biçimde ortadan kaldıran ve en yıkıcı olanları 20. yüzyılın ortalarından başlayarak yüzyılın sonlarına kadar devam eden ve etkisi 21. yüzyılı da şekillendiren "imar" faaliyetleri; kaynağı, dayanağı vahiy olan medeniyetimizin tertemiz ,asil ürün ve sembollerine ağır hasarlar vermiş, pek çok kültür varlığımız , sokak ve mahallelerimiz ortadan kalkmıştır. İstanbul’un imar planlarının oluşturulması için 1933’te Almanya’dan Herman Elgötz, Fransa’dan Alfred Agache ve J. H. Lambert davet edilmiştir. 1936’da, Paris’teki Şehircilik Enstitüsü öğretim üyelerinden Paris Bölge Başşehircisi Prof. Henri Prost, şehrin Nazım Planı’nı hazırlamakla görevlendirilmiştir. Prost’un ilk büyük imar hareketi, 1938’de bize özgü tarihi dokuyu tırpanlayarak Eminönü Meydanı’nın genişletilmesi ve Yeni Cami’nin etrafının açılmasını olmuştur. Böylece şehrin tarihinde imar planlı tahribatın ilk adımları atılmış oldu (Bkz. Resim1). Şüphesiz "marifet iltifata tâbidir, müşterisiz meta zâyidir”. Mesele sizin kim olduğunuz, kimi muhatap aldığınız, nerede durduğunuz, nereye baktığınız ve neyi hayal ettiğinizdir. Ancak bu ilk süreçte görüşlerine müracaat edilen yabancı uzmanlardan en anlamlı tespit ve önerileri içeren yaklaşımı, kendi hatıratında bunu bizimle paylaşan ünlü İsviçreli mimar “Le Corbusier” (1887-1965) ortaya koymuştur. O'na göre Suriçi İstanbul aynen korunmalı,


Resim:2

yeni ve modern şehir bunun dışında, etrafında geliştirilmelidir. Maalesef iltifat görmemiş bir teklif. Hemen arkasından gelen tarih katliamına şahitlik etmiş olan şairimiz bunun failine “kör kazma” demiştir. Bugünün, yani 21. yüzyılın İstanbul’undan durup baktığımızda Le Corbusier’in 20. yüzyılın ve daha işin başında ne kadar da doğru bir teklifte bulunduğu hususunda siyasetçisinden şehir yönetimlerine, mimar ve plancılarından, gerçek sanatkarlarına ve şehirde yaşayanlarına kadar herkesin ittifak edeceği şüphesiz. Şehrimiz dünya mirası olsa da olmasa da, geçen bu süreçte, yaşanan deneyimlerin sonucunda bizim koruma ve yaşatma refleksimiz çoktan kemale ermiş olmalıydı. UNESCO kriterleri içinde de yerini bulan koruma bilincinin arttırılması faaliyetleri kapsamında şüphesiz mevcut taşınmazların korunması yanında kaybedilen daha doğrusu yok edilen dokunun da şehirli tarafından farkına varılması ve ihyası temel hedeflerimizin arasında yer almalıdır. 5 asrı aşıp da, pek çok deprem, yangın gibi tabii afetlere rağmen 20. yüzyılın başlarına kadar ulaşabilmiş suriçinin 40-50 yıl gibi kısa bir süre içinde insan eliyle hangi araçlar kullanılarak yok edildiğini anlamak için aşağıda belirttiğimiz sebepleri incelemek gerekecektir. Genel olarak kültür varlıklarının tahrip ve yok olmasında bizi bugünkü sonuca getiren temel sebepler: 1. İnsan eliyle yapılan bilinçli-bilinçsiz tahribat 2. Tabii sebeplerle meydana gelen tahribat

olarak ikiye ayrılmaktadır. Bu temel sebeplerden ilki olan ve yazımızın konusunu teşkil eden "İnsan eliyle yapılan bilinçli-bilinçsiz tahribat "ın şehrin tahrip edilmesi ve tarihi dokunun ortadan kaldırılmasında "imar planları" yanında kullandığı eylem ve araçların başlıcaları aşağıda sıralanmıştır: • Vakıf akar ve özellikle hayratların (cami, mescid, tekke, medrese, hamam, ev, çarşı, han, dükkan vb.) 1940’lı yıllarda, gazetelerde yayınlanan ilanlarla satılarak yüzlerce yıllık vakıf mülklerinin özelleştirilerek tahrip ya da yok edilmesi ki bugünün Türkiyesinde azınlık mülklerinin bile geri iade edildiği süreçte bu hal utanılacak bir durumdur, • Suriçi İstanbul’un ve Haliç’in sanayileşmeye açılması, • Artan işgücü ihtiyacı neticesinde şehre olan göç dalgası, • Büyük cadde, bulvar, park ve sahil yollarının açılması için anıt eserlerin ve sivil mimari dokunun ortadan kaldırılması (Bkz.Resim 3), • Özellikle bireysel taşımacılığın teşvik ve gelişmesi ile artan otopark ihtiyacının karşılanması için sivil mimari dokuyu yok eden kaçak otoparklara bir türlü engel olunamaması, • Yeni yapılar için tarihi dokunun ve mahallelerin istimlak edilerek ortadan kaldırılması,yerlerine hastane, üniversite, 21


Resim:3

sadece teorik düzeyde kalan, kadim değerler ve şehir hayatından kopuk, geleneğini dikkate almayan üniversite ve sivil toplum kuruluşları, • Korumanın en üst uygulayıcısı olan Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın tescil edilmesi gerekli taşınmazların tespit ve envanterini on yıllardır tamamlayamamasından dolayı tescil edilemeden ortadan kalkan sivil mimari doku kaybı,

Resim:5

belediye ve diğer kamu kurumları binalarının inşaa edilmeleri( Bkz.Resim 4), • Geleneksel parsel kullanımında bir yapı parselinde sadece bir bağımsız bölümde bir ailenin barınması temin edilirken, Medeni Kanunun kat mülkiyeti düzenlemesiyle parsellerin tevhidi ve bir parselde birden fazla bağımsız bölüm oluşturulması ile tarihi evlerimizi yitirmemiz (Bkz.Resim 5), • Artan yoğunluk ve kat adedi sebebiyle müstakil evlerin apartmanlaşması ile dar sokakların ve alt yapının yetersiz kalması, • Yetersiz de olsa tekamül eden koruma mevzuatının uygulanmasında başta ilgili bakanlıklar olmak üzere kurumların gevşek ve sorumsuz davranışları, • Tüm bu gelişmeler karşısında sessizce izleyip sayı//35// haziran 22

• Yine Bakanlığın bir türlü Koruma Kurulu Müdürlükleri’nin eksik ve yetersiz personel, donanım, vb. ihtiyaçlarını karşılamamasından kaynaklanan tahribatlar, şeklinde sıralayabiliriz. Bu sebepleri alt başlıklarla daha da çeşitlendirebiliriz. Yukarıda genel başlıklar halinde sıralanan ve kadim şehirlerimizde ve özellikle suriçi İstanbul'da insan eliyle gerçekleştirilen tahribatın siyasi, sosyal ve ekonomik gerekçeleri ne olursa olsun bugün bize miras bıraktığı menfi sonuç kabul edilemez. Kaybolan Kültür Varlıklarımızın İhyasında Yararlandığımız Başlıca Kaynaklar Tarihte kadim şehirler afet, savaş vb. pek çok sebepten tahrip olmuş, ama her defasında kayıplarını yerine koyarak kültürel bütünlük ve devamlılık içinde yeniden inşa edilmişlerdir. Yaşadığımız bu hazin süreci, adeta 2. Dünya Savaşı'nda bombalanmış bir Avrupa şehri gibi tahrip olan bu şehirde ve özellikle suriçinde tersine çevirmenin araçları ve imkanları elimizde durmaktadır. Bu bir niyet, irade ve kararlılık meselesidir sadece.


Resim:4

Milletlerin kültürünü, medeniyetini temsil eden ve bir bütün olarak eskilik ve enderlik gösteren özgün şehir dokusunun ortadan kaldırılmasındansa, en az müdahale yöntemleri tercih edilerek yaşatılması, korunması ve zamanın ihtiyaçlarına göre düzenlenmesi tabii ki en ideal olanıdır. Maalesef diğer pek çok kadim şehrimizde olduğu gibi suriçi İstanbul için de bunu gerçekleştirmenin imkanı kalmadı. Ancak her şeye rağmen mevcutları tavizsiz korumanın yanında kaybettiklerimizi yerine koymanın tek yolu da bir restorasyon yöntemi olan ve koruma mevzuatımızda son derece açık bir şekilde tanımlanan "REKONSTRÜKSİYON"dur. İlgili literatürde olmasa da biz buna kadim kültürümüzde “İHYA” diyoruz. Kelime manası “diriltmek, yeniden hayata kavuşturmak, canlandırmak, şenlendirmek, uyandırmak,” olan ihya, kendi öz benlik, kültür ve kimliğimizin fiziki alametlerinin yaşatılmasında yegane yöntemdir. Kimilerine göre bu yöntem yani rekonstrüksiyon hiç de "BİLİMSEL" değildir. Sadece "TAKLİT"tir. İnsanın mutluluğuna , kendi kültür ve kimliğine sahip çıkarak onu sürdürülebilir kılmaya itiraz eden bir bilim, bilim olabilir mi? 1984 yılında ,Prof. Bülent Özer Hocamızın fakültedeki bir dersimiz sırasında söyledikleri hala kulaklarımda: "Biz mimarlar ve akademisyenler minarenin şerefesindeki mukarnas detayı öylemi olmalı böylemi olmalı diye birbirimizle tartışırken şehri kaybettik." Şüphesiz sayın hocamız özeleştiri yaparken

bir gerçeğin de altını çizmekteydi. Bunun tam olarak ne anlama geldiğini, 1990’ların başında , restorasyon yüksek lisansı yaptığım yıllarda, Beyazıt’ta Sahaflar Çarşısı’ndaki bir kitapçıda bulduğum Prof.Behçet Ünsal’ın "Türk Sanatı Tarihi Araştırmaları Dergisi"nde yayınlanan ve imar hareketleri ile ortadan kaldırılan eski eserlerimizin bir envanterini sunduğu kapsamlı makalesini okuyup oradaki bilgi ve belgeleri görünce çok daha iyi anlamış oldum. O tarihten bu tarafa "şehrimizin tarihini, özgün mekanlarını ve kimliğini bilmeden geleceği inşa etmenin mümkün olduğuna hiçbir zaman inanmadım." Aslında şehrin yok edilen dokusuna ilişkin münferit çalışmalar olmakla beraber bunların hiç biri o dönemde ,lisans ve yüksek lisans derslerimizin konusu olmamıştı, olamamıştı. Bu konudaki kurumsal ilk hassasiyet ve farkındalık , Koruma Kurulunca 1995 yılında 23


varlıklarımızın son fotoğraf ve belgeleri olmuştur (Bkz.Resim 10).

Resim:7

tamamı "sit alanı" ilan edilen suriçi İstanbul'un ilk Koruma Amaçlı İmar Planı (KAİP) analiz ve çalışmalarını başlatan İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) tarafından ortaya konmuştur. 1930'ların sonlarında kadim şehri tahrip eden Belediye, 21.yüzyılın başında bu kez de ihya etmenin gayreti içinde olmuştur ve olmaktadır. Yukarıda da belirttiğim gibi bu bir niyet,irade ve bilinç meselesidir sadece. İBB tarafından başlatılan ve 2005 yılında İstanbul 1 Numaralı Koruma Kurulu'nca uygun bulunan Fatih-Eminönü 1/5000-1000 ölçekli KAİP'nda dikkate alınan ve özellikle “kayıp anıt eser” lejantıyla planda ifade edilen taşınmaz kültür varlıklarımızın tespitinde ve daha sonrasında ihyasında (rekonstrüksiyonda) yararlanılan en önemli kaynaklar: • Tarihi haritalardan olan ve suriçinin tamamını kapsayan, Ekrem Hakkı Ayverdi tarafından 1970’de yayınlanan 1875 tarihli, 1/2000 ölçekli olarak subay mühendislerce hazırlanan Mühendishane Haritası(Bkz.Resim 6), • Alman Mavileri diye şöhret bulan İstanbul Sigorta Haritaları (Bkz.Resim 7), • Pervititch Sigorta Haritaları (Bkz. Resim 8), • Suriçi hava fotoğrafları (Bkz.Resim 9), • Ayrıca en önemlisi yine İBB’nce ortaya çıkartılıp günümüze kazandırılan Eski Eser Encümeni Arşivi’ndeki 1930-40’lı yıllarda çekilmiş olup ortadan kaldırılan kültür

sayı//35// haziran 24

Özellikle şunu da belirtmek gerekir ki 1894 depremi öncesinde hazırlanmış olan 1875 tarihli mühendishane haritası, fetihten sonra yeniden iskan edilen ve mahalleleri oluşan suriçinin en azından 1766 depremi sonrası imar ve tamir faaliyetleri ile şekillenmiş dokusunu da büyük ölçüde yansıtmaktadır. Özellikle 18. yüzyılın ortasındaki suriçinin yoğunluğunu, sivil-anıt eserleri ve yapı adalarını, sokakmeydanlarını vb. hakkında günümüz ile mukayese etmekte ciddi bir altlık ve kaynak oluşturmaktadır. Dolayısıyla en az 18 ve 20. yüzyıl arasındaki yaklaşık 200 yıllık bir derinliğe sağlıklı bir şekilde ulaşabilmekteyiz. Tarihi haritalarla günümüzü karşılaştırdığımızda Suriçi İstanbul için en yok edici dönemin özellikle 1940 ile 1985 yılları arasındaki dönem olarak tespit edebilmekteyiz. SONUÇ OLARAK:

• Suriçi İstanbul’un yaklaşık 200 yıllık oluşumuna ait kültürel mirasımızı okuyabildiğimiz 1875 tarihli Mühendishane Haritası’nı bugünkü hali hazırla ve envanterle karsılaştırdığımızda 1.560 ha’lık alanda kayıtlı yaklaşık 50 bin parselden tescilli kültür varlığı olarak kayıtlı parsel-yapı sayısı sadece 10 bin civarında olup bu sayı tüm parsellerin % 20’sini teşkil etmektedir. 1560 ha’lık alanda geriye sadece yaklaşık 300 ha’lık özgün doku kalmış, %80’i olan 1250 ha’lık doku ise tamamen ortadan kalkmış ya da değişmiştir. • 50 bin parselden sadece 10 bini tescilli olduğuna göre kaba bir hesapla suriçinde 40.000 yapı, 1940’lardan 1990’lı yıllara gelene kadar 50 yıl içinde ortadan kaldırılmış ya da betonarme yapılara dönüştürülmüştür. Tarihi harita ve belgelerden de anlaşılacağı üzere 20.yüzyılın başlarında alınan yanlış kararlarla hazırlanan ve uygulanan imar planları ile ortaya çıkan tahribatın suriçi İstanbul’daki boyutunu göz önünde tuttuğumuzda kalan mevcut son özgün dokunun kadim kimliği ve değerleri ile beraber korunması yanında rekonstrüksiyonların da dokunun bütünlüğü açısından ne kadar da önemli olduğu, Kültür Ve Turizm Bakanlığı Koruma Yüksek Kurulu'nun 660 sayılı ilke kararında tanımlandığı gibi koşulsuz uygulanmasının tüm ilgili kurumların ve toplumun görevi olduğu aşikardır.


İSLÂMIN BÜYÜK VELİSİ

ABDÜLKADİR

GEYLÂNÎ

Les Grandes Figures de L'Orient Un Grand Saint de L'Islam Abd-Al-Kadir Guilânî Fransızcadan Çeviren/Tahir YÜCEL Büyüyenay Yayınları Tanıtım/ Ahmet ŞAYIR

dalı Sait’in; “Bir insanı sevmekle başlar her şey.” cümlesi, eli kitap tutan herkesin karşısına, ömründe en az bir defa çıkmıştır. Cümle bu hâliyle yarımdır ne yazık ki, hikâyenin kahramanı, ümitsizce; “oysa burada, bir insanı sevmekle bitiyor her şey.” der devamında. İyilikler ne denli berraksa, kötülükler bir o kadar kara kuyudur. Farkındayım; dünyaya dair ümitli olmak istediği anlarda yukarıdaki alıntının ardına sığınan, ondan kuvvet alan herkesin dünyasını yıktım az evvel. Ama size Mehmed Ali Aynî'nin Fransızca olarak kaleme aldığı, 1938'de Paris'te yayımlanan İslâmın üyük Velisi Abdülkadir Geylânî isimli biyografisi ilk defa Türkçe olarak yayımlanmaktadır. Geylânî'nin öğretisi 850 yıldır zihin ve ruh dünyamızı aydınlatmaktadır. Onun sadece şu sözlerine bile kalbimizi raptetmeye ve davranışlarımızın en temel kaidesi yapmaya ne kadar da ihtiyacımız var... "... İnsanlar, biricik velinimetimiz olan Allah’ı ve mahlûkatı üzerindeki egemenlik haklarını unutarak aciz insanlara başvururlar. Aradıkları huzuru ve mutluluğu bulmak için, hayallerini onların üstüne bina ederler... Bilmeliyiz ki iyiliklerin yegâne kaynağı O’dur. İnancını ve güvenini, basit ve zayıf bir yaratığa bağlayan bir insanın bu hareketi, elini suya daldırıp da ayasıyla suyu sıkıca sıkan ve böylece suyu tuttuğunu sanan insanınki gibidir. Günler, aylar ve hatta yıllar boyunca, bir kimsenin ihtiyaçlarını karşılayan bir insanı düşünelim. Elbet bir gün gelir, imkânları azalır, yoksullaşır ve o zaman onun cömertliği kesilir. İşte biz bütün sebeplerin ilk sebebi ve ortaya çıkarıcısı olarak, sadece Allah’a başvurmalıyız. Nasıl ki bütün rızıkları sadece O'ndan beklememiz gerekiyorsa, yürekten isteyeceğimiz bütün lütufları da lütfedecek olan O'dur. O'nun lütuf hazineleri sonsuzdur. O, ihtiyaçlarımızı karşılamak için hiçbir sıkıntıya düşmez. O bizi bırakmaz, bizim aşırı ve aykırı davranışlarımıza karşılık bizi terk etmez… İnsanlar, susuzluk acısı çekenleri cezbeden ve düş kırıklığına uğratan çöl seraplarını andırır. Allah’a inanan ve O’na güvenen insan için, onun iman gücü; bir babanın, bir annenin, dostların, zenginliğin ve gücün sevgisine dayanma ihtiyacından onu kurtarır. Kısacası mümin, artık sadece Allah’la rabıta halindedir, hatta başkasıyla münasebeti bulunduğu zaman bile..."

ŞEHİR K İ TAP

MEHMED ALİ AYNÎ

25


ürekli geriliyoruz. Kutuplaşma,kamplaşma,ayrışma korkunç boyutlara doğru derinleşiyor.Siyasi farlılıklar,ideolojik başkalıklar,ticari rekabetler,reyting kaygıları,bizi bir meçhulün dipsiz karanlığına doğru hızla çekiyor.

SEVGİ-SAYGI HAZİNEMİZİ

NİYE İFLAS ETTİRDİK? Kalp kırmanın kafa kırmaktan da beter olduğu, bu imanın öğrettiği bir gerçek. VEHBİ VAKKASOĞLU

Bu müthiş anafora neden kapıldık! Biz ki, yetmiş iki milletle bir arada ve uyum içinde yaşamanın en güzel örneğini hediye ettik medeniyet tarihine. Ötekileştirmeden,itelemeden,incitmeden,güven içinde yaşadık azınlıklarla bile.Azınlık idiler ama,asla haksızlık hukuksuzluk yaşamadılar. Osmanlı saydılar kendilerini ve ana topluluk içinde kendilerine adaletli ve emniyetli bir yer bulabildiler.Bu yüzden,nerede kim sıkıştıysa,dini,milliyeti ne olursa olsun,Osmanlı’nın bağrında kendilerine şefkatli bir sığınak buldular. Osmanlı nereye,ne sebeple ve hangi şartlarla giderse gitsin, barışı, dostluğu,emniyeti götürmüştü.Çünkü ölçüsü Allah’ın Arslanı Hz. Ali’den idi: “-İnsanlar ya dinde kardeşin,ya da yaratılışta bir eşin”di.Bu sebeple zulme, baskıya, işkenceye hiçbir şekilde yer yoktu. Çünkü Kur’an, savaşa da kural ve adalet getirmiş; “Bir topluluk hakkındaki kızgınlığınız,sizi onlar hakkında aşırı götürmesin,adaletsiz etmesin,zulmettirmesin” buyurmuştur. Kul hakkından,helal ettirmeksizin asla kurtulamayacağımızı da imanımız bize söylüyor.Haksız yere bir kişinin öldürülmesi,bütün insanların öldürülmesi;bir kişinin yaşatılması ise,bütün insanların yaşatılması demektir. Kalp kırmanın kafa kırmaktan da beter olduğu, bu imanın öğrettiği bir gerçek. Böyle iken, bize ne oldu da, vurducu, kırdıcı, geçimsiz olduk? Neyi kaybettik,nasıl oldu da ruh kökümüzden böylesine koptuk. Biz,hiçbir sebeple bağları koparmazdık. “İnceldiği yerden kopsun!” demez; nereden inceldiyse oraya bir düğüm atardık. Araya girip ayırmazdık; araya girer kaynak yapardık. Yuva yıkmaz; yuvalara destek olurduk. Belki bazen insanlık gereği gerilir ve de gererdik. Ama, üç gün geçmeden de barışmanın

sayı//35// haziran 26


yollarını arardık.Çünkü Efendiler Efendisi’nin emri böyleydi.

yerdeyiz…Ama düşmanı da çok…Görenin gözü kalıyor.Üzerinde hesabı olanın hesabı yok.

Eşle,çoluk çocukla,ana-baba ve hısım akraba ile muhabbetimiz dillere destandı. Komşular da aileden sayılırdı. “Komşusu açken tok yatan bizden değidir” buyuran Güzeller Güzeli’ni hiç unutmazdık. Kendimizi fakir fukaradan, yolda kalmıştan, kimsesizden mes’ul tutar, onlarla da paylaşmanın zevkini kimselere kaptırmak istemezdik.Zira inancımıza göre, bütün insanlar, Yüce Yaratıcı’nın ayali (ailesi efradı) idiler. Şimdi aramıza görünmeyen duvarlar örüldü. Köprüler atıldı.Karşıdan karşıya boş ve anlamsız bakışlarımız var.Oysa ki zekat İslam’ın köprüsüydü.Sadaka toplumun gayr-ı resmi sigortasıydı.Fakirle zengin, orta direkle bağlanırdı birbirine…Değişik kesimlerin mahallesi,ortamı,sitesi apayrı;zihniyetleri bambaşka değildi.

Düşmanın ekmeğine yağ sürmeyelim. Aramızdaki düşmanlıklara son verelim. Ebediyyen barışalım. Çünkü dünya fanidir, kavgaya değmez. Ahiretin ise kavgası abes. Çünkü metrekaresi hepimize yetecek kadar geniş. Yeter gerildiğimiz. Şer cephelerine alet olmayalım. Kardeşliğimizi bir kez daha hatırlayalım. “İman etmedikçe Cennet’e giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız” buyuran Efendimiz’e yeniden kulak verelim. “Size birbirinizi sevdirecek bir şeyi haber vereyim mi?” diye dikkat çektikten sonra , “Aranızda selamı yayınız” emrini verene uyalım. Zira, selam kardeşliğin teyidi, barışın, dostluğun, iyi niyetin simgesidir…

Şimdilerde her fark bir ayrışma sebebi.Bir futbol kulübünün taraftarlığı bile ayırıyor gönülleri;kavga gürültü sebebi oluyor. Umumi vasıtalarda yaşlılar, hastalar, hanımlar, hamileler asla ayakta kalmazdı. Sevgi-saygı hazinemizi nasıl iflas ettirdik? Merhamet toplumuyduk.Değil insanlar;bitkiler ve hayvanlar bile bu güzellikten nasiplenir, kabalığa, katılığa, acımasızlığa muhatap olmazdı. Acırdık. Başkalarının perişanlığı ve acısı bizim uykularımızı kaçırırdı. Bizi,yüz yıllarca böyle kaynaştıran ve bir rahmet sağanağı altında birleştiren ne idi? Huzur içinde mutlu yaşamamızın sırrı nerede saklı? Müslüman’ı Hıristiyanla, Yahudiyle dostça bir araya getiren bağın adını kim bilir? Şimdi, aynı birlik iksirini biz, sadece Müslümanlar arasında neden kuramıyoruz? Neden aramızda mezhepten, siyasetten, takım farkından, dolayı kavgalar çıkıyor? Allah Kur’an’da,“Bütün mü’minler ancak ve sadece kardeştirler!” buyurdu. Allah’ın Resulü, “Ey Allah’ın Kulları,kardeş olun!” çağrısını yapalı da 14 asır oldu. Toplumsal mutabakatı kuramazsak, kardeşleşemezsek bizi bu topraklarda rahat bırakırlar mı sanıyoruz? Peki,niçin kavga ediyoruz,neyi paylaşamıyoruz? Bu ülke hepimize yetecek kadar geniş ve çok güzel… Her bakımdan çok zengin ve önemli bir

“Aranızda selamı yayınız” emrini verene uyalım. Zira, selam kardeşliğin teyidi, barışın, dostluğun, iyi niyetin simgesidir…

Aynı Allah’a inananlar, kullukta eşitlenip yan yana, gönül gönüle gelemezler mi? Allah’ın varlığında varlık bulmanın, birliği etrafında da birlik olmanın vaktidir.Huzur ve mutluluk başka nasıl sağlanabilir ki? 125 sene önce kurulan Darülaceze’de, camiyi, kiliseyi ve havrayı yan yana getiren atalarımız bize hangi mesajı vermişlerdi? Fukarının sadece maddi ihtiyaçlarını değil, manevi ihtiyaçlarını da düşünmüşler, bugün hala Batı dünyasının erişemediği bir yüksek medeniyet seviyesi göstermişlerdi. Bugün de bize bu yürek genişliği gerek. Herkesi, her kesimi kucaklayan; dışlamayan, haşlamayan, horlamayan bir bakış açısı. Aslında bu bakış açısı bizim imanınızın emridir. “Yaratılanı YARATAN’dan ötürü sevmek”tir… Sınırlı ve süreli bir ömürde sevmek varken,kavgayla kendimizi israf etmek akıl karı mı? Sevgi,yeryüzünü Cennet eder,kavga da Cehennem’e çevirir.Biz,tarih boyunca her şeyi hep kardeşlikle,bir ve beraber olarak kazandık. Kayıplarımız da içimize giren fitne,fesat ve ayrışmalardan kaynaklandı.Öyleyse,evet sevmek ve kardeşleşmek varken,boğuşmak neden? Özellikle son zamanlarda çok gerildik. Durup dururken patlıyoruz.Ana dilimizde bile anlaşamıyoruz.Biraz durup düşünmeye,kardeşleşmeye,birbirimizi anlamaya muhtacız. Biz böyle değildik. Herhalde,biraz sükunet,biraz huzur,biraz tefekkür lazım bize… 27


ŞEHİRLİ OLMAK Şehrin de gözleri var. İnsan yalnızca kendi gözlerinin gördüğünden müteşekkil sanıyor. Recep GARİP nsan sanıyor ki duyu organları yalnızca kendisinde var. Göz kendisinde, el, ayak kendisinde, kulak, dış kendisinde. Aslında biliyor hayvanlar âleminde de bu duyu organları mevcut. Lakin onların duyup görmelerinden pek aldırmıyorumarsızca davranıyor. Görmemiş ve duymamış farz ediyor. Oysa bakıp durduğu bütün ortamları- evden şehre doğru, şehirden doğaya, dağlara, denizlere doğru her şey birbirine bakmaktadır. İnsana verilen dil, akıl ve hâkimiyet farkıyla böyle hissediyor. Doğal haliyle her şeyi kullanabilme-sahiplenebilmeyönetebilme bilinciyle yapıyor bunu. Düşünülmesi gerekiyor ki bütün bu varlıkların sahibi bize bunu kullanma-hükmetmeyönetme-sahiplenme duygusu ve itaatini vermemiş olsaydı bunların hiç birisi olmazdı-olamazdı. Buradaki çıkarımız, büyük sanatkârın gücünü her an hissederek yaşamaktır. Meselemiz, her eşyayımaddeyi de emanet bilmektir. Mekâna tanıklık etmek ya da tanımlamak bütün bu ayrıntıların içinde gizli duruyor. Rasim Özdenören’in “Çök sesli Bir Ölüm”ü; çaresizliklerden yola çıkan yazar, etkileyici bir üslup kullanarak bütün ayrıntıların birden bire gözlerimizin önünde cereyan ettiğini gösterircesine sahici ve büyüleyici bir fotoğraf koyuverir. Anlatıma hükmeden şiirsellik ayrıca insanı çeker. İçsel yolculuklar, gel-gitler, bireylerin çatışmalarında direnen bir aşk öyküsü sürükler insanı. Öykü, toplumun yaşayıp durduğu hayatın içinden alınmıştır. Toplumsal yapımızın batılılaşmadan aldığı yaralarla çatışmaları hem kadında, hem de erkekte görülmektedir. Usta, öykü dilini bu kez şiire kaptırmış gibi çıkar okuyucunun karşısına. Özdenören’in sorgulayıcı yönü öykünün kendisidir. Mekân tanımlaması-tasvirler roman ve öykülerde sıklıkla kullanılması gereken bir yöntemdir. Birey, aşkın bir anlayışa sahip olmalı ki mekânsal anlayışların ötesine yönelebilsin-gidebilsin-görebilsin. Tutkunun idealistlerce-iddia sahiplerince anlamlı olduğunu söylemeliyim. Anlam kazanabilmek için anlamlı yaşamalıdır. Aklın mutlak surette kullanılması üstümüze bir vecibedir.

sayı//35// haziran 28

Şehrin de gözleri var. İnsan yalnızca kendi gözlerinin gördüğünden müteşekkil sanıyor. Oysa gördüğümüz-göremediğimiz gözler var bizi de, eşyaları da, halleri de, durumları da kayıtlara geçiren. Bir benzetmede şöyle ifade ediliyordu; “Elbiseler kişinin mahremidir. Çünkü onlar vücutla tanışıp kaynaştılar. Nasıl ki vücudu örterek bir ödev yapmışsa, vücutta elbiselere dokunarak onlarla bir ünsiyet kurmuş ve şahsileştirerek şahsiyet kazandırmıştır.” Gözlerin dokunduğu her dokunuş, kuşku yok ki kendi içinde bir hususiyeti barındırır. Gezip durduğumuz şehir, şehre ait bütün ayrıntılar bir şekilde bizim varlığımızla anlam kazanmaktadır. Ya da şehrin kendisi olsun; yani bütün ayrıntılar, yapılar, mimari ve estetik unsurlar, şiirsel ve görsel malzemeler, hanlar, hamamlar, kaldırımlar, bulvarlar, merdivenler, divanlar, kaplar, kacaklar elhasıl bütün detaylarıyla insanla temas halindedir. Etkileyici, sakinleştirici, kuşatıcı avlularıyla, dışarıdan görülemeyecek kadar yüksek yapılmış duvarlarıyla, kapılardan, duvarlardan sokaklara sarkan hercai çiçekleriyle, sarmaşıklarıyla, gelin duvaklarıyla, yediveren gülleriyle, yaseminleriyle insan ruhunu etkileyerek sarmaşık gibi sarıverir. Madde, insanla anlam kazanır. Meselenin farklı bir boyutuyla yolculuğumuzu sürdürelim ve şöyle ifade edelim; İstanbul, zorda olsa bahara yenildi ve erguvanlar boğazı süsledi. Lalelerin ardından geliyor erguvanlar. Oldum olası renklerin cezbedici hali metruk şarkıları anımsatıyor bana. Öyle olsa da ayrılıkların acısını kışın direnişinden fazlaca öğrendiğimi ifade etmeliyim. Esintiler kimi zaman anlık tedirginlikler doğursa da insanlar çiçeklere dönüşüverdi. Kılık kıyafetler allanıp pullandı ya “bahar ben sana dayanamam/ içime yerleşip durma bu kadar” dese de şair, bahar hiç gitmeyecekmişçesine yerleşiverdi yüreklerimize. Annemden öğrendim nisan yağmurlarından içmeyi. Komşular birbirlerine nisan yağmurlarından berekettir-sağlıktır-şifadır diye dağıtıyorlar. Anadolu kadınlarının asaleti derindir. Nisan gözlü bir gül açar/ deyince şiirin varlığı hemen yakalanıverir. Sanatkârlar-ilim ve irfan sahipleri mekâna kendi ruhlarından katarlar. Ondandır sıcacık ülfete müteallik oluşu. Huzurlu ve dingin duruşu, sizi kendisine bağlayışı mutlak ondandır. İçimizden fırtınalar kopmaya başlayınca “Beyaz Geceler” in leylak kokuları, lilaya çalan renkleriyle pembe düşler üstümüze iyice ağmış durumda. Böyle olunca


şiir zıplayıp duruyor. Anlıyoruz ki hareketlilik şiiri de hareketlendiriyor. Şiirle insan çatışır mı? Üzerinde pek durmadığımı söylemeliyim. Yine de çatışma nerede yok ki demek doğru geliyor bana. Çatışmanın, devrimci idealiyle yakın ilgisi var. Şiirde olması gereken ilim çekirdeği, aslında öze müteallik duruşların dışavurumunu da göstermektedir. Dün sabah er bir vakitte Eskişehir’e doğru yola koyulduğumda fark ettim baharın ne denli çapkın olduğunu. Bahar öylesine büyüleyici halleriyle sarıp sarmalamış ki aşkın ateşiyle terlemenin bir heves olduğuna az kalsın inanasım geliyor. İçimde kıvranadursa da ateş hattından haberliyim. İnsan çoğunlukla habersiz avlanıyor. Alastaır Crooke’un “Direniş”i; “Bu kitabın amacı ve onu bu haliyle biçimlendiren hedef, İslamcı devrimin özünü daha kapsamlı açıklamayı denemektir. Onun merkezine inmek, kendi gelişimi içinde bazı fikirlerin bazı bakımlardan gücü ile milyonları eyleme geçirebilen ve onlara hayat verebilen heyecanını aktarmaktır. Kitap ampirik-deneye dayalıbir akademik eser şeklinde düşünülmedi. İslamcı hareketlerin tamamına genel bir bakış teşebbüsünde olmadığı gibi, bir İslam tarihi olma iddiası da taşımıyor.” Şehrin kavrayışından uzaklaşan insan, aslında özünden uzaklaştığının bilincinde değil. Dahası toprakla temasını kaybedince arasatta yaşıyor. Çatışmalar, çelişkiler sürüp gidiyor. Birkaç gün önce Akdeniz’in mavi gözlü kızına benzeyen Antalyakonferansındaydım ve Kale İçinde dolaşırken insanların hiçte birbirlerine sırt dönmediklerini fark ettim. Yan yana, iç içe, kol kola denizin dinginliğiyle sıcağın-baharın esintisi yüzlerine vurmuş, tebessüm her bir yandan aynaya dönüşmüştü. Bütün yüzlerde sevincin ahengi, ressamlar sokağında fırçaların tuvalde yankılanışınıAzerbaycanlı ressam Nazım Hajıyev’in bakışlarından okudum.Ne(Wahat?) tablosuyla gözlerimin önünden ayrılmıyor Hajıyev’ın kendine özgü minyatürü aşan farklı ses, ahenk ve tınıları çağrıştıran tabloları. Neydi bu? Şehrin kaldırımları, duvarları, sokakları, kapılarında duran tokmaklarıyla pervazları, ahşap dokunuşlarla kadim bir meclise davetiye çıkarıyor. İnsan bir de kendine bakmalıdır? Neden ve niçin bu ahşap yapıda mukim kalmak istediğini sorgulamalıdır. Niçin yüzyıllar öncesinin tarihsel dokunuşları hala dipdiri durmakta ve şiirsel imgelerle bizi zengin kılmaktadır?

Bu yolculuklar insanı uslandırıyor. Uslanmakla uslu durmak, bir de usu dosdoğru kullanmak arasındaki geometrik doku, düşlerin derinliğine işaret ediyor. Düşeyazınca insan iç konuşmayı bir şekilde gerçekleştirse de kimi zaman kendisinden bile gizliyor. Sır denilen şeye işaret ediyor olmalı. Koşu her zaman iki yöne doğrudur. Biri içte yapılan yolculuk, diğeriyse dışta. İçteki yolculuk aklın gönülle izdivacıdır. Gönülevi imar edildikçe, akılevi uslu olur.Hal ve hareketler kendiliğinden uslanıverir. İçteki koşu, düşlerle beslenir.

Sanatkârlar-ilim ve irfan sahipleri mekâna kendi ruhlarından katarlar.

Düşler bahçesinin zenginliği oranında üretim ve coşku söz konusudur. Çok önceleri okumuştum “Antalyalı Bir Genç Kıza Mektup ”unuAhmet Hamdi Tanpınar’ın. Her iklimin, şehrin ve insanın kişiliğimize katkıda bulunduğu muhakkaktır. Kim, kimi ne kadar etkiler bilinmez.Kim, kimi kiminle kimlere taşır kim nereden bilebilir ki? Hangimiz hangimizle bilinmeyen bir vaktin ucundan tutarak, şiddetle yağan bir yağmur altında, bir gece vakti, şemsiyesiyle sırılsıklam olmuşken köşe başındaki elektrik direğinin altından karşı pencereyi izleyecektir. Hayat denilen muamma, bize hangi ikramlarla tebessüm etmektedir kimler bilebilir ki? Ah bu şehir, eski şehir, insanın yüzüne, ruhuna, gönlüne sürur veren, huzur veren şehir. Yüzlerin ayna oluşu da bundan olsa gerek. Bir yüzde, gözde kendini bulan insanın tavırlarına baktığın zaman anlıyorsunuz ve kelimelere, sözcüklere gerek duymuyorsunuz bile. Kimi şehirlerde aynaya benziyor bakınca kişilikleri okuyabiliyorsunuz. Geçmişin aynasında izliyorsunuz kendinizi. Şehre, gözlere ve gönüllere tutuklu kalıveriyorsunuz. Kalmamak gibi bir seçeneğiniz yok.Etkilenme denilen şey, metafizik bir iletimin kavranılmasıyla bağlı kalınan şeydir. Şehrin sırrı da insanın sırrına benzer. Sırlarla dolu bir şehrin duvarlarından, dehlizlerinden, saçaklarından, bulvarlarından, sokaklarından dinleyebilirsiniz sesleri, sevinçleri ve çığlıkları. Bir taraftan rüzgâr esiyor, sam yeli midir, sabah rüzgârı mıdır ya da karayel mi? Oysa rüzgârın taşıdığı sırlara vakıf olmak için yürüyüşü sürdürüyorsunuz. Yağmur ve rüzgâr içimdeki sonbaharı da alıp götürüyor. İçime yerleşiveriyor bir hüzün. 29


OLLARDA MOR SÜMBÜLLÜ AĞAÇLAR

BU TUNA BAŞKA TUNA

DRESDEN

YOLLARINDA -altı-

Prag-Dresten arası 169 kilometre.Yol tamiratları yok değil bazı bölgelerde. Ancak tamamen mal ve can güvenliği alınmış, sürücünün bu işaret ve ışıkların dikkatini çekmemesi mümkün değil. Mehmet Cemal ÇİFÇİGÜZELİ

Mitsubishi bir cip geçti yanımızdan. Hemen fiyatını sorduk; her şey dahil 39 bin ¨. Vay beyim vay. Elbe Nehrinde tekneler birbiri ardından geçiyor. Gemiler süzülerek iskelesini arıyor yanaşmak üzere. Tepede bir kale var o da ne ki? -Elbe nehrindeki ticareti kontrol etmek için derebeyleri zamanında yapılmış şatolardır bunlar. Gerek orman içinde ve gerekse nehir içindeki ticaret böylece kontrol ediliyormuş. Doğalgaz ve termik santral enerjisinin dağıtımı da buradan yapılıyormuş. Birkaç yerde fabrika gördük yaşlı da olsa. Bir tanesi çimento üretiyordu tozundan dumanından hemen anlaşılıyordu. Zaman zaman bölgedeki dağların ülke sınırlarını oluşturduğunu öğrendik. Tüneller birbiri ardından geliyor. Trafiği rahatlatmış, süreyi kısaltmış bittabi. Çok sayıda tur otobüsleri ve ihtiyaçlar için konaklama tesislerini fark ediyorsunuz. Hava güneşli ve güzel ama bugün soğuk esen bir rüzgar var güneşe rağmen. Buraya yaz mevsiminde değişik milletlerden gelerek kamp kuranlar oluyormuş. Öyle ki satın alanlar bile oluyormuş. Özellikle Çek ve Avusturyalı zenginler tercih ediyormuş. Yol boyunca sümbüller bizi takip etti mis gibi etrafa kokular yayarak. Otobana kaya veya taşlar düşmesin diye tel örgüler serilmiş dağ eteklerine. Yol radyoları trafik durumu hakkında sürekli bilgi veriyor. Her tarafta kanola tarlaları. Sağımızda ve solumuzdaki şerbetçiotu seraları da sarmaşık bahçesi gibi görünüyor gözümüze. Bunlar üzüm salkımı gibi olunca, ürünleri tohum olarak tarlalara ekiliyormuş. “Dikkat geyik çıkabilir” işaret levhaları var yollarda zaman zaman. PragDresten arası 169 kilometre. Yol tamiratları yok değil bazı bölgelerde. Ancak tamamen mal ve can güvenliği alınmış, sürücünün bu işaret ve ışıkların dikkatini çekmemesi mümkün değil. BİSMARK İLE VARDIK MI ALMANYA’YA?

Dresten, sarı-yeşil renkleri logosuna yansıttığı Saksonya Eyaletinin Başkenti. Yaklaşık 2 buçuk saat kadar süren yolda AVM’lerin tümü şehir merkezi dışanda yapılmış. Trafik aksadı birden bire ve üç şeritten teke düştük. Yığılmalar arttı. Ne olduğunu anlamaya çalıştık ama nafile. Mihmandarımız yolda bir trafik kazası olduğunu söyledi. Bir saat bekledikten sonra güzergahımızı değiştirdik. Otobandan sayı//35// haziran 30


Otto Von Bismark (1815-1898) gevşek bir konfederasyon olan Almanya’yı güçlü bir imparatorluğa dönüştüren en önemli rolü üslenen ilk şansölyesi(Başbakan) olmuştur.

ayrıldık. Bizim gibi onlarca araç da aynı eylemi gerçekleştirdi. Köy ve kasaba yollarına girdik. Hepsi birbirine benziyor kasabaların. Yol güzergahımız değişince sıkıntıdan şarkı mırıldananlar oldu. Bunu duyanlar “Biz de işitelim “ demeye başladılar otobüsün içinde. Sonra hep birlikte Türk Sanat Müziği konseri vermeye başladık. Böylece ortalama yaşın da ne olduğu ortaya çıkmış oldu. Çünkü hiç birimiz yeni besteleri bilmiyorduk. Orta Avrupa’da da şikayet çok ciddi bir iş. Şikayetle ilgili husus hemen araştırılıyor ve yerine getiriliyor. Şikayet doğru çıkarsa ceza uygulanıyor. Özellikle otoban üzerinde evi olanların ses kirliği dolayısıyla yaptıkları müracaatlar ruh sağlığı açısından ayrıcalıklı bir yer tutuyor. Devlet bu şikayetin gereğini yerine getiriyor. Otto Von Bismark(1815-1898) gevşek bir konfederasyon olan Almanya’yı güçlü bir imparatorluğa dönüştüren en önemli rolü üslenen ilk şansölyesi(Başbakan) olmuştur(1876). Almanya’yı kılıç ve kanla birleştirdiği için de kendisine Demir Şansölye de denir. 19 yıl başbakanlık yapmıştır. Almanya tarihinde önemli bir yeri vardır. İslam’a bakışı da ılımlıdır. Dresden Alman Şansölyesi Başbakan Merkel’in de seçim bölgesi aynı zamanda. İslam ve göçmem karşıtı ırkçı POGIDA ile İslamofobia’nın merkezi konumunda Dresten. En öndeki İslam karşıtları ve düşmanları bu eyalette. İnsan haklarını ve düşünce hürriyetini umursamayan bu örg(ütler başta Hollanda olmak üzere aynı anda 14 ayrı Avrupa şehrinde İslam karşıtı yürüyüş

yaptılar. O günlerde ırkçı ve İslam düşmanı POGIDA’nın kurucusu Bachmann Almanya’da yargılanıyordu. POGIDA 2014 yılında Batı Ülkelerinin İslamlaşmasına Karşı Vatansever Avrupalılar ismiyle hayata geçirildi ve hemen eylemlere başladı. Evleri yakan, insanları katleden, Dazlakların dönemi bitti, POGIDA Avrupalı Müslümanların hayatına acımasızca girdi. Oysa Avrupa’da yaklaşık 45 milyon Müslüman bulunuyor(İnternet Sitesi Tımeturk). Bu sayıya Rusya’nın Avrupa bölümündeki olanlar da dahil edilmiş. Buna göre Avrupa Müslümanlarının oranı %5’i geçiyor. Fransa’da 5 milyon, Almanya’da 4.5 milyon, İngiltere’de 3 milyon, Hollanda’da bir milyon Müslüman yaşıyor. Balkanlarda nüfus yoğunluğu daha fazla. Özellikle Arnavutluk’un tümüne yakını, Kosova’nın çoğu Müslüman. En az ve hiç camisi olmayan iki Avrupa ülkesi ise Yunanistan ve Slovenya. AVRUPANIN BALKONU

Dresden orta Avrupa’nın ulaşım kavşağı ve ekonomi merkezi olarak önem arz ediyor. Elbe kenarında Elbe’nin Floransa’sı diye de anlatılıyor. Sanat eserleri koleksiyonları ile ün yapmıştır. Nüfusu 525 bin. Çok sayıda Türk emekçi ve müteşebbisi de burada yaşıyor. Her iki adımda bir Türklerle karşılaşmak işten bile değildir. Barok yapılarla yeniden inşa edilmiştir. Çünkü İkinci Dünya Savaşı sonlarına doğru ABD ve İngiltere gibi müttefik ülkeler Nazi Almanya’sına karşı SSCB’yi rahatlatmak üzere Dresden’in yerle bir etmişti. Müttefikler fosfor bombası kullanınca, şehir günlerce yanmasını 31


Yine uzak doğudan turistler gruplar halinde dolaşıyorlar. Özellikle Japon ve Vietnamlılar. Yine sağda solda meczuplar, sarhoşlar, ayyaşlar, bankın üzerinde uyumuş alkolikler sere serpe uzanmışlar.

sürdürmüş. Bombardımanlarda ölen sivillerin sayısında da değişik rakamlar anlatılıyor. En az 35 bin, en fazla 135 bin sivilin öldüğü yazılıyor, ancak 2010 yılında Dresten Tarih komisyonu resmi açıklamasında Dresden’in bombalanması sonucu 25 bin insanın öldüğünü doğruladı. Ancak 120 bin insanının da kayıp olduğunu bildirdi. Kitapçılarda Dresden’in bombalanmadan önce ve sonraki fotoğraflar setleri satılıyor. Burada ilginç bir bilgi aldık. SSCB galip gelsin, Hitler perişan bir halde mağlup olsun diye istekte olan Müttefikler, daha sonra bölgeden Sovyetleri çıkaramamışlardır. Gittikleri zaman da Dresden’den özellikle Saksonya Kralının özel resim koleksiyonlarını Moskova’ya taşımışlardır(1989). Daha sonra bu resimleri savaş tazminatı olarak aldıklarını açıklamışlardır. Emniyet Müdürlüğü ve eski KGB binası iki sinagog da Yahudilere tazmimat olarak verilmiş. Dresden’de yanan ve yıkılan yerlerin yerine, aynı binaların resimleri üzerinden yola çıkılarak ve aynı tarzda yeniden inşa edilmiş ve şehri eski haline dönüştürmüştür. İngiliz Çörçil(1874-1965) Dresden’in bombalanmasını özellikle istemiş ve sonuna kadar takip etmiştir. Oysa Dresden’de askeri bir üs falan olmamasına rağmen. Dresden Doğu Almanya’ya dahildi iki Almanya’nın birleştiği güne kadar. Avrupa’nın Balkonu olarak da şöhret yapmıştır. Yağmur yağdığı zaman müzik yayınlayan binalar kadar, Moritzburg Sarayı, Residenzschloss Sarayı Dresden’de ilk görülecek yerlerden. sayı//35// haziran 32

Taçlı Saksonya Eyalet Parlamentosuna Başkent Dresden’den başka 5 şehir daha bağlı bulunuyor. Saksonya Osmanlıların Viyana Kuşatması sırasında, Avusturyalılara destek olmak amacıyla asker göndermişler. Almanların anlattığına göre; 300 Osmanlıyı esir almışlar(1683) ve “İlk Türk İşçileri Viyana Kuşatması zamanında Almanya’ya geldiler!” diyesiymişler. Bütün Avrupa’da olduğu gibi Alman krallar da birbirlerine kız alıp vererek çok yakın akraba olmuşlar. LÜTHER: TÜRKERLE SAVAŞMAK HEPİMİZİN VAZİFESİDİR

Otobüsüm bizi meydanda bıraktı. Önce sarayı ziyaret ettik. Geniş bahçeleri ve mimari tarzı ile dikkat çekiyor. Kalabalıklar da bir hayli. Yine faytonlarla şehir turu yapmak isteyenler böyle bir fırsatı değerlendirebiliyor. Opera binası görkemli. 100 metre boyunda bir perdeye aktarılan bir televizyon yayını yapılıyordu o gün. Dresten’te değişik amaçlı kameralar üretiliyormuş. Öyle ki NATO bile kameralarını buradan alıyormuş. Çin mallarını da Dresden’de bulmak mümkün. Almanlar Hindistan’da da fason üretim de yaptırıyorlarmış. Emekçi maaşları Hindistan’da 10 $ imiş. Dolayısıyla zenginler 20 hizmetçi çalıştırabiliyorlarmış. O da nesi diyeceksiniz? Çocukların her birine ayrı hizmetçi, ev bakımı ayrı, bulaşık, çamaşır ayrı, bahçe ayrı, mutfak ayrı vs. Dresden’de Türk firmaları da mevcut, Türk malları da. Ayrıca 2500 kadar Türk emekçisi de Dresten’de yaşıyor. Almanya’da en fazla Türk işçileri


Kukla Tiyatroları Dresden’de de var. Heykeller ve saraylar için çok ciddi biçimde altın kullanılmış

otomotiv sektöründe ter döküyor. Almanya’nın en zengin bölgeleri ise sırasıyla Hamburg, Berlin ve Münih. Milli geliri ise 38 bin Euro kişi başına düşen. Dresden’in merkez 525 bin nüfusuna karşılık, toplam nüfusu 1.5 milyon kadar. Hizmet sektörü tamamen Türklere geçmiş vaziyette. Dresten’in bir başka özeliği de Doğu Almanya’nın bir kenti ve SSCB içinde iken Vladimir Putin KGB temsilcisi olarak en son burada görev yapmış. Yani SSCB dağılırken görevi sona ermiş.

Hristiyanlıkla bir reformu uygulama alanı buldu. Kendi mezhebinin yayıcısı oldu. Papa ile arası açıldı. Hakkında idam kararları verildi. Alman prensler tarafından korundu ve düşünceleri savunuldu. Saksonya Kralı kendisini yakmak üzere isteyen Papalığa teslim etmedi. Martin Lüther çok koyu ve acımasız bir Türk ve müslüman düşmanıdır. Yazılarında ve konuşmalarında bütün Hristiyanlara sürekli hep ”Türklerle savaşmak hepinizin vazifesidir!” demiştir.

Dresten kentinin ortasından geçen Elbe Nehri’nde buharlı gemiler turistik amaçlı seyirlerini hala sürdürüyorlar. Duvar yazıları Dresten’de de mevcut. Gençler yazıyor, orta yaşın üzerindekiler de bakarak ne demek istendiğini algılamaya çalışıyor. Dresden’de aralarında çok sayıda Türk’ün de olduğu 50 bin üniversite öğrencisi yaşıyor. Silikon Vadisi de burada. Almanya’nın milli geliri yüksek Hamburg ile (38 Bin $), en düşük 27 bin $ olan yer arasındaki fark 11. Bin $ oluyor. Bu rakam da Türkiye’nin kişi başına düşen milli geliri demektir. Bölgede Sovyetlerden kalma çok sayıda sosyal konut var. Ancak bunların tümüne giydirme yapılarak hem yenilenmiş, hem değiştirilmiş. Dresden Protestan. Ancak Katoliklerin de kendi kiliseleri mevcut. Dresten aynı zamanda Martin Lüter’in (1483-1546) mezhebinin hakim olduğu bir eyalet başkenti. Şehrin ortasından Lüther’in kocaman bir anıt heykeli var. Martin Lüther bir keşiş, bir teolog ve aynı zamanda üniversite hocası. Görüşleriyle

EN UCUZ SAAT 10 BİN EURO Tren garı da görülecek yerlerden biri ama Haydarpaşa’nın yanında ikmale kalabilir!. Metro yok fakat sarı tramvaylar mevcut Dresden’de. Uluslararası kuruluşlar olan Siemens, Bosch, Philips, Bayer gibi firmalar Dresten’de faaliyet gösteriyor. Dinamo Dresden ünlü bir futbol kulübüdür. Aşırı fanatiklerdir ve araç plakaları kulüplerin baş harflerinden oluşur; DD. Dresten meydanının her tarafı AVM. Ancak yeşil alan ve araçlar için otopark da ihmal edilmiş değil. Almanların en sevdiği gün Cumartesi. Çünkü bugün doyasıya alış veriş yapıyorlar. Ayrıca Pazar günü her taraf kapalı. Rath Havz Belediye kulesi ilginç. Kukla Tiyatroları Dresden’de de var. Heykeller ve saraylar için çok ciddi biçimde altın kullanılmış. Dolayısıyla başta saraylar aşırı derecede altın süslü ve işlemeli. Yangın geçiren bazı saraylar da aynısıyla yeniden inşa edilmiş. Yazlık ve kışlık saraylar yan yana. Veba burayı da etkilemiş. Taş binadan saraylar inşa etmenin bir sebebi de bu 33


deniyor. Dome Kilisesi de şehrin tam ortasında. Turistik amaçlı kullanılıyor. Katoliklerden ziyade içeride turistler daha fazla. Bu ihtişamlı kilisede suikastlere karşı kral ayinler sırasında özel bir balkondan geçerek içeri giriyor. 12 Asırdan sonra bölgede ihtişamlı bir hayat yaşamış hanedanlar. Theorterplatz Tiyatro Meydanı’na bir zamanlar halk giremezmiş. Artık öyle değil, turistik olmuş. Faytonları park ettikleri bu meydanda kadana atlar çekiyor. Aristokratların özel bir gezi alanı varmış. Mihmandarımız bize bunu anlatıyor. Bol bol heykeller görüyoruz. Kuşluk, uyuma, eğlenme, çalışma vakti anıt heykelleri. Peki bu anıt ve saraylar neden simsiyah? -Çünkü kimyasal temizleme araçları yahut tazyikli sular buraya zarar veriyor(muş). -Bir saat ki en ucuzu 10 bin $..haydi canım sende?! Adı bile fazla duyulmamış üstelik. -Evet öyle.. çünkü Glashijtte köyü saatçisi bunlar. Anadan babadan saatçiler. Fabrikasyon değil. Pahalı bir caddede lüks bir dükkanda satılan saatlerin hikayesini de böylece öğrendik. Kaç nesil aynı mesleği sürdürüyormuş Dresden’de.

sokmamalı, oldukları yerde durdurmalıyız” diyen” Martin Lüther’in Kilisesi. Çok amaçlı salonları var, ayin yerleri mevcut, faaliyetleri diğerlerinden daha gündemle örtüşen bir kilise. Her zaman isteyenler gelip ayin yapabiliyormuş. Üstelik opera gibi dizayn edilmiş. Klasik kiliselerden farklı olarak. Her şeyi değişik. Barlar sokağı biranın su gibi aktığı bir cadde. Bir orkestra çalıyor meydanın ortasında.

EĞİTİMLİ ZENGİN SURİYELİ MÜLTECİLERİ BATI HEMEN ALIYOR

Bir grup genç erkek Alman eğleniyor, kendi kendilerine söylüyor, gülüyor, kahkaha atıyor, dans ediyorlar. Bir tanesi de kadın kıyafeti giymiş aralarında. Önce ben gay eğlencesi falan zannettim, değilmiş, bekarlığa veda partisi imiş

Katoliklerin Kilisesine girdik, şimdi sıra Protestanlarınkinde. Yani mezhep mensuplarına “100 tavsiye eden ve Müslümanları Avrupa’ya sayı//35// haziran 34

Etrafı da seyyar değişik sektörlere mahsus esnaf standları. Özellikle de yiyecek ve hediyelik eşya dükkanları. Yöresel ürün pazarlıyorlar Turistler de, Almanlar da bir yandan alış veriş yapıyor öte yandan da dans ediyor. Burası aynı zamanda Almanya’da ilk ona giren christmas(noel) pazarı unvanına sahip. Meydanda arkeolojik kazılar var. Etrafını çevirmişler. Biraz ilerde Almanya’nın en büyük akustik konser salonu inşa ediliyor. Bizde olsa oraya hemen yeni bir AVM için kollar sıvanır. Bunlar sanata yatırım yapıyor. Dresden halkı için Almanlar “nehir kenarında yaşayan orman adamları” diyorlarmış. Peki kızıyorlar mı? Tam tersi kendileri anlatıyor öyküsünü.


meğer!. Herkesin elinde bir bira şişesi üstelik. Altmarkt Galerie önünde buluşacağız daha sonra. Bölge genelde araç trafiğine kapalı bölüm. Burası ucuzmuş . Herkes buraya dalıyor önce. Üç saatlik bir zamanımız var. Herkesin ilk sorduğu yer tuvaletler. Meydanda bir tuvalet mevcut 50 cent karşılığı. Olsun, yeter ki olsun. Bulunduğumuz yer bütün ünlü markaların olduğu, AVM’lerin bulunduğu bölge. Halk bazı markalara fiyatından dolayı hücum ediyor. Kasaya ödeme yapmak için epeyi bir süre bekliyor. Aşırı kalabalık mağazalar fiyatından dolayı. Meydanda bir mini tren turistleri değil de çocuk müşterileri dolaştırıyor. Aileleri de onları izliyor. Aaaaa o da ne? Bunlar Suriyeli değil mi? Evet ta kendisi.. hanımların başları örtülü, çocuklar modern, erkek de öyle, tümü de tertemiz giyinmiş. Pırıl pırıllar. Dresden’de geziyorlar. Hiç kimse onlara dönüp öcü gibi bakmıyor. Çünkü bunlar Suriye’nin eğitimli, medeni, imkanı ve unvanı olan mülteciler. Bazısı doktor, bazısı müteşebbis, bazısı da teknik adam! Yoksa yönetim bunları insan hakları açısından ülkesinde bir gün barındırmaz. Gel de buna hayret etme; bir aracın üzerine mültecilere hoş geldiniz diye pankart asmışlar, bir de caddeye. Şaşırdım bu çelişkiye doğrusu. Bu kadar seviyorsan aç kapını, al tümünü, zaten mültecilerimiz de hep batıyı istiyor! Yine uzak doğudan turistler gruplar halinde dolaşıyorlar. Özellikle Japon ve Vietnamlılar. Yine sağda solda meczuplar, sarhoşlar, ayyaşlar, bankın üzerinde uyumuş alkolikler sere serpe uzanmışlar. Müzik yaparak para toplamaya çalışan gençler var sokakta. Kay kayla, patenle yarış yapan gençler daha bir farklı. Aralarında orta yaşın üstündekiler de yok değil. Ama tümü de trafik ışıklarına uyuyor. BULUŞMA SAATİNİ BİLMEK

Biz alış veriş yapmıyoruz, sadece dolaşıyoruz. Arkadaşlarımızı görüyorum uzaktan; ellerine kollarına sığmıyor artık aldıkları hediyelikler. Hafif ama büyük. Cafe Latte’de oturduk eşimle. Birer kahve içtik, Tuh pipomu da getirsem şöyle bir tüttürürdüm. Yahut burası tam nargile içilecek bir mekan. Her yaş gurubu oturmuş, sohpet ediyor, yoldan geçenleri izliyor. İki palyaço kılıklı adam genç geldi. Teker teker masaları dolaştı, bir şeyler anlattılar. Onlar da kahkahalarla gülüp para verdiler. Böylece geçimlerini sağlıyorlar her halde. Hava iyice

soğudu. Rüzgar arttı. Üşümeye başladık bu güzel günde. Buluşma saatine daha var. Gidip baktım, kimse yok. Meydanda yine orkestra çalıyor, insanlar dans ediyor. Pist dolmuş. Sanki faşing yaşanıyor. Birkaç saatlik yolumuz var. Tuvalet ihtiyacımızı gidermeliyiz. Mc Donalts da bile paralı tuvalet. Bu Avrupalıların tuvaletlerinde taharet musluğu yok ama genel tuvaletleri öyle temiz ve şık yapmışlar ki takdir etmemek elde değil. Buluşma yerimizin etrafında dolaşıyoruz.

Kukla Tiyatroları Dresden’de de var. Heykeller ve saraylar için çok ciddi biçimde altın kullanılmış

Hiç kimseyi göremiyorum arkadaşlarımızdan. Vakit geldi geçti yine kimse yok. Pekine olacak şimdi? Bir de baktım ki uzaktan mihmandarımız spor şapkasını çıkarmış sallıyor “buraya gelin” gibilerden. Ben sandım ki, polis falan burada kimsenin toplanmasını istemedi, heyetimiz daha değişik yerde bir araya geldi. Hiç de öyle değilmiş. Biz buluşma saatini yanlış anlamış 15 dakika sonraya almışız. Allahtan akıllı telefonlar var da yanımızda buluşmamız da kolay olacaktı. Otobüsümüz bizi bekliyordu. Gerçi onlar da yeni toplanmışlar. Biraz sonra Prag’a hareket ettik. Yine geçtiğimiz yollardan, yine gözlemlerimizi artırarak. Prag’a vardığımızda hala gün kararmamıştı. Bazı arkadaşlarımız Prag merkezde inerek karınlarını doyurmaya gittiler, biz ise otelimizin bitişiğindeki KFC’den beyaz et yedik. Yorgunluğumuz daha yemek erken belli oluyordu. Duş alıp hemen uyumuşum. Keyifli bir yorgunluk…. 35


BİR İLAHIYATÇI GÖZÜYLE

TAHRAN VE KUM - evvel-

On altı milyonluk başkent temizliği ve insanın gözünü doyuran yeşilliği ile sizi hayran bırakıyor. Modern bir şehirde olduğunuzu hissediyorsunuz Prof.Dr.Enbiya YILDIRIM*

*T.C.Ankara Üniversitesi

sayı//35// haziran 36

isan ayında, dördü atölye çalışması, biri konferans olmak üzere beş ilmî etkinliğe katılmak için iki arkadaşımla birlikte İran’a, başkent Tahran ile dinî eğitimin merkezi Kum’a. Toplantılar yanında çeşitli ilim merkezlerini ve kütüphaneleri ziyaret ettim. Kaldığım süre zarfında her yerde çok içten ve olağanüstü bir ilgiye mazhar oldum, yabancılık hissetmedim. Dönüşte, yaşadığım tecrübeyi ülkemiz insanına mutlaka arz etmem gerektiğini düşündüm. Aşağıdaki satırlarda “ümmet, Müslüman kardeşliği” diye bir derdi olan bir İlahiyat hocasının bakışıyla İran’ı okuyacaksınız. TAHRAN

On altı milyonluk başkent temizliği ve insanın gözünü doyuran yeşilliği ile sizi hayran bırakıyor. Modern bir şehirde olduğunuzu hissediyorsunuz. Buna bakarak, Irak savaşı ile ambargo olmasaydı İran’ın şu an çok daha iyi durumda olacağını tahmin ediyorsunuz. Görünen manzara, ilerleyen dönemde çok daha hızlı mesafe alınacağının bir göstergesi olarak duruyor. Lakin deprem riski nedeniyle daha ziyade çelik konstrüksiyonla inşa edilen yüksek binalar ile egzozlardan çıkan dumanlar şehrin görüntüsünü ve havasını bozuyor. Bunun yanında trafik tam anlamıyla bir felaket. İnşa edilen köprüler, tüneller, metro hattı ile özel otobüs yolu sorunu çözememiş. Özellikle akşam trafiğine yakalanırsanız ya sabır çekmeye hazır olmalısınız. Tahran ile diğer şehirlerde iklimin sıcak olmasının da etkisiyle dairelerde balkon geleneğinin olmadığını gördüm. Ayrıca bizdeki kadar çok cami de yok. Cumaların tek camide kılındığı şehrin belli yerlerinde büyük camiler inşa edilmiş. Namazların birleştirilerek üç vakitte kılındığı ülkede camide cemaatle kılma hususundaki gevşeklikten Tahran da nasibini almış. Tahran’da gerek Azadi Meydanı’ndaki anıtta ve gerekse Milad Kulesi’nde İran kültürüne dair izler buluyorsunuz. Özellikle kulenin içi bütünüyle İran medeniyetini yansıtmaya tahsis edilmiş. Dolayısıyla yeni yapılan eserlerin tarihle harmanlanmasına önem verilmiş. Amerika İran’a Coca Cola yoluyla girmiş. Ayrıca diğer yabancı meşhur markalar da yavaş yavaş kendini gösteriyor. Tahran’da ve gittiğimiz her yerde İran halkıyla ilgili intibam şu oldu: Son derece kibarlar. Başkalarını öncelemeyi biliyorlar. Yoğun trafiğe rağmen korna sesini


neredeyse duymuyorsunuz. Kavgaya şahit olmanız mümkün değil. Tahran’da aileler az çocuklu. Ancak şehirlerden uzaklaşıldıkça bu sayının arttığı söyleniyor. Ayrıca insanların sadece “Selam” diyerek birbirlerini selamlamaları beni oldukça şaşırttı. BİZE BAKIŞLARI

İranlıların komşu olarak bizlere bakışlarının içten ve samimi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak Amerika karşısında onlara destek olmayışımızdan şikayetçiler ve batının gerçek yüzünü son dönemlerdeki olaylardan sonra anlamış olmamızı ümit ediyorlar. Dolayısıyla iki halk arasında kesinlikle bir sorun olmadığını, her şeyi siyasetin mahvettiğini ifade etmek hakikatin ikrarı olacaktır. Bu arada Amerika şeytan, İngiltere tilki olarak tanımlanıyor. Nefret ettikleri İsrail için kullandıkları özel bir sıfat yok ama Filistin meselesinde çok hassaslar. Suudilere ise herkesten fazla kızıyorlar ve Amerika’nın uşağı olarak görüyorlar. Özellikle Hac farizası sırasında hayatlarını kaybedenler nedeniyle öfkeleri çok fazla. İnternete yüklenmiş Arapça ve Farsça Suud karşıtı marşlar bunun küçük bir yansımasıdır. BAŞÖRTÜSÜ

İran’da din farkı gözetmeksizin tüm kadınların başlarını örtme zorunluluğu bulunuyor. Lakin bu zorunluluk kalktığı anda Tahran’da başörtüsü takacak insan sayısının çok azalacağını düşünüyorum. Çünkü özellikle gençler, başlarını yarım kapatarak uygulamayı protesto ediyor. Bazen araç süren bayanların başlarının bütünüyle açık olduğunu görmeniz bile mümkün. Türkiye’ye turist olarak gelenlerin önemli kısmının başını açması da bu baskının sonucudur. Din adına uygulanan bu zorlamanın yönetim ile genç kuşak arasında bir kopuşa neden olduğu söylenebilir. Bundan taviz vermek, İran devriminin önemli bir simgesinin kaybolması ve bunu başka ödünlerin takip etmesi anlamına geleceğinden uygulamaya diretildiği anlaşılıyor. Ancak bu yasak bir gün mutlaka kalkacak ve ülke bunu takip eden başka sorunlarla karşı karşıya kalacak. O yüzden yumuşak bir geçiş sürecine ihtiyaç var. Ayrıca şu anki durumun ülkeye turist gelmesinde ciddi bir engel oluşturması bir yana İslam dendiğinde akla baskının gelmesi de ayrı bir sorundur. İran’ın bu hususta Suud-i Arabistan ile birliktelik arz etmesi gariptir! İlginç olan şu ki, batıyı tanımış

akademisyenlerden bazısının başörtüsü zorunluluğunu tasvip etmediklerini bize söylemeleridir. Sistânî liderliğindeki Irak Şiîlerinin İran’ın bu acı tecrübesinden hareketle başörtüsünü zorunlu tutma yönünde bir girişim göstermediklerini hatırlatalım. Bu, kaydedilmesi gereken önemli bir husustur. Dinî hayatın yoğunluklu yaşandığı, İran devrimini gerçekleştiren ve rejimi koruyan mollaların kenti olan bir milyon iki yüz binlik Kum’da ise muhafazakarlığın etkisiyle yarım başörtüsü manzarası görmek mümkün değil. Bu nedenle dindarların yaşam yeri olarak Kum’u tercih ettiklerine şahit oluyoruz. ARAP TARZI EZAN VE KUR’AN OKUMAYA GEÇİŞ

İran, Acem tarzı ezan ve Kur’an okumayı terk etmiş durumda. Mısır’dan getirilen kârîler vasıtasıyla çok ciddi eğitimler verilmiş ve bir dönüşüm sağlanmış. Hatta öyle ki, ezan ve Kur’an tilavetini dinlerken kendinizi kesinlikle bir Arap ülkesinde hissediyorsunuz. Öyle ki ülkeye gelen Arapların, dinledikleri Kur’an’ı bir Arabın okuduğunu sandıkları bile söyleniyor. Yeni uygulamanın nedeni olarak bize şu dendi: “Kur’an Arapça inmiştir. Dolayısıyla o dilin sahipleri onu nasıl okuyorsa bizim de öyle okumamız gerekir. Dilin sahiplerine muhalefet etmek anlamsız. Kur’an’a saygı da bunu gerektirir.” Bu gerekçe yanında, Arap okuyuşuna dönmenin nedeni hususunda bize başka bir gerekçe daha zikredildi. O da şu: Acem tarzı Kur’an okuyuşu Şiîlerin İslam dünyasında en çok eleştiriye maruz kaldıkları ve mezheplerini anlatımda sorun yaşadıkları hususlardan birisiydi. Özellikle Araplar “Daha doğru düzgün Kur’an okumayı beceremiyorsunuz” diyerek onları küçümsüyordu. Bu engeli aşma çabası onları buna sevk eden nedenlerden biriydi. İran’daki Kur’an yarışmalarında yer alan bilginler, ülkemizden giden hafızların Türk okuyuşu keza Arapçada olmayan “ü” ile “dât” harfini “zâd” şeklinde çıkarmaları gibi nedenlerden dolayı puan kaybettiklerini, aslında çok başarılı olduklarını söylediler. Bu başlıkta zikrettiğim hususların ülkemizde Kur’an’ı Türk okuyuşu ile okumak etrafında devam eden tartışmalar bağlamında değerlendirilmesi güzel olacaktır. KADININ SOSYAL HAYATTAKİ YERİ

İran’da “çadur” denilen çarşafı giyen kadınlar da dahil olmak üzere tüm bayanlar sosyal hayatın tam içinde yer alıyor. Araç kullanmak 37


da dahil olmak üzere kadının statüsü çok iyi bir konumda. Rahatlık o derecedeki, çadur giymiş bayanlarla aynı masada oturup karşılıklı sohbet etmemiz ve yemek yememiz söz konusu oldu. Dolayısıyla iletişimde ve sosyal hayatta son derece rahatlar. Erkeklerin eşlerinin eve gelmemesinden şikayetçi olduklarını bile gördüm. SOSYAL MEDYA VE UYDU

İran, Amerika yanında batı ülkelerinin kendilerine yönelik enformatik savaşından korunmak amacıyla çanak anten ile Facebook’a engelleme getirmiş. Ancak gençler Facebook duvarını aşmakta çok mahir!!! İRAN ŞİÎLİĞİ

Kitaplarda okuduklarımı bir yana koyarak tespitlerimi başlıklar altında zikretmek istiyorum: 1-İran’daki İslam anlayışı Hz. Muhammed üzerinden Hz. Ali ve Ehl-i Beyt merkezli bir din anlayışıdır. Hatta Hz. Ali’nin Hz. Muhammed’den daha fazla öne çıkarıldığını söyleyebiliriz. Mezhep anlayışı Hz. Ali sevgisi üzerine temellendiğinden bu sonuç da zorunlu olarak ortaya çıkmaktadır. 2-Bazı tasavvufî hareketlerde şeyhlere yüklenen olağanüstü sıfatların burada vefat etmiş mezhep büyüklerine yüklendiğini ve kişilerin adeta kutsandığını söylemek mümkündür. Hatta Şiîlik bir nevi vefat etmiş büyük insanlar etrafında oluşturulmuş bir inanç sistemidir. Ülkede aşırı saygı gösterilip ihtiram edilen o kadar çok kabir bulunmaktadır ki, dini hayat adeta kabirlerle bağlantılı yürümektedir. Ve hatta mezhebin merkezini sanki kabirler oluşturmaktadır. Yeryüzünde bu derece ölmüş insanları kutsayıp onlar üzerinden bir inanç sistemi oluşturmanın başka bir örneği muhtemelen yoktur. Türbelere gösterilen aşırı tazim o derecedir ki, türbenin duvarlarına el-yüz sürmek, türbenin bulunduğu alana giren kapının eşiğini ve pervazlarını öpmek saygının ötesine geçen ve olayı neredeyse tapınma noktasına taşıyan bir olgudur. İranlı mollalar yapılanın hürmet göstermek olduğunu söyleseler bile olay çığırından çıkmış vaziyettedir. Yine mollaların caizdir demesine rağmen nafile namazları Kabe’ye doğru değil de türbeye doğru kılmak olağan hadiselerden olmuştur. Esasında Suud’daki katı mezar ziyareti uygulamalarını anlayabilmek için İran’a gitmek gerekir. Kum’da karşılaştığımız ilginç sayı//35// haziran 38

durumlardan biri de, Cafer-i Sadık’ın torunu Musa Kâzım’ın kızı, Ali Rıza’nın kız kardeşi Fatıma-i Masume türbesinin önündeki geniş alanda yer alan ve önemli zevatın medfun bulunduğu Kabristan Şeyhan idi. Burada ölüler toprağın altında kat kat gömülmüşler ve zemine mezar taşları yerleştirilmişti. Dolayısıyla mezar taşlarının başka bir ifadeyle kabirlerin üzerinde yürüyorsunuz. Bu durum Sünnî gelenekte hoş görülmeyen bir uygulamadır. 3-İran halkını bir arada tutan aslî maya Farslılık değil Şiîliktir. Bu yüzden devlet her durumda ve her alanda bunu önceliyor. Nitekim anayasada bile Şiîlik devletin mezhebi olarak tanımlanıyor. Bu gerçeği görmeden, İran’ın Şiîlik üzerinde neden bu derece durduğunu anlamak mümkün olmayabilir. Çünkü İran eşittir Şiîlik demektir. Hatta Şiîlik İran’ın her şeyidir. Din anlayışı da, siyaset anlayışı da, dış ilişkileri de velhasıl her şeyi Şiîlik üzerinden yürümektedir. Eğer Şiîlik ideolojisi olmasa farklı etnik kimliklerin (özellikle de otuz milyon veya daha fazla olduğu söylenen Azerilerin) çok olduğu ülke insanını bir arada tutmak çok zor olurdu. Ayrıca Şiîliğin farklı ülkelerdeki Şiîler vasıtasıyla İran’a güç sağladığı gerçeğini de göz ardı etmemek gerekir. 4-İran Şiîliğine dinamizm kazandıran aslî unsurların başında İran Azerileri gelmektedir. Bu durum gerek dini eğitimde ve gerekse toplumsal hayatta kendini belli etmektedir. Azeriler çok içten ve gayretli insanlar olarak mezhebi kabullere yapışmışlardır. Bu durum Türklerin tuttukları bir şeyi ölesiye savunmalarının çarpıcı bir misalidir. 5-Sünnî gelenekte Hz. Hüseyin’in soyundan gelenler “seyyid”, Hz. Hasan’ın soyundan gelenler “şerîf” olarak adlandırılmaktadır. İran’da böyle bir ayrım yoktur. Her iki soydan gelenlere seyyid denmektedir. Ayrıca hem Hz. Hüseyin hem de Hz. Hasan soyundan gelenlere “Tabatabâî” denmektedir. 6-Tek evliliğin zorunlu olduğu İran’da Mut’a nikahı sanılanın aksine son derece azdır. Hatta bunun yüzde birler seviyesinde olduğu ifade edilmiştir. Söz konusu nikahın çoğunlukla dul kalan ve bakıma muhtaç olan erkekler tarafından resmi olarak gerçekleştirildiği ve normal aile evliliği gibi yürüdüğü, ayrıca sanılanın aksine bir hafta on gün olarak kıyılmadığı, dört-beş yıl gibi uzun süreli olduğu söylenmiştir.


7-Zaman zaman yaptığımız tartışmalarda esasında günümüz İran bilginlerinin her konuda aynı düşüncede olmadığını gördük. Örneğin imametin itikad esası olup olmadığı meselesinde farklı düşüncelere sahip olanları gözlemledik. Bunun yanında gerek itikadi ve gerekse diğer alanlarda tartışmalara girdiğimizde muhataplarımızın bazen tıkandıklarını, makul cevaplar üretemediklerine de şahit olduk. Biz kendi tarafımızla ilgili olarak zaten eleştirel bir dile sahip olduğumuz için onlara göre daha rahattık. Bu bağlamda ülke siyasetine yönelik eleştirilerimiz de sessiz kalınarak geçiştirildi. Örneğin Ahmedinecat’ın cumhurbaşkanlığı adaylığının askeri konsey misali Hamaney tarafından reddedilmesini eleştirmem acı bir tebessüme karşılık buldu. Bu esasında her şeyi konuşmanın çok rahat olmadığının da bir göstergesidir. Ben bilimsel pek çok meselede -aynı endişeden dolayı- konuşma tutukluğu yaşandığını gözlemledim. Çağdaş Şiî yazarlardan Ahmed el-Kâtib ile Abdulkerim Suruş’un isimleri muhalif düşüncelerinden dolayı tamamen silinmiş gibi. Haydar Hubbullah ise okunuyor. Merhum Ali Şeriati ise ne kabullenilmiş ne de dışlanmış bir insan konumunda. Her şeye rağmen İran Şiîliği bir bütün oluşturuyor. Bünyede farklı düşünceler olsa da üstte birlik sağlanıyor ve ortaya tek yapı çıkıyor. Mezhepsel farklılıklar İran Şiîliği için söz konusu değil. 8-Siyaseti bir yana koyacak olursak, eskiye göre Şiî dünya ile Sünnî dünya arasında görece bir yakınlaşmadan bahsedebiliriz. Çünkü sahabenin bir kısmına karşı kullanılan kötü dil tamamen terk edilmiş, Humeynî’nin “Onlarla birlikte ilk safta kılan Hz. Peygamberin ardında namaz kılmış gibidir” diyerek yönlendirmesi sonucunda Sünnîler ardında namaz kılınmaya başlanmıştır. Ayrıca Humeynî ile Hamaney’in söylemlerinde Sünni-Şiî ihtilafına sebebiyet verecek, Sünnîleri suçlayacak tek kelam edilmemiştir. Bu nedenle Sünnîlere karşı toleranslı bir bakışın hakim olduğunu söyleyebiliriz. Karşılıklı görüşmelerin de bu yumuşamada etkili olduğu hakikattir. Bu durum diyaloğun önemini göstermektedir. 9-İran’la ilgili en çok merak edilen hususlardan birisi de sarıklardır. Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, sarığı mollalar takmaktadır.

Takılmaması yadırganmaktadır. Dolayısıyla molla olanlar bir anlamda sarık takmak zorundadır. Siyah sarığı seyyid olanlar takmaktadır ve başka renkte sarık takamazlar. Seyyid olmayanlar ise beyaz sarık takarlar. Seyyid olmasına rağmen ilimle meşgul olmayanlar ise dilerlerse yeşil sarık takabilirler. İlimle meşgul olmayanların yani halkın sarık takması söz konusu olmaz.

İran’da din farkı gözetmeksizin tüm kadınların başlarını örtme zorunluluğu bulunuyor. Lakin bu zorunluluk kalktığı anda Tahran’da başörtüsü takacak insan sayısının çok azalacağını düşünüyorum.

10-Şiîlik dünyada bizim sandığımızdan daha fazla yaygındır ve yayılmaya devam etmektedir. Tasavvuf başta olmak üzere diğer dinî hareketlerin Şiîlik önünde tutunması çoğu zaman zor olabilmektedir. Söz konusu mezhepsel yayılmanın nedenleri hususunda elbette çok şey söylenebilir. 11-İran’ın Şiîlik gerekçesiyle her tarafa karışmasını yadırgadığımızda hep şu cevabı aldık: “Siz başta Türkmenler olmak üzere gücünüzün yettiği her alana müdahale etmek istiyorsunuz da bizi neden yadırgıyorsunuz? Ayrıca hangi ülke başka ülkelere karışmadan kendi kabuğu içinde durmak istiyor? Var mı böyle bir ülke? Bizimle aynı düşünen ve yardım bekleyenlere sahip çıkmayalım mı?” İran ile ilgili hatıra ve yorumları paylaşmaya devam edeceğiz... 39


hır Dağı’nın eteklerine kurulan ve binlerce yıllık tarih ve kültür birikimine karşın bir o kadar da sahipsiz kent Maraş’ın suskunluğunu kalemi ile bozmuş öncü isimlerden biridir Abdurrahman Cahit Zarifoğlu. Zarifoğlu’nun hayatı, ipuçlarını kendi eserlerinde ele verir. Onun “hayatını bilmek eserine, eserini bilmek sanatına götürecek yolu açacaktır.”

CAHİT ZARİFOĞLU VE

Çok hareketli bir yaşamı olan ve “ne çok acı var” diyerek hayatını özetleyen Zarifoğlu’nun Maraş günleri ile ilgili bir konuya değinerek Zarifoğlu’nun bir dönem yaşadığı ve benim de içinde yaşamakta olduğum kent olan Maraş’ın anlaşılmasına kapı aralamak istiyorum.

1 Temmuz 1940 Ankara doğumlu olduğu kaydı bizi yanıltmamalıdır. Kafkasya’dan Maraş’a göç eden bir aileye mensup olan Zarifoğlu babası Niyazi Bey’in memuriyeti dolayısıyla Ankara’da doğmuştur.

Kafa kağıdında Zarifoğlu’nun 1 Temmuz 1940 Ankara doğumlu olduğu kaydı bizi yanıltmamalıdır. Kafkasya’dan Maraş’a göç eden bir aileye mensup olan Zarifoğlu babası Niyazi Bey’in memuriyeti dolayısıyla Ankara’da doğmuştur.

“ŞEHRİ MER’AŞ” Serdar YAKAR*

Kahramanmaraş’ta faaliyet gösteren Ukde Yayınları arasında Dr. Nazım Elmas imzası ile yayınlanan “Cahit Zarifoğlu” kitabı Zarifoğlu’nun yaşamı ve eserleri üzerine tematik bir inceleme sunar bize... 1940 doğumlu olan Zarifoğlu 1960’da Adil Erdem Bayazıt’ın Mesul Müdür olduğu tek sayfalık haftalık siyasi gazete olan İnkılâp’ın Genel Neşriyat Müdürüdür. 30 Ağustos 1960 tarihli ilk nüshada Zarifoğlu yayınlamış oldukları gazete ile ilgili olarak şunları yazar:

*Kahramanmaraş BB.Kültür ve Sosyal İşler D.Başkanlığı Kütüphaneler Müdürü.

sayı//35// haziran 40

“Kentimizde gazete sayısı İNKILÂP’la bir daha arttı. Bu gazetelerin ne amaçla kurulduğu, çıkan gazetelerin amaçlara cevap verip vermediği bir yanda dursun. Şimdiye kadar kentin ya da yurdun yararına esaslı bir amaç güdüldüğünü zannetmiyorum ben. Güdülmüşse bile bu kısa bir zamanda kişisel yararlar önünde ezilmiş, unutulmuş... Bu bir yana. Sözünü etmek istediğim bir olay da şu. Gazetelerin okunmayışı. Ne yazık ki günlük gazeteler ancak dallı budaklı cinayet haberinden haberine, ya da sırf bazı kişilerin gizli taraflarını öğrenmek, ona buna duyurmak, dedikodu yapmak için şahsi isnatlardan isnatlara istekli okuyucu bulmaktadır. Bu, okuyucuların


gazeteye gösterdikleri ilginin realitesi... Belirttiğim gibi zaten gazeteler kendilerini kabul ettirememişler okunmaya layık değiller. Geçelim. İnkılap iyi niyet iyi amaçla çıkıyor. Bu İnkılâp’ın ilk sayısı, benim de burda ilk yazım. Inkılâp çıkış amaçlarını unutmadığı müddetçe burada yazacağım. Hemen şunu da söylüyorum. Ben, bu kentte ve her kentte şahsi yararlar ön safa alınmadan bir gazetenin yaşayacağına inanmıyorum.” Cahit Zarifoğlu bu satırları yazdığında henüz yirmi yaşındadır ve Maraş’ta sayılı gazetecilerdendir. Kentin Valisiyle özel bir diyalogu vardır. Diğer mahalli gazetelerde kültür ve sanat sayfaları hazırlamaktadır. Adil Erdem Bayazıt, Rasim Özdenören, Alaaddin Özdenören, Akif İnan dönem arkadaşlarıdır. Cahit Zarifoğlu Maraş aşığı bir insandır. Bu kentin kalkınması ve gerçekten kent olması için idarecilerinden daha çok kafa yorar. İnkılâp’ın 2. Sayısında “Bu Şehri Mer’aş” başlıklı yazısında kent adına endişe ve kaygılarını dile getirir. 1960’lı yılların bulanık havasında Cahit Zarifoğlu’nun kaleminde Maraş’ın görünümü şu şekildedir: BU ŞEHRİ MER’AŞ

Bu şehrin gazetelerinde yazmış veya yazmaya başlamış her kişinin elini, dilini attığı bir konu da Maraş konusu. Bu şehrin şöyle dört başı mamur nasıl adam olacağı konusu.

Ben bu konuda az yazmadım. Doymamış olacağım ki tekrar ele alıyorum. Şimdilik bir giriş yapıyorum. Yazacaklarım üç kısımda toplanacak. “Bu şehir: “Niçin kalkınmadı?” b — “niçin kalkınmıyor” c — “niçin kalkınmayacak ya da niçin kalkınmalı” gibi. Geçelim. Bu şehir nasıl kalkınacak, bu, aydın her Maraşlının kendi kendine sorduğu bir soru. Biz gazeteciler ise bu konuda biraz ilerde olur, bunun münakaşasını yaparız. Ama olay hep nazariyatta kalır. Kalkınma yolunda müsbet en ufak bir değer ortaya konulmamışken kuru —boş sözler, en hararetli tenkitlere maruz kalır. Sonunda nereden girilip nereden çıkıldığı karıştırılır ve susulur. Susan susmak zorunda kalan kafalar bir köşeye çekilir ve kalkınmış Maraşı hayal etmeye başlar. Yollar, apartmanlar, yollar apartmanlar. Ve kılıklı medeni insanlar. Bu medeni tabirli insanlar, sırf kılık olarak düşünülür. Esas, kafa olarak kalkınmış bir topluluk değil, fakat kılık olarak kalkınmış, 41


daha doğrusu düşünülen güzelim yollara, apartmanlara kendini kılık olarak ayarlamış insan kümeleri. Sonra sükut eder ve, yine gazetesine giden kişiler kalkınan değil, kıvrılan yollara düşer. Evet. Bu şehrin en güzel kalkınması, plânlarda, inşaatlarda, fikir kulüplerinde kafalarda zihniyette değil, fakat sözde ve hayalde yapılmıştır. Ortaya hiçbir şey konmamış, fakat gelen her Vâliye ümit ve şüpheyle bakılmış ve “Maraş’ın kalkınması sizce nasıl olur” diye soru tevcih edilmiş, soru ve alınan basma kalıp cevap o günkü gazetede yani çöp kutusunda kalmıştır. Bu demek, bu güne kadar Maraşı pençesine alan, sıkan, sarsan, erkekçe seven bir el çıkmamış demek, çıkmayacak mı?... Haa mesele değişti bakın. Hadi çıkacak, umudumuz var diyelim. Deyiverelim No’lacak. Kalkınmış Maraşı düşünüp, oooh... şöyle sıcacık sıcacık olmak ayıp değil ya. Hem o el çıkacak demek hatalı değil. Kalkınacağı % 100. Bu kat’i. Ama ben yine de kendi kendime şöyle soruyorum. Maraş nasıl kalkınacak demiyorum da Maraş kalkınacak mı diyorum. Yani kalkınma bu şehrin kaderinde sayı//35// haziran 42

var mı yok mu? Benim merak ettiğim bu. Bunu bir bilsek, bir bilsek dimi, bir bilsek, şu vezirlikten kurtulsakta hayal kurmanın şöyle padişahı olsak... İnkılap 213 sayı devam eder. Heyecan ve umut 213. sayıda sona ermiştir. 30 Ağustos 1960’da ilk sayısı 12 Haziran 1961’de ise son sayısı yayınlanan İnkılap son sayısında bir de fikir-sanat eki çıkartır. Bu fikir-sanat eki belki de “Bitti” başlıklı yazının yayınlanması için özel olarak düşünülmüştür. “Bitti” başlıklı yazısında Cahit Zarifoğlu yumuşak bir geçiş yapar; “bu şehir, bu dertler bizimdi. Kendi hesabımıza sorumluluk duyuyorduk, elimiz kalem tutuyordu. Boş duramazdık. Hiç denecek kadar az olan imkanlarımıza aldırmadık. Kaleme şevk ve heyecanla sarıldık” diye... Zarifoğlu’nun, İnkılâp’ın imtiyaz sahibi olarak görünen Mustafa özer hakkındaki tespitlerine gelir sonra sıra... “Mustafa gitti sonra” der Zarifoğlu ve devam eder; “Sefalet Mustafa” diye tanımladığı Mustafa Özer’i anlatmaya; “Memleketinde bir avuç bahçesini işlemeye başladı. Sağı, solu, böğrü, adaleleri ağrıdı. Çoğu gün yorgunluktan gözüne uyku girmedi. Sonra terzilik yapmaya başladı.


Ekmek için. Düşünen fikirlerle dalgalanan bir başın, bir ceket bitirip, bir pantol tamamlayıp, ekmek için, binlerce iğne sokup çıkarması kumaşa... Bir yandan, Fransızcadan tercümeler yapması. Yoksul... Düşünen başın kaderi bu, Türkiye’de...” Yerel’den hareketle genel tespitlere başlamıştır Zarifoğlu... Başlangıçta anlattığı bu kent ve kentli iken tespitlerini genelleyerek ülkenin içerisinde bulunduğu çıkmaza da işaret etmektedir. Ki bu işaret zamanla ülke sınırlarını da aşıp Afganistan’daki şehid çocuklarına, Filistin’deki öksüzlere kadar uzanacaktır. Bunun ilk işaretidir “Bitti” yazısı. Bir sonraki paragrafta yeniden yerele dönen Zarifoğlu; “Gel zaman git zaman böyle oldu işte” diyerek İnkılâp’ın iç problemlerini de anlatmaya başlar: “Gazete tek başıma bana kaldı. Tasalar arttı, destekler tükendi. Maddi yokluklar içinde çabaladık. Kağıt çoğu zaman bitti. Kağıt için gittik, onu bunu dolandırmaya kalktık. Veresiye kağıt aldık; üç gün sonra veririz parasını dedik, aylarca vermedik. Mürettipler para alamadıklarında, gazeteyi, bizi yüz üstü bırakıp gittiler. Kolları sıvadık, bu işi biz yapalım dedik, yaparız dedik, yaptık. Çoğu gün cebimizde sigara parası olmadı... aldırmadık. Tek kelime ile dayandık.”

O günlerde çıkan ama detayı hakkında yazarın fazla bir bilgi vermediği bir kararnameden dolayı gazete kapanma tehlikesi ile karşı karşıya gelir. Zarifoğlu “suçluyduk” der ve dağınık ve anlaşılması zor bir izaha girişir yazının sonlarına doğru. “Çünkü topluma bütün kalleşliğine rağmen hizmete çalışmak suçtur veyahut aptallık. Toplum teper... Kör ve sakat düzeni adam olmaz... Kötülüğün yanında iyiyi, faydasızın yanında faydalıyı... Teper.” Zarifoğlu’nun anlaşılır cümlesi yazının sonundadır ve altı çizilerek yazılmıştır. Sahibini arayan bir kentin daha uzun yıllar boyunca sahipsiz kalacağının işaretidir son satırlar... “Bu şehirden kaçmak zamanı artık” der Zarifoğlu ve dediğini de yapar... Üniversite eğitimi için Maraş’ı terk etmiştir ama yüreği hep Maraş için atmış, “Sütçü İmam”ı yazmış, Maraş’la bağlarını hiçbir zaman koparmamıştır. Vefatının 30. Yılında rahmetle anıyoruz. Ruhu şâd olsun 43


DÜZLAND BİR ÜLKENIN RENGÂRENK ŞEHRİ;

ROTTERDAM

Düz, dümdüz, kilometrelerce, saatlerce, senelerce düz bir ülke; düzland yani. Fahri TUNA

nsan zihni, şehirleri kişilerle özdeşleştirmeyi sever. Ve hatta, şehirler insanlara benzerler daha çok. Onlar kadar güzel, onlar kadar iyi, onlar kadar canlıdırlar. Onlarcadır, onlarladır, onlardadır şehirler. Rotterdam benim için Romancı Şeyda Koç’tur evvela. Sonra Akademisyen Mevlüt Koç’tur. Bu iki güzel kardeşim öyle güzel, öyle içten, öyle nefis gezdirdiler ki Rotterdam’ı bana, bilmemek, tanımamak ve sevmemek adeta imkânsızdı. Unutmadan: Rotterdam nasıl Batı medeniyetinin tipik / tipolojik bir şehriyse, Koç Ailesi’nin misafir karşılama, ağırlama ve uğurlaması o ölçüde Doğu medeniyetine aitti: Öyle samimi, öyle misafirperver, öyle diğerkâmcasına; haklarını ödeyemem doğrusu. Rotterdam da beni gezdiren bu iki güzel insan gibi gönlünü açtı bana; sımsıcak, güneşli bir gününde karşıladı beni. Altı yedi ay sonra güneş görmek Hollandalılar için de çok şaşırtıcı ve güzel bir sürprizmiş meğerse. Rotterdam sardı sarmaladı beni güneşle... Rotterdam Nederland’ın yani alçak ülkenin, yani deniz seviyesinin altındaki bir ülke şehri olmanın tüm özelliklerini sergiliyor bize; her yan kanallar ve nehirlerle dolu. Düz, dümdüz, kilometrelerce, saatlerce, senelerce düz bir ülke; düzland yani. Suyu bol; sular altındaki ülkelerini kanallarla (şimdi aklıma çocukluğumda tarlalarda su çekilsin diye babalarımızın çaprazlama açtığı arklar geldi) tarlaya, verime, üretime dönüştürmüşler. Öyle beş on metre değil, yer yer kırk elli, hatta yüz metre genişliğindeki nehirleri andıran kanallar bunlar. Elbette kanal demek iki şey daha demek; bol bol gemilerle taşıma ve bol bol -yel değirmeni görünümlü- su değirmenleri. Kendinizi sık sık Cervantes’in Don Kişot’unda Şanso Panso’yla yürüyüşe çıkmış hissediyorsunuz. Meğer zaten Vikingler’in ülkesiymiş buralar. Rotterdam bir milyon üç yüz bin nüfuslu bir Hollanda şehri. Ülkenin ikinci büyük şehri yani. “Ajax” başkentin takımıymış, “Feyenoord” ise Rotterdam’ın. Amsterdam’dan Den Haag’dan (siz onu Lahey diye biliyorsunuz, gelip görene dek ben de öyle biliyordum) geçip ulaşıyorsunuz. Geçip derken açmalıyım biraz; geçtiğinizi fark etmiyorsunuz; şehirlerde gidiyor gidiyor, hiç ara vermeden, tarlalar meralar otlaklar görmeden, ev ev, bine bina, sokak sokak… gidiyor gidiyor hop Rotterdam’a

sayı//35// haziran 44


gelmiş oluyorsunuz; öylesine birbirine ulalı evler, caddeler, kasabalar, şehirler. (Kendimi şimdi de ‘Emirdağı birbirine ulalı’ diyen Afyon türküsünün ortasında hissetim.) Rotterdam’ın nüfusunun dört yüz bini Müslüman’mış. Yani, şehirde yaşayan her üç kişiden birisi Müslüman. Şehirde mevcut otuz üç camii de bunu işaret ediyor, sanıyoruz. Zaten şehrin belediye başkanı Ebu Talip de, Faslı bir Müslüman. Hollanda Kralı Alexander, mülkiye mezunu Ebu Talip’i atama ile göreve getirmiş. Bir minik not: Hollanda’da belediye başkanları seçimle değil atama yoluyla görevlendiriliyorlar. Rotterdam Belediye Başkanı Ebu Talip’in Müslüman olduğunu duyunca, ‘ne güzel, hâlden anlayan birisidir, insanımız rahat eder’ diye hemen sevinmeyin öyle; bir Kral, kendisine, felsefesine, ülkesine sadık ve bağlı olmayan birisini atama ile görevlendirir mi? Zaten son Hollanda -Türkiye krizinde de açıkça görmedik mi bunu. Maass, şehrin en büyük, en görkemli ve en güzel nehri. Üzerinde dev gemiler limandan limana endüstri devir daimi yapıyor. Birçok isim Maass ile başlıyor burada. Hatta beni ağırlayıp edebiyat söyleşisi/imza günü yapan kulübün adı da Maassluis Kitap Kulübü’ydü. Bizim Tuna’dan biraz küçük, Meriç’ten büyük bir nehir. Rotterdam bir çizgisel şehir, bir grafik şehir. Plan program, hesap kitap, matematik şehri. Menşeinden belli değil mi: Avrupalı. Bu kadar sert ve keskin çizgi bizim gibi Mistik-Doğulu kafaları rahatsız etmiyor değil açıkçası. Ama onlar için doğal normal ve hatta öğünülesi bir durum.

Şehirde, kalem ev / apartman diye nitelendirilen yapılar var mesela. Gerçek bir kalem biçiminde tasarlanmış belki yirmi katlı bir apartman düşünün. Geometrik küp biçiminde tasarlanmış evler ve apartmanlar da var. Grafik şehir dedik ya.

Şehirde, kalem ev / apartman diye nitelendirilen yapılar var mesela

Rotterdam dört şey aslında: Domates şehri, peynir şehri, değirmen şehri, bisiklet şehri. Marketlerinin raflarında yirmi çeşit domates, yirmi çeşit peynir var. Ve şehrin dört bir yanı bisiklet yolları ile donatılmış. Kutsal birer öğe gibi bisiklet yolları: Kimse geçmiyor o bisikletlilerden gayrı, yürümüyor; hatta yürümeyi aklından bile geçirmiyor. Rotterdam Tren Garı’nın çevresi -hiç abartmadan söylüyorum- on binlerce bisikletin otoparkı durumunda. Bunca bisikleti birbirinden nasıl ayırt ediyorlar, bu da şaşılası bir durum. Bakışlarınızı pencereden dışarı uzattığınızda, yel değirmenleri arasında körebe oynayan onlarca bisikletli görüyorsunuz; süresiz bir bisiklet festivali var sanki… Daha çok bir heykeller şehri Rotterdam; hemen her köşede, her meydanda, bina cephesinde, nehir kıyısında çeşit çeşit heykeller... Çizgi çizgi, renk renk, irili ufaklı. Şehir sanki açık hava heykel müzesi. Doğrusunu söyleyelim, aynı zamanda estetikler de. Hele Maass Nehri kenarında paslanmış demir enkazlarından yapılmış bir düşünen adam heykeli var ki, şapka çıkartmak lâzım: Zekice, orijinal, estetik. Apartman çok az Rotterdam’da; genellikle iki, iki buçuk katlı, bitişik nizam, içten dubleks 45


evler yaygın. Ova şehri ya, binalar yüksek değil. Yüksek olanlar daha çok İşhanları; modern, kocaman, yüksek grafik binalar. Vahşi Batı Kapitalizmin estetize edilmiş modernize canavarları gibi heyula heyula duruyorlar dört bir yanda. Rotterdam sokakları renk cümbüşü içerisinde; Hollandalılar açık tenli, sarışın, uzun boylu insanlar oldukları için hemen kendilerini belli ediyorlar. Türk’ünden Arap’ına, siyahisinden süt beyazına, sokalar, otogarlar, metrolar adeta Birleşmiş Milletler gibi. Hoşgörü ve birlikte yaşama kültürü açısından çok takdir edilesi bir durum bu elbette. Herkese iş aş eş yaşam imkânı verilmesi ülke adına, insanlık adına, yirmi birinci yüzyıl adına çok güzel. Sokakları kalabalık değil Rotterdam’ın. Hollandalılar disiplinli insanlarmış. Hafta içi iş çıkışında doğru evlerine gider, sadece hafta sonları için program yapar, Cumartesi Pazar ailece yer içer ve eğlenirlermiş. Ama bizim hayat dolu Türkler oranın da suyunu çıkartmışlar elbette: Türk lokantaları, kahvehaneleri ve eğlence merkezleri gece yarısına, hatta gece bir ikiye kadar açık ve doluymuş. Bir itiraf daha: Ben aldatıldım. Evet resmen aldatıldım son gezimde. Yurt dışına, Avrupa’ya çıkıyorum sanmıştım. Öyle planlamış, şartlanmıştım. Amsterdam uçağında yanımda oturan ve yirmi beş yıldır Hollanda’da yaşayan Ayşe Kılıç Hanım çözdü tüm sorunlarımı havaalanında. Yakın ilgi ve desteğini unutamam. Mevlüt Bey o anda Münih’te derste olduğu için yakın dostu Süleyman Hoca ve eşi Şeyda Hanım ile ablası Hediye Hanım aldılar havaalanından. Yüz kilometre mesafeden geldiler. Yolda Den Haag’da yemek molası verdik. Saat: yirmi dört, Türkiye’de ise gece sıfır iki. Yemek ikram ettiler sağ olsunlar. Kapıya baktım, Mevlana Lokantası sayı//35// haziran 46

yazıyor. İçeriye girdik, o da ne; Aşık Mahsuni Şerif merhum, ‘Yiğit muhtaç olmuş kuru soğana / bilmem ağlasam mı ağlamasam mı’ çalıyor. Az sonra, Antep’in Ezo Gelin çorbası ve Konya’nın Etli Ekmeği geliyor soframıza. Sabah kahvaltıda Konyalım Lokantası’nda ağırlıyorlar Koç’lar beni. Nefis bir edebiyat söyleşisinin ardından Maassluis Türk Kitap Kulübü’nün genç bayanları, Zeynep ve Ülkü Hanım’ın öncülüğünde akşam yemeği ikram ediyorlar bana: O da ne, Lezzet Lokantası’ndayız bu kez. Antepli Nadir Bey’in buram buram Anadolu kokan işyerinde kebap pişiren Karaman’dan gitme Osman kardeş gelip selfie yapıyor benimle hemen. Kısacası Avrupa Türkiye olmuş dostlar; Hollanda Türkiye olmuş, Rotterdam Türkiye olmuş, diyeyim size. Bir Balkan uzmanı, aşığı, seyyahı olarak konuşuyorum: Balkanlar’da elli üzeri kez sefere çıkmış, dolaşmış biri olarak ‘Balkanlar’da Türkçeyle her şehirde rahatlıkla dolaşabilirsiniz’ diyen ben, şimdi de bunu Avrupa için söylüyorum: Hollanda ve Belçika’da, Brüksel’de, Amsterdam’da, Den Haag’da ve en çok da Rotterdam’da Türkçeyle rahat rahat yaşayabilirsiniz. Sokak sokak, ev ev, iş yeri işyeri, Türkiye Avrupa’ya taşınmış. Üç yazar, Deniz TV’de canlı edebiyat programına çıktık o gün. On altı yıldır Hollanda’da yaşayan genç Romancı Şeyda Koç ile otuz yıldır Rotterdam’da yaşayan Karslı Romancı Murat Tuncel de, çok sağ olsunlar zenginlik kattılar programıma. Deniz TV ‘Sibel ile Gökkuşağı’ programının yapımcısı ve sunucusu Antepli Sibel Tor'a sıcak, renkli, konu konuyu açıcı sunumu için çok ama çok teşekkür ediyorum. Netice itibarıyla şunu söylemek mümkün: Rotterdam bizden bir şehir artık. Bir yüzü Batılı, çizgisel, geometrik, modern evet. Bir yüzü rengârenk ve dünyalı. En çok da Anadolulu bir şehir. Bir bolluk bereket şehri. Düz şehir, düzlenmiş şehir: Düzland. Farklılıklarını olabildiğine düzlemiş şehir. Rotterdam: Rengârenk bir Hollanda şehri. Rengarenk Batı, Rengarenk insan, rengarenk dünya şehri. Düzland bir ülkenin, rengârenk şehri Rotterdam.


ALİ ERCAN VE

NİĞDE TÜRKÜLERİ Ali Ercan Niğde türkülerini orijinal tavırlarını bozmadan sesiyle de arşivlerimize kazandırmıştır.

Mehmet Baş Ali Ercan 1931 yılında eski ismi Ferhenk şimdiki adı İçmeli olan köyde dünyaya gelmiştir. Altı yaşında annesini, annesinin vefatından 4 ay sonra kardeşini, yedi yaşında ise babasını kaybederek babaannesinin yanında büyümüştür. Evin tek erkek çocuğu olması nedeniyle ailenin geçimini sağlayabilmek için köyün koyun ve kuzularını güden ozanımız tabiatla alakalı vezinsiz, yarı kafiyeli, amatörce manilerini, kendi yaptığı derme çatma bir saz ile daha sonra da dayısının hediye ettiği ilk bağlamasıyla on yaşından itibaren çalıp söylemeye başlamıştır. Küçük yaştan itibaren çalıp söylemeye başlayan Ali Ercan zamanla kendini yetiştirerek besteler yapmaya başlamış sazını daha da geliştirmiştir. Saz ustalarından Emin Aldemir ve zamanın ünlü yorumcularından Aliye Akkılıç ile tanışarak, onların tavsiyeleri ile 18 yaşında İstanbul radyosunun açtığı sınavı hem ses hem icra alanlarında kazanıp burada çalışmaya başlamıştır. Bu sınav esnasında jürinin karşısında söylediği şiiri şudur. “Buraya koymuşlar bir büyük kantar Bu kadar insanı kantar mı tartar İyi çal şu sazı Ercan’da yakayı kurtar Hakkında yaramazı söylerler şimdi” Bir süre sonra ücretinin azlığı nedeniyle bu görevinden ayrılıp serbest olarak çalışmaya başlamıştır. Askerlik yaptığı dönemde memleketin farklı yerlerinden gelen, bağlama çalan ve türkü söyleyen insanlarla tanışma imkânı bularak ufkunu genişletmiş ve bilgisini oldukça artırmıştır. Ali Ercan’ın Niğde türküleri içinden derlediği ve seslendiği türkülerin ilki, dedesi, Gömleksizin Hasan Dede’den öğrendiği “Gökdereden Çıktım Derya Yüzüne” adlı türküdür. Mübadeleden önceki dönemde Niğde ve dolaylarında nüfusun belli bir bölümünü oluşturan Rum halkının Niğde yaşayışına etkilerini de yansıtan bu türkü, Dikilitaş Köyü’ndeki Ermeni kızı Heleni ile karşılaşıp, ona âşık olan Âşık Ali’nin, Heleni’ye karşı duygularını anlatır. Dinî ve etnik ayrımdan kaynaklanan sıkıntıları anlatan türkünün sözlerinden bir bölümü şöyledir:

“Gökdere’den çıktım derya yüzüne, Iras geldim bir Ermeni gızına, Yeme, içme bak yavrunun yüzüne İmana gel, gavur gızı imana” Bu sözler üzerine Ermeni kızının Ali’ye cevabı: “Hacılar da hacca gider Hacı olur Talebeler okur-yazar hoca olur Ermeni’den İslam olmak güç olur, Var git İslamoğlu dönmem dinine” 1965 yılında hazırlamış olduğu "Karakaş Gözlerin Elmas ve Niğde Türküleri" kitabı Niğde il basımevi tarafından basılmıştı. Aralarında "Karakaş Gözlerin Elmas" ve "Adaletin Bu Mu Dünya’nın da olduğu eserleri mevcuttur. Bunların dışında dini müziklerde yapan Ali Ercan; “Medine ye varamadım Gül kokusu alamadım Ben Resul’e doyamadım Yaralıyım yaralıyım yaralı” gibi ilahileriyle halkımızın gönlünde taht kurmuştur. Onun türküler kadar ilahilerle de tanınan bir sanatçı olduğunu da söyleyebiliriz. İslamî tarzda bestelenmiş kasidelerin, nasihatlerin, ilahilerin ve kendi eserlerinden seçmelerin bulunduğu “Doyamadım Muhammed’e” adlı basılmış bir kitabı vardır. Aynı zamanda tv dizleri ve filmlerinde de oynamıştır. 55 plak 25 kaseti bulunan ozanımızın son dönemlerde ilahilerden oluşan albümleri ile birlikte 80’in üzerinde albümü vardır. Son dönemlerde yine İslami içerikli birçok filmde rol alan Ali Ercan’ın 13 sinema filmi, bir reklam filmi de vardır. “Karakaş Gözlerin Elmas ve Niğde Türküleri” kitabında Ali Ercan Niğde’nin söz hazinelerini tespit ederek kayda geçirmiştir. Ali Ercan Niğde türkülerini orijinal tavırlarını bozmadan sesiyle de arşivlerimize kazandırmıştır. Ali Ercan’ın eski plaklarında bu türküleri bulabiliriz. Ali Ercan Niğde Türküleri için gerçekten önemli bir isimdir. Onun güzel sesiyle çoğu Niğde türküsü orijinal tavrıyla ve orijinal söylenişi ile kayıtlara girmiş durumdadır. Niğde’nin duygu ve söz açısından zengin türkülerini muhafaza edip gelecek çağlara aktarmak açısından bu kayıtlar çok önemlidir. Bu vesile ile ilimizde Niğde türkülerini ve sözlü ürünlerini muhafaza edecek bir ses müzesi ve Ali Ercan’la ilgili bir araştırma birimi kurulabilir. Ali Ercan’ın ismi ilimizde bir yere verilebilir. Şu an sadece İçmeli’ de bir sokağın ismi “Ali Ercan Sokak” olarak görülmektedir. Önemli olan insanların kadrini yaşarken bilmektir. Ali Ercan’ın sesi türkülerimiz dinlemek isteyenler için bulunmaz bir nimettir. Memleketimizin kültürüne yapmış olduğu katkılardan dolayı kendisine sayısız teşekkür ediyoruz. O’nun varlığı Niğde için gerçekten bir şanstır. Buradan kendisine selam ediyor sağlık sıhhat afiyet diliyoruz. 47


‘MİLLİ ŞEF’ DÖNEMİ

BASIN HAYATI

Bu kanunun en önemli hususiyeti hükümete, iktidarın sürdürdüğü politikalara aykırı yayın yapan gazeteleri kapatma salahiyeti vermesiydi. Hüseyin Yürük

u devirde cemiyeti bütün hücreleriyle kuşatan baskı atmosferinin tabii olarak en önemli hedefi basın yayın organları olmuştur. Halkın kendisini ifade etmesinin önündeki bütün kanalları paranoyak bir anlayışla tıkayan Milli Şef bürokratları, yayın dünyasındaki bütün hareketlilikleri de büyük bir dikkatle izlemiş ve çizgi dışı hareket edenleri insafsızca cezalandırmışlardı. Basın Yasası 25 Temmuz 1931 tarihinde kabul edilmişti. 28 Haziran 1938 tarihinde de önemli ölçüde değistirilmişti. Yasanın ilk halinde yayın çıkarmak için sadece beyanname verilmesi yeterli görülmüşken 1938 yılında yapılan bir değişiklikle yayın çıkarmak isteyenlerin, bulundukları yerin en büyük Mülki idare amirinden ruhsatname, yani izin almaları koşulu getirilmişti. Bu şekilde hükümet yeni bir yayının çıkıp çıkmayacağına karar verme yetkisine sahip oluyordu. Matbuat Kanunu hür basının önünde bir utanç duvarı misali durmaktaydı. Uzmanlara göre “Bu kanunla tüm basın CHP emrine girmişti” (Ekinci,1997:88) Bu kanunun en önemli hususiyeti hükümete, iktidarın sürdürdüğü politikalara aykırı yayın yapan gazeteleri kapatma salahiyeti vermesiydi. “1931 tãrihli Kanun tek parti idaresinin genel karakterine uygun olarak güdümlü bir basın rejimi oluşturuyor, basın üzerinde hakimiyete dayanan bir karakter taşıyordu.” (Akandere,1998:211) Aynı kanunda 1938 yılında yapılan değişiklikle iktidarın basın üzerindeki hakimiyeti bir kat daha pekiştirilmişti. Buna göre, gazete ve dergi çıkarmak için o yerin en büyük mülki amirinden izin almak gerekiyordu. “Yani hükümet yeni bir yayına izin verip vermemekte tamamen serbest kalıyordu.” (Akandere,1998:210) Bütün ülkenin Şef’in korosu olarak kabul edildiği bu siyãsî konjonktürde basın yayın hürriyeti Şef’in ve bürokratlarının iki dudağının ucunda varlık yokluk mücadelesi veriyordu.Çeşitli kademelerdeki Şef bürokratları kendilerince akortsuz buldukları bütün seslere kırmızı renge saldırır gibi saldırıyor ve imha ediyorlardı. Tıpkı krallık ve padişahlık rejimlerinde olduğu gibi Milli Şef iktidarında basın hürriyeti iki dudak ucundaydı. Matbuat Kanunu’nun meşhur 50. maddesi öyle zorlu bir maddeydi ki, “Orkestra şefinin istemediği bir ses korodan çıktı mı bu değnek

sayı//35// haziran 48


akortsuz sesin sahibinin kafasına iniyordu.” (Toker,1970:32) Mesela “İzmir’de çıkan Yeni Ekonomi Gazetesi, valinin oğlunun yaptığı bir otomobil kazasını haber yaptığı için kapatılabiliyordu.” (Karpat,1996:133) Milli Şef Devri basın hayatı bu mânâda sayısız örneklerle doludur. Milli Şef bir gazetenin yayınını beğenmedi mi ‘Kapatın şu gazeteyi’ diyor aynı gün gazete telefon emriyle kapatılıyordu. Milli Şefi karşılamak için Ankara Garı’na gelen Muğla Milletvekili Yunus Nadi aynı zamanda Cumhuriyet Gazetesi’nin sahibiydi. Milli Şef o günlerdeki Cumhuriyet Gazetesi’nin yayınlarını beğenmemiş olacak ki “Yunus Nadi’nin ‘Hoşgeldiniz’ anlamında uzattığı elini sıkmamış büyük bir sinirlilik içinde ‘Ne oluyor Nadi Bey? Nedir bu yazılar?’ diye bağırmıştı.Hãdisenin ardından gazete Bakanlar Kurulu kararıyla kapatılmıştı.” (Karakuş,1977:35) Savaş yılları boyunca gazeteler Matbuat Umum Müdürlüğü’nün verdiği emir ve direktiflerle yönetilmişti. Basın, idarenin denetimi ve güdümü altına sokulmuştu. “Savaşın devam ettiği altı yıl boyunca verilen gazete kapatma kararları, ülkede ilk gazete çıkışından beri verilen toplam kapatma kararlarından daha fazlaydı.” (Akandere,1998:218) Dönemin ünlü gazetecilerinden Emin Karakuş’un naklettiğine göre;“Savaş yıllarının atmosferi içersinde sabun fiyatlarının yüksekliğinden bahsetmek bir gazetecinin Matbuat Umum Müdürü tarafından aranılıp ‘Kanatlarını kopartırım’ ikazına uğramasına sebep olabiliyordu.” (Karakuş,1977:25) Gazete sahiplerinin, yazar ve muhabirlerinin azarlanması, tehdit edilmesi günlük hadiselerdi.“Bir daha böyle bir şey yazarsanız kemiklerinizi kırarım’ gibi sözler o yıllarda gazete sahiplerinin ve gazetecilerin sıkça duydukları sözlerdi.” (Akandere,1998:218) Ankara Valisi Nevzat Tandoğan o devrin önemli bürokratlarındandı. Ankara adeta onun yönettiği bir krallıktan ibaretti. “O da beğenmediği yayınlarla ilgili gazetecileri makamına çağırarak ikaz ediyor, çekmecedeki tabancasını göstererek bu tür haberler yazılmasının mukadder neticesini şimdiden hatırlatıyordu.” (Karakuş,1977:19) Polis Müdürleri, savcılar, ticaret ofisi idarecileri, basın yayın genel müdürleri... Bilumum Şef bürokratları basın hürriyetinin önünde

önemli bir engel teşkil ediyorlardı. “Gazeteciler her gün bunlardan bir direktif almaktan, mahkeme kapılarında mübaşirlerin dik sesli davetleriyle kendilerini çağırmalarından iyice bıkmışlardı.” (Baban,1970:29) Bu dönem içersinde bütün yayınlar gibi dinî yayınlar da baskı ve kısıtlamalardan nasibini alıyordu. “Matbuat Umum Müdürü 1942 yılında bir genelge yayınlayarak Memlekette dinî atmosfer yaratacak yayınlara müsaade edilmeyeceğini bildirmişti.” (Heyet,1995:9) “1945 yılında Matbuat Umum Müdürü İstanbul gazetelerine bir yazı göndererek, ima ve benzetme yoluyla da olsa dinden bahseden yazıların gazetelerde yer almaması gerektiğini belirtmişti.” (Heyet,1995:10)

“Gazetelerde çıkan bazı dini bilgiler devrin iktidarını rahatsız etmiş, dinle ilgili tefrikalara üç gün içinde son verilmesi bildirilmişti.”

“Gazetelerde çıkan bazı dini bilgiler devrin iktidarını rahatsız etmiş, dinle ilgili tefrikalara üç gün içinde son verilmesi bildirilmişti.”(Akandere,1998:239) Milli Şef devri Türk basını, Demokles’in kılıçlarının gölgesinde trajikomik bir varlık-yokluk mücadelesi veriyordu. Kimin, neyi, ne zaman, neden dolayı yasaklayacağı belli değildi. Bir bürokratın ‘ülke menfaatine ters’ gördüğü her şey bir anda potansiyel tehlike ilan ediliyor ve insafsızca cezalandırılıyordu. Milli Şefin mahzurlu saydığı her şey ülkede yasaktı.“Yazı işleri Müdürünün masasının arkasındaki kilitli dolapta yasak kararları saklanıyordu. ‘Gün geçmezdi ki birinci şubeden bir memur gelip yeni bir yasak kararını getirip dosyayı şişirmesin.’” (Toker,1970:24) Öyle ki Milli Şefin seyahatlerinden, Milli Şefin gazetelerde yer alacak resimlerine, iç politikadan dış politikaya, ekonomik meselelerden sosyal meselelere, okullardaki disiplin hadiselerinden intihar edenlere, meteoroloji haberlerinden zam haberlerine kadar her saha ve konuda yasaklama ve kısıtlama mevcuttu. Milli Şef bürokrasisinin yasakçılık refleksi iyiden iyiye paranoya şeklinde bir devlet hastalığına dönüşmüştü. “Hava durumu ile ilgili yayınlar dahi yasak kapsamına giriyordu. Cumhuriyet Gazetesi’nde çıkan, ‘Yarın hava iyi olacak’ haberi üzerine sıkıyönetim komutanı Doğan Nadi’yi makamına çağırarak ağır bir uyarıda bulunmuştu.” (Karakuş,1977:26) “Pera Palas Oteli’ndeki infilak (patlama) haberini yayınladıkları için tam sekiz adet gazete birden belirsiz bir tãrihe kadar kapatılmışlardı. İsnat edilen suç ise çok 49


Sol ve liberal basın kadar ‘Türkçü’ basın da bilhassa Almanya’nın yenilgilerinin başlamasından sonra ağır müeyyidelere uğratılmıştı.

ağırdı: Halkı paniğe sevketmek.” (Popüler Tarih,2002) Milli Şef bürokratları ‘Halkı paniğe sevketmek’ kavramının sınırlarını o kadar geniş tutuyorlardı ki, neredeyse gazetelere haber adına yazılacak hiç bir malzeme kalmıyordu. “Milli Şef İsmet İnönü’nün geçirdiği kalp krizi işte bu saikle ‘Vagatani krizi’ şeklinde kamuoyuna resmen tebliğ edilmişti.” (Toker,1970:339) “Tan Gazetesi, bilahare ‘Şiddetli sürmenaj’ olarak halka duyurulan bu rahatsızlığı ‘Uzun süren teessür’ biçiminde yazdığı için hükümet tarafından 10 gün süre ile kapatılmıştı.”(Bozdağ,1991:136) Tasviri Efkar Gazetesi’nin iktidar tarafından kapatılma sebebi ise rejimin rengini gösterme bakımından çok sembol bir örnekti. “Devrin ünlü gazetelerinden Tasviri Efkar ‘Almanların sınırlarımıza dayanması üzerine ‘Bakın biz demedik mi? ‘Olacağı buydu’ şeklinde yayın yapacağı varsayımıyla bir ihtimale binaen altı hafta boyunca kapatılmıştı.” (Tercüman,1986) Milli Şef Türkiye’sinde tıpkı krallıklarda olduğu gibi kişilerin ve kurumların geleceği bir Şef bürokratının iki dudağı arasındaydı. “Bir İçişleri Bakanı’nın kişinin hürriyetini istediği zaman elinden aldığı, istediği zaman verdiği bir devirdi bu.” (Sertel Sabiha,1987:223) Basın mensuplarının konuşmak, mukayese veya mütalaa beyan etmek bir kenara nefes alması bile zorlaşmıştı. Gazetelerin en yaygın kapatma sebeplerinden biri Milli Şef ve ailesiyle ilgili haberlere gerekli yer ve önemin verilmemesiydi. Olması gerekeni devlet idarecileri basının ilgili şahıslarına öğretmişlerdi. Buna göre “Milli Şef’in dosta düşmana kudretinin gösterilebilmesi için bütün harp yıllarında Cumhurbaşkanı’nın bir konserde, bir at yarışında gazetelerde çarşaf çarşaf haberinin yapılması bir devlet zorunluluğu” idi. (Toker,1970:26) Dönemin önemli şahitlerinden Cihat Baban, o günlerde sansürün vardığı boyutu çarpıcı bir örnekle şöyle anlatıyor: "O günlerde gazeteye bir telgraf geldi. Milli Şef’in bir demeci var. Bu demeç gazetelerin şeref köşesine konacak, yani birinci sayfanın sağ üst köşesine. Metin tam olarak o sayfada bitecek. Arka sayfaya kalmayacak. Bir tek tashih hatası olmayacak. Yoksa ..... size gösteririz." (Baban,1970:288) şeklinde bir üslûpla aba altından sopa gösteriliyordu. Gazetelerde Milli Şef ile ilgili haberin nerde, kaç puntoyla yayınlanacağı bile belliydi. “Milli Şefin fotoğrafını 1. sayfadan bildirilen sütun ve santime uymadan veren

sayı//35// haziran 50

gazetenin cezalandırılmaması için hiçbir sebep yoktu. İnönü ailesinin seyahatlerini gazetelerin birinci sayfalarından vermemek mümkün değildi.” (Ağaoğlu Samet,1993:104) Gazetelere gelen emirler şöyleydi: (Reisicumhur İsmet İnönü, Ankara civarında, küçük bir seyahat yapmak üzere Ankara’dan hareket etmiştir.)Gazeteler bunun haricinde hiçbir şey yazamayacaklardır. (Matbuat Umum Müdürü) (Kabaklı,1989:282) “Milli Şefin kendisi kadar aile fertleri de aynı imtiyaza sahiptiler.” (Toker,1970:25) Paşanın eşi Mevhibe İnönü’nün fotoğrafını üçüncü sayfada yayınlamak hakaret sayılıyor ve bir gazetenin kapatılma sebebi oluyordu. “Mevhibe Hanım’ın İstanbul’a geliş haberine fiili imkansızlıktan dolayı üçüncü sayfada yer veren Tasviri Efkar Gazetesi işte bu sebepten kapatılmış,yapılan haber saygısızlık kabul edilmişti.” (Baban,1970:289) Milli Şefin mahdumu Erdal İnönü’ye de basında rağbet edilmesi gerekiyordu. “Erdal İnönü’ye Türk Kuşu brovesi takılıyor, bu törende bakanlar bulunuyor, Erdal’a nutuklarla yağcılık yapılıyor, bu yapılanlar da fotoğraflı bir şekilde gazetelerde büyük büyük yayınlanıyordu.” (Toker,1970:30) Uygulanan bu baskı ve devlet terörü tabiî olarak gerisinde çok sayıda mağdur bırakıyordu. Devrin istibdat politikasından nasibini almayan basın mensubu neredeyse yok gibiydi. “Bir çok ünlü gazeteci ve yazar hükümetçe çizilen istikamette yazı yazmadıkları için cezalandırılmışlar ya da yazmaktan men edilmişlerdi.” (Akandere,1998:222) Bu devrin önemli mağdur gazetecilerinin başında Zekeriya Sertel geliyordu. “Sertel’in arkadaşları Cami Baykurt, M. Ali Aybar, Milli Şef’e hakaretten yok yere 4 yıl ceza almışlardı.” (Uyar,1999:216) 1949 yılında yazar Rıfat Ilgaz, cumhurbaşkanına hakaretten üç yıl, Mısır Kralı ve İran Şahı'na hakaretten yedi ay, Aziz Nesin de Mısır Kralı ve İran Şahı'na yayın yoluyla hakaretten yedi ay hapis cezası almıştı. Milli Şef Devrinin tãrihine bir kara leke olarak düşmüş ‘Üstündağ Vakası’ ise romanlara ve filmlere konu olacak ölçüde dramatikti. Cihat Baban, ‘Üstündağ vakasını’ şöyle anlatır:“İzmir’de bir gazete çıkaran Ekrem Hayri Üstündağ’ın oğlu Bülent Üstündağ, kendisi askerde olduğundan karısını yazıişleri müdürü yapmıştı. Gazetede çıkan bir makaleden dolayı 1946 yılında Hükümet, takibat yapmış


ve sorumlu yazıişleri müdürü olan Bülent Üstündağ’ın hamile eşini tutuklayarak cezaevine koymuştu. ‘Bu olaya çok içerleyen ve kendisini vicdanen sorumlu hisseden Bülent Üstündağ intihar ederek yaşamına son vermişti.” (Baban,1970:378) Bütün şimşekler muhalif gazetecilerin üstündeydi. “İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de uzaktan yakından biraz dili sürçen gazeteci kendisini cezaevinde buluyordu.” (Karakuş,1977:261)Görülen lüzum üzerine kapatılan gazetelerin başında ise Tan ve Vatan gazeteleri geliyordu.“Vatan ve Tan gazeteleri 10 Mart 1944’te bir ay süre ile kapatılmaktan kendilerini kurtaramamışlardı.” (Ekinci,1997:273) Vatan Gazetesi’nin başına gelen sansür basın tãrihine geçecek boyuttaydı. “Gazete bir dönem tam altı ay boyunca kapatıldığından 26 Ağustos 1944 ve 23 Mart 1945 tãrihleri arasındaki nüshaları gazete koleksiyonlarında bulunamıyor, arayanları şaşkına çeviriyordu.”’(Toker,1970:33) Sol ve liberal basın kadar ‘Türkçü basın da bilhassa Almanya’nın yenilgilerinin başlamasından sonra ağır müeyyidelere uğratılmıştı. Küllük Dergisi’nin kapatılma emrini gösteren vesika ise devrin hesap defterine düşülmüş manidar bir kayıttır. “1940’ta gerçekleşen kapatılma hãdisesinde üzerinde ne mühür, ne bir adres, ne de bir resmî sayı bulunan bir evrakla dergi kapatılmıştı. Evraktaki kapatma iradesi şu kısa cümleden ibaretti: Sahibi bulunduğunuz Küllük Mecmuası’nın Dahiliye Vekaletinin emirleriyle bugünden

itibaren kapatılmış olduğu tebliğ olunur. Emniyet Müdürü Muzaffer Akalın.” (Ağaoğlu Samet,1993:104) 4 Aralık 1945 yılında devrin iktidarı tarafından Tan Gazetesi’ne karşı organize edilen linç teşebbüsü Şeflik Devri’nin adeta yüz karasıdır. CHP Parti müfettişleri ve gençlik kolları tarafından organize edilen, İlhan Selçuk, Ali İhsan Göğüş gibi meşhurların da katıldığı Tan saldırısı bugün de hafızalarda tazeliğini koruyan kara bir lekedir.Dönemin gazete baskınları sadece Tan Gazetesi ile sınırlı değildi. İktidarın emrinde hazır kıta gibi bekleyen üniversite öğrencileri yukarıdan aldıkları işaretle başka gazeteleri de basarak tahrip etmektedirler. Aynı saldırılar sonraki yıllarda da devam etmişti. “1947 yılında İstanbul’da çıkmaya başlayan Zincirli Hürriyet isimli gazetenin yönetimi, sıkıyönetimden kurtulmak için İzmir’e taşınmıştı. Gazete İzmir’de de rahat bırakılmamış ve bazı öğrenciler tarafından matbaası basılarak tahrip edilmişti.” (Karpat,2008:198)

Gazeteci Ziyad Ebuzziya da bu baskılardan nasibini alanlardandı.Demokrasi mücadelesi verdiği o yıllarda gazetesi on yedi defa kapatılmış, kendisi de otuz beş defa mahkemeye verilmişti.

CHP'nin Milli Şefi İsmet İnönü'nün tek başına iktidar olduğu yıllarda 108 gazeteyi muhalif yayınlar yaptığı gerekçesiyle kapattırmıştı. Tarihçi-Yazar Mustafa Armağan, “Tek Parti Devri” başlıklı kitabında Milli Şef Dönemi Basın hayatının karnesini şöyle çıkartır: İnönü, sınırlı imkanlarla yayın yapan 108 gazetenin kapısına kilit vurdu. İnönü'nün ilk kapattırdığı gazetenin başında ise bugün CHP'nin yayın organı gibi davranan Cumhuriyet gazetesi geliyor. İnönü, 51


(Koçak,2013:260) 1944 Ağustos’unda muhalefet gazeteleri Vatan, Tan, Tasviri Efkar kapatılıyor ve ancak 1945 Mart’ında yeniden açılma izni alabilmişlerdi. Koçak’a göre; Bu kadar uzun süreden sonra açılabilmelerinin nedeni, tam da o sırada ABD’den gelip ülkede basının serbest olup olmadığını araştırarak Kongre’ye bir rapor yazacak olan heyet. (Koçak,2011) dönemin gazetelerinden Vatan, Tan ve Tasvir-i Efkar'ı da kapattırmış. Kitapta, 1939-1945 tarihleri arasında bazı gazetelere verilen kapatma cezalarının rakamları şöyle sıralanıyor: “Vatan: 7 ay, 24 gün. Cumhuriyet: 5 ay, 9 gün. Tan: 2 ay, 13 gün. Tasvir-i Efkar: 3 ay.” Kabaklı,Rejimin basına nasıl bir baskı uyguladığını gözler önüne serer.Matbuat Umum Müdürlüğünden gazetelere şöyle talimatlar gönderiliyordu: 1- Anadolu Ajansı’nın haberlerinden başka haber yazılmayacaktır. 2- Sansasyonel başlık yapılmayacaktır. 3- Baş makale yazılmayacaktır. 4- İkinci baskı ve ilâve yapılmayacaktır. (İtalya’nın harb ilânı vesilesiyle tebliğ edilmiştir.) (10 Haziran 1940) Kabaklı, örneklerine şöyle devam ediyor:Otomobil yedek parçalarıyla lastiklerin bittiği, un stokunun azaldığı yazılmayacaktır. (Matbuat Umum Müdürlüğü’nden tebliğ edilmiştir) (10 Ağustos 1940) (Kabaklı,1989:281) (Ankara: 23/1/1942)20 Sonkânun (Ocak) tarihli nüshanızın birinci sayfasının sağ ucundaki serlevha, bu babdaki talimatın ruhuna aykırı, zevksiz ve telâş vericidir.Ekmekten, odundan ve kömürden, etten, şikâyet kılıklı neşriyat yapılmayacaktır. (10 Ocak 1942) (Kabaklı,1989:287) “Tefrikayı Kesin” (Ankara: 29/5/1944) Yeni Sabah Gazetesi Müdürlüğü’ne, Sami Karayel’in “İçyüzleri” başlıklı tefrikasını kesmenizi rica ederim. Verilen talimatı istismar yollu neşriyatta bulunmanız doğru değildir. (Umum Müdür Vekili İzzettin T. Nişbay). (Kabaklı,1989:288) Basında savaşla ilgili haberler, herhalde panik yaratmamak için olacak, Matbuat Umum Müdürlüğü’nün emriyle ve ancak tek sütun olarak yazılabilirdi. Diğer yandan, basında intihar haberlerinin yayınlanması resmen yasaktı. Bu dönemdeki basın koleksiyonları gerçekte intihar edenlerin, birbiri ardına son derece garip bir biçimde nasıl kaza ile öldüklerine ilişkin haberlerle doluydu. sayı//35// haziran 52

Gazeteci Ziyad Ebuzziya da bu baskılardan nasibini alanlardandı.Demokrasi mücadelesi verdiği o yıllarda gazetesi on yedi defa kapatılmış, kendisi de otuz beş defa mahkemeye verilmişti. (Deliorman, 2009:233) Bu anlamda çok manidar bir olayı da eski büyükelçilerden Oğuz Gökmen şöyle anlatır:Rahmetli babam İsmail Hakkı Bey, yakın arkadaşı F.Lütfi Karaosmanoğlu'nun İstanbul’da çıkardığı bir gazetenin ‘Mesul müdüri’ idi. Kendisi Manisa'da oturur, gazeteyi iki gün sonra ancak trenle geldikten sonra okuyabilirdi. Neden bu sorumluluğu kabul etmişti bilemiyorum. Herhalde bu işten hiç bir çıkarı da yoktu. Fevzi ağabey Galatasaray'da benim velim idi. Babamla yakın arkadaştılar. Bir gün bu gazetede bir karikatür yayımlanmış. Konya'da o sene kıtlık var. Halk ot yemege başlamış. İsmet Paşa da tam bu sıralarda ‘At neslini islah encümenini’ kurmuş.İsmet Paşa karikatürde; Halk yerde ot yerken İngiltere'den getirtilmiş cins bir ata eliyle şeker yedirmektedir. Karikatür bunu yansıtıyor. Altındaki lejandda da şöyle bir ifade var: Paşam sen at neslini bırak da şu insan neslini inkırazdan kurtar!Bu karikatür o zaman müthiş bir suç sayılmış, babam, polisler tarafından palas pandıras Manisa’dan İstanbul’a getirilmişti.Babam avukat olmasına rağmen yaptığı bütün savunmalar dikkate alınmamış ve altı ay hapse mahkum edilmişti. (Gökmen,1999:207) Nadir Nadi de o günün basın rejimini şöyle özetler: Millli Şef’e, Hükümete, CHP'ye dil uzatmak yasaktı.Hükümetin genel durumu hiç bir şekilde tenkit edilemezdi. Bu itibarla gazeteler daha ziyade dünya politikası üzerinde durmaya önem veriyorlardı. Gazetelerimiz genel tutumlarını Hükümet direktiflerine göre ayarlamak durumunda idiler.(Koçak,2013:262) Gazeteci Ahmet Emin Yalman’a Dönemin Başbakanı şöyle diyordu: Haddini bileceksin, bunu aşmayacaksın, aşarsan cezanı göreceksin! (Aktaran;Koçak,2013:263)


EY ORUÇ,

DİRİLT BİZİ!..

Sabri GÜLTEKİN

Hira ve kutlu misafiri baş başalar... Bekliyorlar; fakat umutsuz değil. Bekliyorlar; fakat kendilerinden haberdar olandan habersiz değil. Ansızın, gözyaşı rahmete, suskunluk cûş-u hurûşa dönüşüyor. Yaradanına yakarana, yakardıkça yaklaşana, perdeler birden bire açılıveriyordu. Hira'nın kutlu misafirine, müjdelerin en güzeliyle bir misafir geliyordu; Cebrail. Ve ardından sevgililer sevgilisine, “Ey Muhammed! Yaratan Rabbi’nin adıyla oku! O, insanı kan pıhtısından yarattı. Oku!..” (Alak Sûresi; 1-2) nidâsıyla sesleniyordu.

oş geldin, 11 Ayın Sultanı... Hayır ve salah hilâli eşliğinde beldemize hoş geldin... Sana hicret etmeyi, sendeki faziletlerde vücud bulmayı ne kadar da özlemişiz; tıpkı ilk gelişin gibi. Gözümüzün nûru, kalbimizin süruru sende kalmıştı, bizimle en son vedalaştığında. Seninle buluşamamak, rahmet ve mağfiret ziyafetinden nasibdar olamamak vardı. Fakat, ruhumuz bedenimizi terk etmeden, bir fırsat olarak geldin hanemize; ilk günkü gibi taptaze, ışıl ışıl parlayan hilâlinle. Ve daraldığımız bir anda, yine her zamanki gibi rahmet, mağfiret ve müjdelerinle yetiştin imdadımıza. Ey Sultanlar Sultanı!..

Hira’da uhrevî nidâlar birbiri arkasına yankılanıyor, her yankılanışta Mekke ve dünya sokakları aydınlığa kavuşuyordu. Hazan yaprakları gibi dökülen ruhlar, “ilk vahiy” ve “Son Peygamber” muştusuyla derin uykudan uyanıyordu. Ümitsizlik ümide, acımasızlık merhamete, şirk BİR’e iltica ediyordu. Müşrik ve putperestlerin sapkınlıklarıyla karanlığa gömülen dünya, seninle birlikte tekrar dalga dalga aydınlanmaya başlıyordu. Hoş geldin, 11 Ayın Sultanı!.. Sen rahmetsin, Sen mağfiretsin, Sen Cehennem’den azad olmanın şifresisin. Sen “Bin aydan daha hayırlı Kadir Gecesi”nin içinde barındıransın. Sen Rahmet Peygamberinin “Resul”lüğünün şahidisin. Sen tufan artığı nefislerin efsunlu rüyâdan uyandığı günsün. Sen ölümden dirilmeye, uykudan ferasete, cehaletten aydınlığa, şeytanın şerrinden Yüce Yaradan’a mî’rac etme ânısın.

Ne çok hâtıran var benliğimizde. Hele o ilk hâtıranı unutmak, unutabilmek ne mümkün. Tarihler Miladî 610’u gösterirken, yine sen gelmiştin; acıları dindirmek, gözyaşlarını silmek, merhamet ve şefkat pınarlarını arş-ı âlâya ulaştırmak için. Sadece âlemlere rahmet olarak gönderilen Ahmed-i Muhammed fark edebilmişti, zifiri karanlık Mekke sokaklarından süzülen o eşsiz parıltını.

Ve sen; risaletin zirveye ulaştığı, manevî iklimin nûru “Oruç”, “Kur’an” ve “İbadet” ayı Ramazan’sın.

Sema hilâle eşlik ediyordu, melekler eşliğinde. Sokaklardaysa sapkınlıklar güzellikleri örtmüş, karanlıklar aydınlığa galebe çalmıştı. Zemzem yerküreye, sahibinin yetimi Rabbine iltica etmişti. Ve onca kalabalıklar içerisinde, tahammülü tükenen sadece biri vardı; Ahmed-i Muhammed. Tek çare vardı; o da firar etmek. Nereye? Şirkten Tevhid’e, kölelikten özgürlüğe, karanlıktan aydınlığa, en dipten en zirveye.

Yak bizi, ölümde dirilt bizi. Çünkü sen tutansın, tutturansın, mazlumların yüzünü güldürensin.

Hoş geldin, 11 Ayın Sultanı!.. Hoş geldin, yâ Şehr-i Ramazan. İlk gelişin gibi, uhrevî diriliş ve davetini kabul ettik. “Kutlu Çağrı”nın ilk müntesipleri gibi Sen’de “yanma”ya geldik.

Hoş geldin, 11 Ayın Sultanı!.. Hoş geldin, yâ Şehr-i Ramazan. Hiç gitme, kal yanımızda. Geçmişin derinliklerindeki hâtıraları hatırlat. Bize, O en sevgiliyi anlat. Tut, tuttur, senden güzellikler kalsın ruhumuzda. 53


İKİ ÇAY, BİRİ

DEMLİ OLSUN… Tek demlik işimizi görürdü. Şeker, çay sıkıntısı da vardı. Hatta bardaklarımızı arkadaşlarımızla sırayla yudumlardık. Nidayi SEVİM

çaylar dağları bin parça eder getirir. / Yaşamayı çağıl çağıl getirir.” Böyle diyordu ÜstadSezai Karakoç “Çay” isimli şiirinde… Biz o zamanlar şiiri bilmez, üstadı da tanımazdık. Babalarımız gurbet ellerde çaycılık yaptığından biz de köyde kendimizi bu işe hazırlardık. Zira şehirle ilgili konuşmalarda hep çay kelimesi geçerdi. “Çay ocağı almış”, “filancanın yanında çaycılık yapıyormuş”, “iki ortak çay ocağı devralmış” gibi. Üç tane düzgün taşı kafa kafaya verip içerisine bir iki parça geven dikeni tıkıştırdık mı sistem tamamdır. Kibriti çaktığımız gibi kara demlik 3-5 dakika içerisinde fokurdamaya başlardı. O zamanlar çift demlik lükstü. Tek demlik işimizi görürdü. Şeker, çay sıkıntısı da vardı. Hatta bardaklarımızı arkadaşlarımızla sırayla yudumlardık. Bardak derken o ince belli cam bardağını kastetmiyorum. Maşrapa gibi bu işlevi görebilecek ne bulursak onunla içerdik. Kara demlikle, ocakla uğraşırken hem baba özlemimizi giderir hem de gelecekteki işimizin hayalini kurardık. Çünkü başka bir iş bilmezdik. Tabii olarak hayalini de kuramazdık… ÇAYI RİZELİLER ÜRETİR, KEMAHLILAR DEMLER..

Köyden gelip, Beyoğlu İstiklal Caddesinde babama ait çay ocağında gözlerimi açtığım zaman takvim 1979 yılını gösteriyordu. İlkokulu yaşıtlarımdan bir sene önce bitirmiştim. Henüz 11 yaşındaydım. Su kazanının üstündeki çaydanlığa uzanmak için taburenin üzerine çıkardım. Bir bardak çay için yedi kat çıkıp inmek değil de hafta sonu merdivenleri Arap sabunu ile cilalamak gerçekten sabır ve hüner gerektiriyordu. Aza kanaat edip ömürlerini bir merdivenin altında geçirerek helalinden kazanmayı şiar edinen hemşerilerimiz, İstanbul’da temiz, saf ve muteber insanlar olarak bilinir. Aynı zamanda birer insan sarrafı olmalarında bu çay ocaklarının büyük payı vardır. Düşünebiliyor musunuz? 10 kuruşluk çay parasını ödememek için çay bardaklarını, meşrubat şişelerini çöpe atan, evine götürmeye tenezzül eden insanları tanıyorsunuz!.. Bu tecrübelerin bizim için büyük bir sermaye olduğunu çok daha sonraları öğrendik. Nitekim bu çay ocaklarından mezun olan ikinci-üçüncü kuşaklar arasından Türkiye çapında önemli iş adamları çıkmıştır. Karadeniz bölgesinde yetişen çayın en çok üretildiği sayı//35// haziran 54


ilimiz Rize'dir. Çayın Karadeniz bölgesinde üretilmesine rağmen çaycılığı meslek haline getirenler ise Erzincanlılardır. Evet, çayı Rizeliler üretir ancak Kemahlılar demler... Ülkemizde çayın bu denli sevilmesinde, kabul görmesinde Erzincanlıların, özelde Kemahlıların büyük katkıları vardır. Çay, Kemahlıların işi, aşı, özlemi, hikâyesi, hayatlarının vazgeçilmez bir parçası olmuş bir asrı aşkın zamandan beri. Atalarımızın çaycılıktan önceki meslekleri sakalık idi. Uzun yıllar Hamidiye çeşmelerinden İstanbul halkına su taşıdılar. 1939 Erzincan depreminden sonra iş imkânı için büyük şehirlere giden büyüklerimiz biraz da birbirlerine öykünerek buralarda çaycılık işine yönelmişlerdir. Kastamonuluların pastanecilik, Çankırılıların kuruyemiş sektörüne odaklanmaları gibi… Pek çok ilimiz insanının büyükşehirlerde benzer yapılanması vardır. Her ne kadar azınlıklardan sonra çaycılık sektöründe Erzincanlılar bilinse de son yıllarda Adıyaman ve Malatya gibi bazı illerimizin de ismi ön plana çıkmaya başladı. ÇAYCILIK MESLEĞİNİN OLMAZSA OLMAZLARI

Daha ziyade büyük hanların girişinde veya merdiven altlarında bulunan çay ocaklarına önceleri kahvehane denilirdi. Çayın gündemimize girmesiyle, kahvehaneler çayhaneye dönüştü. Vaktiyle kıraathane (okuma-tefekkür yeri) olan, günümüzde daha çok oturak kahve olarak adlandırılan oyun mekânlarına bu yazımızda fazla değinmeyeceğiz. Belki ayrı bir yazı konusu olabilir. Dışarıdan basit bir iş gibi görünmesine rağmen çaycılığın da kendine has bazı özellikleri ve incelikleri vardır. Hep sorarız “iyi bir çay demlemenin sırrı nedir?” diye. Pek çok demlenme şekli vardır. Ancak en pratik ve bilinen yolu çay paketlerinin üzerinde zaten yazılıdır. Merak edenler buradan bakabilir. Her işte olduğu gibi çaycılık dediğimiz bu meslekte de kendinizi işinize vermezseniz, yaptığınız işe âşık olmazsanız verim alamazsınız. Biz Kemahlıların kahve pişirirken, çay demlerken beraber piştiğini, demlendiğini söylesem sanırım abartılı olmaz. Temizlik, sağlığa uygunluk, sunum, edep, adap, sır saklamak, tamahkâr olmamak ve süreklilik çaycılık mesleğinin olmazsa olmazlarıdır. Arkadan iple bele bağlanan, biri bozukluklar diğeri kâğıt para için ayrılmış önde iki cebi bulunan önlük kuşanmadan işe başlanmaz. Servis tam zamanında olacak. Kimin neyi,

nasıl, hangi kıvamda içtiğini bileceksiniz. Kahve köpüksüz olmaz. Çayın belli bir zaman diliminde tüketilmesi gerekir. Şayet böyle olmazsa çay bir müddet sonra kendini bırakır, berraklığı ve tadı bozulur. Müşteri bunun farkındadır ve siz çayı sürekli aynı kıvamda tutmak zorundasınız. Kahve servisi yaparken yanında mutlaka bir bardak su olmalı. Şayet müşteri pazarlık halindeyse veya önemli bir toplantı varsa boş bardak, fincan ve meşrubat şişeleri toplanmaz. Bunun için müsait bir ortam, zaman gözetlenir. Hafta veya ay sonlarında hesap almaya giderken faturanın yanında mutlaka kahve ile birlikte gidilir. ÇİLELİ BİR İŞ BU ÇAYCILIK

Bazı olumsuz tarafları da vardır çaycılık mesleğinin. Çok fazla sosyal olamazsınız. Hasta ziyaretine, çok yakınınız değilse cenazelere katılmanız biraz zordur. Çünkü iş boş bırakılmaya gelmeyecek bir sürekliliği gerektiriyor. Hele bir de yakınınızda halden anlamayan bir meslektaşınız varsa yandınız demektir. Sizin yokluğunuzu ganimete çevirmek isteyebilir. Müşteri bir sefer başka bir tarafa yönelmesin, gerisi çorap söküğü gibi gelir. Bu, haksız rekabete de sebebiyet verir. Kısacası çaycılık hakikaten çileli bir iştir. Sabır ve sebat gerektirir… ÇAYSIZ SOHBET NE MÜMKÜN Bilinen hikâyesi M.Ö. 2737 yılına kadar uzanan çayın Avrupa ile buluşması 16. yüzyılın ilk çeyreğine rastlar. Osmanlı’ya gelişi 19. yy sonları, 20. yy başlarına doğrudur. Ancak Türklerin, Anadolu’ya gelmeden önce Orta Asya’da çayla tanıştıkları biliniyor. 1900'lü 55


Şair ve yazarlarımız çay temasını edebi eserlerinde severek kullanmış. İşte ünlü edebiyatçılarımızın çay üzerine söylenmiş sözlerinden bazıları: “Çay bulaşıcıdır, efkâr da…” (Bekir Erdoğan) “Çay henüz her şey bitmedi demektir…” (Cezmi Ersöz) “Biz, çayın yalnızlığa iyi gelen tarafını da severiz. Avuçlarken ince belli bardağı, hücrelere kadar hissettiren sıcaklığında unuttuk yalnızlığı…” (Oğuz Atay) “Şimdi ölsek en fazla kahvede çaylar soğur…” (Yılmaz Odabaşı) ROBOTUN ÇAYI İÇİLİR Mİ?

yıllara kadar çayı tanımayan ve tam bir “kahve tiryakisi” olan ülkemizde bugün çay, sudan sonra en çok tüketilen içecek maddesi haline gelmiş durumda... Bir asır önce kahvesiz yapamayan halkımız bugün ince belli cam bardaklarda çayını içmeden güne başlamaz. Bizim çayla buluşmamız biraz geç olmuş lakin onu en çok biz sevmişiz. Sabah kahvaltısından akşam yemeğine kadar çay içeriz. Misafire çay ikram ederiz. Çaysız sohbet yapılmaz. Dostluklar oluşmaz. Hasta ziyaretine veya taziyeye giderken dahi hediye olarak yanımıza iki paket çay almayı unutmayız. Şayet gurbette isek memlekete çıkın (Hediye) göndereceğimiz zaman çayı asla ihmal etmeyiz. Çay-simit ikilisi özellikle garibanın dar vakitlerinde yıllarca “can simidi” oldu. ÇAYIN EDEBİYATI

Çaydan bahsedilir de bunun edebiyatından söz edilmez mi? Çay hakkında araştırmalar yapılmış, önemli sayılabilecek oranda yazı yazılmış ve bunlar kitap haline getirilmiş. Bu arada çaycılık veya kahvecilik ile ilgili bazı sözler ve kavramlar da oluşmuş. Çay ocaklarında bunlardan bazılarına rastlamak mümkün… İşte çay-muhabbet ilişkisinin ilginç bir yorumu: "Gönül ne çay ister ne çayhane, gönül muhabbet ister çay bahane…” Çay tabaklarının farklı amaçlarla kullanılmasını protesto niteliğinde manidar bir cevap:“Sigarasını bardakta söndüren, çayını küllükte içer…” sayı//35// haziran 56

Demleme, servis yapma, içim şekli gibi ritüeller bölgelere göre değişse de değişmeyen tek şey var; çayın muhabbete vesile olması. Zira bir çay içimi de olsa endişeden, üzüntüden uzak keyifli bir zaman dilimi herkese iyi gelir. Hangi biçimde içerse içsin insanımızın ortak tutkusu ise cam bardaktır. Çay içerken rengini görmek, sıcaklığını hissetmek hatta çayı karıştırırken o camdan çıkan büyüleyici sesi duymak isteriz. Günümüzde çayın insan biyolojisi ve psikolojisine olumlu katkısı bilimsel araştırmalarla da kanıtlanmış durumda. Buna göre çayda bulunan theanine maddesi, çaydaki kafein ile dengeli bir şekildedir. Theanine maddesi, çayı içenin sinirlerini rahatlatır ve tansiyonu dengeler. Hasılı çay günümüzde, üretiminden paketlenmesine, içiminden muhabbetine hatta edebiyatımıza kadar bütün safhalarıyla hayatımızın ayrılmaz bir parçasıdır. Ne yazık ki çay ocakları da günümüzde robot ve ketıl gibi endüstriyel ürünlerin kıskacı altında. Pek çok meslek dalı gibi onlar da kapitalizmin acımasız pazar istilasından nasibini aldı. Hayatta kalma mücadelesi veriyorlar. Köşede bucakta kalanlar çoktandır piyasadan çekildi. BeyoğluKaraköy, Eminönü-Kapalıçarşı gibi önemli merkezlerde, büyük hanların içerisinde zamana direnen, geleneği sürdüren çay ocakları bir nebze de olsa yüreğimize su serpiyor. Bunlar bize göre artık yaşayan birer efsane. İYİ Kİ SEVDA YÜKLÜ KARA DEMLİKLERİMİZ VAR

Fırsat buldukça her yıl yaklaşık 1100 kilometrelik yolu göze alıp Kemah’a gitmeye, eskiden olduğu gibi yine kara demlikte çay içmeye çalışırım. Geçmişi yâd ederim. Diyebilirim ki şu fani hayatta en büyük lüksüm budur. Kemah’a giderim gitmesine lakin şairin dediği gibi: “Çay içilen her yer bizim memleketimizdir.” İyi ki çayımız, çaycılarımız, sevda yüklü kara demliklerimiz var…


Yol Azığı

Ey âlemin serserisi, kapı açıktır Gideceksen eğleşme, yürü Azığını yoklayasan, yollar insafsız Yitip gidenler çoktur açlığından ötürü Kan oturdu gözlerime, görmezem Ellerim kara ve yüzüm kara Hangi yüzle varam kapına senin Yangın yerine döndü sûz’i dilârâ

Yokuşları tamamladım, düzlüğe ağdım Sabır yorgun bir yoldaş, benimle gelemedi Ardımsıra yıkıldı aştığım dağlar Yankı bula çığlığım, dağ bulamadı Vebâlin boynunda cancağızım Islanmış urbalar gibi ağır Alçak tavanlı bağ evlerinde Islık çalan çocuklar şeytan çağırır Başını göğsüme dayadı hayat, Soylu atlar gibi hem ağladı, hem öldü Sona erdi sonsuza giden yollar, yazık Ve çarşılarım söndü, esnaflarım gömüldü..

Kâmil UĞURLU

57


u ayki yazım yaşadığım anılardan daha çok Hindistan’ı övmek üzerinedir.

HİNDİSTAN'IN

GİZEMLERİ Mutlu insanlar ülkesi diye nitelendiriyorum ben Hindistan’ı Zaferullah YILDIRIM

Ben Hindistan’a gitmeden önce “Abi ölürsün orada, ne yiyip ne içeceksin?” diye soran arkadaşlarım ben Hindistan’dan döndükten sonra abi nasıldı diye sordular ben de onlara “Fantastik” diye cevap verdim. Çünkü geçirdiğim bir ay benim için hakikatten inanılmaz derecede keyifli geçmişti. Nereye gitsem ayrı bir şaşırıyorum, kiminle tanışsam yeni bir şey öğreniyorum. Sürekli yeni bir şeyler öğrendim, sürekli yeni insanlar tanımaya çalıştım. Ve ben geldikten sonra bana sordukları ikinci soru “Pis miydi?” oldu. Hemen her arkadaşımla konuştuğumda bu soruyla karşılaştım. Evet pisti. Lakin bu insanların o ortama uyum sağlayamayacağı anlamına gelmiyor. İnsanların suratlarındaki mutluluğu gördüm, fakirliğe aldanmadan nasıl mutlu olunabileceğini gördüm. Mutlu insanlar ülkesi diye nitelendiriyorum ben Hindistan’ı. Ekonomik olarak ne durumdalar diye soracak olursanız, ülkenin maddi olarak gelişmişlik seviyesi çok iyi lakin çok fazla nüfus olduğundan dolayı insanların arasında derin bir uçurum var. Zengini çok zengin, fakiri de çok zengin. Sokakta yaşayan ailelere, sokakta yatan binlerce adama şahit oldum. Mumbai’de iken çok da turistik olmayan küçük mağaraların olduğunu duydum. Ama tarihi bin yıllık. Ben buraya gitmeliyim diye düşündüm. Otostop-otobüs kullandıktan sonra biraz yaklaştım gideceğim yere. Bir yandan yürüyüp bir yandan kendi kendime konuşurken ara sokaklardan küçük kızların ellerinde, kafalarının üzerlerinde, bacak aralarında su taşıdığını gördüm. Ya bu neymiş diye bakmaya gittiğimde ise gördüğüm şey beni çok üzdü. Küçük bir musluk ve ellerinde bidonlarla bekleyen onlarca insan. Temiz su olmadığı için küçük bir musluğa mecbur olan insanlar.. Tam orada küçücük dairede 8 kişinin yaşadığına şahit oldum. Ve sonra bizim kendi halimize, ahvalimize baktım. Daha büyük evler daha büyük daha pahalı arabalar almak için çabaladığımızın farkına vardım. Hiçkimse buraları bu şekilde görmek istemiyordu. Herkes çocukların fotoğraflarını çekiyordu ama o

sayı//35// haziran 58


çocukların nasıl bir sefalet içinde olduklarını görmek istemiyorlardı. Bu kadar sefalete bu kadar imkansızlıklara rağmen suratlarındaki mutluluğu görmemek imkansız. NEDEN AVRUPAYA DEĞİL DE HİNDİSTAN’A ?

oradan Sri Lanka’ya bilet aldım. Üstelik Katar’dan Sri Lanka’ya geçişim Dubai aktarmalı idi ve 18 saat vaktim vardı Dubaide. Bununla beraber uzun zamandır görüşemediğim Dubai’de yaşayan Mustafa arkadaşımla görüşebilecektim.

Çünkü şehir yapıları tamamen aynı. Büyük bir Katedral, şehrin ortasında büyük bir park, Arnavut kaldırımlı sokaklar, birkaç müze. Hepsi bu. Lakin bunları söylerken de bazı şehirlerin gıyabında söylüyorum. Amsterdam gibi, Barselona gibi. Bir baktım ki Kuveytten,Dubaiden,Katar’dan Hindistan veyahut Sri Lanka’ya gidiş çok ucuz. Ben de bedava uçak biletimi Katar’a kullanıp

Biletleri aldım sonunda. Ve arkadaşlarımla ufak bir Karadeniz turuna çıkma kararı aldık. Arkadaşlar uçakla İstanbul’dan Trabzon’a geldiler, ben ise otostopla. Ertesi gün Artvin Borçka Karagöl’e gitmek üzere yola çıktık. Lakin Borçka yolu kapalı olduğu için geri dönüp Of’taki köyüme çıktık. Bir gün köyde çadırda kaldık. Ben hazır gitmişken bir de Trabzonspor maçı izledim. Maç sonucunun istediğim gibi gelmemesine rağmen o ortam içerisinden bulunup yeni stadyumu görmek bana yeterince iyi gelmişti bile. Arkadaşlarım İstanbul’a dönmüş ben ise Trabzon’un keyfini çıkartırken okuldan arkadaşlarım ile buluştum. Arkadaşlarım bana Hindistan vize istiyor biliyor musun diye bir soru yöneltti. Ben “Nasıl yani????” diye bir cevap verdim. Ben o zamana kadar Hindistan’ın Yeşil Pasaporttan vize istediğini bilmiyordum. Hemen kontrol ettim, evet vize istiyormuş! Alelacele köyüme döndüm ve ertesi gün Ankara’ya geri döndüm. Vize için form doldursam da randevuyu en erken 1 ay sonraya veriyorlardı. Ben de İstanbul’u kontrol ettim, baktım 3 gün sonrası müsait. Uçuşuma ise 1 hafta kalmış. İstanbul’a gittim, konsoloslukta uzun bir sıra bekledikten

Yakın arkadaşlarımdan biriyle konuşurken abi Hindistan’a mı gitsek napsak diye konuşurken bir baktım ki, arkadaşım biletleri almış bile. Ben ise daha düşünme aşamasındayım. Arkadaşım bileti Delhi’ye almış. Ben ise Güney’deki Chennai şehrinden başlayıp Kuzeye doğru çıkma planı içerisindeyim. Biletler ise çok pahalı. Derken benim aklıma bir uçak firmasıdan bedava biletim olduğu aklıma geldi. Lakin bu uçak bileti ile en uzak nokta olarak Doğu’da Bişkek ve yada Almatı, Batı’da Londra, Kuzey’de Norveç, Güney’de ise Kuveyt, Doha taraflarına gidebiliyorum. Avrupa şu aralar bana cazip gelmediği ve euronun pahalılaşmasından dolayı gözümü tam olarak Hindistan’a dikmiştim. Avrupa peki neden bana cazip gelmiyor artık.

59


Hindistanın kuzeydoğusunda yer alan belki de ülkenin en fantastik şehri hiç kuşkusuz ki Varanasi’dir.

sonra belgeleri teslim ettim. Tam çıkacakken konsolosluk çalışanı senin pasaportunda boş sayfa yok, yeni pasaport çıkarttır tekrardan gel dedi. Benim orada yaşayacağım yıkımı düşünebilirsiniz. Pasaportu kontrol ettim, hakikatten 4 tane ülke 4 sayfaya sadece birer tane mühür vurup pasaportun sayfalarını fuzuli harcamışlar. Ben kara kara düşünürken arkadaşlarım hemen Ankara’ya dönüp yeni pasaport çıkartmamı söylediler. Aynı gece Ankara’ya dönüp Emniyet Müdürlüğü’nün yolunu tuttum. Pasaport için randevu almayı denesem de yine en erken bir ay sonraya randevu veriyorlardı. Ben ona rağmen gittim Emniyet Müdürlüğü’ne. Nitekim bana yardımcı olup aynı günün akşamına yeni pasaportumu verdiler. Ve Konsoloslukla uzun süren mailleşmeler sonunda vizeyi de başvurduğum günün akşamına aldım. Vizeyi aldığımda ayın 9uydu, benim uçağım ise 10unda. Nasıl stresli iş olduğunu düşünebilirsiniz.Bu kadar çabalama sonucu vize almak beni rahatlattı açıkcası. Bu kadar uğraşı görünce bir sosyal medya kanalında gördüğüm “çok ilginç bir olay. Bana ne sanki ülke kurduysan, ben okyanus kenarına gitmek istiyorum mesela. Vizeymiş bana ne bunlardan, yeryüzü benim.” sözü geldi aklıma VARANASİ ŞEHRİ

Hindistanın kuzeydoğusunda yer alan belki de ülkenin en fantastik şehri hiç kuşkusuz ki Varanasi’dir. Şehir meşhur Ganj nehrinin yanına kurulu. Ganj(Hindu dilinde Ganga) Hindular için kutsal kabul ediliyor. Hemen her Bolywood filminde gördüğümüz nehire girip yıkanma olaylarına belki yüzlerce kez şahit oldum. Peki sayı//35// haziran 60

neden yıkanılıyor Ganj nehrinde. Hindistan dinsel zenginlikler ülkesi. Ülkede çok fazla din var. Lakin yüzdelik olarak düşünürsek yüzde altmış beş civarında Hindu, yüzde yirmi civarında İslam ve geri kalanı da diğer dinler oluşturuyor. Nüfusun büyük çoğunluğunu Hindular oluşturunca şehir ve hayat yaşantısı da dinin üzerine kuruluyor. Fakiri zengini, yaşlısı genci hiç farketmeksizin herkes dinine çok düşkün ve dinlerinin gereklerini yerine getirmeye çalışıyorlar. Ve Hinduizm içerinde de binlerce, yüzbinlerce tanrı olduğunu kendileri dile getiriyorlar. Kendilerinin de kabul ettiği gibi en önemli tanrıları Shiva. Shiva Hinduizm’de en eli açık en yardımsever tanrı olarak öne çıkıyor. Ganj nehri ise yine Hinduizm dinine göre Shiva’nın bir hediyesi. Biz müslümanlara bunlar ne kadar garip geliyor değil mi? Ganj nehrinde yıkanan bir Hindu günahlarından arındığına, hatta yeni doğmuş bir bebek kadar günahsız olduklarına inanıyorlar. Aynı zamanda Ganj nehri dünyadaki en pis nehirler arasında birinci sırada yer alıyor. Hal böyle olunca ben de dayanamadım şehirdekilerden birine sordum. Bu su bu kadar pis iken siz nasıl yıkanabiliyorsunuz, nasıl kıyafetlerinizi yıkayabiliyorsunuz, dişlerinizi bu suda nasıl fırçalayabiliyorsunuz diye. Bana cevapları ise evet, biz de biliyoruz pis olduğunu lakin bu nehir bize Shiva’nın hediyesi ve biz bu nehre ihanet edemeyiz oldu. Ölü yakma merasimlerini bir çok kez izledim. İlk önce ölüleri neden yakıyorlar? Bunu tapınak çalışanı ile çok detaylı


konuştum. Kabaca şöyle. Insanlar günahkar. Yakılınca tüm günahlarından temizleniyor. Ve reenkarnasyon ile tekrardan dünyaya geleceklerine inanıyorlar. Hatta şöyle bir hikaye dinledim Hindistan’da. Bir adamın babası ölüyor. Fakat babasının dünya yaşamı çok iyi değil. Alkolik, kumarbaz ve çevrediklere kötü davranan biri. Adamın ölümünün üzerinden bir hafta geçtikten sonra, adam evinin çevresinde dolaşan uyuz bir köpek olduğunu farkediyor. Ve diyor ki bu babam. Köpeği eve alıyor ve onunla yaşamaya başlıyor. Çok geçmeden adamın oğlu da köpekten aldığı hastalıktan hayatını kaybediyor. Yakma işlemi başlamadan Ganj nehrine 3 kere sokup çıkarıyorlar, ki bu da Hinduizm açısından önemli. Yakma işlemine başlamadan yakınları ve çevresi ölü kişinin ağzına Ganj nehrinden su döküyor. Bunun manası ise, 5 element varmış. Ateş, su, toprak, tahta. Yok böyle değil. Ateş,su,toprak,sanat ve hava. Suyu döktükten sonra insan tüm bu elementlerden kurtuluyor imiş. Dedim abi niye böyle yakıyorsunuz ki. Koy ocağa yak. Dini açıdan makbul olan buymuş. Gelelim yakma işi 2-3 saat sürüyor. Bu bittikten sonra BABA lar geliyor. Bu arta kalan Külleri(Ash) boya ile karıştırıp yüzlerine ve vücutlarına sürüyorlar, ki ölümü hatırlasınlar her daim. Lâkin benim gördüğüm bu babalar olayı biraz ticarete dökmüş. Ve beni Varanasi’de en çok etkileyen olay akşam seromonisi oldu. Her gün akşam 6 buçukta başlayan ve 9-9 buçuğa kadar devam eden ibadetler var. Çok etkileyici olduğunu

söylemeden edemeyeceğim. Çeşitli mumlarla çeşitli meşaleler, çeşitli müzik aletleri ile ibadetlerini ediyorlar. VE MASAJ OLAYI;

Akşam dolanıyorken biri elini uzattı. Dedim selam verecek herhalde. Elimi aldığı gibi masaja başladı. Bu bir taktikmiş meğersem. Orada gördükleri turistlerin ellerini sıkıyorlar. Daha sonrasında masaj yapalım diyorlar. Ben de bu oyuna geldim maalesef. Masajı yapan adam dedi sonra 25 rupiye kol ,omuz masaji var. Dedim iyiymiş. Sonradan tüm vücuda geçti. 120 ye kapattık. İyi geldi mi diye soracak olursanız, Hayır gelmedi. Dayak yemiş gibi hissettim.

Her gün akşam 6 buçukta başlayan ve 9-9 buçuğa kadar devam eden ibadetler var

61


ŞEHR-İ İSTANBUL’DA BİR

İLETİŞİM YÖNTEMİ:

HASIR YAKMA

Bazen bu kalabalığın arka saflarında bulunanlar kendilerinin de şikâyeti olduğunu göstermek için yanmakta olan bir hasır parçasını veya içinde yanan bir paçavra bulunan tasları elleriyle yukarı kaldırırlar, böylece kendilerinin de unutulmamasını memurlara hatırlatırlardı. Mehmet MAZAK*

*T.C. Sultanbeyli Belediyesi Kültür Müdürü

sayı//35// haziran 62

ir mahkeme hükmüne râzı olmayan taraf, bizzat Divan-ı Hümâyun'a müracaat edebileceği gibi bu hususta dilekçe (istidâ, arzıhal) da verebilirdi. Dilekçe ise ya doğrudan Divan-ı Hümâyun'a verilir, ya da genellikle Cuma selâmlığı sırasında padişaha arz olunurdu, padişah bu dilekçeleri inceledikten sonra gereği yapılmak ve sonucu kendisine bildirilmek üzere Divan-ı Hümâyun'a havâle ederdi. Cuma selâmlığı sırasında padişahlara dilekçe vermek için çok büyük bir kalabalık toplanır, padişah maiyyetinden bir veya birkaç kimseyi (genellikle sır kâtiplerini) bu dilekçeleri toplayıp kendisine getirmek üzere görevlendirirdi. Özellikle uzakta kalanlar, kalabalıktan dolayı kendilerini belli etmek üzere başlarının üzerinde yanan bir meş'ale (veya bir hasır parçası ya da içinde yanan saman, talaş, hasır parçaları ve ziftli paçavralar bulunan bir tas) tutarlardı. Öyle ki "hasır yakmak" tabiri Anadolu'da mahkeme hükmünü merkezdeki Divan'a Şikâyet yoluyla götürmek manasında kullanılır olmuştu. Buna "ateş istidâsı" da denirdi Padişah, kendisine arz olunan dilekçeleri kapıcılar kethüdasına toplattırıp saraya döndüğünde bizzat inceleyerek karar verebileceği gibi, uygulamada çoğu zaman bunları veziriâzama gönderir ve ardını takip ederdi. Bunun için "Sen ki veziriâzamsın! Birkaç arzıhali yüce katıma sundular, sana gönderdim, arzıhal sunanları bulup, dâvâlarını dinleyip, haklarını hak edip, bir daha yüce katıma arzıhal sunmalı olmasın, şöyle bilesin..." meâlinde bir hatt-ı hümâyun düzenlenir, veziriâzam da derhal bir telhis ile buna cevap verirdi. Osmanlı padişahlarının her hafta cuma namazı kılmak maksadıyla câmiye çıkışları, imparatorluk hayatının en debdebeli merasimlerindendi. Adına Cuma Selâmlığı veya Selâmlık Resmi denilen ve her safhası inceden inceye teşrifat kaidelerine bağlanmış olan bu merasimler siyasî bakımdan da büyük bir ehemmiyeti haizdi. Padişah saltanat arabasının içinde, sağlı sollu merasim bölüklerine mensup askerlerin arasından câmiye gider, bu arada halk sokaklara dökülmüş bir halde, “zamanın bu en haşmetli hükümdarını” dünya gözüyle görmeye çalışırdı. Sadece halk için değil, o anda ülkede bulunan ecnebiler için de görülmeye değer bir hâdiseydi bu. O arada padişahtan bir talebi olanlar da meydanda birikirdi. Bu bakımdan


Cuma Selâmlığı tarihimizin gölgede kalmış en mühim sahnelerinden biridir. Padişah cuma namazını kılıp da dışarı çıktığında halkın ellerindeki istidalar sır kâtipleri tarafından toplanarak padişaha takdim edilirdi. Bazen bu kalabalığın arka saflarında bulunanlar kendilerinin de şikâyeti olduğunu göstermek için yanmakta olan bir hasır parçasını veya içinde yanan bir paçavra bulunan tasları elleriyle yukarı kaldırırlar, böylece kendilerinin de unutulmamasını memurlara hatırlatırlardı. Bunlar aynı zamanda şikâyetçinin ateş gibi yandığını sembolize ederdi. Bu usule zamanla “ateş istidası” veya “başa hasır yakma” denildi. Halk arasında memurların gadrine uğradığını düşünenler “veririm bir ateş istidası!” veya “hasır yakarım ha!” ihtarında bulunurlardı. Geçmiş devirde, mahkemede gadre uğradığı kanaatine varan bir Osmanlı hanımının söylediği manzumedeki şu mısralar dikkat çekicidir: “Yakayım başıma bir eski hasır, İşte kadı, işte divan-ı vezir.” Ateş istidası vermek, Cuma Selâmlığı’na mahsus değildi. Kimi zaman Padişah Yalı Köşkü‘ne indiğinde, kimi zaman ise Alay Köşkünde iken, kısacası padişaha nerede tesadüf edilirse orada ateş istidası verilebilirdi. Osmanlılar zamanında, memurlardan şikâyeti olanlar yahud zulme uğradığını düşünenler veya mahkemelerin verdiği hükümden tatmin olmayanlar, hatta herhangi bir istek sahipleri, önce valiye, netice alamazsa İstanbul’daki Divan-ı Hümayun’a ve

en nihayet padişaha müracaat eder-di. Padişah, her problemin halledildiği “müşkil-küşâ” (müşkil çözen) bir merci idi. Padişaha başvurup da, meselesi şöyle veya böyle çözülmeyen kimse kalmazdı. Bu hususta, kadın - erkek, müslüman-gayrimüslim, hür-köle arasında fark gözetilmezdi. Burada asıl bizi ilgilendiren denizcilerin çözülmeyen hukuki problemlerini Padişaha iletme yöntemleridir. Yukarıda da belirtmiştik, hasır yakma sadece Cuma selamlığında değil Osmanlı Sultanı’nın görüldüğü her yerde yapılan bir davranış şekliydi. Denizciler birçok zaman Sarayburnu önlerinden geçerken eğer hukuki olarak çözümlenmemiş bir problemleri var ise mavna, kayık ve teknelerinde hasır yakmak sureti ile şikâyetlerini saraya iletirlerdi. Osmanlı Sultanları Saltanat kayıkları ile Boğaziçi’nde tenezzühe çıktıkları zaman denizciler saltanat kayığı geçerken padişahın kendilerini görebileceği bir zamanda şikayetlerini iletmek üzere kayık ve teknelerinde hasır yakarlardı. Bostancıbaşı marifetiyle Sultan, denizcilerin şikayetlerini, dilekçelerini toplatır ve çözüm üretirdi. Padişaha istida verme usulü, saltanatın kaldırıldığı tarihe kadar devam etti. Sonra tarihe karışıp gitti. Bugün halkın Cumhurbaşkanlığı ve Meclis’e dilekçe vermesi de bu geleneğin bir uzantısı sayılabilir.. 63


Gök Kubbeden Yer Kubbeye Emanet Bir Fetih Vaha Var Bu Ümmet İçin

BİR FETİH DAHA VAR Camiye çevrilmesinin hemen akabinde Fatih Sultan Mehmed Han; Cuma namazının hemen ardından Ayasofya Vakfı’nı kurar. Nermin TAYLAN

stanbul’un kurucusu olarak bilinen Bizans. (Vizas) Delhi tapınağından aldığı nasihat ile kartalın başını gördüğü yerde şehrini kurmak üzere Roma’dan yola çıkar. Günümüz Üsküdar sınırları içerisindeki bölgeye ulaştığında Sarayburnu tarafına bakar deniz ötesinden, bu toprak parçasını adeta bir kartal başına benzetir. Delhi tapınağındaki kâhin’in nasihatini hatırlar. Sarayburnu’nu kartal başı ve Haliç’in kıvrımlarını kartalın ağzındaki yılana benzetir ve şehrini buraya kurması gerektiğine inanır. Bizans askerlerine buraya bir şehir kurmalarını emreder. Şehir imar edilir ve kartalın tam başının bulunduğu yere “taç kondurur misali” imparatorluk sarayını, göz kısmının bulunduğu yere ise şehrinin en ulu mabedini yaptırır. Asırlar geçer ve Konstantin’in Hristiyanlığı kabul edişiyle beraber ilk vakitler mabed yapılan yere bu defa büyük bir kilise inşa edilir. İmparator sarayı ile kartalın başı taçlanmış, Ayasofya ile de dinin en değerli hazinesi gözbebeği misali en nadide yere konulmuştur artık. Nice zamanlar geçer, pek çok imparator gelir Doğu Roma İmparatorluğunun tahtına. Hemen hepsi Ayasofya’ya büyük önem vererek imarı ve sonsuza kadar var olması için çaba gösterilir. Defalarca yakılır, yıkılır ama her defasında eskisinden daha bir önem verilerek imar edilir. Mekke’de İslam dini nazil olunca Efendimiz’e, İstanbul’u hedef gösterir nebiler nebisi. Kendi zamanında ve sonrasında pek çok yer fethedilecektir elbet fakat bir hedef gösterir ve İstanbul’u fetheden kumandan ve askerlerini över Hadis’i Şerifinde. Adeta bir bağ kurar Kâbe ile Ayasofya arasında. Yer kubbeden asumana yükselen Kâbe İslam’ın en değerli mabedidir lâkin asırların katedrali tüm heybetiyle hâlâ Hristiyanlığı yüceltmektedir. Ayasofya alınmalı ve İslam’a hediye edilmelidir der sanki Konstantin diye başlayan her cümlesinde Hz. Muhammed (s.a.v).. İslam orduları Peygamberinin gösterdiği hedef doğrultusunda defalarca kuşatırlar İstanbul’u ve fakat almaya muvaffak olamazlar. Tarihler 1451 yılını gösterdiğinde Genç bir padişah oturur Osmanlı tahtına ve Peygamberinden aldığı nasihati yerine getirmek için İstanbul surlarına dayanır iman ve zekâsıyla. Tüm milletlerin dileğini Allah tek bir millete nasip eder ve adeta açılır Bizans’ın surları Genç Fatih Sultan

sayı//35// haziran 64


Mehmed’e. Peygamber müjdesine nail olmanın verdiği şükürle şehre girer Sultan Mehmed ve tek bir hedefe yönelir. Vakurla, şeref ve iftiharla asırların kutsalı Ayasofya’ya doğru ilerler. Mabedin kapısından girince rabbine şükür secdesi eder. O artık Fatih Sultan Mehmed’dir ve Peygamberinin gösterdiği hedefe ulaşmış Kâbe ile Ayasofya arasındaki bağın farkındalığı ile mabedi Camiye çevirmiştir. İlk Cuma namazı, bayram namazları derken daima önemli olmuş Ayasofya Osmanlı padişahları ve halkın gönlünde. Şehrin en büyük camii olarak bilinmiş ve her gelen padişah Ayasofya’ya hizmet etmeyi vazife bilmiştir. Çünkü Ayasofya asırlar öncesinden Peygamberin duası, Müslümanların en kutsi hayali, fethin sembolü, yüzyılların kutsalı İslam dininin en bedihi sancağıydı. Fetih Ayasofya demekti ve Ayasofya zaten fethin ta kendisiydi. Tarihi serüvenine baktığımızda Camiye çevrilmesinin hemen akabinde Fatih Sultan Mehmed Han; Cuma namazının hemen ardından Ayasofya Vakfı’nı kurar. Büyük gelir kaynaklarını bu vakfa tahsis eder Ayasofya Camii başta olmak üzere diğer camiilerin ve bazı eserlerin ihtiyaçlarını finanse edecek sağlam bir mâli alt yapı oluşturur. Camiin içine mihrab yaptırıp, minber koydurduktan sonra buraya bir medrese, kütüphane ve minare ekletir. Sultan II. Bayezıd kendi döneminde camiye beyaz mermerden bir mihrab ve kuzeydoğu cephesine bir minare ekler. Vakıflarını kontrol ettirir. Yeniden sayım yaptırır. Gelir gideri kontrol altına alarak yeni bazı gelirler ekler.

Kanuni Sultan Süleyman; Belgrad’dan iki şamdan getirtir ve camiîye hediye eder. Geniş çaplı bir tahrir ile kayıtları kontrol altına aldırtır. Sultan II. Selim döneminde Mimar Sinan’ın nezaretinde büyük çalışmalar yapılır. Camii duvarları istinad duvarları ile çevrilir. İki minare daha eklenerek minare sayısı son haline, dörde tamamlanır. Medrese onarılıp büyütülür. II. Selim camiin güney tarafına kendisi için bir türbe yaptırır. Sultan III. Murad camiye bir çok ekleme yaptırır Ana payelerin yanına Kur’an okuyanlar için, taştan dört yüksek platform, müezzinler için uzun sütunlarının üstünde yüksek bir kürsü, cemaatin temizliği ve susuzluklarının giderilmesi için muhteşem abdest kurnaları onun yaptırdığı eserlerdir. Sultan I. Ahmed; köklü bir bakım ve onarım çalışması yaptırır. Mihraba dönemin en iyi hattatına besmele yazdırır. Sultan IV. Murad döneminde camiinin içi hat levhalarıyla süslenir. Tamir bakım çalışmaları bu dönemde de devam eder. Sultan III. Ahmed devrinde, hünkâr mahfili yenilenir. Camii’nin ortasına büyük top kandil (avize) konur. Umumi bir tamir bakım çalışması gerçekleştirilir. Sultan I. Mahmud; kütüphane, kütüphane vakfı, sibyan mektebi, imaret, şadırvan, muvakkithaneyi inşa ettirir. Çifte hamamı yeniden yaptırarak bu eserleri kitabeler, çinilerle süsletir. Sultan III. Selim camiin halılarını tümüyle değiştirip Mehmed Esad Yesari hattı ile yazılmış iki levha koydurur. Sultan II. Mahmud; camide en büyük tamir ve bakım çalışmalarından birini yaptırır, cami 65


fetih kutlamaları görkemli şölenlere sahne olmakta ancak “Ayasofya’nın iniltileri dinmiyor ve susmuyor”.

baştan sona onarımdan geçer. Abdülmecid devrinde büyük onarım yapılmasıyla beraber, Mustafa izzet Efendi levhaları, yeni kasr-ı hümâyûn yapımı, tahta döşemeler eklenmesi, avizelerin yenilenmesi, ayakkabı raflarının konulması gibi bazı yenilikler gerçekleştirilir. Ayrıca camii baştan aşağı yenilenir. Hünkâr mahfili, 19. yüzyılın ortalarında Sultan I. Abdülmecid için Fossati kardeşler tarafından yapılır. Mustafa İzzet Efendi’nin eseri olan Allah, Muhammed ve dört büyük halifenin isimlerinin yazılı olduğu altı levha camiye asılır. İstanbul’un fethedilmesi ve Ayasofya’nın camiîye çevrilmesi Avrupa milletlerinin ve özellikle Rusya’nın en çok rahatsız olduğu konuların başında geldi asırlarca. Yazılar yazıldı, kitaplar kaleme alındı. Vatikan, İtalya, Fransa, İngiltere kendini Doğu Roma’nın varisi sayan Yunanistan, 19. ve 20. asırlarda özellikle Hristiyan dininin merkezi rolünü üstlenen Rusya, neredeyse tüm iç siyasetini bu emel üzere oluşturmaktaydı. Osmanlı’ya “Hasta Adam” diyen Çariçe II. Katerina öylesine ileri gidiyordu ki, İstanbul hedefiyle torununun ismini dahi Konstantin koyuyor, Ayasofya’da ayin yapacağı günlerin hayalini kurduğunu dile getiriyordu. Avrupa’da hal böyle iken Osmanlı padişahları ve halk tarafından özel ihtimam gösterilen cami, Cumhuriyetin kuruluşuyla beraber gün olur, zamana ve insana yenik düşer ve yapılış gayesine aykırı bir vaziyette müzeye çevrilir. Vakıf malı olmasına rağmen “şuursuzca” bir bakanlar kurulu kararıyla söndürülür bu ulu mabedin kandilleri ve mahkûm edilir yüzyılların emaneti. İmparatorların, padişahların ve ümmetin ibadet ettiği yer artık yalnız temaşa için kapılarını açar insanlığa. Fatih Sultan Mehmed’in insanlığa emanet ettiği bu eşsiz eser ibadete kapatılalı tam 82 yıl oluyor. Fethin sembolü olan Cami şimdilerde mahkûm ve mahzun. Oysa son dönemlerde İstanbul’un sayı//35// haziran 66

Daha birkaç gün evvel Yenikapı Sahili’nde Sayın Cumhurbaşkanımızın da katılımıyla gerçekleştirilen fetih kutlamalarına halkın teveccühü oldukça yerinde ve manidardı. Ordaydım: şerefle, gururla ve büyük bir hasretle kutlamaları izledim. Devlet ricalinin konuşmaları, fetih şiirleri, mehter takımının marşları, Türk Devletlerini, sembolize kıyafetlerle canlandıran askerler ve daha pek çok şey.. Her şey güzeldi elbet ve yerli yerindeydi.. lâkin fethin sembolü Ayasofya’nın iniltilerini davul, zurna ve hiçbir müzik sesi dindiremedi. Mahkûmiyetinin verdiği hüzünle, şehrin başköşesinde sanki küskündü Ayasofya, kendisini mahkûm edenlere ve mahkûmiyetini dindirmeyenlere.. Miftahının yerini bilip, bâb’ını huzur muştusuna çevirmeyenlere.. Şimdi bir fetih daha gerek ümmet için.. türlü terör örgütlerini koçbaşı misali kullanıp ülkemize ders vermeye çalışan Avrupa ve sair devletler için. Mikrofon başında mesaj verirken “dünya beşten büyüktür” diye bir fetih daha gerek Ayasofya için.. Yalnız bir camii değil Ayasofya semboldür, Ayasofya’nın miftahını çevirmek gerek; Fatih için, Fetih için, Ümmet için.. Tüm dünya milletlerinin dileği ve fakat Allah’ın yalnız bir millete nasip ettiği Ayasofya’yı yeniden ibadete açmak tüm ümmetin duası şimdilerde.. ancak bu fetih ümmetin en güvendiği isme yakışır elbet.. küffarın zulmüyle bîtap olan insanlığın sığındığı, dünyanın öbür ucunda dahi olsa “o ümmetin lideridir” diye gözyaşlarını umuda tekabül ettiren isme.. ve bu ümmet şayet açılmasını istiyorsa Ayasofya’nın tek bir kişiye layık görür “asırlar öncesinin Fatihi misali İslam sancağını gönlünde taşıyan..” Ölmeden, ahirete göçmeden, Avrupa’yı ve tüm dünyayı titretircesine, Bir fetih daha gerek bu kutlu zaferde, Fatih gibi, fetih gibi, mabede hizmet eden nice ecdâd gibi Ayasofya’nın miftahı en çok size yakışır…..


KIRIM’DAN,

AÇIK KARTLAR GELDİ.

NİZAMİ İBRAHİMOV KOLEKSİYONUNDAN AÇIK MEKTUPLAR..

M.Kâmil BERSE

oleksiyonunda bulunan Bir asır öncesinden çizilmiş Kırım’a özel mekan ve sima resimlerini eski adetlerimizden Kartpostal’a dönüştürmüş Sevgili Nizami bey dostumuz..ve lütfedip bizlere göndermiş. Harika bir çalışma , ve düşünce…Tebrik ediyor,teşekkür ediyorum Nizami dostuma.. Açık kartlar koleksiyon kapağında; Galina Maksimova, çok hoş bir yazı yazmış aynen buraya alıyorum. Aslında yazı tamamen Kırım tatarca idi, birkaç kelimeyi değiştirip tam anlaşılmasını istedim.. “Sevgi çeşit ola, amma eki taraflı olmasa, kederlendire.. Menim Kırıma, Kırım tatarlara sevgim cevapsız kalmadı. Kırım meni daima küneşli, sarhoşlandırıcı havası, deniz ve gür ormanlarıyla defalarca misafir olduğum Kırım tatarlar acaip kokulu kahve, çibörek ve köbete nen ziyafet verdiler. Onların misafirgenliği saf gönüllerini ayrıca kayd etmek isterim.. Mucizevi bir şekilde hususi koleksiyonlarda saklanıp kalan eski foto resimler ve posta kartlarına bakar dururum. Onların vasıtası ile bu halkın nasıl görgülü ve bilgili olduğunu gösterdiğine karar verdim. Her birinin içine Nizami İbrahimovun koleksiyonu içinde bulunan 20.asrın başına ait “Kırım Tatarlarının basmalarındaki örnekler” neşrinden küçükleştirilen kartlar koyuldu. Kırımtatar medeniyatinin gayrıdan tiklenilmesi ve saklanıp kalmasının timsali olarak Nizami İbrahimov kapakta yer alan leyleğini sayladık. Çünkü bu kuşlar 1980 lerin sonunda Kırım’a kaytıp başladılar. Bugünde, bugün yarımadanın çeşitli yerlerinde onların yuvalarını görmek mümkün..”

67


MİMAR SİNAN'DAN

MUHTEŞEM SÜLEYMAN KÖPRÜSÜ Kanuni Sultan Süleyman, 1566 yılında Zigetvar seferine çıktığında ordusu ile bölgeye geldi. Drava nehrinden gelen suların beslediği bataklık, Osijek-Darda şehirleri arasında bulunuyordu. Bu engeli aşmak amacıyla mimarbaşı Sinan’ın teklif ve tasarım ile derhal harekete geçildi yıldırım hızıyla yapılan hazırlıklarla, köprü inşaatı, 16 ağustosta başlatıldı ve 17 günde bitirildi. Davut NURİLER

smanlı Avrupa’sında inşa edilerek yok olmuş ecdat mirası tarihi köprülerden birisi daha gün yüzüne çıkarılıyor. Geçtiğimiz günlerde Ankara’da gerçekleştirilen YURT DIŞI KÜLTÜR VARLIKLARI EŞGÜDÜM VE YÖNLENDİRME KURULU toplantısında Başbakan Yardımcısı Veysi KAYNAK tarafından TİKA’ya verilen talimat çerçevesinde; Hırvatistan’da, Kanuni Sultan Süleyman tarafından, son seferinde inşa ettirilen dünyanın en uzun ahşap köprüsünün ortaya çıkarılması çalışmaları başlatıldı. Yurt dışında çoğunluğu ecdadımızdan kalma eserlere sahip çıkacağını umduğum böyle bir kurumun kurulup çalışmaya başlamış olmasından dolayı çok sevinçliyim. Ecdat mirasına sahip olmak için daha fazla zaman kaybetmeyelim. TİKA ve Hırvatistan’ın Darda şehri belediyesi arasında imzalanan işbirliği protokolüne göre, köprünün bittiği nokta olan Darda şehrindeki Esterhazy kalesi önündeki arazi, arkeolojik sit alanı ilan edildi. Cole gölünde de köprünün kalıntılarını arama amaçlı, su altı araştırmalarına başlamak için hazırlıklar devam ediyor. 1520 yılında babası Yavuz Sultan selimin vefatı ile tahta geçen Kanuni sultan Süleyman 46 yıllık saltanatında çok sayıda savaşı zaferle neticelendirmiş, İstanbul’u ve Osmanlı coğrafyasını bir kısmı günümüze kadar ulaşmayı başarmış anıtsal eserlerle donatmıştır. 1526 yılındaki Mohaç zaferi ile yazımızın konusu Osijek şehri ve civarındaki bölge, Pozega adı ile bir Sancak’a dönüşmüştü. Osijek şehri de bu Sancak’ın merkezi idi. Yazımızın konusu köprünün işlevlerinden birisi, Osijek ile Darda şehirlerini birbirine bağlamaktı. Yukarıda bahsedilen faydalarından başka, 16. Asırda İstanbul ile Budapeşte arasındaki yolu ciddi manada kısaltan ve bazı uzmanların, dünyanın 8. Harikası olduğunu söylediği bu nadide eserin, canlandırılması hedefleniyor. Tüm bu çalışmalara, bölgede bir Sultan Süleyman dostluk parkının kurulması ile nokta konacak. Türkiye- Hırvatistan arasındaki dostluğu ve iyi ilişkileri en üst seviyelere çıkartan bu ortak çalışmalarla ortaya çıkacak eserlerin turizmi de canlandırması bekleniyor. Ecdadımızın

sayı//35// haziran 68


yaptığı ve zamanla yok edilmiş olan bu muhteşem eserin ortaya çıkarılmasını sağlayan TİKA Zagreb koordinatörü, Haşim KOÇ’u ve çalışanlarını tebrik etmek lazım. 1566 yılına dönelim. Kanuni Sultan Süleyman, 1566 yılında Zigetvar seferine çıktığında ordusu ile bölgeye geldi. Drava nehrinden gelen suların beslediği bataklık, Osijek-Darda şehirleri arasında bulunuyordu. Bu bataklık, ordusu ile kuzeye yürüyen Kanuni Sultan Süleyman’ı durdurmuştu. Bu engeli aşmak amacıyla mimarbaşı Sinan’ın teklif ve tasarım ile derhal harekete geçildi yıldırım hızıyla yapılan hazırlıklarla, köprü inşaatı, 16 ağustosta başlatıldı ve 17 günde bitirildi. Köprünün uzunluğu 6500-8000 m. olarak tahmin ediliyor, genişlik ise 5,5-10 metre arasında değişiyordu. Yapımında 20.000 den fazla kişinin olağanüstü hızda ve şartlarda çalıştığı tahmin ediliyor. Tarihi kaynaklara göre köprünün üzeri meşe kalaslarla döşeli, kapısı, kuleleri, galerileri ve korkulukları vardı. O zamanın haçlı Avrupa’sı Osmanlı’nın bu köprü inşaatı ile ortaya koyduğu güç ve teknik karşısında hayretler içinde kalmıştı. Bu köprünün yapımı üzerine Avrupa’da bir sürü efsane üretildi. Yazımızın ekinde bulunan iki

resim Avrupa’lı ressamların köprü ilgili temsili olarak çizdikleri çok sayıdaki resimlerden sadece ikisini oluşturmaktadır. Yapımından yaklaşık bir asır sonra, köprüyü kendine tehdit gören Avrupalılar 1664 yılında Grof Nikola Zrinski komutasındaki AvusturyaMacaristan ordusu ile baskın yapmış ve bu güzel eseri acımasızca yakmıştır. Osmanlı yılmamış ve Sultan 2. Süleyman döneminde köprü yeniden aslına uygun bir şekilde bir kere daha inşa ettirilmiştir.

Yapımından yaklaşık bir asır sonra, köprüyü kendine tehdit gören Avrupalılar 1664 yılında Grof Nikola Zrinski komutasındaki Avusturya-Macaristan ordusu ile baskın yapmış ve bu güzel eseri acımasızca yakmıştır

Ancak 1683 yılında Osmanlı’nın Viyana önünde yaşadığı mağlubiyet hem bölgedeki bölgedeki Türk hakimiyetinin ve hem de bu güzel eserin sonu olmuştur. 1686 yılında Türklerin geri gelecekleri korkusu sebebiyle olsa gerek, köprü bir kere daha ateşe verilerek yakılıp yok edilmiştir. Kısaca hikayesini arz ettiğimiz bu eserin ortaya çıkarılması herkesi sevindirecek memnun edecek bir çalışmadır. Köprüler insanları şehirleri hatta medeniyetleri birbiri ile buluşturan yapılardır. Onlar yıkılırsa barış da yıkılır. Özetle köprüleri yıkanlar barışa ve birlikte yaşamaya tahammülü olmayan ilkel insanlardır. 69


dmondo De Amicis, 1846 yılında Oneglia’da doğdu. 1908’de vefat etti. Daha genç bir su-bayken yazdığı yazılarla dikkati çekti. Hatıra yazılarıyla şöhrete ulaştı. İspanya, Hollanda, Fransa, İngiltere ve Türkiye’ye yaptığı gezilerini yazıp yayınladı. İstanbul hatıralarını Costan-tinopolis adıyla neşretti. İstanbul ismiyle dilimize çevrilen kitabında, İstanbul’un büyüsü ken-disini öylesine etkiler ki daha şehri görmeden duygularını dillendirmeden edemez.

SEYYAHLARIN GÖZÜNDE

İSTANBUL İstanbul üzerinde müşterek bir görüş vardır: Hiç kimse İstanbul’da hayal kırıklığına uğramamıştır.

Muhsin İlyas SUBAŞI

“İstanbul üzerinde müşterek bir görüş vardır: Hiç kimse İstanbul’da hayal kırıklığına uğramamıştır. Büyük eserlerin sihri ile bunların karşısında duyulan hayranlığın bununla bir alakası yoktur. İstanbul, önünde şair ile arkeoloğun, sefir ile tacirin, prenses ile gemicinin, kuzeyli ile güneylinin, hepsinin aynı hayranlık duygusuyla haykırdığı cihanşümul ve son derece büyük bir güzelliktir. Bütün dünya, bu şehrin dünyanın en güzel yeri olduğu fikrindedir. Seyahat hatıralarını yazanlar buraya gelince şaşırıp kalırlar. Parthusier’nin dili dolaşır, Tournefort beşer dilinin âciz kaldığını söyler, Pouqueville cennette olduğunu sanır, La Croix sarhoş olur, Marcellus vikontu kendinden geçer, Lamartine Tanrı’ya şükreder. Guatier gördüğü şeyin ha-kikat olduğundan şüphe eder… Hepsi de tasvir üstüne tasvir yığarak, pırıl pırıl bir üslupla yazarak düşüncelerinin yanında fakir kalmayacak ifade tarzını bulabilmek için boşuna kafa yorarlar.” Bütün bunlardan sonra kendi düşüncelerini anlatmanın çok daha zor bir hal aldığını söyler, ama gerçekten o da tarihin, eserlerin, tabiatın ve ihtişamın karşısında güzel şeyler söyler: “Bizim içinde doğup büyüdüğümüzden farklı bir fikir ve his düzeninin mermerden yapılmış dev gibi bir ispatı, düşman bir ırkın ve imanın gösterişi olan ve bize, fevkalâde çizgiler ve cesur yüksekliklerin sessiz diliyle bizim olmayan bir Tanrı’nın ihtişamını ve ecdadımıza korku salan bir milletin şanını anlatan bu abideler, evvela merakımıza üstün gelip uzakta tutan çekinme ve korku ile karışık bir hürmet uyandırır.” Bu ifadelerinin devamında, “Hiçbir şehir, içinde yaşayan halkın tabiatını ve felsefesini İstanbul kadar temsil edemez.” diyen yazar şöyle devam eder: “Bir millet haline gelen çoban aşiretinin tabiata, tefekküre ve hareketsizliği içgüdü ile duyduğu bağlılık payitahta bir çadırlı ordugâh havası verir. İstanbul bir şehir değildir; çalışmaz,

sayı//35// haziran 70


dü-şünmez, yaratmaz; medeniyet kapılarını zorlar, sokakların üstüne atılır, camilerin gölgesinde uyuklayıp rüya görür, oluruna bırakır. Sabit bir devletin konaklamasından ziyade seyyar bir ırkın konaklamasını temsil eder.” Camilerin gölgesinde uyuyarak rüya gören” bu rüya şehirde, Amicis, bütün taşına toprağına sinen İslam’ın ruhaniyetini ezanlarda arar. O İlahi çağrı onları öylesine etkilemiştir ki ezan vakti geldiğinde saatini çıkarıp heyecanla müezzinin minarede görünmesini bekler ve bunu da derin bir ürperti içerisinde anlatır. “Hiçbir çan sesi ruhuma bu kadar derinden tesir etmemiştir. Bugün, müminleri namaza davet etmek için Hz. Muhammed’in niçin insan sesini Yahudi borusuna ve eski Hıristiyan cırcırına tercih ettiğini anladım. Zira Hz. Muhammed, sonradan çan şekline giren cırcırı tercih etseydi, minare elbette böyle olmayacak ve Şark (Doğu) şehrinin, Şark manzarasının en değişik, en zarif çizgilerinden biri yok olacaktı.” Amicis, böyle bir özel mahiyet, o yok oluştan kurtuluşu Ayasofya’da da yakalar ve bu camiden söz ederken öncelikle 3. Ahmet Çeşmesi’nin sihrinde büyülenir. Bu çeşme âdeta, Ayasofya’yı gezmek isteyenlere bir Türk mihmandar gibi cami boyunca eşlik edecektir. Yazar bunun farkındadır ve dikkatimize çok önemli ayrıntıları getirir: “Bu çeşme billurdan bir fanus altında saklanması gereken zarafet, bir zenginlik, bir sabır hârikasıdır. Sadece göz zevki için yapılmamışa benzer, sanki kendine mahsus bir lezzeti varmış gibi insan küçük bir parçasını ağzına alıp emmek ister. Bu, insanın içinde ne bulunduğunu, bir çocuk tanrıçası, koca bir inci mi, yoksa sihirli bir yüzük mü olduğunu görmek için açmak istediği bir mücevher kutusudur. Bu dev mücevher Boğaz Süleymanı’nın önünde yüz altmış yıl önce, ilk defa, yepyeni ve pırıl pırıl ortaya çıktığı zaman kim bilir nasıldı? Fakat ne kadar eski ve ne kadar kararmış olursa olsun, İstanbul’un bütün küçük harikaları arasında hâlâ ilk sırayı işgal eder ve ayrıca o kadar ayan beyan Türk olan bir âbidedir ki, bir defa görünce, daha sonra İstanbul adının kulağımızda her çınlayışında hepsi birden zihnimize üşüşen ve daima düşünmek istediğimiz şark tablosunun zeminini teşkil eden bazı sevgili hayalleri hafızamıza çakılıp kalır.” Böyle naklettiği çeşmeden Ayasofya’ya bakar ve şunları anlatır: “Dış görünüşünde hiçbir dikkate değer

taraf yoktur. Durup baktığınız tek şey, dört köşesinde yükselen upuzun dört beyaz minaredir. Eski bazilikadan sadece kubbe göze çarpar, bu da, Rumların rivayetine göre vaktiyle Uludağ’ın zirvesinde görünen gümüş parlaklığını kaybetmiştir. Geri kalan her şey Müslüman’dır. Cami kiliseyi her taraftan sarıyor, eziyor, gizliyor, bir tek başı serbest, onun da tepesinde imparatorluğun dört minaresi, dört dev nöbetçi gibi hâlâ dikkatle bekliyor. Dışarıdan bakınca Ayasofya, İstanbul’un diğer camilerinden ayrılamaz. Sadece daha az beyaz ve daha az hafiftir ve aklınıza bunun SaintPierre’den sonra dünyanın en büyük mabedi oluğu gelmez.” İstanbul demek, camiler mozaiği demektir. İstanbul’u Boğaz’la özdeşleştirenlerin cami siluetlerini Boğaz sularında rakseden cümbüşünü görmemeleri mümkün mü? Cami denilince de ilk işaret ışığı bir şahadet parmağı gibi göğe yükselen minarelerdir. Minareler, o dönemlerde çok önemli fonksiyon icra ediyorlardı. Ezanın bu ulvi ve mistik atmosferini yaşayan bir Batılı camileri nasıl görür? Bu da önem taşıyor olmalıdır. Yazar, “O koca sahınlarda (cami alanlarında) secdeye kapanıp dua eden Türklerin meydana getirdiği uzun safların ortasında bir zerre gibi kaybolmuş küçük bir kara lekeye benzeyen ve bu beyazlıktan gözleri kamaşmış, bu garip ışıktan şaşkına dönmüş, bu büyüklükten sersemleşmiş bir halde kırılmış edebiyatçı gururunu sürükleyerek” camileri dolaşır ve şu notları düşer: “Selatin (sultana ait) camilerin çoğunu ziyaret ettiğim güzel sabahı hatırlıyor ve bunu düşünürken etrafımda hâlâ büyük bir boşluğun ve dinî bir sessizliğin meydana getirdiğini 71


sanıyorum. Ayasofya aklıma gelince, o dev duvarların arasına ilk defa girerken duyduğum hayranlığı yine duyuyorum. Başka yerlerde olduğu gibi orada da galiplerin dini, mağlupların dinî sanatını kendine mal etmiştir. Hemen bütün camilerin Justinianus’un bazilikası örnek alınarak yapılmıştır; fakat İslam dini her şeyin üstüne kendine mahsus rengini ve ışığını yaymıştır. Öyle ki, bilinen bu şekiller, bilinmeyen bir dünyaya ait ufukların görülür gibi olduğu ve başka bir Tanrı’nın nefesinin hissedildiği yeni bir yapı manzarasındadır. Bunlar ciddi ve muhteşem bir sadelikte, bembeyaz ve her şeyi bir baştan bir başa gören gözün, zihin gibi, beyaz bir gökyüzüyle örtülmüş karlı bir vadinin tatlı sükunetinde uyumuşçasına, dinlendiği yumuşak ve müsavi bir ışık yayan birçok pencereyle imtiyazı vardır. Sultanahmet’te Peygamber’in sancağı korunur, Bayezid kumrularla taçlanmıştır, Süleymaniye Karahisarî’nin yazılarıyla iftihar eder.” İstanbul’a gelen her yabancının, camilerimiz kadar, özellikle böyle gezmek için gelenlerin hemen tamamının ilgi duydukları bir konu da Türk kadınlarının sahip oldukları ya da kendilerine göre sahip olamadıklarıdır. Amicis de bu tecessüsünü gizlemez ve İstanbul seyahatinde kadınlardan oldukça geniş bir şekilde söz eder. Romantik bir anlatımı vardır. Kadın meselesi söz konusu olunca bu biraz daha şiirsel bir dil kazanır. Söyledikleri de o yıllarda bizim büyükannelerimizin nasıl bir ortamda olduklarını göstermesi bakımından önemlidir. sayı//35// haziran 72

Şimdi yazarı okuyalım: “Türk kadınlarının esaretinden bu kadar çok bahsedildiğini duyduktan sonra, İstanbul’a kim gelirse gelsin, herkes için Avrupa’nın herhangi bir şehrinde olduğu gibi, her yerde, her saatte kadınları görmek pek hayret verici bir şeydir. Tam o gün bütün bu hapsedilmiş kırlangıçlara ilk defa kanat verildiği ve Müslüman cinsi latifi için hürriyet çağının başladığı sanılabilir. İlk İntiba acaiptir.” Bu anlatımı, buraya gelmeden önce bizim kadınlarımızın dört duvar arasına hapsedilmiş olduğu propagandasının tesiri altında kaldığını gösteriyor. Batılılar, bizim kadınımızın sosyal yapısını bilmediği için genelde böyle bir hükmü yaygın kanaat olarak benimsemiş ve “Müslüman kadın” dendiği zaman, toplumun dışında, sokakla irtibatı olmayan, sadece evinde çocuk doğuran bir araç gibi anlamışlardır. Yazar, hatta kendisine anlatılanlardan da söz eder: “Bunlar, birçok şairin kafamıza doldurduğu “gönül fatihleri, zevk kaynakları, küçük gül yaprak-ları, vaktinden evvel olmuş üzümler, sabah şebnemleri, can veren seherler, parlak aylar” mıdır diye düşünülür. Bunlar, yeryüzünden bir şehvet ve ıstırap feryadıyla hayaletler gibi geçen, demir parmaklıkların arkasına saklanmış şu talihsiz güzel kadınlar mıdır?” Yazar, Batı’da böyle tanıtılan Türk kadınının aslında sandığıyla gördüğü arasındaki çelişkiyi


açık konuşarak aşar: “Bu kadınlar hürdür… Bu, her yabancının buraya gelir gelmez eliyle tutabileceği kadar açık bir hakikattir. İstanbul’da bulunan herkesin onların “esaret”inden bahsedildiğini duyunca gelmeden edemez. Bu cihetten Türk kadınları Avrupalı kadınlardan daha hürdür.” Edmondo Amicis, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılışından sanırız çeyrek asır önce buraya gelmiş, imparatorluğu, insanlarımızı, yaşama tarzımızı, geleneklerimizi, değerlerimizi görmüş ve bunları kendi üslubuyla bir hatıra kitabına dönüştürmüş. Anlattıklarının arka planında, gelmeden önce kendisine anlatılan Osmanlı ile gördüğü Osmanlı toplumu arasında zaman zaman sıkışıp kaldığını görürüz. Buna rağmen tarafsız kalmaya özen göstermiş ve gördüklerine fazla yorum katmadan anlatmaya özen göstermiştir. Onun sonuç itibarıyla milletimiz hakkındaki görüşleri bu özenin bir ifadesi gibi geldi bize. Bakın Türkler için ne diyor yazar: “Bunlarda kendi işini düşünen meşgul insanların ciddiyet ve murakabesi vardır. Türkler uzak ve müphem bir şeyi düşünen insanlar gibi görünürler. Hepsi de sabit bir fikre dalmış filozoflara benzerler. Hepsinde aynı vakar, aynı ağır tavırlar, aynı ihtiyatlı dil, bakış ve hareket görülür. Paşadan seyyar satıcıya kadar, hepsi aynı aristokrat terbiyeyi almış ve bir çeşit aristokrat sarılmış asillere benzerler. İlk bakışta kimse, kılık kıyafet farklılığı olmasa, İstanbul’da ayak takımı bulunduğunu aklına getirmez. Güzel ve kuvvetli olan Türk ırkının asil çizgileri ancak zaruret icabı veya din duygusuyla atalarının sadeliğini muhafaza eden aşağı tabakada bozulmamış olarak kalmıştır. Hakikaten, dış görünüşe göre hüküm verilirse, İstanbul’un Türk halkı, Avrupa’nın en medeni ve en namuslu halkı gibi görünür. İstanbul’un en ıssız sokaklarında bile bir yabancının tecavüze uğraması tehlikesi yoktur. Camiler ibadet saatlerinde bile ziyaret edilebilir ve bizim kiliselerimizi ziyaret edecek bir Türk’ten daha fazla hürmet gösterileceğinden emin olunabilir. Kalabalıkta, küstah olması şöyle dursun, fakat fazla meraklı bir bakışa bile hiç rastlanmaz. Fuhuş, uygunsuz bir hareket hiçbir şekilde görülmez. Çarşıdaki vakar camidekinden hiç de az değildir. Yüzleri, elleri, ayakları temizdir. Bu halkın tabiatı, felsefesi, bütün hayatı ruhun ve bedenin, keyif denilen ve en büyük zevki

olan hususi haliyle ortaya çıkar. Kanaatle yemek yemek, çeşmeden bir bardak su içmek, ibadet etmek, vücudunu ve vicdanını rahat hissetmek ve geniş bir ufkun görüldüğü bir yerde bir ağaç gölgesinde komşu kabristanının kumrularına, uzaktaki gemilere, etraftaki böceklere, gökyüzündeki bulutlara ve nargilenin dumanına bakarak Allah’ı, ölümü, dünyanın boşluğunu, öbür dünyanın huzurunu belli belirsiz düşünerek öylece durmak… İşte keyif! Bu dünya tiyatrosunun işsiz güçsüz seyircisi olmak, işte Türk’ün büyük arzusu… Düşünmeyi seven, ağır, yavaş çoban tabiatı, her şeyi Allah’ı bırakarak insanın elini kolunu bağlayan dini, imanı için dövüşüp galebe çalmak kadar büyük ve lüzumlu bir şey tanımayan, savaş bitince bütün vazifelerin bittiğine inanan İslam’ın askeri geleneği ile böyle olmuştur. İtalyan yazar, milletimizin hasletlerini böyle sıralarken kaderciliğin ön plana çıktığında ısrar eder. Batı’yı küçümsediğini söyler. Aslında küçümseme değil, bir tedbirli duruş demek daha yerinde olur. Yazarın İstanbul’a geldiği yıllarda Balkanlar’da Avrupa’nın tahrikiyle iç çatışmaları işaret eden huzursuzluklar başlamıştı. Kendi devamlılığını, Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkma ideali üzerine oturtan bir dünya için Türk halkı nasıl davranacaktı? Aslında, sorulması ve cevaplandırılması gereken soru budur! 73


erleşim birimlerini köy, kasaba ve ilçe olmaktan çıkarıp şehir haline getiren önemli ölçütler vardır. Yerleşilen yerin jeopolitik konumu, şehir olmasında etkili bir faktördür. Nüfus da şehirleşmede mühim bir etkendir. Bazen nüfus bakımından çok küçük yerler şehir statüsü kazanabilirken bazen de nüfusu kalabalık olmasına rağmen şehirleşemeyen yerler bulunmaktadır.

KÜLTÜR VE SANAT ŞEHRİ

ERZURUM Yine bir vakitler Erzurum’da şehrin ileri gelen ailelerinin evlerinde klasik musikimize aşina olanlar tarafından tertip edilen fasıllar yapılırmış. Prof.Dr. Ömer Özden*

* T.C. Atatürk Üniversitesi

sayı//35// haziran 74

Kanaatimce bir yerleşim yerinin şehir olmasını sağlayan en önemli ölçütlerden biri de, o mahalde ortaya konulan kültür ve sanat faaliyetleridir. Nüfusça az olup da kültür, sanat ve düşünce bakımından gelişmiş şehirler az da olsa vardır. İşte bunlardan biri de Erzurum’dur. Erzurum, coğrafi konumu itibariyle yüksek bir yaylada bulunan, karasal iklimin kışları aşırı soğuk, yazları az yağışlı ve sıcak olma özelliklerini gösteren zor bir yerleşim yeri olduğu için nüfusu tarihin hemen hemen her döneminde çok fazla kalabalık olmamasına rağmen, kültürel açıdan gelişmiş olduğu için şehir statüsü kazanmış bir yerdir. Bir başka ifadeyle şehrimiz, sadece bir serhat şehri, Anadolu’nun doğu giriş kapısı ve bekçisi olduğu için değil, aynı zamanda bir eğitim ve kültür şehri de olduğu için önemlidir. Bir vakitler Erzurum’da onlarca medresenin bulunduğu biliniyor. Üstelik bu medreseler, 17. asra kadar üniversite statüsünde bulunan akademi ya da fakültelerden oluşmaktaydı. Günümüzde biri 60. Kuruluş yılını kutlayan Atatürk Üniversitesi, diğeri hızla yükselen Erzurum Teknik Üniversitesi olmak üzere iki üniversitesi ve onlarca fakülte ve yüksekokullarıyla, geçmişte olduğu gibi bilgi üretmeye devam eden bir şehirdir. Yine bir vakitler Erzurum’da şehrin ileri gelen ailelerinin evlerinde klasik musikimize aşina olanlar tarafından tertip edilen fasıllar yapılırmış. Hatta bu, sadece şehir merkezinde değil, şehir kültürünün yaşatıldığı benim, babamın ve büyük dedelerimin köyü olan Cinis (Ortabahçe)’te de mensubu olmaktan gurur duyduğum Cinis Beylerinin evlerinde musikî heyetleri kurulup şarkılar-türküler okunurmuş. Erzurum’da Silah Fabrikası olarak bilinen Ağır Bakım, eski adıyla İş Ocağı’nda Albay İhsan Yavuzer tarafından kurulan Erzurum erkek bar ekibi, Erzurum barlarını en güzel şekilde icra ederek tarihe geçmişler, ileriki yıllarda yapılan uluslararası birçok yarışmada birincilikler


kazanmışlardır. Yine Ağır Bakım’da halk müziği korosu kurularak Erzurum türkülerinin unutulmaması için gayret gösterilmiştir. Esasen o yıllarda halk müziği ve sanat müziği ayırımı da olmadığı için hem şarkı hem türkü okunmaktadır. Bu koro, daha sonra kurulan Erzurum Halk Oyunları ve Türküleri Derneği bünyesine geçmiş sonra da TRT Erzurum Radyosu’nun temelini oluşturmuş ve önceleri akitli olarak çalışan koro elemanları, daha sonra kadroya da alınmışlardır. Erzurumlu sanatçılar, sadece musiki alanında değil, tiyatro konusunda da eski yıllarda çok önemli oyunlar sergilemişlerdir. 1930’lu ve 40’lı yıllarda Erzurum Halk Evi’nde Erzurumlu öğretmenler ve gençlerden oluşturulan tiyatro kadrosu, Shakespeare’in birçok oyununu oynamışlardır. Daha sonra 1954 yılında kurulan Erzurum Halk Oyunları ve Halk Türküleri Derneği bünyesinde kurulan tiyatro kolu, Erzurum kültürünü çok iyi bilen Sebahattin Bulut tarafından yazılan Şenlik, Tarihten Sayfalar, Konuşan Ölüler, Mohaç’tan Aziziye’ye, Beklenen Madalya ve Gören Gözler isimli oyunları oynayarak Erzurum halkının beğenilerini kazanmışlardır. Ayrıca Reyimi Sana Veriyorum, Hürrem Sultan, 4. Murat, Othello ve Köroğlu gibi Devlet Tiyatroları tarafından sergilenen oyunları da başarıyla oynamışlardır. O yıllarda Erzurum Halk Evi’nde, sonraları da Erzurum Halk Eğitim Merkezi’nde, Devlet Tiyatroları oyuncuları da Ankara’dan gelerek birçok oyun sergilemişlerdir. Bu dernekte kurulan halk türküleri korosunda çok değerli sanatçılar yetişmiş ve bunlar daha sonra TRT Erzurum Radyosu’na geçmişlerdir. Bu derneğin açtığı kurslarda bağlama sanatçıları yetişmiş, Erzurum barları öğretilmiş ve Erzurum kültürüne çok önemli katkılar sağlanmıştır. Bizim kuşağın okula başladığı 1968 yılında ve öncesindeki yıllarda Erzurum, yine kültürel konularda çok hareketli bir şehirdi. O yıllarda hemen hemen bütün ilkokul, ortaokul ve liselerde mezuniyet müsamereleri yapıldığını bugünkü gibi hatırlıyorum. Daha ilkokula gitmediğim bir yaştayken dayım Erzurum Lisesi öğrencilerinin canlandırdığı bir piyeste rol almış ve rol icabı bir düşman askerinin ateş etmesiyle şehit olmuştu. Dayım sahneye düşünce feryadı basıp “dayımı öldürdüler!” diye ağlayıp sızlandığımı hiç unutamıyorum. Sonra biz okula başladık. Okuduğumuz okul olan İsmetpaşa İlkokulu her yıl mezuniyet

müsameresi düzenliyordu ve biz birinci sınıfta olmamıza rağmen beşinci sınıfların müsameresinde bize de önemli görevler verilmişti. Öğretmenimiz Ümran Türko ve müsamerenin genel koordinatörü Saffet Zengin hanımefendiler, sınıfımızdan beşi erkek beşi kız olmak üzere on öğrenciyi bir rontta oynamamız için seçerek bize günlerce eğitim verdiler. Ben o ronttaki görevimden ayrı olarak bir de monologda rol almış 63 kıtalık şiiri sahnede tek başıma canlandırmıştım. Beş yıl sonra kendi mezuniyet müsameremizde bir piyeste oynamıştık. Okulumuzun çeşitli yörelere ait folklor ekipleri vardı. İlkokul ikinci sınıftan itibaren okulumuzun bahriyeli bando takımında her yıl farklı bir enstrümanı icra ederek (trampet, flüt ve zil) dört yıl boyunca her milli bayramda bando takımı olarak Erzurum Lisesi’nin de bulunduğu Hastaneler Caddesi’nde kurulan bayram alanında resmigeçit yapardık. Erzurum’un kurtuluş günü olan 12 Mart’ta Halk Oyunları Derneği’nin düzenlediği Kurtuluş Gecesi’nde çok seviyeli kutlamalar yapılırdı. 1970’li yılların ortalarına kadar devam eden bu musikî, tiyatro, müsamere geleneği, şehrimizin, maalesef Batı illerine kaliteli göç vermesi ve boşalan şehirli nüfusun yerini kalitesiz göçün doldurmağa başlamasından kaynaklanan bir değişimle yavaş yavaş azalmağa ve 1980’li yıllardan itibaren de kaybolmağa yüz tutmuştu. Değişen nüfus hareketliliği, okullarda yapılmakta olan müsamereleri dahi etkilemiş ve bu tür faaliyetler bile azalmıştı. Erzurum Halk Oyunları ve Türküleri Derneği Başkanı olan Sebahattin Bulut’un yaşlanmasıyla birlikte oradaki etkinliklerde de zayıflama olmuş, artık Kurtuluş Gecesi düzenlenmez hale gelmişti. Nihayet onun ölümüyle birlikte artık neredeyse tüm faaliyetler sona erdi. Seksenli yılların ortalarından itibaren başlayan kooperatifleşmeyle, köylerden şehre göçün bir belirtisi olarak yeni semtler oluştu ve şehir geniş bir alana yayıldı. Uzun zaman ölü toprağı serpilmiş olan Erzurum’da doksanlı yıllarda yeni bir uyanış sezilir oldu. 1991’de Erzurum’un bu problemli halini gören şehrimizin ileri gelenleri, o zamanki Erzurum Atatürk Üniversitesi Rektörü’nün başkanlığında, kısa adı ER-VAK olan Erzurum Kalkınma Vakfı’nı kurdular. Bu vakfın amacı, Erzurum’u ekonomik ve kültürel açıdan eski gücüne kavuşturacak projeler üretmekti. Her yıl bir proje üzerinde çalışılarak Devletimizin 75


yetkililerinin de hazır bulunduğu toplantılarda anlatılan konu, ilgili girişimlerle hayata aktarılmaya çalışıldı. İlk toplantı, Eskiden Erzurumlu ahîlerin peştamal kuşanma törenlerini yaptıkları, Abdurrahman Gazi türbesi civarındaki Sultan Sekisi mevkiinde yapıldı ve bu toplantıların adı da Sultan Sekisi Toplantısı olarak belirlendi. Başlatılan bu çalışmalarla şehrimize yeni bir vizyon kazandırılması gaye edinildi. Bu toplantılarda sunulan projeler, Devletimizin Bakan seviyesindeki yetkilileri davet edilerek, Devletimizin ilgili birimlerine iletilmeye başlandı. Şehrimizin ekonomisini ilgilendiren bu toplantılara, yine şehrimizin bütün iş adamları davet edilerek konulara onların da ilgi duymaları sağlandı. Bu önemli çalışmalar neticesinde birçok konu Devlet’imizin gündemine alındı ve bir bir uygulamaya geçilmesine önayak olundu. Bunlar arasında Ovit Tüneli, Hızlı Tren, Milli Tohumculuk gibi ekonomik projeler hayata geçirildi ve her üçü de yakın bir zamanda Erzurum’un ve Milletimizin istifadesine sunulacak. Kültürel alanda da Sarıkamış ve Allahüekber şehitlerimizin Türkiye’nin gündemine taşınması, Millî Mücadele’mizin kadın kahramanlarından Erzurumlu Kara Fatma’nın Ülkemizin tamamında tanınması, Doksanüç Harbi’nin kadın kahramanlarından Nene Hatun’un tanınması, Son Rus-Ermeni işgalinde on binlerce Erzurumlunun şehit edildiği Yanık Dere mevkiinin bir millî park haline getirilmesi gibi hususlar yer aldı ve bunlardan da önemli bir kısmı gerçekleştirildi. Yanık Dere Şehitliği’nin de millî park olarak ilan edilip projenin hayata geçirilmesinin de yakın zamanda gerçekleşeceğini ummaktayız. Böylece şehrimiz kültürel bakımdan da yavaş yavaş toparlanma emareleri gösterdi. İki binli yıllar, fiziksel açıdan gerilemeye başlayan eski Erzurum şehir merkezinin kentsel dönüşüme tabi tutulduğu yıllar oldu. Şimdi şehrimizde uzun yıllar ihmal edilen problemlerin teker teker çözülmeye başladığını müşahede ediyoruz. Eski eserlerin etrafında çarpık yapılanmalarla oluşan çirkin görüntüler, yıkılarak tarihî eserler gün yüzüne çıkarılıyor. Eski Erzurum evleri, aslına uygun şekilde ya restore edilerek ya da yıkılmış olanlar yeniden yapılarak şehre tarihi bir görünüm veriliyor. Bu güzel çalışmaların yanında şehrimizin kültür hayatında da yine gözle görülür bir canlanma göze çarpıyor. Büyükşehir Belediyesi, şehrin ekonomisine katkı sağlamak için unutulmuş sayı//35// haziran 76

eski mesleklerden bazılarını yeniden hayata geçiriyor. Böylece hem şehrin ekonomisine girdi sağlanıyor hem de işsizlik problemi bir nebze olsun geriliyor. Diğer taraftan unutulmuş bazı zenaat kolları, yeni nesiller tarafından tanınmış oluyor. Yukarıdaki satırlarda bahsettiğim, şehrimizin önemli kültür kurumlarından olan Er-Vak, birkaç yıldan bu yana, Erzurum’un Ermeni işgalinden kurtulduğu tarih olan 12 Mart günlerinde Kurtuluş Gecesi adıyla özel programlar sunmaya başladı. Geçen yıl, Er-Vak kadın komisyonu, TRT Erzurum Radyosu emekli ses sanatkârı Mehmet Çalmaşır yönetiminde ev hanımları ve genç kızlardan oluşan Türk Halk Müziği korosu kurdu. Çok yeni bir koro olmasına ve birkaç aylık çalışmadan sonra sahne almalarına rağmen çok başarılı bir konser vermişlerdi. Bu yıl 12 Mart Erzurum’un kurtuluşu ile 18 Mart Çanakkale Deniz Zaferi’ni birlikte kutladık. Şehrimizin sanatçılarından Ümit Gergit’in hazırladığı 93 Harbi’nden, Milli Mücadele’ye, Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan bölücü terörle mücadelede ve nihayet 15 Temmuz 2016’da hain darbe teşebbüsünde Fetö teröristlerince şehit edilen Erzurumluların dokunaklı hayat hikâyelerinin anlatıldığı Şehitler Gecesi programı, katılanların duygusal anlar geçirmelerine sebep oldu. Bu programdan kısa bir süre sonra yine Mehmet Çalmaşır yönetimindeki Er-Vak Türk Halk Müziği Kadınlar Korosu’nun konseri, ardından da Yrd. Doç. Dr. İsmail Hakkı Gerçek yönetiminde 2017 yılı başlarında kurulan ErVak Türk Sanat Müziği Kadınlar Korosu’nun konserini seyrettik. Tamamen ev hanımlarından oluşan koro, soyadı gibi gerçek bir sanatçı olan İsmail Hakkı Gerçek tarafından çok kısa sürede neredeyse profesyonel sanatçılara şapka çıkartacak derecede kaliteli bir konser gerçekleştirdiler. Türkiye Yazarlar Birliği Erzurum Şubesi ve TRT Erzurum Radyosu Çocuk Korosu, Kutlu Doğum Haftası münasebetiyle Kırk ÇiçekKırk Hadis programını başarıyla sundu. TRT Erzurum Radyosu Türk Halk Müziği Sanatçısı Yıdız Demirkol Savaş Hanımefendi’nin yetiştirdiği çocuk korosu, kırk farklı çiçeğin hikâyelerinin anlatıldığı ve her dört çiçek için bir türkü veya ilahinin okunduğu muazzam bir konser sundular. Atatürk Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı öğretim üyesi


Yrd. Doç. Dr. İsmail Hakkı Gerçek, Mayıs ayı başlarında Klasik Türk Musikisi örneklerinin yer aldığı solo konseriyle dinleyenlerini mest etti. Son dönem Osmanlı bestekârlarının eserlerinin yer aldığı konserde Cumhuriyet dönemi bestekârlarından Münir Nurettin Selçuk’un da besteleri yer aldı. Mayıs ayı içerisinde Türk Halk Müziği Sanatçıları Yıldız Demirkol Savaş ve Sevim Salar Derici Hanımefendiler tarafından yönetilen TRT Erzurum Radyosu çocuk ve gençlik korolarının bir yıllık çalışmalarını ve emeklerini sundukları konserler ve bu konserlere katılan seyirci profili de Erzurumlu ailelerin sanata verdikleri değeri göstermesi bakımından önem arz ediyordu. Bu koroların hazırlanmasında TRT Erzurum Radyo Müdürü, değerli kardeşim İsmail Bingöl’ün de çok samimi gayretleri bulunmaktadır. Yine TRT Erzurum Müdürlüğü bünyesindeki Yaşar Reyhani Stüdyosu’ndan Nurullah Akçayır’ın sunduğu ve her hafta farklı ses sanatçılarının yer aldığı Türk Halk Müziği programları, TRT Müzik kanalından canlı olarak yayınlanmakta ve Erzurumlu sanatseverler, stüdyoyu her hafta doldurarak türkü dinlemektedirler. Şehrimizde sık sık resim, heykel ve hat sergileri, şiir dinletileri, Atatürk Üniversitesi’nin düzenlediği ulusal ve uluslar arası boyutta sempozyum ve kongreler, yine Üniversitemizde gençler için açılan halk oyunları kursları ve bunların yaptıkları gösterileri, TYB Erzurum Şubesi ve Türk Ocağı Erzurum Şubesi ile çeşitli kültürel dernek ve kurumlarda bazen ayda bazen haftada bir yapılan seminer, konferans ve söyleşiler, Devlet Tiyatroları Erzurum sahnesinin Ekim ayı ile Mayıs ayı arasında haftanın her günü sergilediği tiyatro oyunları, şehrimizin kültürel hayatına önemli katkılar sağlamaktadır. Özellikle Devlet Tiyatrosu oyunlarında biletler günler öncesinden tükenmekte ve çoğunlukla seyretmek istediğimiz oyunu bazen kaçırabilmekteyiz. Diğer taraftan şehrimizin kültürel gelişmesinde son dört yıldır yapılan Erzurum Kitap Fuarı’nın da önemli faydası olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Sadece Erzurumluların değil, civardaki şehirlerimizin de çok ilgi göstermesiyle on gün süren fuar, kitaba ve okumaya sempatiyi arttırdı ve Erzurum Ülkemizde en çok kitabın satıldığı ikinci il olma özelliği kazandı. Yapılan dört fuara da katılarak kitaplarımı imzaladım,

söyleşilerde bulundum. Kitapseverlerin ve okumayla yeni tanışanların yüzlerindeki sevinci görmemek neredeyse imkânsızdı. Üstelik kitaplar rastgele de alınmıyordu, herkes ne istediğini bilerek fuara gelip istediği kitabı arayıp buluyor ve satın alıyordu. Bütün bunlar, Erzurum’un kültür hanesine yazılan önemli izlenimler olarak değerlendirilebilir.

İki binli yıllar, fiziksel açıdan gerilemeye başlayan eski Erzurum şehir merkezinin kentsel dönüşüme tabi tutulduğu yıllar oldu

Şehrimizin ve sakinlerinin, göç hareketleriyle yitirdiği bazı değerleri yavaş yavaş geri kazanmağa başlaması, bizleri çok sevindirip mutlu ediyor. Göç hareketlerinde yerleşilen yerin kültürüne adaptasyon için üç nesil geçmesi gerektiği söylenir. Eskiden şehirli olabilmek için üç nesil gerekliyken, şimdi iletişim araçları vasıtasıyla bu sürecin oldukça kısalmış olduğunu görüyoruz. Teknolojinin bu alanda faydalı olduğunu görmek de bizleri sevindiriyor. Erzurum’da, 1980’li yıllardan itibaren olumsuz yönde ilerleyen kültürel değişim, iki binli yıllardan itibaren giderek olumluya dönmeye başladı ve son bir iki yıldır bu değişme daha belirgin hissedilir oldu. Önümüzdeki bir iki yıl içerisinde Erzurum’un bundan elli yıl önceki şehir kültürünü yeniden kazanacağından ve bundan sonraki yıllarda Türkiye’mizin kültürel bakımdan en ileri seviyelere geleceğinden kuşkum olmadığını belirterek yazımızı sonlandıralım. 77


''Kalbimde bir hayâli kalıp kaybolan şehir Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir! Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene, Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene. "

İÇİNDE YAŞATTIĞI ŞEHRİ OLMAYAN, YOKSULDUR Onun içindir ki; insan, doğduğu, büyüdüğü, köklerinin toprağın derinliklerine nüfuz ettiği şehrinden herhangi bir sebeple ayrılsa da, araya mesafeler girip uzak diyarlara düşse de, şehir yine de ondan uzak değildir ve ruhuyla, hatıralarıyla, unutulmaz olayları ve insanlarıyla içinde yaşamayı sürdürür. İsmail BİNGÖL*

ukarıdaki mısralar; edebiyatımızın çınarlarından, yazdığı şiirlerle güzel dilimizi “ağzımızda annemizin sütü” kadar tatlı kılan büyük şair Yahya Kemal Beyatlı’nın “Kaybolan Şehir” adlı muhteşem şiirinden… Aslında kaybolan bir şehir yoktur ama olayların ayrı düşürdüğü, vatanından, doğup büyüdüğü, çocukluk anılarının gömülü olduğu o güzelim topraklardan uzak mesafelere attığı şair; ruhundaki hüznün tarif edilmez bir acıya dönüşmesiyle düçâr olduğu hicranı anlatmak için şiire dayanmıştır ve henüz “hayatı şafaklandıran çağa” girmediği bir yaşta, bir sonbahar günü annesini gömdükleri Üsküp onun nazarında artık “Kaybolan Şehir”dir. Ancak; gözünden kaybolsa da, gönlünde, fikrinde, zikrinde ve dahası yazdıklarında ölünceye kadar yer edeceğini, hiçbir zaman unutulmayacağını, o yaşadıkça yaşayacağını, ondan sonra da yazdıklarını okuyanların zihin dünyasında hayatta kalmaya devam edeceğini bu mısralardan rahatlıkla görmekteyiz. Onun içindir ki; insan, doğduğu, büyüdüğü, köklerinin toprağın derinliklerine nüfuz ettiği şehrinden herhangi bir sebeple ayrılsa da, araya mesafeler girip uzak diyarlara düşse de, şehir yine de ondan uzak değildir ve ruhuyla, hatıralarıyla, unutulmaz olayları ve insanlarıyla içinde yaşamayı sürdürür. Karşısına çıkan herhangi bir yapı, kulağına çalınan bir söz ve seyrettiği bir manzara, yeni tanıştığı insan onu bir anda alıp geçmişe götürerek, şehriyle karşılaştırır, orada geçirdiği zamanları yâdına getirir.

*TRT Erzurum Radyosu

sayı//35// haziran 78

Çünkü “Bir ağacın dalları ne kadar uzarsa uzasın, ne kadar yayılırsa yayılsın, beslendiği yer yine kökleridir.” Ve insan da şehrine kökleriyle bağlıdır. Senelerin geçişiyle birlikte yüreğinde ona dair biriktirdiği acıların, sevinçlerin, arkadaşlıkların, dostlukların, hüzünlerin, kısacası hatıraların; her an kapısını çalma, kendini yeniden hatırlatma, geçmişin zihinde bıraktığı o eski izden haber verme ihtimali mutlaka vardır. “İnsanın hayatı mazisinde gizlidir.” şeklindeki bize-bana-ait bir düşünceyle özetlediğimiz bu durum, insan olmamızın, aklımızın, mantığımızın, yaşadığımız sürece


edindiğimiz bilgilerin söylediklerinin yanında, hissiyatımızın da bir gereğidir. Bu ihtimal; yeri gelip de, dayanılmaz bir hasrete, büyük bir sıla özlemine, uzun bir ayrılığa inkılâb ettiğinde, kişi, o yıllar öncesinde bıraktığını ve belki de geçen zaman içerisinde unuttuğunu sandığı köklerine dönüp, tekrar oraya yönelerek, şehriyle ve şehirde kalmış olanlarla yüzleşme cesaretini bulur kendinde… “Karşılık görmemiş sevgiler üstüne şarkıların söylendiği, bir vakitler güvendiğimiz dağlara karların yağdığı” o şehrin gözlerimizden ve yüreğimizden silinip gitmesi, yok olması, nisyana terkedilmesi mümkün değildir. Duyduğumuz bir nağme, bir yerden geçerken aniden işittiğimiz bir ses, eskiden tanıdığımız ve bizde derin izler bırakan birine benzettiğimiz bir yüz; yıllardır içimize attığımız bu derdi birden olanca büyüklüğü ve ağırlığıyla yeniden depdeştirir; yollar, sokaklar, caddeler, mahalleler, evler ve buralardan yayılan türküler, şarkılar tekrar dile gelir, bir anda etrafımızı sarar, zihnimize hücum eder ve alıp gideriz başımızı yine o şehre… Ruhumuzu yakıp kavuran inleten, unutmaya çalıştıklarımızı gözyaşları eşliğinde yeniden canlandıran bu ince, bu derin, bu anlamlı nağmeler eşliğinde, bir hayalin ardından düşeriz o sokaklara, bir bir geçeriz caddeleri, harap olmuş mahalleleri, hala ayakta kalan cumbalı evleri, ortalığı çın çın öttüren çocuk seslerini… Kapıdan kapıya sohbet eden kadınların ürkek ve meraklı bakışlarını, evlerin birinden yükselen yanık bir uzun havayı… Belki selâm vereceğimiz eskilerden kalan birini… Sonra yürürüz yine ağır ağır… Çocukluğumuzun, gençliğimizin geçtiği evin önünde biraz soluklanır ve burada geçirdiğimiz güzel günlerin anısına, çektiğimiz bir “off” eşliğinde gözlerimizden iki damla yaş bırakırız. Bir hüzün sarmalıdır artık şimdi içine düştüğümüz. Öyle birden kurtulmak ne mümkün. Hatıralar çemberi sardıkça sarar dört bir yanımızı, işgal ettikçe eder içimizi dışımızı, sağımızı, solumuzu… Akıp giden zamanın bıraktığı iz derinleştikçe derinleşir, artırdıkça artırır gönlümüzdeki elemi, kederi. Şehir ona sitem etse de, o şehrine küsmez ve kendini bir anda Mahallebaşı’nda, Kevelciler’de, Yoncalık’da, Çırçır’da, Tebrizkapı’da ve daha nice semtin nice mekânlarında, daracık ve çıkmaz sokaklarında, hüzünlü bir gülümseyişle

yıllar öncesinin acı tatlı hatıralarını terennüm ederken bulur. Hayali bir eski zamana giderek, şu kocaman apartmanın yerindeki iki katlı evi, şu caddenin üzerindeki falancaların otelini ve dükkânını, şu köprünün hemen şurasına düşen ilkokulunu gözler önüne getirir. Komşularımızın ünlemeleri, sokaktaki çocukların bağırış çağırışları arasında omuzumuza dokunan bir elin sahibinin sorusuyla tekrar döneriz yaşadığımız ana: ''-Hayrola! Daldın gittin birden!'' Şehir; hâlden, yoldan, suretten ve siretten, estetikten, sanattan, kültürden anlamayanların, bütün bu saydıklarımıza bigâne kalanların elinde her geçen gün biraz daha yağmalanıp tükense de, yerlerine konulan beton ve demirden oluşmuş ruhsuz kütlelerce hızlı bir şekilde işgal edilse de; burası yine o şehirdir ve her nasılsa gizli kalmış, her nasılsa birileri tarafından yıkılamayıp ayakta kalmış köşelerine sinen sevdalar, sevgiler, acılar, kelimeler, ilan edilemeden yıkılıp giden aşklar; hâsılı bütün hatıralar hâlâ ayaktadır ve ortaya çıkmak için kendilerini fark edecek dikkatli bir göz beklemektedirler. Gelenler biraz da onların sesini dinlemek ve geçmişin dünyasında soluk almak için gelirler yine de… Kimsenin; hele de yıllardır gitmiş olsalar da, yüreğinin bir köşesini her daim şehri için ayırmış olanlara bir şey demeye hakları yoktur. Dışarıda da olsa; şehir için endişelenen, geleceğinin iyileştirilmesi yönünde fikirler serdedip tavsiyelerde (Talimat, emir benzeri sözler ya da hariçten gazel okuyup ahkâm kesmek değil.) bulunanlara yapılan bu tavrı onaylamak mümkün değildir. Ve bu gidenlerden; gerek şuaraya ve gerekse yazıp çizenlere mensup olanlar, uzak olmanın verdiği daüssıla(Gerçi bazıları bu şehirde yaşıyor olmalarına rağmen bu şehre hasrettirler ya! O da bir başka fasıl!) ile arada bir de olsa, gönüllerinin efkârını satırlara dökerler. Bunlardan biri de, uzun zamandır İstanbul’da yaşayıp, bir yandan da edebiyat dünyamıza güzel bir dergi vasıtasıyla katkıda bulunan Erzurumlu değerli hemşerim Şeref Akbaba’dır. Şeref Bey’in, “Ay Vakti” adıyla çıkardığı derginin yıllar önce çıkan bir sayısında (Yıl:11,Sayı:125-126,Şubat-Mart 2011), Alvarlı Muhammed Lütfi Efendi’nin o meşhur gazelinden alınma "Göl Yerinde Elbet Sular Bulunur" başlıklı yazısının uzunca bir bölümünü, ihata ettiği güzellikler sebebiyle 79


Şehrin gözlerimizden ve yüreğimizden silinip gitmesi, yok olması, nisyana terkedilmesi mümkün değildir.

buraya alıyorum. Şehre dair düşüncelerini bir de ondan dinleyelim: “İstasyon caddesinde yürüyorum. Kar yağıyor, yollar buzlu ve hava soğuk. Kendimi sakladığım sokaklar, serçe kuşların bacası ve yuvası yol kenarındaki ağaçlara takılıyor gözlerim. Aşinası olduğum şeyler. Şubat 2011. Erzurum. Hayıflandığım ve sevindiğim şeyler yolun bitiminde. "Kuru Hapan"ı daha bir canlı kılmak, mevcudu muhafazayla üstüne bina inşa etmek yerine, sekiz-on yıl önce ihtiyaca binaen nakletmiş ve dağıtmışlar. Şehirlerin soyut ama gür sesli kültür siteleri ve ticari merkezleridir bu tür yerler. Belki yüz yılda oluşan bir kültürü, bir günde yok etmede mahiriz. Ve "Selamet Kitabevi". Hoca ve talebelerin buluştuğu ve tanıştığı, fikir alışverişi ve sohbetler yapılan güzide mekân. Arapça ve Osmanlıca eserleri bulabileceğiniz bu küçük kitabevi de yok artık. O da aynı mahaldeydi ve ticarethaneden çok bir hizmet ocağıydı. Şehrin ana caddesindeki kitabevleri şekil değiştirip, cafe ve test kitaplarına yönelirse buraların halini düşünün. Sonra çeşmeler. Adı ayrı ama suları aynı kaynaktan akıyormuş. Yani gözeler birleştirilmiş. Söylenenden hareketle Cennet'le Zeynel'in bir farkı yokmuş. Olmaması gereken şeyler oluyor. Bunlar hayıflandığım şeyler. Mehmet Zahit Kotku Camii ve Külliyesi. Çay Ocağı Karasu Kütüphanesi'nin biraz daha sohbet versiyonu. Risaleler yazıp dağıtan Bekir Topdağı Hoca yok. Ehli hizmet Arslanı Yağan Hoca Ay Vakti burada okunmalı diyor. Taşhan'ın Oltu taşı ile özdeşleşmesi de sevindirici bir durum. 2011 Kış Olimpiyatlarına gelenlerin uğrak yeri değil sadece, yerli yabancı herkesin ilgi odağı ve şehrin ulusal, uluslararası tanıtımında ve ticaretinde etkin. Böyle olmalı ve devam etmeli... İstasyon caddesinin bitiminde olanlar, merkez olması hasebiyle göze çarpıyor elbette. Şehrin bütününden değil, burada olandan söz ediyoruz. Farklı mahfillerde ve gelişen-değişen şartlar muvacehesinde devam ediyor olsa bile, aslına sadık kalarak ya da köklerinden kopmadan bir geleneği sürdürmek mümkün. İhtiyaç duyduğumuz şeyler öylesine değişmiş ki, kimi kayıplarımızın farkında bile değiliz. Yeri doldurulamaz diye telakki edilenin yeri bile yok. Zihin haritamız dahil mekândan ve zamandan uzaklaştırmış, ya da dibe-köşeye atmışız. Böyle olmamalı, arz-talep düsturuna bırakılmamalı, talep alanları oluşturulmalıdır. İlminden, birikimlerinden istifade edilmelidir ehl-i ilmin. Yazılmadığı için, sözlü kültür mensuplarıyla

sayı//35// haziran 80

beraber yok olabiliyor. Hikmet kırıntısı üç-beş hatıra, gönülde kalmış sohbetler... Ders halkalarında anlatılanların haşiyesi, dibacesi, kıssaları anlatılanın dağarcığındadır. Halktan kopunca, silsile halinde nakledilerek ve eklemeler yapılarak aktarılanların miadı doluyor. Bir kelime izah edilirken anlatılan hikâyeler, anekdotlar yazılmamışsa bulmanız çok zor. Anlatılan hatıralar da hakeza öyle, yok olup gidiyor. Bu kültürün arşivi talebelerdir, bir sonraki nesle aktaranı da. Medreseli eğitimden mektepli eğitime geçişimizden sonra yaşanan sürece baktığımızda medrese eğitimi alanlar mektepli eğitime katkıda bulunmuşlardır. Ders halkası oluşturabilmişlerse, talep varsa, mekân temin edebilmişlerse derslerine devam etmişlerdir. Geleneğin kendi içinde bir usûlü, bir sistemi var ki o da devam etmiş, ders okutanlar bir yere kadar diyerek talebelerini ileri dersler almaları için farklı hocalara yöneltmişler, kendi bilgi ve birikimleri ne ise onu da öğretme gayretinde olmuşlardır. (…) Değer bilip ilminden istifade edenleri takdir etmek lazım. Allah rahmet eylesin. Ders halkaları önceden birçok yerde vardı. Şimdilerde teklemeye başlamış. Dışarıdan takviye ders mekânları azalmış ve değişmiş. Mektepli müdavimler, dışarıda bu mekânları oluşturabilir ve geleneği devam ettirebilirler. Modern eğitim birebir, yüz yüze eğitimi benimsiyor ve teşvik ediyor. Kökleri olan bir gelenek neden sürmesin. Çok eskiye gitmeden, bir dönem bu hizmette bulunanlardan tespit edebildiklerimiz. Vefat edenlere Allah'tan rahmet, yaşayanlara sağlık ve afiyet dileyerek... (…) Bir gelenek kolay oluşmuyor ve oluşan sürece kendi bağlamında kültür deniyor. Müdavimleri olmalı ve gelenekten kopmamalı diye temenni ediyoruz. Erzurum'a dair yazılacak çok şey var. Rahmetli Erdem Bayazıt'a Palandöken eteklerinde bu ve benzeri güzelliklerden bahsedince şöyle demişti: "Erzurum için az bile... Palandöken'e sırtını yaslayan şehir..." "Ne buzlu yollarda matem/ Ne de gözyaşları serçe kuşların / Ak kiprikli ağaçlar/ Meleyen cennet çeşmeleri / Beyaza dadanmıştı bacaları evlerin" Beyaz yakışıyor Erzurum'a. İstasyon caddesindeyim. Kar yağıyor.”


Sabri Öztürk’ün TBMM deki Resim Sergisinin ardından

Samet SURURİ

abri Öztürk, 1973 yılında Giresunda doğdu. 1992 de Giresun İHL den 1996 da İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinden Mezun oldu. Giresunda 17 yıl avukatlık yaptı. STK larda yöneticilik yaptı. Gresun Belediye meclis gurup başkan vekilliği yaptı. Ak parti Girsun il başkanlığı yaptı.Halen Ak parti Girsun milletvekilidir, ve Merkez disiplin kurulu üyeliği yapmaktadır. Resim çalışmalarına ortokul yıllarında başladı. Üniversite yıllarında Sürrealist ressam Erol Deneçten desen derslaeri aldı. Resimlerinde izlenimcilik akımından, ünlü İstanbul ressamlarından Selahattin Kara’dan etkilendi. Ankara’da Ressam Teymur Ağalıoğlu’ndan yağlıboya dersleri aldı. Yaşadığı şehrin sokaklarından parklarından,kıyılarından izlediği güzellikleri resimlerinden yansıtmaya çalıştı.Evli üç çocuk babasıdır.. Çok sayıda Kişisel ve karma sergilerde eserlerini sergiledi.. Burada Sanatçı Sabri Öztürk’ün 16-19 Mayıs 2017 tarihleri arasında TBMM salonlarında “GÜZEL ÜLKEM” adlı kişisel resim sergisi’nden tablo örnekleri veriyoruz..Büyük ilgi gören serginin İstanbuldada Açılmasını bekliyoruz.. zira İstanbul’dan da eserleri bulunan sanatçının eserlerinde birazda Van Gogh kokusunu hissediyoruz…

ŞEHİR SERGİ

“GÜZEL ÜLKEM”

81


MEVLANA VE

BALKANLAR Osmanlılar Anadolu’nun tamamını ve Balkanlar’ın büyük bölümünü denetimleri altına almışlardı. Mikail Türker BAL

evlânâ’nın ölümünden sonraki çeyrek yüzyıl içinde, Sultan Veled’in Mevlevî tarikatının yayılmasına nezaret ettiği dönemde, Selçuklu iktidarı zayıflamaya ve Osmanlı İmparatorluğu’na ismini veren kurucusu Osman Bey’in yıldızı yükselmeye başladı. XIV. Yüzyılın sonuna gelindiğinde, Osmanlılar Anadolu’nun tamamını ve Balkanlar’ın büyük bölümünü denetimleri altına almışlardı. Selçuklu Devleti’nin başkenti olan Konya’da yaşamış ve burada ilmi ile insanları irşâd etmiş, tüm dünyaya sevgi tohumları ekmiş olan Mevlana Celaleddin Rûmî (m.1207-1273)’nin fikirleri neticesinde ölümünden sonra evlatları ve talebeleri tarafından müstakil bir tarikat haline dönüştürülmüş Mevlevî tarikatı Anadolu sınırlarını aşıp Balkanlar’a kadar ulaşmıştı. Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’da yerleşmesiyle oralarda zamanla çeşit çeşit tarihî, kültürel ve sosyal yapıtlar inşa ettirilmiştir. Cami, hamam, köprü, çeşme, kervansaray, bedesten gibi yapıtların haricinde İslamiyet’in buralarda yayılmasına öncülük etmiş dervişlerin tasavvuf kültürünü ve sosyal hizmetlerini sağladıkları tekkelerde inşa edilmişti. Balkanlar, Osmanlı ordusu tarafından gelip askerî açıdan fethedilmeden önce seyyah dervişler tarafından bir anlamda fethedilmiştir. Diğer bir deyişle Osmanlı buraya geldiğinde yerli halk psikolojik olarak bu fethe hazır hâle getirilmiş bulunuyordu. XIII. Yüzyılda Anadolu’nun din ve kültür coğrafyasında, beden yapısı ve buna bağlı olarak dış dünyası ile asıl temel, iç dünyasını, manevî hayatını, uyumlu bir şekilde senteze ulaştıran ve bu çerçevede ‘kâmil insan’ tipinin en belirgin özelliklerini üzerinde toplamış olan Mevlânâ bu portreyi müritleri vasıtasıyla devam ettirmiş ve Osmanlı toplumunun bir parçasını oluşturan Balkanlar’a taşımıştır. Osmanlı yönetiminin Bosna-Hersek’e tamamen yerleştiği dönemde (XV. Yüzyılın sonları) Mevlevîlik usûl, erkân, teori ve pratik açıdan şekillenmiş bulunuyordu. Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’nin halifeleri vasıtasıyla Osmanlı Devleti’nin birçok yerinde tekkeler açılmıştı. Anadolu’da kurulan Mevlevî tekkelerini Rumeli’nin değişik yerlerinde tesis edilen

sayı//35// haziran 82


Mevlevî tekke ve zaviyeleri takip etmiştir. Mevlevîlik, biraz geç olmakla birlikte Osmanlı Devleti topraklarında da faaliyet göstermeye başlamıştır. İlk olarak Edirne ve daha sonra İstanbul’da olmak üzere Mevlevîhaneler kurulmuştur. Sonrasında Mevlevîlik tarikatı Osmanlı Devleti yöneticileri nezdinde edinmiş olduğu saygın konum neticesinde Mısır’dan Belgrad’a kadar geniş bir coğrafyada yayılmıştır. Başlangıçta merkezden gönderilen halifeler eliyle kurulan Mevlevî dergâhları, Mevlevîliğin sistemleşmesinden sonra beyler ve vezirler tarafından yaptırılmaya başlanmıştır. Balkanlar’da, tarih sahnesinde faaliyet göstermiş bazı mevlevîhânelerin de ismi geçmektedir. Bu mevlevîhânelerden bazıları Türkiye’de tekkelerin kapandığı 1925 senesine kadar Konya’daki merkez dergâha bağlı olarak vazifelerine devam etmişlerdir. Balkanlar’da neredeyse Osmanlı’nın gittiği her bölgeye ulaşmaya çalışan Mevlevîler, bu toprakların Türkleşmesi için diğer tarîkatlerle (BayramîMelamiler, Bektaşiler, Nakşî, Rufâî, Sâdî, Kâdirî) birlikte Macaristan’da mevlevîhâneler/ dergâhlar tesis ettikleri gibi, etkinlikleri Polonya’nın içlerine kadar uzanmıştır. Balkanlarda tesis edilen diğer Mevlevî dergâhları da şunlardır: Rumeli Yenişehir (Larissa) Mevlevîhânesi (Yunanistan), Vidin (Vodine) Mevlevîhânesi (Bulgaristan), Serez Mevlevîhânesi (Yunanistan), Niş Mevlevîhânesi (Sırbistan), Sakız Mevlevîhânesi (Yunanistan), Midilli Mevlevîhânesi (Yunanistan), İlbasan Mevlevîhânesi (Arnavutluk), Filibe Mevlevîhânesi (Bulgaristan), Peçoy (Peç) Mevlevîhânesi (Macaristan), İpek Mevlevîhânesi (Kosova), Belgrad Mevlevîhânesi (Sırbistan). SARAYBOSNA MEVLEVİHANESİ

XV. yüzyılın ikinci yarısında Saraybosna’da kurulan Mevlevî tekkesi ile Bosna-Hersek’te Mevlevîlik dairesine katılmıştır. Bu tekke 1462 yılında İshakoğlu Gazi İsa Bey tarafından inşa ettirilmiştir. İshakoğlu İsa Bey (Îsâ Bey İshakoviç), Vrhbosna denilen yere yerleştikten sonra oraya bir saray inşa ettirmiş ve bu günkü Saraybosna’nın (Sarajevo) temellerini atmıştır. FİLİBE MEVLEVİHANESİ

Rumeli'de Bektaşi, Halveti vd. tekkelere göre günümüze gelen nadir Mevlevihanelerden birisi de Bulgaristan'daki Filibe'de bulunmaktadır. Kentin merkezinde Osmanlı dokusunun bulunduğu Üçtepe mevkiinde 18. yüzyılın

başlarında Peçevi Ahmed Dede adına kurulmuştur. Bu gün lüks bir lokanta olarak kullanılmaktadır. PEÇOY YAKOVALI HASAN PAŞA MEVLEVİHANESİ

Şehrin surlarının dışında Zigetvar Kapısı civarında yer alan mevlevihanenin, sadece semahane olarak kullanılan camisi günümüze gelmiştir. 16.yüzyılda yapılmış Yakovalı Hasanpaşa Camii kuzeyinde U planlı medrese ile birlikte Mevlevihane olarak kullanıldığı bilinmektedir. Uzun süre kadınlar hastahanesinin kilisesi olarak kullanılmış ve 1957'den sonra restore edilerek cami haline getirilmiştir.

Mevlevîlik, biraz geç olmakla birlikte Osmanlı Devleti topraklarında da faaliyet göstermeye başlamıştır.

GİRİT-HANYA MEVLEVİHANESİ

Mevlevihane 1890 yılında açılmış, 1924 yılında kapanmıştır. İsmail Kara bu Mevlevihane hakkında bir monografi yayımlamıştır. Kurucusu Konyalı Kara Şemsi Dede'dir. Müştemilatı yıkılan tekkenin semahane-türbe kısmı günümüzde öğrenci yurdu olarak kullanılmaktadır. SELANİK MEVLEVİHANESİ

Yunanistan'ın kuzeyindeki Serez ve Selânik Mevlevihaneleri de yıkılmıştır. Veled Çelebi Serez'in banisi olarak Ramazan Dede'yi, şeyhi olarak Mehmed Ağah Dede'yi kaydetmiştir. Selanik Mevlevihanesine ait bazı fotoğraflar günümüze gelmiştir. Zaviye statüsündeki Mevlevihane şehrin batı kesiminde surların dışında, Yenikapı karşısında geniş ağaçlıklı bir bahçe içerisinde bulunuyordu. 1617 yılında Ekmekçizade Ahmed Paşa tarafından kurulmuştur. 83


eyahat etmek bir nevi yenilenmektir. İnsan yol aldıkça içinin açıldığını ve huzuru başucunda tuttuğunu hisseder. İçimiz açılsın diyerek yollara düştüğümüzde bazen menzilimizi belirleriz, bazen hayallerimizin ardına düşerek yepyeni coğrafyalara doğru yelken açarız.

MASAL ÜLKESİ: FAS Üst üste değil yan yana inşa edilmiş, sarı renkteki evler adeta minyatür bir tablo görüntüsüyle gözümüzü kamaştırıyor. Meryem DALĞIÇ

Yola düştüğümüzde bu kez kendimizi gideceğimiz yere çok önceden hazırlamıştık. Harita üzerinde gördüğümüz bir noktaya büyük bir merak ile yol almaya başladığımızda bir masal ülkesine gittiğimizi hissediyorduk. Güneş batmak üzereyken Fes şehrine ulaşıyoruz. Eşyalarımızı aceleyle otele bırakarak şehri gün batımında yakalamak üzere seyredebileceğimiz tepeye ulaşıyoruz. Üst üste değil yan yana inşa edilmiş, sarı renkteki evler adeta minyatür bir tablo görüntüsüyle gözümüzü kamaştırıyor. Fes şehri görülmeden Fas anlaşılmaz. Araplar, Berberiler ve Endülüslülerin mimari, kültürel birikiminin sonucu şehir bugünkü harmanlanmış kimliğine kavuşmuş. Fes el-Bali(Eski Fes),Fes el-Cedid(Yeni Fes), Modern Fes(Ville Novelle) olmak üzere üç şehirden oluşuyor. Elbette bizi en çok etkileyen şehir Eski Fes oluyor. Surlarla çevrili tarihi bölge 1981’den yana UNESCO Dünya Mirası listesinde yer alıyor. Kadim medeniyete, ilme beşiklik etmiş, İslam coğrafyasının en önemli kültür merkezi olma konumunu üstlenmiş, Fatıma el-Fihrî tarafından inşa ettirilen Karaviyyîn’in medresesi dünyanın en eski üniversitesi olarak karşılıyor bizi. Labirenti andıran Eski Fes’de dolaşırken Karaviyyin Üniversitesi’ne göre kendinizi konumlandırdığınızda, tarihi kentin dört bir yanına kolaylıkla ve kaybolmadan ulaşmanız mümkün. Zira Eski Fes’te toplam 36 bin dar sokak var. Üniversitenin camisinde namazımı eda ederek tek kişinin ancak geçebildiği en eski yerleşim alanı olan hala eskide kalan daracık sokaklardan geçerek geleneksel yöntemlerle derilerin boyandığı dükkânların önünde buluyoruz kendimizi. Rengârenk cüzdanlarını satmaya çalışan satıcılar uzun süre peşimizi bırakmıyor. Çeşitli ürünlerin satıldığı daracık sokakları geçerken bir anda yük taşıyan eşeklerle burun buruna gelebilirsiniz. Zaman tünelinde geçmişe yolculuk yapmışız hissiyle her anı fotoğraflama telaşıyla kafilenin gerisinde kalarak labirent şehirde kaybolduğumuzu fark ediyoruz. Neyse ki rehberlerimizden artçılık

sayı//35// haziran 84


görevini üstlenen Muhammed Bey bizi Naccarin Meydanı’nda tekrar kafilemizle buluşturuyor. Yorucu Fes şehri turumuzun ardından Fas’ın başka büyülü şehri olan Marakeş’e doğru yola koyuluyoruz. MASAL DİYARI KIZIL ŞEHİR MARAKEŞ

Kiremit rengi binaların süslediği efsane şehir Marakeş’e akşam kızıllığında giriyoruz. Kadim şehirler zamanla biriktirdiği zenginliklerle efsaneleşirler. Marakeşi Fas’ın diğer şehirlerinden ayıran önemli bir özelliği ise yılan oynatıcıları, püskül çeviren şarkıcıları, falcıları, akrobatları, desen desen nakış işleyen kınacıları, masalsı diyarda masal anlatıcılarının bulunduğu sonsuzluk meydanı el fena meydanıdır. Meydan akşam vaktinde oldukça hareketli ve kalabalık. Sonsuzluk meydanında kaybolmak istercesine endişe ve merakla kalabalığın içine dalıyoruz. Hiçbir cümbüşü kaçırmak istemeyerek fotoğraflamak istediğimizde kızgın bakışlarla elimizden fotoğraf makinelerimizi almaya çalışan Faslılarla karşılaşıyoruz. Fasta isteğiniz gibi fotoğraf çekemezsiniz. Bunun bir bedeli olduğunu söyleyerek çocuklar dahi sizden ücret isterler. Kısacası Fas’ta her şey turizme dönüşmüş. Kulağımız meydandaki müziğin ritminde gözümüz cümbüşte iken kendimizi Berberî olan kınacı Fatma’nın önünde buluyoruz. Fatma öyle hızla deseni elimize işliyor ki şaşırıp kalıyoruz. Bir vakitler idamların gerçekleştirildiği ölüm meydanının nasıl eğlence meydanına dönüştüğünün şahitliği içerisinde meydandaki masalcıları dinlemeye vaktimiz olmasa da bir masalı yaşamanın tadıyla otelimize dönüyoruz. Kızıl şehrin gündüzünü de yaşamak adına eski şehir Medina’ya hareket ediyoruz. Dar sokaklardan geçerek Bahia sarayına ulaşıyoruz. Saray adına yakışır şekilde oldukça görkemli. Bahia, yani kelime anlamı olarak ‘İhtişamlı, görkemli’ demekmiş. Sedef işçiliğinin hâkim olduğu sarayın bahçesi de oldukça bakımlı ve huzur verici. Öğlen namazımızı eda etmek üzere meydanın karşısındaki Marakeş’in en büyük camisi olan 13. yy’da inşa edilen Kutubiyye camisine yetişmeye çalışıyoruz. Zira Fas’ta camiler namaz vakitleri hariç kapalı oluyor. El işlemesi ve oyma mimarisi ile ön plana çıkan camiyi çevreleyen portakal ağaçlarının bulunduğu bir bahçeden geçerek cennet bahçelerinden bir bahçe diyebileceğimiz Majorelle Bahçelerine doğru yola revan oluyoruz.

Fransız ressam Jacques Majorelle tarafından dünyanın dört bir yanından getirilen bitkilerle 40 yıllık emeğin, sabrın, tutkuya dönüştüğü yemyeşil bir dünyanın kapısını aralıyoruz. Meydanın karmaşası ve günün yorgunluğunu eşsiz güzellikteki bu bahçede bırakarak bir vakitler başkent olan Kazablanca şehrine hareket ediyoruz. BEYAZ EVLERİN ŞEHRİ KAZABLANCA

Belki de çoğumuz kadim Medeniyet olan Fas’ı Kazablanca filmiyle duyduk. Beyaz evleriyle meşhur Kazablancaya Palmiye ağaçlarının sıralandığı sahil boyunca ilerleyerek giriş yapıyoruz. Şehrin büyük bir limanı var. Fasın diğer şehirlerine nazaran Kazablanca sanayinin de merkezi olması hasebiyle oldukça kozmopolit bir şehir. Kazablanca’da görülmeye değer mekânlar arasında 210 metre uzunluğundaki minareye sahip olan II. Hasan Camisi. Fas mimarisinin özelliğini taşıyan cami okyanusun doldurulmasıyla yapılmış oldukça büyük ve gösterişli. Caminin aşırı ihtişamının ibadetin lezzetini gölgede bıraktığını düşünerek kılınan akşam namazının ardından avluya çıkıyoruz. Dünyanın en büyük camisi olduğu iddia edilen II. Hasan camisinin avlusu da 80 bin kişinin aynı anda namaz kılacağı büyüklükte. Avludan geçerek gün batımının son anlarını yakalamak üzere yüzümüzü okyanusa doğru çeviriyoruz. Sanırım en güzel gün batımı Kazablanca’da izlenir. Modern kentleşme yolunda ilerleyen Casablanca adeta şantiye gibi. Beton yığınlarının yorduğu yolcular olarak kadim medeniyetleri kültürleri keşfetmenin hissiyatıyla Kazablanca bizi Fas’ın diğer şehirlerine nazaran cezbetmiyor doğrusu. Müslümanların Avrupa’ya giriş kapısı olan kadim Medeniyet Fas seyahatimizi Kazablanca şehriyle nihayete erdirerek ülkemize dönüyoruz. Kısa bir zaman diliminde turlarla gittiğiniz yolculuklarda ahh şunu da yapsaydık şuraya da gitseydik dediğiniz yerler elbette oluyor. Fas’a gidip de Şifa-i Şerif ‘in müellifi Kadı İyaz’ın kabrini ziyaret edememenin hüznü Fas seyahatimizin keşkelerinden oluyor. Her köşesine ayrı masallar saklayan Fas; şaşırtıcı, büyüleyici tekrar gitsek diyeceğimiz bir coğrafya olarak yer ediniyor zihnimizde. Her bir şehri, insanı barındırdığı renklerle Allah’ın bir ayeti olarak çıkıyor karşımıza. Yolda olmak gurbette olmak ait olmamayı hatırlamaktır. Yolda olmak alışamamaktır. 85


ANA MESELELERİMİZ VE

YOL HARİTAMIZ Şu bir Gerçek ki ,Allah size emanetleri, mutlaka ehline (islama göre ahlakı sağlam yeteneklilere) vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Mustafa YAZGAN

vet, ilk ve en hayati meselemiz çamur içine düşmüş som altın gibi, maddi ve manevi iffetini korumakta devam eden kişilerden bir kadro çemberi kurmaktır. Değişimin, dönüşümün, reformun başarısı veya olumsuz sonucu buna bağlıdır. Baş yöneticinin çevresi, varsa menfaat dilencisi yüzsüzlerden ne kadar temizlenirse, devlet o nisbette yücelir, güçlenir. Cumhurbaşkanımızın bir adım arkasında duran yaverler gördü bu ülke.. İhanetin aldatıcı amber rayihası gibi gelip 15 temmuzda en kötü kokudan bin beter bir aslına dönüş tiksintisi sergileyenleri tanıdı bu ülke.. Farzı muhal desek ki, Kasa, Masa, ve Nisa ihtirasıyla yanıp tutuşan biri sıyrılıp süzülüp, atlayıp zıplayıp, herhangi bir siyasi partinin MKYK veya dava gönüldaşımın en yakınına erişse, bu ülkenin hali nice olur..Desek ki böyle bir kişi, herkesin bildiği namlı bir tefeci ise yarın bu aziz vatanda çok etkin bir faizsiz ekonomiye geçiş reformunda millet ne der? Reform hamlelerimizin önüne set çekmemesi için, çok ince eleyip sık dokuyarak, lekesiz şaibesiz bir kadro şarttır. Kur’an ruhaniyetinde Allah(cc) emrediyor, Şu bir Gerçek ki ,Allah size emanetleri, mutlaka ehline(islama göre ahlakı sağlam yeteneklilere) vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Gerçekten Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz ki,Allah işiten ve görendir. (Nisa,58) 2.yol haritamızda 2.meselemiz Milli ve dini eğitimdir. 2 kelimede kolayca yazılıp, söylenen bu mesele,Türkiye Cumhuriyeti ve ümmet coğrafyamız için meselelerin meselesidir.. Bir buzdağına çarpmışçasına son bir asırda (özellikle) 1923-2002 tarihleri arasındaki devrede Talim-Terbiye uygulamaları ile, bir eğil üç beş nesil insanlarımız ruhen, fikren, manen, zihnen eritilip tüketilip çürütüldü. Materyalizm, Makyavelizm, Pragmatizm, Reudizm, Darvinizm ve İnkarci pozitivizmin beyinleri berhava eden” algı operasyonları” ile işte görüyorsunuz, bilye hacmine küçülmüş beyinlere, davul hacmine mide ve seksüel azhınlığa kapılmış “Hayat süren leşler” güruhu sahnedeler.. Bu sefil popülasyona karşılık, devletimizin bekası, milletimizin refah ve mutluluk içinde devamı, medeniyetimizin

sayı//35// haziran 86


zirve noktalarına yeniden yükselmemiz için, Olağanüstü bir talim terbiye inkılabı’na cehd etmemiz gerekiyor. Terör ve Devrim anarşisine karşı, safha safha, devamlı bir gerçek inkılab yükselişinde acil ve hızlı bir icraat dönemine girmemiz şart. İki asır boyunca, en büyük medeniyet devletini ve milletini, vahşi bir metamorfoz sürecine sürükleyen “ihanet kadroları” bu imkansız zannedilen dejenerasyonu “Gayrı Milli Eğitim” ve Gayri İlmi Öğretimle gerçekleştirdiler. Onların iki asırda, akına tıkına elde ettikleri sonuçları biz 2023 e kadar iptal etmek borcu altındayız. Yol haritamızdaki metodolojik (Usuli) menziller kanaatımca şu sırayı takip etmelidir. a- Prensip: Devleti laik olmalıdır, Milletimizin ferdleri laik olamaz. b- Milletimizin çoğunluğu Müslümandır. Ülkemizde söz karikatür, sosyal medya vasıtaları ile hakaret alay gibi çirkin ilkel seviyesiz saldırı failleri mutlaka mevcut cezai hükümlerden daha caydırıcı, ağır cezalarla tecziye edilmelidir. c- Talim ve terbiye inkılabımız, en yoğun şekli ile Aile’den başlatılmalıdır. Anneler, Babalar, yakın aile ferdleri, okullar, sivil toplum örgütleri, ilgili kurum ve kuruluşlar “Topyekün, ciddi, hızlı, etkin” bir olağanüstülükte öğretim ve eğitim içinde yer almalıdırlar. Eski sistemin defteri kapatılmalıdır. ç- Aile ile birlikte Ana okullarının tamamı, milli ve dini çizgide, sevimli yavrularımızın edeb, görgü, ahlak ve davranışgüellikleriyle büyümelerini baş ilke saymalıdırlar. Ağaç Yaşken Eğilir.. Din hayattır. İlim ve bilgi Hayat suyudur. Terbiye ruhtur. Bütün çirkinlikler Terbiye ile yok olur. İlim ve Bilgi alimlerin sermayesidir. İrfan sahibi, engin gönüllü, derin ve gerçek medeni insan terbiye ile şekillenir.. arif olur.. d- Milli hedefimiz Türkiyemizde ve ümmet coğrafyamızda tüm insanlarımızı cehaletten kurtarıp, Alim Arif lerin önderliğinde bilgili tecrübeli, görgülü, nazik mutlu ve güçlü islam toplumu içinde görmektir. Kuran Ruhaniyetinde Allah buyuruyor, Rabbim ilmimi artır de. (Taha.114) Kulları içinde, Allahtan ancak alimler bilginler korkar. (Fatır süresi-28)

e- Yirminci asır Türkiyemizde, Batı toplumlarının ondokuzuncu asır boyunca yaşadıkları ruhi ve ahlaki çöküşü taklit, özenme, benzeşme, çılgınlığı içinde tekrar etmeyi, asrilik, ilericilik, gelişimcilik zanneden kadroların ahmaklıklaryla dolu olarak geçti. Teknik ve mekanik üretimleri Medeniyet zanneden bu güruh “Muasır medeniyet seviyesine yükselmek” sloganıyla, kendilerini, milletimizi despotik, militaris tehditlerle aldattılar.Tam bir asır bu yalanlarla avutulduk. “Eğitim ve Öğretim” ellerindeki en etkili silah oldu. Batı medeniyet diyerek vahşeti, egoizmi, inkarı yalanlarla dolu hayatı, çifte standardı, emperyalizmi, İslamın göz kamaştıran “gerçek medeniyeti” ne kin ve düşmanlığı, aşağılık kompleksini, ilkel sömürüsüne karşı çıkan toplumları yok etmek vahşetini temsil etmektedir. Yükselmekmi, Hangi medeniyet bu? Topyekün Batı , güçleri ve yetenekleri varsa, Türkiyemizin tarihi, dini, milli,insani, ve islami medeniyetimize yükselmeyi düşünmelidirler. İşte bu vakar duygusunu Talim ve Terbiye müfredatımız içinde “Anaokul”dan başlayarak taze filizlerimize ve fidanlarımıza kazandırmalıyız derim. Her biri cildler dolusu kitaplar çapındaki “ANA MESELELERİMİZ” Tasavvuf Seferberliği ile devam edecek… 87


ASIRLIK DERDİMİZ: ZARAFET, ESTETİK, KÜLTÜR Binaların hiçbirinde incelik ve zarafet, estetik kaygı taşımamalarıdır. Evlerinde kütüphane bulundurmamaları, haliyle kitap okumamalarıdır. Ekrem KAFTAN

ayın Cumhurbaşkanımız muhtelif vesilelerle ifade ediyor: Türkiye son 15 yılda maddi manada büyük mesafe kat etti ancak kültür-sanatta, edebiyatta, zarafette, estetikte geri kaldık. Osmanlı’dan müdevver güzel insanlar, dâr-ı bekâya irtihal ettikçe yeni nesiller daha bir kültürsüz, daha bir görgüsüz, daha bir bilgisiz, daha bir estetikten ve zarafetten mahrum yetişiyor. Bırakalım İslam’ın vazettiği yüce değerleri ve güzellikleri hayatımıza tatbik etmeyi, asgarî insanlık kaidelerini bile bilmeyen nesiller yetişiyor. Tabii bir de İslam’ın emir ve yasaklarını bildiği, inceliklerinden ve kul hakkından haberdar olduğu halde, bunları hayatına aksettirmeyen zümreler ve ekabir var. Müslümanların son asırda en büyük hastalığı yapmayacakları şeyleri dillendirmeleridir. Bildikleriyle amel etmemeleridir. Birbirleri hakkında gıybet ve dedikodu etmeleridir. Kul hakkına riayet etmemeleridir. Kibirlenmeleri ve kendilerinden olmayanları hor görmeleridir. Benim cemaatimden, benim partimden, benim grubumdan değilsen, adam değilsin, düşüncesiyle hareket etmeleridir. Vefasız olmalarıdır. İşleri düşünce birbirlerini arayıp sormaları, işleri görülünce bir daha hatırlamamalarıdır. Benim adamım olsun, velev ki çamurdan olsun mantığıyla, hak etmeyen insanları hak etmedikleri mevkilere getirmeleridir. Kitap okumamaları, okuduklarını da anlamamalarıdır. Türkçe konuştukları halde, lisanlarının inceliklerden haberdar olmamaları, birbirlerine hitap ederken Osmanlı ecdadımızın inceliklerinden asla nasibdar olmamalarıdır. Ecdadımızı mes’ud eden, hayatına nizam veren, günlük işleri arasında meşgul olarak ruhunu dinlendirdiği, gönlünü ferahlattığı sanat ve inceliklerden mahrum olmalarıdır. Binaların hiçbirinde incelik ve zarafet, estetik kaygı taşımamalarıdır. Evlerinde kütüphane bulundurmamaları, haliyle kitap okumamalarıdır. Şimdi, tarihe nazar atfedecek olursak, yukarıda resmetmeye çalıştığımız levhadan eser olmadığını da çok rahat görebiliriz. Osmanlı cihan devletini yücelten ve dünyaya en büyük medeniyet devleti olarak gösteren husus, elbette ecdadımızın İslam ahlak ve estetik anlayışını hayatının her ânına hakim kılmasıdır. Küçük bir beylikten bir cihan devletine dönüşen Osmanlı’nın sadece kılıç zoruyla büyüdüğünü ve fetihleri kılıçla yaptığını

sayı//35// haziran 88


şükür ki aklı başında olan kimse düşünmüyor. Ecdadımız, toprak fethetmeden önce gönüller fethetmeyi kendisine gaye edinmişti. Allah’ın, kitabında Efendimiz (SAV)’e öğrettiği üslupla insanlara hitab etmek, nezaket ve zarafetin ilk şartıdır ve insanlara güzel söz söylemenin, insanları tesiri altında bırakmanın ilk şartı olduğunu bilmiştir. Düşünelim ki, Selçuklu Devleti’nden devraldığı mirası daha büyük eserler ve medeniyet unsurlarıyla dünyaya sunan Osmanlı, Türkçeyi de lisan olarak bütün zamanların en beliğ lisanı haline getirmeyi başardı. Büyük devletin aşağılık duygusu olmaz. Osmanlı, hakim olduğu coğrafyada yaşayan tebasının lisanından kendisine lüzumlu gördüğü kelimeleri alarak, zarif ve estetik bir lisan meydana getirdi. Lisan, hayatın maddi tarafına da mutlaka dokunur ve bütün mimari, şiir, hitabet sahasında da lisanının inceliklerini aksettirmeyi bildi. Allah’ın kelamının yazıldığı harfler, Osmanlı hattatları elinde, tarihinin en estetik güzelliğine ulaştı. Her türlü yazı üslubunda gönlünün ve alnının terini mürekkebe karıştıran hattatlar, yıllar boyunca mum ışıklarında Allah’ın kelamını en güzel şekilde yazmanın gayretiyle rıza-ı ilahiye vasıl olmayı ümid ettiler. Müzehhibler, ebru sanatkârları, mücellidler, kâğıt ustaları, Allah’ın kelamının tezyini ve muhafazası için göz nuru ve gönül aşkı döktüler. Odunun veya mumun yanması neticesinde ortaya çıkan isin develerin boynuna asılan torbalarda tâ Kabe’ye ve Mescid-i Nebevi’ye kadar gidip gelmesini ve yol boyunca Kur’an-ı Kerim yazacak bir kıvama erişmesini düşünen bizim ecdadımızdı. Yazıyı, hangi millete ait olursa olsun mukaddes gören bir milletin, Allah’ın, üzerine and içtiği kaleme ve yazdıklarına hürmetinin neticesi elbette yükseltilmek ve diğer milletlere üstün kılınmak olacaktı. Kitap medeniyetini kuran bir milletin çocukları bugün kitap okuyor belki ama hayatına okuduğu kitabı tatbik ediyor mu, sorusunun cevabını rahatlıkla verebiliyor muyuz? Medreselerini kapatmış, camilerini cemaatsiz bırakmış veya yıkıma terk etmiş, harflerini değiştirmiş ve yeni harflere bir estetik kazandıramadığı gibi, bin yıl kullandığı harflerin yazılmasını, okunmasını yıllarca yasaklamış bir milletin, akıbet geleceği nokta bugünkü yerdir. Çok şükür, son 15 yıldan beri elbette azımsanmayacak bir mesafe aldık. İslam’ı

yaşamanın önündeki bütün maniler kalktı. Yıllarca kızlarımızın eğitim almanın mani olmak için uğraşan içimizdeki hainlerin güçleri kırıldı. Din eğitiminin önündeki her türlü engel kaldırıldı. Lakin, Müslümanlar ne acıdır ki, zarafet, medeniyet, estetik, kültür ve sanat hususlarında geri kalmaktan bir türlü kurtulamıyor. Hâlâ yüz yıl önce yenildiğimiz batı medeniyetinin dayattığı değerlere karşı bir zaafımız var.

Asıl tehlikeliler de kanaatimizce bu alim olup da cahillere has davranışlar sergileyenlerdir.

Elbette sanatta sürekli tekamül için arayışlara girmek gerekir. Zira kendini tekrar eden bir sanat, zamanla durağanlaşır ve terakki edemediği için ortadan kaybolma tehlikesi taşır. Şiirimiz için maalesef çok fazla müsbet görüşler ifade edemiyoruz. Zira, şair olduğunu iddia edenlerin kahir ekseriyeti şiirin asgarî bilgisinden bile mahrum. Mimari zaten evlere şenlik… Edebiyatın diğer sahaları olan roman ve hikayemizde lisan başlı başına bir meseledir. Okuyucu sınıfına giren gençler Türkçe bilmiyor. Lisana hakim olanlar da zaten roman ve hikaye okumuyor. Ne hazin ki milletin hayatına iki husus hakim… Siyaset ve iktisat… Siyaset, kendini ayakta tutmak için daima milletin teveccühünü kazanmak ve bu teveccühü diri tutmak derdinde… İktisat elbette hepimize çok lazım. Lakin, paranın yenmediğini, kefenin cebinin olmadığını, giderken kazandıklarımızdan hiçbir şeyi yanımızda götüremeyeceğimizi bir türlü anlayamadık. Bir de itibarlarını sürdürmek, siyasi mahfillerde yerini muhafaza etmek için, çevresindeki iyi niyetli dostlarının bilgisinden, birikiminden, tecrübesinden bila bedel istifade ederek, ayakta duran zümre var. Meselelere çok mu ters istikametten baktık, bilemiyoruz… Amma ki, hakikatleri söylemek birilerinin vazifesi olmazsa, hakikat cemiyete küser de çekilir gider ve cemiyet de farkına varmadan tarumar olup gider… Bu memlekete Mehmed Akifler, Necip Fazıllar, Fuzuliler, Yunuslar her zamankinden daha fazla gerekli… Bizim hiçbir iddiamız yok çok şükür. Kendi kozasını örerek ölüp giden bir ipek böceği kadar olabilirsek ne mutlu. En azından o koza insanların işine yarıyor ya hani… Belki yazdıklarımız bir gün Müslümanların işine yarar, diye ümidimizi muhafaza ediyoruz… 89


DRINA KÖPRÜSÜ (IVO ANDRIÇ)

O, ne bir tarihi ne de bir özelliği olan, basbayağı tahta bir köprüdür. O yalnız halka ve hayvanlarına geçitlik yapar” Bilal CAN

fkun sonundan bakılınca, insana sanki, yalnız yeşil Drina değil, tepesindeki güneşle, üzerindeki bitkilerle bütün ışıklı, ekilmiş topraklar da, beyaz köprünün geniş kemerlerinden akıp yayılıyomuş gibi gelir. Köprüden başlamak üzere ırmağın sağ kıyısında, bir bölümü yamaçta, bir bölümü ovada olmak üzere, çarşı ile kasabanın merkezi bulunur. Köprünün öbür yakasında, sol kıyısında, boylu boyunca Maluhino ovası uzanır ve Sarayevo’ya giden yolun çevresine serpilmiş evleriyle ayrı bir mahalle meydana getirir. Böylece Sarayevo’ya giden yolun iki parçasını birleştirin köprü, kasabayı da dış mahallesine bağlar” s.14 “Kasabanın tablosunu tamamlamak, köprü ile olan ilişkisini iyice anlatmak için şunu da söylemek gerekir ki, kasabada başka köprü ile bir başka akarsu daha vardır. Bu, tahta bir köprüsü olan Rzarv ırmağıdır. Kasabanın sonlarında Rzarv, Drina’ya dökülür. Onun için kasabanın merkezi ve en kalabalık yeri, biri büyük ötekisi küçük, iki ırmak arasında bir dil gibi uzanan kumlu topraklarda toplanır. Irmakların birleştiği yerde kasabanın merkezi kurulurken, dağınık yazlıkları da köprünün öte yanında, Drina’nın sol, Rzav’ın sağ kıyısında uzanır. Kasaba su üstüne kurulmuştur. Kasabada başka bir köprü ile başka bir akarsu daha bulunduğu halde, “köprünün üstünde” sözü hiçbir zaman Rzarv’ın üstündeki anlamına gelmez. O, ne bir tarihi ne de bir özelliği olan, basbayağı tahta bir köprüdür. O yalnız halka ve hayvanlarına geçitlik yapar” s.15 “Köprü üstünde” denince sadece Drina üstündeki taş köprü akla gelir. Köprünün aşağı yukarı uzunluğu iki yüz elli, genişliği de on adımdır, tam orta yerinde birbirine eşit iki teras biçiminde genişler. Bu teraslar ortadan geçen araba yolunun iki katı genişliğindedir. İşte köprünün bu bölümüne “Kapiya” derler. Üst bölümü gittikçe genişleyen orta sütuna iki yanından yardımcı sütunlar eklenmiş, araba yolunun sağında ve solundaki teraslar bu sütunlara dayanarak, gürüldeyen yeşil suların üstünden heybetle ve zerafetle boşluğa doğru uzanmıştır. Uzunlukları ve genişlikleri beş adım kadar olan bu terasların etrafı köprününki gibi taş parmaklıklarla çevrilmiştir. Kasabadan gelişte sağdaki terasa Sofa derler. İki basamakla çıkılır. Etrafı taş sıralarla çevrilmiştir. Parmaklıklar bu sıralara arkalık ödevini görür.

sayı//35// haziran 90


Basamaklar, sıralar, parmaklıklar hep aynı beyaz taştan yapılmıştır. Sofa’nın karşısındaki sol teras da aynıdır, yalnız boştur. Sırası falan yoktur. Parmaklıkların orta yerinde insan boyunda bir duvar vardır. Onun tepesine mermer bir kitabe konmuştur. Kitabenin üzerine, Türkçe, güzel bir yazı ile manzum olarak köprüyü yaptıranın adı ve yapılış tarihi kazılmıştır. Duvarın dibinde ir çeşme vardır. Suyu, taş bir ejderhanın ağzından akar. Bu terasa, cezveleri, fincanları ve her zaman yanan mangalıyla bir kahveci yerleşmiştir. Sofada oturanlara karşıdan karşıya kahve taşır. İşte Kapiya burasıdır” s.15-16 “Bilirler ki, bu köprüyü Sadrazam Sokollu Mehmet Paşa yaptırmıştır ve o, bu köprü ile kasabayı çerçeveleyen şu dağlardan birindeki Sokoloviç köyünde doğmuştur. Bu dayanıklı taş anıtın yapılması için gerekli emri ve parayı ancak bir sadrazam verebilirdi. Köprüyü Mimar Rade yapmıştır. Sırbistan’da böylesine çok, güzel ve ölmez eser bırakailmesi için, onun yüzlerce yıl yaşamış olması gerekir. O, kim olduğu bilinmeyen masallaşmış bir üstaddır. Toplum ona dileği, istediği biçimi vermektedir. Çünkü kafayı birçok adla yormak, fikirce de olsa, birçok kişiye borçlu olmak hoşlarına girmez” s.16 “Yüzyılların anısı olarak bu duvardan ana sütü sızmaktadır. Bu incecik beyaz bir sızıntıdır. Ve yılın bir mevsiminde, taşın üstünde silinmez bir halinde görünür. Halk, sütunların üzerindeki bu izleri kazır, bir toz halinde saklayıp sütü olmayan emzikli annelere satar” s.17 “Köprünün orta sütünunda, Kapiya’nın altında daha geniş bir aralık vardır. Kanatsız bir kapı gibi. Demir bir mazgal gibi bir şey. Bu sütunun içinde büyük, karanlık bir oda bulunduğu ve bu odada bir Arap yaşadığı rivayet edilir. Bunu da çocukların hepsi bilir. Birbirleriyle yarışırcasına uydurdukları hayali bir hikayelerde bu Arap büyük rol oynar. Kime görünürse o insan ölür. Henüz hiçbir çocuk görmemiştir onu. Çünkü çocuklar ölmezler. Ama, bir gece Hamid’e görünmüş. Astımlı, gözleri kanlı, başı her zaman dumanlı bir hama olan bu adam, daha o gece ölmüş” s.17 “İlk aşk hülyaları, bakışmalar, fısıltılar, laf atmalar, ilk iş görüşmeleri hep burada başlar, pazarlıklar, kavgalar ve anlaşmalar burada yapılır, ilk randevular burada verilir” s. 20 “Mevsimin, satışa çıkarılan ilk kiraz ve

kavunlarını, sabahın sıcak saleplerini, sıcak simitleri hep burada, köprünün bu taştan terası üstünde bulursunuz. Dilenciler, sakatlar, cüzzamlılar da burada buluşurlar. Kendini göstermek, birini görmek ya da birşeyler satmak isteyen gençler de burada toplanır. Orta yaşlı, tanınmış kişiler de politikadan ya da ortaklaşa dertlerinden söz etmek üzere buraya otururlar. Ama yine de çoğunluğu, şakalaşmaktan ve şarkı söylemekten başka bir şey bilmeyen gençler meydana getirir. Tarihsel olayları bildiren ilanlar, beyannameler de buraya, çeşmenin üstündeki duvara asılır. 1878’e kadar herhangi bir sebeple cezaya çarptırılanların, idam edilen ya da kazığa geçirilenlerin başları da burada gösterildi” s.20

“Ivo Andriç'in romanına konu olan ve Drina Nehri üzerinde kurulan Drina Köprüsü, sosyal hayatın birer parçasıdır.

“Nasıl ki köprü kasabanın en ilgi çekici bir yeri ise, Kapiya da köprünün en önemli noktasıdır. Vişegradlılardan konukseverlik gören bir Türk yolcusunun seyahatnamesinde yazdığı gibi, “Herkesin kalbinde yer etmesi gereken Kapiyalıları kasabanın can damarı, köprünün kalbidir” s.21 “Bu köprü, her çeşit cinler ve canavarlarla savaşmak, çocukları diri diri duvarlara gömmek zorunda kaldıkları söylenen eski zaman mimarlarının ne kadar akıllı kişiler olduklarına da bir örnektir. Onlar, yalnız binanın sağlamlığına ve güzelliğine önem vermekle kalmamış, gelecek kuşakların rahatını, ondan ne türlü yararlanabileceklerini de düşünmüşler” s.21 “İsteyen, günün ve gecenin her saatinde ister bir iş üzerinde konuşmak, ister ahbaplarla yarenlik etmek için olsun, Kapiya’ya gidip oturabilir. Irmağın üstünde, on beş metre kadar uzanan bu taştan sofa, sanki havada yürüyor gibidir. Üç yanı koyu yeşil dağlarla çevrilmiş, başının üstünde yıldızlı ya da bulutlu bir gök kubesi, önünde ardı mavi dağlarla kapalı küçük bir anfieatr gibi uzanmış bir ufuk…” s.21 “Herhalde, bu kasaba halkının hayatı ile köprünün arasında yüzlerce yıllık sıkı bir bağ var. Alınyazıları birbirine öylesine kenetlenmiş ki, onları birbirinden ayrı olarak düşünüp anlatmak mümkün değildir. Onun için köprünün yapılışı ve alınyazısı üzerine anlatılan hikayeler, aynı zamanda kasabanın ve kasabalıların hayat hikayesidir. Kuşaktan kuşağa ve ağızdan ağıza anlatılan kasaba ile ilgili bütün hikayelerde, orta yerinde bir taç gibi taşıdığı 91


Mekânlar insanların ruh halini etkiler.

Kapiya’sı ve on bir kemeriyle, herhalde taş köprünün de adı geçer” s.23 “Ivo Andriç'in romanına konu olan ve Drina Nehri üzerinde kurulan Drina Köprüsü, sosyal hayatın birer parçasıdır. İnsanların ortak hafızasında 'köprü üstünde' sözü yer edinmiştir. Kasabadaki hayat köprü ile başlar. Hem Müslüman hem de Hıristiyan çocukları ilk oyunlarını, ilk gezintilerini köprünün üstünde yaparlar. Köprü, hem birleştirici hem de ayırıcı bir özelliğe sahiptir. Köprünün sol kıyısında Hıristiyanlar otururken sağ kıyısında Müslümanlar oturmaktadırlar. Farklı kıyılarda otursalar da köprü ortak mekânlarıdır: ''Bu kasabada oturanların yaşamı bu köprü ile Kapıya'sının üstünde çevresinde ya da onunla ilgili olarak gelişir, akıp gider. Özel ya da genel yaşantıda her geçen konuda masallarda her zaman 'Köprü Üstünde' sözü duyulur. Gerçekten de çocukların ilk gezintileri, ilk oyunları orada başlar. Drina'nın sol kıyısında doğan Hristiyan çocukları daha bir haftalık iken köprüyü geçerler. Çünkü vaftiz olmak için onları sağ kıyıdaki kiliseye götürürler. Hatta sağ kıyıda oturanlar, yani Müslüman çocukları bile tıpkı babalarının ve dedelerinin yaptığı gibi çocukluklarının büyük bölümünü köprünün üstünde veya çevresinde geçirirler.'' (Andriç,1980:23) Çocukluk, köprü altında geçerken gençlikle beraber artık Köprü üstüne taşınılır. Köprü üstü gençlerin aşklarının yeşerdiği ilk fısıldaşmaların yapıldığı ilk heyacanların duyulduğu mekândır: ''İlk hülyaları, bakışmalar, fısıltılar, laf atmalar, ilk iş görüşmeleri hep burada başlar, pazarlıklar ve anlaşmalar burda yapılır, ilk randevular burada verilir.'' (Andriç,1980:29)

sayı//35// haziran 92

Köprü kasabalıların karakterini, kaderini de tayin eder. Vişegradlıların hayalperest olmaları, melankolik bir yapıya sahip olmalarındaki en büyük etken burdaki insanların Kapıya'da uzun saatler kalıp hayallere dalmaları gösterilir: ''Çok eskiden biri bu Kapıya'nın, kasabanın kaderi ve kasabalıların karakterleri üstünde büyük bir etki yaptığını söylemiş. Vişegradlıların hayal kurma ve düşünceye dalma eğilimlerinin, karakterlerindeki melankolik umursamazlığın nedenini, Kapıya'da geçirdikleri o uzun düşünceye dalma saatlerinde aramak gerekir.'' (Andriç,1980:31) Mekân ve insanlar arasında bağlantı bulunur. Mekânlar insanların ruh halini etkiler: ''Bu neşeli insanları böyle yapan Kapıya mıdır? Yoksa istek ve ihtiyaçlarına cevap vererek Kapıya mı kendi zeka ve düşüncelerinden doğmuştur?'' (Andriç,1980:33) Köprü aynı zaman da acıklı, neşeli birçok hikâyenin doğmasına sebep olmuş Vişegradlılarla bütünleşmiştir. Aralarında organik bir bağ oluşmuştur. Köprü ile ilgili anlatılan hikâyeler aynı zaman da kasabanın da hayat hikâyesidir.” (Bayram, 2014) “Nehrin bir tarafında Molla İbrahim, diğer tarafında ise Rahip Nikola yaşamaktadır. Drina köprüsü farklı dinden olan bu insanları birleştirir. Molla ve rahip kendi milletleri için çalışan ama aynı zamanda çok iyi dost olan din adamlarıdırlar. Halk arasında 'papazla hoca gibi sevişiyorlar' tabiri kullanılır. Her ikisi nehrin karşı tarafında oturduklarından birbirlerine 'komşu' diye hitap ederler. Avusturyalılar geldiğinde de her ikisi Kapıya'da durup düşmanı durdurmak isterler. Vişegradlıların hayatlarında dönüm noktası olan bu olayda savunma mekânı olarak köprü seçilmiştir. Düşmana karşı farklı dinlerden olan iki millet birlikte hareket etmiştir.” (Bayram, 2014)


BİR KAÇ SİMA Yazar : İbrahim YASAK Kitap Tanıtım: Fatma DERİN Be Yayınları

brahim Yasak: “Herkesin bir hikayesi var..” Bir Mutasavvıf, Bir gönül Eri, Bir âşık, Bir İlim adamı, Bir gazeteci, Bir matbaacı, Bir Esnaf, Bir Kitap sevdalısı, Bir Sivaslı.. Şehirler, içimizde kaynayan bir deniz, ruhumuzda kabaran bir duygu ve insanın coğrafyaya düşen silüeti ve yansıyan dünyasıdır. Şehirler bireysel ve toplumsal kişiliğin mekânla tecessüm eden kimliğidir bir bakıma. Doğup büyüdüğümüz, çalışıp yorulduğumuz, oturup dinlendiğimiz, bakışımızla ve duruşumuzla oluşturduğumuz, bizden mekâna , mekândan bize yansıyan, izler bırakan, etkileyen ve şekil veren bir mekân-insan birlikteliğidir aslında. Kaynaşması ve bütünleşmesidir. “Şehir bir yüzüyle insandır, İnsan bir yüzüyle şehir.” “Şehir, insanla şekilleni, insan şehirle kaynaşır,katışır ve bütünleşir.” Yazarİbrahim Yasak, doğduğu ve yaşadığı şehrin insan tiplemelerinden örnekler alarak o insanların hayat hikayelerinden aslında, Şehrin kültürel alt yapısını takdim ediyor. Be Yayınlarından yayınlandı..

ŞEHİR K İ TAP

SULTANŞEHİR’DEN

93


stanbul Fatih’te bir sanat çınarı yaşıyor. Dr. Cahit Öney. Üstadımız şair, bestekâr ve mûsikî araştırmacısıdır. O öncelikle bir tıp doktoru, rontgen mütehassısıdır. Ama aynı zamanda bir gönül şifacısı, manevî bir ruh hekimidir. Şair, bestekâr Cahit Öney, bugün sanat çevrelerinin de maalesef ihmal ettiği, Türk mûsikîsine güfteleri, araştırmaları ve besteleriyle mühim katkılarda bulunmuş çok değerli bir sanatkârdır.

FATİHLİ, ŞİİR VE MUSİKÎ ÇINARIMIZ

DR. CAHİT ÖNEY İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun olduktan sonra Anadolu’da 15 sene hekimlik, çeşitli yerlerde de idarecilik yaptı.

Mehmet Nuri YARDIM

1 Mart 1926 tarihinde İstanbul Beylerbeyi’ne bağlı Küplüce’de doğdu. Babası Âdil Necip Bey, annesi ise Rahime Hanım’dır. Kabataş Erkek Lisesi’nde okudu. Faruk Nafiz Çamlıbel, Zeki Ömer Defne, Nihad Sâmi Banarlı gibi Türk edebiyatının yıldız simalarından ders aldı. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun olduktan sonra Anadolu’da 15 sene hekimlik, çeşitli yerlerde de idarecilik yaptı. 1940 yılından bu yana mûsikî ve şiirle meşgul oluyor. 1954-2000 yılları arasında Türk Mûsikîsi mecmuasının daimî yazarları arasında gördüğümüz Hoca, Türkoloji kongrelerinde tebliğler sundu. Mûsikî ve edebiyatın ortak konularını ele alan konuşmalar yaptı. Bugüne kadar bir çok dergi ve gazetede ilmî, tarihî ve edebî yazılar ile mûsikîye dâir makaleler kaleme aldı. 19711980 yılları arasında İslâm Medeniyeti, İslâm Düşüncesi ve İslâmî Edebiyat dergilerinde önemli makalelere imza attı. Şiire başlangıç yılı 1943.Hep aruz vezniyle yazdı. Bugüne kadar gönlünden dökülen beyitlerin sayısı 2 bini geçmiş durumda. 500’ün üzerinde şiir, 43 beste. Şiir vadisinde tesiri altında kaldığı şairler arasında hocaları Faruk Nafiz Çamlıbel ve Zeki Ömer Defne de bulunuyor. Cahit Öney’in öğretmen annesi Nâşide Rahime Hanım, bugün Çapa Anadolu Lisesi olarak bilinen Darülmuallimat’ta (Kız öğretmen okulu) ders vermiş. Babası Necip Âdil Bey ise Balıkhanede memurmuş. Mediha Hanımefendi ile evli olan Cahit Bey’in Rıza (1952) ile Feridun (1956) isimli iki oğlu bulunuyor. BİR İSTANBUL BEYEFENDİSİ

Cahit Bey, gerçek bir gönül dostu, bir İstanbul Beyefendisi’dir. Fatih’te, Adnan Menderes Bulvarı’na yakın olan evinde ziyaret ettiğim tevazu âbidesi Hoca’ya, en yakın dostlarını soruyorum. Bir vefâ âbidesi olan Cahit Bey, önce vefat edenleri yâd ediyor: Ahmet Kabaklı, sayı//35// haziran 94


Ayhan Songar, Fethi Karamahmutoğlu, Cahit Atasoy, Haydar Sanal, Rüştü Eriç, Etem Ruhi Üngör, Selahattin İçli ve Ali Nar. Her biri ayrı değer olan merhum dostlarını rahmetle anıyor, ruhlarına dua ediyor. Sonra yaşayanlara sıra geliyor. Bu sefer de onları şükranla yâd ediyor. Alaattin Yavaşça ve Nevzat Atlığ bu dostlarından sadece ikisi. Cahit Hoca çift kanatlı bir sanatkârdır. Şiir ve mûsikî, onu ahenkli âleme ve güzellikler ülkesine taşıyan iki ezelî dost güvercin. Şiirle olan münasebetini anlattıktan sonra sıra mûsikîye gelince, ilk hocalarını anmadan edemiyor: “Türk mûsikîsine, ortaokul öğrencisi iken, Raûf Yektâ Bey’in talebelerinden Kemânî Avni Atun’dan keman ve solfej dersleri alarak başladım. Dr. Suphi Ezgi’nin kitaplarından, Hüseyin Sadettin Arel’in eserlerinden nazariyat bilgileri edindim.” ÜSTAD BİR MUSIKİŞİNAS, İYİ BİR ŞAİR

Şairimizin ilk şiiri, Türk Mûsikî mecmuasında 1947 yılında yayımlandı. “Talebe iken çekinirdik, yazdığımız şiirlerimizi büyüklerimize gösteremezdik.” diyor Cahit Öney. O, iyi bir şair. Aruzu çok iyi bilen ve işleyen usta bir sanatkâr. M. Konyalı ve Abdullah Üçok müstear isimlerini de kullanan sanatkârımız, şiiri ve mûsikîyi ikiz sanatlar olarak kabul etmiş ve her ikisiyle de çok yakından alakadar olmuştur. Aruz’a hâkimiyetiyle tanınan, mûsikî ve edebiyat arasındaki münasebetler konusundaki uzmanlığıyla, sanat çevresinde kendisine saygı duyulan kişidir Öney.

Güfte şairliğinden vereceğimiz örnekler, onun bu sahada son derece mühim eserlerin sahibi olduğunu göstermektedir. Gerek kendisi tarafından bestelenen gerekse başka bestekârlar tarafından bestelenen şiirlerinde aşkı çok iyi anlatmaktadır: Sanatkârımızın şiirlerinden beste yapan bestekârlar arasında Rüştü Eriç, Ahmet Hatipoğlu, Arif Sâmi Toker, İsmâil Bahâ Sürelsan, Avni Anıl, Dr. İrfan Doğrusöz, ve Alâeddin Pakyüz de bulunuyor. Bu güftelerden özellikle Rüştü Eriç tarafından bestelenen birkaç örneği paylaşmak istiyorum: “Ahû gibi bir baktı, ümit verdi o gözler / Hülyâ dolu, mânâ dolu gözlerdi o gözler / Billâhi muhabbetle gülümserdi o gözler / Hülyâ dolu, mânâ dolu gözlerdi o gözler”. Öney’in güftelerinde Divan şiirinde kullanılan mazmunlar ağır basar: “Bülbül figaan edersin, mevsim bahâra erdi / Ummânı keşfe çıktık, zevrak kenâra erdi / Mahzun, şikeste gönlüm; bâd-i sabâya sordum / Ümmîd- ivaslın osun, nâmen nigâra erdi!...” . Üçüncü güftenin sözlerinde yine bir güzelden feryat eden yaralı bir gönlün terennümünü görürüz: “Gelecektin bana cânım, o sözün n’oldu senin / Geçti yıllar ne yazık pembe yüzün soldu senin / Pek harâbım güzelim gayrı elinden feryâd / Hastayım, kimsesizim... istediğin oldu senin” Ve bir başka güfte: “Her âşık olan ah mı eder, bahtı siyah mı / Cânan sana yanmak, seni sevmek de günah mı / Zindan geceler aşkım 95


“Türk musikisine, ortaokul öğrencisi iken, Raûf Yektâ Bey’in talebelerinden Kemânî Avni Atun’dan keman ve solfej dersleri alarak başladım. Dr. Suphi Ezgi’nin kitaplarından, Hüseyin Sadeddin Arel’in eserlerinden nazariyat bilgileri edindim. Başlangıcından günümüze Musiki Mecmuası’nın okuyucusu ve 1950’den itibaren de yazarıyım.” 1948 yıllarında, tanbûri Haldun Ersin, santûri Sadun Ersin kardeşlerin Beylerbeyi’ndeki evlerinde haftada bir gün yapılan çalışmalara katılan Cahit Öney, 1950 ve 51 yıllarında Arif Sami Toker yönetimindeki üniversite korosunda da çalışır.

için yoksa sabah mı / Cânan sana yanmak, seni sevmek de günah mı?” BAYRAK ŞAİRİ ARİF NİHAT ASYA’YI ZİYARET

Cahit Öney, hayatından ve sanat yaşayışından derin izler taşıyan hatıralarını parça parça İslamî Edebiyat dergisinde yayımlamıştı. Ancak tamamı henüz neşredilebilmiş değil. Bunlar arasında edebiyat ve mûsikî tarihimize ışık tutacak çok önemli bilgiler ve belgeler vardır. Bunlardan birini soruyorum. İşte Bayrak şairimiz Arif Nihat Asya hakkında anlattığı mühim bir hatıra: “Bayrak şairimiz Ârif Nihat Asya’yı 1962 senesinde ziyaret etmiştim. Merak edip sordum: ‘Üstadım kaç şiiriniz var?’ Cevap vermedi. ‘Şimdi söylersem, Hazret-i Mevlâna’ya ayıp olur.’ dedi. Daha sonra şairin dörtlüklerini saydım. 1600-1700 civarındaydı. Demek ki, Mevlâna’dan daha fazla yazmıştı, lâkin hicabından, edebinden bunu açıklayamıyordu. Biliyorsunuz o da Mevlevî anlayışını benimsemiş ve Mevlâna’nın ulu yoluna yürekten bağlanmıştı.” Cahit Bey, 1969 yılında sadece 70 adet bastırdığı ve piyasaya vermeyip sadece yakın dostlarına imzalayıp gönderdiği Aruzun Söylettikleri kitabından ara sıra mısralar okuyor. Kitap, 1969 yılında İstanbul Tan Matbaası’nda basılmış, 272 sayfa. Hoca’nın 1943’ten beri yazdığı şiirler yer alıyor eserde. Gazeller, rubailer, hicviyeler, mizahî manzumeler... BESTEKÂRLIKTA EMEĞİ ÇOK

Cahit Öney, mûsikî ile nasıl meşgul olmaya başladığını hatıralarında şöyle anlatmaktadır: sayı//35// haziran 96

1952’de mevcut olan iki koronun birleştirilmesi üzerine Dr. Nevzat Atlığ yönetimindeki üniversite korosunda görev alır. Vazife yaptığı şehirlerde de musiki çalışmalarına aktif olarak katılan Öney, güfte şairliğini, bestekârlığını ve araştırmacı yazarlığını üç kolda yürüten gayretli, himmetli bir sanat adamı olarak adını duyurur. Sultan Selim’in “Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavgaa imiş / Bir velîye bende olmak cümleden âlâ imiş” beytine Rüştü Eriç’in isteği üzerine şairimiz şu mısraları ilâve eder: “Nerde mutrip, nerde sâkî, nerde bülbül, nerde gül / Geç de olsa anladım ki bir yalan dünyâ imiş.” Kıt’a, Şevkefzâ makamında bestelenir. “Şiirlerimin sayısını bilemiyorum ama, 53 bestem olduğunu söyleyebilirim. Lâdinî olanlar murabba beste, nakış yürük semâî, şarkı, peşrev saz semaisi, marş, mehter marşı, çocuk şarkısı formlarındadır. Dinî eserlerim ise na’t, tevşîh, ilâhî, mersiye türlerindendir. Kâr ve Mevlevî ayîni dışında hemen her türde bestem vardır, diyebilirim. Katıldığım iki ilâhî yarışmasında da derece aldım.” Tabiî, çok eski yıllarda yapılmış bu röportajın ardından bestelerin sayısı elbette daha da artmıştır. Bugüne kadar başta ESKADER olmak üzere bazı kuruluşlardan ödüller ve şiltler alan kıymetli sanatkârımızı hürmet ve şükranla selâmlıyorum. İstanbul Beyefendiliği’nin bütün güzel hasletlerini ve ince hususiyetlerini şahsında toplayan aziz hocamızın mısralarıyla yazıma son veriyorum: “Neden gülden nasîbim yok, neden düşmekteyim hâre / Niçin şâd olmadım bir dem, neden gönlümde bin yâre / Erişmiş nevbahâr eyyâmı ben bir bülbül-i zârım / Niçin şâd olmadım bir dem, neden gönlümde bin yâre.”




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.