ŞEHİR ve KÜLTÜR - 49. Sayı

Page 1



Biz’den… Akîde Şekeri Verelim Çocuklara… Akîde Şekeri Verelim Çocuklara… Şehirleri ve Kültürlerini daha çok seyyahların yazdıklarından yola çıkarak bütünleştiririz.. Tarih boyunca seyyahların yazdıklarına ait yorumları da köklerine milliyetlerine bakarak ayrıştırırız.. Tarihin derinliklerinden gelen seyyahları artık çok iyi tanıyor ve biliyoruz, onlar bizim meslektaşımız ve arşiv kaynaklarımız olmuşlardır…Yeni nesil seyyahlarımızı da ortaya çıkarmak için, onları yazmaya teşvik ediyoruz.. Ortaya bir şey çıksın ve haklarında bugün ve gelecekte kararımızı verelim diye.. Seyyahlar kadar uzun ve teferruatlı yazmasalar da şairlerin şehirler hakkında yazdıkları da ayrı ve çok önemli kaynak bizler için.. Türk atasözünde dediği gibi “ Az söz, us sözdür.” Bir gün şehirlerin şairlerini dile getirteceğim muhakkak, ve şehirde söz şairin diyeceğim.. Şu birkaç örnek gibi; Kavafis yazmış, Cevat Çapan tercüme etmiş şiiri.. … Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim, dedin Bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet…../ Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın. Bu şehir arkandan gelecektir . … Kaybolan Şehir ile Yahya Kemal ne güzel söylemiş.. Vaktiyle öz vatanda bizimken, bugün niçin, Üsküp bizim değil? Bunu duydum için için.. … Ahmet Hamdi Tanpınar/Bursada Zaman’ı dile getiriyor, Bu hayale uyur Bursa her gece, Her şafak onunla uyanır,güler Gümüş aydınlıkta serviler,güller Serin Hülyasıyla çeşmelerin. … MEMLEKETİMİ seviyorum diyor, Nazım Hikmet .. Memleketim ne kadar geniş; Dolaşmakla bitmez, tükenmez gibi geliyor insana. Edirne, İzmir, Ulukışla, Maraş, Trabzon, Erzurum. … Necip FAZIL Kısakürek ’te aşk İstanbul : Canım İstanbul Çiçeği altınyaldız, suyu telli pulludur; Ay ve Güneş ezelden iki İstanbulludur. .. Bedri Rahmi Eyüboğlu, Büyük Şehirleri Takdim ediyor; Sana Büyük Şehirlerden bahsedeceğim; En büyük camiler orada kurulur En küçük mezarlar orada kazılır. En kara yazılar orda dizilir Yüksek minarelerde sala verilir Civar hanelerde zina edilir Büyük şehirlerde Yalan söylenir tosunum…

Cahit Sıtkı Tarancı,” Şehir” derken bile dikkatlidir Ve Şehir sabah akşam bu gürültüdür, Bakan, minareler, kubbeler görünür, Minyatür bir gök ve serseri bulutlar; Bacalar tütmekte yakından ve uzaktan, Kuşlar saçaklarda mahzun kanat çırpar, Usanmış durur damlar göğe bakmaktan. .. Nede olsa “Yabancı Şehir” dir Behçet Necatigil’e göre.. Bu şehirde akşama doğru, İçime korku Ayaklarıma karasu iner Şairler, şehirleri tarih boyunca yazdılar, yazıyorlar yazmaya devam edecekler.. Şehir ve Kültür dergisi olarak, 49 ay boyunca Şehirlerin hikayelerini, mimarisini, insanlarını, şairlerini ,kitaplarını ,kütüphanelerini evlerini mahallelerini, hanlarını hamamlarını mescitlerini camilerini, mezarlıklarını kiliselerini ayazmalarını , parklarını, anıtlarını yazıyoruz, yazmaya devam edeceğiz.. Bunlar sizin bizim milletimizin kültürüdür.. Yetmez , Müslüman coğrafyanın şehirleri ve Dünya şehirlerini ve kültürlerini burada paylaşıyoruz.. Kurban Bayramını idrak edeceğimiz Bu zaferler ay’ında kültürlerimizi yaşatalım.. Çocuklar komşulara bayram harçlığı almak için el öpmeye gitsinler.. Hatta bayram harçlığı istesinler.. Mendiller verilsin çocuklara, çoraplar verilsin ve de Kitaplar verilsin.. Hatta pazarlık yapılsın çocuklarla,- Bunu oku anlat bir daha gel al.. denilsin.. Çocuklar bayramı doya doya yaşasınlar.. Yetim çocukları sevindirelim.. Çocuklar ayrışmadan Almayı vermeyi , paylaşmayı öğrensinler arkadaşlarıyla.. Çukulatadan vazgeçelim, Akide Şekeri verelim çocuklara.. Akide şekeri sembolü; İnanç, bağlılık, birbirinden ayrılmamak, yapışmak anlamındadır. Akidleşmenin ne demek olduğunu öğretelim, hakk ve hukuku öğrensinler diye… Bayramlarımız, bayram gibi olsun diye... Hz. Mevlânâ diyor ki; "Susun, dinleyin!" emrini işit, sükût et. Madem ki Hak dili olamadın, kulak kesil. Söylersen bile sual tarzında söz söyle. Büyüklerle edepli konuş! “Hoş bulduk efendim, Hoşça bakın zatınıza…” Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni


içindekiler

4

KUDÜS DÜŞERSE

DÜNYA DÜŞER

Prof.Dr.Zekeriya KURŞUN

6 10

20

GÖNLÜMÜ SIZLATAN HAN DUVARLARI: SiVAS’TA iHYA EDİLEN BiR VAKIF ESERi

BEHRAMPAŞA HANI (OTELi)

İbrahim YASAK

TÜRKiYE iLE TÜRKiSTAN

ARASINDAKi KAPI:

NAHÇIVAN

Doç. Dr. Abdulhamit AVŞAR

ÇEMBERLiTAŞ’TAKi

YAPILAR VE iNSANLAR -üç-

Mehmet Kâmil BERSE

14

MiMARLIKTA GELENEKSELLiK

BiR MODA MI, YOKSA MASAL MI?

Kâmil UĞURLU

ŞEHİR ve KÜLTÜR: Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488. İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yard.Doç.Dr.Recep Çelik Editörler: Edebiyat,Tarih/ Fahri Tuna Medeniyet/ Yrd.Doç. Dr.Recep Çelik Şehirler/ Yrd.Doç.Dr.Ali Mazak Sanat,Kültür / Giray Tarhanoğlu

24 35 44

SU MEDENiYETiMiZ VE KAYIP ÇEŞMELER DR. Şimşek DENiZ

KÖTÜ HAL BiNDiRiMi

Recep ARSLAN

KUDÜS NOTLARI Musa YAŞAROĞLU

Reklam: Savaş Tulgar Pazarlama ve Halkla İlişkiler: Atilla Akdemir, Ahmet Şayır. Ankara Temsilcisi: Yaşar Dinçkal Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Erkan Çav, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse,

Tashih: Hüseyin Movit , Ubeydullah Kısacık. Grafik Tasarım: Gazanfer Kırımlı / Martı Ajans Ltd.Şti Koordinasyon ve Teknoloji: İsmail Yılmaz- A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Bekir Karlıga, Prof.Dr.Hüsrev Hatemi, Doç.Dr.İbrahim Demir, Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Zekeriya Kurşun, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan, Prof.Dr.Celal Erbay, Prof.Dr.Nurullah Genç, Prof.Dr.Recep


17 SANCAK / İbrahim BAŞER 18 DERİNLİĞİNİ KAYBEDEN EĞİTİM / Prof.Dr. E. Nazif GÜRDOĞAN

50

23 YÂDİGÂR -şiir- / Kâmil UĞURLU

KAPALIÇARŞI

28 YİTİK COĞRAFYANIN ŞEHİRLERİ BUDAPEŞTE VE DOBRUCA / Hüseyin YÜRÜK

Nuri DURUCU

32 AZİMLİ BİR TAŞRA DERGİSİ; ALKIŞ / Serdar YAKAR

-evvel-

36 KÜLTÜR VE TURİZM ARASINDA SIKIŞAN MEDENİYET DEĞERLERİMİZ/ Cem ERİŞ 39 KAPILAR VE ARDINDAKİLER / Prof. Dr. İsmail GÜLEÇ

64

iLKEL KÜLTÜRLERDEN MEDENiYETE BiR MiRAS:

GÖBEKLiTEPE Göktuğ HALiS

40 BİR ZİHNİYET OKUMASI: KÖYLÜ VE ŞEHİRLİ / Mehmet KURTOĞLU 46 ADANA “GÖNLÜMÜN KALDIĞI ŞEHİR” ŞEHİR SOHBETLERİ - sekiz- / Ahmet NARİNOĞLU 52 ŞEHİRLERİ KAVUŞTURAN “PİLOT” OLSAK MI? / Dr. Muhittin Hasan UNCULAR 54 TUZİ ŞEHİTLİĞİ VE NİZAM CAMİİ / Mehmet MAZAK 56 CİZRE GÜNLÜĞÜ -ikinci- / Prof. Dr. Âdem EFE

90 NARMAN ERZURUM’UN ŞiRiN iLÇESi:

Prof. Dr. H. Ömer ÖZDEN

60 BİR ORTA AVRUPA SEYAHATİ -İkinci- / Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ 70 BİZANS’TAN ALACAK DERSLERİMİZ VAR / Tolga SAÇIKARALI 73 FELAHI’MIZ KESİLMEMİŞ! / Seyfullah EKMEN 74 KERVANSARAYLAR, ÜLKENİN ZENGİNLİĞİYDİ! /Muhsin İlyas SUBAŞI 76 SÜKÛT SÜKÛNET / Recep GARİP 78 TEVHİD ŞEHİRLERİNE HİCRET VE BAYRAM / Sabri GÜLTEKİN

94

TÜRK BASININDA, ESTET VE ÜSTAD:

MEHMED ŞEVKET EYGi Mehmet Nuri Yardım

Toparlı, Prof.Dr.Hamit ER, Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof.Dr.M.Sıtkı Bilgin, Prof.Dr.Hamza Ateş , Doç. Dr.Muharrem Es. Prof.Dr.İbrahim Maraş, Doç.Dr.Ali Satan,Doç.Dr.A.Hikmet Atan, Yard.Doç.Dr.Erkan Çav, Dr.Önder Bayır, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Muzaffer Doğan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Yaşar Dinçkal Fiatı: 17 TL (KDV DAHİL) KKTC fiatı: 25 TL. Abone Yıllık: İstanbul 180 TL. İstanbul Dışı 190 TL. Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR3100 0460 0028 8880 0005 6479 Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatih-İstanbul Tel: 0212 534 15 11

82 VARŞOVA ASYA – PASİFİK MÜZESİ / Salih DOĞAN 86 KIZILELMA.. YENİ VE YENİDEN / Nermin TAYLAN 88 ŞEHİRDE KAYBOLMAK / Mustafa UÇURUM GSM: 0553 9113188 Fax: 0212 534 13 27 e-posta : info@dersaadet.org.tr • www.dersaadethaber.com

www.sehirvekultur.com.tr • www.dersaadet.tv • /Videomakale /VideoMakale www.videomakale.net /SehirveKulturD • /DersaadetTV

/DersaadetTv

Baskı: Gök Matbaacılık Promosyon Reklam ve Tekstil San. Tic.Ltd. Şti. Tevfik bey Mah Halkalı Cad. No:162 / 7 Sefaköy - İstanbul Tel: (0212) 693 68 59 Fax: (0212) 697 70 70

Kapak Resmi:


KUDÜS DÜŞERSE

DÜNYA DÜŞER Bugünkü tartışma 14 Temmuz günü İsrail’in Mescid-i Aksa’da silahlı saldırıda bulunduğunu iddia ettiği üç Filistinliyi öldürmesi ile başladı zannedilmesin. Kutsal mekanlara, Mescid-i Aksa’ya girişlerde yaşanan yaş sınırlaması, ezanın hoparlörden okunmasının yasaklanma girişimleri ve geçmişteki daha pek çok yasak unutulmasın. Yani bu durum yeni değil. Buna alıştırılarak gelindi. Prof. Dr. Zekeriya KURŞUN*

udüs 100 yıldır kan ağlıyor. Ünlü bir Katolik olan Mark Sykes’in telkini ve meşhur kimyager Siyonist Weizmann’ın girişimi ile İngiltere dış işleri bakanı Balfour’un deklarasyonundan başlayarak, Birinci Dünya Savaşı yıllarında İngiliz işgaline girdikten beri kan ağlıyor Kudüs. Kudüs, İngilizlerin beceriksiz idaresinde MüslümanYahudi çatışmasını ağlama duvarından el Halil camisine ve oradan bütün kutsal mekanlara taşıdığından beri kan ağlıyor. İkinci Dünya Savaşında sokaklarında bütün kirli ellerin buluşup tokalaşmasından ve istihbarat ağlarının kesişmesinden sonra da kan ağlamaya devam etti Kudüs. 1947’de BM’nin taksim planı bir kere daha ağlattı Kudüs’ü. İngilizlerin bölgeyi boşaltıp, 1948 yılı Mayıs ayında İsrail devleti ilan edildiğinde artık kurumuştu gözleri Kudüs’ün. Akıtacak ne yaş kalmıştı ne de ağlayacak mecali. Bu tarihten günümüze Filistinliler pek çok yasakla karşılaştı. Çoğu kere nefes alma hürriyetleri bile engellendi. Sürgüne giden milyonlarca mültecinin geri dönüşü yasaklandı. Aileler Batı Şeria ile Gazze arasında bölündü. Köyler şehirlerinden koptu, şehirlerin gelişmesi durdu ve hepsi sığınma kamplarına dönüştü. Savaşlar, görüşmeler, Camp David, Madrid ve Oslo hiçbiri ne “tek devlet iki toplum” ve ne de “iki devlet” çözümünü üretemedi. Palyatif tedbirler ve siyaseten gönül alan girişimler oldu. Hiç kimse İsrail’in bir ulus devletten bir Yahudi devletine evirilmesine muhalefet edemedi. Ama Filistin bayrağını da BM önünde göndere çekerek hem gönül alındı ve hem de zaman kazanıldı. Filistinliler ikiye hatta daha fazla guruplara bölünerek siyasi çözüm arayışları tıkandı. Gazze defalarca ablukaya alındı. 2 milyon insanın yurdu hapishaneye dönüştürüldü. En basit insani hak ve hürriyetlerinden yoksun bırakılmış bu insanlar bir de terörist olmakla suçlandı. BM, İİT, Arap Birliği ve daha pek çok uluslararası kuruluşlar meseleye taraf oldular fakat çözüm üretemediler. Bugün Ortadoğu dörtlüsünün (BM, AB, ABD ve Rusya) son yaşanan gelişmeler karşısında yaptığı gibi çoğu kere çözümü olmayan “tavsiyeler” ürettiler. PEKİ NEDEN?

*FSMVÜ Tarih Anabilim Dalı Başkanı

sayı//49// ağustos 4

Birçok sebebi var elbet fakat detaylara giremeyeceğim. Ama asıl nedenin sorunun 100 yıl içinde dünyayı ilgilendiren büyük


bir medeniyet ve paylaşım kavgasından küçültülerek, sadece Filistin-İsrail çatışmasına indirgenmesindedir. Tabii olarak dünyada güçlü lobisi olan İsrail bütün agresif davranışlarını “varlığını sürdürebilme adına” meşrulaştırabildi. Filistinlilerin meşru talepleri ve hayatta kalma mücadeleleri de İsrail’in güvenliğine endekslendi. İsrail güven duymadıkça onlara hayat yasaklandı. Böylece lokal bir probleme dönüşen Filistin sorunu alışkanlık yaptı ve çözümsüz kaldı. Gösterilen ilgi her lokal olaya gösterilenden farklı olmadı. Soruna global yaklaşım sergileyen pek çok Müslüman ve Hristiyan lider ise çoğu kere sempatik görünmek adına, İsrail’in “Hasbara” bakanlığında hazırlanan metinlerden seçilmiş cümleleri okudu. Bugünkü tartışma 14 Temmuz günü İsrail’in Mescid-i Aksa’da silahlı saldırıda bulunduğunu iddia ettiği üç Filistinliyi öldürmesi ile başladı zannedilmesin. Kutsal mekanlara, Mescid-i Aksa’ya girişlerde yaşanan yaş sınırlaması, ezanın hoparlörden okunmasının yasaklanma girişimleri ve geçmişteki daha pek çok yasak unutulmasın. Yani bu durum yeni değil. Buna alıştırılarak gelindi. Balfour’un 100. Yılında Yahudi Devletine Doğru İsrail, Kasım 2017 ‘de Yahudilere “bir yurt” vaadi veren Balfour deklarasyonunun 100. yılını kutlayacak. İsrail, yüzyıl önce bu sayede elde ettiği ve önce “yurt” ve sonra “devlete” dönüştürdüğü ama asla egemen olamadığı Kudüs’ü fiili başkent yapmak istiyor. Bu yüzden gerilimi tırmandırarak, meseleyi yine lokal bir çekişmenin parçası yapıp dünyaya sesleniyor. Yani şiddetle sempati topluyor. Önce yasaklar koyacak, sonra bu yasakları kaldırıp Mescid-i Aksa’ya özgürce girmenin bedeli olarak –tabi bugün dünyanın hassas olduğu terörü ve güvenlik tedbirlerini de bahane ederek- hedefini gerçekleştirecek. Bir zamanlar herkesin güvenle girdiği Kudüs şehri ve mabetleri İsrail’in arzusuna göre açılıp kapanacak. Mabetlere girip çıkan Müslüman ve Hristiyanlar potansiyel terörist olarak tasnif edilecek. Oysa bu toprakların mirasındaki tecrübe bu değildir. Bütün Ortadoğu coğrafyasında özellikle de Kudüs’te tarih boyunca dini hürriyetler hep garanti altında olmuştur. Siyasi sistemler ve idareciler özellikle İspanya’dan kovulmalarından

sonra bu bölgelere göç eden Yahudilere karşı yerli Hristiyanların bazı haksız yargıları karşısında daima teyakkuzda bulunmuşlar ve Yahudileri korumuşlardı. Osmanlı asırlarında Sultanlar, özellikle 18 ve 19. yüzyılda Suriye, Halep, Rodos ve daha pek çok yerde kaybolan Hristiyanların Yahudiler tarafından kaçırılıp dini bir törende kanlarının kullanıldığı efsanesi ile mücadele etmişlerdir. Yaptırdıkları araştırmalar ve yayımladıkları ferman ve iradeler ile suçsuz ve masum Yahudilerin bu cahilane efsane ile zarar görmeleri önlendiği gibi, sinagoglarında da asla baskı görmeden özgürce ibadetlerini sürdürmelerine imkan vermişlerdir. Bugün Kudüs meselesi ne İsrail’e ne de Filistinlilere bırakılacak kadar yerel bir mesele değildir. Bu mesele bütün dünyayı ilgilendirmektedir. Dünya halklarının bugün sahip olduğu duyarlılığın siyasiler ve liderler tarafından da görülmesi gerekir. Elbette Müslümanların mabedi olan Mescid-i Aksa meselenin özündedir fakat sorun bundan ibaret değildir. Kudüs meselesi, Mescid-i Aksa üzerinden -Filistin meselesi gibi- küçültülerek hedef saptırılmak istenmektedir. Kudüs sorunu kendi tasarrufuna bırakılması halinde İsrail’e –en azından bazı kesimlerinebir ulus devletten Yahudi devletine gidişin imkanını vermek demek olacaktır. Bu da Filistinlilerin felaketi değil, tam aksine dünyanın felaketi olacaktır. Dünya, bir din devleti iddiası sürdüren terör gurubu IŞİD’e karşı aciz kalmış iken böyle bir gelişme karşısında antisemitizmden beslenen yeni Haçlı örgütlerin doğması ihtimaline karşı ne yapabilecektir? Bırakın Müslümanların din ve ibadet hürriyetini korumayı; meşruiyetini mevcut sempatiden alarak yükselen bir Yahudi devleti karşısında dünya demokratik ve evrensel değerleri, kutsanan insan hakları ve benzeri prensipleri nasıl yaşatabilecektir? 5


TÜRKİYE İLE TÜRKİSTAN ARASINDAKİ KAPI:

NAHÇIVAN

Evliya Çelebi, şehrin adının “Nakş-i Cihân” (dünyanın süsü) demek olduğunu söyler. Ünlü seyyaha göre şehir, ilk olarak Turan hükümdarı Efrâsiyâb (Alp Er Tunga) tarafından kurulmuştur. Şehri önemli kılan bir başka tarihî olay da Hz. Nuh’un gemisinin Tufan’dan sonra burada karaya oturduğuna dair rivayetlerdir. Doç. Dr. Abdulhamit AVŞAR*

*TRT Kazakistan Temsilcisi

sayı//49// ağustos 6

zerbaycan’a bağlı Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti Türkiye’nin doğu sınırında, İran ve Ermenistan arasında yer almaktadır. Güneyi ve batısından İran, kuzeyi ve doğusundan Ermenistan topraklarıyla çevrilmiştir. Kuzeybatısında yer alan Türkiye ileyse kısa bir sınırı vardır. Dilucu olarak adlandırılan bu sınırın ortasından geçen Aras Nehri üzerinde Hasret Köprüsü bulunur ve geçişler bu yolla sağlanır. 5.502,73 kilometrekare yüzölçümüne sahip olan Nahçıvan, Azerbaycan’ın yaklaşık % 6,3’ünü oluşturmaktadır. Nahçıvan’a adım atıldığında ilk dikkatleri çeken Ağrı Dağı’nın ihtişamlı görüntüsü oluyor. Bu manzara, gökyüzünü kaplayan bulutlarla birleşerek âdeta masallardan çıkıp gelen bir sahneyi andırıyor. Bu özerk cumhuriyet, içinde pek çok dağ barındıran bir bölgedir. Etrafa göz gezdirildiğinde karlı dağların art arda sıralandığı görülür. Dağlar, Nahçıvan için yalnızca tabiatı güzelleştiren harikalar değildir. Mesela Tuzdağı. Sovyetler Birliği’nin tuz ihtiyacı yıllar boyu buradan sağlandı. Üretim, bugün de devam ediyor. Ayrıca, astım gibi bazı hastalıklar için tedavi merkezi olarak da yararlanılıyor. Nahçıvan, Aras nehrinin kollarından Nahçıvançay’ın kıyısında, deniz seviyesinden 910 m. yükseklikte kurulmuştur. Evliya Çelebi, şehrin adının “Nakş-i Cihân” (dünyanın süsü) demek olduğunu söyler. Ünlü seyyaha göre şehir, ilk olarak Turan hükümdarı Efrâsiyâb (Alp Er Tunga) tarafından kurulmuştur. Şehri önemli kılan bir başka tarihî olay da Hz. Nuh’un gemisinin Tufan’dan sonra burada karaya oturduğuna dair rivayetlerdir. Nitekim şehri kuşatan yüce dağların zirvesinde “Gemikaya” adı verilen bir yer dahi bulunmaktadır. Bugün hâlâ halk arasında yaygın inanışa göre, Hazreti Nuh’un gemisi, Ağrı Dağına çarptıktan sonra burada karaya oturmuştur. Gemideki insanlar, suların çekilmesiyle Nahçıvan’da toprağa ayak basmış ve insanlığın ikinci yeni hayatı burada başlamıştır. Gemi ise zamanla taşlaşarak kaya haline gelmiş ve bundan dolayı da “Gemikaya” olarak adlandırılmıştır. Bölge insanı, bu rivayetin gerçekliğine öylesine inanmış ki, bölgede Hz. Nuh (a.s.)’a ait olduğu söylenen bir türbe dahi bulunmaktadır. İnanışa göre Hz. Nuh, tufandan sonra hayatını hep burada sürdürmüş, vefatının ardından da


türbenin bulunduğu yere defnedilmiştir. Buraya ilk türbe ise 8.yüzyılda inşa edilmiş, sonraları zaman zaman yenilenmiştir. Söylendiğine göre, bugünkü türbenin yapıldığı yerde önceleri bir mabet kalıntısı bulunuyormuş. Gemikaya’nın bir başka özelliği de çevresinde bulunan runik ve resim yazılardır. Yapılan araştırmalarda bu yazıların dinî metinler olduğu anlaşılmıştır. Gemikaya resim yazıları, Küçük Kafkas Dağlarının en yüksek zirvesi olan 3907 metre yüksekliğindeki Kapıcık tepesinin güney ve batı taraflarındaki yamaçlarda yer almaktadır ve 1965 yılında keşfedilmiştir. Ordubad bölgesinde bulunan bu runik yazıların tarihinin M.Ö. 5.000’lere dayandığı ortaya çıkmıştır. Bu da bölgedeki yerleşimlerin çok eskilere dayandığını gösteren bir başka delildir. Şehri dolaşırken gündelik hayatın ağır işlediğine tanık olunuyor. Sokaklar insanlarla dolu. Kimileri, istasyonda trenin gelmesini beklerken, kimileri de semaverde demlenen çaylarını yudumlamakla meşgul. Şehirde millî kahramanlara ait devasa heykeller de dikkat çekiyor. Bunların at sırtında resmedilmesi de ilginç. Seyredenlerde sanki asırlar öncesinin o büyük savaşlarına atılmak üzereymiş gibi bir duygu uyandırıyorlar. Bilinen tarihi milattan binlerce yıl öncesine uzanan şehir, pek çok hâkimiyetler görmüş. Müslümanlarca fethi ise Hz. Osman devrinde Habib b. Mesleme tarafından gerçekleştirilmiş. Emevîler devrinde de esaslı bir şekilde yeniden ihya edilmiş. 9.yüzyılın sonlarında Abbasîlerin zayıflamasıyla, Türkiye tarihinde çok bilinmeyen Doğu Anadolu’daki ilk Türk devleti Sacoğulları’nın hâkimiyetine girmiş.

Ancak bölgede en derin izler bırakan dönem, tıpkı Anadolu’da olduğu gibi, 11.yüzyılda tarih sahnesine çıkan Büyük Selçuklular olmuş. Bölgenin etnik ve dinî yapısı bu dönemde şekillenmiş. Nahçıvan, 12 ve 13.yüzyıllarda ise Eldeniz (Atabeyler) devletinin başkenti olmuş. Ardından uzun yüzyıllar boyu Osmanlı ve İran Türk hükümdarlıkları arasında el değiştirmiş. 1828’den sonra da 1918’e kadar ise Çarlık Rusya’sının işgaline maruz kalmış. İki-üç yıl kadar süren kısa bir bağımsızlık döneminden sonra (Aras Cumhuriyeti ve Azerbaycan Halk Cumhuriyeti dönemleri) 1991 yılına değin Sovyetler Birliği’nin hegemonyasına girmiş.

Nahçıvan ile Azerbaycan arasındaki kara bağlantısı, Sovyetler Birliği döneminde, daha önce Azerbaycan toprağı olan Zengezur ve çevresinin 1920 yılı sonlarında Ermenistan’a verilmesi ile kesilmiştir.

Nahçıvan, bugün idarî yönden Azerbaycan’a bağlı olmasına rağmen kara bağlantısına sahip değildir. Oysa 1918’de Azerbaycan Halk Cumhuriyeti ilân edildiğinde böyle bir durum yoktu ve aralarında karasal bütünlük bulunuyordu. Nahçıvan ile Azerbaycan arasındaki kara bağlantısı, Sovyetler Birliği döneminde, daha önce Azerbaycan toprağı olan Zengezur ve çevresinin 1920 yılı sonlarında Ermenistan’a verilmesi ile kesilmiştir. Arkasında Sovyet merkezi yönetiminin olduğu açık olan bir kararla, aslında Nahçıvan da Ermenistan’a verilmişti. Ancak hem Nahçıvan’daki yerel tepkiler hem de Türkiye’nin bu konudaki kararlı tutumu ve sonrasında Moskova ve Kars Antlaşmaları ile kazanılan statü sayesinde Ermenilere peşkeş çekilmekten kurtulmuştur. Ne var ki, Zengezur ve Göğçe bölgesinin elden çıkması ile birlikte Azerbaycan’ın ana bölümünden ayrı düşmüştür. Tarihi dikkatli okuyanlar için bu kararın temel amaçlarından birinin, Bolşevik yönetimce Türkiye ile Türk dünyası arasındaki fizikî bağlantının ortadan 7


Ancak etrafta bulunan dinî referanslı mekânlar, halk ile unutturulmaya çalışılan inançları arasında bir bağ olmuş. İşte Eshab-ı Kehf, halk arasındaki adıyla “Yedi Uyurlar” mağarası de bunlardan biridir.

kalkmasını sağlamak olduğu açıktır ve bu amaç bugün tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmıştır. Nahçıvan, Müslüman orduların Kafkas ötesinde ilk fethettikleri yerlerden biri olma özelliğine de sahiptir. O tarihten sonra hep İslâm toprağı olarak kalmıştır. Özerk cumhuriyetin her yerinde rastlanan dinî yapılar bunu açık delilleridir: Hz. Nuh Türbesi, Kuseyr oğlu Yusuf Türbesi, Karabağlar Türbesi ve Medresesi, Mümine Hatun Türbesi vb. gibi… Ancak yok olanlar bugün ayakta kalanların çok ötesindedir. Sovyet dönemi, tarihî yapıların üzerinden de silindir gibi geçmiş ve İslâm mimarî eserlerinin çoğundan geriye sadece fotoğrafları kalmış. Öte yandan yaklaşık 70 yıl süren komünizm tüm dinî ibadetleri de yasakladığı için, halk, inançlarını folklorik yollarla yaşatmaya çalışmış. Ancak etrafta bulunan dinî referanslı mekânlar, halk ile unutturulmaya çalışılan inançları arasında bir bağ olmuş. İşte Eshab-ı Kehf, halk arasındaki adıyla “Yedi Uyurlar” mağarası de bunlardan biridir. Bilindiği gibi, Eshab-ı Kehf hadisesinin yaşandığı mağaranın nerede olduğu tartışmalıdır ve Türkiye’de de atfedilen birkaç mekân vardır. Ancak Nahçıvanlılar mağaranın sonunda yer alan mescidin mihrabında Kehf suresinin 9-12 ve 17-18. ayetlerinin yer aldığı 18.yüzyıl öncesine ait bir mermer levhanın bulunmuş olmasından dolayı Eshab-ı Kehf’in mezarının kendi topraklarında olduğuna inanıyorlar. Nahçıvan, dağlar arasına inşa edilmiş kaleleri ile de meşhurdur. Bunlardan biri de insan emeğinin şaheseri Alıncak Kalesi’dir. Kale, 3.yüzyılda yapılmış. Halk arasındaki adı olan “Elincek”in, “elini çek” anlamına geldiğine ve kalenin zapt edilmezliğini ifade

sayı//49// ağustos 8

etmek için konulduğuna inanılmaktadır. Gerçekten de, sağlam duvarları ve sarp bir konumda bulunması, kaleyi yüzyıllar boyunca müstahkem bir yer yapmış, hükümdarlar sığınağı haline getirmiş. Bu kalenin bir önemli özelliği de Naimî mahlası ile de tanınan Hurûfîliğin kurucusu Fazlullah Asterâbâdî (Fazlullah-ı Hurûfî)’nin (1339-1394) karargâhı olmasıdır. 14.yüzyıl ortalarında Azerbaycan bölgesinde öğretisini yaymaya başlayan Fazlullah, kendisine yapılan hücumlardan bu kaleye sığınarak kurtulmayı başarmıştır. Nihayet Timurlenk’in emriyle, Nahçıvan’da yöneticilik yapan oğlu Miran Şah tarafından 1394 yılında yakalanarak idam edilmiş, buradaki Hurûfîler de dağıtılmışlardır. Ancak Hurûfîlik inancı ortadan kalkmamış, uzun asırlar boyunca İslâm dünyasında etkisini sürdürmeye devam etmiştir. Fazlullah'ın idam edilmesinden sonra baş halifesi Ali el-Â'lâ başta olmak üzere çok sayıdaki mürit ve halifesi Horasan, İran, Suriye, Azerbaycan ve Anadolu’da bu batınî itikadı yaşatmaya devam etmişlerdir. Bu bağlamda bir taraftan fikirlerini içlerinde yetişen şairler vasıtasıyla halk içinde yayarlarken, bir taraftan da kimi âlim, şair ve sanatkârlara, seyyidlere ve hatta devlet adamlarına benimsetmeyi başarmışlardır. Öyle ki, Abdülbaki Gölpınarlı, “Hataî” mahlasını kullanan Şah İsmail ile “Muhibbî” mahlasıyla şiirler yazan Kanuni Sultan Süleyman’ın da bu akımın etkisiyle şiirler kaleme aldıklarından bahsetmektedir. Sayılardan hüküm çıkartmaya dayanan Hurûfîlik, insanın yüzünde bulunduğu kabul edilen “hutut-ı ebiye (baba hatları)” ve “hutut-ı ummiye (ana hatları)” denilen yedişer hatlı iki görünüş olduğunu temel


alır. Bu görünüşler, Arapça yirmi sekiz harfin Farsçadan ilâve edilen dört harfle birlikte otuz iki sayısına uyarlanması ile birlikte çeşitli dini hükümlerin ortaya konulması ve yorumlanması maksadıyla tefsir edilirler. Bu yolla, Allah’ın yeryüzünde tecellisi olarak tanımlanan insan ilâh derecesinde yüceltilir. Kullanılan sayı ve harf birleştirmeleri bu yüceltmenin doğruluğunu ispatlamaya yarayan sırlardır. Allah, kâmil insanın yüzünde tecelli etmiştir ve onun sırrı, kâmil insanın yüzünde yazılıdır. Her insan bu sırrın farkına vararak kâmil insan derecesine erişmek zorundadır. Hurûfîliğin ana kaynağı Cavidanname'dir. Fazlullah'ın yazdığına Cavidanname-i Kebir, daha kısa olanına ise Cavidanname-i Sağir denilmektedir. Hurûfîliğin Anadolu ve Balkanlar’da yayılması özellikle Bektaşîlik üzerinden olmuştur ve bu anlamda Anadolu’ya özel bir önem atfetmiş oldukları görülmektedir. Fazlullah’ın halifesi Ali el-Âlâ’nın Anadolu’ya gelip, Hacı Bektaşî Velî tekkesini ziyaret ettiği ve buradan fikirlerini yaymaya çalıştığı bilinmektedir. Bir diğer önemli halifesi olan meşhur şair Seyyid İmaduddin Nesimî (ö. 1404) de Anadolu’da dolaşmış ve daha sonra gittiği Suriye’de idam edilmiştir. Böylece 15.yüzyılın başlarından itibaren Anadolu'da propaganda faaliyeti yürütmeye başlayan Hurûfîler, bunu yaparken görüşlerini tasavvuf, vahdet-i vücûd ve ilm-i esrâr-ı hurûf gibi daha önce mevcut olan fikir ve inançların içinde gizleyerek yaymaya çalışmışlardır. Alıncak Kalesine bakan bir yere inşa edilen Fazlullah’ın türbesi ise bugüne kadar ayakta kalabilmiştir. Nahçıvan, Tebriz ve Şirvan bölgelerinde olduğu gibi halı ve kilim dokumacılığı yönünden oldukça zengin bir yer olarak ün salmıştır. Kökboya denilen doğal boya ile boyanan iplikler, halı dokuyan kadınların narin ellerinde yüzyıllardan beri birer sanat eserine dönüşmeye devam etmektedir. Bölge, önemli ticaret yollarına beşiklik etmesiyle de ön plana çıkmıştır. Eldenizliler Devleti’nin başşehri olduğu dönemde dokumacılık, inşaat, demircilik, halıcılık, kuyumculuk vb. alanlar başlıca zanaat dallarını oluşturuyordu. Üretilen mallar diğer ülkelere de ihraç edilirdi. Şehir civarındaki ahali ziraat, bağcılık ve balıkçılıkla meşgul olur ve daha önce zikredildiği gibi tuz ticareti yapardı. İktisadî hayat, Moğol istilâsının ardından han, çarşı, kervansaray, köprüler gibi yapıların da yakılıp ortadan kaldırılması

üzerine gerilemiş ve büyük bir çöküş yaşamıştır. Ancak, Moğolların hemen ardından bölgenin yeniden imar edildiği görülmektedir. Nahçıvanlı mimarlar, tuğladan inşa ettikleri yapılarda kendilerine has bir üslup ortaya koymuşlardır. Öyle ki bir dönem “Nahçıvan Mimari Mektebi” adıyla bir mimarî üslup bile doğmuş ve çevre ülkelere etkilerde de bulunmuştur. Eldenizliler döneminde yaşamış Mümine Hatun türbesinin mimarı Acemî b. Ebû Bekir bu mektebin en büyük temsilcilerinden biridir. 17. yüzyılda bölgeyi ziyaret eden Evliya Çelebi yetmiş cami, kırk mescit, yirmi kervansaray, yedi hamam olduğundan söz eder. Ancak 20.yüzyılın ilk çeyreğinden sonra bu kez de Sovyet döneminin yıkımıyla karşılaşmış; cami ve mescitlerin çoğu Bolşeviklerce ortadan kaldırılmıştır. Nahçıvan’da Azerbaycan tarihine damga vuran pek çok devlet adamı da yetiştirmiştir. Meselâ son bağımsızlık döneminin öncüleri Ebulfez Elçibey ile Haydar Aliyev Nahçıvanlıdır. Yine jet yakıtının mucidi olan ve bu buluşla İkinci Dünya Savaşı’nın kaderini etkileyen Yusuf Memmedaliyev de bu topraklarda dünyaya gelmiştir. Nahçıvan'ın bugünkü statüsü, Azerbaycan Cumhuriyeti Anayasası ile düzenlenmiştir. Buna göre savunma ve dış ilişkilerde merkeze bağlı, içişlerinde özerk bir yapıya sahiptir. 45 üyeli Âli Meclis adı verilen parlamentosu ve yürütme organı olarak Bakanlar Kuruluna sahip bulunmaktadır. Aslında bu anayasal düzenlemenin kaynağı Türkiye'nin de taraf olduğu 1921 Moskova ve Kars Antlaşmalarına dayanmaktadır. Bu antlaşmalarda özerk statüsü devam etmek kaydıyla Azerbaycan'a bırakılmıştı. Diğer taraftan, aynı antlaşmalar gereği Türkiye de dolaylı olarak bir garantör devlet haline gelmiş ve Nahçıvan'ın statüsü güvence altına alınmıştı. Bunun önemi, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra görülmüş ve yukarıda ifade edildiği gibi, Ermenilerce işgalinin önlenmesinde önemli rol oynamıştır. Dünyanın en kadim yerleşim yerlerinden biri olan Nahçıvan’da gezilecek-görülecek, ortak geçmişimize, kültürümüze ait pek çok yer ve eser vardır. Bunların önemli bir kısmı 45 bin eserin sergilendiği Tarih Müzesinde görülebilir. Nahçıvan’a gitmek de son derece kolaydır. Çıkılacak bir Van Gölü Havzası seyahatine bu güzel kardeş coğrafyayı da eklemek mümkündür. Çünkü Nahçıvan, Türkiye’ye bir adım mesafede bulunmaktadır. 9


ÇEMBERLİTAŞ’TAKİ

YAPILAR VE İNSANLAR-üç-

Vezir Han da her devir değişimi yaşamış ancak yıkılmadan ayakta kalmayı başarmış tarihi içinde yaşatan bir hanımız.. “Giriş kapıları ne denli görkemli ve büyük olursa olsun, asıl şaşkınlık hep o kapının gerisindedir.” Mehmet Kâmil BERSE

emberlitaş semtinin yüzyıllara varan ve üç imparatorluk döneminde önemli bir konumda ve yol üstünde olan durumunu görüyoruz.. Atik ali paşa külliyesinin bölgedeki yaygın durumu ve yapılarından bugüne kadar gelen veya bugün ortada olmayan ancak hikayelerini ve tarihini anlattığımız yapılardan bahsederken bütün bu alanın merkezinde Çemberlitaşın ilginç hikayesini de anlatmıştık..Bölgede çok önemli bir başka yapılar zinciride Köprülü külliyesidir..Tarihi külliyenin ortasından bugün tramvay yolu geçmektedir..yıllar önce tarihi divanyolu genişletilmesi ihtiyacı duyulunca külliyenin bir çok yapısı ya kısmen yıkılmış, ya taşınmış yada şekil değiştirmiştir.. Külliyenin her bölümü çok önemlidir, ancak ilk bağımsız kütüphane olması dolayısıyla Köprülü kütüphanesi çok önemlidir.. KÖPRÜLÜ KÜTÜPHANESİ

Medresenin doğusunda Divanyolu caddesi üzerinde ve II. Mahmud Türbesi’nin karşısında yer alan yapı İstanbul’daki ilk bağımsız kütüphane binasıdır. Külliyenin bânisi Sadrazam Köprülü Mehmed Paşa’nın 1072 (1661) yılında vefatı üzerine oğlu Sadrazam Fâzıl Ahmed Paşa tarafından 1087’de (1676) ölümünden önce yaptırılarak külliyeye dahil edilmiştir. Üç tarafı yolla çevrili bir bahçe içinde yer alan yapının sınırları vakfiyesinde belirtilmiştir. Taş ve tuğla malzeme ile inşa edilen yapı almaşık örgülü duvarlara sahiptir. Yapının içinde kubbe ortasında, kubbe eteğinde, pandantiflerde ve kapı üzerinde geç devrin kalem işi süslemeleri vardır. Pandantifteki 1181 (1767) tarihiyle kapı üzerindeki 1289 (1872) ve 1327 (1909) tarihleri yapılan tamirleri gösterir. VEZİR HAN

Külliyenin burada özellikle bahsedeceğimiz bölümü ise Vezir han dır. Vezir Han; İstanbul Suriçi Çemberlitaş Divanyolu Caddesi ile Vezirhan Caddesi’nin kesiştiği yapı adasında 1660 tarihinde Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa tarafından Köprülü Mehmet Paşa Külliyesi’nin bir bölümü olarak inşa edilmiştir. Kitabeye göre inşa tarihi 1660 yılıdır. Sokak ve arsa durumuna uymak mecburiyetinden dolayı muntazam bir planı yoktur. Burada 360 yıllık yapıdan bahsederken bu dönem tarihimizi, sosyal hayatımızı, savaşları, ekonomik durumumuzu,ilmiye sınıfının durumunu birarada düşünmek zorundayız..dört asra sayı//49// ağustos 10


yakın bu ülkeye ve insanına hizmet vermiş bir yapıdan bahsediyoruz..Doğal olarak bu külliye ve yapıları kendi içinde ekonomisi olan bir vakfiyedir..Her vakfiyenin akarları giderlerinden fazladır, çünkü yapıların bakım ve onaromlarıda bu paralarla yapılacaktır..Nerde harabe bir vakfiye binası görürseniz, bilinizki bu yapı ve vakfiyenin kullanımında sahipsizlik hırsızlık ve vefasızlık vardır..Dersaadetin bu tarz kadim hanlarında bunu çok görüyoruz.. Vezir han dersaadetin kervansaray tipinde büyük hanlarından biridir..yıllardır işlevini devam ettirirken yavaş yavaş öldüğünü görüyoruz.. Mülkiyeti Vakıflar genel müdürlüğüne ait olması gerekirken 1930 lu yıllarda çeşitli oyunlar ve sahtekarlıklarla satıldığını öğreniyoruz.., bugün yüzde 80 oranında özel mülkiyet olan handa olması gerekenden fazla bağımsız bölümler oluşmuş..yani bir tapuya sahip olan bir köşeye bir baraka bir oda uyduruvermiş..Diğer hanlardada aynı sorunları anlatmıştım..Bu sorunların takipçisi olacağım elbette..Belediyeler sorumludur, Vakıflar Müdürlüğü sorumludur, İlgili Koruma kurulları sorumludur…Ülkemiz yeni C.Başkanlığı sistemimizle sorunların üstünden gelecektir.. Buradan Sayın Cumhurbaşkanımıza durumu ihbar ediyorum..Biliyorumki gereken yapılacak ve her şey aslına rücu edecektir… Çemberlitaş’ta Vezirhanı caddesi üzerinde yer alan han Sadrazam Fâzıl Ahmed Paşa tarafından yaptırılarak külliyeye dahil edilmiştir. İhtilâflı olmasına rağmen kapı üzerindeki ta‘lik hatla yazılmış beş satırlık tamir kitâbesinden 1312 (1894) depreminde harap olan yapının 1332 (1914) yılında Odabaşı Mustafa Efendi tarafından tamir edildiği anlaşılmaktadır. Yapı taş ve tuğla malzeme ile inşa edilmiş, iki katlı ve iki avlulu olarak düzenlenmiş olup zaman içinde değişikliğe uğramıştır. Öndeki birinci avlu üçgen bir alana, ikinci avlu ise yaklaşık 70 x 47 ve 65 m. ölçülerinde yamuk dikdörtgen plana sahiptir. Han 3600 m� 'lik bir yapı alanına sahiptir. İç avlu ile ön cephe arasında Hanın taç kapılı girişi cadde üzerinde olup arazinin meyilinden dolayı bu kısım üç katlıdır. Cephede yuvarlak taş kemerli 8 adet dükkân kapının iki tarafında sıralanmıştır. Son yıllarda yeniden tamir görmüş olan taçkapı büyük sivri kemer altında yuvarlak kemerli bir açıklığa sahiptir. Ön cephede taçkapının üstü ve kuzeyindeki kol yıkıldığından burada önemli değişiklikler olmuş, dolayısıyla eski durumu hakkında kesin birşey söylemek zorlaşmıştır. Küçük olan ön avluda odalar yalnızca batı yönündeki

cephede yer almıştır. Büyük olan iç avlu iki katlı ve revaklı olarak düzenlenmiştir. Kare kesitli taş pâyelere oturan tuğladan sivri kemerli revakların etrafında odalar bulunmaktadır. Yıkılan bölümler ahşap tavanlı ve kiremit örtülü olarak yapılarak değişikliğe uğramıştır. Üst kata, iç avluya çıkmadan önce revakların altında yer alan karşılıklı iki yöndeki merdivenlerle çıkılır. Son yıllara kadar kesme taştan yüksek basamaklara sahip olan bu merdivenler bugün beton dökülerek yeniden yapılmıştır. Hanın kuzeydoğu ve güneybatı köşelerinde birer kule bulunmaktadır. Ayrıca kuzeydoğu köşesine ayrı bir birim olarak bitiştirilen ahır, kalın ayaklarla taşınan çapraz tonoz örtülü olup vaktiyle avluya bir rampa ile bağlanmaktaydı. Günümüzde bu rampa kapatılmış, ahıra Gazi Sinan Paşa sokağı üzerinden yeni bir giriş açılmıştır. Hanın avlusunda yer alan ve yakın zamana kadar harap durumda olduğu bilinen mescid ise günümüze ulaşmamıştır. Köprülü Su Yolları Haritası’ndaki basit çizime göre fevkanî olduğu anlaşılan Mescid’in altında bir şadırvan bulunmaktaydı. Bir rivayete göre Fazıl Ahmet Paşa Vezir Handa konaklama yapacaklardan bir talebi vardı.. bu handa kalacaklar mutlaka kütüphaneye girecek ve günlük en az bir cüz kadar(20 sayfa) kitap okuyacak. Burada iş yeri sahibi olanlar için ise her yıl kira bedeli yanında aynı zamanda kitap bağışı da yapacaklar şartı konurmuş. Ve çalıştırdıkları her kişinin mutlaka okuma yazma öğrenmesi ve kütüphaneye gidip kitap okuması istenirmiş.. Bu rivayetin gerçek olmasını gönül arzu eder tabiiki… Fazıl Ahmet Paşa, on beş yıl sadrazamlık yaparak Osmanlı devletinde en uzun süre görevde bulunmuş başbakanlarından biridir. Sadrazamlık yaptığı 15 yılın 9 yılını seferde geçirmiştir. Kaynaklardan öğrendiğimize göre; iyi huylu, merhametli, sabırlı, azimli ve ileri görüşlü olarak tasvir edilmiştir. Yumuşak huylu, anlayışlı ve fazilet sahibi olduğu için kendisine “Fazıl” lakabı takılmıştır. İcazetli bir hattat, nesir alanında iyi bir kalem, fıkıh ve felsefe alanında da müderristi. Babasının Rumeli ve Anadolu’da yarım kalmış vakıflarını kendisi tamamlamış ve birçok hayır kurumunu ve adını taşıyan vakıfları Osmanlı sosyal hayatına kazandırmıştır. Vezir Han’ın banisi olan Fazıl Ahmet Paşa’nın yaptırdığı kütüphane ve medreselerin giderlerini karşılamak için vakıf olarak bu han yapılmıştı. 17. Yüzyılda Eminönü, Beyazıt, Aksaray, Fatih'te deniz ve kara yoluyla gelen tüccarların, mal ve 11


para değişimi yaptıkları bir alan olan han ve kervansayarlar bu yüzyılın sonuna doğru dönemin İstanbul siluetine karakteristik özelliğini kazandıran mimari eserlerin başında geliyordu. Uzmanlar bu yapıları menzil hanları ile şehir hanları şeklinde iki ayrı gruba ayrıyor. Bu hanlarda zemin kat depolara ve ahırlara, üst kat ise ticarethane ve yolcuların konaklayacağı odalara ayrılmıştı. Ücretli olan şehir hanlarının hepsinde konaklama imkânı yoktu. Konaklama yapılmayan hanlara ticaret hanları deniyordu. Burada ağırlıklı olarak dükkân, imalathane, depo ve bürolar yer alırdı. Avlu ortasındaysa genellikle altında şadırvan bulunan mescit dikkat çekerdi. Vezir Han’ın kuruluşundan itibaren kullanım amacı çeşitli dönemlerde farklılıklar arzeder..Han deyince 17. Ve 18. Yüzyıllarda kervanların mal getirip tüccarlarla buluştukları bu mekanlarda konakladıkları geniş kervansaray modeli hizmet alanları akla gelir. İnsan-hayvan-yük üçlüsü insanlar için tabhane (misafirhane) hayvan-yük ikilisi için de kervansaray olarak anılmış bu yapılar.. Vezir Han da her devir değişimi yaşamış 18.yy. sonları ve 19.yy da çevreye uygun malzeme üreten atölyeler buralarda açılmaya başlandı.. Kısaca İstanbul’un sanatkarlarının çokça yer aldığı bir sanayi sitesi görünümünü verdi son asırda..Vezir handa bu yıllarda tebay-ı sadıka dan bir çok kişinin atölye ve dükkanları var olduğunu, bugün dahi Ermeni vatandaşların bu mekanda çeşitli konularda faaliyetlerinin devam ettiğini görüyoruz..Hatta bir ermeni gazeteci Karin Karakaşlı’nın araştırma yazısındaki tesbitleri çok önemlidir: “Her mekân elbette içinde yaşayanlarla anlamlı. Yapı taşı ve tuğla malzeme ile inşa edilmiş, iki avlulu Vezir Hanı için evsahibimiz, 7 yaşında buraya giren ve halen de hanını terk etmeyen aileden karyola ve kanepeci Sarkis Erkol’du. Erkol Çelik bir dönem buradaki atölyede fabrika misali çalışmış. Askeri ihalelerle binlerce karyola üretmişler. Babası namlı Kürd Agop Usta. “Burası Ermeni çelikhane tarihinin de merkezi sayılır” diyen Erkol, anlattıklarıyla bizi, hanın vızır vızır işlediği yıllara geri götürdü anında. Bir ‘gayaran’ olarak handan geçen aile hikâyesiVezir Hanı aynı zamanda Pakrat Aghparig’in ailesinin de köklerinin atıldığı yer. Merdivenleri tırmanır ya da avluda soluklanırken o günleri de dinliyorum kendisinden: “Yayam Ağavni ve dedem Markar, ‘gayaran’ (istasyon) denilen bu handa tanışmış. Bir anlamda yayam bu handan gelin çıkmış. sayı//49// ağustos 12

1915’in vurduğu Niksar’dan Müslüman bir komşu kadın o dönem 16 yaşında olan yayamı buraya kaçırmış, çünkü kendi kardeşi de bu handa çalışıyor ve buradaki bekâr odalarından birinde kalıyormuş. Ancak bir genç kızın bu koşullarda uzun süre kalması mümkün olmadığından, kendisinden haberdar olan ve o dönem Ortaköy’de bir fırında çalışan Markar dedem Ağavni’ye talip olmuş. Görece hesaplı yerlerin bulunduğu Rumelihisarı’na gidip, orada bir ev kiralamış ve Hisar Kilisesi’nde de bısag (nikah) yapmışlar. O yüzden bu hanı, soyumun başlangıç noktası sayarım. Kalbimde yeri ayrıdır.” “ -Bu şekilde öğrendim ki, herkesin kaybettiği kendi tarihini yeniden canlandırmaya ihtiyacı vardı. Girişteki geniş avluda sağlı sollu tek tük çelik atölyesi var. Sarkis Erkol parmağıyla gösterip, “Şu çay ocağı olan yer Anadolugaz’dı eskiden. Burası da Jirayr Zaman tarafından kurulan Zaman Çelik Eşya’nın pres atölyesiydi” diyor. Karşımıza denk düşen çelik kapılı yıkıntının da Hayat mecmuasının matbaası olduğunu öğreniyoruz, Ön tarafı arka sokakta olan matbaa..şunu tespit edebiliyoruz.. hanın yıkılan veya yıktırılan bir kısmına arka sokaktan girişli kocaman bir matbaa kuruvermişler, nasıl olduysa! Birde yanında otel, girişi arka sokakta..Görüyorsunuz ki bunlar hanın işgallerinden.. Remzi Kitabevi’nin deposu da buradaymış. “Sonra orası Roja Dantel oldu, gipür yapardı” diyor Erkol. Dönüşümlerin sonuysa hep bir boşluk.” 1970 li yıllarda, Vezir handa çok sayıda atölyelerden biriside, Kitabevinde satışını yaptığımız masif ahşaptan mamul ,modacıların veya öğrencilerin kullandıkları Riga adı verilen çeşitli cetvellerin “Şeref” marka ile imal edildiği atölye, alışveriş yaptığım uğrak yerlerimden biriydi… Çok sayıda mobilya atölyeleride Vezir hanın sakinleriydi, mobilyacılar genellikle Kırımlılar veya Siirtli araplardı…İmal edilen mobilyalar Kapalıçarşıda satılırdı.. Çelik sektörü buradan taşınalı çok olmuş. Sarkis usta anlatmaya devam ediyor… “Eskiden bu avluda sac yığılı olurdu. Demir karyola, soba boruları yapılırdı. İçerde pik eritir, dışarda kalıplara dökerlerdi. Düşünün, tonlarca sac, boru, sunta buraya çıkardı. Babam, ağabeyim, ben hep beraber çalışır da anca yetişirdik işe… Bir de dut ağacımız vardı, kocaman. Ben de çocukken oradan dut toplardım” diye gülümsüyor. Sürekli eskilerin ustalarını anıyor; çelik eşyacı Ohannes Aksu, Hovnan Parseğyan, Türkiye’de ilk yaylı yatağı yapan Ömür Çelik’ten Agop Agopyan, Vartan Der Voğormacıyan,


Yaycı Sarkis, Hrant, Yemper Çınar, pik ve demir dökümün piri Toros Usta, Yağcı Han’da karyola imalatı yapan Boğos Çınar, Mikail Santikyan… Merdivenin altına denk gelen yerde Levon Zaman profil boruya desen basarmış. “Meslek sırrı olduğu için oraya kimse giremezdi” diyor Erkol. Avlunun arka kısımlarına denk düşen Otel Sipahi Palas İstanbul’da alışverişe gelen tüccarların kaldığı mekânmış. Daha sonraki dönemde, babıalide gazete merkez ve matbaalarının olduğu dönemlerde Otel sipahi karlı kış gecelerinde gazetecilerin konaklama mekanıydı.. Vezir Handa Dış merdiven çökmüş. Koca taş merdivenden yukarı çıkıyoruz. Vezir Hanı’ndaki üst kat da, zamanın dışına düşmüşlüğün rehaveti içerisinde. Kalıp döküm turistik eşyanın üretildiği bir atölyedeki, değişik motifli koca anahtarlar bu durağanlığın simgesiymişçesine asılı oldukları demirin ucunda usul usul sallanıyor. Üst kattaki kuyumcu atölyeleri eskiden dokumacıymış. Sarkis Erkol, çoğunun Zaralı Ermeni olduğunu anlatıyor. “Dokuma tezgâhlarının yanındaki levent dediğimiz ipliğin sarılı olduğu koca makaralar buraya hamallar tarafından çıkarılır, iplik özel bir formülle sarılır, baskıdan da o desenle çıkardı.” Yine marangoz ustalarında ‘Bodur Agop’ lâkaplı Agop Menekşe de buradaymış. “Şimdi kuyumcu tezgâhı yapılıyor sadece” diye ekliyor Sarkis Erkol. Dediği tezgâhı mahzun bir halde kapı önünde meçhul alıcısını beklerken görüyoruz. Üst kat manzarası aynı zamanda aradan geçen zamanın izlerini de aşikâr ediyor. Uydu antenlerinin mantar gibi kapladığı kadim taşların arasından kemer üzerinde otlar bitmiş. Aram Usta’nın kılıç, nargile, şamdan ürettiği yerde domates büyüyor saksıda usul usul. “Bir de Rum marangoz Koço Usta vardı,” diye atılıyor Sarkis Erkol, “ona sipariş verdiğinizde malın bir seneden önce gelmeyeceğini bilirdiniz. Sabırla tahtayı sıkıştırır, şişmesini beklerdi.” Üst kattaki minik bir odayı da gösteriyor bize. “Burası da bizim konik atölyemizdi. Burada boruları sivriltirdik. Bizim meslek sırrımız da buydu, kimseler giremezdi.” Vezir Hanı’nın tarihi, eski takvimle 11 Mayıs yeni takvimle 22 Mayıs 1766’ya denk gelen büyük zelzele ile özdeş. Kevork Pamukciyan burayla ilgili şu bilgileri derlemiş ‘İstanbul yazıları’ kitabında: “Sabahleyin 4-5 dakika süren çok şiddetli bir zelzele oldu. Sekiz ay kadar ara sıra sarsıntılar devam etti. Çemberlitaş’taki Vezir Hanı yerle yeksan olmuştur. Burada ikamet etmekte olan,

zamanının ünlü Ermeni ilim adamlarından ve dilcilerinden Kayserili Diratsu Kevork Gesaryan, Sarkis Başpiskopos Sarrafyan’dan (1699-1773) o sıralarda satın aldığı ve henüz kullanmadığı matbaası ile birlikte harabelerin altında can vermiştir… Bu deprem esnasında Ermeni mehazları, Vezir Han’ın altında kalan, zamanın şöhretli Ermeni mütefekkir ve feylesoflarından Kayserili Diratsu (Ermeni edip ve müderrislerine verilen bir unvandır) Kevork Gesaryan’ı zikretmekte ve vakitsiz ölümüne hayıflanmaktadır.” Kevork Gesaryan’ın trajik ölümü, Harputlu Minas Ceryanoğlu veya Ceranyan (1730- 1813) tarafından bir mersiyeye de konu olmuş. Pamukciyan bize o mersiyeyi de aktarmış: İstanbul’da kâgir han kalmadı. Birçok ticarethaneler ve evler yıkıldı./ Herkes yalın ayak ve başı açık sokaklara döküldü. / Çarşı ve pazarlar viraneye döndü. / Birçok insanlar aklını kaybetti ve ‘divane’ oldu./ Bir müddet İstanbul’da mezat olmadı. / Anîden Vezir Hanı yıkılınca, büyük ehl-i Kelam Kevork orada vefat etti./… Ticaret dışında kimi tarihi ve kültürel toplantılara da evsahipliği yapan hanlar…diye devam eder pamukciyan ve makalede ilginç bir notu paylaşır…önemli bir konunun yaşandığı mekan olarak Vezir Hanın seçilmeside manidardır…“6-26 Nisan 1800’de amiraların ve Ermeni esnafların reisleri Vezir Hanı’nda bulunan Hovyan Amira’nın odasında toplanarak, Patrik Taniyel Başpiskopos’u gatoğigos seçmeye karar vermişlerdir.”..Hayat mecmuasına giden yol da belli ki Ermeni matbaacılar tarafından burada döşenmiş: “1852’de neşriyata başlayan Masis adlı Ermenice mecmuanın idarehanesi, başlangıçta Vezir Hanı’nda bulunmuştur. Keza ünlü matbaacı Hovhannes Mühendisyan’ın (1810-1891) matbaası da aynı handa idi.” …Osmanlıya matbaa getirilmedi diyenlere tarihi İstanbul hanlarını anlatırken, her handa çok sayıda matbaa olduğunu isim ve sahipleriyle beraber anlatıyoruz… Çemberlitaş aslında bir meydan ve bu meydanda tarihin her döneminden izleri görmeye ve anlatmaya devam edeceğiz.. Baktığımız yerlere taş diyerek bakmıyalım , tanıyalım!... KAYNAKÇA:

TDV İslam Ansiklopedisi, Köprülü Su Yolları Haritası, Ayvansarâyî, Hadîkatü’l-cevâmi Sebilleri, İbrahim Ceyhan Güran, Türk Hanlarının Gelişimi ve İstanbul Hanları Mîmârisi, Zeynep Nayır, Fihrisü mahtûtâti Mektebeti Köprülü, Erünsal, Türk Kütüphaneleri Tarihi II, Mübahat S. Kütükoğlu, XX. Asra Erişen İstanbul Medreseleri, Karin Karakaşlı ile Berge 13


MİMARLIKTA GELENEKSELLİK

BİR MODA MI, YOKSA MASAL MI? Fransız bilim adamı, risâleden şu sonucu çıkararak önsüzünü tamamlamış: “Geçmişi inkâr ederek veya tam tersine ona hayranlık duyarak zaman arabasını doğruya yönlendirmek mümkün değildir. Allah insanoğluna, başka hiçbir canlıya nâsibetmediği feraseti ve iz’ânı vermiştir. Ki, eskinin eksiğini ve yanlışını düzelterek yarınına gidebilsen ve yaşadığı vakti doğru değerlendirerek, doğru okuyarak, gidişatını hayra doğru yönlendirebilsin...” Dr.Mimar Kâmil UĞURLU

sayı//49// ağustos 14

skilerin sohbetlerinde sık sık bahsettikleri bir Sultan Mahmud motifi vardır. Bahsedilen bu sultan, Osmanlı tarihindeki Sultan II. Mahmud değildir. Gazne’de, tarihin etkili Türk devletlerinden birini kuran ve uzun süre tesirini devam ettiren önemli bir hükümdardır Gazneli Sultan Mahmud. Bilge bir sultandır. Hikmet sahibidir. Fransa’nın ünlü mütefekkirlerinden Camile Flamarion, “Evolution du Monde” (Dünyanın Değişimi) adlı eserinin önsözüne, Gazneli Mahmud’un yazdığı bir risâleyi olduğu gibi almış ve ona hayranlığını belirtmiş. Onun aktardığına göre bu küçük risâlede, zamanı aşan birtakım tesbitler mevcuttur ve olağanüstü ilgi çekicidir. Flamarion’un naklettiğine göre bu küçük kitapta, özetle şunlar yer alıyormuş: “Bir şehirde yaşıyordum. Bir süre sonra öldüm. Aradan belki birkaç bin sene geçtikten sonra, öldüğüm noktada tekrar dirildim. Bir de baktım ki, eskiden şehir olan bu yer şimdi koskoca bir deniz olmuş. Kayıklar var ve balık avlıyorlar. Gittim, bu balıkçılardan birine, sakalı ağarmış bir pir’ifâniye buranın ne zamandan beri deniz olduğunu sordum. Bana: - Sen aklını mı kaçırdın? Burası oldum olası denizdir. Biz babalarımızdan, onlar da babalarından, atalarından hep böyle duymuşlardır ve bize böyle anlattılar, dediler. Tekrar öldüm. Aradan yine belki onbin sene geçti. Yine dirildim yine aynı yerdi. Baktım ki, deniz mer’a olmuş. Koyunlar otluyor, çiftçiler çift sürüyor. Bu sefer gittim, onlara sordum. Bana: - Haydi oradan, burası atalarımızdan da duymuşuzdur ki, hep mer’adır, dediler, benim sualimi kınadılar. Zamanı geldi, yine öldüm. Uzun asırlar sonra, tekrar aynı mahalde dirildiğim vakit, buranın ilim ve fende ilerlemiş, mükemmel bir şehir olduğunu gördüm. Rahatladım. Artık buradaki ilim ve fen adamlarından memleketin kadîm zamanlardaki hâlini öğrenebilirim diye umutlandım. Böylece bir tarihçinin yanına giderek bütün bu vakaları anlattım. Kendisi meşguldü. Benimle konuşacak az zamanı vardı. Sorduklarıma cevap olarak şunları söyledi: - Sizin bütün bu söyledikleriniz hakkında bilgimiz yoktur. Ancak burada tarih öncelerine ait bazı kulübecikler ve örenler olduğunu ve geçen zaman içinde şehrin, onlardan aldığı ilhamla gelişerek böyle mükemmel bir hâle


geldiğini biliyoruz. Ve şunu biliyoruz ki, bizden önce yaşayanlar geçmiş zamanı doğru değerlendirmişler ve doğru tevil etmişler ki, nihâyetinde bu neticeye ulaşılabilmiştir.” Dini bütün ve düzgün, ihlâs sahibi bir Müslüman olan Sultan Mahmud’un bu hikmetinden, onun “reenkarnasyona” inandığı ve bununla ilgili bir kurgu yaptığı sanılmamalıdır. Fransız bilim adamı, risâleden şu sonucu çıkararak önsüzünü tamamlamış: “Geçmişi inkâr ederek veya tam tersine ona hayranlık duyarak zaman arabasını doğruya yönlendirmek mümkün değildir. Allah insanoğluna, başka hiçbir canlıya nâsibetmediği feraseti ve iz’ânı vermiştir. Ki, eskinin eksiğini ve yanlışını düzelterek yarınına gidebilsen ve yaşadığı vakti doğru değerlendirerek, doğru okuyarak, gidişatını hayra doğru yönlendirebilsin...” Bu ilginç hikâyeyi şunun için arzettik ki, mimarlık konusunda bizde son yıllarda en çok konuşulan durum “Mimaride Geleneksellik” olmuştur, olmaktadır. Bunu, eskinin hikmetini, kristalize olmuş, denenmiş-durulmuş kaidelerini “artık kabul eder olmak” şeklinde tercüme edenler, hâlâ yanılıp yanılmadıklarını bilemiyorlar. Avrupa’nın her hareketini, çoğu zaman yanlışlarını “sırlı bir hikmet” gibi bize takdim edenler, orada, son yıllarda moda olan ve adına “post modernizm” denilen, en çok da mimarlıkta görülen “eskinin kendi çizgileriyle tekrarı” hâdisesini bize bir moda olarak getirdiler de, onun için mi “geleneksel”i yeniden konuşur olduk? Sebep ne olursa olsun, bugün gündemde “geleneksel mimari” denilen bir olay vardır. Bizde yanlış anlaşılan ve yanlış uygulanan bir olay. Bugün, malzemeyle birlikte hesap metodları, teknoloji, insan hayatı, değerleri, kabulleri ve her şey değişirken, mimarlık ürünlerinin her şeye rağmen aynen kalması, kalmasında ısrar edilmesi elbette mümkün değildir. Edilirse, buna biçimcilik denir. “Bir nesnenin sadece dış görünüşüyle yetinmek” denir. “İçine girememek, sebeplerine eğilememek” denir. Bir tasarımcı için ciddi bir eksikliktir. Mimarlık olayı bir “başlangıç” değil, bir sonuçtur. Bir özettir. Kişinin kültürünün, hayat ve konfor anlayışının, geçmişinin, gelecek arayışının üç boyutlu hâle koyulmasıdır. İnsanın yaşadığı mekânları düzenlemesidir. O halde hür düşünceli bir mimar, bir tasarımcı, “Her şey insan için” olduğuna göre, eşyayı ve

mekânı insanın hizmetine organize ederken önce ve sonra “insanı” düşünmek zorundadır. Onun rahatını, huzurunu, ekonomisini, onun çevreyle ve diğer insanlarla ilişkisini, kültürünü, geleceğini düşünmek zorundadır. Bunu çözerken de alabildiğine hür ve çağdaş olmak durumundadır. Ne biçimin, ne de sınırlayıcı herhangi bir etkenin etki alanında olmamak durumundadır. Çağdaş ihtiyaçlara modern ve akılcı cevapları hangi şekil ve form ve malzeme ve anlayış veriyorsa, hiçbir peşin fikrin ardına düşmeden onu masanın üstüne getirmek ve uygulamak zorundadır. Meseleyi sâdece konut meselesine indirgeyerek sohbeti şöyle geliştirebiliriz: Bugünün çağdaş insanı, bir mimara gidip, içinde huzurla yaşayabileceği bir mekânı, bir konutu sipariş ederken ondan herhalde şunları ister veya istemek zorundadır. Çünkü çağın gerekleridir bunlar: - Benim için yapacağın tasarım, tabiata, insana ve çevreye saygılı olsun. - Akılcı olsun. - Ekonomik olsun. - Cephe endişesiyle, benim ihtiyacım olan fonksiyonları zedeleme. Önce fonksiyon, sonra dışın tanzimi, yani içten dışa doğru bir çözüm olsun… - İçi ve dışı uyumlu olsun. - Doğru malzeme seçilsin. Benim ekonomik durumumu boş yere zorlama. Sözgelişi arka bahçe kaldırımında granit kaplama malzemesi kullanma. - Benim evim esnek olsun. Değişik şartlarda değişik sorunlara cevap verebilsin. - Ve çağdaş olsun.. Bunlar modern plânlamanın “beylik prensipleri”dir. Bu şartları eğer sizin “geleneksel” dediğiniz plânlamalar sağlıyorsa veya bu şartları sağladığınızda ortaya “geleneksel” denilen müesseseye uygun bir kompozisyon çıkıyorsa, hiç rahatsız olmadan, komplekse kapılmadan, doğru çözümün bu olduğunda karar kılmak gerekir. Aslında bu sayılan şartlar “çağsızdır”. Türk insanının meskene girdiği günden bugüne değişmeden, fakat gelişerek devam edegelmiştir. Biz geleneksel “eski formların eskiye benzetilen malzemelerle tekrarı” olarak anladık. Halbuki bugün geleneksel diye taklit edilen o eski formlar, çeşitli sebeplerin, çeşitli faktörlerin sonucunda teşekkül etmiştir. Bazan o formu malzemenin kabiliyeti şekillendirmiştir. Söz gelişi 2 m. açıklığı insanlar 2 m.lik bir taş koyarak geçerken, açıklık 4 m.ye çıkınca 15


bu defa ahşaba dönmüşlerdir. Çevresindeki malzeme de sadece odur. 10 m.lik açıklıklar söz konusu olunca bu defa kubbeye, kemere, tonoza ihtiyaç duyuluştur. Bu formlar bulunurken malzemenin bütün imkânları kullanılmıştır. Bugün betonarme kırık plâk sistemiyle 8.5 cm kalınlıkta 120 m. açıklık geçilebiliyorsa, sadece açıklık geçmek için, üstelik 10 m.lik bir açıklığı geçmek için kubbe formuna başvurmak insanı gelenekci değil, gülünç kılar. Bir mekânı, belirli bir ihtiyaç için günde sadece 3 saat kullanmak yerine, aynı mekânı farklı ihtiyaçlar için günde 16 saat kullanmak mümkünse, bu çizgiler denenerekyanılarak bugüne gelmişse ve artık oturmuşsa, bunu reddetmek elbette ki yanlıştır. Bir şahnişini sadece biçim için kopye etmek kadar yanlıştır. Ayrıca, çağdaş problemler, kültürel süreklilik içinde çözülebilir. Şu anda gelişim çizgilerini izlediğimiz ülkeler, konuyu bu şekilde halletmişlerdir. Ancak kendi kültürüyle çağdaş olunabileceği, 21. yy’ın insanlığa getirdiği en gerçek sonuçtur. Kastamonu’da eski sistemi sürdüren bir mahalleyi insaf ve ibret nazarı ile seyredenler şunları kolayca tesbit edebilirler: - Kimse kimsenin güneşini kesmemiş. Görüşünü kesmemiş. Rüzgârına mani olmamış. - Tarihi yapılara diğer yapılar saygı sınırı içinde yaklaşmışlar. Daha fazla yaklaşmayı “haram” saymışlar. Onlarla yarışmayı, onlardan büyük olmayı günah saymışlar. - Türk evi tipini üsluplaştırmışlar. Asimetri olayını kullanmışlar. Ne kadar çağdaş bir durum. Düşünmüşler ki, iç ve dış şartlar farklıdır. Komşular farklı olduğu için, onlarla ilişkiler de farklıdır. O halde pencere ölçü ve düzenleri farklı olmalıdır. O halde tabii halindeki bu asimetriyi bozmak için sebep aramaya gerek olmamalıdır. - Meselâ zemin katları mülkiyetin şartlarına bağlamışlar da, üst katları ihtiyaçlara göre şekillendirmişler, böylece ortaya harika bir tezat çıkmış. Düzenleme yukardan aşağıya doğru gelişmiş. Aşağı kat ile üst katları birbirlerine fonksiyonel elemanlarla bağlamışlar. Eliböğründeler, çıkmalar, çıkmaları taşıyan bazan ahşap kolonlar son derece tabii elemanlar olarak ortaya çağdaş bir mimari çıkarmışlar. Her biri plâstik bir eleman olmuş. Ve bütün bu özellikler onları mahalli olmaktan evrensel olmaya taşımışlar. Geleneksel, muhafazakâr olmaktan çağdaş olmaya taşımışlar… Mesele bu kadar açıkken ve hal böyleyken, bugünlere nasıl gelinmiştir? sayı//49// ağustos 16

Elan devam eden uzun bir batılılaşma süreci yaşadığımız malûm. Bilindiği gibi bizde batılılaşma Tanzimat’la başlar. Dolayısıyla apartmanlaşma da… Önce İstanbul’da, gayri Müslimlerin çoğunlukta olduğu Galata ve Beyoğlu semtlerinde apartman hareketi başladı. Sonra önemli bir yangın oldu. Karagümrük Yangını. Evsiz kalanlar için Lâleli’de Tayyare apartmanları inşa edildi. Böylece apartman olayı müslüman kesimine de girmiş oldu. daha sonra diğer büyük şehirlere atladı. Son elli yıllık zaman içinde kırsal kesimden şehre göç olayı büyük ölçekte yaşandı. Bu da normal olarak büyük bir konut açığı ortaya çıkardı. Bu durum, tahmin edilebileceği gibi, kullanıcının, konutun plânlamasına ve yapımına olan katkısını ortadan kaldırdı. - Asırlardan beri Anadolu insanı, verimli topraklar üzerinde yerleşme yapmamış. Mineral olarak zengin topraklara yakın olmuş. Ama üzerine oturmamış. Bunu kendine gelenek etmiş… - Yerleşmeler genellikle hafif eğimli arazilerde yapılmış ve evler güneşe göre yönlendirilmişler. Bu onlara hem altyapı için kolaylık sağlamış, hem de güneşten faydalanmayı. - Evler ortak bir mekâna bakar şekilde inşa edilmişler. Bu ortak mekânlara ortak kullanımlar konulmuş. Cami gibi, çarşı gibi, pazar gibi, hükümet yapıları gibi… - Geleneksel dokularda yerleşmeler bulundukları bölgelere tam uyum sağlamışlar. Topoğrafya en mükemmel şekilde kullanılmış. Ekonomi her devrin vazgeçilmez düsturu olduğuna göre, en yakın, en bol, dolayısıyla en ucuz malzeme tercih edilmiş. Taşın bol olduğu yerde taştan inşa edilen bir yapı, çevresiyle ilişki kurmakta zorlanmamış. Çevrenin tabii ahengini bozmamış. Ona ters düşmemiş. Meseleyi şöylece hülâsa etmek mümkündür: Bugün mevcut istatistiki bilgiler, konutların nitelikleriyle değil, nicelikleriyle ilgilidir. Oda sayısı veya kişilere düşen mekân m2’si, konutun niteliğine ölçü olamaz. İnsanların kaç m2’de veya kaç odalı evlerde yaşadığı değil, ihtiyaçlarını en iyi şeklide ve nasıl bir mekânda karşılayabilecekleri önemlidir. Amaç insanların huzuru ve mutluluğu ise ve bu insanlar hayatlarının büyük bir bölümünü evlerinde geçiriyorlarsa, bu mekânların bâzı özel şartları taşıması gerekir. Teferruatla ve gereksiz tartışmalarla, son derece açık ve sâde olan bu meseleyi anlaşılmaz şekle sokmak bize vakit kaybettiriyor.


lk gören zanneder ki o; güzel bir dokuma, iyi bir boyama ve ince bir işçiliktir. Halbuki dikkatle bakmak gerekir ona… Dikkatle bakmak da yetmez ama(!); sevgiyle, muhabbetle bakılmak ister çünkü… …coşkulu bir aşkla bakılmak ister! Sırlarını söylemek için gölgesinde ister! Ve cihad vakti gelip de, sancak açılıp gölgesine girildi mi, aklı baştan alan bir gül kokusu alır ortalığı.

SANCAK

İbrahim BAŞER

…ve Uhud’un burukluğu düşer gönüle… …çöl sıcağı beynini kaynatırken, Hendek’te düşman gözetlenir … … Bedr’in arslanlarına omuz değer ve Zülfikâr’ın yanında kılıç tutmanın hazzı tadılır… Onun gölgesi Habîbin gölgesidir çünkü! O gölgede şahâdet kapısından geçilmeye can atılır… O gölgede dünya ile âhiret arasındaki perde kalkar… Sanki yaratılışın sırrı âyân olur o gölgede ve o gölgede Gülistâna varılır!... Sancak bir açıldı mı, çağrıyı duyan uzak yakın demez, gölgesine koşar olur… Orta Asya steplerindeki nal sesleri Allahuekber’e yaklaşır, ‘YEKTİR ALLAH, ÂNIN BİRLİĞİNE!’ olur… Kızılelma, Cihad’la kolkola yürür olur… …ve Batı; bu yürüyüşün karşısına, varlığını sürdürmek adına, ordular çıkarır: Birinci, İkinci, Üçüncü, Dördüncü, Beşinci… Olmaz, olmaz, olmaz!... Medeniyetlerden doymuş olan, gücüyle mağrur olan, hedefine ruhunu katmayan mağlûp; medeniyetlerden başarmayı daha çok isteyen, gücünü inancı ve gayretinden alan, bedeni ve ruhuyla hedefine yönelen gâliptir… Her zaman! Nal sesleri duyulur önce… …ve ilk ezanın ‘Allahuekber’iyle birlikte sancağın gölgesi düşer, yiğitlerin üzerine! Dün, bugün, yarın… 17


DERİNLİĞİNİ KAYBEDEN

EĞİTİM Bütün dünyada benimsenen ve geçerlilik kazanan eğitim düzeni ve yöntemini köklü bir sorgulama sürecinden geçirmeden , üniversite sorunlarının üstesinden gelinmez . Eğitim ve öğretimde ana yöntem, toplumun içinde toplumla birlikte öğrenmesini öğrenmek olmalıdır.

Prof.Dr. E. Nazif GÜRDOĞAN* nsanın iç derinliğini yitirmesiyle ters orantılı olarak artan açgözlülük ve gösteriş tüketimi, hem kişisel hem de toplumsal seviyede açıkça gözlenir bir hale geldi. Sokakta, işyerinde, otobüste ve pazarda gönül zenginliğinden yoksun insanların tutum ve davranışları, nasıl bir değer çözülmesiyle karşı karşıya olunduğunun, en önemli işaretleridir.İnsanların bencil tutum ve sorumsuz davranışları, dünyanın nasıl bir kimlik ve kişilik kriziyle karşı karşıya olduğunu gösteriyor. Ne yönlendiriyor günün insanını? Böylesine olumsuz davranış bozukluklarının kaynağı nedir? Bencil tutumların, sorumsuz davranışların üstesinden nasıl gelinir ? Ele geçirme peşinde koşma, daha çok kazanma isteği gösteriş harcamaları, ün ve saygınlık kazanma tutkusu, insanın derinliğini yitirmesinde nasıl bir işlev yükleniyor? Bu sorular günün insanını yoğuran eğitim düzeninin dinamiklerini kavramada, üzerinde önemle durulması gereken konulardır. Dünyada nasıl bir eğitim düzeni yürürlükte ki, ekonomiden politikaya kadar, her yerde köşe başlarını kültürel ve düşünsel derinlikten yoksun insanlar tutuyor. Eğitim giderlerinin, ailelerin olduğu kadar hükümetlerin bütçelerinde de önemli bir yer tutmasına rağmen, bütün dünyada uygulanan eğitim düzeni; gençleri doğru düşünülmesi için, ulaşılması gerekli olan kaynaklara götürmüyor. Dünya bilgili, çok yönlü, sorunlara değişik açılardan bakmasını bilen kişiler yerine, çok dar bir alanda bilgi sahibi, tüketim ekonomisinin değerlerine değişmez gerçekler gözüyle bakan, derinlikten yoksun, kitle insanlarıyla doldu. Bilgiyi bilgeliğe dönüştüren, doğru düşünmek için gerekli kültürel deriniğe sahip kişiler değil, diplomalı daha çok tüketime ve daha çok kazanmaya programlanmış, tek boyutlu uzmanlar yetiştiriliyor. Tek boyutlu değerler, Harvard, Yale, Oxford ve Sorbonne gibi, Batı dünyasının kutlu eğitim kurumlarından bir salgın hastalık gibi, bütün dünyaya yayılıyor. Dünyanın diğer ülkelerindeki eğitim kurumları, nerede olurlarsa olsunlar hepsi, yukarıda isimlerini sıralanan üniversitelerin, birer uzantısı gibi eğitim veriyor. *T.C.Maltepe Üniversitesi

sayı//49// ağustos 18

Bunun için, tüketim ekonomisinin istekleri doğrultusundaki eğitim düzeni, dünyada yaygınlık ve işlerlik kazandı. Dünyanın bütün üniversiteleri büyük “Seküler Batı Üniversitesi” nin bir fakültesi olmaktan öteye geçmiyor. Bütün dünyada benimsenen ve geçerlilik kazanan eğitim düzeni ve yöntemini köklü bir sorgulama sürecinden geçirmeden, üniversite sorunlarının üstesinden gelinmez. Eğitim ve öğretimde ana yöntem, toplumun içinde toplumla birlikte öğrenmesini öğrenmek olmalıdır. Kadın, erkek ayırımı yapmadan, genç ya da yaşlı demeden, zamanına ve yerine bakmadan, herkese her zaman her yerde, öğretirken öğrenen öğrenirken öğreten, açık eğitim ve öğretim kurumlarıları oluşturulmalıdır. Öğrenmesini öğrenmenin yeri, yaşı ve zamanı yoktur, beşikten mezara kadar devam eden kesintisiz bir süreçtir. İnsanlık tarihi boyunca eğitimin amacı; insanın gönlünü derinleştirmek, düşünce ve eylem dünyasını zenginleştirmektir. Eğitim kurumları bilgiyi bilgeliğe dönüştüren, gözütok ve gösterişten uzak gençler yetiştirmelidir. Öğrenciye önce hafızaya dayanmayan, matematik ve benzeri temel bilimler, gözde hiç büyütülmeden, rahat bir ortamda aktarılmalıdır. İnsanın tutum ve davranışlarını biçimlendiren toplumsal bilimler; ayrıntılara inilerek, zaman ve mekana bağlı olmadan, öğrencilerin de katılımıyla bir tartışma ortamı içinde verilmelidir. Elbette böyle bir eğitim düzeni, birlikte öğrenmeye dayalı, katılımcı ve tartışmaya açık olacaktır. Öğrenmesini öğrenmenin yeri, kenti odak noktası alan, kütüphane, işyeri ve dershanelerle donatılmış, duvarları ve kapıları olmayan, çevresiyle bütünleşmiş, eğitim ve öğretim merkezleridir. Aileyle toplum, öğretenle öğrenen arasındaki sınırları kaldıran eğitim merkezlerinin etkileri, suya atılan taşın meydana getirdiği halkalar gibi genişleyerek, yeni eğitim merkezlerinin doğmasına yol açacaktır.Eğitime yapılan yatırım uzun dönemde getirisi en yüksek olan yatırımdır. Çevresiyle bütünleşmiş, karşılıkla bilgi alışverişine dayanan, öğrenmesini öğrenme merkezlerinde, bilgi ve bilgeliğe yeni boyutlar kazandırma, ömür boyu süren kesintisiz bir süreçtir. Öğrenmesini öğrenme sürecinde kapalı kapılar yoktur, herkes olduğu gibi görünür göründüğü gibi olur, katılımcılardan hem öğreten hem de öğrenen olmaları istenir. Eğitim ve öğretim çalışmaları hiç ara vermeden, aralıksız devam eder. Dünya barışının geleceği,


dünyada eğitime yapılan yatırımlara bağlıdır. Üniversite görünen ve görünmeyen dünyaları, bir bütünlük ve süreklilik içinde ele alarak, sağlıklı düşünmeyi ve doğruyu aramayı öğrenme yeridir. Bunun için, kişilerin öncelikle bencillikten ve gösterişten uzaklaşmaları gerekir. Kimsenin diplomasına bakmadan, kimin söylediğine değil, ne söylendiğine kulak vererek, açık kalplilikle bilgi alışverişine girilirse eğitim eğitim olur. Böyle bir eğitim düzeninin odak noktasında, bütün bir dünya olmalıdır. Gökyüzünün derinlikleri içinde yer yüzünün bütün kaynaklarının bir bir yok olup gideceği, göklere başkaldırırcasına yükselen çok katlı üniversite binalarında anlatılmaz. Öğrenenler ve öğretenlerin öğrendiklerini, istedikleri zaman, istedikleri yerde uygulamaya koymadan önce, ekonomik kazançlardan daha çok toplumsal kazançlara önem vermeleri gerekir. Hayatı insanların sınırsız isteklerine göre, düzenlemeye kalkışmak, dünyayı sonu gelmez, bir yarış ve savaş alanına çevirmek olur. Bütün kentleri yeni dünyanın piramitleriyle doldurmanın bedelini, bütün insanlık çok pahalı öder.Buyüzden, günlük hayatın çevresinde yoğunlaşacak eğitim merkezleri, fabrikalardan, köprülerden, demiryollarından ve futbol sahalarından çok daha önemlidir. Hayatı ilk insandan son insana tarihsel süreç içinde ele alacak, insanı, tabiatı ve evreni bütünlük içinde yorumlayacak, bilgi adına bilgisizliği büyütmeyen, büyük bilgeler yetiştiren açık üniversitelere ihtiyaç vardır. Bütün dünyada benimsenen ve kabul gören, yarışmacı eğitim anlayışı, öğrenim alanı ne olursa olsun, bütün gençleri bencilleştiriyor. Eğitim ve öğretim kutsal değerlerden öylesine soyutlandı ki, bencil kuşaklar başkalarının sorunlarıyla ilgilenmek şöyle dursun, kendi kazançlarını artırmak için, doğal kaynakların yok olmasına aldırmaz hale gel¬di. Onlar Cennet başkaları Cehennem. Bencil gençler kazanç her şeydir dedikleri için , kazanç için her şeyi yapıyor . Buzdolapları, televizyonlar, arabalar, bilgisayarlar ve telefonlar insanların iç dünyalarını dış dünyaları kadar zenginleştirmiyor. İnsanların dış dünyaları zenginleşirken, iç dünyaları yoksullaşıyor. Göz kamaştırıcı teknolojik ürünler, insanların tok gözlü yanlarını değil, açgözlü yanlarını büyütüyor. Her altı aydabir yenisi geliştirilen akıllı makinalarla hayat kolaylaştırılmaktan daha çok zorlaştırılıyor. Üniversiteler,

televizyon kanalları, dergiler, gazeteler ve alış veriş merkezleri sevgi tohumları değil, nefret tohumları ekiyor. Eğitim kurum ve kuruluşları, kutsal kültürün kutlu kitapları ve kutlu kentleriyle bağlarını yenilemezlerse, yalnızca genç kuşaklar değil, bütün kuşaklar iç zenginliklerini yitirmekle kalmaz, küresel ısınmanın yol açtığı seller, kasırgalar ve depremlerle uğraşmak zorunda kalır. İç dünyaları karanlık olan toplumların, dış dünyaları aydınlık olmaz. İç dünyanın karanlığı önünde ya da sonunda dış dünyaya yansır. Fiziksel kaynaklardan beslenen seküler kültür yalnızca dış dünyaya ağırlık verirken , metafizik kaynaklardan beslenen kutsal kültür hem iç dünyaya hem dış dünyaya ağırlık verir. Kutsal kültür iç ve dış dünya arasındaki uyum ve düzenin en büyük, en önemli, en etkili güvencesidir.Bütün dünya “ya iç dünya ya dış dünya” diyen eğitim kurum ve kuruluşlarından daha çok , “ hem iç dünya hem dış dünya” diyen, eğitim kurum ve kuruluşlarıyla yaşanır kılınır. Değerlerden daha çok tutkularla yoğrulan ve yönlendirilen eğitim kurum ve kuruluşlarında inançların sağlam bir yeri olmaz. Öğrencilerin iç dünyalarına yeni açılımlar kazandırmaktan daha çok dış dünyalarını zenginleştirmek daha büyük önem kazanır. İki dünya arasındaki uyum ve düzenin sarsılırsa, kültürel ve çevresel kirlenme birbirini büyüterek sürekli bir sürece dönüşür. Bencillikle beslenen dış dünya, iç dünyayı bütünüyle işgal eder. Tutumlar bencilleşir, davranışlar sorumsuzlaşır. Kibir, bilinme tutkusu, öfke, kin ve öç iki dünyayı birden ele geçirir . İç dünyayı derinleştirmenin, dış dünyayı zenginleştirmenin ve tutkuların oluşturduğu demir kafesi parçalamanın yol ve yöntemleri hayatın içinde , bütün bir dünyayı açık bir üniversiteye dönüştüren, eğitim kurum ve kuruluşlarında öğrenilir. Doğru ile yanlışın, iyi ile kötünün, güzel ile çirkinin sınırları, duvarsız, kapısız, örtüsüz ve çatısız açık üniversitelerde, herkes doğrudur sen doğruysan, herkes iyidir sen iyiysen, herkes güzeldir sen güzelsen diyen, hem öğreten hem de öğrenen olmasını bilen bilgeler tarafından çizilir. Açık üniversiteye dönüşen dünyada öğrenmesini öğrenen kuşaklar, kendilerini kurtarmakla kalmaz, her gün yeniden doğarak, bütün insanlığın geleceğine ışık tutar. Öğrenmesini öğrenmek demek, başkalarıyla yarışmasını değil, kendisini aşmasını öğrenmek demektir. Kendisini yenilemesini bilenler yenilmezler. 19


GÖNLÜMÜ SIZLATAN HAN DUVARLARI: SİVAS’TA İHYA EDİLEN BİR VAKIF ESERİ

BEHRAMPAŞA

HANI (OTELİ) Behrampaşa Hanı… Yapıldığı 1576 yılından 20. asrın başlarına kadar Sivas’ın önemli ve hareketli bir mekânı olmuş hep… Şehir dışından at üzerinde gelen tüccarın, seyyahların ve yolcuların istirahatgâhı... Şehirler arası nakliye yapan deve kervanlarının, at arabalarının uğrak ve durak yeri…

İbrahim YASAK

olumun üstündeydi hep… Çocuktuk. Behrampaşa Hanı’nın önünden geçer, bisiklet kiralamaya giderdik. Kapısında nöbet tutan askerlere selam verir, bazen de birkaç kelam ederdik. Ve Han’ın bahçe duvarının dibinden yürüyerek köprüden geçer, at arabacı ve faytoncuların oturduğu Köprübaşı Kıraathanesi’nin karşısındaki metruk ahşap hanın arka sokağında bulunan bisikletçilere ulaşırdık. Hatırladığım kadar üç dört dükkândı. Kapılarının önünde sıra sıra, boy boy bisikletleri dizerlerdi. Hem bisiklet tamiri yapar hem saatlik olarak kiraya verirlerdi. Biz çocuklar da bisikletleri birkaç saatliğine kiralar, sonra yarışa tutuşurduk, kâh Kızılırmak’ın kenarına doğru kâh şehrin sakin sokaklarında tur atar, tekrar döner ve teslim ederdik. Eğer tur esnasında bisikletin bir yeri arızalanırsa, yine de çekine korka götürür, uzak bir yerden bisikleti getirdiğimizi göstererek, oraya bırakır ve kaçardık. Her ne hikmettir hâlâ anlamıyorum ama daha sonraki bir zamanlarda tekrar bisiklet kiralamaya gittiğimizde, bizi tanımalarına rağmen hiçbir şey olmamış gibi tekrar kiraya verirlerdi bisikleti bize. AĞIRBAŞLI VE SUSKUN DURUŞUYLA

Çocukluğumuzun bisiklete giden yolundaydı Behrampaşa Hanı. Gizemliydi. Ahi Emir Caddesi’nde Kurşunlu Hamamı’nın hemen bitişiğinde, ağırbaşlı, asude ve suskun duruşuyla orada öylesine dururdu. Kurşunlu Hamamı gibi kesme taştan yapılmıştı, ortası avlulu ve giriş kapısı ön tarafa üç metre kadar çıkıntılı, iki katlı bir taş bina. Güney tarafındaki giriş kapısının önü yola kadar bahçesiydi Han’ın… Doğu tarafından ise Mundarırmak akardı, hemen han duvarına beş on metre kadar yakınlıktan. Mundarırmak Atatürk Caddesi altına alınınca hanın yanındaki ırmağın eski yatağı da cadde oldu. Ne ırmak kaldı şimdi orada ne de ahşaptan yapılmış köprü… Çocukluğumuzda askerlerin bulunduğu, gençliğimde sınıf arkadaşlarımın yurt olarak kullandığı o sessiz ve vakur taş bina, son dönemlerinde kaderine terk edilmiş şekilde orada öylesine bekledi yıllarca... Behrampaşa Hanı… Yapıldığı 1576 yılından 20. asrın başlarına kadar Sivas’ın önemli ve hareketli bir mekânı olmuş hep… Şehir dışından at üzerinde gelen tüccarın, seyyahların ve yolcuların istirahatgâhı... Şehirler arası nakliye yapan deve kervanlarının, at arabalarının sayı//49// ağustos 20


uğrak ve durak yeri… Bir nevi bugünün beş yıldızlı otelleri mesabesinde bir konaklama mekânı olmuş bir zamanlar… O nedenledir ki, Han, bir medeniyet inşa eden Osmanlının, bu coğrafyanın tüccarına, yolcusuna hizmeti ve hediyesidir bir bakıma… Nasıl ki, eğitim için medreseleri ve okulları, ulaşım için köprüleri, yönetim için kamu binalarını yapmışsa ecdadımız, yolcular için menzil, han ve kervansarayları da inşa etmiş. Yaşanabilir mekânlar olarak bu toprakların her bir köşesine birer sanat abideleri olarak serpiştirmiş âdeta… Ve işte Behrampaşa Hanı da yapılışından itibaren yaklaşık 300 yıl bir konaklama tesisi olarak bu coğrafyada önemli bir mekân olarak varlığını sürdürmüş ama sonraki yüzyılını ise farklı ellerde farklı kullanımlarda heder etmiş bir bakıma. Kaynaklarda 1576 yılında Sağır Behrampaşa tarafından, Kurşunlu Hamamı’yla birlikte yaptırıldığı kaydedilmektedir. Dışa çıkıntılı yeşil mermerden yapılmış sivri kemerli küçük bir eyvan görünümündeki yüksek taş kapıdan girilir Han’a… Han’da, üstü açık avlulu, etrafında yığma ayaklardan oluşan ve her iki katında da devam eden revaklar ve gerisinde çapraz tonozlu 52 tane oda bulunmaktadır. Ana giriş kapısının tam karşısında ise, çift taraflı taş basamaklı merdivenden üst kata çıkılmaktadır. Merdivenin alt kısmında ise binanın güney cephesinin alt bölümünü boydan boya kaplayan geniş ve oldukça büyük bir ahıra girilmektedir. Hanlar sadece yolcuların değil konakladıkları müddetçe hayvanlarıyla birlikte sakinlerinin her türlü ihtiyacını temin edecek donanıma sahipti.

HAPİSHANE’DEN ÖĞRENCİ YURDU’NA VE MERMER ATÖLYESİ’NE

Behrampaşa Hanı, Sivas şehir merkezinde asırlarca seçkin bir konaklama tesisi olmuştur. 1889 yılından itibaren ise farklı amaçlarla kullanıldığını görülmektedir. Giriş kapı kemerinin üzerindeki kitabeye göre 1889 yılında askeri süvari kışlasına dönüştürülmüştür. Daha sonra bu bölgede yaşanan bir depremde Sivas Hapishanesi’nin zarar görmesi üzerine bir müddet hapishane olarak kullanılmıştır. Sonra, 1960’lı yıllara kadar askeriyenin atlı bakım onarım merkezi, 1967’de ise sağlık deposu olarak kullanılmış bina. 1977-80 yılları arasında da Muhtaç Talebeleri Orta Öğrenimde Okutma Cemiyeti’nin Öğrenci Yurdu olarak hizmet vermiş. Ayrıca, Han’ın avlusunda zaman zaman güreş müsabakaları tertip edildiği söyleniyor. 1990’lı yıllarda ise önce köy arabaları garajı ve çay bahçesi sonra da mermer atölyesi… Ve Han, 2000'li yılların başında ise uzun yıllar restorasyon yapılması için “bekledi, durdu!” Ve Behrampaşa Hanı da son yüzyılını farklı amaçlarla ve gelişigüzel kullanılarak hırpalandı, yıprandı ve terkedildi bir bakıma... O bir konaklama mekanı olarak inşa edilmiş ve üçyüzyıl bu coğrafyanın insanına, yolcusuna konaklık etmişti. HER ŞEY ASLINA RÜCU EDER

Her şey aslına rücu eder derler. Son iki yıldır yapılan hummalı çalışma 2018’in bu yaz aylarında aslına rucu etmenin tatlı telaşını yaşıyor. Bir ramazan akşamı teravih sonrası sevgili dostlarım Taner, Murat ve Bilal beylerle gökyüzünün yıldızlarla bezendiği bir gece vakti 21


hem genelde adından söz edilen bir konuma taşıyacaktır.

“içimi sızlatan han duvarları”nın mutluluğa dönüştüğünü tanık olmanın bahtiyarlığını yaşıyoruz. Avlusunda, eyvanlarında, odalarında ve nihayet çatısında gökyüzünü temaşa ederek her bir noktasını geziyoruz Han’ın... Emeğini, zamanını ve birikimini bu muhteşem taş binanın yeniden ihyasına harcayan işletmecisinin, nice zorluğu ve bürokrasiyi aşarak, estetik bir bakışla özen ve itinayla tarihi binayı aslına uygun olarak nasıl yeniden ayağa kaldırdığına şahitlik ediyoruz. Sivas Behrampaşa Hanı medeniyet ve kültür tarihimizin bir yönüyle mimari eseri diğer yönüyle toplumsal ihtiyacımızı karşılayan fonksiyonu nedeniyle inşa ediliş amacına uygun olarak yeniden aslına dönüyor... Bugünlerde Sıcak Çermik’teki termal tesisler, Yıldızdağı’ndaki Kayak Merkezi ve şehrin ortasındaki Selçuklu Şehir Meydanı’yla, Medreseleri, hamamı ve kümbetleriyle tarihi, kültürü ve günümüz ihtiyaçlarını karşılamak üzere atılımlar yapılan bu şehirde Behrampaşa Hanı da hızla asli fonksiyonuna dönüşerek Sivas’ı zenginleştiriyor. Güzide sanat eserimizin tekrar yaşanabilir bir mekâna dönüştüğünü görmek, inanıyorum ki, binayı inşa edenlerin ruhunu şad edecek ve şehrimizi hem yerelde sayı//49// ağustos 22

Behrampaşa Hanı’ndan Behrampaşa Oteli’ne Kimbilir yüzyıllar boyunca hangi yolcuların, seyyahların, gariplerin sessiz dualarına, gurbet ve özlem türkülerine eşlik ederek hangi düşlere şahit olmuştur. Bu topraklardan geçen nice insanın sığınağı, korunağı ve bir kaç gecelik mekanı olmuştur. Şimdi yeni bir dönemin eşiğinde... Yenilenmiş, dinçleşmiş ve taş duvarların asil ve saygın duruşuyla mütasanip modern donanımlı odalarında yeni misafirlerine kucak açacak... İki katlı binada 48 oda günümüz koşullarında her türlü ihtiyacını karşılayacak konforla yeni misafirlerini bekliyor. Alt katta ikiyüz kişiyi ağırlayacak lokantası, yine bir o kadar kişiye hitap edilebilecek konferans salonuyla her türlü toplantı için müsait bir ortam... Yine beşyüzü kişiyi ağırlayabilecek kapasitede üstü açık orta avlusu ve çatı katında keyfli sohbetlerin yapılabileceği kafeteryasıyla günün ve gecenin her saatinde bir dinlenme mekanı.. Kısacası, hamamı, saunası, spor salonuyla hizmete hazır adeta... Evet, 400 yıl önce bir konaklama mekanı olarak yapılan Behrampaşa Hanı şimdi Behrampaşa Oteli olarak aslına rucu etmiş durumda... Ve “Ey garip çizgilerle dolu han duvarları/Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları!” diyen şair gibi Behrampaşa Hanı da ne yazık ki yaklaşık son çeyrek yüzyılını hüzün ve gözyaşlarıyla geçirdi. Asil duruşlu bu vakur binanın gözyaşları görünen o ki silinmiştir artık... İhya edilen yeni duruşuyla yapılış amacına uygun fonksiyonu o ruha uygun olarak devam ettirir ve umarız gönlümüzü sızlatmaz bir daha…


Yâdigâr

Siz gelende efendim, yamacıma bahar geliyor ve dolanmıyor dilim Uzaklardan gelip, memleket ayazı gibi çöküyorsunuz içime ve bana yaklaşmıyor ölüm.. Bensiz ve gölgesiz uzanıyor sokaklar Boz atlarıyla tozutan, al tutan toprak Tozdan ve karanlıktan gözleri belli değil, Tam burada oturup beklediler, mâhurdan bir akşam beklediler, azıkları azdı, suzinâk eklediler, Kemençede Batanay’lar bîkarar Oysa sizin başka bir şarkıya durduğunuz belli Belli, ki her taraf bahar Siz her şarkıya uygun değildiniz, ben öyle biliyordum Bazan nihâvent dolardı gözleriniz, bazan karcığar.. Siz gelende efendim, sokağıma bahar geliyor, Bir bu kaldı, şükür olsun sizden bana yâdigâr.. Kâmil UĞURLU

23


u ve yeşil medeniyetimizin önemli unsuru olan tarihi çeşmelerimiz ve su yapılarımız şehirlerimizin hızlı gelişimi ve hayat şartlarının değişmesinden ötürü bir bir hayatımızdan çekilmekte ve yok olmaktadır.

SU MEDENİYETİMİZ VE

KAYIP ÇEŞMELER “Her şeye su ile hayat verdik” ayeti başta olmak üzere ,Kuran ı Kerim in bir çok ayeti kerimesi Osmanlı Devleti ve toplum nazarında İslam dininin suya verdiği değerin ve suyun kutsallığının bir ifadesi olarak anlaşılmış ve şehrin çeşmelerle donatılmasına vesile olmuştur

DR. Şimşek DENİZ

Kırkçeşmeler

sayı//49// ağustos 24

Anıtsal yapılar ve aynı zamanda, bir kısmını sivil mimari olarak sınıflandırabileceğimiz tarihi çeşmeler ve özellikle de mahalle ve meydan çeşmeleri ; döneminin mimari üslubunu ve yapım teknolojisini gösteren belgeler olması yanında, toplumun kimliğini yansıtan ,yaşayan halkın özelliklerini ortaya koyan tapu kayıtlarıdır. Esasen bu tapu kayıtlarının bilinmesi ve yaşatılması aynı zamanda kimliğimizin yaşatılması açısından da asli bir görevimizdir Eski İstanbul un hemen her sokağında bir örneğine rastlayabileceğimiz çeşmeler; bir hayır hizmeti olarak ,hayati bir ihtiyacı karşılayan son derece kıymetli eserlerdir .Sosyal birer iletişim mekanı olma işleviyle de mahallenin vazgeçilmez önemdeki tamamlayıcı bir parçasıdır. “Her şeye su ile hayat verdik” ayeti başta olmak üzere ,Kuran ı Kerim in bir çok ayeti kerimesi Osmanlı Devleti ve toplum nazarında İslam dininin suya verdiği değerin ve suyun kutsallığının bir ifadesi olarak anlaşılmış ve şehrin çeşmelerle donatılmasına vesile olmuştur.Başta padişahlar olmak üzere hanım sultanların ,valide sultanların,sadrazamların,şeyhülislamların,,ve diğer devlet ileri gelenlerinin Allah ın rızasını kazanma niyetiyle inşa ettirdiği çeşmeler ,yapıldığı dönemin ekonomik ve siyasal gücünün birer göstergesi niteliğindedir. Bunun da ötesinde ;mermer ve taş işlemeleri ,tezhipleri,kitabeleri ve süslemeleriyle ait oldukları dönemin kültürünü ve estetik anlayını yansıtan zarif eserler olarak günümüze ulaşmışlardır. Mahalle kültürümüzün vazgeçilmez bir unsuru ve Osmanlı mimarlık tarihinin önemli bir parçası olan çeşmelere maalesef hak ettiği değer verilmemiş ,gereken özen gösterilmemiştir.Bunun sonucunda da zamanın tahribatına ve hoyratlığına rağmen ayakta kalma uğraşısı veren tarihi çeşmelerimizin pek çoğu günümüze ulaşamayarak yok olup gitmiştir. Sahip olunan tarihi miras ,bütün insanlığın ortak değeri olup geçmişten günümüze gelen değerlerin geleceğe taşınması adına bir köprüdür de aynı zamanda .Bundan dolayı kültürel mirasın korunması


Kırkçeşmeler Ayna Taşı

hepimizin görevi ve sorumluluğudur. İBB Kudeb te kurucu müdür olarak görev yaptığım 2006-2011 yılları arasında ;kurduğumuz “Geleneksel Taş Atölyesi marifetiyle ,başta Tarihi Yarımada ,Üsküdar ve Eyüp olmak üzere yüzden fazla çeşmenin restorasyonunu ihalesiz gerçekleştirdik .Onarım çalışmalarını ücretli olarak çalıştırdığımız taş ustaları ve meslek yüksek okullarının restorasyon bölümü mezunu öğrencilerle gerçekleştirdik. Sarf malzemeleri belediye bütçesinden karşılandı .Bu restorasyonlar kapsamında çeşmelerin kirli yüzeyleri kimyasallarla temizlendi. Gerekli yerlerde tümlemeler yapıldı.Çeşme kitabeleri miksiyon ve varak çalışması ile okunur hale getirildi. Önlerindeki asfalt katmanı alınarak özgün kotuna kavuşturuldu. Tüm bu çalışmalar kurum bünyesinde kurduğumuz Restorasyon ve Konservasyon Laboratuvarından alınan Malzeme Analiz Raporlarına göre bilimsel olarak gerçekleştirildi. Ayrıca İski nin mevcut su şebekesinden bağlantı yapılarak tarihi çeşmelerin suyu akar hale getirildi. Çeşmelerin onarımı devam ederken Proje büromuzdan tarihçi Nazlıgül Bulut başkanlığında bir ekip Fatih ilçesinin kaybolan çeşmeleri üzerine bir araştırma başlattı.Geniş ölçekte literatür çalışmaları yapıldı ve eski İstanbul haritaları incelendi. İsmail Hakkı Tanışık eseri olan 2 ciltlik “İstanbul Çeşmeleri”kitabı ,Süheyl Ünver in Süleymaniye Kütüphanesine bağışladığı arşivi,Affan Egemen in “İstanbul un Çeşme ve Sebilleri” adlı eseri,Reşat Ekrem Koçu

nun”İstanbul Ansiklopedisi ayrıntılı olarak incelendi. Ayrıca İstanbul Arkeloji Müzesinden, Alman Arkeoloji Enstitüsünden, Vakıflar 1. Ve 2.Bölge Müdürlüklerinden, İsmail Hakkı Konyalı Kütüphanesinden ve Encümen Arşivinden istifade edildi .Tarihi Yarımada da yüzlece çeşmenin kaybolup yok olduğunu biliyoruz.Bu çalışmada 54 adet çeşme; kaynakçası ,eski haritaları,eski fotoları ve görselleriyle yer almıştır. Sözkonusu çalışmada eski Eminönü ilçesindeki kayıp çeşmeler kapsam dışında tutulmuş olup bu alanda da ayrıntılı bir çalışmaya ihtiyaç vardır. Fatih in yok olan çeşmelerinin mekânsal bilgileri ve sayısal değerlerine ilişkin, İBB Planlama müdürlüğünün hazırladığı 1/5000 ve 1/1000 ölçekli Tarihi Yarımada Koruma Amaçlı İmar Planı Raporu daha ayrıntılı bilgiler ihtiva etmektedir. Yazımızda örnekleme yoluna giderek 5 adet kayıp çeşmeyi sunmaya çalıştık. •Kırkçeşmeler •Kemankeş Kara Mustafa Paşa Çeşmesi •Musahip Mustafa Paşa Çeşmesi •Fatih Rüştiyesi Çeşmesi •Hüsrev Paşa Çeşmesi KIRKÇEŞMELER

Bir semte adını vermiş olan bu sıra çeşmeler Saraçhane den Unkapanı na doğru giderken Bozdoğan Kemerinin ayağında bulunan ve günümüzde Karikatür Müzesi olarak kullanılan Gazanfer Ağa Medresesinin aşağısında yol üstünde idi. Kırkçeşme su tesislerinin ilk oluşumları geç Roma dönemine kadar uzansa da Kırkçeşme Osmanlı mimarisi su yapısıdır. Yapımına 1554 yılında başlanan ve 1563 te 25


Kemankeş Kara Mustafa Paşa Çeşmesi

bitirilen Kırkçeşme su yolu Kanuninin emriyle Mimar Sinan tarafından inşa edilmiştir.Suyolu, kaynağını Belgrad Ormanlarından alarak Eyüp ilçesi ile Suriçi bölgesinin su ihtiyacını karşılamış,bir kolu da konu ettiğimiz sıralı çeşmelere akıtılmıştır.Bu çeşmeler ve civarı ise “Kırkçeşme”adıyla anılmıştır. Yolun hizasında olmayıp bir miktar çukurda kalan çeşmeler sıralı sıralı dört adet çeşmeden oluşmaktaydı .Çeşmelerden birinin ayna taşında bulunan tavus kuşu figürü Bizans sanatında da sıklıkla kullanılmıştır. Sanat tarihçileri tarafından devşirme malzeme(başka bir yerden yada yapıdan getirilmiş) olabileceği değerlendirilen çeşmenin bu tavus kuşu figürleri günümüzde Aya irini Müzesinde muhafaza edilmektedir. 1940 lı yıllarda Fransız şehir plancısı Henry Prost un Atatürk Bulvarının açılmasına dair projesinin hayata geçirilmesiyle birlikte bu aksta bulunan tarihi eserler yıkılmış ve Kırkçeşme örneğinde olduğu gibi bir kısmının numaralandırılarak nakledilmesine karar verilmiş ancak bu nakiller hiçbir zaman gerçekleştirilememiştir. KEMANKEŞ KARA MUSTAFA PAŞA ÇEŞMESİ

Osmanlı sadrazamlarından Arnavut asıllı Kemankeş KAra Mustafa Paşa tarafından inşa edilen çeşmenin tarihi;üç beyitlik kitabenin sonunda 1047/1637 olarak verilmektedir. Kıztaşında İskender Paşa Mahallesi Sarıgüzel Caddesi üzerindeki İskenderpaşa Camii’nin karşısında bulunan çeşme, 1940’lı yıllarda tekne taşı toprağa gömülü bir halde ve kullanılamaz idi. Dönem itibariyle Türk mimarisinin klasik bir örneği olan çeşme, sivri kemerli ve kesme taştan yapılmıştır. Kilit taşında rozet bulunan sayı//49// ağustos 26

ve sade bir tezyinata sahip çeşmenin iki adet maşraba yeri olduğu yıkılmadan evvelki fotoğraflarından anlaşılmaktadır. Uzun bir müddet harap bir durumda bırakılan çeşme, etrafındaki inşaat çalışmaları sebebiyle yıkılmış, kitabesi ise bir süre sonra kaldırım kenarında kalmasına rağmen zaman içinde yok olup gitmiştir. Çeşmenin arsası üzerine daha sonraları bir apartman yapılmıştır. Tanışık, eserinin ikinci cildinde yer alan ‘yok olan çeşmeler listesi’ne Kemankeş Kara Mustafa Paşa Çeşmesi’ni de eklemiştir. Mustafa Paşa’nın Fatih ilçesi dışında Çarşıkapı’da ve Üsküdar’da inşa ettirmiş olduğu çeşmeler de yıkılarak yok olmuştur. FATİH RÜŞTİYESİ ÇEŞMESİ

Yapım tarihi ve banisi bilinmeyen eser, Ali Kuşçu (eski adı Kirmasti) Mahallesi’nde bugün Millet Kütüphanesi adıyla bilinen Şeyhülislam Feyzullah Efendi Medresesi’nin karşısında Aslanhane Sokağı’nın köşesinde idi. Çeşme, Tanışık tarafından, esasında Askeri Rüştiye binası olarak inşa edilen ve günümüzde Fatih İlköğretim Okulu olarak kullanılan binanın karşısında yer alması nedeniyle Fatih Rüştiyesi Çeşmesi adıyla kayıt altına alınmıştır. Biri Fevzi Paşa Caddesi tarafına, diğeri Aslanhane Sokağı’na bakan iki cepheli yuvarlak kemerli çeşmenin kitabesi, Hattat Mustafa Rakım’a aittir. Mustafa Rakım Efendi’nin 1171-1241/1757-1826 tarihleri arasında yaşadığı göz önüne alınırsa çeşmenin de 18. yüzyılın sonları ya da 19. yüzyılın başlarına ait olduğu düşünülmelidir. Çeşmenin her iki cephesinde yer alan kitabelerde iki ayrı ayet vardır. Bu kitabelerde çeşmenin banisinin kimliği verilmemiştir. Çeşmenin ana cadde


(Fevzi Paşa Caddesi) üzerindeki cephesinde “Ve cealna”, sokağa bakan cephesindeki kitabede ise “İnna yeşreb” ayetleri yazılıdır. 1940 yılının Şubat ayında yıkılan çeşmenin arsası satılarak üzerine üç katlı özel mülkiyetli bir apartman inşa edilmiştir. MUSAHİP MUSTAFA PAŞA ÇEŞMESİ

Çeşme, Akşemsettin (eski adı Hasan Halife) Mahallesi Hakperest Sokağı üzerinde bulunan Aynalıçeşme Mescidi’nin köşesinde idi. Çeşmenin banisi IV. Murat (salt. 10322049/1623-1640) devrinde musahip ve kaptan-ı deryalık görevlerinde bulunmuş ve aynı zamanda Aynalı Çeşme Mescidi’ni inşa ettiren Silahtar Bıyıklı Mustafa Paşa’dır. Paşa, Sultan İbrahim’in cülusunun ardından Şevval 1049/Şubat 1640’da azledilmiş ve 1051/1641 senesinde Temeşvar Eyaleti Muhafızlığı görevinde bulunduğu sırada öldürülmüştür. Çeşmenin yapılış tarihini, caminin köşesinde yer alan sebilin Cevri tarafından yazılmış kitabesinden öğrenmekteyiz. Kitabe Tarihi 1046/1636-37’dir. Ayvansârayî, çeşmenin Kırıkçeşme suyolundan beslendiğini belirtmektedir. Yapı, fotoğrafından anlaşıldığı üzere klasik dönem çeşme mimarisinde olup sivri kemerli olarak inşa edilmiştir. İstanbul Ansiklopedisi’nde yer alan 1946 yılına ait gezi notlarında, çeşmenin durumuna ilişkin “ Bir avlu duvarı ile harap avlu kapısı, harap ve ayna taşına kadar moloza gömülmüş çeşme ve çeşmenin yanı başında minare kaidesi, mihrap duvarının alt kısımları ve cenup duvarının köşesi müstesna yer ile bir olmuş halde idi” şeklinde tespit yapılmıştır. Kitabesiz çeşmenin nakışlı sıva izlerinden vaktiyle cephesinin çiçek nakışları ile süslü olduğu, bu nakışlarda ise beyaz zemin üzerine siyah, mavi ve kırmızı renklerin kullanıldığı görülmüştür. Çeşme, cami yapısıyla beraber ortadan kaldırılmıştır. Bugün cami yapısından geriye sadece küçük bir hazire kalmıştır. Arsası üzerinde de çocuk parkı bulunmaktadır. Paşa’nın Tophane’de Kılıç Ali Paşa Camii karşısında yaptırdığı sebil ve çeşme ile Fındıklı’daki çeşmesi de ne yazık ki zamanımıza ulaşamamıştır. Sadece Cihangir Camii yakınında inşa ettirdiği çeşme ayakta durmaktadır. HÜSREV PAŞA ÇEŞMESİ

Hiçbir parçasının günümüze ulaşmadığı kayıp çeşmelerden biri de Hüsrev Paşa Çeşmesidir.Sokollu ailesine mensup Deli Hüsrev Paşa tarafından 1546 yılında Mimar

Sinan a yaptırılmıştır.hemen yanı başındaki Hüsrev Paşa türbesi büyük yangınlarda zarar görmüş olmasına rağmen yapılan onarımlarla günümüze ulaşmış ancak küfeki kesme taştan ve sivri kemerli olarak inşa edilen çeşme yok olmuştur.

Musahip Mustafa Paşa Çeşmesi

KAYNAKÇA

• BULUT Nazlıgül,Fatih in Kayıp Çeşmeleri,İBB Kudeb Yayınları,2010,İstanbul • TANIŞIK İbrahim Hilmi,İstanbul Çeşmeleri,1.ve 2.Cilt 1943-1945,İstanbul • KOÇU Reşat Ekrem,İstanbul Ansiklopedisi,1958,İstanbul • ÜNVER Süheyl,Fatih in Oğlu Bayezid in Su Yolu Haritası Dolayısıyla 140 Sene Önceki İstanbul,1945,İstanbul • İstanbul Tarihi Çeşmeler Külliyatı,İski Yayınları,2006,İstanbul 27


YİTİK COĞRAFYANIN ŞEHİRLERİ

BUDAPEŞTE VE

DOBRUCA Kırım Harbi (1853-1856) sırasında Ruslar Dobruca’yı işgal etmişler, fakat Paris Antlaşması (1850) hükümlerine uyarak Tuna kıyısına çekilmişlerdir. Bu savaş sona ermeden önce Kırım halkından yüz binlerce kişi Dobruca’ya göç etmiş ve bunlar oraya iskân edilmiştir. Göçmenlerin merkezi, planları İstanbul’da çizilen ve masrafları hazineden karşılanan eski Karasu kasabasının yerinde kurulan Mecidiye olmuştur.

Hüseyin YÜRÜK

OĞRAFYA VE TARİHÇE Budapeşte, Macaristan’ın başkenti ve en büyük şehridir. Tuna Nehri’nin karşılıklı iki kıyısını kaplayan Buda ve Peşte şehirlerinden meydana gelmiştir. Nehrin akış doğrultusuna bakıldığı zaman sağda kalan bölüm Buda, soldaki Peşte’dir. Milattan önceki yıllarda Keltler Tuna’nın sağ kıyısında bir şehir kurmuşlardı. M. S. II. yüzyılda burayı işgal eden Romalılar şehre Aquincum adını verdiler. Budapeşte IV. yüzyıldaki kavimler göçü sırasında, Hunlar, Doğu Gotlar, Avarlar ve Macarlar tarafından işgal edildi (896). Buda, Aquincum’un yerine kuruldu, 1156’da da piskoposluk merkezi oldu. 1241’de önce Peşte, sonra da Buda Moğollar’ın istilasına uğrayarak yakılıp yıkıldı. XIV. yüzyıldan itibaren Buda’nın önemi gittikçe arttı, şehir kalkındı. XV. yüzyıl ise Buda ve Peşte’nin parlak çağıdır. Osmanlıların şehri alması 1526 yılına rastlar. Kanuni Sultan Süleyman Macar ordusunu Mohaç‘ta yok ettikten sonra Buda’ya girdi. 1540’ta Janos ölünce Ferdinand Buda’yı yeniden ele geçirmek sevdasına düştü. Bunun üzerine, Janos’un küçük oğlunun naibi Türkler’den yardım istedi. Türk ordusu 1541’de yeniden Peşte ve Buda’yı zaptetti, bu tarihten itibaren 1686’ya kadar Budapeşte 145 yıl Türk hakimiyeti altında kaldı. 19. Asrın ortalarına kadar bugünkü anlamda Budapeşte’den söz etmek mümkün değildi. Buda tarafındaki kale, Macar krallarının ikametgâhı ve en büyük katedralin bulunduğu yerdi. Türk İmparatorluğu da Macaristan’ı buradan idare etti. Buda’nın son komutanı, 90’ına gelmiş vezir Arnavut Abdi Abdurrahman Paşa elinde iki kılıçla şehri savundu. Budin düştü, Macarlar o gün bugündür onun mezarını bir abide olarak ihtiramla muhafaza ediyor. (Ortaylı,2013:153)

A. Haluk Dursun, Budin’i kaybedişimizin acısının hala taze olduğunu şairler aracılığı ile şöyle dile getiriyor: Temeşvarlı Gazi Aşık Hasan bir şiirinde Budin'i konuşturur. Budin'in ağzından küffar eline düşüşünü acıklı acıklı anlatır. "Olmuş idim bir zaman ben sedd-i İslam'a kilid / Nice canlar din yolunda uğruma oldu şehid Ta kıyamet haşr olunca kesmezem Hak'dan ümid/ Bir gün ola açıla baht-ı siyahım" der Budin. Bu bahtı siyah olan Budin bizim gönlümüzde o derece derin bir yer elde etmiş, öyle bir iz bırakmıştır ki; sanki daha dün gibi, sanki biz de oradaymışız, sanki bizim elimizden alıvermişler sayı//49// ağustos 28


gibi hâlâ o akıncı türküsünü yanık yanık söyleriz. "Çeşmelerde abdest alınmaz oldu/ Camilerde namaz kılınmaz oldu Ma'mur olan yerler hep viran oldu/ Aldı Nemçe bizim nazlı Budin'i" (Dursun,2003:166) Dursun, şöyle devam ediyor: Macaristan'daki ayakta kalan tek minare Eğri (Eger) şehrindedir. Ama onun da camisi yıkılmıştır. Budin'de ise tek bir cami kalmamıştır. Halbuki 17. asrın sonlarında Budin'de (Budapeşte) 81, Eğri'de 47, Pecs'te ise 17 cami vardı! (Dursun,2003:167) MACARİSTAN’IN BAŞKENTİ VE EN BÜYÜK ŞEHRİ BUDAPEŞTE

Prof Dr. İlber Ortaylı Budapeşte’den övgüyle şöyle söz eder: Macaristan’ın tarihini Buda’da görmek mümkün. Buradaki tepede Saint Gelert’in yani Macaristan’ı Hıristiyanlaştıran azizin abidesi var. Buda’nın üzerinde de arşiv ve müze olarak kullanılan Avusturya Habsburglarının sarayı… Tuna üzerindeki zarif köprüler Buda’yı ve Peşte’yi birbirine bağlıyor. Elizabeth Köprüsü Avusturya’nın imparatoriçesi ve Macaristan’ın en çok sevilen kraliçesinin adını yaşatıyor. Macaristan’ın Komünist Parti ile yönetildiği devirde bile bu ad değişmedi. Köprüyü aynı isimli bulvar izledi; benim gençliğimde Halk Cumhuriyeti Caddesi adını alan Kont Gyula Andrassy Caddesi’ne ise bu isim yeniden verildi. Tuna’nın kenarını Macaristan’ın zarif parlamento binası süslüyor ve hep böyle kalacak. Binanın etrafındaki eski zarif binalara gözleri gibi bakıyorlar. Buda ve bilhassa Peşte tarafının bütün binaları 19. asırdaki özelliklerini koruyor. Budapeşte tıpkı Barselona gibi, hatta ondan daha çarpıcı ve muhteşem bir biçimde her binası ile ayrı bir üslubu ve dünyayı temsil ediyor. Bu üslupların hepsi bir arada güzel. Budapeşte, müzeleri ve kafeleri ile insanın ruhunu tazeleyen eski bir dünya… Mirasın güçlüsü tükenmez; dışarıdaki hayat tatsız ve acı olsa bile o halka geleceğe uzanmak için güç verir. (Ortaylı,2013:154-155) Ortaylı’nın iddiasına göre Budapaşte’de bir dönem Bosna Müslümanlarının dertleriyle yakından ilgilenecek kadar güçlü ve duyarlı bir Müslüman topluluğu dahi mevcuttu. Dönemin Osmanlı arşivi vesikalarına göre, Budapeşte’deki Müslümanların komitesi Bosna ile yakından ilgileniyordu ve Babıali, Bosna için sadece Viyana’daki diplomatik misyonla değil, bu komite ile de yakın ilişkideydi. (Ortaylı,2013:113)

Budapeşte’yi ziyaret eden Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, şehirde Osmanlı’dan kalma kültürün hala hayatta olduğuna şöyle dikkat çeker: Türklerde hamam sohbet için değil, temizlik öğesi olarak kurulmuş, geliştirilmiş bir kurumdur. Budapeşte’de önemli yerleri dolaştığım sırada beni en çok etkileyen yerlerden biri, Fadıl Mustafa Paşa tarafından yaptırılmış olan Kaplıca Hamamı olmuştu. Beni gezdiren Macar, kültürlü ve doğru sözlü bir adamdı. «Türkler, Budapeşte’yi alıncaya kadar Macarlar böyle genel temizlik meseleleri, yani hamam nedir bilmezlerdi. Türklerden öğrendiler. Görüyorsunuz ya, işte Türkler tarafından yaptırılmış olan şu kaplıca, dört yüz yıldan beri ayakta durmakta ve kullanılmaktadır»demişti. (Velidedeoğlu,1977:27) DOBRUCA

Coğrafi Konumu ve Tarihçe: Bugün Romanya ve Bulgaristan sınırları içinde bulunan bir bölge olan Dobruca’nın Batısında ve kuzeyinde Tuna ve bunun kollarından Lom ve Pravadi, doğusunda Karadeniz, güneyinde Deliorman yer alır .Hayvancılığın da yapıldığı Dobruca’nın süt ürünleri meşhurdur. Dobruca’nın siyasî tarihini stratejik mevkii tayin etmiştir. Rusya ve Ukrayna steplerinden İstanbul’a ve Ege’ye giden en kısa yolun Dobruca’dan geçmesi, bu bölgenin en eski tarihlerden beri çeşitli kavimlerin geçit yeri olmasına sebep olmuştur. Bu kavimlerin her biri Dobruca’da çeşitli izler bırakmıştır. Osmanlılar da Dobruca’nın bu stratejik mevkiinden faydalanmışlar, Lehistan ve Rusya’ya yönelik seferlerde, Kırım Hanlığı ile bağlantılarda hep bu bölgeyi kullanmışlardır. Kemal Karpat, bölgeye yerleşen ilk Müslüman Türk grubunun Selçuklular olduğundan bahseder: Sultan II. İzzeddin Keykâvus Moğollar’a yenilince bazı taraftarlarıyla 12631264 yıllarında Bizans İmparatorluğu’na sığınmıştır. İmparator VIII. Mihail Paleologos, bunlardan Sarı Saltuk’un bulunduğu bir grubu Kuzey Dobruca’ya Batı Karadeniz sahillerine yerleştirmiştir. II. İzzeddin Keykâvus ise Bizans imparatoruna düzenlediği bir komplo sebebiyle bir süre Enisala (Yeniköy) Kalesi’nde hapsedilmiştir. Babadağı’na yaklaşık 10 km. mesafede bulunan bu kalenin kalıntıları bugün de mevcuttur. Keykâvus’a izâfetle Gagauzlar olarak bilinen bu Selçuklu Türkleri hâlâ varlıklarını sürdürmektedirler. Saltuk Baba’nın maiyetindeki Türkler, başta adını bu 29


zattan alan Babadağı olmak üzere Dobruca’da birçok yerleşim merkezi kurmuşlardır. (Karpat,1994:483-484) DOBRUCA’DA OSMANLI DÖNEMİ

Dobruca’nın Osmanlı idaresine giriş tarihi kesin olarak belli değildir. Dobruca Hâkimi Ivanko, 1416’da Çelebi Mehmed’e yenilmiştir. Çelebi Mehmed Dobruca kalelerini fethetmekle kalmamış, Eflak’ı da ele geçirerek Mircea’ya Osmanlı hâkimiyetini kabul ettirmiştir. Karpat, hayatını anlattığı kitapta Osmanlıların bölgeye gelişleri ile ilgili yeni bilgiler vermektedir: Türkler daha Osmanlı Devleti kurulmadan Sarı Saltuk idaresinde 12.000 çadır halinde Dobruca'ya gelmiş ve Dobruca'nın güneyinde Kavarna-Kalyakra bölgesine yerleşmişler. Bir kısmı Sarı Saltuk idaresinde kuzeye, Babadağ'a geçmiş ve 1263 senesinde Babadağ şehrini kurmuşlardır. Osmanlı'dan önce Avrupa'ya geçmiş, yine Dobruca bölgesine yerleşmiş başka devletlerin izleri de vardır. Mesela Anadolu Selçuklularının izlerini görmek mümkündür. Mesela Dobruca'nın güneyinde, Derviş Paşa Camii vardır. O cami 1299'da kurulmuştur. Bu tarih de aşağı yukarı Osmanlı Devleti'nin kuruluşuna denk düşüyor, demek ki daha o devirde Dobruca'da orayı kendine yurt edinip yerleşmiş Türkmen kitleleri vardı ve bunlar Bizans'ın idaresinde yaşamaktaydılar. (Karpat,2008:14) Osmanlı, tam anlamıyla bu bölgeye hakim olduğu zaman Babadağ ve bu bölge çok büyük bir refah ve huzur dönemi geçirmiştir. Evliya Çelebi, 17. yüzyılda (l650-60'larda) buradan beş defa geçmiş ve Babadağ'ın o devirdeki manzarasını çok güzel vermiştir. Medreseleri, camileri, pazarları, 390 dükkanı ile Babadağ müreffeh bir hayat geçiriyordu. Fakat 18. yüzyılda Rusya'nın bölgede bir güç olarak ortaya çıkması ile Dobruca ve bu arada Babadağ defalarca yağma edilmiş, yıkılmış, yakılmış; tekrar dirilmiş, kendine gelmiş, camilerini, evlerini tamir etmiş, sonra 1850'de ve 187l'de yine kuzeyden gelen Rus ordularının hücumuna maruz kalarak mahvolmuştur. (Karpat,2008:21) Kırım Harbi (1853-1856) sırasında Ruslar Dobruca’yı işgal etmişler, fakat Paris Antlaşması (1850) hükümlerine uyarak Tuna kıyısına çekilmişlerdir. Bu savaş sona ermeden önce Kırım halkından yüz binlerce kişi Dobruca’ya göç etmiş ve bunlar oraya iskân edilmiştir. Göçmenlerin merkezi, planları İstanbul’da çizilen ve masrafları sayı//49// ağustos 30

hazineden karşılanan eski Karasu kasabasının yerinde kurulan Mecidiye olmuştur. Karpat, Mecidiye şehrinin kuruluş hikayesinden şöyle bahseder: Mecidiye 1856-57'de, Sultan Abdülmecit tarafından kurulmuş bir şehirdir. .Bu muhacirlerin büyük kısmı Dobruca'ya yerleştirildi ve merkezleri olarak belirlenen Mecidiye şehri modern planlara göre inşa edildi. İstanbul'da hazırlanmış şehircilik planı, "sokakları şu kadar arşın genişlikte olacak" diye maddeler konularak hazırlanmış. Caminin çatılarının ölçüleri bile orada belirlenmiş, çatıya konulacak kurşun levhalar hazır gelmiş. (Karpat,2008:78-79) 1864’te Tuna vilâyeti teşkil edilince Dobruca buraya bağlanmıştır. Doksanüç Harbi sonunda imzalanan Berlin Antlaşması ile Dobruca’nın kuzeyi Romanya’ya, güneyi muhtariyetini elde eden Bulgaristan’a verilmişti. O sırada Kuzey Dobruca halkının % 65’ini, Güney Dobruca’nın ise % 80’ini müslüman Türkler oluşturmaktaydı. Yine bu savaştan ve özellikle 1883’ten sonra 90.000 kadar Türkiye ve Bulgaristan’a hicret etmiştir. 1910 yılında Romanya Dobrucası’nda 210.000 kişilik nüfusun sadece % 30’unu, Bulgaristan Dobrucası’nın 257.000 kişilik nüfusunun % 40’ını müslümanlar oluşturuyordu. (Karpat,1994:485) II. Balkan Savaşı’nın ardından imzalanan Bükreş Antlaşması ile (1913) Bulgaristan Dobruca’nın güneyini de Romanya’ya terketmiş, fakat Almanya’nın baskısıyla 1940’ta imzalanan Kraiova Antlaşması ile Güney Dobruca tekrar Bulgaristan’a verilmişti. Romanya ve Bulgaristan, 1878’den sonra gerek Berlin Antlaşması hükümlerine uymak için, gerekse kendi nüfus sayılarının çok düşük olması sebebiyle bir süre Türkler’in haklarına saygı göstermişlerse de daha sonra baskı yaparak Türk halkını Türkiye’ye göçe zorlamışlardır. Toprak mülkiyeti giderek ellerinden çıkan Türkler, 1899’daki kuraklıktan kaynaklanan kıtlığın da tesiriyle kitle halinde Türkiye’ye göç etmişlerdir. Böylece Kuzey Dobruca’daki Türk unsuru süratle azalmış, bir Türk kasabası olan Babadağı’nın nüfusu da kısa sürede birkaç bin hâneden 1930’larda 200 hâneye düşmüştür. Burada faal tek medrese Mecidiye’ye nakledilmiş, Silistre’deki medrese ise kapatılmıştır. Mecidiye Medresesi’nin de kapatılmasından sonra imamsız kalan bazı köylerde ölüleri defnedecek kimse


bulunamamıştır. Kendisi de aynı yöreden olan Kemal Karpat Dobruca Türklerinin güncel vaziyetlerinden şöyle bahseder :Romanya Dobrucası’nın nüfusu halen 1 milyon civarında tahmin edilmektedir. Bu nüfusun % 10’u Müslüman Türk olup bunların da üçte biri Osmanlı, diğerleri Kırım asıllıdır. Bulgar Dobrucası’nın nüfusu ise yaklaşık 500.000 kadardır ve bunun da % 35’ini Türkler oluşturmaktadır .Romen Dobrucası’ndaki Babadağı civarında Sarı Saltuk’tan başka birçok babanın mezarı daha vardır. Bunlardan, XVI. yüzyıldan kalma Gazi Ali Paşa’nın türbesi ve camii harap haldedir. Camide 1982’den beri namaz kılınmamaktadır. Babadağı’nda halen faal halde Osmanlı devrinden kalma üç çeşme ile birkaç ev bulunmaktadır. İsakça’daki cami ve baba türbesiyle Tulça, Hırsova ve Maçin’deki camiler ayaktadır. Buralarda yaşayan Türkler’in mevcudu 2000 civarındadır. Müslüman Türk halkının % 90’ı Köstence’de yaşamaktadır. Buraya bağlı Mangalya’da 1590’da inşa edilen İsmihan Sultan Camii bulunmaktadır. Bununla birlikte Mecidiye Medresesi, halkın çok âcil imam ve hoca ihtiyacına rağmen hâlâ açılmamıştır. (Karpat,1994:486) Bölgede bir araştırma gezisi yapan A. Haluk Dursun gözlemlerini şöyle anlatıyor: Deliorman ve Koca Balkanlardaki araştırmalarımızdan sonra Bulgaristan’daki güney Dobruca'da önemli ziyaretgâhlardan Akyazılı Sultan'ın türbesini aramak için yola koyulduk. SilistreDobriç üzerinden indiğimiz Karadeniz sahilindeki Balçık'ı geçip bugünkü ismi Obroşişte olan Tekkeköy'ün hemen girişinde sağ taraftaki tekke, büyük bir bahçe içerisinde harap olmuş bir bina görünümündedir. Köyde 15-20 hane Türk kalmış. Eskisi kadar olmasa da II. Dünya Harbi'ne kadar Romanya'ya ait sahanın içinde kalan tekke, Bulgarlarca önce çatısına bir haç asılarak daha sonra da gereken ilgi gösterilmeyerek harap edilmiştir. (Dursun,2003:52-53) Dursun, şöyle devam ediyor: 1997'nin Ağustos'unda Babadağ'a gitmek nasip oldu. Sarı Saltuk Türbesi’ni tıpkı Evliya Çelebi gibi yıllar sonra ben de ziyaret ettim. O zaman restorasyonu devam eden Gazi Ali Bey Külliyesi'ni de inceledim. Cami inşaatı henüz bitmediğinden orada bir cuma namazı kılamadım. Ama Dobruca'da nice Türk memleketleri görüp, Tuna'nın ötesinde, berisinde tice akıncı beyinin peşine düşüp, alperen gazinin izini sürdüm. (Dursun,2003:157) Dobruca'daki ilk medrese

Babadağ'da açılmış. Babadağ Seraskeri Gazi Ali Paşa, medrese için 8000 hektarlık bir arazi vakfetmiş. Bu medrese 1837'de II. Mahmut tarafından yenilenmiş.1901'e kadar da tedrisatı devam etmiş. Sultan IV. Mehmet, Babadağ'ı çok sevmiş, hatta bir ara sarayı ve aile halkını da oraya taşımış. Sultan III. Ahmet ise orada doğmuş. Haluk Dursun, yöreye yaptığı geziden sonra ortaya çıkan duygularını ve gözlemlerini şöyle anlatıyor: Ah Dobruca ah, 1417'den 1877'ye kadar tam 460 sene Osmanlı hâkimiyetinde kalan Türk diyarı. Bugün Romanya ve Bulgaristan sınırları içinde kalan Osmanlı'nın asırlık serhad boyu. 1997 Ağustos'unda İstanbul'dan bindiğimiz gemi Karadeniz'in o vahşi dalgalarında çatırdaya çatırdaya Dobruca'nın merkezi Köstence'ye yanaşıp, Romanya topraklarına ayak bastığımızda ne kadar heyecanlı, kadar sevinçliydik. Ertesi sabah beraberce Dobruca'yı gezmeye başladık Köstence'de Köyiçi Camii'nde, o ufacık evlâd-ı fatihan çocuklarının, o mini mini çekik gözlü Tatar yavrularının Kur'an-ı Kerim öğrenmelerini heyecanla seyrettik. Sonra Hasan şah Köyü'nde yine aynı manzarayla karşılaştık. Sultan Abdülmecid'in adını yaşatan Camii'nin 1989'dan beri ibadete açık olduğunu öğrendik. Mecidiye - Köstence arası 35-40 km. Fırıncısından minibüs şoförüne kadar bizim Anadolu Türkleri her tarafa el atmışlar. Ama Dobruca, sadece Mecidiye Köstence'den ibaret değil. Biz daha yukarılara, kuzeye, Tuna boyuna uzanmak istiyoruz. Köstence'den yola çıktığımızda önce Babadağ'ı görüyoruz. Babadağ'dan sonra Tulca. Orada Aziziye Camii var. Tuna kıyısına iniyor, ardından ver elini İshakça (166 km). Kasaba merkezinde tam Arap mimarisi tarzındaki Mahmut Yazıcı Camii'ni görüyoruz. Önce yeni zannediyoruz, daha sonra Arapların restore ettirdiğini öğreniyoruz. Ortalıkta konuşacağımız kimse yok. Çocuklar Türk olduğumuzu öğrenince bizi Türk mahallesine götürüyorlar. İshakça'da 40-50 hane Türk varmış. Avlusunda çok güzel asması bulunan çardaklı bir eve davet ediliyoruz. Daha önce hiç tanışmadığımız bu aile Osmanlı'nın yâdigârı. Evin büyüğü 70'lik Hatice Teyze, bizim İstanbul'dan Dobruca'daki insanlarımızın durumunu görmek, hâl, hatırlarını sormak için geldiğimizi öğrenince çok heyecanlanıyor. Eski günlerini, çektiği çilesini anlatırken gözleri doluyor. 'Bunca yıl nerede kaldınız, nasıl bizi unuttunuz, bizi buralarda nasıl bıraktınız?” diye sitemde bulunuyor. (Dursun,2003:160:161) 31


ergicilik zor iş… Hele bir de taşrada ise… Binbir heyecanla, binbir hevesle ve de binbir ümit ile başlar her şey… Şeytanın bacağı kırılmış üç kişi, beş kişi, hadi diyelim yedi kişi gelmiştir bir araya. Günler, aylar, belki de yıllar süren bir hazırlığın ardından “vira bismillah” denip çıkılmıştır yola…

AZİMLİ BİR TAŞRA DERGİSİ;

Sonra ne mi olur?.. Ümitler söner, heves biter, heyecan yerini sıkıntılara bırakır. Kadro gide gide dağılır. Kimi küser ayrılır, kimi fikir aykırılığını bahane eder. Sonuçta işin “delisi” birkaç kişi kalır. Üç sayı, beş sayı, bilemediniz on sayı dayanır ve vurur kapıya kilidi. Dergiler mezarlığına bir dergi daha gömülmüştür.

Bir de onca plan, proje ve gayrete rağmen adı konulup da tek sayı da olsa hiçbir zaman çıkmayan, çıkamayan dergiler vardır…

Bir de onca plan, proje ve gayrete rağmen adı konulup da tek sayı da olsa hiçbir zaman çıkmayan, çıkamayan dergiler vardır… Ama Kahramanmaraş’ta ilk kez Alkış ile sular tersine aktı ve “dalya” dendi. Yüz sayı geride kaldı. Olmaz denilen oldu. Şehrin tüm renkleri bir yürek oldu. Kültür, sanat ve şehir öncelik aldı. Alkış onyedi yılı geride bıraktı… Tıpkı diğerleri gibi uzun bir çalışmanın ardından 2002 yılı Mayısında sessiz sedasız çıkmıştı okur karşısına. İkinci sayının da gecikmeden hemen akabinde çıkması ile yerel basında yer almaya başladı. Pınar, Kahramanmaraş’ın Sesi, İstiklal, Memleket, Gündem, Kahramankent ve Haber gibi mahalli gazeteler Alkış’ı köşelerine taşıyıp gündeme getirdiler. Kısa sürede ulusal basından da ses gelmeye başladı. Ankara’dan İsa Kayacan Alkış’ı fark eden ilk isim oldu. Arkadaşı Aydil Erol aracılığı ile haberdar olduğu Alkış’ın altıncı sayısı üzerine uzun bir değerlendirme yazısı kaleme alarak; Zümrüt, Devrek Postası, Önder ve Yenisöke gibi gazetelerde yayınladı.

ALKIŞ Serdar YAKAR

Alkış için ümitlenen ve de sevinen ilk kalemlerden biri oldu İhsan Yücel; “K.Maraş Sanatevi”nin binbir emekle oluşturup kotardığı “Alkış” dergisi elime geçende mutlandım, kıvandım. Adına yakışır biçimde alkışlamaya değer buldum onu. Böylesi, içten, sıcak, gülümser bir kültür sanat dergisinin K.Maraş’ta boylanıp soylanarak yaşama gülümsemesi sevindirdi beni” dedi. Alkış henüz sekizinci sayısına ulaşmıştı o günlerde… Onuncu sayıda mutfaktan bir isim, Mustafa Okumuş on sayının değerlendirmesini sayı//49// ağustos 32


yaparken şu cümleleri kurdu: “Bundan yaklaşık üç yıl önce başlamıştı serüven. Birkaç yazar ve sanatsever dost arasında Kahramanmaraş’ta bir kültür edebiyat derneği kurma fikri gündeme oturmuştu. Önce dar bir çemberde kaldı bu oluşum, kısa zamanda çember genişledi. “Olur muydu, tutar mıydı” tartışıldı, enine-konuna. Sonra tuttu işte. İnsanoğlu istemeye görsün ve de inansın yeter ki.” Evet maya tutmuştu. Bu tutuşta derginin ilk sayısından itibaren en büyük pay şüphesiz ki Dr. Oğuz Paköz Beye aitti. Elini taşın altına koymuş, dernek başkanlığını kabullenmişti. Bu kabulleniş 100. sayıda da devam ediyor. Mutfaktan bir diğer isim Ömer Kaya onbeşinci sayıda Alkış isminin anlamları üzerinde geniş bir yazı kaleme alarak “Alkış eskiden dua anlamında kullanılırdı” diyerek diğer anlamlara da kapı araladı. Alkış’ın dua anlamında kullanıldığı aslında ilk sayının sunuş yazısında Oğuz Alp Paköz tarafından da dile getirilmiş idi. Şahsım (KÜSEV)’in kuruluşunda yer almış olmakla birlikte 28 Şubat sürecinin yaşattığı sıkıntılar dolayısıyla vaktimi adliye koridorlarında geçiriyor olmam dolayısıyla o güne kadar katkı sağlayamadığım Alkış için mahalli gazeteler de ben de bir takım yazılar kaleme almış idim. Bunlardan biri de 20.07.2006 tarihli Kahramanmaraş’ta Bugün gazetesi oldu. “Ukde” adlı köşemde; “Yerel bazda dergi yayıncılığı yapmak ve bunu aksatmadan devam ettirmek doğrusu yiğitlik ister, vefa ister. KÜSEV adına bu vefayı Dr. Oğuz Paköz, şair Nihat Yücel’le birlikte göğüslüyor” diyerek sözlerime şu cümlelerle son vermiştim: Kent kültürünü yaşatma ve gündeme taşıma noktasında önemli bir işlevi yerine getirmekte olan Alkış dergisi bayilerde satılmamakta olup ulaşmanın en kolay yolu abone olmak.” Alkış’ın 36. sayıya ulaşması ile kıvançlanan Mustafa Okumuş “Alkış’a Alkışımız Tuttu” diye başlık attığı yazısında; “Alkış dergisi bu soluklu, ilkeli yayıncılığıyla Kahramanmaraş kültür, sanat ve edebiyatı için bir şanstır” der. İşte bu şans ki ilk sayıda onüç imza ile okur karşısına çıkarken yüzüncü sayısında yazar kadrosunu toplamda dörtyüz yirmiye çıkartmıştır. Kahramanmaraş İl Genel Meclisi 2008 yılı Şubatında bir ilke imza atarak şehrin kültür

hayatına katkı sağlayan sekiz isme (Bahaettin Karakoç, Prof. Dr. Mehmet Özkarcı, Mustafa Okumuş, Celalettin Kurt, Ali Büyükçapar, Serdar Yakar, Arif Yücel ve Yalçın Özalp) plaket töreni düzenledi. Bu törende plaket alan sekiz kişiden üçü Alkış’ın daimi yazarı, ikisi ise ara sıra yazan yazarları idi ki bunlar; Mustafa Okumuş, Ali Büyükçapar, Serdar Yakar, Arif Yücel ve Celalettin Kurt’dur. 2009 yılında çıkan 45. sayıda bu kez Sıddık Elbistanlı sarılır Alkış için kaleme. “Alkış gökçeyazınımız için gittikçe değer kazanıyor” der ve uzun bir destan ile isim isim her bir yazara göndermeler yaparak sözlerini şu mısralar ile sonlandırır: “Bir bağ var aramızda, kopmaz bir bağ Sevgiden, saygıdan örülmüş ortak bir payda Aynı bahçenin türlü çiçekleriyiz Yol alıyoruz güzelliklere doğru, zamanda.” 2010 yılına gelindiğinde Alkış artık üniversite edebiyat öğrencileri için kaynak teşkil etmeye ve hakkında tezler hazırlanmaya başlanılır. Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Öğretim Üyesi İbrahim Erşahin Beyin yönlendirmesi ile Mehmet Nur Esendemir’in hazırladığı “Alkış Dergisindeki Halk Kültürü Yazıları” adlı tez bunların ilkidir. Alkış’ın çıkışının onuncu yılının yaşandığı günlerde Karaozan (Eshabil Karademir) Kanal 46’daki köşesinde bir değerlendirme yazısı kaleme alarak şunları söyler: “Kahramanmaraş’ta bir kültür ve sanat dergisinin yayın hayatını sürdürmekteki zorluğunu hepimiz çok iyi bilmekteyiz. Alkış dergisi bu zorluklar içerisinde 10 yaşına girmeyi başarmıştır. Derginin yayın kurulu ve yazarlarını bu zorlu yürüyüşteki, dik duruşları ve azimleri nedeniyle kutlamamak elbette nankörlük olur.” Milliyet blog yazarı Abdulkadir Güler de “Ben Alkış’ı her iki ayda bir sabırsızlıkla bekliyorum” diyerek şu cümlelere yer verir 23 Temmuz 2012 tarihli köşesinde; “Alkış Dergisi şairlerimizin, ozanlarımızın harman olduğu Kahramanmaraş’ta çıkıyor. Kahramanmaraş milli mücadele tarihimizde büyük başarılar elde etmiş ve adını Maraş’tan Kahramanmaraş’a alnının akıyla taçlandırmıştır. Sanat ve kültür dünyamızda da Kahramanmaraş’ın adı sık sık değerli şair ve yazarlarıyla anılıyor. Bu açıdan Kahramanmaraş güney illerimiz arasında tanınan ve anılan büyük bir kültür merkezidir. İşte Alkış dergisi 33


bu kahraman ilimizin ürünüdür.” Alkış 71. sayıya ulaştığında edebiyat dünyamızın en köklü ve etkin dergilerinden olan Yedi İklim’in dikkatini çeker ve sayfalarına taşır. İşte Yedi İklim’in Alkış için değerlendirmesi; “Yerel dergilerin en önemli özelliği hangi yörede, bölgede, şehirde çıkıyorsa o bölgenin, yörenin, şehrin folklorik yönlerinin, mahalli yönlerinin incelenmesine ve araştırılmasına vesile olmasıdır. Bu anlamda bir şehri tanımak isteyenler için şehrin pazarında çarşısında gezmeleri salık verilir eskiden beri. Bununla birlikte ben de bir şehri okuyarak tanımak isteyenlere, mahalli dergileri folklorik çalışmalara yer veren dergileri okumalarını salık veriyorum. Her şehrin bir dergisi var mıdır, açıkçası bilemiyorum. Ancak zannediyorum ki, tarihimize mal olmuş, milli kültürümüz içinde önemli bir yer edinmiş şehirlerimizin geçmişten günümüze dergileri olmuştur, olmaya devam etmektedir. Maraş bizim eski, eskimeyen şehirlerimizden biri. Alkış da Maraş’ta çıkan bir dergi. Kahramanmaraş Kültür Sanat Evi yayın organı olarak 12 yıldır yayın faaliyetinde bulunan Alkış dergisi Mart-Nisan 2013 tarihi itibariyle 68. sayıya ulaşmış. Dergide Maraş’a dair önemli inceleme ve araştırmaların bulunduğunu hemen belirtelim.” Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Türk Dili Okutmanı olan araştırmacı yazar Şaban Sözbilici Alkış için en kapsamlı çalışmayı yaptı. “Kahramanmaraş Dergiciliğinde Alkış” başlıklı uzun soluklu bu yazıda altı çizilecek onca cümle arasında bir cümle var ki değinmeden geçmek mümkün değildir. “Sevgi ve birlik, siyasi ayrımcılık yapmadan halkayı genişletmek derginin erdemleri arasındadır. Yazara saygı, düşünüre saygı, şaire saygı derginin büyümesini ve bugüne gelmesini sağlamıştır.” Taşrada yaşayıp büyük hayaller kuranlardan biridir Ömer Yalçınova. Şiir ve yazıları çeşitli edebiyat dergilerinde yayınlanıyor. “Taşra da edebiyat dergiciliği mümkün mü?” diye sorar bir yazısında ve “mümkün” cevabını verir. Gerekçesini ise bakın nasıl açıklar: “Taşrada edebiyat dergiciliği mümkün mü? Mümkün tabii. Mesela Kahramanmaraş’ta Alkış dergisi var. Yıllardır çıkıyor, çıkmaya da devam ediyor. Bütün ciltleri incelendiğinde sayı//49// ağustos 34

Kahramanmaraş’ta kim neyi, ne zaman, neden yazmış gibi sorulara cevap bulunabilir. Bu manada bir nevi şehrin hafızasıdır.” 2016 yılına gelinildiğinde bu kez Hece Dergisi Alkış’ı konuk eder sahifelerine. İbrahim Gökburun imzasını taşıyan “Alkış’ı Neden Önemsiyorum!” başlıklı yazıda şu cümlelere yer verilir: “Maraş’ın tarihî ve kültürel birikimine dair önemli tespitler ve derlemelere ağırlıklı olarak yer vermesi, Alkış dergisini okunabilir bir düzeye taşıdı. Özellikle Şevket Bulut, Hafız Ali Efendi, Orhan Kemal, Âşık Seyrani, Âşık Mahzuni Şerif, Gülten Akın ve Abdurrahim Karakoç gibi değerli şahsiyetler için hazırlanan özel sayılar kaynak niteliği taşımaktadır. Bu isimlerle ilgili akademik araştırma yapanlar; Alkış’ın söz konusu sayılarını irdelerlerse yeni ve önemli bilgilerle karşılaşacaktır.” “Maraşlı şairlerin, yazarların anıları ya da Maraş’ın suyunu içen eli kalem tutan herhangi birinin Maraş’ın kimliğine, türkülerine, masallarına, hikâyelerine, sözlü kültürüne dair araştırmaları başlı başına bir külliyat oluşturacak nitelikte. Ancak bu anıların gün yüzüne çıkarılması, paylaşılması, belgelere dökülmesi için bir çaba gösterilmeli, bir emek harcanmalı. İşte Alkış dergisi bu yolda ortaya konulmuş bir emek… Alkış dergisi’nin uzun soluklu samimi çabalarını elbette ki önemsiyorum!” Alkış 100. sayıya doğru ilerlerken Elazığ Fırat Gazetesi köşe yazarı Muhammet Yalçın Azizoğlu ses verir tâ oralardan. Övgü dolu cümlelerin ardından; “Barışa, mutluluğa, sevgiye ve güzelliğe adanmış Kahramanmaraş’tan çıkan ulusala seslenen, Kahramanmaraş’a da ulusaldan esintiler getiren bir kültür sanat dergisi olan Alkış’tan söz etmenin zorluğunu yaşıyorum yazımın her satırında” der. Ve Alkış 100. sayıda… 100. sayı üzerine 14 Temmuz 2018 Cumartesi günü Kahramanmaraş’ta, Kıraathane’de yapılan değerlendirme toplantısından sonra inanıyorum ki çok farklı kalemler tarafından farklı değerlendirmeler yapılacaktır ki bunun ilki de Kayseri’den geldi bile. Kadir Özdamarlar’ın Haber Kayseri’de kaleme aldığı yazıda Alkış’a alkışlar tuttu. 100. sayıya ulaşmada katkı sağlayan her bir ferde şükranlarımızı sunuyorum…


KÖTÜ HAL BİNDİRİMİ

Demek oluyor ki, mahkemeler öncelikle adaleti sağlamak amacını güden kanunlara muhtaç. İkinci olarak da uygulamacıların adalet dağıtmak gibi bir ideali ve ülküsü olmalı. Recep ARSLAN

Demek oluyor ki, mahkemeler öncelikle adaleti sağlamak amacını güden kanunlara muhtaç. İkinci olarak da uygulamacıların adalet dağıtmak gibi bir ideali ve ülküsü olmalı. Yasaların ve mahkemelerin ve uygulamacıların ana maksadı suçluyu cezalandırmak ise durum başkadır. Suç, kabahat, kusur işleyen kişiyi bu hallerinden vaz geçirip, iyi vatandaş haline getirmek, onları topluma kazandırmak istendiğinde durum daha başkadır. Mağdurun mağduriyetini gidermek maksadı hedefleniyorsa durum daha başkadır. Şimdi sormak gerek. Türkiye’de yasaların, hukukun, mahkemelerin işlevi hangisidir? Hiç biri değildir. O yüzden de cezaevleri tıklım tıklım doludur. Bir ülkede cezaevlerinin doluluk oranı ters orantılı olarak o ülkedeki adaletin göstergesidir. Ne yazık ki, ülkemizde her vatandaşa adil davranmak diye bir derdi yok kimsenin. Mağdurların mağduriyetini telafi etmek de hiç kimsenin amacı değil. İnsanları iyi vatandaş haline gelmesi için eğitim de cezaevlerinde verilemiyor. Sadece suçluyu cezalandırmak babında bir işlevi var mahkemelerin ve cezaevlerinin.

oplumun her ferdinin vicdanı kanıyor. Yargı bir okyanus. Sık sık dalgalanıyor. Fırtınalar, kasırgalar oluyor. Durgun ve sakin olmuyor, olamaz. Ama yargısız da olunamaz. Yargının bağımsız, tarafsız olması arzu edilir ama mümkün değildir. Mümkün değil diye ideallerden vaz geçilemez. Olabildiğince büyük hedefe, ana hedefe ulaşmak için çaba göstermekten uzaklaşılamaz. Mahkemeler adalet dağıtmanın araçlarıdır. Bunu başarabildikleri de çoğu zaman başaramadıkları da görülür. Ama mahkemeler, heyetin vicdanıyla hareket etmez. Onların bağlı kaldıkları, kalmaları gereken yasalar var. Usul ve teamül var. Mahkemeler yasalara göre çalışır ve adalet dağıtmaya çaba üretir. Ama onların uygulamak ve uymak zorunda olduğu yasalar, kanunlar adaleti hedeflemiyorsa adalet dağıtılamaz. Ülkemizde adalet dağıtılamıyor. Mahkemeden çıkan hiçbir mağdurun mağduriyeti giderilmiyor. Mağdurun mağduriyetini gidermek bizdeki mahkemelerin hedefi değil.

Suçluyu cezalandırırken de garip teamüller ve yasalar var. İnsana, insan hayatına, millete, vatana, bayrağa ihanet etmiş suçlunun, kadına, çocuğa, yaşlıya, sakata, hastaya, sağlık hizmeti verene saldırmış, tecavüz etmiş olarak mahkemeye çıkan biri, yasalarda yer alan iyi hal indiriminden yararlanıyor. İyi hal dedikleri nedir? Sanık duruşmalara tıraş olup, kıravat takarak geliyorsa, mahkeme heyetine efendimli cevaplar veriyorsa işi kurtarıyor. Avukat müvekkilini savunurken yasada olan bu durumu kullanmazsa eblehtir. Mahkeme heyeti yasada olduğu halde iyi hal indirimi yapmazsa karar bozulur. Ama çocuğa, hastaya, zayıfa insanlık dışı muamele yapmış sanık bu yasa ile korunur durumdadır. Suçlu korunduğunda, insan olarak elbette insan gibi muamele görmek hakkı vardır ama, sahte bir tıraş ve kıravat yüzünden suçunun cezasını görmeyecekse bu vicdanları kanatır. Esasında derhal bu yasa değiştirilmeli. Değiştirildi diyenler olacaktır. Aslında sanık için iyi hal indirimi yerine kötü hal bindirimi yasaya konulmalıdır. Sanık iyi olmaya, efendi olmaya, mahkeme heyetine saygılı olmaya mecburdur. Bunun için ödüllendirilmek yerine, kötü davranışlar sergilediğinde, terbiye sınırlarını aştığında onun cezasına kötü hal bindirimi yapılmak gerekir. Hukukçularımız siyasa ile meşgul olmaktan sıkılır da hukukla ilgilenmek isterse bu söylenene kulak verip gereğini yapsınlar. 35


KÜLTÜR VE TURİZM ARASINDA SIKIŞAN MEDENİYET DEĞERLERİMİZ Bir vatandaş ve Kültür ve Turizm Bakanlığı kurullarında görev yapan bir uzman olarak meseleyi, istikrar açısından değerlendirdiğimde iyi niyetli bir takım çabalara rağmen Devletimizin özellikle şehre dönük kültür ve medeniyet politikasında en az bir Milli Eğitim Bakanlığı, bir Sağlık Bakanlığı kadar günlük hayata dokunan, insanımızın kültür ve medeniyet değerleri üzerinden farkındalığının geliştirilmesine yönelik eylemlerin arttırılmasını ve istikrarlı bir şekilde sürdürülmesini de doğal olarak bekliyor ve talep ediyoruz. Cem ERİŞ*

*(Y.Mimar-Restorasyon Uzmanı) İstanbul 4 Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Başkanı.

sayı//49// ağustos 36

u satırların sahibi kardeşiniz ve evladınız, onurla ve gururla yaklaşık 15 yıldır Kültür ve Turizm Bakanlığı, İstanbul Koruma Bölge Kurullarında görev yapmaktadır. Bu süreçte tarihimizin ve medeniyetimizin manevi dinamiklerinin şehrimizi biçimlendiren, müşahhas alamet ve sembol mekanları olarak gerek sivil mimari eserlerimizin ve gerekse ecdadımızın bir sadaka-i cariye müessesesi olarak tesis ettiği vakıflar eliyle inşaa edilen her biri birer anıt hüviyetindeki vakıf eserlerimizin korunması ve ihyası yolunda mütevazi bir çabanın içinde olduk elhamdülillah. Bu imkanı bu naçiz kuluna nasip eden Rabbime sonsuz şükürler olsun. Geçen bu süreçte inancımızın, medeniyetimizin sembol muhiti olan bu şehrin bir çocuğu olarak neler yaşadığımızın ve ne mücadeleler verdiğimizin sessiz şahitleri şüphesiz bu eserler, camiler, mescitler, tekkeler, çeşmeler, medreseler, tarihi evlerimiz, sokaklarımız ve bir avuç mesai arkadaşımız ve büyüklerimizdir. Bu süreç, Devletimizin Milletiyle barıştığı, Millete ve Milletimizin temel ve hayati medeniyet değerlerine saygılı bir devlet anlayışının da kurumsallaştırılmaya çalışıldığı, bunun mücadelesinin verildiği bir süreçtir. Ve bu sürecin mimarı ve sembolleşen lideri şüphesiz bu Milletin içinden çıkan, sadece bu Milletin ve O'nun değerlerinin tarafında olan Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’dır. İnsanımız ve onun maddi ve manevi değerleri bu sürecin ana unsurudur. Bu sebeple Kültür ve Turizm Bakanlığı her zaman gözlerin üzerinde olduğu ve bu Milletin derdiyle dertlenen, değerlerini koruyup yükselterek sahip çıkan bir kuruma dönüşmesi beklentisiyle ve özlemiyle takip edilip izlenmiştir. Şüphesiz 15 yıllık bu süreçte elde edilen genel başarı, liderlik ve yönetimdeki samimiyet ve istikrarla doğrudan alakalıdır. İstikrar bakımından konuyu irdelediğimizde ise Koruma Kurulu üyesi olarak ilk atandığım 2003 yılından bu güne Kültür ve Turizm Bakanlığı'nda son değişiklikle 10. Bakanın görevlendirildiğinin altını çizmek isterim. Bu vesileyle yeni atanan Sayın Kültür ve Turizm Bakanımıza hayırlı olsun diyor ve görevinde üstün muvaffakiyetler diliyorum. Bir vatandaş ve Kültür ve Turizm Bakanlığı kurullarında görev yapan bir uzman olarak meseleyi bu yönü ile yani istikrar açısından değerlendirdiğimde iyi


niyetli bir takım çabalara rağmen Devletimizin özellikle şehre dönük kültür ve medeniyet politikasında en az bir Milli Eğitim Bakanlığı, bir Sağlık Bakanlığı kadar günlük hayata dokunan, insanımızın kültür ve medeniyet değerleri üzerinden farkındalığının geliştirilmesine yönelik eylemlerin arttırılmasını ve istikrarlı bir şekilde sürdürülmesini de doğal olarak bekliyor ve talep ediyoruz. Esasen toplum nazarında son derece değerli bu vazifeyi de milletinden ve milletinin değerlerinden yana son derece açık ve net duruşuyla kanaatımca yine Sayın Cumhurbaşkanımız üstlenmiş oldu ve sembolleştirdi. Bu üstleniş ve duruş son derece tabii ve samimi bir duruş olarak toplum tarafından alındı ve karşılığını gördü. Onun için ikinci yıldönümünü idrak ettiğimiz 15 Temmuz'un o çetin gecesinde Sayın Cumhurbaşkanımızın çağrısı bizleri hiç sorgulamadan ve tereddüt etmeden bu ülkenin, şehirlerinin sokak ve meydanlarına akıtıverdi. Bu hal, Devlet ve Millet bütünleşmesinin, milli-manevi değerlerimizin toplum tarafından nasıl algılandığının ve sahip çıkıldığının da bir ölçüsü oldu. Çıtanın bu seviyeye kadar yükselmesi ile toplum nazarında varlık-yokluk algısını artık Devletimizin tüm birimlerinde aynı idrak ve duruş beklentisi ile en üst seviyeye çıkardı. Dolayısıyla esas konumuza dönersek kültür ve turizm bürokrasisinin, mevzuatının ve yapılanmasının da bu hassasiyeti anlıyor ve beklenen yönde tepki veriyor; duruş, politika,

hedef ve stratejiler ortaya koyuyor olması gerekiyor; bekleniyor. Hemen tüm vatandaşlarımızın farkındalığındaki ekonomi alanında, sağlık alanında, savunma sanayi alanında nasıl hedef ve stratejiler toplumun önüne çok açık ve anlaşılır bir şekilde konuluyor ve desteğini alıyorsa, kültür ve medeniyetimizin sürdürülebilirliği yönünden ilgili hedef ve stratejiler de son derece açık ve anlaşılır şekilde artık bu millete teklif edilebilmeli. Farkındaysanız turizmi burada özellikle öne çıkartmıyorum. Zira ne kadar iyi niyetli olursa olsun turizm sektörü tarafsız bir sektördür. Yani ticari olarak bir ülkenin ve coğrafyanın pazarlanabilir tüm değerleri turizmin konusu olabilir. Bu son derece tabii bir kapitalist yaklaşımdır. Anadolu mutfağından tutun da Topkapı Sarayı'na, Selçuk'taki Meryem Ana Evi'nden tutun da Göbeklitepe'ye , Ege'nin masmavi kumsallarından tutun da Eyüb Sultan Külliyesi'ne kadar bu coğrafyadaki her maddi ve manevi unsur para kazanmanın, katma değer oluşturmanın birer aracı haline getirilebilir. Bunlardan biri gözden düşse diğeri yükselerek boşluk hemen doldurulur. Zira turizm sektörünün ardındaki kapitalist akıl, bu motivasyonla sürekli yeni marka arayışları, üretimleri, arz ve talep oluşturma gayreti içinde olacaktır. Dolayısıyla Meryem Ana Evi ile Eyüp Sultan'a Batı'nın gözlüğü ile baktığınızda din sosyolojisi açısından bir fark yoktur ve bunlar birer turizm markasıdır. 37


Diğer yandan mensubu ve tarafı olduğumuz kültür ve medeniyet değerlerimiz bizi bu coğrafyada var eden , bizi bir arada tutan yegane vazgeçilmez varlık sebebimizdir. Her şart altında alınıp satılan ve pazarlanan birer meta değildir.

yeniden yapılandırılmalı, mevzuatı bu yönde geliştirilmelidir. Tüm bu çalışmalarda eğitim alanıyla çok sıkı bir işbirliğine gidilmeli, gerekirse bu iki alan aynı bakanlık çatısı altında toplanmalıdır.

Bu bakış ve yaklaşım, ötelerin ötesine ve vahye iman eden bir topluma, değerlerine ve bu değerler etrafında şekillenen şehir, kimlik ve medeniyetine, sadece akla ve dünyaya tabi olmayı vaaz eden Batılı değer ve dünya görüşü üzerinden yapılan en az 200 yıllık hatalı bir idrakin ve baskının patolojik bir neticesidir.

•Taşınmaz kültür varlıklarının varlık sebebi manevi değerlerimizin de Bakanlığın çatısı altında kendisine yer bulması temin edilmeli ve sosyal-kültürel projelerde ilgili bakanlıklarla işbirliği yapılmalıdır.

Endişe ettiğimiz husus, bu baskı altında kontrolsüz değişen ve dönüşen toplum katmanlarında, bu değerlerimizin bağlamından koparılıp birer ticari meta haline getirecek toplumsal sosyal çözülmelerin önünü açıcı mecraların bilinçsizce tetiklenmesidir. SONUÇ VE TAVSİYELER: Yukarıda ifade etmeye çalıştığımız yerli ve milli, maddi ve manevi değerlerimizin tarafı olacak olan bir duruş ve yönetim anlayışını temin etmekte beklentilerimiz yanında mütevazi bazı tavsiyelerimiz elbette olacaktır: •Turizm, artık ayrı bir ekonomik sektör olarak Kültür'den ayrılmalı ekonomi ile ilgili bakanlığa bağlanmalı ancak Kültür politikalarında tanıtıcı gücünden yararlanılacak ortak projeler de geliştirilmelidir; •Kültür Bakanlığı ise tavizsiz olarak bu milletin maddi manevi medeniyet değerleri tarafında sayı//49// ağustos 38

•Pek çok kadim medeniyete ev sahipliği yapmış olan ve son 1000 yıldır da Milletimize vatan olmuş bu topraklardaki varlık ve egemenliğimizin bekası için tüm bu adımlar atılırken şüphesiz geçmişte de olduğu gibi "insanı yaşat ki devlet yaşasın" anlayışı içinde Kültür Bakanlığı, birlik ve beraberliğimize ve bu topraklardaki varlığımıza saygılı olmak kaydıyla her kesimin hukukunu koruyan bir anlayışın da kurumsallaştığı bir bakanlık olarak tesis edilmelidir. •Kültür Bakanlığı ve bürokrasisi mümkün mertebe Sayın Cumhurbaşkanımızın duruşuyla uyumlu bir pozisyonda olmalı, vücut dilinden topluma hitabına kadar bu duruş örnek alınarak gerekleri yerine getirilmelidir. 15 yılın sonunda, 15 Temmuzu da yaşayan bu Milletin bir ferdi olarak başka 15 Temmuzları çocuklarımız da yaşamasın diye bunu sayın Cumhurbaşkanımızdan ve Bakanımızdan talep ediyor, başta 15 Temmuz şehitlerimiz olmak üzere tüm şehit ve gazilerimizi minnetle yad ediyorum.


KAPILAR VE

ARDINDAKİLER Burası bir tekkenin girişi. Gördüğümüz her nesnenin her birinin bir anlamı var ve bir şeyleri sembolize ediyor. Prof. Dr. İsmail GÜLEÇ*

Fotoğraf: Hüseyin Tunca

eyahatlerde çok sık olmasa da insanı heyecanlandıran ve büyüleyen manzaralar çıkabiliyor karşımıza. Bunları bazen güzel bir resim olarak görüyor ve bayılıyoruz, bazen de çağrıştırdığı anlamları düşünüyor, kendimizi kaybediyoruz. Beni en çok heyecanlandıran da bu tür manzaralar. Ne demek istediğimi veya neyi kastettiğimi bir örnek üzerinden göstermeye çalışayım. Yukarıdaki fotoğrafı görüyorsunuz. Fotoğraf resim olarak güzel, simetrik kapı, merdivenler, mühürler, beyaz zemin üzerinde koyu yeşil kapı ve önünde dört sıra taştan merdiven.

*T.C.Medeniyet Üniversitesi

Kompozisyon olarak fevkalade. Acaba gördüklerimizin hepsi bu kadar mı? Ne düşündünüz bilmiyorum ama ben bu işlerden anlayan birine sordum ve öğrendiklerimi sizinle paylaşmak üzere bu satırları yazıyorum. Burası bir tekkenin girişi. Gördüğümüz her nesnenin her birinin bir anlamı var ve bir şeyleri sembolize ediyor. Tekkenin önü dünya hayatı, şuursuzca ve mevcudun farkında olmadan yaşadığımız yerler, yaptığımız işler, geçirdiğimiz vakitler. Derken bu durumdan rahatsız oluyor ve kafamızı kaldırıyoruz. Bir de bakıyoruz ki arkamızda gerçek bir dünya var, boynumuzda zincir olduğu için göremediğimiz dünya. Aslında zincir boynumuzda değil, zihnimizde. Alışkanlıklarımız zincirimiz olmuş, kafamızı çeviremiyoruz. Derken günün birinde başımızı çevirmeyi başarıyoruz ve bir başka dünya daha görüyoruz. Ama o dünyaya hemen gidilmiyor, kolay değil, bazı kuralları var. En temek kural basamakları birer birer çıkmak. Yarım daire olan basamakların en genişi en altta, en darı en üstte Genişten dara, çoktan aza doğru bir yükseliş. Daireler yarım, çünkü dünya hayatı ve bizler de yarımız, kemale ermek, yani tamam olmak için o basamakları çıkıp o eşikten geçmemiz lazım. Geçip o iki kanatlı kapıdan içeri girip eksik olan tarafımızı tamamlayacağız. İlk basamağı çıkıyoruz. Bu basamak şeriat katı. Şeriat katına tüm insanların çıkması mümkün değil. Şeriat basamağından yukarı çıkmak da herkesin kârı değil. Şeriat basamağından herkes yukarı çıkamıyor. Sonra tarikat basamağı. Onu başaranlar hakikat basamağına çıkıyor. Hakikat basamağını çıkan kişi ilk üç basamağın ne anlama geldiğini anlayınca arif oluyor ve marifet sahibi olarak dördüncü basamağa çıkmaya hak kazanıyor. Basamaklar bitti. Bir kul ancak buraya kadar gelebilir. Bundan öteye geçmek bizim elimizde değil. Orada kapının açılmasını ve içeri alınmayı bekleyeceğiz. Mihrabı andıran kapı iki kanatlı, yani hem zahir hem batın bilgisine sahip olmayı temsil ediyor. Her iki tarafında da yıldız motifi var. Yıldızlar gökleri temsil ediyor, basamaklar da yerleri. Kavs-i urucun iki aşaması. Önce bu dünyadan sonra da feleklerden geçildikten sonra miraç gerçekleşiyor. Bu ikisinden biri eksik olunca kapı tam açılmıyor ve kemâlat olmuyor. Kapı mihrap ve oradan cennete giden bir yol var. Bu kapının ardında sadece bir oda yok, uçsuz bucaksız bir kâinât var, sonsuz hayat var, cennet var. Marifet basamağına çıkınca ve iki ilim ve irfan kanatlarını da takınca bize buyur denilme vakti gelmiş oluyor. Artık bundan sonra bizim elimizden bir şey gelmez, cazip bizi çekecek, meczup olarak mıknatısa demirin yapışması gibi koşup yapışacağız. Bu çekim gücüne muhabbet diyoruz, aşk diyoruz. Haliyle başı muhabbet sonu himmet olan bir yolculuk ve gayret var ortada. Hasılı gördüğünüz sadece basamaklar ile bir kapı değil, hayatın kendisi, gerçeği, döngüsü. Her şey başımızı çevirmekle, ilk basamağa adım atmakla başlıyor. O yüzden ilk adım her zaman çok önemli. Peki kapıdan içeri girince ne olacak, bir de ne olacağız? Hiç. Her şey hiç için. Hiç olabilenlere… 39


Köylüleri niçin öldürmeliyiz? Bu sorunun karşılığını bulamıyorum içinden çıkılmaz bi olay, ama önemsiz köylüleri öldürmesek de olur hatta onların kalın suratlarını görmezlikten gelebiliriz İsmet Özel

BİR ZİHNİYET OKUMASI:

KÖYLÜ VE ŞEHİRLİ

Bugün büyük göçler altına ezilen şehirlerimizin en büyük problemi köylülüğün şehri kuşatmasıdır. Şehri bu kuşatmadan kurabilmek için köylülüğü anlamak ve tanımlamak gerekir. Zira köylülük bir zihniyet, bir davranış biçimidir. Bu zihniyet ve davranış biçimini anlamadan şehirlerimizi ne koruyabilir ne de kurabiliriz.

Mehmet KURTOĞLU

öylü- şehirli ayrımı mekânsal betimlemeden daha çok bir zihniyet, bir yaşam biçimi üzerinden yapılmalıdır. Köylü ile şehirlinin yaşam koşulları aynı zamanda onların düşünüş ve davranış biçimlerini de şekillendirir. İbni Haldun, bunu “coğrafya kaderdir” sözüyle formüle etmiştir. Köylüşehirli davranış biçiminin de böylesine bir boyutu vardır. Örneğin köylü ile şehirlinin yer değiştirmesi büyük sıkıntılar doğurur. Özellikle bir şehirlinin köyde yaşaması, köye sıkıntı vermezken, köylünün şehirde yaşaması şehir hayatında bir takım sıkıntılar yaratır. Mesela şehirlinin köye müdahalesi köylünün ufkunu açarken, köylünün şehre yerleşmesi şehrin ufkunu daraltıp sorun ve sıkıntılar meydana getirmektedir. Bugün büyük göçler altına ezilen şehirlerimizin en büyük problemi köylülüğün şehri kuşatmasıdır. Şehri bu kuşatmadan kurabilmek için köylülüğü anlamak ve tanımlamak gerekir. Zira köylülük bir zihniyet, bir davranış biçimidir. Bu zihniyet ve davranış biçimini anlamadan şehirlerimizi ne koruyabilir ne de kurabiliriz. Son elli altmış yıldır köylülük şehirlerimizi kuşatmıştır. Şehir ile köy çatışmaktadır. Şehirlerimiz köylülerin bu akınlarına karşı nasıl direnebileceği konusunda henüz bir çıkış yolu bulamamıştır. Ne siyaset bilimciler ne de toplumbilimciler bu alanda dişe dokunur bir şey ortaya koyamamışlardır. Koyabilmeleri için önce bu zihniyeti tanımaları ve tanımlamaları gerekmektedir. Çünkü şehirlerin, köy karşısında direnebilmesi için köylü-şehirli ayrımının doğru ve yerinde tanımlanması önem kazanmaktadır. Şehir kanun-kuralcı, köy ise başıbozuktur. Şehir temizdir köy necistir. Latinler bunu “ köy necistir” atasözüyle ortaya koymuşlardır. Vahşi yaşam koşulları içinde köyün temiz kalması mümkün değildir. Şehirli özgür düşünür ve düşünceden yanadır, köylü tutucudur. Örneğin Avrupa’da feodal çağda derebeylerinin

sayı//49// ağustos 40


hükümranlığı altında bir köle gibi çalışan köylüler, özgürlüklerini parayla satın alarak derebeylerinden kurtulmuşlardır ve ancak şehre geldiklerinde özgür olabilmişlerdir. Bu yüzden “şehir hayatı insanı özgür kılar” deyimi bu dönemin Avrupa’sında ortaya çıkmıştır. Geçmişte derebeylerine bağlı köylüler, daha sonra toprağa bağımlı, tarım toplumu şeklinde yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Bu yüzden “özgürlük” hep şehre mahsus bir olgu olarak zihinlerde yer almıştır. Örneğin devrimler şehre mahsustur. Dünyanın en büyük devrimleri şehirlerde gerçekleşmiştir. Fransız Devrimi, İngiltere’de Sanayi Devrimi, Rus Devrimi, İran İslam Devrimi hep şehir eksenli devrimlerdir. Bu da şehrin değiştirici dönüştürücü yönünü gösterir. Şehirli çalışkan köylü tembeldir. Bu şehrin dinamik, köyün statik yapısından kaynaklanır. Şehir efendidir, köy hizmetkâr. Bunu ünlü düşünür Farabi, “köy şehre hizmet etmelidir” sözüyle ifade etmiştir. Bugün tarım toplumlarına baktığımızda gelişmiş sanayi toplumlarına hizmet ettiğini görürüz. Yalnız filozoflar köyşehir ayrımı yapmaz, aynı zamanda dinler de köy ve şehirli ayrımı üzerinde durur. Hz İdris’ten İbrahim Peygamber’e, İbrahim Peygamber’den Süleyman Peygamber’e ve Hz Muhammed’e kadar bütün peygamberler şehir kurmuşlardır. Örneğin İslam’da şehir sözcüğü Peygamberimiz’in Arapçaya kazandırdığı “medine” sözcüğünden doğmuştur. Medine sözcüğü ise hem din, hem medeniyet anlamını içermektedir. İnsanların birbirine karşı sorumlu/ borçlu olduğu anlamına gelen duyn sözcüğü dahi din kelimesinden türemiştir. Bu bağlamda

şehir, insanların birbirine karşı sorumluluğunu hatırlatan bir müessesedir. Köyün ise böylesine bir bağlayıcılığı yoktur bu yüzden din, köye temkinli yaklaşmıştır. Örneğin Hz. İsa, “köyden peygamber çıkmaz” der. Ünlü İslam düşünürü Mevlana ise “köyde bir gece geçiren kırk gün kendine gelemez” diyerek bu gerçeğin altını çizer. Yine İslam dininin en temel beş şartından namaz(Cuma namazı), Hac ve zekât şehir merkezli ibadetlerdir. Özellikle Cuma, Bayram namazları ile Hac şehirde yapılan ibadetlerdir. Örneğin köyde Cuma namazı kılınmaz, bugün köylerde Cuma kılınıyorsa eğer, Diyanet İşlerinin verdiği fetvadan dolayıdır. Köyde asabiyet güçlüdür şehirde birey. İbni Haldun, “şehir ve ülkeler asabiyetle kurulur ama asabiyetle yönetilmez” der. Bu bağlamda köylüler asabiyetle hareket eder, şehirliler kanunlarla. Asabiyet, aşiretçilik, kabilecilik, tarikatçılık daha çok köylülüğe mahsustur. Bireysellik ise şehirli refleksidir. Köylü feodaldir, şehir ise demokrat! Bu bağlamda köylü ile şehirlinin zihniyet ve davranışı farklıdır. Şehirli ibdâcı, köylü yıkıcıdır. Şehirli savaşır, köylü talan ve yağmalar. Şehirli için büyük önem taşıyan zaman mefhumu köylüde yoktur. Köylüye göre zamanı mevsimler belirler. Köylü topraktan ürün elde etmek ister, şehirli toprağa ruh vererek şekillendirmek! Bir köylü şehre ayak bastığında şehrin yeşil alanlarını hayvanlarını otlatmak için mera olarak değerlendirmek ister, şehirli ise bir köye gittiğinde orayı nasıl değiştirip dönüştüreceğim kaygısı taşır. Şehirli köyü şehre, köylü şehri köye benzetmeye çalışır. Şehirlinin hafızasını güçlendiren birçok tarihi mekân vardır ve her 41


Fotoğraf: Tolga S. KARAKAYA

mekân ona yaşanmışlıkları anımsatır. Köylünün hafızası yoktur, çünkü bomboş araziler ona ancak rüzgârın uğultusunu fısıldar. Köylünün en güçlü hafızası ya bir yatır ya da köyün dışına yapılmış mezarlıktır. Bu mezarlığın taşlarında ise kaba saba çiziktirilmiş bir baba veya dede ismi ya bulun ya bulunmaz. Bunun ötesi yoktur. Şehirli bir gül bahçesine girdiğinde sevgilisini, köylü koyun-kuzularını hatırlar. Şehirli bu bahçeden dereceği gül ile sevgilisine nasıl kur yapacağını düşünürken, köylü bu güllerle koyun-kuzularını nasıl doyuracağını düşünür. Şehirli bahçede şakıyan bülbülü dinlese kendinden geçer, köylü bülbülü görse onu nasıl avlayacağını düşünür. Şehirli köye gitse, köyü nasıl dönüştüreceğini, köylü şehre gitse orayı nasıl yağmalayacağının hesabını yapar. Köylüler yılda bir veya iki kez ürün kaldırdığından yılda eline ancak bir veya iki kez para geçer ve bu yüzden para konusunda açgözlü ve cimri olur. Kolay kazanamadıkları için kolay harcayamazlar. Şehirlinin elinin altından her gün para geçtiğinden paraya köylü gibi değer vermez. Şehirli kanuncu, köylü kanunsuzdur bu yüzden köylülerin argoları çok güçlüdür. Şehirlinin tasavvuru güçlü, köylünün ise zayıftır. Şehirli fantezi kurar ama köylü kuramaz. Çünkü köylüler vahşi yaşam koşulları içinde hayvanlar arasında günleri geçer. Köylüler hayvanların; örneğin kedi, köpek, inek, eşek ve atların çiftleşmesini görür. Eşyanın insana sirayetinden dolayı, bu görsellik köylülerde hem fantezi hem de mahremiyet duygusunu zayıflatır. Bu yüzden köylerde cinsellik ve küfür çok rahat konuşulup-tartışılır. Şehirliler bunlara yabancı olduklarından, kamusal ve özel alanlar belirlediklerinden fantazileri güçlü, argoları zayıftır. Köylü doğal şehirli terbiye edilmiş insandır. Köylü doğal olduğundan onun toplum içinde sayı//49// ağustos 42

nasıl bir davranış sergileyeceğini kestiremezsiniz. Örneğin ağzına geleni söyleyebilir. Ama şehirli insan terbiye edildiğinde ölçüp biçerek konuşur. Köylüler cesur, şehirliler korkak olur. Şehirli kendisini cezalandıracak kanunları bildiğinden korkar, köylü kanun kural bilmediğinden korkusuz ve gözü perktir. Şehirli naziktir zor yaşam koşullarına gelemez, köylü güçlü olduğundan zor yaşam koşullarından korkmaz. Şehirli özgürdür, köylü bağımlıdır. Şehirli özgürlüğünü bilgi ve mesleğinden alır, hangi diyar olsa çekip gidebilir ama köylü toprağa bağımlı olduğundan bir yere kıpırdayamaz. Bu aynı zamanda onun zihinsel özgürlüğünü de etkiler. Zira özgürlük aynı zamanda ufkun genişliğidir. Şehirlinin ufku geniş olduğundan özgürlük alanı da geniştir, köylünün ufku dar olduğundan özgürlük alanı da dardır… Şehirli dindar olur köylü ise gelenekçi. Şehirli yazılı kültürden, köylü sözlü kültürden beslenir. Şehirli hakikatçi, köylü hurafecidir. Şehirli filozofların, köylü şeyhlerin peşinden gider. Din köyde fizik, şehirde metafizik olarak yaşar. Çünkü şehirli dini içsel, köylü şekli olarak yaşar. Şehirli kuralcı, köylü kuralsızdır. Bu aynı zamanda insani ilişkiler ve nezaket kurallarını belirler. Şehirli zarafetli, köylü kaba-sabadır. Şehirden âlim-aydın, köyden asker çıkar. Şehirli devlet adamlılığını idealize eder, köylü muhtarlığı, aşiret reisliğini... Şehirli çocuğun zihninde birçok meslek dalları vardır, köylü çocukların zihninde ise sadece iki meslek vardır; öğretmenlik ve hemşirelik! Şehirli Yunanlı, köylü Romalı refleksi gösterir. Yunan filozof, Roma asker yetiştirmiştir. Köylülük demek biraz da Romalı demektir. Romalı demek barbar demektir. Toprağı kutsamak, kendi dışındaki halkları köle ve hor görmektir. Köylülerin toprağa bağımlılığı, toprak için birbirini öldürmeleri tipik Romalı


refleksidir. Zira “Romalı kafası bir çiftçi, bir asker kafasıdır. Ne sadece çiftçi ne de sadece askerdir, çiftçi-askerdir. Çiftçinin alınyazısı sürekli çalışmadır.” Güneydoğu’da kan davalarına karşılık köylülerin/aşiretlerin birbirinin köylerini talan etmesi Roma’nın çiftçi/asker kafasıyla benzerlik gösterir. Ayrıca kan davasına karşılık yapılan bu talan veya yağmalara “kan tuzu” denilmesi ayrıca üzerinde düşünülmesi gereken bir olgudur. Şehirli insan eğitim, sanat ve zanaatla uğraştığından, siyasetle ilgilenmez. Ayrıca ülkemizde siyaset öğrenciye, memura yasak olduğundan, köylülere kalmıştır. Köylülerin ise zamanı bol olduğundan hayatları hep siyasetle geçmiştir. Köylülerin şehre yerleştiklerine yapabildikleri tek şey, müteahhitlik ve Belediyelerde meclis üyesi olmak! Böylece şehri kolay yağmalayacak hem de çok rahat rant elde edeceklerdir. Şehirli ve köylünün zihniyet ve davranışı oldukça farklıdır. Bu farklılığı anlamak için göç almış kadim şehirlerin bugün içinde bulunduğu sancılı duruma bakmak gerekir. Kadim şehre yerleşen köylüler, şehrin güzelliğini değil de zenginliğine vurulmuşlardır. Özellikle belediyelerin meclis üyeliklerini ele geçirerek kamusal arazileri aralarında taksim etmişlerdir. Şehirle ilgili en ufak bir fikirleri olmadığı gibi bir ruh bağı, bir gönül bağı da kuramamışlardır. Şehirle gönül bağı kurup ulu nazarla bakamadıkları için, geleneksel evlerimizin yerine betonarme apartmanlar dikmeyi gelişmişlik sanmışlardır. İslam mimarisinden haberdar olmadıkları için, Batı’nın ikinci sınıf insan gördüğü işçiler için yaptıkları apartmanları İslam şehirlerine kondurmayı bir marifet sanmışlardır... Şehirli ile köylünün davranış ve zihniyet farkına varmadan, bugün kadim şehirlerimizi dolduran ve demografik yapısını değiştiren köyden şehre göçleri okuyamayız. Kadim şehirlerimizin yaşadığı sancılı durumun temelinde bu köylülüğün baskın bir kültür olarak şehre hâkim olması yatmaktadır. Köylülerin bu mantalitesini okumadan, ne kadim medeniyetimizden ilhamla güzelim İslam şehirleri kurabiliriz ne de şehirlerimizin içinde bulunduğu bu sancılı durumdan kurtarabiliriz. Köylülük ülkemizde bir sorun olmanın ötesinde bize dayatılan bir yaşam biçimi, bir zihniyettir. Bunun üstesinden gelmek yine kadim şehir kültürüyle büyümüş üç kuşak şehirlilerle mümkündür…

DİPNOT

1- Çiftçinin ömrü belli bir düzen içinde geçer. Ekim, büyüme, hasat. Ömrü tarlada geçer. Çiftçinin erdemleri, namus, iktisat, ileriyi görüş, sabır, çalışkanlık, dayanıklılık, cesaret, kendine güven, basitlik ve kendinden büyüklere saygıdır. Bunlar aynı zamanda askerin erdemleridir. Disiplin icabı düzenli hayatın değerini o da bilir. Çünkü içgüdüsel olarak ani bir çağrıya cevap vermesi gerekmektedir. Kendine güveni olmalıdır. Çiftçinin gücü, dayanıklılığı askerin işine yarar. El ustalığı Romalı asker olmasına yardım eder, yapıcı olması, hendek kazmayı, yol ve savunma amaçlı sur bina yapmayı bilir. Açık havada yaşayabilir. Zaten ömrü boyunca işi gücü bu olmuştur. ( Reginald Haynes Barrow, Romalılar, Çev. Ender Birol, İz Yay.2002, İstanbul)

Fotoğraf: Tolga S. KARAKAYA

2- Köylerde yalnızca devlet memuru ve okumuş insan olarak öğretmen ve sağlıkçılar olduğundan, en çok bu mesleği tercih ederler. 3- Reginald Haynes Barrow Romalılar, Çev. Ender Birol, İz Yay.2002, İstanbul 4- “Kan tuzu” deyimi ile “yaraya tuz basmak” deyimi arasında bir ilişki kurulabilir diye düşünüyorum. “Kan tuzu” deyimi de tıpkı “yaraya tuz basmak” deyiminde olduğu gibi acıyı daha da çoğaltmak anlamını içermektedir. Örneğin cinayetle yetinmemek bir de talan/yağma yapmak… 5- Menderes, Demirel ve Erdoğan’ın en çok oy almasının tek bir nedeni vardır, köylüler ve köyden kente göçmüş birinci kuşak ailelerdir. 6- Göç alan büyük şehirlere bakınız Belediye meclis üyeleri çoğunlukla köylülerden ve müteahhitlerden oluşmaktadır. 43


.GÜN / ZEYTİNDAĞI

KUDÜS

NOTLARI

(26-29 Haziran 2018)

Gerisini tamamlayayım. "Ben!" dedi, "Kudüs'ü kaybettiğimiz gün buraya bırakılan artçı bölüğünden..." Sustu. Sonra, elindeki silahın namlusuna sürdüğü fişekleri ateşler gibi zımbaladı. "Ben, o gün buraya bırakılmış 20. kolordu, 36. Tabur, 8. Bölük, 11. Ağır Makineli Tüfek Takım Komutanı Onbaşı Hasan'ım!" Yarabbi! Baktım, bir minare şerefesi gibi gergin omuzları üzerindeki başı, öpülesi sancak gibiydi. Ellerine bir kere daha uzandım. Gürler gibi mırıldandı: "Sana, bir emanetim var oğul. Nice yıldır saklarım. Emaneti yerine teslim eden mi?" Musa YAŞAROĞLU*

sayı//49// ağustos 44

Üç saate yakın sebepsiz yere bekletilen imam arkadaşımızı geç de olsa yanımıza alınca önce Selman-ı Farisi makamını ziyaret edip öğlen namazlarını kılıyoruz. Sonra Rabiyetül Adeviyye makamını ziyaret edip farklı bir uhrevi havaya bürünüyoruz. Zeytindağı’nın esintili havası, sıcağın etkisini kırmak yerine daha da artırıyor. Karşımızda öylece uzanan Mescid-i Aksa görüntüsü bizi heyecanlandırmaya yetiyor. Güneş ışıklarının etkisiyle parıldayan Kubbetüssahra’nın altın kubbesi daha da güzel görünüyor gözümüze. Murat Bardakçı'nın babası İlhan Bardakçı anlatıyor: “Ben ve gazeteci arkadaşım rahmetli Said Terzioğlu, İsrail dışişleri rehberlerinin yardımı ile bu mübarek makamı dolaşıyoruz. Kudüs Kapalı Çarşısı’nda rüzgâr gibi dolanan entarili kahvecilerin elindeki askılara çarpmadan biraz yürüdünüz mü, önünüze çıkan kapı sizi Mescid'ül Aksa'nın önüne kavuşturur. Mir'ac mucizesinin soluklandığı ilk Kıble'mize yani... Hemen oracıkta, ilk avlu vardır ki hala bizim lakabımızla anılır. "12 Bin Şamdanlı Avlu" derler oraya. Yavuz Sultan Selim 30 Aralık 1517 Salı günü Kudüs'ü aldığında ortalık kararmıştır. Yatsı namazını o avluda kılar. Kendisi ve bütün ordu beraber… Şamdanları yakarlar. Tam 12 bin şamdan... O isim oradan kalmadır. Sekiz on basamaklı geniş merdiveni adımladınız mı, o mukaddes Mescid'in bağdaş kurduğu ikinci avluya ulaşırsınız. Onu merdivenin başında gördüm. İki metreye yakın bir boy… İskeletleşmiş vücudu üzerinde garip bir giysi… Palto... Hayır, kaput, pardösü veya kaftan… Değil. Öyle bir şey işte! Başında ki kalpak mı, takke mi, fes mi? Hiçbirisi değil. Oraya dimdik, dikilmiş. Yüzüne bakınca ürktüm. Hasadı yeni kaldırılmış kıraç toprak gibi… Yüz binlerce çizgi, kırışık ve kavruk bir deri kalıntısı… Yanımda bizim eski vatandaşımız İstanbullu Yusuf'a sordum: "Kim bu adam?". Lakayt biçimde omuz silkti. Bilmem, diye cevap verdi. “Bîr meczup işte. Ben bildim bileli, yıllardır burada dururmuş. Çakılı gibi, hâlâ duruyor ya... Kimseye bir şey sormaz. Kimseye bakmaz, kimseyi görmez." Nasıl, neden, niçin hâlâ bilmiyorum. Yanına vardım. Türkçe "Selamünaleyküm baba!" dedim. Torbalanmış göz kapaklarının ardından sütrelenmiş gibi jiletle çizilmişçesine donuk gözlerini araladı. Yüzü gerildi. Bana, bizim o canım Anadolu Türkçemizle cevap verdi: "Aleykümselâm oğul..." Donakaldım. Ellerine sarıldım, öptüm...


Kimsin sen, Baba? Dedim. Anlattı ki ben de size anlatacağım. Ama evvela biliniz, o canım devlet çökerken, biz Kudüs'ü 401 yıl 3 ay 6 günlük bir hâkimiyetten sonra bırakmışız. Günlerden 9 Aralık 1917 Pazar günüdür. Tutmaya imkân yok. Ordu bozulmuş, çekiliyor, devlet zevalin kapısında. İngiliz girinceye kadar geçen zaman içinde yağmalanmasın diye oraya bir artçı bölük bırakırız. Adet odur ki kenti zapt eden galip, asayiş görevi yapan yenik ordu askerlerine esir muamelesi yapmaz. Anlattı, dedim ya. Gerisini tamamlayayım. "Ben!" dedi, "Kudüs'ü kaybettiğimiz gün buraya bırakılan artçı bölüğünden..." Sustu. Sonra, elindeki silahın namlusuna sürdüğü fişekleri ateşler gibi zımbaladı. "Ben, o gün buraya bırakılmış 20. kolordu, 36. Tabur, 8. Bölük, 11. Ağır Makineli Tüfek Takım Komutanı Onbaşı Hasan'ım!" Yarabbi! Baktım, bir minare şerefesi gibi gergin omuzları üzerindeki başı, öpülesi sancak gibiydi. Ellerine bir kere daha uzandım. Gürler gibi mırıldandı: "Sana, bir emanetim var oğul. Nice yıldır saklarım. Emaneti yerine teslim eden mi?" Elbette, dedim, buyur hele... Konuştu: "Memlekete avdetinde yolun Tokat Sancağı'na düşerse... Git, burayı bana emanet eden kumandanım Kolağası (Önyüzbaşı) Musa Efendi'yi bul. Ellerinden benim için öp. Ona de ki…" Sonra, kumandanı olduğu takımın makinalısı gibi gürledi: “Ona de ki, gönül komasın. "11. MAKİNALI TAKIM KOMUTANI İĞDIRLI ONBAŞI HASAN, O GÜNDEN BU YANA, BIRAKTIĞIN YERDE NÖBETİNİN BAŞINDADIR. TEKMİLİM TAMAMDIR KUMANDANIM!". Öleyazdım. Sonra yine dineldi. Taş kesildi. Bir kez daha baktım. Kapalı gözleri ardından, dört bin yıllık Peygamber Ocağı ordumuzun, serhat nöbetçisi gibiydi. Ufukları gözlüyordu. Nöbetinin başında idi. Tam 57 yıl kendisini unutuşumuzdaki nadanlığımıza rağmen devletine küsmemişti. Mevki: Kudüs Mekan: Mescid'ül Aksa Tarih: 21 Mayıs 1972 Cuma” Rehberin anlattığı bu duygusal hatıra otobüsteki herkesi sessizliğe büründürüyor. Öyle sanıyorum ki hepimiz içimizden aynı cümleyi kuruyoruz. “Bugün ise nöbet dört günlüğüne bize geçti.” Mescid-i Aksa her yeni gün yeni nöbetçileri bekliyor. Sanırım bu bekleyiş kıyamete dek sürecek. KUBBETÜSSAHRA

Zihnimizde hep Mescid-i Aksa olarak canlanan bu altın kubbeli yer zannettiğimiz gibi Mescid-i Aksa değil. Mecid-i Aksa epeyce büyük bir alanı kaplayan surlarla çevrili olan kısmın tamamı...

Kubbetüssahra, Emeviler tarafından inşa edilen bir ziyaretgâh… Yani cami bile değil. Ama şuan bir cami gibi kullanılıyor. İçerisinde yer alan ve etrafı çevrilen kayalık kısım, Peygamberimizin miraca yükseldiği yer olarak kabul ediliyor. Ayrıca iç kısımda yer alan ve bir mağara gibi duran alanla ilgili de muhtelif rivayetler mevcut. Kubbetüssahra iç ve dış mimarisi ve de harikulade işlemeleri ile tam anlamıyla efsane bir mekân. İçinde dolaştığınızda o sanatsal harikuladeliğin albenisinde kendinizden geçiyorsunuz. Genişçe bir alanın ortasındaki bu mekânı inşa eden bir medeniyetin şuan ki görüntüsü ise ne yazık ki çok hazin! Mescid-i Aksa’yı çevreleyen surlardan her birinde bulunan ve İsrail askerlerinin kontrolüyle girilen bu kadim mirasa karşı sanırım büyük bir vefa borcumuz var. KIBLE MESCİDİ

Hz. Ömer döneminde inşa edilen mescid, aslında çok daha eski dönemlerden kalma olarak biliniyor. Sonraki dönemlerde tamamen yıkılmış olan bu kurşun kubbeli geniş alan birçok kez yıkılmış ve en son Emeviler döneminde yeniden inşa edilmiştir. İçerisinde farklı bölümleri ile dikkat çeken mescid, sağa ve sola doğru ekleme yapılabilecek bir yapı olarak karşımızda duruyor. Mescid-i Aksa’nın bir parçası olan Kıble Mescidi zamanla “Mescid-i Aksa Camii” adıyla anılmaya başlıyor. Kubbetüssahra ile karşı karşıya duran bu güzide mekan, adeta her dakika bizi Kudüs’e çağırıyor. İçerisinde bulunan ve Hz. Zekeriya'nın Hz. Meryem'i korumak için muhafaza ettiği, Kur'an'da her geldiğinde Hz. Meryem'in yanında farklı meyveler gördüğü bölüm olarak kabul edilen kısım “Zekeriya Minberi” adıyla anılıyor. Mescidin giriş kapısına doğru en sol köşede ise Zeytindağı'na bakan Ömer Minberi yer alıyor. Buranın pencerelerinden görülen kazı alanında ise Yahudilerin inançlarına göre aradıkları “Kayıp Süleyman Mabedi” değil Roma'ya ait kalıntılar yer alıyor. Burası da yine ne yazık ki İsrail tecridi altında. Öyle anlaşılıyor ki Yahudiler geçmişte yaşadıklarından hiç ders çıkarmamış ve kendi kibrinin esiri olarak Müslümanlar'ı adeta silikleştirme hedefiyle çalışmaya devam ediyorlar. Zira vakit namazlarında birkaç saftan ibaret olan cemaatin durumu, köklerinden koparılmış. İşte o yüzden bizim bu mescidleri boş bırakmamamız ve safları çoğaltmak için Kudüs'e akın etmemiz gerekiyor. 45


ilge Adana…Bir 22 Şubat gibi yine hava serin ve yağışlı idi. Ankara’nın göz görmeyen kirli havasından sonra cennet gibi gelmişti. Yer Adana. Adana o kış çok yağış aldı. Yıl 1979.

ADANA

“GÖNLÜMÜN KALDIĞI ŞEHİR” ŞEHİR SOHBETLERİ - sekizSabah ışıkları, güneşin vuruşu. Kışta olsa ılık, yumuşak ve nemli havası Ankara’dan sonra ilaç gibi/ kurtarıcı gibi gelirdi. Adana da Ankara’ya göre iki yönü cezbederdi. Temiz havası, Ilık havası. Ankara da paltolu iken burada gömlekle gezmek.

Ahmet NARİNOĞLU

Sabah ezanı ile Seyhan kenarındaki garaja iniş. Sabahı beklerken Seyhan kenarında taş köprüye kadar yürüyüş. Ankara’dan sonra serinde serin ve de bol oksijeni sindire sindire içe çekiş. O sabahı unutmak zor. Talebeliğimizde Ankara’ya giderken Adana’dan gelir geçerdik. Şairin İstanbul dönüşü gibi bende Adana’ya dönüşü severdim. O zaman otobüs firmaları, Gazanfer Bilge, Çayır ovası, Adana Seyahat ile gider gelirdik. Garaja iner, genellikle akşam biner sabah erken inerdik. Sabah ışıkları, güneşin vuruşu. Kışta olsa ılık, yumuşak ve nemli havası Ankara’dan sonra ilaç gibi/ kurtarıcı gibi gelirdi. Adana da Ankara’ya göre iki yönü cezbederdi. Temiz havası, Ilık havası. Ankara da paltolu iken burada gömlekle gezmek. Sonraları da hep duydum. Gömlekle gezdi mi Adana’ya yaz geldi derler. Taş köprüye doğru, sahil yürüyüşünü unutmak olur mu? Adana Seyhan kenarında garajdan taş köprüye inince, aşağıya doğru yürüdüğünde ırmağın kenarında ağaçlar, kumsallar. Eskiden buralar zahire pazarıymış. Irmak sahilinde at arabalarını yıkarlarmış, yün yıkarlarmış, meyve-sebze yıkarlarmış. Kuzeye baraja doğru yürüdüğünde ırmak boyu alabildiğine yekpare portakal bahçeleri Çamurdanların bahçeleri derlerdi. Mevsiminde burnunuza titreyen portakal çiçeği kokusu. Şehrin her cadde sokağında, ev bahçelerinde portakal ağaçları. Şehrin alayı portakal çiçeği kokardı. Dedem Adana bereketli şehir derdi. Ondan Adana hikâyelerini duya duya bu şehre meftun olmuştum. Yeme içme bol. İnsanlar cömert. Her yerde her zaman ikram. Adana kebabı, şalgam, bicibici, karsambaç, dikenli incir. O günlerden unutamadıklarım. Adana da çalıştığım yıllarda her gün taş köprüden geçiş. Seyhan coşkun, kabarık sularını seyrederken filozofun ‘’ Sular köprünün altından bir kere akar’’ demesini hatırlayış. Acaba filozof sözünü, bu taş köprüde mi

sayı//49// ağustos 46


söylemiş. Bilinmez. Bildiğim taş köprüde duran, el avuç açan insanlar. Her bozukluğum taş köprüde bitmiştir. Düşünürdüm. Seyhan’ın sazağında köprünün üzerinde ayazı yiye yiye niye dururlar? Sonra hayat öğretti ki ‘’ ne yaparsan yap köprübaşlarını tutmalısın. ‘’ Avuç açanlar ta o zaman bunu biliyorlarmış, Soğuğa rağmen üşüye üşüye duruyorlarmış. Kazanıyorlarmış da. Ama geçen bu zaman da bir köprübaşını tutmayı bildiğim halde tutamadığıma hala hayıflanıyorum. Köprüden geçerlerken ya o sızlanışım. Dedem ve amcası bu köprüden şehre geçerken işgal yıllarında başına gelenler. Dedemin dudakları titreye titreye anlatırdı. Dedemin dudakları titreye titreye amcasına şehadetine anlatışı. Aynı duygular içinde dudaklarım titreye titreye köprüden acaba nerde, ne şekilde, ne zaman gibi şaşkın arayışlarla baka baka köprüden geçtiğimi hatırlayış. Taş köprü o gün, bu gün o yükü omuzlarımıza yükledi kaldı. Eşimin dedesi Kuvaiye Milliye kahramanı Telgrafçı Hasan namı ile Hasan Carıllı Fransız işgali sırasında posta memuru olarak çalışır. Gündüz yazdıklarını ezberleyerek gece mors alfabesiyle Ankara’ya ulaştırırmış. Atatürk’ünde takdirini kazanan bu insan bağımsızlığın bir temel taşı olarak kalır. Aldığı yükü de biz varislerine miras bırakır. Adana ya bilerek isteyerek gelmiştim. Kaderimin bundan sonrası bu şehirde başlayacağını bile bile. Nitekim kaderin at dediği adımlar burada atılıdır. Kaderimiz, gönlümüz, aklımız, aile bağlarımız, dostluklarımız bu şehirde temellerini attılar.

Bu üreten şehre hayran kalmıştım. Akşamüzeri batıda Çukobirlikten, doğuda Bossadan Fabrikadan işçiler bir anda kovandan çıkan arılar gibi şehre gelir, caddelere dolardı. İnsan kaynardı. Sizinde gönlünüzün kaldığı şehirler var mı? Meftun olduğunuz. Hayalinizle kesişen şehirler. Benimkisi Adana oldu. Size meftunu olduğum bu güzel şehirden Adana’dan bahsedeyim… Taa çocukluğumdan itibaren yönetme mesuliyeti aldığımız devirler dâhil hepsinden. Bu şehre Gazi Mustafa Kemal’ de hayran kalır, hissini saklayamaz. Filistin Suriye cephelerinden çekilen Osmanlı Ordusu dönen askerleri ile elinde kalan mühimmat ile Adana’ ya ulaşınca kaldığı bir bağ evinde (Cemil Nardalı Konağı) Adana eşrafı ziyarete gelir. Memleketin behemehâl kurtarılması gerektiği, esaretin kabul edilemeyeceği yolunda uzun konuşmalar üzerine, duyduğu hisleri yüreğimize taş gibi kazıdığı “milletin istikbalini, milletin ta kendisinin kurtaracağı” imanı ve iradesini Adana’dan alır. İleriki gelişinde kararını beyan eder. “Bende bu vekayiin ilk hiss-i teşebbüsü bu memlekette, bu güzel Adana'da vücut bulmuştur.” der. Yaşar Kemal de Adana ya çocukluğunda gelir. Pamuk tarlaları, çırçır fabrikaları, çalışan üreten insanlar. Uçsuz bucaksız ova. Ta ötelerde deniz ve bütün dünyanın bu bereketli topraklar üzerinde davaları, kavgaları. Bu topraklara 47


Çukurova’ya meftun kalış. Ovayı tarif eder. İnci Memed 1 romanında. Karacaoğlan da Çukurova’dan geçer. Ova ile toroslar yaylalar arasında yaşayan toplum hayatının bir parçası olarak yazın yaylalarda kışın ovada (sahilde) duygulara tercüman olur. Ve niceleri Çukurova’ya, Ovanın tam ortasında bir nazlı gelin gibi süzülen Seyhanı kucaklamış Adana şehriyle buralara meftun kalır. Halada kalmaktadır. ÇUKUROVA

Önce Çukurova’yı bilmeliyiz. Çukurova’yı bilmeden ovanın ortasına kurulu tespih tanesi gibi dizili şehirleri anlayamayız. Hikmet sebeplerine vukuf olamayız. Çukurova coğrafyası, yaşayan insanoğlunun göz koyduğu yerler olmuş. Çatışma buradan çıkarmış. Tarih de Çukurova üzerine nice savaşlar yapılmış. Ne canlar yakılmış. Güzellikler, ağıtlar birbirine karışmış bir Çukurova destanı olmuş. Yağız delikanlı gibi Toroslardan coşan, nazlı gelin gibi ovada süzülen, bereketli topraklara bereket katan Seyhan, Ceyhan ırmaklarını kıvrım kıvrım Akdeniz’e ulaştıran Çukurova. Çukurova birleşik kap üzerine kurulu. Deniz, ova, toroslar, ırmaklar, sulak alanlar, iklim, birleşik kap olmuşlardır. Çukurova insan vücuduna benzer. Birinde yanlış diğerini etkiler. Birinde doğru ötekine yarar. Üzerinde canlılarda ona uymuş. Yazın sıcak ve kurak. Kışın ılık ve yağışlı. Yazın göç. Kışın göç. sayı//49// ağustos 48

Çukurova’nın işi göç üzerine kurulu. Coğrafya üzerinde yaşayanlar tabiata uyum sağlayarak bir yıl içinde hem Akdeniz’i, hem Ovayı hem de Torosları kullanırlar. Çukurova coğrafyası, yaşam şekli olarak göçe zorlamış göç yolları Toroslara ulaşmış. Göç kültürünü üretmiş. Bölge bir ve bütün olmuştur. Göç kültürünün temeli olmuş. Güçlü ve zengin sözlü edebiyat gücünü Çukurova’nın göç kültüründen alır. O kültürü yaşayan insanlardan, toplumlardan. Şairler, yazarçizerler zenginliği işler. Çukurova’yı düz yazı ile de anlatsanız şiirsel olur. Bu coğrafya adları bilinen, bilinmeyen nice şairlere ilham vermiştir. Karacaoğlan, Dadaloğlu… ve daha niceleri. Çukurova dünde çok kültürlüğe ev sahipliği yapardı. Dünde çok kültürlerin göç yoluydu. Bu gün de çok kültürlerin buluştuğu bölge. Artık illerin değil bölgelerin yaz kış yaşadığı yer. Çukurova olalı beri, bilge adamlar yetiştirmiş, bağrında saklamış ”ilim gelişip de çeşitlenmeden önce her bilgiye” sahip bilge insanlar. Bilge adamlar çizgisi bugünde devam ediyor. Bu Bereketli toprakların üzerinde sabırlı, hoşgörülü, iyimser, cana yakın, bereketli insanlar yaşamış durmuş. Bu Çukurova’ya serpiştirilmiş Adana, Mersin, Tarsus, Ceyhan, Kadirli, Kozan, Osmaniye, Hatay, İskenderun, Kahramanmaraş ve eş değerdeki öteki kentler. Artık kentler birbirine ulanarak metropol oldular. Eski olan köyler şehir gibiydiler. “Çukurova kenti “demek zamanı geldi.


Adana oldum olası var olalı Çukurova’nın beyni kalbidir. Çukurova Adana’dır. Adana da Çukurova’dır. Aynıdır. Yeni Çukurova da zamanın getirdiği avantajlar ne olursa olsun merkez yinede Adana’dır. Kültür, tabiat, coğrafya, politika, yönetim öyle diyor. ADANA’NIN YOLLARI TAŞTAN

Adana yolları geçmişte uçsuz, bucaksız taştanmış. Hiç düşündünüz mü? Neden? Adana bir ova şehri, sulak, bereketli topraklar üzerine kurulmuş. Tarihinde toprakla dost kalmış. Topraktan hiç kopmamış. Toprak ekilip-biçilince ‘Tarım Şehri’ olmuş. Bol ürün verince, tarım ‘sanayiye’ dönüşmüş ‘Sanayi Şehri’ olmuş. Fayton dolaşan sokaklarını çamurdan korumak için yollarına taşlar döşenmiş… Tarım, sanayi ile birleşince ‘Zengin Adana’ doğmuş. Fayton ve taşlı yollar… Taşlı yollar, yemyeşil avlular, bağlar, bahçeler içindeymiş Adana.Ve Faytonların çıkardığı doğal sesler… Adanalılar; taşlı yollarla ‘Şehir Medeniyeti’ kurmuşlar. Şimdi ne halde? Beton kaplıyoruz her yeri! Yol diye, otopark diye; Park-Bahçe diye Beton: soğuk ve donuk! Taş: yenilenebilir ve sıcak malzeme! Bizden… Yerli… Yanı başımızda… Ucuz… Adana’nın hafif eğimli Tepe Bağ Yolları taştan olunca, Faytonların ahengi bozulmadan çıkan seslere şahit oluyorken; nasıl taşlı yolları unutursunuz? Nasıl bir name tutturmazsınız… “Adana’nın yolları taştan” diye. İçimiz kıpır kıpır olmaz mı? Tarihsel sürecimizde medeniyetimiz çerçevesinde kültürel ve sanatsal iki ‘aksiyonel’ gücümüz vardı. Taş ve Ahşap. Şehirlerimiz, taşlı yollardandı. Evlerimiz, konaklarımız ahşaptandı. Böyle tanındık. Böyle bilindik. Bu iki özelliğimizi de kaybediyoruz… Maalesef kaybettik! Tıpkı, Adana’nın Taşlı Yolları’nı kaybettiğimiz gibi. Tıpkı, Adana’nın Görkemli Konakları’nı kaybettiğimiz gibi. TEPEBAĞ

Adana’nın taşlı yollarını ancak Tepe Bağ’da yaşıyor. Adana Tepebağı çocukluğumda rahmetli dedemden dinlerdim. Anlattığı 1920’li yılların Adanası idi. Adana kurtulmuş, genç Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştu. Adana şehri, Tepebağ, Vilayet civarı demekti. Taşköprü şehrin en canlı yerini oluşturuyormuş. Çırçır fabrikaları yeni kuruluyormuş. Tepe bağ; taşlı yollarında zevkle dolaşılan, sokaklarını konak kapılarının süslediği yermiş. Ahşap kapılar,

ayrı bir heybet verirmiş. Dedem özellikle ramazan aylarında evlere açılan kapıların açık tutulduğunu söylerdi. Amaç; yoksullar, fakirler yesin, içsin diye. Adana tarihten beri gelen cömertliği devam ettiriyormuş. Bugün de Adana insanı sıcakkanlı, garip dost ve cömerttir. Tepebağ farklı kültürleri bünyesinde taşıyan bir semt olmuştur. Camisi, kilisesi bir arada. İnsanlar komşuluk kültürünü doya doya yaşamışlar. Adananın tarihte şehir oluşunu Tepebağ ispat eder. Bugün Tepebağ bölgesi eski yapıları bozularak betonlaşmış. Tarihsel dokusu kaybolmak üzere. Üstüne 1998 depreminden sonra hak etmediği kaderine terk edilmiş. Tepebağ öylece bekliyor. Neden, niçin beklendiği bilinmiyor. Tepebağı yeniden tarihsel, şehirsel kimliğine kavuşturmanın yolu önce Tepabağa sahip çıkmadan geçiyor. Sistem gereği resmi, mahalli idare yöneticileri çok sık değişiyor. Adana halkı ve Tepebağ yerinde duruyor. Öyleyse Tepebağa önce Adanalılar sahip çıkmalıdır. Bunun kestirme yolu TEPEBAĞ VAKFI kurmaktan geçer. Tepebağ Vakfı tarihi kent bölgesine sahip çıkacak. Ondan sonra yapılacak iş; tarihsel bölge sınırlamak, kentsel dokusuna uygun dönüşüm ve restorasyon ana projeleri hazırlamaktır. Kaynağı bulmak, hak sahipleriyle birlikte yeniden imar etmek, turizme, sosyal-kültürel-ticari alana açmaktır. Bizlerse o topraklarda doğduk, büyüdük, yaşadık, O topraklarda Adana da. Çukurova’ya hayran oluşumuz bundandır. Adana’ya meftun kalışımız bundandır.

Fotoğraflar: Murat Üçdut 49


KAPALIÇARŞI -evvel-

Aslına bakılırsa kuyumculukta, hem kullanılan malzemenin değerli oluşu hem de o dönemin sınırlı üretim olanakları içinde bu malzemeyi işleyip üretmenin zorlukları vardı. Nuri DURUCU

apalıçarşı doğu ile batı arasındaki ticaretin merkezi olma yolunda çok önemli bir yer olmasından dolayı 1461'de Fatih Sultan Mehmet zamanında inşa edilmiştir. 1492'de İspanya'da engizisyona uğrayan Musevileri İstanbul'a yerleştiren Sultan 2. Bayezid'dir. Bu zümrenin içinde mücevher ticaretini iyi bilen kimselerin olması beklenir. Elbette kendileri de kuyumcu olan Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman'da bu mesleğin gelişmesi için sanatkârları desteklemiştir. Ehl-i Hıref Cemaati'nin kuyumculuk konusundaki tasarımlarının, hem bir yaratıcılık ortamı hem de bir hassas teknoloji gereği olarak çok büyük bir yeri ve önemi olduğu görülür. Nitekim, Topkapı Sarayı'ndaki olağanüstü ustalık eserleri, gerek sahip oldukları teknolojik özellikleri, gerekse çok yönlü tasarım nitelikleriyle, sadece yapıldığı dönemler için değil, günümüzde bile şaşırtıcı etkinliktedir. Ancak bir başka açıdan bakılırsa, bu olağanüstü ürünlerin sadece maddi özellikleriyle teknoloji bakımından çarpıcı olmadıkları görülür. Bu eserlerin bir kısmının hiç kuşkusuz büyük maddi değerleri vardı. Ama bunun yanı sıra Osmanlı kimliğinin bir ürün olarak yaratıldığı Topkapı Sarayı'nda, diğer tekniklerin yanı sıra çok özel kuyumculuk tasarımları da yaratılmıştı. Hiç kuşkusuz, bu ürünler tarihte kalıcı ve etkili bir iz sağlaması için saray tarafından önemle desteklenmişti. Ehl-i Hıref Cemaati'nin kuyumculuk konusundaki tasarımlarının, hem bir yaratıcılık ortamı hem de bir hassas teknoloji gereği olarak çok büyük bir yeri ve önemi olduğu görülür. Nitekim Topkapı Sarayı'ndaki olağanüstü ustalık eserleri, gerek sahip oldukları teknolojik özellikleri, gerekse çok yönlü tasarım nitelikleriyle, sadece yapıldığı dönemler için değil, günümüzde bile şaşırtıcı etkinliktedir. Ancak bir başka açıdan bakılırsa, bu olağanüstü ürünlerin sadece maddi özellikleriyle teknoloji bakımında çarpıcı olmadıkları görülür. Bu eserlerin bir kısmının hiç kuşkusuz büyük maddi değerleri vardı. Ama bunun yanı sıra Osmanlı kimliğinin bir ürün olarak yaratıldığı Topkapı Sarayı'nda, diğer tekniklerin yanı sıra çok özel kuyumculuk tasarımları da yaratılmıştı. Hiç kuşkusuz, bu ürünler tarihte kalıcı ve etkili bir iz sağlaması için saray tarafından önemle desteklenmişti. Aslına bakılırsa kuyumculukta, hem kullanılan malzemenin değerli oluşu hem de o dönemin sınırlı üretim olanakları içinde bu

sayı//49// ağustos 50


malzemeyi işleyip üretmenin zorlukları vardı. İşte bu zorlukların aşılması için kuyumculuk sanatına ve tekniğine özel bir önem verilmişti. Unutmamak gerekir ki tarihin her döneminde kuyumculukta malzeme ve teknoloji, işin en pahalı yanıdır. Hiç kuşkusuz, Osmanlı İmparatorluğu da, kendi ürün kimliğini böyle bir özel teknoloji ile destekleyebilmek için Kapalıçarşı ve çevresindeki etkili bir düzenlemeyi gerekli görmüştü. Bu konudaki çok önemli bir kaynak, İsmail Hakkı Uzunçarşılı'nın Osmanlı Sarayı'ndaki Ehl-i Hıref defterleri hakkındaki çalışmalarıdır. Bu kaynaktan, "Ehl-i Hıref Cemaati" ustalarının dönemin ileri teknolojisi olan ürünlerinin taşıdığı önemi görebilmek için, Kanuni Sultan Süleyman'a Ramazan Bayramı'nda sunulmuş olan ürünlerin listesini değişik yönlerden değerlendirmek gerekir." Yine 1551 yılı Ehl-i Hıref ustalarına yapılan ödemelerde bazı kuyumcu ustalarının isimleri ve aldıkları ödemeler görülür. Buna göre "Kuyumcu başı 3000, zernişancı İsmail 2500, zernişancı Nurullah 2500, kuyumcu Maksud Ali 2000, zernişancı Ahmed 2000, kuyumcu Emir Hasan Şerif 1500, zerduz Hem dem 1000, zernişancı Mesut 1000 ve zernişancı Mirim 800. Bu sıralama değerlendirilirse, Ehl-i Hıref düzeninin amacı ve desteklenmesinin de anlamı ortaya çıkar. Ama bir başka şey daha ortaya çıkar. Yukarıda sıralanan kuyumculuk mesleğinin çok büyük bir çoğunluğu ya Kapalıçarşı ustasıydı; ya da bu hünerli üretim Kapalıçarşı'nın yakın çevresinde gerçekleştiriliyordu." Zerger Maksud Ali'nin Yavuz Sultan Selim'in İran seferinden sonra saraya gelen kuyumculardan olduğu anlaşılmaktadır.

Topkapı Sarayı teşkilatı içinde yer alan Ehl-i Hiref topluluğu zaman içinde değişik evreler geçirmiştir. Örneğin 16. yüzyılda saray nakkaşlarına pek çok önemli görevlerin düşmüş bulunduğu anlaşılıyor. Ancak yine de bu ustalar organizasyonunda sabit ve katı bir organizasyon yapısından çok, ihtiyaçlara göre kolayca değişebilen bir düzen bulunduğu, belgelerden izlenebilmektedir. Bu belgelerden, örneğin 16. yüzyılın son çeyreğinde nakkaşların sayısının hızla arttığı görülüyor. Ancak Kanuni Sultan Süleyman döneminde, aylık ücret alan ve belirlenen görevlerin üstünde bir görev olan Nakkaşbaşılığın kaldırıldığı da dikkat çekmektedir. Bu topluluğun 16. yüzyıl sonlarında, 17. yüzyıl başlarında da varlığını sürdürmüş bulunduğu, ancak sayısının gittikçe azalmasıyla orantılı olarak sadeleştiği görülür. Kaynakça:

1- Küçükerman, Ö. Mortan, K. s. 140. 2- Age. s. 151-153. 3- İrepoğlu 2012, s. 48 4- Küçükerman, Ö. Mortan, K. s. 156.

51


ŞEHİRLERİ KAVUŞTURAN

“PİLOT” OLSAK MI? Uçmak…uçarak bir yerden başka bir yere gidebilme hayali ve bu hayalin gerçekleşmesi yolunda atılan adımlar… Asırlar öncesinde Farab’lı İmam İsmail Cevheri’nin, Hezarfen Ahmed Çelebi’nin ve Lagarı Hasan Çelebi’nin bu yolda attıkları adımlar gibi. Dr. Muhittin Hasan UNCULAR

nsanlık tarihi kadar eskidir seyahat etmek. Bazen sadece bir ferahlık vesilesi olsun diye, bazen ticaret amacıyla, belki de bazen tümden hayat düzenini değiştirmek için seyahat edegelmiştir insanoğlu. Kimi zaman kervanlarla, kimi zaman deniz yoluyla günlerce, haftalarca ve hatta aylarca yol gitmişlerdir, bir şehirden bir şehire… İnsanların ve şehirlerin kavuşma vesileleri bazen bir binek hayvan, bazen motorlu bir kara aracıve bazen de bir deniz aracı olmuştur. İnsanlık teknolojik tekamülünü sürdürüp, “hayatı daha kolay hale nasıl getiririz?” sorusuna var gücüyle cevap bulmak için çaba sarf ederken farklı ulaşım ve seyahat teknolojileri de insanlığın hizmetine girmeye başlamıştır.

sayı//49// ağustos 52

Uçmak…uçarak bir yerden başka bir yere gidebilme hayali ve bu hayalin gerçekleşmesi yolunda atılan adımlar…Asırlar öncesinde Farab’lı İmam İsmail Cevheri’nin, Hezarfen Ahmed Çelebi’nin ve Lagarı Hasan Çelebi’nin bu yolda attıkları adımlar gibi.Bu hayalin gerçekleşmesi yolunda en önemli adımlardan birisi de hiç şüphesiz 20. yüzyılda uçak teknolojilerinin insanoğlunun hizmetine sunulmasıdır. Havacılık tarihinde ilk pilotlu ve kontrollü uçuşun 1903 yılının Aralık ayında Amerikalı Wright kardeşler tarafından gerçekleştirildiği ifade edilir. 12 saniyelik bu uçuşta Wilbur ve Orville Wright kardeşlerin icat ettiği hava aracı 500 metre mesafe katetmiştir. Yıllar geçtikçe içinde yolcuların taşınabildiği havaaraçları geliştirmek için insanoğlu çabalamaya başlamış ve ilk kez yolcu taşıyan hava aracı olarak DELAG adında zeplinin faaliyet gösterdiği belirtilmektedir. 1919’dan 1936’ya kadar bu zeplinlerin düzenli olarak seferlerini sürdürürken, 1936 senesinde yaşanan bir zeplin kazasından hemen sonra zeplinlerin emniyetinin sorgulanması ve artık yolcu taşımada kullanılmamasının söz konusu olduğu ve zeplinlerin yerini yolcu uçaklarına bıraktığı ifade edilir. Yolcu uçağı üretiminde dünyanın en önemli ve eski üreticilerinden birisi de Boeing firmasıdır. 10 Mart 1910 yılında William Boeing adlı kişinin Amerika Seattle’de bir tersaneyi satın almasıyla başlayan dev bir üretim serüvenidir bu. İşte tüm bu teknolojik girişimler bugün tüm dünyada 6.1 trilyon Amerikan dolarlık (Boeing Current Market Outlook 2017-2016) pazar hacminin olduğu bir sektör anlamına gelmektedir. Şehirlerin şehirlerle, insanların insanlarla, canların cananlarla kavuşabilmeleri için bugün havacılık sektörü çok önemli bir vazife ifa etmektedir. Hiç şüphe yok ki; havacılık sektöründe insan kaynağı temini ve yetiştirilmesi bu vazifenin ifa edilmesinde en temel etkenlerdendir. Uçuş öncesi, sırası ve sonrasını kapsayacak şekilde görev yapan tüm insan kaynaklarının da temin edilmesinde en temel insan kaynakları prensiplerinden “doğru kişinin, doğru işe, doğru zamanda ve doğru maliyetlerle” istihdam edilebilmesi gelmektedir. Dünyada ortalama 10 milyon insanın direkt olarak içinde olduğu havacılık sektöründe istihdamın ne kadar önem taşıdığı her geçen gün daha iyi anlaşılmaktadır. Bu sektördeki belki de en temel meslek


grubunun başında pilotluk gelmektedir. Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de pilot ihtiyacı hızla artmaktadır. Özellikle tüm dünyada ses getiren 3. Havalimanı projesi ile birlikte bu ihtiyacın daha da fazla hissedileceği kesindir. Katılmış olduğumuz birçok seminer, konferans ve söyleşi gibi etkinliklerde havacılıkta insan kaynağı, özellikle de pilot ihtiyacından bahsetmeye devam ediyoruz. Farklı ortamlarda, farklı vesilelerle Türkiye’de sivil havacılığın hali hazırda doyum noktasına ulaşabilmiş olmamasıdır. Türkiye’deki sivil havacılık tarihine baktığımızda özellikle gerek son yıllarda ortaya koyulan uluslararası mekik diplomasisi, gerekse devlet eliyle de havacılığın teşvik edilmesi havacılıkta ülke olarak ciddi mesafelerin alınmasında önemli rol oynamıştır. Rakamlar ve büyüme oranları da ülkemizde sivil havacılığın ne denli bir gelişim içinde olduğunu ortaya koymaktadır. Ancak daha yapılacak çok iş olduğu da ayrı bir gerçektir. Dünyanın dört bir yanında kangren olmuş mevzulardan bir tanesi de elbette kalifiye, liyakatlı ve donanımlı işgücü ve insan kaynağı temini ile alakalıdır. Elbette bu durum kendini havacılık sektöründe de göstermektedir. Alan ve saha tecrübesi ve bilgisi olmadan, farklı sektörlerde kalifiye ve liyakatlı olmayan insan kaynağı ile operasyon yürütmeye çalışan kurumlar büyük sorunlarla karşılaşmaktadır. Ne var ki; havacılık sektörü özelinde kalifiye ve liyakatlı olmayan personel yapısıyla iş yürütebilmeye kalkışmak beraberinde hayati riskleri de getirebilmektedir. Onlarca farklı iş ailesini içinde barındıran havacılıkta akla ilk gelen gruplar arasında hiç şüphesin pilotluk gelmektedir. Teknisyenlik ve kabin memurluğunun da bunu takip ettiğini söylemek mümkün olabilir. Ülkemizde özellikle nasıl pilot olabilirim sorusu sorulduğunda insanlar arasında bununla alakalı çok farklı “şehir efsanesi” halini almış kulaktan dolma bilgilerin yanısıra, halen böyle bir mesleği insanların sadece belirli bir “elit” zümreye has bir iş kolu gibi görmeleri de ayrı bir incelenesi vakıadır. “Gözlerimde bozukluk var”, “miyopum”, “hipermetropum” tarzında cümlelerin hemen arkadasından da maalesef yanlış oluşmuş bir yargı ve bilgi olarak “ben pilot olamam” şeklinde bir cümle gelmektedir. “Tanıdık olmadan bu işler olmaz”, “ne olursa olsun kesinlikle elenirim” tarzındaki cümleler de oluşmuş olan yanlış kanaatlerin bir sonucudur.

“Pilot olmayla alakalı bir kültür ve farkındalık oluşturmak” aslında belki yıllar alacak bir süreç olmakla beraber bu kültür ve farkındalığın oluşması için bugün atılan her adımın ciddi bir değeri vardır. “14 yaşında ilk solo uçuşumu yaptım. 16 yaşında PPL aldım.” diyen onlarca insanla görüşme imkanımız oldu. Bir sürücü ehliyeti alma kolaylığında hatta Amerika’da bazı eyaletlerde sürücü ehliyeti alabilme yaşından daha da genç yaşta özel pilotluk lisansı alan kişilerle karşılaştık. İnsanların genç yaşlardan itibaren uçuşa yönelmeleri ve pilotluğa bir meslek ve hayatın içinden bir meşgale olarak görmeleri beraberinde uçuş okullarının sayılarını da arttırmış ve bazı ülkelerin pilot yetiştirmeyle alakalı sorunu kalmamıştır. Üniversite okumanın olmazsa olmaz toplumsal bir ön kabul halini almış olduğu ülkemizde ise; her yıl mutsuz ve mezun olduğu bölümle alakalı iş yapmayan ve sırf üniversite mezunu olabilmek için okumuş binlerce gencimiz hayatın farklı bir yüzüyle karşı karşıya kalmaktadır. Bu tarz bir genç grup için pilotluk da listedeki “olursa bir bakalım” tarzında yaklaşıp başvurularda bulundukları bir meslek haline gelmektedir. Amiyane tabirle “geçiyordum uğradım, bir şansımı denemek istedim, olursa olur, olmazsa bakalım” tarzında bakış açılarıyla pilotluk mesleğiyle yollarını kesiştirmeye çalışan kişilerle 16-17 yaşında özel pilotluk lisansı alıp bu mesleği bir hayat tarzı olarak benimseyen kişilerin halleri elbette birbirini tutmayacaktır. Önemli bir diğer nokta da havacılıkta dil bilmektedir ve pilotluk özelinde ise milyonlarca dolarlık uçakların ve ondan çok daha önemlisi yüzlerce hayatın emanet edildiği pilotların bir kaza yada kırıma sebebiyet vermeden, uçağı emniyetli ve güvenli bir şekilde A noktasından B noktasına götürebilmek için ilgili tüm kişilerle gerek ana dillerinde gerekse İngilizce olarak sağlıklı bir iletişim kurabilmeleri de hayati önem taşıyan bir mevzudur. Tabii ki her mesleğin zorlukları ve riskleri vardır. Ancak bunların bilincinde olarak bu mesleğe giren insanların halleriyle “bir bakalım olur mu” mantığıyla hareket edenlerin halleri bir olmayacaktır. Şehirleri kavuşturma yolunda pilot olma ideallerini gerçekleştirmek için çabalayan herkese başarılar, hali hazırda pilotluk mesleğini icra edenlere de kazasız, kırımsız emniyetli uçuşlar dilerim. 53


TUZİ ŞEHİTLİĞİ VE

NİZAM CAMİİ

İstanbul’un fethinden sonra Balkanlarda fetihlere başlayan Fâtih Sultan Mehmed Han, Bosna seferi esnâsında Karadağ’ın Tuzi Kasabası’nda bir câmi ve kışla yaptırır. Câminin hazîresi, Rumeli fetihlerinde şehit olan askerlerin defnedilmesiyle şehitlik hâline gelir. Mehmet MAZAK

4 haziran 2018 seçimleri dönemimde TİKA (Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı) ile ilgili milli ve manevi değerlerden yoksun yapılan açıklamalar döneminde bu yazıyı yazmaya karar vermiştim. Neydi beni bu yazıyı yazmaya iten sebep? Balkan ülkelerini adım adı gezen ve tarihi medeniyet eserlerimizin yeniden ihya edilmesini gören bir göz ve idrak eden dönül sahibi olarak bu kurumlarımızın siyaset üstü değerler olduğunu belirtmek isterim. Balkan coğrafyasındaki tarihi eserlerimizin ihya edilmesinde en büyük pay sahibi kurum kuşkusuz TİKA olarak karşımıza çıkmaktadır. Balkanlarda gittiğim her ülke ve şehirde Osmanlı yadigarı tarihi eserlerimizi onaran ve günümüz hayatı ile barışık şekilde yaşamasını sağlayan kurumdur TİKA. Ben bu haleti ruhiyeler içinde iken Podgorica şehrine bağlı Tuzi kasabasındaki Tuzi Şehitliği ve burada bulunan Nizam Camii aklıma geldi. Daha önceki yıllarda iki sefer giderek ziyaret etmiş olduğum bu şehitlik ve şehitlikte buluna Nizam Camiinin kısa hikayesini sizlerle paylaşacağım. Tuzi Şehitliği ve Nizam Camiinin günümüzde bağlı olduğu şehir olan Podgorica tarihi hakkında dergimizin daha sonraki sayılarında ayrıntılı bir yazı kaleme almaya çalışacağım. İstanbul’un fethinden sonra Balkanlarda fetihlere başlayan Fâtih Sultan Mehmed Han, Bosna seferi esnâsında Karadağ’ın Tuzi Kasabası’nda bir câmi ve kışla yaptırır. Câminin hazîresi, Rumeli fetihlerinde şehit olan askerlerin defnedilmesiyle şehitlik hâline gelir. Burası yöre halkı tarafından korunan ve kutsallık atfedilen bir yer haline gelir. Tuzi Şehitliği ve camii asırlar boyu Karadağ Podgorica şehrinde Balkanların batısına yapılan seferlerde uğrak yeri olur ve şehit askerlerin defn edildiği bir şehitlik olarak burada yaşayan Müslüman ahali tarafından korunur, bakımı yapılır. Ancak zaman içinde bölge halkının imkanlarının sınırlı olması nedeniyle şehitlik ve içerisinde bulunan Nizam Camiinin bakım onarımı yapılamaz. Câmi ve şehitlik, zamanla tahrip olur. Câmiye ve şehitliğe ziyâdesiyle muhabbeti ve sevgisi olan yöre halkı, 1911 yılında, devrin pâdişâhı Sultan Mehmed Reşad Han’a bir mektup yazarak câminin tâmir edilmesini isterler. Ancak, 1912 yılında çıkan Balkan Harbi ve burada Osmanlı’nın yaşadığı felaket ve yenilgi neticesinde Tuzi

sayı//49// ağustos 54


şehitliği ve Nizam Camii için yardım talebine cevap verilemez. Buna rağmen burada yaşayan Müslümanların kendi imkanları ile onarım ve bakım yapılarak cami hizmet vermeye devam eder. Ta ki, 1931 senesi Kadir gecesinde kadar.1931 senesi Kadir gecesinde Nizam câmiinde teravih namazı kılınır iken camiye yapılan bir baskın sonucu İmam şehit edilir ve Nizam câmii harap olur ve cami kapatılır. Yöre halkı, sınırlı imkânları ile câmii ve şehitliğin yok olmaması için gayret gösterirler. 2006 yılında Karadağ Eski Yugoslavya devletler topluluğu üyesi olarak Sırbistan’dan ayrılarak bağımsızlığını ilan edince Karadağ’da yaşayan Müslüman ahali rahat bir nefes almaya başlarlar ve eski tarihi yapıların ve değerlerin korunması ve yeniden ihyası konusunda çalışmalar yapmaya başlarlar. Ancak kendi imkanları ile altından kalkamayacakları tarihi eserlerin ihyası konusunda Türkiye’den ülkemizden destek isterler tıpkı 1911 yılında destek istedikleri gibi. 2012 yılında TİKA’nın yardımıyla Nizam câmii aslına uygun olarak yeniden inşâ edilir. Şehitliğin çevre düzenlemesi yapılır ve 79 yıl aradan sonra, Kadir gecesinde cami ibâdete açılır. Balkanlardaki bir tarih daha günümüzde yaşamaya başlar. Bu tarihi ve dramatik Tuzi Şehitliği ve Nizam Camii hikayesi bununla da bitmiyor. 1911 yılında Sultan Mehmet Reşat’a yazılan cevaplanamayan yardım mektubu hedefine 2010 yılında aradan bir asır geçtikten sonra ulaşacağını herhalde bu mektubu yazanlarda bilmiyordu. Aradabn geçen 100 sene sonunda

Tuzi Şehitliği ve Nizam Camii onarım talebi mektubu Türkiye tarafından TİKA aracılığı ile yerine getirilerek Osmanlı’nın yetim kalmış çocuklarını sevindirmek ve tarihimizi ihya etmek 2012 senesinde gerçekleştiriliyor. Ne mutlu Türkiye ve ülkemizi yönetenlere. Bu aradan geçen bir asırlık zamana inat bu şehitlik ve caminin onarılması onuruna “Cevapsız Kalmayan Mektup Nizam Camii” belgeseli hazırlanarak TRT’te bu hikaye ayrıntılı bir şekilde anlatılmıştır. Tarihi derinliklerimizin medeniyet çeşmelerinden beslenen akılla geçmişin manevi değerlerini geleceğe aktaran bir köprü olma şuuru içinde sorumluluk sahiplerinin yöneticilik yapması ümidiyle. 55


CİZRE GÜNLÜĞÜ -ikinci-

Dört gün süren gezi ve incelemelerim Cizre merkezli olduğu için bu şehir hakkındaki izlenimlerim doğal olarak diğer beldelerden daha yoğun olmuştu. Cizre ve yakın çevresi tasavvuf, halk edebiyatı ve inanışları ve inanç turizmi açısından çok zengin bir yer. Eski dönemlerden beri (b)ilim adamları ve merkezleri bakımından oldukça bereketli. Prof. Dr. Âdem EFE*

Hz. Nuh Peygamber Türbesi

*TC. Süleyman Demirel Üniversitesi İİBF Öğr. Üyesi.

sayı//49// ağustos 56

izre yazımın ikinci bölümünü takdim ederken, cizre seyahati ilk bölümünden bir paragraf bahsedeyim.. 5-8 Kasım 2017 tarihlerinde bir görevim münasebetiyle Cizre, Şırnak ve Midyat taraflarındaydım. Bu benim bölgeye ilk gidişimdi. Daha önce yurt dışı gezilerimin beşiyle ilgili izlenimlerimi fotoğraflarla destekleyerek çeşitli dergilerde yayınlamıştım. Fakat yurt içinde çeşitli vesilelerle yaptığım onca seyahatten sadece Salda Gölü nü anlatma fırsatı bulmuş diğerlerini bir yazıya konu edinmemişim. Hâlbuki ülkemiz coğrafî güzellikleri, tarihi zenginlikleri, mimarî özellikleri ve folklorik değerleriyle yazmak için bizlere eşsiz bir hazine sunuyor. Bir sosyolog duyarlığıyla gezip gördüğüm ülkeleri, şehirleri, beldeleri, mekânları görmeyi, gözlemlemeyi, anlatmayı, yazıya aktarıp yayınlamayı bir vazife bilirim. Bu cümleden olarak bu yazı, yurt içi gezilerimi konu edindiğim ikinci bir yazım olacaktır. Şırnak 1990 yılında il olmuş. Cizre, bağlı olduğu ilden gayr-ı resmi sayımlara göre 4-5 kat fazla bir nüfusa sahipmiş, öyle diyorlar. Son zamanlarda ilçenin il olması konuşuluyormuş. Bu yüzden Şırnak’ta birçok yerde “Şırnak il kalsın!” pankartları görüyorsunuz. Saat 12.00 sularında kampüse döndüğümüzde sınav bitmek üzereydi. MYO Müdürü Yard. Doç. Dr. Ferhat Şirin Bey’in misafirperverliğinde değerlendirmeyi yaptık ve yemeğe gitmek için kalktık. Eski bir İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi olarak Şırnak İlahiyat Fakültesi’ne uğramak istedim. Arkadaşlardan kısa süreliğine izin isteyip fakülteye gittim. Fakülte dekanı Prof. Dr. Abdülaziz Hatip beyefendi ile hemen bir çay içimi kadar oturup muhabbet ettikten sonra arkadaşlara katılıp Şırnak mutfağına özgü yemeklerden yeme fırsatı buldum. Doğrusunu söylemek gerekirse Şırnak’a özgü bir yemek kültüründen bahsetmek söz konusu değil; bunun yerine Adana, Urfa, Beyti vb. gibi Güneydoğu yemekleri en çok tercih edilenlerdenmiş. Yemek bitiminde Şırnak’ın sembolü olan Nuh’un Gemisi maketi almak için bir otele gittik. Buradan başka bir yerde satılmıyormuş. Otelde bal, el dokumaları ve Nuh’un Gemisi maketleri vardı. Ancak buradan hiçbir şey almadan Cizre’ye doğru yola çıktık. (…) Şırnak’a gidip gelirken ormanlık ya da ağaçlık alanlara pek rastlayamadım. Akhisar’ın dağı, bağı, ovası, taşı, toprağı zeytinle kaplıdır.


Ben az da olsa zeytinlikleri görünce Akhisar’ı hatırladım. Öğrendiğime göre bölge zeytin yetiştirmeye elverişliymiş. Sanırım yıllardır ülkenin canını yakan terör belası bu noktada da etkili olmuş, insanların toprağını verimli şekilde işlemesine engel olmuş. Bir kere daha terörün bölge ve ülkemize nelere mal olduğunu düşünerek üzüldüm. Kasrik Boğazı’na yaklaşınca şoförden Gelin Atı Kayası Efsanesi’ne konu olan iki aşığın hikâyesini bir daha anlatmasını istedim. Burayı fotoğraflamadan geçip gitmek olmazdı. Arabadan inip bir iki kare fotoğraf çekildikten az sonra Dicle Nehri’ni sağ tarafımıza alarak kadim şehre giriş yaptık. Dört sularında yüksekokula geldik. Okul müdürü, “Hocam bir öğrencimiz bizi ısrarla işyerine davet etti. Oraya gidelim (mi)?” deyince “Hay hay olur, gidelim!” dedim. İşyerine vardığımızda özellikle müdür beyi ve bizleri bir sürpriz bekliyordu. Meğer o gün, Vedat Bey’in doğum günüymüş. Şimdilerde ‘ad günü’ deniyor ya onu kutlamak için böyle bir davet yapmışlar. Pasta ve çeşitli yiyecek, içecek eşliğinde bir saate yakın kutlama ve sohbet ortamı oluştu. Bu sıcak mekânda şehir esnafı ve yüksekokulun bazı hocalarıyla daha tanışma fırsatı buldum. O gün de akşam oldu. “Yarın, inşallah, İdil’e gidelim!” diye sözleştik. 3.Gün 7 Kasım Salı günü kahvaltıyı öğretmenevinde yaptıktan sonra yüksekokula vardım ve Faruk Bey’le birlikte saat 10.00 sularında İdil yoluna revan olduk. İdil, Cizre’ye 29 km uzaklıkta bulunan, Mardin’in bir ilçesi. Mardin’de olduğu gibi burada da Süryaniler yaşıyor. Daha önceden de İdil’de görülecek, gezilecek fazla bir yer yok şartlanmasından dolayı ilçe merkezine girmeyip yola yakın bir yerde bulunan siyah taştan örülmüş Meryemana Kilisesi’ni uğradık. Kilisenin kenarında ziyaretçilerin, özellikle Avrupa’dan gelenlerin kalması için düzenlenmiş bir misafirhane mevcut. Kilise gezisini bitirince başka önemli bir mekânın olmadığını anlayınca Midyat’a gitme kararı aldık. İdil-Midyat arası 60 km idi. Daha önce Şanlıurfa’da düzenlenen bir sempozyumda Mardin ve yakın çevresini dolaşmış lakin Midyat’ı görememiştim, merak ediyordum. Etrafı bağlarla kaplı yoldan Midyat’a doğru yola çıktık. Midyat’a 17 km kala, Mor Gabriel Manastırı (Deyrulumur) 2 km, levhasını görünce “Fırsatın kazası olmaz.” diyerek “Sağa sapıp manastırı görelim!” dedim. Güzel bir yoldan manastıra vardık. Sarı, Mardin taşından yapılmış yüksekçe bir bina olan manastıra giriş

yakın zamandan beri ücretli olmuş. Girişte Gabriel Corcis, bizi karşıladı. Şabo isminde bir rehber eşliğinde manastırı gezmeye başladık. Şabo, ilgili, bilgili ve dindar kişiliğiyle ayrıntılı bilgiler vererek bize manastırın her tarafını gezdirdi. Manastırın bir yerinde küçük bir lahit vardı. Rehbere, “Bu bir çocuk mezarı mı; yani niye küçük?” diye sordum. Şabo, metropolitlerin dirildiklerinde Hz. İsa’yı ayakta karşılamak amacıyla sandalyeye oturtup öyle gömüldüklerini, söyledi. İlginç bir bilgi öğrenmiş oldum. Deyrulumur, Deyrulzaferan Manastırı ile birlikte Şam Metropolitliği’ne bağlı imiş. Mardin’de, Midyat’ta buraya bağlı çok sayıda Süryani kilisesi mevcut. Burada kırk beş dakika kadar dolaştıktan sonra Midyat’a doğru tekrar yola çıktık. Yol kenarlarında meşe cinsinden küçük ağaççıklar vardı. Civardaki insanlar ağaçların üst taraflarını hayvanlarına yedirmek, alt taraflarını da yakmak için kestiklerinden büyük çapta orman ağaçları yoktu. Yerlerine yenilerini dikmek gibi bir çaba da olmadığından orman giderek azalıyordu. Yolun iki tarafında üzüm bağları vardı. Ama bakımsız gibiydiler. Ömerli’de, Midyat’ta ve Mardin’de yetiştirilen birçok üzüm çeşidi mevcuttur. Bunlardan Kırfokî, Zeynebî, Hasenî, Zeytî, Vırdânî, Hımrânî ve Sûdânî gibi isimlerle anılan çeşitler, hemen her bağda birkaç omca olarak bulunur. Bu cinsler çok lezzetli olmakla birlikte Kırfokî dışındaki çeşitler, yaygınlık kazanmamıştır. Bunlardan cinsini bilmediğim bir üzüm almak için markete gittiğimizde kasa ile sattıklarını öğrenince alamadan dışarı çıktık. Midyat’ta çok sayıda şarap satış yeri dikkatimi çekti. Buradan Süryanilerin bölgenin üzümlerinin bir kısmını yiyip bir kısmını şarap olarak değerlendirdiklerini; Müslümanların da üzümlerinin bir bölümünü sofralık bir bölümünü de pekmez ve pestil yaparak değerlendirdiklerini çıkarsadım. Zira buralarda pekmez ve pestilin önemli bir gıda maddesi olarak satılıp tüketildiğini duymuştum, şimdi de görmüş oldum. Eski Midyat’ta birkaç TV dizisinin çekimlerinin yapıldığı bir konağa gittik. Yüksekçe bir bina olduğundan şehrin her tarafını görebildik. Bilindiği gibi telkâri işçiliğinin yaygın olduğu bir yer olan Midyat’ta gümüşçü ve kuyumcuları da gezdik. Kendime tespih, eşim ve çocuklarıma takı alabilirdim; lakin herhangi bir şey almadım! Şehrin orta yerinden geçen Mardin yolu üzerinde çok sayıda çay ocağı bulunuyor. Bunlardan birine oturup ikişer bardak çay 57


içtik. Sonra Cevat Paşa Camii’ni de ziyaret edip dönme kararı aldık. Midyat, Cizre ve Şırnak’a nazaran daha bakımlı, müreffeh gözüküyor. Terör olaylarının en yoğun olduğu dönemlerde dahi burası fazla etkilenmemiş. Hatta bazı Cizreliler buraya taşınmak zorunda kalmışlar. 90 km’lik yoldan Cizre’ye dönerken Faruk Bey’e, “Eski bir köy görürsek oraya dönelim!” teklifinde bulundum. Sağ olsun arkadaşlar beni kırmadı, havaalanı yakınlarındaki Herbağ köyüne döndük. Köye girdiğimizde bir evin önünde tandır ekmeği yapmak için ocağın yeni yakıldığını görünce arabayı tam orada durdurduk. Evin önünde iki erkek ve bir kadın sohbet ediyorlardı. Selam verip konuşmak, tanışmak istedim. İsminin Ekrem olduğunu öğrendiğim ev sahibiyle birkaç kelam ettik. Tandırın yeni yakıldığını, biraz beklersek taze ekmekten alabileceğimizi, söyledi. Bu arada evin hanımı içeriden iki tandır ekmeğiyle küçük bir kutu otlu peyniri bir poşete koyup getirdi. Yolda yememiz için bize ikram etti. Anadolu insanı işte! Teşekkür ederek ayrılırken bu defa da bir başka evden armut, nar ve incir ikramı yapıldı. Bereketli bir ziyaret oldu neticede! Onlardan birkaçını yiyerek şehre dönmek için tekerlekleri döndürmeye başladık. Şoför, “Hocam, bu defa başka bir yoldan Cizre’ye girelim!” dedi. Şahin Tepesi denen yerden şehri seyrettik. Öğrencim Kayhan Bey İstanbul’dan dönmüş. Şehre gelince beni aradı. Yüksekokulda buluştuk. Akşam olmak üzereydi. Eski eşyalara merakım olduğundan gezdiğim yerlere ait tarihi ve sanat değeri taşıyan eşyalardan almayı isterim. Arkadaşlara, “Yöreye özgü objelerden satın alıp koleksiyonuma koyacağım bir şey bulunur mu?” diye sorunca “Eski Çarşı’ya gidelim orada bir şeyler bulunur” dediler. Giderken daracık, ara sokaklardan geçtik. Yerel sanatçıların toplanarak meşk ettikleri güzel bir mekânı ziyaret ederek müdürüyle tanıştık. Vakit dar olduğundan ısrarlı çay tekliflerini nazikçe geri çevirerek buradan ayrıldık ve Eski Çarşı’ya geldik. Burada benim ilgimi çeken şeyleri satan sadece iki dükkân vardı. Bu iki dükkân arasında gidip gelirken Cizre’nin hatıralık eşya olarak bir bastonu olduğunu öğrenmiş oldum. Akşam karanlığı çökmesine karşın buralarda hayli vakit geçirdik ve sonunda dükkânın birinden seccade boyutunda bir halı satın alarak alelacele Ulu Camii’ye girdik. Daralan akşam namazını burada eda ettikten sonra akşam yemeği için Kayhan Bey’in evine geldik. Öğrencimin evinde Murat Gümüş beyle birlikte mükellef bir sofrada sayı//49// ağustos 58

akşam yemeğini (Perde pilavını ilk kez burada tattım) yedik. Yemek ardı çaya iki doktor arkadaş daha geldi. Beş kişilik ekiple güzel bir muhabbet ortamı gelişti. Ancak Kayhan yoldan geldiği için yorgun gözüküyordu, bu yüzden erken ayrıldık. Murat Bey’le birlikte ırmağın kenarında bulunan Bırc-a Belek (Alaca Burç) ve son yakın zamanlara kadar hapishane olarak kullanılmış yeri ve aynı mıntıkada olmakla birlikte biraz içeride yer alan Sultan Abdülhamid zamanında Alay Komutanı olarak tayin edilen Cizre Miran Aşireti reisi Mustafa Paşa (Mıstı-i Miri) tarafından inşa edilmiş Hamidiye Kışlası’nı görme imkânı elde ettik. Dicle Nehri gece bir başka güzeldi. 3.GÜN

Cizre’de son günüm olan 8 Kasım Çarşamba günü Silopi ve Habur Kapısı’na gitme, oraları da görme, gözlemleme kararı almıştım. Kayhan Bey’in arabasıyla erken bir vakitte 40 km mesafede olan Silopi ve ardından 10 km daha ileride bulunan Habur Sınır Kapısı için yola çıktık. Yollarda tırlardan bol araç yoktu. Silopi yolunda arpa, buğday ve pamuk tarımı için müsait arazi mevcuttu. Yolda Dicle bazen Türkiye topraklarında bazen Suriye topraklarında akıyordu. Karşılıklı iki tarafın köyleri vardı ve birbirlerinden farkları yok gibiydi. Kerpiçten, düz damlı evler, evlerin etrafında hayvan dam ve ağılları birbirlerinin aynısıydı. Silopi daha ziyade sınır ticareti yapan insanlar ile tarımla uğraşan insanların yaşadığı bir kentmiş. Silopi’den Habur Sınır Kapısı’na doğru yaklaşırken Irak’ın Zaho adlı yerleşim birimi görünüyordu. Sınır kapısında hiç vakit geçirmeden Silopi’ye döndük ve burada adet edindiğim üzere çay içerek Cizre’ye avdet ettik zira 14.05’te uçağım kalkacaktı. (…) SON NOT

Dört gün süren gezi ve incelemelerim Cizre merkezli olduğu için bu şehir hakkındaki izlenimlerim doğal olarak diğer beldelerden daha yoğun olmuştu. Cizre ve yakın çevresi tasavvuf, halk edebiyatı ve inanışları ve inanç turizmi açısından çok zengin bir yer. Eski dönemlerden beri (b)ilim adamları ve merkezleri bakımından oldukça bereketli. Cizre’de yetişmiş ünlü âlim ve tasavvufi şahsiyetlerin bazılarını Meymun b. Mihran (ö. 734), Şeyh Ahmed el-Cezeri (1480-1580), Şeyh Muhammed Biseri (Kesikbaş), Şeyh Ahmed-i Hani, İsmail Ebul İzz el-Cezeri,


Ebul Hayr Şemseddin Muhammed el-Cezeri (1350–1429), İbnul Esir el-Cezeri, Nakşi/ Halidi Şeyh Halid Cezeri (ö. 1839), Nakşi/ Halidi Şeyh Salih Sipki (ö. 1852), Kadiri Şeyhi Seyyid Muhammed Kadri Hazin, Nakşi Şeyh Muhammed Said (1872-1913), Nakşi Şeyh Muhammed Said Seyda (1889-1968), Nakşi/ Halidi Şeyh Muhammed Nurullah Seyda (1948-1986) vb. şeklinde saymak mümkündür. Yukarıdaki listeden de anlaşılacağı üzere bölgede Nakşi/Halidi geleneğin daha yaygın vaziyette olduğunu, bununla birlikte Kadiri geleneğe ait temsilci ve müntesiplerin de bulunduğunu söylemek mümkündür. Bunun yanı sıra bölgede şeyh, (mele) molla ve seyyid gibi dini statü ve otorite sahibi tiplerin dinsel ve toplumsal nüfuz ve itibarlarını sürdürmekte oldukları söylenebilir. Şehirde tarihi camilerin yanında her sokakta veya mahallede mescit şeklinde camiinin olduğunu gözlemledim. Bunu sorduğumda Kayhan Bey, bazı insanların vefatları sonrasında evlerinin bir cami şeklinde değerlendirilmesini vasiyet ettiklerini, bu bakımdan camilerin oldukça fazla olduğunu, söyledi. “Demek ki bazı camilerin, minaresiz ve dışarıdan ev gibi görünmeleri bu yüzdenmiş!” dedim. Cami, mescit derken bunların mütemmim cüzü çeşmeler akla geliyor. Cizre’de, Türkiye’nin çoğu yerinde gördüğümüz mahalle çeşmeleri türünden bir yapı göremedim. Cizre ve Midyat’ta günlük yaşam çok canlı görünüyor. İnsanlar bir koşuşturmaca içerisinde bir o yana bir bu yana gidip geliyor. Çarşıda pazarda çok sayıda genç var. Birkaç defa zikrettiğim gibi kentin her yanında çay ocakları görülüyor sanki bütün erkekler buralarda oturup mütemadiyen çay içiyorlar havası seziliyor. Çay ocakları denince şöyle bir şey anlattılar. Bu çay ocaklarının herhangi birisine oturup kendinize bir çay ısmarladığınızda, çay ocağı işletmecisi veya oradaki müşterilerden biri ya da birkaçı sizin yabancı olduğunuzu anladığında size çay parası verdirtmezlermiş. Şehirde yöresel erkek kıyafeti ‘şal şepik’ giyen az sayıda insan gördüm. Özel kumaşı nedeniyle kışın sıcak, yazın serin tutan söz konusu kıyafetin kumaşı ve işçiliği oldukça pahalıymış. Şehirde Mardin işi büyük kasket giyen erkekler olsa da özellikle gençler ve büyük çoğunluk normal giyimlilerden oluşuyor. Yöresel giysili kadınlardan nadiren gördüm desem yalan olmaz. Elbette sokakta, çarşıda, pazarda kadınlar dolaşıyor, alışveriş yapıyorlardı ama yine bunların çoğu modern

giyimli genç kız ve kadınlardan müteşekkildi. Öğrenebildiğim kadarıyla kadınların yöresel giysileri ‘fistan’ veya ‘entari’ imiş. Fistan çoğunlukla kadife, çemçem denilen kumaş veya diğer değerli ithal kumaşlardan dikilirmiş. Kadınlar, göğüs kısmı hafif açık, alta giyilen ön kapama kısmı fistolu ve ucu nohut büyüklüğünde bağlanmış rengârenk kumaş parçaları ile bezenmiş bir yelek giyerlermiş. Yine alta giyilen ve ‘kıras’ denilen uzun alt eteğin koluna iliştirilmiş levendiler, fistan üzerinden kol bileklerine sarılır. Bele ise ince kumaş, başlarına da kıtan denilen uzunca bir tülbent bağlarlarmış. ‘Kıtan’ denilen tülbenti boncuk ve fistolarla bezerlermiş. Bundan başka göğüs üzerine çeşitli altın çerçeveli süs taşları; kulaklarına ‘bergahar’ denilen, boğazdan birbirine bağlı küpeler; ‘tetreme’ veya ‘semek’ denilen gerdanlık ve diğer ziynet eşyalarını takarlarmış. Burunlarına ise hızma takarlarmış. Burada da düğünlerde gelinlere yüklü miktarda ziynet eşyası takılırmış. Cizre’nin her yanı simsiyah bazalt taşları ile dolu. Bu taş sağlam olduğundan eskiden inşaatlarda kullanılıyorken şimdilerde sadece bahçe duvarlarında istimal ediliyormuş. Eski yapıların çoğu bu taştan mamul. Su sıkıntısı sebebiyle kente haftada iki gün su verilebiliyormuş. Su sıkıntısından ötürü tüm evlerin üzerinde mantar gibi su depoları vardı. Cizre, sıcak iklime sahip bir yer. Fazla kömür yakmadan kışı geçiren insanlar yazın sıcaktan bunalıyorlarmış. Dediklerine göre klimasız evlerde veya elektrik kesildiğinde hayat çekilmez bir hal alıyormuş. Hayatın çekilmez bir hal aldığı yaz sıcaklarında Cizrelilerin nefes alabildiği en yakın yer Kasrik Boğazı oluyormuş. Burada piknik yerleri ve özellikle balık restoranları mevcutmuş. Kasrik’in az ilerisinde kaplıcalar da varmış. Bölgede küçükbaş ve büyükbaş hayvancılık yapılıyor. Zaten az olan otlar kurumuş olmasına rağmen koyun, keçi ve inek sürüleri her yerde görülüyor. Buna karşın şehir içerisinde bir tane dahi köpek görmedim desem mübalağa yapmış sayılmam. Mezhepsel bir durum olmalı diye düşünüyorum. Son cümle olarak dört günlük bu ziyaret benim için güzel bir deneyim oldu. Bölgeyi ve insanlarını yakından tanıma fırsatı buldum. Bölge terörden tamamen temizlenir istikrar sağlanırsa ülkenin birçok yerinden insanımız bölgeye gelecektir. Beni buraya davet edip en güzel bir şekilde ağırlayan ve gezdirerek yörenin kültürü ve tarihi hakkında ayrıntılı bilgi edinmemi sağlayan bütün arkadaşlara teşekkür ediyorum. 59


5 BİN OSMANLI ASKERİNİN GÖZLERİ KÖR EDİLİYOR

Viyana’daki Yunus Emre Enstitüsü’ne Türkçe öğrenmek üzere müracaat edenlerin sayısı ve etkinlikleri sürekli artıyormuş. Buna da sevindim. Öyle ki geçtiğimiz yılda 700 öğrenci gezmek üzere Avusturya’dan Türkiye’ye gitmiş.

BİR ORTA AVRUPA

SEYAHATİ

-İkinci-

Macaristan’da Osmanlının sancak merkezi olan Pecs’de bölgeye giren ilk Türk İdris Baba olarak biliniyor. Zitegvar Kalesi içinde yer alan Kanuni Sultan Süleyman Camii ve Türbesi de restorasyon projeleri içinde. Kanuni’nin naşı Zigetvar’da tahnit edilmiş ve iç organları buraya gömülmüş. Eger Kalesi’nde de Türk Bahçesi çalışmaları başlatılmış. Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ

İkinci gün Büyükelçilikteki bir törene iştirak ettik. Büyükelçiliğimiz tarihi ve gazi bir bina. Büyükelçimiz Daniş Tunagil Ermeni teröristler tarafından burada alçakça vurularak(1975) şehit edilmişti.15 Temmuz 2016’da çirkin ve ahlaksız darbe girişiminde şehit edilen bir ailenin 12 ve 7 yaşındaki ilki kız çocukları da gelmişti. Kur’an-ı Kerim okundu. Büyükelçi Mehmet Ferden Çarıkçı ve Yavuz Bülent Bakiler birer konuşma yaptılar. Kalabalıktı Büyükelçilik. Konuklarla tanıştık. Yavuz Bülent Bakiler ile birlikte Mehmet Akif Ersoy konulu Yunus Emre’de bir sohbet toplantısı yaptık. Salon doluydu. Büyükelçimiz Mehmet Ferden Çarıkçı başta Viyana’daki bürokratlarımız öğrencilerimiz, kursiyerler gelmişti. Yunus Emre Müdiresi Ayşe Yorulmaz ile Halil İbrahim Doğan ve diğer çalışma arkadaşları koşuşturup durdular. Sorular üzerine güney Batı Asya’da Arakan-Nyamar Müslümanlarının orta doğuda İngilizlere esir düşen, daha sonra katarlarla çiftliklerde çalıştırılmak üzere Hindistan’a sevk edilen Osmanlı askerleri olduğunu söyledim. Ayrıca İskenderiye Seydülbeşer Useray-ı Harbiye Osmani kampını anlattım(1914). Bu kampın Ermeni doktorunun İngiliz komutanı ikna ederek bit kırma bahanesi ile 15 bin Osmanlı askerini krizol maddeli havuzlara atarak tümünün gözlerini kör ettiğini, sonra da serbest bıraktıklarını hatırlattım. Bu konuda Mehmet Akif Ersoy Burdur Milletvekili iken Edirne Saylavı( Milletvekili) Şeref Beyle beraber üç imza ile araştırma önergesi verdiğini(1924), ancak yeni kurulan bir cumhuriyetin yoğun işleri arasında önergenin kadük olduğunu anlattığını bildirdim. OTOBANDAN BUDAPEŞTE’YE YANİ DEMOKRATÖR BEYİN ÜLKESİNE

Akşam üniversiteli gençlerle birlikte hem sohbet ettik ve hem de Bursa Anadolu Et Lokantası’nda yemek yedik. Karışık et fiyatına baktım 4-8 euro arasında değişiyor. Çok ucuz. Müşterilerin çoğu Viyana’da yaşayan sayı//49// ağustos 60


Türkler. Ama yabancılar da azımsanmayacak kadar çoktu. Bilbortlardaki reklamlara göre Viyana’ya Aleyna Tilki, Resul Dindar ve Musa Eroğlu konser vermek üzere gelmiş. Yemekten sonra çaylarımızı içip Budapeşte’ye hareket edeceğiz. Uluslararası İlişkilerde öğrenci Emre Balcıoğlu ve arkadaşı bize mihmandarlık ve kaptanlık yapacaklar. 9 Eyaletli ülkeden az sonra ayrılacağız. Litresi bir Euro olan benzin ile depomuzu doldurduk. Ancak öğrencilerin Macaristan’a geçerken otoban parası ödemeleri gerekecek. Fakat yıllık abone olunabiliyormuş. Sorunu böylece hallettiler. Avusturya’da silah ve araba fabrikaları var. Rafineri mevcut. Bunlara rağmen Avusturya’ya; Almanya’nın sanayi yan kuruluşlarını barındıran bir ülke de deniyor. Viyana-Budapeşte otobanına girdik. Trafik yoğunluğu fazla. Yolda kahve de içmemize rağmen üç saatte falan Budapeşte’ye geldik. Avusturya’da Türkler hedefte, Macaristan’da da öyle. Her iki ülkede ırkçılık hortlamış durumda. Hatta bütün Avrupa Birliği ülkelerinde durum aynı. Mülteci ve yabancı karşıtı söylem her geçen gün artıyor. Aşırı sağcı lider Macaristan Başbakanı Victor Orban mülteci karşıtı söylemiyle üçüncü kez zafer kazandı. Üstelik anayasal çoğunluğu elde etti. Victor Orban siyasete öğrenci iken atılmış. Şöhretini 1989 yılında özgür seçim ve Sovyet Ordularının ülkelerinden çekilmesini istemiyle yakalamış. İktidara geldiğinde ise(1998) Avrupa’nın 35 yaşında en genç lideri olmuş. Victor Orban Polonya ile birlikte Avrupa Birliği ile daha derin bir entegrasyona karşı çıkıyor. Mültecilerin Avrupa Hristiyan geleneğine zarar verdiğini ileri süren Macaristan Başbakan Victor Urban’a klasik anlamda diktatör tarifine

uymayan “demokratör” deniyor. Demokratik ülke ama uygulamada tek adam etkisi. Hatırlarsanız Suriyeli mültecilerin ülkeye girmemesi için Sırbistan sınırına 175 km dikinle tel örgü çekmişti. AKILLI TELEFONA KONUM ATMAK BULMAYI KOLAYLAŞTIRIYOR

Viyana’da üniversite talebesi olan Emre Balcıoğlu Prof. Dr. Süleyman Kızıltoprak’a telefon ederek geldiğimizi bildirdi ve kalacak otelimiz için de konum atmasını istedi. Öyle de oldu. Elimizle koymuş gibi bulduk Regnum Residence Hotel’i. Otoparkçılık Budapeşte’de yaygın. Sonra köpek besleyen ve gezdirenler bir hayli fazla. Budapeşte 22 bölge. Ailelerin genelde tek çocuğu var. Veyahut çocuk yapmıyor köpek besliyorlar. Tarihi dokuya sahip binalarda oturanlar bu binaların bakımlarını da yapmak mecburiyetindeler. Ülkede 1 euro eşittir 310 Forint. Resmi paraları Forint olarak kullanılıyor. Ana okulları her çocuk için 3 yaşından sonra mecburi. Biraz sonra TİKA Başkanı Prof. Dr. Süleyman Kızıltoprak geldi. Prof. Dr. Süleyman Kızıltoprak’ı rahmetli Ergun Göze’nin Cağaloğlu’ndaki ofisinde tanımıştım. O yıllarda Doçenti ve Mimar Sinan Üniversitesi’nde çalışıyordu. En son Özbekistan Taşkent’te TİKA temsilcisiydi. Haberleşmelerimiz olmuştu. Ayrıca Prof. Dr. Salih Tuğ hocamızın da damadıydı. Tarihçileri her zaman önemsiyorum. Çünkü bugün ülkemizde en fazla tarihçi, sosyolog, psikolog ve felsefeci akademisyenlere ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Prof. Dr. Süleyman Kızıltoprak 19. Yüzyıl Osmanlı Tarihi, 2. Abdülhamit 61


Eger Kalesi

Ana cadde üzerindeki bir Türk Lokantasında Türk yemekleri yedik. Hani eskiden bazı lokantaların adı “bol kepçe” veya “aç duyuran” olurdu da gülerdik. Burası tamamıyla böyle.

Dönemi, Ortadoğu ve Mısır ile alakalı yayınlanmış eserleri bulunuyor. Emre Balcıoğlu’nu Viyana’ya geldiği kente yolcu ettik. Süleyman Kızıltoprak Hoca ile yarın kahvaltıda buluşmak üzere vedalaştık. POSTA KUTUSU KADAR MEZARLIK OLUR MU?

Budapeşte’ye ikinci gelişim bu. Viyana gibi “Benim Şehirlerim” diyecek kadar sıcak bir başkent. Avrupa’nın büyük Başkentlerinden biri Budapeşte. Tuna nehri şehri ikiye bölüyor ve Buda ve Peşte olarak ikiye ayırıyor. Dokuz köprü ile Budapeşte’nin iki yakasına ulaşılıyor. Otelimiz Buda tarafında. Budapeşte sanat, tasarım, mutfak açısından önemli bir merkez. Tekstil ve moda sektörü gelişmiş. Eski doğu bloku başkentleri arasında en çok Michelin yıldızlı lokantaya sahip. Keltlerden başlayan zengin tarihi Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’yla zirveye varıyor. Çağdaş keyiflerin çoğu seçenekli olarak burada mevcut. Tuna Nehri’ni doğusundaki Peşt, tarihi merkezi, saray bölgesi; Yahudi mahallesi kadar. Son zamanlarda açılan restoran, cafe ve butikler le de dikkat çekiyor. Tuna’nın diğer kıyısındaki Buda’da Kale restore edilmiş. Osmanlıların meşhur hamamları da bu kale yokuşunda sıralanarak hizmet veriyor. Macaristan’da şamanlar da yaşıyor. Mustafa Kemal Atatürk’ün ayrıca iki tane anıtı var. Peynirsiz bir kahvaltı yaptık otelde. Çünkü yok. Sonra Galiçya Şehitlerini(1916- 1917) anmak üzere Budapeşte dışındaki mezarlıkta bir programa katıldık. Türk ve Macar Bayrakları göndere çekilmişti mezarlıktaki törende.

sayı//49// ağustos 62

O yıllarda Ruslar bastırıyordu. SSCB ayak seslerini duyuruyordu. Çanakkale Deniz Savaşı’nda efsanevi bir savunma gerçekleşmişti. 480 şehidimiz Macaristan topraklarında yatıyor. Din Ataşesi Ahmet Akif Oktay törende Kur’an-ı Kerim okudu. Türkiye ve Azerbaycan Büyükelçileriyle KKTC Temsilcisi Serdar Çimen de törende hazır bulundular. Mezarlık paranıza göre dizayn edilmiş. Yakılan cesetler için de, sadece isminin yazılmasını isteyenlere de mezar yerleri ayarlanmış. Bu mezarlar nereden bakılırsa bakılsın posta kutusu gibi bir şey. Bu kutu mezarlara yakılan cesetlerin külleri konuyor, ismi yazılıyor. Yıllar önce Budapeşte’ye yerleşen Zolatan isimli Yemenli bir Müslüman doktor kendileri için mezarlık yeri istemiş ve almış. Gür ağaçların bolca olduğu bu kabristan içinde Türk Mezarlığı da yer alıyor. Macaristan’da İslamiyet resmi bir din olarak kabul edilmiş. Bunda Müslüman Boşnak nüfusun da olması etkili olarak biliniyor. GIDA VE TEKSTİLDE TÜRKLER

Mezarlığa giderken Gar’ın tarihi dokusunu hala koruyan binasını görüyorsunuz. Ülkede Katolikler ağırlıklı ve Macarların %25 kadarı yurt dışında çalışıyor. Bu ülkede doktor-hekim bile çok az ücret alıyor. Dolayısıyla dışarıya karşı hızlı bir iç göç yaşanıyor. Terör Müzesi de notlarımın arasında doğrusu. Macaristan’da Sovyet rejimine karşı 1956 yılında gençlerin ayaklanması hala konuşulur ve anılır. Tarihi evlerin önünde özel plakaları mevcut. Bu açıdan bu binayı hemen tanıyabiliyorsunuz. Bakımını da oturanlar üsleniyor. Abdurrahman Apti Paşa son valisi şehrin. Kabri de burada. Türk


Kumandan Atila da Macaristan’da önemli. Atila Anıtı ve bulvarı mevcut. Ana cadde üzerindeki bir Türk Lokantasında Türk yemekleri yedik. Hani eskiden bazı lokantaların adı “bol kepçe” veya “aç duyuran” olurdu da gülerdik. Burası tamamıyla böyle. Ağzına kadar doldurulmuş kocaman tabaklarda geldi yemekler. Hiç birimiz bitiremedik tabii. İsraf olur diye de üzüldük. Hava bugün çok güzel. Önce TİKA merkezine gittik. Sonra restorasyonu tamamlanan Gül Baba Tekkesine. Kanuni Sultan Süleyman Gül Babayı davet etmiş bölgeye(1531) ve tekkesini kurdurmuş. Çok şık olmuş restorasyonla. Ziyaretçiler yorulunca her türlü tedbir alınmış. Cafesi ve lokantası ve hatta ibadet yeri bile mevcut. Demir parmaklıklarına kadar işlemeli. Tuna Nehri manzarası müthiş. Ayrıca tepeden bakmak, kuş başı bakışı izlemek özel bir keyif. Otoparkı var. Hepsi iyi dizayn edilmiş. İDRİS BABA ÇEŞME VE TÜRBESİYLE EGER KALESİ

TİKA bütün dünyada olduğu gibi Macaristan’da da önemli işler yapıyor. Ünlü Tarihçi Peçevi’nin memleketi olan Pecs’te 16. Yüzyıl sonlarından kalan 400 yıllık İdris Baba Çeşmesinin restitüsyon projesi tamamlanmış. İdris Baba Türbesi de öyle. Macaristan’da Osmanlının sancak merkezi olan Pecs’de bölgeye giren ilk Türk İdris Baba olarak biliniyor. Zitegvar Kalesi içinde yer alan Kanuni Sultan Süleyman Camii ve Türbesi de restorasyon projeleri içinde. Kanuni’nin naşı Zigetvar’da tahnit edilmiş ve iç organları buraya gömülmüş. Eger Kalesi’nde de Türk Bahçesi çalışmaları başlatılmış. Eger şehrinde ayrıca Kethüda Hamza Bey minaresi restorasyonu yapılmış. Dünya Turan Kurultayı’na katkı veriliyor. Kurultay için Macaristan’a gelen 27 Türk Boyunun yanı sıra Bulgaristan ve Japonya’dan da katılım gerçekleşmiş, Boğan Ovası’nda üç gün süren etkinlikleri yaklaşık 250 bin kadar izleyici takip ediyor. TİKA’nın yaptığı bir başka hizmet de Macar Bilimler Akademisi Şarkiyat Bölümü kurumsal kapasitenin artırılarak el yazması eserlerin dijital ortama aktarılması. 811 Türkçe el yazması eser böylece kazanılmış. Macaristan’daki Osmanlı eserleri envanter çalışması ise sürüyor. TİKA Katkıları Foerk Ernö’nun Macaristan’daki Tarihi Türk Eserleri ile Türkinfo Yayınları

arasında neşredilen Tamas K. Pinter ve Balazs Sudar’ın Macaristan’da Osmanlı Türk Mimarisi kitapları iki dilde yayınlanmış. TÜRKÇE YAYĞINLAŞIYOR

Budapeşte’de Yunus Emre Enstitüsü binası satın alınmış tarihi bir eser. Burası aynı zamanda UNESCO Kültür Mirası listesinde yer alıyor. Yunus Emre Enstitüsü Müdürü Yakup Gül’ün verdiği bilgiye göre önemli faaliyetlere de imza atılıyor. En başta Türkçe yaygınlaştırılıyor. Kurslar açılıyor. Türkiye daha yakından tanıtılmaya çalışılıyor. Kahve evi akşamları, Yunus Emre Sohbetleri, Osmanlı kıyafetleri defilesi, festivaller, tematik günler, konserler, sergiler, kitap tanıtımları yanında 11. Uluslararası Büyük Türk Dili Kurultayı da Yunus Emre’de gerçekleşmiş. Budapeşte Yunus Emre Enstitüsü’nde Prof. Dr. Süleyman Kızıltoprak’ın yönettiği benim ve Yavuz Bülent Bakiler’in katıldığı panelde “Mehmet Akif Ersoy’u nasıl anlamalıyız” konusunu müzakere ettik. Tartışmalı bir toplantı oldu. Çok soru soruldu. Bu sevindirici bir gelişme. Etkinliği Türkiye’nun Avusturya Büyükelçisi Ahmet Akif Oktay, Azerbaycan’ın Avusturya Büyükelçisi Vilayet Guliyev yanında KKTC Temsilcisi Selda Çimen de izledi. Yavuz Bülent Bakiler yine “Can Azerbaycan”dan dizeler okudu. Toplantı sonunda bazı konuklarla birlikte Budapeşte’nin pahalı mekanlarından New York Cafe’ye gittik. Çok şık bir mekan. Müşterilerin çoğunun sırtında mrka giyecekler. Ayakkabıları da öyle. Garsonlara gelince 5 yıldızlı tümü de. Ben kahve içtim. Başta Yavuz Bülent Bakiler, Prof. Dr. Süleyman Kızıltoprak ve Yakup Gül çorba istediler. Garson çok methetti bu çorbayı. Ancak kimse bitiremedi. Daha sonra herkes kahveye döndü. Geç saatte otelimize döndüğümüzde yollarda in cin kalmamıştı. Budapeşte Havaalanı şehre biraz uzak. Yol üzerinde sosyal konutları gördük. Bir kısmı Sovyetler döneminden kalma. Hemen kendini ele veriyor. Bir kısmı ise banliyö kenti konumundaki evler. Pahalı olanları hemen hissediliyor. Macaristan’daki Türkler genelde gıda ve tekstil üzerinde çalışıyor. Çok sayıda lokanta var. Hayret ettim nasıl inşaatçılarımız ve müteahhitlerimiz buraya yeteri kadar gelmemiş. Pes doğrusu. Prof. Dr. Süleyman Kızıltoprak yolcu etti bizi. Yanında da bir Macar arkadaş. Vedalaştık. 63


İLKEL KÜLTÜRLERDEN

MEDENİYETE BİR MİRAS:

GÖBEKLİTEPE Göbeklitepe ve Popüler Yanılgılar

“Bilim insanlarının Göbeklitepe” tanımı ile “kitlesel ilginin konusu olarak Göbeklitepe” arasındaki mesafe de iyiden iyiye açılmış durumda. Göktuğ HALİS*

ulunuşuyla birlikte insanlık tarihini yeni baştan okumamıza olanak tanıyan Göbeklitepe, Klaus Schmidt ve ekibi tarafından gün ışığına çıkarıldığı günden bu yana giderek büyüyen “kitlesel bir ilgiye” muhatap oldu. Kitlesel ilginin ilk handikabı popüler kültür ve ilişkili bilgi türünün “sloganvari” cümleciklerle Göbeklitepe’yi anlatmaya girişmiş olmasıydı. Bu sapma dikkatle değerlendirilmeli. Çünkü bu verilerin başta sosyal medya olmak üzere kitlelerle teması “bilimsel veriler” ve “bakış açısının” yayılım hızından çok daha güçlü ve etkili. Hal böyle olunca “bilim insanlarının Göbeklitepe” tanımı ile “kitlesel ilginin konusu olarak Göbeklitepe” arasındaki mesafe de iyiden iyiye açılmış durumda. Bu sapmanın en popüler savlarını şu şekilde formüle edebiliriz: • “İlk Tapınak: Göbeklitepe”, • “Her şeyden önce din vardı” • Göbeklitepe’yi Türklerin yapması-Uzaylı etkisi • Mısır’ın piramitlerinden ve Stonehenge’den binlerce yıl eskilik Göbeklitepe ile ilgili olarak popüler kültürün bozucu etkisini çok kısaca da olsa elememiz gerekiyor. Aksi halde Göbeklitepe ile ilgili sorulması gereken en temel problemi gözden kaçırmış olacağız. Bu nedenle kısaca bu sapmaların çözümlenmesi gerekiyor. İLK TAPINAK

Aslında bu hususta bilim insanları önemli uyarılarda bulunmuştu. Prof. Dr.Mehmet Özdoğan hoca da çeşitli vesilelerle “ilk tapınak tanımının” yanlışlığını tekrarladı. Bu sebeple “Göbeklitepe Kültürü” tanımını kullanmıştı Prof. Özdoğan. Diğer taraftan “tanımlı tapınak” tanımının Üst Paleolitik ve 35 bin yıla uzanan geçmişi konusunda da yeterli delilimiz var. Bunlarda zaman zaman basit ritüeller kime zaman da “karmaşık” uygulamalar gerçekleşmişti. İlk insan toplulukları için "tapınma" amaçlı seçilen ilk yerler doğa unsurlarından oluşuyordu.

*Felsefeci-Simgebilimci

sayı//49// ağustos 64

Yaygın biçimde mağaraların ışıksız gözden uzak bölümleri-İspanya ve Fransa mağaralarına aynı zamanda Antalya Karain mağarasında da buna benzer bulgular var- ayrıca ESKİ AĞAÇLAR, yaygın biçimde de kayalarla dolu yüksek TEPELER... Ancak tüm bu tartışmada J. Campbell’in “Tapınak başka, kutsal yer başka” uyarısını da dikkate almamız gerekiyor.


HER ŞEYDEN ÖNCE DİN VARDI:

Benim incelemelerim açısından ise çok daha büyük önem taşıyan bir diğer yanılgı ise yine Prof. Schmidt tarafından da tartışılan "sosyal örgütlenmenin tüm kurumlarının" merkezinde "dinin" bulunduğu ve tüm diğer kurumların onun ekseninde oluştuğu şeklindeki yaygın yanılgıydı. Bu sav aslında E. Durkheim'e ait. Dini Hayatın İlkel Biçemleri’nde ortaya atılmış olan bu görüş kendi döneminde de tartışmalara neden olmuştu. Bu yaklaşım, Marksist tarih kuramının "ekonomiyi" merkeze alan açıklaması ile tezat bir anlam içeriyordu Çünkü "inancın" ve "dinin"-bu ekonomik faaliyetlerin ayrılmaz bir parçası olarak görülmesi ya da ekonomik ihtiyaçlar kadar birincil bir katmanı temsil ettiği fikrinden doğmuştu. İnanç alanının insanın gereksinimlerinin karşılandığı doğa ile kurulan ilişkide kesin ve belirleyici bir rol oynadığı sonraki dönemlerde de kanıtlandı. Levi Strauss'un söylediği gibi, "Belki ona doğaya hakim olma şansı vermedi ancak ona doğaya yaklaşırken bir anlayış verdi..." Diğer taraftan dinin insan için önem ve önceliği etnografik incelemelerde de kendine yer buldu. Bu çalışmalar emperyal faaliyetlerle atalardan kalan inanç uygulamalarını bırakmaya zorlanan ilkel toplulukların çok ilgi çekici bir tepki verdiğini gösterdi: Bu topluluklar artık çocuk sahibi olmamaya, ürememeye başlamıştı. (G. Childe) Yine de tüm bu ifadeler “dinin” değil “inanç” faktörünün önceliğini vurgulamaktadır. Din kompleks bir bütündür. Malinovski dini “Gerçekleşmiş amaçlar bütünü” olarak tanımlamıştı. Bir diğer deyişle “din” geç dönem olgunlaşmasını temsil ediyordu.

Dinden önce “mit” vardı kuşkusuz. Ve o, yaşamın seküler meselelerine-yiyecek bulma, göç etme, toprak mülkiyeti vb sorunlaraçözüm bulmanın yanında modern dünyada felsefe-ve dine havale edilmiş psikolojik sorulara da yanıtlar sunmuştu. Dolayısıyla tüm kurumların kökeninden bahsedilecekse, bu kurumlara din de eklenmeli ve kökene “mit” olgusu yerleştirilmelidir. “Mitolojinin simgeleri üretilmez, talep edilmezler, uydurulamazlar ya da sürekli bastırılmazlar. Ruhun kendiliğinden ürünleridir(J. Campbell) TOPLUMSAL HASSASİYETLER VE AİDİYETLERİ DOĞRULAMA TAKINTISI:

Göbeklitepe ile ilişkili bir diğer rahatsız edici yön ise "Göbeklitepe'yi İnşa Eden" insan topluluklarının inancı ya da etnik aidiyet üzerinden yürümesi oldu. En azından şimdilik sağlıklı biçimde yanıtlayamayacağımız bu soru üzerinde coğrafi, kültürel ve tarihsel, çok daha önemlisi "dinsel" ayrıcalıklar oluşturma eğilimi açık sorunlar taşımaktadır. Türklerin Göbeklitepe üzerinde etkisi alabildiğine spekülatif ve tarih dışı bir alanın konusudur. Diğer taraftan Göbeklitepe’yi Mısır’ın Piramitleri ile kıyaslamak çok yersiz. Zira Mısır piramitleri ve Göbeklitepe birbiriyle kıyaslanabilir mimari formlar olma niteliği göstermiyor. İNŞA EDİCİLERİN İNANCI NEYDİ?

Tüm bu güçlükleri aştıktan sonra Göbeklitepe meselesinin "ilkel kültürlerde inanç" ve ritüeller parantezinde ele alınması gereken bir konu olarak şekillendiğini belirterek yürüyebiliriz. "Totem" inancı için oldukça geç bir dönemi temsil eden bu kült merkez aynı zamanda 65


Şamanizm ve animizm gibi, bugün akademik düzeyde sınıflamaya çalıştığımız "ideolojilerle” de ilişiklikler taşıyor... Göbeklitepe’yi inşa eden insan grup ya da gruplarının dini ideolojisini anlamak adına araştırmacıların şu soruları sorması gerekiyor: 1- İnşa ediciler neden bu noktayı seçti? 2- Dikilitaşların T biçimli formu ne anlam ifade ediyor? 3- Dikilitaşlar üzerindeki figürler ve semboller ne ifade ediyor? 4- Tapınaklar yapıldıktan sonra neden gömülmüştü? Bilim insanları bu sorulara yanıt verebilmek için ilk olarak Arkeoloji biliminden yararlandı. Bununla birlikte Arkeolojinin dışında faydalanmak zorunda olduğumuz birkaç disiplin daha bulunuyor. Bu disiplinler ve inceleme alanları şöyle: 1- Karşılaştırmalı Mitoloji: Bugün bizler "mitoloji" deyince yaygın olarak Yunan mitolojisi başta olmak üzere gelişmiş mitolojileri hatırlıyoruz. Bununla birlikte Sümer, Mısır, Hint ya da Yunan gibi gelişmiş mitolojiler, insanın mitsel düşünüş eğiliminin yalnızca çok geç duraklarıdır. Dini yaşamın ilkel biçimlerinden bahsedeceksek bu kesinlikle "mitlerle" ilişkilidir. 2- Dini simgeler ve semboller-Simgebilim: Dini yaşamın en ilksel parçalarından söz edeceksek mitlerin anlam dağarcığına değinme zorunluluğumuz bulunuyor. En karmaşığından en basitine kadar, tüm dinler açık bir biçimde kendini belirgin sembollerle ifade eder. Sembol bir çağırışım ve gönderi sayı//49// ağustos 66

aracıdır. Temsil ettiği anlam açık bir biçimde "kutsal" alan içinde gizlidir. Göbeklitepe'yi inşa eden insan grubunun dini ideolojisi hakkında bu disiplinlerden hareketle tahminler oluşturulabilir. Çünkü yaşamsal kaygılar mutlak surette kendini farklı toplumlara göre farklı biçimlerde ve mitolojilerle ifade etse de evrensel dolayısıyla ortak bir anlam dağarcığının ifadeleridir. Ve nereye gidersek gidelim, bu anlam dağarcığının ortak bir biçimi vardır. Sembollerin evrenselliği burada yatar. Belli işaretlere nerede rastlarsak rastlayalım, aynı anlamlarla karşılaşırız. GÖBEKLİTEPE KATEGORİLERİ

Bundan sonra Göbeklitepe'nin karakteristik niteliklerini incelemeye geçebiliriz: DAĞ-TEPE KUTSALLIĞI

Göbeklite'yi inşa eden gruplar ulaşılması güç bir noktayı tercih etmişti. "Bölgenin yüksek bir dağ silsilesinin üzerinde inşa edildi Göbeklitepe. Tüm inşa zorluklarına karşın bu bölgenin ilgi çekici niteliği-yakınlardaki taş kaynaklarının ötesinde-ilkel kültürler için kutsal kabul edebileceğimiz bir doğal unsurla ilişiklik taşımasıydı. 1- Dağ ve tepe kültü tüm dünya coğrafyasına öylesine yayılmıştır durumdadır ki benzer kaygıların ve dinsel hassasiyetlerin izini sürebiliyoruz. 2- Hz Musa'nın Tanrı ile görüştüğü dağ, Hz. İsa'nın çarmıha gerildiği tepe ve yine Tanrı katına çıktığı Zeytinlik Dağı, Hz. Muhammed'in Miraca yükseldiği yer ve dünyanın herhangi bir yerinden cenneten daha yakın olduğu söylencesi.... 3- TEPELER ve yükseltiler, kesin bir biçimde


ilk insan toplulukları için kutsaldır ve bunlara nerede rastladıysak bir geçiş sembolü olarak işlev görmektedir. 4- Büyük olasılıkla yaşam ve ölüm arasındaki çizgidir daha da önemlisi insan ve insan üstü varlıklar arasındaki ilişki bu öğeler aracılığıyla kurulur 5- HAYVAN FİGÜRLERİ: Hayvan figürleri sembol değildir. Figüratif çizimlerle semboller arasında kategorik farklar bulunuyor. •Bu çizimlerin burada bulunma nedeni arketipseldir. Bu Platon felsefesindeki ideaların karşılığıdır. Bu kavramın yaygın kullanımını C.G. Jung’da rastladık. Bunlara dünyaca ünlü dinler tarihçisi M. Eliade "ilk örnekler" ismini veriyor. Bir türün soyut düzlemdeki ilk örneğini temsil ediyorlardı. Bu çizimlerin temel misyonu türün temsilcisi olmasıdır. • Çizim kesin biçimde gerçek varlığın temsilidir. Buna benzer figürler Mağara duvarlarına da resmedilmişti. Burada üzerine zıpkın saplanmış ya da toplu halde resmedilen bizonların av büyüsünün parçası oldukları biliniyor. Rivers'in değindiği gibi ilkel kültürlerde büyü için canlandırılan sahne açıkça gerçekle bağlar taşır..." • Göbeklitepe alanındaki hayvanların yüzü tören alanına dönük şekilde resmedilmişlerdir. Ve büyük bir olasılıkla türün "merkezde" gerçekleşmekte olan olayı “izlemekte” ya da seyretmekte olduğunu gösterir. Burada bölgede yaşayan tüm canlı türlerinin izlemesi gereken, önemli bir olay gerçekleşmektedir. YILAN Sembolizmi: Figüratif çizimler yılan gibi sıklıkla başvurulan bir çizimde sembol olarak düşünülmüş olabilir. Çünkü yılanın eski kültürler için yeniden dirilme-yaşam verme

gücü ve ölüleri diriltme gücü vardır. Tören alanında yılanın bilinçli biçimde fazla şekilde çizildiğini görüyoruz. TAŞ VE KAYALARIN KUTSALLIĞI:

Göbeklitepe'nin karaktesitiği olarak görebileceğimiz dikili taşlar ve T biçimli figürler ise taş ve kaya kutsallığı çerçevesine indirgenebilir. Ancak bundan çok daha önemlisi bunların temsil ettiği anlam idi. Kaya ve taşlar Şamanizmin kutsal öğeleriydi. Kayalar kesin biçimde çürümezliği ve kalıcılığı sembolizi ediyordu ilkel dünyada. Bu ise tüm modern tek tanrıcı dinlere uzanan bir gücün, açıkçası “RUH” fikrinin ilkel dünyadaki mecazıdır. Tensel olanın geçip gittiği ama ruhun varlığını sonsuza dek sürdüreceği yönündeki inancın izlerini çok eski dönemlere dek sürebiliriz. İnsanda ve diğer canlılarda bu temsilin odaklandığı yer kemiklerdir. Doğada ise bunlar kaya sembolizmiyle karşılanmaktaydı. Bu sebeple “kemiklerin gömülmesi” ile “kayaların gömülmesi” arasında bir ilişiklik aramak mantıksız değil. Ünlü dinler tarihçisi Prof. M: ELIADE Göbeklitepe ile de bağını kurabileceğimiz temel fikirler bildirmektedir. Bu fikirleri şu şekilde özetleyebiliriz: •Megalitlerin varlığı, ölüm sonrası varoluşa yönelik bazı düşüncelerin olduğunu gösterir •Çoğunlukla ruhu öte dünya yolculuğunda korumaya yönelik törenler sırasında dikilir •Ruhu, dikenlere ya da ölümlerinden sonra kendileri için anıt dikilen kişilere ölümden sonra sonsuz yaşam verirler. •Megalitler, ölenlerle yaşayanlar arasında mükemmel bir bağlantı sağlar. •Adına yapıldıkları kişilerin büyülü güçleri ebedileşir, böylece insan, hayvan ve mahsulün 67


bereketini sağlar. Bu atalar tapınımı ile, özellikle kozmik döngüde işlevsellikleri bağlamında, iç içedir. 6- DİKİLİ TAŞLAR

Ölümsüzlüğün toplayıcı avcı topluluklar için en bilindik sembollerinden biri de "ağaçlardır, Ölme ve yeniden dirilme, tarım topluluklarının toprak ve bitki kültürüyle kurdukları sistematik ilişki öncesinde "ağaçlar" ile ilişki kurularak açıklanmıştı. Orta Asya toplumlarında "ölüleri ağaçlara asan" ve "sonrasında kemikleri toplamak üzere geri gelen göçebelerden bahsetmişti J. P. Roux. Bir süre sonra ağaçlar, kendilerine emanet edilen kişilerin "kabristanı" olarak anılır. Mezarlara ağaç dikme geleneğinin kökenleri budur. Çok geçmeden "ağacın yerini taşlar" alır. Ağaçlar “yaşam(baharla gelen)- ölüm(kışın başlayan) çevriminin” tarım topluluklarından çok öncesine dayanan arkaik bir simgesiydi. Çok sayıda insan topluluğu, “görkemli bir ağaç” figürü içeren mitlere sahiptir ve bunlar, ayakları yerin derinliklerinde ve başı gökyüzünde, yerkürenin tüm katmanlarında yaşamaya devam eden ilahi bir düzey oluşturur. İsa’yı Tanrı haline dönüştüren ağaç, kutsal bir tepenin zirvesinde “ölümün mutlak olmadığını” simgelemekten başka ne işe yarar? Çok daha önemlisi, bir eksen belirler ağaç ve evrensel yazgı, direk ya da ağaç, göklerin yıkılmamak için tutunduğu güç abidesi, ölülerin ve ilahi varlıkların “göğe inip çıkmak için kullandığı” merdivendir adeta… “ … Ve Yakup Beer-Şebadan çıktı” diye anlatır Tekvin kitabı… İshak’ın, ağabeyi Esav yerine yanlışlıkla Yakub’u kutsamasının hemen sonrasıydı. Haran’a doğru ilerlemektedir. sayı//49// ağustos 68

“Bir yere erişip orada geceledi. Çünkü güneş batmıştı ve yerin TAŞ’larından birini alıp başı altına koydu, ve o yerde yattı. Ve rüya gördü ve işte yer üzerine bir merdiven dikilmiş ve başı göklere erişmişti ve işte Allah’ın melekleri çıkmakta ve inmekte idiler" Nerede, gökyüzüne uzanan bir sütun varsa-taş ya da ağaç- orada gökyüzüne inen ve çıkan varlıklar vardır o halde. Şaman’ın gökyüzünün ve yeryüzünün ruhlarıyla ilişki kurma adına, tören alanının tam merkezinde canlandırdığı sembolik sırık-ya da tahtanın değeri de buradadır. Çok daha önemlisi, “ölüm” ve “cenaze” törenlerinde kullanılan ağaç, direk ya da mezar taşı gibi dikitlerin-ki buna “dumanıyla gökyüzüne doğru sütun oluşturan bir ateş de” dahildir, “ölenin öte dünyaya ulaşmak için tırmanmasını sağlayan” şeydir 7- T BİÇİMİ NE ANLAMA GELİYOR?

Dikilitaşların ölülerden ata tapınımı yaratma ya da kişiyi tanrısal varlıklarla ilişkili kılmak gibi misyonlarını vurguladıktan hemen son "T" biçiminin bir anlamının olup olmadığını sorgulamaya başlayabiliriz. T biçimi günümüzde yaşayan modern ilkeller ve Tek Tanrılı dinlere uzanan anlamların da doğruladığı üzere "fedarakar kurtarıcı", kahraman", kendini toplum için feda eden kişi ya da "kurucu ilk atanın" sembolü olarak okunmalıdır. Ölen ve yeniden dirilen Tanrı mitolojisine nerede rastlasak, ona mutlak bir anıt teşkil eder. Bu kesin biçimde HAÇ işaretidir. Augustu Le Plongeon gibileri, “haç tapıncının kökenlerinde” adına Güney Haçı denilen takım yıldızlarının gözükmesinin hemen ardından başlayan “yağmurlar” ve gelen bereketle ilişkisine değinirken, işlevsel bir açıklama sunmaktadır. Kesin olan “haçın”


gözükmesiyle birlikte, doğanın kendini yenileyen gücü, mahsulü ve bereketi sağlayan gücün de kendini hissettirmesidir. Bu fikrin günümüz dünyasındaki en bilindik örneği İsa Mesihtir ve sembolü açık bir biçimde "HAÇ"tır. Hıristiyan teolojisinde İsa, bir kefaret üstlenicidir. İlk günah vesilesiyle yıkıma sürüklenmiş insanlığa Tanrı'nın duyduğu öfke, kendini feda eden kurtarıcı ile son bulacaktır. İsa açık bir biçimde selamet getiren "kurbandır" Ölen ve yeniden dirilen Tanrı mitolojisine nerede rastlasak, ona mutlak bir anıt teşkil eder. Bu kesin biçimde HAÇ işaretidir “Haç” figürünün eskiliğine dikkat çekmişti. “Hıristiyanlık öncesi zamanlarda ve Hıristiyan olmayan toplumlarda haç kullanımı neredeyse evrenseldir…” der Macall Fallow ve ekler “Hemen her örnekte bir doğa tapıncıyla ilişkilidir.Özellikle paleolitik ekicilerde bilim insanlarının "kralların ve hükümdarların" katledilmeleri mevzusunu incelemeye iten sorun, "bitki hasadında" yaşanan problemlerkuraklık ya da kıtlık dönemleri- olmalı. Bu sorunları aşmak için toplum için büyük önem taşıyan kişilerin "belli zamansal periyotlarla" ritüelik ölümleri kayıtlara geçmiş durumda. Sudan Şillukları arasında, ‘sürülerde’ ya da “hasat” zenginliğinde bir düşüş yaşanırsa, kralın yedi yıllık hükümdarlığı sonrasında ‘rahiplerin’ kararıyla, yüksek bir yerde, öldürüldüğünü aktarır J. Campbell. ‘Ağlayıp üzülmenin olmadığı tören ‘ilk yağmurdan önceki dönemlerde ve tohumlar atılmadan önce” gerçekleşir ve kral verimliliğin yeniden sağlanması adına “bir bakireyle birlikte

gömülür..." Yine J. CAMPBELL: "Malabar’da kralın bir dizi arınma ritüelinin ardından yüksek bir yere çıkarak, “kendi gövdesinde büyük parçalar kesmek suretiyle” kurbanı hakkında D. Barbosa’nın anlatısıyla ilgili olarak “Kanı o kadar akmıştı ki, kendinden geçmek üzereydi, o zaman boğazını kesti…” Yine aynı kitapta "kral kurbanı tapınımının yaygın olduğu merkezleri gösteren bir harita bulunuyor. İlgilenenler bakabilir… Bir Aztek ayini ve bitkilerin kraliçesi olarak seçilen genç kızın kafasının kesilmesi, kanının bir kapta toplanması ve rahibin kızın deri parçalarının içine girmesiyle ilgili anlatılar için. Tüm bunlar Göbeklitepe'de "insana yönelik bir şiddet uygulandığını gösterir mi? Kuşkusuz hayır. Ancak şiddet bir eğretilemedir ve sembolik ölümlerle karşılanmış olabilir. Kesin olan Göbeklitepe ritüel alanının "kanlı" bir ritüele tanıklık ettiği ve bu ritüelin amacının da verimlilik olduğudur. Çarmıha gerilme ya da çarmıh sembolizmi aracılığıyla gerçekleştirilen çağrışımlar öylesine yayılmış durumdadır ki, bu "arketip bir dünya kurtarıcısına" ulaşır. Bundan sonrası için de yeni bulguları beklememiz gerek... SONUÇ

“İnanan insan taşa, yılana, çalıya ve resme taparken bunun tanrı olduğunu hiçbir zaman düşünmedi. Bu işaretler aracılığıyla ve bunların ardında tanrısının gizemli varlığını görüyordu yalnızca. Batıl inançları olan insan “din psikologlarının kibirli bir gülümsemeyle saptadıkları gibi sembolü gerçeklik olarak görmüyor, tersine gerçekliği bir sembol olarak algılıyor" EGON FRIEDEL 69


BİZANS’TAN ALACAK

DERSLERİMİZ VAR

“Belgrad’da düzenlenen 23’üncü Uluslararası Bizans Çalışmaları Kongresi’ni takip eden tek Türk gazeteci Tolga Saçıkaralı, kongre izlenimlerini ve Belgrad notlarını Şehir ve Kültür için kaleme aldı…” Tolga SAÇIKARALI*

ürkiye’de giderek artan Bizans çalışmalarını keşfettiğimde sene 2015’ti. Yaptığım araştırmalarda, çalışmaların merkezinde Bizans Araştırmaları Uluslararası Birliği’nin (AIEB) olduğunu fark etmiştim. Birlik 5 senede bir, binlerce bizantoloğu Uluslararası Bizans Çalışmaları Kongresi’nde (ICBS) bir araya getiriyordu. Son kongre 22- 27 Ağustos 2016’da Belgrad’da yapıldı. Ben de olayı mutfağında görmek için Belgrad’ın yolunu tuttum. Bir medeniyetin ihyası ve müdafaası nasıl yapılır o toplantıda öğrendim. Hala şahitleri hayatta olan durdurulmuş medeniyetimizin, 565 yıl önce tarihe karışmış bir devletin mühibbanlarından çıkaracağı dersleri sizlerle paylaşmak istiyorum. Uluslararası Bizans Çalışmaları Kongresi 94 senedir yapılıyor. Belgrad’da yapılan son toplantıda, 24. kongrenin 2021’de İstanbul’da yapılmasına karar verildi. Bizans Araştırmaları Uluslararası Birliği (AIEB) çatısı altında, 38 ülkede kurdukları ulusal komiteler aracılığı ile Bizans’ın bütün yönlerini araştırıyor ve ihya etmeye çalışıyorlar. Bizans’ın mimarisi, filolojisi, müziği, savaş aletleri, bitkileri, adetleri, yemekleri gibi her detay araştırılıyor. Bin 500 konuşmacının rapor sunduğu son kongrede, İstanbul ve Anadolu başta olmak üzere Kudüs ve Kahire’deki birçok Bizans eseri hakkında proje sunuldu. Tarihe karışmış Bizans eserlerinin 3 boyutlu çizimleri ve animasyonları gösterildi. Sadece Fatih’te 67 eserin çizimi ve animasyonu tanıtıldı. Animasyonu hazırlayan Münih Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Albrecht Berger ve ekibi, 1994 yılından itibaren İstanbul’un 1200 yılındaki halini ortaya çıkarmak için çalışıyorlar. www.byzantium1200.com sitesinde yapılan çalışmaları müşahede edebilirsiniz. OSMANLI ESERLERİNİN ENVANTERİ ÇIKARTILMALI

*Araştırmacı-Gazeteci Yazar.

sayı//49// ağustos 70

İstanbul, Bizans eserlerinin envanterinin tamamlanamadığı tek bölge. Hatta bizantologların açıklamalarında İstanbul için kayıp cennetimiz ifadesi sıklıkla kullanılıyor. İstanbul asırlar boyunca şiddetli depremler geçirdiğinden Roma, Bizans ve Osmanlı eserlerinin birbiri içine girdiği ve envanterin çıkartılamadığı ifade ediliyor. Esasen iş envanter çıkartmak ile de bitmiyor. Çünkü Fatih’te Osmanlı bakiyesi 9665 tarihi eser kayıtlı. Fakat hala yarısı ihya edilmeyi bekliyor. Ancak ilk aşama olarak envanter hazırlığını zikredebiliriz. Çünkü 4 bini Bulgaristan’da olmak üzere


Balkanlarda 10 binden fazla Osmanlı eserinin olduğu bölgedeki tarihçiler tarafından teyit ediliyor. Fakat Balkanlarda Osmanlı eserleri ile ilgili tafsilatlı bir tasnif ve envanter araştırması henüz yapılmamış. Öte yandan Afrika, Ortadoğu, Kafkasya gibi birçok bölgede de benzer çalışmalar araştırmacıları bekliyor. Bizans çalışmalarıyla ilgili diğer bölgelerden de örnek vermek gerekirse Kudüs’te büyük bir mesafe kat edildiğini söyleyebilirim. The Hebrew University of Jerusalem bünyesinde hazırlanan otomasyonda, Google Maps benzeri bir haritalama ile Kudüs’teki tüm Bizans eserleri incelenebiliyor. Öte yandan Türkiye’de İstanbul dışında Karadeniz bölgesine yoğunlaşıyorlar. Ayrıca İznik ve Mardin de bizantologların gözde yerlerinden. BİLİM BÖYLE BİR ŞEY OLMASA GEREK

Uluslararası Bizans Çalışmaları Kongresi’nde dikkatimi çeken bir husus da kongrede politik bir üslubun kullanılmasıydı. Lefkoşa Bizans Müzesi Müdürü İoannis Eliades, “Türk işgali altındaki topraklarda kiliselerin durumu” başlıklı konuşmasında, Kıbrıs’taki kiliselerin yağmalandığı iddiasıyla TSK’yı hedef gösterdi. Ancak biz oturumda Eliades’ten hangi kilisenin ne tür bir tahribata uğradığını sorduğumuzda cevap veremedi. Öte yandan kongreye Rusya’dan katılan Ermeni akademisyen Arman Kazaryan da Rum meslektaşı gibi Türkiye’nin, Kars’taki kiliseleri tahrif ettiğini söyledi. Yine bizim kaynak sormamız üzerine anlattıklarını bir kitapta okuduğunu ve kitabın ismini hatırlamadığını söyleyerek bilimsel toplantıda bir skandala daha imza attı. Bunların dışında Bilecik Üniversitesi’nden Prof. Dr. Nurfeddin Kahraman’ın Bilecik yakınlarında yeni keşfedilmiş bir kale kalıntısı ile ilgili yaptığı sunumda da ilginç bir hadise yaşandı. Kalenin Osmanlı eseri olma ihtimalinin daha yüksek olduğunu söyleyen Kahraman’a ağır tepkiler geldi. Kahraman, bilimsel izahatlarını yapsa da bizantologları memnun edemedi. Kahraman ile sunum sonrasında yaptığım konuşmada, bilimsel bir kongreye bu üslubu yakıştıramadığını ifade etmişti. ANA TEMALARI PAGANİZM VE ORTODOKSLUK

Bizans kongrelerinin paganizm kültürü ve Hristiyan Ortodoks inanışı üzerine inşa edildiğini söyleyebilirim. Sunulan tebliğlerde ve tanıtılan projelerde bunu net olarak görebiliyorsunuz. Zaten son kongrenin ana

sponsoru Sırbistan Ortodoks Kilisesi’ydi. Ayrıca kongreye akreditasyon yapanlar arasında birçok papaz ve rahip de vardı. Papazların dışında sunumlara ve konferanslara kipa ile giren katılımcıları gördüğümü de ifade edeyim. Öte yandan kongrenin yapıldığı Sırbistan Bilimler Akademisi’nde, önemli çalışmaların sunulduğu büyük salonun duvar ve cam süslemeleri de pagan ve Ortodoks işaretleri ile doluydu. CHRİSSİS: BİZANS’IN EN ÖNEMLİ ŞEHRİ İSTANBUL’DUR

Atina’daki Ulusal Kapodistrian Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Nikolaos Chrissis, Bizans Kongresi’nde yaptığı “Paradise Lost or Negligent Shepherd? Costantinople and Byzantine Identity after 1204” başlıklı konuşmasında, Bizans’ın en önemli şehrinin İstanbul olduğunu söyledi. İstanbul için saklı cennetimiz ifadesini kullanan Chrissis, “Bizans topraklarının en önemli şehri İstanbul’dur. İstanbul bizim en değerli mabedimiz ve saklı cennetimizdir” diyerek dikkat çekici bir açıklamada bulundu. SIRPLARIN BİTMEYEN TÜRK TAKINTISI

Belgrad’daki Bizans kongresine gitmeden önce kısa bir Balkan turu yapmıştım. Makedonya’dan Sırbistan’a girişimde, gümrük polisi pasaportuma mühür vurmadı. Polisin Türk pasaportumu gördüğünde yüzünde oluşan ifade hala aklımda. Mührü sehven değil bilerek vurmamıştı. Ben de hiç itiraz etmedim. Şu an pasaportumda Sırbistan’dan sadece çıkış mührü görünüyor. Onun dışında Türk lokantasını bulana kadar dışarıda sadece peynirli börek yiyordum. Gittiğim börekçiler, ısrarla domuz katkılı ürünler getiriyorlardı. Ayrıca Kosova’yı sizin yüzünüzden kaybettik diyen bir Sırp kadının hakaretlerine de maruz kalmıştım. 71


Kongre, Belgrad’daki bira festivaline denk geldiği için hepsini maruz görüyorum. BİZANTOLOGLAR TÜRK LOKANTASINDAN ÇIKMIYORDU

Kongrede yaptıkları Osmanlı ve Türkiye eleştirilerine rağmen Bizantologların büyük bir kısmı yemeğini Türk lokantasında yiyordu. Sırbistan Bilimler Akademisi’nin yanında bulunan Dukat Türk Lokantası’nda birçok akademisyen ile konuştum. Hatta Bursalı bir Bizans sanat tarihçisi ile sert bir münakaşamız oldu. Akademisyen arkadaş, Osmanlı’nın vahşi bir imparatorluk olduğunu iddia ediyordu. Ben de kendisine Osmanlı’nın yıktığı kiliseleri sordum. Sonra kısa süreli bir duraklama geçirdi ve “hiç yok” dedi. Ardından Evliya Çelebi’nin seyahatnamesinde geçen Belgrad’daki 251 caminin akıbetini sordum. Cevap bile veremedi. Çünkü 251 camiden sadece Bayraklı Cami kalmıştı. Ardından bir itirafta bulundu. Sırbistan Bilimler Akademisi’nin önündeki akademik parkın eski bir Türk şehitliği olduğunu söyledi. Belgrad’daki iki türbeden birisi olan Şeyh Mustafa Türbesi’nin yanındaki parkın gerçekten şehitlik olup olmadığının araştırılması gerekiyor. Sırbistan, Osmanlı döneminde Belgrad’da bulunan 250 cami, 9 medrese, 10 mektep, 17 tekke, 3 imaret, 14 han, 11 hamam, 3 saat kulesi, 38 sebil ve 10 türbeden günümüze sadece 1 camii, 2 türbe, 1 çeşme ve 1 konak bırakmış… BİZANS ÇALIŞMALARININ TEHLİKELİ BİR YANI VAR MI?

Prof. Dr. Semavi Eyice’nin ifadesine göre 1930-1935 yılları arasında mamur olmayan camilerin minareleri yıktırıldı. Dr. Cem Eriş’in anlatımına göre de son asırda İstanbul’daki Osmanlı sivil mimarisinin yüzde 80’i değişik sebeplerle yok edildi. Bununla birlikte Semavi Eyice kitaplarında, birçok Osmanlı eserinin yıkımında Anıtlar Kurulu’nun izninin olmadığını, hatta bazen yıkım kararını kimin verdiğini bile bulamadıklarını ifade ediyor. Peki, bu yıkımların ve tahrifatın Bizans uzmanları ve lobisi ile bir alakası var mı? Bilmiyoruz. Ancak yaşanan bazı vakalar bu tezi güçlendiriyor. Mesela Saraçhane’deki Karagöz Mescidi yol genişletme gerekçesi ile Menderes döneminde yıktırılıyor. Ancak mescidin altından Aziz Polieuktos Kilisesi kalıntıları çıkınca alan tel örgülerle çevrilip Arkeolojik Park yapılıyor. Vezneciler’de bulunan Kalenderhane Camii de 1969’da Amerika’nın sponsorluğunda Harward sayı//49// ağustos 72

Üniversitesi’nden gelen bizantolog ve sanat tarihçileri tarafından restore ediliyor. Ancak 9 yıl süren restoreden sonra kilise izleri ön plana çıkartılıyor. Cami eski atmosferini kaybediyor. Ayrıca dünyanın en iyi Bizans uzmanları arasında gösterilen Prof. Dr. Judith Herrin’in Zeyrek Cami için yaptığı teklif üzerinde de durulması gerekiyor. Herrin, Zeyrek Camii’nin bir kısmının müzeye dönüştürülmesi gerektiğini söylüyor. Bir diğer örnek ise Kariye Cami. 1511 yılında Vezir Hadım Ali Paşa tarafından camiye çevrilen yapı, 1945 yılında müzeye dönüştürülüyor. Eserdeki mozaik ve freskoların üzeri 1948-1958 yıllarında Amerikan Bizans Enstitüsü'nün yaptığı çalışmalarla açılıyor. Bugün ise hala müze olarak kullanılıyor. Bu tür eserlerin en meşhuru ise Ayasofya. Ayasofya da benzer bir kader ile 83 yıldır müze olarak kullanılıyor. Neticede Türkiye’nin net bir kültür politikasının olmaması ve Bizans lobisinin garip istek ve projeleri bizlere dikkatli olmamız gerektiğini gösteriyor. Kendi kültür politikamızı geliştiremezsek ileride Profesör Berger’in çizimlerinde yer aldığı gibi camisiz bir İstanbul ile karşılaşabiliriz. TEKLİFLER

• Osmanlı ve Selçuklu eserlerini, dilini, müziğini, tarihini vb. her yönü ile araştıracak Osmanlı ve Selçuklu araştırmalar enstitüleri kurulmalıdır. (Şu an hiçbir üniversitede enstitü seviyesinde böyle bir merkez bulunmuyor) • Balkanlar, Ortadoğu, Kafkasya, Asya ve Afrika’daki tüm Osmanlı ve Selçuklu envanteri çıkartılmalı ve ihyaları için projeler hazırlanmalıdır. • Tüm tarihi mirasımızı Uluslararası Anıtlar ve Sitler Konseyi’ne teslim eden Venedik Tüzüğü iptal edilmelidir. •Lozan ile kabul edilmiş olan mütekabiliyet esasına uyulmalıdır. Türkiye’de ihya edilen bir gayrimüslim eserine karşılık bir İslam eserinin restore veya ihyası yapılmalıdır. • Fatih döneminde İstanbul’un (Fatih) 169 mahallesi bulunuyordu. 2008 yılında bu 24’e düşürüldü. Milli hafızanın silinmemesi için asırlık mahalle isimleri geri verilmelidir. • Osmanlı’nın mahalle sistemini oluşturan külliye merkezli örnek bir mahalle oluşturulmalıdır. Cami, sıbyan mektebi, hamam, kütüphane, şifahane ve cumbalı evlerden oluşan numune bir mahalle veya sokak oluşturulmalıdır. • Bizans kongresi benzeri Uluslararası Osmanlı ve Selçuklu kongreleri düzenlenmelidir.


FELAHI’MIZ KESİLMEMİŞ!

Ezanda namaz için “Haydi kurtuluşa” manasında söylenen bu kelime, ezan aslından Türkçe’ye çevrilirken çevrilmemesi daha uygun görülmüş! bir kelimedir. Seyfullah EKMEN

umhuriyetimiz’in ilk yıllarında uzun uzun dil işleriyle, din işleriyle, edebiyat mimari yani kısacası halkı ilgilendiren her mevzuyla devlet büyüklerinin yakından ilgilendiğini bilmekteyiz. Dil mevzusu bunlardan biridir. Mesela zaman zaman bakanlar hani şu millet kürsisinde “Hristiyanlığı haykıracağım” diyen Maarif Vekilimiz (Milli Eğitim Bakanı) Mahmut Esat Bozkurt’un en basit bir “Çerçeve” kelimesini dahi Türkçeleştirmeye azmetmesi gibi. Fethi Bey’in anlatmasıyla Mahmut Esat Bey’e göre o güne kadar “Çerçeve” kelimesi “Çarçube” denen Farisi kelimeden geldiği bilinse de aslında Türkçe’de “çekmek” manasında olan “Şıvmak’tan” geldiğini dolayısıyla “Çerçeve” kelimesinin de bir resmin veya herhangi bir şeyin etrafına çekilmiş şey olarak anlaşıldığını ispat etmeye gayret sarfetmiş imiş.

. (Üç Devirde Bir Adam, Fethi Okyar, Tercüman yayınları, Haz: Cemal Kutay, İstanbul, 1980,, s.383) Hal böyle iken Türkçe’si var iken ezanda aslı üzerine bırakılan tek bir kelimeden bahsedeceğiz. “Felah” yani “Kutuluş” kelimesi. İslam’da namazın mukaddesliğine binaen ezanda yer alan “Hayye Ale’l-Felah”. Ezanda namaz için “Haydi kurtuluşa” manasında söylenen bu kelime ezan aslından Türkçe’ye çevrilirken çevrilmemesi daha uygun görülmüş! bir kelimedir. Mustafa Kemal Paşa’nın sofracısı Camal Granda anlatıyor: “Şapka devrimi, harf devrimi derken, dilin sadeleştirilmesi ve yabancı sözcüklerin Türk dilinden arınması işine sıra gelmişti. Bu arada ezanın da Türkçe okunması üzerinde duruluyordu. Bu devrim de başarılmıştı sonunda. Artık müezzinler minarede “Allah-u Ekber” yerine “Tanrı Uludur” diye sesleniyordu. … Ezandaki bütün Arapça sözcükler atıldığı halde “Felah”a bir karşılık bulunamamıştı. “Haydi felah”ın nasıl değiştirilebileceği tartışılıyor, fakat kimse bunun karşılığını bulamıyordu. Felah, kurtuluş anlamına geliyordu. “Haydi kurtuluş” dense, bu deyim çok garip kaçacak, dinin kutsallığıyla bağdaşmayacaktı!?. Kurtuluş denince akla hemen İstanbul’da Rumların çoğunlukta bulunduğu eski Tatavla semti geliyordu.” Değerli okurlarımızın da takdir edecekleri üzere herhalde Cemal Granda’nın burada bir hatası vardır. Nitekim eğer bu söyledikleri hatasız ise insan okurken tebessüm edemeden duramaz. Nitekim “Kurtuluş” kelimesinin Tatavna’yı andırmasıyla “Felah”ın yerine bu kelimeyi koymaya engel teşkil edeceği mantık harici bir şeydir. Ne yani Süleymani’ye minaresinden “Haydi Kurtuluşa” denilseydi namaz için abdest almış ahali yakın cami yerine Şişli ilçesindeki Kurtuluş mahallesine mi koşup gelecekti? Herneyse biz hatıratı okumaya devam edelim. “Son çare olarak Atatürk’e başvurdular. Bu konuda ileri sürülen düşünceleri teker teker dinleyen Atatürk de “Felah”a bir karşılık bulamamış olacak ki: “Bu da Felah kalsın” diye bu içinden çıkılmaz gibi görünen işi sonuca bağladı.” (Cemal Granda, Atatürk’ün Uşağı İdim, Hürriyet Yay. İst 1973, s.259-260 73


KERVANSARAYLAR,

ÜLKENİN ZENGİNLİĞİYDİ! Günümüzde lüks otellerin yaptığı işi geçmişte bu kervansaraylar yapıyordu. Gezip görebildiklerimiz kadarıyla, bu hanların hepsi stratejik özelliklere sahiptir. Şehirlerin mücavir alanlarında yer alan Menzil Hanları da aynı niteliği taşımaktadır Muhsin İlyas SUBAŞI

iz tarihi bir bütün olarak ele almayı beceremedik nedense? Bu, geçmişte de böyleydi, bugün de öyle. Şimdi biraz farklılaşma var gibi. Tarihin gizli odalarına da girilmeye başlandı ve tarih sadece, “olaylar, insan ve zaman” kavramıyla sınırlı tutulmayarak “mekân ve insan” kavramıyla da ele alınmaktadır. Biz, böyle bir değişim rüzgârının içerisinde pek de akla gelmeyen bir alan üzerinde durmak isteyeceğiz. KERVANSARAYLAR

Bir destanlık olayla konuyu ele almak istiyorum: Sultan Alaeddin Keykubat’ın döneminde Selçuklu topraklarında büyük bir kervan soyulur. Kervancıbaşı, elindeki mallarının listesiyle Sultan’ın huzuruna gelir: “Sultanım, sizin topraklarınızda soyguncular kervanımı soydular, eşyalarımı yağma edip gittiler. Sizin hükümranlığınız da bizim mal ve can güvenliğimiz yok mudur?” Sultan bu olaydan çok etkilenir, çünkü sırf kendi döneminde 40’ın üzerinde kervansaray yaptırmış ve yol güveliğini bu binalar sayesinde sağlamıştır. Soygunun yapıldığı bölgenin emirini çağırtır: “Benim topraklarımda kervanın soyulması demek devletimin soyulması demektir.

sayı//49// ağustos 74

Bir devlet yolcusuna güvenlik sağlayamıyorsa, evine de sağlayamaz! Senin bölgende bu adamın kervanı soyguna uğramış. Sen bu adamın yol kesen eşkıya tarafından gasp edilen mallarını ödeyeceksin. Bulabilirsen bu soyguncuları, sen de onlardan ödediğin bedeli alacak ve bu adamları, ayrıca en ağır şekilde cezalandıracaksın!” Şehrin emiri, Sultanın talimatına uyar, kervan sahibinin elindeki listesine göre mallarını değerinde karşılar. Bu olay, Selçuklu Devleti’nin ticaretten önce yol güvenliğine verdiği önemin en etkileyici işaretidir. Bu yüzden Alaeddin Keykubat döneminde daha da yoğunlaştırılarak Selçuklular, Anadolu’yu bir baştan öbür başa kervansaraylarla donatmışlardı. Üstelik burada ev sahipliği geleneğimize uygun olarak, gelip konaklayan yolculardan üç gün boyunca herhangi bir ücret almadan misafir etmiştir. Bugün tarihi kavramlar içerisinde bir “İpekyolu” vakıası varsa, bunun esas sebebi budur. Kervansaraylar, ülkelerin alt kimliğinde hep belirleyici rol oynamışlardır. Çünkü devletler ticaretle varlıklarını sürdürme alanına yöneldikleri için, yolların açık ve güvenli olması büyük önem arz etmektedir. Yukarıdaki olay bunun tipik bir örneğidir. Alaeddin Keykubat, yol güvenliğini sağlamayı başaramasaydı, Moğol ve Bizans kıskacındaki Anadolu Selçuklularını geliştirip saygın bir devlet haline getiremezdi. Çorum’da Hattuşaş ve Alacahöyük, İzmir’de Efes, Kars’ta Ani, Konya’da Çatalhöyük, Gaziantep’te Zeugma, Şanlıurfa’da Göbeklitepe, Aydın’da Milet, Çanakkale’de Assos, Antalya’da Olympos, Kayseri’de Kaniş-Karum gibi daha birçok yerleşim alanlarının hepsinde öyle sanıyoruz ki, kervansaray benzeri koruma noktaları yoktu. (Olsaydı bunların izine rastlanabilirdi) Bu yüzden buraya ulaşan yollarda gezgin koruma askerleri tarafından insanların güvenlikleri sağlanıyor ve bunun için de ticaret kervanlarından büyük vergiler alınıyordu. Selçuklular bunu bir günlük yol kavşaklarına kervansaraylar yaparak çözmüşlerdir. Bir kervan, yolun düz ya da engebeli oluşuna göre, gündüz kat edebileceği yol boyunca 35-40. Km’de bir kervansaray dediğimiz konaklama tesisleri inşa ederek pratik ve güvenli bir çözüm getirmiştir. Buna rağmen, kervanlara saldırılar olmuşsa, bunun çözümünü de yukarıdaki anlattığımız tarzda bulmuşlardır. Çünkü kervansarayların hem ülkenin hem de hizmet verdikleri şehirlerin zenginliğiydi.


Günümüzde lüks otellerin yaptığı işi geçmişte bu kervansaraylar yapıyordu. Gezip görebildiklerimiz kadarıyla, bu hanların hepsi stratejik özelliklere sahiptir. Şehirlerin mücavir alanlarında yer alan Menzil Hanları da aynı niteliği taşımaktadır. Duvarları çok yüksek ve kalındır. Organize saldırıların buralarda etkili olması mümkün değildir. Hemen hepsinde sosyal tesis niteliğinde ortak kullanıma açık hamam, mescit, eşya deposu bulunmaktadır. Şimdi burada bir Kervansarayın yapılış hikâyesinden söz edelim isterseniz: Karatay Kervansarayı: Kayseri Malatya yolu üzerinde Bünyan'ın Karadayı köyünde bulunan Kervansaray, Selçuklu dönemi özelliklerini gösterir. Han, yazlık ve kışlık olmak üzere açık ve kapalı iki kısımdan meydana gelmiştir. Kışlık (kapalı) kısım Sultan 1. Alaeddin Keykubad devri, (1219- 1 236) sonlarında, avlu kısmı ise (1240) yılında Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında, Atabey Emir Celalettin Karatay tarafından yaptırılmıştır. Kervansarayda kışlık kısmın yanı sıra, avluya açılan kapalı odalar, mescit ve hamam yapıları bulunur. Hanın giriş kapıları, mescidi; çörtenleri avluya açılan eyvan üzerindeki süslemeleri oldukça önemlidir. Bitkisel geometrik motifler yanı sıra, hayvan ve insan tasvirleri de dikkati çeker. İnsan tasvirlerini giriş kapısı (portal) üzerinde palmet dalları arasında görebiliriz. Masif duvarları ve destek kuleleriyle kale manzarası hâkimdir.Kervansarayın iç ve dış kapısında olmak üzere iki kitabesi vardır. Kitabeler şöyledir: "Mülk Allah'ındır. O birdir, kahredicidir, bakidir, daimdir. Keyhüsrev'in oğlu şahların en büyüğü, Allah'ın yeryüzündeki gölgesi Halifenin yardımcısı Fatih Sultan Gıyaseddin Keyhüsrev, Altı yüz otuz dört (1237). İç kapıda ise, şu kitabe yer almaktadır: "Mülk Allah'ındır, daimdir, bakidir. Keyhüsrev'in oğlu dünya Sultanlarının efendisi ümmetlerin en yücesi makamına sahip Büyük Sultan, Fatih Keykubad." Gurura Kapılırım Diye Yaptırdığı Kervansarayın Açılışına gitmedi: Celaleddin Karatay, Kayseri’nin doğuyla irtibatını sağlayacak yol üzerinde yolcular için konaklama zaruretini biliyordu. Bunun sağlanması ve güvenliğin temin edilmesi için buraya kendi servetinden bir kervansaray yapılmasını düşündü. Dönemin mimarlarını topladı, Talimatını verdi ve işe başlanıldı.

Kayseri’nin doğuyla ilişkisini sağlayan yol üzerinde bugün Karadayı köyü diye bilinen bölgeye Kervansarayın temeli atıldı. Kervansaray yoğun çalışmalar sonucu kısa sürede tamamlandı.1235 yılında yapılan açılışı için kendisini davet ettiler. Bünyan yakınlarına kadar geldi. Sonra durdu. Etrafındakilere fikrini açtı: -Ben bu açılışa gitmekten vazgeçtim. -Neden emirim. Büyük paralar harcandı, büyük bir eser meydana getirildi. Gidip Sultanınızın şanını yüceltecek bu eseri niye açmıyorsunuz? -Eserin ihtişamı karşısında büyüklük duygusuna kapılarak nefsime esir olurum diye korkuyorum. Gidiniz siz açınız, bana ve sultanıma da dualar ediniz. Geri dönüp şehre geldi. Gidenler menzile ulaşıp kervansarayı açtılar. Dönüşlerinde de harcanan paranın kaydedildiği defteri getirdiler: “Efendim, harcanan paranın listesi kuruşuna kadar burada yazılıdır. Buyurun incelemeniz için getirdik.” Defteri getirenlere teşekkür ve dualar etti. Defteri aldı. Sayfalarına bile bakmadı. Yanındaki hizmetçisine dönerek talimatını verdi: “Bu defteri ateşe atıp yakınız.” Defteri getirenler şaşırmışlardı. “Emirim, harcanan paranın listesi vardır. Kim nereye ne kadar masraf yaptı. Bunu bilmeniz gerekir.” “Neden gerekecek?. Eser yapılıp ortaya gelmiş. Hadi aldım inceledim. Gerçi benim ustalarım yapmaz bunu, ama olur ya insan bu, yanılmış da gereksiz bir yere harcama yapmışlar. Ne yapacağım o zaman ben. Hayrın hesabı olmaz!... Yapanlardan da yaptıranlardan da Rabbim razı olsun.” Defter, Emir Celalettin Karatay’ın evindeki salonunun şöminesine atıldı. Çıkan alevleri seyrederken, mırıldanmadan edemedi: “İnşallah gördüğümüz alevler bunlar olur. Rabbim milletimin bahtını ve benim ahretimi böylesi alevden korusun...” Bu arada, kervansarayı işletecek olanlara özel talimatını vermeyi de ihmal etmedi: “Sultanımız Alaeddin Keykubad’ın kervansaraylarındaki uygulama burada da aynen tatbik edilecektir. Sultan Alaeddin’in sözlerinin aynısını ben sana daha önce anlatmıştım. O, benim değil, onun emridir çünkü bu eser artık benim değil milletimindir!..” 75


“Sükût, ruhun huzur bulduğu iklimin adıdır.” Ammar İlkay

SÜKÛT

SÜKÛNET Birey kendini tanıdıkça huzurun anahtarını elde etmiş ve o alanda yolculuğa çıkmış demektir. Kendisini bilmek, sükûnetin de kendisidir. Recep GARİP

uşkusuz insan zamanla yoruluyor. Yorgunlukların bazıları izafidir bazıları kalıcı. İzafi olanlar daha ziyade mutlu, mesrur, neşeli, coşkulu, huzurlu olunan vakitlere özgüdür. Kalıcı yorgunluklar ise, yaşadığınız hayatı sıkboğaz eden, daraltan, iğneleyen, rahatsızlık veren, tedirgin eden, kahredici, nefret ettirici, unutmak isteseniz de unutulması mümkün olmayan durumlarla örülüdür. Ömür bunlarla iç içedir. Hayatı, unutulanlar ve unutulmayanlar diye başlıklara ayırdığımızda unutmanın da bir ikram olduğunu evvelemirde kabullenmek gerekir. Unutmamak, insan zihnini, kalbini, yüreğini, ruhunu, düşüncesini, aklını, idrakini yorar. Bu yorgunluk bireyin hafızasını sağlıksız hale çevirmekle kalmaz, aynı zamanda vesveselere, tedirginliklere, rahatsızlanmalara doğru yollar açar. Bu bireyin hem ruhi hem de bedeni olarak arızalanmaya başladığını bize gösterir. Unutmak ise zihni genel anlamıyla kirlenmelerden korur. Yeni bilgilere, yeni duyuşlara, anlayışlara, kavrayışlara yollar bulur. Unutmanın güzelliklerinden birisi de kini, nefreti, düşmanlığı, dedikoduyu, fitne ve fesadı zayıflatır, unutturur. Burada kast edilen, hastalıklı bir unutma değildir. Bizim kültürümüzün tefekkür menşei, kuşkusuz vahye dayanır. Bundan dolayıdır ki tefekkürün kıymeti ölçüsüzdür. Peygamberimiz Hazreti Muhammet Mustafa (sav)’nın Hıra mağarasına giderek tefekkürün kapılarını açması önemlidir. Tur Dağında Musa (as)’ı hatırlarız örneğin. Nuh (as)’un gemi yapmasındaki yalnızlığını da buraya ekleyebiliriz. Bunu çoğaltmak mümkündür. Antakya’ da Habib-ü Neccar Camii içindeki çilehane, Küçük Çamlıca’daki Aziz Mahmut Hüdai Çilehanesi de bizi aynı noktaya götürür. Buradaki münzevilik, yalnız kalarak sükûtun yollarında pişmektir. Kelimelerden arınarak dili, gönlü, kulağı; çevredekilerden, yaşanılanlardan, tabiattan arınarak sukut kazanında kaynatmaktır. Sırların kapıları, düşüncenin ufukları, zikrin tezahürü sükûnette açılabilir ancak. İşte konu başlığı ettiğimiz sükût - sükûnet, böyle bir menzilde insanı karşılar. Unuttuklarınızın bir bakıma mükâfatı gibidir sükûnet. Sükûnet, sakinlik, tevazu, teslimiyet, ünsiyet, barış, kardeşlik, dostluk, mükâfat, ödül gibi unsurları çağrıştırıyor bana. Sakin olmayı

sayı//49// ağustos 76


özendiriyor. Sakinliğin sekineyle ilintisine yönlendiriyor. Huzurlu, mutlu, mesrur, tebessüm sahibi, selam ve kelamı muhabbete götüren, ehli dil, ehli gönül insanları gibi ya da sanat, meşk, edebiyat, estetik, şiir gibi unsurlarla yakınlıklar kurduruyor. Siz konuşmuyorsunuz sanatınız konuşuyor. Sanatkâr, sanatını üretmekle mükellef, konuşan ise üretilen sanattır.Mekânın nezihliğine, makamın sessiz ve derinliğine, aynıyla huzura, barış ve esenliğe doğru yönlendirirken, insanın iç huzurundaki teslimiyet duygusunun, yüzüne, gözlerine, davranışlarına da sirayet ettiğini pekâlâ söyleyebiliriz. Yorgunluktan dermanı biten bir adamın haliyle, her eyleminde sükûn hali olan bir bireyin halini yanyana koyduğumuzda, insanların sükûnetten yana durduklarını ifade edebiliriz. Hiçbir kimse tedirginlik duyduğu mekânda-makamda uzun süre kalmak istemez. Şartlar onu zorlasa o mekândan kurtuluşun ya da o durumları unutabilecek farklı uğraşlarla kurtulmaya çalıştığını unutmamak icap eder. Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlük “sükûnet” kelimesine bakın hangi karşılıkları vermiş; “sükûn, sükûnet; durgunluk, dinginlik, hareketsizlik”. Reşat Nuri Güntekin kelimemizi şöyle kullanmış; “Terbiye ve sükûnetlerini de hiç kaybetmeyen bakışlarına asla çirkin denemezdi.” Bir başka yerde ise; “huzur, rahat” anlamlarına getirerek şöyle kullanmış Reşat Nuri Güntekin; “Büyük gürültü gibi sükûnetin büyüğü de insanı yoruyordu.” Sait Faik Abasıyanık ise şöyle kullanmış; “Sükûnu uykuda arıyor, ama o da bir türlü gelmiyor”. Kelimeye anlam yüklemeyi sürdürüyor TDK; “dinme, yatışma, bulmak, sakinleşmek, rahatlamak”. Hüseyin Rahmi Gürpınar, bakınız kelimeyi nasıl anlamlandırmış; “Babam gelinin gözyaşlarının dinmesini, sükûnet bulmasını bir müddet bekledi.” Refik Halit Karay ise; “Azıcık sükûnet bulduktan sonra odayı terk etmediğime sevindim” diye ifade ediyor. Sükûnet hali, sükûn hali, sakinliği, sessizliği, huzuru anlatıyor. Bu çağda en çok bireylerin, ailelerin, cemiyetin, toplumun huzura ihtiyacı var. Gönül huzurunu sağlayacak ana reçetemiz; “Kendimiz için arzu ettiğimizi, kardeşimiz için de arzu etmektir. Kendimiz için arzu etmediğimizi kardeşimiz için de arzu etmemektir.” Nefsin dizginlenmesiyle sağlanabilir iç huzur. İç denetim olmadan sükûnete eremezsiniz. Kalbin güzelleşmesi, gönlün berraklaşması, aklın zıyalaşması fazlalıklardan arınmakla mümkünüdür. “Ya hayır söyle ya da sus” emri hayatımızın direksiyonu olmalıdır huzurun

anahtarı ise kendini idrak, yani bilme, tanıma eylemidir. Birey kendini tanıdıkça huzurun anahtarını elde etmiş ve o alanda yolculuğa çıkmış demektir. Kendisini bilmek, sükûnetin de kendisidir. Sükûneti sağlayan husus ise, inanmış olmanın teslimiyetiyle “yaratılanı severim yaratandan ötürü” diyebilmektir. Tabiatta var olan, yeryüzünde, gökyüzünde var olan her şey bireyle ilintilidir. Bireyin yaratılış sırrını idrak edişiyle sükûnet hali başlar. Öyle demek oluyor ki her bir husus, her bir ayrıntı, her bir yaratılışta var olan sır, biraz da insanın kendi bilgeliğini artırmasına yöneliktir. Önemli kalemlerimizden ilim adamı Psikiyatrist Prof. Dr. Kemal Sayar şöyle ifade ediyor; “sükût, bir sığınak yeri, bir yenilenme imkânı. Dili gereksiz kelimelerin yükünden kurtar ki ruhunun toprağı dinlensin. “Ya hayır söyle ya sus” ki o toprakta hikmetin filizleri yeşersin. Sus ki için büyüsün, sen sus ki dile gelmemiş olan konuşsun.” Dili tutunca insan beyni çalışmaya başlıyor. Dil konuşunca, beyin konuşmasını dile bırakmış oluyor. Oysa insan susmayı bilebilseydi sükûtun kıymetini de idrak ederdi. Fethi Gemuhluoğlu; “Kırk senedir söz orucu tutuyorum. En az yirmi senedir, yirmi beş senedir yazı orucu tutuyorum. Ne yazarım, ne çizerim.” diyor ve “Sükût da tevhittir” diye ekliyor. Ömer Ekinci Micingirt bir beytinde şöyle ifade ediyor; “Tahsisatın hüsranı su-i zan’ı emiştir Büyüklerin pek çoğu sükût tembihlemiştir” Görüleceği üzere sükûtun ve sükûnetin insana kazandırdıkları dinginlik, iç huzur bu çağın insanının en çok muhtaç olduğu bir durumdur. Tabiata baktığımızda, onların neler söylediğini tefekkür edebilseydik eğer; daha asil, asaletli, sabırlı, barış ve kardeşliğin önde durduğu bir toplum oluşturduğumuz gözlemlenirdi. Savaşlar, tefekkürün yokluğundan kaynaklanır. İmam-ı Şafi Hazretleri şöyle diyor; “Sefih ve cahil bir kimse konuşunca ona cevap verme. Sükût, ona cevap vermekten daha hayırlıdır.” Demek oluyor ki har hâlükârda dili tutmak çoğunlukla insanı hayra götürüyor. Haksızlık karşısında mutlak surette yapılması gerekeni yapmanın adı insana sahip çıkmaktır, hakkı söylemektir, hayra davettir. Son söz yerine Şemsi Tebrizi’nin “Sükûtunda bir sesi vardır. Onu anlayacak yürek lazımdır” İfadesi, gecenin dilini, yağmurun sesini, çiçeğin kokusunu alabilmek için yürek sahibi olmak icap ediyor. -Baba çocuğuna sadece şöyle bir baktı. -Çocuk sessizce başını önüne eğdi. 77


TEVHİD ŞEHİRLERİNE

HİCRET VE BAYRAM

Bu yolculukların en önemlisi İslâm dininin şartlarından olan “Hac”dır. Tarihî olgusu Hz. İbrahim(a.s.)’e kadar uzanan bu yolculuk sayesinde dünya Müslümanları zaman ve mekân şuuruyla kendilerini yeniden keşfetme imkanı bulmaktadır. Bu yönüyle Hac; arınma ve dirilmenin miladıdır bir anlamda. Sabri GÜLTEKİN

ac ibadetlerini gerçekleştirmek üzere kutsal topraklara giden ilk kafile 18 Temmuz’da coşkulu bir törenle uğurlandı. Dinî inanç güdülerek kutsal mekanlara gerçekleştirilen yolculuklar; en eski, en meşakkatli ve en uzun yolculuklar olarak daima tarih sayfalarında yerini almıştır. Bu yolculukların en önemlisi İslâm dininin şartlarından olan “Hac”dır. Tarihî olgusu Hz. İbrahim(a.s.)’e kadar uzanan bu yolculuk sayesinde dünya Müslümanları zaman ve mekân şuuruyla kendilerini yeniden keşfetme imkanı bulmaktadır. Bu yönüyle Hac; arınma ve dirilmenin miladıdır bir anlamda. Yaşadıkları ve sevdikleri her şeyi arkalarında bırakarak yeryüzünün çekim merkezine yönelenlerin “bilgelik şuuru” ve “sabır” azığıyla varacakları nihaî hedef arşın altında kurulmuş olan ilk ev Beyt-i Âtik’tir. ALLAH’IN YERYÜZÜNDEKİ EVİ; BEYTULAH

Burası Allah’ın yeryüzündeki evi Beytullah’tır. Burası şehirlerin anası Mekke’nin kalbidir. Burası alemlere rahmet olarak gönderilen “Son Peygamber”in, aşkıyla yanıp tutuştuğu gurbetidir. Burası insanlığın hidayet ve bereket sembolüdür. Burası “ihtiyaçlılık bahçesi”nden “ihtiyaçsızlık bahçesi”ne açılan kapıdır. Burası hem mal hem de bedenleriyle cihad edenlerin; dağları, taşları, ovaları, vadileri, ırmakları, ummanları aşarak gölgesine sığındığı Kâbe’dir. Dünya durdukça Yüce Rabbimizin, Resûlüne buyurduğu: “İnsanların içinde Hacc’ı duyur; gerek yaya, gerekse uzak yollardan gelen yorgun düşmüş develer üstünde sana gelsinler.” (22 / Hacc, 27) buyruğu artarak kabul görmeye devam edecek. İşte o buyruğun hayat bulacağı günlerin arefesindeyiz. VAHYİN SAĞANAĞA DÖNÜŞTÜĞÜ YERLER

Heyecan dorukta... Gidecek olanların gözlerindeki tarifsiz heyecan hem içe hem dışa akan rahmet damlalarıyla kendini derinden hissettiriyor. Bu rahmet mevsiminde onlarla birlikte dünyanın en kutsal yolculuğuna çıkamadığım için onları kıskanıyorum. Bu kıskançlığı bastırmanın yolu; yaşadığımız o sayı//49// ağustos 78


rahmetin gölgesindeki duygulu anları sizlerle tekrar paylaşmakla, hayaline dalmakla mümkün belki de. Ey kutlu çağrıya kulak verenler topluluğu; “Kutsal Topraklar”a ulaştığınızda göreceksiniz ki, sadece “menasikler” yetmiyor! Gezdiğiniz mekanların “mânâ” âlemine de açılmanız gerekiyor; vahyin sağanağa dönüşüp yağdığı göğün altındaki “tevhid” merkezinin hazzını yaşayabilmek için. Aksi takdirde bu yolculuğu; gönlünüzü ve beyninizi yoran bir zulme dönüştürürsünüz. Allah’a misakınızı yenilemeden, Peygambere biatınızı tazelemeden, günahlarınızı yakamadan dönme tehlikesi ile karşı karşıya kalabilirsiniz! HİÇ KİMSEYİ YARGISIZ İNFAZA TABİ TUTMAYIN!..

Görevlerimizi bilirsek, kınayıcılardan olmayız. Görevlerimizi bilirsek, hiç kimseyi davranışından dolayı yargısız infaza tabi tutmayız. O eksik oldu, bu eksik oldu diye sızlanmayız. Cennet’ül Bakî’yi, Uhud’u, Hira Nûr’u... ziyaret, bidat denildiğinde kızmayız! Kâbe’nin önünde saf tutarken namaz için; orada Şafii yok, Hanefi yok, Maliki yok, Hanbeli yok. Kadın yok, erkek yok. Orada sadece malı ve canıyla Yüce Rabbinin çağrısına iştirak eden “tevhid ordusu” var. Sizi oraya çeken “Kâbe” onları da yakmakta. Unutmayın! Burası Vahy’in yağdığı göğün altındaki “Tevhid” merkezi. Burası dünyadaki Mahşer Meydanı! Ve buraya gelenlerin hepsi istisnasız; Peygamber Efendimizin Veda Haccında irad ettiği: “Arabın Arab olmayana üstünlüğü yok. Üstünlük ancak takva iledir” sözü gereği takvaya erenlerin tâ kendileridir.SİZİN ALIŞVERİŞİNİZ ALLAH’LA OLSUN!.. PEYGAMBERİ NÂBÎ GİBİ SEVEBİLMEK…

Klasik edebiyatımızın önde gelen isimlerinden Nâbî ,1678 tarihinde kendini Hicaz yollarında buluverir. Hac kafilesi Medine’ye yaklaştığında konaklama ihtiyacı duyar. Dinlenmek için istirahata geçen kafilenin içindeki bir devletlinin ayaklarını Medine tarafına uzatarak oturması Nâbî’yi üzer. Ve onu şu nâtla uyarır: Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâ’dır bu! Nazargâh-ı İlâhidir makâm-ı Mustafa’dır bu. Felekde mâh-ı nev Bâb’üs-Selâmın sîne-çâkidir,

Bunun kandîli cevzâ Matla-ı nûr-i ziyâdır bu. (...) Kendi dilimizin en zengin örneklerinden olan bu dizeler maalesef günümüz Türkçesinde tercümeye muhtaç. Nâbî nâtında mealen diyor ki: “Edebi terketmekten sakın! Zîrâ burası Allâhu Teâlâ’nın sevgilisi olan Peygamber Efendimizin bulunduğu yerdir. Bu yer, Hak Teâlâ’nın nazar evi, Resûl-i Ekrem’in makâmıdır. Burası Cenâb-ı Hakk’ın sevgilisinin istirahat ettikleri yerdir. Fazîlet yönünden düşünülürse, Allâhu Teâlâ’nın arşının en üstündedir. Bu mübârek yerin mukaddes toprağının parlaklığından yokluk karanlıkları sona erdi. Yaradılmışlar, iki gözünü körlükten açtı. Zîrâ burası kör gözlere şifâ veren sürmedir. Gökyüzündeki yeni ay, O’nun kapısının yüreği yaralı âşığıdır. Gökyüzündeki oğlak yıldızı bile O Peygamberin nûrundan doğmaktadır...” Ertesi sabah vakti şehre giren Hac kafilesi, minarelerden müezzinlerin Nâbî’nin okuduğu nâtı okuduklarını duyduklarında şaşırırlar. Daha sonra anlaşılır ki, bu nât müezzinlere rüyalarında öğretilmiş ve okumaları istenmiştir. Sevmek ve sevilmek ….. GÜL YURDUNDAN AYRILIK VAKTİ!..

Dünyadaki ayrılıkların en iç yakanı “Gül Yurdu Medine”den ayrıldıktan hemen sonra, ihrama girmek ve “umre”ye niyetlenmek maksadıyla, mikat sınırı olan Zülhuleyfe’deki Âbâr-ı Ali’ye yönelme talaşı başlıyor. Mikat; büyük buluşma için milad. Amel yurdundan, hesap yurduna açılan kapı. “Ölmeden önce ölmek” için büyük prova vakti! Nefisten kaçış, Yaradana yakarış. 79


KENDİMİZİ ALLAH’A SUNMA ZAMANI

Ve artık helal olanların bir kısmından el çekme zamanı. Miskten yüz çevirip; Allah kokusunu hissetme, tahammülsüzlüğü bırakıp; sabırla buluşma, heva ve hevesten kurtulup; uhrevî aşkla halvet olma, kavgadan, malayanilikten tiksinip; kardeşliği diriltme zamanı. Velhasılı; “Ben”den çıkıp “Biz” olma, kendimizi Allah’a sunma zamanı. Niyet; Hacc iklimine girmenin, sırlara yivlenmenin şifresi. “HAC ARAFAT’TIR”

Arafat vadisini âdeta haşir meydanına çeviren Hacılar; özgürlüğe kavuşmanın çırpınışı içerisinde dualarla, telbiyelerle, salavatlarla ellerini semaya kaldırarak kendileri, akrabaları, geçmişleri ve bütün mü’minler için niyazda bulunarak, gözyaşları döküyorlar. Hacc’da ilk fiil, ilk hareket, Arafat’tan başlıyor. Neden, Kâbe değil de Arafat? Buradaki sır Hz. Âdem Aleyhisselam’ın kıssasında gizli. Bu kıssadan yola çıkarak, Arafat’ı önemli kılan sebeplerin derinliğini anlamaya çabalıyoruz. “Kâbe”den, “Arafat”a iniş! Kur’an’da bahsedilen kıssaya göre; Allah’ın yeryüzündeki ilk halifesi Hz. Âdem, “cennet bahçesi”nde yeşillikler ve vadiler arasında yiyor, içiyor, sıkıntılardan arî (âzâd) bir şekilde yaşıyor. Tâ ki, İblis’in O’na vesvese vermeye başlamasına kadar. Ruhuna fücur ve takva ilham edilen “Âdem’e secde edin!” denildiğinde, İblis dışında bütün melekler bu emre ittiba ediyor. O, İblis ki; “Bana kıyamet gününe kadar süre tanı, O’nun (o çamurdan yarattığın, yücelttiğin ve secde etmemi istediğinin) soyunu -çok azıdışındasayı//49// ağustos 80

kendime bağlayayım” diye and etmedi mi? Hz. Âdem’in yasak meyveyi yemesiyle birlikte “ihtiyaçsızlık bahçesi” birden bire “ihtiyaç, açlık, susuzluk, ıstırap ve dert dünyası”na dönüşüveriyor. Yani (hubût) yeryüzüne iniş! ARAFAT; KENDİNİ BİLME VE BULMA YERİ!..

Arafat; Hz. Âdem’in yeryüzüne indirilişinin, O’nun ortaya çıkışının başlangıç noktası. Havva ile buluşma noktası. Yani, bütün beşerin dünyada yaratılışının başlangıcı. Kendini bilme, kendini bulma ve kendini tanıma noktası. İşte insanlar şu anda Kâbe’den “ihtiyaçsızlık bahçesi”nden Arafat’a “ihtiyaç bahçesi”ne iniyor! Hac’da ilk hareket “Arafat”ta başlıyor. Güneşin tepeye yükselmesiyle birlikte “Arafat” mahşeri bir güne dönüşüyor! İnsanlar, Cebelü’r-Rahme’de (Rahmet Dağı) Rahmet Peygamberi’nin Veda Haccı’nda irad ettiği hutbeyi dinlemenin hayaline dalıyor... Arafat’ın pâk ve nûr güneşinin altında feyiz alıyor... Tevhid okyanusunun milyonlarca katresi arasında varoluşun neşesini yaşıyor... Özgürlüğün hâlesinin altında, günahlardan âzâd oluyor... Tâ ki, güneş Arafat Ovası’nda kayboluncaya kadar... “Arafat Vakfesi” durarak; “bilgi”yi kuşanıyor. BATAN GÜNEŞLE GELEN TUFAN!.

Batan güneşle gelen tufan, bir günlük şehri birbirine katıyor. Arafat’ta gecenin dehşetiyle; Cebelü’r-Rahme’nin etrafında bir girdaba dönüşen mahşeri kalabalık, yatağını bulmuş nehir misali, dokunduğu zerreyi toz bulutlarına katarak, bembeyaz bir sele dönüşüyor. Nereye doğru? Şuur beldesi Maş’er’ul-Haram’a


doğru. Bu beldede; fesat haram, haddi aşmak haram, canlıyı incitmek, bitkiyi koparmak haram. Burası, hürmet, emniyet, hürriyet, ismet yeri ve zamanı. Meş’ar; savaş meydanıyla sınır olan bir ülkede seferberlik, silah toplamak, ruhî hazırlık, plan ve derinlemesine düşünmek için vakfe. Karanlık gecede silah toplanıyor ve silahı kuşanılıyor; fakat şuur ve Arafat’ın aydınlığında. Sessizlik, sükûnet ve derin düşünme! Meş’ar’da herkes kendisiyle başbaşa. Herkes geceyle beraber. İnsan, vasıta ve sürücülerle dolup taşan mahşerî kalabalık! Mahşer!.. “O gün kişi; kardeşi, ana ve babasından... kaçar.” (Abese, 34, 35, 36) Meş’ar gecesinin mehtabı serin, şefkatli ve sevimli, Allah’ın gönül alıcı gülücüğü kalplerde tarifsiz bir bûse gibi... Ve O’nun çehresindeki kalpler,”Allah’ın aya ve mehtaba yemini” tanıklık ediyor. Minâ cephesinde Hannâs, mücahitleri beklemekte! İblisler, iman ülkesini esir almışlar! Seher vakti korkunç bir savaş patlak verecek. Bu gece “bilinç ve silah” menzilinde eller mermiyle, bilinçle doldurulup, kalpler de “aşk” ve “dua” ile donatılmalı! Bütün susuzluklar Meş’ar göğünün altında tutulmalı ki, gaybî vahiy yağmurları susayanları doyursun ve kandırsın. Meş’ar; elde taş, dudaklarda dua, beklemede kavga sabahını! Birden bire Ezan’ın insicam dolu feryatları her köşeden uçuşmaya başlar. Yüzbinlerce “kâmet”, büyüleyici bir biçimde, rükû ve secdeye gider! Sabah Namazı, her zamanki namaz... Fakat burada kılınan bu namaz, başka yerlerdekine benzemez! Ezanlar susar ve Meş’ar uykuya dalar. Ve artık aydınlık sabahtır, peşinden gelen!

İBLİSİN SALTANATINI SON VERME ZANANI!.. Zilhicce’nin 10’uncu günü! Bayram! Kurban Bayramı! Ve Minâ üçüncü ve son menzil! “Aşk” menzili! Bugün tevhid, aşk, özveri ve fedakarlık en muhteşem çehresiyle tecelli ediyor. Bu topluluk şimdi sadece beyaz barış güvercinlerinden değil, ondan da öte silahlı savaş mücahidlerinden oluşuyor. Silahlı ve kararlı tevhid ordusu, savaş alanı Minâ Vadisi’ne iniyor! Artık, “Bismillah, Allâhu Ekber” İblis’in saltanatına son verme zamanı! Artık herkes birer İbrahim! O’nun yolunda İsmailini kurban edebilir.

İsmailimiz kim? Gururumuz, kibirimiz, şanımız, şöhretimiz, canımız, malımız, ailemiz, evlatlarımız, ruhumuz, gençliğimiz, güzelliğimiz... Madem İbrahimiz! İblis’i yenmeliyiz! Hiç tereddüt etmeden içimizdeki İsmail’i, Minâ’da kurban etmeliyiz! Tıpkı Hz. İbrahim gibi! Hz. İbrahim de öyle yapmadı mı? Ulvî emre boyun eğip, İblis’i yenmedi mi? Üçüncü gün, üçüncü aşama sizleri bekliyor! Cephaneler; vesveselere sebep olan “Büyük İblis”, “Orta İblis” ve “Küçük İblis” menzilinde kullanılarak, tehlike bertaraf edilecek! Bu zaferin nişanesi olarak, İbrahimî bir duruşla Minâ’da bıçaklar İsmaillerin gırtlağına dayanarak, Allah’ın hediye ettiği, Cebrail Aleyhisselam’ın insanlığa ulaştırdığı koçlar kesilecek! Saçlar tıraş edilip, yeniden doğmanın sevinciyle ihramdan çıkılacak. Artık bayram!.. Haccedenlerin bayramı! İnananların bayramı!.. Kurban Bayramı! Haccınız mebrûr, vakfeniz makbul, sa’yiniz meşkûr, kurbanınız kabul, bayramınız mübarek olsun. 81


VARŞOVA ASYA – PASİFİK MÜZESİ Varşova'daki Asya ve Pasifik Müzesi, Asya ve Okyanusya'nın kültürel kalıntılarını korumak, detaylandırmak ve sunmaktadır. Koleksiyonları, küresel bir uygarlık ile karşı karşıya kaldığında hızla değişen bir tarihe ait olan geleneksel kültürlerin tüm tanıklıklarının üzerindedir. Salih DOĞAN*

973 Yılında Polonya Devleti’ne bağışlanan Andrzej Wawrzyniak'ın koleksiyonu esas alınarak Asya ve Pasifik Müzesi kurulmuştur. Andrzej Wawrzyniak Endonezya’da bir diplomat olarak bulunduğu 9 yıllık süre boyunca toplanan 4000 sanat eserin bir çoğu özel koleksiyonlarda bile az rastlanan değer ve boyuttaki sıra dışı eserler ve etnografik nesne ile müze envanteri oluşturulmuştur. Vietnam, Endonezya, Laos, Nepal ve Afganistan'da diplomat olarak çalışan Andrzei Wawrzyniak, hemen hemen tüm Asya ülkeleri, Avustralya ve Okyanusya'nın önemli bir bölümüne gitmiş, ancak en çok Endonezya ona ilham kaynağı olmuştur. Müzenin adı Nusantara Archipelago Müzesi olarak belirlenmiştir. Sebebi ise o bölgenin Malay dilinde ki adı bu şekildedir. Resmi olarak 26 Şubat 1976'da kurulan müze; koleksiyon bağışlandığında, bağışçının müze koordinatörü olması için aday gösterilmiştir. Bu görev, 2013 yılına kadar devam etmiş, 1 Ocak'ta adı Varşova Asya ve Pasifik Müzesi olarak değiştirilmiştir. Günümüzde, bağışçıların kurucularının faaliyetleri sayesinde, Müze, Asya kıtasının hemen hemen tüm ülkelerinden ve Okyanusya'nın büyük bir bölümünden toplanmış 23.000'in üzerinde eser envanterine sahiptir. MÜZE MİSYONU

Varşova'daki Asya ve Pasifik Müzesi, Asya ve Okyanusya'nın kültürel kalıntılarını korumak, detaylandırmak ve sunmaktadır. Koleksiyonları, küresel bir uygarlık ile karşı karşıya kaldığında hızla değişen bir tarihe ait olan geleneksel kültürlerin tüm tanıklıklarının üzerindedir. Bu tür öğelerle müze, Polonya ve Avrupa halkının bilgisini tüm insanlığın ortak mülkiyeti olarak kendimizden farklı bir mirasla genişletmeyi hedeflemektedir. KOLEKSİYONLAR;

*İBB Panorama 1453 Müzesi Müdürü

sayı//49// ağustos 82

Sanat,Etnoloji,Asya Kültürleri, Müzik, Heykel,Textil Moğolistan, Hindistan, Nepal, Tibet, Vietnam, Burma, Laos, Çin, Orta çağdaş sanatçıların harika yan kolları, zengin tekstil ürünleri, sayısız gölge tiyatrosu kuklası ve maskeleri, müzik aletleri, heykeller ve tablolarından oluşan Endonezya koleksiyonunun yanı sıra özellikle müze koleksiyonunda; Asya (Özbekistan, Tacikistan, Türkmenistan, Kazakistan, Kırgızistan), Afganistan, Papua Yeni Gine ve Vanuatu zengin biçimde temsil edilmektedir.


KALICI SERGİLERİN KAVRAMI

Proje, “Doğuya Yolculuk” fikrine dayanmakta; Asya ve Okyanusya'nın kültür dünyasına, ziyaretçinin bir Varşova sokağından yeni bir Avrupa perspektifinden girmesini hedeflemektedir. Yolculuk, Ortadoğu'nun coğrafi ve tarihsel olarak en yakın ülkelerinden başlayıp, daha sonra Özbeklerin, Türkmenlerin, Taciklerin ve etnik çeşitlendirilmiş Afganistan dahil olmak üzere diğer insanların kültürleri hakkında bir bölümle zengin bir şekilde temsil edilen Orta Asya'dan geçmektedir. Sonra, Moğolistan'ın bozkır bölgelerine ve Budizm'in dini ve sanatsal kültürüne bağlı Tibet topraklarına doğru ilerlemektedir. Himalayalar ve Nepal arasındaki sembolik sınırın ötesindeki Hindistan, zengin renk çeşitliliği ve Hindu kültürüyle doludur. Ziyaretçiler, Hindu dini ve sanatsal etkilerinin belirgin bir iz bıraktığı Güneydoğu Asya bölgesine girerler. Buradaki sergiler, Burma'ya (Myanma) ayrılmış geniş bir bölüme ayrılmaktadır. Bu ülkenin Polonya'daki tek sanat koleksiyonu, heykel, küçük mimari ve sanatsal el sanatlarının olağanüstü bir ihtişamını sunmakta ardından Altın Üçgen alanından geçmektedir. Laos, Tayland ve Kamboçya. Vietnam, dini, halk ve dekoratif sanat tarafından temsil edilir. Her iki yol da, geç imparatorluğun geleneksel kültürüne ve devamına odaklanarak Çin'e doğru ilerlerken yeniden bir araya gelmektedir. Japonya'ya Tokonom’dan esinlenen küçük bir alan ayrılmıştır. Endonezya galerisi en sonunda Andrzej Wawrzyniak tarafından toplanan en büyük ve en kapsamlı vakıf koleksiyonunun

sunumunu yapmaktadır. Başyapıtı, klasik bir davul orkestrası olan Gamelan enstrümanlarının bulunduğu bir pavilyon ve etrafında Archipelago'nun belirli adalarına ve kültürlerinin en önemli unsurlarına adanmış bazı düzenlemeler olan gölge tiyatrosu mevcuttur. Endonezya'dan bir atılım, özellikle Yeni Gine ve Vanuatu'dan gelen koleksiyonlarla birlikte, Pasifik'teki bir alana, özellikle de Melanesia'ya, serginin diğer alanlarından tamamen farklı bir alana götürür. Son bölüm enstrümanların ses ve video kayıtları ile birlikte sunulacağı Asya'nın müzik kültürlerine ayrılmıştır. Bu düzen, Asya kültürlerinin açık bir coğrafi düzenlemede sunulmasına olanak tanıyacak ve aynı zamanda bugün koleksiyonun en ilginç ve değerli objeleri arasından müzenin koleksiyonunu tam olarak sergileyecektir. Çeşitli alanlar farklı şekilde tasarlanmıştır - sanatsal düzenlemenin “yolculuk” sırasında ziyaret edilen bölgelerin manzara ve kültürlerinin genişliğini ve çeşitliliğini vurgulaması beklenir. Proje, sergiyi ek görsel efektler ve belgesel materyallerle zenginleştiren modern teknik çözümleri içermektedir. Bununla birlikte asıl vurgu, Polonya'da ve hatta Avrupa'da, yıllarca parçalanmış ve geçici olarak halka sunulmuş olan özgün nesnelerle temasa geçmektir. Müze başlangıcından beri sadece Asya'lı nesneleri değil aynı zamanda Asya'dan ilham alan Polonya sanatçılarının eserlerini de bir araya getirmektedir. Andrzej Strumilo'nun yanı sıra Aleksander Kobzdej, Tadeusz Kulisiewicz, 83


Roman Opalka veya Stanislaw Poznanski'nin eserlerine de sahiptir. Müze aynı zamanda yakın tarihli ünlü yazarlar tarafından tasarlanan hatıra madalyalara sahip olup Polonyalı sanatçılar tarafından tasarlanmış sanat etkinliklerine de ev sahipliği yapmaktadır. Koleksiyonlar müzede iki farklı galeride sergilenmektedir. Ayrıca Polonya'da ve yurtdışında birçok yerde geçici sergilerde de hizmet vermiştir. 40 yılı aşkın süredir faaliyet gösteren Müze, yaklaşık 1000 sergi düzenlemiş olup kendi koleksiyonunun yanı sıra çağdaş sanatçıların ve fotoğrafçıların eserlerini de sergilenmek üzere bünyesinde toplamıştır. NUSANTARA GALERİSİ

Varşova'daki Asya ve Pasifik Müzesi'nin ilk sergileme alanıdır. Burası 18A, Nowogrodzka Caddesi'ndeydi. 1978'den 2007'ye kadar faaliyet göstermiş ve bu süre zarfında, 100'den fazla sergi gerçekleşmiştir. ASYA GALERİSİ

Galeri, 5, Freta Caddesi'nde bulundu. Başlangıçta 1980 yılından beri Asya Kulübü olarak faaliyet göstermekteydi. Müze, tüm etkinliğini 24 Solec Caddesi'ndeki yeni bir binaya taşıdığında, 2014'te kapatıldı SES BÖLGESİ

“Ses bölgesi”, Asya ve Pasifik Müzesi'nin yeni yapısında Eylül 2016'da açılan kalıcı serginin ilk bölümüdür. Sergi, çeşitli kültürel milieux sayı//49// ağustos 84

ve ülkelerden gelen yaklaşık 120 müzik enstrümanı sunmaktadır. Hem amatörlerin hem de profesyonel müzisyenlerin kraliyet mahkemelerinde kullandıkları gerçek şaheserlerin çaldığı basit enstrümanları içerir. Kültürel bağlam ve işlevler, çeşitli multimedyaların yardımıyla, bir enstrümanın geleneksel rolünün yanı sıra farklı kültürlerin birbirine karışmasının etkilediği müzik alanındaki bazı daha çağdaş değişimler hakkında bilgi edinme imkânı sağlayan bir yapıya sahip olarak gösterilmektedir. Ziyaretçinin, bu koleksiyondan sadece güzel nesneler görmekle kalmayıp, aynı zamanda seçilen enstrümanların seslerinin tadını çıkarması, filmlerin nasıl oynanacağını gösteren filmleri izlemesi ve müzikal geleneklerin çağdaş ve tarihsel fotoğraf belgelerinden öğrenmesi mümkündür. Müzik becerilerini kontrol etmek isteyen insanlar için, birkaç geleneksel enstrüman denemek mümkündür TÜRKMENLERDE GÜNLÜK YAŞAM SANATI SERGİSİ

Asya-Pasifik Müzesi'nin Türkmen Koleksiyonu ağırlıklı olarak Türkmen sanatçıların çalışmalarıyla temsil edilen geleneksel kostümler, şapkalar, mücevherler, dekoratif tekstil, keçe, halı ve çağdaş sanat eserlerini içermektedir. Wlodzimierz Palocki ve Meret Klychev. Koleksiyon, alanında edindiği eşyalar ve müzenin kurucusu ve uzun soluklu yöneticisi Andrzej Wawrzyniak tarafından yapılan bağışlar ve koleksiyona Türkmen


kıyafetlerinden oluşan temsilci setine katkıda bulunan Inga Pawlocka'nın sayısız armağanı sayesinde yaratıldı. ASYA KÜTÜPHANESİ

Asya ve Pasifik Müzesinin Asya Kütüphanesi 14.000'den fazla ciltliğe sahiptir. Esas olarak Asya, Avustralya ve Okyanusya ülkelerinin maddi ve manevi kültürleri ile ilgili bilimsel yayınlar toplamaktadır. Kütüphane Öğrencilere insan ve sosyal bilimler alanında staj yapma olanağı ile Müze yapısında deneyim ve eğitim sunmaktadır. Ayrıca, kültürel ve popüler etkinlikler düzenleyen, bir eğitim programının oluşturulmasında ya da tanıtım faaliyetlerinin desteklenmesinde işbirliği yapan ekiplerde de çalışma imkanı sunup gönüllüğü teşvik ve takdir etmektedir Asya ve Pasifik Müzesi, on-line koleksiyonlarını dokuz koleksiyona ayırmaktadır. Uygulanan sistem esasen coğrafi bölümle çakışıp aynı zamanda Müze koleksiyonlarının özgünlüğüne de karşılık gelmektedir. ON-LİNE KOLEKSİYONLAR

Asya ve Pasifik Müzesi, on-line koleksiyonlarını dokuz koleksiyona ayırmaktadır. Uygulanan sistem esasen coğrafi bölümle çakışmakta ve aynı zamanda müze koleksiyonlarının özgünlüğüne de karşılık gelmektedir.. Bu sebeple Endonezya, Güneydoğu Asya'dan, özellikle bir kurucu

koleksiyon olarak ve aynı zamanda en çok sayıda eser ile temsil edilmektedir. Endonezya (524 Obje)- Ortadoğu (32 Obje)Müslüman Orta Asya (300 Obje)- Budist Asya ve Himalaya (208 Obje)-Güney Asya (262 Obje)-Doğu Asya (277 Obje)-Güney Doğu Asya (289 Obje)-Pasifik Bölgesi (84 Obje)-Asya’da Polonlar (26 Obje) sergilenmektedir.

Müze başlangıcından beri sadece Asya'lı nesneleri değil aynı zamanda Asya'dan ilham alan Polonya sanatçılarının eserlerini de bir araya getirmektedir.

SONUÇ

Ortadoğu’dan başlayıp Asya ülkelerine uzanan kültürel yolcuk Türkistan coğrafyasından Güney Asya Okyanusya bölgesine ulaşan “Gizemli doğuya yolculuğu “esas alan Asya Pasifik Müzesi; Asya ve Okyanusya kültürünü binlerce etnografik, dini, sanatsal obje ve koleksiyonlarla Avrupa’nın orta yerine taşımış; bu zengin kültürel mirasa ziyaretçiye farklı bir perspektiften bakış imkanı sağlamıştır. KAYNAKÇA:

• http://www.muzeumazji.pl/en/ • http://www.muzeumazji.pl/en/temporary-exhibition/ the-turkmens-the-art-of-everyday-life/ •http://www.muzeumazji.pl/en/temporary-exhibition/#biezace •http://www.muzeumazji.pl/en/temporary-exhibition/#planowane •http://zbiory.muzeumazji.pl/zbiory/ karolina krzywicka-müze küratörü 85


KIZILELMA..

YENİ VE YENİDEN Bunun için de beynimiz durumunda olan üniversiteler kuracağız, özelliklerimizi benliğinde taşıyan insanlar yetiştireceğiz, elimizi eşyaya uzatacağız, ruhumuzun asliyetini dağa taşa nakşedeceğiz ki; GELECEK YÜZYILLARDA VAROLALIM”

Nermin TAYLAN

Ey millet uyan! Cehline kurban gidiyorsun. "İslâm'ı da batsın" diye tutmuş yediyorsun. Allah'tan utan. Bari bırak dini elinden. Gir leş gibi topraklara kendin gireceksen. Lâkin ne demek bizleri Allah ile iskât? Allah'tan utanmak da olur ilm ile… Heyhat!

“Mehmet Akif Ersoy”

osyal medya ile televizyon arasında sıkışan hayatlar, israfın afakında kanaatsiz insanlar, gösteriş uğruna soytarılaşan sözümona sosyalite, slogan atarak ders verme çabaları, hemen her anını fotoğraflayıp paylaşma yarışı, işin-aşın-üretimin-say’ın-çabanın-gayretin bir kenara bırakılıp şov”un asla aksatılmadığı Türkiye... Yarışma programları, muhafazakâr nargile baloları, tesettürvari tüketim çılgınlığı, evlenme teklifi farklılığı; hava, caka, gösteriş, desinler merakı fakat hakikatte; boşanmalar, ayrılıklar, vefasızlıklar, sendromlar, intiharlar ve hepsinin nihayetinde mutsuz ve asabi bir toplum… Işıklar altında şova dayandırılan hayatların ışıklar söndüğünde yıkılan duvarları.. Ne yazık ki ülkemdeki hakikat bu. Uzun vakitlerdir başka toplumların kültürlerini alıp var olmaya çalıştık fakat neyi taklit ettiğimizi bilmediğimizden yok olmaya yüz tuttuk. Evlerimizi, illerimizi, edebimizi, sözümüzü, yastığımızı, entarimizi bilmediğimiz kültürlere kurban verdik, evlilikleri Show’a çevirip özünü kavrayamadan yok ettik. Hemen her fotoğrafta desinler tebessümü ile pahalı kıyafetlerimizi göstermek adına yüreklerimizi yetim bıraktık. Validemizin tebessümünü, pederimizin nasihatini adına sosyal dediğimiz ortamlarda yitirdik. Sesteki sıcaklığı, bakıştaki muhabbeti, dokunuştaki saadeti mesajlarla bitirdik. Nargilenin dumanı dava şuurunu tüketti, örtü ve hicap başörtüsüne kurban gitti. Tercih etmeyip dayatılandan seçtik, biz istedik sanıp ecnebinin kölesi olduğumuzu fark edemedik... Hem de nakış nakış, name name, ilmek ilmek bizi yok etmeye çalışanlara ne denli hizmet ettiğimizi bilmeden yaşam tarzımızla aslımızı inkâr ettik...

sayı//49// ağustos 86

Adına hayat denilen bu engebeli ömür yolu; insan için, millet için, vatan için bir var olma mücadelesiydi oysa! Biz ise bizi yok etmek için kurulmuş olanları yücelttik farkında olmadan... Bazen evimizin başköşesine koyduğumuz bir biblo ile, bazen dilimizden heyecanla dökülen bir deyim ile, bazen televizyon ekranında göz kırpmadan izlediğimiz filmler kopardı köklerimizden bizi, bazen de moda denen illete kapılınca yitirdik öz benliğimizi. Ama en çok da desinler uğruna her gördüğümüzü taklit etmek, benimki daha gösterişli olsun demek bitiriyor ruhumuzu... Saymakla bitiremeyeceğimiz lâkin ivedilikle vazgeçmemiz gereken o kadar çok hadise var ki bizi bizden eden; zikretmekten dahi haya duyduklarımızı bir kenara not edip yalnız bir tanesini ve belki en gizemlisini paylaşmak sanırım en doğrusu olacaktır; Bakınız; Müslümanların “ehl-i salip” diye zikrettiği, Hristiyan batının ise Haçlı Seferleri diye adlandırdığı savaşların üzerinden neredeyse bin yıl geçti. Ortalama iki yüz yıl tanrı adına kan döküldü, şehirler yağmalandı, insanlar katledildi. Aradan geçen asırlarda sınırlar çizildi, ittifaklar kuruldu ve düşmanlıklar bu asra kadar devam etti. Dökülen kanların, yıkılan imparatorlukların yanı sıra geriye birçok efsane, olabildiğince bilinmezlik ve İslamiyet’e karşı hiç bitmeyen düşmanlıklar kaldı. Ancak tüm bunların içerisinde en gizemli olanı Tapınak Şövalyeleri efsanesiydi. Tapınak tepesini korumak için dokuz kişi olarak kuruldular, çok hızlı yükseldiler, bankacılık sistemini buldular ve bir anda yok oldular! Bir anda ortaya çıkıp kendilerine çok çabuk taraftar bulmaları, şövalye yemini ile kendilerine bağlananların tüm servetlerine el koymaları ve tabii içlerindeki her bir şövalyenin Müslüman düşmanlığı ile pekişen intikam hırsı tarihin bu en gizemli oluşumunun hep gündemde kalmasıyla neticelendi. Hristiyan Batı Tanrı adına savaşan şövalyeleri öylesine benimsemişti ki; tarih sahnesinden çekilmelerinin üzerinden asırlar geçmiş olmasına rağmen hala onları taklit ederek yaşatmaya devam ediyordu. Öyle ki; tapınakçıların en büyükleri olup “usta” diye adlandırdıkları kişilere şövalye yemini ederken “sol ayakla diz çöküp, sağ ayağı öne çıkararak baş önde, gözler yere bakar vaziyette, iki eliyle USTA’ya Tanrı adına Müslüman kanı dökeceğine yemin edip, kıyamete kadar bağlılık bildirirken” ettikleri Şövalye Yeminini


sevdikleri kadına evlenme teklifi ederken birebir taklit ediyor ama yalnızca kılıç yerine sevdikleri kadına evlilik yüzüğü sunuyorlardı.

İç dünyalarına nüfuz edemediğimizden sadece kabukta onları taklit edebildik. Ama…

İlk vakitlerde asker kökenlilerin ettikleri bu şekil evlenme teklifleri sonraları halk arasına da yayılınca “moda” denen illet sınırları aştı ve ülkemize de sirayet etti. Hem öyle bir sirayet ki; tüm milletin gözü önünde, kimselerden çekinmeden, benimki en farklısı olsun diye bin bir türlü maskaralığa dönüştürülerek. Bir erkek yaratılış gayesinden geçip asli görevini unutarak diz çöküyor, kadın ise erkeği böylesi acziyete düşürdüm diye sevinip mutlu oluyor. Oysa erkek güçlü, dik, sağlam ve her daim ayakta olmalı değil miydi? Sevgi, şov değil emek istemiyor muydu?

Kızımızın yaşmakları soldu!

Kadın ile erkek sevgilerini ispat için neden insanlar ortasında böylesi bir şamataya gerek duyar? Gürültüyle başlayan hayatlar fakat Show bittiğinde ortaya çıkan hakikat... Mahkemeler, kararlar, kızgınlıklar, kırgınlıklar ve ayrılıklar… Sonuç bozulan aile, anne-babasız çocuklar... Bilmeden taklit ettiğimiz düşmanlarımızın yine bilmeden yaşattığımız ritüelleri ama var olalım isterken YOK OLAN BİZLER… BATIYA AÇTIĞIMIZ PENCERELERİN ORTASINDA KALIP CEREYANDAN HASTA OLAN NEFİSLERİMİZ... Ne diyordu “ecnebi memleketlerde onlarca yıl kalmasına rağmen yerli ve milli ruhunu yitirmeden ülkesine dönen ve dünya üzerinde yaşanan sıkıntının farkındalığıyla, ülkesindeki taklitçiliğin tehlikesine karşı sunduğu reçeteyi bizlere anahtar cümlelerle sunan Mehmet Niyazi; Biz ne istiyoruz! Kavgamızın sebebi nedir? 200 yıldan beri bizden üstün olduklarına inandığımız milletlerin kültürlerini almaya çalıştık. Alabildik mi?

Şairimizin kalemi sustu! Düşünürümüzün beyni dumura uğradı. Şehirlerimizi, evlerimizi donatan nakışlarımız silinip gitti. Bu gidişe bir “dur” demezsek birkaç nesil sonra milletimiz yok olacak. İnsanlık da nadide bir figürünü yitirecektir. Milletimiz, hem bizim için hem de insanlık için var olmalıdır. Bu da; eşyayı kendi gözüyle görmesiyle, kendi beyni ile değerlendirmesiyle, beynine döktüğü alın teriyle, uygarlığını ortaya çıkarmasıyla ve dünya uygarlığına katkıda bulunmasıyla mümkündür. Bunun için de beynimiz durumunda olan üniversiteler kuracağız, özelliklerimizi benliğinde taşıyan insanlar yetiştireceğiz, elimizi eşyaya uzatacağız, ruhumuzun asliyetini dağa taşa nakşedeceğiz ki; GELECEK YÜZYILLARDA VAROLALIM” Kaybettiklerimiz, yitirdiklerimiz her ne ise farkına varıp yeniden onlarla var olmaya çalışmalıyız. Betonun, asfaltın, çimentonun, sosyal medyanın içinde kaybolmuş değil; tarihteki azametin farkındalığı ile geleceği mağrur ve üretken bir kademle titreten nesiller olmalıyız. Oğuz’un töresi yurt tutmalı yeniden turabı... Gıyasettin’in kılıcı tüm gücüyle şahlanmalı... Yine, yeniden aşmalı surları Fatihler... Yavuzlar Medine’de Yasinler okumalı.

Alamadık!

Şimdi uyansın artık ümmet atasından miras var.

Alamayız da

Kubbe kubbe, sütun sütun, levha levha nasihat var.

Her millletin kültür kaynakları, tarihi gelişmesi farklıdır.

Ehl-i salip ürksün, Beni İsrail titresin; Îlâ-yi Kelimetullah mıhlansın küffarın bağrına...

Onlara şahsiyet veren mânâ iklimlerine antenlerimiz kapalıdır.

Tarihe nam salmış adaletin kılıcı destanlarla “Ümmet için” uyansın. 87


üneş doğarken şehrin kapısından en yabancı halimle şehre gireceğim. Hafif serin olacak hava. Güneş yüzünü gösterdikçe ısınmaya başlayacak her yer. Yüzüme değecek güneş, gözlerimi kamaştıracak. Isınmaya başladığım için bu parlaklık çok da rahatsız etmeyecek beni. Terminali kendine mesken tutmuş evsizlere selam vererek bir bankın kıyısına oturacağım.

ŞEHİRDE KAYBOLMAK Eski sokaklardan, şehrin geçmiş zaman yüzlerinden geçmeye dikkat ederek sokaklara çıkmaya başlayan çocukların oyunları arasından geçerim bir şehri yaşıyor olmak için. Mustafa UÇURUM

Yabancılığımı belli etmemeye çalışsam da ele verecek beni acemi bakışlarım. Aldırmadan bakan gözlere, terminal lokantasında sıcak bir çorba ile başlayacağım güne. Severim terminal lokantalarını. Onların herkese gülümseyen bir yüzü vardır. Şehrin ilk yüzüdür buralar. Çorbalar çeşit çeşit tütmeye başlar, ayrı bir koku yayılır her dumandan. Ben her zamanki gibi mercimek çorbasından alıp bol limonla ve az pul biberle hazırlayıp çorbamı içimi ısıtmaya başlarım. Herkesin yüzünde geceden kalma bir yorgunluk. Bir köşede bembeyaz gömleği ve siyah kravatı ile kaptan şoför ve yanında gözleri uykuya yenilmemek için direnen muavin. Belli ki eve gidecekler ama servisi bekliyorlar. Çocukken otobüs şoförlerine ve muavinlere çok özenirdim. Ne güzel gezip duruyorlar diyerek büyüyünce onların yerine geçmek isterdim. Kocaman bir otobüsü öyle rahat sürerdi ki şoförler onları bir masal kahramanı gibi izlerdim. Mola verince onlara gösterilen ilgi, bembeyaz gömlekleri ve güneş gözlükleri ile havalı havalı yürümeleri hayallerimi süslemeye yeterdi. Gelelim bugüne. Hâlâ otobüs ile yolculuk etmeyi seviyorum. Terminal lokantasında çorbasını içen şoför ve muavin beni çocukluğuma götürse de içimde bir uhde olarak duruyor otobüs hayallerim. Çorbamı içtikten sonra yürüyerek şehre girmek için gözüme kestirdiğim bir tarafa doğru yöneliyorum. Yavaş yavaş uyanmaya başlıyor şehir. Küçük şehirlerin sabahları birbirine benziyor. Genelde işine yürüyerek giden insanlar, küçük arabalarında ve sepetleri içinde simit, poğaça satanlar şehrin en erken uyananları. Herkesin gözünün içine bakarak ilerliyorlar ve kendilerini çağıracak bir sesi

sayı//49// ağustos 88


kollayarak ağır adımlarla simit kokusunu yaymaya devam ediyorlar. Bir şehir için simit de önemli. Şehrin kimliği gibi bir şey simit. Her şehirde simit vardır ve şekli, tadı farklıdır simitlerin. Kimisi susamlı, kimisi az susamlı, yumuşak, sert, gevrek derken simitler de şehirlerin tadı tuzudur adeta.

tezgâhların arasında gezerek, en çok da köylülerin kendi elleriyle topladıkları ürünlerinin tazeliğini ve doğallığını seyretmeyi severim. Pazar yerleri de şehirlerin yüzüdür, en doğal halleridir.

Gözüme kestirdiğim bir simitçiden simidimi de alırım. Bu da değişmez. Simidimi küçük lokmalarla yerken ilk kez geldiğim şehri tanımaya çalışarak sokaklardan, caddelerden geçerek ilerlerim şehrin kıyısında köşesinde.

Mağazalardan, avmlerden kaçarak şehrin sessizliğinde yüzümü, gönlümü serinletmek için bir cami avlusunda alırım soluğu. Cami mutlaka tarihi olmalı. Şadırvanında su sesi, bahçesinde çınar gölgesi eksik olmamalı. Serin su ile yüzümü yıkayıp uyanmış bir yüzle caminin avlusunda biraz turlayıp şehrin sokaklarındaki yürüyüşüme devam etmeliyim.

Bir çay ocağı bulana kadar sürer yürüyüşüm. Küçük tabureler yavaş yavaş çıkarılır dışarı. Küçük bir sehpanın etrafına dizilir tabureler. Selam verip “Bir çay.” derim, “Açık olsun.” Çayımı yudumlarken ilk sohbetimi çaycının çırağıyla yaparım. Yabancılığım anlaşılmasın diyerek havadan sudan konuşarak çayımı bitirip düşerim yola.

Yabancılığım hissedilse de ben aldırmadan hiçbir şeye bir tespih tanesini dizer gibi şehrin her karışını zihnime sıralamaya çalışırım. Geçtiğim, geçmediğim, gördüğüm, görmediğim her köşeyi benim şehrimin bir parçasıymış gibi özlemle gezerim. Tâ ki kaybolana dek. Çıkmaz bir sokakta kalıp bir köşede beni bulmalarını beklerim birilerinin.

Eski sokaklardan, şehrin geçmiş zaman yüzlerinden geçmeye dikkat ederek sokaklara çıkmaya başlayan çocukların oyunları arasından geçerim bir şehri yaşıyor olmak için. Çocuklar şehrin en çok sahibi. Sokakların hakimi erken uyanan çocuklar. Kimse yokken onlar var sokakta. Şehir gürültüye kapılmadan şehirde oynayan çocuklar en güzel çocuklar.

Şehir herkese açar yüreğini. Evsizlere, yalnızlara, vurdumduymazlara, şehri unutanlara en güzel yüzünü gösterir şehirler. Ben kayboldukça bir şehirde daha çok severim şehrin her karışını. İlk kez gittiğim şehirde kaybolmanın tadına varmak için bir terminalde daha alırım soluğu. Şehir beni bekler, ben şehre doğru koşar adım gitsin diyerek serbest bırakırım heyecanımı. Şehirde kayboldukça biraz daha açılır yollarım. Sokaklarında kaybolduğum şehirleri daha çok severim.

Bir de pazar yerlerini severim şehirlerde. Gittiğim şehrin pazar yeri varsa rengârenk

89


ERZURUM’UN ŞİRİN İLÇESİ:

NARMAN

Türk yönetimindeyken de Akkoyunlular, Karakoyunlular gibi Türk devletleri arasında el değiştiren Narman, nihayet 15. Asırda Osmanlı Türk yönetimine geçmiştir.

Prof. Dr. H. Ömer ÖZDEN*

ısaca Tarihi : Bugün itibariyle toplam yirmi ilçesi bulunan Erzurum’un şirin ilçelerinden biri de Narman’dır. Anadolu’nun ve Erzurum’un kuzey doğusunda yer alan Narman, tarih boyunca Urartulardan tutun da Saka Türklerine, Perslerden Bizanslılara kadar birçok medeniyet ve devletin yönetimi altında bulunmuştur. Bizans yönetimine Sasaniler son vermiş, onların yönetimini de Müslüman Araplar sonlandırmıştır. Önce Emevilerin sonra Abbasilerin hâkimiyetinde kalan ilçe, tekrar Bizans’ın eline geçtikten sonra Anadolu’yu fethe başlayan Büyük Selçuklu Devleti’nin yönetimine katılmıştır. Türk yönetimindeyken de Akkoyunlular, Karakoyunlular gibi Türk devletleri arasında el değiştiren Narman, nihayet 15. Asırda Osmanlı Türk yönetimine geçmiştir. Tarihimizde Doksanüç Harbi olarak bilinen Osmanlı-Rus savaşında Erzurum gibi Narman da bir süre Rus işgalinde kalmışsa da antlaşma gereği işgalden kurtulmuştur. Ancak 1916 yılında Rus-Ermeni ortak işgali, Doğu Anadolu’daki tüm vilayetleri kana buladığı gibi Narman’ı da kan gölüne çevirmiş, kadın, çocuk yaşlı demeksizin pek çok Narmanlı, eli kanlı Ermeni çetelerinin kurbanı olmuştur. İşte bu zulüm ve çirkin işkenceli katliamların yaşandığı dönemde Narmanlılar, katliama dur demek için milis güçleri oluşturarak Ermeni çeteleriyle savaşmış ve kendi imkânlarıyla Ermenileri 18 Mart 1918’de Narman ve çevresinden kovmuşlardır. Türk ordusunun, sayı azlığı nedeniyle yetişemediği Narman, Narmanlıların kendi gayretleriyle kurtuluşa ermiş ve huzurlu günlere ulaşmıştır. Tarihte çoğu zaman ilçe konumunda olan Narman, Cumhuriyet döneminde 1926’dan itibaren ilçe statüsünü kaybetmiş ancak 1954 yılında tekrar ilçe yapılmıştır. Eski çağlarda Nemirvan olarak bilinen Narman, Araplar döneminde İyd (bayram anlamında) olarak adlandırılmış, sonraları Narman denilmiş ve isim Cumhuriyetimizin ilanından sonra Narman olarak belirlenmiştir. NARMAN İZLENİMLERİM

*T.C.Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

sayı//49// ağustos 90

Erzurum’a 86 km. uzaklıkta bulunan Narman’a dört kere gittim. Narman’a girişte sizi ana yolun tam ortasında bulunan Ethem Baba Türbesi


karşılıyor. Narmanlılar için yolun ortasından yürüyenler denir. Sanıyorum bu niteliği yolun ortasındaki türbeden alıyorlar. İlk Narman seyahatim çok uzun yıllar önce (sanıyorum 1994 veya 95 yıllarında) İlahiyat Fakültesi olarak seyire gidişimizdir. Birkaç otobüsle gittiğimiz bu seyahat, fakülte personeli ile ailelerinin tanışması olarak planlanmıştı ve büyük bir mesire alanında piknik yapılmıştı. Erzurum’dan bir döner lokantası personeli de oraya gelmiş ve bizlere harikulade bir döner yapmışlardı. Yüzlerce kişiyi doyurmuşlardı. Büyük semaverlerle çaylar yapılmış, isteyen istediği kadar döner yemiş çay içmiş ve eğlenmişti. O günkü fakülte yönetimine teşekkür ediyorum. İkinci gidişim, değerli dostlarım kendisi de Narmanlı olan İsmail Bingöl ve Ali Kurt beylerle olmuştu. O gün benimle birlikte, şu an Türkiye Yazarlar Birliği Erzurum Şube Başkanı olan M. Hanefi İspirli de davetliydi ve bu seyahatte tanıştığımız Hanefi başkanımızla çok iyi bir dostluğumuz var. Galiba bu tür seyahatlerin güzel taraflarından biri de yeni dostlukların kurulmasına vesile olması diye düşünüyorum. Davet eden arkadaşımız bizi misafir etmişti ve Narman’da görülmesi gereken tabiat harikalarını da ilk o gün keşfetmiştik. Konunun ana omurgası olan bu doğa güzelliklerinden biraz sonra bahsedeceğim. Üçüncü Narman seyahatim, Atatürk Üniversitesi’nde yapılan Sümmani Sempozyumu vesilesiyle oldu. 2012 yılının Haziran ayının ilk günlerinde yapılan

sempozyumda bildirim olmamasına rağmen katılımcılar arasındaki dostlarımın ısrarıyla Narman gezisine ben de eşimle birlikte katıldım. Narman Belediye Başkanı Yücel Ahmet İşleyen beyefendi ve eşi Semra İşleyen hanımefendinin ev sahipliği yaptığı bu seyahat programında yeni bir park alanının açılışı yapılarak bir resim sergisi açılışı yapıldıktan sonra öğlen yemeği için belediyeye ait bahçeye geçildi. Ahmet Bey, katılımcılar için Tortum cağ kebabı ikram etmeyi planlamış. Benim ve eşimin oturduğu masada Azerbaycan’dan gelen halk bilimi araştırmacıları vardı ve çocukları da yanlarındaydı. Çocuklar sabırsızlanınca ben ve eşim cağ kesen ustalardan ricada bulunarak sıra beklemeksizin cağları aldık ve başta çocuklar olmak üzere misafirlerimizi doyurduk. Ardından da dondurma ikramında bulunduk. Azerbaycan ve Türkiye’nin değişik illerinden gelen konuklar, bizim bu candan çabamızdan çok duygulandılar. Belediye başkanının bu misafirperverliğine de çok teşekkür ettiler ve yemek sonrası programa geçtik. Önce Sümmani Baba’nın türbesinin bulunduğu Samikale köyüne gidildi. Sümmani, âşıklık geleneğimizdeki son bâdeli âşıktır. 1861 yılında Narman’ın Samikale köyünde doğan Sümmani’nin asıl adı Hüseyin’dir. Okuma yazması olmayan Hüseyin, çocukluğunda çobanlık yaparken bir adamın açlığını gidermesine yardımcı olur; adam da onun bu iyiliği karşılığında ona bir dua öğretip kırk gün boyunca bu duayı okumasını tembihler. Kırkıncı gün yine sürüsünü otarırken Ablak 91


Taşı’nın dibinde uykuya dalar. Uykusunda üç derviş ona şerbet sunar, şerbeti içmeyince dervişlerden biri parmağını şerbete daldırıp ağzına bandırır. O sırada uyanan Hüseyin, şerbetin tadını ağzında hissedince tekrar uykuya dalar ve aynı rüyayı görür, fakat bu kez şerbeti içer ve içtikten sonra kendisine güzel bir kız gösterilerek adının Gülperi olduğu ve Bedehşan’daki Şah Abbas’ın kızı olduğu söylenir. Uykudan uyanan Hüseyin, bu rüyanın etkisinden kurtulamaz ve şiirler söylemeye başlar. Köy halkı onun delirdiğini sanarlarsa da babası oğlunu bir gün köy kahvehanesine götürür ve orada bulunanlar Hüseyin’i dinleyip şaşakalırlar. Henüz on bir yaşında olan Hüseyin, dönemin büyük şairlerinden olan Âşık Erbabi ile karşılaşarak ustası olarak kabul etmiş, ilk eğitimini Âşık Erbabi'den almıştır. Son bade içen anlamında olduğu belirtilen Sümman mahlasını da hocasının verdiği rivayet edilmektedir. Hocasının peşinde yıllarca dolaşıp kendisini yetiştiren Sümmani, artık sevdiğini bulmak için yollara düşme vaktinin geldiğini anlayarak Bedehşan’a doğru yola çıkar. Gittiği her yerde Gülperi’yi sorar ama nafile; bir türlü bulamaz. Yıllarca aramasına rağmen bulamadığı sevgilisini asla unutmayan Sümmani, köyüne döner, evlenip çoluk çocuk sahibi olur. Sonra yine Gülperi’nin peşine düşer; diyar diyar dolaşır ama yine bulamaz. Köyüne döner ve Gülperi hasretiyle 1915 yılında vefat eder. Sümmani, şiirlerinde daha çok aşk, sevgi, tasavvuf ve nasihat konularını işlemiş olup, sayı//49// ağustos 92

şiirlerini çoğunlukla hece ölçüsüyle bazen de aruz vezni ile söylemiştir. Birçok halk şairi ile karşılaşma veya diğer adıyla atışmalar yapmış, Âşık Şenlik ile yaptığı karşılaşmalar Erzurum ve Kars yöresinde adeta efsaneleşmiştir. Söylediği şiirlerde kendine özgü bir tarzı bulunduğu için âşık geleneğinde onun şiirleri Sümmani Ağzı olarak tanınmıştır. Sümmani’nin şiirlerinde felsefi bir derinlik de bulunmaktadır. Sözgelimi Ervah-ı Ezelde şiirinde bu derinlik çok barizdir. Ervah-ı Ezelde Levh-i Kalemde Şu benim bahtımı kara yazmışlar Bilirim güldürmez devr-i alemde Bir günümü yüz bin zara yazmışlar Arif bilir aşk ehlinin halini Kaldırır gönlünden kil-ü kalini Herkes dosta vermiş arzuhalini Benimkini ürüzgara yazmışlar Olaydı dünyada ikbalim yaver El etsem sevdiğim acep kim ever Bilmem tecelli mi yoksa ki kader Beni bir vefasız yare yazmışlar Yazanlar Leyla'nın Mecnun kitabın Sümmani'yi bir kenara yazmışlar. Samikale köyünde sempozyuma katılanlarla birlikte önce Sümmani’nin evini, sonra kabrini ve en sonra da uzaktan da olsa dağdaki Ablak taşını gezip görmüştük. Köylülerin ikram ettikleri leziz ayranları kana kana içtikten sonra gezinin son durağı olan tabiat harikası kırmızı topraktan bir oluşum olan Narman Peribacalarına gitmiştik.


Narman ilçemizdeki jeolojik oluşum, Ürgüp’teki Peri Bacalarından farklı bir yapıya sahip. Kanaatime göre iki önemli fark çok açık bir şekilde anlaşılabiliyor. Birincisi renk, diğeri de nitelik. Ürgüp Peri Bacaları gri renge sahip, Narman’dakiler kırmızı. Ürgüp’tekiler çok sert bir yapıya sahipken Narman’dakiler çok yumuşak ve tam anlamıyla toprak. Bu bakımdan Narman Peri Bacaları henüz tekâmül etmemişler ve çok hassas bir yapıya sahipler. Çok geniş bir bölgeye yayılmış olan Kırmızı Peri Bacaları, gördüğüm kadarıyla koruma altına da alınmış değiller. Koruma altına alınması da pek kolay değil gibi gözüküyor. Çünkü alabildiğine geniş bir alan, bu bakımdan bölgeyi gezenlerin bilinçli davranıp elle dokunmamaları, dokunsalar bile incitmemeleri, özellikle de üzerlerine tırmanmamaları gerekiyor. Çünkü tırmanmaya çalıştıkça toprak akıyor ve doğal şekiller insan eliyle değişebiliyor. Kısacası bu narin ve hassas doğal yapıların korunması, bizzat bölgeyi gezenler tarafından sağlanmalı, ama herkesin bu bilinçte olmasını beklemek, sadece bir hayalden ibaret. Bu bakımdan Narman Peri Bacaları, koruma altına alınarak yurt içi ve yurt dışı turizmine kazandırılmayı ve konunun uzmanlarını bekliyor. Narman’a son gidişimiz geçtiğimiz günlerde 14 Temmuz 2018 Cumartesi günü oldu. Er-Vak (Erzurum Kalkınma Vakfı) tarafından her yıl Temmuz ayında Ahilik geleneğinden esinlenerek geleneksel Sultan Sekisi toplantısı yapılmaktadır. Bu yıl yirmi beşincisini Narman’da yaptık. Bu vesileyle de Narman’a gittik. Gerek Peri Bacalarına, gerekse kültürel ve tarımsal anlamda Narman’a dikkat çekmek ve bir farkındalık yaratmak amacıyla yapılan bu toplantı, Atatürk Üniversitesi, Erzurum Büyükşehir Belediyesi ve Narman Belediyesi’nin önemli katkılarıyla gerçekleştirildi. Otobüslerle sabah saat 07’de hareket ettik ve saat 08.30’da Narman’a ulaştık. Narman Belediye Başkanı Yücel Ahmet İşleyen bizleri karşıladı ve derhal kahvaltı yapacağımız bahçeye geçtik. Yücel Ahmet Bey ve eşi Semra Hanım misafirlerle tek tek ilgilendiler. Mükellef bir kahvaltının ardından Narman’la ilgili panelin yapılacağı salona geçtik. Burada Er-Vak Başkanı Erdal Güzel, Narman Belediye Başkanı Yücel Ahmet İşleyen, Atatürk Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ömer Çomaklı, Ardahan

Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mehmet Biber, Erzurum Büyükşehir Belediye Başkan Vekili Eyüp Tavlaşoğlu birer selamlama konuşması yaptılar ve hemen arkasından Narman’ın çeşitli yönlerinin anlatıldığı panele geçildi. Prof. Dr. Erol Kürkçüoğlu’nun yönetici olduğu panelde Kürkçüoğlu Narman’ın tarihinden; Prof. Dr. Dilaver Düzgün, Sümmani’den; Prof. Dr. İbrahim Kopar bölgenin coğrafi yapısından; Dr. Şerafettin Çakal da Narman’ın tarımsal yapısından bahsettiler. İçeride panel devam ederken ben, Narman Belediye Başkanı Ahmet Bey ve TYB Erzurum Şube Başkanı M. Hanefi İspirli de TRT Erzurum Radyosu’na Narman’ı çeşitli yönleriyle canlı yayında anlattık. Programdan sonra yine öğle yemeği yenildi, sonrasında Samikale köyüne ve Narman Peri Bacalarına gidildi. Güneşli hava kendisini birden bire yağmura terk edince gezinin bu son iki kısmı Peri Bacalarını ve Samikale’yi ilk defa görenler için maalesef beklendiği gibi geçmedi. Her şeye rağmen Er-Vak’ın, paydaşlarıyla birlikte yaptığı bu son Sultan Sekisi toplantısının amacına ulaştığını ve Narman’ın önümüzdeki yıllarda bir cazibe merkezi olacağını umarak, bu toplantı ve gezinin başarılı geçmesinde katkıları bulunan herkese teşekkür etmek istiyorum. Sümmani Baba’dan başka Narman’dan pek çok tanınmış şahsiyet çıkmış. Bunlardan biri de geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz değerli sanatçı İbrahim Erkal’dır. Erzurum kültürünün tanıtılmasında çok emekleri geçen bu değerli hemşehrimize rahmetler diliyorum. Narman’ın yetiştirdiği önemli şahsiyetlerden biri de Şehir ve Kültür Dergisi yazarlarından biri olan Şair-Yazar İsmail Bingöl. TRT Erzurum Radyo Müdürü olan İsmail Bingöl’ün deneme türünde kitaplarının yanında şiir kitapları da ilgiyle okunuyor. Narman’a her gidişimde bir yenilik görüyorum. Hızla gelişen şirin bir ilçemiz olan Narman’da son gördüğüm yenilik de Erzurum Büyükşehir Belediyesi tarafından ilçenin ana caddesindeki dükkânların cephelerine yaptığı ahşap mantolama. Dükkânlar, ahşaba verilen değişik şekillerle güzelleştirilmiş ve ilçe estetik bir görünüm kazanmış. Sonraki gidişlerimde de yeni değişikliklerle karşılaşmak ümidiyle. 93


BÂBIÂLİ’DE SABAH

TÜRK BASININDA, ESTET VE ÜSTAD:

MEHMED ŞEVKET EYGİ Galatasaray Lisesi ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun oldu. Çıkardığı ve yazdığı gazetelerde umumiyetle Sabetaycılık, Masonluk, Osmanlı devri hayatı ve Müslümanların geri kalmışlığı hakkında araştırmalar yaptı, yazılar yazdı.. Mehmet Nuri Yardım

âbıâli’nin değerli simâlarından Mehmed Şevket Eygi Bey, basınımızın kendine has mizaç taşıyan ender isimlerindendir. Bugün gazetesi, Yeni İstiklâl gazetesi ve Büyük Gazete… Bu üç gazetenin kuruculuğunu ve yöneticiliğini yaptı. Bâbıâlide Sabah gazetesini de bir süre idare etti . Bu yıllarda Sultanahmet camiinde Sabah Namazı organizasyonlarına 100 bin kişi toplayabilen aksiyonu vardı.. Bir ara da Tercüman’dan gelen Ahmet Kabaklı, Ömer Lütfi Mete ve diğer yazarlarla birlikte Yeni Haber gazetesini kurdular, ama gazete uzun ömürlü olamadı., yıllardan beri Milli Gazete’deki köşesinde yazmaktadır. Osmanlı Türkçesi ile yani eski alfabemizle isim ve soyismini köşesinde yazdıran tek kişidir. Bugün gazetesi kısa sürede yayılır, tirajı 80-90 binlere ulaşır. Bu rakam, o günler için büyük bir başarıdır. Gazetenin kadrosunda Necip Fazıl Kısakürek, Şule Yüksel Şenler, Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu gibi isimler vardır.

Mehmet Şevket Eygi’nin çıkardığı Bâbıâli’de Sabah, daha az satan bir gazetedir. Tirajı yaklaşık 10 bindir. Bir süre yurtdışında kalan Mehmed Şevket Eygi, 1974’te Türkiye’ye döner. Basın hayatına hemen giremez. Haldun Simavi’nin sahibi olduğu Günaydın gazetesi tarafından çıkarılan Son Haber isimli sağ bir gazeteden teklif alır. Son olarak Hürriyet grubunun çıkardığı sağ yelpazedeki bir başka gazetede, Son Çağrı’da çalışmaya başlar. Ben yaşım gereği Bugün, Bâbıâli’de Sabah ve Yeni İstiklâl gazetelerine yetişemedim. Onlar ben çok küçükken okuyucularıyla buluşmuştu. Ama Büyük Gazete’yi çok iyi takip ettiğimi hatırlıyorum. Ortaokul, lise yıllarında bu haftalık gazeteyi, Sebil ve diğer gazetelerle birlikte okuyordum. Büyük Gazete mütevazı bir gazeteydi. Tabliot boy çıkardı ve sade bir mizampajı vardı. Sanırım Mehmed Şevket Bey, Ubeydullah Küçük imzasıyla da müstear yazılar yazıyordu. Partilerüstüydü.. Ona göre bütün Müslümanlar bir ve beraber olmalıydı, birbirlerini sevmeliydi. Cami ekseninde buluşulmalıydı. Hakkındaki yazılarda Galatasaray Lisesi’nin başarılı bir öğrencisi olduğunu görürüz. Meşhur kaleci Turgay Şeren, milletvekilli ve işadamı Memduh Gökçen sınıf arkadaşlarıdır. Lise döneminde Abdi İpekçi, hukukçu ve yazar Mümtaz Soysal gibi ünlülerle birlikte okumuştur. Fakültede ise Cemal Süreya ile beraberdir. Okulda iyi bir Fransızca öğrenir. Galatasaray’da ders veren Osmanlı nâzırlarından Raşit Erer, Aydın mebusu Enver Tekand, şair ve âlim Orhan Şaik Gökyay, edebiyat tarihçisi Nihad Sâmi Banarlı, şair Ahmet Kutsi Tecer gibi değerli hocaları bulunmaktadır. TERCÜME-İ HÂLİ

Mehmed Şevket Eygi 7 Şubat 1933 tarihinde Zonguldak Ereğli’de doğdu. Bir toplantıda çocukluk hayatından, yaşadığı zor şartlardan ve kitap sevgisinden bahsetmişti. “Okumaya karşı merakım okula gitmeden önce başlamıştı” demiş, Afacan ve Çocuk dergisi dergilerini aldığını ve annesine okuttuğunu söylemişti. Sohbetinde “O zaman yoksulluk, fakirlik vardı. 40 bin köyde ışık yoktu.” diyerek yetişme çağının zorluklarını dile getirmişti. Galatasaray Lisesi ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun oldu. “TERCÜME-İHÂLİM

Genç okuyucular içinde hakkımda bilgi sahibi olmayanlar tercüme-i hâlimi (özgeçmişimi) sayı//49// ağustos 94


sorup duruyorlar. Kendimi reklâm etmekten, hattâ tanıtmaktan bile hiç hoşlanmıyorum.. 1933 doğumluyum. İlk, orta lise tahsilini Galatasaray’da yatılı olarak yaptım. (Fakülte arkadaşım Cemal Süreya bir yazısında parasız yatılı olduğumu yazmış, yanılmış, ebeveynimin fedakârlıklarıyla okudum). Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi siyasî bölüm (diplomasi bölümünden) 1956’da mezun oldum. Memuriyet olarak Diyanet İşleri Başkanlığı’nda iki sene Fransızca mütercimliği yaptım. Bir ara Ömer Nasuhi Bilmen hocanın hususî kalem müdürlüğüne de baktım. 1960’da memuriyetten istifa ile İstanbul’a gazetecilik yapmaya geldim. Haftalık Yeni İstiklâl gazetesini çıkarttım, Bedir Yayınevi’ni kurdum. 1966’da günlük Bugün gazetesini çıkarttım. 1968'de Bâbıâlide Sabah gazetesini satın aldım. 1969'un birinci ayında yurt dışına çıktım, altı seneye yakın bir müddet geri dönemedim. Ağır cezalarda aleyhime açılmış yüzlerce dâvâ vardı. 1974 güzünde döndüm. 12 Mart 1971’den sonra gazetelerim süresiz kapatıldı, müesseselerim batırıldı. Döndükten sonra, işe sıfırın altından başlamam icap etti. Sabah (şimdiki değil), Son Haber gazetelerinde yazı yazdım, haftalık Büyük Gazete’yi çıkarttım. 1991 Ekim’inden beri de Milli Gazete’de yazıyorum. Hayatımdaki kayda değer hadiselerden biri de epey müddet Sağmalcılar, Gerede, Şile cezaevlerinde mahpus kalmamdır. Oturduğum daireden başka gayr-i menkulüm yoktur. Sanırım bu kadar bilgi yeter. Mehmed Şevket Eygi” ONUN GÖZÜYLE SANAT VE HAYAT

Mehmed Şevket Eygi basında ve düşünce hayatımızda bir üstattır ama aynı zamanda hususi hayatında üstün zevk sahibi bir estettir. Sultanahmet’teki evine bir iki defa gitmek nasip oldu. Tam bir müze… Ebrular, minyatürler, hüsn-ü hatlar ve daha bir çok klâsik eser. Şamdanlar, ibrik, seccade, lâmba, kısacası çevre âdeta bir antikacı dükkânı. En çok göze çarpan unsur da kitap. Çok zengin bir kütüphane. “Estet” dedim, doğrudur. Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu 1995 yılında kendisine Çamlıca Sosyal Tesisleri'nin dekorasyonu ve tanzimi görevi verildi. Yerli sanatları da, dışarıdan gelen el ürünlerini de bilir. Mercan’dan, Balat’a, Beyazıt’tan Kapalıçarşı’ya bir çok semti ve mekânı dolaşır. Oturulabilecek güzel çay bahçelerini, yemek yenilebilecek temiz ve leziz lokantaları okuyucularına duyurur.

Meselâ Fatih Malta’daki ev yemekleriyle meşhur lokantayı yazılarından öğrendim ve gidip orada (3 kap)yemek yedim. Bedir Yayınları’nın sahibidir.. Sanırım en az 60 yıllık bir yayınevidir. Niçin yazılarını çok seviyor ve okuyorum biliyor musunuz? Basında ve yayın dünyamızda bir samimiyet testi yapılsa zannediyorum en içten yazılar ve kitaplar Mehmed Şevket Bey’in eserlerinde görülecektir. Yaşadığını yazan, yazdıklarını yaşama hususunda büyük bir titizliğin, gayretin içinde olan mükemmel ve örnek bir münevverdir. Zaman zaman görüşürüz. Hemen hemen bütün dinî kanaat ve cemaatlere eşit mesafededir. Yalnız dini hayatta fitne çıkaranları asla affetmez. Mesela FETÖ ihanetini ilk gören münevverlerimizdendir ve onlara “Din Baronları” diyebilen bir yazarımızdır. Tenkitlerini yaparken ayırım yapmaz. Müşahedelerini ortaya koyar, dileyen kendince hisse çıkarır ve ibret alır. Kavga etmez, sert münakaşalardan hoşlanmaz. Her meselenin medenî bir şekilde tartışılması ve çözüm yoluna kavuşturulmasından yanadır. YIKTIRILAN CAMİİLERİN ESERİNİ YAZDI

İrili ufaklı pek çok eseri var Mehmed Şevket Bey’in. Ama bir eseri vardır ki, meraklıları tarafından her zaman aranıp soruluyor. İstanbul’da yıkılan, yıktırılan camilerle alâkalıdır. Adı Yakın Tarihimizde Cami Kıyımı. Mehmed Şevket Bey’in hayırlı hizmetlerin içinde ve yanında hep olmuştur. Meselâ Marmaratörlerin ağabeyi Ziya Nur Aksun için düzenlediğimiz Beyoğlu’ndaki o meşhur toplantıya iştirak etmiş ve Ziya Nur Bey’e bir armağan getirmişti. ESKADER’in birinci ödül töreninde tertip edilen Marmaratörler Sohbeti’ne iştirak etmiş ve benzer bir toplantının yeniden yapılması gerektiğini açıklamıştı. Bugün devam eden Bâbıâli Sohbetleri o sözlerin ışığıyla ve ilhamıyla başlamış ve hâlâ devam etmektedir. Sohbetlerin ikinci döneminde de Enderun kelimesini kendisi ilave etmiştir. KEDİLERİ ÇOK SEVER Yazılarında her zaman bir muallimdir. Bazı hususları tekrar tekrar yazar, çünkü toplumun ihtiyacı vardır. Titizdir, hassastır ve cesurdur. Duygu ve düşüncelerini hiç kimseden çekinmeden seslendirir. Kalpağı çoğu zaman kullanır ve kendisine yakıştırır. Kediseverdir. Kedileri 1980’lerde Büyük Gazete’nin Yerebatan Caddesi’ndeki yerinden hatırlıyorum. Ümit Aslanbay’ın 95


hapis cezasına çarptırılır. Eygi, yazısına “hak ergeç yerini bulacak, zulmün binâsı âbâd olmayacaktır.” cümleleriyle başlıyor. GENÇLERİN LİSANIMIZA VAKIF OLMASINI İSTER

Milliyet gazetesinde (9 Mart 2008) kendisiyle yaptığı röportajda “Kedilerim var 13’e düştüler.” demişti. Kendi hayat tarzını sever ve düzenli yaşayışı başkasına da tavsiye eder. Görgüsüzlükten hiç hoşlanmaz. Bu tür davranışları yazılarında haklı olarak eleştirir Vatan gazetesinde 24 Mayıs 2009 tarihinde Mehmet Şevket Beyle bir mülakat yapılmıştı. Orada, “Siz hangi camiye severek gidiyorsunuz İstanbul’da?” sorusuna yazarımız şu cevabı vermişti: “Ben şunu isterdim... Osmanlı mimarisiyle Hindistan’daki Tac Mahal’i birleştirip bir cami yapsalardı. Şimdiki ilgi dünya çapında olurdu. İstanbul’da da çok güzel camiler var. Üsküdar’da Şemsi Paşa Camii var, küçücük, İnanın güzellikte Süleymaniye’yle boy ölçüşebilir. Ümraniye’de nefis bir taklit var Alvarlı Efe Hazretleri Camii. 16. yüzyıl Osmanlı mimarisine uygun bir cami. Ayvansaray tepesinde İvaz Efendi Camii var. Tek minareli. Eyüp’te Akarçeşme Mahallesi’de Mahmut Paşa Camii var. Fatih’te bir tane küçük camisi var, onun minaresi dillere destan bir minaredir. Caminin dışında küçücük bir minaredir. Bir de imamın ezanı nasıl okuduğu önemli.” Kültüre, sanata ve medeniyete büyük önem veren yazar, taviz vermeyen kişiliği ve büyük sebat sahibi oluşuyla biliniyor ve seviliyor. MEDRESE-İ YUSUFİYE’YE GİRDİ

Mehmed Şevket Eygi de dava sahibi bir çok gazeteci ve yazar gibi hapishaneye düşmüştür. 1962 senesinde merhum Adnan Menderes’in vefat yıldönümünde Yeni İstiklal gazetesi (19 Eylül 1962, 92. sayı): “Zulümlerin en şenii ve alçakcası kanunların gölgesinde yapılandır” başlığıyla çıkar. Bu başlık üzerine, Adnan Menderes’in idamını eleştirdiği gerekçesiyle sayı//49// ağustos 96

Mehmed Şevket Eygi Osmanlı Türkçesine çok değer verir, bilhassa gençlerin lisanımıza vakıf olmasını ister. Bir yerde bu düşüncesini şöyle hülasa etmiştir: “Büyük konuşanlar, büyük Türkçe bilmeli, en az yüz bin kelimelik edebî Türkçe’nin ufuklarında dolaşabilmelidir. Fuzulî’siz, Şeyh Galib’siz, Evliya Çelebi’siz, Ziya Paşa’sız, Namık Kemal’siz, Ahmed Cevdet Paşa’sız, hattâ Tevfik Fikret’siz büyük Türkiye olmaz. Bırakın Büyük Türkiye’yi, bunların Türkçesi olmadan Türkiye yaşamaz, sürünür ancak. Zengin lisan ve edebiyat olmadan köy olmaz kasaba olmaz.” İLK YAZI SEBİLÜRREŞAT’TA

İlk yazısının Eşref Edib’in yayımladığı Sebilürreşat dergisinde çıktığını belirten Eygi, “Eşref Edib benim ilk üstadımdır. Çok kıymetli bir gazeteci yazardı. Daha önce Sırat-ı Müstakim’i çıkarmıştı.” diyor. O sohbet esnasında, son devrin din adamlarından ve kanaat önderlerinden Mehmed Zahid Kotku, Mahmud Efendi, Sâmi Efendi gibi zatları ziyaret ettiğini belirten Eygi, “İstişare önemlidir. Ben hayatım boyunca iki defa istişareye uymadım ve cezasını gördüm. Bütün gazetelerim elimden çıktı, gırtlağıma kadar borca battım. İstişareyi her Müslümana tavsiye ediyorum.” derken yaşadığı acıları, çektiği çileleri, sürgün ve hapis yıllarını anlatmıştı. Din alimleri İslami neşriyata destek olmuştur. Bugün gazetesinin yayımlanmasında da Mehmed Zahid Kotku’nun katkısı büyük olmuştur. Nitekim Mehmed Şevket Eygi, 23 Mayıs 2011’de bunu şöyle belirtiyor: “Bugün gazetesinin yayınlanmasına vesile olan küçük sermayenin ilk bin lirasını, benim haberim yok iken ve gıyabımda (Hacı Nazif Çelebi'nin Süleymaniye'deki konağında bir ziyafet ve sohbet esnasında) merhum Şeyh Muhammed Zahid Kotku hazretleri vermiştir. ”Günümüzün muhterem münevverlerinden Mehmed Şevket Bey, Bâbıâli’nin bir kutup yıldızıdır ki, onu takip edenler hep güzelliği görmüş, her zaman iyiliği fark etmişlerdir. Türkiye’nin son 50-60 yılını en iyi bilen, değerlendiren ve yorumlar yapabilen bir fikir ve sanat adamıdır. O bir İslam sevdalısı ve bir İstanbul beyefendisidir. Onu saygıyla, minnet ve şükranla selâmlıyor, kendisine hayırlı, sağlıklı ve bereketli bir ömür diliyorum.




Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.