Söylence eylül ekim 2017

Page 1

söylence

biraz masal gibi, biraz efsane...

Yıl: 1 Sayı: 3 / Eylül - Ekim 2017

Aylık sanat, kültür ve düşünce dergisi Çorum Mehmetçik Anadolu Lisesi

1


KÜNYE SAHİBİ Mehmetçik Anadolu Lisesi Adına İsmail MADAN Okul Müdürü

GENEL YAYIN YÖNETMENİ Mehmet GÜNGÖR

ESER İNCELEME KURULU Uğur DAĞLI Murat ÜÇOK Burcu ARSLAN Çiğdem Kalkan AĞBAL Kemal ATEŞ

YAYIN KURULU Ümmügül AVCU Fatma TAŞKESTİ Zübeyde D. KABAKULAK Ayşen OCAKTAN Fatih KAPLAN Taner GÜNLÜ Tutku ÖNDER

İNCELEME KURULU Mehmet Eren Arslan Furkan Torun Şeyma Yağlı Sena Çetin Özge Hasanköse

İLETİŞİM e-posta

mehmetcikanadolulisesi1999@gmail.com

2


İÇİNDEKİLER Editörden

4

Hayal Ustası, Büyük Anlatıcı: J.L.Borges

Mehmet Güngör

His Yoksulu

5

Anlar

Ömer Selçuk Yücel / Şiir

Zaman

6

Edebiyatın Zarif Prensi: Abdurrahman Cahit Zarifoğlu Bir Osmanlı Entelektüeli: Şemsettin Sami

9

Der-beyân-ı Mevsim-i Hazân ve Edebiyyât 11

William Wallace 13

Feminizm 14

15

Ümmühan Doğan / Deneme

Susuyoruz

16

Zeynep Dilber / Deneme

Miskinliğin Dingin Ütopyası

17

Batuhan Aksungur / İnceleme

Bir Mukayese Denemesi: Gerçek ve Kurmaca Üstüne I

19

Mehmet Güngör / İnceleme

Kitle İletişimi: Matbaadan Sosyal Medyaya...

23

Fatma Taşkesti / İnceleme

“Küçük Prens”in Düşündürdükleri

26

Ayşen Ocaktan / İnceleme

Dil Tutulur Gönül Dokur

32

Ümmügül Avcu / İnceleme

Talat Aydemir’in Darbe Girişimleri

34

Özlem Başgan / Tarih

43.Yılında Kıbrıs Barış Harekâtı Ve Kıbrıs Meselesi

43

Burcu Arslan / Tarih

Felsefenin Gençlere Diyecek Sözü Var

62

Şeyma Yağlı & Özge Hasanköse / Lûgat

Merve Demirel / Deneme

Kendini Aramak ya da Bir Garip Yolculuk

60

Furkan Torun / Çok Okuyan Ne Bilir?

Sena Çetin / Öykü

Hiçbir Şey Terk Edilmiyor

58

Hocazâde Muhsin Çelebi / Tarz-ı Kadîm Üzre

Merve Demirel / Öykü

İkinci Gökyüzü 3

57

Fatma Bekdemir / İnceleme

Hikmet Yolcu / Öykü

Adressiz’den II

56

Serkan Kartal / İnceleme

7

Edgar Allen Poe / Şiir

Göç II

54

Jorge Luis Borges / Şiir

Zübeydenur Cömert / Şiir

Kuzgun

53

Mehmet Eren Arslan / İnceleme

51

Münür Kunduracı / Felsefe

3

Okulumuzdan Haberler

63

Bizim Kadrajımız

66


EDİTÖRDEN Mehmet Güngör

D

eğerli okuyucular,

Bu vesileyle dergimizin oluşumuna katkı sağlayan idarecilerimize, öğretmenlerimize, aktif ve mezun öğrencilerimize teşekkürü ödenmesi keyifli bir borç bilirim.

Uzun bir aradan sonra dergimizin bütün emekçileri tekrar masalarına oturdu, klavyelerinin başına geçti ve birbirinden kıymetli yazılarıyla karşınıza çıktılar.

Umuyoruz ki yeni eğitim öğretim yılı okulumuza hem akademik anlamda hem de kültürel faaliyetler anlamında hayırlar getirir. Yeni yazarlar ve okuyucular edinebilmek temennisiyle…

Doğrusu Temmuz ve Ağustos aylarını boş geçirmemek adına iki aylık bir sayı çıkarmanın planlarını yapıyorduk; fakat elimizde olmayan sebeplerle bu sayının hazırlanması mümkün olmadı. Dolayısıyla istemesek de dergimiz iki aylık bir tatil yapmış oldu. Eğitim öğretim yılı başının bütün telaşının öğretmeninden öğrencisine hepimizin üzerine çöktüğü şu günlerde telaşımızın bir sebebi de dergimizi yayıma hazırlamaktı. Böylece Eylül-Ekim aylarını kapsayan iki aylık bir sayı hazırlamaya muvaffak olduk. Önceki iki sayımızın aksine bu sayıda herhangi bir kapak konusuna yer vermedik. Yazarlarımız biraz da hür olarak keyiflerince yazdılar. Umarız, ilginizi çekmeyi başarırız.

Keyifli okumalar.

Diğer sayılarda olduğu gibi bu sayıda da karşınıza şiir ve öykü türünden özgün eserlerle çıkmaya çalıştık. Bunun yanında Türk ve Dünya edebiyatlarından ölüm ya da doğum yıldönümleri vesilesiyle en azından bir şairin seçtiğimiz bir şiirine yer vermeye çalışıyoruz. Elbette ki telif haklarını düzenleyen kanunların izin verdiği ölçüde. Öte yandan dergimiz İngiltere tarihinden Rus edebiyatına, kitle iletişiminden yakın tarihimizin önemli siyasi olaylarına, İngiliz ve Fransız edebiyatlarına pek çok farklı konuda çalışmaları okuyucusuna sunuyor. Yine öğrencilerimizin kaleme aldığı denemeler, öğrenci ve öğretmenlerimizin çektiği fotoğraflar, okulumuzdaki faaliyetleri tanıtıcı haberleri de bu sayımızda bulacaksınız.

4


ŞİİR

Ömer Selçuk Yücel*

His Yoksulu

1 Kar yağacak dedim Bir adam, yanlışlıkla Bütün doygunluklarını döktü cebinden Arsız olanını seçip tüm gülümsemelerinden Durdu kusmuğunun başında Güneş onu terletecek kadar kızgın mıydı? Akbabalara haber saldım Bolca küfür çokça solgun hatıra Yitmiş insanlar ve yeterince sıcak 2 Kapattım kapımı kar yağacak Bugün kayboluşumun ikinci yılı Hicri bin üç yüz doksan üç Kitaplarım içli bir kadın hüviyetine bürünse Yahut uzaktan akraba çıkacağım Parmak uçları bira kokan adama Yine de hiç konuşmayacak gibiler 3 Bir ses duydum Evimde kefensiz biri Bir benmişim bir o Ölü mü diri mi? Aynanın sırını yırtıp Geçip karşıma oturdu susarak Evimin içinde bir başka ses: Pencereye bak dedi Kar yağmayacak

*Selçuk Üniversitesi Hukuk Fakültesi 4. sınıf öğrencisi

5


ŞİİR

Zübeydenur Cömert*

Zaman

Nasıl geçtiği anlaşılmaz pek Ta ki aklar düşene kadar “şakaklara” O şen şakrak odalar Sessizleşmeye başlar birer birer Her yıl duvarlara eklenen Fotoğraflar zamanla arttığında Acı bir tokat gibi çarpar suratına Yalnızlık… Bir bakmışsın kimsen kalmamış Yapayalnızsın İşte tam da o zaman anlarsın Zamanın ne kadar acımasız olduğunu. Zaman akıp gidiyor Karşı koyamadan Karşı koymaya fırsat bile bırakmadan Geride pişmanlıklar kırgınlıklar keşkeler Tahta kutuların içinde kalmış Bir kaç fotoğraf Bir kaç güzel anı hatırda Artık tüketilmiş Uzun bir hayat Zaman ve anılar ve fotoğraflar ve keşkeler...

*Mehmetçik Anadolu Lisesi 11. sınıf öğrencisi

6


ŞİİR

Edgar Allen Poe Ölümünün 168. yıldönümü anısına…

Kuzgun Ortasında bir gecenin, düşünürken yorgun, bitkin O acayip kitapları, gün geçtikçe unutulan, Neredeyse uyuklarken, bir tıkırtı geldi birden, Çekingen biriydi sanki usulca kapıyı çalan; "Bir ziyaretçidir" dedim, "oda kapısını çalan, Başka kim gelir bu zaman?"

Yatışsın da şu yüreğim anlayayım nedir vuran; Başkası değil rüzgârdan..." Çırpınarak girdi birden o eski kutsal günlerden Bugüne kalmış bir Kuzgun pancuru açtığım zaman. Bana aldırmadı bile, pek ince bir hareketle Süzüldü kapıya doğru hızla uçarak yanımdan, Kondu Pallas'ın büstüne hızla geçerek yanımdan, Kaldı orda oynamadan.

Ah, hatırlıyorum şimdi, bir Aralık gecesiydi, Örüyordu döşemeye hayalini kül ve duman, Işısın istedim şafak çaresini arayarak Bana kalan o acının kaybolup gitmiş Lenore'dan, Meleklerin çağırdığı eşsiz, sevgili Lenore'dan, Adı artık anılmayan.

Gururlu, sert havasına kara kuşun alışınca Hiçbir belirti kalmadı o hazin şaşkınlığımdan; "Gerçi yolunmuş sorgucun" dedim, "ama korkmuyorsun Gelmekten, kocamış Kuzgun, Gecelerin kıyısından; Söyle, nasıl çağırırlar seni Ölüm kıyısından?" Dedi Kuzgun: "Hiçbir zaman."

İpekli, kararsız, hazin hışırtısı mor perdenin Korkulara saldı beni, daha önce duyulmayan; Yatışsın diye yüreğim ayağa kalkarak dedim: "Bir ziyaretçidir mutlak usulca kapıyı çalan, Gecikmiş bir ziyaretçi usulca kapıyı çalan; Başka kim olur bu zaman?"

Sözümü anlamasına bu kuşun şaşırdım ama Hiçbir şey çıkaramadım bana verdiği cevaptan, İlgisiz bir cevap sanki; şunu kabul etmeli ki Kapısında böyle bir kuş kolay kolay görmez insan, Böyle heykelin üstünde kolay kolay görmez insan; Adı "Hiçbir zaman" olan.

Kan geldi yüzüme birden daha fazla çekinmeden "Özür diliyorum" dedim, "kimseniz, Bay ya da Bayan Dalmış, rüyadaydım sanki, öyle yavaş vurdunuz ki, Öyle yavaş çaldınız ki kalıverdim anlamadan." Yalnız karanlığı gördüm uzanıp da anlamadan Kapıyı açtığım zaman.

Durgun büstte otururken içini dökmüştü birden O kelimeleri değil, abanoz kanatlı hayvan. Sözü bu kadarla kaldı, yerinden kıpırdamadı, Sustu, sonra ben konuştum: "Dostlarım kaçtı yanımdan Umutlarım gibi yarın sen de kaçarsın yanımdan." Dedi Kuzgun: "Hiçbir zaman."

Gözlerimi karanlığa dikip başladım bakmaya, Şaşkınlık ve korku yüklü rüyalar geçti aklımdan; Sessizlik durgundu ama, kıpırtı yoktu havada, Fısıltıyla bir kelime, "Lenore" geldi uzaklardan, Sonra yankıdı fısıltım, geri döndü uzaklardan; Yalnız bu sözdü duyulan.

Birdenbire irkilip de o bozulan sessizlikte "Anlaşılıyor ki" dedim, "bu sözler aklında kalan; İnsaf bilmez felâketin kovaladığı sahibin Sana bunları bırakmış, tekrarlıyorsun durmadan. Umutlarına yakılmış bir ağıt gibi durmadan: Hiç -ama hiç- hiçbir zaman."

Duydum vuruşu yeniden, daha hızlı eskisinden, İçimde yanan ruhumla odama döndüğüm zaman. İrkilip dedim: "Muhakkak pancurda bir şey olacak; Gidip bakmalı bir kere, nedir hızlı hızlı vuran; 7


ŞİİR

Çekip gitti beni o gün yaslı kılan garip hüzün; Bir koltuk çektim kapıya, karşımdaydı artık hayvan, Sonra gömüldüm mindere, sonra daldım hayallere, Sonra Kuzgun'u düşündüm, geçmiş yüzyıllardan kalan Ne demek istediğini böyle kulağımda kalan. Çatlak çatlak: "Hiçbir zaman."

Oda kapımın üstünde, Pallas'ın solgun büstünde Oturmakta, oturmakta Kuzgun hiç kıpırdamadan; Hayal kuran bir iblisin gözleriyle derin derin Bakarken yansıyor koyu gölgesi o tahtalardan, O gölgede yüzen ruhum kurtulup da tahtalardan Kalkmayacak - hiçbir zaman! Çeviri : Ülkü TAMER

Oturup düşündüm öyle, söylemeden, tek söz bile Ateşli gözleri şimdi göğsümün içini yakan Durup o Kuzgun'a baktım, mindere gömüldü başım, Kadife kaplı mindere, üzerine ışık vuran, Elleri Lenore'un artık mor mindere, ışık vuran, Değmeyecek hiçbir zaman!

Sanki ağırlaştı hava, çınlayan adımlarıyla Melek geçti, ellerinde görünmeyen bir buhurdan. "Aptal," dedim, "dön hayata; Tanrın sana acımış da Meleklerini yollamış kurtul diye o anıdan; İç bu iksiri de unut, kurtul artık o anıdan." Dedi Kuzgun: "Hiçbir zaman." "Geldin bir kere nasılsa, cehennemlerden mi yoksa? Ey kutsal yaratık" dedim, "uğursuz kuş ya da şeytan! Bu çorak ülkede teksin, yine de çıkıyor sesin, Korkuların hortladığı evimde, n'olur anlatsan Acılarımın ilâcı oralarda mı, anlatsan..." Dedi Kuzgun: "Hiçbir zaman." "Şu yukarda dönen gökle Tanrı'yı seversen söyle; Ey kutsal yaratık" dedim, "uğursuz kuş ya da şeytan! Azalt biraz kederimi, söyle ruhum cennette mi Buluşacak o Lenore'la, adı meleklerce konan, O sevgili, eşsiz kızla, adı meleklerce konan?" Dedi Kuzgun: "Hiçbir zaman." Kalkıp haykırdım: "Getirsin ayrılışı bu sözlerin! Rüzgârlara dön yeniden, ölüm kıyısına uzan! Hatıra bırakma sakın, bir tüyün bile kalmasın! Dağıtma yalnızlığımı! Bırak beni, git kapımdan! Yüreğimden çek gaganı, çıkar artık, git kapımdan!" Dedi Kuzgun: "Hiçbir zaman." 8


ÖYKÜ

Hikmet Yolcu

Göç II Bir vakit daha durdular öyle sessizce. Onlar güneye, dağların alçaldığı ve böylece ufkun kilometrelerce ileriye uzandığı yöne bakıyorlardı. Bilinmez neden. Katettikleri mesafeyi gözlerinde büyütmek için belki, belki dağı daha iyi anlamak için. Çünkü dağ Tanrı’nın her günü ve gecesi olanca azametiyle etrafındaki çukurluklara, vadilere ve daha alçak zirvelere bakıp duruyordu böylece. Belki küçükle büyüğün bir garip hâl içinde bir olduğu bu yerde bir yandan küçülürken bir yandan büyümek için, baktılar öylece. Onlar bakadursun; güneş, batı ufkunda, uzak tepelerin arkasında yavaş yavaş kaybolmaya başladı. Dağın rüzgârı giderek daha hırçın, daha iğneleyici esti. Üçüncü adam “Bir ateş yakmalı.” dedi. “Dağın havasının ne olacağı belli olmaz, bir sığınacak yer bulmalı.” Döndüler geri. Çantalarını bir kenara bırakıp etrafa dağıldılar, dağın kendilerine barınacak bir yer göstermesini dilediler. Onlar kendilerince dağa misafir olmuşlardı ve dağın mürüvvetini görmek istiyorlardı. Dağ geri çevirmedi onları. Deli poyrazın değmediği bir kuytu yer gösterdi. Etrafı her nasılsa eğilip bükülmeden büyümüş ulu ardıçlarla, bu yükseltide az bulunur ladinlerle, sedirlerle çevrili. Buraya yerleştiler. Toz ve toprak içindeydiler, ter kokuyorlardı.

“Nenem baş keser.” derdi “yaş kesen.” Dokunmadılar Dağın halkına. Fakat ölmüş olanı izinle aldılar. Dağ bereketle verdi onlara böylesini. Yanan ateşte ısındılar. Alevler ormanın içinde, ağaçların arasında oynaştı, bin bir ışık oyunu yaptı. Gölgeler, ışıklar ağaçların arasında dolaştı. Gecenin sessizliği ormanın bin bir sesini çıkarttı ortaya. Işığın güvenini yitirdiler, karanlığın bunaltısına yuvarlandılar. Her biri sıkıntıyla iç çekti. Uçsuz bucaksız evrenin ortasında bir başına gibiydiler, savunmasız, kimsesiz. Ateş daha bir canlansın diye odunlar attılar içine. Ateşin ışığı arttıkça binlerce yıldır bütün insan kardeşlerinin hissettiği gibi güveni duyumsadılar. Sadece ısınmak için değildi ateş, ışığın güvenliğini hissetmek içindi aynı zamanda ve ısınmak ve pişirmekten de önce. Sessizce oturdular. Ara ara rüzgârdan, dağdan, şehirden bahsettiler. Şakalar, gülüşmeler de oldu; ama bunlarda gündüzün hoyratlığı yoktu. Bir parça çekingen, bir parça suskun. Yanlarındaki yufka ekmeği dürüm yapıp yediler. Eski püskü, isten kapkara olmuş bir alüminyum demlikte demledikleri çayı içtiler. Devam ettiler sohbetlerine sonra. Çay, sadece bir içecek değil bulunduğu yere hane sıcaklığı veren şey, içeni bir sohbete davet eden haberci. İcabet ettiler davete. Bir vakit rüzgârdan, ağaçtan, kuştan, şehirden, insanlardan bahsettiler. Sonra uzunca olanı çantasına uzandı, ön gözünden buruşmuş, yıpranmış, kirlenmiş, ikiye katlı bir kâğıt tomarı çıkardı. Sayfalardan birini aldı ve okumaya başladı:

Ateş yaktılar, yaş ağaca dokunmadan. Dağ onları biraz daha sevdi. Balta ve bıçaklarını hoyratça canlıya savurmamalarından daha bir hoşnut oldu. “Yaş kesmeyelim.” demişti küçükçe olanları. 9


ÖYKÜ

“West Indies,Kızıl Elma,İtaki,Maçin! Uzun yola çıkmaya hüküm giydim. Beyazların yöresinde nasibim kalmadı yerlilerin topraklarına karşı suç işledim zorbaların arasında tehlikeli bir nifak uyrukların arasında uygunsuz biriyim vahşetim beni baygın meyvaların lezzetinden kopardı kendime dünyada bir acı kök tadı seçtim yakın yerde soluklanacak gölge bana yok uzun yola çıkmaya hüküm giydim.”

Diğer ikisi başlarını önlerine eğmiş, soluksuz dinliyorlar okunanı. Yavaş yavaş sallanıyor başlar bazen. Dudaklar kıpırdıyor okuyanla beraber. Bazen sesleri yükseliyor. Üçü birden aynı anda “Uzak nedir? / Kendinin bile ücrasında yaşayan benim için / gidecek yer ne kadar uzak olabilir?” diyorlar; “mataramdaki suya tuz ekledim, azığım yok / uzun yola çıkmaya hüküm giydim.” diyorlar; “burada bitti artık işim, ocağım yok” diyorlar… Bir nice söz daha söyleniyor. Kimi zaman biri okuyor diğerleri dinliyor, kimi zaman hep bir ağızdan gecenin bağrına mısralar emanet ediliyor. Bu halleri böylece bir vakit devam etti. Sonunda zayıfça olan “Yatmak gerek.” dedi. “Sabah gün doğmadan uyanmalı.” Sessizce kabul gördü bu öneri. Ateşin hararetini yatıştırdılar, ama bütünüyle söndürmediler de. İhtiyaçları vardı onun güvenliğine. Bardaklarını çalkaladılar, çantalarını derleyip toparladılar. Sonra kilimden bozma örtülerin arasına girip sıkı sıkı sarındılar. Ateşe usul usul sokularak uykuya vardılar. Dağ sarıp sarmaladı misafirlerini, serin bir uykunun koynunda güzelce uyuttu ve sabaha iletti.

10


ÖYKÜ

Merve Demirel*

Adressiz’den II Kaldığım yere bir saat yirmi dakika uzaklıkta, lüks bir restoranda iş buldum: Bulaşıkçılık. Hayalini kurduğum hayata o denli uzağım ki… Oysa nasıl da inanmıştım daha mutlu, daha özgür, daha kendime ait bir yaşam kurabileceğime. Şimdiyse elimde kendime ait olup olmadığından pek de emin olmadığım mutsuz bir yaşam var.

yor. O sabah tam beş dakika geç uyanmıştım. Beş dakikanın yaratacağı kaosu önlemek için hızlı davranmam gereken bir sabahtaydım. Hızlı giyindim. Gömleğimin bir düğmesini, hâliyle hepsini yanlış iliklemiştim, ama vaktim yoktu. Hızla merdivenlerden indim. Tam çıkıyordum ki mekânın sahibesi rahatsız edici sesiyle arkamdan seslendi. Durmak zorunda kaldım. Kirayı geciktirdiğim için söyleniyordu. Bir iki gün içinde ödeyeceğimi söyleyerek başımdan savdım ve koşarak çıktım. Arkamdan bağırmaya devam ediyordu. Ben de şimdi ona küfürler ediyordum. Onun yüzünden yola dikkatsizce atıldım. Neredeyse beyaz bir renaultun altında kalacaktım. Güç bela kendimi yolun karşısına attım. Bir an nefeslenmek isterken otobüsü kaçırdığımı gördüm. Yetişmek için koştum, fakat yetişemedim. İkinci otobüsü beklemek için durağa yöneldim.

Bu yaşamımı da mı terk etmeliyim yoksa? Hayır, edemem; çünkü gidecek hiçbir yer yok. Dünya aynı dünya. İstediğiniz yaşamı tasavvur edin, asla bulamayacaksınız onu. Ve sırf bu tasavvurları yaşamak için terk ettiğiniz yaşamlarınıza da bir daha asla dönemeyeceksiniz. Bunu anlamam acı oldu, ama anladım. Bu yüzden şu an yaşamakta olduğum zamanlara katlanıyor ve gitmeyi aklımdan bile geçirmiyorum. Yeniden işimden bahsetmek istiyorum. Şehri karış karış gezip de yorgunluktan tükenecek hâle geldiğim günün son saatlerine yakın bir zamanda bulmuştum işi. İşi almam fazla zor olmamıştı. Düşük ücretli bir işti. Ellerimi bir iki tabaktan sonra rengi değişecek, köpüğü kaybolacak bir suyun içinden muhtemelen hiç çıkarmadan bir mutfağın içinde geçirecektim tüm zamanımı. Fakat başka işler aramaya vaktim yoktu. Param bitmek üzereydi. Kira gününü geciktirmiştim. Hem belki daha sonra bırakabilirdim. Şimdi değil ama.

Nasıl bir gündeydim anlaması gerçekten zordu. Otobüse binen iki yolcu polis olduklarını ve kimlik kontrolü yapacaklarını söylüyorlardı. Otobüs durmuştu. Öfkeyle gözlerimi kapatıp, alt dudağımı ısırdım. Deli olacaktım. Kovulmak istemiyordum. Cüzdanımı çıkardım, fakat kimliğimi bit türlü bulamıyordum. Şimdi kendime öfkeleniyordum. Tanrım! Adeta her şey sözleşip olabilecek en ters biçimde üstüme geliyordu. Kimliğimi nerede unuttuğum ya da kaybedip kaybetmediğim hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Panik içinde ne yapacağımı planlamaya çalışırken polisler de bana doğru yaklaşıyorlardı. Birden sol çaprazımda oturan çiftten gürültüler yükselmeye başladı. Genç adam kıza bağırıyordu, kız da ona… Sonra adam kontrolünü kaybedip kızın kafasını cama vurdu. Polisler onlara doğru yöneldi. Şoför de koltuğunu bırakıp olaya dâhil oldu. Ben de inip cebimdeki tüm parayı vereceğimi bilmeme rağ-

Restorana çok erken gelmem gerekiyordu. Geç kalmam kıyametimle yüzleşmekle eş değer olurdu. Her an kovulabilirdim. Çünkü böyle işlerde yerinize bulunabilecek birileri mutlaka vardır. Ne de olsa bulaşık yıkamak için gerekli fazlaca bir özellik yok. Fakat işler her zaman istenildiği gibi gitmi-

* Hacettepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü 2. Sınıf Öğrencisi, Mehmetçik Anadolu Lisesi Mezunu

11


ÖYKÜ

men taksiye bindim. İşe yetişmeliydim, ne kadar geç kalmış olursam olayım. Evet, tam yirmi dakika geç kalmıştım. Yaşadığım aksiliklerin hiçbir önemi yoktu. Açıklamasız bir şekilde yirmi dakika işe geç kalınmıştı, o kadar. Kovulacaktım.

12


ÖYKÜ

Sena Çetin*

İkinci Gökyüzü 3 İlerlemeyecektim. Özellikle de son gördüklerimden sonra burada bir dakika daha durmayacaktım. Acıdan sızlayan ayağıma aldırmadan hızla kapıya yöneldim. Açılmıyordu... Attığım çığlıklar, kapıya vurmalarım fayda etmedi. Burası bir ölüm eviydi ve bende burada ölüp gidecek olan bir ölümlü. Bunun başka bir açıklaması yoktu. Tekrar yankılandı aynı ses: – "İlerle." İlerlememekte ısrar ediyor, kırık pencerelere doğru gidiyordum. Fakat pencerelerin sığamayacağım kadar küçük olmasını fark etmemle başka bir çıkış kapısı aramaya başladım. Buranın bir çıkışı olduğuna emindim, lakin ben orayı bulabilecek kadar yaşayacak mıydım, işte orada bütün korkularım gün yüzüne çıkıyordu. Gördüğüm silüet, yerdeki kırık kemik parçaları, bir insana ait olduğunu haykırırcasına belli eden kafatasları... Bunlar benim için çok fazlaydı. Yalnızca evime dönmek istiyor ve buradan çıktığımda daha iyi bir insan olacağıma dair yeminler ediyordum. Bakışlarım korkakça arkama döndü ve evin içinde bir tur attı. Gördüğüm silüetten herhangi bir iz yoktu. Ürkek ve yavaş adımlarla biraz önce yuvarlanarak indiğim merdivenlerden yine aynı şekilde fakat daha tedbirli adımlarla çıkmaya başladım. Beni ne bekliyordu bilmiyordum. Bir kurt adam ya da vampir olabilirdi, hatta bir zombi olmasına da ihtimal verebilirdim. Ya da insanlardan nefret eden bir cadı hatta belki de burada kapana sıkışmış bir peri... Fakat bunlardan hiçbiri değildi. Kendi karşımda yine ben duruyordum.

*Mehmetçik Anadolu Lisesi 12. sınıf öğrencisi

13


DENEME

Merve Demirel*

Hiçbir Şey Terk Edilmiyor

Sıkıcı bir haziran akşamı. Masanın başındayım. Pencereden yana çeviriyorum başımı. Gökyüzü hiç de akşammış gibi değil. Hâlâ aydınlık. Hâlâ mavi.

veriyor. Renk renk perdeler, açık pencerelerden içeri giren rüzgârla havalanan beyaz tüller... Hatta belki pencereden sarkan çocuklar, cam kenarına koyduğu saksılardaki çiçekleri sulayan genç kadınlar var. Yaşamla capcanlı bina.

Sonra gözlerim dış cephesi yer yer dökülmüş, iç katmanları kimi yerinde seçilebilen, camları kırık olmasına rağmen ayakta kalan bir binaya takılıyor. Bir anda anlıyorum terk edilmişliğin verebileceği hissiyatı. Onun geride bıraktığı izleri görebiliyorum. Kırık dökük bir bekleyiş. Yaralı özlemler. Hatıralarla dolu iç çekişler. Öfkenin gölgelediği umutlar. Hayatın kıyısından da olsa yaşama tutunabilme.

Aniden sıyrılıyorum bu hayallerden. Şimdi gökyüzü akşama adım atmakta. Hep ışıklı deniz diplerini hatırlatır bana gökyüzünün bu zamanı. Bir mutluluk geçiyor yüzümden fakat hâlâ terk edilmişlik duygusunun içinde olduğumu hissediyorum. Gözlerim yine terk edilmiş binanın üzerinde geziniyor ve o anda fark ediyorum ki kırık camlardan içeri giren, binayı kendine yuva edinen kuşlar var. Yaşamı ona taşıyan varlıklar hâlâ var. Büyük bir mahcubiyetle öğreniyorum ki hiçbir şey terk edilmiyor.

Derken daha da iyi incelemeyi istiyorum binayı. Gözlerimi üzerinde gezdiriyorum. Hiçbir hareketlilik yok neredeyse. Zaman zaman binanın çatısında, pencere pervazlarında bekleşen ve uçup giden, bunu kısa devinimler halinde gerçekleştiren kuşları saymazsak eğer.

Küçücük ayrıntıların, bir anda karşımıza çıkan, beklenmedik görüntülerin bizi nasıl da değiştirdiğine, umudu, mutluluğu bize nasıl da getirdiğine şahitlik ediyorum. Tasavvurumdaki kadar olmasa da binanın hâlâ nefes almakta olduğunu ve mutlu olduğunu düşünüyorum.

“Büsbütün terk edilmiş.” diyorum kendi kendime ve “Eskiden nasıldı acaba?” diye bir soru düşüyor içime. İlk önce dış cephesi canlanıyor gözümde. “Gördüğüm hiçbir yarası yoktur eskiden.” diyorum. Şu kırık camların silueti de silini-

* Hacettepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü 2. Sınıf Öğrencisi, Mehmetçik Anadolu Lisesi Mezunu

14


DENEME

Ümmühan Doğan*

Kendini Aramak ya da Bir Garip Yolculuk

Garip bir duygu her yıl “gelecek” denilen şeye bir adım daha yaklaştığını bilmek. İçindeki kelebekler her yıl biraz daha içine kapanıyor. Denizlerin dalgasına bırakmak kendini, uçsuz bucaksız gökyüzünde bulutları içine alarak süzülmek isteği bir adım öne çıkıyor. Beklenilen sözlerin başka sıfatlarda can bulması anlamsızlaştırıyor belki de her şeyi. Dağların görünmeyen yüzünde kaybolmak acı veren bir mutluluk aslında. Görünenin arka planındaki bilinmeyenler gibi... Çünkü kimliğinden sıyrılmak çırılçıplak kalmak olsa gerek. İşte asıl acı veren olay da bu: bilinene ulaşamamak. En büyük yalnızlık neden yalnız olduğumuzu bilmememizden kaynaklanmaz mı? Kafanın içinde dönüp duran soru işaretleriyle gezersin, meraklı gözlere mutluluk ifadeleri saçarken. “Nereye gidiyoruz?” diye büyük harflerle başlıklar atarız durmadan. Ardından anlamsız, birbirini izleyen cümleler karalayıp onun da kapağını kapatır, gizli raflardaki yerine kaldırırız. Merak ederiz etmesine de kim cevaplayabilmiş ki bugüne kadar nereye gittiğimizi? Bir yağmur damlasında hiçliğe doğru yol almaktayız, ne zaman nereye savrulacağımızı bilmeden. Bir bilinmezin girdabında dönüp durursun da anlam veremezsin. Kendini bulmak istedikçe sen, hayatın deryasında kaybolursun. Dönüp de susturamazsın yelkovanın acı çığlıklarını. Sustuğunda yok olacağını sanırsın. Oysa bilmezsin o sustukça bizken ben'e dönüşeceğini, toprağa düşen bir damlacıkta, bazen de savrulan bir yaprakta olduğunu benliğinin. İşte yıllar yılı bunu ararız da kendi gürültümüzden duyamayız başkalarının sesini. Bazen de koca bir sessizlik bize her şeyi anlatmak için avaz avaz bağırır da biz kapatmışızdır çoktan ruhumuzun yeni ufuklara açılan kapılarını.

*Mehmetçik Anadolu Lisesi 11. sınıf öğrencisi

15


DENEME

Zeynep Dilber*

Susuyoruz

Bazen anlatabilmek susmaktan geçer. Harflerce, kelimelerce, cümlelerce susmaktan… Bazen öyle bir susuyoruz ki, avaz avaz susuyoruz, bağıra çağıra susuyoruz, kendimizi dele deşe susuyoruz. Bazen de o suskunluğu öyle bir bozuyoruz ki, taş taş üstünde kalmıyor. Madem insan konuştuğunda taş taş üstünde kalmıyor, o halde neden susuyor?

kabiliyetini bünyesinde barındıran kimse, bunu anlayabilir mi?

Susmak sabır oluyor, dirayet oluyor bazen. Bazen ise bir tutam kelime yoksunluğu. Konuşmak, anlatmak, anlaşılmak istersin de, dilin damağına yapışır ya hani! Engin bir deniz gibi görünen kelime yığınından bir cümle bile kuramazsın ya, konuşman için gözünün içine bakan insanlara karşı dilin tutulur ya! İşte o zamanlar, çaresizliği dibine kadar yaşadığımız, eşi benzer olmayan bir deneyimdir.

Susuyoruz. Konuşmamız gereken yerde bile susuyoruz. Sorular yanıtsız, yanıtlar ise yetim, öksüz kalıyor. Kimileri uğraşmak istemediği için susuyor, kimileri ise konuşmaktan fayda bulamadıkları için. Çılgınlar gibi susuyoruz. Öylesine susuyoruz.

Cevabımız yok, çaresiziz. Konuşmak ise o an yapacağımız en mantıksız eylem. Savunma mekanizması keşmekeş. Konuşmak için gücün var da ne konuşacaksın? Sana susmaktan başka ne kaldı şimdi?

Bir kriz anında üst üste bırakmadığınız her bir taşı teker teker toplayabilme (toplatabilme) potansiyeline sahip olan susmak eylemi, dert midir deva mı bilinmez; ama bu konuda en bilindik şey susmanın bir sanat olduğudur ve unutmayın, herkeste sanatçı olabilecek irade yoktur.

Haksızsındır susarsın örneğin, cevabın yoktur susarsın, ama bazen sadece anlatmak için susarsın. Susarak cevap vermek için… Kimi yerde en güzel cevap değil midir susmak? “Bazen susmak kırıldığını göstermenin en iyi yoludur.” diyor Tomris Uyar. Kırıldığınızı bağırıp çağırarak belli etmeye çalışsanız, sizi kırma *Mehmetçik Anadolu Lisesi 11. sınıf öğrencisi

16


İNCELEME

Mehmet Güngör*

Bir Mukayese Denemesi: Gerçek ve Kurmaca Üstüne I

Gerçek nedir? Bilebildiğimiz kadarıyla yeryüzündeki arayışımızın en temel sorularından biri de bu? Neye gerçek diyebiliriz, gerçeğin tespiti ve ispatı mümkün müdür? Gerçeğe dair nesnel ve tümel bir bakış açısı geliştirilebilir mi? İnsanoğlunun bu sorulara verdiği cevaplar muhtelif farklılıklar arz etse de son tahlilde bu cevapları iki temel gruba ayırmak mümkün. Birinci grup gerçeğin / gerçekliğin tüm insanlık ve tüm çağlar için nesnel ve tümel bir şekilde temellendirilip kavranabileceğini iddia ediyor. Diğer bir bakış açısı ise tam tersi bir noktada durarak adına gerçek dediğimiz şeyin bir insan söylemi olduğunu, dolayısıyla onun tüm zamanlar ve kültürler için genel geçer bir izahının mümkün olmadığını iddia ediyor. Buna göre gerçek; sınıf, toplum, cinsiyet, inanç vb. çerçeveler bağlamında bütünüyle öznel bir şey.

diyordu. Herakleitos, gerçek ve değişim arasındaki çatışmayı akış kuramıyla aşmaya çalıştı. Buna göre gerçeğin sürekli değişme ve devinim olarak “oluş” olduğunu ve ancak Logos (oluş yasası) ile kavranabileceğini söyledi. Eleacılar varlığı tek gerçek olarak kabul ettiler. Platon gerçeği idealar dünyası çerçevesinde ele aldı ve fenomenler dünyasındaki yansımaların bu gerçeklikten pay sahibi olduğunu iddia etti. Aristo ise bir şeyin mahiyetini mantıksal çerçevede anlamanın o şeyin gerçekliğine vakıf olmak demek olduğunu öne sürdü. Yeni ve Yakın Çağ’da Descartes’tan başlayarak insan, düşüncenin ve tabii ki gerçeğin temel kıyas unsuru hâline geldi. Düşünüyorduk, o hâlde vardık. Böylece kendi varlığımızı bir mutlak gerçek olarak bildik ve gerçek arayışındaki temel edimimiz düşünme oldu. Aydınlanma filozofları (Descartes, Leibniz, Herder, Kant, Diderot, David Hume, John Locke, Montesquieu, Jean-Jacques Rousseau…) insan aklını ve onun ürettiği bilimsel yöntemi, gerek insan gerçekliğini gerekse doğal gerçekliği anlamanın yegâne yolu olarak görmeye mütemayildiler. Aralarında kimi farklılıklar olsa da insana ve onun doğasındaki evrensel değerlere sınırsız bir inanç duyuyorlardı. Bu inanç onları zorunlu bazı sonuçlara götürdü. İnsan doğasını evrensel anlıyorlardı. Böylece gerek kendi kendimize gerekse fizik dünyaya dair genel geçer yargılar üretebilirdik. Üstelik bu yargılar öylesine tümeldi ki tüm çağların insan hakikatine ışık tutabilirdi.

Aslında gerçeğe dair bir spekülasyona girmeden önce düşünce tarihi boyunca gerçek nasıl tanımlanmış ve onun mahiyeti hakkında neler söylenmiş, kısaca ve özet bir şekilde bakmak gerekiyor. Gerçeğin ne olduğuna dair ilk sistemli yaklaşımları Antik Yunan felsefesinde görmek mümkün. Onların bu gerçek arayışının temelinde ise doğa felsefesi yatıyor. Bu ilk dönem filozoflarının çoğu fenomenler dünyasındaki sürekli değişimi anlamaya çalıştılar; çünkü onlara göre dış dünya sürekli bir değişim içinde olsa da gerçeğin doğası değişmez olmalıydı. Böylece onlar, dış dünyadaki sürekli değişim ve başkalaşımların arka planında aynı kalan hakikatin peşine düştüler. Bu bağlamda örneğin Pythagoras; gerçeğin iki yüzü vardır, biri “asıl gerçek”, diğeri “gölge gerçek” diyerek görünenin arkasında yatan bir asıl ve mutlak gerçek olması gerektiğinin altını çizdi. Dikkat edilirse o, fenomenler dünyasındaki sürekli değişimi de gerçeğin bir türü olarak alıyor ve buna gölge gerçek

Çok sınırlı bir özetini vermeye çalıştığım bu bakış açısına göre gerçek gerçektir, hayalse hayal. Aralarında kesin bir sınır vardır. Aslında varmaya çalıştığım nokta tam olarak burası. Bizim de bir parçası olduğumuz fiziksel varlık kategorisi yüzyıllar boyunca adına gerçek dediğimiz şeyin önemli

* Mehmetçik Anadolu Lisesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

17


İNCELEME

bir parçası oldu ve özellikle Yeni Çağ’dan beri yeyok!” demenin süslü bir yolu gibi duruyor. Gerçeterli veri ve doğru bilimsel donanımla kavranabilir ğe dair şüpheci yaklaşımlar da kökenini Antik Yubir şey olarak kabul edildi. Peki, edebî eser bu işin nan’da bulur. Bununla beraber onlar güçlü gerneresinde? Daha doğrusu kurmaca… Kurmaca, çeklik savunucuları karşısında küçük bir azınlık gibugün de yaygın olarak altını çizdiğimiz gibi malbidir. Yukarıda da kısaca betimlemeye çalıştığım zemesini “gerçeklik”ten (!) alıp yeniden düzenlegibi prensipte gerçeğin var olduğunu ve hatta onu yerek tabir yerindeyse iyi kotarılmış bir yalana döanlamanın mümkün olduğunu iddia eden filonüştürme olarak düşünülür. Malzemesi gerçek zoflar büyük bir yekûn tutar ve Aydınlanma’dan hayattır, evet, fakat sanatçı bu gerçeklik üzerinde itibaren bilimsel devrimin getirdiği güçle 19. yüzyıbelirli bir seçme işlemi yalın sonuna kadar çerçeveye par, dahası gerçek malzehâkim olmuşlardır. Peki, ne olme üzerinde kurmacanın du? Gerçek bildiğimiz gerçek dezorunluluk ilkeleri bağlağil mi yoksa? mında değişikliklere gider ve bu şekilde ortaya çıkan 20. yüzyıl düşünce tarihimalzemeyi anlamlı bir bünin en önemli dönüşümlerinden tün hâline getirir, yani yeni birini yaşadı. Aydınlanma’dan bir gerçeklik kurgular. Buberi bilimsel düşüncenin belirli na edebî eserin gerçekliği kabulleri vardı. Buna göre bir diyoruz. Edebî eserin gerbütün, eğer doğru bilimsel yönçekliği temelde hepimizin temle parçalarına ayrılarak incekurduğu hayallerle eş delenirse tek tek parçalar bütüne ğerdir. Yani fiziksel gerçekdair tümel bir bilgi verirdi. Quanliğin bir parçası değildir, tum fiziği bu anlamda bilimsel hayaldir, yalandır vb. Buraparadigmayı kökten değiştirdi. Rene Descartes (1596-1650) da “İyi ama kurmaca gerçek Parçaları tek tek incelemek bütüne hayat üzerinde belirli bir tesir dair doğru bir bakış açısı vermeyebiliicra ediyor.” türünden bir tartışma başlatmaya yordu. Özellikle atom fiziği alanında karşılaşılan niyetim yok. Açık ki eser, yalan/hayal de olsa onu bu durum her bir parçanın bütün içindeki konuokuyanlar üzerinde bir tesir icra ediyor ve böylece muna odaklanmak zorunluluğunu doğurdu. Fizikfizik gerçekliğin bir parçasına dönüşüyor. Raskolniteki bu kökten değişimi dilbilim alanındaki çalışkov Dostoyevski’nin hayal gücünden çıktı ve artık malar bütünledi. Dilbilim, Ferdinand de Saussubizim dünyamızın bir parçası. Bunun tartışılacak re’e kadar art zamanlı bir çalışmaydı ve daha çok bir tarafı yok. Asıl tartışılması gereken şu: Ya gerdil dediğimiz olgunun mahiyetinden ziyade tek tek çek, zannettiğimiz kadar kesin ve sınırları belirli dillere odaklanmıştı. Saussure dili bahsi geçen art olan bir şey değilse… zamanlı yaklaşımdan kopararak ona herhangi bir insan icadı oyuna nasıl bakılırsa o şekilde bakmaya Sofistler için üzerinde tartışabileceğimiz çalıştı. Dil, doğrudan doğruya bilincimiz dışındaki bir gerçeklikten bahsetmek mümkün değildi. Mebir gerçekliğe dayanmıyordu. Kapıya “kapı” diyorsela Gorgias gerçeğin olmadığını, var olsa bile bileduk, çünkü herkes öyle diyordu ve bu genel kabul nemeyeceğini söylüyordu. Protogoras ise insanı (tıpkı tavlada zarların ikisi de altı gelince oyuncubir ölçü olarak kullanmış ve insan sayısınca gerçek nun dört tane altı oynaması gibi) bizim de oyunu olduğunu ileri sürmüştü. Bu aslında “Bir gerçeklik kurallarına göre oynamamızı zorunlu kılıyor ve

18


İNCELEME

herkes gibi konuşuyor, herkesin kullandığı malzemeyle kendimizi ifade ediyorduk. Bu yaklaşım sosyal bilimlerde devrimci bir düşünce silsilesini beraberinde getirdi. Çünkü dili yukarıda betimlediğimiz gibi anlarsak ona “kurmaca” demiş oluyoruz. İnsan zihninin ürünü olan ve kerameti kendinden menkul her şey gibi (futbolun kuralları mesela) sadece kendi gerçekliğine atıf yapan, bilimsel herhangi bir realiteye atıf yapmadığı gibi fizik dünyayla da zorunlu bir ilişkisi bulunmayan kurallar bütünü. Böylece yapısalcılık, postyapısalcılık ve nihayet postmodernizm gibi İkinci Dünya Savaşı sonrası yıllara damgasını vuran düşünce akımlarının beslenme kaynağı şekillenmiş oldu.

düşünülemez.

Dilin kendisi kurmaca bir malzemeyse bunun insan zihnine yansıması ne olur? İnsan kelime ve kavramlarla düşünür. Dış dünya algımıza yansıdığı anda bilinç onu dil materyali ile tanımlar, anlamlandırır ve daha önemlisi aynı dil materyali ile anlamlandırdığını başkalarına aktarır. Mevlana’nın çok kullanılan “Ne söylersen söyle. Söylediğin karşındakinin anladığı kadardır.” sözü (biraz anakronizmi göze alalım) tam olarak bu noktaya atıf yapıyor aslında. Anonim bir oyun olan dil, anonim olduğu kadar da bireyseldir; çünkü dili konuşan her bir birey cinsiyet, kalıtım, inanç, siyasi kanaat, iktisadi durum, eğitim vb. sayısız değişkenle şekillenen bir bilinçtir ve dil malzemesine bütün bu değişkenler bağlamında tasarruf eder. Şu hâlde dil malzemesiyle dış dünyayı anlamlandırırken yukarıda sıralamaya çalıştığım değişkenlerle (ve daha niceleriyle) meseleye hâkim olur ve yine bu bağlamda iletişime geçer.

Ferdinand de Saussure (1857-1913)

Kimilerini postmodernizmle beraber andığımız Roland Barthes, Jacques Lacan, JeanFrançois Lyotard, Michel Foucault, Jacques Derrida, Jean Baudrillard, Julia Kristeva, Gilles Deleuze, Félix Guattari gibi pek çok isim, yukarıda çerçevesini çizmeye çalıştığım bağlamda gerçekliği tartışmaya açtılar. Gerçek yüzyıllardır zannedildiğinin aksine bütünüyle spekülatif, öznel bir şeydi. Her bir birey pek çok toplumsal katman tarafından şekillendiriliyordu. Örneğin 2017’de Türkiye’de yaşayan bir birey, cinsiyetinden -kültürel olarak gelişen cinsel kimliğinden-, eğitiminden, ailesinden, kalıtımsal faktörlerden, dinî inancından, siyasi kültüründen, yaşadığı şehir veya bölgeden ve aslına bakılırsa bütün bunları içeren, var eden ve dönüştürmeye devam eden tarihsel mirasından bağımsız düşünülemiyordu. Bahsi geçen kişi dil materyaline de bu bağlamda tasarruf ediyor ve böylece kendisi ne kadar şiddetle müdafaa ederse etsin adına gerçek dediği şeyi bütünüyle bireysel,

Bu noktadan itibaren “gerçek” ciddi anlamda tartışılır oldu. Çünkü evrimsel antropolojiye göre bilişsel devrimin temel değişkeni dildi ve insan dediğimiz canlı dil sayesinde aktardığı, ürettiği ve yapıp çattığı şeylerle yeryüzünde bugünkü pozisyonunu almıştı. Şu hâlde insanın elinin/zihninin değdiği her şey kurmaca olmak zorundaydı, çünkü insana dair hiçbir şey dil malzemesi olmaksızın

19


İNCELEME

öznel malzemeden teşekkül ettiriyordu. Her bir birey, pek çok değişkene bağlı olarak dış dünyadan bilincine düşen uyaranlara reaksiyon gösterir, onları anlamlandırma sürecinden geçirir, buna göre de tepkiler oluşturur. Demek ki sınıf bilinci, cinsiyet kimliği, etnik kimlik, dinî kimlik, siyasi görüş gibi günümüzde dünyanın her yerinde karşımıza çıkan önemli toplumsal çatlak alanları hep yukarıda bahsini ettiğimiz dilsel öznellikle gerçekleşmekte. Dahası her bir birey bir şekilde kendilerinden önce oluşturulmuş bu kurmaca evrenin kurumsallaştırdığı “söylemi” (Söylem kavramını burada Foucault’nun ona yüklediği anlam çerçevesinde, yani bir şekilde sınırları belirlenmiş bilgi üretme olanakları ve yollarının bütünü ile üretilen bilgiye insan davranışı bakımından anlam veren çerçeve olarak alıyorum.) içselleştirmekte ve onu başka bireylere aktarmakta. Bir şekilde kimi insanlar tarafından üretilen, hayatımızın belirli bir alanını düzenleyen bir bakış açısı, kültürün bir parçasına dönüşüyor, kurumsallaşıyor ve kendine ait bir söylem inşa ediyor. O andan itibaren söylem ger-

çekliğin kendisine dönüşüyor, tek tek bireyler üzerinde mutlak bir güç icra ediyor ve tek tek bilinçler aracılığıyla hem paralel hem dikey olarak toplum içinde yayılıyor. Postyapısalcılık ve postmodernizm bağlamında gerçeğin ne’liği bu şekilde izah edilebilir zannediyorum. Tartışmayı bu noktada bırakıp buraya bağlı bir başka noktaya atlamak istiyorum. Mademki gerçek zannettiğimiz gibi nesnel ve tümel değildir; bizim yapıp çattığımız, öznel bir algıdır; şu hâlde edebî eserin durumu nedir? Daha da ilginci takriben 200 yıldır edebiyatın kurmaca dünyasından ayrılarak bir bilim olduğunu ve işinin “gerçekler” olduğunu iddia eden tarih ne olacaktır? Yukarıda betimleye çalıştığım gerçeğin mahiyetiyle ilgili tartışma en somut haliyle edebiyat-tarih mukayesesinde ortaya çıkıyor. Bir sonraki sayıda bunu ele almak istiyorum.

20


İNCELEME

Fatma Taşkesti*

Kitle İletişimi: Matbaadan Sosyal Medyaya…

En genel özelliği bilgi alışverişi olan iletişimi, belirli bir coğrafyada belirli bir zaman diliminde insanlar arasında duygu, düşünce, bilgi ve deneyimlerin aktarım ve paylaşım süreci olarak açıklayabiliriz. Bu süreç içerisinde, bir tarafta kaynak dediğimiz iletişimi başlatan veya gönderen, diğer tarafta ise alıcı olarak tek tek bireyler veya gruplar vardır. İlki genelde “noktadan noktaya iletişim” iken diğeri ise “noktadan yığına veya noktadan kitleye iletişim” olarak adlandırılır. Noktadan kitleye iletişim genellikle “Kitle İletişimi” olarak bilinir.

Bu tanımlamayı biraz daha açalım: Kitle İletişimi, bir iletişim kaynağının -ki bu genellikle bir kuruluştur- bir kanal kullanarak geniş, hızlı ve sürekli bir biçimde iletiler yayarak kitlelerde tepkiler uyandırma ve bu tepkileri çeşitli şekillerde belirleme sürecidir. Bu ayrıntılı tanımda dikkati çeken tepki uyandırma ve belirlemedir. Burada da öne çıkan bu iletişim sürecinde kullanılan kaynaklar ve bu kaynakların sahibi olan kuruluşlardır. Bu kuruluşlara genel olarak baktığımızda ilk olarak karşımıza profesyonellik çıkar. Gelin şimdi bu profesyonelliği tarihî süreci içinde ele alalım. Düşünelim, kitleleri etkileyen yönlendiren, bir iletiyi birden fazla kişiye yani bir kitleye gönderen ilk araç ne olabilir? Cevap: Kitap. Basılı kitap hatta basılı gazete, dergi. Böylelikle karşımıza çıkan ilk kavram matbaa. Tarihsel gelişimine baktığımızda matbaa, ilk olarak teknik açıdan çok gelişmemiş olsa da 6. Yüzyılda Çin’de kullanılmaya başlanır. 15 yüzyılda Avrupa’da Gutenberg’in baskı makinesini icadı matbaanın icadı olarak kabul edilir. Baskı teknolojisinin gelişimi ile de basılan eserlerin sayısı ve hızları artmış; insanlar duygularını, düşüncelerini, deneyimlerini yaymak için bu iletişim aracını etkili bir biçimde kullanmaya başlamıştır. Bilimsel ve kültürel bilginin aktarımı ve yaygınlaştırılması çerçevesinde toplumu bil-

* Mehmetçik Anadolu Lisesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

21


İNCELEME

gilendirme ve güdüleme, kamuoyu oluşturma gibi çeşitli amaçlar gerçekleştirilmeye başlanmıştır. Buradaki tek olumsuz nokta, bu kitle iletişim aracından sadece okuryazar kesimin yararlanabilmesidir.

şında gerekse teknolojide hız kesmeden gelişim göstermiştir. İşitselliğe görselliğin de eklenmesi ve aynı anda milyonlarca kişiye ulaşması televizyona daha önce hiçbir iletişim aracında olmayan bir güç kazandırmıştır. Böyle bir görüntü teknolojisini, bir kitle iletişim aracı haline dönüştüren süreçte, radyonun kitle iletişim aracı olarak aldığı yol, televizyon için bir kılavuz oluşturmuş; ilk televizyon yayınlarının yapısı da radyo yayınlarına öykünülerek ortaya çıkarılmıştır. Örneğin televizyon program türlerinin oluşturulmasında, radyoda hâlihazırda var olan yapı kullanılmış, radyo haberleri televizyon yayınlarıyla görsel bir hal almış, müzik programları video kliplere dönüşmüş, radyo oyunları ise televizyon dizileri şekline dönüşmüştür.

19. yüzyılda elektromanyetik akımın keşfi ile günümüzde de kullanılan modern iletişim araçlarının temeli atılmıştır. Marconi’nin nokta ve çizgilerden oluşan işaretleri tel veya kablo olmadan elektromanyetik dalgalarla bir alıcıya göndermesiyle konuşmalar da radyo yoluyla yayınlanmaya başlamıştır. 1920’lerde de ABD’de kurulan radyo istasyonları ile küçük çaplı da olsa programlar yapılmaya başlanmıştır. Bu yıllardan televizyonun yaygınlaştığı 1960’lı yıllara kadar geçen süre “radyonun altın çağı “olmuştur. İnsanlar artık okuduklarını duymaya başlamış, bu da radyonun güvenilir bir araç olmasında etkili olmuştur. Büyük ve heybetli görüntüleriyle radyolar evlerin başköşelerindeki yerini almış, tüm ailenin toplandığı radyo dinleme saatlerinin doğmasına neden olmuştur. Hem güvenilir olarak algılanması hem de gösterilen talep radyonun yayın amacını da yönlendirmiştir. Özellikle II. Dünya Savaşı’nda bir propaganda ve kültürel yayılma aracı olarak kullanılmıştır radyo.

Evlerdeki televizyon alıcılarının, yayın yapan kanalların sayısı arttıkça; televizyon boş zamanı daha fazla dolduran bir kitle iletişim aracı haline gelmiştir. Televizyon, bireylerin serbest zamanlarını doldurmada daha önceki kitle iletişim araçları ile kıyaslanamayacak kadar etkin ve talepkârdır. Ayrıca sadece işitme duyusunu değil, görme duyusunu da sürekli meşgul ederek, izleyiciyi belirli bir konuma sabitlemiştir. Bu da televizyona yönelik birçok eleştirinin doğmasına sebep olmuştur. İnsanın serbest zamanını doldurarak onu edilgenleştirdiği televizyona yöneltilen ilk eleştiridir. Ayrıca dizi ve filmlerdeki şiddetin, izleyicilerin içlerinde gizli kalmış şiddet duygularını “uyararak açığa çıkardığı” ileri sürülmektedir. Özellikle dizilerdeki kalıplaşmış, genelleştirilmiş, kişisel özellikleri göz ardı edilmiş stereotiplerin, temsil ettikleri sosyal gruplar hakkında kalıp yar-

“Uzaktan Görüntü” veya “Uzagörüm” anlamlarına gelen televizyon, 1923 yılında İngiltere’de Baird tarafından icat edilmiş, ilk görüntü 1926 yılında yayınlanmıştır. 1936 yılında ilk düzenli yayınlar başlamış, ancak II. Dünya Savaşı yıllarında bu yayınlar duraklamıştır. 1945 yılından günümüze kadar televizyon, gerek yayın anlayı22


İNCELEME

gıların oluşmasına neden olması da yoğun eleştiri almıştır.

ması bu eleştirilerden sadece birkaçı. Değişime ve gelişime sürekli ihtiyaç duyan insanoğlu, tarihî süreç içeinde bunu doğasının bir parçası olan iletişime de yansıtmıştır. Yazılı kültürden işitsele, görselden elektroniğe kitle iletişim araçları sürekli bir gelişim göstermiştir. Bilgilendirici olmasının yanında yönlendirici etkisine de dikkat çektiğimiz bu araçlara kısaca değinmeye çalıştık. Toplumsal bilincin oluşturulması ve sosyal düzenin sağlanmasında kitle iletişiminin öneminin anlaşılması dileğiyle…

Son yüzyıl içinde yaşanan teknolojik gelişmeler bir yandan da sayısal veri iletimi konusunu da etkilemiş, özellikle de bilgisayar ve internet teknolojisinin gelişimine etki etmiştir. İlk hesap makinelerinin yapımından mikro bilgisayarlara, ilk yerel ağ yapılandırmasından bulut teknolojisine ulaşan bu gelişim, bilgilendirmeden iletişime hayatımızın bir çok alanını yönlendirmektedir. Radyo ve televizyonla sadece alıcı konumunda bulunan birey, internetle seçici olmaya başlamış, karşısındaki kişi ve kuruma ileti gönderebilir hale gelmiştir. Tanıdık veya tanımadıklarıyla iletişime geçen insanlar sosyal medyayla bu iletişime farklı bir boyut kazandırmışlardır. Her kullanıcının bir içerik üretebilmesinin yanında geleneksel kitle iletişim araçlarına göre imkanı olan herkesin erişebilirliği noktasıyla yeni mecra, kitle iletişim tarihi bakımından oldukça dikkat çekicidir. Ayrıca sosyal medya araçlarında paylaşılan haber veya yorumlar yeniden hızlı bir şekilde düzenlenebilir ya da değiştirilebilir.

Bütün bunlar insanların iletişim şeklini değiştirmiş, yüz yüze iletişimden sanal ortama taşınan bu iletişim de birçok eleştiri almıştır. Kaynağı doğrulanamayan bilginin paylaşımı, insanların birbirinden kopması, bağımlılık yapması, özel hayat-sosyal hayat arasındaki çizginin muğlaklaş23


İNCELEME

Ayşen Ocaktan*

“Küçük Prens”in Düşündürdükleri

Çocukluğumda büyük bir heyecan ve merakla çizgi filmini izlediğim Küçük Prens’i, ilk okumam, gençlik dönemime rastlıyor. Okuduğumda daha önce neden okumadım diye hayıflandığım, çocuk edebiyatında bir başyapıt olarak anılan Küçük Prens’i, bugünkü bakış açımla tekrar okumak, irdelemek ve düşündüklerimi paylaşmak istedim.

luğu önemsediğini ve dostunun zor günlerinde yanında olduğunu göstermektedir. Kitabın yazılma nedenini de bize hissettiren bu ön söz, okuyucuyu da kitabın dikkatli okunması gerektiği konusunda uyarmaktadır. Masalsı bir anlatımla yazılan Küçük Prens kitabı, yirmi yedi bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde, kahramanımızın altı yaşında iken, balta girmemiş bir ormanı anlatan “Gerçek Öyküler” adlı kitapta, vahşi avını yutmak üzere olan bir boa yılanının resmini görmesi ve kitapta yazan şu cümleler sonrası yaşadıkları anlatılmaktadır. “Boa yılanı avını çiğnemeden, bütün olarak yutar ve hareket edemez hale gelir. Sonra da onu sindirebilmek için altı ay boyunca uyur.” Okuduğu öyküden etkilenen kahramanımız, fil yutmuş bir boa yılanını resmeder. Resim, büyükler tarafından anlaşılmaz ve büyükler, resmi şapkaya benzetir. Büyükler anlasın diye ikinci bir resim çizen kahramanımız, bu defa, boa yılanının içinde fili resmeder. Büyükler tarafından boa yılanını, içten ya da dıştan çizmeyi bırakıp ilgisini coğrafya, tarih, matematik ve dil bilgisine yöneltmesi tavsiye edilen kahramanımızın ressamlık kariyeri de böylece bitmiş olur. Bu yüzden, başka meslek seçmek zorunda kaldığını ve pilot olduğunu ifade eden kahramanımızın bu çizimleri, daha sonra ona şu şekilde yardımcı olur: “Ne zaman bana diğerlerinden daha aydın gelen biriyle karşılaşsam, yanımdan hiç ayırmadığım I numaralı resmimle ona bir deney

Kitabın ön sözünde başlıyor aslında yazarın okuyucuya anlatmak istedikleri. Kitabını, bir yetişkine ithaf ettiği için çocuklardan özür dileyen yazar, bunun gerekçelerini şu şekilde açıklıyor: “Ciddi bir nedenim var: Bu yetişkin kişi dünyada sahip olduğum en iyi dost. İkinci bir nedenim daha var: Bu yetişkin kişi her şeyi anlayabilir. Çocuk kitaplarını bile. Ve üçüncü bir nedenim var: Bu yetişkin kişi Fransa’da yaşıyor, orada aç ve üşüyor. Teselli edilmeye büyük ihtiyaç duyuyor. Eğer bütün bu nedenler yeterli değilse, ben de kitabı bu yetişkin insanın çocukluğuna ithaf ederim. Her yetişkin insan önce çocuktu… (Ama pek azı bunu hatırlıyor.) İthafımı düzeltiyorum: Leon Werth’e, küçük bir erkek çocuk olduğu zamanlar için.” Saint-Exupery’nin sade, basit ama derinlikli anlatımını özetleyen bu ön söz, yazarın çocuklara ve çocukluğunu yitirmeyen yetişkinlere büyük değer verdiğini ve saygı duyduğunu; dost* Mehmetçik Anadolu Lisesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

24


İNCELEME

yapıyordum. Gerçekten anlayışlı olup olmadığını görmek istiyordum. Ama hep aynı yanıtı veriyordu: ‘Bu bir şapka.’ Ben de ne boa yılanlarından, ne balta girmemiş ormanlardan ne de yıldızlardan söz ediyordum. Onun düzeyine iniyordum. Briç, golf, siyaset ve kravatlar hakkında konuşuyordum. Böylece o yetişkin kişi benim gibi aklı başında biriyle tanıştığı için mutlu oluyordu.”

bölümlerde geçen konuşmalardan sonuçlar çıkartarak ulaşıyoruz. Küçük Prens, biri sönmüş üç volkanı ve harika, kâinatta eşi benzeri olmayan bir gülü bulunan ve baobap ağaçları ile kaplı küçük bir gezegende (Asteroit B-612) tek başına yaşamaktadır. Kendine bir uğraş bulup bilgisini ve görgüsünü artırmak ve arkadaş edinmek amacıyla bölgesinde bulunan diğer asteroitleri gezmeye karar vermiştir.

Yazarın çocukların hayal dünyasını karartan, acımasız dünyanın kurallarına göre yaşamayı öğrenip kendi çocukluğunu unutan, düzenin gerekliliklerini yerine getirmeyi tek doğru olarak algılayıp hayatı çocukları ve kendileri için karabasana dönüştüren yetişkinleri eleştirdiği bu bölüm, ikinci bölümle bütünlük içerisindedir. İçindeki çocuğu muhafaza ederek yetişkin olmanın bedelini yalnız kalmakla ödeyen kahramanımız, ikinci bölümde, Sahra Çölü üzerinde bir uçak kazası geçirir. Motorunun bir parçası bozulur, yardım isteyecek kimse yoktur. Bütün bunlara bir de zaman sıkıntısı eklenmiştir. Çünkü, sadece sekiz gün yetecek suyu vardır. Geceyi en yakın yerleşim yerinden bin kilometre uzakta, kumların üzerinde uyuyarak geçiren kahramanımızı cılız, garip bir ses uyandırır. Bu ses, ondan bir koyun resmi çizmesini ister. Ve böylece küçük, olağanüstü diye tarif ettiği Küçük Prens ile tanışıp masumiyetin ve hayal gücünün zenginliğinde buluşurlar.

Antoine de Saint-Exupery

İnsan, hayatını devam ettirirken, yaşadığı ya da dünyada yaşanan her türlü olaya, kendi bakış açısının genişliğine göre anlam verir. Küçük Prens’in küçük bir gezegenden geliyor olması, insanın kendi yaşantısının evren içindeki küçüklüğüne ve günlük kaygılar içinde boğulurken, kaçırdığı büyük resme vurgu yapmaktadır. Gül; bizi hayata bağlayan, hayatımızı anlamlı kılan, bütün bunlar karşılığında bizden sevgi ve emek bekleyen, bazen dikenleri ile canımızı da yakabilen eşimiz, sevdiğimiz ya da herhangi bir sevgi olarak yorumlanabilir. Üç volkan, hayatın içinde birdenbire gelişen, kabul etmek ve teslim olmaktan başka çaremizin olmadığı durumları simgelerken; baobaplar, kontrol altına alınabilecek, disiplinli bir çalışma ile üstesinden gelinebilecek zorlukları simge-

Yazarımızın kaza yeri olarak çölü seçmesi, tesadüf değildir tabii ki. Kahramanımızın çocukluğunu ve masumluğunu hatırlaması, kendisini tanıyıp bulması için uygun bir mekândır. Susuzluk, gerçeğe ulaşmak için duyulan isteği aklımıza getirirken; yalnızlık, insanın kalabalıklar içindeki tek başınalığını düşündürmektedir. Kahramanımıza çok soru soran, ama kahramanımızın sorduğu sorulara cevap vermeyen Küçük Prens ile ilgili bilgilere; üçüncü, dördüncü, beşinci, altıncı, yedinci, sekizinci ve dokuzuncu 25


İNCELEME

lemektedir.

bile anlam bulamaz.

Küçük Prens, dünyaya gelmeden önce 325, 326, 327, 328, 329 ve 330 numaralı asteroitleri gezer. Onuncu, on birinci, on ikinci, on üçüncü, on dördüncü ve on beşinci bölümlerde, Küçük Prens’in bu asteroitlere ziyaretleri anlatılır. İlk ziyaret ettiği gezegende halkı olmayan, her şeye hükmettiğini ve etrafındakilere mantıklı emirler verdiğini zanneden bir kral yaşamaktadır. Güç peşinde koşan, insanlara gücü ile hükmetmeyi seven, gerçek kudret sahibini göremeyen ve kendi kalıpları içinde acizliğini bile fark edemeden yaşayan otorite tutkunu insanları simgeleyen kralın yalnızlığı ve Küçük Prens’i gitmemesi için ikna konuşmaları dikkat çekicidir.

Dördüncü ziyareti bütün vaktini çalışmakla geçiren, ciddi, hayal kurmayı zaman kaybı olarak değerlendiren ve yıldızlara sahip oldukça zenginleştiğini düşünen bir iş adamının gezegeninedir. Amaçsızca sahip olmak isteyen insanları simgeleyen iş adamı, Küçük Prens’in “Benim her gün suladığım bir çiçeğim var. Üç tane yanardağım var, onları da her hafta temizlerim. Sönmüş yanardağı bile ihmal etmem. Kim bilir, belki bir gün o da yeniden yanabilir. Bu yaptıklarım, sahip olduğum şeyler için yararlı. Ama sen yıldızlara yararlı değilsin.” sözleri karşısında söyleyecek hiçbir şey bulamaz. Küçük Prens, beşinci gezegeni çok tuhaf bulur. Hepsinden daha küçük olan gezegende, bir sokak lambasıyla, sokak lambasını talimat üzerine yakıp söndüren bir lamba yakıcısı vardır. Küçük Prens, anlayamadığı bu durumu, sokak lambacısına sorar ve “Anlayacak bir şey yok. Talimat talimattır.” cevabını alır. Küçük Prens, lamba yakıcısını kral, kendini beğenmiş adam, ayyaş ve iş adamına göre daha anlamlı bulur. “Belki kendinden başka bir şeyle ilgilendiği içindir.” diye düşünür. Kendisine verilen görevleri, sorgulamadan yerine getiren yetişkinleri temsil eden sokak lambacısının gezegenini özleyeceğini düşünen Küçük Prens, altıncı gezegene doğru yol alır.

İkinci ziyaret ettiği gezegende, kendini beğenmiş bir adam yaşamaktadır. Küçük Prens’i görür görmez “Ah, işte bir hayranım!” diye bağırır. Çünkü, ona göre diğer insanların hepsi, onun hayranıdır. Kendini beğenmiş adama göre hayran olmak, “…bir kimsenin o gezegendeki en yakışıklı, en şık giyimli, en zengin ve en akıllı kişi olduğunu düşünmek…” anlamına gelmektedir. Yazar, kendini beğenmiş adam tipiyle, halkın beğeni ve ilgisini hazmedemeyen, toplumla iletişimi kopuk, her yaptığı hareket için övgü bekleyen ve egosu büyük sanatçıları eleştirmektedir. Yazarın bu tipinin, günümüzde sanatçı çevresi ile sınırlı kalmadığını da ifade etmek gerekir.

Küçük Prens, altıncı gezegende, kocaman kitaplar yazan yaşlı bir coğrafyacıyla karşılaşır. Yaşlı coğrafyacıdan coğrafyanın ne demek olduğunu öğrenen Küçük Prens, “Gezegeniniz çok güzel. Burada okyanuslar var mı?” sorusuna “Bunu bilemem.” cevabını alınca hayal kırıklığına uğrar. Yazarın, bilimi kimin için yaptığını unutan bilim adamını ve bilim anlayışını sorgulayan coğrafyacı tipine, Küçük Prens, sorar: “Ama siz coğrafyacısınız!” Coğrafyacının, “Elbette. Ama ben kâşif değilim. Müthiş bir şekilde kâşif eksikliği çekiyorum. Şehirlerin, dağların, okyanusların ve çöllerin sayısını öğrenmek coğrafyacının işi değildir. Bir coğrafya-

Üçüncü ziyaret ettiği gezegende, bir ayyaş yaşamaktadır. Utandığını unutmak için içki içen ayyaşa yardım etmek isteyen Küçük Prens, “Neden utanıyorsun ki?” sorusuna “İçmekten” cevabını alınca, şaşkına döner ve her gezegeni ziyareti sonrasında tekrarladığı, “Büyükler gerçekten de, gerçekten de çok tuhaf.” sözünü kendi kendine söyleyerek yoluna devam eder. Hayatın zorlukları karşısında yıkılan, umutsuzluğa kapılan ve bu durumu değiştirmek için en ufak bir çaba harcamayan ve içki ile unutmayı seçen insanları simgeleyen ayyaş, küçücük bir çocuğun gözünde 26


İNCELEME

cı vaktini etrafta avare dolaşarak harcayamayacak kadar önemlidir. Bürosundan asla ayrılmaz ama kâşifleri kabul eder. Onlara sorular sorar ve yolculuklarındaki anılarıyla ilgili notlar tutar. İlgisini çeken bir anıyla karşılaştığında ise, kâşifin ahlakı hakkında bir araştırma yapılmasını ister. Çünkü yalan söyleyen bir kâşif, coğrafya kitaplarında büyük felaketlere neden olur. Çok fazla içki içen bir kâşif de öyle.” cevabını pek de beğenmeyen Küçük Prens, coğrafyacının önerisi ile dünyayı ziyaret etmeye karar verir.

Küçük Prens, tilkinin isteği ile onu evcilleştirir. Ayrılık saati geldiğinde tilki ağlamaya başlar ve Küçük Prens’i güllerin yanına tekrar gönderir. Ve ona “Şimdi git ve güllere bak. O zaman kendi gülünün evrende tek ve eşsiz olduğunu anlayacaksın. Sonra bana veda etmek için geri geldiğinde, sana bir sır armağan edeceğim” der. Küçük Prens, güllere bir kez daha bakmaya gider ve güllerle konuşur. “Benim gülüme hiç benzemiyorsunuz, henüz hiçbir özelliğiniz yok. Kimse sizi evcilleştirmedi, siz de kimseyi evcilleştirmediniz. Tıpkı tilkimin eski hali gibisiniz. Dünyadaki yüz bin tilkiden yalnızca biriydi. Ama ben onunla dost oldum ve şimdi artık eşsiz bir tilki.” Daha sonra tilkinin yanına dönen Küçük Prens’e tilki, bir sır verir. “Özde olanı sadece kalp görebilir. Gözler özde olanı göremez.” Küçük Prens, tilki ile konuşmalarından şu sunucu çıkarır. Gülümün diğer güllerden daha önemli olmasını sağlayan şey, gülüme ayırdığım vakit ve sorumluluk duygusu.

Kitabın on altı ila yirmi altıncı bölümlerinde, Küçük Prens’in dünyadaki maceraları anlatılır. İlk önce yılanla karşılaşır. Dünyanın acımasızlığına karşı Küçük Prens’in saflığı, masumluğu yılanı bile üzer. Yılan, Küçük Prens’e gezegenini özlerse yardım edebileceğini söyler. Uzun bir yolculuktan sonra Küçük Prens, eşsiz olduğunu düşündüğü gülüne benzeyen beş bin tane gülün bulunduğu bir gül bahçesine ulaşır. Boyları dizine kadar olan dağlarına karşılık, dünyada yüksek bir dağ ve eşi benzeri bulunmadığına inandığı gülüne benzeyen binlerce çiçek ile karşılaşan Küçük Prens, büyük bir hayal kırıklığı yaşar ve ağlamaya başlar. Tam o sırada, tilki çıkar karşısına ve sohbet etmeye başlarlar. Bu sohbette, yaşamın sıradanlığından kurtulmak ve yaşama anlam katmak için bağ kurmanın önemi; arkadaş olabilmek için sabırlı bir şekilde zaman ve emek harcanmasının ve kuralların gerekliliği konuşulur.

Küçük Prens, dünyadaki yolculuğuna devam eder. Yoluna çıkan ray makasçısı ve satıcı ile insanların ne aradıklarını bilmeden, endişe ve telaşla hayatın rutinini yaşamalarını, yaşadıkları anı kaçırmalarını ve hayatı duyumsayarak yaşamamalarını eleştiren konuşmalar yapar. Gezegenlerde ve dünyada yaşadıklarını kahramanımızla paylaşan, dost olan ve dolu dolu sekiz günü birlikte geçiren Küçük Prens, yılanın yardımıyla dünyadan ayrılır. Kahramanımızın da uçağı tamir olur ve özlediği değerleri taşıyan küçük dostundan ayrılmanın üzüntüsü ile evine dö27


İNCELEME

ner.

yetişkinler olarak karşımıza çıkacağını ve bunun önüne geçilmesinin gerekliliğini vurgular.

İnsanın kendi hayatı üzerine düşünmesini, sorular sormasını, eksiklerini tespit etmesini, kendisi için önemli olanı bilmesini, dostluğa önem vermesini, kendine ve çevresine karşı sorumlu olmasını, mutlu olmayı ve doya doya yaşamayı başarabilmesini isteyen yazar, Küçük Prens’i ideal bir insan olarak tasarlar. Büyüklerin git gide yalnızlaşan, dünyayı yaşanmaz hâle getiren, insani değerlerden uzak ve samimiyetsiz yaşantısına tepkisini de sembolize ettiği karakterlerle bize ulaştırır. Yazarın ideal insanı, bir çocuk olarak tasarlaması, büyüklere bir uyarıdır aynı zamanda. Yazar, büyüklerin hayatı anlamlandırmasına göre şekillendirilen çocukların gelecekte kaybedilmiş

Dünyaya her an farklı gözlerle bakabilmek, her şeyi yeniden keşfedebilme becerisi kazanabilmek, sağduyumuzu kaybetmemek ve duygularımızı yitirmemek, kısacası insanı insan yapan özellikleri tekrar sorgulamak için Küçük Prens’i okuma listemize ekleyebiliriz. KAYNAKÇA Antoine De Saınt – Exupery, Küçük Prens, Yakamoz Yayınları, İstanbul 2016

28


İNCELEME

Kendini yargılamak, bir başkasını yargılamaktan çok daha zordur. Eğer kendini iyi bir şekilde yargılamayı başarırsan bu, senin gerçek bir bilge olduğunu gösterir.

29


İNCELEME

Batuhan Aksungur*

Miskinliğin Dingin Ütopyası

19.yy Rus edebiyatının klasikleri arasında yer alan ve müellifi Gonçarov'un aynı isimli romanının baş kahramanı Oblomov, dünya edebiyatında miskinliğin ütopik simgesidir. Nasıl ki Akakiyeviç öldükten sonra paltosunu arayan bir hayalet, Raskolnikov sofistike ve histerik bir karakter, Çiçikov dönem Rusya'sının bürokratik ve sosyal yaşantısına yapılan kurnazca bir tenkitin mümessili olarak zihinlerimizde yer etmişse, Oblomov da hırkası ile birlikte zihnimizde tembelliğin ve miskinliğin virtüözü olarak yer etmiştir. Oblomov, karakteri olan miskinlik ve tembelliği hem eylemsel hem söylemsel olarak o kadar iyi sahiplenmiştir ki dünya literatüründe “Oblomovluk” adlı deyimin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Oblomov yazarının zihninde hayat bulan bir kurmaca karakter olsa da miskinlik ve tembellik insan tabiatındaki bir gerçek olarak var olduğu için “Oblomovluk” bizim gerçek (!) dünyamızın bir parçası hâline gelmiştir. İşte bu yüzdendir ki önemli olan Oblomov değil “Oblomovluktur”.

İster bir seçim sonucu isterse şahsiyetin dayatması olsun Oblomovluğun insanı peyderpey yok eden bir hastalık olduğu Oblomov’un şahsında tecrübe ettiğimiz bir realitedir.

Pek tabii ki aşina olduğumuz modern söylemler ile Oblomov'un tembelliğini meşrulaştırabiliriz. Oblomov'un tembel olması bir seçimin sonucudur ki ona da bilinçli eylemsizlik diyebiliriz. Yozlaşmış Rus sosyete ve salon yaşamı gibi toplumsal etmenler Oblomov'un kişiliğini şekillendirmiş, kendi seçimi olan eylemsizliği zamanla beşeri ilişkilerinde yönlendirici unsur olmuştur. Ki bu değişim nihayetinde Oblomov'un eylem yönünden tembel bir karakter olmasının yanında, insanlarla olan ilişkilerinde ve düşünmede de Oblomovca bir mahiyet kazanmasına neden olmuştur.

Anlattığı ne olursa olsun, bir yazar kendi edebiyat ve coğrafya çerçevesinin içerisinde bulunduğu için Oblomov’u dar bir bağlamda Rus toplumunun sosyolojik bir ürünü olarak ele alabiliriz. Hem kendi edebiyatımızda hem Rus edebiyatında birçok kez karşılaştığımız Doğu-Batı, Doğulu-Batılı diyalektiği Gonçarov’un eserinde Oblomov olarak tezahür eder. Miskinliği, eylemsizliği ve tasarlanmaktan bir adım öte gidemeyen planları ile Oblomov “Batılılaşmaya çalışan Doğulu”

* Gazi Üniversitesi Rus Dili ve Edebiyatı 1. sınıfı öğrencisi. Mehmetçik Anadolu Lisesi mezunu

30


İNCELEME

bir tiplemedir. Romanın diğer bir ana karakteri, Oblomov’un en yakın arkadaşı Alman Ştoltz ise Oblomov’la olan tezatlığı ile Batılı bir tiplemedir. Oblomov ne kadar miskin, tembel ise Ştoltz o kadar çalışkan, disiplinli bir karakterdir. Bir Doğulu olarak Rus miskinliği ile bir Batılı olarak Alman disiplini arasındaki bu ilişki iki karakter arasındaki ana çatışma unsurudur. Ama Doğulu ve Batılı kavramları bir bakış açısından ibaret olduğu için karakterleri Doğu-Batı çerçevesi içine sokup dar bir temele oturtmak yerine, her ikisinin sahip olduğu karakteristik özellikleri birey bağlamına oturttuğumuz zaman, özelde Rus toplumunda genelde hemen hemen tüm toplumlarda karşılaşabileceğimiz tipler olduğunu görebiliriz.

me adapte olmakta zorlanmıştır. Değişen sosyal düzene karşı Oblomov’un dünyası zamanla bir ütopya haline gelmiştir. Oblomov’un Rüyası adlı pasajda tasavvur edilen Oblomovka hayatı da tam olarak Oblomovca bir ütopyadır. Değişmekte olan sosyal düzenin son kırıntıları Oblomovka’da yaşamaktadır. Oblomov’un ütopyası geçmiş düzenin, karakterlerin, insanların silinmeye yüz tutmuş izleri ve onlardan kalan miskinliğin yaşadığı son yerdir. Miskinlik-çalışkanlık, geçmişin ütopyasışimdinin realitesi arasındaki ilişki haricinde Oblomov’un bize sunduğu kişiler, kendisi de dâhil, hemen hemen toplumsal olarak hiç de yabancısı olmadığımız karakterlerdir. Bu karakterlerden biri, belki de en az Oblomov kadar aşina olduğumuz Alekseyev’dir ki Oblomov’un tanımıyla geldiği yerde bir şeyin değişmediği, gittiği yerden bir şeyin eksilmediği, adıyla birlikte bir kere gördükten sonra ne yüzünün ne isminin hatırlandığı, doğduğunu annesinden başka kimsenin bilmediği, yaşadığından ise çok az kişinin haberdar olduğu, insanlığın silik bir gölgesidir. Toplumsal yaşantımızda belki dikkat etmeyeceğimiz kadar kısa bir süre belki de denk geldiğimiz ama sonradan unuttuğumuz karakter olarak bir baskınlığı olmayan, hiçbir bağlamda bir etkisi olmayan silik tipler tam olarak Alekseyev’dir.

İvan Gonçarov (1812-1891)

Hepimizin tanıştığı, bildiği; ama bir temele oturtamadığı kişilere ustaca hayat vermesi ve karakter kazandırması Oblomov’u değerli kılan özelliktir. Oblomovluk ise insan doğası var olduğu müddetçe hırkası ile şuurlarımızda ve aramızda yaşamaya devam edecektir. Yaşadığımız şuan ise gelecekte, değişmiş olan bir başka sosyal düzenin Oblomovka’sı olacaktır.

Tüm bunların ışığında Oblomov’a salt tembellik ve miskinlik abidesi olarak bakmak, Oblomov’u oldukça basit bir düzeye indirgememize sebep olur. Karakterin ailesel analizi yapıldığında Oblomov’un yetiştirilme tarzının, üstünde oluşan aşırı koruyucu tavırların, kendi çekingen kişiliği ile birleşince ilerde kazanacağı Oblomovluk karakterinin temelini oluşturduğunu söyleyebiliriz. Ne var ki bu pasif kişilik tek geçerli kural olan değişi31


İNCELEME

Ümmügül Avcu*

Dil Tutulur Gönül Dokur Kiminin hayalleri, kiminin umutları; kiminin sırları, kiminin kırgınlıkları saklıdır o nakışlarda. Ya da karaları bağlamışsındır gizliden gizliye... Kimseye söyleyememişsindir içinden çekip atamadığın derinden derine seni yiyen o şüphelerini. “Neme lazım, dile düşmeyeyim.” deyip paylaşamamışsındır bir ömür sevgini, aşkını. Ama bir taraftan da tutamamışsındır içinde. Önce gönülden ele düşmüştür duyguların hayallerinden. Sonra bin bir renge, bin bir şekle bürünüp çıkmıştır karşına. İlmek ilmek işleyivermişsindir şekli ve rengi olmayan sevdalarını. Adına da “KİLİM” deyivermişsindir hiç düşünmeden. Yeri gelmiş bir ömür sığdırmışsındır içine; yeri gelmiş anlık hayaller hayat bulmuştur ilmeklerinde. Aşkın kırmızı olmuştur mesela. Umutlarınsa mavi… Bazen de kızıp birine, çekivermişsindir üstüne siyah iplikleri. Hayatın bin bir desen kazanmıştır ellerinde. Sonra geçip karşısına bakarsın benzersiz eserine. Kimsenin görmediği yanındır karşında duran. Bir gün fark edersin bütün sevdalılara örnek olmuştur yaptıkların. Genç kızlar bir bir gelip döküvermişlerdir içlerini kilimlere. Desen desen, motif motif kilimler çıkmıştır ortaya. Bir müddet sonra aynı acılar, aynı sevdalar, aynı umutlar bir motifte toplanıvermiştir. Her desen, her motif ayrı bir duyguyu simgeler olmuştur.

“KOÇBOYNUZU” denildi mi akla ilk gelen sevgilinin gücü kuvvetidir. Kavuşamasan bile o senindir. Sevdiğinden vazgeçmemişsindir. Bütün engellere rağmen gönüller birdir. Gerekirse senin için yapamayacağı şey yoktur. Bunu bilir, umut beslersin.

“SAÇBAĞI” sevgiliye kavuşma çağrısıdır. Evlenmek isteyen güzellerin gönülden dökülen arzularıdır. Bir de bu dokumaya sevgilinin saç teli katılmışsa sevgilerini ölümsüzleştirmişlerdir demektir.

* Mehmetçik Anadolu Lisesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

32


İNCELEME

“SANDIK” bir güzelin göz nuru. Gelecekte kurulacak yuvanın hayaliyle işlenen dantellerin, örtülerin özenle saklandığı gönül kasası.

Zamanla bir kültür olmuştur kilim dokuma. Her evin vazgeçilmez bir ihtiyacı olmuştur. Hava soğuk oldu mu sarılıverince dokuduğun kilime, içini ısıtır. Bazen de ünlü bir sanatçının tablosu gibi asılır evin en güzel köşesine. Bakıp bakıp gurur duyarsın ortaya çıkan eserinle.

Artık bir hikayenin uzayıp giden parçası da sen olmuşsundur dokuduğun kilimlerle. Tamamlanmamış bir hikaye. Senden sonrakilere el verip usulca çekilirsin dokuma tezgahının önünden. Yarım bıraktığın hikayenin sevgililer tarafından nasıl devam edeceğini sabırsızlıkla beklersin bir köşeden…

Bu Ne Zaman Başladığı Belli Olmayan Ve Ne Zaman Biteceği Hesaplanamayan Bir Hikaye...

33


TARİH

Özlem Başkan*

Talat Aydemir’in Darbe Girişimleri Ordu-Siyaset ilişkisinin tarihsel gelişimine bakıldığında, Türk siyasi hayatında Silahlı Kuvvetlerin belirgin bir role sahip olduğu görülmektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren ordu tarafından zaman zaman yönetime müdahale edilerek sivil rejime ara verilmiştir. Bunlardan ilki olan 27 Mayıs 1960 ihtilali başarılı olmuş; 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 tarihlerinde Talat Aydemir tarafından gerçekleştirilen girişimler başarısızlıkla sonuçlanmıştır. 12 Eylül 1980 ihtilali de başarıya ulaşmıştır. 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin de Türk milleti sayesinde başarısızlıkla sonuçlandığını belirtmek gerekir.

Komitesi’nin 14 üyesi yurtdışında başka görevlere atanmak suretiyle tasfiye edilmişlerdir. Talat Aydemir, yeni Milli Birlik Komitesi içinde anlaşmazlıklar çıkınca, bazı üyelerin kendilerine dışarıdan destek aramaya başladığında önem kazanmıştı. Harp Okulu’nun başında bulunması ona avantaj sağlıyordu. Bu durum da, liderliğini Albay Talat Aydemir’in yaptığı Albaylar Cuntası’nın kurulmasını sağlamıştır. Albaylar Cuntası, 15 Ekim 1961 seçimleri ve hükümetin kuruluşuna kadar geçen süre içinde giderek güçlenmiştir.

Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından 27 Mayıs 1960 yılında askeri darbe yapılmıştır. 27 Mayısçılar, ordu içinde geniş çaplı bir tasfiye hareketine girişmişler ve eski hükümet yanlısı 235’i general olmak üzere beş bin civarında subay ve astsubayı süresinden önce emekliye sevk etmişlerdir. Ordudaki orta rütbedeki subaylar tarafından gerçekleştirilen ihtilalden sonra kurulan Milli Birlik Komitesi’nin içinde, çoğunluğu oluşturan ve “işleri düzelttikten sonra” iktidarı sivillere bırakmayı amaçlayan birinci grup ile askeri müdahaleyi kalıcı kılma, devleti ve toplumu buna göre yeniden düzenleme çabası içinde olan ikinci bir grup vardı. Milli Birlik Komitesi’nin ikiye ayrılması sonucundaki gelişmeler, ordudaki bazı genç komutanları da endişelendirmiştir. Milli Birlik Komitesi üyeleri arasındaki güvensizlik ve birbirinden endişe etme durumunun devam etmesi sonucu, 13 Kasım 1960’ta ikinci grup adı verilen Milli Birlik

Talat Aydemir

1961 yılının Mart ayında İstanbul’da, 66. Tümen Komutanı Faruk Güventürk ile Harp Akademileri Komutanı Faruk Gürler’in liderliğindeki generaller ve Ankara’da Harp Okulu Komutanı Kurmay Albay Talat Aydemir’in liderliğindeki Albaylar Cuntası tarafından ortaklaşa Silahlı Kuvvetler Birliği kurulmuştur. Talat Aydemir’ e göre, 1961 yılı seçimleri sonunda ulusal irade tam olarak gerçekleşmemiş ve bu durum silahlı kuvvetler içinde fikir ayrılığına

* Mehmetçik Anadolu Lisesi Tarih Öğretmeni

34


İNCELEME

neden olmuştur. Bu görüş, silahlı kuvvetlerin üst düzey komutanları tarafından da benimsenmiş ve seçimlerden 6 gün sonra 21 Ekim 1961’de İstanbul’da Harp Akademileri’nde 10 General, 27 Albay ve 1 Yarbay toplanarak “21 Ekim Protokolü” denilen belgeyi kabul ederek imzalamışlardır. Bu protokole göre; Türk Silahlı Kuvvetleri 15 Ekim 1961 günü yapılmış olan seçimden sonra gelecek yeni TBMM toplanmadan önce duruma fiilen müdahale edecektir. Ayrıca iktidarı milletin hakiki ve ehliyetli mümessillerine tevdi edecektir ve bütün siyasi partiler faaliyetten men edilecek, seçim sonuçları ile Milli Birlik Komitesi feshedilecektir. 21 Ekim Protokolü’nde belirtilen şartlar siyasi partilere bildirildi ve 24 saat içerisinde cevap verilmesi istendi.

Bu gelişmeler, ordu içinde yeni karışıklıklara neden olmuştur. Talat Aydemir, bu anlaşmaların Albayların isteğine aykırı olduğunu, Cumhurbaşkanı ve Başbakan seçiminin askeri baskı ile gerçekleştiğini, bu durumdan da eski Milli Birlik Komitesi üyeleri ile Hava Kuvvetleri’ne mensup subayların “Ordu böyle istiyor.” diyerek siyasal partiler üzerinde baskı kurmalarının büyük etkisi olduğunu ileri sürmüştür. 16 Kasım 1961’de CHPAP Koalisyon Hükümeti’nin kurulması, siyasi çevreleri memnun etmiş, ticari çevrelere ise güven vermişti. Hükümetin kurulmasından hemen sonra bazı politikacıların teşebbüsleri, ortamı giderek karıştırmış; ne siyasi çevrede ne de ticari çevrede güven kalmamıştı. Hükümet güvenoyu aldıktan sonra bazı Adalet Partili ve Yeni Türkiye Partili milletvekilleri siyasi af kanunu çıkarmak için harekete geçmişlerdi. Böylece bir süre ülkede ve mecliste sadece siyasi af konusu tartışılmış, kamuoyu isteyen ve istemeyen diye iki kısma ayrılmıştı. Basının ve bazı dergilerin, önce kapalı olarak sonra açıkça Demokrat Parti Dönemi’ni överek 27 Mayıs’ı gölgelemek istemeleri de ordudaki huzursuzluğu arttırmıştı.

Siyasi parti liderleri, bu şartları görüşmek için 23 Ekim gecesi toplandı. 24 Ekim sabahı da Çankaya’da, Devlet ve Hükümet Başkanı Cemal Gürsel’in başkanlığında yeni bir toplantı yapıldı. Bu toplantıya siyasi parti liderleri dışında Genelkurmay Başkanı, Kara, Hava, Deniz Kuvvetleri Komutanları, Jandarma Genel Komutanı, 1., 2. ve 3. Ordu Komutanları da katıldılar. Bu toplantıda “Çankaya Protokolü” denilen belge imzalandı. Protokole göre, siyasi partiler Cumhurbaşkanlığı için aday göstermeyecek ve Cemal Gürsel’e oy verilmesi için liderler, gruplarında ellerinden gelen çabayı göstereceklerdi. Ordu mensuplarına tanınmış herhangi bir hak geri alınmayacaktı. Ayrıca Yassıada hükümlüleri hakkında bir af kanunu çıkarılmayacaktı.

Bir süre sonra giderek artan askeri müdahale söylentilerini görüşmek amacıyla 19 Ocak 1962’de Genelkurmay Karargâhı’nda, “Genişletilmiş Komuta Konseyi” toplantısı yapıldı. Toplantıda bulunan Kuvvet, Ordu ve Kolordu Komutanları ile Generaller, Cevdet Sunay’ın hükümetin desteklenmesi ve askerî müdahale heveslerinden vazgeçilmesi önerisini destekliyordu. Toplantıya katılan Talat Aydemir ve onunla birlikte hareket eden Albaylar, öneriye katılmadıklarını ve bir askerî müdahalenin gerekliliğini belirtiyorlardı. Ancak emir komuta zinciri içerisinde yapılması gereken müdahalede başta Genelkurmay Başkanı olmak üzere Generaller yer almalıydı. Su-

Bu protokolün imzalanmasıyla, Parlamento’nun açılmasına yönelik engel kalkmış oldu. Ertesi gün meclis toplandı ve 26 Ekim 1961’de de Cemal Gürsel Cumhurbaşkanlığı’na seçildi.

35


İNCELEME

nay itiraz edince Albaylar, “Orduda alt kademenin tazyiki artmaktadır. Hangi Kuvvet Komutanı kıtasına hâkimse kalksın hesaplaşalım.” diye meydan okumuşlardı. İsmet İnönü, olayları yatıştırmak için son bir çareye başvurma kararı aldı. İstanbul ve Ankara’daki askeri birlikleri ziyaret etti. Önce İstanbul 66. Tümen Komutanlığı ile Harp Akademilerini ziyaret etti. Gittiği birliklerde subaylara soğukkanlı ve sabırlı olmalarını öğütlüyordu. İnönü’nün, “Hiçbir harekete izin vermeyeceğiz.” sözleri Albaylar Cuntası’nın ve etrafındakilerin hoşuna gitmedi. Çünkü bunlar bütün planlarını, yeni ihtilalin subay, komutanlar, hükümet ve İsmet Paşa tarafından da istendiği şeklinde yapmışlardı. Başbakan, İstanbul’dan Ankara’ya ümitle dönmemişti. 5 Şubat 1962’de haberli olarak Harp Okulu’nu ziyarete gitmiş ve İnönü’yü komutanlar ile teftiş kıtasından başka karşılayan olmamıştı. İnönü’nün askeri birlikleri ziyareti de olumlu sonuçlar vermemiş ve hiçbir şeyi değiştirmemişti.

maya itmiştir. Hissettikleri başka bir durum da üst düzey komutanların giderek ihtilal fikrinden vazgeçmeleriydi. İstanbul grubunda İsmet Paşa’nın ziyaretinden itibaren soğukluk başlamıştı. Hava Kuvvetleri ise, ihtilal durumu karşısındaki tutumunu koruyordu. Türk Silahlı Kuvvetler Birliği adına yapılacak bir hareket, Hava Kuvvetleri olmadan düşünülemiyordu. 9 Şubat’ta İstanbul Balmumcu’da, başkanlığını Korgeneral Refik Tulga’nın yaptığı ve 59 subayın katıldığı toplantıda, 28 Şubat’ı geçmeyecek bir tarihte, hiyerarşik düzen içinde askeri bir müdahale yapılması kararı alınmıştır. Bu gelişmeler parti liderlerini ve kuvvet komutanlarını harekete geçirmişti. Hava Kuvvetleri’nin temsilcileri hemen tedbir alınmasını istiyordu. Cevdet Sunay, İnönü ile görüşüp tedbir alınması gerektiğini belirtmişti. İnönü de, orduyu ihtilale sürükleyen subayların cezalandırılmasından yanaydı. Cevdet Sunay, Talat Aydemir’i ve kendisiyle birlikte hareket eden iki subayı Genelkurmay’a çağırarak sorguya çekmiş, üçü de inkâr etmişti. Yine aynı gece İstanbul’dan telefon eden ihtilal taraftarları da, harekete geçilmesine İstanbul’daki arkadaşların taraftar olmadıklarını haber vermişlerdi. Teşebbüsten vazgeçilmiş görünürken, Kara Kuvvetleri’ne mensup subaylar, Hava Kuvvetleri’nin alarma geçtiğini duymuşlar ve bazı tank birliklerine alarm vermişlerdi. Bu durum karşısında bazı Albayların Ankara’dan uzaklaştırılmasını sağlayacak tayinlerin yapılmasına başlanmıştı.

İsmet Paşa’nın asker arasına girmesi, Ankara’daki Albaylar Cuntası’nı ellerini çabuk tut-

19 Şubat 1962’de, Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay, Albaylar Cuntası’ndan Talat Aydemir, Necati Ünsalan ve Selçuk Atakan’ı Genelkurmay’a çağırmıştır. Burada onları Hava Kuvvetleri Komutanı İrfan Tansel, Kara Kuvvetleri Komutanı

İsmet İnönü 36


İNCELEME

Muhittin Önür ve Jandarma Genel Komutanı Abdurrahman Doruk Paşa bekliyordu. Toplantıda ülkenin durumu ve alınması gereken tedbirler üzerinde duruldu. Albaylar, çıkar yolu olarak ihtilalden başka bir yol olmadığını belirtiyorlardı. Bu toplantı, albayları ihtilal fikrinden vazgeçirmemiştir.

ve “Yanlış haberler ve dedikodularla bir kuvvet diğer kuvvet karşısında kullanılmak isteniyor.” demiştir. 21 Şubat gecesi Genelkurmay Başkanlığı’nda toplantı yapılmış ve ordu içinde huzursuzluk yaratan bazı subayların doğudaki birliklere tayin emirleri verilmişti. Bunun üzerine Talat Aydemir, olayları bir rapor halinde Harp Akademileri Kurmay Başkanı Emin Aytekin’e bildirdikten sonra Genelkurmay Başkanlığı’na üç maddeden oluşan bir muhtıra göndermiştir. İstanbul’daki komutanların çoğunun bu hareketi benimsemeyeceklerini ve hükümete bağlı kalacaklarını bildirmeleri üzerine Genelkurmay Başkanı muhtırayı reddetmiş ve tayinler gerçekleşmişti.

Talat Aydemir’e göre 22 Şubat’ı doğuran gerçek sebepler; 27 Mayıs ihtilalinin hedefine ulaşmamış olması, halkın iki gruba ayrılmış olması ve “Milli Birlik” ruhunun yaratılamamış olması, parlamento içinde bir kısım siyasilerin maksatlı tutumları ile silahlı kuvvetlerin halk ile karşı karşıya getirilmiş olması, seçim sonrası siyasi ortamda istikrarlı ve dinamik bir hükümet kurulmayışı yüzünden reformların ele alınmayışıdır.

Aydemir tayin haberini alınca, subay taburuna çıkmış ve yeni mezun olmuş 600 Asteğmen’e hitaben konuşma yaparak saat 15.00’te Harp Okulu’nu alarma geçirmişti. Binanın alt katında bulunan cephane açılmış ve mermi dağıtımı başlamıştı. Zaten Hava Kuvvetleri’ne 19 Şubat’ta alarm verilmişti. Aydemir yanlısı 229. Piyade Alayı alarma katılmamış, yeni komutan duruma hâkim olmuştu. Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı’na tayin edilen yeni komutan birliğe tam hâkim değildi ve alaydaki subaylar arasında birtakım kıpırdanmalar vardı. Ayrıca hükümet tarafından, Çubuk’tan 230. Piyade Alayı, Polatlı’dan Topçu Birlikleri getirilmişti ama bunların komutanları Harp Okulu’na giderek Talat Aydemir’in emrine girdiklerini bildirmişlerdi. Aydemir bu duruma güvenerek Cumhurbaşkanı’ndan şu şartların gerçekleştirilmesini istemişti:

Talat Aydemir ve arkadaşlarının 20-21 Şubat gecesi harekete geçecekleri söylentisi yayılmaya başlamıştı. Haber, Ankara’daki ordu çevrelerinde yayılmış; Etimesgut Zırhlı Birlikler Okulu Birinci Zırhlı Tümen Tank Taburu’nda bazı subaylar birliklerini alarma geçirmişlerdi. 229. Piyade alayı ve muhafız alayı süvari grubuna da havacıların alarmını bildiren tankçılar bunların da harekete geçmesini söylemişlerdi. Böylece, Türkiye’de yeni bir ihtilal hareketi başlamış bulunuyordu. Sabahın erken saatlerinde makamına gelen Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay, gece olup bitenleri işitince hiddetlenmiş, Talat Aydemir, Selçuk Atakan ve Necati Ünsalan’ı acele olarak Genelkurmay’a çağırmıştı. Sunay, sert bir ifade ile gece cereyan eden olaylardan albayları sorumlu tutmuş ve sözlerine şöyle devam etmiştir: ‘‘Birliklerinize alarm verdiğiniz için nakiller yapılacaktır. Bu şartlarda sizleri himaye ettiğimi bilmenizi isterim.’’ Aydemir, olup bitenlerle hiçbir alakaları bulunmadığını söyleyerek suçu reddetmiş

1- Kendisi ile birlikte emekliye sevk edilen arkadaşlarının yerlerine dönmesi. 2- 200 milletvekilinin milletvekilliğinin düşürül37


İNCELEME

mesi, eğer olamazsa Meclis’in feshi.

22 Şubat Olayı’nın bastırılmasının ardından, bir yanda 22 Şubatçıların mevcut siyasi kadro ile demokrasi kurulamayacağı açıklamaları; bir yanda da AP Grubu’nun siyasi af konusunda aldığı kararı açık bulmayan İsmet İnönü, 30 Mayıs 1962’de istifa etmiştir. Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, hükümetin düşmesinin sorumlusu olarak AP’yi görmekteydi. Cumhurbaşkanı, hükümet buhranını çözmek amacıyla yeni hükümeti kurma görevini İsmet İnönü’ye verdi. 18 Haziran 1962’de İnönü’nün, hükümeti kurmaktan vazgeçmesiyle hükümet buhranı giderek artmış ve ordunun tekrar yönetime el koyacağı yönünde söylentiler yayılmaya başlamıştı. Bu gelişmeler sonucu, 24 Haziran 1962’de CHP-CKMP-YTP Koalisyon Hükümeti kurulmuştur.

3-Anayasanın bazı maddelerinin düzeltilmesi. Olayları izleyen Başbakan, Bakanlar, Parti liderleri, Genelkurmay Başkanı Çankaya’da toplantı halindeydi. Bu arada Binbaşı Fethi Gürcan, Talat Aydemir’i arayarak köşktekileri enterne etmeye hazır olduğunu söylemiş; Aydemir ise, hepsinin serbest bırakılmasını emrederek; “Bırak gitsinler.” demiştir. İnönü Köşk’ten çıkarken; “İşte şimdi kaybettiler.” diye gülümsemiştir. Aydemir ve diğer komutanlar görevlerine iade edilmeleri şartıyla harekâta son vereceklerini belirtmişlerdi. Cumhurbaşkanı, Hükümet ve Genelkurmay Başkanı teklifi kabul etmemiştir. Bu gelişmeler üzerine İnönü, şunları söylemiştir: “Bu milletin haysiyetine, ordunun şerefine tecavüz edilmiştir. Sonuna kadar mücadele edeceğiz. Silahlı çatışmaya yol açmazlarsa affedebiliriz. Aslında cezaları kurşuna dizilmektir. Kendilerini emekliye sevk edeceğim.”

İnönü, kurduğu ikinci koalisyon hükümetinin güvenoyu alması ve Meclis’in tatile girmek üzere olması nedeniyle 27 Mayıs sonrasındaki olaylarla ilgili bir konuşma yapmıştı. Bu konuşmaya cevap olarak Talat Aydemir de bir demeç vermiş; demecin gazetelerde yayınlandığı gün Aydemir savcılığa çağrılarak, “Kanunun suç saydığı bir cürmü övdüğü” iddiasıyla 2. Sulh Ceza Mahkemesi’ne sevk edilmiş ve orada tutuklanıp cezaevine yollanmış; ancak 18 Temmuz 1962’de kefaletle serbest bırakılmıştı.

Harp Okulu karargâhından, Hükümete gelen son mesajda, Genelkurmay’a “Cezai müeyyideler tatbik edilmediği takdirde teslim olunacağı.” bildirilmişti. 22 Şubat sonrası, Meclis bütçe görüşmelerine devam edilmiş ve bu sırada verilen bir önerge kabul edilerek Meclis’in, orduya şükran ve takdir duyguları iletilmiştir. Siyasi parti liderleri tarafından devrimlerin korunması amacıyla 9 maddeden oluşan “Milli Huzuru Bozan Fiiller Hakkında Kanun” çıkarılması kararlaştırılmıştır. Ankara’da bulunan gençlik örgütleri de Türk Ordusu’na ve komutanlarına bağlılıklarını bildiren birer bildiri yayınlamışlardı.

21 Mayıs’a giden süreç içinde, 22 Şubatçılar kendilerini iki sorunla karşı karşıya bulmuştu: Birincisi, politika alanında işlevleri ne olacaktı; ikincisi ise, kendilerine emeklilik hakkı tanınmadan ordudan atılan arkadaşlarına ne şekilde yardım yapacaklardı. 22 Şubatçılar arkadaşlarına yardım konusunu yoluna koyduktan sonra diğer sorunu gidermeye çalışmaktaydılar. Albay Talat Aydemir, Albay Emin Arat, Albay Asım Mutludoğan, Albay Necati Ünsalan, Albay Turgut Alpagut, 38


İNCELEME

Emekli Binbaşı Fethi Gürcan, Binbaşı Bahtiyar Yalta, Binbaşı Kadir Çıtak, Emekli Yarbay Mustafa Ok ve 22 Şubat’tan önce ordudan ayrılmış olan Deniz Yüksek Mühendis Albay Galip Gültekin’in katıldığı bir toplantı ve görev dağılımı yapılmıştır.

Ayrıca hükümetin, ihtilal gününden haberdar olmasıyla Ankara’daki askeri birliklere alarm verilmişti. İhtilalden vazgeçildi; ancak bilgi verilmediği için İstanbul’da çengel atılan Deniz Harp Okulu Teğmenleri, 31 Mart-1 Nisan gecesi harekete geçmişler ve bu sırada tutuklanmışlardı. Bu olay 22 Şubatçıları olumsuz etkilemiş ve çalışmalarına devam etmekten alıkoymuştu.

22 Şubatçılar yapacakları harekâtı “Kemalizm Doktrini” üzerine oturtmak istiyorlardı. Kemalizm, kişisel hâkimiyetin yerine milli hâkimiyetin sağlanması idi. Aydemir’e göre, Türkiye’de şahıs ve şahıslar hâkimiyeti vardı. Atatürk’ün, Türkiye’nin kalkınması için şart koyduğu birlik ve beraberlik prensibinden uzaklaşılmıştı. Ayrıca, halkın da intikamcı partiler aracılığı ile bir halk ihtilaline hazırlandığı düşüncesi harekete geçiş gerekçesi olarak kullanılmaktaydı. Kendilerini halkın dışında, halkın isteği doğrultusunda hareket ettiklerini belirtiyorlardı. Bunun için de geçici bir aydın demokrasisinden yana olduklarını söylemekteydiler.

İnönü, gelişmelerden iyice kuşkulanmıştı. Bu nedenle, Mayıs ayında İstanbul’a giderek askeri birlikleri teftiş etmiştir. Bu sırada 22 Şubatçılar ihtilal gününü tespit etmişlerdi. İnönü’nün, partisinin Meclis Grubu’nda yaptığı konuşmada, ‘‘Vaziyet çok vahimdir… Üç gün içinde her şey olabilir. Dikkatli olunuz… Ankara dışına çıkmayınız…’’ demesi, ses getirmişti. 22 Şubatçılar, hızla hazırlık yapıyorlardı. Artık son bir iş kalmıştı o da çengel atmış oldukları muvazzaf subayların isteği olan ordu içinden yüksek rütbeli bir subay idi. Fakat Aydemir liderliği elinden kaçırmak istemiyordu. Bu nedenle ordu içinden lider isteyenlere Üçüncü Ordu Komutanı olarak Korgeneral Refik Tulga gösterilmişti. Ayrıca harekât planında da Üçüncü Ordu, destekleyici kuvvet olarak yer almıştı.

Ülkedeki istikrarsızlık, Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nın hareketli olduğu ve Alparslan Türkeş’in yurda dönerek, ‘‘Türkiye Huzur ve Kalkınma Derneği’’ni kurmaya çalıştığı günlerde, ihtilal hazırlıkları son safhaya getirilmişti. 22 Şubatçıların oluşturduğu Türk Silahlı Kuvvetler Birliği’nin fikir karargâhı, 1963 yılının Mart ayında düzenlediği toplantıda kuvvetleri gözden geçirmişti. Fethi Gürcan’ın bizzat yönlendirdiği Tank Okulu’ndaki Tank ve Süvari subaylarının kursu, Nisan’ın ilk haftalarında biteceği endişesi ile 20 Mart-20 Nisan tarihleri arasında bir gün ihtilal yapılması uygun görülmüştü. Bu ihtilal hareketi, 20 Mart günü emniyet tarafından öğrenilince bir süre durdurulmuştur.

Aydemir, aslında ihtilal günü olarak 19 Mayıs 1963’ü düşünmüştü ama Atatürk’le yarışa çıkmış olacağı şeklinde yorumlanabilir diye 21 Mayıs’a karar verdi. Parola “Hastanız İyidir, Merak Etmeyin”di. 22 Şubatçılar Harp Okulu’na girerek alarm verdiler. Turgut Alpagut, Alay Komutanlığı görevini aldıktan sonra okuldaki nöbetçi subay heyetini tutuklatıp başlarına öğrencilerden bir grup nöbetçi dikerek Harp Okulu’na hâkim olmuşlardı. Radyo ihtilalciler tarafından ele geçirilip anonsa

İhtilalciler, bu hava içerisinde bir askeri harekâta girişirlerse AP lehine yorumlanacağı endişesi nedeniyle girişimi bir süre ertelemişlerdir. 39


İNCELEME

başlayınca hükümet durumun ciddiliğini anlamış ve tedbirler almaya başlamıştı. Sabaha karşı Genelkurmay Başkanı’nın ültimatomu yayımlandı. Bu ültimatomdan sonra, ihtilalcilerin karargâhı olan Harp Okulu iyice karıştı. Öğrenciler şaşkınlık içindeydi. Hava Kuvvetleri binasına girmek isteyen öğrenciler geri çekilmiş, askerî araçlarla okula götürülmüştür. Harp Okulu, hükümet kuvvetleri tarafından sarılmıştı. İhtilalci kuvvetler içinde yer alan 229. Piyade Alayı’ndaki bölüklerin komutanları tutuklanınca bu bölükler, hükümet kuvveti olarak görevlendirilmişlerdi. İhtilal girişiminin başarısız olacağı ihtimali güçlendikçe ihtilali destekleyen birliklerde çözülmeler de artıyordu.

Harekâtın bastırılmasından sonra toplanan MGK ile Bakanlar Kurulu, Ankara, İstanbul ve İzmir’de bir ay süreli “Sıkıyönetim” ilan etmişti. Ankara Sıkı Yönetim Komutanlığı, sanıklar için üç ayrı mahkeme kurmuştu. 1 Numaralı Sıkı Yönetim Mahkemesi ihtilalin asıl sanıklarını, 2 Numaralı Sıkı Yönetim Mahkemesi Harp Okulu öğrencilerini, 3 Numaralı Sıkı Yönetim Mahkemesi ise, ihtilalden sonra ihtilalciler lehine teşebbüste bulunanları yargılayacaktı. İlk duruşma 7 Haziran 1963’te Mamak Muharebe Okulu’nun sinema salonunda başlamıştı. Talat Aydemir de, Fethi Gürcan da idam edilebileceklerini düşünmüyordu. İdam cezası alan ihtilalcilerin avukatları, TBMM Dilekçe Karma Komisyonu’na başvurarak ölüm cezalarının müebbet hapse çevrilmesi için özel af isteğinde bulunmuşlar, ancak reddedilmişti. Bu konu ile ilgili olarak Bahtiyar Yalta’nın cezaevindeyken Talat Aydemir’e “Eğer affolur dışarı çıkarsak yeni bir ihtilale girişecek misiniz?” sorusuna Aydemir, “Ben şerefli bir askerim. Beni kurtaran, hayatımı bağışlayan meclise el kaldıramam.” demiştir.

Saat 05.30’da Mürted Üssü’nden kalkan iki jet uçağına, ihtilalcilerin mevzilerine ateş açma emri verilmiş ve jetler, Harp Okulu’nun yollarına ateş açmışlardı. Bu sırada Harp Okulu’na doğru ilerleyen Muhafız Alayı’nın ileri hattaki birlikleri jetlerin yaylım ateşi açması sonucu dağılmışlardı. Birliğin başında bulunan Binbaşı Cafer Atilla ile iki er şehit olmuşlardı. İhtilalciler de artık her şeyin bittiğine inanmışlardı. Olay sonunda Talat Aydemir, Mustafa Pakoba’nın Küçükesat’taki evine gitmiş; ihtilalin öncülerinden Fethi Gürcan da Batı Almanya Elçiliği’ne sığınmıştı. Elçilik mensuplarından “Siyasi mülteci” olarak kabul edilmeyi istemiş, fakat bu talep reddedilmiştir. Talat Aydemir ve diğer sanıklar tutuklanarak Mamak Muharebe Okulu’na götürülmüş ve Mamak’taki taş binanın koğuşlarına yerleştirilmişlerdi.

Karar verildikten sonra Mamak Askeri Cezaevinde, 26 Haziran 1964’te sabaha karşı 03.30’da Fethi Gürcan’ın idam hükmü infaz edilmiştir. Onun infazından 90 Saat sonra 03.00’da Talat Aydemir’in de infazının gerçekleştirilmesi kararı, Talat Aydemir’in avukatının son anda yaptığı müracaatla durdurulmuştu. Avukatın yaptığı itirazı, 1 Numaralı Sıkı Yönetim Mahkemesi reddetmiştir. Bu son hukuki girişimlerin de etkisiz kalmasının ardından, 5 Temmuz 1964'te Ankara Merkez Cezaevi'nde asılarak idam edildi.

21 Mayıs olaylarında 8 kişi ölmüş, 26 kişi yaralanmıştı. Birçok askeri araç hasara uğramış, depolardan alınan mermilerin bir kısmı kullanılmıştı. İhtilale katılanlardan toplanan silahlarda noksan çıkmıştı.

20-21 Mayıs olaylarından sanık olan 1459 Harp Okulu öğrencisinin yargılanmasına 13 Haziran 1963’te Harp Okulu sinema salonunda, Anka40


İNCELEME

Dönemin gazetelerinden birinde 21 Mayıs 1963 girişimi ile ilgili haber.

41


İNCELEME

KAYNAKÇA Ahmet Emin Yalman, Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim (1922–1971), II, İstanbul, 1997.

Bedii Faik, İhtilalciler Arasında Bir Gazeteci, Dünya Yay., İstanbul, 1967. Can Kaya İsen, 22 Şubat-21 Mayıs: Geliyorum Diyen İhtilal, İstanbul, 1964. Can Kaya İsen, ‘‘Aydemir İsyanı’nın İçyüzü’’, Son Havadis, 2 Aralık 1964 Ekrem Serim, Türkiye’de Anayasa Hukuku Yönünden 27 Mayıs Devriminden Bu Yana Siyasal İktidar Ordu İlişkileri, Ankara, 1974. Erdoğan Örtülü, Üç İhtilalin Hikâyesi, Milli Ülkü Yay., Konya, 1979. Talat Aydemir ve Fethi Gürcan’ın idamı ile ilgili bir haber.

Metin Öztürk, Ordu ve Politika, Gündoğan Yayınları, Ankara, 1993. Rıfkı Salim Burçak, Türkiye’de Askeri Müdahalelerin Düşündürdükleri, Gazi Üniv. Basın Yayın Yüksekokulu Matb., Ankara, 1987.

ra 2 Numaralı Sıkı Yönetim Mahkemesi’nde başlanmıştır. Harp Okulu öğrencisi 1459 sanıktan 75’i 4 yıl 2 ay, 91’i 3 aya mahkûm edilmişti.

Sadi Koçaş, Atatürk’ ten 12 Mart’ a (Anılar), Tomurcuk Matb., İstanbul, 1977.

On gün okulda tutuklu kaldıktan sonra, 11 Eylül 1963’te beraat eden 1293 öğrenciye aynı gün izin kâğıtları verilerek, askeri araçlarla grup grup şehre sevk edilmişlerdi. İstanbul, Ankara ve çevresindeki Harbiyeliler, eğitimlerine devam imkânı sağlayabilmek için bir yandan üniversite çevresinde yöneticilerle görüşmüş; bir yandan da, okula dönebilmek için Danıştay’a başvurmuşlardır.

Şaban İba, Ordu Devlet Siyaset, İstanbul, 1998. Yazgülü Aldoğan, “İhtilalci Bolluğu”, Hürriyet, 24 Mayıs 1986. Yazgülü Aldoğan, “22 Şubat Hareketi”, Hürriyet, 25 Mayıs 1986. Yeşim Demir, “Albay Talat Aydemir’in Darbe Girişimleri” ÇTTAD, V/12, ( 2006/Bahar ), s. 157.

Yılmaz Öztuna ve Ayvaz Gökdemir, Türkiye’de Askeri Müdahaleler, İstanbul, 1987

Talat Aydemir’in 22 Şubat 1962 ve 20-21 Mayıs 1963 İhtilal teşebbüsleri başarısızlıkla sonuçlanmış, bu girişimler hiyerarşik düzen içinde olmamış sadece belirli bir grup ile sınırlı kalmıştır. Aydemir ve Gürcan idam edilmiştir.

42


TARİH

Burcu Arslan*

43.Yılında Kıbrıs Barış Harekâtı Ve Kıbrıs Meselesi

Türkiye’nin yarım asırdan daha uzun bir zamandır önündeki en büyük sorunlardan biri: Kıbrıs. Günümüzde bile müzakereler devam etmektedir, ancak hâlihazırda herhangi bir sonuca ulaşılamamıştır. Bu kadar önemli bir meseleyi incelerken muhakkak ki sorununun kökenine inmek gerekmektedir. Kıbrıs’ın konumu stratejik bakımdan önem taşımaktadır. Doğu Akdeniz’in en büyük, Akdeniz’in üçüncü büyük adası olan Kıbrıs; Türkiye, Suriye, Lübnan, İsrail, Filistin, Mısır, Yunanistan ve Libya’nın ortasında yer alıyor. Kıbrıs, Avrupa haritasında gösterilmesine rağmen coğrafi olarak Orta Doğu’da kabul edilmektedir. Sicilya ve Sardunya'dan sonra Akdeniz'in üçüncü büyük adası olan Kıbrıs; Toroslar'ın çevrelediği Çukurova bölgesi ile Amanoslar'ın kuşattığı bugünkü Hatay bölgesi arasında bir ada olması dolayısıyla bu kara parçaları ile bir bütünlük arz eder.

Adaya, bazı tarihçilere göre Avrupa'dan, bazılarına göre ise Asya’dan gelen insanlar ayak basmıştır ilk defa. Eski çağlarda Hititlerden, Mısırlılara ve Antik Yunanlara birçok medeniyetin yönetimine girmiştir. Milattan önce 58 yılında ada Romalılar tarafından alınmış ve 350 sene boyunca Roma İmparatorluğu kontrolünde kalmıştır. Milattan sonra 395’te, Bizans İmparatorluğu’nun bir parçası olmuş ve putperestlikten yavaş yavaş Ortodoks Hristiyanlığa kaymıştır. 1191 yılında Aslan Yürekli Richard, Haçlı Seferleri sırasında adaya yerleşmiş ve daha sonra adayı Templar Şövalyeleri’ne (Tapınakçılar) satmıştır. 1192 yılında da Guy de Lusignan’ın adayı satın almasına izin vermiştir. Kıbrıs, 1489’da Venediklilerin adayı alışına kadar Lusinyanlar’ın yönetimi altında kalmıştır.

Bunun yanında Asya, Afrika ve Avrupa’nın merkezi bir konumunda olan Kıbrıs’ın dünyanın en yoğun ve gündemde çatışma alanı olan Filistin bölgesine yakın olması da stratejik önemini artıran faktörlerden birisidir. Ayrıca Kıbrıs özellikle son zamanlarda yapılan Ortadoğu açılımları ile bulunduğu bölgede ticaret ve turizm için bir cazibe merkezi olabilecek bir konuma ve coğrafyaya sahip bulunmaktadır.

Tarih boyunca birçok devletin egemenliği altına giren Kıbrıs, 1571’de 2. Selim devrinde Osmanlı Devleti egemenliği altına girdi. Osmanlı Devleti, Kıbrıs’ı alarak hem Doğu Akdeniz’in hâkimiyetini ele geçirdi, hem de bölgenin güvenliğini sağladı. 1877-1878 yıllarında Osmanlı Devleti ile Rusya arasında “93 Harbi” olarak bilinen savaşın sonunda, Kıbrıs, Birleşik Krallığa kiralandı. Böylece Osmanlı’nın Kıbrıs üzerindeki hakkı 300 yıl sonra bitti.

Askeri tartışmalardaki yaygın bir benzetmeyle de Kıbrıs, Doğu Akdeniz’de dev bir uçak gemisidir! Tarihî bağlar açısından da Kıbrıs Türkiye’de, adada zaman zaman eleştirilen bir ifadeyle, “yavru vatan” olarak anılıyor. * Mehmetçik Anadolu Lisesi Tarih öğretmeni

43


İNCELEME

Birinci Dünya Savaşı yıllarında Osmanlı Devleti ile İngiltere’nin ayrı saflarda yer almasının da bir sonucu olarak, İngiltere 1914'te tek taraflı bir kararla adayı ilhak etmiştir. Türkiye Ada üzerindeki İngiliz egemenliğini Lozan Antlaşmasıyla 1923'te tanımıştır.

rih'te anlaşmaya varmışlar, Londra'da İngiltere'nin ve Kıbrıs'taki iki toplumun liderlerinin onayını almışlardır. Bu şekilde ortaya çıkan Zürih ve Londra Anlaşmaları bağımsızlık, iki toplumun ortaklığı, toplumsal alanda otonomi ve çözümün Türkiye, Yunanistan ve İngiltere tarafından etkin garantisi ilkelerine dayandırılmıştır.

Kıbrıslı Türkler ile Rumlar arasında yaşanan çatışmalara sert karşılık veren İngiltere, 2. Dünya Savaşı’nın ardından Mac Millan Planı’na göre adanın yönetimini, Birleşik Krallık içinde kalması şartıyla Birleşmiş Milletler’in “selfdeterminasyon” (ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı) kararı kapsamında adada yaşayanlara bırakmıştır.

“Kıbrıs Cumhuriyeti”, adanın iki halkı arasında ortaklık temeline dayandırılan uluslararası antlaşmalar uyarınca 1960 yılında kurulmuştur. Bahsedilen antlaşmalar tarafından garanti edilen anayasa, adadaki Kıbrıslı Türk ve Rum halklarının eşit siyasi hak ve statüsüne dayandırılmıştı. Kıbrıs Rum tarafı, 1960 Cumhuriyeti’nin kurulduğu şekilde yaşamasına şans vermemiş, söz konusu antlaşmalar sistemiyle vücuda gelen “Kıbrıs Cumhuriyeti”nin yapısını; Kıbrıs Türklerini devlet kurumlarından dışlamaya, izole etmeye, Ada’daki varlıklarını sona erdirmeye ve nihayet Yunanistan ile birleşme (ENOSIS) yolunu açmaya yönelik olarak değiştirme girişimleri başlatmışlardır.

1931’den itibaren Kıbrıslı Rumlar, Yunanistan ile birleşme taleplerini yoğunlaştırmışlardır. Kıbrıs’ın Yunanistan ile birleştirilerek, tamamen bir “Elen” adası haline getirilmesi şeklinde özetlenebilecek olan “ENOSİS” kampanyasına, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra hız verilmiştir. Yunanistan, 1954'te Kıbrıs sorununu Birleşmiş Milletlere götürme kararı almıştır; fakat 1954-1958 yılları arasında "self-determinasyon" amacıyla BM'ye yaptığı çeşitli başvurularda bir başarı sağlayamamıştır. Bu arada Yunanistan'dan gelen Albay Grivas 1955 yılında EOKA terör örgütünü kurmuş ve Ada’daki şiddet eylemleri giderek artmıştır. 1955-1958 döneminde Kıbrıslı Türkler 33 karma köyü terk etmek zorunda kalmışlardır. İngiltere bu durumda, 1956'da, sadece Rumların değil, aynı ölçüde Kıbrıslı Türklerin de "self determinasyon" hakkı bulunduğunu ve bu çerçevede taksim talebinin de geçerli bir seçenek oluşturduğunu açıklamıştır.

Kıbrıs Valisi Sir Hugh Foot (ortada), III. Makarios (solda) ve Dr. Fazıl Küçük, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin Kuruluş Antlaşması'nı imzalıyor.

Zamanın Cumhurbaşkanı Makarios, ZürihLondra Antlaşmalarının Kıbrıslı Türklere adil olanın ötesinde haklar verdiğini ve 1960 Anayasasının işlemez olduğunu öne sürmeye başlamış ve 30 Kasım 1963'te anayasanın tadili için, Türk Cumhurbaşkanı Yardımcısının veto hakkının kaldırılmasını da içeren 13 maddelik önerilerini Cumhurbaşkanı Yardımcısı Dr.Küçük’e iletmiştir. Bu

Yunanistan'ın BM'den tek taraflı "selfdeterminasyon", Enosis lehinde bir karar elde edememesi, Kıbrıslı Türklerin Enosis'e karşı direnişleri ve Türkiye’nin kendilerini desteklemekteki kararlılığı, Türkiye ile Yunanistan arasında müzakerelerin başlatılmasına imkân sağlamıştır. Türkiye ile Yunanistan 11 Şubat 1959 tarihinde Zü44


İNCELEME

öneriler, 16 Aralık 1963'te Kıbrıs Türk tarafı ve Türkiye tarafından reddedilmiştir.

ması üzerine Kıbrıs Rumlarının arasında görüş ayrılıkları belirmeye başlamıştır. EOKA'cılar arasında ortaya çıkmaya başlayan görüş ayrılıkları, Türkiye'nin müdahalesinden çekinen ve Türkleri ekonomik yoldan alt etmeyi yeğleyen Makarios ile süratle sonuç alınmasını arzulayan eski cuntacıları içeren EOKA-B'cilerin karşı karşıya gelmelerine neden olmuştur. 15 Temmuz 1974 tarihinde Yunan Cuntasının desteğiyle EOKA lideri Nikos Sampson, adayı Yunanistan'a bağlamak amacıyla Makarios'a karşı bir darbe gerçekleştirerek iktidarı kısa süreyle ele geçirmiştir. Kıbrıs'ın egemenliğine ve toprak bütünlüğüne kasteden bu hareket karşısında Türkiye, 1960 Garanti Antlaşması çerçevesinde, önce İngiltere'ye ortak müdahale teklifinde bulunmuştur. Türkiye, İngiltere'nin olumsuz cevap vermesi üzerine, Ada'daki Türklerin güvenliğini de dikkate alarak 20 Temmuz 1974 günü Barış Harekâtı’nı başlatmıştır. Böylece Kıbrıs'ın Yunanistan'a ilhakı önlenmiş, Kıbrıs Türk halkının varlığı da güvence altına alınmıştır. Türk Barış Harekâtı aynı zamanda Yunanistan'da Cunta idaresinin de sonu olmuş ve ülkeye demokrasi getirmiştir.

Kıbrıs Rum tarafı 21 Aralık 1963 tarihinde Kıbrıs Türk toplumuna karşı kapsamlı ve sistematik saldırılara geçmiştir. Kıbrıslı Türkler devlet kurumlarından uzaklaştırılmıştır. Kıbrıs Türk tarihine “Kanlı Noel” adıyla geçen bu kampanya önceden hazırlanmış olan “Akritas Planı”na dayandırılmıştır. Türklerin imhası veya Ada'dan atılmasını öngören Akritas Planı, basit bir örgütün eylem planı olmayıp, Rum yetkililerce hazırlanan bir etnik temizlik girişimidir. Akritas planının uygulanması sonucunda, 30.000 Kıbrıslı Türk 103 köyü terk etmek zorunda kalmıştır. Kıbrıs Türk nüfusu, ada yüzölçümünün %3'üne tekabül eden, denize çıkışı olmayan ve sürekli kuşatma altında tutulan küçük bölgelere sığınmıştır. Dolayısıyla, “Kıbrıs Cumhuriyeti,” Kıbrıslı Rumların 1963 yılında tek taraflı olarak güç kullanımıyla anayasayı feshetmelerinden sonra ortadan kalkmıştır. 1963 "Kanlı Noel" olaylarından sonra, 27 Aralık 1963'e üç garantör ülkenin askerlerinden oluşan bir "Barışı Koruma Kuvveti" oluşturulmuştur. Bu çerçevede İngiliz generalin yeşil bir kalemle harita üzerinde çizdiği bir çizgi ile Lefkoşa 30 Aralık 1963'te ikiye ayrılmıştır. Bu tarihten itibaren bu sınır “Yeşil Hat” olarak adlandırılmıştır.

Kıbrıs Barış Harekâtı 1973 yılının Kasım ayında Yunan ordusunda bir grup albay Yunanistan’da darbe yaptı. Başpiskopos Makarios yönetimindeki Kıbrıs Cumhuriyeti’nde de, cuntanın adadaki kolu olan EOKA tarafından darbe girişiminde bulunulacağı iddiası ortaya atıldı. Alınan önlemler sonrası darbe girişimi engellendi.

Kıbrıs sorunu, Rumların Kıbrıs Türklerini 1960’da kurulan ortaklık devletinden dışlama, Ada’da birlikte yaşama ve Ada’yı birlikte yönetme mutabakatını terk ederek, devleti gasp etmeye çalıştıkları 1963 yılından bu yana, uluslararası toplumun gündemindedir. Kıbrıs Türk tarafı ve Türkiye, Kıbrıslı Türklerin 1960 yılında kurulan devletin eşit ortakları olarak haklarını kullanamamasına neden olan bu yasadışı ve gayrimeşru durumu hiçbir zaman kabul etmemiştir.

Ancak Temmuz 1974’te Makarios, Yunan cuntasının adada bulunan subaylara verdiği emirle tutuklanmak istense de adayı kaçarak terk etti. Daha sonra Makarios İngiltere’ye sığınmak durumunda kaldı. Makarios, 16-17 Temmuz tarihlerinde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin kendisinin Kıbrıs Cumhuriyeti’nin hukukî lideri olarak kabul edildiği toplantılarda “Kıbrıs’ın bağımsızlığı-

Kıbrıs Türklerinin yönetimden uzaklaştırıl45


İNCELEME

nın ortadan kalktığını ve halkının tehlike altında olduğunu” belirtti.

çözüm planı sunmayı önerdi. Gece saat 03:30’a kadar süren toplantılardan sonuç çıkmadı.

EOKA’nın tanınan simalarından Nikos Sampson yeni hükümetin geçici başkanı olarak dünyaya ilan edildi ve ertesi gün de başkanlık yetkilerini kullanarak Kıbrıs Helen Cumhuriyeti’ni ilan etti.

Sisco ile yapılan görüşmeler sırasında Ankara’dan tüm yabancı ülkelerdeki diplomatik temsilciliklere, “Kıbrıs’taki darbe sonucunda anayasal düzen yıkılmıştır. Türkiye garanti anlaşmasının danışma mekanizmasını işletmiş, ancak bir sonuç alamadığından dolayı bu sabah şafakla birlikte Kıbrıs’a tek taraflı bir şekilde müdahale edecektir. Stop” içerikli şifreli mesajı iletildi.

Enosis ve EOKA nedir? Enosis, Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlama düşüncesinin adıdır.

Sisco’nun da ikna çabalarının sonuç vermemesinin ardından son durumu almak için Başbakan Bülent Ecevit, kuvvet komutanları ile görüştü. “Uçaklarımız yumuşatma bombardımanı için hedeflerine hareket etmek üzereler.” bilgisini alan Ecevit’in emri ile 20 Temmuz saat 05:05’te ilk savaş jeti havalandı.

EOKA’nın açılımı Ethniki Organosis Kyprion Agoniston (Kıbrıslıların Milli Mücadele Örgütü) anlamına geliyor. EOKA 1950’li yılların başlarında Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanması için (Enosis fikri çerçevesinde) Georgios Grivas liderliğinde kurulmuş silahlı bir örgüttür.

Birleşmiş Milletler ve NATO’ya taşınan Kıbrıs krizinde Makarios, Türkiye ve Yunanistan; üye ülkeleri bilgilendirdi. Yunanistan’ın toplantılarda haklılığını kanıtlayamaması, Makarios’un cuntayı suçlaması ve Türkiye’nin üstü kapalı bir şekilde “harekât” tehdidi hem BM’de, hem de NATO’da endişe yarattı.

Başbakan Bülent Ecevit 06:10’da şu açıklamayı yaptı:

sabah

saat

“Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kıbrıs’a indirme ve çıkarma harekâtı başlamış bulunuyor. Allah milletimize, bütün Kıbrıslılara ve insanlığa hayırlı etsin. Bu şekilde insanlığı ve barışa büyük hizmette bulunmuş olacağımıza inanıyoruz. Öyle umarım ki kuvvetlerimize ateş açılmaz ve kanlı bir çatışma olmaz. Biz aslında savaş için değil, barış için, yalnız Türklere değil, Rumlara da barışı getirmek için adaya gidiyoruz. Bu karara ancak tüm politik ve diplomatik yolları denedikten sonra mecbur kalarak vardık. Bütün dost ülkelere, bu arada son zamanlarda yakın istişarelerde bulunduğumuz dost ve müttefiklerimiz Birleşik Amerika’ya ve İngiltere’ye meselenin müdahalesiz halledilebilmesi, diplomatik yollardan halledilebilmesi için gösterdikleri iyi niyetli çabalar için şükranlarımı belirtmeyi borç bilirim. Eğer bu çabalar sonuç vermediyse, elbette sorumlusu, bu iyi niyetli gayretleri gösteren devletler değildir. Tekrar bu hareketin insanlığa, milletimize ve tüm Kıbrıslılara hayırlı olmasını dilerim. Allah’ın milletimizi ve bü-

Başbakan Ecevit, Avrupa’da gerçekleştirdiği temaslardan bir sonuç alamayınca, 19 Temmuz’da saat 02:00’de Ankara’ya döner dönmez Genelkurmay Başkanlığı’na geçerek hazırlıkların tamamlanmasını istedi. Deniz Kuvvetleri Komutanı Org. Kayacan, sabah saat 08:30’a kadar sınır ötesi dayanak sağlayacak tezkerenin çıkarılması gerektiğini hatırlattı. Ancak hazırlıkların tamamlanamamasından dolayı “gemiye bin” emri saat 10:45’te geldi. Sabah saatlerinden akşama kadar süren Bakanlar Kurulu’nda harekât, ihtiyaçlar ve yaşanabilecek olumsuzluklar tartışıldı. ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Sisco aynı gün saat 18:00’de Ankara’ya geldi. Hükümete iki gün içerisinde bir 46


İNCELEME

tün insanlığı felaketlerden korumasını dilerim.”

Harekât, Doğu’da Mağusa ve Batı’da da Lefke’ye kadar ulaşılarak bu bölgelerin ve işgal edilen Türk köylerinin kurtarılmasını amaçlıyordu. Türkiye, 16 Ağustos tarihinde belirlenen hedeflerine ulaşınca ateşkes kararına uydu. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Türkiye’yi, Kıbrıs Harekâtı için 90 milyon Euro tazminat ödemeye mahkûm etti. Türkiye bu tazminatı ödemedi.

20-22 Temmuz arasında yapılan harekât, Kıbrıs Harekâtı’nın birinci bölümünü oluşturdu. Asıl harekât ise, üç hafta kadar sonra, 14-15 Ağustos’ta başladı. 1. Kıbrıs Harekâtı’nın ardından 31 Temmuz’da imzalanan “1. Cenevre Anlaşması” sonuçlarına göre, adada iki otonom yönetimin varlığı kabul edilmiş, Kıbrıs Rumları ve Türk birlikleri arasında BM örgütü tarafından bir güvenlik bölgesi oluşturulmuş, Rumların işgal ettikleri bölgelerden çekilmelerine karar verilmiş, karma köylerin güvenliğini BM Barış Gücü’nün sağlamasına karar verilmişti.

Başbakan Ecevit’in Afyon’da başlattığı haşhaş üretiminin ardından Amerika’nın Türkiye’ye uyguladığı ambargo, Kıbrıs Harekâtı’nın ardından daha da genişletildi. Bu ambargo kapsamında Türkiye para yardımı ile silah ve petrol ticareti başta olmak üzere birçok alanda engellemelerle karşılaştı.

Ancak 8 Ağustos’a kadar geçen sürede Rumlar tarafından işgal edilen Türk yerleşim yerleri boşaltılarak BM’ye teslim edilmedi, esirler serbest bırakılmadı ve karma köylerde bulunan askerler geri çekilmedi.

Kıbrıs Harekâtı sonrasında 1976’da Rauf Denktaş liderliğinde Kıbrıs Türk Federe Devleti kuruldu. 15 Kasım 1983’de Kıbrıs Türk Federe Devleti Meclisi Ankara’nın kararı doğrultusunda- “Self-determinasyon” hakkını kullanarak oybirliği ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni ilan etti. KKTC’nin kuruluş bildirgesini kurucu cumhurbaşkanı Rauf Denktaş okudu. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kurulması, Kıbrıs Cumhuriyeti, Yunanistan ve pek çok devletin yanı sıra Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin de tepkisini çekti. Güvenlik Konseyi, 18 Kasım’da aldığı bir kararla bağımsızlık kararını kınadı. 13 Mayıs 1984’te de Güvenlik Konseyi 550 sayılı kararı ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilanını ayrılıkçı bir hareket olarak tanımladı.

8 Ağustos-13 Ağustos arasında tekrar yapılan 2. Cenevre görüşmelerinde ise Türkiye’nin talepleri karşılanmadı ve 1. Cenevre Anlaşması’nda alınan kararların uygulanması gerçekleşmedi. Cenevre’de yürütülen müzakerelerden bir sonuç çıkmayınca, Dışişleri Bakanı Turan Güneş’in Ankara’ya gönderdiği “Ayşe tatile çıksın.” şifresiyle 2. Kıbrıs Harekâtı başladı. (Ayşe, dönemin Dışişleri Bakanı Turan Güneş’in kızının adıdır.)

47


Ä°NCELEME

48


Ä°NCELEME

49


İNCELEME

KKTC’nin ilanı ve dünyaya kabul ettirilme süreci, Türkiye açısından başarılı bir mazi içermiyor. Bugün Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Türkiye dışında -İslam ülkeleri ve Orta Asya cumhuriyetleri dahil- hiçbir devlet tarafından diplomatik olarak tanınmıyor. Bağımsızlık ilanından sonra Pakistan ve Bangladeş KKTC’yi tanıdığını ilan etse de uluslararası baskılar sonucunda bundan vazgeçtiler.

KAYNAKÇA http://www.mfa.gov.tr/kibris-meselesinintarihcesi_-bm-muzakerelerinin-baslangici.tr.mfa (Görülme tarihi 08.10.2017) Ahmet Tezel, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Devlet Olarak Kıbrıs Sorununun Çözümüne Etkisi, Kadir Has Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2008

Harekât ve Türkiye’nin bugüne kadar adada askeri varlığını sürdürmesi dünyada genel olarak “işgal” olarak nitelendirildi. Kıbrıs, Avrupa Birliği’ne üyelik talebi sürecinde Türkiye’nin karşısına çıkarılan en önemli sorunlardan biri oldu.

http://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya40527744 (Görülme tarihi 08.10.2017) http://muharipgaziler.org.tr/kibris-barisharekati/ (Görülme tarihi 08.10.2017)

AB’nin “Türkiye Kıbrıs’ta çözümü engelliyor” görüşü Annan Planı oylamasına kadar sürdü. Dönemin BM Genel Sekreteri Kofi Annan‘ın adını taşıyan plan çerçevesindeki çözüm için adada yapılan oylamada Türk tarafı “Evet”, Rum tarafı “Hayır” dedi. Dönemin AB’nin genişlemeden sorumlu üyesi Günter Verheugen, Rumların çözüm planını reddetmesi üzerine “Aldatıldık” dedi. Ankara AB’yi, Annan Planı’nı kabul etmesi durumunda KKTC’ye verdiği sözleri tutmamakla eleştirdi. Diğer yandan AB, sınır ihtilafı bulunan ülkeleri üyeliğe kabul etmemesine rağmen ve üstelik Annan Planı’nı reddetmesinin ertesinde Güney Kıbrıs’ı “Kıbrıs Cumhuriyeti” olarak tam üyeliğe kabul etti. Günümüzde ise Kıbrıs müzakereleri Cenevre’de devam eden görüşmelerde herhangi bir sonuca ulaşmamıştır. İsviçre'nin Crans-Montana kasabasında 28 Haziran'dan bu yana devam eden Kıbrıs müzakereleri, herhangi bir sonuca erişilemeden sona ermiştir. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres müzakerelerin sonlanmasını “çok üzgün” olduğunu belirterek duyurdu. Guterres, “tüm heyetlerin ve farklı tarafların çok güçlü katılımı ve özverisine rağmen müzakerelerin sonuçsuz kaldığını” söyledi.

50


FELSEFE

Münür Kunduracı*

Felsefenin Gençlere Diyecek Sözü Var

Anın zenginliği, bizim ona verdiğimiz, zamanla ilişkimizdeki bir dönüşüm sayesinde vermemiz gereken bir zenginliktir. Genelde yaşamımız kelimenin en güçlü anlamıyla tamamlanmamıştır, çünkü bütün umutlarımızı, özlemlerimizi ve dikkatimizi, şu veya bu amaca ulaştığımızda mutlu olacağımızı söyleyerek, geleceğe yansıtıyoruz. Amaca ulaşıncaya kadar korku içerisindeyiz, ama ulaştığımızda da artık bizi ilgilendirmiyor ve başka bir şeyin arkasından koşmaya devam ediyoruz. Yaşamıyoruz, yaşamayı umuyoruz, yaşamayı bekliyoruz. Stoacılar ve Epikurosçular, bu nedenle, bizleri zamanla ilişkimizde kökten bir dönüşüm gerçekleştirmeye davet ediyorlar. İçinde yaşadığımız tek anda, yani şimdide yaşamak, gelecekte yaşamamak fakat tam tersine sanki gelecek yokmuş, sanki sadece bugünümüz, bu anımız varmış gibi, onu mümkün olan en iyi şekilde yaşamak, yaşamımızın son günü, son anıymış gibi kendimizle ve bizi çevreleyenlerle ilişki içinde yaşamak. Anın içinde sahip olabileceğimiz her şeyi keşfetmek için bir araç söz konusu. İlk olarak anda, layığıyla yapılan, kendisi için, dikkat ve bilinçle yapılan eylemi gerçekleştirebiliriz. Kendimize şunu söyleyebiliriz: Kendimi şu anda yaptığım eyleme yoğunlaşmaya veriyorum, onu mümkün olan en iyi şekilde yapıyorum. Kendimize şunu da diyebiliriz: Buradayım, yaşıyorum ve bu yeterli. Yani varoluşun değerinin bilincine varabiliriz, var olmanın hazzından keyif alabiliriz. Bu konuda, burada bir kez daha Montaigne’in, bütün gün boyunca hiçbir şey yapmadığını hisseden kişiye söylediği ölümsüz cümle tekrarlanabilir: “Nasıl? Peki yaşamadınız mı? Bu, uğraşlarınızın sadece en temel değil, ayrıca da en önemlisidir.” Şunu da ekleyebiliriz: İşte buradayım, uçsuz bucaksız ve olağanüstü bir dünyanın içinde, “Bizi baştanbaşa kozmosla temasa sokan şimdiki andır.” diyordu Mar-

cus Aurelius (VI, 25). Her anda, parçası olduğum söze gelmez kozmik olayı düşünebilirim. Fakat bu bizi üzerine eğilmemiz gereken başka bir temaya, dünya karşısında hayret duyma temasına götürecektir. Şimdilik kısaca, şimdide yaşamanın dünyayı sanki ilk ve son kez görüyormuşuz gibi yaşamak olduğunu söylemekle yetineceğim. Her mevcut an o halde, var olmanın hazzı veya onu iyi yapmanın sevinci olsun. Sürekli bu durum içinde yaşayamayacağımız açık, zira kendini geleceğin büyüsünden ve gündelik rutinden özgürleştirmek için bir çaba göstermek gerekir.

Ölü Ozanlar Derneği kitabını okumalıyız, belki oradan yaşamın iliğini emmenin kodlarını öğrenebiliriz veya fark edebiliriz. Sonra Sokrates’in Savunması kitabını okumalıyız, yetmiş yaşını geçmiş bir adamın “Sorgulanmamış bir yaşam, yaşamaya değer değildir.” diyerek ömür sürdüğünü ve fakat sonucunda ölüme dahi razı olduğunun gerçek hikâyesini, hiç değilse Sokrates’e hür-

* Mehmetçik Anadolu Lisesi Felsefe öğretmeni

51


İNCELEME

meten okumalıyız. Epiktetos okumalı gençlerimiz. Umudumuz o ki bunca doyumsuz ve hırslı bir yaşamın kuşatılmışlığından sıyrılmanın tılsımlı anahtarını sunabilir. Mutlu olmanın aslında ne kadarda kolay olduğunu, insan olmanın ve yaşamın gerçek anlamını değilse bile bir çıkış yolu olarak sükûneti öğretebilir. Bu şiddet sarmalı, her şeyin tüketimin konusu olduğu dünyada sükûnet, en aranılası şey belki de.

Epictetos (55-135)

52


İNCELEME

Mehmet Eren Arslan*

Hayal Ustası, Büyük Anlatıcı: J.L.Borges Jorge Luis Borges Arjantinli öykü ve deneme yazarı, şair ve çevirmen. Büyülü gerçekçilik akımının önde gelen isimlerindendir ve gerçeküstücülük konusunda yazdığı denemeleri ile ünlüdür.

rine olan içten duygularını asla kaybetmese de, bunları tehditkar düzensizliğe karşı yegane siper olarak milliyetçi biçimde yüceltmeyi bıraktı ve geniş evrensel süreçler bağlamında daha mütevazı değerlendirmelere yöneldi. Babasının arkadaşı Macedonio Fernandéz'in düşüncelerinden etkilenmesi, düşüncenin yeni yollarına yönelmesine neden oldu. Fernandez'in düşünceleri Schopenhauer, Berkeley ve Hume'ün bir yansıması idi. Edebî stili eksantrik ve düşünce tarzı karmaşıktı. Borges'e en büyük etkisi her şeye kuşkuculukla bakmasını sağlamasıdır. Yirminci yüzyılda bir bilge arayışına girişeceksek Borges bunun için biçilmiş kaftan. Her zaman öğrenmeye, keşfetmeye; dile, anlatıma ve anlamlandırmaya meraklı biri olarak sınırlarını genişletmeye çabalamış bir isim. Dahası, besleyip beslendiği pek çok akım onun önemini belirginleştiriyor. Buna karşın gösterişten uzak evreni, Borges’i daha da ilgi çekici kılıyor. Garip, fantastik ve yeni tarafı da cabası. 1970’lerde “büyülü gerçekçiliğin kurucusu” diye nitelenmesi karşısında yüzü düşen ve “hiçbir tarza yerleştirilmemesi gerektiğini” söyleyen Borges, James Woodall’ın da dediği gibi “Nasıl moda olunacağını hiç bilmedi.” “Büyülü gerçekçiliğin kurucusu” sıfatı Woodall’a göre pek çok şeyi öteledi: “1970’ler boyunca büyülü gerçekçiliğin kurucusu ilan edilmiş ama bu, onun gerçek önemini, çeşitli geleneklerden sade ve yeni edebiyat yaratan, Arjantinli bir yazar olduğu gerçeğini gölgelemiştir.” Böyle olsa da Borges’in öykücülüğü ve şairliği neredeyse hiç gölgelenmedi. Tartışmalar’daki yazıları ise onun eleştirmenliğini, düşünürlüğünü ve anlamlandırma yeteneğini gösteriyor.

Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra ailesiyle birlikte İspanya'ya taşındı. Borges artık yazar olmaya karar vermişti, babasının 1870'lerde geçen bir roman yazmasına yardım ediyordu. Birkaç edebî gruba girme çalışmasından sonra, kendine akıl hocası buldu: Endülüslü şair Rafael CansinosAsséns. Onun etkisiyle kendisini "ultraistler" (aşırıcılık) grubundan saymaya başladı ama kısa zamanda aidiyet hissinden sıkılarak kimseye bağlı olmadan bir şeyler yapmaya çalıştı. Denemelerle ve şiirle pasifizm, anarşi, Rus devrimi gibi bazı şeyleri övdüğü, genel düşüncelerini dile getirdiği iki kitap yazdı. Ama sonra yazdıklarından utanarak, her iki kitabı da İspanya'dan ayrılmadan önce imha etti.1930’dan 1940’a kadar geçen yıllar Borges’in eserleri derin bir değişim doğurdu. Şiiri neredeyse büsbütün terk etti ve kısa anlatı türüne geçti. Toprağının eşsiz nitelikle* Mehmetçik Anadolu Lisesi 12. sınıf öğrencisi

53


ŞİİR

Jorge Luis Borges

Anlar Eğer, yeniden başlayabilseydim yaşamaya,

Anlar, sadece anlar. Siz de anı yaşayın.

İkincisinde daha çok hata yapardım.

Hiçbir yere yanında su, şemsiye ve paraşüt almadan,

Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım.

Gitmeyen insanlardandım ben.

Neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar,

Yeniden başlayabilseydim eğer, hiçbir şey taşımazdım.

Çok az şeyi

Eğer yeniden başlayabilseydim,

Ciddiyetle yapardım.

İlkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım.

Temizlik sorun bile olmazdı asla.

Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla.

Daha çok riske girerdim. Seyahat ederdim daha fazla. Daha çok güneş doğuşu izler,

Bilinmeyen yollar keşfeder, güneşin tadına varır,

Daha çok dağa tırmanır, daha çok nehirde yüzerdim.

Çocuklarla oynardım, bir şansım olsaydı eğer

Görmediğim bir çok yere giderdim.

Ama işte 85'indeyim ve biliyorum...

Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye.

ÖLÜYORUM...

Gerçek sorunlarım olurdu hayali olanların yerine. Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardandım. Yeniden başlayabilseydim eğer, yalnız mutlu anlarım olurdu. Farkında mısınız bilmem. Yaşam budur zaten.

54


“Öyle bir kitap, öyle bir bölüm, öyle bir sayfa, öyle bir paragraf yazayım ki, tüm insanlar için her şey olsun; Havari Pavlus gibi tiksintilerimi, tercihlerimi, alışkanlıklarımı yok saysın; J.L Borges’e atıfta bile bulunmasın.” Jorge Luis Borges

55


İNCELEME

Serkan Kartal*

Edebiyatın Zarif Prensi: Abdurrahman Cahit Zarifoğlu

Hayat boş bir rüyaymış Geçen ibadetler özürlü Eski günahlar dipdiri Seçkin bir kimse değilim İsmimin baş harflerinde kimliğim Bağışlanmamı dilerim

külteye kaydettirin." Arkadaşları onu Alman Dili ve Edebiyatına kaydettirecek ve bu okulu bitirmesi de 10 yıl sürecektir. Onun İstanbul macerası Sezai Karakoç ve Necip Fazıl Kısakürek'le tanışmasına vesile olmuştur. Üstat Necip Fazıl'a ve edebiyatına derin bir ilgi duyan Zarifoğlu'nun izdivacı da Necip Fazıl'ın mürşidi Abdülhakim Arvasi ailesinden Berat Hanım'la bizzat “üstad”ın şahitliğinde gerçekleşmiştir. "Şiirimi bana şikâyet ediyorlar. Anlamıyorlarsa niye rahatsız oluyorlar bilmem! Acaba, zor anlaşılan şiirler mi var yoksa zor anlayan şiir okuyucuları mı?" Şiirlerinin anlaşılmaz olduğunu iddia eden insanlara karşı onun bu sözleri şiire ve okuyucusuna yeni bir ivme kazandıracak niteliktedir. Türkiye'nin en karmaşık yıllarında yaşayan ve 27 Mayıs,12 Mart ve 12 Eylül askeri müdahalalelerine tanık olsa da dönemin şairlerinin ideolojik şiirler yazma çabasının aksine Zarifoğlu daha ilk şiirlerinde kendi sesini buldu.

A. Cahit Zarifoğlu (1940-1987)

Cahit Zarifoğlu hakkında bir yazıya başlarken bu dizelere yer vermemek olmazdı herhalde; çünkü bu dizeler şairin şiir anlayışı -şiirindeki o içe dönük anlatım- ve hayata bakış açısı hakkında önemli bir nokta gibi görünüyor bana.

Özellikle kırk yaşından sonra şiir anlayışında ciddi bir değişikliğe gidecek, “Şiir Hakk’ın emrinde olmalı.” diyerek herkesin rahat okuyabileceği şiirler yazmaya başlayacak ve dünyanın bilhassa Müslüman dünyanın sıkıntılarının hemen hepsini kendi kalbinde öğütüp şiirine konu edecektir. Mehmet Akif İnan'ın deyişiyle 47 yaşındaki “Şair-i Mâderzât”ın yaşamak yolculuğunun sonuna gelmesi üç kuşaklık bir konağın yıkılışı, bir bebeğin annesiz kalışı, bir ülkenin yenilişi gibi derin, tarifsiz, geri dönüşsüz bir acı bırakır ardında kalanların üzerinde.

Abdurrahman Cahit Zarifoğlu 1940'da Ankara'da doğdu. Kentte Zarifoğlu veya Zarifler diye anılan bir ailenin ikinci çocuğu. Edebiyata lise yıllarında şiir ve kompozisyonlar yazarak başlayan Zarifoğlu liseyi uzattığı üç tekrar yılında açılacak, gazeteciliğe başlayacak, edebiyat sayfalarında yazacak ve sonunda nihayet 1961'de liseyi bitirip İstanbul'daki Erdem Bayazıt’la Rasim Özdenören'e mektup yazacaktır: "Geliyorum beni bir fa* Mehmetçik Anadolu Lisesi 12. sınıf öğrencisi

56


İNCELEME

Fatma Bekdemir*

Bir Osmanlı Entelektüeli: Şemsettin Sami

Arnavut asıllı Osmanlı yazarı, ansiklopedist ve sözlükçü. 1 Haziran 1850’de İstanbul’da doğdu. İlk Türkçe roman olan Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat’ın, Tanzimat Dönemi’nin önemli sözlüklerinden biri olan Kamus-ı Türkî’nin yazarıdır. Ayrıca Fransızca ve Arapça sözlükler de kaleme almıştır. Ağabeyi Fraşırili Abdül Bey ile Arnavut alfabesini geliştirmiş ve Arnavutça bir gramer kitabı yazmıştır. Küçük kardeşi Naim Fraşıri Arnavut millî şiirinin kurucusu olarak kabul edilir. Oğlu Ali Sami Yen “Galatasaray Spor Klübü”nün kurucusudur. İlk eğitimini Bektaşi Tarikatı’na ait olan Nasîbî Tahir Baba Tekkesi’nde almıştır. Ortaokulu Yunanistan’daki “Zosimea” lisesinde tamamlamıştır. Emine Hanım ile evlenen Şemseddin Sami bir süre Yanya Mektubi Kaleminde çalıştı. Daha sonra İstanbul’a geldi ve Matbuat Kaleminde göreve baş-

Sabah gazetesinde yazdığı “Şundan Bundan” başlıklı köşesini Tercüman-ı Şark gazetesinde sürdürdü. 1880 yılında Sultan Abdülhamit’in isteği üzerine sarayda Mabeyn’de kurulan Teftiş-i Askeri Komisyonu’nun kâtipliğine getirildi. Ömrünün sonuna kadar koruduğu bu görev onu ekonomik açıdan rahatlattı ve kitapları üzerinde çalışmasına olanak sağladı. Bu yıllarda “Sefiller” ve “Robenson Kruzo” romanlarını Türkçeye çevirdi. 1896-1897 arasında bir yıllık bir çalışma ile bugüne kadar yazılmış en kapsamlı Arapça-Türkçe sözlük olan Kamus-ı Arabî adlı büyük sözlüğü çıkarmaya başladı. 1903’te Orhun Abidelerinin izahlı çevirilerini hazırladı. 1 Temmuz 1904’te Erenköy’deki evinde hayatını kaybetti. Şemseddin Sami, modern Türk Milliyetçiliğinin ilk ve bazı yönleriyle en ilginç şekli olan Osmanlıcılığın en önemli temsilcilerinden biridir. Aslen Arnavut olduğu ve Arnavut sorunlarıyla yakından ilgilendiği halde Osmanlı Devletinin modernleşerek güçlenmesini savunmuştur. Türkçeyi incelemek, modernize etmek, geliştirmek ve öğretmek alanlarında, yalnız kendi zamanında değil tüm dönemlerde Şemseddin Sami kadar emek vermiş kişi sayısı azdır. İlk Türkçe Roman Şemseddin Sami’nin “Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat” adlı romanı 1872 Kasım’ından itibaren Hadika gazetesinde tefrika hâlinde yayımlandı ve 1873’te tamamlandı. Talat ve Fitnat’ın aşkını anlatan roman uzmanlarca Türk Edebiyatı tarihindeki “ilk Türkçe roman” olarak değerlendirilir.

Şemsettin Sami (1850-1904)

ladı. 1872-1873 yıllarında Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat romanını yayımladı. 1874 yılında Vilayet Gazetesi’ni yönetmek üzere Trablusgarp’a gitti. Dokuz ay orada yaşadı. 1876 yılında Mihran Efendi ile Sabah gazetesini yayımladı. Bu gazete o zamana kadar görülmemiş bir tiraja ulaştı. Daha önce

KAYNAK Ömer Faruk Akün, “Önsöz”, Kamus-ı Türkî, Kapı Yayınları, İstanbul 2013

* Mehmetçik Anadolu Lisesi 10. sınıf öğrencisi

57


TARZ-I KADÎM ÜZRE

Hocazâde Muhsin Çelebi*

Der-beyân-ı Mevsim-i Hazân ve Edebiyyât

Es-selâmu aleyküm ey gâziler.

nisyân ile ma’luldür. Siz ne bileceksiniz!

Yahu bakayorum, koca mevsim-i sayf tükendi de teşrîn rüzgârları eser oldu. Merhum Yahya Kemal’in mısraları yine düştü dilime:

Efendim, Rûhî-i Bağdâdî buyurmuş ki: Âşiyânsuz n’eylesün gülşende bülbül Rûhiyâ Derd-mendün eylemiş bâd-ı hazân evin harâb

Günler kısaldı... Kanlıca'nın ihtiyarları Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları.

Yahu nedir? Şu ifadedeki kuvvete, kudrete bakmalı; sözün zarafetine bakmalı da âdemoğlu yazdığı ne varsa yırtıp atmalı. Âşıka ma’şûkdan alâ hâne mi var, demenin şöyle latîf hâli her zamanda ele geçmez.

Kolay değil sevgili kârî. Günler, haftalar, aylar, mevsimler ve yıllar birbiri peşi sıra akıp gidiyor da âdemoğlu şuncacık şeyi göremiyor. Halbusam ne demiş adı belirsiz bir Barak Türkmeni:

Keçecizâde İzzet Molla kudemânın hıfz eylediği bir beytinde buyuruyor ki:

Kaf’dan Kaf’a hükmederdi bir zaman Davud oğlu Sultan Süleymân öldü.

Bir mevsim-i bahârına geldik ki âlemin Bülbül hamûş, havz tehî, gülistan harâb

Kudemâ buyurmuş ki “Gün akşamlıdır devletlûm; dün doğduk, bugün ölürüz!” El-hak doğru. Ömr-ü beşerin kıyası bir gün gibidir. Eylülün teşrînlere bakan şu eyyâmında âdemoğluna düşen “Nimetleri acılaştıran mevti” der-hâtır etmekten başka nedir? Fekat insan zâlim ve câhildir ve hatta cehl-i mürekkeptir ki bütün mahlûkât sözü bir etmiş de “Ey âdemoğlu, sen sana gel! İşte geldin gidiyorsun. Tedârikin nedir?” dedikçe âdemoğlu lisân-ı hâl ile “Hele sen bir az eğlen. Daha işlerim var.” deyor da şu âlem-i fâniden sarf -ı nazâr eylemeyor. Her ne hâl ise!

Bi’hakkın doğru buyurmuş. Nitekim bendeniz yıllar var ki şu beyti dilimden düşürmem. Siz ne bileceksiniz ki yaş sinn-i kemâle ermiş, ilm ü irfan mebâhisinde dengim kalmamış, şöyle olmuş ki “Dost bî-pervâ felek bîr-rahm devrân bî-sükûn / Derd çok hem-derd yok düşmen kavî tâli’ zebun” Efendim, kendi aranızda “Hocazâde bizi âdem yerine koymayor mu?” diye mızırdanmayınız. Bir Hocazâde bir memlekete yüzyılda bir gelir, kıymetini takdir ediniz ve dahî “Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkıt ne bilir / Mübtelâ-yı gâma sor kim giceler kaç saat” beyti fehvasınca kıymetini biliniz. Ben kârî’in cevvâl ve ârifini severim.

Bakındı ey kâri! İşte ihtiyarlık böyledir. Sözde bendeniz zengin edebiyyât mütebahhiremden sizlere mevsim-i hazâna dair beytler yazacaktım, lafımız nerelere geldi. Taşlıcalı Yahya’nın “Kâşki sevdiğimi sevse kamu halk-ı cihân / Sözümüz cümle hemân, kıssa-i cânân olsa” dediği gibi biz de kendi yârenliğimize daldık da sözümüzü unuttuk. Buyrunuz bir ders daha: Âdemoğlu

Hazân âdemoğluna ihtiyarlığı ve dahî yalnızlığı der-hâtır ettirir, fekat mesele bundan ibaret değil ki ey yârenler. Her mevsim kendi letâfetiyle zuhûr eder. Erzurumlu İbrahim Hakkı “Ârif

* İlm ü irfân Bahr-i Muhitlerinin Cebelitarık’ı

58


TARZ-I KADÎM ÜZRE

anı seyreyler.” deyor ya, işde nazar-ı irfân ile bakıldıkda mevsim-i hazân da bir nice letâifle eyyâmımızı doldurur. Bakınız soğuklar geldikçe musâhabe ve müsâdeme-i efkâr artar. Kişi hânesinde daha ziyâde imrâr-ı evkât eyler de kitâb kıraatına ziyâde sarf-ı mesâi eder. Cenâb-ı Mevlâ’nın halkındaki bir nice letâfet âlemimize dolar da bârân-ı hazânın kokusu, berg-i hazân ü semânın rengi zuhûr eder. Ben en ziyâde mevsim -i hazânın rengîn eyyâmına bağlanırım. Asfer ü ahmerin envâî tonu, gözün gördüğü her şeye bir mikdâr dokunur. Ahmed Hâşim’i hatırlarım:

Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta... Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller; Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller, Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer? Bu bir lisân-ı hafîdir ki ruha dolmakta, Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta... Bilene kâfidir şunca lakırdı, bilmeyene sözümüz yok. Es-selâmu alâ men-ittebea’l-hudâ.

Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden, Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak, Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak... Sular sarardı... yüzün perde perde solmakta,

59


ÇOK OKUYAN NE BİLİR?

Furkan Torun*

William Wallace

William Wallace, 1270 ve 1276 arasında, Ayrshire ya da Elderslie’da (doğum zamanı ve yeri tam olarak bilinmiyor) doğan ve İngiltere Kralı I. Edward zamanında İngiltere’ye karşı çıkarılan ayaklanmanın öncülüğünü üstlenen İskoç şövalyesidir.

katliam Dunbar savaşı ile devam etti. Edward, yoluna çıkan bütün İskoçları öldürdü.

Doğum yeri ve tarihi meçhul olan Wallace’ın, nerde ortaya çıktığı da tam olarak bilinmemektedir. Ayrshire destanları, iki İngiliz askerin Lonark’ta Wallace’a meydan okuduğunu ve WalWilliam Wallace’ın doğduğu dönemde III. lace’ın galip geldiğini yazar. Bir muamma olsa da, Alexander İskoçya Kralıydı ama Kral 1286’da öldü Wallace’ın İngilizlerden nefret etme sebebinin ve yerine geçebilecek bir erkek çocuğu yoktu. 1291’de babasının ve abisinin öldürülmesi olduBunun üzerine soylular, Alexander’ın 4 yaşındaki ğuna inanılır. Ayrıca, 1297’de, William’ın sevdiği torunu Margaret’i tahta geçirip belirli bir olgunlukadın olan Marion Bardifute’ın intikamını almak ğa erişene kadar İskoçya’da geçici bir hükümet için İngiliz şefi William Heselrig’i öldürdüğü ve kurdular. İskoç Hükümeti ile karşılıklı olarak imzacesedini paramparça ettiğine inanılır. Wallace, lanan Birham 1297’nin AğusAnlaşması, tos ayında StirKral Edward’ın ling’teki Andoğlunun İskoçrew de Moya Kraliçesi ray’ın ordusuMargaret ile na katıldı ve evlenmesi hakbaşka bir isyan kında bir madçıkardılar. 11 de içeriyordu. Eylül 1297’de İngiltere bu gerçekleşen durumdan fayStirling Köprüdalanmak istesü Muharebedi ama işler si’nde 2300 İngiltere için kişiden oluşan pek iyi gitmeİskoç ordusu, di. Margaret 10 bin kişilik William Wallace Norveçİngiliz ordusuİskoçya yolculuğu sırasında hastalandı ve öldü. nu mağlup etti. Andrew de Moray, 3 ay sonra Bunun üzerine 1292’de John Balliol tahta oturdu. gerçekleşen bir savaşta aldığı yaradan dolayı Balliol, İngiltere Kralı Edward’a vergi vermekten ölünce, o dönemin kralı Robert Bruce, Wallace’ı 1296’da vazgeçti. Bunun üzerine Kral Edward, “İskoçya’nın koruyucusu ve orduların lideri” ilan Berwick upon Tweed’e saldırdı ve herkesi kılıçtan etti. İngilizler, İskoçya’nın güneyindeki geçirdi. Ayrıca dönemin Papa’sı, Edward’a cesaRoxburgh’da istilaya devam ettikçe yeni bir savaş retinden dolayı Gascony’de madalya verdi. Bu patlak verdi. Bu savaştaki en önemli olay, soylu* Mehmetçik Anadolu Lisesi 12. sınıf öğrencisi

60


ÇOK OKUYAN NE BİLİR?

ların ve askerlerin Wallace’a ihanet etmesiydi. Robert the Bruce, Lord Carrick ve John Comyn gibi soylular Kral Edward’la anlaşınca 300 kişilik bir süvari birliği savaş meydanından kaçtı ve savaşı İngilizler kazandı. Aynı yıl Wallace, “İskoçya’nın Koruyuculuğu” görevinden vazgeçti. 1302’de, İskoç kralı Bruce, Kral Edward’la barış paktı imzaladı, ama Wallace bu paktı hiçbir zaman onaylamadı. Kral Edward, İskoçlara egemenliğini kabul ettirdikten sonra Wallace’ın peşini hiçbir zaman bırakmadı. Edward’a bağlılık yemini olan şövalye John de Menteith, Wallace’ı 5 Ağustos 1305’te Krala teslim etti. Bu asil savaşçı vatana ve Krala ihanetten dolayı suçlu bulundu ve yargılandı. Atın arkasında çekildi, darağacına asıldı, ama tam ölecekken bırakıldı. Bağırsakları çıkarıldı ve son anında bile Krala bağlılık yemini etmedi. Kafası gövdesinden ayrıldı ve vücudu 4 parçaya bölündü. Kol ve bacakları, Newcastle, Berwick, Stirling ve Perth’ de ayrı ayrı sergilendi.

Wallace’ın ölümünden sonra pişmanlık duyan Bruce, bir ordu hazırladı ve İngiltere’ye karşı bir savaş hazırlığına girdi. İskoç ordusu, İngiltere egemenliğinde bulunan Stirling kalesini kuşattı. Bunun üzerine I. Edward, ordusuyla ilerlemeye başladı. Bruce orduyu stratejik olarak çok iyi bir konuma yerleştirdi. Eğer İngiliz ordusu saldırmak isterse hem bir tepeyi tırmanmak hem de bataklıktan geçmek zorundaydı. İngilizler stratejik davranarak Robert de Bruce’ı bir düelloya davet etti. Eğer reddederse itibarı lekelenecekti. Teklif kabul edildi. Bruce, İngiliz şövalyesinin kellesini bir hamleyle aldı. Bunun sonucunda İngiliz ordusu psikolojik olarak çöktü. Her şey planlandığı gibi gerçekleşti ve İngiliz ordusu bataklığa saplanarak okçuların hedefi oldu. Dolayısıyla İskoç ordusu savaşı kazandı. Bu savaşta 2 bin İskoç ve 10 bin İngiliz askerinin öldüğü tahmin edilir. İskoçlar savaştan sonra bağımsızlıklarını ilan etseler de İngiltere bu bağımsızlığı tanımadı. Büyük bir mücadele vermesine rağmen İskoçya, süreç içinde Büyük Britanya krallığına bağlanmıştır. Bugün de Birleşik Krallığı oluşturan dört krallıktan birisini oluşturur.

Kral I. Edward

61


LÛGAT

Şeyma Yağlı & Özge Hasanköse*

Feminizm Feminizm kelimesinin kökeni Latince “Femina” ve bunun türevi olan Fransızca “Feminizme” kelimesine dayanmaktadır. Feminizm kavramı ilk olarak sosyal filozof Charles FOURİER tarafından ortaya atılmıştır. Buna bağlı olarak Feminist kelimesi ise -yine kökü Latince “Femina” olupcinsiyetlerdeki sosyal, politik ve ekonomik eşitliği savunan harekete denir.

Gürpınar, Halit Ziya Uşaklıgil ve Namık Kemal örnek verilebilir. Bunlara ek olarak Türkiye tarihinde Atatürk, kadınlara ekonomik siyasal ve hukuksal alanlarda en kapsamlı olanakları sağlayan kişidir.

1900 tarihinden önce Ahmet Mithat, “Nisvânın hukukunu birazcık olsun artırmada çalışıyorlar. Bu neviden bulunanlara ‘feminist’ deniliyor.” sözüyle dilimizde ilk defa feminist kavramından bahsetmiştir. Yine bunlarla ilgili olarak 1950 tarihli bir Milliyet gazetesi sayısında “Stiller şimdikine kıyasen çok daha yumuşak, 'feminen' ve itinalı olmaya meyyaldir.” ifadesiyle feminen kelimesi dilimizde ilk defa kullanılmıştır. Şu hâlde feminist, feminizm, feminen gibi kelimelerin dilimize girişi takriben yüz yıllık bir geçmişe dayanır. Fransız devrimi sırasında kadın ve kadın yurttaş hakları bildirgesini yayınlayan ve sonrada yayımlandığı yazının kralcı görünmesi nedeniyle idam edilen Olympedegouges, kadın seçme hakları için mücadele veren ilk modern savunucudur. Feminist teori tarihinde ilk önemli çalışma olan “Kadın Hakları Savunusu”nu Fransız devriminden etkilenen Meri Wollstonecraft 1755-1797 tarihleri arasında hazırlamıştır. Ayrıca National Organization for Women (NOV) en büyük İngiliz-Amerikan feminist örgütüdür. 30 Haziran 1966’da Washington’da kurulmuştur. Osmanlı imparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk kadın hakları savunucusu Halide Edip Adıvar olmuştur. Özellikle yayınladığı makaleleriyle kadın haklarını desteklemiştir. Bununla birlikte birçok entelektüel erkek de kadın özgürleşmesinin gereği üzerinde durmuşlardır. Buna Hüseyin Rahmi

Halide Edip Adıvar (1884-1964)

Feminizm bir ideolojiden bireysel bir yaklaşıma, toplumsal örgütlenmelerden kitle hareketlerine pek çok alanda kendini gösterebilir. Bu bakımdan hukuki ve kamusal anlamda kadın erkek eşitliğinden kadınların üstünlüğüne, kürtaj hakkına ve eşcinselliğe kadar ılımlı ya da marjinal çok çeşitli görüşleri bünyesinde barındırır. Bu bakımdan onun tam ve kesin bir tanımını yapmak da güçtür. Yine de bazı aşırı gruplar ya da söylemler dışlanırsa hukuk, kamu düzeni, eğitim, çalışma, taciz ve tecavüzün önlenmesi, şiddet vb. alanlarda kadınlarla erkeklerin eşitliğini savunan bir hareket olarak anlamak mümkündür.

* Mehmetçik Anadolu Lisesi 12. sınıf öğrencileri

62


OKULUMUZDAN HABERLER / ERASMUS+

Okulumuz Erasmus+ projelerinden biri olan “Organic Food Production in Schools for Sustainabilty and Healty Future Generations” (Sağlıklı Gelecek Nesiller için Okullarda Organik Gıda Üretimi) projesi kapsamında Eylül ayı içinde iki hareketlilik gerçekleştirildi. Projemizin amacı, sağlıklı beslenmeye dikkat çekmek ve gerek üretim gerekse farkındalık bakımından okullarımızı doğal beslenmenin önemli mecralarından biri hâline getirmektir. Proje kapsamında gerçekleştirilen hareketliliklerden ilki, 17-23 Eylül 2017 tarihleri arasında gerçekleşen İsveç hareketliliğiydi. Bu çerçevede İsveç’in Umeå şehrine gidildi ve proje programı çerçevesinde bir dizi faaliyette bulunuldu.

Bu bağlamda gerçekleştirilen ikinci hareketlilik ise 24-30 Eylül 2017 tarihleri arasında gerçekleştirilen Romanya hareketliliğiydi. Hareketliliğe iki öğretmen ve bir öğrencimiz katıldı.

63


OKULUMUZDAN HABERLER

2016-2017 Eğitim Öğretim Yılı sonunda bazı öğrencilerimiz aşağıdaki üniversite ve bölümlere yerleştiler. Tebrik ediyor, başarılarının daim olmasını diliyoruz.

Hamide Feride Pergel Türkçe Öğretmenliği

Giresun Üniversitesi

Eğitim Fakültesi

Arzu Sürekci

Türk Dili Ve Edebiyatı

Ondokuz Mayıs Üniversitesi

Fen-Edebiyat Fakültesi

Uğur Karataştan

Türkçe Öğretmenliği

Manisa Celâl Bayar Üniversitesi

Eğitim Fakültesi

Mehmed Hulusi Yalçın Türkçe Öğretmenliği

Abant İzzet Baysal Üniversitesi

Eğitim Fakültesi

Müberra Bulut

Türk Dili Ve Edebiyatı

Hitit Üniversitesi

Fen-Edebiyat Fakültesi

Ahmet İzci

Türk Dili Ve Edebiyatı

Balıkesir Üniversitesi

Fen-Edebiyat Fakültesi

Serhat Bilen

Türk Dili Ve Edebiyatı

Erzincan Üniversitesi

Fen-Edebiyat Fakültesi

Kübra Şener

Türk Dili Ve Edebiyatı

Hitit Üniversitesi

Fen-Edebiyat Fakültesi

Edanur Canbolat

Özel Eğitim Öğretmenliği

Necmettin Erbakan Üniversitesi

Ahmet Keleşoğlu Eğitim Fakültesi

Merve Çıtak

Okul Öncesi Öğretmenliği

Ondokuz Mayıs Üniversitesi

Eğitim Fakültesi

Merve Uzun

Okul Öncesi Öğretmenliği

Ordu Üniversitesi

Eğitim Fakültesi

Esra Sayın

Tarih

Gazi Üniversitesi

Edebiyat Fakültesi

Tuncay Özbek

Tarih

Selçuk Üniversitesi

Edebiyat Fakültesi

Tuğçe Nur Çatalbaş

İlahiyat

Amasya Üniversitesi

İlahiyat Fakültesi

Esra Doğru

Sosyoloji

Ordu Üniversitesi

Fen-Edebiyat Fakültesi

64


OKULUMUZDAN HABERLER

Abdullah Akın

İngiliz Dili Ve Edebiyatı

İstanbul Üniversitesi

Edebiyat Fakültesi

Emre Çevik

İngilizce Öğretmenliği

Dokuz Eylül Üniversitesi

Buca Eğitim Fakültesi

Samed Alper Aydemir

İngilizce Öğretmenliği

Pamukkale Üniversitesi

Eğitim Fakültesi

Mustafa Samet Arslan

İngilizce Öğretmenliği

Pamukkale Üniversitesi

Eğitim Fakültesi

Eren Beker

İngiliz Dili Ve Edebiyatı

Ordu Üniversitesi

Fen-Edebiyat Fakültesi

Selin Eymirli

İngiliz Dili Ve Edebiyatı

Ordu Üniversitesi

Fen-Edebiyat Fakültesi

Ertuğrul Kapusuz

İngiliz Dili Ve Edebiyatı

Atatürk Üniversitesi

Edebiyat Fakültesi

Batuhan Atakcan

İngilizce Öğretmenliği

Yakın Doğu Üniversitesi

Atatürk Eğitim Fakültesi

Lütfiye Arslan

Fransızca Öğretmenliği

Gazi Üniversitesi

Gazi Eğitim Fakültesi

Firdevs Şahinbaş

Fen Bilgisi Öğretmenliği Amasya Üniversitesi

Eğitim Fakültesi

Rabia Aydoğdu

Matematik

Fen-Edebiyat Fakültesi

Amasya Üniversitesi

65


BİZİM KADRAJIMIZ

Zeynep Nur Arlı 10/C Sınıfı Öğrencisi

66


BİZİM KADRAJIMIZ

Melike Leklek 10/C Sınıfı Öğrencisi

Mehmet Güngör Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni 67


BİZİM KADRAJIMIZ

Mehmet Güngör Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

Mehmet Güngör Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni 68


69


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.