Sacayak Sayı 9 Aralık 2009

Page 1

sacayak

BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

BU SAYIDA: Doğumunun 800. Yılında Hacı Bektaş Hacıbektaş’da Anıldı Veliyettin Ulusoy - Açış Konuşması: Söz ve Nefesten Dersimizi Almak Ahmet Koçak - Anma mı Yasak Savma mı? Sempozyum Konuşmalarından Bölümler: Nafiz Ünlüyurt, Ali Balkız, Ertuğrul Günay, Ali Murat İrat, Erdoğan Aydın, Ayhan Yalçınkaya, Selahattin Özel, Tekin Özdil, Ercan Geçmez, Murtaza Demir Hacıbektaş Kurultayı - Konuşmalardan Bölümler: Veliyettin Ulusoy, Emel Sungur, Kemal Çelik, Nurettin Aksoy, İlbey Keskin Nereye Böyle David Durak Aslan, FUAF Genel Başkanı Esen Uslu - Demokrasi Düşmanlığı Aleviliğe Yabancıdır Haşim Kutlu - Zindancı Kafada Bir Değişiklik Yok Özgür Demokratik Alevi Hareketi - Maraş Katliamı Dosyası Yeniden Açılsın İsmail Kaygusuz - Şemsi Tebrizi’nin Gerçek Kimliği - Bölüm 2

Elim Kolum Kelepçeli

Demir Küçükaydın - Aydınlanma ve İslam’ın Sentezi ve Mirasçısı Olarak Marksizm İnanç İzmirli - CHP Alevilerin Diyanet Kapatılsın İstemini Savunamaz Sinan Karakaya - Bir Eleştiri / Esen Uslu - Bir Yanıt

Elim kolum kelepçeli Nedim Kanoğlu - Sadaka Değil Sendika - Dizi Yazı 3 Oy babo oy oy Koltuk yumuşak ağa deli Vay babo vay vay (...) Yıkılacak yanlış giden Bu işin nedeni neden İnsanlığı insan eden Huy babo huy huy Gel Mahzuni çağlayalım Yönü dosta bağlayalım Dövdün bari ağlayalım Oy babo oy oy Mahzuni Şerif

ISSN 1308-7967

Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Genel Ajans B.D.O. Ltd. Şti. adına Ahmet Koçak Yönetim Yeri: Sultanahmet, Divanyolu Cad. No: 54, Erçevik İşhanı 102, Eminönü - İstanbul Tel/Faks:+90.(0)212.519 56 35 E-posta: sacayak@yahoo.com.tr Baskı: Mart Matbaacılık, Burcu Sok. No: 6/1, Nurtepe, Kağıthane, İstanbul - Tel: 0212.321 23 00 Baskı Türü: Yerel - Süreli

Aylık Dergi / Fiyatı: 3 TL / £ / €

9

Aralık 2009 / Sayı:


SACAYAK

Canlarla Cem Olduk Ahmet Koçak

A

RALIK ayının ilk hafta sonunda katıldığımız etkinliklerde adeta ruhumuz şenlendi. Sanatçı dostlarım Dertli Divani, Erdal Erzincan ve Mercan Erzincan ile katıldığımız Düzce Gölyaka ve Antalya’daki konserlerle arındık, yunduk, meşk olduk. Canlarla cem olduk.

Sayı 9

zincan konser bitiminden sonra Veliyettin Ulusoy’u, sanatçıları ve emeği geçenleri sahneye davet etti. Sahneye çıkan canlar hep beraber bir deyiş söylediler. Konser Mürşit Veliyettin Ulusoy’un okuduğu gülbankla sona erdi.

Düzce, Gölyaka Konseri Düzce, Gölyaka’da ikamet eden Hacı Bektaş Dergâhı’na bağlı Güvenç Abdallı canlar, 4 Aralık’ta bir konser düzenledi. Düzce Kapalı Spor Salonu’ndaki konserin başlında konuşmalar yapıldı. Araştırmacı Coşkun Köker, Güvenç Abdal üzerine bir sunum yaptı. Hacı Bektaş Veli Dergâhı Postnişini Veliyettin Ulusoy da Atatürk’ün Hacıbektaş’a gelişi ve Cumhuriyetin ilk telaffuz edilmesi konularına değinen bir konuşma yaptı. Konserde yerel sanatçılar deyişler seslendirdi. Sonra semah ekibi değişik yörelerin semahlarını sergiledi. Mercan Erzincan, Ufuk Şimşek ve Can Kalaycıoğlu eşliğinde söylediği türkü ve deyişlerle izleyenleri coşturdu. Daha sonra Dertli Divani, Celal Abbas Ürer ve Can Kalaycıoğlu eşliğinde sahneye çıktı. Üçlü müthiş bir dinleti sundu. Divani Baba, çoğu kendi eseri olan türkü ve deyişlerle izleyenleri mest etti. Son olarak sahneye çıkan Erdal Erzincan bağlamasıyla adeta esridi. Erdal Er-

2

Antalya Konseri Antalya Abdal Musa Kültür ve Tanıtma Derneği ile Sacayak dergisinin birlikte düzenlediği ortak etkinliklerin dördüncüsü 5 Aralık’ta yapıldı. Atatürk Kültür Merkezi, Aspendos Salonu’nda yapılan konseri Burcu Koç sundu. Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Prof. Dr. Mustafa Akaydın bir hoşgeldiniz konuşması yaptı. Derneğin müzik öğretmeni Orhan Eraslan’ın hazırladığı genç ve orta yaş koroları müzik dinletisi yaptı. Derneğin zakiri Süleyman Demir deyişlerden bir üçleme yaptı. Daha sonra Dertli Divani sahneye çıktı. Divani Baba’ya sahnede Celal Abbas Ürer ve Can Kalaycıoğlu eşlik etti. Dertli Divani kendi eserlerinin yanında sevilen Alevi-Bektaşi eserlerini seslendirdi. Son olarak sanatçı Erdal Erzincan sahneye çıktı. Erdal Erzincan söylediği deyiş ve türkülerin yanında çaldığı şelpe ile izleyenleri coşturdu. Erdal programını bitirdikten sonra katılan sanatçı ve emeği geçenleri sahneye davet etti. Sahneye çıkan canlar hep beraber bir deyiş söylediler. Konserin bitiminde, destek veren sanatçı ve kurumlara dergimiz adına teşekkür içerikli küçük bir konuşma yaptım.


Aralık 2009

Derin bir kuyuda yaş taşduvara atılan yumruk gibi sağır kulakların asla duymayacağı, belki çaresiz, ama namuslu bir çığlıktır bu yazı. DEMOKRATİK DERNEKLERİN NAMUSLU ÜYELERİ, SESİNİZİ BU SESE KATIN! SACAYAK

Atılan bu siyasi adımlar, bu yöntem ile sizin Alevi toplumunu, Alevi toplumunun da sizleri kaybetmesi kaçınılmazdır. Oysa kazançlı çıkma seçeneğimiz var. Alevi kurumlarının ilke ve programlarına sadık kalalım. Serçeşme’mizde tüm Alevi kurum yöneticileri ve toplumumuzca benimsenmiş kişiliklerin de içinde yer aldığı bir meclis ile cem olalım. Yol haritamızı çizelim, yeni bir heyecan ve güven ile yolumuza devam edelim.

SACAYAK

Nereye Böyle David Durak Arslan FUAF - Fransa Alevi Birlikleri Federasyonu Genel Başkanı

V

AROŞLARDAN şehre inmiş bir Anadolu kadını, trafik kurallarından bihaber yolun karşısına geçerken, tehlikeyi gören trafik polisi kadına telaş içinde seslenir “Nereye böyle han’ fendi, nereye?” Kadın savunma halinde, olanca saflığıyla dönüp, “Sana ne? Görümceme gidiyom…” diye cevap verir. Alevi kurumlarında başkanlık yapmış, yapmakta olan ve sorumluluk üstlenmiş isimlerin farklı kulvarlarda siyasal parti çalışmalarına girdiklerine, şimdiden birbirlerine sataşan deklarasyonlar yayımladıklarına, suçlamalara ve savunmalara tanık oluyoruz. Hepsine birden bir soru sormak geliyor insanın içinden: “Nereye böyle?” Bu soruya, elbette ki, her birinin bir cevabı vardır. Cevap ister safça, ister kurnazca, ister fırsatçılıkla, her nasıl olursa olsun, Alevi toplumunun bu soruyu sorarken sitemi ve şikâyeti çok açık ve nettir: “Cemal cemale oturup, aile içinde hâl bahis etmeden, iç huzuru sağlamadan, beklentilerinizi söyleyip, bizden rızalık almadan, ne bu telaş, ne bu acelecilik, nereye böyle?” diyor toplumun yüreğindeki ortak ses. Alevi toplumu artık kurumlarına ve kurum yöneticilerine güvenmeye başlıyor. Bu güveni geliştirmek için yirmi yıllık kazanımları, iğne ile kuyu kazar gibi çalışmaları yapanlar ve başarılara imza atanlardansınız. Şimdi, 9 Kasım [2008] ve 8 Kasım [2009] Alevi mitinglerinde elde edilen bereketli mahsullerimizi, rızalık ilkesiyle pay ederek, “İşte bunlar toprağa ekilecek tohumluklarımız; işte şunlar aşuremize katacağımız çorbalıklarımız; kalanlar ise kurdun-kuşun, börtü-böceğin hakkı!” diyerek doğaya serperek, öğretiye uygun hareket ederek, uzun soluklu işler tutmak var iken, nereye böyle? Atılan bu siyasi adımlar, bu yöntem ile sizin Alevi toplumunu, Alevi toplumunun da sizleri kaybetmesi kaçınılmazdır. Oysa kazançlı çıkma seçeneğimiz halen var. Alevi kurumlarının ilke ve programlarına sadık kalalım. Serçeşme’mizde tüm Alevi kurum yöneticileri ve toplumumuzca benimsenmiş kişiliklerin de içinde yer aldığı bir meclis ile cem olalım. Yol haritamızı çizelim, yeni bir heyecan ve güven ile yolumuza devam edelim. İşte o zaman “Nereye böyle?” diyenlere, biz de “Hadi oradan!” diyelim. Aşk ile... 10 Aralık 2009, Strasbourg 3


SACAYAK

Sayı 9

Çuvaldızı Başkasına Batırmadan İğneyi Kendimize Batıralım

Demokrasi Düşmanlığı Aleviliğe-Bektaşiliğe Yabancıdır Esen Uslu

A

levi örgütlerinin üst yönetimlerinden dört bir yana türlü-çeşitli eleştiri okları uçuşuyor. Bu eleştirilerin hedefi Alevi-Bektaşi hareketi içindeki, çevresindeki aydınlar. Demokratik Alevi-Bektaşi örgütlerinin üst yöneticileri, kendilerini eleştirenlere karşı en acımasız biçimlerde saldırıyorlar. ABF üst yöneticilerinin bir Alevi partisi kurmak ya da “yeni” sosyal demokrat bir partinin kurulmasına katılmak sevdasını geçen yıl boyunca en zararlı davranış olarak gördüğümüz eleştiriler ve tartışma onlar üzerinde yoğunlaştı. Ama sorun sadece onlarla sınırlı değil. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ülkemizdeki Alevi-Bektaşi hareketinde, “kendine aferin demek” alışkanlığı ağır bastı. Bu alışkanlık, kırda yaşayan halkın “topraksızlaşma-mülksüzleşme” yoluyla “kente göç ettirilmesi” sürecinin sonucuydu. Büyük kentte gecekondu bölgelerine yerleşme, işçileşme, ayrışma sürecinin yaşattığı acılarla başa çıkmanın bir yöntemiydi. Bu, eski bağların dağılması ve kardeşliğin bozulmasına karşı, çekilen acıları değil, olumlulukları öne çıkararak yaşadıklarından memnun olmanın, en azından şikâyetçi olmamanın bir yoluydu. Ancak son yirmi beş yılda yükselen Alevi-Bektaşi hareketi, 21. yüzyılda, 20. yüzyılda izlediği bu “acıyı bal eyleme” yöntemi ile ne bir ilerleme sağlayabilir ne de günümüzün acılarını ve sıkıntılarını giderebilir. Artık Alevi ağırlığıyla bir kent toplumudur. İçinde yaşadıkları geniş toplumda yaşanan demokrasi mücadelesine, kendi hakları için katılmaya başlamıştır. Bu amaçla modern topluma uygun örgütlenmelerin ilk adımlarını atmıştır. Bu toplumdaki tartışmalarda anlamlı bir yer alabilmek için kurulmuş örgütlerin yöneticileri hem Alevi-Bektaşi toplumunun geleneklerine ve inanç ilkelerine uygun davranmak zorundadır, hem de modern örgütlerin iç işleyişindeki demokrasiye uymak zorundadır. Bunlara ek olarak Türkiye’de demokrasi mücadelesinde yer alan diğer toplum kesimleri ile dayanışmanın, ortak hedefler için birlikte mücadele etmenin demokratik yolunu izlemek zorundadır. Ne yazık ki demokratik Alevi örgütlerinin yöneticileri dünün alışkanlıklarını bugüne taşımayı marifet sayıyor. Böylece güncel mücadelenin önünde engel oluşturduklarını göremiyorlar. Koltuklarına yapışmak için her türlü demokrasi dışı-düşmanı yöntemi kullanmaktan çekinmeyen bu tür yöneticilerin eleştiri oklarını kendilerini uyaran Alevi-Bektaşi aydınlarına yöneltmelerinde şaşılacak bir şey yok. Ama artık kafalara dank etmesi gereken, bu yöntemlerle kurumların başını tutan yöneticilerin, kendine aferin diyen söy4

İçinde yaşadığımız toplumdaki tartışmalarda anlamlı bir yer alabilmek için kurulmuş örgütlerin yöneticileri hem AleviBektaşi toplumunun geleneklerine ve inanç ilkelerine uygun davranmak zorundadır, hem de modern örgütlerin iç işleyişindeki demokrasiye uymak zorundadır.


SACAYAK

Aralık 2009

Demokrasi dışı-düşmanı yöntemlerle kurumların başını tutan yöneticilerin, kendine aferin diyen söylemleri gerilik ve gericilikten başka sonuç vermez.

lemleri gerilik ve gericilikten başka sonuç vermez. Bu yöneticiler rakiplerine çuvaldız batırmaya kalkışmadan önce kendilerine bir iğne batırma alçak gönüllülüğü göstermeyi öğrenmeliler. Devletçi-Milliyetçi-Irkçı Görüşlere Yalakalık Yok İstanbul’da tarihi geçmişi olan Şahkulu Sultan Dergâhı’nın yönetimi bir vakfın elindedir. Türkiye devleti, her türlü vatandaş örgütlenmesinden korktuğu ve onları denetimi altında tutmak istediği için çıkarttığı yasalarla vakıfların demokratik kurumlar olmasını engellemiştir. Bu durumdan yararlanan siyaset bezirgânları, bir kere yönetimine geçtikleri vakıfları, tümüyle demokrasi dışı yolla yönetmektedir. Şahkulu Vakfı da bu durumdadır. Vakıf Başkanı Mehmet Çamur, kamuya açık “Tahtacılar” internet yazışma grubunda, Onur Öymen’in Meclis’te Dersim konusunda sarfettiği sözler üzerine bir canla tartışmaya girişti. Tartışmada Şahkulu Dergâhı’nın ilkelerinin aşağıdakiler olduğunu yazdı: “Şahkulu Dergâhı’nın ilkeleri: 1. Ulus-üniter devlet 2. Laik cumhuriyet 3. Anadolu aydınlanma devrimi 4. M. Kemal Atatürk’e sonsuz sevgi ve saygı 5. Yurduna duyduğu sonsuz saygı 6. Hümanizma 7. Bölücülük değil, kardeşlik İlkelerini yol eyleyen bir kurumdur... Ucuz siyaset, ilkeleri dışında ve yukarıda yazdığımız ilkeler doğrultusunda siyaset yapan ve kişisel hiç bir beklentisi olmayan kişiler tarafından yönetilen bir kurum olduğunu bilesin. (Belki içimizden en fazla bir kişi kişisel amaçları doğrultusunda siyaset yapma sevdalısı olabilir. Yönetim böyle amaçları olan kişileri de derhal dışlar.) Grup üyelerinin bilgisine saygılarımla sunulur. Memet Çamur, Şahkulu Vakfı Başkanı.” Şimdi biz kendisine soralım: (1) Şahkulu gibi Osmanlıya ayaklanmış bir Kızılbaş liderin adını almış olan vakıf, Osmanlı artığı devletçiliğimizin görüşlerini nasıl kendi ilkeleri olarak benimsedi? Bu konuda üyeleriniz bir karar aldı mı? Karar alındıysa, nerede ve nasıl alındı? Yoksa bunları siz, kendi keyfinize göre mi belirlediniz? (2) Sizin bu ilkelerinizin Alevi-Bektaşilik düşüncesi, felsefesi ve inancıyla ne alakası vardır? İlkelerin içine sokuşturduğunuz “hümanizma” (insan severlik) sözcüğü diğer geri ve gerici ilkelerinizin ayıbını gizlemeye yeter bir incir yaprağı olur mu sanıyorsunuz? 5


SACAYAK

Sayı 9

(3) Bu “ilkeler” bugün Türkiye siyasi yelpazesinde gerici-devletçiırkçı-milliyetçi bir siyasi düşüncenin ta kendisi değil midir? Bu “ilkeler”le en büyük dergâhlardan birini gerici bir siyasi eğilime peşkeş çekiyorsunuz. Bu yaptığınızın, sözde ilerici-solcu görünerek, demokratik Alevi hareketinin, başta Kürt özgürlük hareketi olmak üzere tüm demokrasi güçleriyle birlikte aynı yolda yürümesini engellemeye çalışmaktan başka bir anlamı var mıdır? (4) Dergâhta siyaset yapmıyoruz, yaptırmıyoruz sözlerinizin arkasına gizlemeye çalıştığınız gerçek, vakfın üst yöneticilerinin siyasi görüşünden başka hiçbir görüşe söz, oy ve yaşam hakkı tanımadığınız, demokrasi dışı ve düşmanı yollarla devletçi-ırkçı-milliyetçi bir siyaset izlediğiniz değil midir? Size bir Osmanlı sorusunu hatırlatalım: “Sen herkesi kör, âlemi sersem mi sanırsın?” Bu “ilkeleriniz”le siz, en az CEM Vakfı kadar geri ve gerici bir siyasi görüşü temsil ediyorsunuz. Ayrıca demokrasi dışı ve düşmanı bu tutumla, demokratik Alevi-Bektaşi hareketinin gelişiminin önündeki en önemli engellerden biri oluyorsunuz. Bir Dede Demokrasi Düşmanlığına Soyunanamaz Yıllardır başta biz olmak üzere Alevi solu, altmışların sonu yetmişlerin başında, yani devrimci gençlik hareketinin çocukluk yıllarında, dedeleri hedef alarak yanlış yaptığı eleştirisini dile getirdi. Köye dede sokmamak, geleni kovmak, cem yaptırmamak, dedeleri küçümsemek, erenlerin önünde tartışarak bilgisizliklerini ve yetersizliklerini ortaya sermek gibi davranışların hatalı olduğunu; bunların, eksik ve zaaflarına karşın Aleviliği günümüze taşıyan dedelere haksızlık olduğunu söyledik. Eleştiri ve de özeleştiri yaptık. Günümüzde, büyük kentlerde örgütlenme çalışmalarının sonucu olarak dernekler çevresinde yeni cemevlerinin kurulması, Alevi solu ile devrimci gençleri yeniden dedelerle karşı karşıya getirmeye başladı. Ancak günümüzde sorun değişti ve bir üst düzeye tırmandı. Cemevi dedeleri ve dernek yöneticilerinde, bir yandan gözler dünya mülküne dönerken, öte yandan Aleviliğin ilkelerine ve demokratik iç işleyişlere ters davranışlar görülmeye başladı. Derneklerin iç işleyişinde demokratik usullerin yeterince yer etmemiş olması cemevlerinin nasıl işleyeceği sorunu ile birleşti. Sünni egemen toplumun, kadını toplumsal yaşamdan dışlayan yaklaşımı, kendilerini Sünni topluma benzetmeye çalışan dernek ve cemevi yönetimlerini etkiledi. Yönetici ve dedelerin Alevi kadınların söz ve karar sahibi olarak yönetime katılmasının önünü kesmesi, ceme girerken başlarını bağlamaya, erkeklerden ayrı oturmaya zorlanması gibi açıktan gerici tutumlarla bir arada yürümekte. Gençlerin örgütlenmesinden korkan devletin uyguladığı yasakçı-baskıcı tutum, dernek ve cemevi yöneticilerine, gençlerin çalışmalara söz ve karar sahibi olarak katılmasını engellemek olarak yansıdı. Gençlerin kendi girişimleri ile yapmak istedikleri her türlü çalışmanın önü kesildi. 6

Yönetici ve dedelerin Alevi kadınların söz ve karar sahibi olarak yönetime katılmasının önünü kesmesi, ceme girerken başlarını bağlamaya, erkeklerden ayrı oturmaya zorlanması gibi açıktan gerici tutumlarla bir arada yürümekte.


Aralık 2009

Kendi devletçi-milliyetçi “doğrultularını” bir matah sayan, köhnemiş “bünyesinden” pek memnun olan yaşlı kuşak, bu kafayla gençliği kazanabilir mi? Gençliğin sert, ama temizleyici eleştirisinden korkanlar, bünyelerinin kokuşmakta olduğunu ve doğrultularının gericilikle paralel bir yola oturduğunu anlayamazlar.

SACAYAK

Gençler, “masa taşımak ve ayak işleri yapmaktan bıktık” diye serzenişte bulunarak, birkaç yıldır Hacıbektaş’ta düzenledikleri toplantılarda bu durumdan rahatsızlıklarını dile getiriyorlar. Tüm olanaksızlıklara karşın kendilerine uygun örgütlenme çalışmalarını cemevleri ve demokratik Alevi dernekleri dışında yürütüyorlar. Dernek yöneticileri ve cemevi dedeleri ile gençlerin arasında giderek açılmakta olan uçurumun güzel bir örneği, Hacıbektaş Kurultayı’nda konuşan Murtaza Demir’in şu cümlesidir: “(Gençleri) Onları kazanmak için çaba göstermeli, ancak bünyemizi ve doğrultumuzu bozmalarına izin vermemeliyiz.” Kendi devletçi-milliyetçi “doğrultularını” bir matah sayan, köhnemiş “bünyesinden” pek memnun olan yaşlı kuşak, bu kafayla gençliği kazanabilir mi? Gençliğin sert, ama temizleyici eleştirisinden korkanlar, kendi bünyelerinin kokuşmakta olduğunu ve doğrultularının gericilikle paralel bir yola oturduğunu anlayamazlar. Gençleri kendi istediği gibi şekillendirme merakının sonuçsuz kalmaya mahkûm olduğunu kabul etmeyen nice yaşlı kuşak bu sevdayı güttü. Bu insani bir yanılgı olduğu için anlaşılabilir, ancak demokratik bir örgüt yönetiminin bunu, yasaklar ve “örgüt disiplini” ile gençlere dayatmaya çalışması kendi eliyle örgütün geleceğini karartmaktan başka bir sonuç vermez. Dedeler, kadınlardan ve gençlerden korkarsa, onları geri planda tutmaya, kendi çıkarlarına hizmet ettirmeye, yapmak istedikleri etkinlikleri engellemeye çalışanlara ortak olursa ya da böyle gerici çabaların başını dedeler çekerse, gençlerle kopuşmaları ve çatışmaları kaçınılmazdır. Böyle dayatmaları dedelik otoritesine, dernek yöneticiliği yetkisine dayandırma çabası, iç işleyişte demokrasiyle de, gençlerin benimsemesi arzulanan Alevilik ilkeleriyle de, örneğin cemde cemaatte “eşikteki ile döşekteki birdir” ilkesiyle çelişir. Daha geçenlerde gözlerimizle görüp, kulağımızla işittip utanç duyduğumuz gibi bir cemevinde bir dede, gençlerin daha önce yönetimden izin aldıkları bir etkinliği, “Buranın tek yetkilisi benim, ben izin vermiyorum” sözleriyle engellemeyi kendine yakıştırırsa, kendisine bugün dede diye saygı gösterenlerin, yarın arkasından teneke çalarak kendisini o cemevinden kovmasının yollarını döşüyor demektir. O zaman geri dönüp, “gençler dedeleri cemevlerinden kovuyor” diye ağlaşmasının faydası olmaz. Kimse dedeyim diye gençlerin kendisine saygı göstermesini beklemesin. Dedeye saygı, tüm cem erenlerinin gönlünde, bu çerçevede gençlerin de gözünde, dedenin düşünce ve davranışlarıyla kazanması gereken bir makamdır. Dedelik, eleştiriden uzak olmak anlamına gelmez. Tam tersine, her dedenin alçak gönüllülükle kendini kontrol etmeyi ve kendi mürşidi önünde dâr’a durup, sorulupgörülmeyi bilmesi gerekir. Dedeyim diye demokrasi dışı ve düşmanı davranış gösterme özgürlüğü olduğunu sananlar, bir dedeye gösterilecek saygıyı hak etmezler. Hak etmeyenler de davranışlarının sonuçlarına katlanır.  7


SACAYAK

Sayı 9

Hacı Bektaş Veli Doğumunun 800. Yılında Hacıbektaş’ta Anıldı

Anma mı Yasak Savma mı? Ahmet Koçak İR HACI BEKTAŞ VELİ doğumunun 800. yılında iki sempozyum ile anıldı. Ankara’da 19–21 Ekim’de yapılan Uluslararası Sempozyum’u Alevi Enstitüsü düzenlemişti. Hacıbektaş’ta 14–15 Kasım’da yapılan “Doğumunun 800. yılında Hacı Bektaş Veli’yi Serçeşme’de Anıyoruz” konulu Sempozyum’u, genel merkezi Hacıbektaş’ta olan Hacı Bektaş Veli Kültür Derneği düzenledi. Hacı Bektaş’ın 800. doğum yıldönümü olan 2009’un “Hacı Bektaş Veli Yılı” ilan edilmesi için Birleşmiş Milletler’de girişimlerde bulunulduğu haberi yayınlanmış, fakat olayın akıbeti konusunda detaylı bilgi edinememiştik. Mustafa Özcivan’ın sempozyum esnasında katılımcılara: “2009 Yılının Hacı Bektaş Veli Yılı olmasını Fransız Hükümetinin ‘Hacı Bektaş Veli bir dinin, bir inancın önderi, evrensel değil’ diye şerh koyması, muhalefetiyle ilan edilmediğini; bu bilgiyi Nevşehir Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Filiz Kılıç’tan aldıklarını” söylemesiyle olayın gerçek yüzünü öğrenmiş olduk. Hacıbektaş’ta yapılan Sempozyum, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Başbakanlık Tanıtma Fonu, Alevi Bektaşi Federasyonu ve Çankaya Belediyesinin katkıları ile gerçekleştirildi. Ülkenin çeşitli bölgelerinden Alevi örgüt temsilcileri, aydın, sanatçı, eski milletvekilleri, belediye başkanları etkinliğe katıldı. Hacı Bektaş Veli Kültür Merkezi’nde yapılan Sempozyum, Kültür Bakanı’nın gecikmesinden dolayı bir saat gecikmeyle başladı. Açılış bölümünde ilk konuşmayı Dernek Başkanı Nafiz Ünlüyurt yaptı. Sonra Hacı Bektaş Veli Dergâhı Postnişin Veliyettin Ulusoy, ABF Genel Başkanı Ali Balkız ve Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay birer konuşma yaptılar.

P

8

Açılışın ardından “Doğumunun 800. Yılında Hacı Bektaş Veli, Hacı Bektaş’tan Günümüze Alevilik Bektaşilik” konulu birinci oturum başladı. Mustafa Özcivan’ın başkanlık yaptığı bu oturuma Ankara Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. Ali Murat İrat, araştırmacı-yazar Erdoğan Aydın, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ayhan Yalçınkaya ve ABF önceki Genel Başkanı Selahattin Özel konuştular. Basılı programda adı duyurulmuş Atilla Erden katılamadığı için onun yerini Selahattin Özel aldı. Yemek arasından sonra Veliyettin Ulusoy’un yönetiminde başlayan ikinci oturumun konusu, “Alevi Bektaşilerin Hacı Bektaş’tan Günümüze Örgütlenme Çalışmaları. Alevi Açılımı Sürecinde Gelinen Nokta” idi. Bu oturumda Alevi Bektaşi Federasyonu Başkanı Ali Balkız, Alevi Kültür Dernekleri Genel Başkanı Tekin Özdil, Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı Genel Başkanı Ercan Geçmez ve 2 Temmuz Pir Sultan Abdal Kültür Vakfı Başkanı Murtaza Demir konuştular. Her iki oturumda da konuşmaların ardından kısa birer soru-yanıt bölümü yer aldı. Tüm konuşmalardan bölümleri dergimiz sayfalarından okuyacaksınız. Sempozyumun ardından aynı salonda Kültür ve Turizm Bakanlığı Semah Grubu, Gülseren Kılıç, Esra Öztürk, Ulaş Kaim, Musa Eroğlu ve Cengiz Özkan’ın katıldığı “Birlik ve Dayanışma Gecesi” yapıldı. 15 Kasım günü aynı salonda, Alevi Bektaşi örgüt yöneticilerinin katıldığı ve


Aralık 2009

Mustafa Özcivan’ın yönettiği “Hacıbektaş Kurultayı” adı verilen bir toplantı yapıldı. Toplantıda AKP Hükümetinin yürüttüğü Alevi Açılımı ve Alevi Çalıştayları süreci değerlendirildi. Yapılan konuşmaların ardından bir sonuç bildirisi ile etkinlik sona erdi. Sempozyum Üzerine Bir Kaç Söz Hacı Bektaş Veli’nin doğumunun 800. yılı dolayısıyla Hacıbektaş’ta yapılan etkinliğin alelacele yapıldığı, bu günün önemine uygun düzeyde hazırlık yapılmadığı açıkça görülüyordu. Çağrılan konuşmacılara bakarak bunu söyleyebiliriz. Katılan konuşmacılar arasında yazılı bir hazırlık yapmış olanlar azınlıktaydı, çoğu konuşmacılar maalesef hiçbir hazırlık yapmadan doğaçlama ile konuşmak üzere gelmişlerdi. Adına uygun olarak bir bilgi şöleni olması gereken bir sempozyum böyle bir “yasak savmak” için düzenlenmiş göstermelik bir etkinlik olmamalıydı. Açılışta Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın yaptığı konuşma ve onun değindiği, CHP Başkan Vekili Onur Öymen’in 10 Kasım’da Meclis’te yaptığı konuşma birinci oturuma yön verdi. Ertuğrul Günay doğaçlama konuştu ve ne kadar hazırlıklı olmadığını söylediyse de ele aldığı konuya ve siyasi vurgularına bakıldığında ileteceği mesaj konusunda çok hazırlıklı ve yetkin olduğu söylenebilir. Bakan’a karşı konuşan örgüt yöneticilerimizin aynı hazırlıkta ve kıvraklıkta olmadığı görüldü. Böyle olunca birinci oturum konuşmacıları, özellikle Ayhan Yalçınkaya içe dönük, örgüt yöneticilerine yönelik eleştiriler yaptı. Kısacası birinci oturumda Pir Hacı Bektaş Veli dışında her şey konuşuldu. Bu durum sadece bizim değil izleyen birçok kişinin dikkatini çekti ve kürsüde de eleştirildi. Etkinliği izlemek için Adana’dan katılan

SACAYAK Hüseyin Yalçın Dede ikinci gün yapılan açık kürsü tartışmalarında şunu söyledi: “Serçeşme’de Hünkâr Hacı Bektaş Veli’nin 800. yılını kutlamaya çağırdınız. Dünkü panel ve özellikle kurumumuzun, kurumlarımızın genel başkanları ve panelistlerimizin konuşmalarında bu 800. yılın kutsallığı üzerinde ben bir şey algılayamadım, duymadım da ve çok üzüldüm.” Etkinliğin ikinci oturumu başlığına uygun bir halde gerçekleşti. Alevi örgütlerinin neden birlikte davranamadıklarını göstermesi açısından “çok verimli!” oldu. Murtaza Demir ve Ali Balkız arasındaki tartışma, demokratik Alevi derneklerinin halini ortaya serdi. Bu tartışmaya, demokratik derneklere omuz vermiş bir canın, Adana’dan Hüseyin Yalçın Dede’nin yorumu şöyle oldu: “Genel başkanlarımızın, yer değiştirenlerimiz de dâhil, belli bir mücadele verip bugünlere gelebilmenin koşullarını hazırlayanların sürtüşmeleri beni çok üzdü.” Niye niyet, niye kısmet dedikleri bu olsa gerek. Etkinliği düzenleyenler, yerel yönetimin başarılı olmasını önlemek için etkinliği engellediğini ve destek vermediğini söylediler. Yerel yönetim halkın katılımını engellemeye çalışmışsa bunda pek başarılı olduğu söylenemez. Oysa sorun etkinliğe gelen dinleyici katılımı değil, etkinliğin içeriğinin yetersizliğinden ve hazırlıksızlığından kaynaklanmaktadır. Son olarak dinleme kültürsüzlüğümüze değinmek istiyorum. Konser esnasında salondaki izleyicilerin yüksek sesle konuşması, sahneye çıkan sanatçılarla laf dalaşına girmesi bizi gerçekten üzmüştür. Bu duruma sanatçılar da haklı olarak tepki verdiler. Bu manzara karşısında kendimize şu soruyu sorduk: Alevi toplumu bu hale nasıl geldi?  9


SACAYAK

Sayı 9

Hacı Bektaş Veli Dergâhı Postnişini Veliyettin Ulusoy’un Açış Konuşması

Söz ve Nefesten Dersimizi Almak Sayın Bakanım, Sayın milletvekillerim, Sayın Valim, Sayın Kaymakamım ve diğer dostlar; hoş geldiniz günümüze. Hacı Bektaş Veli’yi Serçeşme’de anıyoruz. Doğumunun sekiz yüzüncü yılında Hacı Bektaş Veli’yi anmak, düşüncelerini günlük hayatımıza uygulamak ve örgütlerimiz arasında onun düşüncelerini hâkim kılmak ve böylece bir bahar havası getirmek amacıyla bir araya gelmiş bulunuyoruz. Hacıbektaş ilçesine adını veren büyük düşünür Hacı Bektaş Veli’yi sadece kültürümüzü İslam’ın temel felsefesi ile insanlık ideali yönünde bağdaştıran bir din ulusu biçiminde tanıtmak onun çok yönlü kişiliğinin eksik bir yorumlaması olur. Hacı Bektaş Veli kadına erkekle eşit hak tanınması, pozitif bilim yönteminin açılması gibi toplumun gereksinmelerine, psiko-sosyal yönden yanıt getirmiş ve bunun yüzyıllar boyu uygulanmasını sağlamıştır. Yıkıcı ve yırtıcı bir taassubun ve bilinçsizliğin kol gezdiği o çağda, elinde bilim meşalesiyle barış ve kardeşliği temsil eden güvercin görünüşüyle kişisel, toplumsal vicdanı aydınlatan ve insanlık onurunu üstün kılan Hacı Bektaş Veli, kin ve düşmanlıktan arınmış bir toplum yaratmış, gönülden gönüle sevgiden köprüler kurmuş yeryüzünde bir bahar havası estirmiştir. Gelişen ve yücelen bu düşünce ortamı içerisinde Halk Edebiyatı doğmuştur. Yunusların, Pir Sultan Abdalların, Hatayilerin, Viranilerin gücüne ulaşılmaz deyişlerinde, duvazlarında, Tanrıya saygı yanında sevgi ve yakınlık duygusunun dile getirilişinden kaynaklanan halk müziği ile binlerce halk ozanı sanat ve kültür dünyamızda zincirleme gelişim sağlamıştır. Buram buram insanlık, barış ve inanç kokan dilleriyle binlerce ozana Hacı Bektaş Veli ilham ve bilgi kaynağı olmuştur. Yunus Emreler, Kul Himmetler, Dertliler ve daha binlerce usta dilleri ve tertemiz yürekleriyle onun felsefesini şiir ve müzik olarak yansıtmışlardır. Onların her dizesinde Hacı Bektaş Veli’nin bir sözü, bir nefesi vardır. İşte önemli olan, bu söz ve nefesten dersimizi almaktır. Biz burada Hünkâr Hacı Bektaş Veli’nin bir derya olan söz ve düşüncelerinden sadece birinin üzerinde bir katresinin bir damlasının üzerinde durmak ve düşüncelerimizi arz etmek istiyoruz. Şura 23. ayette insanlıktan istediği tek şey şu: Ehlibeytine sevgi ve dostluktur. Karşılığı torunu Hz. Hüseyin’in ve taraftarının hunharca Kerbelâ’da katli ve insanlığın aczi, çıkar karşısında insanlığın hiçleşmesi. Bununla bitmiyor insanın vahşeti, bütün organları tek tek doğranarak idam edilen, aşk ve sonsuzluk Piri Hallaç, karanlık benliklerin taş yağmuruna gülerek karşılık veriyordu. Çünkü gerçekte ger10

Buram buram insanlık, barış ve inanç kokan dilleriyle binlerce ozana Hacı Bektaş Veli ilham ve bilgi kaynağı olmuştur. Önemli olan, bu söz ve nefesten dersimizi almaktır.


Aralık 2009

Hünkâr Hacı Bektaş Veli’nin, “Düşmanının da bir insan olduğunu unutma” sözü onun yüceliğinin bir seslenişidir. Düşmanımızın bir insan olduğunu kavradığımız anda içimizdeki vahşetle dövüşen bir başka benliğimiz, belki de gerçek insan yanımız başkaldırıyor. Savaş ve cinayetler anlamsızlaşıyor.

SACAYAK

çek olmanın keyfini sürüyordu. O sırada fırlatılan bir gül vücuduna değdi ve bunun üzerine bir feryat kopardı Hallaç. Dostu Şibli’nin attığı bir güldü bu. Yobaz karanlığın cellâtları sordular: Onca taşa ses çıkartmayan sen, böylesi bir gül değince neden bağırdın? Cevap Hallaç kadar ölümsüzdür: Taşlar düşmandan geliyordu, gül dosttan geldi. O yüzden acısını duydum ve feryat ettim. Dost var oluşunun içinizi doldurduğu kutsal sızının paylaşan, bu sızının paydasına düşen aziz varlıktır. O zaman şu soruyla karşılaşıyoruz: İnsanlık tarihinin insan kanıyla yazıldığı bir gerçek. Bir insan kendi hemcinslerini nasıl öldürebilir? İşte burada Hünkâr Hacı Bektaş Veli’nin, “Düşmanının da bir insan olduğunu unutma” sözü onun yüceliğinin bir seslenişidir. Çünkü vahşet, ancak düşmanın insan olduğunu unutmakla ortaya çıkabiliyor. Düşmanın da insan olduğunu, bir annesi, bir babası, sevdiği bir çocuğu, kaygıları, korkuları, aşkları olduğunu fark ettiğimizde artık ona düşman olamıyoruz. Onu rahatlıkla öldüremiyoruz. Düşmanımızın bir insan olduğunu kavradığımız anda içimizdeki vahşetle dövüşen bir başka benliğimiz, belki de gerçek insan yanımız başkaldırıyor. Savaş ve cinayetler anlamsızlaşıyor. Zaten bu yüzden dünyadaki bu düşünceye ters düşünceleri olan çıkarcılar, düşmanın da bir insan olduğunun söylenmesini istemiyor. Ancak dünyadaki bütün kâmil insanlar düşmanın da insan olduğunu anlatmaya çalışıyor. Bu toplumda düşmanın da insan olduğunu kavrayanların sayısı ne kadar artarsa, o toplumun gelişmişliği de o kadar artıyor. O zaman tarihimizdeki savaşlarla, cinayetlerle övünmüyorsun. Tarihteki bütün savaşların ve cinayetlerin kurbanlarının insanlar olduğunu, onların da sana benzediklerini, senin gibi acı çektiklerini, senin gibi korktuklarını, senin gibi cesur olduklarını, senin gibi sevdiklerini fark ediyorsun. Bunu fark ettiğimizde de düşmanı öldürmek kendini öldürmek gibi oluyor; kendi benzerini öldürmek. Onların da insan olduğunu kavrarsak, düşmanlığımızı sürdüremeyiz. Onlara kinlenemeyiz. Kendimizi dünyanın diğer insanlarından ayıramayız. Onlardan daha akıllı, daha cesur, daha kahraman, daha yiğit, daha haklı olduğumuza inanamayız. Önce onlar bizim düşman değil, insan olduğumuzu kavrasınlar diyerek kendi gelişmişliğimizin önüne başkalarının düşmanlığını bir engel olarak koyamayız, içimizdeki vahşeti daha fazla besleyemeyiz. O zaman yeni cinayetler işlenmez, suikastlar düzenlenmez, Sivaslar, Maraşlar, Çorumlar, Kerbelâlar ve insanlığın utanç abideleri tekrarlanmaz. Her türlü duygudan arınarak Alevi-Bektaşi yolunda gönül gözü dediğimiz gerçeği içinize sindirerek olaylara bakarsınız, bu gerçeği anlarsınız. İşte o zaman ölen herkes için üzülecek, işte o zaman içinizdeki gerçek insanla karşılaşacaksınız. Aynı Pirimiz Hünkâr Hacı Bektaş Veli’nin dediği gibi “Düşmanının da bir insan olduğunu unutma.” Saygılarımla. 11


SACAYAK

Sayı 9

Hacı Bektaş Veli Kültür Derneği Başkanı Nafiz Ünlüyurt’un Açış Konuşmasından

İbadet, İstenilen Biçim ve Yerde Özgürce Yapılabilmeli

A

LEVİ-BEKTAŞİ kuruluş temsilcileri 800. doğum yılında Hacı Bektaş Veli’yi bugün ve de yarın Serçeşme’de konuşacak. Hacı Bektaş Veli Kültür Derneği olarak ayrım yapmadan Alevi-Bektaşi kuruluşlarına ulaşmaya çalıştık. Amacımız, Alevi açılımında gelinen noktayı aramızda konuşup tartışma, bundan sonraki süreçle ilgili olarak da görüş alışverişinde bulunma. Başka bir amacımız ise, bu etkinliği geleneksel hale getirip tüm Alevi ve Bektaşi kuruluşlarını her yıl Serçeşme’de buluşturma, kuruluşlar arası ilişkileri güçlü kılma, güçlü bir AleviBektaşi birlikteliğinin kapılarını aralama. Kendimizi ve de amacımızı iyi anlatamadığımızdan olacak ki, etkinliğimize katılmayan kuruluşlar oldu. Keşke onlar da aramızda olsalardı, keşke Pir diyarında onlarla da bir beraber olabilseydik. Hepsine buradan selam ve saygı sunuyorum. Ülkemizde ilginç gelişmelere tanık olunuyor, önemli gelişmeler yaşanıyor. Karmaşalarla dolu bir sürecin içinde birlikte yürüyoruz, bilmeden de olsa bir değişime tanıklık ediyoruz. Hepimizde değişen bir Türkiye kafalarda soru işareti. (…) Tüm bu gelişmeler ışığında Hacı Bektaş Veli Kültür Derneği siyasi iktidarın tartışmaya açtığı açılımları önemsiyor. Başlatılan çalışmalar demokratik bir anlayış içerisinde ve de toplumsal uzlaşı sağlanarak sürdürülsün istiyor. (…) Yalnızca Alevi ve Bektaşiler için değil, tüm inanç dünyası için de düşünülmeli bu açılımlar. İbadetler istenilen biçimlerde ve yerlerde özgürce yapılabilmeli. İnanç özgürlüğü önündeki engeller tümüyle kaldırılmalı. Kutsal duyguları politika malzemesi yapma alışkanlığından vazgeçilmeli. İnanan insanlara gösterilen sevgi ve saygı inancı olmayan kişilerden de esirgenmemeli. (…) Alevi ve Bektaşi toplumu bir sınavdan geçiyor. Zor günler, karar günleri, kimliğine daha sıkı sahip çıkma günleridir. Böylesi dönemlerde bir ve beraber olabilme gerçekten de çok önemli. Şu bir gerçek, ayrı gayrı değiliz biz, aynı düşüncenin, aynı inancın, aynı yolun yolcularıyız hepimiz de. Farklı görüşler içinde olabilir, Alevi ve Bektaşiliği değişik biçimde yorumlayabiliriz de. Hiç önemli değil. Herkes istediği gibi inanır, istediği gibi de düşünür. Kime ne, kim ne karışır? Farklılığımız ve güzelliğimiz bu değil mi bizim? Hem niye bir ve beraber olmayalım ki, uzun ince bir yolda bir olup yürümedik mi? Yağmur altında cem olup ıslanmadık mı? Birlikte yıkılıp, yakılmadık mı? Arkadaş, gardaş, Kızılbaşız biz. (…)  12

Hacı Bektaş Veli Kültür Derneği siyasi iktidarın tartışmaya açtığı açılımları önemsiyor. Başlatılan çalışmalar demokratik bir anlayış içerisinde ve de toplumsal uzlaşı sağlanarak sürdürülsün istiyor.


Aralık 2009

SACAYAK ABF Genel Başkanı Ali Balkız’ın Açış Konuşmasından

Mitingi Yapan ABF Değildi, Sizlerdiniz

B

Bizim istemlerimiz atla deve değil. Alevilerin ne toprak derdi var, ne bayrak derdi var. Alevilerin eşit yurttaşlık hakkı talebi var. Eşit yurttaşlık hakkı denilince nelerin anlatılmak ve aktarılmak istendiği çok açık ve bellidir.

izi hep sevdiler, sizlerin varlığıyla biz gurur duyuyoruz, onur duyuyoruz. Kendinizi neden ikinci sınıf vatandaş hissediyorsunuz dediler. Bu hoş sözler doğrusu bizi hoşlaştırdı, hoşumuza gitti, gururumuz okşandı. Arkasından da şunlar söylendi: Ama siz Aleviler de pek parçalı bulutlusunuz. O kadar çok farklı şeyler söyleyenleriniz var ki aranızda, hanginizin dileğini yerine getirelim. Haklı idiler ya da sorunu görmezden gelmenin, ertelemenin, üstünü örtmenin bir bahanesi idi. AKP Hükümetinin elinde artık böyle bir bahane yoktur. 9 Kasım Sıhhiye Mitingi’nin sonrası, o güçlü sesin herkes tarafından duyulmasını istiyorduk. Herkes duydu, bu ses parlamentoda da yankılandı. (…) Bizim istemlerimiz atla deve değil. Gerçekten atla deve değil. Alevilerin ne toprak derdi var, ne bayrak derdi var. Alevilerin eşit yurttaşlık hakkı talebi var. Eşit yurttaşlık hakkı denilince nelerin anlatılmak ve aktarılmak istendiği çok açık ve bellidir. (…) Bundan on altı buçuk yıl önce Sivas, Madımak’ta yaşadığımız katliam nedeniyle yaralıyız. (...) Bu çerçevede Madımak Oteli’nin müze olması bizim çok önemli taleplerimizden biri. O yara sarılır mı, o kaybettiğimiz canlar bir daha gelir mi? Elbette değil. Ama şu aktarılmış ve anlatılmış olur: Burada bir insanlık suçu işlendi. Bundan böyle bu müzenin önünden geçenler bunu anımsasınlar ve ibret alsınlar. Müze olsun talebimiz bir acıyı taze tutmak, bir kini ve intikamı çağrıştırmak asla ve asla öyle değildir. Tam tersine sevgiyi egemen kılmak, insanlığı egemen kılmaktır. (…) Bunu göremediğimiz için, kaygıya ve kuşkuya ve telaşa düştüğümüz için, ikinci kez bu sene 8 Kasım’da Kadıköy Meydanı’nda 550 bin canla birlikte Türkiye demokrasi tarihinin, Türkiye laiklik tarihinin, Alevilerin kendi kadim tarihlerinin çok önemli bir olayını, olgusunu gerçekleştirdik. (...) Bu mitingi yapan ABF değildi, sizlerdiniz. Her biriniz ve hepinizdiniz ve birlikte bir can olmuştuk ve dünya âleme bir şey gösterdik. Miting deyince her birinizin aklına, hepimizin aklına biber gazları, molotof kokteylleri, havada uçuşan coplar, kırılan camlar, sökülen saksılar, kovalanan gençler, saçından sürüklenen kadınlar, kızlar gelir. Biz hem Kadıköy, hem Sıhhiye mitingimizde bir mitingin de nasıl yapılabileceğinin de bir örneğini göstermiş olduk. (...) Biz kendimizi yoksun hissediyoruz, üzgün hissediyoruz, atılmış, itilmiş hissediyoruz, gururumuz kırılmış hissediyoruz. Çünkü biz Aleviyiz, biz cem tutarız, cemi cemevinde yaparız. Orada dede huzurunda ikrar veririz, yola gireriz, 12 hizmeti görürüz. Bizim ibadetimiz böyle, bizi camiye çağırmayın. Cami ne denli kutsal ise, hangi değerler atfediyor isek cemevi de öyledir. Cemevlerimizin yasal statüye kavuşturulması talebimiz o nedenle çok önemlidir diyoruz. (...)  13


SACAYAK

Sayı 9

Adıyaman’dan sempozyumu izlemeye gelmiş canlar Bakan’ı pür dikkat izliyor.

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın Açış Konuşmasından

Eşit Yurttaşlık Sorunu Var

T

ürkiye bir yerden geçiyor, aslında dünya bir yerden geçiyor. (…) Bakın dünyada ne oldu biliyor musunuz? Amerika toplumu kırk yıl önce aynı otobüse binmediği insanlardan, bırakın aynı sofrada, aynı salonda bulunmaktan hazzetmediği insanlardan insan kümesinden birisini bilgisine, yeteneklerine, vatanseverliğine güvenerek devletinin başına seçti. Dünya ne kadar değişiyor biliyor musunuz, ama Türkiye hâlâ bunu anlamakta gecikiyor. Hâlâ biz diyoruz ki, eşit yurttaşlık sorunu var bu ülkede. Bu ülkede eşit yurttaşlık herkesin Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olarak bir ve eşit olma talebi ve sorunu var. Türkiye’de Aleviler ezildi, dışlandı, kötülendi, karalandı. Türkiye’de Kürtler yok denildi, inkâr edildi. Böyle bir köken yok denildi, böyle bir dil yok denildi, böyle bir inanç yok denildi; Anayasa yazdı bunu. Gelin bunları kaldıralım artık dünyada bu kalıplar, bu ayrımlar, bu kamplar bitti. Bunları kaldıralım, eşit yurttaşlık hakkında hukukunda birleştirelim insanlarımızı. Birileri diyor ki hayır öyle bir eşit yurttaşlık talebi mi var, herkes eşit zaten kâğıtta, Anayasa’da öyle yazıyor. E, herkes eşitse Kadıköy Meydanı’na binlerce, yüz binlerce insan toplanıp eşit yurttaşlık istiyoruz diye niye toplantı yaptı o zaman öyle bir talep yoksa? Öyle bir talep yoksa niye yaptı? (…) Elimizi vicdanımıza koyalım ve düşünelim. Hatırlayalım, 1978’in Aralık’ta Kahramanmaraş’ta o zulüm, o kıyım yaşanırken kim iktidardaydı? Ben parlamentonun en genç milletvekiliydim ve CHP iktidardaydı. (…). Sonra nereye geldik? Çorum’a. (...) Geldik 93’ün Temmuzuna. O tarihimizin en lanetli, en çirkin, en karanlık olaya Sivas’a geldik. (…) Erdal İnönü Başbakan Vekiliydi (…). Atatürk yapmadı, ama Celal Bayar, İsmet Paşa… Neyse, ben tarihi söylüyorum zaten, Dersim’de böyle bir zulüm olduğunu herkes biliyor. Bunları hatırlayarak yürüyelim, bunları bir yerimize yazalım kafamızın, vicdanımızın bir yerine yazalım. (…)  14

Elimizi vicdanımıza koyalım ve düşünelim. Hatırlayalım. Dersim’de böyle bir zulüm olduğunu herkes biliyor. Bunları hatırlayarak yürüyelim, bunları bir yerimize yazalım kafamızın, vicdanımızın bir yerine yazalım.


Aralık 2009

SACAYAK

Birinci Oturum Konuşmalarından Bölümler Ali Murat İrat’ın Konuşmasından

D

Cem bir Kerbelâ’ysa, oraya devletin suyunu taşımaya çalışmayınız. Devletin suyu devlete kalsın, kuraklık olan yerlere göndersin. Eğer cemaat olarak bunu karşılayamıyorsak, o zaman cemevine ihtiyacımız yok.

evletin bilmesi gereken şudur: Türkiye’de bir Alevilik sorunu vardır ve bu Alevilerin vatandaşlar olarak, eşit yurttaşlar olarak yaşama ihtiyaçlarından kaynaklanmaktadır, başka bir şeyden değil. (…) Alevi sorunu, devletin bütün kurumlarını yatay olarak kesen, hepsini ilgilendiren ve devletin yeniden örgütlenmesi gerekliliğini ortaya koyan bir sorundur. Dolayısıyla, Sayın Bakanın eksik bıraktığı noktanın ben bu olduğunu düşünüyorum: Devletin kendisi! (…) Peki, sorun ne? Biraz önce şunu söyledim: Sorun, devletin yeniden örgütlenmesi ile ilgili bir sorundur. İyi niyetli bakanların, iyi niyetli bürokratların, iyi niyetli örgüt yöneticilerinin, iyi niyetli bilmem kimlerin bu soruna iyi niyetle yaklaşmaları ile çözümleyebilecekleri bir sorun değildir. Bu sorunun ötesindedir. (…) Devletin bütün inançlardan ve inançsızlardan elini çekmesi gerekiyor. Bugün 3 kişi herhangi 3 kişi bu ülkede kalkıp herhangi bir eve herhangi bir odasına girip burası bizim tapınağımızdır, burası bizim ibadethanemizdir ve biz burada en uç örneği vereyim şeytana tapacağız bundan sonra dediği zaman devletin yapması gereken tek bir şey vardır. Devlet o evin kapısına durur, o evin kapısından içeriye girip o insanlara zarar vermek isteyenleri engeller. Devletin yapması gereken tek şey bu insanların ibadet ederken güvenliklerini sağlamaktır. (…) Ben cemevlerinin örgütler tarafından ibadethane olarak kabul edilme isteğinin elbette meşru temelleri olmasına karşın, bunun kişi olarak karşısındayım. Çünkü hâlihazırda bir ibadethanedir orası. Bunun adını devlet koyunca ibadethane mi olacak? Diyecekler ki, “Efendim, camilerden elektrik, su ve benzeri olanak Sünnilere sağlanıyor, işte cemevlerine de bu şekilde bir yardım bir şey sağlansın.” Hayır, söylenmesi gereken şudur: “Devlet, camilerden elini çek. Devlet, bütün ibadethanelerden elini, ayağını, eteğini çek, ibadethaneleri cemaatlerine bırak, rahat etsinler.” Bunu söylediğiniz zaman şey diyorlar, “Vay efendim, radikal İslam; vay efendim, şöyle böyle.” Radikal İslam’ın mekânını ben size söyleyeyim. Diyanet İşlerine gidin bakın. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yazdığı, çizdiği yazılara, çizgilere... Gidin İlahiyat Fakültesinde öğrencilere ders olarak 15


SACAYAK

Sayı 9

okutulan, Aleviler hakkında, diğer etnik ve dinsel gruplar hakkında sapkınlığa varacak kadar, küfür içerecek kadar birçok şey söylenen kitapları, makaleleri orada görmeniz mümkün. Dolayısıyla, bu bir aldatmacadan ibarettir. Cemevi kutsiyet içermez, cemevi kutsal bir yer değildir, kutsal olan cemin kendisidir, cemdir. Cem bir Kerbelâ’ysa, oraya devletin suyunu taşımaya çalışmayınız. Devletin suyu devlete kalsın, vatandaşına versin, kuraklık olan yerlere göndersin. Bizler eğer cemaat olarak bunu karşılayamıyorsak, o zaman zaten cemevine ihtiyaç yok diye düşünüyorum. (…)  Erdoğan Aydın’ın Konuşmasından AKAN’IN birkaç cümlesini not aldım, konuşmama yedirmeye çalışacağım. “Osmanlı Ordusunun resmi inancı Bektaşiliktir” dedi. Yahya Kemal’den “Vur Pençe-i Ali’deki şemşir aşkına” militarist vurgusunu, hak ve özgürlük ihlal eden vurguyu da AleviBektaşi kültürünün bir parçası olarak aktardı. Kuşkusuz bu yaklaşım salt Bakana özgü bir durum değil. Ne yazık ki resmi tarih, resmi eğitim, resmi ideoloji bize böyle bir bilinç vermeye çalışıyor. (...) Hacı Bektaş’a ve Bektaşi geleneğinin tarihine dair bildiğimiz çok şeyi ciddi anlamda sorgulamak zorundayız. Bu açıdan bugüne kadar bu kültür adına yapılan yayınların ciddi anlamda eksiklik ve yanlışlık taşıdığı vurgusunu sizlerle paylaşmak istiyorum. (...) Devletin bir noktaya kadar yoketmeye çalıştığı, yok edemediği noktada kendi resmi ideolojisinin bir uzantısı haline getirmeye çalıştığı, bu doğrultuda tarih yazımları geliştirdiği Bektaşilik ve Hacı Bektaş üzerine ciddi bir bilgi kirlenmesi ile karşı karşıyayız. (...) Bektaşi geleneğin gerçekten yüzleşmesi gereken sorunlardan biri, Alevi kültürüyle Yeniçeri Ocağı ve dolayısıyla Osmanlı Devleti arasında var olan ilişki tarzı. Kabul etmek zorundayız ki (...) Yeniçeri ordusu “Bektaşi gülbankı” denilen bir gülbank okuyarak savaşa, kılıç sallamaya, kan dökmeye çıkıyordu. Bu genel olarak Bektaşi yazınının yeterince yüzleşmediği sorunlardan bir tanesi. (...) Osmanlı Devleti, Baba İshak ayaklanmasının, bu kültürün hâkim olduğu ortamda ortaya çıkmıştır. Her devlet gibi devletleşmeye başladığı andan itibaren, yani ezen-ezilen, yöneten-yönetilen, fetheden-fethedilen, sömüren-sömürülen ilişkisi ve çelişkisi kurumsallaşmaya başladığı andan itibaren, içinden çıktığı kültüre yabancılaşması kaçınılmazdı. İçinden çıktığı kültür, Bektaşi geleneğinin pek çok öğesinde de gördüğümüz gibi eşitlikçi bir kültürdü. Başka inançları, başka milletleri kendisi ile aynı değerde gören bir kültürdü. Ezen-ezilen, yöneten-yönetilen çelişkisini ve ilişkisini meşrulaştırmayan bir kültürdü. (...) Bu kültürle adaletsizliği, eşitsizliği, fethi, gazayı, cihadı vb., meşrulaştırma şansı olmadığını bilen devletin yöneticileri, giderek mevcut yeni durumlarına uygun yeni bir kültürü, yani medrese kültürünü, Acem topraklarında Şii ekolünü, Anadolu topraklarında Sünni ekolünü hâkim kılarak mevcut devleti, fethi meşrulaştıran bir sürece geçtiler.

B

16

Hacı Bektaş’a ve Bektaşi geleneğinin tarihine dair bildiğimiz çok şeyi sorgulamak zorundayız. Devletin yoketmeye çalıştığı, kendi resmi ideolojisinin uzantısı haline getirmeye çalıştığı, bu doğrultuda tarih yazımları geliştirdiği Bektaşilik ve Hacı Bektaş üzerine ciddi bir bilgi kirlenmesi ile karşı karşıyayız.


Aralık 2009

Hacı Bektaş’ı bir savaşçı, bir Yeniçeri ağası olarak çizmeye çalışanlara, Hacı Bektaş’ı Osmanlının bir aracı kılmaya çalışanlara karşı onun her tür eşitsizlikçi otoriteye karşı itirazını; hangi inançtan, anadilden olursa olsun insanların hak ve özgürlüklerine saygısını, kendimize ne istiyorsak başka, farklı olanlara da aynı şeyi istemesini nirengi noktası olarak içselleştirmek zorundayız.

SACAYAK

Bu süreç, Hacı Bektaş’tan ders almış, (...) onun ahlakı ve felsefesini kendine düstur etmiş insanları ciddi bir parçalanma karşısına getirmiştir. Bunlardan Abdal Musa, Yeniçeri Teşkilatının kurulduğu (...) dönemde, Hızır Paşalaşmayı, Osmanlının mevcut düzeninin bir parçası olmayı kabul etmeyerek Antalya’ya göç etmiştir. Ama herkes Abdal Musa olmamıştır. Bazıları işbirlikçi ağalar olarak; Yeniçeri Teşkilatının örgütlenmesinde, yeni kurulmakta olan devletin uzantıları, ideologları olarak, bir ayrışmanın yolunu açmışlardır. Geçen yıl 9 Kasım, bu yıl 8 Kasım mitinglerinden, “Onlar bölücülerdir, provokatörlerdir” diye söz eden, ağzını her açtığında sol düşmanlığı yapan kimi Ocakzade beylerin yaptığı şeyi Osmanlı döneminde yaparak bir ayrışmanın yolunu açmışlardır. (...) Bugün Bektaşi geleneği içindeki Babagan kolunun, yani Osmanlının uzantısı, Yeniçeri eğitmeni ve Yeniçerilerin Anadolu’da yüz binlerce Alevi başta olmak üzere, Batıda, Doğuda, her dilden, her inançtan insanın katletmesine ideolojik payandalık yapmış olan insanların Bektaşi geleneği içinde nasıl zehirleyici bir işlev gördüğünü de birbirimize hatırlatmamız gerekiyor. Bu hatırlatma iki öğeyi özellikle aydınlatmayı gerektiriyor: Birincisi, Babagan ekolden yazılan, başta Bedri Noyan’ın yazmış olduğu Bektaşi resmi tarihinden öğrendiğimiz şekilde Hacı Bektaş’ı bir Yeniçeri ağası, Hacı Bektaş’ı Yeniçeri ordusunu Balkanları fethetmeye gönderen bir savaş ağası konumunda çizmeye çalışan zihniyetle hesaplaşmak zorundayız. (...) Osmanlının Safevi’nin üzerine gidişini ve Safevi’nin üzerine giderken (...) Alevilere yönelik katliamlarını meşrulaştıracak bir düşünceyi Bektaşi düşüncesi içinde temellendirmek mümkün değildir. Ama Anadolu’nun Alevi inançlı Türklerine, Kürtlerine ve Araplarına yönelen fethin de yine Bektaşi Gülbankı okuyarak kılıç sallayan Yeniçeriler ve onların babalarının, bir kısım Bektaşi dergâhı babaları olduğunu unutmamak gerekiyor. (...) Bektaşilik ve Hacı Bektaş üzerine doğru bilgi, aynı zamanda günümüzde Alevi geleneğinin başta Hacı Bektaş olmak üzere hümanizmasına, eşitlikçiliğine, demokrasiye ve laikliğe açık damarına ve dolayısıyla da tüm mazlumlarla kalbi birlikte atan, dünyayı barıştan yana algılayan ve algılatmaya çalışan kültürüyle barışık olmanın koşuludur diye düşünüyorum. (...) Hacı Bektaş’ı bir savaşçı, bir Yeniçeri ağası olarak çizmeye çalışanlara, Hacı Bektaş’ı Osmanlının bir aracı kılmaya çalışanlara karşı onun her tür eşitsizlikçi otoriteye karşı itirazını, hangi inançtan, anadilden olursa olsun insanların hak ve özgürlüklerine saygısını, kendimize ne istiyorsak başka, farklı olanlara karşı da aynı şeyi istemesini nirengi noktası olarak içselleştirmek zorundayız. (...) Velâyetname’nin bize anlattığı Hacı Bektaş, gerçek Hacı Bektaş değildir. Velâyetname’nin anlattığı Hacı Bektaş, Ahmet Yesevi’den el almış. Oysa Ahmet Yesevi’nin ölümü 1160’tır, Hacı Bektaş’ın ölümü 1271. arada 111 yıl bulunmaktadır. Fiilen mümkün olmayan bir şeyi mümkün kılıyorlar. (...) Bugün Türkiye toplumunu Türk17


SACAYAK

Sayı 9

İslam Sentezi eksenine sokmaya çalışanların zihniyete uygun bir Hacı Bektaş portresi. (...) Bu, gerçek Hacı Bektaş’ın kemiklerini sızlatan ve Alevi-Bektaşi geleneğini tasfiye ve asimile etmeye çalışan bir tarih yazımıdır. Bütün resmi tarihlere karşı rezerv koymak, araştırmak, doğruyu bulmak görevimizdir. Bunu, Hacı Bektaş ve Bektaşi tarihi özgülünde mutlaka gerçekleştirmek zorundayız. Bu toprakların öğretmenini, bilgesini –hâlâ yasaklı olan bilgesini–manipülasyondan kurtarmalıyız. Gerçekte olduğu kadar temiz, eşitlikçi, hümanist, özgürlükçü ve bilimi işaret eden bir bilge olarak, önümüzü aydınlatan bir ışık olarak bayraklaştırmalıyız. (...)  Veliyettin Ulusoy’un İkinci Oturumu Açış Konuşmasında Tarihe İlişkin Sözleri

B

İRKAÇ kelime de ben söylemek istiyorum örgütlenmeyle ilgili. Birincisi, Âşıkpaşazade’nin Osmanlı Tarihi, hep oraya gelip dayanıyoruz. Âşıkpaşazade, ilmen ispatlanmıştır ki, bir Osmanlı yalakasıdır ve yalan tarih yazmıştır. Hacı Bektaş Veli’yle ilgili sözleri de hepinizin malumudur ve gerçek dışıdır. Bunun dışında kırılma noktası 16. asırdır. 16. asırda Kalender Çelebi İsyanı’ndan sonra gerçekten AleviBektaşi toplumunda bir kırılma var. O büyük isyan, en büyük köylü ayaklanması, Osmanlıyı korkutmuş ve bizi parçala, idare et politikasıyla çok iyi parçalamış. Bu parçalanmışlık bugüne kadar da devam ediyor. Kalender Çelebi döneminde ve ondan sonraki icazetlere baktığımızda şöyle bir gerçekle karşılaşıyoruz, Hacı Bektaş Dergâhı’ndan çıkan icazetlerin yazılı şekli şöyle: Evvela kendi ocağını

anlatıyor Hacı Bektaş Veli daha sonra işte hangi ocaktansa onu silsilesini anlatıyor, bir sürü dualar, vs. ve en sonunda İslam’ın beş şartı, bilirsiniz onu, bunları diyor uygulayın. Bunu çok düşündüm, nasıl böyle bir şey olabilir? Şöyle bir gerçekle karşılaştım: Aksaray Kadısı burayı kontrol ediyor. Bu resmi belgeler yazı niteliğinde olduğu için ispatı çok kolay. Böyle deniyor, ama burada bir takiye var. “Böyle yazıyoruz, ama işin gerçeği de böyle” şeklinde. Bu düşünce, (Münih Üniversitesi öğretim üyelerinden Sayın Süreyya Faruk Ebru’ya çok teşekkür ediyorum, o uyardı beni), yani Hacı Bektaş Dergâhı, kadılar kanalıyla devamlı kontrol altında. Zaten daha sonra 1826’da Hamdullah Çelebi’nin sürgünle sonuçlanan duruşmasından sonra Nakşibendî şeyhlerinin atanması da bunun bir sonucu. Teşekkür ediyorum hepinize. (...)

Ayhan Yalçınkaya’nın Konuşmasından

A

LEVİ örgütlülüğünün en büyük, en önemli bileşeninin Genel Başkanı Sayın Ali Balkız ne dedi? (…) “Dört kaymakam örneği” diyor, “Didim, Narlıdere, Ordu-Ulubey ve Karakoçan.” Buradan çıkan sonuç ne? Buradan çıkan sonuç şu: Alevi hareketi, Alevi sorununun Alevilerin ayrımcılığa uğramasının hâlâ ve hâlâ yapısal olduğunu, siyasal olduğunu, devletten kaynaklandığını savunmuyor. Kaymakamdan kaynaklandığını savunuyor, yani bürokrasiden. Hayır, açıkça devletin yapısal unsurlarından kaynaklanıyor. (…) Sorunumuz kişiler değil, bürokratlar değil, sorunumuz hislerimiz değil ve sorunumuz hakeza kesinlikle ve kesinlikle barış değil. 18


Aralık 2009

Siyaset bilimi, siyasetin hem uzlaşma, hem çatışma sanatı olduğunu söyler. Bu iki eğilim, iki ayrı toplulukta tezahür eder. Siyaseti bir uzlaşma sanatı olarak gören, sürekli barış çağrısı olarak okuyan hâkim kesimleridir, çünkü onların kaybedecek şeyleri var. Oysa ezilen kesimler, ayrımcılığa uğrayan kesim olarak Aleviler için siyaset, asla ve kat’a uzlaşma sanatı değildir, çatışma sanatıdır.

SACAYAK

Şu barışçı söylemi –Erdoğan’ın [Aydın] tarihi katkısı o açıdan çok önemli– artık bir kenara bırakmak gerekiyor. Barışçı söylemi bir kenara bırakmak gerekiyor deyince içinizden bazıları hemen zıplıyor. Allahtan pek fazla yoktur, muhtemelen Sünni akademisyenler hemen zıplıyor, “Vay savaşa mı çağırıyorsun?” Evet, savaşa çağırıyorum. Buyurun, madem öyle savaşa çağırıyorum. Bu savaşın ne anlama geldiğini biraz sonra söyleyeceğim. (…) Biz neyi bilmiyoruz, Aleviler olarak? Açık: Siyaseti bilmiyoruz. Kesinlikle siyasetin ne olduğunu bilmiyoruz; siyasetin nereden nereye doğru ilerlediğini, nasıl değiştiğini bilmiyoruz. Hepimiz ağzımızı açıyoruz ve bir siyaset bilimci olarak beni utandıran şu sözle başlıyoruz: “Biz uzlaşmadan, barıştan yanayız.” Siyaset bilimi, siyasetin hem uzlaşma, hem çatışma sanatı olduğunu söyler açıkça ve bu iki eğilim, iki ayrı toplulukta tezahür eder. Siyaseti bir uzlaşma sanatı olarak gören, bir toplumun hâkim kesimleridir. Siyaseti sürekli barış çağrısı olarak okuyan hâkim kesimleridir, çünkü onların kaybedecek şeyleri var. Çünkü onlar kendi çıkarlarını zaten topluluğun tümünün çıkarlarıymış gibi göstermeye çalışırlar. Oysa ezilen kesimler –ki burada ayrımcılığa uğrayan kesimler olarak Aleviler– için siyaset, asla ve kat’a uzlaşma sanatı değildir, çatışma sanatıdır. Dolayısıyla, “Aman da aman Sıhhiye’de bir tek kişinin burnu kanamadı; aman da aman Kadıköy’de bir tek kaldırım taşı yerinden sökülmedi” diye övünecek bir şey yok. Sökülmeliydi! Polisle çatışın demiyorum. Sökülmemesi demek, sizin gerçekte hâlâ size çizilen sınırların içinde hapsolduğunuzu gösteriyor. “Bu sınırları geçmeyeceğiz” mesajını verdiğinizi gösteriyor. Sökülsün derken, sökülmeliydi derken gidin polisle çatışın demiyorum, ama sökülmeliydi. Sökülmediği sürece, siz bu sınırlara mahkûmsunuz ve iktidarı müzakereye çağırıyorsunuz. İktidar da sizi müzakereye çağırıyor. Peki, gittiniz müzakere mi ettiniz? Hayır! İktidar size deklare etti, siz dinlediniz. Siz onlara sözüm ona deklare ettiğinizi iddia ettiniz internet sitelerinden bir de. Ama hayır! Ortada müzakere yok ki? Ne müzakeresi? O halde siyaseti ilk elde sizden farklı olanla, sizin üstünüzde hâkim olanla çatışma sanatı olarak yeniden formüle etmek; kendi içinizdeyse uzlaşma sanatı olarak formüle etmek zorundasınız. Ve bunun için Hacı Bektaş’a ihtiyacınız var. Portre olarak da ihtiyacınız var, postnişinlik olarak da ihtiyacınız var, mekân olarak da ihtiyacınız var, ama mahkûmiyetiniz yok. Hacıbektaş, Alevilerin önemli bir kült merkezidir, ama Dersim de bir başka kült merkezidir, hatırlatırım. Mahkûmiyetiniz yok. Mademki seçeneklerimiz var, bu fırsatı, benzeri fırsatları iyi kullanmak zorundasınız. Siyaset bir kere çatışma sanatı olarak kavrandığı anda, Alevi örgütlerinin ağzından şu tip sözcükler düşecek örneğin: “Hükümet samimi değil.” Size ne? Samimi olsa size ne, olamasa size ne? Samimiyet üzerinden siyaset yapılmaz. Mevzilerin ele geçirilmesi ya da kaybedilmesi üzerinden siyaset yapılır. 19


SACAYAK

Sayı 9

Bakın, din derslerine karşı dava açtınız. Bir mevzii kazandınız. Peşini getiremediniz, hukuki olarak da getiremediniz. Din dersinin neyine karşı kazandınız siz davayı? İçeriğine karşı! Dedi ki İnsan Hakları Mahkemesi, “Bu müfredatla bu din dersini veremezsiniz, aykırıdır.” Nimet Çubukçu da söylüyor bunu, Sayın Ertuğrul Günay da söylüyor, açıkça kabul ettiler. Üç gün sonra bunu değiştirecekler. Bu kez ne söyleyeceksiniz? Mevziinizi kaptırmış oluyorsunuz. Ben size söyleyeyim –Hükümet de duymuş olur hem– bundan sonra Alevilerin hangi adımı atabileceğini. Açılacak dava belli: Bizzat din hocalarına karşı dava açacaksınız. Bir din dersi, ilahiyat mezunu din hocaları tarafından verilemez. Bunu verecek olan bir tarihçilerdir, iki felsefeciler. Davayı buna karşı da açmalıydınız. Açtınız mı? Hayır! Bu davaları kitleselleştirdiniz mi? Hayır! Hiçbir şey yapmadınız, hiçbir şey! Dolayısıyla, dinci, muhafazakâr, liberal basının sizin mitinginizi üç satırla görmesini, kusura bakmayın, ama hak ediyorsunuz. “Siyasal özne olarak Aleviler yoktur” dediklerinde buna sesinizi çıkarmıyorsanız, o üç satıra mahkûmsunuz demektir; bu söylemi sürdürdüğünüz sürece. (...)  Selahattin Özel’in Konuşmasından

B

AKAN, “İncinsen de incitme”den başladı, bizi bize anlatmaya çalıştı. Bu tür yerlerde sıkıntı şudur: Devleti erkân olarak temsil ettiği için Bakan en son konuşuyor; konuşup, çekip gidiyor. Keşke burada dinleyebilseydi... Bu kadar konuşmacı arkadaşların konuştuklarından, ümit ederim ki, feyz alırdı, bir şeyler öğrenirdi. Ama o olanaktan şu an yoksun. (…) Geçmişte baktığınızda bu dergâhı yıkmak için neler yapılmadı? Biraz önce anlatıldı, Kalender Çelebi, Sersem Ali Baba anlatıldı. Nice sahte icazetlerle memlekete dedeler sürüldü, babalar sürüldü bu Aleviliği yıkabilmek, bozabilmek için. (…) Eksik gördüğümüz, yanlış gördüğümüz şu: Devlet bizatihi dine taraf. Dinin bir mezhebine de taraf. Devletin dini yok gibi düşünüyoruz, bu devletin dini var. Biz, vatandaşın dini olur, devletlerin dini olmaz diyoruz. Ama öyle değil, bu devletin resmen dini var, belli. Zorunlu din dersleriyle pekiştirmiş. Laiklikten dem vuruyoruz, demokrasiden dem vuruyoruz, inanç özgürlüklerinden dem vuruyoruz… Taleplerimiz ortada. 

20

Gittiniz, müzakere mi ettiniz? Hayır! İktidar size deklare etti, siz dinlediniz. Siz, onlara, sözüm ona, deklare ettiğinizi iddia ettiniz internet sitelerinden bir de. Ama hayır! Ortada müzakere yok ki? Ne müzakeresi?


Aralık 2009

SACAYAK

İkinci Oturum Konuşmalarından Bölümler Ali Balkız, Alevi Bektaşi Federasyonu Genel Başkanı

M

ODERN ÇAĞDA BİZ kent koşullarında örgütlenmenin erdemlerini keşfettik. Köy koşullarında geleneksel AleviBektaşi inanç örgütlenmesinin yerini kentlerde modern örgütler aldı, dernekler, vakıflar, federasyonlar, konfederasyonlar. Bu kuşkusuz ki, geleneksel inanca dayalı dergâh, pir, mürşit, dede, talip, musahip ilişkisinin bir alternatifi değildir, ancak kentteki destekleyicisi ve modern çağda versiyonudur.(…) Alevi örgütlenmesinin birleşmesi bütünleşmesi bütün Alevilerin düşü ve hülyası oldu dedim. Bunu başaramadık. Bunu başaramayışımızın kimi nedenleri var. Bunlardan birincisi bir kez devlet bizim birleşmemizi, buluşmamızı istemiyor. (...) İkinci neden, bize dayatılan Alevilik tanımı, Aleviliğin ne olduğu öncelikle bir tanımlayalım hele şuradan, bu tanımdan başlayalım, o tanım çerçevesinde buluşabilirler, buluşsunlar anlayışı da bizim sonuçta bir araya gelmemizi engelleyen önemli ikinci neden olarak sayılabilir. (...) Aleviliğin tanımını bence bir Alevi örgütü yapmamalı. Bu onun işi değil. Onu iş edinmeye kalkıştığı zaman ki, bir Alevi örgütü demek, örgütlenmesi demek en geniş kitleye hitap edebilecek, en geniş kitleyi belli ve bilinen ilkeler ve projeler ve tüzük ve program etrafında birleştirmeyi amaçlamış olan bir yapı demektir. Bu yapıya amaçladığı bu şeye ulaşmasının önünde kendi eliyle bir engel çıkartmamalı. (…) Ama Alevileri birleştirmek mümkün; Alevilerin nasıl birleşebileceğini sokak gösterdi. Hem 9 Kasım Sıhhiye’de, hem 8 Kasım Kadıköy’de Alevilerin nasıl birleşebileceğini gerçekten sokak gösterdi. (…) Ayhan arkadaşımız bir akademisyen sorumsuzluğu ya da akademisyen özgürlüğü ile Kadıköy Mitingi’nde (...) “orada kaldırım taşları sökülmeliydi” dedi. (...) Aleviler cesur olmak, yiğit olmak, inançlı ve kararlı olmak zorunda. Pasifizme, korkaklığa asla ve asla yer yok. Ama Donkişot’luğa da yer yok. Siyaset, evet mücadeledir, siyaset bir dildir, siyaset elbette müzakeredir, siyaset elbette kazankazandır sözcüğünde ifadesini bulan bir olgu ve olaydır. (...) O anlamda Kadıköy’de kaldırım taşları yerinden sökülmüştür. (...)  21


SACAYAK

Sayı 9

Tekin Özdil Alevi Kültür Dernekleri Genel Başkanı ELİNEN NOKTA itibariyle Çalıştay kötü başladı, bir başlangıç olarak iyiydi. Devlet tarafından Alevilerin sorununu görüyorum denilmesi bile bir başlangıçtır. Ama bunun zaman içerisinde ipe un sermek olduğunu, sorunu zamana yaymak olduğunu, çözmekten ziyade toplumsal muhalefetin gazını almak olduğunu görmeye başladık. (…) Alevilerin devletle ilişkilenmede fazla hevesli olması Aleviliğin bitmesi anlamına gelir. Haklarımızı talep etmek, kamusal tanınmışlık, bunun sınırını iyi çizmemiz gerekiyor. (…) Devletle ilişkide fazla hevesli olmak bir süre sonra devletin inancı, devletin payandası, devletin yönettiği bir Alevilik anlamına gelir ki, bunu birebir bu sene bir şehirde yaptığımız bir Alevi etkinliğinde bir kaymakam çok açık söyledi. Çok zeki ve bir Fethullahçı kaymakam, yerini söylemeyim. Aynen bu şekilde sıkı bir tartışma yapıyoruz. Şunu söyledi, dedi ki, “Hiç merak etme, siz istediğiniz kadar karşı çıkın, biz dedelerinize maaş vermeyi de becereceğiz, sizin örgütlerinizin de bir şekilde devletle ilişkilenmelerini parayla olur başka şekilde olur başaracağız”. (...) 

G

Ercan Geçmez Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı G. Bşk.

İ

Kİ GÜN ÖNCE TBMM’nin çatısı altında Alevilerin çoğunluğunun oyunu alan bir partinin temsilcisinin, Dersim’de halkımızın katledilmesini, bugün başka bir halkın katledilmesine örnek gösterilmesini şiddetle kınıyorum. (…) Nasıl bugün Dersim’le ilgili o sözü söyleyenler lanetliyse, 1980’de Tunceli’de, Sivas’ta, Erzincan’da Alevi çocuklarına ve bu ülkenin diğerlerine, ötekilerine işkence edenlerle birlikte hareket eden Alevi pirlerine de lanet okumak lazım. Cuntanın kurmuş olduğu partide kurucu olup bugün Alevilere önderlik tasarlayan ve üstelik dede olduğunu söyleyenleri Onur Öymen gibi kuma gömmek lazım. (…) 1982 Anayasası orada dururken kimse bana demokrasi havarisi kesilmesin. 1982 Anayasasında değişiklik istemeyen bir zihniyetin peşinde koşan Alevilerin, “Türkiye laiktir, laik kalacak” söylemleri dürüst ve edepli bir davranış değildir. Türkiye hiçbir zaman laik olmadı. Sürekli Atatürk üzerinden siyaset yaparak, Atatürk ile Alevileri ve Hacı Bektaş’ı karşı karşıya getirerek, bizim ulularımızı devletin kurucusuyla yan yana getirerek, bizi aramızda kavga etmeye zorlayanlar (...) asla samimi değillerdir. Asla Alevilerin dostları ve taraftarları değillerdir, asla. Onlar pirlerine inanmamışlardır. Ve asla bu devleti oluşturan halkları, onu oluşturan çok kültürlülüğü, çok çeşitliliği kavramış insanlar değillerdir. (…) Bedel ödenmeden hiçbir şey elde edilmez. Ayhan Hoca, “kavga etmeliyiz” derken bu anlamda söylemişti, kendisini anlıyorum. Evet, kavga etmeliyiz değerli arkadaşlar, savaş etmeliyiz. Neyin savaşını etmeliyiz biliyor musunuz? Server Tanilli’nin çok güzel bir lafı vardır: Barış için savaş etmeliyiz. (…) 22


Aralık 2009

SACAYAK

Bu ülkede Alevi örgütleri, ezilmişlerle ve ötekilerle bir araya gelmeyi becermezse; Kürtlerin görmüş olduğu işkenceden, zulümden söz edemezlerse, kendi yollarına inanan insanlar değillerdir. Hünkâr’ın söylediği, “72 milleti bir görmeyen benden değildir” sözüne inanmıyorlardır. (...)  Murtaza Demir 2 Temmuz Pir Sultan Abdal Kültür Vakfı Bşk.

8

KASIM Mitingi’ni düzenleyen ve emeği geçen herkese huzurlarınızda öncelikle teşekkür ediyor, bu eylemin gerek barışçı yansıması, gerekse zamanlaması bakımından bütün sonuçlarını takdirle karşılıyoruz. Temenni edelim, arkadaşlarımızla bu başarının arkasında yirmi yıllık bir emek, meşakkat, kan ve gözyaşı bulunduğunu takdir etsinler. (…) Bu pozitif kazanımımızla birlikte hatalarımızın da görülmesi ve aksayan yanlarımızın onarımına devam edilmesi, takip edilmesi gerekmektedir. Örneğin kimi kurumlarımızı yöneten arkadaşlarımız, Alevi-Bektaşileri kucaklama gayreti içinde olması gerekirken daraldıkça daralmış, bölge ve köken tercihine göre kadrolaşmakta bir sakınca görmemiştir. Alevi-Bektaşilerin, Aleviliği Alevilik yapan kadim değerleri tartışmaya açılabilmiştir. Alevi inanç ritüelleri ve olmazsa olmaz konumundaki simgeleri, hiçbir teolojik bilgisi, birikimi ve konuya hâkimiyeti olmayan yöneticilerimiz tarafından kamuoyu önünde tartışılmış, “İslam’ın içi-dışı”, “Arabın Ali’si-bizim Ali” gibi gereksiz polemiklerle kurumlarımızın saygınlığı, üzerinde durduğu zemini, dayanakları ve sempatisi zarar görmüştür. (…) Alevi-Bektaşiler sürekli olarak Aleviler arasında birlik istemektedirler. Oysa ABF yöneticileri, Federasyonun temellerini atan Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı’na, Alevi Kültür Derneği’ne, Pir Sultan Abdal 2 Temmuz Kültür Vakfı’na küstür. Cem Vakfı’yla diyalog dahi yoktur. Avrupa Alevi-Bektaşi Konfederasyonu’yla mırın kırın konuşmaktadır. Hâsılı kendi dışında kalan tüm Alevi-Bektaşi kurumlarıyla küs ve dargındır, çok büyük bir bölümüyle. (…) Tek partiye tutsak olmaktan kurtulmak ve siyaset dünyasında istemlerimizin hayat bulması adına oy vermek ile özendirmenin ayrı şeyler olduğu bilinciyle hareket etmeli, diğer siyasi partileri cesaretlendirmeliyiz. Muhalefet olmaktan öte hiçbir hedefi olmayan, parti içi demokrasiyi katleden, kurumlarımıza kötü örnek olan, hiç değişmeyen ve günümüz değerlerinden oldukça geriye düşen, iktidar olmayı aklına bile getirmeyen, yıllar yılı oyumuzu heba eden, Kürt bölgelerine gidemeyen, bırakın oy almayı miting dahi yapamayan partiyi teşhir etmeliyiz. Bu yüzden bütün kitle partilerini muhatap almalı, ırkçı ve dinci partiler dışında kalan siyasi partileri programlarında demokratik inançsal istemlerimize yer vermeleri konusunda ikna etmeliyiz. Kurumlarımızın asli görevi politika yapmak değildir. Hele de siyasi parti kurmak ya da buna öncülük etmek hiç değildir. Kurumla23


SACAYAK

Sayı 9

rımız, devletin bütün olanaklarını elinde tutan bunca büyük gerici, ırkçı ve dinci ittifak karşısında kendinden menkul yapılarla avunamaz, yetinemez. O yapılarla iç içe olamaz, aynı metne imza atamaz. Bu yapılanmaların öznesi ve cesaretlendiricisi olamaz. Binde bir oy alan, oy oranlarıyla avunan siyasi yapılarla yetinemez. Kurumlarımızın Alevi kültür ve inancından uzaklaşarak marjinal ideolojilere öncelik veren çocuklarımızla ilgili sorumlulukları vardır. Çocuklarımızın, geçmişte olduğu gibi, siyaseten kullanılmalarına sessiz kalamayız. Bu gençlerimize sokağı değil, üniversiteyi, bilimi, işi ve aşı adres göstermeliyiz. İhtiyaç duyan çocuklarımıza, geçmişte olduğu gibi, burs temin etmeliyiz. Onları kazanmak için çaba göstermeli, ancak bünyemizi ve doğrultumuzu bozmalarına izin vermemeliyiz. (...) Somut teklifimiz şudur: Salt Diyanet İşleri Başkanlığı’nı hedef alan, onun mezhepçiliğini, gayrimeşruluğunu ve toplumsal zaaflarını deşifre eden, sadece ona münhasır bir kitlesel eylemi gündemimize almalı ve bunu mutlaka gerçekleştirmeliyiz. Son süreçte Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları, AB baskısı, 8 Kasım Mitingi ve benzeri kazanımlarımız nedeniyle Alevilerin iade-i itibar meselesinin yavaş yavaş Hükümetin keyfiyetinden çıktığının farkında olmalıyız. (...) 

Hacıbektaş Kurultayı Konuşmalarından Bölümler Hacı Bektaş Veli Dergâhı Postnişini Veliyettin Ulusoy’un Konuşması

D

ÜNKÜ olaylar tabii ki pek çoğumuzun hoşuna gitmedi, bu bir gerçek. Ancak ben bunu şöyle algılıyorum: Bu bir hizmet yarışı. Hizmet yarışında da ufak tefek kıskaçlıklar olur. Hacı Bektaş Veli, Hacıbektaş’a geldiğinde bildiğiniz gibi o zaman da küçük bir kıskançlık olayı olmuştu. Gelmesini istememişlerdi Rum Erenleri, ama sonunda kabul ettiler. Ben şuna benzetiyorum bugünkü günleri: Sel gibiyiz şimdi, dağdan iniyoruz ve biraz yıkıyoruz, biraz parçalıyoruz, ama ovaya indiğimizde durulacağız ve aklımızı başımıza alacağız. Dün ikinci oturumda benim panel konum örgütlenmeyle ilgiliydi. Yönetici olduğum için kısa da olsa biraz anlatmaya çalıştım, ama burada biraz daha detaya gireceğim. Hacı Bektaş Veli’den 16. asra kadar, yani 1550’lere kadar hiçbir problem yok Alevi-Bektaşi sisteminde. Nasıl o sistem? Ocaklar var, ocakların talipleri var. Talipler ocaklara bağlı, ocaklar Hacı Bektaş Veli Dergâhı’na bağlı ve bunların buraya gelip gitmeleri de sınırlanmış belli zamanlar içerisinde. 1, 3, 5, 7 ve en son 12 yılda Dergâha gelip orda ikrar verip icazet alacaklar. Bu sistem 1550’lere kadar devam etmiş. Yani Hacı Bektaş Dergâhı dede ocakları üzerinde bir kontrol sistemi var. Hacı Bektaş Dergâhı dedeleri atıyor, dedeleri azlediyor, onları kontrol ediyor böyle bir işlevi var. 24

Oturumu yöneten Özcivan, Veliyettin Ulusoy’u “Hacı Bektaş Veli’nin yol evlatlarından” diye takdim etti. Ulusoy, da konuşmasına, “Hemen Başkanımı düzelteyim: Hem yol, hem bel evlatlarından.” diye belirterek başladı.


Aralık 2009

SACAYAK

Peki, 16. asırda ne olmuş? 16. asırda Kalender Çelebi İsyanı’nı görüyoruz. Kalender Çelebi İsyanı, Osmanlı tarihindeki en büyük köylü ayaklanmasıdır. Bugün Türkiye haritası üzerinde Tokat’tan Adana’ya bir çizgi çekin bu çizgi üzerinde büyük bir ayaklanma var. Yalnız bu ayaklanma dini bir ayaklanma değil dostlar, ekonomik bir ayaklanma. O zaman tımar sistemi, tüm topraklar padişaha ait, o topraklar kiraya veriliyor. Osmanlı hazinesi boş, hazinenin tekrar yazılmasıyla ilgili yeni bir yasa çıkmış –hatta Kanuni’nin ismi buradan geliyor– Ama toprağın tekrar yazılımıyla ilgili bu yasada çok büyük rüşvetler de dönüyor. Fuzuli’nin meşhur tarihe geçmiş Şikâyetname’si de bu döneme rastlar. Bağdat’tan mektup yazıyor İstanbul’a, bir resmi dairede işi varmış: “Selam verdim rüşvet değildir diye almadılar.” İşte böyle bir dönemde artık halk isyan etmekten başka çare bulamıyor ve Sünni kökenli olan sipahiler de yine Kalender Çelebi’nin etrafında toplanıyor. Başlangıçta çok büyük başarılar elde ediyorlar, Osmanlının en güçlü dönemi bu. Fakat sonuçta Sadrazam olan İbrahim Paşa, isyanın nedenlerini araştırıyor ve Kalender Çelebi’nin etrafındaki sipahilere topraklarının tekrar iade edileceği ve buna benzer bir takım rüşvet ve vaatlerde bulunuyor. Sonra bir gecede, bugünkü Nurhak’ın Başsaz Yaylası’nda Kalender Çelebi’nin etrafı boşalıyor. Sadece sadık dostları, aynı Kerbelâ gibi, etrafında kalıyor. Ve kafası kopartılıp İstanbul’a gönderiliyor. Bu ne tesadüftür ki, bu olaydan çok kısa bir süre sonra Hacıbektaş’a bir “postnişin”(!) atanıyor, Sersem Ali Paşa. Ve doğumundan 250 sene sonra Hacı Bektaş Veli hadım ediliyor –çok affedin beni bu kelimeyi kullandığıma, bacılar özellikle– hadım ediliyor; ve bu silahla biz vuruluyoruz ve parçalanıyoruz. Kalender Çelebi İsyanı’ndan sonra bizim bir kırılma noktamız bu, parçalanma noktamız. Düşünün, iki parçaya bölünüyoruz: Birisi Babagan Kolu, birisi de mevcut olan kol. Onların iddiası, Hacı Bektaş Veli mücerret, evlenmemiş. Ama makamları saydığımızda beşinci makam zannediyorum evlenin diyor. Bunu tartışmayacağım, şunu söylemek istiyorum sadece, ikiye bölünüyoruz. Yani Osmanlı bizi ikiye parçalıyor: Babagan Kolu ve normal kol. Ama büyük bir baskı da var. Bu baskının başlangıcı ne zaman? Bu baskının başlangıcı da Yavuz’un Mısır Seferi’nden, bugünkü El Ezher Üniversitesinden getirdiği binin üzerindeki müderrisin Emevi İslam görüşünü Osmanlıya aşılaması. O görüşler Kanuni döneminde artık Şeyhülislam fetvası olarak bize yansıyor ve köylerimiz, hepinizin bildiği gibi dağ başı, dere içinde, çünkü ölümle tehdit ediliyoruz. Burada ikinci bir olay daha var. Tehditler sonucu oluşan bu durum, buraya bağlı olan bazı uzak ocakların da işine geliyor biraz. Kendi ocaklarını öne çıkarmak için onlar da burayla kopuyor. Hem ekonomik açıdan hem demin anlattığım Hacı Bektaş Dergâhı’nın teftiş niteliğini kaldırmak için onlar da kopuyorlar. Üçe bölündük 25


SACAYAK

Sayı 9

bakın: Çelebi Kolu, Dedegan Kolu (ki ikisi aynı) ve Babagan Kolu. Kendi silahımızla bizi vuruyorlar. Bugün de öyle. Bugün de kendi silahımızla vuruluyoruz ve tarihimizdeki belki de en tehlikeli dönemden geçiyoruz. Bu konuya burada nokta koyduktan sonra size iki noktada cevap vereceğim. Ne yazık ki bu söylemek istediğim, keşke çok daha fazla olsa bu sayı, bir Almanya’da bir de Türkiye’de iki tane dedelik görevi yapan bacımız var, analarımız var. Size bunu özellikle söylemek istiyorum, ama ne yazık ki az; keşke yarı yarıya olsa. Ama erkekler kabul etmiyor. Halen mücadelesini yapıyoruz bunun. Bir olay daha anlatmak istiyorum. Bu çok yakın bir olay. Aramızda hep konuşuruz hani, Atatürk Bektaşi miydi, Alevi miydi, nasıl bir insandı? Atatürk bunların üstünde birisi, onu tartışacak değilim ben. Ama bir olayı anlatayım, babamın başına gelen bir olay. Ellili yıllarda babam İstanbul’dan trenle Ankara’ya gelecek. Bir de bakıyor ki, Hukuk Fakültesi’nden hocası Yusuf Kemal Tengirşenk de aynı kompartımana giriyor. Babamı bizim Aleviler yolcu ediyorlar beş on kişi. “Şimdi”, diyor babam, “elini öpsem hocamın, ‘Bak elini öptü” diyecekler diye öpmedim” diyor. Tren hareket ettikten sonra gittim elini öptüm. Kimsin diye sordu bana. Evvela isterseniz Yusuf Kemal Tengirşenk kim onu bir açıklayalım. Yusuf Kemal Tengirşenk, Atatürk’ün ikinci Dışişleri Bakanı. Birincisi Bekir Sami, Çerkezdi kendisi, Rusya’ya gittiğinde orada birtakım art niyetli işler yapmak istedi. Azletti onu Atatürk. Onun peşinden Yusuf Kemal Tengirşenk’i Dışişleri Bakanı yaptı. Bu zat profesördür ve İstanbul Üniversitesi’nin de hocalarındandır. Aynı zamanda son Osmanlı Meclisi’nin de milletvekillerindendir. İşte, “Kimsin?” diye soruyor babama. Babam da diyor ki, “Öğrencinizim hocam.” “Nerelisin?” “Hacıbektaşlıyım.” “Cemaletttin Çelebi’yi tanır mısın?” “Amcam olur” diyor. “O zaman siz Veliyettin Çelebi’nin oğlusunuz.” Yani aileyi de yakından tanıyan birisi. İşte yolda muhabbet ederken şöyle bir konuşma geçiyor. “Atatürk’ün” diyor, “ömrü vefa etmedi” eski Dışişleri Bakanı olan zat. “Yoksa” diyor, “dinde de bir reform yapacaktı. Sizin bir inanış şekliniz var ya o şekilde bir reform yapacaktı.” Bir konuya daha değineyim çok kısa. İkinci kırılma noktası da 1826’dadır. 1826’da Yeniçeriler kaldırılınca II. Mahmut, tüm AleviBektaşi dergâhlarına bir katliama girişti. Hacı Bektaş Dergâhı’na o zaman postnişin olan Hamdullah Çelebi de idamla yargılandı. Dün aynı konu oldu. Yeniçeriler Bektaşi idi, ama Hacı Bektaş Dergâhı’nın Yeniçeriler üzerinde bir yaptırımı, bir gücü kesinlikle yoktu. Bu, sadece usul, bir formaliteden öte değildi. Buna rağmen Hamdullah Çelebi idamla yargılandı, fakat Padişah Anadolu ayağa kalkacak diye korktuğu için özel ulakla haber gönderdi ve Amasya’ya sürgün edildi. Onun mahkeme tutanakları bulundu ve kitap haline dönüştü. Hamdullah Çelebi’nin orada boyun eğmeden bugünkü sorunlara da 26

Alevi-Bektaşi yolunda en önemli şey tam teslim olmaktır. Yani bir rehberin önünde ikrar vereceksiniz ve teslim olacaksınız. Eğer Hacı Bektaş Veli düşüncesini, Alevi-Bektaşi yolunu içinize sindirirseniz hiçbir kavganız olmaz, hep dostça kalırsınız.


Aralık 2009

SACAYAK

cevap verdiği o kitap çıktı. Hamdullah Çelebi Savunması şeklinde, sağ olsun Yunus Koçak, onu derledi ve kitap haline getirdi. Bunu da belirteyim. Bir de Alevi-Bektaşi yolunda en önemli şey tam teslim olmaktır. Yani bir rehberin önünde ikrar vereceksiniz ve teslim olacaksınız. Eğer Hacı Bektaş Veli düşüncesini, Alevi-Bektaşi yolunu içinize sindirirseniz hiçbir kavganız olmaz, hep dostça kalırsınız. Gönül isterdi ki, tek bir kuruluşumuz olsun, öbürleri onun şubesi olsun, ama bir gün o da olacak şüphesiz. Hepinize teşekkür ediyorum dinlediğiniz için, sağ olun.  Emel Sungur 2 Temmuz Pir Sultan Abdal Kültür Vakfı

N

E YAZIK Ki, Hünkâr Hacı Bektaş Veli’den sonraki süreçte Kadıncık Ana süreci unutulmuş gibi. Ne yazık ki, Alevi örgütlerinde de muhafazakârlaşma devam ediyor ve hızla kadın sayısının azaldığını görüyorum. Bunu ısrarla söylüyorum ve söylemeye devam edeceğim. On beş yıldır demokratik Alevi örgütlenmesi sürecinde çok örgütümüze kadın başkanın olduğunu çok iyi hatırlıyorum ve Sayın Başkanımın [Mustafa Özcivan-Sacayak] Belediye Başkanı olduğu süreçte Alevi örgütleri adına ilk konuşmayı da aramızdan seçilen bir kadın arkadaşın yaptığını hatırlatıyorum. Ne yazık ki erkek egemen toplumu Alevi kurumlarının içine de işlemiş vaziyette. O nedenle bütün erkek yöneticileri buradan eleştirilerimi altını kalın çizgilerle çizerek yolluyorum hepinize. Bu süreç unutulmamalıdır. (…) Sempozyuma sürekli katılan arkadaşlar, yurt dışından gelenler, İran’dan gelen arkadaşlardan Anadolu Aleviliğinin dışında bir Şiilik esiyor bana, yüzüme çarpıyor. Sizleri uyarmak için söylüyorum, bu rahatsızlığımı paylaşmak istiyorum. (…)  Kemal Çelik HBVAKV Körfez Şube Başkanı

H

ÜNKÂR Hacı Bektaş Veli’nin huzurunda kesinlikle insanların gönlünü alarak, riya konuşmayı hiç sevmiyorum, sevmem de. Alevi-Bektaşi kuruluşlarının genel başkanlarının birbirlerine dargın, kırgın, küskün imajını dün bize kanıtlamalarına çok üzüldüm. (…) Yunus diyor ki, “Adımız miskindir bizim, düşmanımız kindir bizim.” Bizim birbirimize kin güderek, kırgın, dargın olarak yaşamamızı sevmiyorum. (…) Hünkâr Hacı Bektaş Veli’nin huzurunda diyorum ki, hala haldaş edelim, yolu yoldaş edelim. Ulu Hünkâr aslanla ceylanı nasıl bir kucakta barındırıyorsa, biz bütün örgütler kardeş gibi bir arada barınalım diyorum. (…)  Nurettin Aksoy Çorum Alevi Kültür Merkezi Derneği Başkanı ABANIN ufkunu açmak gerekiyor. Ufku açılan tabanda canlarımızın da merkezde birliği görmesi gerekiyor. Nasıl olursa ol-

T

27


SACAYAK

Sayı 9

sun, neye mal olursa olsun, kime görev düşerse düşsün, herkes üstüne düşen görevi yapması gerekiyor. Her sene dernek yöneticilerimiz, başkanlarımız, dedelerimiz gelip burada dâr’a durmalı. Görevlerini, sorumluluklarını yerine getir meleri açısından canlarımız yargılanmalı. Bundan da çekinmemeli. Ama yargılanırken, dâr’a dururken özünü meydana vermeli, turab olmalı canlar. (…) Çorum’da Alevilerin asimile olması için dedeler ve bazı dernek başkanları buna önayak oluyor. (…) Cami yapılarak Alevilerin asimile edilmesinde de bizler yalnız kalıyoruz, sorunu kendi içimizdeki canlarımıza anlatamadığımız için enerjimiz tükeniyor. Kendi içimizde hala Sünniliği tartışıyoruz. Derneğimize gelen dedeler, canlar namazın, orucun, caminin olup olmadığını, yani Sünniliği tartışıyor. Biz istiyoruz ki kendi inancımızı tartışalım ve kendi inancımız doğrultusunda bir şeyler yapalım. (…)  İlbey Keskin Hacıbektaşlı Bir Can

S

IRADAN bir yurttaşım ben, yani en aşağıda bir işçiyim. Alevilik diyoruz, Alevi olduğumuzu söylüyoruz, ama Alevilikle ilişkilerimiz yok. Dede diyoruz, dedelik örgütlenmesi diyoruz, ama dedelik tanımını biliyoruz. Bizi aydınlatacak, bizi çağın gerekleriyle bütünleştirecek, içinde bulunduğumuz sorunların, kendi içimizdeki sorunların çözümünü öğretecek ya da gösterecek bir dedelik hiyerarşisinin oluşmadığını görüyoruz. Bu geç kalmışlığı daha ne kadar uzatacağız? Neden iç çelişkilerimizi kendi içimizde tartışmak yerine kamuoyu önünde tartışmayı yeğliyoruz? Bunları ne zaman aşacağız? (…) Federasyonumuz var, derneklerimiz var, kendi aralarında birlik oluşturamıyorlar, çelişkilerini ortadan kaldıracak bir yapılanmaya gitmiyorlar. Bu belki özneldir kişiler arasındadır, ama bunun bizlere yansıması ya da en alttaki insanlara yansıması biraz sıkıntılı. (…) Dedelik hiyerarşisini yürütecek, Hacıbektaş Serçeşme’dir. Serçeşme’deki bu asli görevi, yani Aleviliğin bütün dedelerinin ya da babalarının buradan icazet alıp talip üzerine gitmesi ya da buradan aldığı bilgiyi toplumuyla paylaşması için yeniden hiyerarşik yönetimin kurulması gerek. Buna göre örgütlenirse, ilerdeki kendi iç sorunlarımızı yavaş yavaş aşarız. 

28

Bizi aydınlatacak, bizi çağın gerekleriyle bütünleştirecek, içinde bulunduğumuz sorunların, kendi içimizdeki sorunların çözümünü öğretecek ya da gösterecek bir dedelik hiyerarşisinin oluşmadığını görüyoruz. Bu geç kalmışlığı daha ne kadar uzatacağız?


SACAYAK

Aralık 2009

Hamdullah Erbil’den Güler Zere’ye

Zindancı Kafada Bir Değişiklik Yok Haşim Kutlu

K

Güler Zere ile Nurettin Ateş, Şirin Aydın ve Fehmi Akar Cumhurbaşkanı tarafından affedildi. Ama 39 ağır hasta hükümlü hâlâ cezaevlerinde ve hastanelerde süründürülüyor. Onlara yapılanları biz affedecek miyiz?

ALBİMLE ilgili yaşadığım teklemeler, öyle sanıyorum ki hafızam üzerinde de tahribatlara yol açtı. Anlık hafıza kayıpları yaşadığım gibi geçmişe dair hafızamdaki kayıtlara ulaşmam da bir hayli zorlaştı. Oysa, küçüklüğümün bile anılarını ayrıntılarına kadar anımsayacak ölçüde güçlü bir hafızaya sahiptim. Bir konuya girmek istiyorum, gündeme geldiğinden beri hep etrafında dönüp duruyorum. Kaygıyla ve acıyla elim bir türlü kaleme varmıyor. Kansere yakalanmış müebbetlik Güler Zere, günlerdir kamuoyunun önünde. Nice Güler Zereler gördüm. Zere anılarımı tazeledi. Anıları adlandırmakta hafızam bana ihanet etmiş durumda. Zere için koşturanlarla paylaşmak istediklerim var ve elim bir türlü kaleme varmıyor. Nasıl varsın ki, hikâye hep aynı, sanki her şey yerinde sayıyor, kendini tekrarlıyor hep!.. Kendimle ilgili bu küçük ayrıntı bilgiyi sunduktan sonra, nihayet Zere ile bağlantılı anlatacaklarıma girmek istiyorum. Yıl 1988 ya da 1989’du. Gaziantep F-tipi Cezaevi’ndeydik. Hamdullah Erbil, Halkın Devrimci Öncüleri hareketinden hüküm giymiş bir siyasi tutsaktı. Aynı yörenin insanlarıydık. Hamdullah Erbil Afşin’in Kötüre köyünde nüfusa kayıtlıydı, bense, ayda yılda bir kez uğramış olsam da hatta orda hiç yaşamamış olsam da Ağcaşar köyünden nüfusa kayıtlıydım. Hem akraba köylerden oluşumuzdan hem de karşılıklı evlilikler bağlamında akraba oluşumuzdan, hiç görüşmüş olmasak da gıyaben tanışmaktaydık. Hem Yol piri hem de Yol âşığı, Meluli Baba’nın torunuydu. Ben de aynı Meydan’dan Kurban Baba’nın oğluydum. Tanışıklığımıza bağlam olan bir başka nedendi bu. İkimizin bir ortak yanı daha vardı. İkimiz de mide hastasıydık ve ikimiz de sürekli perhiz yapıyorduk. Bende de onda da yara vardı. Ben aldırış etmiyordum, perhiz kurallarına da uymuyordum fazlaca. Ayrıca, marifetmiş gibi çok da sigara içiyordum. Çok titiz olmasına karşın, sık sık mide kanaması geçiriyor ve hastahaneye kaldırılıyordu Hamdullah. Gaziantep F-Tipi Cezaevinin D1-2 blokunda blok temsilcisi idim. Bir gün, sabah sayımından sonraydı yanılmıyorsam, başgardiyan bir pusula getirip verdi ve Hamdullah Erbil’den olduğunu belirtti. Gece kanama geçirmiş ve hastaneye kaldırmışlar. O ayrı blokta olduğu için haberimiz olmamıştı ve Hamdullah pusulayı hastane29


SACAYAK

Sayı 9

Hamdullah Erbil 1952 - 1993

den gönderiyordu. Hem bunu haber veriyor hem de giysi göndermemi istiyordu benden. Önce sıradan yaklaştım, “Dayanıksız” dedim kendi kendime söylenerek, “yine hastaneye gitmiş…” İki gün sonra yine bir pusula getirdiler Hamdullah’tan. Pusulada Hamdullah Erbil bu kez şu kaydı düşmüştü: “Abi, mide kanaması diye geldim, ama durum değişti galiba. Tahlil sonuçlarına göre kanım kuşkulu, beni Adana Tıp Fakültesine gönderiyorlar, hem takibedin hem de biraz para gönderin” diye yazmıştı. Pusula bir süre, gözlerim son cümleye takılı olarak elimde kalakaldı. Boğazım düğümlendi adeta, Hamdullah serüveninin encamını okuyuverdim sanki o son satırda. İstenileni, hemen yerine getirdim, bir de pusula yazıp gönderdim. Hamdullah Erbil’e kan kanseri teşhisi konmuştu. Ancak uygun ilik nakliyle tedavi olabilecek bir hastalıktı ve o günün koşullarında Türkiye’nin en gelişkin hastanesinde bile bu tedavi olanaklarının bulunmadığı bir dönemdi. Ama yok sayılanlara karşı anayasal düzenin bütün kurumları istisnasız militanca davranıyordu. Adana Tıp Fakültesi yapılanması da, “Tıp” titrine aldanmayın, militanca davranmaktan geri kalmadı. Altında beş Prof. Dr. imzasının bulunduğu raporla Hamdullah Erbil’in, “tedavisinin yapılabileceği bir cezaevine nakledilmesi”ne karar verdi. Güler Zere kardeşimin anımsattıklarıdır bunlar! Görülüyor… Aradan yıllar geçti, ama sözkonusu olan Türkiye ve gök kubbenin altında değişen bir şey yok! *** EZAEVİ yıllarında zamanımın önemli bir bölümünü cezainfaz sorunlarıyla ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ceza-infaz sistemiyle uğraşmakla geçirdim. Yıllara dayanan görmüş geçirmişlikle, şu anda açıklamak istemediğim, akla hayale sığmayacak uygulama örneklerine, onların kanıt ve belgelerine ulaştım. Kitaplaştırdığım kısımlar da oldu. Kimisi yayınlandı, kimisi de yayıncıların mahzenlerine tekrar hapsoldu. Bir gün özgürleşirler mi, nerden bileyim?.. Bildiğim o ki, Güler Zere’ler ne zaman özgürleşirlerse o çalışmalar da o zaman özgürleşirler!..

C

30

ODTÜ’de ‘68 hareketiyle tanıştı. 1973’te sıkıyönetim mahkemesinde yargılandı, bir yıl cezaevinde kaldı. 1977 sonu tutuklandı ve müebbet hapse mahkûm edildi. 1980 cuntasının baskı yıllarını Mamak Cezaevi’nde yaşadı. Lösemi hastalığına yakalandı. Geniş bir kampanya sonucu Haziran 1989 da geçici izinle bırakıldı. Tedavi sürerken Hamburg’da Melûli Divanı’nı yayına hazırladı. 16 Temmuz 93’te Hakk’a yürüdü.


SACAYAK

Aralık 2009

Demem o ki, Türkiye Cumhuriyeti’nde Anayasal keyfilik ve indilik, bir hukuk düzeni olarak başından beri varolagelmiştir. Özellikle bu Anayasal düzen içinde yaşayan, ancak “Yok Sayılanlar” için keyfiliğin ve indiliğin katmerlisi yaşanır; ama bilinmez! Cezaevleri, bu belirlemenin oldubitti aynası niteliğindedir, Koyunun olmadığı yerde keçiler Abdurrahman Çelebi bilinirmiş. Hep övgüler dizilegelen 1961 tarihli Anayasal düzen, defakto ve konjonktürel bir durumdu. Yok sayılanlar için temel gidiş değişmese de, defakto olarak “kişi hak ve hürriyetleri” başlığıyla ifade edilen konularda, kimi gevşemelere yol açmıştı. Gelişmenin bu yönüne bağlı olarak değiştirilen Türk Ceza Yasası ve yine aynı bağlamda 647 sayılı Cezaların İnfazı Hakkındaki Kanun’da, örneğin, konumuzla bağlantılı olarak, koruyucu bir madde vardı. Buna göre, hastane heyet raporuyla bir hükümlünün hastalığında yaşamsal bir tehlike tespit edilmişse cezasının infazı ertelenebilirdi. Ama bu hüküm ne adli hükümlülere ne de siyasi hükümlülere asla uygulanmamıştı. Uygulansın diye de konulmamıştı zaten. Çok daha ilgincini belirteyim: Ceza ve cezaların infazına ilişkin yasalarda böylesine bir maddenin varlığından, iki elin parmağı sayısında uygulamacı dışında ezici çoğunlukla ilgili bürokrasinin haberi dahi yoktu. Türkiye Cumhuriyeti’nin gelmiş geçmiş bütün tarihinde bu yasa maddesini ilk kez Hamdullah Erbil olayında uygulattık. İstanbul’dan “Yaşamsal Tehlike” kayıtlı rapor alan Hamdullah Erbil’in Gaziantep F-tipi Cezaevinde, cezasının infazı ertelendi ve tahliye oldu. Peki, nasıl başardık? Uzun bir hikaye. İzninizle bunun anlatımına girmeyeceğim, ama şu kadarını söyleyeyim: Bin bir türlü uğraş sonucu, o zaman tekmil cezaevlerinden destek geldiği gibi kamuoyundan, yeni kurulmuş İnsan Hakları Derneklerinden, kimi basın çevrelerinden gelen desteğe dayalı olarak, naçizane yürüttüğüm hukuk mücadelesi eşlik etmiş; dahası, o zaman Antep Başsavcısının da ikna edilmesi sonucu cesaretli davranışıyla Erbil tahliye edilmişti. Bu uygulama “emsal bir uygulama” olmadı. Aklımda kaldığı kadarıyla, “Kanlı Eskişehir Sürgünü” mağdurlarından bir arkadaşa daha uygulandı ve orda bitti. Zindancı geleneğin müthiş tezahürü olarak, arsız ve yüzsüce “Hayata Dönüş Operasyonu” adını verdikleri vahşet sonrasında, ölüm orucunun son nefesinde “bir avuç gökyüzü” misali tahliye edilenlere yönelik uygulama, “evinizde ölün” demiş olmanın ötesinde hiç bir anlam ifade etmez, konumuza örnek de teşkil etmez!

Meluli Divanı

***

B

UGÜNKÜ gazetelerde, bir yandan, nihayet “Güler Zere tahliye olacak” deniyordu diğer yandan ise sevgili Zere’nin abisiYayınları nin, “Tahliye yine bürokrasi engelinde, Elbistan Savcılığı tahliye etTel: 0212.526 60 28 miyor” açıklaması gazetelere düşüyordu.

Demos

31


SACAYAK

Sayı 9

Şurası bir gerçek, apoletli vesayet rejiminin dayandığı hukuk sisteminin keyfiliği ve indiliği, söz konusu vesayet zinciri kırılmadıkça, bu sistem devam ettikçe, hükmünü yürütmeğe devam eder. Mekânı nur olsun, anıları önümüzü aydınlatsın, sevgili Hamdullah Erbil örneğinde, sözünü ettiğim Gaziantep Başsavcısının gösterdiği basiret, sistemin istisnasıdır. Bu nedenle uygulama bir içtihat örneği olmamış, daha cezaevi kapısında bitmiştir. Savcılığın tahliye kararının, kan kanseri Hamdullah Erbil’in tedavisinin mümkün olabildiği yere gitmesine müsait çıkarılmış olmasına karşın, Hamdullah’a yurtdışına çıkış için vize verilmemiştir. Yurtdışında kimi resmi ya da sivil kuruluşlar, Erbil’in tedavisini üstlenmelerine karşın, bin bir türlü gerekçe üretilerek vize verilmemiş ve Erbil, yasal olmayan yoldan yurtdışına çıkarılmıştır, ama bu istisna uygulama örneği bile Erbil’i kurtarmaya yetmemiştir. Her şeyin yolunda gitmesi ve uygun ilik naklinin yapılabilmesi halinde dahi Erbil’in ömrü en fazla 5–10 yıl arasında uzatılabilirdi. Olmadı!… Erbil, 1993 yılında, sürgün koşullarında ömrünü tamamladı ve göçtü!.. Sevgili Zere’nin, apoletli keyfiliğin ve indiliğin kurbanı olarak ömrünü tüketmiş olmamasını diliyorum. Dahası, artık Zereler yaşanmasın ve Zere son incinen can olsun diyorum. 4 Kasım 2009, Dortmund

Maraş Katliamı Dosyası Yeniden Açılsın Özgür Demokratik Alevi Hareketi

T

ÜRKİYE topraklarında yaşayan farklı etnik ve inançsal kimlikler sürekli baskı ve katliam politikaları ile yüz yüze kalmıştır. Demokratik ülkelerde zenginlik olarak kabul edilen farklılıklar, bu coğrafyada ise tehlike olarak algılanmıştır. Cumhuriyetin kuruluş mantığı farklılıkların birlikte yaşaması felsefesini içermesine rağmen, sonuç farklılıklar açısından yine katliam olmuştur. Ermeni Tehciri’nden, Koçgiri, Dersim Katliamı’na, 6–7 Eylül olaylarından Şeyh Said’e ve Maraş Katliamı’na değin bu topraklarda yaşayan Ermenilerin, Rumların, Kürtlerin ve Alevilerin kaderleri aynı olmuştur. İnkâr ve imha anlayışının dayattığı tek dil, tek din, tek ırk anlayışı ile tekleştirilmeye çalışılan kimliklerin, Cumhuriyeti sahiplenmesini beklemek büyük bir vicdansızlıktır. Eğer gerçek bir kardeşlik ve demokrasiden, eşit-özgür birliktelikten bahsedileceksek gerçeklerle yüzleşme ve yeni bir vicdan hareketi geliştirmek elzemdir. Halklarımızın geleceği, bu yüzleşme sonucu sağlanacak kardeşleşme hareketindedir. Yüzleşmek; üstünü örtmekle, “unutun” demekle de olmaz. Yüzleşme, yaşanan katliamları açığa çıkarıp sorumlularını yargılamak, 32

Yaşadığımız katliamları unutmayacağız, unutturmayacağız. Belleksiz bir toplum olarak yaşamak yerine sorgulayan toplum olacağız. O nedenle de Maraş Katliamı dosyasının yeniden açılmasını istiyoruz.


Aralık 2009

SACAYAK gerekiyorsa özür dileme erdemliliğini göstermekle mümkündür. O yüzden de yaşadığımız katliamları unutmayacağız, unutturmayacağız. Belleksiz bir toplum olarak yaşamak yerine sorgulayan toplum olacağız. O nedenle de Maraş Katliamı dosyasının yeniden açılmasını istiyoruz.

Tarihler 19 Aralık 1978’yi gösterdiğinde bu topraklar Kürt Kızılbaş-Alevilerin yaşadığı yeni bir katliama tanıklık ediyordu. Sivil faşistlerle ve devletin derinlerinde planlanan katliam için düğmeye basılmış, bir kez daha kanımız bu topraklara dökülmek istenmişti. Önceden planlanarak Maraş’a dışarıdan piyangocu kimliği ile sokulan katliamcılar, sivil faşistler hepimizin tanıdığı katillerdir. Haluk Kırcıların, Bünyamin Adalıların ilk katliamı değildi, Maraş. Daha sonra da yaşanan katliamlarda hep bu isimleri ve arkadaşlarını gördük. Maraş’ta sağcı bir filmin gösterimi sırasında sinemanın bombalanması ile fitili yakılan olaylarda adım adım katliam hayata geçirilmiştir. Ökkeş Kenger’in bombayı atarak katliamı başlatmasının ardından 24 Aralık gününe kadar Maraş’ta Kürt Kızılbaş-Alevilere büyük bir vahşet yaşatılmıştır. Önceden işaretlenmiş evlere saldıran katliamcılar kadın, çocuk, yaşlı ayırmaksızın insanlığın sınırlarını zorlayan bir vahşetin failleri olmuşlardır. Ana karnındaki çocukların katledildiği, insanların diri diri yakıldığı bu katliamı unutmamız mümkün değildir. Maraş’ta yaşanan katliam sonucu 112 özge canımız hayatını kaybetmiş, binlercesi yaralanmıştır. Yakılan ve yağmalanan evlere baktığımızda bu saldırgan güruhun insanlıktan nasibini almadığı görülmüştür. Yaşanan bu vahşetin sonucunda göstermelik olarak yakalanan kişiler küçük cezalara çarptırılmış, ağır ceza verilenler ise çıkarılan afla serbest bırakılmıştır. Hatta katliamın baş sanığı olan Ökkeş Kenger ödüllendirilerek milletvekili yapılmıştır. Katliamın 32. yılına girerken Maraş’ı daha iyi anlayabiliyoruz. Devlet, Maraş Katliamı’nı diğer katliamlarda olduğu gibi seyretmiştir. Yıllarca halkımızın sırtından siyaset yapan CHP zihniyetinin halklarımıza yaşattığı acıların belgesi olan Ecevit’in arşivinden çıkan gizli bilgiler bize CHP’nin katliamlardaki rolünü göstermektedir. Karaoğlan denilerek halkımızın bağrına bastığı Ecevit, elinde bilgi ve belge olmasına rağmen gereğini yapmamıştır. Tıpkı Sivas, Gazi, Dersim Katliamlarında başta ya da iktidar ortağı olan CHP’nin hiç bir şey yapmadığı gibi. CHP halklarımızın katliamında başrol oyuncusudur. Sadece Meclis kürsüsünde Öymen’in iti33


SACAYAK

Sayı 9

raf ettiği Dersim Katliamı değil, Maraş, Çorum, Gazi, Sivas katliamlarının tümünde Ergenekon avukatlığı ile övünen bu partinin rolü vardır. Maraş Katliamı üzerinden 32 yıl geçse de zihniyet değişmiyor. Dün katliamı yapan zihniyet bugün AKP’de zuhur etmiş, AKP açılım adı altında baş katil Ökkeş Kenger’i Alevilerin sorunlarının çözüm toplantılarına(!) çağırmıştır. Bu anlayış bile Alevileri yeniden katletmek ve onlara hakaret etmek anlamına geliyor. Mesaj nettir; dün katlettik, bugün katillerinizden aman dileyin deniliyor; ama yanılıyorlar: Kürtleri, Kızılbaş-Alevileri katilleri ile terbiye etme devri geçmiştir. Tekçi zihniyet bugün de mantığını değiştirmiyor. Bir yandan katilleri ve işbirlikçileri ile Kızılbaş-Alevileri terbiye etmeye çalışan zihniyet, öte taraftan Kürt halkının özgürlük mücadelesini boğmaya çalışıyor. Tamamen haklı ve meşru olan Kürt halkının legal demokratik siyasal iradesi olan DTP kapatılıyor, meydanlarda tepkisini ortaya koyan Kürt gençleri kurşunlanarak katlediliyor. Kürt halkının özgürlük çığlığı boğulmak istenerek halklarımıza tekrar imha ve inkâr dayatılmak isteniyor. Bu anlamda susturulmak ve boğulmak istenen yalnız Kürt halkının özgürlük çığlığı değil, bu coğrafyada yaşayan halkların geleceğidir. Diyarbakır’da Ceylan’ı katleden, Aydın Erdem’i vuran zihniyet, Ankara’da emeğinin hakkını savunan tekel işçilerini coplayan zihniyettir. Kürt’e, Kızılbaş Alevi’ye, emekçiye, Ermeni’ye, öğrenciye düşman olan tek tipçi anlayış ile köle insanlar yaratmak istiyor. Yaşananlar gösteriyor ki özgür ve eşit bir gelecek ancak halk düşmanı bu zihniyete karşı ortak mücadele ile mümkündür. Halklarımızın ortak, birleşik yürüteceği özgürlük ve demokrasi mücadelesi halklarımızın da özlemi olan bir ülke yaratacaktır. Maraş Katliamı’nın 32. yılında bir kez daha haykırıyoruz: Ne Maraş’ı ne de diğer katliamları unutmayacağız ve hesabını soracağız. Elde olan bilgiler ve belgeler nettir. Maraş Katliamı davasını yeniden açın ve sorumluları cezalandırın. Başta devletin arşivi olmak üzere Bülent Ecevit’in tüm özel arşivlerini açın ve sorumluları yargılayın. Bizlerin hukuktan ve devletten isteğimiz, katillerimizi çalıştaylara davet ederek bize hakaret edilmesi değil, devlet olmanın gereği olan sorumlulukla hareket ederek katilleri yargılaması ve cezalandırmasıdır. Maraş Katliamı davası yeniden açılıncaya kadar peşini bırakmayacağız. Dersim’de, Sivas’ta, Maraş’ta, Gazi’de ortaya çıkan katliamcılar Şemdinli’de yakalananlardır, Ceylan Önkol’u katledenlerdir, tekel işçisini coplayanlardır. Katillerin ve katliamcıların açığa çıkması için herkesi ortak demokratik mücadelede siper yoldaşlığı yapmaya çağırıyoruz. Biz alanlarda buluşmazsak örülmek istenen karanlıklardan çıkamayız. Maraş, Dersim, Koçgiri - Unutulmaz hiçbiri! Maraş Katliamı davası yeniden açılsın, sorumlular yargılansın! Katliamcılara karşı birleşelim, kazanalım! 34

Mesaj nettir; dün katlettik, bugün katillerinizden aman dileyin deniliyor. Ama yanılıyorlar: Kürtleri, Kızılbaş-Alevileri katilleri ile terbiye etme devri geçmiştir.

Katillerin ve katliamcıların açığa çıkması için herkesi ortak demokratik mücadelede siper yoldaşlığı yapmaya çağırıyoruz. Biz alanlarda buluşmazsak örülmek istenen karanlıklardan çıkamayız.


SACAYAK

Aralık 2009

Şemseddin Muhammed Tebrizi’nin Gerçek Kimliği, Mevlâna İlişkisi ve Ölümü Üzerine Yeni Tezler – Bölüm 2

Mevlâna Celaleddin Şemseddin Muhammed’i Nasıl Görüyor? İsmail Kaygusuz

S

ultan Veled, ‘İbtida-name’ adlı yapıtında Mevlâna ile Şems’in buluşmasını Musa Peygamber’le Hızır’ın buluşmasına benzetmekte. Ona göre Mevlâna Musa’yı, Şems de Hızır’ı temsil ediyordu. Orada buluşmayı şöyle anlatıyor:

Şems’in öldürülmesinin ardından Anadolu Selçuklu Sultanlığı Moğol İmparatorluğunun Batı eyaleti durumuna girdiğinden, Şems’in öldürmesinden kimse söz edememiştir. Yetmiş yıl sonra yanlış varsayımlar ve söylentiler yazıya geçirilmiştir. Kısacası, “faili meçhul bir siyasi cinayet” olarak kapanmıştır.

“Ansızın Şemseddin geldi, ona ulaştı Mevlâna’nın gölgesi onun ışığında kayboldu... Şems dedi ki: ‘Batın âleminde ilerisin, ama ben bâtıninin de da bâtınisiyim. Sırların sırrıyım, nurların nuruyum ben. Erenler, benim sırlarıma erişemez... Diri sevgi tapımda ölüdür...’ Şems onu öyle şaşılacak bir âleme çağırdı ki, o âlemi ne bir Türk rüyasında gördü ne de Arap, fakat Şems’in ona gösterdiği bilgi, yepyeni bilgiydi. Şems onu maşukluk cihanına davet etti, Mevlâna da can yoluyla canlar canına kavuştu. Şems-i Tebriz, o tabiatı kan dökücülük olan er, yol gösterici oldu.”1 “Ben bâtıninin de bâtınisiyim”, “Şems onu şaşılacak bir âleme çağırdı” ve “can yoluyla canlar canına kavuştu” ve “yol gösterici oldu” gibi cümleler, Şems’in Mevlâna’yı çağırdığı şaşılacak âlem olan İsmaili bâtıniliğinin söylemleridir. Hatta mecazî-tasavvufi anlamda kullanılmış olsa bile, “o tabiatı kan dökücülük olan er” nitelemesi, Sultan Veled’in Şems’in savaşçılığından da bilgisi olduğunu gösteriyor. Henry Corbin’in “Huccet görevi üstlenmiş Şemsi Tebrizi” tanımlamasından hareket edersek, bu buluşmayı yine onun vurguladığı İsmaililikteki “bâtıni hacılığı” simgesel olarak görebiliriz. Yine H. Corbin’in açıkladığı gibi “Canlar canına kavuşmak”, “bâtıni hacılığın” kendisidir. Mevlâna’nın ona ulaşarak bâtıni hacı olduğu Şemseddin Muhammed için yazdığı şu ilk beytinin Farsçasını verdiğimiz şiirin başlangıcında “canlar canı”na neler dediğini görelim: “Cemal-i yar şod kıble-y nemazem Zi reşk-i eşk-i u şod ab-ı destem (…)

Gayret gözyaşlarıyla abdest aldım da namazımda kıblem (bu) sevgilinin yüzü oldu. Senden başka başım varsa yok olsun. Sensiz yaşarsam yak varlığımı, Kâbe’de de mabudum 35


SACAYAK

Sayı 9

sensin kilisede de. Yukarıdan da maksudum sensin, aşağıdan da. Ekmeğini gördüm, artık (başkasında) gözüm yok. Suyunu içtim, bu sudan usandım, vazgeçtim. Kişi taptığının derecesindedir, onun değerindedir. Ne mutlu bana ki ona tapmadayım.”2 Ayrıca “Celaleddin Rumi Divan’ında, Şems’i Peygamberin mirasçısı olarak bildirmekte (Beyit no. 2473) ve onu Ali ile karşılaştırmakta ve onun mazharı görmektedir (Beyit no. 1944). Bunların sadece bir İmama atfedilmiş olduğu bilinmelidir.”3 Mevlâna’nın bu ifadeleri bize, gerçekten Şems’in İmam soylu olduğunu kendisinin onun bildiğini göstermektedir. Araştırmamızda Vardığımız Sonuçları Kısaca Özetlersek Araştırmalarımız Şemseddin Tebrizî ile 1224-1226 yılları arasında Kuhistan eyaleti İsmaili valisi (muhtaşim’i) Şemseddin Muhammed (bin) Hasan–ı İhtiyar’ın aynı kişi olduğu düşüncesine götürdü. Bu olayın üzerinde hiç durmamış görünen İsmaili tarihi araştırmacıları arasından, her nedense Tebrizî’nin öldürüldüğü tarihlerde 7-8 yaşında bulunan Sebzavarlı Pir Salahaddin oğlu Pir Şemseddin Muhammed Multani (Ö. 1356) ile Şems Tebrizî’nin aynı kişi olduğunu yazanlar çıkmıştır. Alamut İmamı Celaleddin Hasan’ın büyük oğlu olan Şemseddin Muhammed’in kırk yaşlarındayken Kuhistan valisi olarak atanması kadar doğal bir durum olamazdı. Ayrıca 1227’den itibaren aynı Şemseddin Muhammed’in, Hind ve Sind bölgelerinde yıllarca İsmaili dava etkinliklerini çok etkili bir biçimde yürütmüş olduğuna inanıyoruz. Eğer böyle olmasaydı, Pir Şemseddin Muhammed Multani’den (Ö. 1356) sonra, hâlâ İsmaili inançlı halkların toplumsal belleğinde Şemsi Tebrizî kalır mıydı? İki Şemseddin’in söylenceleri birbirine karışmış ve halk arasında daha çok Şemseddin Tebrizî adı anılmaktadır. 23 Ekim 1244 tarihinden itibaren Şemseddin Muhammed’i artık Şemseddin Tebrizî adıyla Konya’da görüyoruz. Kimseye birşey söylemeden 11 Şubat 1246 tarihinde de ansızın ortadan kayboluyor. Bu ortadan kayboluş, Moğol başkenti Talikan’da, dünyanın her yanından tam iki bin kişinin katıldığı 24 Ağustos 1246’da toplanan ve Ögeday oğlu Guyuk’un Moğol Hanı seçildiği Kurultay’la yakından ilgilidir. Kurultay hakkında en geniş bilgiyi bize, Papa İnnocent IV tarafından elçi olarak gönderilmiş ve 1247 yılı sonunda İtalya’ya dönmüş olan Fransisken rahibi John Plan del Carpin vermektedir.4 Konumuzla ilgili olarak Selçuklu Sultanlığından giden elçilik heyeti hakkında Abul Farac’ın Tarihi’nde çok daha fazla bilgi ve36

Mevlana ile Şems, Ingrid Schaar’ın deseni


SACAYAK

Aralık 2009

rilmektedir. Alamut İmamı Alaaddin Muhammed III (1221-1256), Abbasi Halifesi al-Mutasım (1242-1258) diğer birçok İslam önderleri tarafından ortak anlaşmayla düzenlenen bir elçilik heyetinin başına, eski Kuhistan valisi ve dai’lerden Şihabeddin ve Şemseddin Muhammed (Tebrizî) geçirilerek Karakurum’daki Moğol başkentine gönderildi. Alamut önderi İmam Alaaddin Muhammed III, bu heyetle babası Celaleddin Hasan ile Moğollar arasında yapılan anlaşmayı anımsatan bir memorandum gönderdi Guyuk Han’a. Ancak, Alamut Nizari elçileri Han tarafından hakarete uğradı ve kovuldular. Memorandum’a da ağır sözlerle karşılık verildi. Han’ın bu ağır sözleri ve hakaretlerine muhatap olan, ancak Kurultay geleneklerine aykırı olduğu için bu elçilik heyeti öldürülmekten kurtuldu. İşte Şemseddin Muhammed Tebrizî, Rum’da (Anadolu’da) davetçilik (Huccet olarak) yaptığı, Mevlana’ya bâtıniliği öğrettiği sırada Alamut’a çağrılıp ona bu görev verilmiştir. 20 yıl kadar önce Sistanlılara karşı büyük bir savaş vererek, yıllarca süren anlaşmazlıkları sona erdirmiş bulunan Şemseddin’in başarılı bir askeri kumandan oluşu ve diğer başarıları onun bu diplomatik göreve seçilmesini sağlamıştı. Ancak bu son yüklendiği siyasal ve diplomatik görevin içeriği, yeni Moğol Hanı Guyuk (Ö. Nisan 1248) tarafından düşmanca karşılanması yüzünden, Şems’in sonu gelmiş oluyordu. Onu, ne Mevlâna’nın küçük oğlu Alaaddin kıskançlık yüzünden, ne dindar Sünni Konya eşrafı Mevlâna’yı baştan çıkartıp kendilerinden uzaklaştırdığı için ve ne de son zamanlarda ortaya atılmış tasavvufi görüş farklılığından ötürü Ahi Evren öldürtmüştür. Bir yıl dört ay sonra Konya’ya geri dönen Şemseddin Tebrizî 1247 sonunda ya

da 1248 yılı başlarında; kendilerine menşur (yarlıg) fermanı verip Rum’a Sultan olarak atamış olan Rukneddin Kılıçarslan III’ün veziri Bahauddin bundan sorumludur. Bize göre işte bu vezir, 1247–1248 yılları içinde, Moğolların desteğiyle saldırganlığını sürdürürken, Guyuk Han’a yaranmak için, Kurultay’da tanık olduğu bu olayın içinde gördüğü Şemseddin Tebrizî’yi Konya’ya adamlarını gönderip öldürttü. Bu yıllarda Moğol yanlısı –ayrıca Moğol asıllı– olarak Rükneddin Kılıç Arslan’ı tutan geleceğin büyük veziri ve Mevlana Celaleddin’in baş müridi olan Muinnuddin Pervane, Tokat’ta Bahauddin’in buyruğunda bir askeri kumandandı. Vezir Bahauddin bu işi Pervane’ye de havale etmiş; onu ve Şems’i kıskanan Mevlana’nın müritlerini de kullanmış olabilir. Şems’in öldürülmesinin ardından geçen birkaç yıl içinde Anadolu Selçuklu Sultanlığı tamamıyla Moğol İmparatorluğunun bir Batı eyaleti durumuna girdiğinden, Mevlana dâhil kimse bu öldürme olayından söz edememiş. Yetmiş yıl gibi uzun bir zaman aşımından sonra olay hakkında yanlış varsayımlar ve söylentiler yazıya geçirilmiştir. Kısacası “faili meçhul bir siyasi cinayet” olarak kapanmıştır.

NOTLAR: 1 2 3 4

Sultan Velet, İbtida-Name, s. 42, 197, 198’den akt.: A. Gölpınarlı, Agy, s 71-72. Mevlâna’nın Mesnevi’sinden aktaran A. Gölpınarlı, Agy, s. 69-70 “Poet Nizari Kohistani” başlıklı yazarı belirtilmeyen makale, <www.ismaili.net> Steven Runciman, A History of the Crusades, [Haçlı Seferleri Tarihi], Vol. III, 5. Baskı, London, 1990, s. 259–260; Jean Paul Roux, Orta Asya / Tarih ve Uygarlık, Çev. Lale Arslan, Kabal Yayınları, İstanbul, 2001; Karşılaştır: Gregory Abul Farac (Bar Hebraus), Abul Farac Tarihi II, İngilizceden Türkçeye Çev.: Ömer Rıza Doğrul, 2. Baskı, Ankara, 1987, s. 546.

37


SACAYAK

Sayı 9

Aydınlanma ve İslam’ın Sentezi ve Mirasçısı Olarak Marksizm Kısaltarak yayınladığımız yazının tümünü okumak için lütfen internet sitesine bakınız: <www.koxuz.org>

Demir Küçükaydın […] Aydınlanma ve İslam, her ikisi de, köyünün ya da aşiretinin ötesini görmeyen, içine kapalı komünler ve çürüyen klasik uygarlıklardaki imparatorlukların, dünya ticaretinin ve ekonomisinin ihtiyaçlarına uygun bir “Üstyapı” yani “Din” sunamamalarına karşı bir cevaptılar. Bu nedenle her ikisi de evrensel, tüm insanlığa yönelik ve tüm insanlığı kapsama iddiasında birer projeydiler. Onların özü, evrensellikleri, tüm insanlığı kapsama ve birleştirme iddialarıydı. Bu hedeflerini, farklı koşullarda ifade ettikleri için gerekçelendirişleri farklıydı. Bizans, Sasani, Hint ve Çin uygarlıklarının çürümesi ve bu çürümeye bağlı olarak orta ve kuzey yollarının (İpek Yolu) kapanması sonucu, Hint alt kıtasının güneyinden ve denizden açılan Güney Yolu’nun, henüz totemli komünler (Putlar) dönemini yaşayan Arabistan’ı bir anda dünya ticaret yollarının ve ticaretinin merkezi durumuna getirmesinin yarattığı gerilime bir cevaptır İslam. Bu nedenle, İslam, Allah ile ifade ettiği evrenselliğini özellikle komünlere ve onların dini (üstyapısı) olan totemlere (Putlara) karşı şekillendirdi. Allah, aşiret düzeninin totemleri (putlar) karşısında bu evrenselliği ifade eder her şeyden önce. Elbette bunun yanı sıra çürüyen ve yozlaşmış klasik uygarlıklar ve onların dinlerine karşı da, Müslümanlığı sadece bir inanç bildirimine indirgeyen sadeliği ile tüm Müslümanları silahlı kardeşler yaparak; günde beş kere herkesi aynı safa dizerek; din adamı diye bir şey tanımayarak ve bir din adamları oligarşisi (Kilise, İran’ın Mecusi rahipleri) veya kastına (Hinduizm, Brahmanlık) imkân tanımayarak bir çözüm sunuyordu. İslam da elbette, doğuşunda, bütün büyük devrimci hareketler gibi yoksullara, Mekke’nin ve Medine’nin Pleplerine (Müslim) dayanıyordu, Particiler (Kureyşli asil ve zenginler) karşısında. Ama daha ilk adımda, bu “gönlü uzlaştırılmış” Particiler (Mekkeli zenginler ve Kureyşli asiller) İslam’ın içinde iktidarı ele almanın komplolarına başladılar ve belki Muhammet’in ölümünün bile sorumlusuydular. Önce örtük ve küçük adımlarla başlayan bu İslam içindeki sınıf savaşı ve karşı devrim çabaları, İslam’ın yayılması binlerce yıllık medeniyetler mezarlığı-bataklığı Mezopotamya balçıklarına ulaştığında, daha Sahabe (ilk saatin işçileri) hayattayken ve büyük ölçüde onlara karşı bir savaş içinde, Muaviye ve Emeviler ile kesin başarıya ulaştı. 38

İslam içindeki sınıf savaşı ve karşı devrim çabaları, İslam’ın yayılması binlerce yıllık medeniyetler mezarlığıbataklığı Mezopotamya balçıklarına ulaştığında, daha Sahabe (ilk saatin işçileri) hayattayken ve büyük ölçüde onlara karşı bir savaş içinde, Muaviye ve Emeviler ile kesin başarıya ulaştı.


Aralık 2009

Özel ve politik ayrımı, o zamana kadar tasavvur edilememiş bu ayrım, toplumsal hayatın örgütlenmesinin ilkesi haline geldi. Aydınlanma’nın özü, dinlerin özel denilerek toplumsal sistemin örgütlenmesinden dışlanmasıydı. Ama önceki toplumların dinlerini özel diyerek toplumsal hayattan dışlamanın kendisi de bizzat bir dindi.

SACAYAK

Bundan sonra İslam, İslam olmaktan çıktı, bütün diğer klasik uygarlıklarda olduğu gibi çürüyen uygarlıkların ve egemenlerin bir aracı oldu. Daha sonra sadece, Berberiler (İberik Yarımdası), Oğuzlar (Anadolu ve Balkan yarımadaları), Özbekler (Hint alt kıtası) gibi, henüz komün geleneklerini yaşayan halkların eşitleştirici ve gençleştirici etkileriyle (Hikmet Kıvılcımlı’nın deyimiyle: “Barbar akınları”, “Tarihsel Devrimler”) tekrar kısmi canlanmalarını ve yayılmalarını sürdürebildi. Bu taze kanlar sayesinde, Çin hariç, üç büyük uygarlık alanına (Akdeniz-Ortadoğu, İran-Afganistan, Hindistan) yayılan bir din olmasına rağmen, fethettiği uygarlıklar tarafından fethedilmekten kurtulamadı. Hint alt kıtasında, kast sistemine son veremedi. İran’da Mecusi (Zerdüşt) rahipler, Şii Ayetullahlar oldular; Osmanlı bir “Üçüncü Roma” olmaktan öteye gidemedi. Tam da İslam, sınıf mücadeleleri ve karşı devrimler sonucu egemen sınıflar tarafından ele geçirilip, onların kendi iktidarlarının bir aracına dönüştürüldüğü, yani başarısızlığa uğradığı için; Aydınlanma bin yıl sonra ortaya çıkmak zorunda kaldı. Hint, İran, Ortadoğu ve Akdeniz uygarlıkları, bin yıl sonra da tıpkı Muhammet’in zamanında olduğu gibi çürümüş ve dünya ticaret yolları yine tıkanmıştı. Bu yolları açmak için yapılan Batı’dan Haçlı seferleriyle Doğu’dan Cengiz ile yapılan girişimler, kısmi canlanmalar yaratmaktan öteye gidememişlerdi. İslam, benzer bir tıkanıklığı Hint alt kıtasının güneyinden açışın ürünüydü. Bu sefer bin yıl sonra tıkanıklığı Afrika kıtasının güneyinden veya dünya yuvarlak olduğundan, Batı’ya giderek yeni yollarla açma girişimleri başladı. Bin yıl önce masallara geçmiş Kaptan Sinbatların yaptıklarını bu sefer Vasko dö Gama, Kolomb ve Macellenlar yapıyordu. Bu yollar açılınca da dünya ticaretinin ve ticaret yollarının merkezi, tıpkı bir zamanlar Arabistan’da olduğu gibi, o zamanlar dünyanın “kenarındaki”, henüz yeterince uygarlaşmamış ve komünal ilişkilerin yaşadığı ve Protestanlık biçiminde farkını ortaya koyduğu Batı Avrupa’ya kaydı. Tüm dünyayı birleştirecek evrensel bir düzen ihtiyacı, tıpkı Muhammet zamanı Arabistan’ında olduğu gibi, bu sefer Batı Avrupa’da en şiddetli biçimde ortaya çıkmıştı. Ama bu ihtiyacın en çok ortaya çıktığı yerde, Batı Avrupa’da, düzeni belirleyen, Muhammet dönemindeki gibi totemler döneminin komünleri (putlar) değildi; varlığını Hıristiyan bir form içinde sürdüren güçlü komün gelenekleriydi. Komünlerin totemlerine artık tapılmıyordu; onlar Hıristiyan şövalyelerin ve prensliklerin armalarına dönüşmüşlerdi. Batı Avrupa’daki soyluluk ve prenslikler bizzat bu komün geleneklerinin yaşayışının bir yansımasıydı da. Çünkü kapıkulluğunu binlerce yıl önce keşfetmiş klasik uygarlıklarda soyluluğun yeri olmazdı artı ürüne el koymak için. 39


SACAYAK Evrenselliği, totemler (Putlar) karşısındaki Allah ifade edemezdi bu yeni koşullarda. İslam ona olabilecek en soyut biçimi ve kapsayıcı anlamları vermesine rağmen, Allah’ın bizzat kendisi de klasik uygarlıkların yozlaşmasına uğramıştı. Yani yeni din, tüm insanları eşit kılan bir evrensel düzen ihtiyacını, totemlere karşı Allah’ı çıkaran İslam gibi çözemezdi. Komün şefliğinde kökleri olan feodal beylerin bizzat kendileri Allah’a inanıyorlar ve onun aracılığıyla düzenlerini sürdürüyorlardı. Uygarlıkların beşikleri olan Doğu’da ise tüm insanları eşit yapmanın aracı olan Allah, Şark uygarlıklarının Nemrutluğunun, Firavunluğunun bir aracı haline gelmişti. Allah artık egemenlerin aracı ve eski düzenin sembolüydü gerek Batı Avrupa’da gerek Klasik uygarlıklar alanında. Yani bizzat Allah’ın kendisi artık çözümün değil, sorunun bir parçası haline gelmişti. Bu durumda, tıpkı İslam gibi, evrensel bir düzen ve bu düzende insanları eşit kılmanın yolu, dini, inanç olarak tanımlamak ve inancı da kişisel bir sorun olarak koymaktaydı. Yani komün ve uygarlık dinlerinin toplumsal hayatın örgütlenmesindeki belirleyiciliklerini ortadan kaldırabilmek, toplumsal düzeni örgütlerken, bir politik ve özel ayrımı yapmaktan ve dini de bir inanç diyerek özele atmaktan ve onları bu yeni, özel politik ayrımına dayanan dinin basit bir bileşeni yapmaktan geçiyordu. Böylece özel ve politik ayrımı, o zamana kadar hiç tasavvur bile edilememiş bir ayrım, toplumsal hayatın örgütlenmesinin ilkesi haline geldi. Yeni dinin, yani Aydınlanma’nın özü, bizzat bu ayrımın kendisi ve dinlerin özel denilerek toplumsal sistemin örgütlenmesinden dışlanmasıydı. Ama önceki toplumların dinlerini özel diyerek toplumsal hayattan dışlamanın kendisi bizzat bir dindi. 40

Sayı 9

Analiz edilip yakından bakıldığında, İnsan Hakları’nın ve Kelime-i Şahadet’in aynı soruna, aynı özde, ama farklı koşullarda ve biçimde yapılmış iki çözüm olduğu görülür. Sanılanın aksine İnsan Hakları Bildirileri, bir canlı türü olarak insanların haklarından değil; İnsan olmanın veya sayılmanın koşullarından söz ederler, tıpkı Kelime-i Şahadet’in Müslüman olmanın koşulundan söz etmesi gibi. Eğer soyu veya inancı ne olursa olsun insanların eşit olduğunu kabul etmiyorsanız, bir canlı türü olarak insan olmaya devam etmenize rağmen, bir İnsan olamazsınız; tıpkı Allah’a şirk koşanın, yani aynı zamanda bir toteme (Puta) tapanın Müslüman olamaması gibi. Eğer İslam başarılı olsaydı, Aydınlanmaya gerek kalmazdı. Aydınlanma, İslam’ın başarısızlığı koşullarında, aynı soruna verilmiş ikinci bir çözümden başka bir şey değildi. Büyük aydınlanma düşünürleri büyük ölçüde bu paralelliğin ve yakınlığın farkındaydılar. […] Ne var ki, Aydınlanma da kendisini İslam’ın kaderinden kurtaramadı. Egemen sınıflar daha ilk adımda, tüm insanların eşitliği ve tüm insanlık için bir düzen programını terk ettiler. Aydınlanma Kozmopolitizminin ve Humanizminin yerini Milliyetçilik aldı. Özel ve politik ayrımı da Allah’ın kaderini paylaştı. Başlangıçta, tüm insanların eşitliğini sağlamak için ortaya çıkan özel ve politik ayrımı; önce politiğin bir yerde yaşayanlarla, sonra giderek bir dille, bir soyla, bir kültürle, hatta bir ırkla tanımlanmasıyla, bizzat insanların eşitsizliğini savunmanın bir aracına dönüştü. Tıpkı eşitlik için ortaya çıkmış Allah’ın, Şark’ın mutlak devletinin ve din adamları oligarşisinin bir aracına dönüşmesi gibi. Yani ulusçulukla birlikte Aydınlanma, tıpkı Emeviler sonrasının İslam’ı gibi, tıpkı İznik Konsülü[*] sonrasının resmi Hıristiyanlığı gibi, içi boş bir kabuk;


SACAYAK

Aralık 2009

bir karşı devrimin kendisini gizlediği bir bayrak oldu. Bu anlamda, Aydınlanma da İslam gibi başarısız kalmış, gerçekleşememiş bir projedir. […] Aydınlanma ve İslam da, her iki büyük ve evrensel din de, tıpkı birbirinden bağımsızca aynı çözümü üretmeleri gibi, kendi kaderlerini açıklayacak teorilere de birbirlerinden bağımsızca ulaştılar. İslam, Marksizm’i (yani toplum bilimini, sosyolojiyi, tarihsel maddeciliği) Marks’tan yüzyıllarca önce İbni Haldun ile keşfetti: İnsanların geçimlerini sağlama yolları, onların toplumsal düzenlerini belirliyordu. Aydınlanma, İbni Haldun’dan yüzyıllarca sonra ve tamamen ondan bağımsızca, Marks ile toplum bilimini ikinci kez kurarak aynı sonuçlara ulaştı: Yani Üretici Güçler, Üretim İlişkilerini ve Üstyapıyı belirliyordu. Birbirinden bağımsız bu iki büyük keşif bile, Aydınlanma ve İslam’ın özündeki ortaklığın bir görünümünden başka bir şey değildir. […] Nasıl Hıristiyanlık ve İslam’da, onun devrimci döneminin ideallerini yaşatanlar zındık olarak kovuşturuldu ve Batıni tarikatlarda varlıklarını sürdürdülerse, Aydınlanma ve sosyalizm düşüncesi içinde de onun devrimci niteliklerini sürdürenler var oldu ve kovuşturuldu. Ama bu eleştirel ve devrimci özü koruyanlar bile, din ve ulus söz konusu olduğunda, Aydınlanma’nın, din; ulusçuluğun, ulus kavramından ötesine gidemediler. Hâlbuki dinin ne olduğu konusunda İslam çok daha açık ve doğru görüşe sahipti. Dinin bir inanç veya özele ilişkin olmadığını bildiği, bu gerçekten hareket ettiği için İslam’ın din kavramı, Aydınlanma’nın din kavramından çok daha sosyolojik gerçekliği yansıtıyordu. Marksizm’in dinin bir inanç olmadığını; onun tüm toplumsal üst yapının ifadesi olduğunu; bizzat dine inanç demenin

bir din olduğunu görmesi, aslında kendi kavram sistemini aydınlanmanın kalıntılarından arındırmak; kavramlarını mantık sonucuna götürmektir. Ama bu aynı zamanda İslam’ın din kavrayışıyla Aydınlanma’yı bir senteze ulaştırmak olarak da görülebilir. Bu anlamda, Marksizm, Aydınlanma ile İslam’ın sentezidir. Marksizm, Aydınlanma’nın Din kavramından arındığında İslam’ın Din kavramıyla buluşmuş ve Aydınlanma’nın da bir din olduğunu ve kendisinin de, eğer gerçekten devrimci olmak istiyorsa, bir din olması gerektiğini; yani tüm insanlık için tüm toplumsal yapıyı düzenleyen bir çağrı olması gerektiğini görmüştür denilebilir. Bugünün dünyasında [...] Totemler (Putlar) yok artık. Bugünün dünyasında egemen olan, klasik antik uygarlıklar ve bu uygarlıkların dinleri ve klasik imparatorluklar da değil. Dolayısıyla ne İslam’ın Totemler karşısındaki Allah’ı; ne klasik uygarlıkların dinlerini politik alanın dışına atmaya yarayan özel-politik ayrımı, insanlığın ihtiyaçlarına uygun bir düzen kurma olanağı sağlayamaz. Bugünün dünyasında politiği ulusla tanımlayan yüzlerce devlet, tıpkı Muhammet döneminin totemleri gibi, insanların biçimsel bir eşitliğinin önünde bile bir engel haline gelmiştirler. O halde yapılacak iş bellidir: Aşiret gibi uluslara ve ulusal devletlere ve totemler gibi ulusal bayraklara Muhammet gibi savaş açmak. [...] SACAYAK’IN NOTLARI: [*]

İznik Konsülü ya da “Birinci Ekümenik İznik Konseyi”, Bizans İmparatoru Birinci Konstantin’in çağrısıyla, şimdiki İznik kentinde 325 yılında toplandı. Hıristiyan dünyadaki tüm piskoposları bir araya getiren bu ilk konseyde Hıristiyan inanışın esasları ve bölünmelerin giderilmesi sorunu görüşüldü. Ortak inanış akideleri olan İznik Amentüsü ile kilisenin işleyişi üzerine ilk Kilise Yasaları benimsendi. Konseyin etkileri günümüze kadar sürdü.

41


SACAYAK

Sayı 9

CHP, Alevi-Bektaşilerin Diyanet’in Kapatılması İstemini Savunmuyor, Savunamaz İnanç İzmirli

3

ARALIK tarihli Sözcü gazetesinin Aktüel Analiz köşesinin yazarı Ufuk Söylemez’in Alevi Bektaşi toplumuna hitaben kaleme almış olduğu yazı buram buram milliyetçilik kokuyor. Yazı, yetmiş üç milleti bir eylemiş bir felsefeye hakaret düzeyindedir. AleviBektaşi toplumunun “Türk” olduğunu öne süren yazar, bu milliyetçi düşüncelerini Cemal Şener’in Atatürk’e övgüler düzen yapıtlarıyla desteklemektir. Yazı temel olarak üç noktada düşüncesini ortaya koyuyor. Alevi Bektaşi Toplumu “Türk”tür Saptaması Birincisi, Alevi Bektaşi toplumu Anadolu topraklarında 20-25 milyon arasında bir nüfusa sahiptir. Bu nüfusun hepsinin Türk olması mümkün değildir, çünkü Alevi-Bektaşi öğretisi bir yoldur ve felsefesinde “belden gelen değil, yolu güden” düşüncesi var olmaktadır. Yetmiş üç milleti bir ve öz eylemiş bu felsefe, Anadolu’da yaşayan tüm halklar tarafından sahiplenilmiş ve bağrına basılmıştır. O sebeple Anadolu’da Alevi-Bektaşi toplumda Ermeni, Türk ve Kür- Bu tür yazarlar, Alevi-Bektaşi dün varlığı reddedilemez bir gerçektir. Atatürk’e Bağlılık İkincisi, Alevi-Bektaşi toplumun Atatürk ile olan bağları Kurtuluş Savaşına rastlamaktadır. Atatürk’ün savaş öncesinde Hacı Bektaş Dergâhı’ndan icazet alıp yola çıkması ve Alevi-Bektaşi toplumunu kurulacak olan yeni düzenin teminatı olarak göstermesi AleviBektaşi toplumun sevgi ve saygısını kazanmıştır. Atatürk ile ilişkiler konusunda daha detaylı bilgiyi Hacı Bektaş Veli Dergâhı Postnişini Sayın Veliyettin Ulusoy’un Sacayak ve Serçeşme dergilerinde yayınlanan yazılarında bulmak mümkündür. Ancak devletin savaş sonrası tutumu gidişi tersine çevirmiştir. Yeni kurulan devlette yer bulma kaygısıyla Atatürk ile olan bağlarını koparmayan toplum belki faydacı davranmıştır, ama bahtiyar olamamıştır. Bu gerçek, Dersim’de, Çorum’da, Maraş’ta ve Sivas’ta Alevi-Bektaşi-Kızılbaş topluma girişilen imha ve inkâr saldırıları ile gözler önüne serilmiştir. Bugün sözde laik CHP (Atatürk’ün partisi!) Diyanet’in kapanması talebi karşısında, başta Alevi-Bektaşiler olmak üzere tüm halka bir resmi devlet dini-mezhebi dayatmasından vazgeçememekte42

toplumuna aba altından sopa gösterirlerse onların boyun eğip, susacağını sanıyorlar herhalde. Bu tür yazarların anlamadıkları, Alevilerin, haksızlıklar karşısında öleceğini bildiği halde Kerbelâ’ya giden Hüseyin ve yoldaşlarının acısını paylaştığımız şu günlerde tehditlere pabuç bırakmayacakları gerçeğidir.


Aralık 2009

Alevi-Bektaşi toplumu, sorunlarının gerçek çözümünün demokraside olduğunu; kendini özyönetimine sahip çıkan bilinçli bir toplumda olduğunu; böyle bir toplumun yaratılması için bilimin rehberliğinde mücadele gerektiğini bilmektedir.

SACAYAK

dir. Diyanet İşleri Başkanlığı eliyle Sünni İslam anlayışın dayatılması fikrinden uzaklaşıp laik bir talebe sahip çıkamamaktadır. Demokrasi Güçleriyle İttifak Üçüncüsü, Alevi-Bektaşi toplumun yükselttiği talepler, giriştiği hak mücadelesi aynı zamanda bazılarına korkunç görünen bir perspektif içermektedir. Bu korkutucu perspektif, varlık mücadelesi veren Kürt özgürlük hareketi ile Alevi-Bektaşilerin hak istemlerinin ortak bir demokrasi hedefinde birleşmesidir. Yazar böyle bir perspektifin akla bile getirmemesi için Alevileri kati bir dille uyarıyor. Bakın, sizler bu ülkenin kuruluş felsefesine bağlı yurttaşlarsınız ve bizi bölmeye çalışan bölücü güçlerle kesinlikle yan yana gelip mücadele etmemelisiniz diyor. Süre giden durumu matah bir şeymiş gibi savunmaya soyunan bu türden yazarlar, Alevi-Bektaşi toplumuna aba altından sopa gösterirlerse onların boyun eğip, susacağını sanıyorlar herhalde. Bu tür yazarların anlamadıkları, Alevilerin, haksızlıklar karşısında öleceğini bildiği halde Kerbelâ’ya giden Hüseyin ve yoldaşlarının acısını paylaştığımız şu günlerde tehditlere pabuç bırakmayacakları gerçeğidir. Alevi-Bektaşiler taleplerini daha yüksek dile getirip, tüm demokrasi güçleri ile bir arada hem alanları, hem de zihinleri dolduracaktır. Son olarak yazar yeni oluşan farklı siyasal yapıların CHP’yi böleceğini düşünmektedir. Alevi-Bektaşi toplumunun bu hareket ve partilere inanmamalarını ve onlara katılmalarını salık veriyor. Alevi-Bektaşi toplumunun ezici çoğunluğu, Alevi-Bektaşi devrimci gençlik ne milliyetçiliğin sahibi CHP’den, ne onun bağrından çıkan TDH’den (Türkiye Değişim Hareketi), ne de eskisinin yerine göz diken yeni sosyal demokratlardan Alevi-Bektaşilere bir yarar gelmeyeceğini görmektedir. Alevi-Bektaşi toplumu sorunlarının gerçek çözümünün demokraside olduğunu; kendini özyönetimine sahip çıkan bilinçli bir toplumda olduğunu; böyle bir toplumun yaratılması için bilimin rehberliğinde mücadele gerektiğini bilmektedir. Koçgirililer Girişimi’nin İstanbul’da Gazi Cemevi’nde düzenlediği “Kerbelâ’dan Günümüzü Direnen Alevilik Paneli”, 27 Aralıkta yapıldı. Etkinlik, “Kerbelâ tek başına bir matem ve yas değildir. Kerbelâ haksızlığa ve zulme karşı mazlumun çığlığı ve hak arayışının ifadesidir. Kerbelâ matemimiz ve zalimlere boyun eğmeyen direncimizin mabedidir.” diyen çağrısına uygun bir ruhla yapıldı.

43


SACAYAK

Bir Eleştiri Sinan Karakaya

S

AYI 8’deki, Esen Uslu’nun kaleme almış olduğu yazıda, “Bu ortamda AKP’nin hızlanan ‘Kürt Açılımı’ trafiği, adı sosyal demokrat, ruhu milliyetçiırkçı-kemalist-faşist kırması CHP’nin, ‘Alevi dostu’ maskesinin düşmesine neden oldu.” gibi bir cümle kullanılmış… Ben bu cümleyi aynen sahibine iade ediyorum. Bir kere yapılan açılımlar AKP’nin değildir. Sürekli dilinizden düşürmediğiniz emperyalist böl-yönet politikaları açılımı olduğunu gizler gibi bir haliniz var. Ve bu durumda CHP faşist oluyor, AKP demokrasi havarisi. Her fırsatta her şeyin sorumlusu olarak CHP’yi göstermenizi aslında bir şekilde anlıyorum. Çünkü ortada bir siyasi rant pazarı var. Sol için bu pazarın satılan ürünü Alevilik. Kim ne kadar kaparsa o kadar güçlü hissedecek kendini. Neresinden bakarsan bak durum budur. Özelde Aleviliğin en önemli probleminin zorunlu din derslerinin olduğu gerçeği ortada dururken, bu konuda cılız çabalar sarf edip, ipe sapa gelmeyen popüler siyasi konularda aslan kesilmek, mevcut güçleri boşuna harcamak, tam da bizim toplumumuza özgü bir durum. Zorunlu din derslerinin kaldırılması için kaç kere meydanların altını üstüne getirdiniz de şimdi kalkıp CHP’ye faşist yaftasını vuruyorsunuz? Bu konuda meydanların altını üstüne getirin de görelim siyasi cesaretinizi. Yok, olmaz, çünkü pabuç pahalı. Adamın bilmem neresini keserler değil mi? Ayrıca Alevilik üzerinden siyaset yapmak ırkçılık anlamına gelmiyor mu? Tarikatçılıktan ne farkı var? Görüşlerinize o kadar çok güveniyorsanız, düşüncelerinizi sadece Alevi toplumuna değil de farklı kültürdeki toplumlara da yaymaya çalışın da görelim. Sadece Alevilik üze44

Sayı 9

rinde yaşam alanı bulduğunuz için hiçbir zaman bir adım ileriye gidemeyeceğinizi anlayamıyorsunuz. Türkiye’nin asıl probleminin Alevilik ya da Kürtçülük olmadığını anlayamayacak kadar da sığ olamazsınız. 16 Aralık, Çarşamba

Bir Yanıt Esen Uslu

S

İNAN can, geçen sayıda yayınlanan yazıdan alıntı yaparken, eksik yapmış: O alıntının üzerinde bir ara başlık vardı, onu atlamış. Ben hatırlatayım: “Şecaat Arz Ederken Merdî CHP’li Dersim Katliamını Över.” Sinan can, uzakta olmasına karşın herhalde Türkiye’deki olayları yakından izliyordur. CHP Genel Başkan Yardımcısı ve Grup Sözcüsü Onur Öymen’in AKP’nin “Kürt Açılımı”nın görüşüldüğü Meclis oturumunda kürsüden söylediği Dersim Katliamı’na sahip çıkan ve aynı yöntemin bugün de uygulanmasını öneren sözlerini biliyordur. (Bilmiyorsa, internetteki bilgi dosyamızdan okuyabilir: <http://issuu.com/sacayak>) Öymen’in sözleri ve CHP’nin onun bu sözlerine sahip çıkan tutumu karşısında Kızılbaş-Alevi-Bektaşi toplumunun, Kürtlerin ve Zazaların gösterdiği tepkileri de duymuştur. Gerçek ortadadır. Sinan can, CHP’nin ruhunun “milliyetçi-ırkçı-kemalist-faşist kırması” olduğuna hâlâ ikna olmamışsa, bunun nedeni kendisinin “Gerçeğe Hü!” diyememesidir. Görüşlerimi bana iade edeceğine, bir CHP’ye bir de aynada yüzüne bakmalıdır. Bakalım ne görünür gözüne? “Alevilerin en önemli probleminin zorunlu din derslerinin olduğu gerçeği” diye başlayan bir suçlama yapıyor Sinan can. Meydanları niye alt üst etmiyorsunuz diye soruyor ve bilmem neremizin kesilmesi korkusuyla bu konuya el atma-


Aralık 2009

dığımızı öne sürüyor. Sinan canın kullandığı bu dil ve benzetme bize yabancıdır. Ne var ki yapılanlara ve verilen mücadeleye gözlerini kapamak “Gerçeğe Hü!” diyenlere yakışmaz. Alevi-Bektaşiler iki yıldır istemlerini dile giteren büyük mitingler yapıyor. Dile getirilen istemler arasında zorunlu din dersinin kaldırılması en baştadır. Bu konuda açılmış, kazanılmış davalar ve uygulanmayan uluslararası hukuk kararları var. Hükümeti adım atmaya zorlamak için her yerde gösteri, yürüyüş, kampanya yapılıyor. Bunları AKP hükümeti ve CHP dışında sağır sultan bile duydu. Sinan can aslında soruyu tersinden soruyor. Zorunlu din dersinin sadece Aleviğilin sorunu olduğunu sanmak yanılgıdır. Devlet eliyle herhangi bir çocuğa zorunlu din dersi verilmesi laikliğe ve demokrasiye aykırıdır. Konunun başını sonuna bağlamak için biz Sinan cana soralım: Peki, savunduğunuz CHP zorunlu din dersi konusunda ne düşünüyor? Meydanlara çıkmayı filan bir yana bırakalım, kendilerini bu konuda ziyaret etmek isteyen AleviBektaşi heyetlerine randevu veriyor mu? Yarası olan gocunur: İmam Hatipleri kurmaktan, bugünkü hale getirmeye kadar; DİB’i kurup, “laiklik” adı altında resmi devlet dini-mezhebini topluma dayatmaya kadar; zorunlu din dersini koyan faşist cunta anayasasına tüm demokrasi düşmanı hükümleriyle birlikte sahip çıkmaya kadar her Alevi-Bektaşi düşmanı fiilin altında CHP’nin imzası vardır. “Alevilik üzerinden siyaset yapmak ırkçılık olmuyor mu?” diye soruyor Sinan can. “Alevilik” bir ırk değildir, ama Aleviliği ırk gibi görmek ve göstermeye çalışmak ırkçılığın, ayrımcılığın, hoşgörüsüzlüğün, karşısındakileri ötekileştirmenin daniskasıdır. Bir de “Alevilik üzerinden siyaset yapmak ... tarikatçılık”tır diyor Sinan can. Alevi-Bektaşiliği bir tarikat gibi görmek,

SACAYAK DİB’nın resmi Sünni İslami tanımına göre düşünmektir. Bizse “Alevileri temsilen” siyasi parti kurmanın yanlışlığını tekrar tekrar dile getirmekten yorulduk. Sinan can, “Türkiye’nin asıl probleminin Alevilik ya da Kürtçülük olmadığını” söylüyor Alevilik ile Kürtçülük başka düzeyin kavramlarıdır. “Alevicilik” ile “Kürtçülük” belki karşılaştırılabilir, ama bu dediği anlamsızdır. Ayrıca madem Sinan can, “asıl problemi” biliyor, neden bu konuda bizleri de aydınlatmıyor? Sinan canın söylediklerinin gizli manasını seziyorum. AKP’nin “Kürt Açılımı” ve “Alevi Açılımı”nın Amerika’nın “ülkemizi bölmeye yönelik oyunu” olduğuna inanıyor. CHP’nin (ve hatta MHP’nin) Türkiye’nin “ulusal” birliğini ve çıkarlarını(!) savunduğuna inanıyor. Bir bütün olarak askeriyenin ya da asker-sivil bürokrasi içindeki cuntaların da bunları savunduğuna inanıyor. Ben, sorunu böyle görmüyorum. Aleviler ve Kürtlerin varolan sorunları yapma değil, gerçek sorunlardır. Bu sorunların kaynağı da demokrasi yokluğudur. Evet, AKP demokrat değildir, ama CHP de demokrat değildir. Eski CHP’nin tek parti rejiminden başlayarak, cuntalardan geçerek varılan bugünkü asker-sivil bürokrasi vesayeti rejimi aslında demokrasi yokluğu demektir. Bu rejim, katliam ve zorbalık demektir. Bu rejime karşı çıkmadan demokrat olunamaz. Sorun, Aleviler ya da Kürtler değildir. “Türkiye’de demokrasi yokluğu” sorununa gözünü kapayıp, onları sorun gibi görmekse “Gerçeğe Hü!” diyenin işi değildir. “72 milleti bir bilmek” yerine halklar arasına düşmanlık tohumu ekmeyi, inkarı ve imhayı, katliamı çözüm bellemek ilericilik değildir. Aydın olmak demokrasi düşmanlığı değildir. Aydın, kendi kafasıyla düşünendir. CHP ezberini papağan gibi terkar etmek düşünen kafanın yerine takma kelle geçirmektir. Takma kellenin ise gereçeği görmeye faydası yoktur.  45


SACAYAK

Sayı 9

Dizi Yazı – 3

Sadaka Değil, Sendika Nedim Kanoğlu

S

ENDİKAL örgütlenme çalışmalarında, sendikal yenilenme ve sendikalara mücadeleci bir kimlik kazandırabilme olmazsa olmaz koşullardır. Sendikalar işçi sınıfı ve emekçilerin en eski, en yaygın ve en kitlesel sınıf örgütlenmeleridir. İki yüz yılı aşkın deneyim, mücadele sürecinde olgunlaşmış ve kurumsallaşmıştır. İlkelerin hayata geçirilmesi, örgütsel yapıların güçlenmesini ve kurumsallaşmasını sağlamıştır. Sendikaların üyeleri ile bütünleşme düzeyi, üyelerin sendikal bilinçleri, üyelerle kurulan ilişkiler ve sendikal hareketi yönlendiren kadrolar ve nitelikleri, sendikal hareketin ne durumda olduğu konusunda önemli ipuçları verir. Üyeler ile bütünleşme, öncelikli kurumsallaşma ve sendika üye kimliğinin benimsenmesi ile birlikte gerçekleşmekte, bu durum güçlü bir sendikal hareketin oluşması için en önemli dayanak noktası olmaktadır. Sendikaların üyeleri ile bütünleşmesi için en temel bilinç biçimi olan sınıfsal bilincin oluşumu esastır. Sendikal bilinç kendiliğinden oluşmaz ve yalnızca sendikal faaliyetlerle sınırlı değildir. Sendikal bilinç, örgüt kültürünü kavramayı ve özümsemeyi gerektirir. Üyeler, sendikayı algılar, sendikal mücadele ortamında bilincini geliştirir. Üye kendisini sendikanın ve sınıf mücadelesinin ayrılmaz bir parçası olarak görmeye başladığında ekonomik, sosyal, demokratik hak ve çıkarları için örgütlenmenin tek çözüm olduğunu fark eder. Sendikalar, seçilmiş kadroların yanında, gönüllü kadrolar ile güç kazanarak faaliyetlerini sürdürürler. Gönüllü kadroların varlığı, sendikaların gelecekteki nitelikli kadro ihtiyaçları için önemli bir kaynaktır. Sendikal alanda var olmak özveri ve mücadelenin ürünüdür. Deneyimler göstermiştir ki, kadrolar ve gönüllüler olmadan sendikal hareketler devam edemez. Ancak, sendikal alanda mücadeleyi sadece kadrolardan beklemek de darlaşmaya neden olur. Sendikaların siyasal alanda daha etkili olabilmesi için kendi örgütsel yapısına uygun yeniliklerle geliştirmesi ve yenilenmesi gerekir. İç örgütlenme dinamiklerini harekete geçirmek, örgütlenme kültürü oluşturmanın ilk adımı sayılabilir. İç örgütlenme, sendikanın var olduğu, geçmişten bu yana belli bir sendikal faaliyet sürdürülen işyerleri için söz konusu edilebilir. Bu örgütlenme esas alındığında; üyeler sendikal konularda aktif olur ve örgüt kültürü içerisinde eğitilme ihtiyacını duyarlar. Dış örgütlenme sırasında ise, sendika kadroları, sendikanın örgütlenmediği işyerlerinde emekçileri sendikalı yapmak için çaba sarfeder. Yeni sendikalaşan işyerlerinde örgütlenmek, plan-program oluşturmak ve tüm çalışanları sendikalı yapmayı hedeflemekten geçer. Sendikalar üyelerini bir arada tutabilmesi için iç ve dış örgütlenme konusunda titiz ve özenli çalışmaya dikkat etmesi gerekir. Bu anlamda örgütlenme çalışmaları iki yönlü olarak sürdürülür. Birin46


Aralık 2009

SACAYAK

ci çalışma, her sendikanın yapması “örgütlülerin örgütlenmesi” (iç örgütlenme), ikinci çalışma ise “örgütsüzlerin örgütlenmesi”dir (dış örgütlenme). Sendika üyelerinin sendikal eylem ve etkinliklerle yeniden örgütlenmesi ve sendikal mücadele sürecine daha fazla katılması iç örgütlenme açısından son derece önemlidir. İç örgütlenmesi güçlü olan bir sendika içinde oluşturduğu bütünlük ve dışarıya yansıttığı güçlü görüntü ile emekçiler içinde daha çok ve haklı bir çekim alanı yaratabilir. Emekçiler adına kazanılmış bir hak, başarıyla sonuçlanmış bir grev, planlı bir eylem sonucunda gerçekleşmiş beklentiler, hükmedilebilir ve denetlenebilir tüm süreçler, örgütlü mücadelenin içselleştirilmesini sağlayan önemli araçlardır. Tüm bunlar olmadan sendikalarımız ile emekçileri mücadeleye katamayacağımız gibi, yaşamı değiştirme ve dönüştürme gücünün elimizde olduğunu söylemek olanaksızdır. İçinde olduğumuz süreç, sendikalara sorumluluğunu anımsatacak fırsatlarla doludur. Sendikalar, üyelerinin fayda sağlamasına yönelik tutumlarını toplumsal ve siyasal amaçlarla birleştirdiklerinde, eylemleri ve girişimleri, toplumsal ve siyasal meşruiyet kazanacaktır. Sendikaların sendikal-siyasal alanda belirleyici ve etkili olabilmesi için sorunlarını toplumun genel sorunlarıyla birlikte ele almaya başlamaları gerekir. Sendika üyelerinin karşılaştığı problemler, toplumun genel problemlerinden bağımsız meydana gelmez. Ortak çıkarlar sağlanırsa kendisi de aynı toplumun üyesi olan sendika üyelerinin de menfaatleri doğrultusunda kazanım elde edilir. Bu gerekli ve önemli döngü sırasında toplum üyelerinin de sendikalara destek olması gerektiği üzerinde ısrarla durulması gereken bir konudur. Gücünü üyelerinden alan sendikal örgütlenme, toplumun diğer kesimlerinin gücü olmazsa eksik kalır ve hayata katması gereken her alanda etkili olamaz. Toplumsal duyarlılık, sahip olunması ve mutlaka edinilmesi gereken bir özelliktir. Bu özelliklerle beslenen insan, sendikalı olsun ya da olmasın, (toplumun hangi katmanında bulunursa bulunsun) sendikal faaliyetleri ve örgütlenmeyi destekleyecek davranış biçimi geliştirir. Bireyler etkileşim halinde olduklarında; örgüt bilinci sarmalar ve gereklilik özümsenir. Bu özümseyiş sonucunda örgütlenme güçlenerek mücadele alanını büyütür. Eşit, savaşsız, sınıfsız, sömürüsüz dünya özlem olmaktan çıkar ve hakların kazanılması yolunda emin adımlarla ilerlenir. Örgütlenme insan yaşamının her aşamasında mutlaka olmalıdır.

SACAYAK Derginize Abone Olun

Türkiye TL 40 – Avrupa Birliği € 50 – İngiltere £ 40 Abone olmak için abone bedelini postaneya yatırın: Genel Ajans Basım Dağıtım Organizasyon Ltd. Şti. Posta Çeki Hesabı (No 1629127) Ayrıntılı posta adresinizi, cep telefonunuzu ve e-postanızı okunaklı olarak yazın ve ödeme dekontunuz ile birlikte bize fakslayın: +90.(0)212.519 56 35

47


SACAYAK

Sayı 9, Aralık 2009

ABF, Şeyh Bedreddin’i Mezarı Başında Andı

Acılı Bir Anma Simavne Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin, idamının 589. yılında Çemberlitaş’taki Sultan II. Mahmut Türbesinin bahçesinde bulunan mezarı başında anıldı. Şeyh Bedreddin yaygın inanışa göre 1420 yılında Serez’de idam edilmiştir. Ancak belgeselci Nurdan Arca’nın son araştırmaları, aslında idam tarihinin 17 Aralık 1416 olduğunu göstermiştir. Şeyh Bedreddin’in yaşadığı çağda başına gelen sürgünler ve hapisler, modern çağda kemiklerinin başına gelmiş, kemikleri de sürgünlük ve mahpusluk geçirmiştir. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Yunanistan’la yapılan zorunlu nüfus mübadelesi döneminde müritleri, yaşadıkları bölgeden ayrılırken Şeyh Bedreddin’in mezarını açıp kemiklerini de beraberlerinde Türkiye’ye getirmiştir. Ancak bu kemikler, devlet tarafından “tehlikeli” sayılmış, gömülmesine izin verilmemiş ve uzun yıllar boyunca İstanbul’da, devlet arşivlerinin durduğu bir depoda saklanmıştır. Kemiklerin yeniden gömülmesine nihayet 1964 senesinde izin verilmiştir. Şimdiki yerinde bir saçak giderinin altına

gömülüp mezar unutturulmuştu. Uzun yıllar sonra bugünkü mezar yapıldı. Alevi örgütleri Şeyh Bedreddin’e bir anıt mezar yaptırmak için girişimlerde bulundu, ancak bunlar başarılı olmadı. Alevi Bektaşi Federasyonu, 20 Aralık’ta Şeyh Bedreddin’in kabrine karanfil bırakarak mezarı başında andı. ABF Genel Başkan Yardımcısı Ali Kenanoğlu ve Topçu Baba Güzelleştirme Kültür ve Sanat Derneği Başkanı ve Bedreddini Babası Selahattin Dağ birer konuşma yaptılar. Ne yazık ki ABF bu etkinlik için yeterince hazırlık yapmamıştı. Etkinlik örgütlere ve Alevi-Bektaşilere son anda ve çok yetersiz biçimde duyuruldu. Bunun sonucunda katılım, basın mensuplarını saymazsanız, yukarıdaki resimde gördüğünüz kadardı. Bu etkinlik, ABF üst yönetiminin bir siyasi parti kurmaya girişmesiyle yaşanan tartışmalarda yitirilen zaman ve enerjinin, Alevi-Bektaşi hareketine ne kadar zarar verdiğinin bir kanıtı oldu. Her şeye karşın uzun yıllardan sonra ABF’nin Şeyh Bedreddin’i hatırlaması ve bir anma düzenlemesi bir başlangıçtır. Ancak bu acı anma etkinliği deneyimi gelecek yıllarda asla tekar edilmemelidir.


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.