ŞEHİR ve KÜLTÜR - 68. Sayı

Page 1



Biz’den… Yüz Yıl Önce 16 Martta Dersaadet’e Düşman Girmişti.. Başka bir aşk istemez, aşkınla çarpar kalbimiz Ey vatan gözyaşların dinsin yetiştik çünkü biz Gül ki sen ne'şenle gülsün ay, toprak deniz Ey vatan gözyaşların dinsin yetiştik çünkü biz… 18 Mart 1918 zaferimiz Milletimize kutlu olsun…Ancak 100 yıl önce İşgali yaşadık Dersaadet’te.. Tarihimizde bilmemiz ve yüzleşmemiz gereken olaylar var. Bunlardan biri de 13 Kasım 1918’de başlayan ve 6 Ekim 1923’de Türk Ordusunun şehre girişi ile sona eren İstanbul’un işgalidir. Bu işgal hareketinin tam aktivasyonu 16 Mart 1920 de Şehzadebaşı Karakolu, Letafet apartmanı baskınında 8 askerimizin şehit edilmesi ile başlamıştır..Enver paşanın evi ve Harbiye nezareti basılır, işgal edilir… Cevap bekleyen çokça soru var aslında.. Ancak ne hazindir ki; İstanbul işgalindeki olayların bir çoğunu ne bilir, ne konuşur ne de hatırlarız! Esir şehrin insanları; her gün yeni bir hadiseye uyandı beş yıl boyunca.. Her türlü çaresizliğe , acımasızlığa, zulme, açlığa ve sefalete rağmen sabırla ve metanetle olayları karşılıyorlardı.. Bu millet tarihinde hiçbir zaman esir olmamıştı, olamazdı.. Karamsarlık yoktu.. CENGİZ DAĞCI Korkunç Yıllarda derki; “Türkler, ne olursa olsun yaşama azmini hiçbir zaman yitirmeyen, istiklallerine düşkün ve sağlam karakterli bir toplumdur..” İşte bakın “havanın kurşun gibi ağır” olduğu o acılı ve sıkıntılı süreci birçok kaynaktan okuyup hayal ettiğimizde, yaşananların hiçte basit hadiseler olmadığını görürüz.. Dünya’nın altının üstüne geldiği 1800 lerin sonu ve 1900 lerin başı, safların çok kaygan olduğu ,kaypaklığın ise ancak menfaatler çatıştığında ortaya çıktığı zaman dilimidir. Sözüm ona Uygarlık, tekniğin son halkalarıyla sanayi devrimini tamamlamak üzeredir. Teknik ve sanayi geliştikçe sömürü hesapsız boyutlara ulaşmış… Üretenin doymaz hırsı, tüketenin iştahı, alanın hevesi verenin çabası… Ezenin baskısı, ezilenin feryadı ortalığı kasıp kavurmaya başladığı yıllar.. Osmanlı İmparatorluğu, en uzun yüzyılına böyle başlamıştır. Dünya savaşı sona ermiş, müttefiklerimizin kaybetmesiyle kaybedenler sınıfında yer almışız.. Osmanlı Meclisi 28 Ocak 1920 de toplanır oy birliği ile Misakı Milli kararını alır, 17 Şubatta kamuoyuna ilan edilir.. 13 Kasım 1918'den itibaren müttefiklerin gemilerinden İstanbul'a binlerce asker çıkarıldı. Bu sayı bir yılda elli bini geçti..465 yıllık başkente ilk kez yabancılar askeriyle giriyor, millet esaretle tanışıyordu. İlk etapta Karaya 3.500 kişilik işgal gücü askeri, Beyoğlu’ndaki Hıristiyan azınlıklar tarafından şölenlerle karşılanır. Kışlalara, yabancı okul ve hastanelere ve bazı özel binalara ve hatta gözlerine kestirdikleri evlere, Türk sahiplerini sokağa atarak yerleşirler. Askerler, azınlıklarla yakın ilişkiler içindeyken Türklere sömürge halkı muamelesi yapar. Azınlıklardan yana olduklarını belli etmek için, Türklere karşı sergiledikleri ölçüsüz ve düşmanca davranışları özendirirler .. İstanbul,

denizden ve karadan fiilen işgal edilir.. İtilaf devletleri, bütün devlet binalarını ve karakolları denetim altına alırlar, camilerin giriş çıkışları kontrol altında tutulmaktadır...Fransız tankları Beyazıt meydanında topunu Harbiye nezaretine çevirmiştir.. İşgal Devletleri askerleri İstiklâl Caddesi’nden geçerken Rumlar dükkânlarına Yunan bayrağı asmışlardı. Rumlar, Ermeniler, Yahudiler şehre çıkan İşgal Kuvvetleri askerlerini alkışlayıp, Türklere hakaretler etmişlerdi. .9 Şubat 1919 tarihli İstanbul’da yayınlanan Hadisat gazetesinde başmakale olarak neşredilen Süleyman Nazif’e ait Kara Bir Gün yazısı’nda; “…Aradan yüzyıllar geçse ve bugünkü üzüntümüz ve talihsizliğimiz, sevinç ve talihe , mutluluğa dönse bile, yine bu acıyı hissedecek ve bu acıyı üzüntüyü çocuklarımıza ve torunlarımıza nesilden nesile ağlayacak bir miras olarak bırakacağız…”Satırları yayınlandığında Kıyamet kopar.. İşgaldeki Fransız komutan Süleyman Nazif’in derhal kurşuna dizilmesini ister. İngiliz komutan Süleyman Nazif’in infazına karşı çıkar, tam 145 kişi ile Malta’ya sürgüne gönderilir… Malta Sürgünlüğü 145 kişi için ya 20 ay süren bir çile dönemi, yada muhasebe dönemi veya hayatlarının son günleri olmuştu.. Malta’dan kurtulduklarında Anadolu hareketinin tam göbeğinde bulurlar kendilerini.. Malta’da eli kalem tutanların çok hatıraları yayınlandı, Bu yazılardan çok önemli notları tarihe kaydedebiliyoruz okudukça.... İşgal kuvvetlerinin yaptıkları yetmezmiş gibi Çarlık Rusyasının taraftarı 250 bine yakın Rus Bolşevik lerden kaçarak İstanbul’a gemilerle geldi… Geldikleri bölgelerdeki hastalıklar ve mikrop taşımaları nedeniyle geldikleri 200 civarında gemi içinde 40 günlük karantinada kaldılar.. İstanbul İlk karantina olayını yaşamış oldu… İstanbul halkı işgal yıllarında aç ve çıplak kaldı. Çünkü İstanbul’u besleyen, giydiren şehirler artık bu görevi yapamıyordu. Bütün bu yokluklara rağmen Türk İstanbul elinde avucunda ne varsa Milli Mücadele’yi desteklemek için Anadolu’ya gönderdi. Kadınlar yatak ve yastıklarındaki yünleri Anadolu’daki askerlere giyecek ve çorap yapmak için kullandılar. Türk İstanbul, işgal kuvvetlerinin dahi engelleyemedikleri, yüz binlerin katıldığı mitinglerle, Türkiye’nin Türklere ait olduğunu bütün dünyaya haykırdı. 100.yılda İstanbul İşgalini çok iyi bilmemiz gerekir…İşgal hevesleri halen kursaklarında olanlar 15 temmuz 2016 da da buna kalkışmışlardı… Şehir ve Kültür; dopdolu yeni bir sayı ile daha karşınızda… Her zamanki gibi çok çalıştık, hatamız olmasın dedik, saçımızı taradık gravatımızı taktık… Hz.Mevlâna der ki; “Işığın kıymeti, karanlıkla anlaşılır. Nimetin değeri, külfetle idrâk olunur..” “Hoş bulduk efendim, Hoşça bakın zatınıza…”

Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni


içindekiler

4

SAKLI SELÇUKLU ŞEHRi

ADiLCEVAZ

Abdulhamit AVŞAR

9 ATEŞ ÇEMBERi

18

DERSAADETTE BiR PAYİTAHT -IV-

DÜNYA TiCARET LiMANI Mehmet Kâmil BERSE

SAVURGANLIĞIN

Prof.Dr. E. Nazif GÜRDOĞAN

10 14

KUZGUNCUK ÜRYANiZÂDE

AHMED ESAD EFENDi MESCiDi

Dr. M. Sinan GENiM

37

TREN YOLU ÇOCUKLARI

Dr. Şimşek DENiZ

38 KUDÜS -1YİTİK COĞRAFYANIN ŞEHiRLERi

Mehmet MAZAK

AK BUURA VE KOMŞULARI

Dr.Mimar Kâmil UĞURLU

ŞEHİR ve KÜLTÜR: Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488. İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni asistanı: Seyfullah Erkmen İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Mahmut Şener Editörler: Edebiyat,Tarih/ Fahri Tuna Medeniyet/ Şimşek Deniz Şehirler/ Dr.Öğr.Üyesi Ali Mazak

42 MAHFiLLERi

iSTANBUL’DA KÜLTÜR Mehmet Cemal ÇiFTÇiGÜZELi

Sanat, Kültür: Zeynep Betül Kavak, Giray Tarhanoğlu Reklam: Ensar Albayrak Pazarlama ve Halkla İlişkiler: Atilla Akdemir, Ahmet Şayır. Ankara Temsilcisi: Yaşar Dinçkal Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse,

Tashih: Giray Tarhanoğlu, Ensar Albayrak. Grafik Tasarım: Gazanfer Kırımlı / Martı Ajans Ltd.Şti Koordinasyon ve Teknoloji: İsmail Yılmaz- A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Bekir Karlıga, Prof.Dr.Hüsrev Hatemi, Prof. Dr.İbrahim Demir, Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Zekeriya Kurşun, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan,


17 ŞEHİRLER ZAMANI TÜKETEN CANAVAR MIDIR? / Muhsin İlyas SUBAŞI 22 BİR ŞAİRİN MISRALARINDA SEVDİM SENİ; PRİZREN / Mehmet MAZAK 25 SÖNMÜŞ ATAŞLARDA YANMAK / Kâmil UĞURLU

46

GÖNÜLDEN GÖNÜLLÜ:

MEHMET AKiF iNAN Erbay KÜCET

26 ZONGULDAK BİR EMEK VE GÜZELLİK ŞEHRİ / Fahri TUNA 28 HATİP ÇAYI DELİKANLILARI / Erbay KÜCET 30 ESKİ KIRIM (SOLHAT) -2- / Doç. Dr. Svetlana KERİMOVA 33 AMİNA ŠİLJAK-JESENKOVİĆ YEKTEN YÜREKTEN / Kitap Tanıtım: Fatma DERİN 34 ÇAĞLAYANCERİT’TE İKİ TÜRKMEN KADINI / Serdar YAKAR

62

45 SULTANIM / Ezgi Elçin OYNAK ŞEHRiN BAHAR ÇiÇEĞi;

ÇiĞDEM (ZA’FERAN)

50 MEHMET AKİF İNAN DİLİ İLE MESCİD-İ AKSA -2- / Recep GARİP

Bilâl UĞURLU

53 ALİ YAKUP CENKÇİLER HOCA’NIN HAYAT EVRELERİ -5- / Mustafa ATALAR 54 YÜZYIL SENE EVVEL İZMİR’DEN MANİSA’YA KADAR BİR SEYAHAT -1-/ Yay. Hazırlayan: Âdem EFE 58 BİR ÖĞRETMEN PORTRESİ ÖMER DUYGUN -2- / H. Ömer ÖZDEN 61 YA ŞAFİİ / Sıddıka Zeynep BOZKUŞ

64

ŞEHiRLERiN ÇiÇEĞi

NERGiS ÇiÇEĞi Bilal ARIOĞLU

66 ŞEHİR SOHBETLERİ 27 | KÖYÜMÜZ -2- / Ahmet NARİNOĞLU 70 ŞAİR NABİ’NİN ÜÇ ŞEHRİ -3- İSTANBUL / Dr. Şakir DİCLEHAN 72 PROF. DR. KEMAL TİMUR İLE KURAL TANIMAYAN BİR İDEOLOJİ POSTMODERNİZM ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ -1- / Söyleşi: Metin ACIPAYAM 76 MACARİSTAN'DA BİR GÜZEL ŞEHİR; BUDAPEŞTE / Şifanur Özçelik ŞİRİN 82 ÇEŞİTLİ KÜLTÜRLERİN SESİ ADAPAZARI-SAKARYA / Münir BALICA

78

86 MEHMETÇİK… (BÜTÜN ZAFERLERİN BAŞKAHRAMANINA SAYGININ BİR NİŞANESİ OLARAK...) / İsmail BİNGÖL

BiR BELLEK MEKAN

“ACI HiKAYELER MÜZESi”

91 (MED)RESE (MED)ENİYET / İbrahim AKÇAY

Salih DOĞAN

92 BİR BAVULA NE SIĞAR? / İbrâhim BAŞER

ULUCANLAR CEZAEVi

Prof.Dr.Celal Erbay, Prof.Dr.Recep Toparlı, Prof.Dr.Hamit ER, Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof.Dr.Adem Efe, Dr.Mimar Kamil Uğurlu, Prof.Dr.M.Sıtkı Bilgin, Prof.Dr.Hamza Ateş, Prof. Prof.Dr.İbrahim Maraş, Prof.Dr.Ali Satan, Doç. Dr.A.Hikmet Atan, Yard.Doç.Dr.Erkan Çav, Dr.Önder Bayır, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Yaşar Dinçkal, Prof.Dr.Ümit Doğay Arınç, Prof.Dr.Süleyman Kızıltoprak, Prof.Dr.Muhammet Kuralay. Fiatı: 25 TL (KDV DAHİL) KKTC fiatı: 35 TL. Abone Yıllık: İstanbul 250 TL. İstanbul Dışı 270 TL. Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR3100 0460 0028 8880 0005 6479

94 BİR OSMANLI MÜNEVVERİ; MEHMET GENÇ / Mehmet Nuri YARDIM Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatihİstanbul Tel: 0212 534 15 11 GSM: 0553 9113188 e-posta : kamilberse@gmail.com • www.dersaadethaber.com

www.sehirvekultur.com.tr • www.dersaadet.tv •

Baskı: Aktif Matbaa ve Reklam Hiz.San.Tic.Ltd.Şti. Adres: Söğütlüçeşme Mah.Halkalı Cad.Nu: 245/1 SEFAKÖY/ Küçükçekmece/İstanbul Tel: 0212 698 93 54 Kapak Fotoğrafı: Şehit Mustafa Cambaz


dilcevaz… Erciş ile Ahlat arasında yer alan saklı güzellikler şehri… İster Erciş üzerinden giriş yapılsın isterse Ahlat, her iki güzergâhtan da harikulâde bir tabiat manzarası arasından geçerek girilir.

SAKLI SELÇUKLU ŞEHRİ

ADİLCEVAZ

Haluk Dursun hocamız tam da bu bölgede kaza geçirerek rahmetli olmuştu. Böylesine geniş ve düz bir yolda aracın kayması ve yoldan çıkması bana oldukça şaşırtıcı gelmişti. Abdulhamit AVŞAR*

Biz, Van Gölü Havzası’nda Selçuklu İzleri belgeselini çekerken, Adilcevaz’a, Erciş üzerinden giriş yaptık. Karşımıza ilk çıkan da ihtişamlı görünümü ile Türkiye’nin en yüksek üçüncü dağı olan Süphan oldu. Solunda masmavi sularıyla Van Gölü’nün sağında da haşmetli duruşuyla Süphan’ın bulunduğu geniş, ferah yol insanı farklı bir haleti ruhiye içine çekiveriyordu. (Yeri gelmişken bir duygumu da paylaşmak isterim. Haluk Dursun hocamız tam da bu bölgede kaza geçirerek rahmetli olmuştu. Böylesine geniş ve düz bir yolda aracın kayması ve yoldan çıkması bana oldukça şaşırtıcı gelmişti. Ecel gelince sebep bahane elbette ama olayı ilk öğrendiğimde böyle tuhaf bir duyguya kapılmıştım!) Konumuza dönersek, sözün burasında, Adilcevaz’ı anlatmaya başlamadan bana ilginç gelen bir gözlemimi paylaşmak istiyorum. Üç yıl boyunca defalarca gittiğim bölgedeki coğrafya adları oldukça dikkatimi çekmişti. Birçoğu, benzerlerine Türkistan ve Azerbaycan coğrafyasında da rastlanan kadim Türkçe adlardı. Mesela Eğrigöl, Erçek Gölü, Süphan Dağı, Aladağlar gibi… Hatta Malazgirt civarında “Oğuzhan” adlı bir köye de rastlamış ve köylülerin 150 yıl önce Irak’tan geldiklerinde de, buranın adının Oğuzhan olduğunu söylemeleri oldukça ilginç gelmişti. Anlaşılıyor ki, bölgede, Türk geleneğine uygun olarak, bilinen yerleşim yerlerinin adları korunmuş, ancak kendilerinin kurduğu yerler ile karşılarına çıkan önemli coğrafi alanlara Türkçe adlar verilmişti. Adını Türklerin koyduğu yerlerden biri de Süphan Dağı eteklerinde uzanan Aygır Gölü... Erciş yolu üzerinde, ilçe merkezine 8 kilometre uzaklıkta yer alan gölün volkanik bir patlama sonucu oluştuğu düşünülmektedir. Yaklaşık 4 kilometre kare genişliğe sahip olan bu tabiat harikası, ülkemizin önemli doğa alanları listesinde de yer almaktadır.

*TRT Kazakistan Temsilcisi

sayı//68// mart

4

Gölün adı, kadim bir Türk efsanesinden kaynaklanmaktadır. Atların Türklerin hayatında ne kadar önemli olduğu, ilk kez


Türkler tarafından evcilleştirildiği, gem takıldığı malumdur. Ata böylesine değer veren Türklerin yaşadığı coğrafyaların hepsinde var olan bu efsaneye göre, bazı göllerde fevkalade meziyet sahibi bir at yaşar. Bu, zaman zaman su yüzeyine çıkarak hemcinslerine hususiyetlerini aktarır ve ardından yeniden suya dalıp kaybolur. İslamiyet’ten sonra Hz. Ali’nin atı olarak da tavsif edilmeye başlanan bu atın yaşadığı inanılan göllere “aygır” adı verilmiştir. Aygır Gölü, dinlenme ve mesire yeri olarak da bölgenin önemli alanlarından biridir. Son derece temiz ve berrak sularında yüzülebilmekte, kıyısında bulunan alabalık tesislerinde Süphan Dağı’nın ihtişamlı manzarasını eşliğinde yemek yemenin keyfi yaşanabilmektedir. “Adilcevaz” adının menşei ile ilgili çeşitli rivayetler bulunmaktadır. Bunlar arasında “Cevizler Vadisi” anlamına gelen “Vâd-il Cavz” ve “Zatu’l Cavz” adlandırmaları bölgenin özelliğine daha uygun düşmektedir. “Adil”in ise bölgede hüküm süren ve “İmâm-ı Âdil” olarak ünlenen Yakup Han adlı bir yöneticiden geldiği rivayeti vardır. Adilcevaz, Van Gölü sahilinde kurulmuş olması, savunmayı kolaylaştıran stratejik konumu dolayısıyla Urartular döneminden beri kesintisiz bir yerleşim yeri olmuştur. Bölge, Müslümanlar tarafından ise daha Hz. Ömer zamanında 640 yılında fethedilir. Ancak, Abbasiler’in zayıflamasından sonra, 10.yüzyıl ortalarında bir kez daha Bizans’ın eline geçer. Yeniden Müslümanların fethi 11.yüzyılda Selçukluların Anadolu’ya yönelmelerinden sonra mümkün olur. Türklerin hakimiyetiyle birlikte eski jeostratejik önemine kavuşur. Sonraki dönemlerde de Anadolu’ya ayak basan ve bölgede hakimiyet sağlayan tüm Türk devletleri, -Harzemşahlar, İlhanlılar, Karakoyunlular, Safeviler ve Osmanlılar- nezdinde de aynı önemini korur. Adilcevaz’ın fethinin Anadolu’nun vatan haline getirilmesinde de tarihî bir yeri vardır. Nitekim Malazgirt Meydan Savaşı sırasında Türklerin başlıca harekât merkezlerinden biri olacaktır. Birçok tarihçi, Malazgirt Zaferi’nin ilk adımının Ahlat ve Adilcevaz hattında atıldığı, Adilcevaz sınırları içerisinde yer alan Kanlı Çimen bölgesinin savaşın kaderinin değiştiği yerlerden biri olduğu kanaatindedirler. Şehre girişte ilk dikkatleri çeken nazlı nazlı dalgalanan devasa Türk bayrağı ile hemen onun karşısında yer

alan kale olur. Konumu itibariyle şehre hâkim bir tepenin zirvesine kurulu kalenin tarihi oldukça eskidir. Dilleri, Türk dili gibi eklemeli dillerden olan Urartular dönemine kadar uzanır. Urartu sonrası dönemde de bölgeyi elinde tutan tüm devletlerde önemli tahkimat noktalarından biri olmayı sürdürmüştür. 17.yüzyıl ortalarında Adilcevaz’ı ziyaret eden Evliya Çelebi’nin anlattıklarına göre, kalenin üç kapısı, 38 kulesi bulunuyordu. İç kalenin dışında göl tarafında da surlarla çevrili bir yerleşim yeri vardı. Ne var ki, aşağı şehir günümüze kadar gelememiş, o dönemden yalnızca iki camii ayakta kalabilmiştir. Ancak, içkalenin hemen dışında, camilerin bulunduğu alanın batısında yer alan kadim mezarlığın büyüklüğüne bakılırsa, şehrin kalabalık denilecek bir nüfusu olduğu anlaşılmaktadır. Kalenin içinde bir de mağara yer almaktadır. Davullu adıyla bilinen bu mağarayla ilgili ilginç bir rivayet de vardır. Denildiğine göre Hz. Ali, bölgeye geldiğinde atıyla birlikte burada konaklamıştır. Mağarada bulunan at izlerinin de bunun bir delili olduğuna inanılmaktadır. İzler tarihen bölgeye gelmemiş olan Hz. Ali ile irtibatlandırılmış ve böylece korunması gereken bir mekân haline getirilmiştir. Manevi değer atfedilen farklı kişiler bağlamında, ülkemizin hemen yer yerinde yaygın bir şekilde rastlanan bu tür anlatıların Anadolu’nun vatan edinilmesinde ve muhafazasında önemli bir yere sahip olduğunu söylemek mümkündür. Adilcevaz Kalesi’nin eteklerinde yer alan Ulu Cami ise Selçuklu mimari özelliklerine sahip bir

5


eserdir. Selçuklu dönemi motifleri ve işlemeleri ile bezelidir. Üzerinde bulunan kitabe ise tahrip olmuşsa da, 14 ya da 15. yüzyılda inşa edildiği tahmin edilmektedir. Aşağı şehirde yer alan diğer cami de Zal Paşa Camii’dir. Dönemin Anadolu Beylerbeyi Zal Mahmut Paşa tarafından 16. Yüzyılın ikinci yarısında yaptırılmıştır. Görünüm olarak klasik Osmanlı mimarisine sahip cami, daha önce “Tuğrul Bey Camii” adıyla anılıyormuş… Bugün o tabela indirilmiş ama “Tuğrul” adını taşıyan bir yapının bulunması, bölgede Selçuklu’nun bıraktığı izin derinliğini göstermektedir. Adilcevaz bölgesindeki Selçuklu döneminin izleri, çoğu yerde olduğu gibi, daha çok mezarlık alanlarda varlığını koruyabilmiş. Bunların en büyüklerinden biri Ağrı-Patnos yolu üzerinde bulunan Karaşeyh Köyü’nde yer alıyor. Ancak, daha önce, yol üzerinde bulunan yeşillikler içindeki bir köyden söz etmek istiyorum. Adı Yolçatı olan köyde 19.yüzyılda Osmanlı’ya sığınan Kafkasyalılar yaşıyor. Oldukça düzenli ve bakımlı bir köy. İlçe merkezine yakın, Van Gölü’ne hâkim bir yerde kurulmuş köy sakinlerinin birçoğu büyük şehirlere taşınmış. Ama ziyaretimiz sırasında önemli sayıda insan yaşamaya devam ediyordu. Yolçatı’da kaderine terk edilmiş bir kervansaray kalıntısı da bulunuyordu. Maalesef, coğrafya üzerindeki tapularımızdan biri olan bu eser harap bir vaziyetteydi. Ancak, burada böyle önemli bir ticari yapının inşa edilmiş olması, burasının eski zamanlarda önemli bir ticaret güzergahı üzerinde olduğu gösteriyor. Hanlar ve kervansaraylar, Selçuklu ekonomi sisteminin en özgün yapıları arasında yer alıyordu. Ticari hayatta vazgeçilmez bir konuma sayı//68// mart

6

sahiptiler. Vakıf müesseseleri tarafından vakıf anlayışıyla yönetiliyorlardı. Kervansaraylara gelenler üç gün boyunca burada ücretsiz konaklıyorlar, tüccarların malları da “ticaret sigortası” olarak tanımlayabileceğimiz bir usulle teminat altına alınıyordu. Böylece, Selçuklular, tüccarların Anadolu’nun bir ucundan diğerine büyük bir emniyet ve güven gidip gelmelerine imkan sağlamışlar ve bu da, çökmüş bir halde bulunan Anadolu ekonomisinin Selçuklularla birlikte nasıl ayağa kalktığını ve bugün bile hayranlık uyandıran bayındırlık faaliyetlerinin nasıl gerçekleştirilebildiğini en sarih biçimde açıklayan unsurlardan biridir. Karaşeyh Köyü’ne düzlüğün ortasından sonsuzmuş izlenimi veren bir yolu izleyerek ulaşılıyoruz. Köyün özelliği, ilçeye bağlı Bahçedere, Çanakyayla ve Karakol köylerinde olduğu gibi ilk Selçuklu yerleşim yerlerinden olması. Süphan Dağı’nın kuzey doğusunda bulunan köyde tarihi mezarlık ise kelimenin tam manasıyla devasa bir genişliğe sahip. Şu anda ıssızlaşmış olsa da mezarlığın böylesine geniş olması bir zamanlar buranın nüfusunun oldukça kalabalık olduğunu ortaya koymakta, mezar taşlarındaki işçilik de kültürel gelişmişliğe işaret etmektedir. Bu manzara, aslında yalnızca Karaşeyh’e mahsus bir durum da değil aslında. Van Gölü Havzası’nda benzer durumda birçok yer daha bulunuyor. Ne var ki, alanda gezinirken, bu önemli mirasın nasıl yok edilmekte olduğunu görmek de içimizi acıtıyor. Bu da, Van Gölü Havzası’nda sıklıkla karşılaştığımız bir diğer manzara. Alandaki birçok ihtişamlı mezar taşı ve sanduka birilerince tahrip edilmiş ve daha da


önemlisi, edilmeye devam ediyor. En hazin bir örneklerden biri olarak, daha önce burada bulunarak, Prof. Dr. Kadir Pektaş tarafından kayda geçirilen koçbaşlı mezar taşının artık yok olmasını gösterebiliriz. Klasik Türk mezar geleneklerinden biri olan ve daha önce yapılan araştırmalarda fotoğraflanan bu koç formlu kaybolmuştu. Tüm araştırmalarımıza rağmen bulamadık. Havzadaki Selçuklu yerleşim kuşağında yer alan başka yerlerden bahsederken de değineceğimiz üzere, özellikle koç ve at formlu olarak inşa edilen Türk kültürünün başlıca simgelerinden olan mezar taşlarının özellikle yok edildiği dikkatimizi çekiyor. Artık defineciler midir, kötü niyetli başkaları mıdır bilemiyoruz! Karaşeyh’ten sonraki hedefimiz Çanakyayla Köyü oluyor. Köye, Malazgirt Savaşı’nın başladığı söylenen Sütey Yaylası’ndaki Kanlı Çimen önlerinden geçerek gidiyoruz. Burada bulunan tarihî mezarlığa günümüze kadar defin yapılmaya devam edilmiş. Bu nedenle birçok yeni mezar taşı da göze çarpmakta… Ancak tarihî mezarlar da, sayıları azalmış olmasına karşın varlığını koruyabilmiş. Karaşeyh’ten farklı olarak buradaki mezar taşları daha sade bir forma sahip. Bölgede okunan mezar kitabeleri arasında en eskisi hicri 729, miladi 1329 tarihli bir mezar taşı. Yine Prof. Pektaş’ın okuduğu şahidenin kitabesinde, “Bu kabir saadetli, şehid, Allah’ın rahmetine muhtaç Emreş oğlu Erengazi’nindir” ifadeleri yer alıyor. Bölgede öncü arkeolojik çalışmalar yapan Prof. Kadir Pektaş’ın tespitleri, Karaşeyh ve Çanakyayla köylerindeki mezar taşlarının Orta ve Batı Anadolu’daki Türkmen mezar taşı geleneğiyle benzer özelliklere sahip olduğunu da ortaya koymuştur. Selçuklu şehir hayatı, hayatla ölümün iç içe yaşadığı bir yerdi. Sonraki dönemde Osmanlılar tarafından da devralınan bu gelenekte, mezarlıklar şehrin içerisinde, günlük hayatın ortasına yapılıyordu. İnsanlar, her an ölümün gelebileceğinin idrakiyle yaşıyorlar, sosyal hayatlarını buna göre düzenliyorlardı. Adilcevaz’ın merkezinde bulunan Orta Mahalle Mezarlığı da böyle bir anlayışın mirası olarak varlığını sürdürüyor. Mezarlıkta en dikkat çekici şahidelerden birisi üzerinde kuş figürü bulunan bir mezar taşı. Pektaş’a göre bu figür, geometrik bir motiften ziyade bir “tamga”. Benzeri Karaşeyh Köyü Mezarlığı’nda da bulunan bu tamgaya, Orta ve Batı Anadolu’da da sıkça rastlanmaktadır. Bu

tespit, bu kuş figürünü tamga olarak kullanan Türk boyunun önce Adilcevaz ve civarına yerleştiği, ardından bir grubunun Orta ve Batı Anadolu’ya göç ettiğini ortaya koymaktadır. Adilcevaz bölgesinde Selçuklu izi taşıyan bir başka mezarlık alanı da, Ahlat yolu üzerindeki Bahçedere Mezarlığı. Burada ayakta kalabilen en eski mezar taşı ise 1320 yılına ait. Bahçedere de, palmet ve kandil kompozisyonlu şahideleri, koç-koyun biçimli mezar taşları, sandukalı mezarlarıyla Van Gölü Havzası’ndaki diğer diğer mezarlık alanlarıyla büyük benzerlikler gösteriyor. Van Gölü Havzası’nın birçok yerinde, başka mimarî mirasların büyük oranda yok olmasına rağmen, mezarlıkların bugüne kadar gelebilmesinde kadim Türklerin, İslamiyet’e taşıdıkları mezar anlayışlarının da etkisi olduğu muhakkak. Prof. Osman Turan’ın ortaya koyduğu gibi, Türkler, İslamiyet’ten önce de öte dünya inanışına sahiptiler ve mezarlıkları ahirete bir geçiş kapısı olarak görüyorlardı. Asıl hayat geçiş buradan başladığı için de, mezarlıklar, hüznün değil, gerçek hayata kavuşmanın mekânları olarak görülüyordu. Dolayısıyla, gidilecek yere uygun bir şekilde, bir “tak” gibi ihtişamlı inşa edilmeliydiler. Yine, bugün bile devam eden mezar üzerine geride kalanlar için ibret alacakları nasihatler yazma geleneği de kadimden beri devam eden aynı anlayışın sonucudur. Adilcevaz, Selçuklu izlerini yalnız tarihi olarak değil, sosyal ve kültürel hayatta da güçlü şekilde sürdüren bir belde. Bunu günlük hayatın birçok alanında kolaylıkla görmek mümkün. Tarihi dokunun yanında dil ve kültür de korunmuş, gelenekler yaşatılmaya devam edilmiştir. İlçede, eski evler, tüm Türkistan ve

7


Azerbaycan’ın geleneksel mekân anlayışında olduğu gibi “hayat” denilen avlulara sahip. Bu sosyal anlayış, bir yandan mahremiyeti temin ederken diğer taraftan da avlularının genişliği ve ferahlığıyla aile bireylerinin rahat hareket edebilecekleri bir ortam sağlıyor. Bu avlulardaki tandırlarda halen geleneksel yemekler pişiriliyor, çocuklar koşup oynuyor, düğünler yapılıyor. Elbette, Adilcevaz’la ilgili anlatılacak daha birçok şey var. Burada yer vermeye çalışırsak, yazı uzar gider. Ama gidip görmek isteyenler için bir iki hususiyetini daha ilave etmek isterim Adilcevaz, ince kabuklu cevizleriyle de meşhur bir beldemiz. Bundan dolayı, özellikle Azerbaycan’da “koz reçeli” adıyla yaygın olan ceviz reçeli muhakkak tadılması gereken lezzetler arasında. Reçel yapmak için cevizler daha kabukları yeşilken toplanıyor. Erken toplandığı için de fazla iri olmayan bu cevizlerin kabukları soyuluyor ve hazırlanan özel bir suda 8 gün bekletiliyor. Ardından tencereye konulup şekerle kaynatılıyor. Bu işlemden sonra, çatalla ortasından bir delik açılıp kaynatılmaya devam ediliyor. Bu aşamada suyuna tarçın ve karanfil ilave ediyor. Bir süre daha kaynatıldıktan sonra o tadına doyum olmayan ceviz reçeli ortaya çıkıyor. Beldenin çok eski zamanlardan beri cevizleri ile meşhur olduğu, tarihi kaynaklardan da anlaşılmaktadır. Mesela 14.yüzyıl başına ait bir Van Salnamesi’nde, Adilcevaz’dan, baştanbaşa ceviz ağaçlarıyla dolu bir orman şeklinde söz edilmekte ve cevizinin kalitesi övülmektedir. Ne var ki, yüzlerce yıldır Adilcevaz’la bütünleşmiş binlerce ceviz ağaçı, 1980 ve 90’lı yıllardaki o meşhur mobilya yapma furyası sırasında kesilmiş ve yok edilmiş. Oldukça azalan ceviz ağacı üretimin düşmesine de yol sayı//68// mart

8

açmış doğal olarak. Halka görüşürken çok sayıda insan, cevizin ekonomik değerini çok geç anladıklarını söyleyerek pişmanlıklarını dile getirmişlerdir. Adilcevaz'da muhakkak uğranılması gereken yerlerden biri de baston ustası Cumali Birol'un atölyesidir. Birol, büyük bir özveriyle bu geleneksel zanaatı yaşatmaya çalışan bir Adilcevaz sevdalısı. Bastonları da, geleneksel motiflerden ebruya rengârenk desenlerle beziyor, nakış gibi işliyor. Atölyenin bir başka özelliği de, buraya uğrayanlara ikram edilmek üzere gün boyu közde kaynayan bir semaver olması. Anayol kenarında bulunan bu atölyenin göle bakan küçük bahçesinde bu hoş sohbet insanı dinlerken, demlenen nefis çayı yudumluyor ve Van Gölü'nün enginliğini seyretmek imkânı buluyorsunuz. Adilcevaz’da bir de mütevazı ama görülesi bir müze var. Burada beldenin kadim tarihine ilişkin önemli buluntular sergileniyor. Yine, ilçenin misafirperver sakinlerinin muhteşem vadiyi gören evlerinin balkonlarında oturup dinlenmek de mümkün. Merkezde konaklama için uygun yerler ve tabii lezzetli yöresel yemek yapan lokantalar da var. Nasıl gidilir sorusu içinse iki yol var. Birinci olarak, Bitlis'ten Ahlat'a yaklaşık 45 dakika, oradan da Adilcevaz'a 15 dakikada ulaşmak mümkün. Van’dan ise, Erçiş yoluyla, yaklaşık 40 dakikalık bir uzaklığa sahip. Gezmeyi sevenler, bir kez de olsa yollarını Adilcevaz'a düşürürlerse, tatil konsepti içine giren her etkinliği bir arada yaşama fırsatı elde edecekler ve asla pişman olmayacaklar kanaatindeyim. Nasip olursa, adını “Selçuklu Kuşağı” koyduğumuz Van’dan Muş’a uzanan hat üzerindeki bin yıl öncesinden başlayan Türk izlerini anlatmayı devam edeceğiz.


SAVURGANLIĞIN

ATEŞ ÇEMBERİ Ekonomik, siyasal ve kültürel boyutlarıyla, hayatı yaşanır kılan, insanın huzur ve mutluluğunu sağlayan herşey, savurganlığın oluşturduğu ateş çemberinin dışında yer almaktadır. Prof.Dr. Ersin Nazif GÜRDOĞAN*

avurganlığın herkesin gözünü kamaştırdığı toplumlarda, şehirlerin odak noktasını alışveriş merkezleri oluşturmaktadır. Savurganlığı bir yaşama ve düşünme biçimine dönüştüren seküler insan, haftada en azından bir defa alışveriş merkezlerine gitmezse, kendisini hem çok yoksul hem de çok mutsuz hissetmektedir. Bunun için, alışveriş merkezlerinde dolaşmak ve vitrinlerin önünde saatlerce durmak seküler insanın, her hafta tekrarladığı bir ibadeti haline gelmiştir.

Bütün insanlık, sürekli satın almayı özendiren pazarlama teknikleriyle desteklenen savurganlıkla, ateş çemberiyle kuşatılmış bir akrep gibi, çok dar bir alana sıkıştırılmıştır. Ekonomik, siyasal ve kültürel boyutlarıyla, hayatı yaşanır kılan, insanın huzur ve mutluluğunu sağlayan herşey, savurganlığın oluşturduğu ateş çemberinin dışında yer almaktadır. Herkesi baştan çıkaran tüketim sarhoşluğundan ayılmadan, savurganlığın ateş çemberinin dışına çıkmak mümkün değildir. Savurganlık oluşturduğu ateş çemberiyle, insanlığı toptan intihara sürüklemektedir.Anneler,babalar ve çocuklar günleriyle, toplumunların bütün kesimlerine bir bulaşıcı hastalık gibi yayılan savurganlığı önlemek için,her kesime büyük görevler düşmektedir. Bütün bir toplumu peşinden sürükleyen savurganlık, hayatı zorlaştırmakla kalmıyor, yol açtığı kültürel ve çevresel sorunlarla şehirleri yaşanmaz hale getiriyor. Bir toplumda ekonomik ve kültürel sorunların anası alkollü içkiler ise, babası da savurganlıktır. Tüketim ve alkol sarhoşluğuna kapılan toplumlar, yalnızca sağlıklarını değil, ekonomik zenginliklerini de yitirirler. Biri insanın aklını başından, diğeri de, parasını cebinden alır. Savurganlığın ve alkollü içeceklerin tüketimin yaygınlaşması, ülkelerin GSMH''sini artırır. Bir ülkenin toplam milli gelirinin artması, her zaman toplumun yaşama standartlarının da artması anlamına gelmez. Çünkü savurganlık ve alkollü içeceklerin toplumsal maliyeti, onların ekonomik maliyetlerinden kat kat daha fazladır. Ve alkol sarhoşluğunun yol açtığı trafik kazalarıyla artan kaynak israfı, toplumları zenginlik içinde yoksulluğa sürükler. Hayatı kolaylaştıranlar, toplumsal maliyetleri değil, yararları büyüten ürün ve hizmetlerdir. İnsanın sağlığını sarsan, toplumdaki gelir dengesizliklerini büyüten, insanların ihtiyaçlarından daha çok isteklerini karşılayan ürün ve hizmetler, hayatın bir yanını yaparken, başka bir yanını da yıkar. Savurganlık insanın elinin emeği ve alın terinin karşılığından daha fazlasının peşine düşmesinden kaynaklanır. Savurganlıkla haksız kazançlar arasında doğru orantılı bir bağıntı vardır. Savurganlık insanlığı toptan intihara sürükleyen en büyük tehdittir.

*TC.Maltepe Üniversitesi

Anne ve baba sevgisi savurganlık aracı olmamalıdır. Sevgi göstermenin binbir yolu ve yöntemi vardır. Savurganlığa dağlar dayanmaz. 9


KUZGUNCUK ÜRYANİZÂDE

AHMED ESAD EFENDİ MESCİDİ

Hemen deniz kıyısında yer alan ve ahşap olması nedeniyle sık sık onarım geçiren bu yapının son onarımı birkaç yıl önce Vakıflar İdaresi tarafından yapıldı. İstanbul ve Boğaziçi’nin yüz yıllar boyunca oluşan kültüründen habersiz bir grubun yaptığı bu onarım sonrası Boğaziçi’nin son kayıkçı mescidi de tarihe karıştı. Dr. M. Sinan GENİM

“Yalı” sözcüğü, denizin sahili yaladığı yer anlamanı gelen “yalamak” fiilinden türemiştir. Günümüzde unutulmuş bir sözcük de: zaman zaman denize bitişik arsaların tapularında karşımıza çıkan “leb-i derya” dır. Farsça “leb” (dudak) ile “derya” (deniz) sözcüklerinin birleşimiyle oluşan bu kelime; “denizle dudak dudağa” anlamında kullanılırdı. Sözlükler “yalı”yı; deniz, göl ya da ırmak kenarı, düz ve açık su kıyısı, sahil olarak açıklar. Ancak biz bu sözcüğü su kıyısına yapılmış yapılar için kullanmaktayız. Arapça’dan dilimize geçen “sahil” ile Farsça “hâne” sözcüğünün birleşimiyle oluşan “sahilhâne” kelimesini ise sıkça duymaktayız. Yapının görkem ve büyüklüğünü ifade etmekte “sahilhane” sözcüğü yetersiz kaldığında ise “sahilsaray” sözcüğü kullanılmıştır. “Sahil”den türetilmiş fazlaca sözcük olmamasına karşın, dilimizin öz malı olan “yalı” sözcüğü pek çok yerde karşımıza çıkar. Örneğin Osmanlı tarihinde önemli askeri görevler üstlenen, belirli dönemlerde gümrük görevliliği de yapan “yalı ağası”, veya denize kıyısı olan yerlerde doğup büyümüş insanlar için kullanılan “yalı uşağı”, mecazi anlamda bilgileri ve toplum önündeki saygınlıkları, kişiler karşısında eğilip, bükülmemeleri açısından bazı kişiler için kullanılan “yalı kazığı” tabiri gibi… Bir de kuşumuz vardır: Bilimsel adı “Alcedo atthis” olan “yalı çapkını”. Sırtı maviyeşil, karnı pas rengi olan bu küçük kuşa, daha çok yalıların bahçelerinde görüldüğü için “yalı çapkını” denilmiş olmalı. “Yalı” sözcüğünün bu kadar geniş bir alanda kullanıldığı bir toplumda, elbette yalı niteliğinde ibadethaneler olması da gerekir. Özellikle bir dönem Boğaziçi ve Haliç kıyılarında varlığını bildiğimiz bu tip yapılar ne yazık ki biri hariç günümüze erişmemiştir. Ya bu yapılar zaman içinde yıkılmış, ya da çoğunlukla kıyının doldurulması sebebiyle deniz ile olan bağlarını kaybetmişlerdir. Yalı mescitlerinin veya bir zamanlar söylendiği gibi kayıkçı mescitlerinin son örneği Kuzguncuk Üryanizâde Ahmet Esad Efendi Mescidi’ydi. Ne yazık ki son onarım sırasında onu da kaybettik. Gelelim Üryanizâde Mescidi’nin hikâyesine. XIX. yüzyılın ilk çeyreğinde yazılan Bostancıbaşı Defterleri’nde, Beylerbeyi Abdullah Ağa Camii (İstavroz Camii) ile Kuzguncuk sınırı arasında çok sayıda yalı bulunduğu kayıtlıdır. Günümüzdeki veya ondan bir

sayı//68// mart

10


önceki Beylerbeyi Sarayı henüz yapılmamıştır. Kuzguncuk genellikle gayrimüslimlerin çoğunlukta olduğu bir yerleşme olup, camisi yoktur. Kuzguncuk’un özellikle Beylerbeyi’ne yakın Baba Nakkaş Sokağı’nda oturan Müslümanlar kendilerine en yakın olan Abdullah Ağa Camii veya Beylerbeyi Camii’ne giderler. Daha sonraki tarihlerde yapılan saray nedeniyle Beylerbeyi-Kuzguncuk arasındaki yol kesintiye uğrar. Ulaşımı sağlamak amacıyla Beylerbeyi Sarayı set bahçelerinin altına tünel inşa edilir. Zaman içinde Müslüman nüfusu artan Kuzguncuk, özellikle de Nakkaştepe bölgesi için bir cami yapımına ihtiyaç duyulur. 4 Aralık 1878 tarihinde Sultan II. Abdülhamid (1876-1909) tarafından şeyhülislâmlık makamına getirilen Uryânîzâde Ahmed Esad Efendi, Sultan II. Mahmud (1808-1839) dönemi kadılarından Mehmed Said Efendi’nin oğludur. 1813’de İstanbul’da doğar. İyi bir eğitim alır ve genç yaşında Fetvâhane katipliğine atanır. Çeşitli görevlerden sonra 1875’de Rumeli Kazaskeri payesine ulaşır. On yıl, bir ay, on dört gün şeyhülislâmlık yaptıktan sonra 17 Ocak 1889 günü görev başında iken vefat eder. Bostancıbaşı Defterleri’nde “Nakkaş tâbir olunan mahal” olarak kaydedilen, Nakkaş Tepe adıyla bilinen (Frenk Tepesi de denilir) yükseltinin denizle buluştuğu noktada yer alan ve Rumca “Nagalon” adıyla anılan burunda bir dönem Nakkaş Hasan Paşa’nın yalısı bulunmaktaymış. Enderun’dan yetişmiş olan Hasan Paşa, aynı zamanda iyi bir nakkaş olduğundan dolayı

“Nakkaş” unvanı ile de anılır. Son dönemlerinde kubbe veziri de olan Nakkaş Hasan Paşa, Sultan IV. Murad’ın (1623-1640) saltanatının ilk yıllarında, 2 Temmuz 1623’de vefat eder, ama yüzyıllar boyunca bu bölge Nakkaş adıyla anılmaya devam eder. Ahmed Esad Efendi’nin şeyhülislâmlık öncesi ikamet ettiği yalı Kanlıca Körfezi’ndedir. Sultan II. Abdülhamid, Sultan II. Mahmud’un ikinci ikbali Tiryal Hanım’ın 1884’de vefat etmesi üzerine Büyük Çamlıca’daki köşkünü Yusuf İzzeddin Efendi’ye, Nakkaşburnu’ndaki yalısını ise Şeyhülislâm Ahmed Esad Efendi’ye ihsan eder. Kendine ihsan edilen yalıyı onaran Ahmed Esad Efendi, yalının Kuzguncuk yönüne doğru olan boş arsaya, uzun süredir ihtiyaç duyulan bir mescit inşa etmek amacıyla ahşap, fevkani bir yapı yaptırır. Bir burun olması sebebiyle şiddetli akıntıların olduğu bölgede, kayıkların 11


sahile yanaşmaları zor olduğundan, mescidin alt katına kayıkçıların vakit namazlarını kılabilmeleri için bir de kayıkhane yaptırır. Bazı kaynaklarda Ahmed Esat Efendi’nin ölüm tarihi ile yapının yapılış tarihi karıştırılarak 1889 tarihi verilmektedir. Yapının muhtemelen yalının kendisine ihsan edilmesinden hemen sonra 1884-85 yılları içinde yapılmış olması gerekir diye düşünmekteyim. Alt katı taş, üst katı ahşap olan bu yapının merdivenlerle çıkılan giriş kapısının önünde bir sundurma bulunmaktadır. Dikdörtgen planlı harime giriş batı yönündendir. Giriş kapısının solundaki merdivenlerle kadınlar mahfiline çıkılır. Kadınlar mahfiline çıkan merdivenlerin bitiminde, dolap kapağı gibi açılan girişten minareye çıkılır. Bodur gövdeli minare de ahşaptır. Köşk biçimindeki şerefesinin korkulukları baklava motifleriyle süslenmiştir. Şerefenin üst kısmında kademeli olarak kaş kemerler oluşturulmuş, daha üstte mukarnaslarla ve köşelerde yapraklarla bezenmiştir. Sekiz köşeli kurşun külah ile örtülüdür. Semavi Eyice 1963 yılında yayımladığı “İstanbul Minareleri” isimli makalesinde, “…hemen deniz kıyısında olan bu ahşap minare, son devrin süslü ahşap minarelerinin en zengin ve en ilgi çekici örneklerinden biridir. Bu bakımdan itina ile korunması yerinde olacaktır. Minareyi yapan doğramacı ustası, bütün maharetini göstererek,

sayı//68// mart

12


bu şerefe aksamını meydana getiren parçaları işlemiştir.” demekte. Hemen deniz kıyısında yer alan ve ahşap olması nedeniyle sık sık onarım geçiren bu yapının son onarımı birkaç yıl önce Vakıflar İdaresi tarafından yapıldı. İstanbul ve Boğaziçi’nin yüz yıllar boyunca oluşan kültüründen habersiz bir grubun yaptığı bu onarım sonrası Boğaziçi’nin son kayıkçı mescidi de tarihe karıştı. Günümüzde Boğaziçi’ndeki hiçbir yapının altında artık ne yazık ki kayıkhane yok. Kayık kültürünün yok olması gibi kayıkhane kültürü de yok oldu. Üryanizâde Mescidi’de aynı akıbete uğradı ve önüne yapılan betonarme rıhtım nedeniyle kayıkhane girişi kapatıldı ve dolduruldu. Sebep olarak da yapının rutubet aldığı ve bu nedenle kısa süreler içinde onarım gerektiği ileri sürülmekte. Anneannem ile ramazan geceleri teravi namazı kıldığım, babamla zaman zaman Cuma’ya, ama her bayram mutlaka Bayram namazına gittiğimiz Üryanizade Mescid’i de, bu şehri tanımayan kifayetsiz muhterislerin gadrine uğradı. Kuzguncuk sahili çok akıntılıdır, bu nedenle yüzme öğrenmek için biz çocuklar namaz vakitlerinin dışında o kayıkhaneye giderdik. Kimselere görünmeden denize girmek isteyen müslüman veya gayrimüslim kadınlarda, o kayıkhaneyi kullanırdı. Burunda yer aldığı için mevsiminde gümüş balığı avları mescidin avlusundaki daldırma ağlarıyla yapılırdı. Gümüş balığı avlayan Kuzguncuk

balıkçılarının balık tutma sırasındaki birbirlerine hitapları, balığı dışa doğru kaçıranlarla girdikleri dialoglar bunca yıl sonra hâlâ kulaklarımdadır. Bu yapının onarım projelerini düzenleyen proje müellifleri, işveren Vakıflar İdaresi, korunması gerekli kültür varlığına ait projeleri onaylayan Koruma Bölge Kurulu üyeleri sizler ne yaptığınızın farkında mısınız? Onarım adı altında yüzyılların soyut kültürel mirasını, tek örneği kalmış bir kültürü el birliğiyle yok ettiniz. Gelecekte Boğaziçi kültürünün bu eşsiz örneğini yok eden haddini bilmez cahiller olarak anılmayı hak ettiğinizi düşünüyorum, haksız mıyım? NOT: Bir dönem mescidin adını değiştirip Nakkaş Baba Mescidi yaptılar, çok uğraştım ama düzeltim, Ahmed Esat Efendi adı iade edildi. Bu mescit ile bağlarım derindir, damadım Adnan Cemil Üryani bu ailenin bir ferdi, bundan sonra görev torunum Sinan Cemil Üryani’ye düşüyor, aile büyüklerinin eserlerine artık o sahip çıkacak 13


AK BUURA VE

KOMŞULARI

Rus mimarlık tarihçisi Zakarova’nın tesbitine göre geçen yüzyılın başında Oş şehrinde 154 cami, 5 medrese ve 7 büyük kabristan vardı. Fakat uzun süren komünizm tecrübesi esnasında özellikle dinî ve millî eserlerin tamamı yok edildi. 3000 yıllık tarih ile Oş’luların bağı koparılmaya çalışıldı. Şu anda geçmişe ait pek az eser görülebilmektedir. Dr.Mimar Kâmil UĞURLU

adim zamanlardan beri Kırgız tarihinin kalbi Fergana Vâdisinde atmaktadır. Her şey bir yana bırakılsa, sadece buradaki mescitlerin ahşap tavanlarında bulunan kalem işi tezyinat, vâdiyi (unique) yegâne yapmaya yeter. Ferganalı ustanın aylar süren mesaisi ve sancısı sonrasında ortaya olağanüstü eserler çıkmıştır. Gerek malzeme, gerekse motiflerdeki yaratıcı semboller karşısında hayran olmamak mümkün değildir. Bir mescitte kullanılan renk ve motifler, sanki bilhassa dikkat edilerek, ikinci mescitte kullanılmamıştır. Hayret verici bir durumdur ve sanatkârın kişiliğiyle ve kendine olan güveniyle açıklanabilir. Osmanlı Tarihindeki Koca Sinan’ın uyguladığı sistem budur. Estetiğin ve başarının zirvesi yakalanmıştır. Oş, bu vâdinin doğusunda yer almıştır. Pamir Dağları ile Tanrı Dağlarının arasından coşkun, zengin ve hârika bir nehir çıkar. Tanrı Dağlarının eriyen karları besler bu nehri. Ve yolda ona katılanlar olur. Gelen her kolla nehir daha da güçlenir ve önemli bir kaynak olur-çıkar. Suları, kirlenmemiş, kirletilmemiş olduğundan berraktır, pırıl pırıldır ve lezzetlidir. Oş’un ortasından, şehri selâmlayarak, Oş’lu hemşehrilerine serinlikler sunarak, bereket ve huzur sunarak devam eder. Onların sofralarına konuk olur, bahçelerini yeşertir ve şehrin şirinliği olduğunu bilerek yoluna devam eder. Türk insanı, İslâmi devir öncesinde ve sonrasında, hayranlık duyduğu güçlere, hârikalara değer verir ve onların kutsallığına inanır. Genelde onların adı “dede”dir. Bazan daha özel isimlerle anıldıkları da olur. Oş’taki Hz. Süleyman Dağı bir kutsal mekân, ziyâretçisine huzur ve sağlık sunan bir “dededir bir ulu ve kutlu varlıktır”. Ak Bura (Buğra) da böyledir ve Hz. Süleyman’ın Tahtı kadar önemlidir. Oş şehrini kuranların bölgeyi tercih etmelerinin sebebidir. Ve bu sebeple şehir, bağrından köpürerek geçip giden bu “nehr-i âziz”e son derece saygılıdır. Usulca onun etrafına yurtlarını kurmuş, onun ruhaniyetine sığınmıştır. Üçbin yıldır devam eden bu saygılı alış-verişte şimdiye kadar hiçbir aksama olmamıştır. Sadece Oş’lular değil, bütün Kırgız halkı, bu şehre olan hayranlıklarını, ona “ikinci Mekke” adını vererek göstermişlerdir. Ona Hayru’l Buldan (şehirlerin hayırlısı) demişlerdir. Babürnâme de bahseder Oş’tan.

sayı//68// mart

14


“Etrafını dağlar çevirmiş, ayrıca bir kale ile kendini güvene almış bir yerleşimdir” der. Şehir bütün unsurlarıyla birçok efsaneye konu edilmiştir. Özellikle İslâmiyetten sonra bu efsaneler dini bir mahiyet kazanmıştır. Hâttâ şehirle ilgili Hz. Peygamberden hadisler rivayet edilmiştir. Oş’lunun ve birçok Kırgız’ın gönlünde bu şehrin bütün peygamberlerle alâkası vardır. Mesela Hz. Allah, peygamberi Yunus’u, insanlığı İslâma davet etmesi için görevlendirdiğinde o, dünyanın birçok bölgesini gezdikten sonra Oş’a geldi. Burayı beğendi. Yerleşmek istedi. Hz. Süleyman’ı buraya davet etti ve ondan, cinler ve diğer mahlukat üzerindeki tasarrufundan istifadeyle burada mükellef bir şehir kurmasını istedi. Hz. Süleyman Oş’a geldiğinde, burada kurulacak bir şehrin su ihtiyacını karşılayacak kaynak bulunmadığını gördü. Çare araştırdı ve cinlere “Sir’i Derya’yı buraya çevirin, yönünü, yatağını bu tafra yöneltin” talimatını verdi, derler. Şöyle devam ederler: “Fakat Hz. Yunus böyle düşünmedi. Cinlerin ve perilerin işe karıştırılmaması gerektiğini söyledi ve bu konuda dua etti. Peygamber duasıydı, kabul edildi. Cinlerin ve diğer unsurların, dağları devirip yürüten bu esrarengiz güçlerin gücü buna yetmedi. Şehre su gelmedi. Cinler bu başarısızlığı kendilerine yediremediler. Peygamberlerine sitem ettiler: “Biz ki cinler

taifesi olalım, senin emrinle Kaf dağını yürütür, buraya getirirdik, tuzla buz ederdik, toz ederdik” dediler. Hz. Süleyman iyice sinirlendi ve - Hani nerde sizin gücünüz. Madem kendinizde hikmetler vehmediyorsunuz, durdurun şu akan suları. Öteye bir damla su salmayın, dedi. Cinler şaşkınlık içinde kaldılar. Ne yapacaklarını ve peygambere ne diyeceklerini bilemediler. Tam bu sırada onların yardımına Hz. Cebrail yetişti. O, Süleyman Peygambere dedi : - Sen yanılgı içindesin. Cinleri ve diğerlerini boşuna zorluyorsun. Allah’ın takdirini bir an unutuyorsun. Sen Yunus Peygamberi dinlemedin ve onun gönlünü kırdın. Şimdi özür ve barışmak vaktidir. Peygamberler barıştılar ve şehrin ortasına Ak Buura geldi. Olanca bereketi ve güzelliğiyle geldi. Taşları pırıl pırıl ederek, çevresini yeşillere bezeyerek, gülerek, dans ederek geldi. Yine Mustafa Erdem Hocanın naklettiğine göre Umran b. Hak şöyle söylemiş: “Gerçekte doğu tarafında Hayru’l Buldan vardır ve adı Oş’tur. Kutsal bir şehirdir. Kıyamet gününde Oş şehri halkı peygamberlerle bile haşredilecektir. Hangi Müslüman, Müslümanların ikinci Mekke’si Oş şehrini ziyaret eder, o şehrin suyunu içerse, alnını oranın mübârek toprağına sürerse, kıyamet günü ben ona mahsus şefaat edeceğim. Orası Müslümanların ikinci Mekke’si olduğu için orayı ziyaret etmeyenin haccı, haccının kabulü, Allah’u âlem şüphelidir.” 15


Bu renkli rivâyetler, rivâyet olarak kaldıkları, tarihleşmedikleri sürece, sakıncasızdırlar. Halk kültürünü zenginleştirir ve onları bir arada tutmaya yardımcı olur. Hz. İbrahim Mekke’de Kâbe binasını inşa ederken ona Oş’tan ve onun kutsiyetinden bahsettiler. Mekke’deki işini bitirdikten ve Kâbe’nin inşaatını tamamladıktan sonra Oş’a gitmeyi kararlaştırdı. Geldi. Buraya bir de mescit yaptı. Bu iki kutsal binaya aynı adı verdi. Birine Mescid’ül Arap, buradakine Mescid’ül Âcem dedi. Bu rivâyetler devam eder ve hatta Hz. Peygamber’i Oş’a kadar getirir. Halk böyle inanıyor. Rus mimarlık tarihçisi Zakarova’nın tesbitine göre geçen yüzyılın başında Oş şehrinde 154 cami, 5 medrese ve 7 büyük kabristan vardı. Fakat uzun süren komünizm tecrübesi esnasında özellikle dinî ve millî eserlerin tamamı yok edildi. 3000 yıllık tarih ile Oş’luların bağı koparılmaya çalışıldı. Şu anda geçmişe ait pek az eser görülebilmektedir. Bunlardan biri Rabat-ı Abdullah’tır. (Veya Ribat-ı Abdullah). Tamamen Türkistan tipi camilerine uygun olarak yapılan bu şirin camide el’an ibâdet yapılmaktadır. Elbette birçok defalar yıkılıp tekrar yapıldığından, orijinal haline benzeyen belki sadece kuruluş şeması ile oyma cevizden yapılmış şaheser kapı kanatları kalmıştır. Mihrabın soluna inşa edilen küçük hücreyi bir zamanlar mollalar rıhlet mekânı olarak kullanmışlar. Şu anda hem mescit hem medrese görevlerini yerine getiren bu şirin yapı, dağın eteğinde, asmaların gölgesine sığınmış ve nimetlerini, bereketlerini orada okuyan talebelere cömertçe bezletmiştir. Oş’luların ifadesine göre Ak Buura, ana gövde olarak şehrin ortasından coşkuyla geçerken, şehre girmeden önce onsekiz küçük kola

sayı//68// mart

16

ayrılır ve Oş’un içine öylece dağılır. Gerçekten kıyısından, kenarından dere geçmeyen yolsokak-cadde yoktur. Her yerde o güzel ve pırıltılı yüzünü gösteren su, yine oradaki insanların söylediklerine göre her noktada içilebilir kabiliyetlidir. Böyle bir imtiyaza dünyanın hiçbir bölgesinde rastlanmaz. Evler, özellikle muhafaza edilen eski evlerin mutlaka bir avlusu ve o avluda mutlaka ekili bir yeri vardır. Bu sular oraları doyurarak, bazı kollarını şehirde bırakır, irice olanları şehri çıktıktan sonra ana gövdeye tekrar eklenir. Şehrin ortasına düşen ve Hz. Süleyman’ın Tahtına dağın eteğinden bakan bir alana Ali Şâr Nevâi’nin adı verilmiş ve güzel bir park düzenlenmiş. Bu parkın içinde bir kaynak mevcuttur. Adına Oş’lular “Zemzem” derler. Gerçekten lezzeti mübârek zemzeme benzeyen bu suyun ziyaretçisi hiç eksik olmamaktadır. Miktarı yani debisi oldukça yüksektir. Yaz kış istikrarını muhafaza edermiş. Zengin mineralli bu kaynağın özelliklerini, hikmetlerini ve bereketlerini Oş’lular sayıp-dökerler. Bu sudan içenin içi dert görmez, derler. Bu suyu içen, bununla vücudunu yıkayan veya bir bölümünü ıslatana cehennem yasak edilecektir, inşallah, derler. Ve dualarla, temennilerle, niyâzlarla bu sudan içerler, kaplarına doldurup evlerine taşırlar, karşısına oturup onun akışını seyrederler ve hayal kurarlar. Milleti sulayıp tatmin ettikten sonra artan su, az ötesinden: “Vusluna yetem der ömrlerdir muttasıl Başını taştan taşa urup gezer âvâre su” Gibi, taşların bazan yanından, bazan üstünden atlayıp akıp giden Ak Buura’ya karışır, kaybolur gider…


ŞEHİRLER ZAMANI TÜKETEN

CANAVAR MIDIR?

Selçuklular döneminde, dönemin yöneticileri özellikle taşradan şehre gelenler için bir çözüm üretmişler: Şehirlerin giriş ve çıkışlarında ‘menzil hanları’ inşa ederek. İnsanları şehre girmeden burada dinlendirip hazırlamışlar sonra da şehre almışlar. O zamanın şehirleri bugünkü gibi bir insan, cadde ve bina kalabalığına sahip değildi. Buna rağmen, tedbiri hayatın huzuru için ihmal etmemişler. Muhsin İlyas SUBAŞI

ehir ve zaman kavramı çoğu zaman dikkatimizden kaçmış kelimelerdir. Günümüzde hel hele büyük şehirlerde yaşayan insanların en büyük handikabı zamanı kullanabilme rahatlığına kavuşamamalarıdır. Bir yerden başka bir yere giderken, harcayacağımız zaman hepimiz için önem arz eder. Mesela İstanbul’da, şehrin bir ucundan öbür ucuna gitmek bir gününüzü alır ve siz yol yorgunluğundan dolayı işinizi de rahatlıkla yapabilme huzuruna kavuşamazsınız. Anadolu’ya gelen insanlardan sıkça duyarız, ‘uçağa yetişemedim’, diye. Bunun çözümü var mıdır? Görünürde pek sanmıyorum. Ulaşım karmaşası devam ettikçe, yol kesen trafik ışıkları zamanı hoyratça tükettikçe, bu işte sonuç almak kolay olmayacaktır. Selçuklular döneminde, dönemin yöneticileri özellikle taşradan şehre gelenler için bir çözüm üretmişler: Şehirlerin giriş ve çıkışlarında ‘menzil hanları’ inşa ederek. İnsanları şehre girmeden burada dinlendirip hazırlamışlar sonra da şehre almışlar. O zamanın şehirleri bugünkü gibi bir insan, cadde ve bina kalabalığına sahip değildi. Buna rağmen, tedbiri hayatın huzuru için ihmal etmemişler. Bugün böyle bir yöntemimiz yok, olmasını da düşünemeyiz. Dışardan gelenler için her otel bir menzil hanıdır. Ancak yerleşik insanları günümüzde şehrin her tarafına savurduğumuz için bunları zaman zaman bir araya getirmemiz mümkün olmamaktadır.

Ayrıca ulaşmak konusunda muhatabımız olan resmi kurumlar, işyerleri, sanayi kuruluşları zamanın ahtapotları gibidir. Şehirlerin buna çözüm üretmesi de mümkün değildir. İnsan, zaman ve şehir arasında bocalayan şaşkın çocuğa benzer. Ne şehirdeki mekânları değiştirmeye gücümüz yeter, ne de zamanı uzatıp kısaltmaya. Büyük şehirlerin tek sığınma kapısı, raylı ve motorlu ulaşım araçlarıdır. Ancak onların da önünü her köşe başında yol kesen üç renkli bir trafik komutanı vardır. ‘Dur’ derse yürüyemezsin. Raylı sistemler ise, belli bölgelere taşır, gideceğin noktadaki kapının önüne götürmez seni. Çözüm nedir? Gittikçe büyüyen, büyüdükçe de karmaşası artan özellikle mega kent niteliğine sahip şehirlerimizde görünürde rahatlatıcı bir çözüm uzakta bir ihtimaldir. Belki günü gelecek, kişisel hava ulaşım araçları çıkarak devreye bunlar girebilecektir. Bunun da hava trafiği açısından problemleriyle yüzleşme durumu vardır. Şehirler zamanın düşmanı değildir elbette, Ancak onu hoyratça israf eden mekân kavramının getirdiği zaruretleriyle birlikte sosyal hayatın başlıca problemini oluşturmaktadır. Turgut Cansever, “Şehir insanın hayatını yönetir”, demektedir. Bu doğru bir tespittir, çünkü insan şehri yapar, ama bir anlamda ona mahkûm olur. Onun kurallarına uymak zorundadır. Bu uyum sonucu şehir toplumun önündeki engelleri pek kaldırmamaktadır. Şehrin bir ucunda yaşayan insan merkezdeki bir kurumu ayağına getirtemez elbette. Hastaneye gidecekseniz, siz ona doğru yol alacaksınız. İşiniz sanayideyse onun da sokaklarına gitmek zorundasınız. İşinizle eviniz arasındaki mesafe sizi her gün bir seyahat telaşına sürüklüyorsa, şehir huzur veren bir yer olarak görülebilir mi? İnanç ve zaman kavramlarının da bizim toplumumuzda özel bir önemi vardır. Günde beş defa namaz ibadetinin edası bakımından, vakte ayarlı zamanı kullanma mecburiyetimiz vardır. Bunun hareket noktasını ise, güneş tayin etmektedir. Ramazanda bu daha da bir önem kazanır. Sahur ve iftar kavramları zamanın disiplini ve yönlendirici etkisinin içindedir. Sonuç itibariyle insanoğlu kendi geliştirdiği şehir atmosferinin mahkûmu durumundadır. Zaman makinesi dediğimiz saatler, ulaşım vasıtaları, alınan randevular, hayatımızı kendi prensiplerine göre kuşatmaya almıştır. Belki de hiç farkında olmadan şehir meydanlarındaki saatlerin ne işe yaradığını düşünmeden bakarız ona. Halbuki bu devasa saatler zamanımızı bir yandan parsellerken, diğer yandan da disipline eder. Büyük şehirlerde bunlar meydan aksesuarı değil, hayatımıza yön veren birer uyarı komutanıdır. Osmanlı bu uygulamaya bir de Muvakkıt kavramını kazandırmıştır. Hayatı modernleştirirken rahatımızı feda ettiğimizin farkında değiliz galiba. Geçmişte, özellikle tasavvuf erbabının, bugünkü şehir kavramının çok uzağında olmasına, daha sade ve sakin bir ortamı paylaşmasına rağmen, kendi dönemindeki şehirlerden de uzakta yaşamayı tercih etmişlerdir. Böyle bir tercih, uzletin köleliğine talip olmak değil, inancın huzurunu sessizlikte bulmaktan kaynaklanıyor olmalıdır. 17


DERSAADETTE BİR PAYİTAHT -4-

DÜNYA TİCARET LİMANI

Kırk ambar yük taşıması yapan gemiler, aynı zamanda postanın ülkeler arasında naklini de üstlenmişlerdir. Bu nedenledir ki, tarifeli seferler yapmak zorundadırlar. Bir yük gemisi olmalarına karşın, henüz bütünüyle yolcu gemiciliği oluşmadığından, yolcular bu yük gemileriyle seyahat etmektedirler Mehmet Kâmil BERSE

ERSAADETİN LİMAN BÖLGESİ:

Eminönü, Sirkeci ve Galata köprüsündeki yaşayıştan bahsederek, Dersaadetin canlı ve hareketliliğini anlatmıştım…Osmanlı döneminde Karaköy, Galata, Pera semtleri ise; Dersaadetin dünya milletlerinin buluştuğu ve ticaret yaptığı bir bölge olarak son iki asırda çok aktif olduğunu görebiliriz.. Burada kalabalık bir nüfus yaşamaktadır. İki kıta bir liman kenti olan İstanbul, dünyanın en görkemli liman kentlerinden biridir. İstanbul bir kara ve su kentidir; kara ve deniz ticaret yollarının bir kavşağı, Asya ve Avrupa yakasını birleştiren konumuyla kıtalararası bir geçiş yoludur. Karadeniz’i, Marmara’yı Ege’yle bağlantılı olarak Akdeniz’i kucaklayan bir su yoludur. İstanbul, stratejik konumu itibariyle ekonomik yaşamın merkezidir. Karaköy, körfezin karşı sahilindeki Eminönü gibi gündüzleri kalabalıktır. Geceleri ise karanlık bir sessizlik içerisindedir. Galata 1839 Tanzimat Fermanı ve 1856 Islahat Fermanıyla yabancılara sağlanan eşitlik ve ticarî üstünlük haklarından dolayı özellikle deniz esnaflarının yoğunlaştıkları bir ticaret bölgesi haline gelmişti.

sayı//68// mart

18

Karaköy Meydanı’yla Kemeraltı Caddesi’nin genişletilmesi, yine Kemeraltı Caddesi’nden Karaköy Yolcu Salonu’nu bağlayan Maliye Caddesi’nin açılması sırasında Galata’da tarihî değer taşıyan pek çok han da yıkılıp yok edilmiştir. Aynı şekilde sokak adlarının değiştirilerek, başka isimler verildiği bilinir. Şöyle ki; Ermeni Kilisesi Sokağı’nın adı Kemeraltı Caddesi olmuştur. Domuz SokağıHaraçcı Sokağı, Karol Kaptan Sokağı-Kara Ali Kaptan Sokağı, Galata Caddesi-Necatibey Caddesi, Linardo Sokağı-Vekilharç Sokağı; Antoine Çıkmazı-Fransız Çıkmazı olarak hatırlanmalıdır. XIX. Yüzyıl başlarında gemi acentelerinin ilk kuşak temsilcilerinden sayılan kumanyacılar, gemilerle yakın ticarî ilişki içerisindeydiler. Galata’daki Haygunazi Han’da yerleşik Bella Venezia Oteli sahibi D. Marcolonga, Nomiko Han’da, Samos (Sisam Adası) gemi acentalığı; Lloyd Han’da Kaptan Gulielmo Sirigo, kumanyacı Hristo Pulatos, Kaptan Panayi Krissis, Ioannis Potamianos’e kadar, bölgede şarap ticareti yapan pek çok tüccar adına rastlanılmaktadır. Gümüş Han’da gemilere kumanya hizmeti verenler G. Andonio ve Oğulları ile ayrıca deniz haritaları satan John Grisetti, Galata Han’da ise Maltalı Spiteri ve Stark vardır. Yüksek kaldırım’da gemici kıyafetleri imâl eden Aron Frayn ve Adolph Locker’in dükkanlarında Osmanlı Donanması bahriyesine ait tüm sırma, apolet, merasim kılıcı, zabit namzeti kılıcı-meç, askerî şapka, kolalı takma yaka dahil her türlü üniforma düğmesi ithal veya imalât olarak hazır bulunurdu. Bu iki dükkanda Cumhuriyet yıllarında bu ailelerden gelen genç kuşaklar tarafından 1960’a kadar yaşatılmıştır. Karaköy körfezinde gemi mahşeri İstanbul XIX. Yüzyılın ikinci yarısında da Doğu’ya açılan önemli bir ticaret limanı olmaya devam etti. O yıllarda İstanbul’da yayınlanmakta olan Journal de Constantinople, Le Moniteur Oriental, The Levant Herald Tribune, La Turquie gibi yayınlarda gemi acentelerinin limana gelen, yükleme yapan veya gelecek olan gemileri belirten ilanları yer almaktaydı. Kırk ambar yük taşıması yapan gemiler, aynı zamanda postanın ülkeler arasında naklini de üstlenmişlerdir. Bu nedenledir ki, tarifeli seferler yapmak zorundadırlar. Bir yük gemisi olmalarına karşın, henüz bütünüyle yolcu gemiciliği oluşmadığından, yolcular bu yük gemileriyle seyahat etmektedirler. Compagnie Royale Neederlandiase De Navigation a Vapeur şirketinin Türkiye gemi acentesi


Galata’da Glavany Han No. 11’deki François Fredreici’dir. Bu şirketin 1,800 tonluk Jason isimli gemisi Kaptan Bols’un yönetiminde Hollanda limanlarıyla İzmir limanı arasında tarifeli seferler yapmaktadır. Avrupa’da ayrıca Norveç, Belçika, tüm Baltık, St. Petersburg, Moskova, Nijni-Novgorod, Kiev gibi kentlere de yük ve yolcu taşıması yapmaktadır. Galata, gemi kumpanyalarının toplandığı bir semt olduğu kadar, ticaretin de kalbi bu bölgedir. Yıldız Han’da çoğunlukla kolonya ve konyak imalatçıları vardır. Kumanyacı ve gemi acentesi Yorgo Vasilikopoulos İbrahim Rifat Han’dadır. Denizcilik levazımatı satan Yani Anastasatos Mumhane Cad. No. 57’de; Nikola Kokkino Leblebici Şaban Sokak No. 5’de; Telemak Papazoğlu Ömer Abed Han’da; Prodorom Poliyenidis Kara Mustafa Paşa Sokak No. 23’dedir. Asırlar boyunca Haliç’in tarihi yarımadaya bakan kıyısındaki Galata, kentin uluslararası ithalat ve ihracat limanı olarak kozmopolit ortamı canlandırmaktaydı. Avrupa kökenli deniz esnafı ve tüccarlar arasında Müslümanlar sadece hizmet alanında yeralmaktaydılar ve daha çok yerleşimin batı ucunda oturmaktaydılar. Pera bölgesi ise, önceleri Galata’nın bir uzantısı, daha sonra da giderek özellikle XIX. Yüzyılın ortalarından itibaren Avrupalı göçmenlerden oluşan tüccarlarla Katolik ve Ortadoks Rum, Ermeni ve Musevi grupların yaşadıkları ticaret, alışveriş ve eğlence merkezi olmuştur. Bu toplumların arasında Müslüman varlığından söz etmek zordur. Elçiliklerin diplomatik misyonu, kiliseler, sinegoglar ve levantenler, Rum, Ermeni ve Musevi toplumlar kentin Batılı anlamda ilk burjuvazisini oluşturmaktadır. İngilizler Moda’yı ve Tarabya’yı tercih ederek, buralarda bir İngiliz tarzı yaşamı tesis etmişlerdir… Böylece 1850’lerden sonra Galata ve Pera’da, yabancı grupların bir araya gelmesiyle oluşan sosyal, kültürel ve fiziksel açıdan tamamen farklı bir başka kent ortaya çıkmıştır. Diğer bir deyişle Pera, bir tür “Kurtarılmış Bölge”dir. XX. Yüzyılın başları, İstanbul’da ticareti yapılan malların yurt dışından doğrudan doğruya daha elverişli bir yerdeki liman üzerinden hedefine ulaştırıldığı, ihraç mallarının da o limanlardan gönderildiği halde İstanbul, I. Dünya Savaşı’na kadar Türk ticaret âleminin ve iş hayatının tartışmasız merkezi bulunmaktaydı. Limana giriş yapan gemilerin sayısı ve ortalama tonajı oldukça düzenli bir şekilde artarken yelkenli gemilerin (sadece yakın mesafelerde çalışan

yerli yelkenli gemiler) sayı ve tonajı azaldı. Buhar makinesi ve demir sac gövdeli gemi yapımında artan tecrübe, gittikçe büyüdü.. Kapitülasyonların teşvik ettiği Avrupalı göçü Osmanlı toplumunda ticaret, armatörlük, gemi acenteliği ve donatanlığı, limancılık, yük simsarlığı, kumanyacılık ve yakıt ikmalciliği (O yüzyıllarda kömür bunkerciliği), kimya ve bankerlik, madencilik ve hatta afyon ticareti gibi pek çok ağırlıklı alanlarda son derece etkin bir yabancı tüccar toplumunu meydana getirdi. Ancak Osmanlı İmparatorluğu’nda Osmanlı’yı meydana getiren çok geniş uluslar topluğundan, özellikle Ege Adalarındaki ve İstanbullu Osmanlı Rum denizci esnafı, çok önemli başarıların sahipleri oldular. Nitekim Sakız Adası, dünyaca ünlü armatörleri yetiştiren bir ada olarak tarihteki yerini alırken, İstanbul ahalisinden Rum denizci esnafı, Osmanlı’nın deniz ticaretinin önemli unsurları olarak faaliyetlerini sürdürdüler. Yine denizci esnafı arasında Osmanlı tebaası Bulgarları ve Sırpları görmekteyiz. Osmanlı ahalisinden Rum deniz esnafları, sadece vapur donatanı ve acentesi gibi faaliyetlerle sınırlı kalmadılar, aynı zamanda dünya deniz ticaretinin ana unsurlarından gemi sahipliğine de yöneldiler; aralarından çok güçlü armatörler yetişti. Böylece, kurdukları armatörlük şirketlerine ait gemiler, nihayet XX. Yüzyıl ile devam edersek,Türkiye limanlarına yaptıkları seferlerde vapur donatanı ve acente bağını uzun süre haliyle ve çoğunlukla Rum acentelerle kurdular. “Levant” sözcüğünden üretilen “Levanten” kavramı Fransızca’ya 1575’de girmiştir. Fransızca sözlük anlamı;Ortadoğulu, Yakındoğulu, Doğu Akdeniz’in ülkelerinden olan kişi’dir. Onların hepsi Avrupadan Osmanlı topraklarına göç eden ailelerdi ve asla sıradan değillerdi. Denizcilik terimi olarak, Akdeniz’de ve özellikle Türkiye’nin Batı kıyılarında gemicilere de “Levanten” deniliyordu. Levanten kelimesi “Osmanlı döneminde özellikle Tanzimat sonrasında İstanbul’da ve büyük liman kentlerinde yoğunlaşan ve ticaretle uğraşan, Avrupalılar” diye tanımlamaktadır. Avrupalı göçmenler, Osmanlı ekonomisinde ve Avrupa ülkeleriyle siyasal ve diplomatik ilişkilerde etkin ve çoğu kez belirleyici roller üstlendiler. Bu nedenle Osmanlı İmparatorluğu’nda Avrupalı göçmen toplumu çok önemli bir yere sahiptiler. Bu toplulukların konumları açısından İstanbul’un ve İzmir’in en önemli ticari faaliyetleri, Avrupa’dan göçetmiş tüccarlara aitti.. İstanbul’da gelişen Deniz 19


esnaflığı Ticarî hacimli malların taşınmasında ve korunmasında büyük ambarlar gerektiğinden, bu gibi yerler ve ticaret merkezleri hep iskelelerin yakınında kurulmuştur. Bu yerleşimin en önemli iki semti Eminönü ve Galata olmuştur. Böylece İstanbul’un kapsadığı alanda ticari semtler belirgin bir şekilde görülmektedir ve bunlar toplam yüzölçümüne oranla oldukça dar bir alanı kapsamaktadır. Haliç kıyıları, Bedesten semtleri ve onları birleştiren iki büyük atardamar olan Mahmud Paşa Yokuşu çevresiyle Uzun Çarşı alanı, daha XVII. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren kentin en önemli ticaret mekânı olmuşlardır.XX.yy. da devam eden ithalatçılık g.müslim tüccarların elinde idi..1960 dan sonra Kitap-Kırtasiye ticareti ile uğraşan bir ailenin ferdi olarak, satmak üzere aldığımız kırtasiye malzemelerinin %80 i ithal üründü, ithalatçılar karaköyde , sirkecide ve tahtakale’de faaliyet halinde idiler.. Rumlar, Ermeniler, Yahudiler hep ilk el satıcı idiler.. Karadeniz, Marmara ve Ege kıyıları boyunca çok sayıda iskele bulunmakta ve bunlardan İstanbul’a yönelik mal yüklemesi yapılmaktadır. Genelde yük hareketi tek istikametlidir ve İstanbul’dan eyaletlere mal sevkiyatı nadir ve sınırlıdır. Devlete ait ticaret gemileri yoktur ve gemilere mal yüklemeleri, eğer söz konusu olan mallar İstanbul’da hükümet hizmetlerine yönelikse, kadıların veya temsilcilerinin nezaretinde yapılmaktadır. Resmî ticaret gemileri olmadığına göre, kiralama yapılmaktadır. Karadeniz Gemicileri Esnafı ve Akdeniz Kaptanları gibi iki esnaf loncası vardır. Bunlardan Karadeniz Gemicileri Esnaf Loncası çok daha örgütlenmiş ve bir tekel oluşturma gayretine girmiştir. Bu esnaf arasında İstanbul asıllı Gemicileri ve Egeli Gemicileri, Sinop ve Trabzon Gemici Loncaları’nı saymak mümkündür. Gemi reislerinin çoğu bir yük bulmanın fırsatı peşindedirler. Bu reislere en çok Tophane’de rastlanılmakta, fakat Galata, Cihangir, Unkapanı, Kasımpaşa veya Yeniköy, Beykoz, Arnavutköy gibi küçük Boğaziçi köylerinde de reisler görülmektedir. Bunlar çoğunlukla kayık sahibi Osmanlı gemiciler olup Galata ve iş bağladıkları Tophane kahvehanelerinde toplanmaktadırlar… 1900 sonrası yıllar-İstanbul’da gemilerin yanaşacağı bir liman olmadığından, gemiler Karaköy Körfezinden başlayarak Boğaz’a kadar şamandıralara bağlanır ve yükleme boşaltma gemi vinçleriyle mavnalarla yapılırdı. Yüzyıl içinde Osmanlı ticaret hacmi, Osmanlı sayı//68// mart

20

coğrafyasının giderek küçülmesine rağmen, sürekli genişledi. 1830-1911 döneminde Osmanlı ihracatı 6.8 kat, ithalatı 9.4 kat arttı. 1880 fiyatlarıyla yapılan bir hesaplamaya göre ise 1840-1913 arasında Osmanlı ihracatı 10 kat, ithalatı 12 kat arttı (Pamuk, 1984: 24).. Ticaret hacminin artışı bu dönemde Osmanlı gümrük ve liman olanaklarının yetersiz kalması sonucunu da getirdi. 1880 sonrasında ise Osmanlı-Avrupa ticareti belirli (yeni koşullarla en azından 40 yıllık) bir geçmişe sahipti ve Osmanlı İmparatorluğu’nun merkez ülkelerle mamül mal ithalatı ve tarımsal ürün ihracatı temelinde eklemleşmesi belirginleşmeye başladı. Anadolu’da ticari tarımsal ürünler ekimine ayrılan arazi miktarı arttı ve daha çok çiftçi piyasa için üretim yapmaya başladı. Mamül mallar bakımından ise geniş ve önemli bir piyasa olan Osmanlı İmparatorluğu yabancı imalatçıların, tüccarın ve girişimcinin hedeflerinden biriydi. Çeşitli merkezlerde genellikle temsilcileri aracılığıyla faaliyette bulunan yabancılar, zaman içinde piyasa koşullarını görüp öğrendikçe talepleri, şikâyetleri, beklentileri şekillendi.* ( Prof.Dr. Murat Baskıcı, Osmanlı Piyasasında Ticaret: Yabancı Tüccarların Dikkat Etmesi Gereken Hususlar (1870-1920), AÜ SBF Dergisi, 2007, Cilt 64, Sayı 1, Sf 47-50.)(Mezkûr makalesi neşredildiğinde hocamız Doç.Dr.’du). RİZZO AİLESİ OSMANLI DIŞ TİCARETİNİ ELİNDE TUTUYORDU

Özellikle XIX. ve XX. Yüzyıl İstanbul liman kentinde Osmanlı deniz esnafının toplandığı asıl semt olan Karaköy’deki yaşama bir örnek vermek isterim; Böylece Karaköy ve civardaki semtlerde nasıl bir yaşam olduğu hakkındaki resim daha da değerlendirilebilir. Karaköy deniz ticaret piyasasının kalbi olduğundan her sokakta, her handa vapur donatanı ve acentesinin, armatörlük firmalarının, avukatlık bürolarının, gemilere ikmal malzemesi ve kömür ikmal eden şirketlerin bulunduğu görülür. Hatta birkısım şirketler Cihangir’e ve kısmen de Tophane’ye kadar dağılmışlardır. Karşı sahilde ise, Sirkeci’de ve Eminönü’nde çok az birkaç şirket görülür. Karaköy ve civarı için Cihangir Sıraselviler’deki Rizzo Apartımanı’nı özellikle ! tanıyalım.. RİZZO APARTMANI

Bu apartımanın sahibi Heald & Rizzo Co., Ellermans Wilson Ltd., Ellerman ve Bucknall SS. Co. Ltd.’in, American Mediterranean Levant Line’ın temsilciliklerini yapan vapur donatanı


ve acentesi olan İtalyan Rizzo ailesiydi. Avrupalı yerleşik tüccarların ve vapur Donatanları ve gemi acentelerinin yaşadıkları semtler açısından Rizzo Apartımanı tipik bir belge görünümdedir. Taksim Meydanı’ndan Cihangir’e doğru uzanan Sıraselviler Caddesi’nde, solda Alman Hastanesi’nin hemen evvelinde yer alan sokağın günümüzdeki adı Aslan Yatağı’dır. Oysa 1800’lü yılların sonunda kimi zaman Somuncular ve bazen Somuncuoğlu, kimi zaman ise Urucular Sokak olarak anılan ve henüz bir çıkmaz olan bu sokak, 1895 yılına ait tapu kayıtlarında Aruslar Sokağı olarak geçmektedir. 19001921 yılları arasında ise Urucular Sokak ile Somuncular Sokak arasında yer alan Araslar Sokağı olarak tarif edilmekteyken; 1927 yılından itibaren Aslan Sokağı, 1934 yılından günümüze değin ise Aslan Yatağı Sokak olarak anıla gelmiştir.Bu sokak üzerinde yer alan ve bir tarafında Henri de Wilson evi ve bahçesi ile bazen Ali Çavuş ve Faik Bey ve Abdi Efendi Bey evi ve bahçeleri, diğer iki tarafında W.J. Jones evi ve bahçesi bulunan; Teba-i Devlet-i Aliye’nin Rum milletinden Bebek Köyü sakinlerinden ve Fener İdaresi memurlarından Dimitri oğlu Andonaki’nin sahibi olduğu 38 kapı numaralı bahçeli evi, 8 Mayıs 1894 günü John Francis Rizzo’nun eşi Marianne Rizzo satın almıştır. Rizzo Apartmanı’nın ilk kiracılarına 1896 yılında rastlıyoruz. Aynı yıl apartmanın bodrum katında oturan mimar Ohannes Aznavur’un, binanın mimarı olabileceği düşünülebilir. Gerek konumu gerekse mimari kalitesi ve etkileyici üslûbuyla Beyoğlu’nun pek zarif apartmanlarından biri olan Rizzo Apartmanı, seneler boyunca üst düzey ve seçkin bir kiracı topluluğuna ev sahipliği yapmıştır. Aslen İtalyan kökenli olan Maltalı ve İngiliz uyruklu Rizzo Ailesi’nin, 1883-1953 yılları arasında İstanbul’da yaşadığını tespit edebildiğim mensupları, genellikle komisyonculuk ve ticaret işleriyle uğraşmışlardır. Elmas tüccarı Michael Rizzo, buğday komisyoncusu Ant. Rizzo, zahire komisyoncusu D. Rizzo, komisyoncu ve tüccar Giovanni Rizzo, terzi Bayan Rizzo, buğday komisyoncusu Pandeli Rizzo, kahve komisyoncusu G. Rizzo, zahire komisyoncusu J. Rizzo, Osmanlı İmparatorluğu Deniz Fenerleri İdaresi veznedarı Georges Rizzo, tahıl komisyoncusu C. Rizzo, komisyoncu Psaras Rizzo, Heald ve Rizzo Şirketi’nden G. Rizzo, komisyoncu Jean Rizzo, Balat Or Ahayim Yahudi Derneği’nin veznedarı Salomon Rizzo, Balat Or Ahayim Hastanesi’nin kurucularından

Samuel Rizzo, halıcı Henri Rizzo, memur Emilio Rizzo, dul bayan Angèle Rizzo, Heald ve Rizzo Şirketi’nden John Francis Rizzo, komisyoncu Edgar V. Rizzo, komisyoncu Vass. Rizzo, Gazette Financière’in müdürü Avukat Dr. Alfred Rizzo, Balya Karaydın Madenleri Şirketi’nin genel sekreteri Epam. Rizzo, Coopérative Şirketi genel sekreteri Jean Rizzo, Karayolları Şirketi mühendisi Egbert Rizzo, John Francis Rizzo’nun dul eşi bayan Rizzo, dul bayan Epam. Rizzo, dul bayan Leontine Rizzo, Urania Daktiloları Türkiye Temsilcisi, yayımcı John A. Rizzo. Odabaşı: Paul Cassar ve Miguir Balabanian oturmaktadır. 1927 yılından itibaren ismi geçen “Rizzo ve Psaras Vapur Acentası” ise yeni bir ortaklıktır. Rizzo Apartmanı’nın sahibi Marianne Rizzo’nun eşi John Francis Rizzo ise 1856 yılında kurulan Heald & Rizzo Şirketi’nin ortaklarındandır. Heald & Rizzo Şirketi, Ellermans Wilson Ltd.’in, Ellerman ve Bucknall SS. Co. Ltd.’in ve American Mediterranean Levant Line’ın temsilciliklerini üstlendiği vapur donatanı ve acentasıydı. Bu faaliyetinin yanı sıra taş kömürü ithalatı, boya ve vernik ve yelken bezi ticareti de yapmıştır. Edgar Rizzo, Yabancılar İçin Deniz Ticaret Odası’nın 1922 yılı yönetim kurulu üyeleri arasındadır. Aynı zamanda “Rizzo and Psaras Shipping Agency” nin ortağıydı. 1900-1921 yılları arasında Annuaire Oriental Ltd.’nin yönetim kurulunda görev alan John A. Rizzo ve Gazette Financière’in müdürü olan avukat Dr. Alfred Rizzo’yla birlikte, 1921-1930 yılları arasında Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları içinde yer alan ticari merkezlerde gerçekleşen ticari faaliyetleri, hem yerel hem yabancı girişimcilere tanıtmak amacıyla hazırlanan ve ilki 1868 yılında yayımlanmış olan Annuaire Oriental’lerin (Şark Ticaret Yıllıkları) yayımcılığını yapmışlardır. Sahibi bulundukları Rizzo Yayınları, hukuk alanında ve İstanbul hakkında pek çok kitap yayımlamıştır. 1927 yılından itibaren ismi geçen “Rizzo ve Psaras Vapur Acentası” ise yeni bir ortaklıktır. Dersaadet’in dünya ticaret merkezi olan semtleri; Karaköy, Galata,Pera’da görüldüğü gibi asırlarca ülkeyi ekonomik olarak istedikleri yola çeken yabancı unsurların ellerinde idi…Biz asırlarca Ticaretimize sahip çıkamadık.. Kaynakça:

Vapur Donatanları Ve Acenteleri Tarihi-G.Y.Yönetmeni:Recep Düzgit- Yazar-Osman Öndeş

21


BİR ŞAİRİN MISRALARINDA

SEVDİM SENİ;

PRİZREN Balkanlar’ın birçok şehri tablo gibidir, seyretmeye doyum olmaz, Prizren ise bu sanat eseri tablolar arasında en değerlilerinden biridir. Balkanların en güzel şehirlerinden biri olan Prizren, "müze şehri" ya da "açık hava müzesi" konumu ile görenleri kendine hayran bırakan bir şehirdir. Mehmet MAZAK*

*T.C. Sultanbeyli Belediyesi Kültür Müdürü

sayı//68// mart

22

012 yılının ağustos ayında Struga şiir festivaline katılmak üzere bir grup şair dostlarımızla Makedonya’nın başkenti Üsküp’e uçmuştuk İstanbul’dan. Struga şehrine ulaşıp festivale katıldıktan sonra Üsküp’e geri dönmüştük arkadaşlarımızla. Üsküp’te eski şehrin Arnavut kaldırımlı sokaklarını adımlamış, Mustafa Paşa Camiinin şadırvanında serinlemiş, akşamın alacasında dar bir sokak içerisindeki Türk kıraathanesinde çaylarımızı yudumlamıştık. Üsküp’te konaklamış, havasını ciğerlerimize çekmiş, tarihe iz bırakmıştık. Yahya Kemal’in idafesi ile “Üsküp ki Yıldırım Beyazıd Han diyârıdır, Evlad-ı Fatihân’a onun yadigârıdır, Firûze kubbelerle yalnız bizim şehrimizdi o; Yalnız bizimdi, çehre ve rûhiyla biz’di o” dediği şehrin sabahında dostlarımızla birlikte Kosova’ya doğru yola çıkmıştık. Üsküp’ten yola koyulunca şehri arkamıza alıp Vardar Nehri’nin üzerinden geçerek Vardar Ovası’nda ilerlemeye başlamıştık. Gezi öncesi hazırlığımızı yaptığımız için Müzeyyen Senar’dan Vardar Ovası türküsünü dinleyerek Şar Dağı’na arabamız tırmanmaya başlamıştı. Şar Dağı eteklerinden tepeye doğru tırmanınca zirvede mola vermiş, orada bulunan bir kafede çaylarımızı yudumlamıştık. İşte bu kafede şairane bir şey oldu. Çaylarımızın ücretini ödeyip yola çıkacakken kafede tek başına oturan yaşlıca bir Arnavut amca “bre bunlar Türkiye’den gelmiş Türk’tür bunlardan para almayasın, ben ödeyeceğim, çaylar bendendir” deyiverdi. Birden hep birlikte o amcaya baktık, bir söz geldi aklımıza “misafir size yeni bir dünya getirir ve size bir şeyler katarak ayrılır” bu davranış bile gönül coğrafyamızın zenginliğini göstermişti bizlere. Şar Dağı bölge için stratejik öneme sahip bir yer. Şar Dağlarının % 56’sı Makedonya, % 44’e yakın kısmı da Kosova sınırları içinde. Bu dağ silsilesinde birçok doruk noktası var. En yüksek yeri “Büyük Türk Tepesi” olarak anılan 2747 metrelik yükseklikteki tepedir. Bu tepenin dışında Küçük Türk Tepesi, Bakırdan Tepesi, Bistra Tepesi, Lyuboten Tepesi, Baba Hasancık Tepesi gibi iki bin metre yükseklikte, bir kısmı Kosova bir kısmı Makedonya sınırları içinde kalan tepeler bulunmaktadır. Üsküplü Şair Leyla Şerif, Şar Dağını ve şehirlerini şöyle anlatır bizlere; “Şar Dağı’nın eteklerinde yerleşmiş iki


şehir var; biri Makedonya sınırları içinde, diğeri, Kosova sınırları içinde kalmış. İkisi de sırtını Şar Dağı’na yaslamış; düşmandan korunan iki asker gibi birinin elinde Kalkan (Kalkandelen-Tetova), birindeyse Zerrin (Pür Zerin-Prizren). İnsanları birbirine benzer, şehirlerin kokusu yüzlerine, ruhlarına siner” demektedir. İşte bu kadar önemli bir nokta olan Şar Dağı’nın sisli tepesinden Kosova ufuklarına doğru hep beraber bakarken Ruhu Anadolu, bedeni Rumeli’li olan Prizrenli Şair Dostumuz Zeynel Beksaç’ın “Rumeli, O Benim İşte!” şiiri yankılanmıştı zihnimizde. “Şardağı’na sis ne güzel yakışır Yıllanmış kara bakar gözlerim kamaşır Ezelden beridir Hasretle ekmek yoğrulur Aş pişer hasretle Gora’da Yolum gâh Brod’a düşer gâh Rapça’ya Hacı Ömer Lütfi’yle, Suzi’yle, gezer tozarım Es bre deli gönül es gayrı Şairler yurdu Prizren sana dar gelir, Rumeli, o benim işte!” Bu şiirin bizlerin idrakinde bıraktığı buruk tat ile Prizren’e doğru yola çıkmıştık. Bir şehri ilk gördüğünde sevebileceğin, ısınabileceğin, kucaklayabileceğin ölçülerde imar edilmiş yerdir Prizren. Üsküp’ten çıktık yola, Prizren’de verdik mola… Balkan ülkelerini ve şehirlerini bilen ve gezen biri olarak diyebilirim ki Osmanlı izlerinin en yoğun görüldüğü yerlerden biri olarak karşılamıştı bizleri Prizren.

Prizren, kültürü, tarihi dokusu, mimarisi, coğrafyası, tarihi kalenin müthiş manzarası ve sıcacık insanları, mahalleleri, camileri, türbeleri, tekkeleri ve hamamlarıyla bizden içimizden bir şehir. “Ecdadımın ruhu, bir meltem gibi okşar günün her anı” diyor Zeynel Beksaç Prizren için. Şehrin ortasından geçen Akdere (Bistriça Nehri) üzerindeki tarihi Taş Köprü ve Arasta Köprüsü'nde bol bol hatıra fotoğrafı çektirmiş, Prizren'in meydanı olarak adlandırılan Şadırvan Meydanı’nı arşınladığımızı hatırlıyorum. Kalenin eteklerinde yer alan Sinan Paşa Camii’ni ziyaret edip, karşısında bulunan küçük çay ocaklarında yorgunluk çaylarımızı içmiştik. Zeynel Beksaç, Sevdan Kuşatmış Yüreğimi şiirinde; “Sinan Paşa Camii minaresinden Daha bir yanık okunur ezan sesi Döker derdini Akdere sularına Taş Köprüsü Nemden loşluktan yakınan Mehmet Paşa Hamamı’nda Zaman düşe dalıverir” der. Bizde Prizren sokaklarında dolaştıktan sonra Sinan Paşa Camiinin karşısındaki çay ocaklarında dinlenirken Osmanlı’yı yâd ederek düşlere dalıvermiştik. Kültür insanı Fahri Tuna ne güzel tarif etmiştir Rumeli’nin İstanbul’u güzelliğindeki bu şehri; “Kosova’nın en güzel en kadim en latif şehri Prizren. Sırtını Şar Dağı’na yaslamış, ortasından akıp geçen Akderesi’yle, tadına doyumsuz Şadırvan suyuyla, başta tarihi Sinan Paşa olmak üzere hâlâ ayakta duran otuz üç

23


camisi, Arnavut kaldırımlı sade sakin zarif sokaklarıyla, insanın gönlünü feth eyleyen, şen eyleyen, mest eyleyen bir güzel şehir. Tekkeleri, çeşmeleri, cumbalarıyla zarif, derin, estetik bir şehir. Sokakları, sözleri, gönülleri gül ve bülbül kokulu bir şehir Prizren.” Dil bilimcilere göre “büyük kale, kasaba” anlamına gelen Pri ve Zeranda sözcüklerinin birleşiminden Prizren ismi doğmuştur. Çok sayıda şekil değiştiren bu isim Priserendi, Pyrserendi, Prizeren, Pirzerin gibi isimlerle de anılmıştır. Osmanlı zamanında ise kentin ismi Pürzerrin olarak kullanılmıştır. Kosova’nın ikinci büyük şehri konumunda olan Prizren, zengin kültürel mirasıyla Osmanlı’yı yaşatan bir Balkan şehridir. Rumeli şehirleri denilince zihnimizde oluşan bu imaja en uygun şehirlerin başında gelir Prizren. Balkanlar’ın birçok şehri tablo gibidir, seyretmeye doyum olmaz, Prizren ise bu sanat eseri tablolar arasında en değerlilerinden biridir. Balkanların en güzel şehirlerinden biri olan Prizren, "müze şehri" ya da "açık hava müzesi" konumu ile görenleri kendine hayran bırakan bir şehirdir. Coğrafi ve tarihi bir cazibe mekânı olmasının yanı sıra Prizren bir kültür ve sanat şehridir. Prizren’deki toplum kültürü, sanatı, şiiri destekleyerek kendi varlığını korumaya çalışmaktadır. Bu yönüyle Osmanlı’da ve günümüzde, “Şairler Yuvası” ya da “Şair Membaı” olarak adlandırabiliriz. Divan edebiyatımıza Sûzî Çelebi, Âşık Çelebi, Âşık

sayı//68// mart

24

Ferkî, Mü’min, Nehârî, Sa’yî, Baharî, Şem’î, Tecellî, Sucudî, Şevkî gibi şairleri bağrında yetiştirmiş bir şehirdir. Benim için Prizren birazda Rahmetli Şair Dostum Osman Baymak’tır. Prizren, Türkçe’nin Balkanlardaki son nöbetçilerinden biri olan Şair Abim Zeynel Beksaç’tır benim için. Âşık Çelebi’nin ifadesi ile “Prizren’de bir oğlan doğsa, adından önce mahlas koyarlar” denen şehirdir. Beş asır Osmanlı idaresi altında kalmış olan Prizren mahalleri, yer adları ve insanları ile günümüzde Türkçe’nin son kalelerinin başında gelmektedir. Osmanlı’nın mürekkep ve muhabbetle adını yazdığı Prizren, coğrafi olarak Rumeli’ye, gönül ve dil olarak Anadolu’ya bağlı bir şehirdir. Prizren şehrine 2012 yılından sonrada ziyaretlerim oldu. Her gidişimde bu şehir sıcacık kucakladı beni, Şadırvan Meydanındaki çeşmeden su içtiğim için tekrar ziyaret etme bahtiyarlığına eriştim. Sevgili Dost Zeynel Beksaç’ın şiiri ile bu ecdat yadigârı Prizren’e veda edelim; “Bendim çeşmelerinde akan su Camilerinde okunan ezan Selama hasret cumbalı ev Güneş yüzü görmeyen kaldırımlı sokaklar Namazgâh, Terziler Köprüsü Mehmet Paşa Hamamı, Tekkeler Ben hala buradayım dostlar Yâd elde değil, vatanımdayım Yoksa siz Rumeli’yi unuttunuz mu? Rumeli, o benim işte!”


Sönmüş Ataşlarda Yanmak

Kıyâmet yakın Allah’ım, medet Yolların en kaybolduğu yerde varâk-ı mihr-ü vefâ uğramaz tepelerde Ol şâh-ı cihân, hayırdır inşallah Kazara adımızı andı / sonra varıp utandı Haysiyetim sebil ettim, dilendim Kapıları açıp bakan olmadı Ah, ne aşılmaz bir dağdır gönül çıkmazlarında gece Gözümü kanlı görünce Fakîri şol abdallardan sandı Alaz alaz ataşlarda yanmaya ne var, Nesimî bile yanar orda veyahut Mansûr Oralarda yanmalar kolay Şu benim solgun yüreğim, ey yâr Sönmüş ataşlarda yandı Evvel ciğerim tutuştu, dörtbir yanından / ellerim sonra Yandım bir ucumdan, tutuştum yandım Yanardağın üstünde / bir sarhoş kuzgunum ben Ol sebepten / kanatlarım küle bulandı. Kâmil UĞURLU

25


Ama, âh ama. Aması var işte.

ZONGULDAK

BİR EMEK VE GÜZELLİK ŞEHRİ Zonguldak tarihi ikiye ayrılıyordu artık: İnce Memet’ten önceki Zonguldak, sonraki Zonguldak. Fahri TUNA

Bir akşamdı. Televizyonda spor programı seyrediyordum. Zaten 28 Şubat sürecinden bu yana, yani son yirmi beş senedir gazete okumuyordum, tv haberlerini izlemiyordum. Spor dediysem futbol. Futbol oynadığı zamanlarda güzel futbolu kadar maç sonu değerlendirmelerini de zevkle izlediğim, yanımdakilere ‘bu çocuk futbolu bıraktıktan sonra yorumcu olmalı. Çok zeki. Ayrıca çok düzgün Türkçesi var. Analizleri adilane ve analitik’ dediğim Tümer Metin, 13 Mayıs 2014 akşamı, o hafta oynanan maçları yorumluyordu canlı yayında. O sırada Manisa Soma’da bir kömür ocağında grizu patlaması olduğu haberi geldi. Ölü sayısının çok olmasından korkuluyordu. (Nitekim bir hafta içinde o ocakta havasızlıktan 301 insanımızın can verdiği kesinleşecekti.) Birden gözleri doldu Tümer’in. Gözyaşları sel oldu canlı yayında. Hüngür hüngür ağlıyordu artık. Dakikalar sonra kendine gelebildi. Güç bela konuşmaya başladı: ‘Ben kömür işçisi çocuğuyum. Babam her sabah evden hepimizle tek tek helalleşerek çıkardı. Yerin yüz bilmem şu kadar metre altında çalışırdı. Bir grizu patlaması, yüzlerce baba yok, geride yüzlerce dul kadın binlerce yetim çocuk… Her kömürcü ailesi çok iyi bilir bunu. Her gün yaşamıştır çünkü. Rabbim geride kalanlara sabır versin!’ Sicim gibi akan gözyaşları karışmış titreyen sesiyle ekledi: ‘Ben Zonguldaklıyım. Her Zonguldaklı bu korkuyu iyi bilir.”

meğin şehri. Emeğin ve güzelliğin şehri. Kömürü kara kalpleri ve emekleri beyaz olan şehir. Her Türk gibi ben de Zonguldak adını ilk kez kitaplarda gördüm: Mehmet isimli bir kahraman bulmuştu Zonguldak’ta taş kömürünü ilkin. Bir şehrin, - neredeyse - bir ülkenin kaderini olumlu etkileyecek bir buluştu. Zayıf, ince, karayağız, uzun bir Mehmet’ti bu. Köyünde İnce Memet diye çağrılan bir delikanlıydı. Bizim İnce Memetin bulduğu kömür devletimiz için de bir nimete de dönüşecek, koca koca kurumlar kurulacak, binlerce insan o kömür ocaklarında şirketlerinde çalışacak, hem insanlar daha ucuza ve kolaya ısınacak hem de ormanlar kesilmekten kurtulacaktı. Nimetti taş kömürü gerçekten. Bereketti. Geçimdi. Ekmekti. Maaştı. Zonguldak tarihi ikiye ayrılıyordu artık: İnce Memet’ten önceki Zonguldak, sonraki Zonguldak.

sayı//68// mart

26

‘Aman Allah’ım’ dedim. Bir şeyler yiyordum. Meyve elimden düştü. Zonguldak ve kömür, Tümer Metin’in korkuları, duyguları, endişeleri, gözyaşlarıydı o günden sonra benim gönlümde. Oğlum Ahmet büyümüş evlilik çağına gelmişti. Bir kızı sevmiş, kız da onu. Adı Dilek’miş. Tanıştırdı bizimle. Zonguldak Devrekliymiş. Terbiyeli, aklı başında, güven veren bir genç. Sevindik. Gittik istedik. Verdiler. Söz, nişan, düğün. Bir yıl içinde evlendirdik. İçi dışı bir insanlardı dünürlerimiz. Hele oğlumun kaynanası Münevver Ablam bir kahramandı benim gözümde. En küçüğü gelinimiz - daha sekiz yaşındayken eşi dünürüm Muharrem Ağbi vefat etmiş, altı dönüm tarlayla dört çocuk bir başına kalakalmıştı. Ceyda, Adnan, Derya, Dilek. Benim annem gibi Münevver Ablanın okuma da yazması


da yoktu üstelik. Hem okul vardı da onlar mı okumamıştı. Çalıştı, didindi, direndi her zorluğa. Okuttu bütün çocuklarını. Eşinin vefatının üzerinden on beş sene geçtiğinde dört çocuğu da dört yıllık birer üniversite diplomalıydı şimdi. Buydu Zonguldaklı. Sabır azim mücadeleydi. Sabrın sonu selametti. Zorlu doğa şartlarına rağmen çaba gayret ve tevekküldü. Allah çalışana rızkını eksiksiz veriyordu zira. Ödülünü de. Bilenler bilir, 1960’larda hatta 1970’lerde Avrupa’ya hele de Almanya’ya Anadolu’muzdan büyük bir işçi göçü yaşanmıştı. Çoğu evli gitmişti bu emekçilerin. Ev bark yeme içme. Zamanla bir düzen kurdular, çocukları oldu orada. O çocuklar Alman okullarında okudular, Alman vatandaşı oldular. Evde Türk’tüler bu çocuklar, sokakta Alman. İki dilli, iki kültürlü, iki ülkeliydiler çaresiz. Bunlardan biri de Alman Milli Futbol Takımı’nın yıldızı, İngiliz Arsenal Takımının oyun kurucusu olan Mesut Özil’dir. 1988 Almanya Gelsenkirşen doğumlu Mesut, iliklerine kadar Türk, iliklerine kadar Müslüman, iliklerine kadar millî ve yerlidir. Bunu yüz defa bin defa ispatlamıştır. Demokrasi havarisi, barış özgürlük eşitlik çığırtkanı Avrupa’nın papucunu dama değil bir cümle ile çöpe atan adamdır o: ‘'Kazandığımızda Alman, kaybettiğimizde göçmen oluyorum.'' Zalim ve baskıcı Çin Devletinin Uygur Türklerine yaptığı eziyeti 13 Aralık 2019 tarihli paylaşımına “Hayırlı Cumalar Doğu Türkistan’ diye başlamış ve ‘Ey Doğu Türkistan. Ümmetin kanayan yarası. Eziyetlere direnen mücahit ve mücahideler topluluğu. Zorla İslam’dan uzaklaştırmaya çalışanlara karşı tek başına mücadele veren şanlı müminler. Kur’anlar yakılıyor, camiler kapatılıyor, medreseler yasaklanıyor, din âlimleri birer birer öldürülüyor. Erkek kardeşler zorla kamplara sokuluyor. Onların yerine Çinli erkekler ailelere yerleştiriliyor. Bacılar zorla Çinli erkeklerle evlendiriliyor. Tüm bunlara rağmen Ümmeti Muhammed suskun, sesi çıkmıyor. Müslümanlar sahiplenmiyor. Bilmezler mi ki zulme rıza zulümdür.” Sözleriyle bitirmişti. İslam ülkeleri basınının ve Batı basının iki yüzlülüğünü bir twitiyle paçavraya çevirmişti Arsenal’in yıldız oyuncusu Mesut Özil. Mesut Özil Zonguldaklıydı. Devrek’in bir köyünden Almanya’ya emeğini göçüren Mustafa Özil’in dört çocuğunun ikincisiydi. Alman Milli

Takımı’ndaki Ulubatlı Hasan’ımızdı o bizim. Zonguldak emekti, evet. Emek demek Bülent Ecevit demekti Türkiye’mde. Profesör bir babanın, ressam bir annenin aristokrat bir çocuğu olarak doğsa büyüse de, hayatı boyunca bir gün bile emeğiyle geçinmiş olmasa da Türkiye’de bir Karaoğlan efsanesi oluşturulmuş, emek denilince o akla geliyor/getiriliyordu. Sendika hakkının Bülent Ecevit’in Çalışma Bakanı olduğu 1964’te çıkmış olmasının payı büyüktü oluşturulan bu algıda. Bir de başa şapka. Emekçi algısı tamamdı artık. Ecevit’in adının Zonguldak Üniversitesi’ne verilmesi de bundandı elbette, en çok. Gerçek başka olsa da algıya uygundu her şey. Zonguldak bereketti, evet. Zonguldak kömürdü evet. Zonguldak sahildi denizdi koylardı kumsallardı da evet. Ne yer içerlerdi Zonguldaklılar peki? Klasik bir Zonguldak mutfağı size, buyurun - afiyet olsun elbette -: Yer sofrasına önce bir Uğmaç çorbası gelsin. Leziz. Ana yemek öncelikle, cizlemelerin ortasına nefis etlerden oluşan Bayram tiridi elbette. Yanına Mancar sarması, bir de Malay. Yeme de yanına yat cinsinden tam da. Tatlı olarak üstüne de Devrek’in meşhur Beyaz baklavası tercihimiz. Size bir şey daha söylemeliyim: - yeminle ama - Size bu yemekleri, bir tek beyaz yerine kahverengi baklava olmak kaydıyla, Adapazarı yemekleri diye yutturabilirim. On, yüz, bin de şahit getirebilirim size. Bu kadar mı benzer yahu. Adlarına kadar. İki yüz kilometre mesafeden sonra biraz baklavanın rengi açılmış, o kadar. “Karadır kaşların ferman yazdırır Bu dert beni diyar diyar gezdirir Lokman Hekim gelse yaram azdırır Yaramı sarmaya yar kendi gelsin Ormanlardan aşağı aşar gelirim Nazlı yari kaybettim ağlar gezerim” Zonguldaklı genç âşık, yârine kavuştu mu bilinmez ama bir şeyi iyi biliyoruz: Geriye Türk Halk Müziğimizin en güzel türkülerinden birini miras bıraktı bize. Zonguldaklıların dostlukları da böyle sahicidir işte, insanlıkları vefaları aşkları da. Zonguldak Türk’tür, türküdür. Zonguldak emektir, berekettir. Zonguldak doğadır, doğallıktır. Güzellik ve estetiktir. Zonguldak; bir emek ve güzellik şehrisin sen. Sahiden de. 27


HATİP ÇAYI DELİKANLILARI Yapılan ıslah çalışmaları ile üzeri kapatılıp Dışkapı'dan Cebeci'ye gidilen yol yapılmış. Yağmurun bol olduğu günlerde bendine sığmayan Hatip Çayı kenarında Hıdırellez kutlamaları düzenlenir,

Erbay KÜCET

eçtiğimiz günlerde ekranda Peru'da düzenlenen bir festivalde gençlerin yumruk yumruğa kavgalarını görünce Ankara Aktaş mahallesinde ilk gençlik yıllarımda gördüğüm kavgalar gözümün önüne geliverdi. Delikanlılık âleminin heyecanlı anlarını yaşamayan anlatamaz. Mahalle kavramının bozulmadığı altmışlı yıllarda insanlar vakit geçirmek için kahvehaneleri mekân tutmuşlardı. O yıllarda bugünkü cafe işlevini gören kahvehanelere kıraathane denilirdi. Kısaca kahve denilen mekânların bitişiğinde berber dükkânları olurdu. ‘Badem yağlı, bol cilalı’ sloganı ile ayakkabı boyacıları kahvehanenin giriş kapısı yanında boya sandığı ile otururdu ki sandık deyip geçmeyin parlatılmış bakır levhaları ile iki yanında bulunan bölmelerinde cam şişeler içinde pirinç madeninden sarı kapakları ile boyalar dikkat çekerdi. Simitçiler hasırdan örme sepetleri ile masaların arasında ‘taze gevrek, sıcak’ diye dolaşır, Mideleri bayram ettiren Hamdi, acıkılan anda ekmek arası Arnavut ciğeri satardı. Koku satıcısı elindeki şırıngaya doldurduğu esanstan oturanların yakalarına doğru sıktıktan sonra bir masada çayını yudumlar çakmaklara da gaz basardı. Sayısı iki olan kahvehaneleri Arnavutluk’tan göç etmiş kişiler çalıştırırdı. Kömür deposunda kamyonlarıyla nakliye işleri ile iştigal eden Erzurumluların oturduğu Sarıbıyık Şevki’nin işlettiği kahvehanede pişti, tavla ve domino oynanır tartışma olmazdı. Gençlerin takıldığı ve arka odasında gizli olarak horoz dövüşü yaptırılan kahvehaneyi lakabı odun olan Hakkı abi çalıştırırdı. Burada patırtı, gürültü bağırışlar eksilmez, tartışan iki kişi mekândan çıkarılırdı. Peru’da yumruk yumruğa kavga edenlerin dövüş kulübünü andıran festival alanında taraftarların tezahüratlarıyla dövüşmeden önce ve sonra kucaklaşıp iyi arkadaş kalmaya devam ettikleri gibi Hatip Çayı kenarında kavgalarına festival adı vermeden yumruk yumruğa dövüşürlerdi. Havada uçan yumruk ve tekmelerden kimse rahatsız olmaz, tezahürat yaparlardı. Haberde Peru festivalinin gayesinin küsleri barıştırmak, kavga yoluyla birbirlerine karşı kinlerine son vermelerini sağlamak olduğu, Güney Amerika'daki ülkelerde benzeri etkinliklerin yaygın olduğu vurgulandı.

sayı//68// mart

28


“Türkiye nere, Peru nire?” Peru ile kardeşliğimizin temeli bu kavgalarda atıldı desek inandırıcı olmayacak. Kültürel bağlarımıza, tarihsel sürece göz atıyorum ortak nokta bulamadım ama bizimkilerin bir ara Peru’ya gidip biraz kalmış olabilecekleri de aklımdan geçmedi değil. Adamlar bizimkilerin yumruk yumruğa kavga ettikten sonra hiçbir şey yokmuşçasına sarılmalarını nasıl açıklarsınız? Aramızdaki mesafe, kültürel ve sosyal ayrıcalıklar, dinî söylemler, gelenek ve göreneklerimiz arasında dağlar kadar fark ortadayken Başkentimizin mutena mahallesindeki delikanlılarımızın Peru’nun ismini bilmeden kavga etmelerinin benzerliğini anlamış değilim. Bizimkilerin genelde manita yani kız yüzünden kavga ettiklerini bilenlerdendik ama kavgaların asıl sebebi nedense racona ters düşmemek için saklanır, kâğıt çaldı, hile yaptı gibi sudan bahaneler söylenirdi. Bu arada bir detayı atlamayalım, kavgalarda kahvehanede tavla, okey ve iskambil kâğıtları masalarda bırakılırdı. Şehirleşmenin unsuru olarak Adnan Menderes döneminde yapılan çok şeritli Plevne caddesinden koşarak karşıya geçildikten sonra, Kalecik’teki İdris Dağı’ndan doğup, Hasanoğlan, Lalahan, Nenek, Ortaköy, Kayaş, Mamak, Altındağ, Ulus yerleşim yerlerini geçerek Etlik’te Çubuk Çayı ile birleşen Ankara Çayını oluşturan Hatip Çayı’nın kenarındaki çimenlikte bıçak, sopa ve taş olmadan yumruk yumruğa kavga seyredilir ve kaldıkları yerden devam ederlerdi.

Ankara için bir zamanlar önem ifade eden, bugün üstü kapalı olan Hatip Çayı’nın etrafının yeşillik, ağaçlı ve sulak olduğundan mesire yani gezinti ve dinlenme mekânıydı. Tuluat kampanyaları arada bir çadır kurup temsil verirlerdi. 1957 tarihinde meydana gelen yağışlardan Hatip Çayı çevresi nasibini fazlaca alıp sele neden olmuş. Yapılan ıslah çalışmaları ile üzeri kapatılıp Dışkapı'dan Cebeci'ye gidilen yol yapılmış. Yağmurun bol olduğu günlerde bendine sığmayan Hatip Çayı kenarında Hıdırellez kutlamaları düzenlenir, kadınlarımız çamaşır yıkar, çocuklar ilk yüzme becerilerini korkmadan gösterirlerdi. Yıllar içinde atılan çöplerle su kalitesi bozulan, koku ve görüntü kirliliğine sebep olan Hatip Çayı’nın ıslahı için çalışmaların devam etmesi gerektiğinin altını çiziyorum. Ankara Çayı’na karışan atık suların engellenip temizlenmesi, kötü kokulara neden olan dip çamurundan arındırılması, gelen atık suları arıtmak için arıtma tesisinin yapılması zaruriden öte sağlıklı yaşamanın olmazsa olmazıdır. Hatip Çayı’nın dere olarak eski haline getirilmesinin Ankara’ya farklılık kazandıracağında şüphemiz yok. Hatip Deresi’nin de temiz akmasını sağlayacak yerel veya merkezi otoritenin Ankaralıların gönlünde iz bırakacağını düşünenlerdenim. Gördüğüm kadar gündemde böylesi bir mevzu yok. Ekmeğini yemiş, suyunu içmiş Altındağlı olarak “Siyasi düşüncemizi bir kenara bırakıp, güzelliklere sahip çıkalım, yumruk yumruğa değil, el ele verelim” diyerek yazımızı sonlandıralım. 29


ESKİ KIRIM

(SOLHAT) -2-

Baybars, Sultanovskaya muhafızlarının başına komutan oldu. 8 yıl daha geçti ve eski Solkhat kölesi Mısır hükümdarının en yüksek güvenini hak eden Baybars, Sultan'ın yakın muhafızı oluyordu. Sadece üç yıl sonra, 1260 yılında, bir saray darbesinden sonra, devletteki ilk kişi - Mısır Sultanı oldu. Doç. Dr. Svetlana KERİMOVA*

ırım'da İslam, kısa sürede Tatar nüfusu arasında yeni taraftarlarını bulmaya başladı ve yarımadanın başkenti Solkhat, daha sonra Altın Orda'daki yeni dinin en önemli merkezlerinden biri oldu: camiler, derviş manastırları, dini medrese okulları ve daha fazlası inşa edildi. Devlet Hermitage Müzesi'nden gelen bir çok bilim adamları Eski Kırım'ın ortaçağ anıtlarını keşfetmek için ilginç bir çalışma ortaya koydu: şehirdeki camilerin çoğu Soldaya-Kefe ticaret yolu boyunca inşa edildi, bu da bu yolun Solkhat'ın bir şehir olduğunu düşündürüyor. Buna göre. İslam, Altın Orda'nın devlet dini haline gelmeden önce kendisini Solhat'ta sağlam bir şekilde kurmuştur. Buradan bu inancın kitlesel yayılımı başladı - önce kuzeye, sonra doğuya. Ve zaten Özbek Han döneminde, İslam Altın Orda'nın baskın dini oldu - göçebe bozkır Tatarlar uzun süre pagan kaldı. Kıyı kentlerinin ticaret hayatında yer alan Kırım'ın Tatar nüfusunun bir kısmı Hristiyanlık lehine seçimlerini yaptı. Zaten Sughdai'nin Yunan yıllarındaki 1270'lerde (o zamanlar Sudak olarak adlandırılan Yunanlılar olarak), Hristiyan Tatarlardan bahsediliyor. Yarımadanın fatihlerinin çoğunlukta olduğu diğer yerlerde, İslam rekabeti bilinmiyordu. Yeni din Solhat'ın büyümesine ve yüceltilmesine katkıda bulundu. Dini binaların inşası önemli sayıda işçi gerektiriyordu. Doğal olarak, yeni sakinlerin de bir kamu hizmetleri düzenlemesine ihtiyaçları vardı. Şehir hızla genişliyor, güzelleşiyor, tipik bir parlaklık kazanıyordu ve 13. yüzyılın sonunda idari amacına tamamen karşılık veriyordu. Han'ın valisinin yarımadadaki ikametgahı şimdi surlarla çevrilidir, şehirde Altın Orda hanları zamanında bir sikke basılmıştır. Solkhat erkek köle pazarında, gelecekteki Mısır Sultanı Baybars'ın şaşırtıcı yolculuğu başladı. 1247'de Mısır sultanının saray muhafızı için genç bir esir seçildi. Bir köle olarak bile, genç adam direndi, bu yüzden Ağır muhafızlar altında Kefe'ye götürüldü. Yolculuğu bir ay sonra Mısır'da sona erdi ve karakteri ve yetenekleri sayesinde çok hızlı bir şekilde parlak bir kariyer yapmaya başladı. İki yıl sonra, medrese teoloji okulundan başarıyla mezun olan Baybars, Sultanovskaya muhafızlarının başına komutan oldu. 8 yıl daha geçti ve eski Solkhat kölesi Mısır hükümdarının en yüksek güvenini hak eden Baybars, Sultan'ın yakın

sayı//68// mart

30


muhafızı oluyordu. Sadece üç yıl sonra, 1260 yılında, bir saray darbesinden sonra, devletteki ilk kişi - Mısır Sultanı oldu. Bu ülkeyi 17 yıl boyunca yönetti ve bu yıllar Mısır için aydınlık bir zaman dilimi oldu. Baybars'ın o zamandan beri en güçlü eyaletlerden birinin hükümdarına bir köle olarak gitmesi sadece 13 yıl sürdü ve bu yolculuk Solhat'ta başladı. Sultan, yıldızlı, baş döndürücü yükselişinin başladığı şehri hatırladı ve bir versiyona göre Solkhat'ta iktidara yükselişinin başlangıcının anısına bir cami inşaası için para ayırdı. Eski Kırım tarihinin bazı araştırmacıları Baybars'ın Solkhat'ın bir yerlisi olduğuna inanıyor. Ancak bu versiyon özellikle ikna edici değil, çünkü yerel bir sakini pazarda köle olarak hayal etmek zor. Her şey mümkün olsa da... Baybars'ın çocukluğu hakkında güvenilir veriler korunmadı, bu nedenle hayatının bu döneminin birkaç seçeneği var - Solkhat varyantı bu kitapta zaten belirtildi. Daha yaygın versiyona göre, gelecekteki sultan Kırım'ın kuzeyindeki Karadeniz bozkırlarında, Deshti-Kipçak'ta, Polovtsian göçebe kabilelerinden birinde, Polovtsian bozkırlarında Solkhat'ta doğdu. Kazaklar ayrıca, Hazar bozkırlarında yaşayan Bersh kralının da yerli olduğunu iddia ederek Baybars ile akrabalıklarını ilan ediyorlar. Kazakistan'da Baybars'ın kişiliği bir kült oldu: Anıtı Atyrau şehrinin merkezi meydanını süslüyor, onun hakkında romanlar ve şiirler yazılıyor. Herhangi bir insanın, tarihlerini seçkin bir kişiliğin biyografisiyle ilişkilendirme isteği, özellikle bunun en azından bir nedeni olduğunda oldukça anlaşılabilir.

Baybars'a gelince, paradoksal olarak göründüğü gibi, o bir köylü ve Kırım ve Kazaklar ve şimdi Sultan'ın doğum yeri olan eski Büyük Polovets Bozkır topraklarında yaşayan diğer birçok halktır. O zamanlar şehirde Yunanlılar, Alanslar, Bulgarlar, Kıpçaklar (cinsel olarak), Hunlar ve Hazarlar'ın soyları, Ruslar, Wallachians, Çerkesler de yaşardı. Daha sonra Küçük Asya Dobruca'dan gelen Türkler burada ortaya çıktı. Şehrin çok dilli nüfusu topluluklarda yaşıyor - din ya da dil ile, çeyreklerini ya da şehrin daha büyük bir bölümünü işgal ediyordu. 13-14 yüzyıllarda Solhat aktif bir ticaret hayatı yaşadı. Ekonomik refah döneminde, malların kervanları sokaklarında yürüyordu ve şehir hazinesine daha fazla altınlar bırakıyorlardı. Şehir her yönden büyüyor zengin tapınaklar ve asalet sarayları ile dekore edilmiş olduğundan birçok insanı kendine çekmektedir. O zamanlar Solkhat'ı ziyaret eden ortaçağ Doğu yazarlarının eserlerini inceleyen ünlü tarihçi ve nümismatist A.L. Berthier-Delagard şu sonuca varıyor: Doğu yazarlarının muhteşem fantezileri hala Kırım gerçeğini kalabalık ve geniş bir şehir olarak tanınmak zorunda. ”Büyük olasılıkla, tahminlerinde bu ılımlı sonuçlar var, ancak abartıya eğilimli olan bilim adamı olan 18. yüzyıl tarihçisi Joseph Degin'in değerlendirmesini ciddiye almak pek mümkün değil “Kırım, Asya'nın en önemli şehirlerinden biri, o kadar büyük ve hacimli ki, binicinin yarım gün içinde iyi bir at üzerinde zorlukla dolaşabileceği kadar büyük. Muhteşem camiler ve yüksek okullar vardı. her türlü bilim öğretildi. Khorezmia'dan gelen kervanlar en

31


ufak bir tehlike olmadan Kırım'a gittiler ve bu yolculuğu tamamlamak için üç ay harcadılar. Kırım sakinleri ticaret yoluyla büyük servet elde ettiler.” Tanımladığı dönemden beş yüzyıl sonra yaşayan Degin, Kırım-Solhat hakkında daha sonra Kırım topraklarında bulunan Doğu yazarlarının eserlerinden de bilgi aldı. Ancak, A. L. Berthier-Delagard'ın aksine, okuduğunu eleştirel olarak değerlendiremedi, diğer daha güvenilir kaynaklarla karşılaştıramadı. Kale duvarlarının kalıntıları, bize düşen şehir planları, Eski Kırım vadisinin büyüklüğü, yaşamaya elverişli, şimdi bile Kırım-Solkhat'ın bu kadar büyük olamayacağı sonucuna varmayı mümkün kılıyor. Ancak, süper objektif bile olsa, zamanı ve bölgesi için şehrin önemli olduğunu ve yarımadanın siyasi yaşamında ve ekonomisinde öncü bir rol oynadığını itiraf etmeliyiz. Ayrıca, geniş ticari ilişkiler Solkhat'ın Kuzey Karadeniz, Kafkaslar ve Volga bölgelerinin ekonomik ve kültürel kalkınması üzerinde ciddi bir etkiye sahip olmasını sağlamıştır. İslam aynı yol boyunca Kırım'ın yönetim merkezinden yayılmaya başladı. Hızla büyüyen ve daha zengin olan şehir kısa süre sonra şiddetli siyasi savaşlara karıştı. 13. yüzyılın sonunda, Nogai Altın Orda'da özel bir ağırlık kazandı. 1300 yılında, Nogai ve Tohta arasında Nogai'nin öldüğü başka bir silahlı çatışma meydana gelir. Khan Tokhta, Kırım da dahil olmak üzere eski topraklarını yeniden kazanıyor. Bu kargaşalıktan sonra, şehirdeki yaşam her zamanki ritmine gelir. Altın Orda'nın yaşamında, Sarai'deki “Müslüman partinin” zaferi ve Özbek Han'ın iktidara yükselişi ile sayı//68// mart

32

bağlantılı temel değişiklikler ortaya çıkıyor. Yeni han, devletinde yeni bir dini, yani kendi dini binalarına ihtiyaç duyan İslam'ı onaylar. Özbek (? -1342) - 1313-1342'deki Altın Orda hanı, hanın gücünü geçici olarak güçlendirdi. İslam'ı bir devlet dini olarak tanıttı. Rus prenslerini birbirine karşı kışkırtma ve Hıristiyanlara baskı yapma politikasını sürdürdü. Saltanatında Hıristiyanlar Sugdea'dan atıldı. 1323'te Papa John XXII, Hristiyanların savunması için Han Özbek'e bir mektup gönderdi. Özbekistan hanının iktidara gelmesinden bir yıl sonra, 1314'te, şehrin eşsiz mimari ve tarihi dönüm noktası olan Solhat'a bir cami inşa edildi. "En büyük han Muhammed Özbek" övgüsünü içeren caminin portalındaki yazıt, tüm tapınağa - Özbekistan camii - adını verdi. Solhat Tuluk-Timur'daki Özbek Han idaresi altında, Venedik Solday'ın doğrudan sömürüsü onaylandı. 14. yüzyılın ilk yarısında Solhat, ülkedeki siyasi istikrar, ekonomik büyüme ve yeni bir dinin ortaya çıkmasıyla desteklenen bir inşaat patlaması yaşadı. Çok sayıda cami ve medreseye ek olarak, şehirde Malezya mimari geleneği temelinde birçok kamu binası inşa ediliyor. Bu inşaat programının uygulanması ünlü Arap mimar Abdul-Aziz al-Irbili'nin doğrudan katılımıyla gerçekleştirilmektedir. Daha sonra Altın Orda da yeni bir feodal çekişme turu başlar. Khan Özbek'in siyasi istikrardaki değişimleri ölümünden sonra kaldırıldı. 15. yüzyılda, Solhat'ın eski büyüklüğü zaten açıkça kayboluyor. Düşüşün başlangıcı, komşu Genoese Kefe'ye karşı düşmanlık açığa çıkaran Özbek Han Dzhanibek'in doğrudan halefi altında zaten gözlemleniyor. Bu şehri 1341 ve 1348'de iki kez kuşattı, ama asla fethedemedi. İkinci kuşatma sırasında 1348'de Kırım'da veba salgını başladı. Arap yazar El Aini, bu korkunç günleri şöyle yazıyor: “Ülkeleri ve evleri harap eden güçlü bir veba idi. Yaklaşık üçte ikisi öldü. ”Salgın tüm Kırım şehirlerini ve köylerini etkiledi. Sadece Kırım değil - tüm Avrupa 13481350'de bu vebanın dehşetini yaşadı: 25 milyon insan, kıtanın tüm nüfusunun yaklaşık üçte biri veba kurbanı oldu. Tüm Avrupa tarihindeki en kötü boyuttaki bu salgına "kara ölüm" denildiğine şaşmamalı. "Kara ölüm" rotası ilginç: Salgın Çin'de kıtlık sırasında 1333 yılında başladı, veba ticaret yollarıyla Hindistan'a ve daha sonra Kırım'a getirildi. Ceneviz tüccarları 1348'de Kırım'a gemileriyle getirdiler.


YEKTEN

YÜREKTEN Büyüyenay Yayınları Kitap Tanıtım: Fatma DERİN

da beslendiği yazılar kaleme alıyor. Hakiki denemeler. Hakikatini samimiyetinden, içtenliğinden aldığı denemeler. Eleştiriyor, ironi yapıyor, hicvediyer, arada hikâyeler anlatıyor, bazen kızıyor, ters köşeler meydana getiriyor, bizi kendimizle yüzleştiriyor, çeşit çeşit aynalar tutuyor.Adeta hayat gibi. Bosna'yı anlattığını zannediyorsunuz, aslında Türkiye'yi anlatıyor. Her ikisini anlattığını düşünüyorsunuz insanlığa kapılar açıyor, büyük gelenekten günümüz taze güçler devşirerek oldukça canlı ve dingin metinler meydana getiriyor. Bir de ondan dinleyelim: "Herkes ancak kendi parmaklarıyla dokunduğunu, kendi nazariyesini yazabilir. O kadar. Benim yazdığım Bosna’m, Türkiye’m, acı ve sevinçlerim, gündemim, geleneklerim, eleştirilerim, nostaljilerim, gerçek olanların zihnimde ve gönlümdeki tecellileri. Gösterilenlerin göstergeleri. Gerçek Hayat yazılarım, benim gerçeğim. Bir nevi duygu ve zihin hacamatı. Nadiren kan bağışı. Acıdan, sevinçten, tefekkürden patlamayayım diye."

ekten Yürekten, Amina SiljakJesenkovic'in Türkçede ikinci kitabı. İlki de okurlarımızın hatırlayacağı gibi Emin Daire'nin Sivri Köşeleri. Amina Siljak bir yandan Saraybosna Üniversitesi Şarkiyat Enstitüsü’nde ilmi araştırmalarına devam ediyor, bir yandan bizlere akademik dünyanın dışında muhtemelen ondan

Onun yazıları kitabının adı gibi Yekten Yürekten. Hesapsız, hasbi. Çünkü şöyle diyor: "Duyguda, zihinde, gündemde ince hesap olamaz. İnce hesabın olduğu yerde aşk da olamaz. Mertlik olamaz." Bu yüzden Yekten Yürekten'i bütünlüğe kavuşturan yazıların her biri ele aldığı konu hakkında sırf bilgi vermiyor, bilgi güncel ile kadim arasındaki altın oranı bulmaya çalışıyor, turnusol kâğıdı gibi kendini Yunus, Niyazi-i Mısrȋ, Şeyh Galip... gibi ustaların hayat görgüsünden ışıltılar yakalamaya çalışıyor. Onların birlikteliğine duyduğu güvenle Yekten Yürekten oluyor.

ŞEHİR K İ TAP

AMİNA ŠİLJAK-JESENKOVİĆ

33


ÇAĞLAYANCERİT’TE İKİ TÜRKMEN KADINI

4 Ekim 1854 tarihli bir arşiv belgesinde “Cerid Aşiretinden Kara Fatma adlı kadına Kırım Savaşı’nda gösterdiği yararlılıklar için takılacak madalyanın Darphane’den çıktığı” yazılıdır. Serdar YAKAR

araş sınırları içerisinde doğusu Erincek Dağı, kuzeyi Engizek Dağları, güneyi ise Öksüz Dağı ile çevrili olan Çağlayancerit, Engizek Dağları ile Öksüz Dağı arasında uzanan Ulu Dere istikametinde bir vadide kuruludur. Bölgenin bir yerleşim yeri olarak kuruluşu 1800’lü yıllardır. Gerçek manada yerleşim Fırkai Islahiye hareketi ile gerçekleşmiş olsa da Cerit Türkmenleri bu bölgeyi yüzyıllardır yaylak olarak kullanmıştır. Kış mevsimlerini Çukurova da geçiren Cerit Türkmen boyları Maraş üzerinden Ahırdağlarını aşıp Öksüz Dağı eteklerine geldiği gibi Göksun, Çardak ve Uzunyayla bölgelerine kadar da gidip yazları bu bölgelerde geçirir. Yüzyıllar boyu “Ferman padişahın dağlar bizimdir” felsefesi ile yerleşik düzene ayak uyduramayan, ev kurup yerleşenlere tembel manasında “yatuk” diyen Ceridoğulları 1800’lü yıllara gelindiğinde kaçmaktan ve kovalamaktan artık yorgun düşmüştür. Öksüz Dağının, Engizek’in, Göksun’un yaylalarından alınıp çölün içine, Rakka’ya kadar uzanan sürgün yılları Ceridoğullarını yormuştur. Sade Ceridoğullarını değil tüm konar göçerleri de yormuştur. Aslında artık konar göçerlikte cazibesini kaybetmeye başlamıştır. Yatuk olan Türkmenlerin sanat sahibi olmaları, daha müreffeh yaşamaları cazibe oluşturmaya başlamıştır. Öbür yandan Padişah fermanı ile yaylaya çıkışın engellenmesi boyunları bükmüş, ozanları dile getirmiştir. “Eser garbisi de adamı yakar İçilmez suları yosunlu kokar Yatılmaz gecesi mucuğu çokar Sehillemiş açılmıyor gülümüz” Diyen Dadaloğlu’nun sözü bıraktığı yerden Çapanoğlu dile gelir: “Yeter beyler yeter, bu sitem yeter Gurucov çıkmadan govsuk öter Gız gelin galmamış hep hasta yatar Sehillemiş açılmıyor gülümüz” Derviş Paşa komutasındaki Osmanlı kuvvetleri İskenderun körfezinden karaya çıkarak topu tüfeği ve de askeri ile Gavur Dağlarına doğru yürüyüşünü sürdürürken tüm Türkmen boylarına da haber gider. Ya yerleşik hayata geçilecek ya da âsi sayılacaklardır. Cerit boyu hatunu olan Kırım kahramanı

sayı//68// mart

34


Kara Fatma Hatun bu kargaşada Derviş Paşa’yı ziyaret ederek Cerit Türkmenleri adına söz alır söz söyler ve yüzyıllardır yaylak olarak kullandıkları Öksüz Dağı ile Engizek Dağları arasındaki bu bölgeyi Ceridoğullarına tahsis ettirir. İşte Çağlayancerit böylece kurulur ve ilk evler yapılmaya başlanılır. Gelelim Kırım kahramanı Kara Fatma Hatuna; Tarihe kayıt düşüren Kara Fatma Hatun Cerid Türkmenidir. 1850’li yıllarda konar-göçer yaşam şeklini sürdürmekte olan Cerid aşiretinin kethüdalığını üstlenmiştir. 1853’de Kırım savaşı patlak verdiğinde Bayazıtoğlu Ahmet Bey Göksun’daki konağında bölgenin tüm Türkmen aşiret kethüdalarını toplayarak siyasi bir değerlendirmede bulunur. Osmanlı’nın Ruslara karşı yapmış olduğu bu savaşa kendisinin de katılacağını belirtir. Ceridli Kara Fatma Hatun ilk sözü alarak cihada ilk katılacak kişinin kendisi olacağını söyler ve öyle de yapar. Üç yüz yiğit Ceridliyi arkasına alıp Kırım yolunu tutar. Yapılan savaşta büyük yararlılıklar gösterir. Yaralanır. Bizzat Sultan Abdülmecit’in övgüsünü kazanır arkasındaki yiğit Ceridlilerle birlikte. 4 Ekim 1854 tarihli bir arşiv belgesinde “Cerid Aşiretinden Kara Fatma adlı kadına Kırım Savaşı’nda gösterdiği yararlılıklar için takılacak madalyanın Darphane’den çıktığı” yazılıdır. Kara Fatma Hatun ile ilgili en önemli kaynak ise Trabzonlu Ahmet Rıza’nın 1869’da yayımlanan “Manzûmeî Sivastopol” adlı eseridir. 22 bölümden oluşan eserin tüm bölümleri muharebe yerleriyle adlandırılırken 16. bölümü ‘Kara Fatma Muharebesi’ adını taşır. Bulgaristan’ın kuzeydoğusundaki Deliorman bölgesinde meydana gelen muharebede Kara Fatma kılıç ve mızrakla savaşmış, kendisi yaralanmış, kardeşi ise savaş meydanında şehit olmuştur. Trabzonlu Ahmet Rıza, Cerid Aşiretinden olan Kara Fatma’yı ‘Gazi’ olarak anar. Madalyasını alıp yiğit atlıları ile Çukurova’ya dönen Kara Fatma Hatun’a yine padişah buyruğuyla yüz kuruş maaş bağlanmıştır. 23 Ağustos 1863 tarihli bir belge bu bilgiyi bize vermektedir. Bu yiğit Ceridli Türk kadınının Fransız arşivlerinde yer alan bir resmi o günün gazetelerinde yayınlanır. Söz konusu resmin altında Fransızca olarak; “Kırım Savaşı’nda savaşan, Kara Fatma veya Maraş kahramanı

yüreğine Tanrı tarafından dokunulan biriydi, yani seçilmiş biriydi” ibaresi yer almaktadır. Yine o günlerde Kara Fatma Hatun’un kahramanlıkları İngiliz basınında da boy gösterir. 22 Nisan 1854 tarihli bir İngiliz dergisi Kara Fatma Hatun’u Maraş şehrinde dörtbin başıbozuğa reislik eden bir kadın olarak takdim eder. Fransız seyahat dergisi ise Kara Fatma Hatun’un bir gravürünü yayınlar. Kara Fatma’nın da kış aylarını geçirdiği Çukurova ve civarında huzurun kalmadığı, devlete isyanın başını alıp gittiği günler de Derviş Paşa komutasında oluşturulan ordu 28 Mayıs 1865’de İskenderun limanından karaya çıkar. Bu ordu sıra ile önce Reyhanlı aşiretinin iskanını gerçekleştirir. Amik ovasında Hassa kazasını kurarak konar-göçerlerin bir kısmını buraya yerleştirir. Kürt Dağı’nın iskanı ve Islahiye kazasının kuruluşu, ardından Gavurdağı’nda mesken aşiretlerin iskanı ve Osmaniye’nin kuruluşu gerçekleştirilir. Ardından Kozan’ın iskanı sağlanır. Devlet düzeninin sağlanması için iskan gerekir ama diğer yandan da iskan konar-göçer için ölümdür. O dönem söylenmiş halk şiirlerinde bu açıkça dile getirilir: “Derviş Paşa yaktı yıktı illeri, Soldu bütün yurdumuzun gülleri, Karalar giydikçe attık alları Altınımız geçmez akçe pul oldu.” Ve devam eder Ozan: “İskan emir oldu aşiret yasta Kız, kadın kalmadı hep oldu hasta Dadaloğlu’m hapis derler Payas’ta Kanat takıp sur duvardan uçtu mu.” Derviş Paşa’nın kumanda ettiği orduda tarihçi ve büyük devlet adamı Ahmet Cevdet Paşa da görev yapmaktadır. Ahmet Cevdet Paşa “Maruzat” adlı eserinde bu ıslah hareketini tüm ayrıntıları ile anlatırken Kara Fatma Hatun’dan da bahsederek; “Kara Fatma Fırka-i Islahiyye’ye geldi, kendisine ikram edildi ve iskan için yer gösterildi” der. Gösterilen bu yerin Cerit Türkmenlerinin yüzyıllardır yaylak olarak kullandıkları bugünkü Çağlayancerit ilçesi olduğu görüşünü ise tarihçi Faruk Sümer’de destekler. Faruk Sümer 1980’li yıllarda bir sempozyum için geldiği Kahramanmaraş’tan

35


Çağlayancerit’e bir yolculuk yapmış ve Kara Fatma adının bir caddeye verilmesini o günün belediye başkanı Hasan Kekil’den istemiştir. Ceridin kahraman hatunlarından söz açmışken bir de Kezban Hatun vardır ki ismi hâlâ ilçenin en güzide yerinde, tarihi bir camide yaşatılmaktadır. Tarih 1800’lü yılların başıdır. Ceridoğulları yaz mevsimini geçirmek için yine bu bölgeye gelmiş çadırlarını kurmuşlardır. Bölgede Cuma namazının kılınacağı tek bir cami yoktur. Cuma namazı kılınabilecek bir caminin yapımı bir hayli külfet isteyen bir iştir. Cami yapımı için gerekli taş ve ağaçlar çevreden tedarik edilse dahi ehil bir ustanın bulunması ve onun ücretinin ödenmesi Cerid’lilerin bütçesini zorlayacaktır. Üstelik camiinin yapılacağı yer de tartışma konusudur. Su gözünün başına, kayalıklar üzerine Cami inşaatı yaptırmak mümkün değil diyenler vardır. Elli-altmış direkli kıl çadır sahibi Kezban hatun, erkeklerin arasından, başında altın ve gümüş ile süslü başlığı, elinde kamçısı ile üçeteğinin yanına vurarak yavaş yavaş ortaya doğru gelir. Uzun konçlu gülşefteli yemenisi ile yeri incitmeden geldiği orta yerde, bir taşın üzerine sol ayağını kor ve ustaya: - Duyduğum kadarıyla köylüye, buraya cami inşa edilmez demişsin, der. Usta: - Bizi çağırdılar geldik. Ben taş ustasıyım. Bunlar da galfalarım. Buraya cami yapılmaz demem şundan ötürü oldu. Yer olduğu gibi kayalık, külünk bile zor çalışır. Size pahalıya mal olur. sayı//68// mart

36

Bize para lazım, amma size yazık olur. Bu yüzden olmaz dedim, gene de olmaz diyom, der. Kezban Hatun, belindeki kemerin içinden örme bir kese çıkarır, ustanın önüne atar. Kese yere düşer düşmez içinden çil çil altınlar etrafa dağılıverir. Kese yerde yatarken, Kezban Hatun ustaya: - Usta, uzun söze gerek yok, bu kesenin üstüne inşaat yapılır mı yapılmaz mı? der. Usta kazanacağı altınları görünce, sözü uzatmaz ve tek söz söyler: - Hatun, kesenin üstüne inşaat yapılır, yapılır, der. Böylece caminin inşaatına başlanılır. Köylülerin de yardımıyla kısa zamanda bitirilir. Caminin inşâ kitabesi olmadığı için yapım tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Fakat 1812 tarihli bir arşiv belgesinde caminin imamı hakkında bilgi verilirken yapının hayır sahibi Kezban Hatun tarafından yaptırıldığı belirtilmektedir. Çağlayancerit için kitaplar dolusu şiir yazan Âşık Ali Ataş’da Cerit’i bize şu cümlelerle tanıtır: “Bir gün yolun düşüp gelirsen şayet Çağlayancerit’i gezmeden gitme Cevizin sorarsan bir başka lezzet Elmasın Eriğin yemeden gitme” Tarih boyunca yerleşik hayata alışamamış olup özgür ve hür yaşamın temsilcisi olan Ceridoğulları halen Çağlayancerit ilçe merkezinde de yaylak-kışlak yaşamını sürdürerek bir bakıma göçebeliğe devam etmektedir.


TREN YOLU ÇOCUKLARI Bazen yandan çarklı, bol dumanlı, şimendifer ve kara trenler geçerdi. Bunlar yük trenleriydi.. Dr. Şimşek DENİZ

ahallede birbirimize böyle derdik Tren yolu çocukları ve takımı. Aksaray da Murat Paşa Camisinin karşı tarafında bulunan Sofular’daki Ahmediye caddesinde otururduk. İstanbul un sakin olduğu yıllar. İnsan az, araba az. Şehrin nüfusu 3 milyon.1970’li yıllar. Sokağın çeşit çeşit sesleri evlere doluyor. Bozacılar, yoğurtçular, eskiciler, kalaycılar, bohçacılar, sokakta ayı oynatan Romanlar. Toprağın üstünde misket ve çivi saplama oynayan çocuklar. Gece yastığa başımızı koyduğumuzda Trakya – Sirkeci arası alışan yük trenlerinin ve Marmara Denizindeki vapurların düdükleri kulağımıza gelirdi. Çocuk düşüncesi işte. Evimizin tren yoluna yakın ve yürüme mesafesinde olması çok hoşuma giderdi. İlk çocukluk düşünceleri ve mekan tasavvuru. Çat kapı sokaktayız, trene ve denize yakınız. Sağımız, solumuz deniz. Vatan Caddesi ve Aksaray‘ı geçince ver elini Yenikapı. Aksaray Pazarından tavuk sesleri gelirdi. Odun depolarından gelen hızar sesleri ve havadaki ahşap kokusu.10 dakikada varırdık Yenikapı Tren Garına. Tren Kumkapı dan yada Koca Mustafa Paşadan gelirdi. Gelişini seyretmek için bir o tarafa bir bu tarafa koşardık. Bilet mi? Tabi ki bilet almazdık. Amacımız trene binmek değildi zaten. Her durakta istasyonların arka taraflarındaki evlerin arasından bir boşluk bulup, tren yoluna atlayıp, perona tırmanırdık. İki taraftan gelip giden trenleri ve Marmara Denizini seyrederdik.

Trenin dönemeçlerden sonraki ilk görüntüsü, düdüğünü çalması ve çuf çuf seslerinin yavaş yavaş yakınlaşması, hızla istasyona gelmesi, yolcuların koşuşturmaları, kapıların kapanması ve trenin hareket etmesi. Bazen yandan çarklı, bol dumanlı, şimendifer ve kara trenler geçerdi. Bunlar yük trenleriydi. İstasyonlarda durmaz, transit geçerlerdi. Durmadıkları için arkalarından bağırıp kızardık onlara. TREN YOLU İNSAN VE HAYATIN GEÇİT RESMİ GİBİYDİ. ZENGİNLİK, YOKSULLUK, TARİH. DEĞİŞİM, TABİAT

Ailece Florya ya pikniğe trenlerle giderdik. Trenden denizi seyretmek, yol kenarındaki ahşap evler, balkonlarındaki çamaşırlar ve kediler. Zeytinburnu ve Kazlıçeşme’nin kara kurum fabrikaları, sefertaslı işçiler, Yeşilyurt ve Yeşilköy ün zengin evleri, bisikletli gençleri. Tam İstanbul yani. Kaotik ve iç içe. Yenikapı da trenlerle bir saat oynadıktan sonra istasyonun alt tarafında bulunan Yakamoz denilen kafeye gider orada masa tenisi ve bilardo oynayanları seyreder, masalar boşaldığı zaman bizde yeni oyuncular gelene dek kaçamak oynardık. Sonra doğruca Yenikapı’nın tahta iskelesine giderdik. Yer, yer tahtalar kopmuş olduğundan burada yürümek tehlikeliydi. İskelenin ucuna gider1-2 iğneli, mantarlı basit oltalarımızla, küçük çipuralar, kıraçalar tutardık. Yem olarak kayalıklardan topladığımız midyeleri kullanırdık. Orta okul ve lise yıllarında trenlerle arkadaşlığımız daha da ilerlemişti. Menekşe‘ye denize giderken trenin kapıları açılırdı. Saçımızı ve yüzümüzü rüzgara bırakırdık.. Şimdi artık banliyö trenleri yok. Odalara dolan tren düdüklerinin sesleri de. Gar binaları sessiz ve çocukları yok. En son küçük oğlum Tarık la bindik trene. Florya dan Sirkeci ye gittik. Geçmişe yolculuk ve hatıralardan sonra gelelim günümüzdeki duruma. Marmaray la birlikte, 2013 yılında tren seferleri durdu… Suriçi’ndeki Yedikule, Koca Mustafa Paşa, Yenikapı, Kumkapı ve Cankurtaran İstasyonları kapalı durumda, Bu arada yeri gelmişken söyleyelim. Eski tren hattının yeniden devreye alınması lazım. Tren hattı boyunca turizm ve ticaret yeniden canlandırılmalıdır. Yedikule-Sirkeci arasındaki sahil yolu bazı noktalarda yer altına alınıp, Tarihi Yarımada tamamen denize kavuşturulsa ne iyi olurdu. Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı, Alt Yapı Yatırımları Genel Müdürlüğü Yedikule-Sirkeci arasındaki 7.3 kilometrelik hatta Konvansiyonel (Hızlı) Tren ve Tramvay Entegrasyonu adıyla yeni bir proje çalışması yürütüyor. Umarım tren sesini ve düdüklerini yeniden duyarız. Tarihi Yarımadaya çok da yakışır doğrusu… 37


YİTİK COĞRAFYANIN ŞEHİRLERİ

KUDÜS -1-

Osmanlı Devleti, Kudüs’ü yönetimi altına aldıktan kısa bir süre sonra ona atfettiği özel önemi gösterir icraatlara başladı. Özellikle Kanûnî Sultan Süleyman döneminde büyük imar faaliyetleri gerçekleştirildi. Kubbetü’s-sahre’nin restorasyonuyla başlayan çalışmalar bugün hâlâ ayakta olan surların inşasıyla sürdü. Yapımı beş yılda tamamlanan, uzunluğu 3 kilometreyi, yüksekliği 12 metreyi aşan surların otuz dört kulesi ve yedi kapısı vardır. Hüseyin YÜRÜK

udüs, üç ilâhî dinde de önemli bir yere sahip olan ve kutsal sayılan şehir olup Lut gölünün bulunduğu çukur alanın batısında ve bu alandan fay diklikleriyle ayrılmış olan Yahudiye platosunun dalgalı yüzeyi üzerinde kurulmuştur. Lut gölüne 24, Akdeniz kıyılarına kuş uçuşu mesafe olarak 52 km. uzaklıkta bulunan şehrin deniz seviyesinden yüksekliği Harem-i şerif’te 747 metredir. Tarihi oldukça eski olan Kudüs şehrinin adının geçtiği bilinen en eski belge milâttan önce XIX ve XVIII. yüzyıllara ait Mısır metinleridir. Kudüs’ün tarihi çok eskilere dayanmaktadır. Şehirde bulunan milâttan önce IV. binyıla ait çömlekler, bu binyılın son bölümünde şehrin güneydoğu kısmında bir kavmin yaşadığını, ilk ve orta Bronz çağına ait bulgular, III. binyılda ve II. binyılın ilk devirlerinde Hiksoslar dönemi ve öncesinde bu bölgede insanların bulunduğunu göstermektedir. İslâm tarihçilerine göre ilk kurucuları Amâlika olan Kudüs şehri, tarih sahnesine ilk defa Erken Bronz çağında diğer bazı eski Ken‘ân şehirleriyle birlikte çıkmıştır. XIX ve XVIII. yüzyıllara ait Mısır metinlerinde Kudüs bir Ken‘ân site devleti olarak zikredilir (Harman,2002:324). Bâbil esareti sonrasında Kudüs Pers hâkimiyetine girmiş (m.ö. 538), ardından Makedonyalı Büyük İskender şehri almış (332), onun 323’teki ölümünü takiben şehir çeşitli savaşlar görmüş, önce Mısırlı Ptolemaioslar, daha sonra 198’den itibaren Selefkiler şehre hâkim olmuşlardır. İmparator Hadrien zamanında Romalılar Kudüs’ün harabeleri üzerinde yeni bir putperest şehir kurmak isteyince yahudiler ayaklanmış, ayaklanma bastırıldıktan sonra (135) şehrin inşası tamamlanmış, adı da Colonia Aelia Capitolina olarak değiştirilmiş ve Aelia (Ar. İliyâ) adı uzun asırlar varlığını korumuştur. Hz. Süleyman’ın, arkasından Zerubbabel’in, daha sonra Herod’un inşa ettirdiği mâbedlerin yerine Jüpiter Capitolina’ya ithaf edilen bir tapınak, ardından Merkad-i Îsâ Kilisesi’nin inşa edileceği yere de Afrodit Mâbedi yapılmıştır. Şehre girmeye kalkışan yahudilere ölüm cezası konmuş, ancak İmparator Konstantinos bu yasağı kaldırmıştır (Harman,2002:326). Şehrin krallık ve ibadet merkezi oluşu Hz. Dâvûd’la başlamaktadır.Birinci mâbed

sayı//68// mart

38


döneminde mâbedin bulunduğu tepeye Sion tepesi denilmekteydi, Sion adı Kudüs’ün tamamını da ifade ediyordu. Hz. Dâvûd’a saltanatının ebediyen devam edeceği vaad edildiğinde bu aynı zamanda krallık ve mâbed şehri olan Kudüs’ün ebedîliğine de işaret sayılmıştır.Hz. Süleyman zamanında mâbedin inşası Kudüs’e ayrı bir kutsallık sağlamış, bir taraftan Dâvûd’un saltanatının ebediyen devam edeceğine dair Tanrı’nın vaadi, diğer taraftan mâbedin Tanrı’nın ebedî mekânı olarak kabulü şehri kutsallaştırmıştır. Hz. Muhammed’in sağlığında belli bir dönem için Kudüs’ün kıble olarak tercih edilmesi, müslümanların bu şehri dinî bir merkez olarak görmelerinin sebeplerinden birini teşkil etmiştir. Ayrıca Hz. Peygamber’in, Mescid-i Harâm’dan çevresi mübarek kılınan Mescid-i Aksâ’ya gece götürülmesi şeklinde gerçekleştirilen İsrâ (el-İsrâ 17/1) ve ardından mi‘rac mûcizelerinde Mescid-i Aksâ’ya gitmiş olması müslümanlar için bu şehrin önemini arttırmıştır (Tomar,2002:334). Şehir, Hz. İbrâhim’den itibaren pek çok peygamberin yaşadığı, mukaddes olarak da tanımlanan bir bölgede bulunması, Hz. Süleyman’ın inşa ettiği Beytülmakdis’i barındırması, İsrâiloğulları’nın ve onlara gönderilen peygamberlerin mücadelelerine mekân olması açısından semavî dinler geleneğinde önemli bir yere sahip olmuştur. Memlükler devrinde şehrin nüfusu hakkında kesin bilgi yoktur. Araştırmacılara göre şehrin nüfusu 10.000 civarındadır.

XV. yüzyılda Memlük Devleti’nin ekonomik yapısının bozulması Kudüs’ü de etkiledi. XVI. yüzyıl başlarında Memlükler’in artık bölgede asayişi sağlayamadıkları görülmektedir. Bu dönemde Kudüs’e yapılan bedevî saldırıları hacıların şehre gelmesini engellemiş ve şehrin ekonomisine büyük darbe vurmuştur. Nihayet 1516’da Mercidâbık Savaşı ile Suriye’yi ele geçiren ve ertesi yıl Kahire’deki Memlük yönetimine son veren Osmanlılar Kudüs’e de hâkim olmuşlardır (Tomar,2002:335). Yavuz Sultan Selim, Mercidâbık’ta Memlükler’e karşı kazanılan zaferden sonra Halep, Hama, Şam üzerinden güneye doğru ilerleyerek 29 Aralık 1516’da İdrîs-i Bitlisî’nin de aralarında bulunduğu devletin bir kısım ileri gelenleriyle ve askerle birlikte Kudüs’e geldi. Kudüs, padişahın gelişinden önce Ekim 1516’da Osmanlı yönetimine girmişti. KUDÜS’TEKİ OSMANLI YÖNETİMİ

1831-1840 yıllarında gerçekleşen Kavalalı Mehmed Ali Paşa dönemi hariç Aralık 1917’ye kadar yaklaşık dört asır devam etti. Kudüs, Osmanlı yönetimi altında hep sancak statüsünde kalmakla birlikte bağlı bulunduğu merkez zamanla değişti. 1516-1831 yılları arasında Şam eyaleti, 1841-1865 yılları arasında Sayda eyaleti ve bu son tarihte Sayda ve Şam eyaletlerinin birleştirilmesiyle oluşturulan Suriye vilâyeti içinde yer aldı. 1872-1917 döneminde ise müstakil mutasarrıflık statüsü verilerek doğrudan merkezî hükümete bağlandı. Malî açıdan önce Halep, 1860’ların ikinci yarısından itibaren Şam defterdarlığına bağlanmıştır (Aseli,2002:335).

39


Ahmet Cevdet Paşa’nın naklettiğine göre; Yavuz Sultan Selim'in Kudüs kalesine yerleştirdiği adamların sülâlesi üreyerek yerli nefer ismi ile bir grup meydana geldi. Bunlara Yeniçeri ağasının gönderdiği zabitler kumanda ederdi. Bu zabitten başkasına itaat etmezler gelip giden ziyaretçilerden yalnız onlar faydalanırlardı (Ahmet Cevdet Paşa,1973:383). Osmanlı Devleti, Kudüs’ü yönetimi altına aldıktan kısa bir süre sonra ona atfettiği özel önemi gösterir icraatlara başladı. Özellikle Kanûnî Sultan Süleyman döneminde büyük imar faaliyetleri gerçekleştirildi. Kubbetü’ssahre’nin restorasyonuyla başlayan çalışmalar bugün hâlâ ayakta olan surların inşasıyla sürdü. Yapımı beş yılda tamamlanan, uzunluğu 3 kilometreyi, yüksekliği 12 metreyi aşan surların otuz dört kulesi ve yedi kapısı vardır. Eski Kudüs tarihî surlarla çevrilmiştir. Dört km uzunluğu ve yirmi m yüksekliği bulunan bu duvarlar 1536-1542 yıllarında Kanuni tarafından yapılmıştır. Yedi meşhur kapısı vardır. Bunların en güzeli 'Şam Kapısı'dır. "Arslanlı Kapı" ise Zeytin Dağı'na açılır. Hıristiyanlar buna St. Stephen's Gate, Müslümanlar ise Bâb-l Sitti Meryem derler. Bir diğer önemli kapı da Yahudi ve Ermeni mahallesine açılan Zion Gate (Siyon Kapısı)'dır. Buna Davud Kapısı da denir. Türklerden Kudüs'e ilk giren Atsız Bey'dir. 1070'te ve 1076'da iki defa bu şehri ele geçirmiştir. Osmanlılar ise 1517'den 1917 sonuna kadar tam dört yüz sene Kudüs'e hakim oldular (Dursun,2003:256). sayı//68// mart

40

XVI. yüzyılın son çeyreğinden itibaren giderek belirginleşen Osmanlı merkez idaresinin zayıflaması Kudüs’ü de olumsuz etkilemiştir. Bunun en açık göstergesi, genel olarak bölgenin ve özellikle de Kudüs’e ulaşan yolların güvenliğinin zayıflamasıydı. Kutsal mekânlara giden hacılar zaman zaman bedevîlerin saldırılarına mâruz kalmaktaydı. Kudüs XVIII. yüzyılın sonunda beklenmedik bir tehdide mâruz kaldı. 1798’de Mısır’ı işgal eden Napolyon bir yıl sonra Gazze ve Remle’yi de ele geçirerek Kudüs’ün Akdeniz sahiliyle, ardından kuzeye doğru ilerleyerek Safed’i de ele geçirip Şam ile karayolu bağlantısını kesti. Bu gelişmeler Kudüs halkı tarafından tepkiyle karşılandı. Akkâ’da Cezzâr Ahmed Paşa’nın Fransız kuvvetlerine karşı galip gelmesi ve Mayıs 1799’da Fransızlar’ın bölgeden tamamen çekilmesi Kudüslüleri rahatlattı (Aseli,2002:336). Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa yönetimi döneminde (1831-1840) Kudüs’te önemli değişiklikler oldu. Onun katı uygulamaları, vergilerin arttırılması, silâhsızlandırma ve mecburi askerlik kararları 1834-1838 yılları arasında Kudüs merkezli bir dizi ayaklanmaya yol açtı. Aralık 1840’ta Kudüs tekrar Osmanlı yönetimine girdi. Ahmet Cevdet Paşa 1800’lü yılların Kudüs’ünü şöyle anlatır: Kudüs'te ziyaretgâh olan Kamame kilisesi 1807 senesinde yandığından Rumların ricası üzerine kilisenin tamiri İçin bir ferman çıkarıldı. Tamir işine Divanı hümayun hocalarından Abdürrahim Bey memur edildi. Ancak kilisenin tamiri işinde Ermenilerin ve Frenklerin de alâkası


olduğundan tamir işine başlanamıyordu. Bunun üzerine kilisede Ermenilerle Frenklere muayyen yerlerin tamiri tahsis edilmek istendiyse de, söz Frenklere kalırsa Napolyon'un tamir bahanesi ile bir fesat çıkarması mümkün olduğundan tamire hemen başlanması emredildi. Ermeniler bu tamir işine karşı koyarak ihtilâl çıkardılar. Bunların bir kısmı idam edildikten sonra tamir edilebildi (Ahmet Cevdet Paşa,1973:383). Osmanlı dönemi Kudüs’ünde tekstil ve boyacılık, dericilik, sabunculuk ve metal atölyeciliği dallarında sanayi üretimi dikkat çekmektedir. İthalât ve ihracat açısından bakıldığında sabun Mısır’a, tahıl Mısır, Rodos ve Dubrovnik’e ihraç edilirken Mısır’dan pirinç, Şam’dan elbise ve kahve, İstanbul, Irak ve Çin’den bazı tekstil ürünleriyle halı ithal edilirdi. Kudüs gelirleri arasında vergilerin yanı sıra üç kutsal din mensuplarının bölgeye yaptıkları düzenli ziyaretler sırasında yapılan satışlar ve özellikle hediyelik eşya üretiminden elde edilen gelirler de zikredilebilir. Alman seyyahı Seetzen, 1806’da Kudüs’te faaliyet gösteren esnaf ve tüccar sayısının en az 700 olduğunu belirtmektedir.Kudüs’ün en önemli gelir kaynağı ise İstanbul ve Mısır’dan gönderilen surrelerdir. Dışarıdaki yahudilerin Kudüs’teki dindaşlarına bir nevi zekât gibi gönderdikleri paralarla Avrupa krallıklarının hıristiyanlara yaptıkları malî destekler de Kudüs için önemli gelir kaynaklarındandı (Aseli,2002:337). 1850’lerden itibaren belirgin bir şekilde gelişmeye ve şehrin nüfusu artmaya başladı. İnşaat sektöründe önemli gelişmeler oldu ve işsizlik azaldı. Daha önce ciddi bir gelir kaynağı oluşturan sabun üretimi XIX. yüzyılın ikinci yarısında geriledi. Bu dönemde Kudüs’te satılan hediyelik eşyaların üretimi de Beytülahm’da yapılmaya başlandı. Osmanlılar’ın son döneminde Kudüs’e gelen yahudi sayısındaki artış şehrin ekonomik yapısını fazla değiştirmedi. 1906 senesinde Kudüs’e vali olarak gönderilen Ahmet Reşit Rey, burada karşılaştığı bir kalpazanlık vakasından şöyle bahsediyor:1906 senesi Ağustos’unun ortasında Kudüs'e ulaştım. Daha Yafa'da iken bir Yahudi çetesinin resmi ayarda gümüşten sahte beşlik basmakta olduğunu işittim, örneğini de gördüm. O zaman gümüş beşliğin maden halinde kıymeti yüz para, mühürlü sikke halinde ise beş kuruş olduğuna göre, gümüş akçenin değeri külçe halindeki gümüşe oranla iki kat oluyordu. Bu sebeple gümüş paraları tam ayarıyla basanlar

devletin itibarına ait olan yüzde yüz fazla kıymeti çalmış oluyorlardı. Bu kalpazanlığın engellenmesi ve sorumluların yakalanması çalışmalarına derhal başladık. Kudüs'e geldiğimden üç gün sonra kalpazanlık alet ve edevatı şehir dışındaki büyük zeytin ağaçları altına atılmış olarak bulundu. Bir kaç gün sonra da kalpazanlardan kaçamayanlar tutuldu. Fakat Amerika Birleşik Devletleri tebaasından olan iki kalpazan Yahudi'yi tutuklamak isteyen polis memurlarına Amerika konsolosunun karşı çıktığı haber verildi. Bunun üzerine muhalefetten vazgeçmesini Umur-ı Ecnebiye [Yabancılar Dairesi] Müdürü aracılığıyla konsolostan rica ettim. Bu kişi, yaşlı başlı ve arkeolojiye meraklı bir adamdı. Ertesi günü hükümet dairesine bizzat gelerek, "Amerikan tebaasının Türk mahkemelerine teslimi meselesi hakkında Amerika hükümeti bazı itirazlar ileri sürmüştür. Mesele henüz sonuçlanmış değildir. O sebeple bu iki adamı teslim edemem" dedi. Amerikalı geçinen o iki Yahudi de ortadan kayboldu. Bu hadiseden sonra Türk tabiyetinde bulunanlara her defa kanun hükmü uygulanırken yabancılara karşı aciz kaldığımızı düşünerek sıkılmaktan, hatta utanmaktan kurtulamadım (Rey,2007:82-83-84). 1914 Osmanlı nüfus verilerine göre, Osmanlı Devleti sınırlarındaki Yahudi nüfusu 187.073 (52.126’sı İstanbul ve çevresi, 21.259'u Kudüs) şeklinde bulunmaktaydı.1907'de La Haye'de toplanan Siyonist Kongresi'ne göre 90.000 Yahudi göçmen Filistin'de bulunmaktadır (Dündar,2008:114) Önümüzdeki sayıda kaldığımız yerden Kudüs’ü anlatmaya devam edeceğiz inşaallah. KAYNAKLAR

• Ahmet Cevdet Paşa,(1973),Cevdet Paşa Tarihi, Cilt:1,İstanbul: Başbakanlık Kültür Müsteşarlığı Yay, • Aselî Kâmil Cemîl ,(2002), Kudüs,(Osmanlı Dönemi ve Sonrası) DİA,cilt: 26, s:334-338 • Dursun A. Haluk,(2003) Nil’den Tuna’ya Osmanlı Yazıları, İstanbul: Ötüken • Dündar Fuat, (2008), Modern Türkiye’nin Şifresi, İstanbul: İletişim Yay, • Harman Ömer Faruk,(2002), Kudüs, DİA , cilt: 26, sayfa: 323-327 • Rey Ahmet Reşit (2014). İmparatorluğun Son Dönemlerinde Gördüklerim Yaptıklarım, İstanbul: İş Bankası Yayınları • Tomar Cengiz,(2002), Kudüs,(Memlüklüler Dönemi) DİA , cilt: 26, sayfa: 332-334

41


Ne kadar da eski bir kelime falan demeyin sakın mahfile! Belki şuradan çıkarabilirsiniz; müezzin mahfili veya hünkar mahfili. Yani müezzinlerin mescitlerde her gün, padişahların hususan selatin camilerindeki mübarek ve önemli günlerde ibadet ve dua için geldikleri özel mekan diye hatırlanabilir. Mahfil toplantı yeri, konuşup görüşmek ve bir fikri tartışmak için bir araya gelinen fiziki mekan olarak da tarif edebiliriz.

İSTANBUL’DA KÜLTÜR

MAHFİLLERİ

Lise ve üniversitede okurken gerek kitapları, yazıları ve gerekse bizzat kendilerini tanıdığım Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başğil, Doç. Dr. Nurettin Topçu, Sadrettin Yüksel, Ali İhsan Yurd, Mahir İz gibi değerlerin böylesi mahfillerde topluma verdikleri katkıyı bir kere daha fark edebiliyorum. Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ

KÜLLÜK, MARMARA, MARKİZ, HACI BEKİR VE ÇİÇEK PASAJI

Tanzimat ile belki de Osmanlının çözülüşü ile beraber mahfil kültür ve edebiyat hayatımıza girdi. Sebebi de paşaların, beylerin konak, köşk ve yalılarında (Hersekli Arif Hikmet’in Evi, Abdurrahman Sami Paşa Konağı, Recaizade Mahmut Ekrem Yalısı, İbnül Emin Mahmut Kemal İnal Konağı, Ekrem Hakkı Ayverdi, Nahit Hanım, Sabahattin Eyüboğlu, Tevfik Fikret ve Şükufe Nihal’in evleri, Abdullah Cevdet’in İçtihat Evi), kahve, kıraathane ve çay bahçesi (Küllük, Çiçekçi kahvesi Meserret Kıraathanesi, İkbal, Sarafim, Darüttalim, Marmara, Bostancı İstasyonu Çay Bahçesi, Cafe Flamme, Hacı Mustafa’nın Çay Hanesi, Çınaraltı, Hasıraltı, Kristal, Acemin Kahvesi vs), pastaneler (Lebon, Nisuaz, Petrograd, Markiz, Elit, Hacı Bekir, Haylayf ve Baylan), bar ve meyhaneler (Kulis bar, Todori, Yakup), lokanta ve restorantlar (Cumhuriyet, Deniz, Degustasyon, Hacı Abdullah Efendi, Koço, Refik Restorant, Gar, Çiçek Pasajı), oteller (Tokatlıyan, Park, Divan ve Pera Palas), kitapevleri (Enderun, Yazı) ve sanat galerilerinde (Maya) edebiyat meraklıları, sanatçılar, yöneticiler, devlet adamları ve müelliflerle, alakalıların bir araya gelmesi amaçlıydı mahfiller. Bu hususta Marmara Üniversitesi Öğretim Üyelerinden arkadaşımız Doç. Dr. Turgay Anar’ın 650 sahifelik “Mekandan Taşan Edebiyat-Yeni Türk Edebiyatında Edebiyat Mahfilleri-2012 İstanbul” adında çok teferruatlı ve alkışlanacak bir kitap çalışması bulunuyor. MESERRET ARTIK DÖNERCİ

Mehmet Akif Ersoy ve arkadaşlarının gittiği yerlerden olan Abdülhak Hamit Tarhan ve Mithat Cemal Kuntay’ın evleri, Mısır Hidivi Sait Halim Paşa’nın Büyükada’daki köşkü ve de Nuruosmaniye Camii yakınındaki Kebapçı Kamil’in dükkanı birer kültür mahfili idi. Kebapçı Kamil İstiklal Marşı Şairimiz vefat

sayı//68// mart

42


ettiğinde Beyazıt Camii’nden geçerken gördüğü cenazenin Mehmet Akif ‘in olduğunu öğrenince dükkanından getirdiği Türk Bayrağını tabunun üzerine seren, Kumkapı’da askeri yurttaki öğrencilere vefat haberini veren esnaf. Büyük Doğu, Servet-i Fünun, Papirus Dergisi ve Hilal Matbaası da birer edebiyat ve kültür mahfili idi. Benim neslim bunlardan İsmail Hami Danişment, Ekrem Hakkı Ayverdi, Sabahattin Eyüpoğlu evlerine yetişti. Pastanelerin de tümünün yakınına kadar geldi. Kıraathaneler de öyle; Marmara ve Küllük hemen akla gelen. Sonra Meserret , İkbal, Bostancı Tren İstasyonundaki Çay Bahçesi, Taksim Kristal kahvelerinde çay yudumlamışızdır. Pastanelerin ve otellerin çoğu aynı amaçlı olmasa da hala ayaktalar. Eminönü’nden gelip Cağaloğlu Yokuşunu tırmanırken Ebussuut Caddesi köşesindeki Meserret otel ve kıraathanesi bina olarak hala duruyor ama artık Dönerci Celal’in yeri. Bir Paris gezimizde oturduğumuz pastanenin girişinde “Ünlü Türk Şairi Yahya Kemal”in buraya çok sık geldiğini ve oturduğu köşeyi hatırlatan yazıyı görünce ne hoşumuza gitmişti! MİLLİ BAKKAL, MARANGOZ ŞEVKET VE TENEKECİ HALİL

İstanbul’un edebiyat ve kültür mahfillerinde her görüşten gruplar kendi içinde beraberdi. Alkollü sohbeti ve birlikteliği tercih edenler Lombo’nun meyhanesini, Vezir Hanı, Todori, Gar, Koço, Ştaynburg, Deniz, Fıçı ve İstanbul lokantasıyla Çiçek Pasajını öne çıkarırken, diğer kesim ise Aşçı Çavuş, Hacı Salih, Kanaat, Yanyalı lokantasını ve davet aldıkları yalı, konak ve evleri tercih ediyorlardı. O yıllarda henüz İstanbul lahmacun kokmuyor, İstanbul mutfak kültürü lokanta, otel ve evlerde hakimiyetini sürdürüyordu. Söz konusu mahfilin müdavimleri bir müddet sonra sadece edebiyat ve kültür değil siyasi ve sosyal gelişmelerle de alakalı önemli bir entelektüel birikim içinde olduklarını fark edebiliyorlar. Dolayısıyla mahfiller sadece ülkemizde değil bütün dünyada her zaman önemli ve olmazsa olmaz mekanlardır. Lise ve üniversitede okurken gerek kitapları, yazıları ve gerekse bizzat kendilerini tanıdığım Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başğil, Doç. Dr. Nurettin Topçu, Sadrettin Yüksel, Ali İhsan Yurd, Mahir İz gibi değerlerin böylesi mahfillerde topluma verdikleri katkıyı bir kere daha fark edebiliyorum. Nurettin Topçu’nun Kadırga, Prof. Ali Fuat Başgil’in

Kızıltoprak, Ekrem Hakkı Ayverdi’nin Fatih, Necip Fazıl’ın Erenköy’deki evleri, Fethi Gemuhluoğlu, Bekir Berk ve Ergun Göze’nin yazıhaneleri, Mehmet Emin Alpkan’ın bakkal, Halil Küçük’ük Vefa’daki teneke imalathanesi, Karagümrüklü Şevket’in marangoz dükkanı da birer kültür mahfilleriydi. Sonra işadamı Muammer Topbaş ve din adamı Feyzullah Değerli’nin Erenköy’deki evleri de öyleydi. DERSAADETİN ORTASIND ELEŞTİREL DÜŞÜNCE MEKANI

Bugüne gelince; yoğun bir siyasi örgütlenme ve cemaatleşme dönemi yaşıyoruz. Bir siyasi partiye veya cemaate mensubiyet sizi koruma altına alsa da tek tip insan olmak ve yoğurmaktan başka bir yansıması olmuyor. Bunların imkanları ise her şeyin fevkinde, teşkilatlanmaları da ülke genelinde. Oysa eleştirel düşünceye günümüzde çok ihtiyaç var. İşte bu ancak edebiyat ve kültür mahfillerinde olabiliyor. Dolayısıyla fikir üreten ilim adamı ve akademisyenler, yazarlar ve düşünürler konusunu her kesim ıska geçiyor. Sağda da, solda da ve muhafazakar kesimde de maalesef öyle. Oysa dünyaya söylenecek sözümüzün olması gerek. Üstelik de var. İstanbul’da bine yakın eser neşreden ve bağımsızlığını koruyan bir yayınevimiz mevcut. Merkezi Babıali yokuşunda. Benim eski dostlarım sahibi ve yazarları. İstanbul’a 2009 yılında yeniden döndüğümde yayınevinin her cumartesi çiğ köfte ve tatlı ziyafeti sonrasında; mütevazi bu yerde tartışmalı, sorulu cevaplı toplantılarına iştirak ettim. Davet yok, isteyen her aydın gelebiliyor. Yer küçük olduğundan 43


dolayı küsmeyecek, kırıp dökmeyecek, kendi görüşünü zorla veya başka türlü kabul ettirmeye çalışmayacak. Hür bir ortam, kul hakkı, hukuk, demokrasi, adalet hep önde. Toplantı 15.00’te başlayıp iki saat sürüyor. 17.00’de sona eriyor. Ancak isteyen kendi arasında sohbetini devam ettirebiliyor. Her türlü meseleyi gündeme getirmek mümkün. Benim izlediğim konuşmacılar arasında çok sayıda ünlü yayıncı, alim, siyasetçi, din adamı, akademisyen, gazeteci, bürokrat, hukukçu, sivil toplum kuruluşu temsilcisi, diplomat, müellif vardı. Öyle ki yurt içi ve dışından da konuklar gelerek o güne denk getirip mahfile geliyor, selam veriyor, sohbete katılıyordu. Hatta yurtdışından gelen yabacı konuşmacıları bile dinleme imkanı bulduk.

ancak 30-40 kişi alabiliyor mekan. Çiğ köfte yapılırken konuklar birbiriyle hem tanışıyor, hem sohbet ediyor ve hem de bir konu üzerinde yoğunlaşıyorlar. Yemek ve tatlılar yendikten sonra özel bir konu ve konuk yoksa oturum başkanı o gün neyin gündeme taşınıp taşımamasının tartışılmasını oya sunuyor. Birinci gelen konu gündeme geliyor. Bu konular edebiyat, sanat, fikir hareketleri, siyasi, ekonomik, konjonktürel, seyahat, dini veya güncel olabiliyor. Uzman konuşmacı, kimse müdahale etmeden bir saat görüşlerini açıklıyor. Daha sonra oturum başkanının müsaadesi ile soru ve cevaplara geçiliyor. Soru sahipleri genelde birikimli ve donanımlı insanlar. Konuşmacı cevap verirken, görüşüne katılmayanlar bunu rahatlıkla belirtebiliyor ve hatta eleştirebiliyor. Bu kültür mahfilinde Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, Prof. Dr. Ergun Yıldırım, Prof. Dr. Aziz Akgül, Doçent Dr. Münir Dedeoğlu, Rasim Cinisli, Mü’min Çevik, Selahattin Eş ve Bayram Karaçor dinlediğim münevverlerimizden bazıları. Onca konuğa ise leziz çiğ köfte değerli aydınımız muallim Mustafa Göç ve arasıra nöbeti devralan yayıncı Tevfik Ekiz’in maharetli ellerinden ikram edildi. SİVİL TOPLUMDA BİRBİRİNE TAHAMMÜL ETMEK

Toplantıda herkesin birbirine tahammül etmesi, hele hele şiddet kullanmaması şart. Kimse kimseye kırılmayacak, görüşünden

sayı//68// mart

44

Peki neden isim ve resim vermiyorum? Çünkü burası sivil bir organizasyon olduğu için, herkes hür düşüncesini ve görüşünü rahatlıkla açıklayabilsin diye yönetim sıcak bakmadı. Ben de hak verdim. Gelen gazeteciler bile sütununda konuşulanları konu etmiyor. Beyan’da bulunmuyor, yazılı hale getirmiyor. Her şey o küçük mekanda, büyük fikirlerin tartışıldığı kültür mahfilinde konuşuluyor, tartışılıyor ve orada kalıyor. 25 seneyi aşkın süredir böyle devam ediyor. DİŞ KİRASI

Peki niçin çiğ köfte ve tatlı? Konuklar belli bölgelerin insanı olduğu için mi? Değil. Bazen katılımcılar da yöresel ürünlerle gelip ikramda bulunuyorlar. İşin esası ise galiba “diş kirası” olsa gerek. Biliyorsunuz Beyazıt Sahaflar Çarşısına yakın İbnülemin Mahmut Kemal İnal’ın konağı edebiyat ve kültür mahfillerinin en maruf olanlarından bir tanesi. İbnülemin Mahmut Kemal İnal bazı konuklarına niçin geldiğini sorarmış, cevap tatmin etmez ise şikayete varan serzenişlerde bulunurmuş. Bu sanırım biraz da görüş sahibi, bir konuda fikri olan, analiz gücü bulunabilen insan arama anlamına geliyor. Ancak İbnülemin Mahmut Kemal İnal gelenlere evini şereflendirdiği, sevap işlemesine vesile olduğu inancı içinde olduğu bilinen mutlaka “diş kirası” olarak bir hediye verirmiş. İstanbul gününüzde; onca imkan, kaynak ve kadroya rağmen kültür mahfili olarak maalesef fakir, ama insan potansiyeli olarak zengin. Dilerim bu zenginlik işlenerek irfanlı hale getirilir. Onlarca kültür ve edebiyat mahfilimiz olur.


SULTANIM

Sultan Abdülhamid manevi bir kuvvete sahiptir. Bunu sözlerinden anlamak güç değil... Ezgi Elçin OYNAK

En yakınında olmak ve insanlarda aradığı 'güveni' kişiliğimde görmesini isterdim. Bana hissettirdiklerini anlatmaya çalışmak; zor bir vazife benim için. Sultanı, tarih kitaplarında bize anlatılanlarla tanımaya çalıştım. Fakat sonra, daha yakından incelediğimde, beni en çok etkileyen özelliği; merhameti oldu. “İyi insanlar”ın merhametli olduğunu düşündüğüm için, Sultan Abdülhamid'e olan ilgim bir kat daha arttı. Onun, yalnız bir fotoğrafına bakarak; yüzüne hayran kaldım. Güçlü sezgileri ve usta bir anlayışı olduğu belli oluyordu. Bir ses canlandırmak istedim hayalimde ve kızı Ayşe Osmanoğlu'nun hatıralarında bahsettiği şu cümleler çıktı karşıma: “Sesi tatlı, kalın ve gürdü. Söz söylerken dinlemek zevki duyulurdu. Fikirlerini ve meramını fevkalâde bir ifade ve nezaketle anlatmaya muktedirdi.” Ben Sultan'ı çok sevdim. Cesaretliydi ve bir o kadar da; tedbirli. Onu “anlamanın” onu “sevmekle” başladığını düşünüyorum. Sultan Abdülhamid manevi bir kuvvete sahiptir. Bunu sözlerinden anlamak güç değil... Yüksek vicdanlı oluşu; onu sevenlerin kalbinde büyük bir yeri olmasının da bir nedenidir.

arihteki “en zeki” insanlardan birinin gözlerine bakıyorum. İnsan, anlasa da; bazen konuşamıyor. Her şeyi de anlatıp 'sır' veremiyor. Düşüncelerin aynası olan gözlerle; etkili bir yolculuğa çıkmalı. Bu yolculuğu yapmaya değecek olan gözlerden biri de, elbette Sultan İkinci Abdülhamid Han'ındır... Birini görebilmek için, yalnız onun yanında olmak; aynı zaman içinde yaşamak gerekli değildir. Benim Sultan Abdülhamid'e olan ilgim; annemin bana aldığı Osmanlı tuğralı bir kolye ile başladı. “Önemli” olduğunu düşündüğüm şeyleri “merak ettiğim” gibi, kolyedeki tuğranın Sultan Abdülhamid'e ait olduğunu öğrendim. Merak; o merak. O günden sonra kimse ayıramadı beni Sultan'dan; ayıramaz da... Geçmişte dönüp yaşama şansım olsa; şüphesiz onun devrini seçerdim.

Ona yakın olmak istemenin hasretiyle bir gün; Çemberlitaş'daki türbesini ziyaret etmek istedim. Fakat ya ziyaret saatini ya da gününü bir türlü denk getiremediğimden birkaç defa gittiğimde; kapılar kapalıydı. Bu talihsizliğim çok güzel bir rüya görmeme sebep oldu. Rüyamda, türbenin açık bulduğum kapısından içeri girdim. Birisi bana yeşil örtülü sandukalardan birini göstererek: “Sultan Abdülhamid burada” dedi. Gördüğüm rüyadan çok etkilendim. Bir gün, türbenin açık olduğu zamanı öğrendim ve yola koyuldum. Müthiş bir heyecan... Fakat o gün aksilikler peşimi bırakmadı. Geç kalmam için elinden geleni yaptı. Ziyaret saati bitmeye yaklaşıyordu... Nihayet son beş dakika kala türbenin bahçesine girdim. Açık bulacağıma dair hiç umudum olmayan kapıyı açık buldum! Aynı rüyamdaki gibi; içeri girdim ve beni iyileştiren havayı solumaya başladım. Sultan İkinci Abdülhamid Han'ın yanına gittim ve dua ettikten sonra şunları söyledim: " Ben sizi 'sevdiğim gibi' bildim Sultanım. Bendeki aşkınız ebedidir. Kudretli varlığınızdaki gibi; yokluğunuzda da sizi unutturmayacağım." 45


011 yılından buyana tanığı olduğumuz Suriye iç savaşı, ardından ülkemizin karşı karşıya kaldığı Suriye göçü içinden çıkılmaz bir problem olarak yıllardır önümüzde durmakta. Önceleri kardeşlerimiz diye bağrımıza bastığımız göçmen Suriyelilere karşı olan hoş görüşümüz değişmeye, artık tahammül edilmez bir noktaya geldi.

KİLİS

Öyle İstanbul gibi kış bahara, bahar yaza karışmaz. Oralarda rebî’, o fasl-ı bedî erince tabiat bütün güzelliklerini kırlar, bayırlara döker. Gülşenlerin, çemenzarların temaşâ-yı hüsn ü taravetine doyulmaz. Mehmet KURTOĞLU

Bunu gerek Urfa’da gerek Antep ve Kilis’teki gözlemlerimden, halkın yakınmasından anlıyorum. Kafamda en çok Suriyeli göçmenin yaşadığı Urfa’da bir sempozyum yapmak vardı, ama ne yazık ki bunu şehrimde yapmayı gerçekleştiremedim. Kilis Üniversitesi ve TYB ile birlikte “Muhacir Edebiyat” sempozyumuna Kilis’te yaptık. Urfa, Suriyeli göçmenlerin en çok yaşadığı şehir. Ortalama altı yüz bin kadar Suriyeli yaşıyor. Ama Kilis’in durumu daha farklı. Kilis’in yüz kırk bin nüfusu var, göçmen olarak yaşayan Suriyeli ise yüz on bin olduğu söyleniyor. Rakamlarda oynama olabilir ama oran olarak neredeyse Kilis nüfusunun yarısı kadar Suriyeli göçmen yaşıyor. Şehirde evler çok pahalı kiralık zor bulunuyor. Halk Suriyelilerden rahatsız. Öğrenciler için 1+1 evler yapılmış. Üniversitede on binin üzerinde öğrenci okuyor. Kilis, Antep, Antakya, Urfa birbirinin benzeri şehirler. Hepsinin Halep ile bağları mevcut. Buna rağmen uzun süren bir savaş, büyük göç dalgası halkın rahatsızlığına, şikâyetlerin yükselmesine neden olmuş. Aslında bu şehirlerimiz tarihsel olarak hep iç içedir. Bugünkü sınırlar suni sınırlar olduğu için, savaşla birlikte sınırlar kâğıt üzerinde olmasa da, fiili olarak değişti. Biz Suriye’ye girdik, Suriye de bize girdi. . Böylesine iç içe geçmişlik var. Geçen yüzyıldan bu yana, bu sınırlar olmasına rağmen, hiçbir zaman yöre halkı bu sınırları ciddiye almamıştır. Halkın “ticaret” gözüyle baktığı, devletin dikenli tellerle, mayınlı arazilerle engellemek istediği “kaçakçılık” kesintisiz devam etmiş, Urfa, Antep, Kilis ve Antakya Halep ile alışverişini devam ettirmiş, kaçakçılığı uzun yıllar sürdürmüş, hatta yıllar yılı kız alıp vermişlerdir. Bölenin bu durumunu Ahmet Arif en güzel şu mısralarıyla anlatır: Kirveyiz, kardeşiz, kanla bağlıyız Karşıyaka köyleri, obalarıyla Kız alıp vermişiz yüzyıllar boyu, Komşuyuz yaka yakaya

sayı//68// mart

46


Birbirine karışır tavuklarımız Bilmezlikten değil, Fıkaralıktan Pasaporta ısınmamış içimiz Budur katlimize sebep suçumuz, Gayrı eşkiyaya çıkar adımız Kaçakçıya Soyguncuya Hayına... Kilis uzun yıllar Antep’in bir ilçesi olarak varlığını sürdürmüş bir şehir. Geçmişi eski olmasına rağmen devamlı bölgenin üç büyük şehri arasında kalmıştır. Bir yanında Antakya, bir yanı Antep, bir yanı da Halep’tir. Bu üç büyük şehrin gölgesinde kalmıştır. Hele hele bölgeye hükmeden Antep gibi sanayi şehri varken bu hiç de kolay değildir. Kilis Antep’ten ayrılmış yeni bir şehir. Eski bir şehir. Tarihi yapılarından güçlü bir şehirlilik kimliği görülüyor. Şehrin tarihi yapıları ve camilerinin estetik yönüne bakıldığında güçlü olduğu, bu da şehrin güçlü bir geçmiş ve geleneğe yaslandığını göstermektedir. Şehrin bazı noktalarında Suriye altı km'ye kadar yaklaşıyor. İklim ve coğrafyasıyla Antep, Urfa, Antakya ve Halep çizgisinde bir şehir. Osmanlı dönemi yalpılarında dahi Halep etkisi görülüyor. Şehirde üniversite henüz açılmış. Çok uzun bir geçmişi yok üniversitenin. Ama yerleşke olarak çok güzel. Üniversitenin bölümleri yuvarlak bir daire etrafında inşa edilmiş. Bu koca daireyi bir meydan olarak düşünürsek, her bölüm meydana açılıyor. Bu planıyla çok güzel bir kampüse sahip. Sonra kampüs içinde yerel mimariye uygun çay bahçesi bulunuyor… Sempozyum aralarında ve akşamları bu çay

bahçesinde çay ve kahve içiyoruz. Hatta Üniversite hocalarıyla bir sohbet ortamımız oluyor. Mustafa hüküm bize bağlamasıyla müzik resitali veriyor… Halkın içine karışıp esnafla konuşuyorum. Kaç dükkâna girdimse hepsi Suriyeli göçmenlerden rahatsızlıklarını dile getiriyordular. Aslında şehre göç bir canlılık sağlamış, Öyle sanıyorum ki, ileri tarihlerde Suriyeli göçü burayı daha büyük bir şehre dönüştürecektir. Her yerde Suriyeler göze çarpıyor ama Suriyelilerin de şehre katkı bir kültür ekonomi var. Geçen yüzyılın başında Rus devrimi dolayısıyla İstanbul’a gelen Rus göçmenler İstanbul’un kültür hayatında dönüşüm yaratmışlar. Birçok yenilik getirmişler. Halk önce bunları göremez, ama dışarıdan bakanlar ancak görebilir. Sonra bunların görülebilmesi için zaman geçmesi gerekir. Bölge halklarının yakınmasına rağmen ben Suriye göçlerinin olumlu yönlerinin göz ardı edilmeyeceğini düşünüyorum. Şehirleri bir medeniyet tasavvuru varsa eğer toplum mühendisliğiyle devletler şekillendirir. Buna tepeden inme değişim diyebiliriz. Bir de şehirlerin farkına varmadığı alttan, derinden gelen bir değişimi vardır ki, bunu da göçmenler gerçekleştirir. Göçmenler, mülteciler yaşadıkları şehirden aldıkları kadar verirler de. Rusların İstanbul’da mülteci olarak bulunması böylesine bir değişim yaratmıştır. Nazi Almayasından kaçan üniversite hocaları Türkiye’ye gelip yerleşmiş, Türk üniversitelerini şekillendirmişlerdir. Suriyelilerin de böyle derinden bir değişimin ateşleyicisi olacaklarını görebiliyorum. Zira Güneydoğu şehirlerimizde yaşayan Suriyeli göçmenlerle birlikte yemek,

47


nefis rayihalar sevk-i rüzgâr ile dimağlarımıza serpiliyor. Mütebsessim, gülfam, bir nuraniyet, bir letafet-i cazibe ufuktan semaya doğru yükseliyor, açılıyor. Yine arabalara binerek yola revan olduk.” Namık Ekrem şehircilik bağlamında Kilis’i beğenmez ama havasını öylesine övgülere boğar ki, sanki divan edebiyatından bir gazel okuyormuş gibi hissedersiniz. Hemşehrim Ayanzade Namık Ekrem’den yüz küsur yıl sonra Kilis’i ziyaret eden bir Urfalı olarak onun gözlemleriyle benim gözlemlerimi birlikte vererek, bir şehrin yüz yıl sonraki durumuna ışık tutmak istedim. Namık Ekrem’in şehircilik bağlamında beğenmediği Kilis, bugün şehircilik bağlamında gelişmiş, bir kimlik oluşturmuştur. Havası aynı hava ama bağı, bostanı aynı mı bilemiyorum… Ayanzade bir akşamüstü Kilis’te kalıp yoluna devem etmiş. Şehrin tarihi yerlerini ve makamlarını görmüş olsaydı neler yazardı bilemiyorum…

eğlence ve kültür hayatı değişmeye başladı. Örneğin birçok Halep yemeği ve tatlısı artık Urfa, Antep, Antakya, Kilis lokantalarından pastanelerinde satılıyor… Ticarette bizden bir adım öndeler. Kuyumcu eşrafının ortağı ve rakibi Suriyeliler… 1910 yılında “Anadolu’da Bir Cevalan” adlı kitabında Birecikli Ayanzade Namık Ekrem, Halep, Kilis, Antep’i dolaşır, gözlemlerini not eder. Ayanzade Namık Ekrem Halep’ten sonra 5 Ağustos’ta Kilis’e gelir. O yılların Kilis’ini şöyle tasvir eder: “Araba ile akşamüstü Kilis’e vasıl olduk. Bu kaza, oldukça mühim, cesimdir. Bağları, bostanları çoktur. Fakat temeddün, imaret, aramayınız. Fünun, maarif sormayınız. Yatılacak bir hotel, hatta güzel bir han bile bulamadık. Çarşılar, sokaklar geçilecek halde değil. Biçimsiz, eski, viran bir hancağaza indik. Bereket versin ki âb u havası latif, gece odanın damında açıkta yattığımız halde rahatsız olmadık. Zaten umumiyetle Halep vilayetinin her tarafı hoştur. Bu yerlerde havalar saf, sağlamdır. İstanbul gibi mütelevvin, sebatsız değildir. Halep toprağında her mevsimin gelişi gidişi bellidir. Öyle İstanbul gibi kış bahara, bahar yaza karışmaz. Oralarda rebî’, o fasl-ı bedî erince tabiat bütün güzelliklerini kırlar, bayırlara döker. Gülşenlerin, çemenzarların temaşâ-yı hüsn ü taravetine doyulmaz. Sabah açılmış. Serin bir saba esiyor. Gülbünlerden uçan sayı//68// mart

48

Şehrin en eski camilerinden biri Mevlevihane Camisi diğeri Canpolat. Mevlevihane caminin dış görünüşü girintili çıkıntılı ve süslü. Dış cephedeki dikey çıkıntılarla bir hareketlilik kazanmış. Cami tarihi Valilik binasına bakıyor. Valilik binası da Osmanlı dönemi tip yapılardan. Yatay iki katlı taş bir bina. O da tıpkı Mevlevihane Cami, Canpolat Cami gibi meydana bakıyor. Meydanın ortasında bir Atatürk heykeli. Çok devasa olmadığı için meydanda mütevazı bir görüntüye sahip. Birçok şehirde at üzerinde olduğun büyük ve heybetli Atatürk heykellerinin tersine bu ne at üzerinde ne de olduğundan büyük. Paltolu şapkalı bir Atatürk! Canpolat Cami, Arabi 900 tarihini gösteriyor. Cami çok güzel. Sanatsal yönü çok güçlü. Bu yüzden dikkat çekiyor. İkinci cemaat bölümünüzdeki mermer sütunlar ona İstanbul havası katmış. Caminin kapısındaki süsleme ve hat yazıları ayrı bir güzel. Camin üç kapısı bulunuyor. Biri ön giriş kapısı. Diğerleri iki kapısından biri sağa diğeri sola açılıyor. Sola açılan kapının hemen yanında bir türbe bulunuyor. Türbe kapısı kilitli olduğu için giremiyorum. Türbenin yanındaki Kapı kabaltı denilen üstü örtülü bir geçişten sokağa açılıyor. Şehrin daha başka tarihi mekânları bulunuyor ama ben şehrin tarihi mekânlarından daha çok canlı, yaşayan, insanların teneffüs ettiği mekânlarını solumak istiyorum. Bir pastaneyi giriyorum baklava almak için. Lokantanın sahibi ve içerideki bir müşteri


Suriyelileri konuşuyorlar. Konuşmalarından onların da Suriyelilerden şikâyetçi olduklarını öğreniyorum. Kilis’in Antep farklı olarak cennet çamuru denilen tatlısı meşhur. Aslında cennet çamuru kadayıf telinden yapılan, fıstıkla harmanlanan ve üzerine şerbet döküldükten sonra kaymak sürülerek yenen farklı bir kadayıf türü. Tadı çok güzel ama adı çok kötü. Böylesine güzel bir tatlıya hem cennet hem çamur adını birlikte vermelerini anlamak mümkün değil. Cennet tatlısı denilse yeridir… Baklava ve cennet çamurunu alıp çıkıyorum. Lokantacı ile müşteri Suriyelileri konuşmaya devam ediyorlar… Mutfağı Urfa Antep Antakya Halep'e benziyor. Kilis tavası meşhur. Müziği önce Barakla başlıyor daha sonra hareketli oynak havalarla devam ediyor. Örneğin “kırmızı gül demet demet” türküsünden sonra pekâlâ “yoğurt koydum dolaba” türküsü söylenebiliyor. Kilis musikisinde dram mizah iç içe. Hem ağlatıp hem güldürüyor… Kilis deyince aklıma Kilisli Necip Asım geliyor. Cumhuriyet dönemi ilk kuşağı içinde önemli bir yere sahip. Türk dilinin sadeleşmesine önem vermiş iyi bir dilci. Bu alanda birçok eser yazmış. Muallim Rifat Bilge, müzisyen Alaaddin Yavaşça, tiyatro Nejat Uygur, oyuncu Öztürk Serengil bu şehirden çıkmış ünlüler. Şehir bir ovaya kurulmuş. Burada en çok dikkatimi çeken motosikletler. Şehirde haddinden fazla motosiklet kullanılıyor. Konya’da bisiklet ne ise burada motosiklet o dur... Urfa’ da ovaya kurulu bir şehir ama ne bisiklet ne de motosiklet kullanılır. Kullananlar daha çok gençler. Bence bu Urfalıların kendini ekâbir görmelerinden kaynaklanıyor. Daha çok arabayı tercih ediyorlar. Bisiklet veya motosiklet ağa ruhlarıyla örtüşmüyor. Bu yüzden yaşlı adamların bu araçlara binmesini hep kınamışlardır. Kilis, Mercidabık Savaşı’yla Osmanlıya katılmış. 1516 yılında Osmanlı Devlet ile Memluk Devleti arasında yapılmış savaş neticesinde Osmanlı topraklarına Suriye, Lübnan ve Filistin katılmış. Bu savaş ile hilafetin Osmanlı’ya geçişinin yolu açılmış. Bunun dışında tarihsel olarak şehirde birçok sahabenin metfun bulunduğu söyleniyor. Evliya Çelebi oldukça abartılı olarak üç bin sahabeden bahsetse de bunun gerçek olması mümkün değildir. Ama şehirdeki makam ve ziyaret yerlerinden burada birçok sahabenin ve büyük zatın yattığı anlaşılıyor. Rivayetlere göre Kilis’in fethinde

şehit düşen sahabeden Muhammed Bedevi, Peygamberimizin sofrasını hazırladığı için “simati” diye anılan Hz. Mansur, cennetle müjdelenen iki büyük sahabe Zübeyr ve Talha Hazretleri, cerrah olan ve yine burada ilk fetihte şehit düşen Muhammed Ensari’nin Kilis’te metfun olduğuna inanılmaktadır. Ayrıca Yakup peygamberin on iki oğlundan Şemun’un burada metfun olduğu söylenmektedir. Bu sahabelerin veya büyük zatların bu şehirde gerçekten olup olmadığı önemli değildir. Önemli olan bunların varlığına halkın inanması ve ruhaniyetlerinin şehri koruyup kollamasıdır. Zira burada yatan her sahabinin ve büyük zatın halk muhayyilesinde bir karşılığı vardır. Kimi peygamberin doktoru olduğu için şifa dağıtır, kimi ilk şehit olduğu için şehri korur, kimi peygamberin sofrasını hazırladığından onun anısına şehir sofrasını açık tutar, adaklar adayıp, mevlitler okutup fakir fukaranın karnını doyurur. Büyük zat ve ermişlerin böylesine ulu görevleri vardır. Bunlar şehri ruhaniyetleriyle canlı tutar, öldükten sonra dahi tasarruflarıyla şehre canlılık katarlar. Kilis’in bu anlamda canlılığı işte bu ruhaniyetleri büyük zatlardan kaynaklanmaktadır… FOTOĞRAFLAR

• https://gezmekguzelsey.com/osmaniye-kilis/ • https://banunundunyasi.com/kilis/ KAYNAKÇA

1- Yunus Ayata, Ayanzade Namık Ekrem, sh. 334, Asitan Yay. Sivas,2009 49


sra suresinin ilk ayeti şöyledir;“Kulunu (Muhammed as.) bir gece, Mescid-i Haram’dan kendisine bazı ayetlerimizi göstermek için, etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren Allah, her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir. Şüphesiz O, her şeyi hakkıyla bilen, hakkıyla görendir.”

MEHMET AKİF İNAN DİLİ İLE

MESCİD-İ AKSA -2-

Burada, bu havzada, bu coğrafyada kim huzursuzluk çıkarıyorsa; insanlığın gönlüyle, kalbiyle, anlayışıyla, inancıyla ve ahlakıyla kavga ediyor demektir.

Recep GARİP

Necm suresinin 2. ayetinden 7. ayetine değin son peygamber, âlemlerin sevgilisi iki cihan güneşimiz Hazreti Muhammet Mustafa (sav) durumu gözlerimizin önüne serilmektedir; “Sahibiniz (Muhammed Mustafa) sapmadı ve bâtıla inanmadı. O, arzusuna göre de konuşmamaktadır. O’nun konuşması vahiyden başka bir şey değildir. Çünkü (bildirdiklerini) O’na güçlü, kuvvetli ve üstün yaratılışlı biri (olan Cebrail, Rabbinin emri üzere) öğretti. Sonra en yüksek ufukta (Sidretü’l-Müntehâ’da) iken asıl şekliyle istivâ etti (doğruldu).” Bu ve benzeri ayetler ve olayın detaylarıyla ilgili hadislerin varlığını da unutmamak icap ediyor. Böylesine önemli, ümmetin vahdeti için ilk kıblemiz olan Mescidi Aksa’nın (Kudüs’ün) özgür olması demek, dünya insanlığının huzurlu olması demektir. Burada, bu havzada, bu coğrafyada kim huzursuzluk çıkarıyorsa; insanlığın gönlüyle, kalbiyle, anlayışıyla, inancıyla ve ahlakıyla kavga ediyor demektir. Bu türden cidallerin sonucunda insafsızlığın, taşkınlığın, darbelerin, sürgünlerin, şehadete aşkla bağlı olanların yüreğini, gönlünü incittiğindendir ki, geliş gidişlerdeki simsarcı tayfanın engelleyici, aşağılayıcı, tedirgin edici üslup ve davranışlarıyla insana, merhamete, şefkate hasrettir Mescidi Aksa. Bu nedenledir ki İslam alemi, Kudüs’ü bir iman meselesi olduğunu bilmeli yekvücut olmalıdır. Öyle mazlum ve mahzun bir şekilde bizleri beklemektedir ki şair buna vurgu yaparak; “Gözlerim yollarda bekler dururum/Nerde kardeşlerim diyordu bir ses” diye ünler ve bizi gönlümüzden tutarak hedefi gösterir. İlk kıble oluşuna işaret ederek asla unutulmaması gerektiğini haber verir sonra; “Burak dolanırdı yörelerimde Miraca yol veren hız üssü idim Kutsallığım belli şehir ismimden Her yana nur saçan bir kürsü idim” Rahmetli Şair Mehmet Akif İnan bizi, Asrı Saadet devrine yeniden götürüyor ve vahyin

sayı//68// mart

50


geldiği zamanlara dikkatlerimizi çekiyor. Efendimiz, peygamber olduktan sonra Kudüs’e yönelip ibadet etmek üzüyordu. Bu üzüntüler karşısında ilahi dinlerin ortak kıblesi sayılan Kudüs yerine Peygamber Efendimiz HazretiMuhammet (as)’a Kâbe’ye yönelip ibadet etme arzusu içten içe duaya dönüşüyordu. İlk kıblemizdi bizim Kudüs. Namaz kılarken hicretten önce de sonra da Kudüs’e dönülüyordu. Müslümanlar, Yahudiler ve Hristiyanlar arasında Kudüs konusunda o dönemlerde pek sıkıntı yoktu. Ortak bir anlayışla asırlar boyu böyle sürüp gelmişti. Daha sonraları Yahudiler, Müslümanların Kudüs’e dönerek namaz kılmalarına karşı ileri geri konuşmaya, hakaretler etmeye başladılar. Allah Rasulü buna çok üzülüyor, içe kapanarak yönünü Kâbe’ye dönme arzusu beliriyordu. Yahudiler genel anlamda şöyle söylüyorlardı; “Mademki Müslümanlar namaz kılarken bizim kıblemize dönüyorlar, demek ki kıblemiz haktır, kıblemiz hak olunca dinimiz de haktır. Öyleyse dinimize neden dönmüyorlar?” Bu konuda İbni Sa’d, İbni Abbas’tan gelen bir rivayeti şöyle naklediyor bizlere; “Hz. Peygamber Medine’ye hicret edince on altı ay Kudüs’e doğru namaz kıldı. Fakat Kâbe’nin kıble olmasını çok arzu ediyordu. “-Cebrail (as)’e şöyle dedi: -Ya Cebrail, istiyor ve arzu ediyorum ki Allah benim yüzümü Yahudilerin kıblesinden çevirsin. - Hz. Peygamber’in bu arzusuna Cebrail (as) şöyle cevap verdi: -Ben sadece bir kulum. Sen

Rabbine dua et ve ondan iste. Rasûlullah (sav) da yine bir gün Kudüs’e doğru namaza durdu. Başını göğe doğru kaldırdı.” Namazı henüz bitirmemişti ki Bakara suresinin 144. ayeti o anda vahiy olarak geldi. “(Ey Resulüm, vahyin gelmesi için) yüzünün göğe doğru aranıp durduğunu görüyoruz. Bunun için seni razı olacağın bir kıbleye çevireceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Haram’a (Kâbe’ye) doğru çevir. Ne şekilde olursanız yine yüzlerinizi Kâbe tarafına döndürünüz.” Namaz esnasında inzal olan bu ayet gereğince namazın içinde Efendimiz (as) Kâbe’ye doğru yüzünü çevirdi. Artık Müslümanların kıblesi bundan sonra ebediyyen Kâbe’dir. Kudüs adından da anlaşılacağı üzere kutsal bir mekândı. Kâbe’ye dönmüş olmakla Kudüs’ün kutsallığından vaz geçilmedi ve Miraç hadisesi vuku bulduğunda bir gece yolculuğu yapılmıştı ve böylece Müslümanların sahiplenme duygusunın kaçınılmaz bir emanet olduğu da teyit edilmiş oldu. İşte bu dörtlükte “Hız üssü” olan Mescidi Aksa’nın Burak’ın ayağının bastığı arz olması itibariyle kutsallığının arttığını ve “nur saçan” bir “kürsü” teşbihiyle hafızalarımızı aydınlatmıştır. “Hani günler ki binlerce mümin Tek yürek halinde bana koşardı Hemşehrim nebiler hatırı için Cevaba erişen dualar vardı” Bu dörtlükte şair, kendisini devreden çıkartıp Mescidi Aksa’yı konuşturuyor. Asırlar boyu yeryüzündeki iman sahipleri hac ve umre için yollara düşer, günlerce, aylarca yol

51


meşakkatlerine katlanarak evvela Mescidi Aksa’ya gelirler. Orada kardeşlik akdini tazelerler, akabinde daha evvel gelmiş olan peygamberleri ziyaret edip onlarla mülaki olurlar, ondan sonra Medine’nin yollarına revan olup oradan da Kâbe’ye ulaşırlardı. Bunu anlatırken hasret kaldığı müminleri kendisiyle buluşmaya, ziyaretle ibadet etmeye, miraç hadisesiyle namaz armağanın menzili olan bu makamın tevhidin merkezi olduğuna dikkatlerimizi çekiyor. Tek yürek halinde “binlerce mümin bana koşardı”. Şimdi beni yalnız bıraktınız. Bundan mustaribim diye seslenerek bu topraklarda sizleri bekleyen Nebiler hatırına nolur ihmal etmeyin beni yalnız bırakmayın çağrısıyla Kudüs’ün bir iman meselesi olduğunu idraklerimize sunmaktadır. Böylece duaların, rahmet ve bereketle güç ve kuvvet kazandıracağını bize anlatıyor. “Şimdi kimsecikler varmaz yanıma Müminden yoksunum tek ve tenhayım Rüzgâr silemez gözyaşlarımı Çöllerde kayıp bir yetim vahayım” Kudüs’ün-Mescidi Aksa’nın yalnızlığı, terkedilişi –bir bakıma, ihmal edilişi- öylesine dokunmuştur ki serzeniş sürmektedir. O asil Ümmeti Muhammed’in yeniden derlenip toparlanması gerekiyor. Yeniden kaybettiklerini gözden geçirmesi gerekiyor. Yeniden silkelenerek dirilişi yaşaması gerekiyor. Öylesine kırgın bir haldedir ki “Şimdi kimsecikler varmaz yanıma” diye şikâyet etmektedir. Müminler terk edip gittiler. Onlardan mahrumum. Yapayalnız bir başıma kaldım. Sahipsizim. Öyle ki ağlayıp inlemelerim öylesine yoğun ki “rüzgâr silemez gözyaşlarımı”. Yakup’un, Yusuf’un, İshak’ın, Davut’un, Süleyman’ın, Musa’nın, İsa’nın ve Hazreti Muhammed (as)’ın bir emaneti olduğumu nasıl unutursunuz anlamında dertlenmektedir. Sanki uçsuz bucaksız “çöllerde kayıp bir yetim vahayım” diyerek arzın yedi kat göğünü inletmekte olduğunu anlayabiliyoruz. Mehmet Akif İnan, hayatı boyunca arzu etmesine rağmen gidemediği Kudüs-Mescidi Aksa, tıpkı Mehmet AkifErsoy’un Çanakkale savaşını anlatırken bizi savaşın tam ortasına attığı-götürdüğü, “Şu boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?/En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi” hissini yaşıyorsunuz. Ya da inim inim inleyen “Bülbül” çığlığını yüreğinizin her zerresinde hissettiğiniz gibi; “Eşin var aşiyanın var baharın var ki beklerdin/ Kıyametler koparmak neydi ey bülbül nedir derdin?”Şimdi böylesine hissedilir duyguları sayı//68// mart

52

terennüm etmek, kayda düşmek her şairin harcı değildir. Onu yaşamak ve yüreğin zerre zerre hissetmesi demektir. Ancak böyle mümkündür. Her iki Akif’in bunu böyle hissettikleri için hissettirdiklerini söylemeliyiz. Yaşarsanız yaşatırsınız. Şiirin son dörtlüğüne gelindiğinde şair epey yorulmuş ve bitap düşmüş durumadır. Kendini toparlayarak şöyle seslenmektedir; “Mescid-i Aksa’yı gördüm düşümde Götür müslümana selam diyordu Dayanamıyorum bu ayrılığa Kucaklasın beni İslam diyordu” Yeniden “düş”üne döner şair. Konuşan artık kendisidir. Çünkü dünya gözüyle görebilme şansının olmadığını-olmayacağını bilmektedir. Bundan dolayıdır ki yeniden şöyle seslenir; “Mescid-i Aksa’yı gördüm düşümde/Götür müslümana selam diyordu”. Bu “düşünü” dile getiren Akif İnan, yeryüzündeki iman sahiplerine Mescidi Aksa’nın selamını getirmektedir. Kudüs’ü hatırlatmaktadır. Dahası selamını sizlere iletiyorum, dönüp boynu bükük halde bıraktığınız emanete, Mescidi Aksa’ya, Miracın yaşandığı üsse, Muallak taşına yönelin ve sahip çıkın. Gidin onu yalnız bırakmayın. Gidin ki imanınınız tazelensin diyor. Ardından son hamleyle, son yakarışla “Dayanamıyorum bu ayrılığa” artık ne yapacaksanız yapın ve firavunların, nemrutların, haçlı zihniyetiyle cinayet işleyen siyonistlerin, emperyalistlerin, İsrail’in elinden beni kurtarın. Gelin artık, yeter artık, bu ayrılığa dayanacak gücüm kalmadı demektedir. Ardından artık gelinde bitsin bu hasretimiz, boynu büküklüğümüz, tevhit anlayışımızdaki uhuvvetimiz tamamlansın, “kucaklasın beni İslam diyordu.” …. “Mescidi Aksa” şiirimden bir kıta ile bitirmek istiyorum. Çağlardan çağlara akıp gelensin Tevhidin merkezi Mescidi Aksa Miraca yükselip bize dönensin Namaz armağanı Mescidi Aksa… Bütün Peygamberlerimizi, Nebilerimizi, Şehitlerimizi, Kudüs ve Hicret şairi Mehmet Akif İnan nezdinde ahirete intikal eden bütün hikmet ve söz ehlini, fethe katılan Ümmetin askerlerini, Çanakkale ve 15 Temmuz Şehitlerimizi rahmetle, minnetle, şükranla anıyorum.. makamları cennet olsun..


ALİ YAKUP CENKÇİLER HOCA’NIN HAYAT EVRELERİ -5Yani Allah'ın rızasına uygun davranma kararlılığının gerektirdiği bütün fedakârlıkları peşinen kabul eder, bütün nefsi istek ve arzularını, şahsi çıkar ve menfaatlerini bir kenara atar, Mustafa ATALAR

, hiç kimsenin yüklenmeye yanaşmadığı, cesaret edemediği mukaddes bir yükün hamallığına soyunmuştu. Bu hamallığın sonunda hiçbir dünyevi rütbe, mevki, makam, şan, şöhret, menfaat, mal, mülk olmadığını da çok iyi biliyordu. Tam tersine bu yolu tercih etmekle, akla hayale gelmez acıları, çileleri, ayrılıkları, hasretleri tercih ettiğinin de farkındaydı. O, bu yolun, çok zor, çok çileli, çok büyük fedakârlıklar gerektiren, ama aynı zamanda çok şerefli bir yol olduğunu daha çocukluğundan itibaren bizzat yaşayarak öğrenmişti. Herkesin kolay kolay yanaşmaya bile cesaret edemeyeceği bu çok tehlikeli ama bir o kadar da şerefli yola o, ileride başına gelebilecek her şeye, bütün acılara, çilelere, yokluklara, yoksunluklara da en başından ‘Eyvallah!’ diyerek, büyük bir azim, kararlılık, cesaret ve tevekkülle, bilerek ve isteyerek yönelmişti. O, ölümlü yalanlarla avunmak yerine, ölümsüz gerçeklerin peşine düşmeyi; rahat ve keyifli bir yaşam tarzı yerine, türlü belirsizliklerle, acı sürprizlerle dolu, hayata pusu kurmuş zor bir hayatı; yumuşak ve kaba yataklarda deliksiz uykular yerine, gerektiğinde kara toprağı, kuru tahtayı, sert betonu yatak, kara taşı yastık, gökyüzünü yorgan edinerek uykusuz gecelerde sabahlamayı; mükellef ziyafet sofraları yerine zehirle pişmiş aştan acı lokmalarla kifafı nefs etmeyi kendine yaşam tarzı olarak seçmişti.

Bu, Allah rızası için, göz göre göre ama gönül rızasıyla başını yüce bir davaya satmak, adamak, kendini feda ve kurban etmek demekti. Bu onun belki binlerce seçenek içinden kendi hür iradesiyle, bilerek ve isteyerek yaptığı bir tercih ve seçimdi. Çünkü o bu tercih ve seçimin bizi bu imtihan sahasına gönderen Yüce Allah’ın kendi has kullarında görmeyi özellikle arzu ettiği, sevdiği, istediği ve beklediği, en çok hoşnut ve razı olacağı bir seçim, tavır ve davranış olduğuna inanıyordu: “İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah'ın rızasını kazanmak için kendisini feda eder! (Yani Allah'ın rızasına uygun davranma kararlılığının gerektirdiği bütün fedakârlıkları peşinen kabul eder, bütün nefsi istek ve arzularını, şahsi çıkar ve menfaatlerini bir kenara atar,) Allah da, kullarına çok şefkatli, merhametlidir (Bakara Suresi, Ayet: 207). O, asla hasis emellerin, geçici zevklerin esiri olmayacak, onun yükseleceği yerler sonsuz ilim ve irfan semaları olacak, sabırla, gayretle, Allah’ın lütuf ve inayetiyle yükselebildiği yerlere kadar yükselmeye çalışacaktı. Büyük şeyler yapamasa, büyük işler başaramasa bile, ömrü boyunca bu yolda olmayı, ömrünü bu yolda harcamayı ve nihayet bu yolda ölmeyi en büyük şeref ve bahtiyarlık sayıyordu. Dünyaya gelişini ve hayatını ancak bu yolla anlamlandırabileceğine, milletine, memleketine, dinine, diyanetine ve insanlığa en güzel ve en iyi bu yolla hizmet edebileceğine inanıyordu. Her işin başının, her başarının temel şartının bilgi olduğunu, ilimden, bilgiden daha büyük güç olmadığını iyi öğrenmişti. Bilgi olmadan hiçbir şey hiçbir şey başarılabilmesi, hiçbir şey yapılabilmesi ve hiçbir yere varılabilmesi mümkün olamazdı. Bir dava, ancak onu iyi bilenlerle kaim olabileceğinden, bir davanın adamı ve adanmışı olma iddiasındakilere de ilk lazım olan şey ilimdi, bilgiydi. Hele onunki gibi büyük bir iddianın ve davanın adamı olabilmek için sahip olunması gereken bilgi, ilim, irfan, fikri donanım, entelektüel birikim kolay elde edilebilecek, ele geçebilecek bir şey değildi. Peki, kendisine de gerekli olan bu ilmi, irfanı, bu fikri donanımı, entelektüel birikimi, nerede, nasıl, hangi eğitim kurumlarında bulacak ve edinecekti? Böyle bir çevre Balkanlarda bulunmadığı gibi, hemen hemen hiçbir İslam ülkesinde de yoktu. Öyleyse ne yapması, nasıl bir yol izlemesi gerekiyordu? Epeyce düşünüp taşındıktan, araştırıp soruşturduktan, ilmine, irfanına, fikrine, görüşüne güvendiği, inandığı, bu konuda istişare edilmeye ehil bildiği büyüklerine, dostlarına danışıp istişare ettikten sonra Mısır’a gitmeye karar verdi. 53


YÜZYIL SENE EVVEL

İZMİR’DEN MANİSA’YA

KADAR BİR SEYAHAT -1-

Filhakîka bu adamın sırtında elân İngiliz bahriye efrâdına mahsus bir gömlek bulunuyor ve Türk elbisesiyle garip bir tezat teşkil ediyordu Nakleden: Ali Rıza SEYFİ Yay. Hazırlayan: Âdem EFE

adîm Bergama kazasından Efrencî Martın 29. günü müfâreket ettim. Bundan sonra pek mebzûl sûrette pamuk hâsıl eden bir mıntıka merkezi olan Kırkağaç ile Manisa’yı ve devr-i kadîmin meşhur Sard şehri bakayasını ziyaret eyleyecek idim. İslâm Mezarlığı tarikiyle Bergama’dan çıkınca Kaikos yani Bakırçay Ovası içinde tam şarka ve birtakım mahrût tepelere doğru ilerlemeğe başladık. Bu tepeler bu vadiyi Ermus-Gediz vadisinden ayıran Sard silsilesinin bir şubesi idi. Esnâ-yı tarikte bu güzel vadileri tahrib etmelerine lâkaydâne müsâade olunan nehirlerin, derelerin her tarafta hâsıl etmiş oldukları tehlikeli bataklıklara dalarak ilerlemekte pek ziyâde müşkilâta müsâdif oluyorduk. İki saat sonra Bakırçay’ı yarı harap bir ahşap köpüiden tekrar geçtik. Köprünün hemen üst tarafında şimalden gelen ve Bakırçay ile iltihak ettiği mevkiide hemen onun kadar cesâmet arz eyleyen bir dere daha meşhûd oldu ki: Bu suyun Silius nâm-ı kadîmi hâiz olduğunu kaviyyen zanneyliyorum. Silius suyu İngiliz Miralayı Leake tarafından yapılan Anadolu haritasına nazaran pek uzakta olmayan Pindasus Dağı eteğinden nebeân etmektedir. Bakırçay murûr olunduktan sonra rehberim bana sağ tarafta tepelerin eteğinde bir karye gösterdi ve burada köylüler tarafından yapılan hafriyat esnasında eskeriyâ kadîm bina enkazının, mermer parçalarıyla eski madalya ve sikkelerin bulunduğunu söyledi. Burası ihtimal devr-i kadimin Apollonia şehrinin mevkiî’ idi; çünkü Apollonia’nın Bergama’nın şarkında bir bayırlar üzerinde kâin olduğunu kadîm muharrerât gösteriyor. Bakırçay’ı arkada bıraktıkça arazinin hali kesb-i salah ediyordu. Evvela münbit meralara tesâdüf ettik. Sonra meralar arasında buğday tarlaları ve pamuk zirâına ayrılmış arazi meşhûd oldu. Uzakta pek latîf kavak ağaçları arasında arasına sığınmış köyler görünüyordu. Nihayet beş saat süvârî seyahatinden sonra Soma’ya vâsıl olduğumuz zaman bu küçük kasaba etrafında cidden muhteşem bir manzara bizi karşıladı. Kasaba bir tepenin sath-ı mâili üzerine bina olunmuştu. Arkadaki dağlar sarp ve münkesir hutût-u hariciyeleriyle şâyân-ı tasvir idiler. Dik bayırlar koyu renkli çam ormanları vardı. Ve önünde serilmiş, Bakırçay’ın naz ve letâfetle döne döne sulamakta olduğu ova ise şimdi baharın yeşilliğine müsteğrak bulunuyordu. Bu memlekette, pek nâdir görülecek bir sûret-i

sayı//68// mart

54


mükemmelede zer’ olunmuştu. Soma kasabası altı bin kadar nüfusu hâvi ve bunlardan takriben nısfı Rum’du. Bergama’da akşam esnâsında Soma civarındaki Trachalla köyü hakkında hayli garip şeyler işitmiş olduğumdan hayvanlarımızın dinlendiği sırada oraya doğru yürüdüm. Soma’nın arka cihetinden tepelere çıkan derin bir vadiyi takiben kayalık bir dağın zirvesine kartal yuvası gibi kondurulmuş Trachalla müşahede ettim. Bu mevki’ o kadar yüksek ve dik idi ki: Pek yakın göründüğü halde oraya tırmanmak için yarım saatten fazla zaman sarf etmek lazım geldi. Bu kartal yuvasının süknâsı her ne kadar tamamıyla Müslüman idiyseler de hepsinin çehresinde Yahudi ırkına mahsus alâim-i hutût pek bâriz olarak görünüyordu. Bu adamların fizyonomileri Türklerinkinden büsbütün ayrılıyordu ve bu hususta yanılmak mümkün değildi. Bunlar buraya çok uzun bir zaman evvel yerleşmişlerdi. Gerek Rumlardan gerek Müslümanlardan daima müctenip bulunuyorlar, yalnız kendi aralarında kız alıp veriyorlardı. Köylerine başka İslâm köylerinden gelin gelmez ve başka yere onlardan gelin gitmezdi. Cuma günü camiye giderler ve din-i Muhammedi’nin uhdelerine tertip ettiği bütün vazâif-i diniyyeyi îfâ ederler; lakin cumartesi gününü de bir yevm-i mahsûs addedip o günde hiçbir iş ile meşgul olmazlar. Bu garip kabile şüphesiz Benî İsrâil’in a’sârının darbeleriyle birer tarafa dağılmış şubelerinden birine mensupturlar ve o şuûbattan birçoğu gibi ahvâlin tazyikiyle din-i İslâm’a kabul etmişlerdir. Filhakîka cumartesi gününün de yevm-i mahsus addedilmesi ilk ihtida günlerinde bu adamların metrûk dinlerine karşı muhâfaza ettikleri bir meclûbiyet alâmeti olduğuna şüphe yoksa da şimdi cümlesi asıllarını ve tarih hakikatlerini unutmuşlardır. Trachalla köylüleri pek güzel, yakışıklı adamlar olup hep gördüklerim arasında şâyân-ı dikkat bir aile müşâbeheti var idi. Fevkalade güzel bir kız gördüm ki: Gözleri tamamıyla o meşhur İbrânî enmûzeci idi. Bu kavme mahsus gözler, ne şark, ne garp ve ne cenûp, ne şimâl akvâmı arasında mevcut olmayıp erbabı bu gözleri bir kere tanırsa başka yerde fark etmekte asla yanılmaz. Trachalla köylüleri bu civarda huşunet-i tabi’leriyle eğiliyorlardı; cesur, lakin merhametsiz ve derestî ahz ü itâdan da biraz mahrum tanınmışlardır. Rehberim

bu köyde uzun müddet kalmamaklığımı ehemmiyetle tavsiye etmiş ve Soma’daki hanemize avdetimizden pek memnun kalmıştı. Burada İzmir’den hareketimden beri bir Türk jandarması yol tezkeresi sordu. Kendisine yanlışlıkla geçen sonbaharda Eritre harabelerini ziyaret için Çeşme ağasından aldığım eski tezkereyi gösterdim. Lakin o bilâ itiraz kabul etti. Onun için tezkerenin şekl-i mahsûsunu ve içerisindeki yazının Türkçe olduğunu görmek idi. Orada mevcut olan yüzlerce Türk’ün içinde bir tane okumak bilen yoktu. Zevâlde Soma’dan çıktım. Arazi hayli mesafeye kadar muhâfaza-yı letâfet ederek devam etti, lakin sonra ovanın kesb-i vüs’at etmesine mukâbil güzelliği azalmağa başladı. Sol tarafımıza düşen tepeler alçak ve çıplaktı. Ancak işte boş ve yeşillikten ârî görünen gürbin bu ova idi ki bu nevâhinin başlıca mahsulü olan pamuğu yetiştiriyordu. Pamuk mahsulü Kırkağaç’a getiriliyor, burada tüccar tarafından alınıp İzmir pazarlarına indiriliyordu. Sağ tarafımızdaki dağlar ise azametten mahrum değildi. Bu dağlar eteğinden yürüyerek Soma’dan on iki on üç mil mesafede Kırkağaç’a vâsıl olduk. Şurada bilmünâsebe bir şey söyleyeceğim: Bergama ahalisinden olup oradan refakatimize aldığımız ve aynı zamanda kılavuzluk vazifesini de îfâ eden sürücü Mısır’dan henüz avdet etmişti. Merkûm Navarin muhârebe-i şedidesinde asker olarak bulunmuş ba’del harp Mısır’a sevk olunmuştu. Bu sebeple herifin bir Frenk, hususuyla benim gibi bir İngiliz hakkında hiç de dostane hissiyât beslemeyeceğine kanâat etmiştim! Halbuki bu kanâatimde pek ziyade yanıldığımı anladım. Bu mert Türk anlatıyor idi ki: İçinde bulunduğu kalyon cephanesi ateş alarak havaya uçunca kendisi ve rüfekasından daha birkaç kişi bir İngiliz filikası tarafından denizden alınmışlar. İngilizler bunlara hüsnü muâmele etmişler. Hatta yiyecek ve giyecek vermişler. Filhakîka bu adamın sırtında elân İngiliz bahriye efrâdına mahsus bir gömlek bulunuyor ve Türk elbisesiyle garip bir tezat teşkil ediyordu. Bu adam Türk ve Mısır donanmasına mensup yaralı askerlere İngilizler ve Fransızlar tarafından hüsnü muâmele edildiğini görmüştü. Hıristiyanların avam kısmı da “Sarıklı ve barbar Türkler” hakkında bu kadar hüsnü nazar ve hüsnü fikir sahibi olabilselerdi ne büyük iyilikler vücut bulurdu.

55


Kırkağaç’a girdiğimiz zaman büyük bir meşgûliyet, ahz u itâ sahnesi ortasında bulunduk. Mühim bir panayır zamanı idi. Geçtiğimiz yollar, şimdi hamûleleri indirilmiş uzun deve katarlarıyla dolu idi. İndiğimiz hanın evvelisinde beyaz renkte, latif manzaralı pamuk balyaları görünüyordu. Birtakım Ermeni sarraflar, simsarlar Türk ve Rum köylüleriyle münakaşada, pazarlıkta idiler. Uzun endamlı leylekler, latif kumrular avluda bu kalabalığa karşı hiç havf hissetmeden dolaşıyorlardı. Kırkağaç hayli büyük bir kasaba ise de nüfus Bergama’nınkinden azdır ve nısfı kadarı Rum’dur. Kasabada pamuk ticaretiyle müştagil hayli zengin, muteber Rum aileleri vardır. Maamâfih Rum ihtilâli bunların da çoğunun işini bozmuş, birtakımları adalara, Yunanistan’a savuşmuştur. Rum muhtarının pek muntazam hanesine gittiğim zaman iki genç oğluna tesadüf ettim ki ikisi de Ayvalık Rum Mekteb-i Kebir’inde tahsil etmişlerdi. Mükemmel Fransızca ve pekiyi İtalyanca biliyorlardı. İlim ve edebiyata da vâkıf idiler. Bu gençlerin kitaplarını karıştırırken arasında İngiliz muharrir-i diniyyesinden John Bunyan’ın Pilgrim’s Progress nâm eserinin tercümesini görerek müteaccip oldum. Sonradan bu eserin yine bu tab-ı mütercemini Türkiye’de birçok Rum evlerinde daha gördüm. Bu eser İngiltere Misyoner Cemiyeti tarafından tercüme edilmişti ve Memâlik-i Osmaniye Malta’da cemiyetin ataşesi olan Wilson tarafından ithal edilmekte idi. Kırkağaç’ın harap, küçük haneleri içinde saray namına müstehık bir cesîm bina var idi ki Karaosmanoğulları’na ait bulunuyordu. Soma’da da bunların bir konakları vardı. İnmiş olduğumuz han da onların idi. Bundan başka yine bu aile tarafından yaptırılmış bir cami, bir hastane ile müteaddit çeşmeler hem servetlerinin hem şefkatlerinin delâilinden idi. Bu kadîm, lakin düçâr-ı idbâr olmuş aileden başka bir yerde daha bahsedeceğim. Çünkü her yerde bunların ihtişam izlerini bu alicenap alametlerine müsâdif oldum. Kırkağaç kasabası civarında âsâr-ı âtikaya dâir bir şey bulamadım. Yalnız İslâm mezarlığından bazı birkaç eski Yunan sütunları vardı. Lakin ahali orada birkaç harabe olduğunu ve civarlarında madalyalar ve sikkeler bulunduğunu söylüyorlardı ki pek muhtemeldir. Bu münbit, zengin nevâhi kadîm devirlerde kalabalık nüfus kitleleri ile

sayı//68// mart

56

dolup taşıyordu. Dar bir saha dâhilinde dört muazzam, mamur şehir mevcut idi. Bakırçay, Kaikos ovasını baştanbaşa tetkik ve taharri için zamanım olmadığından pek mükedder oldum. Çünkü burası da Ermus-Gediz ovası gibi sûret-i lâyıkada taharri edilmemiştir. Kırkağaç Rum Kilisesi emsâline nispetle müzeyyen ve mükemmel olup hâvî olduğu tasâvir-i diniyeden birkaçı mühim kıymet-i bediiyyeyi hâizdir. Ertesi günü tulû’la beraber Kırkağaç’tan Manisa’ya hareket ettik. Bir hafta evvel buradan Manisa’ya hareket etmiş olan katırcılar mahal-ı maksuduna varmamış ve o civarlarda dolaşmağa başlayan Sisamlı haydut çeteleri tarafından katlolunduklarına hükmedilmiş olduğundan şimdi yolcular beş on veya daha çok kişilerden mürekkep ve iyice müsellah kervancılar teşkil eylemeksizin yola çıkamazlardı. Binâenaleyh biz de beş altı Türk ile arkadaş olmuştuk. Yolda Ayaköy denilen ve pek latif ve temiz bir manzara arz eyleyen büyük karyede istirahat ettikten ve burada Karaosmanoğulları’na ait, lakin şimdi metruk ve büyük bir konak ve köşkü gördükten sonra Ermus-Gediz Ovası seviyesine indik. Ayaköy’den sonra her mezrû’ tarlalar bitiyor, vâsi’, münbit meralar başlıyordu. Yukardaki sahifelerde Bakırçay-Kaikos Ovası hakkında söylediklerim bu ovaya ve civarına da tamamıyla kâbil-i tatbiktir. Ancak parça parça mezrû’ arazi, vâsî meralar, civarında eser-i hayat kurrâ ve kasabât meşhut olmayan birçok Türk mezarlıkları, sahte muzır bataklıklar, suların vücuda getirdiği çakıllı mecrâlar, yarıklar. Zevâle kadar bu hazîn İngiliz ovada yürüdükten sonra bir mermer çeşmeye vâsıl oldu ki: yanında seyyahların istirahat etmelerine mahsus, açık bir köşk vardı. Çeşme de köşk de Karaosmanoğulları tarafından yaptırılmıştı. İki üç saat sonra böyle bir çeşme ile köşke daha tesâdüf ettik. Nihayet Manisa şehri devr-i kadîmde Spilus namıyla şöhret-yâb âlî dağın eteğinde göründü. Geniş Gediz nehrini ağaç köprü ile geçtik. Manisa’nın camileri, minareleri, hisarları ve sarayları, boyalı haneleri şehrin dumanlı ve umûmî kitlesinden birer birer ayrılarak fark olundu. Gediz’in tuğyanıyla her sene kuvvet kesbeden latîf çayırlıkta bir mil kadar kat’ ettikten sonra Gediz’in daha geniş bir koluna tesâdüf ettik. Bunu da en az yüz elli adım arzında bir ağaç köprüden geçtik. Gediz


Çayı’nın sahilinden şehir medhâline mümted iyi döşenmiş, muntazam bir caddeyi takip ediyorduk. Sarayaltı denilen harap ebniye yakınından geçtim. Bu binalar Osmanlı hükümdârlarının Manisa’da vaktikzâr oldukları vakitlerde ikametlerini teşkil ediyordu. Manisa’da pazara yakın Karaosmanoğlu Hanı’na indik. Türk han ve kervansarayları seyyahlar tarafından müteaddit defalar tarif edilmiştir. Bunlar vâsi’ lakin çamur ve ağaçtan mamul harap binalardır. Lakin Manisa’daki bu Karaosmanoğlu Hanı diğer hanlara hiç benzemiyordu. İsmini taşıdığı meşhur ve muhteşem aileye mütenâsip olacak bir vüs’at, metânet ve azameti hâizdi. Bina kâmilen beyaz taştan mamul, muntazam ve dört köşe bir züerbaatü’z-zevâya idi. Ortadaki murabba’, vâsi’ avlunun merkezinde bir çeşme, geniş ve berrak memlû bir havuz, bir de köşk vardı. Tarz-ı mimarisi İtalyan manastırlarınınkini andırıyordu. Binanın cidarlarında ve önleri dört vâsi’ koridorla mahdut olmak üzere misafir odaları vardı. Alt katındaki odaların kısm-ı azamı emtia-yı ticâriyeye hasredilmişti. İkisi kahveciler biri de bir saatçi Ermeni tarafından işgal olunuyordu. SÖZLÜK • ahz ü itâ: alışveriş. • itizâz: haz duymak • iktifa: yetinme • mugâyir: aykırı. • murabba’: kare • muharrer: yazılmış şey • alâim-i hutut: çizgi hatları • hamûle: yük • irâe: gösterme. • kâin: bulunan, olan • kasabât: kasabalar • kesb-i salah: iyileşme • kurrâ: köyler • mahrût: koni • mahut: adı geçen • meclûbiyet: tutkunluk • mecrûh: yaralı • mezrû’: ekilmiş • muattar: kokulu • mudhik: gülünç • amâk: derinlikler • ârî: çıplak • avdet: dönüş • bülent: yüce, yüksek • cenûb: güney • cesîm: büyük, devasa • düçar-ı idbâr: talihsizliğe uğramak • ebniye: binalar • enmûzec: örnek, misal • fevvâre: fıskiye • garb: batı • havf: korku • tizâz: haz duymak • iktifa: yetinme • irâe: gösterme • kâin: bulunan, olan • kasabât: kasabalar • kesb-i salah: iyileşme • kurrâ: köyler • mahrût: koni • mahut: adı geçen • meclûbiyet: tutkunluk • mecrûh: yaralı • mezrû’: ekilmiş • muattar: kokulu • mudhik: gülünç • muharrer: yazılmış şey • mugâyir: aykırı • murabba’: kare. • müctenip: çekinen, uzak duran • müfâreket: bir yerden ayrılma • mülevves: kirli, pis • mümted: uzun • mün’atıf: yönelmiş • müşâvere: danışma

• münbit: verimli • münkesir: kırık • mürûr: geçme, uğram • müsellah: silahlı • müşâbehet: benzerlik • müştagil: bir işle uğraşan • müteaccip: şaşırmış • mütesellim: Beylerbeyi veya sancakbeyinin vekili olarak onların sefere gittiklerinde veya bölgelerine gitmedikleri zamanlarda yerlerine bakan, vergileri toplayan görevli • nebeân: pınar suyunun kaynaması • nevâhi: nahiyeler • nısf: yarı • rüfeka: arkadaşlar • sâmiîn: dinleyiciler • sath-ı mâil: dağ yamacı • seri’: huzlı • sezâ: layık • süknâ: sakinler • oturanlar • şark: doğu • şimâl: kuzey • şitâp etmek: seğirtmek • tab-ı mütercem: tercüme edilmiş baskı • takarrüp: yaklaşma • takarrür: kararlaştırma • tefrik etme: ayırt etmek • tuğyân: taşma, sel baskını • tulû: güneşin doğuşu • üstüvâne: direk şeklindeki silindir, sütun • vâreste: uzak • vâsi’ geniş. • vüs’at: genişlik • zevâl: öğle vakti.

KAYNAKÇA

1- Bu mıntıkada bir yerleşim yeri olan Darkale Mahallesi buranın yeni ismi olabilir (Yhn). 2- Kırkağaç nahiyesi pamuktan başka balı ile de meşhurdur. Bu bal incir gibi kutulara yerleştirilir ve külliyetli miktarda hârice sevk olunur. Kırkağaç balının rengi daha ziyade beyaza mâildir. Civar pamuk fidanlarıyla mestûr olduğundan ekseriya balda bu râyiha-yı mahsus olur. 3- Gediz’in başlıca ancak iki şubesi vardır. Avignon önünde Rhone Nehri’nin vaziyeti gibi Gediz Çayı da Manisa önünde iki kola ayrılır. Ancak Gediz’in kolları yekdiğerinden daha fazla mesafe ile ayrılmıştır. Avrupalı seyyahların bunları iki ayrı nehir addetmeleri Türklerin bir âdetinden mütehassıl yanlışlık neticesidir. Türkler bu nehrin muhtelif kollarını ayrı ayrı namlarla yâd ederler. Hatta buna da kanâat etmeyip aynı mecrânın muhtelif mahallerden mürûrundan ismi değişir. Bu hale hem Bakırçay hem de Gediz vadisinde tesâdüf ettim.

57


BİR ÖĞRETMEN PORTRESİ

ÖMER DUYGUN -2-

Hafız Ömer Duygun, iyi bir aile babası, iyi bir insan, iyi bir vatandaş ve iyi bir öğretmen olarak tanınmıştır. Sadece yaşadığı dönemde değil, ölümünden sonra da Erzurum’da herkesin sevgisini, takdirini ve saygısını kazanmış, hakkaniyetle davranan, insanlara değer veren, çocukları çok seven değerli bir şahsiyettir. H. Ömer ÖZDEN*

elami ve Özcan Duygun kardeşler, Ömer Duygun’un ikiz çocukları olarak 12 Şubat 1935 yılında Erzurum’da doğmuşlar, iki buçuk yaşına geldiklerinde anneleri Gül Hanım vefat etmiştir. İnönü ilkokulunu bitirdikten sonra ortaokul ikiye giderlerken babaları Ömer Duygun vefat etmiştir. Kardeşi Özcan Duygun ile birlikte ortaokulu bitirdikten sonra ikisi birlikte İstanbul Kuleli Askeri Lisesi’ne devam etmişlerse de sonradan ayrılıp Erzurum’a geri dönmüş ve liseye burada devam etmişlerdir. Selami Duygun, önce Ticaret Lisesi, sonra Erkek Sanat Okulu’na gitmiş, liseyi tamamlamadan ayrılıp bir süre vekil öğretmenlik yaptıktan sonra öğretmen okulunun fark derslerinin sınavlarına girmiş fakat bazı derslerin sınavlarını kaçırınca mezun olamamıştır. Vekil öğretmenlik yaparken 1960 yılından itibaren yaz devrelerinde köy okulları kereste depolarında tevzi memurluğunda bulunmuş, 1959 yılının Aralık ayında Mutaf ailesinden Aşçı Mehmet Mutaf’ın kızı Senar Hanım’la evlenmiştir. Uzun süre vekil öğretmenliğe devam etmiş, daha sonra Merkez Bankası Erzurum Şubesi’nde veznedarlık kadrosuna atanmıştır. 1977 yılında İstanbul’a nakleden Selami Duygun, emekli olduktan bir süre sonra İstanbul’da vefat etmiştir. Özcan Duygun, kardeşi Selami Duygun’la birlikte ortaokul ve lise yıllarının ardından Erzurum Eğitim Enstitüsü’nü okuyup mezun olmuş, bir süre Türkçe-Edebiyat öğretmenliği yaptıktan sonra Erzurum Kredi ve Yurtlar Kurumu’nda yurt müdürlüğü yapmış, daha sonra Çanakkale’ye nakledip buradan emekli olarak İstanbul’a yerleşmiş ve burada vefat etmiştir. Sinema ve futbola çok meraklı olan Özcan Duygun, uzun yıllar Erzurum Amatör Ligi’nde 12 Mart Futbol Kulübü’nde futbol oynamıştır.

*T.C. Atatürk Ünv. Öğ. Gör.

sayı//68// mart

58

Ömer Duygun’un ikinci eşi Sıdıka Hanım’dan olan ilk oğlu Nurcan Duygun, 1942 yılında doğmuş, altı yaşında iken babasından Arapça dersleri almış, henüz sekiz yaşındayken babasını kaybetmiştir. 1950 yılında başladığı ilkokulu 1954-55 öğretim yılında tamamlayarak Ticaret Lisesi’nin ortaokul kısmına kayıt yaptırmıştır. 1958-59 öğretim yılında ortaokulu bitirdikten sonra aynı okulun lise kısmına devam etmiştir. 1961-62 öğretim yılında Erzurum Ticaret Lisesi mezunu olmuş ve 1962-63 öğretim yılında Ankara Ticari İlimler Akademisi’ne


girmiştir. Öğrenciyken İller Bankası Genel Müdürlüğü’nde memuriyete başlamış, Akademi’den mezun olduktan sonra Ziyaettin Mutaf’ın kızı Seval Duygun’la evlenmiş, İller Bankası Erzurum Bölge Müdür Muavini olarak tayini Erzurum’a çıkmıştır. Önder ve Ergün isimli iki oğlu olan Nurcan Duygun, 1979 yılında geçirdiği ani kalp krizi ile hayata veda etmiştir. Ömer Duygun’un en küçük oğlu olan Ercan Duygun da 1 Mart 1946 tarihinde Erzurum’da doğmuş, üç buçuk yaşındayken babasını kaybetmiştir. İlkokula İnönü ilkokulunda başlamış, babasının vefatından sonra isminin verildiği Ömer Duygun ilkokulundan mezun olmuştur. Erzurum Erkek ortaokulunu bitirdikten sonra Kongre caddesinde bulunan ve o zamanki adı Erzurum Erkek Sanat Enstitüsü’nden (Yapı Sanat Okulu) mezun olmuş ve Türkiye Elektrik Kurumu’nda teknisyen olarak göreve başlamıştır. Ziyaettin Mutaf’ın diğer kızı Seyhan Mutaf’la evlendikten sonra Kocaeli Çayırova Trafo Merkezi’ne tayin edilmiş ve 1995 yılında buradan emekli olmuştur. Seda ve Serkan adında iki çocukları bulunmaktadır. HAFIZ ÖMER DUYGUN’UN ŞAHSİYETİ

Hafız Ömer Duygun, iyi bir aile babası, iyi bir insan, iyi bir vatandaş ve iyi bir öğretmen olarak tanınmıştır. Sadece yaşadığı dönemde değil, ölümünden sonra da Erzurum’da herkesin sevgisini, takdirini ve saygısını kazanmış, hakkaniyetle davranan, insanlara değer veren, çocukları çok seven değerli bir şahsiyettir. Dini ve ahlaki bakımdan mükemmel bir şahsiyet olan Ömer Duygun, öğrencilerinin dini, milli ve ahlaki bakımdan en iyi şekilde yetişmelerini sağlamış, bu manevi duyguları onlara aktarmada oldukça önemli bir görev üstlenmiştir. Yurdumuzun içinde bulunduğu sıkıntılı günlerinde öğrencilerine vatanın her şeyden daha değerli olduğunu öğretmiş, vatan sevgisini onların adeta iliklerine kadar işlemiştir. Yurda vatan sevgisiyle dolu evlatlar yetiştirmek için elinden gelenden fazlasını yapmıştır. Ölümünün ertesi günü olan 21 Kasım 1950 günkü bir Erzurum gazetesinde şunlar yazılmıştır. “Albayrak okulunda talebelerine her geçen günün ehemmiyetini, vatan aşkı, sevgisi ve milletin o gün içinde bulunduğu durumu yılmadan anlatmış bir vatanperver hocayı en çok sevdiği arkadaşlarından Başöğretmen Fikri Saygın şöyle anlatmıştır. Milliyetperverliğin en

yüksek kademesine çıkan, onu tebarüz ettiren biri varsa o da bugün aramızdan ebediyen ayrılan hakikatte kalplerimizde ilelebet yaşayacak olan hocamızdır. Karakteri sağlam, meziyetleri sayısız bu faniden, bundan daha büyük bir miras beklenemez.” Yetiştirdiği öğrencileri, yurdun dört bir yanında öğretmenlerinden öğrendikleri insani değerleri anlatmış ve bu değerleri bizzat yaşamış ve yaşatmışlardır. Bugün ülkemizin birçok yerinde onun yetiştirdiği öğrencileri ya halen çok önemli mevkilerde ya da o önemli mevkilerden emekli olmuş durumdadırlar. Torunları veya hayatta olan çocukları, gittikleri birçok devlet dairesinde Ömer Duygun’un evladı veya torunu olduklarını bilvesile söylediklerinde, öğrencisi olmasalar bile onun hakkında duydukları sitayişkâr ifadelerden dolayı muhataplarına çok değer vermektedirler. Çünkü Hafız Ömer Duygun, ölümünün üzerinden yetmiş yıl geçmiş olmasına rağmen hâlâ efsane gibi anlatılmakta ve manevi varlığına saygı duyulmaktadır. Ölümünün üzerinden çok kısa bir zaman geçmesine rağmen bir okula adının verilmesi ve bu ismin değiştirilmeksizin üzerinden yetmiş yıl geçmiş olması da onun değerini anlatması bakımından önemlidir. Hafız Ömer Duygun’un ölümünün ertesi günü ve üzerinden yıllar geçtikten sonra Erzurum gazetelerinde yazılanlar da onun değerini anlamak açısından oldukça değerlidir. İşte Nermin Aytuğ’un, toprağa verilişinin hemen ertesi günü merhum Ömer Duygun’un kişiliğini ve karakterini ayan beyan bir şekilde ortaya koyan yazısı: “Obur ecel dün, insanlığın varlığı ile iftihar ettiği bir değeri daha yuttu. İrfan âleminin memleket çapında hizmet görmüş aziz insanını, kıymetli hocam Ömer Duygun’u toprağa verdik. Bu bir veriş değil, daha doğrusu Allah’ın onu kendisine apansız alışı idi. Öyle ki bu ani vefat, ulviyetinin en canlı delili sayılabilir. Yetiştirdiği yurt evlatlarının meslek, mevki ve şöhretlerinde en büyük rolü olan o büyük adamın haklı gururu, tevazu perdesi altında o derece saklı idi ki takdirini kazananlar, cevaplandırmakta aciz kalırlardı. Biz talebeleri, hayata atıldıktan sonra dahi attığımız her isabetli adımda onun enerji, gayret ve bilgisinden kudret aldık. Mübarek ruhu şâda olsun ve nur içinde yatsın. 35 seneyi mütecaviz memuriyet hayatında, görevinde gösterdiği kusursuz başarı

59


yanında dini ve milli bağını da beraber yürüte gelmiş eşsiz kabiliyetteki hocamızın yeisini kalplerimize bir kurşun ağırlığı ile indirdik. Yaslı ailesi ile bütün öğretmen arkadaşlarına, dostları ve gözyaşlarını dindirmeyen talebelerine baş sağlığı dilerim.” ÖĞRETMEN HAFIZ ÖMER DUYGUN’UN ÖLÜM YILDÖNÜMÜ MÜNASEBETİYLE

Yazan: Ömer Duygun İlkokulu Başöğretmeni Zeki Kızıloğlu “Biz öğretmenler, çok temiz ve karakter sembolü bulunan arkadaşlarımızdan Hafız Ömer Duygun’u bundan bir yıl evvel bugün, kaderin ebedi olan bekasına tevdi etmiş bulunuyoruz. Öğretmen Ömer Duygun, ailemiz arasında mesleki formasyonu daima örnek alınırdı. Onun eğitim müntesipleri ayrı ayrı kendi şahsiyetlerinin üstünde üstat olarak tanınmışlardır.

Kifayetsiz denecek derecede bütçesi ile kalabalık olan ailesini geçindirmeye uğraşırken vazifesini, mukadderatı itibariyle şahsi durumunun üstünde kabul ederek bilumum hayati enerjilerini israf etmek hususunda tereddüt etmezdi. Hafız Ömer, ilim ve edebiyata meftundu. Günlük günlük neşriyatı muntazam bir şekilde takip eder, memleket davalarını her zaman hassasiyetle ön safta mütalaa ederdi. Sabit ve müspet karakterli, müstakar ve daimi olarak heyecanlıydı. Milli günlerde bayağı vecde gelir, törenlerde yaşlı ve ağırbaşlı olmasına rağmen ruhen coşardı. Dindardı, beş vakit namazını kılar, memleket ve milletine hayır dualarda bulunurdu. Kelimenin tam manasıyla kâmil bir insan ve faziletkâr bir öğretmendi. Hayatında tek bir vatandaşın hiçbir suretle kalbini kırmış değildi. Hasta arkadaşlarımıza hazık bir doktor gibi manevi ve devamlı sıhhat telkinleri yapar, şifa buluncaya kadar yatağının başından ayrılmazdı. İyilik yapmak dini bir vecibe olduğu kadar, ödenmesi mutlak lazım gelen bir borç gibi itiyatları arasında idi. Bu değerli hocanın memleketin ziraat, ticaret, sanat, irfan, politik muhit ve müesseselerine sayı//68// mart

60

yetiştirmiş olduğu yüzlerce talebesi vardır. 39 yıllık meslek hayatını millet evlatlarına vakf ederek hayata gözlerini yumuş bulunan bu kıymetli meslektaşımızın hatırasını anarken ailesine sabırlar, kendisine rahmetler dileriz.” Hafız Ömer Duygun, Erzurumlular tarafından o kadar sevilen bir şahsiyetti ki ardından şiirler yazanlar da olmuştu. Onlardan biri de eski öğrencilerinden Sami Tekin tarafından yazılan şu şiirdi. Hocam Hafız Ömer’in Ölüm Yıldönümü Münasebetiyle Dostlar ye’se kapılmış hep seni özlüyorlar, Titreyen tebessümle yolunu gözlüyorlar, Bu uzun yol yolcusu belki gelir diyorlar, Sen gelmedin, biz bir yıl kara giydik, yas tuttuk. Ne acı, ne eylenmez bir yara vurdun bize, Teselli için yalvardık dağa, taşa, denize, Hak’tan inayet için el açtık geldik dize, Bir yıl geçti bir lahza, sanma seni unuttuk. Ölmüş bilmiyorduk, keşmekeşin helası, Meğer bir çift taş imiş hayatın hülasası, Açtığın bu uçurum, bir inilti deryası, Dolmadı, dolmayacak ve dolmuyor bu boşluk. Erzurum’un yetiştirdiği bu mümtaz, vatansever ve öğretmenliği bir hayat tarzı haline getirmiş bulunan şahsiyetini saygı ve minnetle anıyor, kendisine rahmet diliyorum. Nihayet ölümünün üzerinden on yıl geçtikten sonra Hafız Ömer Duygun’un ikizleri Selami ve Özcan Duygun kardeşler, bir gazeteye babalarının aziz hatırası için Yeni Erzurum Gazetesi’nde şunları yazıyorlardı. “Babamıza bir gün niçin öğretmen olduğunu sorduğumuzda Hz. Ali’nin ‘Bana bir harf öğretenin kölesi olurum’ sözünü söyleyerek, ben başkalarının köle etmek için değil, milletimi köle etmemeleri için onun evlatlarına bir şeyler öğretmek için öğretmen olmayı tercih ettim, diye cevap vermişti.” diyerek babaları Hafız Ömer Duygun’un öğretmenlik ülküsünün boyutlarını açıklamışlardır. Hafız Ömer Duygun’u milletimiz için yaptığı tüm hizmetlerinden ve faydalı işlerinden dolayı rahmet ve minnetle anıyor, manevi huzurunda saygıyla eğiliyorum.


YA ŞAFİİ

Biz dilemedikçe, o enerjiyi içimize salmadıkça, hayatımıza almadıkça ne bir ilaç, ne kötülükleri savacak bir tütsü, ne huzuru ve mutluluğu salgılatacak bir hormon olmayacak. Sıddıka Zeynep BOZKUŞ

Komşulardan Mü’min Bey durdurmuş kadını. “Bacım gel ben yazayım “ demiş, boşa yorulma ağzım dualıdır elhamdülillah. Bu adam pek matrak bir adammış ama biçare kadın, kabul etmiş. Mü’min Hoca kalemi almış, daha yazmaya başlarken oracıkta uyuyuvermiş veled. Mü’min Bey o günden sonra herkesin dilinde Mü’min hoca olmuş. Kadın muskaya öyle inanmış ki oğlan koca adam olduğu halde hiç çıkarmıyormuş boynundan. Gün gelmiş Muskayı merak edip açmış bakmışlar ki ne görsünler? Uyu ulan uyu. Tavuklar gıt gıt gıdaklar gıt gıt gıt, horozlar öter üürüüüü diye. Kurbağalar gölde vıraklar vırak vırak vırak diye. Kuzular meliyor meee meee meee diye. Uyu ulan uyu… Bir başka yaşanmış hikâye ise daha enteresandır: Yeni gelin, ağlayan ilk çocuğunu bir türlü susturamayınca muskaydı, hocaydı, diye tutturur. Kaynana ve görümce tamam der yola çıkarlar. Fakat birden vazgeçerler; tembellikten midir, hocaya yumurtaydı tavuktu verecek bir şeyleri olmadığından mıdır, yahut gelini kıskandıklarından mıdır, muskaya inanmadıklarından mıdır? Her nedense yarı yolda vazgeçer bizimkiler. Bir çaputu rast gele dolayıp tutuştururlar gelinin eline, okuttuk bebeye, muska da yazdırdık derler. Gelin bebenin omzuna öyle kocaman, öyle yürekten bir besmeleyle takar ki muskayı, o dakika zang diye ağlaması kesilir çocuğun. Yıllarca da bu iman sarsılmasın diye söylemezler gerçeği.

Ya Şafii, şifa eyle bize. Bu kitap dilimi düzeltsin, bu taş kolye bedenime şifa olsun, bu izmarit içimdeki boşluğu doldursun. Şu çikolata mutluluk versin, aman o bağ bahçe, geniş ev sinelerimizi genişletsin; şu çalı, ot kötülükleri savsın kapımızdan… Muskalar aşkına! Bizim oralardan, Anadolu’da benzerleri çok görülen yaşanmış birkaç hikâyeden söz açmak istiyorum size: Vaktiyle bir kadının çocuğu sabahlara kadar uyumamış, kadını uyutmamış. Kadıncağız günlerce ne yapacağını şaşırmış, sonunda mahallenin ağzı şifalı hocasına gitmeye karar vermiş. Bebesini kaptığı gibi kundağa sarmış, takmış sırtına, vurmuş kapıyı düşmüş yollara... Bizim, hoca diye medet umulan Zat-ı Muhterem’in evi pek uzak olunca yol uzadıkça uzamış.

Allah’ın ayetleri ne demektir? Kendisi üzerinde düşünülmesi gereken her şeydir, delil olandır ayet. Bakara Suresi 26. ayette yaratan bir sivrisineği misal verirken şöyle der;Artık iman edenler onun Rablerinden ( gelen) bir gerçek olduğunu bilirler. Kafirler ise” Allah bu misal ile ne murad etmiştir “ derler. Allah, onunla birçoğunu şaşırtır. Birçoğunu yola getirir. Yani diyorum ki rabbimizin yarattığı her bir şey ayetse ve biz o ayetleri nasıl okuyorsak yani bir eşyaya, cisme, insana, ağaca, kediye, köpeğe, insana, kendimize v.s nasıl bakıyorsak bize o yansıyor. Biz dilemedikçe, o enerjiyi içimize salmadıkça, hayatımıza almadıkça ne bir ilaç, ne kötülükleri savacak bir tütsü, ne huzuru ve mutluluğu salgılatacak bir hormon olmayacak. Muskalar aşkına (!) Bismillahirrahmanirrahim. 61


iğdem, şiirlerimize, masallarımıza, türkülerimize sinen çiçek. Bahar en çok onun açışı ile dile gelir. Kardelenden sonra ilk onun çiçekleri karların ardından yumuşak toprakta belirir. Bundan dolayı o da nevruz çiçeğidir. Halk arasında her yıl Şubat’ın yirmisinden itibaren birer hafta arayla düştüğü var sayılan baharın müjdecisi cemrelerin ardından açan çiçektir. Havanın, suyun ve toprağın ısınmaya başladığı dönemdir. Türkülerimizde çiğdemler açtı sen gelmedin diye çağırdığımız yârin çiçeğidir. Karakışı bahar eden çiçektir Ali Kızıltuğ’un şu dizelerinde olduğu gibi:

ŞEHRİN BAHAR ÇİÇEĞİ;

Karakışı bahar eden vefasız Çiğdem çiçek açtı hani nerdesin Koyunlar kuzuladı dağlar yeşerdi Derelerde su coş etti nerdesin

Anadolu’da baharın gelişi ile boy gösteren sarı, beyaz, mor renkli çiğdemler; tabiattaki uyanışın simgesi olmuştur.

Anadolu’da baharın gelişi ile boy gösteren sarı, beyaz, mor renkli çiğdemler; tabiattaki uyanışın simgesi olmuştur. Özellikle orta Karadeniz bölgesinde çiğdem toplayan çocukların ellerindeki çiğdemlerle kapı kapı dolaşıp maniler eşliğinde “Çiğdem geldi yapıya / Yağ çıkarın kapıya…” diyerek bulgur ve tereyağı toplayıp köyün yaşlı teyzelerinden birine bulgur pilavı yaptırdıkları bir bahar şenliği vardı. Maalesef bu gelenekler kayboldu. Yine çocukluğumdan hatırladığım bilmecelerde çiçek için “Ben beslerim o süsler” Çiğdem için ise “Çalı dibinde mum yanar” deyimlerini kullanırdık. Gerçekten de etrafı karlarla örtülü ağaç diplerinde açan Mor ve sarı çiğdemler önce güneye bakan tepe yamaçlarında bir mum gibi yanarlardı. Anadolu insanın çiğdemlerin bu zarif ve narin yapısına olan ilgisi, tabiat sevgisi ve merhamet duygusunun kazanılmasında etkin bir rol oynamıştır. Türk şiirinin Dede Korkut’u olarak anılan 2018 yılında kaybettiğimiz Bahattin Karakoç “Bir çift beyaz kartal” şiirinde sanki erken baharda çiğdem toplayan çocukları anlatmaktadır;

ÇİĞDEM (ZA’FERAN) Bilâl UĞURLU*

Hangi yayla karlı, nerde çiçek çok Gel seninle orda olalım çocuk. Bulutlar, bulutlar iç-içe girmiş Bulutlar ki göğe perdeler germiş; Çiğdem devşirelim, çiçek biçelim Susayınca hep ezgiler içelim

*Yapımcı-Yönetmen

sayı//68// mart

62

Çiğdem ninelerimizin anlattığı masallardaki gece yarısı peri kızına dönüşen çiçektir. Onun için köy yerlerinde kız çocuklarının defterlerinin


arasında sakladıkları çiçek olmuştur. O bazen de Yunus Emre ilahisindeki sarı çiçek olur: Sordum sarı çiçeğe Annen baban var mıdır? Çiçek eydür derviş baba Annem babam topraktır. Anayurdu Avrasya olan çiçeğin otuz civarında çeşidi Türkiye’ye hastır. Lokumlarda kullanılan safran da bir çiğdem çeşidinden elde edilmektedir. Prof. Dr. Bayram Ali Kaya “Klâsik Türk Şiirinde Şifâlı Bitkiler Üzerine Bir Deneme” isimli çalışmasında Kutadgu Bilig’den itibaren metinlerde rastladığımız safran, Anadolu sahasında verilmiş edebî eserlerde ve eski tarım yazmalarında, Farsçası olan “zâferân” şeklinde geçmektedir. Aslı Arapça“za‘ferân” günümüze safran olarak geçtiğini belirtmektedir. (1) Safran eski çağlardan beri şifalı bitki olarak kullanılmaktadır. Vücuda zindelik ve neşe verir. Bu özelliği ile klasik şiirimizde daha çok “za’feran” olarak geçmektedir. Şair Nabi safranın aşk ateşi ile yanan sevgilinin ağzını çam fıstığı gibi açtırıp güldürdüğünü, bunun için de bitkilerin Nasreddin hocası olduğunu belirtir; Rûy-ı zerdim piste-i leb-bestesin handân eder Za‘ferân nev’-i nebâtıñ Hâce Nasreddîn’idir Safran pilav, zerde, aşure gibi yiyeceklere ayrı bir lezzet kattığı gibi, bugün onu daha çok adını verdiği Safranbolu lokumundan tanımaktayız. Evliya Çelebi zerde helva ve çorbalara da katıldığını yazar. Hatta şifalı olduğunu söylediği safran şerbetini ve kokusunu met eder. Çiğdemin İstanbul’a has türleri de vardır. Ümraniye Ömerli civarlarında yetişen sarı renk çiğdemin adı İstanbul çiğdemidir. Yine botanikçi Kevork Aznavur’un botanik literatürüne kazandırdığı Kadıköy Acıçiğdemi de İstanbul’a hastır. Doğa fotoğrafçısı ve araştırmacı Ali İhsan Gökşen Adapazarı Elmacık dağında 1400 metrede bulunan Çiğdem yaylasında “ Kış ve ilkbaharda başta sarı ve mor renkli olan çiğdemler yaylayı kaplarken; sonbaharda pembe leylak renkli çiğdemler donatır etrafı. O kadar sıktırlar ki üzerlerine basmadan yürümek için akla karayı seçersiniz” demektedir. Hiç düşündünüz mü kaç Osmanlı Padişahının eşi çiçek ismidir. Kurucusu Osman Bey’in gelini Orhan gazinin eşi Nilüfer Hatun ile başlayalım. Onun oğlu Murat Hüdavendigar’ın eşleri Gülçiçek ve Fûl-Dâne Hatunlar. Fatih’in

eşleri Gülşah, Gülbahar ve Çiçek Hatunlar. Yavuz Sultan Selim’in annesi Gülbahar Hatun II.Beyazıt’ın eşi. Diğer eşi de Gülruh Hatun. Kanuni Sultan Süleyman’ın eşi Gülfem Hatun. Evet, Osmanlı devleti sadece saray bahçelerini ve Boğaziçi’ni çiçeklerle donatmamış, onların adını eşlerine ve çocuklarına vererek te yaşatmıştır. İlk on Padişahın eşlerinden on tanesinin ismi çiçek ismi olması bu yüzdendir. Çünkü bizim kültürümüzde güzel bakan güzeli görürdü. Çiğdemler zarif yapısına rağmen zirvelerin çiçeğidirler. Baharın habercisidir. Bu yönü ile de halk türkülerimizde sıklıkla işlenmektedir. Onun açması meşelerin tomurcuklanması, koyunların kuzulamasını göçmen kuşların dönüşünü müjdelemektedir. Bunu en iyi Musa Eroğlu’nun sesinden ve sazından Pir Sultan Abdal’ın “yıldız dağı” türküsünde hissedersiniz. El ettiler turnalar bazlara Dağlar yeşillendi döndü yazlara Çiğdemler taşınsın söylen kızlara Niçin gitmez Yıldızdağı dumanın Benzer bir söylemi de Gülten Akın’ın “Alaca dağlarda sarı çiçek” şirinde rastlarız; Alaca dağlarda sarı çiçek Açar kimse duymaz sabaha kadar Alaca dağlarda sarı çiçek Sevgisinden yalnızlığından korkar Süsleme sanatımızda da çiğdem farklı renkleriyle kullanılan bir çiçektir. Çiğdemi en iyi anlatan da hiç şüphesiz 20.yüzyılın en büyük ozanı Aşık Veysel’dir: Çiğdem der ki ben elayım Yiğit başına belayım Hepsinden ben alayım Benden ala çiçek var mı KAYNAKÇA

1- Bayram Ali Kaya “Klâsik Türk Şiirinde Şifâlı Bitkiler Üzerine Bir Deneme” Divan Edebiyatı Araştırmaları Dergisi 15, İstanbul 2015

63


925’te Afyonda doğdu. 1942’de İzmir Ticaret Lisesini bitirdi. 1946’da İstanbul Yüksek İktisat ve Ticaret Mektebini (İktisadî ve Ticarî İlimler Akademisi) bitirdi. 1957’de Amerika Birleşik Devletleri New York Üniversitesi, Business Administration Bölümünde Ölçme ve Değerlendirme konularında Master; 1958’de aynı Üniversitenin Business Education bölümünde Eğitim Metotları, Araştırma-Geliştirme konularında Doktora yaptı.

F KLAVYENİN MUCİDİ İHSAN YENER HOCAM Yöneticiliğini ve sözcülüğünü yaptığı “Yabancı uzmanlarla da pekiştirilmiş İhtisas Komisyonu”nca oluşturulan “On parmak yöntemi ile Türkçe için ideal Klâvye”yi 20 Ekim 1955’te “Bakanlıklar arası Standardizasyon Komitesi”ne “Standart Türk Klâvyesi” olarak kabul ettirdi. Hüseyin MOVİT

Eğitim-Öğretim Görevleri (Resmî): 1946’da Sultanahmet Ticaret Lisesi’nde Stenografi, Daktilografi ve Meslek Dersleri Öğretmenliğine başladı. Sonra Beyoğlu Ticaret Lisesi, Eyüp Ticaret Lisesi, Deniz Kuvvetleri Levazım Okulu, Kara Kuvvetleri Levazım Okulu, Galatasaray Lisesi Ticaret Bölümü, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi, İktisat Fakültesi Gazetecilik Enstitüsü, Florance Nightingale Yüksek Hemşire Okulu ve İstanbul Sekreterlik Okulunda öğretmenlik yaptı. Askerliğini 1950 – 1951 yıllarında Ankara ve Devrek’te askerlik görevini Yedek Subay olarak yaptı. 1955 – 1956 yıllarında Ticaret (ve Turizm) Yüksek Öğretmen Okulu'nun, 1959 – 1965 yıllarında Ticaret Liseleri ile sekreterlik okullarının Yönetmelik ve Müfredat Programlarını hazırlayarak kuruluş ve geliştirme faaliyetlerine katıldı. 1977 yılında İstanbul Sultanahmet Ticaret Lisesi'ndeki resmî görevinden emekli oldu. Şampiyon Kursları’nda Öğretmenlere Rehberlik göreviyle, Eğitim Metotları Araştırma Geliştirme çalışmalarıyla, öğrencilere meslek edindirme ve üstün yetenekli ve çalışkan gençlere, Dünya rekorları kırdırma alanında aktif eğitimcilik yaşamını sürdürdü. Standart Türk Klâvyesi: 1930’lu yıllardan başlayarak, Türk dilinin özelliklerine göre yapılmamış, standart olmayan, değişik harf dizinleriyle oluşturulmuş çeşitli yabancı daktilo klâvyeleriyle çalışmanın sıkıntılarını giderme isteklerini, 1946 yılından itibaren Öğretmen çabaları olarak sürdürdü. Türk Dil Kurumu verileriyle Eğitim Kurumlarında 10 yıl süren çalışmalar ve denemeler sonucunda oluşturduğu Klâvye Dizini'ni Millî Eğitim Bakanlığı'na sunarak, Türkçe harfler için de ideal olabilecek bir Millî Klâvye ihtiyacını anlatıp en üst düzeylerde ele alınmasını ancak

sayı//68// mart

64


1955 yılında sağlayabildi. Yöneticiliğini ve sözcülüğünü yaptığı “Yabancı uzmanlarla da pekiştirilmiş İhtisas Komisyonu”nca oluşturulan “On parmak yöntemi ile Türkçe için ideal Klâvye”yi 20 Ekim 1955’te “Bakanlıklar arası Standardizasyon Komitesi”ne “Standart Türk Klâvyesi” olarak kabul ettirdi. Türkiyedeki tüm daktilo makinelerinin bu bilimsel Klâvyeye dönüştürülmesi, 1963 yılında Gümrükler Kanunu'na bir madde eklenmesi ve 1974 yılında “Türk Standardları Enstitüsü” tarafından “Zorunlu Standart” olarak kabul edilmesiyle kesinleşti. Daha sonraki yıllarda rastgele klâvyelerle ithaline başlanan bilgisayarların da Standart Türk Klâvyesi ile ithal ve montajı giderek yaygınlaşmakta ve kurallara uyulması oranında bu klâvyenin verimliliğinden yararlanılmaktadır. (www.interstenoturk.org) İhsan Yener, 1956-1959 yılları arasında, Beyoğlu Ticaret Lisesi'nde Stenografi ve Daktilografi hocamdı. Giyim ve kuşamı, disiplinli davranışı, metodolojik (yöntembilimsel) çalışması, kürsüsünün üzerine dizdiği dosyaları ile örnek bir kişilikti. Öğrencilerle gerçekleştirdiği diyaloğu, noktası virgülüne kadar hatırında tutar; verilen görevin tutulup tutulmadığı konusunda çok titiz davranırdı. Otoriter davranışları kimseyi üzmez bilakis herkes onun gibi davranmayı şiar edinirdi. Sınıf arkadaşım Ergun Senar (Müzeyyen Senar'ın oğlu), bir kaza geçiren sol elinin serçe parmağı için rapor almış, derslere girmiyordu. İhsan hocam onun dışarıda aylak aylak dolaşmasına izin vermiyor, dershanede

oturmasını istiyordu. Ergun'un bu inadı, okuldan mezun olmaması ile sonuçlandı. Neticede, işin garip tecellisi Ergun, kardeşim Abdullah ile Ankarada tam 36 ay bahriye askerliğini er olarak tamamladı (Hepimiz Yedek Subaylık hakkı kazanmışken). Tezkeresini aldığı hafta Kıbrıs olayları patlak verdi, dört ay da ihtiyat askerliği yaparak, aldığı sağlık rapor pek pahalıya patladı. F Klâvye’nin Babası: Bilgisayarların Türkiyeye girmeye başladığı 1978’den itibaren, Türk dili özelliklerine uymadığı için “Q Türkçe” olarak “Uydurulmuş Klâvye”nin verimsizliği karşısında bilimselliği Dünya rekorları ile de kanıtlanmış “F Klâvye” tartışmalarının yoğunlaşması sonucu, Medya ve Bilişim Dernekleri işbirliği ile düzenlenen “2003 BİLİŞİM TEKNOLOJİLERİ GÜNLERİ”nde “F Klâvyenin Babası” ilân edilerek Teşekkür Plâketi ile ödüllendirildi. 24 Kasım 2007 Öğretmenler Gününde Şişli Belediye Başkanlığı En Başarılı Öğretmen Plâketi ile; 21 Nisan 2009 İstanbul İnternet Şampiyonası Ödül Töreninde Ümraniye Belediye Başkanlığı, F Klâvye ve Bilimsel çalışmaya Teşvikte Başarı Plâketi ile; Pekin’de yapılan 2009 Dünya Şampiyonalarından tarihin en büyük zaferiyle dönen Türk takımını Ankara’da 8 Eylül günü kabul eden Sayın Bakan Nimet Çubukçu yarışları kutlayarak, Başkanı da Bakanlığın Onur Plâketiyle Ödüllendirdi. F Klâvyenin Mucidi ve Babası, Intersteno Onursal Başkanı, İntersteno-Türk Başkanı, Duayen, Hepimizin Hocası, her şeyimizi borçlu olduğumuz değerli İhsan Yener Hocamız, 2 Eylül 2016 günü 91 yaşında vefat etti. Mekânı cennet olsun. (www.interstenoturk.org) 65


ŞEHİR SOHBETLERİ 27

KÖYÜMÜZ -2-

Köyler coğrafi şekillerine göre yerleşiyor. Orman köyü, ova köyü, dağ köyü, dağ eteği (yamaç) köyü, deniz (sahil) köyü, ırmak köyü, dere köyü, kıyı köyü, vadi(kısık) köyü. Ahmet NARİNOĞLU

ERLEŞKE Köyde tarla, çayır, mera, yaylak, otlak olmazsa olmaz. Bunlar olmaz ise tarım ve hayvancılık olmaz. Bunlara sahip olmayan köylerde var. O zaman köylere coğrafyanın bütününden bakılmalı. Bu bakış bize köy yerleşiminin çeşitli, farklı, zengin olduğunu gösterir. Anadolu’da birbirine benzemeyen binlerce köyler var. Bu hem coğrafya hem de medeniyet zenginliği demek. Gelin yurdumuzda köyler üzerine kuş uçuşu yapalım. 1950’li yıllarda Anadolu’da köy araştırması yapan yabancılar, Anadolu’da bir değil kırkbin Anadolu var derler. Buna alt yerleşimleri de eklersek yüzbini bulur. Şimdi şehirler büyüdükçe köyleri yutsa da hala onbinlerce yerleşimimiz bar. Demek ki köyler birbirinden ayrı, bağımsız yerleşimler. Yerleşim yönünden köyler kalıcı ve geçici yerleşimler olarak ayrılıyor. Her irinin ayrı ayrı isimleri var. Anadolu’yu vatan kılan atalarımız yer isimleri vermekte mahirler. Yerleşim, dağ, ova, dere, tepe, vadi ne varsa isim koyarlar. Bugün de yeni her yerleşime hemen isim verilir. Şehirlerde batı taklitçiliği yapanlar cadde ve sokaklarına numara vermekle yaşatılan kültürümüzü terk ediyorlar. Bu topraklara sahipliğimiz verdiğimiz yer isimleri sayesinde yaşamaktadır. Her neyse biz yerleşime dönelim. Kalıcı yerleşimler başta köy, onun etrafında mahalle, mezra, oba, koru, dalyan, divan çiftlik, öbek, dağ evi, bağ evi, yazlık, sahil, site gibi isimler alıyor. Oba veya mahallelere aşağı/yukarı, öte geçe/beri geçe gibi isim takılıyor. Geçici yerleşimlere gelince, yayla, mera, ağıl, kom, dam, oba, bağevi, yazlık, sahil, dalyan gibi isimler veriliyor. Köyler coğrafi şekillerine göre yerleşiyor. Orman köyü, ova köyü, dağ köyü, dağ eteği (yamaç) köyü, deniz (sahil) köyü, ırmak köyü, dere köyü, kıyı köyü, vadi(kısık) köyü. Hanelerin yerleştiği şekle göre de; yol boyu, hat boyu, dairesel, kümeli, ayrık, bitişik, dağınık, toplu, şekilsiz, bahçeli gibi isimler alıyor. Köylere ekonomik (iş, uğraş, geçim) yönüyle bakınca; Ekinci, bağcı, bahçeci, hayvancı, ormancı, ziraatçı, turizmci, el sanatı (sanat, zanaat) , balıkçı, ırgatcı, madenci, yabancı (alamancı), sulu, susuz, kurak, çanak gibi isimler görürüz. En acı gerçekte köylere gelecek yönünden bakmak. Böyle bakınca; yok olan köyler, harabe köyler, yok olmaya yakın köyler,

sayı//68// mart

66


az nüfuslu köyler, kalabalık köyler, büyük köyler ismiyle söyleniyor. Şurası bir gerçek ki, dün atalarımız isim koyarken şimdi bir koyuyoruz. Köy veya alt yerleşim isimleri de üretim, coğrafi durum, yerleşen aileler çağrışımlı isimler oluyor. Köylere isim vermeye devam etmeliyiz. Köylerin isimlerini unutmamalıyız. İsim demek vatan bilinci demek. KÖYDE HAYAT

“Köyde hayat, oh ne rahat, huzur, mutluluk, sadelik” deseler de gerçeği ata sözü söyler. “dışı seni yakar, içi beni yakar” Esasen köyden şehre göçün olmadığı, köyün çözülmediği zamanlarda, açlık, yoksullukta olsa köyde hayat sade idi, tabiatla barışık idi, insanlar kaynaşık idi. Hayatın seyri, köyle şehri birleştiriyor. Toplum aynılaşıyor, meseleler ortak hale geliyor. Yani köy, şehir bütünleşiyor. Bir insan gün içinde hem köyü hem şehri yaşıyor. Eğilim böyle olsa da öteden beri gelen bir köy hayatı var. Bu hayat bütün yönleriyle canlı ve yaşıyor. Köy hayatı sade hayattır. Sadelik basitlikle anlatılamaz. Her sade hayat kesitinin altında yüz yılların birikimi, ilmi nice yanları var. Bu yüzden köylü ariftir. Köy irfan yurdudur. Köyün varoluşu hane, hanelerin kendi de aile. Ailelerden hane, hanelerden köy teşekkül eder. Köyün temeli ailedir. Ailede her doğan eli iş tuttukça üretime katılır. Emeğe dayalı hayat dönemlerinde (belki de 20-30 yıl önce) genel kanaat şudur. Şehirlerde ailede çocuk sayısı az, köylerde çok olur. Aksine köylerde yaşlılık nedeniyle üretkenlik azalıyor, çocuk sayısı bir ikiye düşüyor. Aile dağılsa, hanelerde nüfus sayısı azalsa da o haneden çıkanlar baba ocağına bağlı hisseden bir, iki kuşak hala var. Bu köyün yaşama gücünü arttırıyor. Hala şunu diyebiliriz. Köylerde geniş aile, şehirlerde çekirdek aile varolagelmektedir. Köyde aileler çözülüyor. Her şeyden önce yaşlılık artıyor. Aktif iş gücü sahibi gençler şehre göçüyor. Beraberinde üretim azalıyor. Aynı zamanda üretim/ürün çeşitliliği de azalıyor. Eskiden köylerde sebze/meyve, ürünler ekilirken şimdi birkaç türle dönüyor. Göç köyleri tamamen bitiriyor. Şehir köyü hortum gibi emiyor. Resmi tarife göre nüfusu 150’nin altındakilere köy demezsek sayı yarıya inmiş olmalı. Köylerde evlenen ayrı haneye

gidiyor. Boşanmalar, parçalanmalar artıyor. Aile bağları zayıflıyor, aile içi iletişim ve etkinlikler azalıyor. Köylerde gelenek ve göreneklere dayalı aile hayatı modern hayata dönüştükçe çözülmeler devam edecektir. Şuda kesin. Refah arttıkça, aile bağları azalıyor, çözülme geliyor. Köy ekonomisi tarım, hayvancılık üzerinden çalışmaya dayanıyor. Köyde çalışmadan üretim olmuyor, üretim olmazsa hayat tıpkı deniz gibi insanı köy dışına atıyor. Böyle bilsek ve söylesekte yeni bir durum doğuyor. O da insanlar şehirde kazanıyor köyde yaşıyor. Köyde üretim yapmadan dışardan gelen parayla köy hayatı sürüyor. Bir de emekliler var. Ya dışarda çalışıp köye dönmüş ve yahut köyde iken emekli olmuş. Emekli olanlar köyde üretimden çekiliyorlar, çalışmıyorlar. Giderayak köydeki oranları artıyor. Yani köyde yaşadığı halde çalışmayan, üretmeyen, içine kapalı, köy sosylal/ kültürel hayatına katılmayan yeni tip köylü doğuyor. Korkutan gelişmede bu. Köy toplumu birbirini tanıyan toplum insani ilişkileri kuvvetli. Gün içinde bir araya gelirler. Köylü nedeyse kök veya kız alıp vermeden dolayı hısım halde. Zaten komşuluk var. Köyün meydanı, nahır ereği, araç bekleme durakları, köy adası, köy kahvesi, bakkalı, camisi, çarşısı insanları topluyor. Komşular kolayca bir araya geliyor. Gün içinde kim ne yapıyorsa biliniyor, görülüyor. Bu haliyle köy toplumuna açık toplum diyebiliriz. Bu yapı izlemeyi ve baskıyı da beraberinde getiriyor. Yani köyde insanlar birbirini takip eder, halini bilir ve konuşur. Hal böyle olsa da köylere gittiğimizde en çok yakınmanın köylülerin biraraya gelmediği, eve kapandığı, yabancılara hoş geldin demediği, kabuğuna çekildiği, çok dar (az) hanelerle bir araya gelindiği, giderek şehre benzediği sızlanmaları yeni tabloyu anlatıyor. Çöküşe siz çökülüş deyin. Sadece ekonomide mi, kültür, yaşam, gelenek ve görenekler de artık babadan oğula, nesillere aktarılamıyor. Köyde dede var torun yok. Genç var büyük kalmamış. Aileler küçük aileye dönüşüyor. Evlenen şehre göçüyor. Köyde kaldığında ayrı ev açıyor. Kültür ve eğitim aktarma ocağı olan ailede kuşaklar bir arada kalamıyor. Köy kültürüne gelirsek, köy kültürü harmana benzer. Köyde harmanda bir kültür kaynağıdır. Köy bir toplum. Bin yıl kültür değeri, varlığı

67


biriktiriyor. Tam bir kültür hazinesi. Üstelik kırk bin köyün her biri kendi şahsına münhasır hazine. Bu hazineler coğrafyası elbette araştırılıyor, inceleniyor, nesillere aktarılıyor. Yapılanlar hiçbir zaman yeterli olmuyor. Köyde her yaşlı insan birikimiyle göçüyor. Çöken her bina anılarıyla, birikimiyle harabeye dönüyor. Köyden her ayrılan bir parça kültür koparıyor. Köye dönmeyen her köylü kültürünü unutuyor. Köy kültür ve medeniyet yönünden kan kaybediyor. Kaybeden ülke oluyor. Tablo böyle olsa da elde kalanlar ile köy sosyal/kültür hayatı yaşıyor. Derleme inceleme çalışmaları paylaşılıyor. Herkesin bu köy hazinesini yaşatma/yaratma isteği, katkısı sevindiriyor. Hatırlarım 70’li yıllarda alüminyum, daha sonra naylon çıkmaya, peşinden makine halısı furyası başladı. O yıllarda çerçici ler köyleri dolaşır bir at, bir katır yükü alüminyum kap getirirler, değiştirir, bir yük bakır, halı, kilim ile dönerdi. Atalardan kalma ek dokuma halı kilimleri alır makinasını verirlerdi. Ve 60, 70, 80’li yıllarda Anadolu’nun bin yıllık kültür ve medeniyet araçları toplandı. Kimse bu değerleri korumadı, koruyamadı. Bu topraklarda böylece taşınır kültür varlıkları göçtü. Bir başka dram definecilik. Anadolu’da kırk bin köy ve kasabanın birinde bir define hikayesi vardır. Zaten bu topraklarda medeniyetler üs tüste yaşamış, birikimler oluşmuş. Her yerde ören yeri var. Buralarda yeraltı hazineleri, defineler aranır durur. Define bulacağız diye ne kadar eski eser, yapı varsa altı üstü delik deşik edilir, parçalanır, kazılır ve mahvedilir. Geriye yıkık, dökük, harabe medeniyet eserleri kalır. Anadolu medeniyetleri köylere göç katacakken, köylü eliyle viranelere döner. Aslına bakarsanız köy demek atasözü, deyim demek. Atasözleri, deyimlerin çoğu köyde, kırsal hayattan neşet etmiş. Nasrettin hoca kasabalı olsa da köy hayatından dersler verir.Atasözleri, deyimlere bakın bu irfanın hazineleridir. Saklı yeri de köyler. Gelin atasözü/ deyimlerimiz ile köyümüze geri dönelim (TDK). • Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar • Eski köye yeni âdet getirmek • Evli evine, köylü köyüne • Görünen köy kılavuz istemez • Horozu çok olan köyde sabah geç olur • Keyif benim, köy Mehmet Ağa’nın sayı//68// mart

68

• Köpeksiz köy bulmuş çomaksız (değneksiz) geziyor • Küçük köyün büyük ağası • Tahtalıköyü boylamak • Köyün delisi • Köteksiz köye rastlamak • Köy hali Hele köy türküleri. Türküler köylerde yakılır, söylenir. Sözlü kültür ve edebiyatın yaşadığı yerle köyler. Köyler kültür yönünden mümbit arazilere benzer. Köy edebiyatı da bu hazineyi işlemeye çalışır. Ne yazık ki, köy edebiyat malzemesiyle dolu olduğu halde hakkıyla işlenmiyor. Köy türküleri buram buram gurbet, sıla, dost, yar, özlem, sevgi kokar. Türküler toplumu işler, toplumun aynasıdır. Şairde bir köy türküsü karşısında şairliğinden utanır. Bugün köylerde somut soyut kültür varlıkları ve değerleri çok azaldı. Geriye kalan izbe yerlerde öksüz bekliyorlar. Değer taşıyan canlı insanlar dışarıya savruldular. Çok azı köylerde. Hatta son kuşak yaşıyor diyebiliriz. Eğer bunları gün yüzüne çıkarmazsak, yaşatamazsak yurdumuz baştan sona öksüz ve yetim kalacak. Hasılı-Köyler için bir fırsat yok değil. Modern insanlar şehre göçtüler, şehirde kazanıyorlar. Şehirdeki kazançlarıyla köyü, haneleri (baba ocaklarını), arazileri ihya edebilirler. Buna sılayı rahim diyoruz. Bu sayede gelen nesiller ile köylerin bağı yeniden kurulur. Karadeniz bölgesi bunu yapıyor, yaşıyor. Nasıl olur derseniz? • Köyde ata evini onarmalı ihya etmeli • Bayramları köyde geçirmeli • Kalan akraba, eş, dost, komşu ziyaret edilmeli, bağlar kurulmalı • Köy arazisi işlenmeli, ekilmeli, dikilmeli (Ekonomik olmayacağı kesin ama oraları diri tutmak için bunu yapmalı) • Geçmişteki yaşanmışlıkları, yeni nesille birlikte yeniden yaşatmalı • Hatıralar, eşyalar, belgeler, araç/gereçler saklanmalı, tanıtılmalı • Uygun olan köy evleri müzeye dönüşmeli, hafıza, gelenek/görenekler burada yaşatılmalı • Anılar, günlükler yazılmalı. Geçmişe dair kaynaklar yeni nesillere aktarılmalı • Köydeki araziler, evler satılmamalı, elden çıkarılmamalı


• Başta kendi ve çocuklarına memleketli olma duygusu verilmeli • Köy ziyaretleri buluşmaları, etkinlikler, festivaller gibi herkesi bir araya toplayan, herkesin buluştuğu çalışmalar yapılmalı • Köylerde geleneksel eğlence ve kültürler yaşatılmalı • Köy düğünleri yapılmalı • Köy, köylü evlilikleri yapılmalı, teşvik edilmeli Köy zemin kaybediyor. Yenilerin ifadesi ile “SOS” veriyor. Bugün insanları doğduğu yer ile ayırsak köyü kaybediyoruz. Sadece insan ile de kaybetmiyoruz. Hatıra kayboluyor. Kültür/medeniyet birikimi kay boluyor. Anılar/yaşanmışlıklar kayboluyor. Üretim usulleri/araçları kayboluyor. Yaşam tarzı kayboluyor. Köylerin var olduğu kırsal coğrafya kayboluyor. Daha doğrusu artık coğrafyamızda tutunamıyoruz. Köyde kalan yaşlılar. Onlarda birikimiyle kaybolup gidiyor. Coğrafyamızda yaşamayı kaybediyoruz. Geride boşalan köyler. Yıkık, harabe, virane evler. Tek tük tüten bacalar. Ekilmeyen yozlaşan araziler. Erozyona yenilmiş ağaç bitmeyen alanlar. Anadolu bozkırlarının manzarası bu. Buradan batıya/batı medeniyetine baktığımızda köylerin şehirleştiği, şehir alt ve üst yapısına kavuştuğu, kültür ve yaşamın şehirleştiği görülüyor. İlerleme ve güçlü olmanın sırrı da köylerin kalkınmasına, topyekûn sanayileşmeye geçildiğine bağlanıyor. Esasen bu tez batı için doğru değil. Hele bize hiç uymaz. Köyler kadimdir, medeniyetimizin temel taşıdır. İnsan yetiştirme ocağımızdır. Birlik, dirlik ve bütünlüğümüzün temelidir. Medeniyetimiz böyle okunduğunda köy daim yaşamalıdır. Evvela soralım. Köy nedir? Köy kadim yerleşimimizdir. Bu coğrafyada en köklü ve kalıcı yerleşimimiz köydür. Köyler şehri besler. Hala beslemektedir. Dün köyle güçlüydük. Yarın köyle var olacağız. En azından doyacağız. Kimlik, kişilik inşamızda köy üzerinden oldu, yarında olacak. Eskiden şehirli insanın iki geleneği vardı. Çocuk yetiştirirken yazları esnaf yanına sanat/zanaat öğrensin diye verirlerdi. Köklerini, kültürünü, geçmişini unutmasın, sılayı rahimden kopmasın şahsiyetli yetişsin diye köye gönderirlerdi. Köye büyükler/akrabaların yanına gönderirlerdi. Bu ta Orta Asyadan beri gelen bir gelenek olduğunu tarihten öğreniyoruz.

Bu ülkede kırk bini açan mahalle ve kasabayla yüz binin üzerinde olan alt yerleşimleri daha iyi yönetebilmek için toplulaştırma çalışmaları hatta projeleri ileri sürülür. Merkez köy, köy/ kent, tarım kent, çiftlik köy gibi. Hepsinin arkasında bir siyasi anlayış durur. Hepsi de kent hizmetlerini köye getirmeyi, köyü yerinde tutmayı hedefler. Ne var ki, hiç biri de tutmaz. Coğrafya baştan başa yerleşime açılır. Temel yerleşim politikaları olmadığından büyükşehir yönetimi modeliyle bu anlayışlar tümden ortadan kalkar. Bir de köyün meselelerine bakalım: • Göç, üretimsizlik, yerleşim • Kentleşme, kültür kaybı, çözülme • Değer kaybı, doğurganlık • Durağanlık, yabancılaşma… Bunlardan göç en dramatik yanımızdır. Köylerimize bakıyoruz üzülüyoruz. Üzülmek yetmez, üzerinde düşünmeli, ibret almalıyız. Mevzu göz. Köyler göçüyor. Köyün şehre göçünü şöyle tarif ettiler. Göç 1950’li yıllardan başlar. Kırın iticiliği, şehrin çekiciliği göçün temel faktörüdür. Esasen bu kadar basit olmamalı. Yani köyden şehre göçü bu kalıp ile izah edemeyiz. Tekliflerimize gelirsek birkaç sözümüz var. • Köyün adı geri verilmeli • Okul geri gelmeli • Köy üretim merkezine dönüşmeli • Aktif nüfus köyler kalacak şekilde sistemler kurulmalı • Kuşaklar köyde bir arada yaşamalı.. Köy bizim medeniyet pınarlarımız. Medeniyet pınarları kurumamalı, gürü gürül akmalı. Köy avucumuzdan kayıp gidiyor. Göz göre göre gidiyor. Köyün kayboluşu tam bir sessiz çığlık. Bu çığlık hepimizin yüreğini yakmalıdır. 69


ŞAİR NABİ’NİN ÜÇ ŞEHRİ -3-

İSTANBUL

Nabi, doğan şehzadeler, Musahip Mustafa Paşa’nın çocukları ve başka kişi ve etkinlikler için kasideler yazıyor, bunun karşılığında bağışlar alıyordu Dr. Şakir DİCLEHAN

smanlı Divan şairlerinin altı büyüklerinden biri kabul edilen Nâbî, halk arasında “Peygamberler şehri ve diyarı Urfa” diye adlandırılan bu şehrin manevi ikliminde iyi bir eğitim alarak çocukluk ve ilk gençlik yıllarından sonra İstanbul’a göçer. Onun ünlü bir eseri olan ve oğlu Ebü’l-Hayr adına kaleme alınan “Hayriyye” isimli eserinde, güzelliklerinden ve öve öve bitiremediği İstanbul’un kültür zenginliklerinden bahseden Nabi, sanatının zirveye çıktığı ve kendini şair olarak kabul ettirdiği şehir İstanbul’dur kuşkusuz. Osmanlı imparatorluğunun başkenti, sanat, bilim ve düşüncenin merkezi olan İstanbul, Nabi’nin bir hayal şehridir. İstanbul’a geldiği o yıllarda, şimdiki gibi birçok din ve ırktan insanın yaşadığı ve mutlu olduğu bir yerdi. Herkesin hayran olduğu ve yükselme basamaklarına tırmandığı İstanbul’a karşı, Nabi gibi güçlü ve isim yapmaya başlamış olan bir sanatkârın duyarsız kalması düşünülemezdi. Nabi, yirmi dört yaşları civarında geldiği İstanbul’da, ilk zamanlarda umduğunu bulamamış, hayal kırıklığına uğramış, ama yine de bu kentte o sıralarda vezir olup kendine dost arayan Musahip Mustafa Paşa’ya: “Bir garibim cenabına geldim Bin ümid ile babına geldim Kereminden zamane sir oldu Fakr devrinde bir fakir oldu” Diyerek sunduğu bir şiirle ona intisap ederek karamsarlıktan kurtulmayı başarmıştır. Çünkü insan kıymetini bilen Paşa’nın etrafı, kültürlü insanlarla çevrili idi, sanat ve şiir erbabıyla dolup taşmaktaydı onun meclisi. Nabi, doğan şehzadeler, Musahip Mustafa Paşa’nın çocukları ve başka kişi ve etkinlikler için kasideler yazıyor, bunun karşılığında bağışlar alıyordu. Bir ara içinde yeni ve güçlü bir arzu belirir, Hacı olmak… Bu nedenle kutsal mekânları ziyaret etmek amacıyla Mekke ve Medine’ye doğru yola çıkma iznini almayı başarır. Hac dönüşünde, daha önce Paşa’nın divan kâtibi iken, bunun bir üst rütbesi olan kethüdalığa (bugünkü karşılığıyla Genel sekreterlik) yükselir. Nabi, kendi arzusuyla bu makamdan

sayı//68// mart

70


ayrılınca, o zamana kadar kendisine hizmet ve dalkavukluk edenlerin birden değişiverdiklerini, dağıldıklarını ve hatta aleyhine döndüklerini görünce üzülür ve bunu edebiyatımızda kendi alanında benzersiz ve şaheser sayılmaya değen ünlü “Kaside-i Azliyyesi”ni, kaleme alır ve bu kasidede mevki ve makamdan ayrılış üzerine insanların, özellikle yakınlarının aldığı tavrı çok beliğ ve sanatkârane bir tarzda dile getirir. “Kanı kendi kulunum deyü perestişler eden Eylemez yolda duçar olsa bile redd-i selam”

otellerin bulunmadığı ve insanların han köşelerinde konakladıkları bir devirin insanıdır. Hemşerileri, Nabi’nin evine hücum edercesine akın akın gelmekte ve sürekli misafir olarak kalmaktadırlar onun evinde. Nabi ile pek geçinmeyen ve kıskanç olan şair Osman-Zade Taib, hiciv diliyle Nabi’yi bu konuda yermekten geri kalmaz. “Hemşehrilerin ta o kadar kesreti var kim Nabi’nin evi şimdi Katır Han’ına benzer”

“Hani karşında edebe uymaz diye oturmayan, şimdi bulunduğu meclislerde, sen gelince ayağa bile kalkmaz.

Bilimin, kültürün, şiir ve sanatın merkezi olan İstanbul, Nabi’de başka bir güzelliğe bürünür ve şiir kalıplarına dökülerek gerekli yerini bulur. Çünkü İstanbul’u İstanbul yapan hakikat uygarlığı, Vahiy uygarlığının en son şekli ve en olgun haliydi. Tarihçilerin “Fatih Rönesansı” diye adlandırdıkları atılımla gerçekleştirilmiş olan uygarlığın başkentiydi İstanbul.

Hani seni gördükçe boynunu keman gibi eğen, şimdi söz söylese, ok misali yara açar.

Nabi “Der Beyan-i Şeref-i İstanbul” isimli kasidesinde:

Merdivenlerde koltuğuna girmeğe koşuşan, şimdi merdivende senin önüne geçmeye çalışır.”

“İlim ile ma’rifette câ-yi kabul Olmaz illa ki meğer İstanbul”

(Hani kendi kulunum diye sana tapınan, şimdi yolda tesadüf etse selamını dahi almaz.) Ve bu kasidede devamla:

Kasidenin sonunda adeta patlamaya hazır bir bomba gibi gördüğü vefasızlığı, insanların nankörlüğünü ve özellikle iyilik yaptığı yakınlarının tavrı karşısında acı acı şekilde şunu ifade etmekten kendini alamaz: “Haydi yabancıya söz yok, ondan beklenen davranıştır bu. İkramdan ne kadar vaz geçse ayıplanamaz. Senin lütfunun ekmek ve tuzu ile yetiştirilmiş oldukları halde, evinin içinde hizmetçiler sana itibar etmez olurlar.” Aynen bugünkü politikacılar gibi iktidarda iken çok ilgi gören ve çıkar ilişkisiyle çevrelenenler, mevki ve makamdan ayrılınca, Nabi’nin dile getirdiği gibi nankörlükle karşılaşmaları kaçınılmaz olmuştur kendileri için. Nabi’nin ardında yürüyeni ve dostu şair Sabit, Baltacı Mehmed Paşa’ya sunduğu “Ramazaniyye”de: “Yükledip taze kumaş-i Haleb-i ma’nayi Geldi İstanbul’a Şehbender-i mülk-i irfan” (Haleb’in mana kumaşının yeni olanını yükletip İstanbul’a getiren İrfan ülkesinin elçisi geldi) şeklinde sevincini dile getirir şair. İstanbul, tarih boyunca büyük insanların sığındığı ve sanatlarını icra etmek için fırsatlar bulduğu bir kent olmuştur her zaman. Nabi de buraya gelirken o dönemde lüks

(İlimle marifetin kabul gördüğü İstanbul gibi bir şehir (dünyada) bir daha asla bulunamaz) diyen Nabi: Günümüzde başta politikacılar olmak üzere aydın geçinen birçok insanın Türkçeyi yanlış konuştukları ve kullandıkları o dönemde çok mükemmel bie şekilde bu dile egemendir. Bu nedenle şair Sabit, bir gerçeği dillendirmekten kendini alamaz: “Nabi Efendi lehçesine iktiza eder Sabit Stanbul’un dahi pâkize-gûları” Sabit burada onun Türkçesinin akıcılığını ve söyleyişinin rahatlığını ifade eder. Gerçekten de halk arasında, “Nabi gibi söylüyor” sözünün, bir atalar sözü haline gelmesi vedeğer almasıyla da kanıtlanmıştır. İşte Nabi’nin İstanbul hakkındaki son yargısı: “İnsanın hatırına her ne gelse, İstanbul’da onun iyisinin iyisini bulunur. Onda Bey, Paşa, Efendi ve Çelebilerin en seçkinleri bulunur. Asker, âlim ve sipahilerin tümünün padişahı, İstanbul’dadır. Bütün dünyanın güçlükleri, orada çözülür. Her neye el atarsan, orada elin ona ulaşır. 71


PROF. DR. KEMAL TİMUR İLE KURAL TANIMAYAN BİR İDEOLOJİ

POSTMODERNİZM ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ -1-

Postmodernizmi dile getirmek, anlatmak o kadar kolay değil, çünkü kolay dile gelir bir yanı yok, herkese göre değişen bir yapılaşma, kayma ve bünyeleşme gösteriyor. Söyleşi: Metin ACIPAYAM

etin Acıpayam: Öncelikle bu söyleşi yapma teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ede-rim kıymetli Hocam. Söze şöyle bir soruyla başlarsak nasıl olur bilmiyorum. Postmodernizm ça-lışmalarınız nasıl başladı acaba? Kemal Timur: Ben de sözün başında sizlere teşekkür ederek başlıyayım Metin Bey. Yıllar önce “Tanımı Yapılamayan Postmodernizm” başlıklı bir yazı kaleme almıştım. Bu yazıyla bu çalış-malara başladım. Söz konusu yazıda belirttiğim gibi, medeniyet tarihindeki gelişmelere göz attı-ğımız zaman birçok iniş ve çıkışa rastlamamız mümkündür. Günümüzde ise bu iniş ve çıkışların, değişimlerin hızından, insan onları takip edemez hale gelmiştir. Yeni olan bir şey ancak bir iki gün kalıcı olabiliyor. İnsanoğlu, daha sonra, özellikle de basınyayın organları vasıtasıyla, onu yeni olmaktan çıkarıyor. Üçüncü gün ise, yeni kavramlar yeni düşünceler arıyor. Daha sonra boşluk ve geçiş sürecinin tamamlanması derken yıllar sürüp gidiyor. Onyedinci yüzyıldan bu yana, moder-nizmin etkisi altında yaşayan Batı ve ona yakın toplumlar, şimdi de modernizm ve modern haya-tın tükenmesiyle karşı karşıya kalmışlardır. Modernizmin ne olduğunu ve neler getirdiğini anla-mak ve bilmek için çalışılırken, Postmodernizm adıyla yeni bir fikir ve düşünce akımı üzerinde konuşulmaya başlanmıştır. Modernizmin tükendiği noktada, sanki onun devamı gibi gözüken; fakat çok ayrı görüşlerle hayatı ve fikir dünyasını sarsan postmodernizmin daha henüz ne olduğu ve neler getirip neler götüreceği belli değildir. Metin Acıpayam: Postmodernizmi nasıl anlamalıyız? Ve modernizm ilişkisi hakkında neler söylemek istersiniz? Kemal Timur: Genellikle modern sonrası olarak kabul edilen postmodernizmi anlayabilmek için modernizm ve modernleşmenin ne olduğunu da biraz irdelemek gerekir. Fikir ve dü-şünce adamları modernizmi, genel olarak şu şekilde tanımlayıp anlatmaktadırlar: Modern, klasik olarak zamanın aşındırmadığı, şimdiden bulunup şimdinin çok ötesinde olandır. Dolayısıyla, mo-dernizm, zamanla yarışmayan, ancak onun çok ötesinde bulunan, zamana ayak uydurmak bir yana, yeninin bütün ipuçlarını içinde barındıran demektir. Modernizme göre insan, sadece aklıyla mutlu olacak, böylece özgürlük ve mutluluğu tadacaktır. Modernizmde savunulan ve topluma sunu-lan asıl unsur akıldır. İnsan yalnız akıl ile ilerleyip yol almaya başlar. Modernizm, ayrıca

sayı//68// mart

72


gelenek-lerin normalleştirici tavırlarına da bir başkaldırıdır. Metin Acıpayam: Sayın Hocam bu çerçevede diğer edebi akımlar ile Postmodernizm iliş-kisini nasıl yorumlamak istersiniz? Kemal Timur: Bilindiği gibi Batı’daki değişme ve gelişmelerin çoğu Rönesans ile birlikte on beşinci yüzyıldan sonra başlamıştır. Bu gelişmeleri bazı edebiyat ve düşünce akımları takip etmiştir. Onyedinci yüzyılda Fransa’da klasisizm akımı başlamış, on sekizinci yüzyılın ikinci yarısın-da ise yerini romantizme bırakmak zorunda kalmıştır. Romantizm akımı da yerini başka bir akım olan realizme terk etmiştir. Bundan sonra kimi birbirine tepki olarak doğmuş, kimi de birbirini destekleyen sırasıyla; parnasizm, sembolizm, kübizm, fütürizm, dadaizm ve sürrealizm akımları ortaya çıkmış; taraftarları vasıtasıyla savunulmuş ve o doğrultuda fikirler üretilmiştir. Bu akımlardan sembolizm ise, yirminci yüzyılda hayli rağbet görmüştür. Hatta bu edebî akımın asıl konumuz olan postmodernizmi de etkilediğini Cengiz Ertem bir yazısında şöyle belirtmektedir: “Sembo-lizm yirminci yüzyıla damgasını vuran güçlü bir edebiyat akımıdır. Kronolojik olarak yaşamını daha yüzyılın başlarında tamamlamış olsa da etkisi sürrealizmi, postmodernizmi de içine alarak günü-müzde hâlâ sürmektedir.” Bununla beraber duyguya dayanan romantizm ve sembolizm, Batı insanını tatmin etmediğinden bunları bırakıp bu defa da tamamen akıl ve mantık kurallarına dayanan realizm, natüra-lizm ve modernizmi seçmiştir. Fakat bunlar da Batı insanını doyuramamıştır. Bu şekilde insanını tatmin edemeyen Batı, maddî ve manevî açıdan bir bunalıma düşmüştür. Zaman zaman geriye dönmek istemiş; fakat onları daha önce yaşamış olduğundan, bu da mümkün olmamıştır. Batı toplumlarını modernizm de doyuramayınca, ne yaptığını bilmeyen, her şeyi serbestçe yaşamak isteyen, her şeyi yargılayan, her şeye şüpheyle bakan, hiçbir kural tanımayan bir nesil yetişmiştir. İşte bu duruma, yani insanın/gençliğin bu yaşantısına bir isim aranmış ve şimdilik buna postmo-dernizm dendiğini söylemek mümkündür. Dolayısıyla belli bir kural tanımayan ve çok değişken bir yapıya sahip olan bu kavramın, yani postmodernizmin kesin ve net bir tanımının da henüz yapılamadığını söyleyebiliriz. Metin Acıpayam: Modernizmin tıkanması ve bununla beraber postmodernizmin hayatımı-

za egemenliği… Bu süreci nasıl yorumlarsınız kıymetli hocam? Kemal Timur: Teşekkür ederim Metin Bey. Zira güzel sorular soruyorsunuz. Bugün Batı’da sosyologlar, filozoflar, modernizmin tıkanıklığını ancak postmodernizmin ortaya çıkışından sonra tartışabiliyorlar. Fakat yeteri kadar postmodern şartlarda yaşamamış olan toplumlar, postmoder-nizmin ne olduğunu çözmeye çalışmakta, bu çabayı gösterirken de hafif bir korku duymaktadırlar. Batılı düşünürler, postmodern düşüncelerin toplumu sarsmaya başladığı bu dönemde, onu tarif etmenin pek de kolay olmadığını çok iyi bilmektedirler. Bu konuda çalışmaları olan Gülseli İnal bir makalesinde, düşünür Zygmunt Bauman’ın bu konudaki görüşünü şu şekilde dile getirip yo-rumlamaktadır: … Postmodernizmi dile getirmek, anlatmak o kadar kolay değil, çünkü kolay dile gelir bir yanı yok, herkese göre değişen bir yapılaşma, kayma ve bünyeleşme gösteriyor. Postmodernizm, kimine göre modern sonrası, kimine göre modernizmin doğurduğu, ki-mine göre de modernizmden esinlenen bir akım, şeklinde de algılanmıştır. Yine bu konularda birçok araştırması ve yazısı olan Gürsel Aytaç, “Çağdaş Edebiyat” adlı yazısında modernizm/ çağdaş edebiyat ve postmodernizm arasındaki ilgiyi anlatırken: “Çağdaş kavramından yola çıkalım. Nedir çağdaş? Aynı çağı paylaştığımız, bizim çağımızda demektir çağdaş. Çok geniş anlamıyla bütün bir yirminci yüzyıldır bu, edebiyat tarihinin dönemleri, asırları düşünüldüğünde. Alman edebiyatı biliminde modern terimi yaygın, çağdaş sıfatı için. Çağdaşın geçirdiği zaman yelpazesini bir parça daraltmak için yaşadığımız son yılları ele almak istediğimizde bugünün edebiyatı söz konusu olu-yor ki, ona da batı edebiyatlarında yaygın bir terimle postmodern deniyor, yani modern sonrası” ifadelerini kullanır. Metin Acıpayam: Postmodernizmin tam olarak tanımının yapılmamasını nasıl yorumluyorsunuz sayın hocam? Kemal Timur: Metin Bey, bu konuda araştırma yapıp yazılar yazan bir kısım fikir ve sanat adamlarının kanaati, şimdilik postmodernizmin kesin tanımının yapılamayacağını ortaya koymak-tadır. Bakınız Jean François Lyotard, Mart 1985’te Paris’te düzenlediği bilgisayar teknolojisi ile önemli bir hesaplaşmayı dile getiren İmmateriax / maddesizler servisi ve etkinlikleri sırasında kendisine sorulan

73


‘Postmodern nedir?’ sorusuna şu cevabı vermektedir: “Gerçi ne olduğunu an-lamaya çalışıyorum, ama bilmiyorum. Bu konudaki tartışma daha yeni başlıyor. Tıpkı aydınlanma ile olduğu gibi. Tartışma, konu kapanmadan bitecek.” Hasan Bülent Kahraman ise Postmodernizm için: “Batı toplumlarının var olan konumunun gerek toplumsal değişkenler, gerekse ürettiği bi-linç açısından irdelediği yeni bir toplum kuramıdır” demektedir. Nail Bezel bu konuda fikir yürü-ten birçok yazardan da faydalanarak şunları dile getirir: “Postmodernizm, hem modernizmin de-vamı hem de alışılmış modernizm biçimlerinden kopuştur. Postmodernizm İkinci Dünya Savaşı sonrasını kapsar; modernizmin yerinden edilmişlik, yabancılaşma ve bireysel algıya dönmek eği-limlerini daha da kesinleştirir; moderncilerin gözlemlediği düzensiz dünya ve kaos postmodernci-lerin çıkış noktasıdır. Modern ve postmodern ayrımı sorunlu bir konudur. Postmodern ruh, bü-yük modernist yapıtların içinde çöreklenmiş olarak yatıyor; postmodern kültür yirminci yüzyılın devrimci öncülüğünün parodisinden başka bir şey değildir; çünkü postmodernizm modern arayı-şını terk etmiş, birincil huzursuz olabileceği yerde vurdumduymaz bir bilinç huzuru bulmuştur.” Bazıları, Postmodernizm burjuva aktivizmindeki ironin bir türevidir, şeklinde tanımlarken; Meh-met Ergüven tanım karmaşıklığının fazla önemli olmadığını vurgulamakta ve biraz da tenkit ede-rek ya da ironi yaparak şu yorumu yapmaktadır: “İşte bu ülkede (yani Amerika’da) herkes postmodernizmi konuşuyor artık. Gerçi kimse kesin bir tanımını yapamıyor ama hiç önemi yok bunun, gündemde bir tek o var ya, biz de çağdaş insanlar olarak kulak kabartıp payımıza düşeni al-maya çalışmalıyız hemen; yoksa çağ dışı olup Amerika’dan önce kendi ülkemizin sanatçıları tara-fından topyekûn lanetleniriz Alimallah!..” Değişken bir yapıya sahip olan Postmodernizm hakkında birçok düşünür gibi Behler de tek bir tanım yapmaktan çekinerek birbirini tamamlayan ya da birbirine seçenek olabilecek dü-şüncelerini şu şekilde dile getirir: “1Modern en son olandır. Bu tanıma göre modern sonrası olamaz ve postmodern bu paradoksun bilincindedir. 2- Postmodern sonrası olamaz ve postmo-dern yeni bir çağ değil modernin devamıdır, modern hem eleştirinin kendisidir hem de eleştiri-len durumdadır. 3 - Postmodern

sayı//68// mart

74

bütün modernci görüşlerin tükendiği durum olarak görülebilir. 4- Postmodern, bütüncül doğru anlayışının yadsınmasıdır, köktenci ve düşünsel çoğulculuktur. 5- Tarihsel açıdan, Postmodern Hegel’in yadsıması Nietzsche’nin perspektif anlayışına uyumdur. 6- Bu son gelişmenin belirleyici özelliği bir postmodern çağda olduğumuzdur. Ama belki de Post-modernizm diye bir şey yoktur. Bir postmodernizmin olmayışı belki de postmodern çağın belir-leyici özelliğidir.”10 Metin Acıpayam: Tanımları ortadan kaldıran, kuralları bir ‘hiç’ haline getiren postmoder-nizmi daha derinlemesine irdelememiz için sanırım Batı Uygarlığının düşünsel ve tarihi alt yapı-sına inmemiz gerekiyor. Bu düşüncelerden hareketle neler söylemek istersiniz Hocam? Kemal Timur: Çok yerinde bir soru Metin Bey. Bilindiği gibi Batı medeniyetinin temelleri Yunan ile Latin/İtalyan medeniyeti üzerine inşa edilmiştir. Bu iki kültür ve medeniyet, düşünce ve inanç olarak birbirlerine yakın, belki de aynı sayılmaktadırlar. Diğer yandan Yunanistan ile İtalya, coğrafi konum olarak da ikisi Batı ile Doğu arasında köprü görevi gören bir konuma sahip-tirler. İtalyan haritası bir yandan çizme gibi Akdeniz’in sularına gömülürken; diğer yandan da ade-ta tek ayağıyla/çizmesiyle Mısır ya da Afrika kıtasına basmaktadır. Yunanistan ise Batı medeniyeti-nin ikinci sacayağıyla Anadolu üzerinden bir yönüyle Ortadoğu’ya diğer yönüyle de Rusya’ya doğ-ru uzanmaktadır. Dolayısıyla Batı medeniyetinin temelinin bu iki medeniyet üzerine kurulması tesadüfî olmasa gerek. Coğrafî nedenlerin yanında felsefî, dinî ve sosyolojik birçok unsuru da göz ardı etmemek gerekir. Tarih boyunca bu iki medeniyet, Doğudan aldıkları düşünceleri önce ken-di içlerinde sindirip geliştirmişler, sonradan da kendilerinin çocukları mesabesinde olan Batı devletlerine; daha doğrusu Hristiyanlık âlemine yaymışlardır. Buna bağlı olarak sanat ve edebi-yattaki gelişmeler de ilk önce İtalya’da ortaya çıkmış; sonradan da diğer Batılı devletlere yayıl-mıştır. Metin Acıpayam: Modern akımlar ve Postmodernizmi doğuran sebepler konusunda neler söylenebilir değerli Hocam? Kemal Timur: Onyedinci yüzyılda önce Fransa’da başlayan klasisizm, asıl sanat ve estetiğini eski Yunan ve Latin edebiyatı dönemine ait başyapıtlarla oluşturmuştur. Çünkü Klasisizmi savunan sanat adamları ve aydınlar, İtalya’da başlayan Rönesans


hareketlerinden sonra ortaya çıkmışlardır. Edebî bir akım/ideoloji olarak ortaya çıkan klasisizm, temelde aklı ön planda tutan bir akımdır. Klasikler aklı ön planda tutarken mükemmeliyeti, ideali de yakalamanın peşindedirler. Yazılan edebî eserlerde kahraman olarak ideal tipler ön plana çıkarılır. Eserlerde çirkinliklerden, olum-suzluklardan pek söz etmezler. Çünkü onlara göre ancak iyi örnekler toplumu daha iyi bir konuma getirir. Klasisizm, ondokuzuncu asra geldiğimizde etkisini az da olsa yitirir. Bu defa da ona tepki olarak ortaya çıkan romantizm akımı ön plana çıkar. Romantikler, biraz da dinin, daha doğrusu Hristiyanlık inancının etkisiyle hissî, hayalî ve duygusal şeyleri daha fazla ön plana çıkarırlar. Ro-mantikler, ondokuzuncu yüzyılda ideal eserler yazarken, sembolizm, dadaizm, empresyonizm gibi başka edebî akımlar da ortaya çıkar ve bu gruplar da epey taraftar bulurlar. Ondokuzuncu yüzyılda romantizme tepki olarak ortaya çıkan realizm ve realistler ise romantiklerin aksine hayali ortadan kaldırmak isterler. Bu ekole mensup yazarlar, her şeye akıl ile yaklaşmaya çalışırlar. Kısacası ro-mantiklerin hayali ön plana çıkarmalarına karşılık bunlar da tamamen aklı ön plana çıkarırlar ve o tarzda eserler kaleme alırlar. Batı’da realizmden sonra onu daha da ileri bir seviyeye taşıyan bir de natüralizm akımı ortaya çıkar ki, bunlar da akılcılığa ayrıca determinist bir yaklaşım getirirler. Bu anlayışa göre, aynı nedenler aynı sonuçları doğuracağından, bir insanın çevresini incelemek onu anlamanın en iyi yoludur. Onyedinci yüzyıldan yirminci yüzyıla kadar ortaya çıkıp gelişen ve farklı edebî akımların ideolojileri doğrultusunda görüşlerini dile getiren Batılı sanat ve fikir adamlarının eserleri, toplumdaki sanat anlayışlarında olduğu gibi yaşantılarında da farklı tarzlarda gelişmeler sağlamıştır. Bu gelişmelere bağlı olarak on dokuz ve yirminci asırda her alandaki ge-lişmelerle birlikte Batı memleketlerinde yaşamını sürdüren insanların çoğunluğu maddî olarak üst düzeyde bir refaha kavuşmuştur. Sanat, felsefe, edebiyat, resim, müzik; daha doğrusu sanatın her alanında modern hayata bağlı olarak belli bazı katı kurallar da getirilmiştir. İşte modern haya-tın oluşturduğu bu şartlar içinde yaşamını sürdüren insanlar, onun getirmiş olduğu bu kurallar çerçevesinde işlerine gider gelirler. Şehirler belli kurallar çerçevesinde inşa edilir. Düz yollar, caddeler, güzelce dizayn edilip yeşillendirilen

alanlar da yine belli ölçülere göre oluşturulur. Yaşam alanlarının belli kurallar çerçevesinde dizayn edilip kurallara bağlanması, orada hayatını sürdüren insanların günlük hayatına da yansır. Okumuş, eğitim düzeyi yüksek, işi gücü olan, mad-di refaha ulaşmış bir Batılı insan, her gün aynı saatte işine gider gelir. Aynı işi aynı kurallar çerçe-vesinde yapar. Sabah belli saatte kalkar, aynı tarzda çizilmiş yollar üzerinden arabasıyla ya da yü-rüyerek işine gider gelir. Alış verişe gitmek için aynı düz yol ve caddeleri kullanır. Eve geldiğinde yine aynı şekilde, benzer işlerle meşgul olur. Bazen de aynı yollar üzerinden eğlence mekânları-na gider gelir. Orada eğlendikten sonra evine gelip yatar ve diğer zamanlarında da aynı şekilde bir yaşam sürdürür. İşte maddî olarak belli bir refaha ulaşan bu Batılı insan tipi, aslında her gün aynı şeyi yapmaktan, farkına varmadan, bir bıkkınlıkla karşı karşıya kalmıştır. Belki çok ileri bir söz olacak ama Batı insanı uzun süre adeta bir robot hayatı yaşamıştır. Ancak bilindiği gibi insan sade-ce maddeden ibaret değildir ve insanın manevi ciheti maddi cihetinden daha gelişmiş ve daha karmaşıktır. Dolayısıyla kendisine biçilen katı kurallar çerçevesinde yaşamını sürdüren insan, belli bir müddet sonra, farkında olarak ya da olmayarak, bu hayattan bıkabilmektedir. Metin Acıpayam: Sayın Hocam, bu anlattıklarınızdan anlıyorum ki sanayi devriminden sonra yeni bir insan tipi çıkmıştır: “Modern insan…” Bu insan tipi, kendisini kutsaldan soyutlayan, ‘artık Tanrı öldü diyebilen’ bir insan konumuna gelmiştir. Acaba kurallardan ve kalıplardan çık-manın, sıyrılmanın adı mıydı Postmodernizm. Bu konuyu biraz daha açmanız mümkün mü? Neler söylemek istersiniz? Kemal Timur: Tam olmasa da böyle olduğunu söylemek mümkündür Metin Bey. Bakınız Metin Bey, insanın duygu yönü çok karmaşıktır ve hâlâ bu konuda pek mesafenin alınmadığını görmekteyiz. Bu gezegende yaşamını sürdüren insan, sonsuz duyguları olan, düşünen/tefekkür eden bir varlıktır. Kendisine verilen manevî duygulara da belli bir sınır konmamıştır. Metin Acıpayam: Çok teşekkür ederim Kemal Hocam. Kemal Timur: Rica ederim Metin Bey. Böyle bir konuyu tekrar gündeme getirip bilgilerimizi tazelendir-diğiniz için ben de çok teşekkür ediyorum. 75


acaristan'nın başkenti Budapeşte; kırmızı, beyaz ve yeşil bayrağıyla bizleri karşıladı. Ziyaret ettiğim ülkeler arasında Macaristan, bana ayrı bir keyif verdi. Işıl ışıl sokakları, birbirinden lezzetli yemekleri, tarihi yapısı ve turistik yerleri ile davetkâr bir şehir olarak belleklerimizde iz bıraktı.

MACARİSTAN'DA BİR GÜZEL ŞEHİR;

BUDAPEŞTE

* Şehrin belki de beni çeken en güzel özelliklerinden biri Tuna Nehri'nin şehre kattığı anlamdır. Şehrin kalbi vazifesinde olan bu nehrin etrafında bulunan her yapı nehrin güzelliği ile daha da efsaneleşmiş Şifanur Özçelik ŞİRİN

M.Ö. binli yıllara kadar uzanan eski bir tarihe sahip bu güzel şehri gezmeye, sabah erken saatlerde, 1541'de Budin Fethi sırasında şehit düşen Bektaşi dervişi "Gülbaba Türbesi'ni" ziyaret ederek başlamış olduk. Osmanlının izlerini görmek ve şehir turuna onunla başlamak bizleri çok mutlu etti. Budapeşte'yi otobüsle ve bot turu yaparak gezdik. Tuna Nehri, Budapeşte’yi Buda ve Peşte olarak ikiye ayırıyor. Nehrin bir tarafı, Buda Kalesi’nin de olduğu, daha yüksek bir noktada kalan Buda tarafı. Peşte tarafı ise daha düzlük ve yaşamın, gece hayatının, restoranların, eğlencenin daha aktif olduğu bir bölge. Her iki tarafta da keşfetmek isteyeceğiniz turistik noktalar var. Ancak Peşte tarafında çok daha fazla vakit geçireceğinizi ve burada konaklamanın hayatınızı çok daha kolaylaştıracağını söyleyebilirim. Şehrin belki de beni çeken en güzel özelliklerinden biri Tuna Nehri'nin şehre kattığı anlamdır. Şehrin kalbi vazifesinde olan bu nehrin etrafında bulunan her yapı nehrin güzelliği ile daha da efsaneleşmiş. Yüksek tepelere bile çıktığımda tek görebildiğim Tuna Nehri ve nehrin çevresinde bulunan önemli yapılardı. Bu kadar güzel planlanmış bir şehri görmek bana ayrı bir zevk verdi. Bütün sokakların son derece muntazam olması ve kesişimlerin düzgün olması arkada işleyen sistemin çok düzgün olduğunu hatırlattı. Manzara ve Tuna Nehri'ne bu kadar düşkün olmuşken Gellert Tepesi'de denilen Kale Tepesi'ne (Kraliyet Sarayı, Matya Kilisesi, Ulusal Galeri, Tarihi Müze ve Balıkçılar Burcu'nu toptan içine alan bölge) çıkmamak kesinlikle kabul edilmezdi. Budapeşte'nin merkez kısmında en yüksek noktası kabul edilen bu tepe, 11.yüzyılda Paganlar tarafından öldürülen Hıristiyan piskopos Gellert'in heykeli bulunuyor. Yorgunluğumuzu şehrin manzarasına bakıp attıktan sonra tepede bulunan barışı temsil eden

sayı//68// mart

76


Defne Tutan Kadın Heykeli’ni de görmeden geçemedik. Şehrin ve Buda yakasının en önemli turistlik bölgesi olan bu yerde gezmek, nefes almak insana gerçekten keyif veriyor. şehir katedraller ve kiliselerle doluydu. Botlarla gittiğimiz, bizlere Bursa/ Gölyazı'yı andıran içinde Margarita Kilisesi’nin bulunduğu "Margarita Adası'nı" ziyaret ettik. Adayı gezdikten sonra köprüyü geçerek yürüyerek aracımıza döndük. Tarih derslerinde Hunyadü Yanoş ismini çok duymuştuk. Şimdi O'nun sokaklarında gezmek eskileri yad ettirdi bize. Budapeşte’de gezilecek yerler listesine Buda ve Peşte bölgelerini birbirine bağlayan, şehrin ilk taş köprüsü olan Chain Bridge, yani Zincir Köprü’yle başlıyoruz. Eğer köprüye Peşte tarafından çıkacak olursanız karşınıza alacağınız manzara Buda ve gördüğünüz yapılar çok yüksek ihtimalle Buda Kalesi (Türkçede Budin Kalesi olarak da geçiyor) ve civarı olacak. Hem yürüyerek hem de araçla geçebileceğiniz Zincir Köprü, ilk olarak 1800’lü yıllarda yapılmış, 2. Dünya Savaşı’nda büyük ölçüde yıkılması üzerine 1900’lerin ortasında tekrar inşa edilmiş. Buda Kale Bölgesi; Osmanlı Devleti 1500’lü yıllarda, Habsburglar’ın eline geçen Buda Kalesi’nde 1700’lü yıllarda bugün de bölgede görebileceğiniz dev bir saray inşa edilmiş. Macaristan Ulusal Galerisi; Sarayın kapsamında bulunan ve Gotik, Rönesans, Barok gibi birçok farklı dönemden önemli Macar ve uluslararası eserler barındıran bir sanat müzesi. Budapeşte Tarih Müzesi; Aynı şekilde sarayın kapsamında bulunan, Macaristan ve Budapeşte’nin tarihi hakkında bilgi edinebileceğiniz, detaylı sergiler barındıran bir müze. Fisherman’s Bastion (Balıkçı Tabyası): Budapeşte’nin tepeden manzarasını görmek istiyorsanız bu beklentinizi karşılayacak yerlerden biri kesinlikle burası. Hatta manzara için şehirdeki en popüler noktalardan biri diyebiliriz Matthias Kilisesi; Balıkçı Tabyası’nın yanında tepesi halıyı andıran güzeller güzeli gotik yapıdır. Kilisenin tarihinin 1000’li yılların başına dayandığı ve Osmanlı işgalinde yaklaşık 150 yıl bir cami olarak kullandığı biliniyor. Hösök Tere – Kahramanlar Meydanı; Varosliget Parkı’nın ana girişi olan Hösök Tere, yani Kahramanlar Meydanı Budapeşte’nin, hatta Macaristan’ın en popüler simgelerinden biri. 1896 yılında Macaristan’ın var oluşunun 1000. Yılını kutlamak adına yaptırılan anıtta Macar tarihinde önemli yerler edinmiş insanların

heykeli bulunuyor. Zigetvara, Kanuni Sultan Süleyman'ın mezarını ziyarete gitmeden dönmeyin. Fatihalarımızı ve dualarımızı ederek bölgeden ayrıldık. Budapeşte Termal hamam ve kaplıcalar konusunda oldukça popüler bir yer ve yerliler için sıradan, turistler için bayağı ilgi çekici bir aktivite. Tarihi Roma dönemine dayanan kaplıcalar, hamamlar, Osmanlı’nın gelişiyle daha da gelişmiş ve Budapeşte için bir gelenek haline gelmiş. Bunlardan günümüzde en popüler olanlarından biri şehir parkında bulunan Szechneyi termal hamamı. Aslında burayı daha çok bir spa kompleksi olarak düşünebilirsiniz, kapsamında termal su barındıran açık ve kapalı havuzlar bulunuyor. Ancak en çok ilgi gören dış kısmında bulunan tarihi binalar oldukça ihtişamlı olsa da, havuz kısmında o otantik, geleneksel ortamdan pek eser yok denilebilir. Macaristan Parlamento Binası; Budapeşte bir başka “dünyanın en büyük yapıları” listesinde de yer etmeyi başarmış; dünyanın en büyük 3. parlamento binası. Budapeşte’nin para birimi Forint, yani Euro değil. Ona göre hazırlıklı gidilmesi önerilerim arasında. Ancak Türkiye’den para Forint’e çevrilmiyor. Bunun için paranızı Türkiye’de Euro’ya çevirdikten sonra Budapeşte’ye vardığınıza Forint’e çevirmeniz gerekli. Budapeşte’de hava sürekli değişiklik gösteriyor. Sabah yağmurlu bir havaya uyanıp, öğleden sonra üzerinizdeki kıyafetlerden dolayı terleyip otele bırakmayı düşünürken akşam açık bir mağaza bulup mont almayı bile düşünebiliyorsunuz. İyi seyirler diliyorum. 77


BİR BELLEK MEKAN “ACI HİKAYELER MÜZESİ”

ULUCANLAR CEZAEVİ Haberin var mı taş duvar? Demir kapı kör pencere, Yastığım, ranzam, zincirim, Uğruna ölümlere gidip geldiğim, Zulamdaki mahzun resim, Haberin var mı? Görüşmecim yeşil soğan göndermiş, Karanfil kokuyor cigaram Dağlarına bahar gelmiş memleketimin... A. Arif Salih DOĞAN*

Ankara Üniversitesinin düzenlediği bir müzecilik konferansına katılmak üzere bulunduğum ve sonra İstanbul’a iş vesilesiyle dönemediğim Ankara’da uzun zamandır merak ettiğim müzelerden biri olan “Ulucanlar Cezaevi Müzesi”ni gezme fırsatı buldum. Son yıllarda yerel yönetimler müzecilik konusunda ciddi yatırımlar gerçekleştirdiler bu bağlamda Altındağ Belediyesinin müzelerinden biri olan bu müzeyi tema’sı bakımından görmeyi çok istedim… 81 YILLIK ACI !

İlk olarak Cebeci Umumi Hapishanesi, Ankara Hapishanesi, Ankara Cebeci Sivil Cezaevi, Ankara Merkez Kapalı Cezaevi isimlerini aldıktan sonra en sonunda Ulucanlar Cezaevi oldu. Türkiye’nin siyasal ve sosyal geçmişinde çok önemli bir hafıza mekanı olan “Ulucanlar Cezaevi “1925 yılında kurulmuş ,2006 yılına kadar varlığını sürdürmüş olan cezaevi mahkumları Sincan’a nakledildikten sonra Altındağ Belediyesi tarafından 2011 yılında yapılan bakım onarımla Türkiye Cumhuriyeti tarihinin acı hikayelerle dolu bu mekanı müze olarak açıldı Güzel güneşli bir Ankara ,günlerden cumartesi yeni kurumum PTT misafirhanesinden yavaş adımlarla Hamamönü’ne doğru yürürken bir yandan da şehrin tarihi yapılarını yeni restore edilmiş konakları sağlı sollu kültürel dokunun sembollerini keşfederek Türkiye’nin ilk hapishanesi tarihi Ulucanlar Cezaevi müzesine ulaşıyorum.. Ülkenin 81 Yıllık tarihi dönemine damgasını vuran bu hafıza mekan ; düşünceleri yüzünden mahkum edilmiş birçok siyasetçi, aydın, gazeteci, yazar ve şairi ağırlamıştır. Askeri Darbe dönemlerin adeta insanları öğüten bir mengenesi gibi çalışan bu mekan 1925-1983 yılları arasında İskilipli Atıf Hocadan tutunda genç yaşta idam edilen Erdal Erene’e kadar bilinen onlarca idama sahne olmuş binlerce acı hikaye koğuş duvarlarına dar karanlık koridorlarına sinmiştir.. Gişede kuyruk olması heyecanımı daha bir artırıyor çünkü sonuçta burası toplumsal belleğimizin demokrasi yolculuğumuzun kesintiye uğratıldığı bir dönemi sembolize ediyor.. Demir kilitli ağır bir kapının ardından başlıyoruz yürümeye biraz basık uzunca dar bir koridordan yürüyerek uzunca üstü açık bir başka koridora çıkıyoruz ..an be an acılar müzesi keşfi başlıyor..

sayı//68// mart

78


HİLTON (9-10 KOĞUŞ)

Özelliği diğer büyük tabut şeklindeki koğuşlardan farklı olması iki çift ranzadan oluşan ayrıcalıklı diye tabir edilen koğuşlar.. Üst kat penceresinden kısmen Ankara manzarası uzaktan da olsa görülebilen ünlü kişilerin kaldığı bölüm ..üst katta Türk siyaset tarihinin önemli karakterlerinden biri olan Osman Bölükbaşı, Bülent Ecevit, Necip Fazıl Kısakürek, Nazım Hikmet Ran, Osman Yüksel Serdengeçti, Hasan Hüseyin Korkmazgil, Halikarnas Balıkçısı (Cevat Şakir Kabağaçlı), Fakir Baykurt, Hüseyin Cahit Yalçın, Fethi Giray, Tarık Halulu, İbrahim Cüceloğlu, Yusuf Ziya Ademhan, Nahit Duru, Cemal Sağlam, Zekeriya Sertel, Şinasi Nihat Berker, Ratip Tahir Burak, Ahmet Emin Yalman, Mümtaz Faik Fenik, Ülkü Arman, Kurtul Altuğ, Beyhan Cenkçi, Muzaffer İlhan Erdost, Adnan Cemgil, Metin Toker, Nihat Subaşı, Cüneyt Arcayürek, Turhan Dilligil, Fahri Erdinç, Cevat Rıfat Atilhan, Süleyman Ege, Mustafa Bağışlayıcı, Halim Büyükbulut, Faruk Taşkıran, gibi isimlerin kalmış olduğu tespit edilmiş. Merhum Başbakanlarımızdan Bülent Ecevit 12 Eylül askeri darbesinden sonra 4 ay kadar bu koğuşta tutulmuş ranzaların yan taraflarına ayaklı bilgi panoları yerleştirilmiş kalan kişiler hakkında ne sebeple burada tutulduklarına dair bilgileri okuyabiliyorsunuz ..Koğuş öyle ki adına Hilton denmesine rağmen Allah kimseyi Hilton’a bile düşürmesin dedirten bir yer... Tecritler (müşahade) odalarına geçiyoruz eğilerek zeminden bir basamak aşağıya inerek koğuş koridoruna giriyorum hemen giriş solda bir manken canlandırması yapılmış elinde copu ile gülen bir işkenceci gardiyan görüyoruz.. içeri giren azılı suçluların atıldığı yahut içeride cezaevi kurallarına aykırı davranışta bulunanların belirli sürelerle tutulduğu zaman zaman işkenceye tabi tutuldukları bölmeler… Tecritin dar koridorunda yürüken içerideki işkence sesleri, bağrışmalar ,insanların acı çığlıkları ses efetleri ile gerçeklik duygusu artırılmış hücrelerde heykellerle canlandırma yapılmış sizi gerçekten o insanlık dışı uygulamalar dönemine götürüyor o atmosferi yaşıyorsunuz, lakin daha çok şey yapılabilir hücrelerde canlı drama teknikleri veya dijital simülasyonlarla ,VR uygulamaları ile anlatıldığında insanın tüylerini diken diken eden işkence senaryoları ve tecrit şartları canlandırılabilir.

Havalandırma kısımına geçiyoruz, burası belirli zamanlarda hücre cezasında olan makumların hava almalarını sağlayan biraz daha geniş lakin uzun bir koridor voltaların atıldığı omuzların atıldığı teşbih tanelerinin hızla bir biriyle ya sabır yarışı işte bu havalandırmada gerçekleşiyormuş.. Duvarda film şeridi şeklinde panolar yapılmış içinde Yılmaz Güney, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının mahkeme salonunda savunma anından bir fotoğraf ve 9 koğuş siyasi mahkumlarına ait toplu bir fotoğrafı sergileniyor..Bir diğer film şeridi panoda Ulucanlar cezaevi önünde İstiklal Mahkemeleri idamının gerçekleştiği an ve cezaevinin eski fotofraflarını görebilirsiniz.. Saat beş dedi mi, bir yırtıcı zil; Sayım var, maltada hizaya dizil! Tek yekûn içinde yazıl ve çizil! İnsanlar zindanda birer kemmiyet; Urbalarla kemik, mintanlarla et. N.F.Kısakürek Koridorun sonundan 4.Koğuşun havalandırmasına çıkıyoruz avlu dört köşe ..geçmek bilmeyen zamanın hızlı voltalarla adımlandığı avludayız. Sanki ayak seslerini duyuyoruz bir ileri bir geri hücrede siyatik romatizma mafsallar çürümeye yüz tutmuş ,eklemler kireçlenmiş, yürüdükçe açılacak gökyüzüne baktıkça iyileşecek umuduyla… Volta üstüne volta avluda ..sonra tekrar rutubetli koşuşlar ..paslı ranzalar.. pörsümüş yataklar.. Yüzlerce acının hikayesi sinmiş duvarlarına bu müzenin.. Taş taşı ama laf taşıma ! 4.Koğuş; uzun tabutluk tenilen koğuşlardan birisi karşılıklı sıralı çift ranzalardan oluşan uzunca bir dikdörtgen koğuş tipi ortada bir eski soba ranzalar üzerinde manken heykel mahkum canlandırmaları köşelere yapılmış resimler, paslı ranzalara asılmış secdeden yıpranmış seccadeler ilk gözüme takılan .. kasvetli rutubetli bir koğuş girişte solda mahkum dolapları ,görüş gününde giyilecek elbise yatak altında ütülenip asılmış ,alt ranzada yıpranmış eller ve ayaklarıyla çayını yudumlayan bir mahkum heykel canlandırması ,gayet başarılı silikon heykeller mahkumun tüm detayları cezaevi şartlarının üzerinde bıraktığı izler çok güzel işlenmiş…duvara yaslanmış bir çift ağır işkenceden sakat kalmış bir mahkumun koltuk değnekleri…uzak ortada sergen rafları ,ahşap bir masa etrafında oluşturulmuş bir canlandırma var ; bağlamasıyla belki de Neşet

79


Ertaş’ın mahpusanelere güneş doğmuyor… türküsünü çalıp söylüyor.. üst ranzalarda yine kendilerine has oturuşlarıyla manken mahkum canlandırmaları sizi oradaki yaşanmışlıkların içersine çekiyor…ara bölmede yemek yiyen mahkum canlandırmaları ve solda koğuşun mutfak kısmı tabak çanak tencere tava ve lavabo kısmı plastik ibriklerle o dönemin şartlarını sembolize etmiş.. Koğuş girişlerinde 1961 yılına ait dönemin gazetelerinde Ulucanlar cezaevi olayları ve idam kararlarının alındığı haberleri.. Şairinden yazarına, politikacısından sinemacısına kadar farklı görüşlerde onlarca insanı ağırlayan bu koğuşlar ; ade bu koğuşlarda kaldı. ÖZGÜRLÜĞÜNÜ KAYBETTİN ONURUNU KAYBETME !

5.Koğuş ;Bütün koğuş girişlerinde olduğu gibi duvar pano sergilemelerinde dönemin gazetelerin ilk sayfa haberleri Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamından bahsediyor .Yine tavan kısmı tabut kapağı şeklinde yapılmış koğuşun sonundaki duvara çizilmiş Türk Bayrağı üzerine “Özgürlüğünü Kaybettin, Onurnu Kaybetme” imza Yılmaz.. yazılmış. Bu koğuşta ilk idam kararı 1902 de verilen ve burada 1926 da infazı gerçekleştirilen Dr.Nazım Bey bu koğuşta yatıyormuş sonrasında Nazım Hikmet, Cevat Şakir, Muharrem Şemsek, Ramiz Ongun, İbrahim Doğan, Ahmet Say, Sabahat Sertel, Taner Akçam, Metin Toker, Mahmut Esat Güven, Esat Bütün ve Behice Boran ,Selçuk Özdağ, Şair Ever Gökçe, Oral ve İpek Çalışlar çifti, Ahmet Tevfik Ozan, Hilmi Bey, Turan Güven, 12 Eylül 1980 Askeri darbesinde ilk idam edilen Mustafa Pehlivanoğlu (7 Ekim 1980), kendisi için şafak türküsünün yazıldığı 8 Ekim 1980’de idam edilen Necdet Adalının ve 17’sinde çocuk yaşta idam edilen Erdal Eren’in ranzalarındaki bu bilgileri size aktardıktan sonra biraz ileride Hilmi Bey, Hüsnü Aktaş, Mustafa İslamoğlu, İstiklal mahkemelerince mahkum edilen İskilipli Atıf Hoca ile birlikte idam edilen Babaeski Müftüsü Ali rıza efendinin ranzasını görüyoruz.. UÇURTMAYI VURMASINLAR !

7.Koğuş Film-Belgesel İzleme Salonu: Mahkumların zaman zaman zoraki eğitime tabi tutulduğu zaman zamanda film ve belgesellerin izletildiği bir salon ahşap sandalyeleri tavanları taşradaki eski sinemaları hatırlatan bu koğuşta Ulucanlar cezaevinde çekimleri yapılmış 1989 yapımı yönetmenliğini Tunç Başaran'ın yaptığı annesi siyasi bir mahkum olan çocuğun sayı//68// mart

80

hikayesi olan uzun metrajlı Türk filminin de gösterimi yapılmakta ziyaretçiler oturup filmi izleyebiliyorlar .Yer yer sıvası dökülmüş duvarlarda dönemin yabancı filmlerinden afişler mevcut özellikle Belmondo, Tom Selleck, Bruce Lee Filmleri afişleri insanı zamanın epeyce gerisine götürüyor.. Avlu duvar panolarının birinde Başbakan Bülent Ecevit’in 1981yılına ait duruşma salonundan bir görüntüsü ile Şair Hasan Hüseyin Korkmazgil’in 1967 yılına ait duruşma fotoğrafı mevcut… Bir diğer panoda Şair Necip Fazıl Kısakürek’in 8 Mart 1953 yılına dair cezaevine girerken, Şair Nazım Hikmet’in 20 Mart 1938 yılına ait cezaevindeki bir fotoğrafı ziyaretçilerin yoğunlukla ilgilendikleri panolar.. 6.Koğuş; Koğuşun sol tarafında yine ranzaların üzerinde yatan mahkumların bilgi panoları ve sağ tarafta burada yatan mahkumların burada kullandıkları yada ailelerinden alınmış özel eşyaları sergilenmektedir. İtalyan Fedi Marka 35mm’lik 1935 yılında Milano’da üretilmiş uzun yıllar cezaevinde kullanılmış bir film makinası, F.Elçke markalı piyano 1870-1900 yılları arasında Paris’te imal edilmiş, Başbakan Bülent Ecevit’in cezaevinde giydiği kasketi ve kravatı, bazı fotoğraflar, Cevat Şakir’in kendisine ait el yapımı bir büst, kızına yazdığı mektup ve fotoğraflar, Necip Fazıl Kısakürek’e ait mektuplar, cinnet müstatili kitabının ilk baskısı, ideolocya örgüsü notları, Osman Yüksel Serden eçtinin Nüfus Cüzdanı, şiir defteri, tabağı. Deniz Gezmiş’in hırkası, Yusuf Aslan Hüseyin İnan’ın gerekçeli idam hükmü belgeleri ve infaz hükmü belgesi, özel eşyaları, Osman Bölük Başına ait saat okuma gözlüğü tarak ve milletvekili kimlik kartı, Yılmaz Odabaşının teşbih ve kalemi, Yılmaz Güneyin cezaevinde kullandığı kravatı ve mendili, Nazım Hikmetin dikiş kutusu ve el yazısı ile Davet adlı şiirinin ilk üç beyiti.. Behice Borana ait bir vekillik dönemine dair bir teklif ve Ara Gülerin çektiği bir fotoğraf.. İskilipli Atıf Hocanın idamından önce okuduğu Kuranı Kerimi, tesbihleri, bir fotoğrafı, çatalı, kaşığı ve kahve değirmeni, mendilleri. Yazar Fakir Baykurt’un bağlaması, gömleği, daktilosu, gözlüğü, teşbihi. İdam edilen Albay Talat Aydemir’e ait saat, traş makinası, gözlük ve kahve fincanı ve tabağı.. Suvari Fethi Gürcan’a ait şapkası çantası süvari postalları.. Fikret Arıkan’ın idamdan önce giydiği elbisesi ve ayakkabıları, Mustafa Pehlivanoğlu’nun mektupları, idam günü giydiği takım elbise ve ayakkabıları, Sait Özdemir’in suç aletleri


diye tutuklanmasına gerekçe gösterilen hırkası, seccadesi, teşbih, takke, mesh ve Risale Nur nüshaları, çizmesi, ..Hüseyin Cahit’in Osmanlı dönemi nüfus cüzdanı.. Mustafa Kemal Pilavoğlu, Beyhan Cenkçi ve Metin Toker’e ait özel eşyaların sergilendiği bu kısım ziyaretçilerin objelerle kurduğu duygusal iletişim bakımından çok önemli.. BABACIĞIM SENİ ÇOK ÖZLEDİM!

Sergilenen mektuplar arasında bir çok acı demetlenmiş lakin bir çocuğun babasına yazdığı mektup ,her bir kelimesi insanın adeta boğazını düğümlüyor, yüreğini burkuyor “Babacığım seni çok özledim. Sen buraya ne zaman geleceksin. Burada yağmurlar yağıyor. Benim öğretmenim ne yazarsam aferin diyor.” Küçücük okumayı yazmayı yeni öğrenmiş bir çocuğumuzun minik parmaklarından süzülmüş bütün ziyaretçileri hüzne boğup gözlerini dolduruyor… Bir bu çocuğun acısını bir de babasının çektiği acıları düşünün ! hepsi “Görülmüştür”! İnsanın boynunda adeta bir iple gezdiği bu mekanda yürek burkan bir diğer mektup “Sinancığım, Bu sabah pencereden bakınca ne göreyim? Her taraf bembeyaz değil mi? Demek ki gece kar yağmış. Yozgat’ta da yağmıştır herhalde. Şimdi siz sobayı fayrap edip keyif çatıyorsunuzdur. Bana karlı bir masal yazıp gönder. Bundan önce sorduğun soruların cevaplarını arkaya yazıyorum. Gözlerinden öperim sevgili oğlum. Baban...” O karanlık ve kasvetli günlere dair Muhsin Yazıcıoğlu’nun dediği gibi; Durun kapanmayın pencerelerim Güneşimi kapatmayın Beton çok soğuk üşüyorum Düşünüyorum, düşünüyorum Sonsuzluğu düşünüyorum Ey sonsuzluğun sahibi Sana ulaşmak istiyorum” Ulucanlar Cezaevi Müzesi Türkiye için önemli hafıza mekan. Farklı görüşlerden birçok tanınmış ismi soğuk demir parmaklıkları arkasında ağırlamış, bilinen 18 idam infazına tanıklık etmiş, kör duvarlarında, koridorlarında, koğuşlarında, avlularında, hücrelerinde acının ve utancın bin bir çeşidinin biriktiği önemli bir müzedir. Türk siyasi hayatında önemli bir yere sahip Ulucanlar Cezaevi, 1925’te yapıldığı zamanki haline sadık kalınarak restore edilmiş lakin keşke orijinal haliyle muhafaza edilseydi bir belgeselde görmüştüm duvardaki yazılar

resimler sloganlar …çıkıştaki “darağacı” 1926-1980 arası onlarca idamda kullanılmış.. Hapishanenin avlularında dolaşırken duvara asılmış panolarda buradaki akıp gitmeyen hayat bir film şeridi içersinde fotoğraflarla gösterilmiş, çerçevelere kimler sığdırılmamış ki siyasetçiler, sanatçılar, gazeteciler, şairler fikir adamları… İskilipli Atıf Hocadan , Osman Bölükbaşı’na, Kasım Gülek’ten, Ahmet Arif’e, Hasan Hüseyin Korkmazgil, Yılmaz Odabaşı, Behice Boran ..kimler kimler Bülent Ecevit’ten, Muhsin Yazıcıoğlu’na, Serdengeçti, Deniz Gezmiş ve arkadaşları, Talat Aydemir, Cevat Şakir Kabaağaçlı’dan, Necip Fazıl Kısakürek’e; Nazım Hikmet’ten, Yılmaz Güney’e varıncaya kadar onlarca bilinen kişilik ... Bir kısmı geçmek bilmeyen yılları tüketmiş, bir kısmının hikayesi darağacında son bulmuş.. Yakın tarihimizin aynalarından biri olan bu bellek mekan Ankara Ulucanlar cezaevi birikmiş acılar müzesi, Ankara’ya gelen herkes ideolojik ayrım yapmadan objektif bir gözle bu müzeyi gezmeli. Altındağ Belediyesine özellikle Veysel Tiryaki beye bize bu acılar müzesini armağan ettiği için teşekkür ediyoruz. Umuyoruz bir daha böyle karanlık dönemler yaşanmaz, toplumsal muhasebe ve muhakeme ile vicdanları yoklamak için bu müzeyi mutlaka görmek gerekir. Akşam erken iner mahpushaneye. İner, yedi kol demiri, Yedi kapıya. Birden, ağlamaklı olur bahçe. Karşıda, duvar dibinde, Üç dal gece sefası, Üç kök hercai menekşe... Müze gayet ferah otopark sorunu yok giriş ücretleri çok düşük pazartesi hariç her gün 10-17 ziyarete açık..

81


dem’in cennetten tardı ile başlayan insanoğlunun ilk hicreti hasreti ve metaneti içinde barındıran hissi, manevi ve coğrafi bir boşluk ve uhrevi bir yolculuktur. Tarih boyunca bir çok millet için hicret etnik derin sancılı sosyolojik bir olgudur…! Tarihler buyunca yaşamını idame ettirmeye çalışan insan ve toplumlar devamlı olarak bulundukları topraklardan sökülürcesine atılmış veya sürülmeye mecbur tutulmuşlardır…!

ÇEŞİTLİ KÜLTÜRLERİN SESİ

ADAPAZARI-SAKARYA Sanki yıllardır tanışıyorduk. Bana sizi sorsalar; buğday teninizi gölgeleyen ayaktaki yolculara için için kızdığımı, size yakın oldukları için yanı başınızdaki insanları nasıl da kıskandığımı söylemeliydim evvela… Münir BALICA

Ülkemiz Türkiye’sinde 81 ilin arasında bulunan Adapazarı- Sakarya ili çeşitli kültür renklerini koynunda barındırırken, doğdukları ve yaşadıkları mekanlardan yerleşim alanlarından çeşitli nedenlerle hicret veya sürgüne mecbur bırakılmışlardı…! Bu kültürler Manavlar, Abhazlar, Çerkezler, Lazlar, Gürcüler, Hemşinler, Araplar , Boşnaklar, Arnavutlar, Kırım Türk’ü Tatarlar, Pomaklar, Romanlar, Yörükler, Çok az sayıda bulunan Abdallar ve Balkan Muhacirleridir…! Kültür farklılıklarını bir arada yaşamanın en güzel örneği olarak ele alındığında muhteşem bir kültürel ve tarihsel zenginliği getirisi olarak beraber yaşamanın uyumu ve huzuru ve birlikteliğinde vatan için, bayrak için canlarını verecek insan topluluğunun oluştuğunu görebilmekteyiz….! Sakarya bölgesinin tarihine baktığımıza , Antik çağda, Hellence Agrilion ve Latince Agrilim olarak anılan günümüzde Bilecik / Adapazarı / Sakarya, ilinin bulunduğu topraklar olan Bithynia bölgesinin tam ortasında yer almaktaydı…! Bithynia, Zipoites tarafından kurulana kadar ( MÖ.279 ) sırasıyla Lydia, Med ve Pers hakimiyetindeydi. ( MÖ. 74) yılında Bithynia Kralı 1V. Nikomedes’in krallığını Roma’ya miras olarak bırakmasıyla, Roma İmparatorluğunun egemenliği altına girmiştir. (MÖ. 63) yılında Pompeius’un düzenlemeleriyle Bithynia -Pontus Eyaletleri kurulmuştur. Nikodemeia ( İzmit ) ile onun kadar önemli olan Nikia ( İznik ) kentleri bu bölgede yer almaktadır. Bir diğer taraftan jeopolik açıdan çok önemli olan Sangarios nehri tam bu iki yerleşim bölgesinin tam ortasından geçmektedir

sayı//68// mart

82


Bu iki büyük kentin rekabeti kentsel açıdan iyi sonuçlar doğurmuştur. Bu tarihsel kentlerde sofist ( Bilgili ve felsefeci gezgin ) Retor ( Hatip ) ve benzeri filozoflar yetişmiştir. Bu sebeplerden ötürü halen ( MS. 11.111.) yüz yıllara ait ve yazıtların çıktığına şahit olunmaktadır…! Sangarios nehri günün koşullarında stratejik çok büyük öneme sahipti. İmparator bu bölgeye bizzat gelerek doğu sınırını belirlemiş Sangaris nehri boyunca kestirdiği uzun ağaç kazıklarını çaktırarak, Türkmenler’ in geçişini önleyecek müstahkem bir set meydana getirmişti.…! Ne var ki, Osmanlının Sakarya akınlarından hemen önce İlahi bir mucize tecelli etti. Sangaris nehri yatağı kendiliğinden değişti. Jusitinanus / Beşköprü’nün bulunduğu ilk yatağına döndü. ( Çark suyu ) üzerinden akmaya başladı. Dağlardan inen alüvyonların getirdiği iri çakal taşları sayesinde Türkmenlerin rahatça karşıya geçmelerine imkan sağladı. Bu sebeplerden ağaçtan kazıklara güvenerek yaşadıklarını sananlar buraları acele bir şekilde terk etmek zorunda kaldılar…! Sangarius (bugün Sakarya nehri) olarak bilinen ve şehre adını veren nehir, hiç şüphesiz antik dönemde kente ait bilinen en önemli unsurdur. Bu nehir, aynı zamanda tanrı olarak da tapınım görmüştür. Sangarius, antik kaynaklarda “akışı çok hızlı, derinliği çok fazla…” olarak tanımlanmış olup buraya imparator Jüstinianus zamanında yapılan bu köprü, ( Beş köprü ) Bizans'ın Anadolu'daki en görkemli eserlerinden biridir. 500 yıldır ayakta, yüzlerce deprem, tabii afet ve sosyal karmaşalar gördü, Anadolu'da devletlerin yıkılmasına kurulmasına, işgallere, savaşlara tanıklık etti. En son 1999' daki Marmara Depremini bile birkaç çatlakla atlattı. Ancak Sakarya'daki köprünün bin beş yüz yıldır çözülememiş bir sırrı var..! Ancak uzmanların bazı var sayımları göre Ayasofya ile eşdeğer ve yaşıt sayılan Justinianus (527-560 ) tarafından yaptırılan köprünün yapım tarihi ve sırrı halen bilinmemektedir..! Bugün kayıp olan köprünün kitabesinde de şöyle yazılı idi: “Gururlu Italia Hesperie’si gibi, bütün İran

Medlerini ve barbar kabileleri gibi azgın akışı şu kemerlerle kesilen ey Sangarius! Sen de şimdi egemen bir eserin esiri olarak akıyorsun ve önceleri isyankar, tutulamaz bir şey iken, şimdi aşınmaz bir taşın zoru altında yatıyorsun.”Konuralp’ın iki gün, iki gece savaşması sonucunda “ Düz- Pazarı “ olan Sakarya düzlüğünü fethetmesiyle Sakarya bölgesi , Orhan Gazi zamanında Türkmen köyü olarak tarihteki yerini aldı. ” Ada “ köyü olarak adlandırılan bu yerleşim alanı Sakarya nehrinin akış istikametine göre sol tarafta kalmaktadır. Çark suyu ve Sakarya arasında bulunmasından dolayı “ Ada “ görünümüne bürünmüş ve bu isimle anılmaya başlandı. XV1. yüzyılın sonlarında bir köy olarak kurulan bu yerleşim alanı XV11. yüzyılda çevresi için bir alış veriş merkezi, veya Pazar yeri olarak ticaret merkezine dönüştü. Burası seneler sonra “ Adapazarı ” olarak isimlendirilerek günümüze kadar gelindi..! Adapazarı’nın ilk yerleşim yeri tarihçi Demosthenes’ in verdiği bilgilere göre Tarseia adıyla bilinen Tarsos’tur. ( Küçük Tersiye / Küçük Esence ) dir…! Büyük Esence Kalesini içine alacak şekilde burası Akyazı’ dan Pazarköy’ e kadar uzanan çok geniş bir ovadır. Akyazı- Mudurnu yolunun 20 km. kadar ilerisinde günümüzde Akyazı’da “ Beldibi “ köyünün bulunduğu yerleşim alanıdır…! Sakarya ovasının tümüyle fethi, ( Hicri tarih ile 28 Muharrem 704 ) 31 Ağustos 1304 yılında Osman Gazi, oğlu Orhan Gazi ve Alpleri tarafından gerçekleştirildi..! 14. yüzyılın ortalarında Tığçılar adıyla kurulan köy sonrasında Adapazarı’ nın 16 yüzyılda Kutluca-i Kebir (Çaybaşı) köyü yerleşim alanının merkezini oluşturuyordu. Buradaki Pazar şehrin isminin de ortaya çıkmasına vesile olup kente zamanla Adapazarı denilmesine vesile olmuştur. Farklı statülerle idare edilen bu bölge 1852 yılında Adapazarı kazası adıyla İzmit sancağına bağlanmıştır. Bu idari yapı Cumhuriyet dönemine kadar hemen hemen hat aynı şekilde devam etmiş, 1 Aralık 1954 tarihinde Sakarya ismiyle il olmuştur…! Türkiye’nin doğu Marmara bölümünde yer alan ve Kuzey Anadolu Fay hattı üzerinde bulunan Sakarya ve çevresi deprem ile iç içe

83


yaşamaktadırlar. 1943- 1967 ve 1999 yılında olmak üzere büyük can kayıpların olduğu depremlerle yüz yüze geldiler…! Sakarya ili ve çevresi eski çağlardan başlayarak erenleri ve ermişlerin diyarı olmuştur. Ülkemizin tüm yörelerinde olduğu gibi çoğu Horasan’dan gelmişlerdir. Erenlerin manen fethettiği topraklarda mucizevi olayların bulunması mevcut olması ile insanlığı en güzel hizmetleri vermişlerdir. Hıdır Dede, Sakar Dede, Sabancı Dede, Selman Dede, Karıncalı Dede türbeleri günümüze kadar mekanları yıpranmış olarak gelmişlerdir.! Eski Rivayetlere dayanan söylencelerde bir tanesi de Sakar Dede hakkındadır. Sakar Dede ismin halk dillerine uyum sağladığında Sakarya Dede olarak seslendirdiklerinde “ Sakarya” isminin yayılmasıyla bölgeye Sakarya dendiğidir Bir başka rivayette şöyledir,” Adını mitolojide Frig kökenle ırmak tanrısı olan Saggarios’ dan aldığıdır. Sangarios kelimesinin kökenine inildiğinde, tek uçlu, enli kılıç veya savaş baltası olduğu ve Pers veya İskit kelimesi olduğu kaynaklarda iddia edilmektedir..! Günümüzde Sakarya ismiyle anılan, Yunan kaynaklarındaki adıyla Sangarios nehri, 824 km. uzunluktadır. Eskişehir ilinin güney kesiminde yer alan Çifteler kasabasının güneyindeki Sakaryabağı yöresindeki sıcak su kaynaklarından doğmaktadır. Orta Anadolu bozkırları boyunca Güneydoğuya yöneldikten sonra Polatlı civarında Porsuk çayı ile birleşerek birden batıya yönelmekte ve bol alüvyon taşımaktadır. Daha sonra Bilecek- Söğüt yakınlarında kuzeye, Karadeniz’e doğru kavis yaparak taşıdığı alüvyonlarla Sakarya veya Adapazarı ovasını oluşturmaktadır. Porsuk dışında Ankara ve Kirmir dereleri ile de birleşmesiyle hacmini önemli şekilde artırmaktadır. Adapazarı ovasında, doğudan gelen Mudurnu (Gallos) çayı ile birleşmektedir. Sakarya ilinin Karasu ilçesinin batısında Sakarya ağzı olarak bilinen mıntıka da Karadeniz’e dökülmektedir…! Adapazarı ve civarının ilk sakinleri göçebelikten, yerleşik düzene geçen Türkmen aşiretleri olan Yörüklerdir. sayı//68// mart

84

Sakarya’nın ilk mahalleleri olan, Tığcılar, Şeker, Semerciler, Hasırcılar, Tuzla, Çıracılar, Yağcılar, Papuçcular’ın isimleri günümüzde kadar gelmiş, halen bu mahallerin isimleri olarak kullanılmaktadır. Orhan camii, ismini taşıdığı Orhan Bey tarafından 1330 yıllarda inşa edildiğinde Adapazarı’nın 24 hanelik bir köy olduğu anlaşılmaktadır. Bu tarihi camii 11. Abdülhamit döneminde çok büyük bir hasar görmüş, 1894- 1895 yıllarında yeniden bir anlamda yeniden yapılmıştır. (Dr. Murat Cebecioğlu, Adapazarı Akyazı Tarihi ve Şeyh İsmail Vakfı Belgeleri s.66-67), (Sakarya’da Türk Mimari Eserleri, s. 37-41) Orta Camii (Adapazarı) Adapazarı şehir merkezinde Aynalıkavak Çarşısı, Pirinç Pazarı ve Ayakkabıcılar Çarşısının tam ortasında yer alır. Altı dükkân olmak üzere iki katlı ahşap olarak Devoğlu Mustafa Ağa tarafından 1720’lerde inşa ettirildiği alttaki çeşmesinin ise yine aynı hayırsever tarafından 1734’de yaptırıldığı bilinmektedir. Cami tamamen ahşap olarak fevkani biçimde yapılmıştır. Ahşap bir merdivenle çıkılan cami kuzey-güney doğrultusunda uzunlamasına dikdörtgen planlı bir ana kitle ile altı son cemaat yeri, üstü mahfil olarak düzenlenen iki katlı bir ön bölümden meydana gelmektedir. (Sakarya’da Türk Mimari Eserleri, s. 44-45) Tozlu Camii (Adapazarı) Adapazarı merkezinde Unkapanı ile Pirinç Pazarının arasındaki kısımdadır. Adapazarı’nın 24 kurucu ailesinden Gubarizadelerin (Tozlu) aile büyüğü El-hac Mehmet Efendi tarafından 1837 yılında inşa edilerek ibadete sunulmuştur. Vakıf hüviyetindeki camiye gelir olarak bir kısım dükkân ile Büyük Hamam (şimdiki Kent meydanında) ve Küçük Hamam (yakın zamana kadar Küçük hamam caddesinin sol iç kısmında bulunmaktaydı) yaptırılmıştı. 1943 depreminde yıkılan ahşap Tozlu Camiinin yerine 1954’de altı çarşı üstü ibadethane ve iki minareli ve görkemli biçimde betonarme olarak yapılmış, 1999 depreminde o da yıkılınca Tozlu Camii Kebiri Külliyesi Mütevellisi ve Adapazarlı hayırseverler tarafından zemin kat üzerine yeniden inşa edilmiş ve 2011 Ramazanında ibadete açılmıştır. Yeni Tozlu Camiinin teknik özellikleri şöyledir: Kapalı alanda 2.500 kişilik cemaat namaz kılabilmekte olup, bahçesinin


tamamlanması sonrasında kılacaklarla beraber 3.000 kişiyi geçebilecektir. Toplam 4.700 metrekareye yakın bir inşaat alanı mevcuttur. Ayrıca kıble kısmında Osmanlıdaki Arasta mantığıyla yapılmış 1.210 metrekare alanlı 40 civarında da dükkân mevcuttur. Sabitefendievi/konağı (Adapazarı)? Adapazarı merkezinde Yahyalar mahallesi Turan caddesi başında bulunmakta olup, 1999 depreminde harap olmuş daha sonra da yıkılmıştır. Adapazarı’nın kurucu 24 ailesinden Sabitefendiler Ailesine ait olan ev/konak XX. yüzyıl başlarında yaptırılmıştır. Sabit Efendi, bilindiği üzere 1890’larda Adapazarı Belediye Başkanlığı da yapmış önemli bir şehir eşrafıdır. Zemin, 1. ve 2. katlar ve çatı katında cihannümasıyla birlikte dört kat olarak ve ‘orta sofalı plan tipi’ mimarisi ile inşa edilmiştir. Adapazarı evleri arasında farklı cephe düzenlemesi ve cihannüması (feneri) ile çok özgün bir yeri bulunan Sabitefendi evi / konağının orijinal plânına sadık kalınarak şehre yenide kazandırılması çok yararlı olacağı düşünmektedir..! (Sakarya’da Türk Mimari Eserleri, s.435-436) Sakarya Köprüsü (Adapazarı) Adapazarı ilçesinin birkaç km. kuzey doğusunda Sakarya nehri üzerinde yer alır. İl merkezi Adapazarı’na en yakın köprüdür. Trabzanlar ve Güneşler mahallelerine (köylerine) yakınlığından ötürü bu ki isimle de anılmaktadır. 1937 yılında betonarme olarak inşa edilmiş olan köprü uzun yıllar Ankara- İstanbul karayolu üzerinde yoğun bir araç ve insan geçişine imkân vermiştir. 108.60 m uzunluğunda, 4.80 m genişliğindedir. Köprü 1937 yılında 93.000 tl. maliyetle yaptırılmışlar. Sakarya iliyle adeta

özdeşleşmiş ve sembolü olmuş bir köprüdür. (Sakarya Köprüleri, s. 204-207) Tersiye Kalesi (Adapazarı) Aşağı Sakarya Vadisi’nde, Adapazarı’nın doğusunda, Erenler ilçesine bağlı Büyükesence mahallesi (köyü), Küçükesence mahallesi (köyü) arasındaki 85 m yükseklikteki Tersiye Tepesinde inşa edilmiş bir Bizans kalesidir. 1895’te bölgeye gelip araştırmalar yapan Von Deist, burada bir kale olduğu söylentileriyle gelip kalıntılarını tespit etmiştir. (Sakarya Kaleleri, s.97) Uzun çarşı (Adapazarı) Kentsel sit alanı kapsamındaki Uzun çarşı, Adapazarı kent merkezinde Orhan Camiinin doğusunda Atatürk Bulvarı’ndan (Gümrük önü) Kömür pazarına güney-kuzey istikametinde yer alır. Tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber Ağa Camii, Orta camii ve çevresindeki diğer çarşılar göz önüne alındığında 1700’lerin başlarında inşa edildiği varsayımları geçerliliğini korumaktadır. Depremlerde zaman zaman zarar gören ve yenilenen çarşı, mimari açıdan da 1800’lerde hakim olan Osmanlı Rumlarının tipik mimari özellikleri ve süslemelerine sahiptir. Çarşı güney-kuzey yönünde yaklaşık 500 metrelik mesafede sağlı sollu dükkânlardan oluşmakta ve Anadolu Türk şehrinin konuttan arındırılmış ticaret alanı özelliklerinin tümünü göstermektedir.

KAYNAKÇA:

• Sakarya’da Türk Mimari Eserleri, s.62-64 • Geçmişten günümüze “ SAKARYA • “ Tarih/ Kültür / Toplum. ( Büyük Şehir Belediyesi )

85


MEHMETÇİK…

(BÜTÜN ZAFERLERİN BAŞKAHRAMANINA SAYGININ BİR NİŞANESİ OLARAK...)

“Ne var bu dünyada sana yakışan, Alnında bir zafer sabahı kadar; Sen Mehmetçik, söyle büyük kahraman, Sana zafer kadar yakışan ne var?” Ahmet Kutsi Tecer İsmail BİNGÖL

EHMETÇİK İSMİNİN ANLAMI…

Milletlerin tarihlerine şan ve şeref veren kahramanlık mefhumu hakkında kendince düşünceleri ve izahları vardır. Bu düşünce ve izahlarda çoğu kere cesaret ile kahramanlık birbiriyle aynı gibi görülmüş ve birbirine karıştırılmış ya da karıştırılmaktadır. Hâlbuki cesaret, bir manevi kuvvet, korkusuzlukla birleşen bir hissediş, daha çok duygu yönü ağır basan bir tavır, olayın içine yalın kılıç dalma hareketidir. Oysa kahramanlık, cesaretle birlikte aklın, temkinli ve tedbirli hareketlerin bir arada olması sonucunda sudur eden bir davranış biçimi olarak, adalete dayanarak öne çıkar. Kahramanlık ruhu ferde ırkından intikal eder. Bir millet yapısı itibariyle kahraman değilse, içinden çıkacak birkaç yiğitle dünya üzerinde özgür yaşamak imkânını bulamaz veya özgürlüğü her savaşta tehlikeye girer. Buna karşı bir milletin cephede savaşan evlatları dünyayı hayretler içinde bırakan kahramanlıklar yaratmışsa hiç şüphe yok ki o milletin yalnız cephede savaşan erleri değil, beşik sallayan anaları, okul çağındaki evlatları ve ak saçlı ihtiyarları, sonuç olarak bütünü kahramandır.

sayı//68// mart

86

Türk ordusunun kahraman askerine “Mehmetçik” şeklindeki sesleniş, bir simgedir ve buna benzer simgelerin kökeni, İslâmiyet öncesi Türk devletlerine kadar uzatılabilir. Atalarımız daha Orta Asya’dayken belirli eşyaları, cisimleri ve şekilleri belirli manalara simge yapmışlardır. Mesela, “ok” Tanrıya bağlılığın, “yay” da bu bağlılığın cihana yayılmasının simgesiydi. Keza davulun, tuğun simge olarak devlet kavramı içerisinde değişik anlamları vardı. Ayrıca Türk ordusunda görev yapan askerler için de bir simge belirlenmişti ve bu dönemde askerlere “alp”, “alp er”, “alperen” gibi adlar, unvanlar verilmekte idi. İslâmiyet sonrası ise, inancımızın peygamberi olan Hz. Muhammed (A.S)’e karşı büyük bir sevgi ve saygı duyan milletimiz, bu sebeple erkek evlatlarının çoğuna “Mehemmed” ismini vermişlerdir. Bu isim zamanla “Mehmet” şekline dönüşecektir. Mehmet isminin kullanımı günümüzde de yaygın şekilde görülmektedir. “Mehmet” isminin kullanım alanının bu kadar geniş olması, askerimizin çoğuna bu isimle seslenilmesi sonucunu doğurmuş ve hatta bu konuyla ilgili deyimler ortaya çıkmıştır. “Mehmetçik”3, kahramanlığın ve çelikleşmiş bir iradenin timsali olan askerlerimizin zamanla ortak adı olmuş, halkımız hepsine birden sevgi gösterisinde bulunurken, ona hep bu adla seslenmiştir. Savaş alanlarında onun karakterini, cesaretini ve kahramanlığını yakından tanıyan düşmanları da gösterdikleri saygının nişanesi olarak onu bu şekilde adlandırmışlardır. Onun içindir ki, “Mehmetçik” adı, bütün Türk ordusunun simgesidir. Ve yine, “Mehmetçik” bir isim değil, bir fikirdir, bir amaçtır, bir ufuktur. (*) MEHMETÇİK VAKFI…

Bu memlekette yaşayan, vatan toprağının kıymetini bilip, ona sahip çıkan ve bunun idrakinde olan herkesin bu konuya dikkat kesilmesi gerekir. Vatansız olmanın ya da kendi vatanında başkalarının tahakkümü altında hürriyet ve istiklâlden yoksun yaşamanın ne olduğunu bilmek için çevremize, daha iyi anlamak bakımından ise; tarihe bakmalıyız. Yıllardır; doğusu batısı kuzeyi güneyi demeden, bir bütün halinde şehitlerimizin çocuklarına ve gazilerimize sahip çıkmayı büyük bir titizlik ve ciddiyet içerisinde yerine getiren, kendilerine bağışlanan her kuruşu her an hesabını verecek şekilde harcamayı kendisine şiâr edinen Mehmetçik Vakfını hâlâ tam anlamıyla


tanıdığımız söylenemez. Bu konudaki bilgi eksikliğimizin çok olduğunu kabul etmemiz gerekir. Vakfın sitesinde belirtildiği üzere; Mehmekçik Vakfı’nın “………devlet kaynaklı herhangi bir geliri bulunmamaktadır. En büyük gelir kalemi Mehmetçiği seven yardımsever halkımızın bağışlarıdır. Halkımızın birçok sıkıntısına rağmen Vakfa olan yardımlarda sürekli bir yükseliş mevcuttur. Vakıf; gaziler, şehitler ve gazi yakınlarının yaşam koşullarını daha iyi standartlara ulaştırmak amacıyla 1996 yılında vekaleten kurban kesimine başlamıştır. O tarihten bu tarihe Vekaleten Kurban bağışlarının artmasına paralel olarak Vakıftan yardım alan insanlarımızın yaşam koşulları her geçen gün artmaktadır.” Halkımızın bağışlarıyla ayakta duran vakıf; şehitlerimizin aileleri ve çocuklarıyla, gazilerimizle çok yakından ilgilenmekte ve onlara maddi ve manevi destek vermeye çalışmaktadır. Vakfın bir de dergisi vardır, fakat ne yazık ki her yere ulaşmamaktadır. Ama internet vasıtasıyla takip edilebilir. Orada, vakıfla ilgili çeşitli haberler yanında, şehit ailelerinin geride kalan çocuklarının bugünkü durumunun anlatıldığı, bağışçıları konu edinen yazı ve röportajlara da yer verilmektedir. Bu milletin bir ferdi olarak bütün bu yazılanları gözleriniz yaşararak okuyacağınıza inanıyoruz. MEHMETÇİK…

Aile ocağından vatan borcu için ayrılan bu yiğit, mübarektir vatan toprağı kadar... Pervasızca ölüme koşanların... Ölümü yoldaş bilen bu insanların... Hiç bir maddî varlığın karşılık oluşturamayacağı böyle bir hizmet için tek bekledikleri unutulmamak belki de... Vefasızlığa uğramamak... İsimleriyle tek tek hatırlanmasalar bile, "Mehmetçik" olarak topluca yer etmek yüreklerde... Ve onun bu ismi alışının, ona bu isimle seslenişin hikâyesi de, onun şehitlik mertebesine ulaşması kadar sineleri yakıcı ve yürekleri hüzünle dalgalandırıcıdır. "O bir hikâyedir ki... Ocak 1912'de Tobruk Savaşı'nda bir su¬bayın yanında çarpışan Mehmet isimli asker şehit düştü. Yanı başındaki onbaşı subaya dö¬nüp; -"Kumandan, Mehmet şehit oldu" diye ba¬ğırdı... Subay da; -"Vah Mehmetçik, vah... Yazık oldu Meh¬metçiğe... Allah yardımcısı olsun" diye söylen¬di dudakları arasından... Subayı duyan diğer askerler, şehit olan ar¬kadaşlarının adını "Mehmetçik" sanarak; -"Mehmetçik

şehit düştü, Allah rahmet eylesin" diye bağrıştılar. Aralarındaki Arap askerler de dilleri dönmediğinden "Muhammetçik, Muhammetçik şehit oldu" diye tekrar¬ladılar... Mehmetçik adı, böylelikle ağızdan ağza gerilere kadar ulaştı. Gerilerde bir çadırda çalışan alay yazıcısı, önündeki deftere "İlk şe¬hidimiz Mehmetçik" diye yazdı. O gün, 9 saat süren savaşta yaralanan, şehit düşen, gazi olan ama adı bilinmeyenlerin hepsine Meh¬metçik denildi... Subaylar emirlerindeki yiğit erleri anar¬ken; -"Mehmetçik güzel savaştı..." -"Mehmetçik yiğitliğini gösterdi..." -"Yaşasın Mehmetçik..." gibi övgü dolu sı¬fatlarla söz ettiler onlardan... Öte yandan, karşılıklı siperlerde çarpı-şırken kulaklarına gelen bu ismi düşmanlar da kanıksamıştı. Günlüklerine "Mehmetçik bugün hücum etti", "Mehmetçik'e yenildik" veya "Mehmetçik bu kez başarılı olamadı..." gibisinden notlar düştüler günlüklerine... Artık ister kendi içimizde olsun ister düş¬manlarımız arasında Türk askerine "Mehmet¬çik" deniyordu. İtalyanlar, Balkan Savaşı'nda kışkırttıkları ulusları uyarırken hep "Mehmet¬çik" adını kullanmışlardı. Balkan devletleri de haberleşmelerinde hep "Mehmetçik'ken söz ettiler. Diğer yandan, Trablusgarp'tan dönen as-kerlerimiz de "Mehmetçik" adını bütün Türk coğrafyasına yaydılar. Birinci Dünya Savaşı'na girdiğimizde, "Mehmetçik" adı artık Türk as¬kerinin genel adıydı. Bu, Kurtuluş Savaşı'nda da böyle devam etti. Artık "Mehmetçik" tüm dünyada Türk askerinin adı olmuştu." (Yazar, Araştırmacı ve Öğretmen Zeki TEOMAN'ın Çanakkale 1915 adlı derginin Aralık 2009’da yayımlanan dördüncü sayısında yer alan ve “Mehmetçik” adının hikâyesine ilişkin yazısı-Mehmetçik Vakfı Dergisi. Yıl-11, Sayı 24, Ağustos 2010 ) Bütün bu zaferlerin başkahramanı Mehmetçiktir... Onun için de vatan için vurulup toprağa düşen bütün canlar bu isimle anılır. Ne yazık ki bugün de içimizdeki ve dışımızdaki hainlerin birlikte kurdukları tuzaklarla, milletimiz bölünmek ve parçalanmak isteniyor. Ancak geçmişte her zorluğa birlikte karşı koyan bu coğrafyanın çocukları, bu kirli oyuna gelmeyecekler ve Anadolu bundan sonra da büyük ve kutlu yurdumuz olmaya devam edecektir. Sayısız cana mal olan bu güzel toprakları elimizden almak isteyenler, geçmişte attığımız tokatların acısını unutmadıkları için, buldukları her fırsatta ülkemizle uğraşmaya ve

87


birliğimizi, dirliğimizi bozmaya çalışmaktadırlar. Birbirlerine karşı düşmanlık içinde olsalar bile, konu biz olunca hepsi bir araya gelip, bizi yok etmenin ve bu yüce milleti tarihten silmenin açık ve sinsi bütün gayretlerini göstermekteler. Bunun için hiçbir yardımdan kaçınmadıkları, gerek içimizdeki hainlere ve gerekse dışardaki düşmanlarımıza her türlü imkânı sağladıkları artık çok açık. Ancak bütün bir dünya tarihinin kahramanı olan bu millet, uyanık olduğu ve gereğini yaptığı müddetçe, onların desiselerini bozup, oyunlarını başlarına geçirecektir inşallah. Mehmetçik… O öyle bir kahramandır ki; ayak bastığı her yerde adaleti, insanlığı ve sevgiyi hâkim kılmak için uğraşmış, hiç kimseyi istemediği bir şeyi yapmaya zorlamamıştır. Ve günümüzde de tarihi mirasından kendisine intikal eden haklarını korumanın dışında, birilerinin toprağında gözü yoktur. Tıpkı şair Cemal Oğuz Öcal’ın şiirinin bir bölümünde dile getirdiği gibi: "Sanmayın el toprağında Gözü vardır Mehmetçiğin... Destan destan bayrağında Özü vardır Mehmetçiğin... "Milliyet"te, "Din"de tektir, Dilinden hiç düşmez tekbir, Allah'ından aldığı bir, Hızı vardır Mehmetçiğin..." Kosova'da, Niğbolu'da, Haçova'da at koşturan, şaheseri Çanakkale olan bu büyük asker için yazılmış nice mısralar var daha… Zira geçmişi insanlıkla birlikte nice kahramanlıklarla dolu Mehmetçiğin... Belki, asırlar öncesinde bu adla anılmıyordu. Ama, hangi adla anılırsa anılsın, o hep Mehmetçiktir... Ebediyete kadar da Mehmetçik olarak çağırılacaktır. O bir semboldür aslında... Kendisine hedef edindiği ulvî gayeye ulaşmaya ve onu gerektiği gibi temsil etmeye çalışan bir sembol... Bütün gayretleri bunun için... Analar nice yiğitleri, nice civanları şehit verdiler vatan uğruna... Adına "Anadolu" dediğimiz bu kutlu yurt uğruna... Gâh zalimlerin zulmünü ortadan kaldırmak için... Gâh mazlumların hakkını almak için... Tabii en önemlisi, vatanın bağımsızlığı ve şanlı bayrağımızın göklerde nazlı nazlı dalgalanması için...İşte bunun için… Yalnızca ve sadece bunun için… Biz uyurken uyumayan, silahıyla nöbet bekleyen Mehmetçik; nasıl yaşar dağlarda, ne yapar yazın

sayı//68// mart

88

sıcağında, kışın ayazında? Yazar ve romancı Sevinç Çokum bakın bu sorulara, yüreğimizi gâh hüzne boğup, gâh düşünceye sevk edecek cümlelerle nasıl cevap veriyor: "Siz dağları bilmediniz, yaşamadınız. Sizin sıcak, ışıklı, renk renk şehirleriniz vardı. Farkında mıydınız? Siz günlük işlerinize dalmışken, yumuşak yastığınıza baş koymuşken, onlar ülkenin bütünlüğünü ve sizin varınızı yoğunuzu korumak için dağlardaydılar, sınır ötesindeydiler. Dağ türküleri, kır havaları okuyarak, dağ çiçeklerinden yaraları sararak, gece yıldızlarla ısınıp, yüreklenerek her zaman tetikte bu toprakları beklerlerdi. Şimdi de öyle; belki son sayfasını yazmak için o uzun destanın. Hâlâ ordalar, şahin duruşları, uçuşlarıyla... Ama siz yıllardır işinizde, gücünüzde, içiniz rahat, başınız dik, baharları yazları yaşayıp, dolanırken şehrinizin sokaklarında, ya da televizyon başında kucağınızda yavrunuzla, yaşamanın güzelliğini, sofranızda bir aile olmanın tadını duyarken, onlar ateşin içinde şehit olmaya on kala, beş kala... Mermilerle koyun koyuna... Farkında mıydınız üşümek neydi, uykuyu yenmek, siperlerde gecelemek, sabahlamak, dağlarda gün nasıl ağarır, güneş nasıl solar akşamları gurbet derinliğinde, farkında mıydınız? Dağ rüzgârları ne yönden eser, kar çiçekleri, kardelenler nasıl açardı toprağın üzerinde, nasıl yağardı kar elif elif, nasıl buharlaşırdı soluklar, Mehmetçiğin tetiğe basan parmakları nasıl sızlardı kim bilir, nasıl üşürdü? Farkında mıydınız, gece dolunay nasıl ışırdı dağlardan, hasret nasıl kor olurdu yüreklerde, ekmek kokusu gibi bir özlem can soluğunda, can titremesinde bir özlem nasıl içine işlerdi onların? Hiç sordunuz mu, bir asker mektubunun cephede nasıl yazıldığını, umut kokulu kelimeler nasıl sıralanırdı ak kâğıt üstüne, nasıl tomurcuklanıp büyürdü, nasıl kanat açardı memlekete doğru? Biraz titrek, belki üstünde üç beş gözyaşı aceleye gelmiş ve ne olacağı bellisiz, artık yarına çıkar mı çıkmaz mı? Kim yazdı o şiirleri, kim okudu, nasıl söylendi şiirler omuz omuza ısınırken, hepsi de aynı hasretleri dokurken, şiirler nasıl düştü geceye yıldız yıldız, nasıl derlendi koca bir destan, hiç sordunuz mu? Hiç sordunuz mu, Dicle Fırat nasıl Sakarya'laşırdı, nasıl yalımlanırdı sular Mehmetçiğin gözleriyle, nasıl ayaklanırdı sular,


nasıl eğilirdi yüksek dağlar, nasıl selâmlardı bulutlar onları? Hiç sordunuz mu, nasıl olurdu dağ ateşinde ısınmak, nasıl olurdu bir gün daha yaşadığına sevinmek, nasıl olurdu bir şakayığı koklamak, bir dağ lâlesini, yârin, eşin, evlâdın yerine koyup da... Nasıl dayanılırdı biraz ötede asker arkadaşının şehit düşmesine? Nasıl unutulurdu o dayanılmaz an? Nasıl olurdu Mehmetçiğin can verişi, gülümsemenin kıyısında, bir güzelim düşü bırakmak istemezcesine, huzurlu... Sanki bir kuş kanadına tutunmuşcasına… Hiç sordunuz mu; otuz bin can, otuz bin gelincik demekti, bir kırmızı tarlanın al bayrağa dönüşü... Otuz bin kez, öldünüz mü, otuz bin ağacın iğnesi hiç değdi mi yüreğinize? Siz dağları bilmediniz, yaşamadınız. Sizin sıcak, ışıklı, renk renk şehirleriniz vardı...” Eğer yukarıdaki cümleleri gözünüzden yaş gelmeden okumayı başardıysanız, helal olsun size… Demek ki yüreğiniz katılaşmış ve merhamet denen çınarın gölgesinden çok uzaklara düşmüşsünüz. İşte orada anlatılanlar için… Sizin için… Bizim için… Hürriyetimiz ve istiklalimiz için… Ve bütün bunların sağlanması için... Nice bir yiğit... Nice bin yiğit doğurdular... Doğurdular, büyüttüler ve "Anadolu " meydanına saldılar analarımız... Yiğitler ise; anaları sütünü, emeğini haram eder korkusuyla, daha bir yürekten, daha bir cesaretle dayandılar dipçiklerine... Daha bir inançla tuttular tüfeklerini... Gerektiğinde vurdular... Gerektiğinde vuruldular... Gazi ve şehit oldular. Ve olmaya devam etmekteler bugün de... İşte bunlar... Mehmetçikler... İçte ve dışta, vatan evlatlarının arasına fitne sokma cüretinde bulunanların korkulu rüyası bugün yine... Bütün Mehmetlerin askere giderken, vatan hizmetine koşarken tek amaçları vardır; o da Mehmetçik olmaktır. Bu ideale ruhunda yer vermeyenlerin, "taslarını başka çeşmelerden doldurdukları" muhakkaktır. Mehmetler vatan borcu için askere koşarlarken, geride analarını, babalarını, yavuklularını, çocuklarını, eşlerini, dostlarını, akrabalarını bırakırlar. Bu hizmetten başka hiçbir şey için bütün bunlar bırakılmaz. Ama şimdi gidilen yer, orada görülecek hizmet başkadır. Başka hiçbir hizmetle kıyas edilemez. Bazen geri dönmek nasip olmaz, canını armağan eder cennet vatanına ve onun güzel insanlarına... Kanıyla sular bu toprakları… Bazen ise, görevini lâyıkıyla yapmış olmanın

hazzını yüreğinde taşıyarak kavuşur sevdiklerine ve sılasına... Sayısız Mehmet, bu ülkenin ayakta kalması, bu toprakların bölünüp parçalanmaması ve bizlerin rahat yaşaması için "toprağa düşerken", geride gözü yaşlı ana babalar, yürek yangını dinmeyecek olan yavuklular, babalık şefkatini bir daha tadamayacak olan çocuklar bırakırlar. Bir an için bile olsa, bunlar için neler yaptığımız ya da neler yapabileceğimiz konusunda hiç düşündük mü? Ne var ki, çoğu zaman küçük çıkar hesaplarının peşinde olan bizlerin, bu güzel duygunun vereceği tadı dimâğımızda hissetmemiz o kadar zor ki... Dost, düşman herkesin kabul ettiği bir erdemin sahibidir Mehmetçik... Atasına dahi göstermediği saygı ve sevgiyi komutanına gösterir. Öyle ki; harbe giderken, savaşırken bile, adıyla adlandırıldığı şahsiyetin işaret ettiği insanlık yolundan hiçbir suretle ayrılmamış, düşmanlarının korkulu rüyası, dostlarının ise dayanağı olagelmiştir. Adalet timsâli karakteri sevmeyenini de ona hayran etmiş, methiyesi onlarca da edilir olmuştur. Ve bugün yine dünyanın dört bir yanında adalet ve insanlık dağıtmaya devam etmektedir. Vatan için, hangi seferde şehit düştüğü bilinmeyen birinden söz ederken, "Adı sanı kayboldu, mezarının nerede olduğu bile belli değil." denir çoğunlukla... Halbuki, böyle söylemenin haklılık payı yoktur. Zira onun " adı" da bellidir, "sanı" da... Ve hatta, yattığı yer de… O adıyla, sanıyla, herkesin çok yakından tanıdığı Mehmetçiktir... Yattığı yer ise, kalplerimiz, gönüllerimiz... Hatta ve hatta, o ölmemiştir bile... Çünkü; "Bastığın yer mezarımdır diyen ölmez, Silinir, toprak olur belki... müebbet ölmez.." Ruha güzellikler veren şehit mezarlarıyla süslü şu mübarek topraklar üzerinde huzur ve sükûn içinde yaşıyor, rahat uyuyorsak, sebebi Mehmetçiktir... Yusuf Ziya Ortaç'ın mısralarıyla dile getirelim bunu: "Yedi kat toprağın altıyla bizimdir bu diyâr, Can verirken, bizi ecdâdımızın ruhu duyar. Kalbi Allah'a dayanmış, dayanır dipçiğine, Güvenir milletimiz yine Mehmetçiğine..." Türk edebiyatının güzel kalemlerinden olan Cahit Sıtkı Tarancı ne der peki Mehmetçik için: "Sen ben uyurken biri var uyumaz Bir tıkırtı olsa derhal doğrulur Nöbette, talimde, ayakta kış-yaz Memleket namusu ondan sorulur. 89


Haydi Mehmet! dedikleri gün müdür? Ne çift, ne çubuk, ne avrat düşünür. Mehmet'im bu toprağın düşkünüdür. Bu aşk ile ya vurur, ya vurulur!" Onun alnında şanlı ve kudretli bir mâzinin parıltılarını görmek mümkün... İnancının ve asaletinin Mehmetçik'e kazandırdığı bu parıltıyı farkedenler, ona olan hayranlıklarını işte böyle kâh şiirlerle, kâh yazıyla ifade etme yoluna gitmişlerdir. Mehmetçik'in kahramanlığını, ruh yüceliğini ve asil karakterini yazı konusu yapanlardan birisi de edebiyatımızın bilge isimlerinden Prof. Dr.Mehmet Kaplan... Şu satırlar da onun... Dikkatle okuyalım ve tarif ettiği kişiyi daha iyi tanıyalım: "Mehmetçik dindardır. Asırlardan beri dindardır. Anadan, babadan dindardır. Şehit Mehmetçik'in bizden istediği, içten veya dıştan söylenmiş bir Fatihadır; onun istediğini ondan esirgemek ne kadar hazin bir şey olur! Onun düşünce dünyasında, buğdayını veren tabiat, vatan, millet, Tanrı, mukaddes insanlar, kendi ruhu, hepsi, hepsi bir terkip teşkil eder. Mehmetçik'in hayat felsefesini parçalamanız pek de güzel bir netice vermez. Bunun tehlikeli, bizzat Mehmetçik ve vatan için tehlikeli olduğunu zannediyorum. Bu memlekete Mehmetçik'ten hiçbir zarar gelmemiştir. Bilakis, bize ekmeği, bize en büyük ruh asaletini veren odur. Bu memleketin başına belâ, Mehmetçik'in manâsını ve felsefesini anlamayanlar olabilir. Bunun için onu anlamak ve sevmek icabeder. Sevgilerimizin başına onu koysak, onun tabiat ve vatan karşısında gösterdiği sabır ve irade ve kahramanlığı gösterebilsek, onun kadar gösterişten, şarlatanlıktan uzak kalsak, biz kötü münevverler, biz kafası ve ruhu bin bir zehirle bozulmuş zavallılar, bütün hastalıklarımızdan, dalâletlerimizden ve küfürlerimizden kurtulabilirdik." Türk milletinin kaderinin tayin edildiği günlerden bugüne, Anadolu toprağına bağımsızlık mührünü defalarca ve silinmemek üzere vuran, iman dolu göğsünde vatan sevgisinin çarptığı Mehmetçik, yürekleri kanatan bir manzaranın, her türlü bayağılığın, zalimliğin, şiddetin, kanın, ölümün hüküm sürdüğü bir dünyada, “Yedi düvele karşı Türk'ün üstünlüğünü..." sağlamak için yine cepheden cepheye koşarken, aynı zamanda

sayı//68// mart

90

geçmişteki nice zaferlerin başkahramanı da olan bu yiğide Halit Fahri OZANSOY mısraların diliyle şöyle seslenmektedir: “Hep böyle bulutlar içinde başın, / Hilâli kucaklar her vatandaşın. Geçse de asırlar, tazedir başın, / O kadar levendsin, fidan gibisin.” Unutmayalım onları... Ve yaptıklarını... Sahip çıkalım onlara... Ve yaptıklarına ki... Onlar da unutmasınlar; kanlarıyla ıslattıkları, canlarıyla süsledikleri vatan toprağında yattıkları yerde bizleri... Maneviyatlarıyla güç versinler... Kuvvet versinler bizlere... Unutursak onları ve yaptıklarını... "Unutan unutulmuştur." sözü gereğince, onlar da bizleri unuturlar. Gücümüzü ve kuvvetimizi kaybederiz. Dağılırız, parçalanırız.Unutmayalım koca gövdesiyle vatanın bağrını dolduran Mehmetçiği... Mehmetçikleri... Selâm o şanlı askere! Selâm o korkusuz neferlere! (*)Genel Kurmay Başkanlığı'nın bu konudaki soruya verdiği cevap, bazı eklemeler, çıkarmalar ve düzeltmeler yapılarak yazıya alınmıştır. T.C. GENELKURMAY BAŞKANLIĞI / A N K A R A GENSEK : 3400- 2073-04/Bas.Yyn.Hlk.İlş.ve Tnt.D.Hlk. İlş.Ş.( 2051 ) 31 ARALIK 2004 KONU : Bilgi Edinme Hakkı Yasasından YararlanmaTalebi SAYIN A D İLGİ : (a) 4982 sayılı Bilgi Edinme Hakkı Kanunu. (b) 2004/7189 Karar Sayılı “Bilgi Edinme Hakkı Kanununun Uygulanmasına İlişkin Esas ve Usuller Hakında Yönetmelik” (c) A D’ın 21 Aralık 2004 tarihli bilgi edinme talebi. 1. İlgi (a) Kanun ve ilgi (b) Yönetmelik kapsamında yaptığınız müracaat ilgi (c) ile alınmıştır. 2. Söz konusu talebinize ait cevap EK’te gönderilmiştir. Gereğini rica ederim. Fatih DOĞAN / Piyade Binbaşı /Bilgi Edinme Kısım Amiri 1 “Mehemmed” isminin verilmesinin altında yatan neden olarak da İslâm peygamberi Hz.Muhammed(A.S.)’in kutsallığının zedelenmemesi fikri yatmaktadır. 2 Bu dönüşüm, daha çok saygıya ve bir de Türkçenin dil zenginliğine bağlanabilir. Böylece fazla sesler kelime içerisinden çıkarılarak Türkçenin sadeliği korunmuş oluyor. 3 “Mehmetçik” kelimesine gelen -çik” eki, kelimeye sevgi anlamını kazandırmaktadır.


(MED)RESE (MED)ENİYET

Bence ulaşmamız gereken asıl kızıl elma Endülüs olmalı. Öyle bir medeniyet ki Endülüs, medreselerinde (bu arada medrese denince beynimizde oluşan günümüzdeki dar anlamını kastetmiyorum. 50 fakültesi olan bir üniversite hayal edin lütfen) İbrahim AKÇAY

edrese deyince nedense aklıma medeniyet gelir her zaman. Bu sadece ilk üç harfinin benzerliğinden meydana gelen bir çağrışım değil tabi ki. Medrese çoğumuzun bildiği gibi ders kökünden türemiştir. Ders kökünden türemişse hemen eğitim gelir aklımıza. Doğal olarak da eğitim ile medeniyet arasında doğrudan bir ilişki vardır. Eğitim seviyesi ve kalitesi yükseldikçe medeniyet de o oranda sağlam ve büyük olacaktır. Gerçekten de geriye dönüp baktığımızda, okuduğumuz, yazdığımız, anladığımız ve düşündüğümüz çağlarda medeniyetimizin ne denli büyük ve muazzam olduğunu görürüz. Örnek mi? Endülüs. Endülüs başlı başına ele alınması gereken, üzerinde abartmıyorum milyonlarca tez konusu yazılabilecek bir medeniyet. Bence ulaşmamız gereken asıl kızıl elma Endülüs olmalı. Öyle bir medeniyet ki Endülüs, medreselerinde (bu arada medrese denince beynimizde oluşan günümüzdeki dar anlamını kastetmiyorum. 50 fakültesi olan bir üniversite hayal edin lütfen) matematik koridoru, fizik, kimya, tıp ve sağlık bilimleri koridoru. Hemen karşısında Hadis ve sünnetlere dair sohbetlerin yapıldığı oda, Kuran-ı Kerim üzerine sohbetler yapılan oda ve onun yanında da musiki eserlerin icra edildiği bir oda düşünün işte o şekildeydi.

Toplumda zengin fakir ayırımı yoktu çünkü müthiş bir dayanışma-yardımlaşma sistemi vardı. Hırsızlık ve yalan nedir bilinmiyordu. Herkes gülümsüyordu fıskiyeli havuzların olduğu ve evlerden üzüm salkımlarının sallandığı sokaklarda. Bir şiirimde yazdığım gibi: Ey hayalimi süsleyen güzel ülke Seni arar oldum şimdi kendimce Rüyalarıma giriyorsun gündüz gece Seni anlatıyorum artık hece hece: Hep yüzler gülerdi senin sokaklarında Aslanlar bile kükremez olmuştu ormanlarında Yakamozlar süslemekteydi sahillerini Üzüm bağlarınla mest ederdin herkesi Bir musiki çalardı sokaklarında Ay ise hep göz kırpıyordu baharlarında Fıskiyelerinden su fışkırırdı havuzlarında Yoksulluk çıkarılmıştı sözlükten Herkes gülümsüyordu en içten İslam altın çağını yaşıyordu Kötülük sıfırlanmıştı, yoktu Öyle bir medeniyet yeşermişti ki Geziyordu yan yana horoz ve tilki Tüm duvarlarda tek yazı: Allah’tan gayrı büyük yok Bütün insanlar adil ve herkesin gözü tok Yoksun şimdi Ey Endülüs, ne gelir elden Vazgeçecek değilim asla, senden Süslemeye devam edeceksin şu ruhsuz ruhumu Kim bilir belki yeşertiriz o saklı tohumu Evet, bu güzel manzaralar sadece Endülüs’te değil medreselerin anlamına ve amacına uygun olarak kullanıldığı her dönemde vardı. Nizamiye Medreselerinde vardı mesela aynı manzara. Ve ne büyük insanlar yetişmişti. Çok yönlü insanlar yetişmişti. Nasıl mı? Hem astronomi uzmanı hem hadis uzmanı, hem matematikçi ve hem de medeniyet yazıları yazan bir yazar… İşte böyle insanlar yetiştiriyordu medreseler. Ya Sivas, Kayseri, Konya, Tokat taki Selçuklu medreselerine ne demeli? Hepsinin kapıları ve duvarları dantel dantel işlenmiş ve nice güzel, eğitimli insanlar yetişmiş. Ve Osmanlı medreseleri …Belli bir döneme kadar harikulade bir eğitim müesseseleriydi. Çok büyük şahsiyetler yetişmişti. Gel zaman git zaman medresenin de anlamı ve şekli değişti belleğimizde. Fakülteleri,astronomi merkezleri, tıp odaları, aşevleri,ibadet yerleri, kütüphaneler,konaklama yerleri ve dinlenme yerlerini kapsayan o büyük medrese kavramı şimdilerde zihnimizde bir katlı 4 odası olan içinde 3040 öğrencinin ezber yaptığı ve başında elinde sopasıyla bekleyen sarıklı bir hocanın olduğu bir bina haline geliverdi. Şöyle bir düşünelim acaba böyle bir manzara kimin aklına gelmedi? İşte tekrar medrese kavramının içini doldurabilirsek medeniyetimiz üzerindeki tozları atar ve tekrar ihya olma yolunda ilerler. Ve “MEDeniyeti MEDrese sağlar” sözüm gerçekleşmiş olur. 91


alata Köprüsü ne kadar da kalabalık… Yenicami ne kadar da heybetli… Şehir Hatları Vapurundaki sarı-beyaz-yeşil uyumu ne kadar da şık…

BİR BAVULA

NE SIĞAR? Eee, ne de olsa öğrencilik vardı serde ve bu sebepten ekonomik davranmak neredeyse temel refleksiydi.

İbrâhim BAŞER

…ve akşam simitleri ne de baştan çıkarıcı kokuyor! Dur, şuradan üç simit alayım, atölyede çay da vardır şimdi, oooh, çıtır çıtır yeriz ekiple beraber. “-Üç simit, sıcaksa ver ama.” “-El yakmazsa para yok ablam!” Fındıklı’dan beri yürüyordu. Böylece, hem akşam trafiğinde balık istifi otobüslerde dur-kalk eziyetine maruz kalmamış, hem de simidin biri bedavaya gelmişti. Eee, ne de olsa öğrencilik vardı serde ve bu sebepten ekonomik davranmak neredeyse temel refleksiydi. Allah için, hiç de muhtaçlık çekmemiş ama asla da müsrif olmamıştı üniversite hayatında ve doğrusu bundan hiç şikâyetçi değildi. Şu rüzgârlı Âsitâne akşamında, âşığı olduğu şehrin yollarını adımlamayı, sağlı-sollu onlarca eserle ziynetlenmiş o paha biçemediği kültür zenginliğini hücrelerinde hissetmeyi öyle seviyordu ki… Dalgın adımlarla Mısır Çarşısı tarafına yönelince, aniden havalanan kanat denizinde kayboldu bir an… …ve o an, geniş zamana dönüştü! Havalanan tanelerce kuş gövdesi, tanelerce kuş bakışı, sayısız kanat çırpışıyla kuşatıldı adeta ve adeta o kanatların rüzgârı geldi kanadına değdi! Şehrin hayhuyu, kalabalığı, kabalığı dışarda, uzakta kaldı sonra. O an; geniş zamana dönen o an, geçmişinden geleceğine bir Sırat oldu, uzandı… …uzadı! İnci-mercan pırıltılı bir masum kuş bakışı, gözünden gönlüne bir damla maya mı düşürdü, bilemedi. “-Kızım, iyi misin?”

sayı//68// mart

92


“-Efendim!” Geniş zaman, yeniden âna dönerken, endişeyle bakan yaşlı teyzeyi fark etti. Az evvelki kanat denizinin kuşları biraz ötede kendilerini yemleyen bir çocukla oynaşıyorlardı. “-Dakikalardır öylece hareketsiz duruyorsun da, merak ettim yavrum.” Gülümsedi yaşlı kadına ve teşekkür edip, kalabalığa karıştı… Babıâli Yokuşu geride kalırken nefesi tıkanmış, dermanı tükenmişti. Atölyesindeki renklerini, nakışlarını ve bir de sıcak çayına katık edeceği gevrek simit keyfini aklına getirip, bir gayret hanın merdivenlerine yöneldi. Birinci ve ikinci katı tıkır tıkır çıkınca bir derin nefes aldı. Gerçi sırt çantası dışında sadece simitlerin olduğu bir küçük poşet taşısa da bir an eli-kolu dolu evine giden bir anne gibi hissetti kendini. “-Acıkmıştır onlar da”, diye geçirdi içinden. Bir tebessüm ilişti yüzüne ve gürültülü konfeksiyon makinalarını çalıştıran komşularının katından yeniden merdivenlere adım attı. 15, 16, 17, sahanlık, 1, 2… Hanın tepesine kurulan tek odalı mekânlarına, sığınağına ulaştıracak son basamaklardı önünde yükselen ve geride bıraktığıysa şehrin safrası, gürültüsü, hengâmesi, kaosu, kavgasıydı. Sesler geride kaldıkça, Yenicami önünde kanatlarıyla bir sonsuza kapı aralayan kuşlar düştü aklına. Haydi bakalım; 12, 13, 14, 15… “- …!” İki basamak daha varken bir şey oldu. Tuhaf hissettiren bir şey! Merdiven başında eşyalarını; aslında nakışlarını, renklerini, hayallerini taşıdığı bavulu duruyordu, bir de yanında birkaç büyücek torbaya tıkıştırılmış çer-çöp yığını… Aralık atölye kapısından, birlikte “yoldaşlık” kavliyle yürüdüğü iki arkadaşının son parçaları topladıklarını gördü. Anlamadı evvelâ… Anlamak istemedi hatta!

“-…biz yeni bir yere geçiyoruz… ayrılıyoruz… dostluk baki ama… alınma sakın…”, gibi bir şeyler söylüyorlardı. Söylüyorlardı ama söylenenler öylesine kurşun damlalar olup damladı ki içine, dostluğu yandı, arkadaşlığı kavruldu! Sesi çıkamadı. Atölyeye giremedi. 15. basamağa çöktü kaldı. Dolu dolu olan gözlerine lâf geçirmeye çalışıyordu. İçinde pırpır eden şeyin, önündeki yıllarını mayalayacak kanat sesleri olduğunu bilemedi; yumrukları sıkıldı, tırnakları etine geçti. Neden sonra, elindeki simit torbası geldi aklına. Üç gevrek simitten kendi payına düşeni alıp ısırdı, lokması ağzında büyürken bavuluna yapıştı. Aşağı inmeye hamle edecekken kalan simitlerin olduğu torbayı atölye kapısına asıp, merdivenleri öyle indi… …ağır ağır! Kapıda asılı simitlerse, bir bavula sığdırılan ‘ahde vefa’ ile ‘dostluk’ arasında kaskatı kesildiler.

93


stanbul’da yaşama talihine erişenler, ömürlerini bu aziz milletin kültürüne, sanatına, edebiyatına, medeniyetine hasretmiş büyükleri yakından tanıma, en azından çeşitli vesilelerle onları dinleme fırsatını bulabiliyor. Doğrusu benim de tanıma bahtiyarlığına eriştiğim, esaslı fikirlerinden ve sağlam duruşlarından istifade ettiğim büyüklerimden biri de Mehmet Genç’tir.

BİR OSMANLI MÜNEVVERİ;

MEHMET GENÇ Mehmet Genç, Türkiye’de bir çok üniversitede görev yapmış, “Osmanlı İktisat Tarihi”ni ilim dünyasının gündemine taşımış, fikirleri, makaleleri ve eserleriyle sadece bizde değil dünyada da ilgi uyandırmış bir âlim Mehmet Nuri YARDIM

Osmanlı iktisat tarihini günümüzde en iyi bilen bir âlim olarak Mehmet Genç’i ilk olarak ne zaman ve nerede gördüğümü/dinlediğimi sorduğum hafızam, beni merhum “Bilge Tarihçi”miz Ziya Nur Aksun’un evine havale etti. Her bayram günü Marmaratörlerin ağabeyi tarihçimizin evine giderdik. O bayram sohbetlerinde serzâkirimiz Mehmed Niyazi ağabeydi. Bilhassa Marmara Kıraathanesi’nden bahsetmeye başlayınca yüzlerde çiçekler açar, bir tebessüm dalgası aynı anda çehreden çehreye yayılırdı. İşte bu bayramlaşma gününden birindeydik. Mehmet Genç büyüğümüz de aziz ve kadim dostu Ziya Beyi ziyarete gelmişti. Başka Marmaratörler de bulunurdu bu mecliste. Ama dediğim gibi sohbetlerin lokomotifliğini rahmetli Niyazi ağabey yapar ve bizi alıp maziye götürürdü. Yakası açılmadık hatıralara, sandıklardan taze çıkarılmış bilgilere kulak kabartır, bir günlüğüne de olsa ‘kulak mollası’ olmaya çalışırdık. Bu unutulmaz feyizli meclislerde hepimizin ‘ablası’ muhterem Belma Aksun Hanımefendi, hem iyi bir ‘ev sahibesi’ olarak sohbetlere zaman zaman iştirak eder, bir taraftan da izzet ikramda bulunurdu. Ziya Nur Aksun ve Belma Aksun, Akatlar’daki bu müstesna mekânda büyük emekle yaptıkları ve duvarlara astıkları tablolarıyla misafirlerinin gözlerini ve gönüllerini de seyrana çıkarırlardı. Sonra Marmaratör Üstün İnanç ve Reşat Şen büyüklerimizden Mehmet Genç’in iki yakın arkadaşı daha olduğunu, Allah’ın rahmetine kavuşan bu iki ilim adamının da Mehmed Çavuşoğlu ve Erol Güngör olduklarını öğrenmiştim. Üçü beraber dolaşır, Beyazıt’taki Marmara Kıraathanesi’ne de birlikte gelirlermiş. Mukaddesatçı camia, bu üç can dostu çok sevip sayarmış. SOHBETİNE HASRET KALDIK

Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği (ESKADER) olarak Mehmet Genç hocamıza ‘Üstün Hizmet Ödülü’nü verdiğimizde çok

sayı//68// mart

94


sevinmiş ve doğru bir iş yaptığımıza inanmıştık. Daha sonra Cumhurbaşkanlığı Kültür Sanat Ödülü de aziz hocamıza takdim edildiğinde Cumhurbaşkanımız sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın kadirşinas yönüne bir kez daha şahit olduk. Mehmet Hoca da vefa duygusu çok yüksek, üstün bir ahlak ve fazilet âbidesidir. Anlatayım: Erol Güngör hakkında önemli bir anma toplantısı yapılmıştı. 26 Kasım 2018 tarihinde Sultanahmet’teki Marmara Üniversitesi Rektörlük binasında düzenlenen programda hatipler arasında Mehmet Genç de vardı. O gün Erol Güngör’ün eserlerinin yeniden basılması münasebetiyle tören düzenlenmişti. Kıymetli iktisat tarihçimiz, konuşmasıyla gönülleri fethetmiş, ağzına kadar dolu büyük salonda herkes onu pür dikkat dinlemişti. Hoca ağır mevzulara girmedi o gün. Gençlere dönük şen şakrak bir konuşma yaptı. Latifeleriyle, nükteleriyle herkesi güldürdü. Ama düşündüren nüktelerdi bunlar. Toplantının sonunda selam verip hatırını sordum, teşekkür ettim. O arada hocamızla birlikte Durali Yılmaz, Fatma Gürbüz Yılmaz ve Ali Ürey’le birlikte hatıra fotoğrafı çektirdik. Hocanın kıymetli dostu büyük sosyolog merhum Erol Güngör, yıllar sonra sevenlerini yeniden bir araya getirmişti. Mekanı cennet, menzili mübarek olsun. MÜMTAZ BİR İLİM ADAMI

Mehmet Genç, Türkiye’de bir çok üniversitede görev yapmış, “Osmanlı İktisat Tarihi”ni ilim dünyasının gündemine taşımış, fikirleri, makaleleri ve eserleriyle sadece bizde değil

dünyada da ilgi uyandırmış bir âlim. 4 Mayıs 1934 tarihinde Artvin’in Arhavi ilçesinde doğan hocamız, ailesinin yedinci çocuğu olarak dünyaya geldi. İstanbul’da Haydarpaşa Lisesi’ni 1953’te, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Maliye ve İktisat Bölümü’nü 1958’de tamamladı. Bir süre memuriyet yaptıktan sonra 1960 yılında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde Prof. Dr. Ömer Lütfi Barkan’ın asistanı olarak ilim âlemine intisap etti. “Sanayi Devriminin Osmanlı Sanayiine Etkisi” adlı doktora tezini tamamladı. Burada 1965’ten 1982 yılına kadar “İktisat Tarihi Uzmanı” olarak bulundu. 1966 yılında araştırma yapmak üzere Başbakanlık Arşivi’nde çalışmaya başladı. Artık araştırmalarının temel kaynağı Osmanlı arşiv belgeleriydi. 1983 yılında Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi’nde “İktisat Tarihi” ve “Tarih Metodolojisi” dersleri vermeye başladı. 1973’ten itibaren “Osmanlı İktisat Tarihi” alanında yerli ve yabancı birçok seminere ve toplantıya katıldı. 1985-1988 yılları arasında TRT’de danışman olarak çalıştı, kültür ve bilim sohbetleri yaptı. 1985 yılında İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde Yüksek Lisans ve Doktora öğrencilerine Tarih ve Sosyal Bilimler dersleri veren Genç, 2002’de bu okuldan yılında emekli oldu. 1996 yılında İstanbul Üniversitesi “Genel Sosyoloji” ve “Metedoloji” alanında “Doktora Şeref Unvanı”na sahip oldu. Evli ve iki çocuk babası olan Genç, Türkçe, İngilizce, Fransızca ve Yunanca yayımlanmış çok sayıda makale kaleme almıştır. 2000 yılında, tebliğ ve makalelerinin önemli bir bölümü bazı ilavelerle Osmanlı 95


ise günümüzün tabiiyle söylersek ‘ideolojik motivasyonu’ çok yüksekti. Yani belli bir inancı yoğun bir şekilde yaşayan bir elit tarafından yönetiliyordu. Bu elitin ideolojik aidiyeti tabii ki Müslüman’dı. Fakat Müslümanları idare etmek üzere kurulmuş değildi. Osmanlı elitinin esas motivasyonu, Müslümanların yönettiği bir dünya devleti olmaktı.”

İmparatorluğunda Devlet ve Ekonomi adlı kitabında (Ötüken Neşriyat) yayımlamış ve bu kitap ile “Türkiye Yazarlar Birliği” tarafından Fikir Dalında ödüle layık görülmüştür. 2001 yılında aynı kitap ile “Aydın Doğan Vakfı” özel ödülünü almaya hak kazanmıştır. 2015 yılında Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri Yönetmeliği kapsamında, Sosyal Bilimler ve Tarih alanında ödüllendirildi. TÜRKİYE’NİN GELECEĞİNDEN ÜMİTVAR

Tarihçi ve mütefekkir Mehmet Genç, çeşitli muhitlerde yaptığı konuşmalarda Türkiye’nin geleceğinden ümitli olduğunu söylüyor ve “Bir şey kımıldıyor.” diyor. Muhteşem bir mirası devraldığımızı hatırlatan Genç, geçmişimizden istifade etmemiz gerektiğini belirterek, “Osmanlı’nın tecrübelerinden bütün insanlık yararlanıyor. Tabii biz de faydalanmalıyız. Tarihimizin en önemli dönemlerini teşkil ettiği için onu saygı ile ihtiramla anmak durumundayız.” diyor. Osmanlıyı başarılı ve uzun ömürlü kılan hususları, Mehmet Genç Hocamız şöyle açıklıyor: “Bunun bir çok unsuru vardır. Fakat bence en önemli nokta

sayı//68// mart

96

Genç, Lacivert dergisinde kendisiyle yapılan mülakatta “Osmanlı’yı anlamak için ne yapmalıyız?” sorusuna şu cevabı veriyor: “Onu anlamak için bugünkü Türkiye sınırları içine kendimizi hapsetmekten kurtarmalıyız. O geniş imparatorluğu ulus devlet anlayışı içinde kalarak İstanbul’da tarihin tanıdığı en büyük çeşitlilikteki imparatorluğun sorumluluğu ile karar veren insanların ufkunu yakalamak hiç de kolay değildir. Amacımız sadece Türkiye tarihini anlamaktan ibaret bulunsa bile, sınırlarımızın dışına bakmak zorunluluğu vardır. Çünkü o tarihi, yarım bin yıl müddetle paylaşmış bulunan Irak, Suriye, Mısır, Kuzey Afrika, Yunanistan, Bulgaristan, Yugoslavya ve Romanya gibi Osmanlı bölgesi ülkelerinin tarihinden ayırarak anlayamayız. Bu ülkelerin tarihine ait kaynakların önemli bölümü Türkçedir ve bizdedir, ama sadece bunlarla yetinmeden bu bölgelerde yerel dillerdeki belge ve yayınları da izleyebilen uzmanlıklar düzeyinde, mümkünse o ülkelerdeki kurumlarla iş birliği içinde araştırmalara yönelmek, Osmanlı tarihini ortaya koyabilmek için gereklidir.” Mehmet Genç, 27 Mayıs 2012 tarihli Yeni Şafak gazetesinde Kübra ve Büşra Sönmezışık kardeşlerin bir sorusuna şu cevabı veriyor: “Hakikati aramak, en önemli motifim oldu. İnsan hakikati ararken tevazuu da öğreniyor. Sürekli çalışıyor ve tecrübe ediyorsunuz, öğreniyorsunuz ve bilmediğinizi anlıyorsunuz. O bilgisizlikleriniz omuzlarınıza bir yük gibi biniyor. Kibir diye bir şey kalmıyor. Kibir olan insanda, ilim olmaz. Dindar bir insanım. Hz. Peygamber’e çok bağlıyım. O’nun Hadislerini öğrenmek, onları düşünmek ve mümkün olduğunca onlara göre hareket edebilmek büyük bir mazhariyettir, diye düşünüyorum. O bana yetiyor.” Hoca hakkında Sakarya’da 29 Nisan 2013 tarihinde bir ‘saygı gecesi’ düzenlenmişti. Benzeri bir şükran gecesi bir an evvel İstanbul’da yapılmalıdır. Aziz hocamıza sağlıklı, bereketli, hayırlı ve huzurlu bir ömür diliyorum.




Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.