Kozmos Dergisi Sayı 2

Page 1

Fen Fakültesi öğrencilerinin dergisi, ücretsizdir.

SAYI 2

Sıtmadan Koruyan Orak Hücre Hastalığı / sayfa 4 Bir Büyük Patlama, Bir Saniye, Her Şeyin Başlangıcı / sayfa 6 Sicim Teorisine Genel Bir Bakış / sayfa 10 DNA’nın Karanlık Leydisi / sayfa 12

KÜLTÜR-SANAT Kitap Tanıtımı Küçük Prens


Merhaba, Kozmos’un ilk sayısının fakültemizdeki öğrenci arkadaşlarımızdan ve hocalarımızdan aldığı olumlu tepkiler, heyecanımızı arttırmakla kalmayıp, ikinci sayımıza daha büyük bir özveriyle hazırlanmamıza da vesile oldu. Bilimsel ve Sosyal Araştırmalar Kulübü (BİSAK) olarak yıllardır biriktirdiğimiz çalışmalarımızı kaleme dökmeye ve bir dergi çıkartmaya karar verdiğimizde, sırf kulübümüzde aktif olarak çalışma yapan arkadaşlarımız dahi yazsa, dergimiz sürekli çıkan bir yayın olmalı diye konuşuyor, birbirimizi cesaretlendirmeye çalışıyorduk. Ancak ilk sayımızın ardından, daha önce tanışma fırsatı bulmadığımız bir çok arkadaşımız yazılarını gönderdi, dergimizin düzenleme aşamasında seve seve yardımcı olabileceğini belirtti. Kozmos’dan önce yaşadığımız tüm o kaygılar yerini birlikte üretmekten ve paylaşmaktan keyif alan BİSAK ailesinin giderek kalabalıklaşmasının verdiği mutluluğa bıraktı. Sizler de bisakdergi@gmail.com adresine yazılarınızı gönderebilir, kulübümüzü ve dergimizi sosyal medya hesaplarımızdan takip ederek etkinlik ve toplantı duyurularımıza ulaşabilirsiniz. Gelin, Kozmos’u hep birlikte büyütelim!

Yayın ve Düzenleme Kurulu

2


İÇİNDEKİLER

Sıtmadan Koruyan Orak Hücre Hastalığı

4

Bir Büyük Patlama, Bir Saniye, Her Şeyin Başlangıcı

6

Sicim Teorisine Genel Bir Bakış

10

DNA’nın Karanlık Leydisi

12

Uyumsal Yayılım ve Köpekbalıkları

14

Pi sayısı

16

Nasıl bir eğitim?

18

Fen Fakültesi kulüpleri kendini anlatıyor

26

Üniversite’de Neler Oluyor?

27


Sıtmadan Koruyan Orak Hücre Hastalığı 4000 yıl önce Batı Afrika’da yaşayan insanların yaşamlarını derinden sarsacak bir felaket gerçekleşti. Aniden ortaya çıkan bu felaket yıllar sonra bile milyonlarca insanın ölümüne sebep olacaktı.

Plasmodium falciporum adlı mikroorganizma kuşlarda sıtmaya sebep olan bir parazit olup, bilinmeyen bir sebeple insanlara bulaşmaya başladı ve insanoğlunun karşılaştığı en yaygın hastalıklardan biri oldu. Sıtma Afrika’da başlamış olmasına rağmen, daha sonra köle olarak topraklarından ayrılmaya zorlanan Afrikalılarla birlikte Yeni Dünya’ya taşındı. Hastalık maalesef hala yılda milyonlarca insanın ölümüne sebep oluyor fakat bazı insanlar bu ölümcül hastalığı atlatabiliyor. Peki bunu nasıl başarıyorlar? Milyonlarca insanın ölümüne sebep olan sıtmaya karşı insan nasıl bir savunma geliştirmiş olabilir? Doğal seçilimin acaba bunda rolü olabilir mi? Gelin bu soruların hepsini bilimsel metotlar doğrultusunda cevaplandırmaya çalışalım. İnsanlarda sıtmaya sebep olan Plasmodium falciporum sivrisinekler tarafından taşınır. Sivrisineklerin insanı sokmasıyla plasmodium insana bulaşır ve kan dolaşımına katılarak ilk önce karaciğere gider. Burda kısa bir süre bekledikten sonra kan dolaşımına tekrar katılır. Kırmızı kan hücrelerine (eritrositler) girip bölünmeye başlar ve kısa bir süre sonra eritrositleri patlatır. Sıtmaya yakanlanmış kişide ortaya çıkan ateş ve titreme nöbetlerinin sebepleri işte budur. Plasmodium kırmızı kan hücrelerinin içine girdiğinden bağışıklık sistemimiz tarafından zor tespit edilir. Birkaç haftada kırmızı kan hücreleri işlevini kaybeder. Damarlarda birikerek damar tıkanıklığına sebep olabilir. 4

1940 yılında ise Afrikada sıtma hastalarına bakan doktorlar ilginç bir şey gözlemlediler. Hastalardan alınan kanların mikroskop altında incelenmesiyle büyük bir sır ortaya çıkarıldı. Hastalığı hafif atlatanların kırmızı kan hücreleri ile hastalığı ağır atlatan hatta atlatamayanların kırmızı kan hücreleri arasında bir farklılık vardı. Normalde kırmızı kan hücrelerimiz disk şeklindedir. Ancak orak-hücre hastalığında, anormal hemoglobin molekülleri kristalleşme eğilimde olduklarından, hücrelerin bazıları deforme olur. Orak şeklini alır. Kırmızı kan hücrelerinde oksijen taşınmasında görev alan hemoglobinin normal birincil yapısındaki belirli bir pozisyonda yer alan bir aminoasidin (glutamik asit) başka bir aminoasit ile (valin) yer değiştirmesi , kalıtsal bir rahatsızlık olan orak-hücre hastalığına neden olur. Birincil yapıdaki bu ufak değişiklik , proteinin konfarmasyonu ve iş görme yeteneğini etkileyebilir. Fakat çok ilginç bir şekilde bu hastalık sayesinde orak şeklini alan kırmızı kan hücrelerine sahip olan insanlar hem sıtma hastalığını hafif geçiriyor hemde hastalığı atlatmış oluyorlardı. Peki bu farklılık hastalığı nasıl yenmemizi sağlıyordu? Sıtma parazitine yakalanmış hasta eğer normal hemoglobin moleküllerine sahipse, parazit kırmızı kan hücrelerinde çoğalır ve kırmızı kan hücreleri işlevini yitirir. Kandaki hücrelerin normal olup olmadığı ise dalak organımız tarafından kontrol edilir. Dalak kan hücrelerin yapısına bakarak ‘anormallik’ gösterenleri ayıklar ve parçalar. Sıtmaya yakalanan hastalarda anormal kırmızı kan hücreleri giderek artar.Hastanın dalağı , bu sayılar kapasitesini çok fazla aştığından işini yapamaz hale gelir. Peki eğer orak-hücreli anemi hastalığını taşıyan bir insan sıtmaya yakalanırsa neler olur?


Parazitin önce çoğalmak için kırmızı kan hücrelerine girmesi gerekir. Parazit normal kırmızı kan hücrelerindeki hemoglobinden faydalanır fakat bilinmeyen bir nedenle orak şeklindeki kırmızı kan hücrelerindeki hemoglobinden (Hemoglobin S) faydalanamaz ve parazitin çoğalmasını engeller, besin sıkıntısı yaşar. Hücrenin orak şeklini alması plasmodiumun hücreye girmesinden kısa süre sonra olduğu için , plasmodium girdiği kırmızı kan hücrelerinde olgunlaşıp çoğalma fırsatı yakalayamadan içinde bulunduğu kırmızı kan hücreleri ile dalak tarafından imha edilir. Bu mutasyona uğramış hemoglobin ile sıtma hastalığına karşı bir direnç arasındaki bu önemli keşfi, bilim insanlarını sıtmanın yaygın olduğu bölgeleri ve orada yaşayan insanların hemoglobin S’yi taşıyıp taşımadığını incelemeye yöneltti. Sıtmanın yaygın olduğu heryerde hemoglobin S formunun da yaygın olduğu belirlendi.

Tarihe, geriye doğru bir göz atarak en azından 4000 yıldır insanların sıtmaya maruz kaldığını düşünürsek, normal hemoglobinin yanı sıra hemoglobin S’yi de taşıyanların yaşam üstünlüğünü sağladığı ve böylece doğal seçilime tabi tutulup günümüze kadar gelmiştir. Genlerde meydana gelen küçük bir değişikliğin bile hayatımız için ne kadar önemli olduğunu artık biliyoruz. Hemoglobindeki bu minik değişiklik ve sıtma, insanlık olarak içinde bulunduğumuz çevre şartlarına en iyi biçimde uyum gösterebilmemizi sağlamak üzere genetik yapımızda gerçekleşen değişikliklere ve doğal seçilime güzel bir örnektir.

Caner OSMANAĞAOĞLU Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölümü 5


Bir Büyük Patlama, Bir Saniye, Her Şeyin Başlangıcı Başlangıçta hiçbir şey yoktu; ne madde, ne enerji, ne boşluk. Hatta uzayın kendisi bile yoktu. Zaman geçmiyordu, çünkü zaman diye bir şey de yoktu. İşte bu hiçlikten, atomdan da küçük bir ateş topu çıktı. Evreni oluşturacak her şey, güneşin çekirdeğinden trilyonlarca kat daha sıcak, iğne deliğinden milyonlarca kat daha küçük bir noktadan çıkıyordu.

Zaman başlıyor, 1 saniyede tüm kainatın ayrıntılı planı yapılıyor Gelmiş geçmiş en büyük sır! ‘‘Eğer evrendeki yerimizi anlamak istersek en başa dönüp bakmamız gerekir’’ büyük patlama teorisi genel olarak biliniyordu ancak kavramın kendisi ancak 100 yıldan kısa bir süre sonra kabul edildi. Evreni çok az zamandır tanıyoruz. 1929’da Edvan Hubble galaksilerden gelen ışıkları gözlemliyor ve galaksi ne kadar uzaktaysa o kadar uzunlukta dalgaboyu ışık gönderdiğini fark ediyor. Işık dalgaları mesafe aldıkça yayılırlar ve bu yayılma dalgaboyunu değiştirir. Ses dalgaları da ışık dalgalarıyla benzer özellik gösterir. Örneğin, bize yaklaşmakta olan bir trenin sesi bize daha şiddetli gelir ancak uzaklaştığındaki andan itibaren 6

daha güçsüz sinyaller algılarız. Bir galaksi bizden uzaklaştıkça ışık dalgaları yayılır ve kırmızılaşır. Neredeyse tüm galaksiler, saatte yaklaşık 1.6 km hızla yol alıyorlar. Galaksiler birbirinden uzaklaşıyorsa demek ki bir noktada hepsi bir aradaydı. Bu evrenin bir başlangıcı olduğuna dair ilk kanıtı. Bir planck zamanı, ≈ 5,39106(32) × 10−44 s hayal edemeyeceğiniz kadar küçük bir zaman dilimidir. Yaklaşık olarak 10−43 saniyedir. İşte bu kısa zamanda oluşan bu alev topundan dünyanın 4 temel kuvveti oluşuyor. Bu kuvvetler etrafımızdaki her şeyin temelini oluşturur. Büyük patlamadan sonraki ilk anda bu kuvvetler ortaya çıktığı için biz hayattayız. Onlar olmasaydı kâinat özelliksiz bir radyasyon bulutundan ibaret olurdu. Planck zamanının ilk anında bu 4 kuvvet henüz tek bir süper güçte toplanmış haldeydi. Yer çekimi, nükleer ve elektromanyetik olarak kuvvetler henüz ayrılmış değillerdi. Gökyüzüne bakarken aslında geçmiş zamana bakıyoruz. Işık sınırlı bir hızda ilerlediği için güneşten gelen ışık yere yaklaşık 8 dakikada geliyor. Yani güneşin 8 dakika önceki halini görüyoruz. Gece gökyüzüne baktığımızda gördüğümüz yıldızlar 10-20 ışık yılı uzağımızda oldukları için onların ancak 10 yıl önceki hallerini gözlemleye biliyoruz. Uzayın ne kadar derinine bakarsak büyük patlamaya o kadar yaklaşmış oluruz. Uzaktaki bir ışığın bize yaklaşması milyarlarca yıl sürer, hatta o kadar çok yayılır ki radyo dalgalarına döner. Gaz bulutlarının gözlemlendiği bir çalışmada; alınan sinyallerin arasına sürekli bir parazit karıştığı, ve bu radyasyon sinyallerinin dünya dışından kaynaklandığı farkedilir. Bu radyasyon, o ana kadar saptanmış herhangi bir şeyden daha eski ve daha uzaktır. Şans


eseri zamanın başlangıcının ekolarını duyduklarını anlarlar. Buna kozmik mikrodalga arkaplan ışıması deniyor. Bu ışıma patlamanın kendisinin bir yansımasıdır. Eğer gözlerimiz mikrodalga ışınımını algılayabilseydi, her gece büyük patlamayı izleyebilirdik. Kainatın oluşumunun üstünden 1 saniyenin trilyonda biri dahi geçmeden yeni bir evreye girildiğini biliyoruz. Daha sonra ne olduğunu öğrenmemizin anahtarı ise kozmik radyasyondur. Kainat bir anda 1 atomdan milyarlarca kat daha küçük bir hale geliyor. Sonrada bir beyzbol topu büyüklüğüne genişliyor. Bu an içinde 13.7 milyar yıldan daha fazla büyüyor. Bu hızlı büyüme şişme diye adlandırılır. Büyüme sırasında ışınlar her yerde eşit sıcaklıktadır. Çünkü evren homojen yapıdadır. Tıpkı bir balonun büyümesi gibi.

Öylece yoğunlaşarak yıldızları ve galaksileri oluşturuyorlar. Kozmik mikrodalgalar ilk ortaya çıktıklarında basın bunun ‘’tanrını yüzü’’ olduğunu yazdı. “Gerçekçi olalım bu tanrının yüzü değil bu evrenin bebeklik fotoğrafı.” Kozmik mikrodalganın arkasındaki radyasyonun keşfi bilimin en büyük keşiflerinden biriydi. Büyük patlamadan sonra 1 saniyeden az bir zamanda kainatın kaderi yazılıyor. Güneş 13 milyar yıl önceki kuvvetler nedeniyle yanıyor, yıldızlar ve gezegenler kâinatın hızla büyümesiyle oluşuyor. Bizim burada olmamızın sebebi Planck zamanının sonraki birkaç vuruşunda gizlidir. Kâinat maddenin yapı taşlarıyla dolup taşıyor. Şu ana kadar (10-32 ), kozmik saatimize göre kainatın ilk hali enerjiden ibaret.

Peki galaksiler nasıl oluştu?

Peki saf enerji nasıl maddeye dönüştü?

Gezegenler ve yıldızlar önce birtakım parçacıkların karışımıydı, bu parçacıklar zamanla yerçekiminin baskısıyla bir araya gelerek yoğun bir kütleyi oluşturdular. Dünya sürtüşme ve yerçekiminin sonucu bir araya gelen parçacıklardan oluşur. Dünyaya hayat veren güneş ise başlangıçta gaz ve tozdan oluşan bir buluttu.

Etrafımızdaki her şey maddeden, madde ise atomlardan yapıldı. Büyük patlamadan sonraki ilk saniyede ise atomu oluşturan şeyler ortaya çıktı. 1905’de Albert Einstein şu denklemi buldu ve bu sırrı ortadan kaldırdı; E = mc2

Bu birleşmeler nasıl oluştu? Gezegenlerin ve yıldızların oluşumu için kainatın ilk halinin düz değil topak topak olduğu düşünülmeli. Wmap (çok hassas sıcaklık tahlilleri yapan ve haritalar çıkaran bir gök aracıdır) 13 milyar yıl öncesine bakıyor. Wmap’ın gözlemlerine göre, dünya döndükçe bu küçük dalgalar yerçekimi kuvvetiyle giderek büyüyen parçalar haline geliyor.

Bu denklem bize enerjinin (E) ve kütlenin (m) aynı şeyin farklı formları olduğunu gösterir. Kütle ve enerji birbirleriyle değiştirilebilirler. Nükleer bir patlamada maddenin parçacıkları devasa bir enerji yaratmak için birbirlerinden ayrılır. Büyük patlamadaysa tam tersi gerçekleşti ve bu devasa enerji maddeye dönüştü. Bu denklem bir sonucu ortaya çıkardı; bebek kainat büyüyüp soğudukça, büyük patlamanın saf enerjisi de maddenin bizi oluşturan parçalarına ayrıştı. Varoluşumuza 1 saniyeden daha az bir zaman kaldı. Maddenin ilk parçacıkları ortaya çıktı. Kainat güneşin çekirdeğinden milyonlarca kat daha sıcaktı ancak bu sıcaklık maddenin parçacıklarının birleşip atomu oluşturmaları için yeterli değildi. “Maddenin ilk hali nasıldı?” sorusu kafa karıştırıcı ve “nasıl kainatı oluşturan atomun proton ve nötronları haline geldi?” Kainat çok sıcakken sadece atomun yapıtaşları var olabildi. Büyük patlamadan sonraki ilk anda maddenin bu süper sıcak 7


yapıtaşlarını görmesekte anlamanın yolu parçacık hızlandırıcılarla mümkündür. 2000 yılında yapılan bir deneyde bileşen çekirdek parçacıklardan karmaşık bir püskürme ortaya çıkıyor. Verilerini analiz etmenin 5 yıl aldığı bu deneyde; altın çekirdeklerini çarpıştırınca ortaya bir gaz çıkacağı sanılıyordu ancak ortaya gaz çıkmadı bulunan şey daha çok sıvı

gibiydi. Madde kâinatta ilk kez ortaya çıktığında kuarklar o kadar yoğun ve enerji doluydular ki kâinatın tümü sıvı haldeydi. Kâinat 1 saniyeden kısa sürede bir kuark çorbasına dönüştü. Sıvı kâinat sıcak, yoğun ve şiddetliydi. Sürekli karşı etkileşimde olan küçük parçacıklarla doluydu.Kozmik saati 1 saniyenin milyonda birine geldiğinde büyümeye ve soğumaya devam ediyordu. Bir beyzbol topu büyüklüğündeyken güneş sistemimizin boyutuna ulaştı. Madde saf enerjiden oluştu. 8

Madde olmasaydı hiçbirimiz burada olmazdık, hatta ilk saniyede neredeyse öyle oluyor, bir şey neredeyse kainattaki tüm maddeleri yok ediyordu. İlk an tekrar canlandırıldığında eşit derecede iki madde üretildi. Biri etrafımızda gördüğümüz “madde”, ötekiyse onun tam tersi “anti madde”. Anti madde, normal madde gibi görünüyor ama aslında aynı değiller. Madde ve anti madde ölümcül düşmanlar. Birlikte varolmaları imkansız. Büyük patlamanın ardından 1 saniyenin milyonda biri kadar süre geçtikten sonra (10−6) bir savaş başlıyor. Madde ve anti madde çarpışıyorlar ve bir patlama gerçekleşiyor. Sadece elma boyutundaki bir madde anti maddesini dengine vuruyor ve ortaya 10 megatonluk bir nükleer bombanınki kadar enerji çıkıyor. Eşit sayıda varoldukları ve karşıt parçacığına çarpan her madde parçacığı yok olduğu için tüm maddeler oluşur oluşmaz yok olacaklardı ve sırf radyasyonla dolu bir kainat kalacaktı. Fakat kainat maddeyle dolu. Madde anti maddeyi nasıl alt etti? Bu soruya cevap olabilecek kuramlardan biri anti maddenin daha az dayanıklı olduğu ve çok daha çabuk çürüdüğü tezine dayanıyor. Bu da madde ve anti madde arasında ufak da olsa bir dengesizlik yaratıyor. Bu dengesizlik sonucu madde anti maddeye üstün geliyor. Bu az miktardaki madde şu anda


içinde yaşadığımız kainatı oluşturuyor ve ayağımızın altındaki topraktan en uzaktaki galaksilere kadar… Sıcaklıkta meydana gelen değişiklikler sonraki milyarlarca yıl boyunca yerçekiminin maddeyi bir araya getirerek galaksileri oluşturacağını gösteriyor. İlk saniye hakkında çok şey biliyoruz fakat yapbozun bir parçası eksik kalıyor. Kâinattaki her şeye kütlesini veren şey nedir? Kütle bir şeyin hareket etmesini ve hareket halindeyken durmasını zorlaştırıyor. Bir nesnenin ağırlığı yoksa bile kütlesi vardır. İlk anda parçacıklara kütle sağlayacak bir şey olmuş olmalı ancak bu hala bir sır. Kütle hayatın bel kemiğidir. Kütle olmasaydı kâinatı yaşanır kılan hiçbir madde oluşamazdı. İlk anda maddenin nasıl oluştuğunu keşfedebilirsek hayatın kökenini de anlamış oluruz. Parçacıklara kütle veren şeyin ne olduğunu bulamazsak ilk anın gizemini de çözemeyiz. 1964 yılında İngiltere’de sarsıcı bir teori ortaya atıldı. Görünmeyen bir kuvvet alanının ilk anda kâinatı kaplayarak parçacıklara kütle kazandırdığı iddia edildi. Buna Higgs alanı adı verildi. Parçacıklar onunla etkileşime girince kütle kazanıyordu. Bilim insanları Higgs alanını kendine has bir parçacıkla taşındığına inanıyordu. Gazeteciler buna ‘’tanrı parçacığı’’ deren, bilim insanlarıysa ‘’Higgs bozonu’’ diyordu. Bu parçacığı tanımlarsak buraya nasıl geldiğimizi çözebileceğiz. Ne var ki bu ateş

fırtınasında bir parçacığı bulmak kumsalda altın bulmak gibi bir şey. Higgs öyle küçük ve kısa ömürlü ki dedektörlerin onu doğrudan görmesi imkânsız. Onun yerine gelişmiş kameralarla ancak arkasında bıraktığı izleri görmeyi umuyorlar. Bu ihtimal bize ilk anda neler olduğunu gösterecek. 13.7 milyar yıl önceye dönüp o ilk saniyeyi yeniden yaşamamızı sağlayacak o en önemli anı… Evet kainat neredeyse 1 saniyedir varken; güneş sistemimizin 1000 katı büyüklüğünde ve madde parçacıklarıyla doluydu, yani her şeyin hammaddesiyle. Proton ve nötronların kuark denizinden ayrışabilecekleri kadar da soğuktu. Sonraki birkaç saniyede (3 s) ise evren proton ve nötronların ilk atom çekirdeğini oluşturacağı kadar soğudu. 300.000 yıl sonrada ilk atom oluştu. On milyonlarca yıl sonra madde ilk yıldızları oluşturmaya başladı ve milyarlarca yıl sonra Samanyolu gibi galaksiler oluştu. 9 milyar yıldan daha uzun bir süre sonraysa dünyamız meydana geldi. Bir büyük patlama tek 1 saniye her şeyin başlangıcı!

Gülizar Özdemir Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölümü

9


Sicim Teorisine Genel Bir Bakış İnsanoğlu soyut düşünmeye başladığından bu yana maddeyi anlamaya çalışmıştır. Bu konu anlaşılmaya çalışıldıkça karmaşıklaşmıştır. Hayal edin, her yerde kımıl kımıl titreyen iplikçikler, bu iplikçilerden oluşan atom altı parçacıklar.

yuttaki cisimleri açıklayan göreliği ve atom, atom altı parçacıklar gibi küçük boyutta ki cisimleri açıklayan kuantum mekaniği vardır. Her iki kuramda aynı evren, açıkladığına göre birleştirilmelidir. İşte bu teori, parçacık fiziğinde kuantum mekaniği ile Einstein’ın genel görelik kuramını birleştiren bir teoridir.

‘‘Sicim’’ adı klasik yaklaşımda ‘‘sıfır boyutlu noktalar’’ şeklinde tarif edilen atom altı parçaların aslında ‘‘bir boyutlu ve ipliksi varlıklar’’ olabileceği varsayımına dayanır. Sicim kuramı belirli bir şekilde titreşen ipliksilerin, kütle ve yük gibi özelliklere sahip parçacıklar gibi davrandığını söyler. 1980’lerde fizikçiler, sicim teorisinin doğadaki başlıca dört kuvvetin (yer çekimi, elektromanyetizma, güçlü kuvvet[kuvvetli nükleer güç], zayıf kuvvet[zayıf nükleer güç]) ve maddenin tüm bir kuantum mekaniği modelini (Fizikte Birleşik Alan Teorisi) birleştirme potansiyeline sahip olduğunu fark ettiler. Kuramın temeli, gerçekliğin bileşenlerinin rezonans frekanslarında titreşen ve Planck uzunluğunda (10-35 mm) sicimler olduğudur. Bu fikir henüz deneysel olarak gözlenmeyip matematiksel bir modeldir. Ve bu model 6 yeni boyut daha önerir, fakat bu boyutları standart anlamdaki mekan ve zaman boyutları değil, bunlara bağlı alt boyutlar gibi tanımlar. Bildiğimiz 3 uzay ve 1 zaman boyutu üzerinde dairesel olarak katlanmış fazladan boyutlardır. Peki, bu boyutları neden mi fark etmiyoruz? Bunu bir örnekle açıklayalım. Örneğin, 2mm bir misinaya uzaktan bakıldığında onun tek boyutlu görürüz. Lakin bu misinanın üstünde olan bir mikro organizma için iki boyutlu hatta üç boyutludur. Evreni açıklayan iki temel kuram yani Einstein’ın yıldızlar, galaksiler gibi çok büyük bo10

Sicim teorisi membran(İnce zar) teoremi (MKuramı) olarak adlandırılmaktadır. Bu teoride parçacıkların sicim değil de, bir membran gibi olduğu ve farklı boyutlarda büzüştüğü düşünülmektedir. Tabi bu gibi faktörler de bu teorinin ispatlanması ve gözlenmesinin pek olası olmamasına sebep oluşturuyor. Pek çok fizikçide bu yüzden bu teoriyi kabul etmemektedir. Çünkü bu zarlar ışığın en küçük dalga boyundan bile küçük olduğu için görüntülenmesi, ölçülmesi günümüzde pek mümkün değil ve başka bir ispat yolu da bilinmiyor. İki parçacık belli bir konumda ya da noktada çarpışmıyor, sicimlerin etkileştikleri an ve konum artık tek nokta değil bir yüzey olduğundan belirsizdir. Bu yüzden o tekil noktanın hesaplanmasında oluşan sonsuzluk problemi ortadan kalmış oluyor. Bu sonsuzluktan ‘‘renormalizasyon’’ denen yöntem ile ortadan kaldırılır. Ama standart modelle genel görelilik birleştirilmeye çalışıldığında bu yöntem işe yaramaz. Temel parçacıklar, fermiyonlar ve bozonlar olmak üzere ikiye ay-


rılır. Fermiyonlar (örneğin elektron) maddeyi oluşturan öğedir. Bozonlarsa (örneğin Higgs bozonu) kuvvet taşıyıcılardır. Wolfgang Pauli’nin ilkesine göre, aynı kuantum özellikleri taşıyan iki fermiyon bir arada bulunamazken, bozonlar için böyle bir sınırlama yoktur. İki katının birbirinin içinden geçememesinin nedenin temelinde fermiyonların birbirini itmesi olayı yatar. Her bir sicimin titreşim kipi farklı ve farklı kuantum özelliklerine sahiptir. Yalnızca bozonik kipleri aldığımızda kuantum mekaniği ile sicim kuramı tutarlı olması için 26 boyut gerekir. (25 uzay, 1 zaman) Ve her bozona ya da fermiyona karşılık gelen aynı kütleye sahip fermiyon ya da bozon geliyorsa bu simetriye “süpersimetri” denir. Ancak kütlelerinin aynı olması yüksek enerjilerde aralarındaki simetrinin kırılmış olması durumunda geçerli olur. Bu nedenle kuramsal parçacıkların adlarının önüne süper takısı eklenmesinin sebebi bozon ve fermiyonların karşı guruptan eşlerinin daha ağır olması gerektiğindendir. Örneğin bu kuramda kuarklarla beraber skuarklar; fotonlarla birlikte fotinolar gereklidir. Bu durumda otomatikle standart modeldeki parçacık sayısını iki katına çıkarmaktadır ve henüz süpersimetri çifti gözlemlenememiştir. Bunun getirdiği sebepte süpersimetrinin kırılmış olma olasılığıdır. Ancak çok yüksek enerjilere ulaştığımızda bunları gözlemleyebileceğiz. Yüksek enerjilerde kuram süper simetrikken düşük enerjilerde gözlemlenmemesi suyun farklı fazlarına benzetilebiliriz. Ama henüz gözlemlenmemiş olmasına rağmen kuramsal fizikçilerinin çoğunluğu matematiksel güzelliğinden dolayı süpersimetrinin varlığına ikna olmuş durumdadırlar.

Yani bildiğimiz 4 boyuta 6 boyut daha gerekir. Peki, bu mümkün mü? Ve bu çok boyutta oluşan evrenlerin bazıları bize benzerken, büyük kısmının şekillerinin bile evrenimize hiçbir benzerliği yoktur. Yani standart model içermemektedir. Evreni verecek olan 6 boyutlu uzayın nasıl seçileceği, sicim kuramının en derin problemlerinden biri. Ve bir gün sicim teorisi daha iyi anlaşıldığında bu problemin de çözüm bulacağı öngörülmektedir.

Kaynaklar: Bilim ve Teknik Ağustos 2002 (Sicim Kuramları) Evrenin Zarafeti - Brian Greene Saklı Gerçeklik - Brian Greene http://bilimfili.com (Sicim Teorisi Kuantum Mekaniğinin Temeli Mi?) http://www.ntv.com.tr/arsiv/id/25091385/ (String Teorisi)

Eğer sicim teorisinde süpersimetri kabul edilirse, kuantum mekaniği ile tutarlılık için 10 boyut (9 boyut, 1 zaman) olması gerekir.

Selim Öztemel Fizik Bölümü 11


DNA’nın Karanlık Leydisi 1953 yılında Nature dergisinde DNA’nın ikili sarmal yapısı makalesi yayınlanmasıyla genetik şifrenin yapısı gün ışığına çıkmıştır. Bu büyük keşfin kâşifleri James Watson ve Francis Crick sansasyonel bir etki yaratmıştır. Ve kuşkusuz Nobel ödülünü bu büyük başarılarıyla(!) elde etmişlerdir. Lakin genetik şifrenin yapısının çözümlenmesindeki en önemli pay sahibi olan Rosalind Franklin resmen bu başarının gölgesinde kalmıştır.

Rosalind Elsie Franklin kimdir? 1920 Londra doğumlu olan Franklin, o dönemlerde kadınların daha çok yönlendirildiği botanik ve biyoloji dersleri yerine fizik ve kimya eğitimi verilen nadir okullardan biri olan St. Paul kız okulunda okuyarak çalışkanlığıyla ön plana çıkmıştı. Eğitimini 1941 yılında Newnham kolejinde tamamlayan Franklin, 1945 yılında da Cambridge Üniversitesinde fizik ve kimya dalında doktora derecesi aldı. Daha sonrasında Fransa’ya giden Franklin, 1947-1950 yılları arasında Devlet Kimya Hizmetleri Merkez Laboratuvarında X ışınları kristolografi yöntemi üzerine çalıştı. Bu yöntem, kristal içindeki atomların dizilişinin belirlenmesini sağlar ve kristale gönderilen x ışınlarının dalga boyları kristal içindeki atomların arasındaki uzaklığa yakın olduğundan x-ışını bu atomların dizilişine göre değişik açılarda farklı şiddetlerde kırınıma uğrar. Böylelikle kristaller içindeki elektron yoğunluğunun resmi çıkartılarak kristaldeki atomların konumları, boyutları, kimyasal bağları gibi kristalin yapısal özellikleri saptanabilir. (Tuz, metal, mineral gibi birçok organik ve inorganik madde kristal yapıda olduğundan birçok bilimsel alanda kristolografi kullanılmıştır. Bu yöntem halen yeni maddelerin ve benzer özellikler gösteren maddelerin atomik yapısının bulunmasında kullanılmaktadır.) Rosalind Franklin ve DNA Rosalind Franklind, 1950 yıllarında King’s College London’da Tıbbi Araştırmalar Kon12

seyi Biyofizik Komitesi’nde araştırmacı olarak DNA üzerinde kristolografi çalışmalarına başladı. Aynı üniversitede Maurice Wilkins de DNA molekülünün x-ışını kırınımı analizi yapmaktaydı. Franklin ve doktora öğrencisi Gosling, DNA’nın iki formunun olduğunu keşfetti; nemin yüksek olduğu (ıslak) koşullarda DNA fiberi uzun ve ince, kuru koşullarda ise kısa ve şişman halde bulunuyordu. Bu formlara sırasıyla ‘B’ ve ‘A’ formları adı verildi. Wilkins B formu, Franklin ise A formu ile çalışmalarına devam ettiler. Franklin 6 Mart 1953’te Crick ve Watson modellerini tamamlamadan bir gün önce Acta Crystallographica dergisinde DNA’nın ikili sarmal yapısı hakkında makale yayınlandı. James Watson ve Francis Crick Linus Pauling, bazı protein çeşitlerinin sarmal yapıda olduğunu göstermişti ve çalışmalarını DNA molekülü üzerinde devam ettiriyordu. Bu dönemde DNA’nın şeker-fosfat zincirine eklemlenmiş dört temel bazdan oluştuğu biliniyordu. Bazı proteinler de sarmal yapıda olduğu gösterildiğine göre DNA da sarmal olabilirdi ancak nasıl bir sarmal olduğu araştırma konusuydu. Ocak 1953’te Pauling, DNA’nın üçlü sarmal bir yapıda, temel bazların ise dışarda durduğu bir modeli sundu. Ancak bu model doğru değildi.


Bunun üzerine 1953 yılının Ocak ayında, Pauling’in doğru olmayan modeliyle King’s College’e giden James Watson, yardım almak istediği Wilkins’i ofisinde bulamayınca Franklin’e giderek Pauling hatasını düzeltmeden işbirliği yapmaları gerektiğini söyler. Bu konuşma esnasında Franklin’in, elindeki verileri nasıl yorumlaması gerektiğini bilmediğini iddia eden Watson’a sinirlenmesi üzerine geri çekilen Watson, Wilkins’i bulur. Bundan sonra olacaklar ise DNA tarihini değiştirecektir. Franklin’in X ışını kırınımı ile fotoğraflamış olduğu DNA molekülü ile ilgili çalışmaları Wilkins tarafından Watsona verilir. Böylelikle Watson ve Crick DNA’nın sarmal yapısını inşa etmeye başlamış olurlar. Crick’in tez danışmanı olan Max Perutz, Franklin’in Tıbbi Araştırmalar Konseyi Biyofizik Komitesi’ne ziyaretinin raporunu Crick’e verir. Franklin’in kristolografik hesaplamalarını da içeren bu rapor, kırınım fotoğrafının ardından Franklin’in haberi olmaksızın Cambridge ekibinin DNA bulmacasını çözmesini sağlayan ikinci büyük katkı olur. Franklin’in Acta Crystallographica’da iki A formu makalesinin çıkmasından bir gün sonra, 7 Mart 1953’te Watson ve Crick modellerini tamamlarlar. Verilmeyen Nobel Ödülü Rosalind Franklin’in ölümünden 4 yıl sonra Watson, Crick ve Wilkins DNA’nın yapısını çözdükleri için 1962’te Fizyoloji ve Tıp Nobel ödülü aldı. Wilkins aynı zamanda DNA kırınım çalışmalarını başlattığı için Nobel ödülüne dahil edildi. Rosalind Franklin ise yaptığı çalışmalarla DNA’nın ikili sarmal yapısında öncü olmuş olsa da yapılan konuşmalar-

da gölgede bırakılmış, ismi anılmamıştı. İkili Sarmal isimli kitabında Rosalind Franklin’i anlatan James D. Watson Rosalind Franklin’den en yakınlarının dahi hitap etmediği şekilde ‘Rosy’ olarak bahsetmesi ve huysuz bir kadın olarak resmetmesi, Franklin’in yakın arkadaşı Anne Sayre tarafından eleştirilmiştir. Boğaziçi Üniversitesi’ne konuşma yapmak için gelen James Watson, yine Rosalind Franklin’i ters ve soğuk bir insan olarak nitelendirdikten sonra “Franklin çalışmalarından dolayı yeterince ödüllendirildi mi?” sorusuna “başarısızlık için ödüllendirilmezsiniz” şeklinde bir cevap vermiştir. Rosalind’e haksızlık yapıldığı eleştirileri ile aynı fikirde olmayan Watson, “B form resmi 8 ay masasının üstünde durmuş ama ondan bir şey çıkaramamış. Sarmal bir modeli baştan reddettiği için doğruyu bulamamış. Doğruyu biz bulduk.” diyerek, Rosalind’e kredi veriyor ama Nobel’i hak etti denemez demiş olduğu söyleniyor. Oysa Franklin’i yakından tanıyanlar; onun hayat dolu, enerjik, kapalı kapılar arkasında oturmayı sevmeyen, kararlı, tutkulu ve tam bir bilim aşığı olduğu ve Nobel ödülünü hak edenlerden birinin de Franklin olduğunu söylüyor. Kaynakça: İkili Sarmal; Dna Yapı Çözümünün Öyküsü/ James D. Watson www.bilimania.com - DNA’nın Babası Watson İstanbul’daydı

Gülistan Atay Biyoloji Bölümü 13


Uyumsal yayılım ve Köpekbalıkları

Eskiden her mahallenin bir bakkalı bir manavı bir kasabı vardı. Bir mahallede birden fazla bakkal ya da kasap pek göremezdik. Yan yana onlarca esnaf olur ama hepsi farklı bir iş yapardı. Sanki tüm esnaflar aralarında anlaşmışlar ve semtleri paylaşmışlardı. Rekabeti en aza indirmek için tüm esnaflar aralarında anlaşmış olabilir mi acaba? İmkansız. Peki nasıl oluyordu da uygulanıyordu bu kalemsiz kağıtsız rekabeti en aza indirmeye çalışan anlaşma? Evet kalemsiz kağıtsız ama genlerimize ince ince işlenmiş olan bir anlaşma bu, o yüzden bu kadar doğal bu kadar otomatik uygulayabiliyoruz bu anlaşmayı. Peki anlaşmanın ismi ne mi; uyumsal yayılım. Uyumsal yayılım; çok farklı habitatları dolduracak şekilde bireysel özellikler geliştirmiş türlerin çoğalıp yeni türler oluşturarak bulundukları ekolojik alanı en verimli şekilde kullanmaya yönelik bir yayılımdır. Başka bir deyişle, bir türün evrimsel süreçle birlikte bireysel özellikler geliştirip değiştirerek kendine daha az rekabet ortamı sağlayacak habitatda yaşamaya uyum sağlamasıdır. Es14

nafların; bakkallar, kasaplar, manavlar, eczaneler yada pastaneler olarak ayrılması farklılık göstermesi işte tam da uyumsal yayılım yüzündendir. Kuşlardan da örnek verirsek; avcılar, leşciler, böcek yiyiciler, tohum yiyenler gibi farklı farklı beslenme mekanizmaları geliştirerek ayrılmaları işte bu yüzdendir. Uyumsal yayılım bir familyaya ait türler arasındaki rekabeti azaltarak aynı ekolojik mevkide yaşamalarına olanak tanır. Uyumsal yayılımı en iyi uygulayanlardan birinin de köpekbalıkları olduğunu söyleyebiliriz. Dünya üzerinde 350 tür köpekbalığı yaşamını sürdürür ve canlılık olan hemen hemen her yerde çok başarılı bir şekilde bulunurlar. Köpekbalıklarının en küçüğü ancak 30cm boyutuna kadar ulaşabilen cüce köpekbalığı (Squaliolus laticaudus), en büyüğü ise 18m boyuna 10 ton ağırlığına ulaşabilen balina köpekbalığıdır (Rhincodon typus). Bu kadar büyük olmasına rağmen sadece planktonlarla beslenir. Büyüklüğü ve beslenme şekliyle dişsiz balinalara (Mysticeti) benzer. Balina köpekbalığı yaşamının ve beslenmesinin


çoğunu derin denizde değil aksine yüzeye yakın yerlerde sürdürür. Beslenirken ağzına suyu alır içindeki planktonları süzer ve suyu geri bırakır. Böylelikle familyasının diger üyeleri gibi özellikle deniz memelileriyle beslenmediği için yaşamını diğerlerine göre daha az rekabete girerek sürdürür. Kaplan köpekbalıgı (Galeocerdo cuvieri) ise genellikle atık limanlarda yaşamaya uyum sağlamıştir. Bunun nedeni de evrimsel süreç içerisinde rekabeti azaltarak yaşamını sürdürmeye çalışması ve hatta başarmasıdır. Boyları 6 metre ağırlıkları ise 1 ton olanları kayıtlarda mevcuttur. Kaplan köpekbalığı limanlardaki atıkların hayvansal protein içeren kısımlarında beslenir, yani protein içeren herhangi birşey onun besini olabilir. Çörek-kapan köpekbalığı (İsistius brasiliensis) ise yunusgillere, balinalara ve orkinoslara asalak olarak yaşar. 45cm uzunluğunda olmasına rağmen alt çeneleri çok gelişmiş dişlere sahiptir. Evrimsel süreç sonunda oluşmuş olan beslenme şekillerine bakacak olursak bu dişlerin gelişme nedenini daha iyi anlayabiliriz. Çörek-kapan köpekbalığı avının gövdesine alt çenesindeki dişlerini saplayıp üst çenesiyle sıkıştırır ve bir parça kopartır. Çörek-kapan köpekbalığı bu şekilde beslenerek yaşamını devam ettirir. Çörek-kapanın aksine avından bir parça koparmakla yetinmeyen büyük beyaz köpekbalığı da (Carcharodon carcharias) evrimsel

süreçte çok fazla yol kat eden türlerdendir. 6 metreyi geçgin boyu 4 tonu geçgin ağırlığıyla dünyanın en büyük et yiyen balığıdır. Ağzının kenarlarında kırılınca yerine yenisi gelebilen herbiri eşkenar üçgen şeklinde dişleri vardır. Gövdesi bulunduğu sudan daha sıcaktır. Bu sayede 1500 metre derinliğe kadar besinini arayabilir hatta kovalayabilir. Büyük beyaz köpekbalığı deniz memelilerinin tümüyle (foklar, yunusgiller, denizaslanları, deniz kaplumbağaları gibi) beslenebilir. Uyumsal yayılım onları yalnız yaşamaya yöneltmiştir. Bunun nedeni toplu halde beslenmelerinde oluşacak tür içi rekabeti önlemektir. Fakat yoğun bir besin potansiyeli olan bir bölgede toplu halde avlanabilirler. Kaliforniya’nın Farallon adalarında ve Güney Avustralyadaki Tehlike Kayalığında fokların ve denizaslanlarının yoğun olması büyük beyaz köpekbalıklarının buralarda toplu halde yaşamalarına yol açmıştır. İşte bu olayın esnaflarda nasıl olduğuna baktığımızda karşımıza çıkanların, esnafların birleşerek oluşturdukları meyvesebze halleri, kuyumcu “kent”leri olduğunu görürüz. Şöyle bir bakarsak; tüm canlılık gibi insanoğlunun da uyumsal yayılımın yani doğa kanunlarının içinde olduğunu, diğer bir deyişle de o kanunlardan muaf olmadığını görürüz. Tekrar bakkal amcalara dönersek onlardan duyup çok sevdiğim bir söz gelir aklıma; kim ki toprağa bakar; o ki kendine bakar. Peki şimdi size bir soru; bir tür hariç diğer tüm türler uyumsal yayılımı en iyi şekilde uygulama yolundadır. Besin paylaşımı yaparak, türünün devamlılığını sağlamak için habitatını koruyarak milyonlarca yıldır yaşamaktadır. Hatta ‘o’ tür olmasa milyarlarca yıl daha uyumsal yayılım çerçevesinde müthiş bir düzen içerisinde yaşayabilirler. Hem kendi türünün devamını hem diğer türlerin devamını hatta yaşadığı ekolojik ortamın evrenin bile devamlılığını düşünmemeye devam etmekte olan ve birkaç adım daha ileri giderek, kendisini evrenin en zeki(!) canlısı olarak nitelendiren ‘o’ türe sizce çok mu uzağız? Mert Kesiktaş Hidrobiyoloji Yüksek Lisans 15


Pi sayısı Ya içindesindir çemberin ya dışında demiş şair. Oysa çemberin dışına çıkmak imkânsız, her şey onun içinde yer alır. Tarihte dönem dönem kendisine farklı tanımlamalar yapılsa da pi sayısı aslında çemberin çevresinin çapına bölümüdür. Peki, bu sayıyı matematikteki onca orandan ayrı kılan ne? Adı, Yunanca çevre anlamına gelen (περίμετρον)“perimetier” kelimesinin ilk harfinden gelir. Sembolü olan “π” de Yunan alfabesinin 16. Harfidir. Kendini asla belirli bir sıra ile tekrarlamayan rakamların oluşturduğu “pi” yeterli uzunlukta yazıldığında, her rakam dizisini pi içinde bulabilirsiniz. Doğum gününüz, telefon numaranız, şifreleriniz rastgele yazacağınız herhangi bir numara bu sayının içinde bir yerdedir. Hatta her harfe bir numara vererek kodlarsanız; isminiz, ilk söylediğiniz kelime, en çok sevdiğiniz roman, âşık olduğunuz kişi, dostlarınız herkes her şey yani bütün hayat baştan sona bu sayının yani çemberin içindedir. Bu esrarengiz sayı Babilliler tarafından M.Ö. 2000 yıllarında π=3,125; Antik Mısırlılar tarafından π =256/ 81 yani yaklaşık 3,1605 olarak kabul edilmiş, Eski Yunanda ise √10 ya da 3,162 olarak kullanılmıştır. Arşimed (Archimedes) ise (M.Ö. 287- 212) 3+ 1071 ile 3 + 17 arasında olacağını hesaplamıştır. M.S. 500 yılı civarında ise Pi sayısı 3, 1415929 olarak kullanılıyordu.Tarihin farklı dönemlerinde bilim insanları tarafından farklı de16

ğerlerle yorumlanan pi sayısının 1424 yılına gelindiğinde virgülden sonraki 16 basamağı doğru olarak biliniyordu. 1596 yılında Alman Ludolph van Ceulen, Pi’nin virgülden sonraki 20 basamağını hesapladı ve bu sayı Avrupa’ da Ludolph sabiti olarak kabul görüldü. Günümüzde ise en uzun pi hesaplama rekoru Fabrice Bellard tarafından hesaplanmış olup 2 trilyon 700 milyar rakamdan oluşuyor. “ π” sembolünün yaygın olarak kullanılmaya başlanması ise İsviçreli matematikçi Leonard Euler’in 1737 yılında yayınladığı eserinde, daire çevresinin çapına oranını bu sembolle ifade etmesiyle başladı. Daha önce de kullanılmış olsa da Leonard Euler’den sonra gelen tüm matematikçiler bu sembolü benimseyip kullanmıştır. Günümüze yaklaştıkça “Pi” sadece matematikte sıkıcı bir sayı olarak kalmayıp her alanda karşımıza çıkmaya başlamış,rakamlarını ezberlemek pek çok kişinin ilgisini çekmiş hatta bu konuda bir yarış bile oluşturmuştur. Bu alan da Dünya rekoru ise pi’nin ilk 67 890 rakamını ezberlemiş olan Lu Chao adındaki bir Çinliye aittir. Guinness Dünya rekoru olarak kayda geçen bu olay 24 saat 4 dakika sürmüştür. Kendini edebiyatta da gösteren “pi”sayısı İngilizcede “pilish” adı verilen bir teknikle şiir ve yazı yazmayı doğurmuştur. Bu tekniğe göre Şiirde arka arkaya gelen her kelimede ki harf sayısının pi sayısındaki sırada olması gerekir. Örnekte ki şiirin başlığındaki 5 kelimesinde


harf sayısı 3,1415 olarak hemen görülür. İlk bölümleri aşağıda verilen bu şiirin geri kalan kelimelerinin de pi ile nasıl uyuştuğunu kendiniz de görebilirsiniz. One A Poem

Matematikte sıkça karşımıza çıkan onun dışında resimde,şiirde hemen her alanda örneğini gördüğümüz bu özel sayı için 14 Mart pi günü olarak kabul edilmiş,her sene İngilizcede pi’nin okunuşu turta anlamına gelen “Pie” olduğu için turta yenerek kutlanılmaya devam edilmektedir.

A Raven Midnights so dreary, tired and weary, Silently pondering volumes extolling all bynow obsolete lore. During my rather long nap - the weirdest tap! An ominous vibrating sound disturbing my chamber’s antedoor.

Kaynaklar: Pi’nin Biyografisi - Alfred S. Posamentier Pi Coşkusu - David Blatner http://www.biltek.tubitak.gov.tr/gelisim/matematik/ sayilar.htm http://www.matematikciler.org/matematiksel-guzellikler/askin-sayilar/228-pi-sayisi.html

“This”, I whispered quietly, “I ignore”. En uzun philish metini aynı yazar tarafından yazılmış olup 2010 yılında yayınlanan “Not a wake” kitabıdır ve pi’nin ilk 10 000 rakamına karşı düşmektedir.

Gülnaz ERCİNS Matematik Bölümü 17


Nasıl bir eğitim? Her yıl Eylül ayında okulların açılmasından yaz başında tatile girişine kadar geçen sürenin yeni bir “eğitim-öğretim yılı” olarak adlandırılmasının sebebi, elbette basit bir ikileme kullanılması ihtiyacından kaynaklı değildir. Eğitimin amacı, öğretmenin çok da ötesinde; ‘biyolojik olarak insana özgü yetilerle dünyaya gelen insan yavrusunu büyütüp yetiştirerek topluma kazandırmak, bunun yanı sıra toplumda maddi ve manevi bir birikimi aktarırken, onu içinde doğup yetiştiği bir yurdun, giderek bir devletin değer ve idealleri ile donatmak yani bir yurttaş yaratmaktır’1. Ülkemizde ise, çocuk yaştan başlayan sınav maratonu, ailelerin ve dolayısıyla öğrencilerin temel derdinin hep daha fazlasını öğrenmeyi(daha doğrusu ezberlemeyi) ve en iyisi olmayı istemesine zemin hazırlamış, öğretme derdi eğitimin önüne geçmiş, okullarda çocukların kişisel gelişimine katkı sağlayacak derslerin(resim, müzik, beden eğitimi vb.) çoğu seçmeli tutulmuştur. Bu dersleri veren branş öğretmenleri ise çocukların vaktini almakla suçlanmış, çoğu zaman bu dersler sırasında daha fazla test çözebilmeleri için müsaade etmeleri istenerek okul yönetimleri ve veliler tarafından sözde iyi bir şey yapılmıştır. Ezberci sınav sistemine maruz kalan öğrenciler için sıklıkla yapılan yarış atı benzetmesi şüphesiz ki yerindedir. İlkokul 4. Sınıfa kadar inen sınav sistemi, öğrencilerin geleceklerinin birkaç saatlik bir sınavdaki performanslarına göre belirlenmesine sebep olmakta ve çocukları arkadaşlarıyla birlikte oyun oynamaları gereken yaşta, arkadaşlarının önüne geçme, onlardan daha iyi olma yarışına sokmaktadır. Günümüz Türkiye’sinde ortaokuldan sonra önümüze iki seçenek çıkar; ya iyi bir Anadolu Lisesi kazanıp -ki artık Anadolu Lisesi olmayan devlet okulu pek az kalmış durumda- okula adımını atar atmaz üniversite sınavı için hazırlanmaya/yarışmaya başlamak, ya da doğrudan bir İmam Hatip Lisesine girip, mezun olunca öyle veya 1 Server Tanilli – Nasıl Bir Eğitim İstiyoruz?

18

böyle mutlaka bir devlet kurumuna kolayca yerleşmek. İkinci seçeneği, birazdan bahsedeceğimiz “Nasıl bir eğitim?” sorusunun cevabına kökten aykırı olduğu için eler ve birinci seçenekten devam edersek; bir devlet lisesine yerleşebilmiş her öğrencinin ilk hedefi ne olursa olsun 4 yıllık bir üniversiteye yerleşmek oluyor. Gelecekte yapmak istediği mesleği yapabilmesi sistem için bir yere kadar önemli olduğundan, ya çok çok çalışıp gerekirse yıllarca hazırlanarak/yarışarak istediği bölüme yerleşecek, ya da puanı nereye tutarsa. Evet, “puanı nereye tutarsa” bize çok da uzak gelmedi değil mi? Üniversitelerin çoğunlukla en düşük puanla öğrenci alan bölümlerinin Fen Fakültesi bölümleri olduğu aşikar. Oysa Fen Fakülteleri temel bilimlerin yuvası, geleceğin inşaa laboratuvarlarıdır. Yalnızca o alana özel ilgisi olanların girmesi gereken Matematik, Biyoloji, Fizik, Astronomi gibi pozitif bilimlerin öğretildiği bu bölümler, 4 senelik diploma ihtiyacına en düşük puanla ulaşmanın cevabı olurken, mezunlarının bir çoğu formasyon sertifikası peşine düşüp -atanamayan- öğretmen, bir çoğu bankacı olmuştur. Yine azımsanamayacak çoğunluğu da ülkemiz gençlerinin hazin sonu olan işsizlikle baş başadır. Fen Fakültelerine dair hayıflanmalarımızı bu yazı için burada bitirip konumuza dönelim. Öyle veya böyle üniver-


siteye giren herhangi bir genç için asıl kabus bundan sonra başlar. Üniversite boyunca verilen sınavların üzerine, devlet memuru olabilmek için başka, akademide kalabilmek için başka, yabancı dil yeterlilik için başka, türlü türlü sınav çıkar karşısına, yarış hızını azaltmadan yıllarca devam eder. Öğrencilerin çocuk yaştan girdiği bu yarışın adil olmadığı ise sınav sisteminin pratikte yarattığı haksızlığın yanı sıra, her yıl gündeme gelen kopya skandallarıyla da açıkça ortadadır. Soruların önceden kimi çevrelere dağıtılması gerçeği, ne yazık ki konuyla ilgili kurumlar tarafından, kanıtlanmasına rağmen yalanlanmış, “olduysa da sehven olmuştur” denilerek üzeri pervasızca örtülmeye çalışılmıştır. Eğitim sistemimizin sınavlara ve dolayısıyla ezbere dayanan durumundan özetle bahsettiğimize göre artık olması gerekene, nasıl bir eğitim istediğimize geçebiliriz. Kozmos’un ilk sayısında yayın kurulu olarak okuyucuya merhaba derken, ‘biliyoruz ki biz inat etmezsek ansızın “bilim” kelimesi de Wikipedia’da yasaklananlar arasında yerini alabilir’2 demiştik. Bizi bunu söylemeye iten o sırada bazı tıbbi kelimelerin(örneğin vajina, penis…) ahlaki olarak kişiyi utandırdığı söyleminin devlet büyüklerince televizyonlarda 2 Kozmos – Sayı 1

dile getirilmesi ve ardından bahsi geçen kelimelerin Wikipedia’da yasaklanmış olmasıydı. Her fırsatta çocuk da çocuk diyen aynı zihniyetin bu kelimelerden utanması, akla leylek efsanesinin bazı makamlarca hala güncelliğini korumakta olduğunu getirmektedir. Nitekim ortaokul ders kitaplarından Üreme Sistemi konusunun kaldırılması da bunu destekliyor. İstediğimiz eğitim modeli, yaşamak istediğimiz hayattan ayrı düşünülemez. Özgür, eşit ve laik bir toplumda yaşamak istiyoruz, bunu her fırsatta, özellikle de yaş grubumuzun zekasını mizahla harmanlayarak öne çıktığı Taksim günlerinde sıklıkla dile getirdik. Bizim için dünya inanca dayalı referanslara göre değil, akıl, mantık ve bilime uygun yaşanır. Aynı şekilde eğitimde de referans alacağımız şeyler insanlık tarihinin bilimsel ilerlemesi ve doğalında toplumların aydınlanmacı ve seküler birikimidir. Geçtiğimiz aylarda gerçekleşen 19. Eğitim Şurası sonucunda türban ilkokula kadar inmiş, getirilen yeni seçmeli din dersleri fiilen zorunlu kılınmış, üstüne üstlük YGS’de 5, LYS’de 8 tane bu ders içeriklerinden soru sorulması sağlanarak dersler cazip hale getirilmiş ve müfredattaki önemi artırılmıştır. Öyle ki bu düzenlemeyle bir öğrenci, ilkoku19


lun başından lisenin bitimine kadar toplam 144 saat Felsefe ve 72 saat Sosyoloji dersi görebilecekken, 1476 saat din dersi görebilmesi mümkündür3. Birkaç yıldır uygulamaya konulan 4+4+4’ün en büyük getirisinin çocuk gelin sayısını arttırmak olacağını söylersek sanıyoruz hata etmiş olmayız. İlkokul ve ortaokulun ayrılmasıyla, birçok köyde var olan küçük ve derme çatma okul binaları ilkokul olarak kalmış, ortaokullar ancak ilçe merkezine yakın yerleşim yerlerinde faaliyete geçmiştir. Zaten hali hazırda okutmak yük olarak görülen kız çocuklarının, köylerinden uzaktaki ortaokullara gönderilmemesi sonucuyla daha çocuk yaşta kırmızı kuşağı bellerine bağlayıp evlerinin kadını(!) olmaları ülkemizin kaçınılmaz sonlarından biridir. Özgür, eşit ve parasız ve anadilde eğitim istiyoruz. Kastımız; öğrencilerin salt teorik bilgi aktarımından ziyade kişiliklerinin gelişimine katkı sağlayacak, cinsiyet, ırk, din ayrımına maruz kalmadan kendi tercih ve yönelimleri doğrultusunda eğitildiği bir modeldir. Bilimin ve bilimsel araştırmaların araştırmacılar tarafından herhangi bir kaygı gözetmeksizin çalışıldığı, bilimsel gerçeklerin özgürce dile getirildiği ve hak ettiği değeri gördüğü bir eğitim sistemidir. Kastımız; dershane parasını ödeyebilmek için 15 yaşında bir çocuğun inşaatta çalışırken iş cinayeti sonucu hayatını kaybetmesinin önüne geçilmesi, harç adı altında üniversiteliden alınan paralar sebebiyle işçi öğrenciler diye bir sınıf yaratan sistemin yok edilmesidir. Laik bir eğitim istiyoruz. Laik eğitimden anladığımız; öğrencilerin herhangi bir şekilde inançları nedeniyle ayrımcılığa tabi tutulmadığı, bir inanç dayatmasıyla karşı karşıya bırakılmadığı, çocuğun ya da gencin birey olarak kabul edildiği ve dolayısıyla eşitlikçi, özgürlükçü, bilimsel ve demokratik bir eğitim hizmetinden yararlanabilme hakkının engellenemeyeceği bir eğitim sistemidir.

Hazal Destina Alarcın Biyoloji Bölümü 3 http://www.egitimsen.org.tr/ekler/5492309dd26f6ae_ ek.doc?tipi=2...X

20

Çevremizdeki B Olea europea (Zeytin) Olea europea, Oleaceae familyasından meyvesi yenen Akdeniz iklimine özgü bir ağaç türüdür. Türkiye’de Olea europea üretimi Ege, Marmara, Akdeniz ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinde yapılmaktadır. Oleaceae (Zeytingiller) familyası karakteristik peltat, salgı tüylü ağaçlar çalılar ya da nadiren sarılıcılardan oluşur. Yapraklar karşılıklı, stipulsuz, basit, pinnat, unifoliat ya da ternattır. Çiçeklenme durumu simöz ya da tek çiçeklidir. Meyve üzümsü, kapsül, drupa (Olea europea gibi) ya da samaradır. Tohumlar yağlı endospermli ya da endospermsizdir. Oleaceae familyasının, kerestelik ağaç, gıda ve yağ bitkileri (Olea europea), parfüm bitkileri, birçok türünde süs bitkisi olarak kullanılmı familyanın ekonomik önemini oluşturur. Zeytin, zeytin yağı ve zeytin yaprağı Eski Mısırlılar tarafında hem tüketim hem de tıbbi olarak kullanılmıştır. Zeytin yaprağında bulunan Oleuropeitt maddesinin, ağaçları hastalık ve zararlılardan koruyan bir madde olduğu yapılan araştırmalarda ortaya çıkmıştır. Modern tıpta son yıllarda Oleuropeitt maddesi üzerinde çalışmalar arttırılmıştır. Zeytinde A, D, E ve K vitaminleri mevcuttur. Yapılan bilimsel çalışmalar zeytinyağının, içerdiği E vitamininin insan hücrelerinin yenilenmesine katkıda bulunarak yaşlanmayı geciktirdiği, beyin fonksiyonları üzerindeki yıpratıcı etkisini azalttığı, cildi güzelleştirdiği ve haricen kullanıldığında saçlara parlak bir görünüm kazandırdığı kanıtlanmıştır. Dünya sağlık teş-


ki Bitkileri Tanıyalım

kilatı (WHO) kalp krizi ve kalp hastalıklarına en az Girit Adası’nda rastlandığını ve burada yaşayan insanlarda kalp krizi riskinin en alt düzeyde bulunduğunu rapor etmiştir. (Girit Adası eski çağlardan günümüze zeytinyağı merkezidir) Olea europea’nın meyvesinin ve yağının birçok faydası olduğu gibi yaprağının da faydaları vardır. Kalp kasının pompalama hareketini geliştirir, kalbe olan kan dolaşımını arttırır, kronik sinüzitler için oldukça iyi bir iyileştiricidir ve zararlı bakteriler yüzünden oluşan ishalleri hafifletir. Olea europea’nın ülkemizde de önemi çok fazladır. Dünya zeytin üretici ülkeleri arasında; ağaç varlığı açısından Türkiye 4’ncü, alan açısından da 6’ncı sırada yer alır. Böylece dünya zeytinyağı üretimine %8 oranında katkıda bulunur. Sofralık zeytin üretiminde

de İspanya’dan sonra 2’nci, tüketimde ise 1’inci sırada yer alır. Son olarak zeytin ağacı; insanlık tarihi ile birlikte var olup barışın, kutsallığın, aşkın, yaşamın, bilginin, asaletin, arınmanın, adaletin, ölümsüzlüğün ve her ölüme yaklaşıldığında yeniden dirilişin simgesidir ve birçok efsaneye de konu olmuştur. Ve zeytin ağacının ömrü yaklaşık olarak 1500-2000 yıldır. Bu sebepten dolayı hem ekolojik olarak hem de ekonomik olarak bitkiler arasında oldukça büyük önem taşır. Kaynakça: Bitki Sistematiği (Nobel Yayınları)

Seran Kırkıncı Biyoloji Bölümü

21


Bilim İnsanlarını Tanıyalım

“Bırakın doğruları gelecek söylesin ve herkesi eserlerine ve başarılarına göre değerlendirsin. Bugün onların olsun; ama uğrunda çok uğraştığım gelecek, benimdir.” 10 Temmuz 1856 yılında Hırvatistan’ın Smiljan şehrinde doğan Nikola Tesla, küçüklükten beri rüzgar, nehirler ve şimşeklerden etkilenmiş ve merak etmiştir. Ve bu onu ‘‘Şimşeklerin Efendisi’’ yapacaktır. Kariyerine 1881 yılında Budapeşte şehrinde bir Amerikan telefon şirketinde elektrik mühendisi olarak başlamıştır. Bir gün arkadaşı ile parkta yürürken yere çizdiği yeni elektrik motoru fikri, İndüksiyon Motoru patentine dönüştü. Ve bu müthiş fikir günümüzde aletlerden tertibatlara, arabalara endüstriyel sanayilere kadar her yerde kullanılmaktadır. Tesla bu buluşu için; “Alternatif akım için ürettiğim ilk motor zihnimde canlandırdığımla aynıydı. Zihnimde gördüğüm resimleri ürettim ve tam beklediğim gibi çalıştı.” demiştir. 22

1884 yılında 28 yaşında cebinde Edison’a patronunun referans mektubu ve az bir parayla Amerika’ya taşındı. Mektupta, ‘‘İki büyük adam biliyorum biri sizsiniz diğeri de bu genç adam’’ yazılıydı. Edison onu işe aldı ve daha sonra şirketin jeneratörlerini 50.000$ ikramiye karşılığında yeniden tasarlamasını istedi. Tesla çok kısa zamanda harika bir iş çıkardı ve hakkı olan parayı Edison’dan istediğinde Edison’un parayı vermemesi üzerine Tesla şirketten istifa eder ve akım savaşlarına gidecek ilk gerginlik başlamış olur. İlerleyen yıllarda Tesla; Edison’un Doğrusal Akımına(DC) karşı, Alternatif Akımı(AC) keşfeder. Alternatif Akımın genliği ve yönü periyodik olarak değişen olması daha cazip olmuştur. Milyoner bir girişimci, Tesla’nın icatlarının uzun mesafe güç iletimini başarabileceğini düşünerek patentleri 60.000$ ve Westinghouse Şirketinde yüklü bir hisse (%40) karşılığında satın alır. AC başarılı


olursa Tesla zengin olacaktır. Ve bunu önlemek için Edison bir karalama politikası yürütür. Hatta AC’nin kontrol edilemez ve öldürücü olduğunu göstermek için maymun fil vs gibi canlılara AC vererek öldürdüğü de söylenir. 1895’de Tesla’nın laboratuvarında yangın çıkar ve her şey kül olur. Ama o bu karanlıktan daha aydınlanmış olarak çıkar. Tesla kompleks bir jeneratör ve trafo sistemi tasarlayıp mühendisliğini yapar. Ve 1896’da ilk uzak mesafe AC hidroelektrik santrali devreye girer, böylece Buffalo şehri aydınlanır. Niagara Şelalesi’nden saniyede 3 milyon litre suda 2,4 milyon kilowatt elektrik üretir, ama Tesla daha büyük bir hayalin peşindedir, dünya çapında iletilebilen kablosuz enerji. 1899 yılında Colorado çayırlarında kablosuz enerji deneyleri yapmaya başlar. Onun büyücü olduğunu ve tanrının işine karıştığını düşünenler olmuştur, hatta uzayla iletişime geçtiği dahi iddia etmiştir. Bunların sebebi, Tesla’nın zamanının ötesinde bir dahi olmasıdır. 1898 de uzaktan kumandayı icat eden Tesla, 2 metreden kontrol edilebilen bir gemi ile gösteri yapar. Tesla’nın bir mekanik osilatör, yani deprem makinesi yaptığı da iddia edilir. Prensip, her şeyin rezonans frekansı olduğu ve bir osilatör gibi dış kuvvetle uyarı artırılırsa her malzeme arçalanabilir. Tesla’da inşat halinde bir binada bunu kullandığını söyler:

kisinin olduğunu söylemiştir. İnsanlarla el sıkışamayan aşırı titiz ve hayatında ki her şeyin üçün katı olmasına takıntısı olduğu da yine garip takıntılarından biridir. 7 Ocak 1943 itibarıyla, yirmi altı ülkede kendisine ait üç yüze yakın patenti bulunmakta olan büyük deha son yıllarını New Yorker Otelde tek başına geçirmiştir. Tabi ki oda numarası gene üçe bölünebilir olmalıdır; 3327. 7 Ocak 1943 yılında New Yorker Oteli’nde hayatını kaybetmiş ve öldükten sonra otel sahibi bu odayı ona ithaf etmiştir. “Para insanların kendine biçtiği kıymete haiz değildir. Benim bütün param deneylere yatırılmıştır. Bunlarla yeni keşiflerde bulunup insanoğlunun yaşamını biraz daha kolaylaştırmasını sağlıyorum’’ diyen bu deha bilimin metalaşmasına karşı tepkisini örnek yaşamıyla göstermiştir. Kaynakça: Nikola Tesla ve Metalaşmamış Bilim sunumu Selim Öztemel Nikola Tesla - Marc J. Seifer Tesla - Elektriğin Tanrısı - Soner Tuna Zamanın Ötesindeki Deha Tesla - Margaret Cheney

“Birkaç saniyede binanın titremeye başladığını hissettim. On dakika daha devam etseydim binayı ve sokağı yıkabilirdi. Aynı cihazla Brooklyn Köprüsünü 1 saatten kısa bir süre içinde East Rivera indirebilirdim.” 1909’da Nobel ödülü radyonun icadı sebebiyle ünlü bilim adamlarından Marconi’ye verilir. Ancak Marconi’nin Tesla’nın patentlerini kullandığı çok sonra anlaşılır. Ve patentler gerçek sahibine verilir. Tesla bu durumla ilgili; ‘‘Marconi iyi bir dost, 17 adet patentimi kullanıyor, bırakın devam etsin” demiştir. Garip takıntıları olan Tesla güvercinlerle dostluk kurduğunu hatta bir tanesi ile iliş23


Kültür-Sanat Kitap Tanıtımı

“Büyükler” sayıları ve sahip olduklarını düşlerken kimin gerçekten küçük olduğunu hep unuttular. Düşlerimiz, hayallerimiz ve kendimizi tanımamıza yardım eden tüm düşünsel hazinemiz, biz büyüdükçe satırlar arasındaki rakamsal değer farkları arasında yuvarlandı, önemsizleşti. Oysa yaşamda düşüncelerimizin dahi gerçekliklerle örtüştüğü oranda “faydasını” savunurken, içimizde isyan eden küçük, savruk rüştünü ispat edememiş “Küçük Prens” kahramanlığımızı bastırdık hep.

Nazlı Eda Piyade Biyoloji Bölümü

“Bu benim için dünyanın en güzel ve en hüzünlü resmidir. Bir önceki sayfadaki resmin aynıdır ama belleğinize iyice yerleşsin diye bir daha çizdim. Küçük Prens’in yeryüzünde göründüğü ve kaybolduğu yerdir burası. Bu resmi iyice inceleyin ki bir gün yolunuz Afrika’ya, çöle düşerse orayı tanıyabilesiniz. Yolculuğunuzda bu noktaya gelince n’olur acele etmeyin. Bir süre yıldızın tam altında bekleyin. Karşınıza bir çocuk çıkıyorsa, gülüyorsa, altın saçları varsa, sorulara karşılık vermiyorsa, biliniz ki odur. O zaman n’olur yüreğime su serpin. Haber salın, geri döndüğünü bildirin bana.” 24

“Bir gezegen görmüştüm, kırmızı suratlı biri yaşıyordu orada. Bir kerecik olsun çiçek koklamamış, hiç yıldız görmemiş, hiç kimseyi sevmemiş. Sayıları toplamaktan başka bir şey yapmamış hayatında. Yine de bütün gün senin gibi ‘Önemli bir adamım ben! Ciddi bir adamım!’ der dururdu. Gururundan yanına varılmazdı. Ama adam değil mantarın tekiydi.”


“325, 326, 327, 328, 329 ve 330’uncu asteroidlerin dolaylarında bulunuyordu. Kendini eğitmek ve boş zamanını değerlendirmek için onlara uğramaya karar verdi.

çücüktü. Neyi yönetebilirdi bu kral?

İlk asteroidde bir kral vardı. Bu kral kürklü ve kırmızı giysiler içinde, süssüz ama görkemli bir tahta kurulmuştu.

“Bana bir şey sormanı buyuruyorum.”

Küçük Prens’in geldiğini görünce, “İşte bir uyruk!” diye bağırdı. Küçük Prens’in tuhafına gitmişti: “Allah Allah, beni daha önce hiç görmemişken nasıl tanıdı?” Bilmiyordu ki krallar için dünya çok basittir, onların gözünde herkes uyruktur. Sonunda krallık edecek birini bulduğu için böbürlenen kral:

“Majeste,” dedi, “bir şey soracağım, beni bağışlayınız.”

“Majesteleri neyi yönetiyorlar?” “Her şeyi,” dedi kral büyük bir alçakgönüllülük içinde. “Her şeyi mi?” Kral kendi gezegenini, öbür gezegenleri ve bütün yıldızları gösterdi. “Bütün bunların hepsini mi?” dedi Küçük Prens. “Bütün bunların hepsini.” “Yani yıldızlar da size boyun eğiyor?”

“Yaklaş bakalım,” dedi, “yaklaş da daha iyi göreyim seni.”

“Ne sandın? Bir dediğimi iki etmezler. Kargaşaya izin vermeyen bir kralım ben.”

Küçük Prens gözleriyle oturacak bir yer aradı ama o müthiş kürk bütün gezegeni kaplamıştı. Ayakta kaldı tabii yorgun olduğu için de esnedi.

...

“Bir kralın önünde esnemek görgü kurallarına aykırıdır,” dedi kral. “Bir daha tekrarlanmasın.” “İstemeden oldu. Kendimi tutamıyorum,” dedi Küçük Prens utançla, “uzun bir yoldan geliyorum, hiç uyumadım da.” “Öyleyse esnemeni buyuruyorum. Yıllardır esneyen birini görmedim. Bayağı merak ediyorum şu esneme denen şeyi. Hadi, bir daha esne. Bu bir buyruktur.”

“Artık burada yapacak şey kalmadı,” dedi. “Yola çıksam daha iyi.” Kendine bir uyruk bulduğu için bayağı gururlanmış olan kral: “Gitme,” dedi. “Gitme. Seni bakan yaparım.” “Ne bakanı?” “Şey... Adalet bakanı!”

“Korkarım esneyemeyeceğim.”

“Majesteleri buyruklarına elifi elifine uyulmasını istiyorlarsa akla yatkın bir buyruk versinler. Sözgelimi, bir dakika içinde buradan gitmemi buyursunlar. Sanırım koşullar uygundur.”

Çünkü kralın asıl istediği otoritesine saygı gösterilmesiydi. Karşı gelinmesini hoş görmezdi. Mutlak bir kraldı.

Kral karşılık vermeyince Küçük Prens önce durakladı bir, sonra bir solukta yola düzüldü. Kral ise ardından:

“Oturabilir miyim?” diye sordu Küçük Prens ürkek bir sesle.

“Seni elçi yapıyorum,” diye haykırdı.

“Oturmanı buyuruyorum,” dedi kral. Kürkünün ucunu azıcık çekti. Küçük Prens’in aklı almıyordu. Gezegen kü-

Dediği dedik biri olduğu belliydi. “Büyükler çok garip oluyor,” diye düşündü Küçük Prens. Yolculuğu boyunca hep bunu düşündü. “ 25


Fen Fakültesi Kulüpleri Kendini Anlatıyor...

Matematik Kulübü Bizler; İstanbul Üniversitesi Matematik Bölümü bünyesinde 2009 yılından beri bulunan ve tamamen gönüllü olarak çalışmalarını sürdüren öğrencilerden ve akademik personelden oluşan bir ekibiz. Matematik Bölümü; kuruluşundan bu yana bünyesinde barındırdığı ve yetiştirdiği, aralarında Türkiye bilim tarihinin önde gelen isimlerinin de bulunduğu, tecrübeli ve dinamik kadrosuyla çağdaş, ilkeli, bilim ve insan merkezli dokusunu oluşturmuş ve bu dokuyu muhafaza etmeyi başarmıştır. Bu doğrultuda, bu dokunun sağlamış olduğu bilgi birikimi ve tecrübe ile çağdaş bir yol haritasına sahip olan Matematik Bölümü’nün temel amacı, bu dokuyu ve disiplini gelecek nesillere aktararak üniversite ve araştırma kurumlarında çalışmalarını sürdürecek bilim insanları yetiştirmektir. Bu temel ilkeyi kendisine vizyon edinen Matematik Kulübü çok yönlü bir oluşumdur. Bu oluşumun her bir mekanizmasının ortak bir paydası vardır; bilimsel bir çerçevede matematiğin derin dünyasını anlaşılabilir ve ulaşılabilir bir biçimle topluma aktarabilmek ve Temel Bilimlerle ilgilenen veya ilgilenmeyen her bir bireye, Temel Bilimler üzerinde oluşturulmuş veya oluşturulmaya çalışılan her türlü algı yanlışlığına karşı gerekli bilinci kazandırmaktır. Kulübümüzü https://www.facebook.com/ iumatematik adresinden takip edebilirsiniz.

Çevre Koruma Kulübü (ÇKK) Çevre Koruma Kulübü üyeleri olarak; çalışmalarımızı ve vizyonumuzu uluslararası düzeye getirebilmek için yoğun bir çaba gösterme hedefindeyiz. Bu hedef doğrultusunda da doğaya ilgi duyan, meraklı genç beyinlerin, doğayı, canlıyı, ekolojiyi ve insanı, doğada gözlem yaparak aktif hale gelmiş doğa severler olarak yetişmelerine yardımcı olmak, sonrasında günümüz şartlarında kent, doğa-çevre ve insan üçgeni içinde üzerimize düşen sorumluluk bilincini geliştirmek amacımız olacaktır. Bir kulüp disiplini ile üyelerimizle birlikte, bu hedefler doğrultusunda gerçekleştireceğimiz doğa çalışmaları ile bilimsel gözlem ve araştırmalarımızı yerinde gerçekleştirerek, yaşayarak öğrenmek aynı zamanda derslerde alınan bilginin birer uygulaması olacaktır. Kulübümüzü https://www.facebook.com/ groups/22059961565 adresinden takip edebilirsiniz.

*Kozmos, ilerleyen sayılarında sizleri fakültemizin kulüpleriyle buluşturmaya devam edecek... 26


Üniversite’de Neler Oluyor? Çevre Koruma Kulübü(ÇKK) ve Bilimsel ve Sosyal Araştırmalar Kulübü(BİSAK)’nün birlikte düzenlediği “Doğaya Kentine Sahip Çık!” isimli panel Biyoloji Bölümü’nde yapıldı. İstanbul Kent Savunması’ndan temsilcilerin sunum yaptığı panelde doğamıza ve kentlerimize yapılan saldırılara karşı neler yapılabileceği tartışıldı. İ.Ü. Kök Hücre Öğrenci Kulübü tarafından düzenli olarak yapılan sunumlar Biyoloji, Tıp ve Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölümleri öğrencileri tarafından ilgi görmeye devam ediyor. Kanadalı Yrd.Doç.Dr.Wance Firdaus’un Kök Hücreye dair yaptığı sunum ise en yoğun katılımlı ve dikkat çeken etkinliklerden biri oldu. Mersin’de evine gitmek üzere bindiği minibüste vahşice katledilen üniversite öğrencisi Özgecan Aslan ve katledilen tüm kadınlar anısına Fen Fakültesi bahçesine bir fidan dikildi. Fidan dikimiyle beraber FKF Beyazıt adına yapılan açıklamada “Özgecan’ın ölümünün sorumlusu ‘Kadınla erkek eşit olamaz’ diyendir!” denilirken, ” ‘Kadın eli’nin değdiği bir ülke kuracağız” sözü verildi. Matematik Kulübü çalıştaya hazırlanıyor! 17 Nisan 2015 Cuma günü, Prof. Dr. Cemil Birsel Konferans Salonunda gerçekleşecek olan 1. Ulusal Öğrenci Matematik Çalıştayı’nın etkinlik programı şöyle; 08:30-09:30 Kayıt alımı 09:30-10:00 Açılış Konuşması 10:00-11:00 Prof. Dr. Ali Nesin’in konuşması (Bilgi Üniversitesi) 11:00-12:00 Prof. Dr. İrfan Şiap’ın konuşması (Yıldız Teknik Üniversitesi) 12:00-13:30 Öğle arası 13:30-14:30 Prof. Dr. Aydın Aytuna’nın konuşması(Sabancı Üniversitesi) 14:30-15:15 Bilimsel posterle katılan öğrencilerin posterlerinin incelenmesi 15:15-17:00 Panel (Panel adı: Eyvah Mezun Oluyorum) 17:00 Kapanış konuşması *Çalıştaya katılım ücretsiz olup, çalıştay sonunda sertifika verilecektir. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyosu Radyo İletişim’de program yapan öğrenciler arasına yeni katılan Fen Fakültesi öğrencisi bir arkadaşımızdan sizlere şöyle bir mesaj var; “Adım APOLLON. Şiir ve müzik tanrısıyım. Siz değerli dinleyicilerimle gökyüzünde gezmediğimiz bulut bırakmayacağız ve insanlığı sanatın eşsiz güzelliği şiirler ile kutsayacağız. Zaman zaman konuklarımız da programımızda yer alacak ve her şey çok daha farklı renklere bürünecek. Her salı saat 14.00-15.00 arası bu yolculuğa katılmak isteyenleri Apollo’nun sihirli dünyasına beklerim. Cemal Süreya’nın da dediği gibi; “Sana yolculuk yapmak istiyorum. Kes yüreğine giden bir bilet; ‘can’ kenarı olsun.” 27


Kozmos yeni sayısı için yazılarınızı bisakdergi@gmail.com adresine bekliyor!


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.