Kultura Dergi Ağustos 2015

Page 1

AĞUSTOS 2015 / Sayı: 6

Dinleyicilerimi, müziğin ayak basılmamış yepyeni kıyılarına çıkartıyorum

26

KUTSAL EVCİMEN ve SİNAN GÜNGÖR

34

SEFİL RESSAMLAR

46

CAN YÜCEL


EDiTO YENİ TELAŞLAR

Erdem Yaşar facebook.com/kulturadergi twitter.com/KulturaDergi

Bundan 8 ay önce Kadıköy’de sakin bir kafede çekirdek kadrosuyla temelleri atılan Kultura Dergi, başta okurlarımız olmak üzere gördüğü destek ile bu aydan itibaren yeni bir yapılanmanın çatısı altına giriyor. Aynı ekip olarak bu ay dergi telaşımızın yanında bir de yeni bir yapım şirketinin temellerini atmış olmanın heyecanını yaşıyoruz. Bu sayıdan itibaren Diptera Film çatısı altına girmiş olan Kultura Dergi ekibi olarak artık aynı vizyonumuzu farklı alanlardaki işlerimizle yine ücretsiz olarak internet üzerinden takipçilerimizle paylaşabilecek olmak da bizim için ayrı bir heyecan kaynağı. Bu yapılanma Kultura Dergi’ye de yansıyarak önümüzdeki sayılardan itibaren daha geniş ekibimiz ve kapsamlı içeriğimizle okurlarımızla buluşmaya devam ediyor olacağız. Yoğun geçen geride bıraktığımız ayda Onur Akın gibi bir ustadan sanat hayatını ve Türkiye’de müzisyen olmak gibi konulardaki fikirlerini kendi ağzından dinleme şansına eriştik. 30 yıllık sanat geçmişinin getirdiği tecrübenin izlerini satır aralarında bile yakalamak mümkün. Umarız siz de okurken bizim röportaj esnasında aldığımız keyfi alabilirsiniz.

www.dipterafilm.com

Kutsal Evcimen ve Sinan Güngör ile gerçekleştirdiğimiz röportaj ise ülkemizde siyasilerin, sanatçılara olan tutumunun ironik, hatta trajikomik bir hikayesinin arka planına mercek tutuyoruz. Bu konuda daha fazla ipucu vermeden sizleri, hikayeyi birinci ağızdan okumaya davet ediyorum. Bir sonraki sayıda görüşünceye kadar, keyifli okumalar…

diptera@dipterafilm.com 0216 469 17 72 Marmara cad. Merve apt. 25/1 D:11 Kozyatağı, Kadıköy, İstanbul

Genel Yayın Yönetmeni: Erdem Yaşar Yazı İşleri Müdürü: Hakan Karakullukçu Editör: Emir Bozkurt, Emin Eren, Gülşan Karademir, Tuna Akşen

Görsel Yönetmen: Gülay Sağ İletişim: info@kulturadergi.com bulten@kulturadergi.com


iÇiNDEKiLER AĞUSTOS 2015

16

ONUR AKIN

Türk özgün müziğinin güçlü sesi Onur Akın’la keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.

4

HABERLER İSKELETOR, PARIS YOLCUSU

8

HABERLER AĞAÇ DERYASINA SEYAHAT

10

HABERLER CHRISTOPHER NOLAN’IN GÖZÜNDEN QUAY KARDEŞLER

22

KUTSAL EVCİMEN SİNAN GÜNGÖR Satın Eşşek Sıpaları adlı türküleriyle siyasetçilerin tepkisini çeken ikili Kutsal Evcimen ve Sinan Güngör ile gelecek planlarını konuştuk.

34

SEFİL RESSAMLAR

Ortak noktaları yoksulluk ve sefalet içinde yaşamaları olan büyük ressamları dosya konumuzda sizler için derledik.

HABERLER SIMPSON BİRASI

13

34

HABERLER 3 BOYUTLU KIZIL GEZEGEN

DOSYA KONUSU CAN YÜCEL

15 16

RÖPORTAJ ONUR AKIN

22

RÖPORTAJ KUTSAL EVCİMEN ve SİNAN GÜNGÖR

DOSYA KONUSU SEFİL RESSAMLAR

46 58 62

KİTAP

SİNEMA

KULTURA

3


İSKELETOR, PARIS YOLCUSU Tüm dünyadan yetenekli müzisyenleri buluşturacak olan ve 1998’den beri kesintisiz devam eden Red Bull Music Academy, 25 Ekim-27 Kasım arasında Paris’teki la Gaîté lyrique’de gerçekleştirilecek. 37 ülkeden 61 müzisyenin bir ay boyunca eğitim alacağı ve birlikte müzik üreteceği Akademi’ye bu yıl Türkiye’den İskeletor ismiyle müzik yapan Kerem Sevinçli katılacak. Müzisyen bir ailenin oğlu olan ve İskeletor adıyla müzik yapan Kerem Sevinçli, sintisayzır ve vurmalı çalgıları oyuncak olarak benimseyerek doğduğu andan itibaren müziğin içinde olmuş bir isim. Deneysel bir müzik algısı olan İskeletor, İstanbul’da bir kayıt stüdyosunun da sahibi.

BİZANS ARAŞTIRMALARI MERKEZİ KURULDU

Türkiye’de ilk kez bir devlet üniversitesi bünyesinde Bizans uygarlığıyla ilgili çalışmalarda bulunacak bir merkez kuruldu. Boğaziçi Üniversitesi’ne bağlı olarak kurulan Bizans Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi, Bizans tarihi, kültürü, sanatı ve arkeolojisine dair yürütülecek çalışmalar sayesinde, Ortaçağ Anadolu ve Balkanlar, İstanbul ve Osmanlı tarihi ile kültürüne de ışık tutacak. Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi ve Bizans tarihi uzmanı Prof. Dr. Nevra Necipoğlu, merkezin müdürlüğünü üstleniyor. Bizans uygarlığının hem Doğu Akdeniz ve Avrasya tarihini hem de Türkiye tarihini anlamamızdaki önemine dikkat çeken Prof. Dr. Nevra Necipoğlu son yıllarda Türkiye’de Bizans çalışmaları alanında olumlu adımlar atıldığını ifade ederek; “Bizans uygarlığına ilgi artıyor olsa da söz konusu alanda kat edilmesi gereken önemli yolumuz var. Merkez olumlu gelişmelerin hızlandırılıp sürdürülebilir kılınmasını sağlayacak. Bizans çalışmalarının gelişmesinin ve kuvvetlenmesinin yolu üniversitelerden geçiyor” dedi.

4

KULTURA

DOĞU’NUN MERKEZİNE SEYAHAT

İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’nün yeni sergisi “Doğu’nun Merkezine Seyahat 1850-1950 - Pierre de Gigord Koleksiyonu’ndan İstanbul’da Gezginlerin 100 Yılı”, 17 Ekim 2015 tarihine kadar ziyaretçilerle buluşuyor. Suna ve İnan Kıraç Vakfı İstanbul Araştırmaları Enstitüsü sergi salonunda düzenlenen, “Doğu’nun Merkezine Seyahat” sergisi, gezginlerin 18. yüzyılda başlayan ve sonraki yüzyılda dönüşerek devam eden, Doğu topraklarına yolculuklarının İstanbul merkezli öyküsünü anlatıyor. Ekrem Işın ve Catherine Pinguet eş küratörlüğünde gerçekleşen sergi, kitle turizmi ve seyahat kültürünün 1850-1950 yılları arasındaki değişimine odaklanıyor. Sergide, Osmanlı dönemi fotoğrafları ve efemera alanında dünyanın önde gelen koleksiyoncularından biri olan Pierre de Gigord’un koleksiyonundan derlenen, aralarında fotoğraf, kartpostal, afiş, ilan, broşür, yemek mönüleri ve objelerin bulunduğu 160 parça civarında eser izleyiciyle buluşuyor.


CAN BONOMO EV OTURMASI’NDAN YENİ REKOR SANAT VE TASARIMIN KESİŞİMİ

İstanbul ve Milano merkezli iç mimarlık ve tasarım ofisi SMD Studio’nun kurucusu Serap Korkmaz, farklı ölçeklerdeki özgün iç mekan tasarımlarıyla birlikte, sanatsal yaklaşımlardan beslenen çağdaş ürün tasarımlarıyla da farkını ortaya koyuyor. Milano Tasarım Fuarı kapsamında düzenlenen ve içeriğinde genç yeteneklerin tasarımlarına yer verilen, dünyanın önde gelen prestijli sergilerinden biri olan Satellite’de iki ürünüyle yer alma başarısını gösterdi. Tasarımlarını inceleyen insanların algısında yarattığı geniş skalada, bir vazodan Dante silüetine varıncaya dek çeşitlenen görsel bir zenginlik olduğunu ve tasarımlarında sürprizlere de yer verdiğini dile getiren Serap Korkmaz, her tasarımı besleyen bir hikaye olduğunu vurguluyor.

MUUM 2 PROJEYLE FİNALDE

Türkiye’nin en sevilen müzisyenleri arasında yer alan Can Bonomo, “Ev Oturması” adlı performansı kendi evinin salonunda, arkadaşları ile birlikte gerçekleştiriyor. Akustik performans, farklı sosyal medya platformlarından Medianova altyapısı ile canlı olarak yayınlanıyor. Ses, ışık, kamera gibi prodüksiyon hizmetlerinin de Medianova tarafından sağlandığı konserlerde ilk ikisini izleyen kişi sayısı 100 bine yaklaşırken, mart ve mayıs aylarında gerçekleşen diğer iki konseri 300 bine yakın internet kullanıcısı takip etti. Can Bonomo, uzun süredir devam eden online ev konseri konseptiyle son Ev Oturması’nda yaklaşık 400 bin kişiye internet üzerinden canlı olarak erişmeyi başardı.

Murat Aksu ve Umut İyigün ortaklığındaki MuuM, iki farklı projesiyle Dünya Mimarlık Festivali Ödülleri’nde (WAF 2015 Awards) finale kaldı. 4-6 Kasım 2015 tarihleri arasında Singapur’da gerçekleşecek olan finallerde, MuuM tasarımı Lösev Doğal Yaşam Merkezi projesi “Geleceğin Sağlık Yapıları” kategorisinde, Erciyes Kongre Merkezi projesi ise “Geleceğin Kültür Yapıları” kategorisinde jüri karşına çıkacak. MuuM tarafından yarışma projesi olarak tasarlanan ve 2. Mansiyon Ödülü’ne layık görülen, şimdi de WAF 2015 Awards’ta finalist olma başarısını gösteren Lösev Doğal Yaşam Merkezi, kentin rutininden sıyrılıp, gündelik yaşamın olumsuz etkilerinden arınmaya ve daha sağlıklı yaşama potansiyelinin farkına varmaya teşvik eden ortamlar sunmak üzere tasarlanmış. Misafirlerine sıradan bir tatilin ötesine geçerek doğal yaşamla ilgili temel motive edici eylemleri gözlemleyebilecekleri, öğrenebilecekleri ve uygulayabilecekleri bir yaşam alanı olarak ele alınan merkezin ana tasarım kararları, doğayla iç içe olmak, sürdürülebilirlik, perma-kültür, dönüşüm, yenilenme, sosyalleşme ve paylaşım gibi kavramlarla biçimlendirilmiş.

KULTURA

5


MADDENİN HALLERİ III

Genç sanatçı ve tasarımcıları desteklemek amacıyla kurulan ARMAGGAN Art & Design Gallery’de, “Maddenin Halleri III “sergisi 05 Eylül 2015’e kadar izlenebilecek. ZOOM TPU, Arman Suciyan, Yavuz Ergun, Nejla Güvenç, Neşe Çoğal, Güneş Özmen ve Tan Taşpolatoğlu gibi sanatçı ve tasarımcıların katıldığı sergide; sanat eserinin ve ürünün en önemli yapıtaşı olan “malzeme” ele alınıyor. Sergide, farklı disiplinler, malzemeler ve bakış açıları üst bir konseptte bir araya geliyor. Daha önce birbirini hiç tanımayan ya da birlike bir ‘çalışma’ya imza atmamış bir sanatçı ve bir tasarımcının birlikte bir “şey” üretmesi icin eşlestirilmesi seklinde kurgulanan sergide sanatçı ve tasarımcıların üretecekleri ‘ortak eser/ürün’ de sınırlama yapılmıyor, tamamen serbest bırakılıyorlar.

DAKAM 2015 BAHAR SEZONUNU KAPATTI DAKAM 2015 Bahar konferansları sezonunu SOCIOCRI ’15 ve ARCDESIGN ’15 konferanslarıyla kapattı. 2-3 Temmuz tarihlerinde gerçekleşen SOCIOCRI ’15 konferansında iki panel düzenlendi. Bilgi Üniversitesi’nden Ulaş Karan’ın moderatörlüğünü yaptığı ilk panelde Mücella Yapıcı (TMMOB Mimarlar Odası İstanbul), Özlem Zıngıl (Şeffaflık Derneği), Reşit Elçin (Greenpeace Türkiye) katıldı. İkinci panelde Emel Kurma (Helsinki Yurttaşlar Derneği, Türkiye), Hülya Gülbahar (EŞİTİZ), Remzi Altunpolat (KAOS GL) yer aldı. 6-7 Temmuz tarihlerinde gerçekleşen ARCHDESIGN ’15 konferansı bünyesinde düzenlenen panelde Kurtul Erkmen’in moderatörlüğünde, Hasan Çalışlar, Boran Ekinci, Tülin Hadi, Koray Malhan, Atilla Kuzu, Orhan Oktay (Barrisol) ve Selin Uysal (Vitra) tasarımda çağdaş yaklaşımlar üzerine konuştular.

DÜNYA BASIN FOTOĞRAFLARI SERGİSİ Bu yıl 58.’si düzenlenen World Press Photo 2015’te 131 ülkeden 5.692 fotoğrafçının gönderdiği 97.912 fotoğraf arasından dereceye giren ve sergilenmeye değer bulunan eserlerden oluşan sergi, 11 Ağustos Salı günü yapılacak açılışın ardından Forum İstanbul’da gezilebilecek. Yıl boyunca dünyanın farklı şehirlerinde sergilenen World Press Photo - Dünya Basın Fotoğrafları 2015, 2 Eylül’e kadar Forum İstanbul ziyaretçilerine açık olacak. Ayrıca bu yıl sergiye katılanlar, akıllı telefonları aracılığıyla fotoğraflar hakkında daha fazla bilgi alma fırsatı yakalayacak. Bu interaktif sergi deneyimini yaşamak için herhangi bir uygulamayı indirmek gerekmeyecek. Sergide, bu yıl bir Türk fotoğrafçıya hem birincilik hem üçüncülük getiren iki fotoğraf da yer alacak. 2003 yılından bu yana Avrupa Basın Ajansı (EPA) için çalışan Sergei Ilnitsky, Forum İstanbul’daki serginin açılışında 11 Ağustos günü fotoğraf tutkunlarıyla bir araya gelecek.

6

KULTURA


GORAN BREGOVIC, İSTANBUL’DA

AVANTGARDE AKIMININ RÖNESANS’I “ZERO” İSTANBUL’DA II. Dünya Savaşı sonrası avantgarde sanat akımının en önemli isimleri, Eylül ayında Akbank Sanat ve SSM işbirliğiyle sanatseverlerle buluşuyor. Sergi, ZERO akımı kurucuları Heinz Mack, Otto Piene, Günther Uecker’in eserleri ile akıma dahil olmuş önemli sanatçılar Yves Klein, Piero Manzoni ve Lucio Fontana’nın farklı tekniklerde ürettiği toplam 110 eseri bir araya getirecek. Küratörlüğünü ZERO Vakfı Yöneticisi ve küratör Mattijs Visser’in üstleneceği sergide, ZERO akımının omurgasını oluşturan “Zaman”, “Boşluk”, “Renk” ve “Hareket” gibi ana temalar etrafında, akımın günümüze kadar ulaşan etkilerinin kapsamlı bir temsili oluşturulacak. Sergi, 2 Eylül 2015’te küratör Mattijs Visser eşliğindeki sergi turu ile başlayacak.

İSTANBUL’A YENİ AÇIK HAVA SAHNESİ

‘Ramazanda Caz’ ve ‘İstanbul Caz Festivali’ ile kapılarını ilk kez açan UNIQ Açık Hava Sahnesi, müzik ve gösteri dünyasını İstanbullu seyircilerle buluşturuyor. Rumeli Hisarı ve Kuruçeşme Arena konser alanlarının kapanışlarıyla oluşan boşluk, artık UNIQ Açık Hava Sahnesi’yle dolduruluyor. Orman havasıyla birleşen konser keyfini sevenler, UNIQ Açık Hava Sahnesi’nde aradığını buluyor. Ayakta kapasitenin 3000, oturmalı kapasitenin 1.500 kişi olduğu alan, gerekli durumlarda iki katı kapasiteye açılabiliyor. Önümüzdeki günlerde hem Türk sanatçıların konserlerine, hem ses getirmiş tiyatro oyunlarına ev sahipliği yapacak UNIQ Açık Hava Sahnesi, sinema geceleri için de geri sayımı başlatıyor. Müzikseverlerin heyecanla beklediği Turkcell Yıldızlı Geceler, Pera Event organizasyonuyla Harbiye Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesi’nde, yerli yıldızların yanı sıra, dünyaca ünlü yabancı yıldızlara da ev sahipliği yapacak. Yönetmen Emir Kusturica ile yaptığı ortaklıkla birlikte, imza attığı film müzikleriyle tüm dünyada milyonlarca hayran kitlesine ulaşan Bregovic, 11 Ağustos akşamı Harbiye Açıkhava Sahnesi’nde olacak. Wedding and Funeral Band ile verdiği konserlerde izleyicisine son derece keyifli anlar yaşatan efsane isim, geçmişten günümüze en sevilen eserleriyle müzikseverlere unutulmaz bir gece yaşatacak.

KULTURA

7


ZAZ’A YOĞUN İLGİ “Edith Piaf’ın tahtına aday gösterilen, ülkesinde ve Avrupa’da En Beğenilen Fransız Şarkıcı”unvanına sahip olan ve 3 yıl aradan sonra tekrar İstanbullu müzikseverlerle buluşmaya hazırlanan Fransız yıldızın, konser biletleri günler öncesinden tükendi. “Je Veux” adlı şarkısıyla uzun süre müzik listelerinde ilk sırada kalmayı başaran Zaz, 2014 yılında çıkardığı son albümü “Paris” ve sevilen şarkılarından oluşan bir repertuar ile Turkcell Yıldızlı Geceler sahnesinde, unutulmaz bir müzik şöleni yaşatacak.

AĞAÇ DERYASINA SEYAHAT

FEST Travel’dan Karadeniz kıyısına paralel uzanan Küre Dağları ve bölgenin en yükseği Ilgaz Dağı’na yolculuk, muhteşem biyolojik çeşitlilik için bir keşif gezisi… Ilgaz Dağı’nın en yüksek tepeleri Büyükhacet ve Küçükhacet, Küre Dağları üzerinde çok geniş bir araziye yayılan Küre Dağları Milli Parkı zengin bitki örtüsü ve çeşitliliği ile bu gezi programında yer alıyor. Ayrıca milli parkı gezerken doğa turizmi için önemli ziyaret merkezlerinden ikisi; Valla Kanyonu ve Ilıca Şelalesi önemli duraklama noktalarından birisi. Özellikle şelale, oluşturduğu havuz etrafında bulunan çok sayıda ağaç ve bitki örtüsü ile pek çok gezginin dikkatini çekiyor.

8

KULTURA

D-MARIN TURGUTREIS ULUSLARARASI KLASİK MÜZİK FESTİVALİ

D-Marin Turgutreis Uluslararası Klasik Müzik Festivali’nin 11’incisi bu yıl 15-19 Ağustos tarihleri arasında düzenleniyor. Festivalin açılış konseri, Türkiye’ye ilk kez gelecek dünyaca ünlü şef Charles Dutiot yönetiminde, dünyanın en saygın orkestralarından İngiliz Kraliyet Filarmoni Orkestrası ile Rus piyano geleneğinden gelen büyük virtüöz Denis Matsuev ile seyircilerle buluşacak. Bu yıl ilk defa D-Marin Turgutreis Uluslararası Klasik Müzik Festivali’ne ev sahipliği yapacak Bodrum Kalesi’nde, filmlere yaptığı unutulmaz müziklerle tanınan Eleni Karaindrou, Ender Sakpınar şefliğinde İstanbul Sinfonietta ile sahne alacak. Fazıl Say, çağdaş hikâyeciliğe yaptığı katkılarla Türkiye edebiyatında bir dönüm noktası sayılan Sait Faik’i ölümünün 60. yılında anarak bu kez de notalarda ölümsüzleştirecek.


DÜNYA MÜZİK HARİTASI

BBC EARTH’TEN YENİ BELGESEL DİZİSİ BBC Worldwide adına BBC Earth için çekilen ilk özgün belgesel dizisi Extreme Weather yayına hazır. Extreme Weather’da dünyayı dolaşırken acımasız hava koşullarının kurbanı olan gezginlerin nefes kesen hikayelerini öğrenip bu esnada çektikleri akıl almaz görüntüleri izlerken, fırtına bilimciler bu insanların nasıl mucizevi bir şekilde hayatta kalabildiklerini açıklıyor. BBC Earth Özgün (Yapımlar) Satın Alma Departmanı Başkan Yardımcısı Julie Swanston “BBC Worldwide ve Channel 5’in bu iş birliği, Earth Unplugged kuşağındaki ilginç ve heyecanlı yapımların güzel bir örneği: Macera, sıra dışı karakterler ve herkesin ilgisini çekecek konular” dedi.

1000’in üzerinde şehirde dinlenen 20 milyara yakın şarkıyı analiz eden Spotify, “Dünya Müzik Haritası”nı müzikseverlerin hizmetine sundu. Haritaya göre Türkiye’de bu yaza damgasını vuran sanatçılar Ceza, Gülşen, Sıla. Dünya genelinde hip hop müzik türünün etkisi görülürken yerli müziklerin de bir adım önde olduğu bir gerçek. New York’lular en çok The Chainsmokers dinlerken Berlin’in tercihi Mia, Londra’nın ise Jamie xx oldu. İstanbul, İzmir, Eskişehir ve Adana’nın da aralarında bulunduğu birçok Anadolu kentinde ise yaza damgasını Ceza vurdu.

360 İSTANBUL’DA GÜNDEN GECEYE 360İstanbul için özel geliştirilen “Day To Night” Projesi, içinde farklı disiplinlerden eserler bulunduran, zaman zaman canlı performansların da yer alacağı 360 derece sanat içeren, sergi merkezli yeni bir iletişim projesi olacak. İstanbul gece hayatının her daim popüler mekanı 360İstanbul’da, “şaşırtıcı” bir tür “sergi/eylem” gerçekleştirmek hedefimiz. Farklı disiplinler İstanbul’un gücünü/güçsüzlüğümüzü// güçsüzlüğünü/gücümüzü gözlemleyip yorumluyor, sergileme tavanda, tabanda, mekanın dört bir yerinde oluyor. Sergiye katılan sanatçıların İstanbul yorumlarını 360 İstanbul’un eşsiz atmosferinde deneyimlemek mümkün.

KULTURA

9


FIGHT CLUB MÜZİKALE DÖNÜŞECEK

CHRISTOPHER NOLAN’IN GÖZÜNDEN QUAY KARDEŞLER Sinema dünyasının çok tutulan yönetmenlerinden Christopher Nolan’ın yeni filmi 19 Ağustos’ta prömiyerini yapacak. Bu sefer kısa belgesel formatında olan film Quay Kardeşler’in hikayesini konu ediniyor. Stephen ve Timothy Quay yönettikleri animasyon filmleriyle tanınan ikiz kardeşlerdir. Film, New York Film Forum’da Quay kardeşlerin diğer yapımları In Absentia (2000), The Comb (1991) ve Street of Crocodiles (1986) ile birlikte gösterildikten sonra Nolan ve Quay Kardeşler ile soru-cevap etkinliği olacak.

ARCADE FIRE’LI BEYAZ PERDE

Efsane filmlerin arasında olan ve başrollerinde Edward Norton, Brad Pitt ve Helena Bonham Carter’ın olduğu Fight Club, Julie Taymor tarafından müzikale uyarlanacak. Julie Taymor, Lion King’i Broadway’e uyarlayıp iki Tony kazanmış, Spider-Man’i müzikal olarak sahneye koymuş ve Across the Universe filmini yönetmişti. Filmin yönetmeni David Fincher, yıllar öncesinden filmi Broadway’e taşıyacağı müjdesini vermişti. Bu projenin filmin 10.yılında (2009) yapılacağı iddia edilmişti ama bu iddia gerçekleşmemişti. Geçtiğimiz ay filmin yazarı Chuck Palahniuk, gazeteci Jeff Goldsmith’e yaptığı açıklamayla projenin gerçekleşeceği haberini verdi. Müzikale rock opera olarak uyarlanacak olan filmin müziğini, Fincher ile son üç filminde birlikte çalışan Oscar ödüllü rockçı Trent Reznor yapacak.

10

KULTURA

Son stüdyo albümleri Reflektor’u 2013 yılında çıkarmış olan Arcade Fire, iki yıl aradan sonra sevenleriyle bir sinema filmiyle buluşmaya hazırlanıyor. Flying Lotus ve Kendrick Lamar ile de çalışmış olan Hint asıllı yönetmen Kahlil Joseph’in yönetmen koltuğuna oturduğu The Reflektor Tapes isimli film 24 Eylül’de gösterime girecek. Film belgesel niteliğinde, Arcade Fire’ın kendine has üslubuyla müzik ve diğer sanat dallarıyla buluşmasını konu ediniyor. Filmin fragmanı ve Reflektor albümünden Porno adlı parça için çekilen kesiti internette bulmak mümkün.


KAMPANYADA SON 1 AY

MÜZİK LİSANSLANMASINDA

FIRSAT Türkiye Otelciler Federasyonu (TÜROFED) ve Müzik Meslek Birlikleri MESAM, MÜYAP, MSG, MÜYORBİR arasında yapılan protokol ile yeni dönem kampanya indirimli fiyatlarla başladı. 31 Ağustos 2015’e kadar Müzik Lisanslama Birliği’ne başvuran otel işletmecileri, yıldızlarına göre bu kampanyadan faydalanabilir.

MÜZİK LİSANSLAMA BİRLİĞİ: 0 212 243 82 14

KULTURA

11


ÖZEL TASARIM GITARLAR: PRISMA GUITARS

UÇAN KAYKAY LEXUS Marty McFly Geleceğe Dönüş 2’de DeLorean’a atlayıp 1989 yılından 2015’e gittiği zamanlarda herkes 2015’i dört gözle beklemeye başlamıştı… 2015’in sonlarına doğru güzel haber aslında bir araba firması olan Lexus, Lexushover isimli yeni bir uçan kaykay modeli üzerinde çalıştığını belirtti. Herkese, 2015 yılında, her yerde uçan kaykay göreceğini düşündüren filmden sonra çoğu kişi hayal kırıklığına uğramış olsa da bu haber bir parça iç rahatlatıyor. Lexushover ile ilgili iki video da yayınlayan firma, uçan kaykayı test etmek için profesyonel kaykaycı Ross McGouran’la iş birliği yaptı. Yıllardır merakla beklenen uçan kaykay 5 Ağustos’ta meraklılarıyla buluşacak.

Nick Poufard adlı genç endüstriyel tasarım öğrencisi, müzisyen ve kaykaycı tüm marifetlerini birleştirerek el yapımı gitarlar üretiyor. Kullanılmış veya hurdaya çıkmış eski kaykay tahtalarını kullanarak ortaya çıkardığı eşsiz, el yapımı gitarlar üreten 22 yaşındaki gencin müşterileri arasında Iron Maiden’ın bas gitaristi Steve Harris gibi isimler var. Ünü hızla yayılan sanatçı bu projesine Prisma Guitars adını vermiş.

SÜPER KAHRAMANLAR HIP-HOP’ÇU OLUYOR Marvel her ay varyant kapaklarında bir tema belirleyerek o temaya uygun kapaklar çizgi romanlarda yerini alıyor. Ekim ayı için seçilen tema ise Hip-Hop. Bu tema için hip-hop dünyasında yer alan önemli isimlerin albüm kapaklarından ilham alındı. 50 adet olması planlanan serinin ilk örnekleri ise şimdiden yayınlandı. Yayınlanan kapaklara bazı kitleler “Marvel siyahi kültürünü kendi çıkarları için kullanıyor” düşüncesiyle tepki çekince, Marvel’in yazı işleri müdürü Axel Alonso açıklamada bulundu: “Bu inisiyatifi başlattığımızda eleştiride bulunacakların olduğunu biliyorduk[…] Bunun çizgi romanlarda çeşitlilik hakkında daha geniş tartışmaları çekecek bir paratoner olacağı hakkında konuştuk. Ben de öyle olsun o zaman dedim[…] Bütün çizgi roman endüstrisi geniş çapta çeşitlilikten faydalanıyor ve editörlerim- ki kendileri de etnik olarak çeşitliler- bunu biliyor.”

12

KULTURA


MOUNTAIN AT MY GATES KLİBİNDE SPHERICAL TEKNOLOJİSİ Foals, 28 Ağustos’ta yayınlanacak albümünde yer alan Mountain at My Gates adlı parçaları için hazırlanan video klibi sevenleriyle paylaştı. Klibin yönetmenliğini, daha öncede pek çok kez birlikte çalıştıkları yönetmen Nabil Elderkin üstlendi. Mountain at My Gates klibini diğer kliplerden ayıran özellik ise 360 derece izlenebiliyor olması… GoPro’nun Spherical isimli sanal gerçeklik teknolojisiyle çekilen klibi W,A,S,D tuşlarıyla ya da mouse’u hareket ettirerek 360 derecelik bir açıyla izleyebiliyorsunuz. YouTube uygulamasında izlenmesi gereken klibi, destekleyen bir ekranınız varsa 4K çözünürlüğünde de izleyebilirsiniz.

FRANK ZAPPA BELGESELİ İÇİN KOLLAR SIVANDI

SIMPSON’IN BİRASI GERÇEK OLUYOR

Dünyanın ilk rock operası yaparak tarihe geçen Frank Zappa’nın hayranı olan Alex Winter, hazırlayacağı belgeseli 2017 yılında yayınlamayı planlıyor. Bu proje için bir hayli heyecanlı olduğunu dile getiren yönetmen Zappa ailesiyle görüşüp anlaşmış. The Lost Boys, Bill & Ted gibi filmlerin; Deep Web, Downloaded gibi belgesellerin altında imzası olan Winter, filmin yol göstericisi olarak Frank Zappa’nın orijinal sözlerini kullanarak filmi onun ağzından anlatacağını açıkladı.

Animasyon dizisi Simpsonlar’ın babası Homer Simpson’ın adeta su gibi içtiği hayali bira markası Duff gerçek oluyor. Duff’ı gerçek hayata taşıma fikri yeni bir fikir değil, yıllardır Duff markasının telif haklarını almak için uğraşan bire üreticileri vardı. Üreticiler her defasında FOX kanalının ve yapımcıların engeline takılırken bir yandan da lisanssız Duff ürünleri satılıyordu. FOX kanalı sonunda işe razı olunca Duff biraları projesi hayata geçirilmeye başlandı. Şu sıralar FOX kanalı üreticilerle görüşüp biranın tadı ve kalitesiyle ilgilenirken geriye bir tek tasarım ve ambalaj gibi işler kalıyor. Duff biraları görsel olarak dizidekinin birebir aynısı olacak. Biranın piyasaya çıkacak ilk yer olarak ise Şili seçildi. Bunun nedeni ise Şili’de çok fazla lisanssız Duff birası üretilmesi. Duff’ın daha sonra Avrupa ve ABD’de de piyasaya sürülmesi beklenmekte.

KULTURA

13


HAYAO MIYAZAKI İLK KEZ 3 BOYUTLU ANIMASYON YAPACAK Animasyonun en büyük ustalarından, Japon manga ve anime sanatçısı Hayao Miyazaki, oğlu Goro Miyazaki’nin yaptığı açıklamaya göre Ghibli Museum için kısa film üzerinde çalışıyor. 50 yılı aşkın bir süredir animasyon dünyasında olan büyük usta yapacağı dijital animasyon film ile de bir ilki yaşayacak. El çizimleriyle tanınan sanatçı yapacağı bu kısa film ile ilk kez üç boyutlu film yapmış olacak. Time dergisinin “dünyanın en etkileyici insanları” listesine de girmiş olan sanatçının, üç yıldır üstünde çalıştığı dijital animasyon filmi 10 dakika uzunluğunda olacak. Film Boro adlı bir tırtılın hikayesini konu ediniyor. Gösterim tarihi henüz netleşmese de ilk olarak Japonya’daki Gibli Museum’da gösterilecek.

AMY REKOR KIRDI

Asif Kapadia’nın imzasını taşıyan Amy Winehouse’un son günlerini konu edinen belgesel geçtiğimiz ay vizyona girdi. Gösterime girdiği ilk hafta İngiltere’de 519 bin Euro hasılat eden belgesel rekor kırdı. Amy İngiltere’de “ilk haftasında en çok hasılat yapan film olurken, dünya çapında ise “ilk haftasında en çok hasılat yapan ikinci belgesel” oldu. Belgeselde Amy Winehouse’un perde arkasındaki hayatına ait amatör denilebilecek görüntüler de bulunuyor.

14

KULTURA

SANATI SUDA HAYAT BULUYOR New Yorklu sanatçı Ray Bartkus son günlerde adından çok bahsedilen bir isim. Sanatçı Litvanya’nın Marjampole şehrinde gerçekleştirdiği duvar resmi ile sanata yeni bir bakış açısı kazandırıyor. Uluslararası Mimarlar Günü onuruna gerçekleştirdiği projede, göl kenarında bulunan mavi renkli bir evin duvarına figürlerini ters çizmiş. Resmi düz görmek içinse yapmanız gereken tek şey göle bakmak. Doğayı tuval olarak kullanan sanatçı gerçeği yansımadan görmemizi sağlıyor.


GORILLAZ’IN GERİ DÖNÜŞÜ

İngiliz müzik grubu Blur’un solisti Damon Albarn, Blur’un 12 yıl aradan sonra yayınladığı The Magic Whip’in turnesiyle dünyayı dolaşırken bir yandan da Gorillaz’ın yeni albümü için stüdyoya girmeye hazırlanıyor. Gorillaz’ın son albümü 2011 yılında iPad ürünü The Fall’ı yayınlamış ve son birkaç yıldır grup içinde yaşanan fikir ayrılıkları sebebiyle, projenin devam etmeyeceği düşünülmüştü. Yapılan açıklamaya göre Damon Albarn ve Jamie Hewlett kesin olarak dönüş yapacak ve albüm 2016 yılında piyasaya çıkacak.

3 BOYUTLU KIZIL GEZEGEN

Güneş sistemi sıralamasında dördüncü konumda olan Mars’a, Nasa’nın planlarına göre 15 yıl sonra ilk kez bir insan ayak basacak. Bilim kurgu filmlerinin göz bebeği olan gezegeni Google Earth benzeri bir şekilde incelenmesi için Nasa Terk isimli bir web sitesi kurdu. Sitede 2 ve 3 boyutlu olarak Mars Global Surveyor’dan elde edilen görüntüleri incelemek mümkün. Harita üzerinde Nasa’nın isimlendirdiği alanların üzerine tıklayarak koordinat bilgileri, türü, boyutu gibi çeşitli bilgilere de ulaşılabiliyor. Aynı zamanda yüksek çözünürlükte detaylı fotoğraflar sayesinde şekilleri ve alanları daha net görebiliyorsunuz. Haritada yerleri kendiniz keşfedebilir ya da arama kutusundan incelemek istediğini noktaya da kolaylıkla ulaşabilirsiniz.

HURDADAN GÖZLÜK OLUR MU? Cyrus Kabiru Kenya’nın başkenti Nairobi’de yaşayan heykel ve resim alanında iddialı bir sanatçı. Kabiru gençlik yıllarından beri gözlüklere karşı çok ilgili olmasına rağmen, baskıcı babası yüzünden hiçbir zaman gerçek bir gözlüğe sahip olamamış. Şimdilerde ise hurdalıktan topladığı eşyalarla birbirinden farklı gözlükler tasarlıyor. Tasarıma meraklı olan sanatçı gözlüklerini hurdalıktan topladığı eşyalardan yapmasının sebebi olarak da doğayı sevdiğini ve onun daha fazla kirlenmesini istemediğini bu yüzden hurdalara bir şans verdiğini söylüyor. Geri dönüşüm ve tasarımı birleştiren sanatçının enteresan gözlükleri kişisel web sitesi www.cyruskabiruart.tumblr.com’dan incelenebilir.

KULTURA

15


Türk Özgün Müziği’nin güçlü sesi Onur Akın ile müzik hayatı, son albümü “Kanatlarımda Kaldı Bahar” ve telif hakları üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.

Emir Bozkurt

16

KULTURA

Eray Evren


KULTURA

17


SANAT HAYATI ÖYKÜNMEYLE BAŞLAR.

Türk özgün müziğinin büyük isimlerinden, öğretmen bir baba ve ev hanımı bir annenin altıncı ve son çocuğu olan Onur Akın, 1967’de Bitlis’in Ahlat ilçesinde dünyaya geldi. Babasının tayini nedeniyle henüz 3 aylıkken İstanbul’un Beykoz ilçesinde yaşamaya başladı. İlkokulu Paşabahçe İlköğretim Okulu’nda, ortaokulu Paşabahçe Ortaöğretim Okulu’nda ve liseyi Paşabahçe Ferit İnal Lisesi’nde okudu. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Bölümü’nden mezun olan Onur Akın’ın müzik hayatı 1987’de Grup Baran’ı kurmasıyla başladı. Grubun ilk albümü Yediveren 1989’da dinleyiciyle buluştu. 1991’de Grup Baran’ın ikinci ve son albümü olan Kuytuda Başak yayımlandı ve Onur Akın 1991’den sonra solo

18

KULTURA

albümler çıkarmaya başladı. Müzik geçmişindeki 30 yılını 400 beste ile taçlandıran Onur Akın, son albümü ‘’Kanatlarında Kaldı Bahar’’ da, dinleyiciyi; müziğin ayak basılmamış kıyılarına görselliği ile de götürüyor. “Ah Kalbim” isimli şarkının klibine ödüllü yönetmen Caner Erzincan’ın farklı görselliği eşlik ediyor. Çektiği ‘’Mar’’ adlı sinema filmi ile yurt içi ve yurt dışı film festivallerinde birçok ödül alan ve son çektiği ‘’Yeni Dünya’’ adlı filmi ile de uluslararası festivallerde ülkemizi temsil eden genç yönetmen Caner Erzincan, sanatçı Onur Akın için yönetmen koltuğuna oturdu. Özellikle su altı çekimleri ile dikkat çeken klipte balerin Asya Mehmedova’nın performansı izleyenleri etkilemeyi başarıyor. Şarköy ve çevresinin muhteşem doğası ile keyifli bir görsel

şölene dönüşen klip Onur Akın’ın 16. albümü için hazırlanan ilk klip ünvanını taşıyor. Televizyon ekranlarında yoğun ilgi gören klip için sanatçı Onur Akın “Sözleri Ahmet Selçuk İlkan ve Hasan Öztürk’e, bestesi ise bana ait olan ‘Ah Kalbim’ adlı şarkıya çekilen klipte Caner Erzincan’la çalışmak çok büyük keyifti. Kendini sanatıyla uluslararası mecrada da kanıtlamış bir yönetmenle çalışmış olmak müzik dinleyicisine ve izleyiciye estetikte cesaret verecektir.” dedi. Onur Akın, dönemine tanıklık etmeyen, çağını anlamayan ve anlatmayan, sorgulamayan, hayata eleştirel bakmayan, aynı zamanda üretmeyen insanın sanatçı olamayacağını söyledi. Dergimize röportaj veren sanatçı; medya, sanat ve telif hakları konularında da ilginç açıklamalar yaptı.


“Dönemine tanıklık etmeyen, çağını anlamayan ve anlatmayan, sorgulamayan, hayata eleştirel bakmayan, aynı zamanda üretmeyen insan sanatçı olamaz.” O.A.: Onur Akın E.B.: Emir Bozkurt

noktası üniversite 1. sınıfta bestecilik yanımın açığa çıkmasıdır.

E.B.: Müzik hayatınızı, çok bilinmesine rağmen kısaca anlatır mısınız? O.A.: Her şey çocukluğumda başladı. Babam köy enstitüsü çıkışlı bir öğretmendi. Mandolin çalardı ve müzik derslerini mandolinle verirdi. Bir ağabeyim müzik öğretmeni ve solistti. Eline hangi enstrümanı verseniz çalardı. Diğer ağabeylerim de öyle, müziğe aşina insanlardı. Çokça sazın çalındığı ve çokça şarkının türkünün söylendiği bir aile ortamında büyüdüm. Altı erkek kardeşin de en küçüğüydüm. İlkokulda mandolin çalarak başlayan serüvenim, ağabeyimin bağlamasını önce kırarak sonra çalarak devam etti. O gün bugün saz çalıp, şarkılar ve türküler söylüyorum.

E.B.: Bestecilik yeteneğiniz müzik hayatınıza nasıl bir yön verdi? O.A.: Sanat hayatı öykünmeyle başlar. Mutlaka örnek aldığınız rol modelleriniz olur. Ben de sol kökenli bir aileden gelen müzisyen olarak ozanlar geleneğini ve onların çağdaş yorumlarını çok yakınen takip ettim, dinledim ve biriktirdim. Kimler derseniz; Aşık Mahzuni Şerif, Neşet Ertaş, Ruhi Su, Zülfü Livaneli, Cem Karaca ve Edip Akbayram gibi. Ama besteci olarak beni en çok etkileyen gençlik yıllarımda Zülfü Livaneli olmuştur. Ayrıca 1985’li yıllar Ahmet Kaya’nın da çıktığı ve ortalığı kasıp kavurduğu yıllardı. 18 yaşında bir genç olarak hepsinin karışımı bir tarzla, üniversite kahvemizin ocakçısı Aşık Garibi’nin toplumsal içerikli şiirlerini besteleyerek başladım. Bu yaptığım amatör besteler, üniversite gençliği içerisinde ses getirince, tanınmış usta şairlerin şiirlerini bestelemekle devam ettim. Zaman içerisinde kendi müzikal kimliğimi ve tarzımı yarattım. İlki 1989’da Grup Baran’la olmak üzere bu zamana kadar 16 albüm ve dört yüze yakın beste yaptım.

E.B.: Peki profesyonel müzik hayatınız ne zaman başladı? O.A.: Profesyonellikten kastınız yaptığınız işten para kazanmaksa lise yıllarında başladı. Tanınmış tanınmamış birçok sanatçıya bağlamamla eşlik ettim. Müziğin icra edildiği her ortamda bağlama çaldım. Fakat benim müzik hayatımdaki kırılma

KULTURA

19


E.B.: Bu geçen yıllar size bir toplumsal misyon da yükledi. Bunu sanatçının tanımıyla da birleştirirsek ne dersiniz? O.A.: Sanatçının birçok tanımı var. Ama en bilinen tanımlardan birisi; sanatçı çağına tanıklık eden, dönemine dair ürün veren, belge bırakan insandır. Aynı zamanda zeka oynaklığını uğraş verdiği sanat alanında kullanan insandır. Bu sanatçı tanımlarından yola çıkarsak, dönemine tanıklık etmeyen, çağını anlamayan ve anlatmayan, sorgulamayan, hayata eleştirel bakmayan ve üretmeyen insan sanatçı değildir. Sanatçı kavramı, günümüz popüler kültürünün içinde boşaltılmış olsa da, bu tanımı hak eden ve bu misyonu yerine getiren yüz akımız sanatçılarımız da olmuştur her sanat dalında. Benim de örnek aldığım insanlar bu misyonu taşıyan ve bu nosyona sahip sanatçılar oldu. Müziğe ve sanata popüler kültürün dayatmalarının hep dışında baktım. Ve bu topluma, bu topraklara, binlerce yıllık bu kültüre layık olmaya çalışıyorum. Sanatçı mıyım değil miyim buna zaman ve tarih karar verecek. E.B.: Bir gazetecilik mezunu sanatçı olarak medyayla ilişkiniz nasıl oldu? O.A.: Yaptığım iş kitle iletişimin bir parçası. Ben de insanların yüreklerine, beyinlerine ve hayatlarına iz bırakmaya çalışarak, müziğimle geniş kitlelerle iletişim kuruyorum. Onlara şiir gibi bir hayatın, daha güzel bir dünyanın düşünü kurdurmaya çalışıyorum. Gazeteci de olsam aynı şeyi yapardım fakat şundan çok eminim ki; yaşadığımız süreçte işsiz gazeteciler ordusunun bir mensubu olurdum. Benim şansım eğitimini aldığım gazeteciliğin yanında çocukluğumdan

20

KULTURA


beri ruhuma işlemiş müzik gibi bir dostumun oluşuydu. Şu ortamda onuruyla gazetecilik yapanlara da selam olsun. Tarih onları da yazıyor. E.B.: Toplumun magazin gazeteciliği algısı hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? O.A.: Magazin; hayatın renkli yüzüdür. Toplumun büyük bir kısmı bir şekilde öne çıkmış insanların özel hayatlarını da merak eder. Bu ihtiyacı magazin gazeteciliği karşılar. Burada sorun, magazin basının özel hayatımıza ne kadar girip girmeyeceği konusudur. Sizin istediğiniz ve belirlediğiniz sınırlar içerisinde sunulan magazin anlayışında bir sorun yoktur. Fakat günümüzdeki magazin anlayışı; medyanın ve popüler kültürün dayattığı paparazziciliğin ötesine

geçemiyor. Bu da çoğu zaman özel hayatlara tecavüz ve saygısızlık yaratıyor ki ben buna karşıyım. Eğer hayatın her hangi bir alanında sizi popüler kılan üretiminiz sağlam değilse magazin sizi bir süre taşır sonra bırakır. Yani magazinle gelen magazinle gider. E.B.: Son albümünüz “Kanatlarında Kaldı Bahar” çokça beğenildi. Diğer albümlerinizden farkı nedir? O.A.: Aslına bakarsanız 30 yıldır süre gelen Onur Akın çizgisinin bir devamı diyebiliriz. Fakat her albümde ve her yeni beste de söylediğim gibi bu albümde de dinleyicilerimi, müziğin ayak basılmamış yepyeni kıyılarına çıkartıyorum. Yepyeni şiirlerle, yepyeni rüzgarlarla ve yepyeni yelkenlilerle.

E.B.: Altı yıldır Müyorbir yönetim kurulu üyesisiniz. Müzik sektörünün ve telif haklarının geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz? O.A.: Hayata bakışımdaki en kutsal değer, emeğe saygı olmuştur. Ben yıllar önce demiştim ki; yüreklerinizin maden ocaklarında kömür çıkartan bir maden işçisiyim. Hayat ısınsın diye. Yani bir maden işçisi, bir fırın emekçisi, bir postacı, bir terzi, bir gazeteci hayatı bir yerinden tutup nasıl paylaşıyorsa, onların da hayatlarını güzelleştiren, çok önemli bir emekçidir müzisyenler. Bütün emekçilerin haklarına nasıl saygılıysak, müzik emekçilerinin haklarına da o kadar saygılı olmalıyız. Müzik olmazsa hayat buz keser. O yüzden müziğimi çal, emeğimi çalma diyoruz Müyorbir olarak.

KULTURA

21


SATIN EŞEK SIPALARI KUTSAL EVCİMEN - SİNAN GÜNGÖR

Türk Halk Müziği’nin protest isimlerinden Kutsal Evcimen ve Sinan Güngör ile, yaklaşık otuz yıl önce bestelenmiş olan ve günümüzde sanatçılar ile siyasetçiler arasında sorun olmaya devam eden “Satın Eşek Sıpaları” şarkısını ve Türkiye’nin müziğe bakış açısını konuştuk. Emir Bozkurt

22

KULTURA

Eray Evren


K.E.: KUTSAL EVCİMEN S.G.: SİNAN GÜNGÖR E.B.: EMİR BOZKURT

E.B.: Önce kısaca kendinizi tanıtmanızla başlayalım mı? K.E.: Ben aslen Tokatlıyım, 1975 yılında İstanbul’da doğdum. Kendimi bildim bileli halk müziğinin ve bağlamanın içindeyim. Alevi bir aileden geldiğim için evimizde cemler, muhabbetler çok olurdu. Dedem ve babam saz çalardı. Direkt onların etkisinde kaldığım için de bağlamaya karşı böyle bir zaafım oldu. Kendimi bildim bileli de elimde hep bağlama vardır. Bunu 1995 yılına kadar amatör bir şekilde sürdürdüm. 1995’te İTÜ Devlet Konservatuarı’nı kazandım. 1995-2002 yılları arasında bir sürü konserler, programlar, kendimizi geliştirici etkinliklerde bulunduk. 19981999 yılları gibi de Cem & Kutsal adında bir grup kurduk ve Dağlar Kızı diye bir albüm yaptık. Bu albümde Erdal Erzincan ve Tolga Sağ’ın çok büyük emekleri var. Bizim piyasaya girişimizi çok hızlandırdılar. Daha sonra yurtiçi ve yurtdışı konserler başladı. En önemlisi Japonya’ya gitmemizdi, dört kişilik bir grup ülkemizi temsil ettik. Yirmi gün boyunca Japonya’nın dört beş yerinde konserler verdik, Asya Festivali’ne katıldık. 2001 yılında Kutsal Evcimen Müzik Merkezi’ni açtım. O tarihten bugüne doğduğum buyuduğum mahallede hizmet ediyorum. 2003’te Ahuzar adındaki ilk solo albümümü yaptım, yine Erdal Erzincan’la çalıştım. 2008 yılında kendi yönettiğim Vay Deli Gönül albümümü yaptım. 2014 yılında da sevgili Sinan Güngör’le Eşşek Sıpaları diye üç eserlik bir single yaptık. Aslında Sinan’la böyle bir projemiz yoktu. Bu türkünün ülke sorunlarına da yer vermesi sayesinde bir birliktelik doğdu. Yaklaşık üç yıl önce de stüdyomuzu açtık ve kendi firmamızı kurduk, Evcimen Müzik’i. Hem stüdyoyu hem firmayı birlikte sürdürmeye çalışıyoruz.

S.G.: Ben Sinan Güngör, 1983 Erzincan doğumluyum. Köyde doğdum büyüdüm. İlkokul beşe giderken, 1993’te İstanbul’a taşındım. Müzikle tanışmam da İstanbul’a geldikten sonra oldu. O dönem TRT 2’de klasik müzik konserleri olurdu. Ben de izlerken “Tamam ben bu aleti çalacağım.” diye gitara başladım, gittim Unkapanı’ndan gitar aldım. Daha sonra dört yıl sonra Grup Munzur’da çalışmaya başladım. O dönem besteler yapıyordum, bu bestelerim grubumuzun albümlerinde okundu. Kendim aranjeler yapmaya başladım. O dönem Ramazan Şirin’den özel armoni dersleri aldım. Üç-dört albüm Grup Munzur’la çalıştım. Liseyi bitirdikten sonra, grupla yollarımızı ayırdık, daha bireysel çalışmaya başladım. Değişik sanatçılara ve gruplara aranjeler yapmaya başladım. Efkan Şeşen’le uzun süre çalıştık, hem albümlerinde hem sahnede. Benim solo albümüm yok ama farklı çalışmalarda söylediğim parçalar var. Albümlerin hem aranjesini yaptığım hem de parçayı söylediğim çalışmalar oldu. Kutsal Abi ile birlikte ilk single çalışmamızı yaptık. Kendime akustik pop tarzında bir solo albüm yapıyorum şu anda. Birçoğu kendi bestelerimden oluşuyor. Ben 2006’da konservatuara girdim, Kocaeli Güzel Sanatlar’a. Gitar bölümünden mezunum. 2012’de mezun oldum, biraz uzatmalı oldum. Direkt atandım zaten, şu an kadrolu müzik öğretmeniyim. E.B.: İkiniz de çok erken yaşta müziğe başlamışsınız. Çok iyi bir müzisyen olmak için bu kadar erken yaşta başlamak şart mı yoksa daha sonra başlayıp da bu noktalara gelinebilir mi? K.E.: Daha sonra başlayıp bu noktalara gelen birkaç kişi var benim tanıdığım.

KULTURA

23


Biz bu türküyü bugün AKP zihniyetine söylüyoruz ama yarın başka bir partiye söylemeyeceğiz diye bir şey yok. Çok geç değil ama çok küçük yaşlarda, üç üçbuçuk yaşlarından itibaren başlanmalı. Anne babanın bilinciyle de alakalı. ben bir okul okudum ama sahnede ben aslında her zaman o küçüklüğümdeki muhabbetlerin avantajını hissediyorum kendimde. Okul akademik olarak tabii ki bir şekilde birikimdir ama sunuş, vitrin, bildiklerinizi karşı tarafa aktarma, özellikle halk müziğinde bu çok önemli. Tek bir bağlamayla yüzlerce binlerce kişiye konser veriyorsunuz. Bizim konserlerde çok büyük bütçeler yok. Çoğu zaman halk müziğinde tek bağlamayla konser vermek zorunda kalıyorsunuz. Düşünsenize bir saat iki saat boyunca tek başınızasınız sazınızla ve ordaki tansiyonu ayakta tutmanız gerekiyor. Burada sadece sizin bilgi

birikiminiz yetmiyor, ifadeleriniz, hal ve hareketleriniz, rahat olmanız, karşı tarafın algılayabileceği repertuar seçmeniz, bunların hepsi için erken başlamakta fayda var. Ne kadar tecrübe o kadar etkin olur bence. S.G.: Tabi enstrümanist olmak için küçük yaşta başlamanın çok büyük avantajları var ama bir müzik öğretmeni, müzik adamı olmak için gelenekten yetişip o müzik ortamında yoğrulmak çok önemli. Çok geç yaşta da başlanabilir ama hissiyat olarak onunla dolu olmak çok önemli bir şey. E.B.: Peki sizin öğrencilerinizden var mı böyle çok ciddi hevesli olan? Sizin sınıfınızdan sizin gibi müzisyen çıkar mı sizce? S.G.: Şöyle söyleyeyim, çok

öğrencim var benim aileleriyle birebir görüştüğüm. Bilirsiniz devlet okullarında müzik dersleri çok merdiven altı gibi görülen dersler olduğu için, yeteneğini hissettiğimiz öğrencilerin aileleriyle de birebir görüşüyoruz ama şu ana kadar ailesinin desteğini alan bir tane öğrencim çıkmadı. Çok uğraştım güzel sanatlara yönlendirmek için. Bu yıl bir öğrenci var, bakalım ailesiyle hala görüşüyorum, ikna etmeye çalışıyorum. E.B.: Ailelerdeki bilinç hala eski kafa değil mi? S.G.: Evet. Çünkü biliyorsunuz TEOG sınavı var, ortaokul üçüncü sınıfta girdikleri, oradan aldıkları puanlarla liseye yönlendiriliyor öğrenciler. TEOG ortalamalarına bakıyorsun, düşük ama müzikteki kabiliyeti yüksek. Orada başarılı olacağını biliyorsun ama aileleri bu konuda ikna etmek biraz zor. K.E.: Benim otuzun üzerinde konservatuar kazanmış öğrencim var. Daha da fazla olabilir, şimdi tam hatırlamıyorum. Bunların içinde İstanbul Teknik Üniversitesi var, iki kişi Marmara kazandı, Sakarya Üniversitesi, Antep, Ege… Şu an benim artık müzik merkezlerindeki ders verme olayımı birebire, özele döndürdüm. Yaklaşık onaltı onyedi öğrencim kaldı. Çünkü vaktim yok ders vermeye. Bitirmek de istemiyorum ama stüdyo ve konser çalışmalarıma ağırlık vermek istiyorum. O öğrencilerle bir koro kurup, belki fark yaratabilecek ya da gene sıradan

24

KULTURA


ama en azından doğru şeyleri tekrar eden küçük bir topluluk yaratmayı düşünüyorum. Ders vermenin üretime çok katkısı olduğunu da düşünüyorum. Ders verirken enerjinizi her zaman tazeliyorsunuz. Bazen yaptığınız işten bıkıyorsunuz, ders vermek insanı bence yeniliyor, o yüzden tamamen bırakmak istemiyorum. E.B.: Bir de ümit veriyordur. K.E.: Tabii ki, karşı taraftan aldığınız o enerji sizde birden bir canlanma, yenilenme ya da kendinizi görme fırsatı da veriyor. Çok yoğun şekilde verdiğinizde belki onu göremezsiniz ama az ve öz olarak kalan, emek vermiş ve bir şekilde beni bırakmayan öğrencilerimi bir koro haline getirmeyi düşünüyorum. Burada Sinan’la aranje mantığında olsun, enstrümanı da

birikimi de bizim için çok önemli olacak. En azından bu çocukların her birinin bulunduğu noktalarda bir enstrüman öğrenmek isteyenlere faydalı olabilecek bir yere getirmemiz bile bence önemlidir. E.B.: Öğrencileriniz bu enstrüman çalma olayını daha çok hobi olarak mı görüyorlar yoksa bir iş olarak mı görüyorlar? K.E.: Hedeflerinde kesinlikle var. Fakat şu anki müzik sektörü kesinlikle çok zor. Geçinmek istiyorsanız bir mesleğiniz olması gerekiyor. Hobi olarak bakıp, meslek olarak da görmeniz, bu ikisi arasında kalmanız gerekiyor. Sadece müzisyen olacağım diye düşünemezsiniz. Devletin sanata ve sanatçılara bu şekilde baktığı bir dönemde… Devleti suçlamak da

kolay aslında. Ailelerimiz de sanatı bilmiyorlar. Bir şekilde birbirine hala etkileşemedi toplum, kafa aynı. Adam diyor ki “Ben sadece deyiş dinlemek istiyorum, ben sadece Kürtçe dinlemek istiyorum, sadece Karadeniz dinlemek istiyorum.” Bunları aşmak kolay değil. Çocuklar farklı enstrüman seçtiğinde tepkilerle karşılaştıklarını da görüyorum. “Sen nasıl kemençe çalarsın, bağlama çalmalısın.” gibi tepkiler oluyor. İşte bunlar sanatın hala bu ülkede ne kadar zorluklarla yapıldığını gösteriyor. S.G.: Aslında olayın bir de şöyle bir tarafı var. Kapitalist toplumlarda ya da kapitalist olmasa bile o pazarda bir şekilde yer bulmuş bütün ülkelerde var bu sorun. Her şey maddiyatla ölçüldüğü için, bizde bir laf vardır “Davulcuya kız verilmez.” diye. Bu o kafaya göre haklı

KULTURA

25


bir laf aslında. Çünkü kazancı yok bunun karşılığında. Bundan da kaynaklı biraz, toplumun sanata böyle bakması normal çünkü devlet böyle bakıyor. E.B.: Bu arada devlet demişken şunu da sorayım: Satın Eşek Sıpaları şarkısını çalmaya nasıl karar verdiniz, nasıl denk geldiniz? K.E.: Biz bir türkü barda bir dostumuzu dinliyorduk açıkçası. Aklımızda da böyle bir türkü bulalım da söyleyelim, tutar, iyi tepki alır gibi bir proje yoktu. Aslında türkü bardaki o anki muhabbetimizde çok yorgun olduğumuz bir gündü, müzik dinleyecek bir havada değildik. Birden sahnede bu türkü söylendi ve tamamen algı o tarafa doğru kaydı. Çok etkilendik sözlerinden. Ben sahnedeki abimizden tekrar istedim. Tekrar okudu ve not ettik. Dedik ki “Biz bunu söylemek istiyoruz, senin bununla ilgili bir planın var mı?” “Yok,” dedi, “Ben öyle barda okuyorum.” Sonra biz aldık çalıştık şarkıyı. Önümüzde bir festival vardı. Ben 1 Mayıs Mahallesi’nde yaşayan biri olarak az çok buraları biliyorum. Ezilen, derdi olan insanların geleceği bir festival Ataşehir Festivali. Tabii ki bu türkünün etkili olacağını hissetmiştik. Konser başladı, biz o gün onu okuduk. Yaklaşık 40 bin kişi bize defalarca türküyü okuttu. Çok ciddi olumlu bir tepki aldık. Belediye başkanımız bizi sahneye kadar onurlandırdı, tebrik ettiler. O gün internette eserin o söylediğimiz hali yüzlerce kez paylaşıldı. Tam da seçim öncesiydi. Özellikle muhalefet partilerinden arkadaşlar bu parçanın kullanılması gerektiğini söylediler. Açıkçası bir sürü söz aldık ama çok da destek alamadık. Daha da bunun tanınması gerekirdi. Ben hala çok tanındığını düşünmüyorum. Çok haber oldu, çünkü türküyü hiçbir radyo çalmıyor, hiçbir televizyon kanalı klibini yayınlamıyor, sadece internet ortamında küçük bir topluluk kendi kendine tanıtmaya çalıştı. Sonra

26

KULTURA

biraz büyüdü, her geçen gün büyüyor. Allah’tan türkü hiçbir zaman bitmeyecek bir türkü. Çünkü biz bu türküyü şu an AKP zihniyetine söylüyoruz ama yarın bir gün başka bir partiye söylemeyeceğiz diye bir şey yok. Burada önemli olan, insanların katledilmemesi ve bunları hatırlatmak. Bizim vermek istediğimiz mesaj bu. İnsanları ayrıştırmamak lazım. Çok zor bir ülke bu ülke, bir dolu farklılık var. Siz bu eğitim sistemiyle bu kadar

insana ne vermişsiniz ki saygı sevgi bekliyorsunuz. İnsanlar zaten çok zorluk içerisindeler. Ama en azından bir eli yağda bir eli balda olan insanlar –ki bunların çoğu siyasetçiler açıkçası, hiçbirinin fatura sorunu yok, hepsinin bir standartı var, istedikleri her şeye ulaşabiliyorlar, milletvekilleri birbiri arasında araba, daire alıp satıyor, küçük maddi ortaklıklar yapıyorlar farklı partilerde olup– bunu genel olarak bütün ülkeye niye


yansıtamıyorlar? Burada genel konuşuyorum, bütün partilere söylüyorum. Çünkü herkes orada başka bir rol çiziyor, günlük hayatta başka bir rol çiziyor ve olan hep halka oluyor. Biz sanatçılar da böyle yürekli ozanların türkülerini gündeme getirmek için en azından Sinan Güngör ve Kutsal Evcimen olarak çabaladığımıza inanıyorum. Ki biz bu türküden dolayı bir sürü küfür yedik. Mesela Malatya civarında olan konserlere bizi çağırmak istiyorlar ama çağıramıyorlar, korkuyorlar. Çünkü Malatya artık bizim için girilemez bir bölüm oldu sanki. Bizi de korkuttular

KULTURA

27


açıkçası. 17 Kasım’da mahkememiz var, gitmek zorundayız ama gitsek bizim hiçbir güvenliğimiz yok. Bir konsere gitsek bizim hiçbir güvenliğimiz yok. Bu ülkede biliyorsunuz Türk Kürtçe söylemedi diye ölen arkadaşımız var Mersin’de. Ya da Kürtçe söylediği için ölen arkadaşımız var. Yani kimsenin yaptığı işin garantisi yok. Çok oynak bir zemin içerisinde güvenli olmayan bir zemin içerisinde herkes bir şeyler yapmaya çalışıyor. Biz bu türkünün tanınmasının, karşı taraf için, özellikle katletmeyi çok normal olarak gören insanların empati kurması için kesinlikle az da olsa bir faydası olduğuna inanıyoruz. E.B.: Bu türküden sonra, hukuki süreci bir de hukuki olmayan süreçleri yaşadınız, bunları da bir özetleyebilir misiniz? K.E.: Sinan, öğretmen zaten. O da ifadeye gitti ben de gittim. Zaten biz, özellikle ben Facebook veya Twitter sayfamdan olsun, defalarca çok ciddi küfürlere ve tehditlere maruz kaldık. Ama ben bunları hiçbir şekilde abartıp da ortaya koymadım açıkçası. Tabii ki akrabalarımız, eşimiz, annemiz,

28

KULTURA

yakınlarımız, kardeşlerimiz çok korktu. Ama bunları atlattık, biraz daha güç topladık. Çünkü türküde bir şey yok, türküyü kabul ettirdik bir defa. Mahkemenin iddianamesinde bile yazıyor, bu türküyü söylemiştir Kutsal Evcimen, buraya kadar sorun yok, sadece festivaldeki benim konuşmalarımdan dolayı bizi dava ediyorlar. Ben ne demişim: Ozanlarımız edebiyatını ve edebini kullanarak bir şeyler yapmaya çalışıyor ama siyasetçiler çok rahat, ana avrat dümdüz gidiyorlar. Berkin Elvan ölmüş, adam aşağılıyor, insanın canı acıyor. Ali İsmail Korkmaz, “Vurmayın öldüm artık” slogan oldu biliyorsunuz, o da aynı şekilde. Bunların üzerinden bile “Aklınızı başınıza alın, bakın bunlar öldü, hepinizin sonu böyle olur.” der gibi, insanlara parmaklarını gösterip tehdit ederek ülkeyi bu hale getirdiler. Biz de biz buradayız gibi değil de, bunları söyleyelim ki, anlasınlar 30 sene önce bu ülkede neler oldu. Bakın ona benzer şeyler yaşanıyor, bu bir uzantı. Sanatçının görevi dönem dönem budur, sanatçı muhaliftir aslında. Sanatçının doğasında muhaliflik vardır, işin sağı solu da değil, gelen her şeye muhaliftir sanatçı. Burada bir nükte var, mizah var. Günlük hayatta bile -Mahsuni Şerif’in bir sürü türküsü var Abur Cubur Abdullah diye, Cafer diye birine türkü yazmış mesela- şimdi bütün Caferler, Abdullahlar kötü mü oluyor? Türkülerin hassasiyeti, zekiliğini gösteriyor bu. Biz burada ne güzel bir konuşma yapmışız, hiçbir hakaret yok, milletvekili olan biri bize saldırdı. Bir sürü küfürler, hakaretler, tehditler… Aynı milletvekili

seçim döneminde görevli bir bayana tokat atmaya kalktı. Aynı milletvekili, hiçbir değişiklik yok. Neden böyle oluyor bunlar? İşte ölümler normal göründükçe, herkes içeri atılıp dışarı çıktıkça, kafasına göre gözaltı süresi belirlenince… Bunları okuyup görüyoruz. Ülke saçma sapan bir hale geldi. Demek ki bir daha gördük ki kalem gerçekten çok önemli bir silah. Çünkü internet üzerinden insanlar yaza yaza, sanatçılar söyleye söyleye çok ciddi bir duvar oluştu. Taksim Gezi de bence orada bu birlikteliğin çok önemli bir silah olduğunu gösterdi. En güzel cevabı insani olarak verdiğimizi düşünüyorum. Şu anda da çok büyük bir sessizlik var ülkede, ne olacağı belli değil. Ama bu yaşadığımız günlerde çok soğuduk bu ülkeden açıkçası. E.B.: Peki 12 Eylül süreci için yazılmış bir şarkıyı bugünün cumhurbaşkanı ya da o zamanki başbakanın üzerine alınmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? İronik bir durum mu bu? K.E.: Bence kendisi daha da tehlikeli. Çünkü bir insan, “Ben buyum.” diyor ama şu an gördüğümüzden o kadar farklı dolaplar dönüyor ki. O yüzden daha da tehlikeli bir durum içindeyiz biz şu an. Çünkü farkında olmadan bitiriyorlar insanı. Gençlerimiz ne durumda? Her topluluk kendi içerisinde yozlaşıyor. Her etnik kurumu söz vererek ve başka bir tarafa kaydırarak, Kürt toplumunu, Karadeniz toplumunu, Balkanlardan gelen göçmenleri, Alevileri, aydın kesimi, herkesi farklı bir şekilde bir yerlere hapsederek tektipleştiriyorlar. Bu ülkenin en büyük özelliği mozaiğidir, farklılıklarıdır, dili, lehçesi, yaşayışı… Benim mesela her çeşit öğrencim var. Orucunu tutanlar geliyor, yemeklerini getirip oruçlarını açıyorlar. Başka bir derdi olanlar gelip o dille ilgili araştırma yapıp birbirlerine yardımcı


oluyorlar. Sinan müzik öğretmeni, daha çok öğrencisi var, asıl işin özetini o anlatsın, hiçbir sorun yaşandığını ben zannetmiyorum okulda. S.G.: Toplumların birbirleriyle zaten hiçbir zaman sorunu yok. Her zaman bir şekilde içiçe yaşamışlar, o kültürlerden birbirlerine alıp vermişler. Buradaki sıkıntı, dönem dönem sistem insanları bir şekilde birbirine düşürerek bundan nemalanmaya çalışıyor. Bunun örneklerini çok yaşadık. Bir dönem solcularla ülkücüleri –aslında ikisi de vatansever- birbirine düşürdü, 80 döneminde bir süreç yaşadık. Ondan sonra bir kürt sorunu çıkarttı. Aslında Kurtuluş Savaşı’ndan çok önceden beri bu ülkede bir şekilde kardeşçe yaşamış iki toplumu birbirine düşürerek başka bir gündem yaratıp ondan nemalandılar. 90’lar sürecine geldik, alevi-sünni çatışması yaşattılar. Biliyorsunuz, Gazi Mahallesi olaylarında birçok insan öldü yine. Şimdi de Gezi olayları çıktı, bunun da aslında ucu sonu çok belli değil. Kim tarafından yapıldı bilmiyoruz ama bir şekilde geri tepti. Toplumun her

kesiminden, hem etnik olarak, hem de kültür olarak, inanç olarak birçok insan bir araya gelip bir dayanışma sergileyince onların hesapları aslında suya düştü bence. Bugün de bakıyorsunuz Osmanlı döneminde halifelik makamı olmasına rağmen, din hiçbir zaman bu ülkenin geçmişinde bu şekilde kullanılmadı. Şimdi de din kullanılarak insanlar başka zeminlerde çürütülmeye çalışılıyor. Aslında işin özeti bu. Sistem, birileri, istediği gibi bu ülkeyi yönlendiriyor. Burada sanatçı olarak bize düşen görev, her zaman kardeşlikten, barıştan yana mesajlar vermek. Aslında Eşşek Sıpaları türküsü de çok sivri dille yazılmış bir şey değil. Eşşek Sıpası aslında sevimli bir tabir. Teşbih sanatını çok güzel kullanarak yazmış bunu ozan. Direkt başbakanın bunu üzerine alınması olayı değil bu aslında. Başbakan belki bu türküyü dinlemedi bile. Orada bir milletvekili – aslında kendisi bile dinlemedi konseribirilerinin gazıyla coşarak olayı buraya taşıdı. Kutsal Abi milletvekilinden davacı oldu, milletvekili davayı ilk

Başbakan belki bu türküyü dinlemedi bile.

KULTURA

29


duruşmada kaybedince bu sefer topu başka tarafa atarak biraz daha olayı büyütmeye, kendini sıyırmaya çalıştı. K.E.: Biz dönem dönem sol, demokrat, aydın kesimden de tepki aldık bu türküden dolayı. Dediler ki, “Böyle bir adamı sevimli hale getiriyor bu türkü, eşek sıpası iyi bir şey, niye böyle dediniz?” Türkünün acıtan noktası şu aslında: Kişi aynaya baktığı zaman kendi olumsuzluklarını gördüğünde bir vicdan muhasebesine girişir ya, bu zihniyet bence bu türküde bunu yaşıyor. Türküde diyor ki “Kan doldurun destinize / Şerbet sunun dostunuza.” Bu bence tamamen yaşanıyor şu anda, bunları hep gördük. Hiçbir yeteneği, vasfı olmayan insanlar bir bakıyorsunuz rantlarla çok ciddi konumlara getirilmiş. Bir de iki üç üniversite bitirmiş, hayatında doluluk üzerine doluluk katan gençlerimiz var, bunlar da bir kenarda oturuyor. Saçma sapan işler yaparak geçinmeye çalışıyor. Çok kötü bir adaletsizlik bu. “Asker salın üstümüze, polis salın üstümüze / Vurun eşek sıpaları” diyor. “Her esnaf sokağının savcısıdır, hakimidir kardeşim.” diyen bir başbakandan sonra kaç kişinin ölmesi gerekiyor? Bir iki kişinin ölmesi yetmiyor mu? Kadıköy’de, Taksim’de, ülkenin dört bir yanında insanlar öldü. Sen ne yapıyorsun? Diyorsun ki “Tamam kardeşim başbakan bunu dedikten sonra kim bize ne yapabilir?” Sonra en ufak bir şey olduğunda satırlarla, palalarla birbirlerine girdi insanlar. Aslında bu çok ucuz atlatıldı. Çok ciddi bir iç savaşın olması için yeterli bütün sebepleri kullandılar, gene de öldürülenlerin, katledilenlerin aileleri sağduyu dolu mesajlar verdi. Geçmişi bilen büyükler anlattılar, daha kötü şeyler olabilir diyerek herkes sabırla bekledi. Bu ben şuna inanıyorum, bu ülkede hükümet hep koalisyon olmalı. En mantıklısı bu. Kesinlikle, hangi parti olursa olsun, bir tanesi ciddi bir oy aldığında, ben

30

KULTURA

bunu hiç ayırt etmiyorum, yine faşizm hortlayacak, yine padişahlık gelecek ve kulüp başkanlığı gibi olacak bu iş. Hiçbir anlamı kalmayacak. Şu son seçimde de gördük, Taksim Gezi’de de gördük, herkesin söz sahibi olabileceği bir platform kurulmalı, ülke böyle yönetilmeli. S.G.: Biraz da zihniyetin değişmesi lazım. Koalisyon da olsa, tek başlı bir hükümet de olsa bir hukuk devletinin hayata geçmesi lazım. Sosyal devlet olma adına bizim adımlar atmamız lazım ki bazı şeyler düzelsin. Yani koalisyon da olsa işi çok çözmüyor. E.B.: Bundan 20 yıl sonra siz ya da başka bir sanatçı hiçbir baskı görmeden bu türküyü söyleyebilir mi bu ülkede? S.G.: Yani yarınımızın ne olacağını hiç kestiremiyorum bu ülkede. Biz hala feodalizmle yönetilen bir kültürün olduğu bir yapıya sahibiz. Çünkü %70 tarımla geçinen bir ülke feodal yapıyı her zaman korur. Kapitalist olamamış, bundan da ileriye gidemeyecek bir ülke olduğu için bundan 30 yıl sonra da tahminimce aynı şeyleri yaşayıp aynı türküleri söyleyeceğiz. Bu en azından bu ülke için kesin benim açımdan. E.B.: Bu süreçte diğer sanatçılardan destek görebildiniz mi? Tepkiler nasıldı? K.E.: Tabii ki. Etrafımızdaki insanların %80-90’ından çok olumlu tepkiler aldık. Anında tepki gösterdiler ve milletvekilinin ilk mağlubiyeti de öyle oldu açıkçası. Pınar Aydın, Tolga Sağ, Erdal Erzincan, Hüseyin Turan, Gülcan Koç ve şu an aklıma gelmeyen bir sürü isim… Biz açıkçası çok ön plana çıkmak isteyen insanlar değiliz, kendimizle ilgili çok haber yapılınca çok sıkıldık biz. Böyle bir şeye hazır da değiliz. Çok arandık, birkaç televizyon programını da ben aradım anlattım olayı. Bir şeyleri kullanarak tanınmak da aslında kötü bir şey. Bir anlamda Satın


Eşek Sıpaları’ndan dolayı bizi tanıyan, özellikle benim müzik yaptığım kitlem, türkü severler, alevi toplumu ya da buna benzer yakın insanlara, “Bize illa böyle bir şey mi lazımdı, bir milletvekilinin bize küfretmesi mi gerekiyordu?” diye de sormak istiyorum. Benim üç tane albümüm var. O kadar çok televizyon programı yaptım. Ulusal kanal değil ama çok izlenen birkaç kanalda çıktım. İnsanlar saçma sapan arabesk yapıları, hiçbir duruşu olmayan, hiçbir simgesi olmayan insanları alevi derneklerinin gecelerine çağırıyorlar. Ondan sonra da devlete diyorlar ki “Alevilerin sorunu var, çözün.” Burada bir sözüm de açıkçası onlara. Siz önce kendi duruşunuzu belirlemelisiniz. Siz kendi türkülerinizi, kendi ozanlarınızı inkar ediyorsunuz bu şekilde. Biz niçin hala

Pir Sultan gibi ozanların türkülerinin peşindeyiz. Biz Ankara’nın Bağları’nı söylemeyi bilmiyor muyuz? Ya da neden “Aman Trakya’dan da bir türkü söyleyeyim, bir tane de Karadeniz’den, bir tane de Kürtçe okuyayım.” demiyoruz? Biz bunları yapmıyoruz. Biz bu topluma hizmet ettik, bu bağlamaya çok emek verdiğimizi düşünüyorum. Daha da vereceğiz. Bizden çok fazla emek veren insanlar var, onların da adına konuşuyorum. Ezilen bir sınıfın içerisinde de bu sorunlar varsa, bu sorun bu şekilde çözülemez. Biz bu yüzden bir süre sonra çok rahatsız olduk. Korkumuzdan değil, her şekilde bu türküyü söylüyoruz, hiç geri adım atmadık. Ülkenin en sivri olduğu dönemde, gık diyeni gözaltına aldıkları dönemde söyledik. Hem sayfamda,

KULTURA

31


hem her programda da anlattım, söylediklerimin de arkasındayım. Biz zaten hiç kimseyi, bir başbakanı, bir bakanı, bir muhtarı, kimseyi karşımıza almadık, bir zihniyet var karşımızda. Biz bu zihniyetin kendisine söylüyoruz bu türküyü, söylemeye de devam edeceğiz. Kişiye söylenecek bir şey değil ki bu. Hepimizin başbakanı, cumhurbaşkanı değil mi? Bunun bir görevi var, hepimizi bir tutmak zorunda. Bizim bir derdimiz varsa, özgürlüklerimiz kısıtlanıyorsa, bizi bir tutmak zorunda. Sanatçının repertuarına karışıyorlar. Yıllar boyu sol alanda konserler veren, Pir Sultan’ın türkülerini söyleyen Yavuz Bingöl, ya da onun gibi gene hep sol alanda gördüğümüz Şafak Sezer gibi kişilerin belki de ne dertleri vardı da pes ettiler, o tarafa geçtiler artık. Bunu istiyorlar itşe. Devlet diyor ki, “Benim istediğim gibi Karadenizli olacaksın, benim istediğim

32

KULTURA

gibi Alevi olacaksın, benim istediğim gibi Kürt olacaksın, benim istediğim gibi aydın olacaksın.” Her şeyime o karar vermek istiyor. Karşı durduğunda, tek tek durduğunda hiçbir anlamı olmuyor. Ezilenlerin kendi içerisinde ayrılması çok komik zaten, olaya mezhepsel, sınıfsal bakmak da çok yanlış artık. Bu ülkede herkes birbirine tahammül edebilmeli, bunu gerçekleştirebilmesi için de ilk önce kendi içerisinde bunun direncini gösterebilmeli. Bu zihniyet ne zaman rahatsız oldu? Taksim Gezi zamanında çok korktu, rahatsız oldu. Çünkü hiçbir sorun olmadan orada herkes yanyana, elele tepki gösterdi. E.B.: Taksim olaylarında da sizin türkünüzün duyulmasına internetin çok katkısı oldu değil mi? K.E.: Tabi tabi. Bizim bu eserimiz hiçbir radyoda yayınlanmadı. Ama ben

yakın zamanda o radyolara tek tek gideceğim, tekrar cd’yi götüreceğim. Çünkü iddianamede de türkünün okunmasında, söylenmesinde hiçbir sorun yok diyor. E.B.: Ama büyük ihtimalle yayımlanmayacak gene. K.E.: En azından bunu yapacağım. Korkmayın arkadaşlar, bunu da sorun ve yayınmlayın. İnsanlar bu türküleri duysun. Mesela bir hata yaparsınız, karınızı aldatırsınız, hırsızlık yaparsınız, buna benzer bir türkü duyar, bir film izlersiniz, orada kendinizi görürsünüz. Dersiniz ki “Evet ben böyle bir şey yaptım.” Türkülerin böyle bir gücü var, daha doğrusu sanatın böyle bir gücü var. Bu tarz şeyler söylenmeli, bilinmeli. Bu ülkede çok ciddi bir toplum var ki tozpembe gerçekten. Sabah kalkıp, akşam yatıyor, böyle bir topluluk var.


Peki ne olacak? Bu yaşananlar farklı bir yerde onun da başına gelecek, o zaman mı anlayacak? Görmek lazım, bilmek lazım. Karşı tarafı anladığınızda herkes birbiriyle ortak bir noktada buluşmak için zorlanacaktır. Böyle bir şey anlamadığınızda hiç öyle bir gereksinim olmayacaktır. E.B.: Peki bundan sonraki çalışmalarınız nasıl olacak? Sahnelerde görürüz de, gene mahkemelerde görür müyüz sizi? K.E.: 17 Kasım’daki duruşmaya bağlı. Ben şöyle bir şey sezdim, bu benim kendi fikrim: Sinan da ben de bundan sonraki konuşmalarımızda, söylemlerimizde çok dikkat etmeliyiz. En ufak şeyde bir ceza vermek istiyorlar bize. Bu işten bir şey çıkacağını sanmıyorum, biz kesinlikle beraat edeceğiz. Bundan sonraki koalisyon durumunda belki daha da

yumuşayabilirler ama buna bir karşılık vermek için fırsat kollanır gibime geliyor. E.B.: Peki müzik alanında yakın zamanda var mı yeni bir çalışmanız? K.E.: Hayal Perdesi var bizim karışık albümümüz. Birçok sanatçı dostumuzun, büyüğümüzün, üstadların olduğu bir albüm. Ben yakın zamanda televizyonda bir program yapıyordum Hayal Perdesi diye. Özellikle alevibektaşi geleneğinde cem esnasında sazların da olduğunu bilirsiniz. Bazen iki üç gün süren muhabbetler olurdu. Hayal perdesi bağlamayı çalanın orada çalıp söylerken karara geldiği, aynı yerde durarak kurgu kurduğu, düşündüğü bir perde. Hayal perdesinin böyle bir mistik anlamı var. ben de insanlarda ne kadar farklılıklar da olsa ortak bir yerde buluşma anlamında Hayal Perdesi diye bir proje düşündüm, sevgili Sinan’ın

da çok büyük destekleri oldu. İkimizin diyebiliriz bu projeye. Bunu çıkaracağız yakında. Çok güzel isimler var; Muharrem Temiz, Hüseyin Turan, Tolga Sağ, Erdal Erzincan, Ender Balkır… Bunu çıkaracağız, bununla beraber Sinan’ın albümü var. Sinan bir türlü kendini tanıtamadı bu Eşek Sıpaları yüzünden (gülüşmeler). Onu da ben sabırsızlıkla bekliyorum. Ondan sonra da benim solo albümüm çıkacak. Ama benim solo albümümde Eşek Sıpaları’na çok benzer bir türkü olacak. Eşek Sıpalarına bir adım daha yol gösterecek bir türkü. Ben herhalde böyle şeyler söylemeye devam edeceğim gibime geliyor (gülüşmeler). E.B.: Peki, bunların dışında var mı eklemek isteyeceğiniz bir şeyler? S.G.: Canınızın sağlığı. E.B.: Eyvallah, teşekkürler.

KULTURA

33


Sanatçıların, kalıcı olabilmek adına en büyük motivasyon kaynaklarından birisi çağının ötesinde işler ortaya koyabilme arzusudur. Ancak sonraki yıllarda kitleleri etkileyecek olan bu sanat eserlerinin mimarlarından bazıları sefalet içinde yaşamış ve kıymetleri öldükten sonra anlaşılmıştır. İşte, yaşadığı dönemi zorluklar içerisinde geçirmiş olan büyük ressamlardan bazıları... Gülşan Karademir

34

KULTURA


El Greco 1541 yılında Venediklilerin yönetiminde olan Girit Adası’nda doğan Theotokopoulos El Greco, 25 yaşında Venedik Devleti’nin başkentine gidince buradaki zenginlik karşısında hayrete düşer. Yaşı sebebiyle bir ustanın yanına çırak olarak giremiyor, hayranı olduğu ressamlar Tintoretto ve Tiziano’nun atölyelerinde de sanat bilgisi olmadığından çalışamıyordu. San Giorgio Kilisesi ile Rio de Grec dolaylarındaki atölyelerde bir süre çalıştıktan sonra, ünlü ressam Tiziano’nun atölyesine girebildi. Burada geçirdiği yıllarında başta Tiziano olmak üzere büyük ustalardan

kopya etmeye, tekniklerini taklit etmeye başladı. İspanya Kralı İkinci Filip’in Escurial adlı sarayında resimler yaptı fakat resimleri kral tarafından beğenilmeyince, kral ressama başka bir iş vermedi. Ticari değeri olan resimler yerine inanç dolu tablolar yapan ressam, sipariş edilen portrelerin parasını her zaman düzenli olarak alamadı. Taassup tesiri ile yaptığı tabloları, bugün inancı ne olursa olsun her resim severin hayranlıkla seyredeceği eserlerdir. Yaşadığı dönemde sanatıyla çok fazla para kazanamayan ressamın, 2013 yılında St. Dominic In Prayer adlı tablosu 9.15 milyon avroya satıldı.

KULTURA

35


Francisco de Zurbarán 17. yüzyılda yaşamış olan İspanyol ressam 6 Kasım 1599 doğumludur. Hıristiyan dini ve dindarları hakkında yaptığı resimlerle tanınır. Çocukluğunda kara mangal kömüründen kalem kullanarak aslına çok benzeyen resimler yaptı. Babası tarafından Sevilla’ya Pedro Diaz de Villanueva adlı yöresel bir ressamın atölyesinde çıraklık yapmak için gönderildi. İlk karısının üçüncü çocuklarını doğururken ölmesinden sonra ikinci evliliğini zengin bir kadınla yaptı. Bu evliliğinden sonra sanat kariyerine usta bir ressam olarak başladı. Sevilla’da San Pablo de Real adlı Domiken tarikatı manastırı için 21 duvar tablosunu 8 ayda bitirdi. 1930’lara doğru İspanya Kraliyet sarayında resmi kraliyet ressamı görevine getirildi. 1939’da ikinci eşini de kaybeden ressam, 1940’dan sonra rakibi olan Murillo’nun tablolarının tercih edilmesiyle popülerliğini yitirdi. Üçüncü evliliğini kendisinden yaşça büyük zengin dul bir bayanla yapan ressam, sarayın popüler ressamı Diego Velázquez ile ilişkilerini iyileştirmeye çalıştı. 27 Ağustos 1664’de Madrid’de öldüğü zaman ressam olarak başkentin saraylıları, asilleri ve zenginleri arasında ismi bilinmiyordu.

36

KULTURA


Rembrandt Harmenszoon van Rijn 15 Temmuz 1606’da doğan ressam ve baskısı ustası “Işığın ve gölgenin ressamı” olarak anılır. Leiden Üniversitesi’nde okuyan Rembrandt, ressam Jacob van Swannenburg’un takdirini kazanarak 1621’de onun öğrencisi oldu. Amsterdam’da Pieter Lastman’ın da çıraklığını yapan ressam, arkadaşı Jan Lievens ile paylaştığı stüdyoyu kurar ve 1627’de dersler vermeye başlar. Devlet adamı ve şair Constantijn Huygens tarafından keşfedilen ressam bu

bağlantısı sayesinde Prens Frederik Hendrik’e 1646’ya kadar tablolarını satar. 1656 yılında ressam iflas ettiğini ilan eder ve birçok eseri, antika koleksiyonu açık arttırmaya çıkar. Evi dahil bütün mal varlığını da borçlarını kapatmak için satar. 1660 yılında Hendrickje ve Titus ile birlikte iş kurmuş, 1663 ve 68 yıllarında iş arkadaşlarının vefat etmesinden sonra, 8 Ekim 1669’da vefat etmiştir.

KULTURA

37


Johannes Vermeer Kuzeyin Mona Lisa’sı olarak bilinen İnci Küpeli Kız’ın ressamı Johannes Vermeer 31 Ekim 1632’de Hollanda’nın Delft kasabasında doğdu. Diğer ressamlara kıyasla daha az tablosu bulunan taşralı, günlük hayatı resmeden ressam yaşarken maddi sıkıntılar çekmiştir. Öyle ki 1675’te 43 yaşında öldükten sonra eşine ve çocuklarına borç bırakmıştır. Öldükten iki yüz yıl sonra sanat eleştirmeni Thoré Bürger tarafından keşfedilmiş ve Hollanda Altın Çağı’nın en önemli

38

KULTURA

ressamlarından biri olarak kabul edilmeye başlandı. Vermeer’in bir ressamın yanında çırak olup olmadığı, olduysa da bu ressamın kim olduğu bilinmemektedir. Kendi kasabasında çalıştığına ve sanatıyla geçindiğine inanılır. 1653’te ressamlar için ticari bir kuruma üye olmuş fakat üyelik için gereken ücreti ödeyememiştir. 1662’de ise bu kurumun yöneticiliğine seçildi. Aynı kurumda 4 kez yönetici olarak seçilen ressam yılda en fazla üç eser üreten bir ressamdı.

1672’de Fransız ordusu Hollanda Cumhuriyeti’ni işgal ederken, İngilizler de ülkeye savaş açmıştı. Yaşanan savaş sebebiyle Vermeer’de pek çok insan gibi borçlanmaya başladı. Ressam 1675’te geçirdiği cinnet sonucu bir buçuk gün içerisinde vefat etti. Eşi, yazılı olarak kocasının ölüm sebebinin finansal baskıların oluşturduğu stres olarak açıkladı. Yaşadığı dönemde kendi kasabasının dışında tanınamadı.


Henri Julien Félix Rousseau Mesleği dolayısıyla Le Douanier (gümrük memuru) olarak bilinen ressam 21 Ocak 1844’te Fransa’nın Laval kasabasında doğmuştur. Hayatı boyunca alaya alınan ressamın değeri birçok sanatçı gibi öldükten sonra anlaşılmıştır. Fakir bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş ve resim konusunda kendi kendini eğitmiştir. Lise yıllarında bazı derslerde başarısız olmasına rağmen resim ve müzik derslerinde ödüller kazandı. Bir avukat için çalışıp hukuk öğrenmeye başlayan ressam yalancı şahitlik yapmaya kalkınca 1863 ve 67 yılları arasında orduya hizmet verdi. Ciddi olarak resim yapmaya 40’lı yaşlarında başlayan ressam, devlet memuru işinden emekli olduktan sonra sanatına yoğunlaşmıştır. Doğadan başka kimseden bir şey öğrenmediğini açıklayan Rousseau, daha sonraları iki okullu ressam olan Félix Auguste-Clément ve Jean-Léon Gérôme’den tavsiyeler aldığını itiraf eder. 1910 yılında ölen ressamın, 1911 yılında Salon des Indépendants’da çalışmalarından oluşan bir retrospektif sergisi yapılmıştır. Çalışmalarından oluşan iki büyük müze sergisi ise 1984 ve 85 yıllarında Paris’te Grand Palais’de, New York Modern Sanat Müzesi’nde ve Almanya’da Tübingen’de yapılmıştır.

KULTURA

39


Thomas Eakins 25 Temmuz 1844’te doğan ressam özellikle insan figürleriyle ilgilenen ressam Pennsylvania Güzel Sanatlar Akademisi’nde eğitim almıştır. Aynı dönemde Jefferson Medical College’de anotomi dersleri almıştır. 1866-1870 yılları arasında Avrupa turuna çıkmış Fransa ve İspanya’da Jean-Léon Gérôme, AugustinAlexandre Dumont ve Léon Bonnat gibi sanatçılarla çalışma imkânı bulmuştur. 1870 yılında Pennsylvania’ya dönerek eğitim aldığı akedemide ders vermeye başlamıştır. Derslerinde çıplak modeller kullanması ve kadavra parçalayıp inceletmesi tartışmalara yol açarak okul yönetimi tarafından hoş karşılanmamıştır. En bilindik eseri The Gross Clinic’i 1875 yılında tamamlamıştır. Dönemin ünlü cerrahı ve hocası olan Dr. Samuel Gross’u

40

KULTURA

ameliyat gerçekleştirirken konu edinen eser 1878 yılında Jefferson Medical College tarafından 200 Dolara satın alınmıştır. Üniversite 2006 yılında eseri 68 milyon Dolara Washington’da bulunan ulusal sanat galerisi ve Crystal Bridges Museum’a satma kararı almış fakat Pennsylvania Academy of the Fine Arts ve Philadelphia Museum of Art’ın girişimi sonucu 3600’den fazla gönüllünün bağışıyla 2007 yılında eserin Philadelphia’da kalması sağlanmıştır. 25 Haziran 1916 yılında kalp yetmezliğinden hayatını kaybeden sanatçının kullandığı boyalardan kaynaklı zehirlendiği de iddia edilmiştir. Fotoğrafçılığa da ilgi duyan sanatçı yaşadığı dönem de yeterince önem görmemiş, ölümünden sonra özellikle cinsellikle ilgili çalışmaları Amerikan sanatında etkili olmuştur.


Paul Gauguin 7 Haziran 1848’de paris’te doğan Eugène Henri Paul Gauguin, 17 yaşında pilot asistanlığı yapmıştır. 1871’de Paris’e gelerek borsacılık yapmaya başlar. Çocukluğundan itibaren sanata meraklı olan Gauguin, boş zamanlarında resim yapar. Zamanla resim sanatında ilerlemeye başlayınca bir stüdyo kiralar. Yazları Pissarro ve Paul Cézanne ile resim yapan Gauguin, bir süre sonra eşi ve çocuklarıyla birlikte Kopenhag’a taşınır. 5 çocuk babası olan Gauguin, iş alanındaki başarısızlıkları sonucu zor zamanlar geçirir. 1883’te resim yapmak için mesleğini bırakır. Büyük oğlu ile Paris’e dönen ressam, 1888’de 9 hafta boyunca Vincent Van Gogh ile birlikte Arles’te resim yapar. 1891 yılında ressam olarak çok tanınmayan Gauguin, maddi acıdan da çok fazla sıkıntı çekiyordur. 1897’de Punaauia’ya taşınan ressam burada en önemli eseri “Where Do We Come From” adlı tablosunu yapar. Hayatının geri kalanını ise Markiz Adaları’nda geçirir. Avant et Aprés (Before and After) adlı, sanat eserleri hakkındaki yorumlarını ve anılarını topladığı bir kitap yazmıştır. 1903 yılında kilise ve hükümet ile yaşadığı problem nedeniyle 3 ay hapse mahkûm edilmişse de hapse girmeden 8 Mayıs 1903’te ölmüştür. Maddi sıkıntı içinde yaşamış olan ressamın Nafea Faa Ipoipo? (Benimle Ne Zaman Evleneceksin) adlı tablosu bu yılın şubat ayında Katar Emirliği tarafından 300 milyon dolar ödenerek satın alındı.

KULTURA

41


Vincent Van Gogh 30 Mart 1853’te Hollanda’da bir rahibin çocuğu olarak doğan ressam gençliğini sanat simsarlığı yapan firmada çalışarak geçirmiştir. Kısa bir süreliğine öğretmenlik de yaptıktan sonra Belçika’da fakir bir kasabada misyonerlik yaptı. Buradaki madencilerin kötü yaşam koşullarından etkilenen Van Gogh, onlarla daha iyi iletişim kurabilmek için kötü koşullarda yaşamayı tercih etti, yemek ve kıyafetlerinin çoğunu işçilere verdi, yatak yerine saman üzerinde uyumaya başladı. 1879’da rahiplik mesleğinin saygınlığını zedelediği için

42

KULTURA

kilise tarafından işine son verildiyse de Van Gogh bir yıl daha bu bölgede yaşadı. 1888’de ressam Paul Gauguin ile arkadaşlığının bozulması üzerine sol kulağının bir kısmını kesmiş, giderek kötüleşen psikolojisi sebebiyle kendini göğsünden vurarak intihar etmiştir. Kimi tarihçiler Gauguin ile yaptıkları hararetli tartışma sırasında Gauguin’in isteyerek ya da kendini gard amaçlı olarak Van Gogh’un kulağını kestiğini söylerler. Van Gogh, kariyeri boyunca kardeşi Theo’dan aldığı maddi destek sayesinde ayakta durabilmiştir. Ömrünün son on yılında 900 suluboya/

yağlıboya resmi ve 1100 karakalem çalışması üretmiş, en meşhur eserlerini ise son iki yılında üretmiştir. 29 Temmuz 1890’da ölen Van Gogh, ölümünden sonra Paris’te Bağımsız Sanatçılar sergisinde eserleri teşhir edildikten sonra meşhur oldu. Van Gogh’un yaşarken satılan tek resmi Arles’te Kızıl Üzüm Bağı 78 dolara satılmıştı. Geçtiğimiz mayıs ayında ise New York’taki bir müzayedede L’Allee des Alyscamps adlı eseri 66 milyon 300 bin dolara satılarak, Van Gogh’un bugüne kadar satılan en pahalı tablosu oldu.


Niko Pirosmani 1862 yılında doğan Gürcü ressam, Picasso’nun en sevdiği ressam olarak bilinir. Hiçbir resim eğitimi almamış kendi kendini yetiştirmiştir. Yaşadığı zamanlarda Gürcistan ve Rusya dışında tanınmamıştır. En ünlü tablosun Aktris Margarita’da âşık olduğu Aktris Margarita’yı resmetmiştir. Margarita tarafından terk edilen ressam, yaşamının kalanını evsiz olarak sürdürür. Yaptığı resimleri yediği yemek karşılığında lokantalara bırakır, resim malzemesi almak için dükkânları boyar, malzeme bulamadığı zamanlarda ise siyah muşamba üzerine resim yapar. Bazen merdiven altlarına sığınan ressam, bazen de parası yettiğinde bodrum katında bir oda kiralardı. Şair İlya Zdaneviç’in gayretiyle 1913 yılında gazetede hakkında bir yazı yazılmasından sonra tanınmaya başlayan ressam 1918’de yoksul ve yalnız bir şekilde ölmüştür. Yaşamının son yıllarına doğru sanatının başkalığı ve büyüklüğü fark edilen ressam akademi cevresinde yetişmiş Gürcü ressamların topluluğuna kabul edilir. Pirosmani bu toplulukta kendini mutlu hisseder, şevkle resim yapar ancak eğitimli kişilerin alaylı tutumuyla karşılaşınca eski, çileli yaşamına geri döner. Pirosmanı’nin eserleri Türkiye’de ilk defa İrina Arsenişvili küratörlüğünde İstanbul’da Suna ve İnanç Kıraç Vakfı Pera Müzesi’nde 2007 yılında sergilenmiştir. Ayrıca 2007-2010 yılları arasında adını ressamdan alan TürkçeGürcüce olan dergi Pirosmani İstanbul’da yayımlanmıştır.

KULTURA

43


Amedeo Clemente Modigliani 19.yüzyıl ressamı Alberto Modigliani, 2 Temmuz 1884’te, İtalya’nın inancı yüzünden ayrımcılık görenlerin sığınak haline getirdiği Livorno şehrinde doğmuştur. Kültürlü bir ailenin ve yeni iflas etmiş bir işadamının fakir oğlu olarak dünyaya yelen Modigliani, on yaşında tüberküloza yakalanarak, hayatı boyunca zayıf akciğerleri ile yaşamıştır. Onu sanata yönlendiren, ilk öğretmeni annesidir. 14 yaşında annesi onu, şehirlerindeki en usta ressam Guglielmo Micheli’nin sanat okuluna yazdırdı. 17 yaşına geldiğindesanat eğitimini tamamlamak amacıyla önce Floransa’ya ve 1903 yılında da Venedik’e taşınarak Istituto di Belle Arti’ye kaydoldu. Modigliani burada haşhaş içmeye, şehrin tekinsiz gece hayatını benimsemeye başladı. Küçük yaşlardan beri dedesi tarafından felsefe alanında eğitim almış olan ressam, birçok felsefeciden etilenmiş ve gerçek yaratıcılığı giden tek yolun hayata ve düzene karşı durması olduğuna inanmıştır. Bu

44

KULTURA

yaşam tarzı burjuva bir ailenin kızı Jeanne Hebuterne ile tanışmasıyla değişir. Ailesi tarafından reddedilen eşi ile birlikte düzgün bir yaşam sürmeye çalışsa da hastalığı ve maddi sıkıntıları yüzünden zor zamanlar geçirmiştir. 24 Ocak 1920’de, henüz 35 yaşında bir kız çocuğu babası olan Modigliani kaldırıldığı hastanede hayatını kaybeder. Eşi Jeanne ise, Modigliani öldüğünde dokuz aylık hamiledir ve Modigliani’nin ölümünün ertesi günü 9. kattan atlayarak intihar eder. Beş kuruşsuz ölen ve ressam hayatı boyunca sadece bir sergi açabilmiştir. Bugüne kadar hayatı hakkında dokuz roman, bir tiyatro oyunu yazılmış; bir belgesel ve üç uzun metrajlı film çekilen Modigliani’nin kızı Jeanne tarafından “Modigliani: İnsan ve Efsane” adlı bir de biyografi yazılmıştır. Divanda Oturan Çıplak Kadın” isimli nü çalışması geçtiğimiz temmuz ayında 68.9 milyon dolara satıldı.


Henri de Toulouse-Lautrec 1864 doğumlu ressam aristokrat bir ailenin oğludur. Anne ve babası kuzen olduğundan genetik hastalığı vardır. Bacaklarının gelişmesi durmuş, ergenlik döneminde bir çocuğun bacakları gibi çelimsiz ve sadece 70 cm olarak kalmıştır. Doktorlar bu hastalığın genetik bozukluktan kaynaklanan “pignodizastoz” olduğunu söylemişlerdir. Günümüzde bu hastalığın ismi “Toulouse-Lautres Sendromu” olarak da bilinmektedir. 1.52’lik boyuyla arkadaşlarının yanına yanaşamayan ressem, sanatı bir varoluş yolu olarak seçer. Ergenlik çağlarının sonuna doğru Paris’in Montmartre kasabasında stüdyosu olan ünlü sanatçı Fernand Cormon’ın öğrencisi olmuştur. Buradaki eğitiminden sonra bohem bir hayat yaşamaya başlayan ressam için içmek ve çizmek büyük iki tutkusu olur. Alkole olan tutkusunun altında fiziki görüntüsünden dolayı cazip ve renkli ortamlardan uzak kalmış olması ve kadınlar tarafından beğenilmemesinin ruhunda açtığı yaradır. Fransız kültüründe sembolleşmiş, elit erotik şovları, yetişkinlere yönelik eğlence programları ve ünlü kan-kan dansıyla yıl boyunca gelen pek çok turisti ağırlayan Moulin Rouge’da, Lautrec de dünyaca ünlü posterlerini ortaya koymaya başlamıştır. 20 yıldan az bir sürede 737 kanvas, 275 suluboya, 363 baskı ve poster, 5084 çizim, seramik ve vitray çalışması olan ressamın, yüzlerce de kayıp eseri olduğu tahmin edilmektedir. Doğuştan kırılgan olan vücudu yaşadığı hayat tarzını kaldıramamış ve ressam 9 Eylül 1901’de, 36 yaşında vefat etmiştir.

KULTURA

45


“… Mutlaka sana ait olmasını istiyorsan bir şeylerin… Mesela gökkuşağı senin olacak. İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın. Mesela turuncuya, ya da pembeye. Ya da cennete ait olacaksın. …”

Gülşan Karademir

46

KULTURA


KULTURA

47


Yuvada bir çocuk öldü. Çok üzüldüm, arkasından bir şiir yazdim. Şiirime babamın yardımı çok oldu. Şiire elverişli bir dünya yaratmıştı babam bana… Hep şiir çevresindeydim. Dili iyi biliyorsan, şiirin ne olduğunu biliyorsan yazmadan duramazsın.

Türk edebiyatının unutulmaz isimlerinden Can Yücel 21 Ağustos 1926’da İstanbul’da doğmuştur. Can Yücel, tek partili dönemde Milli Eğitim Bakanlığı yapan ve aynı zamanda Köy Enstitüleri’nin kurucusu, öğretmen Hasan Âli Yücel’in oğludur. Can yücel ilk şiirini 10 yaşında yazmıştır. İlk şiiriyle ilgili, 1988’de yapılan bir söyleşide şunları söylemiştir: İlk şiirimi on yaşında yazdım. Babamın metresi olan hanımın yuvasındayken.

“Yaşamak düğünse, sen orda gelindin Seni soydum, Güler, dünyayı giyindim.”

48

KULTURA

Can Yücel, ilk eğitiminin ardından Ankara Atatürk Lisesinde eğitimini tamamlamıştır.1943 yılında lise arkadaşı olan bilim adamı Gazi Yaşargil ile yurtdışında okumak üzere bir burs kazanırlar. Başta babasının “Baba, kendi oğluna torpil yaptı derler” düşüncesiyle karşı çıkmasına rağmen Yücel, Ankara ve Cambridge üniversitelerinde Latince ve Yunanca eğitimi alarak, çeşitli elçiliklerde çevirmenlik, Londra’da BBC’nin Türkçe bölümünde spikerlik yapar. Eğitimini tamamladıktan sonra Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde yaşayan Yücel, bir süre sonra Türkiye’ye döner. Türkiye’ye döndükten sonra Kore Savaşı’nın çıkması üzerine askerliğini Kore Savaşı’nda yapar. Askerliğinin ardından bir süre Bodrum ve Marmaris’te turist rehberi olarak

çalışan Yücel, daha sonra çevirmen ve şair olarak İstanbul’da yaşamını sürdürmeye başlar. Yücel, 1945’ten 1965’e kadar Yenilikler, Beraber, Seçilmiş Hikayeler, Dost, Sosyal Adalet, Şiir Sanatı, Dönem, Ant, İmece ve Papirüs adlı dergilerde yazılarını yayımladı. Daha sonraları Yeni Dergi, Birikim, Sanat Emeği, Yazko Edebiyat ve Yeni Düşün dergilerinde de şiirlerini, çeviri şiileri ve yazılarını yayımlayan Yücel, 1965’ten sonra siyasal konulara da değindi.

“Ben şiiri ciddiye almıyorum ki zaten, yeter ki şiir beni ciddiye alsın! Davetsiz misafirdir…Pat diye gelir O, ya bir afrika menekşesini ya ölen bir delikanlıyı bahane eder, oturur karşıma, kaldırabilirsen kaldır artık.” İlk şiirlerini 1950 yılında Yazma adını verdiği kitapta toplayarak kitap çıkarma serüvenine başlamış oldu. Lorca, Shakespeare, Brecht gibi önemli yazarlardan çeviriler yapan Yücel, çeviri şiirlerini topladığı kitabı Her Boydan’ı 1959 yılında yayımladı.


1956 yılında, yıllar sonra ardından “Bizim evde şiir pişerdi, aşk pişerdi… Harlı bir adamla, şiir ve aşk pişirmek kaç insana nasip olur? Düşünün ne kadar şanslı olduğumu…” sözlerini kaleme alacak eşi Güler Hanımla evlendi. Bu evlilikten Güzel ve Su adlarında iki kızı ile Hasan adında bir de oğlu oldu. Güzel Yücel şu anda su ürünleri alanında akademisyen, Su Yücel ise bir ressam. Babası Hasan Ali Yücel ile isim karışıklığı yaşamaması için isminin başına “Yeni” lakabını taktığı oğlu Yeni Hasan Yücel ise tıp alanında eğitim alarak doktor olmuştur.

“Yaşamayı yaşamak isti yorum, demiştim, Neylersin ki bu damda bu dem Ayaklarımla uyaklarımda zincir, Böyle topal koşmalarla geçiyor günlerim, Oysa –medhetmek gib i olmasın kendimi ama Yaşamım benim en gü zel şiirim.”

KULTURA

49


12 Mart 1971 darbesi sırasında Che Guevara ve Mao’dan yaptığı çeviriler gerekçesiyle çoğu aydın gibi o da hapse girdir. 15 yıl hapse mahkûm edilen Yücel, 1974 yılında çıkarılan genel afla özgürlüğüne kavuştu. Dışarı çıktıktan sonra yazdığı Bir Siyasinin Şiirleri adlı kitabını yayınladı.

“… Hiç merak etme, Bunlar eveleye geveleye böyle, Eninde sonunda “Af”fı verecekler bize. Amaaa Biz onları, Biz onları, affetmeyeceğiz, azizim…”

“… nmişim le v e p lu u b ’i r Güle f! Ne iyi tesadü de harika ü ç ü u ld o m u ğ u Üç çoc f! Ne iyi tesadü ğru seçim o d , im iş m ç e s Şiiri f! Ne iyi tesadü da Öleceğim yakın düf!” Ne aksi Tesa

50

KULTURA

1989’da eşiyle birlikte Eski Datça’ya yerleşen Yücel’in her hafta Leman ve her ay Öküz dergilerinde yazıları ve şiirleri yayımlandı. Yücel, 18 Nisan (1999) seçimlerinde Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nden İzmir 1. Sıra milletvekili adayı oldu.


73 senelik ömrü geride bırakarak, kanser hastalığına yenik düşen Yücel 12 Ağustos 1999’da hayata gözlerini yumdu.

“…O kadar da ön emli değildir bırakıp gitmele r, ar kalarında dold urulması mümkün olmaya n boşluklar bırakılmasaydı e ğer.” Can Yücel’in cenazesi dönemin İzmir

Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet “Beni kuzum Datça’ya gömün Piriştina’nın katkıları ile Datça’ya getirildi u ul’ ve 17 Ağustos 1999 tarihinde, Gölcük Geçin Ankara’yı, İstanb depreminin meydana geldiği tarihte lu do r da defnedildi. Ölüm yıldönümlerinde ka Oralar ağzına kutlamalar, “şarap içiliyor” gerekçesiyle lı Datça Belediyesi tarafından yapılmadı. Alabildiğine paha Örneğin Zincirlikuyu’da Bie mezar 750 milyona Burası nispeten ucuzluk Ortada kalma tehlikesi de yok Hayır dua da istemez Dediğim gibi beni Datça’ya gömün Şu denizi gören mezarlığın orda, Gömü sanıp deşerlerse karışmam

sonra.”

KULTURA

51


Mekanım Datça Olsun isimli bir kitap yazan ve Datça’ya defnedilen Yücel’in mezarı, Datça’da anısına tören düzenlenmemesi ve başka yerlerde yapılan törenler nedeni ile yıkıma uğratıldı ve mezar taşı parçalandı. Mezarı yakınında bulunan “Can Evi” isimli alan ise bu yıkımdan sonra kapatıldı.

“… Baktım gökte bir k ırmızı bir uçak Bol çelik bol yıldız b ol insan Bir gece Sevgi Duv arını aştık Düştüğüm yer öyle a çık seçik ki Başucumda bi sen v arsın bi de evren Saymıyorum ölüp ölüp dirilttiklerimi Yalnızlığım benim ç oğul tür külerim Ne kadar yalansız ya şarsak o kadar iyi.”

Can Yücel ölmeden önce Özgür Yici’ye verdiği son röportaj’da, son dönem şiirlerindeki daha farklı ve karamsar bir dil kullanılıyor, cümlesine karşılık şunları söylemiştir.

“Hastalık başka bir şey. Hastalığın sonucu ölüm olsa bile, seyri bambaşka bir şey. Acısı, ateşi var, sana bakanların haklı olarak sana verdikleri duygusal acı var, iğneler var, ameliyatlar var. Var da var. Hastanede bir sürü hastayla beraber yaşıyorsun. Çok da uzun sürerse hastalık bir hayat tarzına dönüşüyor. Başıma gelen neyse onu daha iyi anlamak için çaba gösteriyorum: “Urartulu bir ur.” Her şey konu oluyor da hastalık niye konu olmasın!” Can Yücel için aile her şey demektir. Onlara karşı duyduğu sevgiyi bir şair olarak şiirle yansıtmaktan da geri kalmamıştır. Babasına duyduğu sevgiyi her fırsatta dile getirmiştir:

“Ben hayatta en çok babamı sevdim Karaçalılar gibi yerden bitme bir çocuk Çarpık bacaklarıyla -ha düştü ha düşecek Nasıl koşarsa ardından bir devin. …”KULTURA 52


Can yücel çevreden annesiyle ilgili şiir yazmamasının nedenini yine şiir yazarak söyler:

“Nahide Hanım söyledi yine Neden babama yazmışım da anama şiir döktürmemişim Kaç kere yazdım cebimden uçup gittiler Ben onyedi yaşında beni yıkayan Anneme şiir yazacak kadar şair değilim.” Güzel’e adını verdiği şiiri de kızı Güzel için yazılmıştır:

“… ayan güzelim m la p o t i r le k e iç ç i Sen k çocuk Çiçekleri sulayan ve kavruk Ve ben ki buruk artık Bir ihtiyar adamım lerden çok k e iç ç , le n e s i k Öyle güzeldim daha ir b i k ım d la n a , ım Ve anlad EZ İŞLER M E R Ö G E L İ B DÜŞÜNDE ŞLER.” İ Ü Ğ Ü D R Ö G DÜŞLERİNDE

“Bir derin uykudayım öl ümün içinden Açtım ki gözlerimi Bir suyun gölgesi gibi Kendisi adeta bir suyu n Ayakucunda sen oturuyo rsun Şiir getirenlerin çok ol sun çocuğum!”

Diğer kızı Su’ya olan sevgisini ise şu mısralarla dile getirir:

KULTURA

53


Diğer kızı Su’ya olan sevgisini ise şu mısralarla dile getirir:

“Oğlum hayırlı yolculukla r sana Ki annenle ben ‘hayır! Diyoruz Bu içinde yaşadığımız körlüğe Döneceksin elbet sen daha sağlıklı Ve gören gözlerinle in sanlığın Beni bir daha göreme sen bile…”

Can Yücel’in Şiirlerindeki İroni “Sade yazı yazarken değil, konuşurken de Hep çifte dikiş vuracaksın anlama! Dikişin biri bugün için, ama Asıl önemlisi, öbür dikiş kalacak yarına!” sorunlara ironik bir anlayışla yaklaşmıştır. Kendine özgü bir dili olan Yücel, sözcük oyunlarından, sözcük ve kavramları bozmak veya çarpıtmaktan, kesimsel ve lehçesel sapmalardan, argodan, küfürden yararlanmıştır. Can Yücel şiirlerini ve şairliğini tanımlama noktasında başvurulan ilk sıfatlardan biri “ironik”tir. İroni Yücel’in keskin zekâsının ortaya çıkış biçimlerinden birisidir. İroni bir şeyler söyler gibi gözükerek başka bir şeyi ima etmekten daha ziyade, iki ayrı şey söyler gözüküp, aslında, ikisini de kastet(me)mek biçiminde tanımlanabilir. Can Yücel ilk şiir kitabı Yazma’dan itibaren bireysel ve toplumsal

54

KULTURA

İroni başta olmak üzere mizahın her tekniğini şiirlerinde kullanmış, ele aldığı konularda insanı hem gülümsetmiş hem de çoğu zaman kahkahalara boğmuştur. Şairin bu yönünü Garip şiirine temellendirmek mümkündür. Otoriteye, iktidara karşı sert ve alaycı tutumlu şiirleri, siyasi bir duruşu olan ve korkusuz şiirlerdir. Yücel bir şeyi yanlış görür ve durumu eleştirmek, hatta çoğu zaman durumun gülünçlüğünü

ortaya koymak için otoriteyi temsil edenleri bile alaya almaktan çekinmez. Kendisiyle bile dalga geçebilen hatta bunun için fırsat kollayan, kendiyle barışık olan şair, mizahı ve ironiyi bir kaçış yolu olarak görmüştür: yaşanan olayların saçma, mantıksız olduğu görüşü ve ilişkilerin haksızlık üzerine kurulduğuna inanışı dolayısıyla bu saçma düzeni kavrayabilmek ve yaşayabilmek için bir kaçış… Yücel için ironi, değiştirilmesi zor olan otoriteden bir intikam almak, ayakta durabilmek ve psikolojiyi sağlam tutabilmek için bir araçtır. Yücel, şiirlerinde genellikle “açık ironi” kullanmıştır. Hedef aldığı kişi y da kurum açıktır. Bazen hedef aldığı kişi açık olmasa da hedef alınan hükümet ya da devlet daha belirgin olur:


“Yakındır DDY’na da sıra gelir

Gözümüz yaşına bakmadan o da Özerleştirilir… Demirağları attık suya

Otomotiv bir voli vurmaya

Çağ atladık atlıyoruz derken

Geri vitesle dalıyoruz Orta Çağa”

Şiirde “Ö” harfi özellikle büyük yazılmıştır. Burada Yücel, 50, 51 ve 52’nci Cumhuriyet hükümetlerinin başbakanı Tansu Çiller’in eşi Özer Uçaran Çiller’i hedef alır. Çiller döneminin özelleştirme politikasını yerer. İkinci hedef ise Türk milletidir. Cumhuriyet döneminin ekonomik, kültürel ve sosyal kalkınma planını rafa kaldırdığımızı dile getirir. İronik olan

(Tüh Bize)

durum ise şiirin sonunda çağ atladık derken yönümüzü şaşırarak geriye gitmemizdir. “Çağ atlamak” sözünün mimarı 45. ve 46. Hükümetlerin başbakanı Turgut Özal da kapalı bir şekilde ironiye dâhil olmuştur böylece. Yücel şiirlerinde açık ironiden daha çok “kapalı ironi”ye başvurmuştur. Kapalı ironide niyet örtülüdür ancak bir yandan da keşfedilmeyi beklemektedir.

İroniler genellikle kapalı ironi sınıfına girer. Bunun nedeni bu tür ironilerin okuyucusunun ilgisini daha uzun süre canlı tutma olasılığındandır. Yücel, siyasi kişileri ya da toplum önünde popüler olan kişileri açık ironiyle kaleme alırken, bir zihniyet söz konusu olduğunda kapalı ironiye yönelir:

“Bu Datça’da

Bu uzak zürafasında Anadolu’nun

Filizkıran fırtınası esiyor

Eşzamanda İstanbul’da, Gaziosmanpaşa’da Dal gibi Aleviler kırılıyor İşte bu vatanla milletin

Bölünmez bütünlüğüdür.”

(Penisula)

KULTURA

55


Ülkede sevgisizliğin, aşksızlığın çoğaldığını dile getirerek, var olan aşkın da sorunlu, hastalıklı olduğunu düşünür. Baba ile oğul birbirlerini çok sevseler de önce küçükken baba oğlu; belki de ihtiyarlık döneminde oğlu babayı döver. Bu sefer ironinin hedefinde aşkın gerçek güzelliğini görememiş insanlar vardır:

Aşk yok gayri memlekette Cemal Süreya beri gideli Daha önce var mıydı ki

Oğulun babasına aşkı mesela Döve döve öldüresiye (Afrodizma)

Yücel şiirlerindeki bir diğer ironi türü ise “özel ironi”dir. Bu ironi anlaşılması hedeflenmemiş ironidir. Salt durumu ortaya koyarak durumun kendi yapısındaki ironikliği ortaya çıkarması ile yetinmemiş,

ironiyi yaratan bireysel ya da toplumsal etkenleri hedef almıştır. Bazen kendi başına durumun insandan bağımsız, biraz da saçmalık taşıyan ironikliğine dikkat çeker:

Ama siz de bilirsiniz ki

Gün aydındır gece de gece

Ama ne zaman diyeceğiz birbirimize günaydın? (İstanbul Liseli Gençler Sordu…)

56

KULTURA


Kısacası; argo konuşması, boyun eğmeyen kişiliği, yanlış gördüğü bir durum karşısında susmayışı/susamayışı ve bu yüzden çoğu zaman belaya giren başı, sevgi dolu bir evlat, eş ve baba oluşu, sivri diliyle bir usta geçti Türk edebiyatından. Usta sanatçının yokluğunu ise en güzel anlatan cümleleri de 43 yıllık eşi Güler Hanım kaleme alıyor:

“Yine Ağustos geldi, yine incir sıcağı, toprak güneş kokuyor, yine bademler çatladı, yine çırçır böcekleri caz yapıyor, yediveren limon salkım salkım, Taşçı Mehmet yerli tohumdan on dönüm karpuz ekmiş yine... Hani vasiyet etmiştin ya ona ‘yerli tohum bankası kurun’ diye... Sözünü unutmamış... Muhtar yine seni anlatıp duruyor; yaşadığımız yeri görmek için insanlar akın akın evimize geliyor. Hasan geldi, Güzel ve Su geldiler, bir sen yoksun...” Güler YÜCEL

KULTURA

57


Durgun Mavi’nin Ortasında Veronica Rossi Amerikalı distopya yazarı Veronica Rossi’nin üçlemesinin son parçası olan Durgun Mavi’nin Ortasında’da yazar, destansı aşk hikayesini unutulmaz bir finale taşıyor. Tutkulu aşıklar Aria ile Perry için Durgun Mavi’ye ulaşma yarışı artık bir çıkmaza girmiştir. İki genç lider hem birbirlerinden ayrılmamakta hem de Eter fırtınalarına karşı bu son sığınağa düşmanlarından önce gitmekte kararlıdır. İki âşık, hem Durgun Mavi’yi bulup hayatta kalmak hem de Sable ve Hess’in elinde esir olan arkadaşları Cinder’ı kurtarmak için zorlu bir göreve hazırlanmakta, öte yandan küçük bir mağarada, tek ortak noktaları içinde bulundukları durumdan nefret etmek olan iki halk arasında barışı sağlamaya çabalamaktadır. Her şeylerini kaybetmek üzere olan insanların güvenebilecekleri tek şeyse aralarındaki sarsılmaz bağdır.

Tanrı Makinesi J.G.Sandom Şifre çözmeye meraklı Joseph Koster, bundan on beş yıl önce kilisenin en gizli sırlarından birini açığa çıkarmıştır ve ölümden son anda kurtulmuştur. Fakat, bazı hazineler karşısında durulamayacak kadar çekicidir. Koster bu yeni bulmacanın parçalarını bir araya getirdikçe bir hazineden çok daha şaşırtıcı ve daha ölümcül bir şey keşfedecektir. Güzel mühendis Savita Sajan’la birlikte hareket eden Koster, varlığını saklamak için her şeyi yapmayı ve herkesi öldürmeyi göze alanların eline geçmeden önce Franklin’in günlüğünün şifrelerini çözmek için müthiş bir yarışa girecektir. Ancak gizli tarikatların, ezeli entrikaların ve mason bilmecelerinin olduğu bir dünyada, ödülün yerini bulmak ve hayatta kalabilmek sanıldığı kadar kolay değildir. Çünkü Koster ve Sajan’ın öğrenmek üzere oldukları gibi, cennetin kapısını açacak anahtar aynı zamanda cehennemin kapılarını da ardına kadar açacaktır.

Ben Manchester United’ı Seviyorum Mehdi Yazdani Khorram Ben Manchester United’ı Seviyorum / Mehdi Yazdani Khorram: Kimi zaman mizah, kimi zaman kara mizah ve bazen de dram şeklinde kaleme alınan romanın hikâyesi, sürükleyici üslubu ve enteresan karakterleriyle 2000’li yıllarda başlıyor ve okuyucuyu İran’ın 1940’lı yıllarının siyasi atmosferine kadar geriye götürüyor. Romanda geçen olaylar, Türk okuyucuları da yakından ilgilendirmektedir. İran’daki ilk olarak 2012 yılında baskısı yapılan ve büyük ilgi görerek birçok ödül kazanan, İngilizce ile İtalyanca çevirileri de basım aşamasında olan roman, Behruz Dijurian’ın özgün ve oldukça güzel çevirisiyle Türk okuyucularıza sunulmuştur. İran’lı yazarın dilimize çevrilen ilk romanı Demavend Yayınları’ndan yayımlandı.

58

KULTURA


Hain John Le Carre Ekonomik bunalım İngiltere’yi kasıp kavururken, Oxford Üniversitesi’nin genç profesörü Perry ile avukat sevgilisi Gail, Karayip adalarından Antigua’ya tatile giderler. Orada tanıştıkları Rus milyarderi Dima genç sevgilileri bir an olsun yalnız bırakmaz ve onları peşinden sürükleyerek Paris’e, İsviçre’ye, Londra’nın karanlık sokaklarına, içinden çıkılması imkânsız bir karmaşanın içine sürükler. Politik gerilim ve casusluk romanlarının en büyük isimlerinden biri olan John le Carré, hayranlarının karşısına bu kez uluslararası kara para aklama organizasyonunun başını çektiği muazzam büyüklükte bir entrikanın deşifre edildiği yeni bir başyapıtla çıkıyor. Hain’de, yaşadığımız dünyada gerçek otoriteyi devletlerin mi, yoksa bir avuç oligarkın mı elinde tuttuğu sorusunun en açık yanıtını bulacaksınız.

Palyaçonun Listesi Emre Timur Emre Timur’un ilk romanı Palyaçonun Listesi, Türkiye’nin ilk varoluşçu romanı. Evini terk eden küçük bir adamın, büyük kente geldikten sonra yaşadıkları, kurulmuş saat gibi yaşayan milyonlarınkiyle aynıdır. Kahraman, içerisine düştüğü boşluklardan kurtulabilecek midir? Evine geri dönmesi için cevaplayamadığı tüm soruların cevaplanması mı gerekiyordur? Karanlık dumanların altında yaşam savaşı veren robotların ortak hastalığını fark etmiş, yani var olduğunu fark etmiş bir yapayalnızın mücadelesi… Bu mücadeleyi okurken şunu fark edeceksiniz: aslında siz de bu romanın içinde bir karaktersiniz. Siz hikâyeyi okudukça, hikâye de sizi okumaya başlayacak. Roman, Serüven Kitap’tan yayımlandı.

Evren Alex Woods’a Karşı Gavin Extence İngiliz genç yazar Gavin Extence, bu ilk romanı Evren Alex Wood’a Karşı’da, en sıradışı arkadaşlığın, en kahraman olmayan kahramanın, en yolculuk olmayan yolculuğun gece ile gündüz kadar zıt, ölmek ve doğmak kadar gerçekçi hikâyesini anlatıyor. Evren, on üç yaşındaki Alex’in başına beklenmedik işler açacaktır. “Değişik” bir annenin “değişik” oğlu olmak yeterince zor değilmiş gibi okulda da sorunlar yaşamaya başlayınca, Alex kendini hayatında gördüğü en aksi adamın evinde bulur. İşte Alex’in acayip hikâyesi böyle başlar. On yedi yaşına geldiğinde tüm ülke onu ararken yanında yüz on üç gram esrar ve bir kavanoz külle yakalandığında ömrü boyunca yaptığı seçimlerden ve aldığı kararlardan asla pişmanlık duymadığını söyler. İşlerin bu noktaya nasıl geldiğini ise bir Alex bir de evren bilmektedir.

KULTURA

59


Zehir Ağacı Erin Kelly 1997’nin boğucu Londra yazında, etrafındakilere örnek bir üniversite öğrencisi olan Karen, bohem ve karşı konulması imkânsız konservatuar öğrencisi Biba’yla tanışır. O güne kadar, ailesinin gurur duyacağı, sakin bir hayat yaşamış olan Karen için Biba daha önce tatmadığı bir dünyanın anahtarı gibidir. Genç kız hızla kendini Biba’nın içki ve uyuşturucuyla renklenmiş karmaşık dünyasında kaybedecektir. Bu dünyada karşısına çıkan Biba’nın abisi Rex ise ona ilk defa aşkı tattıracaktır. Üçlü, yazı mutlu bir sarhoşluk içinde geçirmektedir, ne var ki her yazın bir sonu vardır. Bu yazın sonunda ise iki kişi ölecektir ve geçmiş Karen’ın yakasını asla bırakmayacaktır. Melek Aslı Öztürk’ün dilimize çevirdiği best-seller roman, Pegasus Yayınları tarafından yayımlandı.

Derin Tutku Samantha Young: Küçük bir kasabada kendi halinde yaşayıp giden Charley, büyük bir şehirden gelen Jake’le tanıştıktan sonra artık dünyaya bambaşka gözlerle bakmaya başlar. Charley’yi yepyeni duygularla tanıştıran Jake, ona sonsuza kadar birlikte olma sözü verir. Ancak karşılarına çıkan beklenmedik bir trajedi, bu büyük aşkı paramparça eder. Charley, Jake’in izini kaybeder. Aradan geçen dört yılın üzerinden, Jake’i artık aklından söküp attığına inanan Charley’yi, bir yıllık yurtdışı eğitimi için gittiği Edinburgh’da inanılmaz bir sürpriz karşılar: Hayatının aşkı Jake, yeni kız arkadaşıyla aynı üniversitede okumaktadır. Dex Kitap’tan yayımlanan Derin Tutku, Belgin Selen Haktanır’ın çevirisiyle Türk okuyucularla buluşuyor.

Ölüler Dirilmezse Philip Kerr Bernie Günther, meşhur Adlon Hotel’de dedektif olarak çalışmaktadır. İki ceset bulunur ve Bernie otel misafirlerinden bazılarının hayatına geri dönülmez bir biçimde girer. Biri olimpiyatları boykot etmeleri için Amerikalıları ikna etmeye çalışan hırslı ve güzel bir gazeteci, diğeri ise Chicago mafyasını ve elbette kendisini olimpiyat ihaleleriyle zengin etmeye çalışan bir gangsterdir. Bernie çok geçmeden kendisini şantaj ve yolsuzlukla örülü bir ağın içerisinde bulur. Herkes Nazilerin, dünyanın gözünü boyamak için yapacağı gösteriden bir pay koparmak istemektedir. 1936 Berlin’inde geçen bir hikayeyi anlatan Ölüler Dirilmezse, Cem Demirkan’ın çevirisiyle dilimize kazandırıldı ve Alfa Yayıncılık’tan yayımlandı.

60

KULTURA


Köpek Yarası Hasan Uygun Kent insanının yabancılaşmasını ve edilgen ruh halini geçen yüzyılın başında Kafka kahramanını böcekleştirerek anlatıyordu. Hasan Uygun ise kahramanlarını bir anlamda köpekleştiriyor. Toplumun gözünde sokak köpeği kadar değeri olmayan insanların yaralarını deşiyor. Köpekleştirmek, Kafka’nın “Dönüşüm” öyküsündeki gibi bir böcekleşme metaforu aslında. Köpekler yaralarını yalayarak iyileştirirler. Sürekli yaşamına müdahale edilen, kendine yabancılaşan edilgen insanın da durmadan yaralarını kaşıması, kanatması bundandır. Sistemle uyumlu; ev, araba, kariyer, yat-kat özlemi içinde olan insanı bulamazsınız Hasan Uygun’un öykülerinde. Küçücük dünyalarının büyük gelgitlerini göstermek için çırpınan, yazgısına şapka giydiren, sorumluluktan kaçan, “adam” olmayı, sahip olmayı reddeden bireyi anlatıyor. Her yerde olup da hiçbir yere ait olamayan, geçmişini, şimdisini sorgulayan sıradan insanı... Bazen terk etmişler, bazen de terk edilmişler. Daha da önemlisi yaşamın en uçlarına itilmişler bir şekilde. Sartre’ın “Cehennem başkalarıdır” sözünü hatırlatırcasına...

Gecenin Aynası Irene Hannon Gazeteci Moira Harrison yağmurlu bir gecede, arabasıyla ıssız bir yolda kaybolur. Güçlükle ilerlemeye çalışırken kendisine dehşet dolu gözlerle bakan birini gördüğünde frene asılır fakat geç kalmıştır. O sırada bir adam ortaya çıkar ve yardım çağıracağını söyler. Ardından dünya kararır. Moira kendine geldiğinde yapayalnızdır. Etrafta kazazede de dahil hiç kimse yoktur. Genç kadın yolda gördüğü kişinin korku dolu gözlerini unutamasa da kimseyi hikâyesine inandıramaz. Ta ki yardım için kapısını çaldığı Dedektif Cal Burke’le tanışana dek. İpuçları ortaya çıktıkça, birilerinin insanın kanını donduracak türden bir gerçeği saklamaya çalıştığı anlaşılır. Moira ve Cal bu ölümcül sırrın yolunda iz sürerken, aşkın peşine düştüklerinden de habersizdirler. Ödüllü yazar Irene Hannon’ın bu son romanı, Martı Yayınları’ndan yayımlandı.

Engerek Hakan Östlundh Evli ve iki çocuk babası Arvid Traneus, son üç yılını Tokyo’da geçirmiş olan hırslı ve yetenekli bir finans danışmanıdır. Başarıyla tamamladığı görevi sona erince de ailesinin yaşadığı İsveç’e döner, ancak Arvid’in gelişinden kısa bir süre sonra evlerinde iki ceset bulunur. Cesetlerden biri Arvid’in eşi Kristina’ya aittir. Bir erkeğe ait olan diğer ceset ise tanınmayacak durumdadır. Cinayet dosyasını yürüten Dedektif Fredrik Broman, kimliği belirlenemeyen kişinin Arvid olduğunu düşünür, fakat olayın gerçek yüzü açığa çıktıkça Fredrik kendini akla hayale gelmeyecek kadar karmaşık bir vakanın içinde bulduğunu anlar. Engerek, insanın geçmişinden asla kurtulamadığı küçük kasaba yaşamının ardında, pusuya yatmış dehşetleri keşfe çıkan harikulade bir suç romanı.

KULTURA

61


Hungry Hearts Yönetmenliğini ve senaristliğini Saverio Costanzo’nun yaptığı gerilim ve dram filminin başrollerinde Adam Driver, Jake Weber, Natalia Gold, Roberta Maxwell, Jason Selvig gibi isimler var. İtalya ve ABD ortak yapımı olan film Marco Franzoso’nun romanı uyarlaması. Filmde, şans eseri New York’ta karşılaşıp mutlu bir birlikteliğe başlayan, fakat daha sonrasında son derece tehlikeli bir durumla karşılaşan bir çiftin hikayesi anlatılıyor.

Southpaw Southpaw, bir boksörün kariyerinde en yüksek noktaya çıkmak için verdiği mücadelenin ardından bir süre sonra hayatının ellerinin arasından kayıp gidişini fark etmesinin hikayesi. Yönetmen koltuğunda başarılı isimlerden Antoine Fuqua’nın olduğu filmin senaryosu ise Sons Of Anarchy dizisinin yaratıcısı Kurt Sutter’e ait. Filmin oyuncu kadrosunda ise Rachel McAdams, 50 Cent, Jake Gyllenhaal, Naomie Harris, Forest Whitaker ve Rita Ora gibi isimler yer alıyor.

Lemon Tree Passage

Film Youtube videosu olarak kısa bir sürede fenomen haline gelmiş Limon Ağacı Geçidi Hayaleti’nden ilham alınarak çekilmiş. Gerçek olaylardan da esinlenen film Avusturalyalı bir çiftin, 3 gezgin Amerikalı ile tanışmasıyla başlıyor. Gençler yörede efsaneye dönüşmüş olan ve Lemon Tree Passage olarak adlandırılan bir bölgeye giderler. Bu bölge hem coğrafi hem de taşıdığı sırlar nedeniyle gizemli ve tehlikeli bir geçittir. Geçidin bir hayalet tarafından kontrol altına alındığına inanılmaktadır. Macera sever gençler bölgeye girdikten sonra, söylentilere konu olan hayaletin varlığını hissederler ve tatillerinin son günleri hiç beklemedikleri bir karanlığı bürünür. Yönetmeniğini David Campbell’in üstlendiği filmin başrollerinde Jessica Tovey, Nicholas Gunn, Pippa Black, Tim Phillipps, Andrew Ryan, Tim Pocock gibi isimler yer alıyor. Fimin senaristliğini de filmin yönetmeni David Campbell, Erica Brien ile birlikte üstlenmiş.

62

KULTURA


Afflicted 2 kafadar arkadaş Derek ve Clif hayatlarının yolculuğuna çıkmaya karar vererek dünyanın en uzak köşelerine gitmek için harekete geçerler. Çıktıkları bu hayallerle dolu yolculuk umdukları gibi gitmeyecektir. Evlerinden millerce uzakta, yabancı bir ülkede, bedenlerini ne olduğunu bilmedikleri bir madde sarmaya başlar. İki arkadaşın panzehir arayışının hikayesinin anlatıldığı filmin hem senaristi hem yönetmeni hem de başrol oyuncuları Derek Lee ve Clif Prowse’dir. İkiliye Baya Rehaz, Jason lee ve Sharlene Royer gibi isimlerde eşlik etmekte.

Son of a Gun Dram, aksiyon ve gerilim tadında olan film yılın merakla beklenen filmleri arasında. Yönetmen koltuğunda suç filmlerinin ünlü yönetmeni Julius Avery’in var. Senaryosu da Julius Avery’e ait olan film, hapisten çıktıktan sonra yeniden Avustralya’nın suç dünyasına düşen ve yaşadığı kötü anılardan kurtulmak için debelenen 19 yaşındaki bir gencin dramını konu ediniyor. Filmde Ewan McGregor, Brenton Thwaites, Alicia Vikander ve Jacek Koman gibi isimler yer alıyor.

Mortadelo y Filemon contra Jimmy el Cachondo Yönetmenliğini Javier Fesser’ın yaptığı animasyon film, bir suçlunun kontrol edilmesi imkansız bir kahkaha üreterek insanları bununla delirtmesini konu alıyor. İlginç yöntemlere sahip bu suçluyu durdurabilmek için dereye, kendine has karakterleri ve yöntemleriyle suçluya yaklaşan Mortadelo ve Filemon ikilisi giriyor. Filmin karakterlerine sesleriyle hayat veren isimler arasında ise Karra Elejalde, Janfri Topera, Gabriel Chame, Mariano Venancio, Emilio Gavira, Javier Laorden ve Ramon Langa gibi isimler mevcut.

KULTURA

63


Hitman: Agent 47 Hitman adlı oyunun karakteri olan Ajan 47 daha önceleri de beyaz perdeye aktarılmış ve başrol oyuncuları arasında en çok sevilen Timothy Olyphant olmuştu. Bu sefer başrolünde Thomas Kretschmann’ın olduğu film de Ajan 47, çok güçlü bir holdingin ajanın arkasındaki sırrı çözüp kendi suikastçılar ordusunu kurmak istemesini konu alıyor. Ajan 47’ye bu görevde, babasını bulmaya çalışan Katia adlı bir kadın yardımcı olacak. Filmin senaristliğini Michael Finch, Skip Woods ve Kyle Ward’ın yaptığı filmin yönetmenliğini ise Aleksander Bach yapıyor. Filmde Thomas Kretschmann’a Zachary Quinto, Rupert Friend, Ciaran Hinds, Hannah Ware gibi isimler eşlik ediyor.

Robinson Crusoe & Cuma 17 yıllık mizah serisi olan Robinson Crusoe & Cuma’dan uyarlanan filmin yönetmenliğini ve senaristliğini Gürcan Yurt üsleniyor. Issız adada 15.yıllarını kutlayan ikilinin adaya yaklaşan bir kayık görmeleri ve yalnızlıklarına derman olacak bu insanlarla olan hikayelerinin konu edindiği filmin oyuncu kadrosunda ise Serhat Kılıç, John Nyambi, Beyti Engin, Damla Debre ve Ebru Yücel gibi isimler yer alıyor.

The Man From: U.N.C.L.E. 1960’lı yıllarda yayınlanan bir casusluk dizisinin uyarlaması olan filmin yönetmenliğini Guy Ritchie üstleniyor. CIA ajanı Napaleon Solo ve KGB ustası Illya Kuryakin nükleer silah çoğaltmaya yönelik çalışan gizemli bir suç örgütünü çökertmek için otak bi göreve katılırlar. Filmde Henry Cavill, Hugh Grant, Alicia Vikander, Elizabeth Debicki, Jared Harris, David Beckham ve Cristian Berkel gibi isimler yer alıyor.

64

KULTURA


The Shamer’s Daughter Dina doğaüstü güçlere sahip bir ailenin kızı olarak doğar. Dina annesinden aldığı yeteneğiyle tıpkı onun gibi insanlara baktığı an onların ruhunu görür ve içinden geçenleri tahmin eder. Ancak bir gün annesinin krallıkta yaşanan bir kaosa alet edilmek istenmesi ve annesinin buna karşı yeteneğini kullanmayı reddetmesi üzerine hapse atılır. Dina gerçekleri ortaya çıkarmak ve annesini kurtarmak için tehlikeli bir yolculuğa çıkar. Yönetmenliğini Kenneth Kainz’in üstlendiği fantastik filmin oyuncu kadrosunda Rebecca Emilie Sattrup, Maria Bonnevie, Jakob Oftebro, Allan Hyde ve Stina Ekblad gibi isimler yer alıyor.

Love & Mercy Müzisyen Brian Douglas Wilson’ın hayatını anlatan filmin yönetmenliğini Bill Pohlad üsleniyor. Sanatçının 1960’lı yıllardaki hayatından The Beach Boys günlerine uzanan hayatı, sanatçı kişiliğinin yanı sıra yaşadığı psikolojik sorunlar da yansıtılıyor. Filmde sanatçının gençliğini Paul Dona, yaşlılığını ise John Cusack canlandırıyor. Filmin senaryosu ise The Messenfer, I’m Not There ve Rampart gibi işlere imza atmış olan Oren Moverman’a ait. Filmde ayrıca Elizabeth Banks, Paul Giamatti, Erin Maya Darke, Kenny Wormald, Jake Abel ve Dee Wallace gibi isimler de yer alıyor.

Masterminds Yönetmenliğini Jared Hess’in yaptığı, tarihin en büyük banka soygunlarından birini, mizahi bir dille beyazperdeye aktarılmış şekli olan Masterminds, 1997 yılında, Loomis Fargo & Company adlı şirketin sürücülüğünü yapan David Scott Ghantt’ın öyküsünü anlatıyor. Ghantt ve ekibinin çaldıkları 17.3 milyon dolar ile birlikte ortadan kayboluşunu anlatan filmin oyuncu kadrosunda Zach Galifianakis, Owen Wilson, Kristen Wiig, Jason Sudeikis, Ken Marino, Devin Ratray, Leslie Jones ve Rhoda Griffis gibi isimler yer alıyor.

KULTURA

65



Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.