ŞEHİR ve KÜLTÜR - 29. Sayı

Page 1



Biz’den…

Dem Bu Demdir, An Bu Andır Bu olaylar ve bu âlem Ezelî ve ebedî(süresiz) değildir. Havva ve Adem nerede, ey dedem! Aklın varsa an bu andır. An bu an.. Dem bu demdir, dem bu dem.. Filibeli Ahmed Hilmi Münevver din adamları, münevver ve bilgili öğretmenler, hukukçular, iktisadçılar , münevver edebiyatçılar şairler,münevver siyaset adamları. Kısaca bu ülkenin münevverleri ; Hadiseler karşısında üstlendikleri vazifelerini bilen insanlar yetiştirme hususunda, dikkatli ve hevesli olsalardı… Açıkçası birbirine Dil, kültür, ülkü ve tarih birliği ile bağlı ve birbirini seven insanlar, vatandaşlar yetiştirmek için gayretkeş olsalardı…İdarecilerimiz ve vatandaşlarımız birbirlerini iyi anlayabilir, her şey vatan için sloganını rahatça birlikte söyleyebilirlerdi… Önce dilimizi vicdanımızı kişiliğimizi ve aklımızı yok edip esir almaya çalışanlar, kandırabildiklerini kendi istekleri doğrultusunda kullanabiliyorlar… Hicretten söz ederken , aslında kötülüklerden kaçmanın hicret olduğunu bilmeliyiz. Cihad derken de kendi nefsimizle savaşın cihad olduğunu idrak etmeliyiz.. bu kelimeleri kullanırken bile o şuurun azametinin bu mücadelede destekçimiz olduğunu hissederiz.. Yetmiş iki milllete bir göz ile bakmayan Halka müderris olsa hakikatde asidür. diyor Yunus Emre. Bu anlayış Müslüman Türk ruhunu lezzetle saran bir vicdan ve insanlık terbiyesidir.. Asırların eğitim sistemini örnek gösteren bir beyitdir.. bu anlayış ve heyecan kaybolmaya başlayınca bizler, aile ile çocuk , öğretmen ile öğrenci , idareci ile idare edilen arasındaki ruhu kaybettik. İnsicam bozuldu.. Bizim yetiştiğimiz kültür bu kültürdür…heyecanımız budur.. Şairin dediği gibi; Her şey akar, zaman ,su ve fikir../ Oluklar çift birinden nur akar birinden kir../ Zaman akar, fikirler akar ama gerçek olan Sakarya’dır yani bu milletin öz benliğidir…gerekirse yokuş çıkar.. ensesinde kurşundan yükte olsa… Karamsarlığın olmadığı bir haleti ruhiye içinde her zaman

Birlik ve beraberliği yaşatmanın faziletini bilelim, ona göre hareket edelim.. Şehirlerimiz ve şehirlilerimiz bu ilkelere sıkı sıkıya sahip olmalı ki ; Şehirlerden başlayan kültürel gelişmemiz ve aslına rücu etmemiz yaşansın…ve hep var olsun… Kanuni devrinde Avusturya’nın elçisi Busbecq , Avusturya’ya döndüğünde şunları yazmış hatıralarına; “Türk sistemini kendi sistemimizle karşılaştırdığımda, istikbalin başımıza getireceği şeyleri düşünerek titriyorum.. Türklerin tarafında kuvvetli bir devletin bütün kaynakları mevcut; Hiç sarsılmamış bir kuvvet var, tecrübe ve tatbikat var, sefer görmüş ve zafer alışkanlıkları olan askerler var. Meşakkatlere tahammül kabiliyeti var, birlik, intizam, disiplin, kanaatkarlık, uyanıklık var..” “Vazife ve mesuliyetleri herkese sultan verir, bunu yaparken ne zenginliğe, ne boş rica ve davalara… Yalnız liyakate bakar, seciye arar, fıtrî kabiliyet ve istidat düşünür”..” Namussuz , tembel ve âtıl olanlar hiçbir zaman yükselemezler…işte bütün bu anlattıklarım onların yükselmelerinin sırrıdır…” Bir batılı, doğru olanı müşahede ve tespit etmiş.. Dem bu Demdir…An Bu Andır…Bugün en beklenmedik şartlarda, Şimdi tekrar bu seciyeleri okuyalım, hangisi olmayacak bir şey..bizim fıtratımızda olan hasletler , yeter ki inançla sımsıkı sarılalım bu ipe, ve kazanalım çocuklarımızı, mahallelerimizi, şehirlerimizi, ekonomimizi, ülkemizi, milletimizi ve ümmetimizi… Gereğini yapalım.. Bu hasletlere sahip “Kor”, yüreğimizde var. Ancak vahdet şuuru ile hep birlikte koru üflemeliyiz.. Şehirlerimiz; Kültürümüzün mayalandığı, yaşadığı ve yaşatıldığı mekânlardır… Şehir ve Kültür dergisi olarak mayaları her daim hazır tutmaya, yeniden yeniden mayalamaya gayret etmedeyiz her ay.. Şehir ve Kültür dergimiz yeni bir sayı ile daha huzurunuzda.. Saygıda hürmette kusur ,sevgide noksanlık etmeyiz kimselere…Mevsim kış ta olsa kendimizi size yaz gibi göstermeye gayret ederiz, saçımız taralı gömleğimiz kolalıdır.. Aynada sizleri görürüz.. Hz. Mevlâna diyor ki : “Dün zekiydim , dünyayı değiştirmek isterdim / Ama bugün akıllıyım, kendimi değiştiriyorum. “Hoş bulduk efendim, Hoşça bakın zatınıza.. Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni


içindekiler

4 8 10 12

ŞEHiR VE MEDENiYET iLiŞKiSi Prof. Dr. Bekir KARLIĞA

20

MARAŞ iÇiN ŞEHRENGiZ Kâmil UĞURLU

NEREDE ŞAM-I ŞERiF, NEREDE HALEBU’Ş-ŞEHBÂ ?

Prof.Dr.Zekeriya KURŞUN

BUZDAĞININ GÖRÜNMEYEN GÖVDESi

24

SEMERKANT’IN BAĞRINDA

TÜRKiYE TÜRKiSTAN BULUŞMASI

Doç. Dr. Abdulhamit AVŞAR

Prof.Dr.E.Nazif GÜRDOĞAN

DÜNYANIN KÜLTÜRÜNÜ

BiR ŞEHiRDE YAŞAMAK Mehmet Kâmil BERSE

34

KONYA’NIN UNUTULMAZ HOCASI HACI VEYiSZADE MUSTAFA EFENDi

Vehbi VAKKASOĞLU

ŞEHİR ve KÜLTÜR: Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488.

Reklam: Dr.Ali Mazak, Savaş Uğur, Dr.Mustafa Avtepe Pazarlama ve Halkla İlişkiler: Atilla Akdemir

İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse

Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Mustafa Cambaz, Erkan Çav, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse, İsmail Yılmaz

İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yard.Doç.Dr.Recep Çelik Editörler: Edebiyat,Tarih/ Fahri Tuna Medeniyet/ Yrd.Doç. Dr.Recep Çelik Şehirler/ Yrd.Doç.Dr.Ali Mazak Sanat,Kültür / Giray Tarhanoğlu

Tashih: Hüseyin Movit , Ubeydullah Kısacık. Grafik Tasarım: grafilgug@gmail.com / Martı Ajans Ltd.Şti Teknoloji : A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Zekeriya Kurşun, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan, Prof.Dr.Celal Erbay, Prof.Dr.Nurullah Genç, Prof.Dr.Recep Toparlı, Prof.Dr.Hamit ER, Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof.


23 GEÇTİ BOR’UN PAZARI SÜR EŞEĞİNİ NİĞDE’YE/ Mehmet BAŞ

42

28 KÜLTÜR; YEREL KİMLİK; TARİHİ-SOSYAL-EKONOMİK ÇEVREYİ KORUMA; GÜVENLİK VE BEKA SORUNU / Y.Mimar. Cem ERİŞ

TOPLU TAŞIMADA

BiLET VE JETON Selahattin KAYA

32 ÖZGÜRLÜĞÜN, ÖZGÜNLÜĞÜN, DÜZGÜNLÜĞÜN BAŞKENTİ; BOLU / Fahri TUNA 38 HATIRA KİTAPLARINDA.. OSMANLI’DAN CUMHURİYETE ŞEHİRLERİMİZDEN MANZARALAR -İkinci- / Hüseyin YÜRÜK 46 İSTANBUL’UN GARİP ŞAİRLERİNDEN / Recep GARİP 52 ŞEHİR MEYDAN DEMEKTİR / İsmail BİNGÖL

50 MUDURNU

ANADOLU ŞEHiR KÜLTÜRÜNÜN

55 ŞEHİR VE YAPRAKLAR /Mustafa UÇURUM

BiLLURLAŞMIŞ MEKÂNI:

56 BENİM EVLERİM BENİM ŞEHİRLERİM BENİM KÜLTÜRÜM -iki- / Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ

Mehmet MAZAK

61 MAHCUP HİKÂYE /Kâmil UĞURLU 62 YOLUNUZ AÇIK OLSUN / Muhsin İlyas SUBAŞI 68 ATİK VALİDE CAMİÎ (NURBANU VALİDE SULTAN) / Nermin TAYLAN

64

70 TOPKAPI TÜRK DÜNYASIN’DA KAZAK RENKLERİ “KAZAKİSTAN / UZAĞI VE YAKINI” / Salih DOĞAN “ADELL” AB-I HAYAT SU

MEDENiYETi MÜZESi

Dr.Ercan TOPÇU

72 BEŞ ŞEHİR’DE ERZURUM -üç- / Ömer ÖZDEN 76 MALATYA’NIN MISIR ÇARŞISI: ESKİ ŞİRE PAZARI / Sabri GÜLTEKİN 78 KÖY DÜĞÜNLERİ -İkinci- / Ekrem KAFTAN 80 2016 UNESCO DÜNYA HOCA AHMET YESEVİ YILI BİTERKEN HOCA AHMET YESEVİ’Yİ ANMAK VE ANLAMAK / Doç.Dr.Süleyman DOĞAN 82 KIRIMLI ŞAİR; RIZA FAZIL’IN ARDINDAN / Doç.Dr.Nazım MURADOV 86 KALEM GİBİ ZARİF MİNARELİ AHÎ ÇELEBİ CAMİİ / Nidayi SEVİM

88

90 BOSNALI PİR HAMZA BÂLÎ / Mikail Türker BAL OSMANLI CENK SANATI:

MATRAK

92 YENİ JÖN TÜRKLER VE DİYALOG FİTNESİ -şehir sinema- / Emre MİYASOĞLU

Efkan ÇALIŞ

94 “93 HARBİ” ROMANI YAZARI; SARA GÜRBÜZ ÖZEREN / Söyleşi: Mehmet Nuri YARDIM

Dr.M.Sıtkı Bilgin, Prof.Dr.Hamza Ateş , Doç.Dr.Muharrem Es. Doç.Dr.İbrahim Maraş, Doç.Dr.Önder Bayır, Yard.Doç. Dr.A.Hikmet Atan, Yard.Doç.Dr.Erkan Çav, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Muzaffer Doğan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Yaşar Dinçkal Fiatı: 10 TL. (Ocak 2016 dan itibaren 15 TL.) KKTC fiatı: 20 TL. Abone Yıllık: İstanbul 160 TL. İstanbul Dışı 170 TL. Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR3100 0460 0028 8880 0005 6479 Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatih-İstanbul

Tel: 0212 534 15 11 Fax: 0212 534 13 27 e-posta : info@sehirvekultur.com

www.sehirvekultur.com www.dersaadethaber.com

Baskı: Gök Matbaacılık Promosyon Reklam ve Tekstil San. Tic.Ltd. Şti. | Tevfik bey Mah Halkalı Cad. No:162 / 7 Sefaköy - İstanbul Tel: (0212) 693 68 59 Fax: (0212) 697 70 70

Kapak Resmi: Kahramanmaraş


ŞEHİR VE

MEDENİYET İLİŞKİSİ

Kentleri asıl kent yapan, ona kendi kimliğini kazandıran, ana rengini veren, temel özelliğini sağlayan ve onu özgün kılan unsur ise, Kentlerin ruhudur. Prof. Dr. Bekir KARLIĞA*

*T.C. Başbakanlık Başdanışmanı, Birleşmiş Milletler Medeniyetler İttifakı Türkiye Eşgüdüm Kurulu Başkanı, MEDAR Başkanı

sayı//29// aralık 4

entler, canlı bir organizmaya benzerler. Doğarlar, büyürler, gelişirler ve ölürler. Ölüp de bir daha hayata dönemeyen kentler olduğu gibi, yeniden dirilen ve ölümsüzlüğe doğru koşan kentler de vardır. Kent vardır, canlı ölüler gibidir, artık hayatiyetini yitirmiştir. Kentler vardır, kutsallıklarıyla metafizik alemin kapılarını önümüze açarlar. Kabe gibi, Kudüs gibi, Kentler vardır daima canlı, şen, cıvıl cıvıldır, güzellikleriyle gözleri kamaştırıp durur ve cilveli bir dişi gibi herkesin ilgisini üzerine çekerler. İstanbul gibi, Roma gibi, Paris gibi. Nasıl canlı bir organizma ruh-beden ikilisinden oluşuyorsa, kentlerin de fiziki konumlarının yanında, onun kadar, hatta bazen ondan da önemli ruhi yapıları bulunmaktadır. Elbette ki evler, çarşılar, pazarlar, binalar, sokaklar, caddeler kentin maddi yapısını oluşturan önemli birimlerdir. Ama bunları her zaman yeniden yapmak, değişik biçimlerde ve farklı stillerde inşa etmek veya şekillendirmek mümkündür. Kentleri asıl kent yapan, ona kendi kimliğini kazandıran, ana rengini veren, temel özelliğini sağlayan ve onu özgün kılan unsur ise, Kentlerin ruhudur. Bir kenti, katı cansız bir madde yığını olmaktan çıkarıp, bir sembol, bir gaye ve hedef haline getiren husus onun taşıdığı ruhi ve manevi zenginliktir. O ruh, o kente adeta kendi mührünü vurur, kendi rengini verir. Onu köşe taşı yapan ve tarihin ana aktörlerinden biri haline dönüştüren şey de işte bu ruhtur. Siz, bu ruhu, bir kelimede, bir seste, bir nağmede, bir renkte, bir taşta, bir ağaçta, bir evde, bir çatıda, bir sokakta, bir mevsimde görüp yakalayabilirsiniz. Ama onu kaybedecek olursanız yeniden meydana getirmek hemen hemen imkânsız gibidir. Zira bu ruh, asırlar boyu akıp gelen, süzülüp berraklaşan, yoğrulup şekillenen sürekli bir oluşun mahsulüdür. Nasıl biz kendi ruhumuza elimizle dokunamıyor ve şöyledir ya da değildir diye somut bir varlığı gösterir gibi gösterip tanımlayamıyorsak, Kentlerin ruhunu da gözle görülebilir ve elle dokunulabilir şekilde ortaya koyup müşahhas olarak gösteremiyoruz. Ruhumuzun önemini, en çok onu kaybettiğimizde her şeyimizi kaybettiğimizi görünce fark ediyoruz. O zaman da biz var olmadığımızdan o kaybın acısını biz değil, bizden sonrakiler çekiyor. Hem de bazen çok ağır bedeller ödeyerek çekmek zorunda


kalıyorlar. Onu aramaya koyulduklarında da artık çoktan iş işten geçmiş olduğu için yeni bir ruh bulununcaya kadar bu arayış devam edip gidiyor. Çoğu kez yeni bir ruh bulunamadığı için yeni bir yaşam fırsatı da doğmuyor. Tarihin sayfalarında acı tatlı büyük anılar bırakmış olan anlı şanlı kentler, bir de bakıyorsunuz ki ölü bir ören yeri haline gelivermiş. Kente bu ruhu veren, bu havayı sağlayan ana güç ise, o kenti kuran, ya da o kenti yönlendiren iradenin bağlı bulunduğu değerler manzumesidir. Bu değerlerin arkasında saklı bulunan dünya görüşü, hayat felsefesi ve varlık telakkisidir. Belirli bir değerler sistemi olmadan, süreklilik arz eden bir oluşumu gerçekleştirmek, ya da yeni bir kent kurmak asla mümkün değildir. Bu değerler manzumesi, sahip bulunduğu bütünlük, özgünlük, evrensellik, gerçekçilik ölçüsünde ve onunla mütenasip bir dinamizm ve canlılık getirir kente. Bu sayede o değerler manzumesi çevrede, insanda, eşyada hayat bulur. İnsanların davranışlarına, alışkanlıklarına, giyim kuşamlarına, düşüp kalkmalarına, yeme içmelerine tıpkı hava ve koku gibi sızıp sirayet eder. O kente, bir yandan o kent olma özelliğini verir, bir yandan da kentlilik bilincinin oluşmasını sağlar. Bu ise bizi bir medeniyet bilincine götürür. Yer seçiminden tutun da kentsel plan ve projelere kadar her şey, belirli bir düşünceyi ve felsefi yaklaşımı yansıtır. Böyle bir yaklaşımla kurulmayan ve böyle bir plan ve proje olmadan kendiliğinden oluşan kentlere, gerçek anlamda kent demek mümkün değildir. Halkımızın bulduğu güzel bir deyişle gece kondular yığınıdır. Plansız projesiz, hedefsiz gayesiz oluşmuş kentler, zamana karşı direnemezler. En küçük bir saldırı veya bir doğal afet, onları yerle bir eder, yok edip gider. Diğer taraftan salt maddi yapılar da bir kenti gerçek anlamda kent yapmaz. Ufkumuzu karartan, gök yüzünü bize dar eden, heyula gibi bizi ezercesine üstümüze abanıp duran, gök delenlerin gölgesindeki, güneş ışıklarından yoksun loş sokaklar, trafik keşmekeşinden karşıdan karşıya geçilmesi güç geometrik bulvarlar, insan mahşeri halindeki alışveriş merkezlerinin oluşturduğu çağdaş megapollerden tarihe nelerin kalacağını kestirmek hemen hemen imkansız gibidir.

Çağdaş uygarlık gibi metafizik temelleri yıkılmış, ruhu yok edilmiş, post modern yaklaşımların simgesi halinde beton yığınlarıyla doldurulmuş modern kentler, içinde yaşayan insanlara ne denli huzur ve kentlilik bilinci verecektir kestiremeyiz. Bilindiği gibi, dilimizde kullandığımız medeniyet kelimesi Arapça “Medine” kelimesinden türetilmiştir. Medine kent anlamına gelir. Peygamber kenti demek olan “Medinetü’n-Nebi” teriminden alınmıştır. İslam öncesi dönemde Medine kentinin adı Yesrib idi. Hicret’ten sonra Peygamber kenti anlamına “Medinetü’n-Nebi” dendi ve Medeni kelimesi de buradan türetildi. Böylece İslam Peygamberi’nin Hicret’ten sonra yalnız yeni bir kent kurmakla kalmadığına, aynı zamanda yeni bir uygarlık da kurmuş olduğuna vurgu yapıldı. Belki de bununla, Medineli olmanın, kentli olmayı, medeni olmayı zorunlu kılacağına vurgu yapılmak istenmiştir.

Medeniyet, kısaca şehir, şehirlilik ve şehir hayatının ortaya çıkardığı sosyal, kültürel, politik, entelektüel, kurumsal, teknik ve ekonomik birikimlerin, seviye ve fırsatların toplamını ifade etmektedir.

Medeniyet, kısaca şehir, şehirlilik ve şehir hayatının ortaya çıkardığı sosyal, kültürel, politik, entelektüel, kurum¬sal, teknik ve ekonomik birikimlerin, seviye ve fırsatların toplamını ifade etmektedir. Kelimenin Batı dillerindeki karşılığı “Civilisation”dur. Bu kelime Latince kökenli olup kent, site anlamına gelen Civitas’tan türetilmiştir. Şehirlili demek olan, sivil kelimesi de buradan gelir. Civilisation Kentleşmiş, medenileşmiş anlamlarına gelmektedir. Bu kelime Batı dillerine ancak 18. yy da geçmiştir. Fransızca kullanışıyla civilisation kelimesi, ilkin Voltaire ve baba Mirabeau tarafından kullanılmıştır. Dilimize ise yine oradan ve yaklaşık bir asır sonra 19. yy da girmiştir. Ondan önce biz medeni kelimesi yerine daha çok “umran” veya “hadari” kelimesini kullanırdık. Medeninin karşılığı bedevi, göçebe manasında, yerleşik ise hadari manasındadır. Modern Arapça’da da Civilization karşılığı olarak “Hadâra” kelimesi kullanılmaktadır. Medeniyet, insanlık ile beraber gelişmiş evrensel bir olgu; bütün toplumların bütün kültürlerin bütün dinlerin ortak katılımı ile meydana gelen bir ortak yapı, bir sentez, bir bileşimdir. Medeniyetleri, sürekli akmakta olan bir ırmağa; insanlığın ortak eseri olan evrensel uygarlık birikimini de okyanuslara benzetebiliriz. Dağlardan, inen ve toprağın 5


…Buna göre bir kent, her şeyden önce güvenli olmalıdır. Bunu “el-Beledü’lemîn” şeklinde ifade eder. Emin beldelerin en üst örneği olarak da Mekke’yi gösterir.

altından kaynayan suları ırmaklara taşıyan dereler ise kültürlere benzerler. Öyleyse kültürler birleşerek medeniyetleri meydana getirirler. Medeniyetler birleşerek ortak evrensel insanlık mirasını oluştururlar. Her toplum, her kültür medeniyet üretebilir. Zaten medeniyet kuracak seviyeye gelmemiş kültürler, kalıcı bir varlık gösteremezler. Kur’ân-ı Kerîm’de kent kavramını ifade etmek üzere dört ayrı terim kullanılır. Bunlardan birisi 5 kez tekrarlanan ve çevre yerleşimlerle birlikte ana kenti içine alan “Mısr” kelimesidir. 11 kez tekrarlanan “Beled” terimi ise, içinde yaşayanlarla karşılıklı etkileşim içinde bulunan yerleşim birimlerini ifade eder. 17 kez tekrarlandığını gördüğümüz “Medîne” kelimesi ise ilginç bir şekilde itaat ve bağımlılık anlamına gelen “Dîn” kelimesi ve borç anlamına gelen “Deyn” kelimesiyle aynı kökten türetilmiştir. Bu da bizi ister istemez belirli bir düzeni, plan ve programı, bağımlılık ve yükümlülüğü bulunan yerleşim birimi kavramına götürmektedir. Bu kavram, kentlilik ruhu ile medeniyet şuuru arasındaki ayrılmaz bağı gösterir. Bu nedenle olmalıdır ki Kur’ân-ı Kerîm, medeniyet şuuru ile kentlilik ruhu arasındaki bağıntıya özellikle dikkat çekmekte, kentliliğin ve medeniyetin bazı ortak ve temel niteliklerine vurgu yapmaktadır. Buna göre bir kent, her şeyden önce güvenli olmalıdır. Bunu “el-Beledü’l-emîn” şeklinde ifade eder. Emin beldelerin en üst örneği olarak da Mekke’yi gösterir. Bu kentin yeryüzünün en güvenli yeri olması için -en azından Haram aylar denen belirli zamanlarda- bitkisinin koparılmasını, hayvanının öldürülmesini ve insanlarının rahatsız edilmesini yasaklamıştır. Güven, huzuru getirir, huzur ise istikrarı. İhramlı iken bu şuurun zirve noktaya çıktığını hemen fark edersiniz. Çünkü yeryüzünün biricik güven adası olma özelliğini taşıyan bu emin beldede ihramlı iken bir yaprak koparsanız, bir dal kesseniz, bir haşereye bassanız; kısacası kainatın en değerli mahsulü olan canlı bir varlığa zarar verseniz hemen ağır bir bedel ödemek durumunda kalırsınız. Bu yaklaşım mümin ruhlarda hem hayatın büyük değerini ve varoluşun derin anlamını öğreten bir şuur hassasiyetinin oluşmasını sağlar, hem de bu şuur hassasiyetini sürekli kılar. İkinci olarak, bir kent, güvenlikli olduğu kadar rahat ve güzel olmalıdır. Bunu da

sayı//29// aralık 6

“Beldetün Tayyibetün” şeklinde ifade eder. Bu nedenle kentin sakinlerini rahatlatıcı biçimde planlanması ve estetik olarak güzel kavramının ön gördüğü özellikleri taşıması gerekir. Bu özellikleri taşımayan kentleri de “ölü kentler”, “yıkık kentler”, “zalim kentler”, “azgın kentler” ve “müsrif kentler” olarak niteler. Her medeniyet aynı zamanda kendi kentini de kurar ve ona kendi ruhunu verir. Dolayısıyla o kentte yaşayanlar, bu bilince sahip olarak yaşarlar. Bu bilinç kaybolduğu zaman kent, ruhunu kaybetmiş olur. Bu ise kentler açısından bir felaket olduğu kadar, o kentte yaşayan insanlar açısından da bir felakettir. Nitekim Büyük Türk ve İslam düşünürü Fârâbî’ye göre, insanın biricik amacı mutlu olmaktır. Mutlu bireyler, mutlu toplumlarda gelişme imkanı bulurlar. Toplumları, yetkin ve yetkin olmayan diye ikiye ayıran ünlü düşünür, yetkin toplum yapısının ilk örneği olarak kenti gösterir ve ideal kentin erdemli kent olduğunu bildirir. Erdemli kentin ana özelliğinin akılcı bir düzenlemeye ve planlamaya sahip olmasıdır. Kargaşa ve düzensizlik, hem erdemin, hem de kentliliğin tabiatına aykırıdır. Nasıl evrende Yaratıcıdan yaratılanlara doğru bir tertip ve düzen varsa; düzen de doğal olarak uyumu ve birliği gerektiriyorsa, kentlerde de düzen, uyum ve birlik olmalıdır. Bunlar aynı zamanda medeniyetin de olmazsa olmaz şartlarıdır. Farabi, insanoğlunun, tabiatı gereği birlikte yaşamak zorunda bulunduğunu, tek başına doğuştan istekli olduğu yetkinliğe ve olgunluğa erişmesinin mümkün olmadığını, mutlaka bir toplulukla işbirliği yapmak zorunda bulunduğunu belirtir ve insan topluluklarının da zaten bu ihtiyaçtan doğduğunu bildirir. Günümüzden yaklaşık 1200 sene önce, erdemli bir kent, dolayısıyla erdemli bir devlet ve erdemli bir dünya, dolayısıyla erdemli bir medeniyet tasarımı geliştiren Fârâbî, erdemli bir dünya kurabilmenin yolunun, erdemli bir ümmet kurmaktan geçtiğini bildirir. Erdemli bir ümmetin ise ancak erdemli bir toplum inşa ederek gerçekleşebileceğini, erdemli toplumun inşasının da erdemli topluluklar oluşturmakla mümkün olduğunu düşünür. Ona göre bir kentte, gerçek mutluluğa erişecek konularda yardımlaşma amacı güdülüyorsa, o kent erdemli kenttir (el-Medinetü’l-fâdıla). Keza insanlar, mutluluğa erişmek için yardımlaşma amacıyla bir araya gelip toplanıyorlarsa, bu da erdemli


bir toplanmadır (el-ictimâu’l-fâdıl). Kentlerinin hepsi, mutluluğa erişmek için yardımlaşma maksadıyla bir araya geliyorsa, o zaman erdemli bir ümmet (el-ümmetü’l-fâdıla) teşekkül etmiş olur. Ve işte o zaman erdemli bir dünya (elMa’mûretü’l-fâdıla) kurmak mümkün olur. Düşünüre göre kent, bir ümmetin yerleşim mahallinin bir bölümü, ümmet ise dünyanın mamur bölgelerinin tamamının bir bölümü; köy, kentin hizmetkârı, mahalle kentin bir bölümü, sokak mahallenin bir bölümü, ev ise sokağın bir bölümüdür. Dolayısıyla en yüce iyiliğe (hayır) ve en üstün yetkinliğe (kemâl) sadece kentte ulaşılabilir, daha aşağıdaki topluluklarda ise bu mümkün değildir. Erdemli kentin halkının ortak karakterinin nasıl oluştuğunu araştıran filozof, erdemli kent halkının, bilgi ve erdemde ortak noktaları bulunduğundan, davranışlarının da ortak olacağını belirtir. Öyle ki bu davranışlar, bir süre sonra onlarda, erdemliliği bir karakter haline dönüştürür. Sonradan gelen nesiller, bu alışkanlıkları devam ettirirlerse, onlar önceki nesillerden daha ileri bir noktaya yükselirler. Böylece birbirinden farklı, ama birbirinin benzeri olan gruplar oluşur. Bu ise bir nevi genetik süreklilik sağlayan ortak bir karakter oluşmasını sağlar. Önceki nesillerle, sonraki nesiller arasındaki irtibat ancak bu ortak karakter sayesinde mümkün olur. Erdemli olmayan kentlerin halkının davranışları, kötü ve aşağı düzeyde olduğundan, orada yaşayanların ruh halleri de kötü ve aşağı düzeyde olur. Onlar kötü davranışlarını sürdürdükleri müddetçe, ruhi durumlarının kötülüğü de artar, sonunda psikolojileri bozulur ve sağlıklarını kaybederler.

Ruhen hasta oldukları için, hep kötü ve hastalıklı olan şeyleri alışkanlık haline getirirler, erdemli ve güzel şeylerden rahatsızlık duyarlar. Hatta bunları düşünmek bile istemezler. “Nasıl bazı hastalar, hastalıklarının farkına varmazlar, kendilerinin sağlıklı olduklarını düşünürler ve bu düşünce gittikçe güçlenerek hiç bir hekimin sözüne kulak asmazlarsa, bazı kişiler de içinde bulundukları durumun vahametini fark etmezler, hatta durumlarının çok iyi olduğunu düşünerek hiçbir önderin, öğreticinin ve doğru yol gösterenin fikrine itibar etmezler.” Erdemli kentin zıddı olan kentleri, câhil, fâsık ve sapık olarak üçe ayıran düşünür, buna nevabit dediği türedi kentleri de ekler. Nevabit terimi ile tarlada kendiliğinden çıkan ve bitkiye karışan diken ve benzeri yaban otları gibi zararlı bitkileri kasteder. Türedi topluluklar erdemli kentin içinde kendiliğinden oluşan behimi (hayvan) tabiatlı topluluklardır. “Behimi (hayvan) tabiatlı kimseler, medeni olmadıkları gibi, hiçbir zaman için medeni topluluklar haline de gelemezler.

Fârâbî, erdemli bir dünya kurabilmenin yolunun, erdemli bir ümmet kurmaktan geçtiğini bildirir

Aksine bunların bir kısmı evcil, bir kısmı vahşi hayvanlar, bir kısmı da canavarlar gibi yabanidir. Hatta içlerinde dağınık biçimde veya toplu olarak yaban hayvanlar gibi kırlarda barınanlar ve kalanlar bulunduğu gibi, kentlerin yakınında barınanlar da bulunur. Keza içlerinde sadece çiğ et yiyenler, kırlarda otlarla beslenenler ve yırtıcı hayvanlar gibi avlananlar da vardır.” Dipnot

1- Daha geniş bilgi için bakınız, Bir Medeniyet Düşünürü Farabi, 85 vd.,İstanbul Uluslar arası Medeniyet Araştırmaları Merkezi (MEDAR) yayıları, Ankara 2016.

7


NEREDE ŞAM-I ŞERİF, NEREDE HALEBU’Ş-ŞEHBÂ ?

Bir zamanlar Bilad-i Şam diye bir bütün vardı, sonra parçalandı. “Bu ne biçim baş bağlamak, her gün bir yana düşer” türküsü misali, Beyrut-Lübnan bir yana, Filistin, Ürdün başka bir yana, Şam-Suriye ise öbür yana düştü ve olan oldu. Prof.Dr.Zekeriya KURŞUN*

*T.C.FSMVÜ

sayı//29// aralık 8

3 yıldır kimilerine göre Ortadoğu ve Kuzey Afrika, kimilerine göre de eski Osmanlı Coğrafyası veya modern Arap dünyasında dolaşıp duruyorum. İster mesleki merak, ister gezme sevdası deyin ayağımızın değmediği, mamur, harabe diyar; ıssız sahra, çöl kalmadı sayılır. Hoş bizim gezdiğimiz tarihler ne Fırat kenarındaki kurt-kuzu hesabını yapan Hz. Ömer, ne sosyal adaletin terazisini tutturan Harun-i Reşid gibi yöneticilerin ne de şefkat ve kahrı dengeleyerek istikrarı sağlayan Osmanlı sultanlarının asırları değildi. Sokaklarında da akıl ile gönlü birleştiren Hasan-i Basrîler, “neyleyim dünyayı aşk olmayınca” diyebilen Behlül Daneler, “Hakka ve aşka yeni mana katan” Arabîler yoktu. Evliya Çelebi de dostlarıyla birlikte çoktan unutulmuştu. Yoktu, unutulmuştu ama yine de, her tarafta izlerine rastlamak mümkündü onların. Son iki yüz yıldır -hele son yüzyıldır- bu coğrafyanın rahatı kaçmıştı. Daha doğrusu kaçırılmıştı. Liderleri emanet, halkı ise aidiyet duygusundan uzaklaşmış adeta “beyne’ssemâi ve’l-arz” muallakta yaşayan bir yığına dönmüştü. Ve fakat saydıklarımızın izleri mevcuttu ve onların adını anarak veya izlerinin kırıntılarını takip ederek bu güvensiz ortamda bile güvenle gezmek mümkündü. Bir zamanların barış yurdu, Daru’s-Selam Bağdat’ı, ilim irfan yuvası Bilad-i Şam’ı, Ümmü’d-dünya Kahire’yi adımlamak daha yakın zamanlara kadar bugünkü gibi korkutucu değildi. Bir zamanlar Bilad-i Şam diye bir bütün vardı, sonra parçalandı. “Bu ne biçim baş bağlamak, her gün bir yana düşer” türküsü misali, BeyrutLübnan bir yana, Filistin, Ürdün başka bir yana, Şam-Suriye ise öbür yana düştü ve olan oldu. Her şeye rağmen Şam, İstanbul kadar sevimli geliyordu bana, Emevileri tenkit etsek de Emeviye Camisi, Selimiye’si, Süleymaniye’si, Muhiddin-i Arabi’si, kendileri Türk ama Arap’tan fazla Araplara hizmet eden Azmzadelerin sarayı ve Hamidiye çarşısı hep aynı rengi aynı ahengi ile insana başka bir güven veriyordu. Cebel-i Kaysun’dan Dımaşk’a bakmak; yanındakilere şiirler fısıldayanları seyretmek, çoğu Türk olan Kürd mahallesini adımlamak, sokaklarda, mahalle aralarında ucuz Fenerbahçe-Galatasaray formaları ile maç yapan çocukları seyretmek ne de anlamlı idi o günlerde.


Durumu iyi olanların ve yabancıların rağbet ettiği Salihiye semtinde yorgunluk molası verip başka yerde tadına varamayacağınız naneli limon, ya da akşamüstü hiç tanımadığınız gençlerin dikenli incir partisine iştirak etmenin tadı unutulur mu hiç. Sabah uyandığınızda fatırıyye ve hiç pahasına karışık meyve suyu bulacağınızı bilmek, Ebu Kemal’de soğan çorbasını düşlemek insana huzur veriyordu. Şam çarşılarında, ipekler, şallar, sedefçiler, kakmacılar, oymacılar sizi adeta sizden alıp ihtişam ve kaşaneler asrına taşıyordu. Renk renk değildi insanları ama, yüzlerinden ve duruşlarından her birinin kendine has dünyası olduğunu anlıyordunuz. Müslümanını, Hristiyanını, hatta belli olmasa da Yahudisini, inci satan Ermenisini; Seyyide Zeynep’te Şiisini, Suveyde’de Dürzisini, Lazkiye’de Nusayrisini, Arabını Acemini, Çerkezini vs. hülasa her cinsini görüyordunuz ama asla ürkmüyordunuz. Dünyanın özeti idi Şam. İnsan ne Eski Busra’ya, ne Müzeyrib’e ne de Hama, Hums veya Halep’e, İdlib’e gitmek istemiyordu adeta. Fakat buraların da cemali, vefası dostluğu ve insanlığı bir başka idi. Tadı damağında bırakmak, lafı yerinde kesmek gerekiyor. Anlatırız buraları da elbette. Hele “ba’de harabi’l-Basra” bir kere daha görmek nasip olursa anlatmak müstehaptan vacip hükmüne döner. Ama bir iki laf daha etmek lazım hitam-i kelam kabilinden. Ne oldu da kısa zamanda kan gölüne döndü bu diyarlar. Ne oldu da o tarihi eserler ve mekanlar küstü aleme; ne oldu da o gülen yüzler değişti, dost-düşman ayırt edemez hale geldi; ne oldu da aşk, sevda diyarı, geçmişte ilim irfan yatağı, kızıl deryaya dönüştü? Vardır hepimizin bir cevabı elbet. Ama geçmişi geri getirmek mümkün olacak mı acaba?

Tarihin en eski şehirlerinden en renkli diyarlarından ve Türklerin ilk anayurtlarından olan Halep aylardır kan ağlıyor. Kör siyasetin, dünyevi rekabetin, yanlış kararların ve nihayet zalim dünyalıların yüzünden masum çocuklar, kadınlar, yaşlılar ve hemen herkes kan ağlıyor Zekeriya Aleyhisselam’ın Halebinde, Halid b. Velid’in şehrinde, Evliya Çelebinin cevelangâhında. Ulu camiler, saraylar, hanlar, çarşılar, bedestenler aşık çeşmeleri, renkli kumaşlar, altın zîbalar, elmas, yakut, zümürrüd ve kehribarlar diyarında baykuşlar öter oldu.

Tarihin en eski şehirlerinden en renkli diyarlarından ve Türklerin ilk anayurtlarından olan Halep aylardır kan ağlıyor.

Selçuklular, Eyyübiler ve Zengiler döneminde altın çağ yaşayan, Osmanlılar ile taçlanan bu şehre bir kere daha sevinç, surûr gelir mi? Uzak diyarlardan, Anadolu’dan, Yemen’den Hint’ten ve hatta Avrupa’dan Halep’in hasreti ile yola çıkanların özleminden ve nihayet vuslatından neş’et eden mısralar bir daha yazılabilir mi bilinmez ama bizim, bizlerin, varsa İslam aleminin ve bütün dünyanın tarihinde kara bir leke olarak kalacaktır bu günler. Bundan böyle bütün dünya bir araya gelse geri döndürebilir mi masum çocukların gözyaşını, dindirebilir mi saf ve temiz anaların acısını, güldürebilir mi ağlayan gönülleri? Bu yüzden her nerede iseniz hangi çağda yaşıyorsanız eski Şam’da kalın eski Halep’te kalın. Aşık Garip’in sözleriyle hoşça kalın. İşte geldim gidiyorum Şen kalasın Halep Şehri Çok nân u ni’metin yedim Helâl Eyle Halep Şehri Not: Yazının ilk şekli www.zekeriyakursun@ com sitesinde yayımlanmıştır. 9


BUZDAĞININ

GÖRÜNMEYEN GÖVDESİ Motorlu araçlar, egzos gazlarıyle, kentlerin havasını kirletmekle kalmıyor; aynı zamanda sayıları yıllara göre katlanarak arttığı için, kent ulaşım sisteminin altüst olmasına da yol açıyor. Kentlerde gittikce hız ve yoğunluk kazanan trafik , kentiçi ulaşımı güçleştirmenin yanında, doğurduğu gürültü ve tedirginlikle , insanların sağlığını da olumsuz yönde etkiliyor. Prof.Dr.E.Nazif GÜRDOĞAN*

*T.C. Maltepe Üniversitesi

sayı//29// aralık 10

eryüzünün kaynakları Cennet’ te olduğu gibi, tükenmeyecek kadar bol olsaydı; değişik ürün ve hizmetlerin üretimi ve tüketimi, üretimde uygulanacak teknoloji ve tüketicilerin tercihlerinin, ekonomik açıdan fazla bir önemi olmayacaktı. Tüketicilerin istediği hiçbir ürün ve hizmetin kıtlığı çekilmeyecek, üretici ya da tüketici, kazancını ya da yararını en üst düzeye çıkarmak için, sonu gelmez bir üretim ya da tüketim yarışına girmeyecekti. Dünyada kurum ve kuruluşların, üretimde kullandığı kaynaklar sınırsız olmadığı gibi, ihtiyaçlarını gidermek için, tüketicilerin gelirleri de bitmez tükenmez değildir. Bu yüzden, üreticiler hangi üründen ne kadar ve nasıl üreteceklerini, tüketiciler de değişik ürünlerden ne ne zaman, ne kadar tüketeceklerini belirlemek zorundadır. İnsanlar tarihin ilk çağlarından beri, bu sorunla karşı karşıya geldiler. Dünyanın büyük bir bölümünde, üretilecek ürünler, üretim miktarları ve üretimde uygulanacak teknolojinin seçimi, değişik tüketim ürünlerin fiyatları , pazar mekanizması tarafından belirlenir. Pazar mekanizması içinde üreticiler karlarını, tüketiciler de tatminlerini , en üst düzeye çıkarmak için, duygulardan arınmış rasyonel bir biçimde acımasızca yarışını. Pazar mekanizması içinde tek tek kişilerin akılcı davranarak kazançlarını büyütmeye çalışmaları, klasik iktisatçılara göre, aynı zamanda toplumun da yararınadır. Gerçek hayatta pazar mekanizması kusursuz işlemediği gibi, üretim ve tüketim faaliyetleri, özel ve sosyal çevrede, ticari maliyetler içinde hesaba katılmayan, oldukça olumsuz dışsal etkiler doğurur. Toplumda insanların özel ve sosyal çevrelerinde, ortaya çıkan istenmeyen etkilerin başında çevre kirlenmesi gelir. Başka bir deyişle, çevre kirlenmesi bir üretim ya da tüketim faaliyeti sonunda ortaya çıkar. Sanayi dallarında yapılan üretim; dünyanın her yerinde tüketicilerin sahip oldukları taşınır ve taşınmaz varlıklarında,değişik biçimlerde kirlenmelere yol açar. İnsanların üretim ve tüketimleri sonucu ortaya çıkan artıklar ve atıklar, parklar, yollar, göller, nehirler, denizler ve hava gibi özel çevreyi de içeren ve toplumun bütün kesimlerinin paylaştığı sosyal çevreyi büyük ölçüde kirletir. Kirlenen hava, sular ve topraklar, insanların sağlığıyla birlikte, yeryüzündeki bütün canlıların varlığını tehdit ediyor. Motorlu araçlar, egzos gazlarıyle,


kentlerin havasını kirletmekle kalmıyor; aynı zamanda sayıları yıllara göre katlanarak arttığı için, kent ulaşım sisteminin altüst olmasına da yol açıyor. Kentlerde gittikce hız ve yoğunluk kazanan trafik , kentiçi ulaşımı güçleştirmenin yanında, doğurduğu gürültü ve tedirginlikle, insanların sağlığını da olumsuz yönde etkiliyor. Trafik sorunları dünyanın her ülkesindeki büyük kentlerin yönetiminde , gündemlerin ilk sırasında yer alıyor. Kağıt, çimento ve kimyasal madde üreten fabrikaların çıkardığı baca gazları, tozlar ve endüstriyel artıklar, havayı, bitki örtüsünü ve suları kirleterek, tarımı ve sulardaki canlı hayatı yok ediyor.Çevre kirlenmesi, Çernobil nükleer enerji santralındaki kazada olduğu gibi, uluslararası bir boyut kazandı. Kaza Ukrayna’da oluyor; ancak etkileri, komşu ülkelerden başlamak üzere, bütün dünyada görülüyor. Meyvalar, sebzeler ve denizlerdeki balıklar radyoaktif madde taşıyıcıları haline geliyor. Çevre sorunlarına sağlıklı çözümler bulmak için, her şeyden önce bilim ve teknoloji politikalarında köklü paradigma değişikliklerine gitmek gerekir. Seküler kültürle yoğrulan insan, içinde yaşadığı tabiata karşı hiçbir sorumluluk taşımıyor. Bilim ve teknolojide amaç, doğal kaynakları endüstriyel ürünlere dönüştürmek değil; ekonomik, siyasal ve külterel hayatın uyum ve düzenini altüst etmeden tabiattan yararlanmak olmalıdır. Tabiat dağları, denizleri ve ovalarıyla,endürtriyel üretime bedelsiz hammadde sağlayan, devasa bir doğal kaynak deposu değildir. Bütün insanlığın ortak kaynakları olan gökyüzünden ve yeryüzünden yararlanmanın bir bedeli vardır.Bilimsel ve teknolojik gücü ne kadar büyük olursa olsun, dünyada hiç bir ülke ortak kaynakları , hiç bir sorumluluk taşımadan yararlanma hakkına sahip değildir. Tabiata olan bakış açısı, ister ona sahip olma, isterse onu değiştirme olsun; bilim ve teknolojinin amacı,tabiatla savaş içinde olmak değil,tabiatla barış içinde olmaktır. Tabiatla savaş içinde olan insanla bariş içinde olmaz.Tabiata düşman olanın , insana dost olması beklenme . Doğal hayatın uyum ve düzenini altüst edenler,özel ve sosyal çevrenin dengesini yerle bir eder. Sosyal çevre özel çevrenin, özel çevre sosyal çevrenin güvencesidir. Pazar mekanizması içinde havanın, oluşmuş bir fiyatı yok diyerek, hiç kimse gökyüzünü maliyeti olmayan, bedava dağıtılan bir doğal ve ortak kaynak olarak göremez. Ekonominin anayasası, “arz ve talap

yasası” ise ana yöntemi de “nimet ve külfet analizi”dir. Tabittan alınan her kaynağın bir bedeli vardır. Kim tabiatın kaynaklarından ihtiyacından daha fazlasını alırsa, ister farkında olsun, isterse farkında olmasın er ya da geç en büyük bedeli öder. Kutsal kültürle bağlarını koparan ,seküler kültürün bilim ve teknolojinin oluşturduğu paradigmada tabiat, sıfır maliyetli bitmez, tükenmez ürünlerle dolu bir mağazalar zinciri olarak görülüyor. Seyit Hüseyin Nasr’ın “İnsan ve Tabiat” kitabında vurguladığı gibi, seküler insan, tabitata kendisinden yararlandığı, ancak kendisine karşı hiç bir sorumluluk taşımadığı bir sokak kadını gibi davranıyor. E.F.Schumacher’in sözleriyle tekrarlanırsa, bilim ve teknolojinin misyonerleri, üreticiler ve tüketicileri yedeklerine alarak, “yenilenemeyen yeryüzünün doğal kaynakarını, sonu gelmez yapay ihtiyaçlar ve sınırsız isteklerle, sorumsuzca tüketerek yaptıkları fiziksel üretimi kazanç sayıyor”. Oysa bilim ve teknolojinin bütün dünya üniversitelerine dağılmış yorulma bilmez uzmanları, insanlığın gelecek kuşaklardan ödünç aldıkları ortak doğal kaynakları, sorumsuzca tüketerek, Kıyamet’e giden yolu kısaltmaya çalışıyor. Çevre sorunlarını en alt düzeye indirmek, hayatın kalitesini yükseltmek ve dünyayı yaşanır kılmak için, önümüzdeki yıllarda insanlar; daha az bina, daha az araba, daha az bilgiyayar, daha az akıllı telefon ve daha televizyonla yetinmek zorundadır. Kim ne derse desin, çevre sorunları önünde ya da sonunda bir üretim ya da tüketim faaliyetinin sonucunda ortaya çıkar.Tüketim düzeyini düşürmeden, çevre sorunlarının üstesinden gelmek mümkün değildir. Görünen ve görünmeyen kısımlarıyla, büyük kirlenme buzdağını elinin emeğinden, gözünün nurundan, alnının terinden daha fazlasına göz dikmeyen insanlar eritir. Bütün insanlık “Yokluğa yerinmeyen varlığa sevinmeyen “ Yunus’un şiirleriyle yoğrularak, ürettiğinden daha fazlasını tüketmezse, insanla birlikte çevre de korunur. Dünyada herkes tükettiğinden daha fazlasını üretmesini öğrenmelidir. Tüketirken “Bir hırka bir lokma” tüketmesini başaramayanlar,”Tüketiyorum öyleyse varım” diyenler, çevreyle birlikte kültürel kirlenmeyi de akıl almaz boyutlara taşır.Hem çevresel hem de kültürel kirlenmenin arkasındaki ana ve baş sorumlu tüketimi baş tacı edinen açgözlü insandır. İnsan topraktan geldi yine toprağa dönecek. Açgözlü insanın gözünü yalnızca toprak doyurur. 11


DÜNYANIN KÜLTÜRÜNÜ BİR ŞEHİRDE YAŞAMAK -ikiİstanbul’un fethinden sonra yaptırılan ilk büyük külliyenin merkezindeki cami için Fatih, şehrin ortasındaki bu yüksek tepeyi seçmiştir. Mehmet Kâmil BERSE

II. Mahmut zamanında Asakir-i Mansuriye-i Muhammediye karakolu olarakyapılan bugünkü Fatih Müftülüğü binası.

sayı//29// aralık 12

ünyanın Kültürünü bir şehirde bulmak, bu dünyadaki her millete her şehre nasib olmaz.. İstanbul ve Fatih yada özel adı ile Dersaadet bu muhteşem buluşmanın merkezi.. Dersaadet’in, Dünyanın kültürünü taşıdığı sokaklarda tarihin izini takip ediyoruz…Fetihten hemen sonra Ortodoks patrikliğine tahsis edilmişken çok harap bir halde olan bu On İki Havari Kilisesİ'nde barınamayan patriğin 1455'te başka bir yere taşınmak istemesi üzerine, Fâtih Sultan Mehmed ona diğer bir kiliseyi bağışlayarak buranın yerini kendi adına yaptıracağı külliyeye tahsis etmiştir. İstanbul’un fethinden sonra yaptırılan ilk büyük külliyenin merkezindeki cami için Fatih, şehrin ortasındaki bu yüksek tepeyi seçmiştir. Fatih Camii ile ilgili tarih içinden bazı bilgilerden sevgili Süleyman Zeki Bağlan hocanın çokça anlattığı dedesinden duyduğu hikayeyi burada kayda geçirelim:” Hareket ordusu İstanbul’a geldiğinde bir gurup askerin Fatih Camiine yöneldiğini, saldırdığını ve tüfeklerle caminin girişine ve dış duvarlarına ateş ettiklerini, Camiye isabet eden mermi izlerinin son yıllara kadar belli olduğunu ,restorasyon çalışmalarında bunların temizlendiğini Süleyman hoca heyecanla anlatır..” Fatih Camiinin asırlardır Osmanlı Medeniyetine eğitim yolu ile hizmet veren bir mekan olduğunu biliyoruz..İstanbul’un en muhafazakar semtinde, Cami asırlardır asli hizmetini sürdürmüştür. Bir hayli yazma levhanın bulunduğu mabed, bu yönden artık tamamen fakirleşmiştir. Müezzin mahfilindeki büyük ebaddaki tablo(133x204 cm) şöyle görülüyor. Sol taraf en üstte Kûfî hat ile Ravza-i Mutahhara ve Medine, onun altında dünyanın ortasında Kâ’be-i Mu’azzama, Mekke ve Osmanlı Kalesi, alt ortada uzaklardan gelen küçük ebatta Hicaz demiryolu ve şimendifer’i hareket halinde canlandırılmış, sağ yarısında ise mehtapta Yıldız Sarayı Seyir Köşkü’nden Yıldız Hamidiye Camii, Marmara Denizi, sağda Ayasofya ve Sultan Ahmed câmileri, solda da Üsküdar resmedilmiştir. Sol en alt tarafta ressamın Ta’lik hat ile şu yazısı vardır: “Fi 27 Ramazan-ı mübâreke sene 1323. Meşîhat-ı Ulyâ Mektûbî Kalemi hulefâsından Mîmârzâde Mehmed Alî.” Bu zat Şeyhülislâm Mustafâ Sabri Efendi’nin dâmâdıdır. Kaydın üzerindeki üç satır silinmiştir.


Mustafâ Sabri Efendi’nin Fâtih Çarşamba’daki evinden Malta’da eskiciye düşen bu levhayı bir hanımefendi tek altına satın alıp evine götürürken, cemaâtten biri tarafından fark edilip camiye vakfedilmesi sağlanmıştır. DÂRU’L KURRÂ: Şeyhü’l İslâm Sa’dî

Çelebi’nin (v.1538) Dâru’l Kurrâsı Akdeniz medreseleri, Ayak Kurşunlu Medresesi’nin güneyinde ,bugünkü Malta Çarşısı taraflarında Mimar Sinan tarafından yapılan bir binadır. Cephesi,Fatih Malta Çarşısı’na bakar.Bu tarafı iki katlı olup alt katında üç dükkan vardır. Bulunduğu mıntıkaya “Küçük Karaman” denir. Fatih Camii’nin bahçesine açılan giriş cephesi ise tek katlıdır. Fatih devrinden çok sonra K’anuni devrinin Şeyhü’l İslâmı İbn Kemal’in (14681533) yerine gelen Sahn-ı Semân Müderrisi Sa’dullâh Sa’di Çelebi tarafından (v. 1538) Mimar Sinan’a yaptırılmıştır. Fatih külliyesi ile uyum içerisindedir. Sa’di Çelebi’den itibaren yetmiş senelik bir kesinti ile beraber dört yüz seneye yakın bir zamandır bu Dâru’l Kurrâ’da Kur’ânı Kerim tilavetine devam edilmektedir. Gönenli Mehmet Efendi’nin (v.1991) himmeti ve Müftü Hâki Demir’in çalışmaları ile bina ihya edilmiştir. Yeniden 1989’da eğitime başlanmıştır.

TÜRBE: Fatih’e ait olan türbe, caminin kıblesindedir. 1766 depreminde zarar gören bina tamir edilmiştir. 1782'deki Cibali yangınında halkın yangından kurtardığı eşyalarını cami avlusuna yığması yüzünden buraya sıçrayan ateş türbeyi de sarmış, türbenin içi bütün eşyası ve sandukası ile birlikte yanmıştır. I. Abdülhamid tarafından türbe tamir ettirilmiş, yenilenen kapı söveleri üstüne 1199 (1784-85) tarihli bir kitabe yerleştirilmiş, yeni sanduka ise bir Kabe örtüsüyle örtülmüştür. Sultan Abdülaziz de 1282’de (1865-66) türbeyi tamir ettirerek iç süslemesini yeniletmiştir. Son onarımlar Mehmed Reşad zamanında (19091918) ve 1952-1953 yıllarında yapılmıştır. Yaygın bir görüşe göre Fatih’in kabri cami mihrabının altına kadar uzanan bir dehlizin nihayetindedir. tezyinatı yenilenmiş, 19521953 senelerinde tekrar elden geçirilmiş, ziyarete açılmıştır. Dış mimari açısından Türk sanatına uygun görülmektedir. Fâtih Türbesi Türk edebiyatına, Tâcîzâde Cafer Çelebi'nin 1493'te yazdığı Hevesnâme'deki "Sıfâtı Mezârı Sultân Mehemmed" adlı manzum parça ve Abdülhak Hâmid'in 1877'ye doğru yazılarak ancak 1909'da yayımlanan "Merkadi

Malta Çarşısı köşesinde II. Mahmut Sebili

Fâtih'i Ziyaret" adlı şiiriyle girmiştir. Bu şiirin, devrin iyi bir hattatına yazdınlarak şaire de imzalatılan kopyası I. Dünya Savaşı'nda törenle türbeye konmuştur. Şair Abdülhak Hamid’in “Merkâd-i Fatih’i Ziyâret” şiiri levha şeklinde türbede asılıdır. Şair Abdülhak Hamid' in şiirini hatırlayalım; Merkad-ı Fatihi Ziyaret Her Kuşesinde dehrîn nâmı bekaa nisârın Şayestedir denilse âlem senin mezarın. Kaldın cihanda bir ân, her ânın oldu bir devr Müiki ezeldi güya tahtında hemcivârın. Sensin ol padişeh ki bu ümmeti necibe Emsâr bahşişindir, ibhâr yadigârın. Bir dem yüzün gülünce âlem bahar olurdu Misli küsûf her câ, zahirdi iğbirarın. Bir yıldırımdı nîzen peyveste ka'rı hâke Bir bürci Haknümâdır, ermiş göğe mınann. Her dem sana açıktır ebvâbı arşı Rahmet Türbendir en azîmi fethettiğin diyarın. İster idin ki olsun düşmenle yâr yekdil Devrân idi rakibin, Allah idi nigârın. Açtı sana cenahın cananı sermediyyet Etti anı derâğuş cânı cihansipârıni. Metninde şairâna ilhamlar gerektir Tarifi yerde bitmez arşa çıkan kibarın.

Mustafâ Sabri Efendi’nin Fâtih Çarşamba’daki evinden Malta’da eskiciye düşen bu levhayı bir hanımefendi tek altına satın alıp evine götürürken, cemaâtten biri tarafından fark edilip camiye vakfedilmesi sağlanmıştır.

KÜTÜPHANE: Külliyenin bozulmuş ve

kitapları dağılmış bir kütüphanesi vardı. XVII. Asırda caminin kıble tarafına bitişik kubbeli bir kütüphaneyi Sultan I. Mahmud Han yaptırmıştır. mKitapların nemden zarar görmemesi için altında bir mahzen bulunur. Zamanın tahribatı ve ilgisizlikten, bina tehlike arz edince tamirat mesele haline gelmiştir. Burada Fatih’in bizzat okuduğu kitaplar ve I. Mahmud’un vakfettiği eserlerle birlikte toplam olarak 6006 yazma ve 3264 matbu eser Süleymaniye Kütüphanesi’ne nakledilmiştir. Restorasyonu biten kütüphane binası bir toplantı salonu olarak tefriş adilmiştir. 13


Sa’di Çelebi’den itibaren yetmiş senelik bir kesinti ile beraber dört yüz seneye yakın bir zamandır bu Dâru’l Kurrâ’da Kur’ânı Kerim tilavetine devam edilmektedir.

MEDRESELER: Sahnı seman medreseleri, Edirnekapı'ya doğru Baş Kurşunlu, Baş Çifte Kurşunlu. Ayak Çifte Kurşunlu, Ayak Kurşunlu medreseleri diye adlandırılıyordu. Bu eğitim yapılarının her biri on dokuzar hücre ve birer büyük kubbeli dershane mescidden oluşmuştur. Taş ve tuğladan yapılmış olan bütün bu medreselerin ortalannda revaklı avlular vardır. Fâtih Külliyesinin medreseleri 1766 depreminde cami ve diğer müştemilât binaları ile birlikte büyük ölçüde zarar görmüş, medreseler cami ile beraber derhal onarılmıştır. Ancak Tetimme medreselerinin yıktırılmasından sonra toprak tabakasının cadde seviyesine kadar indirilmesi yüzünden Akdeniz medreselerinin yan duvarları tehlikeli duruma girdiğinden bunları kalın gergi demirleriyle destekleme gereği duyulmuştur. Fâtih Külliyesinin ayakta kalabilmiş sekiz büyük medresesi, 1955'ten itibaren zaman zaman Vakıflar İdaresi tarafından büyük ölçüde onarılarak öğrenci yurdu halinde kullanılmaktadır. KERVÂNSARAY: Bugünkü Fatih Postanesi’nin karşısında bulunup “Deve Hanı” olarak da anılıyordu. 1980’lere kadar boş arsa olarak dururken, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nce ihya edilmiştir. Şu an burası muhtelif dükkânlarla hizmet vermektedir. Arazinin yüksek bir yerinde inşa edildiğinden binanın altında ayrıca bir kervansaray yapılmıştı. Arslanhane sokağın inişte sağ tarafını teşkil eden yüksek duvarların arkasında ise aslında Kervansarayın ahır kısmı olarak kullanıldığını biliyoruz..zamanla bu fonksiyondan uzaklaşınca yüksek duvarlı bu ahır mahseninin içi toprakla doldurularak mukavemeti sağlanmaya çalışılmıştır.. Arslanhane sokakta benim Annem tarafından bir akrabam vardı. Rahmetli Kırımlı Mehmed amca. Bu sokakta otururdu, evinin girişinde bir dükkan uzun yıllar kahvehane olarak işletilmişti. 1970 li yıllarda ise bu mekanda Çibörek dükkanı açmıştı, vefatına kadar bu işine devam etti..Bu dükkanın bir hikayesi vardı, anlatmamız gereken Fatihten Kırım’a bir kurtuluş öyküsü ; İkinci Dünya Savaşı yılları... Almanya, 1941’de Kırım’ı işgâl etmeye başladı. İşgâl sırasında Almanlar bir kısım Kırım Tatarı'nı esir aldı, bazı Kırım Tatarları da Sovyet baskısından kaçmak için Almanya'ya gider. Kırımlılar, Almanya’daki kamplarda savaş bitene kadar zor şartlar altında çalıştılar. Almanya’nın işgâliyle sonuçlanan savaşın ardından Sovyetler Birliği, Alman kamplarında kalan Kırımlıları

sayı//29// aralık 14

geri istedi. Al cezire tv ye mülakat veren Bilkent Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Hakan Kırımlı ; o dönemde Sovyetler Birliği'ne iade edilmenin Kırımlılar için ölümle eşdeğer olduğunu anlatıyor: “Sovyetlerin eline düşmek demek ölüm demekti. Çünkü aldıklarında ya o anda öldürüyorlardı ya da çok şanslı olursa Sibirya gibi yerlere, ağır çalışma kamplarına gönderiyorlardı. Ölmek mi daha iyi, hayatta kalmak mı? Korkunç şartlardı. Orada insanlar Sovyetlerin eline düşmemek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Amerikalılar ve İngilizler, Sovyetlerle anlaştıkları için önce bir kısım Kırımlıyı iade ettiler. Daha sonra durduruluyor iadeler. İade edilenlerin durumu korkunç tabii.” Tatarlar, Sovyetler Birliği'ne dönmek istemiyordu. Büyük kısmı Türkiye’ye gitmek istedi. Ama Türkiye'ye gidebilmeleri her zaman kolay olmuyordu. Tarihçi Hakan Kırımlı o dönemi şöyle anlatıyor: “Kamplarda sağ kalan Tatarlar 1945’ten 1948 yılına kadar Avrupa’daki Türk elçilikleri vasıtasıyla Türkiye’ye müracaat ettiler. Bir kaç Türk diplomatın gayretiyle ki biri daha sonra Dışişleri Bakanı olacak Haluk Bayülken’dir. O dönem oralarda memurdur. Onun yardımlarıyla Türkiye’ye gelenler oldu. Ancak her elçilikte böyle insanlar yoktu. Türkiye’de yakını olma şartı ileri süren elçilikler oldu." Bu durum Türkiye’de o dönem Kırımlıların buluştuğu kahvehanede duyuldu. İstanbul Fatih’te Aslanhane Caddesi’nde Hamza Göktay’ın kahvehanesi Kırımlılar arasında iyi bilinirdi. Avrupa’daki kamplardan Türkiye’ye gelmek isteyenleri öğrenen kahvehane sahibi Hamza Göktay ve arkadaşları bir ekip kurdu. Kamplarda isimlerini öğrendikleri kişilerin akrabalarıymış gibi onlara mektuplar yazdı. Bu yazışmalar bir kaç yıl sürdü. Akrabaları olduğuna kanıt olarak bu mektupları gösterenler Türkiye’ye geldi. O kahvehanede mektup yazanlardan biri de Cafer Gülümoğlu’ydu. Gülümoğlu’nun torunu Süleyman Akçura, dedesinin o günlerde tuttuğu defteri hâlâ saklıyor. Defterde tutulan notlarda, kimlerle, hangi dönemlerde yazışıldığı ve durumları yer alıyor. Süleyman Akçura o defteri şöyle anlatıyor: “Kırım Türklerinin muhacerat hayatını ve sürgün dönemini anlatan bir belge elimizdeki. Fatih Aslanhane Caddesi Numara 8’de Hamza Göktay’ın kıraathanesinde, dedem Cafer Gülümoğlu ve Hamza Göktay tarafından oluşturulan Kırım Türk Cemiyeti'nin ilk temelleri diyebileceğimiz bir kayıt bu. Meselâ


Türkiye’deki akraba ve adresleri var. Cafer Gülümoğlu ve Hamza Göktay ile ne zaman irtibata geçtikleri yazıyor. 46 yılından 48’e kadar yaklaşık iki sene Türkiye’ye gelmeleri için irtibat sağlanmış. Sonra da Türkiye’ye gelmişler.” Defterde 61 sıra numarası var. Yani 61 aile. O kahvehaneden yazılan mektuplar sayesinde toplam kaç kişi geldiği belli değil. Tarihçi Hakan Kırımlı, bu defterde ismi olanlardan çok daha fazla Kırım Tatarı'nın Türkiye’ye geldiğini anlatıyor: “61 aile o defterde kaydı olanlar. Onun dışında yüzlerce kişi o kahvehanede kurulan irtibatlarla ya akrabasını buldu ya işi çözüldü ve geldi. O, görünen olay.” Kırımlı Hamza Göktay'ın Fatih'teki kahvehanesinin yerinde şimdi bir giyim mağazası var. Türkiye’ye ulaşan Tatarlar ise kendilerine yeni bir hayat kuruyor ve birbirleriyle ilişkilerini koparmıyor. Rahmetli Mehmet amcamızın sahibi olduğu ,Hamza Göktay'ın kahvehanesinin yerinde şimdi başka bir dükkân var. Sahipleri ise o çatı altında kurtarılan hayatlardan habersiz.... Arslanhane sokağı Fatih Camiinin aslında bir protokol sokağıdır…Bütün cenazelerin giriş çıkış bağlantı yolu burasıdır.. Adından mülhem burada bir arslan beslenen mekan olması ihtimali vardır. Ancak oradaki deve ve at ahırı dışında bir kayda rastlayamadım kaynaklarda…ihtimaldirki , bir arslan beslendiği düşünülebilir..Bu mahallenin adı ise Kirmastı mahallesidir…Fatih Belediyesinin adını değiştirene kadar böyleydi.. Hadikanın kaydına göre mahalle adını Fatih Cami civarındaki Kirmasti Mescidi’nden almaktadır. Mescidin banisi ulemadan Yusuh Efendi bin Hüsrev’dir. Mutavvel kitabına haşiye yazmıştır ve veciz adında bir kitabı daha vardır. H. 912’de vefat etmiştir. Kabri Velizade Mektebi avlusundadır. (bugünkü din grevlileri lokali) Osmanlı Müellifleri Kitabı Bursalı Mehmet Tahir Efendi’ye göre bu zat Yusuf Efendi bin Hüseyin olup ünlü Hocazade’nin talebelerinden ve Bursalı Kirmastili bir alimdir. Müderrislik ve kadılık yapmış olup yirmiyi aşkın eseri vardır. Bu kayde göre Hicri 920’dir. Yusuf Efendi Bursa Kirmastili (bugünkü Kemalpaşa ilçesi) olup yaptırdığı mescit ve mahallesi olarak anılmıştır. Mescit Fatih Yangını’nda yanmış olup 90’lı yıllarda apartman yapılmıştır. Vakıf tahrir defterlerinde cami banisinin ismi Yusuf Sinanide olarak da geçmekte ve bu şekilde “(vakfı merhum Mevlana Sinanüddin

Fatih Müftülüğü binasındaki Kitabe

Eş-şehir bi Kirmesti)”şeklinde kaydedilmiştir. Fatih Camiinin külliye alanı içinde çevresinde ve dışında tarih boyunca , bu külliyenin ruhuna uygun yapılar, ihtiyaç duyuldukça sultanlar tarafından yaptırıldı..Daha çok Sultan II.Mahmud’un yaptırdığı yapılara rastlıyoruz..

Bu dükkanın bir hikayesi vardı, anlatmamız gereken Fatihten Kırım’a bir kurtuluş öyküsü

FATİH MÜFTÜLÜK BİNASI: Bugün Fatih Müftülüğü binası olarak kullanılan yapı Sultan II.Mahmud tarafından yaptırılan yapılardan biridir. Fatih Camii avlusunun Malta Çarşısı’na açılan Börekçiler Kapısı yanında bulunan bina, 1832 yılında Asâkir-i Mansûre’ye karakol olarak yaptırılmış. Bir ara askerlik şubesi olarak kullanılan binada askerlik yoklamasını yaptırdığım bina olarak hayatımda özel bir yeri vardır. 26 Nisan 1986 yılından beri Fatih Müftülüğü olarak hizmet veriyor. Karışık bir uslûbla inşa edilmiştir. Kapı üzerindeki Zivar Paşa’nın nazmettiği kitabe, sundurma önündeki kolonlar ve iki yandaki bahçe özel bir görünüm vermektedir. İki katlı binanın pencere şebekeleri basit olup, çatısı Marsilya kiremitleriyle örtü MUVAKKITHANE: Çörekçi ve Boyacı kapıları

arasında, Fatih Meydanı'na bakan bir yerde olan muvakkithâne’ nin esas binasının eskiden yapıldığı ve sık sık ahşap olarak yenilendiği bilinmektedir. Sadrazam Hacı Mehmet Paşa tarafından 1163'te (1749-50) ve III. Selim zamanında (1789-1807) tamir ettirilmiş, I918yangınında ise tamamen yanarak ortadan kalkmıştır. Fatih Camiinin Müftülük binası önündeki Malta çarşısı kapısından çıkıp Fatih Caddesi boyunca yürümeye başladığınızda, Caddeye doğru inen sokağın başında yüzüktaşı gibi bir sebil görürsünüz Malta sebili veya banîsinin adı ile II. Mahmud sebili, bugün Vakıflar zeytinyağı ve zeytin işletmelerinin satış

15


Köse Hasan efendi bol soğanlı domatesli yumurtalı menemen hazırlar odada pişirir ve sabah sabah afiyetle malta fırınından gelen sıcacık ekmekle sahanın dibini kazırdık, birde demli sabah çayı,

yeri olarak ekonomiyle hayrı bütünleştirmiş bir yapı.. EFDALZADE CAMİİ: Sebilin alt tarafında, saklı bir camiye rastlarsınız, çoğu kimse orada cami olduğundan haberi yoktur, son on beş yıl içinde restorasyonu bitti bu özel caminin.. Ben, bu camiye biraz modern tarzda yorum yapmalıyım:” Butik Cami”.. Efdalzade camii..1496-1503 tarihleri arasında ulemadan Efdalzade Hamiduddin efendi , Şeyhülislam olduğu yıllarda yaptırmış…Benim bu camiyle küçük yıllardan tanışlığım ve hatıralarım var… Rahmetli Babam, beni ve Ahmed ağabeyimi haftanın bazı günleri sabah namazını Fatih Camiinde kıldıktan sonra ,bu mekana getirirdi. Hafızamda kalan manzara şu idi; bugün caminin (Veya Mescidin) bulunduğu yer harabe hainde idi, etrafında medrese odaları vardı, ikinci kat gibi bir yere çıkardık..adını Köse Hasan Efendi olarak bildiğimiz bir muhterem kişinin kaldığı odada yer minderlerinde otururuz, gelen birkaç kişi daha oturur, Köse Hasan Efendi Kuran-ı Kerim den Kırık mana vererek meal okurdu. Bu ders, gün ışıyıncaya kadar devam eder, ardından Köse Hasan efendi bol soğanlı domatesli yumurtalı menemen hazırlar odada pişirir ve sabah sabah afiyetle malta fırınından gelen sıcacık ekmekle sahanın dibini kazırdık, birde demli sabah çayı, bu hatıra 50 yıldan daha eskidir ve bol soğanlı menemenin tadı hala damağımdadır.... Bildiğimiz, burada medrese odalarında Süleyman efendinin talebelerinin kaldığıdır. Yıllar geçti son on yıl içinde ülkedeki yenileme restorasyon faaliyetleri ile bu güzel mekanın da ihya edildi.. Son hafta içinde fotoğraf çekmek için bu mekanı gezdiğimde aynı medrese hücrelerinde Suriyeli çocuklara dersler verildiği ve çok uzaklardan gelen öksüz yetim çocuklara eğitim hizmeti verildiğini sevinerek gördüm.. Malta çarşısı artık kabuk değiştirmiş..işyerleri dükkanların çoğu el değiştirmiş , Suriyeli yeni sahipleri kendi damak tadlarına ve kendi piyasa şartlarına uygun dükkanlar açmışlar.. ŞEKERCİ HAN: Malta çarşısından, ana

cadde fevzipaşa caddesi ne inen yolun sağ tarafında devasa bir büyük tarihi yapıyı daha görürsünüz…Tarihten bize el uzatan söz söyleyen sesleri, kişileri duyarsınız burada.. Bu Dev bir tarihi yapıya selam veriniz, tarih boyunca kendini bu ülkeyi sevmeyen kişi ve bürokratların eylemlerinden kendini koruyamamış , her dönemde tarihe tanıklık

sayı//29// aralık 16

etmiş bir yapı; Şekerci Han…” Fâtih Câmii'nin yanı başındaki Malta Çarşısı'nda arz-ı endâm eden harâbeye dönmüş dev binâ, bir zamanlar gelip gidenin eksik olmadığı, ilmî, edebî meclisler kurduğu, târih sohbetlerinin yapıldığı, musiki üstadlarının fasıllar geçtiği, çay, kahve ve nargilelerin muhabbeti tatlandırdığı, hakkında filmler çekilip romanlar yazılabilecek kadar bin bir çeşit hikâyeyi koynunda saklayan,Bir zamanların Fâtih semtinin ilim ve irfan merkezi, meşhur Şekerci Han'dır. Başlangıçta 2 katlı olan, sonradan cephenin orijinalliğini bozan bir katın daha ilâve edildiği hanın yaklaşık 100 kadar odası var. Hanın bulunduğu çarşı o zamanlar tam bir ilim ve kültür merkeziydi. Bu semtin halkı da, esnafı da diğer semtlerden farklıydı. İlme öylesine önem verirlerdi ki; esnaf, günlük geçimlerini temin edecek kadar ticâretle uğraştıktan sonra günün kalan zamanını ilmî faaliyetlere ayırır, sohbet meclislerine katılır, âlimlerden müstefîd olmaya çalışırlardı. Her gün sabahtan akşama kadar dükkânın başında bekleyen pek görülmezdi Fâtih'te . Fâtih Câmii'nin gölgesindeki Şekerci Han da, irfan meclislerinin vazgeçilmez mekânlarının başında geliyordu. Bu hanın yapılmasıyla ilgili hoş bir hikâye anlatılır halk arasında: Fatih Sultan Mehmet, İstanbul'un 4. tepesine kendi ismiyle mâruf bir câmi yapılmasını ferman buyurur. Fakat evvelâ, câmi inşaatı için Anadolu'nun değişik yerlerinden gelen usta ve amelelerin kalması, inşaat malzemelerinin muhafaza edilmesi amacıyla bir han yapılır. Fâtih Câmii'nin inşâsı başladıktan sonra, bir ara çalışmaları kontrol etmeye gelen Pâdişahın (pâdişah yerine mîmar başı diyenler de vardır) bir şey dikkatini çeker: İşçilerden biri sırtına bir taş alıp, iskeleden yukarı çıkar fakat taşı yerine koymadan tekrar aşağı iner. Bunu defaatle yapınca, Sultan Mehmet işçiyi yanına çağırır ve bu davranışının sebebini sorar. İşçi, "Sultanım, der. Ben bu sabah uyandığımda yıkanmam gerektiğini gördüm. Fakat yakınlarda bir hamam yok ki yıkanıp temizleneyim. Vaktin darlığı sebebiyle de alelacele işe geldim. Zîrâ geç gelsem ücretim kesilecek. Belki de işimden olacağım. Fakat bu abdestsiz hâlimle, Allah'ın evine bir taş dahi koymaya vicdanım elvermedi. Bu yüzden çalışıyor görünsem de hiçbir iş yapmadım." İşçinin bu hassâsiyetine hayran kalan genç padişah, câmi inşaatını durdurarak, caminin yanında işçilerin konaklayıp her türlü ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri bu hanı yaptırır. Fatih Camii'nden önce yaptırılan bu


han, sonraki yıllarda "Şekerci Han" ismini alır ve 500 yıldan fazla bir zaman İstanbul'a hizmet verir. Bu bir rivâyet olsa da, 17. yüzyıl eseri özelliği gösteren bu han tarihi bir değerin ve hatıralarının yaşatılması gereken bir mekandır. ŞEKERCİ HAN'DA KALAN MEŞHURLAR:

Handa, Anadolu'dan ve devletin dört bir yanından gelen misâfirler kalıyorlardı. Sultan 2. Abdülhamid tarafından, Şehzâde Câmii'nin bitişiğindeki "Amâlar Medresesi" ne Amâlar şeyhi unvânıyla tâyin edilen Osman Kemâlî Efendi, Kandilli Rasathânesi'nin kurucusu ve ilk müdürü Fatin Gökmen Hoca, Neyzen Tevfik, Mehmet Akif, Eşref Edip, İmam Hatiplerin kurucusu Celâleddin Ökten ve Bedîüzzaman Said Nursi, bu handa kalan ve handa yapılan ilmî sohbetlerde bulunan meşhur zevâttan bâzılarıdır. BURADA KİMSEYE SORU SORULMAZ:

Birçok mühim şahsiyet gibi Bedîüzzaman da İstanbul'a ilk geldiğinde Şekerci Han'da kalmıştı. 1907 yılı sonlarında İstanbul'a gelince, yaklaşık 2 ay Ferik Ahmet Paşa'nın evinde kaldı. 2 ay sonra da Fatih'teki Şekerci Han'da kalmaya başladı. Van'da kurmayı düşündüğü üniversite için, Bitlis Vâlisi Tâhir Paşa'nın yazdığı referans mektubuyla birlikte, Sultan 2. Abdülhamid ile görüşmek üzere Yıldız Sarayı'na gitti. Fakat mâbeyn-i hümâyundaki muvazzaf paşalar, pâdişahla görüştürmediler. Hattâ bununla da kalmayıp, Şişli'de, Şekerci Han'da ve tımarhâne’den sonra atıldığı tarassuthâne’de (nezârethâne) medrese hayallerinden vazgeçirip, memleketine dönmesini sağlamak için uğraştılar. Fakat pâdişahla görüşmeden gitmemeye kararlı olan Said Nursi, sesini duyurmak ve pâdişahın dikkatini çekmek maksadıyla, sultana yazdığı mektubunu gazetelere vermiş, kaldığı Şekerci Han'daki odasının kapısına da "Burada her soruya cevap verilir, kimseye soru sorulmaz" yazmıştı. NEYZEN TEVFİK ŞEKERCİ HAN'DA

Şekerci Han'ın evvelâ müdâvimi sonra misâfiri olan bir başka mühim şahıs da Neyzen Tevfik'tir. İçki müptelâlığı had safhada olduğu günlerde bir tedbir olarak yerleştirilmişti Mehmet Akif tarafından hanın bir odasına. Hattâ bir ara içkiye tevbe edip ibâdete niyet eden Neyzen çok geçmeden, yapamayacağını anlayıp bozdu tevbesini. Sonraları bu durumunu şu şekilde anlatmıştı: "Senin aşkınla gönlüm süt limanlık yâ

Resûlullah, / Kalın geldi fakîre Müslümanlık yâ Resûlullah!.." M. Akif de Şekerci Han'ın müdâvimlerindendi. Bu handa kalan Neyzen Tevfik'ten ney dersi alıyor, karşılığında ona Arapça, Farsça ve Fransızca öğretiyordu. Hattâ Neyzen Tevfik, Lâleli Çukurçeşme'deki Ali Bey Hanı'na taşınınca, her sabah Fâtih Sarıgüzel'deki evinden, hiç üşenmeden Çukurçeşme'ye kadar gitmiş, ney dersine devâm etmişti. M. Akif'ten başka İzmirli Hâfız Ahmet Bey ve Karantina'da memur Said Bey de yine bu odanın müdâvimi ney üstadlarındandı. 3 ay da buraya devâm eden Akif, bir ara sabrının tükendiğini şöyle ifâde etmişti: Heyhât, söndü şevkim, şevkimle ben de söndüm / Hanlarda sürte sürte âşık garibe döndüm.

Şekerci Han

ŞEKERCİ HAN ESKİ GÜNLERİNİ BEKLİYOR:

17. yy dan kalan bunca yıllık târihi olan, bir zamanlar ilmin İstanbul'daki merkezi sayılan Fâtih'te ziyalı insanların sohbet meclisi hâline gelen ve bir çok önemli zevâtın kaldığı, sayısız yolcunun seyyahın uğradığı Şekerci Han'ın şimdiki durumu hüzünlü. Fatih’teki Şekerci Han restore edilmeyi bekliyor. Bakımsızlıktan dökülen Fatih’teki 100 odalı tarihi Şekerci Han’a, mülkiyet sorunu nedeniyle bakım ve onarım yapılamıyor. Mülk sahipleri ile anlaşamama sorunu sebebiyle restore edilemiyor. Bir harabeyi andıran tarihi hanın, daha fazla zarar görmemesi için acilen restore edilmesi gerekiyor. Fatih Belediyesi’nce projeleri Koruma Kurulu’na sunulan Şekerci Han’ın, 4 Haziran 2014’te rölövesi onaylandı, restitüsyon ve restorasyon projelerinin onay süreci devam ediyor. Fatih’te Dünyanın Kültürü’nün izini sürmeye devam edeceğiz… 17


MARAŞ İÇİN

ŞEHRENGİZ

İnsan yapısı, şehrin kültür yapısına uygun formlar kazanmıştır. Her hemşehri şehir hakkında fikir sahibidir. Ayrıca Maraş’lı mütefekkirler (entellektüeller) de, Anadolu insanının görmeye alışkın olmadığı insan tipleri çizerler. Mimar.Dr. Kâmil UĞURLU

Ulucami minaresinden Boğazkesen tarafina bakış. Eski Belediye binası Bayazıtlı Camisi Uzunoluk caddesi

ir şehrin monografisini yazmak zor bir iş olmamalı. Gerekli tespitler ve görüntüler için -hayat zaten yaşamaktadır- notlar ve resimler elde etmek her zaman mümkündür. Görünen ve ilgililer tarafından daha önce kayda geçmiş bilgilerin belirli bir düzen ve disiplin içinde bir araya getirilmesi ve sunulması, yapılabilecek bir iştir. Nitekim şehir monografileri olarak oldukça başarılı örnekler vardır ve bu şekilde hazırlanmışlardır. Bir dönemin kesiti veya fotoğrafı olarak kaynaklar arasına girmiştir onlar. Şehrengiz başka bir müessesedir. Onun içine girebilmek için ol şehirle gönül makamında alışveriş içinde olmak gerekir. Bir ikindi-akşam arası, ayağınızı şehrin sokaklarında sürüklerken, evine dönüş telâşı içinde olan esnafın, bakır kazana vurduğu son medâr-ı mâişet çekiçlerini, dev bir orkestranın çaldığı senfoniyi dinler gibi ürpererek dinlemek, ilk karşılaştığınız yerde karanlığın bir ucunu yakalayıp ve onu yorgan edinip altına sokulması... işte böyle bir alışveriş içinde olmak gerekir... Kahramanmaraş ile tanışıklığımız eskilere dayanır. Şehirlerin kimlikleri teşekkül ederken yaşadıkları sadece tarihin söyledikleri değildir. Daha ötesinde ve derinindeki hâdiseler, hayatlar, maceralardır kimlikleri oluşturan. Çocukluğumuzdan beri içinde yaşadığımız çevreler, bu şehrin, şehri teşkil eden insanların nasıl insan üstü bir imkân ve refleksle bir araya geldiğini, birleştiğini, tek varlık haline geldiğini ve koca bir ulusun önündeki ve gönlündeki meşâleyi tutuşturup kurtuluşa, selâmete giden yolu aydınlattığını anlatıyordu ve görmeden gözümüzün önünde millet adına heyecanlar ve müthiş dünyalar canlanıyordu. Büyük veya küçük, cesâmeti ne olursa olsun, Anadolu’nun güneyinde kendi halinde bir şehrin, üstüne çeken belâ bulutunu kovmak, dağıtmak için bir başına ortaya atılması, buna cesaret etmesi az görülen bir hadiseydi. Dışarıda dünya birbirini yiyordu. Her gün başka bir mahşer yaşanıyordu. Böyle bir zamanda, ne idüğü belli bir grup yabancı bu şehre girdi ve burayı işgal etti. O güne kadar gündelik hayatın çemberine koşulmuş, herkes gibi yaşayan, işinde-gücünde olan bir şehir dolusu

sayı//29// aralık 18


Maraş Harbi oncesi şehrin eşrafı. Ermenilerde şehrin sakinleri olarak fotografta yer aıiyorlar

insan, esnaf, amele, bey, çiftçi-çoban, fırıncı, memur, imam, yani zengin-fakir, genç-ihtiyar, her sınıftan ve her sokaktan fırlayan bir halk kitlesi, her biri bir hücresini teşkil edecek şekilde birleştiler ve bir masal yiğidi vücut oldular, tek varlık oldular. Rahmetli Tanpınar’ın dediği gibi, onların içinde Birinci Büyük Harbin neferi olarak yedi cepheyi dolaşıp yurduna yeni dönmüş askerler, dul kadınlar, yapraksız kuru bir çınar gibi tek başına yaşayan şehit babaları da vardı. Sanki üzerlerinden bir tanrılık fırtınası emiş gibi, sanki tılsımlı bir ateşin arasından geçerek yepyeni ve ölüme yabancı bir hüviyet kazanmışlar gibi ortaya atıldılar. Böyle çılgın bir cesaret görülmemiştir. Kahramanlık o yıllarda talih tarafından milletin sırtına giydirilmiş bir gömlekti. Maraş’ta bu gömlek insanlara derileri oldu ve uzviyetlerine karıştı. (1) Daha sonra da isimlerinin önüne geçip onlara sıfat oldu. (2) Maraş, Milli Mücadele’den sonra eski ticarî hareketliliğini nerdeyse tamamen kaybetti. Deriyi işleyen (debbağlık) ( ve bir-iki esnaflık dışında), şehrin geçim kervanını yürüten esnaf zorunlu uykuya geçti. Şehir yolüstü değildi. Eskisi gibi, stratejik sayılabilecek üretimleri artık yoktu. Buğday ve Ayranı bulurlarsa onunla tarhanalarını kaynattılar, çığ üstünde kuruttular ve nefislerini körelttiler. Sonra bu dönemlere gelindi. Önce yavaş başlayan, şimdilerde hızlanan bir devinmeyle şehir kendine geldi. Hızlı gelişti, hızlı büyüdü.

Şu anda Maraş, sadece kendini değil, çevresini de besleyen, sulayan, yeşerten, bereketlendiren mübârek bir kaynak durumundadır. Bu devinmenin kökünde şüphesiz, şehrin olağanüstü zengin kültür geçmişi bulunmaktadır. Sözgelimi biraz önce ‘’debbağlık’’ dedik. Herhangi bir esnaflık kolu olan debbağlık, Maraş’ta başlı başına bir kültür şubesidir ve bu konuyla ilgili teşekkül eden kültürün zenginliği (ve derinliği) şaşırtıcıdır. Deriyi işleyen ve hizmete sunan bu birtakım insanlar, deriyle, onun işlenmesiyle, âletiedâvatıyla, kullanıma girmesiyle,etrafındaki hizmet sınırlarıyla, aile ve ekonomi hayatında kazandığı boyutlarla... başlı başına kocaman bir kültür müessesesi oluşturmuştur. şte “Şehrengiz” bu noktadan itibaren devreye girer ve keşfinde başlatır... Maraş’ta yeni gelinleri kayınvalideler, evliliğin ilk günlerinde belli programlarla komşulara gezmeye götürürler. Buna “gelin gezdirme” denir. Bu, bir nevi övünme, gururlanmadır, komşu çatlatmadır. Komşulara, “Hele bakın, biz nasıl bir gelin aldık. Güzellikte de, marifette ve zenginlikte de var mı böylesi ?” anlamındadır.

Şehirlerin kimlikleri teşekkül ederken yaşadıkları sadece tarihin söyledikleri değildir

Rahmet olsun, Ziver Bey hiç gülmeden anlatırdı. Yine böyle bir ziyaret esnasında yeni gelin, komşu evinde, çantasında getirdiği gelinlik terliğini çıkardı ve ayağına giydi. Terlik, Maraş işi işlenmiş hârika bir yemeniydi. İpeksi görünümü ve çifte ponponuyla göz almaktaydı. Sohbetin bir yerinde komşu kadın sordu: “Gelin hanım, terliğini pek güzel, maşaallah, Güle güle giyersin. Nereden aldın onu ?” Maraşlı yeni gelin aldığı yeri söyledi. Komşu kadın tekrar 19


Maras Suk'u Maraş Çarşısı Ulucami'den Çarşıbaşı'na bakış. Esnafın yoğun olduğu önemli merkez 1935

Buğday ve Ayranı bulurlarsa onunla tarhanalarını kaynattılar, çığ üstünde kuruttular ve nefislerini körelttiler.

sordu: “Ne derisiyimiş bu kızım, onu da söyledi mi Emin Efendi sana ?” Emin Efendi yemeniyi satan esnaftı. Gelin: “Söyledi, tay derisiymiş efendim.” Komşu, bilmiş bir tavırla konuştu. “Memet Emin Efendi halt etmiş, sana yalan söylemiş kızım. Mundar hayvan derisinden, tene temas edecek eşya yapılmaz.” Gerçekten Maraşlı dericiler, saraçlar, köşkerler, insan veya hayvan tenine, derisine temas eden eşyaları, eti yemeyen hayvanların derisinden yapmazlar. Meselâ atların sırtındaki eyer, inişlerde öne kaymasın diye, eyeri tutan ve hayvanın kuyruk altından geçen kayış kolanı sığır derisinden başka deriden yapılmaz. Yoksa hayvanın kuyrukaltı perişan olur, yaralanır. Ve komşu kadın, yeni gelinin beynine gergef gibi işlenen ve deriyle ilgili bir çok bilgiyi ortaya döktü. Onları okşayıcı, güzel kelimelerle ve Maraş ağzıyla anlattı. Gülerek dinlediler, hoşlarına geldi. Gelinin ayağındaki yemeni de iki püskül (şimdiki adıyla ponpon) vardı ve renkleri gülkurusuydu ve ipekten yapılmışlardı. Komşu kadın anlattı. Bu püsküllerin rengi önemliydi ve sahibesiyle ilgili mesajlar taşırdı. Meselâ kırmızı renkli püsküller, koca arayan, evlenecek çağa gelmiş bir kızı anlatırdı. Beyaz püsküller dul hanımların işaretiydi. Yeşil püskül, daha ben çok küçüğüm, çocuğum, üstüme gelmeyin demekti. Ve eğer siyahsa bu püsküller, senin kaynananda ve bende olduğu gibi, artık ununu elemiş, eleğini asmış, yaşlıca hanımların harcı olurdu. Gelinin kayınvalidesi bu defa gıcırdayan mestini övünerek bahse konu edince, komşu kadın onun da esasını anlattı : Ökçenin tabanı

sayı//29// aralık 20

ile birleştiği katmana konulan bir miktar öğütülmüş (veya ezilmiş) kömür parçacıklarının bu gıcırdamayı sağladığını, kömürün cinsinin gıcırtının sesini belirlediğini, meşe kömürünün çıkardığı sesin işte böyle olduğunu, (ağzıyla sesi çıkararak) söyledi. Uzun uzun güldüler, gülüştüler ve hoşça bir zaman oldu. Bir şehri keşfetmek için onu bir tepeden seyretmek, kuşbakışı görmek elbette yeterli olmaz, olamaz. Turist gözüyle görülen, geziler yerler, yollar-sokaklar sâdece birer yoldur, sokaktır, ağaçtır, meydandır ve o kadardır. Şeyh Âdil Kabristanını selâmladıktan sonra, meselâ bir Batı Park, Çocuk Bahçesi, Kanlıdere ve köprüsü, Pınarbaşı, Divanlı, Kümbet, Arkbaşı, Mağaralı, Düvenönü, Tekke, Sarayaltı, Şekerli, Ulu Cami, Boğazkesen, Kızılkabirlik, Uzunoluk, Kale... gibi çok özel olan yerler insana pek bir şey söylemezler, sırlarını saklarlar, açık etmezler. Onlarla konuşabilmek için mutlaka bir gönül köprüsü inşâ etmek gerekir. Yol gösterici dostlarınızın, o şehrin sır kapılarına vâkıf olmaları, o kapıları açan bir anahtar olmaları gerekir. Yoksa, Tekke Mahallesinde bir evin eşiğine uzanmış yatan Omuzu Gürzlü koca şeyhin size bir şey söylemesi, o sır dolu mâcerayı anlatması ve sırrını fâş etmesi mümkün olabilmez. Sabah namazına daha vakit varken ve uykuyu gözlerinizden henüz savamamışken, ıslak yenlerinizle küçük bir mahalle mescidinde, meselâ Nâkib Mescidinde divana durmadan, orada, o küçük mescidde Allah rızâsı için müezzinlik eden, mahalleden bir komşunun makam ve usûl ve erkân bilerek okuduğu ezanı, ettiği kâmeti duymadan, onu yaşamadan bu mahalleyi anlamak ve keşfetmek mümkün müdür? Yahudî Mahallesindeki taş merdivenli Levanten evlerde, sâten perdelerin arkasında hangi hayatların, hangi dramların yaşandığını bilmeden, Döngel’den gelme esnaf


Maraş ilk apartman 1935 şimdi Kıbrıs Meydanı'nda

Yusuf ve arkadaşları ve çıraklarıyla, Kasap Hali sırtındaki fırında “Eliböğründe” yemeden ve Hatuniye Camiisinin kutusunda bir sandukanın altına sığınmış soylu kadınla konuşup, dertleşip, halleşmeden o şehrin keşfedilmesi zordur. Artık Maraş’a malolmuş, onda fâni olmuş bir Maraşlıyı kenara çeker, çocukluğundan itibaren mahallesini ve Maraşı konuşursanız size aynen şunları söyler: “... Daha önce biz de orada otururduk. Nenemiz, dayılarımız Ekmekçi’de oturur. Üstümüzde ağırlığı olan onlar. Ömrümüz bizim evle onların evi arasında geçti. Bir bizde otururuz, bir onlarda... Bu bakımdan mahalleyi ev ev, insan insan tanırız. Oynarız. Gider geliriz. Döğüşürüz, aralaşırız. Sevişiriz, barışırız. Nenemgilin evine ev ev içinden geçilir. Üstü dam. Damına çık, damdan dama geçerek mahalleyi dolaş. Oyun oyna, vakit geçir (o damlarda.) Nenemgilin bir yan komşusu var. Yolu bir alt gedikten çalışır. Fakat evin yüksekliği nenemgilinkiyle aynı. Dolayısıyla arada az yüksek bir duvar var olmakla beraber dam yükseklikleri de aynı. Çocukluk. Sorarsın, bunlar kim, diye... Derler, bunlar Hartlap’lılar. Veya Hartlaplı Mısdık’ın evi. Böylece ev ev, isim isim belleği olursun. Sonra büyüsün. Evlerde o zamanlar en fazla konuşulan tek parti dönemi uygulamaları. Yaşanan sıkıntılar. Görülen zulümler. Milli değerlere gösterilen düşmanlık. Asrîlik çılgınlığı. Şekil kavgaları. Milletin adam yerine konulmayışı. İktidar olan bürokrasi... Adı demokrasi, halk iktidarı olsa da. Okumuşun tek

kalıp insan oluşu kendi insanının adam yerine konulmayışı. Ben reaksiyon göstermeyen, çıkış yapmayan milleti sevmem. Bir millet, bir fikir, bir değer etrafında reaksiyon gösterir. Eğer göstermiyorsa içi çürümüş, geçmiş, ölümü haketmiş gözüyle bakarım. (3) Maraş, derinin inildikçe daha çok sevilen ve hayran olunan kültürlerden biridir. Öteden beri böyle olagelmiştir. Yerleştiği topoğrafyanın şehir tabiatına uygunluğu, sahip olduğu havanın (şehirciler buna mikroklima derler) uygunluğu ve şehrin sahip olduğu insan coğrafyası, burasını kadim zamanlardan beri “en yaşanabilir yerlerden biri” kılmıştır. Köklü bir kültüre sahip oluşunun sebebi budur. Günümüz Türk Edebiyatının nerdeyse bütün köşetaşları Maraşlıdır. Hayranlıkla izlediğimiz ve arkalarına düştüğümüz şu isimlerin tamamını Maraş kültürü yetiştirmiştir: Necip Fazıl, Nuri Pakdil, Tahsin Yücel, Abdurrahim Karakoç, Erdem Bayazıt, Alâeddin ve Rasim Özdenören’ler, Ali Akbaş, Bahaeddin Karakoç, Bahtiyar Aslan, Bejan Matur, Cahit Zarifoğlu... ve sayıları 290’ı bulan bir kutlu kervan... Müthiş bir zenginlik. Ayrıca bu şehrin zarifleri, nüktedanları rahmetli Mehmet Bilâl ve Ziver Tekerek ile Muammer Kirişçi, Osman Nalbant, “Maraş ın feylesofları “ olarak kültür tarihindeki yerlerini almış durumdalar.

Gerçekten Maraşlı dericiler, saraçlar, köşkerler, insan veya hayvan tenine, derisine temas eden eşyaları, eti yemeyen hayvanların derisinden yapmazlar.

İnsan yapısı, şehrin kültür yapısına uygun formlar kazanmıştır. Her hemşehri şehir hakkında fikir sahibidir. Ayrıca Maraş’lı mütefekkirler (entellektüeller) de, Anadolu insanının görmeye alışkın olmadığı insan tipleri çizerler. Meselâ bir Yaşar Alparslan başlı-başına zengin bir kütüphane, müthiş donanımıyla bir hoca, bir koleksiyoner olarak, görenleri şaşırtmaktadır. Onunla birlikte hareket 21


Maraş Kalesinden Şehir Merkezi. Hukumet Konağı'nda Ulucami diger kamu Yapıları 1970

eden ve sayıları küçük bir ordu teşkil edecek kadar çok olan düşünürleri, okur-yazarları Maraş’ı farklı kılmaktadır. Şehrin tarihiyle ilgili neredeyse bütün oylumlar ve karanlık noktalar açıklığa kavuşturulmuştur. Bu yayınlar devam etmektedir. (4) Yaşar Alparslan’la birlikte Serdar Yakar, Yalçın Özalp, Oğuz Paköz, Prof.Dr.Cenap Tekinşen, Mustafa Okumuş, İbrahim Yılmazoğlu, Prof.Dr.Mehmet Özkarcı, Cevdet Kabakçı, vb. Entellektüeller şehirle birlikte nefes almaktadırlar. Diğer taraftan, şehir henüz bir kasaba, 10-12 bin nüfuslu küçük bir merkez iken başlattıkları bir faaliyeti, dondurmacılığı bugün bir dünya markası haline getiren Kanbur Ailesi ve Mado, bu şehrin kabiliyet ve kapasitesi hakkında doğru fikir verebilecek önemli bir ölçü ve örnektir. Mehmet Kanbur’un liderliğinde üç kardeş, ekonomisinden kültürüne, Maraş’ın her tuğlasında pay sahibidirler. Bütün bunlara rağmen halkın içinde belirsiz olmuş, Maraş’ın uzviyetine karışmış durumdadırlar ki, işte bu keyfiyet Maraş’ı yücelten tevâzu anlayışının ta kendisidir. Bütün bu lâfları, şunun için sıraladık; günün birinde birileri kalkıp da “Maraş’ın Şehrengizini” yazmaya cesaret ederse, ona, “ayağını denk al, burası herhangi bir yer değildir, çok özel bir dünya, bir âlemdir” demek istedik, vesselâm... (5) sayı//29// aralık 22

Maraş Kalesinden Şehir Merkezi. Hukumet Konağı'nda Ulucami diger kamu Yapıları 1970

DİPNOTLAR:

1- A.H.Tanpınar. Yaşadığım Gibi. (Dergâh. İstanbul.2006) 2)- Maraş’lı aziz insan Rasim Özdenören’in bu konuda bir kanaati var. O, Maraş kelimesinin önünde herhangi bir ünvanını gerekli olmadığı düşüncesindedir. Gerekçesi şöyle: “Maraş kelimesi bir başına, onun önüne konulacak her kelimeden daha fazlasını taşımaktadır. Kaldı ki Maraş’ın ünvanı “Şanlı” idi. “Kahraman” ise Urfa’nın ünvanıydı. Maraş’a 1973’de “Kahraman” ünvanı verilince, “Şanlı” Urfa’nın üzerinde kaldı. Maraş da, Urfa da, onlara verilen bı ünvanlardan daha fazlasını kendi adları içinde barındırdıklarından, ben onları yalın adları ile anmayı daha çok seviyorum.” (R.Özdenören. Maraş Güzellemesi. Dağların Gazeli Maraş. YKY yay. İstanbul 2010) 3)- Yaşar Alparslan’ın “Âşık Mısdılı” kitabı için yazdığı “Takdim” den. (Ukde yay. 2009. K.Maraş) 4)- Maraş’la ilgili basılan kitap sayısı 510’dur. Ayrıca 128 doktora ve uzmanlık tezi, 850 makale, 105 adet de sürekli yayın yapılmıştır. Son yapılan yayınlar bu sayıların dışındadır. Ve çalışmalar her gün artarak sürmektedir. 5)- Üzerinde çalışmakta olduğumuz “Maraş Şehrengizi” - inşallah- bahar aylarında okuyucuya sunulacaktır. #Bazı arşiv fotoğraflarını kullandığımız Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi ile Nejat Sanatevi (Nejat Karpuzoğlu) na teşekkür ederiz.


GEÇTİ BOR’UN PAZARI SÜR EŞEĞİNİ NİĞDE’YE Burada ki Bor pazarı ömür sermayesiyle satın alacağımız amellerin satıldığı pazardır. Mehmet BAŞ

ir gün bir dostumuz Bor ilçemizin “Geçti borun pazarı sür eşeğini Niğde’ye” sözünden yola çıkarak yapılmış ambleminin üzerindeki eşek resminden bahis açarak bu amblemin Bor’a hiç yakışmadığını buradaki eşek resminin gayri ciddi durduğunu bu amblemin değiştirilmesi gerektiğini söyledi. Bende bunu söyleyen arkadaşa bu amblemde derin bir tasavvufi gerçeğin gizlendiğini söyledim. Kendiside aynı zamanda tasavvuf ehli olan bu arkadaş bunu duyunca neymiş o tasavvufi gerçek dedi. Borun amblemi ‘Geçti Bor’un pazarı sür eşeğini Niğde’ye’ sözünden yola çıkılarak yapılmıştır. Bu sözün doğmasına yol açan hikâye şöyledir. Bilindiği üzere Bor’un pazarı salı günleri kurulur. Pazartesi günü kurulan pazar esas pazara hazırlık olup, yöresel deyimle “diripazarı” dır. Asıl pazarın kurulduğu güne ise ulupazar denilir. Diripazarı’nın kurulduğu pazartesi günü civar kasaba ve köylerden gelecekler ve ulupazar’a yetişecekler için bir nevi hazırlık günüdür. Bor’a diripazarı günü gelenler, ertesi gün yapacakları işlerin bir kısmını bugünden görürler. “Bu atasözünün hikâyesi de bir sonbahar günü kırk kilometre uzaktaki köyünden sabah erkenden çıkan bir pazarcının ikindi vakti Bor’un bağlarına girişiyle başlar. Pınarbaşı mevkiindeki, Tütüncü Hasan’ın bağında yıkılmış kerpiç duvarların arasında mola veren pazarcımız eşeğin sırtından indirdiği yüke sırtını dayayıp bir taraftan da pazardan alacağı öteberinin hesabını yaparken, içi geçer ve derin bir uykuya dalar. Bu arada eşek önündeki yiyecekleri çoktan bitirmiş, bağlı bulunduğu ağacın kabuklarını kemirmeye başlamıştır. Diripazarı gününün ikindi zamanı başlayan uyku gece de sürdüğü gibi, ulupazar gününün, yani salı gününün ikindisine kadar uzanır Yirmi beş saatlik bir uykudan uyanan pazarcı,

halinde bir değişiklik hissetmeden şehrin yolunu tutar. Tutar amma, yollarda bir başkalık vardır, pazara gidenlere rastlayacağı yerde, pazardan dönenleri görür. Dönen pazarcılardan birine merakla sorar; Neden Salı pazarından önce dönüyorsun böyle vakitsiz der. Bu soru üzerine şaşıran Pazarcı ertesi gün kurulacak olan Niğde pazarını işaret ederek ;” Geçti Bor’un pazarı, sür eşeğini Niğde ‘ye ” diyerek Salı pazarının çoktan geçtiğini söyler..Bu hikâyenin tasavvufi yorumunu yapıp buradaki tasavvufi gerçekleri paylaşalım şimdi. Evet, bu hikâyenin içinde yollarda uyuya kalmanın ve daha sonra yetişeceği yere geç kalmanın çaresizliği ve düşürdüğü o garip durum saklıdır. Sonsuzluğun ticaretini yapmak ve ebedi hayatını kazanmak için dünya denilen şu ulupazara gelen insanlar bir hayırlı ticaret yapmadan gaflet uykularında ömürlerini heba etmektedirler. Zamanlarının büyük bir kısmını yollarda harcayarak geçip gitmektedirler. Gidenlerin çoktan döndüğü yollarda henüz yola çıkmamış olanların ve kaybettikleri ömür sermayesini heba edenlerin pişmanlıklarını hangi söz anlatabilir. Burada ki Bor pazarı ömür sermayesiyle satın alacağımız amellerin satıldığı pazardır. O yıkık han dünya gafletlerinin üşüştüğü yerlerdir. Burada uyuyup kalmak asıl olan menzile erişmek yerine dünyanın cazibedar fitnelerine kapılarak gelip geçici duraklarda oyalanmaktır. Asıl olan işini bırakıp yol boyunda gaflet uykusuna dalan adam insan ruhudur. Ağaçları kemirip duran eşek insana daima haram şeyleri emreden nefs-i emmaredir. Niğde pazarı ölmeyenler için bir tövbe kapısı ölenler için sol taraftan verilmiş bir amel defteridir. Dünya yollarından ahiret pazarına doğru giderken gafletin duraklarında uyuya kalanlar için “geçti dünyanın pazarı sür eşeğini mahşere” doğru denmeden bir an önce uyanmak zorundayız. Ömür denen sermayeyi gaflet ve eğlence molalarında harcayarak kurulacak olan ebediyet pazarını kaybedenler için bir daha can bineklerini sürecekleri bir yer olmayacaktır. Bundan dolayı bu amblemi gören herkesin bir an önce tövbe edip gaflet uykusuna dalmadan ve de nefis denen eşeğe uymadan ulupazara yetişmeleri gerekmektedir. Ayrıca bu amblem üzerinde duran eşek en direk anlamında anlaşılsa dahi masumiyet ve günahsızlık noktasında dünyayı kana bulayıp duran, egosu şişkin, fitne fesatçı birçok insandan daha temiz ve daha üst bir mertebededir. Esfel-i safilin’leşmiş ruhların yanında eşekler masum birer melek gibi durmaktadırlar. Sözlerimi Niyazi Mısri Hz. şu mısraları ile tamamlıyorum. Bir ticaret yapmadım, nakd-i ömür oldu heba, Yola geldim, lakin göçmüş cümle kervan bihaber. Ağlayıp, nalân edip, düştüm yola tenha, garip, Dide giryan, sine biryan, akıl hayran, bihaber. 23


umhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Özbekistan’a en üst düzeyde ziyarette bulunarak, uzun yıllardır iki kardeş ülke arasında süregelen soğuk ilişkilerin ortadan kaldırılması için önemli bir adım attı. Birçok bakanın yanı sıra Genelkurmay Başkanı ve MİT Müsteşarının da Cumhurbaşkanı’na eşlik etmiş olması, ziyarete verilen değeri de açıkça ortaya koymaktadır.

SEMERKANT’IN BAĞRINDA

TÜRKİYE TÜRKİSTAN BULUŞMASI Semerkant, Buhara ile birlikte Türklerin İslamiyet’le ilk buluştukları ve İslam medeniyetine katkılarının merkezi olmuş başlıca şehirlerdendir. “Kubbet-ül İslâm”ın şemsiyesi altına birlikte girer Buhara’yla. Orta asır İslâm medeniyetini Semerkant’ı da mercek altına almadan anlayabilmek mümkün değildir. Doç. Dr. Abdulhamit AVŞAR*

*TRT İstanbul Müdürü

sayı//29// aralık 24

Bu ziyaretin pek çok önemli yönü olduğunu düşünüyorum. Öncelikle, başkent Taşkent’te değil de, Semerkant’a yapılmasının altının kalın çizgilerle çizilmesi gerektiğini düşünüyorum. Niye mi? Bir kere, Semerkant, Buhara ile birlikte Türklerin İslamiyet’le ilk buluştukları ve İslam medeniyetine katkılarının merkezi olmuş başlıca şehirlerdendir. “Kubbet-ül İslâm”ın şemsiyesi altına birlikte girer Buhara’yla. Orta asır İslâm medeniyetini Semerkant’ı da mercek altına almadan anlayabilmek mümkün değildir. Semerkant, Hunlar ve Göktürkler devrinde Türk devletlerinin hâkimiyeti altındaydı. Müslüman Araplarla Türklerin ilk karşılaştıkları yerlerden biri de bu kadim şehir olacaktır. Yine Semerkant, Müslüman ordularının Maveraünnehr’in kuzeyine geçmelerinden sonra ilk İslâmlaşan beldelerden olmuş, 712’de fethedilmiştir. Böylece, milattan önceki devirlerden itibaren Orta Asya’nın en önemli yerleşim yerlerinden biri olagelen Semerkant’ın siması değişmiş ve her yönüyle bir Müslüman şehri hüviyeti kazanmıştır. İslâmiyet’in yayılma dönmelerinden günümüze gelen en önemli yadigârlardan birisi Şah-ı Zinde türbesidir. Adı, Semerkant’ın fethi sırasında şehit düşen sahabeden Kusem bin Abbas’a ithafen verilmiş ve -Peygamber Efendimizin yakın akrabası olan bu zatın şahsında- o toprakların fethi sırasında şehit düşen tüm eshabın anıldığı bir mekân haline gelmiştir. Öte yandan “Diri Sultan” anlamındaki bu adlandırmanın, şehitlerin ölümsüz olduğunu müjdeleyen ayete nispeten verildiği yolundaki görüş daha hakikate yakın olsa da, Türkistan halkı, bu büyük sahabenin şehit olduktan sonra başını vermediği ve gaiplere karıştığını Şah-ı Zinde adının da bu sebeple verildiğine inanmaktadır. Türbe, Efrasiyâb -yani Alp Er Tunga- adı verilen bir tepenin yamacında yer almaktadır. Çevresi, zamanla, şehrin en


önemli kabristanlarından biri haline gelmiş; özellikle Timur devrinde onun aile efradı ve yakınlarının defniyle adeta türbeler mozayiğine dönüşmüştür. Semerkant, 1220 yılında Cengiz Han’ın eline geçinceye kadar Müslüman dünyanın en önemli bilim, sanat ve kültür merkezlerinden biri olur. Kâğıt yapımını burada öğrenir Müslüman Araplar. Ardından, ilk olarak bu coğrafyada ortaya konulan birçok ilmî buluş ve keşif gibi, Avrupa rönesansına zemin hazırlayacak bir gelişme olmak üzere, Müslümanlar vasıtasıyla Batı’ya geçer. Moğollar döneminde tamamen tahrip edilen Semerkant’ın yeniden dirilişi Timur zamanında gerçekleşir. Emir Timur, şehrin abidevî geçmişinin ihyası için burayı başkent ilân eder. Şehir, Türk İslâm mimarisinin en görkemli eserleriyle süslenir ve dünyanın en önemli kültür merkezlerinden biri haline gelir. Söze, “ve şimdi bakışlarını Semerkant üzerinde gezdir!” diye başlayan Edgar Alan Poe’nin dizeleriyle, “yeryüzünün kraliçesi”, “tüm kentlerin kaderini ellerinde tutan” yer olur. Timur ve halefleri devrinde Semerkant, imparatorluğunun ihtişamına uygun, devasa mimari abidelerle bezenir. Bugün bile bu dev boyutlardaki şaheserler, kente ve ziyaretçilere

hükmeder gibi bir azametle dururlar. Çarlık ve Sovyetlerin karanlık işgal dönemlerinde bile bu vakar ve asaletlerini muhafaza etmeyi başarmışlar, beldenin asıl sahiplerinin asıl kimliklerini unutturmayan senetler olmuşlardır. Timur devrinin sona ermesinden sonra ise, Semerkant’ta hüküm süren son büyük imparatorluk Şeybaniler olur. 16. Yüzyılın ilk yıllarından itibaren vuku bulan bu gelişme, aynı zamanda bugünkü “Özbek” adının da tarih sahnesine çıkmasını sağlar. 1924 yılında Stalin’in uygulamaya koyduğu milliyetler politikası sonucu Türkistan parçalanır ve bu bağlamda Semerkant da, Özbekistan’a katılır. İşte Erdoğan’ın uzun bir aradan sonra gerçekleşen ziyaretinin uğrağı olan Semerkant, böyle bir şehirdir. Ve bu özellikleriyle, bu tarihî ziyaretin mekânını sıradan bir yer olmaktan çıkarmakta, farklı anlamlar katmaktadır. Erdoğan, Semerkant’ta ilk olarak, Özbekistan’ın kurucu Cumhurbaşkanı İslam Kerimov’un mezarını ziyaret etti. Bu önemlidir, çünkü estirilmeye çalışılan rüzgârlara rağmen Türkiye’nin Kerimov’un şahsına ve aynı zamanda onun inşa ettiği Özbekistan siyasal sistemine karşı önyargılı bir tutumunun olmadığı anlamına gelmektedir. Öte yandan Semerkant’ın bir başka özelliği de, yukarıda değinildiği gibi, Timur İmparatorluğu’nun başkenti olmasıdır. Malûm olduğu üzere, devlete adını veren Timur,

Emir Timur, şehrin abidevî geçmişinin ihyası için burayı başkent ilân eder. Şehir, Türk İslâm mimarisinin en görkemli eserleriyle süslenir ve dünyanın en önemli kültür merkezlerinden biri haline gelir.

25


Aynı şekilde Cumhurbaşkanı’nın Uluğ Bey Rasathanesi’ni programına almış olması da aynı sembolik anlama sahiptir

Yıldırım Beyazıt’la savaşından dolayı, Türkiye tarihçiliğinde, pek çok kimse tarafından ötekileştirilir. Bu anlamda Erdoğan’ın, Osmanlı’nın varisi Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı olarak, doğrudan Semerkant’ta gitmesi ve Timur’un kabrini ziyaret etmesi bu anlayışa en üst düzeyde bir reddiye anlamı da taşımaktadır. Bunun yanı sıra Özbekistan’a da, ortak tarihin bu en tartışmalı konusu üzerinden, geçmişten bugüne iki Türk coğrafyası arasındaki tüm soğuklukların sona erdirilmesi gerektiği mesajı verildiği söylenebilir. İmam Buharî ve İmam Maturidî’nin türbelerine yapılan ziyaretlerin de ayrı bir anlamı ve vermek istediği mesaj olduğu açıktır. İslâm tarihinde de çok büyük izler bırakan bu iki büyük şahsiyet, Türkistan ve Türkiye Türklerinin dinî anlayışlarının şekillenmesinde son derece önemli bir yere sahiptir ve “ortak ata”dırlar. Dolayısıyla buralara yapılan ziyaretler, dinî ve kültürel mirasın aynılığına da vurgu yapmakta ve benzer köklerden neşet edilip, beslenildiğinin altı çizilmektedir. Bunların yanı sıra, Erdoğan’ın ziyaretinde Registan Meydanı önünde çekilen fotoğraf da çok etkileyicidir. Genelkurmay Başkanı ve MİT Müsteşarı ile birlikte çektirilen bu fotoğrafta, yüzlerdeki ifade ve bu meyanda görüntünün

sayı//29// aralık 26

dili önemli mesajlar barındırmaktadır. Semerkant’ın alamet-i farikası haline gelmiş olan bu meydan, üç büyük medresenin ihtişamlı taç kapılarının ortasında yer alır. Bunlardan ilki, yalnızca Türk ve İslâm tarihinin değil, dünya tarihinin de önde gelen gökbilimcilerinden biri olan Uluğ Bey’in yaptırdığı ve döneminin en büyük üniversitesi sayılan Uluğ Bey Medresesi’dir. İkincisi, adını, kapısındaki aslan tasvirinden alan Şirdor Medresesi, sonuncusu da, tezyinatında kullanılan altın süslemeler sebebiyle “Tilla Kari” olarak ün salan medresedir. Özellikle bu medresenin içindeki caminin kubbesinin altın süslemeleri olağanüstü bir güzelliğe sahiptir ve Unesco’nun Dünya Kültür Mirası listesine girmiştir. İşte fotoğraftaki lisan-ı hal de, sanki, ortak medeniyete ait bu muhteşem eserlerden duyulan gururu yansıtmakta ve -göstergebilim bağlamında ifade edersek- anlamak isteyene çok şey anlatmaktadır. Aynı şekilde Cumhurbaşkanı’nın Uluğ Bey Rasathanesi’ni programına almış olması da aynı sembolik anlama sahiptir ve yine iki coğrafya arasındaki kültür ve medeniyet mirasının ortaklığına ve gücüne vurgu yapmaktadır. Günümüz açısından baktığımız da ise, Semerkant’ta gerçekleşen bu ziyaretle, Türkiye ile Türkistan arasında zayıf kalmış temel bir


halkanın güçlendirilmesi yolunda önemli bir adım atıldığı görülmektedir. Çünkü Özbekistan, Türkistan’ın yani Orta Asya’nın kalbi durumundadır. Özbekistan olmadan, Orta Asya’nın birliğinden, bütünlüğünden söz etmek mümkün değildir. Orta Asya’da kurulan ve dünyayı idare eden imparatorlukların mirasını, büyük ölçüde, bu ülke temsil etmekte ve bu anlamda gelecek potansiyelini de bünyesinde barındırmaktadır. Öte yandan her geçen gün daha da büyüyen Türkiye’nin Özbekistan’la ilişkilerinin güçlenmesi demek, her iki ülkenin tarihi coğrafyasının derinliğinin artması ve tahkim edilmesi demektir. Bu bağlamda Özbekistan’ın vizeyi kaldıracağının açıklanması son derece önemli ve heyecan verici bir gelişmedir. Karşılıklı seyahatlerin artması, sivil toplum örgütlerinin temaslarının güçlenmesi, yüzyıllar boyu ayrı kalmış Türkiye ve Türkistan halklarının ortak tarih ve kültür mirası etrafında yeniden kaynaşmasını hızlandıracağı gibi, siyasal ve ekonomik ilişkilere de büyük ivme kazandıracaktır.

devlet başkanlığı görevini üstlenen ve cumhurbaşkanlığının da en büyük adaylarından biri olan Başbakan Şevket Mirziyayev’in de ortaya koyduğu perspektifin de rolü unutulmamalıdır.

Dolayısıyla, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Özbekistan ziyareti büyük ümitleri de beraberinde getirmiştir. Tabii burada, Kerimov’un vefatından sonra geçici

Temennimiz, bu gelişmeyi kendileri için tehlikeli görüp, araya yeniden soğukluk sokmaya çalışacak iç ve dış mihraklara karşı uyanık olunması ve fırsat verilmemesidir. 27


KÜLTÜR; YEREL KİMLİK; TARİHİ-SOSYAL-EKONOMİK ÇEVREYİ KORUMA ;

GÜVENLİK VE BEKA(Sevgili SORUNU aileme, Çocuklarıma bir hatıra)

Koruma ve restorasyon, ait olduğu toplumun kadim ve mevcut yaşam biçimi ve tercihleriyle doğrudan bağlantılıdır. Dolayısıyla taşınmaz kültür mirasının maddi varlığının yanında onu gerçekte var eden ve bize has milli ve manevi değerlerin de varlığının devam ettiği bir zeminde toplum asli değerleri ile zaten oradadır, orada olmalıdır ,olmak zorundadır. Y.Mimar. Cem ERİŞ*

*İstanbul 4 nolu Koruma Kurul Başkanı Restorasyon Uzmanı

sayı//29// aralık 28

aha önceki bir yazımızda taşınmaz kültür mirası (anıtlar ve sivil mimari olarak tanımladığımız, kısaca tarihi/ eski eser dediğimiz yapılarımız) ın tahribatına sebep olan faktörleri başlıklar halinde ele almış ve genel yapılan kabullere sadık kalarak tabii sebepler ile beşeri sebepler olarak ikiye ayırmıştık. Beşeri sebepleri yani insan eliyle bilinçli ya da bilinçsiz yapılan tahribatların türlerini belirtirken de bilinçli yok etme, savaşlar vb. yanında özellikle imar hareketleri ile yapılan tahribatın üzerinde durmuş ve bunu İstanbul özelinde Suriçi İstanbul’daki imar hareketleri ve sonuçları olarak müstakil bir başlık altında örneklerle incelemeye çalışmıştık (Bak: “Suriçi İstanbul’da Kaybedilen Tarihi Ve Kültürel Doku Veya Kimlik”, Restorasyon-Konservasyon Dergisi, İBB-Kudeb Yay, Yıl:2011,Sayı:10,Sayfa:33). Son 5 yıl içinde özellikle de 2015 ve 2016 yıllarında yurt içinde ve yurt dışında yaşadığımız tecrübe, en tahripkarlarını 1. ve 2 .dünya savaşı yıllarında yaşamış olsak da son 100 yılda aç gözlü insan topluluklarının dünyamıza yaşattığı irili ufaklı diğer felaketler ve şimdi de hemen sınırlarımızın dışında başta Suriye ve Irak’ta olmak üzere bölgemizde yaşadığımız milyonlarca insanın hayatına mal olan, milyonları mülteci durumuna düşüren, tarihçilerin bu yüzyılın sonuna varmadan muhakkak adlandıracağı bugün için adı konmamış ve bildiğimiz savaşlardan çok daha farklı, hain ve ikiyüzlü taktik ve siyasetlerle sürdürülen, zahiren adına “terör” denilse de örtülü bir savaşın mevcut ve muhtemel bilançosu bütün dehşet ve detaylarıyla önümüzde duruyor. İşte bu dehşet bilançosu hem ülkemizin, hem gönül ve kimlik coğrafyamızın, hem de insanlığın “istikbal ve istiklalini” karartıyor. Ben bir tarihçi değilim , ama bugün yaptıklarımızın ya da yapmadıklarımızın tüm sonuçlarıyla tarihin konusu olacağını da farkındayım. Kendi hesabıma bir mimar olarak hasbelkader restorasyon ve kentsel koruma üzerine yaptığımız çalışmalar ve edindiğimiz tecrübe zaviyesinden kültür mirasının sorunları ve çözüm önerileri için İstanbul ölçeğinden bakmaya, anlamaya , çareler bulmaya gayret ediyorum. En azından çocuklarıma, torunlarıma ve onların çocuklarına benden sonra mütevazi bir fikri ve ameli çabanın hatırasını bırakmak


istiyorum; dilim döndüğünce, elimden geldiğince... KENTSEL KORUMA-RESTORASYON VE ŞEHRİN BEKASI

Kentsel koruma ve restorasyon, alışılageldiği gibi her ne kadar fiziki müdahale, teknik ve yöntemler zaviyesinden değerlendirilse de tüm bu müdahale biçimleri eylem kararı alınıp eyleme geçildiği andan itibaren görünürde fiziki koruma ve restorasyonla sonuçlanan ama aslında koruma ile beraber birbirlerine sıkı sıkıya bağlı birer kültürel-sosyal-ekonomik faaliyet olduğudur. Son tahlilde koruma ve restorasyon, ait olduğu toplumun kadim ve mevcut yaşam biçimi ve tercihleriyle doğrudan bağlantılıdır. Dolayısıyla taşınmaz kültür mirasının maddi varlığının yanında onu gerçekte var eden ve bize has milli ve manevi değerlerin de varlığının devam ettiği bir zeminde toplum asli değerleri ile zaten oradadır, orada olmalıdır ,olmak zorundadır. Yani kimliğiniz ve kültürünüz orada var olabilmelidir. Bu ikisi yani restorasyon ve yerel kimlik bir arada var olamıyorsalar o zaman sosyal ve kültürel çevresi korunamamış bir tarihi çevrenin sadece ticari meta haline getirilmiş ve dönüştürülmüş fiziki varlığından bahsedebiliriz. Sultanahmet’ te turizm-konaklamanın lehine ancak konut ve ailenin yani yerel kimlik ve aidiyetin yani aslında medeniyetimizin aleyhine sonuçlanan dönüşüm gibi. Bu ise tek başına arzu ettiğimiz bir netice olmamalıdır. Soru: Varsın olmayı versin. Bak evler, binalar,

yollar ne güzel restore edilmiş; sanki ilk günkü gibi. Turistler memnun; işletmeler memnun. Rant beklentisiyle emlak sürekli el değiştiriyor; fiyatlar da hiç olmayacağı kadar tavan yapmış. Buna başarısız bir restorasyon ve koruma diyebilir miyiz? Cevap: Böyle bir soru sorulduğu takdirde bu sorunun sahibine cevap vermek sabır gerektiren bir çaba olmakla beraber yine de cevap vermek ve anlaşılmayı ümit etmek zorundayız. Unutmayınız ki en az ne söylediğiniz kadar değerli olan şey muhatabınızın ne anladığı olacaktır.

Zahiren adına “terör” denilse de örtülü bir savaşın mevcut ve muhtemel bilançosu bütün dehşet ve detaylarıyla önümüzde duruyor. İşte bu dehşet bilançosu hem ülkemizin, hem gönül ve kimlik coğrafyamızın, hem de insanlığın “istikbal ve istiklalini” karartıyor.

İçinde kültürünüzün, kimliğinizin, maddi ve manevi değerlerinizle medeniyetinizin bulunmadığı bir fiziki kentsel koruma ve restorasyon biliyorum ağır bir ifade olacak ama söylemek zorundayız ki aslında adeta elden çıkmış bir vatan toprağıdır. Coğrafyayı vatan yapan şey arazi ve bina tapuları ile orada gerçekleştirilen dekor misali bir restorasyon ve bunun rantı değildir . Bu tapuların kimlerin ve hangi kimliklerin elinde ve tasarrufunda olduğu çok daha önemli ve hayati bir konudur. Soru: Size göre turizm bir toplumun bekasını tehdit edici sonuçlar mı doğuruyor? Cevap: Tabii ki böyle kesin bir yargıya varmak hem yanıltıcı hem de mekandan mekana değişken olacaktır. Bir takım tespitlerden sonra ancak bunu konuşup tartışabiliriz. 1- Öncelikle bir konut alanında “geleneksel aile (toplumca kabul görmüş kadim milli, manevi, dini değerlere bağlı ve/veya saygılı

29


“İmar planları sadece yerel idarelerin, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın konusu mudur?”

sayı//29// aralık 30

aile) sokağı- mahalleyi-şehri terk ediyor mu? Ediyorsa sebepleri nelerdir?” sorusunun cevabı araştırılmalıdır. 2- Daha sonra geleneksel ailenin terk ettiği bu alanları kimlerin ve hangi grupların doldurduğu tüm fırsat ve tehditleriyle çok iyi analiz edilmelidir. -Geleneksel ve yerel aile işletmeleriyle esnaf veya esnaf grupları mı? -Toplumun kadim ve yaşayan değerlerine yabancı, kendini toplumun üstünde gören gruplar mı? -Hedef kitlesi sadece yerli/yabancı turistler olan ithal turistik tesis ve işletmeler mi? -Kaçak işçiler ve mülteciler mi? -Marjinal ve gayri ahlaki kişi ve gruplar mı? -Siyasi-bölücü kişi ve gruplar mı? 3-Ailenin terk ettiği bu alanların dönüşümünün şehir ve ülke ölçeğinde stratejik bir etkisi olup olamayacağı iyi hesap edilmelidir. 4-Hepsinden önemlisi şehri planlayan iradenin bu konunun hassasiyetini idrak edip edemediği, bu mevzuyu kendisine dert edinip edinemediğidir. Şüphesiz bunun yegane tespit ve uygulama aracı imar planlarıdır. Özellikle İstanbul gibi kadim olduğu kadar özellikle son yüzyılda sanayileşme ile birlikte sürekli göçle büyüyen adeta imar hareketleriyle obezleştirilen veya balonlaştırılan şehirlerde toplumun biricik yapı taşı olan geleneksel aile tipinin varlığı, yaşama alanlarının yaygınlığı, şehir içine ve şehir dışına doğru olan hareketleri ve yerine neyin geldiği veya ikame edildiği bilinmesi gereken çok önemli bilgilerdir. Bu bilgiye sahip olmak ,koruma ve

restorasyonun ne kadarının hangi türden bir turizm ve konaklamayı barındırabileceğini, ne kadarının aile merkezli yerel kimlik ve aidiyet alan ve adacıkları oluşturulması için gerektiği noktasında şehir için karar alıcıları yönlendirici ve rehber niteliğinde olacaktır. Konuya şehrin bekası açısından bilimsel ve stratejik olarak yaklaşılmaması ise bir sokağı,bir mahalleyi ve hatta sonunda bir şehri, çözümü ancak toplumda derin izler bırakacak radikal müdahale ve dönüşümlerle mümkün olacak şekilde kaybetmeniz ihtimaliyle yüzleşmeniz anlamına gelecektir. Geçmişte başta İstanbul olmak üzere pek çok kadim şehrimizde medeniyetimizin izlerini olabildiğince ortadan kaldırılmak amacıyla bu yöntem tersten bir bakışla ve modernleşme adı altında gayet sinsice ve bir o kadar da hoyratça tatbik edildi (Bak: “İstanbul’un Kaybolan Kültür Varlıkları, Cilt:1, İBB, Tarihi Çevre Koruma Müdürlüğü Yay.). Sonuç olarak geleneksel ailenin varlığını sürdürdüğü ve direndiği alanlarda kısa vadede endişelerimiz olmasa da uzun vadede muhtemel tehlikelere hazırlıklı olabilmek için aile tipi ve hareketleri ile karşı hareketler sürekli olarak izlenmelidir. Bu takibin yanında geleneksel ailenin ve komşuluk kültürünün kadim alanda varlığını sürdürülebilmesi için alınması gereken her türlü sosyal ve ekonomik tedbirler de alınarak ancak gerçek manada bir tarihi çevre sürdürülebilir ve yeni yerleşmelere model alınabilir olacaktır. Ancak şehir yönetiminin ve merkezi otoritenin eksiklik veya hatalarından kaynaklanan ve biz istesek de istemesek de ailenin çekildiği,


komşuluğun yerini bireyselleşmenin aldığı, maalesef toplumun genelini yansıtmayan eylemlerin odağı haline gelmiş, içinde tarihi doku barındırsın ya da barındırmasın muhtelif kent parçalarında bundan böyle kentsel korumayı ve dönüşümü, bugünkü mevzuatımızın tanımladığı şekliyle sadece deprem odaklı bina envanterini yenileme aracı olarak değerlendiremeyiz. Tarihi dokunun tüm maddi-manevi ve milli varlığı ile korunması ve sürdürülebilir kılınması ,sorunlu kullanıcının değiştirilmesi veya rehabilitasyonu, gerektiğinde alandan çıkarılması ile gideceği alanın da planlamasıyla beraber bir bütünlük ve titizlikle ele alınmasını ve bu alanlarda “aile ve komşuluk kültürü”nün hakim kılınmasını zorunlu hale getirmektedir.Bu alanlara ülkemizin hem doğusundan hem de batısından örnek vermek mümkündür. Ancak burada isim vermediğim bu örnekleri sizin farkındalığınıza emanet ediyorum. Maalesef ne kadar iyi niyet ve hedeflerle hazırlanırsa hazırlansın imar planlarımızla temin edemediğimiz , alanda yetersiz ve aciz kaldığımız bu husus “ manevi değerlerin plana yansıtılamaması” nın bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. O halde burada sorulması gereken soru şudur: “İmar planları sadece yerel idarelerin, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın konusu mudur?” Ya da aslında bu soruyu şöyle mi sormalıyız?: “Gerçek ve bize has bir plan nasıl yapılmalıdır? Hangi kaynaktan beslenmeli , amacı ve hedefleri neler olmalıdır? Önce mekan ve bina mı biçimlendirilmelidir? Yoksa o binaya ve mekana değer katacak olan insan mı? Bunun için hangi araçlar kullanılmalıdır? Kamu-vatandaş-yatırımcı merkezli bir organizasyonda, turizm baskısı altında yerel kimliğini yitirmiş bir tarihi çevrenin, turizm ve imara dayalı arazi değeri maalesef çoğunlukla alanda bulunması gereken kadim yerel kimlik ve ailenin aleyhine gelişim göstermekte, bu gibi alanlar kaçınılmaz olarak kestirmeden turizmkonaklama alanları olarak değerli görülmeye başlanmaktadır. Tarihi yapı stoğunun ve çevrenin bulunmadığı, dolayısıyla turizm baskısı altında olmayan ve imar artışlarına müsait, ancak ekonomik ömrünü tamamlamış b.arme yapıların yoğunlaştığı alanlarda ise konut-aile ilişkisi esnek dönüşüm imkanı

ve mevcut konut stoğunun standartlara uygun olarak yeniden inşaası ile günümüzün bence “sahte” ihtiyaçlarına cevap verebilecek donanımlarda şehrin mimari kültürüne bir katkı sunmasa da “düzenli !” konut öbeklerinin oluşmasına imkan sağlayabilmekte ve mevcut yerel nüfusu kısmen de olsa yerinde tutabilmektedir. Ancak bu dönüşüm veya yenilemenin varsa geleneksel aile ve kimliğin yerinde korunmasını temin edip edemediği ayrı bir sorudur. Bugün ülkemizin doğusunda ve sınırımızın ötesinde yaşadığımız sorunlar nasıl devletimiz tarafından bir beka sorunu olarak tanımlanıyorsa, aslında ailenin ve komşuluk kültürünün zayıflaması da ülkemizin hem doğusu hem de batısı için riskler ve tehditler barındıran gerçek manada bir beka sorunudur. Bu sorunun insanımızı edepsizleştiren bir kısım vasıtalarla bilerek veya bilmeyerek derinden derine geliştiğini farkına varmamızın zamanı çoktan geldi. Sonuçta getirildiğimiz ve/veya kucağımızda buluverdiğimiz toplumsal ve siyasal süreçte kentsel dönüşüm-koruma; önümüzdeki yıllarda artık sadece kentsel alanda fiziki bir yenileme eylemi değil ülkemizin doğusunda da batısında da , vatanımızın bekası için kadim ve millimanevi değerlerimizden beslenmesi gereken sosyal ve kamu güvenliği boyutuyla ve zemini şehir olan bir “var olma savaşı”nın adı olacaktır. 31


abiatın kalbidir, doğanın gözdesidir, güzelliğin zirvesidir Bolu. Bolu ‘yiğitlerin harman olduğu’ yerin adıdır. Bin bir türlü ‘delikli demir’ icat olsa da, hâlâ mert olanların, hâlâ mert kalanların, hâlâ mert yaşayanların şehridir o.

ÖZGÜRLÜĞÜN, ÖZGÜNLÜĞÜN,

DÜZGÜNLÜĞÜN BAŞKENTİ;

BOLU

Her şehir bir isimse eğer; Malatya Battal Gazi, Eskişehir Yunus Emre, Ankara Hacı Bayram ise, Konya Mevlana Maraş Nene Hatun Kırşehir Hacı Bektaş-ı Veli ise, Bolu hiç kuşkusuz Köroğlu diyarıdır. Fahri TUNA

Bolu Köroğlu’dur, Bolu Tokadı Hayrettin’dir, Bolu Akşemseddin’dir; ve Bolu nihayet İzzet Baysal’dır. Her şehir bir isimse eğer; Malatya Battal Gazi, Eskişehir Yunus Emre, Ankara Hacı Bayram ise, Konya Mevlana Maraş Nene Hatun Kırşehir Hacı Bektaş-ı Veli ise, Bolu hiç kuşkusuz Köroğlu diyarıdır. Hikâye mâlum: Bolu’da ‘bey’ var, zulmedecek birine, gözlerine mil çektirecek, gözsüz mazlumun oğlu doğacak, adını Ali koyacak, Ali büyüyecek, Hz. Ali’nin kılıcını taşıyacak elinde, babasının hesabını ‘bu dünyada’ soracak ‘bey’lere, ‘bey’lerin keyfi kaçacak; vuruşma, dövüşme, kaçışma; sırtını dağa verecek bizim Ali’cik, o dağ senin bu dağ benim; ‘bey’ler ovada bizim Ali ‘dağ’larda beyleyecek, bekleyecek, beslenecek. Bizim Ali’ye de bir isim vermemiz gerekecek, şöyle afili tarafından; ‘bey’ler eşkıya dememizi isteyecek, Üsküdar şâki, beylerin çanak yalayıcıları zalim, yardımcıları talancı; Ali ise hepsine birden yalancılar diye haykıracak ve soracak bize: ‘Sahi, kimim ben? Amme vicdanındaki izdüşümüm nedir benim?’ Bizim Ali’ye ‘baba bir isim’ koyabilmek için düşeceğiz yollara; Geyve, Taraklı, Göynük, Mudurnu, Seben derken yolumuz Abant’tan geçip Aladağ yaylalarına düşecek, Dörtdivan’da soluklanıp soracağız ‘yüksek’lere: ‘Kimdir bu Ali?’ Dağlar cevap verecek: ‘Hangi Ali?’ Diyeceğiz: ‘Babasının oğlu Ali?’ Dağlar sürdürecek: ‘Kör babanın oğlu Ali mi?’ Nâçar cevaplayacağız: ‘Evet!’, Dağlar da fermanı imzalayacak: ‘Köroğlu Ali.’ ‘Ben Hakk’ın kulu Köroğlu’yum’ diyecek Ali, ‘ben Hakk dediğimi, Hakk bildiğimi, Hakk bellediğimi yaparım’ diyecek Ali, ‘ben Hakk’ımı alırım’ diyecek, ‘ben haklının hakkını haksızdan alır haklıya veririm’ diyecek; tutacak sözünü ‘Köroğlu Ali’; alacak da verecek de. Ve ‘bey’liğini zulme gark etmiş bütün beylere bir eliyle

sayı//29// aralık 32


Istırancaları, diğer eliyle de Gavur Dağlarını gösterip seslenecek, bağlama eşliğinde, gönül telimizi titrete titrete: Benden selam olsun Bolu beyine Çıkıp şu dağlara yaslanmalıdırrrrrrr, yaslanmalıdıııır Ok gıcırtısından kalkan sesinden Dağlar seda verip seslenmelidirrrr, seslenmelidiiiiir O gün bugün, yiğitliği mertliği şanı alıp yürüyecek bizim Köroğlu’nun; sadece Bolu’da değil, Adapazarı’nda, Zonguldak’ta Bilecik’te değil sadece; Allahüekber’den Toroslar’a, Çamlıbel’den Zigana’ya değil sadece; yedi düvele yedi cihana yayılacak şanı. O gün bugün kim ‘hak’ dese, zulme zorbalığa haksızlığa karşı dik dursa ‘Köroğlu’nun gardaşı yoldaşı ayakdaşı’ sayılacak bilinecek bellenecek. İşte Bolu ‘düş’ün, ‘düşün’cenin, ‘düşünme’nin şehridir de; Bolu ‘işin sonunu’ düşünenlerin şehridir . Kaymağın, balın, yemeğin hası Bolu’da bulunur; insanın da… Yaylası da boldur, gölü de, sazı da sözü de suyu da lezzetlidir. Suyu lezzet olduğu kadar şifadır da. ‘Burası Bolu / Olsa da olu / Olmasa da olduruvörüz’ atasözüyle, çözümün,

çözümcülüğün şehridir de Bolu. Bolu zulme karşı direnmenin, haksızlığa karşı adaletin, yanlışlığa karşı doğruluğun şehridir. Bolu ‘beylerin tahtına çöpe atan’ yüzlerce binlerce on binlerce Köroğlu’nun şehridir; orada söz öz ve yüz ‘bir’dir. Delikli demir çıkıp bozulsa da mertlik’ yedi cihanda, namertlik Bolu’ya uğrayamamıştır daha. Yiğitliğin, mertliğin, kahramanlığın şehridir zira. Her şehir bir renkse eğer; mavi’yse İzmir, yeşilse Bursa, kahverengiyse Mardin, sarı ise Konya, turuncuysa Adana; Bolu ise hiç kuşkusuz turkuazdır. Turkuazdır, zira Bolu bayrağa devlete millete bağlılığın kitabını yazan şehirdir. Mengen ‘lezzet’, Gerede ‘hıfz’, Yeniçağa ‘kuş’, Dörtdivan ‘yiğit’, Seben ‘elma’, Kıbrısçık ‘köçek’, Mudurnu ‘helva’ Göynük ‘evliya’dır. Bolu gösterişsiz, ‘olduğu gibi olan’ insanlar diyarıdır. Doğanın, doğal olanın, doğallığın başkentidir. Özgürlüğün, özgünlüğün, düzgünlüğün başkenti. 33


acı Veyiszade Mustafa Efendi, alim, arif, salih bir baba olan Hacı Veyis Efendi ile, inançlı,ibadetli,asaletli bir anne olan Fatma Hanımın evladıydı.1887 yılında Konya’da doğdu. İlk hocası, babasıydı. Ailenin iki oğlu da hafız olmuştu.Mustafa Efendi daha sonra babasının ders verdiği Adliye Medresesine devam etti.18 yaşındayken,zorlu bir imtihandan sonra oradan icazet aldı.

KONYA’NIN UNUTULMAZ HOCASI

HACI VEYİSZADE MUSTAFA EFENDİ

Tebliğinde, şeytan taşlamaya pek yer yoktu. O sadece doğru olanı,hak ve hakikati söylemekle yetinirdi. Yumuşak bir üslup kullanır, kimseyi kırmazdı. “Kızmayacan, kızdırmayacan; kırmayacan, kırılmayacan”derdi. Vehbi VAKKASOĞLU*

Mustafa Efendi, çocukluğundan itibaren namaz sevdalısıydı. Babası, hangi gece, teheccüde kaldırmak için odasına girse,onun çoktan kalkmış olduğunu görürdü.Bu durumdan çok mutlu olarak,eşine seslenirdi: “-Hanım! Mustafa bizi geçti,maşallah!” 22 yaşına geldiğinde ,dönemin en seçkin medresesi olan Islah-ı Medaris’te hoca oldu. Medreseler kapatılınca da, Pir-i Mehmed Paşa Camii’de imam hatipliğe başladı.O günlerin zor şartlarında,camiyi okula çevirdi. Gizli,saklı dersler verdi.Civarda bulunan bir evde de,gizlice talebe okuttu.Anasından hoca doğmuş olan Hacı Veyiszade’nin talebesiz anı yoktu. Bir ara merkez vaizi oldu. Cami mektep,cemaat da öğrenci oldu.Daha sonra tayini Aziziye Camii’ne çıktı.Vefatına kadar burada imam hatiplik yaptı. Hoca’nın en mühim özelliklerinden biri de tevazuu idi.Ali Ulvi Kurucu merhum anlatır: Bir hoca,amcamın aleyhinde konuştu.Ben de duyduğum bu lafları amcama ulaştırdım. Amcam bana dedi ki: “Oğlum! O hoca Efendi beni tanımadığı için, benim aleyhimde konuşmuş, sövmüş…Aslında ben, sövülecek değil, dövülecek adamım!” Ali Ulvi Hocamız son görüşmesinde, “Amca, bir nasihatta bulun da, uyalım”der. Cevabı, “Babam! Bizim bildiklerimizi sen de bilirsin. Ne nasihat edeceğim” olur. Israr edince de, “Adam olamadım, adam olamadım de!” buyurur.

* Eğitimci, Yazar

sayı//29// aralık 34

Hacı Veyiszade namaz merkezli yaşayan bir hoca idi.Çok namaz kılar,namaza doyamazdı. Mesela okulda, iki ders arasında boşluk olursa,bu zamanı namaza ayırırdı. Tebliğinde, şeytan taşlamaya pek yer yoktu.O sadece doğru olanı,hak ve hakikati söylemekle yetinirdi.Yumuşak bir üslup kullanır,kimseyi


kırmazdı. “Kızmayacan, kızdırmayacan; kırmayacan, kırılmayacan”derdi. Talebelerini gevşemiş veya ilgisiz gördüğünde,en fazla şu sertlikte uyarırdı: “Huysuzlar! Yan kayışları kırdınız gene! Çabuk toparlanınız!” “İyiliğe sevinir,kötülüğe üzülürdü.Ancak,kötülüğün gıybetini yapmaz ve yaptırmazdı.” Onun işi, daima dua idi:“Allah,sa’yinizi meşkur,zenbinizi mağfur,hizmetinizi makbul eylesin” derdi. Öğrencilerine kızdığı nadir zamanlarda ise, “Açın ellerinizi,size beddua edeceğim” der.Ancak,açılan ellere yine dua yağdırır: “Allah’ım, bunları muallim eyle! Allah’ım, bunları muallim eyle!” diye yakarır. Velhasıl,ondan iç karartıcı hiçbir cümle duyulmamıştır. 1951 yılında Konya İmam Hatip Okulu açıldı. Hacı Veyiszade, o tarihten sonra bütün mesaisini bu okula verdi. Vefatına kadar burada hocalık yaptı.Ona göre,İmam Hatip Okulu,medreselerin devamıydı ve geleceğin dindar nesli buradan yetişecekti.Bu ümidi dolayısıyla,orada sadece hocalık yapmadı;talebe bulmaktan,para temin etmeye kadar her hizmete can-ü gönülden koştu. Yeğeni olan Ali Ulvi Kurucu merhumun, “İlerisi olmayan bir okula kim gelir ki?”demesi üzerine şöyle dedi: “Haklısın evladım,ama Allah,İslam’ın bütün dinlere olan hakimiyetini göstermeyecek mi?Bunu vaat ediyor.Allah’tan daha doğru

sözlü kim var ki?Bu açıklama üzerine ,o sırada Medine’de yaşayan Ali Ulvi Bey, “Amcacığım memleketimizden pek haberimiz olmuyor,her şey battı,bitti biliyoruz bu sebeple.Bundan dolayı hayret etmiş bulunmaktayım” dedi. Yeğeninin bu ifadesi üzerine Hacı Veyiszade ağlayarak , “Batmadı da,bitmedi de elhamdülillah.O devirler bir kefaret dönemiydi,borcumuz vardı,ödedik. Ödeyebildiğimiz kadar ödedik.Kapı az aralanır gibi oldu,bir ışık gözüküyor.Bir damla ışık,bir sürü yeri ışıtır değil mi? Işıyacak,ışıyacak… ”diyerek ümidini açıklamıştı. O kadar derin bir eğitimci duruş sergiledi ki,başka hiçbir görev teklifine sıcak bakmadı. Onun tek sevdası,hocalıktı.Müftülük ve milletvekilliği teklifini bile hemen geri çevirdi.Özellikle de siyasetten daima uzak durdu.Çocuklarına ve talebelerine de böyle davranmalarını tavsiye etti. Hacı Veyiszade’nin hocalık aşkını anlamak için tek bir örnek yeter de artar: Din eğitiminin en yasaklı zamanlarından bir gündü… Hoca,gizlice Kur’an-ı Kerim öğrettiği evde,bir münafıkın ihbarıyla basılır.Hemen karakola götürülür.Karakol kalabalıktır. Hırsızı,uğursuzu,ayyaşı,serkeşi ,hülasa toplumun tüm dibe vurmuşları oradadır.İfade vermek üzere sıraya girer.

Tam beş yıl, evinde çoluk çocuğuyla bir akşam yemeği yiyemedi. Her akşam,evinde pişen kocaman bir tencere tirit yemeğini götürüp,bu sürgün Müslümanlarla paylaşmıştır. Tam bir Ensar ruhuyla hareket etmiş, adeta “Kimse yoksa ben varım” demiştir.

Ama vakti boşa geçirmek günahtır.Hoca ,her yerde ve her şartta hocadır.Hemen eğitime geçmek için fırsat gözler.Bakar ki,tepesinde bir polis…Muhabbetle ve o tatlı Anadolu şivesiyle soruverir: “Guzum,Guran okumayı bilin mi?” “Bilmem!” 35


İlk hocası, babasıydı. Ailenin iki oğlu da hafız olmuştu. Mustafa Efendi daha sonra babasının ders verdiği Adliye Medresesine devam etti.18 yaşındayken, zorlu bir imtihandan sonra oradan icazet aldı.

der polis… Eeee, artık orası karakol değil okul, Veyiszade de sanık değil, hocadır. Hemen teklifini yapar: “-O zaman,bugünün bir yadigarı olsun,ben sana bir Elham (Fatiha) belleteyim…” O zor zamanlarda, hem gizlice Kur’an öğretiyor, hem de, arada bir karakola gidip polislere soruyordu: “Guzum, Guran yasağı hala galkmadı mı?” Yine o zor zamanlarda,Hoca’nın fahri olarak üstlendiği bir vazifesi daha vardı.Ülkenin doğusundan gelen muhacirlere dostluk elini uzatmak.Doğu illerimizin her yerinden,devlet zoruyla Batı’ya göç ettirilmiş bu insanlar,çok kötü durumda idiler.Zengin olanları bile fakir duruma düşmüş, perperişan olmuşlardı. Hoca, onlara yardım için çırpınıp durdu. Tam beş yıl,evinde çoluk çocuğuyla bir akşam yemeği yiyemedi.Her akşam,evinde pişen kocaman bir tencere tirit yemeğini götürüp, bu sürgün Müslümanlarla paylaşmıştır. Tam bir Ensar ruhuyla hareket etmiş, adeta “Kimse yoksa ben varım” demiştir. Önce onlarla yemek yemiş,sonra da onlara sohbet edip kitap okumuştur.Bir gün Hanımı, bu muhacirlere neden çok acıdığını sorduğunda,demiştir ki: “-Bunların içinde Peygamber sülalesinden olanlar var…Peygamber evladı var…Bunlara hizmet,benim din borcumdur.Namazım neyse,bu da odur.Peygamberim emrediyor… Dün azizken,bugün zelil olmuş,mevkiini ve parasını kaybetmiş olan insanlar var. Van’ın,Mardin’inin ayanı,eşrafı iken… Sürgün düşmüş,muhacir olmuş, ekmeksiz, sabunsuz ,çamaşırsız kalmışlar. Sen ne diyorsun Hatun! Derken ağlamaya başlamış… “Zengin olsaydım da,bunlara maaş bağlasaydım”diye inlemiş… Hoca,hem camide,hem de okulda,hem de hayır işlerindeydi.Sabah namazını camide kıldırırdı. Namazdan sonra cemaate Kur’an okur,akabinde de sohbet ederdi.İşrak namazını da camide kılıp eve döner,eğer okul zamanı ise,ders saatine kadar hazırlık yapardı.Hiç bir zaman hazırlanmadan derse girmezdi. Öğleye tekrar camiye gelip namazı kıldırır,sonra da hayır işlerine koştururdu.Ayırım yapmadan herkesle ilgilenir,dualar ederdi.Toplumun hep içinde,tam da ortasında olurdu.Bu yolu selamla açardı.Rastladığı herkese selam verirdi.Kadın erkek,çoluk çocuk,ölü diri herkese selam… Herkese güler yüz gösterirdi.

sayı//29// aralık 36

Hem yüzü, hem de eli gülerdi.Hele de çocuklara sadece selam vermez,elindeki çerez torbasından sarı leblebi de verirdi.Aslında verdiği, o tertemiz yüreğinin en kıymetli meyvesi olan şefkatiydi. Bu şefkati İmam Hatib’e de taşıdı. Bir ara, okul müdürü onun hocalığından ve etkisinden rahatsız oldu. Bu yüzden, Hacı Veyiszade’yi canından bezdirip kaçıracak şekilde bir ders programı yaptı.Bu programa göre,asansörü olmayan binada,hoca,birinci katla son kat arasında dolaştırılıyordu.Yaşlıydı,sağlığı yerinde değildi. Yakınları okuldaki bu durumu öğrenince, ona yalvardılar: “Müdürün niyeti, belli ki sizi fazlaca yorarak okuldan kaçırmak.Yeteri kadar emek verdiniz.Artık ısrar etmenin bir manası yok.Ayrılın,kurtulun…”dediler.O,bu temennilerin tam tersine,hastayken de geldi dersine,ameliyattan kalkar kalkmaz da… “Ben” der, “Bir talebenin yetişmesi için,her türlü kahrı çekmeye razıyım. Şair’in dediği gibi: Yar için ağyare minnet ettiğim aybeyleme, Bağıban bir gül için bin hare hizmetkar olur. ”Yar için, yar olmayana minnet edişimi ayıplama;bahçıvan bir gül yetiştirmek için bin dikene hizmet eder…Ben de, gül gibi bir insan yetiştirmek için, bin münafıkın kahrını çekmeye hazırım…” İlme yatkın olan talebeleriyle hususi ilgilenir,elinde avucunda ne varsa onlara verir,hiçbir şeyi esirgemezdi.Talebelerini kırmadan düzeltmeye çalışırdı.Onlarla birlikteyken, “Güzel yüzü,çiçekleri hiç solmayan bir tebessüm bahçesi” olurdu. İmam Hatip’li öğrencilere, derin ümitler ve yüksek beklentilerle kilitlendi. Derdi ki; “Bu çocuklar,meleklerin kanatlarıyla korunuyorlar. Bu memleketi onlar ileriye götürecekler.Bu milletin sönen,söndürülen kandillerini onlar uyandıracaklar.”Bu sebeple, İmam Hatib’e emek verdi. Okulun bazen amelesi, bazen ustası oldu.Bazen hocası,bazen itilip kakılan fazlalığı oldu. Ama, “Artık yeter, kendinizi daha fazla yormayın” diyen dostlarına “Tamam” demedi. “Ben İslam’ın alelade bir hizmetkarıyım.Allah beni bu hizmetten ayırmasın” dedi. Ve bu hususta hep ısrar etti.Her türlü makam ve mevkii reddetti.İmam Hatip’te hoca olarak kalmakla da samimiyetini gösterdi. Bu samimiyetin bereketiyle,okul doldu taştı.


En kalabalık okul oldu.Yüzlerce talebe, yer kalmadığından alınamadı.Anadolu’nun bu mahzun gençleri,gözleri arkada kalarak, büyük bir üzüntüyle geri döndü.İmam hatip’te yer bulamayan bazı gençlere kıyamadı,onlara dışarıdan ders verdi. Konya’nın manevi iklimine iyileştirici katkıları çok oldu. Bir Cuma günü, 5 Şubat 1960’ta vefat etti. Son sözü, “Çare tükendi, imdadımıza yetiş Ya Resulallah!” oldu. On binlerce mü’min, lapa lapa yağan kar altında katıldı cenaze namazına.Konya’da Üçler kabristanına defnedildi. Mezarının baş taşına, yeğeni Ali ulvi Kurucu Hocamızın şu mısraları yazılmıştır.

çocukları görür.Çocuklar da onu görür ve ellerindekileri hemen yere atar ve esas duruşa geçerler. Hoca önce, birer birer onların başını okşar, sonra da, ceplerine bir simit parası sıkıştırır. *Hacı Veyiszade, bir gün meyve almak için manavdadır.Kendisini tanıyan manav,en iyilerini seçmeye başlamış.Bunu gören Hoca, seçilen meyveleri hemen geri boşaltmış tablaya…Şaşkınca bakan manava da demiş ki: *“En iyilerini bana vereceksin, peki öbürlerini kime satacaksın?Böyle yapman,öteki müşterilere haksızlık olmaz mı? Şimdi, benim için seçtiklerini, diğer meyvelere iyice karıştır da,yeniden ver,öyle tart.

Hüve’l Hallak’ul Baki Candan ve cihandan geçerek affına geldim Hasret dolu ruhumla huzurunda eğildim. Gufranını, rıdvanını Rabbim kerem eyle, Şad et beni bilcümle ziyaretçilerimle. Candan geçen aşıkların ancak seni ister Lütfunla nazar kıl bize,didarını göster.

*Niçin kitap yazmadığı sorulunca şöyle dedi: “Bir kalpten bin kitap çıkar,fakat bin kitaptan bir kalp çıkmaz.”

Ayak taşında da, yine aynı güzel Gönül’ün şu mısraları vardır: Deruni bir visal aşkıyla gel zair bu dergaha Büyük arif bu yerden nur olup yükseldi Allah’a. Ölümsüz yadı bakidir,yaşar her an gönüllerde Mübarek tatlı siması gülümser sanki her yerde. Gönüller fetheden ulvi mücahid burada medfundur İlahi bin tecellinin temaşası ile memnundur. Likaillah ermiş Kutb-u Rabbani Veys-zade Bütün envara müsta’rak kesafetlerden azade. HACI VEYİSZADE MUSTAFA EFENDİ’DEN İLGİNÇ TESBİTLER HATIRALAR

Çok soğuk bir gece yarısı, biri gelir. “Hocam, atım hastalandı, gel de bir okuyuver” der. Hoca, sözü ikiletmez, hemen hazırlanıp hasta atı okumaya gider. İmam Hatip Okulu’nun yanı başında toplanıp, birlikte sigara içen

O devirler bir kefaret dönemiydi, borcumuz vardı, ödedik. Ödeyebildiğimiz kadar ödedik. Kapı az aralanır gibi oldu, bir ışık gözüküyor. Bir damla ışık, bir sürü yeri ışıtır değil mi? Işıyacak, ışıyacak…”

*Talebelerine şu cümleyi sıkça hatırlatırdı: “Huz ma safa, da’ ma keder. (Safalı olanı al,kederli olanı bırak.) * “Benim üç yerde aklım gider” der. Bu üç yeri de şöyle sıralar: “1-Namazda, 2-Misafirim geldiğinde, 3-Efendimiz’in (s.a.) ismi anıldığında… *Çok namaz kılardı. Namaza aşıktı. Namaza doyamazdı. Namazda kendini kaybederdi ve yüzü acayip bir hal alırdı. *Bir gün,bir talebesi Hoca’ya nafile namazlarla alakalı sorular sordu.Bunun üzerine,ona dedi ki: “Nafile namazı baban kılsın!Sen nafile ile uğraşma! Dersine çalış. *Sık tekrarladığı hakikatlerdendi: “Dünyada duracağın kadar dünya için,ahrette duracağın kadar ahret için çalış.” “Ne kadar yaparsan yap, yıkılacaktır; ne kadar yaşarsan yaşa, ölünecektir.” 37


UMHURİYET DÖNEMİNDEN ŞEHİR MANZARALARI

Cumhuriyet ilan olunmuş, yönetim şekli değişmiş, ancak ‘yönetim biçimi’ değişmemiştir.Ankara’da eski düzen devam etmektedir.Halkın daha modern ve müreffeh bir ülkede yaşama arzusu çok sonraki yıllara kalmıştır.

HATIRA KİTAPLARINDA..

OSMANLI’DAN CUMHURİYETE

ŞEHİRLERİMİZDEN MANZARALAR -İkinciProf. Dr. Ali Özek o günlerin şehirleri ile ilgili şu tesbiti yapar: İzmir, İstanbul gibi şehirler hariç, 1950’ye kadar Türkiye’nin diğer şehirlerinde kiremitli dam yoktu. Başka türlü çatıydı. Hüseyin YÜRÜK*

* Kamu Denetim Kurumu Üyesi

sayı//29// aralık 38

Nitekim Binbaşı Hüsrev Gerede, Ankara’da şehircilik anlamında ilk düğmenin nasıl yanlış iliklendiğini hatıralarında anlatır. Bu hatıra da ülkemizdeki şehircilik anlayışındaki başıboşluğun kaynaklarını gösteren vesikalardan biridir. Bir sefalet görüntüsü veren Ankara, tarihsel Büyük Millet Meclisi binası ile birlikte bir yanda olduğu gibi bırakılarak Yeni Ankara daha uygun bir alana kurulamaz mıydı? Herhalde hesapsızlık ve bilgisizlik, bugünkü onarımı olanaksız ve düzeltilmesi güç, nüfusu ile taban tabana zıt gitmiş anlamsız bir şehir ortaya çıkardı.Dışişleri Bakanı olan İsmet İnönü, dışarıdan gelen hemen her görevliye yada yurttaşa Ankara’yı nasıl görüyorsunuz? “ diye sorar, görüşünü alırmış. Bunlar gibi bir gün bana da sormuştu. İsmet Paşa’ya çalışmaları beğendiğimi ancak, ortada bir kent planının olmadığını anladığımı söyledim. Geldiğim Avrupa’da şehirlerin önce planı yapıldığından, sonra buna göre yollar açıldığından,önce su,elektrik,kanalizasyon gibi alt yapının tamamlandığından mahallelerin cinsine göre belirlenen katlarda ev,apartman villalar oluşturulduğundan söz ettim. Benden öncekilerin övgüleri karşısında benim bu gerçekçi görüşlerimin İsmet Paşa’nın pek de hoşuna gitmediğini gördüm. Zorunluluk karşısında çok sonraları Jansen, Holgmeister gibi mimar ve şehircilik uzmanlarına değişik planlar yaptırıldı.Sonunda Ankara; kanalizasyonsuz, köyle kent arasında biçimsiz, anlamsız,dağınık bir kent olmaktan kurtulamadı.(Gerede- Önal,2003:264) Yeni başkentimiz olan Ankara için dönemin şahitlerinden Fikret Halil’in tesbiti yalındır. Ona göre: Ankara şehrinin henüz ortaya çıkmış bir karakteri yoktur. Biz maalesef şehir idare etmesini hiç bilmiyoruz.Gezdiğim hiçbir şehrimizde tam manasıyla şehirciğin izlerine rastlamadım.Bir kaç sene zarfında resmi ellerden yüz milyon liramızı yiyen Ankara şehri asri bir şehir


olmaktan ne kadar uzaktır.Bu gün Ankara’nın henüz tebellür etmiş kati bir karakteri yoktur. (Fikret,1928) Çünkü Başkent Ankara’nın hali içler acısı bir manzara arzetmektedir. Osman Yüksel Serdengeçti o günleri şöyle anlatır: “Ankara’nın Altındağ’ı adeta çamur ve pislik deryasıydı. Evlerinde su olmayan koskoca mahallenin iki çeşmesi vardı. Halk bu çeşmelerin başında saatlerce nöbet beklerdi.”(Serdengeçti,2000:25) Milli Şef İnönü Döneminde il ve ilçe merkezlerinin hali haritada görüldüğü gibi değildir. Varlık ile yokluk arasında ince bir çizgi arasında yaşama mücadelesi veren yoksul, unutulmuş insan merkezleridir bunlar. Prof. Dr. Ali Özek o günlerin şehirleri ile ilgili şu tesbiti yapar: İzmir, İstanbul gibi şehirler hariç, 1950’ye kadar Türkiye’nin diğer şehirlerinde kiremitli dam yoktu. Başka türlü çatıydı. (ÖzekYıldırım,2012:56) Doğduğu topraklardan ayrılarak Türkiye’ye gelen Prof. Dr. Kemal Karpat’ın 1940’lı yıllarda anlattığı ülke manzarası korkunçtur. Kalktım, Ankara’ya evrakları takip etmeye gittim. İstanbul-Ankara tren yolculuğu sayesinde İstanbul’dan başka yerleri görmüş oldum ve ilk izlenimlerim bir hayli sarstı beni. Akşam Haydarpaşa’dan kalktı tren, Eskişehir’e geldi, Eskişehir’den yavaş yavaş Ankara’ya doğru ilerlerken sabah oldu ve Polatlı civarında durdu. Pencereden dışarıya baktım, bir köy; yıkık dökük evler, perişan bir vaziyet... (Karpat,2008:132) İstanbul’un bizatihi kendi konumu da bu yalın gerçekleri taçlandıracak vasıftaydı. Bu büyük şehrimiz de çamur deryası şeklindedir. Prof. Dr. Hüsrev Hatemi çocukluk günlerinin Üsküdar’ını şöyle anlatır: 1948 yılında babam beni Üsküdar’daki Çamlıca’ya götürmüştü.Şimdi çevre yolu geçen bir bölgede 1948 yılında küçük bir tarla vardı. Tarla öküzün çektiği bir sabanla işleniyordu. (Hatemi,2010:43) Dönemin şahitlerinden Kadir Mısıroğlu’nun anlattığına göre İstanbul’un en merkezi yerleri dahi çamur tarlasıydı. “Vatan Caddesi’nin olduğu yere Hırka-i Şerif’ten aşağı giderek ulaşmak istedik. Az sonra yol bitti. Önümüz tâ Vakıf Gureba Hastahânesi’ne kadar marul tarlasıydı.

Kenarda otlayan atlar vardı. Çamurdan arsaya yaklaşamadık.”(Mısıroğlu,1995:129) Prof. Dr. İsmail Karaçam da gençliğinin Burdur vilayetine hatıralarında yer verir.O günlerde Anadolu halkı ekmeğini haftadan haftaya köyden sağlayacak durumdadır. Bizim Burdur’a indiğimiz 1948 senesinde buranın yerleşim ve iskânı, sosyal ve medeni şartları köy hayatını andırıyordu. Henüz elektrik ve su tüm evlere girmemişti. Şehrin bir köşesinde bulunan jeneratör akşam olunca çalıştırılır, sokakların ışıkları ve evlerine elektrik alanların lambaları yanar, sabah olunca da sönerdi.Kaldığımız ev elektriği, suyu ve mutfağı olmayan, damı toprak bir evdi. Küçük bir gaz lambasının ışığından istifade ederek ders çalışırdık. Yemeğimizi kendimiz yapar, fırın ekmeği almaya maddi imkânımız elvermediği için ekmeğimiz haftadan haftaya köyden gelirdi. (Karaçam, 2009:42-43)

Prof. Dr. Hüsrev Hatemi çocukluk günlerinin Üsküdar’ını şöyle anlatır: 1948 yılında babam beni Üsküdar’daki Çamlıca’ya götürmüştü.Şimdi çevre yolu geçen bir bölgede 1948 yılında küçük bir tarla vardı. Tarla öküzün çektiği bir sabanla işleniyordu.

Müftülük münasebetiyle Kırıkkkale’de bulunan Mustafa Efe Hoca da gördüklerini şöyle anlatıyor: Koskoca Kırıkkale’de Müftülük dairesi, Nur Camii’nin dış tarafında ve sağ tarafta bulunan küçücük bir binada idi. İçerde basit bir masa, birkaç kuru sandalye vardı. Ne bir memuru vardı, ne bir murakkıbı. Yalnız Çankırılı İsmail adında bir odacısı bulunuyordu. (Efe,2013:104) Yedek subay olarak Tunceli’ye giden sonraki yılların Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Tayyar Altıkulaç da Tunceli’de yaşadıklarını şöyle anlatır: Bir otobüsün üzerine konabilecek kadar eşya ile Elazığ’da aktarma yaparak Tunceli’ye ulaşıyoruz. Bursa’dan yaptığım telefon görüşmesi üzerine Tunceli Askerlik Şubesi başkanı Bnb. Mehmet Saral’ın bizim için tuttuğu eve gitmek ve eşyamızı götürmek için vasıta arıyoruz. Böyle bir vasıta bulunmazmış. O tarihlerde Tunceli’de bir tane taksi de yoktu. Otobüs şoförü otobüsüyle bizi şehrin üst tarafında bulunan evimize götürmeyi kabul etti. Eşyaları indirip eve koyduk. Eşya dediğimiz de yatak, yorgan ve birkaç parça mutfak eşyası. Evin tuvaleti kapı önünde tahta ile çevrilmiş bir kulübe. Akşam vakti, içeri girdiğimizde, elektrik anahtarlarını çeviriyoruz, ışık yok. Musluklarda su yok. Ellerimizi yıkamak için bir damla suya muhtacız.Elektrik kesintisi problem değilmiş, ama evlere su haftada yarım saat süre ile verilebiliyormuş. Yani Munzur nehri harıl harıl akıyormuş, insanlar da ona uzaktan bakıyormuş. Yerli olmayan memurlar 39


Anadolu halkı ‘Yoksul devletin yoksul halkı’ olarak sınırsız ızdıraplar içersinde yaşama mücadelesi veriyordu. Bilhassa sağlık şartları son derece elverişsizdi.

susuzluk yüzünden yaz günlerinde eş ve çocuklarını memleketlerine gönderirlermiş. Bizim çocuklar küçük. Her gün Hülya’nın ve Ayşe’nin ellerine birer kova veriyoruz, Munzur’a iniyorlar, kovaları yarım doldurup yokuş yukarı nefes nefese her gün birkaç sefer su taşıyorlar. (Altıkulaç,2011:160) Anadolu halkı ‘Yoksul devletin yoksul halkı’ olarak sınırsız ızdıraplar içersinde yaşama mücadelesi veriyordu. Bilhassa sağlık şartları son derece elverişsizdi. Prof. Dr. Ali Özek askerlik münasebetiyle bulunduğu Şanlıurfa’daki hayat şartlarına şöyle yer verir: Yerin altını oyup ev yapmışlar. Bir kapısı var. Aynı mağara gibi. Ateş yaktıkları zaman duman çıksın diye yukarıda, tam ortada bir delik açmışlar. Evler ikiye bölünmüş. Bir tarafta hayvanlar bir tarafta da insanlar kalıyor. (ÖzekYıldırım,2012:189) Özek’in anlattığı bu hal ile 1915 yılında Şevket Süreyya Aydemir’in anlattığı ülke şartları arasında hiçbir fark yoktur.Aradan yaklaşık 60 yıl geçmesine rağmen Anadolu halkı hala mağara benzeri evlerde yaşamaya devam etmektedir. O günkü Anadolu’nun halini en çarpıcı bir şekilde anlatan ifadelerden biri Samet Ağaoğlu’na aittir. Ağaoğlu, geçmişi yüzyıllara dayanan tãrihi bir şehir olan Erzurum’a 1940’lı yıllarda kavuşmasını şöyle anlatıyor: Anadolu’da nasıl bir hayat yaşandığına gezilerimde şahit olmuştum. Bir tetkik seyahatinde bindiğim aracın şoförü ‘Erzurum’a geldik’ dediği zaman ‘Nerede?’ diye ister istemez sormuştum. Önümde sadece bir yangın yeri, toprak içine kazılmış dükkanlar, küçük kerpiç evler ve bir iki cami kubbe ve minaresi vardı. Kendimi tutamamış ve bağırarak sormuştum. ‘Erzurum bu mudur?”(Ağaoğlu-Koçak,1993:40) Mevcut şartlar sadece halkı değil her kesimden memurları da çepeçevre kuşatmaktadır.Nitekim o günlerde teğmen olarak Erzurum’da bulunan Orgeneral Nevzat Bölügiray yaşadıklarının şöyle anlatıyor. Endişelenmekte pek de haksız sayılmazdım; çünkü ev, köyün en kenarında ve bir tepenin yamacındaydı. Bu evden sonra hiç ev bulunmuyordu ve sadece tarlalar uzanıyordu. Çevrelerinde oturan bir tek subay evi de yoktu. Tanıdık ve dost hiç kimse de bulunmuyordu. Köylüler, karakış bastırınca ve yoğun kar yağdığında, kurtların bu tepeye kadar indiklerini söylüyordu. Zaten bu nedenle

sayı//29// aralık 40

subaylar bu evi pek tutmak istemiyordu; ancak bizim gibi darda kalanlar tutuyordu. (Bölügiray, 2009:47) Evde çeşme bulunmadığı için köylülerin yaptıkları gibi, hizmet erinin kova ve tenekeyle köy çeşmesinden getirdiği kısıtlı suyla; yemek pişiriliyor, bulaşık ve çamaşır yıkanıyor, ev temizliği, banyo yapılıyor ve artan su tuvalette kullanılıyordu. Tabi su kısıtlı olunca, bütün bu işlerde de suyu çok idareli kullanmak gerekiyordu. En zoru da bulaşıkların ve çamaşırların yıkanmasıydı. Ne çeşme, ne lavabo ne de pis suyun akıtılacağı bir yer vardı. Eşim Ayser, bu nedenle setin üzerinde sabunlu su koyduğu bir tasta yıkadığı bulaşıkları, başka bir tasa koyduğu temiz suda duruluyor, bulaşık bitince de tastaki suyu helaya döküyordu. Kuşkusuz çok zahmetli bir işti. (Bölügiray, 2009:49) Bölügiray’ın anlatımından Tek Parti Döneminin subaylarının ancak ahırdan bozma lojmanlarda kalabildiği anlaşılmaktadır. Bir yıl sonra konut sırası gelince çok sevindik. Ancak taşınınca bu sevincimiz tam bir düş kırıklığına döndü. Konut dedikleri yer, eskiden kalma büyük bir ahırın yedi eşit parçaya birer duvarla bölünerek oluşturulmuş yedi parçadan biriydi. Burada da ne mutfak, ne banyo, ne elektrik, ne su ve ne de kanalizasyon bulunuyordu. Buradaki yaşam, köy evindekinden daha sefilaneydi. (Bölügiray, 2009:50) 1940’lı yılların Türkiye’sinde şehirlerin çoğunda dahi geceleri elektrikler kesiliyordu.Ülke çapında birçok evde elektrik ve su yoktu. Eski milletvekili Cemal Cebeci, öğretmen olarak bulunduğu Kayseri’nin Develi ilçesini şöyle anlatır: Evlendiğimizde Develi’de kiraladığım dairenin en iyi taraflarından biri de karşımızda ibadete açılan Tolbaşı Mescidinin bulunması ve Mescidin bahçe duvarında çeşme olmasıydı.O tarihlerde evlerde su tesisatı olmadığı için çeşmenin yakın olması büyük nimetti. (Cebeci,2014:61) Cemal Cebeci, asker olarak bulunduğu Van’ın Gevaş ilçesinden ‘büyükçe bir köy’ olarak bahseder. Diyarbakır, Bitlis üzerinden Van’a sonra Gevaş’a ulaştım.Göl’ün güneyinde, 5-6 km. içeride,


yerli, memur toplam erkek nüfusu 10001500 arasında, küçük bir kaza, büyükçe bir köy denilebilir bir yerdi.İhtiyaçlar Van’dan karşılandığı için gelişmemiş bir yerdi.Bir kaç dükkan var,lokanta, kebapçı hak getire, bir kasabı varmış, ara sıra kesim yapılırmış.Belediye teşkilatı da otel de yok. (Cebeci,2014:58) Prof. Dr. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu ise o günlerin Harput’unu ölü bir kent olarak niteler. Elazığ’ın 5 km yükseğinde, virajlı bir yolla çıkılan tepe üzerindeki Harput Kasabası, sanki ölü bir kentti. «Can çekişen kent» demek daha doğru olur. Çünkü ıssız sokaklardaki evlerinin kapı eşiklerinde çömelmiş veya oturmuş sadece birkaç ihtiyar adam gördüm bu bırakılmış kentte. (Velidedeoğlu,1977:330)

binalara rastlıyordunuz. Kahire ise dört milyon nüfusu olan bir şehirdi. Yirmi, otuz katlı binalar vardı. Bugün Türkiye’de gördüğümüz büyük marketlerden daha büyük marketler vardı Kahire’de. İstanbul’dan Kahire’ye gittiğiniz zaman çok değişik, çok modern bir şehre gittiğimizi hissediyordunuz. (ÖzekYıldırım,2012:64-65)

Mili Şef Dönenimde esasen ülkenin neredeyse tamamı ölü bir kent konumundadır.Döneme ait bütün hatıralarda şahitler tarafından bu çıplak tesbit dile getirilmiştir. Subay olarak Aşkale’de bulunan Kurmay Albay Kenan Kocatürk Aşkale’yi “Aşkale, o zaman çok küçük bir köy idi”(Kocatürk,1999:375) şeklinde anlatırken,müfettiş olarak Siirt’in Kurtalan ilçesinde bulunan sonraki dönemin bakanlarından Cahit Kayra da Kurtalan ile ilgili şu tesbiti yapmıştır: Kurtalan, Orta Asya çöllerinde kaybolmuş bir köye benziyordu. (Kayra,1995:114)

Görüldüğü üzere şehircilik ile ilgili sorunlarımız, yaygın bir yanılsamayla ifade edildiği gibi sadece 1950’den sonra ortaya çıkan büyükşehirlere göç hareketlerinden değil daha öncesinden kaynaklanmaktadır. Ülkemiz, şehircilik konusunda yaklaşık yüz elli yıllık bir ülke meselesi ile karşı karşıyadır.

Sonraki yıllarda Kara Kuvvetleri Komutanı olan Orgeneral Kemal Yamak ise çocukluğunun Merzifon ilçesinden şu çarpıcı manzaralara yer verir: Çeşmeye açılan bir çıkmaz sokak tarafından, kış ve kar nedeniyle şehre inmiş bir kurt, bir genç kadının baldırını kapmış ve kaçmıştı. Kimisi kurdu, kimisi kadına yardımcı olacak birisini arıyordu. Her ikisini de bulamıyorlardı. Çığlıklar, bağırışlar ve koşuşmalar içinde eve dönmüştük. Babam ilgilenmeye ve bilgi almaya gitmişti. O zamanlar ilçede sadece bir hükûmet tabibi var, ona ulaşmak çok zor…İşte 1929’ların gaz fenerleriyle aydınlatılan, sokaklarına kurt inebilen bir hayat şeklimiz vardı. (Yamak, 2006,s.16) 1950’li yıllarda tahsil yapmak üzere Mısır’a giden Prof. Dr Ali Özek o günün Mısır’ı ile İstanbul ve Türkiye’yi karşılaştırma fırsatı bulur. 1950’nin Kahire’si ile İstanbul’u mukayese edecek olursak, arada çok büyük farklar vardı. İstanbul, beş yüz bin nüfusuyla Türkiye’nin en büyük kentiydi. En fazla beş altı katlı

Şüphesiz yazımız bizim projektör tuttuğumuz eserlerdeki tesbitlerle sınırlı.Ama farklı eserlerde de benzeri tesbitleri bolca görmek mümkün. Kanaatimizce şehircilik anlamında yeni bir gelecek tasavvuru peşindeysek geçmişi ve geçmişte bulunduğumuz koordinatları çok iyi bilmemiz gerekiyor.

İstanbul, beş yüz bin nüfusuyla Türkiye’nin en büyük kentiydi. En fazla beş altı katlı binalara rastlıyordunuz. Kahire ise dört milyon nüfusu olan bir şehirdi. Yirmi, otuz katlı binalar vardı.

KAYNAKLAR

• Horvath Bela,(1997), Anadolu,1913,İstanbul:Tarih Vakfı Yay • Karaçam İsmail, (2009),Hatıralar, İstanbul:Çamlıca Yayınevi, • Karpat Kemal,(2008) Dağı Delen Irmak, İstanbul: Timaş Yay • Kayra Cahit, (1995),1938 Kuşağı,İstanbul:Cem Yay. Kefeli Yakov,(2013),Anılar,Ankara:Türk Tarih Kurumu Yay • Kocatürk Kenan,(1999) Bir Subayın Anıları,İstanbul:Kastaş Yay. • Koçak Cemil,(2012),Geçmiş Ayrıntıda Gizlidir, İstanbul:Timaş Yay. • Mağmumi Şerafettin,(2010), Anadolu ve Suriye’de Seyahat Hatıraları,Ankara:Cedit Neşriyat • Menteşe Halil, (1986),Halil Menteşe’nin Hatıraları,İstanbul:Hürriyet Vakfı Yay • Mısıroğlu Kadir,(1995) Geçmiş Günü Elerken, İstanbul:Sebil Yay. • Özek Ali,Yıldırım Ramazan,(2012), Ali Özek’in Hatı raları, İstanbul: Düşün Yayıncılık • Uran Hilmi, (2007) Meşrutiyet, Tek Parti, Çok Parti Hatıralarım, İstanbul: İş Bankası Yay. •Velidedeoğlu Hıfzı Veldet, (1977), Anıların İzinde, İstanbul:Remzi Kitabevi. • Yamak Kemal, (2006), Gölgede Kalan İzler, İstanbul:Doğan Kitap • Yergök Ziya-Önal Sami, (2006),Harbiyeden Dersime, İstanbul:Remzi Kitapevi 41


OPLUTAŞIMANIN KISA TARİHİ

TOPLU TAŞIMADA

BİLET VE JETON

Yoğun şehir yaşamı, işe gidiş-dönüş, şehrin bir ucundan diğer ucuna gitmek ve nakliye maliyetini düşürmek için toplu taşımayı gerektirmiştir. Selahattin KAYA

Ulaşım, gelişen ve büyüyen kentlerde insanın ve eşyanın naklinde her zaman önemli bir yer almıştır. İlk çağ-larda hayvan sırtında yapılan ulaşım ve taşıma, tekerleğin keşfedilmesi ile hayvanlar tarafından çekilen araçlar ile daha çok insan ve yük taşınır olmuştur.* Deniz, Nehir ve göl kenarlarında yaşayan insanların geliştirdiği kürek ve yelken gücü ile giden deniz araçları ile yapılan deniz taşımacılığı, uzak ülkeler ile ticareti kolaylaştırmış, gönderilen askerler ile o bölgeler kontrol altına alınmış veya bilinmeyen yeni ülkeler ve kıtalar keşfedilmiştir. 1765 yılında buharlı gemilerin icad edilmesini (James Watt), 1825 yılında İngiltere ve ABD’de buharlı lokomotifler takip etmiş olup, 1887 yılında benzinli motor icad edilerek (Gottlieb Daimler) ulaşım araçları gelişerek çoğalmış, dolayısıyla hayvan ile yapılan taşımacılık dünya genelinde yok denecek kadar azalmıştır. 1903 yılında da şehirler ve milletlerarası uçak ile ulaşım sağlanmaya başlanmıştır. 18. yüzyılda insan gücü ile, tahtırevan dediğimiz, sedyeye benzeyen taşıt ile kısa mesafelerde taşımacılık yapılmıştır. 2 veya 4 kişi tarafından taşınan, 2 uzun tahta ortasında bulunan sandalyede oturan yolcunun istediği muhite bedeli mukabili götürülürdü. Keza Uzakdoğu’da da insan gücü ile çekilen iki tekerlekli dilimizde çekçek tabir edilen araçlar kullanılmaktadır. 19. yüzyıl ortalarında, İstanbul’un lüks semtlerinde yaşayan gayrimüslimlerin rağbet ettiği bu taşıt “chaise à porteur” Türkçemize, okunuşu şeza portör veya Beyoğlu Sedyesi olarak geçmiştir. 19. yüzyıl sonlarına doğru bu uygulama unutulmuştur. Yoğun şehir yaşamı, işe gidiş-dönüş, şehrin bir ucundan diğer ucuna gitmek ve nakliye maliyetini düşürmek için toplu taşımayı gerektirmiştir. Bu ihtiyacı karşılamak belediyeler ile özel girişimciler tarafından yerine getirilmiştir. Bu ihtiyaçlar Omnibüs, Taksi, Dolmuş, Otobüs, Tramvay, Tren, Metro, Gemi, Feribot, Minibüs, Metrobüs, Monoray, Teleferik, Füniküler gibi araçlar ile karşılanmış olup, yolculuk ücretini önceden tahsil etmek ve ücretsiz yolculuğu önlemek amacı ile, seyahatten önce satın alınan, üzerinde ilgili

sayı//29// aralık 42


belediye veya özel girişimcilere ait amblem, seri numarası, fiyatı, kalkış ve varış yerleri, tarihi, sınıfı, tipi (sivil, talebe, asker vb.), olabilen değişik ebat ve malzemelerden basılı veya çinko, alüminyum, nikel, pirinç, bakır, karton, parşömen, plastik gibi maddelerden yapılmış yuvarlak, tırtıklı, 2 çentikli, kare, altıgen, üçgen, oluklu vb. muhtelif çap, kalınlık ve ebatlarda darp edilmiş, bilet ve jetonlar seyahatlerde kullanılmıştır. Toplu taşıma hizmetleri, ücreti gidilecek mesafeye bağlı olarak belirlenen, seyahatten önce belirli yerlerden veya hizmet alınan araç içindeki “Biletçi” tabir edilen kişilerden satın alınan “Bilet” veya gişelerden ve otomatik makinelerden satın alınan “Jeton” ile gerçekleşir. Bilet sözlükte “Para ile alınan, ulaşım araçlarına binme, konser, sinema, tiyatro vb. yerlerine girme veya bir talih oyununa katılma hakkı veren belge” (1), Jeton ise “Telefon açmak, kimi taşıtlara binmek, kimi yerlere girmek için para yerine kullanılan küçük metal ya da plastik marka” (2) dır. TOPLU TAŞIMADA KULLANILAN BİLET VE JETON ÇEŞİTLERİ

18. yüzyıl başlarından beri kullanılan “Bilet” ve “Jeton”lar, günümüze kadar teknolojinin gelişmesi ile birçok değişiklikler meydana getirmiştir. Bilet ve Jetonların değişik kalite, materyal ve boyutlarda kullanıma sunulması, o ülkenin ekonomik yapısı hakkında da bizlere ipuçları verir. Günümüze kadar toplu taşımada kullanılan Bilet ve Jetonları aşağıdaki başlıklar altında inceleyebiliriz:

A. KAĞIT B. JETON C. MANYETİK C2. Plastik E. EDMONDSON TICKET F. KAZIMALI BİLET (Stratch Ticket) G. ŞERİT BİLET (Strip Ticket) H. AKBİL A. Kağıt Biletler

Tek kullanımlık, haftalık, Aylık, Abonman, Basılı fatura ve Yazar kasa fişi olarak sınıflandırılan Kâğıt Biletler, günün şartlarına ve müessesinin mali durumuna bağlı olarak basılmaktadır. B. Jeton Jeton bir para çeşidi olup, çok geniş kullanım alanı olan ve asırlar boyu maden, deri, parşömen, karton, plastik gibi değişik maddelerden yapılmış markadır. Jeton tarihi eski Yunan medeniyetinde başlamıştır. Fransa’da XVI. Louis za-manında başlayarak üç asır boyunca kullanılmış olup 15.000 değişik jeton çeşidine ulaşmıştır. 17. yy’dan 19. yy. başlarına kadar İngiliz adaları ve İngiliz deniz aşırı adalarında jeton kullanımı yaygınlaşmıştır. 1838 yılında İngiliz sömürgesi olan Kanada’da yoğun şekilde darp edilip kullanılmıştır. Şehiriçi, şehirlerarası veya milletlerarası telefon ile görüşebilmek için, 1891 yılında William Gray tarafından patenti alınan ve 1920 yılında İngiliz Posta Dairesi tarafından jeton ile çalışan ankesörlü telefonlar, kamuya acık alanlarda, hava alanı ve gar gibi yerlerde 43


biletlerin yerini alan, ülkemizde İstanbul Kart, Kent Kart vb. isimler ile, birçok deği-şik çalışma sistemiyle kullanıcıya ön ödeme ile seyahat hakkı veren plastik biletler toplu taşımacı-lıkta kullanılmaya başlanmıştır.

halkın kullanımına sunulmuştur. Toplu taşıma jetonları günün şartlarına ve müessesenin mali durumuna bağlı olarak değişik şekil, kalınlık ve metallerden kullanımcılara sunulur. Genellikle, ilk görülen jetonların ön yüzü baskılı, arka yüzü boştur. Ön ve arka yüzü aynı baskı olan veya ön yüzünde firma logosu, arka yüzünde mevkii, sivil, talebe, er vb. ibare-leri veya ücreti yazan, akmonital paralarda olduğu gibi yanları yazılı veya tırtıklı jetonlar da vardır. Ülkemizde İstanbul Büyükşehir Belediyesi şirketi olan BELBİM tarafından üretilen ve İETT tarafından 2009 yılından itibaren kullanılmaya başlanmıştır. C. Manyetik Biletler

Toplu taşıma hizmetlerinden yararlanabilmek için birçok ülkede tercih edilen ve yaygın olarak kullanılan manyetik biletlerdir. Paris ulaşım araçlarında senede 500 milyondan fazla manyetik bilet kullanılmaktadır. Karton veya plastik biletler tek ve çok kullanımlık olarak 2 çeşittir. Çok kullanımlı manyetik bilet, dijital okuyucu tarafından her kullanımda, kullanılan hat bilgisi, tarih ve saat biletin boş alanına ücret ve düşümü yapılarak yazılır. D. Plastik Biletler

Dayanıklı ve uzun ömürlü kartlar, kağıt ve karton biletlerin yerine kullanılmaya başlanmıştır. 1980’lerden sonra Fransa ve Almanya’da telekomünikasyon alanında plastikten mamul değişik sistemler ile çalışan tele-fon kartları jetonların yerini almıştır. Elektronikteki hızlı gelişim, akıllı kart, e-bilet olarak isimlendirilen ve klasik kağıt veya karton sayı//29// aralık 44

1. Dolum: Elektronik kartlara kontör veya ücret yükleyebilmek için toplu taşıma duraklarında, istasyon girişlerinde bulunan otomatik dolum makinelerinden veya market, büfe, gazete bayileri gibi noktalarından dolum yapılır. 2. Kullanım: Toplu taşıma araçlarına binildiğinde şoföre yakın mesafede bulunan veya metro, tren istasyon girişlerinde bulunan elektronik biletler ile (temaslı, temassız) biniş/ geçiş yapabilmek ve biletlerin geçerliliğini kontrol edip tahsilat yapan (kontör düşümü/ check-in) veya gidilen mesafeye kadar ücret iadesi yapabilen (kontör iadesi/check-out) akıllı cihazlar olan validatör ile kullanım gerçekleşir. Turnikeler elektronik ücretlendirme, geçiş/çıkış ve kontrol cihazlarıdır. Çipli Biletler (Smart) , temaslı kartlar grubuna girer. Kart yüzeyinde kodlanmış bilgileri ihtiva eden cip vardır. Kartın kullanılabilmesi için kart okuyucusunun içine yerleştirilmesi gerekir. Tamura Biletler her kullanımda, kullanılan hat bilgisi, tarih ve saat biletin arka yüzünde olan boş alanına ücret ve düşümü yazılarak kullanılan çok ince plastikten mamul bilet çeşididir. Ülkemizin birçok il ve ilçelerinde kullanılan Temassız Elektronik Bilet, İstanbulKart, Kentkart, Takkart, Elkart, Gülkart, Cankart, Bukart, Antkart, gibi isimlendirilerek, kartların üzerlerine kullanıcı bilgi ve resimleri basılarak da öğrenci, öğretmen, 60 yaş üzeri, engelli, vb olarak indirimli tarifelerden kullanıcılar faydalanabilmektedir. Mifare Kartlar, Proximity kartlardan çok daha ince olan (0,37 mm), kart içine gömülü mikroişlemci, anten ve mini yazılım olan Mifare kartlar, çipli kartlar ile Proximity kartların özelliklerinin bir araya gelmesi ile üretilmiştir. Kartların kopyalanması hemen hemen imkansızdır. Kullan-At mantığı ile kullanılan Mifare Biletlerin ülke uygulamalarına göre tek, iki, üç, beş ve on binişli ve haftalık, onbeş günlük ve aylık olan çeşitleri vardır. E. Edmondson Bilet

İngiltere’de tren ile şehirlerarası seyahatin başladığı ilk yıllarda biletler el ile yazılırdı. Bu işlem vakit aldı-ğından gişe önünde uzun kuyruklar oluşturuyor ve yolsuzluklara


sebebiyet verebiliyordu. 1842 yılında Thomas Edmodson tarafından geliştirilen kartondan yapılmış, üzerinde seri numarası, hat bilgileri, ücreti vb. açıklamalar bulunan ve hatlara göre değişik renkleri olan karton biletler kullanılmaya başlanmıştır. 1990’lı yıllarda birçok ülkede kullanımına son verilen bu bilet türü az da olsa bazı ülkelerde nostaljik olarak kullanımı devam etmektedir. Ülkemizde de bazı tren hatlarında kullanımı devam eden Edmondson bileti Banliyö trenlerinde ve Şehirhatları vapur seferlerinde kullanılmıştır. Bilet gişeden satın alınırken, memur tarafından biletin ortası zımba makinesinde delinir, kontrol esna-sında birçok değişik delme şekilleri olan pense ile iptali gerçekleştirilir. F. Kazımalı Bilet (Stratch Ticket)

Günde 3 ve daha fazla şehiriçi seyahat edenler için fiyatı uygun olan, ilgili seyahat şirketleri tarafından be-lirlenen hatlarda geçerli olup üzerinde en az iki yıl, 12 ay ve 1’den 31’e kadar günleri belirten kazımalı, ön ödemeli ve iadesi olmayan, kağıt bilet türüdür. G. Şerit Bilet (Strip Ticket)

1980’li yıllarda Hollanda, Almanya, Danimarka vb. ülkelerde kullanılmaya başlanan şerit bilet (Strip Ticket) 2, 3, 8, 10, 15 ve 45 satırı olan en küçük boyu 4,5x9,2 cm, en büyük boyu 4,9x28,3 cm ebat-larında olan, duraklarda bulunan özel makinelerde veya şoföre damgalatılıp geçerlilik kazanan karton bir bilet türüdür. Hollanda’da 2011 yılında uygulamadan kaldırılmıştır. H. Akbil

Paslanmaz çelik muhafaza içinde olan elektronik devre, kullanımı ve taşınması çok kolay olduğundan dokun-geç mantığı ile çalıştığı, içindeki ücret-kontör bittiğinde tekrar doldurabilir olduğundan tercih edilen bir bilet türüdür. İstanbul Belediyesince uzun zamandan beri kullanılmaktadır. Akbil ile başlayan yolculuktan itibaren 2 saat içinde aktarmanın geçerli olduğu hatlarda 5 adet indirimli aktarma imkanı sağlar. III. YOLCULUK BİTERKEN

200 küsur seneden beri kullanılmakta olan toplu taşıma bilet ve jetonların gündelik yaşantımızda para kadar önemli bir yeri vardır. Yolculuk biterken kullanımı sona erdikten sonra çöpe veya hurdaya atılan bu nesneler koleksiyoncular tarafından saklanıp geçmişi

günümüze taşımasına ve kaybolmaya yüz tutmuş değerlerin yeni nesiller tarafından öğrenilmesine vesile olmaktadır. Bilhassa yeni nesil ulaşım biletlerin bir yüzünde bulunan tematik resimler koleksiyoncuların ilgisini çekmektedir. Amatörce yapmış olduğum koleksiyon çeşitlerinden biri olan ulaşım biletleri hakkındaki çalışmamda birçok eksik ve yanlışlıklar olacağı aşikârdır. Bu konuda yazılı yayınların olmaması, ilgili müesseselerin arşiv tutmaması ve materyalleri saklamaması, mevcut olanların ise dağınık ve zor bulunması, bilgi eksikliği ve yanlışlıklara sebebiyet vermektedir. Ülkemizde bu konuda bir ilk olup uzun ve yorucu çalışma sonucu bilgi ve birikimlerini 3 cilt kitap yazıp koleksiyoncuların istifadesine sunan Sayın Rıfat KILAR’a ve bu hobiye gönül vermiş, burada isimlerini sayamadığım koleksiyoner arkadaşlarıma sonsuz teşekkürlerimi ve şükranlarımı sunarım. 45


İSTANBUL’UN GARİP

ŞAİRLERİNDEN Şairler, edipler gezmeyi severler. Lakin hiç birisi şiirinde gezip gördüğü yerleri, isimleri Orhan Veli kadar yer vermez. Recep GARİP

sayı//29// aralık 46

ir tavır belirleme, duruş alma gelenekseli reddederek kaleme aldığı ve dostlarının da imza koyduğu “Garip” haklı olarak yaşıyor denilebilir. Meşhur “Han Duvarları” şairi Faruk Nafiz Çamlıbel’i hatırlatıyor “Yol Türküleri” şiirinde. Anadoluyu baştanbaşa gezdirir gibi “Hereke, İzmit, Arifiye, Adapazarı, Hendek, Düzce, Bolu, Gerede, Sinop, Zonguldak” hatta köylere, kasabalara varıncaya değin şiirde mısralar kendisini eleverir. Bu tür geziler bütün sanatkârlarda mevcuttur. Şairler, edipler gezmeyi severler. Lakin hiç birisi şiirinde gezip gördüğü yerleri, isimleri Orhan Veli kadar yer vermez. Şehirlerin, yapılarına, dokularına, insan manzaralarına dair ipuçlarını, sosyolojik tahliller yapılabilecek düzeyde işin içine girdiğini görürüz şairin. Şair, semtleri, caddeleri, bulvarları şiiriyle yaşatır. Var olan her yapının şiire girdiğini görürürüz. Şehir manzaraları gözlerinizin önüne gelip yerleşir şiirlerini okurken. 1939 yılının aralık ayında “Varlık” dergisinde “Garip Şiir Akımı” bildirisi yayınlanır. Bu tavıra “Birinci Yeniciler- Garipçiler” denilecektir. “Birinci Yeni” ile “İkinci Yeni” arasındaki tek ortak nokta denilebilir ki “kafiyesizlik”, “ölçüsüzlük”tür. Bilinçaltındaki soyut anlayışı şiirlerine yansıtmaya çalışmışlardır. Kelimelerdeki tesadüfü ihmal etmediler. Şiirsel ifadeleri önemsemişlerdir. Mısralardaki dokunuş şiirin varlığını haber etmeli, hangi kelime kullanılırsa kullanılsın şiirselliği olmalıdır diye düşündü “İkinci Yeni”. “Garip” şiirinin en büyük ödevi kanımca “İkinci yeni”yi hazırlamasıdır. Öyle bir rüzgârla şiir dünyasına girdiki fırtına hızıyla heceyi, vezni, kafiyeyi, imgeleri, kurguları, geleneği yok saydı “Birinci Yeni” yani “Garipçiler”. Oysa Cumhuriyeti kuran irade şiirin “hece”yle sürmesinden yanaydı. Divan şiiri, geçmişin şiiri yani Büyük Osmanlının topraklarında icra edilen bir şiirdi. Daha çok Ümmet şiiri olarak düşünülmekteydi. Divan şiirinin-Aruzun doğuşunun Acemlerce olduğu onlardan da Arapların beslendiğinialdığını ifade edelim. Sonraki dönemler bu bahsi geçen milletlerin aynı topraklarda, aynı coğrafyalarda asırlardır birlikte yaşadıklarını ve birbirlerinden etkilendiklerini, kelimeler aldıklarını, komşulukların ötesinde din beraberliklerinin, kan beraberliklerinin de hâsıl olduğunu ifade edebiliriz. Bahsi geçen büyük insanlık coğrafyası İslam coğrafyasıdır. Bu coğrafyada yaşayanlar son peygamber


Hazreti Muhammed’e iman ettikleri-inandıkları için o topluluğun adına ümmet ifadesi kullanılmaktadır. “Hece” şiiri de Türk’e ait olan bir usuldü. Onda da uyaklar, vezinler, kalıplar vardı elbette. Şiir başıboş sözcüklerin bir araya getirilerek alt alta yazılması değildi. “Garip”in bir bakıma kurucusu diye düşünülen Orhan Veli elbetteki Oktay Rıfat ve Melih Cevdet ile bu geleneksel çizginin dışında şiirler yazmayı denemişlerdir. “Hece” bu dönemde ihmal edilmiş olsa da o soyu sürdüren, “hece”yle şiirler yazan hala Türk şiirinde önemli şairlerin yer aldığı düşünüldüğünde “garipçiler”in “garip”leştiğide görülmektedir. Orhan Veli, “Nisan” şiirinde şöyle söyler; “İmkânsız şey Şiir yazmak Âşıksan eğer Ve yazmamak, Aylardan Nisansa.” Bu şiirini ne zaman okusam bir Nisan vurgunu yemiş gibi olurum. Nisan, mevsimin en görkemli, cömert, coşkulu, çıldırtıcı bir baharın sunulduğu aydır. Bu ay, hiçbir şey yerinde duramaz ki börtü böcek, yılan çıyan, kız oğlan, tahıl toprak hepsi hareket halindedir. Şair ustalığını göstererek hem aşkın hem şiirin vazgeçilmezliğine işaret eder. Aylardan Nisansa âşık olabilirsiniz, şiir yazabilirsiniz demektedir bir bakıma. Âşıksan zaten bahar seni kışkırtır, üstüne üstüne abanarak yaşatır yaşanılması gerekenleri. “Kaside” şiiriyse geleneğe karşı nasılda baş kaldırı içinde olduğunu ispat eder. Kaside, genel itibariyle din ve devlet büyükleri için yazılan bir şiir türüdür. Beyitler şeklinde kendisini gösterir. Divan edebiyatının şiir tarzlarından birisidir kaside. Aruz usulüyle yazılır en az 15 beyit en fazla 99 beyit olduğu bilinmektedir. Orhan Veli’nin “Kaside” şiiri muhalif bir duruş ortaya koyarak modern şiir üslubunu kullanır. Şiirin tamamı şöyledir; “Elinde Bursa çakısı, Boynunda kırmızı yazma; Değnek soyarsın akşamlara kadar, Filya tarlasında. Ben sana hayran, Sen cama tırman.” Orhan Veli, kendini bilen bir şairdir. Yoksulluğu zerre zerre yaşayarak şiirle hemhal

olur. Yoksulluğu şiirine zenginlik olarak yansıdı denilse yeridir. Şiir, onun için yaşam şeklidir. Hayatın bütününü şiir olarak farz eden Veli yaşadığı dönemlerde yayınladığı ya da yayınlamadığı şiirlerinde heptende “Garip” çizgisi içinde yer almadığını eski şiirimizle göbeğinin bağlı durduğunuda şiirlerinin dönemsel farklılıklarla kendisini ele verdiğini söyleyebiliriz. Bir iddia sahibi olmak demek diğer alanlarda söz hakkı olmamak demek değildir kanısıyla bu tür şiirleride yazmaktan geri durmamıştır. Orhan Veli Kanık, ne yaptığını, niye yaptığını neden geçmişe karşı tavır koyarak yeni bir tarz denediğini bilen bir şairdir. Zekâsının ve şiirle olan ünsiyetinin bunu gerçekleştirme kararlılığı bunda etkili olmuştur da denilebilir. Uyaklı, sanatlı, heceli şiirleri bize “Garip” akımına rağmen yazarak yatsımadığını göstermiştir.

Bu nedenledir ki Orhan Veli “Ebabil” şiirini yazarken bunu düşünmüş müdür? Şiir, pek buna müsait gözükmese de “Ebabil” sıradan bir kuş tanımlamasına da uymuyor.

“Evvelâ adamım, yani sirk hayvanı falan değilim.” derken “Garip” pencereden bakıyor gibi gelir ve aynı zamanda bir “tecessüs” bir “vehim” bir “idrak” mısralardan yansırken yalnızlığın ve bir sürgün edilmişliğin, hatta bir iç muhasebenin içini kemirdiğini söyleyebiliriz. “Düşüncelerimin Başucunda” şiiriyse eski tarzı, biçimi ele vermesi açısından son derece manidar şiirlerindendir. İstediğinde heceyi, aruzu kullanabilecek düzeyde bir şairdir Orhan Veli. Örnek olsun kabilinden; Hasretimin yıllardan beri bel bağladığı İşte odur düşüncelerimin başucunda. O, göğsünün taşkın hareketi avucunda, Gözlerinde rüyaların gülüp ağladığı. Onun da dudaklarında bir eskiye dönüş, O da yüzmede bir ses yığını üzerinde. Bin hatırayı bir anda duyan gözlerinde İnsana ruhlar dolusu haz veren düşünüş. Sonra kızlık kadar temiz, aydın bir açılma Evine giden toprak yolda o yine çocuk, Yine uykuyla başlıyan âlemde yolculuk Ve taptaze sabahlar kayısı dallarında. Şunu ifade etmekte sakınca görmüyorum; düne ait değerler, birikimler, gelenekler, toplumsal hafızalar kolaylıkla atılamıyor, terk edilemiyor. Siz ondan kopmak istesenizde o sizi bırakmıyor. İnsanoğlunun yaşadığı cemiyet, ülke, şehir yüzyılların geleneklerini içinde barındırır. Bu birikim, kültürel değerler zinciriyle genlerden genlere, söylemlerden söylemlere, masallardan masallara, hikâyelerden hikâyelere aktarılarak, 47


Kadıköy’den Eminönü’ne gelen vapurdan birden bire inen yolcular arasında Necip Fazıl Kısakürek beliriverir.

yazılarak, türkülerle beslene beslene gelir. Dolayısıyla iddiası olanların bir şekilde bunlarla birlikte var olma coşkuları alkışlanılmaya değerdir. “İkinci Yeni” nin hazırlayıcısı olması açısından son derece önemli kapıları araladığını, sorguyu geliştirdiğini, sahiplenme duygusunu güçlendirdiğini de söyleyebiliriz. Geçmişle bağını koparamaz şairimiz. İddiasını kendisi hafifleştirmektedir. “Ebabil”şiirinin ismi dikkati çeker. Kuran’daki “Fil” suresinde Ebabil’den bahsedilir. “Fil Vakası” diyede tarihte dile getirilen olay, Peygamberlerin sonuncusu Hazreti Muhammed’in (as), doğmasından iki ay kadar önce Mekke civarında meydana gelen bir hadisedir. Habeş Hükümdarı olan Necaşi’nin Yemen’de Ebrehe adında bir Valisi vardı. Kâbe insanlık tarihi boyunca ilahi dinlere merkez olmuştur. Bu nedenledir ki Hanif diye ifade edilen mensupları, o dönemde yaşayan topluluklar, kavimler, kabileler Kâbe’yi akın akın ziyaret ettiklerinden Bizans kralının da yardımıyla Ebrehe San’a da Kuleys adını verdiği bir büyük mabet (kilise) yaptırdı. Necaşi’ye mektup yazarak Arapları Kâbe’ye göndermeyeceğini buranın ziyaret yeri olacağını söyledi. Araplar buna itibar etmediler. Birisi bu kiliseyi kirletti. Buna çok kızan Ebrehe, Kâbe’ yi yıkmaya karar verdi. Büyük bir ordu hazırlayıp Mekke’nin üzerine yürüdü. Ebrehe’nin ordusu Kureyş’in mallarını yağma etmeye başladılar. Abdulmuttalip’in 200 devesine de el koydular. Bunun üzerine Abdulmuttalip, Ebrehe’ye gidip develerini istedi. Ebrehe “ben sizin mukaddes saydığınız Kâbe’ nizi yıkmaya geldim sen deveni mi istiyorsun diye sorunca? “Ben develerin sahibiyim. Kâbe’ nin elbette ki sahibi vardır. Onu, O korur” dedi. Ebrehe, bana karşı onu koruyacak yoktur diyerek Abdulmuttalip’e develerini verip gönderdi. Ebrehe, ordusunu Kâbe’ye doğru hareket ettirdi. Orduda Mamut denilen bir de Fil vardı. Ebrehe Kâbe’ye yönelince Mamut olduğu yere çöküyordu. Bir türlü yürütülemedi. Yemene doğru çevirdiklerinde koşarak gidiyordu. Mekke’ye yaklaşıp Mamutsuz gücü yetmeyen Ebrehe’nin ordusu üzerine Allahu Teâlâ, Ebabil denilen (dağ kırlangıçları da denilmektedir) kuşlardan bir sürü gönderdi. Her bir kuşun ağzında bir, ayaklarında da birer taş olmak üzere üçer taşla gelmişlerdi. Taşlar mercimek büyüklüğündeydi. Her kuş gelerek üçtaşı Ebrehe’nin ordusunun üzerine bıraktı. Her taş askerlerin tepesinden giriyor anında ölüyordu. Ebrehe’nin ordusu böylece yenilip ekin yaprağı

sayı//29// aralık 48

gibi yere serilmişlerdi. Hepsi telef olmuştu. Bunu gören Ebrehe telaşla kaçmak isterken onada isabet etti. Kaçtıkça etleri parça parça dökülerek öldü. Bu olayı Kutsal kitabımız Kuran-ı Kerimde Fil suresinde şöyle anlatılır; “(Ey Resulüm! Kâbe’yi tahrib etmek isteyen) fil sahiplerine (fillerle techiz edilmiş Ebrehe ordusuna), Rabbinin nasıl muamele ettiğini görmedin mi? Onların (Kâbe-i muazzamayı tahrib etmek şeklindeki) hilelerini, boşa çıkarmadı mı? Üzerlerine, sürüler halinde kuşlar gönderdi. O kuşların her biri onların üzerine, çamurdan yapılmış ve ateşte pişirilmiş taş atarlardı. Nihayet Allahü teala onları, güve yemiş ekin yaprağı gibi, yok ediverdi.” Araplar bu seneye Fil senesi demişlerdir. Aslında Kuranda anlatılan bu vak’ayı nakletmemin sebebi Orhan Veli ne kadar geleneğe, divan şiiri aruza, sırtını dönerse dönsün beslendiği cemiyetin inancı, kelimeleri, dokusu, duygusu, sosyal yapısı etki etmektedir. İnsanoğlu yaşadığı cemiyetin, medeniyetin, şehrin havasını, suyunu tüketmekle kalmıyor, oraya ait değerleri de hayatında vaz geçilmez unsurlar olarak taşıyor. Bu nedenledir ki Orhan Veli “Ebabil” şiirini yazarken bunu düşünmüş müdür? Şiir, pek buna müsait gözükmese de “Ebabil” sıradan bir kuş tanımlamasına da uymuyor. Şiire isim olarak verilmesi dikkat çekiyor. Asıl söylemek istediğim budur. Kuranda geçen “Tayran ebabil” kelimesi Türkçe’ye kırlangıç gibi bir kuş olduğuna dair yorumlar yapılmıştır. Sözü şiire getirelim “Ebabil”den üç dörtlüğü sizlerle paylaşmış olayım; Alıp içinde sesler uçuşan bu akşamdan Hafızamı bir deniz kıyısına çeken yol, Aydınlık rüyaların peşine düşen gondol Mavi bir denizde yüzer gibi yanan şamdan. “Sıyrılmada gözlerimden yıllarca geceler Ve yalnız kalmada bir yaza ram olan sahil, Uçuşmada gökyüzünde bir sürü ebabil Sevgimi ve hasretimi ebedi kılan yer. Ilık gölgelerde uyutup düşünceleri Beyaz etekler ile bana göründüğün an Ve kapıları yeşil sabahlara açılan Sıcak tahayyüllerle dolu yaz geceleri. Bu verdiğim örnekler bize gösteriyor ki; geçmişle bağları ne kadar koparmak istersen iste, kolay kopmadığının işaretleri içindir. Geçmişi yok etmek mümkün değildir. Sildim demekle geçmiş silinmiyor. Sanatları,


söyleyişleri kelimeleri iptal etmek istesende hayatın içine karışmış, insanda yaşayan birer canlı varlık haline dönüşmüşlerdir. “Dr. Hasan Aktaş’ın kaleme aldığı Modern Türk Şiirinde Edebi Sanatlar” incelemesinde Orhan Veli’den de örnekler nakletmiş. Bir kaçı; “Cep delik cepken delik Yen delik kaftan delik Don delik, mintan delik Kevgir misin be kardeşlik” Orhan Veli bu dörtlükte sanatsız şiire muhalefet ederek; “..cep, cepken, kol ve mintanın delikliğini aslında mecazi anlamda fakirlik yerine kullanmıştır. Bu sözcüklerin bir arada kullanılması bir tenasüp sanatıdır. Ayrıca son dizede iç içe geçmiş tecahül-i arif ve istifam sanatı vardır. Bunların yanında dize sonlarında “delik” sözcüğünün üç defa tekrarlanmasıyla tekrir sanatı sağlanmış.”tır. “Garip” şiir akımı içinde yer alan Melih Cevdet Anday’dan bir örnek alalım; “Mehmet Hazineler içindesin Bu toprağın altında ne var ne yok Kömür, bakır, altın, demir Hepsi senin hepsi senindir Çıkar çıkarabildiğin kadar Ne çıkarırsan hepsi senindir” Melih Cevdet, işçilerle ilgili Mehmet’in şahsında bir imge oluştururken sürekli çalışmasını, toprağın altındaki madenleri çıkarmasını ve buralardan elde edeceği şeylerin hepsinin kendisinin olacağını söylemesine rağmen, gerçekte hiçbir şeyin kendisinin olamayacağını vurgular. Şair, bu şiirde çalışanların emeğinin karşılığını alamadığına dair sert eleştiriler yapar. Yine Orhan Veli’den; “Şu kavga bir bitse dersin Acıkmasam dersin Yorulmasam dersin Çişim gelmese dersin Uykum gelmese dersin Ölsem desene!” Orhan Veli, tembel bir insan portresi çizerek onunla alay eder. Zira bu kişi hayattaki her şeye olumsuz bakan bir insan tipidir. Günlük hayattaki beşeri ihtiyaçlarını karşılamakta tembellik gösteren insanın geleceğe yönelik bir projesi olamaz. Bu insanın artık yattığı yerden

ölümü beklemesi gerekir.” “Bir kız vardı yok gibi öyle güzel” Oktay Rıfat böyle söylüyor. “Öyle güzel bir kızın varlığından söz ediyor ki, sanki bu kız güzelliğinin içinde kaybolup/ eriyip gitmiş. Bu genç kızın varlığı ve yokluğu Tasavvuftaki Tanrı’nın varlığında yok olmayı çağrıştırıyor gibidir. Mutasavvıfların Tanrı’nın varlığında yok olmaları, genç kızın fiziksel varlığının güzelliğinde yok olması arasında tezat sanatı bağlamında nefis bir örtüşme vardır.”

Orhan Veli bu dörtlükte sanatsız şiire muhalefet ederek; “..cep, cepken, kol ve mintanın delikliğini aslında mecazi anlamda fakirlik yerine kullanmıştır.

“Nedir benim bu çilem Hesap bilmem Muhasebede memurum” derken “Oktay Rıfat, hesap bilmediği halde muhasebe memuru olmasındaki çelişkiye dikkat çekerek tezat sanatı yapmakla kalmaz, toplumsal ve bireysel çürümelere de eleştirel bir yaklaşımda bulunur.” “Tren Sesi” şiirindeyse Orhan Veli; Kadıköy’den Eminönü’ne gelen vapurdan birden bire inen yolcular arasında Necip Fazıl Kısakürek beliriverir. Her gün yolcular arasından Erenköy’den gelerek Cağaloğlunu çıkarak “Büyük Doğu” mecmuasına giden Üstat Sirkeci garının önünden geriye dönerek uzun uzun baktıktan sonra şöyle mırıldandığı hissedilir gibidir; “Yedi tepe üstünde zaman bir gergef işler! Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler... Eyüp öksüz, Kadıköy süslü, Moda kurumlu, Adada rüzgâr, uçan eteklerden sorumlu.. … Gecesi sümbül kokan Türkçesi bülbül kokan, İstanbul, İstanbul...” 49


ANADOLU ŞEHİR KÜLTÜRÜNÜN

BİLLURLAŞMIŞ MEKÂNI:

MUDURNU

Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Bey döneminde yoğun Türk akınlarına uğrayan Mudurnu, Samsa Çavuş ve Köse Mihal’in rehberliğinde Osmanlı Beyliğinin ilk topraklarına katılan yerlerdendir. Mehmet MAZAK*

udurnu, tarih kokan daracık sokakları, konakları, kaplıcaları, gölleri ve doğal güzelliği ile çok şirin bir Anadolu ilçesidir. Osmanlı kokuludur Mudurnu. Osmanlılardan bugüne ulaşmış bir fısıltı gibi duran kasabaya Şeyh-ül Ümran tepesinden baktığınızda; aşağıda eski beyaz boyalı evleri ve ahşap konakları, bahçelerin, camilerin kucaklaştığını görürsünüz. Çarşının merkezindeki küçük insan kümesinin hareketini görmeseniz , Saat Kulesi’nin altında zamanın kımıldamadan durduğunu düşünürsünüz. Mudurnu’yu gezerken Armutçular, Yarışkaşı, Keyvanlar ve Haytalar Konağı size anılarını anlatmaya çalışabilirler. Ya da Yıldırım Bazazıt Camii’nin yoldaşı Kanuni Sultan Süleyman Camii size yanındaki mezarlardan ses verir, hatıralarını anlatır. Mudurnu’da herkesi dinleyin; demircileri, bakır ustalarını, saç soba imalatçılarını, uncuyu, fırıncıyı… Çünkü Mudurnu, Osmanlı Devleti’nin ilk kuruluşundan itibaren medeniyetimizin izlerinin remz olduğu topraklardır. Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Bey döneminde yoğun Türk akınlarına uğrayan Mudurnu, Samsa Çavuş ve Köse Mihal’in rehberliğinde Osmanlı Beyliğinin ilk topraklarına katılan yerlerdendir. I. Murat Döneminde, Osmanlı Devletinin ilk düzenli ordusunun temeli olan “Yaya Örgütünü” oluşturan ve yine Osmanlı’nın ilk Maliye Hazine teşkilatını kuran Çandarlı Kara Halil Mudurnu’ludur. Şeyh Fahreddin-i Rumi’nin öğrencisi olup, Mudurnu ahi örgütlerinde yetişen Çandarlı, daha sonra Osmanlı’nın ilk Vezir-i Azamı olacaktır. Sultan Yıldırım Beyazıt döneminde yapılan Yıldırım Beyazıt Camii (1374) ve Yıldırım Beyazıt Hamamı (1382) altıbuçuk asırdır ayakta durmaktadır. Fetret Devrinde güvenli bir Osmanlı beldesi olarak bilinen Mudurnu, Şehzade Mehmet Çelebi ve Emir Süleyman’a bir süre güvenli liman olmuştur.

*T.C.Sultanbeyli Belediyesi Kültür Müdürü

sayı//29// aralık 50

Mudurnu işte böyle bir yerdir. Buram buram tarih kokan sokakları, Ahilik kültürünün hala neşvü nema bulduğu çarşısı, camileri, hamamı ve konakları ile ben ayaktayım ve hayattayım der. Size Samsa Çavuş’tan Yıldırım Bayazıt’tan, Çelebi Mehmet’ten, Çandarlı Halil’den, Şeyhül Ümran’dan selam getirmişem der gibi…


Mudurnu’yu ilk olarak 1996 yılının sonbaharında gidip görmüş ve gezmiştim. O seneden sonra her yıl istisnasız ziyaret edip Osmanlı’yı solukladığım, şehrin gizlerine nüfuz etmeye çalıştığım, billurlaşmış Anadolu medeniyetinin izlerini sürmeye çalıştığım bir yerdir benim için Mudurnu. 20 yıl boyunca acı tatlı hatıralarımın olduğu Mudurnu, ahşap konaklarından yükselen şehir tınısı ile bana ev kültürünün nasıl olması gerektiğinin ahengini kazandırmıştır. Sevginin, muhabbetin, vefanın, yardımlaşmanın yol haritası olmuştur bana Mudurnu. Bir kentin ruhu olduğu zaman o ruh size kendinden çok şeyler üfler. Mudurnu benim gönlüme ve ruhuma şehir estetiği ve zarifliğini üfleyen, sizi iten değil içine taa derinliklerine çeken bir yer olmuştur hep… Her gittiğimde ara sokaklarında dolaşarak içimde eksilen Anadolu ve Osmanlı ruhunu teneffüs ettiğim bir beldedir. Benim için Mudurnu’da Sararmış fotoğraflar renkli fotoğraflardan daha değerlidir. Bu şehirde renkli fotoğraflara bakmaya gerek yok Mudurnu başlıbaşına bir renkli fotoğraf karesi olarak karşınızdadır. Sararmış fotoğrafları görmek isterseniz Mudurnu’da dostluklar edineceksiniz.

O dostlar size evinin kapısını açtığı zaman Mudurnu’nun geçmişine yolculuğa başlarsınız, billurlaşmış şehir kültürünün örneklerini görürsünüz. Mudurnu’nun yüzyıl, ikiyüzyıl hatta altı asırlık birikimi tozlanmış raflardan çıkarılarak “bellekten flaş belleğe” aktarılmaya başlanır. Flaş belleğe aktarmaya başladığınız sararmış fotoğraflardan şehre dair renkli kartpostalar sayesinde Mudurnu yüreğinize işler ve orada gönlünüzde daima yer alır. Mudurnu geçmişte bir ipekböceği gibi hayatı örerken, bugün bir kıyıda unutulmuşluğun hüznüyle, Arnavut kaldırımlarını sessiz insanların adımladığı bir yerdir. Bu şehir sizi içine almak için davet eder her daim. Evet gerçek o ki; Bir zamanlar Mudurnu’nun çarşı ve dar sokak aralarında sararmış fotoğraf karelerinde gördüğümüz küçük esnaflar ve zanaatkar insan manzaraları göze çarpardı. Bugün parke taşı ve asfalt döşeli Mudurnu sokak ve caddelerinde zanaatkarlar görünmese veya yok olmaya başlasa da bizler bu karelerin izlerini hasretle bekliyoruz. Bu izleri unutturmayıp yaşatmak bizlerin ve sizlerin elinde… 51


ŞEHİR MEYDAN DEMEKTİR

Bir İstanbul aşığı olan Prof.Dr.Hüsrev Hatemi’nin şu sözü, şehirde yaşayanlara rehber olacak niteliktedir: “Tarihi eserlerimize bakıp zevk almayı öğrenin ki sizde de İstanbul sevgisi oluşsun.” İsmail BİNGÖL

*TRT Erzurum Radyosu

sayı//29// aralık 52

azımızın başında, zihinlerde daha fazla yer etmesi açısından hemen hatırlatalım ki; birileri tarafından yakılmaya, yıkılmaya çalışılan şehirlerimize kimlik kazandıran eşsiz ve benzersiz kültür ve insanlık mirası eserlerimizin yerlerine yenilerini koymak mümkün değildir. Onun içinde, tarihimizin ve medeniyetimizin sembolleri olan bu değerlerimizi adeta gözümüz gibi korumalı, nasıl teslim almışsak, aynı orijinal şekliyle, tıpkı yapıldığı zamandaki gibi, gelecek nesillere de öyle teslim etmeliyiz. Onları bakımlı, tertemiz, özenle muhafaza edip, bu haldeyken karşılarına geçip o ruh açıcı görüntülerini seyrettikçe, yaşadığımız yere bağlılığımız ve sevgimiz derinleşir. Geçmişimizle daha da gururlanır, atalarımıza olan saygımız artar, böylesine yüksek seciyeli bir milletin çocukları olmanın övüncü ve gönenciyle geleceğe bakarız. Tarihi eserlerimize göstereceğimiz ilginin, yaşadığımız yerle kuracağımız bağın anlam kazanmasına ve giderek kuvvetlenmesine olan tesiri hakkında çok şey söylenebilir. Ancak bu konuda bir İstanbul aşığı olan Prof.Dr.Hüsrev Hatemi’nin şu sözü, şehirde yaşayanlara rehber olacak niteliktedir: “Tarihi eserlerimize bakıp zevk almayı öğrenin ki sizde de İstanbul sevgisi oluşsun.” “Bir terbiyenin ve zevkin etrafında teşekkül eden müşterek bir hayat” olarak da düşünebileceğimiz şehirlerde yüz yıllar içerisinde kurulan medeniyetler sonucunda oluşan hayat tarzlarını yansıtan mekânlar hakkında, o şehirde yaşayan insanların sosyo-kültürel arka planlarını araştırmadan bir yorumda bulunmak ya da bir algı ortaya koyabilmek mümkün değildir. “Mekânın doğasını” anlama çabası olarak adlandırabilecek çalışmalar sayesinde mekânla insan, mekânla toplum, mekânla mekân ve mekânla şehrin ruhu arasındaki ilişkiler bütünü” ancak böyle bir çabanın ardından kavranabilir. Bu yönüyle “şehircilik sosyal bir faaliyettir.” ve “Bir nesne olduğu kadar, bir özne de olan şehrin organik ve sembolik yapısı bir cetvel ve bir pergelle anlaşılamaz.” Hatta varlığını uzun süre devam ettiren bir mekân, hızla değişen mimarî tarzlara rağmen şekil olarak pek değişiklik göstermiyorsa, burada mimariden daha fazla sosyo-kültürel yapıdan söz etmek daha doğru olacaktır. Böyle durumlarda şehri


oluşturan mekânlar, bulundukları zamanda üstlendikleri rolden ziyade, şehirle birlikte ortaya çıkışlarından bu tarafa geçirdikleri süreç doğrultusunda değerlendirmeye tabi tutulmalıdır. İşte günümüzde de önemi giderek artarak devam eden ve şehirlere farklılıkla beraber ayrı bir güzellik de kazandıran, bakanı kendine hayran bırakan en önemli özelliklerden biri de meydandır. “Şehir meydansız olmaz” ya da meydanı olmayan şehirler, şehircilik bakımından birçok yönden eksik şehirlerdir desek, her halde abartmamış oluruz. Zira meydanın şehre kattığı fiziksel değer ve kültürel mana; üzerinde çokça durulmaya, düşünülmeye, anlatılmaya muhtaç bir konudur. Eğer bulunduğunuz şehir, meydan açısından zayıf, böyle bir estetik unsurdan yoksun ya da eksikse; meydan yönünden zengin şehirlere gittiğinizde, o şehirlere özenirsiniz ve “neden benim şehrimde de böyle meydanlar, genişliğiyle, ferahlığıyla insan ruhuna tesir eden bu tür yerler yok” diye kendi kendinize üzülürüp durursunuz. Hele de şehir kavramının ne olduğuna az çok aşina biriyseniz; bu üzüntü sizi hiç terketmez. Aslında ülkemizde geçmişin şehirlerinde meydan çok önemli olmuştur ve bir şehir genişleyip büyürken, serpilip gelişirken, dokusu içerisinde mutlaka bu tür mekânlara yer verilmiştir. Daha çok camilerin etrafında teşekkül eden ve sohbet yerleriyle, dükkânlarıyla, alış veriş mekânlarıyla, çarşısıyla, pazarıyla gündelik hayatın birçok yanını barındıran meydan, öncelikle kültürün bir öğesidir. Meydanlar; “geleneksel şehirlerin uzun geçmişlerinden süzülüp gelen ve bütün ilişkilerde etkili olan zengin bir kültürün” görünen yüzüdürler. Meydanlar, nesilden nesile aktarılarak zenginleşen bir kültürün izlerini taşırlar. Hayat buralarda farklı şekilde sürer ve insanlar; devamlı diri kalan bir akışın ortasında, onun ritmine kapılmış, onun canlılığından etkilenmiş bir halde zamanlarını geçirirler. Sokak, mahalle, cadde ve daha çok meydanın etrafında şekillenen bu hayat; dışarıdan gelenleri de belli bir müddet sonra kendi kalıbına sokar ve kendi kültürü içerisinde eriterek şehirli haline getirir. Ellerindeki bu vasıtalarla kendi kültürünü sürekli yenileyen ve ayakta kalmasını sağlamasını bilen şehirler, her dönemde insanları kendine çeken merkezlerdir. Bu çekiciliğe kapılarak şehre gelenler ortalama

şartlarda geçinebilecekleri maddî refaha kavuşunca, köylülük tutum ve davranışlarını terk ederek şehirli olurlar. Ülkemizde belli bir dönemden sonra yapılaşmada ve şehirleşmede meydana gelen problemler, yanlışlıklar, eksiklikler sebebiyle, eskiden oluşturulmuş meydanlar işgal edildi, sağı solu kapatılarak işyeri ya da ev haline getirildi. Yüzyıllardır insanımızın nefes alma, birbirini tanıma ve anlama mekânları olarak gösterilebilecek olan meydanların küçülmesi veya ortadan kaldırılmasıyla birlikte, şehirlerimiz de çok kan kaybettiler.

Aslında ülkemizde geçmişin şehirlerinde meydan çok önemli olmuştur.

Ne var ki; son dönemlerde bu konuya gösterilen yakın ilgi sebebiyle; tarihi eserlerin etrafı yeniden açılmaya, eskinin meydanları bir bir ortaya çıkarılmaya başlandı. Böylece kültürel mirasımızın gözler önüne serilmesi sonucunda, tarihimize ve kültürümüze karşı yüklendiğimiz görevleri tekrar yerine getirmeye başladık. Batının şehirlerinde küçükten başlayarak büyüğe doğru adeta bir gül gibi açılan ve her gördüğünüze, içinizdeki heyecanın katlanarak büyümesi eşliğinde baktığınız meydanların benzerlerine artık bizim ülkemizde de rastlamak mümkün. Böyle bir manzarayı yeniden inşa etmek ve bunlara her gün yenilerini eklemek için gayret edenlere teşekkür etmeliyiz. Eski meydanları ortaya çıkarıp, başkalarını da onlara ekleyerek şehirlerimizi süsledikçe; büyük bir tarihi mirasın varisleri olduğumuz daha iyi anlaşılabilir. Yoksa; sadece kelimelerin büyüsüne sığınarak ve elimizdekilere sahip çıkmayarak bunu başaramayız. Şehir kültürü, köy kültürüne göre daha fazla işlenmiş, kurumlaşmış ve bu sebeple de tesirlidir. Şehre dışarıdan gelen nüfusun miktarı, şehirli nüfusun tabiî artış hızını aşmadığı sürece, şehir kültürü köy kültürünü etkiler ve köyden gelenler belli bir süre sonra şehirli tutum ve davranışlarını benimserler. Şehre sonradan gelen nüfus, şehirli nüfus artışını, özellikle de belli süre şehirde kalmış olanların, yani “şehirli” kavramı içine oturtabileceklerimizin sayısını aşınca, etkileme tersine döner. Azınlıkta kalan şehirli nüfus, hızlı bir şekilde göçle gelenlerin etkisinde kalır ve şehirler giderek köyleşir. Bu günkü problemlerimizin en başta geleni, alınan göçle birlikte şehirlerimizin her geçen gün nüfus açısından hızla büyümesi, fakat sosyal kültürel açıdan giderek küçülmesi ve köyleşmesidir. Göçle birlikte şehir kültürünün karşılaştığı bu 53


Bu günkü problemlerimizin en başta geleni, alınan göçle birlikte şehirlerimizin her geçen gün nüfus açısından hızla büyümesi, fakat sosyal kültürel açıdan giderek küçülmesi ve köyleşmesidir.

ciddi buhran, kendi yerli sanayisini kuran Batılı ülkelerde kısa sürede aşıldı. Batıda sanayi, yerlişehirli kültürünün bir öğesi olarak geliştiğinden, sanayi toplumuna özgü yeni bir kültürün oluşumunun iç dinamikleri mevcuttu. Bu dinamikler, farklı çevrelerden gelen milyonlarca insanın bir arada yaşamasını sağlayan, sanayi şehrine özgü yeni bir kültürün oluşumunu kolaylaştırdı. Geleneksel şehir kültürünü tamamen reddetmeyen yeni bir kültür, sanayi toplumunun ihtiyaçlarına da cevap verdi. Dışardan alınan yani ithal sanayi ile kalkınmaya çalışan ülkelerde ise, sanayi, kültürün bir öğesi olmadığından, ne tam olarak sanayi toplumuna geçilebildi, ne de yeni bir şehir kültürü üretilebildi. Geleneksel kültürün yetersiz kaldığı yerler, Batı kültür ürünleri ile dolduruldu. Ancak Batı’nın kültürü; bilgi, bilinç ve belli bir idrak eşliğinde alınamadı. Modernleşmenin öncülüğünü yapan bürokrataydınlar, bu kültürü anlayacak bilgi zenginliği ve düşünce derinliğinden yoksundu. Batı kültürünün ürünleri, bir değerlendirmeye tabi tutulmadan, izlenmesi mutlak doğru model olarak görüldü. Ancak gözden kaçan bir husus vardı ki; o da hızla büyüyen şehirlerde, yok olan geleneksel değerlerimizin yerinin, batılı değerlerin bizim kültürel ve hayat tarzımızla uyuşan, bize katkı sağlayıp, bizi çağdaş uygarlık seviyelerine taşıyacak olanlar tarafından gerektiği gibi doldurulamamasıydı. Böylece şehirlerimiz; eski değerlerini kaybeden, yenisini ise üretemeyen kişiliksiz ve kalabalık mekânlara

sayı//29// aralık 54

dönüşmeye başladı. Şehir kültüründe tarihi yapılar önemli bir yer tutar. Özellikle toplumun genelinde, faydalandığı dinî ve resmî nitelikli yapılar ön plânda yer alır. Ortaçağ şehirlerinin semboller dünyasını, şehrin merkezinde yükselen abidevi dinî yapılar oluşturuyordu. Modern şehirlerde bunların yerini parlamento, belediye, hükümet konağı, opera, merkezi postane ve tren garı gibi değişik kamu hizmetlerinin yürütüldüğü devasa binalar aldı. Modern şehirlerde bu yapılar arka plana itilip, görünürlükleri ortadan kaldırılırsa, geride sadece trafik karmaşası, kalabalık insan görüntüsü, çevre kirliliği, tabiatla insan arasını açan, ruh sağlığını bozucu, beton ve demir yığını mekânlar kalır. Özetle, bu tarihi eserler ortadan kaldırılırsa, geriye şehir diye bir şey kalmaz, büyük ve yüksek beton kütlelerden oluşan rahatsız edici bir çevredir artık şehir. Oysa şehir kültüründe; mimarî anlamda da, insanî anlamda da, herkese ve her şeye hak ettiği değer; tarzını, tavrını koruması için gereken destek verilmelidir. Yani her şeyi benzer hale getiren, tek tipleştiren mekânlar, kültür ve medeniyet merkezi olamaz. Beşerî zenginlikler, bölgesel ve coğrafî farklılıklar, şehrin kıymetli hazinesidir. Tek tip teknoloji, tek tip eğitim, tek tip giyim, tek tip düşünce ve inanç gibi; tek tip şehirleşme de totaliter zihniyeti yansıtır. Ve insanî değildir. İnsanî olmayan hiçbir kavramın da şehirle ve ortaya koyduğu kültürle en ufak bir alakası yoktur. Artık orası birbirini anlamaktan ve saygı duymaktan uzak; kötülüklerin ve kötü düşüncelerin insanları silindir gibi ezdiği, bencilliğin ve menfaatperestliğin hüküm sürdüğü çekilmez bir dünyadır. Farklı olmak, farklı düşünmek ve inanmak, başkalarına zarar vermeden farklı yaşayabilmek, ancak şehir havasının özgür ortamında mümkün olabilir ve şehir hayatının eseridir. Gerçek şehir; farklı toplumsal kimliklere serbest yaşama ve çoğalma imkânı sağlayan hürriyet ortamıdır. Ama bir kere daha tekrar edelim ki; bu durum başkalarına zarar vermeden, başkalarının sınırlarını alt üst etmeden olmalıdır. YARARLANILAN KAYNAKLAR:

1.Bumin, Kürşat, “Güvercinlerin İntikamı” Yahut Gri Serenat ‘Demokrasi Arayışında Kent’ İz Yayıncılık, İstanbul 1998 2. Taşçı, Hasan, Bir Hayat Tarzı Olarak Şehir, Mekan, Meydan, Kaknüs Yayınları, 2014


ŞEHİR VE YAPRAKLAR

Bu sonbahar şehirler daha bir renkli. Birçok şehirde belediyeler yaprakları süpürmeme kararı aldı. Şehir, sonbaharın rengini doya doya yaşasın diye yapraklar şehirlere örtü olmaya devam ediyor. Mustafa UÇURUM

Bu sonbahar şehirler daha bir renkli. Birçok şehirde belediyeler yaprakları süpürmeme kararı aldı. Şehir, sonbaharın rengini doya doya yaşasın diye yapraklar şehirlere örtü olmaya devam ediyor. Kaldırımlar yapraklarla daha bir endamlı. Bir bankın üzerine dökülmüş yapraklar, hafif rüzgârla savrulan yapraklar, zamanın nasıl da geçip gittiğini anlatan yapraklar. Şehirleri doğal güzelliklerden mahrum bırakmamak gerek. Temizlik yapılacaksa şehrin ahengini bozan her şey temizlensin. Şehirler kendi süsleriyle baş başa bırakılsın. Bir tablonun güzelliğini izlemek yerine tabloyu yaşasın şehrin insanları. Dağların, tepelerin, ovaların, ormanların huzur veren rengini bir tutam da olsa sunmak gerek şehrin betonları arasına sıkışmış insanlarına. Ay düşsün bir ağacın dalına, oradan konsun bir mahzun yüreğin omzuna. Ağaçların arasında avuç içi kadar bile olsa doğanın kalbine dokunsun insanlar. Sararmış bir yaprak alıp, üzerine bir gazelden beyit düşüp kitabın arasına emanet etsin sonbaharı şiirle karşılayan herkes. Bir şiir en çok da bizi anlatsın. Dağıyla, rengiyle, sesiyle bizim olsun bir şiir. “Memleket isterim Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun Kuşların, çiçeklerin diyarı olsun”

ğır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak” Ahmet Hâşim dendiğinde akla ilk gelen şiirlerden biridir Merdiven. Hayatın ağır ağır çıkılan merdivenleri ve güneş rengi yapraklar. Mevsimlerin hepsinin ayrı bir rengi ve güzelliği vardır. Sonbahar rengini yapraklardan alır; güneş rengi yapraklardan. Yazdan kışa geçerken yeşil, sarı kırmızı, turuncu renklerin karışımı ile eşsiz bir güzelliğe bürünür yapraklar. Güneşin sabah doğuşundan başlayıp da akşam batana kadar büründüğü renklerin tümünü sonbaharda yapraklar hüznü de alarak yanlarına bürünürler renkten renge. Şehirlerde parklar ve bahçeler sonbaharda yapraklarla birlikte eşsiz bir tablonun parçası gibi insanlara bütün güzelliklerini sunar. Kuru yapraklar arasında yürürken yaprakların çıkardığı sesler bir mevsimin sesi olmayı hak edecek kadar bir ritmi tekrarlar.

Hayatı, bütün zamanlarında çekerek yaşamak da var. Geçmişle geçecek arasında durup geniş zamanları arzulayarak ayaklarını yere sağlam basarak her şeyin ruhuna vaktinde dokunmanın tarifsiz mutluluğuna şahit olmak gerek. Bir yaprak daldan düşüyorsa onun hüznüne bir şehri şahit tutmak ne güzel. Bir şehir renkten renge bürünürken şehre şahit olmak ne eşsiz bir manzara. Yaşamak ve anlamak için şehrin her karışını; karışmak gerek kalabalıklara. Kaldırımların arasında; yaşamaktan, özlemekten, kavuşmaktan bahsederek bir şiirle bir şehri kardeş yapalım yaşamak adına. “Şehir ağır ağır yaşarken mevsimleri Bir eski zaman duvarına yaslayıp omzunu Bu da bizim hikâyemiz diyerek Yaprakları seyre dalalım” Hazan mevsiminden yapılmış bir ceketi atıp omzuma, bir eski zaman türküsü ile yaşamak bir masal tadında olsun diyerek kışa geçelim. Savrulan yapraklar bir süre daha ısıtsın içimizi. 55


BENİM EVLERİM BENİM ŞEHİRLERİM

BENİM KÜLTÜRÜM -iki-

Kilis ve Gaziantep şehir ve kültürünü korumak aynı zamanda bölgeye sahip çıkmakla eş anlamlıdır. Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ

udut çizilirken Kilislilerin çok sayıda evi, malı, tarla ve köyü Suriye tarafında kalmıştı. Hele bir de kaçakçılığı önlemek amacıyla en verimli topraklar mayınlanınca bütün ipler koptu. Her gün gidip gelinen Halep ve Azez, yönetimlerin baskısıyla bir müddet sonra Arapça konuşan Türkmenler olarak kaldılar. Oysa bölge tamı tamına bir Türkmen nüfustu. Dili Oğuz diliydi. Şehir ve köy yapılanması, hatta mutfak kültürü bile birbirine o kadar benziyordu ki ayırılması mümkün değildi. Taş yapıları, sokakları, camileri, mektepleri, kapalı çarşıları, meydanları, kaleleri belli ve ortak bir kültürün yansımasıydı. Sadece benzemek olsa iyi, birbirinin tıpatıp aynısıydı, parçasıydı, yakınıydı. Bir Halep, bir Azez evini gören, yaşayan böylesi örneklerin Kilis ve Gaziantep’te olduğunu fark edecektir. Her evin girişindeki bölgeye ait özel siyah-beyaz taşlarla dizayn edilmiş şekli ilk etkileyici resimdir. Hele bir de kapının üzerindeki saçlara iri çivi başlarıyla yapılmış karanfil desenleri, üzerinde asılı kapı tokmak ve bilezikleri yok mu, sanki aynı iç mimarın elinden çıkmış gibidir. Ah Halep, vah Azez bunları düşündükçe içim yanıyor, sancılar giren yüreğim tutuşuyor sanki. Kilis ve Gaziantep şehir ve kültürünü korumak aynı zamanda bölgeye sahip çıkmakla eş anlamlıdır. Çünkü ne Halep, ne Azez ve ne de komşuları kentlerdeki tarihi dokudan ve kültürden artık eser yok, sadece fotoğrafları var. Allah’tan Gaziantep korumacılığını yapıyor, yaşatıyor; Kilis de ağır adımlarla da olsa başladı. GÜNÜN UZAMASI

Kilis hudut şehrinde Babaannemlerle, anneannemlerin evleri birbirine çok yakındı. Birisi Ulu Camii, diğeri ise Tekye Camii bitişiğindeydi. 20 metre falan yoktu aralarındaki mesafe. Orta çaprazda ise Küçük Çarşı, yahut Eşref Kasteli içinde de Şıhlar Camii yer alıyordu. Evler, cami ve çarşı birbiriyle örtüşüyordu. Sabah ve yatsı namazları aile büyüklerinin camide buluştuğu zaman dilimiydi. Sabah namazından sonra insanlar yine erken kurulan sabah pazarında alış verişlerini yaparlardı. Topluma göre “yiğidin üzerine güneş doğmamalıydı” Bağı bahçesi olanlar da ürün toplama, yükleme, taşıma, budama, çift sürme için gittiği tarlasında güneşin doğuşunu seyreder, işlerini erken bitirerek, evine dönerdi. Yine komşularımız her meslekten insanlardı. Öğretmen, eczacı, sayı//29// aralık 56


çiftçi, esnaf, kamu görevlisi her kesim temsil ediliyordu ve çocuklarıyla arkadaştık; aynı hoca ve okula birlikte giderdik. Sokaklarımız siyah dökme, kesik taşla döşenmişti. Mahremiyeti ön planda olan evlerin konumu, muhiti, şekli aynı zamanda ailelerin eğitimlerini de belirten ipuçları verirdi. Anneannem, bütün çocuklarını yüksek tahsil yaptıran Çekmeceli Camii İmamı Ali Hoca’nın kızı olmasından dolayı böyle bir ortamda büyümüştü. Annesi Cemile Hanım’ın elinde Reşat Nuri Güntekin’in Osmanlı Türkçesi ile Çalıkuşu romanını okurken gördüğümü hatırlıyorum. Ancak anneannem eğitimini gözlerinden rahatsız olduğu için tamamlayamamış, erken evlendirilmişti. Dedem de okumuş, tahsil görmüş bir aileden geliyordu. Babası önce hakimlik yapmış, sonra da dava vekilliği-avukatlık. Küçük kardeşi Ahmet Bey pilot imiş. Çorlu’da bir askeri tatbikat sırasında şehit düşmüş. En küçük kardeşleri Mehmet Amca ise hakimlikten emekli olunca avukatlık yapıyordu. Dedem askerliğini yedek subay olarak yapmasına rağmen, gençliğinde sürücülüğe merak salmış, kamyonculuk yapmış, Türkiye’nin dört bir yanına Kilis’ten mal taşımış. Ayrıca tarlası, bahçesi vardı, evinin bitişiğindeki mahşere(küçük zeytinyağı fabrikası) sezonda dolu olarak çalışırdı. EĞİTİM HANELERİ ŞEKİLLENDİRİYOR

Mahalle’de oturanlar da aynı konumdaydı. Anneannemlerin evinin tam karşısında Sabunhane imalathanesi-masmana sadece Kilis’in değil bölgenin önemli bir fabrikasıydı. Ortadoğuya sabun pazarlanırdı. Bitişiğindeki ev muallimlerin en fazla olduğu bir aileydi. Bunları hatırlatmamın sebebi evlerin de iç mimarisi itibariyle eğitimli ailelerle örtüştüğü içindir. Bu evlerin konukları fazlaydı. Hatırlı misafirleri olurdu. Muhafazakarlar da gelirdi, modernler de. Anneannemlerin evi iki katlı taş yapıydı. Girişte taş üzerine besmelesi vardı. İki de cumbası. Kapının etrafı bir siyah, bir beyaz taşla dizayn edilmişti. Evin kapısı çift kanatlı, tahta üzerine teneke-saç ile kaplanmıştı. Üzerinde ise büyük mıh başlarından (çivilerden) vazo içinde karanfiller çizilmişti. Üst kısmında el biçiminde demir alışımdan bir kapı çalacağı mevcuttu. Erkek konuklar bununla geldiklerini haber verirlerdi. Altta ise hanımların kullandığı mini daire biçiminde demir bilezik. Kapı dil denilen bir karış büyüklüğündeki demir anahtarla açılıp kapanırdı. Kapıdan içeri girince kısa dehliz beyaz taşlarla döşenmişti. Solda ise ayakyolu

denilen alaturka bir abdesthane. Daha sonra bu isim kenef, yüz numara diye modernleştirildi. Abdesthanenin evin en dışında olmasının sebebi kötü kokuların odalara girmemesi içindir. Böyle bir gelenek vardır ve devam ediyor. Dehlizden havışa(avlu) girmeden büyük bir tahta kapı olurdu. Bu kapı hem güvenlik, hem de küçük çocukların habersiz evi terk etmemesi içindi. Sözkonusu kapı özellikle banyoyu sevmeyen, yıkanmamakta direnen çocuklar için kapatılırdı. Onlar da sokağa kaçamazlardı. Beyaz taşlarla döşenmiş, havışa girer girmez çiçeklerin envai türü mevcuttu. Havışın etrafında sırayla ya ekinlikte, ya da değişik kaplarda bulunurdu çiçekler. Her mevsim açan çiçekler olduğu gibi, sezonluk olanlar da mevcuttu. Filli(fulya) çiçeğinin ve kocaman tas gülünün kokusu rüzgarda komşulara kadar giderdi. Sarı güller, yesmin(yasemin), hanımelleri de öyleydi. Bu ikisi her Kilis evinde ekiliydi. Evler mis gibi kokardı. Bazı çiçekler vardı ki kokmaz ama gösterişliydi Hıtmiye gibi. Bu çiçekle çocuklar yüz ve burunlarına yapraklarını yapıştırarak oyun oynarlardı. Turunçgillerden kebbat şidilini (fidan) dedem Mersin’den getirmişti. Büyüdü , meyve verdi, evin kebbat reçeli öyle bir meşhur oldu ki komşulardan bilmeyen, tanımayan kalmadı. Meyve ağaçları turunçgiller, nar, kayısı vs her evin bahçesinde tercih edilen çeşitlerdi.

Mahremiyeti ön planda olan evlerin konumu, muhiti, şekli aynı zamanda ailelerin eğitimlerini de belirten ipuçları verirdi.

BİR EVDE OLMAZSA OLMAZLAR

Havışın ortasında ise her evde olduğu biçimde bir su kuyusu mevcuttu. Mecbur kalmadıkça içilmezdi, banyo ve bulaşık için kullanılırdı. İçme suyu ya sakalar tarafından eşek sırtında tenekelerle getirilir, yahut evin en genç olanı camiden taşırdı. Cami suları kaynaktan alınırdı. Çocuklar evdeki kuyuya düşmesin diye etrafı hareze denilen taş yapıyla korumaya alınırdı. Kuyudan su çekilirken ya ucunda kovası olan bir iple, yahut kurulacak makaralı bir mekanizma ile işlem yapılırdı. Kuyular serin olduğundan bazen etler bir iple buraya sarkıtılarak belli süre korunmaya alınırdı. Üzüm asmaları bir evin olmazsa olmazıydı. Kökü havışta olmasına karşılık dalları evin damındaki çardakta sıralanırdı. Korukları genelde salatada kullanılır ve öncelikle tercih edilirdi. Eğer bereketli bir mevsim ise koruklar kurutularak, un haline getirilip saklanırdı. Yine de koruklar artarsa üzüm olanlar bez torba içinde dalında korunmaya çalışılırdı. Evin odaları, mutfağı güney ve doğu kesimindeydi. Çamaşırların yıkandığı yer ise batıda tek başına 57


Evin öyle bir yapısı vardı ki bütün odalar güneş görürdü. Yatak odasında ayaklar kıbleye uzatılmazdı.

bir odaydı. Kocaman penceresinin altında şehir suyu üç günde bir geldiğinden küllük denilen bir su deposu bulunurdu. Odun ocağında ısıtılırdı çamaşır suları. Don kazanı denilen yarım metreden büyük kazanlarda çamaşırlar kaynatılırdı. Sadece sabun kullanılırdı. Ev ahalisi banyosunu burada yapardı. Sabunlar herkesin kendi evinde imal edilirdi. Sabuncular lazım gelen malzemelerin alınması için ev sahibine bir liste verir, ev sahibi de o listeyi tekmil edince, haberleşerek eve gelip sabunları imal ederlerdi. Sabunlar evin mağarasında korunurdu. Evin öyle bir yapısı vardı ki bütün odalar güneş görürdü. Yatak odasında ayaklar kıbleye uzatılmazdı. Zaten tek tuvalet de evin girişindeki dehlizin ucundaydı. Dolayısıyla pis koku içeriye nüfuz etmezdi. Havışta(avlu) bir de tandır vardı. Duvara gömülüydü. Eğer anneannem hamuru fırına göndermedi yahut özel bir misafir gelecekse ekmeğini bu tandırda yapardı. Özellikle küncülü(susam) ekmeği çok meşhurdu. Evin bütün odaları havışa, aydınlığa bakardı ve çok pencereliydi. Şehir elektriği de sürekli olmadığından aydınlanma odalarda önce lamba, sonra lüks lambası ile sağlanırdı. Yemekler odun ateşinde pişerdi. Gazocağı çıkınca bu yere geldi oturdu. Kış günleri için camlı pencerelerin arkasında aynı büyüklükte tahtadan yapılmış korucuları vardı. Pencerelerin üstünde kuş tağaları(korunma yerleri) olurdu. Mevsimine göre kuşlar burada barınırdı. En üstte ise damlarla irtibatlı, toplanan su birikintilerini aktarmak için taştan yapılan çörten bir aslan ağzı gibiydi. Nakış nakış işlenmişti. Pencerelerin bağlantı kemerleri de öyle işlemiydi evde. EV HALİNİN SALONDA UYGULANMASI

Misafir odası ancak konuklar geldiğinde açılırdı ve evin en büyük mekanıydı. Girişinde bir eşik vardı. Ayakkabılar burada çıkarılır her odada olduğu gibi öyle salona girilirdi. Eşiğin sağında mermerden imal edilmiş tazar denilen bölümde su kennesi(testisi) konurdu. Tazarın altı boştu, burada özellikle kışın sobanın odunları muhafaza edilirdi. Salonda sedirler varsa burası bir sabit gelirlinin eviydi. Ancak dedemlerin evinde sedirlere ek olarak koltuklar konmuştu. Önünde de sehpaları. Sehpanın üstünde de renk renk işlenmiş örtüler, bunun üzerinde de yapma çiçekler olan gümüş vazolar vardı. Koltukların yetişemediği yerde ise birkaç tane büyük yer minderi konmuştu. Dedemin kahveye gitmek gibi bir tiryakiliği yoktu. Nargilesini bu minderlerin üzerine oturarak sayı//29// aralık 58

evinde içerdi. Babam ve amcam kuş meraklısı olduğundan “güvercin kahveleri”ne giderek sohpet ederlerdi. Söz konusu yıllarda ve hala Kilis’te çok sayıda kuş kahvesi bulunur. Radyo her evde yoktu. Dedemlerin radyosu çocukların elinin yetişemeyeceği yükseklikte özel bir raftaydı. Üzeri işlemeli örtüyle muhafaza edilirdi. Bir de nazar için maşallahı bulunurdu. Sadece radyoyu dedem açar kapardı. Radyoyla alakalı bir hatıram vardır. Maça meraklıydım. Koyu bir Fenerbahçe taraftarıydım üstelik. Ajans haberlerinin sonunda radyo spikeri Kemal Deniz Fenerbahçe-Beyoğluspor maçını yayınlayacaklarını belirtti. Evde öyle diller döktüm ve ikna ettim bu maçı izlemek için sormayın gitsin. Sonunda maçı 5-1 Fenerbahçe kazandığından mutluluktan uçuyor, arkadaşlarıma en ince detayına katar anlatıyordum. Kemal Deniz ile de yıllar sonra TRT’de birlikte çalıştım. SIDIKA HANIMIN ODASI

Salonun ortasındaki soba kurulduğunda havaların artık soğuduğunun işaretiydi. Özel günlerde akraba ve hısımlar hususan kış günü burada toplanır, yemekler yenir, soba üzerinde kastaneler pişirilir, sucuk, bastık, muska gibi Kilis’e özel tatlılar ikram edilirdi. Künefe ise genelde şehir içindeki künefecilere yaptırılırdı. Künefe bir eve tepsi ile girerken mutlaka gece karanlığında teslim edilirdi. Bir başkasının nefsi kalmasın diye. Eğer bir komşu veya bir başkası gördüyse bir yeri şişmesin diye ikram edilir yahut evine bir tabakla gönderilirdi. Dedemin annesi Sıdıka Hanım 90 yaşındaydı. Özel bir odası vardı. Tahta bir sedir üzerinde yatar kalkardı. Sürekli dua eder ve zikir ile vaktini geçirirdi. Bazen yatağında otururken uyurdu. Sıdıka Hanımın başucunda bir Kur’an vardı. Duvarda ise bir tanesi kıl testere ile kesilmiş tahta üzerine kabartmadan, diğeri ipek işleme istiflenmiş ayet yazılı iki tablo vardı. Meraklıları olurdu, okuyamayınca Sıdıka Hanım söylerdi. Görme özürlü Hafız Fatma Hoca her Cuma eve gelerek Kur’an okurdu. Buna evden ve komşulardan katılımlar da olmaz değildi. Bir defasında Fatma Hoca benim mektepte imtihanım olduğunu öğrenmiş, dualı bir yüzük vererek takmamı istemişti. Ancak öğretmenler talebelerin yüzük takmasının yasak olduğu gerekçesiyle parmağımdan çıkartmışlardı. Yemekler genelde kışın bu odada, güzel havalarda havışta yenirdi. Torunlar da gelince bu yemek merasimi dolar taşar, uzadıkça


uzardı. Hele bir de Ankara ve İstanbul’daki dayılar gelince ev bayram yerine dönerdi. Çünkü herkese ayrı ayrı hediyelerin yanında Hacıbekir Şekeri ve Eyüp Sabri Tuncer kolayları getirirlerdi. Özellikle evin yaşlıları Hacı Bekir Şekeri için “Bu rehetil lokum tam da dişimin harcı” diyerek mutluluklarını belirtirlerdi. Defalarca teşekkür ederek “Allah ömrünüze bereket versin” derlerdi. ODA DEĞİL ADETA KÜTÜPHANE

Sadıka Hanımın odasından labirent gibi taş merdivenlerden ikinci kattaki livan ve odalara çıkılırdı. Çocukların bu merdivenleri hızla inip çıkmaları büyük keyifti. Merdivenin sonunda soldaki oda evin çocuklarına aitti. Annem ve teyzem bu odada büyümüş. Pencereleri Tekye Camii’nin mezarlığında bakardı. İşte bu oda çocukların mecbur olmadıkça girmedikleri yerdi. Korkarlardı. Ben de korkardım. Ya dua okurdum, ya da yüksek sesle konuşur, türkü söylerdim. Bu odada onlarca kitap ve dergiler vardı. Hem Osmanlı Türkçesi, hem de yeni latin harfleriyle yazılmıştı. Bir bakıma kitap deposu gibiydi. Oda kitap ve kağıt kokardı. Bu kitapların hatırına bu odada çok vaktimi geçirdim. En çok da dedem ve dayımın bu kitaplara düştüğü notları okumak hoşuma giderdi. Eski yazılı eserleri dua kitabı falan zannederdik, meğer Osmanlıca kitaplarmış. Mehmet Akif Ersoy’un Gölgeler’ni, Reşat Nuri Güntekin’in Dudaktan Kalbe’si, Halit Ziya Uşaklıgil’in Mai ve Siyah’ını böylece görmüştüm. Sonra dergiler Yeditepe, Çınaraltı, Resimli Ay, Varlık, Yeni Edebiyat, Ağaç, Ses ve Hayat’ı çok iyi hatırlıyorum. En fazla karikatürler ve resim altları dikkatimi çekiyordu. Çok dolaplı bu odada bir de çıkma vardı. Buraya yatak, yorgan, yastık konurdu. En tepesinde ise kınında bir kılıç asılıydı. Yanında, artık rengini atmaya başlamış bez üzerinde ipek işlemeli bir istifli ayet duruyordu. Kılıcı kınından çıkaramamıştım. Sorduğumda dedem bu kılıcın savaşa girdiğini belirtir, bir hatıra olarak saklarmış. Ona da babasından kalmış. Evin çocukları evlenip gidince bu oda ardiye gibi kullanılmaya başlandı. Bu odanın tam karşısında büyük bir taş livan vardı. Yazın bu beyaz taşların üzeri buz gibi olurdu. Kışın da sıcak. Cumba livandaydı. Cumbanın tahta aralıklarından sokağı izlerdik. Yahut kapı vurulunca kimin geldiğini görebilirdik. Dedemlerin yatak odasına da bu livandan girilirdi.

Bu odada da çok sayıda pencere mevcuttu. Duvar kalınlıkları 75 santim kadardı. Oda yüksekliği üç metreden fazlaydı. Pencereler bu kalın duvarın arasına oturtulmuştu. Sokağa bakan bir başka küçük cumba da bu odadaydı. Yine yüklükler vardı. Bir de aynalı dolap. Aynalı dolabın altında büyük çekmecelerde iç çamaşırlar, mevsim dışı giysiler, bir de ziynet eşyaları saklanırdı. Yaz kış dedemler bu odada yatarlardı. BAHÇEDEN HUDAR GELİR VE MAĞARAMIZ Evin havışında(avlu) büyük dev hallelerde(kazan) kışlık buğday kaynatılır, ceviz, fıstık, badem sucukları, muska, kesme yapılırdı. Bazı kışlık yiyecekler için kurutulacak domates, biber, patlıcan ile nar ve koruk ekşileri, gün pekmezleri, salça çeşitleri de havışta gerçekleştirilirdi. Kurbanlar da havışta kesilirdi. Kurbanın dalağı duvara yapıştırılır, bir müddet bekletilirdi. Kilis’teki her evde bayramda kurban kesmek için her türlü imkan vardı. Ayrıca Kurban Bayramı’nın özel yapımı olan ince yufkaya benzeyen fıtır ekmekler yapılırdı. Bunun için de odun ve kömür ocağı ile saçları özel olarak hazırlanırdı. Hayvanın derisi mutlaka en yakın camiye veya Kur’an Kursu’na verilirdi. İnce ve kalın bağırsağı temizlenir sucukhamra adında Kilis mutfak ürünlerinden en zoru olan mumbar yapılırdı. Konu komşunun zor işlerde ve yemeklerde müştereken dayanışmaları olurdu. Mesela şehriye dökmek bunlardan biriydi.

Her Cuma günü bahçeden hudar değimiz mevsimlik meyve, sebze gelirdi. Ayrıca bir de süt kaymağına batırılmış tırnak ekmekler gelirdi ki ilk gören tümünü bitirecek kadar iştahla sarılırdı. Anneannemin veya annemin sesi yükselirdi o zaman “Oğlum kardeşine de bırak, umsuruk etme ,hepsini bitirme, bir parça al yeter, sofraya hepsi gelecek zaten” Dedemlerin evinin mutfağı Sıdıka Ninemin odasının bitişiğindeydi. Bütün kab kaçaklar burada bulunurdu. Şehir suyu gelene kadar kuyudan su çekilerek gereken yapılırdı. Kül ile bulaşık yıkamak yıllarca sürmüştü. Evin ambarına buradan inilirdi. Mağara diyorduk bu ambara. Çok serin olduğundan yiyecekler burada muhafaza edilirdi. Özellikle de kışlık yiyecekler tahta ambarlarda (buğday, pirinç, bulgur, simit, mercimek, nohut vs) ve seramik küplerde(çarra) biber ve domates salçaları, peynirler, yağlar böylece korunurdu. Mağaranın tavanındaki direklerde ise iplerle bağlanmış 59


döndüler alelacele. Ev, tarla, bağ ve bahçeyle ilgilenecek sorumluyu bekliyordu. Yaşlıların yapacağı iş değildi. Onların ruh hallerini anlamakta ciddi sıkıntılar başlamıştı. Ayrıca tarla ürünleriyle ilgilenmek aşağılanıyor, “köylü işi” diye değerlendiriliyordu. Hem kamu görevlileri ve hem de sınır ticareti yapanlar hallerinden memnundu!.

Bu odada onlarca kitap ve dergiler vardı. Hem Osmanlı Türkçesi, hem de yeni latin harfleriyle yazılmıştı. Bir bakıma kitap deposu gibiydi.

bez torbada üzüm ve kavun gördüğüm çok olmuştur. BİR NESİL GİTTİ YERİNE YENİSİ Mİ GELDİ?

Dedemin mahseresi(küçük fabrika) de evin bitişiğindeydi. Burada mevsimine göre zeytinyağı çıkarılır ve üzüm pekmezinin ön çalışmaları yapılırdı. Sezonluk emekçiler çalışırdı. Kar eşit şekilde paylaştırılır, alın teri soğumadan ücretler ödenirdi. İşçilerin çalıştıkları müddet zarfında yemekleri de dedeme aitti. Mahserede çok sayıda at, katır ve eşeği vardı dedemin. Mahserede yatar kalkardı bu hayvanlar. Yemlikleri de buradaydı. Çünkü mahsere hayvan gücüyle işlerdi. Zeytin tanelerini ve kuru üzümleri ezerek top yapmak için tonluk daire biçimindeki dev kara taşı, gözleri hasır gözlükle kapatılan bu hayvanlar dönme dolap biçiminde çevirip, gereğini yaparlardı. Mahseremiz artık yok. SİT alanı ilan edilmeden önce yerine 4 katlı bir apartman dikildi. Çocukları ve torunları görevleri gereği Kilis dışında kaldılar. Dedem ve anneannem yaşlanınca burasını müteahhide verdi. Bir dairesinde yaşamaya başladılar. Ancak intibakta güçlük çektiler. Giden gelenleri azaldı. Artık bayramlar bile eski tadında değildi. Bir nesil yaşlanmıştı yeni Türkiye’de. Örf ve gelenekler yerini artık modernleşmeye terk ediyordu, insani ve medeni ilişkiler sil baştan düzenleniyordu. Nesiller arası çatışmalar filiz vermeye başladı. Aksakal olmak artık yalnızlıkla eşit hale gelmişti. Onlar çocuk ve torunlarının yanında rahat edemediler. Yine eski günlerine

sayı//29// aralık 60

Anneannem suskunlaşmıştı, Dedem hatıraları ve ürettikleriyle baş başa kalmıştı. Akranlarının çoğu da yoktu artık. Fakat kendileri var sanıyordu. Biraz da hırçınlaşmıştı dedem. Fırından tek bir ekmek aldığında, fırıncının bir lira istemesine kızıyor “ İhtiyarladık diye beni mi aldatacaksın?. Yüz paralık ekmek ne zaman bir lira oldu? Tarla mı satıyorsun?” diyordu. Dayım bütün mahalle esnafı ile konuşmuştu. Dedemin dediği oluyordu. Sonra da borçlarını dayım ödüyordu. Hakka yürüyene kadar böyle devam etti. Evi, malı, mülkü mirasçı malı olana kadar da her şey donduruldu. Dedemin Evi Tekye Camiine bitişik olduğundan daha ilk günde SİT alanı muamelesi gördü. Dolayısıyla mirasta anneme düşmüştü. Ev bir kampüs gibiydi. Annem de yaşlanmıştı. Baş etmesi mümkün değildi. Satmaya karar verdi. SİT alanı diye sıkıntılar oldu. Evin yeni sahibi sadece iç alanda tasarrufa gitti. Fiziki mekan modernize edildi. Havıştaki su kuyusu kapatıldı sadece. Güle güle otursunlar. Mutlu olsunlar. DUVARA KAZILAN İSİMLER

Bu taş yapı ve bunun gibi diğerleri yeni sahipleri tarafından, kamunun da yardım ve teşvikiyle keşke örnek ev veya müze yapılsa tarihi dokusu itibariyle. Çünkü dedemin torunları ve onların çocukları, yeğenler, kuzenler her Kilis’e gittiklerinde, yeni ev sahibinin rızası olsa da onlara meşguliyet vererek bu evi ziyaret ederler. Nostalji yaşarlar. O beyaz taş duvarlara kazdıkları yazıları ve oydukları isimlerini gösterirler; Mehmet, Serdar, Atila, Ethem, Ayhan, Hatice, Nalan, Ayfer, Furkan, Burkan, Gülfer, Ender, Selin, Sarp vs.


Mahcup Hikâye İlkbahar makamında bir rüzgâr esse Dalların dağılır giderdi Tepeleri aşar giderdi karanlık İncecik ırmak gelirdin /nazlı bir nehir olurdun sonra Ve akışın yaman olurdu Ben akmayı bilemezdim Susardım… Uykumu yusam yüzümden Gözlerimden sabır akardı Pencereniz bizim hayata bakardı Sen serçe yüreğinle kapımıza konardın Şarkılar söylerdin / Bir tuhaf olurdu içim Ben şarkı bilemezdim Susardım.. Bir sana yenilirdim / birde geceye O zamanlar delikanlı eserdi yeller Sen gelirdin / çıkagelirdin karanlıklarımdan Dört satır mektup olurdun /satırların pek güzel olurdu Okumayı bilmezdim ben Susardım..

Ne zaman tenhalığıma baksam Sevdam başıma vururdu Bulut olur, sana doğru eserdim -Bu bizim kavuşmalarımız büyük olurduMeydanlara sığmazdı meselâ Sen tramvaylara biner biner giderdin Alçak sokaklar soğuk olurdu / hem karanlık harami Ardınsıra varamazdım Susardım.. Gariptir kalbimin kahverengi gözleri, İçimin boşluğuna bakar dururdu, Sen boynunu bükerdin, akşam olurdu. Ay olur yükselirdi yalnızlık Kapıların ardı hüzün harmanı Oysa sen gülerken /sekiz güneş doğardı / evinizin üstünde Ben sonbaharda yağan kardım Erir varır giderdim de / kimse bilmezdi Susardım..

Kâmil Uğurlu

61


Yollar Bu yollar ufukla kucaklaşır da, Bir türlü hedefe varmaz bu yollar. Sevincimi kırk ortağa taşır da, Hüznümü çevreme vermez bu yollar!.. Dalla şakalaşır, taşla konuşur, Umutlu, hüzünle, kuşla konuşur, Pembe hayâllerle, düşle konuşur, Sevgimle gerdeğe girmez bu yollar...

YOLUNUZ

AÇIK OLSUN Yolda asfalt yoktu. Özellikle ilkbahar ve sonbaharda stabilize yollar büyük tahribata uğrar ve bizde bu yolculukta korkunç bir eziyet yaşardık. Yol bitip evime ya da okuluma geldiğim zaman ben de bitmiş olurdum. Muhsin İlyas SUBAŞI

Korkularım kale, aşk lime lime, Tutsam çilesini gelir elime, Haşmetle kendini dolar gönlüme, Üstünde çilemi görmez bu yollar... Nallarla dövülür, rüzgârla solur, Varlığını hangi umutta bulur? Dolanır içimde kördüğüm olur, Benimle murada ermez bu yollar!.. nsanlar yolculuğu genellikle severler. Doğru olanı da elbette budur. Çünkü yolculuk boyunca her dakika yeni bir tabiat fotoğrafını yakarlarsınız ve gezerken bir galeri güzelliği içerisinde kalırsınız. Ancak ben, çok az kişinin mahkûmu olduğu ‘yol fobisi’ne sahiptim. Uzun yıllar, yolculuk dendiği zaman içim burkulur, birçok daveti sırf ‘yol belası’ yüzünden geri çevirmişimdir. Son zamanlarda sanki bunun kefaretini ödüyormuşum gibi bir ‘yol sevgisi’ne yakalandım. Beni böyle bir değişime götüren neydi? Doğduğum topraklar, okuduğum şehre 100 Km. mesafedeydi, 1960 öncesinde, buradan şehre gelirken 3,5-4 saat gibi bir zamanımız yolda geçerdi. Yolda asfalt yoktu. Özellikle ilkbahar ve sonbaharda stabilize yollar büyük tahribata uğrar ve bizde bu yolculukta korkunç bir eziyet yaşardık. Yol bitip evime ya da okuluma geldiğim zaman ben de bitmiş olurdum. Şimdi o yıllardan bu yollara geldik. Bakınız bizim bu yol maceramızı bir yabancı da eserinde uzun uzadıya nasıl anlatır. Bir bölümünü birlikte okuyalım isterseniz: “Uzun yıllar Türkiye’de kalmış bir yabancı olarak anılarını yokladığında, her şeyden önce tek bir kuşağın ortalama yaşam süresi içinde bu ülkede gerçekleştirilmiş olan değişimin ne denli şaşırtıcı olduğunu kabul etmek zorunda kalacaktır. Bu değişim, gezi yapmanın hızı ve koşulları ile ilgilidir! İnsan geriye, çok değil bu yüzyılın ortalarına baktığında öyle bir

sayı//29// aralık 62


ülke anımsayacaktır ki, belli başlı yönetim merkezlerinin dışında, birkaç ayrıcalıklı yabancı maceraperestlerden başkasının gidemediği bölgeler vardı. Bütün amacı bilimsel araştırma yapmaktan başka bir şey olmayanlar gibi, salt gezme amacında olanların da gözü, güvenlik kurallarının çıkardığı zorluklardan korkardı. Bir yerden bir yere gitmek, konaklamak da başka bir âlemdi! Yukarıda sözünü ettiğimiz kara yolları haritası o zamanlar geleceğin düşüydü. 1940’larda kentler arasında gidiş geliş, demir yoluyla ya da zamanın birkaç yüz kilometrelik taş döşeli kara yollarıyla sağlanıyordu. En ünlü tarihî kentlere, hatta SİT alanlarına (onlar bugün turizmin uğrak yeri olmuştur) ancak amaçlarına olağanüstü inatla bağlı olan kişiler erişebiliyordu. Örneğin Ankara’dan Kızılırmak yayı içindeki Hitit ülkesine, eski başkent Hattuşaş’a (Boğazköy) gitmek demek, birkaç gün sürecek gezi için plan yapmak, saatler süren yol için at arabası kiralamak demekti. Selçuklu kalesi olan Kayseri’ye, Göreme’nin ünlü kaya kiliselerine gitmek için en iyi yol, Adana’ya giden Toros Ekspresi’ne binmek, yolda inip değişik değişik ilkel taşıt araçları kiralamaktı. Şimdi bütün bu yerlere giden hızlı kara yolları vardır. Ankara’dan çıkan bir otoyol, platonun ıssız yerinden geçip sizi birkaç saat içinde Gülek Boğazı’na, Adana’ya götürür. Bir başkası Tuz Gölü’nün batısından geçip Selçukluların başkenti Konya’ya, Karaman’a ,Göksu’nun seyre doyulmaz boğazına götürür.” (Seton Lloyd, Türkiye’nin Tarihi (çev. Ender Varinlioğlu), TÜBİTAK Yayınları, Ankara-2000, s. 11) Böyle bir değişimi bakınız, istatistiki bilgiler de söylemektedir bize. Hiç uzatmadan söyleyeyim, yolların ‘kan şeridi’nden çıkıp ‘huzur şeridi’ne dönüşmesiydi. Bakınız son on yılın kaza dökümünü vereyim size: Emniyet Genel Müdürlüğü, Trafik Hizmetleri Başkanlığının verilerine göre 2005-2015 Haziran ayı arasında meydana gelen trafik kazası sayısı 10 milyon 357 bin. Bu kazalarda ölen kişi sayısı 42 bin 420, yaralı sayısı ise 2 milyon 264 bin 441 kişi. Yani bu ülke on yılda küçük bir vilayetimizi toptan kazada kaybetmiş oluyor. Bu kazalar, şehirlerarasında meydana geliyor. Bir şehirden öbürüne taşınırken, dikkatsizlik, acelecilik, yetersizlik başımıza bu felaketi getiriyor. Bu her yüz kazadan 88.6’ sına sürücüler sebep oluyor. Bunda şehirler mi suçlu, şehirlerin cazibesine kapılan insanımız mı? Elbette mekânların dili olmadığı için kendini savunacak hali de yok. Aslında buna da muhtaç değiller. Çünkü

şehirler insanı ölüme çağırmaz. Tabii insanda yola çıkarken ölmek üzere hareket etmiyor. Elimizdeki bilgilere göre, 2014 yılında 1.526.518.987 yolcu karayoluyla taşınmış. Demiryollarında ilginç bir tablo var karşımızda, mesela 2002 yılında 73.088 yolu taşıyan trenlerimiz, 2013 yılında 46.441’e gerilemiş. On yılı aşkın süredir, taşınan yolcu potansiyelinde de yükselen bir performans sergileyen Türk Hava Yolları, 2003 yılında 10,4 milyon yolcu taşımışken, yolcu sayısını 2010 yılında 29,1 milyona, 2011’de 32,6 milyona, 2013’de 48,3 milyona çıkarmayı başardı. 2014 yılına gelindiğinde ise, önemli bir büyüme oranıyla yaklaşık 55.000 yolcu taşıyan küresel taşıyıcı, 2015 bitiminde de 61,2 milyon yolcu taşımış bulunuyor. Yetkililer, havayollarında sadece 4 ayda 50 milyonun üzerinde yolcu taşındığını belirterek, “Yaptığımız yatırımlar meyvesini veriyor. Havalimanlarımız günde 416 binin üzerinde yolcu ağırlıyor. Türkiye, havayollarında bu yıl 200 milyon yolcuya koşuyor.” dedi. Yukarıdaki tablonun detayına girmeden şunu söyleyelim: Bakınız, mesela 2005 yılında 620.789 trafik kazasında, 4.505 kişi hayatını kaybederken, 2014 yılında bu rakam neredeyse kaza sayısı bakımından 2005’e göre iki katına çıkmış, 1.199.010 kaza da, ölüm sayısı yüzde 25 azalarak, 3.524’e gerilemiştir. 2005’in rakamını aynı oranda artış göstererek günümüze taşınmış olsaydı, ölüm sayısının 10 bine yaklaşması gerekirdi. 1980’lerde yazdığım bir şiirimde; “Üstünde çilemi görmez bu yollar” derken, bir imkansızlığın dayanılmaz tedirginliğini dile getirmiştim. Bugün şükürler olsun bunları aştık. Türkiye gerçek medeniyeti yol ağlarındaki kalitesiyle yakalamaya başladı. Bunu sağlayan nedir? İşte o bendeki derin fobiyi kaldıran ‘yol konforu’dur!

Yani bu ülke on yılda küçük bir vilayetimizi toptan kazada kaybetmiş oluyor. Bu kazalar, şehirlerarasında meydana geliyor.

Efendim yolunuz açık olsun! 63


“ADELL”AB-I HAYAT

SU MEDENİYETİ MÜZESİ

Su medeniyeti çalışmalarımızı, unutulmaya yüz tutmuş öz değerlerimizi, milli ve manevi dayanaklarımızı görünür kılmak, yayılı bilgi haline getirmek istiyoruz. Küçük yaşlarındaki geleceğin büyüklerinin duru zihinlerine, ruhlarına akıtmak istiyoruz. Dr.Ercan TOPÇU*

Adell Armatür ve Vana Fabrikaları A.Ş. Yön.Kur. Bşk. YardımcısıKültür Sanat Koordinatörü

sayı//29// aralık 64

u yıl kuruluşumuzun (Adell Armatür ve Vana Fabrikaları AŞ) 36. Kuruluş yıldönümünü kutluyoruz. Çalışmalarımızla ilgili pek çok ödüle layık görülmüş bir markayız. Sanayicilik faaliyetlerimizin yanında 30-35 sene öncesinden kültür/sanat çalışmaları başlatılmış, genişletilmiş bir “Su ve Su Kültürü koleksiyon” çalışmamız var. Toplumsal fayda üreten, geçmiş ecdadımıza bir vefa gereği onların su kültürüne sahip çıkacak ve geleceğe güzel bir iz bırakacak olan hissi değerlerimize katkıda bulunuyoruz. Biliyoruz ki, değerlerini kaybedenler zamanla değersiz hale geliyor. Bir taraftan işimizi, ürünümüzü satarken, alırken, diğer taraftan da kültürümüzü en güzel şekilde temsil edip hayranlık uyandırmak istiyoruz. Biz aslen Ardahan ili Posof ilçesinden Topçugiller ailesine mensubuz. Ailemizin 4-5 kuşaktan beri gündelik yaşantısına ait objeler, belgeler, fotoğraflar, kitaplar muhafaza edilmekte ve bugün bize intikal etmiştir. Ailenin soyadını taşıyan mühür, dedemize ait cep saati, eski fotoğraflar, diplomalar var. Rahmetli amcamız Selim Topçu Cilavuz köy enstitülerinin ilk mezunlarından olup kendisiyle ilgili evraklar var. Dedemiz o bölgenin alim zatlarından imiş. O’na ait eski kitaplar, el yazması notları var. Bir diğer amcamızın evlendiğinde eşine hediye ettiği kafkas yöresine ait gümüş kemer hala duruyor. Sonuç olarak ailede bir saklama kültürü var ve bu kültürden esinlemiş koleksiyon merakı var. Armatür sanayiciliğine başlamamızla birlikte zaman içerisinde işimizle koleksiyon merakımızı buluşturarak ve sadece su’ya dokunan objeler, su kültürüne ait eserler, tarihi musluklar, su kapları ve Türk hamam eşyaları koleksiyonuna dönüştü. Damlaya damlaya gelişen koleksiyonumuz geldiğimiz noktada Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı ve Yakın Cumhuriyet dönemlerimize ait seçkin eserlerden oluşan hal almış ve Ab-ı Hayat Anadolu Su ve Su Medeniyeti Koleksiyonu adını almıştır. Bu arada koleksiyonumuzun, daimi sergi salonumuzun oluşmasında değerli katkıları olan, yardımlarını, ilgilerini esirgemeyen değerli danışmanlarımıza, devlet protokolümüze, dostlarımıza, çalışanlarımıza, aile mensuplarımızı kalbi şükranlarımızı sunarız. Yetmiş iki milletin yirmi sekiz dil konuşarak ve on din yaşayarak uzun yıllar bir arada yaşadığı güzelim Anadolu


sakinleri asırlarca suyun bereketi ile yaşamış buralarda. . Bu kültür ve estetik gündelik her bir eşyaya yansımış. Her bir esere gönüllerindeki güzellikleri, ruhlarındaki aydınlığı nakşetmişler. Dolayısıyla böyle bir zenginlik yaşanmış topraklarımızda, bu da eserlere yansıyor. Ab-ı Hayat Su Medeniyeti Koleksiyonumuzda madeni, ağaç, mermer tarihi su kapları, musluklar, Hamam tası, sabunlar, sabunluklar, hamam eşyaları, el işi tekstiller, işlemeler, havlular, suyla ilgili çeşme, çeşme başı fotoğrafları, kartpostallar, belgeler, fermanlar bulunmaktadır. Eserler çoğunlukla Osmanlı dönemine ait olmakla beraber arkeolojik olarak kabul edilen ve “Tescile Tabi Taşınır Kültür varlığı” kapsamında olan geçmiş Anadolu medeniyetlerine, Roma, Bizans, Selçuklu ve yakın dönem Cumhuriyet dönemine ait eserler de vardır. Koleksiyonerlik belgesi gerektiren bu eserler için Adell Armatür adına Türk Ve İslam Eserleri Müzesinden Koleksiyonerlik belgesi alınmış olup ilgili eserler müze envanterine kayıtlıdır. Sonuç olarak koleksiyonu maddi kaynaklarımızla oluşturup eserleri koruma altına alıyoruz. Ve bu Türkiye müze milli envanterine girmiş oluyor. Koleksiyonumuzda her bir eser titizlikle seçilmektedir. Biz sadece koleksiyon olsun diye bu işi yapmadığımız için bir anlatımı, bir fikri, bir hikayesi olmayan eserleri almamaya gayret ediyoruz. Meraklı okuyucularımız, dileyenler koleksiyonumuzdaki eserlere http://www.adell.

com/blogs/blog/tagged/su-medeniyeti-muzesi linkinden ulaşabilirler. Gücümüz tarihimizde, mazide saklı. Çınar gücünü köklerinden alır. Geçmişini bilmeyen geleceğe yol alamaz, inşa edemez. Adell olarak işe ve iş adamlığına bakışımız biraz daha manayı, felsefeyi ve içsel değerleri içeriyor. Anadolu irfanı, bilgeliği gönülü öncelikliyor aslında hayata bakışta. Bizlerde meslek büyüklerimiz sayılan ahilerden aldığımız feyiz ile sadece hisse senetlerimizin değerini değil, hissi senetlerimizin değerini de önemsiyoruz. Gerek ülkemizin ve gerekse dünyamızın geleceğinin inşasında Anadolu sakinlerinin yıllarca biriktirdikleri eşsiz su medeniyeti değerlerinin esin kaynağı olmasını arzuluyoruz. Su medeniyeti çalışmalarımızı, unutulmaya yüz tutmuş öz değerlerimizi, milli ve manevi dayanaklarımızı görünür kılmak, yazılı bilgi haline getirmek istiyoruz. Küçük yaşlarındaki geleceğin büyüklerinin duru zihinlerine, ruhlarına akıtmak istiyoruz. Araştırdıkça hayran kaldığımız bu güzel kültürle, bu güzel değerlerle buluşmasını çok arzuluyoruz. Dünyamızın “su kardeşliği” etrafında aynen tatlı suyun etrafında toplandığımız gibi toplanarak sevgi bahçesine, sulh adacığına dönüşmesinde katkımız olsun istiyoruz. Tüm insanların ana malzememiz, mayamız, özümüz olan su ile dost olmalarını, su’dan yaratılmış tüm canlılarla bir aile havası içerisinde dostça, kardeşçe yaşamasını diliyoruz. tekrar insanlığın dirilişinde, özümüz olan su gibi duru, temiz 65


karaktere dönüşmesinde küçük de olsa bir hissemiz olur ve ecdadımıza vefa borcumuzu yerine getirmiş oluruz. Gelişen dönemde koleksiyonumuzla ilgili yurt içinde yapmış olduğumuz sergiler, konferanslar, yayınlar gibi etkinliklerimizi yurt dışına taşıyarak oradaki su kardeşlerimizi bu güzel değerlerle buluşturmak istiyoruz. Şu anda fabrikamız genel müdürlüğünde bulunan daimi sergimizi İstanbul şehir merkezinde, tarihi yarım adada uygun bir mekana taşıyarak tüm insanlığa, dünyaya hitap edebilecek evsafta bir “Adell Ab-ı Hayat Su Medeniyeti” müzesini açmayı arzuluyoruz. Osmanlı saraylarında kullanılan su kaplarımız mevcut. Şehzadelerin zati su kapları var. Ejder başlı, yılan başlı güçlü hayvan motifleriyle stilize edilmiş olan musluklarımız var. Kutsal su” Zemzem” için Tombak zemzem kapları mevcut. Üzerinde çok özel beyitlerin yazdığı su kaplarımız var. Mesela bir güğüm üzerindeki şu yazı bize ecdadımızın sevgi, hoşgörü dolu gönül dünyasını anlatmaktadır. “Bu gügümden su içene şifalar olsun, eğer dahi gayri-müslim içerse islamla müşerref olsun, cümle hakkına hayır olsun, Fetoğlu Hüseyin Ağa tuli ömrüyle muammer olsun (uzun ömürlü olsun) Tarih Hicri 1266” Aynı şekilde sevgi ve hoşgörü ile yaşantısını sürdüren ecdadımız ayaklarına çıngırak bağlayarak yürür ve yerdeki karıncaların, haşeratın ezilmemesine dikkat sayı//29// aralık 66

ederdi. Ve bu insanlara “karınca incitmez efendi” derlerdi. Hamam eşyaları arasında oldukça nadir hamam tasları var. Mesela koleksiyonumuzdaki gümüş gelin hamam tası Osmanlı dönemine aittir. Bunun üzerinde gelin hamamına ait bütün ritüeller görsel bir şölen içerisinde gösterilmiştir. Arkeolojik parçalar içerisinde ünik, son derce nadir geç roma dönemi muhteşem bir musluğumuz var. Şu sütun çeşmesindeki güzelliğe bir bakınız. Geçmişte tek su girişli olarak üretilen musluklar zaman içerisinde soğuk/sıcak su girişli olarak yapılmaya başlanmıştır. Temizlik ve gündelik ibadetlerimiz için gerekli olan su insanların kutsallığa uzanmasındaki en önemli aracı rolünü üstlenmektedir. Eskiden su istendiğinde esirgenmezdi. Ve su asla israf edilmezdi. İnsanları suyla buluşturmak sevapların en büyüklerinden kabul edilirdi. Ecdadımız öldükten sonra da sevap defterlerinin kapanmayacağı “ Sadaka- i Cariye” olarak kabul edilen insanlığın ortak kullanımı için bedelsiz olarak yaptırılmış olan hayrat çeşme, sebil, hamalar yaptırmak hem isimlerini yad edilmesi hem de sevapların devamı için su yapıları yaptırmak için imkânlarını seferber etmişlerdir Gerçekten çeşme başları, erkek hamamları, kadın hamamları gündelik yaşamın en zengin parçalarını oluşturmuştur. Kadınlarımız, genç kızlarımız kadın hamamlarında sabahtan akşama kadar tam bir


günü değerlendirirken temizlik, toplumdaki gelişmelerden haberdar olmak, yemek, eğlence olarak kadınlarımızın en önemli dışa açılma penceresi vazifesi görmüştür. Çeşme başlarında dedikodular, sıra kavgaları, yarenlikler, sevdiğine mendil bırakma olurdu. Evlerinde su olmayan insanlar için mahalle çeşmeleri önemli bir buluşma ve sosyalleşme alanları idi. Nurettin Topçu’nun deyişiyle “ Çınar ağacı ve hemen yanı başındaki çeşme Şark’ın sembolü idi”. Erkekler kendi mesleki gruplarıyla beraber hamama giderdi. Koleksiyonerliği sadece eser biriktirmek olarak görmüyoruz. Eserleri evde, depolarda biriktirerek şahsi tatmin olmaktan ziyade toplumsal kültürel ve sanatsal değer üreten, su kültürümüze gereken saygı ve vefayı gösteren, kültürel değerlerimizi günümüze ve geleceğe taşıyan, dünü bugünle, bugünü yarınla buluşturan çalışmalar yapmak bizim için önem taşımaktadır. Misyonu olan bir marka olmanın gereği kabul ediyoruz. Geçmişe vefa, gelecek nesillere bir borç olarak görüyoruz. Tüm dünyaya, insanlık alemine ve Anadolu sakinlerine ait bu güzel değerlerin kaybolmadan gelecek kuşaklarına ulaşmasını arzuluyoruz. Bu misyon ile çocuklarımızın, öğrencilerimizin ve insanlarımızın olduğu her alanda, toplulukta kültürel, sanatsal etkinlikler düzenliyor, su medeniyeti değerlerimizi, su kullanım bilincinin yükseltilmesine yönelik paylaşımlarda bulunuyoruz. Ulusal ve uluslar

arası etkinliklerde gerek katılımcı ve gerekse organizasyon komitesinde yer alıyoruz. Belediyelerimiz, sivil toplum kuruluşlarımız ile birlikte okullarımızda, farklı yerlerde çeşitli sergiler açıyoruz, konferanslar düzenliyoruz. Araştırmalarımız ile elde ettiğimiz ve eserlerle bize gelen bilgileri, değerleri, hikayeleri unutulmaktan kurtararak insanlarımızla buluşturmak, yayılı bilgi haline getirmeye devam ediyoruz. Sürdürülebilir sosyal sorumluluk projesi olarak yaptığımız çalışmalara ait detaylara http:// www.adell.com/blogs/blog/tagged/sosyalsorumluluk linkinden ulaşılabilir. Her bir vatandaşımız büyüklerinden, ecdadından kalan her ne varsa lütfen onlara sahip çıksın, onlar bir daha gelmeyecek. Pek çok yaşanmışlıklar o eşya ile birlikte kaybolacak. Kendileri bakmakta, muhafaza etmekte zorlanıyorlarsa ilgili kurumlara, müzelere emanet edebilir, verebilirler. Su ile ilgili ürünleri müzemize tevdi edebilirler. Her bir sektör paydaşımızı, sanat severlerimizi İstanbul’a İkitelli’ye yolu düştüklerinizde Adell Ab-ı Hayat Su Medeniyeti Müzemizi ziyarete davet ediyoruz. Aileleriyle, öğrencileriyle, misafirleriyle, şahıs veya grup olarak ziyaret edebilirler. Giriş ücretsizdir. Sizler, değerli okuyucularınız su gibi duru, su gibi, coşkulu ve su gibi aziz olunuz. 67


ATİK VALİDE CAMİÎ (NURBANU VALİDE SULTAN)

Külliyenin banisi olan Nurbanu Valide Sultan yalnız bu külliyeyi yaptırmakla yetinmemiş, eserinin kıyamete kadar ayakta kalması ve insanlığa hizmet etmesi için Üsküdar’da Mimar Sinan Hamamı, Çemberitaş’ta Çifte Hamam, Haliç’te Havuzlu Hamam, Toptaşı’nda Valide Hamam’ı vakfetmiştir. Nermin TAYLAN

sküdar’ın en asil tepesinde taç misali konuşlandırılmış, bir sultan edasıyla bulunduğu bölgeye hayat veren, Mimar Sinan’ın altı şaheserinden biri kabul edilen, eşsiz mimarisi, birbirinden değerli çinileri ile tarihçilerce bir hazine olarak nitelendirilen, Atik Valide Camii’ndeyiz. Avrupa’nın müzelerini süsleyen çinileri, misafirlerine serinlik bahşeden asırlık çınarları, hükümdarları kendine meftun eden mimari yapısı ile Valide Nurbanu Sultan’ın için tasarlanıp dört kademeli bir düzenle Üsküdar’a en hakim tepelerinden birinde kurulmuş anıtsal yapılar bütünündeyiz bu ay. Venedikli asil bir ailenin kızı olarak dünyaya gelen Haseki Sultan henüz çocuk yaşta korsanlar tarafından esir alınıp Osmanlı’ya gönderilip, Osmanlı Sarayı’nda mükemmel bir eğitime tabı tutulup, Hürrem Sultan tarafından oğlu Şehzade Selim’e eş olarak seçilmiş olan Nurbanu Sultan, evladı padişah olduktan sonra tüm masraflarını kendi hazinesinden karşılamak kaydıyla bir külliye yaptırmak istediğini söyler. Sultan III. Mehmed validesinin bu isteğine memnun olur ve ömrünün son demlerine gelmiş Mimar Sinan’a Validesi Nurbanu Sultan için bir külliye yapması emrini verir. On dört bin metrekare üzerine yapılan külliye İstanbul’da yapılmış olan en büyük külliyelerden biridir. Yapılacağı bölge Mimar Sinan tarafından özenle seçilmiş ve şehre hakim bir bölge tercih edilmiştir. Külliyenin her bir yapısı kendi içerisinde tek avlulu olarak tasarlanmış olsa da tek bir bütünde birleşmektedir. Külliyenin her bir bölümünde ayrı mimarlık özellikleri deneyen Sinan, tüm yapılar topluluğunu tek bir bütünde toplamayı başararak hem bilgisini tecrübeyle bütünleştirmiş hem de çokluk içinde birliği en mükemmel şekilde insanlığa anlatmıştır. Mimar Sinan’ın şaheserlerinden biri olarak kabul gören külliyenin inşasına 1570 yılında başlanır. İlk inşa edildiğinde altıgen planlı olarak kurulan yapı daha sonraki yıllarda -1580’lerdeMimar Pir Ali tarafından merkezi planın iki yanına ikişer kubbe eklenir ve böylece camii yan taraflardan biraz daha genişletilir. Dönemin tarihçilerince yapının ibadete açıldığı tarih 26 Şubat 1589 olarak verilmektedir. Demek oluyor ki; ne banisi ne de mimarı külliyenin insanlığa hizmete başladığı günü göremeden vefat etmişlerdir. 1583 yılında vefat eden Nurbanu Sultan ve 1588 de ölen Mimar Sinan külliyenin açılışını görememiş ancak

sayı//29// aralık 68


insanlığa emanet bu değerli yapı asırlardır insanlığa hizmet etmekte ve banilerinin amel defterlerinin açık kalmasını sağlamakta. Evliya Çelebi Seyahatname isimli eserinde bu külliyeden; “Tarif olunmaz bir hayri azimdir. Banisi Sultan III. Mehmed’in validesi Nurbanu Sultan olup, nurdan bir kubbedir” diye bahseder. Birbirinden çok farklı binaların bir araya getirildiği bu külliyede Mimar Sinan çok bilinçli bir asimetri uygulamıştır. Cami, medrese, imaret, sıbyan mektebi, tabhane, darüşşifa, han gâh, darulkurra, darülhadis kervansaray ve muvakkıthane gibi birimlerin olduğu külliye, adeta bir abide niteliğindedir. Beş kubbeli son cemaat yerinde iki adet mihrap olan camiinin sülüs hat yazılı çinileri İznik Çini örneklerinin son uygulamalarındandır. Rivayet edilir ki, İznik çiniciliği bu dönemden sonra yerini Kütahya’da açılmış olan çini fabrikasına bırakmıştır. Çinilerin üzerinde yer alan sülüs yazı örnekleri ise dönemin en büyük hattatlarından Hasan Üsküdari’ye aittir. örnekleri son uygulamalardandır. Camiinin en önemli özelliklerinden biri de kadınlar mahvili olan bölümdür. 30 sütun üzerine oturtulan kadınlar mahfili üç cepheyi kuşatmaktadır. Cümle kapısının tam üzerine denk gelen, üç katı ara merdivenlerle biribirine bağlanan kadınlar mahvili, tam anlamıyla görülmeye değer bir mimari şaheserdir. 1834 yılında Sultan II. Mahmud tarafından camiîye ek olarak yaptırılan Hünkâr mahvili; tahta kafesinden, mukarnas işlemelerine, çeşmesinden duvar süslemelerine, mimarından banisine kadar gören gözlere şükür secdesi ettirecek niteliktedir. Mermer işçiliğinin en nadide eserlerinden olan mihrap ve minber, sedef oymacılığının en muhteşemlerinden niş ve kapaklar, olağanüstü desenleriyle giriş kapısı gibi neresine bakarsanız bakın, nereye kafanızı çevirirseniz çevirin Allah’ın yaratılışındaki mucizeyi görüyorsunuz bu eserde. Kemerlerdeki kilit bağlantılar, mimarideki ince detaylar ve mihraptaki altın yaldızlı ayrıntılar gibi daha birçok özelliğin yer aldığı bu yapıda Mimar Sinan adeta bir mimarlık dersi vermektedir. Camiinin bir diğer özelliği ise birer şerefeli olan iki adet minaresidir. Bu iki minare özel ve öznelidir çünkü 1722 yılında ilk mahya bu iki minare arasına asılır ve sonrasında bu gelenek tüm payitahta, selatin camilerine yayılır. Külliyenin banisi olan Nurbanu Valide Sultan yalnız bu külliyeyi yaptırmakla yetinmemiş, eserinin kıyamete kadar ayakta kalması ve

insanlığa hizmet etmesi için Üsküdar’da Mimar Sinan Hamamı, Çemberitaş’ta Çifte Hamam, Haliç’te Havuzlu Hamam, Toptaşı’nda Valide Hamam’ı vakfetmiştir. Böylesine muhteşem bir eseri yaptıran Valide Nurbanu Sultan 1583 yılında vefat edip, eşi II. Selim’in Ayasofya’daki türbesine gömülmüş olsa da kıyamete kadar isminin yaşamasını sağlamıştır. Döneminin mimari özelliğini büyük ölçüde korumayı başaran yapıda günümüzde yalnızca camii ve hamam işlevini sürdürmektedir. Külliyenin birbirinden farklı olan işlevlerinin kaderleri de farklı olur. İmaret, tabhane ve darüşşifa bölümü Sultan III. Selim döneminde kurulan Nizam-ı Cedid’e tahsis edilir. İmaret ve Darüşşifa 1866 yılına kadar kışla olarak kullanıldıktan sonra akıl hastalarının tedavisi için tahsis edilir. 40 hücreli darüşşifası uzun müddet akıl hastanesi olarak hizmet verir. Mutfağı, şifahanesi, kileri ile adeta ayrı bir külliye olan birim Rusya’dan gelen ve 15 bin kişinin ölümüyle sonuçlanan Kolera salgınının merkezi olur. Salgının bitmesinden sonra askeri depo olarak kullanılır. Bir müddet sonra Toptaşı Bimarhanesi adını alır ve 1927 yılına dek akıl hastahanesi olarak hizmet verir. Darülhadis bölümü erkek, darüşşifa bölümü ise kadın hastalar için kullanılır. Bakırköy Akıl Hastahanesinin açılması ile hastahane görevi tamamlanan yapı, 1935 yılında tütün bakım atölyesi yapılır. Bir süre evsizlerin sığınağı olan medrese, 1960 yılında büyük bir onarımdan geçer. Medresenin az ilerisinde bulunan han gâh (derviş konuk evi) ise hala mevcudiyetini sürdürür. Darülhadis ve darulkurra bölümleri pek çok ünlünün yolunun geçtiği Toptaşı Cezaevi olur. Yılmaz Güney, Rıfat Ilgaz, Nazım Hikmet, Rıfat Ilgaz ve Necip Fazıl gibi şahsiyetler bu cezaevinde yatar. Öyle ki, Necip Fazıl Zindandan Mehmed’e isimli şiirini burada kaleme almıştır. Külliyenin kervansaray binası, üzerine sonradan eklenen katlar sebebiyle bozulur. Günümüzde Türk İslam Sanatları alanında kullanılan Tekke ve tevhidhane binası, kubbeleriyle ilk günkü güzelliğinden dem vurmakta. Sizlerde bir gün mutlaka tarihin sanatla buluştuğu, ahenkli bir ritmin ruhunuza dokunduğu, asırların şahidi bu muhteşem esere düşürün yolunuzu.. Çokluk içine birliğin, varlık içinde şükrün taşa işlenmiş halini seyredin Mimar Sinan huzurunda.. İstanbul’un en nadide semtinde ve yine İstanbul’un en nadide tepelerinden birinde, Fatih’in kutlu bir fetih için otağ kurduğu yerde soluklanın ve hayırla yad edin ceddinizi.. 69


982 yılında Pavlodar Eyaleti Şerbaktı köyünde doğan Sanatçı ,Kazak milli sanat akademisi mezunu olup aynı zamanda Kazakistan Ressamlar Birliği üyesi ve “Kadimi Qızıl”art grup katılımcıları içinde yeralmıştır.Çalışmalarını Astana’da sürdürmekte olan sanatçımız eserleriyle ulusal ve uluslarası bir çok sergiye katılmıştır.

TOPKAPI TÜRK DÜNYASIN’DA KAZAK RENKLERİ

“KAZAKİSTAN/

UZAĞI VE YAKINI”

Kazakistan Cumhuriyetinin Bağımsızlığının 25.Yılına ithafen Kazakistan Başkonsolosluğu ve İBB Kültür Aş’nin birlikte düzenledikleri Kazak Sanatçı Gülmaral Tatibayeva Resim sergisi Topkapı Türk Dünyası Etnografik Müze’de açıldı. Salih DOĞAN*

Kazak Sanatçı Tatibayeva ;Kazakistanın 25.Bağımsızlık yılına ithafen hazırladığı “Kazakistan:Uzak ve Yakın “adlı kişisel sergisinde;kendi memleketinin farklı yörelerinden renkleri Türk halklarının ortak mirası göçebe hayatından kesitleri ,natürmort resimlerde boyalı peyzajlar ve antik eşyalarla betimleyerek İstanbula taşımış. Sanatçı Tatibayeva günümüz şartlarında kullanımı olmayan göçebe yaşamının antik örneklerinin çağrışımlarıyla yaptığı resimlerde yer yer armut biçimli testilere,çaydanlıklara yer veriyor ,Özbekler’de yuvarlak bir diğerinde oval ,bir başka Türk boyunda basık şekillerde tasarlanmış bütün boyların sembolik eşyaları başta turkuvaz olmak üzere Türkistanın butun renkleri Buhara ,Taşkent ,Semerkand hatta İran pazarlarından gelen kumaşlar ,metal mutfak eşyaları Kazakistan bozkırları da dahil olmak üzere orta asyanın tamamında bulunmuş eşyalarla bizlere göçebe geleneğinden kesitler sunuyor Çalışmalarında çoğu zaman geleneksel yaşamın öne çıktığı sanatçı polisemantik yaklaşıma sahip dokunuşlarla resimde her esere farklı anlamlar yüklemiş,ayrıca Kazak Sanatçı resimlerinde felsefi düşüncelerini duygusal imgelerle ifade etmiş bunu da aşağı yukarı butun resimlerinde ortaya koymuş görünüyor. İlgimi çeken ve serginin en dikkat çeken tablolarından birisi “Kırmızı Yelken” çalışmasında romantik doğa görüntüsü yansıtılmış. Eserin özeliği, renk çözümlerinin inceliğinde gizlenmiş ,bununla birlikte kadın tarafının lirik özlemlerini de resimde hissetmek mümkün. Genişleyen kırmızı yelkenleri , su üzerindeki parlamalar, hafif pus çöken yüksek dağların dorukları, açık gökyüzü; her şeye rağmen mutluluk alegorisini gözlemleyebilirsiniz

*İBB Kültür A.Ş. Panaroma 1453 , İdare Müdürü

sayı//29// aralık 70

Tatibayeva’nın eserlerinde boyama biçimindeki


cesaret ve güven şahane kompozisyon sezgisi ile bütünleştiğinde felsefi duygunun içeriğe etkisi resmin olumlu tonaliteye ulaşmasını sağlamış görünüyor. Sergide dikkat çeken önemli noktalardan biri de sanatçının Kazakistan’ın uzak coğrafyalarına dair yaptığı manzara konulu tabloların bazıları doyumsuz doğa harikalarının kulakları okşayan ipeksi sanatsal şarkıları gibi hissettiriyor kendini.. Sanatçının sessiz sakin naif duruşu resimlerinde daima bir uyumluluk arayışı bütüncül bir karaktere dönüşmüştür.Bugune kadar altı uluslararası sergiye imza atmış Sanatçının farklı felsefi yaklaşımları izleyicileri tarafından bilinen tanınan önemli eserleri Kazakistan,Türkiye,Hollanda,Rusya,İngiltere gibi ülkelerin müzelerinde ve koleksiyonlarında yer almaktadır Resimler üzerinden tarih bilinci ve bir kültürel miras olarak ;göç kültürünün gelecek kuşaklara aktarılmasını kendine ilke edinmiş sanatçının İBB Kültür AŞ Topkapı Türk Dünyası Etnografik Müzedeki sergisi sanatseverlerden

yoğun ilgi gördü.Bu çeşit organizasyonlar Topkapı Türk Dünyası Etnografik Müzesinin de, bir bakıma sanatsal etkinliklerin yapıldığı bir merkez olma iddiasını günden güne güçlendirmektedir. 03-12 Kasım 2016 tarihleri arasında gerçekleşen sergi için Kazak Türkleri Vakfı’nın Kazak Dans Gösterileri ve Dombra Resitalleri ile desteği sanatseverleri Turkistanın canlı dinamik atmosferinin İstanbulda yaşatılması bakımından önemlidir. İstanbulda yaşayan farklı Türk boylarının da Sivil Toplum Kuruluşları üzerinden sanat ve müze etkinliklerine katılımları her açıdan Türk Dünyasının renklerinin giderek bütün coğrafyalarda daha bir belirginleşmesi yönünde önemli bir adımdır diye düşünüyorum. 71


BEŞ ŞEHİR’DE

ERZURUM -üçTanpınar, Sultan İkinci Abdülhamit’in memleket sathında açtırdığı idadilerden biri olan ve o sıralar şimdiki Şair Nef’i Ortaokulu’nun yerinde bulunan Erzurum Lisesi’ne edebiyat öğretmeni olarak atanmıştır. Ömer ÖZDEN

sayı//29// aralık 72

hmet Hamdi Tanpınar’ın Erzurum’a ikinci kez gelişi 1924 yılındadır ve o, genç bir öğretmendir. Tanpınar, Erzurum’a bu ikinci gelişinde, yağışlı bir havada, Belediye Reisi Zakir Bey’in General Harbord’a gösterdiği mezarlıklar arasından geçerek girdiğini belirtir. Erzurum’a özgü kırmızımsı yumuşak taşlardan yapılan mezarlar, şehrin adeta tapu belgeleri olmasına rağmen yaklaşık altmış yıl kadar önce, şehirde yeni iskân alanları açma uğruna kurban edilerek tamamen yok edilmişlerdir. Tanpınar, Sultan İkinci Abdülhamit’in memleket sathında açtırdığı idadilerden biri olan ve o sıralar şimdiki Şair Nef’i Ortaokulu’nun yerinde bulunan Erzurum Lisesi’ne edebiyat öğretmeni olarak atanmıştır. (Atatürk Üniversitesi de 1957 yılında kurulduğunda eğitim-öğretime Şair Nef’i Ortaokulu’nda başlamıştır.) Okulun müdürü ve şehrin canlı hafızası olan Cevat Dursunoğlu’nun anlatımları ve rehberliğiyle bir hafta içinde Erzurum’u tanımıştır. 1924 yılının yaz aylarının sonunda lisenin öğretmenler odasında otururlarken bir ikindi vakti korkunç bir sarsıntı ve gürültüyle dışarı fırlayan öğretmenler, şehrin toz içinde olduğunu görmüşler, aynı gürültü ile ikinci ve üçüncü sarsıntıları da yaşamışlardır. Sokakları dolduran Erzurumlular, endişeli ifadelerle oraya buraya koşuşturmaktadırlar. Şehirde ölen olmamıştır ama akşam saatlerinde kazalardan ve köylerden ölüm haberleri gelmeye başlamış, bir ay kadar devam eden depremler, şehri adeta bir göç karargâhına çevirmiştir. Sokaklar, evlerine girmekten korkan şehir halkı ve köylerden gelenlerin kurdukları çadırlarla dolmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve Cumhurbaşkanı olan Mustafa Kemal Paşa, Erzurum ve çevresinde meydana gelen ve birçok can ve mal kaybına yol açan bu felaket sırasında hiç vakit kaybetmeden derhal bölgeye gelmiş ve yıkılan şehirleri gezerek yerinde tespitler yapmıştır. Erzurum’a geldiğinde yıkıntıları gezen Atatürk’e, çadırda kalması için çok ısrar edilmesine rağmen o, birkaç yerinden çatlamış olan Hükümet Konağı’nda kalmayı tercih etmiş ve bunu gören şehir halkı da çadırlarından çıkıp evlerine girmişlerdir. Tanpınar’ın, Atatürk’le ilk karşılaşması Erzurum’da, ilk ve tek konuşması da Erzurum Lisesi’nde olmuştur. Daha sonra Konya, Ankara ve İstanbul’da görüp elini öpmüşse de bir daha konuşma fırsatı bulamamıştır.


Bütün şehir halkıyla birlikte Kars Kapı’da karşılanan Mustafa Kemal Atatürk, ertesi günü Erzurum Lisesi’ne gelmiş ve öğretmenlerin arasına girmiş, yarım saatliğine geldiği lisede, üç buçuk saat öğretmenlerin arasında kalıp karşılıklı sohbet etmiştir. Tanpınar’ın gözlemlerine göre “Atatürk, her şart içinde kendisini empoze edenlerdendi. Bakışında, jestlerinde, ellerinin hareketinde, kımıldanışlarında ve yüzünün çizgilerinde bütün bir dinamizm vardı. Kendisine söylenenleri son derecede rahat bir dinleyiş tarzı vardı. Bununla beraber araya garip bir mesafe koymasını da biliyordu. Bu mesafe, yalnız yaptığı işlerden veya mevkiinden gelmiyordu, Mustafa Kemal’liğinden geliyordu.” (Beş Şehir, s. 190) Öğretmenlerle tek tek tanışan Atatürk, Ahmet Hamdi Tanpınar’a da bazı sorular yöneltmiştir. Tanpınar, Erzurum Lisesi’nin beyaz badanalı, tek kanepesi kırık muallimler odasında kendisine sorduğu suallere cevap verirken zihninin, Anafartalardan Dumlupınar’a, zaferden Cumhuriyet’in ilanına kadar onunla çok dolu olduğunu belirtmektedir. Atatürk, Tanpınar’a önce adını, memleketini, hocalarının kimler olduğunu sorduktan sonra birden bire medreselerin kapatılışının halk üzerinde nasıl bir etkisi olduğunu sormuş ve Tanpınar da ses namına ne varsa hepsini toplayarak, ‘Medrese survivance hâlinde (eskimiş, etkinliği kalmamış) bir müessese idi. Hayatta hiçbir müspet fonksiyonu yoktu. Kapatılmasının herhangi bir aksülamel doğuracağını zannetmiyorum’ dedim. Atatürk bir kaşını kaldırarak ‘Evet, survivance hâlinde idi, survivance hâlinde idi.’ diye kendi kendine düşünür gibi tekrar etti ve hemen arkasından ‘Ama bu gibi şeyler belli olmaz... O kadar emin olmayın!’ ” (Beş Şehir, 191) diyerek devam etmek istemişse de o sırada yanına yaklaşan Rauf Bey, protokolü hatırlatınca vedalaşıp ayrılmıştır. Yaşanan bu deprem, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın hafızasında da yer etmiş ve Abdullah Efendi’nin Rüyaları isimli hikâyesinde anlattığı Erzurumlu Tahsin’i, bu felaketli günlerden esinlenerek yazdığını belirtmiştir. Depremin iki veya üçüncü gecesi tanıştığı Tahsin Efendi’nin, üzerinde bıraktığı tesir, Tanpınar’ın bu hikâyeyi yazmasına sebep olmuştur. Hikâyede anlatılanların tamamının yaşanmış olduğundan söz eden Tanpınar, bu hikâyeye almadığı bir olayı, Beş Şehir’de anlatmaktadır. Tanpınar’ın, çocukluğundan beri bildiği Geyik destanının tamamını Erzurum’da

bulma ümidi, Hasankale’den gelip bir halk kahvehanesinde şiir ve destanlar okuyan bir saz şairinin bilme ihtimalinden söz edilmesiyle yeniden canlanmış ve bir arkadaşıyla o kahveye gitmiştir. Ancak bu saz şairi Erzincan’a gittiği için onun yerine Battalgazi destanı okuyan başka birini dinlemeye koyulmuşlar. Destanı okuyan, Türkçeyi mevlit gibi tecvitle telaffuz etmekte, etrafındakiler de bu destanı pür dikkat dinlemektedirler. İşte tam o sırada içeriye giren Tahsin Efendi, tipi ve rüzgârla beraber belinden aşağısı ve göğsü çuvalla örtülü yarı çıplak bir vaziyette içeriye girmiş, kim bilir hangi başka kahveden topladığı avucundaki parayı, Battal Gazi’yi kekeleye kekeleye okuyan hocanın önüne koyarak çıkmıştır. (Beş Şehir, 193) Tanpınar’ın yazmış olduğu hikâye kitabına almadığı bu olay, kendisi muhtaç olduğu halde başkasının derdini kendi derdinden daha önde gören Erzurumlunun gönül zenginliğini anlatan güzel bir hatıra olarak Beş Şehir’de yerini almıştır.

Tanpınar’ın, Atatürk’le ilk karşılaşması Erzurum’da, ilk ve tek konuşması da Erzurum Lisesi’nde olmuştur.

Tanpınar, Beş Şehir’in beşinci bölümünü, Erzurum’da bulunan tarihi eserlerden birkaçını anlatmaya ayırmıştır. Bunlardan ilki Çifte Minareli medresedir. Osmanlıda medreselerin çok önceden eski misyonunu yitirdiğini belirten Tanpınar’ın, 17. asır başlarında medreselerden felsefi ve pozitif bilimlerin atıldığına vakıf olup olmadığı konusunda bilgi sahibi değilim; ama bu konuda muzdarip olanlardan biri olan Kâtip Çelebi’nin Mîzânü’l-Hak isimli kitabında bu duruma ne kadar üzüldüğünü belirtmeden geçemeyeceğim. Kâtip Çelebi, Kadızadeliler diye bilinen bir ailenin felsefe düşmanlığı ile medreselerden felsefe ve fen bilimlerinin atılmasına ilişkin fetva çıkarttırıp bunların okunmasını yasak edişinden sonra Osmanlı bilim ve tekniğinin ne kadar geri gittiğini ifade etmektedir. Ne yazık ki toprak kayıpları da buradan itibaren başlamıştır. Çünkü bilim olmayınca, teknoloji de gelişmez. İşte Tanpınar’ın Çifte Minareli medreseyle ilgili anlattıkları da bu çerçeveye dâhildir. Evliya Çelebi’nin Erzurum’la ilgili yazdıklarına göre Çifte Minareli medrese, IV. Murat zamanında top imalatı yapılan ve tamir edilen bir atölye olarak kullanılmıştır. Bundan dolayı medresenin bulunduğu semt de eskiden Tophane olarak bilinirdi. Şimdi burada bulunan bir işhanın adı da halen Tophane İşhanı’dır. Şimdi Tanpınar’ın bu konuda söylediklerine dönelim. “Şehrin belli başlı mimarlık eserleri, etraflarında uğuldayan hayatla çoktan bağını kesmiş eserlerdi. Daha IV. 73


Tanpınar, Beş Şehir’in beşinci bölümünü, Erzurum’da bulunan tarihi eserlerden birkaçını anlatmaya ayırmıştır.

Murad zamanında Erzurum’da top imalâthanesi gibi bir işte kullanılan Çifte Minare, sadece kendi kendisi olmakla kalıyordu. Şüphesiz Çifte Minare, Sivas’ta ve daha aşağıdaki kardeşleriyle birlikte bir şaheserdir. Üslûp, taş yontuculuğu, âbidevî duruş bakımından kendi nev’inin en güzel eserlerindendir. Onu Erzurum’un bir ucunda, şehrin bütün yarısına hükmeden ihtişamlı kapısıyla, minareleriyle, günün herhangi bir saatinde bir kere görüp de hayran olmamak kabil değildir.”(Beş Şehir, 194) , Hatuniye medresesi olarak da bilinen Çifte Minareli medrese, Tanpınar’ın da dediği gibi bir şaheserdir. Taç kapısında yer alan hayat ağacı ve çift başlı kartal motifleri, Türk taş işçiliğinin emsalsiz örneklerindendir. Avluda bulunan her bir sütun, ayrı ayrı motiflerle süslenmiştir. Kanaatimce Erzurum’da bulunan tarihi eserler, başta Çifte Minareli medrese olmak üzere üst düzeyde koruma altına alınması gereken anıt eserlerdir. Diğer bir medrese, Yakutiye’dir ki bunun taş işçiliği de oldukça önemlidir. Taç kapının iki yanında bulunan motifler birbirini andırsa da farklılık göstermektedir. İki tarafta yer alan hayat ağaçları farklı şekillerde işlenmiştir. Ağacın birinin altında karşılıklı duran iki pars motifi varken, diğerinin altında ejderha başını hatırlatan iki figür bulunmaktadır. Her iki yanda da ağacın üstünde çift başlı kartal bulunmaktadır. Taç kapı, geometrik ve nebati figürlü arabesklerle bezelidir. Türünün en güzel örneklerinden olan Yakutiye hakkında Tanpınar, şunları söylemektedir. “Yakutiye’nin aydınlıkta topraktan henüz çıkarılmış bir eski zaman süsü gibi pırıl pırıl minaresinin daima muhayyileyi avlayan bir çekiciliği vardır. Yakutiye’nin içi, plan bakımından Doğu Anadolu’nun en dikkate değer eseridir.” (Beş Şehir, 194) Ulu Cami ise daha sade bir mimariye sahiptir. İçi fil ayağı denilen kalın ve geniş sütunlarla doludur. Erzurum’a özgü olan kırlangıç kubbesi ahşaptır. Erzurum’da yapılan bu mimari eserler, Anadolu’yu yurt edinmek için gelen Selçuklu ve onların birer boyu olan Saltuklulara ve İlhanlılara aittir. “İlk istilâ ordularının üst üste akınlarla doğudan Anadolu’ya girdikleri devirde temelleri atılan, bu ordularla birlikte zaferden zafere koştukça yeni vatanı şehir şehir âdeta atalarımız ve çocuklarımızın adına teslim alan bu ilk Saltuk ve Selçuk eserlerinin medeniyetimizde çok ayrı bir yeri vardır. Her şeyin alt üst olduğu, örf, âdet, akîde, efsane, her şeyin birbirine girdiği bu

sayı//29// aralık 74

zengin fakat karışık devirde, çok hususî şartları haiz bir medeniyetin bir istilâdan mukadder doğuşu bütün hayatı bir sıtma gibi sararken, Ahlat’tan başlayarak Erzurum’un, Sivas’ın, Kayseri’nin, Konya’nın camileri, medreseleri, kervansarayları, çok usta bir elin çektiği yay gibi, bu yeni kuruluşun ilk notasını, bütün bu yeniyi hazırlamak için dağılmış unsurları içine alacak olan senfoninin ana temini verirler. Onlar, kartal süzülüşlü orduların arkasından girdikleri şehirlerin ortasında, renkli minareleriyle, endamlı kapılarıyla, dilimiz ve kılıcımız gibi ilk atalar yurdundan getirdiğimiz şekilleri, hususilikleriyle yükseldikçe, etraflarındaki bütün hayat birdenbire değişir, derinden kavrayan bir arslan pençesi gibi toprak kendisine yeni bir ruh, yeni bir nizam verildiğini duyar.” (Beş Şehir, 195) Orta Asya’dan gelen ve yeni bir vatana yerleşen Türk milleti, bu yeni coğrafyada yeni bir devlet olarak Osmanlı Devleti’ni kurmuş, musikisini, mimarisini, şiir ve edebiyatını geliştirmiş ve dünya çapında sanatkârlar yetiştirmiştir. Erzurum’da Osmanlı dönemine ait eserler genelde camilerdir ve bunun ilk örneği de Lala Paşa camiidir. Şehrin hâkim bir yerine yapılmadığı için adeta toprağa gömülü hissi veren Lala Paşa’yı görebilmek için yanına kadar gitmek gerekir. Erzurum’da Selçuk ve Saltuklardan gelen bir yazı geleneği vardır. Kendini kümbetlerde gösteren bu hat sanatı, sonraları daha da gelişmiş ve Derviş Ali, Yusuf Fehmi, Tahtacızade ve damadı Asım Efendi, Topçuoğlu Ahmet Efendi, Namık Efendizade ve Asım Bey gibi hattatlar, Kadızade Mehmet Şerif ve çırağı Kâmil Efendi gibi müzehhip (tezhip sanatçısı) ve mücellitler (ciltçi) de yetişmiştir. Tanpınar, Erzurum’da bu kitabın sınırlı sayfaları arasına sığmayacak kadar çok sanatçı bulunduğunu ve bunların hepsinden söz edemeyeceğini de belirtmektedir. Beş Şehir’de Erzurum’un anlatıldığı bölümlerin altıncısında, başka bir sanat olan musikiye değinilmektedir. Erzurum türküleri, toprağı, iklimi, hayatı, insanı, onun acılarını anlatan ıstırap yüklü bir yapıya, bir geleneğe sahiptirler. Klasik Türk müziğinin makamlarında olduğu gibi bestekârlara göre değişkenlik göstermezler. Asırlar boyunca hep aynı kalan ve “çeşnisi ancak coğrafyaya tâbi olan bir üsluba sahiptir.” (Beş Şehir, 197-198) Erzurum türkülerinin hepsi Erzurum’a aittir denilemez. Bazıları Erzurum’da doğmuş, bir kısmı Azerbaycan ve Kafkasya’dan gelmiştir. Bazı hoyrat ve mayalar, Bingöl çobanlarının


dağlarda koyun otlatırken çaldıkları kavaldan izler taşırlar. Kimi türküler İstanbul’dan çıkıp kervan yolundaki şehirlerden bir şeyler alarak Erzurum’a kadar gelmiş ve Erzurum’un olmuştur. Hepsi birden büyülü bir ayna gibi Erzurum’u, gurbeti vermektedir. Bu türkülerin başında Yayla Türküsü gelir. Yaz gelende, çıkam yayla başına Kurban olam toprağına, taşına Zalim felek ağu kattı aşıma, Ağam nerden aşar yolu yaylanın? Bu türküde buram buram sıla hasreti kokmaktadır; ses, bir kartal gibi süzülüp yükseldikçe ruhları da birlikte sürüklemektedir. Bir başka türkü olan Yemen türküsü ise Yemen cephesine gidip de dönmeyen kocasının ardından ağıt yakan taze gelinin gurbet acısını, aşkını ve eşine duyduğu hasretini anlatan çok içli bir türküdür. Mızıka çalındı, düğün mü sandın? Al beyaz bayrağı gelin mi sandın? Yemen’e gideni gelir mi sandın? Dön gel ağam, dön gel, dayanamiram, Uyku gaflet basmış, uyanamiram, Ağam öldüğüne inanamiram... Ağamı yolladım Yemen eline, Çifte tabancalar takmış beline Ayrılmak olur mu taze geline? (Döşeme) Akşam olur, mumlar yanar karşımda. Bu ayrılık cümle âlem başında. Gündüz hayalimde, gece düşümde. (Döşeme) Koyun gelir, kuzusunun adı yok, Sıralanmış küleklerin südü yok, Ağamsız da bu yerlerin tadı yok. (Döşeme) Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Erzurum’da en fazla etkilendiği türküler arasında Billur Piyale, Sarı Gelin ve Yıldız türküsü gelmektedir. ‘Nezaket vaktında serv-i bülendim’ mısraıyla başlayan Billur Piyale, insanı ‘mahalli klasik’ diye nitelenebilecek orta sınıf musikisine götürürken, ‘Erzurum çarşı pazar’ diye başlayan Sarı Gelin’in canlandırma kudreti en üst düzeydedir. Yarı dua, yarı türküye benzeyen Yıldız türküsü ise insanı metafizik sırların ta ortasına sürükler. Marifetname’sinde Erzurum için ‘belde-i tayyibemiz Erzurum-i rif’atlüzum’ diye bahseden İbrahim Hakkı’nın şiirlerine de besteler yapılmıştır.

Su vâdi-i hayrette, Her seng ile ceng eyler. Deryasına vuslatta, Aheng-i pelenk eyler. Su havza kudüm eyler, Şevkiyle hücum eyler. Geh nağme-i Rûm eyler, Geh raks-ı Frenk eyler.

Kimi türküler İstanbul’dan çıkıp kervan yolundaki şehirlerden bir şeyler alarak Erzurum’a kadar gelmiş ve Erzurum’un olmuştur.

Bu mısralar, Hacı Hafız Hamid tarafından Tatyan olarak bestelenmiştir. (Beş Şehir, 198203) Ahmet Hamdi Tanpınar, Erzurum’da biri mahalli klasik, diğeri de mahalli olmak üzere iki başlı bir musikinin var olduğunu ve bunun son temsilcisinin de genç yaşta ölen Faruk Kaleli olduğunu söyler. Bu bölümü de yine Tanpınar’ın eşsiz cümleleriyle tamamlayalım. “Erzurum’da öteden beri devam eden bu iki başlı musiki geleneğinin son vârisi şimdi erken ölümüne o kadar yandığımız Faruk Kaleli idi. Bu süzme insan o kadar bu musikiyle hemhal yaşamıştı ki halim yüzü, Hüseynî’den henüz kanatlanmış bir nağmeye benzerdi. Şimdi, ara sıra radyoda onun repertuarından bir türküye tesadüf ettiğim zaman 1924 yazında bu havaları dinlediğim günleri büsbütün başka bir hasretle hatırlıyorum. Yine onun söyledikleri arasında Bursalı İsmail Hakkı’nın bir Celvetî nefesi vardı ki hem güftesi, hem bestesi ile unutulmaması lâzım gelen eserler arasındadır. Büyük Harp’ten önceki yıllarda Erzurum’da yaşayan Kolağası Ali Rıza Bey de, gelecek şöhretini eğer bu repertuar tamamıyle diske ve tele alınmışsa Faruk Kaleli’ye borçlu kalacaktır. Hasankale ılıcasında kubbeyi tepesinden atacak kadar gür sesiyle besteler okuyan bu coşkun adamın tekke şiirinin tarihinde bir yeri olması lâzımdır. Onun şair Fâizi’nin: Taam ü emn ü âsâyiş gibi bir nimetim vardır mısraını ihtiva eden gazelini tahmis ederek yaptığı beste, ‘Ey gönül, içmek dilersen cam-ı Cem, Dem bu demdir, dem bu demdir, dem bu dem. diye başlayan nefes, unutulmaması gereken eserlerdendir. Şimdi o kadar sene üzerinden bütün bu besteleri, mayaları, hoyratları, Zihnî, Sümmânî, ağızlarını dinlediğim zaman bakıyorum, musikinin, nağmenin bir topluluğun hayatındaki yerini anlıyorum: Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş diyorum. Çünkü nağmenin kadehi kendisine boşaltılanı sonuna kadar saklıyor.” (Beş Şehir, 203-204) Devam edecek… 75


alatya’daki yolculuğumuza kaldığımız yerden devam ediyoruz. Malatya’nın ortasından Kanalboyu’nca serin serin akan suyun kenarından ilerleyerek tekrar Atatürk Caddesi’ne çıkıyoruz. Bu yürüyüş esnasında bir şeyi daha keşfediyoruz; Malatya’nın özünde muhafazakâr bir vilayet olduğunu bizzat sahada görüyoruz. Öyle aykırı giyinen veya hippi kılığıyla dikkat çekmeye çalışan hemen hemen bir tane bile insana rastlamıyoruz. Bu şehir sağlam, gerçekten de Battal Gazi’nin izinden giden torunlar yaşıyor bu topraklarda.

MALATYA’NIN MISIR ÇARŞISI:

ESKİ ŞİRE PAZARI

İstanbul için Mısır Çarşısı, Eminönü ve Mahmutpaşa neyse, Malatya için de Eski Şire Pazarı oymuş Sabri GÜLTEKİN

AĞAÇLARA RENGARENK “GİYSİ” GİYDİRMİŞLER!

İnönü Caddesi’ne doğru ilerlerken Saat Kulesi civarında daha önce hiç şahit olmadığımız bir manzara ile karşı karşıya kalıyoruz. Caddenin orta refüjünde bulunan ağaçlara rengarenk don giydirilmiş. İşin aslını sorup öğreniyoruz. Malatya Büyükşehir Belediyesi tarafından başlatılan “Ağaç Giydirme Sanatı Projesi” kapsamında başlatılan bir projeymiş. İlk etapta projeye katılan bayanlar tarafından örülen giysiler, önce Gazi İlkokulu ile Atatürk Evi arasındaki ağaçlara giydirilmiş. Projenin ilgi görmesiyle birlikte bu uygulama İnönü Caddesi Dede Korkut Parkı ile Polis evi arasında hayata geçirilmiş. Aydınlatma armatürleriyle donatılan caddeler âdeta kartpostallık bir figüre dönüştürülmüş. YENİ CAMİİ’NİN ETRAFI ARI KOVANI GİBİ

Eski Şire Pazarı’na giderken yolumuzu kesen klasik tarzda inşa edilen son Osmanlı dönemine ait cami, halk arasında “Teze Camii” veya “Hacı Yusuf Taş Camii” olarak anılıyormuş. Malatya’nın güzelliğine güzellik katan Yeni Camii, 3 Mart 1894 günü meydana gelen depremde büyük hasar gören Hacı Yusuf Camii’nin yerine Sultan 2. Abdülhamid’in 10 bin altın katkısıyla inşa edilmiş. Çeşitli olumsuzluklardan dolayı uzayan inşaat ancak 1913 yılında tamamlanabilmiş. Kuzey duvarlarının köşelerinde iki şerefeli iki tane minaresi bulunan caminin, doğu yönündeki eski camiye ait minaresinin ancak yarısı günümüze kadar gelebilmiş. Yeni Camii’nin çevresinde bulunan kuyumcu, sebze- meyve hali, kasap pazarı, tavacı, sobacı , demirci ve bakırcılardan oluşan esnaf çarşıları arı kovanı gibi kaynıyor. Malatya’nın kalbi sanki burada atıyor. sayı//29// aralık 76


KAYISI, MALATYA’NIN KADERİNİ DEĞİŞTİRMİŞ

Beydağları’nın çevrelediği Malatya’yı kıvrımlarla bölen akarsular ve dağ eteklerinden çıkan kaynak sularının bolluğu bölgeyi yeşile ve berekete boğmuş. Burada dünyaca ünlü kaysısından kirazına, elmasından armuduna, dutundan üzümüne kadar her meyve ve sebzeyi yetiştirmek mümkünmüş. Özellikle de “Yeşil Malatya”nın “Sarı Altını” olarak bilinen kayısı, 80’li yıllardan sonra şehrin en önemli ekonomik lokomotifi olmuş. Diğer bölgelerde yetişen kaysı sofralık tüketime yönelikken, Malatya kaysısı ihracat için önemli bir yere sahipmiş. Sebze ve Meyve Hali’nden geçerken âdeta gözümüz şenleniyor. Kavun, karpuz, elma, armut, şeftali, kiraz, üzüm, incir ve kasa kasa yaş kayısı “ye beni” diye bağırıyor. MISIR ÇARŞISI NEYSE, ESKİ ŞİRE PAZARI DA OYMUŞ

Ve nihayet 240 dükkandan müteşekkil meşhur Eski Şire Pazarı’ndayız. Pazar geçtiğimiz aylarda Malatya Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Çakır tarafından yapılan restorasyonla yeni bir görünüme kavuşturulmuş. İstanbul için Mısır Çarşısı, Eminönü ve Mahmutpaşa neyse, Malatya için de Eski Şire Pazarı oymuş. Esnaf her ne kadar işlerden memnun olmasa da, kuru kayısı piyasasının kalbi burada atıyormuş. Eski Şire Pazarı’nın revakları arasından geçip iç avluya ulaştığımızda bizleri büyük bir meydan karşılıyor. Naylon torbalara doldurulan ham ve islimli kayısılara güneşin anlında âdeta ter döktürülüyor. Pazarda kaysının, badem çekirdeğinin, kuru üzümün, dutun, kuru eriğin enva-i çeşidi var. Esnaflar bir taraftan müşteri beklerken, diğer taraftan da dükkânlarının önünde göze hitap edecek şekilde bu ürünleri janjanlı hale getiriyor. Eskisi kadar rağbet görmese de organik dut pekmezinin Malatya için önemli bir gelir kaynağı olduğu belirtiliyor. DİLLERE DESTAN KAĞIT KEBABI DAMAK ÇATLATIYOR

Şire Pazarı Sokağı’ndan biraz ilerleyerek, tadımlıklar faslını bırakıp doyumluklar faslına geçmek için sabırsızlanıyoruz. Nihayet menzile koyduğumuz Tavacı Talip Usta’nın mekânına ulaşıyoruz. Yarmadan yapılmış buz gibi “ayran aşı”nı kaşıklarken, üzerine yiyeceğimiz Malatya yemek kültürünün olmazsa olmazı kebaplar için yer ayırıyoruz. Kağıt Kebabı, Malatya’da yemek kültürünün baş tacı lezzetleri arasında yer alıyormuş. Kağıt Kebabı deyince bi durmak lâzımmış. Bu kebabın ilginç bir hikâyesi var.

Eskiden mahallelerde “tava fırınları” varmış. Bu fırınlar ekmek pişirmez, sadece lokantalar ve evler için hizmet verirmiş. İşte tatmak için yüzlerce kilometre yol teptiğimiz Kağıt Kebabı’nı da eski arastada böyle bir fırın işleten İbrahim Baba (İbrahim Ağaldağ) keşfederek Malatya yemek kültürüne kazandırmış. İbrahim Baba, fırında pişirdiği kuzu dolmasıyla tanınırmış. Fakat zamanla her gün kuzu dolması pişirmekten bıkmış. Akşam evine giderken kağıda sardığı kuzu etlerini fırına dizerek, sabaha kadar kebap haline getirmeye başlamış. Kebaplar bir süre sonra ilgi görür olmuş. Ustadan tarif istiyoruz; erinmeden kıvama getire getire anlatmaya başlıyor... Yağsız kuzu etleri parça parça yağlı kağıda sarılarak ve içine ufacık bir kuyruk yağı parçası konuyor. Sonra etler, ateşi kor haline gelmiş odun fırınına ikindi vaktinden sonra konup, fırının kapağı kapatılıyor. Gece boyu fırının sıcaklığıyla pamuk gibi olan kuzu etleri, sabah erkenden fırından çıkartılıyor. Kağıt Kebabı, kağıdından çıkarılarak servis ediliyor. Etin yanına tavada etsiz pişmiş sebze veya pilav ekleniyor. Bizim mekânına misafir olduğumuz Tavacı Talip Usta ise İbrahim Baba’dan el almış Kağıt Kebapçı Halil ustanın kalfasıymış. Eline sağlık usta... KABURGA TENCERESİ OLMADAN ASLA!.. Kaburga Dolması’na dokunmadan geçersek lezzet tarifimiz eksik kalır. Onun için tadımlık bir kaç anekdotla yeme-içme faslını bitirelim. Malatya’nın Kaburga Dolması; Malatya yemek kültürünün diğer önemli bir lezzetiymiş. O kadar ki, bir kız gelin olurken, ona evinden kaburga tenceresi gitmemişse; çeyizi eksik sayılırmış. Kaburga tenceresi (tavası), bir koyun kaburgasını içerisine alabilecek şekilde geniş yayvan, üzeri kapaklı bakır kaptan yapılırmış. En güzel kaburga dolması; toklu etinden olurmuş.

Kaburga dolması yapılırken, iç pilav malzemesi olarak baldo pirinçle birlikte kuş üzümü, çam fıstığı da kullanılıyormuş. İç pilav malzemesi hazırlandıktan sonra kaburga dolmalı ve kaburganın ağız kısmı yorgan ipiyle dikiliyormuş. Sonra sulu olarak (kağıt kebabı şeklinde de pişirildiği söyleniyor) kısık ateşte tava fırınında pişiriliyormuş. Ve fırından çıkartılıyormuş; sonrası malûm. Dedik ya, doyumluk değil tadımlık. 77


KÖY DÜĞÜNLERİ -İkinci-

Hiçbir gelenek unutulmaz, düğün boyunca hepsi adım adım tatbik edilir ve düğün bittiği zaman hem kız tarafı, hem de erkek tarafı mutluluğu doya doya yaşardı. Ekrem KAFTAN

ergimizin geçen sayısında, unutulan geleneklerimiz arasında önemli bir yeri olan “Köy Düğünleri”ni yazmaya başlamıştık. Anlattığımız köy düğünleri Denizli’ni Tavas ilçesine bağlı Vakıf Köyü’nde 1980’lere kadar yaşayan geleneklerdir. O dönemde köyde daha Osmanlı yılarında doğup yaşayan, atalarından gördükleri gelenekleri muhafaza eden insanlarımız vardı. Bu insanlarımız nazarında düğünlerdeki gelenekler, adeta bir ibadet huşuu ile yerine getirilirdi. Hiçbir gelenek unutulmaz, düğün boyunca hepsi adım adım tatbik edilir ve düğün bittiği zaman hem kız tarafı, hem de erkek tarafı mutluluğu doya doya yaşardı. Evet efendim… Geçen sayımızda çeyiz gününü anlatmış ve devamını bu sayıya bırakmış idik. Köyümüzdeki çeyiz günü kız ve oğlan evinde ayrı ayrı yemekler ikram edilirdi. O günün gece yarısına kadar her iki tarafta eğlenceler olurdu. Gelin çıkacağı gün, her iki tarafta da hummalı bir hazırlık vardır. Oğlan o gün eve gelen berber tarafından tıraş edilir, saç sakal büyük ihtimamla kesilir ve şekillendirilirdi. Berber de o gün için daha bir itina ile damadı tıraş eder ve hususi bir ücret alırdı. Damat daha önceden hazırlanan elbiselerini gusülden sonra giyer ve hazırlanmış, süslenmiş arabayla gelin almak için gitmeye can atardı. Gelin almaya gitmeden önce yine hem kız evinde hem de oğlan evinde davetlilere yemek verilir, bu esnada oğlan evinde davul zurna çalar, gençler sürekli Tavas Zeybeği oynardı. Kız evinde ise gelinlik giydirmek ayrı bir merasimdi. O zamanlarda kuaföre gitmek, saç yaptırmak, makyaj filan bilinmezdi. Gelin kız, ailesi ve yakın arkadaşları tarafından giydirilir, hazırlanırdı. Gelin almaya umumiyetle ikindi vaktine yakın bir saatte, davul zurna ve çok kalabalık bir erkek grubuyla gidilirdi. Kalabalık kız evinin önüne varır ve yarım saat kadar davul çalmaya, zeybek oynanmaya devam edilirdi. Damat ve babası kız evine girer, gelinin bulunduğu odanın kapısını tutan, kardeşleri veya yakınlarına yüklü miktarda bir bahşiş vermeden kapı açılmazdı. Bunun ad kesinlikle başlık parası değildi. Gelin kızın kardeşleri, evden artık ömür boyu gidecek olan kardeş veya ablalarının gitmesini istemediklerini anlatmak için kapıyı tutarlardı. Damadın babası bu anda sakin ve cömert davranmak,

sayı//29// aralık 78


anlayışlı olmak mecburiyetindedir. Bu an, gönül kırmamak için azami gayret sarf edilen andır. Gelinin kardeşleri, muhataplarının zengin veya fakir olduğunu bilirler, buna göre para isterlerdi. Her iki tarafın rızasıyla bir ücret tesbit edilir ve damadın babası parayı verdikten sonra kapı açılırdı. Bir de sandık parası vardır ki, bunu da gelinin kız arkadaşları tahsil ederdi. Kız evinden gidecek sandıkta gelinin mahrem eşyaları bulunurdu ve bunun da evden çıkması bir merasimle olurdu. Gelinin beyaz gelinliğinin üstüne kırmızı bir kuşak bağlanır, yüzü yine al duvakla örtülür ve gelinin yüzünü kimse göremezdi. Dualarla evden çıkarılan gelin, tam arabaya bindirilirken başından şekeler ve bozuk paralar saçılır, çocuklar bunları kapmak için yarışırdı. Bu anda davul ve zurna en yüksek perdeden çalınır, adeta ortalık inlerdi. Gelin arabaya bindikten sonra bütün arabalar kornalar çalarak köy meydanına doğru yola çıkardı. Arabaların düğüne katıldıklarının alameti olarak aynalarına havlu bağlanırdı. Düğüne iştirak eden gelin almaya gelen yaşlı, itibarlı köylülerin boyunlarına da aynı havludan atılır, onlar ön sırada yürür, gençler onların önüne geçemezdi. Davul zurna ile köy meydanına gelen gelin arabası ve diğerleri meydanın girişinde durur, bütün erkekler meydanda çalınan davul ve zurna eşliğinde belki bir saat kadar zeybek oynar, kadınlar daha geriden ve erkeklerden uzakta, hepsi beyaz bürgülerini bürünmüş olarak oynayanları seyrederdi. Oyuna damat ve yakın arkadaşları da iştirak ettiği zaman geniş bir halka halinde zeybeğin heybetini aksettirecek bir ahenk ve güzellikle oynarlardı. Tavas Zeybeği, erkeklerin itibarını arttıran, her diz vuruşta yer sarsılacakmış hissi veren, seyredenleri coşturan ve “Haydi Efeler” diye haykırma hissi veren, muhteşem bir güzelliktir. Bu sahne, yıllarca hatırlanan ve her düğünde bıkmadan, usanmadan tekrarlanan bir sahnedir. Oyuna katılanlar arasında damat hemen kıyafetiyle fark edilirdi. Daha sonr oyuna ara verilir, davul ve zurna çalmaya devam ederken, para takma faslına geçilirdi. Sıraya girmeden insanlar birbirlerini sıkıştırmadan herkes gücüne göre damadın elbisesi üstüne iğne ile para takardı. Bazen de damadın yakın arkadaşları muziplik olsun diye para takarken, iğneyi damada hafiften dokundururdu. Damat bu iğne acısına ses çıkarmamak zorunda idi. Para takma faslından sonra zeybek havası

yeniden başlar ve damat bu sefer üzerindeki para ve altınlarla Tavas Zeybeği oynardı. Bu sahne büyükçe olan köyün 3 meydanında tekrarlanırdı. Daha sonra gelin oğlan evine götürülür, arabadan inerken damadın annesi başından şekerler ve bozuk paralar saçardı. Gelin arabadan inip kapıdan girerken, kapının pervazına yağ sürdürülürdü. Bunun manası, “her işin yağ gibi akıp geçsin” demek olmalıydı. Gelin ve damat eve girer, davul ve zurna çalmaya devam ederdi. Damat üzerindeki ve altınları çıkardıktan sonra bütün kabalalıkla beraber yürüyerek köy kahvesine gider ve kahvedeki herkese damat tarafından çay ikram edilirdi. Çaylar içildikten sonra halk dağılır, damat daha önceden belirlenen bir akrabasının evine gider orada yatsı vaktine kadar beklerdi. Bu arada gelinin geldiği oğlan evinde yatsı vaktine kadar eğlenceler olur, gelinin üzülmemesi için arkadaşları yalnız bırakmazdı. Damat yatsı vaktinde abdest alarak yatsı namazını sağdıcı ile beraber camide kılardı. Bazen damatların hayatlarındaki ilk namaz bu yatsı namazı olurdu ki, hiç namaz kılmadığı için, gizli gizli sağdıca bakarak onu takliden namaz kılardı. Namazdan sonra cemaat ve köyün imamı tekbirlerle damadın evine gider, imam evde nikah kıyar ve dualar edildikten sonra herkes dağılırdı.

Gelin almaya umumiyetle ikindi vaktine yakın bir saatte, davul zurna ve çok kalabalık bir erkek grubuyla gidilirdi.

Gelin çıktıktan 3 gün sonra gelinin evinde çeyiz serilir ve bütün köylü kadınları, kızları çeyiz görmeye giderdi. Gelin yine gelinliğini giyer, eve gelen herkesin, bebekler de dahil ellerini öperdi. Çeyiz görmeye gelenler, geline hediyeler paralar takardı. Düğünden bir hafta sonra kaynana, gelinini alarak yakın akrabalarını ve komşularını ziyarete götürür, buralarda da geline hediyeler verilirdi. Takip eden günlerde, kız evi, damadı, ailesini ve kızlarını yemeğe davet eder, yemekler yenildikten sonra, uzun bir hazırlık ve tatbikat döneminin sonuna gelinirdi… 79


2016 UNESCO DÜNYA HOCA AHMET YESEVİ YILI BİTERKEN

HOCA AHMET YESEVİ’Yİ

ANMAK VE ANLAMAK

1992’de iki ülke arasında imzalanan “Eğitim, Bilim, Kültür ve Spor Alanlarında İşbirliği Anlaşması” ile, Türkistan Devlet Üniversitesinin iki ülkenin ortak üniversitesi hâline getirilmesi kararı alınmış ve 1992’de Ankara’da imzalanmıştır. Doç.Dr.Süleyman DOĞAN*

ir-i Türkistan”, “Hazret-i Türkistan”, “Hazret Sultan” namı ile anılan büyük bir Türk mutasavvıfı Hoca Ahmet Yesevi’nin kabrini ikinci defa ziyaret etmek nasip oldu. Türk dünyasının manevi mimarlarından Hoca Ahmed Yesevi, Kazakistan Cumhuriyetinin güneyindeki Çimkent şehri yakınlarında (1093-1156) yılları arasında yaşamış büyük Türk mutasavvıfıdır. Üniversitenin adını aldığı Hoca Ahmet Yesevi, ilahî aşk, sevgi ve hoşgörüyle özdeşleşmiş, biçimi değil, özü ön plana almış olan, doğudan batıya Türk halklarının önde gelen manevî mimarlarındandır. Onun yaktığı ilim ve irfan meşalesi Türk dünyasının önünü açmış ve Türk-İslam medeniyet dairesinin temel taşlarını oluşturmuştur. “Hikmet”leri bütün insanlığa hikmet dersleri verirken, dilimizin gelişmesi ve zenginleşmesine büyük katkılar sağlamıştır. Yaşadığı Türkistan coğrafyası tarihte “Türk Rönesansı” diye ifade edilen medeniyet hamlesinin temellerinin atıldığı yer olmuştur. Yesevi’nin doğum yeri olan Kazakistan’ın güneyindeki Çimkent’ten Türkmenistan’ın eski ismi Yesi diye geçiyor. Yesi yani bugünkü Türkistan Oğuz Kahan’ın idare yeri olarak biliniyor. Ancak Ruslar coğrafi ismi olan Türkistan (Turan coğrafyası) ismini vermişler. Yani koca Türkistan coğrafyası küçük bir şehir haline getirilmiş kasıtlı olarak. Piri Türkistan’ın içinde bulunduğu külliye şehre girdiğimizde sanki ondan başka bir şey görünmüyordu. Çünkü orayı kıymetlendiren değer kadar hiç şüphesiz Hoca Ahmet Yesevi’dir. Ağaçların arasından gözüken yeşil bir kubbe adeta bir güneş huzmesi gibi göğe yükseliyordu. Şimdi Pir-i Türkistan’ı onun kaleme aldıklarından zikredelim: “Ölmeden önce ölürler onlar. Onlar ölümsüzlüğe ulaşırlar. Aşıklar ölmez. Her şeyin başladığı bir şehir Yesi’den 99 bin alperen, derviş, öğretmen, Türk dünyasına yayıldı Türkçeyi ve İslam’ı anlatmak için. O zaman Türk dünyasının büyük çoğunluğu gayri-müslimdi. Kimi şaman, kimi budist, kimisi de farklı dinlere inanıyor ve çeşitli tanrılara tapıyorlardı. İş bu zamanda yani 12. yüzyılda Piri Türkistan, Alperenleri tüm bölgelere göndererek onların İslam’la müşerref olmalarını sağladı.”

*YTÜ, İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü Öğretim Üyesi

sayı//29// aralık 80

Yesevi anlayışı İslam’a içtenlikle sarılmak, onu yaşatmak, başka dinin mensuplarına ve bütün insanlara da şefkat ve hoşgörüyle


bakmaktır. Hoca Ahmet Yesevi medfun olduğu yerde tam 63 yıl yaşamış. Ve ondan sonra da oradan ayrılmış. Buradan ayrılış sebebini de Peygamberimiz Hazreti Muhammed’in (SAV) 63 yaşında vefatıyla ilgilidir. Türkistan’a gidip Yesevi Baba’nın türbesini ziyaret etmemek, ona dua etmemek o manevi hazzı bir nebze de olsun solumamak çok daha büyük bir eksikliktir. HOCA AHMET YESEVİ ÜNİVERSİTESİ!

Ahmet Yesevi Üniversitesi eğitim-öğretime başladığı tarihten bu yana istikrarlı bir şekilde gelişmiş, bulunduğu bölgenin eğitim seviyesinin yükselmesine katkıda bulunmasının yanında, küçük bir yerleşim yeri olan Yesi’den yüz bini aşan nüfusuyla hızla gelişen Türkistan şehrinin oluşmasına vesile olmuştur. Ahmet Yesevi Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı Prof.Dr.Musa Yıldız, “Üniversitemiz Hoca Ahmet Yesevi ruhuna uygun bir şekilde yüksek ideallerle bilimsel çalışmalarını ve eğitim-öğretim faaliyetlerini azim ve ararlılıkla sürdürecektir. Bu çalışmalar dost, kardeş ve stratejik ortak iki ülke olan Türkiye ve Kazakistan arasındaki ilişkileri bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da artan bir şekilde devam ettirecektir. Türkiye Cumhuriyetinin akademik ve idarî kadrolarıyla destek verdiği Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi bir dünya üniversitesi olma yolunda ilerlemektedir.” 1992’de iki ülke arasında imzalanan “Eğitim, Bilim, Kültür ve Spor Alanlarında İşbirliği Anlaşması” ile, Türkistan Devlet Üniversitesinin iki ülkenin ortak üniversitesi hâline getirilmesi kararı alınmış ve 1992’de Ankara’da imzalanmıştır. Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi’nin Tüzük gereğiÜniversite Rektörü Kazakistan Cumhuriyeti, Rektör Vekili (Eş Rektör) ise TürkiyeCumhuriyeti Yüksek Öğretim Kurulu tarafından atanmaktadır. Şu an Üniversitenin Rektörlüğünü Prof. Dr. Valihan ABDİBEKOV, Rektör Vekilliğini (Eş Rektör) ise Prof. Dr. Mehmet KUTALMIŞ yürütmektedir. Üniversite’de öğrenci alımı 1994-1995 Öğretim Yılında başlamış ve bu çerçevede Türkiye’den ve diğer Türk devlet ve Topluluklarından öğrenciler Kazakistan’a gönderilmiştir. Ahmet Yesevi Üniversitesinde, bugün 9 fakülte ve 1 yüksekokulda 10 binden fazla öğrenci öğrenim görmekte ve 900’ü aşkın akademik personel görev yapmaktadır. Türkiye yaptırdığı Hoca Ahmet Yesevi Camii Türkiye Diyanet Vakfı

(TDV) tarafından yaptırılan ve bin kişinin aynı anda ibadet edebileceği Yesevi adına yaptırılan cami ve külliye yani Hoca Ahmet Yesevi Camisi, yaklaşık bundan iki yıl önce Cumhurbaşkanı tarafından açıldı ve toplam 12 milyon dolara mal oldu. Erdoğan ve Kazakistan Devlet Başkanı Nazarbayev ile birlikte açılan muhteşem mabed . Orta Asya ve Selçuklu mimari-nişanesi olarak inşa edildi. Türkiye Diyanet Vakfı Hoca Ahmet Yesevi Camisinde teravih namazı kıldım. Cami cemaatinin gençlerden oluşması ben memnun ve mesrur etti ve Kazakistan’ın aydınlık geleceğini bu gençlerde gördüm adeta. Yaklaşık 70 yıl komünist rejim yönetiminde 1991’de bağımsızlığına kavuşan Kazakistan’ın yardımına koşan Türkiye’nin kardeş ülkeye yönelik yardım ve destekleri hız kesmeden sürüyor. TÜRK DÜNYASI GENÇLERİ BİR ARAYA GELDİ!

Ahmet Yesevi Üniversitesince düzenlenen “Üniversiteli Gençler Yaz Okulu” adlı programda buluştu. Ahmet Yesevi Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı Prof. Dr. Musa Yıldız, Türk Dünyasından genç eğitimciler, Kazakistan’ın Türkistan şehrinde bulunan Ahmet Yesevi Üniversitesinde bir araya geldiklerini söyledi. Yesevi Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mehmet Kutalmış, amaçlarının Türk dünyasının aydınlık geleceğe sahip gençlerini Hoca Ahmed Yesevi Hazretlerinin huzurunda bir araya getirmek, kaynaştırmak olduğunu ifade etti. Gençler, organizasyonun ilk gününde Yıldız Teknik Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Süleyman Doğan (bendeniz) tarafından verilen “Mevlana ve Mesnevi’den Pedagojik Telkinler” adlı konferansa katıldı. 81


6 Kasım 2016 - Kırım’dan acı bir haber geldi: Kırım-Tatar Yazarlar Birliği Başkanı, Kırım Türklerinin ünlü aydınlarından, aksakallarından biri olan Rıza Fazıl vefat etmiş… Kırım’daki dostlarla – Doç. Dr. Alima Ya(h) yayeva, Doç. Dr. Akhdem Celilov, Doç. Dr. Lenyara Selimova, Ali Hamzin irtibata geçip onlara başsağlığı verdik.

KIRIMLI ŞAİR; RIZA FAZIL’IN ARDINDAN

*1967’den itibaren yirmi yıl boyunca gece gündüz demeden Leningrad’daki Saltıkov- Şedrin Kütüphanesi’nde bulunan Tercüman gazetesinin arşivini incelemiş, İsmail Bey Gasprinski: Hayatı ve Faaliyetleri adlı 600 sayfalık bir monografi yazmıştır; Doç.Dr.Nazım MURADOV*

Ali Hamzin bugün öğlen şöyle bir mesaj gönderdi: Urmetlı Nazım bey. Merhum Rıza aga Fazıl cenazesi yarın (28.11.16) olacak. 88 yaşında hayata veda eden Rıza Fazıl (Çelebi Emir Hüseyin soyundan gelen Seyit Fazıl oğlu Hacı Muhammed – Rıza Fazıl), 30 Mayıs 1928 yılında Karasubazar’ın Barın köyünde dünyaya gelmiştir. Babası – Çelebi Emir Hüseyin oğlu Seyit Fazıl Bey, annesi Karasuvbazar Şeyhi Emir İlyas soyundan gelen Esma Şerfe Hanım’dır. 18 Mayıs 1944’e kadar burada yaşayan Rıza Fazıl, iki kardeşi, annesi ve bir grup Kırımlı Türk ile birlikte Rusya’nın Kostroma vilayetinin Makarev ilçesindeki ormanlara sürülmüş, kaybolan bir kız kardeşini yalnız 14 yıl sonra Kırgızistan’da bulmuştur. Rıza’nın din hocası olan babası tutuklanmıştı ve 1952’ye kadar hapiste kalmıştı. Rıza Fazıl 1949’da gece okuluna girmiş, ortaokulu Kostroma’da tamamlamıştır. 1955’te Kostroma Ticaret Yüksekokulu’ndan, 1959’da da Semarkant Ticaret Enstitüsü Ekonomi bölümünden mezun olmuştur. Öğrencilik yıllarından beri aktif bir Kırım sevdalısı olan Rıza Fazıl Kaytarma adlı bir müzik topluluğunun oluşmasında yer almış, Bilal Mambet ile birlikte gizli örgüt kurmuştur. Üniversitede tanıştığı Elmira Hanımla evlenen Rıza Fazıl’ın Yaşar adlı bir oğlu ile Aydan adlı bir kızı olmuştur.

* Lefke Avrupa Üniversitesi / KKTC

sayı//29// aralık 82

1965-1980 yılları arasında Taşkent’te KırımTatar Türkçesiyle yayımlanan Lenin Bayrağı gazetesinde önce çevirmenlik yapmış, ardından şube müdürü olmuştur. 1975 yılından beri SSCB Yazarlar Birliği üyesi olan Rıza Fazıl 19801994 yılları arasında ise Yıldız dergisinin şiir şubesinin sorumlu sekreterliğini de yapmıştır. Rıza Fazıl, Taşkent edebi muhitinde Eşref Şemi-zade, Şamil Alyadin, Enver Selamet, İlyas Bahşiş, Sabire Recebova, Sakine Nalbandova, Fevzi Aliyev vd. Kırımlı aydınlarla omuz omuza bulunmuş, bu edipler Kırım-Tatar muhacir edebiyatını ayakta tutmuşlardır


İlk şiirlerini Lenin Bayrağı gazetesinde yayımlayan ve yirmiden fazla kitabı olan Rıza Fazıl’ın yayımlanan ilk şiiri 1970 yılında ilk şiir kitabı Navruz’i yayımlamıştır. Araştırmacı kişiliğiyle de tanınan R. Fazıl, ilk kitabının ardından, yıllardan beri derlediği Kırım-Tatar atasözleri ve deyimlerini bir araya getirmiş, Kayda Birlik – Anda Tirilik (Nerede Birlik – Orada Dirilik) (1971), Maniler ve Çıñlar (1976) kitaplarını bastırmıştır. Rıza Fazıl’ın, ardından öykü ve denemelerden oluşan Analar Yaş Ekende (Analar Genç İken) (1977), Sadıklık (1979) kitapları ışık yüzü görmüştür. İkinci Dünya Savaşı’nın ünlü kahramanı, iki kez SSCB Kahramanı olan pilot Amethan Sultan hakkındaki belgesel niteliğindeki Amethannın Yıldızı kitabı (1982), Rıza Fazıl’ın kaleminin ürünüdür. Tuvgan Edebiyat kitabı, Aşık Ömer’in şiirlerinden oluşan iki ciltlik Saylama Eserler’in hazırlanmasında Rıza Fazıl’ın büyük emeği olmuştur. Merhum Safter Nagayev (01.01.1941 – 01.07.2009) ile birlikte hazırladığı Kırımtatar Edebiyatı Tarihına Bir Nazar kitabı ise ilk çağlardan günümüze kadarki Kırım-Tatar edebiyatını ele alan kapsamlı bir eserdir. 1975’ten beri Kırımtatar Yazarlar Birliği başkanlığı da yapan Rıza Fazıl Abdulvait Sahtar ile birlikte Buyurunuz Duaga! kitabını ve Kuran-ı Kerim’i Kırım Tatar Türkçesine kazandırmıştır. 1991’de Yıldız dergisi heyeti ile birlikte vatan Kırım’a dönen Rıza Fazıl, 2001’de Safter

Nagayev ile birlikte Kırım-Tatar Edebiyatı Tarihi kitabını yayımlamıştır. İlahiyler, 101 Dua, Anayurt, Irmaklar, Tatarlığım, Qırımtatar Şiiiriyeti Antologiyası (Safter Nagayevle birlikte) de Rıza Fazıl Agay’nın bazı kitaplarındandır. Değerli Gülnara Useinova’nın yazısından da yararlanarak naklettiğimiz yukardaki bilgilerden sonra Rıza Fazıl’ın 2001 yılında sunduğu önemli bir sempozyum bildirisinden söz etmek istiyorum. Gaspıralı İsmail Bey’in 150. doğum yılı dolayısıyla 2001 yılında bir dizi etkinlikler düzenlenmişti. Onlardan biri de 20-21 Ekim 2001’de Türk Ocakları Genel Merkezi ve Türk Ocakları İstanbul Şubesi’nin İstanbul’da düzenlediği Yüz Yılda Gaspıralı’nın İdealleri Uluslar Arası Kongresi idi. Bu kongrede KKTC Kurucu Cumhurbaşkanı rahmetli Rauf Denktaş güzel, geniş ve tarihi bir konuşma yapmıştı. Rahmetli Rıza Fazıl bu kongrenin sempozyumun ikinci oturumunda (Oturum Başkanı Prof. Dr. Abdülkadir Donuk idi. Bu oturumda Prof. Dr. Nadir Devlet, Prof. Dr. Yavuz Akpınar ve rahmetli Rıza Fazıl konuşmacı olarak bulunuyordu) “Gaspıralı Hakkında Yeni Araştırmalar” başlıklı güzel bir bildiri sunmuştu. Bildirinin tam metni için bkz: Yüz Yılda Gaspıralı’nın İdealleri Uluslararası Kongresi (Aynı adlı kongre bildiri kitabı, s. 94-100, Türk Yurdu Yayınları, Yay. haz. Cezmi Bayram, İsmail Türkoğlu, Filiz Baloğlu, İstanbul, 2001); (ISBN: 975-7841-56-0) Rahmetli Rıza Fazıl 2001 yılı için yeni olan bu 83


bilgileri vermişti (konuşma metninden özetle): Sovyet baskısının en sert yıllarında Kırımlı Seyitgazi Gafarov (Kerç, Saraymen köyü, 1909 – 1987), Sankt-Petersburg’da yaşayan Kırım Türkü İbrahim Ramazanov’un yönlendirmesiyle 1967’den itibaren yirmi yıl boyunca gece gündüz demeden Leningrad’daki SaltıkovŞedrin Kütüphanesi’nde bulunan Tercüman gazetesinin arşivini incelemiş, İsmail Bey Gasprinski: Hayatı ve Faaliyetleri adlı 600 sayfalık bir monografi yazmıştır; İsmail Bey, kendi soyadını “Gasprinski” olarak kullandığı için biz de aynı şekilde kullanmayı doğru buluyoruz; Seyitgazi Gafarov buradaki kolleksiyonla yetinmemiş, daha sonra Semerkand, Kazan, Ufa, Orenburg, Taşkent’te çıkarılan (eski yazılı) gazeteleri de inceleyerek Tercüman’ın geniş bir bibliografyasını hazırlamıştır; Rıza Fazıl’ın belirttiğine göre Seyitgazi Gafarov’un bu çalışması, Kırımlı Cafer Seydahmet Kırımer’in eserinden sonra Kırım Tatarlarının Gaspıralı ve Tercüman üzerine yaptıkları en önemli çalışmadır; S. Gafarov İleri, Yeni Çolpan, Okuv işleri dergilerine, Yeni Dünya, Yeni Hayat, Yaş Kuvvet gazetelerine yirmiden fazla makale ve şiir yazmıştır; Rıza Fazıl’ı, Seyidgazi Gafarov üzerine bu çalışmayı yapmaya yönlendiren kişi ise Seyidgazi’nin merhum kardeşi Yusuf’un eşi sayı//29// aralık 84

Revide Hanım olmuştur. S. Gafarov, ölmeden (1987’den) önce yaptığı çalışmaları yengesi Revide Hanıma teslim etmiştir; Rıza Fazıl Agay, Seyitgazi Gafarov’un bu çalışmasının içeriğinden, ayrı ayrı bölümlerinden söz etmektedir. Bu bölümler, Gaspıralı’nın, artık bildiğimiz, okuduğumuz eserlerinden hareketle hazırlanmıştır; Rıza Fazıl’ın belirttiğine göre Seyitgazi Gafarov bu eserini Rusça yazmış olmasına rağmen eser çok değerlidir; S. Gafarov’un eseri özetlenerek Yıldız dergisinin 1989, 1990, 1991 yılı sayılarında yayımlanmıştır (Hakan Kırımlı da National Movements & National Identity Among the Crimean tatars (1905 – 1916), E. J. BRILL, Leiden – New York – Köln, 1996 künyeli çalışmasında bu dergideki sayılardan kısaca söz etmektedir. – N. M.); Rıza Fazıl, burada çok değerli bir bilgi de veriyor ve Yıldız dergisinde yayımlanan S. Gafarov yazılarını bir kitap şeklinde de hazırladıklarını fakat bastırmak için kaynak bulamadıklarından söz ediyor…; Rıza Fazıl Gaspıralı ve Tercüman üzerine yazılmış eserlerden – Cafer Seydahmet’in 1934 tarihli İsmail Bey Gaspıralı kitabından, Lazzerini’nin doktora tezinden söz ettikten sonra 1991 yılında Gaspıralı’nın 140. Doğum yılı dolayısıyla Akmescit’te 65 sayfalık bir kitapçık hazırlandığını (hazırlayanlar Y(unus)


Kandımov, Ş(akir) Selimov, A. Emirov) söylüyor; 1993’te Kazan’da, Gasprinski’nin Rossiya i Vostok [Rusya ve Doğu] isimli 135 sayfalık bir kitabı çıktı; Rıza Fazıl, Gaspıralı üzerine önemli çalışmaları olan ve kendisiyle aynı oturumda bulunan Prof. Dr. Nadir Devlet’in de Seyitgazi Gafarov’un çalışmalarından habersiz olduğunu söylüyor; Rıza Fazıl, L(ev) Klimoviç’in Zvezda Vostoka dergilerinde Gaspıralı hakkındaki makalesinden de kısaca söz ediyor; R. Fazıl, Gaspıralı ve Tercüman üzerine önemli çalışmalar yapan Viktor Gankeviç’in de Akmescit’te Rus dilinde çıkan Maarif Hizmetinde adlı kitabından söz etti. (30 Nisan 2014’te vefat eden V. Gankeviç’in bir makalesini çevirip yayımlamıştık: bkz. Viktor Yuryeviç Gankeviç, “Kırım-Tatar Basın Tarihi Üzerine Yeni Malzemeler” Rusçadan çeviren Nazım Muradov, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay., Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, Cilt: XIII, Sayı 1, ss. 91-101, İzmir, 2007); Rıza Fazıl, ünlü Macar oryantalisti Vambery’nin Gaspıralı hakkındaki sözlerini hatırlatıyor: “Böyle kahramandan her millet, her memleket gururlanır.” Rıza Fazıl şunları ekliyor: “Lakin halkının da kahramanına layık olması gerekir. Halkın onu unutmaması, onun adını, icadını, bütün gayelerini göz bebeği gibi korumayı, onu yaşatmayı kendisine bir borç bilmeli, yaşlı nesillerin ise ondan ibret alıp onun söylediklerini yeni nesle aktarması gerekmektedir.”; Türk dünyasının ünlü aksakalı Rıza Fazıl, vasiyet edercesine şöyle diyor: “… Bizler – Kırım Tatarları, şimdi Gaspirinski’nin bundan yüz yıl evvel söylediklerini, anlattıklarını ondan daha çok, daha mürekkep şartlarda tekrarlayıp yeni baştan yapmak mecburiyetindeyiz.”; Rıza Fazıl, Kırım Türklerinin ünlü aydınlarından biri olan Osman Akçokraklı’nın Gaspıralı’nın vefatı üzerine yazdığı “Bizim Milli Hazinemiz” (Tercüman, Sayı 202, 1915) makalesinden örnekler okuyor; Seyitgazi Gafarov’un fedakârlıklarından söz eden Rıza Fazıl, konuşmasını Hasan Sabri Ayvazov’un sözleri ile bitiriyor; Biz de Rıza Fazıl’ın bu konuşmasını dinledikten, bildirisini okuduktan, dünyadaki en iyi

Gaspıralı uzmanlarından olan Prof. Dr. Yavuz Akpınar hocamızla çalıştığımız yıllarda ondan öğrendiklerimizden hareketle Tercüman gazetesi ve Gaspıralı İsmail Bey üzerine kaleme aldığımız çalışmalardan birini, küçücük bir vefa örneği olması dileği ile şu ithaf yazısıyla başlatmıştık: Gaspıralı İsmail Bey mirasının yorulmaz araştırıcıları olan ünlü Kırım-Tatar aydınları Seyitgazi Gafarov ve Safter Nagayev’in aziz hatıralarına… (bkz. Nazım Muradov: “Osmanlı, Rusya, İngiltere, Fransa, Almanya Devletleri Açısından “Ermeni Meselesi” ve Tercüman Gazetesi. 1883-1900”, Ankara Üniversitesi Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi MTAD (Modern Türklük Araştırmaları Dergisi / Journal of Modern Turkish Studies) 2014, Cilt 11, Sayı 4, ss. 331-364; DOI: 10.1501/ MTAD.11.2014.4.58 E-yayın Tarihi: 19 Mayıs 2015) Türk Dünyası edebiyatlarının köşe taşlarından biri olan Rıza Fazıl’a Allahtan rahmet diliyor, sevenlerine başsağlığı veriyoruz… Riza Fazıl Oz Halqıma Men Qırımda dogganımçün ur yurekten quvanam, Bu qarışıq zamanlarda turlu yerler dolanam. Çoq yerlerni dolansam da, bugun saña asretim, Er vaqıtta Vatan içün olsun menim hızmetim. Qırım Geray zamanında şanlı Qırım nam bergen, Şu acayip topragında çoq batırlar ostürgen, Yalta, Kezlev, Bağçasaray, Aqmescitday şeeriñ On adamga qarşı turar, sende osken bir eriñ. İsmail Bey Gasprinskiy sende osip, yetişip, Butün dünya uzerine nurlı yarıq bererdi. Musulmannıñ er biriniñ kozlerine seçilip, Oz milletin, oz dindeşin, can yurekten severdi. Çelebi Cihan Cafernen bir, Ozenbaşlı agalar, Qurultaynıñ zamanında pek çoq işler yapqanlar. Odabaşlar, Hattatovlar millet içün çalışıp, Tatarlarçün Kâbe kibi guzel bina qurganlar. Baş tüşüne, koz aylana, hayallarga dalaman, Bugunlikçe men olardan tatlı lezet alaman. Millet içün, Vatan içün eñ birinci sıradan, Er kunümde yañı-yañı manzumeler yazaman. Tatar kene aldanmadı, eksilse de bitmedi, Hainler boş tüşündiler, maqsadıña yetmedi. Bugun kene çil yavrusı kibi çölge saçılsaq, Birincide oz halqımñı bahtiyar dep sayaman. 85


KALEM GİBİ ZARİF MİNARELİ

AHÎ ÇELEBİ CAMİİ Ahî Çelebi tabib idi , hekimliği daha ziyade babasından öğrendi. Babasının ölümünden sonra devrin büyük hekimleri Kutbüddin ile Altunîzâde’den ders alıp kısa zamanda mesleğini ilerletti. Nidayi SEVİM

hî Çelebi Camii, ‘Kanlıfırın Mescidi’ ve ‘Yemişçiler Camii’ olarak da bilinir. Fatih ilçesi, Eminönü semtinde, Yoğurtçular sokağındadır. İstanbul Ticaret Üniversitesi ile Zindan Han arasında kalır. Sahile çok yakın bir mesafededir. İstanbullular camiyi daha ziyade hikâyesi ile bilirler. Banisi Ahî Mehmet Çelebi’dir. (1432) Ahî Çelebi’nin adı kaynaklarda Ahmed ve Mahmud olarak da geçmektedir. Daha çok Ahî Çelebi ismiyle şöhret bulmuştur. Böbrek ve idrar kesesindeki taş oluşumunun nedenlerini ve tedavisini incelediği eseriyle tanınan Osmanlı tabibidir. Babası Tabib Mevlana Kemal (Kemaleddin olarak da bilinir) ile birlikte 1463’te İstanbul’a yerleşti. Mevlana Kemal, Fatih Sultan Mehmet ve İkinci Bayezit devirlerinin ünlü hekimlerindendir. Aslen Şirvan ya da Tebrizli olduğu çeşitli kaynaklarda zikredilir. Ahî Çelebi, hekimliği daha ziyade babasından öğrendi. Onun ölümünden sonra devrin büyük hekimleri Kutbüddin ile Altunîzâde’den ders alıp kısa zamanda mesleğini ilerletti. Hekimlik becerisinin yanı sıra kuramsal bilgisiyle de kendisini kabul ettirerek önce Fâtih Dârüşşifası’na hekim, sonra da başhekim oldu. II. Bayezid’in teveccühünü kazanarak mutfak eminliğine, arkasından da hekimbaşılığa getirildi. Dört buçuk yıl bu görevde kalan Ahî Çelebi, Sultan Bayezid’in ölümü üzerine geleneğe uyularak azledildi. Bir müddet sonra Yavuz onu tekrar hekimbaşılığa getirdi ve Mısır seferine beraberinde götürdü. Yavuz’un ölümünden sonra hekimbaşılıktan tekrar azledildi. Kaynakların belirttiğine göre, yaşı doksanı geçmiş olduğu halde, hacdan dönerken Kahire’de ölmüş ve İmam Şâfiî hazretlerinin kabri civarına defnedilmiştir. (1524) BÖBREK VE MESANE TAŞLARIYLA İLGİLİ ESERİ BÜYÜK İLGİ GÖRDÜ

Ali Haydar Bayat’ın verdiği bilgilere göre: “Ahî Çelebi’nin en önemli eseri, II. Bayezid devrinde Türkçe olarak kaleme aldığı, böbrek ve mesane taşlarına ait on bölüm halindeki “Risâle-i hasâtü’l-kilye ve’l-mesâne”’dir. Farsça yazdığı “el-Fevâdü’s-sultâniyye fi’l-kavâidi’t-tıbbiyye” ile “Risâle fi’t-tıb” ve “Mesnevî fi’t-tıb” adlı iki Türkçe eseri daha tespit edilmiştir.” Böbrek ve mesane taşlarıyla ilgili eseri büyük ilgi görmüş, uzun süre hekimlerin başvuru kitabı olmuştur. İbni Sina’nın “el-kanun fi’t-Tıb” adlı eserine İbnü’n-Nefis’in “Mucez’ül-Kanun” adıyla yazdığı şerhi Türkçeye çeviren de yine Ahî Çelebidir. sayı//29// aralık 86


Buradaki caminin dışında İstanbul ve Edirne’de pek çok cami, okul ve hamam da yaptırmıştır. İstanbul’da bir mahalle’ye, Edirne’de bir köy’e ve Bulgaristan’da bir yöre’ye (Eskiden Paşmaklı şimdi Smolyan) Ahî Çelebi’nin adı verilmiştir. CAMİ MİNARESİ KALEM GİBİ ZARİFTİR

Cami, dikdörtgen planlıdır. İkişer kemerle desteklenen tek kubbeli, taş-tuğla yapıdır. Tek minaresi vardır ve bu minare kalem gibi zariftir. Son cemaat yerinin, on iki fil ayağı üzerine oturtulmuş iki sıra halinde altı sağır kubbesi vardır. Bir buçuk metre çapında olan fil ayaklarının yerden yüksekliği üç metre civarıdır. Alçak tavan insanda başı tavana değecekmiş hissi uyandırır. Mekân basık ve loştur. Üzeri kurşunla kaplı büyük kubbe ise, altı fil ayağına bağlı kemerler üzerine oturtulmuştur. Kubbe kasnağı demirden bir çemberle çevrilidir. Bu bölüm, son cemaat yerine göre daha aydınlık ve ferahtır. Camiin, Değirmen sokağına bakan ön cephesinde bir de mermer çeşme vardır. Sultan Abdül Aziz tarafından yaptırılan bu çeşmenin üstündeki yuvarlak madalyon içinde:”Mâşaallah, tevekkeltü Alallah ve ma tevfîkî illâ billâh / Allah’ın dilediği olur. Allah’a tevekkül ettim, güvendim. Başarım da ancak Allah’tandır.” Sene: 1281 (1864) ibaresi yazılıdır. Bazı kaynaklarda caminin ilk inşa tarihi 1500 olarak veriliyor. Tezkiret’ül Ebniye ve Tezkiret-ül-bünyan’da Mimar Sinan’ın eserleri arasında gösterilen yapı kimilerine göre ise Mimar Sinan tarafından kapsamlı bir şekilde elden geçirildiğinden ona nispet edilmiştir. Yapının hiçbir yerinde inşa tarihi ile ilgili bir bilgi yer almamaktadır. 1539 ve 1653 yıllarında iki kez yanmış, 1892 zelzelesinde ise büyük hasar görmüştür. Mimar Sinan’ın mimar başı olarak görev aldığı yıl olan 1539 tarihi göz önüne alındığında caminin bu tarihten önce yaptırıldığı düşüncesini kuvvetlendirmektedir. 1892 yılı deprem sonrası ile ilgili İbrahim Erseyrek şu bilgileri verir:”Ahi Çelebi Camii, yere batar; mihrabın sağından bir tatlı su fışkırdığından Camiin içi adam beline kadar su dolar. Her ne kadar suyu denize akıtırlarsa da önüne geçemezler. Cami yararsız duruma düşer; yıllarca su içinde kalır. 1918 yılında su basan yerler toprakla doldurulur. Bu onarım da, mukavemeti sağlamak için sütunların çevresi kesme taşlarla örülür; kubbe çemberlenir ve iki yönden birer ek kemerle desteklenir.” Caminin basık olma durumu işte bu detay da gizlidir. Zira ne 16. Yüzyıl cami mimarimizde ne de Mimar Sinan eserlerinde böyle bir

sıkıntı yoktur. Mekânsal tasarımda ferahlık ön plandadır. İSMİNİN AÇIKLANMASINI İSTEMEYEN BİR HAYIRSEVER

1980’li yıllarda Haliç çevre düzenlemesi ve yeni Galata Köprüsü kazıklarının çakılması sırasında cami büyük hasar gördü. Zemini kayan camiyi tarihte olduğu gibi yine su bastı, minaresi de yıkıldı. Yirmi yıl boyunca perişan halde onarılmayı bekledi. Bu arada çinileri çalındı, süslemeleri döküldü, hat yazılarının büyük bölümü kayboldu,. 2005-2007 yılları arasında Vakıflar Genel Müdürlüğü müsaadesiyle isminin açıklanmasını istemeyen bir hayırsever vatandaşımız tarafından restorasyonu üstlenildi. Kısa bir müddet sonra da ibadete açıldı. Cami yok olmaktan kurtuldu. Bu onarımda, kazıklar çakılarak zemin güçlendirildi, yıkılan minaresi de aslına uygun olarak yeniden yapıldı. Cami çevresini işgal eden otopark ise yakın zamanda İBB tarafından kaldırılmış, çevre düzenlemesi de yapılmıştır. EVLİYA ÇELEBİNİN GÖRDÜĞÜ RÜYA

Evet, Osmanlı hikâyesi olan bir devlet… Onda her şeyin bir hikâyesi var. Ahî Çelebi cami hikâyesi ile de İstanbul folklorunda ayrı bir yer tutar. Ünlü gezgin Evliya Çelebi kendi eserinde seyahatlerinin sebebini, 19 Ağustos 1630 tarihinde gördüğü bir rüyaya bağlamaktadır. Buna göre Ahî Çelebi Camii’nde Hz. Peygamber’i (s.a.v.) kalabalık bir cemaatle birlikte görür, heyecana kapılıp Resûl-i Ekrem’in elini öperken, “Şefaat yâ Resûlallah” diyecek yerde “Seyahat yâ Resûlallah” der. Hz. Peygamber (s.a.v.) tebessüm ederek şefaati, seyahati ve ziyareti ona müjdeler; cemaatte bulunan ashabın duasını da alır; sahabeden Sa’d b. Ebû Vakkas (r.a.) da gördüklerini yazması temennisinde bulunur. Bu rüyayı tabir ettirdiği Kasımpaşa Mevlevihânesi şeyhi Abdullah Dede’nin, “Sa’d b. Ebû Vakkas’ın nasihati üzere ibtidâ (Başlangıçta) bizim İstanbulcağızı tahrir (Kayıt) eyle” tavsiyesiyle önce doğduğu ve yaşadığı şehri yani İstanbul’u gezmeye, gördüklerini yazmaya karar verir. Evliya Çelebi hakikaten dünyanın neredeyse dünyanın dörtte üçünü gezmiş ve pek kıymetli eserler vermiştir. 10 ciltten oluşan “Seyahatname” isimli ünlü çalışması 1814 yılında Hammer tarafından keşfedildikten sonra pek çok yabancı bilim adamı Çelebi hakkında araştırmalar yapmış, eser farklı dillere çevrilmiş ve yayımlanmıştır. Haziran 2013’te de UNESCO Dünya Belleği Listesine dâhil edilmiştir. 87


OSMANLI CENK SANATI:

MATRAK

Matrak oyunu Türk kılıcı, Yatağan kılıcı ve Osmanlı kılıçlarının eğitim ve teknik yapılarını içeren Eskrim ve diğer kılıç sporlarından yüzyıllar önce gelişimini tamamlayarak Osmanlı’da yapılmış bir askeri spor talimidir Efkan ÇALIŞ

atrak oyunu Osmanlı İmparatorluğu’nda Yeniçeriler, Sipahiler ve Osmanlı Padişahları tarafından Cenk Sanatı talimi ve spor olarak yapılmıştır. Kamus-ı Türki’de Matrak dövmeli şiş, Matrakçı ise dövmeli şişle kılıç talimi yaptıran eğitmen olarak tanımlanmıştır. Matrak kelimesi Arapça kökenli bir söz olan “değnek, sopa” anlamına gelen “Mitrak” kelimesinden gelmektedir. Matrak halk arasında çoğunlukla komik eğlence anlamları ile bilinmektedir. Matrak oyunundan günümüze “Matrak geçmek” şeklinde bir söz gelmiştir. Bir başkası ile dalga geçmek, hafife almak, eğlenmek manaları ile bilinen bu söz esasında ustalaşmış Matrak sporcusunun yeni başlayan bir sporcuya karşı üstünlüğünü betimlemektedir. Matrak sporunun oluşması, gelişmesi ve günümüzde tekrar yaşatılması konularında tarihte bilinen iki kişinin büyük gayretleri söz konusudur. Kanuni Sultan Süleyman döneminde yaşamış Matrakçı Nasuh ve günümüzde Matrakçı Efkan Çalış büyük fedakârlıklarla bu kültürün yaşatılması için emek vermişlerdir. Matrakçı Nasuh’un (…1480/ 28 Nisan 1564) Matrak oyununda ve diğer cenk sporlarındaki başarısından dolayı Matrakçı unvanını aldığına dair bilgiler mevcuttur. Matrak oyunu ile Osmanlı askerlerine kılıç talimleri Matrakçı Nasuh tarafından Enderun-u Hümayunda öğretilmiştir. Matrakçı Nasuh Tarihçi, Matematikçi, Minyatürcü, Hattat, Coğrafyacı ve Şair, yönleri ile bilinen bir bilim adamıdır. Matrakçı Nasuh’a Matrak oyunundaki başarısı, yay-ok, mızrak, kılıç gibi silahları kullanmadaki hüneri ve Mısır’da yapılan yarışmalarda ve Kanuni Sultan Süleyman’ın karşısına defalarca çıkardığı tüm rakiplerini yenmesinden dolayı Kanuni Sultan Süleyman tarafından Osmanlı Devletinde bir bilim dalı olarak kabul edilmiştir. Osmanlı’da Matrak oyunu ve benzeri birçok beden talimi Yeniçerilerin kaldırılması ise tarih sahnesinden silinmiştir. Günümüzde Dünya Matrak Derneğinde Matrakçı Efkan Çalış’ın 2001 yılında başlattığı çalışmalarla, unutulan Selçuklu ve Osmanlı savaş ve spor yöntemlerinin tarihi, kültürel araştırmaları ve teknik çalışmaları hayat bulmuştur. Bu sürece Gazi Üniversitesi Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi ve Kırıkkale Üniversitelerinden akademisyenler destek vermişlerdir. Matrakçı Efkan Çalış’ın Matrak sporunu kurması ile (05 Eylül 2008) “Matrak sporu” adı altında Matrak

sayı//29// aralık 88


Oyunu ( Matrak Kalkan, Çift Matrak, Kılıç Kalkan, Kılıç, At Üzerinde Matrak,) Tomak Oyunu, Cenk Oyunu ( Küreş, Muşt Zen, Leked Kup ) ve Tulum Oyunu gibi unutulan Türk sanatları gün ışığına çıkarılmıştır. Çalış’ın Engelli insanlara yönelik olarak yaptığı saha çalışmaları sonucunda Özel Eğitim ve Rehabilitasyon Kurumları ve Engelli Dernekleri Federasyonu ile yaptığı çalışmalarla Tekerlekli Sandalye Üzerinde Matrak oyunu, Görme Engelliler Matrak oyunu, Zihinsel Engelliler Matrak oyunu eğitim metotları da oluşturulmuştur. Matrak sporu 15 Haziran 2010 tarihinde Gençlik ve Spor Bakanlığı Merkez Danışma Kurulu kararı ile Türkiye Geleneksel Spor Dalları Federasyonu’na resmen bağlanmıştır. Türkiye genelinde Ankara, Antalya, Manisa, İzmir, İstanbul, Tokat, Bursa, Adana, Kocaeli illerinde toplam 70 diplomalı Matrak antrenörü tarafından Matrak eğitimleri verilmektedir. 130 Matrak hakeminin belge sahibi olduğu Matrak spor dalında il şampiyonaları ve Türkiye şampiyonası yapılmaktadır. Türkiye dışında Almanya, (Avrupa Gençlik Çalıştayı-Köln, 2012), Rusya (Matrak Rusya Teknik SemineriSankt Petersburg, 2012) ve Litvanya (TAFİSA Dünya Geleneksel Spor Oyunları-Siauliai, 2012), Bosna Hersek Matrakçı Nasuh Minyatür sergisi ve Matrak Çalıştayı (Saraybosna ve Mostar, 2015) faaliyetleri ile Matrakçı Efkan Çalış tarafından seminerler verilmiş Türk kültürü ve Matrak sporu tanıtılmış Türkiye temsil edilmiştir. Matrak Sporu Faydaları; Günümüzde Matrak sporu öğrenim sürecinde ve müsabakalarında yaşatılan güzel ahlak öğretileri kişilik gelişimine fayda sağlamak hedeflenmektedir. Türk kültüründe var olan fakat unutulmuş Matrak adı altında yapılan Türk ata sporları ile Türk kültürel mirasına sahip çıkmak ve yüceltmek ana amaç olarak belirlenmiştir. Türk Kültürüne Katkısı; Somut olmayan Kültürel Miras kapsamında değerlendirilen Matrak sporunun tekrar canlandırılması ile Türk kültürel mirasına katkı sağlanmış ve Türk spor kültürünün zenginliği ortaya çıkarılmıştır. Matrak adı altında yapılan branşlar Türkiye tarihinde yüz yıllarca unutulmasına rağmen tekrar hayata geçirilmeleri ile emsalsiz bir spor anlayışı oluşmuştur. Mücadele ve savunma sporları alanında yapılan birçok spor çıktıkları ülkelerin gelenek, görenek ve felsefi yapıları ile icra edilmektedir. Matrak sporu ise Selçuklu Devleti, Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye’de var olan

gelenek, görenek, örf, adet, güzel ahlak yapısı ve felsefi değerleri bünyesinde barındırmakta olup Türkiye’yi yurt dışında temsil edecek köklü bir kültürel yapıya sahiptir. Dünya üzerinde emsali olmayan oyun anlayışı ve teknik yapısı ile Matrak Türk sporuna ve sporcusuna özgüven verecek ecdadına yakışan Türk çocuklarını geleceğe hazırlayacak yapıda bir spordur. Matrak Müsabakaları Genel Kuralları; Matrak sporunda, Matrak, Tomak, Mızrak ve Tulum oyunları için ayrı kural ve kaidelerle müsabakalar yapılır. Tüm müsabakaların ortak yanı sporcuların fiziksel yeteneklerini sergilerken, mücadeleci ruhu göstermeleri ve güzel ahlak anlayışı içinde yarışmalarıdır. Müsabakaların başında sporcular “Benimle Cenk meydanına çıktığınız için teşekkür ederim” derler. Cenk komutu ile müsabakalar başlar. Yarışma sonunda her iki sporcuda “Kasıtlı ve kasıtsız hatalarımdan dolayı özür dilerim” diyerek birbirlerinin gönlünü alırlar. Matrak müsabakasında bir orta hakem ve iki sayı hakemi görev alır. İki dakikalık sürelerle iki oyun yapılır. İki oyunu alan kazanır. Beraberlik durumunda üçüncü oyun yapılır. Matrak Oyunu tarihte uygulandığı şekli korunarak günümüzde müsabakaları yapılmakta olup; sağ elde ucu topuz şeklinde içi post ve dışı deri sarılı Matrak sopası, sol elde kalkan görevi görecek yumuşak, yuvarlak bir yastık ve kafaya takılan miğferle icra edilir. Matrak kuşanmış Matrakbaz sporcular birbirlerinin kafasına Matrakla dokunarak üstünlük elde etmeye çalışırlar. Kafaya her dokunuşla bir puan elde edilir. Kılıç ve kalkan kullanımında tüm maharetler bu oyun ile sergilenir. Matrak Oyunu müsabakalarında Çift Matrak, Kılıç Kalkan, Kılıç, At Üzerinde Matrak oyunu müsabakaları da yapılmaktadır. Ayrıca Matrak sporu adı altında toplanan unutulmuş Ata sporlarımız Tomak Oyunu, Cenk Oyunu ve Tulum Oyunu eğitim ve yarışmaları da aslına uygun olarak icra edilmektedir. Tekrar hayata geçirilen ata mirası sporların unutulmaması için Matrakçı Efkan Çalış tarafından Osmanlı Cenk Sanatı Matrak adında bir kitap yazılmış ve milletimizin istifadesine sunulmuştur. Selçuklu ve Osmanlı Devletlerinin ihtişamını Türkiye’nin geleceğine taşıyan Matrak sporu her geçen gün taraftarı ve sporcusu artan, kılıç ve mücadele sporları alanında Türkiye’yi tüm dünyada layığı ile temsil eden yegâne Türk sporudur. Dünya Matrak Derneği : www.matrak.gen.tr matrakoyunu@gmail.com 89


acı Bayram-ı Veli’nin yolundan gelen Bayramî-Melamî şeyhi Ankara’lı Hüsâmeddin Hazretleri’nin en mümtaz halifelerinden, ‘Hamza’ ismiyle meşhur olan şehid Şeyh Bâlî ‘Kuddise Sirruh’ Hazretleridir. Doğum yeri Zvornik Sancağı’nda Vlasenitsa’nın yanında bulunan Orloviçi köyüdür.

BOSNALI PİR HAMZA BÂLÎ

Kendisinden bir takım kerametlerin zuhur ettiği kaynaklarda sıkça dillendirilmektedir. Etrafında toplananların sayısı o derece artmış ki artık bölgedeki Osmanlı valilerinin dahi dikkatini çeker olmuştu. Mikail Türker BAL

Genç yaşlarında vezir Pertev Paşa’nın hizmetinde bulunan Hamza Bâlî daha sonraları Hüsameddin Ankaravî Hazretleri’nin halifelerinden olmuştur. İrşad faaliyetlerini memleketi Bosna’da Orloviçi köyünde kurmuş olduğu zaviyede sürdürmüştür. Hamza Bâlî Bosna’da az zamanda birkaç bin mürid toplamış. Bu kişilerin bir kısmını meyhanelerden toplamış olduğu gibi, havastan da bazı kimseler de sohbetini dinleyip ona bağlanmıştır. İnsanları hayrete düşüren bir aşk ve cezbe eri olan Pir Hamza Bâlî manevi tasarruf sahibi Allah’ın veli kullarındanmış. Kendisinden bir takım kerametlerin zuhur ettiği kaynaklarda sıkça dillendirilmektedir. Etrafında toplananların sayısı o derece artmış ki artık bölgedeki Osmanlı valilerinin dahi dikkatini çeker olmuştu. Kendi müridlerini ve nüfuz gücünü kaybeden bazı ulema ve tekke çevreleri de bu durumu çekememişler ve Pîr Hamza Bâlî’yi payitahta (İstanbul’a) şikayet etmişlerdir. Bu şikayetler üzerine Osmanlı yönetimi bölgeye müfettişler göndermiş ve konu hakkında soruşturmalar yaptırmışlardır. Aslında suçsuz olduğuna kanaat edilmiş fakat malum çevreler müfettişleri etki altında bıraktıkları için bir de İstanbul’da yargılanmasını istemişlerdir. Bunun üzerine tutuklanarak İstanbul’a getirilen Pir Hamza Bâlî tıpkı kendisinden önce de yine aynı iftira ve entrikalar ile idam edilen Melami kutupları gibi alelacele yargılanıp idam edilmiştir. Pir Hamza Bâlî’nin bu trajik ölümü çeşitli kargaşalara neden olmuş, İstanbul adeta çalkalanmış ve bu olaydan sonra melâmîler artık ‘Hamzavîler’ olarak anılmaya başlanmıştır. ‘Hamza’ ismi verilip Şehadetle müjdelendi Hüsâmeddîn Ankaravî Efendi (Kaddesallahusirruh) Ankara’da yaptırmakta olduğu camiyi bitirmeye yakın İstanbul’a

sayı//29// aralık 90


mektup yazıp ilk Cuma namazında hazır olmak üzere müridlerini davet etmiştir. O gün, daha önce gelen dervişler ve ahbaplar camide toplanıp Kur’an tilaveti ederlerken Hüsâmeddîn Ankaravî Efendi İstanbul’dan gelenlere sormuş: ‘Bâli Ağa gelmedi, ezan yaklaştı, gelmeyecek galiba.’ Dediler ki: ‘Biz onunla İstanbul’da görüştük, gelecektir. Bize yoldaş olmadı, ama gelmesi lazımdı’ İçlerinden birisi de dedi ki: ‘Efendim, Bâlî Efendi kulunuzda eski çalışma, gayret ve riyazet kalmadı gibi. Har gün tavuk çorbası yerim diye bana öğündü.’ Biraz zaman geçince Şeyh Hazretleri makamından kalkıp cami kapısına yöneldi, bazıları da yanında olmak üzere camiden dışarı çıktıklarında gördüler ki, Bâlî Ağa acayip Hâl ve garip tavır içinde çıkıp geliyor. Yaklaşınca atından inip yerlere yüzünü gözünü sürerek tam bir tezellül ve mahfiyetperverlikle hareket ederek Hazret-i Pîr Hüsâmeddîn’e yaklaştığında Pir de birkaç adımla karşılayıp boynuna sarıldı. El ele camiye girdiler. Sonra, Hazret-i Pir makamına geçti, Bâlî Ağa pabuçlukta oturdu. Ardından Hazret-i Pir söze başlayıp; ‘Oğul Bâlî, riyazeti terk etmişsin, her gün tavuk çorbası yerim, demişsin,’ buyurdu. Bâlî Ağa da: ‘Efendimin malumlarıdır, tavuk çorbasından muradım fukara ve ehl-i şevke yapılanların yakınlarında taş teknelere tavuk ve köpekler için koydukları çorbadır. Fakir de sabah namazına giderken o hayvanların yiyişlerini görünce nefsi horlamak için onlarla birlik olurum.’ Aziz de buyurdular: ‘Benim zannım da böyledir. Tenhada nefsini alçaltırsın, fakirlik çeker riyazet edersin ve halini saklamak için ise laübali söylersin, melamet izhar edersin. Halk dış görünüşüne ve sözüne bakar, kötülerler. Bundan sonra senin ismin ‘HAMZA’ olsun. Bu meşreb senin şehadetine sebep olur. Şehitler sultanı Hazret_i Hamza’nın (R.A.) sancağı altında haşrolacaksın.’ Çok geçmedi Hazret-i Hüsâmeddîn vefat etti. Kutupluk nöbeti Pîr Hamza Bâlî Ağa’ya geçti. Çok riyazet yapar ve aşk sarhoşu gibi gezerdi. İnsanlardan gönlünün sırlarını saklardı. İlahi tayinle irşad seccadesine geçtiğinde asıl vatanı olan Bosna’ya göçtü. Az zamanda birkaç bin mürid topladı. Anlatıldığına göreBosna Meyhanelerine varır, orada istidatlı adam

gördüğünde: ‘Ey oğul, şeytanın sidiği olan şarabın ne neş’esi olacak, tövbe et, bana gel! Sana Rahman sevgisinin bâdesini vereyim de iç! O zaman kıyamete değin sarhoş olursun’ diye halkı Hakk yoluna hidayet ederdi. Kimse emrine karşı gelemezdi. Dinleyen herkes cezbeye gelip tövbe ederdi. Aziz de onları hal ehlinden oluncaya kadar himmet edip yetiştirirdi. Bu acayip tavır ile ortaya çıkışı akıllara garip iş göründü. Bu hali anlamayıp istidrac sandılar. Zahir uleması kadıya şikayet etti. Kadı da onlara uyarak devlete bildirdi. Hamza Bâlî hazretleri İstanbul’a çağrıldı. Olanlar halkın ağzına düşüp İstanbul halkı arasında yayılınca dedikodu çoğaldı. Osmanlı tarihinin en katı fakihlerinden olan Ebus’-Suud Efendi fetva verdi. Fetvasında şöyle diyordu: ‘Üstadım, Rûm diyarının en büyük alimi İbn-i Kemal’n fetvasıyla katlolunan İsmail Maşukî’nin zındık bağlılarından biri olan bu zatın da öldürülmesi, şeriat emridir.’ Ve Hamza Bâlî, Süleymaniye’nin arkasındaki Deveoğlu Çeşmesi önünde bazı müridleri ile birlikte idam edildi. İdam sahnesini gören başka müridler hatta yeniçerileri müridlerinden bazıları bıçaklarını çıkarıp oracıkta intihar ettiler. Müridlerinden bazıları cellatlara bahşiş vererek şeyhlerinin naaşını aldı ve Mevlânâkapı civarında defnettiler. Türbesi Eski Kozlu Mezarlığı’nda 10. Yıl Caddesi’ni ayıran duvara yakın bir yerdedir. Şeyh Hamza Bâlî Efendi’nin idamından sonra, bunun ismine nisbetle kendisinin yolunda olanlara ‘Melmî’ kelimesinden çok ‘Hamzaviler’ denmeye başlanmıştır. Himmetleri hâzır olsun. 91


ŞEHİR SİNEMA

YENİ JÖN TÜRKLER VE

DİYALOG FİTNESİ Burada dikkatle vurgulamak istediğim şey şudur: Bir “sanat eseri” şaheser bile olsa, eğer önemli bir “din ahlâkı” duvarını yıkıyorsa, bizler için bir değer taşımıyor, taşımamalı. Emre MİYASOĞLU

ncelikle bu yazıyı, seyretmediğim ve seyretmeyeceğim bir filmi, niye seyretmeyeceğimi ve neden bir Müslümanın “seyretmemesi” gerektiğini anlatmak için kaleme alıyorum. Tarihi şahsiyetlerin hayatının sanat eserlerine konu edilmesi ve ediliş şekli her zaman için çeşitli sıkıntıları da beraberinde getirmiştir. Bir topluma ya da dünyaya mâlolmuş şahsiyetlerin hayatlarını hikâye ederken, sanatçının “kurgulama” özgürlüğü gerçek şahsiyetleri anlattığı noktada biter, bitmelidir. Sanatçının olmayan şeyi “uydurma” hakkı olabilir, ama var olan bir gerçeği değiştirerek “yalan” söyleme hakkı yoktur. Bu meseleye, gerçeğe sadakat-ahlâk-sanat bağlamında, (etik ya da moral adına ne dersek diyelim) ahlâki anlayışımız ve meşrebimize göre şu ya da bu şekilde yaklaşabiliriz. Tarihi şahsiyetler hakkında bile “tartışmaya açık” sayılamayacak bu mevzu, iş Peygamberlere gelince tamamen kapalıdır, kapalı olmalıdır. Mecid Mecidi’nin Hz. Muhammed (sav)’in çocukluğunu anlattığı filminde yapılan “tasvir ahlâksızlığı”, İslâm dini ve geleneğinin aşılmaması gereken son derece önemli bir edep eşiğini geçmiştir. Eğer bu engellenmezse bir sonraki adım Efendimiz’in (sav) o mübarek yüzünün de, maazallah, tasvir edilmesidir! Peygamber tasviri, Yahudi ve özellikle de Hıristiyanî batıl bir gelenektir. Mecidi’nin filmine kapak olan sahnenin de, Hıristiyanların sözde Hz. Meryem ve Hz. İsa (as) tasvirlerinden hiçbir farkı yok. Burada dikkatle vurgulamak istediğim şey şudur: Bir “sanat eseri” şaheser bile olsa, eğer önemli bir “din ahlâkı” duvarını yıkıyorsa, bizler için bir değer taşımıyor, taşımamalı. İnsanlık vasfını “Mümin olmaktan” alan her Müslüman, inancını ve ona ait olan tüm değerleri her işin üzerinde dokunulmaz tutmakla yükümlüdür. Bu konuda sabitkadem olmanın, çokları tarafından “radikal” olarak yaftalanmaya sebep olmasına da aldırış etmemelidir. İslâm akaidini ve itikadî bahisleri kendileri için hayati bulmayan, inançla ilgili yapılan her eylemi, yazılan her eseri “Daha iyisi yok, ne yapalım” diyerek ‘ehven-i şer’e indirgeyen reformist Müslümanların yaşadığı entel buhran, 17. yüzyıldan beri Batıya gönüllü köleliğimizin başka bir tezahürü. Protestan bir diyalog niyetiyle çekildiği aşikâr olan bu filmi, “çağın

sayı//29// aralık 92


silahı sinemadır” savunmasıyla, gayrimüslimlere “dinimizi sevdirme” amacını taşıdığını iddia etmek, en hafif tabirle cehalettir. İki üç kitap okuyup, birkaç film çeken ve gazetelerde köşe kapmaca, kanallarda masa kapmaca oynayan, kendini entelektüel sanan muhafazakâr kesimin bir kısım enteli, menfaatleri yahut itikaden cehaletleri gereği filmi yere göğe sığdıramıyor. Bugün herkesin darağacında görmek istediği terör örgütü lideri, kırk yıldan beri açıkça münafıklık yaparken ve bizler bu gerçeği her ortamda söylerken, bu insanların pek çoğu, “Yapmayın etmeyin. Dine hizmet ediyor sonuçta Hocaefendi!” diye savunmaya geçiyor ve terörden daha tehlikeli olan diyalog fitnesini olumlu bir çaba olarak görüyordu! Müslüman entelektüel olmak ile “dinde reformist bir cahil olarak kendini entelektüel sanmak” arasında çok ciddi bir feraset farkı var. Bu film ile Peygamberimiz’i (sav) tasvir etme cüreti göstererek insanların zihinlerinde bir portre canlandırılmasına sebep olan Mecidi, ahlâksızlığının sınırsız olduğunu da şu sözleriyle açıkça belirtiyor: “Âlimler Peygamberimizin yüzünü göstermenin günah olmadığını ve gösterilen kısmının da onun imajına hakaret sayılamayacağını söylediler. Ben yüzünü göstermemeyi tercih ettim. Bunu dramatik bir araç olarak kullandım. Yani yüzünü saklayarak seyirci için daha ilgi çekici bir hale getirdim.” Peygamber tasvirinin, gölgesiyle sınırlı kalsa dahi çok büyük sakıncası vardır. Peygamberlere başka vücut isnat etmek, imanı kaybetmeye götüren ciddi bir itikat bozukluğudur. Özellikle de Resulullah’ı başka bir insan üzerinden temsilen göstermek bile insanı küfre götürür. Efendimiz, “Yalanın şakası da gerçektir” buyuruyor. Hz. Peygamber’i, yüzü görünmüyor dahi olsa temsilen göstermek, “Bu Peygamberdir” algısı oluşturmaya yeter. Ve bu bir insanı o an kâfir yapar. İslâm’da edep, amelden üstündür. Bir Müslüman tüm amelleri hakkıyla yerine getirse, Efendimiz’e (sav) saygısızlık yaptığında bütün amelleri boşa gider. Uğrunda yaratıldığımız Hz. Peygamber’e saygısızlık bütün amelleri boşa çıkarır. Nasıl mı, işte en yüce kanıtı: “Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber’e yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir.” Hucurat/2.

Filmin afiş ve fragmanıyla bile yaptığı tahrifatı umursamayan, bunda herhangi bir sakınca olmadığını sanan ve “sanat anlayışlarını” tüm kutsallarının önüne geçirenlerin “Şia karşıtlığı yapmayın” gibi akıllara zarar savunmalarını esefle karşılarken, yarın öbür gün, bizzat bu filmi yapanın kendisi ya da Batı bu adımı daha ileriye taşıdığında, yine başka savunma refleksleri geliştirecekleri açıkça ortadadır… Ehl-i Sünnet anlayışına karşı başlatılan küresel mücadelenin bir başka cephesi olan bu ve benzeri “eserlerin” kötü niyetini anlayacak kadar ferasetli olmayanlar için filmin sinematografik eleştirisinden başka hiçbir şeyin pek de değerli olmadığı, tartışmaların “filmin içeriği” üzerinden yapılmasından anlaşılıyor. Bu bakımdan İslâm dinini diğer inançlarla en azından “duygusal olarak” ortak noktada buluşturma, sahabe ayrımcılığı gibi affedilemez kabahatleri anlamalarını beklemek de saçma olacaktır. Filmin yalnızca afişiyle bile yaptığı algı tahribatına dikkat çekmeye çalışanları da “cahillik, kafatasçılık, sanattan anlamamak vs.” içi boş söylemlerle suçlayanlar, Müslüman entelektüelliğinin ruhunu kavramamış ve asla da kavrayamayacak tiplerdir. Bütün bunları anlamak için ortalama bir akla, mantık silsilesini düzgün çalıştırabilme yeteneğine, en temel itikadi bilgilere, dahası bunu ciddiye alan bir şuura sahip olmak ve yalnızca “afiş ve fragmanlara” bakmak bile yeterlidir. Bütün bu söylediklerimize karşı kompleksli entellerin verdiği savunma refleksi ise, “Filmi seyrettiniz mi?” Bu noktadan sonra tartışma polemikten öteye gidemiyor maalesef. Batıya karşı bir sinema oluşturamamanın ezikliğini, Fransız sinemasının etkisinde bir kimlik oluşturan İran sinemasına duyduğu hastalıklı aşkla örtebileceğini sanan bu zavallı güruh, yeni nesil Jön Türkler olarak adlandırılsa yeridir. 93


“93 HARBİ” ROMANI YAZARI;

SARA GÜRBÜZ ÖZEREN Her sabah güneş Aziziye Tabyaları’ndan doğar, Kiremitli Tabya’dan batar. Erzurum’da 32’den fazla tabya var. Yani nereye baksanız tarihten bir iz görüyorsunuz. Aziziye Tabyaları hâlâ 93 Harbi’nin izlerini taşıyor. Söyleşi: Mehmet Nuri YARDIM

stanbul’da yaşayan edebiyat çevreleri, genelde Anadolu’yu göz ardı ederler. Bu yüzden memleketimizin değişik şehirlerinde yaşayan şairlerimiz, yazarlarımız ne yazık ki seslerini pek duyuramaz, kitaplarını yayımlatamaz ve hak ettikleri ilgiyi göremezler. Basınımız nasıl genelde Türkiye’yi İstanbul’dan ibaret görüyorsa edebiyat yayın dünyası da umumiyetle İstanbul’da ikamet eden kalem erbabıyla haşir neşirdir, başkasını görmez. Ama diğer 80 şehrimizden kabuğunu kıran ve eserleriyle sesini duyuran yazarlarımız da yok değil. Erzurum’dan Sara Gürbüz Özeren Hanımefendi de işte o yazarlarımızdan biri. Bugüne kadar Damla Yayınevi’nden 250 civarında çocuk ve gençlik kitabı yayımlanan, önemli kurumlardan ödüller alan Sara Gürbüz Özeren, Donmuş Umutlar Sarıkamış ve Çanakkale’nin Ölümsüz Kahramanları kitaplarından sonra şimdi de 93 Harbi’ni roman olarak kaleme aldı. 93 Harbi Nene Hatun’un akıcı üslubuyla okuyuculardan takdir göreceğine inanıyorum. Roman ayrıca, genç nesillere tarih şuuru verebilecek kıymete haizdir. Şehirlerin kahraman ruhunu, usta kalemiyle ebedîleştiren Sara Gürbüz Hanımefendi’yle kitap fuarına gelişi münasebetiyle görüştük ve bu mülakatı Şehir ve Kültür dergimiz için gerçekleştirdik. Mehmet Nuri Yardım: Yazı serüveniniz nasıl başladı? İlk olarak sizi teşvik edenler kimlerdi? İlk okumalardan, yazılarınızdan bahseder misiniz? Sara Gürbüz Özeren: Öğretmen okulunda okurken güzel kompozisyonlar yazardım. orta okul birinci sınıftayken son sınıf öğrencileri hatıra defterlerini getiriyorlardı, onların ağızlarından arkadaşlarına hatıralar yazıyordum. Ayrıca akrabalarıma yazdığım mektuplar beğeniliyordu. Ortaokul üçüncü sınıfta Türkçe öğretmenimiz “Bu sınıftan bir yazar yeişiyor.” dedi. Sanırım öğretmenimin bu sözü bende yazma isteği uyandırdı. Bir de okuduğum kitapların yazarlarını merak ediyor ve onlara hayranlık duyuyordum. Okumayı söker sökmez masal kitapları almaya başladım. Günlük elli kuruş harçlık verirdi babam. Ben o paranın otuz kuruşu ile okul kooperatifinde satılan masal kitaplarından alırdım. Kalın kitaplar 40 kuruştan başlıyordu. Daha iyileri 150 kuruşa kadar çıkıyordu. Ara sıra harçlıklarımdan artanı biriktiriyor göz koyduğum kitabı alıyordum. Fakat harçlıklarımı kitaplara harcadığımı annem bilmiyordu. Bilse asla izin vermezdi. Çünkü

sayı//29// aralık 94


ders kitabından başka kitapların okunması gereksizdi. Yaşım büyüdükçe kitaplar da büyüdü. Annemin okuma yazması yoktu. Roman okursam ahlakımın bozulacağını düşünüyordu. Bu yargıyı kırmak için babama halk ozanlarının şiirlerini, kahramanlık hikâyeleri, özellikle Ömer Seyfeddin ve Cengiz Dağcı kitaplarını okuyordum. Annem kulak misafiri oldukça okumanın kötü bir şey olmadığını öğrendi. Onlar iyi bir okuyucuya, ben kitap okuma özgürlüğüne kavuştum. Yardım: İlk yayımlanan çalışmalarınız nelerdi? Şiir mi, nesir miydi? Nerede yayımlandı, hangi gazete veya dergide. Yankıları ne oldu, çevrenizde nasıl karşılandı? Özeren: İlk yazdıklarım, ilk atandığım köydeki öğrencilerim için yazdığım masal ve kısa hikâyelerdi. Köy okullarında kitap yok denecek kadar azdı. Akşamdan yazıp sabahtan çocuklara okuyordum. Onlar kaybolup gittiler. İlk iki hikâyem bir çocuk tatil kitabında yayınlandı. Benim için önemli değildi, öylesine bir şeydi işte. Fakat o iki hikâye sayesinde üslubum beğenildi. Damla Yayınevi, Bin Bir Gece Masalları’nı çocuklara uyarlamamı istedi. Yirmi kitaptan oluşan bir set hazırladım. Bu ilk çalışmam bana TDK Ödülü’nü getirdi. Yardım: Basılmış ilk kitabınız hangisi? İlk kitabını görmeniz sizde nasıl duygular uyandırdı, yakınlarınızla bu heyecanı paylaştınız mı? Akislerinden bahseder misiniz? Özeren: Yukarda anlattığım uyarlamaları saymazsak özgün olarak yazdığım ilk kitap, Küçük Su Damlasının Dünya Turu’dur. Kitabı elime aldığım zaman kokladığımı hatırlıyorum. Tarifsiz bir mutluluk. Bir annenin ilk bebeğini kucağına alması gibi bir şey... Elbette

yakınlarımla paylaştım, ama fazla ileri gitmeden. Mesela arkadaşlarıma, meslekdaşlarıma söz etmedim. Böbürlenmiş olmaktan korktum galiba. Yardım: Neredeyse Damla Yayınevi’yle özdeşmiş bir yazar olarak tanınıyorsunuz? Şimdi Damla Yayın Grubu içinde kurulan Mihrabad Yayınları’ndan da eserleriniz çıkmaya başladı. 93 Harbi ve Nene Hatun bunların ilki. Bir yazarın, yayıncısıyla diyalogları hakkında neler söyleyeceksiniz? Özeren: Damla Yayınevine gönül borcum var. Telefondaki bir sese güvenip yeteneğinden emin olmadıkları birinden yayın hayatına bir yazar kazandırdılar. Damla Yayınevi her zaman bende saklı kalacak. Dilerim Mihrabad Yayınları da güzel eserler yayınlayarak hak ettiği yere gelir. 93 Harbi ve Nene Hatun çok güzel bir çalışma oldu. Zaten konusu çok önemli. Yeni bir yayınevine olumlu katkısı olacağını düşünüyorum. Yazar ile yayınevi diyaloguna gelince, uzun süredir birbirimizi tanıyoruz. Aramızdaki dostluk ilişkileri, iş ilişkilerinin önünde. Umarım hep böyle devam eder. Yardım: Daha çok çocuklara ve gençlere dair olmak üzere 250 civarında yayımlanmış kitabınız var. Bu kadar üretken olmak her yazara nasip olmaz. Nasıl yazarsınız? Konuları sizler mi seçersiniz, ilham mı beklersiniz, yoksa yayınevinin siparişi üzerine de yazdığınız olur mu? Özeren: Çalışmayı severim. Tembelliğe ve tembele tahammülüm yoktur. Planlı çalışırım. Günümün her saati dakika dakika planlıdır. Çoğu geceler bir konuyu hayal eder, kurgular ve hayalimde son noktasını koyarım. Bu çalışma temposu ortaya çok sayıda eserin çıkmasını sağlıyor. Yazma konusu muhtelif. Bazen bir aksaklık görürüm, 95


tam da bam telime dokunacak cinsten. Bir Mikrobun Günlüğünden kitabı böyle ortaya çıktı. Bazen de aklıma bir şey gelir. Zamanla olgunlaşır ve kitaba dönüşür. Yayınevi doğrudan sipariş vermez, ama oturup fikir alışverişinde bulunuruz. Onlar bana yurt dışındaki okurlardan, yazarlardan söz ederler. Ben düşüncelerimi söylerim. Bu konuşmalar zamanla bende yeni yeni fikirler oluşturur. Yardım: Yazı yazarken teknolojiyi kullanır mısınız, bilgisayar vs. Yoksa klasik tarzda mı yazarsınız? Özeren: Kalem beni seviyor, ben de kalemi... Parmaklarımın arasından kelimeler su gibi akıp gidiyor. Bilgisayarda aynı başarıyı yakalayamıyorum. Çok mekanik geliyor bana. Mekanik ve ruhsuz. Kısacası ben eski düzen yazıyorum. Yayınevine fazladan külfet çıkardığını biliyorum. Ne yapalım ki elimden başka türlüsü gelmiyor. Yardım: Başta TDK ve ESKADER olmak üzere önemli kurumlardan çocuk edebiyatı alanında ödüller aldığınızı biliyoruz. Ödüllerin yazarlara kattıkları hakkında değerlendirmelerde bulunur musunuz? Özeren: Ödül almak çok güzel ve onur verici. İnsanı motive ediyor. Fakat yazara büyük sorumluluklar yüklüyor. Daha güzel eserler vermek için arayışlara sokuyor. Sürekli kendinizi yenilemek ihtiyacı hissediyorsunuz. Bu da okuyuculara güzel eserler sunma imkânı veriyor. Yardım: 93 Harbi ve Nene Hatun’u okudum çok önemli bir eser. Nesillere tarih şuuru verecek iyi bir roman. Sanırım bu eserin başarısında sizi de Erzurumlu oluşunuz yatıyor. Çünkü birebir yaşanmış hâdiseler, hadiseler yumağı adeta. Eser nasıl ortaya çıktı? Özeren: Her sabah güneş Aziziye Tabyaları’ndan doğar, Kiremitli Tabya’dan batar. Erzurum’da 32’den fazla tabya var. Yani nereye baksanız tarihten bir iz görüyorsunuz. Aziziye Tabyaları sayı//29// aralık 96

hâlâ 93 Harbi’nin izlerini taşıyor. Aslıda Erzurum bir kale kenti. Osmanlı’nın doğudaki sınır kapısı. Tarihi İpek Yolu buradan geçer. İran’ı ve uzak doğuyu Trabzon Limanı’na bağlayan kavşakta bulunur. Yani Erzurum doğunun ticaret merkezidir. Düşmanlarımızın iştahını kabartacak vasıfları bünyesinde barındırır. Tarih boyu defalarca düşman istilasına uğraması bundandır. Buranın insanı doğuştan askerdir. Bunu ben söylemiyorum, Alman general Felik’sin tespiti. Erzurum’da yaşayıp Nene Hatun ve 93 Harbi’ni yazmasam vefasızlık olurdu. Ayrıca öğretmen olmam sebebiyle tarihe ilgi duymaktayım. Araştırmak ve yazmaktan zevk alıyorum. Kitapta yazılanların tamamı gerçektir. Çok sayıda eser incelenmiş, öyle yazılmıştır. Umarım okuyucu tarafından takdir görür. Ben severek ve haz alarak yazdım. 93 Harbi’nin milletimize yaşattıklarını iliklerimde hissettim... Bu duyguyu okuyucularıma yansıtmışsam kendimi bahtiyar addederim. Yardım: 93 Harbi ve Nene Hatun bence filmi çekilebilecek, dizisi yapılabilecek önemli bir eser. Bu konuda teklif olursa kabul eder misiniz? Tarihi dizilerin eserlere kattıkları nelerdir? Edebî eserlerin film yapılmasına taraftar mısınız? Özeren: Kitap hakkındaki görüşleriniz beni cesaretlendirdi, teşekkür ederim. Kitabımın dizi filim veya sinema filmi olması kadar mutluluk verici ne olabilir. Seve seve kabul ederim. Tarihi diziler, izleyicide tarih bilincinin gelişmesine katkıda bulunuyor. Geçmişi diri tutuyor, unutulmasına fırsat vermiyor. Edebî eserlerin film yapılması kaçınılmaz. Çünkü edebiyat, sinemayı besleyen bir sanat dalı. Birini diğerinden ayrı düşünemeyiz. Ancak filmde, edebî eserin aslına sadık kalınmalı. Aksi halde kitabı önceden okuyanlar, sinema filmini izlerken aynı zevki alamıyorlar. Yardım: Bundan sonra tezgâhınızda olan eser hangisidir? Özeren: Madem tarihle iç içeyiz, bir de günümüz tarihini yazalım. Dört bir tarafımız ateş çemberi. İçerde de vatanımızın birliğine kastetmek isteyenler var. Gel de yanma. Yardım: Genç yazarlara ve yazmaya yeni başlayanlara neler tavsiye edersiniz? Özeren: Yazar olmadan önce bol bol okumak gerek. Dolmadan taşamazsınız. İyi bir gözlemci ve duyarlı olmak lazım. Eğer söyleyecek sözünüz varsa yazar olmak için hazırsınız demektir.




Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.