İhtilalin Süvarisi - Nesrin turan

Page 1

Teşekkür Yürekten ilk teşekkürüm Gürcan ailesine... Çalışmalarım sırasında ellerinde bulunan bütün bilgi, belge ve fotoğrafları bana ulaştırdıkları için... Tarihe tanıklık eden pek çok insanla görüşmeme aracılık ettikleri için... Daha da önemlisi, kırk yıl boyunca birbirleriyle bile paylaşamadıkları anı ve duygularını aktardıkları için... Esma ve Fethi Gürcan'ın çocukları Gülderen, Ömer ve Öner Gürcan ile Sema Özcan'a... Onlarla birlikte aylarca kahrımı çeken, eşleri Sühendan ve Serap Gürcan ile Celal Özcan'a... Fethi Gürcan'ın çocukluk ve gençlik yıllarını anlatarak aydınlığa çıkaran kız kardeşi Nezahat Tekebaş ile eşi Em. Bnb. Ömer Tekebaş'a... Teşekkür borçlu olduğum bir aile yakınını, ölüm ne yazık ki, kitabı eline alamadan yakaladı. Mustafa Türker'in eşi, Esma Gürcan'ın yengesi İlhan Türker'e teşekkürüm, çocukları Akşin, Ayşin, Akbey, Gülnur ve Kemali'ye miras olsun dilerim, ki onlara katkılarından dolayı ayrıca teşekkür borcum var... Esma ve Fethi Gürcan'ın aile yakınlarıyla yaptığım görüşmeler bu romana ruh veren en önemli kaynağı oluşturdu... Ama ihtilallerin eylem liderini anlatabilmek için başka kaynaklara da gereksinmem oldu. Olayları yaşayanlara... Onunla birlikte hareket edenlere, onu bu yoldan çevirmeye çalışanlara, yolları sonradan ayrılan ya da sonradan birleşenlere... Onun öğrencilik ve subaylık günlerine, ihtilal hazırlıklarına, cezaevi yaşamına, mahkemelere tanık olanlara... Romanda Harbiye'deki ihtilal örgütünün lideri olarak karşınıza çıkacak olan Önder Aydınlı'nın ömrünün, çok heyecanla beklediği bu kitabı eline almaya yetmemesi benim için derin bir üzüntüye neden oldu. Ona olan teşekkür borcumu, ölümünden birkaç ay önce, bu kitap için anılarını sesinden kaydeden sevgili eşi Aynur Aydınlı'ya ödemek isterim. İdam sehpasına giden yoldan Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin kararıyla dönen, Fethi Gürcan'ın sağ kolu ve onun idama giderken vedalaştığı son insanlardan Em. Ütğm. Erol Dinçer'e, 21 Mayıs sanıklarından Rıfkı Erten'in eşi Adalet Erten ve oğlu gazeteci-yazar Taylan Erten'e, Mamak Mahkemesi'ni, dönemin Genelkurmay başkanı adına izleyen Em. Tümg. Celil Gürkan'a, 21 Mayıs davasını baştan sona izleyerek ses ve görüntü kayıtlarını gerçekleştiren Em. Alb. Nusret Eraslan ve oğlu Tanju Eraslan'a, 21 Mayıs olayının sanıklarıyla aynı cezaevini bir rastlantı eseri paylaşan, Fethi Gürcan'ın dönem arkadaşı Em. Kur. Yb. Talat Turhan'a, Fethi Gürcan'la yola çıkan Em. Ütğm. Turgut Saltoğlu, Em. Ütğm. Muzaffer Güney, Em. Yzb. Tevfik Saltoğlu ile dönemin Harbiye öğrencileri Zihni Çetiner ve Osman Yetkin'e, Fethi Gürcan'la, 27 Mayıs öncesinde, 43. Süvari Alayı'nda birleşen yolları, daha sonraki ihtilal girişimlerinde keskin bir yol ayrımına giren gazeteci-yazar Yılmaz Akkılıç'a, 27 Mayıs gecesi Fethi Gürcan'la kader birliği yapan Yzb. Nusret Kocabey'le, ölümünden bir süre önce gerçekleştirdiği ve hiçbir yerde yayımlanmamış olan söyleşiyi çalışmalarıma katkı olarak sunan gazeteci-yazar Cengiz Kuşçuoğlu'na ve bana çok önemli bilgiler aktaran ancak adının saklı kalmasını isteyenlere teşekkür borçluyum. Nesrin Turhan 2003

1


Süvari "Benim tabirim Herkes piyasadan kalmıştır."

muştadır. Vurucu kuvvettir. çekilmiştir, muşta ortada Fethi Gürcan

1 20 mayıs 1963. Yatak odasına girdi, elbise dolabının kapısını açtı... Üniforması aynı yerde duruyordu. Hep temiz, kesinlikle ütülü, ulaşılması en kolay yerde, her zaman giyilmeye hazır... Aylardır bu geceyi bekliyordu. Ölümüne bir gece, ölümüne bir deli mayıs... Mesleğiyle birlikte üniformasını da yitireli, bir yıldan fazla olmuştu. Yıllarca at üzerinde yarışırken, ter olup boşalan heyecanını paylaşmıştı üniforması onunla. Kağızman'ın soğuğuna göğüs germiş, Viyana'da atıyla birlikte dörtnala koşmuş, aldığı kupalara birlikte dokunmuştu... Bir ihtilal gecesinin heyecanını Çankaya Köşkü'nde, cumhurbaşkanının tutuklanması sırasında paylaşmış, bir kurşuna hedef olmayı göze aldığında, tenine ten olmuştu... "İyi günde ve kötü günde..." Ölümüne beraber... Belki nesnelerin de yüreği vardır. Onlar da sever mi? Ayrılıklardan yaralanır, kavuşmayı sadık bir sevgili gibi özlemle beklerler mi? Kucaklarcasına çıkardı dolaptan üniformasını, geniş bir poşete yerleştirdi. Tabancasını çoktan bakımdan geçirmişti. Her şey hazırdı. Kırk bir yaşındaydı ve emekliydi. "Öyle sansınlar!" diye gürledi içinden bir ses... Yaşadığı her günü, bütün ayrıntılarıyla anımsayacak bir belleğe sahipti. Yirmi bir yılı çabucak çıkardı yaşamından, gencecik bir Harbiyeli olduğu günlerde kulağına yerleşip, hiçbir zaman kaybolmayan ses çınladı bu kez kulaklarında. Dev bir erkek korosunun, tüfekle bütünleşen hareketlerine, aynı ritimde yansıyan dinamik, kararlı, inançlı bir ses: "Vatan! Sana! Canım! Feda!" Neşelendi birden, inancı perçinlendi. Kazanacaklardı! Generaller hükümetten yanaymış, ne gam! Harbiyeliler hâlâ aynı yemini ediyorlardı. Çekirdek kadroda yer alanların görevleri ince ince hesaplanmıştı. Herkes üzerine düşeni yaparsa... Yapacak! Bu ihtilali, Türkiye'nin dört bir yanından toparladığı kursiyer subaylar ve Harbiyelilerle birlikte kazanacaklardı. Saatler geri saymaya başlamıştı. Kapıyı araladı: "Esma!.." Akşam sofra yine kalabalık olacaktı, Esma yine mutfaktaydı. Yaklaşan ayak seslerine programladı kendisini. Yatak odasına girer girmez, kapının arkasına çekip, bir delikanlı saflığında sarıldı on dokuz yıllık karısına. Bir kaçamak kadar içten, bir kaçamak anındaki kadar heyecan ve sevgi dolu... "Esmam" dedi, ellerini onun saçlarında usulca gezdirerek: "Bu ihtilali kazanacağız ve sen yeniden bir subay karısı olacaksın." "Kazanacaksınız..." "Ama sana anlattığım gibi... Bu işin tehlikesi çok büyük. Ben canımı ortaya koydum bir kere, kellem koltuğumda. Bana bir şey olursa..."

2


Esma, parmaklarını onun dudaklarına kilit yaptı çabucak: "Olmayacak!.." "Olmayacak... Ama unutma, bir terslik olursa, inadına dimdik duracaksın. Çocuklarımıza da kendin gibi durmalarını öğreteceksin. Kimseden bir şey dilenmeyeceksin. Başını öne eğmeyeceksin. Hep benim Esmam olacaksın. Söz mü ?" Bu kez Esma sarıldı kocasına, "Böyle söz mü istenir?" dedi. "Ben başımı öne düşürür müyüm? Bilmez gibi konuşma Fethi." Kapı zilinin sesini duyunca dışarıya kulak kabarttılar. Çocuklardan biri kapıyı açmıştı. Esma'nın ağabeyi Mustafa'nın sesini tanıdılar. "Mustafa Ağabey yanında" dedi Fethi iyice kısık bir ses tonuyla, "o hep yanında olacak." Odadan çıkmadan önce bir kez daha sarıldılar birbirlerine. Yine kaçamak, yakalanacaklarmış tadında, kısacık... "Ben de gelirim seninle!.." "Olmaz Mustafa Ağabey. Bu iş riskli. Sende altı, bende dört çocuk. Hepsi sana emanet. İlhan Yengem de, Esma da sana emanet. Birazdan bizim gençler gelirler. Birlikte yemek yeriz, sonra alır Esma'yı, çocukları sizin eve gidersiniz." "Onları bizim eve bırakıp gelirim seninle." "Mustafa Ağabey. Sen bekle... Sakın evden çıkma. Çocukların başından ayrılma. Gözüm arkada kalır yoksa." . Mustafa'ya karşı koymak zordu. Yıllardır en yakın arkadaşıydı. Ama ağabey gibi de sevip saymıştı onu. Saygısızlık etmek olmazdı: "Ağabey, merak etme. Gerekirse, ben seni aldırırım evden. Benden haber gelmedikçe çıkma ne olur!" Sonunda istemeden kabullendi Mustafa. Çok geçmeden, Emekli Süvari Binbaşı Fethi Gürcan'ın ihtilalde birlikte hareket edeceği gençler, Erol Dinçer, Turgut Saltoğlu, Münip Tepeci ve Sedat Ünal geldiler. İçlerinde emekli olmayan tek asker Sedat Ünal'dı. Yemek, ihtilal havasından uzak, çoluk çocuk birlikte, neşe içinde yendi. Emekli Yarbay Mustafa Türker, ayrılış saatinin geldiğini anlamıştı. Kız kardeşini ve yeğenlerini alıp kendi evine doğru yol aldı. Aldığı yol hayli kısa... Ankara Anıttepe'deki Emekli Subay Evleri'nde, C bloklardan, A bloklara... Evde kalanlar için artık harekât saatini beklemekten başka bir şey kalmamıştı. Beklemeleri bilmeyen yoktur. Saat ne zaman soluk soluğa koşmaya hazırlansa, "start" verildiği ana kadar hiç ilerlemiyormuşçasına ağırlaşır. Her an, acı içinde kıvranan bir hastanın dakikaları gibi uzar da uzar. Yaşam da, beklemek de hiç bitmeyecekmiş gibi gelir. Öyle zamanlarda konuşulamaz, konuşulmaya çalışılır. Ama sözcükler de tıpkı zaman gibi boşluğa asılır kalır. Bir sohbet tadı yakalanılamaz, sessizliğe teslim olunur. Yerinden kalkıp sokak kapısına yol alan kısacık koridorun başıyla balkon kapısı arasında turlamaya başladı. Giyilmeye hazır çizmeleri değdi gözlerine. Nasıl da parlıyorlardı. Yumuşak bir duygu okşadı geçti yüzünü. Onları biraz önce büyük oğlu Ömer özenle boyamış, fırçalamıştı. Çocukları... Sarı kanaryası Gülderen, genç kız olmuştu artık. Sonra Ömer... Büyük oğul, afacan oğul... Ardı sıra Öner... Hasta olmasa ne vardı? Yaktı geçti tanıdık bir acı yüreğini. Bir de Sema... Sema ki, orta yaşının gençlik aşısı... Paytak paytak yürüyen, içim içim gülen Sema... 22 şubat 1962'de emekli edildikten sonra maliye müfettişi olarak çalışmaya başlamıştı. Ailesini, "Birileri bu gece gelip size benim nerede olduğumu sorabilirler. Onlara bazı teftişler için İstanbul'a gittiğimi söyleyin" diye öğütlemişti bu yüzden. Karısı, böyle durumlarda kendisi kadar sağlam dururdu. Tehlike anında, yüreğinin atışı kendi kulaklarında çınlasa da, karşısındakiler onun içindeki depremi anlayamazlardı. "Yarın büyük gün olacak" diye geçirdi içinden... Esma ile dört çocuğu emin ellerdeydi. Ağabey gibi sevdiği kayınbiraderi Mustafa Türker de emekli bir subaydı. Kendisi ne kadar ihtilallerin içindeyse, Mustafa o kadar dışındaydı. En son kayınbiraderiyle sarılıp vedalaşmışlardı. Veda olmaya veda... Hem bu kaçıncı kez, kelle koltukta. Ama yarın... Yann bir başka öpecekti onları, bir başka sarılacaktı hepsine... Yeniden ve ayrı ayrı...

3


27 mayıs 1960'ta her şey çok gizli olmuştu... Evde o gece ihtilal olacağını yalnızca Esma biliyordu. Çocukların hiçbir şeyden haberi yoktu. Mustafa'yla da gizlice görüşmüş, önemli bir hareket olacağını söylemiş, "Karım, çocuklarım sana emanet" demişti. O gece Esma, kendi evinde kalmış, çocuklarını yatırıp, annesi gibi bildiği ablası Sıdıka da uyuduktan sonra, radyoyu kulağına dayamış, pencere önünde saatlerce zaferin işaretini beklemişti. Fethi, 27 Mayıs sabahı bir fırsatını bularak evine uğramış, karısını ve çocuklarını "zafer tadında" öpmüş, ardından atını Ankara sokaklarına sürüp, ihtilal kutlamalarını çığlık çığlığa yaşamıştı. Sonra? İçinde zafer tadını yok eden bir duygu uyandı anılarının depreşmesiyle beraber. Derken, bir öfke kıvılcım aldı. Ne diye onca genç subay kellesini koltuğuna alıp 27 Mayıs'ı yaptı? Böyle olsun diye mi? 22 şubat 1962 günü hızla geçti aklından. İhtilalden iki yıl sonra, doğaçlama direnişleri, yeni bir ihtilalin doruğuna ulaşmış, ardından pazarlıklar başlamıştı. Zaferi kendi ellerimizle hükümete teslim ettik... Niye? Bunu şimdi deşmenin anlamı yoktu. Sinirlerini sağlam tutmalıydı. Olayın hemen ardından, zaferi kime teslim ettilerse, işte onlar tarafından, emeklilik yoluyla ordudan tasfiye edilmişlerdi. Yüzündeki bir kas seğirdi. Eliyle seğiren kasını ovuşturdu. 22 Şubat direnişi safları daha da keskinleştirmişti. Gerginleşen kaslarında dolaşan parmakları onu sakinleştirdi. Herkes onların gücünü anlamıştı. Emekli edilen subaylara kimse "yenilmiş" gözüyle bakmıyordu. Üniformaları yoktu ama, genç subaylar da, Harbiyeliler de eski komutanları Talat Aydemir'i gördükleri yerde selam duruyorlardı. Ülkede huzursuzluk, istikrarsızlık almış başını gidiyordu ve onlar tek muhalif hareket haline gelmişlerdi. Basında etkin isimler onları destekliyor, öğretim üyeleri görüşmelere katılıyor, siyasetçiler kendileriyle işbirliği yapıyorlardı. 27 Mayıs öncesine benzer bir tablonun ortaya çıkmasına ise en büyük tepki gençlerden geliyordu. Daha bir yıl önce aldığı sarı çiçekli koltuk takımlarının üzerinde gezdirdi gözlerini. Ordudan emekli edilince, sandıkta biriken parasını almış, evine ilk koltuk takımını getirtmişti. Bu, onun ordudan aldığı son para olmuştu. Adı emekliydi ama emeklilik maaşı yoktu. Bütün hakları elinden alınmıştı. Maaşımı kestiniz de ne oldu? Sonra daha fazlasını kazanmaya başladım! Ama mesleğim... Ama üniformam!.. Nerelere kayıyordu aklı böyle bir zamanda. Kendisine şaşırdı. Sabırsızlıkla dışarıyı kolaçan etti. Gelen giden yoktu. Harekât planını bir kez daha geçirdi zihninden. Düğmeye basacakları yer evine ne kadar da yakındı... Aylardır bu planı düşünüyordu zaten. Tekrarlamasına gerek yoktu. Biraz sonra hiçbir şey düşünmeye zamanı olmayacaktı. Fitil ateşlendiği anda, hızla daralan, patlamalara hazır bir döngünün içine girmiş olacaktı. Hem belki de son kez oturuyordu evinde. Ölümüne girmemiş miydi bu davaya? Risk büyük değil miydi? Bir kurşuna hedef olma olasılığı çok mu uzaktı? Ya da... "Kaybetmek" riskini hızla sildi düşüncesinden. Yeniden döndü kaldığı yere... Yıllarca hiç yakınmadan salondaki divanlarda konuklarını ağırlayan Esma nasıl da sevinmişti koltuk takımlarına... Onun sevincine şaşırmıştı. Demek ki özenmişti Esma. Özenmişti de hiç belli etmemişti. Oysa onun bu koltuklara oturacak neredeyse hiç zamanı olmuyordu. Çocuklar, yemek, çamaşır, temizlik, bulaşık... Yalnızca onlar olsa iyi... Hiç bitmeyen konuklar, hiç bitmeyen konuklara yapılan hiç bitmeyen servisler... Harbiyeliler az mı oturmuşlardı bu koltuklarda? Esma, bir gün olsun "of “ dememişti. İkramını yapınca, içeride bir yerlere çekilirdi... Erol Dinçer'in o çok tanıdık sesine döndü. "Vakit daraldı" diyordu. Ağır aksak, insanı deliye çeviren bir uyuşuklukta ilerleyen zaman epeyce yol almıştı gerçekten de. Şaştı. "Yarın büyük gün olacak" diye düşündü yeniden. Damarlarındaki kan coşkun bir ırmak gibi vücudunda yol alıyor, bedenini enerjiyle dolduruyordu. Bu kez tehlike de, zafer de daha büyük olacaktı. Cenk var cenk, ruhumuza denk! İhtilal içimizde hevenk hevenk!..

4


Evden çıkıp Erol Dinçer'in arabasıyla yola çıktılar. Zaman bir bobinden boşalan tel gibi hızla akmaya başladı. Sedat Ünal'ı bazı hazırlıkları yapmak üzere Gülhane Hastanesi'nin önünde bıraktılar, Balgat'a doğru ilerlediler. Söğütözü'nde, gözlerden uzak bir arazinin önünde Erol Dinçer arabayı park etti. Çılgın bir geceye doğru yol aldığını bilmeyen Söğütözü'nün mahmur karanlığı, ihtilalcilerin üzerini siyah bir tül gibi örtmüştü. Sivil giysilerini çıkarıp, üniformalarını giymeye başladılar. "Çabuk olalım gençler" dedi Fethi Gürcan... Binici pantolonu, formunu yitirmeyen bedenine aynı rahatlıkla oturmuştu. Açık haki gömleğinin üzerine koyu haki ceketini giydi. Şimdi yeniden Binbaşı Fethi Gürcan'dı. Kemerini kuşandı, silah tutmaya alışık elleriyle tabancasını beline yerleştirdi. Harekât başlamıştı. İlk hedef Tank Okulu'ydu. Hemen yola koyuldular.

2 Ağrı Dağı'nın eteklerine otursan, Tendürek Dağı'nı seyredersin... Sağın dağ, solun dağ... Sanki, genişleyip daralan bir vadidesin... Yüzbaşı Mehmet Hamdi Bey'in yeni görev yeri, Doğubeyazıt'ta, İran sınır karakoluydu... Alayın hesap memuru olarak görevlendirilen Mehmet Hamdi Bey, Dünya Savaşı'nın ardından Mustafa Kemal'e gönül verip Kurtuluş Savaşı'na katılmış, alaydan girdiği askerlikte yüzbaşılığa kadar yükselmişti. Doğubeyazıt'a tayin olduğu 1929 yılında, Cumhuriyet devrimleri tam hız yol alıyor, bu hızlı değişim ise toplumun kimi kesimlerinde tepki yaratıyordu. Geçen sürede yaşanan isyanlar bastırılmıştı ama çalkantılar dinmemişti. Dünyada yaşanan ekonomik kriz de, henüz emekleme dönemindeki Cumhuriyet Türkiyesi'ni etkilemeye başlamıştı. Mehmet Hamdi Bey, Halime Hanım ve dört çocuğuyla çıkıp geldiği Doğubeyazıt'ta, Kürt isyanının ortasına düşmüştü. Ağrı Dağı'nın eteklerinde, bir yanda soğuk, yokluk ve yaşam tehlikesi, öte yanda onun Cumhuriyet devrimlerine olan inancı vardı. Güçlüklerle savaşmak yaşam biçimi haline gelmişti. Harf Devrimi bir yıl önce ilan edilmişti. Eğer yeni görev yerinde çocukları okula gidebilecek olsalardı, küçük oğlu Fethi, o yıl ilkokula başlayacak, ağabeyi gibi, Arap harflerinden Latin harflerine dönmenin zorluklarını yaşamayacaktı. Ne var ki, sınır karakolu en yakın yerleşme birimine bile çok ama çok uzaktı ve orada bulundukları sürece çocuklarının eğitimine ara vermek zorundaydı... Doğubeyazıt'a ilk gittiklerinde, bir çadıra yerleşmişlerdi. Sonra erler çok kısa bir sürede kerpiç döküp, mutfak ile iki yatak odasından ibaret bir ev yapmışlardı onlara... Mehmet Hamdi Bey,odalardan birine, ikişer yataktan iki ranza yaptırmıştı çocuklar için. Onlar evlerine yerleşir yerleşmez, Ağrı'nın solukları donduran kışı gelip çatmıştı. Dört kardeş yatak odalarını en çok nefesleriyle ısıtırlardı. 1925 yılında yaşanan Şeyh Said İsyanı'ndan sonra, doğuda, halkı ayaklandırmayı hedefleyen, yolları kesip çatışmalara neden olan Kürt hareketine, İran'da yerleşmiş olan İhsan Nuri elebaşılık ediyordu. Ağrı Dağı'nın yarısı Türkiye, yarısı İran sınırlan içindeydi ve İran'daki siyasî çetelerin sınırı kolaylıkla aşması önlenemiyordu. Her gece bir çatışma olurdu. Büyükler, "Üç kişi bizden, beş kişi onlardan ölmüş" diye konuşurlar, çocuklar, "onlar" ya da "bunlar" dan ne kastedildiğini anlamazlardı. Ama elinden silah düşmeyen babalarının, görevi nedeniyle tehlikede olduğunu sezerlerdi. Mehmet Hamdi Bey, para dağıtmak için yollara düşer, kimi zaman karla kaplı yollardan aynı gün dönemezdi. Yine para dağıtmaya gittiği bir gün, dönmek bilmedi. Üç gün geçti, beş gün geçti... Sık sık tecavüz ve çatışma haberleri geliyordu. Halime Hanım, günlerce pencere önünde kocasının yolunu gözlemişti. On beşinci gün, atının üzerinde başında kirlenmiş kocaman bir sargıyla duran Mehmet Hamdi Bey'i görünce, yalınayak fırladı dışarıya... Evine girip karısı ve çocuklarıyla özlem giderdikten sonra anlattı başından geçenleri. Dönüş yoluna çıktıktan kısa bir süre sonra, attan düşmüş, başını bir kayaya çarpmıştı. Mehmet Hamdi Bey, düştükten sonrasını anımsamıyordu. Kendisine geldiğinde, bir köy evindeydi. Ev halkıyla konuşunca, bir Kürt aşiretinin kendisini yaralı ve donmak üzereyken bulup tedavi ettiğini anlamıştı. Ayağa kalkıp, yola çıkacak güce ulaşana kadar kalmıştı o evde... "Bu çatışmalar tümüyle bitecek bir gün" dedi Halime Hanım'a, "sorunun temelinde ekonomik ve kültürel yetersizlikler var. Cumhuriyet'in güçlenmesini istemeyen yabancı güçler,

5


doğunun iyi niyetli yoksul halkını, bu çeteleri kullanarak kışkırtmaya çalışıyor. Oysaki, bu memlekette yaşayan kimse, diğerine düşman değil. Tersi olsa, ben şimdi ölmüş olurdum." Ağrı'da en çok sıkıntısını çektikleri şey giyim eşyasıydı. Yollar kapanmış, dışarıyla bağlantıları kesilmişti. Soğuğun, karın cefasını en çok ayaklar çekiyordu ama ayakkabı bulmak olanaksızdı. Farklı renklerde, farklı modellerde de olsa, ayağına uygun bir ayakkabı bulan şanslı sayılıyordu. İhsan ve Fethi'nin de ayakları, eski ayakkabılarına artık sığmıyordu. Askerler, etraflarında dönüp dolaşan iki çocuğa çarık yapmışlardı. Eve hiçbir zaman sığamayan Fethi, ayağında çarık, elinde dürbün, belinde kamayla küçük bir dağ çocuğu olmuştu. Tilki avlarını kaçırmıyordu. Saatler uzayıp, elleri uyuşmaya başlayınca da evini özler, dönüşü iple çekmeye başlardı. Eve gelir gelmez, kendisini sobanın yanına atmadan, Halime Hanım'ın sıkı koruması altında olduğundan mı nedir, bedeni hep sıcak olan dört yaşındaki kız kardeşi Nezahat'ı çağırırdı. "Ateş menba! Gel aç göğsünü, sarıl da ısıt beni." Nezahat, koşup ağabeyine sarılır, onun göğsüne kendi nefesini üflerdi. Varsa yoksa kendisinden üç yaş büyük Fethi Ağabey'i... Hep onun peşindeydi... Zor bulunan bir yiyecek, en çok da tadına doyamadıklan tatlı oldu mu, Nezahat uzanıp almazdı sofradan... Fethi'nin dizinin dibine oturur, onun kendisini kaşık kaşık beslemesini beklerdi. Nezahat doymaya başlayınca, Fethi ilk lokmasını alır, sonra yeniden kardeşine dönerdi. 1930'un yazı geldiğinde, yollar, zorlukla da olsa geçit vermeye başlamıştı. Mehmet Hamdi Bey, hazırlıksız yakalandığı ilk kışa nazire yaparcasına, evinin eksiklerini tamamlıyordu. O eksikleri tamamlarken, dört kardeş de, dağda bayırda buldukları kedileri, köpekleri evin önüne taşıyorlardı. Yirmi dört kedileri, on iki köpekleri olmuştu. Nasıl ki her biri kendi getirdiği hayvanı tanıyorsa, hayvanlar da gerçek sahiplerini şaşırmıyorlardı. Ağrı Dağı'nın etekleri lalelerle süslenmişti. Keklikler ötüp duruyordu. Çocuklar gündüzleri yemyeşil çayırlarda koşturup, akşam yemeği hazırlanınca eve giriyorlardı. Yemek yendikten sonra Fethi yemyeşil çayırlara uzanır, gökyüzünde binlerce umut vaat eden binlerce yıldızı seyrederdi. Nezahat koşup geldiğinde, onun yanma uzanmasına izin verir, kardeşinin elini tutar, gökyüzüne bakmayı sürdürürdü. Yıldızları niye bu kadar çok sevdiğini bilmiyordu. Ya da biliyordu da ifade edemiyordu. Belki çok ama çok uzun yıllar sonra, yıldızların karanlığa meydan okuduklannı düşünmüştü. Çocuklar Mehmet Hamdi Bey'in gramofonundan yayılan nağmelerle uyurlardı. En çok Hafız Burhan dinlerlerdi. Ama araya kadın sesi de girdiği olurdu: Gel gitme, kalmasın gözüm yollarda... "Bakın" derdi, Mehmet Hamdi Bey, "bu hanım, Atatürk'ün huzurunda şarkı söylemiş." Müzik, gecenin ilerleyen saatlerine kadar evdeki varlığını sürdürürdü: Şu karşıki dağda bir yeşil çadır Çadırın içinde bir civan yatır... Yaz, bahar ve kış birbirini kovalıyordu. Çocukların, Ağrı Dağı'nın eteklerinde içlerini en çok ısıtan şey, Halime Hanım'ın döktüğü lokmalar, açtığı böreklerdi. Annesi soğuk ve karlı günlerde lokma dökmeye bahçeye çıkınca, İhsan şemsiyeyi kapıp ona tutardı. Halime Hanım'ın dişlerin arasında gıcırdayan taze peynirinin de tadına doyum olmazdı. Mehmet Hamdi Bey, alayın muhasibi olduğundan, yeme içme işleri de ondan soruluyordu. Bölüğü beslemek için her gün bir baş hayvan kesiliyordu. Fethi, koyunların yenilmeyen iç organlarını toplar, eline bir satır alır, onları parçalayıp, hayvanlara pay ederdi. Kışın kediler ve köpekler ısınabilmek için birbirlerine sokulup yattıklarında, yere rengârenk bir battaniye serilmiş gibi görünürdü. Zaman zaman sınır karakoluna gelen Doğubeyazıt'taki süvari birliği ise en çok Fethi'yi heyecanlandırırdı. Askerlerin at üzerindeki kıvrak hareketlerine hayranlıkla bakar, "Büyüyünce süvari olacağım" derdi. Mehmet Hamdi Bey, İran'dan iki midilli almıştı. Onlar yalnızca İhsan ve Fethi'nin değil, evin kızlarının da neşe kaynağıydı. Evin büyük kızı Nefise kraliçe sıfatıyla midillilerden birine bindirilir, Nezahat onun nedimesi olarak diğer ata yerleşir, iki erkek kardeş de onları gezdirirlerdi. Tam üç yıl geçirmişlerdi böyle... Yıl 1932'ye dayandığında, isyanlar büyük ölçüde bastırıldı; Mehmet Hamdi Bey'in tayini de Erzincan'a çıktı. Bir mart ayıydı; atların, kızakların

6


üzerinde yola çıktılar. Ağrı'dan, Erzincan'a... On iki kişilik bir manga onlara eşlik ediyordu. Her yer kar içindeydi. Yola çıkışlarından bir süre sonra karşı tepeden mavzeri omzunda, doludizgin gelen köylüyü görünce hepsi tedirgin oldular. Ama adam daha yaklaşmadan olanca sesiyle bağırdı: "İki aşiret dövüşeceğiz, çıkın buradan, sizin başınıza bir şey gelmesin!" Hızla uzaklaşıp, en yakın karakola ulaştılar. Yemek yiyip biraz ısındıktan sonra, Yüzbaşı Mehmet Hamdi Bey çocuklara birer yudum kanyak içirdi ve yeniden yola koyuldular. Hava çok soğuktu ve kar onları umursamadan yağıyordu. Yağış bir süre sonra tipiye dönüştü. Atlar daha ikinci adımlarını atmadan altları karla doluyordu. Karakola geri dönmek zorunda kaldılar. Hava biraz açınca yeniden yola çıktılar. Ancak bu kez tipi fena bastırdı. İki yanları kayalarla çevrili bir vadide yol almaya çalışıyorlardı. Artık vadi de, gökyüzü de kaybolmuştu. Yer beyaz, gök beyazdı. Birbirlerini bile göremez hale gelmişlerdi. Yeniden geri dönmek istiyorlardı ama soğuk ve beyaz bir bulutun içinde hapis kalmışlardı sanki. Ufuk yoktu, yön yoktu. Kimi zaman yol aldıklarını sanıyorlar ya da öyle sanmak istiyorlardı. Nezahat'ın donmak üzere olduğunu fark eden annesi onu kucağına almış, göğsüne bastırmıştı. Ama ısısı küçük kızına yetmiyordu. Kalan son enerjisini kızım konuşturmak için harcıyordu. Bir ara, direncini iyice yitirir gibi olmuş, Mehmet Hamdi Bey'e dönerek, "Efendi çok yoruldum, şu çocuğu biraz da sen al" diye seslenmişti. Mehmet Hamdi Bey, "Başımı bile çeviremiyorum, Allah'a emanet olun" demişti karısına... Halime Hanım'ın kocasından alabileceği bir yanıt değildi bu... Paniği daha çok büyüdü, umudu biraz daha azaldı. Çaresizliğin ortasındaydılar. On iki saattir küçücük bir alanda dönüp duruyorlardı. Yollarını bulmaya çalışırken, atların tepindiği son yer, kayaların arasına yerleşmiş bir Kürt köyüydü. Ama onlar kendilerini hâlâ yolda sanıyorlardı. Damlarında nal seslerini duyan köylüler dışarıya çıktılar. Palabıyıklı bir Kürt karşılarına dikildiğinde, ne hissedeceklerini şaşırdılar. Öyle de, böyle de ölüme gidiyorlardı. Adam bir yandan yanlarına yaklaşıyor, bir yandan da konuşuyordu. Yüzbaşı Mehmet Hamdi Bey, son bir çabayla silahını doğrulttu: "Ne söyleyeceksen, uzaktan söyle!" Palabıyıklı adam, onları alıp, evine götürdü. Mehmet Hamdi Bey'in parmağı silahının tetiğindeydi. Adamı ailesine yaklaştırmıyordu. Halime Hanım donmak üzere olan kızıyla sobaya doğru koşarken, ev sahibi önüne dikildi ve ona sıra sıra yatan çocuklarını işaret ederek, küçük kızı kendi çocuklarının arasına yatırmasını istedi. Onu donmaktan kurtaracak şey, ancak vücut ısısı olabilirdi. Tipi dinene kadar orada beklediler. Güneş açtığında yeniden yola çıktılar ve soğuktan donmuş üç ayrı çobana rastladılar. Ağrı'dan Erzincan'a yolculuk otuz sekiz gün sürdü...

3 Fethi, ilkokulu bitirmişti... Yüzbaşı Mehmet Hamdi Bey'in izinden gidecekti ama bir farkla. Babası alaylı bir askerdi, o ise okullu bir asker olacaktı. Ne var ki, hayatını savaşların içinde geçirmiş olan Mehmet Hamdi Bey, küçük oğlunun asker olmasını istemiyordu. Balkan Savaşları'nı görmüş, Dünya Savaşı'nda, Kurtuluş Savaşı'nda çarpışmıştı. Yanı başında vurulan silah arkadaşlarının ölümlerine tanık olmuş, sayısız acılar yüreğinde yer etmişti. Yıllarca oradan oraya tayin olmuş, uzun yolculuklarda perişanlığı, yokluğu, sefaleti yaşamıştı. Fethi, babasının bütün karşı çıkışlarına rağmen, gizlice askerî okula kaydını yaptırdı. Çocuk yüreği, bütün zorlukların üstesinden gelecek güçteydi. Cumhuriyet'le birlikte doğmuş, onunla birlikte emeklemişti. Annesi ve babası zorluklar içinde büyüttükleri çocuklarının mutluluklarıyla gurur duyuyordu. Şimdi uzaklara gidince, ailesini özleyecekti. Özlemden biraz ürker gibi olduysa da, henüz tadını bilmediği aile özlemi, asker olma özleminin yanında küçük kalıyordu. Konya Askerî Ortaokulu'na gideceği kesinleşir kesinleşmez, büyüdüğünü hissetti. Babası için de artık onun kararını desteklemekten başka çare kalmamıştı. Doğduğu şehirde, yeni bir yolculuğa başlıyordu. Ailesi Trakya'da, o epeyce uzaklarda... Uçsuz bucaksız bir ovada... Uçsuz bucaksız ovanın, geniş mekânı, Konya Askeri Ortaokulu'nda... Annesinin döktüğü lokmaları, Nezahat'ın sarılmalarını, ablası Nefise'yle yaptıkları sohbetleri özlüyordu. Ağabeyi İhsan'la kavgalarını da...

7


Aralarında üç yaş olan İhsan ve Fethi kavgaya başladılar mı sonu gelmez, üstleri başları yırtık içinde kalırdı. Çocuklarını yoktan var edip giydiren Halime Hanım, onların kavgalanndan çok, birbirlerinin üstlerini başlarını yırtmalarına kızardı. İhsan ve Fethi her kavgadan sonra savaştan çıkmış gibi olurlar, Halime Hanım, söylene söylene onların yırtılan pantolonlarını, sökülen kazaklarını onanır dururdu. Bir gün iki kardeş yine kavgaya tutuşmuşlardı. Halime Hanım o kadar çok hırslanmıştı ki, ikisini de çırılçıplak soyup bir odaya tıkmış, "Şimdi istediğiniz kadar kavga edin" demişti. Fethi, askeri okulda, akşam olup da yatağa girdiğinde, babasının sesi kulaklarına tatlı bir uğultu gibi yerleşir, dudaklarına bir gülümseme otururdu. Ah o sıcacık soba başları... Mehmet Hamdi Bey, akşam yemeklerinin ardından, Binbir Gece Masallarının kapağını açtığında, çocuklar sevinçle onun etrafını sarar, Halime Hanım ise günün bütün yorgunluğunun üzerine yağdığını sanırdı. Mehmet Hamdi Bey okurken, çocuklardan biri son sesiyle, "Annem uyuyor" diye bağırır, Halime Hanım bu sesle yerinden sıçrar ve her seferinde, "Uyumuyorum" derdi. "Söyle bakalım nerede kaldı?" diye tuttururdu bu kez de çocuklar. Onun verdiği yanıt üzerine hepsi gülüşürlerdi. Çünkü anneleri en az iki sayfa öncede kalmış olurdu. Fethi ortaokulda, harçlığını çıkarmak için okul arkadaşlarının saçlarını kesiyordu. Sonuna kadar okumakta, bir süvari subayı olmakta kararlıydı. Hey gidi günler hey! İnsan üç yılda ancak bu kadar büyür! İnsan bu yaşta Mustafa Kemal'in ölümüne ancak bu kadar üzülür. Sonrası İstanbul... Ver elini Kuleli... Artık kavuşmalar daha yakın olacaktı. Trakya İstanbul'a, çocukluğunun şımarık özlemine nanik yapacak kadar yakındı. İstanbul'da Kuleli Askerî Lisesi'nde sonuna kadar disiplin, sonuna kadar şamata vardı. Ama Fethi daha şamatanın tadına varmadan, İkinci Dünya Savaşı patlak verdi. Çengelköy'deki Kuleli Askerî Lisesi'nin birinci sınıfına giden Fethi, tatillerde, soluğu ailesinin yanında alırdı. Kız kardeşleri onunla baş başa kalmak için can atarlardı. "İstanbul'da şimdi kızlar saçlarını dışarıya doğru kıvırıyor..." Nefise ile Nezahat hemen onun önüne otururlardı. Fethi, küçük kumaş parçalarıyla onlann saçlarını sarar, küçük bukleleri dışa doğru kıvırırdı. 1941 yılının başlarında İngiltere, Türkiye'nin savaşa girmesi için ısrarını artırıyor, Türkiye ise savaş dışında kalmak için direniyordu. Halk, Türkiye'nin sonuna kadar savaştan uzak kalmasını olanaksız görüyordu. Fethi, birinci sınıfı bitirdiğinde, İkinci Dünya Savaşı da bütün hızıyla sürüyordu. Almanya önce Bulgaristan'a girmiş, ardından Sovyetler Birliği'ne saldırmıştı. Üç yıllık eğitim veren Kuleli Askerî Lisesi'nde hızlandırılmış eğitime geçildi. Okul iki yılda bitecekti. Günlük ders saatleri artırılmış, yaz tatilleri iptal edilmişti. Ama her şey bu kadarla sınırlı değildi. Savaş tehlikesi nedeniyle Trakya ve İstanbul'un boşaltılması gündeme geldi. Göçte herkesin yalnızca otuz kilo yük almasına izin verilmişti. Trakya'ya gönül vermiş Mehmet Hamdi Bey ile Halime Hanım'ın kaçıncı göçleriydi, kaçıncı savaştı bu? Trakya'nın boşaltılması kararıyla eşyalarını denkleyen Fethi ve ailesi için, Kuleli Askerî Lisesi'nin de aynı gerekçeyle Konya'ya naklolması sürpriz oldu. Fethi'nin ailesi onunla birlikte Konya'ya yerleşmeye karar verdi. Konya'da bir değirmende eğitim gören gencecik öğrenciler, kendilerini çok zor koşullar altında buldular. Bir yanda sıkı bir disiplin ve ağır bir ders programı, öte yanda yiyecek ve giyecek sıkıntısı vardı. Isıtma sistemi bulunmayan değirmende, sıcaklık eksi kırk dereceye kadar düşüyor, kemiklerine kadar üşüyorlardı. Hava, ekmeği baltayla kesemeyecekleri kadar soğuktu. Ağır ders programına ayak uyduramayanlar alaya çıkıyorlar, yani askere alınıyorlardı. Üstelik Askerî Lise'de başarılı olamadıkları için ceza olarak, eğitim gördükleri süre de, normal askerlik sürelerine ekleniyordu. Hızlandırılmış eğitim, alaya çıkanların sayısını artırmıştı... Sınıf subaylarının ağır baskısı altında ezilirken, sivil öğretmenlerinin idealist ruhlarında huzur buluyorlardı. Öğretmenlerinin çoğu Kurtuluş Savaşı'nda görev almış insanlardı. İçlerinde gaziler de vardı. Hafta sonları izinli oldukları saatlerde kendilerini Konya sokaklarına atan gençlerin başlan bu kez de başka nedenlerle derde giriyordu. Yoldan geçen kızlara baktıkları için yirmi bir hafta ceza yiyen arkadaşları olmuştu. Kuleli Askerî Lisesi'ndeki gençler, yaşadıkları bütün bu olumsuzluklar içinde, kurdukları yakın arkadaşlık ilişkilerinden güç alıyorlardı. Çoğu ailesinden de uzakta olduğundan, birbirlerinden başka dayanacak kimseleri yoktu.

8


Fethi, sık sık bekâr arkadaşlarını alıp eve getirir, gençler, Halime Hanım'ın sıcak sofrasında hayat bulurlardı. Ne var ki, gençlerin bu sıcak yuvada yaşadıkları mutluluk kısa sürdü. Tarih, 1942'yi gösterirken, Mehmet Hamdi Bey de yeniden göreve çağrıldı ve ailesiyle birlikte Balıkesir'e nakloldu. Asker de, subay da yokluk içindeydi. Savaştan usanmış, sefalet içinde yaşayan, gazyağını, ununu, ekmeğini karneyle alan Anadolu halkı Türkiye'nin de savaşa bulaşacağı kaygısını taşıyordu. Nezahat, Fethi'nin Balıkesir'e geldiği hafta sonlarını iple çeker, uykuya onun yanağına kondurduğu öpücükle dalardı. Ağabeyi ona gezdiği gördüğü yerleri anlatır; sinemaya, parka gezmeye götürürdü. Gözünde bir damla yaş görse, peşinden koşup, "Seni kim üzdü söyle" diye tuttururdu. "Gençsin" derdi Fethi on beşindeki kız kardeşine, "senin de hakkın, yaşayacaksın. Partilere götürmüyorum diye alınma. Bazı arkadaşlarım uygunsuz kızlar getiriyor." Kimi zaman da, saçlarını okşayıp, öğüt verirdi: "Sana ilgi gösteren herkese pas verme. Beni düşün, gururumu düşün. Başımı öne eğdirme. Yanlış birileriyle de karşılaşabilirsin. Eğer sana ilgi gösteren delikanlının niyeti ciddiyse, gelir annemden babamdan ister... Bir derdin olursa bana anlat. Unutma ben senin dostunum." Tatil günlerinde, Balıkesir'e de zaman zaman arkadaşlarıyla birlikte giderdi Fethi... Yakın arkadaşlarından biri de Ömer'di... Birlikte iskambil oynarlar, her oyunda, Ömer ile Nezahat eş olurlardı. Ömer, günlük konuşmalarda da, Nezahat'a, "Eşim, gel yanıma otur" diye takılırdı. Kimi zaman da gençler, defterlerine geçirdikleri şiirleri okurlardı birbirlerine... Nezahat, genç gönlünü Ömer'e çoktan kaptırmıştı. Evlerine konuk geldiklerinde, Ömer'in ceketini, kimselere sezdirmeden önce koklar, sonra asardı... O sıralarda Nezahat'a bir kısmet çıkmıştı. Ömer, ilk karşılaşmalarının ilk yalnız kalışında, içi epeyce burkularak, "Tebrik ederim" demişti Nezahat'a, "evleniyormuşsun." Nezahat, Fethi'nin kız kardeşiydi. Onun kadar açık sözlü... "Hayır evlenmiyorum" dedi. Ömer'in "Neden ?" sorusuna da aynı açıklıkla yanıt verdi: "Çünkü seni seviyorum." Ömer, bir piyango talihlisi gibi hissetti kendisini... "Ben de" dedi çabucak, "ben de seni seviyorum." Fethi en yakın arkadaşıydı, evlerine girip çıkıyordu. Nezahat söylemese, belki de kendi duygularını hiçbir zaman açığa vuramayacaktı. İki gencin aşkları taştı, suskunlukları gözyaşlarına karıştı. Sonunda Ömer, "Neden söyleyemedim bunu biliyorsun" dedi, "daha lisedeyim. Beni bekle, hiç olmazsa liseyi bitireyim. O zaman işi resmîleştiririz. Harp Okulu bitince de evleniriz." Sonra aşkına, yılların alışkanlığı karıştı, askerce bir yemin etti: "Beni beklersen, namusum, şerefim üzerine söz veriyorum, seni mutlu edeceğim." Nezahat ve Ömer, aşklarını ailelerinden gizlice yaşıyorlardı. Ama Fethi, evine ne zaman yalnız gitse, Nezahat'ın gözlerinde bir hayal kırıklığı sezmeye başlamıştı. Sırayla bütün arkadaşlarını soruyor, Ömer'i ise en sona saklıyordu. Fethi anlıyordu ki, bu sona saklayışlarda bir neden vardı... Bunu ne kız kardeşinin, ne arkadaşının yüzüne vurmuyor, her şeyi kendi haline bırakıyordu. Artık Kuleli bitiyordu. Harp Okulu'na girmek için dokuzuncu, onuncu ve on birinci sınıfın edebiyat, matematik ve fen derslerinden sınava gireceklerdi. Fethi, bütün gün ve akşam aralıksız matematik çalışmış, sonra uykuya dalmıştı. "Fethi... Fethi kalk..." Ömer'i görünce, yerinden doğruldu: "Ne var?" "Kalk konuşalım..." Ömer, gerekli gereksiz her şeyi konuşuyordu. Fethi'ye, Nezahat'ı sevdiğini, birbirlerine verdikleri sözü, son görüşmelerinde, cebinden 19 Mayıs'ta gösteri yapan kızların fotoğrafının düştüğünü, onun buna çok kızdığını, mektuplarına yanıt vermediğini anlatmak kolay değildi. Fethi, "Ulan ne söyleyeceksen söyle" dedi sonunda, "yarın matematik sınavım olduğunu biliyorsun ve uykumun içine okudun!" Ömer yine lafı geveliyordu... "Nezahat'la mı ilgili?" dedi sonunda Fethi... Ömer, Fethi'ye sarılıp ağlamaya başladı:

9


"Evet... Onu seviyorum. O da beni seviyor. Ama bir yanlış anlama oldu. Bana küstü... Fethi... Kız kardeşinle evlenmek istiyorum..." Nezahat, "Ağabeyimden mektup var" diye heyecanla eve daldığında, Mehmet Hamdi Bey ile Halime Hanım koşup başına gelmişlerdi. Halime Hanım, sabırsızlıkla, "Okusana kızım" diye dürttü kızını. Nezahat zarfı açtı, okumaya başladı: Ömer'i siz de tanırsınız... İyi çocuktur, dürüst çocuktur. Sonrasını seslendiremedi: Geçen gün bana açıldı, söyledi...

boynuma

sarılıp

Nezahat'ı

sevdiğini

Hiç saklamaları yok... Hep, neyse o... Nezahat, "Ben okuyamam" deyip, bıraktı mektubu... Ağabeyi İhsan aldı sürdürdü okumayı: Nezahat'ın da kendisini sevdiğini söyledi. Birbirlerine söz vermişler. Nezahat'la evlenmek istiyor. Kararın size ait olduğunu söyledim. Ben onun içten olduğuna inandım... Mektup bitmiş, eve sessizlik çökmüştü. Nezahat, yemek saati geldiğinde, sofradaki yerini aldı. Babasının ya da annesinin bir şey söylemesini bekliyordu ama sessizlik yemekte de sürdü. Günler geçti konu açılmadı. Nezahat, Balıkesir Atatürk Parkı'na Mehmet Hamdi Beyle yaptığı bir geziyi fırsat bildi ve konuyu açtı: "Babacığım, bir şey sormak istiyorum. Neden Ömer'e, ağabeyimin mektubundaki konuyla ilgili bir şey yazmıyorsunuz ?" "Bak kızım... Daha küçüksünüz... Bunlar ciddi konular... Yani evlilik falan... Geçici bir heves içinde de olabilirsiniz. İyi düşünün..." *

*

*

Fethi ve kendisiyle birlikte Kuleli Askerî Lisesi'ni bitiren arkadaşları, üç ay askerlik yapmışlardı. Öğrencilere, asker psikolojisini tanımaları amacıyla verilen bu eğitim, onlara Konya'daki değirmeni bile aratmıştı. Üç ayı, akıl almaz derecede ağır şartlar altında; bir çadırda, ot yatakta, ıslak zeminde yatarak geçirmişlerdi. Hemen bütün öğrencilerde bit vardı. Sonunda bu dönemi de atlatan Fethi, Ankara'da Harp Okulu eğitimine başladı. O tarihlerde, tek parti iktidarı, Harp Okulu öğrencilerini siyasetten uzak tutmak için çeşitli yasaklar getirmişti. Okula kitap ve gazete sokmak yasaktı. Fethi'yle birlikte Harp Okulu'na başlayan yakın arkadaşı Ömer'in yüzü gülmüyor, Nezahat'ın gözyaşları dinmiyordu. Balıkesir küçücük bir yerdi. Nezahat'ın bir Harbiyeli'ye gönül verdiği çoktan duyulmuştu. Arkadaşları, ona, "Bekle bakalım Harbiyeli'yi" diye takılıyorlar, Nezahat gözyaşları içinde kendisini odasına atıyordu. Mehmet Hamdi Bey, sonunda bu işi daha çok uzatmanın gereksiz olduğunu düşündü. Ömer'in ailesi Balıkesir'e geldi, kız tarafının oturduğu geniş ahşap evde nişan takıldı... Mehmet Hamdi Bey, kızını sevdiği delikanlıyla nişanlamayı dünya gözüyle görmek istemişti. 1943 yılının başlarında, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, İngiltere Başbakanı Winston Churchill'le Yenice'de bir araya geldiğinde Türkiye'nin yüreği ağzındaydı. İsmet Paşa, Churchill'le bir vagon da yaptığı ve saatler süren bu görüşmede Türkiye'yi savaşın dışında tutmayı başarmıştı. Aynı yılın sonlarında, Churchill ile Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Roosevelt'in Kahire'de yaptıkları toplantıda da, Türkiye'nin savaşa katılması konusu görüşülmüştü. Türkiye, bu kez de yeterli askerî hazırlığının olmadığını öne sürmüş, İngiltere ve Amerika, Türkiye'ye yaptıkları askerî yardımları durdurmuştu. 1944 yılında, Fethi Harp Okulu'nu bitirmiş, Mehmet Hamdi Bey de yeniden çağrıldığı görevinden dönmüştü. Artık, İkinci Dünya Savaşı da sona yaklaşıyordu. Okul biter bitmez Nezahat ile Ömer evlendiler.

10


Stajyer Süvari Teğmen Fethi'nin tayini Konya'ya çıkmıştı. Dünyayı Konya Ereğlisi'nde selamlamış, askerî okula orada başlamış, İkinci Dünya Savaşı'nın yokluğunu orada yaşamıştı. Şimdi de subaylığa Konya'nın Karaman ilçesinde merhaba diyecekti. Mehmet Hamdi Bey de Halime Hanım'la birlikte Karaman'a, oğlunun yanına gitmeye karar verdi.

4 Konya Karaman'da, 1945 yılının ocak ayıydı. Esma, ağabeyi Süvari Yüzbaşı Mustafa Türker'le birlikte oturuyordu. Mustafa nişanlı, Esma bekârdı. Mustafa işten döndüğünde, Esma sofrayı hazırlamış olurdu. Yemekte biraz sohbet ederler, sonra Esma masayı toplar, yeniden mutfağa girerdi. Mustafa onun koşturmalarını sevecen bakışlarla izler, kız kardeşi için hiç sakınmadan canını verebileceğini düşünürdü. Karaman'da kimi subay arkadaşlarıyla hafta sonlarında da bir araya geliyorlardı. Mustafa, bu ev ziyaretlerine kız kardeşiyle giderdi. Yine öyle bir gündü. Sohbet sohbeti kovalamış, karşılıklı bilmeceler sormuşlar, şakalaşmışlardı. Esma ve Mustafa gitmek üzere kalkmışlar, paltolarını giyiyorlardı. Mustafa, "Bu oda epey geniş" dedi subay arkadaşına, "sekiz on kişiyi rahat alır." Karşısındaki subay, güldü: "Duruma göre değişir yüzbaşım. Sekiz on kişi rahat oturur ama herkes ayakta durursa, epey insan alır." "Herkes ayakta ve yan yana dursa kaç kişi alır sence ?" Hepsi gülüşüyorlardı. Ev sahibi subay, odayı gözleriyle taradı: "Elli kişi alır..." Mustafa, atışmayı başlatan ev sahibine, "Tabiî kolay soruydu" dedi. Kalın kaşlarının altından tavana doğru baktı, espriyi sürdürdü: "Keşke bu oda kaç karınca alır diye sorsaydım!" Mustafa, "Bu sorunun içinden çıkmam zor" diyen arkadaşına gülerek paltosunun son düğmesini de ilikledi. Hole çıkmışlardı, o sırada kapı çalındı. Gelen genç bir teğmendi. Karaman'a bir süre önce atanmıştı. Ev sahipleri, "İşte" diye atıldılar, "gökte aradığımızı yerde bulduk." Süvari Teğmen Fethi Gürcan'ı, Esma ve Mustafa'yla tanıştırdılar: "Matematik problemlerini çözmede üzerine yoktur!" Holde, Fethi karşılanıp, Esma ve Mustafa uğurlanırken ayakta epeyce oyalandılar. Esma'nın bakışları, o kısacık görüşmede zaman zaman yaşıtı süvari teğmenle karşılaşsa da, çabucak indiriverdi gözlerini yere... Ama nasılsa, onun uzun kirpiklerinin altından akıp giden bir ışık, yere çarpıp, yeniden Fethi'nin gözleriyle buluştu. Esma, evlerine doğru giderken, yeni tanıştırıldıkları subayı düşünüyordu... Hayalindeki adama mı benziyordu ne? Esmer olacak biiir, uzun boylu olacak ikiii... Ama bu ikisi hiçbir şey etmiyor. Subay olacak üüüç... O da yetmiyor... İlle ki süvari olacak... Atının üzerinde, üniformasıyla mağrur, kararlı bakacak. Nal sesleriyle gelecek, nal sesleriyle gidecek. Değilse yok... Düşlerinde yeri yok! Hem o gözler de ne öyle... Tanıştırıldıkları anda, iri gözleri çelik ışıltılarını salarak neden parladı acaba? Şaşırmış gibi... Şaşıracak ne var oysa? Bilmiyor... Bilse o da şaşırırdı. Onlar evlerine doğru giderken, aynı evde konuk edilen genç süvari sohbet sırasında, Esma'nın az önce durduğu kapıya çeviriyordu bakışlarını arada bir... Yeniden görecekmiş gibi... Bir daha bakıp bir daha şaşırmak için. Olur mu böyle şey? Sabaha doğru uyandığında, düşünde gördüğü kızın görüntüsü karşısında duruyordu. Sesi de kulağında... Hiç tanımadığı kız, atının dizginlerini vermiş eline, "Sür" demişti, "sür sürebildiğin kadar!" Uzun boylu, esmer subaylar, ne çok genç kızın hayalini süslüyordu kim bilir? Bu yüzden kızlardan yana şansı çok açıktı Fethi'nin... Gülüyordu sabah sabah kendisine: Etrafında böyle çok kız bolluğu var ama atının dizginlerini eline verip de, "Sür sürebildiğin kadar" diyeni ancak düşlerinde görüyorsun. Batılla işi olur mu onun? Olmaz ama olmuştu. Zaten hiç inanmadığı bir şey başına geldiğinden bu kadar şaşkındı. Yirmi dört saat geçmeden düşlerindeki kızla burun buruna gelmişti. Nasıl da temiz bir yüzü var... Gülüşü ne kadar da içten! Cildi içten aydınlatılmış gibi şeffaf ve duru... Dudakları çocuk, bakışlarında bastırılmaya çalışılan bir yaramazlık var. Çocuk mu

11


kalsa, kadın mı olsa karar veremezmiş gibi. Kararsızlığı gözlerinde öylece çırılçıplak. Bu yüzden saklıyor gözlerini... Ayaklarına bakıyor, ayaklarıma bakıyor... Tanıştığı kızlar, atının dizginlerini elinde tutmak istiyordu hep. Hem de kendisi üzerindeyken. Yağma yoktu! Mızmız kadınlarla da işi yoktu, fettanlarıyla da... Dizginler elindeyken, yemyeşil çayırlarda rüzgâr gibi esip, isteyerek koşturacaktı atını dörtnala... Özgür sevgi gibisi var mıydı? Öyleyse kaçırmamalıydı düşündeki kızı. Sordu dostlarına: "Yüzbaşı Mustafa Türker nasıl biri, kız kardeşi bekâr mı, nerede otururlar, ne düşünürler?" Altı kardeşin en küçüğüymüş Esma... 1928 yılında, Dinar'da yaşadıkları sırada, altı yaşındaymış. Babası ve annesi bir türlü anlayamadığı o diyara peş peşe göçüp gitmiş... Esma'dan üç yaş büyüğü Zehra, ondan beş yaş büyüğü Mustafa... Ama sonra üç büyük daha... Sıtkı, Yahya ve en büyük Sıdıka... Annesi ve babası göçtü göçeli o diyara, ablaları ana, ağabeyleri baba olmuş Esma'ya... Dayanacakları bir destekleri olmayan incecik sarmaşık dalları gibi dolanmışlar birbirlerine. Yahya terzilik yaparmış... Sıtkı matematik öğretmeni... Serde öğretmenlik var ya, Yahya'dan bir küçük de olsa, küçük kardeşlerine baba gibi sahip çıkmayı görev bilmiş kendisine... Evin en küçüğü Esma'yı, yakın akrabalarından evlat almak isteyenler olmuş. Yürekleri ağızlarına gelmiş küçüklerin... Neyse ki, öğretmen ağabeyi küçük kardeşlerini karabasanlar basmadan tavrını koyuvermiş... "Kardeşimi vermem" demiş, restini çekmiş. Mustafa on beş yaşındaymış o zamanlar. Çakı gibi bir subay olacakmış. Ama okuldan arta kalan saatlerde boş duracak değil ya... Tükürük köftesi satıyormuş o da... Sıdıka deseniz, kızların en büyüğü... O abla değil sanki ana... Sıdıka, otorite demek... Evin yükü üzerinde... Yemekti, temizlikti yetmezmiş ona. Sabah daha kardeşlerini işe, okula uğurlamadan, atlarmış atına, sürermiş anadan babadan kalma toprağa, sürermiş değirmene doğru, gidermiş ortakçıları denetlemeye... Ablaları ve ağabeyleri, kendi öksüzlüklerini ve yetimliklerini unutmuşlar da, en küçükleri Esma'ya, annesiz babasız kalışını unutturmaya çalışmışlar. Yeter ki onun boynu bükülmesin diye, doyurmuşlar sevgileriyle... Okullu olmuş Esma... İlkokuldan sonra da Zehra Abla'sı gibi Köy Enstitüsü'nün yolunu tutmuş. Son sınıfta okurken, sancılanıvermiş bir gün... Koşturmuşlar Esma'yı hastaneye... Apandisit ameliyatında narkoz fazla kaçınca... Kurtulmuş kurtulmasına da, toparlanamamış uzun süre, okuluna epeyce ara vermek zorunda kalmış... İyice küçülmüş afacan yüzü de... Kıyamamış ağabeyleri, ablaları ona. Okumasa da olur Esma... Geceleri gözünü kırpmadan dua etmeye o zamandan alışmış Sıdıka... Zehra da ablasından geri kalmamış. Kardeşlerin doğaçlama geliştirdiği, "Kendinden büyüğünü baba gibi say, kendinden küçüğünü anne gibi kolla" felsefesini sindirmiş yüreğine, sahip çıkmış üç yaş küçüğü Esma'ya... Bildiği duaları öğretmek istermiş ona... "Bana abla diyeceksin" diye öğütlermiş kardeşini... Esma, evde "abla" diye peşinden dolaşırmış da, dışarı çıkınca muzipliği tutarmış yine... El âlemin içinde, "Zehra!" diye seslenmeyi unutmazmış ablasına... Eve gidince kıyamet koparmış ne umurunda! Mustafa muradına ermiş sonunda. Çakı gibi bir teğmen olmuş. Üstelik süvari... Gururla kabarmış Zehra ile Esma'nın göğsü. Ne zaman bir fırsat bulsalar, ağabeylerinin subay elbiselerini giyer, sevgi şımarığı olurlarmış. Mustafa kaşlarını çatarmış çatmasına da, onun bıyık altından gülümsemesini kardeşleri anlarlarmış. Sonunda Mustafa arkadaşlarına rica etmiş, iki kız kardeşine birden subay elbiseleri giydirmiş, ikisini birden yanına alıp bir fotoğraf çektirmiş, vermiş ellerine fotoğrafı, "Artık, istediğiniz zaman fotoğrafa bakarsınız" deyip, kurtulmuş onların bu oyunundan... Önce Yahya evlenip İzmir'e yerleşmiş. Çok geçmeden Sıtkı, İzmir'e atanınca, ablası Sıdıka'yı, kendisi gibi öğretmen çıkan Zehra'yı da götürmüş beraberinde... Sıtkı, babalık görevini üstlendiğinden, kardeşlerini evlendirmeden yanaşmamış evliliğe... Sıdıka bir ara gönlünü bir adama kaptırıp evlenmeye niyetlenmiş ama daha düğün yapılmadan, anlamış ki, karşısına çıkan kısmet zaten evli barklı... Kumalık onun neyine? Küsmüş evliliğe... Yıllar geçmiş de, sarmaşık dalları gibi dolanan kardeşler ayrılmamış birbirlerinden... Ama Esma, en çok Mustafa'ya sarılmış... Baba gibi sarılmış, kendisinden sekiz yaş büyük olanına... Bu yüzden Mustafa düşlerini gerçekleştirip bir süvari teğmeni olunca, genç kızlığının bir bölümünü geçirdiği İzmir'den çıkmış, peşi sıra dolaşmış onunla... İşte Esma, bu yüzden Karaman'daymış. Yüzbaşı Mustafa'nın yanında...

12


Koca kız olmuş artık Esma, yirmi ikisinde, Fethi'yle aynı yaşta... Mustafa mı? Öyle sözünün eri, öyle mert... Ciddi adam. Ama nasılsa sevimli yaramazlıklara bıyık altından gülecekmiş gibi bir sıcaklık uyandırıyor karşısında... Belki de o yüzden Esma'nın gözbebeklerinde, bastırmaya çalıştığı yaramazlığın izleri hâlâ varlığını koruyabiliyor.

5 Konya'dan epeyce uzak kalan Karaman'ın sessiz sakin akşamları, daha çok da hafta sonları, genç subayların dinamik sohbetlerinde hayat buluyordu. Konu dönüp dolaşıp, İkinci Dünya Savaşı'nın seyrine geliyordu. O güne kadar savaşın dışında kalmayı başaran Türkiye, müttefiklerin zaferi kesinleşince Almanya ve Japonya'ya karşı savaş ilan etmişti ama bu diplomatik bir manevradan ibaretti. Sohbetlerin vazgeçilmez ismi Fethi'nin aklı, İkinci Dünya Savaşı'na takıldığı kadar, Esma'ya da takılmıştı. Daha kaç gün geçmişti ki aradan. Kısaysa kısa... İçinden geçenleri, olabilecek en net sözcüklerle aktarmaktan hiç korkmazdı. Uzatmanın gereği yoktu... Doğru neyse o... Esma'yla evlenmek istiyordu... Bundan kendisi emin olduğu anda -ki o hep çok çabuk karar verirdi- Yüzbaşı Mustafa'ya da söylemişti. Yüzbaşı Mustafa da sevmişti Fethi'yi. Ama biraz sorup soruşturmak gerekti. Okulunu pekiyi dereceyle bitirmişti. Karaman'a neredeyse yeni tayin olduğu söylenebilirdi ama bu kısa sürede hatırı sayılır arkadaşlıklar kurmuştu. İnsanlar hissettiklerini söylemekten korkarlardı genellikle... Ama bu delikanlı, hissettiklerini söylemek bir yana, yaşamaktan da korkmuyordu belli ki. Kızı gibi, canı gibi sevdiği Esma'yı, bu genç teğmene emanet etmeyecek de kime edecekti? Yine de Esma'ya sordu... Yanıtını bildiği halde... Ama Fethi'ye "evet" demeden önce, kardeşlerinin onayını almaları gerekiyordu. Zaten her fırsatta iki kardeş İzmir'e koşar, diğerleriyle özlem giderirlerdi. Mustafa kısa bir izin alıp, Esma'yla birlikte kardeşlerinin yanına gitti. Sürpriz haber hepsini heyecanlandırdı. Fethi nasıl bir delikanlıydı? Küçük kız kardeşlerinin gönlünü nasıl çalmıştı? Esma, Sıdıka Abla'sının ve ağabeylerinin yanında hiç fikir yürütmedi. Mustafa'nın anlattığı öykü ise inanılamayacak kadar kısaydı. Kardeşler, İzmir'de oturdu, Dinar'ı andı, Karaman'ı konuştu... Yatma vakti yaklaşınca, Sıdıka hemen duaya çekildi. Esma'yı kız kardeşi gibi değil, kızı gibi görüyordu. Ve şimdi kendisinin küstüğü evlilik, küçük kardeşinin önündeydi. Zehra, bir göz işaretiyle Esma'yı mutfağa çağırdı: "Sonunda Mustafa Ağabeyim gibi bir süvari buldun ha?" Esma, haylaz bir ifadeyle dudağını yana çarpıtarak güldü. "Nasıl oldu da bir görüşte gönlünü kaptırdın? İçindeki heyecanın ışığı yüzüne yansımış baksana..." "Ben de bilmiyorum" dedi Esma, "sanki beklediğim oydu..." "Tipi nasıl, yakışıklı mı ?" "Uzun boylu... Esmer... Zayıf... Kocaman gözleri var..." Durup kısacık güldü, yeniden konuştu: "Sesi de kocaman! Daha Karaman'a geleli çok olmamış ama ünü hemen yayılmış... Esprili ve arkadaş canlısı... İlk karşılaştığımızda da..." Esma birden utanıp sustu. Zehra yeniden konuşmaya başlarken, yüzündeki meraklı ifade yerini sevecenliğe terk etmişti: "Ablam şimdi dua ediyordur sana. Ben de çok mutlu olman için dua edeceğim." Hafifçe kaşlarını çattı: "Sen de dua et. Allah'tan hayırlısını iste. 'Kaderim güzel olsun' de." Mustafa, İzmir'de kaldığı kısa süre içinde yaşamını altüst eden bir haber aldı. Bu haberle birlikte yıllar öncesinin anılarına döndü. Dinar'da bir komşuları vardı. Yaşlıca, sevecen bir kadındı. Kocaman bir çiftliği vardı. Ahırında yedi deve bulunuyordu. Develer, üzüm ve incirleri yüklenip Arabistan'a gider, Türkiye'den götürdüğü yükü boşaltır, yeni yükünü alır, Dinar'a dönerlerdi. Sıdıka ile kız kardeşleri Zehra ve Esma sık sık çiftlik evine konuk olurlardı. Onun küçük torunu İlhan, anne ve babasıyla birlikte Ankara'da yaşar, ama her tatilde, anneannesinin yanına gelirdi. Anneannesinin en çok turşuları

13


ünlüydü Dinar'da. Sapsarı salatalık, kelek, lahana turşuları... Onları taslara boşaltırken, kehribar gibi parlarlardı. O yıllarda, Harp Okulu öğrencisi olan Mustafa, hafta sonları Dinar'a gelir, hem kardeşlerini görür, hem de Ankara'da Mülkiye öğrencisi olan İlhan'ın ağabeyiyle arkadaşlık yapardı. Gençlerin Dinar'da buluşup gezdikleri yıllarda, İlhan küçücük bir çocuktu daha. Mustafa'dan on dört yaş küçüktü. Sıtkı Öğretmen İzmir'e atanınca kardeşler de terk etmişlerdi Dinar'ı... İlhan, çocukluktan genç kızlığa doğru hızla yol almaya başladığında, onun Ankara'da görev yapan babasının tayini de İzmir'e çıktı. Yeniden buluşmuşlardı Dinar'daki dostlarıyla. Mustafa ve Esma da İzmir'e her gidişlerinde, eski dostlarıyla bir araya gelirlerdi. İlhan on altısına gelmiş nişanlı bir genç kızdı. İşte son İzmir ziyaretinde Yüzbaşı Mustafa'yı altüst eden haber, İlhan'ın nişanlısından ayrılmasıydı. Onun çocukluktan genç kızlığa geçişindeki hız canlandı gözünde. İçinde bir şeyler coştu. O coşkuyla kendi nişanını da bozdu ve aynı gün, ağabeyini de alıp doğruca İlhan'ların kapısını çaldı. İlhan'la söz kesen Yüzbaşı Mustafa, Esma'yla çifte düğün yapmaya karar vermişti. Bunun için biraz zamana gereksinimi vardı. Karaman'a döner dönmez düşüncesini Fethi'yle de paylaştı. Çifte düğün Fethi için de güzel bir sürpriz olmuştu ama o beklemek istemiyordu. "Nikâhımızı yapalım, düğünü bekleyelim" dedi. Mart ayında, Esma ile Fethi'nin nikâhları ve nişanları birlikte yapıldı. Esma'nın yüzü o güne kadar makyajla tanışmamıştı. Zaten nasıl makyaj yapılacağını da bilmiyordu. Fethi, nişandan önce, onu dizlerinin dibine oturttu, makyajını kendi elleriyle yaptı. Artık düğünü bekliyorlardı. Nikâh yapmanın rahatlığı içindeki Fethi ve Esma sık sık görüşüyorlardı. Ama nikâh başka, düğün başka... Evlilik dediğin düğünle başlar... Yolda yan yana yürürlerken, genç teğmen, "Koluma gir" diyor, Esma, "Olmaz" diye diretiyordu. "Nikâhlı karımsın, ne olur koluma girsen?" "Olmaz, düğün olmadan olmaz!" 23 ağustos 1945'te, İzmir Orduevi'nde gençler muratlarına erdiler. Çakı gibi subaylar, gelinlikler içindeki sevdikleriyle, kol kola, kılıçlar arasından geçerken, bir bölümü oturacak yer bulamayan kalabalık davetli topluluğundan duygu yüklü bir alkış koptu. Yaşadığı mutluluk Esma'nın bütün bedenini titretiyordu. Fethi, onu dansa kaldırıp, titreyen bedenini kolları arasına aldı. İlk kez bu kadar yakın oldu kocasına. Onun kokusuyla ciğerlerini doldurdu, ellerinin sıcaklığını kendi elinde, belinde hissetti. Takılıp kaldı bakışları sevdiği adamın üniformasının düğmelerine. Oysaki, Fethi, onun başını kaldırmasını, kendi gözlerine bakmasını istiyordu. Belindeki el uyarıyordu Esma'yı. Ama o daha da indiriyordu gözlerini. Süvari teğmen, Esma'nın bakışlarını ayaklarında hissedince, hafifçe bastı onun pistte kayan ayaklarına... Şaşırdı Esma. Farkında olmadan kaldırıp başını, dikti gözlerini sevdiğinin gözlerine. Aman o gözler, bakmasın öyle... Baksın! İyi ama... Esma bakamıyor ki... Yeniden baş yerde... Yeniden uyarıyor onu belindeki erkek eli, olmuyor, yeniden ayağı onun ayağının üzerinde. Artık iyice afacan bakışlar... Ama afacanlıktan, utangaçlığa geçiş süresi çok kısa...

6 20/21 mayıs 1963. Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay'ın özel kalem müdürü Kurmay Albay Celil Gürkan, 20 mayıs 1963 akşamı eşiyle birlikte, Hava Kuvvetleri Komutanı İrfan Tansel'in, İran'dan gelen bir konuk onuruna verdiği resepsiyondaydı. Üst düzey bütün komutanlar oradaydı. Ankara'da yine ihtilal fısıltıları vardı. 22 şubat 1962'de Harp Okulu komutanlığından emekli edilen Kurmay Albay Talat Aydemir'in yeni bir ihtilal hazırlığı içinde olduğu kulaktan kulağa yayılıyor ama kimse bu konuyu açıkça konuşamıyordu. Ezici bir sıkıyönetim rejimi altında herkes tetikteydi ve kimsenin diğerine güveni yoktu. Celil Gürkan, Kuleli Askerî Lisesi'nde üç yıl sınıf arkadaşlığı yaptığı Albay Aydemirle Harp Okulu'ndan da aynı dönemde mezun olmuştu. Bulunduğu görev nedeniyle, 22 Şubat sonrasında,

14


Albay Aydemir’le yolda karşılaşıp da selamlaşan subayların bile listesinin çıkarıldığına, bu kişilerin albayla yakın ilişkide olabileceği kaygısıyla kritik yerlere tayinlerinin engellendiğine tanık olmuştu. O akşamki resepsiyon sırasında da, kimse ihtilal fısıltılarını dillendirmeye cesaret edememişti. Celil Gürkan, içindekileri tutmayı pek de sevmeyen eşinin sorusuna dikkat kesildi. Eşi, emniyet genel müdürü tuğgenerale, "Paşam" diyordu, "Ankara'da hava çok gergin, dedikodular var. Talat Aydemir'in ihtilal hazırlığı içinde olduğu söyleniyor. Gözünüzü seveyim, nedir bu işin aslı, siz emniyet genel müdürüsünüz, böyle bir koku alıyor musunuz ?" Emniyet genel müdürü, gülümseyerek, "Ağabeyinize güvenin" dedi, "ben emniyet genel müdürüyüm. Türkiye sakin, Ankara sakin- Sinek uçsa haberini alırım. Evinizde rahat olun..." Kokteyl bitince Celil Gürkan da eşiyle birlikte Bahçelievler'deki evine geldi. Karıkoca soyunup dokunup yattı. Birkaç saat sonra, ısrarla çalan kapı ziliyle uyanan Celil Gürkan, kapıyı açınca, bir kurmay binbaşı arkadaşını karşısında buldu: "Talat ihtilal yapmış!" "Ne demek yapmış..." "Her tarafı kontrol altına almış. Haberin olsun istedim." Celil Gürkan, heyecanla yataklarından fırlayıp peşi sıra gelen karısına ve çocuklarına baktı... Eğer söylenen doğruysa, bir ihtilal yapılmışsa, Genelkurmay başkanının özel kalem müdürü olarak evinde yatıp uyuyamazdı. Hemen giyinip dışarı çıktı. Haberin doğru olup olmadığını öğrenmek için önce Bahçelievler İnzibat Subaylığı'na gitti: "Genelkurmay özel kalem müdürüyüm. Bir askerî müdahale olmuş. Acilen Genelkurmay'a gitmeliyim." "Kusura bakmayın. Hiçbir yere kımıldayamazsınız. Genelkurmay'a giderseniz yolda size parola sorarlar." Celil Gürkan, özel aracına binerek, heyecan ve merakla Genelkurmay'a doğru yol almaya başladı. Beşevler'e geldiğinde bir Harbiyeli, arabanın önüne geçerek onları durdurdu: "Parola?" "Ne parolası oğlum ? Ben kurmay albayım. Genelkurmay başkanının özel kalem müdürüyüm. Genelkurmay'a gidiyorum." "Yasak efendim. Parolayı söylemeden geçemezsiniz." "Nasıl olur oğlum ?" "Kusura bakmayın efendim, geçemezsiniz." O sırada, konuştuğu Harbiyeli'nin yanına bir diğeri yaklaştı. Çelik başlığının altından kendisine baktı: "Enişte..." Harp Okulu öğrencisi olan eşinin yeğeni karşısında duruyordu. "Ne yapıyorsun?" "Burada, parolayı bilmeyeni geçirmemekle görevliyim." Parolayı bilmeyen eniştesine, "Geçemezsin" demekte zorlanıyordu. Sonra ikilem içinde, "Sen ne tavsiye edersin?" diye sordu. Bu zor soru karşısında, birkaç saniye düşünen Celil Gürkan, "Kendi kararını vermişsin oğlum, ben karışmam" dedi. Aynı akşam, Kurmay Albay Talat Aydemirin bir başka sınıf arkadaşı Yarbay Nusret Eraslan, komutanlığını yaptığı Mamak'taki Ordu Film Merkezi'nde yatağa girmeye hazırlanıyordu. Saat 23.30 sıralarında telefon çaldı. Arayan, o sırada, Orduevi'nde, Hava Kuvvetleri Komutanı İrfan Tansel'in bir yabancı konuk onuruna verdiği resepsiyonda bulunan Kara Kuvvetleri Komutanı Ali Keskiner'di: "Nusret, atla cipine şöyle bir bak bakalım, oralarda tank falan var mı? Buraya bazı gürültüler geliyor." "Tamam komutanım." "Sonra da bana haber ver..." Yarbay Nusret, cipine atlayıp "Koçero" lakaplı şoförüyle yola düştü. Cebeci civarında o da palet seslerini duydu ama görünürde tank yoktu. Ancak yollarda gözle görülür bir kalabalık dikkat çekiyordu. Millî Savunma Bakanlığı'na doğru ilerlerken, Güven Park'ın arkasındaki benzinlikte, eğitim elbiseleri içindeki birkaç Harbiyeli cipini durdurdu: "Parola?" Yarbay Nusret, elini omzuna götürdü, rütbesini gösterdi: "İşte parola!"

15


Harbiyeli, yanındaki arkadaşına döndü, gülerek, "Bak" dedi, "yarbayım kitap gibi laf ediyor." Yarbay Nusret, cipten inmesi istenince, hem şaşırdı, hem sinirlendi. O inmemekte, Harbiyeliler de indirmekte ısrar edince, Koçero bir hamleyle gençlerin üzerlerine zıpladı. İtiş kakışın ardından, Koçero epeyce hırpalandı, Yarbay Nusret de gözaltına alındı. Yol boyu sıra olmuş Harbiyeliler, kısa mesafelerde onu birbirlerine teslim ediyorlardı. Harbiyelilerin oluşturduğu sıra Harp Okulu'na kadar uzanıyordu ve o da bu yöntemle Harp Okulu'na kadar yürüyerek götürüldü. Ne olduğunu anlayamayan Yarbay Nusret, Harp Okulu'nda Talat Aydemir'i gördü ama çocukluk arkadaşının onunla pek ilgilenmediği belliydi. Bir topçu üsteğmen tarafından, Harp Okulu'nun subay gazinosuna götürülen ilk tutuklulardan biri kendisi, diğeri 229. Piyade Alayı'nın komutanıydı. Sonra gelenler çoğaldı. "Uçan sineği haber alan" emniyet genel müdürü de tutuklananlar arasındaydı. Ardı ardına getirilen generaller Harp Okulu'nun gazinosunda toplanıyorlardı. Herkes birbirine ne olduğunu soruyordu... Bir topçu üsteğmen, arada bir gelip, kendilerine radyodan ihtilal bildirilerini dinletiyordu. Yarbay Nusret, "Türk Silahlı Kuvvetleri ihtilal yapıyorsa, beni neden tutukluyorlar ?" sorusuna yanıt aramaya çalışıyordu. O da Silahlı Kuvvetlerin bir üyesiydi. Üstelik" bir asker olmasına rağmen, yaptığı görev nedeniyle, bir ihtilalde tutuklanacak son kişiydi. "Ben filmciyim" diyordu kendi kendine... O arada generallerden Faruk Gürler ile Suat Aktulga, Albay Aydemirle görüşmeye gittiler. Bir süre sonra, tutuklananların serbest bırakılacağı haberi geldi. Harp Okulu otobüsüyle belli bir noktaya kadar götürülecek, orada serbest bırakılacaklardı. Tutuklananlarda, Harp Okulu'nun arkasındaki ormanlık alanda kurşuna dizilecekleri inancı ağır bastı. Kimse birbirinden ayrılmak istemiyordu ama tek otobüse sığmadıkları için iki ayrı otobüsle götürüleceklerdi. Generaller bu karmaşa içindeyken, Emekli Albay Talat Aydemir, üzerinde üniformasıyla onları uzaktan izliyordu... Orman bitene kadar, subaylar, her an otobüsten indirilip kurşuna dizilecekleri beklentisiyle, gergin bir yolculuk yaptılar. Albay Aydemirle çocukluk arkadaşı olan, sonra da Kuleli'de sınıf arkadaşlığı yapan Yarbay Nusret, onun kan dökecek bir yapısı olmadığına içtenlikle inanıyordu. "Yok canım, Talat böyle bir şey yaptırmaz..." diyor, ama aynı anda "Ne olur ne olmaz, ihtilal bu..." kaygısını da içinde taşıyordu. Otobüs ormanlık yoldan çıkınca, içindekilerin de kaygıları son buldu. Subaylar, Genelkurmay kavşağında serbest bırakıldılar. İkinci otobüsten inen Yarbay Nusret, yarandaki birkaç subayla birlikte nereye gideceğini kestirmeye çalışıyordu. Bir yanlarında generallerin oturduğu Saraçoğlu lojmanları vardı ve o bölge tümüyle Harbiyelilerce kuşatılmıştı. Millî Savunma Bakanlığı tarafında ise hükümet yanlısı kuvvetler mevzilenmişti. İki ateş arasına düşmüşler, ne tarafa gideceklerini bilemiyorlardı. Sağa yönelseler parola, sola yönelseler parola soruluyordu. Onlarsa ne ihtilalcilerin parolasını biliyorlardı, ne de Millî Savunma Bakanlığı'nın gecenin ilerleyen saatlerinde belirlediği özel durum parolasını... Sonunda diğer otobüsten inen Millî Savunma Bakanlığı Müsteşarı General Faruk Gürler’le birlikte Genelkurmay'a girmeyi başardılar. İçerisi subay ve general kaynıyordu. O sırada dışarıda da çatışma başlamıştı. Ses duvarını aşarak alçak uçuşlar yapan ve pencerelerin camlarını çatlatan jetlerin, ihtilalcilerden mi, kendilerinden mi yana olduğunu bilmiyorlardı. Bu arada ihtilalci güçlerden yana olduklarını anladıkları üç tanktan biri namlusunu Genelkurmay'a, diğeri Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'na, üçüncüsü ise Jandarma Genel Komutanlığı'na çevirmişti. Kıtalar gelip, Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay'dan ateş emri istiyordu ama o ikilem içindeydi. Etrafındaki pek çok subayın oğlu da Harp Okulu öğrencisiydi ve kaygı içinde bekleşiyorlardı. Yarbay Nusret, dışarıyı birlikte seyrettikleri bir havacı albayın, camı açarak, Harp Okulu öğrencilerine hakaret ettiğine ve hemen arkasından, onun bir tanktaki uçaksavar makineli tüfeğinden fırlayan kurşunla yere serildiğine tanık oldu. Hükümet güçlerinin ateş açmasıyla birlikte ortalık savaş alanına döndü. Harp Okulu öğrencilerinden fırlayan kepler, vurulanlar olduğunun kanıtıydı. Saatler ilerliyor, hükümet güçleri ateşi kesmiyordu. O sırada bir albay, koşarak, Genelkurmay'a yöneldi ve "Lütfen ateşi kestirin" diye bağırdı. "Lütfen... Benim oğlum da içlerinde... Ben şimdi hepsini toplarım... Siz ateşi kestirin..."

16


7 20/21 mayıs 1963. Dışarıda ihtilalciler için koşarak ilerleyen zaman, evdekiler için sancıya dönüşmüştü. Fethi Gürcan'ın kayınbiraderi Mustafa Türker'in evinde kulaklar radyodaydı. L biçimindeki salon perdeyle ikiye bölünmüştü. Çocuklar dip tarafta oynuyorlardı. Balkon kapısının bulunduğu tarafta ise büyükler masa başına toplanmış vakit geçirmeye çalışıyorlardı. Daha önlerinde zaman vardı ama kulakları çoktan yayınlanacak ihtilal bildirisine ayarlanmıştı. Mustafa Türker, kız kardeşi Esma'ya dönüp, "Saat yaklaşıyor" diyerek balkona çıktı. Binanın önü açıktı... Başını çevirdi; jandarma eğitim alanında olağanüstü bir durum göze çarpmıyordu. Başını diğer yöne çevirdi, Harp Okulu'nun tepeleri sakindi. Orada da bir hareket yoktu. "Niye olsun..." diye söylendi kendi kendine, daha ihtilal fitilinin ateşlenme saati gelmemişti. İçeriye girdiğinde, sessizce masadaki sandalyelerden birine oturdu. Çocuklar oyunlarını ve kavgalarını inanılmaz bir umursamazlıkla sürdürüyorlardı. Gözünün ucuyla Esma'yı süzdü, onun sessiz bekleyişi, kendi sessiz bekleyişine değince, bir garip gürültü koptu yüreğinde... "Saat on ikiye geliyor" dedi sonunda heyecanını tutamayarak. Planlara göre, ihtilal bildirisi, radyo yayınının bitim saati olan yirmi dörtte yayınlanacaktı. Masanın başında toplanan yetişkinlerin yalnızca yürek sesleri duyuluyordu. Fethi için bu gecenin sonu ya zafer ya ölüm olacaktı. Çocuklardan büyük olanlar da masanın etrafında yerlerini almışlardı. Nefeslerin tutulduğu anda, radyo yayını bitiverdi. Saat yirmi dördü geçmişti ve... Yok... İhtilal bildirisi yok... Herkes birbirine bakıyor, hiç kimse tek bir söz bile konuşamıyordu. Hepsine saatler gibi gelen birkaç dakika geçmişti yalnızca... Mustafa Türker hızla yatak orasına girdi... Kendisini kapana kısılmış gibi hissediyordu. Evde değil, dışarıda, Fethi'nin yanında olmalıydı. Az sonra üzerinde yarbay üniformasıyla salona girince, eşi "Ne yapıyorsun ?" diye sordu. Sorusuna çığlık karışmıştı. Mustafa Türker, tabancasını beline yerleştirirken, "Ben de gideceğim" dedi, "belli ki bir aksilik oldu, burada bekleyemem." "Hayır, ne olacağı belli değil. Bu çocukların hali ne olacak? Gidemezsin. Gel otur şuraya..." Mustafa'nın kararlı tavrıyla, eşi İlhan'ın itirazları sürerken, radyo yeniden yayına geçti... Esma, ne zamandır masa örtüsünün kıvrımlarında kaybolan bakışlarını, yeniden hayat bulmuş gibi ağabeyine kaldırdı doğruca... Heyecanları kol kola girip halay çekti. İhtilal bildirisi yayınlanıyordu! "Büyük Türk milleti... Halaskar fedailerin yalnız ve daima senin emrinde ve hizmetindedirler..." Esma, evde bir gürültü koptuğunu duydu ama kimin ne söylediğini anlayamadı. Mustafa Türker yeniden balkona çıktı... Bir hareketlilik mi vardı, ona mı öyle geliyordu anlamadı. Evet, Harp Okulu'nda bir hareket olduğu kesindi. Bir süre sonra Harp Okulu sırtlarından silah sesleri duyulmaya başlandı. Tank paletleri de tanıdık bir şarkının ritmi gibiydi. Mustafa Türker'in üniforması hâlâ üzerindeydi. Esma'ya yakın olduğu her an heyecanının yalnızca derisini değil, üniformasını da delecek bir deliliğe ulaştığını hissediyor, kendisini balkona atıyordu. Üst üste okunan ihtilal bildirilerinin ardından, bir başka anons duydu Esma. İlk ihtilal bildirisinin ardından henüz kırk dakika bile geçmemişti: "... Ben 28. Tümen Kurmay Başkanı Ali Elverdi'yim. Bundan önce yapılan bütün beyanlar yalan ve yanlıştır. Bunları Talat'ın üç buçuk adamı yapmıştır... Bunlar maceracı insanlardır..." Bu sesi duymak istemiyordu. Bu sesi duymamak için kim bilir neler verebilirdi. Bu eğer Fethi'nin ölümü olacaksa, kendi ölse de duymasaydı. Radyo hükümet güçlerinin eline geçmişti. Masaya düşmek üzere olan başını yalnızca sağ şakağına dayadığı eli tutuyordu. İlhan'ın, "Eyvah şimdi mahvolduk!.." nidası, Mustafa'nın uyarısı üzerine yinelenmemişti. Yoğunlaşan silah sesleri balkonda yankılanıyor, oradan doğruca Esma'nın beyninin hücrelerine ulaşıyordu. İnsan bazen sağır olmayı ister... Hiç duymamak, hiç anlamamak ister... Esma da sağır olmak, hiç duymamak, hiç anlamamak istiyordu.

17


Ağabeyi yeniden ayaklanmıştı... Esma, onun dışarı çıkmak, Fethi'nin yanında olmak isteği ile evdekilerin karşı çıkışlarını duydu ama görmedi. İlhan, "Dışarı çıkarsan, ben de çocuklarımı alıp anneme giderim" diye bağırıyordu. Kıyametin büyüğü bulunduğu evde mi, yoksa dışarıda mı anlamadı. Galiba Sıdıka ağırlığını koymuş, "Fethi bu çocukları sana emanet etti. İhtiyaç duyarsa seni aldırır" demişti... Kolundaki saate bakılırsa bu kargaşa bir saatten biraz daha fazla sürmüştü. Esma, saatin mi yavaşladığını, yoksa kendisinin mi hızla aktığını kestiremedi. Acıyla burkulan yüreği, radyodaki ikinci ihtilal bildirisiyle biraz durulur gibi oldu ama bu ilki gibi coşku yaratmadı. Radyo üst üste el değiştirmeye başlamıştı. Zafer ve yenilgi soluk soluğa çılgın bir yarışa girmişti ve her ikisi de, finale oynuyordu. Silah sesleri yoğunluğunu artırmıştı. Mustafa çocukları camın önünden çekiyor, güvenli köşelere taşıyordu. Sonunda jet sesleri, silah seslerini de, palet seslerini de bastırdı. Olayın büyük bir çatışmaya doğru gideceği endişesini duydu içinde Esma... Zafer de yenilgi kadar acı verici olabilirdi. Çatışma varsa... İnsanlar ölüyorsa... Radyoda yayın tekrar kesildi... İşte çılgın yarışta, finale koşan olsa olsa yenilgiydi. Hiç duymasa, kalbi hiç çarpmasa, hiç yaşamasa... Sonrasını bilmese, sonrasını yüklenmese... Gün ışımaya yakın, jet seslerinin en yüksek perdeye ulaştığı anda, bildiri savaşları hükümetin zaferiyle bitti. Silah sesleri hâlâ devam ediyordu. Harp Okulu yamaçlarından askerî birliklerin ihtilalcileri sarma harekâtını artık gözleriyle izleyebiliyorlardı. Esma'nın sessiz sesi, "Bu yenilgiyle birlikte, her şey bitti" dedi kendi kendine... Fethi... Neredesin? Bu soru öyle sessiz de olsa uluorta sorulmazdı. Çabucak çocuklarını toparladı, İlhan ile ağabeyini bile hayrete düşüren bir soğukkanlılıkla, "Biz gidelim artık" dedi. Zaman hangi tanıma girer? Zamanı geriye çekemiyorsak, ileriye kuramıyorsak, hangi sıkışılmışlığın içinde kalır? İnsan koşup gidiyorsa, zamanın durdurulması neye yarar? Zamanı ne zaman durdurmaya kalkışsanız, mutlaka geç kalmışsınızdır. 20/21 Mayıs hareketinde yer alan bütün erkeklerin evlerinde müthiş bir yenilgi duygusu yaşanıyordu. Olayın dinamiğinde yer alanların yüreğinde henüz yeşerme fırsatı bulan bu duygu; eşlerin, çocukların yüreğinde çoktan boy atmış, kökleri ise endişeye ulaşmıştı. Önce bir haber... Öldüler mi, kaldılar mı? Tutuklandılar mı, kaçtılar mı ? Birbiri ardına eklenen sorular, kırık bir plak gibi aynı şeyi tekrarlayarak sonsuzluğa ulaşıyordu: Bundan sonra ne olacak ? Gece boyunca sokaklarda yaşanan gürültü, bu kez Esma'nın yüreğine sıkışmıştı. Neyse ki, çocuklar uyumuş, Sıdıka'yı da biraz dinlenmesi için ikna etmişti. Şimdi, şafak, kızıl bir bilinmezlikle; acıyı, kaygıyı, kaybolmaya yüz tutan hayalleri, hiç kuşkusuz çoğalacak özlemleri, ayrılığı beraberinde taşıyordu. Saatlerdir pencerenin önündeydi. Neredesin? Bir sorunun yanıtı ne kadar bilinmezse, en ağır olasılıklar üzerinde dolaşır durur... Her bir soru işareti, bir ünleme dönüşmeye, sesler çığlığa karışmaya hazırdır. Soruları soranlar sanır ki, soru işareti kalktığında, geriye ünlem kalacaktır. Esma'nın beyni de, "Kaçmış olabilir mi ?" sorusuyla başladı, "Tutuklandı mı ?" diye sürdü, "Vuruldu mu?"da takıldı, "Öldü mü?" sorusunda saplanıp kaldı, ünleme dönüştü, çığlık oldu. Almaya çalıştığı derin nefes, genişleyen yüreğinin tek odasını bile doldurmuyor, bütün solukları yarım kalıyordu. Dirseğinden bir şimşek gibi omzuna doğru çakan sancıyla ürktü. Uyuşmuş kolunu ovdu. Onu uyuşturan ağırlığı silkip atamayacaktı. Sorumluluktan kaçamazdı. Ağırlığı üzerinde taşıyarak yerinden kalktı, çayı demlemek üzere mutfağa yöneldi. Radyo yeniden yayma başladıktan bir süre sonra, evdekiler de kısa uykularından uyanmaya başladılar. Beklenen açıklama geldi- Bildiri, kamuoyuna 21 Mayısçıların teslim olduklarını duyuruyordu. Sonunda bir haber gelmişti ama bu haber Esma'nın kaygılarını ne azalttı, ne çoğalttı. Diğer olasılıkları gündemden kaldırmadı. Şaşırdı kendi tepkisizliğine... Sabah artık erken olmaktan çıktığında, Harp Okulu yönünden gelen otobüsler Emekli Subay Evleri'nin içinden geçmeye başladılar. On dört yaşındaki büyük oğlu Ömer, kaşla göz arasında dışarıya koştu. Babalarından haber bekleyen birkaç genç, mahallenin sokaklarında birbirlerini bulmuşlar, üst üste koydukları bekleyişlerini, dev bir yangına dönüştürmüşlerdi.

18


Üniversite öğrencisi Taylan, otobüslerin içinde üniformalı subayları görünce, arkadaşlarına döndü. Hepsi, otobüslerdeki subayların olay sonrasında gözaltına alman babaları olduklarını anlamışlardı. Ömer, kendisinden daha büyük gençlerin arasına katılmadı, konuştuklarını duymadı ama gözleriyle, ağır ağır önlerinden geçen otobüslerin içindeki üniformalı subayları taradı. İçindeki dürtüye kendisini teslim eden Taylan ise, yaklaştığı otobüsün camında babasını görmüştü. Bir daha hiç görmeyecekmiş hissinin en ağır olduğu noktada; kederin, çaresizliğin, kaygının böylesine büyüdüğü bir anda, her şey mutlu sona ulaşmış gibi, bütün kötü duygularım yitirip, engellenemez bir sevince kapıldı. Bir çocuk telaşıyla el salladı babasına... Rıfkı Erten, oğluna aynı şekilde karşılık verdikten sonra, başparmağını yukarı kaldırarak, sessiz ama güçlü bir mesaj verdi: Merak etme. Dik duruyoruz. Taylan'ın içinde bir çiçek gibi açan sevinç, otobüs geçip gittiğinde çabucak boynunu büktü. Babasının inancını paylaşmış, yaptıklarının doğruluğuna ve başarılı olacaklarına inanmıştı. Gece sayısız kez, kendi kendisine aynı şeyi söylemişti: Her şey bitti. Babası ölmemişti, ama... Son soru yankılanmaya başladı: Şimdi ne olacak? Rıfkı Erten, 22 Şubat direnişine görev yeri olan Sivas'ta katılmış, emekli edilmişti. Ardından Ankara'ya yerleşmiş, dava arkadaşlarıyla birlikte 21 Mayıs'ın içinde yer almıştı. Aynı davada yer almak, yalnızca dava arkadaşlarını değil, onların eşlerini de, çocuklarını da yakınlaştırmıştı. Taylan da, Ankara'da bulunduğu günlerde, harekâtın lideri Talat Aydemir'in kendisiyle aynı yaşlardaki oğlu Metin Aydemir'le tanışmış, arkadaşlık kurmuştu. Artık paylaşmaya başladıkları ortak kader, onları kaçınılmaz olarak birbirlerine daha çok yaklaştıracaktı. Taylan, boynu bükülen sevincini yeniden diriltmeye çalışarak, eve koştu, annesine haber verdi: "Babamla birbirimize el salladık!" Esma, kapıdan giren Ömer'e, "Ne oldu?" diye sordu. "Taylan Ağabey, Rıfkı Amca'yı otobüste gördü. Birbirlerine el salladılar..." "Babanı gördün mü?" "Hayır." Ömer'in sesinde duygularını yansıtan en küçük bir tını bile yoktu. Esma, kaygısını, bekleyişini, heyecanını, dev bir iş makinesi gibi karıştırıp yapışkan, ağır, donup kalmaya hazır bir harca dönüştüren yüreğinin sesini soğukkanlılık zırhıyla örttü; gözlerindeki telaş, dışarıya nasıl olduysa metanet biçiminde yansıdı. Hep pencerenin önünde birileri vardı. Zaten Esma'nın gözü de apartman girişini gören camdan ayrılmıyordu. Sesin hangi çocuğundan geldiğini anlayamadı: "Anne, askerler bizim apartmana giriyor!" Bu uyarı ile kapı zilinin hiç ara vermeden çalması arasında o kadar kısa süre vardı ki, Esma kapıyı açtığında karşısında duran biri denizci, diğeri havacı iki subayın, heyecanını yadırgadı. Bütün aile, onunla birlikte kapıya dizilmişti. Esma, daha birkaç saat önce sırtına yerleştirdiği ağırlığı şimdi daha rahat kaldırıyordu. Yaşına aldırmayan çocuk gözleri bu ağırlığın etkisiyle olacak, hafifçe kısılmıştı. "Fethi Gürcan evde mi?" Bilmiyorlar! Vurulsa bilirlerdi, ölse çoktan... Arıyorlar... Aradıklarına göre? Yakalanmamış. Kaçmış demek ki! Daha ne kadar zaman geçti üzerinden? Kısa... Çok kısa... Radyoda, "Teslim oldular" denmişti. Esma'nın kaygıları ne azalmış, ne çoğalmıştı... Oysaki tek bir soru, pek çok soruyu aynı anda yanıtlıyordu şimdi... Omuzları biraz daha dikleşti: "Hayır." "Nerede ?" "Kocam maliye müfettişidir. İstanbul'a teftişe gitti!" Görevli subaylar, kibar ama kararlıydı:

19


"Kocanız dün geceki harekâtın başındaydı hanımefendi! Öyle çok yerde görüldü ki, sanki gece boyunca bir değil, on tane Fethi Gürcan vardı. Bunu bilmeyen yok, söyleyin nerede ?" "Biliyorsanız neden bana soruyorsunuz ?" Subaylar evde arama yapacaklardı. Esma, onların peşindeydi. Bir ara görevli subaylar, "Zaten yakaladık" demişlerdi ama Esma artık bunun bir blöf olduğunu anlamıştı. Her yer didik didik aranıyordu. "Evde silah var mı?" Esma, son doğumun ardından biraz ağırlaşmış bedenini hiçe sayan hareketlerle subayları takip ediyordu. Aptal yerine konmayacaktı: İhtilale giden adam, silahlarını evde mi bırakacaktı?" Arama yapan subaylardan biri, "Sen git, Avrupa'da kraliçelerin, devlet başkanlarının önünde at koştur, bu kadar kupa kazan, sonra da gel bu işlere kalkış" diye söyleniyor, diğeri lafı ağzından alıyordu: "Mesleği var, karısı var, dört çocuğu var, ne istedi bu adam ?" Şimdi ben size verilecek cevabı bilirim de hadi neyse... O Kars'taki dünyayı da gördü, Paris'i de... Viyana'da masal gibi gecelerde konuk oldu da, İstanbul'un gecekondu mahallelerindeki yaşamı sindiremedi içine... Yatak odasına geçmişlerdi. Çekmeceler didikleniyor, yatak altüst ediliyordu. O sırada subaylardan birinin elindeki fotoğrafı gördü. Ayazağa Süvari Grubu'ndan sekiz on genç subayın Fethi Gürcan'a gönderdiği, her birinin tek tek "Emrindeyiz" diye yazıp imzaladığı bir fotoğraftı bu. Geniş zamanlara yayılan yaşanmışlıklar, anılarda nasıl da kısacık bir anda, bütün ayrıntılarıyla yinelenir. Her şey çabucak yerli yerine konur, sonuçlan algılanır, harekete geçilir. Hepsinin... Fotoğrafta kim varsa, hepsinin başı derde girecek. Esma, bir panter gibi atlayıp, subayın elinden kaptığı fotoğrafı, ölçülemeyecek kadar kısa bir sürede parçalayıp yere attı. Her şeyin göze alındığı zamanlardaki asi bakışlarını görevli subaya dikecekti ki, gözlerini kaldırdığı anda, bu gergin karşılaşmayı yerle bir eden, öfkesini dindiren, çok özel, çok sıra dışı, gizli bir anlaşmanın varlığını, karşısındakinin bakışlarında hissetti. Engellenebilirdi... O fotoğrafı yırtmasına izin verilmeyebilirdi. Birkaç saniye her şeyi değiştirdi. Esma sakinleşti. Hem de, kendi kendine "Onlar da görevlerini yapıyorlar" diye söylenmese bile, bunu hissettirebilecek kadar... Yaşanan gerginlik, çoktan Mustafa'ya dalga dalga ulaşmış, evinden koşar adımlarla çıkıp, kardeşinin evine ulaşmıştı. Mustafa, geldiğinde, arama yapan subaylarla karşılaşmıştı ve artık subaylar için Fethi Gürcan'ı ele geçirememiş olmalarının son itirafını yapma zamanı gelmişti. Tıpkı, Esma'ya, "Kocanız nerede?" diye sordukları gibi, Mustafa Türker'i sorguya götürmeleri gerektiğini söylerken de aynı şeyi itiraf etmişlerdi: Fethi Gürcan yakalanamamıştı. Subayların geldiği andan itibaren, bir gölge gibi sessiz, bildiği bütün duaları mırıldanarak ki çok iyi bilirdi- Esma'yı gölge gibi izleyen Sıdıka'nın sinirleri altüst oldu bu kez de... Bir yanda Esma, bir yanda nerede, ne durumda olduğu belirsiz Fethi... Şimdi de Mustafa... Mustafa'nın önünde geçip, "Nasıl götürürsünüz ?" diye dikildi subayların karşısına. "Bu da neyin nesi, onu niye götürüyorsunuz, ne ilgisi var onun bu işlerle ?" Sıdıka, kardeşleri üzerindeki tartışmasız otoritesinin subaylar üzerinde de etkili olabileceğini hesaplıyordu belki de... Belki de, bunun imkânsızlığı içinde böyle ölçüsüz bağırıp çağırıyordu. Onu bir tek Mustafa sakinleştirebilirdi ve öyle oldu: "Telaşlanma abla! Abla!" Sıdıka'nın bir an susup ona bakmasından yararlanıp, çabucak söyledi söyleyeceklerini: "Döneceğim, merak etme. Gideceğim ve döneceğim! Sen çocukların başında dur, sakin ol, onları da sakinleştir. Ben gidip, döneceğim abla..." Esma, içeriye döndüğünde, salondaki masanın üzerinde duran şarjör ve kurşuna baktı... Evin gizli saklı köşelerini ararken, salondaki masanın üzerine bakmak akıllarına bile gelmemişti...

20


8 21 mayıs 1963. Her şey bittikten sonra, yıllarca atının nallarıyla dövdüğü; toprağını, ağaçlarını, kuşlarını tanıdığı Dikmen tepelerine vurdu kendisini... Güneş yükselmiş, hava iyiden iyiye ısınmaya başlamıştı. Gözüne geniş gövdeli bir ağaç kestirdi. Güçlükle birkaç adım atıp, sırtını o güçlü gövdeye dayadı; yorgun, uykusuz bedenini yavaşça toprağa bıraktı... Uyandığında, derin bir yalnızlık duygusu, yenilginin elle tutulurmuşçasına maddeleşen mutsuzluğuna ağıt yakıyordu. Yenik bir komutandı o... Başarısızlıkla sonuçlanmış ihtilal girişiminin bir numaralı eylem adamıydı. Çılgın bir gecede, çılgınca hızla akan zaman, zaferi ellerinden koparmıştı. Teslim olmayı aklından bile geçirmedi. Zamanın unutulduğu anlar, Tank Okulu'na girişte başlamıştı. Kapıdaki nöbetçi, okul arkadaşı, kız kardeşinin kocası Ömer'di... Yanında da, önceden hazırlık yapması için gönderdiği Yüzbaşı Sedat Ünal vardı. İçeri girip, doğruca kursiyerlerin yattıkları koğuşlara gitmişlerdi. Gençler zaten onları bekliyorlardı. Daha harekâtın ilk anlarında gökyüzünden beklediği sinyali alamamıştı. Çünkü planlarına göre, onlar Tank Okulu'na girdiklerinde, Hava Kuvvetleri'nin jetleri uçacaktı. Ama bunun nedenleri üzerinde düşünecek lüksü yoktu, gençler onun komutunu bekliyorlardı. "Tankçılar tank başına, Süvariler Süvari Grubu'na!" diye gürledi. Böylece ihtilalin fitilini ateşlemiş oldu. Tank Üsteğmen İlhan Baş da ondan aldığı emirle Radyoevi'ne doğru tanklarla yola çıktı. Hızla Süvari Grubu'na geçti. Nöbetçi astsubaya "alarm" komutu verdi ve oradaki birlikleri de harekete geçirdi. Turgut Saltoğlu'na dönerek, cephanelikten mermi getirmesini istedi. Mermiler dağıtıldı ve bölükler dışarıya sevk edildi. İlk görev tamamlanmıştı. Emrinde üç cip vardı. Bunlardan birinde Erol Dinçer, diğerinde Turgut Saltoğlu bulunuyordu. Kendisi ise birlikler arasında irtibatı sağlayacaktı. Onlar Tank Okulu ve Süvari Grubu'nu harekete geçirdikleri sırada, diğer grubun da Harp Okulu'na girmiş olması gerekiyordu. Bir bölük destek kuvvet olarak Radyoevi'ne gitmiş, ihtilal bildirisi okunmuş, Talat Aydemir de Harp Okulu'na gelmiş olmalıydı. Ancak yaklaştığında durumda bir gariplik sezdi. Harp Okulu'nda bir karmaşa vardı. Sandıklar açılmış, silahlar dağıtılıyordu. Öğrencilerin yüzlerinde büyük bir heyecan vardı. Neyse ki, on iki dakika gecikmeli de olsa "Talat Aydemir" imzalı ihtilal bildirisi okunmuştu. "... Türk Silahlı Kuvvetleri tamamen Atatürk ilkelerine bağlı olarak milletimizin muhtaç olduğu kuvvetli, istikrarlı, devrimci ve demokratik Cumhuriyet idaresini kuracak... Büyük Türk milleti... Halaskar fedailerin yalnız ve daima senin emrinde ve hizmetindedir..." Bu bildirinin ardından, "Harbiye Marşı" çalınmaya başlanmıştı... Yıldırımlar yaratan bir ırkın ahfadıyız, Tufanları gösteren, tarihlerin yâdıyız, Kanla, irfanla kurduk biz bu Cumhuriyet'i Cehennemler kudursa, ölmez nigâhbanıyız. Yaşa var ol Harbiye, yıkılmaz satvetinle, Göklerden gelen bir ses sana ne diyor, dinle: Türk vatanı üstünde sönmez bir güneşsin sen, Kartal yuvalarında, hürdür millet seninle. O saate kadar kararlaştırıldığı şekilde üniformalarını giymiş, dava arkadaşlarından birinin evinde hazır bekleyen Talat Aydemir’in kanındaki çılgın bir koro sevinç çığlıkları attı. Artık ölse de gam yemezdi. Onun kanı zafer ritminde akarken, hükümetin kimi bakanları her an tutuklanabilecekleri endişesine kapılmış, hapishane bavullarını hazırlamaya başlamışlardı. Fethi Gürcan, Talat Aydemir'in henüz Harp Okulu'na gelmediğini anladı. Belli ki, radyoda ilk bildiri okunur okunmaz albayı alması gereken ekip görevini yerine getirmemişti. Kurşun bir kez atılmıştı. Hemen, Harp Okulu'ndaki duruma el koydu. Talat Aydemir'in alınması için bir başka ekibi görevlendirdi.

21


Yapılması gereken ilk işlerden biri yüksek rütbeli subayların oturduğu Saraçoğlu Mahallesi'nin ele geçirilmesi ve generallerin enterne edilmesiydi... Öğrencileri bu yöne sevk etti... Harp Okulu'ndaki örgütün lideri Önder Aydınlı, arkadaşlarıyla birlikte okulun nöbetçi subay heyetini ekarte etmişti. Cephane sandıklarını kırmışlar, teçhizat kuşanıp, silahlanmışlardı. Kendisini okulun nöbetçi subay kulübesinde bulan Fethi Gürcan'ın sesini duyunca, Atatürk Anıtı'nın dibinde, çizmeleri ayağında, bir elinde Thompson, belinde tabancasıyla duran heybetli adamın yanına doğru koştu... "Önder, Cevdet Paşa getirildi mi ?” " "Hayır komutanım!" "Görevli ekip neden geç kaldı?" Planlara göre, Genelkurmay başkanının enterne edilmesiyle görevli olan Önder değildi. "Durum hakkında bilgim yok komutanım." "Hemen yanına arkadaşlarını al, Cevdet Paşa'yı tutuklayarak buraya getir!" Yirmi yaşındaki Harbiyeli Önder, Türkiye Cumhuriyeti ordusunun en tepesindeki adamı tutuklamak üzere verilen emri, büyük bir heyecan içinde ama hiç şaşırmadan, paniğe ve ikileme kapılmadan aldı. "Emredersiniz komutanım!" Çabucak toparladığı on beş-on altı arkadaşıyla birlikte, Saraçoğlu Mahallesi'ne doğru yola çıktı. Fethi Gürcan, cipe atlayıp bu kez Meclis Muhafız Taburu'na geçti. Üsteğmen Kadir Yıldırım onlara silah sağlayacaktı. Hedefe varıp, cephanelerini ve silahlarını aldılar. Üzerlerinde adeta birer cephanelik taşıyorlardı. Genelkurmay'a doğru yürümeye başladılar. Şehir postal sesleriyle inliyordu. O saatlerde zaman mı daha hızlıydı, yoksa kendisi mi bilmiyordu. Artık postal seslerine silah sesleri de karışmıştı. "Parola?" "Harbiyeli aldanmaz!" Tank Okulu, Süvari Grubu, Harp Okulu, Genelkurmay civarı, Türkiye Büyük Millet Meclisi önü, Bakanlıklar, Sıhhiye... Fethi Gürcan zaferin yalnızca bir adım ötede olduğunu düşünüyordu. Ama bir türlü son adımı atacağı Muhafız Alayı'na ulaşamıyordu. Oradan oraya koşturuyor, ihtilal havası ciğerlerini dolduruyordu. Onun görevi bir "eylem lideri" olarak bu ihtilali kazanmaktı. Bütün boşlukları doldurmaya çalışıyor, bütün aksiliklere el koyuyordu. Bir an önce Kavaklıdere'de buluşmak için sözleştiği Süvari Grubu'nun yanına gitmek istiyordu. Ancak bu kez aksiliklerin en büyüğüyle karşı karşıya kalmıştı. Radyoevi el değiştirmiş, karşı bildiriler yayınlanmaya başlanmıştı. "Muhterem Türk milleti... Ben 28. Tümen Kurmay Başkanı Ali Elverdi'yim." Fethi'nin aklından hızla, Radyoevi'ne giren ihtilalcileri korumakla görevlendirilen kişinin iki taraflı çalıştığı yönündeki istihbaratı aldığı gün geçti. Bu bilgiyi Albay Talat Aydemir'e aktarmıştı. Ancak albay, görevlendirdiği kişiye olan güvenini yinelemiş, kendisini de istihbaratın yanlış olduğuna ikna etmişti. Hareketin seyrini tamamen değiştiren anons sürüyordu: "Bundan önce yapılan bütün beyanlar yalan ve yanlıştır. Bunları Talat'ın üç buçuk adamı yapmıştır..." Bu anons, Aydemir'in Harp Okulu'nda öğrencilerin kendisini coşkuyla karşılamasının hemen ardından yayınlanmıştı. Fethi, radyodaki el değiştirmenin nelere mal olacağım çok iyi biliyordu. İhtilalci güçlere katılıp katılmamak konusunda ikilem içinde kalan, "başaracaklar" kaygısıyla karşı yönde harekete geçmeyen güçler, "yenilgi"nin kokusunu almış, Hükümet ve Genelkurmay moral kazanmıştı. İhtilale karşı güçler hızla harekete geçmiş, olayın akışını değiştirmişti. Eskişehir'den ihtilalcilere destek vermek üzere gelen ve Çankaya Köşkü'nün üzerinde uçuş yapan Hava Kuvvetleri'ne ait jetler ise yön değiştirmiş, bu kez ihtilal karargâhı olan Harp Okulu üzerinde uçuş yapmaya başlamışlardı. Namlular ters dönüyordu. Ali Elverdi'nin anonsu, İstanbul'da ihtilal için yola çıkan birlikleri de durdurmuş, hareket büyük bir darbe yemişti. Binbaşı Fethi, bu kez sağ kolu Erol Dinçer'in emrine dört öğrenci vermiş ve onları Radyoevi'ne göndermişti. Erol Dinçer, yol boyunca büyük risklerle karşılaşmasına rağmen,

22


Radyoevi'ne ulaşmış, karşı yönde bildiriler okuyan Ali Elverdi'yi enterne etmişti; Radyoevi yeniden ihtilalcilerin eline geçmişti. Saatler 02.20'yi gösteriyordu... "... İhtilal için özel parolayı bilmeyen hiçbir vatandaş sokağa çıkmayacaktır. Aksi halde hareket eden kim olursa olsun ateş bilecektir..." Kararsızlığını yenememiş olan kimi subaylar üniformalarını giymiş, evlerinde tetikte bekliyorlardı. Kulakları radyodaydı. Zaferin kime ait olduğunu bir anlasalar onların yanında harekete geçeceklerdi. Ama bir türlü kimin egemen olduğunu anlayamıyorlardı. Fethi Gürcan, çatışmaların başladığı Ankara caddelerinde Radyoevi'ne doğru yol alırken, ölümün kaç kez bir kurşun zırhına bürünerek yanı başından geçtiğini bilmiyordu. Belinde üç el tabancası, elinde Thompson'u vardı. Ekmek torbasında el bombaları taşıyordu. Bel kemeri ise alabildiğine mermi yüklüydü. Radyoevi'ne geldiğinde; aldığı ilk haberler iyiydi. Erol Dinçer, Ali Elverdi'yi tutuklamış, yeniden ihtilal bildirileri okumaya başlamıştı... Harp Okulu'na yöneldi. Burada albayla buluşacaktı. Ancak Harp Okulu'na ulaştığında, ihtilal bildirilerinin kesildiğini gördü. Hükümet yanlısı güçler, vericiyi kesmiş, radyo yayını susmuştu. Eylem planını, bu ihtilale soyunan herkesin kendisi gibi, sonuna kadar ve ölümüne görevini yapacağı varsayımıyla hazırlayan Binbaşı Fethi, planın işlemediğinin farkındaydı. Bu kez de, Etimesgut vericisini ele geçirmekle görevli olanlar, onları yarı yolda bırakmıştı. O Harp Okulu'ndayken, Radyoevi'nde yapacak bir şey kalmadığını gören Erol Dinçer, tutukladığı Ali Elverdi'yi ihtilal merkezine getirmişti. Parolayı bilmeyen üst rütbeli subaylar da enterne edilerek Harp Okulu'na getiriliyordu, ihtilalin lideri Talat Aydemirin en büyük endişesi, ordu içindeki kutuplaşmanın oluk oluk kan akacak bir çatışmaya dönüşmesiydi. O yine ak bir ihtilal düşlüyordu. Bu yüzden, karşı kutuptakileri, kendi saflarına çekmeye çalışıyordu. Bir subaya yapılacak en büyük hakaretin silahının alınması olduğunu düşünüyordu. Gençlerin tutuklayıp Harp Okulu'na getirdikleri üst rütbeli subaylar, burada kısa bir süre tutulduktan sonra silahlarıyla birlikte serbest bırakılıyorlardı. Fethi Gürcan orada fazla kalmadı, kendisini yeniden Ankara caddelerine vurdu... Genelkurmay kavşağına geldiğinde, merkez kıtası subaylarının Harp Okulu öğrencilerine ateş açtığını gördü. Öğrenciler de karşılık veriyorlardı ama, hükümet güçlerinin karşısında yetersiz kalıyorlardı. Öğrencilerin, kurşunlara karşı ne kadar savunmasız durduğunu görünce, onların can kaygısı, ihtilali başarma kaygısının önüne geçti. Sesi, kurşun seslerinin arasında top gibi gürledi: "Tam siper alın!" Oradan oraya koşturuyor, ateşe ateşle karşılık veriyordu... Gün ışımaya başlamıştı... Aldığı yol artık zafere değil, yenilgiye gidiyordu ama o ölümüne yola çıkmıştı ve sonuna kadar gidecekti Zaten yakalanmak ölümden çok daha ağır bir sonuçtu. Sonunda ihtilalin karargâhı Harp Okulu da hükümet kuvvetlerinin eline geçti. Harp Okulu'na getirildikten sonra serbest bırakılan subaylar özgürlüklerini elde eder etmez birliklerinin başlarına geçmiş, ihtilal karargâhını kuşatmışlardı. Neredeyse, ihtilali destekleyen subay kalmamıştı... Direnen yalnızca gencecik Harp Okulu öğrencileriydi. Hava Kuvvetleri'nin uçakları şehrin sokaklarına dalışlar yapıyordu. Yenilgi, bütün yüzüyle karşısında duruyordu. Yapılacak tek şey, Süvari Grubu'nun genç subaylarına ve Harp Okulu öğrencilerine durumu anlatmak, onları okullarına ya da birliklerine dönmenin kendileri için en uygun yol olduğuna inandırmaktı. Sabah saat altıya doğru, Tarım Bakanlığı'nın önündeydi. Yanında Harbiyeli Önder, Süvari Üsteğmen Mustafa Karazeybek vardı. On beş kadar Harbiyeli de onlarla birlikteydi. Artık hareket tamamen ters dönmüştü. Hepsi, kaybettiklerini biliyordu. Hükümet güçleri ateşi sürdürüyordu. Fethi Gürcan, "Burayı terk edelim" dedi. Yoldan geçen iki cipi durdurdular ve arka yollardan Kuğulu Park'a doğru ilerlemeye başladılar. Saat sekizi geçmişti ve sıra en zor göreve gelmişti... Biliyordu ki, bir ihtilali durdurmak, onu başlatmaktan zordur. Çünkü, ihtilale kazanmak için kalkışılır... Kaybetmek ise ölüm demektir... Ölümü göze alanları durdurmak zordur... Önder ve Mustafa'ya, "Bu iş burada bitti" dedi, "artık benim yaşamam söz konusu değil. Anadolu'ya geçmeye çalışacağım, gerekirse çarpışarak ölürüm."

23


Mustafa Karazeybek, "Sizi yaşatmayanlar bizi yaşatırlar mı ?" dedi. "Birlikte gidelim..." Önder de onu destekledi... Harp Okulu'ndaki örgütün lideri olduğu için diğerleri gibi küçük cezalarla kurtulamayacağını düşünüyordu. 'Bizi de kurşuna dizecekler komutanım" dedi, "cipin birini alalım, üçümüz gidelim. Öğrenciler diğer ciple Harp Okulu'na dönsünler." Fethi, çaresiz onların bu önerilerini kabul etti. Sonra Harbiyelilere hükümet güçlerinin kontrolü tamamen ele aldıklarını açıkladı: Gençler, başarısızlığa uğradık. Her şey bitti... Bana ve ihtilali planlayan diğer subaylara büyük cezalar verilebilir ama sizler küçük cezalarla kurtulursunuz. En iyi yol okulunuza ve birliklerinize giderek teslim olmanız." Ama ondan da genç yürekler, teslim olmak istemiyorlardı. Tepkileri büyük oldu. Daha birkaç saat önce, albayı evinden Harp Okulu'na getirmesi için emir verdiği Zihni Çetiner, "Biz de sizinle geliriz!" dedi. Diğerleri de ayrılmayı kabul etmiyorlardı: "Çarpışacaksak beraber çarpışalım, öleceksek de beraber ölelim." Ateşli bir Harbiyeli, "Biz de teslim olmayız binbaşım" dedi. "Kaçar, dağlara çıkarız..." "Dağda eşkıya gibi nasıl yaşayacaksınız ? Eşkıya kanunlarını biliyor musunuz? Üçüncü gün karnınız acıkınca, fırıncıya teslim olursunuz. Ne kadar çabuk birliklerinize teslim olursanız, o kadar az ceza yersiniz. Eğer inancınız varsa, bana inanıyorsanız, Harp Okulu'na dönün. Sizin için daha iyi olacak." Fethi Gürcan, Önder'e döndü. "Burada fedakârlık sana düşüyor" dedi, "arkadaşlarını alıp Harp Okulu'na götür. Bu bir emirdir!" Önder, Harbiyelilerin lideriydi. Kendisini feda etmekle yükümlü hissetti. Önder ve diğer öğrenciler, Fethi Gürcan ve onunla kalan Mustafa Karazeybek'le helalleşip, ayrıldılar. Fethi, cipe binip uzaklaşan gençlerin arkasından kederle baktı. Onların yüreklerindeki isyanlı kabulleniş, kendi yüreğinde hiçbir zaman tanımlayamadığı bir acıya dönüştü. Cipe bindiğinde, Mustafa Karazeybek yanındaydı. Şoföre Çankaya'ya çıkmasını söyledi. Amacı oradan şehri terk etmekti. Ancak Muhafız Alayı yolları kapamıştı ve çıkması olanaksızdı. Yeniden aşağıya doğru inmeye başlamışlardı. Muhafız Alayı'nın bir diğer bölüğü de aşağıya inen yolu kapamıştı. Ya teslim olacak ya da sonuna kadar çatışacaktı. Üzerinde resmî elbisesi vardı. Birden yanındaki genç subaya döndü: ¦ , •; "Alman Büyükelçiliği'nin yerini biliyor musun?" "Neden binbaşım?" "Alman büyükelçilik müsteşarı bizim bölüğe gelir ata binerdi. Kendisiyle iyi tanışırız... Üzerimizdeki üniformalarla bir adım öteye gitme şansımız yok. Belki bize yardımcı olabilir. " Ama bir sorun vardı. İkisi de Alman Büyükelçiliği'nin yerini bilmiyorlardı. Sonunda "bulduk" diyerek girdikleri elçilik, Almanya'ya değil, Bulgaristan'a aitti. Kapıyı açan yaşlı bir kadın, birer cephaneliği andıran bir iki subayı karşısında gördüğü halde nasılsa dili tutulmadı ve Almanya Büyükelçiliği'nin yolunu gösterdi. Bu kez doğru adrese ulaştılar. Kapıyı açan adam, büyükelçilik müsteşarının dışarıda olduğunu söylüyor ve kapıyı kapatmaya çalışıyordu- Kaybedecek tek bir an bile kalmamıştı. İçeri zorla girdiklerinde, Fethi Gürcan, adamın gözlerini bu kadar büyüten duygunun korku mu, şaşkınlık mı olduğunu anlamaya çalışıyordu. Adam, onları sakinleştirmek için büyükelçiye haber vereceğini söylemişti. Zaten yapabileceği başkaca bir şey de yoktu. Gerçekten de çok kısa bir süre sonra büyükelçi karşılarına dikilmiş, ne istediklerini soruyordu. "Bu geceki harekâtı biz düzenledik." "İltica hakkı istiyorsanız, buna yetkim yok..." "İltica hakkı değil, küçük bir yardım istiyoruz." Büyükelçi ilk anda yaşadığı paniği atlatmıştı: "Teslim olursanız, Alman hükümeti idam edilmemeniz için elinden geleni yapar." "Teslim olmayız sayın büyükelçi! Sizin hükümetiniz de bizim idam edilmemizi engelleyemez. Yine de hükümetinize sormadan yapabileceğiniz bir şey var!" "Nedir?" İstediği tek şey, bir akşam önce, büyük bir heyecanla giydiği üniformalarından kurtulmaktı. Biliyordu ki, onlarla üç adım öteye kaçma şansı yoktu. "Sivil kıyafet istiyoruz."

24


Büyükelçi, önce bu basit istek karşısında şaşırdı, onlara yardımcı olmak istediğini hissettiren bir çeviklikle bir iki adım öne çıktı, sonra durdu: "Size yardım etmek bizi sıkıntıya sokar. Biliyorsunuz diplomaside her şey çok hassastır." "Diplomat sizsiniz ! Öyleyse, bizi rahatlatacak, sizi sıkıntıya sokmayacak bir çözüm yolu bulun." Fethi Gürcan, büyükelçinin hazırladığı raporu imzalarken, bunu hiçbir koşulda açıklamamak üzere şeref sözü verdi...

9 21 mayıs 1963. Kız kardeşinin evine arama yapıldığı sırada ifadesi alınmak üzere alıkoyulan Mustafa Türker, birkaç saat sonra serbest bırakıldı. Önce evine gitti, karısını ve çocuklarını gördü. Evdekilerin, onun sorguya götürülüşünden haberleri yoktu. Esma! Yürekli kızım benim. Başka kadın olsa, ortalığı velveleye verirdi. Sen benim sorguya alınışımı İlhan'a söylemedin, ben de sabah arama yapan ekibin sizden önce bize geldiğini. .. Şimdi sana koşmalıyım. Meraktan ölmüşsündür. İlhan da, çocuklar da yaşananlardan yeterince etkilenmişlerdi. Onları biraz daha üzmemek için, sorguya alındığından hiç söz etmedi. Evden çıkınca, yeni bir gelişme olup olmadığını araştırdı, sonra doğruca kız kardeşinin yanına koştu. Esma, kapıda ağabeyini görünce, yorgun başını onun omzuna dayadı. Gözyaşlarına, Mustafa'nın ceketinden başka tanıklık eden olmadı. "İyi misin ağabey, seni hırpalamadılar ya?" "Yok bir şey, iyiyim. Bol bol soru sordular yalnızca... Önce benim de harekâta katılıp katılmadığımı sorguladılar. Sonra Fethi'nin nerede olduğunu öğrenmek istediler. Bilmediğimi söyledim. Baktım fazla ısrarlı davranıyorlar, dayanamadım, 'Ben de sizin gibi Fethi'nin nerede olduğunu öğrenmeye çalışıyorum. Çünkü onu merak ediyorum. Yerini bilsem de size söyler miydim? İnsan kardeşini ihbar eder mi?' dedim. Sonra bıraktılar beni." Sen orada, şimdikinden çok öfkelenmiş, şimdikinden çok bağırmışsındır... "Çay demleyeyim sana..." Mustafa, kolundan çekip oturttu Esma'yı. "Çay may istemem, otur hele! Dinlen biraz. Yüzün çöktü bir günde. Merak etme, kötü bir şey olsa duyulurdu. Talat Aydemir kaçmak istememiş. Emeklilerin çoğu sabah evlerine dönmüşler. Emniyet gelip onları almış. Fethi'den haber gelmediğine göre kaçıyor. Yakalansa, nerede olduğunu bize sormazlardı." "Çocuklar, Talat Aydemir'in teslim olduğunu duymuşlar. Sen nasıl olduğunu öğrenebildin mi?" "Söylediklerine göre, Talat Bey, dün akşam karısı ve çocuklarıyla Mustafa Pakoba'ya yemeğe gitmiş. Harp Okulu'na da oradan hareket etmiş. Neyse, gece Radyoevi ikinci kez el değiştirdikten sonra, Cevdet Paşa adına yayınlanan bildiriler var ya... Hani, silahların bırakılmaması halinde Hava Kuvvetleri'nin taarruza geçeceğini söylediği... Talat Bey o zaman, Rıfkı Erten'le birlikte Harp Okulu'ndan çıkmış. Etraflarında öğrenciler varmış. Meclis'e yakın bir yerde uçaklardan üzerlerine ateş açılmış. Bir öğrenci ölmüş. Bazı subaylarda panik başlamış. Kimileri olay yerini bırakıp kaçmış. Kalanların bir kısmı da, Talat Bey'den harekâtı durdurmasını istemişler. Yani çok fazla öğrenci ölecek diye... Harp Okulu'na döndükten bir süre sonra orası da sarılmış. Anlattıklarına göre, Talat Bey, okulda öğrencilerin gözleri önünde teslim olmak istememiş. Sabah altı buçukta oradan çıkmış, Pakoba ve beş altı kişi daha varmış yanında..." Sema, paytak adımlarla, ikide bir L salonun dip tarafına, Esma ile Mustafa'nın oturdukları yere ani girişler yapıyor, annesinin, dayısının dizine tırmanarak onların dikkatlerini çekmeye çalışıyordu. Bu da, onun peşinden dolanan, yeni bir haber alma umuduyla kıvranan Gülderen'in işine geliyordu... Ömer, mutfak kapısının hemen önündeki yemek masasında ders çalışıyordu. Ama onun kulağı da konuşulanlardaydı. Esma dayanamadı, sesini alçaltarak sordu: "Fethi'yi hiç görmemişler mi?"

25


"Bütün gece hepsi haberleşmişler tabiî de... Sabahı bilmiyorum. Ama Harp Okulu'ndan çıkışlarında Fethi yok..." "Harp Okulu'ndan çıkıp nereye gitmişler?" "İşte nasılsa üzerlerinde üniformalarıyla tankların, askerlerin yanından geçerek Dikmen'e doğru yürümüşler. Hatta yolda rastladıkları öğrencilerden okullarına dönmelerim istemişler. Sonra sakin bir yerde oturup konuşmuşlar. Teslim olma kararı aldıktan sonra bir taksiye binmişler." Mustafa, içinde gülmeyi değil hayreti barındıran tek soluklu bir kahkaha attı. "İnanılacak gibi değil ama bindikleri taksiyle askerî barikatlar arasından geçip bizim mahalleye girmişler, bir arkadaşlarını evine bırakmışlar. Talat Bey, Pakoba'yla birlikte yeniden onun evine gitmiş. Ailelerine bu olanları anlatmışlar, sonra da yatıp uyumuşlar. Öğle saatlerinde polisler Pakoba'yı almak için eve gelmişler. Talat Bey de kendisi çıkıp teslim olmuş." Sözlerini bitirince kısa ve derin bir soluk verip arkasına yaslandı. Esma, hâlâ soru soran gözlerle bakıyordu. "İşte şimdilik öğrendiklerim bu kadar" dedi Mustafa, "sen merak etmişsindir diye fazla oyalanmadan buraya geldim. Şimdi yeni haber olup olmadığına bakarım. Bir şey duyarsam uğrarım, yoksa eve giderim. Bir sıkıntı olursa, hemen bana haber yolla..." Mustafa, Sema'yı da kucaklayıp kalktı, burnunu onun küçük burnuna sürttükten sonra geri çekilip gülücüklerini seyretti, yeniden bıraktı. Ömer de onu uğurlamak için kalkmıştı. Önünde kitapları, defterleri açıktı. "Aferin" dedi Mustafa, biraz da şaşkınlığını gizlemeye çalışarak, "göreyim seni, derslerine iyi çalış. Okulundan da fazla geri kalma." Esma, "Bir gün bile geri kalmaz ağabey" diye araya girdi, "yarın okula gidecek. Niye gitmesin ki ?" Mustafa'nın çatık kaşlarının altından yönelttiği, onaylayan, sevgi dolu bakışları birkaç saniye kız kardeşinin yüzünde kaldı. "Hadi kızım, kendine dikkat et." "Sen de kendine dikkat et..."

10 Düğünün ardından yeniden Karaman'a döndüler. İlhan, Mustafa'nın evine, Esma Fethi'nin ailesinin yanına yerleşti... Fethi'nin annesi, babası ve ablası Nefıse'yle birlikte oturuyorlardı. İhsan ile Nezahat ise evlenip uçmuşlardı yuvadan... Bahçe içinde bir bağ eviydi. Avludan girenleri bir dut ağacı karşılardı. Ev halkı, ağaca tırmanma gereği duymaz, pencereden uzanan dallardan dut toplardı. Mutfak ve tuvalet avluya açılıyordu. Evin alt katındaki odada Mehmet Hamdi Bey ile Halime Hanım kalıyorlardı. Merdivenler iki yatak odasının bulunduğu üst kata çıkıyordu. Üst kattaki odalardan biri Esma ve Fethi için hazırlanmıştı. Diğer oda evin büyük kızı Nefise'ye aitti. Nal sesleri Esma için yıllardır ağabeyinin eve gelişlerinin habercisi olmuştu. Artık nal sesleri ona kocasını getiriyordu. Fethi, sabahları görevine atla gider, öğle yemeğinde evde olurdu. Yemekten sonra nal sesleriyle uğurlanır, akşam oldu mu nal sesleriyle karşılanırdı... Atının dizginlerini eline verip, "Sür sürebildiğin kadar" diyen, düşündeki kızla evlenen Fethi mutluluğu soluk soluğa yaşıyordu, Esma'nın kendisi için içi nasıl titriyorsa, annesinin ve ablasının da öyle titriyordu. Hep böyle olurdu. Çok sevilenler paylaşılamaz, sevilmenin bedelini, kendisini sevenlerin arasında kalarak öderlerdi. Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı Esma ile annesi ve ablası arasında... Fethi, idare etmeye çalışıyordu durumu... Bir yanda gönlünün kadını; iyi niyetli, sevecen, sevmelere doyamadığı Esma... Öte yandan canından can aldığı; sevgisine sınır tanımayan ana... Fethi, bir nesini avutmaya, bir Esma'nın gönlünü almaya çalışıyordu: “İdare et. Annemler Karaman'a tayin olduğumda bekâr olduğum için benimle gelip buraya yerleştiler. Nasıl olsa bir gün Karaman'da görev sürem bitecek, o zaman kendi evimiz olur." Onun başını, elleri arasına alıp, gözlerini gözlerine çevirir, ikisinin gözleri karşılaşınca, bakışları derinleşir, kim bilir hangi uçsuz bucaksız duygulara ulaşırlardı? Fethi'nin gözlerinin derinliklerinde bir yerde onun acıyan yerinin yansımasını bulur, sarılıverirdi Esma kocasına...

26


Bir kadın en çok sevdiğine gücenir. Ve bir kadının sevdiğinden şımartılmayı en çok beklediği an, ondan bir parçayı içinde taşıdığı andır. Belki söyleyemezler ama, henüz doğmamış çocuklarıyla birlikte, sevdiklerini de canında taşır kadınlar. Gerçekten sevdiklerinde... Esma için de öyle oldu. Evlendikten altı ay sonra hamile kaldığını anlamıştı. Kalsın! Sevindi... Fethi çocuklan çok severdi. Yüreği kocamandı onun. Kim bilir kaç çocuğu sığdırırdı içine, coşar taşardı kuşkusuz... Yanılmamıştı... Ama bu coşku da, evdeki kırgınlıkları bitirmemişti. Esma, bir akşam yalnız kaldıklarında, yüreğine tıkıştırdıklarını sitemle döktü kocasına. Fethi, "Ne yapayım" demişti, "biriniz karımsınız, biriniz annem." Yetmemiş, o gerginlikle, biraz da sertçe söylemişti son sözünü: "Taraf tutamam ikiniz arasında!" Ertesi gün, kendisini ziyarete gelen İlhan'ı görünce, Esma'nın gözyaşları seller olup boşaldı. İlhan, eve döndüğünde aklı Esma'daydı. Mustafa gelince, "Bugün Esmalara gittim" dedi. Mustafa ilgisini yöneltti hemen: , "Nasıldı, ne yapıyordu?" "İyi değil... Ağlıyordu..." İlhan, Esma'nın anlattıklarını Mustafa'ya aktardı. Esma'nın gözlerinden dökülen yaşlar, Mustafa'nın yüreğine kor gibi düştü. Onun yüreğine tıkıştırdığı öfke, ağabeyinin yüreğine doğru yol aldı. "Kalk İlhan" dedi, "gidip Esma'ya bakalım." Mustafa, akşam Esma ve Fethi'ye birlikte dolaşmayı önerdi. Konuyu Fethi'nin ailesinin yanında açmak istememişti. Dışarıya çıktıklarında, Mustafa, kestirmeden konuştu: "Esma'yı götürüyorum..." Fethi, dünyanın başına yıkıldığını sandı. Onun şaşkınlığı ne kadar büyükse, Mustafa'nın kararı da o kadar kesindi. Esma, ağabeyi ve yengesiyle birlikte uzaklaştı. Fethi, karanlıkta yapayalnız kaldı. Evine dönerken, yüreği kabul edilemez bu durum karşısında, kafese konmuş bir kuş gibi çırpınıp duruyordu Kapıdan girdiğinde onun oynayan yüz kasları ürküttü ev halkını. İçinden geçenleri saklamayı bilmediği kadar küsmeyi de bilmezdi. Harfler acı oldu dilinde, gözyaşlarıyla karışıp, söz oldu. Halime Hanım'ın yüreği bir başka sarsıldı oğlunun haline... "Yarın gidersin oğlum" dedi, "gider konuşursun, getirirsin karını…” Fethi günlerce Mustafa'nın kapısını çaldı ama durum değişmedi. Her akşam eve aynı acıyla döndü... Esma'sız olmaz!.. Sevgisi, kendisinden büyük Esma; kavgayı, kini bilmeyen Esma... Hiç olmayan kinine inat, kırılganlığı büyük Esma... Bırakma sevincimi kursağımda. Sevincim ikimizin canından can bulanadır. Sen ol, bebeğimiz olsun. Sen olmayınca, sevinçler de yok... Yılmadı, yeniden konuştu Mustafa'yla: "Bir hata yaptım. Söz veriyorum, bir daha kırmam onu." Mustafa, Esma'nın ezilmesine izin veremezdi ama Fethi'yi de severdi. Bu çocuğun sözü sözdür. Merttir, dürüsttür... Bu kardeşime de zarar verir...

işi

uzatmak

Sonunda, "Bu ev yeterince büyük. Sen de burada kal" diye araladı kapıyı. Fethi, Mustafalarda kalmaya başlamıştı. İki ev arasında mekik dokuyordu. Ne anadan, ne yardan vazgeçemiyor, kimseleri kırmaya kıyamıyordu. O günlerde, "Annesine babasına sahip çıkmayan, kendisine emek verenleri tepen bir erkek, karısına, çocuklarına hiç sahip çıkmaz" demişti. Fethi'nin bu sözleri, yıllarca Esma'nın da Mustafa'nın da çocuklarına öğüdü oldu... Evler ayrılınca kırgınlıklar da son bulmuştu. Hafta sonlarında kimi zaman Mustafa'nın, kimi zaman da Mehmet Hamdi Bey'in evinde bir araya geliyorlardı. Fethi'nin anne ve babası geldiğinde Mustafa ve Fethi bahçede mangal yakarlardı. Sonra da Mehmet Hamdi Bey ve Halime Hanım şerefine kahve cezvesi mangala sürülür, köpük köpük kahve, fincanlardan taşmadan ikram edilirdi. Esma çocukluğundan beri ata binerdi, İlhan da düşe kalka öğrendi. Dördü atlarına binip, köyleri dolaşır, köylülerin dertlerini dinlerlerdi. Gezinti dönüşlerinin uğrak yeri, Mehmet Hamdi

27


Bey'in evi olurdu. Mehmet Hamdi Bey, diğer çocuklarından istediği şeyi,Fethi'den de istedi. İlk çocuklarının adı "gül”le başlayacaktı. Esma'nın hamileliği, Türkiye'nin yeni bir yol ayrımına girdiği sürece denk gelmişti. Emekli Yüzbaşı Mehmet Hamdi Bey, Teğmen Fethi, Yüzbaşı Mustafa, CHP'den kopup DP'yi kuran Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan'la ilgili gelişmeleri tartışıp duruyorlardı. 1946 yılının temmuz ayında yapılan ilk çok partili seçimlerde onların gönlü yine CHP'den yanaydı. Aslında seçimlerin 1947 yılında yapılması gerekiyordu. CHP bu ilk çok partili seçimin tarihini öne çekmişti. Erken seçim kararına itiraz eden DP teşkilatlanmasını tamamlayamadığından seçime Türkiye çapında katılamadı ve 465 milletvekilliğinden 62'sini kazanabildi. Seçim sonuçları tartışmalı oldu. Seçimlerden sonra Fethi'nin ailesi Karaman'dan ayrılıp İstanbul'a, Nezahat'ın yanına gidince, Esma ve Fethi de iki odalı bir ev kiralayıp, yeni evlerine yerleştiler. Esma ilk çocuğu Gülderen'i, 1946 yılının 10 ekiminde, Karaman'da, iki odalı o evde doğurdu. Yakın çevresinde, erkeklerin ilk çocukları kız olduğunda hayal kırıklığına uğradıklarına tanık olmuştu. Kuşkuyla sordu kocasına: "Erkek olmadı diye üzüldün mü?" "Evladın kızı erkeği mi olur?" Fethi'nin ilk göz ağrısıydı Gülderen... Artık öğle yemeği için evine gelişi ayrı bir anlam taşıyordu. O doğdu doğalı, gelişlerinin habercisi nal sesleri ritmini artırmıştı. Küçük, sarı bir bebekti Gülderen... Bu yüzden babası, "sarı kanaryam" derdi ona... Mustafa, küçük kız kardeşinin ana oluşunu, onun yüreğinde giderek büyüyen sevgiyi, gözlerindeki ışığın giderek daha parlak bir hal almasını sevinçle paylaştı... Esma doğum yaptığında İlhan da hamileydi. Doğum yaklaşınca, ailesinin yanına İzmir'e gitti. Sonra da Karaman'a yeniden dönmedi. Çünkü o sırada Mustafa'nın da Akşehir'deki Maltepe Askerî Lisesi'ne emir subayı olarak tayini çıkmıştı.

11 Karaman'daki görev süresi bitmişti Teğmen Fethi Gürcan'ın... Yeni görev yerine yolculuk, yeni bir dünya demekti. Yeni dünyalarının ilk durağı Suriye sınırıydı. Bozkırlarla zorlu, Fırat'la coşkulu Gaziantep... Esma, Gaziantep'te sevgi dolu dünyasında yaşıyordu. Sabah kahvaltısından sonra kocasını uğurlar, biraz gazete ve dergilere bakar, sonra da öğle yemeğine girişirdi. Erkenden kalktığından ve fazlaca tez canlı olduğundan işlerini çabucak bitirir, daha birkaç saat önce işe uğurladığı kocasını özlemle öğle yemeğine beklerdi. Nal seslerini duyar duymaz fırlardı kapıya... Artık, gözlerinden taşan cıvıltı doğrudan ulaşıyordu Fethi'nin gözlerine. Öğle yemeği yenir, yeniden nal sesleriyle uğurlardı kocasını. Ardından, günlük işlerini bitirir ve samanla doldurulmuş şiltenin boylu boyunca serili olduğu kerevetin başköşeyi süslediği misafir odasında, komşularını ağırlardı. Eline tığını, ipliğini alır, incecik işlerdi hayallerini... 1948 yılının aralık ayında, Gaziantep'in kurtuluşu nedeniyle düzenlenen törenlerde, Fethi'nin atının üzerinde dimdik duran bedenini gururla izlemişti Esma... Yalnız kaldıkları zamanlarda dokunmaya doyamadığı gibi, kalabalıklar içinde de seyretmeye doyamıyordu kocasını... İkisi de çocukları çok seviyorlardı. Gülderen iki yaşına geldiğinde yeniden hamileydi Esma... Gönüllerinden bir erkek çocuk geçti. Gülderen çoktan uyumuştu. Fethi, Esma'ya göz kırpıp mutfağa doğru gitti. Gün boyu hiç durmadan koşturan Esma, gece olup da kocasına göz kırparak kalkınca, dudaklarına çocuksu gülüşünü yerleştirir, sedire biraz daha yerleşir, onun elinde kahvelerle yanına gelişini beklerdi. Yüzündeki mutluluk, gaz lambasının solgun ışığında bile kendisini ele verirdi. Fethi kahvelerini getirince hep aynı film tekrarlanırdı. Esma birden telaşlanıp yerinden kalkmaya, kahve tepsisini onun elinden almaya çalışır, Fethi, dudaklarına çarpık bir gülümseme yerleştirirken, başını hafif bir sitemle yana eğer, karısına öylece bakar, "Hay Esmam" derdi, "arada bir de olsa sana hizmet edilmesine alışamadın gitti!" Esma sedire yeniden yerleşir, kirpiklerinin gözlerini kapayışı, dudaklarındaki gülümsemeyle örtüşürdü.

28


O gece de aynısı olmuştu. Fethi, sedirde oturan karısının dizlerinin dibine yerleşmiş, kahve fincanını sedire bıraktıktan sonra, onun sağa sola kaydırdığı altdudağından söylemekle söylememek arasında ikilem içinde olduğu bir sıkıntısı olduğunu anlamıştı. "Dudaklarını rahat bıraksana..." "Efendim..." "Dudaklarını rahat bırak da, ağzın istediğini söylesin diyorum!" "Söyleyeceğim tabiî ki... Hani subay eşlerinin toplantılarından daha ilk gidişimde hoşlanmamıştım ya..." "Haklıydın! Subay eşlerinin koltuklara, sandalyelere, minderlere kocalarının rütbelerine göre oturmaları gibi bir kural yok. Yine çağırdılarsa, yine gitme!" "Bugün alay komutanının eşi hizmet erini yolladı." "Derdi neymiş ?" "Kilis'ten kumaş getirmiş biri... Ben de gidip kumaşlara bakacakmışım. Hizmet erine, kumaş satın almak istemediğimi söyledim." "Tamam işte!" "Tamam değil. Hizmet eri tam üç kez geldi. Komutanın hanımı ille ki gitmemi istiyormuş." "Gittin mi?" "Gitmedim ama..." "Ulan bu nasıl iştir be! Başlatmasın kumaşına! Gitmeyeceksin tabiî... Hangi askerlik kanunu böyle bir şey yazıyor? O adam benim komutanım tamam... Bana görevimle ilgili emir verebilir, o da tamam. Karısı senin komutanın mı ? Hem ona ne, senin alacağın kumaştan. Sıkma canını. Ben bu işi hallederim." "Sen sıkıntıya girme de..." "Ben sıkıntıya falan girmem! Ne yani görevimi ihmalle mi suçlanacağım, yoksa komutana itaatsizlikle mi? Koskoca komutan, karısına sahip çıksın. Unut şimdi bunu... Bana karnmındakinden haber ver..." Elini yavaşça Esma'nın epeyce büyümüş karnına koydu, hafif irkilerek, "Vay kerata" diye bağırdı, "babasına tekme atıyor!" Esma gülmeye başlamıştı. Gülerken, bir yandan da hafifçe hoplayan karnını tutuyordu. "Bana sabah akşam tekme atıyor" dedi, "bütün gün iş yaparken, kendisini salıncakta sanıp uyuyor da, ben oturur oturmaz, tekmelemeye, yumruklamaya başlıyor." "Dur ona ninni söyleyeyim... Dandini, dandini, dasdaanaaa..." Esma daha çok gülmeye başlamıştı. Fethi, de gülerek, elini onun karnından çekip, "Bu kadar gülersek, uyuyamaz tabiî çocuk" dedi. Sonra kaşlarını kaldırıp, "Aman hareketli olsun Esmam" dedi, "sağlıklı çocuk hareket eder." Ertesi sabah alaya gider gitmez, komutanın odasına girdi. Selam çaktıktan sonra, masaya doğru yürüdü ve başından indirdiği elini komutanın masasına koydu. Komutan, gözlerini onun masaya bütün avuç içiyle yasladığı elinden yüzüne doğru kaldırdı. "Bir şey mi var üsteğmen?" "Dün eşiniz, tam üç kez hizmet erini evime göndermiş. Karıma, kumaş satın almak üzere gelmesi için baskı yapmış. Siz benin komutanımsınız, ama eşiniz, eşimin komutanı değil. Lütfen, bunu hanımefendiye de hatırlatın!" Komutan genç subayın bu meydan okuyan tavrına, onu da aşan bir sertlikte yanıt vermek istedi ama işi uzatırsa, konuyu bütün alay duyacaktı. O zaman haksız çıkan kendisi olurdu. Yüzü bembeyaz olmuştu. Konuşmayı çabucak bitirmek istedi: "Haberim yok. Eşimle bir konuşayım. Zorla görüşecek değiller ya..." Bir daha ne Fethi ile komutanı arasında böyle bir konu açıldı, ne de Esma'yı çağıran oldu... Esma'nın doğumu yaklaşmıştı. Çocuğu erkek olursa, yüzünü anımsamakta zorlandığı babası Ömer'in adını verecekti. Olmazsa ne gam! Dörde kadar yolu var ne de olsa... Karıkoca gün sayıyorlardı. Esma'nın büyük ablası Sıdıka, koşup gelmişti kardeşinin yanına... Mustafa da... Mehmet Hamdi Bey de Gaziantep'e gelmek için trenle yola çıkmıştı. Ona bir asker refakat ediyordu. Kır saçlarını arkaya doğru taramıştı. Bir ara elini İstiklal Madalyası'na götürdü, sonra uzun bedeni arkaya hızla gerildi. Uzun süredir rahatsız olan Mehmet Hamdi Bey trende fenalaşınca, yanındaki er onu ilk istasyonda indirdi ve en yakın hastaneye kaldırdı. Fethi telefonu alır almaz, ilk otobüsle, babasının yattığı hastaneye koştu... Mehmet Hamdi Bey'in beyaz yüzü oğlunu görünce canlandı: "Oğlum..."

29


"Baba nasılsın?" "iyiyim iyiyim... Geçti... Yolculuk yordu. Başka bir şey yok. Sen bu kadar çabuk nasıl geldin? Gelinim nasıl? Doğum ne zaman?" "Her an olabilir baba... Bekliyoruz..." "Hemen evine geri dön..." "Ama baba..." "İyiyim dedim ya... Bir şeyim yok." Mehmet Hamdi Bey'in yüzü gülüyordu. Fethi'nin içi rahatlamıştı. Babasına göz kulak olacak er yanında kalacaktı. Fethi, Gaziantep'e yeniden dönmek için gara gitti. İlk otobüs için bilet aldı ama daha yola çıkmasına iki saat vardı. Yorgun ve uykusuzdu. Gara yakın bir sinema salonu gözüne çarptı. En iyisi sinemaya girip film izlemek bahanesiyle biraz kestirmekti. Arka sırada bir koltuğa oturdu, elini şakağına dayadı. Tam uyuklarken, az önce kendisiyle gara gelen, sonra babasının yanına dönen askerin başına dikilmesiyle yerinden fırladı. "Ne oldu?" Genç askerin sesi titriyordu: "Babanız komutanım. Gözleri yarı aralık, uyuyor gibi duruyor. Hiç kıpırdamıyor." Fethi anlamıştı... Salondan ok gibi fırlayıp hastaneye koştu. Mehmet Hamdi Bey'i son kez gördü ve onun artık cansız olan ellerini öptü. O babasının başında gözyaşı dökerken, Esma'nın da sancıları iyice artmıştı. Mehmet Hamdi Bey'in hayatının noktalandığı gün, Fethi'nin ikinci çocuğu hayatı selamladı. 1949 yılının şubat ayında, Mehmet Ömer dünyaya geldi... Ailenin ilk erkek çocuğu Ömer yıllarca, şakayla karışık, "Ne diye bütün ölülerin ismini bana verdiniz?" diye söylenip duracaktı. Fethi eve gergin gelmişti. Üç yaşındaki Gülderen boynuna atlayınca, onu kucağına alıp, "Neler yaptın bugün bakalım?" diye sordu... Gülderen, bıcır bıcır konuşuyor, kendi yaptıklarından çok, bebek Ömer'in durmadan altını kirlettiğini anlatıyordu. Bir süre onunla ilgilendikten sonra yemeğe oturdu. "Şu ağa düzeni son bulmadan Türkiye düzlüğe çıkmaz" dedi Esma'ya... "Köylülerin sırtından kazandıkları para yetmiyor, artık askerliklerini de yanlarında çalışan rençperlere yaptırıyorlar." Esma'nın gözleri büyümüştü... "Hiç şaşırma... Düzenbaz herif, oğlu silah altına alınacağı zaman onun kâğıtlarıyla bir ırgatı yollamış. Çocuk birkaç ay önce askerliğini bitirmiş. Sonra da ağanın oğlunun yerine gelmiş. Tanıyanlar çıkmış ama korkudan kimse ağzını açamıyormuş. Bir süre idare etmişler durumu. Sonunda ihbar edildi..." "Buradaki ağalardan biri mi?" "Hem de burnumuzun dibinde. Ulan ben böyle işin..." "Allah'tan da mı korkmaz bunlar? E, ne olacak şimdi?" "Ne olacağı var mı ? Sinirimden yerimde duramadım, dörtnala uçtum köye. Herif yanında sekiz on adamla geldi. Utanmasa, 'İdare edin' diyecek. 'İçeri buyurun da konuşalım, atın terini alsınlar' diyor yılışık yılışık. Tepem attı, Allah ne verdiyse, saydım döktüm. Bu sefer de tehdit etmeye başladı. Döndüm aynı hızla geldim. İşlemleri başlattım." Zaten Gaziantep'e geldikten kısa bir süre sonra ağalarla takışmaya başlamıştı. Köyleri geziyor, köylüleri dinliyor, hırslandıkça hırslanıyordu. Oradaki görevi bitene kadar da ağaların tehditleriyle yaşadı.

12 Fethi'nin tayini 1949 yılında Kağızman'a çıkmıştı. Gülderen üç yaşındaydı. Ömer ise henüz küçük bir bebekti. Uzun ve yorucu bir yolculuğun ardından yeni görev yerlerine gelmişlerdi. Binicilikte kendisini göstermeye başlayan Fethi, mesleğine âşıktı. Kağızman'da göreve başladığı sıralarda, İstihkâm ve Demiryolu Subay Okulu'nda açılan tahrip ve engelleme kursunu pekiyi dereceyle bitirerek öğretmenlik sertifikası da almıştı. Fethi, yarış atlarının yaşlılığına dayanamazdı. Onlar yaşlandığında satışa çıkarılırlardı ve zaferden zafere koşan soylu hayvanlar, sokak aralarında at arabalarını çekerlerdi. Belki onların dilini çok iyi anlayıp da, o gururlu hayvanları çok iyi tanıdığından, "Öldürülseler daha iyi" derdi.

30


Eğer yapabilse, yaşlanan bütün yarış atlarını, özgürce koşturabilecekleri, hiç aç kalmayacakları uçsuz bucaksız bir çayıra salar, ömürleri son bulana kadar onlara şeker yedirir, yeni bir zafer kazanmışlar gibi okşayıp severdi. İşte o yüzden, satılıp at arabasına koşturulan eski bir yarış atı, arabayla birlikte kendisini uçuruma yuvarladığında, eve hüzünle gelmiş, "Şu atların gururu insanlarda olsa, dünyada bu kadar soytarı olmazdı" demişti. Kağızman'ın karlı kış günleri çabuk yakalamıştı onları. Tıpkı oranın insanları gibi soğukla baş etmenin yolunu, karlarla oynaşmakta bulmuşlardı. At arabalarının çektiği kızaklarda gezinti yaparlar, Kağızman'ı, oranın çileli insanlarını tanırlardı. İnsanlarla konuşmak, onların dertlerini dinlemek Fethi'nin alışkanlığıydı. Eve geldiğinde sohbet dönüp dolaşır, "Şu insanların derdine ne zaman çare bulunacak?" diye sorarlardı Esma'yla birbirlerine. Kağızmanlılar, kendileriyle konuşan, onları anlayıp, onlarla dertlenen bu genç subayı bağırlarına basmıştı. Doğuda nasılsa, yoksulluk, çaresizlik, keder ağına takılmadan yaşayabilen, zorluklarla dalga geçen bir şey vardı: şımarık bir umut... O umutla ayakta kalmayı başarabilen bir direnç... Hayata zorluklarıyla birlikte sıkı sıkıya sarılmış insanlar... Fethi'nin en büyük eğlencesi, Gülderen ve Ömer'le birlikte kızakta kaymak, onlarla karlarda yuvarlanmak, önce çocuklarının "ne kadar çok kahkaha atabildiklerine", sonra da kendisinin de onlarla aynı neşeyi paylaştığına şaşırmaktı. Ömer'i sırtına bağlayıp kayak yapar, Gülderen salya sümük ağlayıp beline sarılır, omzuna çıkar, sonra birlikte yuvarlanırlardı karlara... Küçüklerin burunlan kızarınca, onları alıp, Esma'nın zorlukla ısıttığı evlerine koşardı. Sobaya odun yetmeyip de soğuk iliklerine işleyince, gramofona yerleştirilen taş plaklardan yayılan şarkılar, türküler yetişirdi imdada... Lüks lambasının ışığında, kimi zaman Zeki Müren'in, "Yiğidin alnına yazılan gelir..." diyen kadife sesiyle ısınır, kimi zaman, Münir Nurettin'in söylediği, "Allı Yemeni'"yle coşarlardı. Gazeteler Kağızman'a gecikmeli olarak ulaşıyordu... Genç karıkoca, ellerine geçen gazeteleri satır satır okur, ellerinden bırakmaya kıyamazlardı. Türkiye yeni bir seçime hazırlanıyordu o sıralarda. DP, tek parti iktidarından sıkılan, İkinci Dünya Savaşı'nın getirdiği yokluktan bunalan halka, daha çok hürriyet, daha çok umut vaat ediyor, "Yeter! Söz milletindir!" sloganıyla seçmen kitlesini genişletiyordu. Onlar, seçkin CHP'lilerin inadına, vatandaşla aynı sofraya oturuyor, birlikte soğan kırıp yiyorlardı. 1950 yılının mayısında yapılan seçimlere katılma oranı yüzde 89'un üzerine çıktı. Kendi çıkardığı seçim yasasıyla kendisine vuran CHP büyük bir yenilgiyle karşılaşmıştı. DP geçerli oyların yüzde 53'ünü alırken, çoğunluk sisteminin cilvesiyle Meclis'teki sandalye sayısının yüzde 83'üne sahip olmuştu. Oyların yüzde 40’ını alan CHP'nin Meclis'teki temsil oranı ise yüzde 14'ün biraz üzerine çıkabildi. Bu, CHP'nin 27 yıllık iktidarının sona ermesi demekti. DP Genel Başkanlığından istifa eden Celal Bayar Cumhurbaşkanı seçilmiş, onun hükümeti kurmakla görevlendirdiği Adnan Menderes de kabinesini açıklayarak başbakan olmuştu, Millî Şef İsmet İnönü ise Meclis'te 408 sandalyeli iktidar partisinin karşısında, yalnızca 69 milletvekili bulunan muhalefet partisinin lideriydi. Mustafa Kemal'in, Cumhuriyet'in ilanından sonraki başbakanı İnönü ile ölümünden bir süre önce anlaşmazlığı düşüp yerine getirdiği son başbakanı Celal Bayar'ın ezeli rekabeti bundan sonra yeni bir imve kazanacaktı... Herkes "daha çok demokrasi" vaat eden yeni iktidarın ne yapacağını merak ediyordu. Ancak kısa bir süre sonra gözler, Kore'de patlak veren savaşa döndü. Türkiye Kore'ye asker göndermeye karar verince, Fethi'nin de damarlarındaki kanın akışı hızlanmıştı. Savaşa katılıp katılmama konusunu gündeme getirir getirmez karşısında Esma'yı buldu. Hem de, kesin bir ifadeyle... Onun da hevesi kısa sürdüğünden, bu konu uzun boylu tartışma yaratmadı. Zaten başından beri DP iktidarına kuşkulu bakıyordu. "Aman çocuklar güneş görsün, aman sağlıkları yerinde olsun" diye çırpınıp duruyordu Esma ile Fethi... İyisi mi peş peşe yapmalı çocukları... Dünya gözüyle büyütmeli onları... Yaşlılığa bırakmamalı... Kardeşler birbirleriyle arkadaş olmalı... Kağızman'ın soğuğu yaman, Esma'nın sevgileri sıcaktı. Bahçe içindeki yeni evlerine alışmışlardı. Ve Esma üçüncü çocuğuna hamile kaldı. Aynı yıl Önder doğdu. Daha o dokuz aylıkken, dördüncü çocuğuna hamile kaldı Esma... Her bir çocuk evde neşeyi biraz daha büyütüyordu. Dördüncü çocuk son çocukları olacaktı. Esma bir yandan karnındaki bebeği büyütürken, bir yandan da her biri henüz bebek yaştaki çocuklarıyla ilgileniyordu. Fethi işten eve geldiğinde, en çok da hafta sonları Ömer ve Gülderen'le ilgileniyor, Esma'nın yükünü hafifletmeye çalışıyordu. Önder bebekti daha...

31


Esma da, Fethi de çabucak alışmışlardı Kağızman'daki yeni arkadaşlarına... Erler de, subaylar da yokluk içindeydi. Yollar kapanmaya görsün, ne alışveriş yapmak, ne sofraya sıcak bir çorba koymak olanağı kalırdı. Bu yüzden, subaylara ve erlere ortak çıkan karavana, evlere de taşınırdı. Subaylar, boş götürdükleri üçlü beşli sefer taslarında, ailelerine yemek taşır, karavanayı çocuklarıyla paylaşırlardı. Subay eşlerinin en çok sevdikleri şey, ellerine tığlarını alıp, yeni yeni motifler üretmekti. Gelin görün ki, Kağızman'da tığ işlemek için ip bulmak neredeyse imkânsızdı. Biri dışarı gitse de onlara iplik getirse diye bekleşirlerdi. Süvari Üsteğmen Fethi, binicilikteki başarılarını artırmış, yarışmalarda da kendisini göstermeye başlamıştı. Yarışmalar için Kağızman'dan ayrılırken cebine alınacaklar listesini yerleştirir, dönüşte elinde paketler olurdu. Esma, onun getirdiği iplikleri, diğer subay eşleriyle yüksünmeden paylaşırdı. Hamileliğinin son aylarında, bir buçuk yaşındaki Önder hastalanınca, Esma ve Fethi'nin dünyaları karardı. Önder'in önü alınmaz bir ishali vardı. Hemen tedavisine başlandı. Ancak o iyileşeceğine, daha da kötülüyordu. Fethi bütün neşesini yitirmiş, Esma'nın gözlerindeki mutluluk ışıltıları paniğe dönüşmeye başlamıştı. Niye iyileşmiyordu, niye ?.. İyileşmiyordu, çünkü küçük Önder'e yanlış tedavi uygulanıyordu. İlk yıkımları Önder'in ölümü oldu. Fethi, Önder'in ölümünden beş altı gün sonra bir yarışmaya katılmıştı. Dörtnala koşan atının sırtında, hüznünden sarhoştu. Acıları şaha kalktığında, bedeni öne eğiliyor, atı da onun acılarıyla birlikte şahlanıyordu. Artık onlar yalnızca tek bir beden değil, tek bir yürek de olmuşlardı. O ritim, o bütünleşme, çevreden yükselen alkışları ve haykırışları bastırıyordu. Sonra, sakinleşerek bir boşluğa düşer gibi düşen nal sesleri, hüznün estetiğini yakalıyor, yeni bir şahlanışa tırmanıyordu... Onlar sanki zafere değil, hüzne koşuyorlardı ve kazanan hüzündü... Ellerine aldığı kupa, acısının tadını taşıyan terine bulandı. Dördüncü çocuğunu karnında taşıyan Esma, yarışmanın ertesi günü, yani Önder'in ölümünden bir hafta sonra erkenden sancılandı. Bütün komşular telaşla koşturdular, Esma'ya destek olmak için yarıştılar. Gülderen ile Ömer komşu evde annelerinin iyileşmesini bekleştiler. Yaşayanlar bilir... Cesaret işe yaramaz böyle zamanlarda. Kalbi canını acıtacak kadar hızlı çarptı Fethi'nin saatler boyunca... Küçük çocuğundan kalan büyük boşluğa, Esma'sına bir şey olur mu korkusu doldu. İşte böyle bir ortamda doğdu Öner... 1952 mayısında, Kağızman'da... Bir hafta içinde, önce üç çocuklu, sonra iki çocuklu, ardından yeniden üç çocuklu bir aile olmuşlardı. Hüzünleri ile sevinçleri, güzleri ile baharları çarpıştı... Genç karıkocanın gözyaşları birbirine karıştı. Fethi, doğumdan bir gün önce kazandığı kupayı, "Doğan oğlumun şansı" diye Esma'ya verdi.

13 21 mayıs 1963. Alman Büyükelçiliği'nden sivil giysilerle çıkmış, Süvari Üsteğmen Mustafa Karazeybek'le birlikte Dikmen tarafına gitmişlerdi. Yeniden ona döndü: "Beni yakalarlarsa ya kurşuna dizerler ya da asarlar. Ama sen küçük bir cezayla kurtulursun. Benimle kalıp, başını daha fazla derde sokmadan teslim olmanı istiyorum." Ve genç subay ikna olmuştu. Onunla vedalaştıktan sonra, yenilgisini, acısını, soru işaretlerini, isyanını, merakını, özlemlerini yüklenip, Dikmen sırtlarında son enerjisini harcayarak yapayalnız yürümüştü bir süre. Sonra da, o geniş gövdeli ağacın dibine çökerek bir süre uyumuştu. Uyanır uyanmaz, yeniden döndü kaldığı yere... Bütün yaşamını değiştirecek son on beş-on altı saat onu ya zafere ya ölüme taşıyacaktı. Çılgın bir gecede hızla akan zaman, zaferi ellerinden koparmış, avuçlarına onun yerine yenilgiyi bırakmıştı... Böyle ağır bir yenilgide, seçenekler arasında tercih yapmak zordur. Her seçenek, diğerinden beterdir. Fethi, Dikmen sırtlarında akşama kadar ne yapacağım düşündü. Oysa ne kadar hızlı karar verirdi... Eve dönemezdi... Çocuklarının gözleri önünde, itile kakıla gözaltına alınmaktansa ölmeyi

32


yeğlerdi. Bütün gece köşe kapmaca oynadığı ölüm sıradanlaşmıştı. Ama teslim olmak... Bunu kabullenemiyordu. Ana cadde ve sokaklara yaklaşmadan, Söğütözü'ne doğru ilerledi. Midesinde inatçı bir yanma duygusu vardı. Saatlerdir aç ve susuzdu. Gözünün önünde sıcak bir bardak çayın hayali belirdi. Sanki bir bardak çay içse, yeniden canlanacak, dizleri derman kazanacaktı. Yol boyunca, teslim olmak düşüncesi daha da dayanılmaz bir hal almış, onun yerini dolduran "ölmek" fikri ağırlık kazanmıştı. Kendisini Atatürk'ün evinin kapısında bulduğunda, fikri iyice netleşti. Gece boyunca karşılaştığı, çatıştığı ne kadar güç varsa karşısındaydı sanki. Belindeki silahı çekip şakağına götürürken, "Beni siz öldüremeyeceksiniz. Ben kendimi öldürürüm" diye bağırdı. Cesaret!.. Cesaret nerede başlar, korku nerede biter? Ölümden mi korkmayan cesurdur, yaşamdan korkmayan mı? Şimdi tetiği çekmek midir kolayı, yoksa yakalanana kadar kaçmayı sürdürmek, yakalandığında başına gelecekleri göze almak mı? Aklı karıştı. Şakağına dayadığı tabancanın namlusuyla, geceden bu yana uzayan sakallarını kaşıdı. Bunu yaparken, sakalının zamanın hızlı akışını umursamadan uzamasına şaşırdı. Namluyu yeniden aynı noktaya yerleştirdi. Çocuklarını düşündü... Esma'yı, diğer sevdiklerini, ona inanıp bu harekete katılan gencecik subayları ve Harbiyelileri... Bütün yükü onların omuzlarına mı yükleyecekti? Kendisini sevenlere miras olarak bunu mu bırakacaktı: yenik komutan intihar etti... Hayır!.. Yenilenlerin de onurlu olduğunun bilinmesi gerekir! Karısına ve çocuklarına miras olarak ne kalacaktı ? Parası pulu yoktu... İntihar!.. İntihar miras olarak bırakılabilir mi? Nasıl olsa ölecekti... Ama eğer tetiği çekerse, onun inandığı bir dava uğruna yüreklice, mertçe, sonuna kadar direndiğini anlayabilecekler miydi? Dün gece kaç kez yanımdan geçtin ölüm... Yaşıyorsam bir nedeni var... Beyninde üst üste yinelenen sorular, ölüme kısa ve kolay yolculuğunu tehlikeye atıyordu. Canı iyice sıkılmıştı. Tabancanın namlusunu şakağından indirdi. Beyninde, ölümle hemen mi, yoksa birkaç ay sonra mı buluşacağını tartışırken, hangi ölümle anlaşırsa anlaşsın, sevdiklerinin acı ekeceğini düşündü. Gözleri simsiyah bir çakıl taşına takıldı, küçücük çakıl taşı büyüdü büyüdü, önce her yer siyaha boyandı, sonra hıçkıran yüreğini zehir gibi acıyla örttü. Annesi ile babasını düşündü... Yoksulluklarını, acılarla baş edişlerini, yaşama dirençlerini... Onların dirençleri, kendi onuru olmuştu. Hem ölümüne, hem sonuna kadar yaşamak... Ölümüne yaşamak... Annesinin yeminini anımsadı... Osmanlı İmparatorluğu, Birinci Dünya Savaşı'na Almanya'nın zorlamasıyla girmiş, Çanakkale başta olmak üzere birçok cephede savaşmak zorunda kalmıştı. Daha ne kendisi hayattaydı o zamanlar, ne de kardeşleri... Ama o zaman annesi Halime Hanım ile babası Mehmet Hamdi Bey, genç ve yeni evlilerdi. Balkan Savaşları'nın yenilgisini onuruna yediremeyen Mehmet Hamdi Bey, kendilerine kaybolan onurlarını teslim eden Miralay Mustafa Kemal'in hayranıydı. Halime Hanım savaş yıllarında hamile kalmıştı. Mehmet Hamdi Bey, baba olmanın heyecanını yaşayamadan, savaş nedeniyle genç karısıyla birlikte Tekirdağ'ı terk etmek zorunda kalmıştı. Uzun, çok uzun bir yolculuk başlamıştı. "Yuva dediğin, say ki bir organın" derdi Halime Hanım, "say ki, elin, ayağın, gözün, kulağın... Say ki, yüreğin... Yurdunu kaybetmek, tümden yitirmek bedenini ve yüreğini... Sahipsiz bir ruh gibi kalmak, sahipsiz bir ruh gibi yol almak..." Tekirdağ'dan çok uzaklara yol alırken, saçaklarını taradığı halılarını, yorgun bedenine dost olan yataklarını ve sahiplendiği başka ne varsa bırakmıştı arkasında.... Yuvası onunla vedalaşırken, sıcaklığını kendisinde saklamış, Halime'den esirgemişti. Yola düşerken, sıcaklığını anı olarak kendisinde saklayan yuvasına sitemli gözlerle bakmış, o andan sonra ruhunda dondurucu bir rüzgâr dolaşmaya başlamıştı. Hep üşümüştü bu yüzden yollarda Halime... Yanlarına alabildikleri eşya, yola düşen bütün insanların alabilecekleriyle sınırlıydı. Donmamak için alınan giysi ve battaniyeler, bir de hiçbir kadının bırakmaya kıyamadığı çeyiz sandıkları... Tekirdağ'dan Şam'a giden yola atlar, katırlar dayanır mı ? Yol boyunca ağırlıklardan kurtulmaları gerekmiş ve kadınlar, el emeklerini, göz nurlarını, analarından kalan anıları,

33


umutlarını dökmüşlerdi yollara... Şam'daki otele yerleştiklerinde, ortalık ana baba günüydü. Zaten kalan son eşyayı da orada çaldırmışlardı. Böyle durumlarda sahiplenilen eşya ne bir yemenidir, ne bir yatak örtüsü... Yaşanan, geçmişinle birlikte kendini kaybetmek istemeyişinin isyanıdır. İstediği kadar geleceğe dönük olsun insanın yüzü, geleceğe bakmanın yönünü ve açısını çizen de kendi geçmişidir. Hele ki, umutsuz anlarda... Geçmişten ve onu anımsatan birkaç eşyadan başka tutunacak ne vardır? Geçmiş kaybedilince, geleceğe bakış nasıl da buğulanır. Kaybedilen madde değil, o maddeye kendi geçmişini yüklediğin ruhtur, candır; senden bir parçadır... İşte o yüzden senindir... Sahiplenme tutkusu bu yüzden öylesine derin, kaybetme acısı o nedenle büyüktür... Halime Hanım anlattıkça, Fethi o yolculuğa birlikte çıkmış gibi hissederdi kendisini. Annesi Şam'a vardığında, çocukları da acıları yaşamasınlar diye büyük bir yemin etmişti; "Kızlarıma çeyiz düzmeyeceğim..." Ah Halime Hanım ah! Nur içinde yatasıca anam... Sen, çileli insanların yaşadığı bu memleketin çileli insanlarındandın... Yollarda yalnızca geçmişini değil, karnındaki bebeğini de, geleceğini de kaybettin... Yedi yıl çocuk yapamadın sonra... Ama bak! Umutlar bitmiyor... Yedi yıl sonra... Üçer yıl arayla dört çocuk... Anam benim! Sen demez miydin ? Umutlar bitmez değil mi? "Yok yok" diye bağırdı bu kez, "işinizi kolaylaştırmayacağım!" Gidip teslim olmayacaktı. Mademki kovalanıyordu, onu yakalamak da kovalayanların işiydi. Yakalanana kadar kaçacaktı. Yakalandıktan sonra da tek bir gün bile başını öne eğdiremeyeceklerdi. Yürürken, üzerindeki giysilere bakıp, kadere inanası geldi. Bir Alman'ın sivil giysileri nasıl da üzerine biçilmiş gibiydi. Yabancı ama uygun! Sonunda İstanbul yoluna ulaştı ve ilk duran İstanbul otobüsüne kendisini attı. Epeyce yol almışlardı. Bir ara, en azından yıllarını geçirdiği İstanbul'a özgürce ulaşabileceğini ve o havayı soluyabileceğini bile düşündü. İstanbul... Canını, canıma can katan insanlarını sevdiğim Ortaköy... Boklu dereye nazır Barbaros Sineması... Şimdi vizyonda hangi film vardır? Cemile Hanım! Hâlâ pazarda satacağın boncukları mı dizmektesin? Yine gelip yardım edeyim mi sana? Ey Osmanım ey! Taşındığımın ertesi günü ölecek ne vardı? Kavuştun mu sonunda gizli aşkın Eleni'ye?.. Hani Avrupa'daki yarışmada kaza geçirmiştim de dönüşümde kurban kesmiştiniz bana komşularım... Bu kez kazam daha büyük... Yine kurban keser misiniz bana? Esmam! Ankara'da kim bilir ne haldesin? Şimdi seninle İstanbul'da buluşmak... Gülhane parkı'nda bir konser dinlemek... Olmaz ama olsa... İyi niyeti, Bolu'ya geldiğinde tümüyle yok oldu. Polis-asker karması güvenlik güçleri kimlik soruyorlardı. Oysa evden ihtilal için yola çıkarken kimlik almayı hiç ama hiç düşünmemişti. Çünkü ya ölecek ya kazanacaktı. Kulağının dibinde, çok tanıdık bir ses duyar gibi oldu: “İnsan başına ne geleceğini bilmez. Çünkü kader senin elindeki bütün kartları görür ve ona göre davranır..." Neredeyse kahkahalarla gülecekti... Kadere elini kendisi göstermişti. Çünkü o yaşayabileceği son olasılığı yaşıyordu. Kazanmak ile ölmek arasındaki rengi... O griyi hiç hesaba katmamıştı ki... Karşısına dikilen genç subay, "Kimlik lütfen" dedi. "Adım Fethi Gürcan. Kimliğim yok! Emekli subayım. Şimdi Maliye Bakanlığı'nda müfettiş olarak çalışıyorum." İşte adımı söyledim! Şimdi her şeyi anlayacak! Biliyordu ki ismi her şeyin delilidir. Kimlik sorulan nokta yolun sonudur. Genç subay, elindeki listeyi inceledi. Arananlar listesinde Fethi Gürcan'ın adı yoktu! "Nereye gidiyorsunuz ?" Yani!.. Üzerinde kimlik olsa, bir gece önce, Tank Taburu'nu, Süvari Grubu'nu, Harp Okulu'nu harekete geçiren, ihtilalin bir numaralı eylem adamı, İstanbul'a doğru

34


yoluna devam edecekti... İçinden "kader" diye bir ses yükselince, hafifçe gülümsedi. Şimdiye kadar doğruları söylemişti, artık sıra oyun oynamaya gelmişti: "İstanbul'a, Maden Fakültesi'ni teftişe gidiyorum. Kimliğim yok ama 944'lü bütün subaylar beni tanır." Bu oyun Rus ruletine benziyor... Tetiği bir kez daha çektim. Herkes tanır ulan beni! Genç subay, onun garip gülümsemesine benzer bir karşılık verdi: "Özür dilerim. Ama biliyorsunuz ortalık karışık. Kimliğinizi ispat etmeniz gerekiyor." Kimlik tespiti yapılmak üzere askerî cipe bindirildi. Topçu Taburu'na doğru yol alıyorlardı. Yalnızca yirmi dört saat önceyi düşündü. Bir askerî cipte, üniforması, silahları ve ona yürekten bağlı gençlerle birlikte... Topçu Taburu'nun komutanı bir yarbaydı. Bu en umulmadık noktada bile kadere nanik yapma şansı vardı... Eğer görevli iki binbaşıdan biri onun devre arkadaşı olmasa ve 22 Şubat direnişindeki rolünü bilmeseydi... Bu rastlantı yetmiyormuş gibi üzerinde bir de tabanca çıkınca, kuşkular arttı. Bu kez durumu anlatmak üzere onu garnizon komutanının yanına götürdüler. Garnizon komutanı, o durumdaki bir subay için doğru olanı yapmış ve Ankara'yla temasa geçmişti. Gelen yanıt, karanlığı gitgide büyüyen çakıl taşı gibiydi: "Fethi Gürcan mı? Dün geceki ihtilalcilerin başı o... Sakın kaçırmayın." *

*

*

22 mayıs 1963. Bolu Garnizon Komutanlığında, ihtilalin eylem lideri olduğu ortaya çıkan Fethi Gürcan, alınan talimat gereği, ellerine kelepçe takılarak, Thompson'lu askerler eşliğinde İstanbul'a gönderilmişti. İstanbul'u iyi bilirdi. Yıllarca Ayazağa Süvari Grubu'nda görev yapmıştı.Atının her şahlanışı öncesinde yosun kokusunu ciğerlerine çekmiş, her engeli atlayışında kendisinden biraz koku bırakmıştı İstanbul'a... Şimdi aldıkları yol ise Harbiye'ye gidiyordu. Harbiye'de tek kişilik hücreye kapatıldığı anda, derin sessizliğe karşın, harekete katılan pek çok genç subayın daha orada bulunduğunu anladı. Sessizlik demek, umutsuzluk demekti. Oysa, burada bulunan hiç kimsenin durumunun kendisi kadar umutsuz olmadığını düşünüyordu. Yenilginin acısını en çok ben bilmiyor muyum? Ama ağıt yakmak neye yarar ? Tek bir şeye! Bizi buraya tıkanları memnun etmeye... Gür sesinin son perdesiyle seslendi: "Ne o gençler, üzerinize ölü toprağı mı serpildi ? Bu adamların karşısında böyle yıkık mı duracağız? Daha ölmedik!" Bu seslenişin ardından, sessizlik hızla uğultuya, ardından gürültüye dönüştü. Ortalık birbirine girmişti. Görevli subaylar, bu gürültüyü durdurmaya çalışıyor, Fethi Gürcan hakkında aldıkları duyumların gerçek olduğunu düşünüyorlardı. En iyisi onu bir an önce Ankara'ya yollamaktı. Verilen emir de aynı doğrultudaydı. Sabah uçağa bindirilmiş, uçak havalanacağı sırada da kelepçeleri çıkarılmıştı. Şimdi bu uçağı ele geçirmek iş değil... Şu görevlinin silahını on saniyede kaparım. Sonra?.. Fethi Gürcan'ı emniyet içinde Ankara'ya teslim etmekle görevli subaylardan biri, onun bir yanıp bir sönen gözlerinden rahatsız oldu. Kelepçeleri alarak yeniden ellerine geçirdi: Bakın... Herhangi bir risk karşısında öldürme emrimiz var. Bundan haberiniz olsun!" Sonunda Ankara'ya gelmişlerdi. Havaalanında, ellerinde Thompson’larını kendisine doğrultmuş bir grup asker onu bekliyordu. Uçakta, beni her an, kimseye hesap vermeden öldürebileceğini ima eden subay gibi, bunlar da beni ölümle korkutmaya çalışıyorlar. Nasıl olsa öleceğim de, söyleyeceklerimi söylemeden olmaz. Gidelim bakalım ne olacak...

35


Bir cipe bindirildi. Biri yarbay, diğeri binbaşı iki subay ona eşlik ediyordu. Yarbay binbaşıya döndü: "Verilen emri yap!" Binbaşı, hemen harekete geçip, Fethi Gürcan'ın gözlerini bağladı. Verilen emrin ne olduğu belli. Bunlar beni hiç konuşturmadan kurşuna dizecek. Bindirildiği cipte gözleri bağlı halde saatlerce dolaştırıldı. Ama bir türlü tetik çekilmiyordu. Sonunda bir yerde durdular. İşte şimdi! Kendisini, beynini parçalayacak, yüreğini dağıtacak, bedenini eleğe çevirecek kurşunlara hazırladı. Böylesi daha kolay! Kendimi anlatmam kısmet olmayacak. Hayatımın bütün renkleri kavgalarda hapis kaldı... Esmam, yavrularım... Çanlar çalıyor, çanlar çalıyor... Ama öyle olmadı. Gözleri çözülünce Merkez Komutanlığı'na getirildiğini anladı. Ellerindeki kelepçeler çözülmeden bir hücreye atıldı. Saatlerce bekledi. Sonunda hücreden çıkarıldı ve Mamak'a götürüldü. Artık sorgu saatleri başlamıştı. "20 mayısı, 21 mayısa bağlayan gece neredeydiniz?" "Ankara'da." "Ankara'da nerede ?" "Tank Okulu'nda, Süvari Grubu'nda, Harp Okulu'nda..." "Buralarda alarm verip, birlikleri sevk ve idare ettiniz. Bütün gece Genelkurmay, Meclis, Radyoevi önünde isyancıları yönlendirdiniz, çatışma içine girdiniz." "Bir ihtilal neleri gerektiriyorsa yaptım!" Kaçamak yoksa, çelişki de yoktur nasılsa... Her şey birbiriyle örtüşür, her şey sonu yaklaştırır. Şaşırdılar... Korkup yan çizeceğimi mi düşündü bu adamlar? Memleketin gerçekleri üzerine düşünüp, inandığım bir davanın peşinden gittim. Yaptıklarımı saklarsam, inandığım davayı nasıl savunurum? Eğilip bükülür müyüm ulan ben ? Daha tanımadınız mı beni? Tanımadıysanız, tanırsınız! Sorgu bitince, sırtüstü uzanıp, karanlıkta tavanı seyretmeye koyuldu. Uzun süre aynı noktaya bakınca tavan büyüyormuş gibi hissetti. Bir hücreye tıkılmış olduğunu unutturur umuduyla oyunu sürdürdü. Ama umudu boşa çıktı. Giderek büyüyen kasvetli karanlık bedenini de içine çekmeye çalışıyordu sanki. Gözlerini kapadı. Çok uzun yıllar önce, yemyeşil otlara uzanıp, binlerce yıldızın, binlerce tatlı düş vaat ettiği gökyüzünü saatlerce seyrettiği günleri anımsadı. Hayat çelişkilerden ibaret! İnsan beyni, sona yaklaştığını anladığımda, ulaşabildiği kadar başa dönüyor. Gelecekten umut azalınca, geçmişe daha çok sahipleniliyor. Gökyüzünü de, yıldızları da niye o kadar çok sevdiğimi bilmezdim çocukluğumda… Kısacık bir an gözlerini açıp, bedenini içine alan karanlığa baktı… Gökyüzü üzerine çöker mi böyle insanın? Ben, gündüz bulutları, gece de yıldızları ulaşılmaz uzaklıktaki gökyüzünü sevdim. Onlara ulaşabilmenin umudunu sevdim. Şimdi, burada, bu karanlığa meydan okuyacak tek bir yıldız bile yok!

14 Mamak Askerî Cezaevi'ne getirilenler, sorguların bitmesinin ardından ayrı ayrı hücrelere konulmuşlardı. Geceye, yenilginin sessizliği hâkimdi. Albay Talat Aydemir, sabah erkenden yan hücreden gelen iniltilerle uyandı. "Kimsin?" "Benim albayım... Erol Dinçer..."

36


"Ne oldu, yaralı mısın ?" "Ali Elverdi, kendisini radyoda yayın yaparken enterne edip Harp Okulu'na getirişimin intikamını aldı." "Ne yaptı?" "Askerlere emir vermiş. Çok kötü dövdüler..." İhtilal gecesi, Ali Elverdi'nin ihtilal karşıtı anonsları üzerine, içinde Harbiyelilerin de bulunduğu ciple Radyoevi'ne hızla giden Erol'un yolu önce Bahçelievler kavşağına geldiğinde kesilmişti. Barikatın önündeki subayı, birkaç saat önce 229. Piyade Alayı'ndan cephane alırken görmüştü. Onlar cephane alırken, "Yetmez, bir sandık daha alın!" diye ısrar ediyordu. Bu kez saf değiştirmiş, onları tutuklamaya çalışmıştı. Erol, elindeki Thompson'u onun göğsüne dayamış, gaza basarak hızla uzaklaşmıştı. Tandoğan Meydanı'ndan dolaşıp Ankara Garı önünden Radyoevi'ne doğru ilerlemeye çalışırken, yeniden yolları kesilmişti. Birliğin başındaki subay sınıf arkadaşıydı. Erol, bu kez Thompson'u sınıf arkadaşının göğsüne dayamış, aynı yöntemle barikatı yararak uzaklaşmıştı. Sonra Radyoevi'ne ulaşmış, Ali Elverdi'yi enterne etmiş, ihtilal bildirileri yeniden okunmaya başlanmıştı... İşte Ali Elverdi'nin emrini severek yerine getiren ve kendisini döven askerlerin başında bulunan subay, o sınıf arkadaşıydı. Albay sinirle, "Asker askere böyle yapar mı?" diye söylendi. Az sonra sanıkların hücrelerinin kapıları açılmadan sabah kahvaltıları önlerine itilmişti. Albay Talat, biraz ötesinde duran çorbaya dalgın gözlerle baktı. Kollarını başının altına yastık yapmış, yatağına uzanmıştı. Midesinden yükselen ekşimeyi bastırmaya çalışırken, koridorda beliren ayak seslerine dikkat kesildi. Gelen Yarbay Ali Elverdi'den başkası değildi. O, alaylı bakışlar ve ağır adımlarla ilerlerken, görüş alanına girdiği herkes de gözlerini ona dikmişti… Ali Elverdi'nin ilk hedefi belliydi. Albayın hücresinin önüne gelince durdu. Onun, hiç oralı olmadığını görünce öfkelendi: "Gördün mü orduyu kim karıştırıyormuş? Senin kanını bu memlekete değil, Moskofya'ya gömeceğiz!" Ardından hücreye tükürdü... Albay, kollarını başının altından çekmeden, sakin bakışlarla Ali Elverdi'yi süzdü: "O belli değil..." Daha birkaç gece önce Harp Okulu'na getirildiğinde hayatını kurtarmam için bana yalvarıyordun. Bütün işler senin yüzünden ters döndü. Eğer müdahale etmeseydim, öğrenciler seni linç edeceklerdi. Yarbay Ali Elverdi, bu kez de, Albay Yaşar Başaran'a yöneldi. Albay Yaşar, radyoya girdikten sonra, kendisini "Bu adam bizden değildir" diye tevkif ettirmişti. Ali Elverdi, kilitli bulunduğu odanın penceresinden, o sırada Radyoevi'nin önünde mevzilenen hükümet kuvvetlerine bağırarak içeride çok az kişinin olduğunu söylemiş, bu da radyonun el değiştirmesiyle sonuçlanmıştı... Şimdi, kendisini tevkif ettiren Albay Yaşar karşısındaydı. Sesinin son perdesiyle bağırdı: "Sen de bu adama inanarak peşinden gittin, saman kafalı!" Albay Yaşar yerinden fırladı, bütün hücrelerin duyacağı şekilde, "Bu adam, o gece Radyoevi'ne geldiğinde, bana ne dedi biliyor musunuz: 'Hani bu işi birlikte yapacaktık, bana niye haber vermediniz?'" Bu sözlerin ardından savurduğu ağız dolusu küfür bir işaret olmuştu. Bütün hücrelerden küfür yağmaya başladı. Ali Elverdi'nin cezaevini terk etmesinin ardından, bağrışmalar yerini hafif bir uğultuya bıraktı. Erol Dinçer, "Biz ihtilalciyiz, kimseyi öldürmedik. Demokrasiyi savunan adam, daha ortada mahkeme bile yok ama kanımızı nereye dökeceğini biliyor" diye söylendi. Yeniden sessizliğe gömüldüler. Herkes bundan sonra neler olabileceğini kestirmeye çalışıyordu ve tahminler iyi değildi.

37


*

*

*

21 mayıs sabahı GMC'lere bindirilen Harbiyeliler, okullarına götürülmüşler, GMC'lere binerken vermeyi reddettikleri silahlarını kapıda bırakarak içeriye girmişlerdi. Yaşları yirminin biraz altında ya da üstünde olan gençler için mekân aynı, durum ise çok farklıydı. Sınıflara doldurulmuşlardı ama önlerinde defter kitap, karşılarında öğretmenleri yoktu. Çoğu şaşkındı. Yaşadıkları tek ihtilal deneyimi 27 Mayıs'tı, o da başarılıydı. Okudukları bütün ihtilaller başarıyla sonuçlanmıştı. Gerçi 22 Şubat'ı yaşamışlardı ama o olay düzenlerini bozmadığı gibi, güvenlerini de azaltmamıştı. O güne kadar hiçbiri başarısız bir ihtilali ne okumuş, ne duymuştu. Böyle bir durumda neyle karşılaşacaklarını da bilmiyorlardı. Okulda lider konumunda olan gençler, kendi aralarında, "Bizi kurşuna dizerler" diye konuşuyorlardı. Bildikleri kadarıyla, idam cezası siviller için asılarak, askerler için kurşuna dizilerek uygulanıyordu. Konuşuyorlardı ama kimse söylediğine inanmıyor, ölüm onlara çok ama çok uzak görünüyordu. O zamana kadar özenle hazırlanan yemeklerin yerini erat karavanası almıştı. Kimsenin onlara geleceğin subayları gözüyle bakmadığı da belliydi. Gündüz sınıflarda bekleşiyorlar, topluca yemekhaneye götürülüyorlar, akşamları yatakhaneye tıkılıyorlardı. Özgürce dolaştıkları, bahçesinde eğitim yaptıkları okulları artık bir hapishaneydi. Bahçeye çıkmak, okulda dolaşmak gibi lüksleri yoktu. Yan sınıfa girmeleri bile yasaktı. Ama değişen bütün koşullara rağmen, içlerinde yaşadıkları olayları hafife alan bir yanları vardı. İki hafta kadar sonra bir savcı gelip de kendilerine "Türk Ceza Kanunu'nun 146. maddesine göre tutuklusunuz" dediğinde de, olayı ciddiye alan çıkmadı. Ta ki, savcının çıkıp gitmesinden bir süre sonra, bir öğrenci, "Bu 146. madde, Menderes'lerin asıldığı madde değil miydi?" diye sorana kadar... Onlar 146. maddenin hangi fıkrasının hangi suçu tanımlayıp, o suça karşı hangi cezayı öngördüğünü de bilmiyorlardı. Bildikleri tek şey, Menderes'lerin 146. madde uyarınca idam edildikleriydi. Çok kısa bir sessizlik yaşandı, ardından her bir genç yürekte çakan şimşek, o kısa sessizlikte buluşup kıyamete dönüştü. Elinde hiçbir belge bulunmayan savcı, öğrencilerin elebaşılarını belirlemeye çalışıyordu. Bunun için tek yol sorgulamalardı. Nasıl olsa, karşılıklı suçlamalarla bir iddianame ortaya çıkarılırdı. Sıkıyönetim mahkemeleri bu kez siviller için değil askerler için işliyordu… 2l"Mayıs öncesi, ihtilalin liderleriyle sık sık görüşerek onlara Harp Okulu'nun durumunu anlatan, kendilerinden görev isteyen lider kadrosundaki gençlerden ikinci sınıf öğrencisi Osman Yetkin, uzunca bir süre kendisini gizlemeyi başarmıştı. Ama sorgulamalar sırasında bir arkadaşı, cephaneliğin kapısını kıranın kendisi olduğunu söyleyince işler değişmişti. Bu ifadenin üzerine çağrılıp sorgulandığında, kendisine yöneltilen suçu reddetmişti ama savcı peşini bırakmıyordu. Harbiyeli Osman, deşifre edildiğini anladığı günden sonra geceleri tetikte yatmaya başladı. Alıp götürüleceği, kurşuna dizileceği anı beklemeye başlamıştı. Yine aynı beklentiyle, uykuya yenik düştüğü bir gece, sarsılarak uyandırıldığında karşısında nöbetçiyi buldu. Kısacık, sıkıntılı uykusunda yatağına dek işleyen teri bir anda buz kesti. Nöbetçiyle birlikte komutan odasının önünden geçip hiç bilmediği bir odaya götürülürken, ölüme yürüdüğünü düşünüyordu. Zaman, başka hiçbir şeyi aklına getiremeyeceği kadar dardı. Odaya girdiği anda, Harp Okulu'nda ihtilal faaliyetleri içinde bulunan bütün arkadaşlarının orada bulunduğunu gördü. Zaman, bir soruya fırsat yaratacak kadar da olsa esnedi. "Ne oluyor?" "Komutanlar, her şeyi açık seçik anlatırsak affedileceğimizi söylediler. Biz de bildiğimiz her şeyi yazıyoruz." O da aralarına katılıp yazmaya başladı. Önlerinde, sarı saman kâğıtları ve kurşunkalemler vardı. Hemen hepsi uzun uzun yazıyorlar, biten kâğıdı yine kurşunkalemleriyle numaralandırıyor, yenisine geçiyorlardı. Son sayfaya gelenler, isimlerini yazıp imzalarını atıyorlardı. Kiminin son sayfasında yazacak yer kalmadığından, imzası bağımsız bir sayfada bulunuyordu. Çoğunun aklından, sayfaları arasında hiçbir bağlantı bulunmayan, kurşunkalemlerle yazılmış bu ifadelerin hukuken bir anlam ifade etmeyeceği düşüncesi geçtiyse de, kurşuna dizilmeyi bekledikleri bir anda karşı karşıya kaldıkları durumu sorgulamaktan vazgeçtiler, kaderleri tümüyle başkalarının elindeydi ve onlar sorgulayan değil, sorgulananlardı.

38


*

*

*

Yakalandıktan sonra İstanbul'da bir gece tutulan, ardından Ankara'da sorgulanan Fethi Gürcan, Mamak Askerî Cezaevi'ndeki hücresine kilitlendiğinde yorgun şakaklarında çakan şimşekler gözlerinde her şeyi yok eden bir beyazlık oluşturuyor, her beyazlıkta göğsündeki sancı da uyanıyordu. Yan hücrelerde yatanlardan, On Dörtler grubunun lideri Alparslan Türkeş ve arkadaşlarının arka taraftaki hücrelere getirildiğini öğrendi. Sonra On Birler grubu cezaevine getirilmişti. Aydemir, "Bu hareketin günahı da, sevabı da bize ait. Onların bizimle ilgisi yok. Pisi pisine yatıyorlar" demişti arkadaşlarına. Kısa sürede yaşadığı öyle çok şey vardı ki, replikleri birbirine karışmış birkaç gerilim filminin, rasgele eklenmiş görüntülerini izliyor gibiydi. Beyni hızla işliyor ama o beyninden geçenleri yerli yerine koyamıyordu. O gece... 21 Mayıs gecesi... O gecenin sabahında içine işleyen yenilgi... Dikmen tepeleri... Ertelenen ölüm... İstanbul'a yolculuk... Yakalanış... Sorgu... İstanbul'a getiriliş... Sorgu... Ankara'ya getiriliş... Sorgu... Mamak'a getiriliş... Sorgu... Esma nasıl, çocuklar nasıl?.. Sorgu... Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, geçmişten tazelenen acılar... Kalabalıklarda büyümüş, çocuklarını kalabalıkta büyütmüştü. Hep Esma'yla dertleşmeye alışmıştı. Şimdi yoktu... Yalnızlık ilk kez çalıyordu kapısını... *

*

*

Mamak'taki hücrelerde yatanların sorgulamalarının yapıldığı günlerde en büyük endişeleri, aileleriydi. Onlara haber gönderemedikleri gibi, haber de alamıyorlardı. Bu olayın ardından acaba aileleri de sorguya çekilmiş, gözaltına alınmış, kötü bir davranışla karşılaşmış olabilirler miydi. Günlerce bu soru beyinlerinde uğuldayıp durdu. Mahkemeye çıkarılmadan kurşuna dizileceklerini düşünüyorlar ve kendilerinin hayatta olup olmadıklarından endişelenen aileleri hakkında tek bir haber alamadan ölmek istemiyorlardı. Fethi, gözlerini açsa, yaşadığı gerçekle yüz yüze geliyor, kapasa Esma'nın ağlayan yüzünü görüyordu. Benim her tayinimde, sen kucağında küçük bir bebekle çıktın yola... Bu kez ölüme gidiyor yolun sonu... Senin kucağında yine küçük bir bebek var... Bu kez yollarımız ayrılıyor Esma… Ben ölüme, sen hayata... Evlatlarımız için, onlarla birlikte hayata... Karaman'dan Gaziantep'e bebek Gülderen'le, Gaziantep'ten Kağızman'a üç yaşındaki kızları ve bebek Ömer'le, Kağızman'dan İstanbul'a altı yaşındaki kızları, üç yaşındaki oğullan ve bebek Önerle gitmişlerdi... Ama Önder... Kollarımız arasında sarıp sarmaladığımız Önder'in canı nasıl da uçup gitmişti küçücük bedeninden... Neden bedenine sarıldığı gibi canına da sarılamıyor insan sevdiklerinin... Öyle olsa, sevilenler hiç ölmezler sevdiklerinin kollarında... Deli divane olmadık mı Esmam onu kurtarmak için? Düşünürken demir bir yumruğun kalbine üst üste darbeler indirdiğini sandı. Kağızman'dan İstanbul'a, Ayazağa Süvari Grabu'na tayininin çıktığı 1952 yılının temmuz ayında Öner henüz iki aylıktı. Ağlayan yüreklerine bir sıcaklık yerleşmişti. İstanbul demek, Mustafa ve İlhan demekti. Mustafa, İstanbul'a dört yıl önce tayin olmuştu. Bir kamyona sığacak hafiflikteki eşyayı yüklenmişlerdi. Birkaç kerevet, açılır kapanır bir masa ile birkaç sandalye ve yine açılır kapanır yatak, yastık, yorgan hurçları... Mecidiyeköy'de kiralık bir ev bulup oraya yerleşmişlerdi. Önder'in ölümünden sonra sevinçlere küsen Esma, üç çocuğun yüküyle yoruluyordu. O zaman Esma'nın ana, çocuklarının anneanne bildikleri Sıdıka çıkıp gelmişti kardeşine destek olmaya... Sonra da hep kalmıştı yanında... Ablası Nefise dış gebelikten ölünce, yeğeni de katılmıştı aralarına... İstanbul'a taşınmalarından birkaç ay sonra, Esma ve kardeşleri Dinar'daki baba yadigârı tarla ve değirmeni satmışlardı. Herkesin payı eşit olarak dağıtılmıştı. O zaman bir araba almaya özenmiştim ama... Sıdıka Abla, Dünyada mekân, ahrette iman. Nasılsa birlikte yaşıyoruz, benim payımı da Esma'nın payına ekleyelim, iyi kötü bir ev alalım" demişti. Sen de

39


heveslenmiştin kendi evinde oturmaya... Paramız az, hevesimiz çoktu. Nasıl bulmuştum Ortaköy'de, gecekondu mahallesinin dibindeki o evi ama...

15 28 mayıs 1963. Esma'nın evde haber beklediği günler ve geceler uzadıkça uzuyordu. Kocasını en son 20 mayıs akşamı görmüştü. Aradan bir hafta geçmişti ve hâlâ tek bir haber yoktu. 21 mayısta evlerinden alınanlardan da haber gelmiyordu. Büyük ablası, sabah ezanıyla kalkıyor, kahvaltı saatine kadar namaz kılıp dua ediyordu. Büyük kızı Gülderen evde hayalet gibi dolaşıyordu. On yedi yaşın tazeliğine büyük bir acı sinmiş, yüzünde şaşırtıcı bir tezat oluşturmuştu. Gözlerinden yaş aktığını görmemişti ama, bakışları gözyaşlarından daha yakıcıydı. Sabah akşam, bir buçuk yaşındaki kız kardeşi Sema'yla ilgileniyordu. Böylece hem annesinin üzerinden bir yük almaya çalışıyor, hem de babasıyla oynaşmaya alışkın Sema'ya onun yokluğunu hissettirmemeye çalışıyordu. Babasına âşık kızım benim. On dördündeki Ömer ile on birindeki Öner birkaç gündür durgunlaşmışlardı. Arada bir itişseler de, ortalığı kasıp kavuran kavgalarından eser yoktu. Bu bekleyiş ne kadar sürecek ? Eğer kocası hâlâ sağsa ve hâlâ yakalanmadıysa, ne yapar eder onlara bir haber ulaştırırdı... Öyleyse? Neler de saçmalıyorum. Eğer kaçıyorsan, nasıl haber yollayacaksın, kiminle yollayacaksın? Eve gelip, "Ben kaçıyorum' diyecek halin yok ya... Kapatıp gözlerimi uykuya dalsam şimdi... Nerede olduğunu, ne yaptığını düşümde görsem... Bana ne yapmam gerektiğini söylesen! Ben seni hiç tanımadan girmiştim düşüne. Sen bunca yıl sonra girsen ne olur... Esma, beynini zorluyor, "Nerede olabilir?" sorusunun yanıtını bulmaya çalışıyordu. Mutlu değilsindir bizden uzakta... Belki de... Kalbi canını acıtacak kadar hızlı çarptı. İşkencede olduğu düşüncesini kovmaya çalıştı beyninden... Nerede olursan ol, sen de anılara sarılıyorsundur benim gibi… Nasıl hevesle taşınmıştık o gecekondu mahallesine... İlk kez kendi evlerinde oturacaklardı ama içindeki kiracı evi boşaltmadığı gibi para da ödemiyordu. Fethi, "Siz takmayın kafanıza" demişti onlara... Bir daha da kiracıya evi boşaltması için ricada bulunmamıştı. Atlarını almış, kiracıların oturduğu evin alt katma bağlamıştı. Atlar kişneyip duruyorlardı. Bahçe tezek dolmuştu. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi Fethi hafta sonları, "Başka türlü olmaz" deyip tezekleri yakıyordu. İki ay sonra ev kendiliğinden boşalmıştı. Esma, Fethi ve üç çocukları ile Sıdıka Ortaköy'de dere boyunda, Leylekyuvası Sokağı'nda, yokuşun başında, iki katlı eve yerleşmişlerdi. Evin etrafı, duvarları tahta ve tenekelerden oluşan gecekondularla doluydu. Paslanmış tenekelerin arasında, silinmeye yüz tutmuş "Vita" yazıları seçilirdi. Isırgan otlarıyla dolu bahçeye bir merdivenle çıkılırdı. Evin önü, gidip gelmelerle yol olmuştu. Alt kat ile üst kat birbirinden bağımsızdı. Bahçenin hemen yakınında bir kuyu vardı, yakınında da bir çeşme... Bütün mahalle su gereksinimini buradan karşılardı. Çabucak öğrenmişlerdi. Dere boyuna, "boklu dere", çevredeki ağaçlara da "osuruk ağaçları" deniyordu. Zaten arkaları da Çingene mahallesiydi. Fethi işten eve, evden işe atıyla gidip gelirdi. Gülderen, her gidişinde arkasından ağladığı için, o uykudayken, "adeta" sürerdi atını uzaklaşana kadar. Ama kimi zaman Gülderen uyanıp ağlamaya başlar, onun sesiyle yataktan fırlayan Ömer, sonra da Öner katılırdı ağlamalara. O zaman dayanamaz geri döner, onları atının terkisine bindirir, biraz dolaştırır, sonra öpüp ayrılırdı çocuklarından. Öğle saatlerinde de evinde olur, yemeğini ailesiyle birlikte yerdi. Akşam, üçü

40


birden babalarının yolunu gözlerler, birbiriyle yarışarak atlarlardı Fethi'nin üzerine. Hiçbir şey alamazsa, rengârenk şekerler getirmiş olurdu çocuklarına. Ortaköy'ün en büyük eğlencesi, boklu dereye nazır açık hava sinemasıydı. Büyük, küçük toplanır sinemaya giderler, kimi zaman yabancı, kimi zaman Türk filmleri izlerlerdi. Elvis Presley'in başrol oynadığı filmleri izlerken, o insanların başka bir dünyada yaşadıklarına inanırlar, Türk filmlerinde ise kendi yaşamlarından benzerlikler bulurlardı. Gecekondu mahallesinin çocuklan sinemaya bilet almadan kaçak girdiklerinden, tam filmin ortasında birdenbire ışıklar yanar, bilet kontrolü yapılırdı. Bileti olmayan çocuklar kaçışmaya başlayınca, Gülderen, Ömer ve Öner de onlarla birlikte koşarlar, Anneanneleri, "Sizin biletiniz var, siz niye saklanmaya çalışıyorsunuz" diye üçünü birden yaka paça yakalayıp geri getirirdi. Çocuklar en çok Tarzan ve Kızılderili filmlerinden hoşlanıyorlardı. Akşam sinemada izlediklerini, gündüzleri oyunlarına yansıtırlardı. Esma, düşüncelerinden sıyrıldığında, dudaklarına yerleşmiş gülümsemeyi yadırgadı. Geleceğin karanlık, belirsiz yüzüne bakarken, geçmişe dalıp gülümseyebilmek ne tuhaf... Ama yeniden hayallerine döndüğünde, az önce uçup giden gülümsemesi de yeniden dudaklarına konmuştu. Yaşamını evlendikten sonra da İzmir'de sürdüren Zehra'nın çocuğu olmamıştı. O da tıpkı ablası Sıdıka gibi çocuk özlemini kendi çocuklarıyla gideriyordu. Zehra'yla birbirlerine hiç aksatmadan uzun uzun mektuplar yazarlardı. Her fırsatta İzmir-İstanbul yoluna düşerler, yan yana geldiklerinde, ayrılacakları günün kaygısına kapılırlardı. İnadına çok çabuk geçerdi birlikte oldukları günler... Zehra'nın İstanbul'a gelişleri çocuklar için bayram olurdu. Çünkü onun sevgisi kadar harçlıkları da boldu. İstanbul'u sevmişti... Ortaköy'ün boklu deresini, Çingene mahallesini, çamurlu yollarını, çocuklarının giderek daha yaramaz ve daha mutlu oluşlarını, Mustafa'ya yakınlığını, Zehra'nın gelip gitmelerini sevmişti... İçini hep ilk günkü heyecanla titreten, mesleğine ve ailesine âşık kocasının iki aşkını dengelemekteki hünerini, tutkulu sarılışlarını, içindekileri saklamayı bilemeyişini, kardeşleriyle kardeş oluşunu sevmişti... "İyi misin Esma Hanım? Ne o mutfağa kapanmış sessiz sessiz oturuyorsun?.." Esma, Gülderen'in sesini duyunca çabucak toparlandı. Evlerinin geleni gideni eksik olmadığından, herkes "Esma Hanım'a" bir şey sorduğundan, kızı da ona böyle seslenmeye alışmıştı. "İyiyim yavrum" dedi, "makarnanın haşlanmasını bekliyorum. Geç oldu, acıkmışsınızdır. Sen de çocukları topla da sofraya oturalım."

16 30 mayıs 1964. Hücrelerde yatanların ailelerine ilk kez haber gönderildi. Aileler sanıkların yaşadıklarını böylece öğrendiler. Sanıklar da istedikleri temiz çamaşır ve elbiselere kavuşunca ailelerine kavuşmuş gibi oldular. Emekli Yarbay Mustafa Türker, her gün en az iki kez kız kardeşine uğruyor, onun telaşını yatıştırmaya çalışıyordu. O sabah erkenden gelmişti. Esma, meraklı gözlerini ağabeyine dikmiş, bir haber getirdiğini anlamıştı. Üzgün görünmediğine göre yaşıyor demek! "Hoş geldin ağabey. Bir haber mi var?" "Fethi İstanbul yolunda yakalanıp Ankara'ya getirilmiş. Sağlığı iyiymiş, merak etme." "Görebilecek miyiz ?" "Evet. Hepsi Mamak'ta... Ailelerin görmesine izin verecekler. Pazartesi günü ziyaret var." Perşembe, cuma Pazartesi? Bugün ne günlerden? Çarşamba... cumartesi, pazar ve... Beş gün sonra onu yeniden göreceğim! Günlerdir yok etmeye çalıştığı "onu bir daha hiç görememek" olasılığı bedeninden aniden boşalan terle birlikte akıp gitmişti sanki. Arkasını döndü, Gülderen'in heyecandan kızarmış yüzünü

41


gördü. Sema'ya sütle ıslatılmış bisküvileri yedirdiği kaşık elindeydi. Kahvaltısı yarım kalan Sema, acemi adımlarla ablasının peşinden gelmişti. Esma'nın sesi titredi: “Duydunuz mu? Babanız iyiymiş. Pazartesi günü görebilecekmişiz.” Sonra utangaç bir yüzle ağabeyine döndü: "Buyur ağabey, niye kapıda kaldın ?" Mustafa, kardeşine yanıt vermeden yüzüne yayılan bir gülümsemeyle eğilip Sema'yı kucağına aldı: "Nasılmış, benim tonton kızım?" Sema, bir süredir ağzında tuttuğu bisküvileri neşeli bir gülüşle dayısının yüzüne püskürttü. "Seni haylaz seni!" Esma ıslak bir bez getirmek için çabucak mutfağa koştu. Mustafa, yüzündeki bisküvi kırıntılarını silerken, "Fethi temiz çamaşır, kıyafet istemiş Esma" dedi, "hemen hazırla da götüreyim." Esma yatak odasına girip, Fethi'nin tertemiz, ütülü çamaşırlarını bir valize yerleştirmeye başladı. Yerleştirdiği her parçayı okşayarak düzeltiyor, üzerine bir yenisini eklediğinde aynı hareketi, tekrarlıyordu. * * * Kimseyi uyandırmamak için yavaşça kalktı. Yanı başında yatan Sema'nın uykuya teslim olmuş küçük bedeninin bir yanı açılmıştı. Yorganı yeniden düzeltti. Kısa bir süre, onun yanaklarına doğru uzanan uzun siyah kirpiklerini, hafifçe aralanmış pembe dudaklarını seyretti. Kim bilir hayat ona neler gösterecekti... Gözlerinden hızla boşalan yaşları, küçük kızının yanağına düşen bir damlayla ayrımsadı. Hemen geri çekildi, önce Sema'nın yanağına düşen damlayı, ardından da gözlerini ovuşturarak kendi yanağındaki yaşları sildi. 21 Mayıs'tan bu yana içine yerleşen, ancak sabah aldığı haberden sonra uçup gittiğine inandığı keder, yeniden, bütün ağırlığıyla kendisini hissettirdi. Bir yanında ise Fethi'yi yeniden görecek olmanın heyecanı giderek daha büyük bir çırpınmaya dönüşüyordu. O da heyecanlanıyordur... Özlemiştir çocukları... Beni de özlemiştir. Onu nasıl merak ettiğimi düşünüp üzülmüştür. Kendi yenilgisinin moral bozukluğuna, bizim hissettiklerimizi ekleyip kederlenmiştir. İstanbul'a giderken yakalanmış... Boşuna değilmiş günlerdir İstanbul anılarına takılıp kalışım… Kulağına gelen hafif tıkırtılardan, ablasının sabah namazına kalktığını anladı. Bir yanda, geleneksel değerlere bağlı ailesi, öte yanda hep değişimden ve daha çok özgürlükten yana olan kocası... Onları bir fotoğrafta birlikte görenler hiçbir zaman anlayamaz, ancak yaşayanlar ayırdına varabilirlerdi bu farkın. Esma'nın mutluluğu, kocasıyla kardeşlerinin, hiç yadsımadan birbirlerine sahip çıkmalarındaydı. Onun ailesinde geleneklere en bağlı olan büyük ablası Sıdıka'ydı- Mustafa Ağabeyinin tartışmasız otoritesi, sınır tanımaz sevecenliğiyle birleşiyor, kendisine özgü kişiliğini ortaya çıkarıyordu. Özveride Zehra da ağabeyini aratmazdı. Haberi aldığı andan sonra İzmir ona dar gelmeye başlamıştı. Zehra Öğretmen, soluğu Ankara'da almak için okulların tatil olacağı günü iple çekiyordu. Ah Zehra, can Zehra... Hastalansa, doktora gitmezdi... Bu yüzden Mustafa Ağabey'iyle takışırlardı... "Hastane, insanı daha çok hasta eder." "Keçi kafalı!" "Rica ederim ağabey..." Bir uçta büyük ablası, diğer uçta Fethi vardı. Ama nasılsa, ikisi de birbirlerinin sınırlarına tecavüz etmeden, üstelik en zayıf anlarında birbirlerine dayanarak yaşayabiliyorlardı. Fethi bir rahatsızlığı olduğunda kendisini onun kocakarı ilaçlarına teslim eder, ablası ise Fethi'yi en sinirli, en sıkıntılı olduğu günlerde, çocuğu gibi oyalar, büyüğüymüş gibi sayardı. Aralıksız bir arada yaşamaya başladıkları İstanbul günlerinde, çocuklar, Sıdıka Abla'sından korkuyu, Fethi'den cesareti öğreniyorlardı. "Yıldız kaydığında biri ölür" derdi anneanneleri... Gülderen ve Ömer kayan bir yıldız gördüklerinde kimin öldüğünü merak edip korkarlardı. Evin karşısında Rum mezarlığı vardı. Fethi, onların mezarlığa yönelen korku dolu bakışlarım görünce, hemen bir oyun atardı ortaya. İkisini karşısına alıp, "Kim mezarlığa kadar

42


gidip gelirse, ona para vereceğim" der, sonra çocuklarının nefes nefese mezarlığa koşarak gidip gelişlerim sevecen gözlerle izlerdi. “Çocukluğumda babamı kızdıracak bir şey yaptığım zaman gidip mezarlığa saklanırdım. Şimdiye kadar, kimseye ölülerden zarar geldiğini görmedim. Siz kötü niyetli sağlara dikkat edin" derdi Fethi. Yaz ve bahar aylarında öğle yemeği bahçede yenirdi. Öğle namazından sonra kaldırılan cenazeler, onların bahçelerinin önünden geçerdi ve haftada birkaç gün, bütün aile önlerinden geçip giden cenazenin sahiplerine saygısızlık olmasın diye yemeklerini bırakarak ayağa kalkar, onlar uzaklaşana kadar yeniden oturmazlardı. Fethi'nin tayin bedeli aldığı günler evde bayram yapılırdı. O gün sofrayı hazırlamak için, kocasının getireceği pirzolaları beklerdi. Fethi gelir gelmez ikisi birlikte mutfağa girerdi. Ablası, tabaklara pirzolaları dağıtırken, Fethi rakı bardağını, kendi birasına tokuşturup yudumlamaya başlamış olurdu. Ablası, alkollü içkileri ağzına bile koymazdı.

17 Sabun köpükleriyle oynaşan Sema'nın küçük ve hareketli bedenini ellerinin arasından kaçırmamak için bütün dikkatini yaptığı işe veren Gülderen, bir yandan kız kardeşinin gülücüklerine karşılık veriyor, bir yandan insanı gizemli bir dünyaya davet eden fosforlu baloncuklara özlemlerini yerleştiriyordu... En çok İstanbul'daki çocukluk günlerini özlüyordu. Günlerin çabuk, yılların ağır geçtiği çocukluk yıllarını... Ortaköy'deki gecekondu mahallesinde sular akmazdı. Temizlik, yemek, çamaşır, bulaşık yıkama işlerine başlamadan önce, çeşmeden su taşınırdı. Annesi, çeşme başında sohbet ederek bekleşen komşu kadınların huzuru kaçmasın diye hizmet erini yollamaz, bu işi kendisi yapardı. Annesi ile anneannesi leğenin başına otururlar, küçüklü büyüklü gömlekleri, pijamaları, atletleri çivit, yeşil sabun ve çamaşır sodasıyla yıkarlardı. Çamaşır sodası ve çivit annesinin ellerini berbat ederdi. Babası, "Esmam, sen ne zaman çamaşır yıkasan, ben hasta oluyorum" diye dertlenirdi. Ama annesi bir kez bile şikâyet etmezdi. Yıkanıp kurutulan çamaşırlar, sonra da kömür ütüsüyle ütülenirdi. Babası, çoraplarını ve mendillerini kimseye yıkatmazdı. Ütüsünü de kendisi yapar, gömleklerinin yakalarını kolalar, pantolonlarının ütü çizgisini şaşırmazdı. Koca kazan, banyo günleri de sobanın üzerine yerleştirilirdi. Her banyoda, "Beni babam yıkasın" diye tutturur, muradına da ererdi. Anneannesi, "Koca kız oldun" der, babası buna aldırmadan, bembeyaz kalıp sabunla köpürttüğü lifle onu küçük bir bebek gibi yıkardı. Babasının bir yurtdışı dönüşünde saç şampuanıyla tanışmışlardı. Anneannesi, "Sakın yıkanmayın. Bu gâvurlar saçlarınızı dökmek için size böyle abuk sabuk şeyler satıyorlar" diye söylenmişti... Ah anneannesi... Babasının kaputu eskidiği zaman onu söker hakiyi kahverengiye boyar, minicik dikiş makinesinde onlara elbiseler dikerdi... Bayramlık basma ve pazen elbiseleri, pijamaları, hatta fanilaları bile onun elinden çıkardı... Hem cefakâr hem sevecendi ama bir de yasakları olmasaydı! Onun büyümeye başladığını düşündüğünde, eline tığ işi motifler vermeye, "Bu bitmeden sokağa çıkmayacaksın" diye tutturmaya başlamıştı. Oysaki, onun gönlü ağaçlara tırmanmaktan, çamurlu yollarda koşmaktan yanaydı. Ömer'i, "Babamın adı, canımın tadı" diye seven anneannesi kendisine yasaklar koyunca, "Ömer niye dışarı çıkıyor?" diye karşı çıkardı. O zaman olan Ömer'e olurdu. Çünkü anneannesi onun eline de tığ işi tutuşturmaktan çekinmezdi. Hafta sonları anneannesinin yasaklarından kurtulur, özgürlüğünü ilan ederdi. Babası, "Bırakın çocukları, oynasınlar" der, onlar da soluğu sokakta alırlardı. Üstelik, yalnız kendilerine değil, onlarla birlikte oynayan bütün arkadaşlarına, hiç yüksünmeden tek tek uçurtmalar yapar, boş iplik makaralarını çakıyla yardıktan sonra, içine önceden yonttuğu ince dalı yerleştirir, onlara fırıldaklar armağan ederdi. Havalar biraz ısındı mı, çocuklara da gün doğardı. Ev oyunlarını yerini sokak oyunları alır, boş araziler önce yeşillenir, sonra alabildiğine kızarırdı. Gelincik tarlaları onun neşesiydi. Babası, uzun süre at koşturup, teri üzerinde kuruduğundan, sırt ağrıları çekerdi. O zaman anneannesi, onu önüne oturtur, ispirtolu pamuğu yakarak, bardakları sırtına yapıştırırdı. Herkesin harcı değildi kupa çekmek. İşin içinde, ayan kaçırıp eti parçalama riski de vardı. Ama anneannesi bu işte ustaydı. Babasının gün geçtikçe göz dolduran binicilikteki başarıları ise bütün aile gibi onun da gururuydu.

43


Gülderen, bembeyaz bir havluyla sarmaladığı Sema'yı yumuşak bir hareketle kurularken, onun pembe yanaklarını öpüp, kokusunu içine çekti. Temiz ve ütülenmiş giysilerini giydirdikten sonra kucağına alıp, mahmurlaşan gözlerine sevgiyle baktı. Onun uykuya teslim olmak üzere olan yüzünü incelerken, inatçı umutlarıyla birlikte, sevgileri, özlemleri, anılan yeniden beynini sarmaladı. O mutlu bir çocukluk yaşamış, babasıyla koşmuş, oynamıştı... Kardeşi de, babasıyla aynı mutlulukları paylaşabilecek miydi acaba? Bilmiyordu... İçinden bir ses, "Tabiî ki yaşayacak!" diye bağırıyor, ama bir başka ses aklına kötü olasılıkları getiriyordu. İkinci sesi hırsla kovdu aklından... Yeniden, mutlu çocukluk günlerine döndü... Ortaköy'de kimse kapısını kilitlemez, çocuklar sokakta oynarken, kadınlar günlük yaşamı paylaşırlardı. Akşam olunca, işin içine erkekler de girerdi. Bir Cemile Teyzeleri vardı. Pazarda sıra boncuk satardı. Akşamları, pek çok komşuları gibi onlar da bütün aile toplanır, Cemile Teyze'ye yardıma giderlerdi. Hepsi ellerine birer iğne iplik alır bir yandan sohbet ederken, bir yandan da boncukları iplere dizerlerdi. Onun gözü hep babasının dizdiği boncuklarda kalır, babası hangi renk boncuklan diziyorsa, onu taklit ederdi. Ermeni ve Rum asıllı birçok komşuları vardı. Apostoli, Vangoli ve diğerleri... Gür sarı saçları iki örgü halinde yanaklarından aşağıya inen Donna'nın annesine seslenişi hâlâ kulaklarındaydı: "Mamma, mamanikotofi, ela mammaaa..." Arkadan teneke barakada oturan çok çocuklu komşuları seslenirdi: "Gülseren, Güllü, Gülbahar, Aynur..." Çingene mahallesindeki çocuklar... Hepsi arkadaşlarıydı... Dinî bayramlarda Rum, Türk, Çingene diye ayırmadan bütün arkadaşlarıyla tanımadıkları evlere gidip bayramlaşırlar, mendil arası renkli şekerler, ortası delikli bir kuruşlar toplarlardı. Annesi, "Dilenciden ne farkınız var?" diye azarlasa da, onlar topladıkları ortası delikli paraları ipe dizip boyunlarına takmaktan vazgeçmezlerdi. Hemen her gün biri oyun oynarken düşüp yaralanır, anneannesi soğan, sabun ve zeytinyağı karışımı özel merhemini onların yaralarına sürerdi. Üşütüp öksürmeye başladıklarında da, karabiber koyduğu çayı zorla içirirdi. Sayısız yaka iğneleri olmuştu. Yakındaki tramvay yoluna gider, iki topluiğneyi çapraz yapıp rayların üzerine yerleştirirler, minyatür bir makasa benzeyen yaka iğneleri yaparlardı. Mahallenin en renkli adamlarından biri de Osman'dı... Hemen her gece eve sarhoş gelir, sonra da karısıyla kavga ederdi. Onları ayırmak da mahallelinin göreviydi. Babası, küfelik olacak kadar içtiği için kızardı Osman'a. O da bir daha içmeyeceğine söz verir,ertesi günün akşamında, yeniden evinin önüne küfeyle dökülür, yeniden kıyamet kopardı. Fethi Beyim, ben niye sarhoş oluyorum... Kimselere anlatamadığım bir derdim var da ondan..." der, sonra da içli içli konuşmaya başlardı. Gençliğinde deliler gibi âşık olduğu Rum kızı Eleni'yle evlenememiş, sonra da kopmuşlardı birbirlerinden. Eleni uzaklara gideli yıllar olmuşsa da, sarhoş Osman'ın yüreğinde on sekizlik haliyle, taptaze yaşıyordu. Derdini bir tek babasına anlatabiliyordu. Altı yıl boyunca ona Eleni'yi anlattı, Eleni diye inledi. Gülderen, derin bir uykuya dalan Sema'yı yatağa yerleştirip odadan çıktı. Mutfaktan gelen seslerden, annesinin orada olduğunu anladı. İ "Kolay gelsin Esma Hanım..." "Sağ ol yavrum... Bakamadım sana... Sen de seslenmedin hiç. Uyudu mu ?" "Melekler gibi uyudu... Sen ne yapıyorsun?" "Sabaha hazır olsun diye meyve yıkadım." Gülderen'in kalbi hızla atmaya başladı. Yarın büyük gündü... Babasına gideceklerdi. Mustafa Dayı'sı, görüşe hep birlikte gideceklerini söylediğinde deliler gibi sevinmişti. Annesiyle bir an göz göze geldi. İki insanın, tek bir kelime konuşmadan, aynı duygu seli içinde nasıl yıkanabileceğine ilk kez, işte o an tanık oldu. Babasına âşıktı... Onu herkesten kıskanırdı. İstanbul'da hep yanlarında olan babası, Ankara'da sık sık dışarıda oluyordu. Kimi zaman da eve geldikten sonra geç saatte yeniden birliğine dönüyordu. Babasının evde olduğu akşamların da tadım çıkaramıyordu.. Çünkü bu kez de onun subay arkadaşları, akşam oturmaya geliyorlardı. O günlerde ortaokulda okuyordu. Türkçe öğretmeninin "Misafir sever misiniz ?" sorusu, onun yarasını kanatmıştı. Kâğıda, "Ben misafir sevmem" diye yazıp verdi. Öğretmen, "Neden?.. Neden?.." diye sorarak bas bas bağırmaya başlamıştı.

44


Sevmiyordu işte! Misafir gelince, çocuklar bir odaya tıkılırlardı. Gürültü yaptıklarında annesinden azar işitirlerdi. Babası, "Derslerinizi çalışın" der, anneannesi eline motif tutuştururdu. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, kış günlerinde soba salonda yandığından, dışarıya çıkmalarına izin verilmeyen odada üşürdü. Yine de başı sıkıştığında kendisini babasının kollarına atardı. Bir gün tuvalete girip de beyaz taşların kana bulandığını gördüğünde, korkudan rengi sarı-beyaz olmuştu. Yarım yamalak, "aybaşı" diye bir şey duymuştu. Aklında kaldığına göre iyi bir şey değildi. Büyük bir derdi olduğunu düşünüyordu ve büyük dertlere her zaman "Ben senin dostunum" diyen babası çare bulurdu. Başını onun omzuna dayayıp yüzünü, uzun kirpiklerini incelerken, o da saçlarını sevecenlikle okşardı. O gün de, "Korkacak bir şey yok. Yalnızca güzel kanaryam büyüyor" demiş, sonra da, "bunu annene anlat. O sana daha çok yardımcı olabilir" öğüdünü vermişti neşeli bir sesle.

18 Türkiye'yi saran seçim heyecanından Ortaköy de payını almıştı... Çıkardığı yasalarla öğretim üyelerine siyasetle uğraşma yasası getiren DP iktidarının, CHP'nin tüm mallarına el koydurması iki parti arasındaki rekabeti kızıştırmıştı... Gürcan ailesinin tam göbeğinde bulunduğu komşuluk ilişkileri aynı sıcaklıkta sürerken, akşam sohbetlerine siyaset de karışmaya başlamıştı. Oyunu DP'ye vermeye hazırlananlar ile CHP'yi özleyenler birbirlerine takılırken, sohbetler kahkahalarla bölünür, kahkahalarla biterdi. 1954 mayısında yapılan seçimlerde DP iktidara daha büyük bir oy çoğunluğuyla gelmişti. Sonuçlar CHP için ağır bir yenilgiydi. Çünkü DP, oyların yüzde elli yedisine yakınını almıştı. DP'nin,Batı'dan almayı planladığı destek temeline oturttuğu ekonomik kalkınmaya dönük propagandası, yoksullukla boğuşan halk için umut olmuştu... Seçimlerin hemen öncesinde Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Amerika'ya gitmiş, büyük ilgi gören bu gezide Türkiye iki kutuplu dünyadaki yerini net bir şekilde ortaya koymuştu. Türkiye, daha önce atılan temeller doğrultusunda, Sovyetler'e karşı Amerika'nın yanında olacaktı... Meclis'teki sandalye dağılımı, on yıl sonra yeniden tek parti iktidarına dönülmüş görüntüsü yaratıyordu. Güç tamamen DP'nin elindeydi. Fethi'ye göre, DP'nin asıl sınavı bundan sonra başlıyordu ve o DP iktidarına güvenmiyordu. Bayar'ın Amerika'da gördüğü ilginin en büyük nedeni, Türkiye'nin Kore'deki savaşa asker göndererek katılmış olmasıydı. Yüzbaşı Fethi Gürcan, Kore'ye gitme hevesine kapıldığında karşısına dikilen Esma'ya minnet duydu. Mayıs seçimlerini takip eden haziran ayında gazeteler DP'nin,seçimlerde kendisine oy vermeyen Kırşehir'i cezalandırdığını yazıyordu. Kırşehir ili, ilçe yapılmıştı. Çünkü Kırşehirliler, Cumhuriyetçi Millet Partisi'ne oy vermişti ve sivri dilli muhalif Osman Bölükbaşı Meclis'e girmişti. İktidar, peş peşe yasakçı yasalar çıkarıyor, bu da basının tepkisini çekiyordu. DP, çözümü, kendisini eleştiren kalemleri cezalandırmakta bulmuştu. Önemli yazarlar ardı ardına mahkemeye çıkıyorlar ve tutuklanıyorlardı. Ünlü gazeteci-yazar Hüseyin Cahit Yalçın, DP aleyhine yazdığı yazılar yüzünden, sekseninci yaşına cezaevinde girmişti. Fethi, kendilerini Atatürk devrimlerini korumakla yükümlü sayan pek çok subay gibi DP'nin yönetim tarzını yakından izliyor günlük gazetelerde çıkan haberlerin subaylar arasında gördüğü tepkiyi Esma'ya anlatıyordu. Başlangıçta orduda DP'ye yönelik bir sempati oluşmuş ama geçen sürede, iktidara yönelik öfke, kışlalarda günlük konuşmalara girmişti. İlk kıpırdanmalar DP'nin iktidara gelişinden kısa bir süre sonra, Türkçe ezanın yerini Arapça ezanın almasıyla başlamıştı. Başbakanın, İsmet Paşa'ya karşı kullandığı ağır dil de rahatsızlığı artırıyordu. Genç subaylar için İsmet Paşa, CHP'nin genel başkanı değil, Atatürk'ün silah arkadaşlığını yapmış, Kurtuluş Savaşı'na damgasını vurmuş olan Garp Cephesi komutanıydı. Marshall Planı doğrultusunda, Türkiye'ye gelen Amerikalı eğitmen subaylar ise kışlalardaki öfkenin belki de gerçek nedeniydi. 1955 yılında DP'li bakanlarla ilgili yolsuzluk iddiaları kulaktan kulağa yayılmaya başlamıştı. Bu iddialar, Menderes'i kendi grubunda sıkıntıya sokmuş, yaşanan gerilim sonucunda, on dokuz milletvekili DP'den ayrılarak yeni bir grup kurmuştu. Aynı yılın eylül ayında yaşanan olaylar sırasında, yarışmalar nedeniyle İstanbul dışında bulunan Fethi, olan bitenin bir bölümünü birikmiş gazetelerden okumuş, kalanını Ayazağa'daki subay arkadaşlarından ve Esma'dan öğrenmişti. Anlaşılan, o yokken İstanbul'da kıyamet kopmuştu.

45


Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, Londra'da Kıbrıs sorunuyla ilgili görüşmelerde bulunurken, İstanbul Ekspres ve Hürriyet gazeteleri ikinci baskı yapmışlardı. Habere göre, Selanik'te Atatürk'ün doğduğu eve ve Türkiye Konsolosluğu'na bomba atılmıştı.6 eylülde üniversite öğrencileri, olayı protesto etmek amacıyla bir gösteri başlatmıştı. Eylemler birkaç saat içinde öngörülemeyen bir boyuta ulaşmış, protesto, üniversite öğrencilerinin çok dışına taşmıştı. Denetimsiz, başsız ve önü alınamaz bir kalabalık, Beyoğlu'ndaki azınlıklara ait dükkânlara saldırmaya, kırıp dökmeye başlamıştı. Dükkânlardaki kumaşlar yollara serilmiş, lime lime edilmişti. Emniyet güçleri önlem almakta ağır davranmışlardı. İş çığırından çıkınca, askerî güce de başvuruldu. Paletlerine takılan ipek kumaşlar, tankların ilerlemesini önlüyordu. Bu olayların ardından ortaya çıkan manzara, eylemciler için bile kötü sürpriz olmuştu. Olaylar sırasında, Ortaköy'de, Gürcanların evinde tam bir çelişki yaşanıyordu. Rumların ağırlıkta olduğu mahallede oturan Gürcanların evi saldırıya uğramış, ancak saldırganlar, evin bir subaya ait olduğunu öğrenince hemen geri çekilmişlerdi. Esma'nın aynı saatlerde, henüz yedi yaşındaki oğlu Ömer'in, mahalledeki arkadaşlarını toplayıp Rum evlerini taşladığından ise haberi yoktu. Birkaç gün sonra kapı çalınmıştı. Gelen iyi görüştüğü bir Rum komşusuydu. Esma, komşusunu hemen içeri buyur etmiş ama o kırgın bir ifadeyle kapı önünde konuşmayı yeğlemişti: "Aşkolsun Esma Hanım. Olaylar yaşandığı sırada, Oğlunuz Ömer arkadaşlarıyla beraber evimi taşladılar. Sizden bunu hiç beklemezdim." Esma'nın, yüzü kıpkırmızı olmuştu: "Nasıl olur?" Durup, sözcükleri zorlukla toparlamıştı: "Özür dilerim. Haberim yoktu. Hiç öyle şey olur mu ? Biz komşuyuz. Hem iyi ki haber verdiniz. Ben ona gününü gösteririm!" Esma, gerçekten de öfkelenmişti. Ömer sıkı bir azar işitmişti. Komşulara böyle davranılmazdı... Hem Ömer'e böyle bir ayrım öğretmemişlerdi. Ayağını denk almazsa.... Kısa bir süre sonra, Ortaköy'de ne Apostoli, ne Vangoli, ne Donna, ne de diğerleri kaldı... Birçoğu Türkiye'den Yunanistan'a göçmüşlerdi. Ömer, arkadaşlarını kaybedince, kendisini azarladığı için kızdığı annesine hak verdi. 6–7 Eylül Olayları'nın ardından, "Peki olaylar çığırından çıkarken devlet neredeydi ?" tartışmaları yaşanmış, saldırıların önünün neden alınmadığı sorulmuştu. Nasıl olmuş da Beyoğlu bir savaş alanına dönmüştü ? Olaylar DP'yi de karıştırmış, İçişleri Bakanı Namık Gedik'in istifası tepkileri yatıştırmamıştı. Grubuna hâkim olmak için son kozunu oynayan başbakan, "Siz isterseniz hilafeti bile getirebilirsiniz" sözleriyle kışlaları allak bullak etmiş, Cumhuriyet dev-rimlerini savunmayı görev bilenleri yerlerinden sıçratmıştı. Ama, başbakan öfkeli grubunu bu sözlerle de yatıştıramamıştı.DP’li milletvekillerinin tepkisi üzerine bütün bakanlar topluca istifa etmişlerdi. Cumhurbaşkanı Celal Bayar, yeni hükümet kurma görevini yeniden Menderes'e vermişti. Yeni kurulan hükümette o güne kadar başbakana en büyük desteği veren arkadaşları yoktu... Üstelik eski bakanlar hakkında soruşturma başlatılmıştı. Kaynayan ordu, sertleşen muhalefet, eleştiren basın ve öfkeli grubuyla kuşatılan başbakanın sinirleri, bu tarihten itibaren yavaş yavaş bozulmaya başlayacaktı. 1956 yılında, Türk Millî Binicilik Ekibi'ne seçilen Fethi, Türkiye sınırlarını aşmaya hazırlanıyordu. Ordular arası yarışmalara katılacak, Avrupa turnesinde Türkiye'yi temsil edecekti. Onun yarışma heyecanı bütün komşuları sarmıştı. Yanı başlarındaki, her gün konuşup sohbet ettikleri yüzbaşı, Avrupa ülkelerine gidecek, oralarda Avrupalılarla yarışacaktı. Onu, ilk yurtdışı yarışmaya, bütün mahalle davul zurnayla, arkasından sular dökerek uğurladı. Esma, kocasını sevgiyle uğurlarken, Mustafa Ağabey'inin yanında olmamasının eksikliğini duydu. O bir yıl önce Bingöl'e tayin olmuştu... İstanbul'da Beyazıt Askerlik Şubesi başkanıyken, askerlik muayenesi için gelenlerin evrak arasına para koyduklarından yakınıyor, "Askerliklerini erteletmek için rüşvet vermeye kalkışıyorlar" diye öfkeleniyordu. Bu yolu deneyenleri, "Bir daha böyle bir şeye kalkışırsanız, evire çevire döverim" diye kovalayan ağabeyi, günün birinde aynı adamın evrak arasına bu kez daha yüklü bir para koyması üzerine denetimini kaybetmiş, kapıyı kapatıp verdiği sözü yerine getirmişti... Olaydan sonra ise olan kendisine olmuştu... Önüne konan tayin emri üzerine, karısı ilhan ve üç çocuğunu alıp yollara düşmüştü. Dört gün, üç gece süren bir tren yolculuğundan sonra Bingöl'e, ardından da yeni görev yeri olan Genç kasabasına ulaştıklarında moralleri biraz daha bozulmuştu. Murat Nehri'nin yakınlarındaki evlerinin, keskin rutubet kokuları yayan kabarmış duvarlarından sular akıyordu. İnsan sağlığını tehdit eden koşullardan çocuklarını kurtarmanın yollarını arayan

46


ağabeyi, İlhan'ın yeniden hamile kaldığını da anlayınca; çaresiz kansı ve çocuklarından ayrı kalmayı kabullenmiş, İlhan da, çocuklarını alarak, İzmir'e ailesinin yanma gitmişti... Esma, bir yıldır, zor koşullarda yalnız yaşayan ağabeyini düşündükçe, yüreğinin lime lime parçalanarak döküldüğünü hissediyordu. *

*

*

Fethi, Viyana Uluslararası Konkurhipikleri'nde atıyla öylesine bütünleşti ki, bacaklarını doladığı atı Rih, kendisini onun bir parçası saydı. Bu bütünleşme ona, "yüksek at terbiyesi" yarışmasında birinciliği getirmişti. Türk bayrağı, "İstiklal Marşı" eşliğinde göndere çekildiğinde, görevini en iyi şekilde yerine getirmiş olmanın gönencini yaşıyordu. Yaşadığı huzurlu sevinç, ona yarışmada "yüksek atlama" dalında da birinciliği getirdi. Gururla salınan atının üzerinde dimdik ilerliyor, önlerindeki engeli aşarken, vücudu şahlanan atına sevgiyle yaklaşıyor, sonra yeniden ağır adımlarla salınıyorlardı. Türk bayrağı ikinci kez göndere çekilmiş, Avrupalılar ikinci kez "İstiklal Marşı"nı dinlemişti. Fethi'nin başarıları, evde bayram havası estirmişti. Esma'nın da, çocukların da gururla göğüsleri kabarmıştı. Sevinçlerini, haberi radyo ajansından öğrenen mahalleliyle paylaştılar. Sıra olimpiyatlara gelmişti. Aynı yıl, olimpiyatlara Avustralya ev sahipliği yapmış, ancak ülkeye hayvan girişi yasak olduğundan, atlı yarışmalar bölümü Stockholm'da düzenlenmişti. Yarışları, İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth ve kız kardeşi Prenses Margaret de izlemeye gelmişlerdi. Fethi üzerinde dimdik oturduğu atıyla konhurhipike çıktı ve engelleri atlamaya başladı. Herkesin gözü bu başarılı binicideydi. Ancak son engellerden birini atlarken, atı dengesini kaybetti ve birlikte devrildiler. İzleyici sıralarında bir uğultu yükseldi. Fethi, düşer düşmez şiddetli bir acı duydu. Doğrulurken, kolunun kırıldığını anladı. Sağlık ekipleri onu hastaneye götürmek için koşup geldiler. Ancak o, ısrarla yeniden atma bindi, sağlam koluyla kraliçeyi selamladı. Yeniden sağlık ekiplerinin yanına geldiğinde bayılmıştı. Hastanede kolu alçılanıp odasına döndüğünde, İsveç kralının ve İngiltere kraliçesinin kutlama mesajlarıyla birlikte "geçmiş olsun" çiçeklerini buldu. Olimpiyatın kapanış gösterileri ise onu büyüledi. Gökyüzünde binlerce beyaz güvercini izlerken, bir kez daha sonsuz ferahlığa aşık oldu. Gökyüzünde, o bembeyaz güvercinler arasında süzülüp yol aldığını sandı. Geceleri yıldızlarıyla karanlığa meydan okuyan, gündüzleri sonsuz maviliğiyle özgürlük sevinci veren gökyüzünü seviyordu. *

*

*

Ortaköy’ün tozlu yollarına ulaştığında, kaza haberini radyo ajansından öğrenen komşuları onu kurban keserek karşıladılar. Ya Osman? Onun kurban kesecek parası olmadığından bir horoz kesmeye fitti... Ama horoz alacak parası da yoktu... İçkiye yatırdığı para yüzünden her gün suçlu bir çocuk gibi azar işittiği karısından hiç isteyemezdi. Gitti, en uygun kümesten bir horoz çaldı... Sahibinin, karısının arkadaşı olmasını umursamadı... Dert ortağı subayın ayakları dibinde horozunu kesti... Fethi'nin sürprizleri vardı. Yine elleri kolları dolu gelmişti. Esma, onun getirdiği misketlerin, renkli defter kaplarının, boya kalemlerinin, oyuncak tabancaların ne kadar çok olduğunu görünce gözleri parladı. Harcırahıyla çocuklarına ne alabildiyse, onların arkadaşlarına da aynısından almıştı. Baş başa kaldıklarında, ikisinin de gözlerinde sevgi ışıltıları vardı. "Çocuklar çok sevindi" dedi Esma. En çok da Çingene mahallesinde oturan kızın o hayret, mutluluk ve sevinci aynı anda ifade eden çığlığından etkilenmişti. Fethi, Gülderen'e aldığı bebeğin aynısından ona da almıştı... Esma gülümsemesini dudaklarında unutmuşken, Fethi valizinden çıkardığı paketi onun kucağına bırakmıştı. O soran gözlerle kendisine bakınca da, "Aç, aç" demişti, "bunlar özel." "Bu eldivenler bana mı ?" diye sormuştu şaşırarak Esma. "Çok küçük bunlar Fethi!" Kocası gülerek eldivenleri almış, bir parmak büyüklüğündeki eldivenleri, onun eline geçirişini, incecik beyaz dantelin esneyerek, tenini ikinci bir ten gibi sarışını şaşkınlıkla izlemişti. Sonra diğer paketi açmış, eline aldığı ipek saten iç çamaşırı, yumuşacık akmış, kucağına düşmüştü. Yine başı önündeydi, yüzü kızarmaya başlamıştı, kocası çok yakınındaydı, onu izliyordu... İyi biliyordu ki, biraz daha böyle kalırsa, Fethi kahkahayı patlatacaktı. Bütün bunları düşününce, kahkahalarla gülmeye başlayan, kocasından önce kendisi olmuştu.

47


19 Binicilik temel kursu almak üzere gruplar halinde İstanbul Ayazağa Süvari Grubu'na gelen süvari asteğmenleri, gazinoda etrafını çevirdikleri bir masa etrafında sohbet ediyorlardı: "Yüzbaşı Fethi Gürcan'la tanışmaya can atıyorum. Adam, yurtdışında iki kez Türk bayrağını şeref direğine çektirmiş." "Ben de tanışmak istiyorum ama öyle pek fazla konuşkan biri değil. İşi gücü atlarla..." "Bizim de işimiz gücümüz atlarla... Tanışmak istiyorsanız tanışın..." "Sen tanıştın mı ki ?" "Tabiî... Gittim konuştum. Öyle, insana havadan falan bakmıyor. " Bir diğeri araya girdi: "Ben de tanıştım." "Nasıl? Senin binicilik hocan o değil ki..." "Değilse değil..." "Durup dururken, gidip ne dedin ?" "Hepimizin derdi aynı değil mi? At üzerinde talim yapmaktan baldırlarımızın acısından kıvranıyoruz. Ben de gittim, daha çok çalışmak istediğimi ama iç baldırlarımın soyulduğunu söyledim. Ne yapmam gerektiğini sordum." Birkaç kursiyer birden atıldı: , "Ne dedi?" <<Amonyak iyi gelir, sidiğini sür dedi..." Masadan gülüşmeler yükseldi. Bütün binicilik hocaları hakkında konuşulduktan sonra, yeniden Yüzbaşı Fethi Gürcan'ın konusu açıldı... Bir kursiyer, Erol Dinçer'e dönerek: Yakışıklı da" dedi, "sen de ona benziyorsun." Erol, oturduğu yerde geriye doğru yaslanıp gülümsedi: "Benzetiyorlar işte..." Fethi'nin, binicilikte kazandığı başarılar, Ortaköy'deki yaşamını etkilemiyordu. Çocuklarıyla alt alta üst üste yuvarlanıyor, sırtı ağrıdığında Sıdıka'ya kupa çektiriyor, Esma'nın üzerinde buharı tüten nefis tarhana çorbasını aynı zevkle içiyordu. Apayrı dünyalara girip çıkıyor; varsıllık ve yoksulluk, bilinç ve cehalet, yapaylık ve içtenlik, aldatanlar ve aldatılanlar arasındaki aykırılıklar, yüreğine gizliden gizliye bir çatışmanın tohumlarını ekiyordu. Üstelik yeşeren tohumlar, hep içten olanlar tarafında, yoksullar tarafında; yoksulluğunda varsıl sevgiler üretenler tarafında boy atıyordu. Apayrı dünyalarda, erkeklik gururunu okşayan flörtlere göz kırpsa da, Esma'nın tarhanasının dumanından en derin yerlerine ulaşan sıcacık sevgiyi hiçbir kadında bulamıyor, yoksul komşularının içtenliğini her yerde özlüyordu... Gülderen de Ömer de okullu olmuştu. Deniz kıyısında, Ortaköy Camii'nin yakınındaki Burak Reis İlkokulu’na yürüyerek gider gelirler, vıcık vıcık çamurların içinde, çimlerin üzerindeymişçesine özgürce koşar, tepeden tırnağa çamurlara batmış olarak dönerlerdi. Eve girer girmez de Sıdıka'dan azar işitirlerdi. Ortaköy'de her şey aynıydı. Sokaklarda, sopalarına taktıkları sakatatlardan kan damlayan satıcılar, kalıplar halinde buz satan kamyonlar, su satan sakalar, çamurlu yollar, teneke evler, afacan çocuklar... Etrafa kokular saçarak geçen at arabaları, köşe başında bekleyen seyyar dondurmacı... Fethi, bakımlı yollarını arşınladığı, marketlerini dolaştığı, iyi giyimli insanlarıyla tanıştığı, renkli gecelerine katıldığı Avrupa'da yaşadığı günlerin ardından Ortaköy'ün sırnaşık çamura bezeli yollarını seyrederken, içinde bir burukluk hissederdi. İçinde bulunduğu ordunun bütün subayları da yoksulluktan aynı derecede pay alıyordu... Hayatları zor, maaşları azdı... Gece kulüplerinde ancak gazoz ısmarlayıp program izleyecek kadar paraları olduğu için "gazozcu" diye anılıyorlardı. Türkiye İkinci Dünya Savaşı'na katılmamıştı, iyi ki de katılmamıştı, ama o savaşa katılan, büyük zararlar gören ülkeler Türk1ye'yi fersah fersah geçmişlerdi. Esma'ya, "İnsanlar bu daracık mekânda, bütün dünyayı böyle sanıyorlar" diye dertlenip duruyordu. Gençlerin sorunlarını dinlemeye, onlara yol göstermeye bayılıyordu Âşık olanlar, evlenmek isteyenler, başı derde girenler soluğu onun yanında alıyorlardı. Belki de bu nedenle Ortaköy

48


sırtındaki gecekondu düğünlerinde her zaman şeref konuğuydu. Bu yüzden sık sık serçeparmağı kınalı dolaşırdı. En büyük eğlenceleri radyoydu. Esma, "Askerlik Saati" programını dinlerken duygulanıp, gözleri yaşaran kocasını sevgi dolu bakışlarla izlerdi. Çocuklar ise "Mikrofonda Tiyatro"yu kaçırmamak için ödevlerini çabucak bitirir, radyonun başına koşarlardı. Evde bulunduğu her dakika babalarının sırtında olduklarından, radyoda maç yayını başladığında Sıdıka hepsini birden zorla güzellik uykusuna yatırırdı. Fethi, serbest giriş kartı olduğu halde maça gitmez, komşularla birlikte radyonun başına oturur, maçları Orhan Boran'ın, Sulhi Garan'ın heyecanlı sesinden dinler, gol olunca komşularıyla birlikte bağırırdı. Gülhane Parkı'nda ünlü sanatçılar konser verdiklerinde, çocukları toplar, hep birlikte dinlemeye giderlerdi. Zeki Müren, Hamiyet Yüceses, Müzeyyen Senar, Türkiye'nin favorileriydi. Sokak aralarında, "sevilen şarkılar-sevilen türküler" elkitapları satılır, şarkıların sözleri ezbere bilinirdi. Fethi'nin yurtdışından getirdiği bir teyp ise olay olmuştu. Türkiye'deki bütün teypleri toplasalar bir elin on parmağını geçmezdi... Herkes teybe konuşup, kendi sesini dinlemek için can atıyordu. Fethi çocuklara şiir okutuyor, sonra da kasedi başa sarıp, onlara seslerini dinletiyordu. Yurtdışına her gidişinde, ailesine özlem dolu kartlar yollardı. İlk kart Esma'ya, ikinci kart çocuklardan birinin adına gelirdi. Üçüncüsü, diğerinin... Karısına yolladığı kartlar "Esmam" diye başlar, Çocuklarına yolladığı kartlar, "annenizi üzmeyin" öğüdüyle biterdi- Esma'ya el yazısıyla, çocuklara okunaklı düz yazıyla yolladığı kartpostalların dar alanına sevgi sözcüklerini sığdırır, hep "Sizi özlemekten başka derdim yok, beni merak etmeyin" derdi. Esma, Fethi'nin sık sık, en iyi yarış atlarının torpillilere verildiğinden yakınmasına üzülüyordu. Elinden gelen tek şey, kocasını dinlemek, onunla birlikte haksızlıklara isyan etmekti. Bir gün, yine eve sinirli gelmiş, birkaç duble rakı içtikten sonra, yine aynı konuyu açmış, sonra da, "Getirin atımı, dağlara çıkacağım!" diye bağırmıştı. Esma bir an paniğe kapılmış, ama Sıdıka hemen imdada koşmuştu. "Otur şimdi konuşuyoruz, merak etme atını getirirler,sonra gidersin" diye oyalamıştı Fethi'yi... Evinde çamaşırla, bulaşıkla, yemekle uğraşıp bir an boş durmayan Esma, zaman zaman Fethi'yle birlikte davetlere katıldığında zarif şıklığıyla göz kamaştırırdı. Elbiselerini, çantalarını, ayakkabılarını hep Fethi seçip alırdı... Esma, onun aldığı her şeyi beğenir kocasının beğeni dolu bakışlarını üzerinde hissedince de mutluluktan havalara uçardı. Zaten, kocasından başka hiçbir erkekle göz göze geldiğini gören olmamıştı. İkisi de birbirleriyle gurur duyarlar, ara sıra şarkılarla duygulanırlar, bir davete katıldıklarında dans etmeye bayılırlardı. Fethi zaman zaman mutfakta da hünerini gösterirdi. Kimi zaman eve balık alır gelir, Esma'ya elletmezdi bile... Balıkları temizler, yağlı kâğıtlara sararak sobada kızartır, o arada da salatayı hazırlardı. Rum arkadaşı Aleko'dan lakerda yapmayı da öğrenmişti. Lüfer balıklarını özenle ikişer parmak eninde keser, omurgalarını kaz tüyüyle temizler, suyunu iyice süzdükten sonra, tenekenin içine dizer, sonra bir sıra tuz, bir sıra defne yaprağı, yeniden dilimlenmiş lüferler, yeniden... İşi bittikten sonra tenekeyi lehimler kaldırırdı. Fethi'nin, Önder'in ölümünden sonra, "Hiçbirinizin acısına dayanamam, öleceksem önce ben öleyim" demesi Esma'nın yüreğini hoplatmıştı. Son günlerde de, "Ölmeden önce çocuklarımın sünnetini göreyim" demeye başlamıştı. Oysaki, daha gençti kocası... Yalnızca genç değil, güçlüydü de... Enerjisi bitmezdi onun... Ömer ve Öner'in sünnetleri için Ayazağa Süvari Grubu'na ait gazinonun geniş bahçesi ayarlandı. Bahçeye toprak bir yoldan giriliyordu. Etraf çiçeklerle süslüydü. Türk filmlerindeki konakların bahçelerini andırıyordu. "Gelen çocuklar bayram yapsın" dedi Fethi... Yiyecekler açık büfeden alınıyordu, kantin de çocuklar için parasızdı. Öner, gazinoya giderken, Ömer'e, "Önce ben sünnet olacağım demiş, Ömer, "Hayır ben olacağım" diye itiraz etmişti. Ancak sünnet için doktor geldiğinde Öner aniden kayboldu. Sonunda yakalandı ve altı kişi elini kolunu tutarken sünnetine başlandı. Doktor, "Acıyor mu ?" diye soruyor, o sesinin sonuna kadar, "Acıyor tabiî eşşoğlu eşşek" diye bağırıyordu. Fethi, oğullarını sünnet ettirirken hüngür hüngür ağlamış, sonra da günlerce onları kucağında dolaştırıp durmuştu.

49


Sıdıka, sünnetten sonra mevlit dinlemek için ısrar edince, Fethi onu kırmamış, Sultanahmet Camii'nde okunan mevlidi o meşhur teyple kaydetmişti. Fethi, çocuklar enerjilerini harcayabilsin diye odalardan birini jimnastik odası haline getirmişti. Orada kendisi de başlarına geçiyor, birlikte spor yapıyorlar, taklalar atıyorlardı. Ama, havalar biraz düzelince, çocukların enerjileri de sokaklara taşıyordu.

20 Fethi'nin yarıştan yanşa koştuğu günlerde, Ankara'daki ateş de büyüdükçe büyüyordu. Kışlalarda ihtilal planları yapılıyor, her yerde siyaset konuşuluyordu. Üniversiteler ayaklanmıştı. Öğretim üyeleri hükümeti protesto ediyordu. İktidar, belki de gazetelere uyguladığı sansür nedeniyle, ihtilalin yaklaşan ayak seslerini duymuyordu. Menderes'in Tarsus'ta yaptığı konuşma da kışlalarda yankısını bulmuştu: "Muhalefet 'Hesap soracağız' diyor. Bu yolun sonunda sehpa olduğundan bahsediyorlar. Böyle konuşmakta devam ederlerse, onların hesabını bizim şimdiden görmemiz icap eder." Bir gün sonraki konuşması, tartışmaları biraz daha alevlendirmişti: "Muhalefet ve basının açmış olduğu şiddetli ateşin himayesinde birtakım komünist birliklerin hareket hazırlığında olduğunu biliyoruz." Menderes'in bu sözleri söylediği tarihte, İstanbul ve Ankara'daki iki çekirdek ihtilalci örgüt birleşme karan almıştı. 1956 yılının yaz aylarında, siyasetteki kavga daha da büyümüştü. Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası'nda yapılması öngörülen değişiklik, siyasî partilerin açık hava toplantılarını seçim propagandası dönemiyle sınırlıyor, diğer zamanlarda izin alma zorunluluğu getiriyordu. Bu yasanın görüşmeleri sırasında Meclis'te gerginlik son noktaya ulaşmış, İsmet Paşa, kürsüden DP iktidarına, "Aramızdaki farkı bilelim. Biz mutlakıyetten bugüne geldik. Siz bugünden mutlakıyete gidiyorsunuz" diye seslenmişti. Görüşmelerde muhalefet Meclis'i boykot ederek Genel Kurul salonunu terk etmişti. Ancak, DP'nin sandalye sayısı, tasarıyı geçirmeye yetmiş de artmıştı bile... Büyüyen ateşe her gün bir odun daha atılıyordu. İstanbul Valiliği, Bakırköy İlçe Başkanlığı'nın, İsmet İnönü şerefine düzenlediği ziyafeti yasaklamıştı. Ziyafet için hazırlanan bütün yemekler Sultanahmet Cezaevi'ndeki mahkûmlara gönderilmiş, ancak cezaevi müdürü gönderilen yemekleri kabul etmemişti. DP'nin ezelî muhalifi Cumhuriyetçi Millet Partisi Genel Başkanı Osman Bölükbaşı'nın da başı dertten kurtulmuyordu. Partinin Giresun il kongresinde konuşan Bölükbaşı'nı alkışlayan partililerin karakolluk oluşu da gazetelere haber olmuştu. "Otuz Beş Yaş" şiiriyle gönülleri fetheden, şiirlerinde "barış" ve "eşitlik" kavramlarını vurgulayan ünlü şair Cahit Sıtkı Tarancı, 13 ekim 1956'da Viyana'da ölmüştü. Ölümünden kısa bir süre sonra, ünlü şairi anmak için Türk Ocağı binasında yapılması kararlaştırılan toplantının, Ankara Valiliği'nin yasağına takılması, sanat çevrelerinde büyük tepki yaratmıştı. Yasaklardan ve kapatmalardan sendikalar da payını alıyordu. Dokunulmazlığı kaldırılan Osman Bölükbaşı, bir tutuklanıp bir tahliye ediliyordu. Seçim karan böyle bir ortamda alınmıştı. Menderes'in, kampanya sırasında kullandığı, "İsmet Paşa hastadır. Hastalığı da iktidar hastalığıdır" sözü, pek çok subay gibi Fethi'yi de çileden çıkarmıştı. Kışlalarda, İsmet Paşa'nın sözleri ezberleniyordu... Orduda, iktidarı devirmek için oluşan onlarca grup, harekete geçmek için seçimleri bekliyordu. Bu gruplarla ilişkisi olmayan ama gelişmeleri üzüntüyle izleyen Fethi, kendisini daha çok atlara, daha çok yarışlara veriyordu. 1957 seçimlerine böyle bir ortamda gidilmişti. Sonuçlar, hem DP, hem CHP açısından yenilgiydi. Oyların yüzde kırk sekizine yakınını alan DP dört yüz yirmi dört milletvekilliği kazanırken, yüzde kırk birine yakınını alan CHP yalnızca yüz yetmiş sekiz milletvekili çıkarabilmişti. Oy oranlarına bakılırsa, halk sanki ortadan ikiye bölünmüş gibiydi. Ama Meclis'te mutlak hâkimiyet "DP’ nin elindeydi. Türkiye'nin hiç bitmeyen seçim sistemi tartışmaları, daha önceden başlasa da, o zaman alevlenmişti... DP yine iktidardı ama artık eskisi kadar güçlü değildi. Ekonomik sıkıntı da iktidar için dezavantaj oluşturmuştu. Ordunun yükselen tansiyonu ise tehlikeli boyutlara ulaşıyordu. 1957 yılının aralık ayında, ordudaki ihtilal hazırlıklarının hükümete ihbar edilmesinin ardından dokuz subayın tutuklanması olayı kışlalardaki yangının habercisi oldu. Tutuklananlar arasında, Talat Aydemir’in dahil olduğu ihtilal grubunun başkanı Faruk Güventürk de vardı. İhtilal komitelerindeki subaylar ellerindeki gizli belgeleri hızla imha ediyorlardı. Ancak kaygılar boşa çıktı. Başbakan Menderes olayı büyütmek istememişti. Dokuz subayın yargılanması sırasında olayın üzeri örtüldü.

50


Sonuçta, bir kişi dışında subayların tümü beraat etmişti. Ceza yiyen tek subay ise ihtilal hazırlıklarını ihbar eden olmuştu.

21 Nal sesleri yaklaştığında, Esma öğle yemeği için bütün hazırlıklarını tamamlamıştı. Toprak yoldan yükselen toz bulutları arasından, Fethi'nin bir sıçrayışla atından inip eve doğru yaklaşmasını, güler yüzle izledi. Ortaköy'ün cilvelerine alışmıştı... Bir yandan yemek yerken, bir yandan sohbet ediyorlardı. "Hükümet, orduyu alarma geçirdi. Gerektiğinde Irak'a müdahale etmek için doğudaki birlikleri güneye yığıyorlar" dedi Fethi tatsız bir sesle... 1958 yılının yazıydı ve Irak'ta, General Abdülkerim Kasım yönetimindeki kanlı darbede, halkın hücum ettiği sarayı yaktığı, ihtilalcilerin Kral Faysal, Prens Abdülillah ve Başbakan Nuri Said Paşa'yı hunharca öldürdükleri haberi bütün gözleri bu ülkeye çevirmişti. Bağdat Radyosu, Irak'ta krallık rejiminin yıkılarak cumhuriyetin kurulduğunu ilan etmişti. Irak'taki darbe, ihtilal tartışmalarının yapıldığı Ankara'da kaygı yaratmıştı. Bağdat Paktı'na katılmak üzere Türkiye'ye gelmeleri beklenen Kral Faysal ve beraberindekileri karşılamak için İstanbul'da bulunan Cumhurbaşkanı Bayar ve Başbakan Menderes acilen Ankara'ya dönmüşlerdi. "Kağızman'daki alay da güneye intikal etmiş..." Esma'nın içi gitti bu haberi duyduğunda... İyi kötü günler geçirdikleri Kağızman'ın kan ağladığını hissediyordu. Alay, kasabanın bütün yaşamıydı... Alay gidince, Kağızman da bir boşluğa düşmüş olmalıydı. Neyse ki kısa bir süre sonra 5. Süvari Alayı'ndan bir bölük Kağızman'a nakledilmişti. Esma'nın gözleri parladı: “Kağızman yeniden hayat bulmuştur." Fethi'nin gözünde, yerleşik bir süvari bölüğünün Kağızman'a nakli canlandı. "Atların nakli zor iş" dedi, "taylı kısraklar da vardır içlerinde..." Bunları söylerken, Kağızman'a giden bölüğe Erol Dinçer'in komuta ettiğini bilmiyordu. Bilse de, yıllar sonra kader birliği yapacağı Erol Dinçer adı, o gün için özel bir anlam ifade etmeyecekti. Irak'taki darbe tartışmalarının Ankara'da muhalefet ve iktidar arasındaki gerginliği biraz daha artırdığı günlerde, ekonomik kriz de almış başını gidiyordu. Ağustos ayında yeni istikrar programı açıklanmış ve Cumhuriyet tarihinin ikinci büyük devalüasyonu yaşanmıştı. Dolar, Türk lirası karşısında yüzde üç yüz yirmi bir değer kazanmıştı... Yüzbaşı Fethi Gürcan'ın böyle bir ortamda tayini İstanbul'dan, Adapazarı'na çıktı... İstanbul, Adapazarı'na bir iki saat uzaklıktaydı ama, Gürcanlar için altı yıllarını geçirdikleri, ilk kez kendilerine ait bir evde oturdukları Ortaköy'den ayrılmak zor olmuştu. Eşya yeniden denklendi, Adapazarı'nda kiralık ev, Ortaköy'deki eve de kiracı bulundu. Bahçesinde meyve ve ceviz ağaçları bulunan üç katlı ahşap bir eve yerleştiler. Mutfak ve banyo alt kattaydı. Üst katlarda ise ikişer yatak odası bulunuyordu. Çocukların arasında üçer yaş vardı. Gülderen on iki, Ömer dokuz, Öner altı yaşındaydı. Sıdıka yine yanlarındaydı. Çocuklar için hayatın akışında bir değişiklik olmamıştı. Derslerini bitiren o günkü özgürlüğünü ilan ederdi. Sokaklarda savaş oyunları oynuyorlar, çelikçomakla eğleniyorlar, sapan atıp mutlu oluyorlardı. Oyunlar evde de aynı hızla sürüyordu. Yüzlerce renkli kâğıt, kibrit kutuları ve çöpleriyle tüfekler, kaleler, askerler yapıyorlar, Fethi'nin de katılımıyla savaş oyunlarını yatakların üzerine taşıyorlardı. Gürcanların evinde tam bir şamata hâkimdi. Kadınlar bir araya geldiklerinde hortlak hikâyeleri anlatırlardı. Sıdıka da, hortlak hikâyeleri anlatmaktan yorulmamıştı. Ömer'in en büyük eğlencesi Gülderen'i korkutmaktı. Akşam karanlık bastırdığında, halının altına girer, Gülderen çay getirirken garip sesler çıkararak halıyı kaldırırdı. Çığlık sesiyle birlikte çaylar da yerlere dökülürdü. Fethi Ayazağa'daki arkadaşlarını özlemişti. İstanbul'daki bir baloya davet edilince bunu fırsat bildi. "Kalk gidelim Esma" dedi. Özenle hazırlandıktan sonra çocukları Sıdıka'ya emanet edip evden çıkmışlardı. Baloda müzığin sesi, dansın ritmi, ikili üçlü sohbetlerdeki heyecanı gözlerden saklıyordu... Birbirlerine güvenen genç subaylar, kaşla göz arasında, memleket sorunlarını tartışıyorlardı.

51


Irak'taki darbenin ardından, Başbakan Menderes ile ismet Paşa arasındaki söz savaşları sırasında, Başbakan, ismet Paşa'yı ihtilal tahrikçiliğiyle suçlamış, bu sözler kışlaları biraz daha hareketlendirmişti. "İstanbul Teknik Üniversitesi'ndeki olayları duydun mu?" Fethi, yanına oturan yüzbaşıya döndü: "Yemek ücretlerine yapılan zammı protesto eden öğrencilerin gözaltına alındıklarını duydum." "Çocukları ihtilal hazırlamakla suçlamışlar." "İşin tadı iyice kaçtı... Totaliter bir rejime doğru gidiyorlar." Başbakanın Manisa'da "Vatan Cephesi" kurulmasını istemesi ipleri biraz daha germişti, ismet Paşa, başbakanı Sivas'ta yanıtlamış, "Demokrasiyi getirenler, demokratik rejime inanmamış olanların elinden demokrasiyi kurtaracaklardır" demişti. 1958 yılının ekim ayında gazeteler, İsmet Paşa'nın gezilerinde yaşanan olayları aktarıyorlardı. Tokat Zile'de paşayı karşılamaya gelenleri polis ve asker dipçikle dağıtmış, bazı CHP'liler tutuklanmışlardı. Amasya'da, "Halka dipçik ve copla vuranlar bir gün hesap vereceklerdir" diyen İsmet Paşa'ya, başbakan, "Asıl biz hesap soracağız" yanıtını vermekte gecikmemişti... Ardından İsmet Paşa'nın Çankırı'ya gidişi olay olmuştu. Şehre girişi sırasında vatandaşlar, kendilerini engellemek isteyen polis kordonunu yarınca, polis de halkı copla dağıtmıştı. Daha sekiz yıl önce İnönü'nün tek parti iktidarından sıkılan ve bir değişiklik arayan halk, "ismet Paşa çok yaşa!" sloganları atıyordu... Başbakan, iktidarını eleştiren basına ağır suçlamalarda bulunuyordu. Son sekiz yılda gazeteciler hakkında iki bin üç yüz yirmi dört kovuşturma açılmış, sekiz yüz on biri için mahkûmiyet kararı verilmişti. Fethi, çoğunlukla olduğu gibi, konuşmak yerine dinlemeyi yeğliyordu. Arkadaşı susup kendisine bakınca, "Olaylar büyüyebilir" dedi. "Millet sürgit baskı altında yaşayamaz. Üniversite öğrencilerini düşman gibi görüyorlar. Paşaya hakaret edip duruyorlar, Basın hürriyeti diye bir şey kalmadı. Gericiler her gün biraz daha cesaretleniyor. Medeniyet yolunda ilerleyeceğimize, hilafete doğru geriliyoruz." Bu sözleri arkadaşına, başbakanın birkaç yıl önce grubuna,”Siz isterseniz hilafeti de geri getirirsiniz" dediğini anımsattı. Konuşma bitince, yanındaki yüzbaşı kalkıp birkaç sandalye ilerideki yerine geçti. Esma sessizce oturuyordu. Kulağına eğilip "Kışlalarda yangın var... Millet aya çıkıyor, bizimkiler hâlâ hilafet özlemi içinde..." diye fısıldadı, sonra rakısından bir yudum alıp arkasına yaslandı. Masada, ordular arası binicilik yarışmalarından tanıdığı yabancı subaylar da vardı. İlgisini onlara yöneltti. Gülderen ve Ömer uyumamış, onların balodan gelişini beklemişlerdi. Ama evden neşeyle çıkan Esma, dönüşte burnundan soluyordu. Fethi'nin yüzünde ise muzip bir ifade vardı. O hiçbir şey yokmuş gibi, boynuna sarılan çocuklarını öptükten sonra divana kurulmuştu. Çocuklar "Ne oldu?" diye sorunca, Esma'yı yan gözle süzerek, eliyle sus işareti yapmış, fısıldayarak konuşmuştu: "Anneniz çok kızgın..." Esma, karşısındaki divana çöküp söylenmeye başlamıştı bile... Baloda Fethi, masalarında oturan Amerikalı bir kadınla dans etmişti. Onun kadınla dans etmesi Esma'nın canını sıkmış, bunu fark eden kadının kocası da onu dansa davet etmişti. Esma adamın davetini reddetmiş, düştüğü durum yüzünden de Fethi'ye sinirlenmişti. Esma, "Sen kadını dansa kaldırmasaydın, kocası da bana gelip 'Dans edelim' demezdi" diye söylenirken, Gülderen ve Ömer babalarının kucağına çıkmışlar, gülüşüyorlardı. *

*

*

Adapazarı'nda da en büyük eğlenceleri sinemaya gitmekti. Bol bol Ayşecik filmleri seyrederlerdi. Esma ile Fethi'nin favorisi ise Avare filmi olmuştu. Bir gün beyazperdede izledikleri insanlar, Adapazarı'na geldiler. Kurtuluş Savaşı'nı anlatan Onun Süvarisi adlı filmin çekimi yapılacaktı ve bunun için süvari birliklerinden yardım almaları gerekiyordu. Merkezi Adapazarı'nda bulunan 2. Süvari Tümeni'nin komutanı Tümgeneral Kemal Binatlı, Kurtuluş Savaşı'na katılmış bir asker olarak, filmin çekimini yakından izliyordu. Çekim ekibine yardımcı olma görevini de Yüzbaşı Fethi Gürcan'a vermişti.

52


Oyuncular arasında Turgut Özatay, Lale Oraloğlu, Fikret Hakan, Semih Sezerli vardı. Filmin hem yönetmenliğini, hem de kameramanlığını Ordu Film Merkezi Komutanı Binbaşı Nusret Eraslan yapıyordu. Zaten senaryo da kendisine aitti... Çekim ekibi için Erenler köyünde çadır kuruldu. Çekim yeri ise bayram alanına dönmüştü. Bütün Adapazarı halkı oradaydı. Ekip akşamlarını da Adapazarı'nın en sıcak mekânında geçiriyordu. Meyhaneci Hurşit'te... Savaş sahneleri bol bir film olduğundan, her şey Yüzbaşı Fethi'ye soruluyordu. Binbaşı Nusret Eraslan, filme nasıl karar verdiklerini Yüzbaşı Fethi'ye de anlatmıştı... O yıl Yunanlılar, Ölmesi Lazım Gelen adlı bir film çekmişlerdi. Kurtuluş Savaşı'nı konu alan filmde Türkiye aleyhine propaganda yapılıyordu. Binbaşı Nusret Eraslan, bu durum üzerine elinde hazır olan senaryoyu filme dönüştürmeyi önermiş, önerisi de kabul edilmişti. Yalnızca Adapazarı halkının değil, çekim ekibinin de gözleri Yüzbaşı Fethi Gürcan'ın üzerindeydi. Onun olimpiyatlarda at koşturduğunu, bütün Avrupa'yı dolaşıp, yurtdışı yarışmalarda Türk bayrağını göndere çektirdiğini bilmeyen yoktu. Rolü gereği ata binmesi gerektiği halde ata binmeyi bilmeyen oyunculara ders veriyor, herkesle ilgileniyordu. Başrol oyuncusu, millî yüzücü Lale Oraloğlu da, Yüzbaşı Fethi'den binicilik dersi alan oyuncular arasındaydı. Tümen merkezindeki bütün atlar çekim için seferber edilmişti, ancak pek çok oyuncunun göz koyduğu onun yağız İngiliz yarış atına binmek yasaktı. Çekim ekibindeki tek çocuk ise, "Küçük Ali"yi oynayan, Binbaşı Nusret Eraslan'in on yaşlarındaki oğlu Tanju'ydu. Bir gün, Yüzbaşı Fethi'nin çizmelerine sarılıp, "Fethi Amca, ne olur beni bindir" diye yalvardı... Herkese tartışmasız "hayır" diyen Fethi, Tanju'nun çocuk gözlerindeki ifadeye dayanamadı. Babası ise telaşlanmıştı... Yağız yarış atı, diğerlerinden çok yüksek ve hızlıydı... "Aman Fethi" dedi, "başına bir şey gelir..." "Bırak ağabey, çocuk bu... Sen merak etme..." dedi Fethi. Tanju’yu elinden tutup yola düştü. Satın aldıkları kot pantolonu terziye götürdüler. Terziye, pantolonun dizlerini açtırmış, iri yaka vatkaları taktırmıştı... Tanju'nun sevincine de, gururuna da diyecek yoktu... O ekipteki tek çocuktu ve Yüzbaşı Fethi, en çok onunla ilgileniyordu. Terzinin işi bitene kadar başında beklemişler, sonra da tavlaya gitmişlerdi. Yüzbaşı Fethi, seyisine Tanju'yu “yeğeni” olarak tanıtmış, ne zaman isterse atına binebileceği talimatını vermişti. Tanju olanlara inanamıyordu. O bir çocuktu... Yetişkinler çocukları ne kadar ciddiye alırdı ki... Kavramların henüz yer etmediği beyninde, kendisini bir kişilik olarak kabul edip değer veren Fethi Amca'sını ömrünün sonuna kadar unutmayacağını hissediyordu... Yalnızca hissediyordu... Kavramların ne anlamı var? Kavramların içini sizin beyniniz, sizin yüreğiniz doldurur... Pek çok yetişkin insanın yaşanmışlıkların dışında kalan, adını söyleyip tanımladığını sandığı ama hiçbir zaman anlayamadığı kavramların içi ne kadar boşsa, çocuklar için adını koyamadıkları adsız düşünceler, içtenlikleri kadar varsıl, dürüstlükleri kadar yoğundur... Yani kimi için yaşamın bir armağanı olduğu sanılan süslü paketler yetişkinlerin elindedir de, armağan gerçekte bir çocuğun cebindedir. Çocuklukta yerleşen adsız kavramlar, yetişkinlikte yaşam felsefesinin temel taşlarını oluşturur. Tanju, kırk yıl sonra, atlarla iç içe ve çocuklarla sarmaş dolaş yaşarken, yalnızca bir ay birlikte olduğu Fethi Amca'sını anacak ve yaşadığı kavramın adını, "O sevgi dilini yakalamıştı" diye koyacaktı. Sorumluluğunu üzerine aldığından, Tanju artık Yüzbaşı Fethi'nin yakın gözetimindeydi... Ünlü oyuncular, sitem etmeye başlamışlardı. Lale Oraloğlu bir gün, "Onu bindiriyorsun, beni de bindir" diye ısrar edince, ikinci izin filmin kadın başrol oyuncusuna çıktı... Turgut Özatay da, Fethi'nin atına bir kerecik binmeyi başardı. Kısa bir süre sonra yeni bir film ekibi, yeni bir filmin çekimi için yeniden Adapazarı'na gelmişti. Ölümden de Acı adlı filmin çekiminde, Esma ve Fethi'nin dışında bütün aile ve mahalle figüran olarak rol almışlardı. Yüzbaşı Fethi, bu çekimler sırasında Safiye Ayla'yla da tanışma fırsatı buldu. Atatürk'ün huzurunda şarkı söyleme şansını yakalayan sanatçıyla yakından ilgilendi. Safiye Ayla'nın kendisine sinema oyunculuğu önermesi ise tam bir sürpriz oldu. Karşısındaki sanatçıya bir yandan önerisinden duyduğu mutluluğu, bir yandan da mesleğine olan tutkusunu, askerliğin onun için vazgeçilmezliğini anlattı. Eve geldiğinde Esma'ya, sinema oyunculuğu önerisi aldığım söyledi. Tam, Safiye Ayla'yla neler konuştuğunu, ona verdiği yanıtı anlatacaktı ki, karısının yüzündeki kuşkulu ifadeyi görünce, onunla biraz şakalaşmaya karar verdi. Ciddi bir ifadeyle, "Sen ne dersin,

53


kabul edeyim mi ?" diye sordu. Baktı ki Esma kızgınlığından yanıt bile vermiyor, kahkahalarını koyuverdi. Adapazarı'nda çok yağmur yağar, her yeri su basardı. Çocuklar biriken suların içinde, üzerine bindikleri inşaat kalaslarını yüzdürürlerdi. O yıl ilkokula başlayan Öner de artık oyunlara katılıyordu. 1959 yılının mart ayı kapıya dayandığında Öner aniden hastalandı. Daha ilkokula başlayalı altı ay olmuştu. Ona çocuk hastalığı tanısı konmuştu ama Öner gün geçtikçe iyileşeceğine, daha da kötülüyordu. Karıkocanın moralleri bozulmuştu. Esma'nın gözleri yine yaşlıydı: "Niye iyileşmiyor Fethi ?" Dili, kocasına Önder'i anımsatmaya varmıyordu ama ikisi de aynı kaygı içindeydi. Fethi, sıhhiye astsubayının, çocuğu İstanbul ya da Ankara'ya götürmelerini salık verdiğini aktarıp, "Ben de öyle düşünüyorum Esma..." dedi. Esma, hemen hareketlendi: "Ankara daha iyi. Ağabeyim ne gerekiyorsa ayarlar." Ankara'da askerlik şubesinde görev yapan Mustafa Türker'i aradılar. O zaten aile sorunlarını çözmekte ustaydı. Jet hızıyla doktor ayarladı, gerekirse hastaneye yatırabileceklerini söyledi. Fethi, Öner'i alıp Ankara'ya gitti. Tahlil ve kontrollerin ardından söylenenler, karıkocanın kuşkularının boşa olmadığını ortaya koyuyordu. Tanı yanlış konmuştu, Öner çocuk hastalığı geçirmiyordu, romatizma kalbine vurmuştu. Kalp büyümesi gibi ciddi bir hastalıkla karşı karşıyaydı. Doktorun sözleri Fethi'nin beyninde uğulduyordu: "Bir hafta daha gecikseydiniz, çocuk ölürdü..." Öner hastaneye yatırılınca, Fethi de izin alıp refakatçi olarak onun yanında kaldı. Esma'ya, "Paraya ihtiyaç var, teybi de alıp gel, burada satalım" dedi. Artık Esma da, Sakarya ile Ankara arasında mekik dokuyor, bir Gülderen ile Ömer'in yanına, bir hastanede yatan Öner'in başucuna koşturuyordu. Fethi için hastanede uzun geceler başlamıştı. Esma'dan saklanan bir şey daha vardı. Doktorlar Öner'e uzun bir yaşam biçmiyorlardı. Geceleri hastane penceresinden kavak ağaçlarına bakıp düşüncelere dalıyor, gözlerinden akan yaşların çenesinden süzülüp göğsünü ıslattığını fark etmiyordu bile... Öner yemek yemek istemiyor, yediklerini de çoğunlukla çıkarıyordu. Doktorlar, yemek yemesi için ısrar edilmemesi gerektiğini söylüyorlardı ama beslenmesi de gerekliydi. Fethi, hastane odasında Öner'i yumurta yemeye ikna ettiğinde bayram yapıyordu. Gidip hastane mutfağında pişirdiği yumurtayı getirir, Öner, yüzünü buruşturur, "Çok pişmiş" der, Fethi "Tamam yavrum “der, yeniden pişirir getirir, Öner yüzünü buruşturur,” Az pişmiş” der, Fethi "Tamam yavrum" der, yeniden pişirip getirirdi... Kimi zaman onuncu kez mutfağa gittiğinde, kendi kendisine, "isteyerek yemesi lazım, yediğini çıkarmaması lazım" diye tekrarlar, beynini yalnızca onun isteyerek yemek yemesine, yüreğini daha çok yaşamasına odaklar, yeniden pişirir, yeniden Öner'in önüne getirirdi. Hastanede günlük gazeteleri satır satır okuyordu ama gazeteler haber almak için yeterli değildi. Ağır sansür uygulaması nedeniyle son anda yayın yasağı konan kimi haberlerin yerine yenisi konamıyor, yasaklanan haberin yer aldığı sütunlar gazetelerde boş bırakılıyor, beyaz, boş sütunlar, "Size duyuramadığımız önemli bir haber var" mesajı taşıyordu. Muhalefetle, askerle üniversitelerle temas içinde olan gazetecilerden öğrenilen "yasak haberler kulaktan kulağa yayılıyor, kimi zaman olduğundan çok daha büyük boyutlara ulaşıyor, dedikodu çığ gibi büyüyordu. Hastane dönemi bir ay sürmüştü. Öner hastalığının akut dönemini atlatmış, taburcu edilmişti ama Fethi, onun için sürekli "iyilik" olmayacağını biliyordu. Bunu yalnızca Mustafa'yla paylaşmıştı. Ne çocuğunun acısına dayanabilirdi, ne de Esma'nın yıkılmasına... Karısının saçlarının öbek öbek döküldüğünü fark ettiğinde içi biraz daha sızlamıştı. "Üzülme Esma" diye takılmıştı, "saçların tamamen dökülürse, ben de gider sıfıra vurdururum. Birlikte yine uyum içinde dolaşırız." Öner'e, hastaneden çıktıktan sonra on beş günde bir düzenli olarak iğne yapılacaktı. İlaç, çabuk enjekte edilmediğinde donuyor, iğneyi defalarca batırıp çıkarmak gerekebiliyordu. Fethi, küçük yerlerde sağlık memurlarının bu işi iyi yapamayacağı ve Öner'in canının daha çok yanacağı düşüncesiyle, hastanede hemşirelerden iğne yapmayı öğrendi. Öner taburcu olunca Adapazarı'na dönüş hazırlıkları yapan Fethi, kayınbiraderi Mustafa Türker'in evindeydi. Mustafa, oğlu ilkokul dördüncü sınıf öğrencisi Akbey'in sorunundan söz açmıştı. Akbey'in karnesine ilk dönemde altı zayıf gelmişti ve büyük bir olasılıkla sınıfta kalacaktı. Akbey, öğretmenin kendisine taktığını öne sürüyordu.

54


"Sorun nedir ağabey?" Mustafa, ironik bir gülümsemeyle, “ Öğretmenle tartışmışlar” dedi. Fethi şaşırdı: "Küçücük çocuk öğretmenle ne tartışmış ?" "Öğretmen derste Vatan Cephesi konusunu açmış. Sonra da îsmet Paşa için 'sağır köpek' demiş. Bizimki yerinden fırlayıp, 'Böyle konuşamazsınız, o Kurtuluş Savaşı kahramanı!" diye çıkışmış." Fethi, Akbey'e kitabını getirmesini söyledi. Ona kitaptan sorular soruyordu. "Ağabey, bu çocuk derslerini biliyor. Okulların kapanmasına daha iki ay var. En iyisi onu da alıp Adapazarı'na götüreyim. Sınıfını geçer, boşuna bir yıl kaybetmez" dedi. Mustafa kabul etti. Fethi, Öner'i ve Akbey'i alıp Adapazarı'na döndü. Gözünü Öner'den ayırmadığı gibi, sorumluluğunu üstlendiği Akbey'in dersleriyle de yakından ilgileniyordu, ilk ayın sonunda okula gidip öğretmenle görüşen Esma, iyi haberler getirmişti: "Akbey'in öğretmeni durumunun iyi olduğunu söyledi." "Böyle olacağını biliyordum. Memleketi ne hale getirdiler. Öğretmen, sınıfta İsmet Paşa'ya hakaret ediyor, ona karşı çıkan çocuk da sınıfta bırakılarak cezalandırılmaya çalışılıyor." Fethi, elindeki 2 mayıs 1959 tarihli gazeteyi Esma'ya uzattı: "Gene bir haberi son anda sansürlemişler. Baksana, yeri boş kalmış..." Fethi'nin sansürlenen haberi öğrenmesi uzun sürmemişti. Uşak'ta İsmet Paşa'nın DP'lilerce yolu kesilmiş, hakarete uğrayıp hırpalanmış, istasyondan atılan bir taşla başından yaralanmıştı. Bu işin sonu nereye varacaktı ? İçinde büyüyen öfke, patlamaya hazır iltihaplı bir yara gibi sancıyor, canını acıtıyordu. Radyo tamamen hükümetin emrindeydi. Vatan Cephesi'nin ne kadar genişlediğinin propagandasını yapan radyo yayını onu çileden çıkarıyor, esmer yüzü biraz daha kararıyor, "Düpedüz vatandaşlar birbirine düşman ediliyor" diye söyleniyordu. Öner'in hastalığıyla Adapazarı'ndaki huzurları da kaçmıştı...Fethi, ne zaman rakı sofrasına otursa, gözlerinden yaşlar boşalıyordu. Herkes Önder'e ağladığını sanıyordu. Bu doğruydu... Ama O, Önder kadar Öner'e de ağlıyordu... Öner'in tam teşekküllü bir hastanede denetim altında tutulması gerekiyordu. Sürekli Ankara'ya gidip gelmek hem çocuğu yoruyor, hem de Fethi'nin izin kredileri tükeniyordu. Yapılacak tek şey, tayinini istemekti. Bunun için Ankara daha uygundu. Hem Öner'in tedavisi Ankara'da başlamıştı, hem de Mustafa'nın yakınında olmak Esma’ya güç verecekti. Uluslararası platformlarda başarılara imza adan binici Fethi Gürcan'ın bu isteği, olumlu karşılandı. Artık, Gürcanlar için Ankara günleri başlıyordu...

55


Anafor "Gök gümbürdüyor, hiçbir şey fırtınayı önleyemez artık..." Gracchus Babeuf

22 4 haziran 1963. Gözlerini kapayıp, başını arkaya yasladı. Öğle yemeğinden sonra, hücresinde yalnızlığa çekilmişti... 20 mayıs akşamı vedalaşıp ayrıldığı, 21 mayıs günü ise bir daha hiç göremeyeceğini düşündüğü ailesiyle daha birkaç saat önce birlikte olmuştu. Onları yeniden görmek ne kadar büyük sevinçse, o kadar büyük acıydı... Görüşme saatini beklerken, bir yandan yaklaşan kavuşma anının heyecanıyla coşmuş, bir yandan da içinde bulunduğu gerçekle yüzleşmelerinin acısını yaşamıştı... Esma'nın gönderdiği gömleklerinden en uzun kollusunu seçmiş, kol manşetlerini bileklerinin bitimine kadar indirmişti. Kollarını kaldırıp, kelepçelerin derin izler açtığı bileklerini açıkta bırakacak bir hareket yapmamak için şartlamıştı kendisini. Bahçede, gardiyanlar nezaretinde yapılan görüşme anında, Gülderen'in sararmış yüzündeki hüzünlü gözlerini bileklerinde hissedince, kol manşetlerini çekiştirmiş, gülümsemişti kızına... Gülümsemesine karşılık alınca, fark etmediğini düşünerek sevinmişti... Esma, özenle topladığı saçlarının çevrelediği başını dimdik tutmuştu. Daha ilk ziyarete, kendi elleriyle hazırladığı yemeklerle gelmişti. Gülümsüyor, "Bizi merak etme" diyordu. "Sen sağlığına dikkat et... Bizi hiç düşünme..." Yalnızca yaşamındaki birkaç insan onun duru bakışlarının ardındaki fırtınayı sezebilirdi. Şimdi fırtınasını en yakınlarından da saklamak istiyordu. Ömer, babasının özgür olmadığını düşünmek bile istemiyordu. Öyle ki, ışıl ışıl yanan gözlerinde, yalnızca babasını görmüş olmanın sevinci okunuyordu. Ama sonunu getiremediği esprileri, çocuk kalmak ile genç olmak arasında sıkışan ruhunun derin şokunu ele veriyordu... Sema, bir buçuk yaşının çırılçıplak sevinciyle, "Babaci..." diye el çırpıyordu. Kimse Fethi'ye, onun günlerdir her akşam, babasının geliş saatlerinde ağlama krizine girdiğini söylememişti. Onun yeri, Fethi'nin omzunun üzeri, gömleğinin içiydi... Mustafa... Herkese yetmek için, herkese koşan Mustafa... "Çocukları merak etme" diyen Mustafa, "Avukat işini ben çözerim" diyen Mustafa... Her ne kadar yalnızca birinci derece yakınlara ziyaret izni veriliyorsa da, Mustafa geniş çevresini kullanmış, ziyarete gelmeyi başarmıştı. İlk görüşmede, diğer ziyaretçilerin anlatımlarıyla ortaya çıkmıştı ki, yalnızca kardeşine ve onun çocuklarına değil, 20/21 Mayıs Olayları nedeniyle Mamak'ta gözaltına alınan bütün sanıkların ailelerine koşuyor, herkese moral vermeye, herkese yetmeye çalışıyordu. Fethi, derin bir nefes aldı... O gün Mamak'taki bütün sanıklar için özel bir gün olmuştu... 21 mayıstan sonra ilk kez o gün ailelerini görebilmişlerdi. Ziyaret saatinin ardından, ağızlarını bıçak açmamış, hepsi sessizce hücrelerine çekilmişlerdi. Ama kısa bir süre sonra, ellerine tutuşturulan tahkikat kararnamesi sessizliği bozmuştu. Mahkeme ise 7 haziranda başlayacaktı. Savcının kalın iddianamesi okundukça moraller bozuluyordu... İşletilmek istenen ceza, ağırlıklı olarak Türk Ceza Kanunu'nun 146'ncı maddesiydi. Sanıklar dört grupta toplanmıştı. Ceza, işlenen fiillere göre ağırlaşıyordu. Birinci derecede suçlu görülen sanıklar, eyleme bizzat kalkışanlardı ve onlar hakkında 146'ncı maddenin birinci fıkrasının uygulanması isteniyordu. Yani idam... İkinci derecede suçlular, eyleme katılanlar; üçüncü derece suçlular, işbirliği yapanlar; dördüncü derece suçlular ise böyle bir teşebbüsten haberi olduğu halde hükümete haber vermeyenlerdi.

56


İddianame, sanıkların ifadelerinin alınmasından sonra hazırlanmıştı: "... Üç ayrı kolda çalışan ve birbirleriyle birleşme gayreti içinde olan ihtilalci grupların, ordunun genç kuşaklarına nafiz olma teşebbüsleri olmuştur... ... Vatan ve millet sevgisinden yoksun kimseler 'Harbiyeli aldanmaz' parolası altında 27 Mayıs'ı yaratan Harbiyeli'yi iğfal etmişler, suça teşvik ve iştirakini teminde beis görmemişlerdir.İddianamede, üç ayrı kolda çalışan ihtilalci gruplar; "22 Şubatçılar", "On Dörtler" ve "On Birler" başlıkları altında anlatılıyor,bu grupların temaslarına yer veriliyordu. Sonra, harekât gecesine dönülüyor, 20/21 Mayıs ihtilal girişiminde bulunan 22 Şubatçıların fiilleri sıralanıyordu: " Talat Aydemir'in ihtilal lideri olarak çalıştığı... Emekli Süvari Binbaşı Fethi Gürcan'ın Zırhlı Birlikler Okulu'ndan temin ettiği kursiyer süvari subaylarla birlikte Muhafız Alayı Süvari Grubu'na gelerek alarm verdiği... Harp Okulu'na gelerek Harbiyelilere emir ve direktifler verdiği, bilahare Genelkurmay, Meclis Hava Kuvvetleri önüne gelerek bizzat müsademeye katıldığı Meclis Muhafız Taburu'ndan silah ve mermi temin ettiği, orada göreve gitmekte olan bir steyşını çevirerek Radyoevi'ne gittiği, Radyoevi ve Genelkurmay arasında ihtilalin devamı müddetince telkin, tavsiye ve emirlerle isyanı bizzat idare ettiği, silahlı çatışmalara katıldığı... Emekli Astsubay Münip Tepeci'nin, ihtilal gecesi Fethi Gürcan'ın evinde bulunduğu ve Erol Dinçer'in arabasıyla Süvari Grubu'na gelerek kursiyer subayların da yardımıyla birliği bastıkları ve Fethi Gürcan'la aynı arabaya binerek Harp Okulu'na geldikleri... Süvari Yüzbaşı Sedat Ünal'ın Süvari Grubu'na Fethi Gürcan'la geldiği, bir süvari bölüğüne kumanda ettiği..." Kimileri, ölümle karşılaşmaya hazırdı, kimileri şokta... Hangi sanığın son kartının ne olduğu, işte ancak böyle bir yenilgi ve o yenilgiyi takip eden iddianameyle şekillenecek, duruşmalarda ortaya çıkacaktı... Herkes, her zaman olduğu gibi, kendi doğrularıyla, kendisini oynayacaktı... Sırtüstü uzandı. Önce ziyaretçiler, ardından iddianame... Dokuz Harbiyeli'nin kendileriyle birlikte yargılanmak üzere Mamak Askerî Cezaevi'ne getirildiğini de o gün öğrenmişlerdi. Albay, bu yargılama aracılığıyla, 22 Şubat'ta yaşadıkları haksızlığın da ortaya çıkmasını; 20/21 Mayıs Olayları'nın, Ali Elverdi'nin dediği gibi, "üç buçuk adam" tarafından yapılmadığının anlaşılmasını istiyordu. Bu nedenle basın, siyaset ve üniversite çevrelerden kendilerini destekleyen isimlerin tanık olarak dinlenmelerini isteyecekti. İhtilalin komuta heyetinin üzerine düşen görev, davayı sonuna kadar savunmak, ancak taktik yönünü olabildiğince saklı tutmaktı. Böylece, harekâta katılan genç subayların ve Harbiyelilerin cezalandırılmasına engel olmaya çalışacaklardı. Komuta heyetinde yer alan subaylar, gizlice yaptıkları görüşmede fikir birliğine varmışlardı. Bu karar Fethi'yi büyük ölçüde rahatlatmıştı... Gençlere karşı en ağır yük onun omuzlarındaydı... Kurmaylara pek fazla güvenmezdi. Son yıllarda yaşananlar da bu çekincesini doğrulamıştı. Kurmaylar işi planlar, gençler o plan doğrultusunda eyleme geçerlerdi. Hareket başarısız olursa, suç, eylemi yapanların üzerine kalırdı. Kurmaylar içinde, sonuna kadar arkasında durduğu tek kişi, Albay Talat Aydemir olmuştu. Onun fikirlerini doğru buluyor, inançlarını paylaşıyordu. Albaya, "Ağabey gençler bana güveniyor" diyordu. Gerçekten de genç bir kitleyi sürüklüyordu. Albay ile gençler arasındaki tek adam, tek köprüydü... Sorumluluklarını düşündü... Ailesine karşı, gençlere karşı... ,İnandığı davayı ölümüne savunurken, ailesinin ve gençlerin zararını en aza indirmek için de üzerine düşeni yapacaktı. Ne zamandır ölümle oynuyordu... Onu yoran, ölümün her oyunda karşısına yeni kurallar koymasıydı. Anılarına dalıp gitti... Nasıl da hızlı geçmişti Ankara'daki üç buçuk yıl... Daha gelir gelmez kapıldığı anafordan bir daha kurtulamamıştı... 1959 yılının sonbaharında tayin olduğu başkentin kaynayan bir kazandan farkı yoktu. Binicilikteki başarılarından olsa gerek, 43. Süvari Alayı'nda ilgiyle karşılanmıştı. Pek çok subay gibi o da ülkedeki kutuplaşmadan ve DP iktidarının baskıcı tutumundan rahatsızdı. CHP ise gerginlikten kurtuluşun çözüm yolu olarak gösterdiği erken seçimde ısrarlı olmaya başlamıştı... İsmet Paşa'nın 10 ocak 1960'taki sözleri kanlarındaki akışı hızlandırmıştı: "Vatandaşlarım emin olsunlar ki, seçimi kaybedecek olanlar iktidarda kalmak isterlerse dünya başlarına yıkılacaktır. Dünyanın başlarına yıkılması için ben bütün idealistlerle beraber, tasavvur ettikleri, tasavvur edebilecekleri derslerin en ağırını onlara ödetmesini bileceğim."

57


Kışlalarda yaşanan gerginliğe karşın, iktidarın seçime yanaşmaması bütün genç subaylar gibi onu da kaygılandırmıştı. Üstelik, DP'nin, olası bir seçimi kaybetse bile iktidarı bırakmayacağını düşünüyordu. Başbakan, 1960 yılının şubat ayında, halkı yine "Vatan Cephesine çağırıyordu. Muhalefet ise "Nifak Cephesi"ydi... Bu tanım yalnızca CHP ve sivil gençliği değil, kendilerini de çileden çıkarmıştı... Asker-sivil gençliğin tepkisinden güç alan CHP ise giderek sertleşiyordu. Aslında, yaşananlar, en koyu CHP'lisinden en koyu DP’lisine kadar bütün halk kesimlerine mutsuzluk veriyordu. Çoğunlukla başka kıyafetleri olmadığından hava almak için de üniformalarıyla dolaşmak zorunda kalan subayların önlerini kesen vatandaşlar, yakalarına yapışıp, "Daha ne bekliyorsunuz?.." diye soruyorlardı. Ordu gençliği artık "çağrılı güç" olmuştu. Onlara yüklenen misyon, baskıcı iktidarı devirmek, kutuplaşmalara son vermek, olası bir kardeş kavgasını önlemekti. Etkiye tepkiyi ancak onlar gösterebilirlerdi. Örgütsüz sivil kesime karşın, tek örgütlü güç askerdi. Türkiye'nin tarihinde ihtilallere hep ordu damgasını vurmuştu ve bu kez de görev onlara düşüyordu. 27 Mayıs öncesindeki günlerde arı kovanına dönen beyni, bir daha huzur bulmamıştı... Bir yanda kaynayan Türkiye, öte yanda bir hastalanıp bir iyileşen oğlu... Gezilerinde sık sık saldırıya uğrayan İsmet Paşa'ya suikast düzenleneceği yolundaki söylentiler kulaktan kulağa yayılınca, günde birkaç kez, İsmet Paşa'nın evinin etrafında tur atıp, böyle bir tehlikenin var olup olmadığını araştırmayı kendisine görev edinmişti. İsmet Paşa'ya yönelik hakaretleri içine sindiremiyordu. O her şeyden önce Kurtuluş Savaşı'nda, Atatürk'ün silah arkadaşlığını yapmış bir askerdi. Lozan'a damgasını vurmuştu. Cumhuriyet döneminde yıllarca başbakanlık görevinde bulunmuş, onun ölümünden sonra da cumhurbaşkanı seçilmişti. Bir efsaneydi İsmet Paşa... Okullardaki ders kitaplarında çocukların Atatürk'ten sonra öğrendiği ikinci isim İsmet İnönü'ydü. Kitaplar, gazeteler, meydan nutukları onun kahramanlık öyküleriyle doluydu. Her yerde onun resmi asılıydı. Harp Okulu'nda öğrenci olduğu yıllarda İsmet Paşa cumhurbaşkanıydı. Atlara düşkünlüğüyle tanınan paşa, eşini de yanına alır, yirmi kişilik atlı bir ekiple Çankaya'dan Rasattepe'ye gelir, yolunu Harp Okulu'ndan geçirirdi. Onun dolaştığı sıralarda, öğrenciler de arazide olurdu. Atından iner, öğrencilerle tokalaşır, onlara hal hatır sorar, kimi zaman onlarla yemek de yerdi. Harp Okulu'ndan mezun olan bütün subaylar, potansiyel birer İsmet Paşa hayranıydı... Boğazına yakıcı bir ateş yükseldi... 27 Mayıs'a yol alan günlerde kendisini İsmet İnönü'yü korumakla görevli sayarken, iki yıl sonra onunla karşı karşıya gelmişlerdi... O DP zihniyetine tümüyle karşıydı ama artık CHP'li de değildi... Seksen yaşındaki İnönü’yü 'statükocu" olarak tanımlıyor, Atatürk'ün öldüğü 1938 yılından sonra, ülkenin devrimci yapısını kaybettiğini düşünüyordu. CHP, bir tek kadın milletvekilini bile Meclis'e sokmamakla ne kadar Atatürkçü ve devrimci olduğunu gösterdi... Hiçbir partinin, tek bir köylüyü, tek bir işçiyi Meclis'e getirmemesi 27 Mayıs'ın devrimci ruhuna, Atatürkçülüğe yakışıyor mu? Ankara'daki ilk aylarında, bir subay olarak yaşadığı karmaşa içinde baba olmanın ağırlığı da üzerindeydi. Zaman zaman güçten düşen Öner'i, Müjde Sokağı'ndaki evlerinden Kumrular Sokağı'ndaki doktorun muayenehanesine kucağında getirip götürüyordu. Kışın kendisini en çok hissettirdiği günlerde, kucağında yedi yaşındaki oğluyla muayenehanenin yollarını adımlarken, sırtından ve göğsünden akan ter, iç çamaşırlarıyla birlikte bedenine yapışır, yol boyu ürperir dururdu. Öner çoğunlukla okula gidemiyordu. Onun derslerinden geri kalmaması için, türlü bilmeceler, türlü oyunlar icat ediyor, eğlenirken, matematik problemlerini çözmesini sağlıyordu. Yapılacak işleri arasında bir de Ömer'in elişi ödevleri olurdu. Matematik, fen gibi derslerde zehir gibi olan Ömer, elişleri konusunda ise beceriksizdi. Onun dili bir karış dışarıda, eline aldığı sacı büküp lehimledikten sonra bardak haline getirmek için çırpınmalarını izler, dayanamayıp yardımına koşardı. İddianameyi okuduktan sonra Erol Dinçer'in aklı bir noktaya takılıp kaldı. Şimdi, bir ihtilalci olarak yargılanıyordu... O bir ihtilalci olarak mı doğmuştu? Hayır! Her şey yaşamın içinde gelişmiş, koşullar onu bu noktaya getirmişti. Şimdi belki de ilk kez düşünecek kadar zamanı vardı... Onun için her şey 1954 seçimlerinden sonra başlamıştı. Harp Okulu öğrencileri içinde, DP iktidarına tepki duyan gençlerden biriydi. 1959 yılı başlarında, Başbakan Adnan Menderes, görev yaptığı Kars'a geldiğinde, alay komutanı, başbakanın korunması için kendi komutasındaki bölüğü görevlendirmişti. Gazinoda verilen bu emre açık açık, "Ben bu adamı değil korumak, vururum diye

58


tepki göstermişti. Buna da komutanları karşı çıkamamıştı. Çünkü artık ordunun katı hiyerarşik yapısı, aşağıda büyüyen çığ gibi tepkiyi zincirleyemiyordu. O gün biri "Neden ?" diye sorsa, belki de yıllar içinde büyüyen bu tepkisinin haklı gerekçesini sözcüklere döküp de anlatamazdı... Belki kendisini de diğer genç subayları da en çok kızdıran nedenlerden biri Marshall Planı doğrultusunda Türkiye'ye gelen Amerikalı eğitmen subaylardı. Onlar Mustafa Kemal'in bağımsızlık ruhunu içlerine sindirmiş genç subaylar olarak, Amerikalıların karşısında boyun eğmek istemiyorlardı. Ordunun bütün teçhizatı Amerikan malıydı. Bölük komutanları Amerikan mallarının listesini ayrı tutuyorlardı. Çünkü Amerikalılar, hepsinin hesabını soruyorlardı. Bir süvari subayı olarak yaşadıklarını düşündü... Bir saraç iğnesi kaybolsa ortalık karışıyordu. Kaybolan herhangi bir malzeme Amerikan malı olduğundan yerine yenisini de koyamıyorlardı Erler, patlak çizmelerinin içine Amerikan çoraplarını giyemiyorlardı. Giymeye kalktıklarında da iki günde çoraplar paramparça oluyordu. Onların daha kalın, daha dayanıklı çoraplara gereksinimleri vardı. Amerikan yardımı çoraplar eskidiğinde, Amerikalı subaylara hesap vermek için konçları saklanıyordu. Depo, kullanılamaz malzemelerle doluydu. Genç subaylar, "Biz tümenleri idare etmek için yetiştirildik. Bu işlerin peşinde mi koşacağız ?" diye isyan ediyorlardı. Üstelik Amerikalı bir çavuş geliyor, albay rütbesindeki subaya, kimi zaman kapısını tekmeyle açarak girip hesap sorabiliyordu. Genç subaylar, bunu onurlarına yediremiyorlardı. Türk ulusunun içteki ve dıştaki bütün tehlikelere karşı canını, malını, namusunu emanet ettiği subayların onuru nasıl olur da, Amerikalı subaylar karşısında böyle aşağılanırdı? Onlar Mustafa Kemal'in subaylarıydı ve onun yolunda gideceklerdi... Onlar, bağımsızlık uğruna ölümü göze alacak bir ruhla büyümüşlerdi. Onlar, ulusalcı ve devrimciydiler. Oysaki, DP yönetimindeki Türkiye, Amerika'nın güdümüne giriyordu... Erol, yeniden öfkelendiğini hissetti... Yine 1959 yılıydı, yine Kars'ta görevliydi... Süvarilerin tank eğitimi de alması kararı doğrultusunda, Ankara'ya kursa gelmişlerdi.Kursiyerlerin tepkileri de, düşünceleri de ortaktı ve kendiliğinden, "Bir şeyler yapmak gerekiyor" noktasında buluşmuşlardı. Gençliklerinin verdiği önü alınmaz güven içinde, on iki kişilik bir grup oluşturmuşlar ve sorunlara ancak bir ihtilalle çözüm bulunabileceğine inanmışlardı. Onlar artık, teğmenlerin, üsteğmenlerin yurdun dört bir yanında oluşturduğu beşerli onarlı ihtilal gruplarından biri olmuşlardı. Farkında oldukları şey, bir ihtilali tek başına başaramayacaklarıydı. Bir şeyler yapabilmeleri için daha üst rütbeli subaylara bağlanmaları gerekiyordu. Onlar da daha üst rütbelere bağlanacak ve zincir böylece yukarıya doğru tırmanacaktı. Hücre sistemini geliştirirken, aslında böyle bir sistemin adını bile bilmiyorlardı. Her şey doğaçlama yaşanıyordu. Kursun sonlarına geldiklerinde, aldıkları karar doğrultusunda, Ankara'da 43. Süvari Alayı'nda görevli olan Üsteğmen Yılmaz Ak-kılıç koordinasyon işini üstlendi. O artık Anadolu'daki arkadaşları ile Ankara'daki subaylar arasında köprü olacaktı. Diğer genç subaylar ise, görev yerlerine dağılacaklar ve Anadolu'nun birçok bölgesinde, halkalarını geliştireceklerdi. Erol, 1960 yılının bahar aylarında, Üsteğmen Yılmaz Akkılıç'tan gelen son şifreli mektubu aldığında yaşadığı heyecanı yeniden hissetti. "Cemal Gürsel bizimle birlikte. Hemen iznini al, Ankara'ya gel..." Gençti ve bekârdı... Kars'ta görev yaptığı sürece izin almamıştı... Bu yüzden birikmiş izinlerini alması zor olmadı... Ankara'ya geldiğinde, 1960 yılının nisan ayının ortalarıydı... Alayda geceleri toplanıyor, ihtilal hazırlıkları yapıyorlardı... Dört yıl önce İstanbul Ayazağa'da başarılı bir binici olarak tanıdığı Yüzbaşı Fethi Gürcan'la da artık aynı masada bire bir, ihtilal hazırlıklarını konuşuyorlardı... 27 Mayıs öncesinde yaşanan üniversite olaylarının hemen ardından sağ kolu olduğu Fethi Gürcan'la, sonrasında da ayrılmamışlar, 22 şubat 1962'de olduğu gibi 20/21 mayıs 1963'te de aynı kulvarda koşmuşlardı. Şimdi, Mamak Askerî Mahkemesi'nde, ayrı hücrelerde yine ortak kaderlerine doğru koşuyorlardı...

59


*

*

*

Esma, Fethi’nın yatakta ki boş yerine dönük yatıyordu. Oradaymış gibi, böyle bir zamanda ona sırtını dönmemek için, uyuşan bedenine rağmen yatış şeklini değiştirmiyordu. Kulağına mırıltılar gelince, doğruca Gülderen'in yattığı odaya yöneldi. Kızı, hapishaneden geldiklerinden beri konuşmuyordu. Mutlaka bir nedeni vardı ve o bu nedeni tahmin edebiliyordu. Odaya girdiğinde, Gülderen'in, babasını sayıkladığını duydu. Yanına yaklaştı, Öylece durdu. "Neden saklıyorsun güzel ellerini?.." Esma, yanılmadığım anladı. Bir an onu uyandırmayı düşündüyse de, bunun daha kötü olacağı kanısına kapıldı. "Nasıl da çabaladı babacığın oysa... Anladığımızı bilmesin... Sen de benim bildiğimi bilme..." Nefes almaya korkuyordu... Ne Gülderen'i uyandırmayı, ne de başından ayrılmayı göze alabiliyordu... Dakikalarca bekledi... Sonunda kızının sayıklamaları bitti, o da yatağına döndü... Döndü ama uyuyamadı... Ankara'da anafora yakalanmışlardı. Her şey o kadar hızlı yaşanıyordu ki, durup bakmaya zaman kalmıyordu. Evlerinin geleni gideni hiç eksik olmazdı. Yeğenler, akrabalar, arkadaşlar, çocukların arkadaşları... Kocası, kendisiyle konuşup dertleşmek için evdeki kargaşanın biraz durulmasını sabırla bekliyordu. Gün boyu gazetede okuduğu haberleri, kışlalarda büyüyen kaygıyı anlatıyor, "Bir şeyler yapmak lazım" diyordu. Nisan ayının başlarında, Kayseri'ye giden İsmet Paşa'nın treni yolda askerlerce durdurulmuş, şehre girişi engellenmek istenmişti. İsmet Paşa'nın Kayseri'den dönüşü de olaylı olmuştu. Ankara'ya karayoluyla dönerken Yeşilhisar'a doğru yönelen muhalefet lideri ve beraberindekilerin Yeşilhisar'a girişine izin verilmemişti. İsmet Paşa'nın yurt gezilerini engellemek için askerleri devreye sokan iktidara, bu kez bir başka tepki gelmişti. Albay ve binbaşı rütbesindeki birkaç subay, ordunun istisnaî haller dışında zabıta gibi kullanılmasının hukuka aykırı olduğunu vurgulamış, buna rağmen, komuta ettikleri birlikleri hukuk sınırları dışında kullanmaya zorlandıkları gerekçesiyle istifa etmişlerdi. Fethi, kendisine Aziz Nesin'in bu konuda yazdığı yazıyı okumuş, istifa eden subayların haklılığını yüreklerinde hissetmişlerdi. Çok yakında bir şeyler olacağını sezmişti. Fethi'nin anlattıklarına göre, gençlerin sabırları taşmak üzereydi ve aşağıdan yukarıya doğru büyük bir baskı vardı. Rütbeler yükseldikçe, çekimserlikler baş göstermeye başlıyor, en üst düzeyde ise, komutanlar hükümete bağlılıklarını bildiriyorlardı. Fethi, "Fitil bir kez ateşlenirse, harekete katılanlar çığ gibi büyür" demişti... Hele o mayısa dörtnala koşan nisan ayı...

23 "Bu şimdi demokrasi mi?" diye sordu Esma'ya. "Bir de Tahkikat Komisyonu çıkardılar. On beş DP'li, CHP'yi de, basını da istediği gibi suçlayıp, dilediği gibi yargılayacak. Bunlar düpedüz totaliter rejimi getirmeye çalışıyorlar."

60


Hükümet, 18 nisanda, seçim dışı yollarla iktidara gelmek için örgütlendiği iddiasıyla CHP ve kimi basın organlarını soruşturmak amacıyla bir komisyon kurulmasını teklif etmiş, Meclis'teki görüşmelerde kıyamet kopmuştu. Tahkikat Komisyonu, bütün siyasî toplantıların ve Meclis görüşmelerinin yayımına yasak getiriyordu. Esma, "Gazetelerden her şeyi öğrenemiyoruz ki..." dedi kocasına.. "İsmet Paşa'nın söyledikleri çok önemli." Fethi, cebinden, hakkında kapatılma karan çıktığı halde kendisine ulaşmış olan 19 nisan 1960 tarihli Ulus gazetesini çıkardı. Katlayıp küçülterek cebine sığdırdığı sayfaları açıp eliyle düzeltti... "Demiş ki: 'Eğer insan haklan yürütülmez, vatandaş hakları zorlanırsa, ihtilal behemehal olur. Bu yolda devam ederseniz, sizi ben bile kurtaramam."' 27 nisanda ise, Tahkikat Komisyonu'na olağanüstü yetkiler veren tasarının görüşmeleri yaşanmıştı. Komisyon, her türlü yayını yasaklamak, toplatmak, matbaasını kapatmak yetkileriyle donatılıyordu. Üstelik, komisyon kararma muhalefet etmenin cezası da hapisti. Muhalefetin itirazları Meclis Genel Kurul Salonu'nu inletiyor, olaylar çığırından çıkıyordu. Kavgalı oturumda, "Türk milleti Kore milletinden daha az haysiyetli değildir" diyen İsmet Paşa'ya, halkı ayaklanmaya teşvik ettiği gerekçesiyle, on iki oturum Meclis çalışmalarına katılmama cezası verilmişti, ismet Paşa, bu karar üzerine ağır adımlarla yürüyerek Genel Kurul salonunu terk etmiş, CHP'li kimi milletvekilleri ise sıra kapaklarını kırdıkları gerekçesiyle polis zoruyla dışarıya atılmışlardı. Kavgalı oturumun tutanaklarının yayımlanması da yasaktı. Bu olayın ertesi günü, CHP Gençlik Kolları Meclis’teki olayları protesto etmek amacıyla İstanbul'da öğrencileri harekete geçirmişti. Fethi yerinde duramıyordu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde, Atatürk heykelinin önünde toplanmaya başlayan öğrencilerin hükümet aleyhine attıkları sloganlar, Ankara'da 43. Süvari Alayı'nda, onun beyninde ve yüreğinde yankılanıyordu. Haberler gecikmeli olarak geliyordu. Atlı polislerin, dağılmak istemeyen öğrencilerin üzerine yürüdüğü, ortalığın mahşer yerine döndüğü söyleniyordu... Öğrenciler, atlarıyla birlikte üzerlerine saldıran polislere taşlarla karşılık vermiş, polis ateş açmıştı... Fethi, "Bu nasıl insafsızlık? Gençlerin hak, adalet ve hürriyet istemelerinden daha. doğal ne olabilir ?" diye soruyordu öfke içinde. "Teslimiyetçi bir gençlik mi istiyorlar? Bugün içerideki baskıya karşı direnemeyenler, yarın dışarıdan bir tehlike gelse ona da boyun eğerler..." 43. Süvari Alayı'ndaki subaylar, İstanbul'dan gelen haberlere kilitlenmişlerdi. Geçen her dakika, olayı bir felakete yaklaştırıyordu. Öğleden sonra İstanbul ve Ankara'da sıkıyönetim ilan edilmişti. Sonunda destek sağlamak için ordudan birlikler çağrılmış, polisle kıyasıya kavga eden öğrenciler askerleri görünce, sloganlarını değiştirmişlerdi... "Hükümet istifa" sloganının yerini, "Ordu-gençlik el ele" sloganı almıştı. Öğrenciler ve subaylar birbirlerine sarılıyorlardı... Genç subaylar polisin gözaltına aldığı öğrencileri GMC'lere bindiriyor, olay yerinden uzaklaştırdıktan sonra serbest bırakıyorlardı. O akşam sıkıyönetim komutanı, 43. Süvari Alayı komutanını ve diğer subayları Merkez Komutanlığında toplamıştı: "Yarın protesto eylemlerinin Ankara'da Siyasal Bilgiler ve Hukuk fakültelerinde devam edeceğini öğrendik. Topluluklara, dağılmaları için üç kez ihtar edeceksiniz. Dağılmazlarsa, atlarla üzerlerine yürüyecek, bu da etkili olmazsa ateş açacaksınız."

61


Sıkıyönetim komutam, ertesi gün sabah erkenden 43. Süvari Alayı'na gelmiş ve aynı emri yinelemişti. Oysa karşısındaki subayların bu emri yerine getirmeye niyeti yoktu. Siyasal Bilgiler ve Hukuk fakültelerinde protestoların başlaması üzerine dörtnala olay yerine koşan süvarileri, öğrenciler "Ordu-gençlik el ele" sloganlarıyla karşıladılar. Polis, cop kullanarak bahçedeki öğrencileri binaya sokmaya çalışıyordu. O sırada öğrenciler "İstiklal Marşı"nı söylemeye başlayınca, subayların selam durması Ankara valisini sinirlendirdi. Gerilim giderek tırmanıyordu. Sıkıyönetim komutanı, Hukuk Fakültesi'nin Siyasal Bilgiler tarafındaki kapısı önünde bir manga askeri saf halinde dizdirerek silahlarını doldurmalarını emretti... Fethi bir ara alayın 2. Grup Komutanı Kurmay Binbaşı Vehbi Ersü ile sıkıyönetim komutanının karşı karşıya olduğunu gördü. Binbaşı, sıkıyönetim komutanının emrini yerine getirmiyordu: "Ateş etmeyi gerektirecek bir durum yok !" "Bu manganın komutasını eline al ve ateş ettir !" O sırada olay yerine gelen bir itfaiye arabası, tartışmaya bir süre ara verdiyse de, bu kısa sürdü. Grup komutanı, kargaşadan yararlanarak, erlere tüfeklerinin mermilerini boşaltmaları emrini verdi ama sıkıyönetim komutanı yeniden karşısına çıktı: "Ateş emri ver, yoksa seni tutuklatırım !" Binbaşı Vehbi Ersü, bu tartışmanın zamansız bir patlamaya yol açacağını biliyordu. Heyecanı ve isyanı öyle çok büyüdü, tansiyonu öyle çok yükseldi ki, gözleri karardı, film koptu. Komutan kalabalıkta yere yığılınca, acilen Gülhane Hastanesi'ne götürüldü. Polis fakültelere girmeye çalışıyor, öğrenciler pencerelerden taş, kömür, toprak ne bulurlarsa onların üzerine atıyorlar, "Polisler bizi öldürüyor!" diye bağırarak subaylardan yardım istiyorlar, onlar lehine sloganlar atıyorlardı. Saatler ilerliyor, olaylar durulacağına hızlanıyordu. 43. Süvari Alayı'nın Karargâh Bölüğü komutanı Yüzbaşı Fethi, sıkıyönetim komutanının, süvari erlerini atlarından indirerek Hukuk ve Siyasal Bilgiler arasındaki daracık yol üzerine dizdirdiğini görünce deliye döndü. Kalbi, kurşunlara hedef olabilecek öğrenciler için çarpıyordu. Bulunduğu yerden yay gibi sıçrayarak o tarafa yöneldi. Sıkıyönetim komutanı, kendisiyle görüşmek isteyen öğrencilerin yanına gidince, görevli diğer bölük komutanıyla birlikte, erlerin dolu olan tüfeklerini boşalttırdılar. Ama sıkıyönetim komutanı yeniden döndü ve ateş emri vermelerini istedi. "Yalnızca alay komutanından emir alabiliriz !" Sıkıyönetim komutanı erlere yeniden silahlarını doldurttu, fakülte binasına cephe aldırdı ve "Menzile ateş!" emrini kendisi verdi. Fethi kendisini, emri yerine getiren erlerin önüne attı ve "Ateşi kesin! diye bağırdı.. Sesi kendisi gibi ortaya atılan birkaç subayın sesiyle birlikte yankılandı. Sonunda ateş kesildi... Olay gecesi, 43. Süvari Alayı'na, Binbaşı Vehbi Ersü'nün Gülhane Hastanesi'nde gözaltına alındığı haberi gelmişti. Alayda bir aşağı bir yukarı dolaşan Fethi, en güvendiği gençleri gizlice yanına çağırdı. Genç teğmenler Erol Dinçer ve Muzaffer Güney heyecanla yanına geldiler. Yedek Subay Yüksel Koçak da onlarla birlikteydi. "Binbaşıya ulaşmamız lazım çocuklar." "Hastaneye kimseyi almıyorlarmış komutanım..." "İyi öyleyse, biz de zorla gireriz !" Hep birlikte Thompson'larını alıp bir cipe atladılar ve Gülhane Hastanesi'ne doğru hareket ettiler. Cipi Erol Dinçer kullanıyordu. Cipte bulunan bütün subayların bakışlarında her şeyi göze almış insanların kararlılığı okunuyordu. Hastanenin kapısındaki nöbetçi subayı ve erler onları durdurmak istediklerinde, en önde duran Fethi, arkasında, Thompson'larını doğrultmuş emir bekleyen gençlere dönerek, "Siz burada kalın. Eğer beş dakikaya kadar geri dönmezsem, zorla içeri girin" dedi, sonra da kendisini şaşkınlıkla izleyen nöbetçileri hızla iterek içeri girdi. Yatakta pijamalarıyla yatan binbaşı, Yüzbaşı Fethi'yi karşısında görünce, hayretle yerinden doğruldu: "İçeri nasıl girdiniz ?" "Zorla..." Dışarıdaki gençler, elleri tetikte sabırsızlıkla beklerken, karşıdan, Fethi Gürcan'ın, binbaşıyla kol kola geldiğini gördüler. Binbaşı, ellerinde Thompson'larla bekleyen gençlere, "Sakin olun Çocuklar" dedi, "gözaltına alınma diye bir olay yok. Harekete geçmek için yukarıdan emir

62


bekliyoruz. Şimdi iki adam vursanız, olayların nereye varacağı belli olmaz. Birliklerinize gidin, haber bekleyin." * * * Esma, yaklaşan fırtınayı yüreğinde hissediyor, olası bir gelişmeyi kaçırmamak için kulağını radyodan ayırmıyordu. 1 mayıs 1960 günü, İstanbul'da sokağa çıkma yasağı konmuş, buna rağmen gösteriler sürmüştü. Başbakan, aynı gün radyoda yaptığı konuşmada, CHP'yi ve onun lideri İsmet Paşa'yı isim vermeden suçluyor, ihtilal dedikodularıyla dalga geçmeyi de ihmal etmiyordu: "İhtilalden dem vurulmakta, ihtilalin bir hak olduğu felsefesinden bahis açılmakta. Bu bir ihtilal mi sanki? İhtilali kim yapıyor? Hazırlanmış, tertiplenmiş ve içleri kinle doldurulmuşların teşkil ettiği bir zümrecik... Memleketimiz ne bir ihtilal karşısındadır ne de ihtilalin sözde haklı sebepleri ülkemizde mevcuttur." Ancak ülkede yaşanan tabloyu anlamak için, ne sansürlü gazeteler, ne de tek yanlı yayın yapan radyo yeterliydi. Esma, gerçek tabloyu, ancak Fethi'den gelen haberlerle tamamlıyordu. Radyo, başbakanın açıklamalarını peş peşe yayınlarken, muhalefet partisinin yetmiş altı yaşındaki lideri İsmet Paşa'nın yayın yasağı konulan açıklamaları, İstanbul'da ve Ankara'da, meydanlarda CHP'li gençler eliyle vatandaşa dağıtılıyordu. Paşa, "İnsan gibi, hür ve demokratik bir idare altında yaşamaktan başka bir şey talep etmeyen bu gençlerden teslim olanlar dahi arabaya bindirilinceye kadar polis kıyafetindeki kimselerin hücumlarına uğramışlar, vücutları hurdahaş edilmiştir" diyordu. "Türk milleti hiçbir sebep ve suretle bir baskı idaresinin haysiyetsiz, iradesiz kölesi olmayacak. Bugün bir gizlilik perdesi arkasında masum insanlar gece ve gündüz evlerinden alınıp kanunî mahkemelerden geçirilmeksizin başka mercilerce eziyete maruz bırakılmaktadırlar... Cezaevlerinde kimlerin bulunduğundan haberdar değiliz. Bugün aileler içlerinden kimin ne iftirayla ne vakit nereye götürüleceğini bilmemektedir..." *

*

*

43. Süvari Alayı 4. Bölük'ten Üsteğmen Yılmaz Akkılıç, öğrenci olaylarının yaşandığı sırada Ankara'da değildi. Haberi alır almaz yola çıkmıştı... Yüreği bir an önce Ankara'ya ulaşmak için çırpınırken, beyni 1959 yılının sonbaharını yakaladı. Yakın devre arkadaşlarının bir bölümü kurs dolayısıyla Ankara'ya gelmişlerdi... Ne zaman bir araya gelseler, ülke sorunlarını konuşuyorlardı. DP iktidarı Türkiye'yi her geçen gün Amerika'ya daha bağımlı hale getiriyor, laik düzenden sapma eğilimi gösteriyor, "Vatan Cephesi" uygulamalarıyla yurttaşlar birbirine düşman ediliyordu. Sorunların konuşulması, "Bir şeyler yapmalıyız" düşüncesini de beraberinde getiriyordu. Genç subayların sohbet toplantılarının amacı, zaman içinde belirginleşmiş, saydamlaşmıştı... Ülkenin kurtuluşu için tek çareyi, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin aydınlık ve Atatürkçü kadrolarıyla iktidara müdahalede bulmuşlardı... Kurs süresinde üst rütbelere bağlanma çabaları boşa çıkmış, görüşmelerinde fazlaca taraftar bulamamışlardı. Kurs sona erdiğinde, birbirlerine eylem girişimlerini geliştirme sözü vermişlerdi Ankara'da görevli olan Üsteğmen Yılmaz, Anadolu'nun çeşitli yerlerindeki birliklerine dağılan arkadaşları arasında koordinasyonu sağlayacaktı. 1959 yılının sonlarında, düşünsel planda yakınlık kurduğu Binbaşı Vehbi Ersü, kendisine, örgüte üye olmasını önermişti. Genç üsteğmen için bu büyük bir fırsat olmuştu. Karşılığında, kendilerinin de gizli bir örgütleri olduğunu açıklamış, yakınlıkları pekişmişti. Binbaşı, güya ihtisas eğitimi aşamasındaki erleri tek elden yetiştirmek amacıyla özel bir birlik oluşturarak bu birliğin komutanlığına da Üsteğmen Yılmaz'ı getirmişti. Yılmaz, bu görevi hemen şifreli mektuplarla arkadaşlarına bildirmişti. Yılmaz'ın evinin konuk odasında, İsmet Paşa'nın, Ulus gazetesinin kulağında verilen, "Bir memlekette namus erbabı, laakal namussuzlar kadar cesur olamadıkça, o memleket için kurtuluş yoktur" sözleri asılıydı... Ülkenin namuslu ve cesur insanlara gereksinimi vardı ve gelişmeler cesaret göstermenin zamanı olduğunu söylüyordu... DP yönetiminin en tepesindeki isimlerin Saidi Nursî'yle yakınlaşma çabaları, onların müdahaledeki kararlılıklarını bir kez daha pekiştiriyor, Menderes'in subaylar hakkında söylediği öne sürülen küçümseyici sözler de öfkelerini taşırıyordu. Üsteğmen Yılmaz, alaydaki subaylarla ilişki yollan arıyordu. Yüzbaşı Nusret Kocabey sevilen, güvenilen, dürüst ve yürekli bir subaydı. Genç üsteğmen ilk kez ona açılma gereğini

63


duydu ve ondan, "Ben zaten işin içindeyim" yanıtını aldı. Yüzbaşı Fethi Gürcan ise Nusret Kocabey'in en yakın arkadaşıydı... Ancak, Üsteğmen Yılmaz'ın çalışmaları dikkat çekmeye başlamış, durumu tehlikeye girmişti. Binbaşı Vehbi Ersü, onu hemen izne göndererek Ankara'dan uzaklaştırmıştı... Bu süreçte, İstanbul ve Ankara'da 28-29 Nisan Olayları gerçekleşmişti... Usteğmen Yılmaz, Ankara'nın tatlı bahar havasını derin derin soludu... Sonunda gelmişti işte... Soluğu, Yüzbaşı Nusret Kocabey’in yanında aldı. En doğru bilgiler ondaydı... Ankara'daki üniversıte olayları ihtilalcileri birleştirmiş, bu 43. Süvari Alayı'na da yansımıştı. Olaylar sırasında ihtilalci subaylar deşifre olmuş,ayrı ayrı örgütlenmeler aynı çatı altında toplanmıştı. Nusret, ona olayları anlattıktan sonra, "Yüzbaşı, Fethi Gürcan eyleme atıldı ve ateş emrine kahramanca karşı koydu' dedi.” Onunla yakın işbirliği içinde olmanız gerekiyor...” *

*

*

Fethi, o günlerde epeyce geç bir saatte eve ulaşmış, kendisini bekleyen Esma'ya yeni gelişmeleri heyecanla aktarıyordu: "Cemal Gürsel'e emekliliğinden önce iki ay zorunlu izin verilmiş. Veda bildirisi yayımlandı bugün. Sonra hemen toplatıldı. Gerginlik iyice tırmanıyor. Paşa zaten iki ay sonra emekli olacaktı. İhtilal Komitesi'ne yakın olduğu için uzaklaştırmak istediler." İhtilalci güçlerin çevresinde toplandığı Kara Kuvvetleri komutanı Orgeneral Cemal Gürsel, kendisine yapılan liderlik teklifine ne "evet" ne de "hayır" demişti. Ancak, Kara Kuvvetleri komutanı olarak, İhtilal Komitesi'nin istekleri doğrultusunda yaptığı tayinlerle, onların gönüllerini kazanmıştı. Buna karşın son ana kadar, hangi sonuçları doğuracağından kuşku duyduğu ihtilali durdurmanın yollarını aramıştı. Bunun için birinci koşul, gerginliğin bir numaralı sorumlusu olarak görülen Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın istifa etmesiydi. Üniversite olaylarında ateş açılması emrini cumhurbaşkanının verdiği, istifaya hazırlanan başbakanı da bu kararından onun çevirdiği kulaktan kulağa yayılıyordu. Cemal Gürsel'in, Millî Savunma Bakanı Ethem Menderes'e yazdığı gizli mektup, ihtilali durdurma yönündeki çabalarının sonuncusuydu. Zorunlu izin talimatını aldığında ise, doğruca İzmir'e gitmişti. Cemal Paşa'nın izne ayrılmasıyla paniğe kapılan İhtilal Komitesi, bir başka generalle, Cemal Madanoğlu'yla temas sağlamıştı. Ama Madanoğlu dâhil herkes, omzu daha kalabalık bir komutan bulmak gerektiğini düşünüyordu. İhtilal Komitesi, 43. Süvari Alayı'nın iki yüzbaşısı Fethi ve Nusret'le temas halindeydi. Her gün planın bir parçası yerine konuyordu. Karargâh, Çankaya Köşkü'nün düşürülmesinin ihtilal gecesinin en tehlikeli, en kritik işi olduğunu biliyordu. Hareket yeteneği yüksek, Köşk'e en yakın alay, 43. Süvari Alayı'ydı. Alay, ihtilalci gençlerin merkezi haline gelmişti. Başka birliklerde görev yapan kimi subaylar, gecelerini süvari alayında geçiliyorlardı. Üstelik Karargâh Bölüğü Komutanı Yüzbaşı Fethi Gürcan ile diğer bir bölük komutanı Yüzbaşı Nusret Kocabey, cesur ve kendilerine verilen görevi sonuna kadar yürütecek karakterdeydiler. Zaten bu tehlikeli işin pek fazla gönüllüsü de yoktu. Herkes biliyordu ki, ihtilalin başarısız olması halinde, böyle bir görevi üstlenenlerin kellesi koparılırdı. * * * Gürsel'in emekliye ayrılmasından iki gün sonra, Ankara'da üniversite gençliği, 555K parolasıyla büyük bir gösteri düzenliyordu. Parola, "Beşinci ayın beşinci günü saat beşte Kızılay'da buluşalım” anlamını taşıyordu. Kararlaştırılan gün ve saat, cumhurbaşkanının havaalanından dönüşünün gün ve saatiydi. Başbakan da cumhurbaşkanını alanda karşılayacaktı. Kızılay, akşamüzeri beşten itibaren yavaş yavaş kalabalıklaşmaya başlamıştı. Göz alıcı hiçbir hareket yoktu. Kalabalık bir ara, "Geliyorlar!.." sesleriyle dalgalanarak bir yana doğru akmaya başladı. Yollar kapalıydı. Meydandaki Kızılay binasının önünde, arabasından inerek gençlerin üzerine doğru yürümeye başlayan başbakanın, "Ne istiyorsunuz ?" diye sormasıyla birlikte ortalık karışmıştı. Hiçbir ihtişamı olmayan kalabalık bu karşılaşma anında birdenbire büyümüş, hareketlenmişti. Bir grup, "Hürriyet istiyoruz" yanıtını veriyor, bir grup "Menderes istifa, hükümet istifa" sloganları atıyordu. Cumhurbaşkanı da arabadan inmiş, olayları seyrediyordu. Hakarete uğrayan başbakan, güçlükle bir arabaya bindirilerek olay yerinden uzaklaştırılmıştı. Gençler, buluşma saatlerinde ıslıklarla başlattıkları marşı, artık yeni güfteler üreterek yüksek sesle söylemeye başlamışlardı. Tansiyon yükseliyor, gençlerin sesi Ankara'nın göklerinde yankılanıyordu:

64


Olur mu böyle olur mu? Kardeş kardeşi vurur mu? Kahrolası diktatörler Bu dünya size kalır mı? İktidar bu miting hakkında yayında bulunmayı da yasaklatmıştı. Yasak, İstanbul'a geç ulaşmış, sabahın dördünde matbaalarda, gazete baskıları toplatılmıştı. Her yayın yasağı, dedikodu çarkını a hızlı döndürüyor, olaylar bire bin katılarak fısıltı gazetesiyle yayılıyordu. Çok sayıda gencin öldürüldüğü, bunların Konya yoluna gömüldüğü, hatta Et ve Balık Kurumu'nun kıyma makinelerinden geçirildikleri gibi dehşet verici suçlamalar ortaya atılıyor, yasaklar dedikodulara hizmet ediyordu. Gençlik hareketleri CHP'yi aşmış, nümayişler kontrol edilemez hale gelmişti. Ankara esnafının ve halkının, polisten kaçan gençleri koruması ise o zamana kadar görülmemiş bir desteği gençlere sağlıyordu. İktidarın Harp Okulu öğrencilerini toplu olarak imha edeceği dedikodusu da tüyleri diken diken ederek bunlara eklenmişti. DP, 555K yürüyüşüne misilleme yapmaya kalkışmış, özellikle Beyşehir'den getirilen DP'liler Kızılay Meydanı'na yönlendirilmişti. Halkın Kızılay'a indiği görüntüsü verilmek istenen bu olay çabucak 43. Süvari Alayı'na ulaşmış, Yüzbaşı Fethi, Teğmen Erol'la birlikte bir cipe atlamış, olay yerine gelmişti. Meydanda dolaşan kasketli, bıyıklı DP'lileri çevirip GMC'lere bindiriyorlar, iki sokak ötede bırakıyorlardı. Haberi alıp gelen pek çok genç subay da aynısını yapıyordu. Aslında onları götürebilecekleri bir yer de yoktu, amaçları göz korkutmaktı ve sonunda hedeflerine de ulaşmışlardı. 15 mayısta İzmir gezisine çıkan ve yüz binlerin sevgi gösterileriyle karşılanan başbakan, cumhurbaşkanına hak verdi... Göz alıcı kalabalık, arkasında büyük bir güç olduğunu gösteriyordu. Ama yalnızca altı gün sonra, 555K'yi düzenleyen sivil gençlere, bu kez Harp Okulu öğrencilerinden, gösterişli bir destek geliyordu. 21 mayıs öğleden sonra, bütün yollardan akın akın Kızılay'a inen Harp Okulu öğrencilerinin yürüyüşlerinden yükselen tek ses, postal sesleriydi. Sokaklar haki renge boyanmıştı. Apartmanların pencerelerine, balkonlarına çıkan vatandaşlar Harbiyelilere alkışlarıyla destek veriyorlardı. Öğrenciler, sessiz protesto yürüyüşlerini noktaladıkları Zafer Anıtı'nın önünde, önce "İstiklal Marşı"nı, ardandan da "Harbiye Marşı"nı okuduktan sonra dağılmışlardı. Bir açıdan bakıldığında ihtilal bağıra çağıra geliyordu, diğer açıdan, bakıldığındaysa, başlatılmış bir ihtilal durdurulmuş gibiydi. Herkes aynı bilmecenin farklı çıkış yollarını arıyor, kimse aradığını bulamıyordu. Böyle bir gösterinin İhtilal Komitesi'nce düzenlendiğini düşünenler yanılıyorlardı. Çünkü, Harp Okulu öğrencilerinin yürüyüşü, herkese olduğu kadar İhtilal Komitesi'ndeki subaylara da sürpriz olmuştu. İhtilal Komitesi'ndeki subaylar, planlarının dışında gelişecek bir olayın, denetimi ellerinden kaçıracağı kaygısını da taşıyorlardı. Üniversite ile ordu gençliğinin artan eylemleri dinamizmine bakıldığında İhtilal Komitesi haksız sayılmazdı. 43. Süvari Alayı'nda harekete geçilecek gün için tetikte bekleyenler enerjilerini güçlükle dizginleyebiliyorlardı. Artık iş çığırından çıkmıştı... İktidardan yana görünen alay komutanı, kendisi dışında gelişen oluşumu denetleyemiyor, ortalıkta şaşkın şaşkın dolaşıyordu- Zaman zaman, silahını belinden çekip masanın üzerine koyarak kendisine gözdağı veren Yüzbaşı Fethi onu parmağında oynatıyordu. Aslında onun sergilediği tavır yalnızca alay komutanı için değil, ihtilal örgütü içinde olduğu halde, iktidarın her an bir seçime razı olabileceği beklentisi içinde hareketi erteletmek isteyenler için de bir tehdit oluşturuyordu. Gençler, Yüzbaşı Fethi Gürcan ile Yüzbaşı Nusret Kocabey etrafında kenetlenmişlerdi. Artık, 43. Süvari Alayı'nı devrimin temel güçlerinden biri olarak eyleme sokacak olan bu iki bölük komutanıydı. İhtilal Komitesi'nden kritik görevi aldıklarında, bütün varlıklarıyla, sonucu ne olursa olsun bu müdahalede dayanışma içinde olmayı ve birbirlerinden ayrılmamayı kararlaştırmışlardı. İhtilal yeminlerini ettikten sonra, belli yerlere cephanelerini de gömmüşlerdi: "Ne olursa olsun teslim olmayacağız. Karşımıza kim çıkarsa çıksın sonuna kadar mücadele edeceğiz! İçinde bulunduğumuz cephe başarıya ulaşana kadar, ölümüne gideceğiz! Eğer ikimizden biri hayatta kalırsa, diğerinin ailesine kendi ailesi gibi sahip çıkacak." Kışlalarda ihtilal yeminleri edilirken, başbakan ve yakın çevresi ise bütün dikkatini CHP'ye yöneltmişti, Genelkurmay başkanı dâhil, üst rütbeli bütün generaller hükümete bağlılıklarını bildiriyorlardı. Ordu hiyerarşinin dışına çıkamaz, alttaki kaynama mutlaka bastırılırdı.

65


18 mayıs’ta Manisa Turgutlu'da, başbakan, öğretim üyelerini ve haftalardır dinmek bilmeyen üniversite ayaklanmalarını şahlandıracak bir konuşma yapıyordu. Tarihe "kara cüppeliler" sözüyle birlikte kaydedilecek olan bu konuşmada, başbakan, "Evet, üniversite muhtariyeti!" diyordu. "Sanki üniversite, devletin dışında Ve üstünde! Sanki bir imtiyaza sahip Papalık falan gibi... Sanki Üniversite Çin Seddi'yle çevrilmiş... İlim kisvesi altında, günlük politika ile muhalefetin en kötüsünü yaparlar. Devletin, hükümetin işlerine karışırlar, ama profesörlük cüppesinin zırhı altında ve sözde ilmin siperindedirler." Başbakan, verdiği her demeç, yaptığı her konuşmayla, iktidara muhalif güçleri, yani ordu ve üniversite gençliğini, basını ve CHP'yi birbirine yaklaştırıyor, dağınık taşlar arasına harç döküyordu. Basına koyduğu yasaklar da harcı sağlamlaştırıyordu. Böylece adeta kendisine karşı yapılacak bir ihtilalin oluşumuna hizmet ediyordu. Ordunun hiyerarşi dışına çıkmayacağına, üniversite gençliğinin bir güç olmadığına, basını sansürle denetim altına alacağına, meydanlarda gördüğü kalabalıkların onu yalnız bırakmayacağına, İsmet Paşa'nın kurnazlığını yenebileceğine olan inancı mı, yoksa yaklaşan her adımı göre göre kadere teslim oluşumu bilinmez, ölümüne gidiyordu. Kim bilir, belki de gitmek istemiyordu ama cumhurbaşkanına "hayır" diyemiyordu. Muhalif güçlerin bir fikir çatısı altında toplanmadıklarını düşünmekte ne kadar haklıysa, onların ortak bir amaçta buluştuğunu görmekte o kadar isteksizdi: DP iktidarını devirmek! Kötü haberlerden, ihtilal uyarılarından sıkılan başbakan, Yunanistan'a yapacağı geziyi üçüncü kez iptal edip, yurtdışına çıkması gereken günden bir gün önce bu kez Eskişehir'deki seçmenlerine koşmaya karar verdiğinde, bu kararıyla ihtilal tarihini değiştirdiğinden de habersizdi. Tıpkı, ihtilalcilerin, onun Eskişehir'de Tahkikat Komisyonu'nun görevini tamamladığını ve erken seçime gidileceğini açıklayacağından habersiz oluşu gibi... Menderes'in gezi programında yaptığı bu ani değişiklik, ihtilal karargâhını şaşkınlığa uğratmıştı. Çünkü, ihtilal onun yurtdışına çıkışından hemen önce gerçekleştirilecekti. Oysa başbakan, bir gün önce yurt gezisine çıkıyordu. Mermilerini silahlarının namlularına sürmüş güçler için bu yalnızca iki günlük bir erteleme anlamına gelmişti.

24 Tümgeneral Cemal Madanoğlu'nun komuta ettiği İhtilal Komitesi'nin, 26 mayıs akşamı karargâh olarak seçtiği Harp Okulu'nda toplandığı sıralarda, Yüzbaşı Fethi ile Yüzbaşı Nusret de, 43. Süvari Alayı'nda dakikaları sayıyorlardı. Her şey karargâhtan gelecek emirle başlayacaktı. Akşam, hükümet yanlısı alay komutanı ve onun yardımcısıyla birlikte hiçbir şey yokmuş gibi evlerine dağılmışlardı. Yüzbaşı Fethi, eşi ve çocuklarıyla yemeğini yemiş, Esma'yla helalleştikten sonra yeniden alaya dönmüştü. Aynı saatlerde, aylardır ihtilali planlayan komite üyeleri Harp Okulu'nda son çalışmalarını yapıyordu. Uzun süren hazırlıklara karşın aslında ellerinde ciddi tek bir hareket planı, yazılı tek bir çalışma yoktu. Haberlerin sızabileceği kaygısıyla, planları kâğıda dökmek yasaktı. Her şey zihinlerde tutulanlarla sınırlıydı. Komite üyeleri, harekâtın emir komuta zinciri içinde gerçekleşmeyeceğini biliyorlardı ve yeterince hazırlıklı olmadıklarının farkındaydılar. Daha birkaç saat önce Genelkurmay başkanı, üst düzey subaylarla bir toplantı yapmış ve hükümete bağlılıklarını anlatmıştı. İhtilal Komitesi'ndekiler için riskin büyük olduğu ortadaydı Tek umutları, harekâtın başlamasıyla birlikte, ihtilali destekleyen güçlerin olayı alıp götürmesiydi. Harp Okulu öğrencileri şansızlık içindeydiler ve emir bekleyen genç subayların elleri tetikteydi. Dönüşü olmayan yola çıkılmıştı. 43. Süvari Alayı'nda dakikaları sayan iki yüzbaşının bekledikleri emir, gece yarısından hemen sonra, tarih 27 mayısa döner dönmez geldi. Görev emrini alınca, aylardır biriken, bedenlerini geren, içlerinde deprem yaratan enerjiyi açığa çıkarıp, hızla harekete geçtiler.

66


İki yüzbaşı, alarm olduğu gerekçesiyle bütün alayı topladı. İlk iş olarak, hükümet yanlısı alay komutanı ve yardımcısını, olabildiğince kibar davranmaya çalışarak enterne edip, Yüzbaşı Nusret'in birliğindeki saraçhaneye kilitlediler. İhtilale giden yolun ilk adımında yıllardır içinde bulundukları hiyerarşiden çıkıyorlar, artık ihtilal hiyerarşisinin oluşturduğu zincirin halkaları oluyorlardı. İhtilal Komitesi'nce, 43. Süvari Alayı'na komuta etmek üzere gönderilen Süvari Yarbay Reşit Çölok, alaya ihtilalin başladığını duyurdu ve hareket başladı. 43. Süvari Alayı'nda heyecanın dorukta olduğu dakikalarda, İhtilal Komitesi'nin üyeleri, radyoda okunacak bildiriyi kaleme almakla uğraşıyorlardı. O dakikada bile, bildirinin altına kimin adını yazacaklarını bilmiyorlardı. Kara Kuvvetleri Komutanı Cemal Gürsel'in ismini yazmak istiyorlardı ama cümle âlem, onun İzmir'de emekliliğini beklediğini biliyordu. Üstelik, Gürsel'den açık bir "onay" alınmamıştı. Bildiriyi komitedeki tek general Cemal Madanoğlu adına okumaları ise daha da riskli olurdu. Madanoğlu'nun ağırlığı, yönetime el koyduğu ilan edilen orduyu temsil etmekte yetersiz kalıyordu. Sonunda, ihtilal bildirisinin "Türk Silahlı Kuvvetleri" imzasıyla okunması kararlaştırıldı. Fethi ve Nusret ise kendilerine verilen görevi adım adım yerine getirmeyi sürdürüyorlardı. Birlikler arasında hızla görev dağılımı yapıldı. Süvariler, İhtilal Komitesi'nin gönderdiği komutanın talimatlarıyla atlarını dörtnala kritik bölgelere doğru sürerken, iki yüzbaşı da kendi birlikleriyle, Çankaya'ya doğru yola çıktılar. Nal sesleri, 43. Süvari Alayı'nın bulunduğu Bahçelievler'den şehre yayılıyor, gecenin sessizliğini dövüyordu. İki yüzbaşı, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne doğru giderken, aradaki boş araziye birkaç sandık cephane gömmeyi de unutmadılar. Bu iş de tamamlandıktan sonra, rutin nal sesleri şaha kalktı... Artık, zaman dörtnala işliyordu. Emniyet Genel Müdürlüğü, Jandarma Genel Komutanlığı civarından geçerken, yolda gördükleri polisleri enterne ettiler. Saat 02.30 sıralarında ihtilal karargâhı olarak seçilen Harp Okulu'nun yakınından geçmişlerdi. Sonunda Köşk'ün yamaçlarına ulaşmış, kuzey kapısında mevzilenmişlerdi. Köşkün önüne birkaç tank yanaşıyordu. "Parola?" "İnkılâp!" Onlar da ihtilal ekibindendiler ve işaret bekliyorlardı. İki yüzbaşı, Muhafız Alayı Komutanı Kurmay Albay Osman Köksal'ı bir ara görmüşler, sonra kaybetmişlerdi. İhtilal Komitesi'nin yönlendirmesiyle Muhafız Alayı komutanlığına atanan Osman Koksal, plan gereği o gece Köşk çevrilince, cumhurbaşkanını, güvenliğini sağlamak bahanesiyle bir tanka bindirecek, ancak söz konusu tank onu doğruca Harp Okulu'na götürerek ihtilal karargâhına teslim edecekti. Oysaki cumhurbaşkanı bütün planları altüst etmiş, evdeki hesap çarşıya uymamıştı. Köşk'ün sarılışını yaverler odasından izleyen cumhurbaşkanı, Osman Köksal'a ne olduğunu sormuştu. Osman Koksal, planını devreye sokmuş Muhafız Alayı'nın bazı birliklerinin asi kuvvetlere iltihak ettiğini söylemişti. Cumhurbaşkanına "Kaçsanız daha iyi olur. Size bağlı kuvvetlerin yanında daha güvende olursunuz" demiş ama cumhurbaşkanından, "Hiçbir yere adım atmam" yanıtını almıştı. Cumhurbaşkanı, kaçmayı kesin bir dille reddettiği gibi, Muhafız Alayı komutanının yanından ayrılmasına da izin vermiyordu. O sırada, tank birliğinden bir subay, ihanete uğradıklarını söyleyerek, Köşk'ün önünden uzaklaştı. Cumhurbaşkanının direndiği haberini alan İhtilal Komitesi'nde bütün dikkatler Köşk'e yönelmiş, kritik hedefe takviye güç gönderilmesine karar verilmişti. İhtilal Komitesi'nden Kurmay Albay Sami Küçük, aynı yöne hareket etmekte olan Piyade Yarbay Cahit Aksoy'un birliğini emrine alarak, Kurmay Albay Emin Aytekin'in kullandığı bir ciple Köşk'e çıkmaya başlamıştı. Bu arada, yolda gördüğü Veteriner General Burhanettin Uluç'a da bilgi vermişti. Köşk'ün kapısında işaret bekleyen iki süvari yüzbaşısının ne plandan, ne işlememe nedeninden, ne de gelişmelerden haberleri vardı. Diğer kritik noktaları ele geçirmekle görevlendirilen ihtilalci birliklerin harekete geçtiklerinin habercisi, şehrin çeşitli yerlerinden yükselen ve gecenin sessizliğine düşerek Çankaya sırtlarında yankılanan silah sesleri olmuştu. Yüzbaşı Nusret, "Belki de bize söz edilen, yalnızca dolaylı bir destekti" dedi. Fethi, "Bunu düşünecek kadar zamanımız yok" dedi, "girelim!"

67


"Girelim !" Kendilerine karşı koyanları yumruk ve dipçiklerle etkisiz hale getirerek ilerlemeye başladıklarında, Veteriner General Burhanettin Uluç da Köşk'e ulaşmış, yanındaki Harbiyelilerle birlikte arkalarından ilerliyordu. Muhafız Alayı birlikleri, şaşkınlık ve çaresizlik içinde geri çekilmek zorunda kalıyor, her dakika cumhurbaşkanının bulunduğu bölüme daha çok yaklaşıyorlardı. Kritik alana geldiklerinde kendilerine karşı koyanlar da çoğalmıştı. Artık direnenler, cumhurbaşkanına en yakın çalışan personeldi. Her an karşılıklı çatışma başlayabilirdi... Ancak konuşan namlular değil, dipçikler ve yumruklardı. Yüzbaşı Nusret Kocabey, kendisini cumhurbaşkanının kapısında bulduğunda, bütün tanımlar altüst olmuştu. Döndüğünde Burhanettin Uluç hemen arkasındaydı. Ona verilen görevi bilmiyordu ama kendilerinden üst rütbeli olduğu için generale önden girmesi, cumhurbaşkanıyla konuşması için yol açtı. Cumhurbaşkanının bulunduğu odaya girdiklerinde, yanında bir genç kız ile emir subayı vardı. General ona ordunun yönetime el koyduğunu ve kendisini teslim almaya geldiklerini söylediğinde, "Ben millî iradeyle geldim. Ancak millî iradeyle buradan giderim" diye bağırdı. Cumhurbaşkanının, sözlerinde panik değil, kararlılık okunuyordu. General ile cumhurbaşkanı arasındaki tartışma uzayınca, Yüzbaşı Nusret, her şeyin ters döneceği, zamanın kendi aleyhlerinde işleyeceğini hesapladı. Makineli tabancasıyla öne çıkarak cumhurbaşkanını belinden itti ve Burhanettin Uluç'a dönerek, "Generalim, cumhurbaşkanını teslim alınız" dedi. Hakaretle karşı karşıya kalacağı kaygısını yaşayan cumhurbaşkanı, süvari yüzbaşının kendisini belinden itmesi üzerine, bir soluğun alınıp verilmesi kadar kısacak bir zaman diliminde, tabancasında beş kurşun olduğunu hesaplamış, önce dördünü karşısındakilere, sonuncusunu da kendisine sıkmayı planlamış, ardından silahını diğerlerine doğrultmaktan vazgeçerek intihara karar vermişti. Cumhurbaşkanının, belinden çıkardığı küçük bir tabancayı sol şakağına götürdüğünü ve ateşlemek üzere olduğunu gören Yüzbaşı Nusret, onu engellemek için yeniden harekete geçti. Cumhurbaşkanı ile yüzbaşı yerlerde yuvarlanıyorlardı. Genç ihtilalci sonunda, komitacı cumhurbaşkanının silahını elinden almayı başardı. Arkadaşına yol açmak için cumhurbaşkanının yakın korumalarını devre dışında bırakma savaşı veren Yüzbaşı Fethi, olay yerine geldiğinde, cumhurbaşkanını Harp Okulu'na götürmek için ikna girişimleri sürüyordu. Bir süre sonra ihtilal karahgâhından Kurmay Albay Sami Küçük de olay yerine gelmişti. Yanına Tankçı Binbaşı Muzaffer Karan ve bir teğmen alarak içeri girdiğinde cumhurbaşkanının çevresini sarmış on kadar süvari eri ile eğitim elbiseleri içindeki iki yüzbaşıyı gördü. Sami Küçük ile Burhanettin Uluç cumhurbaşkanını alarak steyşın vagonuna bindirdiler ve Harp Okulu’na doğru yola çıktılar. İki yüzbaşı, görevlerini tamamlamışlardı... Birliklerini toplayıp, 43. Süvari Alayı'na geri döndüler. Bütün ihtilalcilerin gözü kulağı Çankaya Köşkü'nde, eski komitacı cumhurbaşkanının teslim alınıp alınmadığına kilitlenmişti. Zaten ülkedeki gerilimin bir numaralı sorumlusu olarak da cumhurbaşkanı görülüyordu. Köşk'ün düşürülmesi ve cumhurbaşkanının teslim alınmasıyla ihtilal Komitesi'ndekiler büyük moral kazandılar. Radyoda, Kurmay Albay Alparslan Türkeş'in sesinden ihtilal bildirileri okunmaya başlandı. Bildirinin yayınlanmasıyla birlikte ihtilalci güçler de akmaya başlamıştı. *

*

*

Salon penceresinin önünde oturan Esma'nın karanlığa dalan gözleri uzun bir bekleyişin ardından silah sesleriyle irkildi. Evdekileri uyandırmamak için zorlukla duyabileceği kadar açtığı radyoyu kulağına biraz daha yaklaştırdı. Duyduğu yalnızca boş bir cızırtıydı. Midesinde başlayan bir yangın, boğazına doğru yükseldikçe yükseliyordu. Bir ara kalp atışlarının sesi kulağında öyle şiddetli yankılanmaya başladı ki, evdekilerin bu sese uyanacağını sandı. Kendisine çok uzun gelen bir zaman sonra, radyoyu sıkıca dayadığı kulağının uyuştuğunu hissedince, bu kez de hiçbir şey duyamayacağı endişesine kapıldı. Bir yandan gözleriyle dışarıyı tararken, bir yandan da radyoyu diğer kulağına dayadı. Sabaha doğru, radyodaki cızırtı sese dönüştü... İhtilal bildirisi yayınlanıyordu! Bildiriler ardı ardına yinelenirken, evdekiler de uyanınca, radyonun kısık sesi son perdesine kadar açıldı.

68


Bildiride, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin kardeş kavgasına meydan vermemek amacıyla yönetime el koyduğu, partiler üstü tarafsız bir idarenin hakemliği altında en kısa zamanda adil ve serbest seçimlerin yapılacağı belirtiliyordu: “...bu teşebbüs hiçbir şahsa ve zümreye karşı değildir." Fethi, bir fırsatını bulup eve uğradığında Gürcan ailesinin yaşadığı sevinç görülmeye değerdi. Ankara sokaklarında şenlik başlamış, halk gördüğü subayları omuzlarına alıyor, orduya coşkulu desteğini gösteriyordu.

25 1960 mayısının son günüydü... Devletin zirvesi, Cumhurbaşkanından Genelkurmay Başkanına, Başbakanına kadar tutuklanmıştı... Artık zirvede ihtilalciler vardı. Bütün birliklere, ihtilale katılan subayların 27 Mayıs'ta üstlendikleri görevleri anlatmalarını isteyen bir genelge gelmişti. 43. Süvari Alayı'nda, Yüzbaşı Fethi, elindeki gazeteyi 27 Mayıs gecesi yanından hiç ayrılmayan Teğmen Muzaffer'e uzattı. Gazetede, bir binbaşının Köşk'ü nasıl ele geçirdiğini anlatan açıklamaları vardı. Teğmen Muzaffer, gazeteyi okuduktan sonra, şaşkınlıkla konuştu: "Onu Köşk'te görmüştüm. Bir duvarın üzerinde oturuyordu. Merak edip, tek başına ne yaptığını sordum. Bazı birliklerin Köşk'e doğru hareket ettiğini görünce çıkmış gelmiş. Biz itişip kakışırken, o bizi seyrediyordu. Şimdi de kendisini kahraman ilan etmiş !" Fethi biraz aldırmazlık, biraz alayla güldü: "Etrafta bu kadar kahraman varken, bizim bir şey yazmamıza gerek var mı?" Sonra, ihtilal heyecanının yerini bir başka heyecana bıraktığını duyumsayıp neşelendi. Karşısındaki genç teğmen de, başarılı bir biniciydi... Bir yarışmada, at üzerinde dörtnala koşmanın heyecanını özlemişlerdi... Siyaset onlara göre değildi. Yüzbaşı Fethi Gürcan, 1960 Roma Olimpiyatları'nda Süvari Grup başkanı olarak görevlendirilince, çocuklar gibi sevindi. Önce Avrupa turnesi, ardından olimpiyatlar... Temmuz ayında uzun süren yurtdışı gezisi için yollara düştü... Bu kez yarışmacı değildi ama bütün yarışmacılarla aynı heyecanı yaşıyor, gençlerin başarılarına onlar kadar seviniyor, hata yaptıklarında kendi yapmışçasına yüreği yanıyordu. Atlara, onların onurlarına, bir başka ata sevgi gösterdiğinde çekinmeden sergiledikleri kıskançlıklarına âşıktı. Aşk işte buydu… Onurlu, dinamik, bütünleşen, kollayan, sevgisini göstermekten çekinmeyen, önce heyecanı, ardından zaferleri de, yenilgiyi de paylaşmayı bilen, koşan, dinginleşen, şaha kalkan, dörtnala giden... Aşk buydu... Ve o dörtnala koşmaya âşıktı... Bu yüzden hiç bilmezdi beklemeleri... Heyecanlarını içinde tutamazdı. Böyle sevdiğinden, böyle sevildiğinden, atının üzerinde şahlanırken gökyüzünü kucakladığı gibi, evinde de sıcaklığı kucaklardı. Aşk buydu... Atının dizginlerini eline verip, "Sür sürebildiğin kadar" diyebilmek, sonra da sevdiğinin özgürlüğü uğruna, en büyük acıyı, onun zarar görmesini göze alabilmekti... Acılara âşık insanlar direnirdi. Âşık insanlar için korku, sevdiklerine en küçük bir zarar gelebileceğini düşünmekten başka bir şey değildi... Gezisinin son durağında, bakışlarının takılıp kaldığı ve Roma'nın güzelliklerini yansıtan kartı çevirip yazmaya başladı: "Esmam..." İçine sinmedi, çocuklara da birer kart yazdı... *

*

*

Eylül ayında yeniden Ankara'ya dönmüştü. Ne var ki, Avrupa'dan kendisiyle birlikte, kimi dedikodular da gelmişti: "Yüzbaşı Fethi, üç gün ortalıktan kaybolmuş. Hem de, Hollanda kraliçesinin kızıyla birlikte..." "Eee, kendisi bir açıklama yapmamış mı?" "Yapmamış. Bu dedikoduların üzerine balolarda, onun bir kızı bırakıp, diğeriyle dans etmesi de, kafiledeki generalin tepesini attırmış... Fethi Yüzbaşı'ya çıkışmış. O da, 'Bunda ne var? Siz de dans ediyorsunuz' diye karşılık verince ortalık karışmış." "Ne olmuş?"

69


General 'Sen nasıl bana cevap verirsin?..' diye tokat atmaya Kalkışınca, yüzbaşı, yumruğu generale geçirmiş." "Başı belada desene..." General Türkiye'ye gelir gelmez, Fethi Yüzbaşı'yı Millî Birlik Komitesi'ne şikâyet etmiş, ordudan atılmasını istemiş, komite üyeleri ise şikâyeti ciddiye almamıştı... Olay, Fethi Gürcan'ın evine kadar taşındı; Esma kocasına inandı... Hem atlara daha yakın olmak, hem de ek bir gelir elde etmek pek çok süvari subayının yolundan gitti. Hafta sonları Hipodrom'daki at yarışlarında hakemlik yapıyordu. Sonbaharın henüz solduramadığı yemyeşil otlarından yayılan kokuyu ciğerlerine çekiyor, yarışlara Gülderen, Ömer ve Öner'i de götürerek onlara at sevgisini aşılıyordu. Öyle günlerden birinde, kuleye çıkmadan önce çocuklarıyla ilgilenirken, bir koşuşturma fark etti. 27 Mayıs gecesi ihtilalci güçlerin İzmir'den getirerek ülke yönetimini teslim ettikleri Cemal Gürsel yarışları izlemeye gelmişti. Gürsel'i görmek, onunla konuşmak, "en hızlı 27 Mayısçı" olduğunu söylemek için yarışanlara, üzüntüyle öfkenin bir araya geldiğinde oluşturduğu o aykırı duyguyla, aldırmazlıkla baktı. Daha fazlasını görmek istemediğinden bakışlarını o yönden ayırdı, çocuklarıyla hiçbir şey olmamış gibi şakalaştı. Onların soran bakışlarını da görmezden geldi. Nereden bilecekti ki çocukları onun hayal kırıklıklarını? Millî Birlik Komitesi üyelerinin daha şimdiden, askerî birliklerde dolaşıp taraftar toplamaya çalıştıklarını, ordunun bölünmeye giden bir yolun başlangıcında olduğunu, komite üyelerinin orduya siyaset virüsünü soktuğunu, bu virüsten korunmak için kendisini atlara, hep daha çok atlara verdiğini çocukları nereden bilecekti... Bir yanda Öner'in yeniden hastalanacağı kaygısı, bir yanda kötüye giden "memleket meseleleri"... Bir süre önce Millî Birlik Komitesi'nden on dört üye tasfiye edilmişti... Bu tasfiyenin ardından ordudaki parçalanma da hızlanmıştı... Hayal kırıklığı, yorgunluk, bozulan tinsel denge... Koşullar ona, kötü bir armağan daha veriyordu. İnce uzun bedeni her geçen gün çevikliğini yitiriyor, yalnızca avurtları değil, bir süngünün ucu gibi çelik ışıltılar saçan gözlerinin altı da çöküyordu. Direncini yitirince Gülhane Hastanesi'ne gitti ve hemen gözetim altına alındı. 1961 yılma yeni bir dertle girdi... Siyaset virüsünden kaçmaya çalışırken, verem virüsüne yakalanmıştı. *

*

*

Esma, mutfakta kocası için yemek hazırlarken içi içine sığmıyordu. Sonunda taburcu olmuştu. Onun hastanede yattığı bir aydan uzun zaman boyunca yüreğinde oluşan yeni duyguları ayrımsamaya çalıştı. Coşkusunu, enerjisini hiç yitirmeyeceğini sandığı Fethi'nin yüzü solup, bedeni bitkinleşince korkmuştu... Bu korku, kocasını ihtilale uğurladığı 26 mayıs akşamından bile büyük olmuştu. Nedenini bilmiyordu ama öyleydi... Hastane yatağında pijamalarıyla yatan Fethi'nin biraz daha esmerleşmiş yüzündeki hiç eksilmeyen gülümsemesi, ışıltılı bakışlarının ardına saklamaya çalıştığı acısı, onda bambaşka duygulara kapı açmıştı. Kederiyle bütünleşen korku, bir yandan da direncini bilemişti... Nasıl oluyor da, korkusu ve acısı büyüdükçe, daha güçlü olabiliyordu? Bilmiyordu... Çocuklarına duyduğu koruma içgüdüsü harekete geçmişti kocasına karşı. Şimdi bir çocuğun annesini ne kadar güçlü görmeye gereksinimi varsa, Fethi'nin de, kendisini o kadar güçlü görmeye gereksinimi vardı. Ne üç çocuğunun haylazlığı eksiliyordu, ne günlük işler... Sonra hastane... Sabah ablasının namaza kalktığı saatlerde o da kocası için hastaneye götüreceği yemeği hazırlıyordu. Ama her zaman olduğundan daha bakımlıydı. Kocası üzülmesin, bir de kendisini dert etmesin diye... *

*

*

Esma'nın gözetiminde gün geçtikçe kendisini toparlayan Fethi, artık akşamları yatağından kalkıp, ailesiyle birlikte olmanın mutluluğunu yaşıyordu. İhtilalin öncesindeki eve geç gelişlerinin, olimpiyatlar ve Avrupa turnesi için uzak kalışlarının, hastane günlerinin acısını çıkarıyorlardı... Ankara'nın uzun kışı son günlerini yaşıyordu... Fethi, elindeki çakıyla kabuklarını büyük bir hızla çizdiği kestaneleri sobanın üzerine yerleştirirken, bütün aile toplanmıştı. Divana yerleşirken, Esma ve çocuklar da, onun okuyacağı yeni bir Aziz Nesin öyküsünü dinlemek için dikkat kesilmişlerdi. Öykü, kalabalık bir sergi açılışında geçiyordu ve bir kadın, gece gördüğü rüyayı diğer konuklara anlatıyordu.

70


Kadının rüyasında, sokakta yürürken, kalabalıktan biri "Şimdi herkes olduğu yerde dursun" diye bağırmış, herkes de bu emre uymuştu. Üstelik, adamın isteği üzerine kendi etraflarında birer daire çizmişler, bu dairede hapis kalmışlardı. Öykünün kahramanı, kendisini dinleyenler, daireden neden çıkamadıklarını sorunca da, "E, yasak! Nasıl çıkalım?.." diyordu. Kadının anlatımına göre, herkes sıkılmaya başlıyor ama çizdikleri ya da tasarladıkları dairelerinden çıkamıyordu. Öykü, Aziz Nesin'in akıcı diliyle uzuyor, kadının rüyasındakiler bir türlü dairelerinden çıkamıyorlardı. "Biri gelse de şu çizgileri silse” diye mırıldanan kalabalıkta, gece olduğu halde yerinden kıpırdayan yoktu. Derken bir ses, "Birisi çıkarsa ben de çıkarım" diyor, rüyanın sahibi de aynısını tekrarlıyordu. Kalabalık onlara katılıyor, ama içlerinden "biri" çıkmıyordu. Fethi, öyküyü okuduktan sonra, Esma'ya, "Türkiye'nin 27 Mayıs öncesi hali ancak bu kadar iyi anlatılır" dedi. Ömer, yerinden kalkmış, elindeki maşayla patlayan kestaneleri çeviriyordu. Öner, solgun yüzüne yerleşmiş kocaman bir gülümsemeyle, "Bir tane daha okusana baba" dedi... Fethi, yeni bir öyküye başlamadan önce, "Ben okurken kestaneleri götüreceksiniz değil mi" diye takıldı oğluna... Öner yemek yemeği reddettiğinden ne zamandır Esma ve Fethi'nin de iştahı kaçmıştı. Fethi, kimi zaman Öner'e, "Yemeğini yersen, fazladan harçlık alırsın" diyor, sözünde de duruyordu. Ömer yaramazlıklarını aynı hızla sürdürürken, Gülderen genç kızlığa doğru yol alıyordu. Babasını annesiyle bile paylaşmaya dayanamıyor, ancak onun göğsüne başını koyup, kalp atışlarını dinlediğinde dinginleşebiliyordu.

26 1961 yılının mayısında, hastalığını bir ölçüde atlatan Yüzbaşı Fethi, altı aylık raporunun ilk üç ayını geride bırakmış, ancak bu kez yeni bir sıkıntıyla baş başa kalmıştı. Yüzbaşı Nusret, "Bu inanılmaz bir şey" diyordu, "ortada jeopolitik hiçbir neden yok... Stratejik hiçbir taktik yok ama 43. Süvari Alayı Siirt'e naklediliyor." Fethi, yüzünde seğiren kası sertçe ovdu, hiç sesini çıkarmadı. "Oğlunun tedavisini Siirt'te nasıl yaptıracaksın ?" "Belki buralardan çekip gitmek, daha iyi olurdu ama yapamam. Düşüneceğim... Ankara'da kalmanın yollarını arayacağım." Esma'nın yüzü sararmıştı. Yorum yapmadan kocasını izliyordu. Onun, epeyce incelmiş yüzündeki keder kendi kederine değince, bir deprem anındaymış gibi sallandı. "Yalnızca Öner'in değil, senin de doktor kontrolünde olman gerekir" dedi. Sesinin titremesine engel olamıyordu. Gözlerini kırptığı anda yaşların akacağını biliyor, bu yüzden dümdüz bakıyordu... 'Üzülme Esma... Bir çaresine bakacağım..." Birkaç günlük araştırma sonunda, en kestirme yolun, Harp Okulu Komutanı Albay Talat Aydemir'e ulaşmak ve onun yardımını istemek olduğu ortaya çıkmıştı. Albay Talat Aydemir, 27 Mayıs öncesindeki ilk İhtilal Komitesinin kurucularındandı. İhtilal sırasında Kore'de bulunuyordu ama iki üç ay sonra Türkiye'ye dönmüş, 12 eylül 1960'ta Harp Qkulu komutanlığına atanmıştı. O yeni görevine atandığında, DP hakkındaki kapatma davası yeni sonuçlanmıştı. On yıl tek başına iktidarda kalan parti artık yoktu... Devrik iktidarın üyeleri ise Yassıada'da mahkemeye çıkacakları günü bekliyorlardı. Albay Türkiye'ye döner dönmez, ihtilalci arkadaşlarıyla buluşmuş, komitede her kafadan bir ses çıktığını görmüştü. "İhtilalden sonra nasıl bir yönetim oluşturulacağı" sorusuna yanıt bulamayıp, bunu zafer sonrasına erteleyenler, şimdi bu soruyla burun buruna gelmişlerdi ve hepsinin yanıtları farklıydı. Üstelik sorunun yanıtını içinden çıkılmaz hale getiren yeni unsurlar ortaya çıkmıştı. Anayasa'yı hazırlama görevi verdikleri profesörler, ihtilale ortak çıkan CHP'liler... Basın, yılların yasağının öcünü alırcasına DP'ye yükleniyor, tüyler ürpertici söylentiler manşetlere taşınıyordu. Anayasa'yı hazırlamak üzere görevlendirilen üniversite hocaları, ihtilalin meşruluğunu ilan etmişlerdi. Ancak ihtilalin meşruluğunu ispat edebilmesi için, iktidarı sivil yönetime terk etmeden önce, DP yönetiminin yargılanarak suçlarının tespit edilmesi ve ülkeyi gayri meşru yönettiklerinin ispatlanması gerekiyordu. Aksi halde yönetime gelecek olan siviller, ihtilalcileri meşruiyetini kaybettiği tescillenmemiş bir iktidarı devirdikleri için yargılayabilirlerdi.

71


Siyaseti bilmeyen Millî Birlik Komitesi üyeleri, yeni bir Anayasa'nın on beş günde hazırlanamayacağını da bu sırada öğrenmişlerdi. Gelişmeler, CHP'lilerin, ordunun yönetimi bir an önce kendilerine devredeceğine olan inançlarını yaralamaya başlamıştı. İhtilalden sonra, "İhtilalin ne içindeyiz ne dışındayız" diyen İsmet Paşa, ne ortaya açıkça çıkıp olayın sorumluluğunu üstleniyor, ne de askerleri kendi hallerine bırakıyordu. İhtilal gününe kadar bir yandan yokluk içinde yaşarken, öte yandan iktidar partisince hor görülen ve kendilerine özgü bir "yalnızlık" içinde olan ordu mensupları, ihtilalin ardından dört bir yandan kuşatılmışlardı... 27 Mayıs sabahı, üç ay sonra seçimlere gitmeyi düşünenlerin aklı karışmıştı. İzmir'den getirtilerek devletin başına oturtulan ve ilk iş olarak İsmet Paşa'yı arayıp, "Emirleriniz peygamber buyruğudur" diyen Cemal Gürsel'in de... Zaten, ihtilal lideri, öğretim üyelerine de, "iman" ediyordu... Alparslan Türkeş, Millî Birlik Komitesi'nde bir grup oluşturmuştu. Onlar, iktidarı uzunca bir süre sivillere bırakmama eğilimindeydiler. Gerçekleştirilmesi gereken köklü reformlar vardı ve bunları siyasetçilerin oy kaygısıyla yapamayacağı, ancak bir ihtilal idaresinin gerçekleştireceği görüşündeydiler. Bir başka grup ise, yönetimin bir an önce ismet Paşa ve partisine devredilmesini istiyordu. On yıllık DP döneminde uzak kaldıkları iktidarın özlemiyle dolu CHP'liler, komite içindeki fikir ayrılıklarından haberdar olmuşlar, askerlerin yönetimi kısa süre içinde bırakmaya niyeti olmadığını anlamışlardı. Zaten İsmet Pasa da, "Bunlar gelirler ama gitmek bilmezler" demişti... Aslında o, hiçbir zaman bir ihtilal yapılmasını istememişti. Mayısa giden süreçte istediği tek şey DP iktidarının birleşen muhalif güçler karsısında pes edip bir an önce erken seçime gitmesiydi. Halkın büyük kesiminin kendisini yeniden kurtarıcı olarak gördüğü böyle bir ortamda, kaçınılmaz olarak sandıktan zaferle çıkacaktı... Ama DP pes etmemiş, sert muhalefeti ihtilalci güçleri ateşlemiş, ihtilal kapıya dayanmıştı... Bundan sonra, oynayacağı satrançta taşları, orduyu bir an önce yönetimden uzaklaştırmak için sürecekti. Bir yandan ihtilale sahip çıkan, bir yandan iktidarı özleyen CHP'liler bunun en pratik yolunu bulmuşlardı. Kendilerinin iyi bildiği, ama askerlerin hiç kullanmadıkları bir silahı ateşleyeceklerdi: siyaset... Nasıl olsa, orduda CHP sempatizanlarının sayısı oldukça yüksekti. Kendilerine yakın komite üyeleriyle temasa geçen CHP'liler artık gizli toplantılarda olup biten her şeyi haber almaya başlamışlardı. Komitedeki üçüncü grup ise, Millî Birlik Komitesi'nin, devrik iktidar üyelerinin mahkemeleri bitene kadar görevini sürdürmesini, ardından seçimlere gidilmesini istiyordu. Birkaç komite üyesi de gruplaşmaların dışında kalmış, ayrışmayı endişeyle izliyordu. Albay Talat Aydemir'i eski arkadaşı, komite üyesi Kurmay Albay Alparslan Türkeş'in, Cemal Gürsel'e yakınlığını iyi değerlendirerek Başbakanlık müsteşarlığı görevini alması, diğer üyelerin büyük bir bölümünü ürkütmüştü. Türkeş bulunduğu makamda her şeye hâkim bir durumdaydı. Onun ve arkadaşlarının, diğer komite üyelerini tasfiye ederek komiteyi ele geçirme planları içinde olduğu seziliyor, bu da kaygıları çoğaltıyordu. Üstelik, Türkeş’in sivil yönetime geçilmesiyle birlikte, siyasî bir oluşum içinde yer almak yönündeki isteği biliniyor, geleceğe yatırım yapmak için kimi DP'lilerle temasta olduğu da dilden dile yayılıyordu. Komitedeki diğer üyeler huzursuzdu. Türkeş ekibi onları yemeden, onların Türkeş ekibini yemesi gerekiyordu. 27 ekimde, üniversite reformu beklenirken, profesör kıyımı yaşanmış, kıyım, reformu gölgede bırakmıştı. Yüz kırk yedi öğretim üyesi üniversitelerden tasfiye edilmişti. Bu tasfiyede Türkeş grubunun etkisi vardı. Hedefleri CHP'ye yakın öğretim üyeleriydi ama bu anlaşılmasın diye ilgisiz isimler de aralarına katıştırılmıştı. Hiçbir mantıkla anlatılamayacak bir liste ortaya çıkmıştı. Tasfiye hareketi üniversitelerde büyük tepkiyle karşılanmıştı. Oysa komite ilk tasfiyeyi orduya dönük yapmış, binlerce subayı emekli etmişti. O zaman hiç de kıyamet kopmamıştı. 27 Mayıs sabahından itibaren basının, gençliğin, üniversitenin desteğini arkasında hisseden Millî Birlik Komitesi için rüzgâr tersine esmeye başlamıştı. Bu durum komite üyelerini tedirgin etmiş, iktidarı bir an önce sivillere bırakmayı düşünenler -ki çoğunluğu CHP'ye yakındı- biraz daha acele etmeye başlamışlardı. Hızla Kurucu Meclis oluşturulmalı ve yönetimin sorumluluğu paylaşılmalıydı. Kurucu Meclis'i oluşturmak için komitede kararın beşte dört çoğunlukla alınması gerekiyordu. Türkeş ekibi Kurucu Meclis için zamanlamayı erken bulduğundan, bu çoğunluğun bulunma şansı sıfırdı.

72


Türkeş'in geçmişte Turancılıktan yargılandığı da, gazete sütunlarına kadar yansımıştı. Albay Aydemir, Türkeş'in tasfiyesini isteyen komite üyesi arkadaşlarıyla bir araya gelip durumu değerlendirdikten sonra, Cemal Paşa'ya bu fikri paylaştığını söylemişti. Artık "ihtilal içindeki ihtilalin" ilk sahnesi için perde açılmak üzereydi, iki taraf da tetikteydi ve her şey kimin daha önce ve kararlı davranacağına kalmıştı. Kaybeden, Türkeş ve arkadaşları olmuştu... 13 kasım 1960'ta, Türkeş'in de dahil olduğu on dört üye komiteden tasfiye edilerek yurtdışına sürülmüştü. Aslında tasfiye edilen on dört üye arasında siyasal bir fikir birliği yoktu. Alparslan Türkeş'i onların lideri konumuna sokan da, içlerindeki en yüksek rütbeli subay olmasıydı. On Dörtler Olayı'nın ardından, sıra, Türkeşçi oldukları savıyla pek çok karacı genç subayın uzaklaştırılmasına gelmişti. Bu listelerden birinin başında da Albay Aydemir'in adı bulunuyordu ve tasfiyesi son anda komitedeki kimi arkadaşlarının müdahalesiyle durdurulmuştu. Albay, ilişkide olduğu komite üyelerine, "Benim için yanılanlar, diğerleri için de yanılırlar, bu şekilde tayinler yapmaya kalkmayın, orduyu ikiye ayırırız. Çok kötü neticeler doğar” demişti ama onu kimse dinlememişti. Yüzbaşı Fethi, 12 kasım 1960 akşamını düşündü... Sabah yapılacak tasfiye sırasında Türkeş’e yakın gençlerin bulunduğu Tank Taburu'nun herhangi bir harekâta geçmesinin engellenmesi gerekiyordu. Görev, 43. Süvari Alayı subaylarından Üsteğmen Yılmaz Akkılıç'a verilmişti. O akşam alayda, Üsteğmen Yılmaz ve Üsteğmen Erol'la alınacak önlemleri konuşmuşlardı. Üsteğmen Yılmaz komutasındaki grup, gece yarısı tank garajını ve binaları kuşatmış, tanklara el koymuştu. Üsteğmen Yılmaz, istenmeyen bir olaya yol açmamak için büyük özen göstermişti. Tanklar yüklü olmasına rağmen Tank Taburu'nda herhangi bir hareket olmamıştı... Fethi, 13 kasımla ilgili düşüncelerinden sıyrıldığında, kendisini kötü hissediyordu. Millî Birlik Komitesi üyelerinin siyasetçiler gibi birbirlerine düşmesinin öfkesini taşıyor, bu ayrışmanın ülkenin teminatı olarak gördüğü orduda da bölünmeye yol açacağı kaygısıyla, kendi kendisini yiyordu. Bir yanda kendi içinde bulunduğu gerçekler, bir yanda memleketin gerçekleri... Ve gerçekler ona iyi şeyler söylemiyordu. *

*

*

Kısa boylu, sarışınca ve mağrur albay ile uzun boylu, esmer ve mağrur yüzbaşı birbirlerini selamladılar... Kısa boylu, sarışınca albayın gözlerinden taşan mavi ışıklar, esmer ve uzun boylu yüzbaşının gözlerinden taşan çelik parıltılarla karşılaştı. Harp Okulu Komutanı Albay Talat Aydemir, ayağa kalkıp elini sıktığı 43. Süvari Alayı'ndaki Yüzbaşı Fethi Gürcan hakkında yeterli bilgiyi edinmişti. Onun, 27 Mayıs öncesi yaşanan üniversite olaylarında ve 27 Mayıs gecesi Köşk'ün ele geçirilişinde üstlendiği rolü anlatan birkaç arkadaşı, genç yüzbaşının cesaretini, "Mangal gibi yüreği var" diye tanımlamışlardı. Yüzbaşı, alabildiğine açık sözlüydü de. İkisi de birbirlerinden etkilenmişlerdi ve konu, bir tayin olduğu halde hissettikleri, ortak bir kadere doğru yol alacaklarıydı. “Sizin gibi, cesur, görevine sadık, Atatürk ilkelerini savunan, Türk bayrağını Avrupa'da dalgalandıran subaylara ihtiyacımız var yüzbaşı... Muhafız Alayı Süvari Grubu komutanlığına atanmanızı sağlayacağım. Ayrıca, Harp Okulu'nda binicilik dersleri vereceksiniz...'' Fethi için, bu olabilecek en iyi sonuçtu. Böylece hem Ankara kalmış olacak, hem de çok sevdiği mesleğiyle iç içe yaşayacaktı. O bir asker olduğu kadar bir biniciydi... Son yıllarda, gelişen askerî teknolojiye paralel olarak süvari birlikleri, tank eğitimi verilerek hızla motorize birliklere dönüştürülüyor ve süvariler atlardan uzaklaştırılıyordu. Yeni görevinde, hem Ankara'da kalma amacını gerçekleştirecek, hem de çok sevdiği binicilikle iç içe yaşayacaktı. Üstelik Harp Okulu'nda, gençlerle... * * * 1961 yılıydı... Köşk'te düzenlenen bir resepsiyonda, 27 Mayıs'ın ilk yıldönümü kutlanacaktı. Fethi elindeki davetiyeyi evirip çeviriyor, davete gitmek istemiyordu. Üzerinde kurulan baskılar yetmiyormuş gibi kapısının önüne kadar araba yollanınca, yapacak fazla bir şey kalmadı. Esma'ya, "Hazırlan gidelim" dedi. Gülderen'i de alıp, Köşk'e çıktılar. Yol boyu, bir yıl

73


önce, aynı gece yaşadıklarını anımsadı... Kendisini bir "kutlama" havası içinde hissedemediği için kahretti. Gülderen ise resepsiyon boyunca gözlerini, büyük bir ilgi odağı oluşturan babasından ayırmadı. Onunla sohbet edenler içinde, Millî Birlik Komitesi üyeleri olduğunu öğrenince, babasına olan hayranlığı biraz daha arttı, onun mutsuzluğunu anlamak biraz daha zorlaştı. Davetin ana konusu, sona yaklaşan Anayasa çalışmaları, yaklaşan seçimler ve siyasî partilerin durumuydu. Devlet Başkanı Cemal Gürsel seçim tarihini 15 ekim olarak açıklamıştı. O tarihe kadar Yassıada duruşmalarının da karara bağlanması gerekiyordu. Şubat ayında kurulan ve nisan ayında siyasî faaliyetlerine başlayan siyasî partiler ısınma sürecindeydi. Yeni kurulan AP'nin, DP'nin devamı olduğu yolundaki tartışmalar hız kazanmıştı. Davete kocasının zoruyla giden Esma'nın ise derdi bambaşkaydı. Yeniden hamile kaldığını anlamış, canı sıkılmıştı. Kırk yaşına gelmişti. Üç çocuğunun en küçüğü Öner dokuz yaşındaydı. Kapamışlardı artık o defteri. Yeni çocuk da neyin nesiydi... Ne yapmalı ne etmeli, bu çocuğu düşürmeliydi. Nasıl düşürülür ki çocuk? Var mı öyle gidip hastaneye kürtaj yaptırmak? Yok! Hem yasak, hem... Düşürmek için elinden geleni yapmak başka, bile bile aldırmak başka... Bildik yöntemleri deniyordu her Anadolu kadını gibi... Isparta halıları katlıyor, taşıyor, silkeliyordu. Bu ağırlığa dayanamaz ya karnındaki. Daha tutunamamıştır bile rahmine. Çok küçüktür O...…Dördüncü çocuğun ne yeri ne zamanı... Öyleyse?.. Uzanacak en yüksek raflara, silip süpürecek gerekli gereksiz evi, Isparta halılarını dürüp kaldıracak, sonra da bekleyecek kanamaları. Esma bu, saklayamazdı kocasından hiçbir şeyi. Esma darda olunca da, Fethi'nin bilmediği şey yoktu. Ne de olsa, Avrupa görmüş adamdı o... "Bırak bunları Esma" dedi. Mademki bu çocuğu düşürmek istiyordu, kendisine zarar verecek yöntemler denemesine gerek yoktu. Bunun için iğneler vardı. Getirdi, verdi Esma'ya: "Al bunları yaptır..." Esma iğneleri yaptırdı, tuvalete koştu sıkça... Düştü mü, düşecek mi? Ha düştü, ha düşer... Ama düşmüyor, günler geçiyordu inadına... Zehra çok kızıyordu ona... Her hamileliği düşükle sonuçlanan ve bir çocuk özlemiyle yanıp tutuşan Zehra, "Sen istemiyorsan, benim için doğur. Dokuz ay ev sahipliği yap, doğurduktan sonra ver ben büyüteyim" diyor, kardeşinin çocuğunu düşürmek istemesi karşısında hop oturup hop kalkıyordu. * * * 1961 temmuzunun ortalarıydı... Aylardır ilk kez gazetelerde okuduğu haber ona 27 Mayıs'ın heyecanını tekrar yaşatıyordu. Neşesinin katsayısını artıran yalnızca halkoylamasıyla yürürlüğe giren 1961 Anayasası değildi... Albay sözünde durmuştu ve artık onun için yeni bir süreç başlıyordu... Dörtnala koşan atlar ve dörtnala yaşayan gençler... Tatilin bitmesini, Harp Okulu'nun derslere başlamasını dört gözle bekliyordu... Daha raporunun süresi dolmamıştı ama kendisini göreve başlayacak kadar iyi hissediyordu. Silahlı Kuvvetler Birliği'ne girerken, silahı üzerine ettiği yemini anımsadı: at, avrat, silah... Yüzündeki ifadeye, ironik bir gülümseme hâkim oldu. Geçirdiği her bir deneyim, gezip gördüğü her bir memleket, dış dünyaya açılan her bir pencere, kazandığı her bir yarış, onu Türk erkeğinin üç vazgeçilmezine daha çok bağlamıştı... Mesleğine, kadınına ve atlarına delicesine tutkundu... Albay Talat Aydemir'le tanışmalarının üzerinden geçen zaman, yaşam diliminde oldukça kısa sayılırdı. Oysaki, aralarında eşi az rastlanır bir güven oluşmuştu. On Dörtlerin yurtdışına sürülmesinin ardından, Millî Birlik Komitesi’nde kalan üyeler kendi başlarına bir şey geleceği düşüncesiyle kaygıya kapılmışlardı. Albay Aydemir'in, komite üyeleri için söylediği, "Aşiret reisi gibi taraftar topluyorlar" sözüne içtenlikle katılıyordu. Komitede varlığını sürdüren subayların ağırlıklı kanadı, CHP'yle yakın temas halindeydi. Bu arada, On Dörtlerin mağdur olduklarına inananlar da, ordu içinde teşkilat kurmaya kalkışmışlardı. Albay Aydemir'in de öncülüğünü yaptığı bir grup subay, ordu içindeki parçalanmayı önlemek için Silahlı Kuvvetler Birliği adı altında bir örgütlenmeye başlamıştı. Örgüt, hiyerarşik sisteme bağlanarak gelişiyordu. Kısa sürede generalleri içine almış, zincirini Hava Kuvvetleri Komutanı İrfan Tansel'e kadar yükseltmişti. Bu çığ gibi büyüyen güç, Millî Birlik Komitesi'nin kimi üyelerini rahatsız etmiş, ne olduysa da ondan sonra olmuştu! Yapılacak tek şey örgütü dağıtmak,

74


13 kasım gibi ikinci bir tasfiye hareketiyle tehlikeyi savmaktı. Ancak bu kez "tasfiyecilerin" hesapları çarşıya uymamıştı... Örgütü dağıtmak için, en tepeye el atılmış ve Genelkurmay Başkam Cevdet Sunay ikna edilerek, Hava Kuvvetleri Komutanı İrfan Tansel'in Washington daimî temsilciliğine tayini çıkarılmıştı. Ordudaki tayinlere Millî Birlik Komitesi'nin el atması, Genelkurmay başkanı üzerinde baskı kurulması öfkeye yol açmıştı. Silahlı Kuvvetler Birliği'nin oluşumu ve gelişiminde ön plana çıkan albaylar, sıranın kendilerine geldiğini anlamışlardı. İhtilali Silahlı Kuvvetler yapmıştı. Şimdi onlar adına ülkeyi yöneten Millî Birlik Komitesi, ihtilalin gerçek sahipleri üzerinde tasarrufta bulunuyordu. Emekli edilecekler listesi, örgüte, Genelkurmay ikinci başkanı kanalıyla uçurulmuştu. Örgüt hemen alarma geçti. 6 haziran sabahı, Hava Kuvvetleri Komutanı İrfan Tansel'i Washington'a götürecek uçağın havalandığını öğrenen Silahlı Kuvvetler Birliği, bu haberi Hava Kuvvetleri üslerine duyurdu ve bir jet filosu, tayın edilen Hava Kuvvetleri komutanını götüren uçağın peşine takıldı.Gökyüzünde müthiş bir takip başlamıştı... Jetler, komutanı Washington'a götüren askerî uçağı, Türk sınırlarını geçmeden yakalamışlar ve etrafını çevirerek, hemen geri dönmesini istemişlerdi. Jetlerin arasında geri dönen uçak bir saat kadar sonra Mürted Hava Üssü'ne inmişti... Birliğin olağanüstü toplantısında hazırlanan ültimatom, Devle Başkanı Cemal Gürsel'e iletilmek üzere, Genelkurmay başkanına ulaştırıldı. Hava Kuvvetleri'nin uçakları ise, Çankaya Köşkü üzerinde alçaktan uçuş yaparak gözdağı veriyorlardı. Sonunda komutan görevine iade edilmiş, onun tayin girişiminde rol alan Millî Savunma bakanı ve Kara Kuvvetleri komutanı görevlerinden uzaklaştırılmışlardı. Silahlı Kuvvetler Birliği bu zaferle birlikte iktidarı fiilen ele geçirmiş, büyük güç kazanmıştı. Artık Ankara'daki en güçlü adam haline gelen Albay Aydemir, Fethi'ye "Bu sessiz ültimatomlu ihtilalden galip çıktık. Bundan sonraki işimiz, çengeli Genelkurmay başkanına atmak. Onu da üye yaptıktan sonra teşkilat istediğimiz yapıya kavuşacak" demişti. Çok geçmeden, "Aşağıdan yukarıya çengel atma işlemi tamamlandı" sözleriyle Genelkurmay başkanının da örgüte üye olduğunu haber vermişti. Fethi Gürcan, albayla ordudaki bölünmenin önleneceği umudunu paylaşmıştı. Genelkurmay başkanı örgüte aynı inancı paylaştığından mı, kendisini güvence altına almak için mi, yoksa yıllar sonra iddia edeceği gibi onları kontrolü altında tutmak için mi üye olmuştu bilinmez... Ama Silahlı Kuvvetler Birliği'nin prensiplerini, bir genelgeyle duyurarak bütün orduya mal etmişti... Resmen Millî Birlik Komitesi'nde olan iktidar, fiilen Silahlı Kuvvetler Birliği'ne geçmişti. Üstelik birliğin başını çeken albaylar, özel karargâhlarını oluşturmuşlar, Genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanlarıyla haftada iki kez bir araya gelmeye başlamışlardı. Bu toplantılarda, örgütün istekleri, yazılı ve imzalı olarak iletiliyordu. Ordunun bu istekleri de devlet başkanına aktarılıyordu. Artık Türk Silahlı Kuvvetleri'nde gizli bir örgütten söz edilemezdi. Zaten amaç da buydu. Silahlı Kuvvetler Birliği, seçimlerin de 19 ekim 1961'den önce yapılmasını istiyordu. Yaklaşan Anayasa halkoylaması nedeniyle, siyaset haziran ayından itibaren ısınmaya başlamış, partiler birbirlerine düşmüşlerdi... AP'nin Anayasa için yapılacak halkoylaması öncesinde, Hayır' diyelim hayırlı olsun!" sloganı askerleri tedirgin ediyordu. 9 temmuzda yapılan halkoylamasında, Anayasa, halkın yüzde altmışından fazlasının "evet", yüzde kırka yakınının "hayır" oyuyla kabul edilmişti. Türkiye Cumhuriyeti'ni, "millî, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti" olarak tanımlayan yeni Anayasa, özgürlükçü ve demokratik bir rejimi güvence altına almak amacıyla hazırlanmıştı. Siyasî iktidarların, dikta rejimine yönelmelerini önlemek amacıyla, Anayasa Mahkemesi, Yüksek Hâkimler Kurulu gibi yeni kurumlar oluşturuluyor; Türkiye Büyük Millet Meclisi ise Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu olmak üzere iki meclise ayrılıyordu. "Sosyal devlet" niteliğine paralel olarak, devlete yeni görevler yükleniyor; sosyal ve ekonomik haklar anayasal güvenceye kavuşturuluyordu. 1961 Anayasası'yla toplusözleşme, grev ve lokavt da anayasal nitelik kazanıyor, basın özgürlüğü, üniversite özerkliği gibi yeni kavramlar getiriliyordu. Bir tepki hareketi olarak gerçekleştirdikleri 27 Mayıs'tan sonra, ülke sorunlarıyla ilgilenmeyi sürdüren ve büyük bir değişim beklentisi içine giren, ancak hayal kırıklığına uğrayan ordu gençliği, yeni Anayasa'yla moral bulmuştu... Fethi, o gün gazeteleri satır satır incelemiş, Anayasa'yla getirilen yenilikleri gururla okumuştu. Millî Birlik Komitesi üyelerine ömür boyu senatörlük hakkı tanınması ise canını sıkmıştı.

75


Hani, iktidarı sivillere teslim ettikten sonra, hiçbir makam, mevki kabul etmeden eski görevlerine döneceklerdi? Başını kaldırdığında, ayakta durmuş, kendisini izleyen Esma'yı gördü... Onun büyümeye başlayan karnına bakıp, hınzırca güldü. 27 Mayıs'ı da, sessiz ihtilalleri de unuttu. Geriye, yeni Anayasa'yla kazandığı moral ile aileye bir bebek daha katılacak olmasının sevinci kaldı... *

*

*

1961 yılının yaz ortalarında Gürcan ailesi büyük bir değişiklik yaşıyordu. îlk kez bir lojmana taşınmışlardı ve ilk kez kaloriferli evde oturuyorlardı. Esma, kapıya dayanan bu kışın, kırk yıldır yaşadığı bütün kışlardan farklı olacağını düşünmüştü. Ne zaman kış yaklaşsa, soba derdine düşerdi. Bu kez böyle bir derdi olmayacaktı. Bir yandan üzerinden kalkacak yükü düşünüp sevinirken, bir yandan da pencere altındaki peteklerle gerçekten ısınıp ısınamayacaklarını merak ediyordu. Oysaki, bu taşınmanın anlamı, yalnızca ilk kez bir lojmana taşınmak, ilk kez bir kaloriferli evde oturmakla sınırlı değildi. Artık, Saraçoğlu Mahallesi'ndeki evlerinin camından albayın evin1 görebiliyorlardı. Bundan sonra, Talat Albay ile Fethi Binbaşı'nın Harp Okulu'yla sınırlı olan görüşmeleri, ev gezmelerine dönüşecek, iki subayın aileleri de birbirlerini tanıyacaklardı. *

*

*

Harp Okuluna yaklaşırken, atı ritmini artırdı. Yeni öğretim yılı başlamış, okul canlanmıştı. Her birini ayrı bir kişilik olarak değerlendirdiği atlara da kavuşunca damarlarındaki kanın akışı hızlandı. Öğrencilerin atlarının isimlerinin olmaması, onların numaralarıyla adlandırılmaları oldum olası canım sıkardı. Bu yüzden, matematiğe yatkın zekâsı, delişmen duyguları ve hayatını renklendiren esprilerinin tümünü birden devreye sokar, harflere duygusal anlamlar kazandırırdı. Numaralandırılmış atların üzerinde harekete geçmek için onun komutunu bekleyen Harp Okulu öğrencilerinin önüne geçti. Gençlerin, "dörtnala" koşmak için can attıklarını en çok kendisi bilirdi. On beş ya da yirmi saniye dörtnala koşmak için, komutana sezdirmeden ekibin gerisinde kaldığı günleri hiç unutmamıştı. Birazdan atları şaha kaldıracak ve gençler heyecanla onu izleyeceklerdi. Onların heyecanını daha komutunu vermeden kendisi hissettiğinden, yüreği kahkahalar atıyordu. Sonunda o an gelmişti... Dörtnala gidiyorlardı. Ama artık onun için yalnızca dörtnala gitmek yetmiyordu. Atı dörtnala koşarken, o çevik bir hareketle atından iniyor, sonra uzun bacakları üzerinde yay gibi sıçrayarak yeniden eyere yerleşiyordu. Bu eğitimler, kimi zaman Süvari Grubu'nda, kimi zaman Çankaya Köşkü'ndeki Muhafız Alayı kapalı manejinde yapılıyordu.

27 4 haziran 1963. Elindeki kalemi unutmuş, boş kâğıda bakıyordu. Üç gün sonra başlayacak duruşmalar için biraz hazırlık yapmak istiyordu ama... Dizgin tutan, silah kavrayan parmakları kalem kullanmaya yabancıydı. Atıyla dörtnala koşturabileceği uçsuz bucaksız mekânların insanıydı o... Doludizgin yaşamında, ne geriye dönüp bakacak, ne de geçmişi yazacak zamanı olmuştu. Oysa şimdi dört duvar arasında, öfkesi, özlemleri, idealleri ve o idealleri yaşatan enerjisiyle birlikte bütün benliği sıkışmış kalmıştı... İhtilalden bir buçuk yıl sonra yapılan seçimler öncesine döndü... AP ve YTP meydanlarda DP'ye göz kırpıyordu... Devlet Başkanı Cemal Gürsel, Adalet Partisi genel başkanını bir mektupla uyarmış, "İyi biliniz ki, hükümetin elinde partinizin faaliyetleri hakkında çok hazin bilgiler bulunmaktadır" demişti... Gazinoda yeniden siyaset konuşmaya başlamışlardı. Seçimlerde yarışabilmek için ihtilalin meşruluğunu onaylayan siyasî partilerin aslında kendilerine de, CHP'ye de büyük bir kin besledikleri ortadaydı. Bunu açıkça söyleyemedikleri için, seçmenlerine, "Gözlerimin içine bakın ne demek istediğimi anlarsınız..." diye mesaj yolluyorlardı. Yaz sonunda ortalık iyice kızışmıştı. Takvim yaprakları eylüle dönmeden önce, Cemal Gürsel bu kez de, "Eğer hürriyetler suiistimal edilirse yeni bir ihtilal olabilir" demişti...

76


Onlar zaten ihtilalin ilk gününden itibaren diken üzerindeydiler. 27 Mayıs sabahı, görevlerini yaptıklarını, işlerinin bittiğini düşünüyorlardı ama öyle olmamıştı... Önce DP'lilerin bir karşı devrim yapacağı istihbaratları yüzünden uykusuz geceler geçirmişlerdi. Sonra Türkeş ve arkadaşlarının müdahalede bulunacağı beklentisi başlamıştı. On Dörtlerin tasfiyesi, Silahlı Kuvvetler Birliği ile Milli Birlik Komitesi arasındaki gerginlik…Yassıada kararları ve infazlar sırasında olası bir tepkisel harekete hazırlık... Hiç bitmemişti ki... Hep tetikte kalmışlardı... Seçimlerin öncesinde, devlet başkanının verdiği bu sinyal de sürüp gidecek ihtilal beklentilerinin bir başka zinciri olmuştu... Onlar diken üzerindeyken, CHP seçimleri kazanacağından öylesine emindi ki, kendisini iktidarda görüyordu. Oysaki, hiç de beklendiği gibi olmamıştı. DP iktidarının başbakanı Adnan Menderes, Dışişleri bakam Fatin Rüştü Zorlu ile Maliye bakanı Hasan Polatkan'ın idamları sırasında yaşanan sessizlik, seçim sandıkları açıldığında büyük bir gürültüyle patlamıştı... DP iktidarının mirasına sahip çıkan partiler çoğunluğu elde etmişlerdi. Dört yüz elli sandalyesi bulunan Millet Meclisi'nde CHP'nin yüz yetmiş üç milletvekilliğine karşı, AP yüz elli sekiz, YTP altmış beş, CKMP elli dört milletvekili çıkarmıştı. Özetle, DP tabanına talip olan sağ partiler, oyların yüzde altmış birini toplamıştı... Üstelik Cumhuriyet Senatosu'nda en fazla koltuğu AP kazanmıştı. Genç subaylar beyinlerinden vurulmuşlardı. Ne yani devrimden bir buçuk yıl sonra Meclis karşı devrimcilere mi emanet edilecekti? Kışlalarda, en üst rütbelilerden Harbiyelilere kadar hepsi bu sorunun yanıtını arıyorlardı. Ülke 27 Mayıs öncesinden daha kötü bir duruma düşebilirdi. Zaten bu aritmetiğe göre çıkacak hükümetin ilk işi 27 Mayısçıların defterini dürmek olurdu. Devrim karşıtı güçler ise zafer havası içindeydiler. Çoğunluk onlarda olduğuna göre, istedikleri adayı cumhurbaşkanı da seçtirebilirlerdi... Seçimlerden altı gün sonra, 21 ekimde İstanbul'da, Silahlı Kuvvetler Birliği üyesi generaller ve albaylar bir ihtilal protokolüne imza atmışlardı. Kışlalarda mermiler yeniden namlulara sürülmüştü. Albay Aydemir'den öğrendiğine göre, İstanbul'da 21 Ekim Protokolü'ne on general, yirmi sekiz albay imza koymuştu... Buna göre; Türk Silahlı Kuvvetleri, Meclis toplanmadan önce müdahalede bulunacak, seçim geçersiz sayılacak ve Millî Birlik Komitesi feshedilecek, müdahale Meclis açılmadan önce yapılacaktı. Toplantıda alınan bu karar üzerine Ankara'yla iletişime geçilmiş, albay İstanbul'a uçmuştu. Onun getirdiği protokole Ankara'daki Silahlı Kuvvetler Birliği üyeleri de imza koymuşlardı. Gerçi CHP'ye yakın oldukları bilinen havacılar bu müdahalenin zamansız olduğunu savunmuşlardı ama sonuçta çoğunluğun kararına da uymuşlardı. Meclis 25 ekimde açılacağından önlerinde yalnızca üç günleri vardı. Her an harekete geçmek için hazır bekliyordu. Ama bir türlü sinyal gelmiyordu. İstanbul'la sürekli haberleşme içinde olan albay, kendilerine de gelişmelerle ilgili bilgi veriyordu. Aldıkları bilgilere göre, 22 ekimde protokole İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Korgeneral Cemal Tural da imza koymuştu... Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay da örgüt üyesi olduğuna göre, kararın ona götürülmesi gerekiyordu. Bu işi de Cemal Tural yapacaktı. Bütün birlikler alarmda, Cemal Tural'dan gelecek işareti bekliyordu ama boşuna... İsmet Paşa'nın her şeyi öğrendiğini, Devlet Başkanı Cemal Gürsel ve Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunayla temasa geçtiğini, "üç paşanın" bu müdahaleyi önlemek ve "demokrasiyi kurtarmak" için kolları sıvadıklarını bilmedikleri gibi, formüllerinin hazır olduğundan da habersizdiler. 24 ekime kadar, siyasetçiler için de, askerler için de uyku yoktu. Her kapalı kapının ardında bir toplantı yapılıyor, her köşede güvensizlik kol geziyordu. 24 ekimde albay kendisini çağırmış, mavi ışıklar yayan gözlerini gözlerine dikerek söze, "Cevdet Paşa dün kuvvet komutanları, ordu ve kolordu komutanlarıyla bir toplantı yapmış" diye başlamıştı. Sonra dümdüz bir ses tonuyla konuşmayı sürdürmüştü: "21 Ekim Protokolü'nü uygun bulmadığını söylemiş. Generallere, Cemal Paşanın cumhurbaşkanı, İsmet Paşa'nın da başbakan olması halinde her şeyin düzeleceğini söylemiş." "Generaller ne yapmış?" "İki gün önce aldıkları karardan geri dönmüşler. Tükürdüklerini yalayıp, imzalarını geri almışlar." "Ama albayım nasıl olur? Bütün birlikler alarmda. Müdahale kararını kendileri almadı mı? Şimdi bunu gençlere nasıl anlatacağız? Bundan böyle hangi genç subay generallere güvenebilir? Hem parti liderleri bunu kabul edecekler mi bakalım?" Fethi, sorusuna yalnızca birkaç saat sonra yanıt almıştı... Albayın sesinde öfkeden çok hayal kırıklığı sezmişti...

77


"Ordunun beş komutanı, parti liderlerinin karşısına geçip Meclis'in açılması için bazı şartlar öne sürüyor ve demokrasi pehlivanları da kuzu kuzu önlerine sürülen belgeyi imzalıyorlar. Cemal Gürsel cumhurbaşkanı, İsmet İnönü başbakan olacak, böylece demokrasi kurtulacak." "Siyasî parti liderleri bunu nasıl kabul edebilirler?" "'Ordu böyle istiyor' demişler. Cemal Gürsel'in cumhurbaşkanı, İsmet İnönü'nün başbakan olmasını biz mi istiyoruz? Biz İsmet İnönü başbakan olsun diye mı ihtilal protokolü imzaladık? Öne sürdükleri istekler ordunun gövdesinin istekleri değil, yalnızca kendi istekleri." O gün, siyasetçiler teslim olmuş, Çankaya Protokolü imzalanmıştı- O sırada iki komite üyesi de, cumhurbaşkanlığı adaylığına soyunanları Başbakanlık'a çağırmış, "Cemal Paşa'nın karşısına aday çıkmayacaksınız. Silahlı Kuvvetler Birliği böyle istiyor. Aksi halde hayatınızı garanti edemeyiz" tehditleriyle, bu işten vazgeçmelerini emretmişlerdi. Çankaya Protokolü'nün imzalanmasıyla birlikte, pek çok albay, ellerinde ihtilal planı ve alarma geçirilmiş kıtalarıyla baş başa kalmışlardı. Genç subaylar, generallerin imzalarını geri çekmeleri karşısında büyük bir sarsıntı geçirmişlerdi. Generallerin ihtilal çığlıklarının yankısı daha gök kubbeden silinmemişti... Albaylar ise sözlerine sadık görünüyorlardı. Onlar Çankaya Protokolü'yle yeni Anayasa'nın katledildiğini düşünüyorlardı. Artık generaller ile albayların yolları ayrılmaya başlamıştı. Gençler ise güvenlerini yitirdikleri generallerin değil, sözlerine sadık kalan albayların peşinden gidiyorlardı. Fethi, hücresinin kaim duvarına diktiği gözlerini kırpıştırdı. Düşünmek değil yazmak istiyordu: 21 ekim 1961 ve 9 şubat 1962 protokollerini imzalayıp, genç subayları politikanın girdaplarına sokan, verdikleri şeref sözünde durmayan insanlar yüzünden on beş gündür çile çekiyorum... 27 Mayıs 1960 Olayları'nda karşılık beklemeksizin çalıştım çabaladım. Amacım vatana millete hizmet etmekti. Bu talihsiz millete bir parça faydam dokunursa, mükâfatım da bu olacaktı. Fakat umduğumu bulamadım. Vatana millete kendilerini adadıklarına dair ant içenler, antlarını çabuk unutmuşlar, politika bezirganlarının aletleri olmuşlar, vaktiyle ay başını getirmek için arkadaşlarından borç para alanlar, altlarında steyşın vagonlar, yılbaşılarını Uludağ'da kayakta geçiliyorlardı. Maziyi ne çabuk unutmuşlardı. Hayret! 27 Mayıs bana pahalıya mal oldu. Yaşadıklarımdan verem oldum, sağlığımı kaybettim. 22 Şubat'ta çok sevdiğim mesleğimi, üniformamı kaybettim. 20/21 Mayıs Olayları'nın duruşması yeni başlıyor. Ama şimdiden yuvamı, yavrularımı kaybettim. Dört duvar arasında, demir parmaklıklar arkasında, kapımda süngülü nöbetçiler, akıbetimi bekliyorum. Zaman bir ileri bir geri sıçrıyor, 21 Mayıs sabahının kasvetinde bağdaş kuruyordu. İçindeki sıkıntıyı zorlukla taşıyarak, 21 Mayıs sabahını yazmaya başladı: 21 mayıs 1963 sabahı her şeyin bittiğini ve yine bize söz veren generallerin ihanetine uğradığımı anlamıştım. Eve dönemezdim. Yavrularımın gözleri önünde itile kakıla gözaltına alınmaya tahammülüm yoktu. Esasen bir gece evvel onlarla vedalaşmış ve ayrılmıştım... Ama kısa bir süre sonra, kâğıt üzerinde oynattığı kalemin renginin giderek açıldığını fark etti... İnsanlar sayfalar dolusu yazarlar da mürekkepleri bitmez... Onunki bitmişti işte... Elindeki tek tükenmezkalem de tükenmişti. İçinden katıla katıla gülmek geldi bir an... Derin bir nefes aldı. Belki de böylesi daha iyiydi. Yazmaya başlarken, üç gün sonra başlayacak duruşmalara hazırlık yapmayı düşünmüş ama duygularım boşaltmak isteği daha ağır basmıştı. Eline kalemi aldıktan sonra öyle çok şey düşünmüştü ki, hangilerini yazıp hangilerini yazmadığını bilmiyordu. Ama yazmak, onu daha çok kanatıyordu. Tükenen kalemi orta parmağına yerleştirip, başparmağıyla iteledi, havada taklalar atan kalemi yeniden yakaladı, yeniden fırlattı... Yeniden... Uzun süre dikkati, yalnızca tükenen kaleme kitlendi... *

*

*

78


Albayın elindeki kalem hızla oynuyor, sayfalar sayfalara ekleniyordu. Bir yandan, Kore'de yazmaya başladığı anılarına yenilerini ekliyor, bir yandan savunması için hazırlık yapıyordu. 15 ekim 1961 seçimlerinden Silahlı Kuvvetler memnun olmamıştı. Özellikle de genç subaylar buna büyük tepki gösteriyorlardı. Bu şartlar altında 21 Ekim 1961 Müdahale Protokolü imzalanmıştı. Bu protokollerde Silahlı Kuvvetlerdeki generallerin yüzde doksanının imzaları vardı. Buna rağmen 23 ekim günü Genelkurmay başkanı huzurunda yapılan komutanlar toplantısında iş değişmiştir. Protokole imza koyan generaller fikirlerinden dönmüşler, imzalarının kıymetini sıfıra indirmişlerdir. Bu komutanlara bizler ve astlarımız örnek olarak bakıyorduk. İşte o günden itibaren ordudaki genç kuşaklarda generallere karşı bir itimat kalmadı. Çünkü bu yollara bizleri generaller sürüklemişti. Geri dönüş yapanlar da ilk önce onlardı. Ardından Çankaya Prokokolü imzalanmış, bir gün sonra da Meclis açılmıştı. İzleyici locasında, Genelkurmay başkanı, kuvvet komutanları ve generaller oturuyorlar, milletvekilleri yemin ediyorlardı. Cumhurbaşkanı seçimlerinin yapıldığı gün Muhafız Alayı Meclis'i kuşatmış, süngülerin gölgesi altında Cemal Gürsel cumhurbaşkanı seçilmişti. Boş çıkan yüz elli altı tepki oyu üzerinde duran olmamıştı. Reisicumhur adayı olarak çıkmak isteyen, diğer bir partiye mensup Prof. Ali Fuat Başgil, silah tehditleri altında istifa ettirilmemiş midir? Demokrasi bu mudur? Ne yazık ki, reisicumhur seçiminin bu şekilde yapılmasına Millet Meclisi üyeleri seyirci kalmışlardır. Ordu böyle istiyor diye Hükümet Başkanı İsmet İnönü, orduyu Millet Meclisi üzerinde bir baskı aracı olarak kullanıyordu. Kanun yapma hakkı bile Millet Meclisi'nden alınıyordu. Gerçek demokrasi bu muydu? Türk milletini dünya devletleri önünde aldattıklarını zannedenler şimdi bizleri, genç kuşaktaki subayları aldatanlar olarak göstermek çabasındadırlar. Reisicumhur ve onun seçmiş olduğu Başbakan İsmet İnönü, gerçek demokrasi anlayışına göre meşru muydu? Cumhurbaşkanı hükümet kurma görevini, Millet Meclisi'nde en fazla temsilcisi bulunan CHP'nin genel başkanı İsmet İnönü'ye vermişti ama CHP'nin sandalye sayısı tek başına iktidar olmaya yetmiyordu. CHP örgütü ağırlıklı olarak muhalefette kalmaktan yanaydı. Ancak 21 Ekim Müdahale Protokolü, İsmet İnönü'yü, parti örgütünün de, genç subayların da hiç istemediği bir yola itecekti. Sonunda, 27 Mayıs'a sahip çıkan CHP, 27 Mayıs'a diş bileyen AP'yle Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk koalisyon hükümetini kurmuştu... CHP tabanından tepkiler yağıyor, genç subaylar ise bu koalisyonu kabul edilmez buluyorlardı. Statükocu ve Atatürk ilkelerine taviz verilerek rötuş yapmayı kendisine şiar edinen bir CHP ve onun liderinin tutumuyla 27 Mayıs ihtilali dejenere ettirilmiş ve Silahlı Kuvvetler'in 22 şubat 1962'de silahlı olarak direnmesine zorla itilmiştir. Çankaya'da askerler ile parti liderleri arasında imzalanan protokol ve ardından yaşanan gelişmeler, genç subayların öfkesini kırıyordu. Onların isteği, önce devrimin amacına ulaşması, sonra da tam demokrasiye geçilmesiydi. Oysaki, devrim amaçlarına ulaşmadığı gibi, güdümlü demokrasinin de temeli atılıyordu. Koalisyon ortağı AP, hükümet bir aylık ömrünü doldurmadan 27 Mayıs'la devrilen DP'liler için siyasî af konusunu gündeme getirince Meclis'te ortalık birbirine girmişti. İkinci olay ise, milletvekili maaşlarına istenilen zamla patlamıştı. AP'li bir milletvekilince verilen teklif Meclis'te tartışma konusu olurken, üniversiteler de yeniden kıpırdanmaya başlamıştı. *

*

*

Üsteğmen Erol Dinçer, hücresindeki rahatsız yatağında uykuyu yakalamaya çalışıyordu ama boşuna... Amerika'dan döndüğü 1962 yılının ocak ayını anımsadı. 27 Mayıs'tan sonra Ankara'ya tayin olmuştu... 1961 yılının ağustos ayında, dil kursu için beş aylığına Amerika'ya doğru uçarken, aklı ülkesinde kalmıştı. En çok da seçim sonuçlarını merak ediyordu. Muhafız

79


Alayı'ndaki görev yerine döner dönmez soluğu Binbaşı Fethi Gürcan'ın yanında almış, 21 Ekim İhtilal Protokolü'nü ve sonrasındaki gelişmeleri ondan öğrenmişti. Alayda garip bir hava vardı. Türkeşçi subaylar üçerli dörderli gruplar halinde oturuyorlar, kendi aralarında konuşuyorlar, geceleri silah atıyorlardı. Giderken böyle bir olay yoktu. Öğrendiğine göre, Türkeş'e bağlılık yemini eden subayların bir bölümü Muhafız Alayı'na tayin olmuştu. Nöbetçi olduğu bir gece, yine kendi aralarında konuşan Türkeşçi subayları izlerken, içlerinden birinin, "İnönü'yü vururum" dediğini duydu ve kan beynine sıçradı. Gerçi 27 Mayıs sonrasında yaşanan gelişmelerden sonra kendisinin de İnönü'yü çok sevdiği söylenemezdi ama bir Türk subayının İnönü'yü vurması da ne demekti? Bu ne korkunç bir şeydi! Yerinden kalktı, masalarına gidip, başlarına dikildi: "İnönü'yü vuranı, ben de alnından vururum !" Masadakiler irkildiler ve tartışma çıkarmadılar. Üsteğmen Erol'u dışlayanlar yalnızca Türkeşçi subaylar değildi. Binbaşı Fethi ona, dikkatli olmasını, gelişmeleri iyi izlemesini söylemişti. Alaydaki garip havayı ancak orada bir örgüt olduğunu öğrenince çözebildi. Harp Okulu Komutanı Kurmay Albay Talat Aydemir'e bir isim listesiyle birlikte bağlılığını bildiren örgüte kendisi de katıldı ve toplantılara girmeye başladı. Subaylarla girdiği toplantıların ardından Binbaşı Fethi Gürcan'a rapor veriyordu. Toplantıların ağırlıklı konusu protokollerdi. Türkeşçi isimleri de belirlemişler, onları pıstırmışlardı. *

*

*

Esma, sessizce yerinden kalkıp, yeniden Gülderen'e baktı... Normal uykusuna geçtiğini görünce biraz rahatladı. Yatağa girdi ama uyku tutmuyordu. Günler sonra ilk kez kocasıyla görüşebilmişti. O gün sanıklara hazırlık iddianamesinin verildiğini öğrenmeleri de uzun sürmemişti. Duruşmaların başlamasına üç gün kalmıştı. Savcı, Fethi ve daha pek çok sanık için idam cezası istiyordu... Mustafa Ağabey'i avukatlarla konuşmuştu. Yok yok! İdam edilmezdi... Ama yine de başlarında olmayacaktı. Nasıl direnecekti bu sürece ? Kendisini ve çocuklarını nasıl koruyacaktı ? Başını çevirip Sema'ya baktı... Ne kadar da küçüktü ! Onu, hararetli tartışmaların yaşandığı bir dönemde dünyaya getirmişti... 11 aralık 1961'de... Nasıl da sevinmişti Fethi... Mevki Hastanesi'nde mutlu haberi alır almaz, uçup gitmiş, bütün servise Akman Pastanesi'nden getirdiği bozaları ikram etmişti... Ya Gülderen ve Ömer... O gün ikisi birden okulu asmışlar, harçlıklarıyla bir patik alıp, hastaneye annelerini ve kardeşlerini ziyarete gelmişlerdi... Ne çok uğraşmıştı oysa ki Sema'yı düşürmek için... Nasıl da hızlı geçmişti zaman... Günler aya dönmüş, çocuğunu düşürememişti. "Niye düşmedin Sema?" "Babamın sana düşük ilacı diye verdikleri, kan iğneleriydi de ondan!" Anlamalıydı bu oyunu... Zaten kendi karnı büyüdükçe, Fethinin neşesi de büyüyordu. Bir de tutturmuştu, "bu sefer adını ben koyacağım" diye... "Niye Sema?" “Değiştir istersen... Hem gökyüzünü anlatan, hem Esma'ya en yakın başka bir isim varsa..." İyi ki ki doğdun Sema...

28 Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay saatine baktı, toplantı az sonra başlayacaktı. Son dönemde generalleri denetimi altına almıştı ama bir süredir başında bulunduğu, her isteklerini devlet başkanına ilettiği Silahlı Kuvvetler Birliği'nin ateşli albaylarını elinden kaçırmaya başladığını fark etmişti. Öfkeli ordu gençliği ise albayların peşindeydi. Seçimler sonrasında yaşanan olaylar durulmamış, 1961 yılı büyük işçi mitingiyle kapanmıştı. AP, yeni Anayasa'dan şikâyet ederken, yeni Anayasa'nın gereklerinin yerine getirilmesini isteyenler sokaklara dökülmüşlerdi... İstanbul'da düzenlenen ve yüz bin kişinin

80


katıldığı işçi mitinginde, hükümetin toplusözleşme ve grev hakkı tanıyan yasaları bir an önce çıkarması isteniyordu. 1962 yılına gençlik yürüyüşleriyle girilmişti. Meclis'te ise milletvekillerine maaş zammı kabul edilmişti. Yılın ilk ayı yarılanır yarılanmaz, bir başka olay patlak vermişti. İçki sofrasında subaylara ve ailelerine hakaret eden bir AP'li milletvekili, binlerce subayı yerlerinden sıçratmıştı. Baskı altındaki enerjinin, bu küçücük delikten nasıl fışkırdığını görmemek olanaksızdı. Öyle ki, subaylar milletvekilinin peşine düşmüş, ev ev kendisini arıyorlardı. Ortaya çıkan büyük tepki karşısında, AP'den hemen ihraç edilen milletvekilinin, Meclis'te dokunulmazlığı da kaldırılmıştı. Gözlerini, 19 ocak 1962'yi gösteren takvim yaprağından çevirdi, yeniden saatine baktı... Yavaş yavaş yerinden kalktı... Toplantı salonuna doğru giderken, ülkeyi bütün bu karmaşadan çıkaracak tek kişinin İsmet İnönü olduğunu düşünüyordu. İhtilaller birbirini doğuruyor, bundan da en çok ordu zarar görüyordu. Ordunun en tepesindeki adam olarak, süngülerin ucunda oturmaktan yorgun düşmüştü. Sancılı da olsa, güdümlü de olsa demokrasi işlemeli, ordudaki öfke baskı altına alınmalıydı. Genişletilmiş Komite Konseyi’ni toplama kararını da bu nedenle almıştı. O güne kadar hem Silahlı Kuvvetler Birliği'ni hem de İnönü'yü idare etmişti. Ama artık yol ayrımındaydı... Toplantıda hem generallerle hem de albaylarla birlikte olacak, albayları İnönü'yü desteklemek için ikna etmeye çalışacaktı. Kendisini selamlayan yetmiş iki komutana karşılık verdikten sonra, yerine oturup toplantıyı açtı. Durumun iyi olduğunu, İnönü başta oldukça her şeyin düzeleceğini, ordunun kışlasına çekilmesi gerektiğini söyledi. Ardından generallere söz verdi. Hiçbirinden ses çıkmayınca, albaylara döndü... Toplantının en kritik anını yaşadığını biliyordu. Suskun generallere karşın, ateşli albaylar büyük bir açıklıkla fikirlerini söylemeye başlamışlardı. Önce, Jandarma Okulu Komutanı Kurmay Albay Necati Ünsalan ayağa kalkarak, kendisiyle aynı fikirde olmadığını, seksen yaşındaki İnönü'nün ülkeyi kurtaramayacağını, enerjisi tükenmiş bir insana bel bağlanamayacağını ve bu zihniyetle bir adım ileriye gidilemeyeceğini anlattı. Kurmay Albay Emin Arat da Genelkurmay başkanıyla aynı fikirde olmadığını söylüyordu. Generallerin büyük bir sessizlik içinde dinledikleri albaylardan üçüncüsü, Harp Okulu Komutanı Kurmay Albay Talat Aydemir, daha konuşmasının başında, "Paşam, ben size bugünkü durumların bu şekle dönüşeceğini ta temmuz başında söylemiştim. Hatırlarsanız, o zaman Güney Kore'ye muvazi gidiyoruz demiştim. Bu memlekette ikinci bir ihtilalin olacağına yüzde yüz inanıyorum" sözleriyle toplantının seyrini değiştirmişti. Soluklar tutulmuş, dikkatler albaya yönelmişti. Ona göre, orduda çeşitli ihtilal hazırlıkları vardı. Devlet Başkanı Gürsel'in, aralık ayında siyasî partilerin bu işi yürütecek güçte olmadığı ve bir ihtilal yapmak gerektiği yolundaki konuşması, bazı subayların kulağına gelmişti. Gürsel bu düşüncesini, Köşk'te kimi arkadaşlarının bulunduğu bir görüşmede de açıklamıştı. Eski Millî Birlik Komitesi üyeleri ise bir başka amaçla ihtilale hazırlanıyorlardı. Meclis'in bir iş yapamayacağına inanan bu komiteciler, bir arkadaşlarına Gürsel ihtilali yapmadan önce kendilerinin yapmaları ve bu işi 28 şubattan önce bitirmek gerektiğini söylemişlerdi... Hepsi bu kadar değildi. Bazı CHP'liler de, kimi komite üyelerinin desteğiyle ihtilal hazırlıklarındaydılar. İntikamcı partiler ise bir halk ihtilali hazırlamaktaydılar. Öğrendiğine göre bu partiler, köylerde yaptığı propagandada, "Oğlunu askere gönderirken bir hareket çıktığı takdirde ilk önce subayını vurmasını öğretmesini" telkin ediyorlardı. Ordu paramparçaydı... Bu parçalanmışlıktan rahatsızlık duyan genç subaylar ise en kısa zamanda hiyerarşik bir ihtilal yapılmasını istiyorlardı. Albay Talat Aydemir, "Saydığım beş ihtimalden dördü gerçekleşecek olursa, mutlaka memlekette ikilik doğacaktır" dedi ve son sözündeki cüret, Genelkurmay başkanının da, generallerin kanını dondurdu: "Hiyerarşik sisteme bağlı olmak üzere yapılan bir ihtilal en az kayıpla ve memlekete en az zararlı şekilde olur. Silahlı Kuvvetler parçalanmaz." Genelkurmay başkanı yerinden fırladı: "Yoo ! Beni bu mesuliyet altına sokma !" "Ben sizi ikaz ediyorum. Memleketin gerçekleri bunlardır. Orduda parçalanma vardır. Tabiî senatörlerin tutumuyla ordu ile halkın arası da açılmaktadır. Orduda alt kademenin tazyiki

81


artmaktadır. Hiçbir komutan kuvvetine, birliğine tam manasıyla sahip değildir. Hangi kuvvet komutanı kıtasına hâkim ise ayağa kalksın, açıkça hesaplaşalım !" Toplantıdakiler donup kalmışlardı... Hiçbir komutan ayağa kalkıp, kıtasına hâkim olduğunu söyleyemedi. Albay, kimseden ses çıkmayınca, konuşmayı sürdürdü: "İleride olacak herhangi bir olayın sorumlusu, olayları bildiği halde doğru olarak yansıtmayan ve gene bu hareketleri bildiği halde gerekli önlemleri almayanlar olacaktır..." Bir albay, Genelkurmay başkanına, bütün üst kademe subayların önünde açıkça "İhtilalin başına geç" diyordu. Genelkurmay başkanı ise alttan almak zorunda kalıyordu. Diğer albaylara da fikirlerini soran Genelkurmay başkanı benzer yanıtlar aldı. Onlar da, intikamcı unsurların kinlerinden söz ediyorlardı. Generaller ise yine fikir ortaya koymamışlardı. Genelkurmay başkanı, toplantıyı son kartını oynayarak bitirdi: "Ben sizin namınıza İnönü'ye ordunun kendisini desteklediği1 söyleyeceğim." Albaylar hoşnutsuzluklarını belirterek mırıldandılar. Dışarı çıkarken Genelkurmay başkanı Albay Aydemir'e döndü: "Sen çok ateşlisin, çok heyecanlısın." "Ben sadece gerçekleri söylüyorum. Kimin haklı kimin haksız olduğunu olaylar gösterecektir." Toplantıyı terk eden subayların büyük bir bölümünde, Genelkurmay başkanının söylediklerini kabul etmeme psikolojisi ağır basıyordu. İhtilal yönetimi boyunca, Millî Birlik Komitesi'ne karşı onure ettikleri Genelkurmay başkanının şimdi İnönü'nün etkisiyle kendilerini yalnız bıraktığını düşünüyorlardı. Bu toplantıyla kendi yolunda devam etme kararlılığında olanlar ile hiyerarşiye sığınanlar arasında bir süredir hissedilen çatlak derin bir yaraya dönüşüyordu. Millî Birlik Komitesi'nin başına gelenler, Silahlı Kuvvetler Birliği'nin de başına gelmişti. Artık Silahlı Kuvvetler Birliği de bölünmüştü... 27 Mayıs devriminin ardından, önemli reformların gerçekleşeceği beklentisine giren, yeni Anayasa'yla sağlanan özgürlükçü ortamın etkisiyle daha çok okumaya, daha çok düşünmeye başlayan üniformalı gençlik, CHP'nin, DP'nin devamı niteliğindeki bir partiyle koalisyonunu da, o koalisyonu yürütmek adına ortağına verdiği ödünlere de dayanamıyordu... Aşağıdan yukarıya doğru her geçen gün baskısını artıran ihtilalci bir eğilim vardı. Artık onlar hem DP çizgisindeki partilere, hem CHP'ye, hem de onlarla işbirliği yapan ordunun üst kademesine karşıydılar. Silahlı Kuvvetler Birliği'yle orduyu hiyerarşik sisteme bağlamayı amaçlayan albaylar, bu büyük enerjinin denetim altına alınmaması halinde ortaya nasıl bir tablo çıkacağını düşünmek bile istemiyorlardı. Reçeteleri hiyerarşik bir ihtilaldi ama Genelkurmay başkanı bu yolu kapıyordu... *

*

*

31 ocak 1961 gününün öğleden sonrasında, İstanbul'un iliklere işleyen kışına inat, Harp Akademileri'ndeki genç subayların kanları kaynıyordu. Sigara dumanından göz gözü görmüyor, hararetli tartışmalarda açığa çıkan öfke ve kırgınlıklar dar alanda birbirleriyle çarpışıyordu. Başbakan İnönü, sabah saatlerinde Harp Akademileri'ni ziyaret etmiş, sinema salonunda bir konuşma yapmıştı. Yetmiş sekiz yaşındaki başbakan, hazırlıksız yaptığı bu konuşmada, ihtilal gerçekleştirmiş orduya karşı milletin sevgisinin canlandırılmasına kendisinin hizmet edeceğini söylemişti. Genç kurmay subaylar konuşmadan hiç hoşnut kalmamışlar,içlerini dökmek için onun gidişini beklemişlerdi: "Yani diyor ki: 'Halk 27 Mayıs'ı yapan ordudan soğudu, bu durumu ben düzeltirim !'" "İşte seçim sonuçları ortada. Bu halkın çoğunluğu İnönü'nün ve onun partisinin karşısında. İnönü orduyu kendi arkasında göstermek yoluyla, halkın büyük çoğunluğunu ordunun da karşısına alıyor. 27 Mayıs hiçbir kişi ya da zümreye karşı yapılmadı. Bir partiyi devirip, diğerini iktidara getirmek için de yapılmadı." "Sorulacak çok şey vardı ama hepimizin soruları ellerimizde kaldı. Eğer izin verselerdi..." "Ne soracaktın?" "Bir yandan demokrasiyi savunurken, bir yandan da ordunun desteğini istemesi arasındaki çelişkiyi soracaktım..."

82


Tartışmalar uzayıp gidiyordu. Bir subay, sesini yükselterek, "İnönü, ortağına da, diğer partilere de, 'Ben olmasam ihtilal olur' diye baskı uyguluyor. Ama onlara meydan okuduğu gibi, bize de meydan okuyor" dedi. Her sözünü, pek çok kimsenin akıl erdiremediği bir süzgeçten geçiren İnönü ise Harp Akademileri'nden çıkışında iyi bir konuşma yapmadığını biliyordu ama genç subaylarda bıraktığı etkinin boyutlarını kestiremiyordu. Genelkurmay Başkanı Sunay'dan, "Ordu arkanızdadır" güvencesini aldıktan sonra aklı "ateşli albay" Talat Aydemir'de kalmıştı. Hiçbir şey ondan kaçmazdı. Her gizli toplantının içeriği ona ulaşırdı ve Genelkurmay başkanının topladığı Genişletilmiş Komuta Konseyi'nde kimin ne söylediğini, kendisi de o toplantıya katılmış kadar biliyordu. Askerî birlikleri dolaşıyor, ordunun arkasında olup olmadığını kendi gözleriyle görmek istiyordu. Batı Anadolu'daki, doğudaki birlikleri dolaşmış, her gittiği yerde, "emrinizdeyim paşam" güvencesini almıştı. Kendisini duygusal törenlerle karşılayıp uğurlayan kimi subayların, birkaç gün sonra yeni bir ihtilal protokolüne imza koyabileceğini aklından bile geçilmiyordu. İnönü, 1 şubatta da, İstanbul Belediye Sarayı'nda orduya açıkça meydan okuyan bir konuşma yapmıştı. Karşısında iki güç vardı: ordu ve DP'nin devamı siyasetçiler... Askerlik de, siyaset de onun işiydi ve her iki konuda da ondan daha deneyimlisi yoktu.Her ikisini de denetimi altına alırsa, hem demokrasi işleyecek hem de siyasetteki radikaller kendilerini dizginleyeceklerdi. Oysaki, ordunun üst kademesine empoze edilmeye çalışılan "ordu artı CHP eşittir iktidar" formülü ve bir ihtilalin ancak İnönü'nün ölümü halinde CHP lehine yapılabileceği düşüncesine duyulan tepkiler, ihtilalci güçleri yeniden bir araya getiriyordu. *

*

*

5 şubat günü, İnönü'nün ziyaretine hazırlanan Harp Okulu Komutanı Albay Talat Aydemir, onun Harp Akademileri'nde yaptığı konuşmayı çoktan duymuştu. Zaten konuşma teybe de alınmıştı. Bu konuşmanın ardından, genç kurmay subayların duyduğu tepkiyi de yürekten paylaşıyordu. Başbakan İnönü'yü bir asker disiplini içinde karşılayacak, ama İstanbul'da Harp Akademileri'nde yakaladığı fırsatı, ona Ankara'da Harp Okulu'nda vermeyecekti. Biliyordu ki, onun amacı, Harbiyelilerle görüşmek ve "Atatürk'ün silah arkadaşı, Garp Cephesi komutanı" sıfatıyla onları heyecandan titretmek, kendisine de gözdağı vermekti... İnönü, Harp Okulu'na geldiğinde, onu subaylar ve şeref kıtası karşıladı. Diğer gezilerinde duygusal törenlerle karşılanan İnönü, Harp Okulu'na attığı ilk adımda, "ateşli albay"la ilgili kuşkularında yanılmadığını anlamıştı... Aydemirin komutasındaki subaylar, saygılı fakat soğuk davranıyorlardı. Bir yanda seksenine dayanan İsmet Paşa, öte yanda kırklı yaşlardaki albay... İkisi de sonuna kadar her şeyin farkındaydı... Başbakan İnönü'nün albaya ders vereceği ortam, öğrencilerle birlikte yiyeceği öğle yemeğinde oluşacaktı... Ama yemekhaneye girdiğinde tek bir öğrenci bile yoktu. "Öğrenciler nerede?" . ;¦ . : "Eğitim alanındalar..." İnönü, öfkelenmişti: 'Ben onlarla yemek yiyecektim. Getiremez miydiniz?" "Getiremezdik!" İstanbul Balmumcu Çiftliği, hareketli bir geceye tanıktı. Soğuk ve karanlık havayı yararak, toplantı salonuna giren üniformalılar teker teker yerlerini alıyorlardı. Silahlı Kuvvetler Birliği üyeleri, yeni bir yol ayrımındaydılar. Birliğin Ankara ve İstanbul grupları arasında bir süredir yaşanan gerginlik toplantıya yansımıştı, İstanbul grubundaki kimi üst rütbeli komutanların, Albay Talat Aydemirin gücünden çekindikleri, ona güvenmedikleri ortaya çıkmıştı. Toplantıda söz alan Ankara grubu temsilcileri, bir müdahaleden yana olduklarını açıkça ortaya koymuşlar, İstanbul grubundan kesin kararını vermesini istiyorlardı. Tartışma uzuyor, müdahale kararırının önünde iki engel görünüyordu. Biri Başbakan İnönü'nün bir müdahaleye kesin karşı tutumu, diğeri İnönü'ye büyük sempati besleyen havacıların durumu...

83


Tartışmalar sona erdikten sonra, bir müdahaleye gerek olup olmadığı konusu oylamaya sunuldu. Büyük çoğunluk müdahaleden yanaydı... Kalanlar da çoğunluğun kararına uyacaklardı. 9 şubat 1961'de imzalanan bu yeni protokole göre, bir müdahale, Silahlı Kuvvetlerin tümünün katılımıyla, en geç 28 şubat 1961'e kadar yapılacaktı. Bu kez imzacıların sayısı da daha fazlaydı. Havacılarla teması İstanbul Valisi Refik Tulga sağlayacaktı. Yapılacak hareketin hiyerarşiye uygun olması için her türlü çaba harcanacak, ancak Silahlı Kuvvetler Birliği'nin kararı kesinse, en tepeden başlanarak, bu karara katılan en kıdemli komutanın liderliğinde harekât gerçekleştirilecekti. Protokole Ankara'daki yüksek rütbeli subayların da çok büyük bir bölümü imza koydular. 9 Şubat Protokolü'nü önce havacılarla işbirliği içinde olan iki tabiî senatör öğrendi, ardından da Başbakan İnönü... İmzaların üzerinden yirmi dört saat geçmemişti ki, başbakan, Genelkurmay başkanı ile Hava Kuvvetleri komutanını arayarak, müdahale kararını verenlerin cezalandırılmasını istedi. Ama nasıl? Karşılarındaki büyük silahlı gücün tümünü birden karşılarına alamazlardı. Genelkurmay başkanı, 18 şubatta İstanbul'daki bütün üst düzey komutanları Ankara'ya çağırdı. Albay ve arkadaşları, toplantıya girmeden önce, 9 Şubat Protokolü'ne imza koyan üç generalle görüşmüşlerdi: "Bu iş 22 ekimdeki gibi olmasın. 21 ekimde olduğu gibi harekâttan yeniden vazgeçilirse astlarımızın bizlere de sizlere de, güvenleri sarsılır." Yanıt sağlamdı: "Emeklilik dilekçelerimizi ve rütbelerimizi cebimize koyarak geldik." Ancak Genelkurmay başkanının yanına kararlılıkla giren generaller, kafalarında bazı soru işaretleriyle çıkmışlardı. İstanbul'da protokole imza koyan diğer generallerle birlikte kendi aralarında yaptıkları durum değerlendirmesinde özellikle havacıların harekâta karşı olmasından etkilenmişlerdi. Genelkurmay başkanı kesin bir dille müdahalenin karşısında, İnönü'nün arkasındaydı. Ankara'yı arayıp, müdahaleden vazgeçtiklerini bildirdiler. İstanbul'da imzalanan protokol, havada hızla yol alacak ve imzalarına sahip çıkan Ankaralı albayların başına düşecekti... Yaşanan gelişmeyle, tasfiye hareketinin hedefi belli olmuştu. Talat Aydemir'in başını çektiği, genç subay ve subay adaylarının peşlerinden gittiği ateşli albaylar grubu birliklerinden koparılacaktı. Plan devreye sokuldu. Havacılar içindeki bir grup, Genelkurmay başkanını sürekli olarak Ankara grubuna karşı kışkırtıyor, Ankara'daki albayları, hiyerarşi dışında bir ihtilal yapma heveslisi olarak gösteriyordu. Genelkurmay başkanı, 19 şubat günü, Harp Okulu Komutanı Talat Aydemir, Merkez Komutanı Albay Selçuk Atakan ve Jandarma Okulu Komutanı Necati Ünsalan'ı makamına çağırdı. Şeref salonuna geçen Ankaralı üç albay, Genelkurmay başkanıyla dört saat boyunca ülkenin içinde bulunduğu durumu, alınması gereken önlemleri konuştular ve fikirlerini açıkça söyleyerek, bir müdahalenin zorunlu olduğunu anlattılar. Genelkurmay başkanı ise, ancak İnönü ölürse ya da çekilirse bu işin yapılabileceğini söyledi. Bunun üzerine Selçuk Atakan yeniden söz aldı: "Biz ihtilalin hiyerarşik düzende yapılmasını uygun görüyoruz. Mademki kendinizi kifayetsiz buluyorsunuz, denecek bir şey yok. Biz alttan gelen tazyiki güçlükle kontrol altında tutabiliyoruz. Yok eğer bu alttan gelen tazyiklerin sorumlusu olarak bizleri görüyorsanız, biz şimdi derhal istifamızı verelim. Emekliliğimizi istiyoruz. Yarın öbür gün bu suçu yükleyerek bizi ordudan şerefsizce ayırmayın." Genelkurmay başkanı, "Yook" dedi, "böyle bir şey düşünmüyorum ! Siz benim en kuvvetli dayanaklarımsınız. Size şeref sözü veriyorum.Benim vücudum çiğnenmedikten sonra sizin kılınıza kimse dokunamaz." *

*

*

Ankara'da yine geceler uykusuzluk içinde geçiyordu. Millî Savunma Bakanlığı Özel Kalem Müdürü Kurmay Yarbay Talat Turhan 21 Ekim Protokolü'ne imza koyan en düşük rütbeli subaylardan biriydi. Özel kalem müdürlüğü yaparken, bir yandan da Dil Okulu'nda öğrenciliğini sürdürüyordu. Sınıf arkadaşı Binbaşı Fethi Gürcan'la sürekli görüşüyorlar ve aynı fikirleri paylaşıyorlardı. Arkadaşı kurmayları sevmez, onların ileriye dönük beklentileri olduğunu, bir risk ortaya çıktığında çabucak geri çekilip, eyleme katılanları ortada bırakacaklarını düşünürdü.

84


İçlerinde bir tek Talat Aydemir'i benimsemişti. Onun kurmaylığının yanı sıra aksiyon adamı özelliği de taşıdığına inanıyordu. Bu yüzden de kendisine bağlı genç bir kadroyla Albay Aydemir'in arkasındaydı. Kurmay Yarbay Talat Turhan, o soğuk şubat ayında içi kaynayan yüzlerce subaydan biriydi. Herkes ne olup biteceğini merakla beklerken, sohbet toplantılarında, "Darbe geliyor" diyordu, "27 Mayıs operasyonunda bir makas bırakılmış, o makasın alınması gerekiyor." Talat Turhan'ın yapılmasını beklediği darbede görev alacak kıtası yoktu. Ama hem Türk Silahlı Kuvvetler Birliği üyesi, hem de 21 Ekim Protokolü'nün imzacılarından olduğu için, darbeciler kanadında, Harp Okulu saflarında görülüyordu. 18 şubat günü Millî Emniyet başkanı ziyaretine geldi. Odada dinlenilebilecekleri kaygısıyla, Talat Turhan'ı koridora çıkardı. Onların, bir buçuk saat boyunca koridorda kol kola fısıldaşmaları dikkat çekmişti. Koskoca Millî Emniyet başkanı tümgeneral, bir kurmay yarbayla bu kadar uzun süre gizli gizli ne konuşuyordu? Tabiî ki, her an yapılması beklenen darbeyi... Talat Turhan görüşünü açıkça söyledi: "Bu adamları tayin ederseniz, harekât kendiliğinden başlar. Tayinleri durdurun."

Başkaldırı "Davaların en güzeli uğruna canımı feda ettiğime pişmanım sanmayın. Bu dava uğrunda bütün emeklerim boşuna gitmiş olsa da, ödevimi yapmış sayıyorum kendimi..." Gracchus Babeuf

29 Albay Aydemir, 20 şubat akşamı evine gittiğinde, Başbakanlık'tan bir arkadaşının bıraktığı yazılı notta, ertesi gün tutuklanacağı haberini aldı. Fazlaca düşünmeden, kendisini Harp Okulu'na attı. Okula ulaştığında saat 23.30 civarıydı. Öğrenciler uykuya çekilmişlerdi. Tutuklanacağı yolundaki haberi, bir gün önce, "Benim vücudumu çiğnemeden sizin kılınıza kimse dokunamaz" diyen Genelkurmay başkanına ulaştırdı. En iyisi geceyi Harp Okulu'nda geçirmekti. Ama ardı ardına gelen telefonlar, dinlenmesine izin vermiyordu. Gün 21 şubata dönerken, ilk telefonu İstanbul'dan aldı. 9 Şubat Protokolü'ne imza koyan generallerden biri, "Saat 03.00'te Ankara'daki birliklerin harekâta geçeceği söyleniyor. Sakın kendi başınıza iş yapmayın" dedi. "Yok böyle bir şey. Şerefim, namusum üzerine, böyle bir harekâttan haberim yok." Bu telefon görüşmesini diğerleri izledi. Albay, her telefonda, benzer sorulara benzer yanıtlar veriyordu. İhtilal düşüncesiyle yatıp kalktığı doğruydu. Ülkedeki sorunların ancak bir ihtilal yönetimiyle çözüleceğine inandığı da doğruydu. Ama böyle bir ortamda ihtilale kalkışmayı aklından bile geçirmiyordu. İstanbul grubu ihtilalden vazgeçmişti... Kaçıncı kez aynı oyun oynanıyor, ihtilale endekslenen gençler, son anda öfkeleriyle baş başa bırakılıyordu. Gençlerin enerjilerini, bendini yıkmaya hazır bir nehir gibi görüyordu. Bir gün mutlaka o büyük enerjinin taşıp bendini yıkmasından; nehrin yönsüz, denetimsiz, başsız gelişigüzel akıp gitmesinden; her yanı köpük köpük bir öfkenin kendisine ve ülkeye zarar vermesinden korkuyordu. O güne kadar bir müdahaleden yana olduğunu her ortamda açıkça söylediği için, bu fikre karşı olanlar karşısında tehlike oluşturduğunu biliyordu. Hükümetin kendisini ve yakın arkadaşlarını tasfiye etmeye can attığını anlamak için çok ince düşünmesine gerek yoktu. Ama yine de, Genelkurmay başkanının böyle bir tasfiyeye onay vermeyeceği inancını koruyordu.

85


Devlet Başkanı Gürsel'le de çok yakın ilişkileri olmuştu. Üstelik, bir tasfiye planının orduda yaratacağı büyük tepkinin de, tasfiyeye kalkışanlar için caydırıcı olacağını düşünüyordu. Kendisi dışında gelişen olaylar olduğu kesindi ve zihninde taşları yerli yerine koymaya, olayları çözmeye çalışıyordu. Arkadaşlarına, "Generallerden ümit kesen genç kitlenin son bağlantı noktası olduk. Onların generallere güvenleri azaldıkça, bize olan bağlan kuvvetleniyor. Bu da bizim hiyerarşi dışı bir ihtilal hazırlığı içinde olduğumuz söylentilerini yayıyor" diyordu. Onlar, ihtilale karşı güçlerce "Albaylar Cuntası" olarak nitelendirilirken, Ankaralı albaylar da, İsmet İnönü etkisindeki subayları, onun seçim bölgesinden yola çıkarak, "Malatyalılar Cuntası" olarak isimlendiriyorlardı, "Havacılar Cuntası" ise Malatyalılar Cuntası'nın bir koluydu... Hava Kuvvetleri'ndeki bir grup sürekli olarak Harp ve Jandarma okulları başta olmak üzere, karacıların sık sık alarma geçtiği söylentilerini yayıyordu. Saat 02.00 olmuştu. Albay Aydemir, pijamalarını giyerek yatağına girdi. Ama daha sırtını yatağına yerleştirmeden, bu kez 229. Piyade Alayı'ndan telefon eden bir yüzbaşı, kuvvet komutanlarının bir ihtilal için hazırlık yapıp yapmadıklarını kontrol etmek amacıyla alaya geldiklerini anlatıyordu: "Bütün erat uyuyordu. Hiçbir şeyden haberimiz olmadığını bildirdim. Alay komutanını sordular, evde olduğunu söyledim. Komutanı, Merkez Komutanlığı'na çağırdılar. Sanırım onu tevkif edecekler. Alarm vereyim mi ?" "Gerek yok. Sakin olun, benden haber bekleyin." Albay, Merkez Komutanlığı'ndan Albay Selçuk Atakan'ı aradı. Arkadaşı yanlış bir haber alındığını, üzerinde araştırma yapıldığını anlattı. Aradan on dakika geçmeden, 229. Alay'dan bu kez bir üsteğmen aradı: "Albayım, havacılar alarma geçmiş. Merkez Komutanlığı'nı kuşattılar. Alayı alarma geçirelim mi ?" "Hayır!" İstanbul diken üzerindeyken, Ankara da kaynıyordu. Yeniden Albay Selçuk'u aradı... Hava Kuvvetleri Cuntası, Genelkurmay Başkanına giderek, o gece saat 03.00'te Ankara'daki birliklerin ihtilal yapacağını bildirmiş, Hava Kuvvetleri'nin alarma geçirilmesi için izin istemişlerdi. Harp Okulu'nun uyuduğu saatlerde, havacılarla yakın temasta olan iki tabiî senatör, Hava Kuvvetleri karargâhına gitmişti. Üniformalarını giyen bir başka tabiî senatör de, Meclis Muhafız Taburu'na giderek, nöbetçi subayına Meclisin Harp Okulu tarafından sarıldığını bildirerek alarma geçmesini istemişti. Albay, pencereyi açtı, kar havasını içine çekti... Aniden Tank Taburu'nun harekete geçtiğini gösteren sesler gelmeye başladı. Hiçbir şey düşünmeye fırsat bulamadan, kapısını tıklatan elin sahibi içeri girdi: "Tank Taburu harekete geçmiş, Bakanlıklar'a doğru ilerliyorlar, haberiniz var mı ? Siz bir talimat verdiniz mi ?" "Hayır." "Öyleyse ben onları durdurmaya gidiyorum." Binbaşı Bahtiyar Yalta'nın arkasından bakarken, çılgın bir gecenin başladığını biliyordu. Meclis Muhafız Taburu'nun havacılar tarafından alarma geçirilmesi üzerine, Tank Taburu da kontr-alarma geçmiş, onu yakınındaki 229. Piyade Alayı ve Süvari Grubu izlemişti. Yenimahalle'deki lojmanlarda oturan Tank Taburu subayları, hemen yanlarında oturan havacıların alarm yapıp birliklerine gittiklerini görünce, ne olduğunu anlamak için üniformalarını giyip onlar da kıtalarına koşmuşlardı. Kıtaya ulaşan haber ise, albaylar ile generallerin Merkez Komutanlığında, havacılar tarafından ele geçirilip tutuklandığı yolundaydı. Böyle bir durum karşısında işleyecek otomatik planı bütün subaylar biliyorlardı ve bu doğrultuda, kıtalar harekete geçmişti... Zaten 27 Mayıs'tan sonra her an yeni bir ihtilal olacağı beklentisi içindeki asker ve subaylar hazırdı. Genelkurmay başkanının bilgisi dahilinde, bir gereklilik halinde müdahale etmek için hazırlanan ihtilal planları subayların ellerindeydi. Binbaşı Bahtiyar Yalta, kar yağışı altında Bakanlıklar'a doğru yol alan Tank Taburu'nu geri çeviriyor, diğer kıtalardaki alarmın sona erdirilmesi için koşturuyordu.

86


Her dakika yeni bir gelişmeyle karşılaşan albay, soğukkanlı tav-n sürdürüyordu. Yatağından kalkıp giyindi... Alarma geçen kıtaların durdurulduğu haberinin ulaşması için dakikaları sayıyordu. O sırada, Genelkurmay başkanına bir hareketin başlamak üzere olduğu ve birliklerin alarma geçtiği haberi ulaştırıldı. Saat 03.00'e yaklaşırken, olay yerine gelen Genelkurmay başkanı alarmı sona erdirmek üzere olan kıtaları ayakta gördü. Genelkurmay başkanı, Tank Taburu'ndaki genç bir subaya neden alarma geçtiklerini sordu. "Havacıların sizleri tevkif ettiğini duyduk, sizleri kurtarmaya geliyorduk paşam..." Genelkurmay başkanı şaşkına dönmüştü. Bu sırada durumu denetlemek için Harp Okulu'na gelen Genelkurmay ikinci başkanı da, okulun mışıl mışıl uyuduğuna gözleriyle tanık olmuştu. Ama uyuyan aslanı uyandırmak için tahrikler sürecekti. Kara Kuvvetleri'ne bağlı bazı kıtalardaki alarm kaldırılmış, ancak gece bitmemişti. Albay, bir yandan telefon görüşmelerini sürdürüyor, bir yandan yakın arkadaşlarıyla durum değerlendirmesi yapıyordu: "Bir oldubittiyle bizi suçlu konumuna düşürmeye çalıştılar. Bu yüzden Silahlı Kuvvetler'in iki kanadını birbirinin üzerine saldırtmayı bile göze aldılar. Sorumlular ortaya çıkmalı!" "Türk Silahlı Kuvvetleri'ni bölmeyi amaçlayan bir harekât başlatıldı ve bir kuvvet diğerinin üzerine saldırtıldı. Sorumluları yargılansın." "İş mahkemeye gitsin; gerçek suçlular ortaya çıksın !" Subaylar tek tek çağırılarak ifadeleri alındı ve bunlar rapor haline getirildi. "Gençler şaşkınlık ve öfke içinde." "Arkadaşlarımız haksız yere gözaltına alındı." "Onları serbest bırakmazlarsa, kıtalar denetimden çıkabilir." Ordu ayaktaydı... Komutanlara, "Saat 06.00'ya kadar gözaltına alınan karacı subayları serbest bırakmazsanız, biz bundan sonra Kara Kuvvetleri'ni tutamayız" notası gönderildi. Yarım saat sonra, gözaltına alman karacı subaylar serbest bırakılmışlardı. Tanyerinin ağarmaya başladığı dakikalarda, Albay Talat'ın karşısında oturan subaylardan kimisinin gözlerinde yaş, kimisinin kin, kimisinin keder vardı. * * * Kısacık bir uykunun ardından yeni güne kalktılar... Hızlı girdikleri 21 şubat gününün yeni gelişmelere gebe olduğunu biliyorlardı.Saat 11.00’de Albay Talat Aydemir, Albay Necati Ünsalan ve Albay Selçuk Atakan, Genelkurmay başkanının karşısında ayakta duruyorlardı. Genelkurmay başkanı, gözlerini Albay Aydemir'e dikti: "Yavrum... Akşam Kara Kuvvetleri'ne alarmı sen verdirmişsin." "Böyle bir şey yapmadım. Siz de biliyorsunuz, dün gece Harp Okulu mışıl mışıl uyuyordu. Bize bir oyun oynanmak istendi. Hava Kuvvetleri'nin alarma geçmesiyle, karacılar, daha önceden yapılan planlara göre otomatikman karşı alarma geçmişler. Kıtalara alarm vermek bir yana, bir yanlış alarmı kaldırarak bir faciayı önledim." "Hava Kuvvetleri bana bir ültimatom verdi. Yeriniz değiştirilmedikçe alarmı kaldırmayacaklar. Hepiniz himayemdesiniz, ancak yerlerinizi değiştiriyorum..." Albayın isyanı, gözlerinden kıvılcımlarla taştı: "Ben Allah'tan başka kimsenin himayesi altına girmem. Ben suçlu değilim. Suçlu olan Hava Kuvvetleri... Siz de, Millî Birlik Komitesi üyelerinin ve CHP'nin oyununa geldiniz, bir kuvveti diğerinin üzerinde kullanmaya kalktınız." Albay, belindeki silahı, Genelkurmay başkanını dehşete düşürecek kadar hızla belinden çekti ve onun masasının üzerine bıraktı: "Beni ya şimdi bununla temizlersiniz ya da mahkemeye verirsiniz. Eğer geceki harekâta ben neden olduysam, beni kurşuna dizdirirsiniz. Benim damarlarımda CHP kanı değil, vatanseverlik kanı dolaşıyor. Böyle bir haksızlığa katlanamam. Eğer komutansanız, gerçek suçluları cezalandırırsınız !" Genelkurmay başkanı, ateşli albayı susturmak için sesini yükseltti: "Hava Kuvvetleri alarmı sürdürüyor. Üzerinize bomba yağdıracak !" "Biz de Kara Kuvvetleri olarak yarı alarm halindeyiz. Gerekirse çarpışırız !" Karşı karşıya kaldığı karmaşık durumdan, Albay Talat Aydemir’i ikna ederek çıkacağını düşünen ve konuşmasına "yavrum" diye başlayan Genelkurmay başkanı için, albayların dışarıya çıkmasını istemekten başka çare kalmamıştı.

87


Üç albay, şeref salonuna çıktığında, gece gelen haberlerin ardından, Genelkurmay başkanının alarmına destek veren Kara Kuvvetleri komutanı ağlıyordu. "Paşam, neden ağlıyorsunuz ? Ben bir albay olarak, Hava Kuvvetleri'ne karşı Kara Kuvvetleri'nin prestijini kurtarmaya çalışıyorum, siz gözyaşı döküyorsunuz. Bunu yapacağınıza, bize sahip çıkın." Ulaşılan sonda, ordunun parçalandığı gün gibi açıktı ve bu komutanlar için gerçekten de ağlanacak bir durumdu. En çok ağlanası olan da, Hava Kuvvetleri'nin, alarmı kaldırmaları için emir verdiği Genelkurmay başkanını dinlememeleriydi. 21 şubat günü uzadı da uzadı... 21 şubatı 22 şubata bağlayan gece de uykusuz geçti. Yine ihtilal haberleri, yine, "Harekete mi geçiyorsunuz ?" soruları, yine "Harp Okulu uykuda, gelin görün" yanıtları... *

*

*

Albaya bağlı kıtalar 22 şubatta, diken üzerinde bekliyorlardı. Albay, saat 11.00 civarında aldığı bir telefonla, bir havacı arkadaşıyla buluşmak için Jandarma Okulu komutanına gitmişti. O, arkadaşıyla Silahlı Kuvvetlerin iki kuvvetinin birbiriyle karşı karşıya getirilmesinden duyduğu üzüntüyü paylaşırken, telefondaki emir subayı, Genelkurmay başkanının kendisini görmek istediğini söyledi. Albay, durumdan şüphelendi ve görüşmeye gitmedi. Haklıydı, çünkü kendisiyle birlikte çağrılanlar tutuklanmışlardı. Yakın arkadaşlarının tutuklanma haberini aldığında, albay için de artık karar verme zamanı gelmişti. Bir anonsla, subay taburuna sinema salonunda toplanmaları emri verildi. Albay asteğmenlere, dört gündür yaşanan olayları anlattı. Gençlerin kanları damarlarında öyle hızla dolaştı, öfkeleri öyle doruğa ulaştı ki, bu belki albayın beklediği tepkiden bile büyüktü. Ne olursa olsun direneceklerdi. Albay, Harp Okulu ile yakınındaki kıtalara alarm emri verdi. Artık gençler eğitim elbiselerini giymişler, elleri tetikte, albaydan emir bekliyorlardı. Bu sırada saat 13.30'a gelmişti. * * * Harp Okulu birinci sınıf öğrencisi Osman Yetkin, verilen emirle okulun iç bahçesinde toplanan sınıf arkadaşlarıyla birlikte saf tutmuştu. Bahçe öğrenci ve subay doluydu. Kanı kaynıyor, alarm durumunda olduklarını biliyordu ama doğrusu bunun tam olarak ne anlama geldiğini çözümleyebildiği söylenemezdi. O sırada, tabur komutan yardımcısı, "Üç defa Millî Şef inönü şerefine !" diye komut verince, o da diğer arkadaşları gibi, hiçbir şey düşünmeden komuta karşılık verdi: "înönü sağ ol! İnönü sağ ol! İnönü sağ ol!" Ancak, tam karşılarında saf tutan ikinci sınıf öğrencilerinin psikolojileri aynı durumda değildi... Onlara göre İnönü'nün siyasetçi kimliği ön plana çıkmıştı, üstelik kendi komutanlarını yemek istiyordu. Onların vazgeçilmezi, bütün dokunulmazlıklarıyla yüreklerinde duran Atatürk'tü... Aniden bir elektriklenme oldu ve ikinci sınıf öğrencileri, "Atatürk! Atatürk! Atatürk!" diye bağırarak süngülerini takıp, birinci sınıf öğrencilerin üzerine yürümeye başladılar. Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal ile onun en yakın silah arkadaşı îsmet İnönü, Harp Okulu'nda, yani yuvalarında süngülerle karşı karşıya geliyorlardı. İkinci sınıf öğrencileri adım adım ilerlerken, birinci sınıf öğrencileri de adım adım geriliyordu. O sırada Binbaşı Bahtiyar Yalta, "Komutanım yetiş ! İki tabur birbirine giriyor!" haberini alınca, bahçeye koştu, kalabalığı yararak zorlukla olay yerine ulaştı. Su kendi mecrasında akmaya başlamış, yelkensiz ve rotasız geminin yolcuları bir felakete doğru sürükleniyordu. Orada bulunan yüzbaşıya, "Havaya ateş et!" emri verdi. Thompson'dan yükselen ses, iki taburu da durdurdu. Osman ve arkadaşları, aradan birkaç gün geçtikten sonra, yaptıklarından pişmanlık duyacak ve kendilerine, "Yaşasın înönü!" diye bağırtan komutanlarını dışlayacaklardı. Kıtalar alarmda, fırtına öncesi sessizlik içindeydiler. Parola, "Halaskar", işareti "Fedailer"di... Karacı subaylardan albaya destek yağıyordu. Artık Harp Okulu merkez olmuştu. Öğleden sonra, Albay Aydemirin yerine okul komutanlığına atanan tuğgenerali, yanında iki subayla birlikte Harp Okulu'nun kapısından girerken, silahlanmış Harbiyeliler karşıladı. Harbiyeliler, generali komutan odasına almıyorlardı.

88


“Generalim, sizi göz hapsine almak zorundayız." General, Harbiyelilerin bu tutumu karşısında fenalaştı. Albay Aydemirle görüşmesinde, evine gitmek için izin istedi ve okulda ayrıldı. Ankara’daki bütün gelişmeleri örgütün İstanbul ayağına bildiren albay, onlardan destek alamamış, tam tersine harekâttan vazgeçmesi için ikna edilmeye çalışılmıştı. Ama artık albay geri dönmüyordu... Lapa lapa yağan kar ise Ankara sokaklarını ihtilalcilerden çok önce işgal altına almıştı. *

*

*

Üsteğmen Erol Dinçer, görev yeri olan Muhafız Alayı'nda gergin saatler yaşıyordu... Albayın her an tutuklanabileceği haberi üzerine örtülü alarma geçmişlerdi. Harekete geçmek için emir bekliyorlardı. Yaşanan bütün gelişmeler, Binbaşı Fethi Gürcan kanalıyla kendisine ulaşmıştı. Tam öğle saatlerinde Muhafız Alayı Nizam Karakolu'nu, nöbetçi subayı olarak teslim alacağı da Fethi Binbaşı'nın bilgisindeydi. Saat 11.30 sıralarında nizamiyeden bir cip geldi. Üsteğmen Erol, "geçsin" emri verdi. Gelen cipten inen, 13 kasımda, On Dörtlerin tasfiyesinde diş dişe oldukları bir subaydı. Elindeki zarfı uzattı: "Talat Aydemir Albay'dan..." "Sen..." Şaşkınlık içinde, "Oyuna mı geliyoruz, kime hizmet ediyoruz?" sorularına yanıt aramaya çalıştı. Ama karşısındaki genç subay, onun şaşkınlığını ya anlamamış ya da umursamamıştı: "Beni haberci olarak gönderdiler." Üsteğmen Erol zarfı açtı: "Alay komutanı enterne edildi. Saat 19.00'a kadar harekete geçmek için emrimizi bekleyin." Üsteğmen Erol, elindeki notu aldı ve doğruca alay komutan yardımcısının yaniına gitti: "Yarbayım, duyduğuma göre bizim alay komutanını Genelkurmay'da enterne etmişler ! Bana böyle bir haber ulaştı ve size bildiriyorum." Beklediği şey, alay komutan yardımcısının heyecanla duruma el koymasıydı, ama öyle olmadı: "Öyle mi? Bir şey olmaz. Sen kendi işine bak..." Üsteğmen Erol'un kafasından hızla geçen düşünceler, "Bu adam karşı taraftan" sonucuna ulaştı. Kendi enerjisini, başka enerjilerle buluşturmak için o anda hiç gözünü kırpmadan canını verebilirdi. Öğle saati olduğundan subaylar yemeğe gidiyorlardı. Gazinonun girişine yönelip, orada daha önce birlikte toplantılara katıldığı subaylara elindeki mesajı göstermeye başladı. Nasıl oluyordu da, elindeki mesajı okuyan subayların büyük bir bölümü, "Ya, öyle mi?" diye geçip gidebiliyorlardı? Artık çaresi kalmamıştı. Mesajı, Türkeşçi olarak bildiği subaylara göstermeye başladı. Tam da o sırada bir minibüs geldi. Üsteğmen Erol, albay rütbeli subayın minibüsten inişini kaygıyla izledi. "Alay komutan yardımcısıyla konuşacağım." Üsteğmen Erol, onu istediği yere götürdü. Heyecanı ve gerginliği biraz daha artmıştı. Bir süre sonra, alay komutan yardımcısının telefonu geldi: "Alaya anons yap. Bütün subaylar yemekten sonra gazinoda toplansınlar. Yeni alay komutanımız konuşma yapacak." "Yeni alay komutanımız kim ?" "Şimdi yanımda..." Nizam Karakolu nöbetçi subayı olmak, her şeyden sorumlu olmak anlamına geliyordu. "O albay nasıl alay komutanı olur? Genelkurmay'dan gelen genelge asılı. Orada, Genelkurmay başkanı ya da cumhurbaşkanının emri olmadan hiçbir harekete geçemeyeceğimiz yazılı. Elinde Genelkurmay'dan ya da cumhurbaşkanından alınmış bir yazılı emir var mı ? Bu işten Nizam Karakolu nöbetçi subayı olarak ben sorumluyum. Eğer yazılı emri yoksa, buna rağmen o albay subaylarla konuşmaya gelirse onu tevkif ederim." Alay komutan yardımcısının da sesi yükselmişti: "Ne demek tevkif ederim ?"

89


"Ben görevimi yapıyorum !" Üsteğmen Erol, soluğu gazinoda aldı ve orada içinde olduğu örgütün subaylarına durumu anlatmaya çalıştı: "Sakın gitmeyin !" Yemek bitmiş, yeni komutan odadan çıkmamıştı. Gazino toplantı için hazırlandı, subaylar yerlerini alıp oturdular... Üsteğmen Erol, moralini yüksek tutmaya çalışıyordu... Belki de tepki, toplantıya katılmamakla değil, toplantıya katılıp rest çekmekle anlam kazanırdı. Tanıdığı subaylara yaklaşıp, "Kalkın konuşun" dedi. "Tamam... Gelsin de bir bakarız..." Her şey, Üsteğmen Erol'un öngörüsü dışında gelişiyordu ama hayal kırıklığı içinde teslim olmak yerine, sonuna kadar direnmeye karar vermişti. Yeni alay komutanı geldiğinde subayların büyük bir bölümünün yerlerinden kalkmaması Üsteğmen Erol'a, çölde susuz kalmış bir insanın dudaklarını yalayıp geçen su gibi geldi. Yeni alay komutanı bozulmuştu. Konuşmasını da moral bozukluğu içinde yapmış, alay komutanlarının rahatsızlandığını, onun için alaya komuta etmek için kendisinin görevlendirildiğini tedirginlik içinde anlatmıştı. Sonra içindeki ezikliği bastırmaya çalıştığını belli eden bir ses tonuyla, "Bundan sonra benim emirlerime göre hareket edeceksiniz. Bütün alayı futbol sahasında içtimaa bekliyorum" demişti... Üsteğmen Erol, artık mutlaka bir şeyler yapması gerektiğini düşünüyordu. Cesaret kimi zaman, sonrasını hesaplamaya gerek duymadan, o an için yapılması gereken neyse, onu yapmaktır. Ayağa kalktı: "Albayım, sizin elinizde, alay komutanlığına atandığınıza dair yazılı bir emir var mı?" Albay, başına bela olmaya niyetlenen bu üsteğmeni başından savmak istedi: "Var var... Sonra gösteririm..." "Hayır, şimdi gösterin !" Üsteğmen Erol, Genelkurmay'ın genelgesini baştan sona okudu... Sonra yeniden konuştu: "Ben Nizam Karakolu nöbetçi subayıyım. Elinizde yazılı emir olmadan komutayı teslim alamazsınız. Görevim sizi tevkif etmektir. Bir saat önce bir alay komutanımız gidecek, bir saat sonra bir başkası gelecek... Biz koyun sürüsü değiliz... Birileri çobanları değiştiriyor ama bunu yaparken elinize değnek vermesi lazım. 0 değnek de sizin elinizde yok !" O sırada bir subay ayağa kalktı: "Kesinlikle birliklerimizi toplamayacağız. Sizin emrinize göre hareket etmeyiz!" Üsteğmen Erol, bu karşı çıkışla moral buldu ama onun hayalinde böyle bir durumla karşılaştıklarında ne yapmaları gerektiğini anlatan bir tablo çizilmiş olsaydı, mutlaka birlikte hareket ettikleri yüzbaşılar çoktan ayağa kalkıp, bu karşı çıkışı desteklerdi. O zaman diğerleri de köşelerine sineceklerdi. Oysaki, devamı yoktu... O anda havayı kokladı. Toplantıda iki yüz seksen subay vardı. Eğer albayı o anda tevkif etmeye kalkışsa belki de bir arbede başlayacaktı. Kritik bir noktada olduğunu anlayan yeni alay komutanı da, "Alayı içtima için derhal harekete geçirin" sözleriyle, toplantıyı çabucak kapadı. Erol un içi içini yiyordu, yeni alay komutanı yürürken,hızla yanına ulaştı: "Yazılı emrinizi gösterecektiniz..." Yoktu... Yeni alay komutanı yazılı emrini gösteremiyordu. Genelkurmay başkanı bile, Muhafız Alayı komutanını tutuklattıktan sonra, gönderdiği yeni alay komutanının eline "ne olur ne olmaz" kaygısıyla yazılı emir verememişti. Şimdi, bir üsteğmen, Genelkurmay başkanının genelgesine dayanarak, yeni alay komutanına yazılı emir soruyorsa, suçlu mu olacaktı ? Yeni komutan futbol sahasındaki toplantıda konuşurken, Üsteğmen Erol'un kanı bütün vücudunda hızla dolaşıyordu. Onun, kendisini tutuklayacağını sezen yeni komutan konuşmasını kısa kesti, subaylar arasında yürümeye başladı. Artık harekete geçmek için daha fazla bekleyemezdi: "Sizi tevkif ediyorum!" Komutan, olduğu yerde çakılıp kaldı. Üsteğmen Erol, konuşmayı sürdürdü: "Gazinoda yazılı emri göstereceğinizi söylediniz." "Karargâhta kaldı."

90


Subaylar, ortamın psikolojisine uygun olarak, ikisinin çevresini bir hilal gibi çevirmişlerdi. Üsteğmen Erol, komutanı gözaltına aldığı andan sonra nelerin gelişeceğini kestiremiyordu. "Peki, ben emri istiyorum..." Yeniden Nizam Karakolu'na döndüğünde saat 16.00'ya geliyordu. Bir süre sonra, ayak sesleriyle dikkatini kapıya yöneltti. Sert adımlarla içeri giren üç subayın arasından, komutan yardımcısı yarbay ön plana çıktı: "Erol, bak sen gençsin..." "Eee, ne olmuş?" "Seni kurşuna dizerler..." Subayların giderek yaklaştığını gören Üsteğmen Erol tutuklanacağını anlamıştı. Ancak birden tank paletlerinin sesi ortalığı kapladı. Üsteğmen Erol'un yüreğine okyanus ferahlığı yerleşirken, yarbay, telaşla "Ne oluyor?.." diye sordu. “İşte bizimkiler... Biraz sonra burada olacaklar." Subaylar, Nizam Karakolu'ndan hızla çıktılar. Tank sesleri bir yükseliyor, bir alçalıyordu ama gelen tank falan yoktu. Üsteğmen Erol, yalnız kaldığını ve tutuklanacağını düşünüyordu. Son şansı Binbaşı Fethi Gürcan'a ulaşmaktı. Doğruca bölüğe gitti ve Astsuay Münip Tepeci'yi buldu: "Başımıza bir alay komutanı geldi, herkes kabullenmiş görünüyor. Yukarıdan da bir türlü hareket emri gelmiyor. Elimizdeki planlardan hangisini uygulayacağımızı dahi bilmiyoruz. Belli ki bir terslik var. Fethi Binbaşı'ya gidip durumu anlatalım." Münip ile Muhafız Alayı'nın kırık dökük bir pikabına bindiklerinde, Köşk'ten nasıl çıkacaklarının planını bile yapmamışlardı. Karşılarına çıkan ve Türkeşçi olduklarını bildikleri teğmenler "Nereye gidiyorsunuz ?" diye sorunca, olabildiğince kayıtsız görünmeye çalışarak, "Biraz Köşk'ü dolaşacağız" dediler. Nöbetçiler tedirgindi... Karşılarında Paraşüt, arkalarında Tank bölükleri vardı. Paraşüt Bölüğü'nün üsteğmeni de Türkeşçi gençlerdendi ama Üsteğmen Erol'a karşı bir sempatisi vardı. Onların arasından geçtiklerinde, tank sesleri tümüyle kesilmişti. Kendilerini Tank Bölüğü'ne attıklarında, oradaki subayların da kendileri kadar durumdan habersiz olduğunu gördüler: "Alarmda bekliyoruz ama, Harp Okulu'ndan harekete geçmemiz için emir gelmiyor. Muhafız Alayı'nda durum nedir?" "Durum bizde de aynı. Acilen Süvari Grubu'na gidip, Binbaşı Fethi Gürcan'la görüşmemiz gerekiyor." Sonunda Binbaşı Fethi'ye ulaştılar. "Neler oluyor?" "Durum çok kritik. Alay komutanının tevkif edildiğini söylediğim arkadaşlardan bir tepki gelmedi. Mecbur kaldım, gelen notu Türkeşçi subaylara da gösterdim. Yeni alay komutanı olarak biri geldi. Nöbetçi subayı sıfatıyla yazılı emir istedim. Oyalayıp durdu, elinde yazılı emir yok. Tevkif etmek istedim ama, bizim oradaki arkadaşlar durumu kabullenmiş görünüyorlar. Bu arada karşı taraf da örgütlendi. Alayı harekete geçirmemiz imkânsız. Neredeyse beni tevkif edeceklerdi." Binbaşı Fethi, Üsteğmen Erol daha konuşmasını bitirmeden kararını vermişti. "Neyle geldiniz?" "Kırık dökük bir pikapla." "Anlaşıldı... Şimdi pikaba tekrar biniyoruz." O sırada, Üsteğmen Turgut Saltoğlu'nu da çağırdı. Hiç zaman kaybetmeden dördü birden pikaba binerek Köşk'e doğru gitmeye başladılar. "Nereden gideriz ?" "Paraşüt Bölüğü'nün üsteğmeni Türkeşçi ekipten. Ama bize çıkışta kolaylık gösterdiler. Aynı yerden girebiliriz." "Tamam. Şimdi Köşk'e girer girmez ben hemen bölük komutanının odasına gideceğim ve orada oturacağım. Erol! Sen kendine güvendiğin bir ekip oluşturacaksın, yeni alay komutanı olduğunu iddia eden adamı yakalayıp bana getireceksin." Kırık dökük pikap, Paraşüt Bölüğü'nün arasından sıyrılarak Köşk'e girdi. Bu kez içinde iki değil, dört kişi vardı. Binbaşı Fethi Gürcan'ın bölük komutanı odasına girip, uzun namlulu Smith Wesson tabancasını masanın üzerine koyup oturmasıyla her şey değişmişti. Üsteğmen Erol, onun yardımcısı konumunda olduğundan, yüzbaşılar emrine girmişti. On kişilik bir ekibi hızla

91


oluşturmuştu ama alay komutanının nerede olduğunu net olarak öğrenemiyorlardı. Kimileri Nizam Karakolu'nda, kimileri ise gazinoda olduğunu söylüyorlardı. "Erol, sen beş kişiyi al gazinoya git! Turgut sen de beş kişi alıp Nizam Karakolu'na git. Neredeyse oradan alıp getirin !" Erol ve Turgut, aldıkları emri yerine getirmek üzere altışarlı iki grup halinde pikaplara bindiler. Erol, ekibiyle birlikte gazinoya ulaştı, içeriye girip baktı, alay komutanı yoktu. O sırada, kısa bir süre önce kendisini tutuklamaya kalkan emir subayı binbaşıyı gördü, onu yakaladı: "Sen alçağın birisin!" Fazla vakti yoktu. Bir an önce Turgut'un yardımına gitmek için karakol tarafına koştu. Camdan, Turgut'un, yeni alay komutanı ve alay komutan yardımcısıyla konuştuğunu gördü. Turgut, Silahlı Kuvvetler Birliği'nin konferanslarından tanıdığı ve "Silahlarınız bize mi döndü?" diye sitem eden komutanlara, "Mensup olduğumuz kuvvetler duruma hâkimdir" yanıtı veriyordu. Yıldırım gibi içeriye daldı ve Thompson'u yeni alay komutanına dayadı. Hepsini birden pikaba doldurdular. Görev eksiksiz tamamlanmıştı. Yakalananlar Binbaşı Fethi Gürcan'ın karşısında duruyorlardı. Binbaşı Fethi, konukları gelmiş gibi nezaketle, "Buyurun, hoş geldiniz" dedi, "sizi bir süre burada dinlendirelim." Gözetim altında tutulan albay, yarbay ve binbaşıya çay ikramı yapıldı. Yeni alay komutanı, bu tutum karşısında cesaretlendi: ^ Acaba bir telefon edemez miyim? Eşim beni merak eder..." Kusura bakmayın. Bizim eşlerimiz de bizleri her gün merak ediyorlar." Komutan yardımcısı, söz alıp, ortamı yumuşatmaya çalıştı: "Yahu Fethi, niye böyle yapıyorsunuz" dedi, "durum hakkında bilgim olsaydı, ben de sizin saflarınızda yer alırdım. Bu gibi durumlara gerek kalmazdı." "Daha dün Muhafız Alayı gazinosunda yapılan subaylar toplantısında, alay komutanı ülkenin içinde bulunduğu siyasî ortamı anlatmış ve bunun çaresinin ne olacağını tartışmaya açmıştı. Durumu bilmemeniz imkânsız." Binbaşı Fethi, başlarına iki nöbetçi diktiği "konuklarının" yanından ayrıldı. O sırada, Köşk'teki durumu bildirmek ve bundan sonra atacakları adımı sormak için Harp Okulu'yla görüşmeye çalışıyorlardı ama hatlar kesikti. Telsizle de haberleşemeyince, birini bilgi vermek üzere Harp Okulu'na gönderdiler. Binbaşı Fethi Gürcan'ın emriyle Tank Bölüğü üç tankı çıkarmış, Köşk'ün önüne dayamıştı. Onlar Talat Aydemir'e ulaşmaya çalışırken, üst üste gelen telefonlarda Hava Kuvvetleri'nin Muhafız Alayı'nı bombalayacağı tehditleri ulaşıyor, bu da Muhafız Alayı'ndaki subayları kaygılandırıyordu. Üsteğmen Erol, paraşütçü astsubayı santrala gönderdi ve kendisinden başka kimseye telefon bağlamamasını istedi. Böylece dışardan gelen ihbarları denetlemek ve Muhafız Alayı'ndaki çözülmeyi engellemek istiyordu. O sırada, Türkeşçilerin ağırlıkta olduğu tankçılar, namlularını Köşk'e doğru çevirmişlerdi. Üsteğmen Erol, üst üste aldığı tehdit telefonlarının ardından, çalan telefonu yeniden açtı: "Şu anda Köşk'te, başbakan, bakanlar, parti liderleri, Genelkurmay başkanı, kuvvet komutanları, cumhurbaşkanının başkanlığında toplantı yapıyorlar. Tanklar namlularını Köşk'e çevirmiş durumdalar. Onlar da dışarı çıkmak istiyorlar. Ne yapayım?" Ankara'da tek bir silah sesi, korkunç bir çarpışmanın işareti olabilirdi. Hava Kuvvetleri alarmı kaldırmadığı gibi, karacılar da alarma geçmişti. Gelişmeler, Albay Aydemir'in Ankara'daki gücünün çok büyük olduğunu gösteriyordu. Hükümetin talimatıyla, Ankara civarından çağrılan birlikler de, albaya bağlı olduklarını bildirmişlerdi. Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel başkanlığında, en güvenli bölge olarak gördükleri Köşk'te toplanan İsmet Paşa, bakanlar, Genelkurmay başkanı, kuvvet komutanları ve parti liderleri durum değerlendirmesi yapıyorlardı. "Kıtalar, tek bir silah atılmadan beş dakika içinde asilerin eline geçiyor. Bu nasıl bir şey?" YTP Genel Başkanı Ekrem Alican, Talat Aydemir'le görüşme önerisini ortaya atmıştı. İsmet İnönü, "Ellerinde rehin kalırsın, daha da güçlü duruma gelirler" dedi. Israr edince, albayla görüşmek üzere toplantıdan ayrılmasına izin verildi. Ekrem Alican'dan ilk haber gelmişti:

92


"Meclis'in feshini istiyorlar." "Bir an önce tedbir almalıyız." "Ankara civarından destek olarak çağırdığımız birlikler Talat Aydemir'le birlikte hareket ediyorlar. Hükümetin bu şartlar altında çalışması imkânsız. Geçici bir süre için Eskişehir'e nakledelim." CKMP Genel Başkanı Osman Bölükbaşı, bu öneriye şiddetle karşı çıktı, İsmet Paşa'ya döndü: "Paşam ! Gidelim Millet Meclisi'ne, ön sıralarda oturalım, bizi gelip orada teslim alsınlar !" Çankaya zirvesinde, ne gibi önlemler alınabileceği düşünüldü. Radyoda, bütün siyasî parti liderlerinin imzaladığı bir bildiri ile cumhurbaşkanı, başbakan ve Genelkurmay başkanının mesajlarının yayınlanmasına karar verilmişti. 0 sırada içeriye giren Cumhurbaşkanlığı genel sekreteri, durumu daha da gerginleştiren haberi verdi: "Muhafız Alayı'nda bir kıpırdanma var. Yeni komutan duruma hâkim değil." Millî Savunma bakanı devreye girdi: "Köşkü derhal terk edelim. Tehlike büyüyor." Ancak onlar daha Köşk'ten çıkmadan yeni bir haber geldi: 'Süvari Grubundan Binbaşı Fethi Gürcan, yeni alay komutanını enterne edip Muhafız Alayı'nı ele geçirmiş! Tank Bölüğü namlularını Köşk'e çevirdi." O ana kadar sakin görünen İnönü sinirlenmişti: "Ne yani? Koskoca Muhafız Alayı'nı dört subay mı teslim aldı?" Durum giderek kritik bir hal alıyordu. İçerideki gerginlik had safhaya ulaştı. Dışarıya çıkmaları halinde başlarına ne gelecekleri bilmiyorlardı. Üsteğmen Erol telefonda duyduklarından heyecanlanmıştı Binbaşı Fethi Gürcan'a döndü: "Cemal Paşa, îsmet Paşa, Sunay Paşa.. Hepsi şu anda Köşk'te toplantı halindeymiş! Kuvvet komutanları ve parti liderleri, kabine üyeleri de içerideymiş. Dışarı çıkmak istiyorlarmış. Ama tankçılar namlularını Köşk'e çevirdiği için çıkamıyorlarmış." Bu habere Üsteğmen Erol kadar, Binbaşı Fethi Gürcan da şaşırmıştı. Onlar, Muhafız Alayı'na atanan yeni komutanı enterne edip, alayın komutasını ele geçirirken, Köşk'te kimlerin bulunduğunu bilmiyorlardı... Şimdi bütün güç onların ellerindeydi! "Hemen Talat Albay'a ulaşmamız lazım." Binbaşı Fethi, "Kimse dışarıya çıkmasın" haberini yolladıktan sonra, ısrarla Harp Okulu'nun telefonunu düşürmek için uğraşmaya başladı. On beş-yirmi dakika sonra bağlantıyı sağladı: "Albayım, Gürsel, İnönü ve bütün kabine üyeleri ile komutanlar buradalar. Köşk'ü sardım. Hepsini enterne edeyim mi?" *

*

*

Albay, telefonu aldığında, o anda her şeye hâkim olduğunu düşündü. Bir başkaldırı, kendiliğinden ihtilalin doruk noktasına ulaşmıştı. Ancak, İstanbul'daki birlikler kendisini yalnız bırakmışlar ve 9 Şubat Protokolü'ne imza atanlar, imzalarından geri dönmüşlerdi. Hava Kuvvetleri hükümetten yanaydı. Hükümet yanlısı kimi subayların, Genelkurmay karargâhının etrafına tanksavar silahları yerleştirdiklerini de öğrenmişti. Bu durum üzerine, Tank Taburu, Süvari Grubu ve Harp Okulu bir an önce harekete geçmek için sabırsızlanıyorlardı. Saatler ilerledikçe kıtaların denetimi güçleşiyordu. On sekiz bin silahlı güç, patlamaya hazır birer bomba gibi ondan gelecek emri bekliyordu. Harekete geçtiği anda, tanklar Genelkurmay'ı ve Hava Kuvvetleri karargâhını yerle bir edeceklerdi. Ordu her yerde birbirine girecek, oluk oluk kan akacaktı. Kore günlerini düşünen albay, Türkiye'de yaşanacak bir iç savaşın, ülkeyi bölmek isteyen dış güçlerin de ekmeğine yağ süreceği olasılığıyla derin bir mutsuzluğa düştü. Her şeye rağmen, Ankara'daki başarısı tartışmasızdı. O andan itibaren liderdi. Ancak bu şartlar altında bir dikta rejimine gidilmesi kaçınılmaz görünüyordu. Kendi kellelerini korumak için, bugüne kadar protokollere ihanet edenleri yok etmeleri gerekecekti... Bu koşulları göze alarak altına imzasını atacağı bir ihtilal, yeni ihtilalleri de gündeme getirecekti.

93


Eline geçirdiği en büyük kozu kaçırdığında, kellesini vermeyi de göze alması gerekiyordu... Şimdi, "Vatan, sana canım feda !" demenin sırasıydı... Binbaşı Fethi'ye, "Bizim onlarla işimiz yok. Dışarıya çıkışlar serbest, içeriye giriş yasak..." dedi. * * * İhtilal hiyerarşisine tartışmasız bağlılık gösteren Fethi Gürcan'ın telefondaki konuşmasını, Üsteğmen Erol ve Turgut, dikkatle izliyorlardı... Onun ses tonundaki belirgin düşüş, meraklarını iyice çoğalttı. "Ya... Öylemi?" Telefonu kapadı. "Diyorlar ki..." Üsteğmen Erol, bu olasılığı hiç hesaba katmamıştı. Köşk'tekilere, dışarı çıkabilecekleri haberi yollandı. İsmet Paşa, derin bir nefes aldı, albayın başını koyduğu davada baş almayı göze alamadığını düşündü, yanındakilere döndü: "Talat, işte şimdi kaybetti..."

30 Devlet ve hükümet yönetiminin, Köşk'ten ellerini kollarını sallaya sallaya çıktığı sırada, Ankaralılar da iftar sofralarındaydı... Bütçe görüşmelerini sürdüren Türkiye Büyük Millet Meclisi de, toplantı yeter sayısı kalmadığı için dağılmıştı... Son dört günün gerginliği kulislerde başlıca konu olmuş, kimi milletvekilleri, ailelerini güvence altına almak için Ankara dışına çıkmışlardı. Bütçe görüşmelerinde bulunan bir grup milletvekili ise, Meclis'i terk etmeden önce üst kata çıkıp Harp Okulu'nun harekâtını izlediler. Tank Okulu'nun tankları, karlı yolda ilerlerken, paletlerinden sıçrayan karlar harekâtı izleyenlerde panik yaratıyordu. Tanklar Harp Okulu'ndan, Harbiyelilerce kesilmiş olan Dikmen yoluna kadar dizilmişti. Tank Taburu, Dikmen'e giden yolun arkasını tutmuştu. Hükümetin Genelkurmay karargâhını bile savunacak gücü kalmamıştı. Köşk'ten çıkan devlet ve hükümet yönetimi, kendilerinden yana olan güce, Hava Kuvvetleri'ne sığınmış, harekâtı durdurmanın çarelerini arıyorlardı. Cumhurbaşkanı, başbakan ve Genelkurmay başkanı, Hava Kuvvetleri'nde karargâh kurmadan önce hemen yakınındaki Radyoevi'ne gitmiş, konuşmalarını banda aldırmışlardı. Mesajlar 19.30'dan itibaren yayınlanacaktı. Albay Aydemir'le görüşmek üzere Harp Okulu'na giden YTP Genel Başkanı Ekrem Alican ise dönmek bilmiyordu. Artık, onun kanalıyla, hükümet ile ihtilalciler arasında uzun bir pazarlık başlamıştı. İhtilalcilerin pazarlık kapısını açması ise Başbakan İnönü'yü rahatlatmıştı... Bir kez daha, "Talat kaybetti" diye geçirdi için den... İktidar, elini uzatsa alabileceği kadar yakındı ve on sekiz bin silahlı güç arkasındaydı... Ama pazarlık kapısını açması, ikilem içinde olduğunun işaretiydi. Başbakan İnönü, büyük çatışmalar olacağı kaygısıyla albayın, istekleri karşısında, ödün verilmesinin doğru olacağını söyleyenleri öfkeyle reddetti: "Gerekirse oluk oluk kan dökülür." *

*

*

Sıdıka çoktan iftarını açmış, namazını kılmış, dinlenmeye çekilmişti. Günlerdir gerginlik içinde olan kocasını ancak birkaç kez görme şansı bulan Esma, Ankara Radyosu'nun, cumhurbaşkanı, başbakan, Genelkurmay başkanı ve parti liderlerinin mesajlarının yayınlanacağı anonsunu duyunca, hemen radyonun başına koştu. Önce Genelkurmay başkanı konuşmaya başladı: "Türk Silahlı Kuvvetleri'nin şerefli mensupları, Türk ordusuyla ilgili olarak yabancı ve düşman radyolarda maksatlı bazı haberler yayılmaktadır. Bu haberlerin hepsi yalandır... Bunlar Türk vatanını parçalamak ve karanlık emelleri için aziz milletimizi bir kardeş kavgasına sürüklemek isteyenlerin tahriklerinden ibarettir." Esma da, diğer Ankaralılar gibi bütün dikkatini radyodaki konuşmalara vermiş, fakat o da, Ankaralılar da ne olduğunu anlayamamıştı. Ardından, cumhurbaşkanın orduya seslenen mesajı yayına girdi:

94


"Seni aldatmak ve yanlış yollara sevk etmek isteyenler var. Onlara uyma... Senin eserin olan bugünkü rejimi sana yıktırmak istiyorlar... Aldanma..." Sıra başbakanın mesajına gelmişti. Esma, bütün dikkatini radyoya verdi. Kalbi heyecanla çarpıyordu... Ve... Radyoda klasik müzik parçaları çalınmaya başlandı... Ne olmuştu, ne olmuştu, ne olmuştu?.. Bu soru, radyoları başındaki Ankaralıların beyinlerinde tekrarlanıp duruyor, ama müzik yayını sürüyordu... Bir süre sonra müziğin tarzı değişti: "Bir tatlı huzuur almaya geldim, Kalammş'taaaan, ah Kalamıştan…..” Radyolarından iki saate yakın bir süre müzik dinleyen vatandaş, sonunda yayın tümüyle kesilince, ne olup bittiğini anlamak için sokaklara döküldü... Yolda gördükleri subayları çevirip, "Ne oluyor, kim ihtilal yapıyor?" diye soruyorlardı. Radyoevi'nin önüne biriken kalabalık, başbakanın mesajının banttan yayınlandığını bilmediğinden, canlı yayın sırasında ne olduğunu öğrenmek istiyorlardı. Bilmiyorlardı ki, Harbiyeliler, radyoda yayınlanan mesajları duyunca, durumdan vazife çıkarmışlar ve onları susturmak için verici istasyonunu ele geçirmişlerdi. O sırada, verici istasyonunda herhangi bir arıza durumunda çalınmak üzere tutulan müzik bantlarını rasgele yayına veriyorlardı. Bu şurada Harp Okulu'ndan ihtilal mesajı istiyorlar, ama istedikleri mesaj gelmiyordu... Onlar mesaj bekleyedursun, hükümetten yana olan havacılar merkez santralına ulaşmışlar, verici istasyonuna cereyan veren şalteri indirmişlerdi, îşte radyo bu nedenle saatlerdir suskundu. Millî Savunma bakanının özel kalem müdürü Kurmay Yarbay Talat Turhan, 22 Şubat gecesini makamında geçiriyordu. Ne olup bittiğini öğrenmek isteyen herkes ziyaretine geliyor, odası dolup taşıyordu. Anadolu'nun çeşitli yerlerindeki generaller telefon hattında, Ankara'daki havayı soruyorlar, kararlarını ona göre verip, kendilerini emniyete almanın yollarını arıyorlardı. Durmak bilmeyen telefonu yeniden çaldığında saat 22.00'yi gösteriyordu. Arayan, iki gün önce konuştuğu Millî Emniyet başkanıydı... "Memleket batıyor, çare bul!" Koskoca tümgeneral, emrinde kıtası olmayan bir kurmay yarbaydan çare bulmasını istiyordu. "Benim emrimde dört sivil memur, iki hademe var. Bunlarla mı çare bulacağım?" "Benimle bu şekilde konuşma!" "Ben yarbayım, siz omuzu çaprazlı yarbaysınız. Türkiye'nin en etkin örgütünün basındasınız." "Ne yapabilirim ?" "Ne yapılması gerektiğini size 19 şubat günü açıklamıştım.Önerimi dikkate alsaydınız bu olay oluşmazdı. Olayın patlamasına atamalar neden oldu. Atamaları durdurun. Sonra ben başkaldırının lideriyle görüşüp olayın büyümesini önlemeye çalışırım.” Millî Emniyet başkanı, Talat Turhan'ı yarım saat sonra yeniden aradığında, kendisine arabuluculuk öneriyor ve buluşması için etkin bir tuğgeneralin ismini veriyordu. Tuğgeneral de kendisini Genelkurmay ikinci Başkanı Menduh Tağmaç'la görüştürecekti. Genelkurmay'a doğru giderken, söz konusu tuğgeneral ile Albay Aydemir'in birkaç ay önceki karşılaşmalarını anımsadı. Albay Aydemir'in odasında otururken, tuğgeneral içeriye girmiş, öğrencisi bile odasına geldiğinde ayağa kalkan albay, yerinden kımıldamamıştı. Sonra, kendine güvenli bir ses tonuyla, "Gel bakalım teypli general" demişti, "beni dinlemeye mi geldin?" Tuğgeneralin albayın önüne giderek bütün düğmelerini açtığını ellerini kaldırarak, "Beni ara" dediğini, bunun üzerine albayın ona oturması için yer göstermesini ilgiyle izlemişti. Talat Turhan'ın, etrafa kar sıçratan arabasının tekerlekleri Kara Kuvvetleri Komutanlığı'nın önüne geldiğinde durdu. Tuğgeneralle buluştu ve birlikte Genelkurmay'a geçtiler... İçeriye girdiğinde, Kara Kuvvetleri Komutanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı'nda yaşanan panik havasını bütün ağırlığıyla hissetti. Kimileri perdelerin kapatılmasını istiyor, kimileri Harp Okulu'nun her an binayı kuşatıp, hepsini öldürecekleri kaygısı içinde bodruma sığınıyordu. Talat Turhan, bu paniği, batan bir denizaltıdaki denizcilerin psikolojisine benzetti. Yanında bir grup kurmay subayla makam odasının önünde duran Genelkurmay ikinci Başkanı Memduh Tağmaç'la karşılaştığı anda, büyük bir hata yaptığını düşündü. Çünkü ikinci başkan kendisini hasım kabul ediyordu. Belki de kendisini öldürmeye geldiğini düşünüyordu. Yine

95


de Millî Emniyet başkanının önerisini ona anlattı. Ancak Genelkurmay ikinci başkanının kan beynine hücum etmişti: "Sen ne biçim kurmaysın !" Bu çıkış karşısında, geri adım atmadı ve aynı ses tonuyla yanıt verdi: "Ben bu etrafınızdaki kurmaylara benzemem. ST 101-5 talimnamesinde yazılı olan kurmay niteliklerini taşıyorum. Fikir ve kanaatlerimi açıkça söylüyorum." Ardından Genelkurmay'ı terk edip, Millî Savunma Bakanlığı'ndaki makamına döndü. *

*

*

Tarih 23 şubata dönmüştü... Muhafız Alayı'nın komutası hâlâ Binbaşı Fethi Gürcan'ın elindeydi... Üsteğmen Erol Dinçer, Albay Aydemir'in, devletin egemen isimlerinin Köşk'ten çıkmalarına izin vererek, tarihin akışını değiştirdiğini düşünüyordu. Içeridekilerin bir an önce dışarı çıkmak istemesine, Türkeşçi teğmenlerin tankların namlularını Köşk'e doğru çevirmeleri neden olmuştu. Tankların bu duruşu, "çıkarsanız vururuz" mesajı taşıyordu Bu da içeridekileri kaygılandırmıştı. Albayın, "Bırakın çıksınlar" emri en beklenmedik karardı. Ama eğer gelen emir farklı olsaydı... Kim bilir, belki de "İnönü'yü vururuz" diyen subayları kontrol altına alamayacaklardı. Binbaşı Fethi'nin sesini duyduğunda, düşüncelerinin ne kadarını seslendirdiğini bilmiyordu. Belki de, Fethi Binbaşı konuşmuyordu da ona öyle geliyordu: "Tarihe İsmet Paşa'yı vurduran adam olarak geçmek istemem !" Binbaşının kaç Türkeşçi subayı kendi saflarına çektiğine tanık olmuştu. O adamlar da, kendi arkadaşlarından daha sağlam çıkmıştı. Onlara göre, Türkeşçi kesim ihtilal yapacak güce sahip değildi. Konuşmalarında, Türkeşçi kesimin kendilerinin açtıkları delikten geçip, ikinci bir darbeyle onları da devirmeyi amaçladığı sonucuna varmışlardı. *

*

*

Harp Okulu'nda tatsız bir bekleyiş içindeki albayların moralleri bozuktu. Tayinlerin durdurulması yolundaki istekleri de Başbakan İnönü'ye çarpmıştı. İsteklerinin yerine getirilmemesi halinde, saat 01.00'de harekâta geçecekleri ültimatomunu vermişlerdi ama karşı tarafta yumuşama yoktu. Birlikler saatlerdir karlar altında alarm vaziyetinde gergin bir bekleyiş içindeydiler. Saat 01.00'de Genelkurmay'dan bir heyet geldi: "Genelkurmay başkanı, alarmdan vazgeçip birliklerinize döndüğünüz takdirde, hiçbir cezaî muamele tatbik edilmeyeceği yolunda teminat veriyor." "Genelkurmay başkanının teminat mektubu hiçbir hukukî değer taşımaz." "Öyleyse aynı teminat mektubunu başbakan yazar." "O da hukukî bir değer taşımaz." Heyetteki bir albay, "O Lozan'a imza koymuştur. Her türlü sözünü yerine getirir..." dedi. Albay Aydemir ve arkadaşları için artık karar verme vakti gelmişti. Teklifi kabul ettiler. Albay, bir süre sonra, İnönü'nün teminat mektubunu eline aldı ve okudu: "Silahlı Kuvvetler başkumandanının emirlerine uymak ve girişilen harekâta derhal son vermek şartıyla, şimdiye kadar kan dökülmemiş olması göz önünde bulundurularak, harekâta katılanlar hakkında hiçbir cezaî takibat yapılmayacağına hükümet başkanı olarak söz veriyorum." İnönü'nün mektubuyla birlikte, hükümetin kendilerine verdiği kırk beş dakikalık süre de işlemeye başlamıştı. Alarm kaldırılmazsa, Hava Kuvvetleri'nin jetleri okulu tarayacaktı. Albaylar aralarında konuştular ve son kararlarını verdiler... Aydemir, mektubu katlayıp cebine koydu, yeni bir anonsla subay adaylarını topladı: "Türk askeri hiçbir zaman birbirine karşı silah kullanmamıştır. Kardeşkanı dökülmemesi için biz kendimizi feda ediyor, harekâttan vazgeçiyoruz. Hepiniz silahlarınızı bırakarak koğuşlarınıza gidiniz." Genç subay adayları taş kesilmişlerdi. Kimse karşı çıkmıyor, ama kimse de yerinden kıpırdamıyordu. Albay, o anda bir ihtilali durdurmanın, onu başlatmaktan zor olduğunu düşündü: "Bu bir emirdir..."

96


Gençler, donmaya yüz tutmuş tembel bir ırmak gibi koğuşlarına doğru yavaş yavaş akarken, hepsinin gözlerinden yaşlar iniyordu. Aynı emir, harekâta katılan diğer birliklere de ulaştırıldı. Zaferin sıcaklığını avuçlarında hisseden ve bu sıcaklıkla kar altında on iki saat boyunca harekete geçme emri bekleyen birlikler, derin bir şaşkınlık ve hayal kırıklığı yaşıyorlardı. Sabaha doğru saat 03.00'te harekât durdurulmuştu. Kıtalar birliklerine çekilirken, dev erkek korolarının söylediği "Harp Okulu Marşı" gökyüzündeki kar bulutlarına çarpıyordu... *

*

*

Muhafız Alayı'nda, alarmın kaldırıldığı ve harekâttan vazgeçildiği emrini alan Binbaşı Fethi Gürcan, ciğerinde acı bir yanma duygusu hissetti. Genç subaylara albayın emrini ilettikten sonra, doğruca Gülhane Hastanesi'ne gitti... Harp Okulu'nda birkaç saat dinlendikten sonra evine giden albay ise uykuya çekilmişti. Akşama doğru çalan kapıyı açtığında,ellerinde makineli tabancalarıyla bir grup subay karşısında duruyordu: "Sizi Ankara Merkez Komutanlığı'na götürmemiz emredildi." Albay, odaya dönüp giyinmek istediyse de, gözlerinin önünden ayrılmasına izin verilmemişti. Bunun üzerine eşinin getirdiği üniformaları kapı önünde giyindi ve Merkez Komutanlığı'na doğru yola çıktı. Harekâtın komuta kademesindeki diğer albaylar ve genç subaylar için de durum aynı olmuştu. Aynı sabah Genelkurmay, Harp Okulu'nun bir hafta önceden yarı yıl tatiline girmesi kararını aldı ve öğrenciler acilen memleketlerine gönderildi. Binbaşı Fethi Gürcan'ın, harekâtın durdurulmasından hemen sonra gittiği ve yatırılarak tedavi altına alındığı Gülhane Askerî Tıp Akademisi Hastanesi'nin etrafı tanklarla çevrilmişti. Binbaşıyı almaya gelen subayların karşısına dikilen doktoru, onu teslim etmemişti. Esma, hemen hastaneye koştu... Kocası kesik kesik öksürürken, yüreğinde birkaç duygunun çarpışmasını yaşadı. Onun, haksızlıklara karşı çıkan, görevine sadık, korkuyu tanımayan, verdiği sözden ölümüne dönmeyen, çabucak karar verip, verdiği kararı sonuna kadar götüren karakterine ne kadar âşıksa, onu eriten, kendisinden koparmaya çalışan olaylara da o kadar tepkiliydi... Kocasının solan yüzüne baktıkça, "Bitsin... Bitsin... Bitsin..." diye sayıklıyordu yüreği... Ne olurdu, sihirli bir el çıksa da, her şey yerine otursa... Ne olurdu, kocası artık kendi hayatını yaşasa... Ama, daha bu olayın üzerinden kırk sekiz saat geçmeden, yeni bir haberle sarsıldı Esma... Radyo bülteninde, 22 Şubat Olayları'na katıldıkları gerekçesiyle emekli edilen subayların isimleri sayılıyordu... O tek bir isme takılıp kalmıştı... Binbaşı Fethi Gürcan... Binbaşı Fethi Gürcan... Binbaşı Fethi Gürcan... Kocasının temiz çamaşırlarını alıp evden aceleyle çıktı... Hastanede, onun çizgileri derinleşmiş yüzünde kederle parlayan gözleriyle karşılaşınca, aynı radyo bültenini onun da dinlediğini anladı. •¦ "27 Mayıs beni sağlığımdan etti Esma... 22 Şubat üniformamdan... Haksızlığa uğradık... Bu işin sorumluları nerede? İhtilal protokollerine ben mi imza koydum, nerede o protokollere imza koyanlar ha?" Esma, yatağın kenarına ilişip, kocasının başını göğsüne çekti. *

*

*

Albay, nezaretten salıverilmiş, Fethi de hastaneden çıkmıştı. Fethi ile Esma, albayı ziyaret etmiş, evlerine dönmüşlerdi. Her zaman olduğu gibi radyo açıktı ve evde sessizlik hâkimdi. Başbakan İnönü, radyoda, 22 Şubat Olaylan'nın değerlendirmesini yapıyordu ve Fethi'nin bütün dikkati bu konuşmadaydı... Başbakan İnönü, 22 Şubatçıların Harp Okulu öğrencilerini aldattığını söylerken, rengi iyice sarardı: "22 şubat akşamı Ankara'da genç ve orta rütbede bir subay kadrosu bazı birlikleri aldatarak harekete geçti. Ve memleket idaresini ele alarak kendi fikirlerine göre bir rejim kurmaya teşebbüs etti. Bunlar, demokratik rejimin memlekette huzur tesis etmeye ve milletin kalkınmasını temine muktedir olamayacağını iddia ediyorlardı. 27 Mayıs'ın meşruluğunu kaybetmiş bir idareye karşı yapıldığını kabul etmeyen tahrikçilerin mevcudiyetini, kendi davranışlarının meşruluğunu sağlamaya yeter sayıyorlardı."

97


Esma, sık sık nefes alıp, oturduğu yerde duramayan kocasından gözlerini ayırmıyordu, İnönü konuşmasında 22 Şubatçıları, komuta ettiği kıtaları aldatan, ordunun başındaki büyük komutanları kendileriyle beraber göstererek öğrencileri kandıran ve bir ihtilal hükümetinin başına geçmek isteyenlerin hareketi olarak gösteriyordu... İnönü, "sergüzeştçiler" olarak tanımladığı 22 Şubatçıları bir avuç olarak nitelendiriyordu... "'Sergüzeştçi' diyor !" diye yerinden fırladı Fethi... "Bir avuçmuşuz... Hepsi avucumuzun içindeydi... Hepsi... " Yeniden oturdu... Gerilim içinde dinlemeyi sürdürdü: "Şahsî emellerin mahsulü olan kanundışı hareketlerin meşru ve inandırıcı hiçbir değeri olmamıştır ve olmayacaktır... Sergüzeşt arayanları..." Fethi, "Şahsî emeller ha" dedi, "şahsî emeller... Bir haftadır aynı şeyi yapıyorlar... Durmadan bizleri küçük düşürmeye çalışıyorlar... Hakaret ediyorlar... İsmet Paşa, 22 şubat günü bize vermek zorunda kaldığı güvencenin öcünü alıyor." *

*

*

Başbakan İnönü'nün konuşmasından iki gün sonra, Albay Aydemir'le Kızılay'daki Güven Park'ta görüşüp konuşan Binbaşı Fethi, eve neşeli gelmişti... "Harbiyeli aldanmaz!" Esma, soran gözlerle kocasını süzdü... İnönü cevabını aldı! İstanbul'da yirmi iki Harbiyeli, Taksim'deki Cumhuriyet Anıtı'na çelenk koymuş... Çelenkte ne yazıyormuş biliyor musun ?" "? " "Harbiyeli aldanmaz!" Fethi bir gazeteci arkadaşı kanalıyla 22 Şubat olayının dış basındaki yorumlarını da öğrenmişti. Esma'ya, The Times gazetesinin Türkiye'de hükümetin büyük dezavantajlarla kurulduğunu yazdığını, koalisyon hükümetinin parti mücadeleleri nedeniyle etkin çalışamadığı yorumunu yaptığını anlatmıştı. Daily Telgraph ise "Ankara hükümeti ordu desteği olmadan hüküm sürebileceğini henüz kanıtlayamamıştır" görüşünü ileri sürmüştü.

Deli Mayıs "Türk halkının kaderi tarih boyunca aldatılmışlığın bir serüvenidir." Fethi Gürcan 31 Yıl 1962... 22 Şubat geçmiş gitmişti. Fethi binbaşı artık zorunlu emekliydi. Aylardan yine deli mayıstı... Esma'yı kandırarak sahip olduğu Sema, altıncı ayma girmişti... Fethi bayılıyordu onun bebek kahkahasına... Apartmanın bahçesinde, kızını havalarda uçurup, "Semoşum Semoşum / Çokça da içmişim / Sarhoşum aman" diye bir şarkı tutturmuştu... Hep böyle olurdu. Fethi bir şarkı tutturup kızını gökyüzüne uçurarak döndürür, o döndükçe, Sema kahkaha atardı... Apartmana yeni taşınmış bir komşuları diğerine, "Adama bak" demişti "nasıl da mutlu... Herhalde yeni baba olmuş." Gülümsemişti eski komşu:

98


"Ne yeni babası... Onun üç çocuğu daha var..." Fethi, kendisini izleyen komşulardan habersiz, gömleğinin içine yerleştirdiği Sema'yla kırlara doğru uzandı. *

*

*

Esma, pencereden Fethi'nin, Sema'yla uzaklaşmasını izledi... Kocasının, çocuklarına ve diğer çocuklara, Harbiyelilere ve diğer gençlere, atlara ve diğer hayvanlara karşı hiç eksilmeyen, hep büyüyen, hiç yorulmayan, hep direnen, hiç pazarlık bilmeyen, hep içten kalan sevgisiyle gurur duydu. Ne kadar üzülmüştü oysa son zamanlarda... Olaydan bir ay sonra 22 Şubatçılar hakkında cezaî kovuşturma yapılmamasına ilişkin yasa tasarısı Meclis'e gelmişti. Ancak 22 Şubatçıların affıyla birlikte koalisyon ortağı AP, siyasî suçluların yani DP'lilerin de affı konusunda bastırmaya başlamıştı. Nisan ayı af tartışmalarıyla geçmiş, aynı ayın sonunda 22 Şubatçılarla ilgili af yasası çıkmıştı. Af yasası Fethi'yi daha çok öfkelendirmişti. "Affı Kabul etmiyorum" diyordu, "yargılanmaktan da korkmuyorum. Suç işlediysek gereğini yapsınlar. Bu af, bizim değil, olayları bu noktaya getiren 21 Ekim 1961 ve 9 Şubat 1962 protokollerini imzalayarak genç subayları istim üstünde tutan generallerin ve yüksek rütbeli subayların affı... Onların yüzünden mesleğimi kaybettim! En büyük ceza bu değil mi?" Kocası, başbakanın, bir yandan 22 Şubat olayını küçük göstermeye çalışarak "af" getirdiğini, bir yandan da, yaptığı konuşmalarla 22 Şubatçılara çok ağır hakaretler ettiğini söylüyordu. Affa bakılırsa suçları küçük, hakaretlere bakılırsa büyüktü... Mesleği ne büyük bir aşktı onun için... Hem üniformasından hem de binicilikten kopmuştu. Kendisi de aynı durumdaydı ama, önce gelirsiz kalan genç subaylara iş bulmak için çırpınmıştı... 22 Şubat'tan sonra, iş teklifleri yağmıştı kocasına... Bu teklifler ağırlıklı olarak Amerikan şirketlerinden geldiği gibi, çoğunlukla Ankara dışında oluyordu... Bir keresinde, kocasına Ankara dışında binicilik dersleri vermesini teklif etmek için eve kadar gelen adamın açtığı çantadaki paraları görünce ağzı açık kalmıştı... Adamı evden kovan kocasına, "İşin içinde bu kadar para varsa, bu iş pek sağlam iş değil" demişti hemen... Sonunda, Maliye Bakanlığı'na müfettiş olarak girmişti... Sivil ama mutsuzdu... Mutsuz... Pencerenin önünden ayrılıp, banyoya yöneldi, kirli çamaşırları, pırıl pırıl çamaşır makinesine doldururken, ilk kez bir çamaşır makinesine sahip olmalarına da Sema'nın doğumunun neden olduğunu düşündü. Fethi, küçük kızının doğumundan sonra almıştı onu... İyi ki doğdun Sema... *

*

*

Fethi, 22 Şubat'tan sonra sandıkta biriken parasıyla aldığı sarı çiçekli koltuk takımının kanepesine yerleşmiş, elindeki romana kendisini kaptırmıştı. Yaşar Kemal'in, duru ve akıcı dilinde hayat bulan İnce Memed'i okudukça seviyor, Türkiye'deki ağa düzenine karşı öteden beri duyduğu tepki depreşiyordu. Abdi Ağa nın hakaret ve dayaklarından kaçtıktan sonra dağa çıkan ince Memed'in, köylüleri inim inim inleten ağasının karabasanı olması, kitaptan aldığı tada tat katmıştı. Ağalar, topraklarını kendilerinden korumak için canını dişine takan halka karşı, dağlarda eşkıya besliyorlardı... Yaşar Kemal, "Bu yüzden Toroslar eşkıyayla dolup taşar" diye anlatıyordu romanda... Ovadaki ağaların çıkarları, bu sefer de dağlarda birbirleriyle çarpışmaya başlar. Dağdaki çeteler birbirlerine düşüp ha bire birbirlerini, fukara halkı öldürürler. Ağaların toprakları büyür. Bu arada kendi başlarına buyruk eşkıyalar da vardı. Onlar, ağaların kışkırtmalarına aldırmadan, ağalara ve onların tuttuğu eşkıyalara karşı, fakir halkı ellerinden geldiği kadar korumaya çalışıyorlardı. Fethi, İnce Memed'in dağlarda kurduğu hayali ise, ta yüreğinde hissetti:

99


Varacağım Dikenli düzüne. Beş köyün yaşlılarını toplayacağım başıma. Diyeceğim ki, Abdi Ağa yok artık. Elinizdeki öküzler sizindir. Ortakçılık mortakçılık yok. Tarlalar da sizindir. Ekin ekebildiğiniz kadar. Ben dağda oldukça bu böyle sürüp gidecek. Roman, aklına babasının anlattığı öyküleri getirdi. Mehmet Hamdi Bey, padişaha karşı çıkıp eşkıya olan büyükbabasının jandarma baskınlarından nasıl kurtulduğunu, sonunda bir ağacın altında, ağzında sigarası uyuklarken, uzaktan ateş edilerek vurulduğunu anlatırdı. "Hatta" derdi Mehmet Hamdi Bey, "ağzından sigarası düşmemiş. Jandarmalar öldüğünden emin olamadıkları için uzun süre ateşi sürdürmüş, yanma gidememişler." Kitapta, Abdi Ağa'dan bunalan köylünün İnce Memed'in arkasında olması da hoşuna gitmişti Fethi'nin: İnce Memed mi? İnce Memed dedikleri de bir sabi çocuk ama tepeden tırnağa yürek... Soluk soluğa okuduğu kitabı büyük oğlu Ömer'e devretti. *

*

*

Fethi, akşam iş çıkışında kendisi gibi emekli olan, Esma'nın ağabeyi Mustafa Türker'le buluşmuştu. Birlikte Kızılay'a, Zafer çay Bahçesi'ne doğru yürüyorlardı. O yalnızca, kayınbiraderi değil, en yakın arkadaşıydı da... "Çankaya Protokolü'yle kurdukları hükümet altı ay dayanamadı" diyordu Fethi. 22 Şubatçıların affıyla ilgili yasa Meclis'ten geçeli tam bir ay olmuştu. 1962 yılının mayıs ayında, koalisyon ortakları AP ve CHP siyasî af konusunda bir anlaşıp, bir bozuşmuşlardı. CHP'yle anlaşarak kademeli affı kabul eden AP de kendi içinde karışmıştı. Bu sırada askerî kurum ve birlikleri ziyaret eden Başbakan İnönü, "Ordu af istemiyor ama ben çaba göstereceğim" açıklaması yapmıştı. AP, İnönü'nün askerî kurum ve birlikleri ziyaret etmesini, "maksatlı" olarak değerlendiriyor, iki parti arasındaki gerilim giderek artıyordu. 27 Mayıs'ın ikinci yıldönümünde gençler, DP'lilerin affını protesto etmiş, bir gün sonra da AP'liler il başkanları toplantısında birbirlerine girmişlerdi. "İsmet İnönü, gazetecilere istifa gerekçesini açıklarken, 'siyasî af konusunun memleket meselelerinin üstünde değerlendirildiğini, devlet işlerinin yürümez hale geldiğini' söylemiş." Konuşurken, buluşma yerine gelmişlerdi bile... Etrafa bakınıp, Albay Aydemir ve diğer arkadaşlarının gelip gelmediğine baktılar. Bu arada Fethi, biraz uzaklarında duran adamı işaret ederek, Mustafa Türker'e, "Atsinekleri yine peşimizdeler" dedi... Kendi aralarında gülüşerek, gözlerini istihbarat görevlisi olduğunu anladıkları adama çevirdiler, inadına bakışlarını onun üzerinden ayırmadılar.

32 4 haziran 1963. Mamak Askerî Cezaevi'nde tutuklu bulunan aslî sanıklara iddianamelerin verildiği 4 haziran günü, elebaşı olarak tespit edilen dokuz Harbiyeli de kendilerine katılmıştı. Onlar, olayın birinci derece sorumlularıyla birlikte 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi'nde yargılanacaklardı. Diğer öğrencilerin davası ise Harp Okulu'nda, 2 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi'nde görülecekti. Arkadaşlarıyla birlikte Mamak Askerî Cezaevi'ndeki büyük bir koğuşa konan Harbiyeli Önder Aydınlı da aynı sorunun yanıtını arıyordu. Bundan sonra ne olacak? O da, arkadaşları da Harp Okulu'nda geçirdiği iki yıl boyunca fırtınadan çıkmamışlardı. 27 Mayıs 1960 ihtilali yapıldığında, tepeden tırnağa ideal yüklü olacak kadar gençtiler... İhtilalden hemen sonra Harbiyeli olmuş, devrim coşkusuyla, genç erkek bedenleriyle birlikte ideallerini de biraz daha büyütmüşlerdi. Artık daha çok okuyor, daha çok düşünüyorlardı. Gerçi 27 Mayıs'ın gerçekleştirilmesinde, DP yönetiminin yanlışlarının da, Türkiye'nin kurtuluşunu İsmet Paşa'da görenlerin katkısının da önemli birer etken olduğunu biliyorlardı ama onlar için 27 Mayıs'ı doğuran gerçek nedenler bunlar

100


değildi. Onlara göre, 27 Mayıs hareketi Türkiye'nin sosyoekonomik sorunlarına, Atatürk devrimlerinin, onun ölümüyle birlikte 1938 yılında rafa kaldırılmasına duyulan tepkiden doğmuş, DP iktidarının diktatörlüğe giden yönetimi bu tepkiyi büyütmüş, ihtilali hızlandırmıştı... Türkiye, ancak Atatürk’ün tanımladığı tam bağımsızlık ve gelişmişlik düzeyine gelerek kurtulabilirdi. Devrimin amacı da bu olmalıydı. İktidarı bir partiden alıp diğerine teslim etmek devrim olarak nitelendirilemezdi. Genç subaylar ve Harbiyeliler 22 Şubat 1962'ye giden süreci yakından yaşamışlardı. 22 Şubat, Silahlı Kuvvetler Birliği içindeki bir grubun, diğerlerini tasfiye etmek amacıyla başlattığı ve karşı tarafı isyana zorladığı bir hareketti. Genelkurmay başkanından, kuvvet komutanlarına kadar bütün generaller işin içinden sıyrılmış, 69 subay ile 4 astsubay isyancı ilan edilerek ordudan uzaklaştırılmışlardı. Üstelik çoğu hizmet süreleri dolmadığı için emeklilik maaşı alamıyorlardı. Bunu kabullenmeleri olanaksızdı. Harbiyeli Önder, 22 Şubat hareketinin durdurulması kararının kendilerine bildirildiği anı düşündü... Yüreği yeniden alev aldı. Hareketin durdurulmasına büyük tepki duymuşlar, isyanlarının gözlerinden yaş olarak boşalmasına engel olamamışlardı. Üstelik harekâtın durdurulmasının ardından, Harbiyeliler ve harekâta katılan genç subayların onurlarıyla oynanmıştı. Harbiyelilerin tüfeklerinin mekanizmaları sökülmüş, kasaturaları alınmış, silahları kullanılmaz hale getirilmişti. Tank Taburu'ndaki tankların paletleri sökülmüş, işlerlikleri yitirilmişti. Bunları yapan da, harekâtta hükümetin yanında yer alan havacılardı. Kendilerine esir alınmış düşman gibi davranıldığını düşünüyorlardı. Kendi aralarında, "Savaşmadan esir alındık. Silahlı Kuvvetler Birliği içinde yer alıp ihanet eden generallerden bu haksızlığın hesabı sorulmalı" diye konuşmuşlar ve üst kademelere karşı bilenmişlerdi. Başbakan İnönü ise aynı gün, Meclis'e, yakasına Hava Kuvvetleri'nin rozetini takarak gitmişti... Ordudan emekli maaşı alamadan atılan genç subaylar, hepsinin içinde birer acı olmuştu. Onlara nasıl yardım edebileceklerini düşünüyorlardı. 27 Mayıs amacından saptırılmış, 22 Şubat birtakım kişisel hareketlere dönüştürülmüş ve İsmet Paşa yandaşı generaller, kendi çıkarları doğrultusunda genç subayları harcamıştı. Bunu yapanlar 21 Mayıs'ın da tohumlarını ekmişlerdi. Çünkü, onlar da, genç subaylar da, haksızlığa uğradıklarına inandıkları 22 Şubatçılara daha çok sempati duymaya, onlarla ilişki kurmaya çalışmışlardıÖnder, Binbaşı Fethi Gürcan'ın adını da ilk kez 22 Şubat hareketi sonrasında duymuştu. Türk süvarisini Avrupa'da tanıtmış, yarışmalarda başarılar kazanmış bir subaydı. 22 Şubat sonrasında genç subaylar ve Harbiyeliler arasında Fethi Gürcan adı hızla yayılmıştı... Süvari Grubu Komutan Yardımcısı Fethi Binbaşı, 22 Şubat hareketinde, Muhafız Alayı'nın komutasını ele almış, bütün devlet ve hükümet adamlarını Çankaya Köşkü'nde kıstırmış"albayın, "Bizim onlarla işimiz yok, çıksınlar" emri üzerine de hepsinin Köşk'ten çıkmasına izin vermişti. Önder, bu konuyu arkadaşlarıyla konuşurken, Köşk'ten çıkan hükümet ve devlet ileri gelenlerinin, çıkar çıkmaz harekete karşı plan geliştirdiklerini ve inisiyatifi ele aldıklarını söylüyordu. Kendisi de, pek çok arkadaşı da, 22 Şubat'ta Cemal Paşa'yı da, Cevdet Paşa'yı da, İsmet Paşa'yı da ve parti liderleri ile kabine üyelerini de Çankaya'da kıstıran Binbaşı Fethi Gürcan'a hayranlık duymuştu. Bu hayranlık, Türkiye'nin kurtuluşu için ölümüne kader birliği yapacakları bir ağabey buldukları umudunu da beraberinde getiriyordu. O artık bir efsaneydi ve onlar efsaneyle tanışmak istiyorlardı. Harbiyeli Önder'i düşüncelerinden sıyıran şey, askerî savcılıkça hazırlanmış olan iddianamelerin ellerine tutuşturulması oldu. İddianamede harekâta katılan tüm kişilerin eylemleri anlatılıyor, suçlarının karşılığı olarak istenen cezalar yer alıyordu. Dokuz Harbiyeli, o ana kadar yargılanacaklarını akıllarına bile getirmemişlerdi. Onlar ihtilalciydiler ve iktidar da onlara aynı şekilde karşılık verecekti. Yani yargılanmadan kurşuna dizileceklerdi! 21 Mayıs sabahından itibaren bekledikleri de buydu. Ellerine tutuşturulan iddianame, bir yargılanma sürecinin yaşanacağı anlamına geliyordu ve bu onlar için sürpriz olmuştu... Hapishanede gardiyan olarak görev yaptıkları halde kendilerine sempati duyan, hareketlerini destekleyen erler ve subaylar olduğunu anlamaları birkaç saatlerini bile almamıştı. Onlara önce bulundukları cezaevinde kimler olduğunu sordular. Herkes oradaydı... Talat Aydemir, Fethi Gürcan, Rıfkı Erten, Bahtiyar Yalta, Alparslan Türkeş, Talat Turhan ve daha onlarca kişi...

101


Sıra ikinci aşamaya gelmişti. Ne yapacakları, nasıl bir politika izleyecekleri sorusunu yine aynı erler ve subaylar kanalıyla, Talat Albay ile Fethi Binbaşı'ya ulaştırdılar. Sonra da yanıt beklemeye koyuldular... Genç Harbiyeliler, ihtilal liderlerinden gelecek yanıtı beklerken yeniden kendi düşüncelerine daldılar... Önder, Talat Aydemir ve Fethi Gürcan’la karşılaştığı ilk günü düşündü. 22 Şubattan kısa bir süre sonra, okulun tatil olduğu bir cumartesi günü, birkaç Harbiyeli arkadaşı ile birlikte sivil elbiselerini giyip albayın evine gitmişler, Binbaşı Fethi'yi de orada görmüşlerdi. 22 Şubat hareketinin liderleriyle bir saate yakın konuşmuşlar; 22 Şubat öncesinde imzalanan ihtilal protokolleri hakkında albaydan bilgi almışlar, 22 Şubat'a geliş sürecini konuşmuşlar ve 22 Şubat'tan sonra Harbiyeliler ile genç subaylara karşı takınılan tutumu aktarmışlardı. Harbiyeli grubu bir sonraki cumartesi günü, ikinci ziyaretlerini gerçekleştirdiler. Bu kez adres, Binbaşı Fethi'nin lojmandaki eşyasını hızla taşıyıp yerleştiği Emekli Subay Evleri'ydi... Dairenin zilini çaldıklarında, onları güler yüzle karşılayıp, salona buyur eden Esma Gürcan olmuştu. Hemen ardından, Binbaşı Fethi, "O... Hoş geldiniz çocuklar" diye girmiş, onları dinlemeye başlamıştı. Onlar, bu ihtilalci askerin, evdeki halini merak ediyorlardı... Binbaşı Fethi'nin büyük kızı Gülderen salona gelip onlara "hoş geldiniz" demiş, Esma Hanım güler yüzle çay servisi yapmıştı. Binbaşı'nın küçük kızı Sema ise hiçbir şeyi umursamadan gençlerin kucaklarına tırmanıyordu... İhtilalci subay, çocuklarına bakarken gözlerinden sevecenlik taşıyor, Esma Hanım'la konuşurken sevgisine saygı karışıyordu... Sonra her cumartesi onun evinde olmuşlar, aileyi yakından tanımışlardı. Artık onlar da Binbaşı Fethi ya da Esma Hanım gibi Sema yerine Semoş diyorlar, Gülderen'in pişirdiği kahveleri içiyorlardı. Esma Hanım, bir süre onların sohbetlerine ortak olur, fikirlerini paylaşır, sonra kaybolurdu... On yaşındaki Öner'in sağlık sorunlarını, doktorlara göre en fazla on beş yaşına kadar yaşayabileceğini, bunun Binbaşı Fethi'de sürekli kanayan bir yara olduğunu da öğrenmişlerdi... Ömer ise afacanlığı, çalışkanlığı ve bitmek bilmeyen enerjisiyle fişek gibi bir delikanlıydı... Cumartesi ziyaretlerinde hep ülke sorunları konuşuluyor, ordudaki parçalanmışlıktan duyulan rahatsızlıklar dile getiriliyor, çeşitli grupların ihtilal hazırlıkları dillendiriliyordu... Harp Okulu'nda gençler sıkıntılı, komutanlarına karşı güvensizdi... Disiplinsizlik son sınırına ulaşmıştı ve tam bir başıbozukluk yaşanıyordu. Fethi Binbaşı çok az konuşuyor, daha çok onları dinliyordu... Gelişen süreç 21 mayıs 1963'e kadar uzanmıştı. Önder, kırk elli kişiyi ağırlama kapasitesine sahip koğuşa göz gezdirdi. Bütün arkadaşları, bekleme sürecinde kendi düşüncelerine dalmıştı... Filmi ileriye sardı... Onlar 21 Mayıs hareketine, amacından çıkmış 27 Mayıs ülküsünü yeniden rayına oturtmak, Atatürk devrimlerini kaldığı yerde yürütmek, çok partili sistemi zamanı geldiğinde tam olarak uygulamak, Türkiye'nin gelişen dünyada çağdaş bir ülke olarak yer almasını sağlamak için kalkışmışlardı. Düşüncelerine nokta koyup, haber ilettikleri subay ve erleri beklemeye başladı... Bekleyişi fazla sürmedi... Arkadaşlarına, döndü: "Bize verilen emre göre, duruşmalarda susacağız. Yalnızca askerî savcıların belirledikleri ve iddianameye koydukları maddî delillere cevap vereceğiz. Harekâtın ideolojik ve fiilî yönüyle ilgili bir savunma yapmayacağız." Sonu yenilgi de olsa, hapishanede ihtilalin hiyerarşik düzeninden çıkmayan gençler, mahkemede kendilerinden istenen tavrı sergilemek çabasını göstereceklerdi. Her ne kadar ilerleyen aşamalarda, kanlarındaki delikanlılık zaman zaman bu çizgi dışına taşmalarına neden olacaksa da, gerçekleri bire bir söylemeyeceklerdi. Harbiyeli Önder, "İfadeler harekâtın gerçekleri değildir. O gerçekleri harekâtı yaşayanlar anlatmamışlardır. Ben dahil, hepimiz bu karara uymak zorunda kaldık" değerlendirmesini belki de yıllar sonra yapabilecekti. Kim bilir, bu belki de ihtilalin lideri albayın, çok iyimser, doğrucu, mertçe ortaya koyduğu bir düşünceydi... Belki de bütün bunların başına gelmesinin tek nedeni vardı... O, bir ihtilal lideri olarak kan dökmeyi değil, tıpkı 27 Mayıs'ta olduğu gibi beyaz bir ihtilal yapmayı amaçlıyordu. Belki de, sahip olduğu güçlerin başarısızlığında, koyduğu bu kural dışında başkaca bir neden yoktu.

102


Başarı biraz kanlı olabilirdi, ama o, yenilginin kendi ölümü olacağını bilse de, kan dökmek istemiyordu. Kan dökmek bir yana, kimsenin onurunu da kırmak istemiyordu... Onun ihtilalci kimliğiyle sarmaş dolaş yaşayan centilmen ve kibar ruhu, 21 Mayıs gecesi Harp Okulu'na tutuklanarak getirdikleri generalleri özgür bırakmış, özgür bıraktığı generaller sabaha doğru onu kuşatmışlardı... Bütün bunların ardından istediği tek şey, başarısız da olsa harekâtın gücünün anlaşılmasıydı... Peki, bu olacak mıydı? *

*

*

Harbiyeli Osman Yetkin, bir askerî cezaevinde geçirilen ilk gece kolay kolay uyunamayacağını öğreniyordu... Yirmi yaşında, bir ihtilal içinde yer almış, girişim başarısız olmuştu... Osman'ı uykuya teslim etmeyen düşünceleri, 22 Şubat sonrasını yakaladı... 22 Şubat yapılmış, başarılamamış, olaylara katılan subaylar emekli edilmişti. O olayın ardından, Zafer Anıtı'nın karşısına gelen yerdeki Zafer Çay Bahçesi, önceki komutanları Talat Aydemir ile kurmay heyetinin uğrak yeri olmuştu. Onlar akşamüzeri Zafer Çay Bahçesi'ne geldiğinde Kızılay'ın nüfus yoğunluğu hissedilir şekilde artardı. Vatandaşın ilgisi de büyüktü. Hafta sonu tatillerinde izne çıkan Harbiyeliler de eski komutanlarına ilgi duyarlar ve kendiliğinden yolları eski komutanlarının bulunduğu mekâna gider, onu izlerlerdi. Hepsinin içinde 22 Şubat'ın acısı vardı. 22 Şubat, iktidara bir adım kala yenilgiye dönüşmüştü... Onlar da öğrenci olarak hareketin içinde yer aldıklarına göre onlar da kaybetmişlerdi. Statükoya yenik düşmeleri, devrimci ruhlarında, her geçen gün kendisini daha fazla hissettiren bir isyanın altyapısını oluşturuyordu. 22 Şubat harekâtından vazgeçilmesinin ardından sicim gibi gözyaşları dökmüşler, 23 şubatta okula gelen hava ve deniz subayları, gözlerinin önlerinde tüfeklerinin mekanizmalarını sökmüşlerdi. Bu olayla birlikte yürekleri eski komutanlarına doğru akarken, yeni komutanlarına doğru da bir öfke yol almaya başlamıştı. Albayın yerine Harp Okulu komutanlığına atanan general, 23 şubat sabahı erken saatte görevine gelmiş, ilgili komutanlar ile öğrenci alayını toplayıp tekmil almak istemişti. Ancak, öğrenciler içtimaa çıkmakta isteksiz davranıyor ve bölük komutanları da onlara sözlerini geçiremiyorlardı. İç bahçede bulunan ve kaçmayı başaramayan sekiz on öğrenciyle komutana tekmil verilmişti. Osman ve diğerleri ise, üzerlerinde çizgili pijamalarıyla, pencerelerden salkım saçak aşağıdaki töreni izliyorlardı. Osman, komutanın başını yukarıya kaldırarak onlara baktığını, sonra da tören alanını terk ettiğini görmüştü. Aynı gün görevinden ayrılan generalin yerine bir başka general atanmıştı. Her şey, 1962 yılının bir yaz günü, Harbiyelilerin İzmir Menteş kampına gitmek üzere, merasim düzeninde Kızılay üzerinden, Ankara Garı'na yürüyüşü sırasında başlamıştı... Önde bando takımı, arkada öğrenci alayı Kızılay'da yürürlerken, Emekli Albay Aydemir de, Zafer Çarşısı'na inen yol kavşağında, halkın arasında kendilerini izliyordu. Bandonun tempo majörü Zihni Çetiner, eski komutanını görmüş, asasını havaya atarak onu selamlamıştı.Zihni'nin hareketiyle albayı fark eden diğer öğrenciler de, başlarını çevirerek eski komutanlarına selam durmuşlardı. Osman, Menteş kampına gittiğinde, objektiflerin tarihe aktaracağı bu sahneyi gazetede görmüştü, ileride Albay Aydemir'in yanacağı olası bir ihtilalde yer almak ve eski komutanına yardımcı olmak istiyordu. Bu düşüncesini hemen o gün, yakın bir arkadaşına açmıştı. Böylece onun da aynı duyguları taşıdığını öğrenmişti Birkaç kişiyle daha konuştuktan sonra yedi kişilik bir grup oluşturmuşlardı. Konuştukları içinde onları reddeden olmamıştı. Hiç zaman kaybetmeden bir akşam Menteş kampındaki yüzme tramplenlerinin arkasına düşen sırtta toplanmış, getirdikleri bir silah üzerine yemin ettikten sonra, Önder Aydınlı'yi başkan seçmişlerdi. Böylece, Harp Okulu'nda ilk yeminli ihtilal örgütü kurulmuştu. Aslında örgütlerinin özel çaba harcamasına gerek yoktu. Harp Okulu'nda 22 Şubat'tan sonra, okulda öğrenci ile komutanlar arasındaki ilişki kopmuştu ve komutanlar öğrenciler üzerinde etkili olamıyorlardı. Osman, karanlıkta gözlerini açıp, yattığı yerden koğuşa göz gezdirdi. Bir süre, aynı kaderi paylaştığı arkadaşlarının soluk alış verişlerini dinledi. Sonra yeniden Menteş kampındaki anılarına döndü. Kampta bir yazlık sinema vardı ve haftanın belirli günlerinde subay eş ve çocukları ile öğrenciler birlikte film izliyorlardı. Bir gün, kamp komutanından, subay eş ve çocukları ile

103


öğrencilerin "sinema günleri'nin ayrılması emri gelmiş, emir, öğrencilerin başkaldırmasıyla sonuçlanmıştı. Hiçbir organizasyon olmadan, tüm öğrenciler deniz kenarında toplanmışlar, olayı protesto etmişlerdi. Bir iki varil gaz taşıyıp, yığın haline getirdikleri kumun üzerine dökerek ateşlemişler, etrafında danslar etmişler, halaylar çekmişlerdi. Üst düzey komutanlar gelip olayı seyretmişler, ancak onları engelleme girişiminde bulunmamışlardı. Ardından bir kortej oluşturarak özellikle komutan ve subaylara ayrılan bölgeye doğru bir gösteri yürüyüşü yapmışlardı. Harbiye tümüyle askerî sistem ve disiplin dışına çıkmış, ihtilal havasına girmişti. Osman, Menteş kampından sonra Ankara'ya döndüklerinde, örgütlerini genişletme çabası içine girmediklerini düşündü.Zaten, okuldaki genel eğilim, aynı yöndeydi. Yapmak istedikleri ilk şey şahsen tanıdıkları Albay Aydemirle temas kurmaktı. Sonunda küçük bir grupla albayın evine gitmişlerdi. Evde, albayın dışında 22 Şubatçı diğer isimler de vardı. Uzun sürmeyen bir görüşmede, örgüt üyeleri, eski komutanlarına Harbiye'nin genel havasını anlattıktan sonra, Harbiyeli'nin ihtilale eğilimli olduğunu, olası bir harekâtta Harp Okulunu emirlerine amade kılacaklarını söylediler. Önder Aydınlı'nın başkanlığını yaptığı örgüt, bu ilk görüşmeden sonra, her hafta sonu Fethi Gürcan'ın evini ziyaret etmeye başlamıştı. Öğrenci sohbetlerinde ise 27 Mayıs'ın oturmadığı, komitenin yanlışlar yaptığı, DP'nin hortlamaya başladığı konuşuluyordu. *

*

*

Harbiyeli Zihni Çetiner, gecenin sessizliğinde yanı başında yatan Ramazan Öztürk'e baktı... Acaba uyuyor muydu? 22 Şubat sonrasında Harbiye'de kurulan örgütte yer alan Ramazan, her cumartesi günü, kimi zaman da hafta içi akşamları diğer arkadaşlarıyla birlikte Emekli Binbaşı Fethi Gürcan'a giderdi... 22 Şubat'ın efsane binbaşısını o kadar merak ediyordu ki, bir gün, "Beni de götürün" demiş, amacına da ulaşmıştı... Ramazan'ın, başını kaldırıp yastığa yeniden yerleştirdiğini görünce, ona seslenmeyi düşündüyse de vazgeçti... Zaten yataklarına çekilmeden önce, dokuzu da uzun süre konuşmuş, iddianameyi yorumlamış, mahkemede sergileyecekleri tavrın nasıl olması gerektiğini konuşmuşlardı. Bu hareketli tartışmalar sırasında, anılarını tazeleyecek zamanları olmamış, böyle bir ortam da doğmamıştı... "En iyisi bir an önce uyumak" dedi kendi kendine... Ama uykunun derinliklerine değil, anılarının derinliklerine gömüldü... Fethi Gürcan'ın evine gittikleri o cumartesi günü, uzun boylu, çelik bakışlı binbaşı önce, onlara çocuksu bir heyecanla binicilik anılarından söz etmiş, sonra da yumuşak bir ses tonu, anlaşılır ve kısa ifadelerle sorularını yanıtlamıştı. Zihni, "Binbaşım" demişti, "düşünülen bu ihtilalin amacı nedir? Fethi Gürcan'ın sesi kulaklarına, aynı canlılıkla değer gibi oldu. "Memlekette doğuyu da gördüm, batıyı da... Halkımız yoksul sofralarında hep bulgur pilavı bulunur. Bizim amacımız, onların bulgur pilavının yanına bir tas çorba, bir kâse hoşaf katmaktır.Bu halk hep sömürülmüştür. 27 Mayıs devrimi siyasîler eliyle amacına ulaşmadan yozlaştırılmış, hedefinden saptırılmıştır. Yarım kalan 27 Mayıs tamamlanmak zorundadır." Zihni, onun, halktan yana bir ihtilalden söz ederken, sakin ses tonuna karşın içinde "hevenk hevenk" dolaşan ihtilal fırtınasının kendisini de kasıp kavurduğunu hissetmişti. Arkadaşlarının, binbaşıya, Harp Okulundaki durumu anlattıklarını, bir ihtilal yapmaları halinde yanlarında olacaklarına söz verdiklerini biliyordu. "Peki binbaşım" demişti, "ihtilalden sonra bizlerin, yani Harp Okulu öğrencilerinin durumu ne olacak ?" Binbaşı, hiçbir yanlış anlamaya yol açmayacak şekilde net konuşmuştu: "Altı ay Ankara'da kalıp, ihtilale muhafızlık yapacaksınız. Sonra, sınır birliklerine atanacaksınız..." Zihni, onun bu kadar açık konuşmasına şaşırdıysa da, bir şey söylememiş, bir kez daha "22 Şubatçıların Harbiyelileri aldattığını" söyleyen İsmet Paşa'nın haksızlık yaptığını düşünmüştü. O gün kendilerine ulaşan 20/21 Mayıs olaylarıyla ilgili iddianamede de, ihtilal liderleri, Harbiyelileri ve genç subayları aldatmakla suçlanıyorlardı. "Yine haksızlık" dedi kendi kendine... Yattığı yerden yavaşça doğrulup koğuşun içinde göz gezdirdi. Herhalde arkadaşlarının çoğu uyumuştu. Aniden içinin çekildiğini hissedince uykuya sarıldı.

104


*

*

*

Kurmay Yarbay Talat Turhan, Mamak Cezaevi'nde, yakın geçmişin derin bir değerlendirmesini yapıyordu. İçinde olmadığı ama yürek olarak katıldığı 22 Şubat'tan sonra, Millî Savunma Bakanlığı özel kalem müdürlüğünden Afyon'a sürülmüştü... 20/21 Mayıs Olayları'nın içinde olmadığı gibi, albayı durdurmak için çok çaba harcamıştı ama onlarla birlikte cezaevindeydi. 1961 Anayasası biraz daha umut getirmişti genç beyinlere... Ya peşinden gelen seçim? Silahlı Kuvvetler Birliği seçimlerden sonra toplanmıştı... İstihbarat raporları ellerindeydi. Meclis'e seçilenlere bakılırsa durum oldukça kötüydü... Kediye ciğer mi emanet edeceklerdi... Bu şartlar altında müdahale kararı almışlar, 21 Ekim Protokolü'nü imzalamışlardı. Aslında içlerinde hiç kimse “Ben memleketi çok iyi yönetirim" demiyordu. Onlar yalnızca, memleketi emanet etmek için namuslu adam arıyorlardı. Bildikleri tek şey Türkiye'nin kötü yönetildiğiydi... Yönetim, namussuz adamların elinden alınıp, namuslu adamların eline verilmeliydi. Müdahale kararı İsmet Paşa'yı rahatsız etmişti. Çankaya siyasî partilerle pazarlığa çıkmış, komutanlı demokrasinin temelini atmıştı. Meclis açılmıştı ama alttan alta sürtüşme sürüyordu. Genelkurmay başkanı ise ikili oynuyordu. 19 ocak 1962'de Talat Aydemir'in Harp Okulu komutanı olarak, Genelkurmay başkanını ihtilal liderliğine davet ettiği o toplantıda kendisi de vardı. Generallerin suspus olduğu toplantıda albaylar sert ve ağır konuşuyorlardı. Çünkü onların arkasında itici bir güç, sırtlarında yumurta küfesi vardı. Onların kırılmasını istemiyorlardı. Genelkurmay başkanı o toplantının sonunda, İsmet Paşa'ya Silahlı Kuvvetlerin emrinde olduğunu söylediğinde ipler kopmuştu. Silahlı Kuvvetler ikiye bölünmüş, bir kısmı Genelkurmay başkanının yanında, hiyerarşiye sığınmış, bir bölümü ise kendi yolunda devam kararı almıştı. 9 şubatta yeni bir müdahale kararı imzalanmıştı... Albay Aydemir de o yönde çalışmalar yapıyordu... İşte bütün bu gelişmeler 22 Şubat'ı doğurmuştu... 22 Şubat'tan sonra emekli listeleri hazırlanmıştı... Kendi ismi de listenin başlarındaydı. Millî Savunma bakanı, "Bana sormadan sağ kolumu nasıl emekli edersiniz?.." diye çıkışınca, emeklilik listesinden, sürgün listesine alınmıştı. Afyon'da sürgündeydi ama aklı Ankara'daydı... 22 Şubatçılara yapılan haksızlık olduğu gibi, sonrasında yapılan suçlamalar kabul edilir gibi değildi... Sürgüne gönderilişinden üç ay kadar sonra, 16 mayıs 1962'de kendi inisiyatifiyle, kaçak bir arabayla Ankara'ya, arkadaşlarıyla konuşmaya gelmişti. CKMP il başkanı, onun amaçlarını bilerek arabasını kendisine vermişti. Ankara'da Talat Aydemir, Fethi Gürcan ve Dündar Seyhan'la Maltepe'de bir subay arkadaşının evinde bir araya gelmiş, önerisini açıklamıştı: "22 Şubat'ta eksik kalan işinizi tamamlayın. Bir hareket yapın,işe el koyun..." Önerisinin gerekçesi de vardı. Onlar lükse, şatafata, israfa izin vermezlerdi. Devlet malı yiyeni domuz olarak kabul ederlerdi. Oysaki, onlardan kurtulur kurtulmaz, Genelkurmay başkanı ve bütün kuvvet komutanları eşlerini almışlar, Paris'e gitmişlerdi. Paris’ten pikaplar dolusu mal aldıkları haberi de çoktan Ankara'ya ulaşmıştı... "Şimdi Genelkurmay başkanı da, bütün kuvvet komutanlar1 da yurtdışında... Bütün hudutları kapatın. Eski adamınız olan Genelkurmay ikinci başkanını da tevkif edin. Bir deklarasyonla işi bitirin." Önerisini açıkladığı 22 Şubat emeklilerinin tümü birden Fethi Gürcan'a bakmışlardı. Çünkü, kıtaları harekete geçirebilecek eylem lideri oydu... . Yarbay Talat Turhan, Fethi Gürcan'ın saatine bakışını izledi. Fethi Gürcan, başını kaldırdı, "Geç oldu" dedi, "bu saatte kıtaları toplayamam..." Yarbay Talat, bu görüşmeden sonra bir hareket olacak mı diye beklemiş ama sonuç çıkmamıştı. Afyon'da kendi aralarında örgütlenen genç subayların 22 Şubatçıların sempatizanları olduğunu biliyordu. Üstelik genç subaylar kendisini de dışlamıyorlar, yakın davranıyorlardı. Gençler, hazırladıkları, "Genç Kemalistler Ordusu Bildirisi"ni de kendisine getirmişlerdi. Yapacağı iki şey vardı. Ya onları ihbar etmek ya da örgütlenmelerinde serbest bırakmak... İkincisini yaptı... Aylar aylara ekleniyor, bu süreçte Ankara'da neler olup bittiğini yakından izliyordu. Bu kez fikirleri değişmişti... 16 mart 1963 gecesi yeniden kaçak olarak Ankara'ya gelmişti. Herkes diken üzerindeydi ve güvensizlik öylesine kol geziyordu ki, onlarla bir evde buluşmayı göze alamamıştı... Bir araba içinde, artık örgütlenmiş olan ve her an harekete geçmesi beklenen ekiple

105


bir araya geldi. Arabada, Albay Aydemir, Fethi Gürcan ile 22 Şubatçıların İstanbul kanadından Cevat Kırca vardı... Bu kez mesajı bir yıl öncesinden çok farklıydı... Batı Anadolu'da oluşan havadan bahsediyor ve şöyle diyordu: "Güç sizin elinizde ama şartlar erken... Gerekli şartlar oluşmadı. Biraz bekleyin. Gücümüzü tam toplayalım." Albay, onun bu saptamasına sıcak bakmamış, onu okşayarak, "Sen dert etme bu işleri, git 'Garp Cephesi komutanı' ol" demişti. Yarbay Talat, adaşı albayın bu ifadesinin çok da hoş bir anlama gelmediğini biliyordu. Yine de, bu görüşmenin ardından, fikir karargâhında yer alan bir başka emekli subaya gitti... Bilmediği bir şey daha vardı ki, yakın arkadaşı Fethi Gürcan, görüşmeye gittiği kişiye kuşkulu bakıyordu. Düşüncelerini ona da açıkladı: "Eğer bir darbeye giderseniz başarılı olmaz. Bir potansiyeli deşarj edersiniz. Fethi'ye söyleyin... Gelin, bir ay daha düşünün..." Bu buluşma da, Albay Aydemir'in kulağına gitmişti... Ankara'daki görüşmelerinin ardından İstanbul'a giden ve örgütün İstanbul temsilcilerinden Osman Deniz'le görüşen Yarbay Talat Turhan, ona da görüşmelerini aktarmıştı. İçi içine sığmıyor, Albay Aydemir'i hareketten vazgeçirmenin yollarını arıyordu. Eşi, Talat Aydemir'in eşi Şadan Hanım'la yakın dosttu.. Şadan Hanım'ın albay üzerinde etkili olduğunu düşünüyordu. Kendi eşi de havayı kokluyor, olayları kendisiyle birlikte yakından izliyordu. Sonunda ona, "Kalk git, Şadan Hanım'ın misafiri ol Ne oluyor, ne bitiyor söyle..." dedi. Eşi, 20 martta, on iki gün kalmak üzere Talat Aydemir'in evinde, Şadan Hanım'ın konuğu olmuştu... Eşi ihtilal liderinin evinde konuk olduğu süreçte, 31 mart 1963'te ihtilal yapılması kararı alınmış, sonra vazgeçilmişti... 1 nisan 1963'te evine dönen eşinin ise bunlardan haberi yoktu... Hiçbir şey yapamamıştı... Ama Talat Turhan vazgeçmiyordu... 10 nisanda İzmir'e gitti ve Talat Aydemir'in oğlu Metin'i buldu. "Metin... Babanın, 'bizim adamımız' dediği kişilerin bir etkinliği yok. Bir harekete kalkışırsa sonuç alamaz. Babanın üzerindeki etkini kullan." Aslında, o ekip içindeki en yakın arkadaşı Fethi'ydi ama o kendisiyle diyalog içinde değildi. Bu kopuşun nedeninin, arkadaşını emniyete almak mı, yoksa girişeceği hareketi emniyete almak için mi olduğunu ise bilmiyordu. O sırada İzmir'de bir ameliyat oldu. O ameliyatlıyken, genç subayların hazırladığı bildiri ele geçirilmiş, genç subaylarla birlikte kendisi hakkında da tutuklama kararı çıkmıştı... 19 nisanda İzmir'den alınmış, Ankara'ya getirilmişti. Merkez komutan yardımcısının odasında özel şartlar içinde gözaltına alınmıştı. O gözaltındayken, mayıs ayının başlarına denk gelen Kurban Bayramı'nda Talat Aydemir ile Fethi Gürcan'ın, Ankara'da bir arkadaşının evinde kalan eşini ziyarete gittiklerini, ona moral verdiklerini de öğrenmişti. Bir aylık sürenin sonunda, 20 mayıs akşamı, bir arkadaşı kanalıyla, davayla ilgili soruşturmaya gerek olmadığı ve ertesi gün tahliye edileceği haberini almıştı. Ancak serbest bırakılacağı gün, 20/21 Mayıs Olayları patlak verince, yaşamı altüst olmuştu. Sıkıyönetim ilan edilmiş, Ankara komutanlığına da, 21 Ekim Müdahale Protokolü'ne imza koyup bir gün sonra vazgeçen, ardından da, aynı protokole imza koyanların karşısında yer alan Orgeneral Cemal Tural getirilmişti. Cemal Tural, "Bunlar da 21 Mayısçılarla birlikte hareket etmişlerdir. Davaları birleştirin" emri verince, Mamak Askerî Cezaevi'ne alınmıştı. Oraya geldiğinde, kendisiyle birlikte dokuz kişinin Genç Kemalistler Ordusu davası nedeniyle tutuklandığını öğrendi.20/21 Mayıs olayının sanıkları ise ancak bir hafta sonra Mamak Cezaevi'ne gelmişlerdi. Çünkü o süreçte sorguda birbirlerinden ayrı tutulmuşlardı.

33 Albay Aydemir, elindeki bildiriyi bir kez daha gözden geçirdi... Birazdan gazeteciler geleceklerdi... Evinde kendisiyle birlikte gazetecileri bekleyen arkadaşlarıyla sohbet ederken, küçük boşluklardan yararlanarak, son günleri değerlendiriyordu. Onlar kendilerine isim koymadan, isimleri konulmuştu. Artık "22 Şubatçılar" olarak anılıyorlardı. Kamuoyunun ilgisi üzerlerindeydi...

106


Üstelik dış basın da onlardan söz ediyordu. Bir yanda başbakanın tahrik edici konuşmaları, öte yanda bürokratlardan üniversite öğretim üyelerine, gazete sahipleri ve yazarlarına, farklı partilerden kimi siyasetçilere kadar geniş bir yelpazenin ilgisi onları bir örgütlenmeye itiyordu. Başlangıç noktaları, 22 Şubat'ta emekliliklerini hak etmedikleri halde ordudan atılarak gelirsiz kalan genç subaylar için bir yardım sandığı oluşturmaktı. Ama bunun anlamının daha derin olduğunu hepsi biliyorlardı. 22 Şubat'ta emekli edilenler bir seçim yapmışlar, idare heyetini belirlemişlerdi. Onun muhalefetine karşın, idare heyetine seçilen kimi üyeler kendi aralarında bir seçim yaparak lider belirlenmesi konusunda ısrar etmişti. İlgi, liderlik çekişmesini de beraberinde getiriyordu... Aralarında On Dörtlere sempati duyan isimlerin olduğu apaçık ortadaydı. Belki CHP'yle temasta olanlar da vardı. Sonuçta, idare heyeti, kendi arasında yaptığı seçimde lider olarak kendisini değil, bir başkasını seçti. İdare heyetinde yer alan Fethi Gürcan, seçim sonuçlarına restini çekmiş, "22 Şubat'ın doğal lideri Talat Aydemir'dir. Gençler böyle bir seçimi kabul etmez!" demişti. Kendisi de, seçilen lidere, bu kadroda görev alamayacağını söylemişti ve ertesi gün yapılan toplantıya katılmamıştı. Orada, Fethi Gürcan, "Ben size söylemiştim. Bu hatayı düzeltmemiz lazım" diye çıkışmış ve kendisinin katılmadığı toplantıda liderliği kabul edilmişti. Albay Aydemir, arkadaşlarını gözleriyle taradı. Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, af tartışmaları nedeniyle istifa eden İsmet İnönü'ye yeniden hükümet kurma görevini vermiş, İnönü, üç hafta süren görüşmelerde sonuç alamamış, görevi cumhurbaşkanına iade etmişti. Hükümet kurma çalışmaları krize dönüşünce, parti liderleriyle bir toplantı yapan cumhurbaşkanı "Tehlikeli günlere gidiyoruz" açıklamasıyla birlikte, görevi yeniden İsmet İnönü'ye vermişti... Bunun üzerine yeni hükümet CHP YTP, CKMP ve bağımsızların katılımıyla dört gün içinde kurulmuştu... İnönü tam hükümeti kurup rahat edecekken, 5 temmuz 1962'de, gazeteci Ergin Konuksever, 21 Ekim 1961 İhtilal Protokolü'nü açıklamıştı. Protokolün umulmayan bir zamanda ortaya çıkması, başta komutanlar olmak üzere pek çok kişiyi telaşa düşürmüş, hemen ardından 22 Şubatçıların ikinci bir ihtilal yapacağı söylentileri yayılmıştı... Aynı gün, Meclis'teki hükümet programının görüşmeleri sırasında ise milletvekilleri gırtlak gırtlağa kavgaya girişmişlerdi. İnönü başkanlığındaki hükümete karşı olduğu için kısa bir süre önce CKMP'den istifa ederek MP'yi kuran Osman Bölükbaşı, CHP'lilere, "Silahların gölgesi altında iktidara gelmek istiyorsunuz" deyince kıyamet kopmuştu. 21 Ekim Protokolü'nün açıklanmasından yalnızca iki gün sonra, Başbakan İnönü'nün kurduğu hükümet Meclis'ten güvenoyu almıştı. İnönü'nün oylamanın ardından yaptığı konuşmanın hedefi ise 22 Şubatçılardı... Başbakan İnönü 22 Şubatçıların bütün ilişkilerini izletiyordu. İstihbarat görevlileri, emekli subayların evlerinin önünde kamp kurmuştu. İstihbaratçıların ağlarına takılan bir gelişme, On Dörtlerin yurda dönen ilk temsilcilerinin 22 Şubatçılarla görüşmesiydi. 21 Ekim Protokolü'nün açıklanması da yeterince canını sıkmıştı. Albay, Başbakan İnönü'nün güven oylamasının ardından yaptığı konuşmanın metnine göz gezdirerek, altını çizdiği yerleri yemden okudu: "Ordu içinde bir avuç demokratik nizam aleyhtarı, 22 Şubat’ta vahim bir tecrübeye teşebbüs etmişlerdir. Ordunun kendisi hemen bütünlüğüyle sergüzeştçileri reddetmiştir. Memlekete hesapsız zararlar vermiş olan 22/23 Şubat itaatsizliği, şimdi ordu içinde bir nifak yaratmak ve Büyük Millet Meclisi’nin orduya olan güvenini sarsmak için bir vesile olarak istismar edilmek isteniyor. Buna alet olanlar iyi niyetten mahrum olanlardır. Vesika diye neşrolunan yazılar, Büyük Millet Meclisi'nin bildiği, tahmin ettiği ve nihayet bir ihtilal rejiminin demokratik rejime intikali esnasında tedavi tedbirlerine bağlı hadiselerdir. Büyük Meclis'in açılıp açılmayacağının münakaşa edildiği günlerde, ordu ile bütün siyasî partiler arasında vuku bulan temaslar, neticeleri ve demokratik rejimin nihayet kurulmasının başlangıç evresi, yüksek heyetinizin meçhulü değildir. Bugün vesika diye neşrolunan yazılar..." Kapı zilinin çalmasıyla birlikte yerinden kalktı... Evine konuk ettiği gazetecilere, Başbakan İnönü'nün Meclis konuşmasına yanıt olarak hazırladıkları bildiriyi 22 Şubatçılar adına okudu: "Bir hususu açıkça beyan etmek isteriz ki, İnönü'nün ismi zekâsından büyüktür. Bu zaviyeden tetkik edilince, Atatürk'ün dehasının stratejik yaratıcılığından sonraki reformlardan mahrum statik devrenin asıl sebebi anlaşılacaktır. İnönü tükenmiştir..." Gazetecilerin gözleri büyümüştü. Albay, aslında kendisinin kaleme almadığı, bir gün yollarının ayrılacağını hissetse de, bu hislerini yanıltacaklarını ümit ettiği arkadaşlarının hazırladığı, ama hiçbir ikilem göstermeden sahip çıktığı bildiriyi okumayı sürdürüyordu:

107


"22 Şubat vahim bir tecrübeye teşebbüs değil, memleketin sayısız dertlerini bir tarafa iterek İnönü'nün yarattığı siyasî keşmekeşe karşı bir reaksiyondur. Demokrasinin bir türlü rayına oturtulmak istenmeyişinden ıstırap duyanların bir ikazıdır. Tahtında vatanperverane bir duygu yatmaktadır. Ordu hakkında bir hayal mahsulü olarak ifade ettiği parçalayıcı ve yıpratıcı beyanlarını, kendimizi ordudan henüz bir parça addettiğimiz şu anda şiddetle reddederiz. Ordunun partiler üstü bir görüşe sahip olduğu hakkındaki inancımızı 22 Şubat'ta ortaya koyduk. Bizlerin ağır suçlu olduğumuzu Meclis kürsüsünde söylemek hangi takibat ve mahkeme ilamına istinat etmektedir? Olay mahkemeye intikal etmiş olsaydı o zaman kimin suçlu olduğu daha iyi anlaşılacaktı." * * * Albay, demecinin yer aldığı ve tek tek incelediği gazeteleri sehpanın üzerine dizmişti. Telefonu durmak bilmiyordu. Ardı ardına arayan gazeteciler, öğleden sonra tutuklanacağını, cezaevinde yerinin ayrıldığını söylüyorlardı. Gerçekten de öğleden sonra savcılığa çağrıldı, hemen mahkemeye sevk edildi ve tutuklandı. Türk Ceza Kanunu'nun 312. maddesi ilk kez albay için işletiliyordu. Suçu, "Suç olan bir olayı övmek"ti Suç olan ise 22 Şubat Olayları'ydı. Oysaki, Meclis'ten 22 Şubat Olayları'nın suç olmadığı yönünde bir af kanunu çıkmıştı. 22 Şubat Olayları suç olmasına suçtu ama albay, İnönü'nün bu af kanununu asıl suçluları kurtarmak için çıkardığını düşünüyordu. Kendisine haber veren gazetecilerin söyledikleri tümüyle doğru çıkmıştı. Gerçekten de, hapishanede, 22 Şubat Olayları'ndan bir ay kadar önce, içki sofrasında subaylara ve ailelerine küfreden, bu nedenle de AP'den ihraç edilip, dokunulmazlığı kaldırılan milletvekilinin yanındaki ranzada yatmıştı. Dokuz gün süren bu maceranın ardından, tutuksuz yargılanmak üzere kefaletle serbest bırakılmıştı. Yoğun bir ilgi altında hapse girip, yoğun bir ilgi altında tahliye olan albay, gazetecilere, "Türkiye'de ezelden beri ıstırabını duyduğumuz zihniyetlerde henüz bir değişiklik olmamış" demekle yetinmişti. *

*

*

Albay saatine baktı, tren Ankara'ya ulaşmak üzereydi... İstanbul gezisi umduğundan da iyi geçmişti... Cezaevinden çıktıktan sonra birkaç arkadaşıyla birlikte trenle İstanbul'a gitmiş, bütün gazeteleri dolaşmış, üniversiteleri de unutmamıştı. Amacı, 22 Şubatçıları ön plana çıkarmaktı. On Dörtlerin, 22 Şubatçılar hakkında bir fikirleri olmadığı, kaba kuvvete dayandıkları yönündeki propagandalarına karşılık vermeyi hedeflemiş, görüşmelerinde, bir süre önce hazırladıkları "Kemalizm Doktrini"ni anlatmıştı. Bu gezisi gazetelerde geniş yer bulmuştu. Ona göre, Türkiye'de şahıs ve zümrelerin çıkar hâkimiyetleri vardı ve yapılması gereken ilk iş reformların gerçekleştirilmesiydi. Dönmeden önce kendisine, işçi hakları konusundaki görüşlerini soran gazeteciye, "Teşri ve icra organlarında fiilen işçiyi temsil eden uzuvların da bulunmasını prensip olarak kabul ediyoruz” demişti. "Toprak işçisi ve sanayi işçisi arasında fark gözetiyor musunuz?” "Süratle kalkınmanın toprak reformuna bağlı olduğuna inanıyoruz. Bu reformun realist bir görüşle süratle tatbikinde azimli ve kararlı olunmalıdır... İşçinin olduğu gibi çiftçinin de temsilciliğini uygun görmekteyiz." "'Faşizmin olduğu yerde ben yokum' dediğiniz doğru mudur?" "Evet."

34 "Gitsin, herkes gitsin" diye geçirdi içinden Gülderen, "Herkes gitsin, babam bize kalsın..." Oysaki bir dolup bir boşalıyordu evleri... Genç subaylar, Harbiyeliler, 22 Şubatçılar... Babasıyla yalnız kalıp da, başını omzuna koyamıyordu bir türlü... Akşamları Kızılay'a yaptıkları gezintileri, Goralı'dan aldıkları sosisli sandviçleri, bir sinemada hayallere dalmayı özlüyordu... Bir keresinde özenip makyaj yapmak istemişti... Tam tek gözünü boyamıştı ki babası gelmiş, onu bir gözü boyalı, bir gözü boyasız görmüştü... Kendisine gülümsemiş, "Git bir makyaj

108


yap da gel, sana çok yakışacak" demişti... Tabiî, anneannesi, "Ne yapıyorsun Fethi, çocuklar böyle mi eğitilir?" diye araya girmişti ama olsun... Birinde de yolda yürürlerken, annesi ile babası gülüşmeye başlamışlardı. Meğerse, karşıdan gelen şehla bir adamın kendisine baktığını anlayan babası, Esma'yı dürterek uyarmış, sonra da gözünü şehlalaştırıp adama dikmişti. Adam bunun üzerine hızla onlardan uzaklaşınca, Esma kahkahalarla gülmeye başlamış, Fethi de ona katılmıştı... Gülderen, salona girip de konuklara kahvelerini nasıl alacaklarını sorduğunda, gülümsemesinin izi dudaklarındaydı. Erol Dinçer, kahvesini "köpüklü" ısmarlayınca, damarındaki asi kan harekete geçti. Ne zaman kahveyi istediği gibi köpüklü yapamasa, Mustafa Dayı'sı tatlı sert bakışlarını şöyle bir fırlatır, "Bir kahve yapmayı öğrenemedin" der, Gülderen'in rengini attırırdı. Evlerine en çok giren çıkan genç 22 Şubatçılardan biri olan Erol Dinçer!in bu imasını yanına bırakmayacaktı. Mutfağa gitti, diğer konukların kahvelerini pişirip tepsiye yerleştirdikten sonra, küçük cezveye bir kaşık karabiber atıp üzerine su doldurdu, kaynayana kadar güzelce karıştırdı, kahve fincanına boşalttı. İçinden kahkahalarla gülmek geliyordu... Karabiber bayağı köpürmüştü... Hiçbir şey olmamış gibi kahveleri ikram etti, ama salondan çıkmadı. Erol Dinçer'in yüzünü görmek istiyordu. Olsa olsa ilk yudumda aksırır, tıksırır, gözlerinden yaş gelir, babasının yanında bir şey söyleyemezdi... Gözlerini dikip, onu izlemeye başladı. O gerçekten de iyi pişirilmiş bir kahveyi yudumluyor gibiydi... Acaba, dalgınlıkla karabiber yerine gerçekten kahve mi koymuştu?.. Mutfağa girip, cezvenin dibinde kalan sıvıyı diline değdirdi, dili alev gibi yanmaya başladı. Saat ilerlemiş, konuklar vedalaşmaya başlamışlardı. Erol Dinçer, çıkarken, Gülderen'e, "Eline sağlık" dedi, "yaptığın kahve öksürüğüme çok iyi geldi." Erol Dinçer, Gülderen'den bir daha köpüklü kahve istemedi... *

*

*

Fethi pencereden dışarıya baktı. İstihbaratçılar, sanki "Ben buradayım" diye bağırıyorlardı. Onları atlatması gerekiyordu... Kaç kez, birinci kattaki evinin arka balkonundan atlayıp, gideceği yere gitmiş, dönüşte, ön kapıdan, onların şaşkın bakışlarını fark etmiyormuş gibi davranıp selam vererek girmişti... Apartman kapısından çıkıp hemen karşılarındaki boş araziye, oğlu Ömer'in bisikletiyle daldığında, izini süremediklerini de deneyleriyle ispatlamıştı... Hatta, o bisiklete, üç kişi binerek uzaklaştıkları bile olmuştu... Özel toplantılara gitmediği zamanlar ise, elini kolunu sallayarak, apartman kapısından çıkıyordu. Bir süredir, Erol Dinçer arabasını kendisine bırakmıştı. Birinde, arabayı kenara çekmiş, kendisini taksiyle takip eden sivil polisi durdurmuş, "Devletin parasına yazık etme. Boşuna taksi parası harcıyorsun" demişti, "nereye gittiğimi çok merak ediyorsan, gel seni de götüreyim." Karşılığında, "Kusura bakmayın, bu da bizim görevimiz" yanıtını alınca, "Kolay gelsin" demiş, çekmiş gitmişti... Aslında, devletin istihbarat birimlerinde, kendilerine de bilgi taşıyan elemanlar olduğundan, kapısının önünde bekleyenlerin adlarını, hatta geçmişlerini bile biliyordu. O gün kapısında duran adama katlanamıyordu... Hakkında edindiği bilgiler, hiç de iç açıcı değildi. İnadına onu atlatmamaya karar verdi. Apartman kapısından çıktıktan sonra doğruca sivil polisin yanma gitti: "Bana bak! Kim olduğunu biliyorum. Bir daha seni arkamda görürsem, ihtilali yaptıktan sonra ilk önce seni asarım!" Ona yanıt verecek zaman bırakmamıştı... Arabaya binmiş, son hız toplantıyı yapacakları eve doğru yol almıştı ve peşinde kimse yoktu. Toplantıya giderken, zamana sitem etmek geldi içinden... Canı istediğinde hızlı, canı istediğinde yavaş akıyor; saatleri, takvimleri kendine göre ayarlıyordu... 22 Şubat'ın üzerinden bir yıl, bir ay geçmişti... Kimi zaman koşan, kimi zaman duran, kimi zaman yalpalayan zaman... Bazen gençlikte olduğu gibi günleri hızla, yıllan ağır ağır akıtan; bazen yaşlılıkla olduğu gibi saatleri yıla çeviren zaman... 22 Şubat'tan sonraki gelişmeler onları yeni bir örgütlenmeye doğru itmişti... Bir yandan uğradıkları hakaretler karşısında kendilerini savunmak zorunda kalırken, bir yandan emekli edildikleri halde işsiz kalanlara iş bulma çabalarına girişmişlerdi. Haksızlık olarak niteledikleri emeklilik işlemi için dava açmaları da ilişkilerini güçlendirmişti. Üzerlerindeki baskı arttıkça, 22

109


Şubatla ilgili gerçekler de su yüzüne çıkmaya başlamıştı. Bütün bunlar kamuoyunun ve özellikle aydın kesimin ilgisini üzerlerinde topluyordu. Albay Aydemir'in İstanbul gezisi umduklarından çok fazla ilgi görmüştü. Basının bir kanadı açıktan destek veriyordu. Hatta bir yazar, albayın bakışlarını Atatürk'e benzetmişti. Onlarla tanışmak, görüşmek isteyen çevre giderek genişliyordu... Albay yalnızca Türkiye'de tanınan bir isim olmakla kalmıyor, dış basının da ilgisini çekiyordu. Onun İstanbul'da, bir gazeteye verdiği demeçte, işçi ve köylünün Meclis'te temsil edilmesi ilkesini benimsediklerini söylemesi büyük yankı uyandırmıştı... Temmuz sonunda On Dörtler Brüksel'de bir toplantı yapmışlar ve artık bir bütün olarak hareket etmeyeceklerini ilan etmişlerdi. Alparslan Türkeş bir başka cephede, Orhan Kabibay bir başka cephedeydi... Onların dağılması kendi örgütlerini de etkilemişti. Başından beri On Dörtlerle ilişki içinde olan ve örgütün liderliğine Orhan Kabibay'ı getirmeyi planlayan arkadaşları aralarından ayrılmıştı. Ardından, On Dörtlerden kimi isimlerin girişimiyle, parçalanmış olan ihtilalci grupları birleştirmek amacıyla gizli toplantılar düzenlenmeye başlanmıştı. Albay bu toplantılara katılmıyor, adına temsilci gönderiyordu. Toplantılara üniversite profesörleri, milletvekilleri, tabiî senatörler, emekli subaylar, gazete patronları, gazeteciler, doktorlar katılıyordu. Daha ilk toplantı, bütün ayrıntılarıyla İnönü ve komutanlara gitmişti. Bu nedenle ikinci toplantıda çözülmeler görülmüştü... Aslında kimsenin kimseye güvenmediği bu toplantılarda herkes ayrı bir telden çalıyordu. Ekim ayı hareketli başlamıştı. Tedavi gördüğü hastaneden kaçan müebbet hapse mahkûm DP'li eski bir milletvekili Yunanistan'a sığınmış, bunun üzerine olaylar başlamıştı. Ankara'da, İnönü'nün istifa etmesini isteyen bir grup genç AP Genel Merkezi'ni taşlamış, binaya girmiş, AP yöneticileri kaçmışlardı. AP'den misilleme ise altı gün sonra gelmişti. 7 ekimde AP olayı mitinglerle protesto ederken, 9 ekimde gençler İstanbul'da Taksim'e yürüyerek "Af yok!" diye bağırıyorlardı. Siyasî affın ilk kademesi Meclis'te kabul edilmiş, Celal Bayar'ın tutuklu bulunduğu Kayseri Cezaevi'nde sevinç yaşanmıştı. Protesto gösterilerinde, MDO (Millî Devrim Ordusu) ve benzeri rumuzlarla dağıtılan bildiriler ise dikkat çekiyordu. Bildirilerde af isteyenlere tehditler savruluyordu. Albay, ekim sonunda MDO'yla ilişkileri bulunmadığını açıklamak zorunda kalmıştı. 22 Şubat hareketinin iki havacı tabiî senatör tarafından çıkarıldığı kulaktan kulağa yayılıyordu... Artık gözler havacılar cuntasındaydı... 1962 yılının sonunda bir başka olay patlak vermişti. Aralık ayında, on bir hava subayının emeklilikleri, gözleri havacılara çevirmişti. Tabiî senatörlerle bağlantılı çalışan havacı albayların ihtilal planları hazırlıkları içinde oldukları gizli tutulmaya çalışılıyordu. Konu Meclis'e taşınmıştı... Başbakan İnönü, 22 Şubat'ı birlikte bastırdığı havacıları harcamak istemiyor, olayı kü-çük göstermeye çalışıyordu. Ancak tasfiyeye tepki gösteren tabiî senatörler ile tasfiyeyi isteyen Hava Kuvvetleri Komutanı İrfan Tansel arasındaki gerilim artmış, karşılıklı verilen demeçler, olayın küçük olmadığını gözler önüne sermişti. 22 Şubatçılara istihbarat yağıyordu. İstihbaratlara göre, ortalığa tehdit saçan MDO, aslında havacılar cuntasını kanatları altına alan tabiî senatörden kaynaklanıyordu. Büyük tartışmalar sırasında, CHP'li bir devlet bakanı, Meclis'te, "Kimdir MDO?" diye soran bir milletvekiline, "Kim oldukları söylesem, ayağa kalkarsınız ya da dudaklarınız uçuklar" yanıtını vermişti. Bu olayların hemen ardından CHP'den dört politikacı, üstü kapalı olarak bazı ihtilal örgütleriyle ilişki kurdukları gerekçesiyle disiplin kuruluna verilmiş ve partiden ihraç edilmişlerdi. Başbakan İnönü'yü rahatsız eden, ihracını istediği isimlerin, On Dörtlerin bazı üyelerinin öncülüğünde düzenlenen koordinasyon toplantılarına katılmalarıydı ama bu açıkça söylenmiyordu. İhtilal söylentilerinin ardı arkası kesilmiyor, ordudaki tasfiye hareketi kademeli bir şekilde sürüyordu. Albay, bir siyasî parti kurmaları yönündeki önerilere, "Bizler ihtilalci olarak tanınıyoruz. Siyasî parti kurarsak şansımız olmaz" yanıtım veriyordu. O da albayı destekliyordu: "Seçim sandıklarında halk aldatılıyor. Türkiye'de bir sınıf çatışması yok. Çünkü sermaye kesimi, emekçileri afyonlayarak uyuşturuyor. Sandıktan çıkan sonuç millî iradenin temsilcisi olamaz. Devrimci güçler bu sistem içinde asla iktidara gelemeyecekler. Geriye bir tek yol kalıyor: ihtilal!" 22 Şubat'ın üzerinden bir yıl geçmeden yeniden ihtilale karar vermişler, hazırlıklarına başlamışlardı.

110


Onun görevi, ordu içindeki birlikleri ihtilale örgütlemekti. Türkeşçi kesim, genç subaylar arasına Turancı fikirler yayıyordu. Bunu önlemek için ilk iş olarak, hazırladıkları Kemalizm Doktrini'ni dağıtmaya başlamışlardı. Maliye Bakanlığı'nın müfettiş kadrosunda görev yapmak onun ekmeğine yağ sürüyordu. Bu yolla bütün yurdu dolaşabiliyor, örgütü hızla genişletiyordu. Altı ay gibi kısa bir sürede çengel operasyonu tamamlanmıştı. Ankara'da toplanan kursiyer subaylar her fırsatta evine koşuyorlardı. Ankara'ya Anadolu'nun çeşitli bölgelerinden gelen ve ihtilalde görev almayı kabul eden subayların da elleri tetikteydi. O gün, örgütün Ankara'daki yedi kişilik kurmay heyeti harekâttan önce son kez bir araya gelecekler, 31 mart 1963 tarihli ihtilalin biletini keseceklerdi. Önlerinde yalnızca üç günleri vardı. Toplantıda, önce son haftanın olayları tartışıldı. Kayseri Cezaevi'nde rahatsızlanan Celal Bayar, tedavisinin Ankara'da yapılması amacıyla 22 martta tahliye edilmişti. Ankara ya gelişinde AP'lilerce büyük sevgi gösterileriyle karşılanan eski cumhurbaşkanının, DP'yi öven açıklamalar yapması siyasî ortamda ani bir gerilime yol açmıştı. 24 martta AP Genel Merkezi önündeki protestolar sırasında, iki grup çatışmış, ikisi polis yirmialtı kişi yaralanmıştı. 26 martta İstanbul'da düzenlenen mitingde de karşıt gruplar çatışmış, bir gün sonra, AP Genel Merkezi önünde çıkan yeni çatışmada parti binası tahrip edilmişti. Albay, bu olaylar sırasında kendilerinden destek isteyenleri reddetmişti. Kurmaylardan biri, "Celal Bayar'ın tahliyesine neden olan adlî tıp raporu bugün incelemeye alınmış" dedi. Albay, olayla ilgili değerlendirmesini arkadaşlarına aktardı: "Celal Bayar'ın tahliyesinde çıkarılan olaylar, AP'nin büyümesinden telaşlananların, zinde güçleri CHP'nin gerisine takmak için düzenledikleri bir oyun. Hazırlayıcıları ise kim olduklarını çok iyi bildiğimiz MDO'cular... Ve tabiî yine çok iyi tanıdığımız kimi tabiî senatörler. Amaçları, hem muhalefete göz dağı vermek, hem de yine CHP adına bir ordu müdahalesine davetiye çıkarmak. Olaylar sırasında, MDO'cu subayların, sivil ya da üniformalı olarak sokak olaylarına katılmaları halkın gözünde orduyu zedeledi. Ankara'daki göstericiler aslında üniversite gençliğini temsil etmiyordu. İki taraf arasında şiddetli olaylar çıktı. İstanbul'da ise üniversite gençliği olayı kavramıştı. Orada hedef AP binaları olmamış, ilerici kuvvetler ile gerici kuvvetlerin çarpışması şeklinde cereyan etmiştir." Albay, vatandaşların hükümete ve partilere güveni kalmadığını, ihtilal için şartların oluştuğunu, hazırlıkların tamamlandığını, kendilerine bağlı birliklerin emir beklediğini söyledi. Ardından söz alan Fethi Gürcan, albayı destekledi: "Genç subaylar ve Harbiyeliler sabırsızlanıyorlar. Ankara ve İstanbul'daki kursiyer subaylar ihtilalde görev alacaklar. Kurs bitmeden, bu arkadaşlar Anadolu'ya dağılmadan önce işi bitirmemiz gerekiyor." 31 martı 1 nisana bağlayan gece harekete geçilmesi, diğer kurmaylarca da desteklendi. Harekât planı bütün ayrıntılarıyla ortaya dökülmüştü. Karar alınmış, takvim işlemeye başlamıştı. Tam dağılacakları sırada kurmay heyetten bir emekli yarbay, Yan kuvvetlerin desteğini sağlamadan yapılacak bir ihtilal başarıya ulaşamayacak, koşullar henüz oluşmadı. Onların desteğini almak zorundayız" dedi. Herkes olduğu yere çakılmıştı. Fethi, sert bir ifadeyle, "Daha yeni karar aldık, ne çabuk fikir değiştirdiniz ?" diye sordu. "Yan güçler diye tutturdunuz, hepsiyle de görüşüldü... Hiçbir sonuç almadığımız gibi bundan sonra da bir sonuç çıkmayacak. Türkeşçi grup ihtilal yapamaz. Böyle bir karar alacak güçleri de yok. Fikirlerimiz de, yöntemlerimiz de aynı değil!" Sonra örgütün diğer önde gelenlerine döndü: "Ben arkadaşlarımı bu işler için hazırladım. 31 mart gecesi ihtilal yapılmalı. Cesareti olmayanlar gelmesin. Ben arkadaşlarımı yalnız bırakmam!" Fakat ona Albay Aydemir ve bir arkadaşı dışında destek çıkan yoktu. Ayağa fırlayıp, "Ne oldu arkadaşlar, dilinizi mi yuttunuz?.." diye bağırdı. "Biraz evvel konuşanlar sizler değil miydiniz? Bu hareket 31 martta yapılmazsa, ta doğudan getirdiğim ve şimdi öbek öbek evlerinde oturan arkadaşlarımı nasıl dağıtacağım ?" Fethi, yan kuvvetlerle görüşme ısrarının altında yatan nedenin, ihtilal fikrinden caymak için bir gerekçe, bir oyalama taktiği olduğunu düşünüyordu.

111


"İş tavsıyor" dedi Fethi Gürcan, "bu tarihten sonra kursiyer subaylar görev yerlerine dönecekler. Ondan sonra ben de yokum!" "Yan kuvvetlerle yarın görüşelim" ısrarları karşısında albay, önlerinde üç gün olduğunu söyleyerek, bunun için görevlendirme yaptı. Fethi, çıkışta, kararından son anda dönen yarbaya, "Kurmaylar önden buyursun" diye alayla yol verdi. *

*

*

Biraz uyuyup dinlenmek için yatağa uzandı... Kendisini iyi hissetmiyordu ve sinirleri bozuktu. 28 martta yapılan toplantıdan, Albay Aydemirle birlikte çıkmışlar, diğerleri karşı çıksa da hazırlıklarını bozmamak ve kararlarından vazgeçmemek konusunda anlaşmışlardı. Ancak 30 mart gecesi, harekâtın hükümete duyurulduğunu haber almışlardı. Fethi'nin kuşkuları, ihtilal kararından son anda dönen arkadaşında toplanıyordu. Aslında onunla ilgili kuşkularını albayla daha önce de paylaşmıştı. Acaba istihbaratla ortak çalışıyor olmaz mıydı? Ona göre, harekât gününün hükümete duyurulması da önemli değildi. Yeterince güçlüydüler ve karşılarına çıkacak güç yoktu. Ama albayın başka kuşkuları da vardı ve 31 mart günü, Öğle saatinde hareketi durdurdu. Acilen kıtalar aranmalı, harekâttan vazgeçildiği bildirilmeliydi. Bu işi de üstlenenler vardı. Ancak, İstanbul'da denizcilere ulaşmak, telefon yakınlığında değildi. Düşünceleri, salondan gelen sesle dağıldı. Ömer ve Öner birbirlerine avaz avaz bağırıyorlardı: "Eşşoğlu eşşek !” "Sensin eşşoğlu eşşek!" Yorganı başına çekti... Bir türlü uykuya dalamıyordu... 31 mart gecesi, Ankara'da bütün elektrikler kesilmişti... Bu radyonun da yayın yapamayacağı anlamına geliyordu. Genelkurmay bir gece önceden bazı kıtaları alarma geçirmiş, savunma önlemlerini almıştı. 31 mart gecesi Genelkurmay Kışla Komutanlığı'ndaki genç subaylar karargâhtan uzaklaştırılmışlardı. Harekâtın sızdırıldığı açık seçik ortadaydı... Haberleşmede yaşanan kopukluk ise büyük bir gafa yol açmıştı. Karar değişikliğini bilmeyen Deniz Harp Okulu'ndan bir grup teğmen harekete geçmiş, 1 nisan sabahı beş deniz subayı tutuklanmıştı. Bu adamlarla bir daha iş yapılmazdı. Zaten albaya da aynen öyle söylemiş, artık harekâtın içinde görev almayacağını bildirmişti. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, son zamanlarda gelen haberler de canını sıkmaya başlamıştı. 22 Şubatçıların, bazı oyunlara getirilerek, cezaevine konacakları ya da öldürülecekleri söyleniyordu. Bu senaryolardan birine göre, evlerine ya da ceplerine yasadışı bildiriler konacak, suçlu durumuna düşürülerek tutuklanacaklardı. Bir başka senaryoya göre, Harbiye'ye götürülerek kurşuna dizilecekler, sonra da, "Harbiye'yi kışkırtmak için gelmişti, nöbetçiler tarafından vuruldu" diyeceklerdi... 31 mart günü harekete geçeceklerinin duyulması üzerine, tabancasını sarıp sarmalamış, büyük oğlu Ömer'e vermişti. Ömer, babasının verdiği adreste, onun emekli subay arkadaşını bulmuş ve tabancayı teslim etmişti. Bu kez de kendisini çok savunmasız hissettiğinden huzursuz olmuştu. Herhangi bir durumda çaresiz kalmamak için, kapının arkasına bir keser yerleştirmişti. Ömer'in onu kaygılı bakışlarla izlediğinin ise farkında değildi. Başının altındaki yastığı düzeltti, huzursuz da olsa uykuya dalmak üzereydi... "Eşşoğlu eşşek!" "Sensin eşşoğlu eşşek!" Yataktan sıçradı, kalkıp hızla salonun kapısına gitti. "Bana bakın" dedi... Öner ile Ömer seslerini kesip, kapının önünde pijamalarıyla dikilen babalarına baktılar.. "Boşuna kavga etmeyin! İkiniz de eşşoğlu eşşeksiniz!" *

*

*

Mustafa Türker, kız kardeşinin evinden çıkarken düşünceliydi. Esma için de, Fethi için de kaygılanıyordu. 31 marttan sonra sinirleri bozulan Fethi'nin hep yanında olmuştu. Onun, "Ben artık yokum" deyip çekilmesinden birkaç gün sonra Albay Aydemir devreye girmişti. Beklenmedik

112


ziyaret, kendisinin de kız kardeşinin evinde bulunduğu sırada gerçekleşmişti. Albay, her zamanki gibi kibar ve centilmendi... Kendisine büyük saygı göstermiş, Fethi'nin gönlünü almaya çalışmıştı. "Bu adamlarla birlikte yola çıkılmaz. İhtilal kararlı ve güvenilir kadrolarla yapılır. Davaya inanan insanlarla yapılır" diyen Fethi'ye, "Tarihi ikimiz belirleyeceğiz. Harekâtın güvenliği için son noktaya kadar tarihi söylemeyeceğiz. Bu şartla isteyen bizimle birlikte hareket eder" demiş, sonunda onu ikna etmişti. *

*

*

Mustafa Türker, Fethi'nin karar değiştirmesinde albaya olan vefa borcunun etkili olduğunu düşünürken, Fethi'nin kanında ihtilal ateşi yanıyordu bile... Zaten hiç sönmemişti ki... Ona, "ben yokum" dedirten tek neden, birlikte hareket ettikleri arkadaşlarının tavırlarından kaynaklanıyordu. Ama artık verdiği sözden geri dönemezdi. 21 ekim 1961'de, 9 şubat 1962'de protokollere imza atan generallerin yaptıklarını yapmayacaktı. Gerçi kendileri onlar gibi ihtilal yeminleri etmemiş, protokoller imzalamamışlardı ama kendilerine bağlı genç bir kitleye ihtilal vaat etmişlerdi. Nisan ayının ortalarına doğru, hem Türkeş'le hem de artık birlikte hareket eden havacı On Birler ve Orhan Kabibay ekibiyle görüşmüşlerdi... Albay, arkadaşlarının önerilerini kulak arkası etmiyordu ama temaslardan sonuç alınacağına da inanmıyordu. Eski arkadaşı Türkeş'le baş başa görüşmek istemişti. Albay, daha sonra görüşmeyi ona olduğu gibi anlatmıştı. Türkeş'e, "Temas ettiğiniz kişiler ve verdiğiniz beyanlar nedeniyle CHP'nin karşısında bir siyasî parti üyesi gibi görünüyorsunuz. Basında, orduda, üniversitede, aydın kesimde ırkçı ve Turancı tanınıyorsunuz. Biz gerici tabana basmak istemiyoruz. İlk önce Atatürkçü olduğunuzu deklare edin" demişti. Türkeş ise bütün bunların kendilerini çekemeyenlerin uydurmaları olduğunu söyleyip, doğrudan birleşme konusunu gündeme getirerek albayı şaşırtmıştı: "Ben dünya çapında bir liderim. Bütün 22 Şubatçılar da benim liderliğimi kabul ederlerse birleşebiliriz." Albay, görüşmeyi noktalayacak yanıtı vermekte gecikmemişti: “Böyle bir şey imkan dâhilinde bile değil. Birleştiğimiz, liderliğinizi kabul ettiğimiz takdirde otomatikman biz de bu cepheye kaymış oluruz. Konuşmamız bitmiştir." Havacı On Birler ve Orhan Kabibay grubuyla yapılan görüşme de olumsuz sonuçlanmıştı. Albayın görüştüğü siyasetçiler, ordudaki önemli isimlerin, hareketi başladıktan sonra destekleyeceklerini söylemişlerdi. Örgütün İstanbul ayağındaki arkadaşlarından da Hava Kuvvetlerinden önemli destek alındığı garantisi gelmişti. 22 Şubat'a kadar birlikte hareket ettikleri üst rütbeli kimi subayların kendilerine ilgilerinin sürdüğü istihbaratı üzerine bu kişilerle de temaslara başlamışlardı. Bu arada, ihtilal örgütü, gün ve saat belirleme yetkisini albaya bırakmıştı. Zaman aleyhlerine işliyordu. Kimse boş durmuyor, ihtilal söylentileri birbirini kovalıyordu, ilişkilerini kopardıkları yan güçler, 22 Şubatçılar için, solcularla temasta oldukları, Yön gazetesi okuyup, komünist görüşü benimsedikleri yönünde haberler yayıyorlardı. 22 Şubat olayı da, aleyhte propaganda için en iyi malzeme olmuştu. Albay, her gittiği yerde 22 Şubat'ta işi neden bitirmediği sorusuyla karşılaşıyordu... Bütün bunların ardından, Başbakan İnönü, Meclis grubunda yaptığı konuşmada, üç gün içinde çok vahim haller olabileceğini söylemişti. Komutanlar Konya'da toplanmışlardı. Bu haber de, komuta kademesinin hiyerarşik bir ihtilal yapacağı yönündeki kaygılarını artırmıştı. Daha önce hiyerarşik ihtilal isteyen 22 Şubatçılar, artık bunu ülke için tehlikeli buluyorlardı. Böyle bir durum büyük bir çatışmaya yol açar ve oluk oluk kan akardı. Albay da, Fethi de yol ayrımındaydılar. Harp Okulu bir süre sonra tatile girecek ve öğrenciler dağılacaklardı. Ya bir an önce harekete geçecek ya da tümüyle vazgeçeceklerdi. Ve tarihi belirlemişlerdi... 20/21 mayıs 1963... Bu kararın ardından, fikir karargâhı ve görev alacak birliklere sürekli bütün bilgiler ulaştırılmış, her türlü hazırlık yapılmıştı. Yalnızca ihtilal tarihi gizli tutuluyordu. Harbiyeli üç öğrenci ise, hedef saptırmak amacıyla, ankesörlü telefonlardan günde birkaç kez Başbakan İnönü'yü ve devletin güvenlik birimlerini arayarak, "Bu gece ihtilal olacak" diye isimsiz ihbarda bulunuyorlardı. Gerçekten de bu ihbarlarla, istihbarat kuruluşlarının sinirlerini bozmayı başarmışlardı, ihbarlar her seferinde boş çıkıyordu.

113


Albayın son hazırlıklar sırasında sürekli olarak "Kansız ihtilal istiyorum" demesi ve genç subaylara, "Mecbur kalınmadıkça ateş edilmeyecek" emri vermesi, Fethi'yi huzursuz etmişti: "22 Şubat'ta da karşı taraf kan dökmek istemediğimizi anladığı için isteklerimiz karşısında direndi. Bu kez de karşı taraf aynı tutum içinde olduğumuzu sezerse, başarılı olamayız." Albay, Fethi'nin ihtilal gecesi bütün telefon bağlantılarını imha etmek yolundaki önerisini de gereksiz bulmuştu. *

*

*

Nezahat sabaha doğru ter içinde uyandı. Ağlamaklı bir sesle kocasını uyandırdı: "Ömer! Kalk..." "Ne oldu?" , Ağlamaya başlamıştı... : "Çok kötü bir rüya gördüm..." "Sakin ol... Rüya işte..." "Ama benim rüyalarım çıkar!" "Ne gördün?" "Yemyeşil bir alandaymışım... Ulu bir ağaç var... Ağabeyimi görüyorum. Başını değil, yalnızca bedenini görüyorum ama o olduğunu biliyorum... Ayakları yerden yükseliyor... Etraftan sesler geliyor... Kimi diyor ki: 'Yükseliyor...' Kimi diyor ki: 'Asılıyor...'" "Sakin ol..." "Kalk ağabeyim evden çıkmadan gidelim Ömer... 'Vazgeç' diyelim..." "Gidelim..." Nezahat ve Ömer, Gürcanların kapısını çaldıklarında Esma onları güler yüzle karşıladı... "Ağabeyim evde mi ?" "İstanbul'da..." Fethi Gürcan, son ihtilal toplantısı için gittiği İstanbul'dan bir gün sonra dönmüştü. Nezahat yeniden ağabeyine gitti, rüyasını anlattı: "Sana bir şey olursa, deli olurum ağabey... Vazgeç bu işten"Bu işler çocuk oyuncağı değil. Söz verdim, söz aldım, kendimi bu işe adadım. Artık vazgeçmem."

114


MAHKEME "Tabiî ki fiilî hareketi yapan gençlerdir. Bir süvari atını nereye saklasın, bir teğmen tankını nereye saklasın? Tank çuvala sığmaz. Onlara bu yolu gösteren biziz. Bizi asın, bu çocuklara yazık etmeyin." Fethi Gürcan

35 6/7 haziran 1963 Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay, 6 haziran günü, Özel Kalem Müdürü Kurmay Albay Celil Gürkan'ı çağırmıştı. Albay Celil'e verdiği görev, bir gün sonraki mahkemeyi baştan sona izleyerek not alması, sonra kendisine aktarmasıydı. Albay Celil, emri aldığı gün Mamak'a gitti ve yetkililerle görüştü, mahkemeyi izlemekle görevlendirildiğini anlattı. Yetkili, "Biz kuvvet komutanları için mahkeme salonunun sol tarafına koltuklar koydurttuk. Kendilerinin yeri hazır" diye açıklama yapınca, şaşkınlığa düştü. Anlaşılan, konu önce bu şekilde tasarlanmış, sonra kafası çalışan biri onları uyarmış, komutanların mahkemeyi izlemesinin doğru olmayacağını söylemişti. Sunay, mahkemeyi izleme görevini kendisine vermişti. "Genelkurmay başkanı gelmeyecek. Onu temsilen mahkemeyi ben izleyeceğim." "O zaman onlara ayırdığım koltuklardan birine siz oturursunuz." "Komutanım olur mu? Mahkemede üniformalı bir kurmay albayın, elinde not defteri, sanıkların ifadelerini not alması yakışık alır mı? Mümkün değil olmaz. Ben onlara görünmek istemiyorum." "Siz bilirsiniz. O halde dinleyiciler için ayrılmış bölümde size bir yer ayıralım." *

*

*

7 haziran sabahı, sanıklar, kelepçeleri takılı olduğu halde otobüslere bindirildiler ve çok sıkı güvenlik altında Mamak'taki Muhabere Okulu'na gönderildiler. Duruşma saat 09.30'da başlayacaktı. Salonu dolduran birinci derece sanık yakınları ile gazeteciler heyecan içindeydiler. Her şey Sıkıyönetim Komutanlığı'nca organize ediliyordu. İkisi yabancı yirmi sekiz gazeteci duruşmaları izlemek üzere sabah saat 06.00'da Jandarma Subay Okulu'nun bahçesinde toplanmış, otobüslere bindirilerek getirilmişlerdi. Aileler de yine topluca otobüslerle getirilmişti. Herkes yerini almış, nefesler tutulmuştu. Sanıklar, duruşma salonuna gidilen holden, birerli sıra halinde ikişer muhafızla geçirilerek, duruşma salonuna sokuldular. Önce Talat Aydemir, yanındaki muhafızlara rağmen vakur bir yürüyüşle salona girdi. Hemen arkasında uzun boyu ve sert adımlarıyla Fethi Gürcan belirdi. Rıfkı Erten, Erol Dinçer ve diğerleri de sırayla salona girerek kendilerine ayrılan parmaklıklı bölüme yerleştirildiler. Harekâtta yer alan emekli subaylar sivil, diğerleri askerî elbiseler içindeydiler. Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı 1 Numaralı Askerî Mahkemesi'nde yüz üç sanık yargılanacaktı. Mahkeme heyeti de duruşmanın başlamasına kısa bir süre kala salona girerek yerini aldı. Duruşma salonuna girilen kapının tam karşısında, yüksekçe bir yerde mahkeme heyetinin kürsüsü vardı. Arka fonda, çaprazlama iki bayrak bulunuyordu. Mahkeme heyetinin sağ tarafı iddia makamına ayrılmıştı. Onun sağında, yüksekçe bir yerde ise bir platform daha bulunuyordu. Platformun üzerine bir masa, bir koltuk yerleştirilmişti. Burası, salonun emniyetini sağlayacak olan subaya aitti... Çelik başlıklı bir binbaşı, elinde copla "mahkemenin selametini" sağlamak üzere yerini almıştı. Duruşma sırasında usulsüz bir söz ya da davranış olursa, olaya müdahale edecekti.

115


Mahkeme heyetinin sol tarafında ise bir kamera, çekim için hazır bekliyordu. Kameranın başında görevini yapan Ordu Foto-Film Merkezi Komutanı Yarbay Nusret Eraslan, kalp atışları kulaklarında zonklamaya başlayınca, yüreğinin sesi de kayda girecekmiş gibi kendisini biraz geriye doğru çekti. Gözleri, Talat Aydemir ile Fethi Gürcan arasında gidip geliyordu. Talat Aydemir, çocukluktan mahalle arkadaşıydı. Temiz giyimli, terbiyeliydi. Vurdulu kırdılı oyunlardan hoşlanmazdı. Ama çocuklar arasındaki en gözde oyunda bir numaraydı. Kimse ondan iyi misket sallayamaz, kimse onu yenemezdi. Konya Askerî Ortaokulu, Kuleli Askerî Lisesi ve Harp Okulu'nda da aynı dönemde okuduğu ve ancak kendi halinde, kavgadan uzak, kibar bir insan olarak tanımlayabileceği Talat'ın bir ihtilal lideri olacağı hiç ama hiç aklına gelmemişti..Ardından gözleri Fethi Gürcan'da takılı kaldı. 1958 yılında" Adapazarı’na, kendisi için çok özel bir anlam taşıyan Onun Süvarisi filminin çekimi için gitmiş, çekim ekibiyle ilgilenmekle görevlendirilen Fethi Gürcan'ı da orada tanımıştı. Nasıl da kaynaşmış, birbirlerine güvenmişlerdi. Orada kaldıkları otuz iki gün boyunca ne çok anı biriktirmişlerdi... Oğlu Tanju ise Fethi Amca'sını hiçbir zaman unutmamıştı... Eli kendiliğinden boynuna gitti, başını bir ilmekten çıkarır gibi çevirdi... Yine o tik... Bulunduğu görevde bir yandan tarihe tanıklık ederken, bir yandan da büyük acılar yaşamıştı... Ordu Film Merkezi, en önemli faaliyetini 27 Mayıs sonrasında yapmıştı. Yassıada duruşmalarının tamamının hem ses hem de görüntü olarak kaydedilmesi gündeme gelince, gerek yurtiçinden, gerek yurtdışından pek çok film yapım şirketi bu işi kapmak için yarışmıştı... O zaman Yıldız Harp Akademisi'ne bağlı çalışan Ordu Film Merkezi'nin komutanı olarak, Devlet Başkanı Cemal Gürsel'e bu işi kendilerinin yapabileceğini söylemişti... Duruşmaların tamamını izlemiş, kamerasının başında duyguları en uç noktalara kadar savrulup durmuştu... Ordu Film Merkezi'yle yakından ilgilenen, bu nedenle de çok sevdiği, DP döneminin Millî Savunma bakanını duruşma salonunda izlerken içi ezilmiş, yüreği acımıştı... Duruşmalar, devrik DP iktidarının yöneticilerine ne kadar uzun geldiyse, ona da o kadar uzun gelmişti... Aynı mahkemede izlediği Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu'yla ilgili duyguları da anılmaya değerdi... Onun Süvarisi filminin çekimine başlamadan önce, konu dış ilişkiler açısından önem taşıdığı için, Millî Savunma bakanının isteğiyle kendisiyle görüşmeye gitmiş, kapı önünde bekletilmişti. Saatler sonra odasına girip, "otur" denmediği halde oturmuş, bu kez de bakan kendisini, 'Ben size 'otur' demedim" diye azarlamıştı... Bir binbaşı olarak duyduğu hakarete inat başını dikleştirerek, "Beni Millî Savunma bakanı gönderdi. Yunanlılar Kurtuluş Savaşı'yla ilgili bir film yaptılar. Film baştan sona Türkiye aleyhine propaganda yapıyor... Biz de buna karşılık..." diye söze başlamış, derdini anlatmaya çalışmıştı. Kendisini yarım yamalak dinleyen bakan, bir binbaşının kaprisleriyle hareket etmeyeceğini söylemişti... Görüşmeyi aktardığı Millî Savunma bakanı, "Sen çekimlere başla" dediğinde, üzerinden büyük bir yük kalkmış, işine yeniden hevesle sarılmıştı... Bakan koltuğundaki Fatin Rüştü Zorlu da, iki yıl sonra, Yassıca duruşmalarında sanık sandalyesindeydi... Sonra İmralı... O hep unutmaya çalıştığı iki gün... Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan'ın idam edildikleri gece yarısıyla, Adnan Menderes'in ölümüne gidişini kare kare fotoğrafladığı bir gün sonrasının öğlen saatleri... İdamlar sırasında bulunan altı kişiden biri olmuş, hiçbir zaman tanımlayamayacağı duygular içinde, o hazin fotoğrafları çekmişti... İçki alışkanlığı yoktu. O güne kadar ağladığını da gören olmamıştı, Ama bu görevin ardından üç gün boyunca işe gitmemiş, elinde şarap şişesi, hem içmiş, hem ağlamıştı. Gözleri birer et yumağına dönüşerek kapanmıştı. Evdekiler, madenî kaşıkları buzlukta bekletip gözlerine koyuyorlar, bu krizden çıkması için dua ediyorlardı. Eli yeniden boynuna gitti, başını çevirdi... Şimdi, idamların istendiği bir başka duruşmadaydı... Karşısında bakanlar değil, çocukluk arkadaşları, sınıf arkadaşları ve genç subaylar vardı... 20/21 Mayıs gecesi arkadaşlarının liderlik yaptığı ihtilalde gözaltına alınmış, Harp Okulu'nda generallerle birlikte kaygılı saatler yaşamıştı. Ardından Talat Aydemir hepsini serbest bırakmış, Genelkurmay'a sığınmışlardı. İhtilalci güçler hareketi durdurma kararı aldıktan sonra, Genelkurmay'dan çıkıp, Ankara sokaklarındaki Harbiyelileri okullarına dönmeleri için iknaya çalışmışlardı. Yardım etmek istedikleri yaralı Harbiyelilerin komutanlarının ellerini itmesi ise içini titretmişti... Bu nasıl bir kopuştu böyle?

116


*

*

*

Duruşma, iddia makamının "son tahkikat açılması" yönündeki kararının okunmasıyla başladı. Ardından, sorgulamalara geçileceği açıklandı... Mikrofona ilk olarak, ihtilalin lideri Talat Aydemir çağrıldı... Tarihî bir duruşmaya tanıklık eden gazetecilerin heyecanı ile yakınlarının ölüm kalım duruşmasına tanıklık eden ailelerin heyecanı, birbirinden çok farklı duygular içindeki sanıkların duygularıyla çarpışınca, anlaşılması zor bir melodi oluşturdu. Hiç kuşkusuz, mahkeme heyeti ve güvenlik güçlerinin heyecanları da bu melodiye kendi notalarını ekliyorlardı. Sessizlikte, bir yakınını darağacına yollama kaygısı taşıyanların, ölümden korkanların, ölümle kavga edenlerin, "Ben olsam ne yapardım?.." diye düşünenlerin, öç alma tutkusuyla yananların, ölüme isyan edenlerin, "Ölümden nasıl kaçarım?.." planı kuranların, ölüme alkış tutanların, çevreye korku saçmaya çalışanların, "Benim burada ne işim var?., diye soranların, "Şimdi gününüzü görürsünüz..." diyenlerin karmakarışık düşünceleri asılıydı. Albay Talat Aydemir'in, sakin sesi, sessiz çığlıkların oluşturduğu melodiyi daha da gizemli bir sessizliğe yolladı. Eğer duyulsaydı, bir tek yürek atışları duyulurdu. "... İddianamede geçen bilgilere göre hadise küçük gösterilmek istenmektedir!.. İddianamede, vermiş olduğum ifadelere göre bazı noksanlıklar veya yanlış kıymetlendirilmeler olduğunu görüyorum... Tarih huzurunda her şeyi açıklamakla mükellefiz... Biz yalnız değildik. 22 Şubat'ta da yalnız değildik. Fakat ne yazık ki bir avuç sergüzeştçi diye nitelendirildik... 22 Şubat öncesi, haftada iki kez, bilfiil Genelkurmay başkanıyla temas etmek suretiyle herhangi bir müdahale anında hazırlanacak olan harekat planım, Genelkurmay başkanının emriyle bizzat ben hazırlamışımdır. On dokuz arkadaş hazırlamışızdır. 19 şubat günü ben dahil üç dört arkadaşımı çağırmışlardır ve bize, 'İsmet İnönü kabineden çekildiği veya öldüğü zaman idareye el koyarız' demiştir. 22 Şubat hadiseleri nasıl olmuştur? Öyle sanıldığı gibi bir avuç sergüzeştçinin meydana getirmiş olduğu bir hadise değildir. O zaman muhakeme edilmiş olsa idi ve hakikatler tecelli etmiş olsa idi asıl suçlular meydana çıkmış olacaktı. Belki de 21 Mayıs hadiseleri olmayacaktı." Albay, 21 Mayıs ihtilaline karar verişteki son damlanın, Başbakan İnönü'nün demeci olduğunu açıklıyordu: "Başbakan, 'Çok vahim haller zuhur ediyor, bunları güçlükle önleyebiliyoruz' dediği andan itibaren karar verilmiştir. Aldığımız istihbarata göre, ismet İnönü'nün siyasî yenilgiye uğradığı, istifa¬a kadar gideceği anlaşıldığı, kumanda makamının, kendisi çekildiği takdirde idareye el koymak için karar verdiğini duyduk, ismet İnönü istifa ettiği takdirde idareye el koymaya karar veren bir kumanda heyeti, demek ki demokratik nizamı bir tek şahsa bağlamıştır. Kumanda heyetinin yapacağı bir askerî müdahale, kendi düşüncemize göre memlekete büyük zararlar getirecektir. Böyle bir müdahale ancak CHP namına yapılacak bir hareket olarak nitelendirileceği için CHP'nin karşısında bulunan bir millet direnme hakkını kullanacak, ordu da bunu onaylamayacak ve ordu birbirine girmiş olacaktır. İhtilale karışanlar aldatılmış insanlar değildir, inanmış insanlardır. İnanmamış insanlar seve seve ölüme gitmezler... İhtilalin hazırlık safhasında, geniş bir çalışma yapılmıştır 30 ağustos 1962 tarihinden sonra memleketin gidişatında, siyasî partilerin tutumunda yeniden bu memlekete huzur getirecek bir durum olmadığı için bütün aydınlar kendi görüşlerine göre inandıkları davayı bir fikre istinat ettirmek suretiyle bazı hazırlıklara girişmişlerdir. Bu hazırlıklar için ilkönce büyük bir koordinasyon heyeti oluşturulmuştur. Bu heyete Silahlı Kuvvetler mensupları, basın, Parlamento üyeleri ve üniversite mensupları da dahil edilmiştir." Koordinasyon heyetinin İstanbul ve Ankara'da yaptığı toplantılardan söz eden albay, toplantılara katılanların isimlerini de veriyor, bir tabiî senatörün Silahlı Kuvvetler'le temasın sağlanmasını vaat ettiğini, ancak toplantının Cumhurbaşkanı Gürsel'e kadar duyurulduğunu ileri sürüyordu. Albay, ordu mensuplarının kendileriyle teması korumak için çaba harcadıklarını da anlatıyordu.

117


"Bundan hükümet de haberdardı. Hükümet başkanı da haberdardı. Bu çalışmalar hakkında her türlü tedbirleri alma imkânları da vardı. O halde çalışmamız bir yeraltı teşkilatı değildir. Anayasa belki şeklen mevcuttur. Fakat şuna da inanmalı ki, 24 ekim 1961'de Çankaya'da yapılan bir toplantıda Anayasa ihlal edilmiştir. Zamanın Silahlı Kuvvetler başı ve dört parti lideri orada hiçbir hukukî değeri olmayan bir protokol imzalamıştır. Cumhurbaşkanlığına Cemal Gürsel seçilecek... Bir Meclis'in seçme hakkı üzerinde Silahlı Kuvvetler heyetinin almış olduğu tedbir acaba Anayasa'yı çiğnememiş midir? 22 Şubat'ta biz de silahlanarak ayaklandık, bu suretle biz de Anayasa'yı çiğnedik. Çiğnediğimiz ana kadar olan hareketler alarm dışı hareketlerdir ve af kanununa girmiştir. Görüyoruz ki bir mahkeme neticesi cezaya çarptırılmamış bu insanlar Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin bir atıfeti olarak affediliyor. Bu çıkarılmış olan af kanunu bize bir atıfet değildir. Fiilen bizimle birlikte bu ihtilale iştirak eden birtakım büyük generalleri kurtarmak içindir. Ve bu işten haberdar olan cumhurbaşkanı, başbakan, tabiî senatörler de dahil, bu insanları kurtarmak içindir. O halde Anayasa birkaç defa çiğnenmiştir. Çiğnenmiş olan Anayasa'yı son bir kere de biz çiğnedik." Savcı soruyordu: “İnandıkları bir davadan bahsediyorlar, Kemalizm prensiplerine uygun bir görüşleri bulunduğunu söylüyorlar... Neden bir parti veya siyasî dernek kurmuyorlar da ihtilal yolunu tercih ediyorlar?" Albay, yanıtlıyordu: "Kurulmuş olan siyasî partilerle bu tutum içinde bunun mümkün olabileceğine kani değiliz. Dört tane siyasî parti var. Bu partilerin doktrin veya çalışma tarzları birbirlerinin aynıdır. Bizim esas gayemiz, Atatürk'ün saat 9'u beş geçe bize bıraktığı ülkü ve gayelerini aynı yerden başlamak suretiyle devam ettirmektir. İlkönce amacımız bunu bir tek siyasî partiyle tahakkuk ettirmek, sonra ise çok partili sisteme geçişi kabul etmekti. Eğer, memlekette mevcut siyasî partilerden herhangi birisine bağlanmış olsa idik bu partilerden hiçbirine giremezdik. Bu dört siyasî partinin memlekete hayır getireceğine inanmıyorum." "Sorumu anlamadınız galiba? Niye bir siyasî partiye girmediğinizi sordum." "22 Şubat ihtilaliyle tasfiye edilmiş insanlarız. İhtilalcilerin bir siyasî partide şansları yoktur." Talat Aydemirin ardından, sıra Fethi Gürcan'a gelmişti. O önce, Talat Aydemir'in anlattıklarının tümüne katıldığını söyledi, ardından 20/21 Mayıs gecesini anlatmaya başladı. "... Tank Okulu nizamiyesine geldiğim zaman iki üç subayla karşılaştım. Bunlardan birisini eskiden tanıyorum... Beni karşısında görünce şaşırdı, 'Abi nasılsın ?' dedi. Belki de emekli olduğumu bile bilmiyordu. Sonra arkadaşlarla Tank Okulu'nun koğuşuna gittim. Bu konuda arkadaşların daha evvelden hazırlıklı olmaları lazım ki beni görür görmez sevinç çığlıkları atarak, 'Ne duruyorsunuz, haydi vazifeye' dediler..." Fethi Gürcan mahkemedeki ilk sözleriyle, ihtilalin kurmay heyetiyle aldıkları karar doğrultusunda kendi fiillerini gizlemiyor, gençleri ise korumaya çalışıyordu... "Hep beraber Süvari Grubu'na gittik, oradaki nöbetçiye 'Oğlum yabancı yok, benim' dedim. Sonra içeriye girdik, orada nöbetçi olan süvari astsubayıyla karşı karşıya geldim. Eskiden aynı grupta kumandanlık yaptığım için beni görünce alarm verdi, aramızda grupların taksimini yaptık. Bölüklerden birisini Tandoğan meydanı'na, birisini Yıldırım Beyazıt Meydanı'na, diğer iki bölüğü de Kavaklıdere'deki yol kavşağına gönderdik. Sonra Harp Okulu önüne geldim. Mermi sandıkları açılmış, cephane dağıtılıyordu, bir tertipsizlik vardı... ….. Genelkurmay yol kavşağına üç tank gönderilmişti. Oraya geldiğimiz zaman Genelkurmay'da merkez kıtası subayları mevzilenmiş ve Harp Okulu öğrencilerine ateş açmışlardı. Harp Okulu öğrencileri hiçbir koruma önlemi almadan yolun ortasında ve tankların arkasına gizlenmek suretiyle kendilerini koruyorlardı. Bu durum karşısında öğrencilere tam siper emri verdim. Jandarma grupları da ateş etmeye başlamışlardı. Derhal ateşi durdurdum. Meclis önünde müsademeler devam ediyordu. Hükümet kuvvetleri, verilen bir emirle yavaş yavaş çekiliyor, Harp Okulu öğrencilerini ve harekâta katılan kıtaları açıkta bırakıyordu. Bunu anlayan zalim kumandan hiç insaf etmeden Harp Okulu öğrencileri üzerine ateş açılması emrini vermişti. Böylece Harp Okulu öğrencileri açıkta bırakılmıştı ve onları bu ateşle kırmak istiyorlardı." Talat Aydemir ve Fethi Gürcan'dan sonra sıra Rıfkı Ertenin sorgusuna geldi.

118


Rıfkı Erten, "Emekli olmuş bir subay, koca piyade alayına hâkim olabilir mi?" diye sordu. "Biz onlara hiçbir imkân sağlayamayız. Emekli bir subayın verebileceği hiçbir şey olmadığına göre, iddia makamının, 'kandırmak' terimini kabul etmiyorum. Türk ordusunda birbirine kanacak hiçbir kimseyi düşünemiyorum. Harp Okulu öğrencilerini bile... Herkesin kendisine göre bir düşüncesi vardır, herkes kendi yolunu kendisi seçer. Seçeceği yolda, ölüm pahasına da olsa gitmek şereftir. Sonunda ne olacağını dahi düşünmüyorum. Bir gayeye kendimi kaptırmış, bu gaye uğruna ölmeye ant içmiş bir insanım. On tane üsteğmen arkadaşımın suçunu da üzerime almaya hazırım." İlk günkü duruşmalarda, sanıkların iddia makamı karşısındaki dimdik duruşları, sakin ve kararlı ses tonları duruşmaya tanıklık eden herkesi etkilemişti... Mahkeme heyeti, 8 haziran cumartesi günü saat 09.00'da toplanmak üzere dağılmıştı. * * * Genelkurmay başkanının özel kalem müdürü Kurmay Albay Celil Gürkan, gereken bütün notları almıştı. İlk günkü duruşma sona erince, dikkat çekmemek için diğer dinleyicilerin salonu boşaltmasını bekledi, ardından kendisini getiren, steyşın vagona atladı ve Genelkurmay'ın yolunu tuttu. Yol boyunca geçirdiği sıkıntılı saatleri düşündü.Sanıklar arasında, Talat Aydemir başta olmak üzere Harp Okulu'ndan birkaç sınıf arkadaşı vardı. Kimilerini de farklı sınıflarda ya da farklı dönemlerde okudukları halde tanıyordu. Sanıklar mahkeme salonuna gelirken, Talat Aydemir ve diğer arkadaşları kendisini görmesin diye elindeki not defteriyle yüzünü kapamıştı. Mahkeme bittiğinde, sanıklar çıkarken de aynı yola başvurmuştu. Talat Aydemir'i önceden tanıyordu. Sınıf arkadaşı Talat, okul sıralarında hiç ummadığı bir kişilik çiziyordu. Fethi Gürcan'ı ise ilk kez görüyordu. O birkaç saat içinde Fethi Gürcan'ın bir dava adamı olduğuna inanmıştı. Daha sonraki duruşmalarda bu inancı perçinlenecek, mahkeme boyunca, diğer pek çok dinleyici gibi, "Talat Aydemir konuşsa da dinlesek, Fethi Gürcan'a soru sorulsa da dinlesek" diye bekleyecekti. Makamına ulaştığında saat hayli ilerlemişti. Hemen Cevdet Paşa'nın odasına girecek ve mahkemede olup bitenleri anlatacaktı. Girmeden önce, içeride kimse olup olmadığını sordu. Kuvvet komutanları sabahtan itibaren Genelkurmay başkanının odasındaydılar. İçeri girdiğinde, hepsi birden başlarını ona çevirdiler. "Gel bakalım Celil" dedi Genelkurmay başkanı, "otur şöyle..." "Ayakta dururum efendim." "Otur da baştan sona neler oldu anlat bakalım." Celil Gürkan, aldığı notlar yardımıyla, bütün ifadeleri anlatıyordu. Komutanlar araya girip, "Peki Talat ne yapıyordu? Fethi bu konuda ne söyledi ?" gibi sorular yöneltiyorlardı. Can alıcı soruları "Bizim için ne dediler ?"in çevresinde dolanıp duruyordu. Celil Gürkan, mahkemedeki konuşmaları, notlarına bakarak ve olabildiğince bire bir aktarmaya özen gösteriyordu. Duruşmalar boyunca, Cevdet Paşa'nın makamında komutanlara mahkemenin seyrini anlatan Albay Celil, onların tavırlarından, sanıkların kendilerini suçlayan bir şey söyleyip söylemedikleri kaygısı içinde olduklarını düşündü. Özel kalem müdürlüğü görevine başlamadan önce Genelkurmay başkanıyla tanıştığı ilk gün geldi aklına... Sunay, "Ben Türkiye'nin en güçlü adamıyım ama gel gör ki benim gücüm nereden geliyor? Süngülerin üzerinde oturmanın ne zor bir şey olduğunu aklından çıkarma" demişti. *

*

*

Ordu Foto-Film Merkezi Komutanı Yarbay Nusret Eraslan, ilk günkü duruşmalardan çıkar çıkmaz karanlık odanın yolunu tuttu. Duruşmanın film ve ses kaydını yapmışlar, fotoğraf çekmişlerdi Öncelik fotoğrafların basılmasındaydı, çünkü gazetecilere fotoğrafları kendileri dağıtacaklardı. Tam fotoğrafların basımını tamamlamıştı ki, Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Cemal Tural, fotoğrafları görmek istediği haberini yolladı. 21 Ekim Protokolü'ne imza koyduktan bir gün sonra kararından dönen Cemal Tural, saf değiştirdikten sonra yükselmeye başlamıştı. 20/21 Mayıs olayının hemen ardından da Sıkıyönetim komutanlığına atanmıştı. Yarbay Nusret Eraslan, fotoğrafları aldı ve Sıkıyönetim komutanına götürdü...

119


Giderken içi rahattı... Disiplinli, titiz çalışmasından emindi... Ama fotoğraflarda Talat Aydemir'in, Fethi Gürcan'ın salona girişlerinden, sorgulama anlarına kadar dimdik duruşları, Sıkıyönetim komutanının tepesini artırmıştı. "Bunu niye böyle çektiniz?" diye söyleniyor, sanıkların güçlü görüntü sergilediği fotoğrafları yere atıyordu. Yere attığı fotoğraflar "basına verilmeyecek" anlamı taşıyordu. Elemeyi tamamladıktan sonra, Yarbay Nusret Eraslan'a, yere saçılmış fotoğrafları göstererek, "Topla!" dedi. Yarbay Nusret Eraslan, Sıkıyönetim komutanının namını da, orduda ün salan tavrını da çok iyi bildiği halde, her şeyi göze alarak, yere eğilmedi, fotoğrafları toplamadı.

36 Harbiyeli Osman Yetkin, Mamak'ta hapishanenin nemli duvarlarına boş gözlerle bakıyordu. Mamak Askerî Cezaevi'nde on metrelik koridor üzerine dizilmiş hücrelerin, ilk günlerde kilitli tutulan kapıları açılmıştı ve herkes birbirini ziyaret edebiliyordu. Yalnızca koridor kapısı kilitliydi. Bütün şöhretler oradaydı. Talat Aydemir ve kurmayları, Alparslan Türkeş ve kadrosu, Dündar Seyhan, Halim Menteş, Talat Turhan ve niceleri... 20/21 Mayıs hareketinin sorumluları içinde davaya sahip çıkan üç beş kişi vardı. Rütbeleri küçük, cesaretleri büyük arkadaşlarını da heyecanla izliyordu. İlk günkü duruşmalarda, Albay Aydemir de, Binbaşı Fethi de gözünde daha çok büyümüştü. Demek ki, insanları büyüten veya küçülten şey, zafer ya da yenilgi değil, dik durmak ya da durmamakla ilgili bir şeydi... Aslında, insanları büyüten şeyin; makam, rütbe, para, beden gücü olmadığını da öğrenmişti... Hatta, yanlışları ve doğruları da değil... Yanlış da, doğru da izafî olduğuna göre... Neydi öyleyse insanları büyüten şey? Yürek mi? Yürek! Duruşmaların ikinci gününde savcı, Talat Aydemir'e, 21 Mayıs ihtilaline kimlerle birlikte oturup karar verildiğini sormuştu. 'Şahsen Fethi Gürcan'la birlikte karar vermişimdir." Ancak, sonrasında işler değişmeye başlamıştı. Komuta kademesindeki subaylardan bir bölümü, olabilecek en az cezayı almak yönünde ifade vermeye karar vermişlerdi. İçlerinde, Harp Okuluna'na "meraktan gittiklerini", "hiçbir şeyden haberleri olmadığını söyleyenler bile vardı. Doğru nedir ? Sosyal olaylarda, insan duygularında, siyasî savaşlarda, hukuk kavgalarındaki doğru nedir? Harp Okulu'nda "ille de matematik" felsefesiyle yetişen gençler, artık her doğrunun matematikteki doğru olmadığını anlamaya başlamışlardı. Matematik bir kapıdır... İnsana düşünme gücü verir, mantık gücü verir. Ancak hiçbir düşüncenin doğrusu, matematikteki doğru kadar kesin değildir. Eğer işin içinde yürek yoksa, bütün sistem bozulur... Matematiğin de sihri kaybolur... Düşünme gücü de, mantık gücü de yok olur... İnsan olmanın sistemi bozulur, düşünceler de sisteme hapsolur, düzene uyulur... Osman, inançlarını büyütüp, gençliklerini, geleceklerini harcayarak peşlerine takıldıkları kimi komutanların çözülüşlerini izlerken, bütün hayallerinin yıkılıp yok olduğunu, geriye yalnızca acı bir yenilgi duygusunun kaldığını hissetmişti. Neyse ki diğerleri vardı... Osman, Fethi Gürcan'ı ilgiyle izliyordu. Eylem lideri, duruşmaların daha ilk günlerinden itibaren mahkeme heyetinin dikkatini çekmişti: "Bana Anadolu'nun muhtelif yerlerinden ve Edirne'den gelen genç subaylar böyle bir hareketin yapılmasını istiyorlardı. Benim temaslarım daha ziyade genç subaylar arasında oluyordu. Teşkilatın içerisinde üst kademeyle temasta bulunan arkadaşlarım vardır..." Emekli bir binbaşı olarak, nasıl oluyor da, altı ay gibi kısa bir sürede, ilişkiye girdiği kıtaları ihtilale ortak edebiliyordu?.. Duruşma hâkimi ilk fırsatta, bu sorunun yanıtını bulmak istedi: "Tank Okulu'na kimseyi tanımadan nasıl girecektiniz, sizin özelliğiniz nedir?" "Beni ordudaki bütün subaylar tanır." "Kimseyi tanımadan girebilecek miydiniz ?" "Ne zaman gitsem girebilirim. Hangi kıtaya gitsem girebilirim ve oraya hâkim olurum. Hususiyetim budur. Size bunu ispatlarım... İsterseniz şu anda beni serbest bırakın, yirmi dört saat içinde girdiğim bütün birlikleri komutam altına alayım." *

*

*

120


Harbiyeli Zihni Çetiner, duruşmalarda fişek gibiydi.İhtilale katılan kimi subayların duruşmalarda yan çizmeleri öfkesini büyütüyordu…..Bir subay harekete katılmaması halinde Harbiyelilerin kendisini kurşuna dizeceği gibi bir gerekçeye sığınınca yerinden fırladı: "Hiçbir zaman Harbiye Yeniçeri Ocağı değildir. Bu lekeyi bize süremezler. Biz kelle isteseydik, gelen paşaların, generallerin kafalarını isterdik. Talat Aydemir, hepsini geri gönderdi. Bir fikre ve Silahlı Kuvvetler'e inanarak hareket ettik. Dikkat etsin sanıklar. Harbiye'ye bu leke sürülemez. Biz dokuz kişi hepimiz 146/1'le kellemizi ortaya koyduk buraya geldik..." Bu gencecik Harbiyeli, davaya ihanet edenlere meydan okuyordu: "Ben bir Harbiyeli'yim. Benim 22 Şubat'ta şerefim ve haysiyetim zedelenmek istenmiştir. Bana okulumda Thompson tevcih edilmiştir. Bana 'Sen vatan hainisin!' denmiştir. Benim bir arkadaşım ölürken, ben yatakhanede uzanamam..." Fethi, uzun süre oturmaktan bacaklarının uyuştuğunu hissetti. Dikkatini, ifade veren bir başka öğrencinin üstünde toplayarak, rahatsızlığını unutmaya çalıştı. "Ben Atatürkçü, ihtilalci bir Harbiyeli'yim!" Savcı, "Böyle şey olur mu" dedi, "Atatürk ihtilalci mi, Kurtuluş Savaşı bir ihtilal mi?" O anda gerçekten de, bütün rahatsızlıklarını unuttu ve Harbiyeli'nin yanıtına kitlendi: "Şu hale bakın. Koskoca hukukçu, Atatürk'ün ihtilalci, Kurtuluş Savaşı'nın ihtilal olduğunu bilmiyor... Bu durumda... İfade vermiyorum..." Fethi'nin dudaklarına belli belirsiz bir gülümseme yerleşti. Harbiyeli Önder Aydmlı'yı izlerken, onun dimdik duruşuyla gurur duydu... "Ben şahsen bugün yirmi yaşının baharında suçların en büyüğüyle huzurlarınıza gelmiş bir delikanlıyım. Bir tek suçum Atatürk'ü çok sevmem, vatanımı milletimi çok sevmemdir. Karşınızda erkekçe, dimdik ve sesim titremeden konuşmaya devam ediyorum ve edeceğim. Çünkü ölmesini bilmeyenler, şerefle yaşa-maya hak kazanmamışlardır. Bir gün şerefle yaşamayı, on yıl şerefsiz yaşamaya tercih eden bir insanımdır." *

*

*

Mamak Askerî Cezaevi'ndeki sanıkların coşku içinde söyledikleri “Harbiye Marşı", koridorlarda yankılanıyor, kapılardan süzülerek dışarılara taşıyordu: Yıldırımlar yaratan bir ırkın ahfadıyız, Tufanları gösteren, tarihlerin yâdıyız, Kanla, irfanla kurduk biz bu Cumhuriyeti Cehennemler kudursa, ölmez nigâhbanıyız. Yaşa var ol Harbiye, yıkılmaz satvetinle, Göklerden gelen bir ses sana ne diyor, dinle: Türk vatanı üstünde sönmez bir güneşsin sen, Kartal yuvalarında, hürdür millet seninle. Coşkulu erkek korosunun sesi, o sırada hapishaneye uğrayan Sıkıyönetim Komutanı Cemal Tural'ın kulaklarına değince, olanlar oldu: Şahikalar üstünde meydan okur bu erler Yaklaşacak düşmana mezar olur bu yerler Bağlayamaz bir kuvvet bu kasırga milleti Tarihlere sorun ki bize "Ölmez Türk" derler. Komutanın kanındaki öfke, yüzüne kıpkırmızı yansıdı. Dudaklarından dökülen cümleler, "görüşme yasağı" kararına mühür oldu. Fethi, bir süre oturduğu yerden, birçoğu yeni evli olan genç subayların yüzlerindeki mahzun ifadeyi izledi. Görüş günü, görüşmecileri yoktu... Gençlerin dört duvar arasına sıkışıp kalmış enerjilerinin kendi bedenine girdiğini, kendi enerjisine değdiğini hissetti. Yerinden yıldırım gibi kalktı, koridorun başına doğru yürüdü, ellerini beline koydu, her sabah yaptığı gibi, gür sesinin son perdesiyle, ezberindeki şiiri okumaya başladı:

121


"Cenk var cenk, ruhumuza denk! İhtilal içimizde, hevenk hevenk!" Koğuşlardan, hücrelerden çıkanlar, karşısına dizilmişlerdi. "Bre gençler öldünüz mü? Canlanın biraz... Haydi spora.” *

*

*

Fethi, İstanbul'daki sanıkların da getirilmesinin ardından, harekâta birlikte karar verdikleri, görev bölümü yaptıkları kimi arkadaşlarını izlerken,”Biz kendi içimizden vurulduk” diye düşünüyordu... Harekât, Hava Kuvvetleri'nin jetleri uçurmasıyla başlayacaktı ama onlar sözlerini de, görevlerini de yerine getirmemişler, daha ilk baştan karışıklığa yol açmışlardı... Onların korkularını bile affedebilirdi belki ama, dürüst olmaları koşuluyla... Bu ihanetti! Gencecik Harbiyeliler idamla yargılanırken... Olmaz, olmaz! Albay Aydemir, onun yerinden fırladığını görünce, kolundan tutarak engellemeye çalıştı ama geç kalmıştı. Duruşma hâkimi, Fethi Gürcan'a, "Ne demek istiyorsunuz?.." dedi. "Oturduğunuz yerden sinirlendiniz." "Arkadaşımı konuşurlarken dinledim. Kendilerinin aklî muvazenelerinde bir noksanlık var ya da iyi bir aktördürler. Çünkü arkadaşımın konuşmasını dinlerken tahammül edemedim." Fethi, sanığın Talat Aydemirle kurduğu bire bir ilişkiyi, ihtilal toplantılarındaki sözlerini aktarmaktan kendini alamamıştı... Artık yalnızca kendi fiillerini değil, kurmay heyetinde yer alıp da yan çizenlerin rollerini de anlatıyordu. Albay da, söz alıp ona destek verdi: "Fethi Gürcan, sanık hakkında gerekli teşhisi koymuş bulunuyor. Bu arkadaşla altı ay önce tanıştım. 'Parolayı bilmiyorum, ihtilal gününü bilmiyorum' diyor. Parolayı bizzat ben kendisine verdim... Hakikatler meydana çıksın, ondan sonra herkes şerefle katıldığı bu davada cezasını görmeye seve seve razı olsun!" Fethi, öfkesini de dillendirmekten çekinmiyordu: "Genç arkadaşlar burada yanlış ve doğru konuşabilirler. Onları sürükleyen biziz. Birinci derecede rol alanlar da bu arkadaşlardır. Subaylığımdan utanıyorum. Mazimden, geçenlerden utanıyorum, bu şekilde aktörlük yapmasınlar." Duruşmalar sırasında söz alan bir sanık ise, Fethi Gürcan'ın harekât gecesindeki durumunu şöyle anlatıyordu: "Kendisi resmî kıyafetle duruyordu. O zamana kadar resmî kıyafetle hiç görmediğim için tanıyamadım. Etrafında tesir edici bir durum vardı. Yarbaylar, binbaşılar ve diğer subaylar etrafını çevirivor, ondan emir alıyordu. O kadar subaya emir veren bir şahıstan emir almam, bir tecrübesiz kimse olarak herhalde bir mahzur teşkil etmese gerektir... Kendisini evine gittiğim zaman tanıdım,çok methedilecek bir durumu vardı. Zaten Türkiye'nin yüzünü ağartacak bir binici olduğunu evvelden bilirdim." Sanık, o gece Meclis önündeki Fethi Gürcan'ı da tanımlıyordu: "Pek çok subay geliyordu. Bir tanesi Fethi Gürcan'a aynen şöyle dedi.Affedersiniz huzurunuzda söyleyeceğim çünkü bu bütün o subayların hislerini belirtiyordu-: 'Yahu Fethi, niçin haber vermezsin? Bak karımın koynundan kalktım da geldim.' Gelen subaylar Fethi Gürcan'ın yanına yaklaşıyorlardı..." * * * Fethi'nin bakışları çoğu zaman gençlerin üzerindeydi. Duruşmalar sırasında, hâkim, bir Harp Okulu öğrencisini ifadesini almak üzere mikrofona çağırmıştı ama öğrenci mikrofona gelemiyordu. Zor bir durum içinde olduğu belliydi. Dikkatini iyice yöneltince durumu anladı. Anlaşılan, saatlerce oturduğu tahta sırada ayaklarını rahatlatmak için ayakkabılarını çıkarmış, arkadaşlarına da, şaka yapmak için fırsat doğmuştu. Ön sıralara kadar sürüklenen ayakkabı, bu kez geri geri itilerek, gencin bulunduğu sıranın altına doğru yol alıyordu. Harbiyeli ayakkabısını giyip mikrofona ulaştığında, yüzündeki terler boncuk boncuk parlıyordu.

122


Onları izlerken gülmemek için kendisini zor tuttu. Neyse ki, hâlâ oyun oynayabilecek kadar gençtiler ve neyse ki, gençliklerinin haklarını veriyorlardı. Enerjik, inançlı, yurtseverlerdi... Özlemlerinin, sevgilerinin, hayallerinin, ruhlarındaki çocuğun katsayısı da inançları kadar yüksekti... Pırıl pırıl zekâları ve yürekleri vardı. Onlar akan bir ırmaktı ve mutlaka denize ulaşacaklardı. Hücresinde yaşadığı bütün hesaplaşmaların beynine verdiği ilk direktif gençleri kurtarabilmekti... * * * Kurmay Albay Celil Gürkan, her duruşma sonrasında yaptığı gibi, Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay'ın makamına girdi20/21 Mayıs davasının en büyük tartışma konusu, ihtilalin elebaşılarının Harbiyelileri ve genç subayları aldattıkları iddiasıydı. Aslında, aldatıldıkları iddiasına, 22 Şubat'tan sonra, "Harbiyeliler aldanmaz" yazılı çelenkle yanıt veren öğrenciler, bu suçlamayı hiçbir zaman kabullenememişlerdi. "Gel bakalım Celil, neler oldu bugün?" "Olaylı geçti biraz..." Genelkurmay başkanı, ona oturması için yer gösterdi. "Bir tanık ifadesini verirken, 'Meclis'in önüne geldim, Harp Okulu öğrencileri aşağı doğru sürü halinde, başıboş şekilde ilerliyorlardı' dedi. Bir öğrenci yerinden fırladı, 'Kes sesini. Harp Okulu öğrencisi sürü değildir, reddediyorum' diye bağırdı. Ortalık birden gerildi, gençler, 'Sözünü geri al!' diye itiraz ediyorlardı. Olay üç beş dakika kontrolden çıktı. Mahkemenin güvenliğini sağlamakla görevli subay, 'Kesin... Kesin...' diye bağırarak kargaşayı durdurmaya çalıştı, sonra ortalık sakinleşti..." Celil Gürkan, o zaman anlamıştı ki, özellikle genç öğrencilerden Talat Aydemir'in davasına bütün varlığıyla bağlanmış olanlar vardı. Bu düşüncesini de olduğu gibi aktardı... O çıkarken, Genelkurmay Başkanı düşünceliydi... *

*

*

Mahkemeleri kaçırmadan izleyen Esma ve Mustafa, günler ilerledikçe Fethi'nin de ön plana çıktığını gözlüyorlardı. 31 mart gecesi ihtilal yapmak üzere karar verildiği sırada, yan kuvvetlerle görüşülmesini isteyen sanık, o toplantıyı anlatırken, Fethi'nin gerilen yüz kasları, olayın bir tartışmaya döneceğinin işaretiydi. Sanık, o geceyi anlatırken, "Sessizliği Fethi Gürcan bozdu" diyor ve onun sözlerini aktarıyordu: "Ne oldu arkadaşlar dilinizi mi yuttunuz, biraz evvel konuşanlar sizler değil miydiniz ? Neden susuyorsunuz ? Bu harekât 31 mart gecesi olmadığı takdirde ben ve arkadaşlarım yokuz. Çekiliyorum. Esasen, bizim ihtilal yapacak cesaretimiz yoktur..." Fethi'nin sözlerini çok iyi anımsadığı doğruydu ama kendi sözlerini biraz değiştiriyordu. Asıl derdi, mahkemeyi, kendisinin o gün harekâttan vazgeçtiğine ikna etmekti... Oysaki, o tarihten yirmi gün kadar sonra yaptıkları son toplantıya da gelmişti... Fethi, yumruğunu masaya vurarak, "Var mısın, yok musun?" diye sormuş, "Varım!" yanıtını almıştı. Esma, kocasının söz isteyerek mikrofona gelişini izlerken, kalp atışları da hızlanmıştı. 'Fethi Gürcan doğudan kuvvet getirecekmiş... Fethi Gürcan doğudan da kuvvet getirir, batıdan da... Çünkü bana verilen vazife vardı. Orada herkese verilen vazifeleri anlatsın. Kendi konuşmasının sonucunu tam olarak bağlamadı. Orada yan kuvvetlerden bahsetti. Onlarla birleşme arzusunu ortaya attı. Hiç olmazsa Türkeş grubuyla birleşmeyi ileri sürdü. Ben de, 'Ben yokum bu işte” dedim. Kuvvetleri ona göre organize etmiştim. O zaman bu şekilde karar verilip cayılması kuvvetlerin meydana çıkmasına neden oldu. Nitekim, beş bahriyeli de bu şekilde meydana çıktı. Dediğim gibi organize kuvvetler zorla kamufle edilmişti..." Aynı sanık, üzerinde durduğu noktanın harekâttan sonraki süreç olduğunu, asıl ihtilalin güç safhasının ondan sonra başlayacağını söylüyor ve Fethi Gürcan'dan öcünü almaya çalışıyordu: "Fethi Gürcan'ın cesareti ile zekâsı arasında, diğer şahıslarda olan denge yoktur. Fevkalade cesareti yanında vasat bir zekânın sıkıntılarını çekiyor. Onun cesaretini her an zapt etmek endişesi içindeydik. Ama fevkalade memleket düşüncesi ve gayesi olduğunu da biliyorum."

123


Yerinde duramamış, yine mikrofon başına gelmişti: "Kendileri de gayet iyi bilirler. Öğrenim hayatımda bir kez olsun ikmale kalmadım. Pekiyi dereceyle geçerdim. Cesaretim de zekâm kadardı. Buna arkadaşım da inanmış bulunmaktadır. Arkadaşımla aramdaki farkım mertliğimdir. Dönekliği bilmem, hakikatleri söylerim." Günün her saatinde Türkiye'nin çeşitli yerlerinden gelen genç subaylar evini doldurmuş, denetimsiz akıp giden bir ırmak, ondan yol göstermesini istemişti. "Herkese düşen bir görev vardı. Benim görevim şudur: benim tabirim muştadır. Vurucu kuvvettir." Ve aynı kararlılıkla sözlerini sürdürüyordu: "Ama vurucu kuvvet derken şu manada almak lazımdır. Ordu içinde genç subaylar var. Muhtelif gruplara ayrılmışlardır. Bunları tek fikir etrafında toplamak, üst kademeye bağlamak... Çengel tabiri buradan çıkıyor. Benim görevim, genç subayları bir fikir etrafında toplamaktı. Bu vazifeyi yaparken Parlamento içinde olanlar da faaliyet gösteriyorlardı. Parlamento'dan cumhurbaşkanına kadar herkesin haberi vardır. Herkes piyasadan çekilmiştir, muşta ortada kalmıştır." Duruşmalar boyunca, yalnızca yüreğinin sesini dillendirmeye yemin etmişti: "Ölürsem de şerefimle öleceğim..." Salonda çıt çıkmıyordu. Kaç kez söyledim... "Arkadaşlar yapmayın. Duruşmalarda doğruları anlatın. Gençlerden utanın. Gencecik Harbililer idamla yargılanıyorlar. Eğer aynı tavrı sürdürürseniz, yüzünüze vuracağım" dedim... Demedim mi? Fethi, olayda birinci derecede rol oynayanların isimlerini vereceğini söylüyor, veriyordu da: "Bunlar bence birinci derecede sorumlu olan şahıslardır. Benim bütün üzüntüm şudur. Biz bir fikir peşindeyiz. Bu fikir iyi veya kötü olabilir. Fakat memleketin hayrına olduğuna inandığımız bu fikir arkasında birçok insan vardı. Bu işte birinci derecede sorumlu olan adamlar biziz. Halbuki arkadaşlarımız, 'Ben radyodan duydum geldim, evime gittim...' diyorlar. Nerede ise af buyurun ailesini şahit gösterecek, koynundan çıktığına dair. Halbuki harekâtı hazırlayan bizleriz. Bu durumdan hepsinin haberi vardır. Ve haber verilmiştir. Kademe kademe vazife almışlardır." Duruşma bitip de, hapishane duvarlarıyla baş başa kalındığında, Fethi'ye en yakın olup, onun ifadeleriyle en çok moral bulanların kaygıları çoğalıyordu. Verdiği her ifade, istediği her söz onu darağacına biraz daha yaklaştırıyordu. Ama o susmayı reddediyordu: "Tabiî ki fiilî hareketi yapan gençlerdir. Bir teğmen tankını nereye saklasın, bir süvari teğmeni atını, tabancasını nereye saklasın? Bunları gizlemelerine imkân yok. Tank çuvala sığmaz, bu arkadaşlar fiilî hareketi yapmışlardır. Bunlara bu yolu gösteren biziz. Birinci derecede sorumlu şahıslar olarak burada hesap vermek zorundayız. Herkes, fiilî durumda yokmuş da, 'şu saatte evden geldim', 'anonsu duydum' diye kendisini kurtarmak için inkâr yoluna gidiyor. Arkadaşlara tavsiyem şudur. Buradan kurtuldukları takdirde inanmadıkları adamların peşinden, bizim gibi insanların peşlerinden gitmesinler." Duruşma hâkimi araya giriyor, "Nihayet bir fikirdir, inanmıştır" diye müdahale ediyordu: "Efendim bir fikre inanmıştır. Ben de inandım ve bu davranışlarımı memlekete hayırlı olacağına inandığım için yaptım, bütün arkadaşlarla beraber. Bu olayda birinci derecede sorumlu bulunuyorum. Fakat genç teğmenler ise 146/1'le, ölüm cezasıyla burada yatıyorlar. Ötekiler ise, yani fikir sahasında çalışanlar ise bu işi hazırlayanlar ve yardım edenler, 146/3le burada bulunuyorlar." Duruşma hâkimi soruyordu: 'Siz fiilî kuvveti elinde tutan insansınız. Süvari Grubu ve Tank Okulu kursiyer talebelerinin harekete katılmaları nasıl ve ne şekilde sağlanmıştır?" Bu hususlara cevap vermiyorum. Sorumluluğu bana ait. Bildiğim halde cevap vermiyorum." “Çengel sistemi hakkında bildikleriniz ?" “Biz çengeli alt kademeyi üst kademeye bağlamak için yapmış bulunuyoruz. Fikrî çalışmalarımız 22 Şubat'tan sonra yapılmıştır ve her kıtada fikirlerimiz yayılmıştır. Kendimize has bir irtibat şeklimiz vardı. Kıtalarda yüzde seksen ila doksan fikirlerimiz biliniyordu. Bu sebeple Tank Okulu'na geldikten sonra tekrar bir hazırlık yapmaya ihtiyaç duymadım. Çünkü bunlar fikir

124


bakımından hazırlanmış insanlardı. Böyle bir harekâta katılacaklarını tahmin ediyordum. Nitekim tahminimde yanılmadığımı durum bana gösterdi. Genç arkadaşların hiçbirinin ismini söylemem bunları ben hazırladım, bunların sorumlulukları bana aittir." Tanıkların da dinlenmeye başlanmasıyla birlikte, Fethi Gürcan'ın isyanı büyümüştü. İhtilalin fikir karargâhında bulunup da davayı savunmayı görev bilen dört beş subay ve ateşli gençlerle birlikte tanıkların üzerine gidiyor, ifadelerindeki çelişkileri yüzlerine vuruyorlardı. Albay Aydemir ise tanıkların ifadelerinden sonra umutsuzluğa kapılmıştı. Herkes kendisini kurtarmanın bir yolunu bulmuştu... Genç subaylara, "Arkadaşlar, bu harekâtın sorumlusu benim. Hesabını vermek gerekirse ben veririm, kellemi de veririm. Onun için siz yalnızca askerî savcının maddî olarak yaptığı suçlamaları ve ona karşı savunmalarınızı yapın" diye talimat verdi. Mahkemelerde, o da Fethi Gürcan, Rıfkı Erten, Yaşar Başaran ve gençlerle birlikte, tanıkları bir savcı gibi sorguluyordu. Dış basın, davayı inançla savunanları şövalye olarak nitelendiriyordu. Bir duruşmada, Harp Okulu nöbetçi amirinin, "Fethi Gürcan bana silah çekti" ifadesi üzerine ise, Fethi hemen söz almış, "İhtilalin başlangıç saatinden bitimine kadar elimde tabancam vardı. İhtilale karar vermişim. Bunun icabı yapılacaktır" demiş, sözlerini hiç ara vermeden sürdürmüştü: "Harp Okulu'na geldiğim zaman durum şuydu: kapılar öğrenciler tarafından zorlanmış ve bir kısmı dışarı çıkmıştı. Cephane almak üzere sandıklar kırılıyordu. Aradan çok zaman geçmişti. Talat Aydemirin Harp Okulu'nda olması icap ederdi. Ben Talat Aydemir'i aramak amacıyla tabancam elimde nöbetçi subayının odasına girdim..." Fethi Gürcan, yaşananları bütünüyle anlatmaya değil, söylemek istediklerini söylemeye de kararlıydı: "Bu arkadaşları ürküten acaba benim tabancam mı, yoksa şöhretim mi, yoksa memleketin içinde bulunduğu durum mudur? Bir nöbetçi er Harp Okulu öğrencileriyle silahını vermemek konusunda mücadele ederken, acaba bir subay neden hariçten gelen subaylara teslim oluyor ? Bunun sebebi, subayların durumu yalandan izlemeleri, devlete inançları olmaması, kendilerini devlet teminatı altında hissetmemeleri... Her an bir hareket bekliyorlar." Fethi Gürcan, konuşmasına nokta koymadan önce, "Benim onlara üstün tarafım, bir davaya inanıyorum, inancım var ve sonuna kadar öyle kalacağım" demişti. Merkez komutanının, olayı önlemek için nasıl kahramanca koşturduğunu anlatması üzerine de söz istemişti: "Harekât sırasında bana hiç rastlamışlar mıdır?" Merkez komutanı, "Fethi Gürcan'ı ne harekâtta ne de harekâttan sonra gördüm" diye yanıt verince, duruşma hâkimi bile dayanamamıştı: "O gece Fethi Gürcan'ı görmeyen kalmamış... Nedense en çok dolaşan ikinizsiniz ve birbirinizi görmemişsiniz..." Sanıkların duruşmalarda en çok tartıştıkları isim ise Ali Elverdi olmuştu... Ne de olsa, Radyoevi'ni ele geçirip, ihtilalin kaderini değiştiren oydu. Ali Elverdi, duruşmalarda tam bir kahraman kesilmişti... Oysaki, yenik ihtilalcilerin ifadeleri onu hiç de doğrulamıyordu... Ali Elverdi, Radyoevi'ne tek başına gelmesine gelmişti de... Orada bulunan 21 Mayısçı genç subayları kutlayarak, "Biz de bu günleri bekliyorduk" demişti... Ancak Yaşar Başaran aşağıya indiğinde, "Bu bizden değil" diyerek onu tevkif etmiş, elindeki Sten'i de alarak bir odaya hapsettirmişti... Radyoevi'ne gelmesi beklenen takviye gücün gecikme nedenini öğrenmek için Harp Okulu'yla haberleşme çaresi arayan, ancak bir türlü Talat Aydemir'e ulaşamayan ihtilalcilerden bir grup, durumu öğrenmek üzere bir cipe binerek Harp Okulu'na hareket ederken, hükümet güçlerine bağlı bir birlik de Radyoevi önüne mevzilenmişti... Bu sırada, ihtilalcilerin sayı olarak az olduğunu anlayan Ali Elverdi, pencereden bağırarak, içeride yalnızca birkaç kişinin olduğunu söylemiş, hükümet güçleri de içeriye girmişti... İhtilalci Erol Dinçer, Radyoevi'ni ikinci kez basıp Ali Elverdi'yi teslim aldığında ise "Beni Harbiyelilere teslim etme" diye yalvarmıştı.. Duruşmalarda, Ali Elverdi ile 21 Mayısçıların tartışmaları, onun Harp Okulu'na getiriliş öyküsünde de aynı hararetle sürdü... Ali Elverdi, Harp Okulu'nda kahramanca direndiğini söylerken, Albay Aydemir, kendisini linç etmekten kurtardıktan sonra ayaklarına kapanarak yalvardığını söylüyordu...

125


37 Üç hafta süren yasak kalkmıştı ama artık görüşmeler bahçede gerçekleşmiyordu. Görüşme odalarında, sanıklarla aileleri arasında camdan ve telden duvarlar vardı. Önde iki cam sütunun arasında bir tel sütun, arkasında iki tel sütunun arasında bir cam sütun... Böylece sanıklar yakınlarına hiçbir şekilde dokunamıyorlar, çaprazlama tellerden ancak seslerini duyurabiliyorlardı... Bu uygulama nedeniyle, ziyaretçiler seslerini duyurabilmek için cam ve tel duvarların önüne sırayla geliyorlardı. Fethi, kendisine dokunabilmek için çırpınan bir buçuk yaşındaki kızı Sema'ya bakarken, yalnızca kendi ailesinin acısını değil, bütün genç subayların ailelerinin acılarını içinde hissetti. Görüş günleri onun için en çok acı duyduğu günlerdi. Dışarıda yaşanan her şey kendilerine ulaşıyordu. Gülderen, Kız Enstitüsü'nün lise kısmını bitirmiş, Kız Teknik Öğretmen Okulu'na girmek için başvurmuş ancak dilekçesi kabul edilmemişti... Karşısında hiçbir şey yokmuş gibi duruyorlardı... Ne Esma, ne Mustafa, ne Gülderen... Kimse, ona anlatmamıştı ama o olabilecekleri biliyordu... Kızının başvurusundan birkaç gün sonra okul müdürü kendisini çağırmış ve dilekçesinin kabul edilmediğini söylemişti... Gerekçesi de son derece kısaydı: 'Fethi Gürcan'ın kızı olduğunuz için başvurunuz kabul edilmedi." *

*

*

Esma hep, "iyi ki doğdun" diyordu Sema'ya... Ama o iyi ki doğdu mu bilmiyordu, çünkü, beş aylıkken onu kollarında uçuran babası, daha üç yaşını doldurmadan, uzun otobüs yolculuklarından sonra, ancak hapishanede camların arkasında görebilmişti. Bu görünmez şey de neyin nesiydi? Babasına ulaşmasını engelliyordu. Şimdi baba onu kollarına alacak, havalarda uçuracak, bir şarkı mırıldanacaktı. Sema ne yapacaktı? Tabiî kahkaha atacaktı. Ama bir şeyler engelliyordu kendisini onun kucağına atmasına. Görünmez engeli tekmeliyordu her görüşte... O küçüktü ama özlemi büyüktü. Ayakları acıyordu tekmeledikçe; ağlıyordu, kahkaha atacağı yerde... Hadi o aşamıyordu görünmez duvarı, peki babası nasıl aşamıyordu ? Bir yumruk atsa parçalardı bütün engelleri. Dünyada babadan güçlüsü var mı? Onun yapamayacağı şey olur mu? Olmaz! Nasıl olur da aşamaz? İstemiyor muydu yoksa onu gökyüzüne uçurmayı artık? Kucağına almak, şarkılar söylemek istemiyor muydu?.. Çok mu yaramazlık yapmıştı yoksa? Çok mu kızdırmıştı babasını? Daha çok tekmeliyor, daha çok ağlıyordu... *

*

*

Esma, kapıyı kapattıktan sonra mutfağa yöneldi. Fazla kalmamıştı Mustafa... Onun az önce getirdiği file, masanın üzerinde duruyordu. Paketlere uzanırken, çaresizliğin acı tadı, genzine kadar yükseldi. "Canım ağabeyim" diye geçirdi içinden, "ben genç kızlığımda senin ekmeğini çok yedim... Ama şimdi..." Genzindeki yanmaya, bir de nefesini tıkayan bir yumru yerleşti. Mamak'taki mahkemeler sırasında yaşananlar ailelere de yansımaya başlamıştı. Onlar, fırtınalı bir denizin kıyısında, sert dalgalarla sarsılıyor, her şeye rağmen ayakta kalmaya çalışıyorlardı. Pek çok 22 Şubatçı gibi Fethi Gürcan da emeklilik maaşı alamayan bir emekliydi... Ama ne gam! Kendisine yeni bir iş bulmuştu. Üstelik gelirleri eskisinden çok daha fazlaydı. Ta ki o güne kadar... Esma, 21 Mayıs'ın yalnızca kaybedilmiş bir ihtilal olmadığını, çok başka gerçekleri de beraberinde taşıdığını, aybaşı gelip kapıya dayandığında anlamıştı... Artık Ortaköy'deki dökük evin, hiçbir yaralarına merhem olmayacak, hiçbir açıklarını kapayamayacak kira gelirinden başka tek kuruşları yoktu. Oradan gelen para, kendi evlerinin kirasının ancak yarısını karşılıyordu. Harekâta katılan subay eşlerinin büyük bir bölümü aynı durumdaydı. Analar, babalardan daha çetin bir savaş içine girmişti. Onlar, özveriye, yokluk içinde yaşamaya ne kadar alışıklarsa, çalışma yaşamına da o kadar uzaklardı. Para kazanmayı bilmiyorlardı .Esma, Fethi'nin kaygısına derdine düşüp de unuttuğu bu gerçek başına balyoz gibi inince, hiç kimseye dert yanmadan, çare bulmaya çalıştı.Çocukları çalışabilecek yaşlarda değillerdi. Öyleyse..Kendisi bir şey yapmalıydı. Mesleği olmadığına göre... Evlere temizliğe gidebilir, daha az gelirle, daha küçük bir evde

126


yaşamanın yollarını arayabilirdi. Ama daha bu fikri seslendirmeye çalışırken, Mustafa Ağabey'i ile Zehra karşısına dikilmişlerdi. Hastalığı nedeniyle Ankara'da okula devam edemediği için İzmir'deki öğretmen teyzesinin korumacı kollarına emanet edilen Öner'le birlikte Ankara'ya gelen Zehra, kiradaki evinin gelirini, tek kuruşuna dokunmadan Esma'ya yollamıştı... İtiraz istemiyordu, hep yollayacaktı... Mustafa Ağabey'i zaten ilk günden bütün sorumluluğu eline almıştı. Kendi çocukları neyse, kardeşinin çocukları da oydu... Elleri uzandığı fileden masaya düştü. Akıcı bir sıvıya dönüşen kalbi, gırtlağına doğru yol alıyor, tam da o noktada yeniden bir et parçasına dönüşüp, çırpınıp duruyordu. "Bu da neyin nesi?.." diye düşündü. Fırtına çabucak durulunca, yeniden az önce saplanıp kaldığı düşüncelerin egemenliğine girdi. Gülderenim... Sen de sindiremedin içine babandan başkasının parasını... İyi de, baban mı olmaya çalıyorsun? Evine ekmek getirmek sana mı düştü? Daha yaşın kaç? Namusumla ekmek parası kazanmak için ev temizliklerine gitmeye karar verince, dayınla birlikte karşıma dikildin. Ağabeyim, "Biz öldük mü ?" diye çıkışınca onunla işbirliği içinde göründün. O gidince, baklayı ağzından çıkardın. "Dayıma söylemeyin" diyorsun da, şehirlerarası otobüslerde hosteslik yaptığını baban duysa ne çok üzülür bilmez misin ? Gülderen on yedisindeydi. Yaşı küçük olduğu için memur olma şansı yoktu. Ama evin en büyük çocuğuydu. Yaz tatilini fırsat bilip iş aramış, sorununu okul müdürüne açmış, onun aracılığıyla bir otobüs firmasında hostes olarak çalışmaya başlamıştı. Mustafa'nın hiddetinden korktuklarından, onun masa başı bir işte çalıştığı yalanını uydurmuşlardı. Esma, kızının mücadeleci ruhunu dizginlemek istememiş, yalanına ortak olmuştu ama onun her yola çıkışında, o da kendisini yollarda hissediyordu. Çocukluğundan beri, yalnızca şehirlerarası değil, şehir içi yolculuklarda bile, midesi altüst olan Gülderen, karşısına çıka çıka böyle bir iş çıktığı için şansına küfretmişti. Yol boyu, elinde naylon torbayla hizmet ediyor, durmaksızın kusuyor, evdekilerden bunu gizliyordu. Ama Esma, onun rengi benzi uçmuş, bedeni incelmiş dönüşlerden her şeyi anlıyordu... Gülderen bir ziyarette, babasını yine saç tellerine kadar özlemle incelerken, beklemediği bir soruyla karşılaştı: "Sen nerede çalışıyorsun sarı kanarya?" Ziyaretler boyunca babasından ayırmadığı gözlerini yere indirirken, "Onu üzmek için yetiştirmişler haberi" diye geçirdi içinden... Fethi, "Biliyorum... îşe girdiğini de, nerede çalıştığını da biliyorum" dedi. Gülderen'in bakışları biraz daha yerde kaldı. Babası sevdiklerinin her zaman zorluklarla savaşmasını isterdi. Öyleyse... Yeniden başını kaldırdığında yüzünde ikircikli bir gülümseme vardı... Eve döndüklerinde, "Babam çalıştığıma üzülmedi. O yalnızca yanımızda olamadığı için üzülüyor" dedi annesine... Esma'nın, saatlerce pencere önünde beklediği bir gün, el bebek gül bebek büyüttüğü kızı gelmek bilmiyordu... Gülderen'in, sarsılan bedenine ve bastırıveren uykusuna yenik düşüp derin bir uykuya daldığını, kendisine gelip otobüsün bomboş olduğunu görünce mola yerinde olduklarını anladığını, terminaldeki tuvalete koşup uykusunu dağıtmaya çalıştığını, sonra da telaşla yanlış otobüse binip kaybolduğunu bilmiyordu... İşte o zaman her şey ortaya çıkmış, Mustafa kıyametleri koparmıştı... "Baban içerideyse, biz öldük mü?" diye sorarken, yanıt beklemediğini de ortaya koymuştu. Zaten yaz tatili de sona yaklaşıyordu. Kız Teknik Öğretmen Okulu'na verdiği başvuru dilekçesi geri çevrilen Gülderen, Sekreterlik Yüksekokulu'na gidecekti... İşten ayrıldı... *

*

*

Babası idamla yargılanan Taylan, ailesinin içine düştüğü ekonomik sıkıntı nedeniyle üniversite yaşamına ara vermiş, Ankara'ya annesinin ve kardeşlerinin yanına gelerek işe girmişti. Babası, 22 Şubat'ta emekli edildikten sonra aldığı emeklilik ikramiyesinin tamamını, emekli edildikleri halde hizmetleri yetmediği için maaş alamayan ve gelirsiz kalan genç subaylar için

127


oluşturulan yardım sandığına vermişti... Geçen süreçte Rıfkı Erten hem emeklilik maaşını almış hem de yeniden işe girmişti. 21 Mayıs sonrasında ise "vatana ihanetten" idamla yargılanan Rıfkı Erten'in artık ikinci bir işi olmadığı gibi emeklilik maaşı da kesilmişti. Mahkemeleri izleyen birinci derece yakınlar arasında da söze dökülmeyen bir ayrışma başlamıştı. Bir grup, idamı göze almış davasını savunuyor, diğer bir grup en az cezayı almanın yollarını arıyordu. Aileler arasındaki ayrışma da bundan kaynaklanıyordu. Taylan, "cesur" olarak nitelendirdiği, karizmatik gördüğü kimi adamların oradaki çözülüşlerini görüyor, genç yüreği buna isyan ediyordu. Annesi Adalet Hanım, "Baban bu işten kurtulamayacak..." diye gözyaşı döküyor, ardından, "Eğer orada küçülüp kalsaydı, onurumuzu alaşağı etseydi, bu bizim için daha büyük acı olurdu. Baban, davasını cesaretle savunuyor" diyordu. Annesinin yaşadığı bütün zorluklara karşı gösterdiği direnç, Taylan'in acısına sürülen merhem oluyordu. Bunca yıl, eşiyle omuz omuza yaşayan Adalet Hanım da babası kadar, belki de daha cesur ve güçlüydü. *

*

*

Mustafa, elindeki şırıngayla mutfak tezgâhına dizdiği kavunların suyunu çekerken, Esma onu izliyordu. İğneyi her kavuna defalarca batırıp suyunu boşaltan Mustafa bu işi bitirdikten sonra, dolaptaki büyük votkayı çıkardı ve bu kez şırıngaya çektiği votkayı, kavunlara aşılamaya başladı. Fethi rakı severdi aslında ama, cezaevine alkol sokmanın en pratik yolu buydu. "Fethi çok sevinecek bu sürprize" dedi Mustafa... Esma, çocuklar gibi güldü... O gün ziyaret saatinde gür bir erkek sesini büyük bir şangırtı izledi. Sanıklardan Emekli Üsteğmen Turgut Saltoğlu, bir buçuk yaşındaki kızının cam ve tel duvarlar arkasından kendisine ulaşmak için ağlayıp çırpınmalarını bir süre izledikten sonra, cezaevi yönetimine gardiyanlar aracılığıyla, "Çocuk kucağıma gelmek istiyor. İçeri almama izin versinler" diye haber yollamış, izin verilmeyince de öfkesi denetiminden çıkmıştı. "Bize değil, çocuklara eziyet ediyorsunuz" diye bağırıp, topuğunu kalın cama indirmiş, cam parçalanarak yerlere saçılmıştı... Cam kırıklarının parçaladığı topuğundan kanlar akarken, o cezaevi yönetimine küfretmeyi sürdürüyordu. Olay üzerine cezaevi müdürü koşup gelmiş, Turgut Saltoğlu'nu sakinleştirmeye çalışmıştı. Ama genç üsteğmen kolay sakinleşebilecek bir durumda değildi. Sonuçta, Turgut Saltoğlu'na bir süre ziyaretçi yasağı verildi. Hapishanedeki genç subaylar, her akşam, lider kadrosunu bir koğuşta topluyorlar, memleket sorunlarını tartışıyorlardı. Petrol sorunu nasıl çözülmeliydi, enerji sorunu nasıl hallolmalıydı, toprak reformu nasıl gerçekleştirilmeliydi... Saltoğlu'nun cam duvarları yere indirdiği günün akşamında yapılan forumda belirgin bir gönülsüzlük vardı. Kalabalık, daha küçük gruplara bölünmek üzere erken dağıldı... Votka şırınga edilmiş kavunlar, Fethi için o gün gerçekten de güzel bir sürpriz olmuştu. Genç arkadaşlarını çağırdı, hücresindeki ranzanın üzerine yerleşip, votkalı kavunları kaşık kaşık yediler. *

*

*

Üsteğmen Turgut Saltoğlu, hapishane günlerinde, harekâta katılanların belli bir dünya görüşünde buluşamadıklarını görüyor, küskünlüklerini dile getiremeyen kendisi gibi genç insanların paylaştığı ortak kaderde yerini alıyordu. Onlar, acının, bilinmezliğin, özlemin, öfkenin, korkunun, cesaretin, teslimiyetin, direnmenin, inancın ve daha nice duyguların renklerini taşıyan bir tablonun parçalarıydılar. Duruşmalar ilerledikçe, parçalar yerli yerine oturmaya başlıyor, tablonun adı açık seçik ortaya çıksa da, tanımlaması kolay olmuyordu. Tıpkı tanımlanamayan renkler gibi... Görürsün, ama tanımlayamazsın... Anlarsın ama anlatamazsın... Yorulursun... Gençliğin imdada yetişir, şakalarla oyalanırsın... Duygusal bir teğmen vardı aralarında.. Kararlardan korkuyordu... Üsteğmen Turgut, ölümle oynaşırken, korkuyla dalga geçmenin cazibesine kapılmıştı. Bir başka arkadaşıyla planını kurdu ve oyuna başladı. İkisi bir yandan genç teğmeni, dostça kollarına girip kenara çektiler:

128


"Bak... Akşam gelip bazı isimleri okuyacaklar. Bu gece okunacak isimler idama götürülecek." Teğmenin rengi benzi atmıştı. Oyunları hedefi vurmuştu. “Anca kanca beraber hareket edeceğiz, kalleşlik yok tamam mı? Korkmak ayıp değildir aslında... Belki de en büyük cesaret, inatçı bir korkuya inat, doğru bildiğin yoldan gitmektir... "Tamam... Kalleşlik yok..." Genç teğmenden bu sözü alır almaz, oyunlarının ikinci sahnesi için çalışmaya başlamışlardı. Cezaevi görevlilerinden bir astsubaya birkaç isim vererek, o isimleri gece gelip okumasını istediler. Astsubaydan da "olur"u aldıktan sonra, yataklarına girdiler. İki arkadaş, oyun oynadıkları genç teğmenin iki yanında yatıyordu... Kısa bir süre sonra astsubay, aynı oyundan haberdar bir yüzbaşıyla birlikte koğuşa girdi, elindeki listeden isimleri okumaya başladı. Aniden bir ölüm sessizliği oldu... Şakadan diğer sanıkların da haberi yoktu ve gece yarısı okunan isimler herkeste aynı çağrışımı uyandırıyordu: "Kurşuna dizilmek!" Ölüm sessizliği, yalnızca oyuncu iki arkadaşı değil, oyuna ortak olan yüzbaşıyı da etkilemişti... Onlara döndü, ağlamaklı bir ses tonuyla, "Bir daha böyle şakalar yapmayın" dedi. Bu olayın ardından oyunlar yön değiştirdi. Mamak'ta uykuların saati olmadığı gibi, gençlerin midelerinin de saati yoktu. Gece yarısı uyanırlar, aç midelerinin sesini durdurmanın yolunu ararlardı. Eğer Binbaşı Fethi'ye gelen bir şeyler varsa, zaten sorun yoktu... Onun da gençler gibi saat bilmeyen midesi mi, yoksa yüreği mi bilinmez, gecenin bir yarısı da olsa, gelip gençleri kaldırır, kendisine ne geldiyse, hücrelerin dip tarafındaki masada onlarla paylaşırdı. Fethi, kendisine gelenleri ayrı bir köşede yemek isteyenlerin de korkulu düşüydü... Bir kez sesinin son perdesiyle bağırıp, ziyaretçilerinden gelen yemekleri kimseyle paylaşmadan yiyenleri ürkütmüştü... İdam istemiyle yargılanan ve bu nedenle hücrelerde kalanların karşılarında birer dolapları vardı. Artık oyun, geçmişte rütbe farkından, yanlarına yaklaşmaktan çekindikleri subayların dolaplarından yiyecek aşırmaya dönüşmüştü. Ekibi kurup, hücredekiler uyurken, dolaplarını yoklarlardı. Bu sırada biri diğeriyle göz göze gelmeye görsün, bir gülüşmedir başlardı. Bir gün, ihtilalin başarılması halinde önemli bir makama gelecek olan emekli bir albayın dolabına yavaşça yaklaşıp kapısını açtılar. Onları gülmeye en çok zorlayan şey, emekli albayın titizliğiydi. Ancak, tam dolabın kapısını açtıkları sırada, yumuşak bir ses, yalnızca hareketlerini değil, gülmelerini de dondurdu: 'Ne o çocuklar, karnınız mı acıktı ?" Onlar yaramaz çocukların utangaçlığı içinde verecek yanıt bulamamışlardı ama, emekli albay kalkmış, onlara kendi elleriyle hazırladığı zeytin ezmeli ekmek dilimlerini ikram etmişti... Onca karmaşa içinde gülmelerini hiç kaybetmeyen Üsteğmen Turgut'u bir sabah hüzün içinde görenler ne olduğunu anlamadılar. Konuşmadığına göre önemli, çok önemli bir şey olmuştu ve bu şey çok özeldi... Üsteğmen Turgut, arkadaşlarına hiçbir zaman anlatmadı ama nasılsa yakınındaki birileri anladı... Belki de onu kaybetmeden önce, ondan çok söz etmesinden... Belki de, aniden artık onu hiç anmamasından... Koğuşta geceleri çıkıp, Turgut'la göz göze bakışan bir fare vardı... Belli ki günlerden bir gün hapishane yönetiminin kazasına uğramış, kuyruğunu kaptırmıştı... Bu yüzden ona "Kuyruksuz" adını takan Üsteğmen Turgut, geceler boyu bakıştığı fareyi sevmişti... İnsanın hangi durumlarda, neyi ve kimi seveceğini kim bilebilir? Kimin, en sarsıcı duygularını, hangi bir çift göze, sakınmadan aktardığını kim hesaplayabilir? Üsteğmen Turgut, gecelerden bir gece, dertlerinin sırdaşını bulamayınca meraka düşmüş, ertesi sabah, hapishane yönetiminin kapan kurduğunu ve Kuyruksuz'un gittiğini anlamıştı... İşte, onun şakacı gözlerine basan hüzün, Kuyruksuz'un, bir gece, herkesten habersiz, vedalaşamadan ölüme gidişiydi.

38 Harbiyeli Zeki Yeğin'in kalemi hızla oynuyordu... Çizdiği karikatürlere, kimi zaman küçük, kimi zaman kocaman baloncuklar ekliyor, sonra içlerini dolduruyordu...

129


Burası bir başka sıkıyönetim mahkemesiydi... Harp Okulu'nda kurulan ve bin dört yüz elli yedi Harbiyeli'nin yargılandığı 2 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi... Zeki, duruşmaların başladığı ilk günden beri, ilgisini çeken her olayı, her ifadeyi, sayfalara yansıtarak kendisini rahatlatmaya çalışıyordu. Bir perşembe günü, yazlık haricî elbiselerini giyip, Thompson'lu nöbetçiler arasında, okulun mahkemeye dönüştürülen spor salonuna gitmişlerdi... Sandalyelerde numaraları yazılıydı. Her zaman Harbiye'nin zaferiyle biten maçlarda, neşeli zafer sesleriyle çınlattıkları salon artık başka, bambaşka bir mekâna dönüşmüştü... İfade veren bir arkadaşının karikatürünü çizdikten sonra, onun ağzından çıkardığı balona sözcükleri yerleştirdi: "Kızılay'da dolaştığım zaman beni kimse ikaz etmedi. Hatta, Orduevi'nin önündeki subaylar, bana sportoto sonucu sorar gibi, 'Taraflar nasıl?'dedi." Salondaki gülüşmeye Zeki de katılmıştı... Duruşmalar ilerledikçe, gazetelerin kendileriyle ilgili haberlere yer vermemesi, radyonun ayrıntılar üzerinde durmaması hepsine acı veriyordu... Güneşli ve sıcak haziran günlerini, ancak camdan seyredebiliyorlardı. Kolay değil, bin dört yüz elli yedi Harbiyeli'nin ifadesini almak..… Günler uzuyor, ifadeler bitmiyordu... Zeki, yeni bir öğrenci karikatürüne yeni bir baloncuk çizdi: "Ben general tevkif etmedim ama... Arabaya girdiğimde general içeride oturuyordu... Birlikte okula geldik..." Sonra yeni bir karikatüre yeni bir baloncuk çiziyor, içini dolduruyordu: Orduevi'ndeki subaylar, "Harbiyeli! Rüzgâr ne tarafa esiyor, söyle de yelkenimizi o tarafa açalım?" diye soruyorlardı... Salonda gezen emniyet subayı, tehditler savurarak, gülenlerin ve uyuyanların numaralarını not ediyordu. Yaşadıkları büyük şoka karşın şakalardan, gülmelerden vazgeçmiyorlardı... Ama her zaman değil... Öyle zamanlarda, karikatür çizemeden, yalnızca not almakla yetiniyordu... Bir öğrenci, 21 Mayıs sabahı jetlerin taraması sırasında, beynine mermi saplanan bir arkadaşının kucağında öldüğünü ve iniltiyle son sözünün, "anne" olduğunu anlatınca, hepsinin gözleri yaşarmıştı... Dinleyiciler ise ağlıyordu... Bir başka öğrenci şöyle diyordu: "Bir uçak gürültüyle geçiyordu... Tarıyordu... Saklandık... Dışarı çıktığımda, asfaltın kenarında bir arkadaşım vurulmuştu. Miğferi kanlar içinde parçalanmıştı." Sonra yine karikatürler, yine balonlar, yine gülüşmeler... Harbiyelilerin etrafında en çok dolaştıkları yer Kız Teknik Okulu'ydu ve genç subay adayları ile kız öğrenciler arasında birbirlerine "âşık" olanların sayısı hayli yüksekti... "Efendim... Ben Kız Teknik'in önündeydim. Her zaman gittiğim yerdir..." Bir öğrenci ifade verirken, "Bir evin kapısını çaldım... Kapı açıldı... 'Beni Tanrı misafiri kabul eder misiniz?' dedim, ettiler" diye konuşunca, hâkim dayanamayıp, "Tabiî kabul ederler, silahlı olursan, Tanrı misafiri de ederler" diye yanıt vermekten kendisini alamamıştı... Hâkim bir başka öğrenciye soruyordu: "Başınızda kim vardı ?" "Miğfer vardı efendim..." 1963 yılında Harp Okulu'nda kurulan 2 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi'nde yaşananlar, Zeki'nin kaleminden tarihe aktarılıyordu: "Alarmla uyandım. Parolayı öğrendim. Ak saçlı bir kurmay albay gördüm. Talat Aydemir'miş... Vaziyeti anlamak için Dikmen’de ki evime gittim.Babam bana evde kalmamı tembih etti. Sabaha kadar evde kaldım... Sabah okula geldim... " Hâkim soruyordu: "Baban neci ?" "Subay efendim..." Sorgulamaları haziran ayının sonunda biten Harbiyelilerin tahliye talebi reddedilmişti... Temmuz ayında mahkeme salonunda tanıkların ifadesine başvuruluyordu... Her bir tanığın ifadesinin ardından, Harbiyeliler sıraya giriyorlar ve ifadelere itiraz ediyorlardı. Hele albay rütbesindeki bir tanık, teşhiste bulunurken, karşısındaki generalin işaretiyle yanıt verince, itiraz sırasına girenlerin sayısı rekora ulaşmıştı...

130


*

*

*

Mamak'ta aslî sanıkların yargılandığı 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi'nde ise, camdan duvarları bir topuk darbesiyle tuzla buz eden Turgut Saltoğlu'nun ziyaretçi yasağı bitmişti... Üstelik, bu olayın ardından, on iki yaşından küçük çocukların sanıkların yanına girmesi için de izin çıkmıştı... Sema, en sonunda, cam duvarları aşıp, babasının dizlerinin üzerine oturabildi... Artık, görüşe gitmek için et arabalarına bindiklerinde, "Babaci... Babaci..." diye el çırpıyordu... Annesi bile dokunamıyordu babasına... Ablası ve Ömer Ağabey'i de... Bir tek Öner Ağabey'i, bir de o... Seviyordu işte!.. En çok onu, bir de Öner Ağabeyi'ni seviyordu babası... Nereden bilecekti, bir topuk darbesiyle kınlan cam duvarları... Adını koyamadığı o duygunun yalnızca kendi yüreğinde boy atmadığını nereden bilecekti. Bilmiyor... Sema ne çok şeyi bilemiyor... Haftada bir ne demektir, pazartesi neden çok önemlidir bilmiyor ama, et arabasını tanıyor... Onun kendisini babaya götürdüğünü biliyor... Babasının sıcacık ve güçlü kollan bedenini sarıyor... Ah bir de kavuşmalar kısa, ayrılıklar uzun olmasaydı... Ayrılık saati geldiğinde dayanamıyor, yine ağlıyordu... Sonra yutuyordu ağlamalarını... Ya babasını kızdırırsa, almazsa onu kollarına yeniden? *

*

*

Fethi düşünceliydi... Yine bir ziyaret saati bitmiş, Öner ve Sema'yı öpüp koklamış, dokunamadıklarının kokusu burnunu sızlatmıştı... Sema'nın küçük ellerinin sıcaklığı ise yanaklarında kalmıştı... Yatağa uzanıp, öğle uykusuna teslim olmadan önce, beyninde dönüp duran soru yine kafasına takıldı... Cezaevinde anılarını yazan Albay Aydemir, onları dışarı çıkarmanın yollarını arıyor ama çözüm bulamıyordu. Albayın on iki yaşından küçük çocuğu yoktu ama kendisinin vardı... Ziyaretçiler girişte aranıyor ama çıkışta aranmıyordu... Cam ve tel duvarların arkasındakilere hiçbir şey veremezdi ama Öner ve Sema on iki yaşından küçük oldukları için yanına girebiliyordu... Çocukları çıkışta aranmayacaklar ve albayın anılarını dışarıya çıkarabileceklerdi... Olur mu? Duyguları ile mantığı birbirine karıştı, o karmaşayı düşünce süzgecinden geçirmek için derin bir tartışmaya girişti... Ya çocuklarının başına bir şey gelirse? Zaten kendisiyle birlikte aynı zehri içen ailesi, bir de bu yüzden zor durumda kalırsa? Olmaz!.. İyi ama, bir süre sonra albay da, kendisi de bu dünyadan çekip gideceklerdi ve geriye hangi uğurda can verdiklerini anlatacak bir miras kalmayacaktı. Çocukları küçücüktü daha... Belki onlar bile anlamayacaklardı kendisini... DP iktidarının yargılandığı Yassıada duruşmaları her akşam radyoda yayınlanmış, gazetelerde geniş geniş yer almıştı... Halk, o davada yargılananların savunmalarını kendi seslerinden dinlemişti... Oysa Mamak duruşmaları es geçiliyor, olay küçük gösterilmeye çalışılıyordu... Gerçekleri kim, nasıl bilecek? Ya onlarla birlikte acı çeken, idamla yargılanan gençler? Bu zehri hep birlikte içmiyorlar mıydı? Hem çocukları yakalanacak olsalar bile, bunun bedelini kendisine ödetirlerdi. Yakalanmazlar... Bunca zamandır çıkışta hiçbir arama yapılmadı... Dikkat çekmeden... Parça parça... Bu dava, tarihe, kim yazıyorsa, onun anılarıyla taşınacaktı mutlaka taşınmalıydı... Taşınmalıydı ama...

131


Günlerdir bu karmakarışık duygulardan çıkamıyordu... neydi böyle, nasıl bir durumdu ? Yıllarca, en riskli kararları verirken bile uzun uzun düşünmemişti... O, kararlarını, yaşadığı anın gerçeklerine göre verir, sonra da geri dönmezdi.. Şimdi.. Neyse ne... *

*

*

Fethi kim bilir kaçıncı kez mikrofona geldi, bakışlarını mahkeme heyetine dikti: "Bu işin elebaşısı albay ile benim... Bu ihtilali biz kazansaydık, şimdi sizin yerinizde biz, bizim yerimizde siz olacaktınız. Bizi asın... Çünkü biz kazansaydık, sizi asacaktık. Bu gençler, bize inandıkları için peşimizden geldiler. Bu çocuklara yazık etmeyin. Bizi asın edin, onları bırakın..." Savcı, suçluları derecelendiren bir liste yapmıştı. Birinci sırada albayın adı bulunuyordu. Duruşmaların seyrine göre, listenin alt sırasında olanlar üstlere doğru çıkıyor, üst sıralardakiler de yerini yenilerine bırakıyordu. Fethi, ikinci sıraya yükselmişti. Bu, en ağır cezayı alacağı anlamına geliyordu. Orduda yıllardır cuntalar kuruluyor, ihtilal planları yapılıyor, genç subaylar ihtilale hazırlanıyor, sonra planlar sözlerde kalıyordu. Ta ki, vurucu güç, yani gerçek ihtilalciler bulunana kadar. 27 Mayıs'ta da yaşanan buydu. Eğer ihtilal başarılı olursa, gençler görevlerine döner, kurmaylar kahraman olurlardı. Tersi olursa... İşte şimdi tersi yaşanıyordu... Bir kurmay, elinde vurucu güç olmazsa nasıl ihtilal yapabilir? Dudaklarına çarpık bir gülümseme yerleştirdi: "Savcı bey bizi sıraya koymuşlar, beni ikinci sıraya oturtmuşlar. Kendilerine teşekkür ederim. Fakat, ben ikinci sırada kalacak bir adam değilim, böyle bir durumum yoktur." *

*

*

Harbiyeli Osman, Fethi Gürcan'ı dinlerken, ihtilale giden yolda, 21 Mayıs'ı planlayanların empozesi olmadan kendi inisiyatifleriyle örgütlendiklerini düşünüyordu. 22 Şubat'ta emekli edilen subay ve komutanlar kendileriyle temas aramamış, tam tersine kendileri onlara gitmiş ve bir ihtilal halinde Harbiye'nin arkalarında olacağını söylemişlerdi. Komuta kademesi, hiçbir vaatte bulunmamış, hiçbir söz vermemişti. Üstelik, başarılı olmaları halinde, bir süre ihtilale muhafızlık yapıp, sonra da sınır illerine tayin edileceklerdi. 27 Mayıs'tan sonra onları bu yola sürükleyen nedenlerden ilki, DP zihniyetinin bir daha dirilmemek üzere tarihe gömülmesi gerektiğine olan inançlarıydı. Oysaki, söz konusu zihniyet politik arenada hızla yükseliyor, yeniden dirilişinin ayak seslerini duyuruyordu. Celal Bayar önemli bir isimdi ve yeniden sahnedeydi Onlar DP'ye karşıydılar ama CHP'li de değildiler... Atatürk devrim ve ilkelerinin ayaklar altına alındığını ve sinsi sinsi sıfırlanmaya çalışıldığını düşünüyorlardı. CHP bu gidişi durduramıyordu... Yoksa o da bu sinsi tezgâhın ortağı mıydı ne? 27 Mayıs doğruydu ama eğri gitmişti. Tek düşünceleri, o eğri gidişi durdurmak, böylece ülkeye katkı sağlamaktı. Bunun dışında tek bir beklentileri bile olmamıştı... İşte 21 Mayıs sabahı saat 09.00'a kadar direnmelerinin tek nedeni buydu. Harbiye'de kurdukları örgüt, 21 Mayıs'ı hazırlayanlara organik olarak bağlı değildi. Hiçbir toplantıya çağrılmamışlardı. Bu, komuta kademesinin bir eksiği miydi, yoksa onları "çantada keklik" gördüklerinden mi böyle davranmışlardı ? Kafasını kurcalayan bu soruyu cezaevinde bulundukları sürece de komuta kademesine sormamıştı. *

*

*

Mamak'ta dinlenen tanıklar arasında kimler yoktu ki... Milletvekilleri, eski bakanlar, tabiî senatörler, subaylar, gazeteciler... Duruşmada tanık olarak dinlenen Tabiî Senatör Mucip Ataklı, yargıcın, "Sanıkları tanıyor musunuz?" sorusuna net bir yanıt verdi: "Evet... Hepsini tanıyorum. Bunlar 27 Mayıs'ın çekirdeğini oluşturan kadrodur. 22 Şubatçıların hepsi vatanperver ve memleketin yüksek çıkarlarını daima düşünen insanlardır. Ben hepsini böyle tanıyorum ve tanımaya devam edeceğim."

132


Genelkurmay İkinci Başkanı Memduh Tağmaç, tanık sıfatıyla mahkemeye çıkınca, Harbiyeli Önder, nefesini tuttu... İhtilal gecesi, Fethi Gürcan'dan, Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay ve Kara Kuvvetleri Komutanı Ali Keskiner'i getirmesi emrini aldıktan sonra arkadaşlarıyla birlikte hemen harekete geçmişti. Sunay ile Keskiner aynı lojmanda oturuyorlardı. Önce Sunay'ın zilini çalmışlar, kapıyı açan Bayan Sunay'a paşayı sormuşlardı. Bayan Sunay, kocasının evde olmadığını söylemiş, onlar içeri girip odaları aramaya başlamışlardı, paşayı aramadıkları tek yer ise evin bodrumu olmuştu! Bayan Sunay apartman holüne çıkıp yardım isteyince bu kez Kara Kuvvetleri komutanının oğlu dışarı çıkmış, Harbiyelilerle karşılaşmıştı. "Parola?" Parolayı bilmeyen Kara Kuvvetleri komutanının oğlunu yanlarına alarak dışarı çıkmışlardı. Tam o sırada, Genelkurmay ikinci başkanı, Genelkurmay başkanının evine geliyordu. Karanlıkta önce kim olduğunu anlayamamışlardı... "Parola?" Genelkurmay İkinci Başkanı Tağmaç, hemen geri dönüp koşmaya başlamıştı... Tağmaç, kimlik tespitinin ardından yemin etti ve ifadesine başladı: "O gün resmî bir ziyaretten döndüm. Soyunmuş, yatmak üzereydim. Telefon çaldı. Kışla komutanı tankların harekât alarmı verdiğini söyledi. Genelkurmay başkanını aradım, çıkmadı. Kara Kuvvetleri komutanını aradım, o da çıkmadı. Deniz Kuvvetleri komutanını buldum. Çıktım kışlaya geldim. Radyoda ihtilal bildirisi okunuyordu. Genelkurmay başkanının telefonu cevap vermiyordu. Evine gittim. Yol ağzında biri bana parola sordu. Dikkatle bakınca, Harp Okulu öğrencisi olduğunu gördüm. Parolayı bilmediğim için, olayın mahiyetini anladım. Ani bir kararla geriye döndüm. Bütün gücümle koşmaya başladım. Ardımdan 'Durun!..' diye ihtar oldu. Biri iki adım attıktan sonra iki tüfek patladı. Tüfeğin nereden atıldığını tahmin edemiyorum. Çünkü geriye bakmama imkân yoktu." "Kimin ateş emri verdiğini bilmiyorsunuz..." "Arkamı dönmüş, koşma vaziyetindeydim. Onu tahmin edemem... " Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay'ın eşi de duruşmalarda tanık olarak dinlenmiş, Bayan Sunay, eve gelen Harbiyelileri teşhis edemediğini söylemişti... *

*

*

Bir görüş daha bitmişti... Ziyaretçiler dönüş için otobüse yerleşiyorlardı. Esma, tam oturmak üzereyken, Öner'in, Albay Aydemir'in karısına doğru, "Şadan Teyze, babam size bir zarf yolladı" diye koştuğunu gördü. Hızla yerinden kalkıp, Öner'in ağzını kapadı •• Mahkeme sona yaklaşıyordu ve herkes kendi yakınının en az ceza alması için çaba harcıyordu. Duruşmalarda olayları saklama eğiliminde olanların yakınları ile davayı savunanların yakınları arasında da ayrışma başlamıştı. Onlar, kendileriyle fazla yakın görünmek istemiyorlardı. Böyle bir ortamda, ihbar edilmeleri işten bile değildi... Otobüs tıka basa dolmuştu. Esma, yanma çağırdığı Öner'e "Sus" dedi yavaşça, "sesini çıkarma..." Zarfı Öner'den alıp çantasına attı... "Ben sonra veririm." Öner durumu çabucak kavramıştı... "Anne..." dedi fısıldayarak, "Semoş'un göğsünde de zarf var. O da Şadan Teyze'ye verilecekmiş..." "Tamam..." Esma'nın gözleri bu kez de, küçük parçalara ayırdığı gofret kâğıtlarını bayan polisin başından aşağı döken Ömer'e takıldı... Neyse ki, polis anlayışlı davranıyordu... "Oğlum buraya gel..." Ömer, gözlerinde hınzır bir ifadeyle polisin yanından uzaklaştı ama annesinin yanına da gelmedi. Ah Ömer...

133


Büyük oğlu, her görüşe, babasının ona aldığı sustalı çakıyla gidiyordu. Her girişte aranıyor, çakı yakalanıyor, alıkonuluyor, Ömer çıkışta çakısını teslim alıyordu. Her otobüse binişlerinde kendilerine refakat eden polisleri kızdırmaya çalışıyordu... İçini çekti... Hayat giderek zorlaşıyordu... Geçimlerini Zehra ve Mustafa Ağabeyinin verdiği iki yönlü destekle sağlıyorlardı... Zehra İzmir'den her ay düzenli olarak para yolluyordu... Mustafa Ağabey'i ise her çarşı her pazara iki fileyle çıkar, iki fileye birbirinin aynını koyardı... İki limon oraya, iki limon buraya... Yarım kilo kıyma o fileye, yarım kilo kıyma bu fileye... Biri kendi evine, diğeri... Ağabeyi, kendi çocuklarına verdiği harçlığı, bazen fazlasını yeğenlerine veriyordu... Hepsi bu kadar mı? Fethi'nin de cezaevinde paraya ihtiyacı oluyordu... Mustafa, her görüşten önce, "Şunu Fethi'ye sen ver, benim vermem doğru olmaz" diye eline para sıkıştırırdı. Fethi de hemen o görüşte, paranın bir kısmını Öner ile Sema'ya verirdi. Keşke bütün sıkıntıları geçimle sınırlı olsaydı... Kendi kendisini yiyip bitiren Gülderen'e, sanki bir şey olmamış gibi davranan ve hep "iyi" görünen Ömer'e, gece yarıları "Baba..." diye tutturup ağlama krizlerine giren Sema'ya, babasını dilinden düşürmeyen Öner'e yetmeye çalışıyordu... Bir de kendi özlemi vardı ki.. *

*

*

Albay rahatlamıştı..Fethi’nin kaşla göz arasında Öner ile Sema’nın göğüslerine yerleştirdiği anılarının bir kısmı hiçbir sorun yaşanmadan dışarıya çıkarılmıştı. Artık duruşmalar bitmek üzereydi. Tanıkların dinlenmesi tamamlanmış, sıra savunmalara gelmişti... Mahkeme heyeti, savunmaların ardından bir süre ara verecek, sonra da kararını açıklayacaktı. Duruşmalarda onu en çok etkileyen olaylardan biri, eski arkadaşı Alparslan Türkeş'in ifadeleri olmuştu... Albay, yazmayı sürdürdü: İddianamede en çok dikkati çeken bir husus vardı. O da gece yapacağımız harekât saat 20.00'de hükümete ihbar edilmişti. Mahkeme safhasında sıra Alparslan Türkeş'in sorgulanmasına gelince işin içyüzü anlaşıldı. Meğer ihbarı yapan Türkeş imiş. Saat 20.00'de hükümet ortağı CKMP'den Fuat Uluç'a telefon ederek, "Gene o namussuz Aydemir bu gece ihtilal yapıyor" demiş, durumu CKMP milletvekili Yılanlıoğlu'na bildirmiş. O da hemen CKMP lideri ve başbakan yardımcısı Hasan Dinçer'e, o da Başbakan İnönü'ye bildirmiş. Yani bu suretle hükümet haberdar edilmiş. Ama onlar hiçbir tedbir almamışlar... Her gün Harbiyelilerin ihtilal ihbarlarından bıkıp usanan hükümet, bu ihbarı ciddiye almamıştı... Hükümet erken tedbir alsaydı, bizler kıtalara girerken alınan tedbir ile hunharca öldürülebilirdik. O da Türkiye'de tek lider olarak kalıp gayesi ne ise -hâlâ kapalı bir kutu, bilinmiyor- tahakkuk ettirirdi. Mahkeme safhasında bu durum dinlenen kamu tanığıyla doğrulandığı gün tüylerim diken diken oldu. Tanıktan sonra duruşma hâkimi Türkeş'i mikrofona çağırdı. O da doğrudan doğruya tasdik etti. Artık iyice vaziyet anlaşılmıştı. Mikrofona kalktım, telefon konuşmasındaki "namussuz" kelimesi için, "Kim sarf etmişse teessüf ederim" dedim.

39 2 ağustos 1963. Mahkeme salonunda, gözler Albay Aydemir'e kilitlenmişti. Savunmasını yapacak, son sözünü söyleyecekti... Önce, 1946 yılından başlayarak, 27 Mayıs'a giden süreci anlattı, ardından sessiz ihtilalleri, ihtilal protokollerini değerlendirdi... Savunmasında, gizli kalmış birçok gerçeği ortaya çıkarıyor, kapalı kapılar ardında yapılan toplantıların üzerindeki gizlilik perdelerini kaldırıyordu...

134


Sıra 22 Şubat'a gelmişti: "Ankara'da önümüzde duracak bir kuvvet yoktu. Kan dökülmesin, orduda namlu namluya dönmesin, 'tarihten bu lekeyi sile-meyiz' diye o gece harekâta katılanlar, tek bir silah patlamadan, hayatlarımızı feda ederek harekâtı durdurduk. Haksız yere küçültmeler, bizleri aksine büyütmüş ve ordudan, her sınıf ve rütbeden subaylar tarafından aranmaya ve temas sağlanmaya başlanmıştır. Yapılan bu hatalardan dolayı, 21 Mayıs 1963 ihtilalinin tohumları Silahlı Kuvvetler'e, bizzat ülkeyi yönettiklerini zannedenler tarafından atılmıştır. Silahlı Kuvvetler içinde 22 Şubatçı diye anılanlara karşı geniş bir subay kitlesi, bilhassa genç kuşaklar sempati beslemeye başlamışlardı. O bakımdan Türk ordusunun gövdesinde yüzde doksan sempatizanımız mevcuttur." Albay, sakin ses tonuyla, savunmasını sürdürüyordu: "27 Mayıs 1960 ihtilalini yapan şerefli ordunun şerefli mensupları, hazırlayıcıları bugün karşınızda sanık durumundadırlar.Ardından 27 Mayıs'ı izleyen sürece geri dönüyordu: "Bizdeki politikacıların bir kısmı, darağaçları kurarak üzerinde nutuklar çekti.Her vesileyle orduyu tahrik etmek, ona sövmek, bir devrin yağmacılarını masum göstermek, irticai istismar etmek suretiyle Meclis'e en kısa yoldan girmek istedi. Bu alanda başarılı olundu. CHP ise aslında hiçbir fert, zümre veya parti lehinde yapılmadığı açıklıkla ifade edilen ve yalnızca milletin mutluluğuna yönelmek isteyen 27 Mayıs'ı kendisine mal etmek çabası içindeydi. Bu karşılıklı tahriklerle Türk milletini iki düşman kampa ayıran uçurum giderilecek yerde, büsbütün derinleşip, kemikleşmeye başlamıştı. Aynı zamanda seçim, oy ve sandalye endişeleriyle Türk milleti ile kendi öz evlatları olan Türk ordusunun arası tarihte ilk defa olarak açıldı. Bu durum Türk ordusunun şerefli mensupları üzerinde büyük bir elem ve endişe yaratıyordu. Anayasa'nın emrettiği reformları sevk etmesi, Türkiye'nin çeşitli problemlerini halletmesi beklenen Meclis'in en önemli meselesi bir yağma ve vurgun devrinin sanıklarının affedilip edilmemesi veya affın uygulanış şekliydi... Demokrasi çoğunluğu sağlamak değil, ruh ve anlam olarak halkın çıkarlarını yerine getirecek olan kurumları oluşturmak ve işletebilmektir. Demokratik düzenin tabiî parçası olan partilerin binaları yıkılır, olumlu işlerin yerini kısır çekişmeler alır ve sunî buhranlar yaratılırsa; bütün bu bozuk yollardan gelen hükümet, bunların seyircisi, teşvikçisi olursa; bu yollarla doğmuş bir Meclis de bunlara razı olur. Muhalefetiyle, iktidarıyla, yurttaşların hayret bakışları altında bir gün sarmaş dolaş, canciğer, öbür gün can düşmanı olur. Ama her durumda, oylarını aldıkları halka karşıdırlar. Gün olur Meclis ordunun karşısına, gün olur ordu Meclis'in karşısına çıkarılır ve gün olur 22 Şubat'ta ve son olaylarda olduğu gibi ordu kendi içinde birbirine karşı çıkarılır." Albay, 21 Mayıs harekâtına, Başbakan İnönü'nün 15 mayıs 1963'te verdiği demeç üzerine karar verdiklerini söylüyordu... Ona göre, İnönü'nün konuşmasında can alıcı noktalar vardı... Başbakan, "Durum çok vahimdir" demiş, "üç gün içinde Türkiye'de her şey olabileceğini" ve "olayları güçlükle önleyebileceğini" söylemişti. Bunun derin anlamları vardı ve değerlendirmesine göre, İnönü istifa etmeye niyetli olabilir, Meclis'i hukukî yollardan feshetme çareleri arayabilir ya da askerî liderlerin baskısı altında kalmış olabilirdi: "Silahlı Kuvvetler içinde yaptırdığım sondajlarda da birinci gerekli bilgiyi almıştım. Kumanda kademesinin hiyerarşik sisteme tâbi olarak yapılmasını arzu ettiği bir askerî müdahale, esasında memlekete felaket getirecekti. Bu askerî müdahalenin yapılması da zaten şarta bağlıydı... Şart şuydu: İnönü ölürse veya istifa ederse, iktidar AP'ye bırakılmamak için hiyerarşik sistemde bir ihtilal... Askerî hazırlıklar buna göre yapılmıştı, her şey malumumuzdu. Bu Türkiye için tehlikeliydi..." 22 Şubat olaylarına kadar, hiyerarşik bir darbede ısrar eden albay, nasıl olmuştu da geçen süreçte hiyerarşik ihtilali tehlike olarak görmeye başlamıştı? O, bu tehlikeleri birkaç maddeyle anlatıyordu... Memleketin yüzde sekseni CHP'nin karşısındaydı. Onun lehine yapılacak bir ihtilal, halkın büyük bir kesiminde tepkiye yol açacaktı. Üstelik, Silahlı Kuvvetler'deki genç kuşakların büyük bir kitlesi kendi yanlarındaydı. Harekât yapılırken, kendilerine bağlı genç kuşak ya üzerinden atlayacak ya da ihtilalciler yeni bir ihtilalle ortadan kaldırılacaklardı ve her ikisi de çok kanlı olacaktı... 21 Mayıs'ın harekât planını bütün isimleri ve ayrıntıları vererek anlatan albay, kimlerin görevlerini yerine getirdiğini, kimlerin ihanet ettiğini de açıklıyordu. İhtilalin başarılı olamamasının tek nedeni ise Radyoevi'nin bir saat içinde el değiştirmesi ve Yarbay Ali Elverdi'nin yaptığı ihtilal karşıtı anonslardı:

135


"Bu anons üzerine harekâta katılan kıtalardaki bazı subaylar demoralize olarak kıtalarını ve silahlarını terk etmişlerdir. Harekâta katılacak bazı birlikler, garantili hareket etmek için civardaki kıtaların kendilerinden önce çıkmalarını beklemişler, harekât planına göre verilen hedeflere gitmekten çekinmişlerdir. Hele İstanbul'daki kıtalar, katılmak için işi tamamen garantiye almışlardır." Albay, 21 Mayıs sabahı güneş doğduktan sonra kalkan uçakların havadan ateş açması için hiçbir neden olmadığını da anlatıyor, "Tarihte ilk defa Kara Harp Okulu bu iki uçak tarafından makineli tüfek atışlarıyla taranmıştır" diyordu: "Adlî tıp raporlarının incelemesinde şehitlerin yüzde doksan dokuzunun Hava Kuvvetleri uçaklarının 17,2'lik makineli tüfek mermileriyle vuruldukları anlaşılmıştır." 22 Şubat'ı, "Oluk oluk kan akacaktı" diye durduran, 21 Mayıs ihtilali için, "Hiyerarşik ihtilal olursa çok kan dökülecekti" kaygısıyla düğmeye basan, kendisine bağlı gençlere, "Mecbur kalınmadıkça ateş edilmeyecek" emri veren; o gece, başarısızlığının tek nedeni olarak gösterdiği ve radyoda ihtilal karşıtı anonsları yapan Yarbay Ali Elverdi'yi Harbiyelilerin elinden linç edilmekten kurtaran albay, bu konudaki tavrını da olabilecek en net şekilde anlatıyordu: "Bizler ihtilalci idik. Ama kana, cana susamış ihtilalci değildik. Kardeş kanı dökmek için ayağa kalkmamıştık. İsteseydik, gerek 22 şubat 1962'de ve gerekse 21 mayıs 1963'te Ankara'da taş üzerinde taş bırakmaz, derya gibi de kan akıtırdık... 21 mayıs 1963 gecesi, güneş doğuncaya kadar mecbur kalınan yerlerde ateş teatisi olmuştur. Ama zannetmiyorum ki, bir ölü veya birkaç yaralıdan ileriye geçmemiştir. Acaba kara ordusu mensupları ellerindeki silahları kullanmasını mı bilmiyorlardı? Asla! Kendilerine verdiğim, 'Mecbur kalınmadıkça -o da ancak nefsi müdafaa halleri hariç- hiçbir şekilde ateş açılmayacak' emrime harfiyen uymuşlardı. Mecbur kaldıkları zaman dahi namlularını ekseriya havaya tutmuşlardır. Yoksa sabah binlerce ölü ve yaralı olması gerekirdi. Bizler iyi niyetli ve medenî ihtilalciler idik. Genç subaylar, 'Albayım, kansız ihtilal başarısız olur. 22 Şubat'ta kimseye kıymadınız. Bu sefer böyle hareket etmeyelim' diye yalvarırlardı." Sanık sırasındaki Harbiyeliler, albayı dikkatle dinliyorlardı... Ne 21 Mayıs öncesi ne de 21 Mayıs'tan sonra cezaevinde onunla ilgili yapılan aleyhte propagandalardan etkilenmişlerdi. Hakkında yayılan dedikoduların onu ne kadar üzdüğünü de biliyorlardı. Sonuna kadar inandıkları komutanlarının yurtseverliğinden, Atatürk ilkelerine bağlılığından, mertliğinden, cesaretinden, içtenliğinden, vefasından ve iyi niyetinden hiçbir zaman kuşku duymamışlardı... O iyi bir komutan, müthiş bir örgütçüydü... Ama iyi bir ihtilalci olup olmadığı sorusunun yanıtını aynı rahatlıkta veremiyorlardı. Albay, savunmasında kendisine yönelik eleştirilere de içtenlikle yanıt veriyordu: "Bizler, 27 Mayıs'ın hazırlayıcısı, yapıcısı ve koruyucusuyduk. 1956 senesinde bu dava için baş koymuş ve yemin etmiştim. Eserin yıkılışı ve hedefinden uzaklaştırılması, hele intikam hisleriyle her gün biraz daha tahrip edilmesine, türlü türlü siyasî kombinezonlarla inkâr edilişine seyirci kalamazdım. O zaman aslımı inkâr etmiş olurdum. Gerek orduda iken, gerekse ordu dışında iken Silahlı Kuvvetler içinde, genç kuşaklarda meydana gelen infialleri güçlükle önleyebilmiş ve patlak verdiği anlarda idare etmeye muvaffak olmuşumdur. Bizler, Silahlı Kuvvetler'de olsun, dışarıda olsun memlekette infilak etmekte olan mermilerin şuurlu tıpaları idik. Bu tıpalar mermilerin üzerinden şimdi alınmıştır. İşte geldik gidiyoruz... Hizmetimizi tarih sayfaları ya takdir eder ya lanetler. Harekât başarılı olsaydı, 27 Mayıs 1960 ihtilalinin memlekete getirmiş olduğu bütün hatalar parti parti düzeltilecekti. Memlekette huzursuzluk kaynakları kurutulmaya çalışılacaktı. Gerçek demokrasiye gidiş yolları açılacaktı. Memleketin birinci planda ana davası olan kültür ele alınacak, vatandaşları gericilerin ellerinden kurtarıp, okuma yazma oranını artırmak için her çareye başvurulacaktı, iktisadî ve sosyal reformların yapılması esastı. Emekli olduktan sonra temas ettiğim bütün şahıslara, kısmet olur tekrar orduya dönersem veya bir ihtilal neticesi başarılı olursam, beni Harp Okulu kumandanlığından başka bir yerde göremeyeceksiniz diye söz vermiştim. Hayatta şimdiye kadar verdiğim bütün sözleri yerine getirmiş, protokollere koyduğum imzaların hakkını vermiş bir insanım. Bu sözümü tutmadığımı gören olursa, ilk gün gelsin beni vurup temizlesin diye herkese, bilhassa genç subaylara açık bono verdim." Albay, uzun savunmasında hiçbir noktayı unutmuyordu: "Bazı siyasîler, kurmay subaylar, İsmet Paşa tarafından, benim ve yakın arkadaşlarım için kullanılan ifadeler var..."

136


Albay, bütün bunlara da tek tek yanıt veriyordu... Önce, Harp Okulu öğrencilerini aldattıkları suçlamasıyla başladı: "Ben hiçbir zaman hayatta kimseyi aldatmadım. Belki beni aldatanlar çok olmuştur. Fakat Harp Okulu öğrencilerine benim için İsmet Paşa tarafından söylenen bu söz ciğerime çökmüştü... 22 Şubat'tan hemen sonra Harp Okulu öğrencileri, Taksim Abidesi'ne koyduğu çelenkte, 'Harbiyeli aldanmaz' diye İsmet Paşa'ya en iyi cevabı vermişti. Bunun böyle olmadığını 21 Mayıs 1963 ihtilalinde bütün gözler gördü. Ben emekli bir albaydım. Ama bu kez yalnızca Harp Okulu'nu değil, Ankara'da ve İstanbul'da Türk ordusu birliklerini arkamdan sürükledim. Bana ve 22 Şubatçılara inanmasaydılar, bizlerde bir meziyet ve fikir görmeseydiler, bu kıtalar ihtilal için kalkarlar mıydı? 27 Mayıs'tan sonra ordudan atılan generaller de dâhil yedi bin subay emekli olmuştu. Acaba Türk Silahlı Kuvvetleri'ndeki subaylar neden onların peşinden gitmemişlerdi de, avuç denecek kadar az bir 22 Şubatçı kadrosunun bir işaretiyle seve seve ölüm yolculuğuna çıkmışlardı? 21 Mayıs 1963 harekâtı için 'Harbiyeli aldanmaz' parolasını kasten seçtim. 21 Mayıs 1963 tarihinin de bence önemi vardı. Üç yıl önce Kara Harp Okulu'nun 27 Mayıs 1960 öncesi Ankara'da kitle halinde yürüyüşünün üçüncü yıldönümüydü..." Albay, "Talat'ın üç buçuk adamı" tanımlamasını kullananların mahkemede kamu tanığı olarak dinlendikleri sırada nasıl birer sahte kahraman olduklarının ortaya çıktığını söylüyordu: "Gelelim, İsmet Paşa'nın 'şerefsiz sergüzeştçiler' sözlerine... Adnan Menderes en kudretli devrinde başbakanlık yaparken, asil Türk ordusu için, 'Battal Gazi ordusu... Ben bu orduyu yedek subaylarla idare ederim' diye, ordu personeline hakaret etmişti. İşte o zaman bizler daha gençtik. Bu cümle ciğerlerimize işlemiş, ihtilalci hareketlere seve seve katılmış ve her türlü mücadeleyi göze almıştık... Bu tek cümle orduda, genç kuşaklarda uyanma için büyük bir kırbaç etkisi yapmıştı. DP artık bu devirden sonra ordunun desteğini kaybetmeye başlamıştı. Şimdi düşünün, 21 Mayıs 1963 ihtilali için silaha sarılan gene şerefli Türk ordusudur. Devrin başbakanı İsmet Paşa, hem de eski bir ordu mensubudur. Türk ordusunun mensuplarına 'şerefsiz sergüzeştçiler' demekten kendisini alamıyor. Bu iki kelimeyi, benim ve arkadaşlarımın isimlerini vererek sarf etseydi belki mesele yoktu. Ama umuma söylenmesi her şeyi bitirmiştir..." Albay, 21 Mayıs öncesi Fethi Gürcan ile Silahlı Kuvvetler içindeki kuvvet dökümlerini yaparken, en yakın arkadaşlarının bile onlara inanmadıklarını anlatıyor, en zayıf yer olan Ankara'da, kıtaların hükümete sadık komutanların altından nasıl hareket ettiklerinin apaçık görüldüğünü söylüyordu: "İnanmamış insanlar kolay kolay başarısızlık anında karşılığı ölüm olan bir yolda, 22 Şubatçı emekli subayların kumandası altında çıkmaz ve asgarî beş, azamî dokuz saat çarpışmaz... Bunun aksini iddia edenler ancak kendilerini aldatırlar..." Albayın savunması ilerledikçe, salondaki heyecan katsayısı da artıyordu... İhtilalci kadroları belirlerken aldanmış olabileceğini söyleyen Albay, gelecekteki ihtilal tahminlerinde ise yanılmadığını iddia ediyordu: "Hedefine varamamış ihtilaller, yüzde yüz, aralıklarla tekrar edilir. Canlı örneği, 27 Mayıs ihtilali sonrası, 13 kasım 1960, 6 haziran 1961, 22 şubat 1962, 21 mayıs 1963 ve gelecekte x günü..." Sisteme yönelik eleştirilerini sürdürürken, onu ihtilal fikrine iten nedenleri de dile getirmiş oluyordu: "Siyasî partileri Türkiye'de finanse edenler, köyde ve kasabada ağalar, küçük ve orta illerde eşraflar, büyük illerde sermayedarlar ve patronlar oldukça, vatandaşın serbest seçimle oy kullanmasına imkân yoktur. TBMM'ye gelenlerin, seçimler sırasında harcadıkları paralarını kurtarmak ve gelecek devre seçimlere hazırlık olmak üzere yapılan nüfuz ticaretiyle elde edilen meblağ hariç, idarî, ticarî devlet mekanizması dejenere edilmektedir. Bu demokratik denilen sahte rejimle memleket sonsuza kadar idare edilemez. Devletin Anayasa'sı ve kanunları dururken, devlet faşist sistemli protokollerle idare edilmektedir... Taviz politikası, statükoculuk, oy almama korkusuyla gericilik müsamahayla karşılanmakta ve hatta teşvik edilmektedir. Memleketteki aşın cereyanlar önlenememektedir. Kürtçülük probleminin bu tutumla halledilmesine imkân yoktur. Halk güvenliği için iline göre yer yer silahlıdır ve silahlanmaya da hızla devam etmektedir.

137


Büyük şehirlerimizi sarmış olan gecekondu davalarının halledilmesine bugünkü hükümet idaresinin anlayışıyla imkân yoktur. İleride kötü ideolojilerin yer etmesiyle Türkiye için en büyük tehlike kaynağı oluşturacaklardır." Albay, eleştiri oklarını mahkeme heyetine batırmaktan da çekinmiyordu: "İddia makamı, bu harekâta katılmış insanları, canı isterse sanık olarak getirip parmaklıklar arkasında yargılıyor, canı isterse tanık olarak getirip dinletiyor. Bunu kamu şahitlerini dinlerken çok belirgin bir şekilde gördüm. Burada sanık olarak bulunanlardan yüz bir kat suçlu olan, kamu şahidi diye dinlenen insanlar, bir kahraman edasıyla, kollarını sallaya sallaya salonu terk ederken, iddia makamının da bizler gibi seyirci kaldığını, hatta getirmiş olduğu kamu şahitlerinin baştan aşağıya uydurma şahadetlerini dinledikten sonra, haklarında en ufak bir kanunî işlem yapmak için harekete geçtiğini görmedim." Albay, yargılamanın büyümemesi, sanıkların çoğalmaması için çaba harcandığını da söylüyor ve bütün salonun nefesini tutarak dinleyeceği konuşmasının son bölümüne doğru yol alıyordu: "Yargılama sırasında, senatör, milletvekili, çoğu yüksek subayı, kamu ve savunma tanığı olarak dinledim. Çok kolaylıkla gerçeklerden uzaklaşabiliyorlar. İşlerine gelmeyen konuları hatırlamadıklarını beyan ediyorlar. Olmayan olayları hayallerinde yaratıp, bazı sanıkları en ağır şekilde, vicdansızca suçlayıp, kahraman kesiliyorlar. Kendi suçlarını kolaylıkla başkasının üzerine bırakabiliyorlar... Bütün bunları gördükten sonra, hisli bir vatandaş olarak Türkiye'de yaşamaya imkân var mı? Hak ve adalet uğruna çarpışmalarda ümit kalır mı? Onun için şahsen bu gibi haksızlıkları göre göre yaşamak istemiyorum... Üç nedenden dolayı ölümü tercih ediyorum..." Sanıklardan dinleyici sıralarına, mahkeme heyetinden güvenlik güçlerine kadar herkesin yüzünde müthiş bir bekleyiş vardı... "Bir fikre bir ideale inanmıştım. Bunun sürükleyicisiydim. Bu uğurda inandığım bir dava olduğu için 1956 yılında baş koymuştum. Artık verme zamanı gelmiştir. Çünkü, bir lider kendisine inanıp arkasından gelenlere, bir fikir uğrunda gerektiğinde nasıl ölüneceğini göstermelidir ki, geriden süren kökler, bu fikrin, bu idealin sönmemesi için çalışsınlar ve amaçlarına ulaşabilsinler. İşte bu görev de, bu anda bir lider olarak bana düşüyor... İkincisi... Bu ideal uğrunda şimdiye kadar benimle birlikte çalışan bazı arkadaşlarımın, büyük olaylar ve büyük tehlikeler karşısında nasıl sarsıldıklarını, mahkeme huzurunda, mikrofon başında nasıl küçüldüklerini gördüm. Kimlerle ölüm yolculuğuna çıktığımı anladım, manen yıkıldım... Üçüncüsü... Türkiye'nin kalkınması, vatandaşlarımın gerçek anlamda hukuk düzeni içinde yaşayarak refaha kavuşması, çağdaş devletler seviyesine yükselmesi için, hiçbir karşılık beklemeden hizmet etmek üzere 1956 senesinden beri en tehlikeli mücadelelere girdim, göğüs gerdim... Başarılı olamadığım gibi, halen de Türkiye'de değişen bir şey de göremedim. Memlekette gününü gün etme zihniyeti devam ettikçe, bunun da geçekleşeceğine artık inanmıyorum. Bu şartlar içinde yaşamayı fuzulî görüyorum. Ölümden hiçbir zaman korkmadım. Şimdi de korkmuyorum. Hayatta şerefimle yaşadım, şerefimle mücadele ettim. Yılmadım... Evlatlarıma bırakacağım en kutsî miras da eğilmeden, şerefinden kaybetmeden ölmektir. Onun için mahkeme heyetinden hiçbir talepte bulun-mayacağım..." Albay, savunmasını bitirdiğinde, sessizliği ve hareketsizliğiyle bir fotoğraf karesini andıran salon ağır ağır dalgalanmaya başladı, sonra yeniden bir fotoğrafa dönüştü... *

*

*

Bakışlar bu kez, mikrofon başındaki uzun boylu, çelik bakışlı adama kilitlendi... Mamak mahkemelerinde heyecanla izlenen Fethi Gürcan'ın son sözleri merakla bekleniyordu... O, duruşmalar boyunca, suç olarak değerlendirilen fiillerini en ince ayrıntılarına kadar anlatmış, fikir karargâhında yer alıp da yan çizen arkadaşlarıyla tartışmış, kimi tanıkları, sorduğu sorularla zor durumlara sokmuştu... 20/21 Mayıs hareketinin eylem lideri, savunmasını, hareketin meşruiyeti üzerine kurmuştu. Çıkış noktası ise 27 Mayıs ihtilalinin getirdiği Anayasa'ydı: "Biz haklılığımızın savunmasını modern devlet görüşünde bulmaktayız. Bu görüşe göre, devletin bir fonksiyonu ve bu fonksiyonu gerçekleştirmek için de bir otoritesi vardır. Bu fonksiyonun amacı, halkın mutluluğunu sağlamaktır ve bu mutluluk sağlandığı sürece meşru bir

138


devlet otoritesi var demektir. Yoksa bu otorite gökten inmemiştir. Bu itibarla kanunlar ve devlet müesseselerinin verdiği her türlü hukukî emirler, özü itibariyle bu amaca karşı olamazlar. Aksi takdirde meşru değillerdir. Türkiye politikasını yönetenler, parlamentosuyla, hükümetiyle halka ve gerçek halk hâkimiyetine karşıdırlar. Bizim hareketimizin meşruluğu, onların hareketlerinin gayri meşruluğundan doğmaktadır. Türk halkının kaderi tarih boyunca aldatılmışlığın bir serüvenidir. Tanzimat'ta hayatı değişmedi, Birinci Meşrutiyet onun dışında bir hareketti. İkinci Meşrutiyet çilelerine yeni acılar ekledi. Bütün bunlardan sonra Kurtuluş Savaşı, Türk milletinin bağımsızlık azminin şuurlu şahlanışı ve Atatürk devri, halkın kendi kişiliğini idrake hazırlayış yıllarıydı. Bunu, halkın yeniden aldatılışı olan çok partili devir takip etti. 27 Mayıs hareketi aslında belirli bir statükonun tayin ettiği sosyal sisteme mi karşıdır, yoksa sadece o statüko içinde, Anayasa dışı hareketlerde bulunduğu kabul edilen birkaç kişiye mi karşıdır? Eğer statükoya karşı değilse, millî iradenin gerçekleşmesine sadece birkaç kişinin engel olduğu faraziyesine dayanmaktadır. Bu çok sübjektif, iptidaî, ilim dışı ve romantik bir hükümdür. Gerçekte kişilerin hareketleri büyük ölçüde statüko tarafından tayin edilir. Aslında 27 Mayıs öncesinde millî iradeyi saptırdığı sanılan şahısların hareketleri sebep değil neticedir. Şu halde 27 Mayıs ve ondan sonrası, bu gibi şahısların çıkmasına engel olacak değişiklikleri ve devrimleri acaba getirebilmiş midir ? Bunlar yapılmadığı müddetçe, 27 Mayıs'ı hazırlayan sebepler halen mevcut demektir ve gerçekte halkın iradesinin tecellisine imkân bırakılmamaktadır. O engellerin kalkması, kişileri yok etmek ya da ağızlarını tıkamakla değil, devrimlerin, reformların yapılmasına bağlıdır. Bu reformlar gerçekleştirilmemiş, yani halkın gerçek iradesi ile devletin tutumu arasında ayniyet kurulamamışsa, 27 Mayıs öncesi için ileri sürülen meşruiyetsizlik iddiaları bugün de temelde aynı değeri taşıyor demektir." Fethi Anayasa'da yer verilen "sosyal devlet" ilkesi üzerinde ısrarla duruyor ve 27 Mayıs'tan itibaren fiilî rejimin Anayasa maddelerini savsakladığını ya da yok saydığını söylüyordu: "Parlamento, 15 ekim seçimlerinden sonra Anayasa'nın amir bulunduğu sosyal ve ekonomik engelleri kaldırmak, millî iradenin yollarını açmak yerine, ödeneklerini artırmak çabası içinde çalışmaya başlamıştır. Parlamento, Anayasa'nın emrettiği reformların yapılması ve ilkelerinin gerçekleştirilmesi görevlerini yapmakta Anayasa'nın devrimci ruh ve niteliğinden yoksun kalmıştır. Halk adına, halk için politik kararların alınacağı Meclis'in üstünlüğü cumhurbaşkanı ve başbakan seçimi, çalışmaz ve işlemez görülen Meclis'in sık sık orduyla tehdit edilmesi, gerçekte Meclis'e ciddi hiçbir reformcu teklifle gelmemiş olan hükümetin, Meclis'e karşı kişisel tahakkümü değil de nedir? Bu tehditleri savuranların halk adına haklı olabilmeleri, halka gerçekten yararlı tasarılarla Meclis'i çalışmaya zorlamaları halinde kabul edilebilirdi. Meclis'i orduyla tehdit edip Parlamento'da hâkimiyet kurmak çabasında olanlar aslında kişisel tahakkümleri peşinde koşan demagoglardan başka bir şey değildir. Elbette partiler, demokratik hayatın kaçınılmaz unsurlarıdır. Kaçınılmaz bir husus da partilerin, oylarını aldıkları kitlenin iradesiyle aynı yönde hareket etmeleridir. Başka bir ifadeyle, partiler ile temsil ettiklerini iddia ettikleri halk iradeleri arasında bir ayniyet bulunmasıdır. Bu ayniyet olmayınca meşruluk kendiliğinden ortadan kalkmakta, Türkiye'de gördüğümüz aldatma ve uyutma başlamaktadır. Böylece ulusal irade katledilmektedir. Hem bu ayniyetten bahsedilip hem de şef hâkimiyeti hüküm sürüyorsa, halk ile Parlamento arasında ayniyet nasıl olacaktır? Garip olan, Türkiye'de demokrasiye karşı bulunanların da demokrasiden bahsetmeleridir." Fethi'ye göre devrimleri ve halkçılığı kendi çıkarları karşısında gören politik, ekonomik ve sosyal menfaat grupları vardı: 'Anayasa'nın klasik hürriyetleri yanında, ulusal iradenin tecellisi için adeta emrettiği sosyal ve ekonomik hakların, halk tarafından elde edilmesini sağlayacak reformlara kimler engel olmaktadır? Toprak reformu, vergi, eğitim reformu ve diğer reformlar aleyhinde çalışanlar kimlerdir? Bunların kimler olduğu hakkında Türk halkoyunda, bu arada sayın yargıçlarda inancın tam olduğundan şüphemiz yoktur. Birçok çevrelerce ısrarla propagandası yapılmasına rağmen uyutucu, aldatıcı, vaat edip unutturmaya çalışan CHP'nin yöneticileri bu gruplara dahildir." "Vatana ihanet'le suçlanmayı hiçbir zaman kabul etmemişti. Ne yaptıysa, "vatana hizmet" etmek amacıyla yola çıkmıştı: "Kaderine bırakılmış Anadolu'da küçük topraklar büsbütün küçülürken, büyük toprakların daha da büyüdüğünü görüyoruz. Hele yaşamak, barınmak imkânından gittikçe mahrum kalan bu

139


halk kitlelerinin büyük şehirlere akarak, hemen de yarısına yakın kısmını kaplayan gecekondu inşaatının yasaklanmasını isteyen yönetici zihniyet, Türkiye'nin davalarını anlamanın ötesinde olanların zihniyetidir. Bugünkü tutumla gecekonduların artmasının kaçınılmazlığını anlamayanları ve onların getirdiği problem karşısında anlayışsız olanları, özellikle bu gibi konulara derinden bakanları tarih önünde itham edenleri, tarih önünde en büyük vatan haini olarak gösteriyoruz. Çünkü inanıyoruz ki temel reformlar, bu ve diğer konuların önüne geçtiği takdirde meselelerimiz çözülecektir. Daha açık bir ifadeyle, netice yerine sebeple uğraşıldığı takdirde çözülecektir. Anayasa'nın sosyal devlet prensibini, sosyal adalet ilkesinde buluyoruz. Daha doğrusu bu ilkenin geri kalmış bir memleket olduğumuz için, sosyal adalet için kalkınmak prensibinde kristalleştiğini görüyoruz. Oysa, kamu hizmetleri ve kalkınmayı sağlayacak olan vergiler geniş halk kitlesine yüklenmiştir. Şimdi Anayasa'nın bazı maddelerinden söz edelim: Madde 61 - Herkes kamu giderlerini karşılamak üzere malî gücüne göre vergi ödemekle yükümlüdür. Yalnız bu madde bile açıkça göstermektedir ki, Parlamento ve hükümet Anayasa'ya karşı tutumdadır. Ekonomik ve sosyal münasebetler bakımından Parlamento'nun ve onun sorumlu hükümetinin, Türk ulusunun bağımsızlığı bir yana, uluslararası hukuka dahi aykırı olan Kromit olayındaki tutumu hayrete şayandır. Olay, bir dava konusu iken, yerli bir firmanın bir Amerikan firmasına olan borcuna ait bir anlaşmazlığı, mahkemelerde halletmek yerine Parlamento'da karar aldırıp ödemesi, zaten adil vergileme altında bulunmayan halka yüklemesi, utanılacak bir olay değil de nedir? Amerikalıların yardım yaptıkları memleketlerden özel alacaklarını tahsil edebilmek için çıkardıkları bir kanuna dayanarak yapılmış bir Amerikan talebi karşısında Türk hükümetinin bir itirazı olmuş mudur? Olay sırasında bazı şikâyetlere karşılık böyle bir tutum açıklanmadığına göre itiraz yok sayıyoruz. Ve iddia ediyoruz ki kapitülasyonların ekonomik ve politik sonuç olarak millî bağımsızlığımızı ve haysiyetimizi nasıl darbelediğini bilen bizler, bugün burada bu yöneticilerin nereden nereye geldiklerini büyük üzüntüyle gördük. Bütün bunların altında nüfuz ticareti, soygunlar, akraba kayırmaları yatmakta ve ekonomik, politik münasebetleriyle, basınıyla, diğer müesseseleriyle halkın gerçek iradesinin dışında hatta karşısında kalınmaktadır. Şimdi soruyoruz: bu şartlar altında 27 Mayıs öncesi statükoyu korumak, hatta restore etmek rolünde olan başbakan ile Parlamento, büyük halktan yana mı, yoksa onun karşısında mı ? Politikası böyle, ekonomik tutumu böyle olan bir yöneticiler kadrosunun Türk yurduna armağanı, sadece sosyal dengesizlik ve huzursuzluk olacaktır. Soruyoruz: bu dengesizlik ve huzursuzluk artmakta mıdır, ağırlaşmakta mıdır? Bunları giderecek gerçek tedbirleri almak yerine sonuçlarla uğraşan kadro vatan ihanetinin içinde midir değil midir? İşte biz ulusal iradenin gerçekten tecellisi için, ona engel olan politik, ekonomik ve sosyal münasebetleri ulusun çoğunluğu lehine ortadan kaldırmak istiyorduk. Bu münasebet yarın mutlaka koparılacaktır. Bu koparmayı kimlerin aracılığıyla yapacaktık ? Kafasıyla yeni nesil, Atatürk'ün Cumhuriyeti emanet ettiği, aslında halkın mutluluğunu sağlamayı tavsiye ettiği gençlikle yapacaktık. Bugün imkân verilmeyen, israf edilen yeni nesille yapacaktık. Daha doğrusu onlar yapacaktı. Bu şüphesiz dar anlamıyla gençlik değil, yurdun her yanında, her kesiminde, düşüncesiyle ve yapıcılığıyla devrimci olan zinde güçtür." Bütün savunmasını, hareketin meşruluğuna dayandırdığından, 'Ölmeyi tercih ediyorum" diyen albayın tersine, "beraatını" istedi: "Yukarıda özü meşruiyete dayanan savunmamız hafifletici sebep bulma çabasını ifade etmez. Onlar haklılığımız, daha doğrusu meşruluğumuzun kısa ifadeleridir. Bu nedenle tarihî mahkemeden, tarihî beraat kararını istiyoruz. Fakat asıl beraatı, tarihin hükmüne bırakıyoruz."

40 5 eylül 1963. Herkes eteklerindeki taşları dökmüş, duruşmalara ara verilmesinin ardından geçmek bilmeyen günler, uykusuz geceler tükenmişti... Artık o sabahtaydılar... Kararların okunacağı sabahta... Soluklar tutulmuş, gözler mahkeme heyetine kilitlenmişti. İhtilalcilerin rütbeleri olmadığı gibi, kararların da rütbesi yoktu... Protokol, alınan cezaların ağırlığına göre oluşmuştu ve bu protokolde en önde yer alanlar idama mahkûm edilenler olacaktı. Cezalar sanıkların yüzlerine karşı okunuyordu...

140


Önce Talat Aydemir ayağa kalktı... Artık bütün gözler, mahkeme heyetinden kopmuş, ihtilalin komuta heyetine yönelmişti... "... ölüm cezasına çarptırılmasına..." Albayın mağrur duruşunda tek bir değişiklik olmadı... Ardından Fethi Gürcan'ın adı okundu... "... ölüm cezasına çarptırılmasına..." Bütün bakışlar, idamına karar verilenlerin gözlerindeki duyguyu yakalamaya çalışıyordu ama boşuna... İhtilalciler, heykel gibi dimdik duruyorlardı... Çok kısa bir an, albay ile Fethi'nin gözleri birbirlerine değdi... O kısacık bakışmayı yakalayanlar, iki dava arkadaşı arasındaki alışverişi çözemediler... Osman Deniz, Erol Dinçer, İlhan Baş, Cevat Kırca, Ahmet Gücal... Mahkemece haklarında idam kararı verilen yedi kişi de kararları sarsılmadan dinlediler. Sonra ömür boyu hapis cezası alan sanıklar hakkındaki kararlar okundu... Liste hayli uzundu... Ardı ardına otuz isim sayıldı.. Harbiyeli Önder Aydınlı'nın da, Fethi'yi 21 Mayıs sabahı bırakmamak için uzun süre direnen Mustafa Karazeybek'in adları da müebbetlikler arasındaydı... Sonra daha düşük cezalar... On beş, on iki, sekiz, altı, beş, dört yıl hapis cezasına çarptırılanlar... 21 Mayıs olayıyla ilgisi olmayan gruplar ise beraat ettiler... Türkeşçiler, Kabibaycılar, On Birler ve diğerleri.. *

*

*

Genç Kemalistler Ordusu davası nedeniyle Mamak'ta bulunan Kurmay Yarbay Talat Turhan, 20/21 Mayıs davası sanıklarının dönüşünden sonra cezaevine karabasan gibi çöken havanın ağırlığını yüreğinde hissetti. İdam cezası alanların özel olarak hazırlanan hücrelere konup kilitlenmesinden sonra cezaevine tam bir sessizlik hâkim oldu. Kimseden çıt çıkmıyor, yaprak kımıldamıyordu. O şen şakrak, genç bedenlerin enerjilerinin duvarlarını zorladığı cezaevi gitmiş, başka bir cezaevi gelmişti sanki... O hava içinde tahliye olacakları haberini alınca, idam cezasına çarptırılan arkadaşlarını ziyaret etmek için izin istedi. Kararların açıklanmasıyla birlikte güvenlik önlemleri de artırılmıştı. Neyse ki, arkadaşlarım son bir kez görüp vedalaşmasına göz yumuldu. Hepsi, hiçbir şey olmamış gibi vakurlardı. Onlara bir istekleri olup olmadığını sordu... Kimi hiçbir şey istemedi, kimi de evine "üzülmesinler" diye haber gönderdi... Cezaevindeki sessizlik, yalnızca mahkûmların değil, görevlilerin de üzerine yapışmıştı... "Baba" lakaplı bir görevli vardı. 22 Şubatçıların sempatizanı bu astsubay ile kendisi gibi Genç Kemalistler Ordusu davasından tutuklanan subaylar arasında, 20/21 Mayıs gecesi yaşananları cezaevinde konuşup gülmüşlerdi... Ama şimdi içinden gülmek gelmiyordu... Sekiz subay, kendisinden önce Mamak'a gelmişti ve o gece de Mamak'ta kilitlendikleri ayrı ayrı odalarda yatarlarken, Baba gelip kapılarını açmış, "İhtilal oldu, serbestsiniz" demişti... Tutuklu subaylar, şaşkınlık ve sevinç içinde, harekete katılmak üzere giyinmişlerdi. Öyle ki, içlerinden biri şaşkınlıktan tıraş olmaya başlayınca, diğerleri, "İhtilale tıraşlı katılacak" diye gülmekten kendilerini alamamışlardı... Tam cezaevinden çıkma hazırlıkları yaparken, içlerinden bir üsteğmen, "Durun bir Talat Turhan'ı arayayım" demiş, o sırada kendisi Merkez Komutanlığı'nda gözaltında bulunduğundan eşiyle konuşabilmişti: "Abla, biz serbest bırakıldık, çıkıyoruz..." "Daha neyin ne olduğu belli değil. Biraz bekleyin..." Onlar biraz beklerken, ihtilalciler yenik düşmüş, kapıları yeniden kilitlenmişti... Üç buçuk ay sonra, 5 eylül 1963'te kendisiyle birlikte, o sekiz subay da serbestti... İçeride ise yedisi idam cezasına çarptırılmış ihtilalciler yatıyordu... Talat Turhan için, 20/21 Mayıs mahkûmları arasında Fethi Gürcan'ın çok özel bir yeri vardı. Onunla, İkinci Dünya Savaşı yıllarının yaşandığı o yokluk dolu, sıkıntılı günlerde Kuleli Askerî Lisesi'ni birlikte okumuşlardı. Sonra Harp Okulu'na gelmişlerdi. O Topçu Bölüğü'nde, Fethi Süvari Bölüğü'ndeydi... Toplar çoğunlukla koşulu olup, atlar tarafından çekildiklerinden, topçular ile süvariler arasındaki arkadaşlıklar daha yakındı... Harp Okulu'ndan mezun olduktan bir süre

141


sonra, o İzmir'deyken, Fethi de çok özel bir nedenle oraya gelmişti. Onun, 9 Eylül'de İzmir'in kurtuluşunda bayrak çekilen tarihî konaktaki nişanına katılmış, bu rastlantısal beraberlik arkadaşlıklarını kalıcı hale getirmişti... O konak... Bayrağı çeken Süvari Yüzbaşı Şerafettin İzmir bir ara onlara hocalık da yapmıştı... Birbirlerinden uzunca yıllar kopsalar da, 22 Şubat öncesindeki günlerde Ankara'da yeniden sıklıkla görüşmeye başlamışlardı... Cezaevindeki günlerde de Fethi'nin hücresinde az geceler geçirmemişti... Fethi, kendisine ve diğer subaylara, Genç Kemalistler Ordusu Bildirisi nedeniyle orada bulundukları için, "mektupçular" diye takılıyordu... Mahkeme kararlarının açıklanmasının ardından, dışarıdaki arkadaşlarının ne yapıp edip onları dışarı çıkaracaklarını düşünüyordu... Daha altı gün önce, 30 Ağustos Zafer Bayramı'nı cezaevi koşulları içinde kutladıktan sonra, kendisini hücresine çağırmış, "Bu gece hapishaneyi basacaklar. İçeriye hâkim olacağız. Benim yanımda ol" demişti... Garnizonun göbeğindeki, büyük güvenlik altındaki cezaevine bir baskın yapılabileceğine çok aklı yatmasa da, ona "Hay hay..." demiş, sabaha kadar arkadaşıyla oturup beklemişti... Ne gelen olmuştu, ne de giden... Kurmay Yarbay Talat Turhan, tahliye edildikten iki gün sonra, tahliye kararını almak üzere gittiği Mamak'taki Sıkıyönetim Komutanlığı'nda, 20/21 Mayıs davasının savcısını karşısında buldu. Savcı onunla oturup biraz konuşmak istemişti. Arkasındaki karatahtada, 21 Mayıs davasıyla ilgili kararın şematik dökümü vardı. Savcı, kendisine, "Kararları nasıl buldunuz ?" diye sorunca, “Bu davanın savcısı sizsiniz” dedi. Siz söyleyin” Savcı, düşünceli bir ifadeyle konuştu: "Bütün davalarda savcı cezanın fazlasını ister, mahkeme istenenin azını verir. Savcının isteğini aşan kararlar çok nadirdir. Bu mahkeme benim istediğimden daha fazla ceza verdi." *

*

*

Mamak'ta kalanlar için yeni bir bekleme süreci başlamıştı. Mahkeme kararını vermiş, sıra Yargıtay'a gelmişti... Herkes kendi cezasının düşürüleceği umudunu içinde yaşatıyordu... Ama en çok merak edilen, Yargıtay'ın ölüm cezalarını onayıp onamayacağıydı... İdam cezası alan diğer mahkûmlar gibi günlerini hücresinde geçiren Fethi, kimi ölüm cezalarının Yargıtay'dan döneceğine inanıyor, ancak albay ve kendisi için aynı umudu taşımıyordu... Mahkeme boyunca boyun eğmemişler, davalarını savunmaktan vazgeçmemişler, devleti yönetenleri suçlamayı sürdürmüşlerdi. Gerçi mahkemeler basında doğru dürüst yer almıyordu ama ifadeleriyle pek çok gerçek ortaya çıkmıştı. Çizgilerinden sapmamışlar, daha önce olduğu gibi, mahkemelerde de baş eğmemişler, başkaldırmışlardı... Bu yüzden kararlara hiç şaşırmadı... Mahkeme, yalnızca albayın ve kendisinin ölüm cezası kararını oybirliğiyle almıştı... Onun beklediği bir diğer haber, 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi'nden Harbiyeliler için çıkacak olan karardı. Kendi idam fermanının okunduğu günden altı gün sonra, 11 eylül 1963'te, 1457 Harbiyeli hakkındaki karar açıklandı. 1 293 öğrenci beraat ederken, diğerleri dört yıl ile üç ay arasında hapis cezası almışlardı. Kararların açıklanmasının hemen ardından izne çıkarılan Harbiyelilerin tümünün birden okuldan atılması ise onun boğazına bir düğüm daha ekledi... Artık cezaevindeki günler daha ağır geçiyordu... Albaya gelen bir haber, Fethi'yi de yıkmıştı... Tutuklandıkları andan itibaren, aileleri için kaygı duyuyorlardı ve ne yazık ki bu kaygılarında pek de haksız olmadıkları anlaşılmıştı... *

*

*

Albayın oğlu Metin Aydemir'in, 21 Mayıs girişiminin ardından, okulla ilişiği kesilmişti... Ama oğula kesilen ceza bu kadarla sınırlı kalmamıştı... Metin, mahkeme kararlarının açıklanmasından bir süre sonra, silahlı bir grup tarafından evinden alınmıştı... Kocası hakkındaki idam kararıyla yıkılan Bayan Aydemir'in, oğlundan habersiz kalışıyla büyüyen acısı, Emekli Subay Evleri'nde oturan diğer ailelere de sıçramıştı... Sonra da cezaevindeki hücrelere... Metin'in götürüldüğü yer, yıllar sonrasında pek çok işkence olayına tanıklık edecek olan Ziverbey Köşkü'ydü... Ama o, gözleri bağlı olduğundan nerede olduğunu bilmiyordu... Bildiği şey, karşısında durmaksızın, soru işaretleriyle biten cümleler kuran adamlardı... Ama o, hiçbir şey bilmiyordu... Yemek yoktu, uyku yoktu... Sorular soruyorlardı, sorular soruyorlardı... "Babanın hareketine destek sağlamak için kimlerle görüştün?" "Senin faaliyetlerin neler?"

142


"Kimlerle görüştün?" "Neler?" ; "Kimlerle?" Sorular bitince, durmaksızın başa saran kasedin sesi, bulunduğu mekânı dolduruyordu... "Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nı tağyir, tebdil ve ilgaya ve bu kanunla kurulmuş olan Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni ıskata cebren teşebbüs etmek suçundan sanık Emekli Kurmay Albay Talat Aydemir..." "İdam cezasına çaptırıldı..." "İdam cezasına..." "İdam..." Dinletilen bant, mahkeme kararlarının açıklanmasından sonra verilen radyo haberinin, durmaksızın tekrarıydı... Annesi... Annesi çıldırmış olmalıydı... Evden alındıktan sonra nereye götürüldüğünü bilmiyordu... Gerçi kendisi de bilmiyordu ama olsun! Annesinin duyduğu acının yansıması, orada yaşadığı bütün acıların üzerine çıktı... Daha babasıyla ilgili idam kararı yeni açıklanmıştı... Annesinin yanında, ona destek olmalıydı... Yanında olmadığı gibi, şimdi bir de kendisini merak ediyordu... Bir haber... Anneye bir haber... İyiyim haberi... Bir diyebilseydi... Çok iyiyim... Çok iyiyim anne... Anne... Gözlerim bağlı değil anne, soru soran yok anne, işkencede değilim anne... Babam kurtulacak. Ben mi? Ben iyiyim anne... *

*

*

Cezaevindeki hava biraz daha ağırlaşmıştı... Yargıtay, yedi idam cezasından üçünü bozmuş, dördünü onamıştı... Talat Aydemir, Fethi Gürcan, Osman Deniz ve Erol Dinçer... Yargıtay, Talat Aydemir ve Fethi Gürcan'ın kararlarını oybirliğiyle, Osman Deniz ve Erol Dinçer'in kararlarını ise çoğunlukla almıştı... Müebbet hapse mahkûm edilenlerden on beşinin cezası Yargıtay'ca onanmıştı... Mamak'ta en çok yankı uyandıran karar ise, mahkemenin müebbet hapis cezası verdiği bir hükümlünün Yargıtay'ca beraatının istenmesiydi... Bu karar Fethi'yi çileden çıkarmıştı... O, 31 martta harekâta karar verdikleri sırada, "yan güçlerle görüşmek" fikrini ortaya atan, 18 nisanda yumruğunu masaya vurarak, "Var mısın yok musun ? Onu söyle!" diye sorup, "Tabiî ki varım" yanıtını aldığı, duruşmalar boyunca tartıştığı, istihbarat adına çalıştığı kuşkularını duyduğu kişiden başkası değildi... İdam karan onananlar, önce haklarında verilen idam karan bozulan arkadaşlarını kutladılar... Sırada ise vedalaşmalar vardı... Yargıtay kararanın açıklanması, Mamak Askerî Cezaevi'ndeki nüfus yoğunluğunun biraz daha düşmesi anlamına geliyordu... İdam cezası alanlar dışında, mahkemece verilen cezaları Yargıtay'ca da onananlar artık sivil cezaevlerine nakledileceklerdi... İdam cezası alanlar ile Yargıtay'ca karan bozulanlar Mamak'ta beklemeyi sürdüreceklerdi... *

*

*

Fethi, artık haklarında verilen ölüm cezasının uygulanacağından emindi... Cezaevinde sık sık bu konuyu konuşmuşlardı... Albay, tek bir idamın bile gerçekleşmeyeceğine inanıyordu ama Fethi onun bu görüşüne katılmıyordu. Mahkeme kararını vermiş, Yargıtay da kararı oybirliğiyle onamıştı... Geriye kala kala Meclis kararı kalmıştı... Cezaevinde kaldıkları süre içinde, kendilerine ulaşan haberler, üç kararın gerçekleşeceği yönündeydi. Fethi, bunlardan birinin albay, diğerinin kendisi olacağını düşünüyor, üçüncü isim konusunda öngörüde bulunmak istemiyordu. Meclis'te ne olabilirdi? 27 Mayıs'a kin besleyen DP devamı partiler Meclis'te ağırlığı oluşturuyorlardı. Kendileri kimdi? 27 Mayısçılar... Üstelik, AP kanadında, "üç bizden üç onlardan" sloganı kulaktan kulağa yayılıyor, albay ile arkadaşlarının Adnan Menderes'i astırdıkları propagandası yapılıyordu, AP’nin idam cezalarına karşı çıkmasını beklemek safdillik olurdu... 27 Mayıs'ı savunan CHP de Meclis'teydi... Peki kendileri? CHP'nin yanlış yaptığı, 27 Mayıs'ı rayından çıkardığı savıyla hem 22 Şubat'ta, hem de 21 Mayıs'ta İnönü'nün karşısına dikilmemişler miydi? Bu koşullarda, iki kutbun bir araya gelip, onların ölümlerine geçit

143


vermesinden başka bir sonuç çıkması zor ama çok zordu... Hayır, zor değil, olanaksızdı... Ya sessiz sedasız bu süreci bekleyecek ya da... Ya da kaçacaktı... Evet, kaçacaktı! Cezaevinde dolaşma yasağı yeniden kaldırılmıştı... Kararları Yargıtay'ca bozulduğundan Mamak'ta kalmayı sürdüren Harbiyeli Önder Aydınlı ve Zihni Çetiner en güvendiği gençlerdi... Bir fırsat yakalayıp, ikisine kaçma planını açıkladı ve bir istekte bulundu: "Bulunduğunuz koğuşun penceresinden, nöbetçileri görebiliyor musunuz ?" "Evet..." "Sizden isteğim, nöbetçilerin yerlerini, nöbet değiştirme saatleri ve şekillerini benim için not etmeniz..." Önder ve Zihni, birkaç günlük takipten sonra, Fethi'ye istediği notları iletmişlerdi... Hücresinin ve hücrelerin açıldığı koridorun anahtar kalıbını çıkartmıştı. Bu çocuk oyuncağı gibi bir şeydi. Askerî cezaevinden çıkabilmesi için üniforma gerekiyordu ki, bunun sağlanması da kolaydı. Kayınbiraderi Mustafa Türker ona silah sağlayabilirdi... Ancak, hapishane, garnizonun göbeğinde olduğundan, bu oldukça tehlikeli bir işti. Kimsenin kaçmayı aklından bile geçiremeyeceği bir güvenlik vardı. Bir tabur çevrenin, bir bölük içerinin güvenliğini sağlıyordu. Tel duvarların etrafında eğitimli köpekler vardı... Kararını güvendiği birkaç subaya daha açmıştı... Onun için kaygı duyanlar, "Kaçarken vurulabilirsin binbaşım'' demişlerdi de, o neredeyse gülmüştü bu uyarıya... Kaybedecek ne vardı ki? Birilerinin ipini çekmesini beklemektense, vurulur giderdi... Nasılsa ölmeyecek miydi? Arsız ölüm zaten yanı başındaydı... Ama planı cezaevine yayılınca, idamla yargılanan diğer sanıkların, onun kaçması halinde hızla sehpaya götürülecekleri kaygısına kapıldıkları ulaştırılmıştı kendisine. Avukatı da, "Siz kaçarsanız, Talat Aydemir'in hiçbir şansı kalmaz" demişti. Mustafa Türker, avukatın kurtulacakları yolundaki inancını aktarmış, ona moral vermeye çalışmıştı... O böyle bir ümidi taşımıyordu ama yakınlarının ümitlerini de yıkmak istemedi... Bütün bunlara, "korktu da kaçtı" denir kaygısı eklenince, "vazgeçtim" diye haber yolladı herkese... *

*

*

Mamak'ta yaşam ile ölüm arasındaki ince çizgide, kalın kitaplar okuyarak günlerini geçiriyordu... ihtilaller ve Darbeler Tarih’ini okuduktan sonra, büyük oğlu Ömer'e, "Mutlaka oku" demişti... Kimi zaman Fransızca kitaplara daldığı da oluyordu... Cezaevinin soğuk ve nemli duvarları ciğerlerine işliyor, zaman zaman öksürük nöbetlerine kapılıyordu... Belki de soğuk değil, bir başka acıydı yüreğini yakan: ölüm tarihini başkaları belirleyecekti... Bir asker gibi kurşuna dizilmeyi isterdi. Ben hâlâ bir askerim... Onlar beni sivil sanıyorlar... Yok yok... Öyle sanmak istiyorlar... Bu yüzden, yaşamının son sahnesinde kurşunlar konuşmayacak, dekoru aşağılık bir yağlı urgan ile bir sehpa oluşturacaktı... Ama ne olursa olsun, ipini onlara çektirmeyecekti... Kendim çekerim ulan ! Nedir ki, son sahneye konan dekorlar? Ne fark eder? Ölüm ne ki ? Nedir ki bir ihtilalci için yağlı urgan ? Onun İpi zaten yıllardır" boynunda değil miydi? O ve onun gibiler ilmek boyunlarında kurşun atarken, diğerleri iktidar oyunlarında rol almamışlar mıydı ? Herkesin bir rolü vardı ne de olsa hayatta... Onun rolü bitmek üzereydi... İyi bitecek... Söz verdiğim gibi bitecek... Dimdik yürüdüm, dimdik bitecek... *

*

*

Cezaevi, Türkiye'nin güneydoğusunda bazı bölgelerin özerkliğe kavuşturulmasını planladıkları öne sürülen ve 21 Mayıs'tan kısa bir süre sonra tutuklanan Kürt sanıkların Mamak'a nakliyle biraz hareketlendi. Genç Harbiyeliler için bu yeni bir şeydi. O güne kadar böyle bir siyasî hareketin varlığından haberleri yoktu... Onlara göre ülke bir bütündü ve herkes Türk'tü... Evet, Kürt arkadaşları vardı,

144


onlarla şakalaşır, gülüşürlerdi ama aralarında bir ayrım yoktu... Bütün gençleri bir merak aldı... Nasıl insanlardı, ne istiyorlardı? 20/21 Mayıs hareketinin fikir karargâhında yer alan sanıklarda ise huzursuzluk, meraktan daha ağır basıyordu... Kimi yaşamak ile ölmek, kimi müebbet ile on beş yıl, kimi ceza ile beraat arasında gidip geliyordu... Başlarına yeni bir dert almanın şurası değildi.. En iyisi, cezaevinin bu yeni konuklarından olabildiğince uzak durmaktı... İlk olarak Fethi Gürcan, Kürt sanıkların koğuşuna gitmiş ve onlara geçmiş olsun demiş, sonrasında da ziyaretlerini sürdürmüştü... Zaten o, Mamak'a getirildikleri ilk günden sonra, ayrım yapmadan herkesi dinliyor, herkesi anlamaya çalışıyordu... Mahkemede dişe diş geldiklerini bile... İşin en başından beri, kimseye küs değildi... Harbiyeli Zihni Çetiner de bir gün beş kişilik Kürt koğuşuna gitti. Fethi Gürcan da orada bulunuyordu. Kürtler, haksızlığa uğradıklarını söylüyorlar, yaşanan her olayın ardından bir bahaneyle kendilerinin de tutuklandıklarını iddia ediyorlardı: "Bu devlet, bizi hep tehlike olarak görüyor..." Kürt sanıklar, kendi dillerinde eğitim, kendi dillerinde gazete yayımlama hakkı istediklerini söylüyorlar, Zihni, onların isteklerini şaşkınlıkla dinliyordu. Fethi Gürcan onlarla tartışıyor, bölgenin Osmanlı döneminden beri göz ardı edildiğini, bu nedenle hem ekonomik hem de kültürel olarak geri kaldığını söylüyordu. Evet, haklı oldukları yönler vardı, çocukluğu Ağrı'da, Kürt isyanlarının ortasında geçmişti, subaylığı sırasında Türkiye'yi adım adım dolaşmıştı ve bölgenin sorunlu olduğunu biliyordu... Ama Türkiye Cumhuriyeti Kürtlere ayrıcalık yapmıyordu... Fakirlik, halkın ortak sıkıntısıydı. Sorun Kürt ya da Türk sorunu değil, geri kalmışlık sorunuydu. Çözüm de, bölge insanını rahatlatacak, ekonomik ve kültürel kalkınmasını sağlayacak önlemlerin hızla alınmasında yatıyordu... Fethi, bu görüşmelerin ardından yakın arkadaşlarıyla konuşurken, "İşler bize anlatıldığı gibi değilmiş" yorumunu yapmıştı... *

*

*

Kararları Yargıtay'ca bozulan mahkûmların ikinci mahkemeleri art arda sonuçlanıyor, cezaları kesinleşiyordu. Bu kez yeni bir vedalaşma süreci yaşanıyordu... Turgut Saltoğlu, Çorum'daki cezaevine gidecekti... Şimdi Mamak'ta kalanlarla vedalaşmak en açısıydı... 22 Şubat ve 21 Mayıs'ta en yakınında olduğu Fethi Gürcan, onu İçtenlikle kucakladı, sonra, "Sen haklıymışsın Turgut" dedi, "başarılı olamayacağımızı, bizimle birlikte hareket edenlerin dönüş yapabileceğini söylemiştin...'' Turgut, yanıt vermedi... 21 Mayıs öncesinde, "Binbaşım bu harekette başarılı olamayacağız'' diye kaygısını dile getirdiğinde,Fethi Binbaşı ona, "Sen Malatyalılar cuntasına mı geçtin?.." diye takılmıştı. Bunun üzerine, "İnönü’yü sevsem de sevmesem de, verdiğim sözden dönmem. Ama görüşüm bu... 22 Şubat'ı beraber yaşadık. Sabaha kadar çevremde dönen binbaşı, sabah beni tutukladı" yanıtını vermişti... Vedalaştığı ve bir kez daha görme olasılığının çok düşük olduğunu hissettiği komutanını üzmek istemiyordu ve onun bu anımsatmasını geçiştirip, doğrudan onları yan yolda bırakanlara tepkisini dile getirdi: "Bir insan doğru yapar, yanlış yapar. Ama doğru da yapsa, yanlış da yapsa, yıkılıp dökülmemeli... Herkes yürekli doğmaz. Ama hiç olmazsa, 'varım' ya da 'yokum' deme dürüstlüğünü, yürekliliğini gösterselerdi... Onlar adına çok utandım... " Fethi, "Haklısın... Ama ben son noktaya kadar yıkılmadan gideceğim... Bunu göreceksin..." dedi... Sonra güçlü parmaklarıyla onun omzunu kavrayarak, gözlerinin içine baktı: "Geri kalmış toplumlarda bu tür dalgalanmalar olur. Durgun suya taş atarsın, ortadan şiddetli bir dalga yayılır. Bu dalga seyrini tamamlamadan toplum durulmaz. Dalgalar kimine çarpar, kimine dokunur, kimini de içine alır. Bazen insanları bulundukları yerlere rastlantılar da sürükleyebilir. Benim yerime siz de ölebilirdiniz..."

145


Turgut, artık onun olaya bu kadar rahat bakabilmesine şaşırmıyordu. Cezaevi günleri boyunca, Fethi Binbaşı'yı yalnızca görüşme saatlerinin ardından kederli görmüştü. Hatta birinde karısı, "Fethi Binbaşı bana kırgın mı, hiç konuşmuyor?" diye sorduğunda, "Görüş günlerinde böyle oluyor. Ailelerin durumuna üzülüyor" diye rahatlatmıştı onu... Yeniden kucaklaşıp ayrıldılar... Çorum yolcularından biri de, Harbiyeli Zihni Çetiner'di... Fethi Binbaşı'yla vedalaşırken, onun hiç kimseye ihanet etmediğini, verdiği sözden sonuna kadar dönmeyecek kadar yiğit olduğunu ama kalleşliğin hep onun etrafında kol gezdiğini düşünüyordu... O namluya sürülmüş bir fişekti ve zapturaptı mümkün olmazdı... Cezaevinin nüfusu sürekli azalıyordu... Elazığ Cezaevi'ne nakledilen mahkûmlar, Talat Aydemir ve Fethi Gürcan'la gözyaşlarıyla vedalaştılar... Harbiyeli Önder Aydınlı, kendisini Elazığ'a götüren uçakta yol boyu, Fethi Binbaşı'nın cezaevi ortamına hızla uyum sağlayan, herkesle konuşan, şakalarından ve takılmalarından vazgeçmeyen, ölüme dayanılmaz bir rahatlıkla bakan ve onlara cezalarının düşeceğini söyleyerek moral veren hayalini yanında taşıdı. Onun,

Cenk var cenk, ruhumuza denk ! İhtilal içimizde hevenk hevenk! diyen gür sesi kulağından eksilmedi... Bir daha görebilecekler miydi birbirlerini acaba? Sesini yeniden duyabilecek miydi? Herkes yalnızca kendisiyle paylaşabileceği anıları, hesaplaşmaları, yargıları, sevgileri, özlemleri ve umutlarıyla yola çıkarken, duvarları "Harbiye Marşı"yla çınlayan Mamak Cezaevi'nde 20/21 Mayıs davası sanıklarından kala kala dört kişi kalmıştı... Dört ölüm yolcusu: Talat Aydemir, Fethi Gürcan, Osman Deniz ve Erol Dinçer... * * * Gülderen, birkaç gündür, duruşmalar şurasında ihtilali ihbar ettiği ortaya çıkan Alparslan Türkeş'in yolunu gözlüyordu... Son görüşte, babası, "Türkeş'e git, selamımı söyle" demişti... Gülderen, "Sonra?" diye sorunca, "Sadece selamımı söyle, o anlar" demekle yetinmişti... Genç kız, karşıdan gelen Alparslan Türkeş'i görünce, kararlı adımlarla yanına gitti: "Ben Fethi Gürcan'ın kızıyım. Babamın size selamı var..." Alparslan Türkeş, birkaç saniyelik şaşkınlığın ardından etrafına bakındı, sonra alçak ses tonuyla, "Başka bir şey söyledi mi ?" diye sordu. Gülderen, "Hayır" dedi, "sadece dedi ki: 'Selamımı söyle, o ne söylemek istediğimi anlar..."' Alparslan Türkeş, karşısında dikilen genç kıza, "Aleykümselam" dedi ve arkasını dönüp hızla uzaklaştı...

146


Baş verenler Hava leylak ve tomurcuk kokuyor uy anam anam haziranda ölmek zor..." Hasan Hüseyin

41 28 ocak 1964. Esma, beynini ve yüreğini tokatlayıp, hücrelerini donduran fırtınayı içinde hapsetmek istermiş gibi dudaklarını sımsıkı kapamıştı. Dizlerinin üzerine yerleştirdiği küçük zarif çantada parmaklarını dolaştırdı... Fethi, üç yıl Önce Roma'dan getirmişti onu... Başını belli belirsiz çevirip Gülderen'i inceledi. Gözlerini Genel Kurul salonuna dikmiş oturuyordu. Hafifçe sararmış yüzünden, sık nefes alış verişlerinden aynı fırtınanın onun içinde de dolandığını anladı. Diğer yanında ağabeyi Mustafa Türker oturuyordu. Ya hayat bütün silahlarını kuşanmış üzerine üzerine yürürken, o da yanında olmasaydı... Bunun düşüncesi bile içini titretti... Gelmeden önce, hepsine moral vermiş, "Daha bu ilk görüşme" demişti, "ölüm cezaları Millet Meclisi'nde iki kere görüşülecek, sonra Cumhuriyet Senatosu'na gidecek... Bu ilk görüşmede idamlara onay verseler bile sonra işler değişir... Millet Meclisi'nde değişmese de Cumhuriyet Senatosu'nda değişir..." Geniş bir çevresi olan ağabeyinin milletvekilleri ve senatörlerle dolaylı ya da doğrudan görüşmeler yaptığını biliyordu... İdam cezaları Yargıtay'da onaylanır onaylanmaz, moral bozucu bir haber daha gelmişti... AP ve YTP'liler; Talat Aydemir ve arkadaşlarının, Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan'ın idam cezalarının onaylanmasında etkin rol oynadığı iddiaları yüzünden "üçe üç" sloganı etrafında birleşiyorlardı. İki hafta önce, dört idam kararı Millet Meclisi Adalet Komisyonu'nda görüşülmüş, ölüm cezalarının dördü de kabul edilmişti. Görüşmeler başlayınca, bütün dikkatlerini o yöne verdiler. İlk sözü alan AP milletvekilinin konuşmaya başlamasıyla birlikte tartışma ortamına girildi. CHP sıralarından yükselen protestolar nedeniyle konuşması sık sık kesilen AP'li milletvekili, "askerî darbeleri” ağır sözlerle eleştiriyor, bu da CHP'lileri çileden çıkarıyordu: "... tarihin ve yaşadığımız gerçeklerin ışığında diyebiliyorum ki, ihtilaller en tahripkâr ve en korkunç birer millî felakettirler. Onu yapanlar onlara hizmet edenler, hazırlayanlar, alkışlayanlar her kim ve ne olurlarsa olsunlar gerçek millî menfaatleri düşünmeyen kimselerdir." CHP sıralarından, "27 Mayıs buna dâhil mi tavzih et... 27 Mayıs var..." sesleri yükseliyordu. "Ekseriya başlarken iyi niyetli olurlar... Fakat ne yaptıklarını, ne yapacaklarını ve yaptıkları işin nereye varacağını ekseriya bilmezler. Daima bilmedikleri ve tanımadıkları bir kuvvetin zebunudurlar. Ve adeta birer piyondurlar. Kaybederlerse hain olarak can verirler. Kazanırlarsa da ellerine pek bir şey geçmez. Geçici kahraman olurlar..." AP'li milletvekili gürültüler, patırtılar içinde konuşmasını sürdürüyordu: "... 27 Mayıs ihtilalini Türk ordusu yaptı ve muvaffak da oldu. Kahramanlar diye çılgınca alkışladık. Netice: başta ihtilalin öncüleri olmak üzere ordu parçalandı. 22 Şubat'ta ise ihtilal yarım kaldı." Gürültüler yükseliyordu...

147


"Lütfen dinleyin efendim. Hedefine varamadı. Mahiyeti politik gayretlerle maskelendi. Fakat neticede yine ordu zarardide oldu. Zıt kutuplaşmalar açık ve yaygın bir hal aldı. Bunca emek ve masraflarla yetişmiş kıymetli elemanlar saf dışı edildi. Bu hal ise 21 Mayıs ihtilalini doğurdu." "... gayri millî bir zümre de ihtilâllerin bütün nimetlerine gömülmekte..." Sıralardan, "Kimdir onlar?.." diye soruluyor ve gürültüler artıyor, AP'li milletvekili ise tansiyonu yükseltiyordu: "Şimdi ben sizden soruyorum, siz benden değil; bugüne kadar tek bir komünistin, tek bir uşağın burnu kanadı mı ? CHP'li milletvekilleri sıra kapaklarına vurarak konuşmacıyı protesto ediyorlardı. "... bir tek uşak makamından düştü mü? Aldın mı cevabını? Esma'nın gürültüler, bağrışmalardan başı dönmeye başlamıştı... Hiçbir şey duymuyor, duysa da anlamıyordu... Dört kişinin canı üzerinde politika yapılıyor, milletvekilleri birbirlerinin üzerlerine yürüyorlar ve dövüşüyorlardı. Sonra ortalık biraz sakinleşti ve bir başka AP'li milletvekili kürsüye çıktı: "... biz istesek af da ederiz. Nitekim siz arkadaşlarım öylesine bir af yaptınız ki, 22 Şubat'tan sonra önümüze açık beyaz bir kâğıt geldi, altına imza koyduk, 'affettik' dedik. İçinde ne var bilmiyoruz... Niye yaptık arkadaşlar, hukuk gözüyle yapılır mı bu? Siyaset eyledik, öyle icap etti de yaptık." Genel Kurul salonuna bu kez gülüşmeler hâkim olmuştu... Teklifin tümü üzerindeki görüşmelerin tamamlanmasından sonra maddelere geçildi. Dört ölüm cezası bentler halinde birinci maddede toplanmıştı. O sırada, Millet Partisi Genel Başkanı Osman Bölükbası ve arkadaşları harekete geçtiler. Önce, oylamanın açık yapılması için önerge verdiler. Bu arada CHP'li milletvekilleri ölüm cezalarının ayrı ayrı oylanmasını istediler. Bu, bazı ölüm cezalarının affedilebileceği umudunu da beraberinde getiriyordu. En aykırı önerge, Osman Bölükbası ve arkadaşlarından geliyordu. Dört ölüm cezasının da reddini isteyen önerge okunurken, Esma'nın kalp atışları hızlandı. Sonra Osman Deniz ve Erol Dinçer'in ölüm cezalarının yerine getirilmemesi yönünde bir başka önerge geldi... Önce önergeler oylandı, sonra birinci maddenin bentleri teker teker... Az önce kavga eden milletvekilleri el ele vererek, önce Talat Ay-demir'in, sonra Osman Deniz'in, ardından Fethi Gürcan'ın ölüm cezalarını onayladılar... Millet Meclisi, Erol Dinçer'in ölüm cezasını ise reddetti. Esma, yakından tanıdığı Erol Dinçer'in idam cezasının reddedilmesine sevindi. Ama üç idam kararının onaylanması, "üçe üç" senaryosunu güçlendirdiği için morali bozuldu. Millet Meclisi'nde, 4 şubat 1964 günü ölüm cezaları ikinci kez görüşülüyordu. Osman Bölükbası ve arkadaşları başta olmak üzere, bir grup milletvekili idamların önlenmesi için savaş veriyorlardı. Teklifin tümü üzerine ardı ardına konuşan milletvekilleri, birinci maddenin görüşmelerine geçmeden önce de başkanlık kürsüsünü değişiklik önergesi yağmuruna tuttular... Önergelerde, Talat Aydemir, Fethi Gürcan ve Osman Deniz hakkındaki ölüm cezala-rının da yerine getirilmemesi isteniyordu. Özellikle, mahkemece hakkında oybirliğiyle karar verilmeyen Osman Deniz'in ölüm cezasının yerine getirilmemesi konusunda ısrarlı önergeler geliyordu. Ancak oylamalarda sonuç değişmedi... Meclis ilk oylamada olduğu gibi, Talat Aydemir, Fethi Gürcan ve Osman Deniz'in ölüm cezalarını kabul ederken, Erol Dinçer'in ölüm cezasını reddetti. *

*

*

Tahliye edildikten sonra Afyon'a dönen Kurmay Yarbay Talat Turhan, 20/21 Mayıs hükümlüleriyle ilgili Ankara'daki gelişmeleri yakından izliyordu. Talat Aydemir'in Silahlı Kuvvetler Birliği'nin en güçlü albayı olması ve Yassıada kararlarının infazlarından Silahlı Kuvvetler Birliği'nin sorumlu tutulması, Meclis'teki AP ve YTP oylarını etkiliyor, arkadaşlarını darağacına yaklaştırıyordu. Oysaki, Yassıada'daki infazlardan Silahlı Kuvvetler Birliği'nin sorumlu tutulması yanlış bir kanıydı... O da Silahlı Kuvvetler Birliği'nin bir üyesiydi ve gelişmelerin bir bölümüne tanık olmuştu. Silahlı Kuvvetler Birliği, Yassıada duruşmalarını yürüten Yüksek Adalet Divanı'nı vicdanıyla baş başa bırakmak kararını almış ve bu kararını Talat Aydemir'in de içinde bulunduğu bir ekiple Genelkurmay başkanı ile üst düzey komutanlara duyurmuştu. Bu toplantıda, arkadaşları Genelkurmay başkanını Yüksek Adalet Divanı başkanına bir mektup yazmaya ve Silahlı Kuvvetler'in görüşünün hukuka saygı olduğunu bildirmeye de ikna etmişlerdi.

148


Yassıada kararlarının onaylanmasından birkaç gün önce, Silahlı Kuvvetler Birliği'nin CHP yandaşı üyeleri ve Millî Birlik Komitesi'nin bazı üyeleri, Genelkurmay başkanına; Yassıada kararlarının onaylanmasına Genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanlarının da katılmasını önermişlerdi. Genelkurmay başkanının, Silahlı Kuvvetler Birliği'ne ulaştırdığı bu öneri tartışılmış ama kabul edilmemişti. Öneri, Silahlı Kuvvetler Birliği'nin, "orduyu politikadan uzaklaştırmak" kuruluş ilkesine ve "adalete saygı" kuralına uymadığı gibi millet ile orduyu karşı karşıya getirmek gibi basiretsiz bir çıkar hesabının ürünü olarak görülmüştü. Komite üyeleri sorumluluktan kaçmak için, Silahlı Kuvvetleri infazların sorumluluğuna ortak etmek istiyorlardı. Yassıada kararlarının onaylanacağı 15 eylül 1961 günü, Silahlı Kuvvetler Birliği Genel Kurulu, Jandarma Subay Okulu'nda olağanüstü toplanmıştı. Nedense bazıları o toplantıya katılmamayı uygun görmüşlerdi. Toplantının konusu, Yassıada'dan alınan, ancak doğruluğu saptanamayan bir haberdi. Buna göre, Yüksek Adalet Divanı'nın verdiği kararlar Millî Birlik Komitesi'nde onaylanmazsa, Yassıada'da beklenmeyen olaylar ortaya çıkacaktı. Durum uzun uzun tartışılmış ve Silahlı Kuvvetler Birliği adına, infazların sonuna kadar Yassıada'da kalmak ve güvenliği sağlamakla görevli bir kurul seçilmişti. Üç kişilik kurulun bir üyesi de kendisiydi. Emirlerine tahsis edilen özel bir uçakla İstanbul'a gelmiş, Yassıada İrtibat Bürosu başkanıyla görüşerek adaya gitmek için bir bot istemişlerdi. Ancak, onların hareketinin hemen ardından, Genelkurmay başkanı, Deniz Kuvvetleri komutanını aynı amaçla görevlendirmiş, ikinci bir uçakla İstanbul'a göndermişti. Durumu, ikinci ekiple İrtibat Bürosu'nda karşılaşınca anlamışlardı. Bu gelişme üzerine Silahlı Kuvvetler Birliği adına seçilen üç kişilik ekip olarak geri dönmüşler, diğerleri Yassıada'ya giderek infazların sonuna kadar orada kalmışlardı. Yassıada'nın güvenlik ve savunması için doğrudan doğruya Millî Birlik Komitesi tarafından görevlendirilen Yüzbaşı Remzi Oral, Talat Aydemirle arası açılmaya başlayan "havacılar” cuntasına bağlıydı. Menderes'in idam cezasının infazını, Devlet Başkanı Gürsel'i atlatarak gerçekleştirmişti... "İdamlar gerçekleşmeseydi, Talat Aydemir ihtilal yapacaktı" sözleri ise yanıltıcıydı. Bu propagandanın kaynağını, Silahlı Kuvvetler Birliği'nin ilkeleri arasında yer alan, "Yassıada davasında birinci derecede suçlular için Yüksek Adalet Divanı'nın verdiği kararlar derhal tasdik ve infaz edilecektir" sözü teşkil ediyordu. Ama bu durumda da, Yassıada kararları çoğunlukla onaylanmamıştı... Yüksek Adalet Divanı on beş eski iktidar üyesi hakkında idam kararı vermiş, kararlar özel bir kuryeyle, jet hızıyla, Millî Birlik Komitesi'ne ulaştırılmıştı. Silahların masa üzerine konduğu toplantıda, mahkemece idamlarına oybirliğiyle karar verilen Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakam Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan hakkındaki idam kararları onaylanmış, eski cumhurbaşkanı Celal Bayar hakkındaki karar, altmış beş yaşını geçtiği için, kalan on bir kişi hakkındaki karar da, mahkemece oybirliğiyle alınmadığı için müebbet hapis cezasına çevrilmişti. Yani komite, on beş idam kararından, üçünün infazını onaylamış, diğerlerini reddetmişti. *

*

*

Millet Meclisi'ndeki oylamaların sonuçları Mamak'taki dört idam mahkûmuna hemen ulaştı. Albay Aydemir, Fethi Gürcan ve Osman Deniz, genç arkadaşları Erol Dinçer adına mutlu olmuşlardı. Erol ise kendisini iyi hissetmiyor, idamının reddedilmesine sevinemiyordu. Albay, Millet Meclisi'ndeki oylama sonuçlarını aldıktan sonra hiçbir idamın gerçekleşmeyeceği yolundaki inancını yitirmedi. Bundan sonra Cumhuriyet Senatosu'nda yapılacak görüşmelerle Fethi ile Osman'ın idamları da reddedilecek, Millet Meclisi de ilk kararını değiştirecekti. Kendisi hakkında çıkan idam kararı da Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel'in önüne gidecekti... Albay, Gürsel'in idam kararını onaylamayacağını düşünüyordu... Ama bunun garantisi olmazdı, iyi ki anılarını yazmıştı ve yazmayı da sürdürüyordu... Eğer idam edilirse, kendisine yöneltilen bütün suçlamaların yanıtını o anılarda vermiş olacaktı. Anılarının dışarı çıkarılmasını da, en yakın dava arkadaşı Fethi Gürcan'a borçluydu... Semoş'un göğsüne sıkıştırılarak parça parça dışarıya çıkarılan anılarını, bazen yazarak, bazen teyp kasedine okuyarak kaydediyordu... Fethi Gürcan'ın son yurtdışı yarışmalardan dönüşünde getirdiği teybi, mevlit dinleyecekleri bahanesiyle cezaevine sokmuşlardı. O teybin kasetlerine okuduğu anılar yine aynı yolla dışarıya çıkarılıyor ve eşine teslim ediliyordu.

149


Anılarında, Yassıada infazlarıyla ilgili açıklamalar da yapmıştı... Böylece bu haksız suçlama da bir gün gelecek aydınlanacaktı. Millî Birlik Komitesi'nin, Yüksek Adalet Divanı'nın aldığı idam kararlarını onaylamaması halinde Yassıada'nın havaya uçurulacağı haberini alınca, böyle bir cinneti önlemek üzere kendilerini görevli hissetmişlerdi. Adnan Menderes'in asılması için o zaman orduda bulunan cunta ısrar etmemişti... Millî Birlik Komitesi üyeleri, kararın verilmesinden kırk sekiz saat önce vicdanlarıyla baş başa bırakılmış, asker ve subaylarla temas ettirilmemişlerdi. Bu kararı da "cunta" dedikleri grup almıştı. Millî Birlik Komitesi'nde idam hükümlerinin onaylanmasında ısrarcı olanlar, CHP kanadına hizmet edenlerdi... Komitede Cemal Gürsel, idamların yapılmaması için çok çaba harcamıştı... Üç idamdan ikisi derhal 16 eylül günü sabaha karşı İmralı Adası'nda infaz edilirken, Adnan Menderes hasta olduğu için, infazı iyileşinceye kadar ertelenmişti... 17 eylül günü, İsmet İnönü, yanında Dışişleri bakanı olduğu halde saat 10.00'da Genelkurmay başkanıyla görüşmüş ve Genelkurmay başkanına, "Menderes'in asılmasına engel ol paşa!" demişti. Genelkurmay başkanı, "İğne deliği kadar hukukun geçeceği bir yer gösterin, yapalım" yanıtını vermiş* bunun üzerine, saat 11.00'de Çankaya Köşkü'nde Devlet Başkanı Cemal Gürsel'le buluşmuşlardı. Cemal Gürsel, Menderes'i kurtarmak için Yassıada'ya yeni bir doktorlar heyeti gönderip, "Aklî dengesi bozuktur" diye rapor verilerek infazın durdurulmasını önermiş, bu da uygun bulunmuştu. Albay, bütün bunları Genelkurmay başkanının ağzından dinlemişti. Üstelik bu konuşmada başka tanıklar da vardı. Yassıada'yı arayan Cemal Gürsel, karşısına çıkan, adanın güvenlik ve savunmasından sorumlu Yüzbaşı Remzi Oral'a, "İnfaz durdurulsun, yeni bir doktorlar heyeti gelecek" demişti. Yassıada' dakilere ise Ankara'da Menderes'in cezasının uygulanmaması yolunda girişimler olduğu haberi çoktan uçmuştu. Yüzbaşı Remzi Oral, infazın durdurulmasını önlemek için, Cemal Gürsel'e, "Menderes'in İmralı'ya götürüldüğünü, cezasının da büyük bir olasılıkla infaz edildiğini" söylemişti. Gürsel telefonu hayal kırıklığıyla kapatmıştı... Yüzbaşı Remzi, durumu hemen ada komutanına bildirmiş, daha Yassıada'da bulunan Adnan Menderes'i alelacele hücumbota bindirip İmralı’ya göndermişlerdi. Menderes, bütün ilkelere aykırı olarak gündüz saatlerinde asılmıştı... Albay, bir gün gelip de gerçeklerin ortaya çıkmasını ne kadar istiyorsa, o günü görmeyi de o kadar istiyordu...

42 Fethi'nin hapishanede geçirdiği ilk bayramdı. Bayram nedeniyle, ziyaretçilere getirilen yasak gevşetilmiş, ikinci derece yakınlara da ziyaret hakkı tanınmıştı. Fethi'nin görüşmeci ekibi bu kez kalabalık olmuştu... Zehra, Mustafa, İlhan... Ağabeyi ihsan... Hepsi oradaydı... Görüşmeler bahçede, gardiyan nezaretinde yapılıyordu. Gençler onun ne kadar heyecanıysa, çocuklar da neşesiydi... Etrafı çocuk kaynıyordu... Kendisinin dört, Mustafa'nın beş çocuğu görüş yerindeydi... Sema neşe içinde ellerini çırpmaya başlayınca, önce onu, sonra da, Mustafa'nın, henüz yürümeye başlayan kızı Gülnur'u masanın üzerine çıkardı. "Hadi bize bir şarkı söyleyin" derken, gözlerinden taşan ışıklar çocukları okşuyordu. Onların ağızlarında yuvarlanıp şekil değiştiren şarkı sözleri ve notaları, dinlediği en güzel şarkılara eşdeğer oldu... Fethi, görüşme bitmeden önce, elini cebine götürdü.

Mustafa... Sağ olası Mustafa... Onun her bayram, az ya da çok çocuklara harçlık verdiğini bilirdi. Ne Fethi'nin çocuklara harçlık verememenin ezikliğini yaşamasına, ne de çocukların zihinlerinde yerleşen "baba" ya da "enişte" imajının değişmesine izin vermemek için, kaşla göz arasında, kimselere fark ettirmeden, bozdurduğu paraları onun cebine sıkıştırmıştı. Her çocuk için kâğıt iki buçuk lira... Çocuklar paralarını sevinçle almış, ziyaretten neşeyle ayrılmışlardı. *

*

*

Gülderen, "Baban idamdan kurtulacak" diyen avukatla tam bir işbirliği halindeydi... Annesinin, dayısının, teyzesinin adına yazdıkları mektupları, onların yerine imzalıyor, avukatın ev adreslerini verdiği milletvekilleri ve senatörlere götürüyordu.Her dönüşünde, dilekçeyi kime verdiğini, kendisinin ne yanıt aldığını soruyor, hepsini not ediyordu... Cumhuriyet Senatosu'nda yapılacak görüşmeler öncesinde, o kanada ağırlık vermişlerdi. Avukat, Cumhuriyet Senatosu'nda

150


kararın değişeceğinden emin görünüyordu. O zaman teklif Millet Meclisi'ne yeniden gidecek, Millet Meclisi de idamda ısrar etmeyecekti. Mektuplar bazen de milletvekilleri ve senatörlere aracılar kanalıyla ulaştırılıyordu. Komşularından birinin yakın akrabası senatördü. Evlerine gidip zile basınca, kapıyı evin delikanlısı açtı... Mektubu eniştesine ulaştıracağı sözü veren komşu oğlu, biraz fazlaca ilgiliydi... Gülderen'in bütün derdi, senatörün oyunu idamlara karşı kullanmasıydı ama birkaç görüşmenin sonunda, "uzun boylu, esmer" delikanlıdan o da etkilenmeye başladı. Kendisiyle konuşmak isteyen ve "ciddi" olduğunu söyleyen komşu oğluna, "Sokaklarda görüşmem" demişti ama... Peki ne yapması gerekiyordu? Yine başı dertteydi ve babasına gereksinimi vardı. Anneannesiyle konuşamazdı. O kıyameti koparırdı. Annesine de söylemek istemedi... Ancak babasıyla paylaşabilir, ona akıl danışabilirdi... Ama nasıl? Görüşmeye hep birlikte gidiyorlardı... Delikanlıya, "Bir resmini ver, babama göstereyim" dedi... *

*

*

Cumhuriyet Senatosu Anayasa ve Adalet Komisyonu, Millet Meclisi'nden gelen metni değiştirmiş, ölüm cezasını ikiye indirmişti: Talat Aydemir ve Fethi Gürcan... Bütün aile umutlarını bu kez Cumhuriyet Senatosu'nda yapılacak görüşmeye kilitlediler. Zaten umutsuzluğa hiç düşmemişlerdi. 11 mart 1964'te Cumhuriyet Senatosu'nda ilk görüşme yapıldı... Gündemin ilk sırasında, Ankara Milletvekili Kemal Erkovan'ın verdiği, Millet Meclisi'nde reddedilen ve ölüm cezalarının ömür boyu hapse çevrilmesiyle ilgili teklif görüşüldü. Bu kez kürsüye çıkıp, idam cezalarına karşı çıkanların sayısı daha çoktu... Millet Partisi Yozgat Senatörü Nejat Çetintaş da kürsüye gelenlerden biriydi: "... nitekim idam cezası talebiyle karşımıza gelen bu siyasî suç faillerinin, 22/23 Şubat Olayları'nda bütün imkânlar ellerindeyken kan dökülmemesi için, memleketin yüksek çıkarlarını dikkate alarak herakâttan vazgeçtikleri hepimizin malumudur. Ve yine 20/21 Mayıs Olayları'nın cereyan ettiği gece de, teslim aldıkları yüksek rütbeli subayları geri bırakmış, hareketlerini haklı olarak önleyen Ali Elverdi'nin canına kıymamış, ölçüsüz bir şekilde şiddete gitmemişlerdir." Diyarbakır Senatörü ihsan Hamit Tigrel'i de dikkatle dinlemişlerdi: "Üç yüz seneden beri, Cromwell'den beri, İngiltere’de bir siyasî idam olduğunu ben işitmedim. Fakat hiçbir olay da olmadı. Suriye'de, Irak'ta her yıl kitle halinde siyasî idamlar oluyor. Fakat ertesi gün başka ihtilaller ortaya çıkıyor. Çünkü ortam uygun. Bu ortam var oldukça, bir Talat Aydemir'i değil, bin Talat Aydemir'i idam etseniz, üçüncüsü çıkar, beşincisi çıkar, bu ihtilali yapar. Görevimiz ve marifet, bu ortama izin vermemektir." Teklif reddedilmiş, ardından ölüm cezalarıyla ilgili yasanın görüşülmesine başlanmıştı... Yine, ölüm cezalarının yerine getirilmemesi yönünde önergeler verildi... Bu kez, ölüm cezalarının yerine getirilmemesi savaşı verenlerin başını eski Millî Birlik Komitesi üyesi olan birkaç tabiî senatör çekiyordu... Ardından oylamalar yapıldı... Yine iki idam kabul edildi: Talat Aydemir, Fethi Gürcan... Fethi Mamak'ta, "kaç kez öldürüldüğünün" hesabını yapıyordu. Mahkeme kararı, Yargıtay kararı, Millet Meclisi Adalet Komisyonu, Millet Meclisi'ndeki ilk görüşmeler, ikinci görüşmeler, Cumhuriyet Senatosu Anayasa ve Adalet Komisyonu, Cumhuriyet Senatosu'ndaki ilk görüşmeler... "Şimdiye kadar yedi kez idam ettiler bizi" dedi albaya, "şu işi bitirseler de biz de kurtulsak!" Görüşmeler öncesinde, Cumhuriyet Senatosu'nda kimin hangi yönde oy kullanacağını merak etmişlerdi... En çok da eski Millî Birlik Komitesi üyesi olan tabiî senatörlerin oylarını... Artık biliyorlardı... Albay, 1960 öncesinde ilk ihtilal komitesini birlikte kurdukları eski arkadaşı tabiî senatör Osman Köksal'ın, idamı lehine oy verdiğini öğrenmişti... Hiç zaman yitirmeden eski arkadaşına bir telgraf çekti: "Kardeşim Osman... İdam edilmem için oy kullanmışsın... Allah benden artan ömrü sana versin..." Osman Koksal, görüşmelerde dört idama da "evet" demişti… *

*

*

151


Fethi Gürcan'ın yakınları için en kritik günlerden biri, Cumhuriyet Senatosu'nda ikinci görüşmelerin yapılacağı 17 mart 1964’tü. Şansları giderek azalıyordu. Cumhuriyet Senatosu bu görüşmede de Fethi'nin ölüm cezasını onaylarsa, karar kesinleşecekti. Senato'nun oturum başkanı önce komisyondan gelen ve iki idamın kabulü, iki idamın reddini öngören raporu okuttu... Sonra iki önerge olduğunu söyledi... Önergelerin biri, Talat Aydemir ve Fethi Gürcan hakkındaki ölüm cezalarının yerine getirilmemesi, diğeri ise yalnızca Fethi Gürcan hakkındaki ölüm cezasının yerine getirilmemesi doğrultusundaydı... İki önergenin altında da tabiî senatör Mucip Ataklı'nın imzası vardı. Önce ilk önerge oylandı... Senato, Talat Aydemir'i affetmek istemiyordu... Sıra ikinci önergeye geldi... Başkan, "Şimdi, yalnız Fethi Gürcan'ın 'ölüm cezasının yerine getirilmesi' hakkındaki hükmün, 'yerine getirilmemesi' şeklinde değiştirilmesi teklifini oylarınıza sunacağım" dedi... "Kabul edenler... Etmeyenler... Efendim, sayılar birbirine çok yakın bulunmaktadır... Şimdi tekrar oya koyuyorum. Sayın Mucip Ataklı'nın 'Fethi Gürcan'ın ölüm cezasının yerine getirilmemesi' şeklindeki önergesini oylarınıza sunuyorum. Kabul edenler lütfen ayağa kalksınlar..." Salondaki senatörlerin yarısı ayağa kalktı... Başkanlık Divanı ayağa kalkanları sayıyordu... "Kabul etmeyenler lütfen ayağa kalksınlar..." Ayaktaki senatörler oturdu, salonun diğer yarısı ayağa kalktı... Başkan, yeniden saydı... "52'ye karşı 54 oyla, yani iki oy farkla, Fethi Gürcan hakkındaki ölüm cezasının yerine 'getirilmemesi' şekli kabul edilmiştir... Fethi Gürcan, Osman Deniz ve Erol Dinçer hakkındaki ölüm cezasının yerine getirilmemesi, yalnız Talat Aydemir'in ölüm cezasının yerine getirilmesi şekli ortaya çıkmıştır. Yalnız ayrıca bu açık oylarınıza arz edilecektir." "Şimdi yalnız Talat Aydemir'in ölüm cezasının yerine getirilmesini içeren, birinci maddenin A bendini oylarınıza arz edeceğim." Zarflar dağıtıldı, oylar toplandı... Sayım sürerken, Osman Deniz'in ölüm cezasının yerine getirilmemesi hakkındaki B bendi için oylama yapıldı... "Fethi Gürcan hakkında oylamaya gideceğiz. Birinci görüşmede 'ölüm cezasının yerine getirilmesi' şeklinde kabul edildi. İkinci görüşmede verilen önerge az bir farkla yüksek heyetinizce, ölüm cezasının yerine getirilmemesi' şeklinde kabul edilmişti. Şimdi, C bendi, 'Fethi Gürcan'ın ölüm cezasının yerine getirilmemesi' şeklinde oylarınıza arz edilecektir. Fethi Gürcan hakkındaki ölüm cezasının yerine getirilmemesini isteyenler beyaz oy kullansınlar. Fethi Gürcan'ın ölüm cezasının yerine getirilmesini isteyenler kırmızı oy kullanacaklardır. Tekrar ediyorum..." Zarflar dağıtıldı, toplandı, sayım işlemleri tamamlandı... "Oylama neticesini bildiriyorum: Talat Aydemir hakkındaki oylamada 118 sayın üye oya katılmış, 81 kabul, 29 ret, 8 çekimser tespit edilmiştir. Şu hale göre 'Talat Aydemirin ölüm cezasının yerine getirilmesi' hükmü kesinleşmiş bulunmaktadır. Osman Deniz hakkında 121 sayın üye oylamaya katılmış, 84 kabul, 29 ret, 8 çekimser tespit edilmiştir. 'Cezanın yerine getirilmemesi' 84 oyla onanmıştır. Osman Deniz hakkında Cumhuriyet Senatosu'nca değişiklik meydana geldiği için karar bu kısmıyla Millet Meclisi'ne gidecek ve orada ayrıca işleme uğrayacaktır. Fethi Gürcan hakkındaki oylamaya 128 sayın üye katılmış, 65 kabul, 53 ret, 9 çekimser rey tespit edilmiştir. 'Cezanın yerine getirilmemesi' 65 oyla onanmıştır. Fethi Gürcan hakkında da Cumhuriyet Senatosu'nca değişiklik yapıldığından, gerekli işleme Millet Meclisi'nce devam edilecektir. Erol Dinçer hakkında; 120 oy verilmiş olup, 86 kabul, 28 ret, 6 çekimser oy tespit edilmiştir. Erol Dinçer hakkındaki ölüm cezasının yerine getirilmemesi kesinleşmiş bulunmaktadır." *

*

*

Gürcanların evlerinde sevinç gözyaşları birbirine karışıyordu... Yedi kez öldürülen babaları, sekizincisinde diriltilmişti... Artık işin çok sıkı tutulması gerekiyordu... Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu'nun kararları farklı olduğu için konu Millet Meclisi'ne geri dönmüştü... Sıdıka, şükür duasına başlamış, Mustafa Türker, Millet Meclisi'nde aynı yönde karar alınabilmesi için geniş çevresini devreye sokmuştu... Avukat bu kez milletvekillerine mektup yazıyor, mektuplar Gülderen ve Ömer eliyle adreslere ulaştırılıyordu...

152


Cumhuriyet Senatosu'ndaki oylamayı izleyen ilk pazartesi, Esma görüşe özenle hazırlandı... Cezaevine değil, bayrama gider gibi... Kocasına hazırladığı yemekleri fileye yerleştirirken, dudaklarında yalnızca gülümseme vardı ama bütün organları kahkaha atıyordu... 1963'ün mayısından, 1964'ün martına... Mahkemelerle, cezaevi ziyaretleriyle geçen zorlu on bir ay... Özlemle öldüren, acıyla dirilten on bir ay... Fethi, Cumhuriyet Senatosu'ndan çıkan karara şaşırmıştı. Bütün bu olayların sorumlusu olarak tek başına Albay Aydemir'i asacak değillerdi ya... Onun kararı kesinleşmişti. Yanına mutlaka birini koyacaklardı ve o kendisinden başkası olamazdı. Yoksa albay mı haklı çıkacaktı? Onu da cumhurbaşkanı mı affedecekti? Yok yok... Cumhuriyet Senatosu'ndan bile zor çıktı bu karar... Millet Meclisi'nden mümkünü yok çıkmaz... Bu adamlar beni gene öldürür... Karısının, çocuklarının, ağabeyi İhsan'ın, kayınbiraderi Mustafa Türker'in gözlerindeki neşeyi görünce, düşündüklerinin hepsini unuttu... Gülderen cam ve tel duvarların ardından yüzündeki her bir çizgiyi, saçlarının her bir telini izlediği babasının kokusunu duymasını engelleyen pas kokusundan ilk kez o gün nefret etmiyordu... İdamdan kurtulacaktı ya, bu ona yeterdi... Hep öyle söylemiyor muydu dayısı... "İdamdan kurtulsun yeter... Eninde sonunda siyasî suçlular için bir af çıkar..." O zaman babası da dışarı çıkardı... Yeniden başını onun omzuna koyar, kokusunu doya doya içine çekerdi... Babasına gülümsedi: "Seninle konuşmam lazım baba..." O hemen anlamıştı... "Bize biraz izin verir misiniz" dedi, "kızımla bir şey konuşacağız..." Gülderen görüşmeci odasında yalnız kalınca, babasına komşu oğlunu anlattı: "Görüşmek istiyor baba... Ciddiyim diyor... Ne yapayım?" "Görüş... Görüşmeden nasıl tanıyacaksın... Yalnız tenha yerlere gitme, kalabalık yerlere gidebilirsin." "Ne bileyim baba... Sen içerdeyken... İçime sinmiyor..." Babasının sesi kadife gibi yumuşaktı: "Rahat ol... Hayat bir tiyatro, bizler de oyuncularıyız. Herkes kendi rolünü oynar. Rolü bittiğinde seyircileri selamlayıp sahneyi terk eder. Sen de kendi hayatını yaşayacaksın... Sağlam duracaksın, rahat olacaksın." Sonra, genişçe gülümsedi: "Merak ettim şu delikanlıyı..." "O da görüşmeye gelmek istiyor... Ama soyadı tutmadığı için gelemez." Gülderen çantasından çıkardığı resmi cam duvara dayadı... "İşte... Sana resmini getirdim..." Cama iyice yaklaşınca, babasının kalp atışlarının sesini açık seçik duydu... Fethi, yerinden doğrulup resmi inceledi... "Yakışıklıymış" dedi, sonra bakışlarını Gülderen'e dikip, neşeli bir ses tonuyla konuştu: "Bana benziyormuş..." Onların özel görüşmesi bittiğinde, diğerleri yeniden görüşmeci odasına girdiler... Fethi, "Esma" dedi, "Sıdıka Abla'ya da söyle... Gülderen'e baskı yapmayın. Gitmek istediği yere gitsin, görüşmek istedikleriyle görüşsün. Benim kızım nasıl davranacağını bilir." Esma mesajı almıştı... *

*

*

Yeniden Millet Meclisi toplantı salonunun dinleyici locasındaydı... Yanında ağabeyi Mustafa Türker vardı... Cumhuriyet Senatosu'ndaki değişikliğin ardından yaşadıkları sevinç on gün sürmüştü... Millet Meclisi Adalet Komisyonu toplanmış, Osman Deniz hakkında Cumhuriyet Senatosu'nca verilen, "ölüm cezasının yerine getirilmemesi" kararını uygun bulmuş, ancak Fethi Gürcan hakkında aksi yönde karar vermişti... Meclis'te görüşmeler, Esma'da da ümitler bitmiyordu... Millet Meclisi'nin 13 mayısta yaptığı üçüncü görüşmede de, komisyon raporuna rağmen ümitliydi... Sivas Milletvekili Cevad Odyakmaz, verdiği önerge hakkında söz almıştı:

153


"Şimdi bir durumla karşı karşıyayız. Halen görüşmekte bulunduğumuz husus, Talat Aydemir ve üç arkadaşının ölüm cezasına çarptırılmasına dair olan kanundur. Aynı zamanda Yüce Meclis'e sunulmuş bulunan ve halen Adalet Komisyonu'nda tetkik edilen, siyasî suçlarda ölüm cezasının kaldırılmasına dair bir kanun teklifi var. Bu kanun teklifi kabul edildiği takdirde, bu cezalar da infaz edilirse, ileride hiçbir şekilde telafisi mümkün olmayan bir hata işlemiş oluruz. Benim önergemin mahiyeti şu: halen Adalet Komisyonu'nda bulunan kanun teklifinin sonucunu alana kadar bu kanunun görüşmelerinin ertelenmesinden ibarettir..." Önerge reddedildi... Sonra, Osman Deniz hakkındaki karar oya sunuldu: "Kabul edenler... Kabul etmeyenler... Osman Deniz hakkındaki 'idam cezasının infaz edilmemesi' kesinleşmiştir..." "Fethi Gürcan hakkında, Cumhuriyet Senatosu'nca 'ölüm cezasının yerine getirilmemesi' yönündeki kararı, komisyonumuzca 'benimsenmemiştir'. Kabul edenler... Kabul etmeyenler... Efendim, komisyonumuzun 'benimsememe' kararı kabul edilmiştir..." Esma'nın eli, son zamanlarda yuvarlana yuvarlana boğazına kadar gelip, orada çırpınmayı alışkanlığa dönüştüren kalbine uzanırken, beyninden gelen, "bir gören olur" uyarısıyla yeniden kucağına düştü. Talat Aydemirin idamı, Erol Dinçer ile Osman Deniz'in idam edilmemeleri kesinleşmiş, Fethi Gürcan'ın Meclis serüveni henüz bitmemişti... Mustafa Türker, Meclis'ten çıkarken, Esma'nın koluna girdi: "Bir insanın hayatıyla bu kadar oynanır mı? Sonunda 'affedecekler' ama işkence ede ede..." "Şimdi ne olacak ağabey?" "Millet Meclisi ile Cumhuriyet Senatosu komisyonlarından verilecek üyelerle bir karma komisyon oluşturulacak. O komisyon karar verdikten sonra Millet Meclisi'nde son görüşme yapılacak... Kesin karar bu görüşmede verilecek. Karma Komisyon'un raporu önemli... Ben komisyonda kimlerin görev alacağını öğrenirim. Ne yapıp edip, karma komisyondan ölüm cezasının reddi yönünde karar çıkartmamız lazım..." *

*

*

Esma yataktan sıçrayarak uyandı, derin derin nefes aldı... Gecelerdir uykusuzdu... Ne zaman kısacık bir uykuya dalacak olsa, karabasanlarla uyanıyordu... Daha doğrusu, uyumuyordu. Uyumaya çalışırken, aniden başına bir darbe yiyor, kendisini bulanık bir suyun içinde buluyordu. Kurtulmak için çırpınıyor, tam boğulmak üzereyken sıçrayıp kendisine geliyordu... Banyoya girdi, birkaç kez avuçlarına doldurduğu soğuk suyu yüzüne çarptı... Sıdıka'nın sesini duydu: "Kalktın mı kızım?" "Kalktım abla... Ben Fethi'nin yemeğini hazırlayayım..." "Yardım edeyim mi?" "Yok abla, ne var yardım edecek..." Mustafa'nın akşamdan getirdiği tavuğu dolaptan çıkardı, düdüklüye yerleştirdi... Yemek pişerken, o da hazırlanacaktı... Aynaya baktığında çok kötü göründüğünü fark etti... Gözlerinin altı halkalanmış, dudakları çatlamıştı... Fethi onu böyle görürse kim bilir ne kadar üzülürdü... Birileri de çok sevinir! Boşuna sevinmeyin, dünya size de kalmayacak... Özenle giyinip hazırlandı. Fethi ne düşünüyordur acaba? Hiç belli etmiyor... Kendini unutmuş, bize moral veriyor... Ah bir sarılsam sana... Bir kokunu çeksem ciğerlerime... Kendisini kocasının kollarında hayal ettiği anda, içine çektiği nefes ciğerlerini öyle bir zorladı ki, bütün bedeni sarsıldı. Elim ayağım kesik bu günlerde... Bir avuç içi görürsen sahipsiz, bir adıma rastlarsan başsız, bil ki benimdir... Neden sen, neden ben, neden biz ? Hayır, seni öldüremezler!.. Ne yaparım, sensiz... Yapamam... Yapamazlar... Olmaz... Olmaz!.. Sendelediğini son anda fark edip, mutfağın tezgâhına tutundu. Kendine gelmek için gözlerini kapayıp bir süre bekledi... Sonra aniden harekete geçti, ocaktaki düdüklüye uzanıp kapağını açtı... "Ayy!..Ayy!.."

154


Sıdıka Esma'nın çığlıklarını duyunca, odadan fırlayıp, mutfağa doğru koştu: "Kızım ne oldu? Yavrum!" Sıdıka'nın çığlıkları, Esma'nınkilere karıştı... Çocuklar da yataklarından fırlamışlardı... O sırada kapı çalındı. Esma'yı almaya gelen Mustafa, "Ne oluyor?" dedi telaşla... Sıdıka, "Esma... Düdüklünün havasını çıkarmadan kapağını açmış... Yavrumun yüzü yandı" diye ağlıyordu... Mustafa'nın rengi sapsarı oldu... "Yavrum... Hadi, hadi hemen hastaneye gidelim... Hadi çabuk!" Hastanede yüzüne yanık ilaçları sürülen Esma sakinleşmişti. Mustafa saatine baktı... "Sen gelme bugün kızım" dedi, "seni eve bırakıp ben giderim..." "Fethi'ye ne söyleyeceksin ağabey?" "İşin olduğunu söylerim, biraz rahatsız derim... Bir şey söylerim işte..." Esma, konuşurken acısı daha çok arttığından, sözleri ağzında biraz yuvarlayarak, "Olmaz ağabey" dedi, "ben gelmezsem bir şey olduğunu anlar. Zorlar seni, söylemek zorunda kalırsın, bu kez daha çok merak eder. Daha da kötü olduğumu sanır..." Eve döndüler... Esma koşup hemen aynaya baktı, yüzü kıpkırmızıydı... Canı iyice sıkıldı. Zaman daralmıştı. Tavuk parçalarına bezenmiş elbisesini değiştirdi, hemen yola çıktılar... Mamak'a giderken, otobüstekilerin soruları iyice neşesini kaçırdı. Basbayağı yanıktı yüzü işte... Fethi, görüşme odasında heyecanla bekliyordu... Mustafa ile Esma içeri girince yerinden hafifçe doğruldu: "Hoş geldiniz ağabey... Esma?" Cam ve tel duvarların arkasından Mustafa'nın gerisinde kalmaya çalışan Esma'nın yüzünü inceliyordu... Sesi bir çığlık gibi çıktı: "Esma sana ne oldu?" Esma, "Önemli bir şey yok" diyebildi yalnızca... Mustafa, kız kardeşinin konuşurken acı çektiğini biliyordu, hemen araya girdi: "Havasını boşaltmadan kapağını açınca, düdüklü yüzüne patlamış. Hastaneye gittik. Derin bir yanık yokmuş. İlaç verdiler, birkaç günde düzelirmiş..." Fethi, "Esmam" dedi, "canım... Hep benim yüzümden..." Sesi titreyince sustu, başı iki elinin arasına düştü ve tutsak bedenine söz geçiremeyince, gözyaşlarını özgür bıraktı... Bin bir cephede savaştım ben... Sen hep savaşmak istemediğim yerde kaldın... Hep gönüllü teslim oldum sana... "Üzülme Fethi... Geçer, bir şeyim kalmaz... " Esma da fazla konuşamadı... Mustafa arkasını dönmüştü... Görüşme odasını derin bir sessizlik kapladı... * * * Baharın tekne kazıntısı mayıs... Kelleyi koltuğa aldıran mayıs... Zaferleriyle coşturan, bozgunlarıyla çıldırtan mayıs... "Aşk" diyen, "devrim" diyen, "ölüm" diyen mayıs... Kendisi özgür, tutkunları tutsak mayıs... Mamak Cezaevi'nde, akşam yemeği için bir masa etrafında toplanan dört idam hükümlüsünden birinin ölüm cezasının yerine getirilmesi, ikisinin ise ölüm cezasının yerine getirilmemesi kesinleşmişti... Dördüncüsü, "Bitsin bu iş" dedi, "bana değil, çocuklarıma eziyet oluyor... Bir an önce bitsin!" Albay, "Göreceksin bak, son görüşmede senin cezan da reddedilecek" dedi. Fethi gülümsedi: "Albayım seni yalnız bırakmam. Bu yola beraber çıktık... Mahkemelerde beraber hareket ettik. Seni yalnız bırakmam..." Mamak'ta, mayıs tutkunu tutsaklardan, kanı en deli olanlardan Fethi, 1964'ün mayısında ölüme dörtnala gitmek, dünyanın sınırlarından bir an önce çıkmak istiyordu artık... İstiyordu, çünkü ailesinin daha fazla üzülmesine dayanamıyordu. Özlemi mi daha büyüktü, yoksa isyanı mı, kestiremedi... İsyana dar gelen hücre, özleme yeter mi? Mamak dediğin ne kadar uzakta ki özlemin dayandığı yere? Çok mu yakın, çok mu uzak? Kimi

155


sevsem, birkaç kilometre uzakta, kimi sevsem Kaf Dağı'nın arkasında... Masal oldu sıra sıra çocukları olan dev, masal belki de dünya... Bütün hayallerin kaybolduğu yerde, yaşamak yakışmaz bana... Yaşamak, epeyce eksik, çokça fazla... Yaşamak dört duvarın ardında, yaşamaktan sayılmazsa; ölmek gam değil de, geride kalanlar olmasa... Ah ulan ah! Ölümüne her şey de, ölümüne kavuşamamak niye? Hücrelerinden çıkıp bir araya geldikleri yemek saatleri, en özel, en tadına doyulmaz anlardı... Kendi durumlarını konuşuyorlar, ülke sorunlarını tartışıyorlar, gazete ve radyo haberlerini yorumluyorlar ve neşe içinde birbirlerine takılıyorlardı. Ama birkaç gündür, Fethi'nin tadı kaçmıştı. Aklı Esma'daydı... Onun yanık yüzünün hayali sürekli karşısında duruyordu... Masadaki sudan büyükçe bir yudum aldı, gözü masanın üzerinde duran ve albayın anılarını okuduğu teybe takıldı. Suskunluktan faydalanıp, teybin düğmesine bastı: Nihansın dideden ey mesti nazım Bana sensiz cihanda can ne lazım. Masadakiler arkalarına yaslanıp onu dinlemeye başladılar... Kimse kıpırdamıyordu. Her şarkıyı, herkes, kendi anılarında, kendince yaşar... Benim sensin felekte çaresazım Bana sensiz cihanda can ne lazım Hebaya gitti hep bunca emekler Sana insan değil, ağlar melekler. *

*

*

Esma, pencereden ağabeyinin geldiğini görünce hemen kapıya koştu... Yüzü gülüyor... Yüzü gülüyor... Mustafa kapının eşiğinde kız kardeşini kucakladı: "Gözümüz aydın. Karma Komisyon, Senato'nun kararına uydu, ölüm cezasının reddine karar verdi." Sıdıka, Esma'nın hemen arkasında belirmişti... Üçü birbirlerine sarıldılar... "Şükürler olsun..." dedi Sıdıka. Esma, "Millet Meclisi komisyonun kararına uyar değil mi ağabey?" diye sordu. "Komisyonun kararı Millet Meclisi'nde etkili olur. İnşallah Esma... Avukat da aynı şeyi söylüyor... Kurtulacak... Kurtulacak artık..." "Millet Meclisi'ndeki son görüşmeler ne zaman yapılacak?" "Sanırım önümüzdeki hafta..." "Bir çay iç ağabey..." "Yok yok... Ben işe dönüyorum... Akşam uğrarım... Hadi sen de biraz rahatla artık. Abla, sen de..." Esma, pencereden ağabeyinin gidişini izledi... Kalbi, bir asansör gibi inip çıkıyor, içinde hiç durmadan yumruklaşıp duran umut ve umutsuzluk, sürekli bir deprem halinden çıkmasını engelliyordu... *

*

*

22 haziran 1964. Umudun, umutsuzluğu yendiği o haberin üzerinden dört gün geçmişti... Yine bir görüş günüydü... Fethi, bir dizine Sema'yı, diğerine Öner'i oturtmuş, cam ve tel duvarların arkasındakilerle sohbet ediyordu... Mustafa, "Gözümüz aydın" dedi Fethi'ye, "Karma Komisyon idamı reddetti..." "Talat Bey'in durumu ne olacak?" "Cumhurbaşkanına kaldı... Cemal Paşa reddederse..."

156


"Talat Bey için mutlaka bir şeyler yapmak lazım. Senin çevren geniştir ağabey... Onu kurtarmak için de çalış... Cemal Paşa'yı ikna edecek birinin devreye girmesi idamı durdurur... Cumhurbaşkanının affetme yetkisi var..." "Elimizden geleni yapıyoruz Fethi, avukatı da boş durmuyor... Sen merak etme..." Fethi, yeni bir umutla dimdik duran ailesinin moralini bozmamak için, Millet Meclisi'nden çıkacak kararın beklediklerinin tersine çıkabileceğini, Meclis'ten karar çıkar çıkmaz infazın gerçekleştirileceğini, bunun belki de son görüşleri olduğunu söyleyemedi... Kimse, Millet Meclisi'nin bir kez daha idamda ısrar edeceğini düşünemiyor ya da düşünmek istemiyordu. "Olur mu" diyorlardı, "Karma Komisyon'un dirilttiği insanı, Meclis bir kez daha öldürür mü ?" Ayrılık saati gelmişti... Onlarla, "yeniden görüşmek" üzere ayrılacaktı ama içinde bir his, bunun böyle olmadığını söylüyordu... Albayın Meclis'te işi bitmişti... Cemal Gürsel'in onun idamını durduracağına hiç ihtimal vermiyordu. İhtilale iki kişi karar vermişler, bunu da açıkça belirtmişlerdi. Duruşmalarda, "Serbest kalırsam, hemen yeni bir ihtilal için hazırlık yaparım" dememiş miydi? Bu sözlerinin hem ordunun komuta kademesinde hem de Meclis'te dilden dile dolaştığı haberini almıştı. Ordu hâlâ kaynıyordu. İhtilalci oluşumlara gözdağı vermek, yeni girişimleri önlemek için mutlaka bu davadan birilerini asacaklardı. Hiçbir siyasî davada idam sehpasına tek kişi götürülmezdi. Albayın yanında kendisi olacaktı. Dudaklarındaki gülümseme, beyninden geçen düşünceleri maskeliyordu. Vedalaşamıyorum bile... Haydi gidin sevdiklerim... Üzülmeyin... Başınızı eğmeyin... Sema ve Öner'i kucağından indirmeden önce, ikisini de dudaklarından öptü... Gizli saklı bir veda işte... *

*

*

23 haziran 1964. Esma, Millet Meclisi'nin dinleyici locasındaki yerini almıştı... Yanında yine ağabeyi vardı... Görüşmeler başlarken, Karma Komisyon'dan çıkan karardan sonra duyduğu rahatlamanın kendisini tümüyle terk ettiğini, çığ gibi bir kaygıya tutsak kaldığımnı fark etti... Artık bitecekti... Ya kurtulacak ya da... Başkan, önce oylamanın usulünü açıkladı: "İlk önce Karma Komisyon'un metnini okutup oyunuza sunacağım. Şayet Yüksek Meclis Karma Komisyon'un kabul ettiği metni kabul etmezse, o zaman geriye dönüp, Cumhuriyet Senatosu'nun kabul ettiği metni oyunuza sunacağım. Şayet Yüksek Meclis onu da kabul etmezse, o zaman Millet Meclisi’nin kabul ettiği metni oya sunacağım..." İlk oylama... İlk oylamada bütün kaygılar bitebilirdi... Millet Meclisi, Karma Komisyon'un metnini kabul ederse, idam reddedilmiş olacaktı... Karma Komisyon metninin okunmasının ardından başkan, metni oya sundu: "Şayet Yüce Meclisimiz Karma Komisyon tarafından kabul edilen metni kabul ederse, Fethi Gürcan'ın ölüm cezası yerine getirilmeyecektir. Karma Komisyon'un, 'Fethi Gürcan hakkındaki ölüm cezasının yerine getirilmemesine karar vermiş bulunduğu metni' oylarınıza sunuyorum... 'Ölüm cezasının yerine getirilmemesini' kabul edenler..." Esma, el kaldıran milletvekillerine baktı... Kargaşada hiçbir şey anlamadı... Başkan yeniden araya girmişti: "Lütfen bunun neticesi alınana kadar açık oylarını kullanan arkadaşlar yerlerine otursunlar. Netice alınamıyor... Oturunuz lütfen... Fethi Gürcan hakkında verilmiş bulunan 'ölüm cezasınınn yerine getirilmemesini' kabul edenler işaret buyursunlar..." Başkanlık Divanı oyları sayıyordu... "Kabul etmeyenler..." Bitmek bilmeyen dakikalar... "Karma Komisyon'un kabul ettiği metin, kabul edilmemiştir..." Esma'nın beyni şiddetle uğuldamaya başladı... Bu ilk oylama, sonuç hakkında açık bir ipucu veriyordu ve... Sivas Milletvekili Cevad Odyakmaz, "Beyler anlaşılmadı, sonradan gelenler oldu" diye itiraz etti.

157


Salondan, "Belli olmadı", "yeniden sayılsın" sesleri yükseliyordu. Başkan, "Efendim" dedi, "114 oya karşı, 96 oy çıkmıştır." Beynindeki uğultu, salondaki uğultuya karışıyor, onun içinden yükselen sesler, yüreğine işliyordu: "Belli olmadı!" "Tekrar sayılsın!" Cevad Odyakmaz ve beş arkadaşı ayağa kalktı: "Sayın başkan sayımın yanlış olduğu kanaatindeyiz.." Ortalık karışmıştı... Başkan milletvekillerini susturmaya çalışıyordu... "Efendim, arkadaşların ayağa kalkmaları... Açık oylama talebi var... Arkadaşlarımız itiraz ediyorlar..." Gürültüler, itirazlar sürüyordu... Kimi milletvekilleri, ilk oylamanın yeniden yapılmasını isterken, kimileri sonucun belli olduğunu, bundan sonra yapılması gereken oylamalara da gerek olmadığını savunuyordu... Başkan, "Nedir efendim?" dedi. "Bu yeni oylamadır. Şimdi ayrıca oylama yapılacaktır. Birinci metin reddedildi. Karma Komisyon'un kabul ettiği metin reddedildi." Gürültüler arasında, kimi milletvekillerinin, "Öyle oylama olmaz, belli olmadı" sesleri yükseliyordu. "Sayın arkadaşlarım, biraz evvel yapmış bulunduğumuz oylama bazı arkadaşlarımızda tereddüt uyandırmıştır. Anayasa'nın 92. maddesine göre, bir kanun tasarısı veya teklifi Millet Meclisi'nce kabul edildikten sonra, Cumhuriyet Senatosu bunu değiştirirse, bir karma komisyon ihtilafı halledecektir. Bu komisyonun hazırladığı metin Millet Meclisi'ne sunulacak, Millet Meclisi, karma komisyonca veya Cumhuriyet Senatosu'nca veya daha önce kendisince kabul edilen metinlerden birini kabul etmek zorundadır. Yüce Meclis biraz evvel yapmış olduğumuz oylamada Karma Komisyon'un kabul ettiği metni reddetmiştir... Yani Fethi Gürcan'ın ölüm cezasının yerine getirilmemesine dair kararı reddetmiştir. Ancak Anayasa'nın 92. maddesine göre, geriye dönerek Cumhuriyet Senatosu'nun kabul ettiği metni ve Millet Meclisi'nin kabul ettiği metni sırasıyla oylamak gerekmektedir. Ancak Cumhuriyet Senatosu'nun kabul ettiği metin de biraz evvel oylamış bulunduğumuz Karma Komisyon'un kabul ettiği metne aynen uygun vaziyettedir. Bunun için, izin verirseniz, Millet Meclisi'nce daha önce kabul edilmiş bulunan metni açık oylama talebine göre oya sunacağım..." Yozgat Milletvekili İsmail Hakkı Akdoğan ile Tokat milletvekili Hasan Ali Dizman usul hakkında söz istedi. Başkan, "Oylama sırasında söz verilmez efendim" diye karşı çıktı, "şimdi açık oylama talebi vardır. Açık oylama talebine göre Millet Meclisi'nin kabul etmiş bulunduğu metni oylarınıza sunacağım." İsmail Hakkı Akdoğan, yerinden itiraz ediyordu: "Açık oylama talebimizi niçin yaptığımız hakkında söz istiyorum efendim. Bizim talebimizi başka mevzuda kullanamazsınız. Bizim talebimiz Karma Komisyon raporunun açık oylamaya konulması hakkındadır." "Sayın Akdoğan, biraz evvel Yüce Meclis'in iradesi tezahür etmiştir, o tezahür eden irade yeniden oylamaya konur mu? Usul bakımından mümkün değildir." "Usul bakımından söz istiyorum. Hata yapılmıştır." Bir başka milletvekili, Karma Komisyon metninin reddedildiğini, artık ikinci ve üçüncü oylamaya gerek olmadığını söylüyor, "Fethi Gürcan hakkındaki ölüm cezasının yerine getirilmesine yüce heyetiniz karar vermiştir" diyordu... Yoksa bitecek miydi? Bitmiş miydi şimdi? Birbirine kilitlediği ellerini öyle çok sıkmıştı ki, parmak uçları morarmış, buz gibi olmuştu... Bu arada İstanbul Milletvekili Coşkun Kırca da usul hakkında söz istedi. "Anayasa 'Önce Karma Komisyon, sonra Cumhuriyet Senatosu, sonra Millet Meclisi'nin metni oylanır' diyor... Üç tanesinden birini seçeceğiz. Karma Komisyon'un metninin aynısı olmasına rağmen, Cumhuriyet Senatosu'nun metni burada tekrar oylanmalı, ondan sonra Millet Meclisi metninin oylanmasına geçilmelidir." Başkan, bu kez Cumhuriyet Senatosu'nun metnini oya sundu. Zarflar dağıtıldı, zarflar toplandı, oylar sayıldı...

158


Esma'nın içinde her dakika küçülen, küçüldükçe hırçınlaşan umut, canını acıtarak çırpınıyordu. Başkan konuşmaya başlayınca, bütün dikkatini ona verdi... "Sayın arkadaşlarım, Fethi Gürcan hakkında verilmiş bulunan, 'ölüm cezasının yerine getirilmemesine' dair Cumhuriyet Senatosu'nca kabul edilen metnin yapılan açık oylamasına 254 arkadaşımız katılmıştır. 100 kabul oyuna karşı, 122 ret oyu çıkmıştır. 29 arkadaşımız çekimser kalmıştır. Üç zarf da boş çıktı. Bu şekliyle, Cumhuriyet Senatosu'nca Fethi Gürcan'ın 'ölüm cezasının yerine getirilmemesine' dair karar Yüksek Meclis'çe reddedilmiştir. Aslında reddedilmiş olmuyordu. İlk oylama kargaşaya gelmiş, bu ikinci oylamada ise karar yeter sayısı bulunamamıştı. Bu durumda karar da alınamazdı. Ama o tartışma, o gerilim sırasında durumu fark eden olmayınca, itiraz eden de çıkmadı. Üstelik idama en çok karşı çıkan milletvekilleri, -ki bunların içinde Millet Meclisi'nde idam kararını önlemek için en fazla çaba harcayanlar arasında yer alan Osman Bölükbaşı da vardı- sonucun artık değişmeyeceği düşüncesiyle salonu umutsuzluk içinde terk ederken, çekimser oy kullananların bir bölümü onlara eşlik etti. (* 1961 Anayasası madde 86 - Her meclis üye tam sayısının salt çoğunluğuyla toplanır ve Anayasa'da başkaca hüküm yoksa, "toplantıya katılanların salt çoğunluğuyla" karar verir.)

Son dakikaya kadar bekleyen bir grup milletvekili ise Genel Kurul salonuna girip "kazananların" yanında yer aldılar... "Şimdi tekrar geriye dönmek suretiyle Millet Meclisi'nce kabul edilen metni okutacağım..." Umut kalmadı... Bitiyor... Öldürecekler... Fethi, bunlar seni öldürecekler! Üçüncü oylama, ad okunma yöntemiyle yapıldı ve son şans da tükendi. "Sayın arkadaşlarım, tasnif neticesinde, Fethi Gürcan hakkında verilmiş bulunan, ölüm cezasının yerine getirilmesini kabul etmiş bulunan Millet Meclisi kararı, oylamaya katılan 231 arkadaştan 131'inin kabulüyle benimsenmiş bulunmaktadır. Bu şekliyle Fethi Gürcan hakkında verilmiş bulunan ölüm cezası yerine getirilecektir." 74 milletvekili ret, 6'sı da çekimser oy kullanmıştı. Esma içine zehir zemberek bir hava üfleniyormuş da, bedeni, beyni şişiyormuş gibi hissetti... "Fethi Gürcan hakkında verilmiş bulunan ölüm cezası..." "... ölüm cezası..." "... ölüm cezası yerine getirilecektir..." "...getirilecektir..." Mustafa kalkmış, koluna girdiği kız kardeşini kaldırmaya çalışıyordu... Ağabeyinin sapsarı yüzüne baktı... Kaskatı bedenini hareket ettiremiyor, kaslarına söz geçiremiyordu... Dışarıya çıkar çıkmaz, ağabeyinin koluna girip hızlı adımlarla yürümeye başladı. Bir an önce evine gitmek isteği her şeyin önüne geçmişti... Eve gidip de ne olacak? Çocuklara babalarının asılacağını nasıl söylerim? Allahım buna nasıl dayanacağım, nasıl dayanacağız? Onun koluna tutunan elini sımsıkı kavrayan ağabeyi, "Meclis'in üçte biri bile değil... Nasıl olur? Nasıl olur, kendi dirilttikleri insanı nasıl öldürürler?.." diye söyleniyordu... Esma, başını kaldırıp ağabeyine baktı... Mustafa bunu fark etmedi bile... O söylenmeyi sürdürüyordu...

43 Bu üçüncü geceydi... Millet Meclisi'nin kendisi için idam kararı verdiğini bir gün sonra, 24 haziran 1964 tarihli gazetelerden öğrenebilmişti.... O geceden beri bekliyordu... 24 haziran geçmiş, 25 haziran geçmiş, saatine baktı... 26 haziran geride kalmıştı... 27 haziranın ilk dakikalarını yaşıyordu... Nasıl olsa giyinecek kadar zaman tanırlardı... Üzerindekileri çıkarıp, pijamalarını giydi, yatağa sırtüstü uzandı... Keşke şimdi uyuyabilse de, onlar gelene kadar hiç uyanmasaydı... Ama olmuyordu.... Anlaşılan dünya uykusuna doyamadan, sonsuz uykuya dalacaktı... İçinde yeni bir isyanın boy atmasının nedeni, herkesin sanki hiçbir şey yokmuş gibi davranması, onu uyutmaya çalışmasıydı...

159


Yutar mıyım ben bu numaraları? yanımda tek teselli bu kalsın...

Dürüst

olun,

dürüst!

Giderken

Bir an önce bitmeliydi... Yaşadığı her dakika, ailesine acı veriyor, bu da artık kaç saat ya da dakika kaldığını bilmediği hayatını çekilmez hale getiriyordu. Ölmeden önce isyanını son bir kez haykırsa, ailesiyle son kez vedalaşsa, Esma'yı sonsuz ayrılığın hatırına bir kez öpebilseydi.. Bu gece... Belki birazdan gelecekler... Esma... Sana haksızlık ettim biliyorum... Dünyanın yükünü sana bırakıp, gidiyorum... Canımızla can kattığımız dört can sana emanet... Vefalı karım benim... Senin süvarin, atını sürebildiği yere kadar sürdü... Yol bitti Esma, yol bitti... Özlemle gitmek ne zor... Şimdi ellerin saçlarımda olsaydı, bin tel okşardı ellerini... Şimdi sessizliğinde olsaydı geveze gönlüm, sözü bir şarkıya teslim ederdi... Şimdi canım ne istiyor biliyor musun ? Seninle son kez dans etmek... Haydi gül! Ölmeden önce senden son anı gülen yüzün olsun... O gün bütün ısrarlarına karşın gazetelerin getirilmemiş olması tesadüf olamazdı. Günde kaç kez hücrelerin kapısına gelip sohbet eden cezaevi personeli de sanki ondan kaçıyordu. Hem zaten artık ne bekleniyordu ki? Meclis'ten çıkacak karar cumhurbaşkanına gidecek, onun onayının ardından da Resmî Gazete'de yayımlanacaktı... Hepsi o kadar... Bu kadarcık işlem üç gün sürer miydi? Sürse bile üçüncü günü bitirmiş dördüncü güne girmişlerdi... Acelem var ölmeye... Ekspres yolcusuyum şimdi varış noktasının... Yollar, geçilmeye geç kalınmış... Vakit dar, beyler vakit dar! Herkes yapacağını yaptı, herkes kaçacak bir yol buldu... Hay anasını sattığımın dünyası! Sen kal durduğun yerde... Benim valizim hazır, beni gitti bil bütün kalanların yerine... O akşam yediği yemeğin, son yemek olduğunu biliyordu... Bunu arkadaşlarına da söylemişti... *

*

*

Esma, balkona oturmuş, umutla bekleyen Ömer'e baktı... Gülderen de, Ömer de üç gündür eve sığamıyorlardı... O gün, Kızılay'da, "Yazıyor... Cumhurbaşkanı idamları onayladı... Talat Aydemir ile Fethi Gürcan'ın bu gece asılacağını yazıyor..." diye bağıran gazete satıcılarının yanlarından geçmişler, "Babanız bu gece asılacakmış" diyen arkadaşlarına cevap bile vermemişlerdi. Gülderen, gazetelerde o gece babasının asılacağı haberini gördükten sonra 22 Şubatçılarla ilgili bir haber yapıp, o haberle de ödül alan gazeteci Ergin Konuksever'e gitmiş, ondan çare ummuştu... "Yılın Gazetecisi" ödülünü alan bir gazeteci... Ünlü mü ünlü, güçlü mü güçlü... Üstelik, 21 Mayıs öncesinde evlerine sık sık gelir, babasından bilgi alırdı... Babası da onu çok severdi... O çare olmayacaktı da kim olacaktı? Ama görüşmeden omuzları iyice çökük, Ergin Konuksever'e kırgın gelmişti... Ne yapabilirdi ki bir gazeteci? Hiçbir şey... Ama Gülderen bunu bilemezdi... Ömer, balkonda, jetlerin uçmasını bekliyordu... Babası olsa, arkadaşları ipe götürülse, cezaevini yıkar, onları kurtarırdı... Arkadaşları da boş durmayacaktı ya... Bir yandan babasının kurtulacağı umudunu her şeye inat yaşarken, bir yandan da, delikanlılığa yol alan yüreği önlemini alıyordu... Babasının dört duvar arasında yaşamasına dayanamıyordu ve dört duvar arasında yaşamasındansa, ölmesi daha iyiydi... Dayısı bile, "Yavrum, kafese kapatılmış aslanlara benziyor" demişti... Bir aslan için kafese kapatılmaktansa, ölmek daha iyiydi... Aslında, idam cezaları Yargıtay’da onandığı günden beri, yalnızca çocuklar değil, cezaevindekiler de arkadaşlarının harekete geçmesini, cezaevini basıp kendilerini kurtarmalarını beklemişlerdi... Şimdi cezaevindekiler için sönen ümit, çocukların yüreğinde direniyordu... Millet Meclisi'ndeki son görüşmelerin ardından Talat Aydemir ve Fethi Gürcan'ı cezaevinden kaçırıp kaçıramayacaklarını tartışan gençler, hiçbir çıkış yolu bulamamışlardı. Bulamamışlardı ama yine de babalarının önderliğini yaptığı hareketin kökünün orduda olduğuna,

160


onların ipe gidişlerini seyretmeyecek birilerinin çıkacağına inanmışlardı... Ya da inanmak istemişlerdi... Esma, nasıl olup da ayakta durabildiğini düşündü... Daha iki gün önce, ağabeyi gelmiş, kendisini koltuğa atmış, hiç tanık olmadığı bir ifadeyle, "Fethi'nin asılacağı ipin parasını bizden istediler Esma" diye haykırmıştı... O anda, yakıcı bir sıvı midesinden hızla yol alarak ağzına dolmuş, ağabeyinin sapsarı yüzünü görünce yutkunmuştu... Onun böylesine sarsıldığını görmemişti... Yok! Olmaz böyle! Yıkılıp kalırsak, Fethim'e ihanet ederiz... Zaten canımın yarısı gidiyor ağabey, sana bir şey olmasın... Sana bir şey olmasın... Hem... Yeniden yutkunmuştu... Boğazına dolan yakıcı sıvıyla birlikte, gözyaşlarını da yutkunmuş, bedeniyle birlikte başını da kaldırmıştı: "Ne yapalım ağabey, göreceğimizde bu da varmış!" Beyninde bütün isyanların halay çektiği Gülderen'in, annesinin bu kahramanca duruşuyla bedenini dikleştirdiğini görmemişti... O artık dişi bir kartaldı ama bunu da bilmiyordu... Ömer'i bir süre izledikten sonra, ablasına baktı... Sıdıka yine dua ediyordu... Sarı bir hayalet gibi balkona çıkıp, Ömer'in yanına oturan Gülderen'e baktı... Sema! Hızla yatak odasına gitti, Sema'nın yanağına düşmüş kirpiklerini seyretti... Sema... Saatler geçmek bilmiyordu... O hem saatler geçsin, hem de kötü haber gelmesin istiyordu... Gelme kötü haber gelme... Ben bu haberi durdurmanın yolunu bilmiyorum... Bir mucize olsun, kötü haber gelmesin... Gelmesin. .. Millet Meclisi'nde idamın onaylanmasının ardından, onun idamını durduracak tek kapının Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel olduğunu düşünmüş ve Fethi'ye verdiği bütün sözleri unutarak atağa geçmişti. Cemal Gürsel, Kara Kuvvetleri komutanı olduğu 1959 yılında, Adapazarı'na gelmiş, at çalıştırmalarını, giyiniş ve gösterişini beğendiği Fethi'ye, "Orduda böyle subay kaldı mı ?" diye iltifatta bulunmuştu. Fethi'yi, o yıl, İstanbul'da yapılan uluslararası konkuripiklere gelen yabancı binicilere mihmandar olarak tayin etmişti... Aradan yalnızca dört yıl geçmişti... Dört yıl... Fethi'ye verdiği bütün sözleri unutmuş, Ömer ile Öner'i alarak, Çankaya'ya çıkmıştı... Amacı Cemal Gürsel'e bunu anımsatacak ve idamları reddetmesine ikna edecek en yakın yetkiliye ulaşmaktı... Ancak kapısını çaldığı evde, yalnızca o yakın yetkilinin eşiyle konuşabilmişti... O andan sonra artık tek umudu bile kalmamıştı... Çankaya'dan çıktığında, yüzündeki bütün kaslar, ne olursa olsun ayakta kalmayı emreden bir isyanın çizgilerini şekillendiriyordu... İşkenceden geçirildi sevdaların, yalan ifadeleri imzalatamadılar... Gereğini düşündü yargıçlar... Bir damgacının gölgesinde, geriye kalan sessiz çırpınışlar... Sevinçlerim mi ? Canım benim... Yavrum... Yufka yüreklim... Korkusuz süvarim... Sevinçlerim, yoğun bakım ünitesinde... *

*

*

Cebeci'deki Ankara Merkez Cezaevi'nde hummalı bir hazırlık vardı. Her şeyin çok gizli tutulması emri ilgili birimlere ulaşmıştı... Cezaevi müdürü infaz için bir imam ile bir cellat bulmuştu... İnfaz sonunda, imama 300, cellata 500 lira ödenecekti. Fethi'nin çok önceden verdiği karar doğrultusunda kendisine hiçbir iş düşmeyecek olan ama cellatlığa soyunan adam, Ankara'nın Samanpazarı'nda lokantacılık yapıyordu... Geç de olsa bu haberi alan gazeteciler, kendilerini uzun uzun düşünmekten alamamışlardı... İnsanlar, hiç bilmeden, gidip onun lokantasında yemek yiyorlardı... İnsan, yemeğini yediği lokantanın sahibinin, cellat olduğunu bilse ne yapar? Cinayetine, devlet onayı alan bir adam... Kimi öldürdüğünün önemi yok... Kimin ne diye ölüme yürüdüğünün önemi yok... Yalnızca öldürmek istiyor... Başını belaya sokmadan öldürmek... Ceza değil, üstüne para alarak öldürmenin yolunu buluyor...

161


Gece saat 22.00'den sonra Ankara Merkez Cezaevi'nin etrafında yoğun güvenlik önlemleri dikkat çekmeye başlamıştı. Polis ekipleri devriye geziyor, cezaevi geniş bir kordon içinde bulunuyordu. Önlemlerin alınmasının ardından infaz savcısı, adli tabip, başsavcı cezaevine geldiler. Sehpaları getiren itfaiye aracının cezaevine girişinde saatler 01.45'i gösteriyordu. Darağaçlarını askerî araçlar izledi... Bütün hazırlıklar tamamdı... Saat 03.00'te Talat Aydemir'in, 03.30'da da Fethi Gürcan'ın cezaları infaz edilecekti. O gün infazların yapılacağını haber alan gazeteciler, cezaevine yaklaşmaya çalışıyorlardı ama Sıkıyönetim kurmay başkanı hepsini dağıtmıştı. Sıkıyönetim Komutanı Cemal Tural, cezaevinin yakınındaki Erzurum Talebe Yurdu'nda kalan ve olayı merak ederek dışarı çıkan öğrencilere bağırıp çağırıyor, eline geçirdiğini de tartaklıyordu... *

*

*

Fethi koridor kapısının açıldığını ve kalabalık bir grubun içeriye doğru yürüdüğünü duyunca hemen yerinden doğruldu... Bir grup Albay Aydemir'in hücresine, bir grup kendi hücresine girmişti... İşte gelmişlerdi... Ölüme gidecekti gitmesine de, bir son sözü olmalı, bir vedası kalmalıydı... Ölümü birlikte bekledikleri insanlara da mı veda edemeyecekti ? "Durun! Arkadaşlarımla vedalaşacağım, durun!" "Bir şey yok... Sizi sivil cezaevine naklediyoruz." Yeter bu komedi, yeter! "Bırakın bu numaraları ben yutmam! Arkadaşlarımla vedalaşacağım..." "Tamam, vedalaşacaksınız..." Gelenler sözlerini tutmuşlardı... Fethi, son yemeğini paylaştığı Osman Deniz ve Erol Dinçer'le vedalaştı... Onlara, "Aileme selam götürün, sarsılmadığımı söyleyin" dedi, Erol'a sarılırken, son kez bir "insan" kucaklamanın tadını, müthiş bir yoğunlukla yaşadı... Sonra, pijamalarını çıkarıp, Almanya Büyükelçiliği'nden aldığı sivil kıyafetinin üzerine, hep birlikte yaşadığı ve kendisinden sonra da yaşayacağını çok iyi bildiği kahverengi deri montunu giydi... Mamak'tan çıkarıldığında, albayla ayrı ambulanslara bindirilişinin acısı yüreğine çöktü... Onunla vedalaşamamıştı... Ambulans, Cebeci'deki Ankara Merkez Cezaevi'ne girdi... Yeniden hücredeydi... Daha oturur oturmaz hücresine gelen imam bütün düşüncelerini doğruluyordu... Gardiyanlar eşliğinde hücreden alınarak cezaevi müdürünün odasına getirildi. Oda kalabalıktı... İnfaz savcısı, "Seni buraya neden getirdiğimizi biliyor musun?" diye sordu... Komik... Her şey iğrenç derecede komik... "Evet, biliyorum, infaz için getirdiniz... Vatan sağ olsun..." Şimdi savcı önündeki kâğıtlardan, önce infaz kararını, sonra Meclis kararını, ardından cumhurbaşkanının idamı onaylayan kararnamesini okuyordu... Hiçbir şey düşünmemek buymuş demek... Gidiyorum ulan! Beynim benden önce mi gitti ? Ne korku, ne acı, ne geçmiş... Gelecek zaten yoktu... Kararı okuyan savcıyı, onu sapsarı benizlerle dinleyenleri inceliyor, gülmek, gülmek, gülmek istiyordu... Sonra beyni hızla çalışmaya başladı... İşte şimdi! Vedalaşamadığı ailesine son sözünü söyleyebilirdi... "Kâğıt kalem istiyorum... Çoluk çocuğuma bir mektup yazacağım..." Yüzündeki soğukkanlı ifade etrafındakileri şaşırtmıştı... Kâğıt kalem önüne gelince, hiç acele etmeden yazmaya başladı: "27/6/964 Cuma saat 02.55 Canım karıcığım ve yavrularım, Ölümümden dolayı üzülmeyiniz. Bu benim alın yazımmış. Kalben müsterih olarak öteki dünyaya göç ediyorum. Kendini vatana ve millete adamış insanların gönül rahatlığı içindeyim. Size şerefimden başka bir

162


miras bırakamadığım için üzgünüm. Bu emanetimi sonuna kadar muhafaza edeceğinizden eminim. Yavrularım, annenizi üzmeyiniz, tahsilinize devam edin, vatana ve millete yararlı insanlar olmak için çalışın, Allah sizi fena insanlardan korusun. Hepinizi önce Allah'a sonra asil Türk milletine emanet ediyorum. Hepinizi ayrı ayrı kucaklar son defa gözlerinizden öperim. Sizi çok seven Babanız Fethi Gürcan Mektubun altını imzaladı. İşte bu da bitmişti... Bu kez ceplerini boşaltması istendi... Cebindeki 235 kuruş para, iki paket subay sigarası ve bir çakmağın zabıtlara geçirilişini, yine bastırmaya çalıştığı bir gülme duygusuyla izledi... Savcının, "Bir isteğiniz var mı ?" sorusu, bir yanıt vermesi gerektiğini anımsattı: "Bir sigara..." Savcı, onun renginde hiçbir değişiklik olmamasını hayretle izledi... Sigarasını içerken, onlarla şakalaşıyordu: "Var mı içinizde öbür tarafa haber yollayacak olan? Kayınvalidesine, kayınpederine mektubu olan varsa, gitmişken götürüvereyim..." Sigarası bitince, "Hadi artık şu işi bitirelim" diye ayağa kalktı... İdam gömleğini giydi, elleri bağlandı... O anda gözünde Esma, Gülderen, Ömer, Öner ve Sema canlandı... Ardından anafora yakalandığı son dört yıl ışık hızıyla geçti gözlerinden... Az önceki vurdumduymazlığının yerini ani bir öfke aldı... Avluya çıkmışlardı... Araçları kaldırmada kullanılan aracın zincirine takılan halatın ucundaki ilmek sallanıyordu... İlmeğin altında bir sandalye vardı. Başını gökyüzüne kaldırdı... Yıldızlar duruyorlar mı yerlerinde? Yıldızlar dua edin... Dua edin sevdiklerim acımasın... Hızlı ve sert adımlarla yürüyerek sandalyeye çıktı. İlmek boynuna geçtikten sonra, yanı başında duran cellada, "Defol" dedi, "kendi işimi kendim görürüm..." Sonra, duruşma hâkimine dönerek, "Verdiğiniz kararlardan kalben müsterih misiniz?" diye sordu... "Ben vazifemi yaptım..." "Hayır vazifenizi yapmadınız! Bu ihtilal başarılı olsaydı, orduya binbaşı rütbemle dönmekten başka bir isteğim yoktu... Cumhurbaşkanı, başbakan olacaklar nerede ? Onları üçer dörder yılla kurtardınız... Bizleri bu yollara sürükleyenler en yüksek makamlarda oturuyorlar! Onları davaya bulaştırmamak için elinizden geleni yaptınız." Hâkim, heyecanlandı: "Ama Fethi... Mahkemede, 'Ben ihtilalciyim, bugün serbest kalırsam, girdiğim garnizonu ele geçirir yine ihtilal yaparım' demedin mi?" "Evet, dedim. Doğruları söyledim. Siz de doğruları söyleyenleri idam ediyorsunuz. Yan çizenleri, kıvıranları kurtarıyorsunuz..." İnfaz yerinde bulunanlarda bir panik yaşandı... "Eğer mesele bir Fethi Gürcan'ın öldürülmesiyle hallolacaksa, bin Fethi Gürcan feda olsun! Ölüme seve seve gidiyorum" diye haykırdı, "korkmuyorum da... Ama sizin adaletinize de inanmıyorum! Siz ancak aldığınız emirleri uygularsınız... Günü geldiğinde hepiniz belanızı bulacaksınız!" Sandalyeye hızlı bir tekme savurdu... Şiddetli bir acıyla titredi... Anlamsız bir uğultu, yoğun nal seslerine dönüştü... Kendisine doğru dörtnala koşan yağız atına bir sıçrayışta bindi... Üniforması üzerindeydi... Şahlandı, şahlandı... Ya yıldızlar yeryüzüne indi ya da ben gökyüzünde olmalıyım... İnfaz savcısı, Adalet Bakanlığı'na göndereceği yazıyı kaleme aldı:

163


"... sabaha karşı saat 03.30'da Fethi Gürcan'ın idam hükmü infaz edilmiş, diğer hükümlü Talat Aydemir hakkında ise 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi'nin kararıyla infaz durdurulmuştur. İnfazın durdurulmasına avukatlarının son anda mahkemeye yap¬tıkları müracaat sebep olmuştur. Talat Aydemir, cezaevinin hücresine alınmıştır.'' *

*

*

Esma, çocukları zorlukla yatırmıştı... Yerinde oturamıyor, küçük evde, mutfak ile salon arasında dolaşıp duruyordu... Aniden kapının altından atılan kâğıt parçası dikkatini çekti... Bir robot gibi kapıya doğru yönelerek yere eğildi, kâğıdı eline aldı: "Binbaşımı bu sabaha karşı öldürdüler. Başınız sağ olsun..." Bir arı kovanına düşmüştü sanki... Hücreleri inanılmaz bir hızla koparılıyor, bedeniyle birlikte beyni de parçalanıyordu. Böyle çok ses çıkar mı beyinden, hücreler tek tek çığlık atar mı ? İçindeki kargaşadan kendi çığlığını duymadı. Sesinin renginde, ana rahminden bilinmeze düşmüş bir bebeğin ilk çığlığı saklıydı... Esma'nın sesiyle yataklarından fırlayan ev halkı, onu kapının Önünde baygın gördüler... Diğerleri, Esma'yı yerden kaldırmaya çalışırken, Gülderen, onun elinden kayan kâğıdı alıp okudu... Hıçkırıklar birbirine karışırken, Sıdıka başını gökyüzüne kaldırıp. "Hey Allahım" diye haykırdı, "hani neredesin? Şu çocukları babasız koma diye sabahlara kadar Kuran okudum, sabahlara kadar sana yalvardım... Yoksun demek ki! Olsan, bu kadar yalvarmaya, bize bunu yaşatmazdın!.." Kapı zili çalınıyordu... Gülderen kapıyı açtı... Mustafa Türker, kendilerini kollarına atan kız kardeşi ve yeğenlerine sarıldı, hıçkırık sesleri biraz daha yükseldi... Yatağından fırlayan Sema ne olduğunu anlayamamıştı... O da dayısının bacaklarına sarılıp çığlık çığlığa ağlamaya başladı... Ardından İlhan ve çocukları, Talat Aydemir'in oğlu Metin, Rıfkı Erten'in karısı Adalet ile oğlu Taylan da koşup gelmişlerdi. Mustafa Türker, "Gidip Fethi'yi bulalım" dedi... Oğlu Akşin'i, Ömer'i, Öner'i, Taylan ve Metin'i alarak Cebeci Asrî Mezarlığı'na gitti... Çocukları bir kenarda bıraktı... Gusülhaneye girdiğinde, Fethi'nin cansız vücuduyla karşılaştı... Hoca, "O kadar ölü yıkadım, böylesini görmedim" dedi... Sanki canlıydı... Mustafa, nefessiz kalarak ölen insanların mosmor olduğunu duymuştu... Fethinin vücudu dipdiriydi... Yüzünde en küçük morluk ya da şişlik yoktu... Hoca, "Asılarak ölen insanın ölüsü böyle olmaz, boynu kırılarak ölmüş" diye yorum yaptı... Mustafa, o sırada içeriye giren Thompson'lu askerleri görünce, öfkeye kapıldı: "Ölüsünden ne istiyorsunuz" diye bağırdı, "dışarıda bekleyin..." Ömer ve Öner babalarının musalla taşında yatan vücudunun başına geldiler... Islak saçları ve cezaevinde bıraktığı bıyığı banyodan çıkmış gibi dağılmıştı... Sanki ölmemişti de uyuyordu... İşlemler tamamlandıktan sonra cenazesi bir manga asker eşliğinde mezara getirildi... Ömer, onca duygusal karmaşa içinde, askerlerin yüzüne yerleşmiş hüznü fark etti... Onu sonsuz yolculuğa uğurlarken, mezarın başındakiler katıla katıla ağlama dürtülerini bastırmaya çalışıyorlardı... Sessizce akan gözyaşları arada bir istem dışı hıçkırıklarla coşuyordu... Ömer, bir ara Nezahat Hala'sının oğlu Doğan'ın dürtmesiyle kendisine geldi: "Ağlama..." Önüne geçilmez ağlama isteğini bastırmaya çalışırken, bütün bedeninin bir buz kalıbı gibi kaskatı kesildiğini hissetti.... Öner, gözleri buğulandığı için hiçbir şey göremiyordu. Diliyle ateş gibi yanan dudaklarını yaladı... Son görüşte babasının kondurduğu öpücüğünün sıcaklığını hâlâ dudaklarında hissediyordu. Talat Aydemir'in oğlu Metin, "Babamın idamı yalnızca birkaç gün için gecikti... Artık onun da kurtulması söz konusu değil" dedi ve Fethi Gürcan'ın yanındaki mezarı babası için satın aldı... Esma, bir ara başını çevirip, mezarın hemen yakınındaki gecekondulara baktı... Ölüsü bile, çileli insanlardan ayrılmıyordu... Defin işlemi tamamlandığında, Fethi Gürcan'ın yakınları, gecekonduların önünden geçen at arabasının sesine doğru döndüler... Beyaz beygir, huysuzlandı, uzun uzun kişnedi, birkaç kez şaha kalkarak toprak yolu tepeledi... Kim bilir, belki de sakatlandığı ya da yaşlandığı için arabaya koşulan süvari ya da yarış atlarından biriydi... Onu kokusundan tanımış, ölümüne kendince ağıt yakmıştı...

164


*

*

*

Artık Harbiyeli olmayan Önder Aydınlı, Elazığ'daki cezaevinde, yakın arkadaşlarıyla birlikte sürekli radyo dinliyor, Mamak'ta kalanlardan haber almaya çalışıyordu... Türkiye radyolarından sağlıklı haber alamadıkları için özellikle BBC'yi izliyorlardı. 27 haziran sabahı, BBC'den Fethi Gürcan'ın idam cezasının infaz edildiğini duydular... Aynı anda, birbirlerine baktılar... Hepsinin yüzünde acı ve üzüntü vardı... Hemen diğer arkadaşlarına da haber verdiler... Hücrelerinden çıkan mahkûmlar toplanıp, yüksek sesle "Harbiye Marşı"nı söylemeye başladılar... Cezaevi müdürü ve personeli, bir isyan başladığı düşüncesiyle, heyecan içinde koşup gelmişlerdi. Marş bittiğinde, cezaevi müdürü, "Ne oldu" diye sordu, "bir isteğiniz mi, bir rahatsızlığınız mı var?" Önder, "Hiçbir şey yok" dedi, "yalnızca "Harbiye Marşı"nı söylüyoruz." Sonra hep birlikte o sabah idam edilen Fethi Gürcan'ın anısına saygı duruşunda bulundular... Cezaevi müdürü ve personel orayı terk edince de dua ettiler... Önder, Fethi Gürcan'ı gerçek bir ihtilalci, gözünü budaktan sakınmayan cesur bir asker olarak değerlendiriyordu. Yalnızca kendisi değil, cezaevini paylaştığı arkadaşları da, onu Yakub Cemil'e benzetirlerdi... İttihat ve Terakki'nin Babıâli baskınında, kimseden emir almadan silahını çekmiş, Harbiye Nazırı Nâzım Paşa'yı vurmuştu... "Vatanın menfaati uğruna babamı vurmazsam namerdim" sözünü ağzından düşürmeyen Yakub Cemil, birçok eylemde yer almış, daha sonra İttihat ve Terakki'nin ileri gelenleriyle arası bozulmuştu... Hücreye atılırken, kimse silahını almaya cesaret edememişti... İdam kararını büyük bir soğukkanlılıkla karşılayan Yakub Cemil, gerçek bir devrimci, iyi bir silahşördu... Önder, Fethi Gürcan'da Yakub Cemil'in ruhunu görüyordu...

44 Albay Aydemir, Ankara Merkez Cezaevi'ndeki hücresinde, elindeki kitabı okumaya hazırlanırken, en yakın dava arkadaşı Fethi Gürcan'ın idam edildiğini bilmiyordu. Oğlu Metin'in, artık babası için hiçbir umut kalmadığını görerek, dava arkadaşı Fethi Gürcan'ın mezarının yanındaki mezarı aldığını da... Albay, idamların bir şekilde önleneceğine yönelik inancını hep diri tutuyordu. Gardiyana, "Fethi Binbaşı nasıl ?" diye sordu. Genç adam son beş gündür yaptığı gibi, "En İyi Aktör" ödülünü hak edecek rolünü oynayarak gülümsedi ve iyi olduğunu söyledi. Albay, onun gülümsemesine aynı şekilde karşılık verip, "Ona benden bir çay götürün" dedi. Sonra yatağa yerleşip, oğlu Metin'in getirdiği kitabı eline aldı. Fransız devrimci Gracchus Babeuf un Devrim Yazıları adlı kitabı Çan Yayınları tarafından, Sabahattin Eyüboğlu ve Vedat Günyol'un çevirisiyle yayımlanmıştı. Kitabın çevirmenleri, Devrim Yazıları'nı bastırmanın bir zorunluluk olduğu düşüncesiyle, özenerek, severek çalışmışlardı. Fransız Devrimi'nin solcu kanadını temsil eden Babeuf, yüz yılı aşkın bir zaman ötesinden Türkiye'ye ışık tutabilirdi. Bütün devrimlerde olduğu gibi, Fransız Devrimi ile 27 Mayıs Türk Devrimi arasında da benzerlikler vardı. Devrimin yıkmak istediği ve bir süre için yıkar göründüğü çıkarcı güçler, demokrasiye dönüşle birlikte, kısa zamanda palazlanıp, devrime cephe almış, eski iktidarın dışa dayalı iç sömürü düzenini yeniden yaşatır olmuştu. Babeuf bir devrimciydi... Kafasını, yüreğini halkın esenliğine adamış bir devrimci. Yoksul halk adına yapılan bir devrimin yozlaşması karşısında, yüreği sızlaya sızlaya, işkenceleri, hapisleri,hatta ölümü göze alarak, gerçekleri dile getirmeye çalışmıştı, iki devrim birbirine çok benziyordu. Bâbeuf, Türkiye'ye sanki yüz yetmiş küsur yıl ötelerden (1964'te), piç olan eski bir devrimin acı deneylerinden ders alınmasına ortam hazırlamak için gelmişti. Sabahattin Eyüboğlu ve Vedat Günyol, Devrim Yazıları'nın böylesi bir ortamda, aydınların gözünü açabilecek uyarılarıyla yararlı olabileceğini düşünmüşlerdi. Ancak, 1964 yılında iki binlik bir baskıyla yayımlanan eser pek yankı uyandırmamış, beş buçuk ay içinde ancak yedi yüz kadar satmıştı. Albay hücresindeki yatağa yerleşip, kitabı ilgiyle okumaya başladı. 1789 Fransız Devrimi'nin kuramcıları arasında yer alan Babeuf, devrim öncesinde, özel mülkiyetin haksızlıklar üzerine kurulduğu sonucuna varmış, toprakların dağıtılmasıyla, toplumsal eşitsizliği önlemeyi önermişti. Fransız Devrimi'nin coşkusunu paylaşan Babeuf, devrimden bir yıl sonra ise, yoksul halka yüklenen vergileri protesto ettiği için ilk cezaevi deneyimini yaşamış, 1795'te halkı direnmeye

165


çağırınca ikinci kez cezaevine atılmıştı. Cezaevinden çıktığında fikirlerini yaymak için daha yoğun bir propaganda yürütmüş, Eşitler Manifestosu'nda, siyasî ihtilalin, bir sosyal devrimle tamamlanacağı tezini ileri sürmüş, yeniden cezaevine gireceğini anlayınca kaçak hayatı yaşamaya başlamıştı. 1796'da gizli devrim örgütü Eşitler Derneği'ni kuran Babeuf, 1797'de bir ihbar üzerine yakalanmış ve yakın dava arkadaşı Darthe'yle birlikte giyotinde can vermişti. Babeuf, toplumun amacının herkesin mutluluğu olduğunu söylüyor, tabiatın nimetlerinden herkesin eşit yararlanması gerektiğini savunuyor, sosyal düzenin kökten değiştirilmesi tezini, sınıf mücadelesi kavramıyla besliyordu. Albay, daha ilk satırlarda adeta büyülenmişti... Babeuf, Fransız Devrimi'ni irdelediği yazısında, "Bir ulusun kötü ve yolsuz kurumları halk yığınlarını yıkıma sürükledi mi, onu alçaltıp, dayanılmaz zincirleri altında ezdi mi, çoğunluğun hayatı dayanılmaz hale geldi mi, genel olarak, ezenlere karşı ezilenler ayaklanır..." diyordu. Aydemir, 27 Mayısla özdeşleştirdiği bu satırların devamını dikkatle okudu: "Devrimin amacı da genel mutluluktur; çünkü, devrimin yaptığı amacından uzaklaşmış olan toplumu yeniden amacına yöneltmektir.” Aydemir, bundan sonra okuduğu satırların altını çizdi: "Bir döneme kadar, bu amaca doğru büyük adımlar atıldı, sonra gerisin geriye dönüldü, toplumun amacına, devrimin amacına karşı yüründü, genel mutsuzluk pahasına küçük bir azınlığın mutluluğuna doğru." Babeuf'e göre, bir ayaklanma sonucunda iktidarı aldıktan sonra bu iktidarı, siyasî demokrasi ilkelerine uyarak bir meclisin eline yeniden bırakmak çocukça bir hareketti. Toplumun yeni baştan kurulması ve yeni kurumların yerleşmesi için gerekli süre boyunca devrimci bir azınlığın diktatörlüğünü sağlamak zorunluydu. Devrim yerleşene kadar, iktidar ihtilalci komitenin elinde olmalıydı. Albay, Babeuf'ün, "Zenginlerin kazanç hırsını gemleyecek tedbirler almadığımız sürece, onlara istediğiniz kadar vergi kesin, boşunadır. Çünkü, zenginler bütün tüketim maddelerini ellerinde tuttuklarına göre, öçlerini her zaman yoksullardan almanın yollarını bulacaklardır" sözlerinin altını çizmekle yetinmedi, yanına kendi yorumunu yazdı: "İsmet Paşa'nın İkinci Dünya Savaşı sırasında hesapsız Varlık Vergisi'nin acısını milletin fakir halkı çekti. 1791 nerede, 1942-1943 Türkiye’si nerede imiş... İktisadî ve sosyal görüşü olmayan devlet adamlarının yanlış hareketleri bugün daha iyi meydana çıkıyor." Babeuf'ün muhaliflerinin "Bir hükümetimiz var, ona yürümesi için zaman vermeli" cümlesinin altını çizdikten sonra yine yorumunu ekledi: "Bu fikirler aynen 21 Ekim 1961 Protokolü imza edilmeden önce benim karşımda olan generallerindi." Okuduğu her satırda kendi yaşadıklarına bir benzerlik, kendi düşüncelerinden bir parça bulan albay heyecanlanmıştı. Babeuf'ün, "Diyorum ki, bu durum artık sürüp gidemez, eğer hükümet bu yürekler acısı durumu değiştirmenin yollarım aramazsa, ondan şikâyete hakkımız vardır. Hükümetin elinden bir şey gelmiyorsa, bu yolları araştırmak ve onları göstermek hakkımızdır" satırlarının yanına da not aldı: "Bu da benim ihtilallere kalkıştaki felsefemin kaynağıdır." Fransız devrimcisinin, halkın hizmetinde bir meclis için, üyelerinin, halkın çektiklerini ve gereksinimlerini daha içten duymaları, yoksulluğu ve bilgisizliği ortadan kaldırma isteğinde daha yürekli, daha güçlü olmaları yolundaki dileklerini dile getirdiği satırların yanına da kendi satırlarını ekledi: "Böyle bir Millet Meclisi'ni Allah Türk milletine ne zaman nasip edecek acaba? Görenlere ne mutlu. Ben de görürsem gözüm arkada gitmem." Duygularını, okuduğu kitabın kenar boşluklarına sıkıştırdığı satırlara döken albay, "Zavallı Türkiye, 1964'te 1792 Fransa’sını yaşıyor, ne acıdır" dedi, yazmayı sürdürdü: "Açık rejim diye milleti aldatarak idare eden demokrasi kahramanı efendiler bu kitabı okursa, öldürülmek istenen Aydemirin neden asi albay olarak iki defa silaha sarıldığını daha iyi anlarlar. Yaşadığım müddetçe toplumu bu insan sömürücülerinden kurtarmak için yapmayacağım mücadele yoktur. Büyük Allahım bunlarla savaşmak için bana biraz daha ömür ve fırsat ver." Bütün bölümlerinde olduğu gibi, kitabın son bölümünde de kendisiyle benzerlikler bulan albay, idam cezasına çarptırılan Babeuf'ün karısına ve çocuklarına yazdığı son mektubu birkaç kez okudu. Fransız devrimcisinin, ailesine yazdığı, "Bana olan sevginiz sizi bütün bu belalara

166


soktu. Türlü eziyetlere ve yoksulluklara katlandınız, vefalı yüreklerinizle bu uzun, bu ezici duruşmanın acı zehrini benimle beraber içtiniz, sonuna kadar" satırlarının yanına, "Benim aile efradım da aynı günleri yaşadı" diye not aldı. Babeuf’ün uzun mektubunu belki dördüncü kez yeniden okurken, onun "İnsan, yurdu için ölmeye, ailesinden, çocuklarından, sevgili eşinden ayrılmaya katlanabilir, ama, özgürlüğün elden gideceğini, bütün gerçek cumhuriyetçilerin en korkunç akıbetlere uğrayacağını göre göre ölmek zor" satırlarının da altını çizdi. Bu satırların karşısına da not aldı: "Şu anda taşıdığım hisleri, kaç yüz sene evvel taşımış, hayret ediyorum. Ne kadar benzerlik var, şaşıyorum." Albay, mektubun son bölümünü okudu: "Hiç ummuyorum ya, şimdi Cumhuriyetin ve ona bağlı kalanların göklerinde patlamak üzere olan o korkunç fırtınadan sağ çıkarsanız, yeniden rahatlığa kavuşup kara bahtınızı değiştirmenize yardım edecek dostlar bulabilirseniz, size öğüdüm şudur: bir arada, birbirinize bağlı yaşayınız. Eşimden istediğim, çocuklarını bağrına basması; çocuklarımdan istediğim de, analarını sayıp sözünden çıkmamaları, şefkatine layık olmalarıdır. Özgürlük uğrunda ölen birinin ailesine yaraşan erdemlilik örneği olmak ve bütün iyi insanlara kendilerini saydırıp sevdirmektir." Babeuf, karısına da şöyle yazıyordu: “Sana bıraktığım tek şey, yalnız ünüm olacak benim. Senin de çocukların da onunla avunacağınızdan eminim. Kocanızdan, babanızdan söz edilirken, 'Sapına kadar dürüst bir insandı' dendiğini duymak hoşunuza gidecek." Albay, kitabı kucağına bırakıp, gözlerini hücresinin duvarına dikti. Mamak'taki duruşmalar sona erdiğinde, Yargıtay'ın kararını, Meclis görüşmelerini beklemeden vasiyetini hazırlamış, ölümünden sonra açılmak üzere güvendiği ellere teslim etmişti. Dokuz ay geçmişti üzerinden. Babeuf'ün son mektubunda yazdıkla-rıyla, kendi vasiyetinde yer alan satırlar arasındaki tek fark ifade değişiklikleriydi. Kitaba, "Vasiyeti karşılaştıranlar hayret içinde kalabilirler. Ben de aynı şeyleri eşime ve evlatlarıma bıraktığım için şu anda rahatım zaten" diye not aldı. Babeuf'ün, ölüme gitmeden önce yazdığı mektubun son satırlarını da dikkatle okudu: "Kötüler benden güçlü. Savaşı bırakıyorum. Tertemiz bir vicdanla ölmenin de tadı var. Benim için tek acı, yürekler acısı olan, sizden ayrılmak, canım dostlarım, en çok sevdiklerim! Kopuyorum aranızdan. Yapacaklarını yaptılar. Allahaısmarladık. Tekrar tekrar allahaısmarladık." Albayın, onu ölüme götüren asi kanı harekete geçti. O, savaşmak için biraz daha ömür istiyordu. Ölmek olasılığı ne büyük olursa olsun, yaşamaya dair küçük olasılığa, büyük ümitler yüklüyordu. Ölümünün ailesine nasıl bir acı yaşatacağını düşününce, asi kanı daha hızlı akmaya başladı, yeniden kalemini oynatmaya başladı: "Büyük Allah bu sayfadan beni mahrum bırakacak inşallah. İmanım, ümidim tamdır. Yeni bir kurtuluş mucizesi doğacaktır. Bu kitap tam beni anlatan ve bugünkü Türkiye'yi iyice canlandıran bir şekilde yazılmış. Bu kadar benzerliğe şaşmaktan başka bir şey diyemeyeceğim. Kritik bir günümde okudum. Fakat Gracchus Babeuf'ün sonucundan sarsılmadım. Şu anda demir gibiyim. Geleceğime her zamanki gibi ümitle bakıyorum. Allah'a güveniyorum. İnşallah kurtulacağım. Geride kalan sevdiklerime gözyaşı döktürmeyeceğim." *

*

*

Albay, o geceyi ve bir sonraki geceyi de umut içinde geçirdi... 4 temmuzu 5 temmuza bağlayan gece, yatağında derin düşünceler içindeyken, kendisine doğru yönelen ayak sesleriyle yerinden doğruldu, hücre kapısının açılmasını büyük bir soğukkanlılıkla izledi... O anda her şeyin bittiğini anlamıştı... Üzerinde Harbiye rozetinin takılı olduğu siyah dik yakalı kazağını, gri pantolonunu giydi, yanındakilerle birlikte cezaevi müdürünün odasına kararlı adımlarla yürüdü, beyaz idam gömleğini giydi... İnfaz yerine giderken de aynı soğukkanlılık içindeydi. Darağacıma doğru hızlı adımlarla yürüdü, sehpaya çıktı... Cellata, "Kendi işimi kendim görürüm" dedi ve "memleket için hayırlı olsun..." diye bağırdıktan sonra ayağının altındaki sandalyeyi tekmeledi... Saat 02.55'i gösteriyordu... 26 haziran akşamı, cezaevi çevresinde alınan geniş güvenlik önlemleri o gece biraz daha artırılmıştı... Sıkıyönetim Komutanı Cemal Tural, cezaevine yaklaşmak isteyen gazetecileri elindeki asayla kovalıyordu. Albayın evinde o gece büyük bir kalabalık ve acı bir bekleyiş vardı... Eşi ve kızına saatler önce sakinleştirici ilaçlar verilmişti. Sabaha doğru kapı çalındı ve albayın eşyalarıyla birlikte,

167


idamın gerçekleştirildiği haberi de geldi... O gün albayın evine koşup gidenler arasında yalnızca Mustafa Türker değil, daha bir hafta önce aynı acıyı yaşamış olan Esma da vardı... Yenik ihtilalcinin cenazesi, ailesi ve yakınlarından oluşan dokuz kişilik bir topluluk huzurunda, Cebeci Asri Mezarlığı'nda, dava arkadaşı Fethi Gürcan'ın yanındaki mezara kondu. Definden sonra beş Harbiyeli eski komutanlarını ziyaret ederek, mezarına çiçek bıraktı. Bunu gören bir komutan, "Dirisinin peşinden gittiniz, ölüsünün de mi peşinden gideceksiniz ?" diye bağırdı ve beşini de yakalatarak Ankara Sıkıyönetim sınırlarının dışına çıkarttı. *

*

*

Albayın idamının üzerinden bir hafta geçmeden, bir cezaevi personeli, onun ölüm hücresinde bıraktığı eşyalar arasında, altını çizip, sayfa boşluklarına yorumlarım yazdığı Devrim Yazıları adlı kitabı buldu ve onu bir gazeteciye sattı... Albayın üzerinde notlar aldığı sayfaların yayımlanmasıyla birlikte savcılık da harekete geçti ve Devrim Yazılarını toplatma kararı aldı. Toplatma kararı üzerine Cumhuriyet gazetesine bir demeç veren Melih Cevdet Anday, "Babeuf bilinmeden Fransız İhtilali öğrenilemez" diyordu, "demek ki, bizim adalet anlayışımız, Fransız İhtilali'ni öğrenmeyi suç saymaktadır." Ardından, Türk Edebiyatçılar Birliği adına yayınlanan bildiride, Devrim Yazılarının toplatılması kararı kınanıyordu... Birlik üyeleri de, Taksim'deki Cumhuriyet Anıtı'na çelenk koymaya karar verdi. Protesto emniyete haber verilmiş, katılanlar gözaltına alınmıştı: Yaşar Kemal, Melih Cevdet Anday, Demir Özlü, Şükran Kurdakul, Orhan Arsal, Edip Cansever, Memet Fuat, Hüsamettin Bozok, Arif Damar... Kitabın çevirmenlerinden Vedat Günyol ise gösteriye katılmamıştı ama katılanlardan biri kendisine benzetildiği için gözaltına alınanlar arasına katılmıştı. Saatlerce sorgulanan yazarlar, sulh ceza yargıcının karşısına çıkarılmışlar, ilk oturumda serbest tutuksuz yargılanmak üzere bırakılmışlardı. Metin Aydemir, 6 kasım tarihli Ulus gazetesinde Sadun Tanju'nun, "Babeuf’ü Asalım" başlıklı yazısını görünce, ilgiyle okudu: "Türkiye'de yazarların takibe uğraması, bu takibi protesto ettikleri için tanınmış edebiyatçı ve yazarların mahkemeye sevk edilmesi, insana yüz yetmiş yılda iyice eskimesi gereken bir tahammülsüzlük gibi görünüyor. Yüz altmış yedi yıl sonra, Babeuf’ün Vendôme'de yargılanma sahnesini canlandırıyoruz. Belki de Babeuf ü asarız."

45 İki buçuk yaşından sonra, cam duvarların ardına da hasretti artık Sema... Gitmişti o... Bir kez daha onu kollarında uçurmadan gitmişti... Şimdi ne yapmıştı da gitmişti? Nereye gitmişti? Annesinin yalancısı. Yok yalnızca onun değil... Kim varsa güvendiği... Ablası, ağabeyleri, dayısı, yengesi... Hepsinin yalancısı: "Baban, yurtdışında..." "Neresi yurtdışı ?" . "Çok uzaklar..." "Ne yapıyor orada?" "Müsabakalara katılıyor şimdi... Atının üzerinde, yarışlarda..." "Şu resimdeki gibi mi ?" "O resimdeki gibi..." Bir gün, kapı çalınmış, dayısı kıpkırmızı gözlerle girmişti eve... Annesi de, ablası da dayısına sarılmış, üçü birden ağlamışlardı. Niye ağlar ki hiç ağlamayanlar. Dayısı niye ağlar? Bu kucaklaşmalar niye ? Belli ki ağlanacak bir şey var! Sema da ağlamıştı... Evde herkes ağlıyor da babam nerede? Bu baba bildik babalardan değil... Öteki çocukların babaları evlerinde, benim babam at üstünde, yarışlarda... Paraya gereksinmeleri vardı. Zaten istedikleri alınamıyordu eskisi gibi... Demek ki, gitmek zorunda kalmıştı babası...

168


Bir yaz günüydü onun gittiğini söylediklerinde. Sonra havalar soğumuş, karlar yağmıştı. Yeniden yaz gelene dek Sıdıka Teyze'si ile Yahya ve Sıtkı dayıları da gitmişti. Nereye ? Babasının yanına... Allah Allah!.. Neresi bu yurtdışı dedikleri yer? Gidenler hiç geri gelmiyor..Hiç arayıp, hiç sormuyorlar. Hem babasının yanına her gidenin ardından niye ağlıyor böyle annesi? *

*

*

Radyoda çok bildik bir şarkı: Şimdi uzaklardasın Gönül hicranla doldu. Hiç ayrılamam derken Kavuşmak hayal oldu. Özlüyordu Esma! Büyüyen gözlerinin suçlusu değildi. Özlem dilini bağlıyor, yüreğini sıkıştırıyordu... Bir gülüşün yüreğimin sazına tel, bir dokunuşun, tellerimin üzerinde el... Terine susayan tenimin suçlusu değilim... Kulağıma değmiş her bir sözün, tellerden yayılan nağmelerden güzel... Yüreğim, saz, teller, dokunuşun, sözler, eller ve sen... Bir türküyüm nicedir, nağmeleri özlemle titreyen... Şarkı bensem, söyleten sen... Ozan sensen, türkü ben... Bir türkü, yalnız hissedenlerle paylaşır sırlarını... Bir türküyüm ben... Köyüm belli, söyletenim gizlidir. Giz sensen, köy ben... Aniden radyonun sesi kesildi... Semoşum... Yakalandım yine sana... Onun gözyaşlarını silen küçük ellerini öptü... "Hadi gidip beraber poğaça yapalım..." Sema, annesinin eline verdiği küçük hamura dalmıştı... Esma'nın beyni ise hiç durmadan gerilere gidiyor, özlemi, acıları tepip duruyordu... Canım, güzel insanım... Seni nasıl aldılar? Benden, çocuklarımızdan, sevdiklerinden... Eşyaların geldi o sabah... Semoş'un çıktı cebinden... Göğüs cebinden... Kokunu taşıyan fotoğrafı kıyafetlerin, teki kaybolmuş gömlek manşetin ve o yağlı urgan... Sözüm olmasa... Çocuklarımız olmasa... Yok yok! Her bir hücreme dolandı o ip... O uğursuz sabah... Uğursuz! Dayanamazdım... Dayanamazdım dayanamamasına da, sözüm var sana... Şimdi ben, nasılsa senim... Senin olan bedenim dimdik... Eğilmeyecek başımız merak etme... Ben yıkılmayacağım, çocukların yıkılmayacak... Söyledim onlara, dedim ki: "Babanızın vasiyetini yerine getirin, okuyun. Sağlıklı ve okumuş insan kimseye muhtaç olmaz. En büyük intikam namerde muhtaç olmamaktır..." Söyledim merak etme... Başımızı yerde görmek isteyenler, boşuna bekleyecekler. Merak etme... Kapı çalınınca ellerini aceleyle bir beze silip, açmaya gitti... "Hoş geldin ağabey..." "Gözün aydın Esma... Fethi'nin emekli maaşı size bağlanacak..." Esma inanamadı... Fethi 22 Şubat'tan sonra, ordudan, hizmetini doldurmadığı gerekçesiyle emekli maaşı verilmeden "emekli" edildiğinde Danıştay'a dava açmış, emeklilik haklarını istemiş, ağabeyi peşini bırakmamış, dava Fethi öldükten sonra sonuçlanmıştı. Danıştay, 1964 yılının kasım ayında, emekli maaşının bağlanmasına karar vermişti... Ağabeyi, işlemlerin Emekli Sandığı’ndan takibini yapmıştı... Emekli Sandığı Müdürler Kurulu'nun 15 mart 1965 tarihinde verdiği karar elindeydi:

169


"Yirmi iki yıl dört ay hizmetine ve altı bin üç yüz yirmi lira görev aylığına nazaran 1 mart 1962 tarihinden itibaren sekiz yüz yirmi üç lira emekli aylığı ile on beş bin sekiz yüz kırk liralık emekli ikramiyesinin kanunî vârislerine ödenmesine..." Bu çocukların boğazından geçen lokmaların babalarının parasıyla alınacağı anlamına geliyordu... Bu başlarını biraz daha dik tutacaktı... Üstelik bir de toplu para alacaklardı ki... Esma sevinçle ağabeyine sarıldı... Toplu parayı alır almaz, Ortaköy'deki evi de satıp, Ankara'da yeni bir ev aldı Esma... Daha doğrusu ağabeyi Mustafa... Artık kira derdinden kurtulmuşlardı ve "Fethi'nin getirdiği" az da olsa bir maaş vardı eve... *

*

*

Henüz okullu değil Sema... Bir gün taşınıyorlar o evden... Emekli Subay Evleri'ndeki kiralık evden, kendi evlerine... Maltepe'ye... Gazi Mustafa Kemal Bulvarı, Uzay Apartmanı, 56/3 numaraya... Babasının parasıyla alınmış... Annesi öyle diyor... Boşuna gitmedi ya babası yurtdışlarına... Altmış beş bin liraya alınmış ev... Sema para hesaplarını yapamıyor. Herhalde çok para altmış beş bin lira... Ama annesinin ve Mustafa Dayı'sının söylediğine göre, daha çok para veren de varmış bu eve. Ev sahibi babasını çok sevdiğinden onlara satmış... Annesini uzun zamandır ilk kez mutlu görüyor. Çok para kazandın baba. Ev bile aldık. Yakında gelir misin ki? Okula götürür müsün beni? Gülmeler esirgenmiyor bu evde. Gülmeler öylesine ortalıkta, ağlamalar kuytularda hep... Ağlamamayı öğreniyor yavaştan. Mademki kuytulara saklanmayı beceremiyor... Öyleyse ağlamamalı. Annesi ne zaman ağlayacak gibi olsa, bir güldürmece telaşı başlıyor evde. Dayısının kızı Gülnur'la iki yaş yok araları. Bayılıyorlar baba Mustafa'nın, dayı Mustafa'nın öykülerine... Neymiş? Annesinin çocukluğunun geçtiği Dinar'da, Zahide adında bir halaları varmış. Zahide Hala'ları çok güzelmiş. Öyle ki, bütün Dinar'ın bekârları Zahide'ye tutkunmuş. Amaaa... Onca bekâr genç arasında bir de Hacaset adlı bir adam varmış. Evli barklı Hacaset, kendi boyunu aşmış, Zahide'ye âşık gençlerin kervanına katılmış. Dinarlılar Hacaset'i alaya almış. Ona bir de tekerleme yakıştırmış. Ne zaman evde bir hüzün havası esse, dayısı Gülnur ile Sema'ya dönüyor, "Hadi" diyor, "çabuk söyleyin Hacaset'in tekerlemesini!" Gülnur ve Sema yan yana dizilip, telaşla diziyorlar tekerlemeyi: Hacaset'in kazları Çirkin çirkin kızları Zahide'ye bakayım derken Öldürdü camızları. Gülnur ile Sema en zor işi başarıyorlar. Hüzünler, gülmelere dönüşüyor yine... *

*

*

Yedisine basıyor Sema... İlkokulda, birinci sınıfta... Babasının öldüğünü söylüyorlar sonunda. Şaşırmıyor. Doğrulanıyor kuşkuları... Adını biliyor ölümün yalnızca. Bir daha görmeyecek hiç babasını. Ne çok beklemişti oysa... Nasıl bir şey ölüm? Ölenler nereye gider? Kimse idamdan söz etmiyor. İdamdan ne anlar o ? Esma Hanım, Sema'yı da yanına alarak ısrarlarına dayanamadığı eski komşularıyla buluşuyor bir gün. Hep birlikte bir gazinonun gündüz matinesine gidiliyor. Bir erkek sanatçı çıkıp, Türk sanat müziği söylüyor. Bilmiyor... Bilmiyor, o şarkı annesine neleri anımsatır... Babasıyla nerede dans etmiştir o şarkıyla bilmiyor... Sema dönüp annesine bakıyor... Mutlu bir ifade görüyor onun yüzünde. Bu hayranlık neye? Şarkıya mı, şarkıcıya mı? Şarkı bittiğinde arkadaşlarıyla birlikte alkışa katılan annesini çekiştirip, "Utanmıyor musun" diye çıkışıyor, "senin kocan öldü, sen başka erkekleri alkışlıyorsun?.." Gerçeklere dönen Esma hiç sesini çıkarmıyor...

170


Okul bahçesinde arkadaşları dürtüyor onu: "Anneannen geldi..." Sinirleniyor Sema: "Annem o benim!.." Yalnızca arkadaşlarına değil, her şeye kızıyor. Belki annesine de... "Niye böyle saçları bembeyaz? Bütün arkadaşlarımın annesi daha genç, onların annesi gelince, kimse 'anneannen geldi' demiyor. Hem... Niye benim annem hep hasta?.." Ölmüş demek ki babası, Onlar da babalarının yanına gittiğine göre... Sıdıka Teyze'si de, Yahya ve Sıtkı dayıları da ölmüş... Ya annem de giderse? Saçları da bembeyaz zaten. Ne çok hastalanıyor... Ne çok seviyor babamı. Ya o da babamın yanına giderse, ya ölürse? Mustafa Dayısı da çekip gider mi ki? Meyve taşıyan, ekmek taşıyan, kıyma taşıyan, sevgi taşıyan dayı... Mutfağın musluğunu, kapının kolunu, pencerenin pervazını onaran dayı... Gitmez!.. Nasıl da güçlü o... ama... babam bile gittikten sonra... Ablası var bir de... Onu sarıp sarmalayıp, kucağında avutan ablası... Daha dört yaşındayken, kendisine kardeş yerine, babasının adında bir yeğen veren ablası... İsyanı, hüznü, sevgiyi, özveriyi aynı tencerede çeviren ablası... Ağabeyleri?.. Onlar hep hazır zaten gidişlere... Boşuna mı bekliyor pencere önlerinde gece yarılarına kadar annesi? Sanki gelmeyeceklermiş gibi... Belki de gelmeyiverirler bir gün... Ne diye Mustafa Dayısı, "Biz bir can verdik, karışmayın olaylara" diye kükreyip duruyor ağabeylerine? Tehlike var demek ki... Ya Ömer Ağabeyi? Nasıl da hâlâ şakalar yapabiliyor! İyi ki yapıyor yapmasına da... "Öyleyse bana hiç acımadan gider o..." Daha ne kadar oldu kahvaltı masasına o hüzün düşeli? Gazeteler okunurken kimse bir diğerine bakamıyordu. Üç genç idam edilmiş... İdam! Ne ki idam? Ölmesin!.. Kimse ölmesin... Hem biri ölünce, ötekiler de gidiyor peşine. Aman hele annesi! Her zaman uykuya nasıl yatırıyorsa öyle yatırıyor onu annesi... Küçük kızı uyumadan uyumaz Esma. Küçük kız da iyi bilir bunu...Bu yüzden uyuyor numarası yapıyor her gece Sema..Ne kadar çabuk öğrendi annesini kandırmaları... Annesi uyuyana kadar sürdürüyor bu zor oyunu. Sonunda Esma uyuyor. Sema kendi nefes alış verişlerini onun nefesine ayarlamaya çalışıyor. Ayarlarsa -kendisi yaşadığına göre- annesi yaşıyor demek... Ne kadar zor kendi nefes alış verişini uydurmak, diğerinin nefesine... Yoruluyor, çok yoruluyor... Annesinin soluklarıyla kendi solukları aynı ritmi tutturduğunda emin oluyor onun yaşadığından, uyuyor sonunda... Bu kez de karabasanlar basıyor uykularını... Her gece bir yakınının cenazesini görüyor düşünde... Yıllarca ve yıllarca... İlkokul beşinci sınıfa geldiğinde, her şeyi öğreniyor artık. Anlamasa da öğreniyor. Sokuluyor annesinin kırgın yüreğine... Sokuldukça dikleşiyor başı... Baş hiçbir zaman eğilmemeli. O gün kazınıyor belleğine: Onu gökyüzüne uçuran babayı, yere hiç indirmemeli...

171


Geride Kalanlar Esma, 1965 yılında Danıştay kararıyla bağlanan dul ve yetim maaşının yanı sıra kardeşlerinin de yardımlarıyla çocuklarını büyüttü. 1966 yılında, ilk torununu kucağına aldı. 1967 yılının sonunda aftan yararlanarak cezaevinden çıkan pek çok 21 Mayısçı gencin ilk ziyaret ettikleri yerlerden biri yine Fethi Gürcan'ın evi oldu. Daha sonra evi çocuklarının genç arkadaşlarıyla dolup taştı. 1968 yılında öğrenci hareketlerinin başlamasıyla, kaygılı bekleyişleri yeniden başladı. Bu kez, pencere önünde, sabahlara kadar çocuklarının eve gelmesini bekledi. Kimi zaman, çocuklarını arayan polisler, onu gözaltına almaya kalkıştı. Mücadele içinde geçen yaşamında kalbi sık sık teklese de onu yarı yolda bırakmadı. 1986 yılında bedeni yorgunluğa yenik düştü ve sol tarafına felç indi. Buna rağmen hayata küsmedi. Bastonu yardımıyla, tek elini kullanarak da olsa günlük yaşamını sürdürdü. 1993 yılında öldüğünde, kapısının üzerinde hâlâ Fethi Gürcan'ın adı yazılıydı. Gülderen, erken yaşta çalışmaya başladı. Hem annesinin en yakın destekçisi oldu, hem kardeşlerine kol kanat gerdi. Hayatının en unutulmaz (!) yılbaşı gecesini 1984'ün sonu, 1985'in başında yaşadı. Yeni yıla kardeşi Ömer'le birlikte, Ankara Emniyet Müdürlüğü'nün işkencehanesinde girdi. 1987 yılında, üç ay İzmir Buca Cezaevi'nde siyasî tutuklu olarak yattı. Mahkeme sonucu beraat etti. Ömer, 1966 yılında ODTÜ Elektrik Mühendisliği bölümüne girdi. Aynı yıl ODTÜ'de askerî öğrenci bursunu kazandı. Resmî üniformasını giydikten on beş gün sonra, ordu üst yönetimi tarafından, "Fethi Gürcan'ın oğlu" olduğu gerekçesiyle bursu iptal edildi. Bir yılı aşkın hukuk mücadelesinin ardından Danıştay kararıyla tekrar askerî öğrenci oldu. 12 Mart 1971 Askerî Muhtırası'ndan sonra askerî öğrencilikten yeniden çıkarıldı. Öğrenimini sivil olarak tamamladı. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra, babasının kader arkadaşı, idam kararı Meclis'ten dönen Em. Ütğm. Erol Dinçer'le birlikte, "ordu içinde örgütlenmek" iddiasıyla gözaltına alındı. Emniyette kırk beş gün işkenceden geçirildikten sonra, sekiz ay Mamak Askerî Cezaevi'nde, babasının yattığı koğuşlarda yattı. Mahkeme sonucunda beraat etti. 1985 yılına ablası Gülderen ve Erol Dinçer'le birlikte Ankara Emniyet Müdürlüğü'nün işkencehanesinde girdi. Yargılanmadan serbest bırakıldı. Babasından kalan binicilik tutkusunu hiçbir zaman yitirmedi. Emekli olduktan sonra binicilik hocalığına başladı. Öner, Devrimci Gençlik mücadelesine katıldı. 1972 yılında hastalığı ağırlaştı. 1981 yılında "çift kapak kalp ameliyatı" oldu. Hastaneden çıktıktan üç ay sonra aranmaya başlandı. 1989 yılında mahkeme celbine uyarak verdiği ifade sonucu tutuksuz yargılandı ve beraat etti. Sema, annesinin son gününe kadar onu yalnız bırakmadı. Hacettepe Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi'ni bitirdi. Muayenehanesindeki en büyük yardımcısı da annesi oldu. 1985 yılında, üç ay İzmir Buca ve İstanbul Metris cezaevlerinde siyasi tutuklu olarak kaldı. Emniyet koridorlarında, "60'larda baban, 70'lerde ağabeylerin 80'lerde sen. Nedir sizin sülaleden çektiğimiz" denilerek saçlarından sürüklendi. Mustafa, ölünceye dek, Esma ve çocuklarını yalnız bırakmadı. Onlara kötü günlerinde destek olurken, mutlu günlerinde, "Fethim göremedi" diye gözyaşı döktü. 1980’li yılların sonunda ailenin "hapishane-hastane trafiği" durulunca, "Hareketsiz geçen günler insanı çabuk yaşlandırıyor, demek ki bizi ayakta tutan koşuşturmakmış" diye içini döktü. 1993 yılının bir sonbahar ayında, kimse ona Esma'nın ölüm haberini veremedi ama o anlamıştı... Günlüğüne, "Durumu anlamıştım... Kızım rahmetli olmuştu" diye not düştü. Tansiyonu yirmiye çıkmıştı ama son görevini unutmadı. Esma'nın, Fethi'nin koynuna gömülmesini istedi. Otuz yıl önce Fethi'den aldığı emaneti ona teslim etmişti. Cenaze işlemleri tamamlandıktan sonra bir daha yemedi içmedi... Hiç kimse onu tek bir lokma yemeğe ikna edemedi. Sonunda tıp da çaresiz kaldı. Esma'nın ölümünün kırkıncı gününde ve aynı saatte öldü.

172


RESİMLER

Fethi Gürcan’ın çocukluğu- tabiî ki At’ı ve Kılıç’ı

İhsan(Ağabeyi)-Fethi Gürcan

173


Fethi Gürcan öğrencilik günlerinde babası Mehmet Hamdi Bey ve kız kardeşi Nezahat’la

Üstte: Nefse(ablası), Fethi, İhsan (ağabeyi), Ömer Tekebaş (sınıf arkadaşı ve Nezahat’ın kocası) Nezahat (kız kardeşi) Altta: Halime Hanım (annesi), Gülseren (Nefse’nin kızı), MEHMET Hamdi Bey (babası)

174


Harbiyeli Fethi GĂœRCAN

175


Esma-Zehra Türker

Türkerler Üstte: Yahya-Sıtkı- Mustafa Altta: Sıdıka-Zehra-Esma

176


Esma ve Fethi nişanlılık günlerinde

177


Fethi ve Esma’nın düğün fotoğrafı

178


Üstte: Esma, Sıdıka, Fethi Altta: Gülderen, Öner, Ömer

Adapazarı’nda O’nun Süvarisi filminin ekibiyle. Turgut Özatay, Fethi Gürcan, Lale Oraloğlu

179


Binicilik Ekibi- Fethi Gürcan ( ayakta sağdan birinci)

Atı ve Sarı kanaryası

180


Üstte: Mustafa, Sıdıka, Esma, Fethi Altta: Ayla, Ömer, Kemali, Öner, Gülderen

Binicilik Ekibi yurtdışında bir davette

181


Üsteğmen Fethi Gürcan

Fethi Gürcan bir yarışta

182


Fethi Gürcan-Mustafa Türker

183


Fethi Gürcan bir yarışta

Sema’nın babasıyla ilk ve son fotoğrafı 21 Mayıs’a yaklaştığı günlerde Emekli Subay Evleri ‘nin karşısında(Şimdiki Anıttepe Spor Tesisleri) Ömer, Esma, Fethi, Gülderen, Sıdıka ve Sema (Gülderen’in kucağında)

184


21 Mayıs Mahkemesi Duruşmaları Talat Aydemir-Fethi Gürcan-Osman Deniz ve arkadaşları

Fethi Gürcan (ön sırada soldan ikinci) Talat Aydemir (ortada) Mamak Cezaevi’nde arkadaşlarıyla

185


SÜVARİ Fethi Gürcan

186


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.