Kültür Mantarları Sayı: 8

Page 1

Kültür Mantarları Şapkanın altında kalın.

Aylık Dergi Sayı: 8



Başlarken

Kültür Mantarları

Altın Oran 4

Editörden

Simetrik Çekişme 5

- Kültür Mantarı

Vitrin 6 İçimizdekiler 8

Sözcükler dergisi Mayıs-Haziran sayısına Cesar Vallejo’nun “Yazarın Sorumluluğu” adında bir yazısını koymuş. Yazının başlığını görmem bile irkilmem için yeterli oldu. Nedir bu yazar sorumluluğu, sanatçı duruşu, şair tavrı gibi söylemler? Ne zaman, nasıl kurtulacağız bu, okuyucuyu yönlendirme sevdalısı sanatçılardan. Oldum olası çevremdekilere izah etmeye çalışırım. Bir sanatçı, alıcısına –edebiyat sanatını ele alacak olursak okuyucusuna- bir şeyleri kabul ettirme çabası içinde olmamalıdır. Bırakmalıdır okuyucusunu kendi haline. Sen yazar olarak istediğin kadar bir yerlerini yırt okuyucu almak istemezse almayacaktır senin yazdıklarından bir şey. Ya da almaya niyeti varsa buna kimse hatta eserin yazarı olarak sen bile engel olamayacaksındır. Ne yazık ki, sanatçılarda yönlendirme; okuyucularda da yönlendirilme merakı almış başını gidiyor. Herkes okuduğu roman, öykü hatta şiirden bir ders çıkarma hevesinde. Bir kere de otur oku yazını, o anların tadını çıkar, kaybol satırların, dizelerin arasında ve eseri bitirdiğinde yaslan arkana, unutuver eserde anlatılanları. Bu, hayatın anlamını yakalayayım derken hayatı ıskalamaya benziyor. Veya çocuğunun yıl sonu gösterisini kameraya çekme telaşını yaşayan babanın, gösteriyi canlı izleyememesi gibi bir şey. Edebiyatın gerçek anlamda bir sanat olabilmesi için yazarlar sorumluluk maskesinden, okuyucular da bilinçlenme zırvalığından kurtulmalı. Böylece edebiyat asık suratlı bir sanat olmaktan, okullardaki edebiyat dersleri de kâbus olmaktan kurtulabilir belki.

Kültür Mantarları Şapkanın altında kalın.

Aylık Dergi Sayı: 8

Kültür Mantarları Şapkanın altında kalın. Aylık dergi Sayı: 8 Nisan 2014

Editör

Kültür Mantarı Katkıda Bulunan Mantarlar Arca ALTUNAY Ata Alkan TÜRKER Berrak OLÇUM Betül TEZCAN Cihan AŞIK Emre GÜLSOYLU Emre SÖNMEZ Hille PAUL İmran Aydın TALİ Kardelen KAÇAN Sıla ÇOKER Uğur GÖNÜL İletişim Adresi: iletisim@kulturmantarlari.com

3


Altın Oran

Kültür Mantarları

Ülke olarak övündüğümüz tek şey ekonomi. Ne sanat ne bilim ne de sporumuz bir halta benziyor. Bence bu eğitim sistemimizin en büyük sonucu. İnsanlar sevdikleri şeyleri belirli bir yaşa kadar alışkanlığa geçirmeyince, hayat çok boş geçiyor. Örneğin yaşıtlarımın harıl harıl ders çalıştığı bir ortamda konu eninde sonunda ders çalışma taktikleri, sınav netleri gibi okul konularına geliyor. Bu sefer de adamın hayatından okulu çıkarınca ortada kocaman bir sıfır beliriyor. Büyüyor, meslek sahibi oluyor, işe gidiyor geliyor ve uyuyor. En büyük hobisi arkadaşlarıyla sohbet edip televizyon izlemek olan göbekliler ordusu. Çevremiz bu tip insanlarla dolu, hatta ailelerimiz. Neden? Çünkü böyle eğitildiler.

Türkiye’de Eğitim - Uğur GÖNÜL - Emre SÖNMEZ Eğitim sistemimiz, yürüyen merdivene ters binmiş insan gibi adeta. Her ne kadar yukarı çıkmak için çabalasa da olduğu yerde sayıyor, hatta pes edince hızla daha aşağıya gidiyor. Yıllar önce öğretmen yetersizliği nedeniyle derslere giren askerlerin yetiştirdiği öğretmenlere, onlardan bizim öğretmenlerimize ve bizden genç nesillere kalacak miras olan okullardaki askeri disiplin eğitim sistemimizin en büyük açıklarından birisidir. Okullar inşa edilirken bile sadece derslikler hesaba katılıyor, resim atölyelerine, spor salonlarına yer verilmiyor ya da hep ikinci planda tutuluyor. Gelen her hükümet, çalıştığını göstermek isteyip her sene gereksiz yere kaldırım yenileyen belediyeler gibi, ilk iş olarak sınav sistemine el atıyor, isim değiştirip ısıtarak önümüze yeniden servis ediyor. Toplumda şiddet olaylarını önlemenin topluma sanat aşılamaktan ve sporun sadece futboldan ibaret olmadığını herkes biliyor ama kimse uygulamıyor. Eğitim yuvalarımız bugün hipodrom gibi. İçinde yarışmaları için at yetiştiriliyor. Sosyal yaşamdan uzak büyüyen bu yaban atlar, hipodromdan çıkınca bocalıyor bazıları tutunamayıp arada kaynayıp yok oluyor. Eskiden olsa, paramız yok yapamıyoruz derdik ama şimdi eskiden daha iyi bir durumdayız ekonomik olarak fakat eğitimde dünya ortalamasının bile altındayız. Nerde neyi yanlış yapıyoruz diye soruyoruz kendi kendimize on yıllardır. Elimizde sonuç var mı peki? Yok. Çünkü sadece soruyoruz kendi kendimize, eyleme gelince duruyoruz. Sınavsız üniversite dendiğinde torpil deniyor, fazla genç nüfus var deniyor, deniyor da deniyor ama kimse çözüm sunmuyor. Aileden gelen bir doktor, avukat, savcı, öğretmen olsun geleneğimiz var bir kere. Çünkü sanatçı veya sporcu olmak Türk milletine göre kolaydır. Ne kadar haklı olduğumuzu da uluslararası müsabakalarda aldığımız derecelerden görüyoruz. Olimpiyatlarda madalya sıralamasında ilk 10’a giremeden olimpiyata ev sahipliği yapmaya çalıştık. Türkiye’de kaç okulun spor salonu var da bizi olimpiyatlarda temsil edip yüzümüzü ağartacak sporcu çıksın? Kaç okulda futbol, basketbol veya voleyboldan başka sporlara ilgi, alaka var? Evet, oldukça ağır bir matematik-fen müfredatı görüyoruz hatta hesap makinesi kullanmak bile yasak. Garip gelebilir ama gelişmiş ülkelerin hepsinde kullanmak serbest. Çünkü sizi insan gibi görürler ve size nasıl çözüleceğini öğretirler. Sizden ezberleyerek çözmenizi beklemezler. Keşke Türkiye’nin adı uluslararası matematik yarışmalarında oldukça duyulmuş diyebilsem ama onu bile diyemiyorum.

Çevremiz sadece televizyon izleyen göbekliler ordusuyla dolu. Neden? Çünkü böyle eğitildiler. Bunu değiştirmeye çalışanlar da yok değil fakat belirli bir yaştan sonra özellikle spor, sanat gibi alanlarda yeteneğiniz vasat altıysa gelişemiyorsunuz. Çünkü belli bir birikim ve tecrübe gerektiriyorlar. Adam 35-40 yaşından sonra belli bir ekonomik özgürlüğe kavuştuktan sonra boş zamanlarını küçüklük hayali gitar çalmakla geçirmek istiyor örneğin. Dersini alıyor, disiplinli bir şekilde alıştırmalarını yapıyor ama sonuç oğlunun gelişim hızının 10da biri kadar olabilir mi acaba? Olmuyor. Çünkü ne bir tecrübe ne de bir vücut zindeliği var. Adamın parmakları kalem tutmuş ne yapsın? Bunun sonucunda ne oluyor? Ülkede ne ortalama bir spor başarısı, ne genel bir sanat anlayışı ne de bilimsel bir gelişme oluyor. Ülkedeki en büyük bilimsel gelişme Bozok üniversitesinin geliştirdiği içilebilir cam sil. Neden? Çünkü böyle eğitiliyoruz. Eğitim sisteminin en büyük sonucu aslında şu, hepimizi konserveliyor. Onlarca yıl sonra açılmak üzere hepimiz konserveleniyoruz. Daha onlu yaşlarımızın başında dalımızdan koparılıyoruz, tüm yeteneklerimiz ve zevklerimiz sıkıştırılıyor ve tenekenin içine ruhumuzu sıkıştırıyorlar. Sonra teneke halimizle sadece ders çalışıyoruz. Ders ders ders… En büyük amacımız para kazanmak ya da mutlu olmak oluyor. Nasıl olacağını bilmiyoruz, daha çok çalışıyoruz. Sonra ne oluyor? Sevilmeyen bir meslekte yükselmek tek hedef. Sonrası daha üzücü aslında. Amacına ulaşan kişi mutlu olamıyor, çünkü kazandığı özgürlükleriyle konservesini açıyor. İçinden benliği çıkınca ne yapacağını şaşırıp her şeye bulaşmaya başlıyor. Şanslıysa başarıyor ama en büyük şansı konservesini açabilmesi. Çünkü milyonlarcası açamıyor, ölene kadar nefret ettikleri işlerde aileleri için çalışıyor. Neden? Çünkü çocuklarının da okuması gerek!

4


Simetrik Çekişme

Kültür Mantarları

Çevrecilik - Arca ALTUNAY - Emre GÜLSOYLU

E. GULSOYLU: Şu ana kadar çevrecilerin “şu şekilde enerji üretilmesi gerekiyor” dediğini duymadım. Yenilenebilir enerji kaynaklarına bile itirazları var. Haklı olabilirler belki bir yere kadar ama ben hiçbir yapıcı çevreci eylem görmedim. Bütün çevreci eylemlerinde temel prensip “yıkmak” üzerine kurulu. Bence gerçek çevreciler mevcut düzeni çevreyle en uyumlu hale getirmeye çalışanlardan oluşuyor. Maalesef ülkemizde böyle çevreciler görmek mümkün değil.

E. GULSOYLU: Kendini çevreci olarak tanıtan insanlara önce kuşkuyla bakıyorum. Çünkü gözümdeki çevreci imajı oldukça kötü. Ülkedeki her alanda olduğu gibi çevrecilik konusu da kalitesiz şekilde savunuluyor bence. Konu hakkında yeterince bilgi sahibi olmayan insanlar, sadece başlıklara bakarak çevreyi savunuyor. Bu tip insanların genel mantığı şu gibi: “Çevrecilik mi? Hmm, güzel bir şey ya çevrecilik. Ooo eylem de mi yapılıyor? O zaman eğlencelidir, tamam, ben çevreciyim artık. Ne, Karadeniz'de mi? Ne duruyoruz, uçak biletleri benden. Eylemden sonra Ayder'e çıkar piknik bile yaparız.” Bu da benim açımdan çevrecilerin söylediklerine karşı bir güvensizlik oluşturuyor.

A. ALTUNAY: Bence çevreciler son derece haklılar. Çünkü çevreye zarar verenlerin bir an önce yıkılması gerek. Doğa dostu birçok projelerin olduğunu biliyorum ama bunlar da koordinasyon eksikliği yüzünden tam olarak dile getirilemiyor. Birinin üzerinde durulması gerekirken her kafadan bir ses çıkar gibi her grup farklı bir enerji kaynağını savunuyor. Bunun düzelmesi gerek. onun dışında kutuplar her geçen gün küçülüyor ve biri dur demezse doğanın dengesi bozulacak. Üstelik bu kadar alternatif enerji kaynağı varken dünyanın bir ucunda petrol aramak manidar. Çevreciler halkı bilinçlendirebilir, bilmezden gelen büyük şirketlere doğrudan etki edeceklerini sanmıyorum. Bu yüzden halka biraz daha uçlarda anlatımda bulunabiliyorlar ve bu yüzden bu kadar "yıkıcı" geliyor olabilir. Sonuç olarak her şeye karşı çıkmak marifet değil. Dünyanın ihtiyaçları doğrultusunda çevreye en az zararı verebilecek enerji kaynaklarına yönelmeliyiz. Körü körüne çevrecilik değil mantıklı çevrecilik!

A. ALTUNAY: Bence genelde gençlerin olması ve çoğunun fikirlerinin tam olarak oturmaması seni bu fikre iten en büyük neden. Gezi direnişini ne çabuk unuttun? O direnişi ateşleyenlerin başında gençler yok muydu? Yaş gereği fikirlerinde gelgitler yaşıyorlar ve bu yüzden kendilerini tam olarak ifade edemiyor olabilirler ama eylemler konusunda sana katılmıyorum. Gençlerin en büyük avantajı eylemleri tabiri caizse yüksek sesle yapabilmeleri. Çevrecilerin de şu an için en büyük ihtiyacı halkı bilgilendirmek, bunun için de yüksek ses gerek. Belli başlıklarla savunulması da eylemlerde uzun uzadıya açıklamalarla insanların ilgisini yitirmektense kısa başlıklar altında insanları bilgilendirmek için. Ayrıca çoğunun çevreci olması eğlence için değil de çevreyi korumayı eğlenceli hale getirebildikleri için olabilir.

5


Vitrin

Kültür Mantarları

BEAT’ten Mektup Var Bazı kitapların ve yazarların adı bile heyecanlanmanız için yeterli olabilir. Jack Kerouac ve Allen Ginsberg de bu tür yazarlardandır çoğu okuyucu için. Hele bunların ikisini aynı kitapta görmek birçok okuyucuyu heyecanlandıracaktır eminim. Beat kuşağının önemli isimlerinden Jack Kerouac ve Allen Ginsberg'ün mektupları gün yüzüne çıkıyor. 1944-1969 yılları arasında gerçekleşen mektuplaşmalar yazarların hayranları için tadına doyulmaz bir okuma ziyafeti olacaktır.

Lanetli Yer altı edebiyatının haşarı çocuğu Chuck Palahniuk bir kez daha Türk okuyucusunun karşısında. Lanetli adlı kitabında Madison adlı bir kız çocuğunun cehenneme gittikten sonra orada gördüklerinin, geçmişiyle olan hesaplaşmalarının anlatıldığı bu kitapta Chuck, her zaman olduğu gibi yine günümüz kapitalist sisteminin anlamsızlığını da tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Özellikle cehennem betimlemelerine dikkatinizi çekmek istiyoruz. Ve tabii ki kitabın sonundaki “Devam edecek” ibaresine…

Büyük Budapeşte Oteli Wes Anderson'un hayal dünyasını mizahla renklendirdiği filmi Büyük Budapeşte Oteli 11 Nisan'da vizyonda. I. ve II. Dünya Savaşı arasında geçen hikaye, uydurma olan Zubrowka şehrinde bulunan Büyük Budapeşte Oteli ve otelin sıradışı çalışanlarını konu alıyor. Otelin deneyimli konsiyerj görevlisi Gustave, otelde yeni çalışmaya başlayan komi görevlisi Zero ile tanışır. Kısa zamanda aralarında sıkı bir arkadaşlık başlar. Bu esnada Gustave'in epeyce yaşlı olan sevgilisi Madame D. gizemli bir şekilde ölür. İki dost Madame D.'nin cenaze töreni için yola çıkar. Törene geldiklerinde ise Gustave, Madame D.'nin kendisine muazzam bir Rönesans tablosunu miras bıraktığını öğrenir. Ancak Madame D.'nin soylu olan ailesi bunu hazmedemez. İki dost tüm bu karmaşanın içinde boğuşurkense dışarıda bir çağ değişmektedir. Senaryosu için Stefan Zweig'ın çalışmalarından faydalanılan filmin başrollerini ise Ralph Fiennes ve Tony Revolori üstleniyor.

Joe Venedik Film Festivali'nde yarışıp ödül kazanan ve sokağın sinemaya taşındığı film Joe 11 Nisan'da izleyicisiyle buluşacak. Her akşam içerek geçmişinden kopmaya çalışan Joe, ailesini geçindirmek için iş arayan 15 yaşındaki Garry ile tanışır. Joe vicdan azabını biraz da olsa dindirmeye çalışırken Garry Joe'den çok etkilenir ve ona bağlanır. Garry'nin idolü konumunda olan Joe ise ona kol kanat gerer. Amerikan bağımsız sinemasının minimalist yönetmeni David Gordon Green uyarlama filminin kahramanları ise Nicolas Cage, Tye Sheidan ve Ronnie Gene Blevins.

6


Vitrin

Kültür Mantarları

Aşk Bilmecesi İspanyol Pansiyonu ve Rus Bebekler filmlerinin devamı niteliğinde olan Aşk Bilmecesi 25 Nisan'da gösterime girecek. Üniversite hayatını aile babası olabilmek için yarım bırakan ve neredeyse 40 yaşında olan Xavier hala hayatını düzene sokamamıştır. Eşinin başka birinden hoşlandığını söyleyerek iki çocuğuyla New York'a taşınması ise tam bir yıkım olur Xavier için. Fransız bir yazar olarak New York'ta para kazanamayacağını bilen Xavier turist vizesiyle de çalışamayacağını fark eder ve farklı yollar dener. Örneğin Amerikan vatandaşı biriyle evlenmek gibi. Kadın erkek ilişkilerine, evliliklere, dostluklara ve farklı kültürlere bakış açısını eğlenceli bir dille sunan Cedric Klapisch filminin başrollerinde ise Romain Duris, Audrey Tautou ve Cécile De France yer alıyor.

İtirazım Var Mizahşör senarist ve yönetmen Onur Ünlü'nün filmi İtirazım Var 18 Nisan'da gösterime girecek. Daha önce "Sen Aydınlatırsın Geceyi" filmiyle ve "Ben de Özledim" dizisiyle aşina olduğumuz Onur Ünlü'nün yeni filmi komik bir polisiye olayı çözümlüyor. Selman Bulut, antropolojiyle ilgilenmiş eski bir boksör ve yeni imamdır. Selman, polisin üzerinde durmadığı bir cinayeti kendi yöntemleriyle inceler. Cinsellik ve küfür içermemesine rağmen filme +18 ibaresi getirilmesi konuşulurken filmin ince espri anlayışı ön plana çıkıyor. Filmin oyuncu kadrosunu ise genç oyuncular Hazal Kaya, Büşra Pekin, Öner Erkan ve Osman Sonant oluşturuyor.

Umudun Peşinde En iyi film, en iyi kadın oyuncu, en iyi uyarlama senaryo ve en iyi müzik dallarında Oscar'a aday gösterilen Umudun Peşinde 9 Mayıs'ta sinemalarda. Martin Sixsmith'in Philomena Lee'nin Kayıp Çocuğu adlı kitabından uyarlanan film yaşanmış bir hikayeyi anlatıyor. Oğlu küçük yaştayken oğlundan koparılan bir anne yıllarca bir manastırda yaşamak zorunda kalmıştır. Oğlunu bulmaya karar veren annenin hikayesi ise dünyaca ünlü bir politika yazarının dikkatini çeker. Jeff Pope tarafından uyarlanan filmin yönetmen koltuğunda Stephen Frears otururken başrollerinde ise Steve Coogen ve ödüllü oyuncu Judi Dench yer alıyor.

7


İçimizdekiler

Kültür Mantarları

2 Nisan

İçimdeki çocukla saklambaç oynayayım demiştim, demez olaydım. Burnumdan getirdi eşek sıpası. Gecenin kaçı oldu halen gelmedi. Döner artık bence, dönmeli yani.

Mantarın Günlüğü

4 Nisan

Kelebekler ben de beklerim; bekledim. Nasıl üzülüyorum nasıl üzülüyorum. Yazık, hayvancağızlar zaten bir iki gün yaşıyorlar. Beklemek çok çirkin bir şey çünkü. Hala bekliyorum ben. Acaba reenkarnasyon gerçek olabilir mi?

21 Mart

Bugün Alaaddin sihirli değneğiyle geldi ve üç dilek hakkımın olduğunu söyledi. Ben tek dilek hakkımı kullanarak zaman ile oynayabilmeyi istedim. Sonra Alaaddin sihirli değneğiyle geldi ve üç dilek hakkımın olduğunu söyledi. Ben tek dilek hakkımı kullanarak kiraz şurubu akan çeşmeler istedim. Sonra Alaaddin sihirli değneğiyle geldi ve… Şaka şaka. Şaka gibi gündü.

5 Nisan

Yolda yürürken "Acaba şu ana kadar kaç kişi yürümüştür buradan?", parmaklarımı gezindirdiğim duvarlara "Acaba daha önce kaç kişi daha dokunmuştur?" diye düşünüyordum. Birden annemin "Her yere dokunuyorsun pis pis, mikrop kapacaksın, elleme hiçbir yere!" sözleriyle irkildim. Sonra etrafı seyre daldığımda anneme hak verdim ya. Duygularına dokunduğunuzda mikrop kapıp, kirleneceğiniz insanlar var.

23 Mart Sevgili Günlük; Sen beni bilmezsin, ben de kendimi bilmem. 25 Mart Günüm sağdan kalktığım için iyi geçmedi. Soldan kalktığımda da iyi geçmemişti. Günüm yoldan geçerken bir uğradım gibi geçti.

9 Nisan Dişlerimi sıka sıka sevdim bugün, azı dişlerim kenetlenircesine sevdim. Çünkü teknolojinin bu kadar ilerlemesine ve insan hayatının kolaylaştırılması için çalışmalar yapılmasına rağmen, şekerleme paketlerini "Buradan açınız yazalım ama açamasınlar hahhaha" diyerek yapmışlar herhalde. Anlatmak istediğim şu: Hayatımızı kolaylaştırmaya çalışıyorlarmış gibi gösterip mahvediyorlar. Her şey bu kadar yolunda gitmezken biz sevmek işleriyle uğraşıyoruz. Bugün de ayaklı kamu spotu gibiydim.

28 Mart Merhaba Günlük; Bugün envai çeşit ürünün bulunduğu bir spor mağazasına gittim. Hayatımın en trajik sahnelerini yaşadığımı düşünüyorum. Herkesler bir şey yapıyor. Allah biliyor ya, şu dünyaya gelen bilmem kaçıncı kişiyim ve şu dünyadan ot gibi yaşama hastalığına yakalanarak ölen bilmem kaçıncı kişi olarak gideceğim. Ah ulen, bir sopa benden daha yararlı şu dünya için.

10 Nisan Bal şekeri günlük,

30 Mart Ağlamanın ne kadar faydası olduğunu keşfettim. Tıkanan burnu açıyor ve rahat nefes alabiliyorsunuz, özellikle hasta iken. Halbuki ağlamanın tıkanan gönül damarlarına iyi geldiğini söylerler. Hiç bile yemedik, nanik. 31 Mart

Bugün vapura bindim. Özel bir deniz sevgim olmamasına rağmen vapurlar hep mühimdir benim için. Nedeni ise açık bence. Ter koklamaktansa denizi kokluyosun. Dur ne diyodum. Ha… Böyle elini denize doğru tutup eline odaklanınca sanki elin denizin üstüne yapıştırılmış gibi duruyor. Sonradan eklenmiş gibi sanki. Buna fotoğrafçılıkta flu falan deniliyo hani. Yolda yürürken bunu düşünüyodum. Birden Greenpeace gönüllüsü bir abi ne kadar pis canlılar olduğumuza dair konuşmasını yapmak için durdurdu. Konuştu, konuştum, ayrıldık. Sonra içimden konuştum: "Ya acaba biz de dünyaya bakarken sadece ken-dimize odaklanıp arkayı flulaştırıyo muyuz? Dünyaya montajlanmış olabilir miyiz? " İçimin ses tonu daha güzel.

İyi akşamlar Günlük;

İyi akşamlar kalıbını tek seferde söyleyince "yakşamlar" gibi duyuluyor ya, ha işte böyle daha samimi ve güzel bir sözcük oluyor. Her neyse. İlgimi çeken başka bir şey var. İnsanlar ballı mısır gevreği yemek yerine birbirlerini yiyorlar ve bence hiç hoş değil. Düpedüz ballı mısır gevreğine saygısızlık bu.

8


İçimizdekiler

Kültür Mantarları

Üç Nokta

Gölge -

-

Sıla ÇOKER

Duvarları kalınca astarlı bir hücrede Rüzgarlı bir günde Duygular, duygularım olağanca ağırlığıyla Üzerimde duygularım, seçeneklerim Dumanlı bir sessizlik hüznünde Varoluşum seçimlerim. Birkaç şehir verildi ateşe, ilerle İki ileri bir geri Bir ileri iki geri.. Ben tanıdık biriyim.

Ata Alkan TÜRKER

elle tutulur bulutlar geçiyor kızılderili gözlerinden sen bilmezsin neden ve nasıl parmak uçlarımda kafiyeler gibi tüten sen bilmezsin ne zaman ve nerede bir şiir olacak bu bütün renklere hazır ve sonu üç noktayla biten… bir ağaç titreyecek temmuz ortasında irade-i milliye okur gibi tüylerin ürperecek yaprakları ıslık çalarken sapa bir yerde sevmekten başka bir şey bilmeyen o ağaç sen bilmezsin ne zaman ve nerede çocuklar gibi karşılıksız gülümseyecek

Güneş doğdu, ilerle Çarptı dalgalar üzerime, Yüzüm su üzerinde. Dalgalarda zelzenişler, Vur bir bir kıyıya, geldi. Kalabalıklar getirdi gündüz, Çöktü gece, gece gece, bekle Geri geri geri bir adım daha. Aldı birkaç parça, geri, Gölge düştü yüreğime, Bekle. Ben tanıdık biriyim, Yüzüm su üzerinde. İki ileri bir geri, İlerle..

elle tutulur bulutlar geçiyor kızılderili gözlerinden içimdeki seni kaybetmek korkusu sen bilmezsin neden ve nasıl birazdan en talihsiz yağmurları kuşanacak ve o ağaç gökyüzüne bakıp iç geçirirken sen bilmezsin ne zaman ve nerede sonu gelmez bir serüven başlayacak…

9


İçimizdekiler

Kültür Mantarları

Aşkane - Sıla ÇOKER Hüznün kollarına bıraktım kendimi. Dinmedi acım, dinemedi. Yağ yağmur diye haykırdı gözyaşlarım, susturamadım. Duyamadım onu, koklayamadım. Gamlı bir sessizliğe gömüldü parıltısı ve ardından hayallerim aşıkane bir tutkuyla kanat açtı maziye. Gecenin gittikçe koyulan karanlığı içinde bir mehtap gibi dokundu gözlerime. Hasreti kavurdu dört bir yanımı. Penceremden uçsuz bucaksız göğe bakıp sonsuzluk içerisinde kaybolup gitmek istedim ve o sağır edici gürültü de beraberinde geldi. Sesi yankılandı o duvardan bu duvara, Akıp giden zamanda yorgun düştük şimdi boşlukta iki yalnız yıldız gibi. Kendi kendimizde, sessiz sedasız boğulacağız, geride kalacak savruk günlerimiz, gülüştüklerimiz.

Biz Küçük İnsanlar

Kafesinde Sallanan Bulut -

- Cihan AŞIK

Biz küçük insanlar Takınacağız sahte gülüşlerimizi Ve boş sohbetlerde Olmayan dertlerimizden Yakınacağız birazdan Birazdan daha da küçüleceğiz İçimizden gelmese de boş Anlamsız sohbetlerle Sondüreceğiz ateşini yalnızlığın Mızmızlanmak bize özgü Ve sıradan dertlerle Biraz daha sıradan olacağız Kendimizden kaçıp Kaçıp kafamızın içinden Ağzımızın cahilliğine sığınacağız

İmran Aydın TALİ

bak bu sensin bunlar da ellerin kavramışım ucunu bir uçurtma karanlık da kıpırtısız karanlıkta sallanıyor sallandıkça.. bak bunlar hep benimdi artık senin sularım senin kuruyan kaydırakla bulutlar da ıslanır mı bulutlarda çatırdıyor çatladıkça.. bak kovdum kafesten kollarımı kitledim anahtar da sözlerindir anahtarda zorlanıyor zorlandıkça bu senin olmayan ne varsa..

10


İçimizdekiler

Kültür Mantarları

çalışıyorum bunları. İyi bir aşçı olmanın sırlarından biri o zamanlar benim için baharat. Kendimi baharat sevmediğim konusunda ikna etmem ise birkaç seneyi alıyor.

Enginar Yiyen Adamın Hikayesi -

Tatlılar konusunda ise damak çizgimin dışına pek çıkamıyorum. Küçükken tatlı krizine girip şekerli yoğurt yiyen bir damağı şaşırtmak kolay olmuyor. Ayrıca beyne sinyal yollayan tatlı alıcılarında derecelendirme 1den 10a kadar değil. Alıcılar beyne sadece 0 ve 1lerden oluşan bir kod gönderiyor. Kodun anlamı ise “tatlı” ve “tatlı değil” den ibaret.

Emre SÖNMEZ

İnce çizgilerden oluşan takım elbisesi, üstü kelleşmiş kafası ve bıyıklarıyla görmüştüm ilk seferinde. Sokağın ortasında sert bakışlarıyla enginar yiyordu. Muhtemelen evine giden sert bakışlı adam nedense bana klasik ilkokul din öğretmenlerini andırmıştı. Bir elinde bir torba soyulmuş, çanak şeklinde enginar, diğer elindeyse ısırılmış bir çanak enginar vardı. Din adamı arkadaşına selam verirken ben enginarı ne kadar sevmediğimi düşünüyordum…

O zamanlar tatlıda en çok denemek istediğim şey ise benmari usulü eritilmiş çikolatayla hazırlanmış soğuk kahve. Tercihe göre içine bir dal nane atılan bu içecek ütopyamı yönetirken içtiğim bir içki. Hayallerimde bunu içmeden ayılamıyor, ütopyayı yönetemiyorum. Ama yine de açık bir kapı bırakmayı ihmal etmiyorum. Ütopyada olmasa da yaşadığımız dünyada kahve ve çikolata bulamazsam sıcak suda eritilmiş Nutellalı soğuk süte de hayır dememeyi düşünüyorum.

Ergenliğimin en gözde, hayatımın en kuytu köşelerinden birine ait olan zamanlardayız. Kulağımda tınlaması gereken müzik bağırıyor. Özellikle son sese getirdiğim müzik çalarım bana “yüksek ses kulağınıza zarar verebilir.” diyor. Onu dinlemek yerine müziğin gürültüsüne kendimi bırakıyorum, hemen önce de kes sesini dercesine ekranını kilitliyorum.

O kadar soğuk bakışlarla yürüyorum ki beynim bile arada bu bakışların amacını kaçırıp sonucuna yüklenebiliyor, arada sırada hislerim yüzüme değil yüzüm hislerime yansıyor yani. Ama o gün mutluyum, kulağımda güzel bir parça, kendimi hoş hissettiğim anlardan birini yaşıyorum. Yürümenin en güzel olduğu anlardan birini yaşıyorum. Mutluluğun içimde mutluluk gibi hissedildiği, Milan’ın da Milan olduğu günler yani. Bu çıkış elinde bir torba enginar olan din adamını görene kadar sürüyor.

O zamanlar sert bakışlarıma soğukluğumu katarak mahalle ve caddeleri buz kütlesi gibi geçmeye bayılıyorum. Gözlerimin belirttiği sertlik derecesi Calgon reklamlarına konu olabilecek seviyede. Her an bir tamirci gelip “yarım çay bardağı calgon kullansaydın…” diyerek yalnızlığıma reçeteyi yazacakmış gibi bir halim var. Ama buz kütlesinin en sevdiği şeylerden biri caddeleri yalnız başına hırpalarken müzik dinlemek.

Milan kötüye gitmeye başlıyor, Andriy Şevçenko Chelsea’ye gidiyor, Kaka Madrid’e satılmak üzere. Duygularım karışıyor, vücudum alarm veriyor, soğuk soğuk terlemeye başlıyorum. Gözlerim beynime görüntü sinyallerini göndermek yerine “nası yani? “ “olabilir mi, bi düşünsene” tarzı soru cümleleri göndermeye başlıyor. Kulaklığımdaki bağırsan solist susuyor. Çizgili takım elbise giyen adam enginarından bir parça ısırıyor. Seyyar satıcıdan aldığı muhtemelen 8 çanak enginarın birini evin yolunda yiyip bitirmeyi planlıyor. O sırada nispet yaparcasına enginarı tuttuğu eliyle arkadaşına selam veriyor. Tüm bu fiiller gerçekleşirken yüzünde benimkinden soğuk bir görüntü var. Üşüyorum. Enginar açık bir leğen dolusu sıvının içinde satılıyor, pis olabilir. Üşüyorum. Paralel evrende Titanic bir kez daha batıyor.

Giyim konusunda nedense hiç ergen gibi gözükmüyorum. Tamamen normalim ve görüntümün göze hoş geldiği bile söylenebilir. Saçlarım için aynı şeyleri söyleyemem. Saçlarım o zamanlar cehennem otugillerden, kafatasımı yararak beynimin sıvısıyla besleniyor. Pek sivilceli de sayılmadığım için oradan da bir artıyı kapıyorum. Yani aynaya bakınca mutlu olabiliyorum, yürürken insanların bakışlarını ayna olarak hayal ediyorum. İlginçlikleri seviyorum, özellikle de yemek konusunda. Sakalım çıksa sakal konusunda da ilginçleşeceğimden şüphem yok. Küçükken izlediğim yemek programlarının etkisinde ibadet eder gibi yemek yapıyorum. Yemeğin beş şartı benim için katı deniz tuzu, çekilmiş karabiber, taze nane yaprakları, saksıdan kopardığım fesleğen ve kimyon. Her yemeğe koymaya

Daha önce Üçyol’da bankta oturup muz yiyen amcalar görmüştüm. Mahalle baskısını iliklerimize kadar hissettiğimiz için ilik veremediğimiz yıllar bunlar.

11


İçimizdekiler

Kültür Mantarları

O amcalar ise 80’ler hippi gençliğine taş çıkarırcasına Üçyol’da muz yiyorlardı. Ama suratlarına baktığımda anlamıştım. Mutlulardı, sohbet ediyorlardı. Muhtemelen haftanın 4-5 günü o banklardan kahvelere tatlı bir telaş içinde koşuşturup okey bekliyorlardı. Daha önemlisi muz seviyorlardı. Yüzlerindeki mutluluk, muz ile tatlanmış dudaklardan dökülen hoş sohbetin tablosuydu adeta. Bankta muz yiyen amcalar şaşırtıcı olsa da duygusal bir karmaşa yaratmamış, aksine bende bir noktayı uyarmıştı; takdir ve tebrik. İçimden “helal olsun be!” deyip bir muz da ben soyuyorum. Ama bu din hocası kılıklı adam öyle değildi. Suratındaki ifadeyi en son kırmızı kabloyu kesmeye karar veren Tom Cruise’un yüzünde görmüştüm. Soğuk, tedbirli ve ciddi. Tom Cruise’da ölümle burun buruna geldiğinde asla heyecanlanmaz her zaman başrol olduğunu mimikleriyle seyirciye belli ederdi. O yıllar filmlerde başrollerin ölmediği, sinema eleştirmenlerinin Türkan Şoray’ın katı kurallarını ele aldığı yıllardı. Aldığı enginar ısırığı beynimde magnum ısırığı şiddetiyle çınlamıştı. Reklamların en büyük özelliklerinden biri olan şartlandırma ve beklentiye sokma durumu o anda da baş gösterdi ve adamın suratında büyük bir haz bekledim. Çok geçmeden suratındaki ciddiyet beklentilerime iki tokat atıp onları odasına göndermişti. Duygularım allak bullak olmuştu. Bunun sebebi aklımdan hızına yetişemediğim sorular treniydi. Bir insan neden caddeden karşıya geçerken enginar ısırır? Bir insan sevmediği halde neden o pis suya elini sokup sevmediği enginarı ölmek pahasına ısırır ki? Sebebi neydi ki? Gözlerim yine beynimi yanıltıyor mu? Şeritli kahvemsi takım elbise bir işaret olabilir mi? Enginar soyulur mu, tadına doyulur mu… Duygularımı karıştıran en önemli soru ise şuydu; “güzel bir günün mutluluğunu kanımda hissettiğimde bile BEN DE BÖYLE Mİ GÖRÜNÜYORDUM?”

Elektronik İsyanlar

- Berrak OLÇUM

Anahtar delikte döndü. Adam eliyle itmeye üşendiği kapıyı alnıyla iterek açtı. Onu karşılayan her geceki gibi karanlıktı, Karanlıkla birlikte yalnızlık. Kapının yanındaki lambayı açtı. Açtığını sandı herhalde. Tavana baktı ama ışık yoktu. Tekrar açmayı denedi bu sefer ışık vardı. Öyle yorgundu ki basmayı düşünüp basmadığını sandı. Karanlığı gönderdi. Şimdi sadece yalnızlık vardı.

Enginar yiyen adamı geçeli muhtemelen 10 dakika olmuştu ki kapıya anahtarımı soktum. Düşünceler radyo frekansı olmuş beynimin tüm duyularını ele geçirmişken nasıl ölmedim hayret etmiştim. Eve girer girmez biraz sıcak suya ekmeğe sürülen çikolata atıp erittim. Soğuk sütle karıştırıp içmiştim bile. Hala aklım enginardaydı. Elimde çikolatalı bardak, bir yandan soyunuyor bir yandan da çikolatalı sütümü yudumluyordum. Çikolatalı sütün son yudumunu aldığımda koridordaki aynanın karşısında buldum kendimi. Üstümde garip bir takım elbise, saçlarım hafif dökülmüş… Yüzüme bakmaya kalmadan eğilip kırılan bardağın parçalarını temizlemeye başladım. enginar kokuyordu…

Adam çantasını masanın üstüne bıraktı. Televizyonun karşısındaki koltuğa yayıldı. Fırına girmek üzere kalıba dökülen kek karışımı gibi yayıldı o koltuğa. Adam hala alışamamıştı bu tempoya. Neredeyse iki hafta olacaktı yeni işine başlayalı. Dokuz saat bilgisayarın başında oturup çizim yapmak onu çok yoruyordu. Koltuğun yanında duran sehpadan el yordamıyla kumandayı almaya çalışıyordu. Sehpanın üstünde işe başladığı gün bozulan telefonu duruyordu. Telefonunu henüz tamire göndermemişti. Hep işi yüzünden. Telefonunun tam işine yarayacağı zaman bozulmasına ettiği küfürler dudak uçuklatıyordu. Sehpadan telefonu alıp uzandığı koltuğun

12


İçimizdekiler

Kültür Mantarları

ayak ucuna doğru fırlattı. Ona kızıyordu ama yine de kıyamıyordu. Sehpaya elini uzattığında klimanın kumandasını buldu. İstediği bu da değildi. Neyse ki, yanında televizyonun kumandası vardı. Televizyonu açmaya çalıştı. Açılmadı. Birkaç kez kumandanın pillerini olduğu yeri avucunun içine vurdu, tekrar denedi. Televizyon yine açılmadı. Klimanın kumandasına uzanıp pilleri değiştirdi. Televizyon açılmıyordu. Kumanda aynı şiddeti tekrar gördü. Açılmıyordu işte. Adam tam pes edecekken gözü televizyon konsoluna takıldı. Televizyonun arkasından çıkan onlarca kablo konsolu ele geçirmişti sanki. Bu dağınık görüntü midesini bulandırdı. Adam yerinden kalktı ve konsolun yanına gitti. Midesini bulandıran kablolara biraz dikkatle baktığında az önce tokat içinde bıraktığı kumandanın suçsuz olduğunu anladı. Yalnızca televizyonun bağlantı kablosu çıkmış. O karmaşık halde duran kabloların arasından televizyonun kablosunu çekmeye çalıştı. Sağlam bir düğümle karşı karşıyaydı. Vazgeçti. Tekrar hamur karışımı halini alıp kalıbına döndü. İşin yorgunluğunun üstüne böyle gereksiz bir gerginlik eklenince adamın uyumaması için hiçbir sebep kalmamıştı. Işığı kapatıp uzandı. Yayıldığı koltukta tam uyumak üzereydi ki ayağında bir ürperti hissedip irkilerek uyandı. Gözünü açtığında ayağının ucunda onu ürpertebilecek bir şey olmadığını gördü. Sadece sinirlenip attığı telefonu duruyordu. Yine telefonuna bir araba dolusu küfür ederek gözlerini kapadı. Uyumak istiyordu. Az önce hissetiği ürperti bu sefer tam anlamıyla bir dürtmeydi. Birisi adamı ayağından dürtüp uyandırıyordu. Adam uyandı. Ya da uyandığını sandı. Çünkü gördükleri hiç de gerçekçi değildi. Küfürler ettiği telefonu adamın ayağını dürtüyordu. Bir yanında televizyon kumandası, diğer yanında ise klimanın kumandası “Yetti be!” dedi telefon. Adam anlamadı. Kendine gelmek için yanaklarına vuruyordu. Telefon biraz daha kızgın bir sesle “Öyle olmaz, böyle olur o!” deyip televizyon kumandasını ayaklarından tutarak adamın yanağına doğru savurdu. Kumanda adeta dört köşe olmuştu. Yediği tokatların intikamını da almış oldu. Sonrasında telefon anlamsız bir hareket yaptı. Adam ne olduğunu anlamaya çalışırken televizyon konsolunun arkasındaki kablolar yerde sürünerek adamın yanına ulaştı. Telefonun işaretini beklediler. Telefon anlamsız bir hareket daha yaptı. Kablolar adamı koltuğa bağlamaya başladı. Adam hareketsiz kalmıştı. Kablolar işlerini layıkıyla yerine getirmenin gururuyla ekip arkadaşlarına bakıyorlardı. Olana bitene anlam veremiyordu adam. Salonda bunlar olurken koridordan “rap, rap, rap” diye ayak sesleri gelmeye başlamıştı. Banyodan gelen tıraş makinesi ve elektronik tartının ayak sesleriydi bunlar.

hakkında konuşmak bile istemiyorum." dedi. Mutfaktan katı meyve suyu sıkacağı, çay-kahve makinesi, kıyma yapma makinesi, yoğurt yapma makinesi, meyveli süt karıştırma makinesinin sesleri geliyordu. Kendileri yoktu. Sadece bağırıyorlardı. Çünkü adam onları aldığı günden beri bulundukları dolaptan çıkarmamıştı. Onların isyanı kötü kullanılmaya değildi. Kullanılmamayaydı. Haklıydılar da. Diğer bütün elektronik ev aletleri gibi onlar da haklıydı. Yatak odasından koşarak gelen elektrikli süpürgeydi. Yazık, hortumu kırılmış oncağızın. Yanında da diğer elektrikli süpürge, onun da motoru yanmış. Salona ulaştıklarında ikisi de içlerindeki toz torbalarını adamın ağzına sokmaya çalıştılar. İkisi de bir ağızdan "Nasıl oluyormuş onca pisliği yutmak?" diye sinirle söyleniyorlardı. Adam anlam veremiyordu bütün bu olanlara .Bütün elektronik ev aletleri adama sinir besliyormuş da adam farkında değilmiş. Adam elektronik ev aletlerine teslim olmak üzereyken salonun kapısında beyaz bir ışık belirdi. Işık giderek büyüyordu. Işığın ortasında bir ekmek kızartma makinası vardı. Ama bu makine normal bir ekmek kızartma makinesi değildi. Bu, adamın çocukluğundan beri yediği kızarmış ekmekleri yapan ekmek kızarma makinesiydi. Adam onu görünce şaşırdı. Sakalları beyazlamış, tanıyamıyordu neredeyse. "Yardım et!" diye bağırdı adam. "Ne olursun, kurtar beni bunların elinden.". "Sakin olun" diye bağırdı makine. Bütün elektronik ev aletlerinin sesi kesildi. Dönüp baktıklarında ekmek kızartma makinesini gördüler. Hepsi saygıyla eğildiler. Çünkü o; bütün elektronik ev aletlerinin en yücesiydi. "Sorun ne?" diye sordu yüce ekmek kızartma makinesi. Bütün elektronik ev aletleri adamdan yana olan dertlerini anlatmaya başladılar. "Duydun mu evlat?" dedi yüce ekmek kızartma makinesi. Adam utanmıştı. Belki bir başka elektronik ev aleti sorsa utanmazdı ama o başkaydı. Boynunu büktü. Yarım ağız bir şeyler söyledi. Özür dilemiş olmalıydı. "Duyamadık" dedi ev aletleri. "Yüksek sesle söyle evlat." dedi. ekmek kızartma makinası. "Özür dilerim!" diye bağırdı adam. Adamın utancı artmıştı. Yanakları al al olmuştu. Yüce ekmek kızartma makinesi "Haydi evlatlar, çözün onu, o iyi bir adam." dedi. "Kızarmış ekmekle büyüyen biri kötü olamaz". Kablolar televizyon konsolunun üstüne hüzünlü adımlarla ilerlediler. Kumandayı aradı gözler, her zamanki gibi koltuğun altına saklanmıştı. Yoğurt makinesi de sesini kesmişti. Elektrikli süpürgeler yatak odasına doğru gidiyorlardı. Her şey eski halini almıştı. Adam koltukta olanı biteni hayretle izliyordu. Işıkların içinde duran ekmek kızartma makinesine doğru yürümeye başladı ama ışığa bir türlü ulaşamıyordu. Yüce ekmek kızartma makinası "Unutma evlat, elektronik ev aletleri çok hassastırlar." dedi. Adam tam ona ulaşmak üzereydi ki ışık da makine de bir anda kayboldu. Kısa süreli bir şaşkınlıktan sonra adam koltuğun üstündeki telefonuna koştu. Telefonu cebine atıp evden çıktı. Nereye mi gidiyordu? Telefonunu tamir ettirmeye.

Tartı ve tıraş makinesi adamın bağlı olduğu koltuğun ayak ucuna gelip adama çatmaya başladılar. Önce tartı konuştu: "Hep ezildim, hep ayaklar altına alındım! Gün geldi, pilim bitti, günlerce pilsiz durdum. Kilo aldın bana vurdun, kilo verdin bir kere pilimi yeniledin mi?" dedi tartı. Sonrasında tıraş makinesi sistemli bir sesle "Ben bu konu

13


İçimizdekiler

Kültür Mantarları

“Are you sad?” “Yes, a little bit, can we talk?” she responded. “No” and that was all he could say her. Her fingers clawed at the door handle. The other hand was petting the door, as it would his face. But the noise of her hand sharping the wood mixed with another one. Drop. Drop. Drop. Then he saw it. Under the door sill was some water shining. It was yellow water. Yellow. Drop. Drop. Drop. From her hair and clothing it was raining. A little rill from yellow water found its way under the door to his room. It grew to be a lake. He called out her name. Maybe she didn’t hear him. Her stroking hand and the dropping rain was the only noise. She was raining and his room was half filled up with water when he glanced to the window. The yellow fog, pulled down by raindrops nearby reached his windowsill when he saw the merle flying away.

Yellow Rain -

Hille PAUL

He was laying in his bed, and waiting for something that would happen. Maybe night. But nightfall would be enough. Instead the sky had a heavy yellow. The window was big and actually it annoyed him that he was able to see from his bed everything that happened on street. But never the less he was staring outside all day long. Even the dirty fronts of the house on the other side, was coloured yellow. The clouds hung deep over the town, heavy with rain and yellow, they caused some dullness. He heard her steps before she came up the street. Not that he actually would hear anything, this yellowness wrapped every noise into cotton wool. He felt the vibrations of her heels, clicking at the asphalt in her own, little strange rhythm. Some wet leaves wrapped the bootlegs. Her hair was falling over her shoulders and he was irritated. Irritated that there was no wind outside, even these clouds and everything else looked so stormy. The silence before the tempest he thought and was scared. This clouds scared him, as they would have had observed all the sunlight and turned it into yellow dirt. He were staring at a random spot off the yellowness. It was moving. The cloud cover got a bump that grew and turned dark. Something little black fell out. A merle. The beak in the same yellow as the clouds. He closed his eyes and didn’t feel her heals beating the street, so he knew that she just stood there and watched him, laying on his bed. She always did that before entering the house. A splashing at the window glass let him open wide his eyes again. As she would hose the window, but actually, it is just raining, he thought. Because this yellow sky exploded finally. He saw her. Dancing. Dancing in the rain. And for the half of a second a smile dared it, to force his lips to curve. Back then he would run outside to dance with her. With her, dancing in the rain. But that was back then, and that never would be again. Because back then there have not been any yellow sky. There have not been yellow rain. She was rising her hands up to this clouds of hell and yellow water was running into her sleeves. Her hair soaked it but that he couldn’t see anymore. With the yellow rain the clouds came deeper and deeper, drew a veil over the street. He turned his face to the side and buried it in his hands. The door’s lock clicked. She came upstairs and he hoped that she never would stop again in front of his door. But she came up the corridor and knocked. He kept silent. “May I come in?” she asked with a little voice. “No”. he said and peered through his fingers to the door.

Again a Rain -

Hille PAUL

If it is green, black or white smoke That rises above the own more, It is all and always about the calmness of this ever green leaves that holds this places in coolness. Every morning silence before the storm, Even there never will Be one, there I claw my fingers in to white marble And bite in trees In yellow bark, yours For not releasing what happened Happened one time. I wish I could burn every Every body myself Who is coming there If it is green, black or white smoke. It is always Always always about you You I do release. Here I grow onto, better from moss and lichens. I and you that was Was and lost because you. Always again a rain that Waters my roots, That I put down here Put down in red ground And wish and I wish it would be Your own flesh, For that I shed blood Shed above this stone.

14



Kültür Mantarları Şapkanın altında kalın.


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.