avrupa gazete gazete 21 şubat 2020

Page 27

27

AVRUPA

Yazı dizisi

21 Şubat 2020 Cuma

Derleyen ve Güncelleyen: Veysel Baba Soru ve görüşleriniz için: veyselbabalondon@gmail.com Not: Geçen haftadan devamla: Sevgili okurlar, sevgili canlar; bu noktada hem keramet sahibi bir Eren, hem gönül dostu bir ulu kişi ve hem de yiğit bir savaşçı olan o gönül eri Abdal Musa Sultan’ı özetlemek gerekirse; Hacı Bektaş-ı Veli’nin en önemli halifelerinden biridir ve belki de O’nun Anadolu’daki en büyük gözcüsüdür. O’nunda Piri Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli gibi Horasan’dan Anadolu’ya geldiği ve Bektaşi Meydanı’ndaki Oniki Post’tan, Onbirincisi olan Ayakçı Postu (Tarikatta post şeylik makamıdır) Şah Abdal Musa Postu’dur. Abdal Musa Sultan Tekkesi, bugün Antalya ili, Elmalı ilçesine bağlı Tekke Köyü’ndedir. Söylenenlere göre Abdal Musa Sultan daha henüz yirmili, otuzlu yaşlarda iken Orhan Gazi döneminde Bursa’nın fethine katılmış, büyük kahramanlıklar göstermiş ve daha sonra Aydın, Denizli ve Manisa yöresinde bir süre dolaştıktan sonra Yörükler’in vede Türkmenler’in çok yoğun yaşadıkları Antalya ilinin Elmalı ilçesinde bulunan Tekke Köyü’ne gelerek oraya yerleşmiştir. Ve zamanla orada kendisine bağlı bir çevre oluşturup tekkesini o köyde kurmuştur. Hacı Bektaş-ı kültürünün hem öğreteni, hem yayıcısı, hem taşıyıcısı, hem bildireni ve hemde kalenderi olan Abdal Musa Sultan, Bektaşiliğin gerçek piridir yani “Kudema-yı Bektaşiyan”dır. Ve asıl soyunun Orta Asya’dan gelmesi sebebiyle O’da diğer “Horasan Erenleri” arasında kabul edilmiştir. Asıl soyunun Hz. Muhammed’e dayandığı söylenmektedir. Dedesi Hayda Ata’nın Hacı Bektaş-i Veli’nin amcası olduğu söylenmektedir. Babası Hasan Gazi’dir, annesi ise Ana Sultan’dır. Ve kız kardeşi ise Hüsniye Bacı’dır. Ve mezarları da yine Tekke Köyü’ndeki o Abdal Musa Tekkesi’nin bahçesinde yer alan o ulu kişiler kabristanındır. Abdal Musa Sultan birçok bakımdan diğer bütün Bektaşi yol göstericilerinden veya takipçilerinden öne çıkar. Çünkü bugünkü Alevi, Bektaşi ve Tahtacı Yolu’nun kurallarının oluşumunda ve netleşmesinde Abdal Musa Sultan’ın rolü ve yönlendirmesi en temel öğe olarak kabul edilir. Çünkü Hacı Bektaş-ı Veli zamanında Bektaşilik diye bir kurum, bir teşkilat veya örgütlenme yoktur. Böylesi bir örgütlenme veya inanç şeklinin oluşumu II. Bayezid döneminde Hacı Bektaş-ı Veli’nin en büyük ardıllarından biri olarak kabul edilen Balım Sultan dönemine denk düşmektedir. Örneğin çok daha sonraları büyük bir dava eri olarak, büyük bir şair olarak ve zalim Osmanlı idaresine baş kaldıran bir isyankar olarak ortaya çıkan büyük halk ozanı Pir Sultan Abdal’ın şiirlerinin çoğunda Hacı Bektaş-ı Veli’den hiç bahsedilmez. XVI. yüzyılda anlaşılan Pir Sultan Abdal’ın o dönemde asıl yönü, asıl kıblegahı bir anlamda İran’dır, Şah İsmail öğretileridir ve On iki imam aşkıdır. Örneğin en çok bilinen ve tanınan o şiirinde Şah İsmail’e duyduğu o sevgiyi, o bağlılığı şöyle dile getirir: “Hızır Paşa bizi bedar etmeden, Açılın kapılar Şah’a gidelim. Siyaset günleri gelip yetmeden, Açılın kapılar Şah’a gidelim.” Bir başka şiirinde ise: “Kul olayım kalem tutan eline, Katip ahvalimi Şah’a böyle yaz. Şekerler ezeyim şiirin diline, Katip ahvalimi Şah’a böyle yaz.” Ve diğer bir şiirinde ise: “Karşıdan görünen ne güzel yayla, Bir dem süremedim giderim böyle, Ala gözlü pirim sen himmet eyle, Ben de bu yayladan Şah’a giderim.” O büyük halk ozanı Pir Sultan Abdal’ın şiirlerinde sık sık dile getirdiği ve Şah İsmail’e, Ehli Beyt’e, On iki İmam’a adadığı o şiirlerinin çoğunda Hacı Bektaş-ı Veli’den pekte söz edilmez. Hacı Bektaş-ı Veli ile Pir Sultan Abdal’ın yaşadığı o dönem arasında neredeyse yüzlerce yıl vardır. Ve eğere o yüzlerce dönem zarfında Sulucakarahöyük’te yaşadığı söylenen ve adeta bir ışık gibi Anadolu’da beliren Hacı Bektaş-ı Veli öğretisi veya yolu var olmuş olsaydı bu durumu, bu öğretiyi Pir Sultan Abdal’ın duymaması ve o inanç dolu şiirlerine yan-

“BEN ANADOLUYUM” ABDAL MUSA SULTAN - HAYATI VE MENKIBELERİ - BÖLÜM 3 sıtmaması hemen hemen imkansızdı. Bakınız bu konuda Cahit Öztelli, Pir Sultan Abdal isimli o kitabında, o dönemde yaşananlar hakkında ne diyor: “Yıldırım Bayezit’in, Timur’a yenilmesinden sonra Osmanlı şehzadeleri arasında sürüp giden kavgalarla devlet zayıf düşmüş, halk canından bıkmış, bir kurtarıcı aramakta idi. Bu sırada ortamı uygun görerek, yeni bir görüş ve inanç ileri süren Şeyh Bedreddin ayaklanması oldu. Şeyh Bedrettin toplumcu bir yönetim kurmak istiyordu. Şeyh Bedrettin büyük bir bilgin ve safi idi. Kadından başka her şeyin ortak olduğunu, çevresine binlerce taraftar topluyordu. Şehzade kavgalarından uşanmış olan halka onun görüşleri pek çekici geliyordu. Şeyh Bedreddin Batı Anadolu’da Aydın ve İzmir çevrelerinde iki büyük ayaklanma çıkarttı. Devletin başınai öteki kardeşlerini ortadan kaldırarak geçmiş olan Çelebi Sultan Mehmet, bu ayaklanmayı güçlükle bastırdı. Bu kez ŞeyhBedreddin, Rumeli’de yeni bir ayaklanmaya önder oldu. Sonunda yakalandı, asıldı. Sonunda yakalandı, asıldı. Fakat, düşünceleri gizli gizli yüzyıllar boyu sürdü, Orta Asya Alevileri arasında da yer buldu.” “Bir yandan da Erdebil ekkesi’nin Safeviye tarikatı Anadolu’da geniş propagandalar yapıyor, kendilerine taraftarlar topluyordu. Böylece Anadolu Batınileri’ni Şah Safi oğullarına bağlılıkları artıyordu. Alevi-Kızılbaşlar gelecek için umutllarını onlara bağlar oldular. Birbirlerini görünce selam yerine “Şah” diyorlardı. Hac yerine Erdebil’e gidiyorlardı ve bunu da hac sayıyorlardı. Yavaş yavaş dinsel bağlılık siyasal bir renk olmaya yöneliyor, bu da Anadolu sofularına yeni umutlar veriyordu.” Ben burada devreye girerek tüm okurlara, tüm canlara şu soruyu sormak isterim. Hacı Bektaş-i Veli’den çok daha sonraları ortaya çıkan gerek Şeyh Bedreddin öğretisinde, gerek ona inanıpta peşinden giden o halkta, gerek Anadolu Alevisinde veya Kzıılbaşında ve gereksede Anadolu Batınilerinde Hacı Bektaş-i Veli’den, onun o çok sonradan ortaya çıkan öğretilerinden veya adına Bektaşilik denen o kurumdan, o teşkilattan hiç bahsedilmez. Çünkü bu durum aslında Osmanlı Devleti’nin gerek Erdebil Tekkesi’nin, gerek ona bağlı olan Safeviye Tarikatı’nın ve gereksede Şah İsmail’e duyulan o sevginin, o bağlılığın Anadolu insanında çok kabul görmesinden dolayı olsa gerek; o dönemde daha adı hiç duyulmamış bir kimseyi, bir sofuyu ve çok katı görüşlere sahip bir din adamını Balım Sultan sayesinde parlatıp, tazeleyerek ve ona hiç haketmediği yeni bir paye vererek bir anlamda Anadolu insanının üzerindeki o dış etkiyi kırmak istemiştir. Yanidiğer bir deyişle gerek o Şeyh Bedreddin öğretisine karşı, gerek Şah İsmail ve onun ardıllarına karşı, gerek Erdebil Tekkesi’ne ve gereksede Safeviye Tarikatı’na karşı, o kavimler kapısı Anadolu coğrafyasında yaşayan o halk üzerinde ve onların o inançları üzerinde yeni bir öğretiyi ve inanç şeklini bulup ortaya çıkarmak için ve o öğretinin halk üzerinde kabulünü sağlamak için özelliklede Balım Sultan döneminde adına Bektaşilik denilen o kurum adeta hayat bulmuş ve çok kısa birsüre zarfında dört bir tarafta yayılmıştır. Osmanlı’nın Anadolu’daki o hakimiyetini sağlamak için ve halk üzerindeki o egemenliğini dahada bir pekiştirmek için ve de o sonu gelmeyen isyanlara, başkaldırılara bir son vermek için adeta desteklenip, koruma altına alınan Bektaşilik denilen o kurum adeta hayat bulmuş ve çok kısa bir süre zarfında dört bir tarafa yayılmıştır. Osmanlı’nın Anadolu’daki o hakimiyetini sağlamak için ve halk üzerindeki o egemenliğini dahada bir pekiştirmek için ve de o sonu gelmeyen isyanlara, başkaldırılara bir son vermek için adeta desteklenip, koruma altına alınan Bektaşilik denilen o kurum, örgütlenme veya o teşkilatlanma aslında o sevgi dolu, o şefkat dolu, o merhamet dolu, o kabul dolu ve o sonsuz bağlılık dolu ilkelerini veya yollarını çok daha sonraki dönemlerde almış ve bünyesine katmıştır. Ve Bektaşiliğe dair o ilkelerin, öğretilerin oluşumunda da işte o Abdal Musa Sultan gibi, o Balım Sultan gibi, o Karadonlu Can Baba gibi, o Saru Saltuk gibi, o Kaygusuz Abdal gibi, o Otman Baba gibi, o Gül Baba gibi, o Demir Baba gibi ve isimlerini burada sayamadığımız bütün o dava erleri gibi şahsiyetlerin, ulu kişilerin kat-

kısını asla inkar edemeyiz. Ve örneğin, tam da bu noktada Hacı Bektaş-i Veli tarafından kalemealınan ve Molla Sadettin tarafından türkçeye çevrilen Makalat adını vermiş olduğu o Arapça kaleme aldığı o kitabı okursak eğer; karşımızda Hacı Bektaş-i Veli’ye ve ona ait olduğu ileri sürülen o görüşlere dair birçok cevapsız soru karşımıza çıkar. Bu ve benzeri yapıtların veya eserlerin o yol ve erkan adamı Hacı Bektaş-i Veli tarafından kaleme alınmış olması ve daha çok sonraları yepyeni bir kimlikle, yepyeni bir din anlayışıyla ve yepyeni bir dünya görüşüyle karşımıza çıkartılan o Hacı Bektaş-i Veli arasında adeta dağlar kadar fark vardır. Ve bazıları çok katı dini kuralları kendi içinde barındıran Makalat isimli o kitabı okuduklarında veya kendilerince yorumlamaya çalıştıklarında çok büyük bir şaşkınlık içine girmişlerdir. Ve şaşkınlıklarını, o hayal kırıklıklarını biraz olsun gidermek için hemen devreye girip kendi yorumlarını, kendi düşüncelerini öne çıkarmanın derdine düşmüşlerdir. Örneğin o değerli araştırmacı yazar İsmet Zeki Eyüboğlu, Bütün Yönleriyle Hacı Bektaş-i Veli, adını vermiş olduğu o kitabının giriş bölümünde bu husus hakkında ne diyor, ne söylüyor: “Hacı Bektaş-i Veli, Anadolu’ya Horasan’dan genç yaşında gelmiş, Baba İshak adlı bir ermişten el almış,onun ışığında yürümüş, onun öldürülmesinden sonra, bugün kendi adıyla anılan bölgeye yerleşmiştir. Hacı Bektaş Veli, bir yazar değil, çevresini sözleriyle, öğütleriyle, eylemleriyle uyaran, uyandıran, ışıklandıran bir ermiştir. Bu nedenle,onun düşüncelerini birtakım yapıtların daracık sınırları içinde katılaştırarak verimsiz kılma gereği yoktur. Kimi düşünce erleri, düşüncelerini yazıya dökmeden, kendi elleriyle sınırlandırmadan, yaymayı, yaydırmayı,böylece hep diri tutmayı severler, bunda çok da başarılı olurlar. Hacı Bektaş Veli’yle ilgili kaynakları incelediğimizde,onun elinden çıktığı yapıtları ilgiyle gözden geçirdiğimizde, karşımızda bir boşluğun büyüdüğünün görüveririz. Bu boşluk, bu yapıtların Hacı Bektaş Veli gibi bir ermişin elinden çıkmadığını, Hacı Bektaş Veli’nin böylesi dar kısa çizgiler içinde sıkışıp kalacak bir kimse olmadığını gösterir. Şimdi, duygularakapılmadan, katı inançların ağırlığı altında ezilmeden söylemek gerkeirse, Bektaşilik gibi bir kuruluşun öncüsü olan , onun ilkelerini belirleyen, çevresine öğreten bir ermişin oturup Arapça “Makalat”ı yazmasına olanak var mı?” (Bakınız. I.Z.Eyuboglu, Bütün Yönleriyle Hacı Bektaş Veli, s.1718) Vardır elbet; çünkü Hacı Bektaş-i Veli’nin Horasan’dan kalkıp Anadolu’ya bir güvercin donunda inip, zuhur etmesinin tarihi hiç bilinmez. Daha çok genç yaşlarda Anadolu’ya gelen ve Baba İshak’tan el aldığıda tam bir muammadır. Sulucakarahöyük’e ve Kadıncık Ana’nın evine yerleştiği o tarihide kesin olarak bilmiyoruz. Ailesi hakkında çok kesin bilgilere sahip değiliz. Gerçek dini görüşlerinide hiç bilmiyoruz. Ve Arapça kaleme almış olduğu Makalat isimli o kitabını da okursak eğer; onun aslında nasılda katı bir din anlayışına sahip olduğunu bugün bize göstermektedir. Ve yine onda, ona atfedilen o söylencelerde, o menkıbelerde gerek Hz. Ali’ye dair, gerek Hz. Fatma’ya dair, gerek Ehl-i Beyt’e dair, gerek On İki İmam’a dair ve gereksede Kızılbaşlı’ğa (Alevili) dair en ufak bir söylem şekli veya hitabeti yoktur. Ve o sonradan kaleme alınmış olan 1624/1625 tarihli o söylencelerin neredeyse bir çoğunda Hacı Bektaş-ı Veli, karşısındaki o insanlara genellikle: “Hakk’a giden hak uğrum hakkı için.” Şeklinde seslenir ve orada Şah-ı Merdan Hz. Ali’den hiç söz etmez ve O’nun o himmetinden, o şefkatinden ve o sonsuz merhametinden hiç bahsetmez. Bektaşilik denilen o kurumun sözde ilk temellerini atan ve olgunlaşmasına yol açan Hacı Bektaş-ı Veli’nin o dini söylemlerinde gerek Hz. Ali’den gereksede Ehl-i Beyt’ten söz etmemesi veya onların öğretilerinden herhangi bir alıntı yapmaması çok düşündürücüdür. Ve yine ona atfedilen o menkıbelerde veya söylencelerde Hacı Bektaş-ı Veli Tekkesi, adeta bir odak noktası haline, bir ziyaret merkezi haline ve bir çeşit dinsel ibadet merkezi haline getirilmiştir. Ve neredeyse o dönemde yaşayan bütün sultanlar, bütün din alimleri, bütün bilge kişileri bütün yol erkan sahipleri, bütün şairler, bütün ulu kişiler ve yine o denetim yöneticileri bir şekilde Hacı Bektaş-ı Veli ile yanyana getirilir ve bu sayede de ona çok ulu bir paya verilmek istenir. Bu karşılaştırmalar içinde veya bir araya getirilişler içinde

Hacı Bektaş-ı Veli ile aynı dönemde yaşamamış olanlar bile vardır ve o sayısız kişilere en büyük örnek ise Hace Ahmed Yesevi’dir. O menkıbelerde veya o söylencelerde bir şekilde Hacı Bektaş-ı Veli ile bir araya getirilip buluşturulan o kişiler arasında sırasıyla Tapduk Emre, Bahaettin Bostancı, Yunus Emre, Şeyh Necmettin Kübra, Karadonlu Can Baba, Huy Ata, Kolu Açık Hacım Sultan, Sarı İdris, Saru Saltuk, Seyit Mehmur Hayrani, Ahi Evren, Seyit Salih, Bostancı Baba, Molla Sadettin, Osman Bey, Hızır Peygamber, Emir Cem Sultan, Güvenç Abdal, Rasul Baba, Pir Ebi Sultan ve daha birçok şahsiyet, ulu kişi bir şekilde de olsa Hacı Bektaş-ı Veli’nin dahada ulu bir hale getirilmesi için ona yenir paye verilmesi için o değerli insanların gerek isimleri, gereksede şanları, şöhretleri veya lakapları bir şekilde o çok sonradan uydurulmuş olan veya birileri tarafından üretilmiş olan o söylencelere, o menkıbelere sokuşturulmuştur. Ve bu kaynağı hiç belli olmayan söylenceler, zamanla Bektaşi geleneğinin adeta vazgeçilmez bir propaganda şekline dönüşmüş ve bütün Anadolu’da, bütün Balkan coğrafyasında dilden dile dolaşmış ve yeni yeni bir takım eklemelerlede yepyeni bir boyut kazanmıştır. Ve bütün bunlara ilave Balım Sultan döneminde inşaa edilip mamur hale getirilen Hacı Bektaş Tekkesi’nin üstünü de Osmanlı Sultanı Bayezid kurşunla kaplatmıştır. Ve bu ilişki zamanla derinlik kazanmış, Bektaşi kurumu ile Osmanlı Devleti arasında çok sıkı ilişkilerin doğup gelişmesine yol açmıştır. Özellikle de Osmanlı’nın Balkan coğrafyasını veya diğer bir deyişle Rumeli diyarını ele geçirip kontrolü altına almasında en büyk rollerden biride Bektaşilik teşkilatı ve onun görevlendiripte bizzat sahaya sürdüğüo Bektaşi Dedebabaları üstlenmiştir. Ve onların o özverili gayretleri sonucu hem Bektaşilik Balkanlara yayılmış, oralarda çok bir taraftar bulmuş, kökleşip yerleşmiş ve hemde Osmanlı Devleti oraları daha bir kolay ele geçirip kendi topraklarına katmış ve de Bektaşilik kurumu veya teşkilatlanması sayesinde de oralarda yüzyıllara varan bir hakimiyet kurabilmiştir. Yani diğer bir deyişle gerek Şah İsmail’in, gerek Safevi Devleti’nin ve gereksede Erdebil Tekkesi’nin Anadolu’da yaymaya çalıştığı o örgütlenmenin bir benzerinide Osmanlı Devleti kendi kontrolü altına aldığı, yönlendirdiği vede görevlendirdiği o Bektaşi kurumu sayesinde Balkan coğafyasında gerçekleşmiştir. Bektaşilik zamanla değişime uğramış, kendini yenilemiş ve gerek yayılmaya çalıştığı bölgenin şartlarına göre, gereksede içinde bulundupu o tarihsel olgulara göre biçim ve şekil almıştır. Ve ilerleyen o süreç ile birlikte adeta bir Osmanlı örgütlenmesi haline dönüşen ve onun o baskıcı politikalarını sürdürmenin, halka kabul ettirmenin bir çeşit aracı kurumuna dönüşen Bektaşilik kurumu veya örgütlenmesi uzun yıllar Anadolu Alevileri ve Tahtacı Oymakları arasında kabul görmemiştir. Gerek Şah İsmail’den ve gerekse de onun ardıllarından umudunu kesen Anadolu Alevileri veya Kızılbaşları o çaresizlik içerisinde artık yüzünü yavaş yavaş Sulucakarahöyük’te daha yeni yeni parlatılıp sahaya sürülen Hacı Bektaş-i Veli Tekkesi’ne ve onun o inanç yapılanmasına, o düşünce sistematiğine çevirmeye başlamıştır. Ve o yıllarda bu durumu en iyi dile getiren kişi de o büyük halk ozanı ve şairi Pir Sultan Abdal’dır. Çünkü onun şiirlerini belli bir tarihsel sıralamaya göre okuyup,anlamaya çalışırsak eğer herşey bütün çıplaklıpıyla karşımıza çıkar. Hacı Bektaş-ı Veli’den ve onun olduğu varsayılan o öğretiden, o inanç şeklinden hiç ama hiç söz edilmez. Fakat Şah İsmail’in yenilgisinden sonra ve Erdebil Tekkesi’nin o eski gücünü kaybetmesinden sonra diğer aleviler gibi, Pir Sultan Abdal’da ister istemez yüzünü Hacı Bektaş’a döner ve orada Osmanlı tarafından allanıp pullanan ve sahaya sürülen bir Hacı Bektaş-ı Veli olduğunu fark eder. Ve bu durum Pir Sultan Abdal’ın o son dönem şiirlerinde kendini gösterir. Sevgili okurlar, sevgili canlar; bütün bunlar uzun zamandır dile getirmek istediğim konulardı. Gönül isterdiki bu sayfalarda daha geniş ve daha açıklayıcı bilgileri verebilseydim. Fakat ne bu sayfalar buna yeter, ne de biraz önce yukarıda biraz olsun değinmeye çalıştığım o konunun yeri burasıdır. Belki bir fırsat yaratabilirsek eğer ve bu sayfalar günü birinde böylesine derin, böylesine kapsamlı ve böylesine sorumluluk gerektiren bir konuyu yeniden gündemimize alabiliriz. Çünkü bu konuda birçok araştırmacı yazar bütün gerçekleri bilselerde sırf tepki çekmemek için adeta kaçak dövüşmekte ve okurlarından asıl gerçeği gizleme veya ört bas yolunu tercih etmektedirler. Ve bende Veysel Baba olarak burada yeri gelmişken bu hassas konuya biraz olsun değinmek istedim... Not: Haftaya bu sayfalarda buluşabilmek dileğiyle şimdilik hoşçakalın.


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.