Mimarhane Öğrenci Bülteni Sayı 02

Page 1

MİMARHANE ÖĞRENCİ BÜLTENİ MART 2020 SAYI: 2

“İnsanın dünyadaki esas vazifesi dünyayı güzelleştirmektir.”

Turgut Cansever Özel Sayısı XV-XXI. Yüzyıl Geleceği Tasarlamak: Ütopya Ferdiyetin Yüceliği İlkesi Üzerine Turgut Cansever’in Düşünce Dünyası Beyazıt Meydanı Projesi Mustafa Dede ile Röportaj Yusuf Özdamar ile Röportaj


İÇİNDEKİLER 1 2

Editörden XV-XXI. Yüzyıl geleceği tasarlamak: Ütopya

5 Ferdiyetin Yüceliği İlkesi Üzerine 6 Deprem 7 7 Güzel Medrese 10 Bir Gezginin Defterinden: Tutkulu

Meraklılara Göre Bir Şehir, TİFLİS

13 Biyografi 17 Mustafa Dede ile Röportaj 22 Beyazıt Meydanı Projesi 25 Turgut Cansever’in Düşünce Dünyası 26 Yusuf Özdamar ile Röportaj 30 Bir Kare Bir Hikaye 32 Sen de Çiz

Yayın Kurulu Büşra KORKMAZ Fatıma Zehra AKMAN Furkan SAĞDIÇ Halise Şeyma KAYA Tuğçe Nur YAMAN Feyza TOZAL İrem Nur KAYA

Grafik Tasarım Mustafa Celalettin KILINÇ

İmtiyaz Sahibi Mimar Sinan Mühendisler Birliği

İletişim mimarhanebulten@gmail.com /msmbmimarhane

Online Bulten:


EDİTÖRDEN

Yazan: Halise Şeyma KAYA, Tuğçe Nur YAMAN

Aylar boyu süren yoğun, yorucu, özverili ve fedakarca yaptığımız çalışmaların bir ürünü olan öğrenci bültenimizin 2. sayısı ile siz değerli okuyucularımızın karşısındayız. İlk sayımızdan sonra aldığımız dönüşler bizi ikinci sayıyı heyecanlı hazırlamaya teşvik etti. Öncelikli olarak, Elazığ’daki depremde hayatlarını kaybedenler için Allah’tan rahmet, yaralılara şifa diliyoruz. Bu sayıda, Azade arkadaşımız, deprem konulu yazısında, günümüz teknolojilerinde depremin yeri üzerine durmuştur. 22 Şubat Turgut Cansever’in vefat yıldönümü olması hasebiyle bu sayımızın genel temasını Turgut Cansever olarak belirledik. Bu tema doğrultusunda Cansever’in ahşap ustası Mustafa Dede ve iş arkadaşı Mimar Yusuf Özdamar ile bir röportajda bulunduk. Bununla birlikte Fatıma Zehra arkadaşımız, Cansever hocanın, 1. seçilen fakat gerçekleşmeyen Beyazıd Meydan Projesi üzerine bir yazı hazırladı. Aynı zamanda Samet arkadaşımızın Geleceği Tasarlamak: Ütopya başlıklı yazısını sizlere sunuyoruz. Ve yine öncesinde olduğu gibi Mimarhane Ailesine katılan yeni öğrencilerimizden de gelen birbirinden güzel, el emeği eskizlerimiz ile de içeriğimizi zenginleştirdik. Haydi bakalım, geleceğin güzel insanları, dergimizi okuyoruz, öğrendiklerimizi paylaşıyoruz. Bilgimiz, bereketiyle dönüş yapıyor… Selametle!

mimarhane bülten | şubat 2020

1


XV-XXI. Yüzyıl geleceğİ tasarlamak: Yazan: Samet Eren MENGÜ

Ütopya

Ütopya Nedir?

Ütopya aslında alternatif bir gelecek düşünmektir. Sadece geçmişi değil aynı zamanda bugünü de hesaba katarak geleceği inşa etmektir. Örnek vermek gerekirse temiz bir İstanbul istemek bir ütopya değildir. Ütopyanın hemen hemen her açıdan bilinçli tasarlanması gerekmektedir. Ütopyada bir süreç değil, bitmiş bir dünya tasarlanmaktadır ve değişmezdir. Tüm kurallar tasarlayıcısı tarafından belirlenmiş yaşam alanı olarak da kabul edilebilmektedir. İçerisindeki insanlar bire bir aynı evlerde yaşar, çocuklar aynı okula gider vs. Bir nevi sosyalizm ürünü olan ütopyalarda “her şey herkesindir” kuralıyla da bunu desteklemektedir. Rönesans döneminde çok hızlı bir şekilde ortaya çıkan ütopyanın son örneği ise 1960 gibi bir tarihte ortaya çıkmıştır.

Önemli Ütopya Metinleri

Thomas More’un Utopia, Platon’un Devlet ve Farabi’nin Medinetü’l Fazıla isimli kitapları ütopya alanında yazılmış önemli metinlerdendir. Thomas More eşitliği her anlamda kurmak istemektedir ve demokrasiye inanmaktadır. 1516’da yazdığı Utopia’da hayali ada ülkesini anlatmaktadır. Aynı zamanda yaşadığı yer olan İngiltere sistemini ağır eleştirmektedir. Platon’un Devlet’inde ise eşitliğe ve demokrasiye yer verilmemektedir. “Devlet’in toplumsal yapıya getirdiği düzeni özetlemek gerekirse, üç sınıflı bir Antik dönem sosyalizmi denebilir. Toplumun filozof-krallar (yönetici), koruyucular (asker) ve üreticiler (işçi ve esnaf) olarak üç parçalı bir yapı gösterdiği düzende, mutlak istikrarın sağlanması bu işlev ayrımına ve bu ayrımın her sınıfa getirdiği radikal kuralların uygulanmasına dayandırılmakta. Herkesin eşit olarak doğduğu Devlet’te, bütün çocuklar doğumuyla birlikte ailelerinden alınıp belli bir yaşa kadar ortak eğitim ve öğretime tabi tutulur. Çocuklar daha sonra yetenek ve başarılarına göre kız-erkek ayrımı yapılmadan kademeli eğitim sistemiyle en üst sınıf olan yönetici topluluğa kadar yükselebilmektedir.” (Yusufoğlu, 2019). Medinetü’l Fazıla’da ise bir başkanın nasıl özelliklere sahip olması gerektiğinden bahsetmektedir. Farabi’ye göre bir başkan zeki, anlayışlı, öğrenmeye istekli, güzel konuşmalı, dürüst ve adaletli olmalıdır. 2

mimarhane bülten | şubat 2020


Ütopya ve Mimarlık

Ütopya aslında sadece şehirler üretmek değildir. Aynı zamanda toplumu da ilgilendirmektedir. Ütopyada yaşayacak insanların yaşamları çok katı bir disiplin ve kurallar çerçevesi içerisine girecektir. “Ne yapacakları” bellidir. “Ütopistler, sadece mekân tasarımcıları ve planlamacıları olarak kalmamışlar, aynı zamanda toplumu şekillendirme görevi üstlenmişlerdir.” (Yusufoğlu, 2019). Buradaki “toplumu şekillendirme” kavramı ile mimarlıkta da karşılaşacağız. Sözgelimi, ütopyalar mimarlıkta başka bir bakış açısının, başka bir dönemin başlangıcıdır. 1450 ile 1600 tarihleri arasında şehirler, dünya hakkındaki görüşlerimizi değiştirmişlerdir. Bu dönem ile birlikte insanlar dünyayı değiştirebileceklerini düşünmeye başlamışlardır. Bu da görselliğe, yani resme, etkide bulunmuştur. Perspektif kavramını ortaya çıkartmıştır. Diğer bir deyişle “Dünyayı insan gözünden görme” kavramı icat edilmiştir. Tam da bu noktada dünyayı değiştirebileceğini düşünen insan bunun için birkaç yöntem geliştirmektedir. Gerçekte var olmayan binaların çizimi başlamıştır. Ve ardından da bu binalar inşa edilerek mimaride yeni bir dönemi başlatmıştır. Tabi sadece mimari ütopyadan etkilenmemiştir. Aynı zamanda ütopya da mimariden etkilenmiştir. Sözgelimi, endüstrileşme sonucu çok hızlı bir şekilde gelişmek zorunda kalan şehirlere çözüm olarak da ütopyalar ortaya çıkmıştır. “Doğal alanların azalması, politik ve ekonomik kaygıların insan yaşamının önüne geçmesi gibi sorunlar mimari tasarıları da etkilemiştir. Bu tasarılar kimi zaman gerçekliği aşarak bir ütopyaya dönüşmüş, kimi zaman ise kente dair çözüm arayışlarının yine gerçekçi projeler ile ortaya konulduğu birer öneri halinde ortaya çıkmışlardır.” (Şensoy, 2016).

Ütopyalar

Filarete olarak bilinen Floransalı mimar Rönesans’ın ilk ideal şehrini tasarlamıştır. Filarete’den sonra ise birçok örnek ortaya çıkmıştır. Bu ütopyaların bazıları inşa edilmiştir. Örneğin Palmanova. Ortasında bir kule ve çevresinde evler bulunmaktadır. Askeri bir taktik olarak da düşünülmüştür bu ütopya. Düşman şehrin surlarını geçmeyi başarırsa ortadaki kuleden savunma yapılması planlanmıştır. Bu örnek de “ütopik yaşamın hayatımıza dönüşmesi”dir. Ütopyalar gerçek dışı olarak doğmalarına rağmen gerçeğe dönebilmektedirler. Birkaç ütopya örneği olarak; -Güneş Kenti: Campanella tarafından üretilmiş bir Katolik ütopyadır. Çünkü bu çağ aynı zamanda Katolik ve Protestanların kavga çağıdır. Bu ütopyada özel mülkiyet yoktur. Her şey herkesindir. Bilim ve felsefe üzerine kurulmuş bir ütopya özelliği taşımaktadır. Burada yaşayan herkesin belli sınırlar içiresinde bir konumu vardır. -Robert Owen’ın kurmuş olduğu New Lanark ve New Harmony birer ütopyadır. Robert Owen aynı zamanda sosyalizmin de kurucusu sayılmaktadır. Bu yüzden de ütopyaları işçiler arasında bir hayli ilgi görmüştür. İşçileri düşünerek fabrikatör bir sistem kurduğu söylenebilir. mimarhane bülten | şubat 2020

3


-Phalanstere: Fransız sosyalist Fourier tarafından tasarlanmıştır. İşçiler için tasarlanmıştır. Bu ütopyada işçiler hem Fourier için çalışıyorlardı hem de Phalanstere’de yaşıyorlardı.

-Unite d’habitation: Le Corbusier tarafından tasarlanmış ütopyada tam anlamıyla her şey Le Corbusier tarafından tasarlanmıştır. Dairelerin yanı sıra, evlerin içerisindeki eşyalar da dahil olmak üzere her şey aynıdır. Alt kısmında bugün kullanılmayan bir çarşısı bulunmaktadır. Bugünlerde otel olarak kullanılan bu ütopya genelde mimarlar tarafından tercih edilmektedir. -Diğerlerinden ayrı tutulması gereken başka bir örnek ise Welwyn Garden City’dir. İngiltere’de yer alan bu örnekte evlerin kendilerine ait bahçeleri bulunmaktadır. Yeşil alanı önemsediği için diğer ütopyalardan biraz farklıdır. Bir diğer fark ise dünyanın farklı yerlerinde örneklerinin olmasıdır. Türkiye’de Ankara Batıkent örneği verilebilir. Kahire’de de Garden City örneğini görülmektedir.

-Benjamin Constant’ın Yeni Babil ismindeki ütopyası da son ütopya olarak kabul edilmektedir. Bu ütopyada insanlar istedikleri yere inşa ettikleri bir şehir kurmaktadırlar. Bu da planlanmayı imkânsız hâle getirmektedir. Bu yüzden de inşa edilememiştir. Zaten sadece planlanan ütopyalar inşa edilebilmiştir. Bu ütopya ile birlikte 1960lardan sonra ütopya ile karşılaşmak mümkün değildir. Çünkü insanlar artık başkalarının kendisi yerine karar vermesine karşı çıkmaktadır.

Ütopya’nın Bugünkü Yeri ve Distopya Artık ütopya üretilemiyor ama ütopik düşünce şansımız hâlâ bulunmaktadır. Yaşadığımız yerdeki herhangi bir şey ile ilgili “Şöyle olsa daha güzel olabilir” düşünceleridir ütopik düşünceler. Tam da bu noktada bir ayrımı iyi yapmakta fayda var. Ütopya ve distopya. Ütopya iyiyi ve daha iyi bir dünyayı hedefleyerek ortaya çıkmıştır. Lâkin, böyle bir şey mümkün olmadığı için her zaman felakete dönüşmüştür. Distopya ve ütopyayı birbirinden ayıran temel fark da budur zaten. Distopya gelecek hakkında kötü düşüncelerin yansıması olmasına karşılık ütopyanın amacı farklı ve daha güzel bir dünya inşa etmektir.

4

mimarhane bülten | şubat 2020


FerdİYETİn YücelİĞİ İlkesİ Üzerİne

Yazan: Ahmet ÜNVER

Turgut Cansever Bey, Muhyiddin İbn Arabi’nin Fususu’l Hikem kitabında Hz. Peygamber’in hikmetlerini anlatırken ferdiyetin yüceliği ilkesini öne çıkardığından bahseder. Ferdiyet kavramı bağlamında, şehre özelden genele baktığımızda, her evin yeni baştan şekilleneceğini, komşu yapı ile öncekine oranla daha doğru bir ilişki kurulacağını görmekteyiz. Eserlerinde sadelik şiarını esas alan Cansever Hoca, Demir Evleri projesinde aynı pencere tipini kullanarak fakat yeknesaklığa bulaşmadan bir standartlar düzeni oluşturuyor. Oluşturduğu bu satıhlar ile sokak siluetinin de bir kimliğe bürünmesini sağlıyor ve yapıya çevresini yüceltmek gibi bir vazife yüklüyor. Aynı Demir Evleri projesinde 6 plan tipiyle 40’a yakın ev inşa ediyor fakat bu yapıların hiçbiri bir adım öne çıkmıyor. Yapı kullanıcısını, bu oluşturulan yapay ve doğal çevreye dahil etmeye çalışıyor ve bu sayede insanın mimari güzelliği fark edip geliştirmeye çalışacağını ifade ediyor. Ferdiyetten yola çıktığı için doğa ile ilişkisinde de arka planda bir tavır takınıyor. Karatepe Saçakları projesinde görüyoruz ki ihtiyaç olan müzeyi aydınlatmak ve yağıştan korumak dışında bir işe girmiyor. İnce ayaklar üzerinde düz çatısıyla sanki havada duran, doğayla bütünleşik şeffaf bir koruyucu oluşturuyor. Şeyh Edebali’nin öğüdü olan “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.” düsturu gibi kenti kullanıcısı için var etmek ilk önemli kıstası. Aslında yaptıkları ile bize sadece mimaride bir yöntem göstermiyor, yapının komşu yapıyla kurduğu ilişki ve komşunun manzarasına engel olmamasıyla sosyolojik anlamda bir toplum inşası gerçekleştiriyor. Yapıları süsten ve şatafattan uzak, standart ölçüleri ve vakur haliyle bize önerilen hayatın bir timsali gibi karşımızda duruyor.

Cansever’in bunları yaparken gelenekselleştirmek gibi bir gayesi yok çünkü ortaya koyduğu ürün geleneğin kendisi. Fakat ilginç olan referans gösterdiğimiz, öncü bellediğimiz Bursa gibi şehirlerin bir plancısı, tasarımcısı yok. Ahlaki değerleri yüksek toplum sakinleri kendi ferdi kimliğini öne çıkarmaktan çok ferdiyeti öne çıkarıyor, kimsenin hakkına göz dikmiyor. Şehri yeniden inşa etmek istesek bunu parça parça yapmamız bir fayda vermez çünkü bu ekosistem birlikte var olmak zorunda. Turgut Bey, burada genetik bir değişiklikten söz ediyor ve aslında iğnenin ucunu biraz da bize batırıyor. Göklere çıkardığımız İslam şehirlerinin artık tahayyül boyutundan çıkıp cismani karşılığını bulması gerekiyor. mimarhane bülten | şubat 2020

5


DEPREM

Yazan: Azade HOCAGİL

Dünya genelinde 31 çeşit doğal afet türü vardır ve bunlar büyük kayıplara neden olurlar. Son 10 yılda deprem,sel ve dolu gibi doğal afetlerden kaynaklanan ekonomik kayıplar 3 trilyon doları aşıyor. Bu doğal afet türleri bizim ülkemizi de tehdit ediyor ve ülkemiz için bu tehditlerden biride deprem. Yurdumuz dünyanın en etkin deprem kuşaklarından birinin üzerinde bulunmaktadır.

Deprem nedir? Deprem Yerkabuğu içindeki kırılmalar nedeniyle ani olarak ortaya çıkan titreşimlerin dalgalar halinde yayılarak geçtikleri ortamları ve yer yüzeyini sarsma olayına “denir. Ülkemiz de yakın zamanda büyük etki bırakan depremler oldu bunlar; 1999 da olan Gölcük’ de 7,5 büyüklüğünde , 2011 Van’ da 7.1 büyüklüğünde ve 2020 de Elazığ’da 6.8 büyüklüğünde olan depremler. Bu afetler hem afeti yaşayanlar için hem de ülkemiz için büyük bir yıkım oluşturuyor. Depremlerle birlikte hayatlarımız değişiyor. Fakat teknolojiyi kullanarak bizler önlem alabilir ve daha dayanıklı evler inşa edebiliriz. Bunlar için çeşitli yöntemler var.

Bu yöntemlerden bazıları şunlar; Sönümlemeli Karşı Kuvvetler Hemen hemen herkes, araçların amortisörleri olduğunu bilir, ancak, çoğu kişi bunların depreme dayanıklı binalar yapmak için de kullandıklarını bilmemektedir. Otomobillerde kullanımlarına benzer şekilde, amortisörler şok dalgalarının güncü azaltır ve binaların yavaşlamasına yardımcı olur. Bu iki yolla gerçekleştirilir: titreşim kontrol cihazları ve sarkaç damperleri.

Titreşimli Kontrol Cihazları İlk yöntem, bir binanın her bir seviyesine bir kolon ile kiriş arasına damperlerin yerleştirilmesini içerir. Her damper, silikon yağı ile doldurulmuş bir silindirin içindeki piston kafalarından oluşur. Bir deprem meydana geldiğinde, bina titreşim enerjisini pistonlara aktarır, yağa karşı iter. Enerji, titreşimlerin gücünü dağıtarak ısıya dönüştürülür. 6

mimarhane bülten | şubat 2020


Yazan: Mücahit Alperen YILMAZ

7 Güzel Medrese

Geleneğimizin yansımalarının en kapsamlı örneklerinden olan medreselerden bir kısmı günümüze kadar şehrin farklı noktalarında varlıklarını korumayı başardı. Kimi kültür, sanat ve eğitim amaçlı kullanılarak işlevini sürdürüyor, kiminin bir kısmı yol çalışmalarına kurban gitmiş… Kimi de ne yazık ki nargile kafe olarak kullanılıyor. Gelin bize pek çok farklı şey anlatabilen bu yapıların bazılarını daha yakından tanıyalım.

‘’Cedlerimiz inşa etmiyor, ibadet ediyordu. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları vardı.’’ Ahmet Hamdi Tanpınar

1) Gazi Atik Ali Paşa Medresesi-1497 U plan şemasını oluşturacak şekilde, dört hücre odası sonradan merdivenle çıkılan üst katında olmak üzere, on altı oda ve simetri ekseninde bir başodadan oluşmaktadır. Önlerinde sonradan kapatılmış revak düzeni bulunmaktadır. Günümüzde vakıf genel merkezi olarak hizmet vermektedir. Odalardan avluya geçişte yarı açık mekan olan revakların kapatılması tercihi sonucunda daha tanımlı bir mekan oluşturulmaya çalışılınırken, şeffaf bir görüntü ile dışarıya kapalı olmama, estetiği korunma gayreti sergilenmiş.

“Şehirlerin de bir ruhu vardır. Bir şehirde yaşayan insanlar zamanla yaşadığı şehrin ruhuyla karakteristik açıdan özdeşleşirler.” İbn-i Haldun mimarhane bülten | şubat 2020 7


Rüstem Paşa Medresesi-1551 (Mimar Sinan) Kare bir plan içine sekizgen çapa sahip olan yapıda revakların arka bölümlerine 22 hücre yerleştirilmiştir. Sekizgen plan üzerine, özgün bir deneme olan bu yapının uygulamasındaki zorluklar, Sinan’ı bu şemayı tekrarlamaktan uzak tutmuştur.

İnsanların yapıya giydirdiği anlam, içini doldurduğu eylem mekanların işlevini tayin eder. Bu medresenin başodası giriş ekseni üzerinde bulunmuyor. Kişiyi bir mekana yönlendirmek yerine revakların altında sonsuzluk hissine ulaştırıyor. Birbirine eş bu revakların sonu yok başı yok…

3) Caferağa Medresesi 1559 (Mimar Sinan) Basık kemerli bir kapıdan girilen medrese, inşa edildiği tarihte 15 hücre ve başodadan oluşmaktaydı. Dikdörtgen plan şemasına göre inşa edilmiş olup dörtgen bir avluya sahiptir. Hücreler avlunun etrafına dizilmiş eyvanlardan oluşmaktadır. Üzerleri tonoz veya kubbe ile örtülü olan bu hücrelerin revaklara açılan dikdörtgen birer penceresi bulunmaktadır. u dönemde inşa edilen medreselerin külliye yapısı içerisinde inşa edilmesi yaygın olsa da, bu yapı Osmanlı mimarisindeki bağımsız medreseler grubundan bir örnektir.

4) Kızlarağası Medresesi 1582 (Mimar Sinan) Medrese 11 hücre ve bir dershaneden meydan gelmektedir. Kubbeli ve kare planlı olan medrese başodası girişin solunda kalmaktadır. Kot farklarından dolayı başodaya merdivenle çıkılmaktadır. Arazinin dar olması sebebiyle hücreler çok dardır.

8

mimarhane bülten | şubat 2020

Medrese, sebil ve mekteple birlikte küçük bir külliye niteliğindeki yapının sonradan avlusunun üstü kapatılmıştır. Avluyu tamamen kapatan bu uygulama mimari özelliğinin bozulmasına neden olmaktadır. Bu müdahale ile medresenin en geniş kapalı alanı elde edilmiştir.


5) Sinan Paşa Medresesi 1593 (Mimar Davut Ağa) Medrese dikdörtgen şeklindeki bir iç avluyu dört yönden kuşatmakta ve başodası ile buna asimetrik yerleştirilmiş on altı hücreden meydana gelmektedir. Dış ve iç avludan oluşan yapı mekanlar arası kademeli geçiş ve hiyerarşi yaratıyor. Başodası ise Osmanlı medrese planlarının geleneksel düzeninden ayrı olarak medrese hücrelerine bitiştirilmiştir. Böylece başoda revakı hem medreseye, hem de başodaya girişi sağlamıştır. Osmanlı eğitim sistemi “Taleb”e üzerine kurgulanmış, bunu yapıların üslubuna da yansıtmıştır.

6) Çorlulu Ali Paşa Medresesi 1707 (Mimar Davut Ağa) Medresenin girişi dikdörtgen planlı bir avluya açılmaktadır. Sekiz adet kare planlı ve revaklı hücresi, sekizgen planlı başodası kare planlı bir kütüphanesi bulunur. Mimarisinde Barok üslubunun etkisi görülen külliye günümüzde bir ilim merkezinden nargile merkezine(!) dönüşmüştür. Medresenin nerede başlayıp nerede bittiği, aslında bulunan mimari unsurları günümüzde malesef işlevini kaybetmiş durumda.

7) Beşir Ağa Medresesi 1745 Cami, kütüphane, sebil ve medreseden oluşan külliye, Türk mimarisinde Batı etkisiyle ortaya çıkan sanat akımının ilk eserlerindendir. Dikdörtgen planlı medresenin 15’i kare planlı ve kubbeli, iki tanesi tonozlu ve dikdörtgen planlı 17 hücresi bulunmakta. Cami, kütüphane ve medrese kitle halinde birleşmiş. Medrese kısmına minarenin yanından geçiliyor. Bu durum derece derece girmeni sağlıyor ve hop diye mekanın içine düşemiyorsun. Medresenin bir özelliği de başodasının bulunmayışıdır. Hücreleri ve revaklarıyla avluya dönük yapısı var. mimarhane bülten | şubat 2020

9


Bİr Gezgİnİn Defterİnden: Tutkulu Meraklılara Göre Bİr Şehİr, TİFLİS Yazan: Hümeyra YILMAZ Hayatın başında olan biz genç mimar adaylarının ilgiyle takip ettiği ve önerilerini can kulağıyla dinlediği İlber Ortaylı bir konuşmasında “Gençler, hem gezmeyi, hem okumayı ihmal etmeyin. Bilmek için ikisi de lazım. Sorguladığınız ya da merak ettiğiniz her şey hakkında kitap okuyun. Sadece ders kitaplarıyla gerçekleri öğrenemezsiniz.” demişti. Hayat kısa sonuçta, bir bireyin okuldan öğreneceğiyle yetinemeyeceği de aşikar. Kendini geliştirmek ve bu güzel öğüdü değerlendirmek adına aldık sırt çantamızı, içine başta merakımızı, ardından da yolculuk kitabımızı ve fotoğraf makinemizi koyduktan sonra düştük yollara. Bu seferki rota komşumuz Gürcistan! Gürcistan 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardında bağımsızlığını ilan etmiş olan komşu ülkemiz. Sınırımızın biraz ötesinde bambaşka bir mimariye sahip olmasının altında da bu etken yatıyor. Klasik Rus mimarisinin etkisini bolca gördüğümüz Gürcistan’da yolculuğumuza başkent Tiflis’ten başlıyoruz. Gün doğumuna yakın saatlerde havaalanından şehir merkezine, sonradan öğrendiğimize göre Eski Tiflis bölgesine, otobüs ile ulaştık. Bir de ne görelim?! Tam bir Avrupa meydanı burası. Meydanın tam ortasında bir zafer anıtı, arkasında boylu boyunca uzanan önemli devlet yapılarının bulunduğu Rustavelli Caddesi ile Özgürlük Meydanı karşılıyor bizi. İki arkadaş indiğimiz anda “Nasıl karşıya geçeceğiz şimdi?” düşünürken Türkiye’deki meydanlarda çok da alışık olmadığımız bir durumu fark ediyoruz. Tüm yaya sirkülasyonu Tiflis’te her yerde alt geçitlerle sağlanıyor. Bu sayede araç trafiğinde herhangi bir aksama olmuyor ve sıkışıklık meydana gelmiyor. Özgürlük Meydanı’nın ardından Tiflis’in can damarı olan Kura Nehri’nin kenarından şehre bakmaya başlıyoruz. Sabahın erken saatlerinde dolaştığımız sokaklarda 12’ye kadar herhangi bir hareketlilik gözleyememiş olmamız beni oldukça şaşırttı doğrusu. Nehrin kenarında kendi etrafınızda bir tam tur attığınızda en az 10 kilise sayabilirsiniz, garanti ediyorum. Oldukça dindar olan Gürcüler bu kiliseler için genel olarak aynı plan-cephe kullanmayı tercih etmişler. Oldukça kütlesel olan bu kiliseler sekizgen kubbeye ve dört yana açılan kare plana sahipler. Şehrin en önemli kiliselerinde biri olan Metehi Kilisesi Kura Nehri kıyısında, Gürcü rahipler tarafından aziz ilan edilen Gürcü Kralı Gargasali’nin heykelinin hemen 10 mimarhane bülten | şubat 2020


Nehir kıyısında yürüyüşe devam ettiğiniz taktirde Gürcistan’nın Sovyet kimliğinden kurtulma, modernleşme çabasını gözlemleyebiliyorsunuz. Yerinde monte truss sistem kullanılarak oluşturulmuş Barış Köprüsü oldukça özgüvenli bir biçimde şehrin göbeğinde duruyor. Ve adeta “Modern Gürcistan” sloganını destekliyor. Oldukça güzel fotoğraf açıları sağlayan köprüden geçtiğinizde kamusal bir meydan karşılıyor sizi. Farklı üsluplarda kent mobilyalarının bulunduğu bu meydanın hemen ilerisinde de konser salonu olarak kullanılmış fakat şu anda faal olmayan oldukça ürkütücü büyüklükte bir yapıyla karşılaşıyoruz. İnsan ölçeğinin çok çok üzerinde, oldukça ezici bir yapı Rike Konser Salonu. Bana göre modernleşme çabalarının tarihi silüete en büyük zararın verildiği alanlardan birisi. Belki de Barış Köprüsü’ne bir referanstır diye düşünsek de, olmuyor. Kalbim kabul etmiyor bu yapıyı. Arka tarafta Berlin Parlamento Binası’nın bir replikası olan Gürcü Parlamentosu’na referanstır diye ikna olmaya çalışsak da, bu da tatmin etmiyor beni. Çok kütlesel ve korkutucu.

Bu devasa yapının şaşkınlığıyla yola devam ediyoruz ve yine bir köprü çıkıyor karşımıza. Eski yokuşlu Tiflis sokaklarına gitmek adına yine nehri geçmemiz gerekiyor. Fakat bu seferki köprü adeta bir açık hava müzesi. İşte sanat budur! Diyeceğiniz tarzda. Büyük bir hayranlıkla belki de her duvarında durup baktığımız bu köprü ilk olarak sokak sanatçılarının grafitileri ile başlıyor. Ardından tam su üzerinde fotoğraf sergileri ile devam ediyor. Şehrin yaşadığını, sanatı nasıl da ön plana çıkardığını burada görüyoruz. Bir an Karaköy’ün akşam saatlerinde kepenklerindeki grafitiler geliyor aklıma. Sanırım İstanbul’u bir günde özledim(!)

mimarhane bülten | şubat 2020

11


Tiflis’in modern yüzünü gördükten sonra eski sokaklarına dalıyoruz. Cumbalı, renkli cepheli evleriyle aslında hemen sınırımızın ötesinde aynı coğrafyada yaşıyor olduğumuzu tekrar hatırlatıyor buralar. (Fotoğraf 9) Girift sokaklar ve özel kapı tasarımlarıyla tam bir turistik çekim alanı burası. Bu bölgede bir mescit olduğunu öğrendiğimiz için heyecanlanıyoruz çünkü %98 Hristiyan nüfusunun olduğu bir bölgede mescidin yansımasını merak etmemek elde değil. Şehrin üst kısımlarına doğru tırmanıp mescidi bulduğumuzda, küçük sevimli bir minare karşılıyor bizi. Ne yazık ki ibadet saatleri dışında açık olmadığı için bu eski mescidi içten göremeden ayrılmak zorunda kalıyoruz ve Tiflis’teki son durağımız olan Gürcü Ana Heykeli’ni görmek üzere yola koyuluyoruz.

Teleferiğe binmek en büyük hobilerimden. Bir yere teleferik ulaşımı olduğunu duyduğum anda kalbim pır pır ediyor. Gürcü Ana Heykeli şehrin en büyük dağı olan Sololaki Dağı’nda bulunuyor ve oraya kısa bir teleferik yolculuğuyla erişmek mümkün. Ve karşınızda bir elinde dostları için ikram edilmeye hazır meşhur Gürcü şarabı olan diğer elinde de düşmanları için bir kılış taşıyan Gürcü Ana Heykeli. Alüminyumdan yapılmış ve tam 21 metre uzunluğunda. Devasa bir heykel ve bulunduğu konum itibariyle şehre panoramik olarak bakmak mümkün. Tam bir seyir tepesi. Ama uyarmakta fayda var, bu hissi Çamlıca’da yapılan kuleden de alıyorum, şehrin neresine giderseniz gidin Gürcü Ana oradan gözüküyor. Her hareketimi izliyormuş gibi geliyor bana, aman dikkat!

İki gün Tiflis’i gezmek için ideal, oldukça ucuz ve mimari olarak da meraklı insanları tatmin edebilir bir yapıda birçok üslubu barındırdığı için. Eskiyi yeniyle bağlayanın yapılan yapılardan ziyade insanın sanat dokunuşları olduğunu gösteren bir şehir. Rota Tiflis’ten Batum’a çevrilirken aklımda Einstein’den bir kesit belirdi: “Hiçbir özel yeteneğim yok. Sadece tutkulu bir meraklıyım.” Bol meraklı günler dileğiyle. 12 mimarhane bülten | şubat 2020


BİYOGRAFİ Yazan: Nurefşan Düzcükoğlu

Türk Ocakları kurucularından Doktor Hasan Ferit Cansever’in oğlu olan Türk mimar, şehir plancısı, düşünür Turgut Cansever, 12 Eylül 1921’de Antalya’da dünyaya geldi.

İlkokulu Ankara ve Bursa’da okudu. İlkokul yıllarından sonra ailesi İstanbul’a taşındı. Lise öğrenimini Galatasaray Lisesi’nde tamamladı. Meslek eğitimini İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi Yüksek Mimarlık Bölümü’nde yaptı, buradan 1946’da mezun oldu.

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde hazırladığı “Osmanlı ve Selçuklu Mimarisinde Sütun Başlıkları” adlı teziyle 1949’da sanat tarihi doktoru, “Bugünün Mimarlığının Temel Meseleleri” adlı teziyle de 1964’te doçent oldu.

1950-1951’de Güzel Sanatlar Akademisi’nde öğretim üyeliği yaptı. 1957-1960 arasında İstanbul Belediyesi’nde planlama danışmanı, 1960’ta Marmara Bölgesi Planlama Teşkilatı Başkanı, 1961-1962 arasında İstanbul Belediyesi Planlama Müdürü, 1974’te İmar ve İskân Bakanlığı Danışmanı, 1974-1975 arasında İstanbul Metropoliten Planlama Dairesi Başkanı, 1975-1980 arasında İstanbul ve 1980’de Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Danışmanı olarak çalıştı. mimarhane bülten | şubat 2020 13


Ayrıca Cansever, 1974’ten 1977’ye değin Avrupa Konseyi Türk Delagasyonu ve 1983’te Ağa Han Mimarlık Ödülü Büyük Jürisi üyelikleri yaptı.

Katıldığı birçok ulusal mimarlık yarışmasında çeşitli ödüller aldı. Bunlardan birini de 1960’ta İstanbul’da Beyazıt Meydanı’nın yeniden düzenlenmesi için açılan yarışmada aldı. Bu yarışma Cansever’i kent, imar, koruma alanında mücadele vermeye yönlendirdi.

İkisi 1980’de, biri de 1992’de olmak üzere Ağa Han Mimarlık Ödülü’nü kazanarak dünyada üç Ağa Han Mimarlık Ödülü almış tek mimar oldu. Türk Tarih Kurumu binası (1951-1967, Ankara, Ertur Yener ile birlikte gerçekleştirdiği) ve Ahmet Ertegün evi yenilemesi (1971-1973, Bodrum) Cansever’e 1980 yılında iki Ağa Han Mimarlık Ödülü getirdi.

Çürüksulu Yalısı restorasyonu 1968-1971, Salacak/İstanbul

Ahmet Ertegün Evi Yenilemesi (1971-1973, Bodrum) 14 mimarhane bülten | şubat 2020


Karatepe Açık Hava Müzesi 1957, Kadirli/Ankara

Sadullah Paşa Yalısı restorasyonu 1949-1951, İstanbul

Anadolu Kulübü İstanbul Büyükada Şubesi, 1906 yılından kalma Prinkipo Yat Kulübü binalarının yanına ek olarak yapılan, Turgut Cansever ve Abdurrahman Hancı tarafından tasarlandı. Yapının inşaatı 1957 yılında tamamlandı.

Bodrum’un 9 kilometre kuzeyindeki Mandalya Koyu’nda toplam 3 otel ve 500 evden oluşan; Emine Öğün, Mehmet Öğün ve Feyza Cansever ile gerçekleştirdiği Demir Evleri Projesi ise 1992 yıında kendisine üçüncü Ağa Han Ödülü’nü getirdi.

mimarhane bülten | şubat 2020 15


Cansever, doksanlı yıllarda yayım etkinliklerini sürdürdü. Pek çok makale yayımladı, yazı derlemelerini kitap haline getirdi. Anıtsal bir yapıt olan Mimar Sinan kitabını 2005 yılında yayımladı.

Öte yandan Cansever, 2008 yılında 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün takdimiyle Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’nü aldı.

2007 yılında İstanbul’da, hakkında “Turgut Cansever: Mimar ve Düşünce Adamı” başlıklı sergi açıldı. Küratörlüğünü Uğur Tanyeli ile Atilla Yücel’in yaptığı sergi, Türkiye’de arşiv belgesi niteliğinde malzemeye dayanarak yapılmış ilk retrospektif mimar sergisidir.

Cansever, mimarlığın, evrensel inanç ve değer sistemlerinin yansıdığı yüksek düzeyde bir seziş, bilgi ve duyarlık ürünü olduğunu ileri sürmüştür. Tarihsel mimarlık mirasını oluşturan öğelerin, çevrelerindeki ölçü ve düzen içinde korunması gerektiğini savunmuştur. Yapılarında, yöresel öğeleri de göz önünde tutarak, geleneksel özle güncel anlayışı bütünleştirmeye çaba göstermiştir. 2000 yılında kalbine pil takılan ve 2008 Temmuzundan itibaren yatağa bağlı tedavi gören Turgut Cansever, 22 Şubat 2009 günü İstanbul Kadıköy Çiftehavuzlar’daki evinde vefat etti.

16 mimarhane bülten | şubat 2020


MUSTAFA DEDE İLE RÖPORTAJ

Turgut Cansever ile bir çok farklı projede birlikte çalışmış ahşap ustası Mustafa Dede ile hasbihal ettik.

Halise Şeyma KAYA, Mustafa Celalettin KILINÇ

Öncelikle, kendinizden kısaca bahseder misiniz? Kaç yıldır ahşap üzerine çalışıyorsunuz? Ahşaba olan ilginiz nasıl başladı?

İsmim Mustafa Dede. 12 yaşından beri ahşap işi ile uğraşıyorum. Çıraklığım; Rum, Ermeni ve Türk ustaların yanında geçti. 12 yaşından beri… 61 yaşındayım, hesap edin kaç sene olmuş. Tabi ahşaba ilgi derken, çocukluğumdan beri bu işe girdiğim için, ustalardan öğrendiğimiz şekilde… Bir işi yapa yapa seversin, sevdikçe de ilgin artar. İlgim böyle başladı. Bir eser yaparsın, ürettiğin zaman hoşuna gider, sevmeye başlarsın. Böyle böyle, ilgi artar. Biz de tabi çıraklıktan başladığımız için, yardımcılığımız oldu, kalfalığımız oldu, ustalığımız oldu. İşte en son şimdi, 23 kişilik bir atölyede, ahşap işleriyle uğraşıyoruz.

Peki çıraklığa başlamadan önce, ben ahşapla çalışmak istiyorum şeklinde bir isteğiniz var mıydı?

Çıraklığa başlamadan önce okula giderken, 10-12 yaşında, biz oyuncağımızı kendimiz yapardık. Bir el becerimiz de vardı, kendi oyuncağımızı yaptığımız için. Okuldan sonra çırak olarak girdik. İlla ahşap değil, iyi bir mobilyacıya verdi babamız bizi. İstanbul’un en iyi ustalarıydı. Oradan sonra sevmeye başladık ahşabı.

Turgut Cansever ile nasıl bir ilişkiniz vardı? Birlikte çalışmaya ne zaman ve nasıl başladınız?

Turgut Cansever ile, 1984 zannedersem, 84 senesinde yeni atölye açmıştım. Bizim sürekli iş yaptığımız bir müşterimiz vardı. Onun yalısını yapmaya başladı Turgut Cansever.

İsmi neydi müşterinizin?

Haydar Akın. Haydar Akın, Güner Akın yalısını yapıyordu. Ben de Haydar Akın’ın bütün mobilyalarını, bütün marangozluğunu yapıyordum. Çok enteresan bir döşeme tahtası istedi, Turgut Cansever. Tabi o zaman Türkiye’de bu kadar geniş döşeme tahtası yok, parke yok, yer döşemesi yok. 36 – 37 santimetre genişliğinde, 3,5 - 4 metre boyunda, 3 - 3,5 santimetre kalınlığında, bir yer döşemesi istedi. mimarhane bülten | şubat 2020 17


Niteliği nasıldı bu yer döşemesinin?

Normal döşeme tahtası, yalıda kullanılan, rabıta dediğimiz. Eski yapılarda kullanılanlar, geniş ve uzundu. Ama böyle bir ağacı bulmak zor tabi. Ya dönüyor ya çatlıyor. O kadar genişlikte, o kadar uzunlukta ağacı bulmak zor. Bunu lamine yapalım, dedi hoca. Lamine işini de o zaman Türkiye’de cesaret edip kimse yapmadı, girmedi böyle bir işe. Sonra evin sahibi, bizim mimar böyle böyle bir şey istedi, sen bunu yapabilir misin, dedi. Ben o zaman tabi Turgut Cansever’i hiç tanımıyorum. O zaman Turgut Cansever’i sorunca dediler ki, o çok ünlü bir mimar, ona iş beğendirmek çok zor, o hiçbir işi beğenmez. Öyle bir lanse ettiler ki, çok zor bir adam o. Kendisi çok iyi iş yapar, hiçbir işi de kolay kolay beğenmez. O zaman ben size bir tane numune yapacağım, ondan sonra bakalım oluyor mu olmuyor mu. Karaköy’de çalıştığım bir Musevi vardı, ona anlattım, deniz kenarında böyle bir iş yapacağım, diye. “Sakın buradaki tutkalları kullanma, ben sana Almanya’dan özel yapıştırıcı getireceğim.” dedi. Getirdi hakikaten. Almanya’dan, Bally fabrikasından, suya dayanıklı bir yapıştırıcı getirdi. Marin kontraplak dediğimiz, kontraplak ve meranti ağacı diye bir ağaç. 37 santimetre kontranın genişliği, 1 santimetre bir tarafına, 1 santimetre bir tarafına biz bu ağaçları sıktık. Bunu lamine vaziyete getirdik. Üç tane numune hazırladık. Yolladım ben yalıya. Bunu denizin içine, taşlara koymuşlar. Bir hafta suyun içinde kaldı. Bu ağaç simsiyah oldu, çıkan ağaçta hiç açma yok. Ben bile şaşırdım, nasıl açmadı diye.

Haydar Akın & Güner Akın yalısını yapıyordu. Ben de Haydar Akın’ın bütün mobilyalarını, bütün marangozluğunu yapıyordum. Çok enteresan bir döşeme tahtası istedi, Turgut Cansever.

Ağacın sıkı tuttuğunu gördünüz...

Tabii, biz de emin olduk onun tuttuğundan. Daha da güçlü bir teste götürmek için yalının sahibi şoföre veriyor, Akın tekstile yolluyor bunu. O zaman tekstilci olduğu için. Buhar kazanları var, kumaşları yıkayan buhar kazanına atıyorlar. Buhar kazanında test ediyorlar. Ağaç oluyor kapkara, ama yine açmıyor. Ben de o zaman ilk defa böyle bir iş yaptığım için, ben de şaşırdım, nasıl açmadı, diye.

Ve siz de sınırları zorladınız?

Sınırları zorladık tabi, bütün sınırları zorladık. Sonra hoca, tamam, dedi, eğer bu şekildeyse olur, dedi. Yine bize güvenemiyor. “Evin kendisi değil de müştemilat kısmı var evin dışında. Bir orayı yap, görelim.” dedi. Müştemilatı evin içinden daha zor şekilde tarif ettirdi bana hoca. Yani üstten normal bir tahtaysa bu, yanlarına vida attık. Tabii geçmeleri de vardı. 18 mimarhane bülten | şubat 2020


Takoz gibi bir şey mi?

Geniş bir parke düşünün. Kalın, geniş, uzun bir parke düşünün. Rabıta tahta düşünün, geçmeli. Böyle yaptık bunları. Burada da çok başarılı olunca, evin içini bize verdi. Evin içinde de sağ olsun, karkas sisteminin yapılışında bana çok destek oldu. Nasıl yapacağımı anlattı. Orada bize teşekkür etmişti. Turgut Cansever’le ilk sınavımızı başarıyla geçtik. Çok zor dediler, korkuttular bizi. Sonra evin içindeki bütün zor işleri bana verdi. Merdiven dönerlerini, merdiven alanlarını, ıvır zıvır. Benden başka iki tane daha marangoz vardı çalışan. Bütün, ne kadar iş varsa evde, hepsini verdi, yaptık. İlk tanışmamız bu şekilde oldu Turgut Hoca’yla.

Turgut Bey, bir projede malzemeyi nasıl seçerdi? Hususi olarak dikkat ettiği şeyler var mıydı? Evet, Turgut Hoca malzemeye çok önem verirdi. Görmek isterdi yani bir malzemeyi. Kullanacağı malzemeyi kesinlikle görmek isterdi. Nasıl yapacaksın, diye de anlat derdi. Onu kesin söylerdi. Nasıl yapacağımızı önce anlatırdık ona. Sonra, kendi kafasındaki fikirleri de bize lanse ederdi. Şunlar şunlar çok doğru, şunları şunları eklesen daha iyi olur, diye. Biz de ondan çok şey öğrendik bu şekilde. İstişare üzerineydi.

Turgut Bey’in ahşaba olan ilgisi ve bilgisi nasıldı, kendi eliyle ahşaptan yaptığı işler var mıydı?

Kendi eliyle ahşaptan yaptığı işleri bilemiyorum, ama ahşabı çok sevdiğini biliyorum. Ahşaptan da iyi anladığını biliyorum. Bir marangozdan daha iyi biliyordu; ağacı, kalitesini vs. Onları çok iyi bilirdi. Anlatayım mesela, bir yalı yaparken yalının meşe taşıyıcılarını çok aradık burada. İşte, şunu alalım, bunu yurtdışından getirelim… Uzun süre aradık. Sonra bizi Trabzon’a yolladı, gittik. Orada tomruklar vardı. Baktık işte, Türkiye’nin her tarafına. Böyle nerede hangi ahşap var, bilirdi. Oralara yollardı, bakardık. İyi hatırlıyorum, ta Trabzon’a, meşe tomruk bakmaya gitmiştik. Bir de mesela, dış kaplama yapardık diyelim ki. “Dursunbey çamı arayıp bulacaksın.” derdi, kesinlikle. “Çünkü dursunbey çamı, Türkiye’nin en kaliteli, en iyi çamıdır ve dışarıda en dayanıklı çamdır.”

mimarhane bülten | şubat 2020 19


Birlikte çalışırken, malzemeyle yaşadığınız bir sorun oldu mu? Kriz anlarını nasıl yönettiğine dair bir bilginiz var mı? Çeşitli olumsuzluklar; malzemeyi bulamama vs. gibi? Malzeme bulunmazsa, onun alternatiflerini sunardık biz hocaya. Bu yok, ama şunlar şunlar var, şeklinde. O bakardı ve hangisini beğeniyorsa onu yapardık.

İstişare ederek mi ilerliyordunuz?

Tabii, yine istişare ederek ve çok çalışarak.

Turgut Cansever ile bir anınızı Mimarlık Öğrencileri ile paylaşmak ister misiniz?

Turgut Cansever’in o sohbetleri… Yani, tadına doyum olmaz. O böyle otursun, konuşsun, dinle yani. Güzel anlatırdı. Şöyle diyeyim, iki tane anımızı anlatabilirim. Gene boğazda bir yalı yapıyoruz. Yalı baya bir toparlandı. Orada yemek yeniyordu, bize dışardan yemek geliyordu. Ev sahibi bir gün geldi, ustalarımız için, “Bir daha içerde yemek yemeyeceksiniz, dışarda yemek yiyin.” dedi. Neden, diye sorduk. İşte, “Fare olur yemek yedikçe.” dedi. O ara biz, Turgut Cansever ile binayı geziyorduk, bunu duydu. Ev sahibi ustalarla bu şekilde konuşurken dedi ki, “Bu çocuklar burada sıcak yemek yemezse, senin evin bitmez.” Yemek parasını da evin sahibi veriyordu. Yine orada, “Sen bunların yemek parasını verme, ben cebimden veriyorum. Bunlar burada yemek yiyecek!’ dedi. Öyle sert bir çıkışı olmuştu, ev sahibine. Güzel bir anı kalmıştı bizde de tabii.

Bir de Sadullah Paşa Yalısı restorasyonunu yaparken, yanda bir kayıklık vardı böyle, temelsizlik bir 8 cm civarında. Hoca bana, bana bir kriko getir, dedi. Ben de şaşırmıştım tabi falan. “Krikoyla yalıyı yatıracağız.” dedi. Hakikaten krikoyla yalıyı yatırıp düzelttik yani. Evet, enteresan, koca binayı öyle düzeltmiştik.

Turgut Beyin yapay malzemelere bakışı hakkında bilginiz var mı?

Turgut Bey, yapay malzeme taraftarı değildi, beğenmezdi, istemezdi. Her şeyi doğal kullanmak isterdi. Taşı da ahşabı da…

20 mimarhane bülten | şubat 2020


Turgut Bey, malzemelerin teknik detaylarıyla ilgilenir miydi?

İlgilenirdi, malzemeleri de bilirdi. Bir marangoz kadar ahşabı, bir taşçı kadar taşı, bir mermerci kadar mermeri bilirdi. Çok iyi bilirdi. Boyacı kadar da boyayı bilirdi. Hatta şöyle bir şey oldu. Bir yalıda artık boyanın son katları vuruluyordu. Her şey bitiyordu yani. Ev sahibi de bizi sıkıştırıyordu, artık evden çıkın, taşınacağım, diye. Son kat kalmıştı çünkü. Turgut Hoca geldi, “O tavan rengi on günde oturur, ben onun rengine anca karar veririm.” deyince “Aa, öyle mi hocam?” dedi evin sahibi, ikna oldu.

Projelerinden zor ayrılan, şevkle, özenle yapan ve en iyisi olsun isteyen bir mimardı, sanırım?

Evet, bir de kontrol ederdi. Mesela bir işimizde yere mastar koydurdu. Koca salonda, yere ip çektirdi, mastar koydurdu. Altından baktı, ışık geçiyor mu, düzgün olsun diye. Kimse yapmaz bunu.

Kullanmayı en çok sevdiği malzeme hangisiydi?

Malzemeyi yerine ve projesine göre kullanırdı. Hangisini çok severdi bilemiyorum tabii. Ama kullandığı her malzemeyi bilerek kullandığını biliyorum.

Nasıl çalışıyordunuz? Çalışırken ekip içi iletişiminiz nasıldı?

Hocanın çalışması mimardan daha çok bir eğitmen, bir hoca gibiydi. Usta gibiydi. Sanatkâra, sanatçıya çok değer verirdi. İşinin ehli, sanatkâr insanlara çok değer verirdi. Ve onlara da hep katkıda bulunurdu. İşi bilen insanlarla istişare etmeyi çok severdi. İşlerini genellikle bu şekilde yürütürdü. Kendi doğrularını alırdı, senin doğrularını alırdı; böyle yapalım, diye, hep istişare usulü ilerlerdi.

Size karşı hitabeti nasıldı?

Çok kibar, çok beyefendi biriydi. Ben onun kadar kibar birini görmedim. Yalının sahibi ile bir ustayı hiç ayırt etmezdi, hatta ustaya daha çok kıymet verirdi. Onun için bizim yanımızda koca yalı sahibine öyle bir fırça atmıştı. Yanında çalışan ustalara çok değer verirdi.

Hangi işlerde birlikte çalışmıştınız? Hadi Bey’in Yalısı güzel yalıdır. Orada ve Sadullah Paşa Yalısı’nda birlikte çalıştık. Onun dışında da bazı ufak tefek işler yaptık.

Teşekkür ederiz, katkılarınız için. Çok keyifli bir sohbet oldu Rica ederim. Yardımcı olduysak, güzel. mimarhane bülten | şubat 2020 21


TURGUT CANSEVER Yazan: Fatıma Zehra AKMAN

BEYAZIT MEYDANI PROJESİ

Turgut Cansever tarafından tasarlanarak, 1958-1961 yılları arasında ‘kısmen’ uygulanan Beyazıt Meydanı Düzenleme Projesi, ülkede hayata geçirilen ilk büyük ölçekli yayalaştırma projesidir. Bu proje, bir yandan Üniversite yapıları ile Beyazıt Camii arasındaki yön çelişkisini, cami-kıble doğrultusunu hakim hale getirerek çözmeyi, diğer yandan karayolu ile tahrip edilen bağları iki yapı grubu arasında yeniden tesis ederek, meydanı yayaların kullanımına tahsis etmeyi amaçlıyordu (Ev ve Şehir Vakfı Açıklaması, 2014).

Saray duvarlarının yıkılıp, yerine Harbiye Nezareti binası ve giriş kapısı inşa edilirken, bütün bu tesisler, geleneksel değerlerin reddedilmesinin bir sembolü olarak, cami-kıble yönünden 45° farklı yerleştirilmiştir (Cansever, 1958).

Beyazıt Meydanı’nda ilk düzenleme girişimi, 1867-1870 yılları arasında yapılmıştır. Barakalara ve satıcılara dokunulmamış, sadece Taç Kapı (Harbiye Nezareti giriş kapısı) önünde büyük bir açıklık oluşturulmuş, bu açıklık plansız bir şekilde ağaçlandırılmıştır. Harbiye Nezareti aksi istikametinde, bir ‘yol meydanı’ bulunuyordu. İki yanına ağaç dizileri, dükkanlar ve barakalar yerleştirilerek, tarihi meydanın fiziksel kullanımı, negatif yönde etkilenmiştir (Cansever, 1958). 2009 yılında aramızdan ayrılan Turgut Cansever, Beyazıt Meydanı projesinin öyküsünü ve tasarımının uygulama sorunlarını anlatıyor: “Beyazıd Meydanı geçen asır başından evvel şehrin önemli idari merkezi olan Eski Saray ile Beyazıd Külliyesi arasında, en önemli toplantı alanlarından birisi idi. Geçen asır ikinci yarısında Eski Sarayın, saray duvarlarının yıkılıp yerine Harbiye Nezareti binası ve giriş kapısı inşa edilirken bütün bu tesisler, geleneksel değerlerin reddedilmesinin bir sembolü olarak, cami-kıble yönünden 45° farklı yerleştirilmişti. Harbiye Nezareti aksi istikametinde bir yol

meydanı kat ediyor, iki yanında ağaç dizileri ve dükkanlar yerleşerek tarihi meydanı tamamen yok ediyordu. Bu başarısız ve saygısız düzenlemeye karşı oluşan tepki sonunda 1926’da, İstanbul’un kurtuluşundan sonra, şehirde yapılan ilk önemli iş olarak, meydanı işgal eden yol ve dükkanlar kaldırıldı. Yeni düzenlemede meydanın ortasında bir oval-beyzi havuz yer alıyor ve bu havuz, (Eski Harbiye Nezareti Kapısı) üniversite kapısı ile camii akslarının farklarından doğan çelişkiyi bir ölçüye kadar çözümlüyordu. 1957’de, karayolu mühendislerinin yönetimi altında, tarihi şehirde sayısız mimari abide yıkılıp yeni yollar açılırken, Beyazıd Meydanı da tahrip edilerek, yol ve meydan seviyeleri değiştirilerek, bir karayolu kavşağı haline sokuldu. 22 mimarhane bülten | şubat 2020


1957’de, meydanı yaya alanı haline getirmek üzere yaptığım teklif reddedilirken, ağaçların kesilmemesi konusundaki ikaz ve çabalarım da neticesiz kaldı. İstanbul Belediyesi’nin o yıllardaki yetkilileri ile Karayolları mühendislerinin bu felaketli, çirkin uygulamalarının yarattığı tepki üzerine Prof. Högg, Prof Piccinato ve Prof. Sedad H. Eldem yeni proje çalışmaları yaptılar. Büyük bir heyetin tetkikine sunulan projelerden, hazırlamış olduğum ve meydanı tamamen insanlara hizmet edecek bir yaya alanı haline dönüştüren, üniversite yapıları ile camii arasındaki yön çelişkisini camii kıble doğrultusunu hakim hale getirerek ve bu yöne uyarak, camiyi yücelterek çözümleyen teklifim tercih edilerek seçildi (Nisan 1960).”

Cansever (1998), bu yapıların taşıyıcısının ve temelinin istinat duvarı niteliğindeki duvarlar olduğunu, yapıların inşası ile duvarların, bu yapıların altında ve arkasında gizlenecek olduğunu belirtmiştir. Ancak, projenin tamamlanamamasından dolayı, elli yıl boyunca bu duvarlar görünür halde kalmıştır. Meydanın önemli bir unsuru olan alt geçit de, düzenlemede öngörülen, fakat tamamlanamayan noktalardan bir tanesidir. Alt geçit, yıllarca çöplük alanı olarak atıl durumda kalmıştr.

Projede yalnızca Sahaflar Çarşısı girişinde, büyük kestane ağacı altındaki açık kahve ve cami çevresindeki ağaç altları, meydandaki kurtarılmış noktalar olarak karşımıza çıkmaktadır. Emine Öğün’ün anlatımıyla Turgut Cansever’in Beyazıt Meydanı projesi: Yapılan düzenleme oldukça önemli; Ordu caddesi kotu var, üniversite önü kotu var ve bunlar arasında aşağı-yukarı 8-9 metre bir kot farkı var. Medrese ile camiinin hemzemin olduğu bir de ara kot var. Bu kotların ve bu büyük insan hareketlerinin birbirleriyle ilişkilendirilmesi önemli. Bir taraftan medrese, öbür taraftan ibadethane (camii), karşıda bilgi üretim odağı olan üniversite kapıları ve oradaki genç nüfus hareketi var. Dolayısıyla Beyazıt Meydanında iki hareket gözlenir; üniversite kapısından çıktığınızda bir set üzeresiniz ve ufka bakıyorsunuz, boşluğa, büyük sonsuzluğa, keşfe bakıyorsunuz bir anlamda. Solunuza döndüğünüzde ibadethaneye , inancı temsil eden mimariye bakıyorsunuz. Sonra dönüp ya medreseye ya diğer yöne, her yöne dağılma şansı veriliyor. Bireyin hiçbir yere yönlendirilmeden, istediği kararı verme hakkını bireye veren, işaretsiz bir düzlem orası aslında.

mimarhane bülten | şubat 2020 23


Ordu caddesinden gelirkense, alt meydana ulaşıp sağa doğru döndüğümüzde geniş rampayla camiinin son cemaat mahallinin -ana aksı değil yan aksı görerek- kotuna yükseliyorsunuz. Ve o anda rampa, sonunda yeniden bilginin üretildiği üniversiteye doğru kıvrılıyor. İster ibadethaneye, ister sola doğru, isterseniz medreseye doğru yöneliyorsunuz. Bireye inanılmaz hareket kararı verme, hareketini belirleme hakkı söz konusudur. Impartial

(tarafsız) bir düzlemden bahsediyoruz. Meydan kaplaması özelliklerine geldiğimizde, o da çok zarif bir çözümleme. Birtakım yağmur toplama noktaları yerleştirilerek -öyle yerleştirilmesi gerekir ki- zemindeki tesadüfi hareketlerin, çeşitliliğin takip edilmesine olanak sağlamıştır. Paftalar üç boyutlu modellendiğinde, ortaya karanlık bir yaz gecesindeki yıldızların gökyüzü resmi

gibi bir manzara çıktı.

Mehmet Öğün’ün anlatımıyla Turgut Cansever’in Beyazıt Meydanı projesi: Aslında bu yön çözümlemesinin -yön çelişkisi- temel çözümleme kararı, baştan var olan bir durum değildi. Tasarım sürecine başlıyorlar, epey uğraşılıyor fakat bir türlü tatminkar bir seviyeye ulaşamıyor çalışma. Sonra bir gün bu haritacıların belirlediği manyetik kuzey yönlenmesinden vazgeçme kararını, çalışanlardan birinin yardımıyla, aslında Turgut Bey ile tesadüfen buluyorlar. Bir anda paftaları kıble yönüne koyup çalışmaya başladıktan sonra, çözümlemenin nasıl akıcı bir şekilde birbirini takiben ortaya çıktığına kendileri de şaşırıyorlar. O zaman işte, Harbiye kapısı ve duvarların meydanı ne kadar tahrip ettiğini hissediyorlar ve o setlemeler, önündeki ağaç kümeleri vs. geliyor. İkincisi de, Turgut Bey’in Beyazıt Meydanı’na bu kadar çok önem vermesi ve bugün bizim de önem vermemizin arkasındaki başka bir olgu da, onun, bizim Fatih Külliyesi yaklaşımının taban tabana zıt olması. Birbirine bu kadar yakın zamansal akış içinde olması, ama tasarım kararlarının bir taraftan öbür tarafa geçmesi. Yani, bir tarafta her şeyin belirlendiği katı silüet, rasyonel bir geometri –aynı zamanda üzerinde bulundukları bellek de farklı- aynı Osmanlı Döneminin tavrı gibi bir tavır, Turgut Bey’in tasarımında da etkili oluyor. Diyorlar ki; ‘’Siz bu kadar dert ediyorsanız bu duvar meselesini, kıble yönüyle zıtlık teşkil eden yön meselesini, yıkıp kaldıralım o zaman!’’ O da, ‘’ Hayır, kesinlikle o orada kalacak. Onu bizim nasıl tashih ettiğimiz, hangi araçları ve hangi eleştiriyi getirdiğimiz; bu tarihsel tecrübe, birikim ve deneyim, sonraki nesillere intikal edecek!‘. diye cevap veriyor.

24 mimarhane bülten | şubat 2020


Turgut Cansever’İn

Düşünce Dünyası

Yazan: Tuğçe Nur YAMAN

Dünyada, Ağa Han Mimarlık ödülünü üç kez kazanan tek mimar olan Turgut Cansever, Türkiye’deki ilk sanat tarihi doktora tezinin de sahibidir. Ülkemizde tarihselcilik akımının, önemli bir temsilcisi olan sanatçımız, ‘’Bilge Mimar’’ olarak da nitelendiriliyor. Çok yönlü kişiliği ile, Türk mimarisine özgün çalışmalar kazandıran Turgut Cansever, mimarlığın kilit taşını, düşünmek ve insanlığın tarihini yansıtmak olarak görmüştür. Eserlerinde, İslam mimarisini modern mimari ile harmanlayarak kendine has bir dil oluşturmuştur. Cansever’in doğup büyüdüğü çevrenin ve kabul ettiği inanç sisteminin, mimarisinin temelini oluşturmakta büyük bir rolü olduğu söylenebilir. Mimari söylemlerinde; tarih, felsefe, sosyoloji ve tasavvuf bir aradadır. İbnu’l Arabi, Nietzsche, Mevlana, Mimar Sinan, Heidegger, Yunus Emre... hep birlikte konuşur. Turgut Cansever’in söylemlerine dikkat etmeye başladığınızda, dünyaya, sanata ve tarihe bir başka bakmaya başlarsınız. Kendisinin bir sözü vardır: ‘’Varlığın her an değişmesine ait büyük bilgiye, hikmete sahip olan İslam toplumları, bu büyük hikmetin tam zıddına inanır oldular.’’ Bu renkli ve muhtelif kimlik, Cansever’in mimari tasarımlarının arka planındaki metafiziksel ve sezgisel dünyayı yapılandırıyor. Örneğin şehir ve mimariden bahsederken, sözleri devamlı tasavvufi bir varlık anlayışına varıyor. O, sanat eserini, düşünce dünyasında tasavvur edilenin, fiziksel alemdeki bir yansıması olarak tanımlıyor. Turgut Cansever’in kendi içinde şu sorunun cevabını aradığını görebiliriz; ‘’Evren durmadan yeniden yaratılıp değişiyorsa, bu evrendeki sanat eserinin ilk yapıldığı halde korunması nasıl öngörülür?’’ Cansever’e göre, belli başlı yapılar dışında (kamusal, dini, ticari vs.) kent, değişken bir mimariye sahip olmalı, kentin ruhu, korumacı mimarlık adı altında dondurulmamalıdır. Cansever’in düşlediği; büyük, şatafatlı tasarımlar yerine, az şeylerle tevazu içerisinde, insanların birbirine saygıyla bakmalarına imkan veren ve kendi içerisindeki güzellikten yararlanan bir mimariyi vücuda getirmektir. Tarif ettiği, hayatın makul ölçüleri içerisinde, gereksiz hareketlilikten arınmış, mecburen köprülerden, yerin altından, suyun altındaki tünellerden geçmek gibi zorlama çözümlerin olmadığı; hayatın, hareketin, sosyal ilişkilerin, insan ölçeğinde olduğu bir şehir tarzıdır.

mimarhane bülten | şubat 2020 25


yusuf özdamar İLE RÖPORTAJ

Turgut Cansever ile çeşitli yarışma ve restorasyon işlerinde çalışmış Mimar Yusuf Özdamar ile bir röportaj yaptık.

Halise Şeyma KAYA Öncelikle kendinizden kısaca bahseder misiniz? Nereden mezunsunuz, hangi projeler üzerinde çalışıyorsunuz? Öncelikle bu konuyu gündeminize alarak merhum hocam Turgut Cansever’i bir kere daha rahmet ve muhabbetle anmama vesile olduğunuz için başta Halise hanıma ve derginize teşekkürü borç bilirim. Efendim bendeniz Yusuf Özdamar 1973 Trabzon doğumlu, 1977’den beri Bursa ikametliyim. 1990 yılında Mimar Sinan Üniversitesi mimarlık bölümüne (ilk ve son tercihi de mimarlık olan biri olarak) kayıt yaptırdım. 1993-1995 yılları arasında üç seneye yakın bir süre Turgut Cansever Mimarlık bürosunda çalışma imkanım oldu. 1999’da kısa dönem olarak yaptığım askerlik görevinden sonra kendi büromu kurup Serbest Mimarlık hizmetleri vermeye başladım. 2001 yılından itibaren ise yine mimar olan eşim Gülay hanımla birlikte hayatı paylaşmaya devam etmekteyiz. Meslek adına yaptığımız işlerin yarıya yakınını eski eser koruma onarım projeleri oluşturduğundan dolayı 2007 yılından sonra kendi okulumda yaptığım ve tez aşamasında bıraktığım bir restorasyon yüksek lisans eğitimim vardır.

Turgut Cansever ile tanışıklığınızı anlatır mısınız? Onunla ilk hangi tarihte ve nasıl çalışmaya başladınız? Turgut Cansever ile üçüncü sınıfın ikinci dönemi başında yani 1993 Şubat’ında tanıştım. İlk olarak ofise gittiğimde hocanın damadı Mehmet Öğün beyle bir iş görüşmem oldu ve kendisine hiçbir ücret talebim olmadan yanlarında çalışmak istediğimi söyledim. Kendisi çalışanlarına ücret verdiklerini ama ondan daha çok mesleki katkıda bulunabilecekleri ekip arkadaşları aradıklarını belirtti. O sırada Kuzguncuk’ta yaptıkları bir restorasyon projesinde çalıştırmak üzere beni ve birkaç yardımcı elemanı işe aldıklarını gördüm. Ofiste çalışmaya başladıktan sonra Turgut beyle de tanışmış ve beraber çalışma şerefine ulaşmış oldum. Turgut Cansever’in yanında çalışan bizler mimarlık mesleğini adeta meşk ederek öğreniyorduk. Meşk ederek dememin sebebi hocanın bizim yanımızda eskiz yapıyor olması, bize hatıralarını anlatması ve ilgili kitapları masaya yayıp biz genç meslek adaylarını etrafına toplayarak konuyla ilgili uzun uzun sohbetler etmesiydi. Turgut hoca mimarlık hizmetlerini ikisi de İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi mezunu olan kızı Emine Öğün ve damadı Mehmet Öğün ile birlikte yürütmekteydi. 26 mimarhane bülten | şubat 2020


Turgut Bey, bir projeye başlarken ilk nelere dikkat ederdi? Proje öncesi ekibiyle nasıl bir hazırlık yapardı? Turgut Cansever ofisinde benim bulunduğum dönemde genellikle davetli yarışma projeleri hazırlanmıştı ve bunlara başlarken yoğun olarak eskiz ve leke çalışmalarıyla başlanırdı. Hocanın yaptığı eskizleri biz konusuna göre 1/500’den 1/50’ye kadar üstünden geçer ve ölçülü hale getirirdik ve sonra hoca tekrar siyah flomaster kalemini alır ve üzerisinde biraz daha çalışırdı. İşin güzeli bu eskizlerini yaparken çoğu zaman biz de yanında olurduk ve hoca anlata anlata sayfaları ve bizim dimağlarımızı doldururdu. Hocanın eskizlerini biz tekrar detaylandırır hoca da yanımıza gelip bu resimleri değerlendirir, bunların üzerinden bir kısmını elerdi. Bir kısmı üzerinde ise çalışmaya devam ederdik. Mesela Kuzguncuk’ta çalıştığımız yan yana iki yalının restorasyon projesini hatırlıyorum. Yalıların denizden görünüşleri üç katlıydı ve 100’ün üzerinde 1/50 ölçeğinde birbirinden farklı cephe çalışması yapılmıştı (Bu projede yoğun olarak mimar Tülin Hadi’nin çalıştığını hatırlıyorum). Hoca gelir hazırlanan 6-8 kadar çizimi kritik eder, dolu-boş oranlarından, mimari elemanların nispetlerine, cephenin dengesine ve daha bir çok kritere göre değerlendirirdi. Elenen resimleri kaldırıp diğerlerinin üstünden yeni paftalar üretir ve onları duvara asardık. En sonunda çıkan öneri ise herkesin beğendiği ve içine çok sinen bir çalışma olurdu.

Hiç unutmam 2000 yılında Bursa Koruma Kuruluna yaptığım ilk işimde küçük bir İşhanı için 30 kadar cephe alternatifi yapmış ve dönemin kurul hocalarının hem şaşkınlıklarına hem de özel teşekkürlerine mazhar olmuştum. Yarışma projeleri de böyleydi, mesela İmam Buhari Üniversitesi ve Kültür Merkezi Yarışması’na Türkiye’den Turgut Cansever davet edilmişti. İşte oradaki cami projesi kısmını çalışmıştım. Bir yarışma projesi olduğu halde yine 50’nin üzerisinde cephe alternatifi çalışmıştık. Son haline karar vermek için 1/200 ve 1/100 ölçeğinde çizmiştik. Diğer arkadaşlar da konularını aynı şekilde çalışırdı. Mesela kütüphane, yurtlar, lojmanlar, konferans salonu vs. çalışanlar da onlarca birbirinden farklı plan ve cephe çizdi/tasarladı. Ancak birbirinin parçası olacak şekilde cepheler ve planlar çalışırlardı. Tabii en sonunda ana koordinatör Turgut Cansever (Bazen Emine hanım) olduğu için, bütün bunları tek bir proje haline getirirdi. Bu katıldığımız yarışmalarda biz ağırlık olarak elle çalışır, sonra çizimler Cad ortamına geçirilirdi. Sanırım benim ayrıldığım 1995 yılında ofis ilk defa kendi bünyesinde yazılım kullanmaya başlamıştı.

mimarhane bülten | şubat 2020 27


Çalışma disiplini nasıldı? Ekibiyle nasıl bir yönetim içerisinde çalışırdı?

Biz hoca ile proje çalışırken, böyle işveren-çalışan, desinatör, tekniker veya mimar ilişkisi olarak görmezdik. Yukarıda da bahsettiğim üzere ben onu meşke benzetirdim evet biz mimari meşk ederdik. Bazen dakikalarca bazen saatlerce süren konuşmalar yapardık. Kitaplardan açıp, bir kemeri dakikalarca anlattığını hatırlıyorum. Parçanın bütünle olan münasebetini anlatır, cepheleri ayrı analiz ederdi, nispetlere çok önem verirdi, tekrar eden elemanların oluşturduğu güzellik derdi. Doluluk ve boşlukların birbirlerine göre hem planda, hem de cephelerdeki etkilerine çok dikkat ederdi. Yöntem olarak da dediğim gibi, herkes bütünün bir parçasını çalışırdı. Ama bütün parçalar Turgut Cansever’de (bazen de işin yetiştirilmesi gerektiğinde Emine Öğün’de) birleşir projeler doğru bir süreç içerisinde tamamlanırdı.

Sizlerle olan muhabbeti nasıldı? Turgut Bey ile çalışanları arasında nasıl bir ilişki vardı?

Ben Turgut Cansever’in yanında çalışmaya başladığımda sanırım hoca 72-73 yaşlarındaydı. İlk defa büroya gittiğim halde -sadece bana değil tabii bütün genç arkadaşlara- çok muhabbetle yaklaşırdı. Bayramda memlekete gidip geldiğimizde halimizi hatırımızı sorardı, memlekettekilere selam gönderirdi. Çok güler yüzlü, hoş sohbet, babacan bir insandı. Hepimiz onu çok severdik. Beyefendiliği ile adeta bize özel ders verirdi diye hatırlıyorum, o derece özgün İstanbul beyefendisi diyebileceğimiz türden bir insandı.

Turgut Cansever ile unutamadım dediğiniz, kişisel bir anınız varsa, dinlemek isteriz.

Hoca ile elbette çok anımız var. Bunlardan bir tanesi mesela ilk aklıma gelen, Bursa’ya arabasıyla gidip geldiğimiz zamandı. Şahin marka bir arabası vardı yolda arabayı hep o sürdü. Yol boyunca bütün arabaları solluyordu. ‘’Hocam, bütün arabaları geçiyorsunuz, çok hızlı kullanıyorsunuz, biraz da ben kullanayım isterseniz.’’ falan dediğimde, ‘’Olur mu Yusuf’çum bak,’’ dedi, lüks bir arabanın bizi geçtiğini gösterdi. ‘’Hocam, biraz sonra emin olun, onu gene geçeceğiz.’’ dedim. Biraz sonra o arabayı da tekrar biz geçtik. Hasılı bu yolculuk benim için hayli uzun ve gergin geçmişti. Onun haricinde mesela, 1995 yazında Srebrenitsa katliamını hatırlıyorum. Avrupa’nın ortasında yapılan bu katliamdan ofisteki arkadaşlar çok kötü etkilenmiştik. Taksim’de yapılan çok büyük bir mitingden ofise dönmüştük, ağlayarak kendisine, ‘Ne olacak hocam bu müslümanların hali, çektiğimiz sıkıntılar ne zaman bitecek?’ diye sormuştum. ‘’Yusuf,’’ demişti, ‘’Biz Müslümanlar, ne zaman yaptığımız işi hakkıyla ve en iyi şekilde yapmaya çalışırsak, o zaman dünyada biz müslümanların çektiği sıkıntıların hepsi bitecektir.’’ demişti. O zamanlar doğrusu, ben bunu pek anlayamamıştım. Ama sonraları düşündükçe hocama daha çok hak veriyorum. Müslümanlar yaptıkları işi hakkıyla ve en mükemmelen yapmaya çalışsalardı, bugün bu halde olmazdık diye düşünüyorum. 28 mimarhane bülten | şubat 2020


Sizce, Turgut Bey, şu anki İstanbul’u, Şehir ve Bölge Planlamacı olarak nasıl değerlendirirdi? Bu konudaki kişisel yorumunuz nedir? Turgut Cansever, ilk tanıdığım vakitlerde İstanbul’un gelişiminin çok sağlıksız olduğunu (adeta bir kanser hücresi gibi) anlattığını hatırlıyorum. Önceleri ümitlenmiş olsa bile 2000’li yılların başından sonra yapılan çalışmalar ise sanırım hocanın kalbine saplanan hançerler misali onu çok incittiğini düşünüyorum.

Bize söylemek istediğiniz bir şey var mı, mimarlık öğrencilerine özellikle bir konuda tavsiyede bulunmak ister misiniz? Kanaatimce Turgut Cansever, mimarları, mimarlık öğrencilerini, mimarlıkla ilgilenen herkesi çok seviyordu. Sanırım ben de biraz o yüzden seviyorum mimarlığı sevenleri, mimarlıkla ilgilenenleri. Siz gençlere tavsiyem Turgut Hoca’nın da dediği gibi, yaptığımız işi hakkıyla yapmaya çalışalım, sınıfı geçmek için değil hakkını vermek için çalışalım. Hedefiniz sınıf geçme notu olmamalı 100 olmalı, 100’lük işler yapmalısınız. Biz müslümanlar zelil halden kurtulmak istiyorsak acilen kendimize çeki düzen vermeliyiz. Bunun için biz mimarlar olarak üzerimize düşen görevi yapmalıyız. Dünyayı güzelleştirmek için çalışmalıyız. Çok okumalı mümkünse çok gezmeli (önce kendi köklerimizin olduğu diyarları) ve çok görmeliyiz ve nihayetinde özümüze dönmeliyiz. Mesela bu günlerde Turgut Cansever’in de çok hassas olduğu ve yoğun konuşulan bir konu olan deprem konusunu gözlemliyorum. Herkes bir betondur tutturmuş gidiyor kimse bizim geleneğimizde olan ahşap yapılardan, kerpiçten bahsetmiyor, bütün televizyon programları adeta beton kafalılarla istila edilmiş durumda. Üniversiteler, STK’lar beton lobisinin güdümüne girmiş gibi gözüküyor, mevzuat hakeza… Bu konularda gayret etmenizi ümit ediyorum. Son yıllarda mimarlık eğitiminin de bütün diğer meslek gruplarının olduğu gibi, keyfiyetinin tükendiğini izliyor ve çok üzülüyorum.

mimarhane bülten | şubat 2020 29


bİR KARE

Ayasofya’nın Spotları, İstanbul_Hümeyra YILMAZ

Ters-düz, Barış Köprüsü, Tiflis_Hümeyra YILMAZ

30 mimarhane bülten | şubat 2020

Doku, Yazmacılar Hanı, Tokat_Hümeyra YILMAZ

Sirmione Garda_Efnan Küskü


bİR HİKAYE

Oyun alanı alternatifi, Bakırköy, İstanbul_Hümeyra YILMAZ

Gent_Efnan Küskü

mimarhane bülten | şubat 2020 31


Yazan: Esma KAMAR

SEN DE ÇİZ

Çizen: Rojin AZBOY

Çizen: Sunay BOĞA 1967’de inşaatı tamamlanan Türk Tarih Kurumu Fiziki olarak dış cephesindeki olukların mazgal şeklinde yapılmasından tutun da kaplamalarda kullanılan taşların Ankara Kalesinin taşlarıyla aynı olmasına kadar her şey bu bina da bir kale izlenimi veriyor. Güvenlik görevlisinin rivayetine göre binadaki fayanslar hıltıyla(beton matkabı) bile zor delinen cinstenmiş. Telafi Cansever ailesinde olduğu için onlardan habersiz tek bir çivi dahi cakılamavan binava Hocanın her zaman savunduğu Osmanlı’nın o sürdürülebilir yani eklenebilir mimarlık anlayışı burada da hâkim. 32 mimarhane bülten | şubat 2020

Tepeden tırnağa Türk motifleriyle ve el ürünleriyle donatılan bu ev, ‘bilge mimar’ olarak adlandırılan Turgut Cansever tarafından dizayn edilmişti. Cansever, bu eseriyle 1980 yılında Ağa Han Mimarlık Ödülü’nü alacaktı. Bu ev, Atlantic Records’un 2006’da vefat eden sahibi Ahmet Ertegün’e aitti. Dillere destan evde kimler kalmadı ki?Henry Kissinger’den Mick Jagger’a, Kurt Rusel’dan Bette Midler’a, Sting’den Dustin Hoffman’a, Rottshilds’lerden Rockefeller’lara kadar, Mica ve Ahmet Ertegün’ün can dostu olan çok ünlü konukları oldu Bodrum’daki bu tarihi binanın. Ev, 1973 yılında, eski strüktürden tamamen bağımsız bir ek’le, yazlık konuta dönüştürüldü

Çizen: Hatice Sümeyye ÇELİK


Çizen: Feyza TOZAL Çürüksulu Yalısı 1790’larda Tırnakçızade adında, varlıklı bir toynak ve boynuz tüccarı tarafından yaptırıldı. Yalı inşa edilirken Bizans saraylarının kalıntıları kullanıldı. Güneye bakan yalı bölünüp satışa çıkartılınca Çürüksulu Ahmet Paşa satın aldı. Çürüksulu Ahmet Paşa, yalıyı büyük oranda değiştirdi ve simetrik yapısıyla tipik bir 19. yüzyıl Boğaziçi yalısına dönüştürdü.

Çizen: Ela ERDAĞI Sadullah Paşa Yalısı epey değişikliğe uğramış olsa da XVIII. yüzyılın özelliklerini yansıtmaktadır. Harem ve selamlık olmak üzere iki bölümden meydana gelen yalının haremi iki katlı ve kubbeli, ona bitişik selamlığı ise ince uzun tek katlı bir yapıdır. İki katlı yapı, merkezi sofalı plan tipindedir.

Çizen: Ela ERDAĞI

Çizen: Aybüke Büşra MUMCU

mimarhane bülten | şubat 2020 33


Notlar

Çizen: Sevde ÖZDEMİR


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.