ŞEHİR ve KÜLTÜR - 64. Sayı

Page 1



Biz’den…

Bir Şehir Bir Medeniyet Böyle İmar Edilirdi.. Aldın hezâr büt-gedeyi mescid eyledin Nâkûs yerlerinde okuttun ezânları (Binlerce puthaneyi alıp mescide dönüştürdün. Çan yerlerinde ezanları okuttun.) Bâkî Tarih boyunca, dört kıtada zulme karşı savaşan, yaptığı fetihlerle Son mukaddes dinin savunucusu ve hak dinin uygulayıcısı olarak altı asır boyunca İyilik ve güzellikleri oluşturan Estetiği bir medeniyet tasavvuru olarak benimseyen bir neslin torunlarıyız şükürler olsun.. Bu medeniyetin bir bakiyesi ve medeniyetine sahip çıkan Türkiye Cumhuriyeti devletine sahip bir neslin çocuklarıyız hamdolsun.. Bu medeniyet tasavvurunu bizlere yazdığı şiirlerle ve nesirlerle anlatan değerli şairimiz Yahya Kemâl Beyatlı’nın hem vefatı hem doğumunun yıldönümlerini taşıyan takvim yapraklarının olduğu günlerdeyiz.. Adeta bir koca Osmanlı Devletinin tarihini, coğrafyasını, sosyolojisini, mimarisini, medeniyetini anlattığı “Süleymaniyede Bayram Sabahı” şiirinde bugüne kadar gelen bize has bir tasavvur vardır.. Her bir beyit okuyan için tarih içinde yolculuk yapmaktır.. Süleymaniye’nin her figürünü her hatırasını her mankıbesini bu beyitlerle nakış gibi işlemiştir..Bu mabette vatanın birliğine karıştığını, yaşayanlarla ervahı birlik içinde tasavvur eder.. Tarihe, Anadolu tarihinin fetih başlangıcı Malazgirtle başlar Üstad, dokuz asır geçmiştir, O tarihten itibaren bütün fetihleri gökyüzündeki bulutlarla günümüza taşıyor, sesleri ile ışıkları ile şehitleri ile Bu ilahi yapıya girdiğini müşahede ediyor tüm ecdadın..Kendi Gök Kubbemiz altındaki bu ilahi yapıya…Süleymaniye içindeki nefer esvablı birinden bahsederken, Sevdiği Allahına böyle bir yapıyı tamamı nefer olan milletin adadığını vurgular.. Yapıyı Hendeseden abide olarak görür..Sinan Sultanından emirle yapmıştır bu yapıyı ama aslında, müşterek rüyalarının dünya gözüyle tezahürüdür .. Hendeseye hükmetmiştir Koca mimar bu yapıda, Hatlara Karahisari kanını canını katmıştır, Kara Memi kalem işlerinde renklere ve şekillere hükmederek nakkaşlığını asırlar sonrasına aktarmıştır…Bir bayram sabahında Itrî muhteşem bestesiyle milletin dilinden rabbini zikreden bir millettir Kendi Gök Kubbemiz altında.. Yahya Kemâl , Medeniyetimizin tasavvurunu çizer bizlere şiirlerinde.. Yahya Kemâl, Şiirlerin’in bazılarında hayal ettiği şehirleri bizlere anlatır, bu şehirler, çocukluğunu geçirdiği şehirler..Balkan şehirlerinden bahseder, Doğduğu şehir Üsküpten..Bosna’dan ve gazi isa bey’den.. Varna’dan Kosovadan tarihi kayıtlar düşer..Bursa önemli bir şehirdir, kadîm medeniyet tarihinde Bursa ,antik bir medeniyetin önemli bir şehridir..Devirler döndükçe, İslam Medeniyetinin bir temsilcisi olarak Osmanlı medeniyet çizgisinin saf ve

temiz bir örneğidir…Osmanlı Tarihini beş yüz yılının geçtiği Tuna’yı her zaman özlemle anar,kıyısındaki her şehri gerdana takılmış inci taneleri olarak görür..Şiirlerindeki anlatımdan, bu şehirleri halen bizim şehirlerimiz olarak görür, o kadar özümsemiştir, bu ülkenin her ferdi gibi… İsmail Dede efendi’yi onun kaleminden farklı anlarız, Itrî onun şiirinde muhteşem bir hal alır..Tamburi Cemil Bey’in musiki anlayışına hayrandır..onun musikisi için “Kökü mazide olan atidir” yorumunu algılayabiliriz.. Musikinin sesinde ve ritminde Vatan yorumu yapar şairimiz; Bu yaz kemençeyi bir dinledinse Kanlıca’da Baharda bir gece tanbûru dinle Çamlıca’da Bu sazların duyulur her telinde sâde vatan, Sihirli Rüzgâr eser daima bu topraktan. … Üsküdar’ı bu kadar önemseyen bir başka şiir yazılmamıştır desek yeridir.. Üsküdar , bir Ulu Rüyayı görenler şehri! Seni gıptayla hatırlar vatanın her şehri, Hepsi der”Hangi şehir görmüş onun gördüğünü” Bizim İstanbul’u fethettiğimiz mutlu günü.. Kocamustafapaşayı anlatırken, İstanbul’un ücra köşesindeki fakir İstanbul’dur öznesi.. … Kaldırımsız ,daracık, iğri sokak,doğru sokak. Her geçildikçe basılmış ve düzelmiş toprak. Kuru ekmekle bayat peyniri lezzetle yiyen, Çeşmeden her su içerken:’Şükür Allah’a diyen Yahya Kemâl, Selimnameyi yazarken bir destan şairidir, müthiş kalemi vardır, her mısraı farklı bir destan gibidir.. Yahya Kemal’e ayırdığım bu yazımda , üstadın unutulmaması gereken medeniyet şairlerimizden olduğu, bizlere tarihimizi şiirin en güzel diliyle aktardığı içindir.. Rahmetle anıyoruz.. Yahya Kemâlin aslında bizim ruh kökümüzü anlatan şiirlerindeki duygular ve anlatılan zaferler, kahramanlar, komutanlar ve şehirler, Ülkemizin bu günlerdeki askeri aktivasyonları ve ordumuzun manevi havasını birebir yansıtıyor..Afrin’le başlayan ve Suriye’nin kuzeyinde yedi düvelle mücadele eden bir ordunun kahramanlığı, Kendi Gök Kubbemiz altındaki medeniyet tasavvurumuzun günümüze yansımasıdır… Güzel ülkemin güzel insanlarına vatan, millet duygularımızı ve kültürümüzü anlatmak için saçımızı tarayarak yeni bir sayı ile tekrar huzurunuzdayız.. Hz.Mevlânâ der ki; Emek ver, kulak ver, bilgi ver, ama sakın boş verme. “Hoş bulduk efendim, Hoşça bakın zatınıza..

Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni


içindekiler

4 8

PRiZREN’iN ORTA YERi: SÛFÎ SiNAN PAŞA CAMii Abdulhamit AVŞAR

ERGiRi (GJiROKASTRA)

ZEKATE EVi VE DİĞERLERi Dr. M. Sinan GENİM

12 15

16

iSTANBUL’DAN

NEREYE YOL GiDER.. Mehmet Kâmil BERSE

20AMASRA

ÇEŞM-i CiHAN Mehmet MAZAK

ASYA’DA BiR KUTSAL ŞEHiR:

OŞ (KIRGIZiSTAN) Mimar Dr. Kâmil UĞURLU

28 “BANGKOK”

GÖRKEMLi TAPINAKLAR ŞEHRi

Salih DOĞAN

DÜNYADA HER ŞEHiR YENi BiR DEVLETTiR Prof.Dr. Ersin Nazif GÜRDOĞAN

ŞEHİR ve KÜLTÜR: Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488. İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni asistanı: Seyfullah Erkmen İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yard.Doç.Dr.Recep Çelik Editörler: Edebiyat,Tarih/ Fahri Tuna Medeniyet/ Şimşek Deniz Şehirler/ Yrd.Doç.Dr.Ali Mazak

36

YiTiK COĞRAFYANIN ŞEHiRLERi

GÜMÜLCiNE VE SEREZ

Hüseyin YÜRÜK

Sanat, Kültür / Giray Tarhanoğlu Reklam: Ensar Albayrak Pazarlama ve Halkla İlişkiler: Atilla Akdemir, Ahmet Şayır. Ankara Temsilcisi: Yaşar Dinçkal Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse,

Tashih: Giray Tarhanoğlu, Ensar Albayrak. Grafik Tasarım: Gazanfer Kırımlı / Martı Ajans Ltd.Şti Koordinasyon ve Teknoloji: İsmail Yılmaz- A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Bekir Karlıga, Prof.Dr.Hüsrev Hatemi, Doç.Dr.İbrahim Demir, Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Zekeriya Kurşun, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan,


24 KADİM BİR ŞEHRİN KAPILARI / Mehmet KURTOĞLU 27 GARIBIN GÖNLÜ SIRÇA -şiir-/ Kâmil UĞURLU 33 ÂKİF EMRE SÖYLEŞİLER / Kitap Tanıtım: Fatma DERİN

46

GiDENLERiN ARDINDAN;

YAŞASIN HATIRALAR Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ

34 NEVŞEHİR: HİÇ ESKİMEYEN TARİHÎ BİR ŞEHİR / Fahri TUNA 40 MÜZELER ŞEHRİ GAZİANTEP -II- / Prof. Dr. H. Ömer ÖZDEN 44 AHMET HAMDİ TANPINAR’IN GÖZÜNDE ERZURUM / Dr. Şakir DİCLEHAN 49 MEVLANA GİBİ / Mustafa UÇURUM 50 KÜLTÜR VARLIKLARINI KORUMA BÖLGE KURULLARININ HIZLI VE ŞEFFAF OLMA/ MASI MESELESİ / Cem ERİŞ 53 SAVAŞLARIN KURBANLARI ŞEHİRLERDİR! / Muhsin İlyas SUBAŞI

62

TÜRKÜLERiN DÜNYASINDABiR ŞEHiR:

ERZURUM

İsmail BİNGÖL

54 GÖÇ VE İSTANBUL FATİH MUHSİNE HATUN MAHALLESİ / Dr. Şimşek DENİZ 57 AHLAK VE ÜMİT / Durdu ŞAHİN 58 GEZMENİN TADI / Recep GARİP 60 TÜRKÇE’ME YOL ÇİZEN DURSUN AKÇAM’I HATIRLADIM / Erbay KÜCET 66 SÜKÛT SÛRETİNDE KLAS DURUŞLU BİR TAVIR ADAMI NURİ PAKDİL’İN ARDINDAN / Prof. Dr. Âdem EFE

70

SELÇUKLU SANATINDA GEOMETRİK SÜSLEME Mehmet SANCAK

73 BİR YUMAK İNSAN / Sıddıka Zeynep BOZKUŞ 74 MÜZİĞİMİZE İSTANBUL DAMGASI VURAN BESTEKÂR YESARİ ASIM ERSOY / Hüseyin MOVİT 76 CAHİLLİK VE AHMAKLIĞIN ŞİFRELERİ / Mehmet BAŞ 78 ŞEHİR VE CAMİ BAHÇELERİ / Nagihan AYDIN 80 ŞEHİRLER VE VAKIF İNSANLAR / AHMET NARİNOĞLU 83 KİTAP VE HAYAT / Serdar YAKAR

94

84 SABRİ F. ÜLGENER’İN DÜŞÜNCESİNDE TASAVVUF VE KAPİTALİZM-1- / Nuh Muaz KAPAN ÖMRÜNÜ iLME HASREDEN VAKIF ADAM

MEHMET EMiN SARAÇ Mehmet Nuri YARDIM

Prof.Dr.Celal Erbay, Prof.Dr.Recep Toparlı, Prof.Dr.Hamit ER, Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof.Dr.M.Sıtkı Bilgin, Prof. Dr.Hamza Ateş , Doç.Dr.Muharrem Es. Prof.Dr.İbrahim Maraş, Doç.Dr.Ali Satan,Doç.Dr.A.Hikmet Atan, Yard.Doç. Dr.Erkan Çav, Dr.Önder Bayır, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Yaşar Dinçkal, Prof.Dr.Ümit Doğay Arınç, Prof.Dr.Süleyman Kızıltoprak, Prof.Dr.Muhammet Kuralay. Fiatı: 20 TL (KDV DAHİL) KKTC fiatı: 30 TL. Abone Yıllık: İstanbul 210 TL. İstanbul Dışı 220 TL. Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR3100 0460 0028 8880 0005 6479

87 YAĞMURU ÖZLEYEN DAMLA / İbrahim BAŞER 88 ALİ YAKUP CENKÇİLER HOCA’NIN HAYAT EVRELERİ -1- / Mustafa ATALAR 92 ÇAĞIMIZIN MUS’AB’I MUSA BANGURA-iki- / Sabri GÜLTEKİN Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatihİstanbul Tel: 0212 534 15 11 GSM: 0553 9113188 Fax: 0212 534 13 27 e-posta : kamilberse@gmail.com • www.dersaadethaber.com

www.sehirvekultur.com.tr • www.dersaadet.tv •

Baskı: Seçil Ofset Adres: 100. yıl Mah. Matbaacılar Sitesi 4. Cadde No: 77 Bağcılar İSTANBUL Tel: 0212 629 06 15 • www.secilofset.com Kapak Fotoğrafı: Gümülcine / Yunanistan - Ali İhsan Hasırcıoğlu


ünya devletler ailesine en son katılan ülkelerden biri olan Kosova, Sırbistan, Makedonya, Arnavutluk ve Karadağ arasında yer alan bu küçük ülkedir, malumunuz. Bağımsızlığını 2008 yılında ilân etmiştir. Bugün 120 civarında ülke tarafından tanınan Kosova Cumhuriyeti’nin Türk tarihi ile bağları ise, bilinenin ötesinde, çok daha kadim zamanlara dayanır.

PRİZREN’İN ORTA YERİ: SÛFÎ SİNAN PAŞA CAMİİ Bilindiği gibi “balkan” sözü Türkçe bir kelimedir ve “ormanla kaplı sarp sıradağlar, ormanlık dağ” anlamına gelir. Bugün, mesela, Türkmenistan ve Kazakistan’da aynı adda yer adları olduğu gibi, Türkistan Türkçesi’nde de halen kullanılmaktadır. Abdulhamit AVŞAR*

*TRT Kazakistan Temsilcisi

sayı//64// kasım 4

Bilindiği gibi “balkan” sözü Türkçe bir kelimedir ve “ormanla kaplı sarp sıradağlar, ormanlık dağ” anlamına gelir. Bugün, mesela, Türkmenistan ve Kazakistan’da aynı adda yer adları olduğu gibi, Türkistan Türkçesi’nde de halen kullanılmaktadır. Söylemek istediğim odur ki, bölgenin Türkçe bir adla anılması tesadüf değildir. Çünkü Türklerin Balkanlar’a yerleşiminin sanıldığından çok daha eski bir tarihi vardır. Konumuz açısından ele alırsak, mesela Kosova bölgesine tespit edilebilen ilk Türk akın ve yerleşimleri 3.yüzyıl başlarında ortaya çıkmıştır. Hunlar başta olmak üzere Peçenek, Uz, Avar, Bulgar gibi Türk boyları buralara gelmiş ve kalıcı şekilde yerleşmişlerdir. Bu Türk yerleşim hareketi Selçuklulara kadar aralıksız devam etmiştir. Bunun içindir ki, bölgenin tümünü tanımlayan Türkçe “Balkan” kelimesi, kalıcı bir ad olmuş ve bugüne kadar da varlığını sürdürmüştür. Bu arada hatırlatmak gerekir ki, son olarak 11.yüzyıl başlarında Bizans, Balkanlar üzerinden İstanbul’a olan Türk akınlarına karşı koyabilmek için Doğu Anadolu Bölgesi’ndeki askerlerinin önemli bir kısmını Batı’ya çekmek mecburiyetinde kalmıştı. Bu da, 11.yüzyılda da bölgede Türklerin güçlü bir durumda olduklarını göstermektedir. Diğer taraftan bu durum Selçuklu önderliğindeki Oğuzların Anadolu’yu yurt edinmeleri sürecinde, önlerindeki Bizans tehlikesini zayıflatması yönünden Balkan Türklerinin dolaylı bir katkısı olarak da değerlendirebilir. Yine Osmanlı Türklerinin Balkanlardaki fütuhatlarına karşı Sırp unsur dışında büyük bir direniş olmaması ve İstanbul’un Balkanlar’dan gelerek fethedilmesinde de burada bulunan Türklerin rolünün göz önüne alınması gerektiği kanaatindeyim. Kosova’nın Osmanlılar tarafından fethi ise 1389 yılında Birinci Kosova Savaşı’nın ardından gerçekleşmiştir. Savaş


sırasında şehit olan Osmanlı hakanı Murat Hüdavendigar buraya defnedilmiştir. Türbesi halen başkent Priştine’de bulunmaktadır. Hüdavendigar, savaş meydanında şehit olmuş ama onun fethettiği Kosova 1913 yılına, İkinci Balkan Savaşı’na kadar bir Osmanlı toprağı olarak kalmıştır. Yaklaşık 11 bin km2 büyüklüğündeki Kosova’nın nüfusu 2 milyon civarındadır. Ülkede 7 il vardır. Başkent Priştine’den sonraki en önemli il, Prizren’dir. Yalnız Kosova’nın değil, tüm Balkanların en güzel şehirlerinden bir olan Prizren’in her köşesi hayranlık uyandıran eserlerle bezelidir. Bu manzaraya en rahat şehrin kadim kalesinden şehri seyrederken şahit olunur. Camiler, çeşmeler, hamamlar, tekkeler, köprüler, tarihi evler ve Osmanlı Çarşısı ile klasik bir OsmanlıTürk şehridir göz önünde uzanan… En çok da camiler dikkat çeker: Maksud Paşa Camii, Mehmet Paşa Camii, yıkılan Arasta Camii’nin yalnız minaresi, Gazi Mehmet Paşa Camii ve Hamamı, Emin Paşa Camii, Kukli Mehmet Bey Camii ve Sufi Sinan Paşa Camii… Çünkü Balkanlar’da Saraybosna ve Üsküp’ten sonra en çok tarihî cami bu şehirdedir ve bunlar bütün bölgenin en ihtişamlı eserleri arasındadır. Bu yönüyle klasik bir Osmanlı şehri görünümündeki Prizren, Balkanlar’da yaklaşık 500 yıl hüküm süren Devlet-i Aliye’nin mirasını bugüne en çok taşıyan yerlerden biridir ve

adeta bir açık hava müzesi gibidir. Ve şehrin sokaklarında dolaşırken de, insan kendini bir Anadolu şehrindeymiş gibi hisseder. Bu duygu, sık sık kulağa çalınan Türkçe konuşmalarla daha da pekişir. Prizren, bu görünümünü, fethinden itibaren Osmanlı’nın Balkanlar’daki en canlı kültür merkezlerinden biri olmasına bağlıdır şüphesiz. Daha 16.yüzyılda, kendisi de bura doğumlu olan meşhur “Meşairu’ş-şuara” tezkiresinin müellifi Âşık Çelebi tarafından “şairler menbaı” olarak adlandırılması boşuna değildir. Şehrin kültürel canlılığına kayıt düşen yalnızca Müslümanlar değildir. 17.yüzyıl başlarında Prizren’i ziyaret eden Katolik din adamları da şehrin sosyal ve kültürel durumu hakkında önemli tasvirlerde bulunurlar. Mesela, bunlardan Mario Bizzi, kentte 8600 hane bulunduğunu bunlardan sadece otuzunun Katolik nüfusa ait olduğunu, diğerlerinin Müslüman olduğunu zikreder. 1614’te şehre gelen Pietro Masarechi ise 12.800 kişinin yaşadığını, bunlardan 12.000’inin Türk (Müslüman) olduğunu söyler. 19.yüzyılın ikinci yarısında da şehirdeki Müslümanların oranı % 78’tir. Dolayısıyla şehirde kültür hayatı da bu sosyal duruma göre şekilleniyor, buradan Osmanlı payitahtı başta olmak üzere dört bir yana yayılıyordu. Bu arada, günümüzde nüfus oldukça azalmış olsa da, Prizren, Kosova’da en fazla Türk’ün yaşadığı şehir olma özelliğine sahiptir. 5


Yaklaşık 20-30 bin Türk bulunduğu tahmin edilmektedir. Buna ilaveten, şehir nüfusunun çoğunluğunu oluşturan Arnavutların önemli bir kısmı da Türkçe bilmektedirler. Şehirdeki en eski Osmanlı yapılarından biri Gazi Mehmet Paşa Külliyesi’dir. Camisi, halk arasında “Bayrak Camii” olarak da bilinir. 1573’te inşa edilmiştir. Yapımı 1574 yılında tamamlanan hamam ise bugün farklı sanat ve kültürel faaliyetler için kullanılmaktadır. Prizren’de dikkat çeken eserlerden biri de “yalnız minare”dir. Adından anlaşılacağı üzere çarşı bölgesinde bulunan Arasta Camii, 1526-1538 yılları arasında inşa edilmişti. 1960 yılına kadar da ibadete açık kaldı. Ardından dönemin Yugoslavya hükümeti, çok katlı binalar inşa etmek, yeni yerleşimlere yer açmak için minarenin ait olduğu Arasta Camii'ni ve Arasta mahallindeki birçok yapıyı yıkar, ancak her nasılsa, minareyi yerinde bırakır. İşte “yalnız minare” bu haliyle hem tarihe bir tanık hem de o büyük mirasın bir parçası olarak şehre gelenlere lisan-ı hal ile geçmişi anlatmaya devam ediyor. Bu arada minarenin dikkat çeken özelliklerinden biri de, kadim Orta Asya devletlerinde ve Selçuklu eserlerinde sıkça karşımıza çıkan altı köşeli yıldız nakışına sahip olmasıdır. Benzer motife, Van Gölü Havzası’nda Selçuklu İzleri belgeselimizin çekimleri sırasında mezar taşları ve türbelerde de rastgelmiştik. Prizren, Osmanlı devrinde aynı zamanda önemli tasavvuf merkezlerinden de biriydi. sayı//64// kasım 6

Bugün şehir merkezinde bulunan Halveti Tekkesi, o günlerin mirasıdır. 17.yüzyılda inşa edilmiştir ve küçük bir külliye şeklindedir. İçinde, ders ve konaklama odaları, semahane, türbe ve çeşme bulunmaktadır. Bahçesi de oldukça dikkat çekicidir ve buraya adım atıldığında insanın ruhunu saran bir atmosfer ile karşılaşılır. Tekkede, zikir törenleri bugün de icraya devam edilmekte, her Cuma akşamı bir araya gelen ehl-i zikir “hu” çekmeyi sürdürmektedir. Ancak, Prizren’de bulunan Osmanlı eserleri arasında Sufi Sinan Paşa Camii’nin ayrı bir yeri vardır demek yanlış olmaz. Öyle ki cami, şehrin sembolü haline gelmiştir. Ayakta kalabilen en eski yapılarından cami, Bosna Valisi Sûfî Sinan Paşa tarafından 1615 yılında inşa ettirilmiştir. Şehir merkezinde, yol seviyesine göre yüksekçe bir arazi üzerinde bulunan Sinan Paşa Camii, kubbesi ve ince minaresiyle klasik dönem Osmanlı mimarisinin Balkanlar’daki zarif ve estetik bir numunelerinden biridir. Yaklaşık 44 metre boyu ile şehirdeki en yüksek minare olma özelliğine sahiptir. Osmanlı asırları boyunca minaresinden ezan sesi eksik olmayan Sinan Paşa Camii, Prizren 1913’te elden çıktıktan sonra birçok tahribata uğramıştır. İlk olarak Birinci Dünya Savaşı sırasında, 1915 yılında patlayan bir bombadan büyük zarar görmüştür. Üç küçük kubbeli son cemaat mahalli yıkılırken kitabesi de parçalanıp yok olmuştur. Ardından 1939 yılında Sırplar, cami yapımı sırasında aynı yerde bulunan bir kiliseye ait


taşların kullanıldığı iddiasıyla arkeolojik kazı başlatmışlar ve cami, bütünüyle yıkılmak tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır. Ancak, Müslümanların tepkileri ve bu iddianın doğru olmadığını anlaşılması üzerine kazılara son verilmiş ve cami yok edilmekten kurtulmuştur. Sonrasında ise bir dönem “Doğu Dilleri El Yazma Eserleri Müzesi” olarak kullanılmıştır. Yeniden ibadete açılması ise 1992 yılında mümkün olmuştur. Sinan Paşa Camii’nin hemen yanında bir kilise de dikkat çekiyor. 1455 yılında fethedilmesinden, 1913 yılında elden çıkışına kadar yaklaşık 460 sene Oamanlı hâkimiyetinde kalan şehirde bu kiliseye dokunulmamıştır. Nüfusun hemen hepsi Müslüman olmasına rağmen günümüze kadar varlığını, hem de caminin yanı başında, sürdürmüştür. Bu durum, Müslüman Osmanlıların Balkanlar'da nasıl beş asır kalabildiğini de en iyi açıklayan manzaralardan biri olsa gerek. Sûfî Sinan Paşa Cami, “Ak Dere” (Bistriça) nehrinin hemen kıyısında bulunmaktadır. Camiden bakınca hemen ileride tarihî bir taş köprü dikkatleri çekiyor. Birçok Balkan şehrinde olduğu gibi Prizren’in ortasından da ırmak akıyor. Şehir bu ırmağın iki kıyısında kurulu. Ak Dere’nin iki yakasını birleştirmek için inşa edilen en kalıcı eserlerden biri, 16.yüzyıl başlarında yapılan bu “Ali Bey Köprüsü”, daha çok bilinen adıyla “Taşköprü”dür. 1533 yılında inşa edilen köprü yüzyıllardan beri kentin iki yakasını

birbirine bağlamaya devam ediyor. Camiyi ziyaret ettikten sonra bu taş köprüden geçerek eski çarşıyı gezmek ya da Ak Dere kenarında oturarak birer Türk kahvesi içmek mümkün. Kahveleri yudumlarken yan yana sıralanmış klasik Osmanlı konaklarını seyretmek de tarihi atmosferi bir nebze daha solumaya imkân veriyor. Uzunluğu 17 metre olan köprü, uzun tarihi boyunca zaman zaman yıkıntıya uğramışsa da yeniden ihya edilmiştir. Bugün sadece yayalar tarafından kullanılmakta. Sinan Paşa Camii, Kosova’nın Prizren kentinin kalbi durumunda. Bu cami ile birlikte benzer diğer yapıların oluşturduğu atmosfer şehrin kimliğine de hâkim olmuş. Caminin bulunduğu alana “Şadırvan Meydanı” denilmekte ve şehrin en yoğun sosyal aktiviteleri burada gerçekleşmektedir. Son yıllarda Prizren tekrar büyümeye ve genişlemeye başlamış. Sahip olduğu Osmanlı havasını ve o döneme ait tarihî eserleri hâlâ muhafaza etmektedir. Bunda, eserleri restore etmek ve/veya yeniden inşa için büyük destek veren Türkiye’nin rolü büyük. Nitekim Sinan Paşa Camii’nin yıkılan bölümleri de Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı (TİKA)’nın girişimleriyle 2008 yılında aslına uygun olarak yeniden inşa edilmiştir. Derler ki, Sûfî Sinan Paşa Camii’nin billur gibi akıp duran çeşmelerinden bir avuç su içenler yeniden Prizren’e gelirler. Bu inanış da caminin kentin ruhuna nasıl nüfuz ettiğini göstermiyor mu? 7


Günümüzde Gjirokastra adı ile anılan, Unesco Kültür Mirası Listesi’ne alınan, 25.000 nüfuslu şehir, bizim tarihimizde Roma Dönemi’ndeki Argyrokastro (Gümüş Kale) isminin Türkçeye uyarlanmış şekli olan “Ergirikasrı” kısaca “Ergiri” olarak bilinmektedir. Geçmiş dönemlerde Ergiri, yerleşim bölgeleri Mali Gjeri dağının eteklerinde gelişmiş, şehre hâkim tepe üzerinde büyük bir kalesi olan şehirdir. Osmanlı öncesi dönemde bir süreliğine Arnavut Beyleri’nden Zenebizi Hanedanı’nın ikametgahı durumunda olan şehir, 1417 yılında Osmanlı topraklarına katılır. 1431 yılında Arvanid sancağı teşkil edildiğinde Ergiri, sancağın merkezi olur.

ERGİRİ (GJİROKASTRA)

ZEKATE EVİ VE DİĞERLERİ

1417 yılında Osmanlı topraklarına katılır. 1431 yılında Arvanid sancağı teşkil edildiğinde Ergiri, sancağın merkezi olur. Dr. M. Sinan GENİM

Osmanlı hakimiyetinin ilk dönemlerinde sivil nüfusun tamamı Hıristiyan olup, yalnızca kalenin muhafızı olarak Osmanlı askeri ve ailesi bulunmaktadır. H. 1081/1670-1671’de Ergiri’yi ziyaret eden Evliya Çelebi, kasabada sekiz cami, yedi mescit, üç medrese ve üç tekke bulunduğunu belirtir. Kalede ise 150 kadar ev ve II. Bayezıd Camii olduğunu söylemektedir. XIX. yüzyılın başlarında burayı ziyaret eden W. Martin Leake, kasabada 2000 Müslüman, 100 kadar Hıristiyan ailenin yaşadığını belirtmektedir. Anlaşılan XVII ve XVIII. yüzyıllardaki gelişmeler sonucu Müslüman nüfusu hızla artmıştır. H. 1306/1888-1889 tarihli Yanya Vilâyeti Salnâmesi’nde kasabada, 1415 hane, 336 dükkân, bir rüştiye, çok sayıda mektep ve dokuz adet han bulunduğu belirtilmekte olup Muhtar Ağa Medresesi ile kütüphaneden de söz edilmektedir. Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı döneminde, Ergiri Bölgesi zaman zaman eşkıya saldırısına uğramışsa da büyük bir tahribat olmaz. Büyük oranda eski dokusunu koruyan şehirde ki, cami, tekke ve medreseler, H. 1168/1754-1755 yılında inşa edilen Çarşı Camii hariç, 1967 yılında uygulanmaya başlayan kültür ihtilâli sırasında yok edilir. Son büyük onarımı XIX. yüzyıl başlarında Tepedelenli Ali Paşa tarafından yaptırılan kalenin bir bölümü hâlen müze olarak ziyarete açıktır. Ergiri’de anıtsal nitelikli çok sayıda sivil mimari örneği bulunmaktadır. Bunlar arasında özellikle ziyarete açık olan Zekate Evi, Skëndulate Evi ve hâlen Etnoğrafya Müzesi olarak hizmet veren Babameto Evi geleneksel Türk Evi’nin en güzel örnekleri olarak dikkat çekicidir. H. 1226/1811-1812 yıllında inşa edilen Zekate Evi, genellikle Güney Arnavutluk’ta görülen ve kule ev denilen tiptedir. Üst katlarının biçimlenişiyle ilgi çeken bu evler, şehrin çeperlerinde yer almaları sebebiyle bir nevi savunma amaçlı yapılar olarak inşa edilmişlerdir.

sayı//64// kasım 8


Zekate Evi, Tepedelenli Ali Paşa’nın danışmanı Bekir Zeko’ya aittir. Yapı, ikiz kule şeklindeki dış görünüşü, ilk üç katının ön cephesinde yer alan çift kemerli açıklığı, üst katının her iki kanadındaki, geniş saçaklı baş odaları nedeniyle çok uzaktan fark edilen anıtsal yapı özelliğine sahiptir. Dört katlı olan yapının birkaç basamakla çıkılan zemin katında, taş döşeli orta avlusunun her iki yanında birer büyük oda bulunmaktadır. Girişe göre solda kalan ve iki kat yüksekliğinde olan tonozlu odanın tahıl öğütmek ve depolamak için kiler olarak kullanıldığı düşünülmektedir. Sağdaki hacim ise yağmur sularını biriktirmek için yapılan büyük bir sarnıç olarak kullanılmaktadır. Birinci katta, sarnıcın üzerinde yer alan ve tavanı oldukça alçak olup, pişirme, tuvalet ve küçük bir yıkanma yeri olan mekân, ev sahipleri tarafından kışlık oda olarak kullanılmaktadır. İkinci katta, sağlı sollu iki büyük mekân yer almaktadır. Her ikisinde de tuvalet bulunan bu odalardan soldakinin duvarlarında kalemişi süslemeler ve bir ocak bulunmaktadır. Evin yaz aylarında kullanılan üçüncü katının tavanları diğer katlara göre daha yüksektir. Bu kattaki Baş Oda gerek mekân oluşumu, gerekse süslemeleri açısından muhteşemdir. Ön cephesi ahşap konstrüksiyon olan odanın diğer üç duvarı taştır. Bayramlaşma, düğün ve benzeri toplantılar için de kullanılan bu odanın, Bekir Zeko’nun gücünü yansıtması açısından özel bir itina ile yapıldığı anlaşılmaktadır. Baş Oda’ya Orta Sofa’dan girilmekte olup, küçük 9


bir seki altından sonra ana mekâna geçilmektedir. Ana mekân, arka bölüme geçiş sağlayan dar koridordan yüklük denilen ahşap bir bölme ile ayrılmaktadır. Yüklüğün gerisindeki dar koridor ile yapının genel konturlarının dışına inşa edilmiş tuvalet ve yıkanma yerine ulaşılmaktadır. Yüklük olarak kullanılan alanın, ahşap parmaklıklı üst bölümüne, yüklüğün içinde oluşturulan ahşap merdiven ile çıkılmaktadır. Bu bölümün Bursa kemerine benzer ahşap girişinin simetriğinde, tuvalete ulaşmak için dolap kapağı tarzında yapılmış gizli bir kapı bulunmaktadır. Dolap kapakları ile taşıyıcı sistemin hemen her noktasında, çok sayıda ve çeşitli renklerde çiçek motifi görülmektedir. Baş Oda’nın üç bir tarafında sedir bulunmaktadır. Girişe göre solda kalan duvarın ortasında, günümüze çok az örneği erişen, alçı bir ocak yer almaktadır. Ocağın tavana kadar yükselen baca bölümü, duvarın üzerine çizilen iki kolona oturan bir girişi temsil eden ve ortadaki açıklığı perde benzeri, saçakları püsküllerle süslenmiş bir panoya yerleştirilmiştir. Ocağın, bölümlere ayrılan ön cephesi, bazıları buketler halinde düzenlenmiş çok sayıda bitki motifiyle süslüdür. Baş Oda’nın, üç duvarı da telek adıyla bilinen ahşap raf ile iki bölüme ayrılmıştır. Teleğin altında kalan duvar yüzünün beyaz badana olmasına karşın, üst bölümü tümüyle kalemişi süslemelerle doludur. Panolar halinde düzenlenen duvar yüzeyinde çoğu vazolar içine yerleştirilmiş, çiçek buketleri ile meyve grupları yer almaktadır. Odanın tavanı sekizgen olarak düzenlenmiş, karelere bölünmüş çıtalardan oluşmakta, tam ortada sekizgen bir göbek bulunmaktadır. Duvarların ve yüklüğün aksine tavanda herhangi bir boya izi bulunmamakta olup, ahşap olduğu gibi bırakılmıştır. sayı//64// kasım 10


Üst katın Orta Sofası da oldukça ilginçtir. Alt katlardan bu kata ulaşan ahşap merdiven yapının ön cephesinde yer aldığı için, sofanın kullanım alanı, cephenin gerisinde kalmıştır. Merdiven ile cephe arasında dar bir teras bulunmakta olup, bu terasın pek kullanışlı olduğu söylenemez. Ancak burada, merdivenin üstünde, çevresi parmaklıklarla çevrili, küçük ahşap merdivenle çıkılan bir köşk bulunmaktadır. Muhtemelen sıcak yaz günlerinde, evin reisi tarafından kullanılan bu alanın benzerlerine Anadolu’nun çeşitli bölgelerindeki evlerde de rastlamaktayız. Evin üst katının görkemini artıran bir diğer husus ise iki büyük odanın, yanlara doğru dönen geniş saçaklarıdır. Üst kat duvarlarına oturan, eğik ahşap desteklerle anıtsal bir görünüme sahip olan bu düzenleme, geniş saçakların yapımından vazgeçilmesi ile birlikte yok olmuştur. Zekate Evi’nin dış cephesinde herhangi bir süsleme izi görülmemektedir. Buna karşın ne yazık ki içinden resim çekmeye izin alamadığımız Sekëndulate Evi ile yamaçta bulunan benzer bir evin dış cephelerinde kalemişi süslemeler bulunmaktadır.

İkiz kuleli olan Sekëndulate Evi’nin sol kulesinin, üst katının her iki yanında, arka ayakları üzerinde doğrulmuş birer aslan motifi ile girişin sağ duvarında, tüfekle bir geyiği avlayan, yarı uzanmış bir avcı figürü bulunmaktadır. Kalenin yakınındaki bir yamaçta yer alan, diğer ikiz kule evin, sağ kule cephesinin yakın bir tarihte onarım geçirerek beyaza boyanmasına karşın, sol kule cephesinin tümünün kalemişi bitkisel süslemelerle kaplı olduğu görülmektedir. Ergiri Evleri’nin önemli bir özelliği çatılarının kayrak taşına benzer geniş taş plakalarla kaplı oluşudur. Gezdiğim diğer Arnavut şehirlerinde benzerlerini görmediğim çatı örtüleriyle, daha uzak bir bölge olan Mostar’da karşılaştığımı hatırlıyorum. Ergiri ve evlerinin, özellikle sözünü ettiğim üç evin görkemini anlamak için bu şehri gezmek, kısa bir sürede olsa onun içinde yaşamakla mümkün olduğunu düşünmekteyim. 19 Mayıs 2019

11


ehir, havaalanından itibaren, ziyâretçilerini, sâkin, huzurlu ve mistik havasına buyur eder ve her adımda bu hava artarak hissedilir. Oş’ta mütevâzi, fakat yoğun yeşil bir yol şehre doğru akarken muhteşem bir Manas heykeli ziyaretçilerini selâmlar ve onları sağ tarafa doğru yönlendirir. Vakit gündüz ise, yerli halkın “Süleyman Too” dediği, Hz. Süleyman’ın Dağı, ta uzaklardan kendini gösterir ve gelenlerini “hoşâmedi” ile karşılar.

ASYA’DA BİR KUTSAL ŞEHİR:

OŞ (KIRGIZİSTAN) Şehrin dokusu, bahçeler içinde kendini hissettirmeyen az katlı, munis binalardan oluşmuştur. Kaldırımlar bodur ağaçlar ile nerdeyse yeşil bir duvar içine çekilmiştir. Mimar Dr. Kâmil UĞURLU

Sovyet tecrübesi yaşayan Asya’daki birçok şehir, yolcuların gelip geçtiği yollar üzerine, ön cepheleri bir zamanlar gösterişli seramiklerle kaplanmış iskân blokları yapmıştır. Oş, bu uygulamanın dışında tutulmuştur. Şehrin dokusu, bahçeler içinde kendini hissettirmeyen az katlı, munis binalardan oluşmuştur. Kaldırımlar bodur ağaçlar ile nerdeyse yeşil bir duvar içine çekilmiştir. Girişler genellikle geniş ve demir kapılarla sağlanmıştır. Anadolu’da uygulanagelen, bir arabanın avluya girebileceği genişlikte olan bu kapılardan aileler araçlarını avluya alabilmektedir. Avlu, mutlaka gölgelendirilmiştir. Bazı evlerde asmalar nerdeyse bu küçük avluların üstünü tamamen kapatmıştır. Bazı evlerde dut ağaçları, onların “örük” dedikleri kaysı ağaçları, şeftali ve nar ağaçları, ev sahibiyle birlikte, gelenleri karşılamaya çıkarlar. Avluya, çoğunlukla “iki oda bir mâbeyn” tipinde birkaç evin kapısı açılmaktadır Havuz ve su her avlunun değişmez dekorudur. Kapının önünden akıp giden su arklarından avluya geçişler sağlanmıştır. Küçük bahçedeki sebze, çiçek ve ağaçlar bu su ile beslenir. Avluda, yerden kırk-elli santim yükseltilmiş bir platform, çoğu evlerde, misafirleri ağırlamak için hazır tutulmaktadır. Avluya bakan küçük daireler, ailenin evlenmiş oğullarına tahsislidir. Mutfak ve kiler, buradaki dairelerin müşterek kullanımındadır. Bahçenin uygun olan yerinde bir fırın, bir de tandır inşa edilmiştir. Ekmekler tandırda pişirilmektedir. Ve ekmek yapmak, genellikle Kırgızistan’da olduğu gibi Oş’ta da bir sanata dönüştürülmüştür. Mayalı hamuru geceden hazırlayan evin hanımı, sabah kimse daha uyanmamışken, yaktığı, ısıttığı ve hazırladığı tandırın kızgın yüzeyine yapıştırır

sayı//64// kasım 12


ve sabah taamı için hazır eder. Bal ve kaymak şehirlilerin sofrasında demirbaştır. Ayrıca adına “boğsak” dedikleri birer lokma büyüklüğünde, bol yağda kızartılmış çörek sofrada mutlaka bulundurulmaktadır Anadolu’da bazı bölgelerde adına ”Pişi” denilen, boğsakların tabak büyüklüğünde olan “kuymak”lar da onların sofrada daima bulundurdukları bir “nan” çeşididir. Zeytin, burada ihmal edilen bir yiyecektir. Çay olarak “kök çay” onların tercih ettiği bir kahvaltı elemanıdır. Odalar avluya bakar. Bu evler geleneksel konut dokusudur. Tek katlıdır. Tuvalet dışarıda konuşlandırılmıştır. Şehirlerin merkezlerinde modern apartman daireleri çoğunlukla Sovyet zamanından gelen alışkanlıkla küçük olarak planlanmıştır. Türkiye’de “Bir artı bir – bir artı iki” olarak inşa edilen tiptedir. Aynı etnik kökenden gelen aileler bir araya gelerek, “Özbek mahalleleri, Kazak veya Tacik mahalleleri” teşekkül etmiştir. Şehirlerin birçoğunda olan, fakat Oş’ta mutlaka görülen güzel oluşum, şehri kılcal damarlar olarak dolaşan ve munis şırıltılarla akan sokak dereleridir. Oş, ortasından gürül gürül akan Ak Buura’dan başka, bu dereciklerle daima serin ve bereketlidir. Su, kutsal bir varlık kabul edildiğinden, miktarı, debisi ne olursa olsun, mutlaka saygı görür. Oş’lular, meseleyi daha iyi anlatabilmek için, kapılarının önünden akıp giden, bazan avlularına giren bu arkların suyunun içilebilecek kadar temiz olduğunu söylerler.

Ailenin, avluya sığmayacak kadar büyümesi durumunda, bölünmeler olur. En büyük oğuldan itibaren bu ayrılığa ruhsat verilir. Ailenin yükü çoğunlukla küçük oğlanın sırtındadır. Ana-babaya, dede-nineye (aksakallara) onlar bakarlar. Ve bu hizmetleri karşılıksız bırakılmaz, ev, mal-mülk onlara kalır. Bazı farklı durumlar görülürse, bu bir sebebe bağlıdır ve görev diğer çocuklardan birine verilir. İç güveyisi, çok seyrek olsa bile bazan görülüyor. Fakat bu müesseseye pek sıcak bakılmıyor. Eve gelin getiriliyor. Aile kutsal bir kurumdur. Buna çok dikkat ediliyor. Çocuk kutsal bir kurumdur. Buna da dikkat ediliyor. Çok çocuklu aileler bununla iftihar ediyorlar. “Altı milyonuz, azız, Kırgızların nüfusa ihtiyacı var” diyorlar. Toplu satış yerleri fazla değil. Oş’ta bir veya iki -bizdeki adıyla- AVM var. Bakkal burada hâlâ hükmünü geçiriyor. Yolda-sokakta çok fazla polise, askere rastlanmıyor. Trafik sistemi ve sinyalizasyon aksamasız çalışıyor. Süleyman Dağından şehri seyredenler, tek veya iki katlı evlerin bahçeler içinde sakin olduklarını görürler. Yeşillikler içine uzanmış, başını ayakları üzerine ekoymuş, uyuyan bir kaplanı seyrederler. Çok katlı binalar genellikle kamuya ait binalar ve onlar da şehrin belirli bir bölümünde yer alıyorlar. 13


Sovyetlerin hızlı zamanında onların hışmına uğrayan eski yapılar ve tarihi binalar çok az. Daha sonra enkazdan diriltebildikleri eserler nadir olarak görülüyorlar. İpek Yolu üzerinde olması sebebiyle, diğer merkezlere nazaran ekonomisi daha iyi olmasına rağmen Oş’ta yerleşim dokusu sâkin tutulmuş. Kadınlar Oş’ta olması gereken konumdalar. Erkeklerden hiç farkı olmaksızın, gerek kamuda, gerekse sivil hayatta etkin ve üretici durumdadırlar. Çok geniş Oş pazarında satıcıların nerdeyse tamamı hanımlardan oluşmaktadır. Küçücük mekânlarında bir yandan el işi imalatlarına devam ederken, diğer yandan müşteriye laf yetiştirirler. Pazarlığa yatkın değiller. Yani bir “pazar” adabı yerleşmiş durumdadır. Ortalıkta bağırıp çağırarak müşteri çekmeye çalışanlar ayıplanıyorlar. Aş evlerinde, masalarla birlikte, grupların oturmasına hazırlanmış peykeler, platformlar var. Bağdaş kurarak veya ayak uzatılarak yemek yenilebiliyor. Suyu pek bol ve temiz olan Oş’ta, ilginçtir, masalara sürahi içinde su servisi bulunmuyor. İsteyene pet şişe içinde su veriliyor. Ama kökçay sorulmadan hemen masaya bırakılıyor. Piyalelerle içilen kökçay (yeşilçay) nerdeyse masaların daimi misafiri kılınıyor. Caddelerde, egzos patlatanlara, klakson çalanlara rastlanılmıyor. “Ağır ve Sessiz Şehir” (Citte Slow) burada hayat bulmuş durumdadır. Otomobillerin çoğunda direksiyon, bizdeki gibi aracın sol tarafında yer almıyor. Trafik sağdan gelişmesine rağmen, sol şeridi kullanan İngilizler gibi direksiyonun sağda olmasının ilginç bir sebebi var. Çoğu Japon yapısı olan bu araçları Japonlar kendileri için yapıyorlarmış, yani sağlam oluyormuş bu tipler. Bu sebeple Kırgızlar sağ direksiyonlu araçları tercih ediyorlarmış… Oş, içinde yaşayanlarla münâsebetini iyi kurmuş bir şehirdir. Fiziki yapısı da, ruhu da barındırdığı şehirlilerle uyum içindedir. Bu ne kadar önemli bir özelliktir. Yollar, mekânlar, dağılımlar, fonksiyonların plânlanması başarılıdır. Su ögesi çok iyi kullanılmıştır. Yeşil, bir doku olarak zemine abartısız serilmiştir. Ak Buura’nın özenle korunması, şehre ayrı bir renk katmaktadır. Yani, Oş’lu eski azizlerin dediği gibi bu sakin şehir, yaşanabilecek, esprisi ve ruhu olan güzel mekânlar manzumesidir. sayı//64// kasım 14


DÜNYADA HER ŞEHİR YENİ BİR DEVLETTİR Yönetimde ve üretimde yeni kaldıraç, savurganlıktan bütünüyle arındırılmış, mükemmel ötesi bir verimlilik ve yenilik yolculuğudur. Prof.Dr. Ersin Nazif GÜRDOĞAN*

yi bilinen küre yuvarlak dünya gitmiştir, iyi bilinmeyen kare düz dünya gelmiştir. Kare düz dünyada, her şehir bir devlettir, her devlet bir şehirdir. Yeni oluşan dünyada zaman, mekan ve teknoloji farkı ortadan kalkmıştır. Artık dünyada birbirine uzak şehir yoktur. Ülkelerin bütün şehirleri, kurumlarıyla ve kuruluşlarıyla, dünyanın her köşesine gitmektedirler. Dünyada bir şehiri her şehire, pazarlarda aranan ürünler, hizmetler ve bilgiler üretmesini bilen, kurumları ve kuruluşları taşımaktadır. Düz kare dünyanın kapıları, üretmesini bilen bütün şehirlere açıktır. Dünyada üretim kültürünü zenginleştiren, kuruluşlarının başında üniversiteler gelir. Yönetim ve İşletme Bilimlerinin, harp akademileri olanların ilk sıralarında, Harvard, Stanford, Cambridge, Sorbonne, Heidelberg gibi, dünyanın ilk ellisine giren üniversiteler yer alır. Şehirlerin bütün kurumları ve kuruluşları, dünyanın önde gelen üniversitelerini izlerler.

*TC.Maltepe Üniversitesi

Üniversiteler eğitim programları, kitapları ve dergileriyle, kuramsal ve uygulamaya dönük alanlarda çalışmalar yaparak, yönetim ve üretim dünyasında çığır açıcı görevler yüklenirler. Onların yayınları bütün dünya dillerine çevrilir. Şehirlerin dönüştürücü güçleri, yeniliklere öncülük yapan, kurum ve kuruluşlarından kaynaklanır. Bu yüzden P.Drucker’dan Gary Hamel’e, Michael Porter’dan Peter Senge’ye kadar, yönetim ve üretim bilimlerinde, öncü olanların çalışmaları, dünyadaki bütün kurumların ve kuruluşların, yöneticileri tarafından dikkatle izlenirler. Düz kare dünya, kurumlar ve kuruluşlar dünyasıdır. Dünyanın kareleşmesi ve üzerindeki örtülerin kaldırılması, sanayileşmeden daha önemli ve daha etkili değişmelere yol açan, ekonomik ve kültürel bir dönüşümdür. Kare dünya babaların çocukları, büyük kardeşlerin küçük kardeşleri, tanımakta zorluk çektikleri bir dünyadır. Hiyerarşinin bürokrasinin ve protokolün sıfırlandığı, kurum ve kuruluşlar, her gün yeniden doğuyorlar. Küre yuvarlak dünyanın, açık deniz gemilerinin kaptanları, Amerika gibi dünyada yeni kıtalar bulmuşlardır. Kare düz dünyanın uzay gemilerinin astronotları, dünya gibi uzayda yeni gezegenler bulacaklar. Küre dünya kıtaların dünyası olmuştur. Kare dünya ise gezegenlerin dünyası olacaktır. Kare dünyanın, bütün ülkelere dağılan tedarikçi, ortak, çalışan ve müşteri ağları, dünyayı yeniden yapılandırma yolunda hızla ilerlemektedirler. Yönetimde ve üretimde yeni kaldıraç, savurganlıktan bütünüyle arındırılmış, mükemmel ötesi bir verimlilik ve yenilik yolculuğudur. Kare dünyada coğrafya belirleyici olmaktan bütünüyle çıkmıştır. Ülkelerin iç ve dış politikalarını coğrafyaları belirlememektedir. Çin Amerika’ya, Almanya Türkiye’ye komşu olmuştur. Amerika’daki yabancı öğrencilerin başını Çinliler çekiyor. Kare dünyanın yolları, küre dünyanın yollarından daha hızlı ve daha akışkandır. İpek yollarının yerlerini, karayolları, denizyolları ve havayolları almıştır. Lojistik köyleri, limanlar ve havaalanları düz kare dünyanın yeni kervansaraylarıdır. Demiryollarının gelişmesiyle karayolları, havayollarının gelişmesiyle denizyolları, ulaşımdaki ağırlıklarını yitirmişlerdir. Küre dünyada herkesin bildiği sorunlara, kare dünyada kimsenin bilmediği çözümler aranır. Eski dünyada bir akıldan yararlanılırken, yeni dünyada bin akıldan yararlanılır. Kare dünya birlikte yaşama ustalığıdır, herkes herkese bağımlıdır. 15


stanbul Payitaht iken, merkez sur içi İstanbul’u idi..19.yüz yıl da Boğaz sarayları Çırağan, Dolmabahçe ve Yıldız çevresi payitaht olarak resmedildi, Yıldız ve çevresi için söylenen “Dersaadette bir Payitaht” önemli bir vurgu idi..

İSTANBUL’DAN

NEREYE YOL GİDER.. Taşra her daim İstanbul’dan medet ummuş, oradan çare aramıştır..Balkanlardan, Rusyadan, Kafkaslardan son olarak ta Ortadoğu’dan,Afganistan’dan, Uygur’dan , Afrika’dan insanların sığınacakları liman olmuştur..İstanbul taşranın vatanı haline gelmiştir…Bu insanlar hem karınlarını doyurmak hem barınmak yada ilim tahsil etmek için bu limana gelmişlerdir.. Mehmet Kâmil BERSE

İstanbul’un bir Payitaht olması, bu şehrin dünya şehri olmasını sağlamıştır.. Her şehirden ve her milletten, her devletten insanlar bu şehre bazısı kalıcı olarak, bazısı vazife icabı, bazısı ticaret yapmak, bazısı ise ilim tahsil etmek için geldiler.. Şehrin asıl sakinleri, Fetihle birlikte şehre gelenler idi, ve şehrin kültürünü oluşturanlar idi… Yıllar geçtikçe bu şehre çeşitli vesilelerle gelen, göç edenlere ise taşra’dan gelenler yada muhacirler tabiri kullanıldı.. Taşra tabiri: Taşradan gelmek, taşralı olmak, zaman zaman şehirlinin biraz küçümseyerek baktığı durumları yaratmıştır. Taşra; Merkez dışından manasına kullanılır.. Hatta fazla açık: payitahtın dışı. Yani İstanbul’un. Elbette buna İstanbul’un köyleri de dâhil. Meselâ Kanlıca… Saray mensupları için kullanıldığındaysa sarayın dışı anlamına gelmekte. ‘Taşra çıkmak’ azledilmek, görevine son verilmek demek. .Orhun Kitabeleri’nde de geçen bir tabir. Taşırak, memleketten uzak demek.. Divan şiirinde, Necáti yazmış.. bir beyit bu tavrın yüzyıllar öncesinden geldiğini gösterir. ‘Taşradan geldi çemen mülkine bigáne diyu Devr-i gül sohbetine láleyi iletmediler’ ( bilmez) diye Gül devi sohbetine, láleyi götürmediler. (Divan Şiiri Antolojisi, Halil Erdoğan Cengiz) Tarih boyunca çeşitli medeniyetlere merkez olmuş İstanbul, Türkler tarafından fethedildikten sonra, bulunduğu stratejik konumu dikkate alınarak başkent yapılmış; kısa sürede önemli bir yönetim ve kültür merkezi haline getirilmiştir. Şark Meselesi'nin çözümlenmesinde düğüm noktası olarak kabul edilen İstanbul şehri, Büyük devletlerin tamamına, cazibe merkezinde olduğundan paylaşılamayan bir kent olmuştur. Çocukluğumda Fatih İstanbul’du, Biraz Eyüp biraz Üsküdar’dı.. Taksim ve Beyoğlu sanki bizim değildi.. Beşiktaş, Bakırköy ve Kadıköy İstanbul’un birinci sınıf köyleri gibiydi zannımca.. Topkapı’dan sur dışına çıktığınızda,

sayı//64// kasım 16


Minibüslerle çeşitli köylere giderdiniz.. Buralar Bağcılar, Güngören, Esenler.. Mahmutbey… Minibüsler genellikle deve reno tabir edilen araçlardı, bu Renolar Fransa’da inekleri meraya taşımak için kullanılmak üzere üretilmiş olduğunu öğrenmiş idim.. Minibüs hareket edip bu yerlere varana kadar çevrenizde meskün mahal bulamazdınız. Bağlar bahçeler içinden geçerdiniz.. Böylece İstanbul’un Fatih’ten Makrıköyü’ne gitmeyi ‘safari’ derecesinde heyecanlı, eziyetli ve maceralı gören çocukları zamanla, ekmek parası uğruna aziz vatanın kıyı bucağında vazife almak zorunda kaldılar. Memur, öğretmen, taşra olarak ta kabul edilse vatanın her karışını hissetti. Buna benzer hikayeleri Nuri Bilge ceylan’ın “Taşraya Bakmak” filminde Tanıl Bora’nın derlemelerinden görebiliyoruz.. Derleme, yetkin biçimde, taşrada yaşamanın, taşralı olmanın getirdiği kendine özgü yanları irdeliyor. Edebiyatımızda taşra çok işlenmiştir, dünden bugüne ne değişmiştir sorusunu hep sorarız her kişiden farklı yanıt alırız.. Hem payitaht İstanbul hem diğer büyük şehirlerin, yıllar geçtikçe taşralıların göçüne veya işgaline uğradığı muhakkaktır.. Tanıl Bora’nın dediği gibi; ‘Yerleşik şehir kültürü, büyük bir nüfus ve hızla kendisine akan taşrayı massedecek güçten ve kaliteden yoksundu..Sonuç, taşranın şehri kaplaması oluyor. Tipik bir ifadesiyle: İstanbul’da Sivas’tan büyük bir Sivas, Erzincan’dan büyük bir Erzincan var.’Ve her şehir İstanbul’da veya büyük şehirlerde kendine bir getto oluşturuyor.. Taşranın muhafazakárlık konusunda, şehre her zaman bu ideolojiyi gönderdiği belirtilmektedir. Taşra ile şehir arasındaki gerilim de daima söz konusudur. İstanbul , Tarih boyunca Osmanlı Devleti'nin önemli bir bilim-kültür merkezi olmuştur. Yahya Kemal'e göre; İstanbul'da yaşamak adeta bir zevktir. Şairler ve yazarlar bu kenti dünyanın diğer kentleriyle ülkeleriyle kıyas dahi etmezler. Zaman zaman yazılanlara bakılırsa tek bir taşına bir ülkenin dahi feda edilebileceği bir şehir şeklinde tasvir edilmiştir (Nedim’in mısralarında olduğu gibi). Osmanlı Devleti döneminde İstanbul için çeşitli sıfatlar kullanılmıştır. Dersaadet, Der-i Devlet, Asitane, Asitane-i

Saadet gibi yüceltici sıfatlar kullanılmıştır. Ünlü şair ve yazarımız Yahya Kemal Beyatlı bir eserinde bu muhteşem şehri şöyle tasvir eder: "...Bir iklimin manzarası, mimarisi ve halkı arasında halis ve tam bir ahenk varsa, orada, gözlere bir vatan tablosu görünür. Fetihten sonra Türkler o iklimle öyle bütünleşmişler ki, bu coğrafyaya bu milletin mimarisinden ve halkından başka unsurlar yaraşmaz.... Türklük, beşyüz seneden beri İstanbul'u ve Boğaziçi'ni bütün beşeriyetin hayaline böyle nakşetti. Mimarisini bu şehrin her tepesine, her sahiline, her köşesine kurarken güya: Artık bu diyar dünya durdukça Türk kalacaktır, dediği hissedilir." Aziz İstanbul, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1989. Türkler, fetihten sonra İstanbul'da her alanda büyük bir imar faaliyetine girişmişlerdir. Asırlarca "Constantinapolis" veya "Kostantiniyye" adıyla bilinen şehri, "Türk İstanbul" haline getirmişlerdir. Türk İstanbul, fethi takib eden yıllar ve yüzyıllardan sonra, kendini yeniden inşa eden Türk milletinin, ruhundaki inceliklerin her alanda dışa yansımış bir ifadesi gibidir. İstanbul, Türkler tarafından sanatkâr bir ruh ve üslup ile işlenmiş, bambaşka bir hüviyete bürünmüştür. Fetihten sonra İstanbul, mimarisi, san'atı, diğer estetik dokusu ve sosyal hayatı ile Türklerin göz bebeği bir kent haline gelmiştir. Uzun yüzyıllar Türk idaresinde kalan İstanbul, Osmanlı Devleti'nin çöküş sürecinde devletler arasında yapılan gizli antlaşmalarda paylaşılamayan cezbedici coğrafyası ile her zaman ilgileri üzerine çekmiş; diğer bir deyimle cazibe merkezi olmuştur.18. Yüzyıl sonlarında Mısır seferine çıkan ve oradan da Suriye üzerinden Anadolu'ya ilerleyerek İstanbul'u almayı planlayan Napoleon Bonaparte'ın ifadesiyle İstanbul; dünya hakimiyeti için elde bulundurulması gereken bir yerdir ve kurulması düşünülen "dünya imparatorluğu"nun da merkezi konumundadır. Osmanlı’nın 18. yüzyıldan itibaren eski gücünden giderek düşmesi, devletin Rumeli’deki toprakları başta olmak üzere önemli toprak parçasının elden çıkmasına sebep olmuştur. Bu arada Pan-slavizm fikrini Balkanlara yayan Ruslar, Çar Petro'nun vasiyeti doğrultusunda İstanbul'u ele geçirmek ve Bizans'ı yeniden diriltmek hülyalarına kapıldıkları gibi, bu fikirlerini özellikle Rum tebaa üzerinde de giderek yaygınlaştırmaya gayret gösterdiler. 17


1807'de yapılan Tilsit görüşmelerinde, İstanbul'un Rusya'ya bırakılmasını isteyen Çar I. Aleksandr'a, İmparator Napoleon şöyle karşılık vermiştir: "İstanbul mu, asla! İstanbul, dünya imparatorluğu demektir!" Öte yandan Çar I. Petro'nun politik mirasını uygulamak isteyen Rus çarlarının vazgeçilmez arzusu İstanbul'u almaktı. Rus Çarlığı Yunanistan'daki isyanı bunun için hazırlayıp her bakımdan desteklediği gibi, daha sonraki yıllardaki Osmanlı-Rus savaşları da bir yerde bunun için yapıldı. Nerval, "Muhteşem İstanbul" adıyla dilimize çevirisi yapılan eserinde, bu şehirde çeşitli milliyet ve etnik gruplardan pek çok insanın huzur içerisinde yaşadığını belirttikten sonra, "İstanbul'da Türklerin gösterdiği evrensel müsamahanın yüceliğini anladım" der.19. ve 20. yüzyıllarda Büyük devletlerin (İngiltereFransa-Almanya-Rusya-İtalya) yaptığı gizli antlaşmalarda İstanbul, gündemdeki yerini hep korumuş, emperyalistlerin ilgi odağı olmaktan kurtulamamış ve mutlaka paylaşılmak, elde tutulmak istenen bir şehir olmuştur. Bunca emperyalist bakışların altında ve düşmanlığında olan bu şehir, Türk hakimiyetinde kaldığı sürece her milletten insan ana kucağı açmış, mazlumların sığındığı misafirhane olmuştur…Taşra her daim İstanbul’dan medet ummuş, oradan çare aramıştır..Balkanlardan, Rusyadan, Kafkaslardan son olarak ta Ortadoğu’dan,Afganistan’dan, Uygur’dan , Afrika’dan insanların sığınacakları liman olmuştur..İstanbul taşranın vatanı haline gelmiştir…Bu insanlar hem karınlarını doyurmak hem barınmak yada ilim tahsil etmek için bu limana gelmişlerdir.. İstanbul’da herhangi bir maksatla karşılaşıp sohbet etmek ihtiyacı hisseden insanların birbirlerine sordukları soru isminden önce sayı//64// kasım 18

nerelisin? Sorusudur.. Bu sorudan sonra bir hemşehrilik bulmak için zorlanılır, hangi şehirden hangi ilçeden, bunlar tutarsa mahalle köy kardeşlikleri, tanış olan insanlar ve son durumları hakkında bilgiler paylaşılır… 5461 km2 lik bir toprağa sahip İstanbul’un 16 milyon nüfusu ile avrupada ve dünyada bir çok devletten büyük olduğunu görebiliriz… İstanbul’daki taşralı nüfus doğal olarak bu şehirli aidiyetinde olan nüfustan çok fazladır..( Şehre aidiyetin bir hesaplaması şu şekilde yapılır: Bu şehirde en az üç nesil yaşamış olmak..bu da yaklaşık yüz yıl a tekabül eder..) Yani İstanbullu olabilmek, hem 3 nesli burada yaşamış olmak, hemde İstanbul’un kültürüne kendini ve üç neslini adapte etmek suretiyle olur…Yoksa hangi şehirden veya ülkeden gelirseniz gelin o şehrin dilini kültürünü sosyal hayatını burada yaşatmaya devam ederseniz sadece şehrinizi buraya taşımış olursunuz, oysa aslolan İstanbul gibi bir yerde yaşamak için İstanbullu olmayı benimsemek lazımdır.. Dili ile, davranışlar ile, eğitim ile, kültür ile İstanbullu âdâbı ile aidiyet kazanmış olmak gerekir.. Taşra’dan bu şehre gelenlerle ilgili istatistiki bilgiler var muhakkak.. Biz Fetihten itibaren bu şehre gelenleri bir sıralayalım; Fetih sırasında bu şehirde yaşayan Bizans nüfusu yüz bin bile değildi..Sultan Fatih, şehirde Müslüman nüfusu çoğaltmak hemde hangi işlerde ihtiyaç varsa o meslekten ve şehirden buraya insanları getirmekle ilk demografik hareketleri başlattı.. Karaman’dan, Çarşamba’dan, Aksaray’dan, Edirne’den, Siirt’ten Müslüman ahaliyi getirdi.. Yahudi teba’dan da ticaret erbablarını getirdi.. Galata ve perada yaşayan Ticaret yapan Rumleri,Ceneviz ve Venedikleri de anlaşma imzalatarak bu şehirde kalmalarını sağladı… Her şehrin halkının getiriliş maksadı vardı muhakkak, ben bunlardan birini anlatmaya


çalışayım.. Sultan Fatih Çok değer verdiği hocası Molla Gürani, Mısır Güran şehrinden di, Arapçası mükemmeldi, ancak Türkçesi çok azdı..İstanbull’da Arapça konuşan ahali olmadığı için canı çok sıkılıyordu..Bir gün Hünkara haber vermeden memleketine gitti..Sultan bir gün Molla Güraniyi sordu, Gittiğini ve gidiş sebebini öğrenince üzüldü, Siirtteen arapça bile ahali getirdi ve Bugün Zeyrek civarında Kadınlarpazarı olarak bilinen mahalleye yerleştirdi..Ardından Molla Gürani’yi tekrar İstanbul’a getirtti.. Hoca bu davranıştan çok memnun kaldı... İstanbul’un taşralı ahalisi çeşitli bölgelerde daha çok yoğunlaşmıştır..Bu durum bazen avantaj, bazen dezavantaj olarak görülür.. Şehirleşme kültürünü geliştirmek açısından halkın her şehirden karşık olarak oturması daha uygundur.. bu bir avantajdır..Aynı şehirden Herkesin aynı bölgede oturması ise bu şehre uyumda gecikmeye neden olacağından dezavantaj olarak kabul edilir.. 1918 yılı 8 kasımında İstanbul , emperyalist devletlerce işgal edildi.. bu işgal beş yıl sürdü.. işgal süresince şehirde büyük bir dram yaşandı ..Şehirde yaşayan ahali Anadolu’daki kurtuluş hareketine İstanbul’dan destek olmak üzere, çeşitli vasıtalarla işgal kuvvetlerinden veya saklı depolardan elde ettikleri silahları Anadolu’ya taşıdılar.. Bu mücadele müthiş bir istihbarat ve zeka işbirliği idi.. İstanbul'un işgalinden sonra toplumsal kurumların pek çoğunun aktörleri değişmiş, fakat kuva-yı milliyenin davasına hizmet eden sistemler olduğu gibi kalmıştır. Teşkilat-ı Mahsusanın bünyesinden çıkan pek çok gizli örgüt (Karakol Cemiyeti, M.M.Grubu, Felah, Kaçakçılık Örgütü vs.), İstanbul'u faaliyet sahası olarak belirlemişlerdi. Bu cemiyetlere İstanbul halkının işçisi, memuru, hamalı, takacısı, motorcusu, karısı, kızı, erkeği, yaşlısı ile elinden gelen yardımı yaptığı anlaşılmaktadır. Bu örgütlenme öyle gizli yapılmıştır ki, İngilizlerin bir kaç defa şüphesini çekmesine rağmen, hiç bir zaman yakayı ele vermedikleri dikkati çekmektedir. Bu cemiyetler genellikle Türk ve müslümanların yoğun olarak bulundukları mahallelerde örgütlenmişlerdi. Bu grupların İşgal dönemi İstanbul'da pek çok cephanelikten silah kaçırdıkları belgelerle sabittir. Kaçırılan silahlar kuva-yı milliyeye aktarılmakta idi. Ankara hükûmetinin kuruluşundan sonra İtilaf mümessillerinin İstanbul'daki baskıları önde gelen memurların

Anadolu'ya iltica etmesine sebep oluyordu. Bu iltica sırasında pek çok subay ve askerî öğrencinin bulunduğu da bilinmektedir. İstanbul'daki depo ve cephaneliklerden silah kaçırılması İngiliz ve Fransızların denetimlerinin artmasına sebep olmuştur. Nitekim, İstanbul'un işgalini takip eden dönemde İngilizler İstanbul'daki depolara zaman zaman müdahale ederek zorla silah almaya başlamışlardı. İngilizlerin cephanelik baskınları yanında Fransızların da geri durmadıkları görülmekte idi. Fransızlar, Ankara hesabına çalışan Teşkilat-ı Mahsusa lideri Süvari Albayı Hüsamettin (Ertürk) Bey'in İstanbul'dan silah kaçırma teşebbüslerini karşı gerekli tedbirlere başvurmakta idiler. Hatta bu silahların Türklerin eline geçmemesi için zaman zaman cephanelik ve depolarda İtilaf güçlerince çeşitli patlamalar gerçekleştirildiği bilinmekte idi.Öte yandan İngilizler ise, İstanbul'daki depolarda bulunan Rus yapımı silahların Anadolu'ya kaçırılmasına yönelik bilgiler alınca hemen harekete geçerek bu silahlara el koymaya başlamışlardır. İtilâf İşgal Kuvvetleri komutanlığının İstanbul'daki etkinliğini ortadan kaldırmak veya sekteye uğratmak amacıyla kimi zaman Kuva-yı Milliye grupları tarafından bir takım girişimlerde de bulunulmuştur. Taşra’dan veya İstanbul yerli ahalisinden bu vatan evlatları Vatan’ın kurtuluşu için mücadelede her ortamda birlik ve beraberlik içinde oldular.. İşgal altındaki İstanbul, Anaç şehir olma vasfını bu yıllarda da devam ettirdi, Rus ihtilalinde ölümden kaçan Beyaz Ruslar (Çar taraftarı Ruslar) Gemilerle kaçarak İstanbul’a sığınmaya başladılar, yaklaşık 200 bin civarı Rus yıllarca bu şehirde barındı ve karnını doyurdu.. Bu şehrin en zor zamanlarında düşmanına bile kucak açmış mazluma yardım etmiş bir milletin evlatları olarak bu Şehirde yaşamanın erdemine sahip olmalıyız... Bu kahramanlık destanları hep anlatılır, bunun şerefi bu şehre ve bu şehrin ahalisine aittir.. İstanbul’a tarih boyunca her yerden yol ve yolcu gelmiştir.. İstanbul’dan Nereye yol gider? Derseniz…Burası Dünyanın merkezidir.. Dünyanın her yerine İstanbul’dan ve İSTANBUL HAVALİMANI’n dan gidebilirsiniz! 19


“Görmedi çeşm-i cihân saltanat evrenginde Böyle bir şâh-ı Cem-âyîn ü Sikender-etvâr” zmîzâde Hâletî, yukarıdaki beytinde "Cihan böyle İskender tavırlı bir padişah görmüş değil" diyor. Çağ açıp çağ kapatan büyük Sultan II. Mehmet, 29 Mayıs 1453 tarihinde İstanbul’u feth edip şehri ihya ettikten sonra, şehirde yaşayan insanların gönül teline dokunduğunu şu veciz beytinde ifade etmiştir.

ÇEŞM-İ CİHAN

AMASRA

Fatih bu güzel şehri çeşm-i cihan (dünyanın göz bebeği) olarak görmüş ve bizlere emanet etmiştir. Mehmet MAZAK*

“Hüner bir şehri bünyâd etmektir; Reâyâ kalbin âbâd etmektir” Fatih, hem şehrin ihyasını ve mamur olmasını gerçekleştirmiş, hem de şehirde yaşayan neslin ikbal yollarına gönül köprüleri kurmuş, gül kokusu dökmüştür. Şehirlerin ecesi İstanbul’u yoluna koyan Fatih Sultan Mehmet, Trabzon Rum devletine son vermek için çıktığı seferde Bartın şehrini alır ve Orduyeri Mahallesinde karargâh kurar. Bu sırada yanına aldığı bir grup askerle Amasra’yı da Osmanlı topraklarına katmak üzere yola revan olur. Amasra’yı kuşbakışı gören Bakacak tepesine gelir. Bakacak tepesinde, şahlanan kır atının üzerinden Amasra'yı ilk defa gören Fatih Sultan Mehmet, şehrin güzelliğini uzun uzun seyreder. Çocukluğundan itibaren almış olduğu eğitimlerle yedi farklı dil bilen Fatih, doğunun ve batının bütün tarihlerini, klasiklerini ve efsanelerini ana kaynaklarından okumuş biri olarak Amasra’nın tarihini ve efsanelerini okumuş olmalı ki; bu şehre bir başka gözle bakmaktadır Bakacak tepesinden. Behçet Kemal Çağlar’ın Amastris Masalı şiirinde belirttiği üzere Amasra’nın kurucusu ve şehrin bir hanımeli zarafeti ile gelişimini Pers Prensesi Amastris gerçekleştirmiştir. Asya’dan yola düşmüş bir içli güzel sürgün ''Bakacak'' dediğimiz tepeye geldi bir gün Dağ üstünde bakarken, su üstünde göz olmuş Ormanlar saç saç olmuş, denizler göç göç olmuş.

*TC. Sultanbeyli Belediyesi Kültür Müdürü

sayı//64// kasım 20

Havası büyülüyor gönülleri tadıyla Oracıkta bir şehir kurdu kendi adıyla Kuruldu yaptırdığı beyaz mermer bir kasra Amastris isminden Amastra, AMASRA.


Fatih Sultan Mehmet, Bakacak tepsinde kır atının üzerinden bir kez daha baktı şehre, yarımada görünümündeki Amasra’nın göz göz koylarında Amastris’in keder dolu çeşm-i giryanını, denizin dalgalarında rüzgâra kapılarak dalgalanan saçlarını, şehrin sokaklarında minyatüre işlenmiş cemal-i suretini gördü. İşte bu duygu ve anı Behçet Kemal Çağlar şiirinde şöyle ifade etmiştir. Bu emsalsiz güzele yüzyıllar sonra bir gün Engin sesi ulaştı Bakacak'tan bir Türk'ün Şark seferi dönüşü bir gün verince mola Bir cezbeye tutulup düştü de Fatih yola. Bakacak'a ulaştı Amasra'ya göz attı İçini İranlının eski derdi kanattı Cenevizliler elinde esir olan güzeli Ta oradan kavrayıp sarmak istedi eli. Fatih Sultan Mehmet derin bir iç geçirdi, şehre son bir kez daha baktı ve yanında bulunan Hocasına dönerek şu cümleler döküldü dilinden. “Lala, lala Çeşm-i Cihan bu mu ola?” diye şehre olan hayranlığını dile getirdi. Fatih bu güzel şehri çeşm-i cihan (dünyanın göz bebeği) olarak görmüş ve bizlere emanet etmiştir. Behçet Kemal’de bu duyguyu şöyle tarif etti. Bu nice bizden mahrum bir hüsn-ü andır, dedi Çifte koyu seyretti; ÇEŞM-İ CİHAN'dır dedi Fatih ki fermanları baş üzre, can üstüne. Titriyor Bakacak'ta ÇEŞM-İ CİHAN üstüne.

Şehrin güzelliğinden oldukça etkilenen Fatih Sultan Mehmet Cenevizliler elinde olan bu şehri Ekim 1460’da “Bu kadar güzel bir yere zarar vererek almak istemem, kalenin anahtarını bana getirin” mesajını da kale komutanına göndererek şehri savaşmadan teslim aldı. Fatih’in İlk görüşte gönlüne düştü aşk denen belâ, İlk sözü: “Lala, lala Çeşm-i Cihan bu mu ola?” soruna mazhar olan Amasra’nın tarihsel yolculuğuna başlayalım. Plinius’un “zarif ve güzel”, Cenovalıların “çiçekli kale”, Zeki Müren’in “küçük Capri” olarak adlandırdığı Amasra, Küre dağlarının eteklerinde Karadeniz’e elini uzatmış, kolunu kaptırmış Bartın’a bağlı bir ilçe merkezidir. Şehrin antik çağdaki adı “susam diyarı” manasına gelen Sesamos. M.Ö. 3. yüzyılda kente o dönem Amasra’yı yöneten kadın lider Amastris’in adı ile anılmış, Osmanlı zamanında ise adı Amasra olarak söylenmeye başlanmıştır. Günümüze kadar şehrin isim banisi olan Prenses Amastris’in hikâyesini burada belirtmekte fayda var. Milattan Önce M.Ö III. Yüzyılda yaşamış olan Pers Prensesi Amastris’in hayatı siyasi evlilikler ve bu sebeple yaşanan ölümle bittiği söylenir. O yıllarda Büyük İskender’in son vermekte olduğu Pers işgali sırasında kazanan taraf İskender olunca generali olan Craterus’u Amastris’le evlendirir ancak kısa bir süre sonra Craterus bu evliliği sonlandırır. Amastris başka evlilikler gerçekleştirir ve bu evliliklerden iki oğlu olur. Bu sırada adı Sesamos olarak bilinen Amasra’yı çok beğenen Amastris şehre kendi adını verir ve 21


şehri imar ederek en parlak dönemini yaşatır. Karadeniz’de oluşturduğu 4 kentlik birliğin merkezini de burası yapar. Birlik giderek güç kazanır ve oğulları Amastris’in bu kadar güçlenmesine karşı gelir ve onu öldürmeye karar verirler. Amastris M.Ö.284 yılında oğulları tarafından boğularak öldürülür. Amastris’in 3. eşi Makedon General Lysimachus bunu haber alınca kendi politik çıkarlarına uyduğu için Prensesin intikamı bahanesiyle Amastris’in oğullarına suikast düzenler ve Amasra’yı zabt eder. Amasra, M.Ö XII. Yüzyılda Gasgaslar (Kaşka Türkleri) ve Hitit egemenliğindeyken daha sonra bir Fenike kolonisi olmuştur. Fenike sonrasında İonlar ile Miletli ve Megaralı denizcilerce ele geçirilmiştir. Bir dönem Lidya egemenliğine giren şehir, M.Ö IV. Yüzyılda Pers yönetimine geçmiştir. Makedonyalı Büyük İskender’in Anadolu’yu Pers istilasından kurtarmasından sonra Pers İmparatoru 3. Dara'nın yeğeni, Büyük İskender'in baldızı olan Amastris, Amasra'yı M.Ö. 300-286 yılları arasında tekrar kurmuş ve kendi ismini vermiştir şehre. Bu dönemde canlı bir ticari hayat ile şehir tarihinin en parlak dönemini yaşamıştır. Amastris’ ten sonra iki yüzyıl kadar Pontus Krallığı’na bağlı kalan şehir M.Ö 70 de Romalıların hâkimiyetine girmiştir. Paflagonya eyaletinin merkezi olan şehir, Roma İmparatorluğunun 395’te ikiye ayrılması ile Doğu Roma sınırları içerisinde kalmıştır. 1071 Malazgirt Savaşı sonrasında, Kutalmışoğlu sayı//64// kasım 22

Süleyman Şah önderliğinde başlayan fetihler Amasra’ya kadar uzanmış, Türk komutanlarından Emir Kara Tigin tarafından kuşatılan şehir alınamamış, ancak buradaki Bizans Garnizonu vergiye bağlanmıştır. Ekim 1460 yılında Cenevizliler elindeyken Fatih Sultan Mehmet tarafından Osmanlı hâkimiyetine girmiştir. Evliya Çelebi seyahatnamesinde bilinen üslûbu ve hayal dünyası ile renklendirerek Amasra’yı şöyle anlatmıştır: “Bartın’dan on sekiz mil şimale giderek Amasra’ya vardık. Amasra Kal’ası, Kayzer-i Rum’un (RomaBizans İmparatorlarının) binasıdır. Evvela Kastamonu hâkimi Danişmendlilere(!) sonra Osmanlılara geçmiştir. Bolu Sancağında ve Voyvodalıktır. Kafası Leb-i deryada bir püşte-i ali (yüksek tepe) üzerinde şekli murabbadan tûlani (uzunlamasına dikdörtgen biçimli) metin bir hüsn-ü hasene (güzel eser)’dir. Bu kal’ayı birkaç kere Rus menhusu vurmuşsa da zafer bulamayıp haib ve haşir (emeline erişemeden ve zarara uğrayarak) dönmüştür. Hendeği yoktur. Ama dizdarı, neferatı, yüzelli akçelik kadısı, Yeniçeri Serdarı vardır. Kal’a içre cami ve mescid dahi vardır. Sair imaret yoktur. Mükellef çarşusu vardır. Bu şehrin (Amasra’nın) bağ ve bahçesi, güna-gûn (türlü türlü) meyvesi, mahbub ve mahbubesi (Erkek ve kadın güzelleri) memduh-u âlemdir (Dünyaca ünlüdür ve övülür) Şehrin iki tarafında biri şarki diğeri garbi iki azim (büyük) limanları vardır ki sekiz rüzgârdan emin, âla yatak limanı hasıdır. Şark tarafındaki limanın sahasında ab ü havası


binası latif bir hamam-ı küşası (gönül açan, ferah hamamı) vardır. İskele başında mahzenleri vardır.” Çeşm-i Cihan Amasra’ya yolu düşenlerden, gezip görenlerden, tadıp yiyenlerden biri olarak bu satırları yazıyorum. Rahmetli bacanağım Abdülkadir ile Amasra’ya balık yemeye ve gezmeye giderdik yaz tatillerimizde. Yukarıda anlattıklarımın hepsine şahit oldum. Amasra kendini sevdirmeye çalışan bir Van kedisi gibidir, gördükten sonra siz kaçmaya çalışsanız da size kendini sevdiren bir cazibesi vardır. Amasra şehir merkezi; Tekke Tepesi, Küçük Ada, Boztepe ve Zindan adalarının dağ eteklerindeki alüvyonlu alana bağlanmasıyla oluşmuş bir yarımadadır. Tarihi, kültürü, efsaneleri ile yüzleşmeye devam etmektedir. Amasra’da Kuşkayası Yol Anıtı, Çekiciler Çarşısı, Kemere Köprüsü, Amasra Müzesi, Ağlayan Ağaç, Tavşan Adası, Amasra Kalesi, Fatih Camii, Küçük Kilise, Fatma Hanım Konağı, Direkli Kaya, Amastris Heykeli, Hasan Bey Konağı, Antik Tiyatro, Cenova Şatosu, Ethem Ağa Konağı, Kaymakamlık Evi, Delikli Şili, Boztepe ve Bakacak Tepesi görülmesi ve gezilmesi gereken yerler olarak karşınıza çıkacaktır. Amasra'da yetişen şimşir ağaçlarına dayalı olarak ilçeye özgü bir ahşap oymacılığı el sanatı gelişmiştir. Bundan dolayı Çekiciler Çarşısı şehrin kalbidir. Oymacılık ve tahta işçiliğinin nadide ürünlerinin, tel kırmaların, el dokumalarının ve daha pek çok el emeği göz nurunun satıldığı sıra sıra dükkânların dizildiği bu sokaklar hayata kucak açmaktadır.

Yöreye özgü 27 farklı sebze türünden yapılan Amasra salatası ve balık ziyafeti yapmadan bu şehri keşfedemezsiniz. Bu şehri keşfedebilmek için birazda gurme olmanız lazım. Hülasa Amasra, ortaçağ izlerini taşıyan daracık sokakları, eski konakları, camileri, şapelleri, renkli küçük evleri, insana huzur veren atmosferi, pişmiş balık kokusunun teneffüs edildiği limanı, Küre dağlarının bol oksijeni ile huzur veren bir beldedir. Ne diyordu Evliya Çelebi Amasra’da yaşayanlar için; mahbub ve mahbubesi (erkek ve kadın güzelleri) memduh-u âlemdir (dünyaca ünlüdür ve övülür), boşuna Çeşm-i Cihan dememiş büyük Sultan Fatih. Bende diyorum ki; Çeşm-i Cihan Amasra, Fatih Sultan Mehmet kokuyor hala… 23


KADİM BİR ŞEHRİN

KAPILARI Bazen unutulmuş bir taşra şehrine devrin büyük bir hükümdarı girer, hükümdarın girdiği kapının adı o günün anısına ve kralın onuruna istinaden değiştirilir.

Mehmet KURTOĞLU

apılı şehirler mâhremiyetli şehirlerdir. Kapılar kadim şehirlerin güvenliği sağladığı kadar, yönlerini , inançlarını hatta mahremiyetlerini belirler. Kadim şehirlerde kapılar bazen bir tanrı veya tanrıça adına, bazen bir kral veya kraliçe ardına yapılır. Bazen şehrin surlarında gedik açan bir komutan, açtığı o gedikten şehre girdiği için fetih işareti olarak orasını kapıya dönüştürür, fethin işareti olarak adını o kapıya verir. Bazen unutulmuş bir taşra şehrine devrin büyük bir hükümdarı girer, hükümdarın girdiği kapının adı o günün anısına ve kralın onuruna istinaden değiştirilir. Antik ve Ortaçağ’da kalesi, surları, burçlarıyla şehir, düz bir ovaya kurulmuşsa dört yöne açılan dört kapısı, bir dağın yamağınca kurulmuşsa kuzey güney veya doğu batı tarafında kapıları vardır. Sarp bir dağın tepesine kurulmuşsa orası bir Şatodur. Şehir bir dağın yamacına kurulmuşsa eğer en yüksek noktasında kale olmak üzere dört bir yanı surlarla çevrili, burçları, açık ve gizli dört yöne açılan kapıları göze çarpar.

sayı//64// kasım 24

Kadim şehirler hemen hemen birbirine benzer çünkü hepsi aynı düşünce ve kaygılardan hareketle inşa edilmiştir. Kadim zamanlarda suru, burcu ve kapısı olmayan şehir yoktur gibidir. Kadim zamanlarda güzel ve yaratıcı şehirlere tanrıça veya kadın ismi verilir. Çünkü şehirler de kadınlar gibi mahrem görülür, surları ve kapılarıyla kem gözlerden sakınılır. Zira bazı kadınlara âşık olmamak elde olmadığı gibi bazı şehirlere de âşık olmamak elde değildir. Kadim dönemlerde şehri bir ev gibi düşünüp öyle kurmuşlardır. Ev mahrem olduğu gibi şehirde mahremdir. Hatta bu şehirlere baktığımızda evlerin şehirlere, şehirlerin evlere benzediğini görürüz. Evin geniş bir avlusu yüksek ihata duvarlarıyla çevrilidir. Aynı şekilde evin duvarı gibi şehrin hisarı vardır ve bu hisar şehri dışarıdan gelecek düşman baskınlarından korur. Evin çoğunlukla bir olmak üzere bazen iki yöne açılan kapısı olduğu gibi şehirlerin de bazen dört, bazen iki veya üç yöne açılan kapıları vardır. Evin avlu duvarları şehrin surları gibidir. Evin iki katlı odası şehrin kalesine benzer. Şehrin kalesi evin çardağına… Çoğunlukla kaleler saray olarak da kullanılmıştır. Hamamı, kütüphanesi, odaları, kuyusu, zindanıyla kaleler küçük bir ev veya küçük bir şehir gibidir. Evlerin de mutfağı, kütüphanesi, mahzeni, kuyusu vardır. Evin avlusunda havuz, kuyu, ağaçlar ve kuş takaları bulunur. Tıpkı şehrin ortasında görkemli çeşmeler, ağaçlar ve belli mekânlarda yemlenen güvercinler gibi… Evin kapısından içeri girdiğinizde de güven ve huzurda olduğunuz gibi kadim bir şehrin kapısından içeri girdiğinizde de artık güvendesiniz demektir. Ev ve şehir arasındaki bu ilişkiyi güven ve mahremiyeti simgeleyen kapılar üzerinden okumak daha doğru olacaktır. Geçmişi on üç bin yıl geriye giden bir kadim şehirde doğmuş biri olarak, kapıların bende uyandırdığı çağrışımlara değinmeden geçemeyeceğim. Bir defa kapı demek benim için şehir demektir. Çünkü doğup yaşadığım şehrin, dört yöne açılan üç büyük ve dört küçük kapısı olmak üzere yedi kapısı vardı. Şehri hâkimiyeti altına alan devlet ve medeniyetler tarafından zaman içinde kapıların isimleri değişmiş ama yerleri ve anlamları hiçbir zaman değişmemiştir. İlginçtir binlerce yıl içinde şehir dahi ne bir metre ileri, ne bir metre geriye gitmiş. Sur içindeki şehir binlerce yıldır kurulduğu yerde çakılı kalmış. Bu bağlamda benim doğduğum şehir kadar değişime direnen


başka bir şehir yoktur sanırım. Bu yüzden sur içinde çakılı kalmış, modernizm gelip kapısına dayanmasına rağmen direnmiş, teslim olmamış ama ne yazık ki diz çökmek zorunda kalmıştır. Bu durum onu modernizm ile gelenek arasında bocalayan bir şehre dönüştürmüştür. Bu yüzden sancılı, bu yüzden sıkıntılı, bu yüzden mahzun…Şehrin kapılarının benim gönül dünyamda bambaşka bir yeri vardır. Şehrin üç büyük kapısı üç büyük sırla tılsımlanmıştır. Her tılsımın bir sırlısı vardır. Her sırlı bir büyük kapının bekçisidir. Her kapı bir büyük tarikata açılır. Harran Kapısı Nakşi Şeyhi Müslüm Efendi’yle, Bey Kapısı Halveti Şeyhi Ramazan Şani ile ve Samsat Kapısı Kadiri Şeyhi Şeyh Ahmet el Hamadani hazretleriyle özdeşleşmiştir. Her kapı bir tarikatı, her tarikat bir türbeyi işaret eder. Kadim şehirlerin kapıları adlarıyla müsemmadır çünkü. Doğduğum mahalle Harran Kapı, çocukluğumun geçtiği mahalle Bey Kapısı ve ölülerimizin gömüldüğü yer Samsat Kapı… Bu üç kapıya aynı zamanda şehrin en büyük mezarlıklarından geçerek girilir. Bilindiği gibi kadim şehirlerin mezarları şehrin giriş ve çıkış kapılarında yer alır. Ve şehrin üç büyük mezarlığı üç büyük kapının ismiyle müsemmadır. Bir şehrin senin şehrin olabilmesi için o şehirde mezarlığının olması gerekir. Toprakla bütünleşmeyen geçmişin şehirle bütünleşemez. Biz şehirlerimizi toprağına gömüldüğümüz, toprağıyla bütünleştiğimiz için seviyoruz. Kızılderilerin yaşamış olduğu trajediyi anlatan “Kalbimi Vatanıma Gömün” kitabının içeriğinden daha çok, ismi her zaman ilgimi çekmiştir. Kitabın adı zaten her şeyi anlatıyor. Kalbimi vatanıma gömün! Yüreği doğduğu topraklara gömülmeyen insanın, geleceği o şehirde olmaz. Bir şehirle ezeli bağınız ancak o şehirdeki mezarınızla başlar. Bir şehre gömüldüğünüzde ancak atiniz olabilir. Harran Kapı aynı zamanda doğduğum mahallenin adıdır. Kapının girişinde sağ ve sol ayakları üstünde Selçukluları sembolize eden aslan kabartması vardır. Kapının kemerinde ise kufi harflerle yazılmış bir kitabe yer alır. Kapının binlerce yıldır ayakta kalmasındaki sırrı hep bu aslan kabartmasına bağlamışımdır. Yalnızca Harran Kapısında değil, şehrin iç ve dış kapılarının birçoğunda aslan kabartması mevcuttur. Örneğin Aslanlı Han diye büyük bir hanı varmış geçmiş yüzyılda. Sanki kapı ile aslan arasında derin ve güçlü bir bağ varmış gibi geliyor bana. Veya şehri inşa edenler aslan kabartmalarını kapının en yüksek ve

en görkemli yerine işleyerek düşmana korku salmak istiyorlar. Harran Kapı dimdik ayakta duruşuyla bir aslan gibi güçlü, bir aslan gibi savaşçı, bir aslan gibi krallığını gösteriyor sanki. Bey Kapı daha bir görkemli! Ayakta kalan koca burcuyla kadim zamanlardan gelen refleksini gösterir gibi halen gözetleme yapıyor, halen şehrin koruyucusu olduğuna inanıyor. Bu kapının iki yanındaki burçtan biri yıkılmış diğeri ayakta. Tıpkı şehrin bir yanının ayakta diğer yanının virane olması gibi… Şehri çevreleyen surların kalıntısı bir insanın göbek hizasını geçmiyor. Devasa koruyucu surlar bu haliyle modern insan önünde eğilmiş gibi. Samsat Kapı ise artık Atatürk Barajı gölünün içinde kaybolup gitmiş bir şehrin adını yaşatmaktan başka bir işe yaramıyor. Samsat şehrinin Fırat’ın derin sularında kaybolup yittiği gibi Samsat Kapı da yitip gitmiş, bir tek adı kalmış geriye. Hatta adıyla anılan Samsat Kapı Mezarlığı İran’dan gelen bir ve zamanının kutbu olan Bediüzzaman Şeyh Ahmed el Hamadani adıyla anılıyor: “Bedüzzaman Mezarlığı”. Bu mezarlığın ruhaniyeti oldukça güçlü. Mezarlıkta devrin Bediüzzamanı Şeyh Ahmet el Hamadani ile şapka devriminden dolayı yirmi iki yaşında idam edilen Ankaralı Şehit İbrahim Ethem yatmakta. Bugün ayakta olmayan kapıdan girip çıkanların bu büyük zatları selamlayarak yollarına devam etmeleri dahi onların ruhaniyetlerinden kaynaklanmaktadır. Samsat Kapısının iki tane sırlısı olur da diğer kapıların sırlıları olmaz mı? Harran Kapının sırlısı Şeyh Müslüm Hazretleridir. Yakın tarihte yaşamış keramet sahibi bir Nakşi şeyhi. Üstat Bediüzzaman Urfa’ya gelmeden ve burada vefat etmeden önce onun kabrini hazırlamış büyük zat. Harran Kapı mezarlığında şehrin manevi koruyucusu. Sonra Bey Kapısı Mezarlığı. Bugün yerinde yeller esen bu mezarlıktan geriye bir türbe kalmış. Bu türbe de ise Şair Şeyh Ramazan Şani yatıyor. Koca mezarlığı ortadan kaldıranlar, Şeyh Ramazan Şani’nin kabrini de kaldırmak istiyorlar fakat güçleri yetmiyor. Koca bir mezarlık buharlaşıyor ama Şeyh Ramazan Şani’nin kabri halen ayakta ve halen şehrin koruyucusu Şehrin üç büyük kapı olur da başka kapısı olmaz mı? Dört yöne açılan, dört küçük kapısı daha vardır şehrin. Şehir yedi rakamında tılsımlanmıştır çünkü. Üçü büyük, dördü küçük yedi kapılı şehir. Şehrin bu küçük kapıları da tıpkı büyük kapıları gibi anlamlıdır. Onların sırlandığı, işaret ettiği şeyler ise bambaşka. Kutsal sularıyla kült bir 25


şehirdir Ruha. Yunanlılar Kaleriu, yani “coşkun ırmaklar şehri”, Mekedonlar Edessa, yani “suyu bol şehir” demiş. Çeşmelerinden kaynayan sularıyla, toprağından fışkıran kaplıcalarıyla Eyüp peygambere şifa vermiş bir şehir. Yine tanrıçalara adanmış sularıyla bereketi sembolize eden gölleriyle şöhret bulmuş bir şehir! Böylesine suyu bol olan bir şehrin kapısının adı “su” olmayacak da ne olacak? Araplar, Kale ile göl arasında kalan küçük kapıya “Babül Ma” demişler. Yani “su Kapısı”. Ateş tapınağı olan kalesi, su tapınağı olan Balıklıgöl’ü ile şehirde ateş ve su tarih boyunca savaşmış. Nemrut ateşi, İbrahim suyu temsil etmiş. “Ateşi bastıran su”yla kutsal bir gölde özetlenmiş şehir. Bir sütunu Damlacık Dağı’nın eteklerinde, diğer sütunun Ayn-Züleyha gölü kenarında olan kemerli kapının dibinde ise Hikmet Şairi Nâbî’nin şeyhi Yakup Kalfa yatmaktadır. Balıklıgöl’ün doğusunda bir ayağı gölde diğer ayağı şehrin surları üstünde Şair Sakıb Kapısı. Rivayete göre aynı zamanda bir Kadiri Şeyhi olan Şair Sakıp Efendi, köşküne gidip gelirken kolaylık olsun diye bu kapıyı açmıştır. Bir şehir düşünün kapılarını şeyhler ve şairler beklemektedir. Şehrin batı tarafındaki kapısının adı su, Güney tarafındaki kapısının adı güneş yani ateş kapısı. Zaten şehir ateş ile su üstüne tılsımlanmış, ateş ve suyun mücadele ettiği İbrahim-Nemrut efsanesinden doğmuştur. Dolaylı olarak su kapısı ilhamını İbrahim Peygamber’den, güneş yani ateş kapısı adını Nemrut’tan alır. Şehrin dört küçük kapısından biri de doğudaki Saray Kapısıdır. Saray Kapısı şehri ikiye bölen bir derenin üstüne yapılmıştır. Süryanice sıçrayan, taşan anlamına gelen dere, şehrin surlarının dibinden yazları nazlı nazlı, kışları deli dolu taşarak akmıştır. Bu dere dahi İbrahim’den ilham almıştır. Çünkü önceleri şehrin içinden geçen derenin kenarında şehrin ahalisi eğlenirmiş. Öyle ki günaha batan şehri Daysan nehri azgın sularıyla yıkarmış. Bir nevi şehrin günahlarını temizlermiş Daysan Nehri. Şehir bu derenin taşması sonucu yedi defa sel afetiyle yıkılmıştır. IV. yüzyılda Süryani bir papaz Daysan Nehri’nin taşmasından dolayı şehri sel götürdüğünü ve bunun da insanların günahları yüzünden başlarına geldiğini belirtir. Hıristiyanlık döneminde İsa’ya iman eden Daysan Nehri , bu defa içindeki günahkâr Hıristiyanları suyuyla vaftiz etmiştir. Tıpkı İbrahim’in Nemrut’un ateşini su ile bastırması gibi… Şehrin dördüncü küçük kapısı sırlı olduğu için ne adı, ne de yeri bilinmemektedir. sayı//64// kasım 26

Ama ben bu sırlı gizli kapıyı keşfettiğimden dolayı burada açıklayarak, yüzlerce yıllık sırrı aşikâr etmek istiyorum. Çünkü bu dördüncü küçük kapı, fakat büyükleri dâhil ederek söylersek yedinci kapı, şehrin surlarının dışında, yine Hıristiyan mezarlığı içinde Mancı’nın deresinin yukarısında bulunan şair ve ermiş Aziz Afraim kilisesinin hemen altında bulunan kapıdır. Bugün hem mezarlıklar hem de Aziz Afraim’in kabri yok edilmiştir. 1950’lere kadar ayakta duran bu kilisenin zemininde Urfa kalesine giden gizli bir kapı ve bu kapının açıldığı uzun bir dehliz vardır. Bu dehliz şehir muhasara altında olduğunda kaleyle irtibatı sağlayan bir geçittir. Bu geçidin kapısının adı konulmamıştır. Şehrin yedinci kapısı olarak bunun adının Aziz Afraim kapısı olması muhtemeldir. Çünkü Aziz Afraim, Hz. İsa’ya iman etmiş ve Hıristiyanlık dünyasında imanı ve takvasıyla II. Mesih olarak ün yapmış büyük bir azizdir. O da şehrin başka bir koruyucudur. Bu bağlamda şehrin yedi kapısının yedi sırlısı vardır. Ve dünyada hiçbir şehir, çocukluğumun geçtiği bu şehir kadar kapılarına anlam yüklememiştir. Ve dünyanın hiçbir şehri inancı bu denli içselleştirmemiştir. Yedi kapılı şehrin altı kapısından geçmiş, yedinci kapsının izini sürmüş biri olarak, bu şehrin sekizinci kapısının da olduğunu düşünüyorum. İç kapılarını bir tarafa bırakırsak, şehrin sekizinci kapısının da Rivayete göre Nemrut’un kibirle çıkıp indiği, fakat bu kapıya geldiğinde boyunun uzunluğundan dolayı eğilerek geçtiği Kale Kapısıdır. Sekizinci Kale Kapısı aynı zamanda cennetin sekizinci kapısı gibidir. Kaleye çıkarken bu kapıdan geçmek zorundasınız. Bu kapıdan geçip ateş ve suyu sembolize eden iki koca dikme arasında durup şehre kuşbakışı baktığınızda, kadim bir şehirden öte bir yeryüzü cenneti görürsünüz. Bu yeryüzü cennetini andıran kadim ve mistik şehrin adı Urfa’dır. Sıfatı ise İslam’ın Anadolu’ya açılan kapısı! Yedi Kapılı bu şehir, sekizinci kapısında ateşe atılmış İbrahim’in mucizesiyle su ile tılsımlanmış, Daysan nehri ile vaftiz edilmiştir. Geçmiş yüzyıllarda güney kapısına asılan İsa’nın mendili ise yüzyıllarca şehri korumuştur. Daha sonra Batı Kapısından giren İslam orduları komutanı ve Urfa fatihi İyad bin Ganem’in mektubu şehri İslamlaştırmıştır. Kadim şehrin kadim kapılarından geçmek her insana nasip olmaz. Hangi kadim şehrin kapısından geçerseniz geçiniz mutlaka o kapının bir sırlısı olduğunu unutmayınız.


Garibin Gönlü Sırça

Hz. Yunus’un Türkçesiyle

Garibin gönlü sırça / üflesen yer ilen yeksan Geceyi gündüz katsan Beyhûde bütün emekler Kimi menzile varır / fukara elin alır Kimisi dert çıkarır Kimileri de ekler Sözün kâretmez gayrı / herkesin niyeti ayrı Geç kalmasaydı bâri Onsuz açılmaz çiçekler Gönülden vermen gerek / elin çekingen biraz Toprak atanın bulunmaz Gözünde yeşil sinekler Şarab-ı kevser içsen / atlastan donlar biçsen Uzanıp yatagitsen Taşın nâfile bekler Leyli Mecnun divânında / Mecnun hasretin dağında Benim gurbetimin yanında Şunca kalır gurbetler Fakir Kâmil’e ne gam / eleğini asmış adam Çıkıverse odadan Kapıda alıcımelekler Kâmil UĞURLU

Sırça: Kırılgan, cam Beyhûde: Boşuna Menzil: Varılacak son yer Miskin: Zavallı, âciz Alıcımelek: Azrail Şunca: Şu kadarcık, küçük, az

27


GÖRKEMLİ TAPINAKLAR ŞEHRİ

“BANGKOK”

Büyük saraya yaklaştığımızda böylesi turist grupları ve kalabalığın benzerine belki Pisa Kulesinde, nadiren de Sultanahmet’te rastlamanız mümkün olabilir. Adeta akın akın gelen yığınlar söz konusu.. Salih DOĞAN

ayland uzun zamandır görmeyi istediğim uzak doğunun gizemli ülkelerinden birisiydi. Liseden okul arkadaşım Gürkan oradan yarı değerli taş getirip İstanbul’da satan bir iş adamı ve süreklilik arz eden bu iş ile ilgili her ayın yarısını Bangkok’ta taş firmalarını dolaşarak geçiren biri. Aylık okul toplantılarının birinde Tayland’ı çok merak ettiğimi söyleyince; önümüzdeki ay istiyorsan biletini al gel, vize yok her şey çok kolay deyince, benim sonradan coğrafyadaki başka ülkelere de gideceğim gizemli uzak doğu hikâyem başlamış oldu. Türk Hava Yollarından Aralık ayı için biletimi alıp en uzun uçak yolculuğum olan 10 saatlik bir uçuşun ardından Bangkok Suvarnabhumi Havalimanına gecenin sabaha yakın kısmında iniş yaptım. Büyük bir havalimanı, çıkışa doğru yavaş adımlarla yürürken başımı kaldırdığımda yukarıdaki üst geçitte Gürkan’ı gördüm. Buluşup araçla şehre doğru yola çıkıyoruz ...adeta bitmeyen bir trafiğe sahip olan Bangkok gördüğüm en kozmopolit ve zıtlıkları bir arada gözlemleyebileceğiniz bir yer.. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte Mildstone firmasının bitişiğindeki üç katlı arka bahçesi muhteşem bir evin orta katında bir odaya yerleştiriyor beni Gürkan sağ olsun ..uzun uçak yolculuğundan sonra epeyce sersemlesem de uyumaya niyetim yok bir an önce bu gizemli şehri keşfetme tutkusundayım. Bunu fark eden Gürkan bana taş firması Mildstone’un müdürü Mr. Phisit ile kahvaltıdan sonra tanıştırıp beni ona emanet ediyor.. birlikte Bangkok’u keşfe çıkıyoruz.. zıtlıkların bir arada yaşandığı dedim ya şöyle ki; bir yanda modern binalar diğer yanda antik tapınaklar, bir yanda pislik, diğer yanda temizlik … Öyle 2-3 günde gezilebilecek bir şehir değil… Tayland’lı dostum Mr.Phisit soruyor; ne tür yerleri görmek istersin? Bende önceden yaptığım listeye bakıp tarihi tapınaklar ve müzelerin önceliğim olduğunu söylüyorum. Nehirden mi karadan mı diye soruyor; çünkü Bangkok'ta pek çok turistin tercihi gideceği yere Chao Pharaya nehri üzerinden de ulaşım oluyormuş. BÜYÜK SARAY VE TAPINAKLAR

*Museolojist

sayı//64// kasım 28

Grand Palace: Yıllar önce Yerabatan Sarnıcı Müzesi Müdürlüğüm döneminde Tayland Prensesini ağırlamıştım. Bana büyük Sarayın kitabını armağan etmişti biraz Grand Palace’a aşinalığım oradan geliyor. Kraliyet ailesi burada yaşamasa da büyük sarayı özel gün ve törenlerde kullanılmakta. 150 yıl boyunca


idare merkezi olan, her Taylandlının gururla baktığı muhteşem mimarisiyle ziyaretçilerini cezp eden büyük saray 1782 yılında inşa edilmeye başlanmış, yaklaşık 2 km lik bir duvarla çevrilmiş tarihi şehir kısmıyla şehir içinde bir şehirmiş öyle söylüyor arkadaşım Phisit . Büyük Saraya karadan ve nehirden ulaşmak mümkün .Phisit’in Toyota jeepi ile şehir trafiğine dalıp bir park yerinde aracımızı bıraktıktan büyük sarayı ve tapınakları gezmeye başlıyoruz.. Halkın büyük çoğunluğu din olarak Budizm'i benimsemiş olmasından dolayı, şehirde gezilecek yerlerin çoğu sıra dışı mimarisiyle Budist tapınaklarından oluşuyor. Büyük saraya yaklaştığımızda böylesi turist grupları ve kalabalığın benzerine belki Pisa Kulesinde, nadiren de Sultanahmet’te rastlamanız mümkün olabilir. Adeta akın akın gelen yığınlar söz konusu.. Grand Palace ve Tapınaklarda saygı gereği kılık kıyafet kurallarına çok önem veriliyor. Kısa etek, şort gibi şeyler her iki cins içinde kabul görmüyor. Şayet ziyaret etmek konusunda kararlıysanız uzun bir kuyruk sırası beklemeyi göze alıp çok kullanılmış giysiler kiralayacaksınız.. Uzak doğu antik mimarisinin sıra dışı örnekleri insanı adeta büyülüyor, rengarenk yapı malzemeleri kullanılmış parıl parıl parıldıyor saray yapıları, tapınaklar…Fotoğraf çekmek açı yakalamak kalabalıktan inanın çok zor ama uygun açıyı bulduğunuzda harika resimler çekiyorsunuz.. Wat Phra Kaew: Saray müştemilatı içindeki en ihtişamlı yapı Zümrüt

Buda Tapınağı "Wat Phra Kaew ,. Zümrüt Buda (15. yüzyıldan kalma kuzeydeki Lanna okulu tarzında meditasyon yapan 45cm boyunda bir Buda görüntüsüdür. Buda heykeli 1784 yılından beri burada muhafaza edilmekteymiş.. bu kısımda resim çekilmesine izin verilmiyor belirtmekte fayda var ısrarda bulunmak gereksiz, çünkü işe yaramıyor tecrübe ile sabit .. Wat Pho Tapınağı: Büyük saraya en yakın olan tapınaklardan biri olan bu Wat’ın özelliği "uyuyan buda” yada “yatan buda” heykelinin burada bulunmasıdır. Kıyafet kısıtlaması bu kutsal mekanda da büyük sarayda olduğu gibi aynı şekilde, buna ek olarak yatan budanın olduğu mekana ayakkabılarınızı çıkartarak giriyoruz.. Her tapınağa girişimizde dostum diz çöküp dua ediyor ve dua makamının önünde duran bağış kutusuna birkaç baht atıyor.. Dev buda heykeli 43 metre uzunluğunda büyük ayaklarındaki sedef oymaları görmelisiniz harika bir işçilik mevcut uyuyan Buda’nın etrafında Buda'nın 108 hayırlı durumunu simgeleyen 108 adet metal kâse dizilmiş. Büyük Buda heykelini ziyaret eden turistler her bir kâseye para atarak dilek diliyor, dua ediyorlar. Gün ortasını çoktan geçtiğinden susuzluğumuz ve yorgunluğumuz artıyor hava çok sıcak ben fotoğraf çekmeye dalmışken birden omuzuma dokunan bir elle döndüm, dostum Phisit bana Coconut suyu ikram ediyor.. Pipetle Hindistan cevizi suyunu içerken, yorulup yorulmadığımı sorunca bacaklarım fena dedim ..çok şanslısın 29


bak bu tapınakta çok önemli bir masaj merkezi var hadi seni götüreyim dedi..Wat Pho tapınak kompleksi içindeki Thai masajının doğduğu yer olarak kabul edilen "Geleneksel Tay Masaj Okulu”na varıyoruz.. Burada hem masaj eğitimi hem de uygulaması yapılıyor uzun geniş iki yanlı yarı açık bölümlerde kaynayan kazanlar içinde buharlı sarı yağ .. mentol kokan ortamda masaj yapan tapınak görevlileri hamarat bir şekilde masaj yapıyorlar.. ben de sembolik bir ücrete ayak masajı yaptırıyorum gerçekten çok rahatlatıcı ve bütün yorgunluğumu alıp götürdüğünü söyleyebilirim. Şafak Tapınağı Wat Arun: Bangkok'un bir diğer ünlü tapınağı, Yerel olarak Wat Chaeng olarak bilinen Wat Arun, Chao Phraya nehrinin batısındaki (Thonburi) kıyısındaki önemli bir tapınaktır. Şafak Tapınağı olarak anılan bu tapınakta renkli porselenlerle kaplı. Mimari bakımdan Tayland’ın en güzel tapınağı kabul edilen bu tapınakta İkindi güneşinin yakıcılığına rağmen küçük renkli cam parçaları ve zarif bir şekilde karmaşık desenlere yerleştirilmiş Çin porselenleri ile güzelce dekore edilmiş heybetli sivri 70 metrelik kulenin bir kısmına kadar merdivenle tırmanmayı deniyoruz, tepedeki manzara gerçekten sizi büyüleyecek nitelikte hem tapınaklar mimarisini farklı bir açıdan görme fırsatı da yakalıyoruz. Şafak tapınağının ardından gün bitimine doğru yaklaşırken yarın şehrin en önemli tapınaklarından Wat Traimit için geri gelmek üzere tapınaklar bölgesini bugünlük terk ediyoruz... sayı//64// kasım 30

Eski adıyla "Siam",olarak bilinen Tayland bugün hala monarşi yapı ile yönetiliyor. Sevgi ve saygı tay kültürünün önemli bir göstergesi ve çok toleranslı insanlar sürekli güler yüzlü tayca bilmesek bile anlaşmakta zorlanmıyoruz.. Halkın özellikle ölen Kral Bhumibol Adulyadej’i çok sevdiği biliniyor ve hatırasına saygı olarak önemli alışveriş merkezleri ve bir çok noktada büyük resimlerinin asıldığını gözlemliyoruz. Araca kadar yürürken sokaklarda açıkta satılan Thai Foods rengârenk yemekler kokuları dayanılmaz, hızla geçiyoruz. Yerde yemek artıkları, hamam böcekleri ve fareler cirit atıyor adeta ...Pişirilen yemeklerin naylon poşetlerde satılması ilginç dışarıdan baktığınızda bulanık bir su gibi alıp sallayarak evine giden Thailer.. akşam yemeğinde Gürkan’la evde buluşuyoruz bizim için helal restorandan bir şeyler sipariş etmiş, gayet lezzetli et yemekleri ve tropik içeceklerle yemeğimizi afiyetle yedik…Gece oldukça hareketli bir şehir Bangkok çıkıp bir tur atalım istiyoruz lakin aşırı yorgunluk beni bitkin düşürmüş olmalı ki sofaya ilişip uyuya kalmışım…. Ertesi gün Wat Traimit ve China Town için Asya’nın süslü sevimli ulaşım aracı Tuk Tukla gezmeye karar veriyoruz … Wat Traimit: Çin mahallesinde bulunan Altın Buddha tapınağı.. Sabah vakti yine şehrin trafiğinden tuk tukla geçerek ulaştığımız bu büyük tapınakta bizi bekleyen sürpriz 14.yüzyıla tarihlenen 5.5 ton ağırlığında saf altından yapılmış bir Buda heykeli. Bu büyük heykeli şehrin çalkantılı


dönemlerinde hırsızlıktan korumak için heykelin alçı ile kaplandığını anlatıyor Taylandlı dostum.. alçı ile kaplanan heykel bu şekilde uzun yıllar tapınaklarda dolaştırılmış ta ki Wat Tramit’e taşınırken kaza sonucu yere düşürüldüğünde heykel üzerindeki bazı bölgelerdeki alçı çatlayıp dökülüyor ve altın olduğu anlaşılınca alçısı dikkatle sıyrılıp bu büyük altın Buda ortaya çıkartılıyor 1955’den beri bu şekilde sergileniyormuş . Şehir içindeki gezi yollarından biri de şüphesiz Chao Phraya nehri üzerinden botlarla yapılıyor, bizim tercih etmediğimiz bir yol oldu çünkü nehrin pek temiz olmayan sularının üzerinize sıçramasını göze almak zorundasınız.. Çin Mahallesi; Wat Traimit'i gördükten sonra Bangkok'un meşhur Çin Mahallesini gezmeye başlayabiliriz artık. Dünyanın belirli bölgelerinde Çin kültürüne dair bilinen en önemli yerleşim formu popüler bir turistik mekan olan bu mahallenin bir tanesi de Bangkok’da bulunuyor. Bu kültüre dair her şeyi görmeniz için Chatuchak Pazarı denilen bu yer önemli.. Chatuchak Pazarı; İlginç Çin malı ürünlerin satıldığı bu mahallede her şey Çin alfabesiyle yazılmış.. bir çok turistin tercih ettiği Çin mutfağı yemek kültürü, alışveriş yapan insanlar.. çok Çin mahallesini hem alışveriş, benim tercihim olmasa da hem de yemek için burayı mutlaka görmek lazım.. renkli bir dünyanın içinden geçip bir Çin tapınağına ulaşıyoruz .Tamamen Çin mimari özellikleriyle inşa edilmiş süslenmiş güzel bir tapınak

..sokak aralarından geçerek Çin mahallesini terk ediyoruz. Dostum Phisit bir restoranın önünde duruyor ve burada balık yada tavuk yiyebileceğimizi söylüyor ..oturup birlikte farklı usullerle yapılan lezzetli balıklarımızı afiyetle yiyoruz. Buradan sonra şehrin biraz dışında bulunan Damnoen Saduak Floating Market yani Yüzen Pazar … Damnoen Saduak Floating Market (Yüzen Pazar); Şehre 1saat 40 dk uzaklıktaki Yüzen pazarın özelliği, isminden de anlaşılacağı üzere buradaki her şeyin nehir üzerinde yüzmesi. Satıcılar küçük kayıklarda tropikal meyve ve sebze, taze hindistan cevizi suyu ya da teknede pişen yerel yiyecekler satıyorlar. Siz de yine bir sandalda gezerek alışveriş yapıyor fotoğraf çekiyorsunuz..ilginç bir dünya genellikle kadın satıcılar sandallarda yüzüyor adeta hayat burada ..kıyılarda baharatlar inanılmaz şeyler ..Bir yere yanaştırıyor kayığımızı iniyoruz ve bir tür geleneksel yöntemlerle Hindistan cevizinden yapılan bir helva yapımını deneyimliyoruz ve ondan tadıyoruz lezzetli usta ile biraz sohbet edip, bir satıcıdan biraz melisa çayı alıp bana hediye ediyor Phisit ve yolumuza devam ediyoruz birkaç turdan sonra yeniden kıyıya çıkıyoruz bu defa yanımıza omuzunda yaklaşık 40 kg lık bir piton bulunan genç bir adam yaklaşıp onu boynuma almak isteyip istemediğimi soruyor ..ben de denemek istediğimi söyleyince koca pitonu omuzuma bırakıyor hareket etmeye başlıyor ve dolanıyor vücuduma insan irkiliyor gerçekten korkunç 31


bir durum .. omurgasını hissediyorsun yılanın bu arada sahibi iki de bir de öpe bilirsin deyip duruyor ..bir iki dakikadan sonra bırakıyorum resim çekilip bırakıyorum Pitonu … Artık tamamen yerel halktan çok turistik bir alışveriş ve aktivite alanına dönüşmüş Yüzen pazarlar arasında en ünlüleri: Bizim gezdiğimiz Damnoen Saduk ve Taling Chan Market, Bang Ku Wiang Market, Tha Kha Dönüşte son olarak uğrak mekanımız Bangkok’un ünlü caddesi bir şehrin adeta cümbüş hali sıralı hediyelik eşya dükkanları, sokak yemekleri, içkili mekanları ve masaj salonlarıyla meşhur olan Kaho San Roadı günün akşam kısmına sakladık .. Kaho San Road : Biraz yorgun argında olsak, kentin bu tarafında hareketin hiç bitmediğini görebilirsiniz .Özellikle sırt çantalı gezginlerin uğrak mekanı bu cadde filmlere de konu olmuş.. İlginç rengarenk makarnamsı yiyecekler böcek tezgâhlarını geziyoruz, lakin fotoğraf çektirmek paralı aklınızda bulunsun turistin her şeyinden para kazanmak böyle bir şey olsa gerek.. Günü Khoa San Road’da barlardan gelen yüksek müzik sesleri arasında ayak masajı ile sona erdiriyoruz sağolsun kardeşim Gürkan’ın bitmek tükenmek bilmez kredisinden olsa gerek Taylandlı dostum Phisit bana kuruş para ödetmiyor.. Dostum bir Tuk Tuk’a işaret ediyor eve dönüyoruz güzel bir gün daha Bangkok sokaklarından geçerek gecenin içine doğru yorgun yatağımın beyaz şiltesine düşüyorum.. Yarın Siam’ın eski başkenti antik Ayutthaya şehrine gideceğiz…Şehrin keşfedilecek o kadar yerleri var ki ama bir haftalık seyahatimizden önemli kısımları size aktarıyorum. Seyahatimizden daha bir çok yeri var gezilecek lakin size sadece bir kısmından bahsedebildim.. Sevgili Kardeşim Gürkan ve değerli dostumuz Phisit Shitthichai’ye misafirperverliklerinden dolayı çok teşekkür ediyorum.. Uzak doğunun gizemli Görkemli Tapınaklar şehri Bangkok gerçekten görülmeye değer bir şehir… sayı//64// kasım 32


SÖYLEŞİLER Seyyid Hüseyin Nasr • Cahit Koytak • Ataullah Bogdan Kopanski • Maria Nikolaeva Todorova • Yusuf İslam • Âsaf Hüseyin • Selamet Haşim • Abdülkadir es-Sûfî • Burhaneddin Rabbânî • Gulbeddin Hikmetyar • Martin Lings • Hamid Algar • Ali Mazrûi • Turgut Cansever • Gazi Hüseyin Ahmed • Roger Garaudy Büyüyenay Yayınları Kitap Tanıtım: Fatma DERİN

Kimi düşünür; kimi tarih, siyaset bilimi ve siyaset sosyolojisi, İslâm kültürü ve edebiyatı çalışmalarıyla dikkatleri çekmiş, konularında eserler kaleme almış akademisyen; kimi siyasi-direniş lideri olarak bir dönemin simge isimleri olmuş; kimi de mutasavvıf, müzisyen, şair ve mimar. Bu kişilerden bir kısmını gerek entelektüel vasıflarıyla gerekse sufi/irfani kimlikleriyle okuyucularımızın eserlerinden tanıdığı kişiler. Bir kısmı da yeni kuşakların ilk defa karşılaşacakları isimler. Polonya, Bulgaristan, İngiltere, Pakistan, Fransa, Afganistan, İran, Filipinler/Moro, Kenya, Sudan ve Türk asıllı portrelerin yer aldığı Söyleşiler bir yandan söz konusu kişilerin düşüncelerini entelektüel ve siyasi portrelerini tanıtırken, bir yandan da gazeteci Âkif Emre portresini de bize sunmakta. Sorduğu sorular, hem onun cevap aradığı konuların bir işareti, hem de zihni arayışlarının, içinde taşıyıp hissettiği duyarlılık alanlarının, sahip olduğu ufkun bir göstergesi olarak okunmalıdır. Aynı zamanda sorduğu soruları, bugün hâlâ cevaplayamamış olmak bir tarafa; halen bu sorulardan ne kadarı zihniyet dünyamızda ve fikren gündemimizde yer almaktadır, ayrı bir soru olarak düşünülmeye değer.

ŞEHİR K İ TAP

ÂKİF EMRE

öyleşiler, Âkif Emre'nin Çizgisiz Defter'den sonra yayımlamak istediği bir kitaptı. Müstağrip Aydınlar Yüzyılı ismiyle yayımladığımız çalışmasına öncelik verince Söyleşiler'in yayımlanması bu günlere geldi. Söyleşiler, 1992-1997 yılları arasında dergi ve gazetelerde tefrika edilmiş Akif Emre’nin 16 kişiyle yaptığı röportajları kronolojik olarak bir araya getiriyor. Bu söyleşiler yaklaşık 2000 yılına kadar gündemde olan, tartışılan fikirleri, cevap aranan soruları, duyuş ve düşünüşleri sunması açısından önemli.

33


NEVŞEHİR HİÇ ESKİMEYEN TARİHÎ BİR ŞEHİR

Yerin üstü yeni şehir, altı ise eski şehir, eski şehirlerdir Nevşehir’de. Tarihin içinde kaybolmaktır yer altı şehirlerinde. Fahri TUNA

evlana tek başına Konya’dır, Yunus bir başına Eskişehir; Ankara Hacı Bayram’sız var olamaz, Kırşehir Hacı Bektaş’sız. Âşık Veysel Sivas’tır mesela, Emrah Erzurum. Ya Nevşehir? Diyeyim size: Tartışmasız Damat İbrahim Paşa’dır. İbrahimcity hatta. Günümüzde dahi böyle değil mi: Bir il sadrazam (günümüzdeki karşılığı başbakan) yahut cumhurbaşkanı çıkartmışsa onun şehri hizmet bakımından abat olmamış mıdır? Başbakan-Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile BaşbakanCumhurbaşkanı Turgut Özal’ın Malatya’ya, Başbakan-Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in Isparta’ya, Başbakan - Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Kayseri’ye, Başbakan-Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Rize’ye katkıları ve kattıkları inkâr olunabilir mi. Bu şehirlerdeki üniversitelerin adları bile bu isimler değil midir? Gerisini varın siz hesap edin.

Umarım, bizim Nevşehirli İbrahim kardeşimizi ve yaptıklarını, şimdi daha doğru anladınız. Yahut anlayacaksınız. Anlamalısınız. Kahramanımız İbrahim’i anlatmalıyım evvelâ size: 1662’de Nevşehir’de dünyaya gelir İbrahim. On altı - on yedi yaşlarına gelince Payitahta (İstanbul’a yani) hem iş bulmak hem de akrabalarını bulmak üzere yola koyulur. Derken akrabası Saray Masraf Kâtibi Mustafa Efendi’nin delaletiyle Helvacılar Ocağı’nda işe girer. Gel zaman git zaman yükselir, Edirne Sarayı’na çağrılır, orada Şehzade Ahmet ile yakın olur. Severler birbirlerini. (Burası çok önemlidir. Karşılıklı bu sevgi, bizim İbrahim’imizi ileride vezir de edecektir damat da.) Şu olur bu olur, birçok olay birbirine görünmez bir zincirle bağlı, devam eder, eder. Seneler geçer. Şehzademiz artık Sultan III. Ahmet adıyla padişahımızdır. İbrahim’imiz de İbrahim Paşa’dır. 1716 yılında Petervaradin Savaşı’nda Sadrazam Silahtar Ali Paşa şehit düşünce dağılan orduyu bizim İbrahim Paşa toparlar ve sadrazamın mührünü ve orduyu kamilen Edirne’de sultana takdim eder. Bu gelişmeden bir süre sonra Padişah, hem Sadrazamlık (başbakanlık) görevine getirir hem de kızı Fatma Sultan ile evlendirir bizim İbrahim Paşa’yı. Olur size Sadrazam Damat İbrahim Paşa. Tarih 1718. Bu tarihten Yeniçeri ayaklanmasıyla derdest edileceği 1730’a kadar on iki yıl süreyle özelde İstanbul genelde Osmanlı ülkesi barış içinde yaşar. Barış huzur sükûnet. Yenilgilerle bozulan maliyeyi toparlar paşa evvela. Sonra İstanbul başta olmak üzere bütün şehirlerde imar hareketlerine girişir. İlk matbaayı getirir. İlk itfaiyeyi kurar. Edebiyata sanata ağırlık verir. Kâğıthane’ye Sadabat’ı yaptırır. Paris’teki Versailles, Sadabad olmuştur artık. İstanbul’a yüzlerce medrese, çeşme, konak, şu bu… Lale Devri demek Damat İbrahim Paşa demektir kısacası. Mimarı odur. İstanbul, tarihinin en şaşaalı en mutlu en debdebeli günlerini yaşar bizim Nevşehirli İbrahim’imiz sayesinde. Vefalı merhametli ileri görüşlü, hoşgörülüdür, savaştan ziyade barıştan, huzurdan, kardeşlikten yanadır Damat İbrahim Paşa’mız. İçinizden birilerinin ‘Fahri Tuna, sen neler anlatıyorsun ya? Biz Nevşehir’i okumak istiyoruz. Sen bize başka şeyler anlatıyorsun arkadaş’ dediğinizi duyarı gibiyim. Haklısınız. Ama kazın ayağı öyle değil işte. Bir köy düşünün şimdi. Adı Muşkara olsun. Ürgüp

sayı//64// kasım 34


kazasına bağlı olsun. Ürgüp de Niğde Sancağına. Bu köyden bir sadrazam / başbakan çıksın? Ne yapar vefalı bir başbakan o köyü, köyünü? Saraydan Mimarbaşı Mehmet Ağa ile bina emini Seyyid Mustafa Ağa’yı köyünü şehretmek için görevlendirir Sadrazam İbrahim Paşa. Giderken Gebze’de Çoban Mustafa Paşa Külliyesi’ni bir güzel incelemelerini tembih etmeyi de ihmal etmez paşamız. Arazi yetmeyince köyün harmanları da istimlak edilir. Külliye için yeterli arazi temin edildikten sonra da inşasına başlanır. Külliye deyince sizi teknik detaya boğmayayım. Şu kadarını biliniz yeter: O tarihe kadar Anadolu’da yaptırılan en büyük en gelişmiş en ileri külliyedir bu. Külliye merkezinde cami olmak üzere, medrese, sıbyan mektebi, imaret, kervansaray, hamam ve iki çeşmeden oluşmaktadır. Bir güzel ayrıntı daha size. Her eserin bir kitabesi vardır. İstanbul’dan gönderilen bu kitabelerdeki şiirler - sıkı durun - devrin en büyük şairi Nedim’in mısralarından oluşmaktadır. Demiştim size, Damat İbrahim Paşa’mız şairlerin ediplerin sanatçıların dostu ve hamisidir diye. Buyurun size bir başka delili daha. Sadrazamımız köyünü ihya ve inşa etmeye kararlıdır bir kere. Her idari ve sosyal tedbiri alacaktır: Önce Muşkara Köyünü ilçe yapıp kadılığa yükseltir. Sonra çevredeki Türkmen aşiretlerinden bir kısmını oraya iskân eder. Kayseri’den tüccarlar getirip yerleştirir. Ahalinin vergilerini şahsi kesesinden ödeyerek yeni yerleşimi cazip hâle getirir. Artık Muşkara ilim irfan merkezi olduğu kadar sosyal ve ticari hareketliliği olan bir yerdir de Anadolu’da. Bir isim de gerekmez mi bu yeni şehre. Yeni bir isim. Hep yeni kalacak bir isim. Hiç eskimeyecek olanından. Devir Lâle Devridir. Şiir devridir. Gazel kaside mersiye devridir. Devir, ‘Gülelim oynayalım, kâm alalım dünyadan Mâ-i tesnîm içelim çeşme-i nev- peydâdan Görelim âb-ı hayât aktığın ejderhadan Gidelim serv-i revânım yürü Sa'dâbâd'a’yı yazan Nedim Devridir. Şiir dili olan Farsça devridir. Aranır taranır bulunur yeni şehrimize Farsça bir isim: Nevşehir. Nev yani yeni, yani ilk, yani taze. Sadrazam Damat İbrahim Paşa’nın armağanı o külliyenin hizmete girdiği 1728 yılından bu yana yerleşim, Nevşehir diye tesmiye eylenir (çağrılır) olmuştur. Ben dahi gidip gördüm. Gezdim yaşadım

sevdim. Nevşehir daima insanın gönlünde bir nevbahar/ilkbahar hazzı uyandıran bir şehirdir hâlâ. Şahitlik edenlerdenim buna, ben de. Bugün Ürgüp’tür, Göreme’dir, Avanos’tur, Nevşehir evet. Başhisar Uçhisar Ortahisar’dır, evet. Yeraltı şehirleridir, çömlekçiliktir, hediyelik örme bebektir, evet. Ürgüp Türk’tür, Türküdür, Türkçedir en çok. Hoca Ahmed Yesevi otağı ocağıdır yerleşimidir büyük oranda; öylesine Müslüman öylesine Türk öylesine Türkçe. ‘Şen olasın Ürgüp dumanının gitmez / Kıratım acemi konağı tutmaz / Oğlum da pek küçük yerimi tutmaz / Cemal’ım Cemal’ım algın Cemal’ım / Alkanların içinde kaldın Cemalim’ türküsüdür. Nice benzer türküdür. Türklerdir, türkülerimizdir. Muzaffer Doğan’dır bende Nevşehir biraz da. Üstad Necip Fazıl’ın bine ettiği, benim de içinde büyümekten şeref bulduğum ‘Büyük Doğu Ekolü’nün en mücessem en yaşayan en yaşatan adamıdır Muzaffer Doğan bende. Öylesine yiğit, öylesine mücadeleci, öylesine eğilmez. ‘Kim var?’ dendiğinde sağına ve soluna bakmadan ‘ben varım’ diyen adamdır o. İstanbul’u fethe gelmiş, kısa zamanda da Bahçelievler’i inşa etmiş, örnek bir Nevşehirlidir bende Muzaffer Ağbi’m. Nevşehir patatestir, sofra sofra Türkiye’ye yayılan. Nevşehir’e gittiniz diyelim. Ne yiyeceksiniz peki? Nefis bir tarhana çorbası ile başlayın derim. Tarhana yoksa Düğü çorbası içmelisiniz. Meşhur Testi kebabını ya da Ayva dolmasını mutlaka tatmalısınız. Olmadı, Sızgıt ile Ağpaklayı da tercih ediniz. Yanına tadımlık Soğanlama veya Dıvıl da olabilir. Bütün bunların üzerine üzüm suyundan yapılan Köftür tatlısı çok iyi bir tercih olacaktır. Köftür yoksa Dolazı tercih edin derim; pişman olmayacaksınız. Yerin üstü yeni şehir, altı ise eski şehir, eski şehirlerdir Nevşehir’de. Tarihin içinde kaybolmaktır yer altı şehirlerinde. Canlı yeryüzü müzesidir Nevşehir’in dört bir yanı. Peribacaları da müzenin en canlı zenginliği. Ha unutmadan: Kızılırmak’ın bakmayın kızıl kızıl akıp gittiğine. Yeşil yemyeşil nimet ve berekettir Nevşehir’de Kızılırmak. Gönüllerdeki yeşilliktir o. Nevşehir yenidir. Nevşehir eskidir. Nevşehir dündür, bugündür, yarındır. Nevşehir biziz. Biz yani Türk, Müslüman, Anadolu. Özbeöz biz. İliklerine kadar biz. Seviniz sevdiriniz Nevşehir’i. Bir İbrahim şehri olan Nevşehir’i. 35


unanistan’ın kuzeydoğu köşesinde, doğuda Evros, batıda Nestos olmak üzere iki nehir arasında, kuzeyde Rodop Dağları ve güneyde Ege Denizi ile sınırları çizilmiştir. Gümülcine şehri, Yunanistan’ın Batı Trakya kesiminde Bulgaristan sınırının karayoluyla 23 km güneyinde yer alır. Gümülcine, Rodop ve Evros’un genel dış işleri ve merkezine sahip olan Batı Makedonya ve Trakya bölgesinin idari merkezidir. Batısında İskeçe güneybatısında Kavala ve Selanik şehirleri yer almaktadır.

YİTİK COĞRAFYANIN ŞEHİRLERİ

GÜMÜLCİNE VE SEREZ I.Murat’ın Evrenos Bey komutasında gönderdiği akıncı birlikleri Rumeli’de önce Dimetoka’yı sonra Gümülcine’yi Osmanlı topraklarına katmışlardır (1361). Hüseyin YÜRÜK

I.Murat’ın Evrenos Bey komutasında gönderdiği akıncı birlikleri Rumeli’de önce Dimetoka’yı sonra Gümülcine’yi Osmanlı topraklarına katmışlardır (1361). Ancak, aynı yıl fethedilen öteki kasaba ve kalelerin elden çıkması üzerine uç merkezi İpsala’dan Gümülcine’ye kaydırılmış ve Rumeli’de batıya yönelik akınlar buradan yönetilmeye başlanmıştır. Ferecik, Dhrama (Drama) ve Kavala’yı alan Türk kuvvetleri Serez’i de fethedince (1382), uç merkezi buraya taşınmış; Gümülcine, Paşa sancağına bağlı bir kadılık durumuna getirilmiştir. Avrupa’da Osmanlı Devleti’nin sınırlarının daralmaya başlaması sonucu Gümülcine’nin önemi giderek artmıştır. 1828-1829 Türk-Rus savaşından sonra beş sancaktan oluşan Edirne vilayetinin Filibe sancağına bağlı bir kaza merkezi olmuştur (1830). 1877-1878 TürkRus savaşının ardından yeniden düzenlenen Edirne vilayetine bağlı birinci sınıf bir sancak konumuna getirilmiştir. Balkan Savaşı sırasında Kırcaali-Edirne hattını korumakla görevli Türk ordusunun Bulgarlara yenilerek teslim olması üzerine (23 Ekim 1912) Gümülcine’de Osmanlı Devleti’nin elinden çıkmış oldu. Edirne kurtarıldıktan sonra Hurşit Paşa’nın Kuşçubaşı Eşref ile Süleyman Askeri komutasında Bulgar işgalinde kalan Türk topraklarına gönderdiği akıncı birlikleri Ortaköy, Koşukavak, Mestanlı, Kırcaali’yi ele geçirdikleri gibi, bölgenin merkezi olan Gümülcine’ye de girmişlerdir (31 Ağustos 1913). Burada Garbi Trakya geçici hükümetini kuran Türkler, yönetimin başına da müderris Salih Efendi’yi getirmişlerdir. Böyle bir yönetimin İstanbul ve Sofya’da olumsuz tepkiler oluşturması sonucu geri çağrılan

sayı//64// kasım 36


Türk komutanlar, Batı Trakya yönetiminin bağımsızlığını ilan ettiler (25 Eylül 1913). Başkenti Gümülcine olan bu yeni Türk Devleti’nin bayrağı beyaz, yeşil siyah zemin üzerine ay-yıldızdı. Ancak bu konuda olumsuz bir tutum takınan Cavit Bey ve Cemal Paşa, Batı Trakya’yı Gümülcine ile birlikte Bulgaristan’a bırakmıştır. Birinci Dünya Savaşı sonunda (1919) Gümülcine’yi Bulgarlardan alan Fransızlar Yunanistan’a vermişlerdir. Gümülcine Yunanistan’ın Trakya bölgesinde, Rodop ilinin merkezi ve önemli miktarda bir Türk nüfusun yaşadığı bir şehirdir. Şehrin 2011 toplam nüfusu 55.812’dir.Geçmişte şehrin merkezinden bir nehir geçmekte iken bu nehrin yarattığı seller nedeniyle daha sonra şehrin ana caddeleri değiştirilmiştir. Nüfusun % 40’ı Türklerden oluşmaktadır. Şehirde irili-ufaklı yaklaşık 20 cami bulunmaktadır. Bunlardan 3 tanesi şehir merkezinde ve diğerlerinden daha büyüktür. En gösterişli olanı ise tek şerefeli mütevazi bir minaresi olan “Eski cami” dir. Gümülcine balık hali yakınında eski mahallededir. Caminin güney kısmında Gazi Evrenos Bey İmareti ve kuzeyinde de yakın geçmişte yıktırılan bir tarihi hamam bulunmaktadır. Cami 1608-1610 yılları arasında yapılmış ve 1678 ile 1855 yıllarında onarım görmüştür. Özellikle 1855 yılında Sultan Abdülmecit dönemindeki onarımda cami genişletilerek bugünkü görünümüne kavuşmuştur. 1912 yılına kadar caminin tek şerefeli bir minaresi bulunurken Bulgarlar bölgeyi işgal ettiklerinde bu orijinal minare kaidesine kadar yıkılmış ve çan kulesi haline sokularak cami, kiliseye çevrilmiştir. Ayrıca Gazi Evrenos Bey İmareti gibi bu camiyi de soymuşlar ve süslemeleri tahrip etmişlerdir. Sultan IV.Murat’ın torunu Mehmet Beyin mezarının üstünde bulunan kurşun kaplı zarif kubbeli türbeyi yıkmışlardır. Gazi Evrenos Bey İmareti şehir merkezinde Eski Cami’nin hemen arka tarafındadır. Osmanlı-Türk mimarisinin ilk örneklerinden sayılmaktadır. Gümülcine’nin 1361 yılında Gazi Evrenos Bey tarafından fethinin ardından 13651385 yılları arasında yapılmıştır.İmaret Osmanlı döneminden kalma olmasına rağmen yıllarca şehrin Elektrik İdaresi tarafından santral olarak

kullanılmış büyük hasar görmüş ve günümüzde “Hıristiyanlık Müzesi” olarak kullanılmaktadır. Bu müze içinde ise Hıristiyanlık figürleri ve ikonalar sergilenmektedir. Saat Kulesi, Yeni caminin hemen yanındabahçesindedir. Yapımına Sultan II. Abdülhamit döneminde 21 Ekim 1884 tarihinde başlanmış ve 10 Ekim 1885 tarihinde tamamlanmıştır. Yaptıran ise Gümülcine Sancak Yöneticisi Abdulkadir Kemali Paşa’dır. Bina dört katlı bir yapıya sahiptir. Batı Trakya’daki (cami, mescid, tekke, türbe, medrese, imaret, han, hamam, saat kulesi, köprü, çeşme gibi) tarihî Türk-İslam kültür ve sanat eserleri de sistemli bir şekilde ortadan kaldırılmaktadır. Gümülcine’de 76 cami, 35 mekteb, 27 han, 28 hamam olmak üzere 295 eser, bulunuyordu. Ancak, Yunanlıların bölgeye hâkim olmasından sonra, bunlardan çoğu yıkılmıştır. 1971’de Gümülcine’de Servili ve Serdar Mahalle camileri de yıkılmışlardır. 1988’de Gümülcine’deki Tabakhane ve Yüksek Mescit camilerine bomba atılmış, Yusuf Hoca ve Şehreküstü camileriyle Kırnıahalle Türk İlkokulu’nun camları kırılmıştır. yeni hazırlanan Gümülcine imar plânına göre, 500 yıldan fazla bir süre Batı Trakya Türklüğü’nün sembolü olan Yeni Camii, Yenice Mahalle Camii ve Mescit-i Arifane Camii ortadan kaldırılmak istenmektedir. Yunanistan’ın takip ettiği bu politika ise, Batı Trakya’daki Türk-İslâm kültür ve medeniyetinin bütün izlerini tamamen silmek ve soydaşlarımızı daha kolay eritmek amacını gütmektedir.(Alp,2013) SEREZ

Yunanistan’da Doğu Makedonya’da Menoikion dağının eteklerinde denizden 70 m. yükseklikte yer almakta olup Yunanca Serres Türkçe Siroz ve daha çok Serez diye adlandırılmıştır. 37


Serez toprakları, Trabzon Rum Devleti’nin yıkılmasının ardından II. Murad’ın eşi olan Marija Brankovic’e (Mara Hatun) olduğu gibi David Kommenos’a hibe edildi. Serez’in bütün köylerinin geliri ise II. Bayezid ve kızları Kamer ile Selçuk hatunlara aitti. (Balta,2009:557) Serez, XV. yüzyılın ortalarından itibaren Anadolu’dan gelen şehirli Türk nüfusun iskânına sahne oldu, bunlar ticaretin ve dokuma sanayiinin oluşmasında rol oynadı. Kasabada bunların yerleştiği Müslüman mahalleleri genellikle burada vakıflar kuran resmî kişilerin isimlerini taşırken Hıristiyan mahalleleri kilise ve esnaf adlarıyla anılmaktaydı. XV. yüzyılın sonlarına doğru İspanya ve Sicilya’dan gelen Yahudiler ticarî imkânları dolayısıyla Serez’e yerleştiler. Burası antik dönemden beri meskûn bir yerdir ve Herodotos tarafından Siris şeklinde zikredilmiştir. Balta’nın naklettiğine göre;1383 Deli Balaban Bey ve Lala Şâhin Paşa’nın idare ettiği Osmanlı birliklerince fethedildi. Yıldırım Bayezid 797’de (1394-95) vasalları olan Balkan prenslerini ve Bizans imparatorunu burada topladı. Ardından bölgedeki araziler Gazi Evrenos Bey’e ve Kazasker Çandarlı Kara Halil Hayreddin Paşa’ya tahsis edildi. XV. yüzyılın sonlarından XVI. yüzyıla kadar sultan ailesinin üyelerine verildi. Şehir civarındaki kesime Osmanlı varlığını pekiştirmek için Saruhan yörükleri yerleştirildi. Mahallî geleneğe göre Serez barış yoluyla teslim olduğundan şehrin hıristiyan nüfusuna dokunulmadı, kiliseler camiye çevrilmedi ve müslümanlar sur içinde yerleşmedi. Dolayısıyla müslümanların camileri, zâviyeleri, medreseleri kasabanın etrafı surla çevrili kısmının dışında inşa edildi. (Balta,2009:556) Serez’de pek çok vakıf kuruldu ve bunlara çeşitli tahsisatlar yapıldı. 787’de (1385) Büyük Vezir Çandarlı Kara Halil Hayreddin Paşa’nın inşa ettirdiği Atik Camii (Kurşunlu Cami) gibi şehrin önemli camilerinin kalıntıları 1938 yılına kadar ayakta kaldı. Çandarlı ailesi mensupları (Ali Paşa, İbrâhim Paşa, Eslime Hatun ve Dâvud Paşaoğlu, Mustafa Bey) kervansaray, bedesten, mescid ve cami yaptırarak şehrin diğer hayır severleri arasında öne çıktı. 818-819’da (14151416) Evrenos Bey, Serez ovasında bulunan Toumba (yeni ismi Gazoros) köyünden gelen gelirlerle donatılmış bir imaret inşa ettirdi. Fâtih Sultan Mehmed’in idaresi esnasında sayı//64// kasım 38

XV. yüzyılın ikinci yarısına ait tahrir kayıtlarına göre Serez’de müslüman nüfusu hıristiyanlara nisbetle daha fazlaydı. 1478’de 535 hânesi müslüman, 282 hânesi hıristiyan yaklaşık 5000 kişiye ulaşan bir nüfusa sahipti. XVI. yüzyılın ilk çeyreğinde ise yirmi altısı müslüman, yirmi sekizi hıristiyan elli dört mahallesi bulunan Serez’de müslümanların 574 hâne, 202 mücerret; hıristiyanların 357 hâne, otuz yedi mücerret (bekâr erkek), yetmiş bîve (dul kadın); yahudilerin altmış beş hâne, beş mücerret vergi nüfusu vardı. Bu durumda kasabanın toplam nüfusu 5000’i geçiyordu. Bu tarihlerde darphâne hizmetinde kırk iki, Evrenos Bey imaretinde yirmi iki kişi çalışıyordu. Tahrir kaydında burada mescidler dışında iki cami, iki imaret, iki medrese, yedi zâviye ve beş hamam olduğu zikredilmiştir. Kasaba bu durumunu daha sonraki asırlarda da korudu. (Balta,2009:557) XVII. yüzyılda Evliya Çelebi 4000 Müslüman ve 2000 Hıristiyan hâne halkının bulunduğunu tahmin etmekte ve on iki cami, doksan bir mescid, sayısız medrese, tekke, çeşme, sebil ve dükkân, yirmi altı okul, beş hamam ve sayısız imaret ve büyük bedestenin (şu anda Arkeoloji Müzesi) varlığını haber vermektedir. XVII. yüzyılda şehirdeki yaşama dair değerli mâlûmat Papasynodinos kroniklerinde (kayıtlarında) bulunmaktadır. Bölgenin tarımsal üretimi buğday, arpa, pirinç ve şehir fabrikalarında işlenen pamuktur. Pamuk yetiştiriciliği XVIII. yüzyılda yayılma gösterdi ve XIX. yüzyılın ortalarında yabancı seyyahların notları ve Selânik’te bulunan Fransız konsolosun raporlarının da belirttiği gibi boyalı pamuk ipliği en önemli ihracat


unsuru oldu. Daha sonra Selânik ve Kavala limanlarından ihraç edilen tütün de şehrin para getiren ürünlerine eklendi. Ayrıca burada bir ay süren büyük bir panayır kuruluyordu. 1831’de ilk Osmanlı sayımında Serez’de 23.064 erkek nüfus tesbit edilmişti. Bunun 4459’u Müslüman, 16.596’sı Hıristiyan, 1761’i Çingene Ve 248’i Yahudiydi. XX. yüzyılın ilk yıllarına kadarki nüfus sayımlarında Serez bu bölgedeki en büyük ve ekonomisi en iyi gelişmiş şehirlerden biri olarak öne çıktı. 1288 (1871) tarihli Salnâme’ye göre Serez sancağının 68.468 gayri müslim ve 43.144 müslüman nüfusuyla 545 köyü, 3035 evi, 1292 dükkânı, altmış bir hanı, iki hamamı, yirmi camisi, on sekiz mescidi, sekiz medresesi, on dört tekkesi, üç imareti, on dört okulu ve kırk iki kilisesi bulunmaktaydı. (Balta,2009:557) Hüseyin Kadri Kadri 1909 yılındaki Serez Mutasarrıflık Günlerini şöyle anlatıyor: İdare-i hükümette müthiş bir "anarşi” hüküm sürüyordu. Jandarma kuvvetiyle eşkıyanın tenkili muhal idi. Takip için bir müfreze-i askeriye sevkini kumandanlığa yazdım ve bir jandarma zabitinin de başkaca bir müfreze ile iltihakına emir verdim. Fakat her şey orada kaldı ve bir tek nefer sevkine bile imkân olamadı! Söz ayağa düşmüştü; hükümetin bir mevkii, bir vakaru haysiyeti kalmamıştı. (Kadri,2000:76) Filhakika Siroz'da kaldığım bir sene müddette kimseden bir muhalefet görmedim. Hiçbir kimse beni incitmek ve gücendirmek istemedi. Memleketlerinin ve kendilerinin hayır ve saadetlerine, temin-i huzur ve refahlarına müteallik her ne istedimse yaptılar. Ben de elimden geldiği kadar onlar için çalıştım; mektepler, hastahaneler dâru'ı-muallimînler yaptım... (Kadri,2000:82) Günün birinde Halep Valiliği'ne tayin edildiğime dair bir telgıraf aldım. Hemen hareket etmekliğim bildiriliyordu. Siroz' dan ayrıldığım zaman çok derin bir ızdırap duydum. Bütün halk beni teşyi için istasyona döküldü; ağlaşarak ayrıldık. Burada kaldığım on bir ay zarfında çok iyi ve fena günler görmüş ve bir aile ocağında yaşamıştım. Sirozlular benim ihlasımdan, sadakatimden, hakk ve adaletten başka bir emel beslemediğimden emin idiler. Aldığım elli dört lira maaşın üstüne daha bir o kadar eklemeye mecbur oluyordum. (Kadri,2000:100)

Serez’de çıkan iki büyük yangın şehrin harap olmasına yol açtı. 1849’da dörtte üçü yanan şehir, 1913’te Balkan savaşları esnasında Bulgarlar’ın burayı Yunanlılar’a teslim etmesinden hemen önce kundaklama sonucu tamamen harap oldu. 1913-1919 yılları arasında gönüllü Yunan-Bulgar nüfus mübadelesi ve Lozan Antlaşması (1922) neticesinde Yunanistan ile Türkiye arasındaki zorunlu nüfus mübadelesinin ardından nüfus yapısı bakımdan önemli değişim ve karışıklıklar ortaya çıktı. Serez, II. Balkan Savaşı esnasında Bulgarlar tarafından 1916’dan 1918’e kadar tekrar işgal edildi. 1918’de Yunanistan’a dahil olunca yeniden imar gördü. Yaşadığı çeşitli tarihi olayların ardından Serez’de çok az tarihî eser kaldı.(Sadece üç cami: Zincirli Cami, Mustafa Bey, Gedik Ahmed Paşazâde Mehmed Bey ve Çandarlı İbrâhim Paşa tarafından yaptırılan bedesten) ardı arkası kesilmeyen yıkımlardan sağlam çıkabildi ve şehrin Osmanlı geçmişini hatırlatan unsurlar olarak ayakta kalabildi. Bugün Serez tarımsal ürünlerin toplanıp pazarlandığı bir ticaret ve tekstil merkezidir. 2001 sayımlarına göre nüfusu 56.145’tir. (Balta,2009:558) Son Dönem Gümüşhanevi meşayıhından Hasip efendi de Serezli meşhur zatlardan biridir. Abdullah Hasib (Yardımcı) Efendi, 1280/1863 senesinde Serez’de doğmuştur. Babası “muavin” namı ile bilinen Halis Efendi’nin oğlu Ali Efendi olup Serez’de Câmi-i Atik imamı, aynı zamanda Serez Rüşdiyesi’nde öğretmen ve müdür muavini idi. Ali Efendi Cidde’de medfundur.Hasib Efendi, orta tahsilini Serez Rüşdiyesi’nde tamamladıktan sonra İstanbul’a gelerek eğitimini Çarşamba’da Mahmud Ağa Medresesi’nde sürdürür. Burada on sene kaldıktan sonra 1310/1893 yılında Tokatlı Hacı Şakir Efendi’den müderrislik icazeti alır. Ahmed Ziyâüddîn-i Gümüşhanevî hazretleri de bu icazet merasiminde hazır bulunmuştur.

KAYNAKÇA

• Alp İlker, (2013),Batı Trakya Türkleri, sayi-33 Balta Evangelıa , (2009), Serez Cilt: 36; Sahife 556-558 • http://www.iskenderpasa.com/D5B2685A-A8E94A6C-BAB3-BCFED0A9FDBA.aspx • Kadri Hüseyin Kazım, (2000),Meşrutiyet’ten Cumhuriyete Hatıralarım, İstanbul: Dergah Yay 39


ir önceki yazımda Gaziantep’e ilk gidişimde gördüklerimi yazmış ve ikincisinde Antep’in tepelerini ve şehrin diğer müzelerini konu edeceğime işaret etmiştim. Sözümüzü yerine getirip Gaziantep için önem arz eden tepelerinden başlayalım.

MÜZELER ŞEHRİ

GAZİANTEP -II-

Üç katlı müzenin en alt katında bir mağara var ki Gaziantep’te bu taş mağaraların yaygın olduğunu artık biliyoruz. Mağaranın içerisinde galeriler oluşturulmuş ve bu galerilerde oyuncaklar sergilenmiş. Prof. Dr. H. Ömer ÖZDEN*

*TC.Atatürk Ünv.Öğ.Üyesi

sayı//64// kasım 40

Bu tepelerden biri Batalhüyük. Batalhüyük Tepesi, şehrin düşmana karşı korunma mevzilerinden birisi olarak düşünülmüş. Batalhüyük Tepesi’nden etrafı seyretmek mümkün. Buranın hemen alt tarafında çocuklar için, Harikalar Diyarı adını taşıyan bir oyun parkı var. Batalhüyük Tepesi’nin en üst noktasının da üstüne çıkan rayları görünce, aklıma filmlerdeki çocukların bindiği ve çığlıklar attığı o hızlı ve baş döndürücü trenler geldi. Arkadaşlarım bunun da o tarz bir tren olduğunu söylediler. Oldukça uzun bir ray sistemi olduğu anlaşılıyordu. Parkta çok sayıda oyun alanı bulunduğunu öğrendik ve tepeden aşağı doğru inmeye başladık. Batalhüyük Tepe’sinin etrafında bol miktarda fıstık ağaçları vardı. Fıstık ağaçlarının verimli olmasını sağlamak için toprağın sürekli çapalanıp havalandırılması gerektiğinden dolayı, tepenin çevresini sarmış fıstık ağaçlarının altında hiç ot gözükmüyordu; ağaçlar arasındaki boşluklar, pullukla sürülmüş bir tarla görünümündeydi. Batalhüyük tepesinin hemen alt tarafındaki cadde üzerinde Fıstık Müzesi’ni görüyoruz. Burası, fıstık türlerinin gösterildiği bir müzeymiş. İddiaya göre bu müze, fıstık ağaçları kesilerek oluşturulmuş ve Antepliler bundan pek de hoşnut değillermiş; o yüzden biz de müzeyi gezmeden sadece önünden geçip gittik. Sanayi şehri olmasından dolayı Gaziantep, bölge illeri arasında göç alan bir kentimiz ve bu nedenle oldukça kalabalık. 2 milyona yakın bir nüfus söz konusu ve tabii ki Gaziantepliler, buraya gelenleri Anteplileştiriyor, yani bir aidiyet duygusu veriyorlarmış. Dolayısıyla Gaziantep, bölgenin dominant kültür merkezlerinden birisi halindeymiş; mesela Urfa’da çok miktarda fıstık üretilmesine rağmen fıstık borsası Gaziantep’teymiş. Fıstık üreten Şanlıurfa, Siirt, Mardin gibi bölge şehirlerinin bütün üreticileri, fıstıklarını bu şehirde kurulan borsada değerlendiriyorlarmış. Yani bir anlamda Gaziantep, bir alım satım merkezi konumunda. Şehirde Sani Konukoğlu ismi oldukça önemli. İsim ve soyadının baş harflerinden oluşan Sanko Holding Gaziantep için önemli bir ekonomi


merkezi. Şehri ikiye ayıran derenin Şahinbey tarafında bu adla büyük bir AVM mevcut. Sani Konukoğlu Gaziantep’te çok büyük ve önemli yatırımlar yapmış; hatta Gaziantep Üniversitesi’ndeki İlahiyat Fakültesi’ni de bu şahsiyet yaptırmış ve bir vefalılık göstergesi olarak fakülteye onun adı verilmiş. Çocuklar için oluşturulan bu oyun parkının hemen karşı tarafında başka bir park var. Kavaklık Parkı diye tanınan bu geniş alan, bir sayfiye veya gezinti alanı olarak tasarlanmış; yanından araçla geçerken bile bu geçiş, uzun bir zaman alıyor. Burası doğal bir müze görünümünde; ağaç türlerinin yanında, doğal süs ağaçları veya süs bitkileri kırpılarak, şekil verilerek tanzim edilmiş çeşitli motifler, çeşitli hayvanların büstleri ya da heykelleri hatta bir Türk kuşu uçağı motifi/heykeli bile var ki görülmeye değer. Aracımızdan inip bu devasa parkın içerisinde biraz gezineceğiz. Alleben Deresi, Kavaklık Parkı’nı ve doğal olarak Gaziantep şehrini ikiye ayırmış. Şehrin sağ tarafında Şehit Kâmil Belediyesi, sol tarafında ise Şahinbey Belediyesi var. Kavaklık Parkı, her iki belediyenin de sınırları dâhilinde. Kavaklık Parkı’nın içerisinde çok büyük ağaçlar görünüyor, burası şehrin adeta akciğerleri olarak anılıyor; çünkü burası belki birkaç yüz yıldan beri kesilmemiş olan çınar, kavak ve başka türden ağaçların bulunduğu bir alan. İlginç olan Alleben Deresi’nin hemen iki yanında yer alan ağaçların tüm kökleri görünür vaziyette. Bu derede su çok az olmasına rağmen huzur verici bir akışı var; sesi insana huzur veriyor ve oldukça temiz. Bana içerisinde alabalık olabileceği duygusunu verdi; zira alabalık derelerinin suyu çok berraktır ve soylu bir balık olan alabalık, temiz su dışında bir yerde yaşamaz.

park çok kalabalık oluyormuş. Park içerisinde etrafı camla kaplı tek katlı küçük bir yapının içerisinde bir piyano var; piyano çalmayı bilen kişiler, istedikleri takdirde o piyanoda özellikle sanat musikisi icra ediyor ve insanlar da hem yürüyüp hem de bu müziği dinliyorlarmış. Biz gittiğimizde maalesef bu gıpta edilecek manzarayı göremedik ama piyanoyu görmek ve bunun yapıldığını öğrenmek bile bana yetti. Park içerisinde pek çok spor aleti de var. Yürümekten yorulanlar bu spor aletlerinden birini kullanarak dinlenebiliyorlar. İyice yorulanlar için çok sayıda oturma alanları da mevcut. Gaziantep’in sıcağında ağaçların gölgesinde yürümek ve dinlenmek hakikaten insana huzur veriyor. Biz daha başka güzellikler görebilmek için bu huzur veren ortamdan ayrılarak yürümeye devam ediyoruz.

Alleben Deresi, bir anlamda Gaziantep’in su deposu anlamına geliyor. Gaziantep, suyu bol olan bir şehir olmadığı için bu dere oldukça önemli. Suyun debisi oldukça düşük ama oldukça berrak ve bu dere şehre adeta can veriyor. Su kıtlığından dolayı da bol miktarda sarnıç açılmış; bunu biraz önce gezdiğimiz höyükte de (Batalhüyük) gördük. Orada da bir kaç tane sarnıç vardı. Muhtemelen o sarnıçlardan çıkan suyla bölgenin su ihtiyacı karşılandığı gibi, fıstık ağaçlarının sulanması da sağlanmakta. Parkın içerisinde çok sayıda yürüyüş parkurları var. Bu parkurlarda çok sayıda insan sabahın erken saatlerinden itibaren gelip yürüyüş yapıyorlar. Mihmandarımız Ayşe Eroğlu’nun ifade ettiğine göre sabah saatlerinde

Müzeler kentinin önemli müzelerinden birine geçiyoruz. Gaziantep Şahinbey Belediyesi tarafından yaptırılan İslam Bilim Tarihi Müzesi, İslam kültür coğrafyasındaki bilimsel faaliyetleri, icatları ve keşifleri, asıllarına uygun biçimde yeniden inşa edip bir müzecilik anlayışıyla ziyaretçileriyle buluşturmaktadır. Müzede astronomi, coğrafya, denizcilik, fizik-mekanik, tıp ve kimya alanlarında Müslüman bilim adamları tarafından gerçekleştirilmiş bilim ve teknik tarihinde büyük çığır açan çalışmalar yer almaktadır. Müzede yetkili durumda bulunan Ahmet Özdemir müzeyi gezdirmeden önce bir girizgâh yaparak önce Antep kelimesinin nereden geldiği ile başladı. Antep, Ayıntâb kelimesinden gelme olup ayn, pınar; tâb ise 41


elde edilen bu ürün ceviz, maun, gül gibi sert dokulu ağaçlara işleniyor. Sedefkâr bu ağacın üzerine çizdiği motife ince bir telin yardımıyla sedefi küçük dokunuşlarla özenle yerleştiriyor. Bunu yapan usta da bir cansız manken yardımıyla temsil edilmiş.

sayı//64// kasım 42

güzel demektir ve kelime ‘güzel pınar’ anlamını ifade etmektedir. Yetkili arkadaş müzeyi baştan sona gezdirdi ve eserler hakkında oldukça doyurucu bilgiler verdi. Bu müze bana İstanbul Gülhane Parkı’ndaki Fuat Sezgin tarafından hazırlanan İslam Bilim Tarihi Müzesi’ni hatırlattı ve bu duygumu müze yetkilisine ifade ettiğimde buranın da onun öğrencilerinin danışmanlığında hazırlandığını belirtti. Buradan ayrılıp eski Antep sokaklarına yöneldik. Eski Antep evleri, beyaz taştan yapılmış. Bu taşa, Antepliler havara taşı diyorlar. Kolay işlendiği için kıyma taş da deniliyormuş. Yazın serin, kışın sıcak tutan bu taş, havayla temas ettikçe sertleşiyormuş.

Yemeni yapılan bir atölyede yine bir mankenin eline yerleştirilen aletlerle yemeniyi nasıl yaptığı gösterilmiş. Maket yardımıyla anlatılan meslekler, Antep çarşısını anlatmada oldukça ustalıklı kullanılmış. Bu temsili atölyede, ustanın yaptığı varsayılan çeşitli yemeniler ve deri eşyalar görülüyor. Şu anda Gaziantep’te yemenicilik yeniden revaç bulmuş ve özellikle yaz aylarında koku yapmadığından, ayakları terletmediğinden dolayı Anteplilerin tercih ettiği bir ayakkabı tarzı ve sitili olarak çarşılardaki yerini almış durumda. Antepfıstığının, dalından koparıldıktan sonra nasıl işlendiğinin anlatıldığı bir bölüm var. Gaziantep’te belediye başkanlığı, valilik yapmış kişilerin resimlerinin ve isimlerinin bulunduğu bir bölümden sonra Antep’in kurtuluşunun anlatıldığı başka bir temsili bölüm var kent müzesinde. Aynı zamanda basın tarihi, spor tarihinin anlatıldığı bölümlerin yanında, Antepli hanımların yaptığı delik işi ve kanaviçenin anlatıldığı bir atölye ve nihayet Gaziantep’in simgesi olan baklavanın geçmişte nasıl yapıldığına ilişkin bir atölye de var kent müzesinde. Antep kilimlerinin revaçta olduğu zamanları gösteren atölyede kilimin nasıl işlendiği gösteriliyor. Tezgâh, oldukça gösterişli. Bu atölyenin hemen yanında da bakırcılığın anlatıldığı atölyede bakır işlemeciliğinin tematik görüntüsü mevcut.

Beyaz Han adı verilen bir hanın içerisindeyiz. Burası da havara taşından yapılmış iki katlı bir bina. Ortada bir şadırvan var kare mekân şeklinde gözüküyor. Şu an itibari ile bir kısmı restoran olarak kullanılırken bir kısmı da kent müzesi olarak değerlendirilmiş. Burada geçmişte çeşitli zenaatların temsili olarak gümüşçü, sanat atölyesi, kutnucu, bakırcı, sedefçi ve oyun evinin sergilendiği çeşitli atölyeler var. Kısacası güzel değerlendirilmiş bir bedesten burası. Kutnu, Gaziantep’e özgü bir ipek kumaş türü ve bu kumaştan peştamal, yemeni, çanta ve her türlü giyim eşyası yapılıyormuş. Bu atölyede kutnu kumaşının yapıldığı tezgâh sergilenmiş. Sedef kakmacılığı atölyesinde sedef işlemeciliği temsili olarak sergilenmiş. Bilindiği gibi sedef, deniz kabuklarının iç bölümünde bulunan sert parlak ve kalkerli maddeye deniliyor; denizden

Kent Müzesi’ndeki diğer tematik bölümlerde Gaziantep’in kültür-sanat ortamı, folkloru, halk müziği, sağlık, eğitim ve Gaziantepli olmak gibi olgular işlenmiş. Bu güzel şehri ziyarete gelenlerin, şehir hakkında genel malumat sahibi olmaları açısından mutlaka görmeleri gereken önemli bir müze olduğunu düşünüyorum. Gaziantep’in bir başka özelliğini Kent Müzesi’nden çıktıktan sonra saptığımız sokakta öğreniyoruz. Eski sokaklarda sık sık rastladığımız fırınlar, Anteplilerin yemek kültürüne ne kadar önem verdiklerinin adeta bir göstergesi. Bu fırınlarda pide ekmek ve yemek yapılıyor ve söylendiğine göre evlerde yapılması gereken birçok yemek, fırınlara sipariş ediliyor. Yemek ya evde hazırlanıp fırına götürülüyor yahut fırına şu kadar kişilik bir yemek hazırlar mısın deniliyormuş. Fırında


hazırlanıp pişirilen o yemek her neyse, sipariş verenler tarafından daha sonra alınıyormuş. Bu mini sokak fırınlarını görünce, 2013 yılında gittiğimiz Fas’ın Fes kentindeki küçük sokak içi fırınlar aklıma geldi. Ne kadar lezzetli ekmekler yapılıyordu öyle? Yine eski Antep sokaklarından birinde Amerikan hastanesinin önündeyiz 1870’li yıllarda Amerikalılar Antep’e geldiklerinde şehrin bilinen tepelerinin üzerine ciğerler bırakmışlar ve bu ciğerlerden en geç bozulanın bulunduğu tepeyi tercih etmişler. Mademki ciğer burada çok geç bozulmaya başladı, demek ki buranın nefes alınabilecek bir yer olduğu anlaşılmış ve yine o meşhur beyaz taştan üç katlı bir hastane yapmışlar. Hastane çok geniş bir alanda yapılmış ve halen poliklinik hizmetleri verilmekte. Gaziantepliler, sağlık hizmeti almak üzere buraya geliyorlar. Hastane, otantik halini koruyor, sadece pencereler PVC sistemine dönmüş, ama diğer her şey eskisi gibi görünmekte. Hastanenin bulunduğu alana Tepebaşı deniliyor. Aslında Amerikalılar burayı misyonerlik faaliyetlerini daha iyi yürütmek için kullanmışlar. Bu hastanenin hemen alt tarafında azınlık olarak Ermenilerin bulunduğu bir mahalle var. Amerikalılar, kendi dinlerinden olmakla birlikte farklı mezhepten olan Ermenileri, Türklere karşı kışkırtmak için uğraşmış ve bu faaliyetleri neticesinde millet-i sâdıka olarak bilinen Ermeniler, Doğu’da olduğu gibi Güneydoğu’da da Türklere düşmanlık etmeye başlamış ve isyan etmişler. Hastanenin bulunduğu tepeden merkeze doğru inen yolda kadim bir mahalle olan Akyol mahallesi bulunuyor ve burada çok sayıda eski evler var. Hepsi ikişer, üçer katlı binalar; kapılarında hem çocukların kullanması için aşağıda bir yere hem de büyükler için yukarıya yerleştirilmiş ikişer tokmak var. Çoğu evin duvarlarına kuşların barınması için kulübeler yapılmış. Burada Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Gaziantep Başkonsolosluğu’nun bulunduğu eski bir Antep evinin önünde durup etraftaki evleri seyrediyoruz. Aynı mahallede aşağı yukarı 150 yıllık mazisi olan çok geniş avlusunun altında mağara bulunan bir yapının üzerindeyiz. Avluda mozaik tarzında yapılmış iki tane havuz

bulunuyor ama bunlar atıl vaziyette. Şu anda buralar butik otel ya da Büyükşehir Belediyesi tarafından eğitim ve kültür vakfı olarak kullanılıyormuş. Vakıf olarak kullanılan binada restorasyon yapılmış, duvarlara gömülü vaziyette bulunan dolaplarda kitaplar bulunuyor, ortada okuma masaları ve sandalyeleri mevcut. Mutfak kültürünün gösterildiği küçük mütevazı bir odasında bir mutfak sandığı, ocak olarak kullanılan bir bölüm, mutfak dolabı, bulgur yapılan değirmen taşları, hemen yanında büyükçe bir kepçe, taslar, tabaklar ve müştemilatın suyunun sağlandığı bir su kuyusu var. Üç katlı binanın üst katında da toplantı salonları var. Burada kuşlar da ihmal edilmemiş; üst katlarda küçük nişler açılarak kuşların yuva yapmalarına imkân sağlanmış. Böylece bu binanın aynı zamanda bir kuş vakfı olduğu anlaşılıyor. Ecdadımız, kuşların barınmasını bile düşünmüş. İçerisinden geçmiş olduğumuz bu tarihi taş evlerin bulunduğu eski Ermeni mahallesinde bir de kiliseden camiye çevrilmiş cami var. Caminin kilise olarak kullanıldığı zamanki çan kulesine kısa bir minare yerleştirilmiş, fakat bir de müstakil uzun bir minare daha yapılmış. Hiçbir tadilatın yapılmadığı kiliseye sonradan sadece bir mihrap inşa edilmiş. Bunun dışında kilisenin mimari özelliğine zarar vermeyen bir minber ve bir de kürsü yerleştirilmiş. Hiçbir mimari özelliğine dokunulmamış kilise, olduğu gibi camiye çevrilmiş ve adı da kurtuluş camii olarak konulmuş. Kurtuluş camiinin bulunduğu mahalleye eskiden Eblahan mahallesi denilirken şimdi Bey mahallesi diye ismi verilmiş. Bu eski mahallere arasında bulunan Cenani konağı, Gaziantep Üniversitesi’ne bağlı bir sosyal tesise dönüştürülmüş. 18. yüzyılda Cenani ailesi tarafından yaptırılmış olan bu konakta ailenin soy ağacına yer verilmiş. Gaziantep’in işgali ve kurtuluşuyla ilgili büyük bir tablonun da bulunduğu iki katlı binanın tavanları tamamen ahşap, duvarları ise yine Gaziantep’in o bilinen beyaz taşıyla yapılmış. Yukarıya taş merdivenle çıkılan binanın üst katında altı oda, bir geniş salon, alt katta ise daha küçük odalar var. Konağın bahçesinde meyve ağaçları bulunuyor. Bahçe, yaz aylarında açık hava sineması olarak kullanılıyor ve belgesel filmler gösteriliyormuş. Çok işlevli bu binada bir miktar dinlendikten sonra konağın hemen alt tarafındaki Eyüpoğlu mahallesinin camisine geçiyoruz. 43


AHMET HAMDİ TANPINAR’IN GÖZÜNDE

ERZURUM

İşte Tanpınar’ın, Anadolu’ya gitmeden önce hayal ettiği Erzurum şehri… Yani “içinden geçerken piyano sesi duyulan bir sokağın varlığını” hayal etmesi… Dr. Şakir DİCLEHAN

nsan hayatında şehirlerin çok büyük bir önemi vardır kuşkusuz. Bir toplumun ruhu olduğu gibi şehirlerin de ruhu vardır. İmrendiğimiz ve taklide çalıştığımız Batı dünyasının, bütün eski şehirlerinde öncelikle ruhun muhafaza edildiği, herkes tarafından gözlendiği gibi, dile getirilmiş olması da başlı başına bir gerçektit. Batıda baktığımız her köşede bütün bir geçmişi top yekûn hissetmek mümkündür. Fakat ülkemizde, eski korunmadığı gibi yenilerinde de ruha pek önem verilmediği görülmektedir. Edebiyatımızın önemli isimlerinden Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kaleme aldığı “Beş Şehir” isimli eserinin yazılış amacını özetlerken şu gerçeği dillendirdiği görülür: “

Beş Şehir’in asıl konusu, hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı duyulan iştiyaktır” şeklindeki ifadesinin ardından, şu yargıya varmaktan da kendini alamaz: “İlk bakışta birbiriyle çatışır görünen bu iki duyguyu sevgi kelimesinde birleştirebiliriz.” Beş Şehir’i kendine özgü bir üslup ve duyguyla kaleme alan Tanpınar, şunları söylemektedir: “ Bu sevginin kendisine çerçeve olarak seçtiği şehirler, benim hayatımın tesadüfleridir. Bu itibarla onların arkasında kendi insanımızı ve hayatımızı, vatanın manevi çehresi olan kültürümüzü görmek daha da doğru olur.” Necip Fazıl Kısakürek, İki Ahmed’e özel bir parantez açar. Biri Ahmet Kutsi Tecer’dir. “Kutsi, Genç şairin (Kısakürek’in ilk zamanlardaki lakabı) Yüksek Muallim Mektebi’nden arkadaşı… Yatakları yan yana ve şiir zevkleri iç içe… “Kırtipil Hamdi” diye lakaplandırdığı Ahmet Hamdi (Tanpınar) ise, ilk sömestrelerdeyken Edebiyat Fakültesi’ni bitirmiş yeni tayin olunduğu Erzurum’a gitmek üzere… Babıâli’yi en güzel ve gerçekçi bir şekilde tasvir ve tavsif eden Necip Fazıl: “Peyami Safa’yı Paris’e (1925) gitmeden Beylerbeyi’nde tanımış, Hocası Mustafa Şekip’in de, henüz talebesi, yani “medyumu” vaziyetinde iken, telkin edici, yani “manyetizör”ü mevkiine geçmiştir. Fakat bütün bu adamlardan içinde kalan şudur: -Hava, bir baştan bir başa hava!.. Olamayan bir cemiyette, anafor noktası Babıâli ve uzak, Yakın her ferdi uzak, daha doğrusu tıknefes… Meserret’e (o zamanların ünlü edebiyatçıların ve aydınların devam ettiği Kıraathaneye) Ahmed hamdi (Tanpınar) girdi, genç şairin karşısına geçti ve hemen sordu: -Biliyorum ki Erzurum’a gidiyorsun. Sen Darü’l_Fünun’dan evvel bulundun orada… Nasıl yer?.. -Ne bekliyorsun ki, nasıl diye soruyorsun? -Mesela içinden geçerken piyona sesi duyulan bir sokağı yok mu? İşte Tanpınar’ın, Anadolu’ya gitmeden önce hayal ettiği Erzurum şehri… Yani “içinden geçerken piyano sesi duyulan bir sokağın varlığını” hayal etmesi… Ahmet Hamdi, Erzurum’a gidip o güzelliklerin ve uygarlık eserlerinin yer aldığı Erzurum hakkındaki düşünceleri değişecektir: “Bizden önceki nesiller gibi bizin neslimiz

sayı//64// kasım 44


de, bu değerlere, şimdi medeniyet değişmesi dediğimiz, bütün yaşama ümitlerimizin bağlı olduğu uzun ve sarsıcı tecrübenin bizi getirdiği sert dönemeçlerden baktı. Yüz elli senedir hep onun uçurumlarına sarktık. Onun dirseklerinden arkada bıraktığınım yolu ve uzakta zahmetimize gülen vaitli manzarayı seyrettik.” Tanpınar, Erzurum’a üç defa gider ve üçünde de ayrı ayrı yollardan kader onu bu şehre götürür. BİRİNCİ VE İKİNCİ YOLCULUĞU

Üç yolculuklarının birincisinde hemen hemen çocuk denecek bir yaştadır. Balkan Savaşı’nın sonunda babasının memur bulunduğu bir Doğu Sancağı’ndan dönerken gerçekleşir. Ahmed Hamdi’nin Erzurum’a ikinci gelişi, başka bir Erzurum canlanır ve görünür onun gözünde. Doğu Anadolu dağlarının eski bir şarap gibi zamanla takdis edilmiş, ruh besleyici uzletinden değil, dört Cihan Savaşı yılının ve İstiklal Savaşı’nın üstünden adeta aşarak gelir. Gerçekten de bu seferi, görkemli bir doğanın ve sıradağların arasından geçerek gerçekleşir. Fakat ona birinci seferde olduğu gibi, her şeyini yeni ve olağanüstü bulan bir ruhla değil, sihrini bir yığın ıstırap tecrübesinin soldurduğu bir gözle bakar. Bu seferinde, ne Ziganaların her dönemeçte bir kere daha şaşırtıcı olan güzelliği, ne Kop Dağı’nın ihtişamı onu peşinden sürüklememektedir. Dekordan çok bu yerlerde birkaç yıl önce oynanmış kanlı oyunun etkisi altındadır. Tiyatro’da nasıl boş sahnede dekorun oyaladığı seyirci, söz başlar başlamaz bütün o detayı görmez olursa, o da öylece insan ıstırabı karşısında doğanın güzelliğine kayıtsızdır, yabancıdır. Gümüşhane’den sonra yavaş yavaş artan bu duygu, Erzurum’da adeta ezici bir hale gelir ve ikinci defa gördüğü bu şehir, artık Doğu illerinin ekonomi merkezi, yaylanın gülü, bu yörede söylenen türkülerin yarısından çoğunun güzelliğini övdüğü eski Erzurum değildir. Savaş, göç, katliamlar, tifüs, çeşit çeşit felaket, üzerinden ağır bir silindir gibi geçmiş, her şeyi ezip devirmiştir. O günün Erzurum’u memleketin hiçbir yerinde Birinci Dünya Savaşı’nda geçirdiği olay ve felaketlerin acılığı burada olduğu gibi açıkça görülemezdi. Bu, adeta eski ressamların tasvir etmekten hoşlandıkları şekilde, ölümün zaferidir. Dört yıl, bu dağlarda kurtlara insan etinden ziyafetler çekilmiş, ölüm, her yana

doludizgin saldırmış, seçmeden avlamıştır. Uğursuz tırpan durmadan bir saat rakkası gibi işlemiş, rast geldiği her şeyi biçmiştir. Başka şehirlerde olduğu gibi Erzurum da, kapıların kapatır, kendi âleminde yaşar o dönemlerde. Kızak üstünde siyah yamçılı uzun konçlu çizmeli, kıvrak bıyıklı postacıları acayip kurt tipi hikâyeleriyle beraber iki üç haftada bir getirdikleri gazetelerin havadisleri uzun uzun münakaşa edilir, geçmiş zaman hatıraları anlatılır, dedikodu yapılır, çok zarif, ustalıklı cümlelerle eşe dosta sitem edilirdi. Belki de kapalı kış aylarının beslediği sohbet yüzünden hemen hemen her Erzurumlu nükteci, biraz hicivdir. Fakat her şeyde olduğu gibi her nesilden birkaç kişi genel anlayışın üstüne çıkar. Bunlar, konuşma sanatının ünlenmiş ustalarıdır. Mütareke yıllarında Ermeni meselesi dolaysıyla gelmiş olan Amerikan heyetine, benim, üzerinde doktora tezi hazırladığım Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın torunlarından o zamanın belediye başkanı Zakir Bey’in (İbrahimhakkıoğlu) verdiği cevap, çok çok ünlüdür ve hatırlanmaya değer türdendir. Tercümana: “-Dilmaç, bana bak, bu beyler uzun boylu anlatıyorlar. Ben kısa bir misalle Erzurum’da çoğunluk kimlerde idi, Cenerale anlatayım “ diyerek Heyeti oturdukları evin penceresine götürmüş: “-Bakın, demiş şurada bütün şehri saran bir taşlık var. Onun da ortasında yirmide biri kadar çevrilmiş bir yer var. O büyük taşlık, Müslüman mezarlığı, o küçüğü de Ermeni mezarlığıdır. Bunlar, kendi ölülerini yemediler ya!” Erzurum’da halkların daima ezici bir çoğunluk halinde yaşadıkları, bin türlü şekilde gösterilebilirdi. Zakir Bey’in hazır cevaplılığı bunların en kısasını, itirazına yer bırakmayanını bulmuştu. ERZURUM’A ÜÇÜNCÜ GİDİŞİ

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Erzurum’a üçüncü gidişi, İkinci Cihan Savaşı’nın son yıllarına denk gelir. Trenin yataklı vagonuyla seyahat eder. Her şeyin alt üst olduğu, örf, gelenek, inanç, efsane, her şeyin bir birine girdiği o zengin, fakat karışık devirde, çok özel şartlara haiz bir medeniyetin bir istiladan mukadder doğuşu, bütün hayatı etkilemiş, derinden kavrayan bir aslanpençesi gibi toprak kendisine yeni bir ruh, yeni bir düzen vermiştir. Çok iyi bir gözlemci olan Tanpınar, Erzurum’daki insanları ve onların yaşantısını olağanüstü şekilde dile getirir. 45


GİDENLERİN ARDINDAN;

YAŞASIN HATIRALAR (İki Usta Ergun Göze ve Ahmet Güner Elgin)

Kubbealtı; Ergun Göze’nin Yaşayan Hatıraları’nı neşredince arka planda kalan çok şeyi de buradan öğrendim. Ardından eşi H. Hicran Göze de Boğaziçi Yayınevi’nden yayınlanan sımsıcak bir çalışıma “Ergun Göze İle 55 Yıl” adlı eser ile dönemi yeniden yorumlamamıza vesile oldu. Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ

ki gazeteci, yazar, meslek ustamızın vefatlarının yıldönümünde Mehmet Nuri Yardım gönül dostları olan, üçüncü çeyrek etrafında dolaşıp duran bizleri yine Yeni Dünya Vakfı’ndaki Endurun Babıali Sohbetlerinde bir araya getirdi. Avukat Ergun Göze(Sivas 1931-İstanbul 2009) Ağabey ile Tercüman’da 4 yılı aşkın süre birlikte çalıştık. Soluklanmak ve dertleşmek için benim mütevazi odamı seçerdi hep. Hatta oğlu Mehmet’i de getirirdi zaman zaman. Kendisini 1961 yılında kurduğu Babıali Yayınevi’nde Peyami Safa’nın Mistiszim adlı eserinden bu yana takip eder, Babıalide Sabah’taki yazılarının da tiryakisiydim. İlk profesyonel gazeteciliğe ben de Babıali’de Sabah’ta başlamıştım. ERGUN GÖZE YÜREĞİNİ SUNUYOR

Kubbealtı; Ergun Göze’nin Yaşayan Hatıraları’nı neşredince arka planda kalan çok şeyi de buradan öğrendim. Ardından eşi H. Hicran Göze de Boğaziçi Yayınevi’nden yayınlanan sımsıcak bir çalışıma “Ergun Göze İle 55 Yıl” adlı eser ile dönemi yeniden yorumlamamıza vesile oldu. Muhafazakar kesimde hiç olmayacak kadar az bir husus İki Hukuk Fakültesi Öğrencisi Ergun Göze’nin, Hicran Hanıma “Sessiz, sözsüzce niyazım/ Alın yazım” diyerek kaleme aldığı ve yüreğini sunduğu Sen şiiri tebessüm, saadet, beste ve istikbal tadında dizelerdi. Ergun Göze avukatlığı sırasında kendine söz vermişti haksız davaların ve kişilerin savunucusu olmayacaktı. Ancak ilk dava bir boşanma olarak önüne gelince avukatlığı bıraktı. Gazeteci olmayı düşledi. Önce dergicilikte, Babıali’de Sabah Gazetesi yayınlanana kadar mesafe aldı. Burada gazeteye kadın, kaliteli magazin ve musiki ile sanatkültürü at başı götürdü. Sonra, battığı güne kadar kurtarmaya çalıştığı Tercüman olayı başladı. Bunda en büyük nasip ise en yakın dostları olan Karadeniz Kıraathanesi Platformu müdavim aydınlarından Fethi Gemuhluoğlu ile Aydın Bolak’tı. 20 yıl çalıştı. Tercüman’da. İlk defa milliyetçi aydın bir kalemden, Hikmet Feridun Es’in önüne geçtiği Avustralya, Hindistan, Portekiz, İspanya, S. Arabistan, Irak ve Libya’yı tanıdık, değişen dünyanın önde gelen fikir ve devlet adamları Garaudy, Malik Bin Nebi, Rauf Denktaş, Mario Suarez, Raymont Aron’u yakından öğrenmek

sayı//64// kasım 46


ve okumak fırsatı bulduk. Soruşturma kitabı bunun ilk kılavuzu oldu. GÖZ AÇIP KAPAMADA BAKIN NELER OLUYOR?

Birkaç örnek vermek isterim bu dizi yazılardan; Avustralya’da Avrupa’nın ırkçılığından ve aç gözlülüğünden nasibini aldığını yaşadık. Aslında batı dünyası soykırımda başı çekmekteydi. Amerikalıların kızıl derililere ve zencilere, Fransızların Cezayirlilere, Danimarka, İsveç ve Norveç’te göçerlere, Laplara Samilere, Grönland’ta Eskimolara layık gördükleri soykırımı ilk medyada anlatan Ergun Göze oldu. Daha bitmedi, 1907’de Herrero soykırımı ve Almanların Yahudilere, çingelere, Rumların Kıbrıs Türklerine, Rusya’nın ve Çin’in vahşice Türk soydaaşlarımıza uyguladığı soykırımı da unutmadı not düştü.

Batı 16. Yüzyıldan itibaren dünyayı soyup soğana çevirdi. Belçika’nın Kongo’da, Hollanda’nın Endonezya’da, İngiltere’nin Hindistan’da yaptıkları da aynı şeydi. Öyle ki Hindistan bağımsızlığını kazanana kadar İngiltereyi tanrı olarak biliyor ve tanıyorlarmış! Ergun Göze’ye göre Kenya Devlet Başkanı Jomo Kenyatta’nın anlattıkları da ilginç; -Avrupalılar geldiklerinde onların ellerinde incil, bizim ellerimizde ise topraklarımız vardı. Bize gözlerimizi kapatıp dua etmemizi öğrettiler. Gözlerimizi açtığımızda bizim ellerimizde incil, onların ellerinde ise topraklarımız vardı. Günümüzde de değişen bir şey yok. İşte Ortadoğu. Allah’tan Kahraman Türk Ordusu tehlikeyi fark etti de batının oluşturduğu ve desteklediği teröre karşı Barış Pınarı harekatı düzenlendi. PARAYI İNANCIN ÖNÜNE GEÇİRMEK

Ergun Göze fikri kavgalarıyla da öndedir. En başta güzel Türkçemiz kavgası gelir. Sonra Nazım Hikmet, Aziz Nesin, Barış Derneği hemen akla gelenler arasındadır. Tenkitsiz Marksizmi savunanlara karşı Nazım Hikmet’in önce Stalin’i yücelten, gözden düşünce de karalayarak tu kaka eden dizelerini ilk yayınlayan da Ergun Göze’dir. Sadece bu mu, işsiz ve parasız kalmayı göze alarak “tevhitten adam taparlığa” getirilen cemaat gazeteciliğine de tavır aldı. Çünkü patronların masaya, duvara, her taraf fotoğraflarının asılması mecburiyeti vardı. Bunlar eleştirilemez ve dokunulamazdı.

Türkiye’de bunu yaşadı. Müslüman diye bilinen zenginlerin tek gayesinin para olmaması, bunun için ölçüsüz kaba saba işler yapmaması, tam tersi görgülü, kibar, sempatik, sıcak olmaları icap ettiğini ve helal kazancı tercih etmeleri gerektiği yazdı, anlattı. Hatta haykırdı “parayı inancın önüne geçirmeyin” diye. Para, politika, konfor, şöhret, tiraj, ticaret, iş ve aylaklık şehvetine karşı yılmadan mücadele etti. Cihat teneke, Hıra mefruşat, tevhit eczanesi gibi inancın ticarete alet edilmesine karşı mücadele etti ve dik durdu. Tartışmaya açıktı. Mesela Eşi Hicran Hanım ile Aydın Menderes konusunda görüş ayrılıkları vardı. Başörtüsünün insaf ve akıl dışı değerlendirilmesine de sıcak bakmadı. Dinde ifrata gitmedi. Ergun Göze’ye göre hayırlı Müslüman o dur ki varlığıyla islam kadrosuna bir irtifa ilave eder. O da ilim ve ahlak olmalı. Kur’an bir ahlaktı, dünyayı cennete çevirecek de ahlaktı. Siyasi islam, ahlakı İslamı saf dışı bıraktı. Dolayısıyla Türk Dünyası ve İslam Coğrafyasının izini bütün dünyada hakka yürüyene kadar sürdü. Şeyhülislam Ebussuud Efendi’nin tefsirini evini satarak yayına hazırladı. ŞEHİRDE KAYBOLAN TAŞRALILAR

Son nefesine kadar” önce devletim ve milletim” demeden geri kalmadı. Böyle olunca da eski dostlarında ölüm sessizliği vardı. Cenazesine bile sadece gerçek dostları gelebildi. “Sizin yazılarınızdan besleniyoruz” diyenler bile gelmedi. Yıllarca fazilet mücadelesi verdi, küskün ve yalnız ama bağımsız bir aydın olarak yaşadı. ”Sevgili Mehmet biz neden böyle olduk” diyerek dertlenirdi. 47


Nuruosmaniye’deki ofisinde bir anektod anlattı. -Mehmetciğim Türk Petrol Vakfı, başarılı, çalışkan, muhafazakar talebelere burs verirdi. Bunu biliyorsun. Fethi Gemuhluoğlu’nun da olduğu bir toplantıda Tevfik Demiroğlu ufkumuzu açan bir tespitte bulunarak şöyle dedi “ Alnı secdede olan çocuklarımıza burs veriyoruz. Bunlar ilmi cihat yapamazlar. Şehirde kaybolurlar. Şehir çocuklarını bulup onlara burs vermek gerek. Taşra ancak üç nesil sonra şehirli olabilir.” Çok haklıydı serzenişinde; ufku açık insana yatırım yapılmalıydı. Şimdi de bol bol yurtlar açılıyor, burs ve kredi imkanları artıyor. Hatta bu bursla taksitle araba alan gençlerimizi bile gördüm. Fakat hiç biri sektöründe iddialı hale gelmedi, gelemiyor. Refah, imkan, kaynak ve unvan başarının sırrı değil. Ergun Göze benim Yüzaltmışüç adlı kitabımın da önsözünü yazmıştı. Bu toplantıda özetle böyle konuştum. MERAKLA BEKLENEN HATIRA KİTABI

Meslekte ustamız ve neredeyse gazetelerimizde üs yönetici olarak görev yapan Ahmet Güner Elgin ile Bugün gazetesinde işsiz kaldığım günlerde kısa da bir beraberliğimiz oldu. Çok soğuk, az konuşan, herkese mesafeli, güç beğenen, beğendiğini belli etmeyen, ancak birikimli ve donanımlı biriydi. Vecdi Bürün ile birlikte kaleme aldığı, Doç. Dr. Erol Güngör’ün önsöz yazdığı “Sosyalizm İhaneti” adlı eseri yayıncılık yaptığım dönemde Sırdaş Yayınevinden ben neşretmiştim. Fethi Erhan’a göre Ahmet Güner Elgin cumhuriyetin önemli bir entelektüelidir. Bir ara TRT Genel Müdürlüğü Danışmanı oldu. Bizim dönemin sayı//64// kasım 48

imtihanını yapan jüride bulunuyordu. Bana hangi dergi gazeteleri okuduğumu sordu. Bütün medyayı takip ediyordum mesleğim gereği. Politika ve ANT Dergisini de belirtince kimlerin yazdığını öğrenmek istedi, anlattım. Mehmet Bican’dan Ahmet Güner’in Mustafa Kemal Atatürk ile alakalı bir çalışma yaptığını, kız kardeşinden de bunun yakında yayınlanacağını öğrenerek sevindim. Ayrıca 3 bin kadar kitap ve belgeleri de Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ne bağışlanmış. Bu konuda işlemler devam ediyormuş. Ne güzel. Ahmet Güner’in kız kardeşi de 15 kitabının yayınlandığını, büyük bir olay olabilecek hatıralarını kaleme alarak ahirete göçtüğünü ve yayınlamak üzere olduğunu söyledi. Ayrıca 10 bin kadar makalesinin de kitaplaşmak üzere redaksiyonunun yapıldığını anlattı. Sevgili dostum Mustafa Cerit de Ahmet Güner ile alakalı anılarını anlatırken tutuklanarak cezaevine girdiği olayı anlattı. Maalesef hala bazı gazeteciler aynı durumdalar. Ahmet Güner, Mehmet Şevket Eygi’nin Bugün Gazetesi’nde organize ettiği toplu sabah namazlarına duyarlıydı ve kamudan yana tavır almıştı. Devleti hep önde tuttu. KENDİMİZ OLABİLMEK

Sabah Gazetesinden henüz ayrılan Yazar Şeref Oğuz da Ahmet Güner’in talebesi olduğunu belirterek toplantıda şunları söyledi “Bir habere giderken konuyu araştırmamızı, soru sormamızı, kişi ve kuruluşu iyi tanımamızı, somut veriler elde etmemizi ister, haberimizin farklı olmasına dikkat ederdi. Ayrıca haber atlayabileceğimizi ancak yanlış haberin fahiş bir hata olduğunu, dolayısıyla topluma faydalı haberler yapmamızı ve kendimiz olmamızı önerir ve öğretirdi.” Tümüne de katılmamak mümkün değil. Hep doğru ve hala geçerli kurallar. Artık haber para ve ilan getirmiyorsa medyada yer alması zor görünüyor. Çünkü artık her şey para ile ölçülüyor. Allahtan sosyal medya imdada yetişti. Toplantıya Babıalinin ünlü yazarları, gazetecileri, eski gençlik liderleri, üniversite talebeleri katıldı. Bunların arasında Mehmet Göze, Zehra Elgin, Rasim Cinisli, Dr. Metin Eriş, Gürbüz Azak, Oğuz Çetinoğlu, İskender Özsay, Mustafa Cerit, Aydın Candabak, Abdurrahman Pala, Fethi Erhan, Mehmet Bican, Engin Köklüçınar, Şeref Oğuz, Dr. Kamil Uğurlu, Nurettin Taşkesen, Şerif Aydemir ve Gazi Altun hemen dikkat çeken isimlerdi.


Mevlana bu bahtiyarlığa ermiş bir şahsiyettir. Aradan yüzyıllar geçmesine rağmen Mevlana hâlen canlı bir şekilde dimağları meşgul eden, yolunu bulmak isteyenlere rehberlik eden, gönüllere şifa bir eczadır.

MEVLANA GİBİ İlimsiz vücutlar susuz şehirler gibi kuraktır. Kuraklık ki kıtlık getirir ardından. Kıtlık ki ölümün habercisidir. İlim deryasında bir damla olmak için her şeyi göze alırız Mustafa UÇURUM

Nedir peki Mevlana’yı yüzyıllar ötesine taşıyan ses? Onu unutturmayan, her dâim zihinlerde tazeliğini koruyan cevher nedir? Dünya, sevgi ve hoşgörü üzerine kurulmuş bir düzende ilerlemektedir. Kalpleri fethetmenin, gönüllere nüfûz etmenin en etkili yolu sevgiyi kullanmasını bilmektir. Sevgi açılamayan kapıların anahtarı, girilemeyen gönüllerin efsunudur. Hazreti peygamber; kendi kız çocuklarını diri diri toprağa gömen, insanları bir eşya gibi pazarda satan, kadınlarına değer vermeyen bir toplumdan dünyaya hakim olan bir sevgi ümmeti çıkarmıştır. Bunu yaparken elbette gerektiğinde kılıcına da davranmıştır ama örneğin Hz. Ömer gibi azametiyle nâm salmış birini kılıçla değil sevgiyle yola getirmiştir.

ayatta yapılan her iş, tutulan her yol kalıcı olmak için atılan bir adımdır. Kaynağı, sonucu ne olursa olsun insanoğlunun hayattaki yegâne gayesi kalıcılıktır. Unutulmamak, hep anılmak, öldükten sonra da adını sürdürmek ancak kalıcılıkla olacak bir pekiştirmedir. Yüzyıllar ötesine ulaşan ses olabilmek. Herhalde insanoğlunun isteyeceği ve arzuladığı bir zirvedir bu. Sesinin yüzyıllar boyunca yankı bulması, adının dillerden dillere dönüp durması insan için bir bahtiyarlıktır. Elbetteki insan yaşarken bu bahtiyarlığı hissedemeyebilir. Kendisi bu mutluluğu yaşayamayabilir ancak ruhunun her dâim anılır olması -ve özellikle hayr ile- kişiye iki cihanda da saadet yolunu açan bir pencere olacaktır.

Kendine peygamberi rehber alan gönül insanları, kalpleri fethederken O’nun yolundan ayrılmadan gönül kurmasını bilmişlerdir. Bu gönül ustaları sayılırken değişmez iki isim vardır; Yunus Emre ve Mevlana. Mevlana dervişlik yolunda daha ilk adımlarını atarken çevresinde hoşgörüsüyle tanınan bir kişi olmayı başarmıştır. Mevlana gönüllere gül kokusunu salar her nefeste. Seherlerde ağır ağır yayılır onun bahçesinden gecenin üzerinden bir perde gibi kalkan karanlıktan gül kokuları. Dostlukların değeri anlaşılır onun dergâhında. Kinler unutulur, yürekler açılır, dört bir yan gülistân olur. Onun dergâhında daha bir açılır nefesler. Denizler yetmez olur, okyanusları arzular yürekler. Açılmak, açılmak, açılmak ister enginlere. 49


KÜLTÜR VARLIKLARINI KORUMA BÖLGE KURULLARININ HIZLI VE ŞEFFAF OLMA / MASI MESELESİ "toplumsal obezitenin ara yüzü şehirlerimiz ve medeniyetimizin kadim şehirleri için bundan korunma çareleri, teklifler, düşünceler" başlıklı yazımda, sivrisineklerle uğraşmak yerine bataklığı kurutma sadedinde sorunu kaynağında çözmek üzere bazı acı reçeteler sunmuş idim. Ne yaparsak yapalım, ne kadar imar kanunlarını ve planlarını revize edersek edelim gelinen nokta şehirleşmede başarılı olduğumuzu göstermiyor. Cem ERİŞ*

oruma kurullarının hızlı,etkin ve şeffaf olma/ması meselesi, 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu ve ilgili diğer kanun ve yönetmeliklerde yapılan yasal ve idari düzenlemelere rağmen her zaman tartışma gündemlerinde olan, ancak bir türlü konunun tarafı olan hem Bakanlık ve ilgili idareleri ( Kültür ve Turizm Bakanlığı, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Vakıflar Genel Müdürlüğü, Valilikler, yerel idareler, diğer kamu kurum ve kuruluşları ile sivil toplum kuruluşları, proje müellifleri ve müteahhitler gibi), hem de mülk sahiplerini tatmin etmeyen bir zeminde sürekli eleştirilmektedir. Sonuçta bu tartışmalar konunun en önemli aktörlerinden olan koruma bölge kurullarının itibarı ve yetkinliği ile ilgili soru işaretlerini sürekli gündemde tutmaktadır. Ancak konunun diğer kurumlar ve vatandaş bazında önemli taraflarının bulunduğu da gözden kaçırılmamalıdır. Bu konuda başımdan geçen birkaç hadiseyi sizlerle paylaşarak mevzumuza devam edelim. 2003 yılından günümüze gururla ve onurla sürdürdüğümüz kurul üyeliklerimiz boyunca Bakanlıkça ender olarak gerçekleştirilen bir toplantıda dönemin sayın Bakanı İstanbul kurullarında vazifeli kurul müdürlerini ve başkanlarını bir araya getirdiği bir toplantıda, sırayla ilgililer sayın bakana kendi tespitlerini,sorunları ve ihtiyaçlarını aktarırken sıra bendenize geldiğinde sadece şu soruyu sormakla yetinmiştim: “Sayın Bakanım sizce koruma kurullarının vatandaşlarımız gözünde itibarı nedir?” Sayın Bakanın hiç duraksamadan verdiği cevap meselenin vahametini ve sayın Bakanın farkındalığını gayet açık ortaya koyuyordu: “Kurulların itibarı yerlerde sürünüyor maalesef”

*Y. Mimar-Restorasyon Uzmanı Milli Saraylar İdaresi Başkanlığı / Restorasyon Daire Başkanı İstanbul VI Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Üyesi

sayı//64// kasım 50

Bu soruyu kime sorarsanız sorun aynı cevabı alacağımızı biliyoruz. Başka bir hatıramla konuya ilişkin hassasiyeti ifade etmeye çalışıp devam edelim. 2003 yılında henüz koruma kuruluna atandığımın ilk aylarında bir dost meclisindeki sohbet sırasında bir arkadaşım yaşadığı bir olayı bana aktarınca ne diyeceğimi şaşırdığımı hiç unutamam. Arkadaşımızın tanıdığı yaşlı bir amcamız sahibi olduğu eski eser bir ahşap evin çatısını tamir etmek için ilgili koruma kuruluna dilekçe ile müracaat eder. Aradan aylar geçer gelen giden olmaz.


Bu arada mevsim yazdan sonbahara doğru değişmektedir. Bir türlü tamir izni çıkmaz ve nihayette yağışlı mevsimle beraber çatı akmaya başlayınca amcamız ciddi mağdur olur. Bu durumdan arkadaşıma dertlenen amcamız bir yandan da koruma kuruluna belalar okumaktadır. Bunun üzerine arkadaşım: “Amca üzülme benim o kurulda üye bir arkadaşım var (o kişi ben oluyorum), şimdi ona söyler işini hızlandırmak için yardım isteriz” deyince amcanın tepkisi arkadaşımı ve tabii ki bu hikayeyi dinleyince beni de hayrette bırakmıştı: “Allah onun da belasını versin”. Böylece hiç tanımadığım, görmediğim ve konusundan haberdar olmadığım eski eser bir ev sahibi yaşlı bir amcamızın bedduasına muhatap olduğumuz ortaya çıkmış oldu. Amcaya kızamayız. Zira Devlet, kanundaki tanımıyla “devlet malı niteliğinde” olan evinin çatısına zamanında çözüm üretememiş ve amcamız mağdur olmuştur. Bunu yanında çatısından su alan evin uğradığı tahribat da ayrı bir konudur. Buna benzer pek çok vakada mülk sahipleri geciken kurul kararları yüzünden kendilerince geçici/kalıcı çözümler üreterek yapıya müdahil olduklarında ise bu durumda da olay mahalline geç intikal eden kurul müdürlüğünün konuyu bu haliyle kurul gündemine takdimi sonucunda bu sefer de “izinsiz inşai ve fiziki müdahale”de bulunmaktan dolayı 2863 sayılı yasanın ilgili maddesi kapsamında savcılıklara suç duyurularında bulunularak kurul müdürlüğü ve kurul, kendince hukuki sorumluluğu üzerinden atarak vatandaşı mahkemelerle karşı karşıya bırakabilmektedir. Burada hiç te masum olmayan ve daha çok imar elde etmek, otopark alanı açmak vb niyetlerle kasten eski eserlere zarar veren zihniyeti ayrı değerlendirdiğimizi de hatırlatmak isterim. Bu ve benzeri mağduriyet ve şikayetlerin neticesinde bakanlık ve yerel idarelerin ortak çalışması ile kanunda yapılan değişiklik ve 2005 yılında çıkartılan yönetmelikle, esaslı onarım gerektirmeyen basit bakım onarım işlerinde yerel idareler çatısı altında kurulan Koruma Uygula ve Denetim Bürolarının (Kudeb) son derece isabetli bir şekilde devreye alınması ile hem yukarıda örneklerini verdiğim hadiseler

hem de kurulların iş yükü azalmış olsa da yerel idarelerin de kültür varlıklarının denetiminde etkin kılınması nitelik itibarıyla başka sorunları ortaya çıkarmıştır. Neticede karşınıza çıkan bir soruna ürettiğiniz çözüm bir süre sonra başka sorunlarla sizi karşı karşıya bırakabilmektedir. Bunun yanında konunun tarafı mülk sahibi kişi ya da kurumların koruma ilkelerini zorlayan taleplerine ilişkin ilgili mevzuat ve ilkeler çerçevesinde kurullarda alınan kararların ilgililerini tatmin etmemesi sonucu ortaya koyulan tepkiler, genelde itham, karalama, şeffaf olmama iddiaları ile kamuoyuna intikal ettirilmektedir. Mesela şehrin bir ilçesinde tescilli kültür varlığı parselinde çok daha fazla inşaat alanı üretmek için 2 katlı eski eser evinin tescilini iptal ettirmek için verdikleri dilekçeler ile kurulları taciz eden mülk sahiplerinin, şehrin başka bir köşesinde, tamamı sit alanı olan, büyük bölümünde imar yasağı bulunan bir alanda, tescilli olmadığı için yapı yapılamayan arsalarında niteliksiz ve yetersiz belgelerle parsellerini tescil ettirmeye çalışmalarını ibretle ve hayretle müşahede edebilirsiniz. Bir de 51


edelim gelinen nokta şehirleşmede başarılı olduğumuzu göstermiyor.

bunun üzerine mali, idari, ahlaki ve teknik olarak yeterli donanımda olmayan bürokratik unsurlar denkleme eklenince bir anda kendinizi başa dönmüş sanabilirsiniz. Pekala bu durumu tersine çevirmek mümkün müdür? Bunun yolları ve araçları nelerdir? Meselenin sadece mevcut veya yeni şehrin planlama anlayışı, mimari estetiği, çok katlı veya az katlı yapılardan, geniş yeşil alanlar ve sosyal donatılardan oluşmasıyla alakalı olmadığını, Batı tipi şehirleşme de olmadığını asıl meselenin medeniyetimizin manevi değerleri istikametinde ahlaklı insan yetiştirmek olduğunu pek çok yazımda vurgulamıştım. Bunun yanında Dergimizin 52. sayısında yayımlanan "toplumsal obezitenin ara yüzü şehirlerimiz ve medeniyetimizin kadim şehirleri için bundan korunma çareleri, teklifler, düşünceler" başlıklı yazımda, sivrisineklerle uğraşmak yerine bataklığı kurutma sadedinde sorunu kaynağında çözmek üzere bazı acı reçeteler sunmuş idim. Ne yaparsak yapalım, ne kadar imar kanunlarını ve planlarını revize edersek sayı//64// kasım 52

Medeniyetimizi ve onun kültürel ve imani değerlerini temsil eden, bu değerlerin asgari fiziki hatıralarını barındıran şehrin , insanın ve tarihi dokunun korunması için ilgili mevzuata göre SİT (koruma) alanı ilan edilen kadim şehir bakiyeleri ile bu alanlara ve yapılara komşu konut- ticaret imarlı parsellerde kamu yapıları hariç 2-3 kattan daha yüksek yapı yapılamayacağını ilgili imar kanununa koymadıkça, bu alanlarda imar planlarıyla izin verilen ve sürekli plan tadilatları ile de delinen planların uygulandığı şehirde, tabii ve insani boyutları aşan çok katlı ve h=serbest gibi daha yüksek irtifalı yapıların yanında ve çevresinde ekseriyet ile 2-3 katlı olan ahşap ve kagir evlerimizi, anıt eserlerimizi tescilden düşürerek, mülk sahibi kişi ve kurumların şehrin rantından pay kapmak saikiyle ortaya koydukları performans karşısında hem insanı hem de şehri korumanın bugün için başka bir imkanı kalmamış gözüküyor. Tescilden düşürülmeye çalışılan, buna da muvaffak olunamazsa yıkıp yeniden yapma teşebbüsleri ile ortadan kaldırılıp yerlerine çoğunlukla çok kötü kopya yapıların yapılması neticesinde özgün bir tek tarihi evin kalmayacağı o günle karşılaşmadan önce bu gidişata engel olmanın bir çaresi bu olabilir kanaatimce. Aksi halde faturayı sürekli olarak Bakanlıklara, yerel idarelere, bürokrasiye,vatandaşımıza kesmekten başka bir sonuç elde edemeyeceğiz ve tüm toplumsal enerjimizi de boşa harcamış olacağız. Son olarak koruma bölge kurullarının şeffaflık algısını müsbet yönde değiştirebilmek için benim önerim, kurul toplantılarına gündemdeki konunun sahibi proje müellifi ve yanında mal sahibinin de resmi olarak davet edilmesi olacaktır. Bu konuda kurullar ilgili kişileri zaman zaman toplantıya alıp dinleseler de mevzuatla da bu husus kurumsallaştırılmalıdır. Çünkü halen insanımızın zihninde koruma kurulları ulaşılmaz bürokratik kurumlar olarak görülmektedir ve bu durum fırsatçı ve ahlaksız bir iş çevresince suistimal edilmektedir. Bu da hem kurul müdürlüğü ve üyelerinin hem de Bakanlığımızın itibarını zedelemektedir. Muhakkak surette inisiyatif kişilerin merhametine bırakılmadan kurumsallaştırılmalıdır.


SAVAŞLARIN KURBANLARI

ŞEHİRLERDİR! Tarihin kirli yüzüne baktıkça şehirlerin çatılarından sızan kan izlerini görmemek mümkün mü? Daha yakın tarihte, Amerika’nın Irak’ı işgalinde Bağdat’ın yakılıp yıkılması gözlerimizin önünde gerçekleşmedi mi Muhsin İlyas SUBAŞI

O tarihten başlayarak büyük şehirlerin başına gelenleri sıralamaya kalksak, sanırım bu derginin tamamı almaz. Bakınız mesela Haçlı seferlerinde en büyük darbeyi şehirler yemiştir. Kudüs’ü fethetmek için yola çıkanlar, karşılarına çıkan her şehri tarumar etmekle de kalmamış, oralardaki insanları da kılıçtan geçirmişlerdir. Mesela Hıristiyan Katolikler, Hıristiyan Ortodoksları kâfirlikle suçlayarak 1204 yılında saldırdıkları 4. Haçlı seferinde İstanbul’u harabeye çevirmişler ve bununla da yetinmeyerek, o zaman kutsal olan Ayasofya kilisesinde fahişe oynatmışlardır. Aynı şeyler Endülüs’ün işgalinde de yaşanmadı mı? Hıristiyan din adamlarının öncülüğünde, dönemin eli kanlı orduları İspanyadaki medeniyet meşalesini söndürebilmek için merhametsizce saldırmışlar ve insanları ya Hıristiyan olmaya, ya da ülkeyi terk etmeye zorlamışlardır. Olanlar elbette yalnızca bunlarla sınırlı değildir. İran’ın meşhur şehri Persepolis İskender tarafından harabeye çevrilirken, sanatın ihtişamından korkan bir sürünün azgınlığını da gelecek nesiller bir utanç vesilesi olarak bıraktı. Tunus’un Kartaca şehri de Romalıların hışmına uğrayan ve gelecek nesle bırakacağı mirasından mahrum edilen bir şehir olarak harabeleriyle günümüze gelebildi. Moğolların Anadolu’da yaptıkları şehir katliamlarının bir başka sesini anlatır bize. Sırasıyla, Erzurum’u, Erzincan’ı, Sivas’ı, Kayseri’yi ve Konya’yı yakıp yıkarak yağmalayan bu azgın sürünün tarihteki izleri hala yıkık kale duvarlarıyla ortadadır.

arih boyunca bütün savaşlar meydanlarda başlasa da şehirlerde sona ermiş ve kaybedenin şehirleri kazananların gazabına uğramıştır. Tarihe bakıyoruz; bunun en dramatik örneklerinden birisi Kani-Karum’dadır. Bu bölge beş bin yılı aşkın bir süre içerisinde belki 20’nin üzerinde saldırıya uğramış ve hemen hepsinde buradaki yerleşim alanları yakılıp yıkılarak tahrip edilmiştir. Gezip gördüğüm bu harabeler içerisinde bize derdini anlatan; bir ocak üzerindeki pişirilip yenilmeye fırsat bulamayan yemek külleri oldu.

Tarihin kirli yüzüne baktıkça şehirlerin çatılarından sızan kan izlerini görmemek mümkün mü? Daha yakın tarihte, Amerika’nın Irak’ı işgalinde Bağdat’ın yakılıp yıkılması gözlerimizin önünde gerçekleşmedi mi? SAVAŞTA NEDEN ŞEHİR HEDEFTEDİR?

Çünkü şehri yıkarak rakibinin hem kaynağını, hem de sığınağını kurutmuş oluyorsan. Ayrıca, çok daha önemli olanı; rakibinin geleceğe taşınacak miras unsurlarını barındıran medeniyet malzemelerini de ortadan kaldırıyorsun. İnsanları öldürmekten çok, şehirleri katletmenin sosyal felsefesi budur. Dua edelim, yeni baştan imar etmeye çalıştığımız şehirler geçmişlerindeki acılı olayları bir daha yaşamasın. Şehri yok etmek, bir toplumun medeniyet ve kültür değerleriyle birlikte geleceğini de yok etmek demektir!.. Şehirler bunun için savaşların ana hedefinde seçilen ilk kurbanları olmuşlardır. 53


GÖÇ VE İSTANBUL FATİH MUHSİNE HATUN MAHALLESİ Afrika ülkeleri,Orta Asya,Pakistan Bengaldeş,eski Demirperde ülkeleri,Ermeniler,Gürcüler,72 Millet ifadesi adeta Muhsine Hatun ve Nişanca için söylenmiş.Farklı milletlerin kültürü mekan ve ticarete yansımış.Bengaldeş Lokantası,Pakistan Kahvesi,Çamaşırhaneler,Afrilalıların işlettiği dükkanlar,oteller.Tam bir cümbüş burası Dr. Şimşek DENİZ*

SGÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü Kentsel Koruma ve Yenileme Proğramında 1 yıl boyunca Nişanca,Muhsine Hatun ve Kadırga Bölgesini çalıştık.Fatih Belediyesi Kadırga Meydanındaki Fotoğraf Müzesinin üst katını çalışma boyunca bize tahsis etti.Bölüm Başkanı Prof.Arzu Kocabaş,öğrencilerimiz Sümeyye Babayusuf ve Beratnur ile başarılı bir iş çıkarıldı.Daha sonra Marmara Belediyeler Birliği ve Tarihi Türk Evleri Derneğinde sunumlar yaptık. Muhsine Hatun ve Nişanca tarihte genellikle gayrimüslim nüfusun yaşadığı bir yer olmuş 2-3 katlı kagir karakterli, çıkmalı yapıların bazılarında ahşap cumbalar görmek mümkün. Mahalleye ismini veren Muhsine Hatun Kanuni Sultan Süleyman ın vezirlerinden Pargalı İbrahim Paşa nın eşidir. Bölgenin Osmanlı Dönemi anıt eserlerine, Nişancı Mehmet Paşa Camisi,Muhsine Hatun Camisi,Katip Sinan Camisi,Nişanca Hamamı ve Kadırga Parkında bulunan Esma Sultan Namazgahını örnek verebiliriz. Muhsine Hatun Nişanca,Kumkapı ve Kadırga 2007 yılında 5366 sayılı yasa kapsamında, yıpranmış tarihi doku kabul edilerek Tarihi Kentsel Yenileme Alanı ilan edilmiş. 2011 yılında ise bu alanların Yenilene Avan Projesi onaylanmış.Ancak geçen 8 yılda bir şey yapılmadığını görmek üzücü.Bölge gerçekten müdahale açısından zor bir bölge. Bölgedeki tarihi evleri 5 ayrı kategoride ele alabiliriz. 1-Basit Onarımlar kapsamında restorasyonu yapılacaklar.(İBB ve Fatih Bel.) 2-Esaslı onarım gerektiren yapılar.(Koruma Kurulu onayı ve projeli süreç ) 3-Cephe Renovasyonu ile sit karakterine uygun hale getirilecek yapılar 4-Acele kamulaştırma gereken yapılar 5-Kat Kesimi ve cephe düzeni getirilecek yapılar

*T.C. MSGÜ- TC S.ZAİM ÜNV.Mimarlık F.Öğ.üyesi

sayı//64// kasım 54

Göç olgusu özellikle Nişanca ve Muhsine Hatun Mahallerinde etkili olmuş.Kadırga ve Şehsuvar Bey mahallesi mahalle ve yerli konut karakterini koruyor. Afrika ülkeleri, Orta Asya,Pakistan Bengaldeş, eski Demirperde ülkeleri,Ermeniler,Gürcüler,72 Millet ifadesi adeta Muhsine Hatun ve Nişanca için söylenmiş.Farklı milletlerin kültürü mekan ve


Nişanca Mehmet Paşa Camisi

ticarete yansımış. Bengaldeş Lokantası, Pakistan Kahvesi, Çamaşırhaneler, Afrilalıların işlettiği dükkanlar, oteller.Tam bir cümbüş burası. Emniyete bağlı Yabancılar Şube Müdürlüğü burada bulunuyor.Göç olgusu ve mülteciler bölgede bazı kriminal sorunları da beraberinde getirmiş.Uyuşturucu,fuhuş,İnsan ticareti ve diğer suçlar açısından muzdarip bir bölge. Bölge sakinlerinden dinlediklerime göre burası göç açısından bir ara istasyon gibi.Mülteciler buraya geliyor ve bir müddet kalıyorlar.Sonra insan tacirleri tarafından yurt dışına kaçak yollarla götürülüyorlar.Son dönemde düzensiz göçmen diyorlar. Bölgenin çoklu kültür yapısı demiştik. Nişanca mahallesinde Panayia Elpida Rum Ortodoks Kilisesi, Ermeni Patrikhanesi, Meryem Ana Kilisesi ve Bezciyan Okulu bulunuyor.Ermeni Patrikhanesi 1461 yılında Fatih Sultan Mehmet in emriyle kurulmuştur. Nazaret Davidyan ve mimar Kevork Karagöz buradaki alan çalışmalarımızda bize çok yardımcı oldular. Kumkapı tarihte halı-kilim tezgahları ve balık ağı tamirciliği olan Merametçi diye anılan esnafıyla meşhur. Kumkapı meyhaneleri ve akşamcılar yine bölgenin müdavimleri.Ama Kumkapı sadece balıkçı meyhaneleri değil. Kumkapı ve Cankurtaran tren istasyonları Marmaray yapılınca kapandıktan sonra yerli ticaret ve esnaf bundan etkilenmiş.Bilhassa da Kumkapı Balıkçıları.Ancak istasyon binaları duruyor.

Benim görüşüm eski banliyö tren yolu ve istasyonlar turistik amaçla yeniden açılmalı. 6-7 Eylül Olayları ve Mübadeleler Muhsine Hatun ve Kumkapı için bir dönüm noktası olmuş,Gayrimüslim nüfusun gitmesiyle binalar uzun süre sahipsiz kalmış ve sivil mimarlık örnekleri tahrip olmuş.Daha sonra Güneydoğu dan iç göçle gelen yeni kullanıcılar zemin katları dükkana çevirmiş,manzara almak amacıyla kaçak katlar yapılmış ve evlerin içleri kontraplaklarla bölünerek bekar odaları haline getirilmiş ve kiraya verilmiş. Bölgedeki sivil mimarlık örneklerinin tescili yapılmadığı için yıkılıp 6-7 katlı apartmanlar ve oteller inşa edilmiş. Göçle gelen sorunlar çok kimlikli ama sağlıksız bir şehir dokusu ortaya çıkarmış.Şehsuvar Bey ve Kadırgada mahalle kültürü hakim ve korunuyor.Mahalle sakinleri Yabancılar Şubesinin buradan taşınmasını ve bina cephelerinin yenilenerek sokakların ve çevrenin iyileştirilmesini istiyorlar. Bölgede kat artışlarının yasaklanması tarihi evlerin bir onarım ve restorasyon proğramı kapsamında ele alınması ve müstakil konut turizmine açılması doğru bir karar olacaktır. Yabancılara ait lokantalar disipline edilerek hijyen şartlarına dikkat etmek şartıyla farklı kültürlerin yemekleri olarak turizme hizmet verebilir. İmar Barışı uygulamaları malesef bir çok 2.grup tarihi evlerde kaçak ve muhdes ekleri yasal hale getirmiş.Bu durum tarihi mekanlardaki koruma 55


ve yenileme çalışmalarını olumsuz etkiliyor. Bilhassa yığma kagir binaların üstüne binen kaçak katlar hem tarihi evlerin statiğini bozuyor hem de depremsellik açısından büyük tehlike arzediyor.Ancak ne varki bu yapıların büyük çoğunluğu imar barışı uygulamaları ile Yapı Kayıt Belgesi alıp legalleşmişler. Birazda burada yaşayan insanlardan bahsetmeden geçmek olmaz. Şehsuvarbey Mah.Muhtarı Murat Hakverdi,Kadıga Semt Lokalindeki Can Bey i ve eski Galatasaylı B.Mehmet'i (Mehmet Oğuz) sevgiyle anıyorum. Tokatlı Çaycı Yaşar Abi de bölgenin renkli simalarından. Eskiler bilir takımda aynı ismi taşıyan 2 futbolcu varsa karıştırmamak için birisine büyük,diğerine küçük denirdi.Galatasaray da 1970 li yıllarda B.Mehmet(Badi Mehmet) ve K.mehmet(Çilli sayı//64// kasım 56

Mehmet) top oynardı.Ben Fenerbahçeliyim.Hiç unutmam B.Mehmet'in kavisli muz ortalarını ve 1971 yılındaki Milli maçta İzmir de Polonya ya attığı son dakikalardaki kafa golünü.Mehmet Abi Ataköy de oturuyor.ama hergün Kadırga Parkında ve lokalde.Semtini hiç bırakmıyor.Hep parkta çay içip gazetesini okurken görürsünüz onu. Kadırgalılar futbol sahalarının Park alanına(Cündi Parkı) çevrilmesinden çok rahatsız.Gençlere top oynayacak saha kalmadı diyorlar.Bu sahadan çok futbolcu yetişmiş ve fotoğrafları lokal duvarlarında asılı duruyor. Muhsine Hatun,Kumkapı ve Nişanca hala sahipsiz.5366 sayılı yasa kapsamında koruma altında ama mekana yansıyan uygulamalar yok. Buradan Yerel Yönetimleri ve Kültür –Turizm Bakanlığımızı göreve çağırıyoruz.Böyle giderse yakın gelecekte buraları kaybederiz.


AHLAK VE ÜMİT Hem gerçekçi, hem pratik ve hem de âlemşümul bir ahlaka sahip olan insanlar, ahlaklı olmalarının yanında ümitli de olurlar. Ahlaklarının tamamlanacağına, ahlaksız bir ümidin boş, ümitsiz bir ahlak hissinin noksan olduğunu bilirler. Ümit kandilini sürekli ışıklı tutarlar. Durdu ŞAHİN

Şüphesiz bunların hepsi de doğrudur. Başarının temelinde yukarıda saymaya ve sıralamaya çalıştığımız özelliklerin ve güzelliklerin hepsinin de payı vardır. Birinin kabulü, diğerinin reddedilmesini gerektirmez. Ancak başka sebeplerin de başarıda veya başarısızlıkta etkisinin bulunduğu da hiçbir zaman unutulmamalıdır. İşte bunlardan biri de ahlak ve ümittir. Biz ahlak sayesinde iyinin iyi olduğunu anlar, benimser, kötüyü kötü olduğu için reddederiz. Ahlak sayesinde, toplumsal kurum ve kuruluşlar üzerinde kontrol kurar, bekçisiz. muhafızsız insanları dizginleriz. Ahlak sayesinde insan, insan kalarak yüceltilir ve hayvanlar seviyesine düşmez. Onlarca eser yazıp yüzlerce talebe yetiştiren, ömrünün sonuna kadar vatan ve millet yolunda okuyan, yazan, düşünene, fikir üreten merhum şair-yazar, araştırmacı, bilim adamı ve düşünür olan S.A.Arvasi’nin de dediği gibi, hem gerçekçi, hem pratik ve hem de âlemşümul bir ahlaka sahip olan insanlar, ahlaklı olmalarının yanında ümitli de olurlar. Ahlaklarının tamamlanacağına, ahlaksız bir ümidin boş, ümitsiz bir ahlak hissinin noksan olduğunu bilirler. Ümit kandilini sürekli ışıklı tutarlar. Sadece milletler mi ümitli olurlar diyeceksiniz? Değil tabii. Cemiyetler de ahlaksız ve ümitsiz yaşayamazlar. Fertlerin ümitsizliğinden cemiyetin ümitsizliği daha kötüdür, korkunçtur.

nsan hakkında bugüne kadar çokça konuşulmuş, insanın çeşitli yönleri ve özellikleri üzerinde bir hayli fikir ileri sürülmüş, yazılar yazılmıştır. İnsan üzerine dillendirilen görüşlerde haklı olarak, düşünme, inanma, alet yapma, çevreyi yaşamına uygun bir şekilde değiştirebilme, kendi kendini ve diğer varlıkları eleştirebilme gibi yönleri hakkında bilgi sunulmuş, insan, insanlara tanıtılmaya çalışılmıştır. İnsanı tanıtan, ele alan yazı ve konuşmalarda, insanın başarılı ya da başarısız olmasının sebepleri üzerinde de fikir belirtenler bir hayli vardır. Kimi yazar, başarılı insanların başarılı olmasının nedenleri arasında bilgiyi, ilmi, tekniği, beceriyi ararken; kimileri de sanatı, edebiyatı, sabrı, gayreti ve kararlılığı bulmaya ve görmeye uğraşmışlardır.

Evet büyük düşünür, sosyolog, şair Ziya Gökalp’ın de isabetlice belirttiği gibi,”Maddi kuvvetlerin yapamadığı nice işlerde ruhi kuvvetler başarılı olur.” Ruhi kuvvetlerin en tesirlisi olan ümit, hiçbir yerde ve ortamda paslanmazlığı ve hiçbir kesici alet ile kesilmezliği ile altın gibi, elmas gibi olma niteliği ile, insan ve insan toplulukları sürekli taze tutar. Nice hastalar vardır ki, onlar için ümit ilaçtan daha çok faydalı olur. İmam Gazali’nin dediği gibi “dış gözleri ile baksa da iç gözleri ile gören” aydınlara düşen görev; her zaman ahlaklı ve ümitli olmak ve etrafındaki insanlara, topluluklara sürekli ahlak duygusunun ve ümitli olmanın önemini anlatmaktır. Unutmayalım Mevlana’nın buyurduğu gibi “Hayvanlar hayvanlıklarıyla, melekler meleklikleriyle kurtuldular.” Biz, ikisinin arasında yalpalayıp durmak istemiyorsak, insanlığımızı koruyarak ve insanlığımıza yaraşır bir tarzda yaşamak niyetindeysek, mutlaka ama mutlaka ahlaka ve ümide en büyük ilgiyi göstermeli, bu iki çok önemli değeri başımızın tacı bilmeliyiz. 57


eryüzü öylesine tanzim edilmiş ki her gördüğünüz dağ, tepe, vadi, dere, ırmak, deniz ve şehirler sizi kendisine doğru çeker. Bu çekimin özünde var olanın, insan ruhunun etkilenen bir yönünün de olduğuna işaret etmesidir.

GEZMENİN TADI Hayat hiç bir şeyi bedavaya vermez; bir emeğe karşı, bir harekete karşı, bir çabaya, yönelişe, çalışmaya karşı elde edebilirsiniz arzu ettiğinizi. Recep GARİP

Kuytu bir mekan ararsınız, aradığınız bu mekan sizin hoşnut olduğunuz, olacağınız bir mekan olmasına da özen gösterirsiniz. Gözün gördüklerinden, ruhun mutmain olmasıyla sağlanır bu durum. Demek oluyor ki huzur bir arayıştır. Estetik unsurun tercihi bir arayışla elde ediliyor. Gönlün ve gözün mutmain olması da estetikle, görsellikle ilintilidir. Bunaltıcı bir çağda yaşadığınız söyleniyor. Sizler de öyle sızlanıp duruyorsunuz denense. Bizden önceki çağlarda da yaşayan insanların bu türden şikayetleşmelerinin varlığı muhakkaktır. Kimse yaşadığı çağdan pek memnun gözükmüyor. Kargaşanın, karışıklığın, vurdumduymazlığın, aymazlığın getirdiği bir yoğunluk. Her çağın, devrin kendince problemleri olduğu gibi hoşa giden yolları, yaşantıları, şölenleri, sanat, edebiyat hareketlilikleri de kuşkusuz vardır. Pek şikayetlenmeden içinde yaşadığınız çağa karşı neyi, ne kadar ürettiğinizi, düzeltmek adına, iyilikler adına, güzellikler adına bir düşünseniz diyorum. Düşündüğümüzde gördüğümüz odur ki, kişi kendi çağının insanıdır. İçinde yaşadığımız anılarla mutlu, mesrur, muzdarip, şikayetçi olabiliriz. Geçmişe sürekli cezalar, suçlar, kusurlar çıkararak bugünü iyileştirme şansımız yoktur. Bugünü doğru şekillendirmeye, doğru planlayıp uygulamalarda bulunmaya, geçmiş mutlaka yol gösterici olur ki bu göstericiliğinden dolayı da onlara teşekkürümüz de olmalıdır. Hayat hiç bir şeyi bedavaya vermez; bir emeğe karşı, bir harekete karşı, bir çabaya, yönelişe, çalışmaya karşı elde edebilirsiniz arzu ettiğinizi. Muhabbet, dostluk böyledir. Rızık, ilim, bilim böyledir. Sanat, şiir, edebiyat, yazarlık böyledir. Ne kadar gayretimiz varsa arzu ettiğimizi, bu gayretin karşılığında elde etmiş oluruz. Gayret ve çaba olmadan sevinçte, mutlulukta, huzurda elde edilemez. Sıkışıp kaldığınızı, bunaldığınızı, çekip gitmek istediğinizi zaman zaman düşünürsünüz. Her birimiz düşünürüz de. Böyle düşünmenin elbette bir sakıncası yoktur. Lakin gerçekler, hayatın şartları bunu yapmanıza her zaman izin vermez. Başınızı koyacağınız

sayı//64// kasım 58


bir dostunuzun, yaranınızın olmasını arzu ettiğinizde, sığınacağınız bir liman olsun istediğinizde, akıl soracağınız, huzur bulacağınız bir büyüğüm olsaydı dediğinizde tefekküre dalarsınız ve neden böyle bir sığınağım yok diye düşünürsünüz.Bunu elde edebilmenin yolu ekim yapmaktır. İnsan yetiştirmektir. Yani emek vermektir. İnsana, yarına, geleceğe dair umutlarınızı ekerseniz limanlarınız, huzur bulacağınız insanlarınız, ortamlarınız da hazırlanmış olur. Bunun için özel bir çaba harcamanıza gerek yoktur. Yalnızca yapmanız gerekeni yapmakla memur olduğumuzu bilmemiz bizler için yeterlidir. Gezmek ve ekmek kelimeleri bu açıdan bakıldığında emeğin varlık ve yokluğuna yöneltir bizi. Verilen emek, hiç bir zaman karşılıksız kalmaz. Bugün ya da yarın bu karşılık mutlaka sizi bulur. Siz doğru olanı yapmakla, güzel olanı işlemekle, örnek olanı sergilemekle ödevlisinizdir.

"Ancak senede otuz dönüm ekebiliyor" diye ilave ediyordu Memduh Şevket Esendal Bu duygular içerisinde insan, yeryüzünü gezip tozmalı, tahliller yapıp, nazariyelerde bulunmalıdır. Gözlemlediğimiz her güzellik, temaşa eylediğimiz her estetik doku, vadi, akarsular, yamaçlar, ormanlıklar, yeryüzünün bitimsiz cenneti andıran köşeleriyle, gökyüzünün bize sunduğu her vaktin, mevsimin farklılıklarından da payımıza düşeni almalıyız. Bu bizim tefekkürümüzü artırdığı gibi, yazı dilimizi de, şiirimizi de, sanatımızı ve sanata bakışımızı da değiştirip dönüştürür. Bu vatan toprağının bize sunduğu iklimlerde öylesine görülmeye değer, yeryüzünde dolaşıp ibret almayı gerektirecek öylesine derinlikli bulgular, geçmişin ayak izleri var ki; gözlemlerimizden yola çıkarak yazdığımız tahlillerin, biyografik çalışmaların her birisinin gelecek için önemli izler taşıyacağından eminim.

TDK "Gezmek" kelimesine şöyle karşılık veriyor; "Hava alma, hoş vakit geçirme vb. amaçlarla bir yere gitmek, seyran etmek." "Tek başına buralarda gezdiği hâlde aradığını bulamıyordu" diyor Osman Cemal Kaygılı. "Bir yerde dolaşmak, yürümek" anlamında kullanılıyor; "Kunduralarını çıkarır, satar, yalın ayak gezerdi" diye yazar Sait Faik Abasıyanık. "Ekmek" kelimesine ise şu karşılığı veriyor; "Tahıl unundan yapılmış hamurun fırında, sacda veya tandırda pişirilmesiyle yapılan yiyecek, nan, nanıaziz: "Odayı, tatlı, sıcak bir kızarmış ekmek kokusu bürümüş"tü Yusuf Ziya Ortaç'ın ifadesiyle.

"Seyahat eden sıhhat bulur" diye tavsiye edilmiş bize. "Seyahatnamelerin" varlığını bu merkezden bakınca ne kadar önemli bilgiler taşıdığını söylemeye gerek yok. Eşsiz var oluşların bizlerde bıraktığı bu hoşnutluklar kuşkusuz bugünden yarına doğru kültürün akan ırmakları sayılır.

Mecazi olarak; "İnsanı geçindirecek iş ve kazanç" olarak bakılıyor ve "Biz iyi kötü tiyatroya bağlamışız ekmeğimizi" diye ekliyor Necati Cumalı. "Yemek ve aş anlamında ise"; "Ekmeği bizde yiyelim mi? Allah ne verdiyse" diyen Tarık Buğra'ya evet iyelim demek geliyor içimden. Başka anlamlarda kullanılmasına örnekler şöyle; "Birini uydurma bir sebeple bırakıp gitmek, savuşmak, atlatmak: "Lale ile Günnur kendilerini ektiğim için müthiş içerlemişler" diyen Haldun Taner kuşku yok ki üzülmüştü. Bir şeyin başlamasına yol açacak sebepleri hazırlamak anlamındaysa; "Fesat tohumları ekenler kötü insanlardır. Bir bitkiyi üretmek için toprağa tohum atmak veya gömmek. Toprağı ekip biçmek için kullanmak" anlamındaysa

Bir kaç gündür Ankara'dayım. Yüzyıllar öncesinden kurulmuş olan bu şehrin kuşkusuz kalbi Altındağ bölgesidir ve Hacı bayramı Veli Hazretlerinin bulunduğu mekandan başlayarak gezmeyi sürdürdüğünüzde bunu adım adım hissedebiliyorsunuz. Bir anlık tarihle içi içe dönemin bir insanı gibi dolaşmayı düşleseniz, nasıl da hayat dolu bir kaynaşmanın, heyecanın, çarşı pazardaki alış verişlerin yoğunluğunu görebiliyorsunuz. Konakların, duvarların içinden gelen hoş seda seslerini duymamak mümkün değildir. Aslolanın bir tarihi yolculuk yaparken neyi, nasıl düşlediğinizin idrakinde olmanızdır. Kalenin kuruluş çalışmalarındaki işçilerin, ustaların, görevlilerin, yetkililerin kılık kıyafetleriyle gözlerinizin önündeki serencamın ne kadar sisli,buğulu olursa olsun bizi mesrur eden yönlerinin olduğu da muhakkaktır. Geçmişin ektiklerinden beslenmektir gezmek. Gezmek, geçip gitmek değil, yaşanılmış olanlarla temas kurabilmektir. Hissedebilmek, dokunabilmek, mutlu ve mutsuzluklarını çözebilmektir. Sanattan, estetiğe, tarihin içinden nabız atışlarını duyabilmektir gezmek. 59


TÜRKÇE’ME YOL ÇİZEN

DURSUN AKÇAM’I HATIRLADIM

Köy edebiyatı akımının önde gelen isimlerinden Dursun Akçam’ın Türkçe öğretmenliğimizi yapmasının da ayrıcalığımıza katkı sağladığının farkındaydık. Erbay KÜCET

aşkent Altındağ Atilla İlkokulu’ndan 1966-67 öğretim döneminde mezuniyetim sonrası evimize yakın etrafı apartmanlarla dolu Demirlibahçe Ortaokulu’na kaydım yapıldı. Ağabeyim de burada öğrenim görmüştü. O yıllarda her okulda bulunmayan imkânlarla donatılması ve spor salonunun Ankara’da övüncümüz olmasını dile getirmek gerek. İdarecilerinin disiplinine de kimsenin sözü yoktu. Bina girişinde elinde ‘kızılcık’ ağacından imal sopası ile bekleyen Remzi Şat müdürün disiplinde payının çok olduğunun altını çizmek lazım. Köy edebiyatı akımının önde gelen isimlerinden Dursun Akçam’ın Türkçe öğretmenliğimizi yapmasının da ayrıcalığımıza katkı sağladığının farkındaydık. Eserlerinin basılmadan sınıfımızda okunup, mütalaa edilmesinin ne denli önemli olduğunu burada zikretmemizde yarar var. O’nun yazdıklarıyla ilk olarak sınıfımızda tanışırdık. Aklımda kaldığı kadar ‘Taş Çorbası’ isimli hikâyesinde köyde yaşanılanlar ve izlenimleri anlatılıyordu. Deniz Yayınları’ndan 1970’te çıkan aynı isimdeki kitabını yazımı kaleme aldığımda ‘Milli Kütüphane’ den temin ile okurken o günlerde aklıma girip hiç çıkmayan paragrafı buldum. Fukaralıktan çocuklarına tencerede taş kaynatan bir annenin yaşadıkları karşısında onurlu duruşu yoksulluğumuzun ifadesiydi. Hiç şüphesiz yaşanmışlıklardan yola çıkılarak yazılan hikâye arkadaşlarımı etkilediği gibi beni de çarpmıştı. Ailesinin geçimini posta dağıtıcısı olarak sağlayan bir babanın çocuğu olarak, gecekondumuzda kıt-kanaat tenceremizi kaynatan annemiz ve başımızı sokacağımız bir evimiz olduğu için çok şükretmiştim. Hikâyelerinde fakirlik, özlem ve ölüm çok işlediği konular arasında yer aldığından toplumcu yazar olarak hafızalarımızda yer eden Dursun Akçam’ı doğup büyüdüğü, öğretmenlik yaptığı köylülerin hayatını ve sorunlarını gerçekçi bir üslupla ele aldığından sevmiştik. Bize bizi anlatan, işin edebiyatını bizden birinin yazmış olması yetiyordu bu sevgimize. Çocuktuk, yazdıklarını okuyunca duygularımızı, düşüncelerimizi öğretmenimizin sevgisiyle yoğurabiliyorduk. O’nun ilk öğrenciliğinin Kur’an kursları ile başladığını öğrendiğimde şaşırmıştım. Öğretmenliğimizi yaptığı yıllar Türkiye’nin en çalkantılı dönemleriydi. Kur’an-ı Kerim’i hatim

sayı//64// kasım 60


eden Akçam’ın köy enstitüsünde yaşadıkları ile kültürel anlamda değişim geçirmesinin sosyoloji ilmiyle uğraş verenlerce irdelenmesini öneriyorum. Mezuniyeti sonrası altı yıl köy öğretmenliğinden sonra Gazi Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümü’nden mezuniyeti sonrası ortaokul öğretmeni olduğunu röportajlarında belirtmektedir. Sınıfta ‘bacanak’ diye hitap ettiği öğrencisinin yıllar sonra Gazi Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümü’nde okuduktan sonra bir lisede edebiyat öğretmenliği yaptığını, yazarlık dünyasına adımını mizahî hikâyeler ile attığını bilemeyecekti. Çünkü öğrencisi zorunlu olarak zıt kutuplar misali birbirinden uzaklaşmışlardı. O nedenle öğretmen-öğrenci olarak da olsa bir daha yolları hiç kesişmemişti. O’nu gazete ve televizyon haberlerinde, kültürel ortamlarda, gazetelerin kitap eklerinde, kitap fuarları imza günlerinde ve söyleşilerinden takip ediyordum. Dursun Akçam öğretmen olduğu yıllarda Türkiye’nin en büyük meslekî sendikal örgütü olan Türkiye Öğretmenler Sendikası’nda (TÖS) yöneticilik görevi yapıyordu. Öğrencisi yıllar sonra rahmetli şair, yazar ve mütefekkir Mehmet Akif İnan’ın kuruculuğunu yaptığı Eğitim-Bir Sendikası’nda yöneticiliğinden şimdi söz ediyor. Cılavuz Köy Enstitüsü’ndeki günlerinden sıklıkla söz eden Dursun Akçam, orada öğretmen ve öğrencinin arkadaş gibi olduğunu, kendisine köylüsün diyerek kimsenin tepeden bakmadığını ifade eder ki, itiraf etmeliyim o da bize öğretmenleri gibi davranmış ve gönlümüzü kazanmıştır. Siyasî oluşumlarda farklı duruşu ile ülke gerçekleri ile örtüşmeyen düşünceleri paylaştığı ve yaydığı için 12 Mart 1970 darbesinin akabinde tutuklanması; basın-yayın yoluyla mücadelesine devam ettiği yılların ardından 12 Eylül askerî cunta darbesi ve Almanya’ya iltica etmesi gibi konuları daha sonraki yıllarda yazılanlardan öğrendim. Ailesiyle irtibatım silik bir fotoğraf karesi olarak hafızamda yer tutmuştur. Yargıtay Başkanı İmran Öktem’in -haşa- “Allah’ı da insanlar yarattı” gibi söz söylediği nakledilmiş, öldüğünde de cenaze namazını kılacak hoca bulunamamıştı. Akçam’ın evinin salonunda o şahsın halıya dokunmuş resmini gördükten

sonra tedirgin olmuştum. Ankara Ulucanlar Cezaevi’nden tünel kazarak firar eden devrimci oğul Taner Akçam’ın haberlerini gazeteden okumuştum. Vefatından sonra ailesince Ardahan’a açılan ‘Dursun Akçam Kültürevi’ nin özellikle yöre insanının yetişmesine yönelik çalışmaları ile ölüm yıldönümünde anma programları düzenlendiğini belirtmek isterim. Üslubunda kara mizah öğelerine sıklıkla rastlanan hocamıza mizaha, geniş yer vermişsiniz denildiğinde “Mizaha, kara mizaha yer vermek ya da vermemek elinde değil, öyküye konu olan kişinin doğasında var, kendiliğinden gelir oturur yerine. İstesen de kovamazsın! Aslında her insanda var güldürü, az ya da çok, ağlatı da, iç içe. İnsanoğlunun dramı dediğimiz şey de bu iki öğe ile yansır… Güleriz ağlanacak halimize! demez miyiz her fırsatta? Gülmek daha ağırlıklıdır bizim toplumumuzda. Bizler gülen, güldüren insanlarız çoğunlukla. Yüzyıllar boyu Hacivat ile Karagöz’ün tek tiyatro türü olarak sahnelerimizde yaşaması boşuna mı? Gülmesek belki kahroluruz derdimizden! ‘Arsız güleğen, dertli söyleğen olur!’ diyen de bizleriz” diye cevaplamış. Kırk yılı aşkın yazdıklarıma göz atınca çocukluktan sıyrıldığımız günlerde iz bırakmış olduğunu; farklı kulvarda olmamıza rağmen ziyaretine gidip hal-hatır sorsaydım, sohbet etme imkânı olsaydı gibi ‘keşke’li bir cümle kurmadan şimdilerde onun eserlerini okumanın güzelliği ile ‘Allah taksiratlarını affetsin’ diyerek yazımı noktalıyorum. 61


TÜRKÜLERİN DÜNYASINDABİR ŞEHİR:

ERZURUM -I-

O eski sokaklarda… Bundan otuz kırk yıl evvelinde, geçmişin samimiyetle yüklü nidalarının içten gelen şekilde gökyüzünde yankılandığı Arnavut kaldırımlı sokaklarda… İsmail BİNGÖL

ünümüz şairlerinden Ali Akbaş’ın çok sevdiğim ve artık birçok kişi tarafından bilinen bir şiiri var: “Hüma Kuşumuz”. Dörtlüklerin sonunda “Kerem et Mükerrem bir türkü söyle” mısraı tekrarlanan şiirde hitap edilen kişi, çocukluk yıllarımızda kendisinden dinlediğimiz türküleri, o şekliyle hafızamızda koruduğumuz, halk müziğimizin unutulmaz yorumcusu rahmetli Mükerrem Kemertaş’tır. “Hüma Kuşu”, “Ağ gül seni camekânda görmüşler”, “Göç göç oldu göçler yola dizildi” gibi uzun havalarla, nice yürekler dağlayan, millet olarak yaşadığımız acı günleri hatırlatan, vatan sevgisi, gurbet ve aşk gibi mefhumları yoğurarak, hissedişimizin zirve yapmasını sağlayan Erzurumlu sanatçıyı anlattığı şiiri 1995 yılında Milli Folklor dergisinin 26. sayısında yayımlamış Ali Akbaş. Bu güçlü sesi merkeze alarak, Erzurum’un diğer bazı sanatçılarını da işin içine katan ve geçmişte düşmanın ilk gözünü diktiği yer olan Anadolu coğrafyasının bekçisi durumundaki bu şehrin mekânlarına, insanlarına, tabii güzelliklerine vurgu yapan şaire, bu coğrafyanın insanı olarak teşekkür edelim ve şiirin bir bölümünü; henüz haberdar olmamışlar için bir kere daha yazalım: Yine duman almış Palandöken’i /Kerem et Mükerrem bir türkü söyle Türküler bağrımda bir gül dikeni /Kerem et Mükerrem bir türkü söyle Yükseklerde öten Hüma kuşumuz / Issız gecelerde can yoldaşımız Sen söylerken göğe değer başımız / Kerem et Mükerrem bir türkü söyle” Şiirde Erzurum; Mükerrem Kemertaş’ın şahsında nazmın imkânları kullanılarak, öne çıkarılması gereken bölümleri büyük bir ahenk, kendine has bir ses ve bütünlük içerisinde dikkatlere sunuluyor. Şair bizi; ömrünün sanki de bir kısmını burada geçirmiş gibi, kaldığı süre içerisinde heybetine her gün şahit olduğu, nice şehitlere kucak olmuş, ülkemizin sayılı dağlarından olan Palandöken’in zirvesine çıkarıp oradan şehre baktırarak, her biri bir köşeden ses veren Erzurum türkülerinin sihirli iklimine taşıyor. Şiir bize başı dumanlı, mevsimine göre göğsü karlı ve çimenli yüce dağ Palandöken’i hatırlatınca, hemen aklımıza Hakkı Coşkun ve Kemal Çığrık’tan alınma “Erzurum dağları kar ile boran /Aldı yüreğimi dert ile verem /Sizde bulunmaz mı bir kurşun kalem / Yazam arzuhalim yâre gönderem”

sayı//64// kasım 62


dörtlüğüyle başlayan Malatya türküsüne, o da bizi, yaz gününde dinlesek bile alıp kardan kıştan gözün gözü görmez olduğu, ıssızlığın acıyla ve yoksullukla birlikte hüküm sürdüğü zamanlara götürür. Sonra esrik bakışlarla daha yukarılara yöneliyoruz. Sisler ve puslar arasında başı bulutlara değen ulu dağın zirvelerinde masal kuşu Hüma’yı arıyor keskin bakışlarımız. Bir dalgınlığın şahikalarında öylesine büyürken gözlerimiz, büyük bir efkârla, gamla, kederle yoğrulup, sonra yüreğin deminden geçirilerek göklere salınan velvele ile kendimizden geçiyoruz. Hayat bir başka zamana evriliyor ve şairin dediği gibi masalla gerçek birbirine karışıyor sanki… Yazar Tahir Abacı, "Bir Zamanlar Anadolu'da" kitabında kendi zamanının türkülerini anlatırken şunları söylüyor "Hüma Kuşu" türküsü için: “970’lerde efsaneleşmiş 45’lik türkü plakları vardı. Sözgelimi o yıllarda cezaevlerinde, öğrenci yurtlarında (...) kimi türküler de huşu içinde dinlenirdi. Bunlardan biri, derleme kayıtlarında Hulusi Seven’in sesiyle tespit edilmiş olan meşhur Erzurum mayası, yani “Hüma Kuşu”ydu ve Mükerrem Kemertaş tarafından, unutulmaz yorumla, bir 45’likte seslendirilmişti.” Sonra şehrin sokaklarında, giderek sesini kaybetmiş, yüreğinden yaralanmış, gözden düşmüş, çoğu yıkık olan mekânlarda dolaşıyoruz. O eski sokaklarda… Bundan otuz kırk yıl evvelinde, geçmişin samimiyetle yüklü nidalarının içten gelen şekilde gökyüzünde yankılandığı Arnavut kaldırımlı sokaklarda… Evlerin sırt sırta verip birbirinden güç aldığı, hepsi bir apartmana bedel mahallelerinde insanların yabancılık nedir bilmeden, sanki hısım akrabaymış gibi rahatça ve kendilerinden emin bir şekilde dolaştığı, dertlinin derdinin bilinip çare arandığı, fukaranın kendi ateşinde yanıp kavrulmadığı, hâsılı henüz insanlığın adını yaşatan değerlerin ayakta olduğu, sevincin de kederin de içtenlikle paylaşıldığı zamanlarda… Erkekleri Köroğlu, kızları Nigâr, taşı kehribar olan bu şehir; daha bir başka, daha bir yaşanacak gibiydi sanki o zamanlarda… İşte karşımızda şehrin sembolü olan ve her nerede görülse Erzurum’u hatırlatan Çifte Minareli Medrese… Ecdat yadigârı bu şaheser, bütün özensizliğimize, bütün dikkatsizliğimize rağmen asırlardır ayakta ve bir fikri, bir düşünceyi simgelemeye devam ediyor. Atalarımız tarafından kutsal vatan toprağının nerdeyse her yerine büyük bir bilinç ve bilgiyle

serpiştirilmiş, tapumuz olan bu yapıları karşılarına geçip hayranlıkla seyretmekten kendimizi alamıyoruz. Kış geçiyor, bahar oluyor, karlar eriyip dereleri, çayları dolduruyor, yamaçlardaki mor menekşelerin kokuları arasında kendimizi yemyeşil tabiatın kucağına atıyoruz. Dirlik, esenlik, gençlik, güzellik, sevgi çağrıştıran bu görüntü arasında birden aklımıza, gür bir ses, dağ dağ yükselen nağmelerin nevi şahsına münhasır icracısı rahmetli Raci Alkır düşüyor. Engin bir eda ve yüksek bir ses yoğunluğuyla türkü çığırışının, ses renginin, söyleyiş tarzının türkülere kattığı farklılıkla öne çıkan sanatçı, bu açıdan sesini nerede duysanız tanıyacağınız, işte bu odur diyebileceğiniz bir ayrıcalığa sahiptir. Onu dinlerken, masal dünyasının kapıları ardına kadar açılıyor, türküler alıp ana yurda götürüyor adeta bizi. Bu vesileyle kendisini bir kere daha rahmetle, saygıyla anıyoruz. Erzurum’un çarşı pazarında elindeki divit kalemiyle bazen dertlere derman, bazen de aşığın katline ferman yazan bir kız gözümüze çarpıyor şimdi de… Ve bir türkü vardır o kızı anlatan… “Erzurum çarşı pazar" diye başlayan türkünün canlandırma kudretine daima hayran oldum” diyen Tanpınar'ın da belirttiği gibi; bu türkünün sözlerinde, insanın hayal dünyasını müthiş şekilde canlandıran bir yön var. Türküyü dinlerken, insanın gözlerinin önünden, o günler bir film şeridi gibi geçmekte, eskinin Erzurum'u, çarşıları, pazarları, mekânları ve insanlarıyla bir bir arz-ı endâm etmektedir hayal dünyanızda. Salına salına bir kız yürür bu çarşılarda… Boyu, posu, kaşı, gözü, bakışı, duruşu Erzurum’u çağrıştıran ve her hâli bu şehri anlatan... Yanmış yakılmış, sevdası sinesini delmiş ama bir türlü yârinden karşılık alamamış talihsiz âşıkların derdidir onun yazdığı... Bilinen ama anlatılamayan, düşünülen ama söylenemeyen dertleri hep o kızın kalemi yazar. Yâr uğruna çekilen cefayı, ucunda ölüm olsa bile kimselere bırakılmayacak olan sevgiliyi ve sevdayı, hep o kızın tavrı, edası söyler. Güzelliği ise dillere destandır bu kızın... Türkü de belki bir bağrı yanık tarafından ona yakılmıştır ve herkes hayrandır ona... Bir bakışı cihanı değen kızın, bakışının değdiği her civandan bir 'ahhh' nidası yükselmektedir. İşte böylesine anlamlı, insanın hayal dünyasını böylesine renklendiren, zenginleştiren bir türküdür 'Erzurum çarşı pazar/ İçinde bir kız gezer.' Yine Nida Tüfekçi’nin Âşık Yaşar 63


Reyhani’den derlediği bir Erzurum türküsünde, saba ile visal-i yârden inceden ince haberler alan Emrah’ın hoş kokularla sermest halini görüyoruz. Diğer taraftan Sümmani hicrana, gama razı olmadığını söylese de türkü olarak meşhur olmuş bu deyişinde, diğer şiirlerinde her halinde bir teslimiyetin, her sözünde bir tevekkülün öne çıktığını seziyoruz. Yine bu şehrin yüce gönüllü, irfan ehli, bilgili diğer bir kişisi olan Tivnikli Kâmi Efendi ise, onu ateşlere yakıp, ruhunu haddeden geçirene “Yandı canım tende ey ruh-ı revanım bir su ver” diyerek, dil döküp, bir yudum su için adeta yalvarıyor. Ve bir ses düşüyor ortalığa… Ötelerden gelen ve değdiği sineleri yakan, eriten ve dilhun eden… Mehmet Çalmaşır’dır bu sesin sahibi… O ki; sesinin rengiyle, tınısıyla, yorumuyla ve bütün bunların bir araya gelmesinin sonucunda icra ettiği türkünün yüreklere bıraktığı etkiyle, ayrıca son yıllarda yaptığı türkü tarzındaki bestelerle (Bunların çoğu TRT repertuarına kazandırılmıştır.), Türk halk müziğimiz içerisinde ayrı bir konuma sahiptir. Bu yüzden de meraklılarınca yakından takip edilen güzîde bir sanatçıdır. Hele de hoyratları yaman söyler ki hem de ne yaman… Ne var ki; her alanda olduğu gibi, işinin hakkını veren ama reklama kıymet vermeyen kişilerin başına gelen onun da başına gelmiştir ve tanınıp bilinme açısından hak ettiği yerde değildir. Fakat ne önemi var, onu bilmesi gerekenler zaten biliyor. Sözü burada yine şiire bağlayalım ve yıllar önce Ali Akbaş’ın Mükerrem Kemertaş’a yazdığı, yukarıda bir bölümünü verdiğimiz “Kerem Et Mükerrem Bir Türkü Söyle” adlı şiire nazire olarak kaleme aldığımız, Mehmet Çalmaşır'ın şahsında bütün türkü sevdalılarına ithaf ettiğimiz “Kerem Et Mehmed’im Bir Hoyrat Söyle(1995)” başlıklı şiirin bir bölümü şöyledir: Saz seninle bulur zevk-u safâyı / Mey iniler, döker içinden nâyı Ötelerden bir ses sardı havayı / Kerem et Mehmed’im bir hoyrat söyle Kerkük'e ne kaldı şurada ağam / İncindi sineler, haykırdı mugam Türküde muhabbet, türküde vatan / Kerem et Mehmed’im bir hoyrat söyle Biz divâne olduk türkün yüzünden / Döküldü nağmeler tar perdesinden Hüzün şifa buldu gül nefesinden / Kerem et Mehmed’im bir hoyrat söyle. (Ay Düşleri, Ares Yayınları.İst.2009) sayı//64// kasım 64

Al yeşil giyinip allanan, fistanı yerde sallanan güzellerin, bezenerek, akıllarında yavuklularına duydukları samimi ve içten duygular, saflıklarını, namuslarını, iffetlerini korumanın telaşı içinde toya gittiklerini görüyoruz. Yaşamak ve sevdiğiyle bir arada olmak konusundaki temennisini, “Gelme ecel gelme üç gün ara ver” sözüyle belirtiyor; ardından da daha fazla zaman isteyerek, “Üç günden ne çıkar beş gün ara ver” diyor ve “Gel al bu yarayı götür yâre ver” diye tamamlıyor dileğini. Bir başka delikanlı önce “aya bak yıldıza bak” diyor, sonra “suya giden kızı” gösteriyor ve ona sesleniyor: “Kız Allah’ın seversen / Dön de bir yol bize bak.” Herkesin derdi başka. Gülember’in koyun sağdığını görerek yüreği kıpır kıpır olan bir başka delikanlının “bana göstermez boyunu” diye hayıflanmasını görüyoruz. Kimi “Uyan sunam uyan” diye sesleniyor sevdiğine, kimi Kağızman’a nar ısmarlıyor sevdiğini memnun etmek için... “Keşkem bu ellere gelmez olaydım” biçiminde pişmanlıklarını ifade edenleri mi sorarsınız, turnalarla sevgilisine selam yollayanını mı ya da kuşların kanadıyla gurbetten sılaya mektup gönderenini mi? Dün gece yâr hanesinde yastığının taş olduğunu, fakat buna rağmen gönlünün hoş olduğunu ifade edenleri mi? İşte yine sesler arasında bir başka ses… Yürek dağ olsa; bu ses değdiğinde adeta oyuyor, yok yok oymuyor, sanki delipte öteye geçiyor. Bakmıyor arkasındaki tarumar mı olmuş, yanmış mı, yıkılmış mı? Hem ne yapabilir ki? Aysun Gültekin’in Erzurum radyosundan İstanbul’a uzanan çizgide zaman içerisinde ortaya koyduğu gelişim ve değişim, Türk halk müziğimiz ve Erzurum’un yetiştirdiği sanatçılar açısından çok sevindirici bir durum… Bir bayan sesi olarak; söylediği uzun havalarla bu alanda büyük bir boşluğu doldurduğu, halktan gördüğü ilgiden açıkça belli oluyor. İçten gelen ve hakikaten hissederek, candan ve yürekten, büyük bir samimiyetle, büyük bir ustalıkla okuyuşu; değdiği yerlerde büyük bir yankıya ve hüzne sebep oluyor; yeri geliyor yürek yaralarını depreştiriyor, yeri geliyor acılara merhem oluyor. Bugün TRT’den erken sayılabilecek bir yaşta emekli olup ayrılmış olsa da; müzikle olan bağı her geçen kuvvetlenerek devam ediyor. Sen çok yaşa Aysun Gültekin! İki dağın arasında kaldığını, ne yapacağını bilemez, şaşkın bir halde, adeta bülbül gibi o daldan o dala konduğunu, ne gün görüp ne de murat almadığını, çünkü sevdiğinden alınıp bir


çocukla zorla evlendirildiğini, bunun için de birilerinin günahına girdiğini söyleyene kim, nasıl yardımcı olabilir ki? Çünkü hayatına değer vermeyenler tarafından telafisi mümkünsüz bir şekilde incitilmiş ve sessiz bir çığlık olarak ruhundan yükselen ses dağı taşı sarmıştır. Yine bir Erzurumlu sanatçı Seyfettin Sığmaz’dan Muzaffer Sarısözen’in derlediği bu Erzurum türküsünde, makamın yanında sözler de yürek yaralayıcı ve gönül paralayıcı bir aşk hikâyesinden haber verirken, sevgilisi uğrunda hiçbir fedakârlıktan kaçınmayacağını da şu sözlerle perçinliyor: Bir tas ağu olsa ezer içerem, / İçerem de bu canımdan geçerem. Ya “Aynalı beşikte höllük eleyerek” büyüttüğü çocuğunun askerlik dönüşünü göremeyen annenin acı feryadı. Ona ne demeli, hangi sözü, hangi eli yüreğine merhem kılmalı? Derdini umana dökse, asumana inlese çare yok. Giden gitmiştir ve geri döneceği yoktur. “Gitti de gelmedi buna ne çare” mısraında ifadesini bulan çaresizliği, bir kış ortasında, zemherinin dile gelmez ayazında duçar olunan titreyişi, üşüyüşü bütün çıplaklığıyla görüyoruz. Zamanın parçalanmış akışında hüzünler kat kat olup sinelere çörekleniyor, hissedilen acıdan türkülerin sesi kısılıyor, şarkılar yarıda kalıyor. Bir anda çiçeklerin rengi soluyor ve can; mahşeri bir yalnızlık ortasında kalakalıyor. Büyük bir titreyişle hançereden boğum boğum çıkan ses, başını alıp giderek dağlar ardına gizleniyor. Hele bir başka Erzurum türküsü var ki; yıllardır sayısız kişi tarafından söylenip, büyük bir hicranla dinlenmesine rağmen, ne dinleyenler usanır bu türküden ve ne de adına söylenmiş keder birazcık olsun azalır. Sanki gün o gündür, giden henüz gitmiştir ve türkü yeni söylenmektedir. Bir uzak mesafeye, ta Yemen’e seslenen türkünün sözleri, dilleri yorar, gözleri yaşa boğar, ama bu acı bir türlü gündemden düşmez, eskimez, unutulmaz. Yemen bir zamanlar bizimdi, Anadolu’nun kavruk delikanlıları oraları yeniden vatan toprağı kılmak, düşman elinde bırakmamak için sayısız kere öldüler… öldüler… öldüler… Bugün de sınırlarımız dışında adaleti, huzuru ve sükûnu tesis etmek için yine seferdeler, yine şehit ve gazi olmaktalar. Ne var ki; şimdilerde hiç olmazsa haber alabiliyoruz, getirip toprağımızın bağrına tevdi edebiliyoruz. Geçmişte ise, o uzak diyarlardan haber almak ne mümkündü? Hayatta mı değil mi? Bunu kim bilebilirdi? İşte bunun için ancak türkü yakılabiliyor, nerede oldukları, ne halde bulundukları kuşlardan,

turnalardan soruluyordu. Çünkü eşinin vefat ettiğine, şehit olup o kara topraklara gömüldüğüne, sevdiği, gönlünü düşürdüğü kadın bir türlü inanmak istemiyor. Ancak ölüm bir acı hakikat ve bu acı hakikat; inanılsa da inanılmasa da hiçbir vakit değişmiyor. Yaktığı türkünün belki bir feryat olarak, memleketi aşıp, çöllere ve ona ulaşacağını sanıyor: “Dön gel ağam dön gel dayanamiram Uyku gaflet basmış uyanamiram Ağam öldüğüne inanamiram. “ İşte bir Erzurumlu olarak, bu yörenin soğuğunu yemiş, dağında, ovasında ömür geçirmiş, suyunu içmiş, ekmeğini bölüşmüş ve türkülerini söylemiş bir kişi de TRT Erzurum Radyosundan emekli sanatçı Bahattin Karakoç’tur. Sanatçıyı tanımayanlar ara sıra onu Kahramanmaraşlı şair Bahattin Karakoç’la karıştırsalar da; olsun, biri şiirleriyle attı imzasını kültürümüze, diğeri; davudî sesiyle söylediği uzun havalarla, türkülerle… Birini rahmete uğurladık geçen yıllar içerisinde, diğeri ise, memleketinden uzak düşen yüreği yaralı her can gibi, bazı gerekçelerle gurbeti yurt bildi bundan sonra kendisine… Onun ses verdiği ve dağ dağ yükselen, ruhumuzun en gizli noktalarını kendine mekân edinmiş sırlarımızı kendine yoldaş eden nice bir türkü, hele de dokunaklı bir seda ve yaralı bir eda içerisinde söylediği uzun havalar, divanlar; TRT Erzurum Radyosu arşiv kayıtları arasında özel bir değer taşımaktadır. İşte bu feryatların nasıl dillendirileceğini ve sözün, nağmenin nasıl birbiriyle yoğrularak bir türkü halinde toplumun hafızasına sunulacağını ilk önce babasından öğrenen, bu yolla geleneği ve Erzurum’un sanatçı silsilesini devam ettiren biri daha… Rahmetli Raci Alkır ağabey kültürümüze bu yolla da hizmete devam ediyor ve halk müziğimizde kendinden sonra bu soyadı yaşatacak bir hayr-ül halef bırakıyor. Vahit Alkır’ın türküleri; otantik tavırlarına, orijinal hallerine sadık kalarak söyleyişiyle birlikte, sağken babasıyla karşılıklı okumaları da bu halk verimlerine başka bir renk katıyordu. Yüzyıllardır elemle, ıstırapla yoğrulan Anadolu insanı, sesine ses verilmeyince, aşkına karşılık bulamayıp, sevgilisi tarafından terkedilip, tahammül gücünün tükendiğini görünce tabiatla konuşmaya, içini ona dökmeye başlar. devam edecek... 65


SÜKÛT SÛRETİNDE KLAS DURUŞLU

BİR TAVIR ADAMI

NURİ PAKDİL’İN ARDINDAN Bir Yazarın Notları adlı kitabında yazmak eylemi için “Benim için yazmak bir bakıma savaşa girmektir, savaşmak demektir.” der. Bu yüzden eserlerini bir mücâhid tavrıyla yazmıştır .. Prof. Dr. Âdem EFE*

ürk edebiyatının önemli isimlerinden büyük Usta Nuri Pakdil, üst solunum yolu enfeksiyonu nedeniyle tedavi gördüğü Ankara Şehir Hastanesi'nde 85 yaşında iken (18 Ekim 2019 Cuma günü, Saat 14:54) vefat etmiştir. Allah rahmet eylesin. Türk milletinin başı sağolsun. 19 Ekim 2019 Cumartesi günü Hacı Bayram Camii'nde ikindi namazına müteakiben cemaatin “İyi bilirdik ve hakkımızı helal ediyoruz” hüsnü şehadetlerinden sonra Taceddin Dergahı haziresinde merhum/şehit M. Yazıcıoğlu ile komşu olacak. Bu vakitten sonra merhum olarak o Türk milletinin, Kudüs sevenlerinin kalbinde ve edebi eserlerde ebedi yaşayacak. İsmini ilk kez Akhisar İHL'de öğrenciyken seksenli yılların başlarında edebiyat hocamız Mehmet Ü. Kahraman’dan işitmiştim. Hatta okulda bir matematik hocamız vardı. Kahraman hoca, ustadan söz açılınca “Ali Sözbir bey ona birazdan daha fazla benziyor” deyince hocanın aramızdaki iki lakabından biri hemencecik Nuri Pakdil oluvermişti. Sınıf arkadaşlarımdan özellikle Salih Çalık, Hasan Basri Akca ve Abdülhalim Sözcüer bunu iyi hatırlayacaklardır. Çalık, muhakkak anımsıyordur, bundan eminim. Zira onunla Ali hocayı her gördüğümüzde “Nuri Pakdil geliyor, gidiyor” diyerek tatlı tatlı gülüşürdük. Bu kısa girişten sonra onu yakından tanımaya çalışalım. NURİ PAKDİL'İN HAYATI

Nuri Pakdil, ülkemizin pek çok düşünür ve edebiyatçısının yetiştiği Kahramanmaraş’ta, 1934 yılında, annesinin deyişiyle ilkbahar aylarının birinde, çok güzel güneşli bir günde doğmuştur. Kendisi ise doğum gününü, güzel İstanbul’un fetih günü olan 29 Mayıs 1934, olarak kabul ediyor. Çocukluğu Maraş’ta Yörükselim Mahallesi, Çaldıran Sokak’ta geçmiştir.

*T.C. SDÜ Öğ.Üyesi

sayı//64// kasım 66

Âlimler yetiştirmiş köklü bir ailenin çocuğudur. Dedesi, Maraş Camii Kebir Nebeviye Medresesi Müderrisleri’nden Nakibu’l-Eşraf, Hacı, Hafız, Seyyid Muhammed Emin Efendi; babası Emin Efendi (Ö. 1965); annesi Vecihe Hanım’dır (Ö. 1949). Annesi, babası Şeyh Muhiddin Efendi’nin açmış olduğu bir kolejde okumuş ve anadili gibi Arapça bilmektedir. Anne ve babası ödünsüz bir Müslümandır. İdeolojik ilk mürebbiyesi annesidir. İdeolojik


bilinçlendirme bağlamında bir öğretmeni de babasıdır. Babası çok cömerttir. Büyük amcası Ziya Efendi, Maraş’ın ulemasındandır. Şapka Devrimi’nden sonra başına bir defa bile şapka takmamış, zorunlu olmadığı zamanlar hariç evinden dışarıya pek çıkmamıştır. Amcasının bu duruşunu, Rasim Özdenören, Gül Yetiştiren Adam, romanında anlatmıştır. Ailesi küçük Pakdil’i “’Resmi öğreti’ye ve yeni kurulan devletin okullarına duyulan güvensizlik ve kaygıdan” dolayı bilinçli ilkokula üç yıl geç göndermiştir. Ortaokula da belki aynı kaygılarla üç yıl geç kaydolmuştur. “Çocukluk, insanın rüzgârla yarışmasıdır” diyen Pakdil bu dönemlerinde Maraş’ta bulunan kitapçılardan ve şehir kitaplığından ödünç kitaplar alarak ilk okumalarına başlamıştır. Lise yıllarında özellikle Fransızca ve Edebiyat derslerine ilgi duyar. Bu ilgisinden dolayı olmalı ki hayatının daha sonraki dönemlerinde Rus ve Fransız edebiyatının büyük eserlerini hassasiyetle okumuş ve Fransızcadan çeviriler yapmıştır. Lise yıllarında Hamle dergisini iki veya üç sayı çıkartmıştır. Nurullah Ataç bir yazısında hamle dergisinden ve Pakdil’den sitayişle bahsetmiş ve “Nuri Pakdil’in iyi bir yazar ve düşünür olacağını umuyorum” demiştir. Yine bu yıllarda Demokrasiye Hizmet gazetesinde sanat ve edebiyat sayfaları düzenlemiş; müstear isimlerle yazılar ve günlüklerinden örnekler yayınlamıştır. İstanbul’u çok sevdiğinden İstanbul Hukuk Fakültesi’ni tercih eder. Ancak bu fakültede isteyerek okumamıştır. Zira bu fakültede inançlarına aykırı bir hukuk düzeni anlatılmaktadır ayrıca bizimle hiç ilgisi olmayan yasaları ezberletilmektedir. İstanbul sevgisinden dolayı bu fakülteyi bitirir ama hiç avukatlık yapmaz. 1962-1963 yıllarında askerliğini yedek subay olarak Bitlis’te yapar. Babasının manifaturacı olması sebebiyle mal almak için Gaziantep, Mersin’e ve İstanbul’a gidip gelen Pakdil, öğrencilik yıllarında Fatih, Çarşamba Pazarı’nda ve birkaç yerde daha pazarcılıkla meşgul olur, maişetini temin eder. 1967 yılında Devlet Planlama Teşkilatı’nda çalışmaya başlamıştır. 1977-1978 yıllarında Milli Gazete ve Yeni Devir gazetelerinde Sanat ve Tartışma sayfalarında müstear isimlerle yazılar yayınlamıştır. İstanbul’da öğrenciliği sırasında kendisi gibi bir Kahramanmaraşlı olan Necip Fazıl Kısakürek ve Büyük Doğu

ile tanışır ve üstad vefat edinceye kadar (25 Mayıs 1983) bağlılığı devam eder ve bu bağlılığının semeresini de 3 Kasım 2014 tarihinde Necip Fazıl Büyük Onuru Ödülü’nü almakla görür. Ardından Diriliş dergisi ile güçlü bağlar kurmuştur. Diriliş Dergisi’nin yayına ara verdiği ve çıkıp çıkmayacağı belli olmayan bir dönemde Rasim Özdenören, Erdem Bayazıt ve Akif İnan ile birlikte “Sabır üssü” dediği Edebiyat Dergisi’ni yayınlamaya başlarlar. Bu durum Sezai Karakoç ile aralarının bozulmasına neden olur. 1969’ın Şubat ayında (derginin basımı hazır olmasına rağmen Ocak ayının Hristiyanlıkta yılbaşı olması sebebiyle) okuyucuların karşısına çıkmıştır. Dergi, Türkiye’de Tanzimat’la (1839) başlayan yabancılaştırma girişimleri 1923’le birlikte insanımız ve tarihi birikimimiz arasındaki bağlantının kopması, düşün, sanat, edebiyat alanındaki yabancılaşmaya karşı yeni kuşaklarla ilişki kurmak amacıyla yayına başlamıştır. Ona göre Edebiyat’ın çizgisi köktenciydi. Muhalifti Edebiyat dergisi. Edebiyat’ta yazan arkadaşlar uygarlığımızı yeniden canlandırma geleneğinin bilinci içinde yazıyorlardı. Biz sanatın, edebiyatın işlevinin “tüm sömürülere karşı durmak” olduğunu söylüyorduk. “Yazı ezen sınıfı ezmek için yazılır” diyorduk. İnandıklarımızı yazıyor, yazdıklarımıza inanıyorduk.” Pakdil, Edebiyat dergisi aracılığıyla yeni kuşaklarla iletişim kurmak istiyordu. Pakdil'i ünlendiren bu dergi olmuştur. Edebiyat dergisi ve yayınlarının mutfağında kendisi vardır. Kitap kapaklarını kendisi tasarlar. Bir kitabın kapağını beğenmeyip defalarca değiştirdiği ve bu yüzden matbaada sabahladığı olmuştur. Bunun için dergiyi çıkarırken kullandığı Nurullah Ata Ataç’ların özellikle kullandığı, Öztürkçe, yani yeni sözcükleri yeğlediği için pek çok eleştiriye maruz kalmıştır. Pakdil neden bu dili yeğlediğini şöyle açıklamaktadır: “Biz, yeni kuşaklarla iletişim kurmak istiyorduk. Yerli edebiyatın varoluş savaşıydı bu. Bu varoluş savaşı da yıpranmamış, pörsümemiş, eskimemiş bir dille, gerçekten yepyeni bir söylemle verilebilirdi. Yeryüzündeki tüm inananların birlikteliği yeni kavramlarla, yeni kelimelerle savunulmalıydı.” Bu cümleden olarak “alınteri”, “sömürü, “emek”, “sorumluluk”, “uygarlık”, “kirli mülkiyet”, “başkaldırı”, “karasiyasa” vb. gibi sözcükleri kullanmayı tercih etmiştir. Neden bu sözcükleri yeğlediği mealindeki soruya “Bu kelimeler ve kavramlar rastgele 67


seçilmiş ve yazılmış değildir. Bu kelime ve kavramlar kimliğimin kopmaz parçalarıdır. Hepsi de kendi bağlantısı içinde, İslâmî bir aidiyet taşır. Benim kişiliğim, bu kelimelerin, bu kavramların içinde oluşmuştur. Bu kelime ve kavramlarla daha sahih düşünebiliyorum çünkü” şeklinde cevap vermiştir. Ona göre edebiyat sadece güzel söz üretme eylemi değildir. Edebiyat bir duruş, bir tutum alış, karşı koyuş ve muhalefet aracıdır. Kendisi de çıkardığı Edebiyat dergisi tümüyle, emek sömürücülerine, kara siyasaya karşı bir duruş sergilemiştir. 1972 yılında Edebiyat dergisi yayınlarını kurmuştur. Aylık olarak yayınlanan Edebiyat, 1984 yılının aralık ayına kadar çıkar. Belirli aralıklarla dergiye ara veren Nuri Pakdil, toplamda 159 sayı çıkartmıştır. Yazar, derginin çık(a)madığı yıllarda da hiç boş durmamıştır. Her koşulda, her şeyi dikkatle yazma alışkanlığı vardır. Sürekli notlar yazar. “Her yere serptiğim tohumlar” dediği mektuplar yazmıştır. “Mektuplar düşünce ile eylem arasında kurulan köprülerdir” diyen Usta bunları daha sonra kitaplaştırmıştır. Mehmet Ü. Kahraman hocamdan duyup aklımda kaldığına göre 1928 yılında bir müddet nişanlı kalmasına karşın hiç evlenmemiş olan Usta tüm mal varlığını veyahut varını yoğunu bu dergi için harcamış(tır). Duyarlıdır, hassastır, paylaşımcıdır, cömerttir.: Atasoy Müftüoğlu ağabeyin bir anısı Pakdil'in bu konudaki duyarlılığına güzel bir misaldir: “...Babasından kalan mirası elinin tersiyle itecek kadar mülkiyetten uzak bir ilişkisi vardır. Ankara’da onunla evinde soğan-ekmek yiyerek günlerimizi geçiriyorduk. Paramız olsa da yine yiyeceğimiz buydu. Bir gün 10 saat kadar birlikte yürüdük, Hacı Bayram’a kadar geldik. Orada yarımşar simit yememizi önerdi ve bir simit yersek dünyadaki açlardan sorumlu olacağımızı söyledi. Bunu fiilen yaşadığı için söylüyorum. Sonra akşam eve geliyoruz. Pakdil masanın üstüne pat diye vuruyor, soğanı ikiye bölüyor ve çeyrek ekmekle ‘soframız hazır efendim’ diye bize sesleniyor. Günlerce gözyaşları içinde soğan ekmek yedik, çünkü soğanlar çok acıydı...” Bu hassasiyetinden, dünya malına tamah etmemesinden, paylaşımcılığından ve babasından miras cömertliğinden dolayı daimî bir evi olmamış; kiralarda ve bir müddet de bir otelde kalmıştır. Kendi hesaplamasına göre 7 yıl, 8 ay 6 gün devamlı Posta Caddesi’ndeki sayı//64// kasım 68

ünlü Zümrüt Palas Oteli’nde kalmıştır. Sekiz yıla yakın kaldığı bu otel odasında, Otel Gören Defterler üst başlığıyla yayınlanan 6 serilik kitapları ortaya çıkmıştır. Bir Yazarın Notları adlı kitabında yazmak eylemi için “Benim için yazmak bir bakıma savaşa girmektir, savaşmak demektir.” der. Bu yüzden eserlerini bir mücâhid tavrıyla yazmıştır denebilir. Klas Duruş isimli kitabında da klas duruş kavramını tarif eder. “Klas duruş, bir insanın bir yazarın hiçbir engelle yılmadan amacına doğru yürüyüşünü ifade eder. Ona göre klas duruş, çok sabırlı olmaktır, vicdanlı olmaktır, yazdıklarınızla yaşama biçiminiz arasında çelişki olmamasıdır. Her koşulda, doğru bildiğiniz şeyin arkasında durmaktır.” Devrimci bir yazar olarak tanınır. Bu hususta “Ben antikapitalist, antifaşist, antisiyonist, antiemperyalist ve en önemlisi Türkiye özelinde olmak üzere antifiravunist bir bilince ve iradeye sahibim.” der ve devamla “Bugün onurlu bir insan olabilmek, ancak, ciddi bir antikapitalist ve antifiravunist olmakla mümkündür. Benim devrimciliğimin temelini bu ilkeler bağlamında İslâm dinine olan sarsılmaz bağlılığım oluşturur.” diye devrimcilik huşundaki görüşlerini pekiştirir. Yine ona göre kitap okumayan insan devrimci olamaz. Devrimci insan cömert olur. Cimrilikle devrimcilik bağdaşmaz. Pakdil aynı zamanda “devrimci dindarlık” kavramını geliştiren bir yazardır. Ona göre devrimci dindarlık, yurdunu düşünmek, açları düşünmek, işgal altındaki Kudüs’ü düşünmek, hızla faize koşanları düşünmek, mülkiyete tapanları düşünmek, işsizleri düşünmek, secdede ağlamayanları düşünmektir. Devrimci dindarlık karasiyasayı cânilerden, uygarlık cânilerinden, soygunculardan, vurgunculardan, istifçilerden, emek düşmanlarından hesap sormaktır. Devrimci dindarlık İslâm uygarlığının savunucularından olmaktır. Devrimci dindarlık ezilenleri, hakları yenenleri, yoksulları, özgürlük savaşımcılarını, emekçileri savunmaktır. Zulme ve haksızlıklara karşı başkaldırmaktır. Ona göre “emek” ve “alınteri” bizim asli kavramlarımızdır. Paldil Usta bir ‘Tavır Adamı olarak ta ünlenmiştir. Kendisine tavır adamı denmesini


şöyle açıklar: “Her şeyden önce bir yazarım. Benim yazarlığım kimliğimi, kişiliğimi tayin eder. ‘Tavır adamı’ olarak anılmamın sebebi, insanların hayatımla yazdıklarımın özdeşliğini vurgulamaya isteği olabilir”. Pakdil, rahmetli Cahit Zarifoğlu’nun (1940-7 Haziran 1987) bir şiirinden mülhem Yedi Güzel Adam’dan (Sezai Karakoç, Nuri Pakdil, Mehmet Akif İnan, Erdem Bayazıt, Alaaddin Özdenören, Rasim Özdenören ve Cahit Zarifoğlu) biridir. Yedi Güzel Adam’ın arkadaşlığı Maraş Lisesi’ndeki öğrencilik yıllarında başlamış ve Ankara’da ve İstanbul’da gitgide artarak, yoğunluk kazanmıştır. Ona göre Yedi Güzel Adam’ı bir araya getiren şey şunlardı: “İdeolojimiz ortaktı. Hepimiz sapına kadar İslâm devrimcileriydik. Bir her zaman yazmayı ve düşünceyi önceledik.” “Ülküsel konumunu algılayan her insan güzeldir. Güzel insanlar da ülkülerini ülkelerinde yaşatmak için yaşarlar.” diyen Pakdil’e göre Yedi Güzel Adam’ın her biri bugün iyi öykücü, iyi şair ve iyi deneme yazarı olmuşlardır. Evet Pakdil Usta, bir ‘Tavır Adamı’dır, bir ‘Klas Duruş’tur, bir ‘Devrimcidir’ ve bir ‘Protesttir’. Hepsinden önce iyi bir Müslümandır. ÖZLÜ SÖZLERİNDEN BAZILARI

-“Kuşkusuz, en etkili ve evrensel silah, kelimedir. Okumadığın gün karanlıktasın.” -“Dilimin döndüğü kadar sustum…!” -“Biz sükûtu seçtik ama susmadık.” -“Çoğu zaman, susmak, konuşmaktan daha kıymetlidir, hayırlıdır. Söz bitebilir, fakat sükût hiç bitmez. Çünkü o, dünyanın en uzun cümlesidir.” -“Kalem benim kal’em.” -“Yazı: Doruk noktasına ulaşmış aşktır.” -“Bildiğim her şeyden sorumlu olmazsam, nasıl hak edebilirim yaşamayı?”

-“Bir ülke, utanma duygusunu yitirmişlerle dolunca, sürgünler ülkesi olur.” -“İnsanın en çok kalbi temiz olmalıdır. Ne emek, ne ekmek; önce kalbimiz bozuluyor çünkü.” -“İnsanın özü artık yok. Tüm çılgınlıklar bundan kaynaklanıyor olmalı. Çağın kanseri, bu ‘insan özü’nden yoksunluk.” -“İslâm ülkelerine baktığımız zaman bütün umudun Türkiye’de olduğu görülecektir. ‘Umut’ kelimesi yerine ‘Türkiye’ yazsak yeridir.” -“Türkiyeli Müslümanlar olarak, dünyanın neresinde insan onuru çiğneniyorsa, bununla ilgilenmeli ve gereken adımları atmalıyız.” DENEME, ŞİİR, OYUN VE ÇEVİRİ TÜRÜNDEN ESERLERİ

Kahraman hocam ile birlikte özellikle ikinci dönem okul çıkışı hep birlikte merhum İmamHatip Halil İbrahim ve Ethem Müezzinoğlu kardeşlerin işlettiği Müezzinoğlu Kitap Kırtasiye’ye gider oradan hocanın tavsiye veya hediye kitapları alır, okurduk, hafta sonları yine bir araya geldiğimizde de bunları yorumlardık. Bu vesileyle lise çağlarımda çok kitap biriktirmiştim. Yine bu vesileyle Nuri Pakdil’in alıp okuduğum ilk kitapları Biat I, Batı Notları ve Put Yapımevleri olmuştu. O gün için bunları ne kadar anlayabilmiştim şimdi hatırlamıyorum. Bu kitaplar hâlâ kitaplığımda durmaktadır. Okumayı ve yazmayı çok ciddiye alan Pakdil Usta, yazıya başlamadan önce, dışarıya çıkacakmış gibi giyinirmiş. Sanatın, edebiyatın işlevi, tüm sömürülere karşı durmaktır diyen Usta’nın 41 eseri vardır: Son cümle olarak onun bir tavır adamı ve klas duruş sahibi bir Müslüman olarak inanıp yaşadığına bir Müslüman olarak vefat ettiğine şahitlik ederiz. Allah rahmet eylesin. Mekânı cennet olsun.

-“Yüreğimizin yarısı Mekke’dir, geri kalanı da Medine’dir. Üstünde bir tül gibi Kudüs vardır.” -“Kudüs’süz ve İstanbul’suz aşk yoktur…” -“Yüreğimizin yarısı Mekke’dir, geri kalanı da Medine’dir. Üstünde bir tül gibi Kudüs vardır.”

KAYNAKÇA

1-Nuri Pakdil, Kalem Kalesi, s. 85.

69


üsleme, bezemek ve donatmak anlamındadır. Genel bir tanımla süsleme resim sanatının bir kolu olup, belirli bir yerin eşyanın, mimari eserin, güzelleştirilmesi için; üsluplaştırma, şekil, resim ve motiflerle tezyin edilmesidir. İslam süsleme sanatı içerisinde en yoğun şekilde kullanılan süsleme biçimi de hiç kuşkusuz Geometrik düzenlemelerle olan süslemeler olmuştur.

SELÇUKLU SANATINDA GEOMETRİK SÜSLEME Geometrik süsleme İslam kültürünün egemen olduğu bütün çevrelerde, hemen hemen her teknikte ve her malzeme üzerinde uygulanmıştır. Mehmet SANCAK

Geometrik süsleme İslam kültürünün egemen olduğu bütün çevrelerde, hemen hemen her teknikte ve her malzeme üzerinde uygulanmıştır. Yapıların anıtsal taç kapılarından, minyatürlerin arka planlarına; tuğlaların dizilişinden yazma kitapların süslemelerine Ahşap malzemelere kadar her yerde geometrik düzenlemeye yer verilmiştir. Kaina’ta yaratılan hiç birşey boş ve anlamsız değildir. İslam düşünürleri ve Tasavvuf ehilleri her bir motife ve figüre anlamlar yüklemiştir. Nitekim Araf süresi 54.ayeti kerimesinde ‘’Şüphesiz Rabbiniz Allah, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra Arş üzerine hükümran oldu. O, geceyi durmadan onu kovalayan gündüze bürüyüp örter; güneş, ay ve yıldızlar emrine âmâdedir. İyi biliniz ki yaratma ve emir O'nundur. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir.’’ Yine Saffat suresi 6.ayetinde ‘’Gerçekten biz dünya göğünü (o yakın göğü) bir zinetle, yıldızlarla süsledik.’’ ve buna benzer birçok ayeti kerimede yıldızlar ve Geometrik formlardan bahsedilmektedir. Yine islam düşüncesin de Gök 9 katlıdır. Arş 8 Yıldızlar ve burçlar katı ise 7’dir bu sembol ve sayıların geometrik motiflerin simetrinin yanında anlamını da vurgular. Orta Asya inancında Sembolik olarak sayılarında anlamı bulunmaktadır. Nehirden göğe uzanan kat sayısının 6 olduğu Altay bölgesinde Kutup yıldızının göğün 5.katında,Ay 6.katında Güneş ise 7.katında olduğu inanılır. İslamiyetin ilk yüzyıllarından beri sanatçılar geometrik ifadeye doğru yönelmişlerdir. İslam geometrik sanatı, genelde iki öge üzerine kurgulanmıştır. İslam inancı bunu bir birlik

sayı//64// kasım 70


ve bütünlüğün temsilcisi olarak görmüştür ve sanatın her dalında bu sistem dahilinde eserler verilmiştir. Bu iki temel öge, simetri ve sonsuzluktur. “Sonsuzluk, İslam bezeme sanatlarında en geçerli prensiptir. Yüzeyin bütününü kaplayan desenlerde, sonsuzluk iki boyut üzerinde sürer. Geometrik süslemenin Türkler de ilk olarak mimaride uygulama alanı bulmasının, 11. yüzyılda, Karahanlı ve Büyük Selçuklularla başladığı görülmektedir. Geometrik kompozisyonların belirgin, sürekli ve tutarlı bir özellik haline gelmesi bu dönemdedir. 11. ve 12. yüzyıllarda Horasanİran Bölgesinden başlayıp, Azerbaycan yoluyla Anadolu’ya ulaşmıştır. Anadolu Selçuklu sanatında geometrik süslemeyi, bütün malzemeler üzerinde görmek mümkündür. Mimari özellikleri ve süslemeleri açısından özellikle Emevi sanatında önemli bir yeri olan ilk islam devleti Emevilerin başkenti olan Şam’da 705-715 yılları arasında Emevi halifesi Abdulmelik tarafından yaptırılan ilk anıtsal cami, Şam Emevi cami’nin pencere şebekelerinde geometrik düzenlemeler kullanılmıştır. Batı duvarı üzerinde yer alan geometrik kurgulu pencere şebekeleri daire, altıgen ve diogonel girid çizgilerle geometrik düzenleme yapılarak zengin bir örnek oluşturulmuştur. Süslemedeki özellikle yıldız sistemlerinden tek sayılı olanlar (5, 7, 9) sonsuzluk etkisi oluşturan motiflerdir. Açık sistem örneğidirler. Bunlardan birincisi geometrik yıldız ağlarından oluşan şekillerdir ve çokluk içinde birlik, birlik içinde çokluğu kavrayan insan zihninin tefekkür halinin en çarpıcı simgesidir. Bugün Özbekistan Buhara Şehir merkezinde

yer alan 10.yy’da inşa ettirilen Orta Asya’da ilk Müslüman Türk eserlerinden olan Muğak Attari camisinin Taç kapı girişinde Geometrik kompozisyonlar yer almakta Anadolu Selçuklu mimarisinde, bitkisel, geometrik, yazı ve nadir olarak da figürlü süsleme ile yüzeyler tezyin edilmiştir. Erken dönemlerde doğudan getirdikleri, süsleme türlerini ve motifleri kullanmışlardır. Anadolu'ya yerleştikten sonra motifler zamanla dolgun ve tek başına "Selçuklu Şahsiyeti"ni kazanmıştır. Anadolu Selçuklunun en önemli yerlerinden olan Sivas’ta bu düzenlemleri sıkça görmekteiz.1217 tarihinde İzzettin Keykavus döneminde inşa ettirilen Sivas Şifaiye Medresesinin Taçkapısında döneminde sıkça beğenilen Geometrik kompozisyonları kullanılmıştır. Sivas ilinde göze çarpan diğer yapılardan bir tanesi de hiç Şüphesiz Gökmedrese’dir 1271 tarihinde Devlet adamı Sahip ata Fahrettin Ali tarafından inşa ettirilen bu eserin Portal kapısında 8’gen formu çok rahat bir şekilde görebilmekteyiz. Geometrik soyutlama, somut sanat akımlarının yararlandığı bir soyutlama yöntemidir. Nesnel ve evrensel bir bakış açısını yansıtan bu eğilimde, özellikle geometrik ögelerden yararlanılmıştır. Geometri de uyumun sağlanması en basit örneklerde gördüğümüz simetri düzenidir. İslam sanatları içinde simetriye çok yer verilmiştir. Geometrik motifler, simetri uygulamasına en yatkın olan desenlerdir Anadolu’da tuğla mimarisinin geometrik bir tezyinatı, daha çok Azerbaycan yoluyla gelen İran-Büyük Selçuklu kültür çevresinin etkisindedir. Taş bezemelerde görülen bazı 71


medreselerden ayrılır.Kubbe kasnağında özellikle 10’gen ve 12’gen Geometrik düzenlemeler mevcuttur. On kollu yıldız elde etmek için bir dairenin çevresi on eşit parçaya bölünür. Karşılıklı noktalar birleştirilerek dairenin muhtelif çapları elde edilir. Geometrik Motifler Taş,Tuğla,Çini malzemede kullanıldığı gibi Ahşap malzemede de sıkça tercih edilen formlardan birisiydi. Malzemenin işlenmesi temin kolaylığı gibi nedenlerden Ahşap malzeme üzerine Geometrik desenler uygulanmaktaydı 1155 yılında Abanoz ağacından imal edilen Konya Alaeddin cami minberi Türklere özgü olan Kündekari tekniği ile yapılmış nadide örneklerden bir tanesidir. Minberin ön yüzünde 6 köşeli örneklerine rastlanırken yan yüzeylerinde ise 8 köşeli 10 yıldızlara rastlanmaktadır.

geometrik örneklerin bile söz konusu çevrenin tuğla tezyinatını örnek aldığı artık kesin olarak kabul edilen bir husustur. Bunun en önemli örneklerinden bir tanesi Sivas Şifaiye içerisinde Selçuklu sultanı izzettin Keykavus tarafında yaptırılan kendi türbesi ön yüzünde görülmektedir.5’gen 6’gen ve 8’gen geometrik formların simetrik bir şekilde bir bine geçişi en güzel örneklerdendir. şekillerle kurulan tasarımlardan biri; düzgün altıgenlerin ilmeklenmeleri ile biçimlenmektedir. Küçük boyutlu ve açı üzerine oturan düzgün altıgenler, üst üste yatay sıralarda yarım konularak dizilir. Büyük boyutlu altıgenler ise, açı üzerine otururlar ve küçük altıgenlerin kenarlarına ilmeklenirken odaklarda altı kollu yıldızları biçimlenir. Düzgün aralarla yenilenen bu iki öğeden kurulu geometrik geçmenin çözümlemesi aşağıdaki aşmaları içermektedir Selçuklu dönemi geometrik örnekleri daha çok dini yapılarda ve özellikle çini mozaik tekniğindeki mihraplarda görmek mümkündür. Selçuklu devri eserlerinden olan Konya Bey hekim Minberi Çini süsleme örneklerinden en güzelleridir. Anadolu Selçuklu vezirlerinden Celaleddin Karatay’ın H. 652 / M.1251 yıllarında yaptırdığı Karatay medresesi Anadolu Selçukluları döneminde Konya’da inşa edilen önemli eğitim kurumlarından biridir. Çinili kubbesiyle dikkati çeken yapı inşası bakımından diğer sayı//64// kasım 72

1335 yılında İlhanlı veziri Sungur bey tarafından Niğde’de yaptırılan Sungur Bey camisinin ana Portal Taçkapı giriş kapısının Geometrik süslemeleri yine Ahşap işçiliği bakımından çok önemli eserlerden birisidir. Ahşap kapıya ilk bakıldığı zaman iri 8 kollu yıldızlar dikkati çekmektedir. Her bir panoda bu yıldızlardan iki tam bir yarım örnek görülür. Büyük sekiz kollu yildizlardan sonra, bes köseli küçük yildizlar, altigen, dörtgen bölmelerle yarım ve çeyreği görülebilen sekizgenler farkedilir. Bütün bu bölmeler, üzeri yivlenerek profilli hale getirilmiş çitalarla birbirinden aynlmistir. Geometrik şekilli bölmelerin ici palmet ve rumili bitki kompozisyonlarla dolgunlaşmıştır. Sekizgen birimli düşey ve yatay çizgilerde eş aralarla yinelenirler. Bunların kenarlarına eklenen büyük kareler, odaklarda sekiz kollu yıldızları biçimlendirirler bu geçmenin çözümlenme aşamasıdır. Aşamalarda, niş yüzeyi, yarıçapları nişin genişlik ve yüksekliği ile orantılı eş yarıçaplı çemberlerle, her çemberin çevresindeki dört çemberin yayları ortadakinin odak noktasında kesişip çember ağına bölünür. Odak noktaları aynı yatay ve düşey çizgiler üzerinde sıralanan çemberler, aynı bindirme kareler ve giderek sekizgen kareler yerleştirilir. Birim şekiller içine, birbirini izleyen aşamalarla, bindirme yöntemi ile sekiz kollu yıldızlar, bindirme kareler çizilerek çemberin odağına doğru giderek küçülen iç içe geometrik ögeler elde edilir. Uygulamaya geçişte geometrik ögeler ve çizgiler arasında bir seçim yapılır.


BİR YUMAK İNSAN Ben, insan! Toprakla elektriklenerek yürüyen ve aslında kökleri olan, toprağa bağımlı ve hatta minerallerini bünyemde barındıran bir canlıyım Sıddıka Zeynep BOZKUŞ

oşan bir ot yumağının peşindeyim. Dalgaların incelttiği kum tanelerinde rüzgârın bestesiyle önüm sıra koşuyor yumak. Beni nereye kadar sürükleyecek böyle peşinden bilmiyorum. Kıyının ucu bucağı yok. Arada engebeler, ölgün istiridye kabukları, yengeç bacakları, ezansız minareler… Ezansız minareleri, minaresiz ezanları düşünüyorum ruhum durup dinleniyor koşmacanın orta yerinde. Sen canlı değilsin fakat hangi emirle nereye varmak peşindesin merak ediyorum. Bir çocuğun top peşine gülen neşesi var yüzünde. Yüzün var mı, biz insanların yüzleri var mı soruyorum? Duruyorsun, ben yetişmek için devam ediyorken, sen kumları örseleyen bir esintiye katılıp koşmaya devam ediyorsun.

Biz canlılar her şeyi ardımıza alarak sendeki bu coşkuyla seke seke yaşıyor muyuz? Akışına bırakmışsın kendini, teslimiyet mi bu, pozitif enerji mi adı her neyse peşinde olmak iyi geliyor bana. Bu kumsalda yalnız değilsin, belki yer değiştirsek çok uzaktan bir nokta gibi görünen ben kumsalda koşan bir ot yumağıyım, sen bir canlı. Hangimiz ne kadar ve daha gerçeğin ta kendisi? Sonsuzsun… Bu belki de asla bir kaygısı olmayacak insanın hali gibi, bir delinin kayıtsızlığı, savrukluğu… Doksan dokuz can var belli ki sayha sayha bu varışında. Oysa gün batımında dalgalar laciverte dönüşürken ben dönmeliyim bağlılıklarıma. Bağımlı olmak mı, bağlı olmak mı zor hangisi ne kadar elzem? Ben, insan! Toprakla elektriklenerek yürüyen ve aslında kökleri olan, toprağa bağımlı ve hatta minerallerini bünyemde barındıran bir canlıyım. Bana insan diyorlar, bu bağlılığa çekim yasası. Başka ne bağlılıklar ne bağımlılıklarımız var bilsen. Dur yavaşla biraz, ben tökezlediğinde senin gibi kalkabilen biri değilim yavaş ol, bekle beni. Lunaparkta tepelerinden kıvılcım kıvılcım elektriğe bağlı çarpışan otolar kadar özgürüm belki. Saat gece yarısı olunca kumandaları susacak, sökülüp bir başka beldeye taşınacak cansız bir çarpışan oto. Hayır denize doğru gitme ne olur, belki gecelerce sürecek yolculuğun, hava kararınca göremem ben hangi kıyıda olduğumu, kayboluşumu mu seyretmek istiyorsun? Gitme ne olursun. Yüzme biliyor musun hem bakalım? Sende bu emin duruş varken emrinde yerçekimi de suyun kaldırma kuvveti de hani her şey insanoğlunun emrine verilecekti, bir ot yumağı kadar rahat olup anlayamadık mı ayetlerini kainatın? Ana rahmindeki güveni vermedi insan insana. Örneğin yüzmeyi bile yeniden öğrenmeye çırpındık. Beni yalnız bırakma ne olur kıyıya uzanan ruhların emanet yüzleri hep. Yüzünü göster bana. Şimdi ben ardında sürüklenen bir çalı olsam, sen de şımarır mısın sahi kovalanınca. Kuşların ayak izlerini silmeye kıyamıyor tenin, sahile terk edilmiş kumral kayığın önünde durup bakıyorsun ardına. Sonsuzluktan geliyorsun belli tebessümünden, sonsuzluğa gidiyorsun korkun yok yaşamakmış, ölmekmiş. Ben bir illüzyon kadar gerçek, sen bir ağacın yeşili kadar yalan. “Ete kemiğe büründüm/ Yunus gibi göründüm.” Dervişane desturuyla bir yumak ot olup dalıyorum denize, karışıyorum hayata. 73


esari Mustafa Asım Arsoy, 6 Ağustos 1896 tarihinde, o zaman Osmanlı Devleti sınırları içindeki Drama şehrinde, Konya'dan göç eden bir ailenin çocuğu olarak doğdu.

MÜZİĞİMİZE İSTANBUL

DAMGASI VURAN BESTEKÂR

YESARİ ASIM ERSOY 1949'da “Fatih Millet Kütüphanesi”nde tanıştığı Zehra Altuğ ile evlendi. Evliliği uzun sürmedi. Verimsiz geçen sanat hayatı ve bazı nedenlerden dolayı 1954 yılında boşandı. Hüseyin MOVİT

Yesari Asım Arsoy ilk ciddi müzik çalışmalarına burada başladı. Babası Bergofçalı Ömer Lütfi, annesi de Zübeyde Hanım’dır. Ailenin sekiz çocuğundan altıncısıdır. Naci ve Raci kardeşleri çocuk yaşlarında ölmüşlerdir. Diğer kardeşleri Mehmet Tevfik, Emine Hamdiye, Mahmut Remzi, Mustafa Asım, Fatma Bahriye ve Muharrem İhsan'dır. Solak olan büyük dedesi Şeyh Ömer Efendi, “Yesari” lakabı ile anılıyordu, Sol ellerini kullandıkları için Asım ve ablası da Yesari (solak) lakabını aldılar. Ağabeyi Remzi Arsoy'un oğlu, sinema sanatçısı Göksel Arsoy yeğenidir. 1905’te Nazifi Mektebi'nden, daha sonra 1908 de Beykonağı Rüştiyesi’nden ve 1910 yılında Yeni İdadiye'ye başlayarak oradan mezun oldu. 12 Ekim 1912'de ailesiyle birlikte Balkan Harbi sırasında düşman işgaline uğrayan topraklarından göç ederek Adapazarı'na yerleşti. Sekiz yıl süreyle kaldıkları Adapazarı’nda ailece otel işletmişlerdir. Sanatçımızın ilk ciddi müzik çalışmaları da burada başladı. Önceleri bağlama çalan Yesari Asım Arsoy daha sonra ut çalmayı öğrendi. Adapazarında yaşadığı günlerde çete savaşı yapan Çerkez Ethem'in yanında kısa bir süre bulundu. Daha sonra yerleştiği Antalya'da "Loid Triestino” adlı bir İtalyan gemi acentesinde 1917 yılında kâtiplik yaptı. Bu sırada Millî Emniyet Teşkilatı adına gizli olarak, bilgiler topladı. 1923 yılında İzmit’e giderek Maliye Dairesi'nde çalıştı. Sonra sırasıyla “Tabacos Tütün Gümrüğü”nde ve Galata Gümrüğü'nde gümrük komisyoncularının birinin yanında kâtip olarak çalıştı.Muhasebecilik, avukat kâtipliği gibi işlerde çalıştı. Tekrar döndüğü İstanbul’da, bir müzik topluluğunda çalışmalarını sürdürdü. 1929 yılında ilk üç eserini aynı zaman dilimi içinde besteledi: İlham eseri olan ve bir dönemde musiki dünyasını sarsacak eserlerini peş peşe bestelemeye başladı. 1930 yılında Columbia plak şirketi ile yapmış olduğu anlaşma sonucunda şarkıları plağa kayda başladı. Anne tarafından gelen Büyük Türkoğulları lakabı nedeniyle plaklarda adı “Mustafa Asım Türkoğlu” olarak geçti. Soyadı kanunu çıkınca “Arsoy” soyadını aldı, lakabı olan Yesari de

sayı//64// kasım 74


nüfusa kaydedildi. 1938 yılında Bükreş’e gitti, özellikle Çigan ve Batı müziği hakkında bilgilerini geliştirmek için üç ay kadar kaldı. 1949'da “Fatih Millet Kütüphanesi”nde tanıştığı Zehra Altuğ ile evlendi. Evliliği uzun sürmedi. Verimsiz geçen sanat hayatı ve bazı nedenlerden dolayı 1954 yılında boşandı. Daha önceleri evlenme izni vermediği ağabeyinin, vefatından önce vasiyetinde izin vermesiyle gençlik döneminden beri tanımış olduğu Musevi Suzan Arsoy ile ancak 1977 yılında evlendi. Ağabeyinin, dinî farklılıktan dolayı men ettiği aşkından vazgeçmeyen Yesari Asım Arsoy, yıllar boyunca Suzan Hanım’ı Heybeli Ada'da ziyarete gelmiş ve bestelerinin büyük çoğunluğunu da Suzan Hanım için yapmıştır. “Ada sahillerinde bekliyorum” şarkısının bestesini de onun için yapmıştır. -1954-1955 yıllarında İstanbul Radyosu'nda stajyer sanatçıları yetiştirmek üzere görev aldı. - İzmir’de görev aldı ve oradaki stajyerlere musıki dersleri verdi (1975) - 1991'de “Devlet Sanatçısı” unvanını aldı. Musiki tarihimiz içinde yaşamış ve sayıları oldukça az olan “üslup” sahibi bestekârlarımızdan biri de Yesari Asım Arsoy'dur. Bugün bilinen eserlerinin sayısı iki yüz elli civarında olduğu tahmin ediliyor. Sanatçımız, çok düzgün bir sesin sahibi olmasına rağmen, kendisini hiçbir zaman ses sanatçısı olarak kabul etmemiştir. Eserlerindeki onurlu çizgiyi muhafaza adına prensiplerinden taviz vermeyerek, yüksek ücretlerle sahnelerde okuma tekliflerini reddetmiştir. Sanatçımız, 18 Ocak 1992 tarihinde 96 yaşında vefat etmiştir! Eserleri: Hüzzam makamı: Yar yolunu kolladım /Ömrüm seni sevmekle nihayet bulacaktır / Dün gece bir şuhun bezmine gittim / Zamanla belki

geçer / Ümitlerim hep kırıldı/Yine kalbim coşar ağlar bu gece / Sen olmasaydın eğer / Kalbimi yıllarca sevdaya bağladım /Bu yaz sevdayı tattım / Uşşak makamı: Bir çapkın elinde oyuncak oldum / Bir ince fidansın / Bu yaz geçen günlerimiz hatırından çıkmasın /Menekşe gözler hülyalı.. Türkü: Yar saçların lüle lüle / Adalardan bir yar gelir bizlere /Akasyalar açarken/Ada sahillerinde bekliyorum.. Hicaz makamı: Sazlar çalınır Çamlıca’nın bahçelerinde/Bursalının gözlerine hayran oldum ben.. Suzinak makamı: Ayrı düştüm sevgilimden.. Nihavent makamı: Sahilde o hoş buseleri /Daldan dala konarım ..Rast makamı: Perişan saçların..Sultaniyegah makamı:Biz Heybeli’de her gece..Şedaraban makamı: Bu yaz Hünkâr sularında yâr dizine yaslandım/Canım diyerek kokladığım tatlı kadınsın Yesari Asım Arsoy'u 1960'lı yıllarda tanıdım. Lokantamızın müşterilerinden ses sanatçısı ve TRT sunucusu Sayra Orkan bir gün yanında Yesari Asım Arsoy ile mekânımıza geldiğinde büyük bir sevinç yaşadım.Kendisi ile yakından ilgilendim. Sevdiği yemekleri öğrendim ve hangi günlerde geleceği konusunda bilgiler aldım. Askerliğini benim gibi Yedek Subay Öğretmen olarak ifa eden ve o zamanlar sahne çalışmaları yapan Göksel Arsoy hakkında, sorularımı cevaplandırdı. Sevdiği yemeklerin başında "kâğıtta levrek filetosu ızgara", "imam bayıldı", "zeytinyağlı iç pilavı" ve "ekmek kadayıfı" gelirdi. Fötr şapkası meşhur Borsalino markaydı. Zarif bir deri çantası taşır, yağmurlu günlerde baston şemsiye kullanırdı. Tanıdığım meşhurlar içinde kibarlığı ile gönüllerde taht kuran bestekârımızı rahmetle anıyorum. 75


nsan çalışır ve kendini geliştirirse önüne çıkan herşeyi yenebilir. Dağları delip uzaya çıkabilir. Filleri bile parmağında bir fare gibi oynatabilir. Demiri hamur gibi yoğurabilir. Göklerde bir kuş gibi uçabilir. Denizin dibinde bir balık gibi dolaşabilir. Fakat cahil ve ahmaklara söz geçiremez. Hz. İsa'ya atfedilen bir hikaye vardır.

CAHİLLİK VE AHMAKLIĞIN

ŞİFRELERİ Yaşadığımız dünya, dört bir tarafı kana bulayıp, banka ve borsaları elinde tutan, gelişmiş teknolojileriyle mazlum milletlerin üstüne bomba yağdıran bir avuç ahmağın elinde oyuncak olmuştur.

Mehmet BAŞ

Hz. İsa'nın birgün bir yerden koşarak kaçtığını görenler neden kaçtığını sorarlar. O da peşime bir ahmak takıldı ondan kaçıyorum der. Bunun üzerine sen hastaları iyileştirdin ölüleri diriltin bir ahmaktan mı kaçıyorsun derler. O da "ben ölüleri diriltim hastaları iyileştirdim fakat ahmaklığa bir çare bulamadım"der. Evet, ahmaklık çaresi olmayan bir hastalıktır. Çünkü ahmak ahmaklığından dolayı hasta olduğunu kabul etmez. Hasta olduğunu bilip tedavi olmak istemeyene doktorların yapacağı birşey yoktur. Ahmaklık ve cahillik bulaşıcı hastalıklardır. Uzun süre ahmakların yanında kalanlar belli bir süre sonra farkına varmadan ahmaklaşırlar. Televizyon ve internette karşımıza çıkarılan çoğu tiplerin özellikle cahiller ve ahmaklar arasından seçilmesinin sebebi budur. Bundan dolayı ahmakların karantina altına alınması lazımdır. Ahmak yolda donmuş bir yılan görse onu alır daha sonra belime kemer diye dolarım diye düşünür. Yılanın buzları çözüldüğünde ilk olarak ahmağı sokar. En büyük ahmaklar dünya hayatının geçici birer çakıl taşı hükmünde olan şeyleri için altın değerinde olan şeyleri görmezden gelenlerdir. Cahilliğin kurnazlıkla birleşiminden ise hinlik doğar. Hinlikle ahmaklık birleştiğinde ise insan kendi kalesine gol atar ve bunun farkına bile varmaz. Cahillik ve ahmaklık aynı arabaya koşulmuş bir çift at gibidirler. Bunların peşinde ihtiras isimli bir sürücü vardır. Umursamazlığın kamçısı her şakladığında cehalet tırısa geçer. Ahmaklık ağzını açarak kişnemeye başlar. Cahilliğin boynunda içi kibirle dolu bir saman torbası asılıdır. Ahmaklık ise karnı acıkınca önyargının siyah dikenleriyle beslenir. Cahillik kırık bir kol gibidir sabır ve ilmin

sayı//64// kasım 76


alçısına alınıp kırılan yerleri kaynamadan cahillikle el sıkışılmaz. Çünkü cahile elini veren kolunu kaptırır. Cahillik herşeyi içine çeken bir bataklık gibidir. Bir kara delik gibi herşeyi yutar. Cahiller anlama özürlü olduğu için herşeyi yanlış anlarlar. Cahile söz anlatmak eşeğe çiftetelli oynatmaya çalışmak gibidir. Cahilliğin en tehlikeli versiyonu kendisine bilginlik maskesi takmış cahilliktir. Bu türlerin genelinde müthiş bir gurur göze çarpar. İnsanın bilgiye giden ilk adımı bilmediğini bilme aşamasıdır. Herşeyi ama herşeyi bilen insanlardan kuduz köpekten kaçar gibi kaçmak lazımdır. Zaten insanın en büyük ahmaklıklarından biriside herşeyi bildiğini zannetmesidir. Esasında burda bahsettiğimiz cahillik olgusu okula gitmemiş ve okuma yazma bilmeyenlerden ziyade okumuş cahilleri içine alır. Bir insan okula gitmeden de cahillikten kurtulabilir. Cahillikten çıkışın ilk basamağı bilmediğini bilmektir. Fakat herşeyi bilip kendini bilmeyenlerin cahilliğini anlatmaya kelimeler yetmez. Ahmaklık ile saflık aynı şeyler değildir. Ahmaklığı zihinsel özürle ortaya çıkan hastalıkların kategorisine sokamayız. Budalalık ve bönlük ahmaklığın şubeleridir. En büyük şubeleri ise nadanlık ve mürailik şubeleridir. Ahmaklık büyük bir çaba ve derin bir eğitim sonucunda elde edilebilir. Örneğin Köyde kasabada muska ile büyü ile karıyı kocadan ayıran ve durmadan dedikodu ve iftira üretenler

bu mertebeye hemen erişmemişlerdir. Ya da bir işyerinde milleti birbirine düşüren ve durmadan sağa sola gaz verip kendi dışarda kalan ahmaklar ahmaklığın özel versiyonu ve farklı modelleridir. Medyada sanatta sporda vb. yerlerle sayısız ahmak doludur. Bu konunun örnekleri çoğaltılabilir fakat bizim derdimiz sineklerden ziyade ahmaklık ve cahillik bataklığının kendisiyledir. Bundan dolayı sözü uzatmanın anlamı yoktur. Günümüzde büyük bir ahmaklar ve cahiller dayanışması vardır. Dünya üzerinde ahmakların sayısının hızla artması bunlara bir özgüven vermiştir. Bunların halleri, at sidiğinin üstündeki çöpe konan sineğin burası uçsuz bucaksız bir derya bu da benim gemim bende bu geminin kaptanıyım demesi gibidir. Yaşadığımız dünya, dört bir tarafı kana bulayıp, banka ve borsaları elinde tutan, gelişmiş teknolojileriyle mazlum milletlerin üstüne bomba yağdıran bir avuç ahmağın elinde oyuncak olmuştur. Kendileri dışında kimseyi insan olarak görmeyen bu ahmaklar sürüsü sanki bir an evvel kıyamet kopsun diye uğraşmaktadırlar. Yaptıkları zulmü insan hakları ve demokrasi gibi süslü kelimelerle kamufle etmektedirler. Örgütlü bir cahilliği yayarak yaptıkları kötülükleri birer iyilik gibi sunmaktadırlar. Son tahlilde ahmaklık cahilliği cahillik ise ahmaklığı besler. Bir yerde ilim güneşi doğmadığı müddetçe orada cahilliğin ve ahmaklığın buzları erimez. Allah cümlemizi cahillerin ve ahmakların şerrinden korusun. 77


ehirleri tanımak şöyle göz ucuyla bakılan bir nazarla mümkün olmaz. Şehirler de insanlar gibi tanınmayı ve tahlil edilmeyi ister. Yolları, evleri, sokakları, hastaneleri, okulları, çay bahçeleri belki yeni kültürle metropol şehirlerin tam ortasına kurulan yaşam ve alışveriş merkezleri…

ŞEHİR VE CAMİ

BAHÇELERİ Manevi olarak kulluk bilinci ve ibadet yeri olan camilerin aynı zamanda nesilleri görünmez ve sarsılmaz bağla kopmadan bağladığı yerdir cami bahçeleri. Nagihan AYDIN

Biri şehir dediğinde önceden akla ilk gelen onu uzaktan gösteren minareleriyle camileri olurdu. Karmaşanın, yüksek beton binaların arasında kaybolan bu öz değerimiz sürekli hatırda kalmayı ve şehrin tam merkezinde yine gönülleri birleştirmeyi en çok hak eden yapılardır kuşkusuz. Şehirlerin ve hayatlarımızın tam ortasında olan camilerimiz ve nispeten bahçeleri, sevgili Peygamberimizden bu yana manevi bir kültür mirası olarak bizleri kendine çekmiştir. Toplanıp ilk sevincini paylaştığımız bayram namazları, Ramazan ayında kulluk bilincinin zirvesinde her birimizi daha çok ibadet etmeye ve uhrevi duygulara sevk eden teravih namazları, cuma günleri bir araya gelip ayaküstü de olsa edilen dost sohbetleri, birey olmaktan sonra topluma ait olduğumuzu hissettiğimiz ilk durağımız olmuştur. Peygamberimiz (s.a.v), cami bahçesinde ümmetine seslenmiş, onların sorunlarını dinlemiş, önemli görüşmelerini yapmış, toplantılar düzenlemiş nice eğitim faaliyetlerini yürütmüştür. Cami bahçelerinin aynı aidiyetle günümüze kadar ulaşan manevi ve toplumsal bir var oluşu simgelemesi bu açıdan önemli ve bir o kadar da gereklidir. İslam geleneğinin süregeldiği coğrafyalarda kültürel aktarımın ana kaynağı olarak görülen mimaride camiler en büyük paya sahiptir. Nitekim bu yönüyle baktığımızda, kardeşliğin, tevâzunun, paylaşmanın, samimiyetin, birlik ve beraberliğin ete kemiğe bürünmüş hâlidir diyebiliriz. Her bir değerimizin âdeta ilmek ilmek dokunduğu hem bir temizlenmeyi hem de hayatta kalmanın erdemlerini öğreten yapısıyla toplumun en gerekli solunum organıdır. Bu yönüyle bakıldığında farklılıkların hiçbir ayrıma yol açmadan aynı yerde toplandığı ve hâlâ devam eden bu manevi dokusuyla bizi birbirimize bağlayan en büyük mescit bahçesi de kuşkusuz yine Peygamberimizin Medine şehrine inşâ ettirdiği Mescid-i Nebevi’dir. Hem bir şehrin kalbini elinde tutmak hem de nefes alıp canlı

sayı//64// kasım 78


kalmasını sağlamak gibi hayati öneme sahiptir. Osmanlı’dan günümüze kadar ulaşmış büyük camilerin mimarisinde ilk göze çarpan özellik, toplayan ve bir araya getiren yapıda planlanmış bahçelerinin olmasıdır. Büyük camilerin inşâsı büyük kalabalıkları misafir edecek cami bahçesini de beraberinde getirmiştir. Camilerin büyük küçük, genç yaşlı demeden herkesi kucaklayan yapısı her dönemde derin solukların huzurla alındığı mekânlar olmasını sağlamıştır. Osmanlı döneminde inşa edilen camilerin aynı zamanda pek çok birime başkanlık ettiğini görüyoruz. Özellikler bahçe kısımlarına ek olarak yapılmış medrese, kütüphane ve aşevi gibi bölümler bize bu bahçelerin kucaklayıcı yanını bir kez daha göstermiştir. Hiç tanımadığımız insanlarla bir cami bahçesinde aynı duyguları paylaşmak, yüzyıllık çınarın altında rüzgarın ruhumuza dokunan esintisiyle çayımızı yudumlamak, şadırvandan gelen su seslerini dinlemek, kuşların kanat çırpışlarında hayat bulmak, çocuk seslerinin ümidimizi diri tutan akisleriyle yüzümüzü göğe çevirmek… Edebiyatımıza da konu olmuş cami bahçeleri bizim toplumsal öz benliğimizin her kanalında aktarımına ihtiyaç duyulan bir değer olarak görülmüştür. Nitekim Ahmet Hamdi Tanpınar “Bursa’da Zaman” adlı şiirinde: ‘’Bursa'da bir eski cami avlusu, Küçük şadırvanda şakırdayan su; Orhan zamanından kalma bir duvar... Onunla bir yaşta ihtiyar çınar Eliyor dört yana sakin bir günü. Bir rüyadan arta kalmanın hüznü İçinde gülüyor bana derinden. Yüzlerce çeşmenin serinliğinden Ovanın yeşili göğün mavisi Ve mimarîlerin en ilâhisi’’

dizeleriyle bize bu hissiyatı yaşatmış ve emaneti ulaştırmıştır. Manevi olarak kulluk bilinci ve ibadet yeri olan camilerin aynı zamanda nesilleri görünmez ve sarsılmaz bağla kopmadan bağladığı yerdir cami bahçeleri. Kutsallığın ve mabet bilincinin ilk oluştuğu yer olmasının yanında, ardımızda bıraktığımız sevdiklerimizin en son duaya açılan ellerinin de emanet edildiği yerlerdir. İnsanın kalabalıkta kaybolan şahsiyetini bulduğu, kimsesiz olmadığını bir kez daha hatırladığı yer ve ait olmanın adıdır camiler. Hangimiz İstanbul’da yaşayıp da Eyüp Sultan’ın, Sultan Ahmet’in ya da bir Süleymaniye’nin bahçesinde ailecek soluklanmamış, bir su içimlik vakitte bulunmamıştır? Gidilecek yer neresi olursa olsun, menzile varılsın ya da varılmasın bir lahza da olsa uğranılan yerlerdir cami bahçeleri. Çocukluğunun ilk katıksız ve çıkarsız duygularına özlem duyan biri, yazları Kur’an öğrenmeye gittiği, arkadaşlarıyla saatlerce oyun oynayıp mutlu olduğu o bahçeleri mutlaka anacaktır. Yaşlılığında da kendine ahirete götüreceği dostlar biriktirip torunlarına anlatacaktır. Ömür tamam olduğunda musallaya dönüp kılınan namazla imtihanla geçen bir ömrü hesapsız helal edip hakkı geri vermenin adı olacaktır. Yaşamanın ve ölmenin aynı yerde ağırlandığı belki de bir düşten başka bir düşe dalmanın, bir eşikten atlayıp sonsuzluğa kavuşmanın. Özlemin ve vuslata yolculuğun da… 79


ŞEHİR SOHBETLERİ 23

ŞEHİRLER VE VAKIF İNSANLAR Şehir de insan da birlikte zamanı yaşıyorlar. İkisi de aynı yolun yolcusu oluyor,hikayeleri aynı oluyor. AHMET NARİNOĞLU

u sohbette dediler ki, sadece müessese olan Vakıflar mı şehre hizmet eder? Varlığı, kudreti olmayıpta vakıf hizmeti sunan insanlar yok mu? Elbette var. İnsan, vakıf, şehir birleşik kap gibidir. Vakıflar, şehrin mahsulü. Nebat gibi şehirle hayat buldular. Esasen vakıflara hayat veren insanlar. Soluk verdikçe insan, vakıf insan oldu. İnsan kendisini hayra vere vere vakıf oldu. Yani koca bir ömrü adadı. Şehirlerde vakıf insanlardan abad olur. Bizim şehirlerimiz böyleydi. Böyle var oldular. Esasen şehirde, vakıfta insan için. Şehri de vakfı da var eden insan. İnsanı merkeze alan kadim davamız ''İnsanı yaşat ki devlet yaşasın'' ile başlar. Modern çağda ''İnsanı yaşat ki, şehir yaşasına''a geldik. Zira ömür şehirde geçiyor artık, ömür şehirde tüketiliyor. Şehir de insan da birlikte zamanı yaşıyorlar. İkisi de aynı yolun yolcusu oluyor,hikayeleri aynı oluyor. Şimdi hala, ocakta sönen közler misali üzeri küllerle kaplansa da kalan öz gibi hala vakıf insanlar var şehirlerde. Bunlara tanık oluyoruz ve de hikayelerine. Tanıdığımız hayatları vakıf olan nice insanlar var. Sessiz, sedasız köşesinde, oracıkta, buracıkta, yanı başımızdalar, aramızdalar. Siz de; münzevi sade, vakurlu, şuurlu hikayeleri yakalayın şehrinizde, izlerini sürün. Şehrin gizli sahiplerine tanık olun, tadınık olun. Şahsen tanıdığım, vakıf olduğum vakıf insanlardan bir demet. Vakıf insanlar saklı değil ama mütevazi,halisane hayatlarıyla saklılar. Siz de hem yanı başınızda tanık olmakta, hem hal olmaktasınız. İşte bir gül demeti. Hasan Dede. Sabahleyin bir vakıf insan gördüm. Kendini vakfetmiş. Kendini insanlara selam vermeye, hal hatır sormaya, dua ve temennilerde bulunmaya vakfetmiş. Durakta bekleyen insanlara konuşan biri. Orta yaş. Ağarmış hafif sakal. Alnı parlak, saçlar epeyce hem kırlaşmış hem dökülmüş. Orta boylu, sakin yapılı, sade giyimli. Bu insan, durakta bekleyen tanımadığı insanlara önce selam veriyor. Hayırlı günler, hayırlı sabahlar diyor. Günün huzurlu ,mutlu, bereketli geçmesini temenni ediyor, hayırlı işler, bol kazançlar diliyor. Sağlıcakla kalmalarını dileyerek yanlarından ayrılıyor.

sayı//64// kasım 80


O sabahın köründe daha gün doğmamıştan yeni kızarmışken suratlar asılmış, bilmem kaç kişi oldukları halde ve de her gün birbirlerini aynı durakta bekledikleri halde ''günaydın'' bile demeyen bu insanların yüzlerine bir esinti, bir gevşeme geliyor. Bir tebessüm hali. Ve gün doğmadan aydınlığa kavuşuyorlar. Bu vakıf insan nice paralar dökülse de tebessüm etmeyen insanlara, lisanı hal ile lisanı kal ile dokunuyor, bir sabah meltem esintisi gibi gelip geçiyor. Ömrü böyle geçiyormuş. Bu vakıf insan cadde boyunca her rast geldiğine aynısını yapıyor. Takip ettim üzerine vazife aldığı bu küçük ama yüklü dokunuşları hep yapıyor. Ve dedim ki; vakıf olmak için bunca varlığa, mala mülke, sermayeye ne hacet. Al sanan insan varlığı. Al sana vakıf. İnsan vakfı. Şu homurtulu, beton kaplı şehirde, kalabalıklar arasında imansızlaşırken al sana insan sesi soluğu. Ve dedim ki; her insan -en azından kendimiz-bir insani sahada kendimizi adayabilir ve vakıf olabiliriz. Vakıf insan. Hatçe Ana. Hatçe Ana'nın evi huzur gibi. Bu ümmi Anadolu kadını dede, nine, çocuklar, torunlar ile kalabalık bir aile evi.. Burası Anadolu'da bir köy. Köylüler tarım ve hayvancılıkla uğraşır. Herkes işinde gücünde. Orda bir hane var ki;kapısı elaleme,yedi yabancıya açık.Kim yaşlı ana,babasına bakmaz Hatçe ananın evine bırakılır.Bir kimsesiz mi var,bir garip mi açta açıkta evine alır bakar.Yaz bakar,kış bakar.Her mevsimde baktığı insanlar farklı olur.''Allah bilsin'' der,''gücüm yettikçe'' der.Daha öte söz söylemez. Koca Memed. Cüssesi küçük,yaptıklarıyla kocaman bir adamdı.''Bana bu vazife babamdan,ona da babasından geçme ''derdi. Nerde sahipsiz var,dul var,fakir aile(kadın) var hemen yardımlarına koşar,sahip çıkardı.Münasip birini bulur,başgöz eder,evlendirir,yuva sahibi yapardı.Birinde ''kırkı geçti'' demişti.Kazancını bu uğurda harcardı.Evi adeta kimsesizler misafirhanesi gibiydi.Bol bol hayır dua alırdı.''O da bana yeter''derdi. Mahmut Efendi. Kendisine ''Allah'ın insanlara iyilik yapmak için yarattığı Mahmut kulu''derdim.Boynunu eğer,tebessüm ederdi. Bu vakıf insanların asaletini gösterir.Kendilerini anlatmazlar,övünmezler,öne çıkmazlar.Hele hele hiç reklam yapmazlar.Mahmut bey de öyle.Üniversite mezunu,okumuş,yazmış

biri.Memleketine döner.İş hayatı,siyaset hayatı içinde.Ama bunları aşmış,kendini (zamanını,emeğini,enerjisini) topluma,insanlara adamış.İhiyacı olanın devlette,nerde ne işi varsa,ne ihtiyacı varsa elinden tutar, kapı kapı dolaşır,halleder.Hatta malı mülkünüde bu uğurda harcar. Deli Hacı. Adı deli hacı. Anadoluda akıllıya ''deli'' eder.Hacı da kendine delililk numarası yapar.Hiçbir iş yapmaz. Kasabada sabah akşam çarşı,pazar,sokak, meydan gezer.Kimi görse nasihat verir.Nasihat diye bir iki cümle söyler.Her duyan kendi üstüne alır.Bu ders dolu sözler kulağında küpe kalır. En hafifi de '' sen adam olamazsın''.Bu cümleyi duyan biri ''Bunca yaşa geldim,hala adam olamadım.Hacı haklı'' demişti.Hacı şehrin her insanına hikmet dolu cümleleri kulağına fısıldar ve şehirde her insanı dizginler,hizaya getirir.Hep aynı şeyi yapar, saç sakal ağarmış omuzlar çökmüş olsada. Mecit Hoca. Mecit hoca camiye imam olarak geldiğinden beri,burası bir okul,eğitim merkezi ,gençlik merkezi haline geldi. Hoca emeğini,enerjisini,zamanını camiye harcıyor.Günün her saatinde camide. Gençler,yaşlılar,kadınlar,erkekler okuyor,öğreniyor.Yeme içme ihtiyaçları karşılanıyor.Hoca sırrını şöyle açıklıyor.''İlmi sevenlerle ilmi yapanları buluşturuyoruz''. Niyet halis,amel halis,mesaj halis.Yapılan ortada,netice ortada.Hiç kimse de hocanın camiden ayrılmasını istemitor.Mecit hoca ''İnsanlar ahlak ve edep sahibi oldukça,şehrimiz nefes alıyor'' diyor. Mimar Efendi. Mesleği mimar,işi proje çizmek. İşinin ehli.bol para kazanıyor.Ücretini acımadan alıyor.Eyvallahı yok.Birgün birkaç kişi gelir,cami projesi çizdireceğiz derler.Dinler, bilgiler alır. Yarın bir daha gelin der.Gelirler,şu fiyata çizerim der.Hayır için koşan bu insanlar baban yaşıyor mu?Baban hiç camiye gitmedi mi?Babanın hayrına olmaz mı? derler.Mimarımız bir mıh gibi ruhuna çakılan bu sözlerden sonra o gün bugün düşer yollara adı Mimar Efendi olur. Nerde cami varsa projesini çizer,ilerlemiş yaşına rağmen projeyi çizer,uygular,yaptırır,bitirir. Meccanen.Hiç karşılıksız.Ömrünü hala bu yolda harcar durur. Kuşçu Nuri Amca. Kuşçu Nuri gibilerini şehirlerde,şehirlerin meydanlarında,ulu cami avlularında, merkez parklarında buluruz. 81


Haneyi ziyaret ederek acısına katılır.Düğünlere katılır,nişanlara katılır.Hediyesini alır,tebrik eder.Resmi,Dini bayramlara katılır,bayramlaşır. Bunu memur maaşı ile yaparken,emekli olunca emekli maaşıyla yapıyor.''Servetim bu'' diyor.O minnacık servetini harcarken şehre kocaman bir insanlık serveti yığıyor. Hasan Baba. Bir yaşlı adam tanıdım.Ömrünü camide geçiriyor.Ataların yaptığı zamana meydan okuyan taş camide cami temizler,avluyu süpürür yıkar,etrafı düzenler,ağaçlara çiçeklere bakar.Cemaatin ibadetini kolaylaştırır.Kendini buraya adamış.Gözünü burda açtığını burda kapayacağını söyler.

Meydanın bir köşesinde kuşlar için habire yem satar.Sanırlar ki yem satarak bir iki kuruş kazanıyor.Tam aksine hayrına küçük kaplara yerleştirdiği yemleri kuşlara dağıtmak üzere orda.Gün boyu orda,yıl boyu orda. Hem çocukları sevindiriyor,hem kuşları nasiplendiriyor.Aldığı paraya para katarak yem alıyor kuşçu Nuri Amca.Şehrin en güzel meydanında en güzel canlı manzaralara vesile olan,mutluluk dağıtan yaşlı adamın bir ömrü var,o onu burada geçiriyor. Mehmet Ağa. Sarı çizmeli Mehmet Ağa değil.Sahiden herkese borç veren Hacı Mehmet Ağa .Kültürümüzde verenlere ''ağa'' denildiğinden bu adı takmışlar. Taa Anadolunun ücra bir yerinden kalkmış gelmiş batıda bir şehirde yaşıyor. Gurbeti,yalnızlığı,açlığı,fakirliği,muhtaçlığı iyi bilenlerden.Halden anlayan hal adamı.Kim borçlansa dara düşse yardımına koşar,borç verir.Borç vermenin erdemliğini camide bir hocanın verdiği hadiste anlamış.Yüreği sızlamış.O gün bugün borçlulara darda kalmışlara koşar.Koşmuş ama iyi niyeti suistimal edilmiş.Borç alanlar sözünde durmamış.Yana yana borç vermek istiyorum ama dönüşüne çok az rast geliyorum diyor.Bu yüzden sevabım azalıyor diyor.yine de vazgeçmiyor. Ömer Amca. İyilik sever Ömer amca o. Şehirde,yaşlanınca Ömer amca demediler,hakettiğini bile bile deli dediler. Ömer amca tam bir iyilik delisi.İyiliğe meftun.O nisbette kendini gizlemede .Şehirde bilen bilir. Neler mi yapar?Her cenazeye katılır.Mahalli gazetede sülalesinin tümünü altalta yazarak taziye mesajı yayınlar.Mevlut programına katılır. sayı//64// kasım 82

Çöpçü Sedat. Üniversiteli,emekli,hergün elinde poşet kıyıdan çöp toplar.Çöpçü Sedat diyorlar. Benim demeye dilim varmıyor.Kendisiyle konuştum.Gençliğinden beri bu şehirde sahilde sabah/akşam dolanır,çöp toplar.Onlar kirletmeye usanmıyorlar,kendi toplamaya usanmıyor.Ne karşılık bekliyor, ne aferin bekliyor.Emekli olunca temizlik için daha çok zaman ayırıyor.Elinde eldiven,kolunda çöp poşeti sahili sabah akşam dolaşıyor. Ömrüm oldukça,gücüm yettikçe şehrin sahilini temizleyeceğim diyor.Temizlik ,şehrin imanıdır diyor. Hediye Anne. Hediye hanımı tanıdıkça,yaptıklarını gördükçe ona ''anne''lakabı takarlar.O hakikaten bir ''anne''. Sabah erkenden kalkar fırınları gezer, sıçak ekmekleri poşetlere koyar,evlerin kapılarına asar.Fakir evlerini bilir.Sabahleyin boğazlarından bir sıcak ekmek geçsin dermiş. Lokantalardan sıcak çorbalarda dağıtırmış. Kocasından kalan takavvut maaşı ile yapıyormuş bunu.Kimisinin parası,kimisinin hayrı ile dağıtırmış. Dua edenle dua alanı buluşturuyorum,birşey yapmıyorum dermiş. Hediye teyzenin yaptığını çok yerde ''askıda ekmek'' projesi diye yapıyorlar.Yaşarken ışık tutuyor. Gördünüz. Hepsi insan. Hepsi hizmet ehli, hepsi de şehre adanmış ömürler. Her şehirde böylesi adanmış ömürler var. Şehre değer katıyorlar. Şehrin renkleri, süsleri, tahta maskotları. Dedik ya şehirlerde bu saklı insanlar münzevi, mütevazı yaşıyorlar. Kökleri medeniyetimizden beslenen iyilik pınarları. Şehre can suyu veren kaynaklar.Siz de Allah’ın nasip ettiği imkan ve kabiliyetiniz ile ‘’Vakıf insan’’ olabilir misiniz?


KİTAP VE HAYAT

“Kitap limandı benim için” der Cemil Meriç “Bu Ülke”sinde… Kitap ruhun ilacıdır ve büyük düşünürümüz de bunun farkında olduğundan “Kitaplarda yaşadım” diyerek devam eder. Serdar YAKAR

izler “Oku!” emrine muhatap olmuş bir inancın, bir kültürün bireyleriyiz… O nedenledir ki medeniyet tarihimizde kitabın apayrı bir yeri vardır. Diğer bir anlamda medeniyetimizin temel taşıdır kitap. Ve okumak uzun bir yolculuktur. Kitabı okumak, insanı okumak, eşyayı okumak, olayları okumak bu uzun yolculuğun durak aralarıdır… İnsan bir kez bu yolculuğa çıkmaya görsün önüne hangi serüvenlerin çıkabileceğini öngöremez. Tüm bu okumaların temelinde kitap vardır. Akıp giden hayatımızı anlamlı kılandır kitap. “Hayat aldırış etmez, gözlerimizin yaşına bakmaz, öyle ya da böyle geçiverir.” Geçen bu hayatı anlamlı kılmak ise kitaptan geçer. Her bir kitap yeni bir dünyaya açılan pencere, uygarlığın yolunu gösteren ışıktır. Ve iyi bir kitap iyi bir arkadaştır. Kitaplarla kendimizi farklı kılar, insan olmanın erdemine ulaşabiliriz… “Kitap limandı benim için” der Cemil Meriç “Bu Ülke”sinde… Kitap ruhun ilacıdır ve büyük düşünürümüz de bunun farkında olduğundan “Kitaplarda yaşadım” diyerek devam eder. “Ve kitaptaki insanları sokaktakilerden daha çok sevdim. Kitap benim has bahçemdi. Hayat yolculuğumun sınır taşları kitaplardı..” Bu cümlelerin sahibi Cemil Meriç Üstadı okurları da çok sevdi. Şairler ve Yazarlar Kenti diye isimlenen şehrimizin en güzel kütüphanelerinden birine onun adı verildi, yolunda yürüyen nice güzel insanlar yetişsin diye…

Güzel insanlardan bahsedince hemen Yedi Güzel Adam geldi usunuza bilirim… Güzelliklerin şehri Kahramanmaraş’ımızın güzel insanlarından sadece bir kaçı idi Yedi Güzel Adam da isimleri zikredilenler.. Aslında oradaki yedi bir semboldü ve sonsuzluğu ifade etmekteydi, tıpkı üçler gibi, kırklar gibi… “Yedi Güzel Adam”ın yazarı da bir güzel şehrin güzel insanlarından biri idi… Sokaktaki insanlardan farkı çok okuması, düşünmesi, farklılıkları görmesi ve anlaması idi… Çok okumanın ve düşünmenin doğal sonucu olarak da yazmaya başlamıştı “ne çok acı var” diyerek… İnsanı insan yapan olgulardan biri de acı idi çünkü.. Derdi ve davası olan her güzel insan gibi “Yedi Güzel Adam”ın yazarı merhum Abdurrahman Cahit Zarifoğlu da çok acı yaşadı. Sokakta soğuktan bir duvar dibine büzülmüş simitçinin de Afganistan’da Rus zulmüne uğramış genç kızların da acısını yüreğinde hissetti. Bir yandan Sütçü İmam’ı yazarken diğer yandan Afganistan cihadını destanlaştıran “Savaş Ritimleri”ni yazdı. İsmi edebiyat dünyasında büyüdükçe büyüdü ama o aczini dile getiren “Sultan” şiirinde şöyle sesleniyordu: “Seçkin bir kimse değilim İsmimin baş harfleri acz tutuyor Bağışlamanı dilerim Sana zorsa bırak yanayım Kolaysa esirgeme Hayat bir boş rüyaymış Geçen ibadetler özürlü Eski günahlar dipdiri Seçkin bir kimse değilim İsmimin baş harflerinde kimliğim Bağışlanmamı dilerim Sana zorsa bırak yanayım Kolaysa esirgeme Hayat boş geçti Geri kalan korkulu Her adımım dolu olsa İşe yaramaz katında Biliyorum Bağışlanmamı diliyorum” Ve yüreği onca acıya dayanamamış olmalı ki hayatının en verimli bir döneminde henüz çok genç bir yaşta uçmağa vardı.. O güzel insanın adını da yine en güzel kütüphanelerinden birinde yaşatıyor Kahramanmaraşlı.. “Toprak sarsılıyor. Hep birden esfel-i sâfiline yuvarlanmak istemiyorsak, gözlerimizi açmalıyız” diyen Cemil Meriç “Kitaplardan değil, kitapsızlıktan korkmalıyız” diyerek bir hakikate daha parmak basıyor. Allah hiçbir kulunu kitapsız bırakmasın temennisi ile… 83


SABRİ F. ÜLGENER’İN DÜŞÜNCESİNDE

TASAVVUF VE KAPİTALİZM-1-

Sabri F. Ülgener, bunun da ötesinde tarihsel olarak sosyal bilimler geleneğimize baktığımız vakit önemini ortaya koymuş bir şahsiyettir. Erol Güngör’e göre Sabri F. Ülgener, “memleketimizde bir elin parmakları kadar az sayıdaki ilim adamlarından biri”dir. Bundan dolayı bu yazı da Sabri F. Ülgener’i hem bir yad etmek hem de kapitalizm ile alakalı bu topraklarda söz söyleyen biri olarak onu dinle(t)mek niyeti içerisindeyim. Nuh Muaz KAPAN

ürkiye’de kapitalizm üzerine konuşmamız gerektiğinde aklımıza gelen belli temel sorunlarımız vardır. Bu sorunlar bizi tarihsel olarak belli bir yere götürür: Cumhuriyet öncesi Osmanlı’nın son dönemi. Akla gelen “Nerede hata yaptık?” veya “Osmanlı neden kapitalist olamadı?” gibi sorular her dönemde sosyal bilimler alanında tartışılmıştır. Bu soruların kavşağında benim her zaman aklımda olan isim Sabri F. Ülgener olmuştur. Bu fikrin oluşumunda ilk olarak son dönem Osmanlı düşünürlerine olan ilgim etkili olabilir ama Sabri F. Ülgener, bunun da ötesinde tarihsel olarak sosyal bilimler geleneğimize baktığımız vakit önemini ortaya koymuş bir şahsiyettir. Erol Güngör’e göre Sabri F. Ülgener, “memleketimizde bir elin parmakları kadar az sayıdaki ilim adamlarından biri”dir. Bundan dolayı bu yazı da Sabri F. Ülgener’i hem bir yad etmek hem de kapitalizm ile alakalı bu topraklarda söz söyleyen biri olarak onu dinle(t) mek niyeti içerisindeyim. 1911 yılında dünyaya gelen Sabri F. Ülgener, İstanbul’da çöken bir devletin gizli çatırtıları arasında yetişirken; fikri olgunluğu da bu ortamda gelişmiştir. Ülgener’in dedesi İsmail Necati Efendi Nakşibendi şeyhlerinden olup, babası Mehmet Fehmi Efendi de bu tarikat terbiyesi ile yetişmiş değerli bir zattır. Bu muhit içerisinde dedesinden tasavvufa meyleden yanını geliştirdi. Baba Mehmet Fehmi Efendi’den şer-i ilimler ile hüsnü hat öğrendi. Ülgener, İstanbul Erkek Lisesinde orta tahsilini sürdürürken yabancı dili Almancaydı. Evde Arapça ve Farsça ile kurulan yakınlık Almancaya sıçradı. İstanbul Erkek Lisesinden mezuniyetinin ardından İstanbul Darülfünunu Hukuk Fakültesine girdi. 1935 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu ve aynı fakültenin İktisat ve İçtimaiyat Enstitüsüne asistan oldu. Almanya’da Hitler’in yönetiminden kaçan Alman bilim adamları Ülgener’in yazacağı eserlere ilham kaynağı olmuşlardır. Üniversite’de akademik düzeyde gelişmesini gerçekleştirirken bir yandan da birçok yurtdışı serüveni yaşamıştır. Ve bu serüvenleri neticesinde kendi alanı ile alakalı uzman birçok kişiden etkilenmiştir. İlerleyen yaşlarında kalp krizi geçirmiş ve bunun sonucunda kalbine pil takılmıştır. 1983 yılının haziran ayına gelindiğinde ise uykuda geçirdiği bir kalp krizi ile hayata veda etmiştir.

sayı//64// kasım 84


Sabri F. Ülgener, 1910 kuşağının Türk düşünce dünyasında yarattığı kırılma noktalarından biridir. Cumhuriyeti 1880 kuşağı ilan etti; 1900 kuşağı kurdu ve 1910 kuşağı eleştirdi. 1910 kuşağının sosyal bilimler alanında Niyazi Berkes, Mümtaz Turhan, Nurettin Topçu, Behice Boran ve Kemal Tahir gibi önemli temsilcileri vardır. Ülgener’inde içinde yer aldığı bu kuşak, zaman içinde düşünsel farklılılarını ve siyasi taraflarını hocalarının tam tersi bir yönde netleştirmişlerdir. Keynesçi iktisat düşüncesinin ve makro ekonomi öğreniminin Türkiye’de sistematik hale getirilmesinin öncülerindendir. Keynesyen teoriden kısaca bahsedecek olursak; 20. yüzyıl İngiliz ekonomist John Maynard Keynes'in görüşlerini temel alan bir makro ekonomik teoridir. Keynes ekonomisi özel sektörün ağırlıklı olduğu ama devlet ve kamu sektörünün büyük role sahip olduğu bir karma ekonomiyi savunmaktadır. Keynesyen ekonomiye göre özel sektörün verdiği kararlar bazen verimsiz makro ekonomik sonuçlara neden olmaktadır. Bu nedenle devlet etkin bir şekilde rol alarak iş döngüsünü stabilize etmelidir.Örneğin, merkez bankası aracılığı ile para politikaları ve hükümet aracılığı ile maliye politikaları uygulanmalıdır. Buna ilaveten Ülgener, Max Weber’in, Batı Avrupa’da Protestan ahlakının kapitalizmin ruhu ile örtüştüğü görüşünden yola çıkarak din, ahlak ve ekonomi ilişkisini Müslüman dünyası açısından ele almıştır. Ülgener’in ilk bilimsel makalesi, “İktisadi Hayatta Zihniyetin Rolü ve Tezahürleri” adlı makalesidir. Ülgener ilk yazılarından itibaren bütün entelektüel ilgisini bu iki temel alanda ve onların birbiri ile olan ilişkisi üzerine yoğunlaştırmıştır. Ardında bıraktığı yedi kitaptan birisi olan “Milli Gelir, İstihdam ve Ekonomik Büyüme” adlı eseri, iktisatçı akademisyen kimliğine uygun bir ders kitabı niteliğindedir. Ülgener’in düşünce dünyasını yansıtan diğer eserleri şunlardır: “İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası, “Zihniyet ve Din”, “Zihniyetler Aydınlar ve İzm’ler”, “Darlık Buhranları ve İslam İktisat Siyaseti”. 1951 yılında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde “Profesörlük Tezi” olan “Tarihte Darlık Buhranları ve İktisadi Muvazenesizlik Meselesi” adlı eser, tarih sahnesinde yer alan darlık buhranları örnekleri, bunların sebepleri ve özelde Osmanlı ayağı üzerinde

durmaktadır. Osmanlı toplumunda yaşanan darlık buhranlarından ve bunların sebep sonuçlarından bahseden Ülgener, özellikle 16. ve 17. Yüzyılda, Osmanlı Devleti’nde yaşanan buhranlardan söz ettikten sonra buhranların sebeplerine ve sonuçlarına değinmiştir. Ülgener buhranların sebeplerini iki önemli başlık altında vermiştir. İlki “temelli ve uzun vadeli sebepler”, ikincisi ise “boşaltıcı ve hızlandırıcı faktörler”dir. Uzun vadeli sebepler arasında, nüfus artışı ve bunun neticesinde meydana gelen köylerden şehirlere yaşanan göçler, paranın değerinde yaşanan dalgalanmalar ve uzun süren savaşlar ve bu savaşlar için yapılan masraflar yer almaktadır. Boşaltıcı ve hızlandırıcı faktörler arasında kıtlık karaborsacılık yer almaktadır. Tüm bu iktisadi bunalımların sonucu ise, toplumda yaşanan panik, telaş ve bir kaos ortamının oluşmasıdır. Meydana gelen bütün iktisadi faaliyetlerin temelinde iktisadi zihniyet ve iktisadi ahlak yatmaktadır. Eğer bir toplum iktisadi hayata doğru karar verebilecek bir zihniyete sahip değilse bunalımlar yaşamaya mahkumdur. Ülgener düşüncesinin damıtıldığı “İktisadi Çözülmenin Ahlâk ve Zihniyet Dünyası” (İktisadi İnhitat Tarihimizin Ahlâk ve Zihniyet Meseleleri) kitabı, geri kalmışlığın nedenleri ve geri kalmışlıktan kurtuluş yolları üzerine odaklanmıştır. Ülgener’e göre geri kalmışlık “Yakın Şark” medeniyetinin özüne ilişkin bir sorundur ve feodalizmden kapitalizme geçmek için gerekli olan zihniyet değişiminin yaşanamamış olmasından kaynaklanmaktadır. Kapitalizme ilk güdüyü verecek insan, Türkiye’de kapitalizme geçişi sağlayacak zihniyetin taşıyıcılığını yapamamış ve dolayısıyla Ortaçağ zihniyetine geri dönüş yaşanmıştır. Esnaflaşma ve içe kapanma olarak gördüğü Ortaçağ zihniyeti de Osmanlı ekonomik ve toplumsal düzeninde bir çözülüşe neden olmuştur. Ülgener Osmanlı ile Batı arasında meydana gelen farkı şu sözlerle izah etmektedir: 85


“Geriye bakarak artık rahatlıkla söyleyebiliyoruz ki, kazanma gayreti, kabına sığmayan macera hevesi prekapitalist dünyanın hiçbir zaman yabancısı olmamıştır. Bütün mesele doku altında birikmiş bu ihtirasın (insanın yaradılışının neredeyse o değişmez -“constant”diyeceğimiz temel özelliğinin) zamanla nereye doğru yol almış olacağını kestirebilmekten ibarettir. Batı ile ayrılış noktasını da burada aramak gerekecekti: Biri temelde normal ve mutat kazanç imkânlarını kaybederek sonunda ister istemez loş ve sapa yollara yönelirken, öbürü kapitalist organizasyon ve hukuk formlarının kuruluşu ile birlikte dar ve eğri yollardan düzlüğe çıkmanın yönünü ve yönetimini bulmuş oluyordu”. Ülgener’i metodolojik açıdan ele alacak olursak, Ülgener’in ilgilendiği konular kadar;o konuların gerektirdiği yöntem itibariyle de döneminin sosyal bilimcileri arasında müstesna bir yere sahip olmuştur. Türkiye’de hakim olan GökalpDurkheim anlayışının pozitivist duruşuna karşı, Ülgener Alman Tarih Okulu’nun Weber ve Sombart ile beraber ele alındığı, anlamacı – yorumlayıcı metodunu kullanmıştır. Araştırmalarının temel kavramı olan zihniyet kavramını anlamacı yöntem ile almış ve bu din ve iktisadi açıdan yaklaşarak gerçekleştirmiştir. Gökalp- Durkheim çizgisi karşısında Ülgener – Weber çizgisini yaratmıştır. Max Weber’in görüşleri özellikle büyük bir paya sahiptir Ülgener üzerinde. Osmanlı Devleti’nde iktisat, ahlak, zihniyet, kapitalizm, din vb kavramları ele alan Ülgener, bu konuda da Weber’in çalışmalarından epeyce etkilenmiştir. Weber’in bu noktada din ve kapitalizm konusundaki görüşlerini hatırlamak gerekli. Weber’e göre iktisat ahlâkı farklı çağ ve zamanlara göre değişiklik göstermiştir. Bazı toplumlarda bu değişiklik olumlu yönde bir gelişme gösterirken, bazı toplumlar bu gelişime ayak uyduramayarak çağın gerisinde kalmışlardır. Protestan toplumu bu gelişmeyi en iyi şekilde takip etmiş ve ileri bir toplum seviyesine ulaşmıştır. Oysa İslâm dini bu gelişmeyi takip edecek tetikleyici faktörlere sahip olmadığı için, Müslüman toplumlar bu gelişmelerin gerisinde kalmışlardır. Weber’e göre düzenli yaşama biçimi insanlık tarihinde belki de ilk defa manastırlarda ortaya çıkmıştır. Çan kulelerinde ibadet zamanını belirtmek için çalan çanlar rahiplerde dakiklik bilincinin sayı//64// kasım 86

oluşmasına neden olmuş ve Batıda ilk dakik yaşayan insanlar rahipler olmuşlardır. Zamanla bu dakiklik bilinci tüm topluma yansımış ve insanların günlük yaşamları üzerinde etkili olmuştur. Böylece dakiklik bilinci insanlarda vazife anlayışının oluşmasını sağlamıştır. Ayrıca Weber İslâm dinini bir “savaşçılar” dini olarak kabul etmekte ve ilk Müslümanların genellikle savaş ganimetinden zengin olmuş varlıklı insanlar olduklarını savunmaktadır. O’na göre Müslümanlar kulluk görevlerini sadece namaz kılmak, oruç tutmak gibi günlük ibadetler yaparak yerine getirmektedirler. Ülgener’e göre, Weber İslam konusunda taraflı davranmaktadır. Oysa İslam yoğun bir ticaret ortamında gözlerini dünyaya açmıştır; Doğuda modern anlamda piyasa ekonomisinin yerleşip gelişmesine engel olan sebepler peşpeşe sıralanacak olsa, İslam ancak serinin en sonunda yer alacaktır. “İslâm’ın, diğer taraftan, bir kısım tavizlerle beraber, aslında en büyük hasım olarak karşısına aldığı hayat tarzını da burada aramak lazımdır: İslâm, mala mal varlığından değil kibir ve gurur metası, çokluk yarışı olduğundan karşıdır; ve de – ilave edelim- işin o yanı söz konusu oldu mu öyle çekingen ve tereddütlü değil, sonuna kadar sebatlı ve kararlı olarak karşı! Weber’in ve bir kısım batılı tarihçilerin İslâm’ı feodal yapılı bir din olarak takdim ederken düştükleri hata da bizce buradadır: İslâm’ın karşısında olduğunu yanında imiş görme ve göstermeleri… İslâm’ın her halde kendini kısa zamanda “dünyaya” uydurmayı başarmış bir din olduğuna şüphe yoktur. Bu uyumu, önünde hazır bulduğu toplum yapısına (özellikle feodal yapıya) körü körüne teslimiyet manasına kadar vardırmamakla beraber, dinin dünya nimetleri karşısında mü’mine oldukça geniş bir yaklaşım payı tanıdığı rahatlıkla söylenebilir”. Weber’in “savaşçılar dini” olarak nitelendirmesine şunları söyler Ülgener: “İslâm, ilk Mekke Müslümanlarının gerçekten içe ve derine dönük ivazsız garazsız diyaneti ile beraber Medine’ye atladıktan sonra yolunu kılıçla açacak bir cihad ordusuna ihtiyaç duymuş olabilir ve ona göre çevreye davetini –mesajını- derinlemesine bir vecd ve takva’dan fetih ve cihada yönelik bir ifade biçimine çevirdiği de düşünülebilir. Buraya kadarına denecek bir şey yoktur. Ondan ötesine yollarımız ayrılır. Devam edecek…


YAĞMURU ÖZLEYEN

DAMLA Hayalleri ecelsiz kurumasın, kırılıp dökülmesin diye başındaki tülbentini örttü üzerlerine. İbrahim BAŞER

ir kuş kanat çırptı ve kalbi üşüdü rüzgarından. Pencereden baktı, yağmur dinmişti. Dantelli çoraplarını giydi. Topuktan tam oturmadı ama konçlarını hizalayabildi özenle. Parlak ayakkabılarını çıkardı sonra dolaptan, incitmekten korkarak... Kıyamadı... Tekrar yerlerine bıraktı yavaşça. Kapı ağzındaki plastik terlikleri gözüne kestirdi. Annesinin de olsa bazen o da giyebilirdi ki! Dantelli çoraplar ve plastik terlikler kombiniyle bahçeye adım attı... ...yağmur sonrası, toprak kokan cennetine adım attı aslında.

Duvara yaslanmış dut ağacındaki serçe 'hoşgeldin' makamından şakıdı. Yapraklar arasından gözüne değen güneşle 'bir var bir yok' oyunu oynayarak adımlamaya başladı. Dutun dibindeki su birikintisi de göğü ve yaprakları yansıtıyordu ve hem güneş de gözüne girmiyordu oradan bakınca... ...derken, yağmurdan çamura kesmiş toprak terliğin tekini tuttu, bırakmadı! Tek ayağı yerde, terlikle vedalaşan ayağı havada kaldı bir an ve düşeyazdı. Can havliyle sarıldı ağaca... Ağacına. Çamura yapışan terlik, havada kalan dantel çoraplı ayak ve kucakladığı ağacıyla kalakaldı. "-Annee!", diyecekken durdu, diyemedi. Diyemedi, çünkü terlikle gözgöze geldi. Akabinde, duvar dibindeki papatyalarla yolun karşısındaki gelinciklerin atışmasını işitti. "- Seviyor, sevmiyor.. Seviyor, sevmiyor. Falcıı,ne haber? " "-Hadi ordan süslü, sen ağzındaki boyaları sil önce, kırmızı dudak!” Kıkırdayarak papatyalara parmak salladı: “-Fal bakmak kötüymüş çok, annem dedi. " Sonra gözlerini devirerek gelinciklere döndü: “-Siz de ağzınızı silin bakalım. Boya sürerseniz karnınız ağrırmış sonra, yaa!" Dut ağacına sarılan minik eller, havada kalmış tek ayak, çamura saplanmış terlik, geveze papatyalar, süslü terlikler derken... ...zaman ve mekân silindi. Sonra çamurdan bir dünya yarattı dünyasında, dünyadan münezzeh! Bir koltuk yaptı minik avuçları kadar ama bütün sevdikleri sığdı üzerine. Bir masa yaptı üzerinde tabaklarıyla ve içleri en sevdiğinden köftelerle dolu. Bir de soba yaptı, ıslanan ayaklarını ısıtmak için. Güzel oldu. Kırmızı dudaklı gelincikler, fal açan papatyalar çok beğendiler... ...bir de annesi beğendi ! Hayalleri ecelsiz kurumasın, kırılıp dökülmesin diye başındaki tülbentini örttü üzerlerine. O tülbent hâlâ her incindiğinde sarıp sarmalar onu. Gözpınarlarındaki damla da yağmuru özler her defasında. 87


I.BALKANLAR EVRESİ

Ali Yakup Cenkçiler Hoca, ömrünü Hak davaya, Allah yoluna, ilim ve irfan öğrenme, öğretme ve üretme yoluna adamış, vakfetmiş, gece gündüz durmadan dinlenmeden, insanlara hayırlı olmak, devletine, milletine, Müslümanlara, hatta bütün insanlığa hizmet edebilmek için üstün bir aşk ve gayretle çalışıp çabalamış, son devrin çok önemli ilim, iman, irfan, kültür, ideal, takva, fikir, amel, eylem adamlarından biridir.

ALİ YAKUP CENKÇİLER HOCA’NIN

HAYAT EVRELERİ-1-

Balkan kökenli olan Ali Yakup Hoca, ta küçüklüğünden itibaren çok dindar ve samimi Müslüman bir aile ortamında ve çevresinde yetişti. Babası Fatih Medreselerinde eğitim görmüş, çok iyi bir hafız ve kurra olan Hafız Hüseyin Efendi, annesi ise Hûrişah Hanım’dır. Mustafa ATALAR

İlk çocukluk (sabavet) ve son yatağa bağımlılık (esiri firaş olma) dönemleri bir kenara bırakılacak olursa, onun 1913 - 21 Mayıs 1988 yılları arasındaki yetmiş beş yıllık ömrünün, üçte biri Balkanlar, üçte biri Mısır, geri kalan üçte biri de Türkiye evresi olarak kabul edilebilir. Bu hayat evrelerinin her birinin kendine özgü şartları, farklı ortamları, değişik insan ilişkileri, belli dost ve ahbap çevresi vardır. Dolayısıyla onun hayat evrelerinin ve mücadelesinin kronolojik bir akış içerisinde üç ana bölüme ayırarak işlenmesinin daha yararlı olabileceği düşünülmektedir. Bu basit ayırım, bir yandan inceleme kolaylığı sağlayabileceği gibi, diğer yandan da her dönemin onun yetişmesine, kimlik ve kişiliğinin, duygu ve düşüncelerinin, dünya görüşünün, tutum ve davranışlarının oluşumuna sağladığı katkılar, yaptığı önemli etkiler daha iyi görülebilecek ve değerlendirilebilecektir. Öte yandan, onun sadece özel yaşam hikâyesine odaklanmak, onunla ilgili biyografik bilgileri nakletmekle yetinmek çok yetersiz kalacaktır. Dahası böyle bir anlatımın, onun nevi şahsına münhasır ve çok daha önemli olan dünya görüşünün, dünyaya bakışının, hayat felsefesinin, kimlik ve kişiliğinin, hayat macerasının, inanç ve ideallerinin tam ve doğru olarak anlaşılmasına perde olabilmesi tehlikesi de vardır. O, sadece kendisi için yaşamış biri değildi. Tam tersine o, kendinden çok başkaları için yaşamış, inanç ve idealleri uğrunda mücadele etmeyi de hayat düsturu edinmiş bir dava adamıydı. Aslında onun hayatını gerçek anlamda ilginç ve ibret verici kılan, onun herkes tarafından bilinip tanınmasını, örnek alınmasını gerektiren en başta gelen özelliği de budur. Dolayısıyla onun kendi hayatıyla beraber, o zamanın dünyasında, onun yakın ve uzak çevresinde yaşanmış, onun gibi birinin asla kayıtsız kalamayacağı türlü olaylar, hatta ondan önce yaşanmış, ondan sonra

sayı//64// kasım 88


da yaşanması muhtemel, onun yaşanmasını umduğu veya yaşanabileceğinden korktuğu muhtemel olaylar ve gelişmeler üzerinde de enine boyuna durulması gerekmektedir. Çünkü bunlar araştırılıp incelenmeden, bunlar üzerinde düşünülüp taşınılmadan, sağlıklı yorumlar ve değerlendirmeler yapılabilmesi de, onun gerçek anlamda tanıtılabilmesi de mümkün olamayacaktır. O, ömrü boyunca Balkanlarda, İslam aleminde ve bütün dünyada olup bitenlere asla kayıtsız ve ilgisiz kalmamış, sürekli bunlar üzerinde düşünmüş, yorumlar ve değerlendirmeler yapmış, Müslümanların ve insanlığın ortak sorunlarına çözümler ve çareler bulmaya çalışmış bir ilim, fikir ve aksiyon adamıydı. AİLE ÇEVRESİ

Balkan kökenli olan Ali Yakup Hoca, ta küçüklüğünden itibaren çok dindar ve samimi Müslüman bir aile ortamında ve çevresinde yetişti. Babası Fatih Medreselerinde eğitim görmüş, çok iyi bir hafız ve kurra olan Hafız Hüseyin Efendi, annesi ise Hûrişah Hanım’dır. Babası gibi, amcaları da İstanbul’da Fatih Medreselerinde okumuşlar, kendisine daha çocukluğundan itibaren Türklük, Müslümanlık ve Osmanlılık bilincini, şuurunu, sevgisini, ilgisini, merakını ve hayranlığını aşılamışlardı. 1913 yılında, Kosova Eyaletinin Priştine Sancağı’na bağlı Gilan kasabasında dünyaya gelen Ali Yakub Hoca’nın Arnavut asıllı eski ecdadı, İşkodra Katoliklerindenmiş. Bu yüzden ailesi İşkodralılar adıyla anılırmış. Osmanlılar Balkanlara geldikten sonra Müslüman olmuşlar. Sekizinci kuşaktan dedesi Ömer Bey, İşkodra’nın Kolgeci Köyü’nden Gilan Kasabasına bağlı Desivoyca mezrasına gelip yerleşmiş. İslam’ı çok içten ve gönülden

benimsemiş olan bu aileden o çevrede çok iyi tanınan, bilinen, dindar, âlim ve faziletli kimseler yetişmiş. Özellikle eğitimini Niş Medresesi’nde tamamlamış olan büyük dedesi Hacı Yakup Efendi, yalnız Müslümanların değil, kasabadaki Hıristiyanların da çok sevip saydıkları Allah dostu bir insanmış. Kendisini yalnız Müslümanlar değil, kasabadaki Hıristiyanlar da çok severler ve sayarlarmış. Ali Yakup Hoca, yetişip tanıyamadığı bu büyük dedesi hakkında ölümünden yıllar sonra bile pek çok kimseden: ‘Senin deden, çok büyük ve değerli bir insandı! Ne mübarek adamdı! Kasabamızın evliyasıydı!’ gibi övgü dolu sözler duyarmış. Ali Yakup Hoca, çok eski atalarının İslam'la tanıştıktan sonra geçirdikleri değişim bağlamında; İslam’ın değiştirici, dönüştürücü, geliştirici ve yüceltici gücünü şöyle vurgulardı: “Dedem Hacı Yakup Efendi, çok samimi bir Müslüman ve mübarek bir zatmış. Onu çevredeki Hristiyanlar bile çok severlermiş. Hatta hacca gittiği vakit bir Hristiyan: 'Kasabamızın en büyük, en değerli adamı gitti. O evliya gibi bir adamdı!' diye ardından üzüntülerini belirtmiş. Ben de onu çok yakından tanıyan, eskilerden bir Hristiyan’a yetiştim. Bana; 'Senin Yakub deden gerçek bir evliya idi!' demişti. Benim İşkodralı Katolik atalarım Müslüman olduktan sonra işte böyle Hristiyanların gözünde bile makbul ve değerli insanlar haline gelmişler. Eğer Osmanlılar Balkanlara gelmemiş ve İslam’ı getirmemiş olsalardı, biz hepimiz Hıristiyan olarak kalacak, ben de şimdi sizinle Ali Yakup Hoca olarak konuşamayacaktım. Çok şükür, Osmanlılar Balkanlara geldiler, beraberlerinde İslam'ı getirdiler de bizim hidayetimize, dünya 89


ve ahiret saadetimize vesile oldular. Onlar gelmemiş ve İslam'ı getirmemiş olsaydı bizim halimiz ne olurdu? Bunu bir ben değil, bütün Balkan Müslümanları böyle bilir. O kadar ki Balkanlarda, Türklük demek Müslümanlık demekti; her ikisi de aynı anlama geliyordu. Hatta ben sıbyan mektebinde İslam’ın şartını öğrenirken ‘Türklüğün şartı beş!’ diye öğrenmiştim. Hocalar bile kürsüde vaaz ederken, minberde hutbe okurken sık sık ‘Allah’a şükür ki, Allah bizi Türk yarattı! Allah bizi Türklükten ayırmasın!’ diye dua ederlerdi. Halk tek kelime Türkçe bilmezdi ama hangi milletten oldukları sorulduğunda tereddütsüz: ‘Türküm!’ derlerdi. Türklük Balkanlarda, hatta o zamanlar neredeyse bütün dünyada Müslümanların itikadi, siyasi, sosyal, dini, askeri, idari kısacası her türlü birlik ve beraberliklerinin adı durumuna gelmişti. Bu yüzden ben Türkleri, özellikle de Osmanlıları çok severim; onları ve onların adını her zaman, her yerde ve her fırsatta savunurum. Bazıları benim Osmanlıları, Türk Milletini ve Türklüğü bu kadar çok sevmeme, onları bu kadar fazla savunmama hayret ediyorlar, hatta beni kınayanlar bile var. Azizim, bunlar nasıl sevilmez? Onların sadece Balkanlara değil, bütün İslam dünyasına büyük hizmetleri olmuştur. Onların bütün diğer Müslüman halklar ve milletler üzerinde çok büyük hakları vardır ve bu haklar asla ödenemez! Bu millet, Allah yolunda nice şehitler, gaziler, canlar vermişler, tertemiz kanlarını akıtmışlar, çok büyük fedakârlıklara katlanmışlardır. Osmanlıların ve Türk Milletinin İslam’a olan hizmetleri asla unutulamaz! Hatta belki de bu yüzden: ‘Bu millete ihanet eden asla iflah olma! Tarih boyunca iflah olmamıştır; benim kanaatimce bundan sonra da iflah olmayacaktır! Çünkü onlar bin yılı aşkın bir zamandan beri İslam’ın ve Müslümanların birliğini, dirliğini, beraberliğini, bütünlüğünü, izzetini, şerefini, gücünü, kuvvetini, kudretini temsil ettiler, her şeye ve başlarına gelen çok büyük felaketlere rağmen hala da temsile devam ediyorlar. Allah bizden ne istiyor: ‘Allah’a ve Rasulüne itaat edin! Birbirinizle çekişmeyin! Sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider. Bir de sabredin! Çünkü Allah, sabredenlerle beraberdir! (Enfal Suresi, Ayet: 46).’ (Ayette geçen rîh =rüzgar kelimesi, mecazen güç, kuvvet, kudret, yardım ve devlet gibi anlamlara da gelir ki, Türk kelimesinin de benzer anlamlar taşıması çok ilginçtir.)” sayı//64// kasım 90

İKİ ŞEHİT ANASI FEDAKÂR BABAANNE

Ali Yakup Efendi’nin ailesinde yalnız erkekler değil, kadınlar da aynı bilince, aynı duygu ve düşüncelere, aynı dini ve milli gayrete sahipti. O daha dünyayı tanımaya çalışırken, ablalarının hafızlığa çalıştıklarına, sonra Kur’an-ı Kerim’i baştan sona ezberleyip hafız olduklarına tanık olmuştu. Hele babaannesi, son derece imanlı, inançlı, şuurlu, bilinçli, idealist ve gayretli bir Osmanlı hanımefendisiydi. Birinci Dünya Savaşı başlar başlamaz, hemen çok iyi yetişmiş, çok iyi eğitim görmüş, ilim ve irfan sahibi iki sevgili oğlunu birden Osmanlı ordusunda cihada katılmak üzere Kosova’da oluşturulan gönüllüler birliğine katmış, Çanakkale Cephesinde savaşmaya göndermişti. Aradan uzun zaman geçmesine rağmen oğullarından hiçbir haber alamadı. Nihayet bir gün mahalle çeşmesinden su doldurup evine dönerken, kendisine iki oğullarının ikisinin de Çanakkale’de şehit olduğu haberini getirdiler. Bu fedakâr kadın, elindeki su kaplarını hemen oracıkta yere bıraktı. Gözyaşları içinde ellerini açarak: ‘Ey Allah’ım! Sana şükürler olsun! Bana şehit anası olmayı da nasip ettin! Hem de bir değil, iki şehidin birden anası oldum. Bu ne büyük şeref! Sana ne kadar şükretsem azdır!’ diyerek Allah’a şükretmişti. Böyle bir büyük annenin torunu olan, onun terbiyesinde büyüyen küçük Ali Yakup’un, çocuk hassasiyetiyle ondan görüp öğrendiklerinden, duyduklarından, olup bitenlere karşı onun takındığı tutum ve davranışlarından etkilenmemesi mümkün olabilir mi? İLKOKUL YILLARI

Çok dindar bir ortamda, dini bir hava içerisinde büyüyüp yetişen Küçük Ali Yakup, daha dünyaya gözlerini açıp etrafı tanımaya başladığında kendisinden büyük iki ablasının hafızlığa çalıştıklarına şahit oldu. Biraz büyüyünce çok iyi bir hafız ve kura olan babası ona da Kur’an okumayı öğretti ve sekiz yaşında Kur'an'ı hatmetti. Onun dünyaya, olaylara ve hayata bakışı, ilk değer hükümleri bu güzel aile ortamı içinde şekillendi. Sekiz yaşına geldiğinde dört yıllık zorunlu temel eğitime Gilan’daki bir Sırp ilkokulunda başladı. Sabahtan öğlene kadar Sırp okulunda Sırpça eğitim alıyor, öğleden sonrasını da Türkçe öğrenmeye ve İslami eğitime ayırıyordu. Başta babası olmak üzere bu alanlarda uzmanlaşmış üstatlardan, hocalardan özel dersler alıyordu. Ana dili Türkçe olmadığı için, Türkçeyi ancak okula başladıktan sonra ve özel dersler alarak


öğrenip, geliştirmişti. Çevrede, hiç bir menfaat gözetmeden, öğrencilerinden para pul almadan, sırf Allah rızası için, bütün bildiklerini istekli ve kabiliyetli çocuklara ve gençlere canla başla öğretmeye çalışan, değişik dallarda, alanlarda dersler veren fedakâr hocalar ve üstatlar vardı. Küçük Ali Yakup, bu fedakâr hocalardan çok yararlandı ve çok şeyler öğrendi. Bu fedakâr ve cefakâr hocalardan aldığı özel dersler sayesinde Türkçe’yi güzel, doğru ve yanlışsız konuşmayı, okuyup yazmayı, hem de tarihi, edebiyatı ve kültürüyle mükemmel bir şekilde öğrenmeyi başardı. Türkçe’yi, Türk edebiyatını ve şiirini öğrenmesinde, tanıyıp, sevmesinde bu hocalarının çok emeği ve katkısı olmuştu. Daha küçük yaşlarından itibaren Muallim Naci'den Recaizade Ekrem'e kadar pek çok tanınmış Türk şairinin şiirlerini okumayı ve ezberlemeyi çok seviyordu. Babasından da dini bilgileri öğreniyor, Arapça ve inşa dersleri alıyordu. GİLAN MEDRESESİ

Ali Yakup Efendi, 12 yaşında ilkokulu bitirdi. Aynı yıl ablaları da hafızlıklarını tamamlamışlardı. İlkokul tahsilinin ardından, 1924 yılında daha önce babasının ve dedesinin de okudukları kendi kasabalarındaki Gilan Medresesi’ne verildi. 1924-1927 yılları arasında üç yıl boyunca bu Medreseye devam etti. Temel medrese eğitimini burada tamamladı. Ortasında bir mescit bulunan, 12 odalı ve 80 öğrencinin barındığı bu medreseyi ve bu medresede aldığı eğitimi Ali Yakup Hoca ömrü boyunca unutamamıştır. Buradan söz ederken: "Üsküb'e gittim, Mısır'a gittim, bir sürü mektep medrese dolaştım ama Gilan Medresesi’ndeki feyzi hiçbir yerde bulamadım!" derdi. Oradaki medrese hayatını da şöyle anlatırdı: ‘Sabah erkenden, namazdan bir saat kadar önce kalkar abdestlerimizi alır, Kur'an okumaya başlar, sonra da Ezan-ı Muhammedi'yi dinlerdik. Sabah namazımızı cemaatle kıldıktan sonra Kur'an okumaya devam eder, sabah bir, akşam bir olmak üzere her gün iki cüz Kur’an okumaya çalışırdık. Medresemizde çok değerli ve ihlaslı hocalarımız vardı. Hocalarımıza müderris derdik. Burası, 1. 2. ve 3. sınıf olmak üzere üç sınıflı bir medreseydi. Her sınıftan icazet alınır ve bir üst sınıfa geçilirdi. Öğrencilerin İslami bir atmosfer içinde ve sağlam bir şuurla yetişmelerine çok büyük önem veriliyordu. Medresenin en değerli hocalarından biri de, İstanbul’da eğitim görmüş olan Abdurrahman Efendi’ydi. Medresede tam bir sulh, salah ve takva havası hâkimdi. Büyüklerin küçüklere

karşı engin hoşgörüsü, sevgisi, müsamahası, onlara her konuda yardımcı olmaları, kol kanat germeleri, küçüklerin de büyüklere karşı edep ve saygıları, hürmet ve muhabbetleri son derece dikkat çekiciydi. Medresede asla kavga, dövüş, niza, çekiş, dalaş olmazdı. Öğrencilerin, beş vakit namazlarını medresenin ortasındaki camide ve cemaatle kılmaları, sabah namazında bir cüz, ikindi ile akşam namazları arasında da bir cüz olmak üzere günde en az iki cüz Kur’an-ı Kerim okumaları âdettendi. Bütün bunların hiçbir mecburiyeti yoktu ama bir gelenekti. Çok eskiden beri sürüp gelen bu iyice alışılmış, kanıksanmış âdetlerin yerine getirilmesi için kimse kimseye bir şey söylemez, kimse kimseyi böyle bir şeye zorlamaz, hatta hatırlatma gereği bile duymazdı. Ama her nasılsa herkes, bu yazılı olmayan kurallara kendiliğinden ve harfiyyen uyardı. Bu bir yaşam tarzıydı ve hiç kimseye zor gelmezdi.” Gilan Medresesinde aldığı eğitim, Ali Yakup Hoca için çok yararlı olmuş, onun iyi bir şekilde yetişmesine, gelişmesine, sağlam karaktere ve İslami şuura sahip olmasına çok olumlu katkılar sağlamıştı. Ali Yakup Hoca, Gilan Medresesinden edindiği bu güzel âdetini ve alışkanlığını daha sonraları da hiç bırakmamış, ömrünün sonuna kadar sürdürmüştü. Hoca, her gün mutlaka en az bir iki cüz Kur’an-ı Kerim okur, bunu âdet ve alışkanlık haline getirmelerini bütün öğrencilerine de tavsiye ederdi. 91


BOYNUNDA HAÇ İŞARETİ OLAN MÜSLÜM GENÇLER

Burada Müslümanlar önce fakirleştirilmiş, sonra cahilleştirilmiş ve en sonunda da Hristiyanlaştırılmış…

ÇAĞIMIZIN MUS’AB’I MUSA BANGURA-ikiÜmmet olarak Afrika’yı yeniden keşfe muhtacız…Sierra Leone ismi bol miktarda aslan bulunmasından dolayı “aslanlı dağlar” anlamına geliyormuş Sabri GÜLTEKİN

Boynunda haç işareti olan Müslüman gençlerin çokluğu ise ayrı bir vahamet… Mavi ile yeşilin sözlendiği bu güzel ülkede siyah derili, beyaz yürekli insanların arasında ümmet gerçeğini sorgulamadan edemiyor insan. Kiliseye bağlı 29 tane radyo kanalı bulunan ülkede Müslümanlara ait sadece bir tane radyo var; İslâm’ın Sesi Radyosu.Kapitalizmin yozlaştırdığı temiz yüreklerle yüz yüzeyiz… Afrika sınavımız bayramdan bayrama hatırlamakla, kurbandan kurbana gitmekle bitecek bir sınav değil… Afrika diye bir derdimiz, bir de dersimiz olmalı…Ümmet olarak Afrika’yı yeniden keşfe muhtacız…Sierra Leone ismi bol miktarda aslan bulunmasından dolayı “aslanlı dağlar” anlamına geliyormuş…Yemen’de özellikle gençler arasında bağımlılık yapan “gat” otu ne kadar yaygınsa, burada da “marihuana” o kadar yaygın. Hayvan misali geviş getirip duruyorlar… MÜSLÜMANLARI HRİSTAYANLAŞTIRMAYA AHDEDEN PAPAZ

Fakat bu insanların arasında öyle birisi var ki, onu mutlaka tanımak gerekiyor. Böylesi zor şartlar altında davet tebliğini yerine getiren Musa Bangura. Afrika’da bir zenci, pardon bir inci; Musa Bangura…Musa Bangura’nın yaşı 50 civarında… Rahipken Müslüman olmuş bir delikanlı… 1964 yılında Hristiyan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş. Adını Mark Muses Bangura koymuşlar… Babası Amerika’da Evanjelist olan bir kuruluşun üyesi, aynı zamanda etkin bir papaz. Kendisi de ilk eğitimini kilisede almış. Daha sonra Amerika’da eğitimine devam etmiş... “Müslümanlar nasıl Hristiyanlaştırılır?..” üzerine 6 ay özel eğitim almış. Aldığı bu eğitimden sonra Sierra Leone’ye misyoner bir papaz olarak dönmüş. İkna gücü yüksek, azimli ve aktif bir hatip... Müslümanlardaki eğitim yetersizliği, yoksulluk, dinlerinin bilincinde olmayışları misyoner Bangura’nın işini kolaylaştırıyordu.

sayı//64// kasım 92


Müslümanları düşman olarak görüyor, fakat onlara bunu hissettirmeden dostça yaklaşıyordu. Özellikle gençleri hedef alıyor, iyi bir iletişimden sonra İncil’i anlatıyordu. Müslümanlara karşı âdeta Haçlı Seferi ruhu ile hareket ediyordu. İdealinde Afrika’da İslâm’ı sıfırlamak vardı. Çalışmaları CIA’nın bilgisi dahilinde yürütüyordu. Kilise kendini evlendirmiş, gelebileceği en üst konuma gelmişti. Fakat kaderin kendisini nereye çektiğinin farkında değildi. GÖRDÜĞÜ BİR RÜYA İLE HAYATI DEĞİŞTİ

Yine tebliğ için yollara düşmüştü… Bir gece ilginç bir rüya gördü. Bu rüya Mark Muses’i derinden sarsmıştı. Rüyada, “Pastör Moses!.. Neden insanları yanlış bir yola yönlendiriyorsun? İnsanları neden aydınlıktan karanlığa sürüklüyorsun? İslâm’ın aydınlığına yönel ve insanları karanlıktan aydınlığa çıkar” deniyordu. Rüyasındaki kişi abdest almayı, namaz kılmayı da öğretiyordu. İslâm’a girerse kurtuluşa ereceğini, ödüllendirileceğini, şayet kabul etmezse hem dünya hem de ahiretini kaybedenlerden olacağını söylüyordu. Mark Muses korku içinde uyandı. Rüyasında gördüğü kişi insan mı, melek mi, şeytan mı bilemiyordu. Fakat açık olan bir şey vardı. O da dini değiştirmesi isteniyordu. Durumu papazlara sordu, fakat ikna edici cevap alamadı. Psikolojisi sarsılmaya başladı. Çocukluğunda tanıştığı, geçmişte arkadaşı olan, şimdi de bir camide imamlık yapan Hacı İbrahim’e durumu anlattı. BÖYLE GÜZELLİK HERKESE NASİP OLMAZ

Hacı İbrahim, “Ne mutlu sana!.. Sen Allah’ın güzel bir kulusun. Allah hiç kimseyi devreye koymadan, rüya ile seni doğrudan İslâm’a davet ediyor. Hâlâ ne diye bekliyorsun? Niçin Müslüman olmuyorsun? Böylesi güzellik herkese nasip olmaz…” telkininde bulundu. Fakat kilisenin, topyekûn Hristiyan toplumunun muhalefeti, baskısına karşı tek başına nasıl direnecekti?!.. Üstelik tüm maddi varlığı elinden gidecek, fakir düşecek bütün imkân ve rahatını kaybedecekti. Bocalıyordu, fakat kalbi İslâm’dan yana ağır basıyordu.

Tekrar imam Hacı İbrahim Kaigbo’ya gitti. Müslüman olmayı düşündüğünü söyledi. İmam ona, “İslâm yüce bir izzettir, kardeşlik ne güzel bir nimettir” telkiniyle kelime-i şehadet getirterek Müslümanlığın kapısından girmesini sağladı. Artık vesvese, evham ve şüpheden eser kalmamıştı. Bangura, kendini yeniden doğmuş gibi hissediyordu. Yeni ismi de Musa olmuştu. Durumu öğrenen babası, “ya önceki dinine dönersin, ya da seni evlatlıktan reddederim” tehditleri savurmaya başladı. Karanlığı savunmada korkmayan Musa, aydınlık savaşında nasıl bekleyebilirdi? Asla dönüşü olmayan bir yola girmişti ve bunun farkındaydı. “Evladım dikkat et, seni yok edecekler!..” Henüz kilisenin, Hristiyan toplumu Musa’nın Müslüman olduğundan haberleri yoktu. Musa da bu durumu İslâm’ın lehine değiştirmeye düşündü. Bir oturuma davet edildi ve oturumu kendisinin yönetmesini istediler. Musa sözlerine, “Artık ben ne rahibim ne de Hristiyan. Ben artık Müslümanım” diyerek başlamasıyla birlikte salon buz kesti. Delilikle suçlayan mı, hakaret eden mi, acıyarak bakan mı ne ararsanız var. Fakat ne olursa olsun o artık bir Müslümandı. Müslüman kimliğiyle eşini ve çocuklarını İslâm’a davet etmesi ve onların bunu kabul etmemesi yeni bir imtihanın ve ayrılığın kapısını araladı. Artık yanında hanımı ve çocukları yoktu. Kilisenin aldığı kararla evine, arabasına, eşyalarına, parasına ve maaşına el kondu. Bu zor günlerde ona yardım eden bir kişi vardı. O da annesiydi. Hem maddi yardımda bulunuyor hem de, “Evladım dikkat et, seni yok edecekler!..” diye sık sık uyarıyordu. Devam edecek.. 93


ÖMRÜNÜ İLME HASREDEN VAKIF ADAM

MEHMET EMİN SARAÇ Mısır’da M. Zahid Kevserî adında hadis ve fıkıh sahasında otorite olan Osmanlı âliminden ders alır, neticede ondan icazet almaya hak kazanır. Kevserî, seçkin bir âlimdir, Düzceli’dir ve Fatih dersiâmlarındandır. Mısır’da bu zatın dışında Osmanlı’nın son Şeyhülislâm’ı Mustafa Sabri Efendi, Yozgatlı İhsan Efendi, Ali Yakup Efendi gibi Türk hocalardan ve Muhammed Abdulvehhab Buhayrî, Ahmed Fehmi Ebu Sünne, Abdulfettah eş-Şa’a gibi Ezher ulemasından da ders alır ve kendisini yetiştirir. Mehmet Nuri YARDIM

ereketli ömrünü ilme ve bilhassa hadis-i şeriflerin öğretilmesine hasreden mübarek bir vakıf adam, hayırlı bir insandır Mehmet Emin Saraç Hoca. Uzun zamandan beri hakkında bir yazı yazmayı düşünürken İlyas Karaduman’ın Gökkube Yayınları’ndan çıkan İlim Geleneğimizin Örnek Şahsiyeti Mehmet Emin Saraç kitabı elime ulaştı. Çok sevindim. Zira İlyas Karaduman, daha önce “Sözlü Hadis Geleneği ve Günümüz Temsilcilerinden M. Emin Saraç” tezi ile ilmî bir çalışma yapmış, şimdi de bu çalışmasını da kitaplaştırmış bulunuyor. Hocamız hakkında bir kaç makale okumuştum ama bu eser, esaslı bir kaynak oldu. Dolayısıyla bu yazının yazılmasına vesile olan İlyas Karaduman’a teşekkür ederken kıymetli eserini de tanıtmalıyım. Müellif önsözde, Emin Saraç Hocaefendinin geleneği silmeye yönelik dayatmalara karşı verdiği mücadeleden dönmeyen onlarca isimden biri olduğunu belirterek, “50 seneyi aşkın bir süredir Fatih Camii ilim geleneğini, hocalarından şahsına tevdi edilmiş kutsal bir vazife bilip sürdüren Hocefendi, ömrünü talebe yetiştirmeye ve hadis ilmine vakfetmiştir.” demektedir. Karaduman, “Türkiye’de klasik İslâm mirasına sahip çıkma gayretinde olan birkaç isimden birisi” olarak gördüğü Hoca’yı ecdad ile yeni nesil arasında bir köprü şeklinde görmektedir. Osmanlının son bulup Cumhuriyet’in kurulduğu dönemde 1930 yılında Tokat’ın Erbaa ilçesinin Tanoba köyünde dünyaya gelen M. Emin Saraç, çocukken iyi bir terbiye ve dinî bir tahsil alır. Kur’an hizmetkârı, mümtaz bir babanın evladıdır. O devirde yaşadığı bir hadiseyi, hatıralarında şöyle dile getiriyor: “Milli Şef İsmet İnönü devrinde korkunç bir baskı vardı. Öyle bir devir ki Kur’an hadimi olan babam Mustafa Efendi bize Kur’an okuttuğu için mahkemeye çağrılmış, Hâkim Efendi’nin, ‘Sen çocuklara Kur’an okutuyormuşsun, doğru mu?’ sorusuna: ‘Evet, ben çocuklarıma Allah’ın kelâmı olan Kur’an-ı Azimüşşan’ı okutuyorum.’ cevabını verdiği için altı ay hapse mahkûm edilmişti.” ‘Bu baskı ve tazyik’in boyutlarını kavrayabilmek için o dönemi hayal etmek gerek. Kur’an okumak ve ezberlemek için ormanlık ve dağlık alanlar tercih ediliyor. Yine Hocamıza kulak verelim: “Evimizin hemen üst tarafından yukarı doğru orman gidiyor; oralarda, dağlarda hafızlık çalışırdık. Babam

sayı//64// kasım 94


hem fevkalade gayret gösterir hem de gözyaşları içinde dua ederdi: Ya Rabbi, evlatlarımızı din-i mübin-i İslâm’dan ayırma.” Mütedeyyin ve saliha bir annenin, şuurlu ve kâmil bir babanın oğlu olan M. Emin ve kardeşi Osman, daha sonra doğup büyüdükleri topraklardan ilim tahsili için İstanbul’a gelirler. Burada Ali Haydar Efendi’nin rahle-i tedrisinden geçecektir. Ne var ki o nazik devirde tarassut altında olan Ali Haydar Efendi, ilim tâlibini, Fatih Camii Baş İmamı Ömer Efendi’ye emanet eder. Camiden Karagümrük’teki Üçbaş Medresesi’ne geçiş... Burada ikamet eden Süleyman Efendi’den Buhârî Şerif’in birinci ve ikinci ciltlerini okur ve ilk hadis icazetini Muhaddis Hacı Ferhad-ı Rizevî silsilesinden gelen iczatename ile Süleyman Efendi’den alır. Bu medresede 1950’ye kadar kalır. Gümülcineli Mustafa Efendi, Muhaddis İbrahim Efendi, Arnavut Hüsrev Efendi,Silistreli Süleyman Hilmi Tunahan Efendi gibi hocalardan tefsir, hadis, fıkıh ve usul dersleri alır. Bir çok temel dinî eseri okur. Tabii bütün bu dersler gizlice işleniyor. Zira devir dinî tedrisata serbestiyet tanınan bir devir değil. Aksine takibatlarla dolu. İLİM TAHSİLİ İÇİN MISIR’A YOLCULUK...

Bir çok ilim tâliblisinin kaderidir gurbete çıkmak. İstanbul’da rahat ve serbest dinî ilim tahsili göremeyeceğini anlayan M. Emin Saraç, Hocası Ali Haydar Efendi’nin teşvikleri ve yönlendirmesi ile Mısır’a “ilim hicreti” yapar. Zahmetli bir yolculuktur bu. Ama “Âşığa Bağdat uzak değildir.” Bir bakıma Mehmed Âkif’in benzer bir kaderini yaşar. Zaman zaman maddi sıkıntılar çeker ama bu Müslüman ülkede dokuz sene kalır. Mısır’da M. Zahid Kevserî adında hadis ve fıkıh sahasında otorite olan Osmanlı âliminden ders alır, neticede ondan icazet almaya hak kazanır. Kevserî, seçkin bir âlimdir, Düzceli’dir ve Fatih dersiâmlarındandır. Mısır’da bu zatın dışında Osmanlı’nın son Şeyhülislâm’ı Mustafa Sabri Efendi, Yozgatlı İhsan Efendi, Ali Yakup Efendi gibi Türk hocalardan ve Muhammed Abdulvehhab Buhayrî, Ahmed Fehmi Ebu Sünne, Abdulfettah eş-Şa’a gibi Ezher ulemasından da ders alır ve kendisini yetiştirir. Mısır’daki âlimlerin Türkiye’den gelen talebelere bakışı müspettir, onları “Osmanlı Devletinin Çocukları” olarak görür ve himâye ederler. VE TÜRKİYE’YE DÖNÜŞ

M.Emin Saraç ve Osman Saraç 1958 senesinin sonunda Türkiye’ye dönerler. Emin Saraç

Hoca İstanbul İmam Hatip Lisesi’ne davet edilir ve burada öğretmenlik yapmaya başlar. Devrin âlimlerini ve hocalarını ziyaret edip onlarla tanışır. Askerlik, evlilik (Hoca efendi Devrin,alim ve müftülerinden Ali Yekta Sundu efendinin damadı olur) ve hac vazifesi... İlim Yayma Cemiyeti’nde diğer hocalarla birlikte verilen dersler... Haseki Eğitim Merkezi’nde hocalık ve hocanın hayatıyla özdeşleşen Fatih Camii’ndeki hadis dersleri... Eserin önemli bir bölümünde, âlimimizin Türkiye’deki ve Mısır’daki hocaları anlatılıyor. Tabii geniş bir şekilde. Hayatları, müktesebatları ve yetiştirdikleri talebelerden bahsediliyor. Ali Haydar Efendi, Baş Kayyım Süleyman Efendi, Süleyman Hilmi Tunahan Efendi Hüsrev Efendi, Gümülcineli Mustafa Efendi.. Sonra Mısır’daki hocalar... Başta Muhammed Zahid Kevserî olmak üzere diğer mütebahhir Mısırlı âlimler... Kuru biyografik bilgilerle yetinmemiş İlyas Karaduman, kitabın sayfalarına mühim hatıralar, değerli anekdotlar ve bazı bilgileri de bulup eklemiş. Babanzâde Ahmet Naim, Mahmud Sami Ramazanoğlu, Bediüzzaman Said Nursi, Ahmed Davudoğlu, Hacı Cemal Öğüt, Gönenli Mehmed Efendi, Esad Coşan, Ali Ulvi Kurucu, Osman Nuri Topbaş, Arvasi Ailesi ve daha pek çok şahsiyetle alakalı intibalar dikkat çekici. İslâm dünyasından da bir çok mütefekkir ve müellifden bahsediliyor. Talebelerinin gözüyle M. Emin Saraç Hocanın çizilen portreleri de büyük önem arz ediyor. İyiliklere ve güzelliklere hasredilmiş kutlu bir hayatın portresi... Ömrünü İslâm’a, hadis-i şeriflere adamış bir ahlâk ve fazilet adamıdır anlatılan. Bütün sarsıntılara, engellemelere rağmen islam inancının en doğru hâliyle Türkiye’de yaşatılmasında büyük emekleri olan hocalarımızdandır M. Emin Saraç. O belki merhum İsmail Saib Sencer Hoca gibi kitap yazmamıştır ama herbiri âdeta birer ‘canlı kitap’ olan binlerce talebe yetiştirmiştir. Onların Ehl-i Sünnet inancına uygun olarak Kur’an-ı Kerim’in ve Hadis-i Şeriflerin ışığında yaşamalarını, sırat-ı müstakimden ayrılmamalarını, yüreklerinde Hazreti Peygamber muhabbeti beslemelerini sağlamıştır. Maziyi küçümseyenlere karşı geleneğin sağlam kalesini âdeta bütün hücreleriyle korumuştur. Onun için İslam’ın iki temel kaynağı vardır: Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniye, yani peygamber Efendimizin hadis-i şerifleri. Dolayısıyla bütün himmeti, 95


bu hizmet yolunda harcanmıştır. Başta Hadis-i Şerifler olmak üzere İslamî ilimleri öğrenmeyi ve öğretmeyi, biricik gayesi olarak görmüştür. Yarım asrı aşan süre Fatih Camii’nde ve muhtelif mekânlarda Kütüb-ü Sitte, Sahih-i Buharî, Sahih-i Müslim, Sünen-i Ebu Dâvûd, Sünen-i Tirmizi, Sünen-i Nesâî, Sünen-i İbn Mâce, Muvatta, Riyazu’s Sâlihin, Şifa-i Şerif, Buluğu’l Merâm, Şemâil-i Şerif, Mişkâtü’l Mesâbih, Et-Tâcu’l Câmi, Kaside-i Bürde, Te’nibül’l Hatîb, Kavâ’idü’t Tahdis, Meşârıku’l Envârini Nebeviyye, İrşâdu Tullabi’l Hakâik, İşâratu’l Merâm, Şerhu’l Akâid, Şerhu’l Fıkhı’l Ekber, El Âlim ve’l Muteallim, El-İhtiyar, Hidâye, Kudûri Şerif, Reddu’l Muhtâr, Merâku’l Felâh, Dürer, Mir’at,Fethu’l Kadir, İbnu Usûli’l Fıkh, Tefrisu’l Celâleyn, Tefsiri’l Ahkâm, Enveâr’t Tenzil, Tefsirun-Nesefî, Tefsiru İbn Kesir, Risaletu’l Müsterşidin, Elfiye, Nahvü’l Vâdıh gibi temel İslamî ve ilmî eserleri büyük bir sabır, gayret, azim ve inançla talebelerine anlatmış, şerhetmiş, izah etmiş ve gençlerin bu bilgilerle mücehhez olmasını dilemiş, öğrendiklerini hayata geçirmelerini istemiştir. O derslerini bir ibadet aşkıyla verir, talebelerine evladı gibi sahip çıkar. Bugün Türkiye’nin bir çok şehrinde onun rahle-i tedrisinden geçen âlim, hâfız, akademisyen ve siyaset adamları vardır. Öyle bir rahle ki, bir çok üniversitenin anfisindeki kürsülerden daha etkili ve bereketli. 1958 yılından beri yani 61 yıldan beri aynı aşk ve şevkle ders verip talebe yetiştiren Hoca, ‘vatan sathını mektep yapan’ müstesna ve âbide şahsiyetlerdendir. İslâm’dan sapmaları ve sapık yolları gören ve buna üzülen Hocamız, Müslümanların ancak Kur’an-ı Kerim ve sayı//64// kasım 96

Sünnet-i Seniyeye sarılarak kurtulabileceğine ve doğruyu bulabilceğine inanır. Talebelerinden İsmail İpek, Hocaefendi’nin hadis okunmasını devamlı surette teşvik ettiğini belirtiyor ve şöyle diyor: “Emin hocam hadis okuyan insanların yüzünün nurlu, ömrünün uzun, rızkının bol, sağlığının mükemmel ve hayatının huzurlu olacağını hep söyler. Hadis okumanın insana çok büyük faydası olacağını sık sık belirtir.” Camiler sadece ibadet yeri değil ilim mekânlarıdır aynı zamanda. Tarih boyunca Müslümanlar camilerde ilim tedris etmişlerdir. Ve camide ders verme usulünün kökü Hazreti Peygambere kadar dayanır. İslam geleneğine has bir uygulama olan bu hizmeti ihya eden Emin Saraç Hocaefendi, bu davranışıyla ülkemizdeki yaklaşık 90 bin camideki imamlara da örnek olmaktadır. Onlara bir bakıma yol göstermektedir. Camide vaaz ve nasihatın sadece cuma günleri yapılmayacağını, her gün bu tarz bilgilerin cemaate aktarılması gerektiğini hatırlatmaktadır. İlyas Karaduman kitabının sonunda şu satırlara yer veriyor: “Geleneksel İslâmî ilimleri yeni nesillere ulaşırma misyonu, modernizme karşı kararlı duruşu, Ehl-i Sünnet akaîdine sıkı bağlılığı gibi fikrî yapısının karakteristik özellikleri, günümüz ilim arenasında tek tek ele alınarak işlenmesi gereken hususlardandır.” Feyizli çalışmalar yaparak hayırlı bir neslin vücut bulmasını sağlayan aziz Hocamıza sağlıklı, bereketli, huzurlu ve hayırlı bir ömür diliyorum.




Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.