Milliyet Sanat Dergisi Ocak 2013 No: 646

Page 1

K.K.T.C Fiyatı: 9 TL 8 TL OCAK 2013

Damdan düşen müzik piyasası

Damien Hirst’ün İstanbul çıkarması

BALKAN NACİ İSLİMYELİ’DEN ÖZGÜRLÜĞE DAVET Roxy Music şarkılarına caz yorumu

Osmanlı

dönemi polisiyeleri

SANAT KENTİ ÇANAKKALE

Şahan Gökbakar fenomenini anlamak

HOLLYWOOD’UN YENİ ‘UMUT IŞIĞI’

Jennifer Lawrence SİNEMANIN GELECEĞİ bu yönetmenlere emanet Özgü Namal ile Selen Uçer’in kulis halleri

GENÇ OSMAN, LABEQUE’LER, SELMA GÜRBÜZ, AYŞENİL ŞAMLIOĞLU, CİVAN CANOVA, ŞAHİKA TEKAND

Milliyet Sanat’a konuştular



AY D A B İ R FİLİZ AYGÜNDÜZ

filiz.aygunduz@milliyet.com.tr

Ocak 2013 Sayı 646 / 126301

Yayın Sahibi MİLLİYET GAZETECİLİK VE YAYINCILIK A.Ş. Genel Yayın Yönetmeni

DERYA SAZAK Yayın Yönetmeni

FİLİZ AYGÜNDÜZ Tüzel Kişi Temsilcisi

İSMAİL ERALP Sorumlu Müdür ve Yayın Sahibi Temsilcisi

ALİ NAZIM ONARAN EDİTÖRLER Sahne sanatları ve müzik

ASU MARO Plastik sanatlar ve edebiyat

YASEMİN BAY Sinema

NİL KURAL Yazı işleri

GÜLDEN ÖKTEM Görsel Yönetmen

AYLA DÜNDAR Sayfa Sekreteri

ATİLLA ŞEN Reklam Grup Başkanı SAVAŞ YILMAZER Reklam Grup Başkan Yardımcısı

SERKAN BAYOĞLU Reklam Direktörü

CENGİZ EKEN Reklam Müdürü

DORUK DAĞDELEN Reklam Rezervasyon Direktörü

GÜVEN ÖNEMLİ Sıra 854 / 8 TL Kıbrıs’ta satış fiyatı 9 TL Yurt içi abonelik bedeli 82 TL ISSN 1300-4425

YÖNETİM YERİ: İzzetpaşa Mah. Abide-i Hürriyet Cad. No: 162 Çağlayan / İstanbul Tel: (0212) 337 93 41 / 42 Fax: (0212) 337 93 48 e-mail: milsanat@milliyet.com.tr Reklam Rezervasyon: (0212) 337 97 32 Abonelik Müşteri Hizmetleri: (0212) 337 94 59 - 337 96 28 Basıldığı Yer: Doğan Ofset Yayıncılık ve Matbaacılık A.Ş. Hoşdere Yolu Doğan Medya Tesisleri C Blok Esenyurt-İstanbul Tel: (0212) 622 19 00 Milliyet’in ayda bir yayımlanan ücretli kültür sanat dergisidir. Milliyet gazetesi ve eklerinde yayımlanan yazı, haber ve fotoğrafların her türlü telif hakkı Milliyet Gazetecilik ve Yayıncılık A.Ş’ye aittir. İzin alınmadan kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez Yayın türü: Yerel süreli www.milliyetsanat.com /

2013’e girerken GÜZEL BİR 2012 geçirdi Milliyet Sanat. 40. yaşını geride bırakarak sanat dergiciliğinde çok sık rastlanmayan bir başarıya imza attı. Okur sadakatinin ve deneyimli yazar kadrosunun, Milliyet gibi dev bir markanın gücüyle birleşmesinin 40 yıllık hikayesiydi Milliyet Sanat. Türkiye’de sanatın ‘sanat’ yazılıp ‘Milliyet Sanat’ okunuşundaki sürece nasıl gelindiğinin... Bu yıl da “41 kere maşallah” demenizi sağlayacak bir dinamizmle yola devam etmeyi planlıyoruz. Yılın ilk sayısının kapağında, sinemanın en parlak genç yıldızlarından Jennifer Lawrence yer alıyor. Sevin Okyay’ın hazırladığı nefis dosyada Lawrence ile ilgili bütün ayrıntıları öğrenecek, yakın zamanda adını daha sık duymaya başladığınızda hakkında epey bir bilgi sahibi olmuş olacaksınız. Bu arada geçen yıl Oscar’ı zorlayan, bu yıl da zorlaması beklenen Jessica Chastain’e ayrıca dikkatinizi çekmek isteriz. Sinema sayfalarında 35 yaş ve altı yönetmenler dosyası ise kariyerinin henüz başındaki genç yönetmenleri keşfetme imkanı sunacak size. Bir de Richard Gere’ın Oscar hayal kırıklıklarıyla dolu 30 yıllık geçmişi var ki, Gere’ın bu yıl artık şeytanın bacağını kırması bekleniyor. Ayın söyleşisinde Asu Maro’nun Şahan Gökbakar ile yaptığı söyleşiyi büyük bir merakla okuyacağınızdan eminiz. Maro’nun sözünü sakınmadan sorduğu sorular sayesinde Gökbakar’ı belki de bugüne kadar hiç anlamadığınız kadar anlayacağınızdan da... Müzik sayfaları da çok renkli bu ay... Mavi Sakal’ın Genç Osman’ı yeni albümü için biriktirdiği şarkıları ve müzik kariyerini anlattı. Merakla beklenen piyano ikilisi Labeque’lerle Ufuk Çakmak

konuştu. İnternetin yaygınlaşmasıyla dara düşen müzik piyasasının ahvali üzerine sıkı bir yazı kaleme aldı Metin Solmaz. Bryan Ferry’nin caz yorumlarıyla seslendirdiği Roxy Music şarkıları bu ayın sürprizlerinden. Slash’in “Apocalyptic Love”ın tanıtım turnesi kapsamında şubatta İstanbul’a gelecek olması da cabası... Sahne sanatlarında, “Karyağdı Hatun” operasına Aytaç Manizade eli değerse ne olur, Kemal Küçük anlattı. Şahika Tekand ile Stüdyo Oyuncuları’nın çeyrek asrı deviren macerasını konuştuk. Civan Canova yazdı, Ayşenil Şamlıoğlu oynadı; sonra ne oldu? Bu sorunun yanıtını aradık. Plastik sanatlarda da müthiş bir hareketlilik göze çarpıyor. Selma Gürbüz masallar anlatıyor, Bahar Oganer izleyiciyi doğaya kaçırıyor, Balkan Naci İslimyeli insanın yol serüvenine rehberlik ediyor. Sütün varoluşla ilişkisini Çınar Eslek fotoğraflarla yorumluyor. Bu ay 30 eserlik bir sergisini izleyeceğimiz Damien Hirst için geri sayım başlıyor. Genç sanatçıların yurt dışına açılmalarını kolaylaştıran SAHA derneğinin çalışmaları sanat dünyasına öncülük ediyor. Edebiyatta Nahid Sırrı Örik’le ilgili Ömer Türkeş’in kaleme aldığı hayli ilginç bir yazı sizi bekliyor. Albert Camus nasıl oldu da insanı bu kadar iyi anlayabildi sorusunun cevabı da... Mimarlık kültürüne meraklıysanız ve bu dünyanın renklerini merak ediyorsanız İrem Maro Kırış’la kitabı üzerine yaptığımız söyleşiyi okumanızda fayda var. Velhasıl, yıla bomba gibi başlayan bir Milliyet Sanat var elinizde... 2013’ün de güzel bir yıl olması dileğiyle... Hep birlikte... MS

@Milliyet_Sanat

1

Milliyet SANAT Ocak 2013


K.K.T.C Fiyatı: 9 TL

İÇİNDEKİLER

ocak

8 TL OCAK 2013

Damdan düşen müzik piyasası

Damien Hirst’ün İstanbul çıkarması

BALKAN NACİ İSLİMYELİ’DEN ÖZGÜRLÜĞE DAVET Roxy Music şarkılarına caz yorumu

SANAT KENTİ ÇANAKKALE

Osmanlı

Şahan Gökbakar

dönemi polisiyeleri

fenomenini anlamak

HOLLYWOOD’UN YENİ ‘UMUT IŞIĞI’

Jennifer Lawrence SİNEMANIN GELECEĞİ bu yönetmenlere emanet

GENÇ OSMAN, LABEQUE’LER, SELMA GÜRBÜZ, AYŞENİL ŞAMLIOĞLU, CİVAN CANOVA, ŞAHİKA TEKAND

65

Milliyet Sanat’a konuştular

30 resmiyle

Özgü Namal ile Selen Uçer’in kulis halleri

Damien Hirst

Kapak: Jennifer Lawrence Matt Holyoak / Camera Press

KAPAK 10 Oscar’ın yakın takipçisi ● Günümüzün en parlak genç yıldızı Jennifer Lawrence “Umut Işığım” ile vizyonda...

100

SİNEMA

İrem Maro Kırış’tan mimari üzerine...

10

94

Jennifer Lawrence umut vaat eden genç oyuncuların başında...

Özgü Namal “Kuçu Kuçu” ile 6 yıl sonra tiyatroya döndü.

14 Jessica Chastain, Usame Bin Ladin’in peşinde! 17 Bu genç yönetmenleri takip edin! 20 Richard Gere: 30 yıldır sempatik 24 Atilla Dorsay’ın kaleminden “Suç ve Deha”. 30 Vizyonun yenileri... 34 Asu Maro, ayın söyleşisinde “Celal ile Ceren” adlı filmi nedeniyle Şahan Gökbakar ile konuştu.

MÜZİK

40 Demet Sağıroğlu’ndan yeni albüm...

86 Krzystof Warlikowski’nin “Medee”si...

34 Asu Maro sordu

Şahan Gökbakar yanıtladı Milliyet SANAT Ocak 2013

40 Demet Sağıroğlu’ndan ‘ruhu olan’ şarkılar... 42 Cazcı Ece Göksu’dan yeni albüm: “Masal”. 44 Genç Osman “Gökyüzü Masmavi” ile 15 yıllık sessizliğini bozdu. 46 Bad Religion “True North” ile geliyor. 48 Brian Ferry ve orkestrasından Roxy şarkıları! 50 Guns’n Roses’ın cool gitaristi Slash, şubat başında İstanbul’da olacak. 56 Naim Dilmener’in ‘Müzikal Günce’si... 58 27 yaşındaki orkestra şefi Orçun Orçunsel ile ‘orkestra şefi’ olmak üzerine...

2

PLASTİK SANATLAR 62 Selma Gürbüz yeni sergisinde yine masallar anlatıyor. 65 Damien Hirst 30 eserlik solo sergisiyle İstanbul’da! 66 İslimyeli’den insanın ironik serüveni... 68 Nejad Melih Devrim 20 yıl aradan sonra bir galerinin duvarlarında... 70 Bahar Oganer’den ‘doğaya kaçış’ resimleri! 72 Çınar Eslek’in sütten doğan fotoğrafları... 76 Sanatçılara maddi katkı sunan SAHA derneğini mercek altına aldık.

SAHNE SANATLARI 86 “Medee” şahane bir seyirlik sunuyor... 88 Aytaç Manizade’nin ellerinde dönüşen “Karyağdı Hatun”... 90 Ayşenil Şamlıoğlu’nun rol aldığı “Evaristo” bu ay prömiyer yapıyor. 94 Özgü Namal ve Selen Uçer’li “Kuçu Kuçu”nun kulisine girdik... 96 Kent Oyuncuları bu ay “Toplu Hikayeler” anlatacak.

EDEBİYAT 100 İrem Maro Kırış ile günümüz mimarlığını incelediği kitabını konuştuk. 102 Nahid Sırrı Örik’in arşivlerde kalmış iki romanı okurla buluştu. 106 İlk yerli polisiye dizisi olan “Amanvermez Avni”nin maceraları gün ışığında. 108 Yekta Kopan ile sanat kulisi... 112 Yeni yayınlar 121 Ajanda



AFİŞTEKİLER

Sağdıç’ın külliyatı bu kitapta Eczacıbaşı Fotoğraf Sanatçıları Dizisi’nin yeni kitabı Ozan Sağdıç’a ayrıldı. Eczacıbaşı Topluluğu’nun 40 yılı aşkın bir geçmişe sahip fotoğraf yayıncılığı geleneğinin bir parçası Sa dıç’ın kitabında yer alan bir foto rafı. olan ve Dr. Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı tarafından yayımlanan seri kapsamında bu kez Türk fotoğrafının usta isimlerinden biri olan Sağdıç’ın çalışmaları yer alıyor. Konsept ve tasarımını Bülent Erkmen, editörlüğünü Merih Akoğul’un yaptığı kitap Ozan Sağdıç’ın Türkiye’nin değişik dönemlerini ve yerlerini yansıtan fotoğraflarından, dünyanın farklı coğrafyalarındaki fotoğraflarına ve portrelerine uzanan geniş bir seçki izleyicilerle buluşturuluyor.

Amber Heard, Kevin Costner’la

David Guetta geliyor

Senaryosunu Fransız yönetmen Luc Besson ve Adi Hasak’ın kaleme aldıkları, yönetmen koltuğunda ise McG’nin oturacağı “Three Days to Kill” isimli aksiyon-gerilim projesi için oyuncu Amber Heard’la anlaşma imzalandı. Filmin başrol oyuncusu Kevin Costner, emekli olup ayrı yaşadığı kızıyla daha fazla vakit geçirmek isteyen gizli bir ajanı canlandıracak. Costner’la başrolü paylaşacak Amber Heard’ü “Zombie Land”dan tanıyoruz. Film için henüz çekim takvimi açıklanmadı. Filmin 2013 yılında vizyona girmesi bekleniyor.

Unilife Organizasyon, elektronik dans müziğinin öncü ismi David Guetta’yı 27 Nisan Cumartesi gecesi İstanbul‘da sevenleriyle buluşturacak. 2011 yılında çıkardığı “Nothing But the Beat” albümünden yayınladığı single’lara kadar pek çok hit şarkıya imzasını atan Fransız müzisyen, son olarak Sia ile birlikte “She Wolf“ albümüyle müzik listelerinde üst sıralarda yer aldı. David Guetta, 2010 yılının Nisan ayında İstanbul Küçük Çiftlik Park’ta konser vermişti.

Cite des Arts’ın yeni sanatçısı Oturmak

Franco’dan şiirler

Cite Internationale des Arts’da 20 yıllığına kiralanan “Türkiye Sanatçı Atölyesi”, görsel sanatlar alanında çalışan sanatçılara iki ay ile bir yıl arasında Paris’te yaşama ve çalışma imkânı sunmaya devam ediyor. 2013 yılında Cite Internationale des Arts programına katılacak ilk sanatçı ise İhsan Oturmak olarak belirlendi. Milliyet SANAT Ocak 2013

4

Oyuncu James Franco, “Directing Herbert White” adını verdiği bir şiir kitabı çıkarmaya hazırlanıyor. Warren Wilson Üniversitesi Şiir Bölümü’nde yüksek lisans yapan ve 2010 yapımı “Howl” isimli filmde Alan Ginsberg’ü canlandıran Franco’nun kitabı 2014 yılının nisan ayında okurlarıyla buluşacak. Kitap Graywolf Yayınevi tarafından basılacak.


Özgür’ün sergisine yoğun ilgi Ferhat Özgür’ün (altta) “I Can Sing” adlı videosu (üstte) MoMA’da görülebilir.

Türkiye çağdaş sanat ortamının önemli isimlerinden biri olan Ferhat Özgür’ün New York Modern Sanatlar Müzesi (MoMA) PS1’da açılan sergisi yoğun ilgi üzerine 15 Ocak’a kadar uzatıldı. Sanatçının “I Can Sing” adlı sergisinin küratörlüğünü MoMA’nın baş küratörü Klaus Biesenbach üstleniyor. Sergi ismini, sanatçının aynı adlı videosunun başlığından alıyor. Özgür’ün bu videosunda bir kadını Ankara’da kentsel dönümüşüme maruz kalmış bir bölgede Leonard Cohen’in klasikleşmiş şarkısı “Hallelujah”ı söylemeye çalışırken izliyoruz. “I Can Sing” adlı bu yapıt Londra’daki Zabludowicz Vakfı ve Milano’daki Sandretto Vakfı koleksiyonlarında da bulunuyor. Özgür, şubat ayında da İsveç’te Marabouparken Parkliv Çağdaş Sanat Mekanı’nda kapsamlı bir kişisel sergi açacak.

Nedim Gürsel’e Balkanika ödülü Balkanika Vakfı’nın uluslararası roman ödülü Nedim Gürsel’in “Şeytan, Melek ve Komünist” adlı yapıtına verildi. Yedi Balkan ülkesinin temsilcilerinden oluşan seçici kurul, Gürsel’in romanını Fransızca çevirisinden değerlendirerek “İstanbul, Moskova ve Berlin kentlerinde geçen anlatının ve kahramanların dünyasını 20. YY.’ın temel sorunsalı komünizm çerçevesinde yetkin bir üslüpla kurguladığı” gerekçesiyle ödülün Gürsel’e verildiğini açıkladı. Balkanika Vakfı’nın kurucusu Nikolay Stayanov “Şeytan, Melek ve Komünist”in tüm Balkan dillerine de çevrileceğini açıkladı.

Turgut Uyar adına şiir ödülü Bencekitap Yayınları tarafından bu yıl 3. kez düzenlenen Turgut Uyar Şiir Ödülü’ne başvurular başladı. Seçici Kurul’unda Gonca Özmen, Gültekin Emre, Hami Çağdaş, Sennur Sezer ve Tarık Günersel’in yer aldıkları ödül, çağdaş Türk edebiyatına yeni değerler kazandırmak amacıyla düzenleniyor. Ödül kapsamında geçtiğimiz yıl olduğu gibi bu yıl da birçok yazarın desteğiyle Turgut Uyar armağan

Nedim Gürsel’in “Şeytan, Melek ve Komünist”i tüm Balkan dillerine de çevrilecek.

Turgut Uyar

kitabı da yayımlanacak. Yarışmaya kitap bütünlüğü taşıyan şiir dosyası ile dileyen herkes katılabilir. Serbest konulu yarışmanın son başvuru tarihi ise 19 Mart 2013.

Benicio del Toro, Escobar olacak

Benicio del Toro

Kolombiya’nın en büyük kokain kartelinin başı olan Pablo Escobar, “Paradise Lost”ta izleyicinin karşısına çıkacak. Filmde Escobar’ı, Porto Riko’lu oyuncu Benicio del Toro canlandıracak. Andrea Di Stafano’nun yönetmen koltuğunda oturacağı film, âşık olduğu kızın peşinden Kolombiya’ya giden genç adamın, kızın amcasının Pablo Escobar olduğunu öğrenmesi sonucu hayatının allak bullak olmasını konu alıyor. Filmde genç adamı Amerikalı oyuncu Josh Hutcherson canlandıracak. Filmin çekimleri mart ayında Panama’da başlayacak.

5

Milliyet SANAT Ocak 2013


40. YIL

Miraç Zeynep Özkartal’ın sunuculuğunu yaptığı gecede sanatçılar müzikallerden parçalar seslendirdi. Günay konuşmasında Milliyet Sanat’ın ayrılmaz bir okuru olduğuna değindi.

e t k i l r i b p He a r a l l ı y 0 4 nice

Milliyet Sanat 40. yılını Sabancı Müzesi’ndeki The Seed’te kültür ve sanat dünyasından pek çok ismin katıldığı bir gecede kutladı.

Açılış konuşmasını Derya Sazak yaptı. 40. yıl pastasını Milliyet Gazetecilik ve Yayıncılık A.Ş. Yönetim Kurulu Başkanı Erdoğan Demirören, eşi Tülin Demirören, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Derya Sazak ve Milliyet Sanat dergisi ekibi birlikte kestiler. Milliyet SANAT Ocak 2013

6


Müjde Ar ve Ercan Karakaş da Milliyet Sanat ekibini yalnız bırakmadı.

Hülya Koçyiğit geceye kızkardeşi Feryal Koçyiğit ile katıldı.

Tayfun ve Reyhan Demirören.

29 KASIM’DA, Sabancı Müzesi’ndeki The Seed’te attı sanat dünyasının kalbi. Kimler yoktu ki o gece orada: Ayşe Kulin’den Oya Baydar’a, Hülya Koçyiğit’ten Müjde Ar’a, Komet’ten Balkan Naci İslimyeli’ne, Sumru Yavrucuk’tan Enis Batur’a, Nazan Ölçer’den Fatma Tülin’e... Hepsi Milliyet Sanat’ın 40. doğum günü için bir aradaydı! Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Derya Sazak ile Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın konuşmalarıyla başladı Milliyet Sanat’ın 40. yıl gecesi. Sazak konuşmasında“‘70’lerin ortasında üniversiteye başlayan genç kuşak için üniversite kampüslerinde, katinlerinde o kavga dövüş arasında bizi koruyan, kültürle, sanatla, edebiyatla buluşturan bazı simgesel ürünler vardı. Bunlardan bir tanesi de Milliyet Sanat’tı ve biz o ortamda Milliyet Sanat’la okula giderdik,” dedi. Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay ise şunları söyledi: “72-80 arası çok sıkıntılı bir dönemdi. Neredeyse siyasi bir metin okunması dahi yasak hale gelince ve 12 Eylül egemenleri de bizi özel olarak bir yerlerde misafir etmeye kalkınca bol miktarda edebiyat okumaya başlamıştım ve ben o günden sonra Milliyet Sanat’ın ayrılmaz bir okuyucusu haline döndüm.” Sunuculuğunu Miraç Zeynep Özkartal’ın yaptığı gecede konuşmaların ardından Selim Atakan’ın müzik direktörlüğünde “Müzikallerle 40 Yılımız” adlı konser izlendi. Milliyet Sanat’ın 40 yılına denk düşen müzikallerden parçaları Burhan Şeşen, Tülay Günal, Tilbe Saran, Ceyda Düvenci, Bülent Tekakpınar, Elif Cakman ve Begüm Güncener seslendirdiler. Yaklaşık 350 kişinin katıldığı gecede herkesin ortak temennisi ‘hep birlikte nice 40 yıllara’ydı!

Yahşi Baraz ve Maria Kılıçlıoğlu Baraz.

Fatma Tülin ve Enis Batur.

Revna ve Yıldırım Demirören.

Gürer Aykal

Meltem Demirören Oktay ve Kıvanç Oktay.

Komet de gecenin konukları arasındaydı.

Erdoğan Demirören, Yıldırım Demirören, Ertuğrul Günay ve kızı Pınar Günay.

Milliyet Gazetecilik Reklam Grup Başkanı Savaş Yılmazer, Filiz Aygündüz, Yıldırım Demirören ve Derya Sazak.

7

Milliyet SANAT Ocak 2013


40. YIL

Meral Çetinkaya

Mete Tunçay ve Gönül Paçacı.

Aslı Öymen, Can Dündar, Zeynep Özbatur ve Nefise Karatay (soldan sağa).

Meral Tamer, Ayşe Kulin, Meltem Demirören Oktay, Ayşe Sazak (soldan sağa).

Yalvaç Ural ve Filiz Ural.

Ahmet Levendoğlu ve Selçuk Borak.

Milliyet Sanat dergisi ekibinden Asu Maro, gecenin sunucusu Miraç Zeynep Özkartal, dergi ekibinden Gülden Öktem, Nil Kural, web editörü Selay Sarı, derginin yayın yönetmeni Filiz Aygündüz, Erdoğan Demirören, dergi kadrosundan Yasemin Bay, derginin görsel yönetmeni Ayla Dündar, sayfa sekreteri Atilla Şen ve Derya Sazak (soldan sağa). Milliyet SANAT Ocak 2013

8


TL

ad

YAŞ IND

A

K.K. T.C

Kadının

JULIETTEı BINOCH E

Fiya tı: 8

128 sayfa

İsteyene 12 aylık dergi aboneliği artı hediyesiyle birlikte 94 TL.

7 TL KAS IM

: 8 TL

K.K.T .C Fiyatı

128 sayfa

Diana Krall

OND

MİNYATÜR HAKKINDA HER ŞEY

ER GEÇİDİ

SAYI : 2012

tolucci Bernardo Ber eke Michael Han n Peter Jackso Emin Alper

/ 11/ 1263 01 / 644

a Berkun Oyu anlatmadı

/ 7 TL ISSN

yeni oyunun

1

İNANIRak KADİR da olmam olmak ya

ya tı:

/ 12/ 12630

T.C Fi

K. K.

1 / 645 / 7 TL ISSN 1300-4 425

128 say fa

ar kbak n Gö lamak Şahamenini an

IĞI’

UT IŞ

İ ‘UM

N N YE

ifer Jennnce e Lawr ’U

OOD

LYW

HOL SA YI

BBC VAH YA AM BELGESEL SET

ENTİ AT K SAN AKKALE ÇAN

feno

mi polisi Osnem dö

TAN MAALOUF’ Ş EVE DÖNÜ ROMANI

20 13

Dam n t’ü Hirs bul İstan ası m r a çık

c Musi Roxy arına ıl şark rumu caz yo

: 20 13 / 1/ 126 30 1 / 64 6/8

TL ISS N 130 0-4 42

AN, Ç OSM GEN QUE’LER, LABE ÜRBÜZ, A G ŞENİL SELM AY LU, O LI Ğ ŞAM NOVA, N CA KAND CİVA KA TE ular ŞAHİ

nat’a

yet Sa

Milli

şt

konu

12 aylık dergi aboneliği 82 TL.

5

EĞİ ELEC IN G emanet re MAN SİNE netmenle bu yö ri al ile lis halle Nam ku Özgü Uçer’in Selen

İran’dak i dev Ba koleksiy tı onu

Juliet”e cesur yorum

OC AK 8 TL

İ NAC N KAN BAL YELİ’DE DAVET İSLİM RLÜĞE Ü ÖZG

ŞEHİR ŞE HİR OPER DENEYİMA İ

Kenny rretve saygı duGa eo t’tan ruşu “Rom

NEZAKET EKİCİ ien

üşen dan d sı Dam ik piyasa müz

Contem porar İstanbul’u y sürprizlern i

Holland a edebiy flört Ke atıyla zamira an tleyı Kn “Ş eyigh ta n” ort ınajyö röp l öze ile ill M iyet Sana netmeni t’a konu ştu Fazıl Say’ın BORD nbul’u OM İsta AVİ SANA T

9 TL

SAYI: 2012

Performans sanatınına’sı Madonn

anlı yeleri

Sting

Ha Cepkin’den aşk tarifi

YÖNETMENL

NEW WORLD ATLAS 20 DVD BELGESEL SET

Müz organik iğin gıdası

JAMES B

YAŞ INDA

ı

Kabare kız

201 2

Enis Batur’da n deniz seviyesin de denemeler

Kürt An söyleyectigone’nin ekleri va r KRALİÇE’ 2012 IK 7 TL ARAL KARİZM NİN 50 YILLIK ATİK AJ ANI yko

ABONELİK FORMU ADI:

SOYADI:

e-posta:

Telefon: @

TESLİMAT ADRESİ Posta Kodu

Faturayı teslim adresiyle aynı İlçe

İl

İlçe

İl

FATURA ADRESİ Posta Kodu Vergi Dairesi ve Numarası veya T.C. No 1 yıllık abone olmak istiyorum Kart üzerindeki isim

Kart No:

Son Kullanma Tarihi

Güvenlik No:

Faturayı adıma kesiniz.

Visa

Master

Faturayı firma adına kesiniz.

NEW WORLD ATLAS 20 DVD BELGESEL SET

BBC VAH YA AM BELGESEL SET

ABONELİK İÇİN: Tel: (0212) 337 94 59 ve (0212) 337 96 28 SORULARINIZ İÇİN: ayilmaz@milliyet.com.tr

Faks: (0212) 337 97 69

KAMPANYA KAPSAMINDA TERC H ETT N Z ÜRÜNÜNÜZ:


KAPAK

Jennifer Lawrence

Amazon

tanrıça Basın, Jennifer Lawrence’ın ‘normal’ olduğundan söz ederek ona iltifatta bulunmayı seviyor. Ama hayranlarına göre, Lawrence bir tanrıça ve normallikle alakası yok. Bu ay onu “Umut Işığım”da bir kez daha Oscar’ı zorlayacak bir performansla izleyeceğiz. SEVİN OKYAY sevino@gmail.com

Milliyet SANAT Ocak 2013

10

ÖDÜL SEZONU geldi çattı. Eleştirmen grupları kendi en iyilerini seçmeye başladı. Altın Küre adayları belli oldu, Oscar aday adaylarının adları da ortada dolaşıyor. Bunlardan biri, kendi kuşağının herhalde en meşhur oyuncusu olan Jennifer Lawrence. Aynı zamanda, en fazla kazananı. Oscar ve Altın Küre’ye ilk kez aday olduğu “Gerçeğin Parçaları / Winter’s Bone” için 3 bin dolar haftalık almıştı. Katniss Everdeen’i oynadığı geçen sezonun filmlerinden “ Açlık Oyunları / The Hunger Games”te (2012) ücreti 500 bin dolar olurken, ek ödemelerle bir milyon dolara yükseldi. 2013’teki ikinci filmde, “The Hunger Games: Catching Fire”de (2013) ise, 10 milyon dolar alacak. Henüz yirmi iki yaşında.


Bu yılki ödül sezonuna, “The Silver Linings Playbook”taki performansı sayesinde parlak bir giriş yaptı. Yolu, hayatında her şeyi kaybetmiş Pat’le (Bradley Cooper) kesişen sorunlu Tiffany’deki oyunu çok beğenildi.

Kimlik k

artı

İşi: Oyun cu Tam Adı: Jennifer Shraden Lawrence Arkadaş ları Doğum T ne der: Jen arihi: 15 August 15, 1990 Yaş: 22 Doğum Y er Kentucky i: Louisville, (ABD) Burcu: A slan Oturduğ uY Monica, C er: Santa alifornia Boyu: 1.7 1m Saç Reng i: Sarı Göz Ren gi: Mavi Annesiyle b Karen La abası: Gary ve wrence Kardeşle ri: var; Ben v İki ağabeyi e Blaine

Derken, bütün bunlar yetmezmiş gibi, erkeklere hitap eden çok etkili internet dergisi AskMen.com’un, yaklaşık iki buçuk milyon kişinin katıldığı Yılın En Fazla Arzu Edilen Kadını anketinde de birinci oldu. Onu Mila Kunis, Kate Upton, Rihanna ve Emma Stone izliyor. Genç oyuncu, geçen yıl zafere ulaşan “Modern Family”de Sofia Vergara’yı 12.’liğe itti. 2011 anketinde 47’nci sırada duran Lawrence, bir yılda kırk altı sıra atladı. “The Hunger Games”teki Katniss Everdeen rolünün bundaki payı inkâr edilemez. Lawrence, bu rolle kahramanı kadın olan aksiyon filmlerinin de iş yapacağını kanıtlamış, film dünyada neredeyse 700 milyon dolar gişe yapmıştı. Jennifer Lawrence’ın dedikodu sayfalarına abone olmayışı

Lawrence’ın Bradley Cooper’la beraber rol aldığı “Umut Işığım” filmi...

Son fenomeni: “Umut Işığım” David O. Russell’ın “The Silver Linings Playbook / Umut Işığım” filminin, ikisi de Altın küre adayı olan iki oyuncusu, Bradley Cooper ile Jennifer Lawrence, Pat ve Tiffany’yi oynuyor. Vaktiyle öğretmen olan Pat, tedavi görmüş bir manik depresif. İşi, evi, karısı dahil, her şeyini kaybetmiş. Tiffany ise aynı derecede nörotik, çok genç yaşta dul kalmış, önüne gelenle yatıp kalktığı için işten atılmış. Bir arkadaşı, Pat’in Tiffany ile buluşmasını sağlıyor. Konuşma çabasıyla birbirlerini incitiyorlar. Tiffany, “Her dakika kocamın öldüğünü hatırlatmadan iki laf edemez

da birincilik nedenlerinden biri olarak kabul ediliyor. Hakkında olumsuz bir fikir oluşturacak kadar çok şey bilmiyoruz.

BAĞIMSIZ FİLMLE PARLADI Günümüzün en parlak genç yıldızı olan aktrisi ilk gördüğümüzde, Debra Granik’in filmi “Winter’s Bone / Gerçeğin Parçaları”nın 17 yaşındaki başkarakteri Ree Dolly’yi oynuyordu. Ree, Alabama’nın küçük bir kasabasında, Ozarks bölgesinde, yoksulluk içinde ayakta kalma mücadelesi veriyordu. İrice yapılı, meteliksiz, üstü başı dökülen, erkek gibi bir kızdı. Ondan yaşça küçük iki kardeşi ile bunalımlı annesine bakmaya çalışıyordu. Şerif ona, babalarının kefaleti için evlerini karşılık gösterdiğini

11

miyiz?” diyor. Birbirlerinden hoşlanıyorlar ama bu konuda konuşmuyorlar. Anlaşmaları şöyle: Tiffany Pat’in vereceği mektupları karısına iletecek. Adam da bir dans yarışmasında onun eşi olacak. Cooper ve Lawrence’in performansları Russell’ın hikâyesinin etkisini arttırıyor. Doğallar, abartıdan uzaklar, yönetmen/senaristin süratli diyalogunu rahatça aktarıyor ve karakterlerinin değişimini inanılır kılıyorlar. İkisinin adı da şimdiden Oscar aday olması beklenen oyuncular arasında geçiyor.

söylemişti. Uyuşturucu taciri babası bir hafta sonraki duruşmasına gelmezse, ev de ellerinden gidecekti. Ree, onu bulmak ve aileyi bir arada tutmak için yollara düştü. Türlü tehlikelere göğüs gerdi. Dünyanın köşesinde kalmış bu kasvetli, yoksul bölgede, güzellik de işe yaramıyordu. Her şey kurşuni renkte, eskimiş, aşınmış görünüyordu. Yönetmen Debra Granik, genç yıldızını bu kasvetli ortama uydurmak için çok çaba harcadı. Lawrence’a eski, pis şeyler giydirdi. Onu filmin galasında saçı-başı yapılı, makyajlı, filmdeki kılığından tamamen farklı dekolte bir kırmızı elbiseyle görünce ne kadar şaşırdığımı hatırlıyorum. Demek, daha önceden tanımadığım Jennifer Lawrence’ı “Winter’s Bone”un karakteriyle bir Milliyet SANAT Ocak 2013


KAPAK

“Winter’s Bone”daki Ree Dolly karakteri oyuncuyu oldukça heyecanlandırmış.

“Winter’s Bone” ve acar kızlar Jennifer Lawrence, “Winter’s Bone” ile “The Hunger Games”deki karakterleri için “Yabanın anaç kızlarını niye bu kadar sevdiğimi bilmiyorum,” diyor. “Winter’s Bone”dan önceki “Poker House”da, yani ilk filminde de çetin şartlar altında kardeşlerine bakan bir kızmış. Rekabetçi bir ruhu var, zor, hatta imkânsız olan şeyler ilgisini çekiyor. “Winter’s Bone”daki Ree Dolly karakteri aktrisi çok heyecanlandırmış. “O rolü almak için kızgın kömür üstünde yürürdüm,” diyor: “Oyuncu seçimine gece uçarak geldim. New York’a vardığımda berbattım, olabildiğince çirkindim. Bir haftadır saçımı yıkamıyordum, makyajım yoktu. Kirpiklerimden de buzlar sarkıyordu galiba.” Rolü çok istemiş ama filmin çekimi sırasında hayli sıkıntılı günler geçirmiş. Sincapların derisini yüzmeyi, odun kesmeyi ve kavga etmeyi öğrenmiş. Neyse ki, azimli bir genç hanım.

Günümüzün en parlak genç yıldızı Jennifer Lawrence’ı ilk gördüğümüzde, Debra Granik’in filmi “Winter’s Bone / Gerçeğin Parçaları”nın 17 yaşındaki başkarakteri Ree Dolly’yi oynuyordu. Milliyet SANAT Ocak 2013

Oyunculuk üzerine

tutmuşum. “Ne iyi oyuncu,” diye düşündüm. Zaten o yıl herkes de öyle düşündü. Genç aktris, performansıyla ödüller aldı ve Oscar ile Altın Küre dahil, pek çoğuna da aday gösterildi. Gerçekten de kontrollü, usta işi, büyüleyici bir performanstı. Aktris, insanlar ona hep “Winter’s Bone’daki kız” gözüyle bakmasın diye, bunun ardından bir erkek dergisine fevkalade cömert pozlar verdi. Annesiyle babasının onu anladığını, iftihar ettiklerini söylüyor: “Zaten hep ‘Bana bakın, bana!” diyen türde bir kızdım.” Söyleşilerde kendisi hakkında konuşmaktan da keyif alıyormuş.

SORUNSUZ VE OLGUN Bugün en hasından bir star olan Jennifer Lawrence’in sorunu, esas olarak bir sorunu olmayışı. Onun yaşındaki birine göre çok olgun bir küçük hanım. Çocukluk yıllarından beri, her zaman ne yapmak istediğini bilmiş. Louisville, Kentucky doğumlu Lawrence, yeteneklerle ilgilenen ajanslarda okuma yapmak için onu New York’a götürsünler diye annesiyle babasını kandırdığında, 14 yaşındaydı. Şehre ilk gidişinde orayı nasıl benimsediğini şöyle anlatıyor: “Kaldırıma adım attığımda, orada doğup büyümüş gibiydim.” Ama eve dönüp de, “Ben New York’a taşınacağım,” dediğinde arkadaşlarının hiçbiri ona inanmamış, “Tamam, tamam,” demişler. “Ben taşınınca da, başarısızlığa uğrayıp geri döneyim diye beklediler.” Oysa

Oyuncu seçimlerinden, okumalar ve toplantılardan pek hazetmiyor. Mecburen yapıyor, tabii. Yoksa o rolleri nasıl alsın? “Herkesin aynı odada olduğu okumalar korkunç oluyor. O odalarda hiç konuşulmaz, denedim, biliyorum. Geçenlerde bir söyleşide en basit kelimeler bile aklımdan uçtu gitti. Halkla ilişkiler görevlim arkada durmuş, ağzını oynatarak sufle vermeye çalışıyordu.” Öte yandan, nasıl yapılacağını yüzde yüz anladığı tek şey, oyunculuk. “Sevdiğim şeyi yapıyorum, aylarca dinlenme imkanım var. Yaşıma göre çok para kazanıyorum. Oyuncuların şikâyet etmesini hiç anlayamamışımdır.” İleride yönetmenlik yapmayı da düşünüyor. Ne var ki, on yıl önce bugünkü durumu aklına bile gelmeyeceği için, on yıl sonra ne yapacağını da tahmin edemiyor.

Lawrence, başarısız olma ihtimalini göz önüne alan türden biri değil. Oyunculuğu beceremezsem doktor olurum gibilerinden bir şey geçmemiş aklından: “Beceremezsem diye düşünmedim hiç. Ve 14 yaşındaki naif birinin bu aptalca azmi beni hiç terk etmedi.” Derken, annesiyle babasını, liseyi bitirir bitirmez oyunculuk yapma konusunda kandırdı. Öyle azmetmişti ki, normal zamandan iki yıl önce, çok iyi bir not ortalamasıyla mezun oldu ve hemen çalışmaya başladı. Önce reklamlarda, ardından televizyonda oynadı. “Bill Engvall Show” adlı sitcom’da rol aldı. İş düzenli, para da (özellikle yirmi yaşın altındaki biri için) iyiydi ama o, ille de sinemaya geçmek istiyordu. Dileği de yerine geldi, pek az izlenen bağımsız film “The Poker House”da oynadı. Los Angeles Film Festi-

2008 yapımı “Burning Plain”de Jennifer Lawrence, J.D. Pardo ile...

12


Yıldız olma hali

Lawrence, 2011 yapımı “X-Men: First Class”ta.

Gary Ross’un yönettiği “The Hunger Games”te Lawrence (sağda), Katniss Everdeen rolüne hayat verdi.

vali’nde Dikkat Çeken Performans ödülünü aldı ama film silindi gitti. Sonra usta senarist Guillermo Arriaga’nın kameranın arkasına geçtiği ilk film olan “Aşk Ateşi / The Burning Plain”de Charlize Theron’la birlikte rol aldı. 2008 Venedik Film Festivali’nde Marcello Mastroianni Umut Veren Genç Kadın Oyuncu Ödülü’ne layık bulundu. Şöhrete erişti erişecek gibi bir hali vardı ama film iş yapmadı. Neyse ki, Granik onu filmde izlemiş ve performansını çok beğenmişti. Küçük bütçeli filmi için onunla anlaştı. “Winter’s Bone” Sundance’de Büyük Jüri Ödülü aldı, Oscar’a aday gösterildi, oyuncusunun da önünü açtı.

HOLLYWOOD’UN KAPILARI 2011’i üç yardımcı oyuncu rolüyle geçirdi. Hayran olduğu Jodie Foster’ın yönettiği, Mel Gibson’ın rol aldığı “Kukla / The Beaver”da oynamaktan memnun kalmış. Gibson’ı da sevmiş, hiç de anlatıldığı gibi biri olmadığını söylüyor. Lawrence hep karanlık, bağımsız filmlere de gönül verdiğini söylemiştir ama çok geçmeden Hollywood kapısını çaldı, o da hayır demedi. “X-Men: First Class / X -Men: Birinci Sınıf”da, mavi tenli, sarı gözlü biçim değiştirici Mystique’i oynayarak adını yedi düvele duyurdu. Film 2011 yaz aylarında hit olurken, Lawrence hayatının rolünü kapmıştı. “The Hunger Games / Açlık Oyunları”nın (2012) beyazperde uyarlamasında, Katniss Everdeen’i oynadı. Bir anda kendini genç oyuncular A-listesinde

buldu. Üç devam filminin birincisi olan “The Hunger Games: Catching Fire”da (2013) kesinlikle oynuyor. Ötekilerde oynama ihtimali de yüksek. 2012’nin filmlerinden “House at the End of the Street”te de oynadı. Bir de, Bradley Cooper ile başrolünü paylaştığı, yılın en beğenilen filmlerinden bu ay Türkiye vizyonunu ziyaret edecek “Umut Işığım / The Silver Linings Playbook” var. Daha önce “Three Kings”le gündeme gelen ve son dönemde Christian Bale’a Oscar kazandıran “The Fighter / Dövüşçü”nün yönetmeni David O. Russell’ın yazıp yönettiği film, çoğuna göre 2012’nin en iyileri arasında. Tıpkı ondan önceki genç En İyi Kadın Oyuncu adayları Carey Mulligan ve Rooney Mara gibi o da, gişe hasılatı tavan yapan bir filmin ardından stüdyolar nezdinde itibarının bir anda nasıl yükseldiğini gördü. Kimine göre çok geçmeden el yakan bir yıldız olacak ve daha önce ondan iyi sayılan, yaşça da büyük oyunculara (Örneğin, Natalie Portman’a ya da Michelle Williams’a) yapılan teklifler artık ona gelecek.

GİŞESİ YÜKSEK “The Hunger Games” onun adıyla satılan ilk film oldu ama sonuncusu olmayacağı kesin. Bağımsız film kumaşından bir oyuncu olsa da, hem güzel ve seksi hem yetenekli, ayrıca gişesi de yüksek. Bütün bu niteliklere sahip olduğu halde seyircilerin bağrına basmadığı bazı kadın oyuncuların

13

Jennifer Lawrence’ın sorunu olmadığını söylemiştik. Ama onu endişelendiren bir şey var: Yüzünün biraz fazla ortada olduğunu düşünüyor. Hakçası, özellikle “The Hunger Games”in ardından öyle bir gelişme söz konusu oldu. AskMen.com’daki birinciliği de onu erkekler nezdinde ön plana çıkardı. Zaten daha önce People dergisi Lawrence’ı dünyanın en güzel insanları, Maxim de en seksi kadınları arasında göstermişti. Variety’ye göre ise, 2010’un en izlenmeye değer on oyuncusundan biriydi. Meryl Streep, Laura Linney ve Cate Blanchett hayranı genç bir hanım için makbul bir seçim. Ama “Winter’s Bone”un ardından Esquire’a göğüsleri açıkta poz vermekten çekinmedi: “Çalışmaya devam etmek için bunu yapmak zorundaydım, hep aynı karakteri oynamak istemiyordum.” Yeterince dişi değil, seksi değil demelerine bir son vermek istedi herhalde. “Seksi olmak heyecan verici, tuhaf ama hoş bir duygu. Gene de, hafif kadın muamelesi görmek istemem.” Asla Kristen Stewart kadar meşhur olmak istemiyor. Hayatı bir pandomime dönüşürse neler hissedeceğini bilemezmiş. “X-Men: First Class”ın setinde tanıştığı İngiliz aktör Nicholas Hoult ile ilişkisini bile uzun süre sakladı. Sonra, ne kadar saklarsa basının o kadar üzerine geleceğini fark edip açıkladı. Tedbirlerini alıyormuş ama bizce çok geçmeden şöhrete engel olamayacağını anlayacak.

aksine (çok sevdiğimiz Kristen Stewart akla geliyor), genç kızlar onunla özdeşleşiyor. Erkekler de Jennifer Lawrence’e bayılıyor. Bu yılki ödül sezonuna, “The Silver Linings Playbook”taki performansı sayesinde parlak bir giriş yaptı. Yolu, hayatında her şeyi kaybetmiş Pat’le (Bradley Cooper) kesişen sorunlu Tiffany’deki oyunu çok beğenildi. Gerçi aday olduğu Gotham ödülünü “Rust and Bone” ile yılın favorileri aktrislerinden birine dönüşen Marion Cotillard’a kaptırdı ama Altın Küre ve Bağımsız Ruh ödüllerine aday. Oscar’a aday olma, hatta kazanma ihtimalinin de yüksek olduğu konuşuluyor. Jennifer Lawrence, süperstarlığın eşiğinde ve hayatından çok memnun. Bu yüzden ona düşman olmayın lütfen... MS Milliyet SANAT Ocak 2013


SİNEMA

Hem rolleri hem Oscar’ı zorluyor

Jessica Chastain

Milliyet SANAT Ocak 2013

14


Chastain, “Mama”da kendisi için yeni bir tür olan korkuyu deniyor.

İki yıl öncesine kadar kimsenin tanımadığı ‘isimsiz’ bir aktrisken, geçen sene Oscar adayı olan Jessica Chastain, bu sezon Kathryn Bigelow filmi “Zero Dark Thirty”nin çöl fonunda Usame Bin Ladin’in peşine düştüğü rolüyle yine Oscar’ı zorlayacak. Oyuncuyu bu ay korku filmi “Mama”nın başrolünde izleyeceğiz.

New York’taki Juilliard Drama Okulu’nda çeşitli oyunculuk gruplarına girip çıkmaya başladı. Orada birçok yıldız atölyeler veriyor, soru-cevap seanslarına katılıyordu. Bunlardan ikisiyle, Ralph Fiennes ve Philip Seymour Hoffman’la çok değil, birkaç yıl sonra aynı filmde karşılıklı oynayacaktı.

BURÇİN S. YALÇIN burcyalc@hotmail.com

ISABELLE HUPPERT, Tilda Swinton, Julianne Moore... Verdiği söyleşilerde kendisine kimleri idol aldığı sorulduğunda, Jessica Chastain onların isimlerini sayıyor. Üç idolünü de kızıllardan seçmesi tesadüf olmasa gerek. Ne de olsa hiçbir aktris kızıllığı tanrının cömert bir lütfu olarak kabul etmez. Fakat belli ki Jessica Chastain, kızıllığı avantaja çevirmiş bu kadınlar gibi, dünyanın en saygın aktrisleri arasında anılmak istiyor. Bir dakika! “Jessica Chastain de kim?” Böyle dediniz değil mi? 2011 ve 2012’nin filmlerini demek ki çok dikkatli takip etmemişsiniz. O halde tanıştıralım! “Take Shelter / Sığınak”, “Coriolanus”, “The Tree of Life / Hayat Ağacı”, “The Help / Duyguların Rengi”, “Wilde Salome”, “Texas Killing Fields / Teksas Ölüm Tarlası”... Her biri belli açılardan önemli bu altı filmden ikisi hariç (“Coriolanus” ve “Wilde Salome”) hepsi sinemalarımızda gösterime girdi.

15

Ve bu filmlerin hepsinde de Jessica Chastain hayli alengirli rollerdeydi. “Sığınak” yılın sürpriz bağımsızıydı, Shakespeare uyarlaması “Coriolanus”, Ralph Fiennes’ın ilk yönetmenlik denemesi, “Hayat Ağacı” Terrence Malick’in yeni şaheseri, “Duyguların Rengi” kendisini Oscar podyumuna taşıyan dramaydı. “Wilde Salome” Al Pacino’nun yönettiği çarpıcı bir Oscar Wilde uyarlaması, “Teksas Ölüm Tarlası” ise babasının yapımcılığında ilk kez kamera arkasına geçen Michael Mann’in kızı Ami Canaan’ın elinden çıkan bir polisiyeydi. Kısacası, hepsini izlemek için de bir sebep vardı ve hepsi için ikinci bir sebep gerekse, o da Jessica Chastain’in performansı olurdu. Bu filmlerin en kötüsünün bile en iyisi Jessica Chastain’di. Haliyle, bu soluk benizli kızılı tanımanın tam zamanıdır.

ŞÖHRETLE BAŞI HOŞ DEĞİL Lafa görünüşünden girdik, oradan devam edelim. Chastain kariyerinin dış görünüşü yüzünden zor başladığını anlatıyor: “Los Angeles’a ilk geldiğimde zorlanmıştım. Bütün kasting direktörleri, benimle, özellikle de görünüşümle ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Milliyet SANAT Ocak 2013


SİNEMA

“Hayat Ağacı” vesilesiyle bir tarafında Sean Penn, diğer yanında Brad Pitt’le Cannes’da kırmızı halıda yürümek Chastain’in hayatının olayı olmuş. Bronz tenli, uzun ve sıska bir sarışın değildim. Onlara çok farklı görünüyordum. Başka bir zamandan gelmişim gibi durduğumu söylüyorlardı.” Chastain özel hayatını ve geçmişini elinden geldiğince basından saklamaya çalışıyor. Şöhretle başı hoş değil. “Herkesin bıkıp usanacağı ilk tanınmamış kişi ben olacağım herhalde” diyor. “İnsanlar diyecekler ki, ‘Kim bilmiyoruz ama şu kız her yerde!’” Yakın zamana kadar yaşıyla ilgili bile spekülasyonlar yapılıyordu. “Hiçbir zaman söylemem. Gördüğünüz gibi, 15 olmadığım kesin. Fakat gizemli olmayı seviyorum.” 24 Mart 1977 doğumlu. Doğma büyüme Kuzey Kaliforniyalı. Beş çocuklu bir ailede itfaiyeci bir baba (onun da üvey olduğu dedikodusu çıkmıştı) ve büfe işleten bir annenin kızı olarak dünyaya gelmişti. Ailesi, kendi de-

Jessica Chastain, Altın Palmiyeli film “Hayat Ağacı”nda anne rolündeydi.

yişiyle, ‘birbirlerine düşkün, orta sınıf ve tam manasıyla ortalama’ bir aileydi. Fakat kendisi farklıydı ve bu daha ufak yaştan başına bela olmaya başlamıştı: “Daima biraz farklı oldum, kızıl ve çok çilliydim. Çocuklar da farklı insanlarla dalga geçmeye bayılırlar. Saçlarım kısa ve kızıldı, ayaklarımda da iş çizmeleri vardı. Kızıl olduğum ve farklı göründüğüm için çok fena alay konusu olurdum.” Fakat böyle dışlanmasının iyi bir yanı oldu, herkesle birlikte okulu astığında, akranları parkta sigara ve içki içerken, o Shakespeare okuyordu. Oyunculuk konusunda gözünün açıldığı an yedi yaşındayken büyükannesinin onu bir müzikale götürdüğü anmış. Liseden sonra New York’taki Juilliard Drama Okulu’na kabul edilmiş. Kabul mektubunu aldığında ailesi buna pek sevinememiş: “Yüzlerindeki korkuyu görebiliyordum. ‘Bu Juilliard da nereden çıktı şimdi! Nasıl ödeyeceğiz bunu!’ gibisinden bir korku...” Okulun öğrencilerini zaman zaman destekleyen Robin Williams’ın verdiği bursla çeşitli oyunculuk gruplarına girip çıkmaya başladı. Orada birçok yıldız atölyeler veriyor, soru-cevap seanslarına katılıyordu. Bunlardan ikisiyle, Ralph Fiennes ve Philip Seymour Hoffman’la çok değil, birkaç yıl sonra aynı filmde karşılıklı oynayacaktı. Hele “Coriolanus”ta Fiennes’ın karısı olarak görünmesi, düşününce, insanı tebessüm ettiriyor. Juilliard’ı bitirince “ER”, “Verinoca Mars”, “Dark Shadows” ve “Law & Order: Trial By Jury” gibi dizilerde roller buldu.

İLK FİLM, İLK BAŞROL

“Mama”da (üstte) ve Ralph Fiennes’la rol aldığı “Coriolanus”ta (altta).

Milliyet SANAT Ocak 2013

İlk sinema filmi aynı zamanda sinemadaki ilk başrolü oldu: “Jolene”... E.L. Doctorow’un bir öyküsünden uyarlanan filmde, esere adını veren genç yetim kadını canlandırıyor, ABD’yi baştan başa kat ediyordu. 2009’da Jon Hamm ve Josh Lucas’la birlikte polisiye film “Stolen Lives”da rol aldı. 2010’daki “The Debt / Sır”da ise yaman bir MOSSAD ajanına beden veriyordu. Daha doğrusu, yaşlılığını Helen Mirren’in canlandırdığı bu ajanın gençliğini oynuyordu. Çok iyi eleştiriler topladı. 2011’de yazının başında andığımız film patlaması yaşandı. Gerçi bu filmlerin hepsini o yıl çekmemişti ama vizyon tarihleri ertelene ertelene nihayet arka arkaya denk gelmişlerdi. Haliyle, o yıl herkesin “Kim bu kız?” nidalarıyla birbirine bakması normaldi çünkü Jessica Chastain sinema alemlerine adeta gökten zembille inmiş gibiydi. Basınla konuşurken klişe ve boş sözlerden kaçınıyor. Kısa sürede Oscar adayı olma-

16

yı başarınca herkes projelerini çok dikkatli seçiyor diye düşünebilir ama tersine o risk almayı seviyor. Başarısızlığı da şimdiden kabulleniyor: “Hayat Ağacı’ndan sonra kariyerimle ilgili stratejilere dair şeyler kulağıma geldi. Halbuki kararlarımı bir stratejiye göre vermiyorum. Eğer kendime meydan okumaz ve risk almazsam, oyunculuğun benim için cazibesi kalmaz. Oyunculuğu kişiliğimden ayrı düşünmüyorum. Her rolümü bir atölye çalışması gibi kabul ediyorum. Ve biliyor musunuz? Ara sıra başarısız da olacağım. Çünkü başarısızlıktan daha çok şey öğreniyorsunuz.”

TİTİZ ÇALIŞIYOR Hayat standardı yükselmesine karşın, şöhretin getirilerine kendisini çok alıştırmamaya çalışıyor. “100 dolar da, 1000 dolar da kazansanız, onu eninde sonunda harcayacaksınız. 1000 dolarınızı iyi bir ev veya bir şeyler için harcayacak, sonra da yaşamınızı o seviyede tutmak için o miktarda kazanmaya çalışacaksınız. Eğer ki yaşam biçiminizi 100 dolar seviyesinde tutarsanız, sorun yaşamazsınız. Paradan ziyade yaratıcılık gerektiren iddialı karakterleri canlandıracağınız işleri tercih edebilirsiniz.” Bir tarafında Sean Penn, diğer yanında Brad Pitt’le Cannes’da kırmızı halıda yürümek hayatının olayı olmuş. Neyse ki, iki centilmen de elini sıkı sıkı tutuyor ve heyecanını yatıştırmaya çalışıyormuş. “Eğer dikkatli bakarsanız,” diyor, “Aslında kulağıma fısıldadıklarını görürsünüz. Şöyle diyorlardı: ‘Tamam, şimdi de arkamızı dönüyoruz.” Rollerine büyük bir titizlikle hazırlanıyor. Karakteri ne yer, ne içer, ne okur, ne dinler, iç çamaşırı olarak ne giyer, kafa yoruyor. Eğer proje bir dönem filmiyse, onunla ilgili film, kitap, ne bulursa yalayıp yutuyor. Türden türe atlıyor. Bu ay izleyeceğimiz korku filmi “Mama” dışında pek yakında gelecek filmleri şöyle: “Lawless” polisiye, “Zero Dark Thirty” aksiyon, iki film halinde önce kadının, sonra erkeğin bakış açısından çekilen “The Disappearance of Eleanor Rigby” ise bir aşk filmi. İspanyol yapımı, Andres Muschietti’nin çektiği korku filmi “Mama”da kocasının yeğenlerine bakmaya çalışan bir kadını canlandırıyor. Filmde korkmak için bir yol bulmuş: “Bir deneme yaptım ve işe yaradı. Johnny Depp’in bazen bir sahneyi çekerken kulaklıkla müzik dinlediğini duymuştum. Ben de yönetmenime korkunç sahnelerde kulaklıkla filmin müziğini dinleyip dinleyemeyeceğimi sordum. Çok ürkütücü bir müzik dinletiyorlardı. Hem o müzik nasıl olsa sahnede de olacak, değil mi?” MS


Takip edilmesi gereken 35 yaş ve altı yönetmenler Bu ay vizyona girecek “Düşler Diyarı / Beasts of the Southern Wild”nın genç yönetmeni Benh Zeitlin’den yola çıkarak, 35 yaş ve altındaki parlak yönetmenleri keşfe çıktık. SELİN GÜREL gurel.selin@gmail.com

Düzenli nefes almayı unutturdu SEAN DURKIN Henüz tek film çekmiş bir yönetmenin çizgisini bozmayacağından emin olmak zordur, ama tıpkı Benh Zeitlin gibi Sean Durkin’de de insanı heyecanlandıran bir yeteneğin izlerini apaçık okumak mümkün. “Martha Marcy May Marlene” gibi çok başarılı bir gerilim filmiyle piyasaya giriş yapan Durkin, bizzat yazdığı senaryoyla düzenli nefes almayı unutturan bir paranoya deneyimi yaşattı bağımsız sinema severlere. Bu sayede Elizabeth Olsen gibi bir yetenekle de tanışmış olduk. “Martha Marcy May Marlene” Türkiye’de gösterime girmedi, ama DVD’si hâlâ raflarda. Yönetmenin bu listede karşımıza çıkan Antonio Campos’un filmi “Afterschool”un da yapımcısı olduğunu ekleyelim.

“Martha Marcy May Marlene”de Elizabeth Olsen ve John Hawles...

Çocuk oyuncu Quvenzhane Wallis, “Düşler Diyarı”nın övgü alma nedenlerinden biri.

2012’nin en iyi keşfi BENH ZEITLIN Sinemaseverler için 2012’nin en önemli gelişmelerinden biri Benh Zeitlin’i keşfetmek oldu. İki haftada yazdığı senaryonun ilk taslağıyla Sundance Film Festivali’nin çatısı altındaki Sundance Institute Screenwriters Lab’e başvuran Zeitlin, kendi deyişiyle bir yönetmen olarak ne istediğinin farkında bile değilken, orada geçirdiği kısa fakat etkili eğitim süreci sonrasında neyi niçin yazdığını açıklayabileceği bir noktaya geldi. Küçük yaşlarda Louisiana ile kurduğu aşk ilişkisinin etkisiyle, dış dünya-

17

ya sırtını dönmüş, büyüleyici, hırçın ve tehlikede bir ‘kurtarılmış bölge’ filmi çekmeye girişti. Son yılların en iyi çocuk oyuncu performansını ve doğaya karşı gelenlerin değil doğaya uyum sağlayanların dünyasını arkasına alarak, iç acıtan bir yuvadan kopamama öyküsü anlattı. “Düşler Diyarı / Beasts of the Southern Wild” daha önce izlediğiniz hiçbir şeye benzemiyor. Kurmaca olamayacak kadar gerçek, gerçek olamayacak kadar büyüleyici bir film. Zeitlin’in adını bir köşeye yazın.

Milliyet SANAT Ocak 2013


SİNEMA

İsmini duymak yetiyor ORHAN ESKİKÖY

Eskiköy’ün Zeynel Doğan’la yönettiği “Babamın Sesi”, Altın Koza ödüllü...

Ana dilde eğitim sorununu “İki Dil Bir Bavul” kadar, hiçbir tartışmaya mahal vermeyecek, başka taraflara çekilemeyecek denli açık bir şekilde anlatan bir film daha yok. Orhan Eskiköy’ün Özgür Doğan ile birlikte çektiği bu vurucu ilk film, Türk öğretmenin Kürt köyündeki deneyiminin sadece ana dilde eğitim değil öğretim tarafına da uzanarak, öğretmeni de sistemin kendisine maruz bırakıyor, çift taraflı bir mağduriyetin resmini çiziyordu. Eskiköy ikinci filmi “Babamın Sesi”nde bu kez Zeynel Doğan ile bir araya geldi ve dolaylı olarak bir başka kanayan yarayı, Maraş Katliamı’nı, unutmayı seven bir milletin dikkatine sundu. Artık Orhan Eskiköy ismini duyunca ne tip bir sinema ile karşılaşacağımızı çok iyi biliyoruz.

Ne yaptığını biliyor MIKE CAHILL Başka ellerde Hollywoodvari bir tür filmine dönüşecek paralel evren hikayesi “Another Earth”, Mike Cahill’in ellerinden soğukkanlı bir dram olarak çıktı. Yönetmenin kısa filminde de birlikte çalıştığı Brit Marling ile ikinci ortaklığı olan film, Sundance’te kazandığı başarının ardından Cahill’e sonraki projelerinin kapısını açtı. Cahill, kontrollü, ne yaptığını bilen ve risk almaktan çekinmeyen bir yönetmen. Üniversitede aldığı ekonomi eğitiminden ne şekilde yararlandığını anlayabiliyoruz.

“Another Earth”de başrolde Brit Marling bulunuyor.

“Jane Eyre”da başrolleri Mia Wasikowska ve Michael Fassbender paylaşıyor.

Tür sinemasının her ‘türü’nde var CARY FUKUNAGA 2004’te kısa filmi “Victoria para chino” ile festivallerde En İyi Öğrenci Filmi ödülleri almaya başlamasından itibaren, Cary Fukunaga’nın festivallerin gözdesi olma hali devam ediyor. Çıkış filmi “Sin nombre”den sonra beklenmedik bir şekilde Mia Wasikowska, Michael Fassbender ve Judi Dench’li bir “Jane Eyre” uyarlamasını üstlenen Fukunaga, deneyimsiz olduğu türde harikalar yaratmayı becerdi. Daha önce defalarca uyarlanan bu ünlü Char-

lotte Bronte romanı, hiç bu kadar yalın bir sinema diliyle perdeye yansımadı. “Jane Eyre”ın başarısı yönetmene elbette yeni kapılar açtı, Fukunaga yakında Stephen King’in tüyler ürpertici romanı “It”i beyazperdeye uyarlayacak. Yönetmenin tür sinemasındaki bu hareketli yolculuğu nerede sonlanır bilemeyiz, ama üzerine aldığı her işin altından kalkabildiği de bir gerçek.

Yönetmenlerin kaybı, izleyicinin kazancı SARAH POLLEY Bağımsız sinemanın kişilikli kadın karakterlerini canlandıran Sarah Polley, yönetmenlik başarısıyla oyunculuğunu arka planda bırakanlardan. Bu, diğer yönetmenler için büyük bir kayıpken, biz izleyiciler için büyük bir kazanç. İlk uzun metrajı “Away From Her” bir ilk filmden çok bir yönetmenin olgunluk dönemi filmlerinden biri gibi kotarılmıştı. “Bu Milliyet SANAT Ocak 2013

Dans Senin / Take This Waltz” ise ustaca anlattığı ‘karşı pencere’ öyküsüyle Polley’nin bir sonraki filminin de ipuçlarını veriyordu. Polley’nin üçüncü filmi “Stories We Tell” bir belgesel, film hayli kişisel. “Stories We Tell” artık hayatta olmayan annesinin yasak ilişkisinin meyvesi olduğunu keşfeden Polley’nin gerçeği soruşturma denemesi.

18

Michelle Williams ve Luke Kirby, “Bu Dans Senin”den bir karede...


Campos’un ilk filmi “Afterschool”.

“Atlıkarınca”daki ailenin ebeveynlerini Mert Fırat ve Nergis Öztürk canlandırıyor.

ANTONIO CAMPOS

Tahminleri alt üst ediyor İLKSEN BAŞARIR Türk sinemasının uzun yıllar önce bir köşeye atılmış romantik dram türünü uyandırmak için, “Başka Dilde Aşk” ile, “Issız Adam”dan sonraki ilk büyük adımı atan İlksen Başarır, bir ilk film zaferi yaşadı, orası kesin. “Başka Dilde Aşk” popüler olmaktan gocunmayan bir tür sineması örneğinin de seyircileri ve eleştirmenleri aynı noktada buluşturabileceğini gösterdi. Başarır’ın başrol oyuncusu Mert Fırat ile yazdığı senaryonun

Tekinsiz karakterin yaratıcısı

çok sevilmesi, ikinci filmi “Atlıkarınca”da da birlikte çalışmalarına sebep oldu. Başarır, aynı şekilde insanın ruhunu ısıtan bir başka film daha çekebilirdi. Bunun yerine ensest konusuna eğilen “Atlıkarınca” ile çıktı seyirci karşısına. “Başka Dilde Aşk”tan sonra böyle bir film, daha önce başka türlü bir seyircinin dikkatini çekmiş bir yönetmen için cesaret gerektiren bir işti şüphesiz. Bu da ne yapacağını önceden kestiremediğimiz yönetmenin gelecek adımlarını merak ettiriyor.

Antonio Campos’u 2008’de çektiği “Afterschool” ile tanıdık. Tekinsiz olmakta üstüne tanımadığımız Ezra Miller’ın başrolde oynadığı, internet bağımlılığı ve gözetleme kültürü üzerine unutulmaz bir ilk filmdi. Campos’un henüz izlemediğimiz bir sonraki filmi “Simon Killer”da Miller’ınkinden de tekinsiz bir karakter yarattığı söyleniyor, film karanlık ve sert bir filmin ipuçlarını veriyor. Orijinal ve korkusuz işler görmek isteyenleri Campos’un dünyasına davet ediyoruz.

Korku türüne adanmış bir başlangıç TI WEST

Nichols’ın gözde aktörü Michael Shannon “Sığınak”ta.

Gerilim denince JEFF NICHOLS Aktör Michael Shannon ile Jeff Nichols ortaklıkları bir gelenek haline gelmeye başladı. İlk filmi “Shotgun Stories”den başlayarak Shannon ile birlikte çalışan Nichols, “Sığınak / Take Shelter” ve Cannes’da Altın Palmiye için yarışan son filmi “Mud” için de aynı kozu kullanıyor. Ancak Nichols sineması Shannon’dan ibaret değil. Yönetmenin adını tüm dünyaya duyuran “Sığınak”ta kullandığı paranoyayı görselleştirme teknikleri nefes kesiciydi.

Kendini tepeden tırnağa korku sinemasına adamış yönetmen bulmak zordur. Üstelik istismar filmlerinden değil, geleneksel korkulardan bahsediyoruz. Çıkış yaptığı “The House of the Devil”da ‘80’lerde geçen öyküyü gerçekten de o yıllarda çekilmiş gibi tasarlayarak müthiş bir deneyim yaşattı bizlere. Sanki 80’lerde çekilen ancak hiç gün ışığına çıkmamış bir filmdi izlediğimiz. Böyle orijinal bir işten sonra çektiği bir devam filmi, “Cabin Fever 2: Spring Fever”ı sahiplenmedi West. Zira stüdyo, film üzerinde fazlasıyla söz sahibiydi. Böylece yönetmen kariyerinin gelecek yıllarında bağımsız filmler çekmesi gerektiğini anladı. Bu sayede harika bir hayalet korkusu izledik: “Ruhlar Oteli / The Innkeepers”. West, “Ruhlar Oteli” için “The House of the Devil”ın çekimleri sırasında ekibiyle birlikte kaldığı oteli kullandı. Film, sıradan bir perili ev filmi gibi başlayıp, ilerledikçe sadece karakterini değil

19

“Ruhlar Oteli”nde rol alanlar arasında Pat Healy ve Sara Paxton da var..

seyirciyi de şaşırtan bir tempoya büründü. Çok iyi çekilmiş bir mekan korkusu olarak kaldı akıllarda. Ne mutlu ki West korku filmleri çekmeye devam ediyor. Biz de onu izlemeye devam edeceğiz. MS Milliyet SANAT Ocak 2013


SİNEMA

Sevmesi kolay adam 30 yıldır izleyicinin sempatisini bir an bile kaybetmeyen aktör Richard Gere’ı bu ay “Entrika / Arbitrage”de devasa bir yatırım fonu yöneticisi olarak izleyeceğiz.

Gere için oyuncu olmanın en güzel yanı birçok hayatı aynı anda yaşama imkanı. DİLARA OMUR dilara@hamamdadelivar.com

“SEVMESİ ZOR BİRİNİ sevilebilir yapmaya çalıştım ‘Entrika / Arbitrage’ filminde” diyor, Richard Gere. Biçilmiş kaftan bu vazife için aslında, çünkü “Arbitrage” filmindeki karakteri Robert Miller’ın aksine Gere sevmesi çok kolay biri. Bir süredir insanlar onu çok seviyor. Yaklaşık otuz yıldır sürüyor bu adamın perdedeki sihri... Birini sevmek derdini anlamakla başlıyor. Richard Gere’i sevmek de Tibet’le, Budizm’le başlıyor artık. Gümüş gri (şimdi bembeyaz) saçlı, yumuşak mizaçlı, kısık gözlü, güzel bakışlı adamın yaşamını, nakdini, vaktini adadığı meseleyi öğrenmekle. Mağdur edilmişlerin yanında olduğunu, durumu düzeltmek için çabaladığını görmekle. Milliyet SANAT Ocak 2013

hall We ndon, “S a r a S n a us ındalar. ere ve S e karşıs r G e d r m a a h k ”da Ric z birlikte “Entrika ikinci ke a r n o s en Dance”d

20


Gere, “Av Partisi”nde gazeteci rolünde (solda); “Pretty Woman”da Julia Roberts’la.

20’li yaşlarında vurulduğu felsefenin onu terk etmediğini, hâlâ Dalai Lama’nın öğrencisi, Tibetlilerin haklarının sözcüsü olduğunu görmekle. Gere, sürekli evrensel bir sorumluluktan bahsediyor. 2007’de “Av Partisi / The Hunting Party”de canlandırdığı Simon Hunt’ı düşünmeden edemiyoruz. Çünkü Hunt, Batı’nın görmezden geldiği bir savaşın, kıyımın, zulmün peşini bırakmayan, itibarsız bir gazeteci. Pilgrim adlı fotoğraf kitabında Gere, okurlarına 25 senelik Budist deneyimini gösteriyor. İnançtan bahsetmişken, son dönem filmlerinden 2005 yapımı “Umut Mevsimi / Bee Season” filminde kızını imla yarışmalarına hazırlayan bir din profesörünü canlandırıyor; kızının kelimelerle kurduğu kabiliyetli, olağanüstü bağdan büyülenen bir adamı... “Bee Season”da oynamayı bu yüzden kabul ediyor Gere ve rolü kabul etme nedenini “Kendini daha büyük bir şeye ait hissetmek istemeyen kimseye rastlamadı(m) hiç,” diye açıklıyor.

JİMNASTİK VE OYUNCULUK Gere, Doris adlı bir ev kadınıyla Homer adlı sigortacı bir adamın ikinci çocuğu... Babasını her zaman kahramanı olarak görüyor. Beş çocuklu bir ailede müziğe kabiliyeti ve ilgisiyle sivriliyor. Jimnastik bursuyla girdiği üniversitede felsefe okuyor, fakat üniversiteyi bitirmeden bırakıyor. Jimnastiği oyunculuğa benzetiyor, ikisinde de performans doğal olmalı, bir numaraya, oyuna benzememeli, yoksa sihir bozulur. Londra’da “Grease” müzikalinin başrolünü kapıyor. Gere için böylece farklı bir hayat başlıyor. Tiyatro kariyeri sürerken dünyayı merak etmeye, gezmeye başlıyor. Nepal’e gidiyor örneğin, Tibetli rahip ve lamalarla konuşuyor. Ünlü yönetmen Terrence Malick’le yolu ilk filmlerinden “Days of Heaven”de kesişiyor. Terrence Malick, Gere’e göre “Çok ilginç biri... Ama her zaman tam olarak ne istediğini bilmiyor.” Hollywood’da turnayı gözünden 1980’de “American Gigolo” ile vuruyor, tanınıyor ve

beğeniliyor artık. Diğer yandan yanında bir doktorla Honduras’a, Nikaragua’ya, El Salvador’a, savaşın, siyasi şiddetin, felaketlerin memleketlerine, mülteci kamplarını gezmeye gidiyor. 2 yıl sonra rol aldığı “Subay ve Centilmen / An Officer and A Gentleman”da gidecek bir yerim, bana ait hiçbir şeyim yok derken yöreden bir kızda aşkı, hava subaylığında kimliğini bulan bir adamı oynuyor ve kariyerinin başarısını pekiştiriyor.

‘SERSEM’ ROMANTİK KOMEDİ Belki en ünlü filmi 1990’da rol aldığı “Özel bir Kadın / Pretty Woman”... Ama o, Avustralya’nın Woman’s Day dergisine verdiği söyleşide, en az sevdiği filminin “Pretty Woman” olduğunu itiraf ediyor: “İnsanlar bana sürekli o filmi soruyorlar oysa ben onu unutalı çok oluyor. Sersem bir romantik komediydi sadece.” Daha da önemlisi filmin oynadığı kibirli, hesapçı, Wall Street adamı Edward Lewis karakterini havalı biriymiş gibi gösterdiğini düşünüyor. Oysa Edward’ın hayata ve aşka bakışında çok yanlışlıklar var Gere’e göre... Neyse ki günümüzde o karakterlere daha şüpheci yaklaşılıyor. Yıllar sonra bir kez daha romantik komedi türüne döndüğünde, “New York’ta Sonbahar / Autumn in New York”da, Gere manasız ilişkilerle ömrünü tüketen orta yaşlı bir adam oldu. Winona Ryder’ın canlandırdığı, ömrü vaktinden erken tükenecek bir genç kıza sevdalandı. Bu da aktörün sevilen filmlerinden birine dönüştü. Özel hayatına gelirsek, ilk evliliğini Cindy Crawford’la yapıyor. Crawford’la evliyken haklarında çıkan dedikodulara dayanamayıp The Times’da bir ilan yayımlıyorlar: “Evliyiz, mutluyuz, beraberiz, ikimiz de heteroseksüeliz,” diye. Birkaç ay sonra ayrılıyorlar. Crawford çocuk istiyor çünkü; oysa Gere bir çocuğun sorumluluğunu üstlenmekten çekiniyor. Seneler onu değiştiriyor, ikinci eşi Carey Lowell’la bir oğulları oluyor. Gere dünyanın en ünlü efsanesindeki adamın ismini veriyor oğluna, babasının ismini de aynı zamanda: Homer.

21

“Arbitrage / Entrika” filmindeki rolüyle Oscar’a aday olabileceği konuşuluyor. Otuz seneyi aşkın kariyerinde, bunca filmiyle bir kez bile Oscar’a aday olmamış gri-gümüşbeyaz saçlı, kısık gözlü Amerikalı Budist adamın belki de ilk Oscar adaylığı sevilesi yapmak için uğraştığı bir karakterle gelecek. Richard Gere içine kapanık ve münzevi bir karakter yansıtıyor sürekli etrafına. Onunla röportaj yapanlar ketumluğundan, Budizm ve Tibet mevzuları dışındaki konulardan bahsetmekteki isteksizliğinden yakınıyor.

OSCAR ADAYLIĞI GELEBİLİR Gere, oyuncu olmanın en güzel yanının birçok hayatı aynı anda yaşama imkanı olduğunu söylüyor. “Entrika / Arbitrage”da herkesin onun için çalıştığına inanan, kimseyi partneri, kimseyi ortağı saymayan, hatalarının sonuçlarından hep sıyrılan, devasa bir yatırım fonu yöneticisini oynuyor. “Shall We Dance”ten sonra bu filmde yeniden Susan Sarandon’la bir çifti canlandırıyorlar. “Susan’la sahip olduğumuz rahatlık her şeyi kolaylaştırıyor,” diyor. “Arbitrage”daki karakteri Robert Miller içinse “Onun çok karanlık bir karakter olduğunu söyleyebiliriz,” diye konuşuyor ve ekliyor: “Veya sahiden çok adi ama yine de sevilesi olduğunu kabul ederiz.” İçindeki karanlığı bilinç dışına da atmıyor Gere, oynadığı karakterlere aktarıyor. Robert Miller karakterinde kendi karanlığının mahsullerini kullanıyor: “Ben de bazen nefret ediyorum. Bazen haset, aç gözlülük, sabırsızlık, kıskançlık duyguları yaşıyorum.” “Arbitrage” filmindeki rolüyle Oscar’a aday olabileceği konuşuluyor. Otuz seneyi aşkın kariyerinde, bunca filmiyle bir kez bile Oscar’a aday olmamış gri-gümüş-beyaz saçlı, kısık gözlü Amerikalı Budist adamın belki de ilk Oscar adaylığı sevilesi yapmak için uğraştığı bir karakterle gelecek. Richard Gere yine bir karakteri, hikayeyi, bir filmi sevdirecek. MS Milliyet SANAT Ocak 2013


SİNEMA Filmin başrolünde yer alan Gael Garcia Bernal, Rene Saavedra’yı canlandırıyor.

Pinochet’yle bir hesabım var! Oscar’ın ‘yabancı dilde en iyi film’ kategorisinin geçen ay açıklanan dokuz filmlik ‘kısa liste’sine giren, 10 Ocak’ta belli olacak ilk beşe de dahil olmasını beklediğimiz, bu ay Türkiye’de de gösterime girecek olan “No” vesilesiyle, Şilili sinemacı Pablo Larrain’in Pinochet rejimiyle hesaplaştığı üçlemesini mercek altına aldık. MURAT ÖZER cinemozer@gmail.com

POLİTİKACI bir anne-babanın oğlu olmasının getirdiği hassasiyeti sinemasına yansıtma konusunda ‘elini korkak alıştırmamış’ bir yönetmen Pablo Larrain. Şili sinemasının bugününü tanımlayan en önemli figür belki de. Ülkesinin çalkantılı geçmişine bakarken sloganlara tutunmak yerine, cümlelerini alabildiğine kişisel hikayelerin içine yerleştirerek dile getiriyor. İki yılda bir film çeken Pablo Larrain’in Milliyet SANAT Ocak 2013

2006 yapımı ilk çalışması “Fuga”yı dışarıda bırakacağız bu yazıda. Meselemiz, bu ay gösterime girecek “No” vesilesiyle, yönetmenin nihayet tamamlanan üçlemesine bir göz atmak zira. 2008’de “Tony Manero”ya başlayan, 2010’da “Morg Görevlisi / Post Mortem”le devam eden, bu yıl da “No”yla bütünlenen bu üçleme, Şili’nin Pinochet’yle hesaplaşmasının ipuçlarını veriyor bizlere. Buna ‘Pinochet üçlemesi’ de demek mümkün. Seçimle başa gelmiş sosyalist başkan Salvador Allende’yi ABD’nin de yardımlarıyla devirip yönetimi ele geçiren ve uzun yıllar sürecek dikta rejimini ülkeye daya-

22

tan General Augusto Pinochet’yle hesaplaşmasının bitmeyeceği bir ülke Şili. 19731988 yılları arasını bu ülke için kabusa çeviren Pinochet, tabii ki sinema aracılığıyla da yerden yere vurulacaktı, vuruluyor da. Pablo Larrain de elindeki aracı en iyi biçimde kullanan sinemacıların başında geliyor kuşkusuz.

ÇARPICI BAŞLANGIÇ Üçlemeye geçersek... 2008 yapımı “Tony Manero”, kişisel hikayelerle yürüyecek üçlemeye çarpıcı bir başlangıç yapıyor. John Travolta’nın “Cumartesi Gecesi Ateşi / Saturday Night Fever”daki karakteri Tony


Larrain, kişisel bir bağlam kazandırmadan politik sinema yapmanın mümkün olmadığını gösterirken, ülkesi özelindeki hassasiyetini yansıtmak konusunda da etkin bir dil kullanıyor. Allende’nin başkanlık dönemini göstermese de, o yıllara saygısını sunuyor bir bakıma, vefa borcunu ödüyor.

Filmin yönetmeni Pablo Larrain.

Manero gibi dans etmeyi saplantı haline getirmiş Raul Peralta’nın, Pinochet’nin Şili’sindeki ‘küçük ama tehlikeli’ hikâyesini izliyoruz bu filmde. Amacına ulaşmak için ‘seri katilleşen’ bir adamın hastalıklı yol haritasını takip ettiğimiz hikâye, 1978 yılında hayat bulurken, arka planda ülkenin baskı politikalarının yarattığı tahribatı da belgeliyor. ‘Başka bir şey’ olmaya çalışan katil kompozisyonu, mükemmelen tarif ediyor Şili’nin o anki durumunu. Pablo Larrain, ülkesinin küçük ölçekte bir yansımasını resmediyor bize; her bir karakterin içine bakarken, aynı zamanda Şili’nin bütüne bakmayı başarıyor. O dönemde dış dünyaya başka bir yüzünü gösteren Şili gibi, Tony Manero’laşmaya çalışan Raul Peralta da kendi içinde bir canavarken, çoğunluğun içinde ‘ezik’ bir profil çiziyor. Pablo Larrain, ülkenin paranoyasını kusursuzca aktarıyor onun kimliğinde. İstediği gibi olmayan bir şeyi değiştirmek için kaba güç kullanmaktan çekinmiyor karakter, bunu normalleştirmesiyse işin en vahim tarafını oluşturuyor. Alfredo Castro’nun karakterin bütün hallerini eksiksiz sergileyen kompozisyon çalışması ise sekip filme isabet edebilecek kurşunları savuşturma konusunda yönetmenin baş yardımcısı konumunda. Aktör, karakterin ‘olamama’ durumunu ustaca aktarıyor, adım adım dibe doğru gidişini ete kemiğe büründürüyor. Raul Peralta’nın Tony Manero olmaya çalışırken Pinochet’leşmeye doğru gidişini onun her hamlesinde görebiliyoruz.

AYNA İŞLEVİ Üçlemenin 2010 yapımı ikinci halkası “Morg Görevlisi”ne geldiğimizdeyse, oyuncu kadrosunun başında gene Alfredo Castro çıkıyor karşımıza. Bu kez 1973’e dönen ve darbe anına gözünü diken Pablo Larrain,

Larrain’in 2008 yılında çaktiği “Tony Manero”da ve 2010’da çektiği “Post Mortem / Morg Görevlisi”nde Alfredo Castro rol aldı (üstte).

karşı komşusuna âşık bir morg görevlisinin dünyasına sokuyor bizleri. Salvador Allende’nin cesedine yapılan otopside de bulunan Mario Cornejo adlı karakterin, tıpkı “Tony Manero”daki Raul Peralta gibi politik herhangi bir görüşü olmadığını öğreniyoruz, ki hikâyenin atardamarını da bu durum oluşturuyor. Fiziksel ya da duygusal reflekslerini sadece karşı komşusu üzerinde sınayabilen karakter, gene ilk filmdeki gibi bir tür ‘ayna’ işlevi üstleniyor. Şili’nin seçilmiş başkanı Allende’nin cansız bedenine, hastaneye gelen sayısız ölü ve yaralıya karşın, çevresinde olup bitenlere tepkisiz kalan, herhangi bir duygu kırıntısı sergilemeyen Mario Cornejo, burada da Pinochet’nin küçük ölçekteki karşılığı gibi duruyor. Kendisini dar bir çerçeveye sıkıştırıp öfkesini aşkına yöneltiyor, onu ‘sonsuz ölüm’e yollamak konusunda tereddüt etmiyor. Pablo Larrain, “Morg Görevlisi”yle üçlemedeki standardını bir adım öteye taşıyor; Salvador Allende’nin otopsi anlarını hikayesine malzeme yaparak, özellikle Şili halkı için hazmı zor bir sonuca ulaşıyor. Pinochet’ye karşı duyduğu nefreti dizginlemek içinse gene baş karakteri kullanıyor, tıpkı “Tony Manero”da olduğu gibi. Politik sinema yapmanın kuralları, Pablo Larrain’in anlatımında taze bir soluk kazanıyor sonuçta; bağırıp çağırmanın aynı etkiyi yaratmayacağını biliyor çünkü.

HESAPLAŞMA DİREKT Üçlemede son noktaya geldiğimizdeyse, “No”yla karşımıza Pinochet döneminin bir başka önemli aşamasını getiriyor

23

Pablo Larrain. Şili’nin Augusto Pinochet cehenneminden kurtuluşunu işaret eden 1988 referandumuyla finale geliyor. Dış baskılar nedeniyle referanduma giden Pinochet karşısında yürütülen kampanyanın ipuçlarına vakıf oluyoruz burada. Rejimin dayanılmaz baskıları eşliğinde hayat bulan bu kampanyanın başarıya ulaşırken geçirdiği aşamaları gene kişisel bir hikayeyle bütünlüyor Pablo Larrain. İlk iki filmin başrolündeki Alfredo Castro gene var kadroda, ama “No”nun ana karakterini uluslararası bir yıldıza veriyor bu kez yönetmen. Gael Garcia Bernal, kampanyayı hedefe doğru yönlendiren Rene Saavedra’yı canlandırıyor filmde. Üçleme boyunca giderek ‘politikleşen’ Pablo Larrain, “No”yla bu anlamda da zirve yapıyor ve Şili’nin Pinochet’yle hesaplaşmasında çok daha direkt mesajlar veriyor. Bu üçlemenin bize öğrettiklerinin başında, politik sinemanın hangi koşullarda başarıya ulaşabileceği geliyor kuşkusuz. Pablo Larrain, kişisel bir bağlam kazandırmadan politik sinema yapmanın mümkün olmadığını gösterirken, ülkesi özelindeki hassasiyetini yansıtmak konusunda da alabildiğine etkin bir dil kullanıyor. Salvador Allende’nin kısacık başkanlık dönemini göstermese de, o yıllara saygısını sunuyor bir bakıma, vefa borcunu ödüyor. Augusto Pinochet rejimine karşı duyduğu öfkeyi ise baş karakterleri aracılığıyla dışa vuruyor. Şili’yi büyük bir hapishaneye çeviren Pinochet rejiminin yaptıklarına ‘halkça’ bir cevap veriyor, bütün baskı rejimlerinin bir gün mutlaka muhatap olacağı cevabı... MS Milliyet SANAT Ocak 2013


SİNEMANIN HAZİNELERİ ATİLLA DORSAY

aldorsay@yahoo.com

“Compulsion”da ‘mükemmel bir cinayet’ten yola çıkılıyor ama film idam cezası tartışmasına yöneliyor. Film, idam cezasının hâlâ tartışıldığı ülkemizde, sinemasal özeliklerinin dışında bu açıdan bile görülmeyi hak ediyor.

Zeka ve cinayetin karanlık ilişkisi

Kariyerinde genellikle şüpheli kişilikler canlandıran Bradford Dillman (ortada), Artie karakterini oynuyor.

KENDİ ADIMA çok ilginç bulup arşivlemeye çalıştığım Amerikan yönetmenlerinden biri, Richard Fleischer (1916 - 2006). 1946’da başladığı yönetmenliğinde “The Narrow Margin / Doruktaki Kadın”, “20.000 Leagues Under the Sea / Denizler Altında 20.000 Fersah”, “The Vikings / Vikingler”, “Barabba”, “Fantastic Voyage / Esrarengiz Yolculuk”, “The Boston Strangler / Boston Canavarı”, “Tora! Tora! Tora!”, “The New Centurions / 42. Hücre”, “Soylent Green /

Milliyet SANAT Ocak 2013

Açlık”, “The Don is Dead / Baba Öldü”, “Mandingo” gibi çok farklı türlerde ilginç filmleri var. Vaktiyle ülkemizde gösterilmeyen (dolayısıyla Türkçe adı “Suç ve Deha”yı benim yakıştırdığım!) “Compulsion”, onun aslında sevdiği ve daha sonra da “Boston Canavarı” veya “10 Rillington Place” filmlerinde de ele aldığı bir temayı işliyor: kriminal ve hasta bir kişiliğin işlediği cinayet veya seri cinayetler... Ama bu filmin bir özelliği, gerçek bir

24

“Compulsion / Suç Ve Deha” Yönetmen: Richard Fleischer Senaryo: Meyer Levin’in romanından Richard Murphy Görüntü: William C. Mellor Müzik: Lionel Newman Oyuncular: Orson Welles, Bradford Dillman, Diane Varsi, E. G.Marshall, Martin Milner, Richard Anderson, ABD, 1959, 103 dakika.

olaya dayanması. 1924 yılında Chicago kentinde üniversite öğrencisi iki genç adam, üstün zekalarına güvenerek kendilerince ‘kusursuz cinayet’ denen suçu işliyor ve genç bir çocuğu öldürüp cesedini saklıyorlar. Ama olay keşfediliyor ve suçlular mahkemeye çıkıyor. Kriminoloji tarihine Leopold ve Loeb olayı diye geçen bu cinayet, büyük yankı yapıyor. Alfred Hitchcock, “Rope / İp” (Türkiye’de “Ölüm Kararı” adıyla gösterildi) adlı ünlü filminde (1948) bu olaydan


esinleniyor. Ama sadece ana fikrinden, olayı tek bir kapalı dekora taşıyarak...

ÜSTÜN-ADAM KAVRAMI Filmde Judd Steiner ve Arthur Straus isimleriyle sunulan ikilinin beyni, Straus. Asıl kendine güveneni, zekanın en büyük erdem olup her şeyi yapabileceğine inananı o... İyilik ve kötülük çelişkisi, onda güçlü ve zayıf olma çelişkisiyle yer değiştiriyor. Judd Steiner ise zayıf olanı. Arthur’un müthiş etkisinde kalmış, ona adeta boyun eğmiş... Aralarında eşcinsel bir ilişki gölgesi de var: çevrelerindeki kızlara -hem de bir Amerikan üniversitesinin geniş hoşgörüsü içindeki kızlar- hiç o gözle bakmıyorlar!.. Judd, ağabeyinin ‘kızlarla çık, basket maçına git’ gibi sağlıklı yaşam öğütlerine karşın, sadece kuşlarla ve Artie’yle ilişki kurabiliyor. Elbette okulda bir sahnede gösterilen ve yine ABD üniversitelerinin bilimsel düzeyini gösteren çok ciddi bir tartışmanın da yol göstermesiyle; hocaları tarih boyunca kanun yapmış kişileri anıyor - Hamurabi’den Musa’ya... Ve de Nietzsche’nin izinden giderek, üstün-adam kavramını tartışmaya açıyor. Filmin başlarında bir partiden dönen ikili, yoldaki bir sarhoşa çarpıyorlar. Daha doğrusu Arthur’un emriyle bunu şaşkın ve sarhoş Judd yapıyor. Adam doğruluyor, bu kez Arthur yine çarpıp yok etme buyruğunu yineliyor -en kararlı biçimde... Ama adam kılpayı kurtuluyor. Bu bize ikilinin artık kontrolden çıktığını ve eninde sonunda o cinayeti işleyeceklerini haberliyor. Sonra film o cinayet sonrasına atlıyor. Yönetmen bize iki kafadarın bir çocuğu vurup sonra suda boğarak öldürmesini göstermemeyi yeğliyor. Her şey olup bitmiştir. Ama önce suç yerinde unutulan bir gözlük, sonra ikilinin şüphe çekici tavırları, polisi asıl katillere yöneltecektir.

POLİSİYE DEĞİL, HUKUK FİLMİ “Compulsion”, aslında bir cinayet, bir polisiye veya bir kara-filmden çok, bir hukuk filmi olmayı seçiyor. Hitchcock, on çok uzun çekimden oluşan ünlü filminde, cinayeti en başta bize izletip sonra katillerin yakalanma serüvenini anlatır; biçimin müthiş destek verdiği bir gerilimi kurarak... Burada ise film asıl anlamını ancak 68. dakikada, işin içine ikiliyi savunan ünlü, alkolik ve ateist avukat Jonathan Wilk girdikten sonra buluyor. Asıl davada o savunmayı ünlü avukat Clarence Darrow yapmıştı. Burada adı değişmiş, ama kişilik temelde sanırım ayni kalmış.

Nereden bulunab il

Böylece büyük oyuncu Orson Welles, hayli Filmin İn rötarla hikayeye gil DVD’si a izce altyazılı dalıyor: tam 68. mazon.co m’da bulunuyo dakikada!.. r. Ama ondan sonra tüm filme egemen oluyor. İdam cezasının tüm haşmetiyle sürdüğü bir organize suçlar ve gangsterler Amerika’sında, kamuoyunun kesinlikle ölümlerini istediği iki genci elektrikli sandalyeden kurtarmak, artık onun tek amacıdır. Bunun için, nedense hepsi erkeklerden oluşan jüriyi aradan çıkarıyor: Bir hukuk çalımıyla, müvekkillerini suçlu ilan ederek!.. Sonra da ünlü savunmasını yapıyor. Aslında iki gün sürmüş, filmdeyse yarım saate sığdırılan...

ir?

Orson Welles, Jonathan Wilk rolünde.

TUTUCULUĞA KARŞI BİLİM Sinema, Clarence Darrow’u bir yıl sonra bir kez daha gösterecektir: Amerikan tarihinin Darwin-karşıtı ünlü ‘maymun davası’nı anlatan Stanley Kramer filmi “Inherit the Wind / Rüzgarın Mirası”nda... Tutuculara karşı bilimi savunan Darrow’u Spencer Tracy oynamıştı. “Compulsion”da Welles’in performansı cüssesi boyutundadır: Gösterişli, ama yine de kontrollü, sesini her iki anlamda da yükseltmeyen, ama unutulmayacak bir idam-karşıtı bildiri sunarak... “Bu çocukları asmak, mahkemenin kamuoyu önünde eğilmesi anlamına gelecektir!” diyor. “Cezaların caydırıcı olduğu ve öldürmenin suçları azalttığı kuramı iflas etmiştir,” diyor. “Kötülüğe karşı savaşmak, kötülük yaparak, nefret ve zulümle değil, ancak iyilik, sevgi ve anlayışla olur,” diyor. Ve ekliyor: “Merhamet en insancıl erdemdir”. Ayrıca Tanrı-tanımaz şöhretine rağmen, bir yerde onu yadsımak yerine şüphe belirtiyor. Hepsi hukuk tarihine geçmiş deyişler ve bir diğer büyük Welles oyunculuğu... Filmde caz çağı Chicago’su çok iyi beliriyor: çılgın kulüpleri, charleston dansı, caz müziği ve de sınıfsal uçurumlarıyla... Artie’nin bir aralar polise sözümona yardım etmeyi üstlenip memurları saray ve müze arası evlerine davet etmesi, her zaman ve her yerde olageldiği gibi, devleti ve bürokrasiyi parayla satın alma düşüncesinin bir yansıması. “Savaşta dokuz milyon insan öldü. Chicago’lu bir veledin ölümünün ne önemi var?” diyebilen bir zihniyet onunkisi. Oysa Judd çok daha insancıl, çok daha erdemli. Tek ilişki kurabildiği kız olan okul

25

Film, asıl anlamını ancak 68. dakikada, işin içine ikiliyi savunan ünlü, alkolik ve ateist avukat Jonathan Wilk girdikten sonra buluyor. Böylece büyük oyuncu Orson Welles, hayli rötarla hikayeye dalıyor ve bundan sonra tüm filme egemen oluyor. arkadaşı Ruth’a tam yüreğini açıp itirafta bulunacakken, Artie’nin menfur etkisi ağır basıyor ve onu şiddete itiyor. Aralarındaki gerçekte varolan eşcinsel ilişki, “Rope”un tersine burada sanki buzlanıyor!.. Ancak sonradan da çokluk şüpheli kişilikler oynayacak olan, mesleğinin başındaki Bradford Dillman’ın Artie’si ve çocuk oyunculuktan gelen masum yüzlü Dean Stockwell’in Judd’ı mükemmel. Savcıda deneyimli E. G. Marshall ve Ruth’da bebek yüzlü Diane Varsi de öyle. Kimi eleştirmenler, filmin katil ikilinin eşcinselliğini ve yahudiliğini vurgulamak yerine sınıfsal konumlarını esas almasını övüyorlar. Sonuç olarak bu film, idam cezasının hâlâ tartışıldığı günümüzde ve de ülkemizde, sinemasal özeliklerinin dışında bu açıdan bile görülmeyi hak ediyor. MS

Milliyet SANAT Ocak 2013


SİNEMA

“Kuyu”dan çıkan kısacık bir kariyer Metin Erksan’ın Türk sinema tarihine geçen filmi “Kuyu” ile 18 yaşında ünlenen Nil Göncü, bir yıl sonra trajik bir ölümle hayata veda eder. AGAH ÖZGÜÇ milsanat@milliyet.com.tr

Metin Erksan, Nil Göncü ve yapımcı Necip Sarıcı Adana Film Festivali’nde (soldan sağa) .

Nil Göncü’nün ödül aldıktan sonra çektirdiği fotoğraf (solda)...

‘KADINA yönelik şiddet sineması’nın en tipik filmlerinden biri “Kuyu”. Metin Erksan’ın da önemli, sıra dışı filmlerinden. Ve de çok olaylı bir çalışma. Olaysız bir filmi yok ki Erksan’ın... Başı hep derttedir. Ya sansür belası ya da başka şeyler... Yıl 1968. Afyon’a bağlı Dinar Kasabası’nda çekimine başlanır “Kuyu”nun. Yörenin saygın kişilerinden Dinarlı şair Nedret Gürcan, mekan kullanımında yardımcısıdır Erksan’ın. Dile kolay, üç buçuk ay sürer filmin Dinar’daki çekimleri. Ama yine de bitmiş sayılmaz. Ekip gergindir. Önce, filmin görüntü yönetmenliğini üstlenen Metin Erksan’ın yeğeni Mengü Yeğin, kaçarcasına seti terk eder. Yerine Ali Uğur getirildiğinde, bu kez de Erksan’la yaptığı bir tartışma sonucu, oyunculardan Demir Karahan kaçar. Filmin yapımcısı Necip Sarıcı zor durumdadır. Şaşkındır ama filme para bağladığından, öyle ya da böyle, ne pahasına olursa ol-

Nil Göncü, Adana Film Festivali Başkanı Şenel Türker’den ödülünü alıyor.

Milliyet SANAT Ocak 2013

26


sun filmi bitirmek zorundadır. Görüldüğü gibi, buraya kadar olanlar, çekim öyküsünün ikinci yarısını oluşturur. Elbette bu öykünün bir de başı vardır. Başa dönersek yine de ortalık günlük güneşlik değildir. O gün ünlü yönetmen Metin Erksan, Tophane’ye inen İtalyan Yokuşu’ndaki evinin teras katında oldukça huzursuzdur. Yerinde duramaz, bir ortaya, bir buraya... Sorun nedir? Erksan, bu proje için önce Türkan Şoray - Yılmaz Güney ikilisini düşünmüştü. Ne var ki, Güney’in askerlik durumu, Şoray’ın da o tarihlerde başka bir filmin çekiminde olması nedeniyle proje gerçekleşemiyordu. Güney’in yerine Hayati Hamzaoğlu sağlanmıştı. Ama “Kuyu”nun Fatma’sını kim oynayacaktı?

SÜRPRİZİN ADI NİL GÖNCÜ Beyoğlu’nda ünlü bir gece kulübündeyiz. Kulüp Reşat, ya da Kulüp 12 olmalı. Bir yaş günü kutlanıyor. Pasta kesilirken, flaşlar patlıyor birbiri ardına. Foto muhabiri arkadaşım Fazıl Durukan, yaş günü kutlanan kızı tanıştırıyor: Adı Nil Göncü. Sıcağı sıcağına ertesi gün, soluğu Metin Erksan’ın evinde alıyoruz. 18 yaşındaki Nil Göncü ile. Erksan’ın yüzü gülüyor, boynuma sarılacak... Göncü, rüyada gibi heyecanlı ve ürkek. Bir süre sonra “Kuyu”nun çekimlerine başlanıyor. Nil Göncü başrolde, Fatma karakterini canlandırıyor. Metin Erksan gibi bir büyük ustanın denetiminde. Şansa bakın, nereden nereye? Kulüp 12’den Yeşilçam’a. Nişantaşı L.C.C. Mankenlik Okulu Tiyatro Bölümü’nde bir süre okuyan ve üç erkek kardeşi olan Göncü, Yozgatlı bir ailenin kızı. Okurken, bale dersleri de almış. Bale çalışmaları sırasında düşüp bir damarı çatlayan Göncü’yü üzen, karnı üzerinde kalan ameliyat izleriydi. Estetik bir operasyonla, o izlerden kurtulmak söz konusu değildi o günlerde. Oysa daha önemlisi, daha acısı, onu asıl düşündüren, nasıl olmuşsa bir süre önce bir fotoğrafçıya verdiği açık saçık pozlardı. Bu fotoğraflar, skandal peşinde koşan paparazzi basının eline geçtiğinde, kim bilir şöhret olduktan sonra nasıl harcanacaktı. Hele ki, sinemada şöhret olduktan sonra, kimse gözünün yaşına bakmaz. Sibel Kekilli olayında olduğu gibi. “Duvara Karşı” adlı filmle uluslararası üne kavuşup, ödüller alan Kekilli’nin küçük yaşlarda çektiği Alman yapımı pornolar, bir bir ortaya çıkarılmıştı. Acımasızca, haince ve organize bir yöntemle,

Nil Göncü, “Kuyu”daki Fatma rolünde.

tüm ülkelere dağıtımı yapılarak. Oysa Kekilli, geldiği yeri öylesine aşmıştı ki... “Kişilerin geldikleri yerler değil, geleceği yer önemlidir,” der Batılı bir sinemacı. Nil Göncü’nün şöhret olduktan sonra zarar görmemesi için, o fotoğrafların izini sürüp, kimseyi uyandırmadan, sessiz ve derinden giderek toplamayı başarabilmiştim. Sahaflardan ve müzayedelerden...

ZOR GÜNLER Çok çeşitli olaylarla çekimi aylarca süren “Kuyu” filminde zor günler yaşayan, bu projeye varını yoğunu harcayan yapımcı Necip Sarıcı mıydı yalnızca... Bir Metin Erksan filminde oyuncu olmak da zordur. Nil Göncü’nün önceki yıllarda geçirdiği ameliyat sonucu, ağır ve yorucu işlerden kaçınması gerekirken, “Kuyu”da tuzlu göllerde, bataklıklarda, dağlarda taşlarda sürüklenerek, “Allah’ın belası film bir türlü bitmiyor,” diyerek, zorlu bir oyun sergilediği asla yadsınamazdı. Kaldı ki, Göncü bu konuda bir ‘profesyonel’ değil, bir ‘amatör oyuncu’ydu. Ve Metin Erksan, 27 Eylül 1968 tarihli, Dinar damgalı mektubunda diyordu ki, “Nil Göncü’yü senin aracılığınla buldum. Yani sen bu filmin temeline taş koydun. Yeryüzünün en güzel filmlerinden biri olacak ‘Kuyu’...” Erksan’ın deyişiyle ‘yeryüzü’nün olup olmadığı tartışılsa da, Türk sinema tarihinin en önemli bir ayrıksı filmlerinden biriydi “Kuyu”. 1969’da kurulan 1. Adana Altın Koza Film Festivali’nde Kemal Tahir başkanlığında en iyi film seçildi. Filmin Adana’dan toplam 6 ödülü vardı. En İyi Yönetmen Metin Erksan, En İyi Yardımcı Oyuncu dalında Hayati Hamzaoğlu ve Aliye Rona da ödül aldılar. Filmin resmi dört ödüllü değerlendirmesi dışında 2 özel ödül daha eklenmişti.

27

Nil Göncü’nün önceki yıllarda geçirdiği ameliyat sonucu, yorucu işlerden kaçınması gerekirken, “Kuyu”da tuzlu göllerde, bataklıklarda, taşlarda sürüklenerek, “Allah’ın belası film bir türlü bitmiyor,” diyerek, zorlu bir oyun sergilediği asla yadsınamazdı. Biri En İyi Stüdyo Ödülü’ydü. Ve diğeri de Adana yöresinin ünlü zenginlerinden işadamı Ahmet Sapmaz’ın ısrarlarıyla gerçekleşmişti. Güney Sanayi Özel Ödülü’ydü bu. Güney Sanayi kuruluşunun büyük patronu Ahmet Sapmaz, Adana Sinematek Kulübü ve Türk Film Arşivi’yle birlikte festivalin kuruluşunda da söz sahibiydi. Laf aramızda, ünlü sanayici, Göncü’ye de biraz vurgundu.

BU NASIL BİR YAZGIDIR Kİ... “Kuyu” filminin başarısından sonra şansı açılan Göncü, İzzet Günay’la birlikte “Garibanlar Mahallesi”nde başrolü paylaşır. Ardından “Kanlı Sevda”da Tugay Toksöz’le. 1969, şanslı yılıydı gerçekten Göncü’nün. Artık tek başına ayakları üzerinde durmak zorundadır. Baba evinden ayrılıp, Nişantaşı Kodaman Sokak’ta güzel bir daire kiralayıp dayar, döşer. Mutlu ve özgürdür. Murat Soydan’la “Devlerin Öcü” adlı filmde oynarken, gece yarısı birden sancılanır. Filmin bir sahnesinde yine göle girmiştir. Çekimler İstanbul dışında olduğundan Edremit Devlet Hastanesi’ne yatırılır. İstanbul Şişli Çocuk Hastanesi’nde ise ameliyata alınır. Annesi Hicret Göncü, kızının başucunda beklemektedir. “Şayet ölürsem, son gecemi evimde geçirmek istiyorum. Cenazemi hastanede bırakmayın,” der Göncü. 19 yaşındaki Nil Göncü’nün son sözleridir bu ne yazık ki. Vasiyeti yerine getirilir. Çığlık çığlığa bir Kodaman Sokağı. Teninin sıcaklığını yitirmiş soğuk yatağı, sonsuz yolculuğunun ‘musalla taşı’ gibidir. Yarım kalan son iki filmi, “Devlerin Öcü” ve “Sarı Çizmeli” dublör kullanılarak bitirilir. Vakitsiz, mevsimsiz ve acele ölüme yatmak nasıl bir yazgıdır ki... MS Milliyet SANAT Ocak 2013


SİNEMA

Karanlık bir ABD resmi Yeni Zelandalı yönetmen Andrew Dominik’in “Kibarca Öldürmek”i, suç dolu bir erkek dünyası resmederken, “Jack Reacher”ın en büyük kozu başroldeki Tom Cruise.

“Kibarca Öldürmek”te profesyonel suçlu (Brad Pitt) ve amatör suçlu (Scott McNairy) bir arada...

ABD Şirketi zora düştüğünde! ALİ ULVİ UYANIK ali.ulvi.uyanik@gmail.com

“KİBARCA ÖLDÜRMEK” / Killing Them Softly” bittiğinde her seyircinin aklında kiralık katil Jackie Cogan’ın şu sözleri kalacak: “ABD herkesin kardeş olduğu bir toplum değildir. ABD bir şirkettir! “ Yazar, avukat, Profesör George V.Higgins’in (1939-99) suç romanlarından, 1974’te yayımlanan “Cogan’s Trade” , basit sayılabilecek bir şemada ilerlerken bir gangster hikayesinin altında yatan yozlaşmanın, kapitalizmin işleyişiyle bağlantılı olduğunu anlatıyor. Bir ekonomik bunalımın ortasında, yasadışı yapılanmalardaki alt kaMilliyet SANAT Ocak 2013

demelerden birileri ya da ayakçılar, patrondan çalmaya kalkıştıklarında, cezaları ‘cehenneme bir bilet’ olarak kesiliyor. Kapitalist düzende, olmayan değerleri kağıtlara yükleyip sonra iflas edenlerin başarısızlıklarına ortak olması istenen alt-orta sınıftan vatandaşların evleri ellerinden alınıyor... Kısır döngüde, şu hayatta ‘yırtmaya’ çalışan acemi soyguncuların kaderleri de benzer biçimde kötü etkileniyor. Suçları, suçluları, kaybedenleri, emekçileri, suçtan beslenen hizmet sektörü ve bitmez tükenmez iştahlarına gem vuramayan ‘her tür’ patronuyla, evet, ABD koca bir şirket!

BİÇİLMİŞ KAFTAN Yeni Zelandalı yönetmen Andrew Dominik, önceki iki filmi, her ikisi de uyarlama olan, “Kasap / Chopper” ve “Korkak Robert

28

“Kibarca Öldürm ek / Killing T hem So ft ly” Yönetm en - Sen a r y o: Andrew Dominik . Roman: George V.Higgin s. Oyun cular: Brad Pit t, Scoot McNairy , Ray Lio tta, Richard Jenkins , J a mes Gandolf ini. Görü ntü: Greig Fr aser.

Ford’un Jesse James Suikasti / The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford” ile de, her sözcüğün / diyaloğun hakkını vererek, suç - suçlu kavramlarının özel yapılarını incelemişti. Kitap, Dominik için ‘biçilmiş kaftan’ ; çünkü yönetim zaafları sergileyen patronların uzağında sadece aşağıdaki kurbanların küçük dünyalarına, ahlak anlayışlarına, bedbahtlıklarına eğiliyor, fiziksel ve ruhsal çöküş anlarına tanıklık ettiriyor... Soğukkanlı ve kibarca öldürmeyi tercih eden Jackie (Brad Pitt) türünde katillerin, yani bunalım dönemlerinde işleri açılan ara hizmet elemanlarının inandığı pragmatizm felsefesinin, asıl gerçek olduğuna dikkat çekiyor. Hikâye basit: Entrikacı tip Johnny (Vincent Curatola), hapisten yeni çıkmış Frankie (Scoot McNairy) ile Frankie’nin içeride


50 milyon dolar maliyeti olan “Jack Reacher”da doğaldır ki, bulmacanın çözüm zevki, yer yer aksiyonun dozajını arttırmasıyla kesintiye uğruyor. Aksiyonda kısa planların hızlı kurgulanması yöntemi tercih edilmemiş. Filmde Tom Cruise’un yanı sıra avukat rolünde Rosamund Pike’ı izliyoruz.

tanıştığı güvenilmez keş Russell’a (Ben Mendelsohn) bir kumar evinin soygun işini veriyor. İş gerçekleşiyor; şüpheler de, daha önceki bir soygunda güvenilmez damgası yemiş, mekanı işleten Markie (Ray Liotta) üzerinde toplanıyor. Patronlar, soyguna karışanları ‘halletmesi’ için kiralık katil Jackie’yi tutuyor. Jackie de, paraya ihtiyacı olan alkolik ve bunalımlı meslektaşı Mickey’i (James Gandolfini) temizleme işine yardımcı olması için New York’tan getirtiyor. Ancak... Filmde diyaloğu olan tek kadının bir fahişe (Linara Washington) olması tesadüf değil. Söz konusu olan erkekler dünyası; kadınlar ise sadece her tür sert seksi uygulaması gereken fahişeler ya da kızgın eşler! Raconu erkekler kesiyor; kızgın görünümlerinin altında kırılgan kalplerini açan da, kurbanlar da erkekler. Suç ekonomisini yaratan ve zaten dünyayı da berbat eden, yine erkekler! “Kibarca Öldürmek” bir erkek filmi! Ve Dominik, Quentin Tarantino’nun “Ucuz Roman / Pulp Fiction”da adım adım takip ettiği ‘gangster emekçileri’ izlerini, ona benzer bir stilde, iç dünyalarına eğilerek sürüyor. Mesela, geveze Russell’ın bu suç dünyasında istediği şey basit aslında: Uyuşturucu alıp satacağı parayı bulmak. Saf Frankie için ise bir araba, bir kadın... Filme, Amerikan Rüyası saçmalığının uzağındaki ayak takımının zavallılığı üzerine bir öykü de denilebilir. Cinayet sahnelerindeki şiddet koreografisinde ve kullandığı parçalarda da filmin tonunu belirleyen acıyı ve kopkoyu mizahı vurgulayan Dominik, ağırlıklı olarak yakın planla çalıştığı oyuncuların her birinden yüksek performans elde etmiş. Ayrı ayrı değinmemize gerek yok, her biri müthiş!

Karizmatik Cruise eşittir gizemli Reacher KİMDİR Jack Reacher? Eski ABD ordusu ki entrikanın Jack tarafından adım adım çöaskeri polisi. Emekli. Maaşını dolaylı bir zülmesinin merak ve heyecanına seyirciyi yoldan çekiyor. Yerleşik değil; asla ve asla ortak etmek için ideal bir seçim olmuş. Bilhiç bir yerde, hiç bir şekilde, hiç bir nedenle meyenlerle, ana karakter Jack’in eksiksizce izini bırakmıyor. Yani modern dünyanın hiç tanıştırılması da sağlanmış tabii. Filmi baştan sona ve adeta yanına yol bir aracını, gerecini kullanmıyor. Örneğin arkadaşı olarak seyirciyi alıp sürükleyen havayoluyla seyahat etmiyor... Tanıştığı kişilere kendini tanıtırken genellikle beyzbol Tom Cruise etkileyici. Esrarengiz Jack oyuncularından adlar seçiyor. Babası, anne- Reacher karakterinde, bireylerin her hasi ve erkek kardeşi ölmüş; doğaldır ki evli de- reketini kontrol eden bir ülkede kendinden son derece emin şekilde özgürce ‘kayğil ve çocuğu yok! bolmanın’ gücünü sindirİngiliz yazar Lee Child miş. Onun değişip gelişme (asıl adı Jim Grant) , 1997 “Jack Reacher” gibi bir derdi yok. O orduyılından başlayarak, yaratYönetmen-Senaryo: da geçirdiği yıllardan sontığı bu kurgu karaktere ait Christopher McQuarrie. ra, insanları çoğunlukla 17 kitap yayımladı. Peki, Kitap: Lee Child. mutsuz kılan sistemden Jack ne yapmaktadır? GöOyuncular: Tom Cruise, soyutlanıp, bir tür ‘dışarırünen, tespit edilen ve kayıt Rosamund Pike, Richard dan’ müdahaleyle adalet altına alınan olayların alJenkins, David sağlıyor. Zaten bu olaya tındaki asıl gerçeğe ulaşmaOyelowo, Werner da, açık alanda beş sivili ya çalışıp, kendi yöntemleHerzog. Görüntü: Caleb tüfek atışıyla öldürdükten rini kullanmaktan sakınDeschanel. Müzik: Joe sonra ‘kolayca’ yakalanan mayarak adaletin tecellisiKraemer. ve eski bir keskin nişancı ni sağlamaktadır. Bunun olan zanlının, onun adını için de, analitik yeteneği savermesiyle dâhil oluyor. yesinde ayrıntıları farklı deBildiğimiz dedektiflik hikayeleriyle ğerlendirmekte... Çoğu kez, hukuk insanlarının giremeyeceği tehlikeli bölgelerde, fi- benzerlikler içerse de, hukuk sisteminde ziksel becerileri (sıkı dövüşçü, refleksleri gerçeğe ulaşıp adaleti sağlamanın nasıl zor mükemmel) sayesinde değerli bilgilere ula- olduğunu iliklerimize kadar hissettirmesi anlamında çok ürkütücü, hatta ülkemizşabilmektedir. deki feci örnekleri düşündüğümüzde de JACK’LE TANIŞIYORUZ moral bozucu. 50 milyon dolar maliyeti olan filmde Bundan önce sadece tek film (“Silahların Gölgesinde / The Way of the Gun”) yö- doğaldır ki, bulmacanın çözüm zevki, yer neten ve asıl, Oscar kazanmasına vesile olan yer aksiyonun dozajını arttırmasıyla ke“Olağan Şüpheliler / The Usual Suspects” sintiye uğruyor. Ancak belirtelim ki, döbaşta olmak üzere senaryolarıyla tanıdığı- vüşlerle, silahlarla ve araba takipleriyle mız Christopher McQuarrie, bu kitap dizi- kurulmuş aksiyonda, kısa planların hızlı sinin tam ortasındaki 9 numaralı “One kurgulanması yöntemi tercih edilmemiş. Shot”u sinema uyarlaması için gözüne kes- Daha çok, eski, mesela ‘70’li yılların filmtirmiş. Nitekim faili yakalanıp tüm delille- lerindeki ‘gerçekçi sertlik’ benimsenmiş. riyle çözülmüş görünen bir vakanın altında- Seyredilmesi keyifli. MS

29

Milliyet SANAT Ocak 2013


SİNEMA

Bu ay çok korkacağız! Cem Yılmaz’ın stand-up şovu “CM101MMXI Fundamentals”ı bir yana bırakırsak, gerilim ve korku türleri vizyona ağırlığını koyuyor.

Müge Boz ve Volkan Keskin “Karaoğlan”da.

SİNAN YUSUFOĞLU sinan.yusufoglu@gmail.com

“Hükümet Kadın”ın başrollerinde Ercan Kesal ve Demet Akbağ var.

YENİ YILIN ilk ayında komedi, gerilim ve korku ağırlıklı bir vizyon takvimi bizleri bekliyor. Gerilmeden önce ise Cem Yılmaz mizahı ile bu yıla giriyoruz. 2010 yılında yaptığı ve aynı ismi taşıyan “CM101MMXI Fundamentals” isimli stand-up gösterilerin derlemesinden oluşan film, Cem Yılmaz’ın komedyenlik yönünü birebir ortaya koyuyor. Sahnelerin yanı sıra perdede de ciddi bir takipçi kitlesi olan Cem Yılmaz’ın bu ‘iddialı’ gösterisi seyirci rekoru kırabilecek cinsten. Ayın ilk korku filmi, bir devam filmi olan “Koleksiyoncu 2 / The Collection”. Serinin ilk filminde olduğu gibi yönetmen koltuğunMilliyet SANAT Ocak 2013

da yine Marcus Dunstan var. Maskeli seri katil hikayesiyle devam eden seri film; bu bölümde Elena isimli genç bir kadını korku gerilim hikayesinin merkezine alıyor. Filmin oyuncu kadrosunda ise Josh Stewart, Emma Fitzpatrick ve Christopher McDonald’ın da aralarında olduğu isimler var. “Telefon Kulübesi” ve “23 Numara” gibi gerilim filmlerinden tanıdığımız Joel Schumacher’in bu ay vizyona girecek yeni filmi “Yakın Tehdit / Trespass” zengin bir aileyi merkezine alan gerilim yüklü hikayesiyle dikkat çekiyor. Miller ailesinin refah ve huzur dolu yaşamları evlerine aniden basan bir grup maskeli adam tarafın-

30

dan alt üst edilir. Bu maskeli adamların istekleri sadece para kasasındakilerle sınırlı olmayınca hikaye farklı noktalara uzanır. İki Oscarlı oyuncu Nicholas Cage ve Nicole Kidman’ı bir araya getiren “Yakın Tehdit” gerilim severlerin kaçırmaması gereken bir film.

OYUNCU KADROSU Bu ayın bir diğer suç gerilim filmi yine oyuncu kadrosuyla dikkatleri çekiyor. Russell Crowe, Mark Wahlberg ve Catherine Zeta-Jones’un başrollerini paylaştığı “Broken City”, eski bir polis memuru ve özel dedektif olan Billy Tag-


OCAK

Nicholas Cage ve Nicole Kidman “Yakın Tehdit”te.

Mark Walhberg “Broken City”de (solda). “Koleksiyoncu 2”de Randall Archer (üstte solda) ve Josh Stewart birlikte.

gart’in New York şehrinin belediye başkanı Nicholas Hostetle tarafından kendisine gittikçe yabancılaşan karısı Emily Barlow’u takip etmesi için görevlendirilmesi ve ardından gelişen olayları merkezine alıyor. “Tanrının Kitabı”nda imzası bulunan Allen Hughes filmin yönetmen koltuğunda. Yılın ilk ayı yerli filmler açısından da oldukça bereketli. Kudret Sabancı’nın Karaoğlan çizgi romanından uyarladığı “Karaoğlan” filmi seyirciyi 1230’lu yılların Anadolu’suna götürüyor. Filmin oyuncu kadrosunda Volkan Keskin, Hakan Karahan, Özlem Yılmaz, Müge Boz ve Hasan Yalnızoğlu’nun da aralarında olduğu isimler bulunuyor.

KOMEDİYE DEVAM Türkiye’nin komedyenleri bu ay vizyonda sırasıyla yerlerini alıyor. Cem Yılmaz ve Şahan Gökbakar’ın ardından Şafak Sezer de “G.D.O Karakedi” filmiyle sinema salonlarına uğruyor. İstanbul’un eski semtlerinden olan Balat’ta yaşayan ve kendi yağlarıyla kavrulan üç kardeşin hikayesinin anlatıldığı filmin yönetmeni Murat Aslan; taksicilikle hayatını kazanan

Gürkan, pilavcılık yapan Orhan ve Duran’ın aksiyon ve komedi dolu hikayesini perdeye taşıyor. Herkes gibi yaşam mücadelelerini sürdürürken, sıradan dertlerini de çözmeye çalışan bu üç kardeşin hayatı bir gün başlarına gelen bir kazanın yol açtığı, cinayet, mafya, kız kaçırma üçgeniyle allak bullak olur. “Ay Lav Yu” filmiyle yönetmenliğe geçiş yapan oyuncu Sermiyan Midyat’ın ikinci filmi “Hükümet Kadın”, Demet Akbağ, Ercan Kesal, Bülent Çolak ve Cezmi Baskın’ın da aralarında olduğu usta oyuncuları bir araya getiriyor. Midyat’ın yazıp yönettiği komedi filmi Güneydoğu’da yaşayan ve görev yapan ilk kadın belediye başkanının, sekiz çocuklu Xate’nin hikayesini beyaz perdeye aktarıyor. Ayın animasyon kontenjanında Peter Ramsey’in “Beşli Efsane” filmi var. Pitch (Öcü) adıyla tanınan kötü bir ruh dünyaya hakim olmak için harekete geçince, Noel Baba, Diş Perisi, Uyku Perisi, Paskalya Tavşanı ve Jack Froust gibi ölümsüz bekçiler de ona karşı güçlerini birleştirme kararı alırlar. Şimdi dünyadaki tüm çocukların umutları, inançları ve hayalleri onlara bağlıdır. MS

31

3 OCAK PERŞEMBE “CM101MMXI Fundamentals” Yön.: Murat Dündar Oyn.: Cem Yılmaz 4 OCAK CUMA “Koleksiyoncu 2” Yön.: Marcus Dunstan Oyn.: Josh Stewart, Christopher McDonald “Umut Işığım” Yön.: David O. Russell Oyn.: Robert de Niro, Bradley Cooper 11 OCAK CUMA “Düşler Diyarı” Yön.: Benh Zeithlin Oyn.: Quvenzhane Wallis, Dwight Henry “Karaoğlan” Yön.: Kudret Sabancı Oyn.: Volkan Keskin, Müge Boz “Entrika” Yön.: Nicholas Jarecki Oyn.: Susan Sarandon, Richard Gere “Efsane Beşli” Yön.: Peter Ramsey Oyn.: Chris Pine, Isla Fisher 18 OCAK CUMA “Mama” Yön.: Andres Muschietti Oyn.: Jessica Chastain, Nikolaj Coster-Waldau “Celal ile Ceren” Yön.: Togan Gökbakar Oyn.: Şahan Gökbakar, Ezgi Mola “Broken City” Yön: Allen Hughes Oyn.: Russell Crowe, Mark Walhberg, Catherine Zeta Jones 25 OCAK CUMA “No” Yön.: Pablo Larrain Oyn.: Gael Garcia Bernal, Alfredo Castro “G.D.O Karakedi” Yön.: Murat Aslan Oyn.: Şafak Sezer, Serkan Şengül “Texas Chainsaw 3D” Yön.: Alexandra Daddario, Scott Eastwood “Zürafa” Yön: R. Bezançon, J.Christophe Lie Oyn.: Max Renaudin, Simon Abkarian “Hükümet Kadın” Yön.: Sermiyan Midyat Oyn.: Demet Akbağ, Ercan Kesal “Parker” Yön.: Taylor Hackford Oyn.: J. Statham, Jennifer Lopez

Milliyet SANAT Ocak 2013


DVD gurel.selin@gmail.com

“En Kongelig Affare / Yasak Aşk”

BAĞIMSIZ SULARDA

BU FİLME DİKKAT !

SELİN GÜREL

Yabancı Dilde En İyi Film kategorisinin aday listesindeki 9 filmden biri olan “Yasak Aşk”, yılın en sevilen Avrupa filmlerinden biri oldu. Ailesinin zorunlulukları gereği dengesiz bir ruh hali olan, hiç tanımadığı bir kralla evlendirilen Caroline Mathilde’in kocasının doktoruyla yaşadığı büyük aşka odaklanan film, performansları ve hikayesiyle tipik dönem filmlerinin bir adım önüne çıkmayı başarıyor.

“The Virgin Suicides / Masumiyetin İntiharı” (1999)

Yönetmen: Sofia Coppola Oyuncular: Kirsten Dunst, Josh Hartnett, James Woods Öykü: ‘70’lerde geçen hikaye, birbirinden güzel beş kız kardeşe tutkun olan bir grup yeniyetmenin tanık oldukları trajediye odaklanıyor. İçlerinden biri intihara teşebbüs ettiği için eskisinden de çok baskı altında tutulan kız kardeşler, hem onlara hem de dünyaya unutulmaz bir ders veriyor. Çarpıcı yönü: “Masumiyetin İntiharı” Sofia Coppola’nın unutulmazlarından biri. Yıllar sonra bile tekinsizliğinden bir şey kaybetmemiş bir banliyö cehennemi filmi.

“The Bourne Legacy / Bourne’un Mirası” (2012)

2

Yönetmen: Tony Gilroy Oyuncular: Jeremy Renner, Rachel Weisz, Edward Norton Öykü: Jason Bourne’un deşifre ettiği, kendisi gibi özel ajanları içeren liste medyanın eline geçince, yetkililer bütün ajanları yok etmeye karar verir. Bu ajanlardan biri olan Aaron Cross, sağ kalmayı başarır. Çarpıcı yönü: “Bourne” filmleri, Jason Bourne’un hikayesini noktalayıp yeni bir kahramanın izlerini takip etmeye başladı. Jeremy Renner’ın canlandırdığı Aaron Cross, olgunlaşmak için zamana ihtiyacı olan bir karakter. Milliyet SANAT Ocak 2013

32

Fernando Meirelles’in modası geçmekte olan kesişen yollar filmlerine bir yenisini eklediğini düşünüyorsanız, yanılmıyorsunuzk. Meirelles’in, bütün kadrosunu, parlak Hollywood oyuncularıyla doldurmak yerine, popülerliklerine bakmaksızın değişik ülkelerden oyuncuları bir araya getirmesi önemli bir tercih. Filmdeki yeni yüzlerden biri olan Çek Lucia Siposova’nın, “360” sayesinde uluslararası arenada kendini gösteren genç oyuncuların başında geldiğini söyleyebiliriz.

10

Ayın en gözde 1

“360”

DVD’si

3

“Les Lyonnais / Bir Mafya Hikayesi” (2011)

Yönetmen: Olivier Marchal Oyuncular: Gerard Lanvin, Tcheky Karyo, Daniel Duval Öykü: Serserilik yaptıkları günlerden beri arkadaş olan Momon ve Serge, yaşları ilerledikçe hayatın farklı köşelerine çekilmiştir. ‘70’lerin en ünlü suç çetesinin üyeleriyken, yakalandıktan sonra Momon çareyi emekli olmakta bulur. Serge ise aynı hızla başını belaya sokmaya devam eder. Çarpıcı yönü: Gangster türünün formülünü olduğu gibi uygulayan film, yeni bir şey yapmasa da gangster filmlerinden hoşlananlar için Hollywood dışından gelen iyi bir alternatif.

4

“Game Change” (2012)

Yönetmen: Jay Roach Oyuncular: Julianne Moore, Ed Harris, Woody Harrelson Öykü: Sarah Palin’in neden Başkan Yardımcısı adayı olarak seçildiği sorusunu ortaya atarak başlayan film, 2008’de Barack Obama’nın zaferiyle sonuçlanan Başkanlık seçimlerine dönüyor ve Palin’in seçim öncesi performansını sorguluyor. Çarpıcı yönü: Başkan adayı John McCain ve yol arkadaşı Sarah Palin’e dair Cumhuriyetçiler’in yaşadığı büyük hayal kırıklığı henüz unutulmamışken, olanları bir de “Game Change”ten izleyin. Jay Roach’un TV için çektiği bu çok özel filmde, Julianne Moore’un çizdiği Sarah Palin portresi çok konuşuldu.


X YENİ BO

SETLER

ARŞİV GÜZE Lİ

“Alfredo, Alfredo / Çapkın Damat” (1972) “İtalyan Usulü Boşanma”nın yönetmeni Pietro Germi’nin son filmi “Çapkın Damat” yine bir evlilik / boşanma komedisi denemesi. Germi’nin filmlerinde içten pazarlıklı, şeytani kadınlar yaratma geleneği, “Çapkın Damat”ta da değişmiyor. Ama işin içinde yine Germi’ye özgü bir mizah olduğunu da unutmamak gerek.

5

“The Dark Knight” Trilogy / “Kara Şövalye” Üçleme

“Brave / Cesur” (2012)

8

9

“Citizen Gangster” (2011)

Yönetmen: Nathan Morlando Oyuncular: Scott Speedman, Kelly Reilly, Kevin Durand Öykü: II. Dünya Savaşı’ndan döndükten sonra ailesini geçirdirmenin bir yolunu bulamayan Edwin Boyd, banka soymaya başlar. Zamanla bir medya kahramanı haline gelir. Çarpıcı yönü: Boyd’un gerçek yaşam öyküsüne odaklanan film, Boyd’un aile babası olduğu yıllardan başlıyor ve yavaş yavaş tür değiştiriyor.

“Eva” (2011)

Yönetmen: Kike Maillo Oyuncular: Daniel Brühl, Marta Etura, Claudia Vega Öykü: İnsanların robotlarla bir arada yaşadığı 2041’de mühendis ¡lex, aldığı gizli görevin gerektirdiği gibi bir çocuk robot yaratmak üzere büyüdüğü kasabaya döner. Ancak kaderin bir cilvesi sonucu, projesi için ilham alacağı küçük Eva, hayatının aşkı Lana ile kardeşi David’in kızı çıkar. Çarpıcı yönü: “Eva” finale sürpriz saklıyor. Ancak sonucun gelecekte geçen bir drama daha yakın olduğunu ekleyelim.

“Premium Rush / Acil Teslimat” (2012)

Yönetmen: David Koepp Oyuncular: Joseph Gordon-Levitt, Michael Shannon, Dania Ramirez Öykü: Manhattan’da kendisine teslim edilen zarfı acil olarak alıcısına ulaştırmaya çalışan bir bisikletli kurye, zarfın içindekiler yüzünden peşine takılan dedektifi ve adamlarını hayatı pahasına atlatmaya çalışır. Çarpıcı yönü: “Acil Teslimat” çekildiği günlerden itibaren merak uyandıran bir proje.

“Pazarları Hiç Sevmem” (2011)

Yönetmen: Rezzan Tanyeli Oyuncular: Melisa Sözen, Edhem Dirvana, Ezgi Mola, Umut Kurt Öykü: Oğuz ile Deniz, birbirlerini pek tanımasalar da bir aradayken bir cenaze bir de düğün atlatırlar. Oğuz yeni bir kadını hayatına sokmak için pek hevesli değildir. Çarpıcı yönü: Bir ilk film olan “Pazarları Hiç Sevmem” Türk sinemasında yeniden popülerleşen yol filmlerinin, acı / tatlı bir örneği.

7

İflah olmaz hayranların mutlaka edinmesi gereken müthiş bir set raflarda. Altı DVD’den oluşan bu toplama, bonus disklerin yanı sıra serinin yapım aşamasını anlatan bir kitap da dahil.

Alfred Hitchcock The Masterpiece Collection Blu-Ray

Yönetmen: Mark Andrews, Brenda Chapman, Steve Purcell Seslendirenler: Kelly Macdonald, Billy Connolly, Emma Thompson Öykü: İskoç prenses Merida özgür ruhlu bir genç kadındır. Annesi, evlenme çağına gelen ve krallığın selameti için müttefikle evlenmek zorunda olan kızını dizginlemekte zorlanmaktadır. Çarpıcı yönü: Pixar’dan çıkan “Cesur”u ergenlik çağında bir genç kızın annesi ile çatışması olarak görürseniz, hikaye zamansız bir evrensellik kazanıyor.

6

KOLEKSİYONERLER İÇİN

10

“The Campaign / Kampanya” (2012)

Yönetmen: Jay Roach Oyuncular: Will Ferrell, Zach Galifianakis, Jason Sudeikis Öykü: Kongre üyesi Cam Brady, kendinden emin bir şekilde koltuğa beşinci kez adaylığını koymuştur. Ancak ortaya çıkan bir seks skandalı itibarını zedeler. Çarpıcı yönü: Will Ferrell ve Zack Galifianakis’in komedi yeteneğini arkasına alan “Kampanya / The Campaign” Amerika’nın seçim yılına uygun düşen politik satirin tadını çıkarıyor.

33

Milliyet SANAT Ocak 2013


Şahan Gökbakar, üç yıldan sonra yeni bir filmle dönüyor sinema salonlarına. Bu kez yeni bir “Recep İvedik” macerasıyla değil, Ezgi Mola ile başrolleri paylaştığı “Celal ile Ceren” adlı bir romantik komediyle.

asu.maro@milliyet.com.tr

AYIN SÖYLEŞİSİ

“Sadece güldürmeyi amaçlıyorum, çok net”

ASU MARO

NE YALAN SÖYLEYEYİM biraz da ‘sıkıştırmak’ gibi bir amacım vardı Şahan Gökbakar ile konuşmaya giderken. Ben de birçokları gibi yeteneğini “Recep İvedik” ile ‘harcadığını’ düşünüyordum. Gelgelelim, ne yapmak istediği konusunda bu kadar net, kendisiyle, işiyle bu kadar barışık bir insanı ‘sıkıştırmak’ diye bir şey söz konusu olmuyor. O kendi yapmak istediği, kendi güldüğü, eğlendiği filmler yapıyor, milyonlarca insan da bunu izliyor, seviyor. Bu durumda bana da “Neden yapıyorsun ki bunu?” diye sorgulamak değil, Şahan Gökbakar’ı dinleyip neyi neden yaptığını anlamak düştü... Dediğim gibi, zaten o bu konuda gayet net. “Celal ile Ceren”in yönetmen koltuğunda gene kardeşi Togan Gökbakar var. Bu kez yapımcılığa da soyunmuşlar, Levent’te bir zamanlar Gönül Yazar’ın olan evi almışlar, Çamaşırhane diye bir şirket kurmuşlar. Hem kendi filmlerini, hem sevdikleri başka projeleri çekmek için. Amaç, ilerleyen yaşlarda dizilerde oynamak zorunda kalmamak... ● Son “Recep İvedik”in üstünden üç yıl kadar

geçti... Neler yaptınız? Özellikle üç film üst üste çekip hem karakter, hem seyirci, hem ben yorulmuşken o seriden, birazcık onu bir kenarda bırakıp başka şeyler yapmak istedim. Ayrıca da Faruk Aksoy’la hem gönül birlikteliğim, abi kardeş ilişkim var ama onun dışında da bir sözleşmemiz vardı üç film için. Onu bitirdikten sonra kendi şirketimi kurup artık kendi yapmak istediğim filmleri bu şirketten çıkarma kararı aldım. Artık işin yapımcılık bölümüyle de ilgileneceğim. Bunu da geçkin 50’lerim için düşünüyorum. Dizilerde oynamak zorunda kalmayayım diye. O yüzden böyle bir serüven başladı. Onun dışında da gerçekten çok Milliyet SANAT Ocak 2013

34

Şahan Gökbakar ve Ezgi Mola “Celal ile Ceren”de başrolleri paylaşıyor.


FOTOĞRAFLAR: HÜSEYİN ÖZDEMİR

“Sırf Nuri Bilge değil, Cannes kazanmış başka filmleri izlerken de sıkılırım. Film beni bir yerlere sürüklesin, beni ağlatsın, beni güldürsün gibi çok basit istekleri olan bir seyirciyim ben.” hızlı gelişen ve birçok şeyin ardı ardına dizildiği bir üç sene geçirmiştim, o yüzden biraz yavaşlamak ve sakinlemek istedim açıkçası. O tempo bana göre değil. Ben öyle çok popülarite ve onun beraberinde getirdiği yüz tane konu başlığını organize edecek yapıda değilmişim meğer, onu fark ettim. Çok güzellikleriyle beraber çok da zorluk getirdi hayatıma. Birazcık daha yavaşlamak istedim. Şimdi yeni yeni tekrar kafamdaki şey-

leri yapmayı planlıyorum. ● Ama şöhretinizi kaybetmiş değilsiniz, daha sakin bir hayat olabildi mi bu durumda? Yaratmak bizim elimizde o sakinliği. Sürekli film çek, onun PR’ıyla uğraş, otur öbürünün senaryosunu yaz gibi bir süreç beni yoruyordu. Bir de benim üzerime de insanların çok fazla geldiği anlar oldu. Özellikle yaptığım filmin ve karakterin benim gerçek

35

hayatım ve gerçek karakterim olduğunu zannedip ve bununla ilgili beni sürekli yargılayıp, rahatsız etmeye çalışıp, böyle bir süreç oluştu kendiliğinden. O da beni biraz yordu, dolayısıyla böyle bir zaman vermek güzel oldu. Gezdim, tatil yaptım, kafamı boşalttım, böyle bir senaryo geldi içimden, onu yazdım. ● Bu filmin konusu kız arkadaşlarınızla konuşurken doğmuş. Milliyet SANAT Ocak 2013


AYIN SÖYLEŞİSİ

Nasıl oldu bu? Çocukluktan beri görüştüğüm bir kız grubu var, artık kardeşten de yakın olduğum. Benim yanımda her şeyi konuşurlar. En son, bir tanesinin çok yakın bir arkadaşının sevgilisiyle ilgili bir derdi olmuş. Çocuğu gömdüler benim olduğum ortamda. O an ‘canım’ dediğim o tatlı kızların birer canavara dönüştüğünü görünce bunun iyi bir fikir olabileceğini düşündüm. Özellikle kadınların izlerken “Oh, daha da beter olsun, her şey de bunun başına gelsin inşallah,” diyeceği bir serüven yazmak istedim. ● Sizin de başınıza benzer şeyler gelmiştir herhalde.. Yani geldi tabii... Bunun kadar komik şeyler üst üste gelmedi ama birçok şey geldi. Her insanın başına gelir. Bu filmi izleyen insanlar zaten “Abi ben de aynısını yapmıştım” gibi tepkiler verecek. Onu amaçlıyordum zaten. ● Kız bedduası aldınız mı çok? Almışımdır kesin. ● “Herkesin bir Ceren’i vardır” gibi bir cümlesi var filmin. Kast ettiğiniz nedir tam olarak? Filmin içinde bir buçuk dakikalık bir tirad var. Oradan anlatmaya çalışayım. Bir puzzle düşünelim. Onun hepsini yaptığımızı düşünelim, fakat son parçamızın kayıp olduğunu düşünelim. Her şey var, son parça yok ve puzzle bitmiyor. O parça, şans eseri sona bıraktığın bir parça da olsa, senin puzzle’ının en değerli parçası aslında. O parçayı koyduğun zaman bütünlük oluşuyor. Bence de herkesin hayatında puzzle’ının en değerli parçası olan bir kadın vardır. Bazıları şanslıdır, onunla beraber hayatını sürdürebiliyordur. Bazıları hata yapmıştır onu kaybetmiştir, o yüzden her zaman o puzzle biraz eksik olacaktır. Böyle düşünceler silsilesinden çıkıp “Herkesin bir Ceren’i vardır” dedim. Aslında herkesin birçok sevgisi ve aşkı olabilir ama bunların arasından “Şu kız, o beni çok daha farklı sevmişti diğerlerinden,” dediğin, belki de bunu ilerleyen yıllarda yapacağın biri vardır senin için. ● Tarif ederken “O beni farklı sevmişti” dediniz, sizin sevginiz değil, onun sevgisi üzerinden... Kıymeti bilinememiş olduğu için mi? Aynen. Bir de insan çok çabuk alışıyor her şeye. Bulunduğu ortama, ayrılıklara, yeni birini sevmeye... Ne kadar “Çok zorlanırım ben başka birini severken” dese de hemen seviyor millet birbirini. Farklı oluyor hepsinin duygusu. Ben mesela 20’li yaşlarda yaşadığım aşkla 30’lu yaşlardaki hissin pek birbirini tutmadığını gördüm. Galiba ilk zamanlarda yaşanan ve çok heyecanlı geMilliyet SANAT Ocak 2013

“Uykum geliyor kitap okurken. Kitabın bana söyleyeceği şeyleri tahmin edip sonunu açıp bakasım geliyor, durduramıyorum kendimi. Kitabı rezil ediyorum yani, beceremiyorum kitap okuma işini.” çen, bilmediğin bir okyanusta yüzmek gibi gelen o duygu çok daha değerliymiş. Biraz daha büyüdükçe mantık giriyor devreye. Korkular, kabullenmeler, yetinmeler giriyor. ● Çok eğlenmişsiniz kamera arkası görüntülerinden anlaşıldığı kadarıyla... Ben senaryo yazarken hep oyunculara ışık tutabilecek ve kendi kafamda uydurduğum diyalogları yazıyorum. Ama sahnenin genel akışını anladıktan sonra herkes istediği cümleyi kullanabilir. Ezgi Mola buna çok yatkın bir insan. İnanılmaz bir doğaçlama yeteneği ve zekası var. Oyunculuk tarzı olarak da son derece doğal, gerçek tepkiler vererek oynayan, rol yapmayan biri. Ve çok komik. Dolayısıyla biz kamera arkasında görüldüğü gibi bazen 20 kere tekrar aldığımız, genelde Ezgi’nin kendini tutamayıp gülmeleriyle sonuçlanan sahneler çektik, çok da eğlendik. Benim uzun süredir sette güldüğüm ilki işti, Ben “Recep İvedik” çekerken gülmem çünkü. ● O niye? Orada çok rolün içinde olduğum için herkes gülüyor, ben rolden çıkıp gülemiyorum. Ciddiyimdir Recep’leri çekerken. Bu sette çok eğlendim, oyunculuk tekniği olarak da farklıydı benim için. Çok karikatür bir tipleme Recep ve onun çok matematik tepkileri var, nidaları var, gülüşü bile çok matematik. Bu daha fazla oyun alanı bıraktı bana, o yüzden iyi oldu. ● Kamera arkası görüntülerinde sürekli tokat yiyorsunuz. Kaç tokat yediniz çekimlerde? O gün çok zordu ya... Herhalde bir 100 150 tokat yemişimdir sırf o gün. Bir de iki üç tanesi o arkadaşların laflarını unutup tokat atıyorlar, yanlış yerde tokat atıyorlar, olmadı bir daha, olmadı bir daha diye bir kişiden üç tane yiyeceğim varsa on beş tane yedim. Biraz moralim de bozulmuştu o gün. ● Filmin yapımcılığını da üstlenmek neleri değiştirdi sizin için? Daha kontrollü bir set oldu benim için. Hem işe yatırılan para ve onun karşılığında beklediğim şeyleri çok net organize edebildim ve ekibim edebildi. Zaten iş set kısmına geldiği zaman ben tamamen oyunculukla ve işin kreatif bölümüyle ilgilendiğim için, benim gene çocukluktan arkadaşım, Emrah Çoban şirketimizin genel müdürü oldu ve bütün bu yapımcılık işlerini benim üzerimden aldı film sırasında. Aynı zamanda filmin

36

çözüm ortağı şeklinde Böcek Yapım’la çalıştık. Onlar da zaten çok iyi biliyorlar bu işi, dolayısıyla çok güzel bir set oldu. Herkesin insani koşullarda çalıştığı, yemek için ara verebildiği, uyuma saatlerinin çok düzenli olduğu, oyuncuların rahatının gözetildiği bir set oldu. Görüntü ve sanat yönetiminde de çok önemli isimlerle tanıştık. Gökhan Tiryaki, Turkcell setinde tanıştık onunla ve acayip eğleniyoruz beraber. Togan’la çok iyi anlaşırlar. Tural Polat da çok önemli bir sanat yönetmeni, sağolsun çok güzel şeyler yaptı. İlk yapımcılık işimizin 10 üzerinden 9 diyebileceğim bir notu oldu benim için. ● Gökhan Tiryaki’nin aynı zamanda Nuri Bilge Ceylan’ın filmlerinin de görüntü yönetmeni olması epey konu oldu. Recep İvedik karakterinin bir filmde Nuri Bilge filmlerinden sıkıldığını söylemesi nedeniyle. Ben görmedim, siz çıkıp bir yerde kendi adınıza da “Nuri Bilge Ceylan’dan sıkılıyorum,” dediniz mi? Dedim evet. Tamamen izleyici olarak fikrimi söyledim. Zaten Nuri Bilge’yle de aramda hiçbir zaman negatif bir şey oluşmadı, insanların yaratmaya çalıştığı gibi. Hatta biz o sahneyi filme koymadan önce Nuri’ye yollayıp izlettirdik. “Çok güldüm, koyabilirsiniz tabii,” dedi, izinler aldık. Ve gayet de dostane, seviyeli bir sohbetimiz, muhabbetimiz var. Ben sadece seyirci olarak sırf Nuri değil, Cannes kazanmış başka filmleri izlerken de sıkılırım. Benim film anlayışım daha eğlenceli, daha hareketli, beni bir yerlere sürüklesin, beni ağlatsın; beni güldürsün gibi çok basit istekleri olan bir seyirciyim ben. Dolayısıyla bana birazcık fazla geliyor sürekli bir anlam aramak baktığım bir şeyden. “Burada geniş açıda beş dakika duruyor, demek ki yalnızlığı sembolize ediyor,” gibi şeyler benim için biraz zor. Ondan zevk alan da vardır, ona da saygı duyarım. Ama ben seyirci olarak sıkılıyorum, yavaş buluyorum. ● İzliyor musunuz peki? İzledim, bir iki filmini izledim. En son bu filmini izleyemedim, izleyeceğim onu merak ediyorum. Bir sahnesini çok beğendim, yemek yedikleri ve elektriğin gittiği sahne. Devamını izleyeceğim. Ben Nuri’yi seviyorum ve kişisel olarak Türkiye’den böyle bir değerin çıkmasına ve Fransa’da herkesin önünü iliklemesine ancak gururla bakabilirim. Mükemmel bir şey benim için.


“Cem Yılmaz’la rakip değiliz” ● Cem Yılmaz’la son durumunuz nedir? Hiçbir zaman bir durumumuz olmadı. Pozitif veya negatif bir durumum olan biri değil. ● Sürekli küstüler barıştılar diye haberleriniz çıkıyor... Bu iyi bir medyasal trick oldu. Filmlerde de vardır ya, Batman varsa Joker de olacak ki onların bir hikayesi olsun. Öyle bir şey yaratılmaya çalışılıyor. Ben hiçbir zaman dediğim gibi, kişisel olarak kendisini takdir etmekten başka bir duygu beslemedim ona. Başarılı olsun çok isterim, keza Ata da öyle olsun, ben de olayım isterim. Çünkü ortada bir pasta var ve biz bunu birbirimizden çalarak bölüşmüyoruz. Hepimizin kitlesi zaten ortak. Benim filmime giden insanlar onun filmine de gidiyor. Aynı anda filmimiz girse de ikisine de gider insanlar. Ben bu filmin gününe karar verdiğim zaman zaten belliydi Cem’in 4 Ocak’ta gireceği. Ama yine öyle bir geyik çıktı, “Rakipler kozlarını paylaşacak,” filan, öyle bir durum yok. Herkes mutlu hayatından, ben kendi adıma çok mutluyum. Kimseye bir şey danışmadan istediğim her şeyi yapabilecek lükse ulaştım, üretkenlik anlamında.

Gökbakar’ın yeni filmi 18 Ocak’ta vizyonda.

Hayatımda yakalamak isteyeceğim bir başarı, o yüzden çok saygı duyuyorum ve kendimden de çok yukarı bir yere koyuyorum. Ama dediğim gibi sırf seyirci olarak görüşümü söylemem gerekirse, yavaş buluyorum. ● Peki benzeri bir şeyi bir meslektaşınız size söylediğinde kızmıyor musunuz? Hiç kızmıyorum. Ben insanların gerçek-

ten kendi hissettiklerini söyledikleri hiçbir duruma kızmıyorum. İkili ilişkilerde de öyle. Birisi gelip bana “Abi ben seni sevmiyorum çünkü sen çok fazla dalga geçiyorsun, gururumu incitiyorsun,” derse ben “Doğru diyorsun ya, kusura bakma,” derim. Herkes bana istediği şeyi söyleyebilir, kendi görüşü olduğu sürece. Fakat böyle bir gömlek giymek adına veya “Ben çok kültürlüyüm as-

37

lında, bakın ne kadar da entelektüelim,” demek adına kendine de yalan söylediği cümleleri insanlar yazarsa ve beni de aslında olmadığım ama olmadığımı da kanıtlama çabasına da hiçbir zaman girmeyeceğim bir karaktere büründürmeye çalışırsa onları ciddiye almam ben. Benim filmlerimle ilgili de söylenmedik şey bırakılmadı, ama dediğim gibi ben sadece insanların kişisel düşüncelerine önem veriyorum, dürüst olanlarına, pozitif veya negatif beni ilgilendirmez, herkes istediğini söyleyebilir. Ama hakaret, saygısızlık, ticari açıdan zarar verme çabası, itibarsızlaştırma çabası, aşağılama çabası, hem de kendi yaptığım işle falan, bunlar önemsemediğim, ciddiye almadığım şeyler. ● Bu kadar fenomen olacağını tahmin etmiş miydiniz “Recep İvedik”i yaparken? Hiç tahmin etmedik. Dediğim gibi ben izlerken de, yaparken de çok basit şeylerden zevk alıyorum. Beni güldürsün, beni ağlatsın, beni etkilesin, beni korkutsun gibi çok temel duygular üzerinden hareket ediyorum. Kendi yaptığım işlerde de sadece gülelim, eğlenceli iki saat geçirelim diye yola çıMilliyet SANAT Ocak 2013


AYIN SÖYLEŞİSİ

karak yazdığım ve daha önce televizyonda skeç olarak yaptığım bir karakter... Televizyonlar artık beni “Sen yeterince komik değilsin, seni insanlar sevmiyorlar, bak kaçıncı oldun,” gibi şeylerle yargılayınca ben ‘Tamam ben televizyon yapmayayım madem beni insanlar sevmiyor, o zaman benim en sevilen işim neymiş bugüne kadar?” diye açtım youtube’u, Şahan Gökbakar yazdım, Recep İvedik çıktı. Dört milyon, beş milyon izlenmiş. O zaman Recep İvedik’in filmini çekelim dedim ve onu yazdık, yapımcılara götürdük, hiç kimse istemedi. Bir ara “Acaba şu ana kadarki bütün birikimimi bu filme mi yatırsam?’ gibi düşüncelere de geldim. Sonuç olarak Faruk Aksoy “Ben bu işi yapacağım,” dedi, sözleşme imzaladık ve başladık. “700 binin üzerine çıkarsa ikincisini çekeriz,” diye konuşuyorduk. Bu hesaba göre bir para yatırıldı bu filme. Hani insanlar diyor ya “Bu kadar ucuz bir bütçeli bir işle bilmem ne yaptılar”. Beklenen bir şey değildi zaten, ortalama bir gişe yapması beklenerek para yatırıldı ilk filme. Ama biz 700 bin beklerken ilk üç gün 800 binle açıldı film. Öteki hafta iki buçuk milyonduk, sonra üç buçuk oldu, Allah Allah dört oldu. İkinci film tabii biraz daha para yatırılan bir film oldu, üçüncü birazcık daha, böyle bir süreç. ● Bu arada gişeyle beraber eleştiriler de arttı... Böyle büyük işler, büyük derken yankısı büyük, aslında çok ufak bir iş. Konuları çok basit, birer cümleyle anlatabileceğiniz, amacı sadece insanları güldürmek olan işlerdi. Ama yankısı büyük oldu, bir sosyal terim haline geldi, köşe yazarları makalelerinde kullanmaya başladılar. Ve ortalık tabii karıştı. Çok seveni olduğu gibi çok nefret edenleri de oldu. Ama hiçbir şey üç filmin totalde 13 milyon seyirciye ulaşmasına, Avrupa’da James Bond’u filan geçmesine engel olamadı. “Quantum of Sollace”ı geçti “Recep İvedik” Avrupa’da Türkler sayesinde. Şimdilik Recep İvedik kenarda bekliyor. O eleştiriler de azaldı, insanlar baktılar ki bir şey değişmiyor. ● Yazdıklarını ciddiye aldığınız eleştirmen hiç mi yok? Yok. Hatta bence eleştirmenler filmi beğendi mi kötü oluyor. Bence eleştirmenlerin de birazcık daha bu Fransız sinemasına bakar tarzlarını değiştirip Türk sinemasına bakar hale geçmeleri lazım. Öyle bir hava yaratılıyordu ki o zamanlar, biz böyle Jean Pierre Jeunet’lerin, Godard’ların havalarda uçuştuğu bir sinema kültüründen geliyoruz da, bir tane zibidi de çıkmış Recep İvedik yapmış, bak terbiyesize, öyle bir hava. HalMilliyet SANAT Ocak 2013

buki bizim bugüne kadar kullandığımız komedi filmlerine bakarsak Kemal Sunal’lar, Şener Şen’ler, Metin Akpınar’lar, Zeki Alasya”lar, Nejat Uygur’lar, bu insanların hepsi aslında halk mizahı yapıyorlardı. Belli bir süreden sonra bunu ilk ben yaptım tekrar. O yüzden ben bu kadar negatif tepkiyi anlamamıştım. ● İnsanların ilk zamanlar sizden başka bir beklentisi vardı, “Bu çocuk bizi yanılttı,” diye düşünüyorlar. Neden böyle? O şeyden kaynaklandı, TV8’de yaptığım program biraz eleştirel bir programdı. Benim televizyona bakıp “Böyle saçmalık mı olur” dediğim ve onun benim kafamdaki yansımasını yaptığım programlar. Evlilik programları, gündüz kuşağı programları, saçma sapan, hiçbir şeyin anlaşılmadığı tartışma programları gibi. Ve ben bunların mizahını yapıyordum. Bunu insanlar çok zekice buluyordu ve beni böyle fenomen haline getirdiler, özellikle genç kuşak. O kırılma benim atv gibi bir kanala transfer olmamla başladı. atv’de benim programımdan önce gündüz kadın programı var. E bu ne perhiz ne lahana turşusu demeye başladı insanlar. O zaman da ekşisözlük’e çok bakıyordum. Mesela on ikinci sayfaya kadar mükemmel, on ikinci sayfada atv’ye transfer olmuşum, sonrası rezalet. Bıçakla kesilir gibi. Ben her ikisini de önemsemiyorum. Sadece hem içimin hem ruhumun hem cebimin hem hayatımın bana sunduklarını değerlendirmeye çalışıyorum. Bunu yaparken de yeteneklerimi kullanıp güldüğüm ve güldürmekten keyif aldığım ürünler sunuyorum insanlara. ● Eleştirel yanınızı tamamen bir kenara mı attınız? Yok, atmadım. O konseptte işler yaparsam tekrar o tarz eleştiriler getirebilirim. Aslında işi çok süsleyip “Esasen Recep İvedik çok büyük bir toplumsal eleştiri” filan da diyebilirim. “Burada gösterdiğimiz şeyler, aslında gülüyoruz ağlanacak halimize” gibi şeyler de söyleyebilirdim o dönem. Ama ben dürüst olmayı tercih ediyorum. Sinema filmlerinde iki saat bir yere bakıp toplu halde gülecekleri ve “Ne kadar güldük, çok komikti” diyecekleri şeyler yapmak istiyorum. ● Mizahın muhalif olması gerektiğini düşünmüyorsunuz o zaman?

38

Düşünmüyorum. ● Yakın zamanda Emrah Serbes de

Salih Memecan’ın yaptığı karikatür üzerine dedi ya “Mizah muhaliftir” diye... Buna katılmıyorsunuz... Evet birazcık öyle bir gelenek varmış ve herkes bu geleneğe uymalıymış gibi bir yaklaşım. Ben herkesin istediği serbestlikte istediği şeyi yapması taraftarıyım. Tabii tırnak içinde istediği serbestlikte, o da yaşadığı toplumun koşulları, insanların refleksleri, toplumsal refleksler doğrultusunda, çünkü buraya bir ürün yapıyorsunuz. Aslında bunların hepsi ürün. Karikatür de bir ürün, mizah dergisi de, sinema filmi de. Bunu alan bir kitle var, para verip. Ve satın alan kitle ne kadar büyürse hem sektör o kadar büyüyecek, hem yapılan işler, hem de bu işe konulan paralar. Dört beş tane adam sinemaya üç milyon üzeri insan çekiyorsa, bu adamlar güzel bir şey yapıyor demektir Türk sineması için. Ben de bunlardan biri olarak yaptığım şeyleri beğenen ve satın

1980 doğumlu Gökbakar, Bilkent Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi’nden mezun.


alan insanlara onları mutlu edecek ürünler yapıyorum, o kadar. Çok karmaşık değil yani, çok net. ● Altın Portakal’ın bu nedenle size plaket vermesi gerektiğini söylemişsiniz... Onu şu anlamda söyledim: Kimse de şunu deme cesaretini göstermedi ta ki Hülya Avşar’a kadar: Ya bu çocuk bu yaptığı filmlerle Kültür Bakanlığı’na 15 milyonun üzerinde para aktarmış, bu insanlar da bu paraları alıp film çekmişler. Bu kadar insanı sinema salonuna çekmiş, ellinin üzerinde sinema salonunun kapanmasını engellemiş, sinemacıların ‘Senin filmin gelse de tekrar bilançoları kurtarsak,’ dediği işler yapmış. Cem de böyle, Ata da böyle. En azından aklı selim bir grubun “Valla teşekkür ediyoruz çocuklar,” demesi lazım bence. Ben derdim. Onun yerine bir de görmezden gelip sanki ben çok istiyormuşum da bir festivale filmimi göndermeyi gibi, “Gönderse de almayız zaten,” gibi açıklamalar... Şimdi Hülya Avşar, çok da severim, başkan oldu, öyle bir beklentim olsa Hülya’yla bunu konuşurdum ama mantık olarak bence böyle olmalıydı diye söylemiştim. Yoksa plaket mlaket ihtiyacım yok. Evde çok fazla var plaket, üniversiteler verdi zamanında üç dört sene üst üste. ● Komedi olmayan bir iş yapmak gibi bir niyetiniz var mı? Oynamıştım okul zamanında. Bilkent’te tiyatro okurken Çehov’un “Vanya Dayı” diye dramatik bir oyununu oynamıştık, ben orada Astrov karakterini oynamıştım. Fena da olmadığımı söylerler, iyi bir notla mezun oldum. İsterim tabii ki, bu filmin içinde de dramatik bir yer var, isterim böyle bir şey denemek ama şu anda öncelikler listemde değil. İnsanlar benden güldürmemi beklerken bunu anons edip, “Şimdi de dram yapacağım,” deyip yapabilirim.

“Eleştirmenlerin bu Fransız sinemasına bakar tarzlarını değiştirip Türk sinemasına bakar hale geçmeleri lazım. Öyle bir hava yaratılıyordu ki, biz Godard’ların havalarda uçuştuğu bir sinema kültüründen geliyoruz da, bir tane zibidi de çıkmış Recep İvedik yapmış, bak terbiyesize.” ● Tiyatro peki? “Bir Shakespeare oynasam” gibi bir hayaliniz yok mu? Yok. Çok o işi sevemedim. Tiyatro sahnesini sevdim de onun o stresi filan zor iş, lafımı mı unutacağım, acaba başıma bir iş gelirse nasıl toparlayacağım falan, çok zor. Her gün canlı izleyicinin karşısına çıkmak, bir yazılı ve ezberlediğin metinle oynamak zorunda olmak. Ben daha böyle serbest atayım istiyorum. Zaten Çehov oynarken de adamın yazdığı gibi söylemiyordum. Yapamıyorum yani. ● Yönetmen kimdi? ● Zurab (Sikharulidze) hocamız. Ama ben söyledim, ‘”Hocam ben bu adamın yazdığı gibi söylemesem?” diye. “Çehov’dan bahsediyoruz, bir zahmet söyle,” derdi. Ezber yapmayı sevmezdim, hep böyle genel sahnelere bakıp orada onu söylüyorum, burada bunu söylüyorum diye oynamak isterdim. ● Okulu bitirmeniz zor olmadı mı? Yok güzel bitirdim. İnsanlar beni “Bundan hiçbir şey olmaz,” diye bir kenara ayırdılar birinci sınıfın sonunda. Gerçekten de birinci sınıf, tamamen olmayan kapıyı açtım, sürahiden bardağa su koydum içtim, ağaç gördüm, şaşırdım diye geçiyor. Konuşma yok. Çok sıkıcı, bunalıyor insan. İşte “Varoluşumuzu simgeleyelim,” falan gibi şeyler, bana gelmiyor öyle şeyler. Tabii ben dalga geçmeye başlayınca işin ciddiyetiyle, bunu da gerçekten çok iyi beceririm, sevmediğim şeyle dalga geçmeyi, dediler ki “Bu çocuktan olmayacak”. Sonra ikinci sınıfta Zurab Hoca geldi oyunculuk hocası, “Yanılıyorsunuz, siz

“Annem köşe yazarlarına mektup yazmıştı” ● Anneniz beğeniyor mu işlerinizi?

Herhalde beğeniyordur, o çok söylemez düşüncesini. Gurur duyduğunu söyler, çok mutlu olduğunu söyler, “Çok güzel, ellerinize sağlık yavrum”, bu kadar. ● Eyvah çocuğumu sevmiyorlar, çok saldırıyorlar diye üzülüyor mu? Zamanında çok üzülüyordu. Hatta bir kere kendini tutamamış köşe yazarlarından bir ikisine mail atmış. Ben bunu bir öğrendim, bir üzüldüm,

sinirlendim. Şey gibi hissettim, hani serviste kavga edersin de annen gelip “Oğlum niye vurdunuz Şahan’a?” filan der ya... Bir de “Bir anne yüreği bu” filan gibi duygusal şeyler. Sonra dedim “Anneciğim tamam bu bizim hiç alışık olmadığımız bir hayat ama bu böyle.” O da yazacak, bu benim işim, o da onu eleştirmek için var zaten. Sen ona mail atsan ne olur atmasan ne olur... Gene yazacak yazacağını.

39

bunu bana bırakın, olmazsa ben istifa edeceğim,” gibi bir anlaşma sundu onlara. Biz onla “Good Will Hunting” gibi okul çıkışlarında onun evinde karısı bize yemek hazırlayıp, komedi üzerine beşer saatlik konuşmalar yapıp, yetenek nedir, ne yapılmalıdır, sabır, sabretmelisin... Bunlar bana öğütlendi ve onun sayesinde okulumu güzel bir şekilde bitirebildim. Ama kariyer olarak tiyatroda vakit geçirmeyi pek düşünmüyorum. Zor bir hayat o , bedel ödenmesi gereken bir hayat. Ben zaten bu tarafta bu kadar bedel ödemişken bir de orada bir bedele daha gerek yok. Mümkün mertebe rahat, üretime, eğlenceye, mutluluğa konsantre bir hayat yaşamak istiyorum. ● Hiç gidiyor musunuz tiyatroya izleyici olarak? Gitmiyorum. ● Kitap okumayı da sevmiyorsunuz... Sevmem. Şöyle, uykum geliyor kitap okurken. Kitabın bana söyleyeceği şeyleri tahmin edip sonunu açıp bakasım geliyor, durduramıyorum kendimi. Kitabı rezil ediyorum yani, beceremiyorum kitap okuma işini. İnternette ama, bırak beni saatlerce bir şeyler okurum. Okumayla ilgili bir sorunum yok, kitapla ilgili derdim var. ● Hiç elinize almıyorsunuz yani hayatta... Biraz öyle. İlkokulda “Çalıkuşu”yla başlayıp, daha önce Gülten Dayıoğlu “Suna’nın Serçeleri”, “Akıllı Pireler” gibi şeyler okutmuşlardı... Ömer Seyfettin “Kaşağı” gibi psikoloji bozan... Allah’ını seversen bunlar çocuğa okutulur mu? Bizim psikolojimizi bozdular bu kitaplarla. Benim kardeşim var düşün, “Kaşağı” okuyorum, kaşağıyı kırıp kardeşim kırdı diyor, o da kuşpalazı olup ölüyor. Nasıl ağır... Ben de bazen üç gofret varken hepsini yiyip “Togan yedi ikisini” falan derdim. O kitabı bir okudum, kuşpalazı olacak benim kardeşim diye bir korku geldi, rüyalarım falan değişti. “Suna’nın Serçeleri”, yürürken kireç kuyusuna düşmüş, felç kalmış, cama gelen serçeye kurdele bağlıyor. “İlk Cinayet”, ‘kuşun boynunu kırdım ve öyle bir zevk aldım ki”... Böyle manyakça hikayeler olur mu ruh hali bozacak. Bıraktım o işleri. Sonra bir ara Frederic Beigbeder’ın anlatımını çok sevdim, onun kitaplarını okuduydum. Başka pek okumadım. MS Milliyet SANAT Ocak 2013


MÜZİK

Demet Sağıroğlu ilk albümünü 1994 yılında yayınladı.

Bugünün popuna ait değil Dinleyicisinin komşunun kızı, bir akşamüstü ansızın rastlanan eski sevgili, kırk yıllık hatırlı dost gibi sevdiği Demet Sağıroğlu’nun altıncı albümü “Hiç Özlemedin mi?”, bu zamanda az bulunur bir yüzdeyle ‘ruhu olan’ şarkılar barındırıyor.

YAVUZ HAKAN TOK yavuzhakantok@gmail.com

SEN ONCA konservatuvar oku, şan öğren, solfej, üslup, nazariyat tahsil et, sonra seni meşhur etmeye bir ‘laral lala’ yetsin. Tuhaf mı?.. Evet tuhaf! Ama Demet Sağıroğlu’nun hikayesi aynen böyle başlıyor. Arkadaşlarıyla Eurovision şarkı yarışması Türkiye elemelerine katılmak için hazırladığı şarkıyı dinletmek niyetiyle kapısını çaldıkları Kayahan’ın Demet’in sesini çok beğenip ona vokalisti olmasını teklif etmesiyle, 1989 yılında kendini bir anda EuMilliyet SANAT Ocak 2013

rovision sahnesinde Kayahan’a vokal yaparken buluyor Demet. Şöhretle de o gece tanışıyor zaten. Kayahan’ın en popüler zamanları. Eurovision deseniz, henüz memleket meselesi. Yani o gece herkes ekran başında. Kayahan ikinci sırada yarışıyor. Şarkısının adı “Ve Melankoli”. Ekipte daha hiçbiri meşhur olmamış İskender Paydaş, Cenk Eroğlu ve Fergan Mirkelam da var. Demet sahnede, Kayahan’ın biraz berisinde. Belden yukarısı hemen hiç seçil-

40

Demet Sağıroğlu “Hiç Özlemedin mi?” Ossi Müzik 17,5 TL

miyor; sahne ışıkları belli ki öyle istendiği için bir tek Kayahan’ı aydınlatıyor. Yine de fark ediliyor sesi; özellikle de ‘laral lala’ları. Demet o gece, yüzü hiç görünmeden meşhur oluyor. O yıl birinci olamıyor Kayahan ama bir sene sonra bu defa “Gözlerinin Hapsindeyim” adlı şarkıyla Türkiye’yi temsil etmeye hak kazanıyor. Ve Demet Kayahan’la birlikte bir kez daha Eurovision sahnesinde boy gösteriyor. Biz onun yüzüne çoktan


Demet Sağıroğlu’nun “Benden Demet Akalın şarkısı çıkmaz,” derken ne kast ettiğini bu albümü dinlememiş olsak da anlardık. Bu albümü dinleyince bir kez daha anladık. Çıkmasın da zaten. Birileri de artık şarkılarını kulüplere, radyolara, klip kanallarına beğendirmek için yazmasın/söylemesin.

aşina olmuşuz bu arada. Güzel sesli, güzel yüzlü bu genç kızı Kayahan’ın vokalisti olarak ezbere almış, tıpkı Sezen Aksu gibi Kayahan’ın da günün birinde vokalistine albüm yapmaktan geri kalmayacağına da koşullanmışız.

KAYAHAN’SIZ ALBÜM Ne ki beklenen olmadı ve Demet ilk albümünü 1994 yılında, Kayahan’ın desteği olmadan yayınladı. Albüm piyasaya çıkıp “Kınalı Bebek” yeri göğü inletmeye başlayınca da Demet’in Kayahan’a zaten ihtiyacı kalmadığı fark edildi. Hiç de yolun başında gibi değildi çünkü duyduğumuz şarkıcı. Hem şarkıcılığıyla öyleydi, hem de albümdeki besteleri, şarkı sözleriyle. O gün bugün dinler, severiz Demet’i. Sağıroğlu gibi, bir müzisyenin taşıyabileceği en olmayacak soyadını taşıyor olsa dahi, soyadından azade, sadece Demet’tir o bizim için. Yüzü hiç gülmez sanırsınız; hep bulutlu ba-

kar gözleri. Asildir, her an “Sebastian etolümü getiriniz lütfen,” diyecek, sonra safkan İngiliz atlarının koşulduğu akik kaplamalı ‘landon’una binip gidiverecek, aranızdaki mesafeyi kapatmanıza asla fırsat vermeyecek gibidir. Yürek burkan sesi, acıyı çoktan demlemiş, ince belli bardaklardan bir dikişte içmiş, müdanasız şarkı söyleme stili koyu kıvam bir bilgeliğin dergâhında bilenmiştir adeta. Derken ha ağladı ha ağlayacak sanırken siz, en olmadık muziplikle sizi ters yüz edeceğini de bilir, ama bilmezden gelirsiniz. Hal böyleyken samimidir, komşunun kızıdır, bir akşamüstü ansızın rastladığınız eski sevgili, kırk yıllık hatırlı dost, eltinizin küçük kuzenidir belki. Bu mesafeden sevdiklerimiz, vaki değildir ki yanıltsın bizi. Demet de yanıltmadı bugüne dek. Şarkıları kadar, adına pop müzik denilen bu cambazhanede bunca yıl dengesini kaybetmeden duruşu da emsallerine nispetle göze görünür oldu, en ufak şüpheye meydan bırakmadı. 2004 yılından bu yana yayınlanan beş albümün ardından 2009 yılında iki şarkılık bir tekli ile dinleyici karşına çıkan Demet’in altıncı albümü “Hiç Özlemedin mi?” de bu güvene sırtını dayıyor. On şarkı ve bir ‘bonus track’ten mütevellit bu yeni albüm, 1976 yılından bir Smokie klasiği “I’ll Meet You At Midnight”ın Türkçe versiyonu “O La La” ile açılıyor. Bugüne dek her nasılsa gözden kaçmış ve ‘Türkçe sözlü hafif müzik’ furyasının en doludizgin zamanlarında dahi nedense Türkçeye adapte edilmemiş bu şarkı, Demet’in yazdığı sözlerle ‘70’lerden çıkıp gelmiş bir aranjman ‘hit’i gibi tınlıyor. En çok da Fecri Ebcioğlu/Sezen Cumhur Önal ekolünden esinlenilmiş “Demeli artık o la la” dizesinde (öyleydi çünkü; kafiye uysun diye cümleler tepetaklak edilirdi o vakitler).

DEMET OLMAK Aynı aranjman tadını/ruhunu hissedebileceğiniz başka şarkılar da var albümde. Nerhan Hepşen’in yazdığı “Bir Kediye Yumul” da bunlardan biri. Bu şarkı tek başına nicedir hayatlarımızdan aforoz edilmiş duyarlılıkların, saflığın, naifliğin manifestosu gibi. Tuna Kiremitçi’nin bestelediği “İstek Şarkısı” ve “Zaman Gerek” de aynı yoldan, aynı sıcaklıkla geçiyor. “Yaşlı olmak için genç, genç olmak için yaşlıyız,” cümlesini hepimiz hayatlarımızın bir döneminde, bir anında nasılsa söyledik/söyleyeceğiz ya, bunun şarkısını yazmak/söylemek ise genç olmanın/genç kalmanın bu derece kutsandığı/mitleştirildiği bir zaman diliminde, ancak saflığını kaybetmemiş olmakla açıkla-

41

nabilir bir cesaret işi. Albümün en sıkı şarkılarından biri, albüme adını da veren “Hiç Özlemedin mi?” Demet’in neden Demet olduğunun ya da neden kimsenin Demet olamadığının sırrı en çok bu şarkıda ele veriyor kendini. Hüznü, kalp kırıklığını, acıyı pespaye klişelerden geçirmeden, salya sümüğe bulamadan da dillendirebilmek mümkün demek ki diye düşünüyorsunuz şarkıyı dinlerken. Nefis melodik yapısı ve Burak Beşir’in senfonik düzenlemesiyle her notasında yükselerek büyüyen “Bitmeliyiz” ve bir Sadık Karan bestesi olan “Seni Çok Sevdim” de etkili, güçlü şarkılar. Albüme ‘bonus track’ kontenjanından giren “Adını Sen Koy” ise, aynı adlı filme tema müziği de olmuş bir Melih Kibar bestesi. Şarkının sözlerini Demet yazmış ve albümdeki kayıt, 2004 yılında Melih Kibar’ın piyanosu eşliğinde ‘demo’ olarak yapılmış. Filmi izlememiş olsanız bile, şarkının duygusu ve Demet’in tek bir piyano eşliğindeki yorumu albümün kapanışında tüylerinizi diken diken etmeye yetiyor. Tuna Kiremitçi imzalı “Göçebe”, Cihan Sezer’in düzenlemesiyle dikkat çeken orta karar bir şarkı. Alaturka dozu yüksek “Düşününce” ise albümün en zayıf halkası gibi duruyor. Bir Ajda Pekkan ‘cover’ı olan “Bir Köşede Yalnız”, Demet’in sesine çok yakışmış. Şarkının düzenlemesini yapan Cihan Sezer, Onno Tunç tarafından yapılmış orijinal versiyona olabildiğince sadık kalmış. Ama keşke ritim bu kadar tekdüze yürümese ve davul canlı çalınsa imiş. Bu zamanda az bulunur bir yüzdeyle ‘ruhu olan’ şarkılar barındıran bu albümü, daha şık bir kartonet tasarımı ve daha isabetli bir kapak fotoğrafı ile arşivlere dâhil edebilseydik çok daha şahane olurdu şüphesiz ama işin o tarafına bir parça daha az özenilmiş gibi görünüyor. Bunu bir genel geçer kriter kabul edersek, albümün bugünün pop müziğine ait olmadığını pekala söyleyebilir, hatta bunu eleştiri konusu bile edebiliriz. Ama söz konusu olan Demet Sağıroğlu. Milliyet gazetesi için Tolga Akyıldız’a verdiği röportajda “Benden Demet Akalın şarkısı çıkmaz,” derken ne kast ettiğini bu albümü dinlememiş olsak da anlardık. Bu albümü dinleyince bir kez daha anladık. Çıkmasın da zaten. Birileri de artık şarkılarını kulüplere, radyolara, klip kanallarına beğendirmek için yazmasın/söylemesin. Hiç olmazsa Demet böyle kalsın. Kalbimize tam da buradan, bu mesafeden, bu yakınlıkta/uzaklıkta dokunsun. Bizim onunla ve şarkılarıyla samimiyetimiz hep bu dozda kalsın. MS Milliyet SANAT Ocak 2013


MÜZİK

Mutlu sonlu bir “Masal” Müziğe klasik piyano eğitimiyle başlayıp üniversitede caza gönül veren Ece Göksu, New Jersey’de caz vokal yüksek lisansını bitirdi ve yurda dönüp ilk albümünü yayınladı. Adını “Masal” koymuş çünkü “Masal, içinde birçok konudan bahsedebileceğiniz bir bütün,” diyor.

ERAY ERTİMUR erayaytimur@gmail.com

ANKARALI Ece Göksu müzisyen bir ailenin çocuğu. Çocukluğu haliyle operanın kulisinde geçmiş. Babasının bir opera sanatçısı olması ona şarkı söylemenin çok zor olmasına rağmen ne kadar güzel ve özgür bir şey olduğunu göstermiş. Müzik eğitimine beş yaşında piyano dersi alarak başlayıp 7-8 yaşları civarında Ankara Devlet Opera ve Balesi çocuk korosunda söylemiş. O yıllarda tek hayali “Büyüyünce Carmen olmak”mış; ama ilk sahneye çıktığı opera “Tosca” olmuş. Çok da emin değil, ‘galiba Tosca’... 11 yaşında girdiği Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’ndaki klasik piyano eğitimi sırasında birçok resital verip konservatuvarın orkestrası ile sahne almış. Hüseyin Sermet ve Ayşegül Sarıca’nın masterclass’larına katılmış. Eğitiminin son senesi transfer olduğu Mimar Sinan Üniversitesi’nde Prof. Seher Tanrıyar’ın öğrencisi olarak klasik piyano eğitimini tamamlamış. Üniversite yıllarında caza ilgi duyarak caz vokale yönelmiş ve bundan sonra ‘Bir Ece Göksu Masalı’nın bizim de bildiğimiz bölümü başlamış... Bu arada, ortaokulda her dersin sonunda bir saate yakın caz standartları öğretip söyleten değerli müzisyen İlhan Baran’ın masaldaki gizli kahraman olduğunu es geçmeyelim. O olmasa, SSK İşhanı’ndaki mekanda Ella’ları, Sinatra’ları vs. söylediği ilk caz programını yapması pek kolay olmayabilirdi; kim bilir. Ece Göksu güzel olduğu kadar küstah değil; asla ve kat’a. Ama yetenekli olduğu kadar çalışkan ve disiplinli. Öyle ki, İstanbul’da pek çok yerde şarkı söylerken ve festivallerde sahne alırken 2007 yılında Fulbright bursunu kazandı ve William Milliyet SANAT Ocak 2013

Paterson Üniversitesi’nden de burs alarak New Jersey’de caz vokal yüksek lisansı yapmak üzere ABD’ye gitti. Master tezini Billie Holiday’in kompozisyonları üzerine yazdı ve bu tez kitap olarak UMI-Proquest tarafından basıldı. Bu arada zaman geçti. Sabırla bekledi.Ve düşlerinden ilham alan ilk albümü “Masal” nihayet yayınlandı. Bir Bill Evans standardı olan “Very Early”, düzenlemelerini Can Çankaya’yla birlikte yaptıkları “Mavilim “ve “Bugün Ayın Işığı” türküleri ve Çankaya’nın iki bestesi var albümde. Diğer beş parçanın ise söz ve müzikleri bizzat Ece Göksu’nun. O yazdı, söyledi... Can Çankaya (piyano), Scott Colberg (kontrbas,) ve Mehmet İkiz’den (davul) oluşan çekirdeğe İmer Demirer (trompet), Engin Recepoğulları (tenor saksofon) ve Bulut Gülen(trombon) soluk kattı. A.K. Müzik ince ince bastı... Onlar erdi muradına; biz kerevetine. ● Klasik eğitimden geliyor olmanız teknik anlamda olumlu etkilerken cazın doğasına aykırı bir kısıtlılık da getirmedi mi bir yandan?

Benim gibi klasik müzik eğitimi olan hemen hemen bütün müzisyenlerin kafasındaki cazla ilgili olan ortak kısıtlılık ve zorluk doğaçlamadır. Bizler çok ufak yaşımızdan itibaren önümüze koyulan notayı birebir okumamızı gerektiren bir eğitim aldığımız için konu doğaçlama olduğunda ilk etapta kilitleniyoruz. Zaten herhalde yol ayrımı da orada oluyor, ya vazgeçiliyor ya da üstüne gidiliyor. Ben üstüne gidenlerden oldum ama belki benim için şarkı söylüyor olmak okuduğum daldan farklı olduğu için daha rahatlatıcıydı. Hala piyanoda doğaçlama yapabilme düşüncesi korkutuyor beni. ● William Paterson Üniversitesi’nde yüksek lisans yaptığınız sırada verdiğiniz caz vokal dersleri sırasında öğrencilerinize en çok vurguladığınız şeyler neler oldu? Sözlerle ne kadar farklı müzik cümleleri kurulabileceğinden bahsettik çokça ve enterpretasyon-yorumlama üzerine beraber çalıştık, benim için de çok iyi oluyordu. ● Cazın anadili Türkçe değil. Türkçenin fonetik yapısına ve ritmine söz yazabilmek ve bunu seslendirebilmek sanki biraz da cesaret istiyor. Sözler ve müzik

“Türkülerden hep kaçmıştım” ● Sadece Hacı Taşan’la değil Saygun’la da birlikte “Masal”ın Anadolu’ya dair bir yüzü var. Türkülerle ilişkiniz ne düzeyde? Ben aslında türkülerle içi içe büyümüş olmama rağmen hep bir şekilde kaçtım onlardan, çünkü sanırım hiçbir zaman tatmin etmedi benim bildiklerim, duyduklarım. Tekrar söylüyorum, çok az türkü biliyorum. “Mavilim”le başladı benim bir türküyü çok sevmem, o da Saygun sayesinde oldu. 2009’da Türkiye’nin en önemli beş bestecisi olan ‘Türk Beşleri’ için ‘Türk leşleri’ dendiğinde ben New York’taydım ve çok şaşırmıştım okuduğum haberler karşısında. Saygun’un şan ve piyano için şarkılarını karıştırırken “Mavilim”e rastladım ve onu düzenledik. “Bugün Ayın Işığı” ise babamın önerisiydi, bir kez dinledim ve güzel aranjman olabileceğini hissettim. Çok sonra -tamamen tesadüfen- ikisinin de Hacı Taşan’a ait olduğunu öğrendim. Bildiğim türküler arasından iki tanesi “Masal’ın konseptine uyabilecek gibi geldi, o yüzden onları seçtim.

42


“Bizler önümüze koyulan notayı birebir okumamızı gerektiren bir eğitim aldığımız için konu doğaçlama olduğunda ilk etapta kilitleniyoruz. Zaten yol ayrımı da orada oluyor, ya vazgeçiliyor ya da üstüne gidiliyor. Ben üstüne gidenlerden oldum.”

Ece Göksu “Masal” A.K. Müzik 15.90 TL

Ece Göksu’nun albümündeki parçaların beşinin söz ve müziği kendisine ait.

başa baş ilerlemiyor. Beklenmedik iniş çıkışlar açılıp kapanmalar var. “Just like a fairy tale”a gelinceye dek... Galiba söz ve müziğin birlikte yürüdüğü parça bu... Evet, her caz parçasına Türkçe söz olmuyor. Hiçbir Amerikan caz standardına henüz Türkçe söz yazmayı denemedim çünkü emin olamıyorum doğru tınlayıp tınlamadığı konusunda. Cesaret isteyen, zor bir iş. Her müziğin bir dili olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla her melodiye her dilin yakışmadığını. Çok hoşuma giden bir parçaya söz yazmak istediğimde o bende zaten ya İngilizce ya Türkçe olarak tınlıyor. Keşke daha fazla dil biliyor olsam... Örneğin

Can Çankaya’nın söz yazdığım birçok parçası var, şimdiye kadar hiçbirini Türkçe duymadım. Ama kendi yazdığım müzikler çoğunlukla Türkçe tınlıyor bana. “Just Like a Fairy Tale” ile olan düşüncen ise çok doğru. Albümde sözü ve müziği paralel ilerleyen belki de tek şarkı o. ● Bill Evans referanslarıyla yüklü bir “Masal”... Bill Evans size ne anlatır? Yıllar içinde ona genç bir muadil bulabildiniz mi? Albümü yaparken bir referans almadım aslında. Ama alsaydım Evans kesin onlardan biri olurdu. Evans’ın müziği o kadar modern ki, muadilini arama eğilimim olma-

43

dı ama Bill Evans gibi inanılmaz ilham verici ve etkileyici bir müzisyenin özelliklerini barındıran piyanistler var tabii. Bill Charlap, Fred Hersch, Brad Mehldau ilk aklıma gelenler. Aslında ondan etkilenmeyen caz piyanisti bulmak daha zordur muhtemelen. ● Peki en beyliği en sona saklayalım “Neden masal”? İşte o soru! Çünkü masal bir anlatı... İçinde birçok konudan bahsedebileceğiniz bir bütün. İyiden, kötüden, perilerden, savaşlardan, aşktan, barıştan, yalandan, benden, senden... Genelde masalları severim, “Kibritçi Kız” hariç. O çok acıklı. Mutlu sonları tercih ediyorum. MS Milliyet SANAT Ocak 2013


MÜZİK

“Şarkıların bana gelmesini bekledim” Mavi Sakal’ın “İki Yol” ve “Kan Kokusu” albümlerindeki solisti Genç Osman, 15 yıllık sessizlikten sonra “Gökyüzü Masmavi” albümü ile bir döndü pir döndü.

Genç Osman’ın yeni albümü “Gökyüzü Masmavi”de biri Aylim Aslım’la düet, 13 şarkı var.

MELİSA KESMEZ kesmezmelisa@yahoo.co.uk

“İKİ YOL”LA aklımızı alıp ortadan kayboldu. Büyük haksızlık! 15 yıl sonra öyle bir albümle döndü ki, affettik hemen. Kaybolması boşa değilmiş hem, şarkılar biriktiriyormuş kıyısında. Yağmur yağıyordu, iki kahve söyledik, biri sütlü. Ben sordum, o anlattı. ● Bizi neden bu kadar beklettiniz?

Albüm çıkarmak konusunda bir acelem olmadı hiç. Bir gün zamanı gelecek elbet diye düşündüm ve geçen zamanda şarkı yazmaya yoğunlaştım. Şarkılar zamanları gelince kendilerini duyurdular. Milliyet SANAT Ocak 2013

Hakkınızda şöyle demiş biri ekşi sözlük’te: “Bu kadar zaman her nereye gittiyse öyle güzel dönmüştür ki oradan, arada kaybolsa böyle dedirtmiştir.” Kesinlikle aynı fikirdeyim. Ne güzel demiş gerçekten. Böyle düşünüyorsa birileri ne mutlu bana. ● Genelde her yıl albüm yapmak gibi bir alışkanlık var. Sizin böyle bir derdiniz olmadı hiç... Her yıl albüm yapalım gibi bir derdim yok gerçekten. Durup beklemenin, albüme katkısı olduğunu düşünüyorum. Her sene albüm çıkarmanın belli kaygılarla alakası var. Gündemde kalmak, en önemli neden. Ama üzerinde çalışılan işlerin ömrü uzun oluyor. ● Sizin müzik üretme süreciniz nasıl? Nasıl doğuyor bu şarkılar? Genelde bir albüm hazırlığı için eve kapanıp çalışılır. Ben böyle şarkı yazabilenler●

44

den değilim. Şarkıların bana gelmesini bekliyorum. Bazen bu çok uzun sürebiliyor. Bu albümdeki şarkılar da tamamen keyfi, hiçbir şart koşulmadan, bir yere yetişmeye çalışmadan yazılmış şarkılar. ● 7/24 şarkı düşünen biri misiniz? İlham geldiğinde sadece şarkı düşünen bir adam oluyorum. Bir boşluk yakalar yakalamaz klavyenin başına geçiyorum ya da gitarı elime alıyorum. Pek çok şeye yeğliyorum müziği. ● Çoğunluk usul usul söyleyip çaldığınız şarkılar toplanmış bu albümde. Bu bilinçli bir karar mı? Bu şarkılar bir başıma kalarak yaptığım şarkılar ve albümde de bu duyguyu korumaya karar verdik. Albümde hakim olan yalınlığın sebebi sanırım bu. Bu prodüktörüm Rubin’le verdiğimiz bir karardı. ● Sanki önceki albümlere kıyasla da-


“Tek başıma olmak daha rahat” ● Evvelden gruplar içinde yer

aldınız. Önce Mavi Sakal, sonra Hindiba. Şimdi yalnızsınız. Neden? Mavi Sakal’da gruba dahil olmak tercih sebebi değildi. Kaan gelip solistlik teklif etmişti. Hindiba grubu ise her gün gördüğüm arkadaşlarımla kurduğumuz bir gruptu. Yakın arkadaşlarla müzik yapma hissini yaşamak için Hindiba’yı kurmuştuk. Ama sonradan gördüm ki bu çok idealist bir tavırmış. Ben çevirmenlik yaptığım için müziğe istediğim kadar

“Ben eskiden beri o yarışın içinde yoktum zaten. Mavi Sakal da bir dönem popülerliğe ulaştı ama hiçbirimiz ortalarda görünelim, sansasyon yaratalım derdinde değildik. İnsan galiba kendisiyle barışık olunca bu tür şeyleri düşünmüyor ve sadece işine bakıyor.”

ha sakin bir Genç Osman var karşımızda. Nereye sakladınız o asi ruhlu, isyankar çocuğu? Büyüdü mü acaba? Dönem dönem insan farklı hissediyor. Son iki yıldır çok sakin bir dönemimdeyim. Daha çok iyi izleyici konumundayım hayata karşı. Bu 15 yıllık süreçte elbette isyankar şarkılar da yazdım ama melankolik taraf ağır bastı. ● “İki Yol” Türkçede yapılmış en iyi şarkılardan biri bence. Bu kadar iyi bir şarkıyla başarılı bir çıkış yapıp sonra da o kadar iyi bir şarkı söyleyememekten korktunuz mu hiç? “İki Yol” Türk rock tarihinde hak ettiği yeri aldı bence. Kaan Altan’ın yazdığı bu şarkıyı hep çok severek söyledim. Bahsettiğiniz gibi bir kaygım yok. ● Sizin, müzik piyasasının bütün o gürültüsü dışında kalan, bir iddiası olan ama bunu da insanın gözüne sokmayan bir tavrınız var. Ben eskiden beri o yarışın içinde yoktum zaten. Mavi Sakal da bir dönem popülerliğe ulaştı ama hiçbirimiz ortalarda görünelim, sansasyon yaratalım derdinde değildik. İnsan galiba kendisiyle barışık olunca bu tür şeyleri düşünmüyor ve sadece işine bakıyor. Diğerleri ne yapıyor diye bakıp iş yaptığınız sürece o iş dürüst olmuyor zaten ve bu da kendini çok belli ediyor. ● ‘Kadıköy sound’ diye bir şey var. Sizin de adınız bunun içinde anılıyor. Kadıköy’de galiba çok fazla ozan var. Kadıköy bütün o koşturmacanın dışında kalan bir yer. İstanbul’un göbeğinde olmasına rağmen hâlâ kasaba hayatı sürülebilen bir yer bence. Oradan çıkan şarkılara da yansıyan bir şey bu ruh sanırım. ● İKSV’deki lansman konserinizde çok samimi bir atmosfer vardı. İnsanların o güzel elektriğini ben de his-

45

vakit ayırabiliyordum ama arkadaşlarımın her gün gitmeleri gereken sabit işleri vardı ve bir süre sonra grup gelişememeye başladı. Ben de yola tek başıma devam etmeye karar verdim. ● Mutlu musunuz bu haliyle? Bu şekilde çok daha rahat tabii. Müziğe istediğim kadar zaman ayırabiliyorum. Şu anda birlikte çaldığım kişiler müziği bir iş olarak gördükleri için, hepimiz aynı işi yaptığımız için vakit illa ki yaratılıyor.

settim. Sahneye çıkmak bisiklete binmek gibi bir şey sanırım. Ben çok uzun süredir sahneye çıkmamış olsam da, galiba sahneye adım attığımda ne yapmam gerektiğini biliyorum. Bu samimiyet umarım hiç bitmez. ● Konserde Kaan Altan’la birlikte yıllar sonra ilk kez “İki Yol”u çalıp söylediniz. Neler hissetiniz o an? Kaan’la aynı sahnede olunca hatıralar canlandı gözümde. Şarkıya girmeden önce iki kere yutkundum, ağlayasım geldi. Aradan geçen 15 yılı hissettim o anda ve bayağı ağır geldi. ● Sizin yokluğunuzda rock müzik bambaşka bir hale büründü. Şu anki ortamı nasıl değerlendiriyorsunuz? O zamanlar işler galiba çok daha zordu. İyi müzikler yapan gruplar vardı. Ama rock müziğe yatırım yapan yoktu. Bugün de bir sürü çok iyi grup var ama birilerini ikna etmek sanırım daha kolay. Bugün tabii internetin de çok meyvesini topluyor yeni gruplar. ● Sizin dinleyip sevdiğiniz yeni gruplardan kim var mesela? Peyk’i çok seviyorum. Hem müzik hem tavır açısında. ● Başka kimleri dinlersiniz peki? Bülent Ortaçgil dinliyorum. Neil Young var mesela sürekli dinlediklerim içinde. Vazgeçemediklerim arasında Stephen Bishop’un “Little Italy” albümü var bir de. ● Albüm daha çok taze ama yine çok mu bekleriz yeni şarkılarınızı? 15 yıllık arada çok fazla şarkı yazdım. 30-40 şarkı arasından seçtik bu albümdeki şarkıları. Albüme giremediği için üzüldüğüm çok şarkı var gerçekten. Onları da değerlendirecek fırsatlar olur sanırım. Konserlerde çalarız belki. ● Ne zaman bir sonraki konseriniz? 11 Ocak’ta Karga, 30 Ocak’ta Bronx’ta. MS Milliyet SANAT Ocak 2013


MÜZİK

Düşünen adamın

punk’ı Bad Religion’ın yeni albümü “True North” Ocak’ın 22’sinde piyasada olacak. Gruptan yine az akor üstü bol fikriyat düsturuyla yazılmış şarkılar dinlemeye hazır olun. EGEMEN LİMONCUOĞLU egelimon@yahoo.com

NE KRALİÇE İLE didiştiler, ne de New York’un CBGB gecelerinde sahnenin tozunu dumana kattılar. Ne o punk kültürünün ilk şartlarından DIY (Do-it-Yourself / kendin-yap) mottosunun ısrarcı bir takipçisi oldular ne de yollarından şaşıp büyük plak şirketlerinin elinde kendilerinin parodisine dönüştüler. 32 yıldır düzenli olarak albümler kaydediyor, turnelere çıkıyorlar. Adları rock tarihinin punk sayflarında her daim iyi anılıyor, iyi anmayana kötü gözle bakılıyor. 15 yaşındayken - ki yıllardan 1979’a denk geliyor- en şaşaalı günlerini yaşamış, hafiften çengelli iğnesini asıp, sözünü elemeye başlamış punk’la henüz ‘taze’liğini kaybetmemiş new wave dinleyerek “Ben de yapabilirim”e gönül veren vokalist (ve iyi öğrenci) Greg Graffin kuruyor Bad Religion’ı. Grupların kuruluş destanlarından aşina olduğumuz, benzer zevklere sahip okuldan arkadaşlarla bir araya gelme prosedürüne Greg de uyuyor. Önce davulcu Jay Ziskrout’u ardından grubun kendisiyle beraber diğer demirbaşı olacak Brett Gurewitz’i ve Jay Bentley’i buluyor. Brett’in babasının sponsorluğunda kaydedilen ilk demo, yolunu kendi buluyor doğru kulaklara ulaşıp bugün tıpkı onlar gibi Milliyet SANAT Ocak 2013

saygıda tek kusur etmeden adını andığımız grup Social Distortion’la aynı sahneyi paylaşma safhasına kadar götürüyor onları. Akabinde ilk albüm “How Could Hell Be Any Worse?” geliyor. Herhangi bir plak şirketi, punk gruplarıyla yakından ilgilenenler de dahil, albümü basmaya yanaşmayınca ilk EP’lerini dağıtmak için kurdukları Epitaph Records gerçek anlamda bir plak şirketine dönüştürülüveriyor.

BİLİNMEYENDEN BİLİNENE Anlatacaklarımızın tipik ve epeyce de sıkıcı bir grup biyografisine dönüşmesini izin vermiyor Bad Religion tarihi neyse ki. Sıradanlaşan, vurucu etkisini kaybetmeye yüz tutan punk camiası kendini tüketirken, grup da punk’tan uzaklaşma ihtiyacı hissediyor ilk albüm sonrası. Kısa süreli bir buhran yaşıyorlar desek yeri; zira tamamen başka bir gruba aitmiş gibi tınlayan “Into The Unknown”u 1983’ün sonunda kaydediyorlar. Psikedelik ve progresif rock’a meylettikleri bu albüm aslında fena eleştiriler de almıyor, hatta belki bugün yayınlasalar muhtemelen yanlarına Tame Impala’yı da alarak afili bir turneye çıkabilirlerdi. Ama bunun neresinden dönseler kar olacak bir hata olduğuna

46

kanaat getiriyorlar. Albümün satışlarının iki seksen yatışı da, ‘80’lerin ortasındaki ‘punk ölmedi’ isyanı da etkili oluyor tabii bunda. 1985’te tekrar bildikleri sulara dönüşü “Into The Unknown” EP’siyle yapıyorlar. Kısa da bir molanın ardından “Suffer” ile ikinci bir başlangıç yapıyorlar.

THE OFFSPRING’İN ETTİĞİ 1988 ile 1993 arasında peşpeşe kaydettikleri “No Control”, “Against The Grain”, “Generator” ve “Recipe For Hate” kariyerlerinin en hızlı günlerini yaşatıyor gruba. Greg Graffin’in bir sosyoloji (ya da felsefe) kitabında yer alsa asla sırıtmayacak kavramları, fikir ve teorileri punk adabına uygun kelimelerle bir araya getirerek yazdığı sözler, iki dakika sınırını aşmayan şarkılar, Brett Gurewitz’in gitar cümleleri ve yine artık bugün bir Bad Religion şarkısında duymazsak gruptan şüphe edeceğimiz ‘oooo’ları ve ‘aaaa’ları bol geri vokaller... Yani grubun bugün artık alameti farikası olarak gördüğümüz her şeyin tastamam yerli yerinde olduğu albümler, şarkılar... Önce Seattle mıntıkasından grupların, ardından da Green Day ve The Offspring gibi yeni nesil ‘punkçı’ların coşkun bir ilgiyle


Bad Religion grup üyeleri Greg Hetson, Brooks Wackerman, Brian Baker, Greg Griffin, Brett Gurewitz, Jay Bentley (soldan sağa)...

karşılandığı ‘90’lar, Bad ReYeni albüm “True North”tan internet ligion’ın da başına ‘büyük alemine teşrif eden ilk şarkı “Fuck You” plak şirketiyle anlaşma’ ikramiyesini kondurur. Yeni bir oldu. Düşünen adamın punk’ını işaret dünya çapında tanınma etabı başlar grup için. Gitarist eden şarkı sözleriyle sıklıkla örnek alınan, Brett’in, özellikle de The yere göğe sığdırılamayan bir grubun Offspring’in müthiş satış rakamlarına ulaşması sayesinfikrini böyle oldukça doğrudan, ‘pat diye’ de, Amerika’nın en büyük babeyan etmesi ilginç. ğımsız plak şirketlerinden biBad Religion ri haline gelen Epitaph Re”True North” cords’la Bad Religion arasınkonserlerde grupla sahne alemine teşrif eden ilk şarkı “Fuck You” olEpitaph da bir seçim vakti gelir. O almasa da grubun şarkı du. Düşünen adamın punk’ını işaret eden 9.99 dolar patronluğu seçmek duruyazım sürecinde ve albüm şarkı sözleriyle sıklıkla örnek alınan, yere munda kalır. kayıtlarında hazır bulun- göğe sığdırılamayan bir grubun fikrini böyBrett’in yokluğu, büyük maya tekrar karar verme- le oldukça doğrudan, ‘pat diye’ beyan etmeşirketle çalışmanın getirisi olarak bürün- si ve Atlantic Records’tan Epitaph’ın ‘sı- si ilginç. Ama bunun bir albüm dolusu fazdükleri MTV’nin favorisi kimliği ve itiraf cak’ aile ortamına geri dönüşleriyle başla- lasıyla doğrudan şarkıya işaret etmediğini edelim, hafif ezberden yazılmış şarkılar gru- yan bir dönem bu bahsettiğimiz. Greg tahmin etmek zor değil. Muhtemelen Bad bun müzikal anlamda epey durakladığı yıl- Graffin üniversitede duble lisans eğitimi Religion’ın yine düşündürürken pogo’ya daları beraberinde getirir. alıp Jeoloji ve Antropoloji okumuş, üstü- vet eden o ‘klasik’, az akor üstü bol fikriyat Bu ayın 22. günü yeni marifetleri “True ne güzelce master’ını da yapmış ‘iyi’ bir öğ- düsturuyla devam ettiğini memnuniyetle North” piyasada olacak. Albüm, 2002’den renciden iyi bir ‘hoca’ya evrildiği bir dö- göreceğiz. Ya da daha doğrusu dinleyeceğiz. bu yana tekrar rayına oturttukları düzen- nem. Artık bir klasik, hatta belki de artık Hâlâ, (“Punk Rock Song” da beyan ettikleri lerinin (bir punk grubu için düzenden bah- dahil oldukları kategori klasik rock grup- gibi) ‘bir şeylerin yanlış gittiğinin farkında setmek az da olsa abesle iştigal, farkında- larından çok da farklı değil. olanlar’ için punk rock şarkıları yazmaya yız) son halkası. 2002’de Brett Gurewitz Yeni albüm “True North”tan internet devam etmelerine şapka çıkartacağız. MS

47

Milliyet SANAT Ocak 2013


MÜZİK

Roxy şarkılarına çarliston ayarı Onca solo albüme karşın gönlündeki Roxy Music aslanını hâlâ uyanık tutan Bryan Ferry, koca bir orkestra kurdu ve ilk albüm “The Jazz Age”de Roxy şarkılarının halis caz yorumlarını söyledi.

MERVE EROL merveroll@gmail.com

BİN YILLIK grupların yeniden toparlandığı, tarihin tozlu raflarından çıkıp sahnelere aktığı bir çağdayız. Bu zamanda akla hayale gelmeyecek kimi isimler memlekete de uğruyor, Thin Lizzy’den Uriah Heep’e, çoktan üzerine kilit vurulduğunu zannettiğimiz grupların sahnelere döndüğüne tanıklık ediyoruz. The Police konseri tarihin en kalabalık izleyici kitlesini çekiyor, Led Zeppelin dedikoduları gündelik haberler haline geliyor. Roxy Music’in de onlardan geri kalır yanı yok. En son, üstelik Brian Eno’nun da katılımıyla yeni albüm yapacaklardı, çalışmalar Bryan Ferry’nin solo albümü “Olympia”yla son buldu. Groove Armada’dan Dave Stewart’a bir sürü konuğun yanında, bazı parçalara Roxy Music’in diğer esas elemanları Eno, Phil Manzanera ve Andy Mackay’in de eli değmişti. Eno’nun aksine, onca solo albüme karşın Ferry’nin gönlündeki Roxy aslanı hâlâ uyanık ama. Bu sefer tuttu, koca bir orkestra kurdu. The Bryan Ferry Orchestra’nın ilk albümü “The Jazz Age”de Roxy şarkılarının halis caz yorumları var, Brenna MacCrimmon’un bizim musiki deltasında bulduğu retro ses gibi, enstrümantal bir zanaat denemesi, adeta 1920’lerden kalma çarlistonlar, ‘30’lardan çıkıp gelmiş swing’ler, Ferry’nin sanki doğal ortamı olan Cotton Club ruhu, sağında Scott Fitzgerald, solunda Zelda... Muhteşem Bryan!

JANJANLI ROCK YILLARI Rock’ta salon adamlığı geleneği deyince ilk akla gelen isim Bryan Ferry desek, yalanımız olmaz. Özellikle İngiltere’de birkaç Milliyet SANAT Ocak 2013

kuşağı etkilediğine, New Wave’cilerin, Duran Duran’dan Spandau Ballet’ye Yeni Romantiklerin önünü açtığına şüphe yok. Üstü başı, o ütülü takımlar, smokinler ünlü terzi Antony Price’ın eseri başından beri. Bu sene, trans estetiğini baş tacı eden Candy dergisi için Tilda Swinton’ı giydirmiş Price. Roxy Music’in müziği şahanedir, ama ‘look’ en az o kadar önemli. Hippi çağı sona ermeye yüz tuttuğunda, progressive’cilerin ağır, yüklü, biteviye sürüp giden, görkem arayan müziği ortalığı sarmışken, gündeliğin ışıltısına vurgun glam’ciler arasında, David Bowie’nin yanında, en heyecan verici müziği yapanlar, deneysel arayışları rock’a yedirenler onlardı. O zamanların fotoğraflarına bakanlar, glam ruhunun nasıl devrimci bir dönüşüme sebep olduğunu şaşırarak görür. Siyah-beyaz bir dünyadan çıkıp renkler aleminin olanca alacasıyla gözleri kamaşan bu savaş sonrası kuşak, düzenin, ataerkil mirasın bütün kodlarına ve ezberlerine görüntüleriyle karşı çıktı. Erkekler gözlerine sürme çekti, saçlarını uzatıp boyattı, simlere bulandılar, dar, parlak, janjanlı, dekolte kıyafetler giydi, apartman topukların üzerinde süzüldü. Cinsiyetler arasında kurulan bu serbest geçişli köprü punk’ı etkisi altına aldığı gibi, bugün de izlerini hissettiriyor. Gary Glitter’ların, Sweet’lerin, Slade’lerin yanında Roxy Music hakikaten birkaç gömlek üstündü. Üyeleri Akademi mezunuydu (Ferry seramik hocası olmuştu mesela), Richard Hamilton gibi pop-art’çılarla da teşrik-i mesaide bulunmuşlardı, güncel sanat, moda, tasarım, ‘tarz’, ‘imaj’ gibi mefhumlara, avangard elektroniğe o zamandan aşinaydılar. Kendilerine yakıştırılan art rock tabirinde böyle bir gerçekliğin de payı var. Brian Eno’nun müzik hayatını başlatan ilk iki Roxy Music albümü, 1972 ve ‘73 İngiltere’sinde parlayan birer yıldızdı, “Olym-

48

The Bryan Ferry Orchestra “The Jazz Age” BMG 28 dolar

pia”nın kapağını süsleyen Kate Moss’un öncüleri de daha ilk albümden görüldü. Esas olarak Ferry’nin sevgilileri, Amanda Lear, Jerry Hall gibi endamlı güzellerin yer aldığı albüm kapakları Roxy müziğinin ayrılmaz birer parçasıydı. Eno’nun ayrılışının ardından gelen “Stranded”, “Country Life” ve “Siren”, dolu, yoğun, Mackay’in saksofonuyla genişleyen, Manzanera’nın ekonomik gitarıyla şekillenen, mükemmel örgülü albümlerdi. Fakat, bu isimlerle beraber grubun sacayağını oluşturan Bryan Ferry çoktan solo kariyere de yelken açmıştı. Daha ilk albümde Roxy Music “2HB” şarkısıyla Humphrey Bogart’a saygılarını sunmuştu. Ferry’nin 1973 tarihli ilk solo albümüne adını veren “These Foolish Things” de pekâlâ Rick’in barında çalınabilecek bir klasiktir. Ferry’nin bir başka damarı da daha bu albümden görülüyordu: Bugün de hayranlığını sürdürdüğü iki büyük müzik adamından birer şarkı okumuştu bu albümde. Öldürülmesinin ardından Roxy Music’le beraber “Jealous Guy”ı yorumlayarak John Lennon’a veda ederken Bob Dylan okumayı da hiç elden bırakmayacak, 2007’de “Dylanesque” albümüyle bu hayranlığı taçlandıracaktı Ferry.

ZAMAN GEÇİP GİTTİKÇE 1970’lerdeki solo albümlerinden beklediğini pek bulamadı, nitekim bunlar grubunun yarattığı kimyadan bir hayli uzak, sıradan denebilecek düzenlemelerle maluldü. 1979’da Roxy Music yeniden bir araya gelirken köprülerin altından sular akmış, disko ve punk’la müzikal sound’lar adamakıllı değişmiş, fakat grup bu yeni dönemi okumasını bilmiş, sevenlerini de bir hayli şaşırtmıştı. Eskinin girift ve çağıldayan rock’unun aksine, basit, narin, dansa yatkın, espaslı, soul yüklü bir pop’a meyilli bir so-


und tutturmuştu artık Roxy Music. Bryan Ferry’nin vokali de, hatırı sayılır ölçüde yumuşamış, adeta kadifeleşmiş, bugünkü crooner tonunu bulmaya başlamıştı. İyi ölçülüp biçilmiş, akıllıca işlenmiş Roxy şarkıları, yuppie kuşağının zevkine de cuk oturacaktı. “Manifesto” ve “Flesh and Blood”la denenen bu formül, 1982 tarihli son albüm “Avalon”da zirvesine varacaktı. Bu sound Ferry’nin ikinci solo dönemini de belirledi. 1985’te “Boys and Girls”, ‘87’de “Bête Noire” başta olmak üzere, küçük dokunuşlarla ilerleyen, elektroniğin yükselişini gözardı etmeyen, az rastlanır bir bütünlük ve tutarlılıkla dokunan, kıvamını buldukça alıştıran, ağlaklığa bel bağlamayan bu sıkı örgülü baladlar, ‘80’ler ve ‘90’ların müzik dünyasında en dikkat çekici formüllerden birini sundular. Bu damar, yine Ferry üslubuna ve tarihine aykırı kaçmamak koşuluyla, ‘99’un “As Time Goes By”ında bozuldu. Salon cazının klasik şarkılarını yorumladığı bu albüm bugünkü “The Jazz Age”in atası sayılabilir. 2012 itibariyle

profesyonel müzik hayatının kırkıncı yılını kutlayan Bryan Ferry, başta da söylediğimiz gibi, sadece müziğiyle değerlendirilebilecek bir şahsiyet değil. Küçük bir madenci kasabasında büyüyen, maden işçisi bir babanın oğlu olan Ferry, bugün İngiliz yüksek sosyetesinin kıdemli bir üyesi, 30 milyon pound’luk servetiyle en zenginler listelerinin gediklisi. Kadınlarla ilişkisi her daim medyanın ilgi odağında olan Ferry, bu senenin başında oğlunun eski sevgilisiyle evlendi. Bir oğlu müziğe meraklı, babasıyla beraber turnelere de çıkıyor, bir başka oğlu aktivist: Yaban hayvanlarının avlanmasına getirilen ya-

saklara karşı mücadelesinde hapis yatmışlığı da var. Bryan Ferry de oğlunu destekliyor, çocukluğundan getirdiği kır hayatına dair anladığı şey, avlanma hakkı. Dylan’ların, Lou Reed’lerin yanında esamisinin okunmayacağını her fırsatta yineleyen bu şarkı yazarı, Muhafazakâr Parti’ye desteğini de açıktan ilan etti. 2007’deki Açıkhava konserinde ne şahane bir sahnesi olduğunu, seyirciyle nasıl da içten ve mütevazı bir ilişki kurduğunu, repertuvarını danslık şarkılara doğru nasıl başarıyla ilerlettiğini de gördük. The Bryan Ferry Orchestra’yla Roxy Music şarkıları İstanbul Caz Festivali’ne ne de yakışır... MS

Kadınlarla ilişkisi her daim medyanın ilgi odağında olan Ferry, bu sene oğlunun eski sevgilisiyle evlendi. Bir oğlu müziğe meraklı, bir başka oğlu aktivist. Ferry, Muhafazakâr Parti’ye desteğini de açıktan ilan etti.

2012 itibariyle profesyonel müzik hayatının kırkıncı yılını kutlayan Bryan Ferry, 30 milyon pound’luk servetiyle en zenginler listelerinin gediklisi.

49

Milliyet SANAT Ocak 2013


MÜZİK

‘90’larda fırtına gibi esen Guns’n Roses’ın cool gitaristi Slash, şubat başında yeni projesi “SLASH Featuring Myles Kennedy & The Conspirators” ile İstanbul’u ziyaret edecek. Konser, usta gitaristin mayıs ayında çıkan albümü “Apocalyptic Love”ın tanıtım turnesi kapsamında gerçekleşecek.

Slash:

“Söz değil müzik adamıyım” Milliyet SANAT Ocak 2013

50


ASLI ONAT aslionat29@gmail.com

ROCK gruplarında solistler ön planda gibi görünseler de ortaya çıkan müziğin mimarları, ağırlıklı olarak gitaristlerdir. Varlıklarının, zaman zaman solistleri gölgede bıraktığı bile görülmüştür. Mick Jagger, her ne kadar kült bir rock figürü olsa da Rolling Stones’un en cool adamı, her zaman Keith Richards olmuştur. Onlarla aynı dönemde ya da daha sonra ortaya çıkan gruplarda da gitarcılar, benzer ‘ağırlık’ merkezleri olagelmiştir. The Who’dan Pete Townsend, AC/DC’den Angus Young, Van Halen’dan Eddie van Halen gibi. ‘90’larda ortalığı kasıp kavuran Guns’n Roses’da da benzer bir durum vardı. Grubun solisti Axl Rose, konserlerde her ne kadar etkileyici sahne şovları sergilese de grubun benzersiz sound’unun mimarları gitarlarda Slash ile Izzy Stradlin ve basta Duff McKagan idi. Bu üçlü arasındaki en popüler kişi, Slash’ti. Grubun dağılmasından sonra Slash’s Snake Pit projesini oluşturan ve Michael Jackson, Fergie, Ozzy Osbourne gibi pek çok tanınmış müzisyenle çalan gitarist, 2 Şubat’ta yeni projesi “SLASH Featuring Myles Kennedy & The Conspirators” ile Maçka Küçükçiftlik Park’ta konser verecek. Bu konser, en son 1993 yılında Guns’n’ Roses ile İstanbul’a uğrayan gitaristi yakından görüp dinlemek için eşsiz bir fırsat. Konser biletlerinin 130 TL olması her bütçeye uymasa da...

EN İYİ ALTINCI GİTAR SOLOSU Gitarla solo atmanın moda olduğu dönemin son demlerinde ortaya çıkan G’n’R’da Slash Gibson Les Paul marka gitarı, başındaki uzun şapkası, ağzından düşmeyen sigarası ve yüzünü kapatan gür kıvırcık saçlarıyla gizemli bir hava yaratıyordu. Video kliplerde yüzünü doğru dürüst göremezdik bile. (O nedenle aradan yıllar geçse de yaşlanmış gibi gelmiyor hiç.) Onun bu imajı, birtakım şovmen gitarcılara kıyasla çok daha samimi ve cool’du. Gitardaki ustalığı eleştirmenler tarafından da tescillenen, dünyanın en iyi gitaristlerinden biri olarak tanımlanan Slash’in “November Rain” parçasındaki solosu, “Guitar World” dergisi tarafından hazırlanan en iyi 100 gitar solosu listesinde altıncı sırada yer almıştı. Slash, ayrıca 2012 Nisan ayında Guns’N’ Roses’ın diğer üyeleriyle beraber Rock and Roll Hall of Fame müzesine girmeye hak kazandı. Bundan onur duyduğunu söylese de du-

Slash, bugüne dek ona yaklaşık yüz bin defa sorulan “Guns’n Roses tekrar bir araya gelecek mi?” sorusuna hep “Hayır,” yanıtını verdi. Son duruma bakılırsa, bu düşüncesinde hâlâ bir değişiklik yok. rumla dalgasını geçmeyi de ihmal etmiyor: “Hoş bir şey tabii ama sonuçta biz yıllardır birlikte çalmamış bir grubuz. Resmi bir tören için bir araya geldik ama Axl’la aramızda geçen onca şeyden sonra ne hissedeceğimi bilemedim. Bu konuda karışık duygular içindeyim.”

ZİRVEDEN ÇÖKÜŞE Guns’n’ Roses zirvedeyken, dışarıdan her şey hoş gözüküyordu. Bolca para kazanıyorlar ve etrafları güzel mankenlerle dolup taşıyordu. Ancak işin bir de görünmeyen yanı vardı. Grup elemanları her türlü uyuşturucuyu deniyor, alkolle yatıp kalkıyorlardı. Axl’ın provalara geç gelip (ya da hiç gelmeyip) işi savsaklaması sonucunda grubun temelleri çatırdamaya başladı. Metallica ile çıktıkları efsanevi Kuzey Amerika turnesinde, trash’in devlerini bile çıldırtmayı başardılar. Kaçınılmaz son yaklaşmıştı. Artık bir arada kalıp müzik yapamayacaklarını anladılar ve dağıldılar. Böylece rock tarihinde bir dönem de sona ermiş oldu. Axl, yanına başka elemanlar alarak Guns’n’ Roses adını kullanmaya devam etti. Kayıt süreci yılan hikayesine dönen “Chinese Democracy” albümünü çıkarmayı zor bela başarsalar da çalışma, tam bir hayal kırıklığıydı. Izzy Stradlin, Duff ve Slash ise solo projelere yöneldiler. Ancak bir aradayken mucizeler yaratan grup üyeleri, ayrıldıklarında doğal olarak aynı başarıyı tekrar edemedi. Slash, bugüne dek ona yaklaşık yüz bin defa sorulan “Guns’n’ Roses tekrar bir araya gelecek mi?” sorusuna hep “Hayır,” yanıtını verdi. Son duruma bakılırsa, bu düşüncesinde hâlâ bir değişiklik yok. Slash ve Duff, solo projelerde umduklarını bulamayınca, 2002’de kurdukları Velvet Revolver’da yeniden birlikte çalmaya başladılar. Eski grup arkadaşları Izzy Stradlin’e de teklif götürmelerine karşın Stradlin, solo çalışmayı tercih etti. Kısmen G’n’R’ı hatırlatan tarzları, eski hayranlarını da heyecanlandırdı. Solistleri, ‘90’ların bir başka ünlü grubu olan Stone Temple Pilots’dan Scott Weiland idi. Weiland, değişik bir ses rengine sahip, çok iyi bir solist olmasına karşın, uyuşturucu bağımlılığından bir türlü kurtulamadı ve bu grup da çok uzun ömürlü olamadı ne yazık ki. Öte yandan Slash, yeni bir solist bulmaları halinde, Velvet Revolver’ı devam ettirebileceklerini söylüyor. Bu arada başka projeler üretmeye, fark-

51

Artık bir aile babası İngiltere’de Saul Hudson adıyla dünyaya gelen Slash’in Afrika kökenli bir Amerikalı olan annesi ile İngiliz babası, uzun süre ayrı yaşadılar. Annesi, David Bowie’nin sahne kostümlerini tasarladığı için müzisyen, küçük yaştan itibaren pırıltılı sahne dünyasını tanımış oldu. Hatta yakın zamanda, sekiz yaşındayken annesiyle David Bowie’yi yatakta yakaladığını açıkladı. İngiltere’de geçen çocukluğunun ardından Los Angeles’a, annesinin yanına gitti. Lisedeyken ders yerine günde on iki saat gitar çalışan Slash, başta Eric Clapton ve Jimi Hendrix olmak üzere pek çok blues gitaristinden etkilendi. Bolca kullandığı alkol ve uyuşturucu nedeniyle Slash’e henüz 35 yaşındayken kalp yetmezliği teşhisi kondu ve en fazla 6 ay ömür biçildi. Neyse ki fizikterapi ve kalbine takılan pil sayesinde aramızdan zamansız ayrılmadı. Kendisi artık sağlıklı bir insan ve aile babası. Eski günlerini geride bırakıp, tamamen ailesine ve müziğe yoğunlaşmış durumda... Pete Townsend, Roger Waters, Joni Mitchell ve Jim Morrisson hayranı olan Slash’in en beğendiği gitaristlerin başında ise çok yenilikçi olduğunu düşündüğü Jeff Beck geliyor.

lı müzisyenlerle çalışmaya devam ediyor. 2012 Mayıs ayında çıkan solo albümü “Apocalyptic Love” da birlikte çalıştığı, Alter Bridge grubunun vokalisti Myles Kennedy, 2 Şubat tarihli konserde Slash ile aynı sahnede olacak. Grup, konserde kendi parçalarının yanı sıra eski Guns’n’Roses şarkılarına da yer verebilir. ‘90’ları ve Guns’ı yad etmek isterseniz, bu konseri ajandanıza kaydetmenizde fayda var. MS “SLASH Featuring Myles Kennedy & The Conspirators” 2 Şubat 2013/ Maçka Küçükçiftlik Park, Bilet fiyatları: Normal ayakta: 130 TL Sahne önü ayakta: 240 TL Milliyet SANAT Ocak 2013


MÜZİK

Damdan düşen müzik sektörü Internet yayıldı, müzik sektörü damdan düştü. O kadar şımarmıştı ki düşünce kedi gibi davrandı. Kediler damdan düşünce şaşkınlıktan depresyona girer: Ben kediyim yahu, niye düştüm? Şaşkın sektörün şapkasını önüne koyup alışkanlıklarını değiştirmesi gerekiyor. Bunu erken yapan kazanır. METİN SOLMAZ metin@solmaz.net

FİKİR en başta kolektif bir şeydi. İlk sahibi kaçınılmaz olarak önemsizdi. Buluşlar anonimdi. Birisi “Yahu şu cezveye bir sap yapsak da kahve yaparken elimiz yanmasa,” diyordu, muhtemelen oturup sap da yapıyordu. Sonra başka birileri o sapı ve cezveyi daha kullanışlı hale getiriyordu. Sonuçta anonim ve her açıdan optimize edilmiş, ideal bir cezve çıkıyordu ortaya. Endüstriyel dönemde işler değişti. Artık fikir sahibi bir cezve üreticisi bulmak ve fikrini ona beğendirmek durumundaydı. Üre-

tici her şeydi. Fikirle uygulama arasında bir iletişimsizlik oluştu. Uygulama hep bir sıfır öndeydi. Derken rekabetle birlikte fikir sahibinin kendisini üreticiye beğendirmesi yetmez oldu. Üreticinin de kendisini tüketiciye beğendirme zorunluluğu baş gösterdi. Bir de üzerine dağıtım da büyük önem kazanmıştı. Fikirle uygulama arasındaki iletişimsizlik tavan yapmıştı. Dağıtım ve üretimi elinde tutan azınlık, fikir peşinde koşmuyordu. Rahat koltuğunda oturuyor, küçük teşebbüslerle filizlenen fikirleri küçük paralara ‘topluyordu’. Akla yahut yaratıcılığa ihtiyaç duymayan, hantal ama kârlı bir mekanizmaydı bu. Uzun yıllar böyle gitti.

Zardanadam gibi müziklerini sadece internetten yayan ve bedava dağıtan onlarca müzisyen var.

Milliyet SANAT Ocak 2013

52

Müzikte de hayat böyleydi. 5 tane büyük plak şirketinin tekelindeydi her şey. En basit albüm çalışmalarına bol sıfırlı paralar harcanırdı. Paracıklarıyla kumar oynamazlardı da. Bu yüzden deneye bütünüyle kapalı bir sistemdi. Bu kadar kapalı olunca müzik ‘aleminde’ olanı biteni, trendleri en geç bu şirketler duyuyordu. Misal, sektör punk akımını ‘fark ettiğinde’ sadece Londra’da 400 kadar punk grubu vardı. Geç de olsa gelişmeleri duymak için mekanizmalar geliştirmişlerdi. Her ülkede onbinlerce bağımsız ve küçük şirketi desteklediler. Bu bağımsız markalar daha kahraman ve ucuz prodüksiyon bölgeleri oldukları için daha kolay denemeler yapabiliyorlardı. Bunların içinden göze çarpan müzisyenleri


Rock’çılar sık sık insanların bayılarak dinledikleri şarkıları beş dakikada helada yazdıklarını söyler. Sanırım en temel sorulardan birisi şu olmalı: “Birisi, beş dakikada helada yazdığı bir şarkı için milyonlarca dolar kazanabilmeli mi?

Bandista, protest bir müzik grubu.

de büyükler parayı bastırıp alıyor, cilalayıp satıyorlardı. Derken internet yayıldı, sektör damdan düştü. O kadar şımarmıştı ki düşünce kedi gibi davrandı. Kediler damdan düşünce şaşkınlıktan depresyona girer: Ben kediyim yahu, niye düştüm? Şaşkın sektörün şapkasını önüne koyup alışkanlıklarını değiştirmesi gerekiyor. Bunu erken yapan kazanır. Rapidshare’de eş zamanlı ‘indiren’ kullanıcı sayısı 3 milyona, indirilen dosya sayısı on milyonlara varıyor. Anlık rakamlar bunlar. Günlüğünü yıllığını siz hesaplayın. Taa, 2001’de Napster’ın 26 milyon aktif kullanıcısı vardı. Bir şeye birkaç kişi kopyalayınca hırsızlık denebilir. Bu kadar yüz milyon birbirinden kopyalayınca (ve ortada bir mali çıkar olmayınca) o artık bir çeşit kamulaştırmadır.

YENİ BİR TÜR ANONİMLİK Önceki yazıda manyetik bant icat oldu, mertlik bozuldu demiştik. Bir ses kayıtla taşınabilir olunca kulaktan kulağa ya da dudaktan dudağa taşınması ne kadar sürebilirdi ki? Tekrar eskiye gidelim. Müzikler kulaktan kulağa yayılırken herkes üzerine bir şeyler koyar, anonim olan ilkeleri belirlerdi. Elit olan da anonim olanın süzgecinden geçenleri notalar, parlatır, sunardı. Neredeyse her evde bir enstrüman ‘tıngırdatan’ bulunurdu. Kayıt icat olunca neredeyse aynı insanlar olan icracı ve dinleyici derin çizgilerle ikiye ayrıldı. İcracı şımardı, tanrılaştı. Dinleyici pasif takipçi haline geldi. Bu da tabii müziğin gelişimini olumsuz etkiledi. Sanatla hayat arasındaki farklar arttı. Bunda sanatçıyı korumak / üretimi arttırmak martavalı altında sertleşen kopyalama haklarının ve kazandıkça hantallaşan sektörün de derin payı oldu. Şimdi yavaştan yeni bir tür anonimlik-

ten söz edebiliriz. Her şeyden önce herkes her müziğe müdahale edebiliyor. Azıcık çalışkan ve fikir sahibi herkes poposunun üzerinden sofistike üretimler yapabiliyor. Bu kadar da değil. Şarkıların sunum şekli de çok değişti. Birçok radyo istasyonu artık kullanıcı alışkanlıklarına göre akışını belirliyor. Birçok sitede “Bob Dylan radyosu yap bana” diyorsunuz, Dylan sevenlerin hoşlanacağı bir radyo ‘yapıyor’. Bunu, kullanıcılarının dinleme alışkanlıklarına, yani bıraktığı bilgilere bakarak yapıyor. Dolayısıyla Dylan kadar hangi şarkıdan sonra neyin geleceğine karar veren kitle, yani dinleyici de söz sahibi. Dinleyici aktive oldukça eser sahiplerinde de eski tanrısal mevkiler kayboluyor. Her şeyden önce çok daha erişilebilir oldular. Derdi olan açıyor Twitter’ı, Facebook’u, müzisyen blogunu, kendi blogunu ediyor kelamını. Bu kadar da değil. Eskiden müzik yapan birisinin sektörde kafasını çıkarabilmesi için pahalı parantezinde stüdyolar, enstrümanlar, basım süreçleri, tanıtım, klip ve sair süreçlere ve dağıtım tröstlerine mahkumiyet vardı ya... Şimdi hepsi için 500 USD’lık bir bilgisayar ve internet bağlantısı yetebiliyor. Yaratıcılığa bağlı olarak kaydı ve gerekliyse klibi tamamladıktan sonra medyayı oluşturmak da kolay. Soundcloud, mp3.com ya da basitçe Youtube’e salıvermek epey bir adım demek. Sonrasında sosyal medya ve arama motorları emrinizde. Yaptığınız işin bir karşılığı varsa öyle ya da böyle buluyor onu. Öykü/Berk gibi tek şarkıyla büyük çıkışlar yapan müzisyenler bir kenara, Zardanadam ya da Bandista gibi müziklerini sadece internet’ten yayan ve hepten bedava dağıtan dünya kadar müzisyen var. Gangnam Style’da olduğu gibi işler çığrından da çıkabiliyor tabii.

53

CENNET DEĞİL UMMAN Bu tabii çok kaba bir bilanço. Resim netleşmiş de değil. Ayrıca her durumda bir cennetten değil ummandan bahsediyoruz elbette. Hayat da öyle değil mi zaten? Müzik yapmanın bu kadar kolay olması, ‘ayağa düşmesi’ müthiş bir şey. Düşünsenize benim gibi mutlak bir yeteneksiz dahi iPad’indeki Garage Band marifetiyle kendi grubu varmış gibi besteler yapabiliyor. Sanatla hayat tekrar birbirine yaklaşıyor. John Cage bu kadarını görebilseydi pek mutlu olurdu. Bu ucuzluk ve göreli özgürlük ortamının sonuçlarını bugünden öngörmeye çok olanak yok, ama kesin olan şeyler var. Misal albüm kutsanması bitecek. Zaten bir acayiplik var epeydir. Albüm yapıp da çok satamayanların pek çoğu cebinden para harcıyor. Çok satamayacağını bilmesine rağmen bunu yapmasının basit bir nedeni var. ‘Albümü olan sanatçı’ olmak, sahnesi başta olmak üzere marka değerini arttırıyor. Şimdilik ünlenmeye çalışanlar mp3’lerimi ‘indirin’, zaten ünlü olanlar da ‘indirmeyin’ diye yalvarıyor. Ama kesin olan şu, 50 cente maledilen CD’yi 30 USD’a satma dönemi bitiyor... Her formatta albüm denilen şey, koleksiyon nesnesi olmak yolunda hızla ilerliyor. Telif hakları düzenlemeleri eşyanın doğası gereği değişecek, bir an önce değişmeli. Rock’çılar sık sık insanların bayılarak dinledikleri şarkıları beş dakikada helada yazdıklarını söylerler. Bizden de Lale Müldür, Aysel Gürel ile Serdar Ortaç söylemişti hatırladığım. Copyright meselesinde sorun çok. Copyleft ise çok daha sarih bir alan. Sanırım en temel sorulardan birisi şu olmalı: “Birisi, beş dakikada helada yazdığı bir şarkı için milyonlarca dolar kazanabilmeli mi? Üstelik ömür boyu. Hatta varisleri yoluyla öldükten 70 yıl sonrasına kadar.” MS Milliyet SANAT Ocak 2013


MÜZİK

Dünyanın bir numaralı piyano ikilisi Katia-Marielle Labèque, Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası eşliğinde Poulenc’in göz bebeği repertuvar eseri “İki Piyano Konçertosu”nu çalmak için İstanbul’a geliyorlar. İkiliyi daha yakından tanımak için birkaç soru yönelttik.

Duo piyanonun zirvesi UFUK ÇAKMAK ufuk.cakmak@gmail.com

GAZETE VE DERGİLERDE Türkiye’ye gelen yabancı bir sanatçı ya da topluluğu tanıtmak için ‘dünyadaki en iyi orkestra’, ‘çağının en önde gelen ustası’ gibi ifadelere sık sık rastlıyoruz. Fakat bir değil, iki değil, birkaç ay sonunda bir de bakıyoruz ki, diyelim ‘dünyanın en iyi kemancı’larının sayısı 4’ü, 5’i bulmuş. Okuduklarınıza saygı duyup onları çok ciddiye alıyorsanız, kendinize “Aynı anda kaç kişi birinci?” gibi sorular sormanız kaçınılmaz oluyor. Fakat şimdi, bir numara derken, sıfatın tastamam düz anlaMilliyet SANAT Ocak 2013

mıyla kast ediyorum. Evet efendim, dünyanın bir numaralı piyano ikilisi Katia-Marielle Labèque, Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası eşliğinde Poulenc’in göz bebeği repertuvar eseri “İki Piyano Konçertosu”nu çalmak için İstanbul’a geliyorlar. Yerlerinizi alınız. Fransız piyano ikilisi Katia-Marielle Labèque ikiz değiller. Katia, Marielle’den iki yaş büyük. Müziksever, rugby oyuncusu ve doktor baba ve piyanist anneden doğuyorlar. Paris konservatuvarından mezuniyetlerinden hemen sonra duo olarak çalışmaya başlıyorlar. 20. yüzyıl Fransız müziğinin en önemli bestecilerinden Messiaen’in “Les Visions de l’Amen”i ilk albümleri oluyor. İkili kayıt maratonuna alışıldığı

54

gibi romantik favorilerden değil de modern müzikten başlamış. Ama zaman içinde bilindik romantik duo repertuvarından, cazklasiğe, dönem pratiği yapan baroktan popa hakikaten çok geniş bir ilgi yelpazesi oluşturuyorlar. Kayıt dağarları da bu ilginin genişliğini yansıtıyor. Gershwin’in “Rhapsody in Blue” eserinin iki piyano uyarlaması onlara yarım milyonluk bir satış ve dünya çapında ün getiriyor.

EKSANTRİK VE COŞKULU Labèque’lerin konserlerinde eksilmez bir hava var. Herkesin müzik zevki farklıdır ve belki Labèque’lerinki gibi çok canlı, duygusal itkisi yüksek, çabuk tavlayan çalışları kulak zevkinize uygun bulmayabilirseniz.


Labeque’ler, 17 Ocak’taki BİFO konserinin ardından 18 Ocak’ta da Borusan Müzik Evi’nde de bir konser verecek.

Türk bestecinin dünya prömiyeri BİFO’nun 17 Ocak konserinde Türk bestecisi Zeynep Gedizlioğlu’nun yeni sipariş edilen yapıtı “Kayıp Sessizliğin Anısına Rağmen”in dünya prömiyeri de yapılacak. Gedizlioğlu, 70 kuşağı bestecilerinden. Önce Mimar Sinan Üniversitesi’nde öğrenim görüyor, sonra çalışmalarına Almanya ve Fransa’da devam ediyor. Pek çok ödüle sahip besteci 2007 yılında dünyaca meşhur Arditti Dörtlüsü tarafından seslendirilmek üzere bir sipariş aldı. Bu yapıt Avrupa’nın çeşitli yerlerinde seslendirildi.

“Öyle uzun çalışıyoruz ki eseri tamamen kendi parçamız haline dönüştürüyoruz. Son noktada, hiç düşünmeden çalar pozisyonda oluyoruz; o denli bizden bir parça oluyor. Müzik hayatta bize her şeyi verdi ve biz de karşılığında ona ne gerekliyse veririz”. Fakat böyle bir zevkiniz de olsa Labèque’ler çalarken, bir dönüp bakma ihtiyacı hissediyorsunuz. Birçok büyük bestecinin de onlar için özel bir şeyler yazmasına şaşmamalı, çünkü yapıtı dinlettiren, eksantrik ve coşkulu bir formülü muhakkak ve muhakkak buluyorlar. Ben de olsam, bestelediğim parçayı, imkanım varsa onlara çaldırırdım. İkilinin yaşça büyük olanı Katia’ya bu canlı performans coşkusunun nasıl bir iç dünyadan kaynaklandığını sorduk. “İçten geliyor elbette, ama saatler ve saatler süren pratikle destekliyoruz. Öyle uzun çalışıyoruz ki eseri tamamen kendi parçamız haline dönüştürüyoruz. Son noktada, hiç düşünmeden çalar pozisyonda oluyoruz; o denli bizden bir parça oluyor. Müzik hayatta bize her şeyi verdi ve biz de karşılığında ona ne gerekliyse veririz”. 1980 yılında klasik müzik dünyasına damgasını vuran ve daha sonra birkaç kez kaydettikleri “Rhapsody in Blue”yla ilgili düşüncelerini sorduğumuza “Onu da parçamız haline getirdik” yanıtını alıyoruz. Bu eserle ilgili hikayelerinde George Gershwin’in erkek kardeşi Ira Gershwin’den başlarda ilginç bir yardım aldıklarını da öğreniyoruz. Ira Gershwin, eski konser bantlarını onlarla paylaşmış. Labèque’lerin çaldıkları orkestra ve şefleri saymamayım: En ünlüleri, en iyileri. Sadece birinci sınıf partnerlerle birlikte oluyorlar. Berio, Messiaen, Ligeti gibi 20. YY.’ın büyük bestecileriyle bire bir çalışmışlar. Katia, Luciano Berio ile çok erken bir yaşta tanıştıklarını söylüyor: “Luciano her tür müzikle ilgili bir kişiydi. Bize çok cömertçe vakit ayırır, düşüncelerini bizimle paylaşırdı. Koçumuzdu ve bize çok şey öğretti,” diyor. Bu arada söz çağdaş bestecilerden açılmışken, zorluğunu soruyoruz. “Onları notadan okumak daha zor, ama şunu söyleyebilirim ki çalması o kadar zor değil, çünkü bestecilerin kendilerinden her zaman destek gördük.” Katia Labèque’e rock ve diğer müziklerle ne zaman tanıştığını soruyoruz. “Her zaman vardılar. Beatles, Led Zeppelin vb gibi bir sürü grubu hep sevdim. Fakat bu tür müzisyenlerle birlikte çalışmaya daha yeni başladım. David Chalmin (elektrik gitar, elektronik alt yapı, besteci), Nicola Tescari (klavye, elektronik alt yapı, besteci), Rap-

55

hale Seguinier (davul) ve Alex Maillard (elektrik bas) gibi büyük müzisyenlerle çalışma ayrıcalığına şimdi eriştim.” Özellikle sevdikleri bir besteci olup olmadığı sorusuna “Çaldığımız tüm besteciler,” diye coşkulu bir yanıt alıyoruz, “Ama” diye ekliyor Katia: “İki piyano arasında diyalogtan ziyade, çok fazla ünison kullanan bestecileri sevmiyoruz,”. Labèque’ler şu anda üç ayrı proje yürütüyorlar. Bunlardan ilki Bernstein’in meşhur “Batı Yakası Hikayesi”nin Irwin Kostan tarafından düzenlenmiş hali. Harika bir vurmalı ekibe sahip olduklarını söylüyor. Gonzalo Grau’nun perküsyon çaldığını ve ‘Shark’ların latino yanını temsil ettiğini, Raphale Seguinier’nin de davul çaldığını ‘Jet’lerin Amerikan yanını temsil ettiğini söylüyor. İkinci projeleri, Kalakan grubuyla yaptıkları Ravel “Bolero”. Diğeri de “Minimalist Dream House” adındaki projeleri. Elli yıla yayılmış minimalist bestecileri çalıyorlar bu projede. Katia bir evrimi incelediklerini söylüyor. Genelde üç ayrı konserden oluşan bir projeymiş bu: Başlangıçlar, deneyselciler ve rock’n roller’lar. Labèque’ler 2007’de kendi kayıt firmalarını kuruyor. Katia, kendi master kayıtlarının sahipleri olmak ve sevdikleri müzisyenlerle birlikte, diledikleri gibi müzik yapmak için kendi şirketlerini kurduklarını söylüyor. Katia kardeşi ile duo çalmanın yanı sıra farklı oluşumlarda da yer almış. Victoria Mullova ile keman-piyano ikilisi olarak dünyayı dolaşıyorlar. “B FOR BANG” projesinde Beatles’ın müziğini çalıyor. “Shape Of My Heart” solo albümünde Sting, Herbie Hancock, Chick Corea ile işbirlikleri var. Katia’ya son olarak İstanbul’da çalacakları Poulenc’i sorduk: “Poulenc, sevdiği ve hayran olduğu bestecilerin hepsinin stillerinden karışımla kendi stilini elde etmiş. Son derece özel ve benzersiz bir konçerto, bu nedenle her türlü konser programına uyuyor.” MS 17 Ocak, Lütfi Kırdar, 20.00 BIFO, Gürer Aykal (şef) Katia & Marielle Labèque Gedizlioğlu: Yeni yapıtın dünya prömiyeri Poulenc: İki Piyano için Konçerto Çaykovski: 3. Senfoni Milliyet SANAT Ocak 2013


MÜZiKAL GÜNCE NAİM DİLMENER

naimdilmener@gmail.com

Hediye Güven’in “Yengeç”i: “Yok kardeşim, yaptığınız müzik değil; müzik işte bu!” diyen albüm. 2000’lerin en iyi/en tutarlı rock gruplarından Gripin... Sezen Aksu ile bu toprağın renkleri... Demet Sağıroğlu bilidiğini okuyor... Rashit’ten “İnsan neslinin Sonu”...

Ne varsa cazcılarda var 6 ARALIK PERŞEMBE Palma de Mallorca. Burda Virgin olmadığını biliyordum ama hiç olmazsa Fnac vardır, diye düşünüyordum çünkü bu zincir İspanya’da çok yaygın. Ama yokmuş. Ya da ben denk gelemedim ama sanmıyorum; kaç rehbere bakındım, rastlamadım. El Corte Ingles’lerde genişçe müzik katları/bölümleri vardı ama. Genişçe derken lafın gelişi tabii. Aslında geniş ama müzik filan dip köşelerde; en manzaralı yerler telefon ve benzeri akıllı aletlere ayrılmış. Herkes bunların peşinde. Her şeyi bunlarla yapar olduk ve tabii ki müziği de öyle dinlemekteyiz. Stüdyolarda sabahlayan/ter döken müzisyenlere, stüdyo çalışanlarına yazık; her ses üzerinde saatlerce çalışıyor/kafa patlatıyorlar ve biz bu seslerin yarısından fazlasının duyulmadığı aletlerden dinliyoruz şarkıları. Yazık onlara. Bize daha da yazık.

7 ARALIK CUMA Tam ümidimi kesmişken nihayet içimi açan bir albümle karşılaştım El Corte’de; Luz’un (Casal) “Un Ramo De Rosas”ının iki disklik özel nüshası. Bir Almodovar filminde (“Un Ano De Amor” ile) keşfettiğim bu şarkıcı, dünyanın gelmiş geçmiş en mükemmel yorumcularından biri. Dilini hiç anlamasam dahi, her söylediği şarkıyı çok iyi anlıyor/çözüyorum. 30 şarkılık yeni özel baskı albüm, deryalara salacak beni.

11 ARALIK SALI 2000’lerin en iyi/en tutarlı rock gruplarından biri oldu Gripin... (Arabesk gırtlak/cover izdihamı gibi) rock’u bitirmiş hiçbir kısa vadeli eğilime yüz vermediler. Cover yapmadılar (“Dalgalandım da Duruldum”)

Milliyet SANAT Ocak 2013

değil; yaptılar ama şarkıyı tamamıyla değiştirerek yani kuş kondurarak yaptılar. Ve tadında bıraktılar. Kısa yoldan cep dolduracak işlere de bulaşmadılar. Yıllardır paşa paşa rock yapıyorlar; klasiğe yakın, fazla oynamadan. Evet, (özellikle bu son albümleri “Yalnızlığın Çaresini Bulmuşlar”da olduğu gibi) arada bir başka tür ya da enstrümanı, asıl kimliklerini bozmadan sound’larına dahil etmedeler/etmiyorlar değil; ama rock’un kendisi, her zaman/her şeyin üstünde oldu onlar için... Son albümlerinde de böyle. Belki yalnızlığın çaresini bulmamışlar, belki 10-20 yıl sonrasının rock’unu yapmamışlar ama son derece makul, son derece içine dahil olunur bir albüm yapmışlar yine. Yolları hep AÇIK olsun.

12 ARALIK 2012 12/12/2012 gibi kaç zamandır züğürdün hafızasını yormuş bir tarihi Ghetto’da, Rashit konseri ile kutladık. Kıyamet kopmadı tabii, ama Rashit’in (ve benzerlerinin) şarkılarında sözünü ettiklerine kulak asılmazsa, eninde/sonunda kopacağı da garantidir. Yeni albümleri “İnsan Neslinin Sonu”nun tanıtım konseriydi bu ve yaz başından beri demo versiyonlardan dinleyip durduğum şarkıları, sahnede canlı canlı dinlemek müthişti. “İnsan Neslinin Sonu”, belki bir sound ve atmosfer bütünlüğüne sahip değil ama her bir şarkısı ayrı ayrı mühim ve vurucu. Çalışılmış, üzerlerinde kafa patlatılmış Erkin Koray’ın “Gaddar”ı ile Timur Selçuk’un “Halet Rezaki’nin Şarkısı” da olsaydı daha iyi olacaktı ama bu iki müzisyenimiz

56

Gripin’in yeni albümü “Yalnızlığın Çaresini Bulmuşlar” çıktı...

ne yazık ki şarkılarının tepeden tırnağa baştan yaratılmasına karşılar. İzin vermediler ve bitmiş şarkılar albüme dahil edilemedi. Tutuculuk çeşit çeşittir ama en dayanılmazı bu türden olanıdır; dünyayı değiştirme fikriyle yola çıkıp, yolun sonunda yerlere kapaklanandan gelenidir.

13 ARALIK PERŞEMBE Bir dönem (“İki Yol” zamanları) Mavi Sakal’ın solistliğini üstlenmiş Genç Osman’ın solo bir albüm hazırladığı, yıllar öncesine ait bir haber/gelişmeydi; en az bir 810 yıl öncesi... Ama olamamıştı bir türlü. Gündelik sıkıntılar, sağlık sorunları, bugün/yarın derken Genç Osman ancak yapabildi albümünü. Kapakta, son derece bulutlu bir göğün altında duruyor olmasına rağmen, albümüne “Gökyüzü Masmavi” adını seçmiş Genç Osman, bir yandan Bülent Ortaçgil, bir yandan da ‘akustik’ Ogün Sanlısoy hissiyatıyla söylüyor


EN İYİLER - EN KÖTÜLER

ten yerlere serdi. Her şey bu kadar kötüyken nasıl olur da birileri çıkabilip, “Yok kardeşim, yaptığınız müzik değil; müzik işte bu!” diyebiliyor ve dediğini sağlam bir vesika ile de belgelendirebiliyor? Müthiş bir albüm; albüme adını veren “Yengeç” ise hayatımın şarkılarından biri olacak: “Uyandırsam kendimi her gün her gün kendimi öldürmekten, uyandırsam kendimi her gün her gün aynı diziyi seyretmekten, uyandırsam kendimi her gün her gün aynı rüyayı görmekten, uyandırsam kendimi her gün ama her gün, aynı, aynı... Bağıra çağıra, bayıra çayıra kendimi atsam, yüzü koyun uzanıp, ensemi güneşe açsam, ısınsam...” ÇOK GÜZEL.

24 ARALIK PAZARTESİ Notlar, gazete küpürleri, listeler... Önüme serdim ve (bana göre) geçen yılın En İyi ve En Kötü albümlerini listeledim.

2012’nin En iyileri: 1- “Aşka Dair”, Alpay 2- “MMXII”, Pentagram 3- “Yengeç”, Hediye Güven 4- “Jazz İstanbul Volume 2”, Jülide Özçelik 5- “Kavis”, Cenk Erdoğan 6- “Kalbin Nerde”, Sevinç Eratalay 7- “Akustik 2012”, Ogün Sanlısoy 8- “kemenjazz”, Baki Duyarlar/Derya Türkan 9- “Tam Zamanında”, Nükhet Duru 10- “P!a”, Mehmet Akbaş

20 ARALIK PERŞEMBE

Ve 2012’nin En Kötüleri: 1- “Ey Şuh-i Sertab”, Sertab Erener 2- “Organik”, Mustafa Sandal 3- “Karnaval”, Sinan Akçıl 4- “Orhan Gencebay İle Bir Ömür”, Karma 5- “Ray”, Serdar Ortaç 6- “Herkes Aynı Hayatta”, Mehmet Erdem 7- “Sahne Müzikleri 1-2”, Tolga Çebi 8- “Es”, Mustafa Ceceli 9- “Aşk En Büyüktür Her Zaman”, İzel 10- “II Tek”, Şevval Sam

‘90’lı kuşağın güzel sesli güzel yorumcusu Demet Sağıroğlu çok derli/toplu bir albümle döndü. “Hiç Özlemedin mi?” albümü, canla/başla şarkı söyleyen birinin, günün talep edilen ‘tip’ ve ‘kılık’taki şarkılarını nasıl umursamadığını, nasıl bildiğini okumaya devam ettiğini gösteriyor. Zaten “Ticari albüm ve repertuvar endişem hiç olmadı, ben her zaman şarkıların ifade ettiklerine inandım,” diyor Sağıroğlu, albümün basın bülteninde. Biz sevenleri de öyle. Onun muadili birinin de (bu şartlarda) ortaya çıkması artık çok zor.

22 ARALIK CUMARTESİ şarkılarını. Bağırıp çağırmadan sıralıyor içindeki/içimizdeki sıkıntıları, umutları, olmuşları, olmamışları, olması gerekenleri, olursa bizi gerçekten ‘masmavi’ kesecekleri... Genç Osman, müzisyenin kendisi ve etrafı ile ilgili olduğu günlerden geliyor. Bu nedenle artık mumla aransa bulunmaz şarkılar yazmış/söylemiş olması şaşırtıcı değil. Şaşırtıcı olan, böyle şarkılara ihtiyacımız yokmuş gibi davranmaya başlamamız. Oysa var; hep vardı, hala var. Hatta belki bu aralar, her zamankinden fazla var. “Bu Şehirden” mesela, içlerinde volkanlar patlarken niyesini/niçinini anlamamışlara öyle iyi gelebilir ki. Ya da “Hepsi Aynı”; sürünün bir üyesi olmayı her şeyin üstünde tutmaya başlamışların kafalarını açabilir, ruhlarını teskin edebilirdi. Müzik bir ihtiyaç. İhtiyaç duyana / ihtiyacı olduğunu ikrar edene çok şey sunabiliyor. Genç Osman gibi mükemmel ötesi müzisyenlerin şarkıları ise,

Sezen Aksu’nun heyecanla beklenen “Türkiye Şarkıları” DVD’si nihayet çıktı. Feriköy Surp Vartanants Kilisesi Korosu, Los Paşaros Sefaradis Musevi Müzik Topluluğu, Ontro Rum Müzik Grubu, Enderun Klasik Türk Müziği Topluluğu, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Çocuk Korosu ve İzmir Devlet Opera ve Balesi Orkestrası başta olmak üzere çok sayıda müzisyenin/grubun eşlik ettiği Aksu, memleketin çok dilli/çok dinli/çok kültürlü/çok renkli haritasını eksiksizce resmediyor şarkılar vasıtasıyla. Bu DVD’yi seyrederken, bu toprakların gerçekten de bir ‘mozaik’ olduğunu ve eğer hunharca talan etmeye devam edersek, geriye ‘tek renk’ dahi kalmayacağını görüyor insan. Bu/böyle şarkılar da kalpleri yumuşatmayacaksa eğer, herkesin/hepimizin işi zor. Zordan da öte. MS

çok daha fazlasını yapabilir.

17 ARALIK PAZARTESİ Pop ve rock’çular alınmasın ama ne varsa cazcılarda var sanki; aslında sözüm rock’çulara, popçular kendilerini tamamen kaybettiği için alınamazlar da: Hediye Güven’in “Yengeç”i beni zevkten/keyif-

Sezen Aksu

57

Milliyet SANAT Ocak 2013


MÜZİK

“İstanbul bir orkestra daha u.” kazanmış old

den ‘asıl’ göreviniz n . Orchestra’Sio de bahsedelim ktı? nasıl ortaya çı n, benim S a’ Orchestr io otre Dame de girişimim ve N isesi’nin Sion Fransız L a çıktı. desteğiyle ortay likte n projesini bir Orchestra’Sio ve İstanbul bir hayata geçirdik . kazanmış oldu orkestra daha bir veya birkaç Her konserde onuk ediyor ve büyük solisti k ğın de de yeni kuşa er rl se n o k ı az b nı listleriyle de ay başarılı genç so in yoruz. Örneğ sahneyi paylaşı l ayında dünya geçtiğimiz eylü hnesinin en klasik müzik sa nden piyanist önemli isimleri v ile çalıştık. Andrei Gavrilo bir yaylı oda Temel olarak orkestrası olan n’un müzisyen Orchestra’Sio rden konsere kadrosu, konse iyor, sahnenin farklılık göster k de genişleyere el verdiği ölçü e d fonilerini Beethoven sen alabiliyor. repertuvarına

Orçun Orçunsel, MSGSÜ Devlet Konservatuarı piyano bölümü mezunu.

“Yönetmen olmasa oyuncular oynayamaz mı?” SELAY SARI selay.sari@milliyet.com.tr

● Aslen piyano bölümü mezunusunuz. Neden solist olarak devam etmek yerine orkestra şefliğini tercih ettiniz? Ben müzik eğitimime 3 yaşımdayken başladım ve aslında ilk olarak 12 yaşımdayken sınıf arkadaşlarımı toplayarak bir orkestra kurmaya çalışmışlığım vardır. Bu yüzden benim orkestra şefliği ve kompozisyon alanlarındaki seçimim, çalgı eğitimimle paralel olarak filizlendi diyebilirim. Piyanoyu hiç bırakmadım, sadece müziğe biraz pi-

Milliyet SANAT Ocak 2013

FOTOĞRAF: ÇAĞLAYAN ÇETİN

● Şu anki

27 yaşındaki genç piyanist ve orkestra şefi Orçun Orçunsel, 25 Ocak’ta İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası’nı yönetecek. Orçunsel ile ‘genç bir orkestra şefi’ olmak üzerine konuştuk... yano dışında bakabilmek adına bir süre resitallerime ara vermiştim. Solist olarak kariyer yapmak, özellikle bu kadar az sayıda orkestranın olduğu bir ülkede, orkestra solisti olabilmek çok zor. Orkestralar ve festivaller, kendini yurt dışında kanıtlamış solistlerle konser vermeyi tercih ediyor. Ben ise yurt dışında kısa süreli çalışmalar dışında fazla zaman harcamayıp, burada kendi orkestramı kurmayı tercih ettim. ● Yaklaşık 7 senedir orkestra şefliği

58

yapıyorsunuz. Mesleğe bu kadar erken başlamanın avantaj ve dezavantajları neler? Aslında ben erken olduğunu düşünmüyorum. Keşke eğitim sistemi çok daha farklı olsaydı ve çok daha erken başlayabilseydim. Profesyonel anlamda bir orkestranın başına geçişim, 20’li yaşlarımın başına rastlar. Hocam Gürer Aykal da aynı yaşlarda başlamıştır orkestra yönetmeye. Avantajı, her şeye erken başlamakla aynı; ağacın yaşken daha ko-


Orçunsel “Orchestra’Sion, benim girişimim ve Notre Dame de Sion’un desteğiyle ortaya çıktı” diyor.

lay eğilmesi ve insanın hâlâ ‘genç’ olarak nitelendirilen yaşlarındayken, ardında uzun soluklu bir deneyim, bir birikim barındırabilmesi. Benim hissettiğim dezavantajı, henüz duygusal zekam oturmamışken kendimi sahnede bulmam diyebilirim. İnsan kendi çalgısını çalarken, tempo ve yorumla ilgili pek çok kararı kendi fiziksel özelliklerine göre verebiliyor ancak orkestrada, çalan kişiler karşında duruyor ve başkaları adına en uygun kararın ne olduğunu saptamak, belli bir yaşın altında pek de kolay olamayabiliyor. ● Bir orkestra şefinin ‘tam olarak ne yaptığı’ konusunda hâlâ zihinlerde soru işaretleri var... Müzisyen olmayan dostlarımın bana en çok yönelttiği soru, “Sen olmasan çalamazlar mı?” sorusudur. Ben de bu soruya soruyla karşılık veriyorum, “Yönetmen olmasa oyuncular oynayamaz mı?” Biraz daha açarsak; Shakespeare eserlerini yazmış, her kelimesi oyuncuların elindeki metinde yazıyor, o halde yönetmene neden ihtiyaç duyuluyor? Sebebi basit: İster müzik, ister dans, isterse tiyatro olsun, toplu olarak icrâ edilen sahne sanatlarında bir kişinin topluluğun dışında durarak ortaya çıkartılan eseri şekillendirmesi gerekir. Orkestra müzisyenlerinin önlerinde, sadece kendi çalacakları notalar yazılıdır, şefin önünde ise tüm çalgıların çalacağı notalar bulunur. Buna göre şef, hangi çalgının nerede durup nerede yeniden başlaması, sesleri hangi şiddette çalmaları gerektiği gibi konularda müzisyenlere yardımcı olur. Ayrıca orkestranın en sağında

“Solist olarak kariyer yapmak, özellikle bu kadar az sayıda orkestranın olduğu bir ülkede, orkestra solisti olabilmek çok zor. Orkestralar ve festivaller, kendini yurt dışında kanıtlamış solistlerle konser vermeyi tercih ediyor.” duran kişiyle en solunda duran kişi arasında 30-40 metrelik bir mesafe vardır. Aralarında bu kadar mesafe bulunan iki insanın çalış birlikteliğini de şef sağlar. Çünkü sanatçıların bu mesafeden birbirlerini net bir şekilde duymaları da her zaman mümkün değildir. Şefsiz çalan oda orkestraları vardır. Ancak bu tip orkestralarda da başkemancı şeflik görevini üstlenir ve her elemanın üzerine daha fazla sorumluluk yüklendiğinden, çok daha fazla çalışma gerektirir. ● Özellikle hayranlık duyduğunuz, size ilham veren orkestra şefleri kimler? Claudio Abbado’yu severim, Lucerne Festival Orkestrası ile... Eskilerden Pierre Monteux’yü, Furtwängler’i ve Toscanini’yi sayabilirim. Türkiye’de ise Gürer Aykal ve az bilinen bestecilerin eserlerini de yorumlayarak tanınmalarına ön ayak alan Cem Mansur beni etkileyen isimler.

59

● Orkestranın büyüklüğü, yönetim deneyimini ne ölçüde etkiliyor? Devlet orkestrası olarak daha önce Antalya Devlet Senfoni Orkestrası ile birkaç konser verdim. İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası (İDSO) ile ilk defa çalışacağım. Aslında görünenin aksine, orkestra küçüldükçe hem şefin hem de orkestradaki müzisyenlerin işi zorlaşıyor. Bir eserin sorumluluğunun 120 kişiye dağılmasıyla 20 kişinin üstünde olması olarak ifade edersem daha kolay anlaşılabilir. Şef açısından, geniş kadrolu eserleri yönetmenin enerjisi elbette ki çok farklı; elin tek hareketiyle yüzlerce insanı bir noktada buluşturmanın verdiği etki, oda orkestrasına göre daha farklı ancak kendi adıma konuşursam, bir ego tatmini söz konusu değil. Çünkü bana göre, şefin orkestra karşısında yerine getirmesi gereken öyle çok görev var ki, buna bir de kişisel duyguların eklenmesi, bu görevlerin hakkıyla yerine getirilmesinde olumsuz etkiler oluşturabilir. ● İDSO’nun 25 Ocak’taki konserinin programında, isimlerini az duyduğumuz iki besteci var: Johann Christian Bach ve Joseph von Lindtpaintner. Bu isimler nasıl seçiliyor? Bir orkestra, bir şefi davet ederken, bazen yöneteceği eserleri kendi seçer, bazense önceden yapılmış programa dahil edilir. Benim İDSO ile vereceğim konserde de bu ikisinin karışımı oldu; Lindtpainter ve Christian Bach, zaten yöneteceğim hafta orkestranın eşlik edeceği solistlerin seçmiş olduğu eserlerdir. Konserdeki diğer eserler olan Ravel’in “La Valse” ve “İspanyol Rapsodisi”ni de ben seçtim ve ortaya çok renkli, hem çalanların hem de dinleyicilerin büyük keyif alacağı bir program çıkmış oldu. ● Şu an Türkiye’de küçük/orta/büyük bir orkestranın konser vermesi için akustik açıdan uygun bir salon var mı? Hayır, yok. Bilkent’in salonları var, İzmir’de Ahmet Adnan Saygun Sanat Merkezi var ancak ben bu soruya yok diyerek cevap vermek istiyorum. Çünkü bardağın dolu tarafına bakmakla boş tarafı dolmuyor. Türkiye’yi geçtim, 2010 Kültür Başkenti unvanı verilen ve 20 milyon nüfusu olan bir şehirde, ne bir konser salonu ne de bir opera binası var. Kongre salonlarında konserler veriliyor... Muhteşem olmasa da bir AKM’miz vardı, şimdi yeller bile esmiyor yerinde. Sanatın üvey evlat muamelesi gördüğü bir coğrafyada yaşıyoruz. Yunanistan’dan Çin’e kadar bir opera binası yok... Tabii ki her şehirde konser verme imkânı var ancak konser verilmesi için akustik anlamda özenle tasarlanarak yapılmış bir salon yok maalesef. MS

Milliyet SANAT Ocak 2013


ALBÜM

yerli

ALİŞAN ÇAPAN

alisancapan@hotmail.com

“Badem ve Konukları” - Badem - Pasaj Müzik ★★★

Göksel Baktagir, birçok farklı ekiple konser verip kayıt yapıyor.

“Geceyedir Küsmelerim”, “Bir An İçin” gibi hit şarkılarıyla ve bugüne kadar yayınladıkları üç albümle pop-rock severlerin beğenisini kazanmayı başaran Badem grubu da son günlerdeki ‘cover’ furyasına ayak uydurdu. Badem’e bu yeni albümlerinde eşlik eden müzisyenler arasında Nilüfer, Cahit Berkay, İlhan Şeşen’in de aralarında yer aldığı ustalardan Vega, Özlem Tekin ve Feridun Düzağaç gibi sevilen isimlere uzanan kalabalık bir sanatçı listesi mevcut. Vega’nın 2005 yılından bu yana yazıp seslendirdiği ilk parça olma özelliğini taşıyan “Uyan” bizce albümün en iyisi. 15.90 TL.

“Hayal Gibi Ezgiler” Göksel Baktagir Esen Müzik ★★★★ Günümüzde kanun denilince ilk akla gelen usta Göksel Baktagir yeni albümüyle müzikseverlerin karşısında. TRT Müzik kanalında yaptığı “Hayal Gibi Ezgiler” programıyla her geçen gün hayran kitlesi kalabalıklaşan Göksel Baktagir’in “Kalb-i Coşku” alt başlığını taşıyan yeni albümünde 11 parça yer alıyor. Adı çoğu zaman udi Yurdal Tokcan ve kemancı Nedim Nalbantoğlu gibi virtüözlerle anılan Baktagir, hayli üretken bir müzisyen. Kendi adına yayınladığı yeni albümü de beklentileri boşa çıkartmıyor. Baktagir kelimenin tam anlamıyla ustalığını konuşturuyor. 14.90 TL.

klasik

Schiff, ‘80 ve ‘90’lı yılların en iyi Bach yorumcusu olarak anılıyor.

Milliyet SANAT Ocak 2013

“Çocukluk Hayalleri” - Sade We Play ★★★ Deprem Gürdal ve Ertuğrul Kulaksızoğlu’nun 2003 yılında kurduğu Rind grubuyla başlayan ve çeşitli festivaller ile yarışmalarda kazanılan ödüllerle devam eden müzik maceraları 2009 yılından bu yana Sade adı altında devam ediyor. Gürdal ile Kulaksızoğlu’nun başını çektiği ekibin ilk albümü “Çocukluk Hayalleri” geçtiğimiz günlerde piyasaya çıktı. Prodüktörlüğünü Volkan Yırtıcı’nın üstlendiği albümün sahnelerimizde kalıcı bir grubu müjdelediğini söylesek yanlış olmaz. 18.90 TL.

“Das Wohltemperierte Clavier: Bach”- Andr·s Schiff - ECM ★★★★★ Johann Sebastian Bach’ın klavsen için yazdığı yapıtlar içinde ayrı bir yere sahip olduğunu söyleyebileceğimiz “Eşit Düzenlenmiş Klavye”, Bach Eserleri Kataloğu’nun 846 ile 893 numaraları arasındaki kırk sekiz parçayı kapsar. Bach’ın prelüdlerden ve füglerden oluşan bu olağanüstü yapıtı, önde gelen tüm bestecilerine ilham kaynağı olmuş, bir nevi klasik müziğin ‘Eski Ahit’i olarak kabul edilmiştir (Beethoven’in piyano sonatları da ‘Yeni Ahit’ olarak kabul edilir.) 1990 yılında Bach’ın “İngiliz Suitleri” yorumuyla ‘klasik müzikte en başarılı bireysel icra’ dalında Grammy ödülüne uzanan Schiff, piyanistliğinin olgunluk dönemine girdiği son yıllarda işbirliğine gittiği ECM firması için yaptığı yeni Bach kayıtlarıyla klasik müzik çevrelerinde hayli ses getirdi. Günümüzün en başarılı Bach yorumcusunun dört CD’lik ‘Eski Ahit’ yorumu, kelimenin tam anlamıyla arşivlik bir çalışma. 100 TL.

60


yabancı “Dos” - Green Day - EMI ★★★ ‘90’lı yıllarda yaptıkları çıkışla ABD’de 23, dünya genelinde ise 70 milyon satış rakamına ulaşan Green Day gelmiş geçmiş en başarılı pop punk grubu olarak kabul ediliyor. Grup, dört aya yayılan bir süre içinde yayınlamayı planladığı üçlemenin ikinci albümü “Dos” ile karşımızda. Green Day, vokalisti Billie Joe Armstrong’un 21 Eylül 2012 tarihinde Las Vegas konseri esnasında sahne üzerinde sinir krizi geçirip bir süre ‘rehabilitasyon’a alınmasıyla gündeme gelmişti. Albümün tüm şarkı sözlerini kaleme alan Armstrong’un inişli çıkışlı ruh halinin iyiden iyiye hissedildiği çalışmanın soundu sanatçı tarafından AC/ DC ile erken dönem Beatles arasında bir yerlerde olarak tanımlanıyor. 24.90 TL.

“Lux” Brian Eno - Warp ★★★★ Roxy Music’in eski elemanı Brian Eno ya da daha çok bilinen sıfatıyla David Bowie, Devo, Talking Heads ve U2 gibi isimlerin maharetli prodüktörü, Warp etiketiyle yayınladığı üçüncü albüyle karşımızda. 64 yaşının baharında hız kesmeden yoluna devam eden Brian Eno’nun kariyerini bu satırlara sığdırmaya imkan yok. Yine de Eno’nun bu yetmiş beş dakikalık ‘ambient’ ziyafetinin kendi alanında yılın en iyi çalışmalarından biri olduğu rahatlıkla söylenebilir. 29.90 TL.

caz “Organic Music Society” albümündeki 13 parçadan 7’sinde Cherry’nin imzası var.

“Organic Music Society” - Don Cherry - Caprice Records ★★★★ Caz tarihinin önemli trompetçilerinden Don Cherry’nin kariyerine free caz akımının kurucusu Ornette Coleman’ın kanatları altında başladığı, Coleman’ın doğaçlama ekolünü hatmettiği ‘60’lı yıllar boyunca bir yandan da blues ve bebop tınılarına göz kırptığı söylenir. Ancak Cherry’nin bir müzisyen olarak rüştünü ispat ettiği dönem dünyanın farklı müzik türlerini kendi caz anlayışıyla yetkinlikle birleştirdiği ‘70’li yıllardır. Geçtiğimiz günlerde ilk defa CD formatında piyasaya sürülen 1972 tarihli çift plaklık “Organic Music Society” albümü Cherry’nin grup lideri ve besteci olarak ufkunun ne kadar geniş olabileceğinin iyi bir ispatı. Toplam 13 parçanın yedisinde Cherry’nin imzası yer alırken yirmi dakikaya yaklaşan “Relativity Suite” tek kelimeyle nefes kesici. 29.90 TL.

“Fortune Songs” Jasmine Lovell, Smith’s Towering Poppies - Paintbox

“Songs and Opera Arias”- Galina Vişnevskaya EMI Classics ★★★★★ Geçtiğimiz günlerde dünyaya gözlerini yuman Galina Vişnevskaya, 20. YY.’ın en büyük sopranolarından biri olarak kabul ediliyordu. 3 CD’lik bu seti dinlediğinizde Vişnevskaya’nın elli beş parça boyunca Rimski-Korsakov’dan Çaykovski’ye, Prokofiev’in Rus Halk Şarkıları’ndan ünlü şair Alexandr Blok’un dizelerine ses verdiği her yapıtı benzersiz bir şekilde ölümsüzleştirdiğine şahit oluyorsunuz. Vişnevskaya - Rostropoviç ikilisinin ‘70’lerde Flarmoni Orkestrası’yla gerçekleştirdikleri kayıtlar, Rus divasından tam bir şölen. 85 TL.

★★★ Kimileri her yıl müzik marketlerde görücüye çıkan yüzlerce albümün müzik kalitesini düşürdüğünü ileri sürerken, kimileri de bu hengâmede ıskalanan bazı albümlere dikkat çekiyor. Yeni Zelandalı soprano saksafoncu, besteci Jasmine Lovell-Smith ile piyanoda Cat Toren, basta Patrick Reid, trompette Russell Moore ve davulda Kate Pittman’dan oluşan beşlisinin “Fortune Songs” adlı ilk albümü ıskalanmaması gereken çalışmalar kategorisinde yer alıyor. Lovell-Smith’in sekiz parçasının son derece yetkin bir şekilde icra edildiği albüm ümit vaad eden bir başlangıç. 24.90 TL.

61

Milliyet SANAT Ocak 2013


PLASTİK SANATLAR

Selma Gürbüz’ün (solda), sergisinde yer alan, 2011 tarihli “Gümrükçü ve Sevgilisi” adlı eseri (altta).

“Benim için her resim bir masal” Selma Gürbüz, yeni sergisi “Uzun Gece. Uzak Yolculuklar”da masallardan, fallardan ve efsanelerden işlerine taşıdığı imgelerle bambaşka bir âlem yaratıyor. ÖZGE YILMAZ ozge7y@gmail.com

SELMA GÜRBÜZ, Türk çağdaş sanatının önemli isimlerinden biri. Son olarak 2010 yılında Antrepo’da açtığı “Arketip” sergisiyle izlediğimiz Gürbüz, Rampa’daki yeni sergisi “Uzun Gece. Uzak Yolculuklar”da yine mistik dünyalara dalıyor. Cinler, periler, kurtlar, kuzularla güneşin ve ay ışığının gölgesinde masallar yaratıyor. Kültürel belleğimizin en bilindik imgelerini, aklımıza, hayalimize gelmeyecek yaratıklarla sarmaş dolaş ediyor, zamandan ve uzamdan azade bir dünya çiziyor yine. Selma Gürbüz’le “Uzun Gece. Uzak Yolculuklar”da izleyiciyle buluşturduğu bu zamansız ve mekânsız âlemini konuştuk. ● Bu serginizde önceki işlerinizden de aşina olduğumuz gibi kültürel bellekteki arketipleri kullanıyorsunuz. Yaptığınız

Milliyet SANAT Ocak 2013

aslında antropolojik ve psikolojik okumalara çok açık bir iş. Sizin bu alanlarda çalışmalarınız oluyor mu üretim aşamasından önce? İşlerim tamamen birikimlerden oluşuyor. Gördüklerimden, yaşadıklarımdan ve hissettiklerimden oluşan çalışmalar. Geçmişe ve bugüne bir bakış. Bunların antropolojik ve psikolojik okumalarını izleyici ya da sanat eleştirmeni düşünebilir. Ben zaten simgelerimi resme dökerek dile getiriyorum. Bir kurgu planlamadan, tamamen doğaçlama çalışıyorum ve her çalışma bir diğerinin devamı gibi benim için. Bu işleri yaparken bir yandan da masal anlatıyorum aslında. Benim için her resim bir masal. Bu sergide de son iki yılda ürettiğim, daha önceki sergilerimin devamı niteliğindeki işlerim var. Gizemli ve şiirsel karak-

62


terlerim izleyiciyi kendi iç dünyasını sorgulamaya, anlamaya ve dışa vurmaya davet ediyor. ● İşlerinizde tanımadığımız doğa üstü yaratıkları ve tanıdık mitolojik / dini figürleri de görebiliyoruz. Tüm bu imgeleri nasıl bir düzlemde birleştiriyorsunuz? Bu imgeler bir yandan da çok zamansızlar çünkü. Geçmişe ait gibi durmuyorlar. Zamanın o kadar da önemli olmadığı ortaya çıkıyor burada. Binlerce yıl önce yapılan anonim eserler bugün bize modern gelebiliyor örneğin. Sanat tarihine, anonim işle-

“Sanat tarihinde çok sevdiğim yapıtlar var. Müzelerle ve çocukluğumdan beri bildiğim eserlerle ben oldum; doğal olarak onlar da kompozisyona giriyor.” re baktığımızda bugüne ait görünen yapıtlar çıkabiliyor karşımıza. Demek ki o binlerce yıl çok da uzun bir zaman değil aslında. İlişki kurabiliyorsam eğer, bana dün gibi geliyor. Benim onları görebilmem ve hissedebilmem önemli sadece. Ben de onların içinden çıktığımı hissediyorum ve sürprizli olan her şey beni etkiliyor ve sürprizli olan her şeyle iletişim kurabiliyorum. Bunu zamanlandırmadan yapmaya çalışıyorum. Tabii coğrafya da çok önemli. Çok geziyorum, çok görüyorum ve gezdikçe bu evrenin hem içinde, hem de

dışındaymışım gibi hissediyorum. ● En çok etkilendiğiniz coğrafyalar hangileri? Özellikle Mısır, Hindistan ve Japonya. Gezdikçe gördüklerim karşısında hem ufalıyor, hem de hepsine sahip olduğumu hissediyorum. Batıda sanat eğitimi aldım ve uzun yıllar Paris’te çalıştım ama İstanbul’dan da kopmadım hiç. Zamanla seyahatlerim Uzak Doğu’ya doğru kaydı. Uzak Doğu ve Osmanlı sanatları arasındaki ilişkiyi, bir İran minyatürüyle Türk minyatü-

➔ 63

Milliyet SANAT Ocak 2013


PLASTİK SANATLAR

“Gölgelerle ilgili kısa film çekmek istiyorum” ● Geçmişte Ömer Kavur’un “Akrebin Yolcuğu” ve “Karşılaşma” filmlerinin sanat yönetmenliğini üstlendiniz. Sinemaya dair yeni projeleriniz var mı? Sinema çok zor bir disiplin ve bir ekip işi. Ben de bunu Ömer’le tanıma, öğrenme fırsatı buldum. Benim de hep kafamın bir köşesinde olan bir şey var. Hayalimde hep gölgelerle ilgili bir kısa film senaryosu yazıp çekmek var. Tamamen hayali bir dünya yaratacağım, uzun bir çalışma projesi. Çünkü zaman zaman farklı bir malzemeye de ihtiyaç duyduğumu hissediyorum.

“Nijinsky.Düş”, el yapımı kağıt üzerine mürekkep, 2011.

rünün arasındaki ilişkiyi görür oldum. Tabii benim doğu sanatına olan bu ilgim oryantalist bir yaklaşım değil. Özellikle son dönemde kullandığım kostümler ve şemsiyelerle aslında oryantalizmin tam tersi. Doğulu gözlerle batıya bakıyorum. ● İşlerinizde hayvan figürlerine çok sık rastlıyoruz. Kuşlar, karıncalar, kuzular, koyunlar kediler, horozlar... Bu hayvanların temsil ettikleri özel anlamlar var mı sizin için? Yineleyerek dile getirdiğim için duruşları ve ekspresyonlarıyla anlam kazanıyorlar. Ama sanatımın içine doğada var olan ve varlıkları hissedilen -çünkü doğa üstü varlıklar da var işlerimde- her tür canlı girebiliyor aslında. İnsanlar doğanın bir parçası ama aynı zamanda doğa tarafından korunuyor. Bitkileri de çok kullanıyorum. Dolayısıyla biyolojik bir anlatımım da var. Bu tabii bitkilere ve hayvanların anatomisine dair bir araştırmayı da gerektiriyor. ● Kimi zaman iğne oyası zorluğunda optik yanılsamaları da içerse, işleriniz yalın ve keskin bir imgeler dünyasını barındırıyor. Bu keskinliğin sizin için karMilliyet SANAT Ocak 2013

şılığı nedir? Özellikle son dönem işlerimde o iğne oyası sayesinde yakaladığım o yalın doku bana yeni bir pencere açtı. Sabır ve acı dolu bir süreç bu. Bir nevi meditasyon benim için bu detaylar. Resmin içine girip gezinmeye başlıyorum bu pencereler sayesinde. Bu tabii seyirciye de geçiyor. Resim bir sürü detaydan oluşuyor ama bir yandan da yalın bir kompozisyon. ● Daha önce yün ve halı gibi farklı malzemeler kullandınız. Tuval ve el yapımı kağıtlarsa ana malzemelerinizden. Bu serginizde yeni bir malzeme yer alıyor mu? Evet, ilk kez bronz ve ahşap heykeller ürettim. Büyük boyutlu bronz “King Kong” adlı heykelleri ve ahşap balerin “Nijinsky’nin Anısına Saygı” serisi. Tabii yine el yapımı kağıtlar ve tuvaller de var. King Kong’ların hikayesiyse şöyle; çok bilinen ‘üç maymun’ imgesi Japonya’da ‘şeytanı görmemek, konuşmamak ve duymamak’ anlamına geliyor. Hindistan’da ise ‘görmezsek, konuşmazsak ve duymazsak şeytan da bize dokunmaz’ anlamında.

64

Bu üç maymun da yazıyla aktarılması çok zor olan bu mesajı yüzyıllardır görsel olarak iletiyor. Ben de kendi figürümü maymunlara dönüştürerek gördüm, konuştum ve duydum. ● Sizin işlerinizle Mehmet Siyah Kalem’in eserleri arasında önemli bir ilişki var. Bu bağ, yüzyılları aşıp nasıl oluştu? Siyah Kalem’in tam nereden geldiğini bilemesek de belirli bir coğrafyadan çıkmış. Ayrıca bir dokümantarist. Siyah Kalem’i Siyah Kalem yapan ögelerden biri de bu. Minyatürün zaten belgeci bir tavrı vardır. Ayrıca cinlerle, doğa üstü varlıklarla olan ilişkisi var tabii ki. Siyah Kalem’in sanatında birkaç dünya var. Geçmişi ve gününü çok kuvvetli anlattığını düşünüyorum ve Siyah Kalem’le gün geçtikçe daha da büyük bir ilişki kuruyorum. ● İşlerinizde Van Gogh, Velasquez, Leonardo gibi sanat tarihinin önemli isimlerine ve yapıtlarına referanslar da mevcut. Sanat tarihinde çok sevdiğim yapıtlar var. Gezdiğim müzeler, çocukluğumdan beri bildiğim eserlerle ben oldum ve doğal olarak onlar da kompozisyona giriyor. Hayatım boyunca gördüğüm her şey bana ait gibi geliyor ve bunu da kullanma özgürlüğünde olduğumu hissediyorum. Örneğin çocukluğumdan beri çok sevdiğim Mona Lisa sıklıkla yinelediğim bir figürdür. İki boyutluluğuyla, perspektifin öne çıkmamasıyla yine gölgeler resmediyorum sanat tarihine dair referansları olan işlerimde de. ● Serginin bir müziği olsaydı nasıl bir müzik olurdu? Çalışırken coğrafyadan coğrafyaya geçiyor, çok farklı müzikler dinliyorum. Bu serginin müziğinin ne olduğunu ben de bilmek isterdim. Çok ritmik ve kuvvetli bir müzik olduğuna eminim ama. MS Rampa 5 Ocak - 9 Şubat 2013 (0212) 327 08 00


Damien Hirst, Nişantaşı’nın göbeğinde Günümüz sanatının en kışkırtıcı isimlerinden biri olan Damien Hirst’ün yapıtları ilk kez bir solo sergi ile 11 Ocak’ta İstanbul’da. Arka planında Maya Portakal’ın olduğu sergide yer alan 30 eser satışa da sunuluyor. YASEMİN BAY yasemin.bay@milliyet.com.tr

BUGÜN Steff Cohen’in koleksiyonunda olan “The Physical Impossibility of Death in the Mind of Someone Living” adlı yapıtında beş metre uzunluğundaki köpek balığını içi formaldehit dolu devasa cam bir akvaryumun içine yerleştirdi. 2007 yılında 8 bin 601 elmasla kapladığı insan kafatası “For the Love of Good”u gerçekleştirdi. Ölüm ile yaşam arasındaki ironik ilişkiyi kelebek odalarıyla ortaya koydu. Yüzlerce renkli noktalarla yaptığı “Spot Paintings” dizisin en tanınmış serilerinden birine dönüştü...

“HIRST ELEŞTİRİ DEMEK” Tüm bunlar çağdaş sanatın en sansasyonel ve kışkırtıcı temsilcisi olan Damien Hirst’ün sanatındaki duraklardan birkaçı... Yaptıklarıyla kimilerince yerin dibine sokulan kimilerince ise göklere çıkarılan Damien Hirst, kuşkusuz günümüz sanatına yön veren en önemli isimlerden... Ve şimdi Damien Hirst sanatının önemli örneklerini içinde barındıran bir sergiyle Portakal Sanat ve Kültür Evi’nde. Sanatçının 30 eserinin yer aldığı sergisi Türkiye’de bir ilk aynı zamanda. Serginin arka planında Maya Portakal var. Portakal, geçtiğimiz yıllarda yaptıkları dünyaca ünlü sanatçıların sergilerinin Damien Hirst sergisine zemin oluşturduğunu düşünüyor: “Damien Hirst sergisinin başlangıcı esasında bizi Aralık 2004’te Picasso’ları, Dali’leri sunduğumuz sergiye götürüyor. 2010’da ‘Warhol’dan Hirst’e ve ‘Monet’den Picasso’ya sergiler takip etti bunu. Bütün bu çalışmalarımızın bu serginin oluşmasında müthiş bir katkısı var.” Portakal, çağdaş sanat dünyasını her

Hirst’ün “Spin Painting” serisinden “Butterfly” (üstte) ve “Heart” adlı 2009 tarihli eserleri.

Hirst denildiğinde akla ilk gelen “Spin Paintings”, “Spot Paintings” ile “Pharmacy” serilerinden önemli örnekleri bu sergide görmek mümkün. zaman tepetaklak etmesini bilen Hirst’ü şu sözlerle tanımlıyor: “Hirst eleştiri demek... Negatif eleştirilerin karşısında varlığından ödün vermeden yapıtlarıyla dünyaya meydan okuyabilmek demek. Damien’in yapıtları kişiliğinin dışa vurumu bence. Şaşalı dünyayı anlatan yapıtlarının içindeki yalnızlık ve ölümü işleyişi, çelişkilerle dolu zengin iç dünyası, dünyada bugünün sanatının temsilcisi haline gelmesinde belki de en önemli kriter.” Sergide sanatçının 2002 tarihli eseri de var, 2006’da. Ama ağırlık son dönem üretimlerinde. Hirst denildiğinde akla ilk gelen “Spin Paintings”, “Spot Paintings” ile “Pharmacy” serilerinden önemli örnekleri bu sergide görmek mümkün. Aynı

65

zamanda sanatçının alamet-i farikası pırlantalar, kelebekler ve neşterleri bir araya topladığı “No Humanity” ve “No Remorse” gibi eserlerini de göreceğiz. Maya Portakal sergide yer alan eserler için şunları söylüyor: “Tüm bu eserler Hirst’ün kişiliğiyle çok evlenmiş sanat yapıtları. Mesela sergide yer alan ‘Beautiful Windmill of Hypnosis...’ adlı eser Damien Hirst için de çok önemli. ‘Spin’ serisinin starı diye nitelendirebileceğimiz bir yapıt.”

YAPITLARIN KAYNAĞI Sergideki eserlerin kaynağı da önemli. Tüm eserler yurtdışından koleksiyonlardan bir araya getirilmiş. Ve yapıtların geçmişi de dünyaca ünlü iki galeri, White Cube, Gagosian Gallery’ye uzanıyor. Serginin bir diğer önemli noktası da tüm yapıtların 250 bin ila 850 bin euro arasında değişen fiyatlara satışa sunuluyor oluşu. Portakal “Artık görüyoruz ki Türk koleksiyonerler çağdaş sanata ciddi bir ilgi gösteriyor. Sadece İstanbul’da takip etmiyorlar çağdaş sanatı. Basel’de, Hong Kong ya da Miami’de Türkleri görüyoruz. Sanıyorum ki oralar kadar giden Türk sanatseverler, Nişantaşı’nın göbeğindeki Hirst’ü koşa koşa ziyaret etmeye gelirler.” Geçtiğimiz yıl mayıs - eylül ayları arasında Damien Hirst Tate Modern’in en çok ziyaretçi alan ilk solo sergisine imza atmıştı. Bakalım İstanbul’daki Hirst sergisi nasıl bir rekora imza atacak? MS Portakal Kültür ve Sanat Evi 11 - 31 Ocak 2013 / (0212) 225 46 37 Milliyet SANAT Ocak 2013


PLASTİK SANATLAR

“Sanat yola işaretler koymaktır”

Balkan Naci İslimyeli sergisinde yer alan eserlerinde bireyi saran sonsuz boşlukta ona yol gösteren sembollere yer veriyor.

Türk çağdaş sanatının en önemli temsilcilerinden biri olan Balkan Naci İslimyeli “Kozmos ve Toz” adlı sergisinde insanın yol serüvenini yer yer ironik bir anlatımla ele alıyor. NESLİHAN UÇAR ucarneslihan@gmail.com

KENDİ serüvenimizde özgürleşmenin, kendi öykümüzün kahramanı olmanın bir daveti “Kozmos ve Toz”. Balkan Naci İslimyeli, 15 Ocak - 9 Şubat 2013 tarihleri arasında Ekavart Galeri’deki bu son sergisinde, kozmos ile insan arasındaki anlam ilişkisini, insanın kendini arama ve anlamlandırma çabasının serüvenini sunuyor. Sanatçı, bireyi saran sonsuz boşlukta ona yol gösteren sembollere yer veriyor eserlerinde. İnanç, eğitim ve devlet gibi olgulara ilişkin bu sembollerin bireyi kısıtladığını, özgürlüğün ise bireyin bu sembollerden bağımsız olarak kendi yolunu çizmesiyle mümkün olabileceğini ifade ediyor. İslimyeli ile sergisini konuştuk... Milliyet SANAT Ocak 2013

● “Kozmos ve Toz” serginiz ismiyle beraber bizlere ne anlatır? ‘Kozmos’ ve ‘toz’ insanla kainat arasındaki anlam bağlantısı ve insanın bunu arama çabasının bir serüveni. Sanat ise bunun en soylu yolu. Sonsuz kozmos içinde kendine bir yer ve anlam arama çabası, bunun dillendirilmesi, mücadelesi benim kariyerimin temel noktası oldu. Bunu çeşitli biçimlerde farklı malzemelerle aramak, sorgulamak ve sonuçlandırmak da meslek hayatımı canlandıran bir şey oldu. İnsanlar her sergimde benden yeni bir şey bekledi. Ben de o beklentiyi yüzüstü bırakmadım; onlara layık oldukları düzeyde, layık oldukları şeyleri vermeye çalıştım. Bu benim Türk sanatındaki ayrıksı yerim diyelim. Bu nedenle yardırgandığım da oldu, eleştirildiğim de. Ama bence gerçek sanatçı, aynı hayat içinde varolmaya çalışan bir insan gibi, arayışlarla, deneylerle kendini bu-

66

lan ve mükemmelleştiren, bunu da açık yüreklilikle itiraf edebilendir. Her şey değişiyor, her şey dönüşüyor. Aynı yerde kalmakta ısrar etmek olsa olsa bazı pragmatist yönsemelerle açıklanabilir. Tavrım her zaman bu oldu; bu sergide de bu. Büyük bir dünya, büyük bir boşluk içinde varolmuş insanın güven ihtiyacıyla, sığınma ihtiyacıyla kendini gerçekleştirme ihtiyacı arasındaki çelişkinin yarattığı yol serüveni. Bütün bilgelikler yolu göze almakla, yola çıkmakla başlar. ● Biz bu sergide izleyici olarak neler ile karşılaşıyoruz? Bu sergide siyah fon resimlerimdeki ortak fon; kozmosu, bilinmezliği temsil eden bir şey. Bunun içinde yol işaretleri, yollar, duvarlar ve boşluklar var. Bunlar güvenli bir ortamdan, baba evinden çıkıp bir serüvene doğru atılan bir canlının işaretleri. Sonra o yolda karşılaşılan izleri, sembolleri görüyoruz. O yolların rehberleri, o yolları bize gös-


“Güncel tematik tuzaklara düşmedim” ● 1990’lardan bu yana biriken

Sanatçı için nesneleri toplamak, arşiv yaratmak çok önemli.

nesneleri bir araya getirerek eserlerinizi oluşturmanız nasıl gelişti? Sanat her zaman aslında yaşamın bir hizmetkârıdır; onun ilham ettiği, telkin ettiği, bize bağışladığı şeylerle yapılır. Hem düşünsel, hem anısal, hem de nesnel malzemeleri toplamak, büyük bir arşiv yaratmak, bir sanatçı için çok önemli. Kütüphanemle, notlarımla, topladığım objelerle, kendime ait işaretlerin bir müzesi var evimde. Bunları çeşitli biçimlerde kullandım.

O malzemeyi iyi çözümlemeye çalıştım, ona hak ettiği değeri verdim. Benim için sorun onu tasvir etmek değil, onu başka bir anlam boyutuna sıçratmak oldu. Tasvir, taklit olgusu geride kalmış birşey; önemli olan anlamlandırma, ilişkiler ağını kurabilme ve bunu kendi alt dilinize tercüme etme süreci. Bunu yaparken güncel tematik tuzaklara düşmedim. Yaşadığınız güne dikkatle bakıyorsanız, bir bellek birikiminiz varsa ve yoğunsa bunların karşılaşmasından çok samimi işler çıkarabilirsiniz.

“Nesneler bilinç altımın arketipleri; benim bilinç altımda gezinmek isteyen insanların basa basa ilerleyebileceği şeyler. Buyurgan değil, özgür; herkes yapıtlara istediği açılımlarla karşılık verebilir.” teren işaret levhaları var. Bunlar hayatımızı sınırlandıran şeyler. Mesela, çok sevdiğim iki resmim var. Çocukluğumdan beri beni etkileyen tek masal “Fareli Köyün Kavalcısı” olmuştur. Gece uyuyan çocukları kimsenin duyamayacağı bir ses uyandırır ve güvenli yataklarından kaldırarak onları gecenin karanlığında bir arayışa sürükler; o sesi takip ederler ve o kavalcının peşinden giderler. Birden fazla ‘Fareli Köyün Kavalcısı’ sesi var; çocukların dünyayı tanıma isteği; anne ve babanın öğrettikleriyle değil, kendi iradeleri, yaşamsal dürtüleriyle. İkincisi peygamberlerin ve dinlerin işaretleri var; onlar da inananların yol göstericileri, yol işaretleri. Üçüncüsü devletin, üzerimizdeki temel otoritenin, bize buyurduğu işaretler. Dördüncüsü eğitimin ve okulların işaret ettikleri. Bütün bunların ironik bir eleştirisi var sergide. Hepsini kabul eden; ama aynı zamanda hepsini reddeden bir arayışın hikayesi. “Karatahta” sergisinde eğitimin insanlar üzerinde ne kadar kalıcı ve ezici bir baskı ortamı oluşturduğunu anlatmaya çalıştım. ‘Kara tahta’ şimdi bir kozmosa, bir kainat fikrine dönüştü. Bu sergide de bu arayış temasının görsel işaretleri ve onları reddeden, onlara bakmadan kendini yolunu arayan insanın bireysel iradesi benim için yol gösterici bir şey oldu. ● Kişinin de bir noktadan sonra hayata dair kendi ürettiği işaretler olabilir. Amaç o. Size buyrulan yollardan değil, kendi yolunuzdan ilerlemek, kendi işaretlerinizi bırakmak. Masallarda yollara arpa veya taşlar bırakırlar ve geriden gelenler onları takip eder. Sanat da henüz işlerlik kazan-

mamış bir yola işaretler koymak, öncü olmaktır. Kendimi her zaman böyle hissettim. Gelecek kuşaklara bir işaret bırakmak... Buradaki işaretlerim ise nesneler oldu. Daima hayatımın işaretlerini aradım eskici dükkanlarında... Bu kadar karanlık, kötülüğün aklımızın alamayacağı boyutlarda organize olduğu bir dünyada sığınabileceğimiz tek şey masumiyet. ● Özgürce inşa edilen yollar bu karamsarlığı dağıtan umutlar olabilir mi? Elbette. Umutsuz biri olsam bir yerde sanatı bırakırdım. Bana umut veren ve insanlara umut vermesi gereken şey sanatın saf dili. Onun da günden güne kirlendiğini ve ticari bir sirkülasyona mağlup olduğunu görüyor ve saf şeyleri insanlara hatırlatmak istiyorum. ● Ne tür malzemeler kullandınız bu serginizde? Boya, tuval, video, nesneler ve bunları birbirine bağlayan her çeşit aksesuvar var. Bunlar arasında bir anlam bütünlüğü kurmaya çalıştım. Malzeme kaba katı bir nesne değil. Dokunulmayı, sizin temasınızı bekleyen bir çağrı taşır; onu dürüst kullanır, kalbinizle o malzeme arasında bir bağ kurarsanız size teslim olur ve harika bir iş arkadaşı olur. Malzeme bir gösteriş unsuru değil, ruhu olan bir şeydir. Ve o ruhu ona gerçek bir sanatçı verebilir. ● Nesneler ve eserlerle aranızdaki ilişki nasıl tezahür ediyor? Nesneler bilinç altımın arketipleri; benim bilinç altımda gezinmek isteyen insanların basa basa ilerleyebileceği şeyler. Buyurgan değil, özgür; herkes yapıtlara istedi-

67

ği açılımlarla karşılık verebilir. Bu nesnelerle aramdaki ilişki. Bir resim çerçevesini aşamıyorsa resim değil, dört köşeli bir alana sıkışıp kalmış çaresizliktir. Böyle düşündüğüm için resmi hiçbir sınır tanımadan bütün yan elemanlarla destekledim. Hepsini çok geniş anlamda kullandım. ● Nesnelerin dışında metinle nasıl bir ilişki var aranızda? Metinle aramdaki ilişki de önemli. Serginin ikinci yanı resimlerin metinlerle desteklenmesi; çok küçük sözcükler, cümleler veya o eseri oluştururken aldığım notların, şiirlerin bir aura gibi resimleri çerçevelemesi. Burada sadece ön çizimlerimi değil, o resmi oluştururken aldığım notları da kullanıyorum. Bunu her zaman yaptım; ama burada daha ağırlıklı. İlk sergilerimde çok yadırganmıştım. Metin ve şiir resme en yakın şeyler; özellikle şiir. MS Ekavart Galeri 15 Ocak - 9 Şubat 2013 (0212) 252 81 31 Milliyet SANAT Ocak 2013


PLASTİK SANATLAR

Görmediğimiz yüzüyle Nejad Melih Nejad Melih Devrim yirmi yıl aradan sonra bir galerinin duvarlarında solo sergisiyle karşımıza çıkıyor. Galeri Nev’deki sergi sanatçının bugüne kadar hiç sergilenmemiş farklı dönemlerine ait guaj işleri bir araya getiriyor.

Dünyanın farklı yerlerine seyahat eden Nejad Melih, 1995’te Polonya’da hayata veda etti.

ÖZLEM ÜNSAL ozlemunsalart@gmail.com

TAKVİMLER 26 Nisan 2012’yi gösteriyor. Yer Londra. Sotheby’s’in Türk çağdaş ve modern sanat eserleri müzayedesi gerçekleşiyor. Müzayede salonu durağan, tüm galericiler gergin; temsil ettikleri sanatçıların eserlerinin fiyatlarının ne kadara yükseleceğinden ya da satılıp satılmayacağından endişe ediyor... Dördüncü kez gerçekleşen müzayede hayal kırıklığı yaratıyor, çok az sanatçının işi satılıyor, müzayede cirosu öncekilere oranla oldukça düşük kalıyor. Salondan çıkarken herkesin konuştuğu tek bir alım, tek bir eser söz konusu: Nejad Melih Devrim’in yapıtı. 1952 tarihli 300x194 cm boyutlarında tuval üzerine yağlıboya “Soyut Kompozisyon” adlı bu eser, Devrim’in yapıtlarının satışlarına baktığımızda hem kendi satış tarihinin, hem de o günkü müzayedenin rekorunu kırıyor ve 735 bin poundluk (ortalama 2 milyon 110 bin TL) çekiç fiMilliyet SANAT Ocak 2013

1955 tarihli “İsimsiz” adlı yapıtı.

yatına satılıyor. 1952’de Nejad Melih Devrim tarafından üretildikten sonra sanatçının kendi koleksiyonunda tuttuğu eser, 1987 yılında önemli bir Amerikalı koleksiyoner tarafından satın alınıp günümüze kadar aynı koleksiyonda kalıyor ve ilk defa Sotheby’s Londra müzayedesinde satışa sunuluyor. “Soyut Kompozisyon” sanatçının ürettiği en büyük resimler arasında yer almakla birlikte, onun geometrik soyutlama etkisinde yarattığı büyüleyici kompozisyonlarından oluşan 1950’ler dönemine ait önemli bir yapıtı.

YENİ BİR VİZYON Müzayede rekorları, sanat hakkında konuşmak için heyecan verici konulardan biri olarak karşımıza çıkıyor, sanatçının ismine daha çok ün kazandırıyor belki

68

de... Şüphesiz ki, Nejad Melih Devrim, Türk modern resim tarihine baktığımızda kuşağının en önemli isimlerinden biri. Peki kimdir Nejad Melih Devrim? Onu çoğumuz, annesi Fahrel Nissa Zeid’den ötürü tanıyoruz. Nejad Melih Devrim, Şakir Paşa ailesinden ressam Fahrel Nissa Zeid ile yazar İzzet Melih Devrim’in oğlu olarak dünyaya geldi, kısacası sanat onun genetik kodlarında vardı. İzzet Melih’ten sonra Irak büyükelçisi Emir Zeid ile evlenen Fahrel Nissa Zeid, eşinin görevi nedeniyle Londra, Berlin, Münih, Dresden, Köln, Budapeşte, Paris’in de aralarında bulunduğu kentlerde yaşadı; bu dönemde oğluyla müzeleri gezerek Nejad Melih’e küçük yaşta yeni bir vizyon sundu. 1941’de Galatasaray Lisesi’ni bitirmeden bırakan Nejad Melih Devrim, aynı yıl Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ne girerek Bedri Rahmi, Zeki Kocamemi ve Nurullah Berk atölyelerinde çalıştı. Atölye çalışmalarını D grubunun toplantıları takip etti ve akabinde Yeniler grubunun kurucu üyeleri arasında yer aldı. 1946’da Akademi’yi bitirmeden Paris’e gitti ve oradaki ilk kişisel sergisini 1947’de açtı. 1960’ta Varşova, Moskova, Buhara, Taşkent, Semerkant ve Alma-Ata’yı içeren uzun bir yolculuğa çıkan Nejad Devrim, 1954’ten 1962’ye kadar Galeri Carpentier’de her yıl yapılan Ecole de Paris sergilerinin hepsine katıldı. 1960’taki Orta Asya ve 1967’deki Mısır, Suriye ve Irak yolculukları sanatçı üzerinde büyük etki yarattı. 1956 ve 1980’deki New York yolculukları da eserlerinde üslubunun değişmesine sebep oldu. Paris’e çok düşkün olmasına rağmen, Nejad Melih Devrim hiçbir zaman kendi kültürünü ve Kariye Müzesi’nde gördüğü


Devrim’ in yapıtları nerede?

rında solo sergisiyle karşımıza çıkıyor: 18 Ocak 23 Şubat tarihleri arasında Galeri Nev’de sanatçının Nejad M elih Devrim’i bugüne kadar hiç n yapıtlar ı İstanbul s ergilenmemiş Res Müzesi, T im Heykel farklı dönemlerine ür Cumhuriy kiye ait guaj işleri yer alıeti Merk ez Bankası, yor. İstanbul Modern, Nejad Melih DevParis Mu see National rim tıpkı annesi gibi, d’A Musee d’A rt Modern, hem portreye hem de rt Moder n de la Ville d soyut resme oldukça eP Musée de aris, Nantes hakim bir isim. Soyut s BeauxArts, Varşova resimleri de yine Fahrel Milli Mü zesi, Brüksel, Nissa Zeid’i anımsatırMusée R oyaux des Beau casına kendi içinde farkx-Arts ve çeşitli öz lılıklar gösteriyor. Bu duel koleksiyo rum sanatçının İstanbul nlarda ye r alıyor. Modern’de Fahrelnissa Zeid ile birlikte eserlerinin sergilenişini bize açıklıyor. Galeri Nev’deki sergide yer alan eserleri ise sanatçının üretiminin çeşitliliğinin bir göstergesi niteliğinde... Sergide sanatçının, kağıt üzerine guaj tekniğinde yaptığı İstanbul manzaraları, monokrom figüratif çalışmaları, rengin egemen olduğu soyut işleri bir arada izleyiciye sunuluyor. Nejad Melih Devrim’in daha önce hiç sergilenmemiş farklı dönemlerine ait bu guSanatçının kağıt üzerine guaj, “İsimsiz” eseri. aj eserlerini bir araya getirerek yirmi yıl aradan sonra sergisini yapmak, galericilik anSergide Nejad Melih Devrim’in kağıt üzerine layışı açısından da ayrı bir önem taşıyor. Galeri Nev, bu anlamda çok önemli bir roguaj tekniğinde yaptığı İstanbul manzaraları, lü üstlenmiş durumda. Son bir yıl zarfında monokrom figüratif çalışmaları, rengin egemen gerçekleştirdiği Erol Akyavaş, Mübin Orhon ve şimdi de Nejad Melih Devrim sergiolduğu soyut işleri bir arada sunuluyor. leri ile Nev, hem Türk resim sanatının modernizmle yüzleşmesine katkıda bulunurBizans mozaiklerini unutmadı. Devrim’in rın katıldığı ve efsanevi galerici Leo Cas- ken, hem de bu gibi isimlerin farklı dönemkaligrafi ve İznik çinileri gibi Osmanlı ve telli’nin küratörlüğünü yaptığı New lerinde ürettikleri, farklı anlatım biçimleri İslam sanatlarına olan ilgisi de kompozis- York’taki Sydney Janis Galerisi’nde ger- ve alışılmışın dışındaki konu seçimlerini akyonlarında kullandığı form ve renklerde çekleşen ABD ve Fransa’daki Genç Res- taran eserlerini izleyiciyle buluşturarak sakendini gösterdi. Devrim, 1947 Mart’ında samlar sergisinde çalışmaları yer aldı. nat tarihine de hizmet ediyor. Bu sergileri Paris’te sergi açan ilk Türk sanatçılar ara- Dünyanın farklı köşelerine seyahat eden benim için anlamlı kılan bir diğer yan ise zasında olmakla birlikte, dönemin önemli kü- sanatçı, 1967-1968 senesinde Polonya’ya manında koleksiyonerlerin sadece tuval ratörü Charles Estienne tarafından prestij- taşındı.1995’te orada öldü. 2006’da İstan- üzerine yağlı boya olmadıkları ya da klasikli Paris Okulu sergilerine çağrıldı. Paris’e bul Modern’de kendisi gibi Paris Okulu sa- leşmiş bir dönemini yansıtmadığı için alyerleştikten kısa bir süre sonra Marcel natçılarından annesi Fahrel Nissa Zeid ile madıkları eserlerin bugüne gelindiğinde Duchamp, Gertrude Stein ve Alice B. Tok- birlikte eserleri sergilenen Nejad Melih aranılan, merak edilen ve koleksiyonu zenlas ile arkadaş oldu, Stein tarafından evin- Devrim’in resimleri ölümünden bu yana ginleştirecek bir unsur olarak görülen parçalar haline dönüşmesini göstermesi. Bude düzenlediği ‘salon’ partilerine davet birçok sergiye dahil edildi. nunla beraber koleksiyonerliğe yeni başlaedildi. Daha sonra 1950 senesinde, Jean yan ve bu isimlerin başyapıtlarına sahip olaDubuffet, Roberto Matta, Pierre Soulages, HEM PORTRE HEM SOYUT Fakat bu kez Nejad Melih Devrim yir- mayacaklar için bir alternatif sunması da Nicolas de Stael ve Maria Viera da Silva’nın da aralarında bulunduğu sanatçıla- mi yıl aradan sonra bir galerinin duvarla- serginin anlamını arttırıyor. MS

69

Milliyet SANAT Ocak 2013


PLASTİK SANATLAR

Bahar Oganer’in ‘yeni dünya’sı Bahar Oganer, her resminde kendini saklı tutan figürünü bu kez “Dreamland” adlı yeni sergisinde yeni mekanlara taşıyor; onun özgürlük ve arınma arayışını tuvaline aktarıyor... EVRİM ŞENER evrimsener@gmail.com

BAHAR OGANER günümüz Türk resminin göze çarpan isimlerinden biri. Gerek renk kullanımı gerekse gizemli figürünün hemen her resminde izleyene göz kırpmasıyla bir bakanı bir daha baktırıyor, resimleri zihinde kalıyor. İzleyiciye aktardığı duygular arasında yalnızlık, iç hesaplaşma, hayal kurma durumu da var, mutluluk, heyecan, coşku da. Belki de akılda kalıcılığının arkasında bu durum gizli. Oganer, keyifle resim yaptığını söylüyor ve bu duygunun izleyiciye de geçmesini diliyor. Sanatçının yeni serisi “Dreamland” şehirli izleyiciye fantastik bir dünya vaad ediyor. Aslında resimlere baktığımızda anlıyoruz ki fantastik, düş dünyası diye tabir edilen dünya; şehrin koşturmacası, karmaşası, sıkıntısı esnasında sırt çevirmek zorunda kaldığımız ancak her boş anımızda koşarak gittiğimiz ormandan, sahilden, denizden başkası

değil. Bizim için artık bir hayal olan aslında doğa. Deniz, gökyüzü ve ormanın başrolde olduğu “Dreamland” yeni bir dünya... Biz de hem bu dünyanın yaratılış sürecini hem de Oganer’in resmini anlamak, anlamlandırmak için sanatçıyla bir araya geldik... ● “Dreamland”ın fikri nerede, nasıl ortaya çıktı? Bodrum’da tatildeydik. Tatilde olmanın verdiği rahatlıkla sergiyle ilgili yazıp çizip, bir şeyleri fotoğraflıyordum. Bir anda Bodrum’un İstanbullularla dolduğunu fark ettim. Ben de yeni İstanbullu olarak bu durumu net bir biçimde hissettim. Denizde olmanın, doğada yürüyüş yapmanın, organik beslenmenin büyük şehirden kaçan bu insanlar için bir çeşit takıntı olduğunu ve bu takıntının bana da geçtiğini gördüm. Doğaya kaçışı, doğayla buluşma isteğini 1.5 yıl önce taşındığım İstanbul’da yaşadığım sürece hissettim. Bilgisayar ya da telefonun ekranına, evdeki panoya özlemle doğa fotoğrafları koyuyoruz. Şehirdeki insanın doğaya kaçışı ve doğaya duyduğu özlem... Serginin ana fikri de bu sayede şekillenmiş oldu.

● Başlangıçtan bugüne resimlerinizdeki figür sizsiniz. Sadece “Vitrin” serinizde çok figürlü birkaç çalışmanız oldu. Bu serginizde figür, doğaya kaçmanın dışında başka ne yapıyor, izleyicinin dikkatini nereye çekiyor? Resimlerinizde yarattığınız görsel illüzyon bu seride de kendini hissettiriyor mu? Yalnızlık ve benim çektiğim doğa hasretini sizin de hissetmenizi istiyorum. Bu serideki eserlerde yine benim figürüm var. Elleriyle suyu yaran, havluyla yüzünü örten ya da suyun içinde arkası bize dönük, uzaklara dalmış figürle yaratılmış bir illüzyon var. Aynı zamanda karanlık kaotik bir ormanda nerdeyse Barok düzeyde bir ışık yansıması eşliğinde figürü gözlemleyecek izleyici. Tamamen benim dünyamı ya da benim yansıtmak istediğim dünyayı küçük illüzyonlarla tattırmak istiyorum izleyiciye. ● Figürlerde çoğunlukla tek ve arkası dönük bir kadın olmasının arkasında feminist söylem ya da gizli bir mesaj var mı? Feminist bir söylem yok. Benim hikayemi izliyor o resmi seyreden. Benim hayata bakışımı, benim gördüğüm çerçeveden

“Photoshop kullanmıyorum, kullanmayı da bilmiyorum”

Oganer, keyifle resim yaptığını söylüyor ve bu duygunun izleyiciye de geçmesini diliyor. Milliyet SANAT Ocak 2013

● Eserlerinize baktığımızda ortaya çıkan işin çok temiz ve hatta mekanik olduğunu görüyoruz. Hiçbir kalıntı, iz yok; sanki baskı gibi. Bunu nasıl sağlıyorsunuz? Neredeyse tüm işlerinde bu sterilize görüntüyü vermek istemenizin nedeni ne? Eserlerimi oluştururken photoshop kullanmıyorum, kullanmayı da bilmiyorum. Herhangi bir baskı da kullanmıyorum. Birden fazla fotoğrafı üst üste getirerek resimlerimin kompozisyonunu oluştu-

70

ruyorum. Sonra da çiziyorum. Fotoğraf çıkışlı olsa da fotoğraf resmimde sadece kompozisyonu oluştururken faydalandığım bir araç oluyor. Düz ve temiz boyama aslında benim yakalamaya çalıştığım mükemmellik sonucu ortaya çıkan bir durum. Hepsini düz, aynı satıhta boyadığım için ön arka ilişkisini, perspektifi yakalamam daha kolay oluyor. Renklerin ön arka ilişkisi, açık koyu değerleriyle, düz boyamayla perspektif ve derinlik sağlamaya çalışıyorum.


“İzleyici sergimdeki eserlere baktığında, benim hayata bakışımı, benim gördüğüm çerçeveden olayları, doğayı, şehir hayatını kısaca hayatın akışını gözlemliyor.”

Sanatçının 2012 tarihli “Kaçış” (solda), ve “Serin Sular” (üstte) adlı eserleri.

olayları, doğayı, şehir hayatını kısaca hayatın akışını gözlemliyor. Benim figürü gizleyip, arkası dönük resmetmemin arkasında benim baktığım yerde izleyenin bakışını hapsetme isteği yatıyor. Bu seride figürsüz iki çalışma da göreceksiniz. Aslında figür olmamasının altında üç boyutlu bambaşka bir işin sergide yer alması fikri vardı başta. Ama sonrasında vazgeçtim. Belki gelecek sergilerimde bu düşüncemi gerçekleştiririm. ● Bundan sonraki resimlerinizde de hep bu yalnız, arkası dönük figürü görecek miyiz yoksa daha farklı işler mi çıkacak ortaya? Şu an için işlerim bu yönde ilerliyor. Farklı denemelerim de var, yok değil. Belki bir portre serisi olacak sırada. Figür artık izleyene dönebilir. ● Resimlerinizde göze çarpan bir diğer unsur da renk kullanımın. Bu denli çarpıcı renkler kullanmanızın nedeni nedir?

Daha önceki resimlerimde daha çarpıcı renkler kullanıyordum. Ama bu sergimde doğanın içindeki insanı resmettiğim için daha doğal tonlar var. Elbette işaret ettiğin gibi, o indirgemelerin içinde yine de canlı bir alan, keskin tonlar var. Belki bu şekilde illüstrasyona kaydığım düşünülebilir. Resmin bu alanını kullanmayı seviyorum. Çektiğim fotoğraflar da bu şekilde. Renk dilini kulanışımla, insanların bu resmi ilk gördüklerinde benim resmim olduğunu anlamalarını istiyorum. Benim figürüm ve benim renklerimin bir çeşit imza olmasını istiyorum. Kendime özel bir renk skalası, bana özel bir renk kulanımım olduğuna inanıyorum. Şu anki işlerimde desen çok ön planda değil. Renk daha ön planda. Bir önceki işlerimde desen, motif daha ön plandaydı. ● “Dreamland” ile diğer serilerinizi karşılaştıracak olursak bu sergideki işlerinizi diğerlerinden farklı kılan nedir? En önemli fark kullanılan mekan, yani fi-

71

gürün doğa ile buluşması. Su ve orman başrolde. Dekoratif unsurlar yok. Şehir alanlarından tamamen uzak. Kamusal alanlar ön planda. Bir de farklı boyutta işler ürettim. Bu seride daha küçük tuvallere başladım. Önceki serilerimde hep büyük tuvallerle çalışırdım. Küçük ebatlı tuvallere başlamam biraz da instagramla ortaya çıktı. Instagramda bir kare format ve fotoğraflar bu formata uymak zorunda. Hoşuma gitti ve ben de benzer bir format uygulamak istedim. ● Sizin resminizi foto gerçekçilik ve pop art’a yakın bulunlar var. Sizce de resimlerinizin böyle bir duruşu var mı? Pop art’a yakın olabilir. Renklerin canlılığı ve figürün tekrarı , renklerin bazı yerlerde abartılı ve alışılmadık olması, ışığın verilişi bağlamında pop art’a yakın duruyor. Ama foto gerçekçi diyemem resimlerime. MS Dirimart Bitiş tarihi: 27 Ocak 2013 (0212) 291 34 34 Milliyet SANAT Ocak 2013


PLASTİK SANATLAR

Süte varoluşsal bakış Çınar Eslek, sütün taşıdığı anlam ve görüntü zenginliğini, “Keskinlikten Uzak” kıldığı son kişisel sergisiyle gözler önüne seriyor. Eslek için sergisi, varlığın ‘yok-yer’de çıktığı narin ama cömert ve androjen ruhlu bir imge, bilgi ve belge bütününe dönüşmüşe benziyor. EVRİM ALTUĞ evrimaltug@gmail.com

YAPITLARINDA cinsiyet, köken ve coğrafyadan azade bir genişliği yansıtmayı bilen, gördüklerini düşünen, düşündüklerini ise zamanın ruhuna noterlik etmeye gerek görmeksizin, özgür iradesiyle gösterebilen bir sanatçı, Çınar Eslek. Tutarlı ve sabırlı sanat üretimi çizgisinin, daha ziyade fotoğraf ve performans sanatlarının sınırlarını zorladığı, narin ama cömert son belge - ürünlerini “Keskinlikten Uzak” adlı kişisel sergisiyle 10 Ocak-9 Şubat 2013 tarihleri arasında Pi Artworks Galatasaray’da izleyiciyle paylaşıyor. Eslek’in, resim, sinematografik mekân ve soyut fotoğraf duygusunu aynı bünyeye sığdırabildiği (meta-fizik bünyeli) yeni işlerinde, yaşam ve yaşam ötesi varlık bilgisinin arayışını çağrıştıran felsefi bir derinlik ve yoğunluk seziliyor. 1976 Tunceli doğumlu sanatçı, kadın, erkek bedenleri üzerinden, ‘süt’ gibi (masum ve faydalı) bir evrensel-anaç maddenin de etkisiyle, bu beyaz ve ılık imgeleri üretmesinde kendini etkin kılan koşullar Milliyet SANAT Ocak 2013

ve duygulardan bize bahsederken, yine aynı galeride birer yıl ara ile gerçekleştirdiği “Paralel Diyar”(2009), “Farkında Değilim” (2008) ve “Dolayısıyla” (2010) gibi önceki sergilerin deneyim ve ön bilgisinin önemine işaret ediyor.

BEDENİN VARLIĞI VE BİLGİSİ Eslek, sanat tarihçi, eleştirmen ve akademisyen Burcu Pelvanoğlu’nun yeni sergi katalog metninde var - oluş alanı olarak ‘yok-yer’ ifadesiyle tariflediği, gerçekten de keskinlikten uzak bu en son imge dizisine, ‘bedenin varlığı ve bilgisini’, bedenin kendisi olmadan nasıl verebileceği sorusu üzerinden yoğunlaşmış. Sanatın, hatta belki de soyut sanatın en temel problemlerinden biri sayılabilecek bu ‘mimetik’ / ‘öykünmeci’ ve özgürlükçü, eleştirel yoğunlaşmanın, kendi içinde bir başka derin giz daha taşıdığına işaret eden Çınar Eslek’e göre tam da bu bilgi, bedenin varlığından çok, bir ‘varlık problemine’ gönderme yapması nedeniyle daha önemli hale gelmiş. Bakın, Eslek bu konuda hangi itirafta bulunuyor: “...Böylece, temsil ile sorunlarım başladı ve temsil ile yapılan çalışmaların gösterdiği şeyi işaret ettiğini, ama

72

onun gerçekliğine dair bir şey vermediğini düşünerek, sistem dışında bir dilin ancak temsilden uzak olabileceğini düşünerek, bir dil arayışına girdim ve varlığın bilgisinin arayışı karşıma çıktı.” Çınar Eslek, bu sergisi için de, lüzumlu olan tüm fotoğraf çekimleri ve üretimlerini, ev-atölyesinde ortaya koymuş. Bu esnada sanatçının yaşam alanı içinde süte her bakışı ise ona sadece ikilikler üzerinden hayatı tariflediğimizi, yaşamın kendisini ve evreni unuttuğumuzu, yalnızlığımızı düşündürmüş. Eslek bununla birlikte sütün taşıdığı manzara, döngüsellik, doğa, dişillik, dokunulmazlık ve evren ile uzay-zaman ilişkisi gibi göndermelerin de farkındalığıyla, yapıtlarını görselleştirme yoluna girmiş. Çınar Eslek bu yüzden, fotoğrafları için seçtiği bedenlerin ‘androjen’ hallerine, yani kadın ve erkek normlarını, yahut toplumsallığın yüklediği bedensel karşılıkları reddediyor oluşlarına da özellikle dikkat çekiyor.

RUHANİ BİR ARAYIŞ Belki de bu kazanımları nedeniyle, sergide izlediğimiz bedenler, cinslerden ziyade, insan hallerine referans verir hale geliyor. Eslek bu durumu, ‘ilksel an’a dö-


Çınar Eslek’in yeni işlerinde yaşam ve yaşam ötesi varlık bilgisinin arayışını çağrıştıran felsefi bir derinlik ve yoğunluk seziliyor.

Çınar Eslek’in “Keskinlikten Uzak” sergisinde yer alan “Sütteki Işık” (üstte) ve “Yok Yer” (altta ve yanda) adlı serilerinden...

nüş hali ile mukayese ederken, şu güzel ifadelere başvuruyor: “Anlamların yüklenmediği, sadece kendi gerçekliklerinin var oldukları an... Bir nevi ‘trans’lık gibi.” Ancak bu manzara bu kadar da ‘güzel’ değil. Sanatçının kadrajladığı insan manzaraları, bununla da sınırlı ve aşırı seviyede iyimser değil. Eslek bu süreçte, yani kendi deyişiyle “Aynı zamanda bedeni yıkarak ulaşılan bu varoluş sorgusunda,” sütün ölüme de gönderme yaptığını, çünkü sütün, taşıdığı zamansızlık, sıfıra ulaşma hali, temsilsizlik gibi durumlardan kaynaklı ‘tek’lik sebebi ile yaşamı kapsadığınca, ölümü de karşıladığını açıklıyor. Sanatçı bu durum hakkında, “Sütü, tüm dünyaların yansıdığı bir su gibi gördüm,” şeklinde, mükemmele çok yakın bir benzet-

mede dahi bulunuyor. Öte yandan, kişinin kendi imgesiyle yüzleşmesi üzerinden, Eslek imzalı hemen tüm görsellerde önemli bir ruhani arayış seziliyor. Bunca arılık ve yoğunluğun yanında, içinde hapsolunmuş bir sınırlı alanda olduğumuz duygusunu da, meçhul bir fırça tarafından can verilmiş ya da alınmaya hazır canlarla örülü bu kompozisyonlarda tecrübe ediyoruz. Eslek, işlerindeki bu durumun taşıdığı entelektüel ikilem hakkında konuşurken ise şunları ortaya koyuyor: “... Bu fotoğraflardaki sıkışmışlık hissi, fotoğrafların kendi mikro - evrenleri içerisinde yaşamalarından kaynaklanıyor. Temsilsizlik, bir tür ayrışma getiriyor ve ayrışma, sonunda kendi mevcudiyetini ilan ediyor.

73

Bu dünyanın ötesinde bir mevcudiyetin gözümüze ‘hapsolmuş’ gelmesi ise aslında kimin hapsolduğuna dair bir yanılsamayı tartışmaya açıyor.” Eslek’in varlık ve hiçlik ağırlığındaki, süt kadar cömert, ılık insan imgeleri, daha fazla sözü kaldıramayacağı için, belki de metni burada felsefeci Ludwig Wittgenstein’a devredip, yazıdan, imgeye firar etmek en iyisi gibi... Çünkü, “Öüzerinde konuşulmayacak şey hakkında, susmak gerekir.” MS Pi Artworks 10 Ocak - 9 Şubat 2013 (0212) 293 71 03 Milliyet SANAT Ocak 2013


PLASTİK SANATLAR

“Yüzleşmek gerek önce kendimizle, sonra birbirimizle” Ahmet Güneştekin kendine has üslubuyla ürettiği eserlerden oluşan son sergisi “Yüzleşme” ile İstanbul’dan sonra Ankara’ya taşındı. Sergi dünyanın farklı şehirlerinde de gerçekleşecek. NİHAN BORA nihanbr@gmail.com

“O KADAR kirlendi ki hayat! Ve öyle bir hızla kirleniyoruz ki... ‘Dur! Bir aynaya bak’ diye bağırasım geldi sanırım”. Ahmet Güneştekin, “Yüzleşme” isimli sergisine vesile olan hislerini böyle tarif ediyor. 30 Aralık’a kadar İstanbul’da Antrepo No.3’te görülen sergi, 22 Ocak’ta Ankara’da açılacak. Serginin yolculuğu burada da sonlanmıyor; 2013 yılı boyunca Erbil, Venedik ve Berlin’i ziyaret edecek, 2014’te ise Fransa’nın beş müzesinde sergilenecek. “Yüzleşme”nin ilk tohumlarının atıldığı Milliyet SANAT Ocak 2013

zamanı şöyle anlatıyor Güneştekin: “Öyle hızlı gidiyoruz ki, görüş alanımız çok daraldı. At gözlüğüyle bakıyoruz ve algımızda da aynı türden bir gözlük varmış gibi davranıyoruz. Yüzyıllar boyunca yanı başımızdan, sırf başka bir renkten, dinden ya da başka bir dilden diye aşağılanmış, kovulmuş katledilmiş, aç bırakılmış, yetim kalmış, zindanlara atılıp çürütülmüş, paramparça edilmiş milyonlarca insan geçmiş. Her gün sarılıp sevdiğimiz, okşadığımız, birlikte yemek yediğimiz, çay içtiğimiz, evlendiğimiz, eşimiz, amcamız, babamız, abimiz, oğlumuz, kızımız, dayımız, mebusumuz, hâkimimiz, askerimiz, doktorumuz yapmış tüm bunları. Kendimiz yapmışız. Görmemişiz. Görmüşüz de algılayamamışız! Ben bunları gördükçe, görmeyenleri gördükçe kendime yöneldim. Bende mi

74

sorun var diye yıllarca düşündüm. Çoğunluk böyle uygun görmüşse doğrudur (!) dedim uzun bir zaman. Ama buna inanamadım bir türlü. Yüzleşmek gerek dedim, önce kendimizle sonra da birbirimizle. Tohumlarını Batman’da attım. Ninemden başladı elbet bu tohumların öyküsü. En yakın arkadaşlarımın isimleri ‘faili meçhul’ diye geçmeye başlayınca resmi kayıtlara, tohuma erişti o öykü. İçimde sakladığım aynaların kırıkları canıma bata bata yeşerttim o tohumları”.

KORKARAK DEĞİL, CESURCA ‘Yüzleşme’ kelimesi içinde birçok anlamı barındırıyor. Bu kelimedeki önceliğinin ne olduğunu şöyle anlatıyor Güneştekin: “Öncelikle bir özeleştiriden bahsediyorum. Herkes kendini sorguya çekip ifadesini al-


“Güneşe Açılan Kapılar”, 2010.

“Çağdaşlarıyla aynı dili konuşan bir sanatçı olarak ben de video alanındaki tecrübelerimle sanat alanındakileri buluşturup sanatımdaki dilleri çoğaltmaya çalışıyorum.”

malı önce. Ve bu ifadeleri bir itiraf olarak sunmalı dışındakilere. Ne kadar dar bir açıyla bakarsanız bakın, kendinizi mutlaka görürsünüz. Kaçamazsınız ondan. Kaçtığınızda kendisine yakalanacağınız ilk kişi kendinizdir. ‘Herkes kendi evinin önünü süpürürse...’ misali. Ama öyle korkarak ve toz çıkarak değil, cesurca!” Yüzleşme serisinin bazılarında haberlerden küçük küçük kesitler var. Güneştekin, kendini merkeze koyup 360 derecelik çevresinde, kendisine en yakın olandan en uzak olana dek gördüklerini buraya koyduğunu söylüyor. Kaçınılmaz olarak yakınındakiler çok fazla olunca da çok yerel bir görüntü oluştuğunu anlatıyor. Yerelden evrensele nasıl bir yol çizdiğini ise şöyle tanımlıyor: “Bu eserlerde de yerelden evrensele bir yol izledim. Kendi özelimden yola çıktım. Türkiye’den tüm dünyaya... Dışımızda olup bitenler yetmezmiş gibi kendi içimizde de ner-

deyse bir asırdır acılar doğurmuşuz birbirimize. Adlandırıldığında duygu körlüğü yaşadığımız olayları adlandırmadan, özel algılanabilecek, temsili, simgesel herhangi bir şekle sokmadan en geniş açıdan ve en derin duygudan algılanabilecek sıraya göre seçtim. Önce kendi günahlarımızdan arınıp sonra başkalarınınkini sorgulamalıydık çünkü”. Hiç alışık olmadığımız renkleri görüyoruz Güneştekin’in eserlerinde. Yahşi Baraz’ın tabiriyle, ‘eski zaman renkleri’ bunlar. “Ben o renkleri bulmaya çalışıyorum, tam olarak bulmuyorum aslında. Annemin ve kız kardeşimin her sabah dışarı çıkarıp avluda silkelediği ve her gün kendini yeniden renklendirmiş, yeniden örmüş, var etmiş gibi ruhuma iyi dilekli renkler fısıldayan kilimlerdeki o renkleri arıyorum,” diyor Güneştekin.

YERELDEN EVRENSELE Eserlerinde yerelden evrensele doğru bir yol izleyen Güneştekin, bu yolda izleyiciye anlaşılır bir şekilde ulaşmak için en kuvvetli

75

dayanağının tarih ve mitoloji olduğunu söylüyor. Bu iki kavramı daha da açmasını istediğimizde ise şöyle anlatıyor: “Rustemê Zal’ı (Zaloğlu Rüstem) tanıyan Herkül’ü de biliyor. Bir Batmanlı ile bir Atinalıyı, Zümrüdü Anka ile Melek-i Tavus anlaştırabiliyor. Mem z ZÓn ile Ahmedê Xanê bana göre yerel ise Romeo ve Juliet ile Shakespeare’in kendi yereli olduğu bir İngiliz için evrenseldir! Tarihle rengi buluşturduğunuz zaman evrensellik ister istemez çıkıyor ortaya. Evrenin geçmişi ne ise tüm insanlar ve hayvanlar için de bitkiler için de aynıdır. Güneş ışınlarının her dalga boyu dünyanın her yerinde kendi rengini yansıtır. Gökkuşağındaki renkler Kenya’da ne ise Konya’da da odur. Benim kuvvetli dayanaklarım bunlardır”. Sanatçının “Yüzleşme” sergisinde ilk kez video çalışmalarının da yer aldığını görüyoruz. 2003’ten bu yana kamerayla iç içe olduğunu söyleyen Güneştekin, Coşkun Aral’la iki yıl yürüttüğü “Haberci”den sonra “Güneşin İzinde” adlı kendi projesini hayata geçirdiğini anlatıyor. Güneştekin, hızla yükselen video art tekniğine bakışını ise şöyle tarif ediyor: “Türkiye’nin neredeyse tamamını dolaştım ve gittiğim yerleri birçok yönüyle kayıt altına aldım. Bu süreçte video ile ilgili bir tecrübe kazanmış oldum. Bununla beraber, resimle olan ilişkisi üzerinden sanatsal bir bakış açısı da edinmiş oldum. Güncel, çağdaş sanat denince akla video-art geliyor artık. Çağı takip eden ve çağdaşlarıyla aynı dili konuşan bir sanatçı olarak ben de video alanındaki tecrübelerimle sanat alanındakileri buluşturup sanatımdaki dilleri çoğaltmaya çalışıyorum. Aklımdaki sayısız projeyi hayata geçirmek için de sabırsızlanıyorum”. MS Cer Modern / (0312) 310 00 00 Milliyet SANAT Ocak 2013


PLASTİK SANATLAR

Çağdaş sanat için özgür bir ‘SAHA’

SAHA, DOCUMENTA (13)’e davet edilen Cevdet Erek’in “Room of Rhythms” adlı çalışmasına (üstte) kaynak sağladı.

2011 yılından bu yana yurt içi ya da yurt dışındaki projelere davet edilen sanatçıların kaynak sorunlarına çözümler getiren SAHA, şimdi de web sitesiyle karşımızda. Kâr amacı gütmeyen bir dernek olan SAHA’yı mercek altına aldık... ASLI AÇIKGÖZ asli.acik@hotmail.com

TARİH Ağustos 2011’i gösterirken dünya için küçük, Türk sanatı için büyük bir adım atıldı. Koleksiyonerliğin müzayede salonlarında yarışmaktan ibaret olmadığını çok iyi bilen bir grup sanatsever, çağdaş Türk sanatının uluslararası arenada bilinirliğini artırmak için sergi, konferans ve eğitim alanlarında sanat camiasına maddi kaynak sağlamak üzere kolları sıvadı. Dernek kurucuları kuruluş amaçlarını, “Sanatın özgür bir platformda tartışılmasına ve üretilmesine katkıda bulunmak ve bunun, evrensel değerlere saygılı, demokratik bir duruş çerçevesinde gerçekleştirilmesini teşvik etmek” şeklinde tanımlıyor. SAHA adını verdikleri derneğin çatısı altında toplanan sanatseverler, uluslararası çağdaş sanat etkinliklerine katılmak veya konferans vermek üzere davet edilen sanatçıların masraflarını karşılamanın yanı sıra yazar ve küratörlerin Milliyet SANAT Ocak 2013

nitelikli, uluslararası seviyede küratörlük eğitimlerine katılım masraflarını da karşılama amacında. Dernek ayrıca sanat üretiminin yanı sıra, sanatçıların uluslararası bağlantılar kurmalarına yardımcı olmayı ve yurt dışındaki saygın müzelere eser bağışlamayı da planlıyor.

SARKİS’TEN EMRE HÜNER’E SAHA; Selman Bilal, Saruhan Doğan, Ayda Elgiz, Füsun Eczacıbaşı, Ebru Özdemir, Atilla Tacir, İpek Cem Taha, Berna Tuğlular ve Agâh Uğur’un girişimiyle kuruldu. Üyeleri arasında Ömer Koç, Sevil Sabancı, Melih Fereli ve Leyla Alaton’un da aralarında yer aldığı sanatseverler bulunuyor. SAHA derneğinin danışma kurulu küratör ve yazar Carolyn ChristovBakargiev, SKOR Sanat ve Kamusal Alan Vakfı Amsterdam Direktörü, küratör ve yazar Fulya Erdemci ve Tate Gallery Londra Uluslararası Sanat, Daskalopoulos Küratörü Jessica Morgon’dan oluşuyor. Derneğin en önemli amacı Türk çağdaş sanatının geniş kitleler tarafından bilinirliğini artırmak. Bu anlamda uluslar-

76

arası sanat kurumları tarafından davet edilen projelerin gerçekleşmesi için kurumlarla doğrudan işbirliği içinde çalışıyor. Projelerin hayata geçirilmesi için aracı olarak kolaylaştırıcı bir rol üstlenen dernek, ekonomik kaynak sağlayarak sanatçının tamamen işlerine odaklanmasına katkıda bulunuyor. Böyle bir derneğin en büyük faydası ise kuşkusuz çağdaş sanatçı, küratör, sanat tarihçi ve eleştirmenlerin eğitim, üretim ortamlarını geliştirmek, uluslararası sanat ortamıyla iç içe olmalarını sağlamak. SAHA katkılarını çeşitli kategorilere ayırıyor. Proje Destek Programı, bienaller ve büyük çaplı sanat sergilerine Türkiye’den davet edilen projelerin üretim bütçelerini destekliyor. Genel Sekreterlik tarafından incelendikten sonra değerlendirilen ve Yönetim Kurulu’na sunulan projeler gerekli görüldüğü hallerde Danışma Kurulu’nun görüşüyle yeniden değerlendiriliyor. Proje desteği almak için Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı sanatçıların uluslararası alanda faaliyet gösteren bir kurum tarafından belli bir sergiye davet


veya kabul edilmiş olması gerekiyor. Başvurunun onaylanmasından sonra üretim için gereken bütçe dernek tarafından sağlanıyor. SAHA’nın Proje Destek Programı kapsamında bugüne kadar desteklediği sanatçılar arasında 17 Eylül-13 Kasım 2011’de 12. İstanbul Bienali’ne katılan Türk sanatçıların tamamı; 1-21 Kasım 2011’de Performa 11’e katılan Aslı Çavuşoğlu; 20 Nisan - 26 Ağustos 2012’de La Triennale 2012’ye katılan Sarkis ve Köken Ergün; 24 Haziran-30 Eylül 2012’de Manifesta 9’a katılan Emre Hüner ve 9 Haziran-16 Eylül 2012 DOCUMENTA (13)’e davet edilen Füsun Onur ve Cevdet Erek’i saymak mümkün. Eğitim Destek Programı ise Türk sanatçı, küratör ve sanat eleştirmenlerinin eğitimlerini destekliyor. Bu sayede 1-21 Kasım 2011’de New York’ta, Independent Curators International’ın (Uluslararası Bağımsız Küratörler) gerçekleştirdiği The Curatorial Intensive (Yoğun Küratoryal) eğitim programına kabul edilen Adnan Yıldız’ın programa katılımı desteklendi. 22-28 Nisan 2012’de ise Brezilya’da yine Independent Curators International tarafından The Curatorial Intensive Instituto Inhotim’deki programına kabul edilen Kevser Güler ve Övül Durmuşoğlu’na destek veren SAHA, 12-13 Ekim 2012 tarihinde New York’ta gerçekleştirilen Creative Time Summit’e davet edilen Seçil Yersel’in konferans katılımına da katkıda bulundu.

SAHA’nın destek verdiği sanatçılardan biri de Manifesta 9’a katılan Emre Hüner’di.

SAHA’dan proje desteği almak için Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı sanatçıların uluslararası alanda faaliyet gösteren bir kurum tarafından belli bir sergiye davet veya kabul edilmiş olması gerekiyor. Başvurunun onaylanmasından sonra gereken bütçe dernek tarafından sağlanıyor.

ULUSLARARASI AĞLAR Dernek ayrıca, küratörlerin çağdaş sanat üretimine dair derin araştırmalar yapmalarını sağlamak adına ‘küratoryal araştırma’ programı başlattı. Küratörlere kısa süreli konaklama imkanı sunulan program boyunca küratörlerin araştırma süreçlerine destek veriliyor. Bu program için destek almak isteyenler hazırlayacakları sergiye dair bilgileri ayrıntılı belgelerle SAHA’ya ulaştırdıkları taktirde, kurumun onayını aldıktan sonra destekten faydalanabiliyor. Dernek çeşitli uluslararası kurumlarla kısa veya uzun vadeli işbirliği içinde çalışarak Türk çağdaş sanatının desteklenmesi için uluslararası ağları geliştirmeye de katkıda bulunuyor. SAHA’nın işbirliği yaptığı kurumlar arasında ICI (Independent Curators International), Witte de With, Rotterdam merkezli halka açık sanat enstitüsü, yer alıyor. Her iki kurumla da üç yıllık bir işbirliği yapan dernek, küratoryal eğitimin yanı sıra Türk sanatçıla-

SAHA’nın işbirliği yaptığı kurumlar arasında ICI de yer alıyor.

rının Avrupa’daki görünürlüğünü artırmayı hedefliyor. Promts & Triggers başlıklı 26 Nisan 2012 - 6 Ocak 2013 tarihleri arasında sergiye davet edilen üç sanatçıya SAHA destek veriyor. Toplumsal endişelere dikkat çekmek isteyen ve bunlar üzerinde düşünüp tartışan, öneriler getiren sanatçıların işlerinden oluşan sergiye

77

davet edilen Türk sanatçılar Meriç Algün Ringborg, Burak Arıkan ve Ergin Çavuşoğlu. Öte yandan SAHA, bugünlerde web sitesiyle de karşımızda. Derneğin web sitesi www.saha.org.tr’nin sanat eleştirmenleri tarafından kaleme alınan özgün yazıların da yer alacağı, ciddi bir başvuru kaynağı olması hedefleniyor. MS Milliyet SANAT Ocak 2013


MÜZE

Manhat tan Çoc uk Müze oyunlar si’nde ç la besle ocuklar nme ve konular u yku gibi da bilgil endiriliy or.

En az lunapark kadar eğlenceli olan Manhattan Çocuk Müzesi, çocuklara, görsel ve interaktif unsurlarla, kendilerine nasıl bakmaları gerektiğini öğretiyor. CANSU ÇOLAKOĞLU cansucolakoglu@college.harvard.edu

Çocuklar hem eğleniyor hem öğreniyor ÇOCUKLARI nerelere götürüyoruz? Oyun oynamak, koşmak, hareket etmek durumundalar, öyle gelişecekler, öyle büyüyecekler. Kocaman, korkutucu oyuncaklardan oluşan lunapark mı adres, yoksa salıncağa binebilmek için dakikalarca bekledikleri küçücük oyun parkları mı? Manhattan, New York’ta en az lunapark veya oyun parkı kadar eğlenceli bir Çocuk Müzesi var. Anne-babalar çocuklarını müzeye götürüyorlar, çocuklar orada vakit geçiriyor, koşuşturup oynuyor. Fark şu: Çocuklar bu müzede kendi gelişimleri için öğrenmeleri gerekenlerin arasında, onlarla etkileşim halinde oynuyor. Müzenin sloganı “Yemek ye, uyu ve oyMilliyet SANAT Ocak 2013

na!”. Müzenin renkli girişinin ardından hemen sağda büyükçe bir salon var. Salonun ilk kısmı beslenmeyle ilgili. Çocuklar plastik sebzelerle dolu yeşil bir kaydıraktan kayıyor, ekranlarda dengeli beslenmeyle ilgili oyunlarla uğraşıyor. Kaydırağın çeşitli noktalarındaki ekranlarda bulunan oyunlardan biri şöyle: Ekranda bir tabak var, etrafta içine konabilecek birçok malzeme. Tabak, dengeli beslenmeye uygun, sağlıklı bir şekilde doldurulmadığı sürece oyunu kazanamıyorsunuz. Oyunu kazanmak demek, sağlıklı bir tabağın nasıl gözükeceği hakkında bir fikir edinmiş olmak demek. Müze sadece çocuklara bir şeyler kazandırmakla kalmıyor, oyunların etrafında-

78

Müzede, damar tüpleri salonun tavanında birleşip kalpte toplanıyor.


Yemek yeme kısmının ardından sindirim yolculuğu başlıyor.

ki büyükçe panolarda ebeveynlere yönelik tavsiyeler de var. “Yemek” kısmında, yemek pişirirken çocuklara da minik görevler verilmesi, böylece onların sayı saymak gibi temel problemlerinin geliştirilmeye çalışılması, ailecek, iletişim halinde yemek yenmesi gibi temel nasihatlar bulunuyor.

BEYNİN MESAJINI DİNLE Yemek yeme kısmının ardından, sindirim yolculuğu başlıyor salonda. Bu bölüm, birkaç tane kırmızı odacıktan oluşuyor. Bunlardan ilki, doymakla ilgili. Odacığın içi ekranlarla kaplı, ekranların önündeki kol çekildiğinde, ekranlarda art arda tabaklar, mideye doğru yol alıyor. Ortadaysa üç seçenek var: “Mide çok dolu”, “Tam kıvamında” veya “Aç”. Amaç, “Tam kıvamında” seçeneği yanana kadar kolu çekmeye devam ederek karnı doyurmak; ne daha az, ne daha fazla. Mideden çıkınca, obezite köşesi çıkıyor karşımıza. Tam 4-5 yaş çocuklarının boyuna göre ayarlanmış, kısacık bir ayna görüyoruz. Aynanın önündeki ayak izlerinin tam üstünde durduğunuzda aynada obez bir vücut beliriyor, ayak izlerinin önündeyse bu hale gelmeyi engellemek için yapılabileceklere örnekler verilmiş: “Ne yediğine dikkat et! Aktif ol! Daha çok uyu; çünkü uyku, gün içinde daha aktif olabilmeni ve daha doğru karar vermeni sağlar!” Obezite aynasının yanında, sağlıklı ve sağlıksız damarların karşılaştırıldığı bir düzenek bulunuyor. Damarlar, salonun tavanına uzanan kocaman tüpler. Bir ta-

Manhattan Çocuk Müzesi sadece çocuklara bir şeyler kazandırmakla kalmıyor, oyunların etrafındaki büyükçe panolarda ebeveynlere yönelik tavsiyelerde bulunuyor. nesi tertemiz, diğerini ise yağ tabakası kaplamış durumda. Her iki ‘damar’ın altında birer dümen kolu yer alıyor. Dümen çevrilerek damarlarda kan akışı sağlanıyor. Çevresini yağ kaplamış dümenin çok zor çevrilmesi, çocuklara, sağlıksız beslenmenin damarlardaki kan akışını nasıl etkileyeceğini, uygulamalı olarak aktarıyor. Buna çok benzer bir düzenek, damar tüplerinin salonun tavanında birleşip hep birlikte bağlandığı koca bir kalpte de bulunuyor. Kalbin bir tarafı kıpkırmızı, sağlıklı; diğer tarafı ise yine yağ ile kaplı. Bu sefer dümen yerine papyon şeklinde kollar var. Kalbin sağlıklı tarafında papyonun bir ucuna bastırıldığında, düzenli bir kalp ritmi sağlanabiliyorken, yağ bağlamış tarafta papyonu hareket ettirmek çok güç. Salonun beslenme kısmının ardından oynamaya geliyor sıra. Salonun tam ortasındaki mavi bir odacık, beyni simgeliyor. Bu orta nokta, ‘oyun’ kısmının ana elemanı olan beyne ayrılmış. Çünkü beyin bu salonun sloganının da ana unsuru aslında: Oynamak beyne enerji verir, beslenmek beyni besler, uyumaksa dinlendirir... Odacığın içinde, aynen beslenme bölümünde olduğu gibi, oyunlar bulunuyor. Oyunlardan biri bir ekran ve telefondan oluşuyor. Ekranda bir insan vücudu var. Vücudun içinde numaralandırılmış organlar, organlardan çıkan okların ucunda da çeşitli malzemeler bulunuyor. Örneğin, mideden çıkan ok biri büyük, biri küçük olmak üzere iki peynir dilimini işaret ediyor. Ekranın hemen altında bulunan telefonda midenin numarası tuşlandığında, mide ile beyin arasında geçen bir diyalogu

79

dinleyebiliyorsunuz. Mide, bir anda kendisine ulaşan büyük bir peynir dilimini öğütemediğini belirttikten sonra, ne yapması gerektiği üzerine beyne danışıyor. Beyin ise peyniri lokmalara böldürme emrini vererek mideyi rahatlatacağı sözünü veriyor. Bu arada, müze popülasyonuna göre adeta bir devi andırdığımdan olacak ki minik bir çocuk “O telefon gerçek değil farkındasın, değil mi?” diyerek uyarıyor beni.

KUKLA CANAVARLAR Salonun son bölümü “Uyumak”. Duvarda boydan boya, uyuyan bir çocuk posteri var. Posterin farklı yerlerine camekanlarla çeşitli unsurlar yerleştirilmiş. Ilk camekan, beynin yerinde. Başlık: “Uyurken...” Alt başlıklarsa “Uyurken” diye başlayan cümleleri tamamlar nitelikte. Bu alt başlıklardan ilki, “...beyin, hatıra depolar.” Hatıralar, camekandaki minik toplar. Posterin hemen önündeki masada bir kol mevcut ve çocuklar bu kolu oynatarak hatıraları temsil eden topları alıp bir yerde biriktiriyor. Beynin ardından, kalbin yerinde sürekli yanıp sönerek kalbin atışını simgeleyen kırmızı bir ışık var. Kolların yerindeki camekanda ise yukarı doğru hareket eden pembe ve sarı toplar karşımıza çıkıyor. Sarı toplar şekeri simgeliyor. Oyunun amacı, sarı top tam göz hizasına geldiğinde masadaki ilgili düğmeye basarak, kanı ondan arındırmak. Yani “uyurken kan temizleniyor.” Son camekan, kemiklerle ilgili. Masadaki gri düğmeye basılarak kemiklere ‘kalsiyum’u simgeleyen toplar pompalanıyor. “Uyku” bölümünün bir sonraki durağı, büyükçe bir camekan ve önündeki çeşitli düğmelerden oluşuyor. Camekanda hareketsiz bir şekilde kukla canavarlar yatıyor. Masadaki düğmeler ise doğru ve yanlış karar olarak adlandırılabilecek davranışların resimlerini taşıyor. Örneğin bir bardak süt doğru kararken, televizyon yanlış bir karar olarak algılanabilir. Oyunun amacı, uykunun, doğru karar vermeyi sağladığını çocuklara kavratmak. Belli bir kitleye bir şey öğretmek için, o kitlenin neye ihtiyacı olduğu, nasıl daha kolay ve kalıcı öğreneceği araştırılmalı. Söz konusu çocuklar olunca, oyun ve eğlence, öğrenmenin vazgeçilmez parçaları. ‘Eğlenmek, öğrenmek’ içi boş bir sözcük grubu değil. Manhattan Çocuk Müzesi, çocuklara, görsel ve eğlenceli unsurlarla, kendilerine nasıl bakmaları gerektiğini öğretiyor. MS www.cmom.org Milliyet SANAT Cansu 2013


ARKEOLOJİ Höyükteki çalışmalarda ulaşılan Tunç Çağı buluntuları.

Beycesultan, Ege’nin tarihini yeniden yazıyor Çivril Ovası’ndaki Beycesultan Höyüğü’ne baktığımızda gümüş ve bakır çıkaran, bunu işleyen ve ticaretini yapan önemli bir merkez görüyoruz. Fakat sorun şu ki, gümüş ve bakırın kaynağı bilinmiyor. 2012 sonbaharında bu soruya cevap arayan bir proje başladı. DEVRİM ERŞEN devrimersen7@gmail.com

M.S. 1250 yıllarında Moğol istilasından kaçan topluluklar, başlarındaki liderlerinin (veya şeyhlerinin) önderliğinde Anadolu’ya yayılmışlardı. En yaygın etkiye sahip olanları Mevlana ve Hacı Bektaş olsa da, Anadolu’nun hemen her köşesinde Türkmen topluluklarının peşinden gittiği, aynı anda hem ruhani, hem de siyasi bir kimliğe sahip liderler bulunuyordu. Anadolu’da Selçuklu Devleti’nin yıkılması ve Moğol yağması ile oluşan trajik manzaraya, uzunca bir süredir Kudüs yolu üzerinde ne var ne yok talan eden Haçlı Seferleri de eklenmeli. Semerkand, Horasan gibi merkezlerden bu kaotik ortam içine düşen ve henüz Müslümanlaşma aşamasında olan, fakat güçlü Şamanist geçmişi de bir şekilde sürdüren topluluklar Türk tarihinin belki de en multi-kültürel döneminin aktörleriydi. Enteresan ve hatta kimi zaman akıl almaz uygulamaları olan küçüklü büyüklü sayısız tarikattan geriye bugün Anadolu’yu dolaşırken olur olmaz her yerde inMilliyet SANAT Ocak 2013

Beycesultan Höyüğü’nün genel görünümü.

sanın karşısına çıkan yatırlar ve türbeler ile buralarda yatan, efsanevi başarıları kulaktan kulağa bin yıldır anlatılan şeyhler ve dervişler kaldı. Bunlardan biri de Denizli, Çivril’de daha çok lokal bir etkiye sahip olan ve yoldaşı Habib-i Acem ile hareket eden Beyce Sultan’dı. Onun hakkındaki yazılı bilgiler

80

neredeyse yok denecek kadar az; hakkında anlatılanlar ise yüzlerce yılın törpüsüne maruz kalmış kırıntılar. Fakat hakkında daha fazla bilgiye sahip olduğumuz onunla çağdaş dervişler üzerinden, Beyce Sultan’ın da kaba hatlarıyla profilini çizebilmek ve önderlik ettiği topluluk üzerinde bıraktığı etkiyi anla-


Höyükte yer alan depolama alanı.

yabilmek mümkün gözüküyor.

YEGANE MERKEZ Beyce Sultan, yaşadığı dönemde lokal bir isim olsa da, öldükten sonra türbesi için seçilen yer, yaklaşık bir 700 yıl sonra, 1960’larda onu uluslararası bir şöhret haline getirdi. Çivril Ovası’nın merkezi bir noktasında, tümüyle kültür katmanlarının eseri olan 800 m çapında ve 25 m yüksekliğindeki höyük, uzunca bir süredir en tepesine kurulu olan türbenin sahibinin adı ile anılıyor: Beycesultan Höyüğü. İlk olarak 1954-59 yılları arasında genel olarak arkeoloji tarihinin, özel olarak Anadolu arkeolojisinin büyük ismi Seton Lloyd ve asistanı, ileriki yıllarda Çatalhöyüğü keşfedecek olan James Mellaart tarafından kazıldı Beycesultan Höyüğü. Bu beş yıllık kısa kazı dönemiyle dahi, Troia ile birlikte Tunç Çağı kültürünün Batı’ya doğru yayılışını aydınlatan yegane merkez olarak kaldı yaklaşık elli yıldır. Seton Lloyd’un höyüğün küçük bir bölümünde yürüttüğü çalışmanın sonuçları o denli çarpıcıydı ki, Ege’nin Tunç Çağı kronolojisi yıllarca Beycesultan verileri üzerine kurgulandı. Bulunan kırk iki odalı saray yapısı aynı anda hem devasa bir merkezle, geniş ölçekli bir organizasyon ağının merkeziyle karşılaşıldığını gösteriyor; hem de saray kültürünün, artı değeri biriktirme ve onu bir güç haline dönüştürebilme becerisinin Batı’ya yaptığı yolculuğu anlatıyor. 1959 yılından sonra, uzun yıllar boyunca (imkansızlıktan) kazılamayan Beycesultan Höyüğü, Türkiye’de arkeolojiye olan ilginin ve arkeolojik çalışmaların patladığı 2000’li yıllarda yeniden araştırılma şansı bulabildi. 2007 yılından itibaren Ege Üniversitesi Protohistorya Bölümü’nden Prof. Dr. Eşref Abay başkanlığında sürdürülen kazılar, özellikle Tunç Çağı tabakalarına inilebilen son bir iki yılda önemli sonuçlar vermeye başladı. İlk dönem İngiliz kazıları kısa bir süre içinde (beş yıl) ve dar bir alanda (saray mahallesi) yapılmış; o dönemin yetersiz teknikleri ve imkanları ile sürdürülmüş ve disiplinlerarası çalışma kültürünün henüz doğmadığı bir dönemin çalışması olarak kalmıştı. Bir parantez açıp, tüm bunların Seton Lloyd’un saygıdeğer ve özverili çalışmasının değerini düşürmediğini ekleyelim. Fakat arkeometrinin imkanları

İlk olarak 1954-59 yılları arasında Seton Lloyd ve James Mellaart tarafından kazıldı Beycesultan Höyüğü. Bu beş yıllık kısa kazı dönemiyle dahi, Troia ile birlikte Tunç Çağı kültürünün Batı’ya doğru yayılışını aydınlatan yegane merkez olarak kaldı yaklaşık elli yıldır. ve yeni tekniklerin devreye girdiği günümüz çalışmalarının verdiği ilk sonuçlar, geçmişte elde edilen bulguların bir hayli değişmesine neden oldu. Bu, şu anlama geliyor: Beycesultan üzerinden kurgulanan Ege Tunç Çağı kronolojisi artık yeniden değerlendirilmek durumunda; daha basit bir ifadeyle, Ege’nin tarihi yeniden yazılıyor. Yeni dönem kazılarında fark edilen en çarpıcı verilerden biri Geç Tunç Çağı (M.Ö. 2000-1200) boyunca, (çok büyük bir olasılıkla) Hititlerin dönem dönem buraya yaptığı baskınların keşfi oldu. Özellikle M.Ö. 1550’lerde yapılan bir saldırının tabakaları kazılırken, tahıl küplerinin içine saklanmış bir haldeyken yanarak ölmüş insanlar, kömürleşmiş atlar baskınların ne ölçüde ani ve şiddetli olduğunun göstergesi. Aslında Hititlerin tarihleri boyunca göz ağrısı Mezopotamya ve Suriye coğrafyasıydı ve Ege dünyasına hiçbir zaman buralarda kalıcı olma amacıyla yaklaşmadılar; ama belki de ekonomilerini beslemek için zaman zaman bu bereket boynuzunun nimetlerine yöneliyorlardı. Çivril Ovası bugün de Anadolu’nun en verimli ovalarından biri ve Çivril’in sakinleri de bunun keyfini 4 bin yıl sonra hâlâ sürüyor. Fakat prehistorik çağlarda Beycesultan, büyük olasılıkla farklı bir zenginliğe sahipti.

SIRA DIŞI BİR DURUM Henüz daha Geç Kalkolitik Çağ kadar erken bir dönemin tabakalarında (M.Ö. 4000-3600) höyükte keşfedilen yüksek miktarda gümüş buluntular, bu bölgedeki madencilik faaliyetlerinin ve metalurjik tekniklerin ne ölçüde ileri olduğunu gösteriyor. Diğer metallere göre çok daha karmaşık bir işlem gerektiren gümüşün Geç Kalkolitik Çağ kadar erken bir tarihte Beycesultan’da

tespit edilmesi sıra dışı bir durumun göstergesi. Genellikle polimetalik formda (farklı cevherlerle iç içe) bulunan gümüşü ayrıştırmak için kurşun takviyesi ile ergitme işlemi yapılması; daha sonra kupelasyon yöntemi ile saf gümüşün ayrıştırılması, bu işlemi yapan ustaların son derece yüksek bir teknolojik birikime sahip olduğuna işaret ediyor. Keza kazılarda çıkan bakır buluntuların ‘kurşun izotop analizleri’ ise bakırın tek bir kaynaktan geldiğini belirtiyor. Yani elimizde gümüş ve bakır çıkaran, bunu binlerce yıla yayılan bir birikim üzerinden işleyen ve ticaretini yapan çok önemli bir merkez bulunuyor. Fakat sorun şu ki, hem gümüşün, hem de bakırın kaynağı bilinmiyor. 2012 yılının sonbaharında başlayan ve bu soruya cevap arayan bir proje, gelişen arkeometrik yöntemlerin kullanıldığı ve Seton Lloyd’un çalıştığı dönemde bilinmeyen inter/multi-disipliner bir yaklaşımın ürünü. Bulunan bir bakır ve demir yatağı ile Demir Çağı’ndan Bizans dönemine kadar kullanılmış bir demir işleme tesisi ilk yapılan keşifler oldu. Banaz Suyu’nun başında, karşı kıyıya geçmek için, suyun sakinleşmesini bekleyen Beyce Sultan’a bir başka derviş “Germiyan İli’nin olgun şeyhleri geçinmedesiniz, ulu seccadelerde oturmadasınız, yağlı kuyruklar yemedesiniz, el vermedesiniz, talipleri irşad etmedesiniz, ama şu sudan geçemiyorsunuz. Bu böyleyken kıyamet günü bunca müridi, muhibbi Sırat köprüsünden nasıl geçireceksiniz?” diye seslenmişti. Bugün Beyce Sultan değil belki ama Beycesultan, Ege arkeolojisini o köprünün diğer tarafına taşımaya başlamış gözüküyor. MS http://beycesultan.org/

Kazılarda bulunan şarap kadehleri.

81

Milliyet SANAT Ocak 2013


PLASTİK SANATLAR

Bir insan projesi Fotoğraf sanatçısı Tony Fouhse’ın yolu 2010’da Ottawa’da, uyuşturucu bağımlılarının uğrak yerinde Stephanie ile kesişiyor... Zayıf, mutsuz bir genç kız. İçinden ilk kez şu soruyu sormak geçiyor Tony’nin: “Bir şeye ihtiyacın var mı?” Ve bu soruyla hikaye başlıyor...

Fotoğraf sanatçısı Tony Fouhse’nin (üstte) “Live Through This” serisinin kahramanı Stephanie (aşağıda).

EBRU DEMETGÜL ebrudemetgül@gmail.com

BU SAYFADA gördüğünüz fotoğrafların içindeki insanlığa, şefkate, menfaate, menfaatsizliğe, hinliğe, vicdana dair günlerce düşünebilirim. Hatta lütfen siz de benimle birlikte çalıştırın terazinizi. Sütten çıkmış ak kaşık olduğumuzdan değil, neye bakarsak bakalım bir yerlerine tutunacak olduğumuzdan. İlla üzerine bir söz söylecek olduğumuzdan. İyiliğin kendisini değil de nasıl yapıldığını düşünüyoruz daha çok. Belki iyiliğe dair düşüncelerimiz gerçekçi bir hale gelecek. Hikaye bir kaldırım köşesinde başlıyor. Bu kaldırım Kanada’nın başkenti Ottawa’nın Cumberland ve Murray caddelerinin kesiştiği yerde. Bu köşe, şehrin uyuşturucu bağımlılarının uğrak yeri ve Tony Fouhse’nin son 4 yılı. Tony hiçbirine soru sormuyor, onları yargılamıyor hatta yardım eli bile uzatmıyor. Görünürde herhangi bir duygusal yakınlığı yok. Sadece geçirdikleri bu ölü ve ağır zamanları belgeliyor. Fotoğraflarını bir araya getirdiği serinin adı “Kullanıcılar”. Seçtiği bu ismi şöyle açıklıyor Tony Fouhse: “Evet, fotoğrafını çektiğim herkes bir şeyleMilliyet SANAT Ocak 2013

82


Tony, hem dostu hem iş arkadaşı gibi bakıyor Steph’e; kolluyor onu, merak ediyor ne yaptığını, ne istediğini, isteyeceğini. Arınma süreci boyunca kendi yuvasını da açıyor ona. Karısıyla beraber Steph’in ailesi oluyorlar bir nevi. rin kullanıcısı, bağımlısı. Ama ben de onları kullanıyorum. Hatta onlar da beni. Benimle birlikte görünür oluyorlar, arkalarında bir şeyler bırakıyorlar.” Uzunluğu 30 metreyi geçmeyen kaldırımda 4 yıl böyle geçiyor.

DOĞRU VEYA YANLIŞ 4 senenin sonunda 2010 yazının en sıcak günlerinden birinde Stephanie’yle karşılaşıyor Tony. Zayıf, yüzü lekeli, mutsuz bir genç kız. İçinden ilk kez şu soruyu sormak geçiyor Tony’nin: “Bir şeye ihtiyacın var mı?” Aralarında bir anlaşma yapıyorlar. Stephanie odasının anahtarı dahil tüm hayatını bir fotoğrafçıya sunmayı kabul ediyor, Tony de rehabilitasyon masraflarını karşılayacağına dair söz veriyor. Umutla umutsuzluğun birbirine karıştığı bir arkadaşlık başlıyor böylece. Tony, yapmaya kalkıştığı şeyin Stephanie için mi yoksa kendi için mi olduğuna karar veremediğini itiraf ediyor. Bu vicdani çelişkiye tanık olabileceğimiz bir videosu var Tony’nin (Tonu Fouhse Youtube Channel). Stephanie soruyor: “Bunu benim için yaptığına emin misin?” Cevap uzun bir “”Hıımmm...” sesinin ardından dolambaçlı cümlelerle geliyor. Emin değil ne için yaptığından. Bir süre sonra bu cevabı zor sorunun içinden çıkamayıp ne yapıyorlarsa onu yapmaya devam ediyorlar. Stephanie bir eroin bağımlısı, Tony ise bir fotoğrafçı. Herkes yerinde. Doğru veya yanlış. Bu projenin bir başka videosunda ise Stephanie ve Tony’nin rehabilitasyon öncesi alışma evresine tanık oluyoruz. Karlı bir kış günü, sabahın köründe yola çıkılmış ve tuhaf bir mahalleye gelinmiş. Tony arabadan çıkmıyor. Stephanie bir an önce çıkıp işini halletmek için sabırsız ama Tony’nin sorularını cevaplaması gerektiğini biliyor. “Şu an ne hissediyorsun?”, “Tam olarak ne alacaksın?”, “Onlar kim?”, “Arkadaşların mı?”. “Hayır, arkadaşlarım değiller, sadece hep beraber aynı şeyi yapıyoruz.” Beraber eroin almaya gitmiş olsalar da en nihayetinde bu

bir proje. Ya da en nihayetinde bir proje yapıyor olmak ağır duygulara karşı kaldırılan bir kalkan. Görüntülerin öyle doğal ve bir o kadar absürt bir hali var ki, bu hikayenin çoktan film olduğuna inandırdı beni. Tedavi başlamalı artık ama Stephanie’nin doğum belgesi bile yok. Önce nüfus kaydı yapılıyor. Nüfusa kayıtlı olduğunu kanıtlayan hologramlı kimlik kartının fotoğrafı bile var serinin içinde. Hemen bir hastanenin rehabilitasyon programına başvuruyorlar. Steph’in hayatı değişmeye başlıyor, bir gelecekten söz ediliyor her şeyden önce. Mutlu olmak isteyebileceği bir gelecek.

MUTLU SON Tedavi başlar başlamaz ciddi bir baş ağrısıyla acile kaldırılıyor Steph. Beynindeki abseler nedeniyle ağır bir ameliyat geçirmesi gerektiği söyleniyor. Hastaneden kaçıyor hiç düşünmeden. Tony, Steph’i ikna etmek için elinden gelen her şeyi yapıyor ama Steph dinlemiyor ve kayboluyor ortadan. Tony, bunun gibi bir sürü irili ufaklı kriz anı yaşadıklarını söylüyor ve her kriz anında ‘fotoğrafçı’dan ‘arkadaş’a, hatta ‘ebeveyn’e dönüşmenin çok sancılı olduğunu itiraf ediyor. Ertesi gün hastaneden şaşırtıcı bir haber geliyor; o gece Steph hastaneye geri dönmüş ve ameliyatı kabul etmiş. Bu iyi haberin de heyecanıyla çantasını 3-5 çeşit film ve objektifle dolduruyor Tony ve hastanenin yolunu tutuyor. Bir dram yaşandı ve bitti sonuçta, şimdi iş zamanı. Hem dostu hem iş arkadaşı gibi bakıyor Steph’e, kolluyor onu, merak ediyor ne yaptığını, ne istediğini, isteyeceğini. Arınma süreci boyunca kendi yuvasını da açıyor ona, karısıyla beraber Steph’in ailesi haline geliyorlar. Steph, Tony’nin sadece fotoğraf değil ‘insan projesi’ haline geliyor. Ameliyat sonrası alması gereken ilaçların dozundan, odasındaki perdelere kadar her şeyiyle ilgileniyor. Bu proje (“Live Through This” serisi) aynı zamanda bir kitap haline getiriliyor ve kitabın geliriyle Tony açık seçik, yalansız dolansız yardım istiyor bizlerden. “Give Us Your Money” isimli videoda bu rahatsız edici dürüstlüğü izleyebilirsiniz: “İstiyorsan paranı bize ver. Durumumuz bu, kızımız da bu. Uzun uzun nedenlerini açıklattırma.” Hikayenin sonu mutlu. Steph uyuşturucudan tamamen uzaklaşmış bir genç kız artık. Tony de bu projesiyle basında fazlasıyla yer alabilmiş, iyice tanınmaya başlayan bir fotoğrafçı. Belki de fazla düşünüyoruz birine yardım ederken, ‘hayır işlerken’. Yapmamız gereken tek şey bunun bizim de menfaatimize olduğunu itiraf edip kıvranmaktan vazgeçmek olabilir. Bir başkasının ha-

83

Stephanie’nin aynı seriden fotoğrafları.

yatını kullanarak bir şey üretirken kullanmanın ötesine geçip fayda vermek, kendi çıkarını da dürüstçe itiraf edebilmek, bu zamanda ne az rastladığımız bir şey. Bir biyografinin, bir belgeselin konu edindiği hayatın sahibinden çok yazarını biliyor ve yazarını alkışlıyoruz, yönetmenini kutsuyoruz. Her şeyin bitmiş halini görüyoruz, son ürünle ilişkiye giriyoruz, ‘eser’e bakıyoruz. Fouhse’nin bu projesini gördükten sonra tercihimin bu olmadığına iyice karar verdim. Her şey ‘gerçek’ olmalı. MS Milliyet SANAT Ocak 2013


ZAMANSIZ PERTAVSIZ ÖMER FARUK ŞERİFOĞLU

ofserifoglu@gmail.com

‘Kesme, kesilme’ anlamına gelen katı’, kitap sanatlarının en ilginç dallarından biri. Motif veya yazı karakterinin kağıttan kesilerek oyulmasıyla yapılan katı’ 16. YY.’dan itibaren İstanbul’da uygulanmaya başlandı.

Türk sanatında ince kâğıt oymacılığı HERHANGİ bir motif veya yazı karakterinin kâğıttan kesilerek oyulması yoluyla yapılan ve tarihi kaynaklarımızda katı’ olarak adlandırılan ince kâğıt oymacılığı, kitap sanatlarımızın en ilginç dallarından biridir. Katı’ (ka uzun okunur) sözlükte ‘kesme, kesilme’ anlamına gelir. Bu işi yapanlar çoğul biçimde, ‘kattaan’ olarak bilinir. Kâğıdı kesip oymak yoluyla oluşturulan yazılara da ‘mukatta yazı’ denir. 16. YY.’ın ünlü tezkere yazarlarından Âşık Çelebi, Tezkeresi’nde, bu sanat dalı için Farsça kökenli ‘efşan’ kelimesini kullanılmış; bu dalda uğraşanlara da efşanbür veya efşancı adını verilmiştir. Kâğıt oymacılığında, kesme işlemi dikkat ve ustalıkla yapıldığında, oymaların negatifi ve pozitifi, yani desen ve zemin motifinin her ikisi de hatasız biçimde çıkar ve bunlar özellikle karşılıklı sayfalarda kullanılır. Kâğıttan oyulup çıkartıldıktan sonra başka bir zemine yapıştırılan parçaya ‘erkek oyma’, içi oyulmuş kısıma da ‘dişi oyma’ adı verilir. Türk sanatının zengin tezyini elemanlarını son derece ufak ölçülerde, kusursuzca kağıttan oyarak çıkartmak şüphesiz büyük bir maharet gerektirir. Tarihimizde bu tarzda hazırlanmış desen veya yazıların farklı renkli zeminlere yapıştırılması suretiyle sanatkarane yazılar ve tezyini sayfalar meydana getirildi. Türk süsleme sanatının şemse ve köşebent tarzı stilize formları, yazılar, geometrik şekiller, çeşitli çiçekler, bitkiler, vazolar, tabiat manzaraları ve hayvan figürleri bu dala ait eski eserlerde en çok rastlanan motiflerdir. Zengin bir desen çeşitliliği arz eden bu tarz oymaların eski cilt kapakları, murakka albümler, el yazmaları, hat levhaları ve bazı yazı çekmeceleri gibi değişik nitelikli eserlerde, dönemlerinin süsleme üslubunu aksettiren önemli örnekleri bulunur.

EN ESKİ ÖRNEKLERİ

Günümüzün önemli katı’ ustalarından Nimet Kalkanlı’nın çalışması.

Milliyet SANAT Ocak 2013

84

Kökleri Uzakdoğu’ya dayanan katı’ sanatı İslam sanatları arasında 15. YY.’dan itibaren görülür. Bu sanatın kağıt üzerindeki en eski örneklerine 15. ve 16. YY.’larda Herat’ta yaşamış üstadların eserlerinde rastlanılır. Tarihçi Gelibolulu Mustafa Âli tarafından (Hicri) 995 /(Miladi) 1586 yılında yazılan, hat, tezhip, minyatür, cilt ve oyma sanatları ile devrinin ustalarından bahseden “Menakıb-I Hünerverân” adlı eserin Katı’an (Oymacılar) bölümünde, bu dalın ilk ve


en önemli temsilcisinin 15. YY.’da Herat’da yetişmiş ve orada eserler vermiş olan Abdullah Kaat’ı olduğu belirtilir. Yine aynı eserde, diğer kat’ı ustaları arasında Abdullah Kaat’ı’nın oğlu ve aynı zamanda onun sanatını koruyan öğrencisi olan Şeyh Muhammed Dost Kaat’ı’dan, babasının mertebesine yaklaşmış bir sanatkâr olarak söz edilir. Şeyh Muhammed Dost’un öğrencisi Seng-i Ali Bedahşî ve hattat Mir Ali’nin oğlu Mevlâna Muhammed Bâkır da bu sahada seçkin üstadlardandır. Bu dönemde eser veren Heratlı ustalarının sanat kudretini en güzel şekilde ortaya koyan oyma yazı ve tabiat tasvirleri, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’nde Fatih Albümü’nde ve yine bu kütüphanedeki diğer albümlerde bulunuyor. Kağıt oyma sanatı 16. YY. başlarından itibaren İstanbul’da uygulanmaya başlanır. Özellikle Kanuni Sultan Süleyman devrinde incecik oyma yazılar ve çeşitli tezyini motifler, çok sayıda değerli el yazmasının tezhipli bezemelerinin yanında süsleme unsuru olarak görülür. Efşancı Mehmed, Benli Ali Çelebi, oğlu Abdülkerim Çelebi, Mehmed bin Gazanfer ve Mevlâna Kasım Arnavud gibi isimler bu sanatın İstanbul’daki önemli ustalarıdır. Topkapı Sarayı Kütüphanesi’nde bu devre ait en önemli eserler olarak, 1540 tarihinde Kanuni Sultan Süleyman’ın şehzadesi Mehmed için Hattat Benli Ali Çelebi tarafınden tâ’lik ve nesih hatla katı’ olarak hazırlanmış “Kırk Hadis” (Hadis-i Erbain) ile yine bu sanatkâr tarafından tâ’lik oyma yazılarla hazırlanarak Kanuni’ye sunulmuş olan bir şiir mecmuasıdır (“Mecmua-ı Aş’ar”) zikredilebilir.

BATI’DA SILHOUETTE Osmanlılarda gelişen kağıt oymacılığı, 16. YY.’da bu büyük devletin gelenek ve sanatlarına merak duyan Batı dünyasının da ilgisini çeker. Bu sanatı benimseyen yabancıların edindikleri örnekleri kendi ülkelerine götürmesiyle, Avrupa’ya da taşınır ve silhouette (gölge resim) olarak tanımlanır. 17. YY. başlarında Türk kağıt oymacılığının en ünlü ustası Fahri el Bursavi’dir. Hayatı hakkında yegane bilgi, imzasından dolayı Bursalı olduğudur. Gelibolulu Mustafa Âli “Menakıb-ı Hünerverân”da Fahri için “Dünyada benzeri olmayan bir sanatkârdır,” der. Bursalı Fahri’nin çoğunluğu Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’nde olmak üzere, Konya Mevlâna Müzesi, Viyana Milli Kütüphanesi’nde ve bazı özel koleksiyonlardaki eserleri vardır. Mevlevi olduğu anlaşılan Bursalı Fahri,

sadece kâğıt oymacısı değil, aynı zamanda makta, keşkül ve enfiye kutusu gibi eşyaları da oyma olarak yapabilen hüner sahibi biridir. Nureddin Rüştü Büngül, “Eski Eserler Ansiklopedisi”nde onun bu işlerini “Fahri Oyması” başlığıyla sunar: “Fahri namında Bursalı bir üstadın fevkalade oymalarının bu adla daha meşhur ve daha cihan şumzu olduğu, katı’acılar arasında ismi geçen bu zatın elinde fildişi, bağa, ud ağacı ve pelesenk’in kağıttan daha kolay işlendiği, işlemecilik ve oymacılıkta bu üstadın bir emsalinin daha bulunmadığı kaydedilmektedir.” Kağıt oymacılığında 17. YY. sonlarına ait önemli bir eser, “Tuhfe-i Gaznevi” adlı albümdür. Katı’ ustalığı kadar hattatlık, müzehhiplik, mücellitlik, ressamlık ve hakkâklık gibi çeşitli sanatların erbabı yani ‘hezarfen’ olan Gazneli Mahmud tarafından hazırlanarak 1685 tarihinde Sultan IV. Meh-

17. YY. başlarında Türk kâğıt oymacılığının en ünlü ustası Fahri el Bursavî’dir. Hayatı hakkında yegâne bilgi, imzasından dolayı Bursalı olduğudur. Gelibolulu Mustafa Âli “Menakıb-ı Hünerverân”da Fahri için “Dünyada benzeri olmayan bir sanatkârdır” der. med’e sunulan albüm, oymalı cildi, tezyinatı ve ihtiva ettiği ufak boyutlardaki kâğıt oyma süslemeleri ile sanatkârın bu dallardaki maharetini ortaya koyar. Kağıt oymacılığında isim yapmış bu yetenekli ustalar kadar, adları bilinmeyen çok sayıda sanatkâr da süsleme tarihimizin bu dalında iz bırakan nadide eserlerin yaratıcısı olmuşlardır. 17. YY.’dan başlayarak İstanbul’da görülen bir halk resmi çığırını temsil eden ve ‘çarşı ressamları’ olarak adlandırılan kişilerce o dönemde yabancı seyyahlar için hazırlanmış kıyafet albümü niteliğindeki bazı kitaplar vardır. Bu tür albümlerin en tipik örneklerinden biri de 1618 tarihli “Mundy Albümü”dür.

85

KAPSAMLI TEK ESER Kağıt oymacılığının son parlak dönemi olan 18. YY.’ın en önemli ustası Mehmed Halazade’dir. Eserlerinden birinde bulunan imzasından Edirneli olduğu anlaşılmaktadır. Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’ndeki 1700 tarihli, oyma tâlik hatlarla hazırlanmış “Velâdetname”nin hem şairi, hem de hattatıdır. 18. YY.’ın ikinci yarısından itibaren gerilemeye yüz tutan Türk kitap sanatlarının bir dalı olarak kağıt ve deri oymacılığı da bu olumsuz gelişmelerin dışında kalamamış; 19. YY.’da bu sahada ciddi bir eserin ortaya konulamaması katı’ sanatının da sonunu hazırlamıştır. Bu dönemde üretilen kat’ı eserler, dişi oyma tekniğiyle yapılan daha çok yazı-resim tarzındaki hat levhaları ile sınırlı kalmıştır. Diğer taraftan, 19. YY.’ın sonlarında İzmir’de yaşayan Musevi sanatkârlarca klasik katı’ tekniğinde yapılmış bazı tür kağıt oymalar da, bu dalın ilginç bazı örneklerindendir. Yoseph Abulafia ve Yoseph Halevi b. Yizhak adlı kişiler, bu sanat dalının Osmanlı Musevi cemaatindeki önde gelen temsilcileri olmuşlar, bu dine ve geleneklerine uygun olarak hazırlanan evlilik kontratları ile sinagogları süslemek üzere kullanılan ‘şivvit’ levhalarını tamamen katı’ eserler şeklinde yapmıştır. 20. YY.’ın ilk çeyreğinde artık tamamen sönmüş bir halde bulunan kağıt oymacılığının yeniden canlandırılmasında, 1920’li yıllardan itibaren bu konu ile yakından ilgilenen Ord. Prof. Dr. A. Süheyl Ünver çok değerli katkılarda bulunur. Katı’ eserlerin yüzyıllar içinden günümüze kadar uzanan örneklerinden etkilenen ve Türk sanatı açısından önemini takdir eden Ünver, bu ilginç teknik üzerinde yaptığı incelemeler sonucunda bizzat denemelerde bulunur, ayrıca oluşturduğu arşivini hazırladığı örneklerle zenginleştirir. Prof. Ünver’in yönlendirici araştırmaları ve nihayet Türk süsleme sanatları derslerinde öğrettikleri sayesinde bu sanat dalı yeniden canlanmıştır. Nitekim katı’ sanatına dair ilk yayın olan “Türk İnce Oyma (Katı’) Sanatı” adlı kitabı 1980’de kendisi yayımlanmıştır. Daha sonra kızı Gülbün Mesara tarafından genişletilerek yayımlanan bu kitap, halen tek kapsamlı eserdir. Günümüzün ustaları arasında Gülbün Mesara, Azade Akar, Dürdane Ünver, Dr. Nejat Yentürk, Emel Nurhan Ogan, Feyza Oyat, Hatice Uçar, Meryem Güney, Münibe Alev Uzun, Nimet Kalkanlı ve Zehra Gökdeniz sayılabilir. MS Milliyet SANAT Ocak 2013


SAHNE SANATLARI

Modern zamanlar

Médée’si Krzystof Warlikowski’nin Paris’te sahnelediği “Médée”, vizyon, bilgi ve birikimin bir Barok operayı nasıl bir modernite eleştirisine dönüştürürüp aynı zamanda şahane bir seyirlik kılabileceğinin özgün örneği. ZEYNEP AKSOY zeynepaksoy911@gmail.com

MEDEA, Antik Yunan’dan bu yana yazar çizer ve bestekarları en çok meşgul etmiş mitolojik kahramanlardan biri. İhanet, kıskançlık, cinayet, evlat katli gibi insanlara her dönem çekici gelmiş türlü vahşet, kötülük ve entrikayı bir arada barındırdığı için olsa gerek, tarihimiz boyunca bir şekilde hep gündemde olmuş. Euripides, Ovid, Seneca, Corneille, modern zamanlarda Heiner Müller, Jean Anouilh... Paris’in, Strawinski’nin “Bahar Ayini”nin ilk kez çalındığı ve dönemi için fazla modern bulunduğundan yuhalandığı ünlü Theatre de Champs-Elysees’i, 2012 sonbaharkış sezonunda seyircilerine bir Medea trilojisi sundu: İlk kez 1693’te yine Paris’te sahnelenen, Charpentier’in Corneille’in librettosuyla bestelediği operası “Médée”, modern Fransız besteci Pascal Dusapin’in Heiner Müller’in tekstinden yola çıkarak bestelediği, Sasha Waltz koreografili “Medea” ve Krzystof Warlikowski’nin sahneye koyduğu Cherubini’nin ilk kez 1797’de sahnelenen operası “Médée”. Aralık ayında, sahne sanatlarının dehalarından Warlikowski’nin “Médée”sini Theatre de Champs-Elysees’de izleme Milliyet SANAT Ocak 2013

86

Warlikowski, Médée (Nadja Micheal) portresinde, kadının çok boyutluluğunu göstermek istemiş.


şansını buldum. 1962 doğumlu Krzystof Warlikowski sahne sanatlarının yeni parlak çocuklarından. İnanılmaz bir eğitimi, birikimi ve kariyeri var. Ülkesi Polonya’da felsefe, tarih ve romanesk diller okuduktan sonra Fransa’da Ecole Pratique des Hautes Etudes’deki klasik tiyatro eğitimini Sorbonne’da felsefe ve Fransız dili ve edebiyatıyla birleştirmiş. Bunlar yetmemiş, Krakow tiyatro akademisinde yine tiyatro okumuş. Peter Brook, Giorgio Strehler, Ingmar Bergman’ın da aralarında bulunduğu isimlerle gibilerle çalışmış. Shakespeare’den Tony Kushner’e, klasiklerden modernlere, tiyatrodan operaya 30’dan fazla eser sahneye koymuş. Cherubini’nin “Médée” rejisinde de, konusunu Antik Yunan’dan alan bir Barok operayı modern çağa uyarlayarak hem antik Yunan’ın hem de Barok’un aslında ne kadar modern zamanlara yakın olduğunu gözler önüne sermiş. Önce Cherubini’nin “Médée”sinden biraz bahsedelim, sonra Warlikovski’nin yorumu...

SIKI BİR AİLE ELEŞTİRİSİ Cherubini’nin 1797’de prömiyer yapan operası, Euripides’in ve Corneille’in oyunlarına dayanıyor. Kral Kreon’un kızı Dirce, Jason’la evlilik hazırlıkları yapmaktadır. Jason’ın iki oğlunun annesi Medea geri gelip Jason’ın kendisine dönmesini ister. Jason onu reddedince de intikam almaya yemin eder. Kölesi Neris’le birlikte Corinth şehrini terk etmesi beklenirken, çocuklarıyla bir gün daha geçirebilmek için Kreon’dan izin koparır. Dirce’ye hediye ettiği elbiseyi zehire batırmıştır. Dirce ölür, Medea iki çocuğunu da bıçaklayarak öldürür. Cherubini’nin “Médée”si aslı Fransızca olmasına rağmen yıllarca İtalyanca oynanmış, 1980’lerden beri ise Fransızca aslı tercih ediliyor prodüksiyonlarda. 19. YY’dan sonra gözden düşen “Médée”yi 1950’li yıllarda Callas müthiş yorumuyla yeniden gündeme getirmiş. Warlikowski rejisinde, “Médée” üzerinden sıkı bir evlilik kurumu ve aile eleştirisi yapıyor. Modernleştirmiş ama 20. yüzyılın çeşitli dönemlerinde gidip geliyor oyun. Belli bir döneme tıkmadan, genel bir modernite eleştirisi olarak yaklaşmış yönetmen, tabii bunu da antiğin ve baroğun ne kadar modern olduğuna getiriyor ki, çok postmodern bir yaklaşım. Opera çelikten perdeye yansıtılan bir takım filmlerle başlıyor. Bir düğün filmi,

Yönetmen arı kovanı saçından dövmelerine kadar bir Amy Winehouse görmüş ve yaratmış Médée’de. Jason da benzer dövmeleri ve iki yüzlü tavırlarıyla Amy’i mahveden bir Blake adeta. Polonyalı ilkokul çocukları, eğlenen kadınlar... Hepsi ‘70’li yıllardan kalma, ev yapımı filmlere benziyor. Perdenin önünde iki küçük oğlan takım elbiselerle dans ediyor, swing bile yapıyorlar. Perde açıldığında, Dirce’yi sahnenin ortasındaki, podyum şeklinde kum havuzunda yatarken buluyoruz. Pasif-agresif ve nevrotik bir Dirce portresi çizmiş yönetmen; (Elodie Kimmel) düğünü için hazırlanmakta mızmızlanıyor, nedimelerine şikayet halinde. Çocuklar onu istemiyor. Derken, bir korku filmi efektiyle önce gölgeler arasında yansımasını gördüğümüz Médée beliriyor; yönetmen arı kovanı saçından dövmelerine kadar bir Amy Winehouse görmüş ve yaratmış Médée’de. (Nadja Michael). Jason da (Jon Tessier) benzer dövmeleri ve iki yüzlü tavırlarıyla Amy’i mahveden bir Blake adeta. Kreon’a ise (çok iyi bir oyunculuk sergileyen Vincent Le Texier) andropozda, kendini spora vermiş, Viagra kullanan ve gözü Medea’da, zengin, sinir, erkine meraklı bir patron/baba portresi çizmiş.

TİYATROCU GİBİ OYNUYORLAR Bütün kast istisnasız çok iyi oynuyor.Warlikowski şancıları tiyatrocu gibi oynatmayı başarmış. Şancı pozisyonları takınmıyor, şarkı iyi çıksın diye kendilerini kasmıyor, bayağı yerden yere yuvarlanarak söylüyorlar. Médée, Nadja Michael, ömrümde canlı dinlediğim en iyi soprano olabilir. Koyu, derin ve koskocaman bir sesi var, bütün varlığı ve bedeniyle söylüyor. Warlikowski Médée portresinde bu kadının çok boyutluluğunu göstermek istemiş; hem içinde bulunduğu durumun kurbanı onun Médée’si, hem bir cadı, hem piskopat hem de sıradan bir kadın. Zaten bu tek bir şeye saplanıp kalmamak, pastişler ve referanslarla her şeyin farklı boyutlarını göstermek Warlikowski’nin genel yaklaşımı. Çocukların anneleriyle karmaşık ilişkisi, köle

87

Warlikowska rejisinde evlililik kurumu ve aile eleştirisi yapılıyor.

Neris’in (nefis bir mezzosoprano Varduhi Abrahamyan) Médée’ye duyduğu hayranlık, sadakat ve kıskançlığı, Jason’ın yakışıklı ve başarılı genç portresinin altında yatan zayıf ve ezik yapısı, karakterlerin bu ayrıntılarının hiçbiri gözünden kaçıp kurtulamamış yönetmenin. Operanın her anını önemsemiş. Koroyu farklı kılıklara sokup kişilerin aralarında ilişkiler kurarak renkli ve dinamik bir hale getirmiş. En iyi başardığı şeylerden biri de mekan kullanımı. Ortadaki kum havuzu kah bir mezar, kah düğünde kilisenin mihraba çıkan yolu, kah koronun kostümlerini göstererek resmi geçit yaptığı bir podyuma dönüşüyor. Öykünün altında yatan yoğun cinsel gerilim hep ön planda, cüretkar cinsel mizansenlerden bir toplu tecavüz sahnesine kadar. Çok iyi sinema bildiği anlaşılıyor Warlikowski’nin, referansları koroda Fassbinder’den, bazı görsel efektlerde Japon korku sinemasına kadar uzanıyor. Son sahnede, karnı hamile gibi şişmiş, atleti kanlı bir Médée çıkıyor sahneye. Öldürdüğü çocuklarını tekrar içine almış adeta. O karnı oluşturan iki kanlı pijamayı içinden çıkarıyor, sakince katlayıp etajerin çekmecelerinden birine yerleştiriyor. Bir sigara yakıp sakin sakin içiyor. Sigarası bitince de, çelik perdenin kapısını gürültüyle kapatarak sahneye geri girdiği anda, opera sonlanıyor. Her detaya önem veren, bilgi birikim ve yaratıcılıkla dolu, muhteşem sesler ve oyunculuklarla yüklü, mükemmel bir mizansen anlayışına sahip, son zamanlarda izlediğim en başarılı opera rejilerinden biri Warlikowski’nin “Médée”si. Vizyon, bilgi ve birikimin bir Barok operayı nasıl bir modernite eleştirisine dönüştürürken aynı zamanda da şahane bir seyirlik kılabileceğinin çok özgün bir örneği. Kimbilir, belki tiyatro festivali Warlikowski’yi davet eder ve bizim seyircimiz de bu mükemmel işi izleme fırsatını bulur. MS Milliyet SANAT Ocak 2013


SAHNE SANATLARI

“Karyağ dı Hatun ”, 9 ve 28 Ocak saat 20.0 0’de Ankara Opera Sahnesi’ nde izlenebil ir.

Zayıf bir esere yönetmen dokunuşu Gerek müzik gerekse libretto olarak pek başarılı olmayan “Karyağdı Hatun”, Aytaç Manizade gibi buluşçu, entelektüel ve deneyimli bir yönetmenin ellerinde izlenebilir hale dönüşüyor.

KEMAL KÜÇÜK kemalkucuk@ttmail.com

OKAN DEMİRİŞ’İN bu sanat sezonunda üç operasının hepsi neredeyse aynı zaman diliminde sahneleniyor.”Yusuf ile Züleyha” İstanbul’da, “4. Murat” İzmir’de ve “Karyağdı Hatun” Ankara’da... İstanbul’daki ilk oynanışından 27 yıl sonra Ankara’da sahnelenen “Karyağdı Hatun”un ilk sahnelenişini izlememiştim ve müziğini de bilmiyordum. Ama bestecinin “4. Murat”tan sonraki eseri olduğu için ustalık döneminin ürünüdür diye düşünüyordum. Yanılmışım! Gerek müzik gerekse libretto olarak ne yazık ki en zayıf eseri olarak çıkıverdi karşımıza. “4. Murat” ve “Yusuf ile Züleyha”nın değerlendirmesini yaptığım önceki sayılardaki yazılarımı okumuş olanların hatırlayacağı gibi, Türk opera eserlerinin en önemli sorunu olan dramaturjik zafiyet, bu eserde çok daha ağır hissettiriyor kendini... Türk eserlerinde lib-

Eserin Aytaç Manizade’nin yönetimine teslim edilmesi doğru bir tercih. Milliyet SANAT Ocak 2013

88

rettoların zayıflığı yanında bir dramaturgla birlikte çalışmamanın getirdiği sorunların, yer yer eserleri bir ortaokul müsameresine çevirmesi işten bile değil. Neyse ki, bunu sahnede çözmek için, iyi yetişmiş opera yönetmenlerimiz zorlu bir savaş veriyor! Eğer onlar olmasaydı, son yıllarda sahnelenen Okan Demiriş’in “Yusuf ile Züleyha”, Sabahattin Kalender’in “Deli Dumrul” ve “Cem Sultan”, Çetin Işıközlü’nün “Dudaktan Kalbe”, Yalçın Tura’nın “Karacaoğlan” operaları, çağdaş birer sahne eseri olarak sunulamazdı! Dramaturjiden yoksun operamızda, bir çeşit ‘uygulamalı dramaturji’ görevini de üstlenmek zorunda kalan bu deneyimli yönetmenlerimizin, sahneleme çalışması sırasında eserler üzerinde yaptıkları değişiklikler ile bu eserler oynanır hale gelebildiler. İşte en son örnek: “Karyağdı Hatun”... Ne ilginçtir ki, bu eserlerin yazılışı sırasında, dramaturjik yardım almayan ya da almak istemeyen yaşayan bestecilerimizin, sahneleme çalışmaları sırasında yönetmenlerin önerilerine çoğu kez karşı çıkmaları, zorunlu kısaltmalara bile izin vermemeleri, eserlerin izlenebilir niteliğe ulaşmasını engelleyebiliyor. İki yıl önce kaybettiğimiz Okan Demiriş de zamanında böyle bir yardım alsaydı eminim bu eserin 1. bölümünü bu şekliyle ya hiç yazmaz ya da kısa bir ‘düğün sahnesi’ olarak ikinci perdeye bağlar ve eser de 3 yerine 2 perde halinde seyredilebilir bir opera haline daha kolay gelirdi. Uzun bir halk oyunları/türküleri çeşitlemesi olan, üstelik çalgılama ve orkestralaması Türkiye’deki ör-


“Karyağdı Hatun” Çağda Çitkaya’nın dekorları ve Ayşegül Alev’in kostümleriyle sahnede.

“Karyağdı Hatun”da Yazgülü rolünde Tuba Mankal, baştan sona tüm tonlarda temiz entonasyonu, kaliteli rengi ve aynı zamanda büyük sesi ile dikkat çekiyor. Canali rolündeki Arda Doğan da iyi bir lirik tenor. neklerinden daha geride kalan uzun 1. perdenin zayıflattığı bu eser, tümüyle bakıldığında da günümüz Türk operasında güçlü bir örnek değil.

ANKARA’NIN EVLİYASI Karyağdı Hatun, bir Anadolu evliyası. Bugün Ankara’nın en işlek opera meydanında türbesi var. Ankara’nın en bilinen ve ziyaret edilen türbesi... Efsane 15. YY. Ankara’sında geçiyor. Yazgülü ve Canali birbirlerini severler ve büyük bir düğünle evlenirler. Bir çocukları olmasını çok isterler ve Tanrı’ya yalvarırlar. Yazgülü hamile kalır. Büyük bir sevinçtir bu. Ancak ağustos ortasında bir gün Yazgülü aşerdiğini ve çok susadığını, kardan başka bir şeyin susuzluğunu gideremeyeceğini söyler. Her yere adam yollanır ama yaz ortasında dağlarda bile bir kar kuyusu bulunmaz. Canali, yıldızlı bir gecede Yazgülü’nü Tanrı’ya kar yağdırması için dua ederken bulur. Öylesine içten yalvarmaktadır ki, birden yıldızlar kaybolur ve lapa lapa kar yağmaya başlar. Yazgülü yağan karın altında kalır, yediği karlardan ve soğuktan orada hastalanır. Kaynanası ve kocasının tüm çabalarına karşın orada hayatını kaybeder. Tanrı çok istediğini vermiş ama kendini almıştır. Ankara Operası yönetiminin, böyle bir eseri, Aytaç Manizade gibi, buluşçu, entelektüel ve deneyimli bir yönetmenin eline vermesi çok doğru bir tercih olmuş. Manizade’nin son yıllardaki başarılı prodüksiyonlarda birlikte çalıştığı Çağda Çitkaya’nın dekorları ve Ayşegül Alev’in kos-

tümleriyle “Karyağdı Hatun” özellikle 2. ve 3. perdelerde daha izlenebilir bir operaya dönüşüyor. 15. YY. Anadolu mimarisinden esinlenen son derece minimal bir soyutlama ve zevkli bir stilizasyonla oluşturulmuş sade dekorla, dönemin Anadolu giysileri bütünlük oluşturuyor. Üçüncü perdede, ormandaki yıldızlı gecenin, karlı bir geceye dönüşmesi etkileyici ışık ve efekt kullanımıyla başarılı bir dramatik etki yaratıyor. Ama asıl, kar duası sonrasında yanına gelen peri misali 8 küçük çocuğun Yazgülü ile olan devinimi ve doğacak bebeğin beşiğini kızak gibi çekip götürmeleri, ancak Nordik masallarında görülebilecek, alacakaranlık, mistik, ürpertici ama merak uyandıran gizli gerilimi çok iyi veriyor. Librettoda olmayan bu buluş, entrikası olmayan böyle bir efsanenin durağan sahnesine Aytaç Manizade’nin harika bir katkısı; çocuk balecilerin renkli giysi ve şapkalarındaki anlayış ve detaylar ise başka bir harika...

BAŞARILI BİR İCRA Demiriş’in “Karyağdı Hatun”daki müzik anlayışı diğer operalarındaki gibi, neredeyse her tabloda değişen eklektik bir anlayış içeriyor. “Yusuf ile Züleyha” nasıl ciddi bir opera olarak başlayıp, yer yer operetmüzikal hafifliğine dönüşüyorsa, bu eserde de ilk iki perdedeki melodik ve armonik anlayış ile son perdedeki anlayış çok ayrı. İlk sahnede bugün türbeyi ziyaret edenleri anlatırken kullanılan atonal koro yazısı ile ileriki perdelerde 500 yıl önceki efsaneyi anlatırken, dua sırasında kullanılan

89

modal (makamsal) yazı iyi buluşlar. Ancak sorun burada değil. Sorun tamamen tonal anlatım içindeki yazı değişikleri. Öyle ki, ilk sahnedeki çok seslendirilmiş türkü ve oyun havalarını saymıyorum; ilk iki perdede monoton eşlikli recitatifler ve bakır nefeslilerin baskın olduğu bir süreklilik arasında belirli bir arya bulunmazken, üçüncü perdede sanki bir İtalyan operasının lirik arya ve düetlerini dinliyoruz. Performansa gelince: Ankara Devlet Opera ve Balesi’nin solistleri ellerinden geleni fazlasıyla yerine getiriyor. Yazgülü rolünde Tuba Mankal, baştan sona tüm tonlarda temiz entonasyonu, kaliteli rengi ve aynı zamanda büyük sesi ile dikkat çekiyor. Hele, bir iki kez, opera yazısında olmaması gereken şekilde, orkestranın yükselişi sırasında (Crescendo), aynı ses alanında (Registre) 2 trombon ile yarışmak zorunda kalıp, yine de sesini duyurmadaki başarısı ile ayrıca alkışı hak ediyordu! Canali rolünde Arda Doğan iyi bir lirik tenor. Oyunculuğu da dikkat çekiyor. Baba rolünde Mithat Karakelle, deneyimli ve olgun bir bas olarak kısa rolünde başarılıydı. Türbedar’da Mine Kurtoğlu, tesetturasını iyi kullanan, alt ve üst seslerde değişmeyen karakteri ile güçlü bir dramatik soprano. İlk sahnelerdeki performansı etkileyiciydi. Diğer rollerdeki genç sanatçıların gayreti de vasatın üstündeydi. Sözün kısası; bu yapısı ile 27 yıl sonra bir kez daha sahneye çıkan “Karyağdı Hatun”, izlenebilirliğini iyi bir rejisörün güçlü dokunuşuna borçlu. MS Milliyet SANAT Ocak 2013


SAHNE SANATLARI

“Yitik bir kuşak olmadan önce gelin” Kumbaracı50’nin yeni projesi “6 Üstü Oyun”, “Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi” ile başladı. İkinci oyun ise “Evaristo”. Civan Canova’nın yazıp, Ayşenil Şamlıoğlu’nun oynadığı oyun bu ay prömiyer yapacak. GÖNÜL KOCA gonul.koca@radikal.com.tr

İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI yıllarında tek başına bir sığınakta yaşayan yaşsız bir kadının yaşadıkları üzerinden, Adolf Hitler’in sığınağına, yakın tarihe ve günümüze uzanan “Evaristo”nun yazarı ve oyuncusu ile konuştuk. ● “6 Üstü Oyun, altı yazar, altı yönetmen ve altı oyuncunun yer aldığı bir proje. Sizler nasıl dahil oldunuz? Civan Canova: Yiğit (Sertdemir) projeyi anlattı, çok hoşuma gitti. Amatörce bir heyecan duydum. Hiçbir çıkar gözetmeksizin, birkaç tiyatrocu arkadaşın bir araya gelip üretimlerini ortaya koyması, bunu bir ürün haline getirmesi... Bunlar güzel şeyler. Pek de yapmadığım bir şeydir. Hep yalnız çalıştım şimdiye kadar. Her konuda özgür bırakıldık, ama teması ‘bugün’ olsun dedik. Ayşenil Şamlıoğlu: Ben çok uzun yıllar oynamadım. En son Ankara Devlet Tiyatrosu’nda, Mustafa Avkıran’ın yönettiği “Ge-

yikler Lanetler”de oynamıştım. Onun sonrasında hep oyun yöneterek gittim. Bu proje için Yiğit’le konuştuk, mutlaka oynamak istediğimi söyledim. Sonra Civan’ın yazdığı “Evaristo”yu gönderdi, okudum ve bir saat sonra “Ne zaman provalara başlıyoruz?” diye sordum. Yiğit de çok şaşırdı, bir hafta sonra bekliyordu cevabımı. Çünkü oyunda kendimi gördüm. Bence insan kendini bir oyunda bu kadar görüyorsa ve o oyunda oynamıyorsa büyük bir talihsizlik olur onun için. ● Oyunda bugüne dair sosyal medya eleştirisinden, değerlerin kaybolmasına kadar birçok esinti var. Ama bizi Adolf Hitler’in sığınağına ve o yıllara götürüyorsunuz. Konu Hitler’e nasıl geldi? Civan C.: Nasıl oraya geldi konu, ben de hatırlamıyorum. Tabii mekan ne olabilir diye düşündüm, sığınak olur dedim. Sonra sığınakta ne olabilir dedim vs. Yani sorular, soruları doğurdu ve geldik oralara. Bugünle o dönemdeki birtakım durumlar arasında benzerlik olduğunu hissettim. Ekspresyonist bir resim yapar gibi yazdım, içimden o fışkırdı. ● “Evaristo” sanki günümüz, o dönemlerden daha vahim bir durumdaymış gibi bir izlenim veriyor...

Cihan Canova ve Ayşenil Şamlıoğlu, “Evaristo” üzerine konuşuyor.

Milliyet SANAT Ocak 2013

90

“Bu ekiple işbirliğimiz sürer” ● Altıdan Sonra Tiyatro ile

işbirliğiniz devam edecek mi? Civan C.: Devam eder herhalde. Bu ekibin burada böyle bir salon açması çok cazip. Gelmişler Kumbaracı Yokuşu’nda apartmanda tiyatro yapıyorlar. Hayalimizdeki şeyi gerçekleştirmişler. Ayşenil Ş.: Ben salonu da çok sevdim. Kendimi o kadar iyi hissetmeme yol açıyor ki. Dolayısıyla ben eğer Yiğit de isterse burada başka projelerde de yer almak isterim. Oyuncu olarak da, yönetmen olarak da. O benden ne isterse. Çünkü buradaki ekibin kendisini de çok sevdim.

Civan C.: Genel olarak insanlığın durumu vahim. Şu anda içinde bulunduğumuz durum da bizi pek mutlu etmiyor. Yani bir tek şu etmiyor, bu etmiyor da demiyorum. Genel olarak insanlığın durumu... ● “Oyunu okuduğumda kendimi gördüm” dediniz. En çok hangi yönünüzü buldunuz? Ayşenil Ş:. Benim yönettiğim oyunların broşürlerinde de yazılıdır, o metindeki tek bir cümlenin üzerine kurmuşumdur oyunu. Bugün de gerçekten savaş ve barut kokusundan çok korkuyorum. Beni şu anda her şeyden önce dünyanın böyle bir deliliğe kendini atıvereceği gerçeği ilgilendiriyor. Ben bundan bu kadar korkarken önüme böyle bir metin geliyor. Bu metnin her satırını okurken, o yüreğimde infilak eden korkuyu burada gördüm.


FOTOĞRAFLAR: CENGİZ TÜRKER

Civan Canova ve Ayşenil Şamlıoğlu’nun da yer aldığı projede her ay bir prömiyer yapılması planlanıyor.

“6 Üstü Oyun” projesinde Ayşe Bayramoğlu, Civan Canova, Ebru Nihan Celkan, Mirza Metin, Yeşim Özsoy Gülan ve Yiğit Sertdemir’in ‘bugün’ temasıyla yazdığı oyunlar Kumbaracı 50’de sahnelenecek. ● Peki dünya bu kadar savaşın eşiğine gelmişken, bu duruma tepkimizi gerçekten ortaya koyabiliyor muyuz sizce? Ayşenil Ş.: Hayır ama bu durumu görmeyenler de kuma ne kadar gömebilirler ki kafalarını? Tabii muhalefet etmek insanın kendi seçimidir. Ama seçimini hiçbir şey yokmuş gibi davranmaktan yana kullanmak, daha da büyük bir korkunun işaretidir diye düşünüyorum. Ya da zerre kadar akıl fikir taşımıyor gerçekten... Civan C.: Global anlamda çok sağlam bir sistem kurulmuş. Bu sistemi sallamak hiç kolay değil. Bunun da birtakım şartları var, kim nasıl yaşayacak. Kim kiminle savaşacak, kim nerede hüküm sürecek, bunların hepsi bu sistemin bir parçası. İnsan olarak, sıradan vatandaş ve sanatçı olarak ne kadar aciz olduğunuzu ve hiçbir şeye muktedir olmadığınızı hissediyorsunuz. Ben mesela bir aidiyet travması yaşıyorum. ‘Nereye aittim, nereye aidim?’ Her şeyi yeni baştan sorgulamaya başlıyorsun. ● Yıllar sonra sahneye oyuncu olarak çıkacaksınız. Oyuna yönetmen olarak mı, yoksa oyuncu olarak mı bakıyorsunuz? Ayşenil Ş.: Hiç yönetmen olarak bakmıyorum. Çünkü benim çok değerli bir yönetmenim var; Nihal Koldaş. Çok saygıyla

izlediğim sanatçılardan biri. İnsanın kendisini, güvendiği bir yönetmene bırakması çok güzel. Ben o kadar uzun zamandır oyun oynamadım ki, bazıları “Canım senin gibi bir yönetmenle, hangi yönetmen çalışmak ister,” diyor. Doğrudur bu, çünkü yönetmenle çalışmaktan bir rahatsızlık duyarlar. Ben de hep söylüyorum, ben çok usluyumdur. Karışırsam da hicap duyarım, yanaklarıma al basar... ● Ayrıca tek kişilik oyun, hiç tek kişilik oynadınız mı daha önce? Ayşenil Ş.: Hayır. Bu kadar uzun aradan sonra sahneye çıkacağım, tek kişilik oyun oynayacağım. Kendimi çok şanslı hissediyorum, yeni tecrübem. Güvendiğim birine kendimi öylece bırakıyorum. Aslında böyle uslu durduklarına bakmayın, canımı okuyorlar benim. Yazarı ayrı, yönetmeni ayrı... Bu arada şunu söylemek istiyorum, o kadar özgür bir metin ki, ben bunu akıl almaz komik oynayabilirim. Kara mizah da oynayabilirim. Gülüp, gülüp ulan ben niye güldüm derler. Bunun tam tersi noktasında da hareket edebilirim. Her yerde de oynanabilir. Sokakta herhangi bir yere bırak orada da oynanır. ● Oyunla ilgili izleyicilere son olarak ne söylemek istersiniz, nasıl davet edersiniz?

91

‘6 Üstü O yun’ projesi Altı yerli yazarın b geldiği ‘6 Üstü Oyu ir araya n’ projesin her ay bir de, oyunun p römiyer yapması planlanıy or. Ayşe Bay ramoğlu, Bu çerçevede Civan Ca Ebru Nih nov an Celka n , Mirza M a, Yeşim Öz e soy Güla n ve Yiğit tin, Sertdem ir’in ‘bug ün’ t yazdığı te k kişilik o emasıyla yunlar Kumbara cı50’de s ahnelene Tüm oyu cek. nla tasarımın rın dekor ve kostü m ı Başak Ö zdoğan y apıyor.

Civan C.: Biz kendi aramızda güzel bir paylaşım yaşadık. Bu seyirciyle tamamlanacak. Onlar da bu güzel duyguları paylaşırsa... Ayşenil Ş.: Yitik bir kuşak olmadan önce gelsinler. Her oyun bende bir cümledir. Seyirci, ben o cümleyi söylerken çok olağanüstü bir şey görmeyecek dışarıdan, ama o cümlenin içimde patladığını algılayacaklar. Bu oyunun bendeki cümlesi de şudur, “O yitik kuşağın kadınları, çiçek çocuklarına hamile kalmadan önce...” Oyun bende bu. Gerçekten yitik olunduğu zamanki enkaz ben olacağım o sahnede. “Yitik olmak, yitik gitmek ne demektir”in karşılığı orada duruyor olacak. Perişan ve evsiz bir kadın... Ama ruhlarımız yitip gidiyor. Onun en dışa vurulmuş halini orada göreceğiz. MS Milliyet SANAT Ocak 2013


SAHNE SANATLARI

“Bir 25 yıl daha istiyorum”

FOTOĞRAF: HÜSEYİN ÖZDEMİR

Şahika Tekand’ın Studio Oyuncuları, 25. yılını kutluyor. Nişantaşı’nda bir bodrum katında kurduğu toplulukla alternatif mekanlarda yapılan tiyatronun öncülerinden olan Şahika Tekand, yaptığı işi “Bütün olup bitene eğlenceli bir nanik çekmek gibi,” diye tanımlıyor.

ECE BAKTIAYA ecebaktiaya@gmail.com

ŞAHİKA TEKAND... Oyuncu, hoca, yazar, yönetmen... Hepsini bir potada eritip bir yaşam şekline dönüştürmüş Tekand. İlk kurduğunda herkesin ‘delilik’ olarak gördüğü oyunculuk stüdyosu bugün 25 yaşında. Öyle bir 25 yıl ki, içine zorluk, bolca özveri, bir o kadar oyun sığdırılmış. Elini değdirdiği oyuncu adayları ise bugünün başarılı, aranan oyuncuları... Bize söylemesi kolay ‘25 yıl’ı... Oysa ezbere de olsa bilir, duyarız; zordur bir tiyatroyu yoktan var etmek, ayakta tutabilmek... “Nasıl özetler geçen yılları Şahika TeMilliyet SANAT Ocak 2013

kand?” diye soruyorum. “Bu 25 yıl öyle bir zamana denk geldi ki, topluluk olarak bizler, her türlü değişimi hem dünyada hem Türkiye’de adeta ellerimizle tuttuk. Her şey devrilip değişirken hem ideolojik hem de sanatsal olarak ilkeli olmaya daha başından karar vermiştik ve öyle de olması için önümüze çıkan her türlü engele rağmen inat ettik. Sadece Türkiye’de değil, dünyada da başarısını kanıtlayan bir topluluk olarak çeyrek yüzyılı tamamladık. Ama bana sorarsanız en azından bir 25 yıl daha istiyorum. Çünkü ben her gün yeniden başlıyorum” sözleriyle yanıtlıyor. O günden bugüne başta tiyatro algısı olmak üzere çok şey değişti. Kabul görmek, oyunculuk stüdyosunun kendini göstermesi başlı başına bir süreç ister. Başta herkesin

92

yürümeyeceğini düşünmesi Şahika Tekand’ı yıldırmıyor, Türkiye’nin ilk profesyonel oyunculuk stüdyosu olan Studio Oyuncuları’na çok inanıyor: “Studio Oyuncuları topluluğu olarak ilk gösterimizi Beckett’in Mutlu Günler’i ile yaptığımızda, böylesi bir deli işe girişen sadece üç topluluk vardı Türkiye’de. Bilsak, Kumpanya ve Studio Oyuncuları. Bizi Tiyatro Oyunevi ve 5. Sokak Tiyatrosu izledi. Alternatif mekanlarda tiyatroyu da bu topluluklar başlattı. Hepsi de inatçı ve yenilikçi topluluklardı. O zaman da bunu görmezden gelmeye çalışanlar, engellemeye çalışanlar, ticari tiyatro yapıp da böylesi yenilikçi ve çağdaş girişimleri hazmedemeyenler vardı. Ama zaman herkese gerekli cevabı verdi. Bu noktaya varacağını hayal eder insan ama başta ta-


Şahika Tekand, bu yıl İstanbul Şehir Tiyatroları’nda Beckett’in “Oyun”unu da sahneye koydu. Tekand metindeki sözleri değiştirmeden, Beckett’in orijinal metninde varolan tekrar yöntemini kendi diliyle yorumluyor.

bii bilemez. Yine de ne yalan söyleyim; iyi, doğru ve ileri bir şey yaptığımı ve yeni bir yol üzerinde çalıştığımı biliyordum,” diyor Şahika Tekand.

YENİ BİR YÖNTEM Bunun yeni bir yöntem olduğunu farketmesi ise “Gergedanlaşma” oyunuyla olmuş. Ancak yöntem, “Oidipus Nerede?”yi Delphi’de tiyatro olimpiyatlarında oynadıktan sonra bütün dünyadan gelen yönetmen, eleştirmen, tiyatro adamı ve sanatçı tarafından onaylanmış ve ‘Performatif Oyunculuk ve Sahneleme Yöntemi’ olarak adeta tescil edilmiş... Malum, konu şimdilerde pek çok akademik araştırmaya konu oluyor. Hatta Tekand’ın deyişiyle “Yöntemin düşünsel yükünü taşımak istememelerine karşın, sahneye getirdiği canlılık nedeniyle onun muhalif olma özelliğini içinden boşaltarak taklit etmeye çalışanlar” bile var. Nişantaşı’da bir bodrum katında 25 yıl inat etmenin sonucu bugünler... Bu, Tekand’ın sözleriyle; “Hem dünyada hem de Türkiye’de böylesi bir başarı için uyanıklığı, düzene ayak uydurmayı, başarılı olmak adına vicdanını hiç tereddütsüz terk edebilmeyi, muhalifliği ve muhalif sanatçılığı küçük, şımarık, sinirli çocuk hissiyatıyla ya da marjinallik oyunuyla adeta teşhire indirgemeyi kutsayan çağdaş sanat ve tiyatro ortamında, bütün olup bitene eğlenceli bir nanik çekmek gibi.” Her şey iyi, güzel, hoş da bir de hayatın yadsınamayacak gerçekleri var. Ne kadar idealist olursanız olun ‘maddi’ gerçekleri

İlk on yıl sinema ve televizyondan kazandığı bütün parayı tiyatro ve stüdyoya yatırmış. O zamanları şöyle özetliyor Tekand: “Zor muydu? Evet. Eğlenceli miydi? Her şeye değecek kadar.” gözardı etmek zor. Tiyatro kendi seyircisini yetiştirene ve kendine yeter hale gelene kadar, tiyatronun bu engele takılmaması için çok çabalamış Şahika Tekand. İlk on yıl sinema ve televizyondan kazandığı bütün parayı tiyatro ve stüdyoya yatırmış. O zamanları şöyle özetliyor Tekand: “Zor muydu? Evet. Eğlenceli miydi? Her şeye değecek kadar.” Studio Oyuncuları geçen süreçte çok iyi oyuncular kazandırdı. Sinema, televizyon ve tiyatroyu, ‘bizimkiler’ dediği, Studio Oyuncuları’ndan yetişen oyuncuları seyretmek için takip eder olduğundan bahsediyor usta oyuncu. Öğreniyorum ki, hayatlar başka yöne kaysa da ilişkiler her daim sağlam...

25. YIL ŞEREFİNE 25. yıl şerefine bir dizi etkinlik var Studio’da. Eski oyunlardan “On Adımda Unutmak” (Anti-Prometheus) ve “Karanlık Korkusu”nun yanı sıra “Gergedanlaşma” da yeni bir kadroyla sahnelenecek. Polonya’da prömiyer yapmak üzere yeni bir oyun yazıp yönetecek Tekand. Oyunlar ve araştırmalardan oluşan bir dizi yayını da planlar arasında. Şahika Tekand, bu yıl İstanbul Şehir Ti-

93

yatroları’nda Beckett’in “Oyun”unu da sahneye koydu. Metindeki sözleri değiştirmeden, Beckett’in orijinal metninde varolan tekrar yöntemini kendi diliyle yorumluyor Tekand: “Oyunu ele alırken yine zaten oyunda var olan rol kişisi ile oyundaki otorite arasındaki çelişkiyi, yazar-yönetmen, oyuncu-yönetmen, oyuncu-rol kişisi, oyuncu-insan ikiliklerine taşıyarak bir oyun yaptım.” Oyun, basit bir aşk üçgeni üzerine geçen konuşmalarla gelişiyor. Rol kişilerinin var olma mücadeleleri, oyuncunun oyun içinde varolma mücadelesine dönüşerek gerçek ve eğlenceli bir oyun oluyor. Sahne tasarımını Esat Tekand’ın, kostüm tasarımını Ayşen Aktengiz’in, ışık tasarımını Şahika Tekand’ın yaptığı oyunda Ali Gökmen Altuğ, Göksel Arslan, Aslı Aybars, Pelin Budak, Burçak Çöllü, Seda Fettahoğlu, Yeliz Gerçek, Ozan Gözel, Nurdan Gür, Nurdan Kalınağa, Aslıhan Kandemir, Selen Kartay, Yeşim Koçak, Buket Yanmaz Kubilay, Mehmet Okuroğlu, Özge Özder, Özgür Tanık, Esin Umulu, Ali Mert Yavuzcan, Yiğit Sertdemir rol alıyorlar. Şahika Tekand’ın planlarını, yaptıklarını anlatmakla bitmiyor. Özetle, 25. yılda Şahika Tekand yine bildiğiniz gibi... MS Milliyet SANAT Ocak 2013


SAHNE SANATLARI

Selen Uçer, oyuna hazırlanırken...

Bir yüzleşme hikayesi ÖZLEM ÖZDEMİR info@ozlemozdemir.com

Fabrice Roger-Lacan’ın oyunundan Kerem Ayan’ın uyarlayıp yönettiği, Selen Uçer ile Özgü Namal’ın rol aldıkları “Kuçu Kuçu”nun kulisine girdik...

Namal, yeniden tiyatroda olmaktan mutlu. Oyunun konusunun onu çok heyecanlandırdığını söylüyor.

ZAMAN her şeyin ilacı mıdır gerçekten? Öncesi ve sonrası var mıdır? “Zamanla geçer,” deriz hep, geçer mi sahiden? Öyle inanmak mıdır bizi hayata bağlayan, aslında bir umut mudur bize bunu dedirten? İnsanlar uzun zamandır acıdan kaçmayı öğrenerek Milliyet SANAT Ocak 2013

yaşıyor. Acı çekmek oldukça zor çünkü. O nedenle yok saymak ya da olayları katlanabildiğimiz şekilde hatırlamak daha kolay, ancak bu şekilde devam edebiliyoruz belki de... İşte Aysa Prodüksiyon Tiyatrosu’nun yeni oyunu “Kuçu Kuçu” bu konu ekseninde

94

bir hikaye aktarıyor. Günümüzde, modern bir villanın büyük oturma odası... Minimal dekorasyon... Tablolar, objeler, mobilyalar, yüzyıl başı iş dünyası burjuvazisinin stiline uygun. Geniş pencereler. Ufka döndürülmüş bir teleskop.


Melis, gün batımı ışığında bir dergiye bakıyor. Oturuş tarzından kendi evinde olmadığı anlaşılıyor. Yanındaki lambanın düğmesine basıyor ama ışık yanmıyor. Bu sırada elinde bir kadeh içkiyle kapıda beliren Melda’yı görmüyor. Melda da bir süre Melis’e bakıyor. Bu arada biz de ikisine bakmaktayız. Sonra Melda bir anda tüm ışıkları yakan düğmeye basarak içeri giriyor. Oyun böyle başlıyor. İki kadının birbirini tanıma sürecine tanık oluyoruz sonrasında. Birbirini yeni tanıyan iki kadını birbirine bağlayan bir geçmişle karşılana dek iletişim problemli bir gerginlik çöküyor üstümüze. Olaylar bambaşka bir hale geçince biraz şaşırıyoruz. Zaman ve izler burda ortaya çıkıyor. İki kadının hem kendileriyle hem birbiriyle yüzleşmelerine seyirci kalmamız gerekiyor. Bunun çok iç açıcı olduğunu söyleyemeyeceğim, yüzleşmeler zaten ne zaman mutluluk dolu olur ki?

JACQUES LACAN’IN TORUNU Yönetmenliğini Kerem Ayan’ın yaptığı oyunda yaklaşık altı yıldan sonra yeniden tiyatro sahnesine dönen Özgü Namal ile Selen Uçer rol alıyorlar. Namal, yeniden tiyatroda olmaktan mutlu. Oyunun konusunun onu çok heyecanlandırdığını söylüyor. Yönetmen Kerem Ayan, “Oyun, kadınların, erkeklerin bilmediği bir tarafını yani rekabet tarafını anlatıyor, bu yüzden de çok hoşuma gitti. Bir de erkek yazar tarafından yazılmış olması da önemli. O erkek de herhangi birisi değil Jacques Lacan’ın torunu. Bu oyun Türkiye’de oynansa nasıl olur dedim. Fakat çevirisi önce çok Fransız kaldı, çok fazla kelime oyunu vardı. Aysa’ya da okuttum oyunu, onlar da ‘Türkiye’ye uyarla,’ dediler. Olayın örgüsünü hiç değiştirmedik ama biraz daha sıcak oldu. Çünkü iki Fransız kadın da burjuvaydı, bizimkilerse çok sıcak” diyerek anlatıyor oyunu. Ayan, oyuncu seçiminde ilk olarak Selen Uçer’i düşünmüş. Onun karşısında da güçlü ama daha minyon, güzel duran bir kadın gerektiğinde Selen Uçer, Özgü Namal’ı önermiş. Çünkü Uçer ve Namal, zaten ‘güzel bir kadın oyunu olsa da oynasak beraber’ diye konuşuyorlarmış. 2.5 aylık prova sürecinin ardından oyun ortaya çıkmış.

“AN KAÇIRMIYOR” Selen Uçer, oynadığı Melda karakterini ve oyuna dair duygularını şöyle anlatıyor: “Nasıl aç kalan açlığı bilirse Melda da bir sürü şeye aç kalmış. Bu bir buçuk saatlik yüzleşmede karşısındaki insana açlık yaşatıp onunla yeniden diyalog kurma amacında

Oyunda Özgü Namal, Melis; Selen Uçer ise Melda karakterini canlandırıyor.

bence. Oynadığımız oyunların erişkin hayatımızda etkisini anlatıyor aslında ‘Kuçu Kuçu’. O oyunlar üzerinden savunmalar oluşturuyoruz hayatta. Melda, dışlanmış, yalnız kalmış, aşağılanan, arkadaşlarının oyununa alınmayan bir çocukmuş. Sonra sistemin kadınlar için dayatmalarını, koca bulmaktan fiziksel görünüme kadar, mükemmel bir şekilde gerçekleştirmeyi başarmış. Benim özel hayatımdan bakarsak; bazı yerlerde o kadar benzer şeyler vardı ki baştan beri beni korkutuyordu. Benim de herkes gibi kendimi dışarıda gördüğüm dönemlerim oldu ve bu durum rolü şekillendirmede etkili oldu.” Özgü Namal’la oynamanınsa çok zevkli olduğunu çünkü karşısında hiçbir anı kaçırmamaya özen gösteren biri olduğunu söylüyor Uçer.

“DERİNLİKLERE İNDİK” “Kuçu Kuçu”da Melis karakterini canlandıran Özgü Namal ise amatör olarak psikolojiyle ilgilendiği için oyunun metninden çok etkilendiğini belirtiyor. En son “Kiralık Oyun”da rol aldıktan sonra yeniden sahnede olmanın ona çok iyi geldiğini, kendine dönerek oyunculuğunun nereye geldiğini gördüğünü de ekliyor. Namal’ın oyunla ilgili yorumları ise şöyle: “Biz Selen’le daha önce dizide çalışmıştık ve her kadın gibi erkek egemen bu sistemde çalışmak konusunda dertliydik. O ara bana oyunlar geliyordu ama bir türlü içime sinmiyordu. Etkilendim bu oyundan ama açıkçası da korktum. Güçlü bir metin, ben de kaç yıldır sahneye çıkmıyo-

95

Ayan, oyuncu seçiminde ilk olarak Selen Uçer’i düşünmüş. Onun karşısında da güçlü ama daha minyon, güzel duran bir kadın gerektiğinde Selen Uçer, Özgü Namal’ı önermiş. Çünkü Uçer ve Namal, zaten ‘güzel bir kadın oyunu olsa da oynasak beraber’ diye konuşuyorlarmış. rum, nasıl altından kalkacağız dedim. Çok çalıştık, kadınların derinliklerine indik. Hepimizin çocukluktan kalan yaralarıyla yüzleştik. Melis de yaralı bir kadın. Güçlü gibi gözüküyor ama diğer bütün insanlar gibi başka türlü zaaflarını, yokluklarını, yalvarmanın ondan yarattığı kompleksi örterek güçlü bir kadın olmayı seçmiş. Bir de geçmiş faktörü var oyunda. İki karakterin geçmişi nasıl farklı algıladığını görüyoruz. Yüzleşmekten kaçtıkça geçmiş, bugünümüzü kilitliyor, özgürlüğümüzü yok ediyor. Halbuki kabullenmek özgür kalmaktır.” MS Milliyet SANAT Ocak 2013


SAHNE SANATLARI

“Anlatırsan yazamazsın” Kadriye Kenter (solda) oyunda yaratıcı yazarlık eğitmenini, Defne Halman ise Lisa Morrison ‘ı canlandırıyor.

“Toplu Hikayeler” Yazan: Donald Marguiles, Çeviren: Defne Halman-Balam Kenter, Şiir Çevirileri: Talat Halman, Yöneten: Kadriye Kenter, Dekor Tasarım: Osman Şengezer, Işık Tasarım: Alev Topal, Oynayanlar: Kadriye Kenter/ Defne Halman

SEÇKİN SELVİ seckinselvi@canyayinlari.com

KENT OYUNCULARI, iki kişilik “Toplu Hikâyeler”le perde açtı. Pulitzer ödüllü Amerikalı yazar Donald Marguiles’in imzasını taşıyan oyun, ünlü ve saygın bir yazar olan Ruth Steiner ile önce asistanı, daha sonra sıkı dostu, meslektaşı ve en sonunda rakibi olan öğrencisi Lisa Morrison’un hikâyesi. Ruth Steiner çok genç yaşta öyküleriyle şöhret basamaklarının en tepesine kadar tırmanmış bir yazar. Ne var ki, zamanla ününe gölge düşmüş, yaşlılığın eşiğindeki kadın da yazarlık heveslilerini eğiten bir öğretmen olup çıkmış. Ama parıltılı günlerinin onurunu hâlâ koruyan, ödünsüz bir tavrı benimsemiş. Yazar sorumluluğunu, aile sorumluluğuyla örtüştüremediği için evlenmemiş, çocuk sahibi olamamış. Hayli katı yaklaşımıyla öğrencilerine dilin doğru ve güzel kullanılması gerektiğini, farklı yörelerin konuşma tarzını kaybetmemek, yazılanMilliyet SANAT Ocak 2013

Kent Oyuncuları’nın yeni oyunu “Toplu Hikayeler”, birinin hikayesi bir başkasının yaratıcılığına malzeme olur mu, olmaz mı konusunu işleyerek kültürel üretimi etik açıdan sorguluyor. ları sıradanlaştırmamak gerektiğini aşılamaya çalışan bir öğretmen. Lisa Morrison ise onun hem öğrencisi, hem de hayranı. Ruth’a öylesine ısrarla yaklaşıyor ki, başta mesafeyi korumaya kararlı olan öğretmen, giderek onunla samimiyetini özel yaşamını anlatacak kadar ilerletiyor. Oyun, Lisa’nın yazdığı hikayeyi değerlendirmek, ona yol göstermek için öğretmenin evinde buluşan ikilinin altı yıllık bir süreci kapsayan ilişkisini yansıtıyor. İlk karşılaşmalarında genç yazar adayı, hikayesindeki otobiyografik noktaları heyecanla anlatmaya başlayınca, öğretmen, “Sakın anlatma, anlatırsan yazamazsın,” diyerek belki de öğrencisine yazarlık yolundaki en büyük dayanağı sağlıyor. O süreç içinde ilk hikayelerini yayımlatıp başarıya ulaşan öğrenci, çabasını bir adım daha ileri götürüp roman yazması gerektiğine karar veriyor ve hocasının yaşam öyküsünü, ünlü bir şairle olan aşk hikayesini de içeren bir roman yazıyor. Bu gelişme, ilişkideki dengeyi değiştiriyor; başlangıçta öğretmen daha etkin ve egemen konumdayken, elde ettiği başarı öğrencinin ona karşı tutu-

96

munu ve tavrını değiştiriyor. Ruth, özel yaşamının roman konusu yapılmasını kendisine, içtenliğine bir ihanet olarak yorumlayıp öfkeyle karşılayınca, biri şöhret merdivenini inen yaşlı, diğeri merdivenin başındaki genç iki yazar arasında kreşendosu hızla yükselen bir tartışma başlıyor. Bu tartışma, “Yaşam öykümüz kime aittir? Deneyimlerimiz, paylaştığımızda bizim olmaktan çıkıp ortak olarak ördüğümüz yeni bir öykünün parçası olur mu? Yoksa hikayelerimiz çalınabilir mi? Peki hikayelerimiz olmadan biz kimiz?” temasında odaklanıyor. Oyunun yazarı Donald Marguiles, bir kişinin başından geçenler, bir başkasının yaratıcılığına malzeme olur mu, olmaz mı konusunu işleyerek kültürel üretimi estetik ve etik açıdan sorguluyor.

İNCELİKLİ YORUM Oyun Osman Şengezer’in tasarladığı sıcak bir atmosferi yansıtan dekorda oynanıyor. Bohem olamamaktan yakınan yazar/öğretmenin, içten içe bu özlemini yaşamına yansıtmaya çabaladığını gösteren öğeler kullanmış Şengezer. Duvarda egzotik


Doğalcı oyunun doğal olmayan yorumu Tiyatro Boyalı Kuş, Strindberg’in ölümünün 100. yılında “Matmazel Julie”yi yeni bir çeviri ve anlayışla sahneliyor.

Julie’de Yeşim Koçak, uşakta Mehmet Aslan ölçülü oyunculuklarıyla çok başarılılar.

desenli bir pano, mor bir puf ve aynı mor kumaştan bir koltuk örtüsü, derslerle ilgili olduğu anlaşılan klasörlerle zıtlık oluşturuyor. Bir kitabın arasına sıkıştırılmış şiir, unutulmak istenenlere bir türlü kıyılamadığını belirten bir işaret. Oyunu Kadriye Kenter yönetmiş. Söz ağırlıklı oyuna, gereksiz hareket zorlamaları katmadan yalın bir oyun düzeni kurmuş. Bu yaklaşım, izleyicinin konuşmalara odaklanmasına yardımcı oluyor ve oyunun başarısını sağlıyor. Oyunun iki oyuncusundan biri olan Kadriye Kenter, Ruth Steiner’ı canlandırıyor. Yaratıcı yazarlık öğretmeninin, kendi doğruları ekseninde kurduğu yaşam biçimini zedeleyecek herhangi bir şeye ya da herhangi bir kimseye fırsat vermeyen tavrını rahatça yansıtıyor. Kenter, oyunun başındaki katı tutumundan zamanla yumuşayan, hoşgörülü, destekçi, dostça tavrına ve finaldeki öfkeli çıkışına uzanan grafiği başarıyla çiziyor. Lisa Morrison rolünde Defne Halman, çok inandırıcı bir karakter yaratıyor. Genç yazar adayından, beğenilen, yıldızı parlayan yazara yürüyen çizgideki ilerleyişi hiç aksamadan gerçekleşiyor. Bu estetik ve etik sorgulamanın edebiyat çevrelerine uzak izleyiciye aktarılmasında Defne Halman’ın oyunculuğu önemli rol oynuyor. “Toplu Hikâyeler”, çok özel bir çalışma alanının çok özel bir sorunsalını ele almasına karşın, yalın anlatımı ve incelikli yorumuyla her kesimden seyircinin ilgisini çekecek bir oyun olarak Kent Oyuncuları’nın olumlu bir seçimi olmuş. (Kent Oyuncuları 0212 246 35 89)

“Matmazel Julie” Yazan: August Strindberg. Çeviren: Rüstem Ertuğ Altınay, Yöneten: Jale Karabekir, Dekor: Aylin Ominç, Kostüm: Burcu Rahim, Işık: Erdem Çınar, Koreografi: Gökmen Kasabalı, Oynayanlar: Yeşim Koçak/ Mehmet Aslan/ Asiye Dinçsoy

ÜNLÜ İsveçli sanatçı Johan August Strindberg’in ölümünün 100. yıldönümü nedeniyle bütün dünyada Strindberg oyunları sahneleniyor. En çok da farklı yorumlarla “Matmazel Julie”. Oyunu özündeki cinselliği, duygusal çılgınlığı, yer yer kara mizahı yansıtarak yorumlayan Manchester’daki Royal Exchange Tiyatrosu’ndan, Juliette Binoche’un oynadığı ve eleştirmenlerden pek de olumlu not almayan Fransız prodüksiyonuna, Edinburgh Fringe Festivali’nde Vagabond Productions’ın oyun alanının neredeyse tamamını kaplayan bir mutfak masası dekorunda sunduğu ve kuşun öldürülüşüyle izleyicileri sarsan yorumuna, Avustralya’daki Darlinghurst Tiyatrosu’nda yönetmen Cristabel Sved’in oyuncuları bir cam vitrin içine yerleştirdiği prodüksiyona, 50% Fruit Theatre topluluğunda Julie’nin çamaşırının içinden çıkardığı tamponu sahneye fırlattığı çarpıcı yaklaşıma, oyunu apatheid-sonrası döneme uyarlayan Güney Afrika yapımına kadar hemen her yerde perdeler Matmazel Julie’yle açılıyor. Bir de oyunu 1945 yılına taşıyan Patrick Marber’ın Matmazel Julie’den yola çıkarak yaptığı uyarlama var. İstanbul’da da Tiyatro Boyalı Kuş topluluğu, oyunu yeni bir çeviri ve yeni bir anlayışla sahneleyerek 100. yıldönümü etkinliklerine katkıda bulunuyor.

CEHENNEME GİDEN YOL Doğalcılık (natüralizm) akımının tiyatroda ortaya çıkışı 1880’lerin sonuna

97

rastladı. “Matmazel Julie” ile ilk doğalcı oyunu yazan Strindberg, bu akımın gelişmesinde önemli rol oynadı. Cinsiyet çatışmasını, sınıfsal çelişkiyi, aşkı, ihtirası işleyen “Matmazel Julie”, bir kontun soylu kızı, kontun uşağı ve evin aşçısı arasındaki ilişkiler üzerine kuruludur. Julie, aristokrat olduğu için kendisini uşaktan üstün görür, buna karşılık uşak da erkek egemenliğini simgeler. Uşağın nişanlısı olan aşçı kız ise olaylara en gerçekçi gözle bakan kişidir. Oyunun mutfakta geçmesi, soylu matmazelin kendi konumundan hizmetlilerin düzeyine inişini yansıtır. Oyun, egemenlerin biçtiği rollere karşı çıkmanın sonunda kaçınılmaz yazgısıyla özünde bir tragedyadır. Tiyatro Boyalı Kuş’un “Matmazel Julie”si belirli bir zaman ve zemine oturtulmamış. İşlevselliği ve elverişliliği düşünülerek tasarlanan dekor, iki masası, sandalyeleri ve sehpasıyla oyunun belkemiği olan mutfak temasını yansıtmaktan çok, bir kafeteryayı andırıyor. Zaman ve mekan belirli olmadığı için Julie’nin kostümü hangi anlayışın ürünü, o da pek anlaşılmıyor. Belki de yönetmen özellikle bunu amaçlamış olabilir. Bir gün içinde geçen oyunda, genelde süreç değişikliklerini belirtmek üzere kullanılan ışık karartmaları hem gereksiz, hem de çok sık tekrarlandığı için yorucu ve sıkıcı oluyor. Başta ve sondaki gölge oyunu da, farklı görsel/estetik uygulama olmanın dışında işlev taşımıyor, oyunun bütününe bir katkısı olmuyor. Anlaşılan iyi niyetine inandığım yönetmen Jale Karabekir, iyi niyet taşlarıyla oyunun cehennemine yol döşemiş. Buna karşılık, Julie’de Yeşim Koçak, uşakta Mehmet Aslan, aşçı Kristin’de Asiye Dinçsoy, ölçülü oyunculuklarıyla çok başarılı oluyorlar. Eksiğiyle fazlasıyla, Tiyatro Boyalı Kuş’un “Matmazel Julie”si, yazarın 100. Ölüm yıldönümünde gerçekleştirilen dünya çapındaki etkinlikler portföyüne Türk tiyatrosundan bir örnek kattığı için kutlanmayı hak ediyor. MS (0542 477 27 53) Milliyet SANAT Ocak 2013


SAHNE SANATLARI

İki ‘uyanığın’ tuzağı Yarım asırı deviren Ankara Sanat Tiyatrosu, yeni döneme Yücel Erten’le başlıyor. Erten’in sahnelediği “Selamün Kavlen Karakolu”, Aziz Nesin’den uyarlama bir oyun. ATİLA SAV milsanat@milliyet.com.tr

KIRKDOKUZDAN elliye yöneliyor Başkent’in özgür sanatçıları. Bu süreçte türlü badirelerden geçti; seyircisiyle bütünleşerek olgunlaştı. Birkaç kez yeniden başlamak gerekti. Yeni kadrosuyla bu dönemeci bir Aziz Nesin uyarlamasıyla dönüyor. Bir kez daha seyircisiyle buluşuyor. 6 Aralık 1963’te “Godot’yu Beklerken” ile perdeyi açarken Asaf Çiyiltepe ‘ilerici sanat’ın önemine değiniyordu. O günden beri AST toplumun önünde gitmeye çalıştı hep. Başarılı, ya da az başarılı hatta başarısız bütün çalışmalarında ‘yeni’yi, ‘öncü‘yü aradı. Ucuzcu ve kolaycı olmadı. Gerek dünya yazısından gerekse Türk yazarlardan destekle toplumu oyalamadan, gelişimlere ışık tutarak götürdüler sanatı. AST’ı ilk gününden beri izleyen bir seyirci olarak, bir özel topluluğun salt seyirci desteğiyle yaşamasının ne güç olduğunu biliyorum. Bu nedenle bu yıldönümünde AST çalışanlarına başarılar diliyorum. AST, yeni döneme girerken Yücel Erten’le başlıyor. Usta bir tiyatro adamı olan Yücel Erten de bir başka ustadan güç alıyor: Aziz Nesin. “Selamün Kavlen Karakolu”, Aziz Nesin’den uyarlama bir oyun. ‘50’li yıllarda özel bir tiyatro, bir ustanın tiyatrosu bir karakol oyunu oynamış ve gişe rekorları kırmıştı. Muammer Karaca’nın “Cibali Karakolu” bir siyasal oyundu. Dönemin karakol tatbikatını, siyasal nüktelerle karıştırarak seyirciyi güldürdü. O günden bu yana toplum da, siyaset de değişti. 1961 Anayasası’nın özgürlükçü ortamı arkasından müdahaleler, darbelerle sarsıntılar geçiren demokrasimiz sanat ortamını da bir başka gelişmeye açtı. “Selamün Kavlen Karakolu” iki ‘uyanık’ın kurduğu bir tuzak. Ama kurgu, gerçeği bastırıyor. Uyanıklar da bir girdaba kapılıyor. Aziz Nesin ustanın yarattığı Milliyet SANAT Ocak 2013

“Selamün Kavlen Karakolu” Yazan: Aziz Nesin, Uyarlayan ve yöneten: Yücel Erten, Müzik: Ali Seçkiner Alıcı, Dekor-giysi: Gazal Erten Oyuncular: Mehmet Ulusoy, Mahir İpek, Yıldırım Şimşek, Hakan Güven, Ali Seçkiner Alıcı, Özgürcan Çevik, Gizem Aldemir, Nalan Güreş, Mustafa Bilgin, Erdem Ulusal, Özgün Aydın Ankara Sanat Tiyatrosu

Sözlüğe göre ‘selamün kavlen’, ‘üzerinize afiyet’, ‘üstüne sağlık’ demek. Allah’tan sağlık, afiyet dileyen bir deyim. İşimiz Allah’a kaldı demenin bir başka şekli mi acaba? evren, Yücel Erten’in yoğuruşuyla bir müzikal komediye dönüşüyor. Bir ‘kabare’ oyunu. Ali Seçkiner Alıcı’nın bu türe uygun müzikleri de verimi yükseltiyor. İki uyanığın karakolculuk oyunu boş bir daire, bir karakol levhası ve bir zavallının polis giysisi ile başlıyor. Ama çığrından çıkıyor. AST, ‘60’lı yıllarda yola çıkarken benimsediği ilerici öncü tutumunu dünyadan ve Türk oyun yazarlarından seçilmiş dramlarla, komedilerle seyircisine sunuyordu. Bilinçlendirmeyi diyalektik tartışma ortamına taşıyordu. Bugünkü çatık kaşlı baskı ortamında eleştiriyi kabare tiyatrosunun müzikle desteklenen iğnelemeleri ile sunmak daha verimli olabiliyor. Aziz Nesin Türk mizahının devi. Her siyasal dönemin, her aykırı oluşumun balonlarını kendine özgü keskin dilli iğnelemeleri ile patlatmayı başardı. (Az kalsın Sivas’ta

98

Mustafa Bilgin, Mahir İpek, Hakan Güven ve Özgür Aydın’ın da (soldan sağa) rol aldığı oyun, 4, 5, 11, 12, 19, 25 ve 26 Ocak’ta AST’de.

bunu yaşamıyla ödüyordu) Yücel Erten birkaç kez Aziz Nesin’i sahneye taşıdı. Bu kez de bir karakol oyunu çıkarıyor karşımıza.

‘ÜZERİNİZE AFİYET’ OYUNU Sözlüğe göre ‘selamün kavlen’, ‘üzerinize afiyet’, ‘üstüne sağlık’ demek. Allah’tan sağlık, afiyet dileyen bir deyim. İşimiz Allah’a kaldı demenin bir başka şekli mi acaba? Deyimin bir anlamı da ‘felç, inme, nüzül’ imiş. Acaba Erten’in koyduğu isimle iğneler kamu yönetimine arız olan bir durağanlığı mı ima ediyor? Yoksa bir karakolda sağlanacak sağlık ve afiyetin etkisine mi değiniyor? AST, 2000’li yıllarda bir oluşum daha geçirdi. Otuz yılı aşkın süre topluluğun sanat yönetmenliğini üstlenen Rutkay Aziz ayrıldı. Yeni ve genç bir kadro oluştu. Yücel Erten’le işbirliği bu nedenle önemli. Erten çok deneyimli bir usta. Bir takım oyunculuğu sağlanmış. Sivrilme heveslisi gözükmüyor. Kimse kimseyi örtmüyor. Takım tamam. Hakan Güven ve Mahir İpek oyunu taşıyor. Ali Seçkiner’in müziği de türe uygun. Yoruma akordiyonla eşlik eden Gizem Aldemir in katkısı hoş. Ankara Sanat Tiyatrosu 50. yılına girerken de çizgisini sürdürmekte. Yeni bir biçimle, yeni bir kadroyla. Geçen yüzyılın ikinci yarısında oluşan ve olgunlaşan seyirci yok artık. Yeni seyirciyi ekran başından kaldırıp, evinden çıkarmak ve tiyatroya getirmek gerek. AST’ı yeni görevler bekliyor. MS


Katilin saygınlığı Aziz Nesin’in, Eskişehir’de sahnelenen oyunu “Toros Canavarı” doğru tema ve doğru oyunculuklarla seyirciye sunulan ve gündeme oturan bir komedi.

FİLİZ ELMAS elmasfiliz@gmail.com

AZİZ NESİN tarafından kaleme alınan “Toros Canavarı”, halim selim bir insandan yaratılan acımasız bir ‘katilin’ traji-komik öyküsünü toplumsal bakış açısı ile anlatır. Öykünün başında Emekli Nuri Sayaner davayı kazanarak oturmayı hak ettiği evden, ev sahibi tarafından zorla atılmak istenir. Bu nedenle alt ve üst kata yerleştirilen sabıkalı komşular, Sayaner ailesine hayatı zindan ederler. Şikayet etmek için oğlu, kızı ve karısı tarafından karakola gönderilen Nuri Bey, Toros Canavarı olarak anılan bir katile benzerliği nedeniyle tutuklanır. Artık Nuri Sayaner için hayat değişmiştir. Nuri Bey halim selim bir vatandaş olarak göremediği saygınlığı bir ‘katil’ olarak elde etmiştir. Oyun, Nuri Sayaner’in masumiyetini kanıtlama sürecini konu edinir. Yaşanan süreçten rahatsız olan ise sadece Nuri Sayaner’dir. Ailesi için korkunun sağladığı saygınlık parasal bir avantaja dönüşmüştür. Para ve zenginlik içinde yaşayan aile açısından Nuri Bey’in tutuklu kalması daha iyidir. Nuri Bey masumiyetini kanıtlamak amacıyla tek başına savaşır. Masumiyeti kanıtlandığında ise Nuri Sayaner açısından artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Kazandığı

Oyun, Nuri Sayaner’in masumiyetini kanıtlama sürecini konu edinir. Yaşanan süreçten rahatsız olan ise sadece Nuri Sayaner’dir. Ailesi için korkunun sağladığı saygınlık parasal bir avantaja dönüşmüştür.

sahte saygınlığı kaybeder ve yaşadığı onca olayın sonucunda aklını yitirir. Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın 2012-13 sezonunda repertuvara aldığı “Toros Canavarı”nı Ergun Üğlü yönetiyor. Dramaturgi çalışması ile metne dönemin sosyo-ekonomik altyapısı hakkında kısa bilgiler veren bir ön oyun eklenmiş. Yerinde bir tercih; zira böylece ön oyun temada bir katlanmaya da olanak sağlıyor. Ön oyunun değindiği konular arasında Marshall yardımları, Kore’ye asker yollama ve Nato’ya girme yolunda sarf edilen çabalar yer alıyor. Özneleri değiştirirsek Türkiye’nin her dönemde geçerli olan umutsuz kaderini görebiliyoruz. Marshall yerine IMF’yi, Kore yerine Suriye’yi ve Nato yerine AB’yi koyarsak karşımıza çıkan tablo bizlere ne kadar tanıdık geliyor değil mi? Oyunun mesajı ise suçun değil masumiyetin kanıtlanması gereken bir düzende; ancak bir katil, bir canavar olarak toplumsal saygınlık elde edilebilir cümlesi ile somutlaşıyor.

AYRINTI ÇALIŞMASI EKSİK Öncelikle ifade etmeliyim, oyun doğru bir tema ve dramaturgi ile sahneleniyor. Ancak rejide aksayan birkaç noktaya da değinmeden geçemeyeceğim. Sahnelemede oyun kişilerinin karakter açılımları konusunda ayrıntı çalışmasına ihtiyaç duyuluyor. Eğer ayrıntı çalışması tam olarak yapılmış olsaydı, hem yaşanan süreçte karakterlerin geçirdikleri değişim oyuncuların bireysel çabasına terk edilmemiş hem de oyunun komedi ögesi toplumsal ilişkiler gözetilerek ön plana çıkarılmış olurdu. Düşüncelerimi somutlaştırmak için oyunda bu anlamda doğru kurgulanan bir objeyi örnek vermek istiyorum. Kolonya sunumu evde kimi kez Sayaner ailesinin zavallılığını, kimi kez ev sahibinin yaranma duygusunu, kimi kez de karakolda komiserin tüm pisliklerden arınmış titiz kişiliğini ifade ediyordu. Sahnelemede mekan kullanımı açısından aksayan birkaç noktaya da değinmek istiyorum. Oyunda aile bireyleri delirme aşa-

99

Burcu Tutkun Oruç ve Mert Kırlak. “Toros Canavarı” Yazan: Aziz Nesin, Yöneten: Ergun Üğlü, Dekor- kostüm: Gamze Kuş, Müzik: Tolga Çebi, Oynayanlar: Mustafa Kılıkcı, Burcu Tutkun Oruç, Ozan Çolak, Nagihan Orhan, Hakkı Kuş, Serhat Onbul, Mert Kırlak, M. Alp Sunaoğlu, İlker Alemdar, Serhat Yeşil, Zuhal Lale, Nurşah Aykut, Çisem Erdoğan, Şayan Noyan, Orçun Tiryaki

masına sadece üst ve alt kat komşularının birkaç zayıf ses ve yukarıdan döktükleri birkaç damla su ile geliyor. Yönetmen oyun boyunca alt ve üst kat komşuları ile iletişimi unutmuş gibi. Bu bağlamda dekor tasarımında yaşanan sorunların da etkin olduğunu vurgulamalıyım. Tasarım için karakol sahnesinde tablolardaki perspektifin ters gerçekleşmesi oyunun teması açısından doğru bir görsellik sağlıyor. Ancak evde tavanda yer alan tahtalar arasında bırakılan geniş boşlukların bu oyuna ne kadar uygun olduğu sorusuna olumlu yanıt vermek zorlaşıyor. Oyunculukların ise izlenmesi gereken bir başarı düzeyine sahip olduğunu ifade etmeliyim. Nuri Sayaner ’in eşi Mihriban rolünde Burcu Tutkun Oruç, ev sahibi Ziya Çalakçı rolünde Hakkı Kuş, kabadayı rolünde Serhat Onbul başarılı performanslar sergiliyorlar. Ancak karakolda dayak atan acımasız bir komiserin sahne gerisinde herkes gibi bir aile babası olduğunu komedi anlayışı içinde seyirciye aktaran Mert Kırlak’in performansı ayrıca alkışlanmayı hak ediyor. “Toros Canavarı” doğru tema ve doğru oyunculuklarla seyirciye sunulan bir komedi. Bu nedenle izlemenizi öneririm. MS Milliyet SANAT Ocak 2013


MİMARİ

Mimarlık kültürünü artırmak isteyenlere İrem Maro Kırış’ın dünyada ve Türkiye’de günümüz mimarlığını çeşitli yönleriyle incelediği, daha önce yazmış olduğu yazılardan derleme niteliğindeki “Uzak Yakın Mimarlık” kitabı Tekin Yayınevi’nden çıktı. İrem Maro Kırış, Bahçeşehir Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nde öğretim üyesi.

MİLLİYET SANAT dergisinin yazarlarından İrem Maro Kırış’ın “Uzak Yakın Mimarlık” kitabı, her mimarlık meraklısının, dahası kent üzerine düşünen her bireyin ve görsel sanat severin elinde bulunması gereken bir başucu referansı; tam güven duyabileceğiniz, akıl ve sükunet süzgecinden geçmiş makalelerden oluşan bir kitap. Kırış, mimarlık kültürünü artırmak isteyen okura, akademik standartlardan ödün vermeden hitap etmeyi bilmiş. Her akademisyen, derin ve sağlıklı bilgiyi, böylesi akıcı ve anlaşılır şekilde anlatsa, birçok konudaki bilgi açıklarımız sağlıklı bir şekilde kapanırdı diye düşünüyorsunuz okurken. Bizzat kendisinin çektiği sayısız fotoğraf, incelemeye ayrı bir çekicilik katıyor. İrem Maro Kırış ile günümüz İstanbul’unu, ‘mimari’ anlayışını konuştuk... ● Kimi ünlü mimarların dünya kentleri için tasarladığı ilginç yapıların, örneğin Mayne’ın Paris’teki ‘Phare’inin, Gehry’nin New York’taki Beekman To-

Milliyet SANAT Ocak 2013

UFUK ÇAKMAK ufuk.cakmak@gmail.com

wer’ının, bazen çevreye duyarlı bazen yaşam biçimleri üzerinde etkili olduğunu söylüyorsunuz kitabınızda. Peki bu binalar, kentin genel görünümünden kopuk, eksantrik ögeler olarak kalmıyorlar mı? Çevreye duyarlılık gösterdiklerini her zaman söyleyemeyiz aslında. Evet, ‘Phare’ kulesi doğal kaynakları, rüzgar, ısı, ışık ve suyu optimum kullanmaya aday. Gehry’nin yapısında konut dışında işlevlere de yer veriliyor. Öte yandan gayet sıkışık, pek de geniş olmayan bir sokak üzerinde. Yani konumuna baktığımızda kentsel yaşama, açık kamusal alan anlamında hiçbir katkıda bulunmadığını görüyoruz. Ünlü mimarlarca tasarlanan dikkat çekici yapıların çoğu zaman ne kadar yenilikçi oldukları, kente ve kentliye ne kattıkları tartışmalı ve değişken... Ziyaretçi akını konusunda katkıda bulundukları kesin, diyebiliriz. Özellikle müze gibi kültür yapıları görülmeye değer oluyor! ● Doğayla uyumlu mimari kavramına sıkça değiniyorsunuz. Perrault bölümünde, biraz hüzünlü, biraz umutsuz bir

100

tonda, “Doğayla uyumlu mimarlık yapmak bir şehir efsanesi mi?” diye sormuşsunuz. Size göre gerçekten de bu bir şehir efsanesi mi? Biraz tedirgin sorduğum bir soruydu o, ama iri iri yapıları yerin altında inşa ederek üzerini çimen kaplı alanlar haline getirmek bana doğal gelmiyor. Sözcüğün her anlamıyla... Doğaya uyumlu/yakın mimarlık, hep bir arayış olmuş. 20. YY boyunca, modern mimarlığı hazırlayan, oluşturan süreçte bu yönüyle öne çıkan mimarları ve yapıları hep görüyoruz. Gerek saydamlık yoluyla, gerek iç ve dış mekanı entegre eden tasarımlar yoluyla ya da doğal malzeme kullanarak türlü biçimlerde... Bunlar arasında benim favorim Aalto yapıları. Bir de Wright’ın binalarını pek beğenmezken, Arizona Taliesin West’i çok etkileyici bulurum. Doğa ile uyumlu mimarlık adına fiziksel form olarak bugün gelinen yer iyi bir yer mi, emin değilim... Ama sürdürülebilirliğin sağlanmasını, doğal kaynakların etkili kullanımını ayrı bir yere koymak durumundayız tabii.


“İstanbul’da en düzgün olduğunu düşündüğümüz bölgelerde bile fiziksel çevre, yapılar iyi tasarlanmamış, bakımsız. İstiklal Caddesi’nin granitleri yenileneli kaç sene oldu? Şu anda yürüyemiyorsunuz.”

“Taksim ve Gezi Parkı dokunulmaması gereken alanlar” ● Yeni Taksim meydanı projesi

Kırış, Denver Art Museum’un kapısında (üstte) ve Budapeşte’de (altta).

Kırış, Gaudi’nin Barselona’da bulunan ünlü Casa Battlo’sunda (üstte). ● Bir mimar, bir birey olarak eğilimbunlar gözetiliyor mu? leriniz, beğenileriniz nasıldır? Yüksek yapılar çoğunlukla belirli bölgeBiçimsel yönden baktığımda, farklı lerde inşa edilebiliyor. Örneğin Paris’te yeform, doku, saydamlık arayışlarını heyecan ni ve yüksek yapılar La Defense’ta. İstanverici buluyorum. Ancak mimarlığı form bul’da Levent-Maslak’ta bir yüksek yapı aksı oluştu. Örneğin Sapphire’in denemelerine indirgeyemeolduğu yere bakalım. Leyiz. Obje tasarımından ne farvent’in geçmişini düşünürsek, kı kalır o zaman? Gereksinimorası az katlı, yeşil alanları, lere uygun tasarlanmış, çağalış-veriş, kültürel aktivite daş malzeme ve teknolojilerin alanları olan bir toplu konut kullanıldığı mekanların miyerleşimiydi. Şimdi tam da bu marlığı diyebilirim. Tabii gebölgenin karşısında devasa niş bir tanım bu. İçinde yaşabloklar yükseldi. Levent’in 2dığımız dünyanın ve çağın 3 katlı eski evleri ofislere döürettiği mimari diller var ve nüşmeye başladı. İş çevresi olmalı diye düşünüyorum. ● Biraz İstanbul’u konuhaline geldi. Sapphire gibi bir şalım. Kentimizde yeni gökkonut bloğunun da orada yer delen yapıları çevreleriyle alması ilginç bir tezat aslında. uyumlu mu? “Uzak Yakın Mimarlık” Ayrıca insan neden 38. kata Bir gökdelenin yapımına çıkıp yaşasın? Bu en azından İrem Maro Kırış benim tercihim değil. Bir de izin verilirken, o projeye özel Tekin Yayınevi şu var: Dışarı çıktığın anda nabir imkan sağlanıyor. Buna Fiyatı: 25 TL sıl bir çevre ile karşılaşıyorkarşılık böyle bir binanın da çevresine yol, kamusal alan, kültür, spor sun? ‘Gated community’ dediğimiz sitelermekanları gibi getireceği katkılar olmalı. den pek bir farkı yok. ● Mimarlığa ilişkin beğenileri, bilgisi Ayrıca her yüksek yapı taşıt trafiğini artırır. Oysa bizde yapı dikiliyor, diğer her şey aynı olan biri olarak bizim sokaklarımızda dolaşırken nasıl bir duyguya sahipsiniz? kalıyor. Daha ziyade üzülüyorum. Bir kaldırı● Batı’da yüksek yapı inşa edilirken,

101

üzerine neler düşünüyorsunuz? Taksim Meydanı ve Gezi Parkı dokunulmaması gereken alanlar. Taksim’in tabii ki kaotik bir trafiği var. Ama kentin her yerinde trafik sorunu var. Taksim’de trafiği yer altına almak hangi sorunu çözebilir? Ayrıca bu bölgeyi uzun süre inşaat altında tutmak oradaki yaşamı, çalışanları, gelen-gideni, ticareti de ciddi şekilde tehdit ediyor. Gezi Parkı’nın yok edilmesini ve Topçu Kışlası’nın yeniden yapılmasını da çok olumsuz buluyorum. ● Parkların da sayısı çok az. Hatta olanlardan Göztepe parkına da cami yapılması konuşuluyor. Hastane, yönetim, okul yapılarıyla oranlandığında camiler zaten yeterince fazla ve bunu artırmak neden? Bu gidişle korkarım kamusal yapılar ve alanlar tek tipleşecek; camiler, AVM’ler ve bu yapıların çevrelerinde bir araya gelecek insanlar. Büyük, ‘anıtsal’ ve daha önce yapılanların kötü kopyaları olan camilerin yapımına ilişkin kararların ideolojik olduğunu düşünüyorum.

mın bile gereken yerde başlayıp bitmediğini görüyorum. En düzgün olduğunu düşündüğümüz bölgelerde bile fiziksel çevre, yapılar iyi tasarlanmamış, bakımsız. İstiklal Caddesi’nin granitleri yenileneli kaç sene oldu? Şu anda yürüyemiyorsunuz. İşin uzmanına doğru teknik ve detaylar kullanılarak iş yaptırılamıyor. Başka bir takım düzeneklerle yürüyor işler. Daha iyisini bilip talep eden de yok herhalde. ● Ülkemizde mimaride şu anda bir ulusal hareket ya da başka bir ortak cephe söz konusu mu? Erken Cumhuriyet döneminde etkili olmuş ulusal mimari akımlarından söz edebiliyoruz. Bugün Batı’da da, Türkiye’de de bir ‘ulusal’ mimarlık akımı yok ve bence olmasın da. Mimarlık alanı da daha parçalı, daha çoğulcu. Ulusal bir mimarlık arayışı, örneğin bugün, Taksim’e kışlanın yeniden yapılmasını ve benzerlerini doğrulardı. Mimarlıkta böyle bir yaklaşım anlamlı değil... MS Milliyet SANAT Ocak 2013


EDEBİYAT

Türk edebiyatının gerçek tutunamayanı Pek az eserini kitap halinde görebilmiş bahtsız bir yazar olan Nahid Sırrı Örik’in tefrika halinde kaleme alınmış, yıllarca arşivlerde saklı kalmış iki romanı yayımlandı: “Gece Olmadan” ve “Kozmopolitler”... A. ÖMER TÜRKEŞ aomert@gmail.com

2012 YILININ sonlarında Nahid Sırrı Örik külliyatına iki roman daha eklendi: “Gece Olmadan” ve “Kozmopolitler”. 1940’lı yıllarda tefrika halinde kaleme alınmış, yıllarca eski gazete arşivlerinde saklı kalmış, kaybolmaya yüz tutmuşken kurtarılmış bu iki romanla Örik’in eserleri tamamlanmış olacak mı, bilemiyoruz. Bilemiyoruz, çünkü pek az eserini kitap halinde görebilmiş bahtsız bir yazardır Örik. Daha önce yayımlanan roman, hikaye ve oyunları da benzer çabalarla gün ışığına çıkarılmışlar: “Tersine Giden Yol” ve “Turnede Bir Artist Öldürüldü” romanları 1995’te, “Colere de Sultan”ı 2005’te, “Yıldız Olmak Kolay Mı?” ise ancak 2006’da yayımlanabilmişti. Edebiyatımızı gerçek tutunamayanı Nahid Sırrı’dır. Yaşadığı dönemde edebiyat kalabalığı içinde bir köşede kalmış, şikayetini duyurmamış, belki de biriktirdiği hırsını roman kişilerinin hazin hayat hikayeleriyle haykırmıştı. Hiçbir romanına doğrudan kendisini, gerçekliği doğrulanabilir yaşanmışlıklarını katmamış ama kahramanlarının iç dünyalarında kopan fırtınaları sanki kendi ruhundan üflemişti. Hatta 2009 yılında Zeki Demirkubuz’un sinema uyarlaması sayesinde popülerleşen “Kıskanmak” romanının çirkin, arzuları engellenmiş, kötü kahramanı Seniha’da -belki de en çok Seniha’da- bile Nahid Sırrı’dan bir şeyler vardı...

AĞIR BEDEL 1895 yılında İstanbul‘da varlıklı ve eğitimli bir ailede doğan Nahid Sırrı, küçük yaşlarından itibaren Türk ve ‘Frenk’ öğretmenler tarafından eğitildi. Ne var ki eğitim Milliyet SANAT Ocak 2013

ve öğretimden pek haz etmemişti. Nitekim ‘Afitab-ı maarif’ rüştiyesinden mezun olduktan sonra bir İngiliz ve Fransız okuluna, ayrıca Galatasaray’a gitmişse de, hiçbirini bitiremedi. Babasının ısrarı ve hatırı sayılırlığı sayesinde Berlin büyük elçiliği maiyetine tayin edilmesi Nahid Sırrı’nın hayatının dönüm noktasıdır. Berlin’de kendisini aile ve çevre baskısından, toplumsal gözaltından uzak, adeta özgür hissedecek, ögürlük hal ve hareketlerine de yansıyacak, Avrupa’nın ‘özgür’ ortamının farklılıklar konusunda Osmanlı’dan pek de farklı olmadığını ağır bir bedel ödeyerek öğrenecekti. Skandal bir opera akşamı patlamıştı. Son halife Abdülmecid Efendi’nin oğlu Şehzade Faruk’un yanındaydı Nahid Sırrı; ama kadın kılığındaydı. Ertesi gün AlNahid Sırrı Örik man gazetecilerin alay konusu oldu ve acilen İstanbul’a çağrıldı. Elçilik görevinden ayrıldı ama çağrıya kuriydi Nahid Sırrı’yı katılmak istediği dünlak asmadı. 1915-1928 yılları arasında Tif- yanın dışına iten. Sonra Osmanlı aristoklis, Berlin, Paris, Viyana, Roma, Kopenhag rasisine uzanan soyağacıydı ve nihayetingibi kentleri gezen ve Avrupa’da yaşayan de hem eskiye hem yeniye karşı aldığı eleşNahid Sırrı, Cumhuriyet’in ilânından ve tirel küçümser tutumdu. babasının ölümünden sonra Türkiye’ye döİki devri de yaşamış birinin sözüne, denecekti. Hayatını Marif Vekaleti’nde ve çe- neyimine kulak vermektense aşağılamak şitli gazetelerde çevirmenlik, sonra yazar- daha kolay gelmiş olmalı, maddi manevi talık yaparak kazandı. cize uğramıştı. “Kırıtarak gelirken uzaktan Edebiyata adanmış ama karşılığını bu- Nahid Sırrı / Sanırım pantolonlu ceketli bir lamamış bir hayattır Nahir Sırrı’nınki. kız gelir” diyenler, ‘kız tabiatlı, ecnebi meşFransa’da yayımlanan ilk hikayesi ve ilk ro- repli, mühtedi, asabi, uyumsuz’ sıfatları yamanıyla 1928’de başlayan kariyerini 1960 kıştıranlar, telif ücretlerini ödemeyenler, kiyılında ölümüne kadar romandan hikaye- taplarını basmaktan, hakkında eleştiri yazıye, tiyatro oyunlarından edebiyat incele- sı yazmaktan imtina edenler... Kendisini melerine, gezi notları ve anılarından maka- dışlayan bu çevrede barınmaya çalışacak, lelerine, çok geniş bir ilgi alanını sergileyen hayatının son yıllarını, ölümüne kadar düşbinlerce sayfayla doldurmasına rağmen ne kün bir halde geçirecekti. M. Kayahan Özyaşadığı yıllarda ne sonrasında hak ettiği gül’ün ifadesiyle “Teneffüs etmek istediği takdiri kazanabildi. Önce cinsel eğilimle- havayı hiçbir yerde bulamayıp, nefesini tu-

102


Nahid Sırrı Örik’in maddi sıkışıklıklar nedeniyle çok sayıda tefrika kaleme aldığı anlaşılıyor. Ancak tefrika yazmanın sırrını çözmüş; ekonomik bir anlatım, ani geçişler, sıçrayışlar, her seferinde kahramanların hayatlarına yoğunlaşan, her fırsatta kaleminin ustalığını sergileyen bir anlatım... “Gece Olmadan” Nahid Sırrı Örik Oğlak Yayınları Fiyatı: 12 TL

“Kozmopolitler” Nahid Sırrı Örik Oğlak Yayınları Fiyatı: 10 TL

tarak yaşamış, hep olmayanı özlemiş, gelmeyeni beklemişti”.

ÖRİK’İN KADINLARI Gerek “Gece Olmadan” gerekse de “Kozmopolitler” güzel erkekleri, fettan ve arzuları doyurulmamış kadınları, intikamın yakıcılığı, gücün ve cinselliğin kışkırttığı insanlarıyla Nahid Sırrı karakteristiğini çok iyi yansıtıyorlar. Doğrusunu söylemek gerekirse uzun hikaye tarzındaki “Kozmopolitler”, “Gece Olmadan”a nazaran biraz daha hafif kalıyor. “Gece Olmadan”da ise “Tersine Giden Yol”daki gibi, yaşamlarını İstanbul’da sürdüremeyip şanslarını 1920’lerin Ankarası’nda deneyen kadın ve erkekler üzerinden hem dönemin siyasi ve toplumsal panoramasını hem de bireysel dramları çok çarpıcı bir hikaye ile sergiliyor. Örik’in maddi sıkışıklıklar nedeniyle çok sayıda tefrika kaleme aldığı anlaşılıyor. Ancak tefrika yazmanın sırrını çözmüş; ekonomik bir anlatım, ani geçişler, sıçrayışlar, her seferinde kahramanların hayatlarına yoğunlaşan, her fırsatta kaleminin ustalığını sergileyen bir anlatım... İstanbul’da başlayıp Ankara’da süren, iki kent arasındaki farklılığı iki dönem farklılığı olarak yakalayan, eleştirisini satır aralarına yediren Örik, geçmişin atmosferini eksiksiz yansıtır. Hikayeleri etkilidir. Ayrıntıları yakalamasını, mekanları sınıfsallaştırmasını da övmeli. Ama romanlarının keyifle okunmasında en büyük rolü eski devirlerin mirasını, hatırasını barındıran diline vermek gerekir. Romanlarını unutulmaz kılan kahramanları ise kadınlarıdır. Bütün kadınlarını yakıcı arzuları ile birlikte ele alır Örik. Aslında engellenmiş arzular diyelim buna.

Engellenmişliğin en yırtıcı hali ise sahip olma, yükselme, sahip olarak yükselme isteği. Çirkinliğini aşmaktan yaşlılığını aşmaya, tensel engellenmişliğini aşmaktan yoksulluğunu aşmaya kadar bir dizi yakıcı arzuyla kıvaranan Örik kadınları arasında erkekler çocuksu karakterlerdir. Buna rağmen Örik’in kadınlarında ‘femme fatal’ tarzı bir kötülükten söz edilemez. Bunun nedeni Nahit Sırrı’nın kötülük-iyilik kavram çifti içinde düşünmemesi. Daha doğru bir deyişle bizim kötülük dediğimizin ona göre tam da bu hayatın bağrından çıkmışlığı, ve hatta ‘meşru’ oluşudur. Örik’in kendi ifadesiyle devam ediyorum: “Bir romancının kıymeti, fena insanlarda da nüans bırakış ile fena insanları toptan kötü etmemesiyle de ölçülür...”

HATIRLAR VE HATIRLATIR Türk edebiyatının iyilerle dolu roman romanlarını düşündüğümüzde, Nahid Sırrı’nın kötülere ve kötülüğe açtığı bu yer önemli bir farktır. İyileri de kötüleri de anlamaya çalışmış, belki de hiçbir ya-

103

Nahid Sırrı Örik’in Zeki Demirkubuz tarafından sinemaya aktarılan “Kıskanmak”ındaki başrol oyuncusu Nergis Öztürk.

zar kendi hikayesini başkalarının, başkalarının hikayesini kendisinin olarak anlatmayı onun kadar içten başaramamıştı. İçtenliği eski zamanlara, yitip gidenlere duyduğu özlemdendir. Ama Abdülhak Şinasi Hisar gibi yeniyi hiç görmeyen bir geçmiş saplantısı değil. Sadece hatırlar Nahid Sırrı; hatırlar ve hatırlatır. Hikaye ve romanlarında ne bir tezin takipçisi ne de ruhiyatçıdır. Yaşadıklarını, gördüklerini, hissettiklerini yorumlamış ve yazmıştır. Edebiyat anlayışını şu sözlerle aktarmıştı: “Hakikaten heyecan duyarak yazdığım yazılarımda, hikâyelerimde bazı sahneleri anlatırken çehreleri, jestleri ve dekorları gözlerimin önüne gelen mahlûklar oldu(...) Şunu da ilâve etmek isterim ki: ‘Realizm’ adlı mektebe girmek hevesinde olmamakla beraber görmediğim ve bilmediğim muhitleri hikayelerimde canlandırmaktan çekinirim, fazla normal insanlarla meşgul olmaktan da hazzetmem...” Bireyi iç ve dış dünyasıyla yakalarken cinsel arzuların belirleyiciliğini bizim Victorien çağlarımızda alışlagelmedik açıklıkta ortaya koyan, bireyi çevreleyen toplumsal hayatı betimlemesini bilen Nahid Sırrı Örik, yeni ile eski, kadınla erkek, iyi ile kötü arasına sıkışmışlığıyla edebiyatımızın hem önemli bir yazarı hem de en trajik kahramanlarından biriydi. Muhafazakardı. Ama eskiden muhafaza edilecek pek az şey kaldığını üzülerek de olsa anlamıştı; muhafaza edeceği yegane varlığı diliydi. MS Milliyet SANAT Ocak 2013


DÜN, BUGÜN, YARIN İLBER ORTAYLI

ilberortayli1@mynet.com

Tarih ve Sinema buluşması kapsamında izleyiciyle buluşan bir sürü film ne yazık ki gösterime giremeyecek. Sadece festivalle sınırlı. Oysa bunların gösterime girmesi gerek.

Sinema tarihle buluştu ğil. Ama mesela Levin’in güçlü dünyasını ve Tolstoy’un anlayışını perçinleyen diyaloglar orada olamaz.

GEÇTİĞİMİZ AY Tarih ve Sinema Buluşması adıyla başlayan tarihi filmler festivallerinin 15.’si yapıldı. Açılış Aralık ayının 14’ünde Cemal Reşit Rey’de Avrupa Birliği Bakanı Egemen Bağış, Kültür Bakan Yardımcısı Abdurrahman Arıcı, TÜRSAV Başkanı Engin Yiğitgil ve geniş, kalabalık bir izleyici grubu ile gerçekleşti. Sinema festivallerinin, İstanbul halkını sinema dünyasına çektiği söylendi; alışılmış festival açılış programlarının aksine Türk sinemasının sürükleyici kadrosu orada pek görünmüyordu. Açılış filmi Joe Wright’ın “Anna Karenina”sıydı. Doğrusu Dario Marianelli’nin müziği de çarpıcıydı. Filmin havasına uygun bir nitelikteydi. Galiba sinema alanındaki en büyük uçurum müziktir. Hem sırf Avrupa ile değil İran ile de... Türkiye henüz amüzikal bir ülke yani; müzik eğitimi ve kültürü yerleşememiş bir ülke. Ve sinema dünyasında bu fark açıkça hissediliyor.

PUŞKİN’İN KIZI Kont Vronsky (Aaron Taylor Johnson) ve Anna Karenina (Keira Knightley) bizi güzellikleriyle cezbediyor. Ama romanda tarif edilen Vronski ve Anna Karenina yerel güzellik olarak değil karakteri aksettiren nitelikleriyle çok farklı. Tolstoy’un Anna Karenina’sı onun bir baloda gördüğü Alexandr Puşkin’in kızıydı, Habeş kanı taşıyan kuzguni şairle Moskovalı Natalia’nın karışımıdır. Ve o güzellik romanda ebedileşecektir. Baştan ayağa kontrastlarla giden bir romandır. Vronksi tanınmış bir süvari yüzbaşısıdır. Kitty’nin izdivacı konusunda onun rakibi olan Konstantin Levin, toprak sahibi. Birincisi arazilerinin geliriyle geçinen bir saray muhafızıysa, Levin toprağında köylüleriyle çalışan yeni bir toprak sahibi. Vronski sözde ama romanda göründüğü gibi olmadık yerde çuvallayan bir biniciyse, beriki çiftliğinde çalışsa Milliyet SANAT Ocak 2013

ÜNLÜ BRİTANYA GENERALİ

Keira Knightley, “Anna Karenina”da güzelliğiyle cezbediyor.

“Anna Karenina”, ‘1874 İmparatorluk Rusyası’ açılışıyla başlıyor. Güzel bir yaklaşım. Bir tiyatro sahnesi, bir bale havası içinde. da Rusya’nın buz pateni şampiyonudur. Tabii filmdeki gibi romantik aşk hikayesi ağırlık kazanınca Levin, sünepe, içine kapanık bir delikanlı gibi ortaya çıkıyor. Romandan seçilen çarpıcı diyaloglar yok de-

104

“Anna Karenina” defalarca filme çekildi ve daha da çekilecek. Bu film de; “1874 İmparatorluk Rusyası” açılışıyla başlıyor. Güzel bir yaklaşım. Bir tiyatro sahnesi, bir bale havası içinde. Yer yer modern dans ritimleri geliyor. Ama tabii Tolstoy’un ‘Anna Karenina’sı olmaktan çok uzak. Anna Karenina romantik bir aşk hikayesi değil, daha ziyade kutsanmayan bir aşk hikayesi. Tolstoy’un kutsayacağı aşk ve evlilik, kilisenin kutsayacağı cinsten değil. Onun anladığı sevgi başka. Romanda sadece Kiti, Levin ve Doli, üç karakter, o zamanki Rus cemiyetinin acımasızlığını sadece Petersburg sosyetesinin tiyatroyu, baloları dolduran mensuplarıyla değil Aleksandr Karenin’in çalışkan, dürüst memur ama gaddar devlet adamı kişiliğinde de belirtiliyor. İkinci tarihi film “Wellington Line / Wellington Hattı”. Napolyon savaşlarının ünlü Britanya generali Wellington’un Portekiz karasındaki başarıları etrafında. Mutlaka daha anlamlı bir biçimde beyaz perdeye aktarılan bir eser. Ne yazık ki gösterime giremeyecek. Sadece festivalle sınırlı. Festivaldeki bir sürü film vasat veya iyi olsun, Fransız Kültür Merkezi’nde gösterilen birçok belgesel aynı akıbete uğradı. Bunların gösterime girmesi gerek. Ve de bu buluşmanın çok iyi duyurulması lazım. Bu yılki duyurum geçmiş yıllardan daha zayıftı, bunu itiraf etmek lazım. Festivalin açılışında bir âlicenaplık örneği gördük. Prof Nurhan Atasoy’a, sanat tarihimizin bu ünlüsüne TÜRSAV ödülü verildi. Geçen yıl da Cumhurbaşkanlığı ödülü gecikerek de olsa Semavi Eyice’ye verilmişti. Oktay Aslanapa gibi hocayıysa hatırlayan pek yok. MS


EDEBİYAT

İnsan anlamını nerede arıyor? Albert Camus, nasıl oldu da psikoloji ile ilgili hiçbir donamıma sahip olmadan, 14 yaşında başladığı yazı kariyerine, bu kadar derin psikolojik kavramlarla zenginleşmiş eserler sığdırabildi? Nasıl başardı bunu? MİNE ÖZGÜZEL mineozguzel@gmail.com

BENİM DE, Albert Camus gibi başkaldırım bu yanılsamaya: İnsanın insan olmasının yok edildiği bir çağda yaşanılan hiçbir şey maalesef gerçek değildir. Camus’yla buluştuğum nokta, sadece başkaldırdığı yerde yakaladığı kavramlar değil. Bu kavramların ötesinde neredeyse kıskandığım bir şey daha var: Buraya nasıl geldi? Klinik psikoloji eğitiminden geçip, bu sahada çalışanlar olarak, yıllarca okuyarak, araştırarak, deneyim kazanarak insanı anlamaya çalıştık. Peki Camus, nasıl oluyor da psikoloji ile ilgili hiçbir donamıma sahip olmadan, 14 yaşında başladığı yazı kariyerine, bu kadar derin psikolojik kavramlarla zenginleşmiş eserler sığdırabildi. Nasıl başardı Camus bunu? Bu kavramlara bir göz atalım: Camus’nün bize verdiği ilk kavram ‘yoksulluk’. Şöyle diyor: “Yoksulluğum, annemin sessizliği, doğa, futbol sahaları, tiyatro sahneleri... İşte yaşamımın öğretmenleri.” “Yoksulluk, varlığım” diyor: “Yoksulluk beni var etti. Ne zaman zenginleştim, özgürlüğümün cimrisi oldum”. (Demek ki, varlık yokluk, yoksulluk ise varlıktır onun için. Bana kalırsa hepimiz için.) Annesi ile olan ilişkisinde kadına duyduğu aşkı, hayranlığı görebiliriz. Anne ilginç. Sağır. Çocukken geçirdiği bir hastalıktan, konuşma özürlü. Okur yazar değil. İki oğlundan başka hiçbir varlığı olmayan bir kadın.

UTANGAÇ BİR YAPI Annenin Camus üzerinde etkisi büyük. ‘Sessizliğim’ dediği anne. Ve özellikle herkesin kıskandığı başka bir özelliği... Sessizlikten öte, belki de sessizliğin onu taşıdığı yer: Kayıtsızlık. Camus herkesi kıskandıracak derecede ‘kayıtsız’. Sisteme, paraya,

şöhrete... Her şeye... “Hayatımda ailemden hiç sevgi almadım. Annemin sessizliği dışında” diyor. Babanın ölümü ile anneannenin yanına yerleşiliyor. Anneanne otoriter ve dindar bir kadın. İki kardeşi kırbaçla eğitiyor. Sevgi olmayan, esprinin yapılmadığı, değil kütüphane, tek bir kitabın bile görülmediği son derece fakir bir evde yaşıyor. Bu evin görünümünü “Tersi ve Yüzü”nde anlatır Camus. Sevgiyi aldığı sadece iki kişi vardı. Hocaları Louis Germain ve Jean Grenier. Hocalarının kendisini keşfetmesi ve birlikte gelen sevgi, bu sevginin yanında dostluk, arkadaşlık, güven yaşadı. Bu sevgi ve ilginin verdiği güçle burs alarak eğitimine devam edebildi. 1957 yılında Nobel Ödülü’nü aldığında yaptığı konuşmada “Eğer siz ve sizin sevginiz olmasaydı, siz beni fark etmeseydiniz, ben bugün yoktum” diyerek hocasına teşekkür etti. Camus’nün kişiliği yapıtlarının ötesinde. Tamamıyla kişiliği oluşturdu dünyasını, yapıtlarını. Eserleri, kişiliğinin bir kanıtı, deliliydi adeta. Şöyle der Camus: “Vicdanım rahatsız. Rahatsız olan vicdana bir kanıt lazım. İşte kanıtlar kitaplarım ve bütün yaşamım.” Yaşadıklarını kitaplarına yansıttı. Basit olan, ama herkeste bulunmayan karakteri, eylemlerinde, yazılarında hissettiğim derin içe dönüklük duygusu insanlığı tanımlar. Tüm bunların yanında utangaç bir yapı. İçten gelen alçak gönüllüğü. 1957’nin sonunda, Nobel Ödülü’nü alırken hiçbir sanatçıda göremediğimiz bir alçak gönüllülük sergiledi ve övgüden duyduğu rahatsızlığı açıkça hissettirdi. Camus kendi kuşağının en önemli yazarı sayıldı, hem bir sözcü, hem önder oldu. Hiçbir zaman kendini beğenmişliğe ve gösterişe kapılmamış, kişilikli bir adam. Sadece kendi varlığı içinde yaşamak istedi. Sistemi, sistemleri kabul etmedi: “Bir dönem oldu, ben de diğer insanlar gibi olayım dedim, onlara uyayım ve onlar gibi yaşayayım. En-

105

Albert Camus

Camus’nün bize söylediği her bir cümleyi bugün yaşayabiliyorsak, onu içimize geçirip var edebiliyorsak ne mutlu bize. Çünkü onun kavramları birçok insanın içinde bulunduğu yaşamın mekanikliğinden, monotonluğundan bir kaçış olur. kaz olduğumu gördüm ve bundan sonra bütün insanlara uyumu terk ettim ve kendi varlığıma döndüm.” Bir de tutkunu olduğu futbol var tabii: “Kaleciliğimde hep gol yedim. Hayatım boyunca da gol yiyerek gittim. Çünkü hiçbir zaman bana gollerin nereden atıldığını göremedim.” Camus, kendini ve çevresini yaşarken hep inandıklarının, düşündüklerinin peşinden gitti. Yürüdü gitti. Hiçbir zaman Milliyet SANAT Ocak 2013


EDEBİYAT

arkasına dönmedi. Çünkü her zaman kayıtsızdı. Nasıl sessizliğin içinde varlığı yarattı; kayıtsızlığı içinde de kayıtsızlığının gücünü. Nereye başkaldırıyorsun? İnsanlığın yitimine tabii, insanın yok edilmesine. Kendi iç varlığının uzaklarda yitip kaybolmuşluğuna.

“ANLAM ARAYAN VARLIK” Kendinize sahip olmazsanız yaşadığınız yaşam hapishaneniz olur. Kendi iç hapisanesinden çıkan kendini ve yaşamını yaşatır. İçe döndüğünüzde içte yaşadığınız öz varlığımız ve zenginliğimiz karşınızda. Onun zenginliği sessizliğinde, kayıtsızlığında... Bir diğer önemli kavramı da; saçma. Bireysel akılla, toplumsal akılsızlığın uyumsuzluğu yani bir insanın kendi iç varlığı ile yaşadığı zıtlık. Saçma kavramında her günkü yaşantının içinde bulunduğu kalıbın ve günlük tekrarın anlamsız ya da değersiz olduğunun anlaşılması. Başkaldırı ise saçmanın bilinçli bir dışa vurumu. “Başkaldırıyorum ve varım,” dedi. Camus’nün başkaldıran insan olmanın içerisindeki isyanı ölüme kadar gidiyor. Onun bize söylediği her bir cümleyi bugün yaşayabiliyorsak, onu içimize geçirip var edebiliyorsak ne mutlu bize. Çünkü onun kavramları birçok insanın içinde bulunduğu yaşamın mekanikliği, monotonluğundan bir kaçış olur. Bu sistem bir gün çarpar ve insanlara varlıklarının değerini ve amacını sordurur. İşte bu saçmanın habercisidir. Hayata geçirebilecek kadar içsel varlığımızı donatamadık malesef. Hâlâ yanılsamalar içerisinde yaşadığımız yalanları, yaşam zannedip gidiyoruz. Biz burada uyanabilirsek, yanılsamalarımızdan çıkabilirsek, işte Camus’yü yaşamış olacağız. Camus’yü anmak, onun kavramlarını anlamak ve hayata geçirmekle mümkün olabilir. Camus sonsuz bir dünya. Ordan girdim burdan çıktım. Farkındayım. Çünkü sahip olduğu zenginlik bana büyük bir heyecan veriyor. Peki en başa dönelim... Nasıl başardı insanı bu kadar yalın bir şekilde anlatabilmeyi? Tabii ki doğuştan gelen iç verileri ve iç yetileriyle. Kendini dinleyip, vicdanını dinleyip, kendi yolunda giderek: “Ben adaleti seçtim. Böylece dünyaya olan inancımı koruyorum. Dünyada birşeyin anlamı olduğunu biliyorum. İnsanın. Çünkü kendisinde bir anlam arayan tek varlık odur.” MS Milliyet SANAT Ocak 2013

Osmanlı’nın

Sherlock Holmes’ü İlk yerli polisiye dizisi olan “Amanvermez Avni”nin maceraları gün ışığında. Ebüssüreyya Sami’nin 1913-1914 tarihleri arasında yazdığı “Amanvermez Avni” dizisinden yola çıktık, Osmanlı dönemi polisiyelerini ele aldık. EROL ÜYEPAZARCI euyepazarci@gmail.com

BİLGİ sahibi olmadan fikir sahibi olanların söylediklerinin aksine Türkiye’de polisiye romanın 131 yıllık bir geçmişi var. Ülkemizde polisiye romanın hikayesi 1881 yılında Ponson de Terrail’ın “Paris Faciaları” romanının çevrilmesiyle başladı. İlk telif polisiye roman olan Ahmet Mithat Efendi’nin “Esrâr-ı Cinayât”ı ise 1884’de yayımlandı. Ahmet Mithat Efendi’ye dönemin gazetecileri, gazeteciliğe olan katkılarından dolayı “Efendi Ba-

Ülkemizde polisiye romanın hikayesi 1881’de “Paris Faciaları’nın çevrilmesiyle başladı.

106

bamız” derlerdi. Aslında Ahmet Mithat Efendi polisiye romanımızın da ‘Efendi Babası’dır. Hem polisiye romanlar çevirdi hem de telif polisiye roman yazdı. “Esrâr-ı Cinayât”tan sonra “Hayret”, “Haydut Montari”, “Müşahedât”, “Demir Bey yahut İnkişâf-ı Esrar”, “Altın Aşıkları” isimli yapıtları da polisiye kurguludur. Polisiye roman yazma konusunda Ahmet Mithat Efendi’yi izleyen ikinci yazar Selanik’teki Asır gazetesinin başyazarı Fazlı Necip’ti. İlk ‘Arsène Lupin çevirmeni olan bu zat 1901 yılında Selanik’te “Cani mi, Masum mu?” adlı ilginç bir polisiye roman yayımladı. Telif polisiye romanın hızla gelişmesi II. Meşrutiyet’ten sonra gerçekleşecekti. Bu dönemde ‘onparalık öyküler’ tarzındaki polisiye kitaplar kadar olmasa da klasik polisiye roman formatına uygun eserler de okurlara sunulacaktı. Ermeni yurttaşımız Yervant Odyan Efendi’nin 1912’de yayımlanan iki ciltlik, toplam 1278 sayfalık fenomen kitabı “Abdülhamit ve Şerlok Holmes” bu kitapların ilkidir. Onu izleyen yıllarda; E. Âli ve Süleyman Sudi’nin “Gece Kuşları”, Server Bedi’nin “Cingöz’ün Esrarı“, M. Âkil’in o güne kadar yazılmış polisiye romanların en mükemmeli olan “Karanlık Konakta Ne Var?”ı, Alev Can


takma adını kullanan bir yazarın “Bir Polis Hafiyesinin Harikulâde Maceraları” ile Sami Aziz’in “Hortlayan Cellat”ı ve Mehmet Rauf’un “Define” ve “Kan Damlası” takip edecekti.

Kahramanımız Amanvermez Avni, yardımcısı Arif ile birlikte Kazancı Yokuşu’ndaki bir evde yaşıyor. “Kara Katil” öyküsünde düşmanları bu evi yakınca Tepebaşı’na taşınıyor. Sütlü kahveyi ve parmak kalınlığında kendi sardığı sigaraları içmeyi seviyor.

yımlanan A. Sami adlı yazarın “En Meşhur Hırsız Tekgöz Simon’un SilBu yılların en ilginç polisiye rosile-i Cinayâtı” isimli dimanlarından birini ise Necip Fazıl zidir. Kısakürek kendi adıyla 1928’de ka‘Onparalık öyküler’ leme alacaktı. Arkadaşı Peyami Sa1921’den itibaren büyük fa’nın “Cingöz Recai” serisindeki bahız kazanacaktı. İlk öyşarısından yola çıkan, belki de onu küsü 1921’de çıkacak geçmek isteyen yazarımız “Meş’um olan Hüseyin Nadir’in Yakut” isimli eserinde polisiye ro“Fakabasmaz Zihni” dimanın en zor alt türlerinden biri zisi bir “Fantoma” uyarolan ‘kapalı oda muamması’ formalaması olup 1930’lu yıllatında bir eser yazmayı düşlemişti; girın ortalarına kadar Latin rişi çıkışı belli, kapalı bir odada işle“Amanvermez Avni harfleriyle de basılarak nen cinayeti konu alan bu türün ne ka- Kamelya’nın Ölümü” büyük bir beğeni kazanadar zor olduğu ortada. İddialı Necip Ebüssüreyya Sami caktı. Bu diziyi Vedat ÖrFazıl’ın romanı ilginç bir girişle başlaTurkuvaz Kitap fi Bengü’nün “Kara Hümakta ama sonu gelmemekte ve roFiyatı: 15 TL seyin’in Müheyyiç Gizli man insanları manyetize etme gibi naDosyaları”; Osman Nuif gelişmelerle çok başarısız bir şekilde sonlanmakta. Herhalde bu nedenledir ki Ne- ri’nin Türklerin Nat Pinkertonu “Kandökmez Remzi”; Cemil Cahit Cem ve Rakım Çacip Fazıl bu eserinden hiç söz etmeyecekti. II. Meşrutiyet’ten sonra Türk polisiye ro- lapala’nın birlikte yazdıkları “Pire Necmi” ve manındaki asıl gelişme Amerikalıların ‘di- “Badik Hilmi” serileri takip edecekti. Bu aramenovel’ dediği bizim ise ‘onparalık öyküler’ da Nermi adlı bir yazarın kaleme aldığı bir diye dilimize çevirdiğimiz türde yaşandı. resmi polisin maceraları olan “Yıldırım Ce‘Onparalık öyküler’ aynı kahramanın serü- mal’in Büyük Muvaffakiyetleri” dizisini de venlerini anlatan, gençlere ve vasat eğitimli söyleyelim. ‘Onparalık öykü’de en büyük başarıyı ise okuyucuya dönük, çoğu uzun öykü formatında; muamma öğesi pek karmaşık olmayan Peyami Safa nâm-ı diğer Server Bedi “Cingöz ama gerilimi yüksek hikayelerdir. İlk olarak Recai” tiplemesiyle kazanacaktı. Bedi, Recai 19. YY.’ın ortalarında Amerika’da görüldü ve yanında Cıva Necati, Tilki Leman, Çekirge Zehra ve bütün bu hırsız-dedektif kahramanbüyük bir ilgi ile karşılandı. II. Meşrutiyet’in ilanından yani 1908’den larının aksine resmi polis Kartal İhsan’ın da sonra yayıncıların bu tür öyküleri arka arka- serüvenlerini kaleme alacaktı. ya bastıklarını görüyoruz; okuyucu katında İncelediğimiz dönemin son yazarı Behrağbet gören bu kitapçıkların hepsi çeviridir. lül Dânâ takma adını kullanan İskender FahBunların en tanınmışları “Nat Pinkerton” ve rettir Sertelli’dir. Sertelli, Türk Polisi Yılmaz, “Nick Carter” dizileridir; özellikle “Nat Pin- Şeytan Hadiye ve İstanbul’un Arsène Lupin’i kerton” öyküleri ‘60’lı yıllara kadar devam Elegeçmez Kadri adlı kahramanlarının seri edecek; birkaç kuşak genç okur bunlarla bü- hâlde öykülerini yayımlayacaktı. yüyecektir. Bütün bu ‘onparalık öyküler’ içinde en Bu çeviri öykülerin okur nazarında bul- dikkate değer olanları “Amanvermez Avni” duğu beğeni Türk yazarları da heyecanlan- ve “Cingöz Recai” hikayeleridir. Amanverdıracak ve benzer yerli kahramanları yarat- mez Avni’nin öyküleri, ilgiyle incelenmeye maya başlayacaklardır. Bu tür öykülerin ilk değer nitelikte. Avni; II. Abdülhamit döneöncüsü Ebüssüreyya Sami’dir. 1913’te ya- minde yaşayan bir resmi polis; öykülerde poyımlamaya başladığı öykülerinin kahramanı lisiye kurgunun dışında bugün için belgesel ‘Türklerin Şerlok Holmes’ü’ Amanvermez nitelikte bilgiler de var. Yazar, İstanbul’u Avni’dir. On novellalık bu çok başarılı diziy- özellikle Beyoğlu’nu çok iyi tanıyor, dönemin le aynı yıl Süleyman Sudi ve Moralızâde emniyet örgütünü çok iyi biliyor. Vassaf Kadri’nin birlikte yazdıkları gene on ayrı öyküyü kapsayan “Milli Cinayât Kolek- KADINLARLA ARASI İYİ Ebüssüreyya Sami’nin bir diğer özelliği siyonu” yayımlanacaktır. 1914-1920 arası yayımlanan tek ‘onparalık öykü’ 1917’de ya- de muhakkak ki iyi bir polisiye roman oku-

KAPALI ODA MUAMMASI

107

yucusu olması. İyi bir kurgulama tekniği var; örneğin yapıtındaki asıl olayı çarpıcı bir şekilde sunarak, okuyucuyu ilk sayfalardan itibaren yakalamayı çok iyi beceriyor. Bazen, olayın gelişimi bütün kitap süresince aynı düzeyde olmasa da, döneminde yayımlanan yabancı ‘onparalık öyküler’in hiçbirinde rastlanmayan bir tutarlılık ve çekiciliği bütün hikayelerinde sürdürebiliyor. Kahramanımız Amanvermez Avni, yardımcısı Arif ile birlikte Beyoğlu’nda Kazancı Yokuşu’ndaki iki katlı, üç odalı bir evde yaşıyor. “Kara Katil” öyküsünde düşmanları bu evi yakınca Tepebaşı’na taşınıyor. Sütlü kahveyi ve parmak kalınlığında kendi sardığı sigaraları içmeyi seviyor. Fransızca, Rumca, Ermenice biliyor. Evinin bir odası kıyafet değiştirme ve makyaj odası olup, bu odada küçük bir laboratuvarı da var. Bu özelliklerin büyük olasılıkla, orijinal Sherlock Holmes hikayelerinin etkisiyle Ebüssüreyya Sami’nin yapıtlarına girdiği düşünülebilir. Kahramanımız, ‘Türklerin Sherlock Holmes’ü’ lakâbına hak kazanmak için çok sık kıyafet değiştiriyor ve küçük laboratuvarında bilimsel deneyler yaparak konuyu çözümlemeye çalışıyor. Ancak Avni’nin öykündüğü Sherlock Holmes’ün aksine kadınlarla arası iyi. Bataklıktan kurtardığı ve aralarında bir gönül ilişkisi olan Levanten Karolin ve Rus Kontesi Anna ile olan ilişkileri bunu kanıtlıyor. Bu arada Anderia isimli bir Levanten çocuğu da himayesine alıyor ve bu zeki çocuktan pek çok olayda yararlanıyor. Ebüssüreyya Sami’nin bu dizisi, sonuç olarak, hem ilk olmanın önemini; hem ilginç yaklaşımların pırıltılarını taşıyor. Polisiye roman tekniği ile yerel renklerin kaynaştırılması bazı öykülerde üst düzeydedir ve polisiye romanların tuzu biberi olan ancak pek az polisiye roman yazarınca gerçekleştirilebilen ‘ironi’ yine bazı Amanvermez Avni öykülerinde en üst seviyededir. Amanvermez Avni polisiye edebiyatta çok tanınan bir isim. Sonra Amanvermez Sabri, Amanvermez Kadri, Amanvermez Ali gibi taklitleri çıkması yanında ünlü İngiliz polisiye roman yazarı John Buchan’ın 1916 yılında yazdığı ve büyük bölümü İstanbul’da geçen polisiye romanı “Greemantle”in kahramanı İngiliz casusu Richard Hanley ile mücadele eden Türk dedektifinin adı da Merciless Avni’dir. John Buchan’ın kahramanımızı nereden tanıdığı ise polisiye bir muammadır! MS Milliyet SANAT Ocak 2013


NOKTALI VİRGÜL YEKTA KOPAN

yekta.kopan@gmail.com

twitter.com/yektakopan

Televizyon dünyasında neler oluyor? Festivallerden ödüllerle dönen filmlerin makus kaderi... Yerli sinema filmlerinin gişe ile imtihanı...

Bir millet uyuyor!

;

Transfer mevsimi geldiğinde kalbi futbolda atan spor basını coşar. Reytingi bol büyük takımlara her gün yeni bir oyuncu alınır, futbolun dünyadaki yıldızlarına (elbette fotoşopla) daha transfer olmadığı takımın forması bile giydirilir. Transferin gerçekleşip gerçekleşmemesi pek önemli değildir. Gerçekleşirse, gelen oyuncunun elinde bir kaldıraçla geldiği ve dünyayı yerinden oynatabileceği vurgulanmaya başlanır. Neden sonra, oyuncu sihirli değnekle geldiği takımı ve Türk futbolunu değiştiremezse gözden düşer, reyting alanından çıkar. Sıradanlaşır. Unutulur. Bir süredir televizyon dizileri de farklı bir muamele görmüyor. Boy boy ilanlar, reklamlar, afili tanıtım filmleri, gazetelerde tam sayfa haberler. Heyhat, dizinin yayını başladıktan sonra, hele bir de reyting tabloları alt üst olmazsa sıradanlaşma ve unutulma süreci başlıyor. Futbolcunun kaderi yedek kulübesi, dizinin kaderi erken veda. Dizinin vedası gerçekleşmeden önce türlü numara deneniyor elbette; öncelikle yayın günü/saati değiştiriliyor, sonrasında ilk ceza senaryo ekibine ve ardından yönetmenden makyajcıya uzanan bir süreçte teknik ekibe kesiliyor. Başrol oyuncularının satranç tahtasındaki yeri pek değişmiyor ama yan roller hemen feda ediliyor. Bütün bunlar olurken temcit pilavını ısıtıp ısıtıp seyircinin önüne sunan yapımcı ve televizyon kanalı, bir gün olsun başlarını ellerinin arasına alıp düşünmüyor sanki. Biraz hafıza tazeleyelim: “Yerli Dizi Yersiz Uzun” eylemi 24 Aralık 2010 günü yapıldı. Eylemin ateşini Senaryo Yazarları Derneği yakmıştı. Setten eve dönerken hayatlarını kaybeden Tülay Erdilgi ve Zehra Sezgin için düzenlenen eyleme oyuncular, yönetmenler, set işçileri ve senaristler katılmış, hep bir ağızdan “Uzatma kısa kes,” demişlerdi. İsyanın merkezinde televizyon dizilerinin sürele-

Milliyet SANAT Ocak 2013

“Yerli Dizi Yersiz Uzun” eylemi 24 Aralık 2010 günü yapıldı.

Selçuk Yöntem’in rol aldığı “Uçurum” ve Nesrin Cevadzade ve Sumru Yavrucuk’un oynadıkları “Ağır Roman - Yeni Dünya” yayından kaldırılan dizilerden.

ri vardı. Doksan dakikanın çok üstündeki dizi süreleri, çalışma koşullarını zorlaştırıyor, insan hayatına kanalların reklam geliri üstünden değer biçiliyordu. Türkiye’nin televizyon yıldızları “Bu koşullarda çalışmak istemiyoruz, ölümler başladı artık dur demek lazım, mücadeleye devam edeceğiz,” diyordu. Peki geçen iki yılda ne oldu? Sen-Der’in kararlılığına Oyuncular Sendikası başta olmak üzere diğer meslek birlikleri de destek verdi. Konu meclise kadar taşındı. Görüşmeler yapıldı. Dosyalar gitti geldi. Bir daha soralım; peki geçen iki yılda ne oldu? Açıkçası net şekilde değişen bir durum yok. Seyirci uyuşturucusu elinden alınacak müptela benzeri bir panikle sessizliği tercih etti. Kimileri de başrol oyuncularının magazin malzemesi olmuş gelirleri üstünden “Çuvalla para kazanıyorlar, bir de söyleniyorlar,” ezberini

108

tekrarladı. Benzer konuların, sıkıcı hikayelerin iktidarı sürdü gitti. Yapımcılar hâlâ aynı kafada. Çalışma koşulları televizyon kanallarının umurunda değil. Ya da bizlerden gizli bir takım gelişmeler oluyor ve ben cahilce yazıyorsam, sonuçlar gözümüzün önünde değil. Makinenin çarkları sermayenin istediği gibi dönmeye devam ediyor. Toplumsal manipülasyonun dinamiklerini belirleyenler istedikleri oyuncuya istedikleri formayı giydirip sahaya sürüyorlar. Belki birilerinin yüzü gülüyor ama çoğu yüz acı çizgilerle doluyor. Diziler başlıyor, diziler bitiyor. Televizyonlar iki reklam arası yayın sürelerini, gazeteler reytingi bol magazin sayfalarını dolduruyor. Tülay’ın ve Zehra’nın adını anan kalmadı. Yine de bir başarı cümlesi aranıyorsa, o da var. İstenen gerçekleşiyor: Bir millet uyuyor!


;

“Tepenin Ardı”nın yolculuğu

“Evim Sensin”de başrolü paylaşan Özcan Deniz ve Fahriye Evcen...

Gişe garantisi filmler

;

Aralık ortası itibariyle rakamlara bakalım. 2012 yılı içinde toplam 270 film vizyona girmiş. Bunlardan 52’si Türk filmiymiş. Satılan toplam bilet 40 milyon 813 bin 960. Bu rakamın içinde Türk filmleri için satılan bilet ise 19 milyon 149 bin 615. Yani satılan bilet üstünden bir cümle kuracak olursak, seyircinin Türk filmlerine ilgisinde geçen yıla oranla yaklaşık yüzde 10’luk bir azalma var. En çok gişe yapan on filmin içinde altı Türk filmi var: “Fetih 1453”, “Evim Sensin”, “Berlin Kaplanı”, “Sen Kimsin?”, “Çanakkale 1915”, “Uzun Hikâye”. (Bu filmlerin gişe hasılatı/kopya sayısı oranı açısından ayrıca değerlendirmesini yapmak lazım.) 2013’te sektörün yüzde onluk azalmaya konsantre olacağı belli. Bu sorunu aşmak için daha çok ‘gişe garantisi’ olan filmlere daha çok salon sunmak çözümü parlamaya başlamıştır bile. Televizyon seyircisinin ezberlerini tekrar edecek filmlerin sayısı artacak gibi görünüyor. Bu durum, sinemanın tek yönlü bir yolculuğa çıkacağı anlamına gelmesin; Türkiye sinemasının ufkunu açan yapımlar da çoğalmaya devam edecek. Çoğalacaklar çoğalmasına da seyirciye ne oranda ulaşacaklar belli değil. Şu andaki sistemin bu oranı azaltacağını söylemek kehanet değil. Diyeceksiniz ki, dert ettiğin şeye bak. Sistem tıkır tıkır işliyor. Televizyonun ve sinemanın karar vericileri el ele tutuşmuş, en sevdikleri şarkıyı söyleyerek ‘kültürel dönüşüm kırlarında’ koşturuyor: Bir millet uyuyor!

Emin Alper imzalı “Tepenin Ardı”, başarısının karşılığını aldı. Sen misin Türkiye’deki ve dünyadaki festivallerin çoğundan ödülle dönen? Sen misin sadece Türkiyeli sinema yazarlarının değil, doğudan ve batıdan bütün sinema yazarlarının ortak övgüsünü kazanan? Kendi fanuslarında nefes alıp veren festivaller bu kadar beğendiğine göre demek ki sen ‘sıkıcı’ bir filmsin. Bu durumda sıkıcı festival filmlerinin ortak kaderini paylaşmalısın; seyircinle buluşacak salondan mahrum bırakılmalısın. Aralık ayı boyunca konu çeşitli yayın organlarında dile geldi ve sonuçta “Tepenin Ardı” yedi salonla başladığı yolculuğu Türkiye genelinde on dört salonla tamamladı. Sinema salonlarındaki tekelleşme konusu uzun süredir gündemde. Kültür ve Turizm Bakanlığı “Bütçesine destek verdiğimiz filmlerin, seyirciyle buluşması konusunda kararlı adımlar atacağız,” dediği halde sermayenin gücüne yenik düştü. 2011 yılında Rekabet Kurulu devreye girdi, oradan da bir sonuç çıkmadı. Türkiye’de hangi salonda hangi filmin gösterileceğine ka-

rar veren bir tekelin oluşmasından rahatsız olduğunu söyledi de herkes, çözüm konusunda nedense diller lal oldu. Makinenin çarkları sermayenin istediği gibi dönmeye devam ediyor. Ama bir de bu hikayenin arka kapağında yazanlar var. Merkezde duran, televizyon yıldızlarının parıltısıyla boyanmış, dağıtım tekelinin onayladığı işlerin dışındaki filmler konusunda ahkâm kesiliyor da sonuç ne oluyor? Seyircinin büyük bir kısmı yine aynı filmlerle ilgileniyor. Hani kime sorsanız “Biz televizyonda sadece belgesel seyrederiz,” der ya, benzer bir durum yaşanıyor sanki. Her festival sonrasında övgüler düzdükleri filmlerle ilgilenmiyor, evinin yakınlarındaki AVM’nin sinema salonları ne sunarsa onunla yetiniyorlar. Diyecekler ki “Kardeşim gitmek zorunda mıyız?”. Doğrudur, zorunluluk yok. Ama sosyal medyada boy boy laf etmek yetmiyor işte. Facebook profillerinde, tweetlerde, re-tweetlerde coşmakla uykudan uyanılmıyor. Sermayenin ninnisi dört bir yanda çınlamaya devam ediyor ve istenen oluyor: Bir millet uyuyor! MS

“Tepenin Ardı” filminin oyuncu kadrosunda Berk Hakman da bulunuyor.

109

Milliyet SANAT Ocak 2013


DAMAK UNUTMAZ ECE AKSOY

eceaksoy@gmail.com

Israrlı acıların bazıları salıvermiyordu Berna’yı yabancı şehrin sokaklarına ama o kararlıydı. Burada karşılayacağı yıl, uğurluydu. Gülümsedi...

Yeni yıl BERNA, bu yıl, tanıdıklarından uzakta, yalnız karşılamak istiyordu yeni yılı. 51 yıldır soluk alıyordu, bazen mis kokulu, bazen biberli. İlk defa kendini daha iyi tanımaya, ne istediğine karar verip uygulamaya heveslendi. Bilgisayarının başına oturup Avrupa şehirlerinde dolaştı. Lokantalarına gitti, otelleri gezdi, birinde ayırttı yerini. İki gece... 30’unda gidecek 1’i sabah uçakla dönecekti evine. Gece valizini hazırladı özenle, kapatmadan lavanta kokusu sıktı, en güvendiği komşusuna, kedisine bakması için yedek anahtarlarını bıraktı. Sabah erkendi uçağı. Kahvaltı etmedi, üç kahve içti iki saatlik yol boyunca. Biraz uyukladı, alana yakındı şehrin merkezi. Otel de meydandan girilen taş döşeli sokaklardan birinde, cumbalarından kırmızı çiçekler sarkan, muhtemelen sakız sardunyası, eski küçük bir bina. Odasına girdi, valizini kenara koyup cumbanın tavandan yere uzanan cam kapılarını açtı. Vücudunun yarısı odada, gökyüzüne baktı. Serin yağmur yüzünü iyice ıslatıncaya kadar durdu. Daha paltosunu çıkarmamıştı. El çantasından ince naylon yağmurluğunu alıp çıktı. Renk renk ışıklarla süslenmişti her taraf. Dar, uzun sokaklarda yürüyor, yürüdükçe geçirdiği kötü günleri arkasında bırakarak, devamlı yeni sokaklara sapıyordu. Israrlı acıların bazıları salıvermiyordu Berna’yı yabancı şehrin sokaklarına ama o kararlıydı. Burada karşılayacağı yıl, uğurluydu. Gülümsedi “Yarın gece de gecelerden biri, yıldızlarını başımdan aşağı dökmek için beklemiyor ama ya her tarafım yıldızlarla dolarsa?... Neden olmasın?” (Elli yaşından sonra ilk defa, kendiyle de gırgır geçerek, avuçlarını katedralin dış duvarlarına dayayarak bağırdı) “Unuttuysan hatırlatıyorum yeni yıl, gelmene daha bir günden fazla var. Duy beni duy! Ne varsa güzel benim için de koy zembiline.”

Milliyet SANAT Ocak 2013

LAVANTA KOKUSU Yürümeye devam etti, içinde anlamlandıramadığı bir sevinç vardı. Sokaklardan birinde, fazla süslenmemiş bir lokantaya girdi. Dört masalıydı lokanta... Az kalacağını söyleyip ayrılmış masalardan birine oturdu. Kırmızı şarap ve mozzarella başlangıç. Keyiflendi. Mozzarella yapmayı annesi öğretmişti ona. Bir kilo pastörize olmamış sütü kaynatıp bir limon sıkıyor. Kesilince temiz tülbent torbaya döküp bir gün süzülmesini bekliyor. İyice süzülmüş peynirin üstüne bir ağırlık koyup bastırıyor, katılaşması için bir gün dolapta bekletip, küçük doğradığı parçaları ılık suda, zaman zaman soğuyan suyu atıp ılık suya katarak eritiyor suyu tamamen yok olunca yoğuruyor, hamur gibi çeke çeke uzatarak, 2-3 kat avucuna topluyor baş parmağı ile işaret parmağı arasından sıkarak portakal (orta boy) büyüklüğünde koparıp suya atıyor. Dolapta iyice soğuyunca işte mozzarella... Manda sütünden en güzeli olurmuş ama annesi bile bulamamıştı o zamanlar. Bir lokma daha, o gün yapıldığı belli, taptaze peynirden ağzına atıp, kadehine şarap doldurdu. Süha. O da Berna’nın geldiği uçaktaydı. Otelde odasına girdiğinde, sabah duş almaya fırsat bulamadığını hatırladı, acele soyunup tazyikli suyun altına girdi. Sabahlık ve akşamlık yıkanıyordu şimdi. Sudan çıkmak istemiyordu. Bir süre sonra “Yeter Süha... Yıkanmaya mı geldin buraya” dedi yüksek sesle, havlulara sarınıp yatağa uzandı. Bu gece, arkadaşının adresini verdiği lokantada yemek yiyecek, yarın da ilk defa geldiği bu şehirde dolaşacaktı. Eskilerden, tam olarak hatırladığı tek bir yılbaşı gecesi yoktu. Elli yaşını geçmişti ve bundan böyle, hiç olmazsa belirli geceleri hatırlanır yapmak istiyordu. Tam bilmiyordu ama değişik bir gece olacağını hissediyordu. Yataktan kalktı, beline havluyu sarıp valizini açtı. Fermuarı çeker çekmez lavanta kokusu doldu odaya, inanamadı, bir iki saniye valizi tam açmadan ‘başkasının mı acaba’yı şaka olarak düşü-

110

nürken kapağı kaldırdı. Lavanta kokuları altında çok muntazam yerleştirilmiş bir valiz. Onun değil. Havlu belinden düştü. Karıştırmaya başladı, mor menekşe şasenin içinde bir sütyen, iki külot -kadının- makyaj çantası... Diş macunu, fırça, saç fırçası ve takılmış kumral bir tel saç. Siyah kalem, ruj, tüp krem... Siyah kazak, pantolon, iki atlet, gri iddiasız gecelik, oda terlikleri, Marguerite Yourcenar’ın “Memoirs of Hadrian” isimli kitabı... Biraz daha karıştırdı, sarı kapaklı kareli defter. Açtı... İlk sayfada; “Kızım, sevgili kızım, Bütün yollar bir yola bağlanır. Taş yollar, asfaltlar, toprak yollar... Yaşamın boyunca hangisinde daha çok yürüdüysen sen osun. Sevdiğin yemeklerin tariflerini yazdım bu deftere... Yapmaya hiç fırsatın olmamıştı. Ben yapamadığım zamanlar için, özlememen için. Yolun güzel olsun. Annen” yazıyordu. Elinde defter yatağa oturdu. Çıplaktı, üşüyordu. Sayfayı çevirdi.

NASİHATLER VE TARİFLER Kokoven (Horoz yahnisi) Bütün horozu dörde böl. Tereyağında iki taraflarını kızart. Tencereye bırak. İki bütün soğan, 1 defne, tane karabiber, limonun sadece sarı kabuğu (beyazı bulaşmasın, acı olur) 1 çubuk tarçın, yarım demet maydonoz. Pişmeye bırak. Yumuşayınca tavada bir kaşık unu tereyağında kavur, bir bardak kırmızı şarap ve horoz tenceresinden aldığın suyla incelt. Tuz ve fiske şeker koy. Kaynayınca horozun üstüne dök, kaynamaya devam etsin. Şimdi sıra arpacık soğanlarda. Onları soymak zor, dipfrizinde soyulmuşları al, üzerlerine kaynar su döküp sıcak şokla. Onları da tencereye. Kapağını kapa bekle... Soğanlar yumuşayınca ocağı kapa. Yanına fırında kremalı patates hazırla. Onu biliyorsun. Belki unutmuşsundur. Üç patatesi halka halka, cipsten kalın doğra, tuz, krema, tereyağ ile karıştır. On beş dakika üzeri folyoyla örtülü pişir fırında, kağıdı aç on beş dakika da kızarsın, onu da elini yakmadan karıştır.


İLLÜSTRASYON: MELTEM SÖZER

Beyaz branda şemsiyeye düşen her yağmur tanesinin sesini duyuyordu Berna. Süha ilgilenmişti onunla belli... Avuçlarını katedralin duvarına dayayıp hızla yaklaşan yeni yıldan, yarı gırgır geçerek ne istediğini hatırlamaya çalıştı. Sayfaları çevirdikçe arada kendi deneylerinden nasihatler ve tarifler. Tuhaf hissetti Süha kendini. Kapadı defteri valize koydu. Etikete baktı Berna Yolcu, tel ... sevindi, hemen telefonunu aldı üşüyerek, “Alo, Berna Hanım” “Benim buyrun” “Bu gün uçakta mıydınız, saat 11.00’de alana inen.” “Evet, ne oldu?...” “Valizinizi açtınız mı?” “Hayır, açmadan çıktım.” “Sizinki bende, açtım kendi valizim diye. Hangi oteldesiniz, getirip kendiminkini alayım.” Berna otelin adresini telefonda söylerken eliyle hesap işareti yaptı garsona. Yarım bardak şarabını içti, koşarak döndü oteline... Valizi yatağın üzerine koyup açtı. Dağınık iç çamaşırları, bir iki spor kazak, pantolon, temizlik çantası, ağız mızıkası, -GezginSadık Yalsızuçanlar diye kitap, Cemal Süreya’nın bir şiir kitabı, Alain de Botton’un “Seyahat Sanatı” (okuyor) diye düşündü Berna... Bir şişe Martel konyak (içiyor...), (şiir seviyor)... Kapattı valizi. Telefondaki ses tonu, valizindekiler... Biraz tanımıştı adamı. Tuhaflaştı. Aynada saçını düzeltiyorken telefon çaldı. “Lobideyim. Valizinizi getirdim.” “Geliyorum.”

BUZ GİBİYDİ ELİ Çıktı, kapıyı kapadı. Tekrar döndü, bir kere daha aynaya bakmak istedi, hay Allah, anahtarını içerde bırakmıştı. Küçük lobide beş adam, bir çiftçi oturuyorlardı. Kahve içen, dergi karıştıran, bahçeyi seyreden... Çift el ele, birbirlerinin gözlerine bakarak konuşuyor. Berna tereddütsüz Süha’ya doğru gitti, yaklaşınca adam ayağa kalktı, ondan epey uzundu. Elini uzattı, buz gibiydi eli. “Merhaba, iyi ki yazmışsınız telefonunuzu. Benimkinde kimlik bilgisi yok. Siz bulamazdınız. İki günlüğüne geldiğim bu şehirde, üstümdekilerle zor olacaktı.” Bunları söylerken tokalaşma pozisyonundaydılar, ikisi de el ele kalakalmıştı. Berna elini yavaşça çekip, “Bir şey için, buraya kadar zahmet...” Adam, tezgahında portakal dolu sepet ve sıkacağı olan bara baktı “Zahmet olmasın?...” Berna iki adım uzaklaştı, sipariş vereceği birini arıyordu. “Votka içebilir miyim?” sevindi, demek biraz kalacaktı, en azından votkası bitene kadar. Resepsiyondan gelen adama “Votka”. Süha’ya döndü “Nasıl olsun?” “Sek, biraz buzla.” Berna servis yapacak adamla bara

111

doğru yürüdü. Lobi, eviymiş gibi davranıyordu. Sanki mutfağından getirecekti içkileri. Kendisine de portakal sulu votka alıp Süha’nın yanına geldi. “Teşekkür ederim. Nasıl yaptım bu yanlışlığı? Herhalde aynı valizlerimiz...” “Tıpatıp.” “Hangimiz banttan ilk aldı merak ettim...” “Önemli mi?” “Hayır da, ilk defa geldi başıma böyle bir şey...” “Benim de...” Berna konuşacak şey arıyor, Süha bazen bahçeye, bazen kadehine, bazen Berna’ya bakıp gülümsüyordu. “Yalnız mı karşılayacaksınız yeni yılı?...” “Öyle düşünmüştüm, ama şimdi... Belki de yarın dönerim. Kararsızım anlayacağınız...” Süha kadehi elinde ayağa kalktı. “Bahçeye çıkalım mı?” “Yağmur yağıyor...” “Karşıdaki kanepenin üstüne şemsiye açmışlar... Sigara için...” Beyaz branda şemsiyeye düşen her yağmur tanesinin sesini duyuyordu Berna. Süha ilgilenmişti onunla belli... Avuçlarını katedralin duvarına dayayıp hızla yaklaşan yeni yıldan, yarı gırgır geçerek ne istediğini hatırlamaya çalıştı. Yeni yılın ilk gününden itibaren uygulayacağı programı hatırlamıyordu şimdi. “Yarın akşam yemeğini birlikte yiyelim mi?” dedi Süha. Şaşırdı Berna, sevindi, ne diyeceğini bilemedi. “Nasıl? Daha birbirimizi hiç tanımıyoruz...” “Ben sizi, bana bu teklifi yapma cesaretini verecek kadar tanıyorum...” “Nerden?” “Valizinizden...” Kızardı Berna, Valizi nasıl yerleştirdiğini düşündü. Sadece son anda, kapamadan bolca sıktığı lavanta kokusu geldi burnuna. “Bir küçük lokantadaydım aradığınızda. Valizlerden habersiz. Orada olur mu? Şiir gibi bir yer...” Süha teklifini yaparken ret cevabı almayacağından emindi ama yine de çok sevindi. Berna valizini getirmeye gittiğinde, bu geceyi kaçırdığına üzüldü. Keşke... Berna valizi onun eline değil resepsiyona bıraktı. “Birer votka daha?...” Süha koşarak gitti lobideki küçük bara “Bir portakallı bir buzlu sek, duble olsun” dedi. MS

Milliyet SANAT Ocak 2013


EDEBİYAT

Kusursuz polisiye Jo Nesbo’nun daha ilk satırlarından itibaren üst düzey bir gerilimle başlayan yeni polisiyesi “Nemesis”, okuru an be an sarsıyor, onu her bölümde defalarca ters köşeye yatırıyor.

HAKAN GÜNGÖR

duğunu öğrenir. Kadının ölümü kayıtlara intihar olarak geçmek üzeredir. Harry ise bunun bir cinayet olduğunu düşünür. Ancak iki sorunu vardır, birincisi neredeyse hiç kanıt yoktur, ikincisi ise kendisini o gece kadının evinden çıkarken gören herhangi biri olması halinde cinayet Harry’nin üzerine kalabilecektir. Daha da kötüsü biri Harry’ye gizemli e-postalar göndermeye başlamıştır. Harry’nin o gece orada olduğunu bilmektedir ve Harry’le oyun oynama niyetindedir. İşte bu olay örgüsü üzerine kurulu roman her an karmaşalar, sorular, ipuçları ve heyecanla sürüp gidiyor. Harry cinayeti çözmek için attığı her adımda yeni bir düğümle karşılaşıyor, adeta bir labirentin içlerine yol alıyor. Kitap ritmi açısından sinema filmine öylesine yaklaşıyor ki, birkaç yıl içinde sinemaya uyarlanacağı haberini almak işten bile değil.

gungorhakan@msn.com

YAZIYOR, milyonlarca okunuyor; müzik yapıyor, şarkıları ülkesinin sınırlarını aşıyor... Jo Nesbo’dan bahsediyoruz... Yeni romanı “Nemesis” Doğan Kitap etiketi ile raflardaki yerini alırken, okurlar polisiyenin çok nitelikli bir eseriyle karşılaşacaklar. Hız, tempo, aksiyon ve usta işi bir polisiye filmin hissettirdiklerine yaklaşmış bir kurgu söz konusu olan... “Nemesis”in daha ilk satırları üst düzey bir gerilimle başlıyor ve Nesbo’nun alametifarikası olarak, bu durum bir an olsun değişmiyor. Polisiyelerin başarı kıstası olan “Şimdi ne olacak?” sorusunun şiddeti okuru her an tetikte tutuyor. Tahminler boşa çıkıyor, an be an sarsıyor, okur her bölümde defalarca ‘ters köşeye yatıyor’, ayrıntılar ve labirentlerle dolu bir dünyanın teyakkuz hali sürüp gidiyor.

TİTİZ BİR YAZAR

GİZEMLİ E-POSTALAR Romanda yol aldıkça ‘atmosfer’ belirginleşiyor. Keşif, sert, gergin, yağmurlu (kimi zaman karlı) bu atmosfer gözlere, dimağa ve ciğerlere doluyor. Bir banka soygunu ve soygun esnasında işlenen cinayeti aydınlığa kavuşturmak için araştırmalara başlayan dedektif Harry Hole’un peşine takılıyoruz. Harry Hole bizim dilimizin polisiyelerinden de tanıdık gelecek biri. Sağlıklı ilişkiler kuramamış, düzensiz, unutkan, boşvermiş, küfürbaz... İçgüdüleri ile hareket etmeyi alışkanlık haline getirmiş ve bir cinayeti çözmek için yasal sınırların dışına çıkmakta beis görmüyor. Harry, usta bir dedektif ancak bu kez her şey kendisi için bile zor. Yıllar önce terk ettiği eski sevgilisi onunla görüşmek ister. Harry bu teklifi kabul eder, kadının evinde görüşürler. Ertesi gün Harry önceki geceye dair hiç bir şey hatırlamaz, eski sevgilisinin ise evinde ölü olarak bulunMilliyet SANAT Ocak 2013

“Nemesis” Jo Nesbo Çeviren: Dost Körpe Doğan Kitap Fiyatı: 29 TL

Joe Nesbo

Nesbo, Çehov’un “Sahnede silah varsa patlar” kuralını adeta romana uyarlıyor ve gerekmedikçe, doğrudan olay üzerinde bir işlevi yoksa betimleme yapmıyor. Okurun bir sahne, bir fon yaratması için ona birkaç küçük bilgi veriyor ve ‘asıl işine’ dönüyor. 112

Nesbo titiz ve ayrıntıcı bir yazar. Bu özelliklerini daha çok kurgu ve olay örgüsü üzerinde gösteriyor. Çehov’un “Sahnede silah varsa patlar” kuralını adeta romana uyarlıyor ve gerekmedikçe, doğrudan olay üzerinde bir işlevi yoksa betimleme yapmıyor. Okurun bir sahne, bir fon yaratması için ona birkaç küçük bilgi veriyor ve ‘asıl işine’ dönüyor. Eğer dikkatli ve tasvir konusunda beklentisi yüksek değilse herhangi bir okurun bunu önemsemesi, daha doğrusu bu yüksek tempoda bunu fark etmesi pek mümkün olmuyor. Kimi romanlar edebi haz, kimileri ise heyecan ve merak vaad ederler. Nesbo ikincisini vaad ediyor, vaadini de sonuna kadar yerine getiriyor. Beş yüz küsur sayfalık roman (klişelere sığınıp bir solukta okunuyor demeyelim de) soluksuz okunuyor. “Polisiye okumak pratik zekayı etkiler,” tezini doğru kabul edecek olursak, zeka parlatmaya pratik bir öneri getirelim ve Nesbo’nun “Nemesis”ini önerelim... MS


Bir zamanlar Foucault Bizden söylemesi: Felsefeci Didier Eribon’nun Michel Foucault biyografisi, en Ortodoks Foucault’cuların dahi kayıtsız kalamayacakları bir çalışma. SERPİL GÜLGÛN serpilgulgun@yahoo.com

yükbaba Malepert’in 1903’te yaptırdığı, pek bir özelliği olmayan ama şehrin merkezine yakın büyük beyaz bir evde yaşıyorlardı.

DÖRT YAŞINDA OKUL YOLU DOĞAN erkek çocuklarına babalarıyla aynı adın verildiği bir aileden geliyordu. Büyük babanın da anatomi profesörü olan babanın da oğulların da adı hep aynıydı: Paul. Ama annesi sanki geleceği sezmişcesine ya da belirlemek istercesine veyahut küçük bir fark yaratabilmek için Paul’ün yanına Michel’i de ekleyivermişti 15 Ekim 1926’da dünyaya gözlerini açan ilk oğluna. Felsefeci Didier Eribon’nun ilk kez 1989’da yayımlanan “Michel Foucault” adlı biyografisi işte bu ayrıntıyla başlıyor. Ya da daha doğru bir deyişle, başta “Deliliğin Tarihi” ve “Cinselliğin Tarihi” olmak üzere neredeyse bütün kitaplarıyla yalnızca Avrupa’yı ya da Amerika’yı değil yirmi yıllık bir gecikmeyle de olsa 1980’lerin son yarısıyla 1990’lı yıllarda bizi de sallayan 20. YY.’ın adından en çok söz ettiren Fransız düşünür, Foucault’nun, 25 Haziran 1984’te son bulacak olan yaşam hikayesi böyle başlıyor. Evet, Almanya’nın Polonya’yı işgal etmesine daha 13 yıl bir ay var. Yer, Fransa’nın kuzey batısı. Vakti zamanında Rabelais’nin, Descartes’ın ve Bacon’ın yolunun düştüğü Poitiers. Romanesk kiliseleri ve başlarını yitirmiş heykellerin bulunduğu 15. YY. Adalet Sarayı ile içine kapalı, Balzac hikayelerinden birinden fırlayıp çıkmış gibi. Güzel ama boğucu. Varlıklı bir aileydi Foucault’lar. Baba Paul, adını da taşıdığı babasıyla, karısı Anne Malepert’in babası gibi doktordu. Aile, bü-

Kitap, Foucault, hangi romancıları beğeni ve heyecanla okurdu; Kafka’yı mı, Gide’i mi, Faulkner’ı mı, Sade’ı mı gibisinden yazınsal meraklar da sunuyor okuruna.

Kardeşimi Katleden Ben, Pierre Riviere” adlı kitabını hatırlamakta fayda var), hem her yere, uzun, kir pas elbisesi ve hacı bastonuyla yürüyerek giden Benedikten tarikatına bağlı bir keşiş olan Peder Montsabert’le hem de ona felsefeyi sevdirecek, Gestapo tarafından tutuklanarak kaybedilecek olan felsefe öğretmeni Canon Duret ile tanışacaktı.

Şehrin ileri gelenlerindendi Foucault’lar. Madam Foucault’nun şehre yirmi kilometre uzaklıkta, Vendeuvre du- Poitou’da bir evi vardı. Bahçe içinde, kasabalıların ‘şato’ adını verdikleri görkemli bir yapıydı bu. Madam SARTRE’DAN ALTHUSSER’E Tarihler 6 Haziran 1944’ü gösterdiğinFoucault’nun mülkü bu evle de sınırlı değildi. Arazileri, çiftlikleri, tarlaları da vardı. Ba- de Poitiers, bombardımanlardan yorgun ba Paul’e gelince, o da Poitiers’nin iki klini- düşmüş bir şehirdi ve temizlik görevlisi liğinde birden gün boyu çalışan bir doktordu. senin koridorlarında ‘karaya çıktılar’ diye Üç çocukları oldu Foucault çiftinin: Franci- çığlık çığlığa koşuyordu. Normandiya Çıne, Paul-Michel ve Denys. Dadı, aşçı ve şo- kartması başlamıştı. Paul-Michel ise çok förle büyüdüler küçük Foucault’lar. değil, bir yıl sonra, 1945 sonbaharında PaPaul-Michel, manastırı andıran bir dev- ris’e, Ulm sokağına doğru yola çıkacaktı. let okulunda, IV. Henry Lise’sinde başladı Doğrusunu isterseniz, bu yolculuk onu yalöğrenim hayatına. 4 yaşında. Gayri resmi nızca Paris’e değil geleceğe taşıyacak yololarak tabii ki. Ablasından ayrılmak isteme- culuk olacaktı. Son bir not! Paul- Michel’i yince kendini sınıfın arka sıMichel Foucault’ya dönüştereralarında boya kalemleriyle cek olan, bu gelecek yolculubuldu. Okumayı böylece söğunda yok yok. Felsefe, delilik, ken küçük Paul-Michel, doğcinsellik, siyaset, türlü coğrafrusunu isterseniz, matemayalar. ‘68 Mayıs’ı, aşkları, eşcintikte pek başarılı olmasa da selliği, Fransız Komünist PartiFransızca, tarih, Yunanca, si’ne üyeliği, istifasının yanında Latince derslerinde gösterdibir Jean Hypollite’li, Georges ği performansla takdir belgeDumezil’li, Bataille’lı, Blanclerini topluyordu. Ta ki, hot’lu, Roland Barthles’lı, Sart1940’a dek. Bu arada, 2. Dünre’lı, Yves Montand’lı, Simone ya Savaşı patlak vermiş, yalve de elbette Althusser’li kadro nızca Poitiers değil IV. Henry da cabası! Foucault biyografisi, Lisesi de Paris’ten gelen mülbütün bunlar bir yana, Foucatecilerle dolmuştu. “Michel Foucault” ult, hangi romancıları beğeni ve Dahası, burjuva çocuklaDidier Eribon heyecanla okurdu? Kafka’yı mı, rını sevmeyen, Voltaire’ci ve Çeviren: Şule Çiltaş Gide’i mi, Faulkner’ı mı, Sade’ı fazlasıyla 3. Cumhuriyetçi bir Ayrıntı Yayınları mı gibisinden yazınsal meraklar radikal olan Mösyö GuFiyatı: 31 TL da sunuyor okuruna. yot’nun Fransızca öğretmenVelhasıl-ı kelam, Foucault biyografisi, leri olmasıyla Paul-Michel’in notları hızla düştü. Yıl sonunda okul müdürü, Paul-Mic- Foucault yaşasaydı, katiyen biyografisinin hel’in sınavlara tekrar girmesine karar ve- yazılmasını istemezdi diyecek en Ortodoks rince, anne Foucault, erken davranıp oğlu- okurlarının bile kayıtsız kalamayacakları bir nu, Saint- Stanislas Koleji’ne yazdırdı. Ve çalışma. Hem de, Didier Eribon’un, FoucaFoucault, o okulda hem rekabet edeceği, ult’nun sadece yapıtlarından yola çıkarak hem de iyi bir arkadaşlık kuracağı (tam bu değil düşünürün annesi başta olmak üzere noktada Foucault’nun “19. Yüzyılda Bir Ai- yakın dostlarıyla yaptığı görüşmeler sonule Cinayeti: Annemi, Kız kardeşimi ve Erkek cunda hazırlanan bir kitap. MS

113

Milliyet SANAT Ocak 2013


EDEBİYAT

Yeni yıl cinayetleri Aralarında Aslı Perker, Yekta Kopan, Hakan Günday ve Elif Tanrıyar’ın da olduğu 20 yazar ‘yılbaşı, kar ve cinayet’ sözcükleri eşliğinde oturdular masaya. Ortaya okura bir nevi yılbaşı hediyesi olan 20 öyküden oluşan bir kitap çıktı: “Kar İzleri Örttü”.

BUKET ÖKTÜLMÜŞ buketok@hotmail.com

SON DÖNEM Türk yazınının öne çıkan isimlerini tematik öyküler ekseninde buluşturan “Kar İzleri Örttü” Kırmızı Kedi Yayınevi’nin, okurları için, tıpkı bir yeni yıl armağanı gibi hazırladığı son kitaplarından biri. Kitap, bir anlamda, hem öyküye bakış açıları, öykü anlayışları, yazım tarzları, dilleri ve öykü evrenleri birbirinden farklı yazarları hem de daha önce öykü yazmamış olanları bir araya getiriyor. Bu yönüyle “Kar İzleri Örttü”, okur için, adeta bir okuma şöleni oluşturmak amacıyla hazırlanmışa benziyor. Üstelik de bir hikâyesi var. Bu hikâye, Kalem Ajans’ın temsil ettiği yazarları “Yılbaşı, Kar ve Cinayet” konulu bir kitapta buluşturmayı amaçlayan ajans yöneticisi Nermin Mollaoğlu’nun girişimiyle hayat bulmuş.

BELİRLENMİŞ BİR KAVRAM Kitabın ortaya çıkış sürecine kısaca göz atmak için de öyküleri yayıma hazırlayan İlknur Özdemir’in kitapta yer alan ‘sunuş’ yazısı okunmalı: “Tek koşulumuz öyküde kar, yılbaşı ve cinayet olmasıydı, gerisi ser-

Mesela masum bir kar küresi, kitabı oluşturan iki öykünün başrolünde karşımıza çıkıyor: “Ziu’nun Kar Küresi” (Aslı E. Perker) ve “Siyah Kar” (Levent Mete). Milliyet SANAT Ocak 2013

bestti. Kısa öyküler de geldi, uzun öyküler lanır, farklı yansımalarla açılır ve kar da de. Geçmişte gezinenler de vardı aralarında, izleri örterken, birbirinden çarpıcı öyküfantastik dünyalarda yolculuklara çıkanlar lerle geniş mi geniş açılımlı bir yelpaze orda. Sonunda ortaya birbirinden farklı on do- taya çıkmış. kuz öykü çıktı.” Dahası da var: “Bütün bu öyküleri oku- KİREMİTÇİ’DEN İREPOĞLU’NA yup yayına hazırlarken şunu Masum bir kar küresi mefark ettim: Öykü yazmayı sela, kitabı oluşturan iki öykünün başrolünde karşımıza çıözlemişim, yazanlara da imkıyor: “Ziu’nun Kar Küresi” reniyorum.” On dokuz yaza(Aslı E. Perker) ve “Siyah Kar” ra ait on dokuz cinayet öy(Levent Mete). Karşımıza çıkküsü, İlknur Özdemir’in de makla kalsa iyi; hem içinde yer son anda kitaba dahil olualdığı öykünün gelişiminde şuyla yirmiye yükselmiş. önem taşıyor (ne de olsa başBunun, daha önce İlknur rol) hem o öykünün seyrini deÖzdemir öykülerinin tadı ğiştiriyor hem de öykü kişileridamağında kalmış bir okuru nin hayatını. olarak, beni sevindirdiğini Bizlere de, masum bir kar baştan söylemeliyim. küresinin masum olmaktan çıBelirlenmiş bir kavram kışını okumak kalıyor. ya da birkaç kavrama odak“Kar İzleri Örttü” Nermin Yıldırım’ın “Kırlanan yirmi yazar düşünün. Yayına hazırlayan: mızı Kar”ı kitapta beni en çok Bu kavramlardan biri kar olİlknur Özdemir etkileyen öykü oldu. B. sun. Yani, her tanesi birbiKırmızı Kedi Yayınevi Brech’ten alıntılanan “öldürrinden farklı bir kristal yapıFiyatı: 21 TL menin pek çok yolu vardır / ya sahip olan kar... Birbirinkarnına bıçak saplayabilirler / den farklı her tanesi ile hızlıca yağdığında evreni bir anda beyazlara ekmeğini elinden alabilirler / hastalığını büründüren kar... Sihirli akışkanlığı ile yer- iyileştirmeyebilirler / kötü bir evde yaşayüzüne indiğinde tüm izleri örten kar. Tüm maya zorlayabilirler seni / kendini öldürizleri örtse de üzerinde oluşan her türlü izin meye itebilirler / ölesiye çalıştırabilirler/ anında göze çarptığı, çirkince sırıttığı o ter- savaşa yollayabilirler ve bizim devletimiztemiz aklığıyla kar... İşte bu, hayal gücüne de bunların pek azı yasaklanmıştır,” cümleleri ile açılan öykü, döne döne okunası fazla mesai yaptırır. Yeni yıl, yeni başlangıçlarla özdeşleş- güzellikte. “Kar İzleri Örttü” kitabında buluşan yamiştir hep. Yeni kararlarla. Yeni ile. Yenilenme ile. Doğumla. Hiç kimse yeni yılı zarlara gelince: Aslı E. Perker, Ayşegül Çeölümle birlikte anmaz. Anmak istemez. lik, Barış Müstecaplıoğlu, Cem Selcen, Do“Kar İzleri Örttü”de bu anmak istemeyiş ğu Yücel, Ece Erdoğuş, Elif Tanrıyar, Gül de geçersiz kılınıyor. Hayal gücünün fazla İrepoğlu, Gülşah Elikbank, Hacer Yeni, Hamesaisi hem halka halka genişler hem de kan Günday, İlknur Özdemir, Levent Mete, derinleşirken, “Bu bileşim yazdırır” diye Menekşe Toprak, Mine G. Kırıkkanat, Nerdüşünüyorum. Yazdırmış da... Bu tema min Yıldırım, Sibel Oral, Tuna Kiremitçi, her yazarda farklı mayalanır, farklı yankı- Yazgülü Aldoğan ve Yekta Kopan. MS

114


Başka bir Lacan Elisabeth Roudinesco, “Her Şeye ve Herkese Karşı Lacan” adlı yapıtında ünlü düşünüre yöneltilen temelsiz iddiaları çürütüyor. Lacan’ın yaşamının ve yapıtının önemli dönemlerini hatırlatmaya, yorumlamaya çalışıyor. ORHAN TÜLEYLİOĞLU

“Her Şeye ve Herkese Karşı Lacan” Elisabeth Roudinesco Türkçesi: Nami Başer Metis Yayınları Fiyatı: 12 TL

aşk ve kadın, özne ile nesne gibi kavramları nasıl ele aldığını da gösteriyor.

otuleylioglu@hotmail.com

İMGELER, SİMGELER 20. YY.’IN en etkili düşünürlerinden olan psikanalist Jacques Lacan, 1930’lardan başlayarak ün kazandı, Fransız düşüncesi üzerine etkisini ise en çok 1950-75 arasında gösterdi. Lacan, demokratik toplumların mümkün tek ufkunun, insanın karmaşıklığının bütün yanlarını anlamayı sağlayacak tek görüşün, Freud’un çıkışı olduğunu inatla savundu. Freud’un diğer mirasçılarından, psikanalizi klinik bir sınıflandırma toplamı olarak gören ve buna indirgeyen her türlü görüşe karşı mesafeli olmasıyla ayrılıyordu. Lacan felsefi düşünceyi Freud’un yazdıklarına yeniden katarak, psikanalizi felsefe tarihi içerisine yerleştirdi. Sonrasında psikanalizi felsefeye karşı bir panzehir, bir ‘anti-felsefe’ olarak düşündü. Eski Yunan trajedisinin yanı sıra Marquis de Sade’ın yazılarını da seferber ederek Auschwitz mirasını Freudcu tarzda ele alan, olayın korkunçluğunu gösteren tek psikanalist düşünür de o oldu.

KAH ŞEYTAN KAH İDOL Dinsel kurtuluşun yerine ilerlemeyi, obskürantizmin yerine aydınlanmayı geçirebilmenin tek yolunun hakikat arayışı olduğuna emindi. Birçok muhafazakarın da oklarına hedef oldu. Lacan günümüzde en akıl almaz yorumlara konu olmayı sürdürüyor. Tıpkı Freud ve tüm ardılları gibi hâlâ kâh bir şeytan kâh bir idol gibi görünüyor. Fransız tarihçi ve psikanalist Elisabeth Roudinesco, “Her Şeye ve Herkese Karşı Lacan” adlı yapıtında ünlü düşünüre yöneltilen temelsiz iddiaları çürütüyor. Yaşamının ve yapıtının önemli dönemlerini hatırlatmaya ve yorumlamaya çalışıyor.

Roudinesco, Lacan’ın yapıtlarında gerçeklik, delilik, cinayet, bilinç, aile ve birey, aşk ve kadın, özne ile nesne gibi kavramları nasıl ele aldığını da gösteriyor. Roudinesco, “Bugün ona ‘guru’ ya da ‘demokrasi düşmanı’ gibi alçaltıcı etiketler takanlar, Lacan’ı bu hiç benimsemediği şeylerle suçlarken, onun bazen kendine bile karşı gelerek bu değişim süreçlerinde yer aldığını unutuyorlar” diyor kitapta. Ayrıca Lacan’ın zamanımızı önceden bildiğini, ırkçılığın, cemaatçiliğin, cehalet tutkusu ve düşüne nefretin tırmanacağını, devrim ve aydınlanmanın çıkmazlarını, dine dönüşen bir bilime, bilime dönüşen bir dine ve sadece biyolojik bir varlığa dönüşen insana inanılacağını çok önceden haber verdiğini belirtiyor. Roudinesco, Lacan’ın psikanalizi ve felsefesini anlatırken, düşünce sistemini ve yıllar içinde nasıl geliştiğini, yapıtında gerçeklik, delilik, cinayet, bilinç, aile ve birey,

115

Lacan 1953 ile 1956 arasındaki ilk seminerlerinden başlayarak, bilinç dışını bir dil olarak ele almış, insan denen varlığın içinde durmadan onu varlığının üzerindeki örtüleri kaldırmaya sevk eden bir sözün yaşadığını göstermişti. Sonra bu düşüncelerinden, öznenin simgesel işlevin önceliğiyle belirlendiği bir özne teorisi çıkardı; öznenin eylem ve kaderini oluşturan başlıca öğeye de ‘gösteren’ adını verdi. Lacan her zaman bir şeyle ve onun tersiyle uğraşıyordu: Yasak ile yasağı delme, aile ile aile içi kavgalar, simgesel düzen (dil, gösteren, akıl) ile pattadak ortaya çıkan gerçek (heterojen olan, lanetli olan, delilik) ve son olarak imgesel kapılma (ayna) ile bundan koparılma (gözden düşmüş nesne). Sürekli olarak kendisinin buluşu olan üç öğeyi gündeme getiriyordu: İmgesel, simgesel, gerçek. Marx’ın artı-değer kavramını alan Lacan sonradan bunun psikanalizde karşılığının artı-keyif olduğunu gösterdi. Freud’unkinden farklı bir kaygı anlayışı geliştirdi. Kaygıyı ruhsal organizasyonun kurucu yapılarından birine dönüştürdü. Onun için kaygı, her türlü insan özelliğinin göstereni oldu. Gerçekliği gerçeküstü bir ressam gibi anlattı. 1966’da makalelerini bir kitapta topladı, “Ecrits” (yazılar) adını verdiği kitap bütün rekorları kıracaktı: Birinci cilt yüz yirmi bin, ikincisi elli beş bin sattı. Lacan bundan böyle övülecek, saldırılacak, nefret edilecek ve hayranlık duyulacak, ağırlığı olan bir düşünüre dönüşecek, sadece teamüllere karşı gelen bir pratikçi olarak kalmayacaktı. Elisabeth Roudinesco, yaşamı ve yapıtını bir arada sunan benzersiz bir Lacan portresi çiziyor. Okuru, modern yaşamda önemli bir yer tutan, entelektüel bir serüvenin bilinmedik yollarında gezdiriyor. MS Milliyet SANAT Ocak 2013


ANADOLU’DA SANAT ASLI E. PERKER

asliperker@yahoo.com

Tarih boyunca büyük savaşlara tanıklık etmiş bir şehir Çanakkale. Ama şimdi büyük bir hızla canlandırdığı sanat hayatıyla tarihe damgasını vurmaya çalışıyor.

Savaşların kentinde sanatın galibiyeti İNGİLTERE’NİN ilk Nobel ödüllü yazarı Rudyard Kipling bir şiirine şöyle başlamıştı: ‘’Hero’nun bir zamanlar Leandros’a yol göstermek için yaktığı lamba nerede?’’ Hero ve Leandros Çanakkale’de yaşamış iki aşıktı, hazin bir öyküleri vardı ve sadece Kipling’e değil Shakespeare’e, ünlü kompozitörler Liszt’e, Schumann’a ve dünya sanat tarihinde yerini almış daha pek çok isme ilham kaynağı olmuşlardı. Toprağının her karışı ile uzun bir zaman dilimine şahitlik etmiş olan Çanakkale bu sebepten tarihin en sadık dostu sanatın da ayrılmaz bir parçası oldu. Memleketimizin belki en güzel türküleri bile orada yaşanan büyük acılara yakılmadı mı? Anlayacağınız yüzyıllar boyunca onun içinden sanat çıktı, şimdi ise sanatın içinden o çıkıyor. İşin doğrusu Çanakkale’de sanat bakımından ne olup bittiğine bakmaya geçtiğimiz ay düzenlenen çocuk bienali yüzünden karar verdim. Çocuklarla ilgili her türlü sanatsal ve kültürel etkinliği çok önemsiyorum, takdir ediyorum ve o beylik lafı halen tekrarlayanlardanım: ‘’Önce eğitim.’’ Bir ay süren Uluslararası Çanakkale Çocuk Bienali’ne Türkiye dışından İngiltere, İskoçya, Rusya, Polonya, Çin, Belçika, Almanya, Fransa, Litvanya, ABD, Çek Cumhuriyeti, Ermenistan, Portekiz, Letonya, Yunanistan, Avusturya, KKTC, Filistin; Türkiye’den de Çanakkale dışında Adana, Ankara, Antakya, Bursa, Denizli, Düzce, Edirne, Isparta, İstanbul, İzmir, Mardin, Mersin, Muğla, Samsun, Diyarbakır, Sinop, Şırnak, Batman, Yüksekova, Van, Tekirdağ’dan birçok kurum katıldı. Çeşitli atölyeler, aktivitelerle sanatı oyunlaştıran ve böylelikle çocukların dün-

Milliyet SANAT Ocak 2013

Çanakkale Çocuk Bienali’ne Türkiye dışından İngiltere, İskoçya, Rusya, Polonya, Çin’in de aralarında bulunduğu pek çok ülkeden kurum katıldı.

yasında anlaşılması zor bir uğraş olmaktan çıkaran bienalin amacına ulaştığını tahmin ediyorum. Bu kadar büyük bir organizasyonun Çanakkale’den çıkmış olması çok şaşırtıcı değil aslında, zira kent sanat aracılığıyla çocuk gelişimine bir hayli önem veriyor gibi gözüküyor. Gördüğüm tiyatro afişlerinin yarısından fazlası çocuk oyunlarınınkilerdi herhalde. Anneler (gönül anne babalar demek isterdi) çocuklarını bir yandan masal dinletilerine bir yandan da var olan yeteneklerini geliştirmeleri için türlü eğitim programlarına taşıyor.

ŞİİR ÖNEMSENİYOR Diğer yandan yetişkinler de boş durmuyor. İşin doğrusu Çanakkale’de öyle gü-

116

zel etkinlikler var ki insanın günübirlik kalkıp gidesi gelir. Misal, ben geçtiğimiz ay düzenlenen Ece Ayhan Buluşması’nı kaçırdığıma üzüldüm. Fırat Demir, Enis Rıza, Kubilay Ünsal, Metin Üstündağ, Orhan Alkaya ve Ahmet Güngören’in katıldığı, moderatörlüğünü Ragıp Duran’ın yaptığı etkinlikte başlık “Ece Ayhan Şiirleri ve Sinema” imiş. Doğrusu kim ne söyledi şahsen duymak isterdim, fakat aldığım duyumlara göre hem güzel hem de enteresan bir etkinlik olmuş. Katılım iyiymiş, dinleyici/seyirci ilgiliymiş ve ilginin düştüğü yerde de Türkiye’nin yetenekli şairlerinden Fırat Demir koltuğunda kaykılmaya başlayanların uykusunu az biraz provokativ konuşmasıyla açmış. Ece Ayhan’dan önce kendi hayatını ortaya koyan Demir’in, Ece Ayhan şiirinin


arzunun ve cinselliğin şiiri olduğunu söylemesi şüphesiz dağılan dikkatleri toplamış olmalı. Şiirin Çanakkale’de önemsendiği belli; bu durum, Akademi Şiir Ailesi Kültür ve Edebiyat Derneği’nin sık sık şiir dinletileri düzenlemesinden anlaşılıyor. Bir de yine aynı derneğin organize ettiği ve yerli yabancı pek çok şairin katıldığı Uluslararası Çanakkale Şiir Akşamları etkinliği var. Şehirde konferansların, söyleşilerin sıklığı da gerçekten ilgi çekici. Çanakkale Kent Müzesi ve Arşivi bu hususta bir hayli aktif görünüyor. Etkinlikleri kent sohbetleri üzerinde yoğunlaşıyor. ‘’Halk Bahçesi Üzerine Anılar’’ geçen ayın başlıklarından biri örneğin. Ve yine aslında kaçırdığımıza üzüleceğimiz bir etkinlik. Bir zamanlar, kent tarihinde mühim bir yeri olan İngiliz Calvert Ailesi’ne ait olan bu halk bahçesi ile ilgili anılar anlatılırken eski fotoğraflardan oluşan bir slayt gösterisi de yapılmış. Kentte “Calvert Ailesi” adlı fotoğraf sergisi ise 9 Ocak’a kadar devam ediyor. Konferans ve söyleşilerde bilhassa kadın ve çocuk haklarına yer verildiğini söylemek yanlış olmaz. Geçtiğimiz ayın konuşmalarından birkaçının başlığına bakalım: ‘’İnsan hakları perspektifinde kadın ve kız çocuklarının haklarına bakış’’, ‘’Osmanlı’da eğitim, enderun ve harem’’, ‘’Haklar: İnsan, hayvan, tüketici, çevre, çocuk, engelli, cinsel yönelim’’, ‘’Kadın ve Kültürel Güç’’, ‘’Niçin Feminizm.’’ Çanakkale Valiliği de Çanakkale Belediyesi de bu konuları ele alarak tartışma/konuşma ortamı yaratabildiği için kutlanmalı. Kadın odaklı bir fotoğraf sergisi de görülmeye değer: ‘’Cepheden Başbakanlı-

Geçtiğimiz ay Dostlar Tiyatrosu prodüksiyonu “Ben Bertolt Brecht’’i kaçıranlar çok üzülmesinler, Çanakkale’de bu ay Rutkay Aziz ve Taner Barlas’ın sahne aldığı ‘’Adalet Sizsiniz’’ oyunu sahnelenecek. ğa’’ Cumhuriyet tarihi boyunca bilimde, sanatta, siyasette, cephelerde başarılı olmuş kadınların fotoğraflarından oluşuyor. Geçtiğimiz ay başlatılan ve gelecekte de devam ettirileceği düşünülen bir başka proje ise ‘’Nasıl Yola Düşülür?’’ İnsanları yola düşürmeyi planlayan proje tamamlandığında kamera ve ses kayıtları ile her ay yapılacak olan etkinlikler sonunda bir kitap haline getirilecek.

BARIŞ KÜLTÜRÜMÜZ OLSUN Kent, engelli vatandaşlarına duyarlı.

Uluslararası Troia Festivali 49 yıldan bu yana düzenleniyor.

117

En azından engelliler meclisi Türk Halk Müziği korosunun verdiği konserlere gösterdikleri ilgi öyle olduğuna işaret ediyor. Çok yeni bir koro, çalışmalarını sadece iki aydır sürdürüyorlar, fakat halktan ilgi görüyorlar. Tabii tek başına korolar, konserler bir şehri engelliler için yaşanabilir kılmaz, gerekli fiziki koşulların yaratılması gerekir, ancak bunun bir başlangıç olabileceğini, Çanakkale’nin bu hususta da diğer kentlere örnek teşkil edebileceğini umuyoruz. Bunların dışında Çanakkale’ye cazın, balenin, tiyatronun da uğradığını biliyoruz. Üstelik ilgi her zaman sanatçıları sevindiren türden oluyor. Bu ay “Sevdan Ateşten Bir Gömlek - Nazım Hikmet Şarkıları” Hasan Yükselir konseri olacak. Geçtiğimiz ay Dostlar Tiyatrosu prodüksiyonu ‘’Ben Bertolt Brecht’’i kaçıranlar çok üzülmesinler, bu ay Rutkay Aziz ve Taner Barlas’ın sahne aldığı ‘’Adalet Sizsiniz’’ oyunu sahnelenecek. 49 yıldır düzenlenen Uluslararası Troia Festivali’nin kendine seçtiği misyon ise çok mühim. Tarihi boyunca kanlı çatışmalara sahne olmuş, hatta belki de tüm dünyada savaşlarıyla tanınır olmuş Çanakkale’nin uluslararası festivalinin ana başlığı daima ‘barış kültürümüz olsun’. Bunu da sanat aracılığıyla önyargıları ortadan kaldırmaya çalışarak yapıyor. Ve en nihayetinde dünyanın dört bir yanından insanı tıpkı tarih boyunca olduğu gibi bir araya getirmeyi başarıyor. Bu sefer savaş değil, sanat için. MS

Milliyet SANAT Ocak 2013


İAŞE HÜLYA EKŞİGİL

heksigil@yahoo.com

Hep yeni yılda daha az yemek, daha sağlıklı beslenmek ve bu konudaki disiplinimizi korumak isteriz. Peki, özellikle her kafadan bir sesin çıktığı, her geçen yıl bir doktorun bir öncekine zıt diyetler önerdiği, gazetelerin her gün yalan yanlış listeler yayımladığı günümüzde, gerçekten sağlıklı olanı bilebilmek ne kadar mümkün?

Sağlıklı ‘yeni yıllar’ için... Bütün kalorisine rağmen kuruyemiş bedenimiz için en gerekli yiyecek türü.

YENİ YILA ait hayallerimiz sorulsa herhalde para, aşk ve zayıflamak bir sacayağının değişmez ayaklarını oluşturur. Hep yeni yılda daha az yemek, daha sağlıklı beslenmek ve bu konudaki disiplinimizi korumak isteriz. Zayıflama derdi olmayanların bile her gün içtiği Coca Cola’yı portakal suyuna dönüştürebilmek gibi hayalleri vardır. Kendimize bu tür hedefler belirleriz belirlemesine de, bunların ne kadarı gerçekten sağlıklı bir beslenmenin adımlarını atmaya aday olur? Özellikle her kafadan bir sesin çıktığı, her geçen yıl bir doktorun bir öncekine zıt diyetler önerdiği, gazetelerin her gün yalan yanlış listeler yayımladığı günümüzde, gerçekten sağlıklı olanı bilebilmek ne kadar mümkün? Az ve sık mı yemeliyiz, ara öğünlerde zinhar bir şey atıştırmamalı mıyız, yumurta aklandı mı aklanmadı mı, nasıl emin olabiliriz? Bunlar sadece bizim değil, beslenme uzMilliyet SANAT Ocak 2013

manlarının bile kafasını karıştıran konular. Her geçen gün yeni araştırmaların yayımlandığı bu alanda araştırmaların bir kısmının büyük şirketler tarafından manipüle ediliyor olması da işleri büsbütün içinden çıkılmaz hale getiriyor.

“YEMEK BASİT BİR İŞTİ” Geçen ay Montreal’deki McGill Üniversitesi’nde bu konuda karışmış olan kafaları bir nebze de olsa rahatlatmak için bir sempozyum düzenlendi. “A Serving of Science” (Bir Porsiyon Bilim) kendi alanında çok önemli dört uzmanın katıldığı ve büyük ilgi gören bir etkinlik oldu. Bu konularda günlük bir gazetede yazıp çizen akademisyen Joe Schwartz’ın açılış konuşması gerçekten de hepimizin hislerinin tercümesi gibiydi. “Yemek basit bir işti,” dedi, “ İyi pişirildiyse, iştah açıcı görünüyorsa ve yeterince bolsa, hepimiz mutluyduk. Fakat sonra

118

bilim de bizimle birlikte yemeğe oturdu ve soframız kafa karıştırıcı bir laboratuvara dönüştü.” Ardından bu kafa karışıklığına yenilmemek ve en azından sapla samanı ayırıp asgari doğrularda birleşmek gerektiğini söyledi ve bizde de çok yaygın olan bir kendini kandırma yönteminden kesinlikle uzak durulmasını önerdi: “Severek yediğin bedenin için de iyidir!” Konuşmacılar Friedman School of Nutrition’dan beslenme uzmanı ve Antioksidan Araştırma Laboratuvarı Başkanı Jeffrey Blumberg, Harvard School of Public Health’in bölüm başkanı ve bu alanda başka bir çok kuruluşun önemli kademelerinde görevli Water Willet, New York Times gazetesinin beslenme ve sağlık yazarı Jane Brody ile kitaplarına benim de büyük bir hayranlık duyduğum, yemeğin kimyasını konu alan “On Food and Cooking: The Lore and Science of the Kitchen”ın da yazarı Harold McGee idi. Birbirinden ilginç geçen konuşmaların ardından bu alanda yapılan son araştırmalar üzerinde de biraz okuyunca, aslında bu alanda yeni ve tezat yaratan bilgiler ortaya çıksa da temel iddiaların pek de değişmediğini gördüm. Ve bütün dinleyip okuduklarımdan sonra, yeni yılda daha sağlıklı beslenmek isteyenler için aşağıdaki listeyi oluşturdum. Bütün kalorisine rağmen kuruyemiş bedenimiz için en gerekli yiyecek türü. Her gün bir avuç içi kadar ceviz, fındık, badem vs tüketmek şart. Tabii ki doğal halleriyle. Bu konuda kafası karışık olan hiçbir bilim adamı yok. Yine çok net bir bilgi de meyvelerin kendini yemenin suyunu içmekten çok daha yararlı olduğu ve daha az şeker içerdiği. İlle meyve suyu diyenler narı ve elmayı tercih


nılıyor hazır gıdalarda. Jane Brody konuşmasında, “Çocuklarımı büyütürken, en yoğun çalıştığım zamanlarda bile asla dışardan kek, kurabiye alıp yemelerine izin vermedim. Vakit bulduğumda çok sayıda ufak kek ve kurabiye pişirip dondururdum. Çocuklarım her zaman içinde ne olduğu belli, şekeri dengeli tatlılar yedi. Çocuklarınıza bu iyiliği yapmaktan kaçınmayın,” dedi.

HİÇBİRİ DİYET ÖNERMEDİ

Giuseppe Arcimboldo’nun sebze insanlarından biri...

Bu arada tatlılar kategorisinde sayılabilecek en masum yiyecek siyah çikolata. Tabii marketten üç kuruşa alınan ve içinde kakaodan başka her şey olan çikolatalardan değil, katkısız bir parça siyah çikolatadan söz ediliyor. Çikolata sevip de bu şekilde yemekten hoşlanmayanlar, fındık, kuru üzüm gibi lezzetlerle tatlandırarak da tüketebilirler. Yine faydalı bulunan içecekler ise sütsüz kahve ve çay, özellikle de yeşil çay. Bitki çayları ise günün her saatinde şekersiz

‘Dr. Oz öneriyor’, ‘Jeniffer Aniston onunla formda kalıyor’ gibi tamamı uydurma ilanlara kanıp mango hapları içmekten, mideyi delene kadar acı biber yemekten ya da sabah akşam fincan fincan aynı bitkinin çayını tüketmekten kaçınılması gerekiyor. etmeliler. Portakal suyu çok şekerli. İçilecekse içine antioksidan bakımından yararlı olan nar suyu karıştırılmasını öneriyorlar. Ve günlük meyve suyu tüketim sınırı da 250 ml. Tabii bu taze sıkılmış meyve suları için geçerli. Hazır satılanlar çoluk çocuk hepimiz için uzak durulması gereken oranda şeker içeriyor. Şeker ilavesiz ibarelerine ise aldanmamalı. Ya şeker benzeri zararlı tatlandırıcılar içeriyorlar ya da şeker bakımından yüklü meyve konsantreleri. Net olarak anladığım şu: Şeker bütün kötülüklerin hem anası hem de babası ve ne yazık ki farkında olmadan bedenimize giren de bir dolu şeker var. Aynı durum tuz için de geçerli. Bilim dünyası tuz için doğal deniz tuzu olmak şartıyla ‘zinhar!’ demiyor. Belli bir oranda tuz herkes için gerekli. O konudaki en büyük tehlike hazır gıdalar. Bir şey ambalajlanarak satılmaya başladığı anda koruyucular içeriyor demektir. ‘Kimyasal koruyucu içermez’ etiketi sağlıklı olduğu anlamına gelmiyor zira tuz ve şeker, üstelik birbirinin tadını dengelemek için ikisi birlikte bolca kulla-

olarak tüketilebiliyor. Ama yine de ölçü her yiyecek içecek için anahtar sözcük. “400 havuç yerseniz, ölürsünüz,” diyen Jeffrey Blumberg “En faydalı sebzelerden biri olduğu kanıtlanan brokolide de toksin var. Her şey ölçülü ve dengeli tüketilmeli,” dedi ve çok faydalı sebzeler arasında yüksek kalorisi ve yağı nedeniyle uzak durulan avokadoyu da saydı. Bütün konuşmacıların hemfikir olduğu lahana çorbası diyeti, bebek maması diyeti gibi salgınlardan kesinlikle uzak durulması gerektiği idi. Zaten hiçbiri diyet önermedi. Zararlı gıdalardan uzak durulan ya da çok az tüketilen, arada da abartmadan kaçamaklar yapılan bir beslenme düzeni önerdiler. Ve hepsi inceciktiler! Asla yapılmaması gereken ise nasılsa yakında rejime başlayacağım inancıyla abartarak yiyip içmek. “İçecekseniz bir kadeh kırmızı şarap için, sert içkileri seviyorsanız haftada bir abartmadan için, bu şekilde uzun yıllar sevdiğiniz şeyleri yaparak yaşayabilir-

119

siniz,” diyen uzmanlar etin de uzak durmak gereken besinler arasında yer aldığını, yenen miktarın çok önemli olduğunu vurguladı; etsiz yapamayan biri için hiç değilse haftada bir gün hiç et yememeyi önerdi. Önerilen besinler listesinde keten tohumu, susam gibi faydalı tohumlar, yulaf ve her türlü baklagil ön sıradaydı. Sağlıklı yağ olarak da zeytinyağının dışında avokado yağı, kanola yağı ve ceviz, fındık gibi kuruyemişlerin yağlarının adı geçti. Tabii rafine edilmemiş halleriyle. Beyaz un, patates, beyaz pirinç ve beyaz makarna bir kez daha insulin seviyesi için en zararlı besinler olarak ilan edildi. İki hafta tamamen uzak durduktan sonra çok az miktarlarda tüketilebilecek bu tür besinlerin esmer pirinç, makarna, tam buğday ve çavdar unundan yapılan ekmeklerle yer değiştirmesi gerekiyor. Seminerde üzerinde durulan bir konu da laktozsuz ve glutensiz besinlerin bir salgına dönüştüğü, oysa doktor tarafından bu maddelere karşı alerjik olduğunuz belirlenmedikçe hiçbir şeyin laktozsuz ve glutensizini tercih etmek gerekmediği idi. Zaten en büyük uyarı bu salgınlar konusunda geldi ve ‘Dr. Oz öneriyor’, ‘Jeniffer Anitson onunla formda kalıyor’ gibi tamamı uydurma ilanlara kanıp mango hapları içmekten, midenizi delene kadar acı biber yemekten ya da sabah akşam fincan fincan aynı bitkinin çayını tüketmekten kesinlikle kaçınılması gerektiğini ısrarla gündeme getirdiler. Uzun lafın özeti şu: Formda kalmak için hiçbir mucizevi besin ve yöntem yok. Sadece, siz ve aklınız varsınız. Bana da yeni yılla gelen yenilenme arzunuzu bir sonraki yıla kadar taze ve diri tutabilmenizi dilemek kalıyor. Ve tabii bir de başkalarına verdiğim akıldan bir parça da olsa faydalanabilmek! MS İlle meyve suyu içilecekse, nar suyu içilmeli.

Milliyet SANAT Ocak 2013


AYIN İÇİNDEN

çocuklar için AJANDA

ATÖLYE Çocuklar İstanbul Modern’in atölye çalışmasında.

Zengin program ● İstanbul Modern Sanat Müzesi’nde ocak ayı, çocuklar ve aileler için eğlenceli ve eğitici programlarla dolu. Müzenin fotoğraf galerisindeki “Bakış” sergisine özel, çocuklar için bulmacalar tasarlandı. Öğretmenleri ya da aileleriyle sergiyi gezen 7- 12 yaş grubu çocuklar isterlerse serginin tek bir bölümüyle ilişkili bir bulmacayı çözüyor ya da tüm bulmacaları çözüp sergi gezisini tamamlayarak portre fotoğrafı ve sanatçılarla ilgili bilgi ediniyorlar. Ayrıca “Bakış” sergisini, uzman eşliğinde gezmek isteyen çocuklar için pazartesi hariç hafta içi her gün rehberli turlar düzenleniyor. Müzenin “Yeni Yapıtlar, Yeni Ufuklar” adlı sürekli sergisine paralel olarak düzenlenen Müze Çantam programı, çocukların sergi gezisi sırasında sanat yapıtlarını eğlenerek öğrenmelerine aracı olacak, onları keşfetmeye ve yaratıcı fikirler geliştirmeye teşvik edecek eğitim araçlarıyla dolu bir çantanın kullanılmasıyla gerçekleştiriliyor. Öte yandan İstanbul Modern, 7-12 yaş grubundaki çocuklar için, okulların yarı yıl tatilinde olduğu 28 Ocak - 8 Şubat tarihleri arasında da özel bir program sunuyor. Atölye programı kapsamında çocuklar resim, heykel, fotoğraf, animasyon, yerleştirme ve performans gibi disiplinlerin yanı sıra edebiyat ve tasarımı da içeren uygulamalar yapabilecekler. (0212) 334 73 52

Milliyet SANAT Ocak 2013

TİYATRO ● Zorlu Çocuk Tiyatrosu, Andersen’in dünya klasikleri arasında yer alan “Çirkin Ördek Yavrusu” adlı masalını müzikal olarak sahneye taşıyor. Oyun, 19 ve 20 Ocak’ta saat 15.00’te, 26 ve 27 Ocak’ta 12.00 ve 15.00’te Kenter Tiyatrosu’nda sahnelenecek. www. zorlucocuktiyatrosu.com

● Tüm dünyada ve Türkiye’de izlenme rekorları kıran “Disney Live! Mickey’nin Müzik Festivali” Türkiye turnesine çıkıyor. İstanbul Çocuk Tiyatrosu işbirliğiyle sahnelenen ve Mickey Mouse ile arkadaşlarını sahne üzerinde bir araya getiren gösteri 4, 5 ve 6 Ocak’ta Konya’da, 25 ve 30 Ocak arasında İzmir’de izlenebilecek. www.biletix.com ● Uluslararası Şampiyon İllüzyonist ve Showman Jason Andrews İstanbul’a

“Yaşasın Büyüyorum” ücretsiz izlenebilecek.

“Çirkin Ördek Yavrusu” isimli oyundan...

geliyor. Andrews’un şovu 19 Ocak’ta saat 15.00 ve 18.00’de Trump Towers Mall’da izleyiciyle buluşacak. (0212) 356 62 00 ● Pınar Çocuk Tiyatrosu’nun “Yaşasın Büyüyorum” adlı oyunu mart ayına kadar her cumartesi ve pazar günleri saat 11.30’da ücretsiz olarak Mecidiyeköy’deki Profilo Alışveriş Merkezi’nde minik tiyatroseverleri bekliyor. (0212) 216 43 69 ● Murat Altınok’un uyarlayıp yönettiği “Oz Büyücüsü” adlı oyun 6 Ocak saat 13.00’te TİM Fettah Aytaç Salonu’nda izleyiciyle buluşacak. www.biletix.com ● Rüyasında en sevdiği oyuncağı çalınan bir çocuğun fantastik, akrobatik, neşeli ve umut dolu düşsel yolculuğunu anlatan “Rüyalar Ülkesine Yolculuk - Galtük” adlı oyun 25 Ocak - 3 Şubat tarihleri arasında TİM Show Center’da... www.timshowcenter.com

ATÖLYE

Heykelden baskıya ● Akbank Sanat, ocak ayı boyunca her cumartesi günü suluboyadan baskıya, oyuncak heykelden yaratıcı dramaya kadar eğitici ve eğlenceli çocuk atölye çalışmalarına ev sahipliği yapıyor. Atölye çalışmalarından ilkinde çocuklar eğitmen gözetiminde Sarkis’in su içinde suluboya tekniğini öğreniyorlar. Mozaik atölyesinde polimer killerle parçaları bir araya getirerek mozik resimler yapılacak. 7-14 yaş grubuna hitap eden çalışmalarda çocuklar hem oyuncak

120

Atölye 7 - 14 yaş grubu için.

heykeller yapacak hem bu heykellerle oynayacaklar. Ayrıca eğitim programı kapsamında çocuklar rehber eşliğinde sergi salonunda yer alana Magdalena Abakanowicz’in “İnsanlık Serüveni” adlı sergisini gezebilecek. www.akbanksanat.com


ocak

REHBERİ

“Zahit Büyükişliyen Retrospektifi” sergisinde yer alan çalışma. 1 OCAK SALI SERGİ ● Kutlukhan Perker’in sergisi 8 Ocak’a kadar ENKA Dr. Clinton Vickers Sanat Galerisi’nde. (0212) 705 65 00 ● “Hara Kiri” başlıklı sergi 9 Ocak’a kadar Galeri Nev’de. (0312) 437 93 90 KONSER ● Sibel Köse, Önder Focan ve Kağan

Yıldız Trio saat 22.00’de Nardis’te. 2 OCAK ÇARŞAMBA SERGİ ● Mustafa Tunçalp’in sergisi 5 Ocak’a kadar Nurol Sanat Galerisi’nde. (0312) 468 86 70 ● Görkem Ergün 2 Ocak’a kadar Poligon’da. (0212) 293 71 21

121

TİYATRO ● ”Babamın Cesetleri” bugün ve 31 Ocak’ta saat 20.30’da Krek’te. (0216) 556 98 00 ● ”Kaset - Tape” saat 20.30’da Craft Tiyatro’da. (0216) 556 98 00 ● ”Vişne Bahçesi” saat 15.00’te Kağıthane Sadabad’da. (0212) 455 39 00 Milliyet SANAT Ocak 2013


AYIN İÇİNDEN

3 OCAK PERŞEMBE SERGİ ● Şengül Adsalan Erbaykent’in sergisi 6 Ocak’a kadar Türkan Saylan Kültür Merkezi’nde. (0232) 422 52 36 ● Uğural Gafuroğlu 27 Ocak’a kadar Galeri FE’de. (0216) 368 03 68 ● Ahmet Müderrisoğlu 31 Ocak’a kadar Galeri Selvin’de. (0212) 263 74 81 KONSER ● Hassan Khan saat 21.30’da Ghetto’da. (0216) 556 98 00 TİYATRO ● ”Babaannem 100 Yaşında” KKM Gazanfer Özcan Sahnesi’nde. (0216) 556 98 00 ● ”Deniz Kızı” saat 15.00’te Üsküdar K. Yılmazer Sahnesi’nde. (0212) 455 39 00 ● ”İstanbul Hatırası” saat20.00’de Üsküdar Sahnesi’nde. (0212) 455 39 00 BALE ● ”“Genç Werther’in Acıları” saat 20.00’de Kadıköy Süreyya Operası’nda. 0212 252 11 11 4 OCAK CUMA SERGİ ● Özcan Uzkur’un sergisi 19 Ocak’a kadar Galeri İlayda’da. (0212) 227 92 92 ● Sabit Batyan ve Semiha Korol 2 Şubat’a kadar Ege Üniversitesi AKM’de. (0232) 489 04 59 KONSER ● Makrokosmos Dörtlüsü Borusan Müzik Evi’nde. (0216) 556 98 00 TİYATRO ● ”Uğrak Yeri” saat 20.00’de Craft

“Ferhangi Şeyler” 21 Ocak’ta CKM’de. Milliyet SANAT Ocak 2013

Chinawoman

KONSER Tiyatro’da. (0216) 556 98 00 ● ”Mi Minör” saat 20.30’da Küçük Çiftlik Park’ta. (0216) 556 98 00 ● ”Gerçek Hayattan Alınmıştır” 20.30’da Kumbaracı50’de. (0212) 243 50 51 ● ”Karagöz Tatlıcı” saat 15.00’te Kağıthane Kaçak Kemal Sahnesi’nde. (0212) 455 39 00 GÖSTERİ ● ”Arkadaşım Hoş Geldin” saat 20.30’da BKM’de. (0216) 556 98 00 OPERA ● ”“Wolfgang ve Lorenzo” saat 20.00’de Fulya Sanat’ta. 0212 252 11 11 5 OCAK CUMARTESİ SERGİ ● Orhan Umut’un sergisi 14 Ocak’a kadar Armoni Sanat Galerisi’nde. (0312) 440 43 76 ● Resul Aytemur 3 Şubat’a kadar PortArt Gallery’de. (0312) 468 28 32 KONSER ● Big Beats Big Times Vol. 1 saat 21.30’da Borusan Müzik Evi’nde. (0212) 336 32 71 TİYATRO ● ”Adalet, Sizsiniz” saat 20.30’da Bursa Teyyare Kültür Merkezi’nde. (0216) 556 98 00 ● ”Barzo İle Konserve” 20.30’da Kumbaracı50’de. (0212) 243 50 51 ● ”Cambazhane” saat 12.00’de Kağıthane Sadabad’da. (0212) 455 39 00 OPERA ● Yeni Yıl Konseri saat 20.00’de Leyla Gencer Sahnesi’nde. (0312) 310 78 33 6 OCAK PAZAR SERGİ ● ”2012’den İmgeler” başlıklı karma resim sergisi 7 Ocak’a kadar Galeri M’de. (0312) 235 50 06 ● Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun sergisi 19

122

İki gece üst üste: Chinawoman Rus asıllı Kanadalı sanatçı Chinawoman, 9 ve 10 Ocak’ta Babylon’da... Kirov balerini bir anne ve Rus mühendisi bir babanın kızı olan Michelle, müzik birikimini Chinawoman adı altında şarkılarına yansıtmaya başladı. Hemen hemen her enstrümanını kendi çaldığı 2007 tarihli albümü “Partygirl”de sergilediği yeteneğiyle dikkatleri üzerine çeken Chinawoman, 2010’da yayınladığı “Show Me the Face” albümüyle tüm dünyada tanındı. Chinawoman’ın konserlerinin başlangıç saati 21.30... (0216) 556 98 00 Şubat’a kadar Kempinski Sanat Galerisi’nde. (0212) 326 46 46 ● Nuray Özler 2 Şubat’a kadar Doruk Sanat Galerisi’nde. (0212) 252 05 35 KONSER ● A. Adnan Saygun’u anma gecesi saat 20.00’de Operet Sahnesi’nde. (0312) 310 78 33 TİYATRO ● ”Toplu Hikayeler” saat 20.30’da Kenter Tiyatrosu’nda. (0216) 556 98 00 7 OCAK PAZARTESİ SERGİ ● ”Doğadan Bir Hediye” başlıklı sergi 12 Ocak’a kadar Fotofilm Sanat Merkezi’nde. (0212) 244 04 95 ● Funda İycel Tuncer’in sergisi 27 Ocak’a kadar Mustafa Ayaz Sanat Galerisi’nde. (0312) 285 89 98 GÖSTERİ ● ”Arda Boyları” saat 20.00’de Operet


Sahnesi’nde. (0312) 310 78 33 TİYATRO ● ”Haz Makamı” 20.30’da Kumbaracı50’de. (0212) 243 50 51 8 OCAK SALI SERGİ ● Nalan Yırtmaç’ın sergisi 12 Ocak’a kadar X-İst’te. (0212) 291 77 84 ● Belma Ersu’nun sergisi 15 Ocak’a kadar Bahariye Sanat Galerisi’nde. (0216) 414 55 06 MÜZİKAL ● ”Bir Tenor Aranıyor” saat 20.00’de Operet Sahnesi’nde. (0312) 310 78 33 TİYATRO ● ”LULABAY” saat 20.30’da Kumbaracı50’de. (0212) 243 50 51 9 OCAK ÇARŞAMBA SERGİ ● Sevil Seval Ünlü’nün sergisi 13 Ocak’a kadar Altanay Sanat Galerisi’nde. (0312) 468 30 76 KONSER ● Weed ft. Saadet Türköz saat 21.30’da Borusan Müzik Evi’nde. (0212) 336 32 71 TİYATRO ● ”Küçük Adam Ne Oldu Sana” saat 20.00’de Yunus Emre Büyük Sahne’de. (0216) 556 98 00 OPERA ● ”Karyağdı Hatun” saat 20.00’de Opera Sahnesi’nde. (0312) 310 78 33 10 OCAK PERŞEMBE SERGİ ● Özlem Üner’in sergisi 11 Ocak’a kadar Galeri Artist Çukurcuma’da. ( 0212) 251 91 63 KONSER ● ”Music with Egg: Original Fluxus Sounds” saat 20.00’de Borusan Müzik

“Seslerle Anadolu” 13 Ocak’tan itibaren Operet Sahnesi’nde...

Evi’nde. (0212) 336 32 71 TİYATRO ● ”Yeni Yasaklar” saat 20.30’da CKM’de. (0216) 556 98 00 ● ”Kara Sohbet” 20.30’da Kumbaracı50’de. (0212) 243 50 51 11 OCAK CUMA SERGİ ● İsmail Avcı’nın sergisi 18 Ocak’a kadar Galeri Işık Teşvikiye’de. (0212) 233 12 03 KONSER ● Sanlıkol/Mutlu Quintet ve Erkan Oğur saat 21.30’da Borusan Müzik Evi’nde. (0212) 336 32 71 TİYATRO ● ”Asi Kuş” saat 20.00’de Trump Towers Mall’da. (0216) 556 98 00 ● ”Kimsenin Ölmediği bir Günün Ertesiydi” 20.30’da Kumbaracı50’de. (0212) 243 50 51 12 OCAK CUMARTESİ SERGİ ● ”Camların Renkli Dünyası” başlıklı sergi 14 Ocak’a kadar Halkalı Kültür ve Sanat Mekezi’nde. (0212) 693 08 16

KONSER ● Duo-Extraordinare” saat 21.30’da Borusan Müzik Evi’nde. (0212) 336 32 71 TİYATRO ● ”Kutlama” saat 20.00’de Gri Sahne’de. (0216) 556 98 00 OPERA ● ”Macbeth” saat 20.00’de Opera Sahnesi’nde. (0312) 310 78 33 13 OCAK PAZAR SERGİ ● ”Yeni Yıl” başlıklı karma sergi 15 Ocak’a kadar Derinlikler Sanat Merkezi’nde. (0212) 291 82 55 TİYATRO ● ”Renkler Dünyası” saat 20.30’da İzmir Narlıdere AKM’de. (0216) 556 98 00 ● ”El el üstünde kimin eli var?” saat 13.00’te Kumbaracı50’de. (0212) 243 50 51 GÖSTERİ ● ”Seslerle Anadolu” saat 14.00’te Operet Sahnesi’nde. (0312) 310 78 33 BALE ● ”“Fındıkkıran” saat 20.00’de Kadıköy

SİNEMA

Oscar adayları İstanbul Modern’de

Lübnanlı yönetmen Nadine Labaki.

İstanbul Modern Sinema, Oscar heyecanı yaklaşırken, Yabancı Dilde En İyi Film kategorisine aday adayı olan filmleri bir araya getiriyor. Danimarka’nın adayı, Nikolaj Arcel’in yönettiği “Yasak Aşk / A Royal Affair”, İtalya’dan Paolo ve Vittorio Taviani’nin “Sezar Ölmeli / Cesare Deve Morire”, Olivier Nakache ve Eric Toledano’nun yönetmenliğini üstlendiği “Can Dostum /

123

Les Intouchables”, Romanya’nın adayı, yönetmenliğini Cristian Mungiu’nun üstlendiği epik bir şeytan çıkarma filmi olan “Tepelerin Ardında / Dupa Dealuri” gösterilecek filmler arasında yer alıyor. Lübnan’ın adayı, Nadine Labaki’nin yönettiği “Peki Şimdi Nereye? / Where Do We Go Now?” da programda bulunan diğer bir film... www.istanbulmodern.org

Milliyet SANAT Ocak 2013


AYIN İÇİNDEN

Süreyya Operası’nda. 0212 252 11 11 14 OCAK PAZARTESİ SERGİ ● Hızır Teppeev’in sergisi 15 Ocak’a kadar Kursat Sanat Galerisi’nde. (0312) 475 44 99 TİYATRO ● ”Güzel Şeyler Bizim Tarafta” saat 20.00’de Krek’te. (0216) 556 98 00 BALE ● ”Amazonlar” saat 20.00’de Operet Sahnesi’nde. (0312) 310 78 33 15 OCAK SALI SERGİ ● Dilek Baştürk’ün sergisi 15 Ocak’a kadar Valör Sanat Galerisi’nde. (0312) 442 00 72 TİYATRO ● ”Islah Evi” saat 20.00’de garajistanbul’da. (0216) 556 98 00 DANS ● ”“Ergime” saat 20.00’de Fulya Sanat’ta. 0212 252 11 11 16 OCAK ÇARŞAMBA SERGİ ● Zeren Koç’un sergisi 18 Ocak’a Zeren’le Sanat Galerisi’nde. (0312) 241 26 68 KONSER ● Jazz Open Mic saat 21.30’da Nardis’te. (0212) 244 63 27 ● Loca Luna ft. Çağ Erçağ saat 20.00’de Borusan Müzik Evi’nde. (0212) 336 32 71 TİYATRO ● “Kısalar” saat 20.30’da Gri Sahne’de. (0216) 556 98 00 ● “happy happy together” saat 20.30’da Kumbaracı50’de. (0212) 243 50 51 OPERA ● “Adriadne Naksos’ta” saat 20.00’de Kadıköy Süreyya Operası’nda. (0312) 310 78 33 17 OCAK PERŞEMBE

Aslı Kutluay’ın sergisindeki heykelleri. Milliyet SANAT Ocak 2013

“Notre Dame’ın Kamburu” Ankara seyircisinin karşısında...

SERGİ ● Serkan Taycan’ın sergisi 19 Ocak’a kadar Elipsis Gallery’de. (0212) 249 48 92 ● Zeyno Pekünlü’nün sergisi 19 Ocak’a kadar Sanatorium’da. (0212) 293 67 17 KONSER ● Selen Gülün Blue Band saat 21.30’da Borusan Müzik Evi’nde. (0212) 336 32 71 TİYATRO ● ”Mahşer-i Cümbüş” saat 20.30’da İzmit Sabancı Kültür Merkezi’nde. (0216) 556 98 00 ● ”Seni Yenicem İstanbul” saat 20.30’da Kumbaracı50’de. (0212) 243 50 51 18 OCAK CUMA SERGİ ● Uğur Yılmaz’ın sergisi 19 Ocak’a akdar ArtSümer’de. (0212) 249 10 35 TİYATRO ● ”İstanbul’da Bir Sokak Kedisi” saat 20.00’de Kenter Tiyatrosu’nda. (0216) 556 98 00 19 OCAK CUMARTESİ SERGİ ● Jale ve Sedef Yılmabaşar’ın sergisi 20 Ocak’a kadar Oasis Nurol Sanat Galerisi’nde. (0312) 468 86 70 KONSER ● Robin Guthrie Trio saat 21.30’da Borusan Müzik Evi’nde. (0212) 336 32 71 TİYATRO ● ”Bavul” saat 20.30’da İsmet İnönü SM’de. (0216) 556 98 00 20 OCAK PAZAR SERGİ ● “Paylaşılan İşaret II” başlıklı sergi 20

124

Ocak’a kadar CKSM’de. (0212) 598 55 23 ● Nazlı Taylan’ın sergisi 20 Ocak’a kadar Nesibe Aydın Sanat Akademisi’nde. (0312) 241 24 75 TİYATRO ● ”Ayıp Ettik” saat 20.00’de AKM Adnan Saygun Sahnesi’nde. (0216) 556 98 00 ● ”CAN’lı Kitap” 15.00’te Kumbaracı50’de. (0212) 243 50 51 21 OCAK PAZARTESİ SERGİ ● ”Ölümünün 10. Yılında İsmail Altınok İlk Resimleri ve Desenleri” başlıklı sergi 21 Ocak’a kadar İsmail Altınok Sanat Merkezi’nde. (0312) 433 30 34 TİYATRO ● ”Ferhangi Şeyler” saat 20.30’da CKM’de. (0216) 556 98 00 ● ”Üç Faz” 20.30’da Kumbaracı50’de. (0212) 243 50 51 22 OCAK SALI SERGİ ● Emin Koç’un sergisi 31 Ocak’a kadar Art 350-Gallery’de. (0216) 369 80 50 KONSER ● ”Giuseppe Verdi ile Aşk” saat 20.00’de Operet Sahnesi’nde. (0312) 310 78 33 TİYATRO ● ”Dertsiz Oyun” saat 20.30’da Kumbaracı50’de. (0212) 243 50 51 23 OCAK ÇARŞAMBA SERGİ ● ”Deniz Artık Uyanıyor” başlıklı sergi 25 Ocak’a kadar Siemens Sanat’ta.


(0212) 334 11 04 TİYATRO ● ”Mazeret Yok” saat 20.30’da MEB Şura Salonu’nda. (0216) 556 98 00 ● “singing stories on speaking mountain” saat 20.30’da Kumbaracı50’de. (0212) 243 50 51 OPERA ● “La Traviata” saat 20.00’de Kadıköy Süreyya Operası’nda. (0312) 310 78 33 24 OCAK PERŞEMBE SERGİ ● Mustafa Ata’nın sergisi 30 Ocak’a kadar Beşiktaş Çağdaş’ta. (0212) 351 93 90 KONSER ● Pascal Contet saat 20.00’de Borusan Müzik Evi’nde. (0212) 336 32 71 BALE ● ”Notre Dame’ın Kamburu” saat 20.00’de Operet Sahnesi’nde. (0312) 310 78 33 TİYATRO ● “Bernarda Alba’nın Evi” saat 20.30’da Kumbaracı50’de. (0212) 243 50 51 25 OCAK CUMA SERGİ ● Nejat Türkmen’in sergisi 31 Ocak’a kadar C.A.M. Galeri’de. (0212) 245 79 75

Göksel 25 Ocak’ta Ghetto Sahnesi’nde.

KONSER ● Göksel saat 22.30’da Ghetto’da. (0216) 556 98 00 TİYATRO ● ”Antonius ve Kleopatra” bugün, yarın ve 27 Ocak’ta Tepekule Kültür Merkezi’nde. (0216) 556 98 00 26 OCAK CUMARTESİ SERGİ ● ”Manzara Hakkında” başlıklı sergi 31 Ocak’a kadar Mine Sanat Galerisi’nde. (0212) 232 38 13 KONSER ● ”Coming Together” saat 21.30’da Borusan Müzik Evi’nde. (0212) 336 32 71 TİYATRO ● ”Kazaen” saat 20.00’de Tiyatro Pera’da. (0216) 556 98 00 27 OCAK PAZAR SERGİ ● ”Değişen Zamanların Mimarı Edoadrdo De Nari” sergisi 20 Nisan’a kadar Suna ve İnan Kıraç Vakfı İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’nde. (0212) 334 09 00 TİYATRO ● “Kayıp Eşya Bürosu” saat13.00’te Kumbaracı50’de. (0212) 243 50 51 28 OCAK PAZARTESİ SERGİ ● Nermin Ülker’in sergisi 1 Şubat’a kadar C.A.M Galeri’de. (0212) 248 81 49 KONSER ● Yinon Muallem Ensemble saat 22.30’da Nardis’te. (0212) 244 63 27 TİYATRO ● “Evaristo” saat 20.30’da Kumbaracı50’de. (0212) 243 50 51 29 OCAK SALI SERGİ ● Aslı Kutluay’ın sergisi 31 Ocak’a kadar Galeri Eksen’de. (0212) 219 08 50 KONSER ● Swing a la Turc saat 22.30’da Nardis’te. (0212) 244 63 27 30 OCAK ÇARŞAMBA SERGİ ● Sabrina Fresko ve Simya sanatçılarının sergisi 21 Mart’a kadar Simya Galeri’de. (0212) 259 77 40 KONSER ● ”Reyent Bölükbaşı Anısına” saat 20.00’de Borusan Müzik Evi’nde. (0212) 336 32 71

125

TİYATRO Deniz Karaoğlu ve Şenay Gürler birlikte.

“Kayıp” sahnede Craft Tiyatro, 11 Eylül felaketinin ardından yaşananları tiyatro sahnesine taşıyor. Başrollerinde Deniz Karaoğlu ve Şenay Gürler’in yer aldığı “Kayıp” isimli oyun, 11 Eylül’ün ardından yaşanan acıları ve insanların o acılar içindeyken yaşadıkları bencillikleri konu alıyor. Çağ Çalışkur’un yönetmenliğini üstlendiği “Kayıp”, Amerikalı oyun yazarı, yönetmen ve senarist Neil LaBute’un 2002 yılında sahneye koyduğu “The Mercy Seat” isimli oyunundan uyarlandı. Oyun Ocak ayı boyunca her Perşembe izleyiciyle buluşacak. (0212) 249 49 66 TİYATRO ● ”Basit Bir Ev Kazası” saat 20.00’de Kadıköy H.E.M’de. (0216) 556 98 00 ● “İp” saat 20.30’da Kumbaracı50’de. (0212) 243 50 51 31 OCAK PERŞEMBE SERGİ ● Nesrin Esirtgen koleksiyonu sergisi 2 Mart’a kadar Nesrin Esirtgen Collection’da. (0212) 243 78 53 ● ”Bir Başkentin Su Yolları” başlıklı sergi 18 Şubat’a kadar AnaMed’de. (0212) 338 10 00 KONSER ● ”Yeni Müziğin İstasyonları” saat 20.00’de Borusan Müzik Evi’nde. (0212) 336 32 71 TİYATRO ● ”Önce Bir Boşluk Oldu Kalp Gidince, Ama Şimdi İyi” saat 20.30’da CKMKS’de. (0216) 556 98 00 ● “Haz Makamı” saat 20.30’da Kumbaracı50’de. (0212) 243 50 51 Milliyet SANAT Ocak 2013


D Ü N YA D A N S A N A T

SYDNEY

KOPENHAG Chuck Close’un otoportresi.

SERGİ Louisiana Modern Sanat Müzesi adından beklenmeyecek şekilde Danimarka’nın başkenti Kopenhag’da yer alıyor. Müzenin kış sezonunda düzenlediği büyük sergi ise 20. ve 21. YY.’a yayılan bir dönemde 64 uluslararası sanatçının 150 yapıtından oluşan bir otoportre seçkisi. Diego Rivera ve Chuck Close’un başını çektiği listede hemen hemen yok yok. Sergi 13 Ocak’a kadar izlenebilecek. www.louisiana.dk

NEW YORK

Bombay Bicycle Club

Aydın Arkun’un sergideki çalışması.

KONSER Bombay Bicycle Club, 2010 yılında NME ödüllerinde en iyi grup unvanını kazanmıştı. Eğlenceli sahne performansları ve 2011 çıkışlı “A Different Kind Of Fix” isimli üçüncü albümleri sayesinde en gözde İngiliz indie gruplar arasında yerini alan Bombay Bicycle Club, 15 Eylül 2012’de tarihinde Eksen on Fair Festivali kapsamında Küçükçiftlik Parkı’nda ilk defa Türkiyeli hayranlarının karşısına çıkmıştı. Vokal, gitar ve piyanoda Jack Steadman, gitarda Jamie MacColl, basta Ed Nash ve davulda Suren de Saram’dan oluşan grup, 7 Ocak’ta Metro Theatre’da sahne alacak. http://enmoretheatre.com.au/

SERGİ Geçtiğimiz ay Floransa Bienali’nde eserlerini izleyiciyle buluşturan sanatçı Aydın Arkun’un çalışmaları bu kez New York, Soho’daki Wardnass Galeri’de görülebilecek. Karma sergi 5-18 Ocak tarihleri arasında açık olacak. Arkun, eserlerinde genellikle zaman ve zamanın geçiciliği kavramlarını ele alıyor. http://www.wardnasse.org/

LONDRA TİYATRO Londra’nın yüzyılı devirmiş tiyatrolarından Apollo Theatre, 2013 yılına Globe Theatre’ın iki Shakespeare prodüksiyonu ile giriyor. Shakespeare’in komedilerinden “On İkinci Gece” sezonun ağır toplarından. 2 - 29 Ocak tarihleri arasında izlenebilecek olan oyunun bu prodüksiyonunda geçtiğimiz yıl Tony ve Olivier ödüllerine layık görülen Mark Rylance Olivia rolünde yer alıyor. www.apollotheatrelondon.co.uk

BARCELONA Sergi, Caixa Forum’da düzenleniyor.

SERGİ “Tufandan Önce: M.Ö. 3500 - 2100 Tarihleri Arasında Mezopotamya” adlı sergi, Mezopotamya uygarlığının insalığın ortak mirasına yaptığı katkılara mercek tutuyor. Sergi 24 Şubat’a kadar izlenebilecek. www.obrasocial.lacaixa.es Mark Rylance (solda) Olivia rolünde...

PARİS KONSER 1969 yılında tanıştığı Fransa’nın kült müzisyenlerinden Serge Gainsbourg ile yaşadığı fırtınalı ilişki ile 20. YY’ın ikinci yarısında popüler kültürün önde gelen ikonlarından birine dönüşen Jane Birkin, sinema oyunculuğu ile şarkıcılığı yıllardır büyük bir maharetle götürüyor. Birkin 15 Ocak’ta Theatre Simone Signoret’de olacak. www.eventful.com

Milliyet SANAT Ocak 2013

126

NEW YORK Katie Holmes ve Norbert Leo Butz

TİYATRO Theresa Rebeck’in yeni komedisi “Dead Accounts”un boşrollerinde Katie Holmes ile Norbert Leo Butz yer alıyorlar. Rebeck’in oyunu kolektif ihtiraslar ve taşranın tutucu değer yargıları konularına eğilen sürükleyici bir oyun. Holmes ile Butz’ın performansları ise eleştirmenlerin övgülerine mazhar olmuş. Oyun 31 Ocak’a kadar Music Box Theatre’da... www.newyorkcitytheatre.com


PROUST ANKETİ

MEXICO CITY

Ali Poyrazoğlu Proust Anketi’nin bu ayki konuğu yeni oyunu “Asi Kuş”u sahneleyecek olan Ali Poyrazoğlu.

● Sevdiğiniz karakteristik

Sergide Kahlo’nun 300 giysisi var.

SERGİ Frida Kahlo Müzesi ile Vogue Meksika’nın işbirliğiyle açılan “Görünüş Aldatır: Frida Kahlo’nun Elbiseleri” adlı sergi 20. YY.’ın en büyük moda ikonlarından biri olarak kabul edilen sanatçının yarım asırdan fazla bir süre kilitli kapılar ardında kalmış kıyafetlerinden bir seçkiyi bir araya getiriyor. Kahlo’nun eşi ünlü ressam Diego Rivera’nın vasiyeti üzerine evlerinde elli yıl boyunca kilitli tutulan banyo ve gardrop bölümlerinin 2004 yılında açılmasıyla ortaya çıkan 300 parçalık elbise koleksiyonu kelimenin tam anlamıyla dudak uçuklatıcı. Sergi 17 Mart’a kadar Museo Frida Kahlo’da izlenebilecek. www.museofridakahlo.org.mx

MÜNİH “ECM” sergisinde görülebilecek foto raf.

SERGİ 1969 yılında Manfred Eicher tarafından Münih’te kurulan “ECM” günümüzde caz müziğinin en önemli yapımcı şirketlerinden biri olarak kabul ediliyor. Sektörde kırk yılını deviren efsanevi ECM, anavatanı Münih’te Hausderkunst sanat merkezinde düzenlenen bir sergiyle taçlandırılıyor. Sergi 10 Şubat’a kadar açık olacak. www.hausderkunst.de

özelliğiniz nedir? Çalışkanlığım ve araştırmacı yanım. ● Bir kadında aradığınız en önemli özellik? Hayal gücü. ● Bir erkekte aradığınız en önemli özellik? Hayal gücü ve yaratıcılık. ● Kendinizde bulduğunuz kusurlar neler? Çok çalışkan olmam. ● Mutlu olmak için ne yaparsınız? Ben mutluluğun bir tren istasyonu olmadığını, oraya gelince inilmeyeceğini biliyorum. Kesintisiz mutluluk sadece salaklar için söz konusudur. ● Sizi en çok ne mutsuz eder? Uykusuzluk. ● Yaşamak istediğiniz ülke/şehir neresi? Bodrum ve Paris. ● Sevdiğiniz yazarlar, şairler kimler? Arthur Rimbaud, Nâzım Hikmet, Edip Cansever, Behçet Necatigil. ● Sevdiğiniz kitap/kurgu kahramanı (erkek/kadın) var mı? Küçük Prens. ● Gerçek hayatta sevdiğiniz “kahramanlar” kimler? Freud, Karl Marx, Kemal Atatürk. ● İsminiz ne olsun isterdiniz? Çok memnunum adımdan. Ben bile alıştım. ● En nefret ettiğiniz şeyler neler? Sürekli şikayet etmek, memnun olmamak ve tembellik... ● Doğaüstü bir gücünüz olsun ister miydiniz?

127

Her akşam, dünyanın bütün tiyatrolarını doldurma gücüm olsun isterdim. ● Nasıl ölmek isterdiniz? Macera peşinde. ● Sevdiğiniz bir söz var mı? “Ben seni seviyorsam bundan sana ne?” (Goethe) ● Sevdiğiniz müzisyenler kimler? Bach, Georges Bizet, Çaykovski. ● Sizin için en değerli şey nedir? Kütüphanem ve kitaplarım. ● Yaptığınız en büyük savurganlık? Ben çok tutumluyumdur, savurganlık yapmam. ● Seyahat etmeyi sevdiğiniz yerler? Paris, New York, Floransa. ● Hangi durumlarda yalan söylersiniz? Mecbur kalınca. ● En çok kullandığınız kelimeler ya da cümleler neler? “Beni aramayın!” ve “Tatile gitmek istiyorum”. ● En büyük pişmanlığınız nedir? Yurt dışında yaşamaya daha fazla zaman ayırmamış olmam. ● Şu anki ruh haliniz nasıl? Aynen yeni oyunumdaki gibiyim. Yani asi bir kuş gibi... ● Hayatınızın en büyük aşkı kim ya da nedir? Tiyatro. ● Kendinizde onaylamadığınız davranışlarınız neler? Kendime az zaman ayırmam... ● En son nerede ve ne zaman çok mutlu olmuştunuz? Dün akşam, sahnede. ● Kendinizde bir şeyleri değiştirebilseydiniz bunlar neler olurdu? Sürekli değişime inanıyorum ve sürekli de değişiyorum.

Milliyet SANAT Ocak 2013


BULMACA İLKER MUMCUOĞLU

mumcuogluilker@gmail.com

1

2

3

4

5

6

7

8

9

10 11 12 13 14 15

1

SOLDAN SAĞA 1. Mesut Aşkın’ın, “aklıma indim / kendimi gördüm / dedi / bir deli / öyleyse / öyleyse vaktidir / öldür / öldür kendini” dizelerinin de yer aldığı şiir kitabı - Tibetli Buddha rahibi. 2. “Arthur ...” (Ölü Canlar’ı da oyunlaştıran, Rus-Ermeni asıllı Fransız oyun yazarı) - “Gotthold Ephraim ...” (“Bıraktım kendimi gidiyorum / Bir ayağım öteki dünyada / İnsan bildi bildi de neyi bildi / Benim öğrenebildiğim bir, kim olduğum” diyen Alman filozof, şair ve yazar). 3. “... Adam” (David Lynch’in bir filmi) - Takma ad - Kızılderililerle ilgili “Çok mertler, ama ölecekler!” ibaresinin yer aldığı, John Wayne klasiği bir western filmi. 4. İsrail’in plaka işareti - Halit Refiğ’in bir filmi - “... Olin” (aktris). 5. İnsan tiplerini belirleme ve ayırt etme yöntemi - “Kızıl ...” (Tom Clancy’nın bir romanı). 6. Kate Winslet’in oynadığı, Bir Richard Eyre filmi - Voltamperin simgesi - “Manul ... Camacho” (1940-46 arasında Meksika Devlet Başkanı). 7. “Kamuran ...” (Kafka ve Hesse çevirileriyle tanınan çevirmen) - “... Bandosu” (Ece Ayhan’ın, çeşitli sanatçılardan oluşturduğu hayali müzik grubu) - Nazım Hikmet’in soyadı. 8. Parola - Aruz ölçülerinden biri - “... Bilginer” (oyun yazarı). 9. “Rıza ...” (Atatürk zamanındaki devlet konservatuarı icra heyeti şefi) - Bir nota - “... Pacino” (aktör)Leibniz’in felsefesinde artık bölünemez bir birlik olan sonsuz sayıdaki cevherlerin her biri. 10. Artıuç - Sih dininin kurucusu - Mürekkep hokkalarına konulan ham ipek. 11. “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” diyen şair - “Can ...” (müntehir şair). 12. “... Gözlü Yar” (türkü) - “... ve ihaneti gördük / Ruhumuz fırtınalı etimiz mütehammil” (Nazım Hikmet) - Hititlerde bir arazi ölçüsü birimi. 13. “Ne ... ne divane” (Yunus Emre) - Gaetano Donizetti’nin bir operası - Japonlarda bir çizgisel ölçü. 14. Atıf Yılmaz’ın bir filmi - Veri - Aşk esinleyen büyülü içki. 15. Kar romanındaki temel tip - Maksim Gorki’nin bir romanı Absürd tiyatroya verilen bir başka ad.

YUKARIDAN AŞAĞIYA 1. İran edebiyatının en büyük şairlerinden biri - “Behiç ...” (karikatürist). 2. “Fikret ...”

Milliyet SANAT Ocak 2013

2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 (Asmalımescit 74 adlı kitabı da olan yazar) - Federico Fellini’nin doğduğu İtalya kenti - Süreyya Duru’nun son filmi. 3. Akciğer sesi - Kendine özgü kişiliği olmayan, daha çok bilinen kalıplardaki insanları gösteren oyun kişisi - Bükerek germek için iki kat edilmiş bir ipin ucuna geçirilen tahta parçası. 4. Çok kısa dalga radyo anlamında kullanılan kısaltma - “Abdülhak Şinasi ...” (yazar) - Bir tür yaylı at arabası. 5. “... Beygiri” (Atıf Yılmaz’ın bir filmi) - “Stanislaw ...” (Solaris’i de yazan bilimkurgu yazarı) - “... Sokağı Çocukları” (Ferenc Molnar’ın bir romanı). 6. Anton Çehov’un ilk oyunu - “... Urgan” (yazar) - Rachid Taha’nın bir şarkısı. 7. Boyna takılan süs eşyası, gerdanlık - Merhale. 8. John Wayne’in yönettiği bir western filmi - Duyurular - “Yazıklar olsun!” anlamında bir ünlem. 9. SSCB’nin ilk yıllarında uygulanan Yeni Ekonomi Politikası’nı simgeleyen harfler - “... Garbarek” (Norveçli tenor saksofoncu) - Bir nota - “... Canberk” (şair). 10. Sahip - Zafer Yalçınpınar’ın, “ellerimizle yüz yüze kalıp / bırakalım denize kendimizi / düş düşe getirsin bizi” dizele-

128

GEÇEN SAYININ ÇÖZÜMÜ 1

2

3

4

5

6

7

8

9

1

M

A

R

İ

O

L

E

V

İ

2

A

K

İ

L

İ

M

A

Y

3

Y

A

A

D

4

A

Y

5

K

6

O

T

7

V

A

8

S

9 10

I

A L

K O

A

P

S

H

U

D

D

İ

S

O

U

L

K

R

O

İ

M

11

R

İ

İ

12

İ

N

13

B

A

14

İ

15

Ş

A

A A

Z

E

İ

O

L

İ

L

E

E R

Z N

O

İ

L

A

N

S

A

L

E

L

E

S

A

E

N

F

A

D

E

E

L

İ

O

R

O

N

S

N

S

S

M

V

İ

O

İ

Y

İ

S

L

L

A

K

İ

A

İ

A

K

A

L D

B

10 11 12 13 14 15

İ

F

D

E

M

A

D

I

K

S

S

T

İ

E K

N İ L

A

R

A

K

B

İ

Ç

A

R

E

E

L

T

A

R

L

A

E

T

E

R

F

İ

K

R

E

K

A

L

L

İ

İ

L

D

E

S

T

Z

A

S

İ

T

İ

L

rinin de yer aldığı son şair kitabı - “Altı ... Yazarını Arıyor ” (Pirandello’nun bir oyunu). 11. Elvis Castello’nun bir şarkısı - “İlhan ...” (şarkıcı) - Tartım, dizem. 12. “... Richie” (Hello’yu söyleyen şarkıcı) - “Nat King ...” (Kadike sesli şarkıcı) - Dingil. 13. Lev Tolstoy’un bir romanı - Kenar süsü. 14. Magazin Gazetecileri Derneği (kısa) “Sarp ...” (aktör) - Buhran. 15. “... Şahin” (öykü yazarı) - Yazma, kompozisyon. MS




Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.