Oyuncu Draje || Draje Dergi

Page 1

draje oyuncu

Aylık Ücretsiz İnternet Dergisi Sayı 8 • Ekim 2009

maz a r a en y… n ı ’ ı k 0 nca da mla r a yf. 1 s l eş S d A ne a n e da B r Se sa h İlknu

” N A Z O B N U Y “O

UZUN METRAJ POLİSİYE MACERA:

“YERE DÜŞEN TEK ZAR”

Gökhan Erakın Syf. 47

DÜ BENNYA B DE İR SA BAŞ ROLHNEYS DEY E İM

YA “I L DA OVE

Mekan

POR N” Mar k To wn S yf. 2 8

“Her yer tiyatrodur” görüşünü savunan ve her zaman “yeni”yi kovalayan Tiyatro Oyun Kutusu 2003’te İzmir’de kuruldu...

Ecenaz İlkin Syf.32


Fotoğraf: Alican Erkol

ULUSA SESLENİŞ

H

Mızıkçı

ayat ciddi bi şeydir. Gözünün yaşına bakmaz insanın. Atılacak adımları doğru seçmeniz gerekir. Bütün enerjinizle sımsıkı sarılmanız gerekir bazen. Kendinizi gizlemeniz gereken yerde nefesinizi tutmanızda fayda vardır. Doğru anı yakalamak, dakik olmak, doğru stratejiler belirleyip bunların üstünde dikkatle çalışmak, kazanmak için kendini paralamak ama kaybedince ağlamamak… Hayat ciddi bi şeydir işte… Dikkatli olmazsanız ödemeniz gereken bedeller vardır her zaman. Kaçmanız gerektiğinde seri davranmazsanız mazallah yakalanıp ebe de olabilirsiniz.

yaradığına inanır. Çocuklar için bir tür hayat simülasyonu… Hayata alışmaya yarar. Oysa Amelie Poulain öyle düşünmemektedir mesela. Her oyuncu mucizelere inanmaktan vazgeçmeyen birer hayat kaçkınıdır. Katı kurallarıyla bizi sıkıntıya gark eden hayat oyununda birer mızıkçı… Asık suratlı eğitmenler, bürokratlar ve yol göstericilerin yarattığı o hapishanede çakılı kalmayı beceremeyen birer hayalperest…

Tanıdık gelmiştir belki… Antropologlar, pedagoglar ve diğer demagoglar oyunların çocukları hayata hazırlamaya

Yasak, Olağanüstü, Kaçak, Deli, Antika, Yazlık, Aşık derken Oyuncu Draje ile bir kez daha malum sirkten kaçış yolları

Oyun ciddi bi şeydir işte. Saklanacak kuytularınız yoksa mutlaka sobelenirsiniz. Bunun bedeli, gerçeklik sirkinde otobur bir kaplana dönüşmektir. Terbiyeli ve bol limonlu et sote… Öyle ekşi ve yutulası…


draje Genel Yayın Yönetmeni Erdinç Yücel Yazı İşleri Müdürü Birkan Can Evirgen

ı Draje aramaktayız. Ebelenmekten, sobelenmekten sakınmayan bir sayı ile karşınızda olmaktan mutluyuz elbette. Kuytularımız bizde saklı. Okurumuzla, bakarımızla, yazarımız, çizerimiz, fotoğrafçımızla aynı hayal bahçesinin oyuncuları olmak bizi nasıl mutlu ediyor anlatamayız… “Anlatamayız” mecaz elbet. Bal gibi de anlatırız. Bizim işimiz bitlerce hayal kurmak, piksel piksel anlatmak içimizdeki çocuk bahçesini… Draje Dergi macerasında el ele, göz göze çember oluşturduğumuz tüm oyunbazlara ithaf etmek istiyorum bu sayıyı… Samimi desteğinden dolayı Erdal Erkasap’a teşekkürler. Aramıza yeni katılan Özge Denizci’ye de elbette... Kırçıl’ın en kısa sürede yuvaya dönmesi dileğiyle… Edepsiz Draje’de görüşmek üzere... Erdinç Yücel Genel Yayın Yönetmeni

Art Direktör - Grafik Uygulama Songül Yücel lugnosy@gmail.com Redaktör Derya Yücel Koordinasyon Sorumlusu - Menajer İlknur Seda Bendeş İnternet Uygulama Onur Şevket Bendeş

Editörler İlknur Seda Bendeş, B. Can Evirgen, Erdinç Yücel, Songül Yücel

Yaratıcı Drajeler Alican Erkol, Alper Günay, Bahadır Yüksekşan, Cem Vurnal, Demet Özge Aykan, Ece Naz İlkin, Elmas Şölenkır, Emrah Sarıgöl, Emre Alettin Keskin, Gökhan Erakın, Hayal Can İncesağır, Hayriye Gülle, Mark Town, Özge Denizci, Pınar Karaaslan, Tuğba Sanlı, Utku Atalay

info@drajedergi.com Gelecek ay konsept konumuz: “EDEPSİZ DRAJE” Herhangi bir yazı, illüstrasyon paylaşımı ve diğer katkılar için bizimle info@drajedergi.com adresinden iletişime geçebilirsiniz.


muhtev

6

DEFORME: Birkan Can Evirgen

20

Elmas Şölen

30

Tuğba Hanım Şanlı

46

Fallen Utku Atalay

36

Alper Günay

18

Cem Vurnal

10 SÖYLEŞİ İlknur Seda Bendeş

8

Alican Erkul

2

Ma


viyat

8 Demet Özge Aykan

38

Esra Erdem

26

Emrah Sarıgöl

28

ark Town

32

MEKAN İlknur Seda Bendeş

16

Ecenaz İlkin


6 deforme deforme deforme deforme deforme deforme de


e deforme deforme deforme deforme deforme deforme def

seni

B

Ressam bilinmiyor William Shakespeare

en de çocuktum. Tozlu, çamurlu so-

ama her şeyi gördüğünü sanarak. Hep o bü-

kak aralarında koştum. Hiç düşünme-

yük adamların ciddiyetine hayran kalarak,

den hatta önüme bile bakmadan

onlar olmaya çalışarak. Biliyorum boyunu ölç-

uçarcasına geçtim yanınızdan. beni de döv-

tün kapı eşiklerinde her gün ve gün saydın bir

düler mahallenin al yanaklı, tombul göbekli

santim daha yukarı çizik atmak için.

kabadayı çocukları. Hayatım, çocukluğum

İstediğin oldu işte, kocaman oldun. Büyük,

ve yüzüm bile sizin için bir bilinmezlik de olsa

yetişkin, ergin, reşit, abi, abla, teyze ne bok-

ben biliyorum hepsini. Gece korkup annemin

sa oldun işte. Ama büyümedin biliyorum. Bu

yanına sığındığım da olmuştur, babamdan

içindeki çocuğu yaşatma safsatası değil bili-

okkalı bir tokat yediğim de.

yorum. Sen o istediğin şey olamadın, hiç o ka-

Şimdi benim gözlerime bak, sana bakan göz-

dar ciddileşemedin veya ellerine baktığında

lerimdeki ufacık çocuğu gör. Ufaklığının o

bunların senin olduğuna inanmadın.

puslu hayallerini bir hatırla bakalım, çok az

Şimdi tekrar gözlerime bakarken saklaman

şey bilirken, herşeyi bildiğini düşündüğün za-

gereken hiç bir şey yok, oyun oynama bana.

manlar. Sen de oynamadın mı tek başına bir

Seni tanıyorum, sen o yan binada oturan, sak-

çimenlikte, amaçsız, tasasız, görünmez gibi

lambaçta hep ilk sobelenen çocuksun.

Shakespeare’in bu portresi bilinen üç portresinden en yeni bulunanıdır ve diğerlerinden ayrılan özelliği yazarın yaşadığı dönemde yapılmış olmasıdır. Yaklaşık 400 yaşında olan resim bir sanat restoratörü olan Alec Cobe’nin ailesi tarafından 300 yıl kadar muhafaza edilip kendisine miras kalmıştır. İlk sergilenişi ise Shakespeare’in doğum günü olduğu sanılan 23 Nisan’da,doğduğu yer olan Stratford-upon-Avon’da açılışı yapılan bir sergide olmuştur.

Yazı: Birkan Can Evirgen - E-mail: birkance@gmail.com - İllüstrasyon: Birkan Can Evirgen

ı l i B rum o y


ÇADIR HAYAL... Yazı: Demet Özge Aykan - E-mail: d.ozge.aykan@gmail.com - İllüstrasyon: Demet Özge Aykan

- Günaydın. Hava ne kadar güzel bugün değil mi? - Size de günaydın. Ama n’olur peşimi bırakın artık! Takip etmekten usanmadınız mı? - Ama kalbimi kırıyorsunuz... - Kırmıyorum. Düzgünce söylüyorum; gidin artık... Gidin... Lütfen... - Sevgi hayranlık da barındırır. Engel olamıyorum kendime. Kızmayın lütfen. Gidiyorum tamam... - Hey! Durun biraz. Her yeriniz ahşap ama elleriniz değil... Neden?

- Onlar bezden. Benim tercihim böyle. Sizinkiler ahşap mı? Bakayım? - Dokunmayın bana! - Özür dilerim... Hoşçakalın... - Bekleyin. Elleriniz ne de güzelmiş. Kırılmaz onlar. Dokunabilir miyim? Hiç böyle el görmemiştim. - Sevgi hayranlık da barındırır hanımefendi. Gidiyorum. Bir daha sizi rahatsız etmem... - Sevgi, bırak şu kuklaları bi kenara. Yine başlama ne olur.


- Rahat bırak beni! - Biliyorsun elimde değil... Seni rahat bırakabilmeyi inan senden çok isterdim. - Özlem, ne garip di mi? Hani çok iyi arkadaşlar bu cümleyi kurarlar ya; “birbirimizi hiç bırakmayacağız” diye, biz istesek de istemesek de böyle bir arada olacağız. - Evet, sevgi. Ölsek daha mı iyiydi dersin? - Beni rahat bırak demiştim sana Özlem! Git artık defol buradan!

Canım kuklalarım. Gelin buraya. Kimse sizi sevmiyor fakat ikinizi de yok saymayacağım. Siz hayat veriyorsunuz bana.

evet, zaman zaman da farkına varabiliyorum. Özlem bunu biliyor, anneme de yakında söyler kesin. Özlem biliyor...ha ha ha. Özlem nasıl bilmez ki zaten? Dünyada eşsiz sayılabilecek varlıklardanız, ne hoş!!! Bir bedeni paylaşmak... Tanrım! Neden bizi böyle yarattın? Neden sürekli onu bir göz kırpış uzaklığı ötemde görmek zorundayım? Tüm bunları bir kenara attım, neden hasta olmak zorundayım? Neden beynim normal bir insanınki gibi çalışmıyor? “zavallı aptal! Sen normal bir insan mısın ki beynin de normal çalışsın!?” Yanımda bir baş yetmiyormuş gibi iki tane de ayrı karakterim var. Dünya bana zaten boğum boğum gelirken, bu iki ceza da neyin nesi? Güzel kuklalarım! Sizi asla bırakmayacağım. Kimse bilmiyor aslında sizlerle ruhumu rahatlattığımı. Hiç kimse düşünmüyor bu kızın neden kuklaları var diye. Kimse de bilemez! Bilemezsiniz! Ancak “deli” damgasını yapıştırmayı seversiniz! Bırakın siz onları kuklalarım, hayatımı az da olsa yaşanır hale getirmeye devam edin... yalvarırım... gülmeyi öğretin bana hadi! Hayatla dalga geçebilmeyi!

Nefesini hissetmek bile öldürüyor beni!! - Sevgi... Ne olur yapma. Ne güzel geçmişti bu durum hani? Hep o kuklalar yüzünden. Kim verdi ki sana onları? Hangi cehennemden geldiler? - ... - Tamam. Of... ağlama... Yok, böyle olmayacak. Anneme yarın durumu anlatıyorum ve doktora gidiyoruz artık. Aynı bedeni paylaşıyoruz, keşke tek bir beyni de paylaşsaydık ve o beyin benimkisi olsaydı; sağlıklı olanı. Hep o kuklalar yüzünden! Hep...

- Hanımefendi? Bugün ne kadar da güzelsiniz! - Artık kavga etmemeye karar verdim sizle iyi anlaşacağım bayım. Gelin, buyrun koluma girin ve yürüyelim. - ... - Ne o? Şaşırdınız mı? Elleriniz bezden. Ve sadece bir tane beyniniz var, o da bana ait! - Sevgilim! Bırakın da o güzel ellerinizi öpeyim. Korkmayın benimkiler bezden diye sizinkileri hor göreceğimi... Alın bu başımı da isterseniz, sizin olsun tamamen. Alın, evet. Ancak sizinkinin yanında yaşayabilir çünkü. Bir bedende iki baş oluruz. Bir sapta iki buğday gibi yani... Ne büyük sevgi... Ne büyük...

Canım kuklalarım. Gelin buraya. Kimse sizi sevmiyor fakat ikinizi de yok saymayacağım. Siz hayat veriyorsunuz bana. Kadın ve erkek. Hastayım

- Özlem? - Biz aslında bir yaratık mıyız? - ....

Özgenin kuklası Haydar uzun zamandır ortalarda görünmüyordu… Özgenin yavrusu kedi Nar ise ayak kovalıyor ve oje koklamak için çıldırıyordu… Ne kâbus! Nar’ı besleyip büyütmeye çalışan anneler Nezihe ve Özge de, yavrularının boğazından bir gıdım ekmek geçsin diye, birer hediye alabilsinler diye, İddia oynamaya dışarı çıktılar… İddiadan hiç para kazanamadılar… Anne Özge, Nar’a ojeli tırnaklı oyuncak ayak alacaktı! Nalamadılar… O sırada kapı çaldı… Yıllar süren sessizliğin ardından Haydar çıkageldi… Ortaoyunlardan kazandığı paralarla Nar’a sevimli bir nayak almıştı… Nar çok sevindi… Çünkü bu nayak nojeliydi! Ve kokuyordu…


10

en yaramaz sa

“oyunbo

Alsancak’ta bir Silence provası Silence… Her zaman böyle old an saat 16.00. Akşam gelir Oy İşte röportajım


ahne adamları

ozan”

ındayız… Bomboş bir duğunu sanmayın, şu yunbozan çılgınları… mız: Röportaj: İlknur Seda Bendeş Fotoğraflar: Hakan Arslan, Denizcan Saydam


12

İlk başta Platonik ismiyle kurulan grubumuz, 3 senelik bir bar hayatından sonra vokalistimizin değişmesiyle Oyunbozan adını aldı. Bir senedir de Alsancak’ta sahne alıyoruz.

Draje: Grup ne zaman kuruldu? Neden Oyunbozan? Ulaş: İlk başta Platonik ismiyle kurulan grubumuz, 3 senelik bir bar hayatından sonra vokalistimizin değişmesiyle Oyunbozan adını aldı. Bir senedir de Alsancak’ta sahne alıyoruz. Ceyhan: Bir gün Hayalbaz’a bara müzik dinlemeye gittim, sahnede Gökhanlar vardı. Dinlerken sahneye çağırdılar, bir iki şarkı söyledim, beğenmişler arkadaşlar sağ olsunlar. Yani biraz “hamama gittik kız

beğendik” gibi bir başlangıç oldu hep anda zaten birbirimize ısındık, biliyorsu ten… Grubun adına gelecek olursak, Ulaş’t ne zaman bir şey çalmaya başlarsak, başlarsak arkadan davulla öyle bir gir koyduğunu söyleyebiliriz.


Draje: Hangi oyunları bozuyorsunuz? Ceyhan: Aslında şöyle söyleyebiliriz, belli bir sahne konseptimiz var, Blues ve Rock’n Roll tabanlı çalıyoruz fakat biz her şarkıyı bu tarza uyarlayıp Oyunbozan’ın sahnesine almayı seviyoruz. Ulaş: Aslında bir oyundan ziyade, yaptığımız parçalarımızın ve Coverların kendi aramızda sentezlenmiş hali bir yerde. Yani mevcut şarkıların monotonluğunu bozuyoruz, şarkıları türetiyoruz diyebiliriz. Ceyhan: Biz bu müzik piyasasındaki oyunu bozuyoruz. Amacımız bu, oyundan kasıt da dönen dolaplar… İşletme halini alınca yaptığınız müzik, işin içine para girince biraz değişiyor her şey, biz bu oyunu bozmaya çalışıyoruz. Draje: 3 tane hayali oyun söyleyebilir misiniz? Gökhan: Trampeti Ulaş’ın kafasında patlatma oyunu. Denizcan: Biz hep bunu oynuyoruz. ☺ Ceyhan: Salih abi oyunu. Gökhan: Ulaş’ın metronomu kaçırma oyunu. ☺ Buraya direk Ulaş’ın fotoğrafını koy, bir de mankini giydir, daha büyük bir oyun olabilir mi? ☺ Draje: Oyunbozan’ı bir oyun gibi düşünecek olursanız, grubun ağırbaşlısı kimdir? Ceyhan. Mızıkçı? Ulaş. Örnek karakter? Gökhan. Oyunbozanı? Denizcan. Draje: İçinde “Oyun” geçen bir sahne şarkınız? Bon Jovi’den “I play my part and you play your game, you give love a bad name…” Draje: Son zamanlarda oynadığınız oyunlar? Nesli: Tavla. Ceyhan: Prototype. Gökhan: Eşek. Ceyhan: Arada Rus ruleti oynarım. Bir kere oynadım, akşam gene oynarım. Draje: En çok sevdiğiniz şarkıcılar Garry Moore, Bulutsuzluk Özlemi ve Yavuz Çetin… Draje: Draje okurlarına 3 kitap tavsiye eder misiniz? Denizcan: Derilerinizi Yüzeceğim/ Boris Vian Ulaş: Semerkant / Amin Moulouf ve Mutluluk / Zülfü Livaneli.

pimiz için. Birbirimizi gördüğümüz unuz müzik bu şekilde başlar za-

Oyunbozan iletişim bilgileri: http://www.myspace.com/_oyunbozan http://www.facebook.com/home.php?#/group.php?gid=46478186716&ref=ts

tan çıkıyor Oyunbozan… Biz , ne zaman bir şey konuşmaya riyor kendisi, grubun adını onun

Bar programları: Salı: TATO LIVE (Cadde/Sokak: Kıbrıs şehitleri cad. Gazi kadınlar 1453 sok. no.23 Alsancak) Cuma ve Cumartesi: HAYALBAZ (1448 Sok. Hayat Sokağı Kıbrıs Şehitleri / Alsancak İZMİR)


14

FotoÄ&#x;raf: A


Alican Erkol


16

BİR KAÇ DAKİK


KALIK HİKAYE Yazı: Ece Naz İlkin - E-mail: ecenazilkin.ilkin@gmail.com - İllüstrasyon: Birkan Can Evirgen

N

e yapsam?” diye dolanıyordu odanın içinde bir aşağı bir yukarı… Daralıyordu… Hacmi gittikçe genişleyen bir sıkıntı yıkıp geçecekti sanki göğüs kafesini. Boğazına kadar kayalarla doluydu sanki içi; bir kussa sinirini, rahatlayacaktı. Öyle rest çekemiyordu ama işte! Onu zorlayan neydi bilmiyordu tam olarak; ama yine de basıp yaygarayı, sil baştan alamıyordu işte her şeyi. Belki eldekileri de kaybetme korkusuydu bu. O sıkıldığı, oturmuş ve sağlam olan her şey, tüm bu küskün ve agresif halin sebebiyken yine de bırakıverip arkada her şeyi, gidemiyordu! Yapamayışını, başka başka nedenlere bağlamak en kolay kaçışıydı belki de… Aslında kendi biliyordu yapamadıklarının tek sebebinin kendi garantici, sağlamcı, alıştığından kopmaktan ölesiye korkan tarafı olduğunu. İçindeki alev alev nefret, kalkıp gitmek isteyen yanını zincir-pranga zapt’ı rapt altına alan yanıydı aslında. Terden sırılsıklam sırtı buz kesmişti. Ateşli hastalık gibi illet bir haldi bu! Buz gibi mi terlerdi insan, içi cayır cayır yanarken?! İki insanın tek bedende kavga kıyamet savaşıydı, aylardır içinde taşıdığı… Aylardır, kan gövdeyi götürüyordu… Bir de durgunsun demiyor muydu insanlar!.. İyice yaklaşıyordu o tehlikeli çizgiye, hani geçse o çizgiyi, kendini hepten kaybedeceği… Başı dönmüştü odada dönüp durmaktan… Geriye doğru bırakıverdi kendini… Bu yığıldığı yerin, allahın sıcağında insanı daha da bunaltan kadife koltuk olmaması için neler vermezdi şimdi… Serin,

berrak, ıssız, sığ bir denizde olmalıydı… Tanıdık bildik her tasvirden uzak, huzurlu olmalıydı. Tam da gevşek bir ifade yerleşecekti ki dudaklarına, sırtı kaşındı! Hayal bile kurulmazdı bu koltukta! “Kadife işte!” Kolçaklarına oturdu koltuğun, ezilsin diye de iyice yerleşti. Hani kolunu koymak bile yasaktı ya nerdeyse, tepinesi vardı üstünde! Alındığı zaman da sevmemişti bu koltuğu hiç. Eşi seçip almıştı; halbuki “sen seç” diyen de kendisiydi. Yine de nasıl bir mantıktı yani “kadife” ! Sen seç dedi diye kadife koltuk mu alması gerekirdi yani?! Öne doğru eğildi kamburunu iyice çıkartarak. Ayaklarına takıldı gözleri, parmaklarını oynattı. Kendi parmakları olduğunu kendi kendine kanıtlamak ister gibi; o kadar yabancılaşıyordu ki her şeyden… Kapı çaldı, hiç çekmedi bakışlarını ayak parmaklarından. Kıpırdamadı bile, anahtarı yoksa kapıdakinin, eve girmesi çok da lüzumlu değildi ne de olsa. Hem zaten beklediği biri yoktu; istediği biri vardı! İstediği kişinin gelmeyeceğini ayak parmakları bile bilirdi. Değil mi? Aşağı yukarı oynattı parmaklarını. Onlar da istenen kişinin gelmeyeceğini onayladıktan sonra derin bir nefes aldı. Söküp atmak istedi anahtar tıkırtısını haber veren kulaklarını!.. Bas bas bağırır gibi bir solukta dışarı verdi tüm bıkkınlığını… Açılan kapıya doğru bakmadı bile, gerçeği görmenin, görüp de – inatla istediği hayalin gerçekleşmediğine şahit olmanın hiç lüzumu yoktu şimdi.“Değil mi?” Ayak parmakları da onayladılar….

Yer: Yeşil belediye otobüsü! Amaç: “sessiz film” ile İstanbul trafiğine başkaldırı oyunu! Kahramanlar: arka üçlü koltuğa gömülmüş birer adet Alper Günay ve Ece Naz İlkin ve arka kapıdan hemen sonra ters koltuklara tünemiş bir adet Birkan Can Evirgen! Can parmaklarıyla 4’ü gösterir Ece ve Alper: Dört kelime Can başparmağıyla yeri işaret etmeye yeltenir ki: Ece: “Selvi boylum al yazmalım” Can: Ptuh! Otobüsün yarısı: ?! Yan tarafta oturan bir grup kız: puhahahahaha...


18

“SEN” OLMAK Yazı: Cem Vurnal - E-mail: cemvurnall@hotmail.com - İllüstrasyon: Birkan Can Evirgen

H

er başlangıçta bir bitiş saklıdır. Saklı olanın içinde ise kurgusal bir oyun ve gelip geçişin bıraktığı iz. Kayboluşlardan yoksun anlar tam ruhumu sana yaklaştıracakken, gene upuzun bir senaryo beliriyor. Kelimelerden yoksunluğu oyunun sonunda teslimiyetini kabul etmiş bir oyuncu yaratıyor; elinde bıçak kendine saplanmış... Tarantino’ nun acımasız kırmızısını ararken sahnede, karanlığın içindeki yaşlı bir ses: korkular, aşkı yaralamasaydı eğer diye mırıldanıyordu. Bütün bu yaşananların bir operadan ibaret olduğunu düşünen uyuyakalmış bir şairin üzerine kitleniyordu kapılar, hiç açılmamak üzere. İlhamını yüreğinden alan hayal gücüyle oyun devam ediyordu kapalı kapılar ardında. Son perde, gözlerim kapalı yürüyorum sahneye. Kucağımda tuttuğum merdivenle bana ezberletilenlere ulaşmaya çalışıyorum zihnimde. Hepsini unutup içimdekileri haykırmak istiyorum. Cesaretsizliğin bedeli sessiz haykırışlar, beni sarhoş bir dansa davet ediyor. Söylemeye alışık olmadığım notalara takılıp düşüyorum ayaklarının önüne. İsteklerimden güç alıp kalkmaya çalışıyorum ama başım ağırlaşmış parmaklarımın arasında, yapamıyorum. Her ne kadar zorlasam da karanlıktan gelen

alaycı sesleri duyuyorum. Kulaklarımı kapatıyorum onları anlamsızlıklarına kavuşturmak için. Sonra, gözlerimle devam ediyorum ölüme armağan eder gibi onları... Derin bir nefes, iç çekişin ardından ve içimde senin düşlediğim bedenin. Spotların yüzüme vurmuş sıcaklığı, korkmuş gözlerimi açıveriyor birden susmayacak alkışların altında. Hayaller gerçek

İsteklerimden güç alıp kalkmaya çalışıyorum ama başım ağırlaşmış parmaklarımın arasında, yapamıyorum. Her ne kadar zorlasam da karanlıktan gelen alaycı sesleri duyuyorum. Kulaklarımı kapatıyorum onları anlamsızlıklarına kavuşturmak için... olmuş, serin rüzgârın içinde duran “senin” karşındayım. Dalgalanan artık duygularım değil senin o saçların. Haykırmıyorum artık sana çaresizce gel diye. Yalnızlığımdan korkmuyorum ellerim bir yere sımsıkı sarılmak istese de. Hatta gözlerim bile ıslanmıyor; her gece yorganımın altında usulca ağladığım gibi. Artık zorlanmıyorum nefes alırken, çünkü sonradan farkına varıyorum yeni rolümün “seni” oynamak olarak değiştiğini...

“Yaşadıklarımız siyahla beyazın arasında bir ikilemde geçiyorsa, kırmızının aşkı derinlemesine yaşatmasına karşı koyamayız ki…” Bu sözler, son oynadığı pokerde kırmızı kupa kızıyla oyunu kaybeden Cem tarafından söylendi. Bu sırada Annabel’den Wicked Game çalmaktaydı… What a wicked thing to say, you never felt this way… Cem’e göre her zaman tek bir olasılık vardır, olur veya olmayandan bir tanesine kendimiz inanırız. Olasılığı yaratırsın, çünkü gerçeği hesaplayamazsın. Kendi bulduğun olasılık olduğu için, düşünemediğin gerçekleştiğinde diğer bir olasılık olduğunu düşünürsün ama sadece yanılmışsındır. Her zaman tek tercih vardır, çünkü sadece birisini seçersin…



20

ANGORA Yazı ve illüstrasyon: Elmas Şölenkır - E-mail: elmassolenkir@gmail.com

K

ör,katı,soğuk ve karlı... Bir damla kanın yerde incelerek asfaltı sarması, öpüşmeleri, dağılmaları ve ayrılmaları... Gecenin koyu lacivert karanlığında, yıldızların altında, ay ışığının şeffaf sarhoş edici ambiyansında uçuşan tavşan tüyleri ve iki donuk göz. Rus ruleti kimin lehine işliyor henüz karar verilmemişken, zaman bilinmeyenden gelen emirler doğrultusunda şimdi ile geçmiş arasında köleleştirildi, akmıyor, ne lehine, ne de aleyhine. Annesi, küçük kızı içeri sokmaya çalışırken, küçük kızın çığlık atarcasına haykırışı çınlıyor dağ evinin önünde, o heybetli dağın eteklerinde... O ise soğuktan morarmış el ve ayak parmaklarına, üstündeki kırmızı elbisesinin pürüzlü asfalta değip kanı emmesine aldırış etmeden babasının yolda ezdiği beyaz, yumuşak ve soğuk tavşana dokunuyor, gözlerine bakıyor öylece zamanı durdurup geriye gidiyorlar...

Karlar lapa lapa yağarken sıcak toprağından çıkan tavşan, panik dolu aceleci bakışlarıyla çalıların, dikitlerin ve sarkıtların arasından geçerek otoyola ulaşıyor, ormanı beyaz örtü sarmalamış, tabelalar ve levhalar görünmez olmuşken, işte tam da o anda mermiler deliklerine yerleşiyor ve rus ruleti işlemeye başlıyor... Bir adım, iki adım, bir çift göz, yolda tekerlek izleri, bir kaç kırık parça dal, bir jant, ölü bir tavşan ve de sinyal lambasının gözü alan uzunca ışığı... Lapa lapa yağan karı görüyorum, karın yükseklerden süzülüşünü ve tenime değmesiyle yok oluşunu... Ben de soğuk beyaz hayvanın karşıdan karşıya geçerken arabalarla oynadığı döngüsü kısır oyuna dahil oluyorum iç güdüsel olarak, otoyolun kenarından kalkıp karşıya koşuyorum, bir adım, iki adım, bir çift göz, kamyon tekerleğinin bıraktığı fren izleri, kırmızı bir elbise ve yerde boylu boyunca yatan küçük kız ve ölü bir tavşan...


Okuması artık basit, fekat göze hâlâ faidelidir! Bu alana reklam vermek için: info@drajedergi.com


22

‘TO PLAY!’ YA

SADECE ENSTRÜMA


A DA ASLINDA

ANINLA OYNAMAK Yazı: Özge Ç. Denizci - E-mail: ozgedenizci@gmail.com - Fotoğraf: Özge Ç. Denizci

B

ir çocuğun özgürlüğü bence onun oyunuyla, oyuculuğuyla ölçülebilir. Ben de çocuktum ve oyun oynamak istiyordum, oynadıkça özgürleştiğimi hissediyordum. Anaokulunda bütün arkadaşlarım oyun oynarken, ben anneannemin gelip beni almasını beklerdim. Benden yaşça büyük abla, abi hatta teyze ve amcaların bulunduğu, şimdi içine girdiğimde bana aslında hiç de o kadar korkutucu ve büyük değilmiş gibi gelen merdivenleri tırmanır, son derece soğuk ve derin bulduğum odaların içine tıkılır, siyah beyaz tuşları olan duvara dayalı, o bir türlü sevemediğim aletin başına oturtulurdum. Okuma yazmayı öğrenmeden önce; bazılarınıza Çince gibi gelen notaları okumayı öğrenmiş ve onları seslendirmeyi başarmıştım. Bu kadarı ne beni bu yola sokan müzisyen annem için (ki ona bu konuda kızmıyor aksine bu deneyimi yaşattığı için teşekkür ediyorum) ne de öğretmenlerim için yetmiyordu. Adı üstünde orası konservatuardı. Oradan çıkan konser veren konserve oluyordu. Bana tam da böyle yazdığım için kızacak bir sürü insan tanıyorum ya umurumda bile değil. Ben buraya başladığımda sadece 5 yaşındaydım ve 7 yaşına kadar haftanın birkaç günü, zorlanarak ve de zorlayarak çaldığım piyanonun başında öğretmenlerimle, geri kalan yarısıysa, henüz sayı saymayı bilmediğimden annemin kibrit çöplerini soldan sağa geçirerek hangi etüdü kaç kere çalmam gerektiğini belirlediği zamanlarda geçiyordu. Lafı daha fazla uzatmayacağım ama 7 yıl boyunca okuduğum Güzel Sanatlar Lisesi’nin müzik bölümünde de benzer sıkıntıları yaşadım. Hatta üniversitede girdiğim piyano derslerinde bile. Her bir enstrüman dersi benim için neredeyse işkence gibiydi. Ben piyanoyla oynayamıyor, onların bana dayattığı şeyleri yapıyordum… Ne zamanki üniversiteden de mezun olup kendi başıma piyanonun başına geçip, oyun oynadım o zaman bu aletin sınırlarını öğrenmeye, kendi sınırlarımı da zorlamaya başladım… Bu sorun acaba bir tek Türkiye’de mi var? Bu beni biraz düşündürüyor. Çünkü İngilizce “play” kelimesi çalmak anlamına geliyorsa da aslında oynamak demek. Türkiye’de senin enstrümanınla onamana pek izin vermiyorlar. Onlar sadece bazen despotça denebilecek düzeyde onların sana belirlediği sistemin dışına çıkamıyorsun. Virtüöz olmadan önce asla enstrümanınla oynayamazsın. Oysa dediğim gibi çalgınla oynamadan aslında virtüöz de olamazsın. Bir düşünün Chuck Berry’i, o bir oyuncu, ya da sesiyle oynayabilen müzisyenleri. Müzisyen sahnede ya da bulunduğu yerde çalarken eğlenebiliyorsa, bu demektir ki eğlendirebiliyor. Eğlenmenin tek yolu da bunu bir oyun gibi yaşamak değil mi? Buradan yetkililere sesleniyor bırakın müzik sizinle oynasın, siz kendinizi müzikle oynamaya davet edin…


24 sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem

TARİHÇİLERDEN

Haber: Hayriye Gülle - E-mail: asparajans@gmail.com - Fotoğraf: As Parajans

ÇİN DAMASI ATA S


m sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem s

N BÜYÜK BULUŞ:

SPORUMUZ ÇIKTI İsviçre’li tarihçilerin 41 yıl süren araştırmaları tarihi bir gerçeğe ışık tuttu. Özbekistan’daki Atan Comeon piramidindeki yazıtları inceleyen tarihçiler, Çin Daması diye bildiğimiz oyunun tarihte ilk defa İskit Ecesi 4. Alpurungututuk Hatun tarafından oynandığını ortaya koydu.

4

. Alpurungututuk Kimdir? İskit Ecesi 4. Alpurungututuk İskit’lerin beşinci lideri olup tahtta yedi ay kadar kalabilmiştir. Henüz 15 yaşındayken tahta oturan efsanevi lider, Çinliler tarafından görevlendirilen bir casusla birlikte kaçıp çoluk çocuğa karışınca saltanatından olmuştur. Tahtta kaldığı süre boyunca ordusuyla saklambaç oynaması eleştiri konusu olan genç ece, adeta aforoz edilmiş ve ölümünden sonra cenazesi Çinlilerden alınarak töreyi bozduğu unutulmasın diye ardılları tarafından yapılan Atan Comeon piramidine defnedilmiştir.

E

fsanevi Araştırmanın Tarihi İsviçreli tarihçi Frank De Souir 1968 yılında akademik bir toplantı için gittiği Özbekistan’da gördüğü Atan Comeon piramidindeki yazıtların fotoğrafını çekerken yakalanmış ve casusluk yaptığı şüphesiyle sınırdışı edilmişti. Yazıtların gizemini çözmek için uğraştığı 41 yıl boyunca nice badireler atlatan büyük tarihçi De Souir nihayet çalışmalarını sonlandırdığını 18 Eylül 2009 günü yaptığı bir açıklamayla dünya kamuoyuna duyurdu.

Ç

in Daması Çin Malı Değil De Souir yaptığı açıklamada Çin daması denilen beyin sporunun ilk kez İskit Ecesi 4. Alpurungututuk tarafından oynandığını ve geliştirildiğini duyurdu. Yazıtlarda yer alan bilgilere göre satranç, go, briç, bilardo ve Amerikan futbolunun da aynı kökenden gelen beyin sporları olduğu ortaya konmuş bulunuyor. Basın mensuplarının soruları üzerine bu şaşırtıcı bulguların şüphe götürmez bilimsel gerçekler olduğunu belirten De Souir, Amerikalıların Amerikan futbolunu amacından saptırarak bu oyunu kendilerine mal ettiklerini söyledi.

T

ekin Aygündü: Gurur Duyduk Bu haberin dünya gündemine bomba gibi düşmesinin ardından İsviçre Türk Dondurmacılar Birliği başkanı Tekin Aygündü bir basın toplantısı düzenleyerek Çin Daması denen beyin sporunun aslında Türk Daması olduğu tescillendiği için gurur dolu olduklarını belirtti. Hollanda Damaseverler Yardımlaşma Derneği Sözcüsü Mehpare Kırıkpençe ise; “Yaptığı bilimsel çalışmalarla Amerikan Oyununu bozduğu için akademik dünyadan dışlanan De Souir’in gönüllerin profesörü olduğunu” söyleyerek büyük tarihçiye eksik olan diplomaları önemsenmeden anavatandaki üniversitelerce kürsü verilmesi gerektiğini belirtti.


26

SAHNENİN TOZUNU SİLMİŞ

Yazı: Emrah Sarıgöl - E-mail: flyguitar@windowslive.com - İllüstrasyon: Birkan Can Evirgen

B

u sahneyi yarıda kesmişler, yönetmenini çalmışlar, suflörünü de beceriksiz adamın biri yapmışlar. Oyunun başrol oyuncularını, kuliste sevişirken yakalamışlar. Olacak iş değil doğrusu! Senarist, parasını alamamış yapımcıdan, yapımcı parayı bir kumar masasında kaybetmiş. Şaşılacak şey! Olmaz böyle film, olmaz böyle beceriksizlik. Ne diyeceğim ben şimdi figüranlara? Yardımcı erkek ve kadın oyuncuya ne diyeceğim. Olmayacak, olamayacak böyle. Hangi projeye kendimi versem, yarım kalıyor, tıpkı aşklarım gibi. En son dün ayrıldım sevgilimden. Verdiğim rolü, sahnede beceremedi diye. Çok sevemedi beni, veremedi aşkın hakkını. Oysa söylemiştim, severken kendini vereceksin diye. Defalarca, deneme çekimi yapmıştım onunla. Emeğinin karşılığını vermedim, becerememişti çünkü. Şimdi ilan vermekteyim yaşadığım kıyıdaki martılara, güzel bir oyuncu, iyi bir aşık bulduklarında haber verecekler bana. Aklımda, giriş diyalogları var. Sahneye birileri atlayacak sanırım. Acaba buhranlarım mı, yoksa sevinçlerim mi önce gelecek, hangisi benim oyuculuğumu çıkaracak ortaya. Kelimelerim satır satır dökülmekte dilimden,kim var arkamda. Yoksa birileri geleceğimi görüyor da sufle mi yapıyor bana? Tanrım görüyorsun ya ben, delirmeye başlıyorum hafiften, aynı Dante’nin anlattıkları gibi. Değişiyor hayatın sahneleri durmadan, durmaya vakit yok, yaşamak gerek her şeyi. Yönetmen, yöneten beni görüyor musun? Son oyununu tek başıma bir odada yapabiliyorum. Sahnelerin birinde, bir intihar denemesi geliyor rol icabı bir onu beceremiyorum. Sanırım yarattığın hayatta, kadınlar kadar, nefes almaya da sevdalıyım. Ne söylüyordum herkese, bu sahnenin tozu eksik. Girmedi daha ciğerlerime. Yönetmensiz, senaristsiz, hatta suflörsüz oynarım bu hayatı. Hem de tek başıma, hem de kapalı gişe. Bir ufak rolde dublör kullanırsam,ne olayım! Ben bu sahneye çıktım, ve biriniz yalan söylemedikçe, oynamaya devam ediyorum... Ya sen, ya sen karşımdaki, beni izlerken zevk alacak mısın? Görüyorum gülmelerini, bana ödüller verilirken görüyorum kendimi. Canımı sıkıyor bana verilecek ödüller, ben buna layık miyim, yaşamaya layık olduğum kadar. İçimdeki heyecanı öldürüyorsunuz verdiğiniz ödüllerle. Ben sizden ödül değil, sevgi istiyorum. Yalnızlıkları oynamak istemiyorum bu oyunda. O yüzden kapatın bütün perdeleri; Bu sahnenin tozunu silmiş edepsizin biri, oynamıyorum!


m i. om o rg c i.c . de i rg je g de ra r je .d w ra de w .d om e c w m j . /w o w gi a :/ i.c r er /w tp rg d :/ ed . ht de aj tp w je ht dr . ra w w .d w w /w /w w :/ :/ /w tp :/ ht tp tp ht ht

draje www.drajedergi.com

Pencüse... Severler dergiyi gencüse!

m

co

Kendisi genç Ruhu olgun Hacmi dolgun Internet dergisi

BU ALANDA SİZİN DE REKLAMLARINIZ YAYINLANABİLİR! İRTİBAT

info@drajedergi.com

7

http://www.drajedergi.com


28

I LOVE


PORN Yazı: Mark Town - E-mail: smanola@hotmail.com - İllüstrasyon: Birkan Can Evirgen

İ

nsan ya çok sarhoşken yaratır ya çok ayıkken ama sarhoşken çıkan sonuçlara “elemandaki potansiyel” deriz ayıkken olanlara ise “kendini adamışlık” adını veririz.

Oyunculuğun en sevdiim yanı hiç bir zaman oynayanın kendim olamayışım sanırım. Cümlem her gün gazetede çıkan dürtülme sonucu oluşmuş köşe yazılarına benzedi anasını satayım; yayınlanan şey ne kadar “aylık” ise o kadar karmaşık olması gerekiyor lakin. Alın size oyunculuk. Rol denilen şey sanırım yaşadığımız parasal sistemde herkesin benimsemesi gereken bir kavram. Kendi olan insanların genellikle dışlandığını ya da değiştirilmeye çalışıldığını görüyorum. Ama işin temeline baktığınızda etrafta uymamız gereken bir takım roller olduğunu görüyorsunuz(!) Böyle bir durum içinde ne kadar inkar edebilirsiniz toplumda çok benimsenmiş bir insan olduğunuzu aynı anda bunun sizin orjinalliğinize dayandığını? Rol denilen şey iki taraflı işler aslında; ilk olarak karşınızdakinden emdiğiniz kişiliğin et kemik haline gelmiş olduğuna inandırmak, ikinci olarak da kendinize, artık kendinize ait olmadığınızı anlatmak. Birçok büyük oyuncunun becerdiği şey sanırsam. Önce kendinizi bir zaman önce satırlarda okuduğu kişi olduğunuza inandırmak sonra ise oluşturduğu homojeni izleyene satmak. Sanmıyorum çok başarılı olabileceğini bu aşamayı atlamadan karşı tarafa kişiliğini benimsetmeye çalışanların.

Daha da saykodelikliğe girersek, dinlediğiniz her parça, gördüğünüz her sahne ya da duyduğunuz her nota (konuşma dahi olabilir) sizi bir role sokabilecek kapasitededir. Böyle bir durumda yapabileceğiniz çok bir şey kalmaz, yapacağınız tek şey sizi dürten şeyin yarattığı çekime kendinizi bırakmak. Bir Greensleeves dinledikten sonra ya 8. Henry’nin torunusunuz, ya da bir Grieg dinledikten sonra sabahları ördek avlayan huzurlu(!) bir avcısınız, belki de Vivaldi’den sonra notalarda koşuşturmaca oynayan birisiniz, ya da ya da bir Tiesto parçası dinledikten sonra

İnsan ya çok sarhoşken yaratır ya çok ayıkken ama sarhoşken çıkan sonuçlara “elemandaki potansiyel” deriz ayıkken olanlara ise “kendini adamışlık” adını veririz. Amsterdam’dasınız, insanın kendini motive edecek kaynağı bulduktan sonra destinasyonunu çizdiği notaya onu götürecek bir taşıt bulmasında zorluk çekmesinin imkansız olduğunu düşünüyorum. Kısacası “siz” dediğimiz şey aslında nasıl hissettiğinizdir milliyetinizden, dininizden, geçmişinizden, iki saat önce başınıza nasıl kötü bir olay geldiğinden ya da kadın veya erkek olduğunuzdan bağımsız olarak. Oyunculuk dediğimiz şey herkesin uyandıktan sonra geçirdiği yaklaşık onsekiz saat boyunca yaptığı şeyin aslıdır. Bunu meslek olarak edinenlerinse bunu sadece abarttığını düşünmemek için de sanmam ki elimizde kesin bi kanıt olsun.

• Yakalamaç’ın farklı bir versiyonu 11–50 oyununda deli gibi kaçabilen Mark Town, kaçış ustası olduğu bu oyunda bir numaraydı. Ebe olmazdı hiçbir zaman. Şu an ise çeşit çeşit seks oyunları oynuyor ve bu oyunlarda kaçan kim bilinmiyor… Ebesiyle 14 yaşına kadar görüşüyordu Mark Town.. Çünkü ikisi de Merter’de oturuyorlardı o zamanlar. • Mark şu an Vivaldi - Concerto For Mandolin in C Major RV425 (Allegro)dinliyor. • Mark’a göre oyun denen şey, parayla yapılan her şeydir. Oyun ve Michael Jackson arasındaki ilişki de, yaratan-yaratılan ilişkisinden öte değildir…


30

TASA


ASIZ OYUNLAR Yazı: Tuğba Hanım Şanlı -E-Mail: ulkum.tr_ths@hotmail.com - İllüstrasyon: Hayalcan İncesağır

H

adi bak etrafına ve usta bir delilik sergile seni izleyenlere. Onlara nasılda usta bir oyuncu olduğunu göster. Nasılsa senden bunu beklemiyorlar mı?. Herkes için bir hayat düşünmüşlerdir mutlaka. Sen de yanıltma onları, sakın ezberlerini bozma. Öykünü tamamla ve çek git buradan. Yazılması gerekenler belli. (?) asılsızlık asıldı çoktan boynuna. Ve sen de farkındasın bunun. Öykün ya da öyküm yalanlarla dolu. Biz ise bu yalanlara attığımız sessiz çığlıklarla bitiriyoruz çoğu geceyi. Ve gecenin sonunda hep bir umut. Ama sakın! Gözyaşının yansımasında kalmalı umudun. Demiştim, üniversitenin ilk yıllarında. Biz olmaması gereken hayaller biriktirdik hayat heybemizde. Yanıltmadık işte kimseyi. “Emek” kavramından olabildiğince uzak kavramlar üstüne hayaller kurduk. Hadi muhteşem bi hayat çizelim kendimize dedik. Ego tatmin etmekten öteye geçemediğimiz düşünce yoğunluklarında bulduk kendimizi. Kimlik kazanmaya karşı rol karmaşası dönemini sorunsuz atlatsak mesela ve takip eden dönemde sorgusuz sualsiz meslek sahibi olsak ya da para kazanmak için çalışmak mecburiyetinde olmasak. Sıkıntı, dert, tasa, endişe nedir bilmesek. Hani öyle ki beklediğinin gerçekleşmemesi gibi bir ihtimal hiç olmasa,kronik hastalıklar da, sabah erken kalmalar da, aç kalmalar da, zamansızlık ve bol gözyaşlı sevmeler de, beklemeler de... Kendiliğinden olmayıverse bunlar değil mi? Acının içinde dahi acı hissetmesek. Ve küresel ısınmanın etkilerini azaltmak için payımız olsun istediğimizde, kutup ayılarını çok

sevmemiz yeterli olsa. Oyunun içinde tasasız oyuncular olmak istedik hep. Bütün cümlelerimizde hayatın bize kötülükler getirdiğinden bahsettik, tam da bizden beklenen gibi. Ve dünden pişman, yarından umutsuz karakterlerdik. Aslında bi çoğumuz biliyordu bu sindirilişin ardında koskoca bir sistemin yattığını. Kim bilir sorgulamak için bizden bekleneni, çok mu üşendik. Peki ne isterdin sonsuz ve sorunsuz olsaydı yaşamın. Şimdikinden daha fazla ve “sonsuz ve sorunsuz” olduğunun hakkını verecek ne arzulardın. Kazanmak için emeksiz geçen günleri ne kadar kendine ait hissederdin. Ah biz... Ne güzel oyuncularız değil mi? Hayatın bizim için hiçbir şey yapmadığından, ya da karşımıza hep kötülükler çıkardığından bahseder dururuz. Yaptıklarımızın hayatın akışındaki önemini kavrayamadan, önümüze konan yapılacaklar listesinden başımızı kaldıramadan, kendimizi tanıyamadan ve bize biçilen rolden başkası olamadan yaşayıp gidiyoruz. Ölüyoruz. Yaşıyoruz. Ve yeniden ölüyoruz. İşte ben de kendimle konuşmaya devam ediyorum. Tanyeri kızıllığı ve benim biriken sancılarım. Ne kadar da benziyorsunuz birbirinize. Tükenmesin umudunuz. Buluttan düşen son damlayı yakalayabilirsiniz, yeşertmek istiyorsanız eğer amber ağacınızı. Ve bi sürü fesleğen ekip balkondaki saksılara, çocuk şarkılarıyla neşelenebilirsiniz hala. Ve gün ağarmakta. Bu gece elektronlar çok mutsuz..neden….:(

Aklımıza gelmişken: Dünya çapında bir organizasyon olan Thrill The World kapsamında çeşitli ülkelerden binlerce kişi aynı anda Michael Jackson’ın Thriller şarkısıyla dansedecek. Biz de varız, yüzümüzü beyaz pudraya bulayıp, saçlarımızı dikicez ve beraber zombiler dünyasına adım atıcaz. Katılmak isteyenler şimdiden dans çalışmalarına başlasın ki zombistanbul’un şanına yakışır bir dans yapabilelim. He bi de geldiğinizde bizi bulun beraber dansedelim, görüşürüz. Ayrıntılı bilgiler sitesinde efenim: http://thrilltheworldistanbul.com


52


“Her yer tiyatrodur” Söyleşi ve Yazı: Ece Naz İlkin • E-mail: ecenazilkin.ilkin@gmail.com Fotoğraflar: Burcu Tavşan, Mehmet Yasa, Serdar Saatman, Erdem Tepegöz

Kendi deyimleriyle “Her yer tiyatrodur” görüşünü savunan ve her zaman “yeni”yi kovalayan Tiyatro Oyun Kutusu 2003’te İzmir’de kuruldu. Kurulduğu günden beri yenilik heyecanını bastıramayan mevzubahis “oyun kutu”su, “tiyatro dünyadır, dünya da tiyatrodur” şeklindeki hayat ve oyun arasındaki ilişkinin tezahürü olan, başı kıçı birbirine geçmiş bu felsefeden hareketle “In yer face” hareketini temel almıştır.

İ

n yer face” 90’larda İngiltere’de ortaya çıkan bir akım olup, sahnede tüm müstehcenliği, şiddeti ya da şok ediciliğiyle, hayatın tüm “uç” kabul edilmesine rağmen tam da merkezi olan olgularla seyirciyi buluşturmayı hedef alır. (Türkiye’deki öncüsü (2005) İstanbul’da DOT’tur.) Tiyatro oyun kutusu içinde tüm hayatları barındıran bir kutudur ve herkes açacağı bir delikten burada olup bitenleri tüm çıplaklığıyla izlemeye davetlidir! Gizli gizli gözetlemekten kimsenin kaçınmayacağı ve herkesin bildiği gerçekliği, bir salon dolusu insan içinde de tüm bireylere yaşatma kaygısı!... “Oyuncu yaramaz kutu”nun bu muzurluğu : aslında toplum baskısının tam da suratına, gerçekliği Osmanlı tokatı misali çarpmasından öte gelir.


34

14 metrelik bir sahnede oyuncu ve seyircinin, hayatla oyunun iç içe olduğu Phaedra’nın aşkı oyunu, Tiyatro Oyun Kutusu’na VIII: Lions Tiyatro Ödüllerinde en iyi yönetmen (Serdar Saatman) ve en iyi erkek oyuncu (Yarkın Ünsal) ödüllerini getirmiştir. 2009 sezonuna “in yer face/ gerilim” türündeki, “Misery Öldü” adlı Stephen King’ten uyarlanan “anlatılmaz yaşanır” dedirtecek cinsten bir oyunla devam edecek olan Tiyatro Oyun Kutusu, Phaedra’nın aşkı adlı oyunu da ara ara sergileyecektir. Sahnede sevişen, adam öldüren, ölen, gülen, kendinden geçen, öylece oturan, her şeyi yapan ya da hiçbir şey yapmayan Tiyatro Oyun Kutusu yetişkinlerin gözüne ve beynine “gerçek” ve “yeni” ile ilgili olan soru işaretleri tıkıştırmakla meşgulken; aynı zamanda, renkli ve harikalar diyarına 10 dakika mesafede çocuk oyunları ve müzikalleri de sahnelemektedir.


Sahnelenen oyunlarla ve ekiple ilgili ayr覺nt覺l覺 bilgi i癟in: http://www.tiyatrooyunkutusu.com


36

ZATEN AKTÖR DE Yazı: Alper Günay - E-mail: agunayist@hotmail.com - İllüstrasyon: Birkan Can Evirgen

B

en oyuncu diye fok balığına derim arkadaş. Adam nasıl öyle masum sevimli görünüyor da lüp lüp balıktı penguendi götürüyor. Ben bizzat gördüm. Hiç acıma yok. Bir de Rıfat abi var bizim kasap o da sağlam oyuncu. Kendini filozof zannediyor, bir keresinde koyunların neden yeşil şeylerden hoşlandıklarını anlatmıştı da üç saat dinlemiştik. En sonunda ‘işte bu yüzde etleri kırmızıdır’ dedi de anca dank etti adam bizi yemiş ayak üstü. Sonra Aziz Nesin var çok iyi oynar kelimelerle. Toprağı bol olsun rahmetlinin yeri dolmadı gitti. Al Pacino mu, Robert De Niro mu deseler gözümü kırpmadan Robert derim. Çünkü bir kere daha fazla farklı karakterde gördüm adamı, çocuk filminde de, böyle gaylı maylı bi filmde de oynamıştı. Ama Al Pacino da boru değil hani. Adamın bir Hamlet hazırlayışını gördüm, adam önce Şekspirin yaşadığı eve gidiyor sonra Şekspir oluyor, sonra acaba hangi duygularda Hamlet’i yazdım diyor, sonra Hamlet oluyor. Baba dedim ver elini öpiyim. Ronaldinho vardı. Çok sempatik adamdı o. Ne oldu ona, iyi oyuncuydu o? Bazı tiyatro oyuncuları çıkmışlar ağlıyorlar para kazanamıyoruz diye. Arkadaşım bak bende ilgileniyorum az çok bu işlerle, işini iyi yapan öküz gibi de kazanır para. Hayal Sahnesiydi, Kenter Tiyatrosuydu, BKMydi, Orta Oyunculardı bunlar nasıl hep dolu sahneye oynuyorlar da bir sürü para kazanıyorlar? Demek ki haklıyım ben. Eski oyuncudan yönetmen olması beni derinden etkiler hele ki yönetmenin filmde yahut oyunda oynaması çok dokunaklı gelir bana, keşke herkes kendi işini yapsa. Ancak Peter Jackson reisdir üç saniyelik figürasyon yapar ya helal olsun. Eskiden Erkan Canı tek geçerdim ama şimdi bir de Erdal Beşikçioğlu var çift geçiyorum bunları. Bir meslek varmış. Oturup sabahtan akşama bilgisayar oyunu oynuyormuşsun, oyun firmaları yahut oyun dergileri sana para veriyormuş hem de tonla. CV’mi şöyle bırakıyorum o zaman. Sen ne güzel bir ağabeyimizdin Charlie Chaplin. Yaşarken değerini bilemediler ya sen öldün Charlie Chaplin oyunculuğu diye bir şey çıktı. Kusura bakma ama bir boka benzemiyor. Sen yapınca tadı varmış sadece. Okullarda açıldı küçük oyuncular sahneleri doldurur artık. Hatırlayın lütfen ‘anne karnım ağrıyor okula gitmesem olur mu?’ Melih Gökçek var. O pek kıvıramıyor oyunculuk işini rol yaptığını belli ediyor çok.


EDİĞİN NEDİR Kİ?

Alper, 4. sınıfa geçtiği Fransızca Kamu Yönetimi bölümünü bırakıp, Maltepe Üniversitesi Tiyatroculuk bölümüne geçmiştir. Kendisini bu müthiş cesaretinden dolayı kutluyoruz! 2.sınıftan sonra okula sadece arkadaşlarını görmek üzere uğrayan Alper, alttan bıraktığı milyonlarca dersin yanında, milyonlarca sınava girip bu bölümü kazanmıştır. Azimdir, güzelliktir, istektir.


38

BİR VARMIŞ B Yazı: Esra Erdem - E-mail: esra_rdm@yahoo.com - İllüstrasyon: Hayalcan İncesağır

G

ölgeler geçti bir bir gözünün önünden, halini halsizleştiren. Biri elini uzattı adam olmayan ona,karşılıksız bırakmadı o da tuttu eli. Derinlerden bir ses duyuldu, derinliği olmayan birkaç basit notaya eşti melodisi. El elini bıraktı, bir anda acımadan olanca hızıyla. İtti, fırlattı bir kenara. Eli kanıyordu. Kanayan elini tuttu bir kadın. Yerdeki parayı bastı kanayan yere. Kan durmak bilmiyordu aktıkca aktı, kadın yere eğilip aldığı paraları yaraya bastıkca bastı. Yerdeki paraların rengi değişti, kan durmuştu kadın ortadan kayboldu. Kendi de kaybolmak istedi bilmediği

sonuna “bey” kelimesi de eklenir heybetli adı daha da bir heybetlenirdi. Şimdi adını duymak tuhafına gitmişti. Kimdi bu seslerin sahibi, kimlerdi? Hafif bir ışık süzmesi giriyordu göz kapaklarından içeri,görmesi imkansızdı. Çok geçmedi adını fısıldayanlar yavaş yavaş uzaklaştılar.Adının ahengi havaya karıştı. Gözleri yaşardı. Yaşlanınca, yaşlarla gözler daha yakın dost olurdu. İstediği böyle bir dostluk değildi ki, halbuki zamanında hayattan ne çok şey beklemişti. O en sevdiği filmi en önden izlemek için sıraya girmiş, karaborsadan bilet alıp filmi en önden izleyen kuru kafaların zavallılıklarından Gecenin karanlığında baktı haline, acıdı kendine. tiksinmişti. Filmin yarısında Vakti zamanında adamdı, uzun yıllar adamlığa doyurulmuştu. kalkıp çıkmış, salondan dışarı Şimdilerde kedi köpeğin sahibiydi adamlığı alınınca elinden atınca kendini derin derin sokak ahalisinden biri olmuştu. Hali ismin e hali bile değildi nefes almak istemişti. Yaşı halsizdi, adının yanına yeni haller alacak durumdaysa hiç otuzken hayal ettikleri altdeğildi.Bazı geceler oyun oynardı geçmişi ona. Bu gece de o mışında ne kadar da hagecelerden biriydi. zin ve ne kadar da bitikti. Vücudunda bir hareket bu yerden, yere baktı acı vardı, havadaysa kan hissetti, hayatına giren kadınlar kokusu. Kulağında hala o ses, sessizlik istemegibiydi soğuk ve zehirli. Üzerinde ye hakkı yoktu. Uzun zamandır sessizliğin sesine yavaş yavaş gezinip boynuna gizliden gizliye hayranlık duyar olmuştu. Arkadan dolanıverdi. Nefesi kesildi, kalbi bir el dokundu yavaşca omzuna, gözü karardı. kuş oldu bedenini terk edip gitti. Karartıldı ışıklar, kör oldu sandı. Gözüne bağlanan Kalamadı gittiği yerden geri gelkumaştandı karanlığı,aradığı zanlının siyaha budi. “Daha vaktimiz var, bırakmam lanmış silüetiydi görmekte zorlandığı. seni.” dedi. Adam bağırmak istedi sesi çıkmadı. Boynundakiyse zehrini Adını fısıldadılar kulağına, alışık değildi kendi adını akıtmadan, kördüğümünü çözdü yuvasına geri bir başkasından duymaya. Çok önceleri adının döndü.


BİR YOKMUŞ O anda, aniden irkilerek kalktı yerinden. Yerini devretti mışıl mışıl yanında uyuyan kediye. Ne olduğunu anlamamıştı. Rüya içinde rüya ne kadar anlamlı olursa o kadar anlamlıydı şu an yaşadıkları. Rüyasında uyuyordu, rüyasını görüyordu. Uyumanın rüyası mıydı, rüyanın rüyası mı? Biri aklıyla, zihniyle oyun oynuyordu bulamadı zanlısını. Bu aralar gazetelerde,haberlerde boy boy resimleri çıkan koyun keser gibi boyun kesen karanlık adamlar bulunamadıysa onun kendi içindeki zanlısını bulması da zor gibi görünüyordu. Ama belki bir gün çıkar ortaya, o da teslim olurdu. Gecenin karanlığında baktı haline, acıdı kendine. Vakti zamanında adamdı, uzun yıllar adamlığa doyurulmuştu. Şimdilerde kedi köpeğin sahibiydi adamlığı alınınca elinden sokak ahalisinden biri olmuştu. Hali ismin e hali bile değildi halsizdi, adının yanına yeni haller alacak durumdaysa hiç değildi. Bazı geceler oyun oynardı geçmişi ona.Bu gece de o gecelerden biriydi. Sıkılmıştı, yorulmuştu. Oyunlardan nasibini alalı çok olmuştu. Gün yine ağarmış yorgun bir geceden yorgun bir güne merhaba demişti. Ve o yine aynı şeyleri yaşamak ve hayatta kalmak adına yola koyulmuştu. Değiştirmek isteyip de değiştiremediği anlar adına anılarının geçtiği sokağa doğru bedenini savurmuştu. Esra, bol bol saklambaç oynayan ve ebe olmayı seven bir çocuktu. Ebe olmak için dua mı ederdi peki geceler boyu? Hayır, bazen hoş değildir ebe olmak “hay senin ebenin” olayından ötürü… O yüzden büyüdükçe hayatın kendisiyle oynamak geldi içinden Esra’nın… Yazıyı yazarken Sakin grubunun “Denek hayatım” şarkısını dinledi… Ve arada kendi kendine, “hayat ben senin ebenin…” dedi ve cümlenin sonunu getirmedi.


40 kutudaki sesler kutudaki sesler kutudaki sesler kutudaki ses

Oyuncu arkadaĹ&#x;lardan Bah


sler kutudaki sesler kutudaki sesler kutudaki sesler kutudaki

hadır Yüksekşan’ın çizimidir…


42 kutudaki sesler kutudaki sesler kutudaki sesler kutudaki ses

Oyuncu arkadaĹ&#x;lardan Bah


sler kutudaki sesler kutudaki sesler kutudaki sesler kutudaki

hadır Yüksekşan’ın çizimidir…


44

10x10

GERÇEKTEN 100 MÜ EDER? Yazı: Pınar Karaaslan - E-mail: pnar.karaaslan@gmail.com - İllüstrasyon: Birkan Can Evirgen

İ

nsan tutkusu olan bir konu hakkında yazamaz mı? Bakınız kaç saattir başındayım bilgisayarın. Yazamıyorum. Daha doğrusu yap-boza döndü klavye. O kadar kelime, oyunculuğa dair o kadar çok konu var ki anlatmak istediğim; şikayet etmek istediğim mesela, hiç bir oyuncunun bir diğerine el uzatıp yardımcı olmamasından ya da aç kalırsın diyerek yola baş koyma girişimlerinden defalarca döndürülmekten ve hatta bu konuda yeteri kadar cesur olamadığından ötürü kendimden belki de. Evet! Her sıkışanın yaptığı, yapacağı gibi; taşı başkalarına ataraktan, şikayetçiyim. Oyuncu Draje! Öyle her ay bir daldan diğerine atlar, sarı çiçek toplarsan olamazsın oyuncu falan. Bak burada da senin gibilerden şikayetçiyim. E haydi bir de bunu deneyeyim diyenlerden yani. Herkes de pek bir yetenekli canım. 10 parmak 10 marifet tiplemeri var her kavanozda. Sürekli bir tüketim halinde olan toplumumuz ne de olsa yadırgamıyor bunları. Ne koysan tabağa yeniyor. Hatta aynı şeyi 10 gün ver, 10 gün yeniyor. Topluma

boyumdan büyük laf atmam; haşa; haddim değil. Onu sevgili anne ve babalarımız evlerinde yapıyor bol bol. Daha yeterince yemek pişirmedim ben o kavanozlarla. Bilmediği konu hakkında yorum yapma akımının etkisinde de kalmadım. Haddini bilmek lazım. Bildirmek de lazım bazen. Bakınız, günümüz ekonomisi bize şimdilerde bildiriyor haddimizi. Sen misin, umarsız, kuralsız, yarınını düşünmemecesine tüketen; sen misin benim havama parfüm, deodorant sıkan ve hatta sen misin suyumu kirletip de bir de üstüne kendine yeni bir pazar yaratıp, yeni iş alanları sağlayan..? İnsanoğlu pek bir aciz kimi zaman. Kendi yarattıklarınca vuruluyor. Çamur-göz olayı başlıyor tarih sayfalarında. Yine de ilerleme için, denemek; denemek için de cesur olmak gerekiyor. Teknoloji ne kadar göz korkutup, bizlere acaba nereye koşuyoruz? soruları sordursa da; göz kamaştırıyor. Dudağı uçukluyor insanın. Gücünü fark ettikçe de yeni bir uçuk patlak veriyor bu sefer, bu gücün farkında dahi olmayan çevre dudaklara baktıkça. İşte o noktada devreye giriyor 10 parmak 10


marifet grubu. Herkes oynuyor azizim. Yoksa izlenmiyor haberler, aynı sinir sistemiyle. Tamam evet bu noktada şikayetçi değil, belki de anlayışlıyım biraz elimde olmadan. (Sinir idi değil mi kendini yenileyemeyen tek sistemimiz? Bak o bile had bildirme girişiminde. Gözümüz gibi bakmamız gerekene zaten, en çok zararımız!) Oyunculukla oynamaksa başka şeyler. Hani sanatçı-şarkıcı ayrımı var ya. Var yani! Bildiğim kadarıyla ikisi de, kişiye verilen bir ünvan, kişinin kendine verdiği değil :) Oyunculuk da öyle; günlük değil, ömürlük ve doludizgin. Çünkü kendisi 7 gün kesintisiz çalışma, çevredekileri sürekli bir gözleme ve insanları anlama yolundan geçen bir karma-

şa istiyor. Tamam, karmaşık değilsin demiyorum, 10 parmak 10 marifet grubu. Hepimiz karmaşığız nihayetinde; dozunun bir önemi yok. Ve hiç olmadığımız kadar yabancıyız birbirimize. Yıllarımız da geçse kafa kafaya, aynı duvarlarda dolanıp da birbirine rastlamamış elöpenler* gibiyiz. Aynı fikirleri savunduğu halde, el sıkışamayanlar gibi. Yani ben bir hayli şikayetçiyim. Nedenini dahi hatırlamasam da, ‘bayağı’ şikayetçiyim hatta. Son söz de sana Draje Efendi! Git en hızlısından bir 10x10 grubuna katıl; bana sürüden ayrılan koyun hikayesini anlattırma! *Halkdiliyle Elöpen, transparanımsı minik bir kertenkeledir. Adana’da olmadığı duvar görmedim ben.

Pınar bunu yazarken, ara ara, almaya can attığı ama hem pahalı olduğu hem de erkek arkadaşı 1000000 tane laf ettiği için alamadığı iran kediciğinin fotoğraflarına bakıp bakıp iç çekmiştir. Hatta gözleri bile dolmuştur. Ve hatta bu noktada, “nasıl olur da insan tanımadığı bir hayvana bu derece bağlanabilir anlamıyorum paşam” bile demiştir içinden. Kafası iyice karışan Pınar’ın - “Oyna Yârim Oyna” şarkısını seslendirerek göbek attığı düşünülmektedir.


Fallen... Utku Atalay - http://dramod.deviantart.com

46


UZUN METRAJ POLİSİYE MACERA

YERE DÜŞEN TEK ZAR Yazı: Gökhan Erakın - E-mail: gokhan.era@live.com

U

yanır uyanmaz bir sigara yaktı ve kapısına bırakılmış olan gazetesini almak için ayaklandı. Sabahın soğuğundan korunmak için sırtına bir hırka almıştı. Gazete her zamanki yerindeydi. Bir elinde gazetesi bir elinde sigarasıyla mutfağa doğru yöneldi. Bir hayli sade olan mutfakta, yemeklerini yediği eski, meşe ağacından yapılma masaya oturdu. Kahvaltı etmezdi. Sabahları sadece sigara içer ve gazetesini okurdu. Bu rutini 42 senedir bozmamıştı. Gazetenin tarihi ona bir şeyler anımsatmıştı ama ne olduğunu tam olarak kestirememişti. Çalışma odasına giderek, eski erkeklerin vazgeçilmezi, kara kaplı ajandasına bir göz attı. 22 Şubat, saat 02:00’de Randevusu vardı. İçinden okkalı bir küfür salladı. Mecbur olmadıkça evden çıkmazdı, özellikle de soğuk kış günlerinde. Söylene söylene banyoya giderek, dolaptan tıraş takımlarını çıkarttı... Son sigarasını da yaktığında yeni bir paket alacak parası olup olmadığını düşünüyordu. Halbuki ona göre meteliğe kurşun atmayı hiç hak etmiyordu. Hiçbir işte dikiş tutturamamasına karşın sorunun kendisinde olmadığı konusunda ısrarcıydı. Ama bu durumun hiçbir faydası yoktu, paraya ihtiyacı vardı. Ansızın açılan apartman kapısı, gence neden burada olduğunu hatırlattı. Hemen yanındaki çöp konteynırının ardına gizlendi. Siyah pardösülü, kısa boylu, epey yaşlı bir adam kapıda bekleyen taksiye binerek uzaklaştı. Ardından, bir hayli bakımlı, sarışın bir kadın, iki küçük kızla, köşe başındaki parka doğru hareketlendi. Sessizce izlediği bu insanları tanımıyordu. Soğuk hava içine işliyor ve beklemek onu hepten sıkıyordu. Soğuktan titreyen çenesi, sigarasının yere düşürmesine sebep oldu. El çabukluğuyla sigarayı yerden aldı ve hiçbir şey olmamış gibi onu ait olduğu yere yerleştirdi. Kapıya tekrar göz attığında esmer, uzun boylu ve oldukça büyük burunlu bir adamın, otoparka doğru yöneldiğini gördü.Onu tanıyordu... Yaşlı adam, elindeki raporları, binadan çıkar çıkmaz, ilk gördüğü çöp tenekesine attı. Kafasındaki

düşünceleri de onlarla birlikte atabilmeyi çok isterdi. Ayaz vardı, paltosunun yakasını kaldırarak, köşe başındaki taksi durağına doğru yürümeye başladı. Yürürken kendisini görünmez gibi hissediyordu. Kafası o kadar doluydu ki hiçbir şey duymuyor, hiçbir şey dikkatini çekmiyordu. Sadece yürüyordu bitmek tükenmek bilmez bir yolda yürürmüşçesine... Evine vardığında gergindi. Çalışma odasına girdi. Her şey sinir bozucu şekilde tanıdıktı. Onun bu halini, onu bu kadar iyi tanıyan eşyaların görmesinden rahatsız bir halde koltuğa adeta yığıldı. Siyah otomobil, süratli ve oturaklı bir şekilde otoparktan çıkarak uzaklaştı. Saat 01:42 idi. Harekete geçmek için tam 18 dakikası vardı ve şu anda bir sigarası daha olması için neler vermezdi. Midesi bulanmaya başladı. Sebebi heyecanla karışık çok yakın durduğu çöp konteynırından gelen keskin kokuydu. Sadece biraz daha dişini sıkacaktı. Yapacaklarını bir kez daha zihninde tekrarladı. Saat 02:00’yi gösterdiğinde hızla apartman kapısına yöneldi. 22 numaralı dairenin ziline bastı ve bekledi. Ne otomatiğe basılmıştı ne de birisi ses vermişti. Ev boştu. Ardından 21 numaralı kapının ziline de bastı. Ses, seda yoktu. Muhtemelen kat da boştu. Artık tek yapması gereken apartmana girmekti. İçeriden çıkacak birini beklemeye koyuldu. Çok uzun sürmeden kara çarşaflı, kısa boylu bir kadın kapıyı açtı ve gözlerini adamdan kaçırarak yoluna devam etti. Bundan iyisi olamazdı. Hızla apartmana giren genç, asansöre binerek vakit kaybetmeden en üst kata doğru yükselmeye başladı. Asansör durduğunda eldivenlerini giymişti bile.Hızlı olmalıydı. Parka vardıklarında, uslu olmaları iyice tembihlenen kız çocukları, salıncaklara doğru yarışırcasına koşmaya başlamışlardı. Çocuk telaşıyla oyuna dalmış 2 küçük kızdan biri kan ter içinde bakıcısına susadığını söyledi. Sarışın kadın, çantasını kurcalarken, su şişelerini


48

evde unuttuğunu fark etti. Bakıcı, her gün karşılaştığı ve artık ahbabı olduğu annelerden birine, çocukları emanet ederek, hızlı adımlarla apartmana doğru yürümeye başladı. Asansöre binerek düğmeye bastı. Aynada saçlarını düzeltirken bir yandan da vücudunu inceliyordu. Üst katlara yapılan bu yolculuk sırasında, bekar olan patronunu nasıl kafesleyebileceğini düşünmeye koyuldu... Asansörden iner inmez saatine bir göz attı. 02:13. 2 dakika bekleyecek ve harekete geçecekti. Asansör, gencin kapısını kapatmasıyla birlikte aşağıdan çağırılmıştı. Biraz ürkse de bu kata çıkılma ihtimalinin çok düşük olduğuna kendisini inandırdı. Genç, 21 numaralı kapının önünde durarak, 22 numaraya girmenin ne kadar zaman alacağını düşünmeye başladı. Bu esnada asansör durmuş ve tekrar harekete geçmişti. Asansörün sesini dinleyerek kaçıncı katta olduğunu takibe başladı.1-2-3-4-5.. giderek yaklaşan asansörü artık dikkatle dinliyordu, 6-7-8.. birden bire başından aşağı kaynar sular döküldü, buraya geliyordu. Bunu hissetmişti. Saklanmayı düşündü ama gidecek fazla bir yeri yoktu. Cebindeki kredi kartına eli değdi. 21 numaralı kapının kilitli olmamasını umarak kapıyı açmayı denedi ve, TIK... Kapı açıldı. Kendini içeri atan gencin kapıyı kapatmasıyla asansör kapısının açılması bir oldu. Genç kapı gözünden kata bakarken yaklaşık yarım saat önce binadan çıkan sarışın kadının kapıya doğru baktığını gördü. Demek ki o da kapanan kapının sesini duymuştu. Anahtarıyla 22 numaralı daireye giren kadın, 5 dakika içinde elinde su şişeleriyle çıktı. Bu sırada heyecandan kalbi duracak gibi olan genç, nefesini düzenlemeye çalışıyordu. Ancak nefesi düzeldikten sonra, bu dairenin de boş olduğunu anımsayabildi. Arkasını dönerek koridora baktı. Halı gayet şıktı. Duvardaki tablolar da zevkliydi. Artık içerdeydi ve daha fazla macera aramaya gerek yoktu. Üstelik 22 numaralı dairenin kapısı onu zorlayabilecek cinstendi. Burayı soymaya karar verdi. Daireyle ilgili hiçbir bilgisi olmadığı için iki katı hızlı olmalıydı.

Bir anda harekete geçti. Koridorun sonundaki odaya hızla yöneldi. Burası yatak odasıydı ve genelde değerli şeyler burada saklanırdı. Yatak odasının yapısı ve parfümlere baktığında bu odada bir kadının yaşamadığı ortadaydı.Dolayısıyla değerli bir şey olması çok düşük bir ihtimaldi. Ancak odanın köşesindeki sandık dikkatini çekmişti. Anahtarı üzerinde takılı duran bu sandığa yönelen genç, anahtarın çıkarttığı sese aldırmadan sandığı açtı. Sandıkta içindekilerin üzerini örten beyaz, ipekten bir örtü vardı: onu kaldırdığında gördüklerine inanamadı. Sandık, ağzına kadar, altın kaplama heykeller ve tablalar ile doluydu. Ev sahibinin bir koleksiyoncu olduğunu o anda anlamıştı. Aradığı şeyden fazlasını bulan genç, bunları nasıl taşıyacağını düşünmeye başladı. Ama kapı sesi ile birlikte, bu düşünceler yerini çok daha farklı endişelere bıraktı. Ev sahibi içerdeydi. Olduğu yerde donup kaldı ve ayak seslerini dinlemeye koyuldu. Ev sahibi odaya gelmemişti ama gencin bulunduğu yerden kapıya yönelmesi de çok riskliydi. Çabuk düşünmeliydi. Yığıldığı koltuktan doğrulan ihtiyar, kendisine bir bardak visky koyarak, karanlık gündüzün kasvetli havasının tadını çıkarıyordu. Visky acısı bir tattı bu... Gözlerini bir an kapattığında derinden gelen bir tıkırtı duydu. Yaşına göre kulakları oldukça hassastı. Nefesini tutarak, sessizliği dinlemeye koyuldu. Çok hafif bir ses daha işitti ve hızlı bir hareketle çalışma masasının çekmecesini çekti. İçindeki silahı alarak koridora daldı. Korkusuz bir asker gibi davranıyor, her odaya büyük bir gürültüyle dalıyordu. Girdiği 2 oda ve banyo boştu. Koridorun sonunda bulunan yatak odasına girerken ise biraz tedirgindi. Ama hız kesmeden oraya da girdi. genç kararını vermişti: Minik bir altın parça alarak var gücüyle koridorun sonundaki kapıya koşacak ve kendisini dışarı atacaktı. Başka çıkışı yoktu ve bir şeyler almadan buradan ayrılmayı aklından dahi geçirmiyordu. Açık sandıktan ne alabileceğine bir göz attı.


2 küçük Buda heykelinin altındaki ufak tabla gözüne ilişmişti. Buda heykelini kaldırdığında göründüğünden çok daha ağır olduğunu farketti. Aşağıdaki tablaya ulaştığında heykel eldiveninden kaydı sandığın içindeki kolunun üzerine düştü. Fazla ses çıkartmamıştı. Ama duyulma ihtimaline karşı sessizce birkaç saniye bekledi. İçeriden hiçbir ses işitmeyince kolunu yavaşça Buda heykelinin altından, tablayla birlikte çıkarttı. Ancak çıkartırken tabla buda heykeline sürtünerek diğerinden daha kuvvetli bir ses çıkarttı. Birkaç saniye içinde büyük bir gürültüyle odaların kapıları çarpmaya başladı. Genç hemen ayağa fırladı. Ne yapacağını bilemeden odanın içinde zangır zangır titremekteydi. Ses giderek artıyordu. Sanki büyük bir canavar, önüne ne gelirse parçalayarak, ona doğru yaklaşıyordu. Yatak odasının kapısı büyük bir gürültüyle açıldığında gencin elleri havadaydı. Korkudan rengi bembeyaz olmuştu. Gencin havada duran sağ elinde tuttuğu tablaya bakan ihtiyar elindeki silahı gence nişanlayarak ne yapacağını düşünmeye başladı. Korktuğu çok belli olan bu 19-20 yaşlarındaki esmer, uzun boylu, zayıf çocuğa bakan ihtiyar ona bir teklif sundu. “Seninle bir tavla maçı yapacağız. Kazanırsan özgürsün ama kaybedersen seni polise teslim edeceğim.” Bu bir tekliften çok bir direktifti. Gencin bunu reddetmesi mümkün değildi. Genç önde, ihtiyar arkada çalışma odasına geçtiler. Odadan içeri girildiğinde büyük bir kitaplık önünde, siyah şık bir çalışma masası vardı. Sağ tarafta duran vitrinde ise, ordudayken alınmış birkaç madalya hemen göze çarpıyordu. İhtiyar, gençten, sol taraftaki koltuklardan birine geçmesini istedi. Odanın solunda, duvar dibine karşılıklı yerleştirilmiş siyah renkli 2 deri koltuk ve aralarında da bir sehpa bulunmaktaydı. Sehpanın üzerinde ise eski bir tavla duruyordu. Genç kendinden istenileni yaptı ve siyah deri koltuklardan birine oturdu. İhtiyar da hızlı bir şekilde yerini aldı ve gence tavlayı açarak taşları dizmesini emretti. İtiraz edecek bir durumda olmayan genç kendinden ne istenilirse harfiyen uyguluyordu. Taşlar dizildikten sonra oyun ihtiyarın atışıyla başladı.

Oyun başlayalı 2 dakika olmuştu ve işler genç için iyi gitmiyordu. İhtiyar biri hariç bütün kapıları almıştı. Gencin elinde tek bir kırığı vardı ve oyuna sokabilmesi için 2 atması gerekiyordu. Fakat o 2 bir türlü gelmiyordu. Genç önce endişelenmeye, sonra korkmaya, daha sonra da paniklemeye başlamıştı. İhtiyar sakindi. Oyun, onun için güzel gidiyordu. Uzun zamandır tavla oynamamıştı ve kazanıyor olmak onu keyiflendiriyordu. Gencin bir atışıyla zarlardan biri tavlanın dışına çıkarak, ihtiyarın koltuğunun dibine düştü. İhtiyar, bir anda zarı almak için eğildiğinde aklına hemen hemen 1 saat evvel edinmiş olduğu raporlar geldi. Bugün, 10 yıl önce yakalandığı ve yenebildiği testis kanserine yeniden yakalandığını öğrenmişti. Raporlar, iyileşmesinin mümkün olmadığını anlatmaktaydı. Belki de yaptığı son tavla müsabakası buydu. Kazanmaya çok yakındı ama ölüme yakın şu zamanlarda, kazanmak anlamsızdı. Zarı yerden aldığında, kararını vermişti. Bu, gençliğine benzeyen çocuğa bilerek yenilecekti ve hayatını değiştirmesi için ona bir fırsat verecekti. İhtiyar doğrulurken yüzünde bir gülümseme oluştu. Zarın yere düştüğünü gören genç önce ne yapacağını bilemedi. Kalkıp almalı mıydı? Bir anda ihtiyarın zarı almak için eğildiğini görünce şaşırdı. Oyundaki çaresiz hali, midesine kramplar sokmaktaydı. Derken gözü bir anda tavlanın içinde kalan tek zara ilişti. Gelen rakam 2 idi. Beyninden vurulmuşa dönen genç, bunun kötüye işaret olduğuna inandı. Böyle işaretlere hep inanmıştı: çift sayıların da bir anlamı vardı... Bugünün anlamlısının 2 olduğu çok açıktı ve o 2 ona bir şeyler anlatmaktaydı. Oyuna devam ederse yenilecekti, artık buna emindi. İhtiyarın zarı yerden alarak, doğrulduğunu gören genç, bir anda ileri atılarak, ihtiyarın koltuğunun yanındaki silahı kaptı. Panikle tetiğe kaç kere bastığının bile farkında olmayan genç, şarjörü ihtiyarın üzerine boşalttı. Cansız bedeni ile siyah koltuğu kırmızıya boyayan ihtiyarın yüzündeki gülümseme artık yoktu. Genç elindeki silahı yere atarak düşündü; Son çaresi buydu, biliyordu. Belki de kaderi buydu, bilmiyordu. Yere düşen tek zar, onu hayata bağlayacakken, tavlada kalan tek zar onu bir katil yapmıştı.


Falling Man Emre Alettin Keskin -E-mail: alettin_keskin@hotmail.com

50



52 sıkıcı şeyler sıkıcı şeyler sıkıcı şeyler sıkıcı şeyler sıkıcı ş

ELMASI KIZA

‘Dünyaya nasıl göründüğümü bilmiyorum; ama ben kend kıyısında oynayan, düzgün bir çakıl taşı ya da güzel bir den

Derleyen: İlknur Seda Bendeş- E-mail: bendesilknur@gmail.com

Isaac N

Newton, matematik, astronomi ve fizik alanlarındaki buluşları göz kamaştırıcı niteliktedir; klasik fizik onunla doruğa erişmiştir. Bilime yaptığı temel katkılar, diferansiyel ve entegral evrensel çekim kanunu ve Güneş ışığının yapısı olarak sıralanabilir. Çalışmalarını, Doğa Felsefesinin Matematik İlkeleri (Principia) Optik adlı eserlerinde toplamıştır. Newton, diferansiyel integral hesabı bulmuştur ve bu buluşu 17. yüzyılda ortaya çıkan ve çözümlenmek istenen bazı problemlerden kaynaklanmaktadır.

herhangi bir anda yörüngesinin neresinde bulunacağını hesap etmekti.

Bu problemlerden ilki, bir cismin yol formülünden, herhangi bir andaki hız ve ivmesini, hız ve ivmesinden ise aldığı yolu bulmaktı. Bu problem ivmeli hareketin incelenmesi sırasında ortaya çıkmıştı. Buradaki güçlük, 17. yüzyılda ilgi odağı haline gelen ansal hız, ansal ivmenin hesaplanmasıydı. Örneğin, ansal hız bulunurken, ortalama hız durumunda olduğu gibi, alınan yol, geçen süreye bölünerek hesaplanamaz, çünkü verilen bir an içinde alınan yol ve süre sıfırdır; sıfırın sıfıra oranı ise anlamsızdır. Bu biçim değişimleri diferansiyel hesap ile bulunabilir. İkinci problem, bir eğrinin teğetini bulmaktı. Bu problem hem bir geometri problemiydi, hem de çeşitli alanlardaki uygulamalarda çok önemliydi. Bu problemlerin çözümü için diferansiyel hesabı uygulamak gerekir. Üçüncü problem de, bir fonksiyonun maksimum veya minimum değerlerinin bulunması sorunuydu. Örneğin, gezegen hareketlerinin incelenmesinde, bir gezegenin Güneş’ten en büyük ve en küçük mesafelerinin bulunması gibi maksimum ve minimum problemleri ile karşılaşılmaktaydı. Dördüncü problem ise, bir gezegenin verilen bir süre içinde aldığı yol, eğrilerin sınırladığı alanlar, yüzeylerin sınırladığı hacimler gibi problemlerdi. Bunların çözümleri integral hesap yardımıyla bulunur. Newton 1665 yılında uzunluklar, alanlar, hacimler, sıcaklıklar gibi sürekli değişen niceliklerin değişme oranlarının nasıl bulunacağı üzerinde düşünmeye başlamıştı. Bir niceliğin diğer birine göre ansal değişme oranını (dx/dy) diferansiyel hesap ile bulmuş ve bu işlemin tersiyle de (hesap) sonsuz küçük alanların toplamı olarak eğri alanların bulunabileceğini göstermiştir. Newton, iki mekanik problemin çözümünü bulmaya çalışırken diferansiyel entegral hesabı geliştirmiştir. Bu problemler: 1- Gezegenin hareketi sırasında yörüngesi üzerinde kat ettiği yoldan, herhangi bir andaki hızını bulmak, 2- Gezegenin hızından,

Bundan dolayı da Leibniz ile aralarında öncelik problemi söz konusu olmuştur. Leibniz, Newton’dan daha iyi bir notasyon kullanmış, x ve y gibi iki değişkenin mümkün olan en küçük değişimlerini dx ve dy olarak göstermiştir. 1684 yılında yayımladığı dxy= xdy+ ydx, dxn= nxn-1, ve d(x/y)=(ydx-xdy)/y2 formüllerini vermiştir. Newton matematiğin başka alanlarına da katkıda bulunmuştur. Binom ifadelerinin tam sayılı kuvvetlerinin açılımı çok uzun zamandan beri biliniyordu. Pascal, katsayıların birbirini izleme kuralını bulmuştu; ancak kesirli kuvvetler için binom açılımı henüz yapılmamıştı. Newton (xx2)1/2 ve (1-x2)1/2 açılımlarını sonsuz diziler yardımıyla vermiştir. Principia’da Newton, Galilei ile önemli değişime uğrayan hareket problemini yeniden ele alır.

Bu problemlerin çözümüne hazırlık olarak Newton, y = x2 denkleminde herhangi bir andaki yolu y, ve düzgün bir dx hızı ile alınan başka bir andaki yolu da x ile göstererek, 2xdx’in aynı anda y yolunu alan hızı temsil edeceğini söylemiştir. Newton, diferansiyel-integral hesabı bulduğunu 1669 yılına kadar kimseye haber vermemiş ve ancak 42 yıl sonra yayınlamıştır.

Uzun yıllar Aristoteles’in görüşlerinin etkisinde kalmış olan bu problemi Galilei, eylemsizlik ilkesiyle kökten değiştirmiş ve artık cisimlerin hareketinin açıklanması problem olmaktan çıkmıştı. Ancak, problemin gök mekaniğini ilgilendiren boyutu hâlâ tam olarak açıklanamamıştı. Galilei’nin getirdiği eylemsizlik problemine göre dışarıdan bir etki olmadığı sürece cisim durumunu koruyacak hareket halindeyse düzgün hızla bir doğru boyunca hareketini sürdürecektir. Aynı kural gezegenler için de geçerlidir. Ancak gezegenler doğrusal değil, dairesel hareket yapmaktadırlar. O zaman bir problem ortaya çıkmaktadır. Niçin


şeyler sıkıcı şeyler sıkıcı şeyler sıkıcı şeyler sıkıcı şeyler sıkıc

ARAN VELET

dimi, henüz keşfedilmemiş gerçeklerle dolu bir okyanusun niz kabuğu bulduğunda sevinen bir çocuk gibi görüyorum.’

Newton

gezegenler Güneş’in çevresinde dolanırlar da uzaklaşıp gitmezler? Newton bu sorunun yanıtını, Platon’dan beri bilinmekte olan ve miktarını Galilei’nin ölçtüğü gravitasyonda bulur. Ona göre, Yer’in çevresinde dolanan Ay’ı yörüngesinde tutan kuvvet yeryüzünde bir taşın düşmesine olan kuvvettir. Daha sonra Ay’ın hareketini mermi yoluna benzeterek bu olayı açıklamaya çalışan Newton, şöyle bir varsayım oluşturur: Bir dağın tepesinden atılan mermi yer çekimi nedeniyle A noktasına düşecektir. Daha hızlı fırlatılırsa, daha uzağa örneğin noktasına düşer. Eğer ilk atıldığı yere ulaşacak bir hızla fırlatılırsa, yere düşmeyecek, kazandığı merkez kaç kuvvetle, yer çekim dengeleneceği için, tıpkı doğal bir uydu gibi Yer’in çevresinde dolanıp duracaktır Böylece yapay uydu kuramının temel prensibini de ilk kez açıklamış olan Newton, çekimin matematiksel ifadesini vermeye girişir. Kepler kanunlarını göz önüne alarak gravitasyonu “F= M.m/r2” olarak formüle eder. Daha sonra gözlemsel olarak da bunu kanıtlayan Newton, böylece bütün evreni yöneten tek bir kanun olduğunu kanıtlamıştır. Bundan dolayı da bu kanuna evrensel çekim kanunu denmiştir. Newton’un diğer bir katkısı da fizikte kuramsal evreyi gerçekleştirmiş olmasıdır. Kendi zamanına kadar bilimde gözlem ve deney aşamasında bir takım kanunların edilmesiyle yetinilmişti. Newton ise bu kanunlar ışığında, o bilimin bütününde geçerli olan prensiplerin oluşturulduğu kuramsal evreye ulaşmayı başarmış ve fiziği, tıpkı Eukleides’in geometride yaptığına benzer şekilde, aksiyomatik hale getirmiştir. Dayandığı temel prensipler şunlardır:1. Eylemsizlik prensibi: Bir cisme hiçbir kuvvet etki etmiyorsa, o cisim hareket halinde ise hareketine düzgün hızla doğru boyunca devam eder, sükûnet halindeyse durumunu korur. 2. Bir cisme bir kuvvet uygulanırsa o cisimde bir ivme meydana gelir ve ivme kuvvetle orantılıdır (F=m.a) 3. Etki tepki prensibi: Bir A cismi bir B cismine bir F kuvveti

uyguluyorsa, B cismi de A cismine zıt yönde ama ona eşit bir F kuvveti uygular. Newton’un ağırlıkla ilgilendiği bir diğer bilim dalı da optiktir. Optik adlı eserinde ışığın niteliğini ve renklerin oluşumunu ayrıntılı olarak incelemiştir ve ilk kez güneş ışığının gerçekte rengin karışımından veya bileşiminden oluştuğunu, deneysel olarak kanıtlamıştır. Bunun için karanlık bir odaya yerleştirdiği prizmaya güneş ışığı göndererek renklere ayrılmasını ve daha sonra prizmadan çıkan ışığı ince kenarlı bir mercekle bir noktaya toplamak de tekrar beyaz ışığı elde edebilmiştir. Ayrıca her rengin belirli bir kırılma indisi olduğunu da ilk bulan Newton’dur. Mekanikçi anlayışını doruğa çıkarttı denilebilir. Doğa felsefesinin matematiksel ilkesi, kendisinin ve bilim dünyasının en önemli eseri sayılır. Eserin ilk bölümünde devinimden bahsedilir. Galileo’nun eylemsizlik ve serbest düşme yasasını Newton kapsamlı bir teoriyle incelemekteydi. Galileo’nun eylemsizlik ilkesine Newton “kütle” yasasıyla daha net bir bakış kazandırır: Değişik kütleye sahip iki nesne, sıkışık bir yayın karşıt uçlarına bastırılıp bırakıldığında kütlesi büyük olanın kayma ivmesi daha azdır. Bu mekanikçi yasası da “kuvvet”tir. Kuvvet, hız veya yön değiştirmenin nedeni olarak tanımlanmakta ve bunun kütle ile ivmenin çarpımından oluştuğu belirtilmektedir. Son olarak her etkiye karşı, eşit bir “tepki” vardır. “Kütle” ve “kuvvet”ten sonra mekaniğin üçüncü yasası budur. Galileo ile Newton mekaniğinde yalnızca aynı doğrultuda tekdüze devinim doğaldır. Denenmenin yönhız değiştirmesi ancak bir dış kuvvetin etkisiyle olanaklıdır. Newton yerçekimi ile ilgili hipotezini yasaya dönüştürür. Evrende var olan herhangi iki cisim (kütlelerin çarpımıyla doğru, aralarındaki mesafenin karesiyle ters orantılı olarak) birbirine çeker. İşte, elmanın yere düşmesiyle, Dünyanın Güneş etrafından dolaşması gibi birbirinden uzak olguları bir tek kategoride açıklama olanağı bu ilke ili mümkün kılınmıştır (Evrensel yerçekimi yasası). Newton’un ulaştığı sonuçlar şunlardır: - Hareketin üç temel yasaya indirgenmesi, - Bu yasaların dayandığı kavramların tanımlanışı (kütle, kuvvet) - Copernicus ve Kepler’in ilk adımlarını attıkları sistemin bilimsel bir teori olarak kuruluşu Alıntıdır: www.matematiksinifim.com


Çıkan kısmın özeti: Kızıl bir gölün ortasında göğe doğru kabardı jartiyer. Arkamızda bize nanik çeken Burak Beyrek, ufacık bir detayı unutmuştu; çoklu zekâ teorisi kremşantili Etimek tatlısına benzer. Yine de karamsar olmaya gerek yok; aldığımız bilgilere göre bir safra kesesi dile gelseydi, papatyalardan yaptığı taçla, temiz pataklardı belki de seni. Bir hengâme! Olur böyle şeyler sevgilim, sen de benim ağzımın içine girersin. Aslında bahar geldi diye tombalak annem diskalifiye nedeni sayılacaktır ve Jean Paul Sartre çoktan öğrenmiş olacaktır. Minik pembe kalpler kuralları ihlal edecek olursa veya bir yük treni varsa, gözleriniz kamaşabilir. Sadakatsiz davranıyorduk burnumuz ne kadar çok müdahaleye devam ederse. Küfürler, şarkılar, türküler toplumun bir neferi oluyor sarhoş olup oraya buraya tükürdüğün için. Limon bahçesine kustuğun Ömer Erciyes’in ise ayvası var narı var. Timsahlar da boş durmadı sen giderken yavaş yavaş. Uzun zamandır nefes alamıyormuşum aslında. Ayaklarınız yerden kesildiğinde benliğimizden uzaklaşmamamız gerek. Tehlike anında üstünüze gelen bir yük treni varsa Cem Vurnal maymunları öldüreceğini söyledi. Yoksa onun ağzından böyle bir şey duymak mı? İnsanın hissedebileceği bir duygu ter içinde kaldığı için terliksi hayvan hamile kaldı. İnanılmaz bir şey. Talihsiz olaylar bununla da bitmedi. Bir adet mahalle bakkalı daha ölü olarak ele geçirildiği öğrenildi. Adam turuncu turuncu gülümsüyordu. İnsan garip bir mahlûk zaten! Öyle diyor sevgili düşünür Eros. Ama öyle olmadı, Bir tür vecd hali asfaltın kapkara yüzünde uzayıp gidiyordu. Toy çocuk. Yeterince yaşlandıktan sonra ÂŞIK olmak mümkündür.


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.