Kültür Mantarları Sayı: 14

Page 1

Kültür Mantarları Şapkanın Altında Kalın Aralık 2015



Kültür Mantarları

Başlarken Dergimizin kapak konuları belirlendikten sonra Mantarlar olarak hepimizi alır bir telaş, bir düşünce. Bu durum “Ahlak” konusunda da “Yolda” konusunda da başımıza geldi. Konu belirlendi, sonra her Mantar, dergi yayına hazır duruma gelene kadar evirdi çevirdi, düşüncelerine son şeklini verdi.

Şapkanın altında kalın. Aylık dergi Sayı: 14 Aralık 2015

Bu sayının konusu, ilk andan şu dakikalara kadar zihnimde sadece bir cümlenin oluşmasına ve düşündüğüm her şeyin dönüp dolaşıp tekrar bu cümleye odaklanmasına neden oldu: “Her ilk, bir sondur aslında.”

Yayın Yönetmeni Ufuk Murat TAÇ Koordinatör Emre SÖNMEZ

Dönüp bakarsanız geçmişinize; yaşadığınız, tanık olduğunuz hiçbir ilk’le bir daha asla karşılaşamayacaksınız. İlk aşkınızın tutkusunu, sonraki aşkların hiçbirinde yaşayamazsınız örneğin. Ya da ne bileyim, ilk öpüşteki, ilk temastaki tutku asla yakalanamaz diğerlerinde. Hatta hiçbir tiryaki ilk sigarasından aldığı tadı alamaz sonrasında içtiği onbinlercesinde. İçtiğiniz ilk biranın boğazınızdan geçerken bıraktığı hissi nasıl unutabilirsiniz?

Yayın Kurulu Betül TEZCAN Cihan AŞIK Arca ALTUNAY Beste BÖLÜK Düzelti Kardelen KAÇAN

Yüzyıllardır filozofların, aydınların, sanatçıların tekrar etmekten bıkmadığı şu “Carpe Diem (Ânı Yaşa)” prensibinin çıkış noktası da bu oluyor sanırım. Hani derler ya “Aynı nehirde iki kere yıkanamazsınız.” diye, aynen öyle. Sözün özü yaşadığımız her ilk, aynı zamanda bir sondur da. Önemli olan bu sırrı fark edebilmek.

Kapak Tasarımı ve Sayfa Düzeni Emre GÜLSOYLU Görsel Danışman Gizem KARADENİZ Teşekkürler Jiyan AKHAN Setenay Sıla ETKİN Ece SEVİMLİ

Bir Mantar olarak “Son” sözcüğü bende aynı zamanda “İlk” sözcüğünü de çağrıştırdı. Bakalım diğer Mantarlar nasıl yaklaşacak konuya? Önümüzdeki ay yeni sayıda ve yeni yılda görüşmek dileğiyle keyifli okumalar Şemsiye Altı Sakinleri!

İletişim Adresi www.kulturmantarlari.com

3


Son Nedir

-Emre SÖNMEZ Neden sonuç ilişkisi üzerine kurulmuş evrenimizde her şeyin bir başlangıcı bir de sonu, bunlardan hareketle evrende bir sonucu vardır. Her sonuç bir başlangıca, her başlangıç da değişerek bir sona evrilir. Peki, her şey birbiriyle bu kadar iç içe ve neden sonuç iplikleriyle dikiliyken herhangi bir sondan ya da başlangıçtan bahsetmek ne kadar doğru olur? Tüm kavramları kendi içinde bir çember olarak hayal edelim ve çember üzerinden bir noktayı orta nokta olarak seçelim. O noktadan geçen çapın diğer ucu da sağ ve sol yay için uç noktası olsun. Çember fikrini herhangi bir kavrama uygulayalım, örneğin delilik ve aklı göstermeye çalışsın. Bu yolda ilerlersek, delilik ve akıl çemberinde normal bir insanı seçtiğimiz orta nokta temsil eder. Delilik kavramının tüm özelliklerine sahip birey de delilik yayındaki karşı uca en yakın nokta olur. Aynı durumu akıl kavramı üzerinde de gözlemlersek en akıllı birey akıl yayının uca en yakın noktası olur. Aslında Her iki nokta da birbirine o kadar yakındır ki aynı nokta olarak sayabiliriz. Bu durum da bize güncel yaşantımızdaki büyük klişelerden olan “başarılı bilim adamları deli oluyor” fikrini açıklayor. Aynı çember fikrini başlangıç ve son kavramlarına uyguladığımızda seçtiğimiz başlangıç noktasının aynı zamanda son nokta olduğunu görebiliriz. Bu şartlar altında herhangi bir sondan bahsetmek mümkün olur mu? Evren her an biraz daha genişliyor, evren yolda. Ozon tabakası her an biraz daha deliniyor. Dünyanın bile ekseni ölçülebilir seviyelerde kayma

yaşıyor. Bunlar olmaya devam ederken herhangi biri öldüğü için bir sonun varolduğundan bahsedebilir miyiz? İnsanlar öldüğü için herhangi bir sonun varlığından bahsetmek, suyun buharlaştığı için yok olduğunu iddia etmeye benziyor aslında. İnsanoğlu o kadar önemsiyor ki kendini, bir bitkinin dallarında yürüyen maddelere dönüşebileceğini inkar ediyor. İnsanoğlu o kadar önemsiyor ki kendini, denizden çıkan bir damla suyun kara dönüşmesinde hiçbir problem yaşamıyorken kendine şu soruyu soruyor, ölünce ne olacak? “Korkma sadece toprağa gideceksin. Sonra toprak olacaksın. Sonra sularla birlikte bir çiçeğin bedenine yürüyeceksin. Oradan özüne ulaşacaksın. Çiçeğin özüne bir arı konacak. Belki, belki o arı ben olacağım.” Peki son? Her olay bir sona sahiptir, yazı hala bunu savunuyor fakat yaşantımızda algıladığımız tek olay olan evrenin varlığı son bulmadıkça bizler de dört boyutlu yaşantılarımızda sonla tanışamayacağız. Gün gelecek, devran dönerken an ve an yaklaştığı sonla buluşacak, işte biz o zaman tükeneceğiz, sonu yakalayacak, tadına bakacağız şimdi bilmediğimiz diyarlara giderken. Ya ruhumuz? Bu dünyadan göçüp giden, uğruna arkada kalanların dualar ettiği, aşık olduğumuz ve fizikselleştirerek hayal edebildiğimiz o tüm özelliklere sahip ruhumuz her ölümde göçüp gitmiyor mu bu diyarlardan, onun için bu dünyadaki bir son değil midir bu sorgu odasından gelen amansız çağrı? O da tüm dinlerde sonsuz değil midir zaten?

4


DÖNGÜ

SORU İŞARETİ

-Ece SEVİMLİ Gözlerini açarsın bir bilinmezliğe. Yaşamak zorunda olduğun bilinmezliklerle dolu bir hayat vardır önünde. Cevabını bilmediğin ve belki de yaşadığın süre boyunca bulamayacağın sorularla karşı karşıya kalacağın, yanaklarından süzülen gözyaşlarına rağmen kahkahalar eşliğinde düştüğün yerden kalkmak zorunda olduğun; yeri geldiğinde sevimsiz, yeri geldiğinde yaşamanın tadına doyamayacağın günler... Zamanla apayrı şeyler ifade edecek kavramlar, bilmediğin bilinmezlikler... Kavramlar değiştikçe, bilinmezlikleri kavradıkça her şey daha da anlamsız gelecek. Çünkü sonsuzlukta olduğunu ve bir döngüde olduğunu fark edeceksin. Artık kollarında ağlayabileceğin kimse yok. Ne için yaşıyorum, ne için yaşıyorsun? Uymak zorunda olduğun kurallar ve oynamak zorunda kalacağın roller için belki de. Hiç kimse sana hayatın roller üzerine kurulu olduğunu söylemeyecek. Uzandığın yerden tavana bakarken aklına gelecek cevaplar, ne kadar saf olduğunu düşüneceksin. Tavan sana cevapları verdiğinde artık önemli olanlar cevaplar olmayacak, sonuçları düşünmen gerekecek. Yine de cevapları arayarak vakit kaybetmiş sayılmazsın. Çünkü cevaplar anahtar gibidir, sonuçların kapılarını açar ama her kapısını açtığın sonuç içindeki bir damla saflığı daha yok edecek, içinde biriktirdiğin her şeyi bir çığlıkta bırakmak isteyeceğin günler gelecek. Zamanla hiçbir şey ifade etmeyecek yaşadıkların. Boşuna döktüğün gözyaşları için kendinle dalga geçeceğin günlerin ardından sorumluluk duygusu binecek omuzlarına. Tanrı’nın sana yüklediği görevi yerine getirme isteği içinde edindiğin hayat arkadaşınla büyüteceğin yeni bir nesil… Yoktan var olan ve kendine ait düşüncelere sahip senden bütünüyle farklı bir varlık. Başka bir döngüdeki rolünü tamamlarken bir diğeri döngüye yeni ayak basıyor. Bunun yanında döngüdeki yerin sona yaklaşırken hayatın amacının bir önemi kalmıyor. Yaşamak için yaşıyorsun, iş olsun diye yani. 21 yaşındayken hayat bir yol haritası gibidir. 25 yaşındayken haritayı ters tuttuğuna dair bir şüphelere kapılırsın, 40’lı yaşların ortasında bundan tamamen emin olursun. 60’lı yaşların sonuna geldiğinde ise haritayı tamamen kaybetmişsindir artık. Ve gün gelir gözlerini yumarsın bir başka bilinmezliğe. Seni tanıyan son kişi de dünyadan göçüp gidince hiç var olmamış gibi olursun. Bilinmezliğin tanımının içine yazılır ismin görünmez bir kalemle.

-Beste BÖLÜK

Konunun temeline inmeye çalışınca onun da derinlerinde bir kavram yakaladım ama onun hakkı biraz daha saklı kalsın. Biraz daha derin o, çay içerken yazılacak değil de çay demletecek cinsten bir konu. Neyse onu aldık avcumuzun içine, şimdi çay içiyorum çünkü. İpucumu ilk cümleden veriyorum bu sefer, hem de içinde gelecek yazının konusunu belli etmiş oluyorum. “İlk kez ne zaman soru sormanın önemini fark ettiniz?” Ben bu soruyla ilk kez lisede, felsefe dersinde karşılaşmıştım. Mantıklı gelmişti ama sanıyorum ki o an için bana daha fazlasını ifade edemedi. Zamanın kavramlar üzerindeki etkisini ben de bu soru üzerinden hissedebiliyorum geriye dönüp baktıkça. Belki de o soru bilincim dışında ilgimi çekmiş tıpkı bir çalar saat gibi kendini kurmuştu. Peki ya sorular mı önemliydi bu şartlarda yoksa şartlar mı cevapları etkileyen yegane kuvvetti? Cevaplar bunca zaman getirdiklerinle, düşündüklerinle alakalıdır; soru ise şu an başlar ve “son”una kadardır ömrün. Belleğinizin en derinindeki anılara bakın şimdi. Nasil baktınız onlara? Önce onlara neden buradasınız diye sormadınız mı? Onlar da bir bir cevaplarını vererek kendi anlarını söylediler. Siz de önem sırasıya anlattınız ilk nedeninizi, üstüne belki onlarca cevap verdiğiniz anınızı. A bu arada, onlarca! Az mı oldu? Çünkü bir soru ve belki yüzlerce ruh hali var. Belki bu yüzdendir benim için hiçbir an aynı konumunda kalmadı; en dibi gördü, en üstte uzun zaman kaldı ama şimdilik hiçbirinin cevabı hep olmadı. Belki doğru zamanda soru sormalıyım kendime, kim bilir? Bu soru da bir başlangıçtır belki de doğruya koşan adımları izlemek için. Onlarca, yüzlerce ve hatta sayısızca sorunun arasından hangisini seçeceğimiz anıyı hatırlama sebebimize mi, hatırlarkenki halimize mi yoksa anının kuvvetine mi bağlıdır bilemiyorum. Yine de hiçbir an daha sonra o anmışçasına son bulmadı bende, sonunu getirebilecek kadar aynı soruları hiç soramadım. Peki ya siz diyebilir misiniz ki kendinize aynı soruyu hep aynı ruh halini ayarlayip sorabildim? O kadar şanslı mısınızdır?

5


Geldik Mi

-Setenay ETKİN

Bekliyorum. Tam denizin bittiği o “son” noktadayım. Sonsuzluğun da sonunda. Tam da burdan izliyorum sizi, yanıma gelmenizi beklerken. Küçüklüğüm gülümsüyor şu an bana. Arkasından gelen tanıdığım ama asla sonu gelmeyecek gibi duran laf sürüsüyle tam da yanıma gelmeye çalışıyor. Ama Hayır küçüğüm sen buraya gelmek için fazla masumsun. Bu muhteşem maviliğin sonunda huzur olsa da senin durup o laf sürüsüyle küçücük toplu ellerinle kocaman masumluğunla savaşman gerek. Seni yıpratacaklar küçük kalbini kıracaklar parça parça yapıp eline verecekler “Hadi topla bunları” diyip oyun oynayacaklar seninle. Başlarda küçücük kalbini eline her aldığında çok canın yanacak. Acı hiçbir zaman zaman azalmayacak ama zaman geçtikçe bu acıya da alışacaksın. Sonra başkalarının kalplerini verecekler sana onları da sen toplayacaksın. Tek parça haline getirdiğin an yok olacaklar elinden. Önce garip gelecek. Şaşıracaksın. Eline verilen her kalbi kaybolmasından korkarak eski haline getireceksin ama her seferinde korktuğun başına gelecek ve hepsi kaybolacak. Buna da alışacaksın. Yavaş yavaş büyüyeceksin küçük kız olmaktan çıkıp genç kız olacaksın. Bi şeylerin farkına varmaya başlayacaksın tam bu işin sonunu getirmeye karar vericeksin ama o laf sürüsündekiler bunu fark edip yeni bir sözde oyun bulacaklar sana. Bu sefer eline sahibinin hiç geri almayacağı çürük bir kalp verecekler. “Bunu tedavi et” diyecekler.” Uzun ince parmakların artık manıkür yaptırdığın ojeli tırnakların ve güzel pürüzsüz yüzünle büyük bi hevesle başlayacaksın tedaviye. Hiç olumlu sonuç alamayacaksın ama uzun bir süre vazgeçmeyecek yeni umutlarla çürümüş kalbi

6

tedavi etmek için savaşmaya devam edeceksin. Gün geçtikçe umutların son bulacak. O an tekrar beliriverecek laf sürüsü. İdrak etmeye başladığın her şeyi unutturmak isteyecekler sana. Sen de onlara istediklerini vermiş gibi görüneceksin ama artık asla onların dediklerine inanmaman gerektiğinin farkında olacaksın. Çünkü sen her ne kadar genç kız olsan da ruhun da aklın da kadın olmuştur artık. Bir süre daha sesini çıkarmadan laf sürüsünün oyununa dahil olmaya devam edeceksin. Kendine acıyacaksın her şeyin farkında olup sesini çıkartmadığın için. Onlar sana acıyacak içini bilmedikleri için. Sustuğundan seni saf zanneden laf sürüsünden hakaret gelmeye başlayacak üstüne üstüne. Artık tahammül edemediğin bir an gelecek ve o an onlara “yeter” demeyi “dur” demeyi öğreneceksin kendine acımamayı öğrenmeyle birlikte bunu da öğreneceksin. İnatla içindeki masumluğunu muhafaza etmeye çalışacaksın ama fark edeceksin yavaş yavaş duygularının da masumiyetinin de seni terk ettiğini. Hissizleşeceksin. Çok canın yanacak artık acımamaya başlayacak. Sonsuz zannettiğin duyguların seni terk edince anlayacaksın her şeyi. Sen de artık diğerleri kadar kirli olduğunu hislerinle birlikte masumluğunu da kaybettiğini iliklerine kadar hissedeceksin. Yüzündeki o kocaman gülümseme göz bebeklerindeki o ışığı da alıp sona kavuştuğunda beni de unutacaksın. Şu an bulunduğum muhteşem maviliğin sonuna gelmeyi yanıma gelmeyi istemeyeceksin artık. İçindeki istek öldüğü an kendini yanımda bulacaksın küçüğüm. Ruhu kadın olmuş kendine acımayan küçüğüm olarak belirivereceksin yanımda. Ama şu an bana gözlerindeki ışık yüzündeki kocaman gülümsemeyle bakarken içindeki masumluk henüz ölmemişken kal olduğun yerde. Sonsuz denilen denizin sonuna daha çok var küçüğüm. “Geldik mi?” diye sormak için çok erken. Senin sona daha çok var.


Maviliklere Sürülen Motorlar

-Cihan AŞIK

İnsanlar eşyaları oynuyor Eşyalar insanlarla oynuyor Şeytanlar el ele dans ediyor Gözler görmüyor Birileri düşüyor Selalar okunuyor Kulaklar duymuyor Omzumuzda cesetler Kimse hissetmiyor Suslar notaları oynuyor Notalar susları oynuyor Orkestra sessiz sinema Herkes oynuyor Figuranlar kahraman olmuş Ayaklar baş olmuş Başlar kesilmis Topuklar akılları oynuyor Bin yıllık ezikliklerini Binleri ezerek kapatıyor Silahlar sözcükleri oynuyor Sözcükler silahları oynuyor Hecelerinden alev saçarak

Virgüller virgülleri kovalıyor Noktalar saklambaç oynuyor Ağızlar duman şaçıyor Yağmur bile öfkeyi yıkayamıyor Gökyüzü susarken Toplar yıldırımları oynuyor Politikacılar generalleri oynuyor Dünyanın içine sıçarak İnsanlar Tanrıyı oynuyor Ezberler unutuluyor Sınırlar kalkıyor Bitmiş dertler bitmemişleri Çaresizlikler ümitleri oynuyor Çaresizliklere rağmen yaşanırdı Artık umutlara rağmen yaşanıyor Yarın yeni bir gün değil Sadece tarihler değişiyor Güzel günler görecektik Her sabah bir ölüme uyanırken Maviliklere sürülen motorlarda Hucüm yelekli Ve silahlı olacağız belki Yazar bunu kastetmiştir Güzel günler göreceğiz çocuklar Delik deşik bedenlerimizden Kanımız da terk ederken bizi Ölümün kollarında dinleneceğiz

7


Taşeron İşçi

yok burada. Yarın ikimizde birbirimizi tanımayacağız nasıl olsa. Çekinmenin ne anlamı var.

-Cihan AŞIK Şık giyimliydi ve nispeten tipi biraz daha düzgündü diğerlerinden. Bir şeye içerlediği belliydi fakat çaktırmamaya çalışıyordu. Yanına oturup bir bira söyledim. Çok bekletmediler zaten içersi boştu. Birkaç müdavim vardı uzak masalarda oturan. Biri şeker hastası, diğeri karısını kaybetmiş bir emekli ve bir grup üniversiteli...

Tekrar gülümsedi.

-Doğru, Savaş ben. Mali danışmanım, danışmandım. Bu gün işime son verdiler. -Yılmaz, hiç olmazsa bir zamanlar öyleydim.

Yüzünde bir gülümseme belirdi.

-Ne oldu, hayata karşı savaşmak mı yıldırdı, yoksa artık ne için savaştığınızı mı bilmiyorsunuz?

Yüzünden kırgın olduğunu anlayabiliyordum. Birasını içmek için acele etmiyordu, elinde telefon da yoktu ki bu nadir bir şeydir içinde bulunduğumuz zamanda.

-Kim olduğumu bilmiyorum. Bu sebepten hayata karşı kürek çekmek anlamsız geliyor.

-Seni üzen bir şey olduğuna yemin edebilirim, ama ne olduğunu hayatta tahmin edemem gibime geliyor.

-Evet, bu benim de üstüne düşündüğüm şey. İki bira söyledi, evet, bu sefer biraz daha insancıl biriydi karşımdaki. Tanımadığı biriyle konuşmak bazen insana kendini tanıtır. En azından yeni bir benlik yazmamızı sağlar.

Gülümsedi. -Çok önemli bir şey değil, sadece bazı olaylar üst üste geldi ve...

-Bir arkadaşım bana ne kaybettiyse iyi insan olduğu için kaybettiğini söylerdi. Belki haklıydı. Ama bunun

-Hadi anlat, hem zaman geçer, konuşacak çok adam

8


büyük bir fark yaratacağını zannetmiyorum. Kendisinin yaptığı iyilik tanımını bilmemiz mümkün değil çünkü. Aynı zamanda bu yargıya varmanın çok kolay bir şey olduğunu da düşünmüyorum. Dünyada yedi milyar iyi var. Bu gün telefonum çalındı. Kuru, sıska bir çocuk kaşla gözle arasında kaptı elimden. İhtiyacı var mıydı, belki, kendine göre haklı sebepleri olduğu kesin fakat bu onu iyi yapar mı? Beni iyi yapar mı? Çalıştığım şirketin arkasını topluyordum. Devletten çalmıyordum belki ama devletten saklıyordum. Kimilerine göre bu da bir çeşit hırsızlık. Hırsızlar arasında şeref yoktur. Ben sadece çalmak için üniversite okudum, o okumadı. -Toplumsal sözleşme çoktan çiğnenmedi mi? Sistem kendini yaratanlardan onu yarattıkları için intikam almıyor mu? -Bu sözleşmenin yapılıp yapılmadığını da bilemiyoruz, varsayanlar var fakat bu da dünya barışı kadar ütopya. İnsanlar yaşadıkları sürece birbirleri ezmeye çalışacak. Bunun önünde durabilecek bir kanun tanımıyorum. Örnek vermek gerekirse benden daha çevik bir insan benim elimdekini aldı. İnsan yasaları önünde suçlu olabilir fakat doğa yasaları önünde suçlu benim. Sonuçta yemek, emek ya da her ne üstüne konuşuyorsak, her zaman güçlüye aittir. -Şirket sizden daha iyisini mi buldu? -Hayır, sadece onun daha iyi referansları ve ailevi ayrıcalıkları vardı. Uzun süredir aynı şirkette çalışıyordum. Batırdıklarını yüzdürmek için uykularımı feda ettim. Şimdi beni buruşturup bir kenara attılar. Umarım kendileri de bir kenara atılırlar. Yanlış anlamayın bir kin gütmüyorum sadece... -Size vaat edilen bu değildi. -Evet. Gerçi ne zaman vaatler yerine getirildi? Hayatı hep sonraya ertelemek zorunda kaldık. Oyun oynamak isterken liseye geçince dediler, sonra üniversite, sonra iş hayatı... Oynamak istediklerimiz oyunlar hep değişti ama sonuç hiç değişmedi, hep sonraya erteledik oyunları. Şimdi iş hayatında “Oynayamazsın” dediler. Bu sefer güzel günler ne zaman gelecek merak etmiyorum. Çünkü biliyorum, asla gelmeyecek. -Merak değil mi, oyunun sonunu merak ediyorsunuz. -Çok doğru. Eskiden umutlarım vardı. Daha güzel günler için inancım vardı. Ailem insanları severdi. Bu sebepten ben de insanları severdim. Şimdi ise bir şey hissetmiyorum. İnsanlar onlara olan sevgimi ve adanmışlığımı öldürdü belki de. İyilik üstüne iyilik, gördüğüm tek şey sırtları oldu. -O günleri özlüyor musun? Biraz içti, sakinleşmişti belki, bir sigara yaktı. Bir dalış nefesi çekti filitreden. Çıkarttığı dumanda gördü belki eski günleri. Bir süre susup dumanı izledik beraber. Hayallerinin yükselip kayboluşuna şahit olduk. -Çok özlüyorum. Bir tarafım hala umut olduğunu söylüyor. Bir tarafım kaçınılmaz son yakın diyor. İkilemdeyim belki. Kendimle çelişiyorum. Bir zamanlar hayallerimde fabrikalar vardı. O fabrikalardan çıkan mutlu insanlar, ücretsiz eğitim, fiyatlandırılmamış yaşamlar... İnsanların birbirine sadece insan olduğu için yardım ettiği, kimsenin evsiz kalmadığı ve herkesin bir şekilde doyduğu bir sistem. Özel markalar yok, rekabet, yarış yok. Sadece huzur var. -Ya sonra? -Sonra hepsi yandı. Birbirini kovalayan ölümler, cinayetler, yangınlar. Kendi hayallerimi yaktım, en azından yakmalarına müsade ettim. Aç gözlülük, aç gözlülük insanın yapısında var. Hep daha fazlasını istiyoruz, eğitimli ya da eğitimsiz fark etmez. Daha fazlasını almasak bile daha fazlası için biriktiriyoruz. Kirliyiz ve suçluyuz bir yerde. Kendimizden kaçıyoruz. Ait olduğumuz yerlerden, daha iyisini yapabileceğimiz yerlerden kaçıyoruz. Kendimize kimlikler uyduruyoruz önce sonra da birbirimize. -Gruplaşıyoruz değil mi? Etrafımızdaki hayatı ve bu hayatın içindekileri iliklerine kadar bölüyoruz. Herkesten bize, bizden Ben’e...

9


-Uydurduğumuz bu kimliklerle işlediğimiz suçları yasallaştırmaya çalışıyoruz. Pembe popolu maymunlar ve mor popolu maymunlar. İki taraf da kendilerinin daha iyi olduğunu düşünürken hepsinin maymun olduğu gerçeğine ihanet ediyorlar. -Hiç mor popolu oldunuz mu peki? -Evet. Gurur duymuyorum. Ama içimdeki harikalar diyarının yıkıntıları arasından filizlendiğini inkar edemem. Bana mor popolu olduğumu söylemişlerdi pembe popolular. Çok anlatmaya çalıştım. Malesef çok az şey anlayabildiler. Ama cidden korktuklarını söyleyebilirim. Sahip oldukları tek kimliği buruşturup üstüne tükürüyordu hepimizin, ne düşündüğü ya da ne olduğuna bakmaksızın hepimizin insan olabileceği ihtimali. Belki de sadece bir şeye ait olmak istedim. İnsanlar bana insan olmadığımı kanıtlamak için çok uğraştı. Ben de tamam dedim. Artık ben de mor popoluyum. -Sonra mor popolular da çaldı değil mi? Onlar da darp etti. Kendilerince ıslah etmeye ve değiştirmeye çalıştılar. Mor poponuzdan ve tırnaklarınızdan başka bir yerinizin çalışmasını istemediler. -Düşünebilen insandan her zaman korkulur, bu çok doğal. Biliyordum. Mor popolulara da ait değildim. İstedikleri kadar kıçıma ayna tutabilirler. Beni belirle-yenin kıçımın rengi olduğ düşüncesi bile çirkin. Beni belirleyen düşuncelerimin rengiydi. Düşüncelerim kızıldı. Kıpkırmız ve biraz karanlık. Nefret vardı içimde. Anlaşılamamanın nefreti. Anlatamamamın kırgınlığı vardı. Beynimle dilim küstü ben mor popoluluğa küstüğüm zaman. Çünkü anlatamıyordu. Çıkan sesler içimdeki sesleri andırmıyordu. Hakaretlerden kulaklarım dolmuştu. Artık sabrım kalmamıştı. -Siz de yerinize başka birini koydunuz. Herkes gibi birini. Seven, isteyen ve alan. Soruları kulaklara ulaşamayacak kadar sessiz sordunuz. Bu yüzden bir suç olmadı. Çünkü belki hiç sorulmadı. -Hep istemişimdir. Soru sormamayı, susmayı ve sadece yaşamayı. Tek derdim para olsa ya da futbol, fark etmez, ama o kadar dolu ki... Renkler, şekiller ve düşünceler... Beni hep daha iyisini yapmaya teşvik ettiler. Evren bu kadar karmaşık olmasına rağmen içinde varolan düzen, hayatlarımızı bu kadar basit yaşamamak için bir uyarıcı resmen. Kaos düzenin kendisiydi onun için. Kendisini saran düşüncelerde buluyordu huzuru. Hayat tek bir anlam yüklenemeyecek kadar büyüktü belki de. Yaşından beklenmeyecek bir ölüm korkusu vardı sözlerinde. Daha iyisini yapabileceğine olan inancından kaynaklanıyordu. Daha iyisini yapamadan kapının arkasından çarpılmasından korkuyordu. Sessizce oturup sözlerin zihinlerimize oturmasını bekledik. Bardaklar boşaldı. Küllük doldu. Kalkma saati gelmişti. İki insan gibi el sıkıştık. Arada nezaket değil samimiyet vardı. Anlatabildiğinden dolayı hoşnuttu. Sadece bardaki bir yabancıya anlatabildiğinden dolayı kırgındı ama mutlu gittiğine inanıyorum eve. Sabah onun yerini almak bana bir zaman yaşadıklarımı tekrardan hatırlatacaktı belki de. Bu ihtimalle ürperdim. Sabah uyandım. Mutfağı aramam çok uzun sürmedi zaten küçuk bir evdi. Kahve için su koydum. Kahveyi aramaya başladım dolaplarda. Mutfak beklediğimden düzenliydi, aramam uzun sürmedi. Salona geçtim. Çok sade döşenmiş ve samimi bir yerdi. Aile fotografları duvarda dev bir tablonun yanında asılı duruyordu. Evet, bu gerçekten de ilginç biriydi. İnsanlar kendi ayakları üstünde durmaya başlayınca yıllardır onları çeken eller nasırlı ve pis gözükür bazılarına. Bazılarına geçmişin yükünü geleceğe çekmek gibi gelir. Şu duvar gösteriyor ki bazı geçmişe ait bazı değelerin özlemi, bazı duyguların özlemi var. Kahvemi hazırlayıp tekrar salona döndüm. Bir çalışma masası. Efendisi kadar karman çorman. Kağıtlar, dosyalar birbirine girmiş, kulbu kırık bir kahve bardağının altındaki notlar, kalemlik devrilmiş. Kim bilir kaç kere sızdı o masanın üstünde. Çalışmalarının değerini belirten bir zarf var masanın üstünde. Teşekkür ve para. “Artık hizmetlerinize ihtiyaç duyulmamaktadır.” kısa ve öz. Kitaplıktaki kitaplar ilgimi çekiyor. Raflarda eski dostlar dizili. Stephan Verkhovensky, Levin, Aleksey Karamazov, Werther, Faust... Uzun zamandır hayal etmediğim yüzler, hissetmediğim tatlar. Bir şeyler yemek üzere dönüyorum dolaba. Bomboş. Kapıyı kilitleyip çıkıyorum. Sahile doğru gidiyorum. Güneş yükselirken hafifçe şu yarı karanlık evrede gözle-rimin alabildiği her şeyi görmeye, her martı çığlığını içimde hissetmek istiyorum. Evet Savaş, haklısın, yıldım. Sende varolan arzuyla bakmak istiyorum dünyaya, bakamıyorum. Gözlerimi kapıyorum.

10




Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.