Kivilcimli bergsonizm

Page 1

DR. HİKMET KIVILCIMLI BÜTÜN ESERLERİ:67

BERGSONİZM Göçen Sermaye Dervişliği

Modern

bir metafiziğe diyalektik materyalizmin

tatbiki etrafında kalem denemesi.


İÇİNDEKİLER

Birkaç söz

7

Bazı konular.

15

Ontoloji (varlık konusu) sayruret [Süre]

19

Gnozeoloji (bilgi konusu) hads [Sezgi] ve metot

31

Madde ve Ruh yerine his ve hafıza

71

İlliyet, gaiyyet yerine hayat hamlesi

79

Determinizm,

indeterminizm

(irade, hürriyet ve komik)

87

Kitapta g e ç e n kimi kavramlar.

99


BİRKAÇ SÖZ Konu: Bergson felsefesini eleştirel bir incelemeden geçirmek. Bu inceleme için kaynağım: Kopenhag Üniversitesi'nde profesör ve enstitü muhabiri Harald Höffding tarafından yazılıp Danimarkaca basımından Fransızca'ya Jackques de Coussange tarafından bir önsöz yazılarak çevrilmiş ve Paris'te Felix Alcan Kitabevi tarafından

1917 senesinde basılmış olan La Philosophie de

Bergson, Expose et Critique [Bergson

Felsefesinin Özeti ve Kri-

tiği] isimli kitaplar. Eser, meşhur Danimarka filozofu Höffding'in Kopenhag Üniversitesi'nde 1913-1914 yıllarında vermiş olduğu bir dersinden aktarılıyor. Höffding, Felsefe Tarihi, Psikoloji ve Moral konularında

derya

sayılan

ve

genel

teorisini,

"İnsan Düşüncesi" isimli

eserinde açıklamış, yaşlı bir kürsü üstadıdır. Eseri Fransızca'ya çevirenin dediği gibi:

"Modern

enternasyonalcilik fikirlerinin

hamle sayılan barışseverlik ve

genillikle yayılmış

bulunduğu

bir

memlekette [Danimarka'da Y.N.], O (yani Höffding) bir reaksiyon yapmak [tepki göstermek] ve vatanperverliği kuvvetlendirmek isteyen kimseler grubu dâhildir." Bu sıfatıyla, psikolojik hayatın eksenini düşüncede görür. Psikolojik hayatın esası,

Bergson'a göre Hads (Sezgi), ya-

ni: "beyn en nevm vel y a k a z a " [uyku ile uyanıklık arası] dedikleri bir derûni murâkabe [dış dünya ile kesip içe yönelme, tanrıya bağlanıp çile doldurma]

hali ise, Höffding'e göre dü-

şüncedir. Yani Bergson altbilinci, Höffding bilinci esaslı bir soyutlamaya uğratır. Gerçek insan ruhu ise, ne soyut bilinçaltı,


ne soyut bilinç, hele düşünce değil, belki bu iki kavrayışı aynı zamanda içine alan ve temeli sosyal hayata dayanan bir gerçekliktir. Höffding gibi Bergson da, ruhun bu gerçeğini sürdürmek üzere

parçalamaya

uğraşır.

İnsan

ruhunu,

bir kere

metafizik parçalara böldükten sonra, artık o parçalardan beğendikleri ayırmayı y a p m a k kendileri için işten bile sayılmaz. Bu bakımdan, Bergson'la Höffding arasında, ruhun yalnız üst yapısına ve o yapının

da

ancak bir tek soyut kısmına

dair

"münakaşalara" rağmen, esaslı fark yoktur. Gerçi Bergson'un bazı ifrat tefritlerini [uçtan uca sıçrayışlarını] düzeltmeyi Höffding vazife bilir. Ama asıl hedefi -çevirenin deyimiyle- "Bergson'un önemini ve yerini göstermek"tir. Höffding, eserinde

Bergson'u sadece red ve çürütmüş değil,

önce anlatmış sonra eleştirme yolunu tutmuştur.

Eserin son

satırları şöyle biter: "Bay Bergson'un felsefesini, tabii kendi bakımımdan yorumladım. Bununla beraber onun sistemini objektif bir surette yorumlayıp açıklayarak, eleştirinin bizzat bu yorum ve açıklamadan çıkmasına imkân vermeye baktım." (156). Bize de lazım olan bu idi: Bergson'un fikirlerini objektif olarak anlatan

bir kaynak bulmak.

Nitekim

Höffding'in eserinin

sonuna, bu eser hakkında görüşlerini bildiren Bergson'un bir mektubu ilave edilmiştir.

Bizzat Bergson da

bu mektubunda

Höffding'e diyor ki: "Benim görüşlerimi eleştirdiğiniz yerde bile, her şeyden önce,

bu görüşleri

mutlak tarafsızlık ile yorumlayıp açıklamayı

gözettiğiniz anlaşılıyor.

Yönteminizin,

Metodiklerin

bana

çok

kere uyguladıkları ve şu veya bu acaip yanlış fikri bana mal ettikleri, kolayca reddetmekten ve çürütmekten ibaret olan metotlarıyla hiçbir ortak yanı yoktur." (157-158). Demek, kaynağımızın hiç olmazsa Bergsonizm'i anlatan kısmının objektif ve hatta "kesin biçimde tarafsız" olduğu, bizzat Bergson tarafından dahi onaylanıyor.


Höffding'in onları

bu felsefe hakkında yaptığı eleştirilere gelince,

genel

olarak sayın

profesörün

kendisine

bırakıyoruz.

Çünkü Bergson'la Höffding arasında ancak bir nicelik farkı bulunabildiği halde, gerek Bergson ve gerekse tüm Höffdinglerle bizim aramızda - t a b i i görüş ve eleştiri bakımından- dağlar kadar büyük bir nitelik farkı vardır.(*) Bütün bu sayın filozof ve profesörlerde ortak olan yön, mesela psikolojik olay dendi mi, onu

gene

psikolojik olaylarla

açıklama

göreneğidir.

Mesela,

"Psikolojik hayatın merkezi nedir?" sorusuna Bergson "hafızadır",

Höffding "düşüncedir" cevabını verir.

başka bir ruh yetisini öne sürer.

Bir başkası, daha

Fakat bu münakaşalar bize,

psikolojik hayatın ne olduğunu izah eder mi? Asla. Biz bu tür " m ü n a k a ş a l a r d a n uzağız. Yalnız, psikolojik hayatı genel olarak hayatla açıklamakla da kalmayarak, bizzat bu filozofların teorileriyle birlikte kendilerini de açıklamaya çalışırız. "filozof" kalem

münakaşaları, mızraklarıyla

bize

kâğıttan

yapılmış

kalkanlar ve

bir kelime oyunu

O gibi

kamıştan

gibi

geliyor.

Bizce önemli olan bu oyunlar değil, bu oyunların niçin oynandığıdır. Tekrar edelim -tek tük ikinci derece işaretleri bir tarafa-

Höffding'in eleştirileriyle bir alış verişimiz yok.

Biz onun

- B e r g s o n c a da doğru görülen- anlattıklarını alacağız. Bergson,

1859 yılında

Paris'te doğar.

"Ekol Normal"i [Ecole

Normale] bitirdikten sonra Paris Eyalet Lisesi'nde, daha sonra 1898'den

1900'e

1900'den

kadar

"Ekol

Normal"de

profesörlük

beri "Kollej dö Frans" [College de France]

eder.

kürsüsü-

nü parlak nutuklarıyla inletir. Höffding

"bütün

entelektüel

topluluk

için,

onu

dinlemeye

gitmek bir moda olmuştu." (s.9) der. Bu moda yalnız Fransa'da kalmadı, tabii her "Paris modası" gibi, Avrupa'nın

muhtelif "doğu" ülkelerine yayıldı ve Türki-

ye'ye kadar girdi. (*)Zikmun onu f e l s e f e makla

[Sigmund

için

ithamdan

ileri s ü r e r .

(s.

Freud]:

Höffding'in

Bergson'a

güzel sanat y a p m a k l a , yani felsefeyi ibaret

159)

kalır;

Bergson'un

felsefeyi

karşı y a p t ı ğ ı e l e ş t i r i l e r , güzel sanat yerine

sanatla

aynı

koy-

saymadığını


Bu Bergson salgınının sebebi nedir? Höffdinglere sorarsanız, onlar meseleyi

pek "filozofça" ko-

yarlar. Mesela derler ki: "Oldukça önemi olan bu filozof, daima, aynı zamanda hem bu devirdeki eğilimlerin bir sunumu, hem bu eğilimleri belirginleştiren sebeplerden birisidir." (s.154). Bu tarif güzel. lamdan

Fakat ilk bakışta

büsbütün

başkasını

bizim anlayacağımız an-

murat

ediyor.

Yani,

faraza

"Bergson niçin devrindeki eğilimlerin bir s u n u m u d u r ? " sorusuna siz,

belki,

Bergson'u yetiştiren z a m a n - t o p l u m

rinden alınma cevaplar beklersiniz. öyle aşağılara

hiç razı olmaz. O,

ilişkile-

Hâlbuki filozofun gönlü

Bergson felsefesini doğu-

ran sebepleri, gene Bergson z a m a n ı n d a k i felsefe akımlarında

bulur!

Evet,

dingler için bu

insana

ne kadar garip gelirse gelsin,

böyledir.

Höffding,

Höff-

Bergson felsefesini açık-

lamak isterken kitabının sonunda şunları söyler: "Bergson'un felsefesinin

-içerdiği artistik unsurlar sebebiyle-

belki de en büyük önemi, zamanımızda Eksperimantalizm [Deneycilik] ve Rasyonalizmin

[Akılcılık] elde ettiği şeylerle tatmin

edilmemekten doğmuş bir akımın

bilinçli ifadesi olmasındadır."

(s.145-54). Yani,

zamanımızda

deneycilik

ve

akılcılık

sistemlerinden

memnun olmayan bir akım doğmuş. Niçin? Neden bir zamanlar, şimdiki toplumun

hâkim

kavrayışı,

ilimde eksperimanta-

lizm ve felsefede rasyonalizm iken, bir zaman sonra, bu kavrayışlara karşı resmi bir hoşnutsuzluk baş göstermiş? Onu kendi kendisine bile bir kere olsun sormayan Höffding, sadece tekrarlar:

"Bundan evvel gözle de görmüş olduğumuz

biçimde, Bergson'un düşüncesi rasyonalizm ve realizme [gerçekçilik] karşı bir reaksiyona, bugün zaten gayet çeşitli sahalarda görünen bir reaksiyona işarettir." (s.10). Züğürt Türkçe'de "reaksiyon" kelimesinin -nasılsa-

iki an-

lamlı karşılığı vardır. Birisi "aks-ül amel" [tepki], ötekisi "irtica". Acaba Bergson, rasyonalizme ve realizme karşı bir tepki midir? Yoksa bir irtica mıdır?


Höffding meseleyi bu kadar açık koymaz. Yalnız, tepkinin bazen "zaruri olduğu zaman yerden göğe kadar haklı" (s.10) (pleinemen justifie) olacağını

uzun

boylu açıklamaya

kalkışır.

Bergson felsefesinin hangi manada bir "tepki" olduğunu, asıl sistemini

açıklamaya

girişirken

aşağıda

göreceğiz.

Burada

esas açıklamalara girişmezden önce, belki de esasın kavranılmasına bir yardımı olabilecek iki "ufak" noktacığa işaret etmeden geçemeyeceğiz: 1- Kolej dö Frans kürsüsünde Bergson yıldızının parıldaması tam 1900 tarihiyle başlar. Kolej dö Frans, bugün 200 aileden

ibaret sayılan

saçtığı

bilgi

Fransız finans

kapitalinin,

kulelerinin en yükseğidir.

cihana

ideoloji

1900 senesi, cihanda

serbest rekabetçi kapitalizmin, çürüyüp dağılan tekelci kapitalizm aşamasına, yani emperyalizm çağına yöneldiği bir dönemeçtir. Bu birinci nokta; bir mim koyalım. Bergson, kapitalizm tarihinin böyle can alacak bir dönüm noktasında sahneye çıkar.

"Metafiziğe Medhal

[Giriş]"

(1903)

ile

"Yaratıcı

Tekâmül

[Evrim]" (1907) gibi en önemli eserlerini ondan sonra verir. 2- Höffding'in şöyle bir sözünü anlamlı buluruz: "O, yani

Bay Bergson, dikkati

katılımlar yapılmasında

uyandırmakta ve kendisine

pek çok etkisi dokunan

bir belagatla

[güzel konuşma] düşüncesini yorumlar ve açıklar.

Fakat aynı

zamanda, şimdiki fikir akımları, ruhları ona doğru götürür. Gerek Katoliklik, gerekse ona zıt olan sendikalizm aynı biçimde ona sempati beslerler." (s.11). "Kiminle düşüp kalktığını söyle, kim olduğunu söyleyeyim" sözü

her dilde meşhurdur.

zıt görünen

Bergson da, görünüşte birbirine

Katoliklikle sendikalizm gibi

iki akımı

kendisine

cezbediyor. Bu

iki akım

nedir? Katoliklik,

softalığı ve gericiliğidir. Ya

bildiğimiz gibi ortaçağ

koyu

Bunun,

Katoliklikle

arasında mevcut görülen çelişki "zahiri" demiştik.

Evet, ger-

çekte işçi sınıfını

bilinçten

sendikalizm?

uzak tutan Avrupa

medeniyetinin

20. asır sendikalizmi de, işçi sınıfı içinde türemiş karşı devrimci bir akımdır. Katoliklik dinî bir gericilik ise, koyu sendikalizm


dünyevî bir gericiliktir.

Katoliklik hâkim sınıflar içinde tutunan

bir gericiliktir, sendikalizm

mahkûm sınıflar içinde

kışkırtılan

bir gericiliktir. Birisi sağda, ötekisi solda. Fakat her ikisi de gericiliktir. Kapitalizmin tekelci gericilik devrine girdiği 1900 senesinde, kozmopolit Fransız kültürünün en yüksek fikriyat tepesine çıkmış

bulunan

Bergson felsefesi,

böylece sağlı sollu

gericiliğe kıblegâh olduysa, çok mudur? İşte, Bergsonizm galiba bu türden bir "tepki" olacak. Bergson taraftarlığının Türkiye'ye girişi, cihanda

doğuşun-

dan daha az enteresan değildir. Türkiye'ye

Bergsonizm,

mütareke yıllarında

"eski

darülfü-

nun" [üniversite] salonlarından geçerek girdi.(*) Hem de, biraz galip İtilaf donanmasının boğazlardan İstanbul'a girişi gibi, galip emperyalist Fransa'nın

kültürü sıfatıyla girdi.

Fakat

geldiği yer gibi, girdiği yer de normal değildi. Batıda, yıkılan, çökmüş Fransız kapitalizmi

Bergsonizm'i yaratmıştı.

Doğuda,

çöken ve teslim olan Osmanlı İmparatorluğu, adeta doğal bir ilgi ile emperyalizmin bu ölüm felsefesine kucak açıyordu. İlkin üniversite profesörleri tarafından sürüme çıkarılan Bergsonizm, İstanbul'un işgalden kurtuluşundan sonra

bir müddet

uyuklar gibi kaldı. Fakat bu hal, Bergsonizm kurdunun krizalit [koza içinde olgunlaşma] geçirmesi türünden oldu. Nitekim Halkevleri'nin açılışından

beri,

Kaliforniya'nın altın arayıcıları gibi

dört bir tarafa yayılan bir "ideoloji arayıcıları" grubu türedi. Fakat adlarının büyüklüğü belki dağarcıklarının züğürtlüğü ile ters orantılı olan bu acaip gürûh, çorak yollarda manevi yoksulluklarını ve perişanlıklarını sergilemekten başka bir şey yapamadılar. O zaman -Höffding'in Bergsonizm hakkında kullandığı deyimlebir "reaksiyon" belirdi. Bu ümitsizlikten doğma tepki, yani Bergsonizm kurdu, yeni bir şekilde kanatlanıp kelebekleşti ve şuraya buraya -geçer ideolojilerin üstüne başına- malum cevherlerini birer pırlanta gibi yeniden yumurtlamaya başladı. Fransa'da

Bergsonizm hayranlığı, "aydın topluluk" arasında

salgınlaşmıştı. Bizde de aynı hal, "aydın ve düşünür insanlık" (*)Rûhiyat

profesörü

Mustafa

Şekip Tunç

marifetiyle.


içinde tutkunluk yarattı.

Eskiden

bir veya

birkaç profesörün

gevelediği bu "yeni felsefe", şimdi profesöründen romancısına, tabiat severinden gündelik gazete fıkracısına kadar, "aydın ve düşünür insanlık"ın her çeşidinden üyeler edinmiş, adeta yeni bir çevre

yaratmış

bulunuyor.

Zaman

zaman,

ciddi

kılıklı

ömürsüz sayfalar içinde "kültür"(*) atakları geçiriyor. Şekilsizliği, kararsızlığı ve fikirsizliği bir sistem haline getirmek ve yaymak isteyen bu akım, Türkiye'de ananevi kültür uzantıları traş edilmiş olduğu halde, çırçıplak heybetiyle görünüyor. Günlük bir gazetecinin görüş ufku içinde, elde pratik kelbîliği [**] ile sırıtıyor. Bergson'un ve öteki medeni memleketlerdeki Bergsoncuların, geveleyip de bir türlü açıkça ortaya atamadıkları baklayı, bizimkiler kolayca ağızlarından çıkarıveriyorlar. O kadar ki, fikirlerini rastgele nereden aldıklarını, yani ne biçim aşırdıklarını söylemeye gerek görmeyecek bir serbestlikle,

Bergsonizmi, en

mantıkî neticesine eriştiriyorlar. Bu yerli "aydın ve düşünür"lerin en tipik temsilcilerinin, her gün kalemlerinden dökülen şeylere bakın. Hepsinin de varıp birleştikleri şu iki noktadır: Madde

1:

Her ideal bir takım ölü fikirler toplamıdır. İdeal

hiçtir (idealsizlik). Madde 2: Yaşayış şovenizmi;

reelpolitikerlik heptir (günde-

lik politikacılık). Biz, burada, bu zatların şahları, şeyhleri, yani bizzat Bergson'un kendisi ile hesaplaşacağımız için, bizdeki Bergson çömezlerinin

üzerinde durmayacağız.

(*) " K ü l t ü r H a f t a s ı " k u r m a y l a r ı , temişti

(Peyami

[Peyami

Safa'nın

Safa

tarafından,15

sayı y a y ı m l a n m ı ş , yazarları taz T u r h a n , Hamdi Tunç'un

da

Sabri

bulunduğu

Esat

refaha

alametleri ğı

çatan,

Hilmi

Ziya

Siyavuşgil,

3

Haziran

Rıfkı A t a y , A l i Ülken, Mesut

Suut

1936'ya

gelen

Kemal

Cemil

Sinik-Kelbî oradandır."

Kapital fasiküllerinin 6.sında

kelbîliği

g e ç e n e alayla Kıvılcımlı,

ve

Müm-

Yetkin,

Ahmet

Mustafa

Şekip

N.]

bir t a r i k a t ı .

çatan

bu

1937 y ı l ı n d a

böyle açıklıyor:

kadar 21

Nihat T a r l a n ,

Kinizm) : "Eski Y u n a n filozoflarının

serseriyane gezen,

köpekti.

1936'dan Falih

a d s ı z g e n e l k u r m a y ı o l m a k is-

bakıla).

h a f t a l ı k kültür e d e b i y a t d e r g i s i . Y .

[**]Kelbîlik (Kelbiyun, di

Ocak

arasında

Ahmet Ağaoğlu,

Tanpınar,

Bergsonizm'in

Kültür H a f t a s ı ' n a

[Y.N.]

Mad-

adamların yayımladı-


Yalnız geçer ayak, kulaklarında küpe olmasını dileyeceğimiz bir sözü, bir Fransız Bergsoncu'sunun sözünü burada zikredeceğiz.

Jak Kusanj,

işaret ettiğimiz önsözünün

sonunu

şöyle

bağlar: "Bay Bergson'un şöhreti ve nüfuzu, yabancının önünde bizim en büyük propagandamızdır." (s.9). Onların, yani

Fransız emperyalistlerinin "en

büyük propa-

g a n d a l a r ı , bu heyamola [elbirliğiyle kayırarak] ile sivriltip cihana da tanıttıkları Bergsonlarıdır. Demek, bizde "Bergson'un şöhreti ve nüfuzu"na kapılıp onu her ne suretle olursa olsun ortalığa yayanlar, böyle bir propagandanın bilinçli veya bilinçsiz aletleridir. Zaten, insanlığın büyük çoğunluğunu ileriye doğru götürmeyen, büyük kalabalıkların büyük ideallerine uygun düşmeyen, bir kelime ile, milletlerarası değerini borsa kurtlarının rehberliğine borçlu olan fikir akımı, aynı bataklığa dökülmez mi? Jak Kusanj, aynı önsözünde,

Höffding'in eserini

niçin

Fran-

sızca'ya çevirdiğini şöyle anlatır: "Bu konserin (Fransa'daki Bergson gürültüsünün HK) içinde bulunmak,

Bergson'un etki ve

nüfuzunun

Fransa'daki

kadar

büyük olduğu yabancı bir memleketten gelmiş bir sesi işitmek de, faydasız olmayacak sanıyoruz." (s.5). "Bay Bergson'un etki ve nüfuzuna" çanak açan Türkiye gibi uzak ve "yabancı bir memleketten" gönderdiğimiz şu bizim sesimizi de, acaba Jak Kusanjlar kendi konserleri içinde işitmeyi faydalı görecekler midir? 18-8-936 Hikmet Kıvılcımlı


BAZI

KONULAR

Filozoflar bizlere benzemezler, derin adamlardır. Bazen o kadar derinleşirler ki, bu derinliklerini artık herkesin bildiği şu fani derin kelimesi de ifade etmez. O zaman filozof kendine has bir kelime icat eder. Yahut mevcut kelimeler içerisinden bir tanesini patentesi altına alır. Ona öyle bir anlam verir ki, adeta kelimeyi kendisi yaratmıştır. Yahut kelimeyi öyle bir yerde ve öyle bir tarzda kullanır ki, artık o formül ve kullanış filozofumuza ilim olur. Bu sözlere ıstılah [terim, tabir] denir. Bergson da "derin"lerdendir. derinlerdendir. Onun da,

Hatta, koyudan hayli karanlık

kendisine has bazı terimleri vardır.

Asıl konuya girmezden önce, bunlardan bir ikisini belirleyelim: La Durée [Süre] : Bir şeyin var olmakta devam etmesi demektir. Bizim Bergsoncular buna daha özel olarak: Aralıksız devam eden ve devamlı değişen yaratılış anlamını verir. Daha doğrusu, bütün Bergson felsefesi bu kelimenin anlamı etrafında döner dolaşır. Yalnız bizim Bergsoncular, bu kelimeye karşılık Türkçe'de sayruret [Süre] terimini kullanırlar. Biz de başka kelime icat etmeyelim; onu kullanalım. Buna benzer bir de continuité sözü var ki, ona da deymumet [Süreklilik] deniliyor. L'intuition [Sezgi]

:

Bir ilişkiyi bir bakışta kavrama yeteneği

demektir ki, Bergson'da duréeden sonra aynı derecede önemli rol oynayan ikinci terim

budur.

Eğer Süre, varlığın bizzat

kendisi ise, o varlığı olduğu gibi anlayacak olan yetenek intuition'dur.

İlerde ayrıntı ve özelliklerini

göreceğiz.

Türkçe'de öteden beri hads [Sezgi] denir.

Buna

da,


Immediate'in sözlükte karşılığı:

Derhal, anında, vasıtasız ve

ilh. demektir. Fakat felsefede ve bilhassa Bergson'un kullandığı anlamda bu kelimenin bir özelliği vardır. Bu özellik, yukarıdaki kelimelerden hiç biriyle karşılanamaz. Bunun için biz buna, tasavvuftan kalma yakîn [kesinlik, sağlam bilgi] karşılığını veriyoruz. Höffding, Bergson felsefesini: I- Felsefenin dâvası, II- Hads [Sezgi], III- Psikoloji ve Fizyoloji, IV- Tekâmül [evrim] felsefesi, V- İradenin ve gülmenin psikolojisi, VI- Metafizik denemesi, diye altı bölümde inceliyor. Bu bölümlerin gerek isimleri, gerekse içerikleri, daha ziyade Bergson'un terimleri göz önünde tutularak yapılmış landırmayı gösteriyor.

bir sınıf-

Fakat Bergson felsefesindeki meselele-

rin önemine göre, bir silsile-i merâtib [hiyerarşi, derecelendirme] yapılmamış olmasına, (Höffding'e yazdığı

bizzat Bergson dahi

itiraz ediyor

mektubu).

Biz, Bergson felsefesini eleştirirken iki yöne önem verdik: 1- Bu felsefede en karakteristik noktaları özellikle öne çıkararak, önemlerine göre üzerlerinde durmak. 2- Bu noktaları incelerken, meseleleri genel felsefe konularına göre sınıflandırmaya uğratmak. Mesela,

Höffding'in "Sezgi" bölümü gerçekte felsefenin

ayrı konusuna, Ontoloji: Varlık kuramı ile Gnozeoloji:

iki

Bilgi ku-

ramına dokunur. Gerçi Sezgi, Bergson felsefesinde bir "devayı

kül" [her derde deva] türünden

her alana sokulur.

Lakin

-özellikle Bergson'un da Höffding'e gönderdiği mektupta işaret ettiği gibi- varlık kuramı, her şeyden önce ve bilgi kuramından kısmen ayrı olarak incelenmeye değer. Buna karşılık, diğer bölümlerde yer yer bu iki konuya ait pasajlar dağınık bir biçimde bulunur. Biz bütün bunları, daha derli toplu ve daha genel sınıflandırmaya uygun bir şekilde incelemeyi faydalı görüyoruz. Böylece daha iyi anlatmış ve daha iyi anlaşılmış olunacağına da inanıyoruz.


Kadim Yunan'da

sofizm denilen akımla sistemleşerek yeni

bir şekil alan idealizm, zamanımıza kadar, çeşitli toplum seviyelerine uyarak devam edegelmiştir.

Bergson,

ilk sınıflı top-

lumdan son sınıflı topluma kadar insanlığın geçirdiği bütün tarihi devreler içinde, idealizm namı altında gelmiş geçmiş bütün sistemlerin en karışık taraflarını gayet gizemli bir ifade ile bir araya getirir. Modern pozitif ilimlerce ve artık herkesçe kabul edilmiş büyük keşif ve gerçekleri, bu gizemli ve karışık ifadenin kaygan zemini üzerine koyar. Böylece en maddi olayları esrarlı bir idealizm kisvesine büründürmeye kalkışır. Bergson'un teorilerine "yeni felsefe" adını verenler var. Gerçekte kronoloji, yani zaman ve tarih itibarıyla bu felsefe pek yeni sayılabilir. Lakin ortaya attığı esas fikirler arasında evvelce söylenmedik bir tanesini

bulmak güçtür. Yalnız,

Bergson,

bu mahiyeti pek eski fikirlere, Paris modacılarının makasından çıkmış son moda

birer kostüm giydirmiştir. "İşin,

bizim

için

yalnız çulu değiştirilmiştir." Mesela "Süre" dediği şeye biraz yakından bakılacak olursa, maddenin diyalektiğini sofist Gorgias gibi izah etmekten başka, bu Süre'nin bir anlamı olmadığı görülür. "Sezgi" hakkındaki bütün vaazları, Sokrat'taki "Kendini Bil" prensibini başka kelimelerle tekrarlamaya varır. Kant'ın "Bizatihi şey"i onda "Anı" kisvesine bürünüyor. Nihayet önerilerinin hepsi birden, Doğu Tasavvufunun dervişane murakabe metotlarından ibaret kalırlar.


ONTOLOJİ VE

(VARLIK KONUSU)

SAYRU RET[SÜRE]

Bergson, bütün yapılan eleştirilere cevaben der ki: "Ben Sürenin Sezgisini doktrinin merkezi sayarım" (Mektup s.160). Burada çıktı:

karşımıza

birden bire Bergson'un iki spesifik terimi

1- Sayruret: la durée [Süre], 2- Hads: l'intuition [Sezgi].

Ve bu iki terim, Bergson felsefesinin "merkezi" imiş. Nitekim gene Bergson çevirir: "Bence görüşlerimin her özeti, eğer şu anlayışımı dikkate almaz ve devamlı olarak o anlayışıma dönmezse, görüşlerimi biçimselleştirmiş olur. Ve o yüzden de, o görüşlerimi bir sürü itirazlara maruz bırakır." (keza). Biz de Bergson'un bu fikirlerine katıldık; görüşlerini "biçimselleştirmedik". Yani hangi biçimde iseler o biçimde göstermiş olmak için, Höffding'de bulduğu hataya düşmedik. Yani, bu "doktrinin merkezi"ni en başta inceliyoruz. Devam edelim. Yukarıda gelir?

Daha

karşımıza çıkan doğrusu

iki terimden

Bergson

Sezgiyi

hangisi daha

mi, yoksa

başta

Süreyi

mi

önemli sayar? Bergson, Höffding'i şöyle düzeltir: "Süreden çok daha fazla üzerinde durduğunuz Sezgi, benim nazarımda, Süreden ancak pek çok sonraları meydana çıkmıştır: Sezgi, Süreden türer ve onsuz anlaşılmaz." (s.161 mektup). Şu halde, biz de Bergson'un önerisine göre Sezgiden önce Süreyi inceleyelim.

Bergson'un Süre konusu, genel felsefede-

ki ontoloji konusu demektir. Varlık nedir? Hayvan, bitki, cansız madde, madde, kuvvet ve ilh. hangi şekilde ve isimde olursa olsun, muhakkak olan bir şey varsa, o da evrende bir "varlık"ın bulunduğudur. Bütün bu çeşit-


li şekillerde gözüken varlığın genel özelliği, özü, aslı ve esası nedir? İşte klasik felsefede ontoloji konusu, bu genel meseleye cevap aramak konusu sayılabilir.

Filozoflar özellikle bu varlığı ta-

savvur edişlerine göre çeşitli kamplara ayrılırlar. Meseleyi yola koyan varlık (ontoloji) davası, esasen kozmolojik [evrenbilimcil] bir dava (Kevniyat Problemi) ve metafizik bir dava (Mabat-üt-tabia problemi) sayılır. Bergson bu davayı felsefenin temelli meselesi yapar. Gerek Kritisistler (Kantçılar) ve

gerekse Pozitivistler (Kontçular)

[Auguste

Comte]

-Berg-

son'a göre- bu asıl mesele dururken, onu bir yana bırakıp psikoloji, etika (ahlak ilmi) ve bilgi teorisi gibi şeylerle uğraştılar; çünkü mesele güçtü. Hâlbuki Bergson bu güçlükten korkmadığını ilan eder: "Dünyanın kalbinde etkili olan kuvveti, bütün sırların en son (ultime) görünümünü anlamak ve

keşfetmek."

Bergson, dünya kalbinin sırları saydığı varlığı nasıl tasavvur eder? Süre halinde. Süre nedir? Bunu anlamak için, Bergson'un kendisini bütün filozoflardan farklı saydığı iki

nokta

üzerinde durmak yeterlidir.

Bergson,

kendinden başka herkesi, her ilmi ve her filozofu şu iki düşünceyle damgalar:

1- Zamanı mekânla

karıştırmak, 2- Hayatı

tekrar eden bir tarih saymak. Bu iki nokta

birbirinden çıkar ve birbirini tamamlar.

Fakat

ayrı ayrı gözden geçirilmeye değer: 1- Zamanı

mekânla

bocalatıp da- şimdiye

karıştırmak konusu. kadar kimsenin

- B ü t ü n filozofları

halledemediği güçlüğü

Bergson şöyle tarif eder: "Görülüyor ki en büyük güçlük, filozofların zamanla mekânı daima aynı

hat üzerine koymalarından doğmaktadır." (s.161

mektup). Önce Bergson'un bu sözle ne demek istediğini, sonra bunda haklı olup olmadığını arayalım. O, bu sözle demek istiyor ki: Tabiat ilimleri, kendi usulleri gereği, zamanı ölçmek istediklerinde, onu bir takım küçük anlara, ufak zaman parçacıklarına bölerler ve bu anlardan her biri birer küçük mekân şeklinde tasavvur


edilir. Mesela benzer iki cismin, benzer şartlar içinde eşit mesafeleri aşması üzerine, arada geçen iki zamanın birbirine eşit olduğu farz edilir.

Böylece zaman

kavramı, mesafe kavramıyla

karışır; mekân zamanın yerine geçer. Bergson buna, "maddeleşmiş zaman" der. Çünkü tabiat ilimlerinin zamanı, ancak mekân içinde bir yer ile sembolize edilebilir ve buna "psikolojik zaman"ını, yani la durée:

karşı kendi

Süreyi veya "la durée qu-

al/te=nitelikli Süre"yi geçirir. Bergson'un zamanı, tıpkı İslam dininin Tanrı ululuğu gibi "mekândan bağımsız" bir Süredir.

Maddilikle kirlenmemiş, madde-

den başka bir "ruh-ı latif" [güzel ruh]tir. Böylece zamanın ayakları yerden kesilmiş, reel zaman kuşa döndürülmüş olur. Böyle bir anlayışın nereye varacağı bellidir. Bilhassa evrenin mekanik kanunlarıyla işlediğini inkâra! Tabiî ve maddi kanunları ikinci derece kuvvetler derecesine indirmeye... Onun için Bergson korkmadan der ki: "Genellikle, Sürenin Sezgisini kavramış olan bir kimse, artık dünyayı saran mekanizme asla inanamaz; zira mekanistik faraziyede reel zaman faydasız ve hatta imkânsız bir hale gelir. Hâlbuki Süre, kendisini ondan yana çıkaran, onun yerine koyan bir kimse için, en tartışma götürmez bir olaydır. İşte onun için, Sürenin,

mekanistik felsefeyi ampirik (görenekçi)

bir su-

rette reddettiğini ve çürüttüğünü söyledim." (s.162 mektup). Fakat böyle bir sonuca varmak için o kadar dolambaçlı yollardan geçen Bergson, evvela felsefe tarihini; ikinci olarak da modern ilmin (bilhassa mekanik ilminin) en son verilerini bilmediğini veya bilmezden geldiğini ispattan başka bir şey yapmış olmuyor. Felsefe tarihini bilmiyor. Çünkü zaman olaylarının akışını ve dinamiğini mekân içinde hapseden filozoflar, rasgele bütün filozoflar değil,

belki daha ziyade idealist filozoflardır.

Modern

idealist filozofların en büyüğü, koca diyalektik Hegel bile - E n gels'in Ludwig Foyerbah

[Feuerbach]

isimli eserinde pek güzel

gösterdiği gibi- varlığın bütün oluşum ve gelişimini ancak mekân içinde tasavvur ediyordu.


Buna sinden

karşılık, diyalektik materyalizmin biri, yani Engels,

iki

büyük temsilci-

bütün gelişimin mekân

içinde değil,

zaman içinde olduğunu ve zamanla anlaşılması mümkün bulunduğunu anlatır.

Diyalektik materyalizmin bu büyük gerçe-

ğini bilmez görünen Bergson'un, kendisinden başka bütün filozofları

"mekanik felsefe" torbasına

atıp,

bir "yeni

felsefe"

icadına kalkışması, ne ile açıklanabilir? Bergson modern mekanik ilmini bilmiyor. Çünkü bilmiş olsaydı, orada bilhassa reel zamanın ne önemli rol oynadığını görür ve zamanla mekânı bu derece "mekanik" bir surette birbirinden ayrı ve birbirine zıt saymaya özenmezdi. Gerçekte zamanla mekân birbirinin aynı değildir, fakat gayrı da değildirler. Mekân da zaman da bir tek maddi varlığın diyalektik görünümleridir. Ne mekânsız zaman, ne de zamansız mekân olur. Zaman mekâna, mekân da zamana karşılıklı olarak etkide bulunur. Mekân maddeleşmiş dinamizm ise, zaman da dinamikleşmiş maddedir.

Onun

içindir ki,

Einstein

maddi

varlığı artık eskisi gibi üç boyutlu saymaz. Ona bir dördüncü boyut olarak zaman ve hız boyutunu da ilave eder. Bir maddenin

kitlesi, yapılan

hızla ters orantılıdır.

hesaplara göre,

bir saniyede kazandığı

Bir kelimeyle, zaman çoktan maddenin

bünyesine ilmi biçimde karışmış bulunuyor. Nasıl Aynştayn [Einstein] mekaniğine göre, tabiatta teoriye göre doğru çizgi olmadığı halde, bizim bildiğimiz Öklid [Euklides] hendesesi [geometrisi] hep bir takım doğru çizgiler üzerine kurulur ve teorik yanlışlığı

pratik uygulamayla düzeltilir-

se; öylece, tabiat ilimleri de, zamanı mesafe ile ölçerken, zamanı mekânla aynı saymış görünmesine rağmen, zaman mekân diyalektiğinin objektif düzeltmesine uğramış olurlar. Demek, Bergson'un, zamanı mekândan sıkı surette ayırması, modern ilme zıt, yani cahilanedir. Fakat mekândan bambaşka, "maddeleşmiş zaman" ötesinde

bir zaman tasavvur edip, onu

"psikolojik" bir "Süre" derecesinde sübjektifleştirmesi cehaletle de

açıklanamayacak ananevi

bir el

çabukluğudur.

Gerçekte,

"psikolojik zaman", reel zamanın insan kafasında yansımasıdır ve reel zamandan başka bir şey değildir.


2- Hayatı tarihin bir tekrarı saymak konusu. Bergson, bütün inceleme ve araştırmalarının

içinde dönüp dolaştığı

çemberi

şöyle tarif eder: "Sayısal çokluktan büsbütün başka bir 'karşılıklı nüfuz' çokluğunun tasavvuru; -heterojen, keyfiyetçi ve yaratıcı bir Süre tasavvuru-azimet

ettiğim

muttasıl,

avdet

ettiğim

noktadır.

[gittiğim yer, döndüğüm noktadır]" (s.160 mektup). Bergson'un, bu karışık ve ağdalı cümle ile yapmak istediği şey, yukarıdaki fikrini açmaktır. Zamanı mekânla

karıştırma-

maktan maksadı, ikisi arasında taban tabana zıddiyet derecesinde bir fark olduğunu bildirmek içindi. Bergson, bu farkı anlatmak için der ki:

Mekânla gösterilen "maddeleşmiş zaman",

bir sayısal

"multiple

çokluk

numerique"dir.

Yani

ölçülen

her

zaman parçacığı, her an, tabiat ilimlerine göre birbirinin aynıdır. Aralarında nitelikçe bir fark yoktur. Yalnız, numara sırası farkı vardır.

Bu anlar birçok olabilir, yani çokluk gösterebilir.

Fakat bu çokluk, nitelik çokluğu değil, aynı şeylerin miktarca çokluğu, yani sayısal bir çokluktur. Bergson'un "Süre"si ise, kendi demesiyle "karşılıklı nüfuz çokluğudur. Yani, geçen her zaman parçacığı, her an, birbirinden ayrı olmakla beraber, birbiriyle içli dışlı, daha doğrusu birbiriyle karşılıklı olarak işlemiş bulunur.

Karşılıklı olarak, anların birbi-

rinden çıkması ve birbiriyle ilişkide olması, birbirini kovalaması, onların

bir makastan çıkmış, aynı

nitelikte birtakım

homojen

olaylar olmasını gerektirmez. Bergson'un anladığı varlık, "heterojen, nitelikçi ve yaratıcı bir Süre"dir. "Gerçekten veri olan şeyi görmeye kalkışmak istersek, her türlü yeni mekanikleşmelerden ve her türlü sembollerden yakamızı kurtarmamız gerekir." (s.38). İşte, yukarıki cümle

ile Bergson

bunları söylemek istiyor.

Fakat bütün bunları söylemekle neyi murat ediyor? Onun kendi rivayetine bakılırsa, gene homojenistik görüşleri vurmasını. Yalnız, vururken fazla "hamle"ci olduğundan mı nedir, çok kere psikolojiyi biyoloji ile biyolojiyi ontoloji ile karıştırır durur. Mesela şöyle der:


"Öyle zannediyorum ki, Süre sözünden ne anladığım hesaba

katılırsa,

lik]

içinde, sizin söylediğinizden daha açık, daha sağlam

Yaratıcı Evrim'in "vitalizm"i

şey

bulunacaktır.

Biyolojide,

esaslı bir delil şudur:

[hayatiye, dirimselci-

mekanizm

aleyhine

bir

önerdiğim

O, hayatın nasıl bir tarih geliştirdiğini,

yani hayatın tekerrür kabul etmez, her anı yegâne, her anı bütün geçmişin

bütün tasavvurunu

kendisinde taşıyan

bir de-

vamlılık geçirdiğini izah etmez." (s.161-162 mektup). Yani Bergson, Süreyi biyolojik bir izahla anlatırken, onu tarihi bir şekilde tasavvur ettiğini söyler. Ona göre mekanik düşünce merkezcidir.

Hâlbuki

her geçen an, "mazinin tasvirini

kendisinde taşıdığı" halde yegânedir. Ondan önce öyle bir an olmamıştır. "Tarih bir tekerrür değildir." Ve ilh. Peki, acaba bu "Süre" denilen şey, Heraklit'in [Herakleitos] "pandare

[pantarei]:

Her şey akar." Sözünden

bugüne kadar

uzanan pek eski: "Aynı ırmakta iki defa yıkanılmaz" anlayışından başka ve ayrı şey midir? 19. asır ortasından beri, insan bilgisinin her alanına işleyen evrim teorisi ile hayati bir surette ispat edilen, varlığı proses [süreç] halinde kavramak fikri ile Süre arasında

ne fark vardır? Önce böyle bir fark var mıdır?

Bergson'a göre, evet, vardır. Bergson, kendisi tarafından ortaya atılan Sürenin, şimdiye kadar ne ilim, ne de felsefe tarafından tasavvur edilmemiş bir şey olduğunu ileriye sürer.

Bu tasavvur edemeyişin kabahati

ilimde, bilhassa tabiat ilimlerindedir. Fakat ilmin etkisiyle aynı mekanik düşünce felsefeye de sirayet etmiştir.

Bergson'a

göre ilk Yunan Felsefesi, şeylerin Süre tarzında devamlı başkalaşma ve değişme halinde olduklarını yakın bir biçimde tasavvur edebiliyordu.

Demek

Bergson,

Hilozoizme

[maddeyi

canlı sayan felsefi görüş] ve özellikle yukarıda işaret ettiğimiz Heraklit'in Fakat Elea

anlayışlarına Okulu'nda

pek yabancı

olmadığı

Parmenit [Parmenides]

ğişme kavramı eleştirilmeye başlandı.

kanaatindedir. ile

birlikte,

de-

Bergson'a göre, o za-

mandan beri artık gerçek demek, değişmez olan, değişmeyen demek sayıldı.


"Yalnız, tabiat ilmi ve madde bilgisi değil, felsefe de bu tesirin altında kalmıştır. Bergson bu tabiatı Yunan felsefesinde keşfeder ve modern felsefenin bu bakımdan, kadim felsefeden kurtulmuş olmadığına inanır." (Höffding, keza s.6). "Bergson'a göre felsefe, her zaman daima bu yönde yürümüştür." (keza, s.7). Bergson'un bu kanaatine bakınca ne anlamalı? Her şeyi hareket halinde bir karşılıklı etki ve değişme olarak alan diyalektik materyalizmden habersiz olduğunu mu? Yoksa, 19. asır ortalarına

kadar, "birikme" safhasını tamamlayan

ilimlerinin o zamandan

beri,

pozitif tabiat

Engels'in tanımladığı

biçimiyle,

her olayı tarihi akışı içinde ve proses halinde kavradığını Bergson fark mı etmemiştir? Yüksek öğrenim görmüş, Fransa Koleji'nin seçkin kürsüsünde senelerce her türlü

ilim ve bilgi namına söz söylemiş bir

profesörün, ilk mekteplere kadar sokulmuş olan bu ilk bilgilerden habersiz olacağı, ne farz, ne de kabul edilebilir. O halde ikinci bir şık kalır:

Bergson, diyalektik materyaliz-

min varlığı nasıl kavradığını biliyor. Fakat bu kavrayışa katılmıyor. Gerçekte zevahire, görünüşe aldanmamak konusundaki diyalektik materyalist öğüde uyarak, bu Süre manzarası altında

Bergson'un neyi söylemek istediğine daha yakından ve

daha

dikkatle

bakarsak,

maddenin

diyalektik

kavrayışıyla,

Bergson'un Süre kavrayışı arasında uçurumlar bulunduğu kolaylıkla anlaşılır. Tabiatın ve bütün varlıkların sırf mekanik bir surette kavranışı elbette yanlıştır. Fakat 18. asırda, en fazla gelişmiş tabiat ilmi, mekanik ilmi idi. Böyle bir zamanda her şeyi mekanikle izah tarzı, Engels'in pekâlâ işaret ettiği gibi, adeta kaçınılmaz bir zaruretti. Bugün ne 18.

ne 19. asırda değil, 20. asırdayız. O yanlışlar gerek

ilimde, gerek felsefede çeşitli şekillerde halledilmiş bulunuyor. Buna

rağmen

Bergson,

kendisinden

başka

herkesin

varlığı

yanlış kavradığı kanaatindedir ve bu kanaatini söyle açıklar: "Düşünce, sırf maddi olan şeyle olan mücadelesinde kendi objesi tarafından biçimsiz addedilir ve mekân fikirlerinin hükmü altına girer;

her şeyi mekân ilişkileri olarak anlamaya ve


mekân içinde çeşitli yerler ve çeşitli objeler arasında

mevcut

olan kadar harici bir takım fikirlerin, tasavvurlar arasında da bulunduğunu farz ve kabul etmeye alışır. O zaman bağlantılar ancak dışta ve görünürdedir." (s.5). Bu andan itibaren, yavaş yavaş Bergson'un bilgi teorisine girmiş bulunuyoruz.

Fakat bu konuyu aşağıda

bağımsız ola-

rak göreceğimiz için, biz gene varlık kavrayışı üzerinde duralım. Pozitif ilimlerden ve herkesten farklı olan Bergson'un varlık felsefesi ne imiş? Yukarıdaki cümle onu kâfi derecede gösteriyor: Bergson, maddi insan kelimesini felsefe inceliğine yaraştırıp kullanamıyor. Tabiatla mücadele eden kuvveti "insan" değil, sanki insan dışında bir kuvvet imiş gibi "düşünce" terimiyle ifade ediyor. İşte bu soyut düşünce, kendi başına gazaya çıkıyor:

ki, gözü maddeden başka bir şey görmez oluyor. "mekân

bir

"Sırf maddi olan şeyle mücadele"ye girişiyor

fikirlerinin

hükmü

exterieurius" ve - s o n u ç t a

altına

Süre

giriyor."

Bu suretle

Mekân

halinde olmayan!-

"zahiri:

bir şeydir.

Çünkü mekân objeleri arasında, "continuite: d e y m u m e t " [Süreklilik] continue)

yok.

Her şey birbirinden

[kesikli, süreksiz]

dir.

kopuk, deymumetsiz

(dis-

Şeyler ve diğerler arasında

bağlılık zahiridir. Hâlbuki Süre, her konuda Sürekli ve bâtınî, içten gelen bir irtibat gösterir. Mesele bu şekilde açıklandıktan sonra bir daha anlıyoruz ki, Bergson'un yegâne gerçek varlık yerine koyduğu Süre, gayri maddidir. Yer,

mahal ve

maddeye zıttır bile. maktır.

mekândan arınmıştır.

Maddenin özelliği,

Hatta,

Süre

kopuk ve görünür ol-

Süre ise tam bir Süreklilik, içsel bir nitelik ve irtibat

gösterir. Bütün tabiat ilimleri hep bu maddeyi esas tutarak yola çıktıkları için varlığı anlamıyorlar. Süre ise aksine, bu maddeyi hiçe sayan bir kavrayışın ürünü olabilir. Varlık olaylarını

proses

halinde

gören

kavrayış,

diyalektik

kavrayıştır. Bugün biz iki çeşit diyalektik tanıyoruz: 1- Hegelyanizm'in ortaya attığı idealist diyalektik. Bu, her şeyi proses halinde görür. Bu proseste esas "İdee=fikir"dir. Madde, fikrin kendisine uygun bir görünüşüdür. 2- Marksizm'in kotardığı diyalek-


tik materyalizm de her şeyi proses halinde görür. Ama ona göre esas, maddedir. Fikir, maddenin zihindeki yansımasıdır. Her iki halde de varlık monistçe kavranır. Yani varlığın özü, cevheri

bir tektir.

Bergson

ise, önce zamanı mekândan ayır-

mak, sonra mekânı Süreye zıt saymakla ister istemez yıllanmış felsefi diplopiyi, biri iki görme halini, tekrar ihya etmiş olur. Ve bu ikilik, onun, bundan sonra gelecek bütün kavrayışları içinde hâkim bir özellik olur.

Bergson'un Duree'si ne İdee'dir, ne de

Madde. Süre, fikir değildir: Çünkü her fikir, maddenin zâhiriliği ve kopukluğu ile sakatlanmıştır.

Fakat hele madde, hiç değil-

dir. Madde mekândır. Mekân, yerleşilen, parça parça, dağınık, bütün hakkında bir fikir verdirmeyecek bir nesnedir. lizme zıt olan idealist sistemler metafizik idiler.

Materya-

Bergson felse-

fesi, yalnız "metafizik: maba'düttabia"[fizik ötesi] olmakla kalmaz. Ayrıca "Metaentellektüel:

Maba'dülfikr" [fikir ötesi] sayı-

lacak mistik bir sistem olur. Galiba yeniliği de burasındadır. Sürekli değişme, karşılıklı etki ve ilişki dairesinde hareket ve değişim, tarihîlik gibi özellikler bizzat maddenin kendi özelliğidir. Hem de tamamıyla görünür ve açık surette ilmi özelliğidir. Hâlbuki Bergson'a göre, göz hep kendi alfabetik gerçeğini inkârdan hoşlanır. Varlıkta gördüğü Süreyi bâtınî ve gizli, ilmin erişemeyeceği bir özellik sayar. Bu suretle apaydınlık maddi gerçeği; esrar perdeleri arkasında gizli bir metafizik, bir muamma şekline sokar. Fakat Bergson, hiç olmazsa, bu muamma arayıcılığında olsun "yeni" ve "orijinal" midir? Hayır.

Felsefe tarihini bilenler

için, maddi ve müspet varlığın ötesinde esrar arayıcılığın pek eski bir hüner ve marifet olduğu bilinir. En yakın bir örnek almış olmak üzere, Kant felsefesini hatırlayalım. Bilindiği gibi Kritisizm, bir taraftan Allah'ın varlığı konusundaki bütün delillerin yersiz olduğunu zaruri olarak belirledikten sonra, diğer yönden varlık hakkındaki anlayışların da işkilli olduğunu ileriye sürer. Gerçekte biz şeylerin şu veya bu özelliklerini seziyoruz der. Ama acaba "bizatihi şey" [kendinde şey], bu bizim sezdiğimiz özelliklerin aynı mıdır? Onun için, Kant'a göre, biz, şeylerin niteliği hakkında ne öğrenirsek öğ-


renelim,

bu "kendinde şey"in

ne olduğu daima

meçhulümüz

kalacaktır ve ilh. İşte Kant'tan yüzlerce yıl sonra sahneye çıkan Bergson da, varlık karşısında buna yakın bir tavır takınır. 19. asır ortalarından beri, evrim teorisi bütün pozitif ilimlerde hâkim bir anlayış oldu. Evrim teorisi, Bergson'un Süresinden daha mükemmel biçimde tarihi ve tekrarlanmayan bir değişim seyrini kabul etmektir. Bergson, bu asırda, bu kadar hâkim bir anlayışa karşı açıktan açığa meydan okusa, gülünç düşeceğini pekâlâ biliyor. O zaman, usta pehlivanların yaptığı gibi işi alttan tutuyor. Sureti haktan gözükerek, modern müspet anlayışları arkadan devirmeye yelteniyor. Evvela,

gerek diyalektik materyalizmin felsefi

bir biçimde,

gerek yeni keşiflerin ilmi bir şekilde ispat ettikleri tabiî proses olayını, sanki olan bitenden ve dünyadan hiç haberi yokmuş gibi, kendi keşfettiği yeni gerçek, bir orijinal kavrayış diye ortaya atıyor. Fakat gerek diyalektik materyalizmin, gerek evrim teorisinin esas dayanağı maddedir.

Bergson

ise, bu

prosesi

maddi dayanağından soyutlayarak işe başlar. Höffding der ki, "Henri Bergson da bunu (evrim teorisini) kabul eder, ama ondan çıkan mantıki sonuçları reddederek kabul eder." (s.54). Neden? Çünkü:

"Tasavvurlarını

herhangi

bir şekilde bilinir

kılmak zarureti, onun nazarında, bu yolla erişilebilecek bilginin değerini hiçbir biçimde ispat etmiş olmaz." (keza). Yani insan, tasavvurlarını şu veya bu biçimde kullanarak bir takım bilgi elde eder. Fakat bu hal, onun elde ettiği bilgilerin bir değeri olduğunu

ispat etmez.

Bilgimiz bizim için gerçeği,

varlığı, olduğu gibi gösterebilir mi?

Bergson,

hayır, göstere-

mez der: "Biz bizzat şimdi değil, fakat çok kere onların taşıdıkları etiketleri okumakla yetiniyoruz." (s.119). Bu

hesapça,

Kant'ın,

"kendinde şey"siyle,

insan

Bergson'un,

bilgisine

meçhul

kalır dediği

ilim ve fenle elde edilemez


saydığı "Süre"yi insan kudretine ve ilime, fennin ilerlemelerine karşı gayet kurnazca ve kaçamaklı

bir biçimde yapılmış,

aynı meydan okumanın iki başka şeklidir. Yalnız arada bir fark var. Kant "kendinde şey"i ararken, gerçekte henüz ilimce aslı ve içeriği bilinmeyen birçok maddeler mevcuttu. Kant'tan Bergson'a zitif

ilimler

birçok

meydana çıkardı. üretime girişti.

meçhul

kadar geçen zaman içinde, po-

şeylerin

"bizatihi"

ne

olduklarını

Modern endüstri bu şeyleri bizzat yaptı ve

Kant,

zamanının teknik seviyesi

itibarıyla,

kaçamağa düşmekte, "kendinde şey"i tasavvur etmekte, dereceye kadar belki samimi sayılabilirdi.

o bir

Fakat 20. asıra gi-

rerken, maddenin en ufak bünyesi tahlil edilirken, hala ilmin kudretine karşı yalınkılıç çıkan ve ilim ötesinde bir "Süre" arayan Bergson, muhakkak ki Kant'tan çok daha kasıtlı bir demagogdur ve onun "Süre"si Sofizmin "izafiyeti"[göreliliği] gibi bir şey olur. Bu da artık Bergson'un "Gnozeoloji: demektir.

Bilgi

Kuramı"na girdik


GNOZEOLOJİ: SEZGİ KONUSU VE METOT Varlık ile

bilgi

konuları

birbirine

ne

kadar yakınsa,

Berg-

son'un Süresi ile Sezgisi de birbiriyle o kadar bağlıdır. Nitekim daha Süre konusunu bitirmeden nasıl Sezgi konusuna girmiş olduğumuzu gördük. Şimdi özellikle onu görelim. Teori ile pratiğin ilişkisi meselesi pek eskidir. İslam felsefesi pratiksiz ilme hiç itibar etmez. Fakat bu itibar etmeyişle bile, pratiksiz ilmin mümkün olabileceğini kabul etmiş olmaz mı? Marksizm, insanı bütün öteki hayvanlardan ayıran ilk sebebin, pratik, yani insan işi olduğunu belirler. İnsanı insan yapan, çalışma, iş, emek olduğu gibi, insan düşüncesini de yaratan gene insan pratiğidir. İnsanın hayatı gibi bilgisi de, çalışma derecesiyle uyumludur. Organsal bir dokuyu mikrozonla milimetrenin binde biri kadar incelikle kesip, mikroskop altında incelediğimiz için, bir zamanlar hayal bile edilemeyen hayat hücresinin

bünyesi ve

içeriği

hakkında

etraflı

bilgi elde

ederiz. Şu halde gnozeoloji konusu, yani Bilgi Teorisi, insanın faaliyet

pratiğine tabidir ve ancak insan

pratiğiyle açıklanır.

İnsan bilgisi, insan pratiği ile dengelidir. Bergson'un bu noktada fikri nedir? Bergson, sıradan âlimlerden değildir. Teori ile pratiğin ilişkisini açıkça inkâr etse, ne kadar gülünç düşeceğini bilir. Hâlbuki Bergson, bugün gür bir ırmak gibi maddeyi yara yara akan ve taşan insan bilgisini, maddi yatağından ayartarak bir metafizik bulutu içinde yok etmek ister. Bunun için, yani bilgiyi baltalamak için ne lazımdır? Bir insanı

bindiği daldan aşağıya düşürmek için

ne lazımsa onu

yapmak. Bilginin üzerinde durduğu dal pratiktir. İşte Bergson,


bir vuruşta insanın hem maddi faaliyetini, hem de o faaliyetten doğan bilgisini alaşağı etmek için, ilk olarak pratik faaliyeti baltalamak, küçük düşürmekle işe başlar. Yani, pratik ile ilim elde edilemeyeceğini öne süremez. Fakat pratik ile elde edilen bilginin, sadece pratiğe yarar bir ilim ve yalnız ilim olabileceği ile söze başlar. Siz belki, "İyi ya, zaten maksat ilim değil mi?" diyeceksiniz. Hayır, asıl meselenin Bergsonca püf noktası da burada: Bergson için ilim var, ilimcik var. İnsan pratik faaliyeti ile bir takım ilimler elde eder. Fakat Bergson'un nerede ise: "Keşke etmez olaydı!" diyeceği gelir. Çünkü zaten işte hep o pratik faaliyetle elde edilmiş ilimler değil midir ki, insan düşüncesini çeler.

Farzedelim

ki, gerçekten "ekzakt teori" (sarih

nazariye)

[kesinlik, açıklık teorisi]den fersah fersah uzaklaştırır. "Pratiğin insanı ekzakt teoriye götürmesi şöyle dursun, yaşama zaruretleri, her zorlukta hayat kavgası, şeyleri insana yaramaya zorlamak için girişilmiş idi. Huş [akıl], görünüşte mekanik bir düşünce tarzı, bir parçalanma oluşturur ki, bu, yaşamanın iç bağlılığını (connexitesini) Demek

Bergson,

kavgasını, "şeyleri

kavramamıza engel olur." (s.4-5).

yaşama

zaruretinden

insana yaramaya

doğma

bir

hayat

mecbur etmek için" uğ-

raşmayı kabul eder. Bu kavga ve uğraşmadan, bir "düşünme tarzı" çıktığını da inkâr edemez. Yalnız bu düşünme tarzının, "açık teori" olmadığını iddia eder. Niçin? O düşünme tarzı, "yaşamanın iç bağlılığını kavramamıza engel" olduğu

için. Tabiî

ilimlerin düşünme tarzı, neden böyle bir engel olur? Çünkü: "Orada (tabiî ilimlerde ve evrim teorisinde HK) doğal ve gerçek bir connexite [bağlantı] söz konusu değildi." (s.88). Bu doğal ve gerçek bir bağın yokluğu ise şundan ileri gelir:

(Tabiat ilimleri yüzünden)

sezişin

"Yakîn (immediate)

bilincin ve

içerdiği şeye işleyecek yerde, soyutlamalar, genelle-

meler ve

istintaçlar [çıkarımlar]

âlemi

içinde hareket etmek

adet oldu." (s.6). Bergson, bu düşüncesinde de çocukların bildiği bazı bilinenleri unutmuş görünüyor. Gerek tabiî ilimler, gerekse evrim teorisi, yalnız soyutlama ve genellemelerle

uğraşmaz.

Bilakis,


endüksiyondan (istihraçtan) [sonuca varmadan] önce uzun bir araştırma faaliyeti gelir.

Bu faaliyet, soyut mantık işlemleri

değildir. Gözlem, deney ve tahlil gibi somut mekaniklerdir. Bu inceleme faaliyeti ile elde edilen bir dizi olay içinde, ilkin istikraî [tümevarımsal], sonra istidlalî [delillere dayalı] genellemeler ve çıkarımlar yapılır. Olayların ilişkisi ve kanunları bulunur. Tabiat ilimlerinde sırf soyutlama, genelleme görmek, skolâstikle modern ilmi birbirine karıştırmak olur. Olayların kanunları demek ise, sonunda "tabiî rabıtalılık" [doğal bağlılık]

ilişki-

sinden başka nedir? İlimler, gerçi metafizik metotlarla 19. asır ortalarına

kadar az çok insan bilgisinde bir takım parçalılıklar

yapmıştır; ama bu bir yeni iş, zaruri bir aşama idi. İlimler, bugün varlık olaylarının

kanunlarını

bulduklarına

göre,

tıbbiye

denilen şey, hayatın sağlığı değil midir? Bütün bu yönlerde tam metafizik bir vurdumduymazlık konduran Bergson, bu kişisel kroşesi üzerine büsbütün daha kişisel bir takım yönlerden mantık konakları kurar. Mesela evrim teorisi, hayatın bir mücadele olduğunu söylemişti:

Marks, bundan yarım asır önce "Bugün felsefeye düşen

görev,

mevcut olanı yalnız açıklama

değil, değiştirmektir de"

demişti. Bergson, bu iki kere iki dört edercesine açık olayları inkâr edemeyince, garip bir sofistik yaklaşımla biçimsizleştirmeye kalkışır.

Evrim felsefesi

konusunda der ki:

"Hayat,

maddeye

karşı sürekli bir mücadeledir. Söz konusu olan, maddi şeyleri benimsemek ve

değiştirmektir.

Yaşamak

için,

ancak

madde

üzerinde böyle bir işlem yapmaya gerek vardır; hiç de hayatın gerçekten ne olduğunu anlamak zaruri değildir." (s.90-91). Madde ile dövüşmek, maddenin biçimini değiştirmek yalnız yaşamak için [*]

lazımmış.

Bergson

[iki cümle okunamad>]

daha doğrusu hayat, madde için mücadelesindeki görü-

nüş ve değişmeyi, yaşamanın sırrını bize öğretememiş. Tabiat


ilimleri de, sırf bu türlü değişimlerle uğraştıklarından "ekzakt teori"ye erişemezlermiş. Çünkü bütün ilimler: "Bazı belirli şartlar içinde ve bazı belirli şeyler üzerine etkili olmak için meydana getirilmiştirler. O halde nasıl olur da onlar, basit bir ifadesi oldukları ve

kendisine ancak bir bakımdan

baktıkları

bizzat kendisini anlayabilirlerdi." (s.89). Yani,

hayatın

ufak ufak izafi

gerçeklerin diyalektik birikimine varınca, mutlak gerçeğe eremeyeceğini, adeta yaratılmış âlimler yaratılan

hayatı anlaya-

maz diyen laik bir mistisizmdir. Böylece Bergson, kadim mantık oyunuyla şu geniş neticeye varır: "İdrak meali [anlamı] bu küçük akla gerekmez. Zira bu terazi, o kadar sıkleti çekmez." Lakin

tez-antitez

Bergson,

çarpışmasını

mücadelesini

de olağan

bütün

varlıkta

dışı, tabiatüstü

göremeyen bir farika

[ayrım] gibi göremez, ama ister istemez tez dışında hayat diye esrarengiz bir kuvvet hayal eder. Artık zıtlık yalnız hayatla madde arasında vardır. Çünkü her maddenin de bir "ömrü", hayatı olduğunu bize ilim öğretmiyor mu? Bergson'e göre:

Hayır.

Bergson bu kadarla da kalmaz. Ona göre, gerçeği bize öğretecek ilim olmadığı gibi dil de yoktur. Yani, biz bu gelip geçici kelam ile, o kaba dilimizle Bergson'un gerçeğini asla ifade edemeyiz. Çünkü dil de düşünce gibi, pratik amaçlar için yaratılmıştır.

Esas

olarak

olgunlaşmamıştır.

"Şeylerin

yüksek

kavrayışı" dil ile anlatılamaz. Bergson der ki: "İzlenimlerimizi ifade için, içgüdüsel olarak anları sayılaştırmaya meylediyoruz. Bu yüzden sonsuz bir varoluş içinde olan duyguyu, onu daima tin objesi ile ve özellikle bu objeyi ifade eden kelime ile karıştırıyoruz." Yani sezişlerimiz birtakım düşünceler doğurur. Fakat bunlar, bizzat o sezilen şeye göre ve varoluştan nesnelerdir.

Biz varoluş

halindeki

kalmış sayılaşmış

izlenimlerimizi, yalnız dü-

şünce ile değil, onu ifade eden kelimelerle de tarif edemeyiz.


Bergson, bu garip tezini ispat için birçok teşbih ve istiarelere [benzetmelere]

başvurur;

bunlar arasında bir tanesi ente-

resandır: "Bir banknot, bir altın vaadinden ibaret olduğu gibi, bu anlayış da ancak temsil ettiği muhtemel sezişler değerindedir." (s.14'de, Şekli seziş). Bu basit benzetme, enflasyonlar devrine erişmiş finans kapital

ideolojisinin

cidden

aslına

uygun

bir krokisi ve

kendi

kendini aynada görmesi değil midir? Fakat Bergson'un kabul ettiği bu demagojik benzetme, sadece sosyal olaylarla doğal olayların

birbirine

karıştırıldığını

ispata yarar.

Gerçekte

bu-

günkü insanlar, sosyal zıtlıkların baskısı altında, danışıklı dövüş

kabilinden,

birçok

geçim

yalanları,

amiz"ler [iş bitirici yalanlar] savururlar.

"düruğ-ı

maslahat

Fakat bu hal, o dü-

şüncesine uygun söz söylemeyen kimselerin, asıl düşüncelerini hakkıyla ifadeye kelime bulamamalarından değil, bulmak istememelerinden ileri gelir. Eğer Bergson, izlenimlerimizi bu türden sa,

"sayılaştırmaya

bu

ların]

gibi

eğilimli" aydınlarımızdan

le mensonge conventionel'lerin

bahsediyor-

[uzlaşmacı

yalan-

kabahati, ne düşünce cihazlarının doğal aczinde ne de

kelimelerin

taarruzunda

aranabilir;

belki

sosyal

gereklerde

bulunur. Bununla birlikte, biz bu sosyal gerekleri de, o "uzlaşmacı yalan" şekillerini de, bugün pekâlâ açıklayıp anlatabiliriz. Bu açıklamalarımız, "sayılaşmış" (yani tatbikileşmiş) diye hiçe sayılan açıklamalarımız

da, sosyal zıtlıklar gibi var olsun

ve yok olsun prosesini yaşarlarken, zaman zaman kesin ifadelerini elbette bulurlar. Sonra gerek banknot ve gerekse altın, doğal özellikleri yani kâğıt veya altın olmaları bakımından değil, birer değer temsil etmeleri bakımından ilişkilidirler. Fakat değer, doğal özellikten bambaşkadır. Değer, tarihi, gelgeç bir niteliktir. Demek, değer ortadan kalktığı gün, değer kanununa göre kâğıt banknotla altının karşılıklı ilişkisi de topu atar. Oysa, sözgelimi, insanın doğayla ilişkisinden doğan ilim ve ilim dili, mekânla daima gelişmesine rağmen, toplumun bir şekline mahsus gelgeç bir olay


değildirler. Bir kere oluştuktan sonra, insanlıkla beraber değerini

kaybetmeyen

pozitif ilmî gerçekler vardır.

Mesela Çekim

Kanunu, dünya durdukça belki yeni yeni açıklamaya kavuşacaktır ama Çekim Kanunu olmaktan çıkmayacaktır. İnsan, oldu olasıya, düşüncesini bir dille ifade eden varlıktır. Gerçekte olanı, altına,

kelimeyi, banknota

mamaya mecburuz:

benzetirsek, şu yönü unut-

Banknot elbette altının aynı değildir; ke-

lime de olayın aynı değildir. Fakat banknot altının değerini sadıkane ifade etmez mi? Burada iki şık karşımıza çıkar: 1- Banknot, bankaya yatırılmış olan altın gelirinin tam karşılığı ise, banknotun ifade ettiği değerle, altının ifade ettiği değer arasında

hiçbir fark yoktur.

Bay Bergson,

Kolej dö Frans'tan

maaşını ister, bunu ister banknotla, ister altınla alsın, pazara çıktığı zaman yüksek ihtiyaçları için lazım gelen maddelerden daima

aynı

banknota

değerde olan

bir miktarını

satın

alacaktır.

Yani

itibar ettiği için yanılmayacaktır ve işin şu cilvesine

bakın ki, her günkü hayatında, Bay Bergson da "yanılmadığını" anlamak için, demek gene o hiç beğenmediği "pratik"in mihenk taşına başvurmak zorunda kalacaktır. 2- Eğer banknot, bugünkü kâğıt paralardan çoğu gibi, mecburi

dolaşımda, yani

bulunduğu

memleket

bankasında

altın

karşılığı olmayan bir para ise, o zaman ne olur? Gene, hiç olmazsa dış pazarda yabancı dövizleriyle, yani başka memleketteki paraların altın karşılığı ile boy ölçüşmeye mecburdur. Demek, banknotun altınla ilişkisi söz konusu oldu mu, bu ilişki daima bir değeri ifade eder. Bu değer azalmış veya çoğalmış olabilir. Ama değeri de o oranda azalmış ve çoğalmış, yani banknot altına uymuş olur. Yok,

eğer Bay

Bergson,

enflasyon

denilen,

paranın

kalp

[sahte] para haline getirilmesi sıralarında, banknotla altın para arasında oluşan farkları murat ediyorsa, o zaman iş değişir. O zaman, Bay Bergson'un şunu ispat etmiş olması gerekir: Paranın değerini düşüren toplumun hâkim kategorisi, öteki

mahkûm

içinde,

hangi

kategorisini organlar,

soymak istemiştir. hangi

organları

İnsan

organları

istismar etmek için,


olayları olduklarından

başka

bir şekilde ifade etmek gereğini

hissederler? Gerçi insanlar bazı sözlerle, fikirlerle başkalarını ve hatta

kendi

kendilerini

bile aldatırlar.

Faraza,

Bay Berg-

son'un kendisi de, ilim, düşünce ve dil dışında bir gerçek aradığına cidden inanmış olabilir. Ama

bu his, onun kendi şaş-

kınlığından gelen kuru bir iddiasıdır. Yakından bakılacak olursa, onun ilmi, düşünceyi ve dili inkâr ederken bile objektif olarak yaptığı şey, gene bu

inkârına ilmin kaçamak yollarından

bazı düşünceleri desteklemek ve ana

diliyle

ifade etmekten

ibarettir. Marks der ki: Bir kurnaz Yahudi, Kraliçe An zamanından kalma bir mangırı bir cahil köylüye altın diye yutturabilir. Fakat bu olay yüzünden, toplumda mevcut altın değerleri ne eksilmiş ne de artmış olur. Bunun gibi, Bay Bergson da para kalpazanlarının veya ket oyuncularının

banka enflasyoncularının,

eserine

dayanarak

bazı

kalp

borsa ve şirdüşünceleri,

bazı lakırdı ve kelimelerle sürüme çıkarabilir. Bu demek değildir ki, bütün insanlık, bütün ömrünce, daima olaylara ve gerçeğe uygun olmayan bir takım düşüncelerini manasız kelimelerle ifade ederler.(*) Gerçi, Bay Bergson'u - d ü ş ü n d ü ğ ü gibipratik bir takım endişeler (Fransız finans kapitalinin 200 ailesinin en yüksek menfaatleri) "yeni felsefe" adı altında, ne evrim teorisine, ne tabiat ve sosyal prosese ve maddi gerçeklere sığacak bir takım düsturlar ardına atmaya mecbur edebilir. Fakat bu demek değildir ki, bütün insanlar ve bütün düşünürler, filozoflar, hep Bay Bergson'un gördüğü "pratik" endişelerle

hareket ederek, gerçekle taban tabana

zıt fikirler ortaya

atarlar. Hele bu hiç bir zaman, Bay Bergson'un o kadar korktuğu şeye uğradığını, aynı şeyler üzerinde etkili olmak için, yani manevi soysuzluğunu etrafa yaymak ve sistemleştirmek için emek harcadığını ispat etmekten geri kalmaz. Bir banknot, altın değerinde midir, değil midir? Bunu anlaması

kolay.

Bay Bergsonlar ellerindeki

banknotlarıyla

pazara

çıksınlar; eğer bir banknot lira ile bir altın lira kadar mal satın (*) " K a z a r a Ne taşın

bir s a p a n taşı kıymeti artar,

bir altın

kâseyi

ne de kıymetten

kırsa düşer kâse."


alabiliyorlarsa

hiç merak etmesinler,

banknot altının tam de-

ğerini temsil eder. Eğer banknot lira, altın liranın onda biri kadar değerde mal satın alabiliyorsa, gene üzülmesinler; not, altının onda biri değerindedir. Yok

bank-

eğer, banknot pazar-

da hiç geçmiyorsa kalptır. Varlık, gerçek, realite, olan biten hakkındaki düşüncelerimiz de bu kanaati yeniden besler. Yalnız olayların pazarı pratiktir. Bay Bergson, fikirlerini eline alıp insanlık içine dalsın. Bu fikirlerinin uygulamasından eğer bütün insanlık aynı derecede faydalanırsa, fikirleri yüzde yüz doğrudur. Tabiat ilimlerinin deneyden geçmiş fikirlerinin çoğu böyledir. Tabiat ilmi, bildirmek için bir İngiliz'in

buluşu

olduğunu

söyleyerek paratoneri

çare olarak

gösterirse; gerçeğin bu olduğunu anlamamız için, sık sık yıldırım düşen bir yere bir paratoner koymamız yeterlidir. Eğer oraya artık yıldırım düşmezse, daha doğrusu düşen yıldırımlar, bu yıldırım telinden uslu uslu aşağıdaki kuyuya iniyorsa, ilmin söylediği düşünce ne kadar "mekanik" görünürse görünsün, bu düşünceyi ifade eden kelimeler ne derece "sayılaşmış" bulunursa bulunsunlar, ilim gerçeği bulmuş ve bunu vermiştir. Onun için, tabiat ilimlerinin gerçeğini Bay Bergson bile "kısmen" dahi inkâr edemez.

Fakat bizce ve gerçekte, tabiat ilimlerinin gerçekleri,

kendi alanlarında kısmi değil bütünsel ve tam gerçektir.

Bay

Bergson, paratonersiz bir yıldırımın altında durabilir mi? Duramazsa, tabiat ilminin gerçeğini kısmi sayarken, kısmen yalan söylüyor. Yaptığı söylediğine uymayan kimseye ikiyüzlü derler. Sosyal ilimler için, iş biraz başka türlü olabilir. ğer, yüzde

hesabıyladır.

Faraza

Bergson'un

objektif olarak toplumun yüzde kaçının onlara der ki: Yani

Bergson'un fikirleri,

Burada de-

marazi felsefesi

işine gelir? Diğeri de bütün kapalılıklarına

rağmen, para babasının parası gibi başkalarına zararlı, emperyalistler için ise bir uyutma aracıdır. Bergson, yeni bir olayın

bütün mevcut anlayışları iskambil

şatosu gibi yıktığını söyler. Niçin diyen olmaz. Varlık değişme halinde değil midir? Değişmeler var diye, insanların bütün anlayışları güvene layık değildir fikri çıkar mı? Böyle bir fikir, me-


sela üzerine saldıran canavarı bir kurşunda devirememiş avcının artık lüzumu yok diye silahını atıp kendisini canavara peşkeş çekme

mantığına

benzemez mi? Yahut İstanbul'u

zapta

gelen Fatih'in, 19. asırda cenk ve fethe, topla tüfekle çıkacağını "Sezgi" diliyle keşfederek, elindeki donanmayı ve ağızdan dolma toplarını

Marmara

Denizi'ne dökmesi gerekeceğini ta-

savvur etmek gibidir. Elbet ilimler, anlayışlar da gelişir, değişerek ilerler. rihi

Bergson'un

Fen ta-

fikirleri....[Üç cümle okunamadı][*]....za-

ten Süre palavrası altında canlı varlık prosesini en kahpece vurup, prosesin içine girerek prosesi soysuzlaştırır. Çünkü Bergson skolâstiğinin daima anlamamazlıktan geldiği yön

budur:

Daimi, zincirleme akışın, değişme prosesinin, dilde ve düşüncede de esas olduğunu, O bir türlü kabul edemez. İlk düşüncenin diyalektik ve hayati varlığını gelişigüzel reddeder. Niçin? Çünkü canı öyle ister. Daha doğrusu 200 ailenin cihan müttefikliği bunu emreder. Hangi dil olduğu gibi kalır? Hangi düşüncenin tarihi yoktur? Maddeleşmekten ödü

kopar;

madde

nedir ki?

Diyalektik bir

proses geçiren varlık değil mi? Bergson bunlara bakmaz bile. Onun derdi başkadır. Bergson, felsefenin esas hedefini şöyle tarif eder: "Felsefenin gerçek vazifesi, dili ve tabiat ilimlerini elinde tutan

pratik

)ruhumuzun [dolaysız

hayatın iç

bizi

hayatının

bütünlük]

kendisinden yakîn

ve Sürekliliğini

uzaklaştırdığını

birliğini

(immediate

(continiute) yeniden

(âme unite) bul-

maktır. Bu davayı halletmek için, ilmin formüle etmeye baktığı, dilin ifadeye uğraştığı şeyin esasını ayırt etmek için, gerçekten veri olan şeyi keşfedebilmek için, düşüncenin büsbütün

desinterressee

[nesnel, yansız,

sı lazımdır (s.7-8).

çıkar gözetmeyen]

olma-


Bergson, önce meseleyi böyle koyar: Felsefede amaç, Süreyi (iç hayatın yakîn birliğini ve Sürekliliğini) bulmaktır. Gerek ilim ve gerekse din yalnız onu ifade etmekle uğraşır. Yegâne realite odur.

Fakat onu bulmak için düşünce desinterressee ol-

malı, yani pratik hayattan, çıkar ve fayda peşinde koşmaktan kopuşmalıdır. Çünkü pratik hayat bizi ruhumuzun iç hayatına kavuşturacak yoldan Bu,

uzaklaştırır.

biraz değil, bir hayli İslam mistisizmindeki "fenafillâh"

[insan benliğinin tanrı varlığında yok olması]

prensibine ben-

zemiyor mu? Ezeli gerçeğe, Tanrı'nın yüksek tecellisine [Tanrı'nın kudretinin kişilerde ve eşyada görünmesi, görünme, belirme, görünür olma] erişmek için, dünyadan el etek çekmek, nefsini öldürmek ve kendi içine kıvrılarak, kendi kendine murâkabeye dalmak. Bu amaca hangi yoldan varılacak? İnsan, o hayatın içe dönük Süresine nasıl nüfuz edebilecek? Amaç Süreyi bulmak olunca, bunun içine nasıl işlemeli? Tabiattaki Süreye, insan tabiatında en yakın olan şeyi bulmak ve o yoldan varlığın sırrına ermekle. İnsanda Süreye benzeyen ne vardır? Ruhi olaylar. Gerçi çağrışımcı (associationcu) İngiliz psikoloji mektebi, yani, Ceyms ve Mili Stuartlarla

[Henry James, Stuart Mill] Spencerla-

rın [Herbert Spencer] mektebi, ruhi hayatta; his, fikir, duygu, arzu, istek gibi birbirinden bağımsız saydıkları birtakım unsurlar ayırırlar. Onlara göre ruhi hayat, ancak alışkanlık zoruyla düzenlenen bir mahşerdir. Fakat bu çağrışımcı sınıflama, Engels'in sınıflamacı ilim devri dediği zamana ait bir kaçınılmazlıktı. Ruhi hayatın

irdelemesine girerken, evvela ondaki çeşitli görünümleri

sistematik şekilleriyle bir belirlemek gerekti. İlkin bu yapıldı. Hâlbuki evrim teorisi, hücrenin keşfi ve enerjinin dönüşümü meydana çıktıktan sonra bütün ilim şubelerinde olduğu gibi, psikolojide de eski sırf sınıflamacı anlayışa karşı tepki belirdi. Nitekim Bergson'dan çok daha evvel - Höffding'in tespit ettiği gibi - bu tepkiyi temsil edenler oldu. (Ruhi

Hayatın

Gelişiminde Aperception'ın

Wundt [Wilhelm Wundt] Önemi

1874),

Tho-


mas Hill Green

(Hume'a

Alman Felsefesi),

Giriş),

İngiltere'de

bizzat

Francis

Höffding Herbert

(Zamanımızın

Bratlay

(1876)

ve ilh. hep çağrışımcı mektebi eleştirenlerdir. Bergson da, bu eleştirilerden yürüyerek ve bu eleştirilerin sonuçlarını dilediği şekilde abartarak yola çıktı.

Bergson, ruhi

olaylarla doğal olaylar arasında - ezberden ve adeta gözlerini kapayarak - şu farkları icat eder: 1-

Ruhi olaylar mekân

içinde dağılmış değildirler.

Zaman

içinde ırmak gibi akarlar. 2- Ruhi olaylar birbirinin içine geçer, iç içe girer ve nitelikçe değişikliklere

uğrarlar.

3- Ruhi olayların kuvvet derecelerini ölçemeyiz. Toplama ve çıkarmaları imkânsızdır. Orada ölçmek, ancak görünür sebepleriyle mümkündür. Mesela, ısıyı termometre ile ölçeriz. Çünkü ruhi olaylarda büyüklük kavramı yoktur ve ilh. Bergson'un birinci ve ikinci özellikleri yalnız psikolojik olaylara hasredişi, ondan sonra girişeceği el çabukluğu fiili için bir tür başlangıç ve hazırlık kalpazanlığıdır. tabiî olaylarla

ruhi olaylar arasında,

Bildiğiniz gibi, bütün

proses hali

bakımından,

genellikle, hiçbir fark bulunmadığı basit bir ilmi gerçektir. Psikolojik olayların

uyumsuzluğu

iddiası

da

evvelkilerden

daha az gayr-i ciddi değildir. Bergson bu iddiasını, her ihsasın birbirinden nitelikçe farklı olacağıyla ispata kalkar ve der ki: "İki ihsasın (sansasyonun) aynı olmaksızın eşit oldukları isnat edildiği gün, psikofizik kurulmuş olacaktır." Bergson'un

bundan

maksadı

meydanda. Fechnen'den

[Gus-

tave Theodore] beri, ruhi olayların en basitleri bulunur ve karmaşık ruhi olaylar bu basitlere dönüştürülür. Basitlerin toplamı sayılır. İşte bu suretle psikofizik doğmuştur. Bergson, yukarıda, düşünceyi pratikten, ilmi pratikten ayırarak soyutlaştırdığı gibi, burada da daha söze başlarken, psikolojiyi fizyolojiden ayırmaya özenir.

Maksadı,

psikolojiyi de

maddesinden tecrit etmek, köşe döndürmek. Fakat devam edelim. Daha doğrusu, Bergson devam etsin:


Mademki,

ruhi

hayat olayları,

kötü

maddenin,

mekândan

ibaret olan ölü tabiatın olaylarıyla taban tabana zıttır. Mademki, ruhi olaylar, Bergson'un "Süre"sine en çok benzeyen olaylardır. Şu halde, biz, Süreyi ancak bu ruh olaylarından yorumlayarak kavrayabileceğiz demektir. Bununla

beraber,

iş buracıkta

ondan sonra başlar.

bitmiş değildir. Asıl mesele

Malum ya, düşünme de ruhi bir olaydır.

Hatta dil bile kısmen öyle değil midir? Lakin bu iki aracın, bizi "ekzakt teori"den göstermemiş

ne derece

uzaklara

attığını,

Bergson

bize

miydi?

Şu halde, ruhi olay var, ruhi olaycık var. Ruhi olaylar içinde

hangisi

bizi ekzakt teoriye,

Sürenin

hakiki

kavranılışına

eriştirebilir? Böyle bir sorunun

karşısında

kalmış görünen Bergson, ge-

nellikle hayatın seyrinde şimdiye kadar rol oynamış iki ruhi yeti görür: 1- Zekâ, 2- İçgüdü. Bu iki yeti hakkında

Bergson'un

yaptığı nitelemeleri- uzatmamak için- şöyle şematize edelim: ZEKÂ: I -

1-

2-

sız,

SEVK-İ Mekâna

benzer.

Deymumetsiz uzamsız)

[L S ü r e k s i z ] ' II - 3 - Tabii (tabiata 4-

yakın)

{discontinuité}

yener.

1-

{sosyal} canlı

alet y a -

{instrumental}

TTT - 5c - G e r ç e«ğS iI a r a r , a m a III lamaz.

b1,,, u-

-3-

(hayata 4-

yakın)

III-5-

benzer. (imtidadlı)

[Sürekli] ...... . t Iç ilişkilerle

y e n er G e r ç*e ğ3 i

. meşgul

{natürel}

Güçlükleri,

ratarak

[İÇGÜDÜ]:

Deymumetli

{continuité} II

meşgul

Zamana

2-

TT

ilişkilerle

Güçlükleri,

ratarak

I -

(mekân-

TABİİ

canlı

uzuv ya-

{organik} b u l u r d u ,'

ama

aramaz.

6- Aydınlık

{zahiri}

6-

Kaı-anhk

{b^ıni}

Bergson'un zekâ ile içgüdü hakkında yaptığı bu tarifler, bize ve halen

idealist filozofların, metafizik oyununa

başlarken

nasıl en basit maddi olayları güya onaylarmış gibi ele alıp, onlardan ne maskara neticeler çıkardıklarına dair güzel bir örnek veriyor.

Mesela, yukarıdaki altı sıfatı

ikişer ikişer ayırdıktan

sonra Romen rakamlarıyla tespit ettiğimiz üçer bölüğe dikkat


edelim. Orada, felsefi bir karşılaştırmanın üç basamağını buluruz.

Bergson, evvela, metafizik derecesinde delilsiz devamsız

apriori ile [deney öncesi bulgulara dayalı olarak]

uydurma ve

yanlış bir prömis [öncül, adanmış], yani ilk basamak koyuyor: Zekâ, mekân gibi süreksizdir;

içgüdü, zaman gibi süreklidir.

Niçini nasılı yok, bu böyledir!

Bu yanlış prömis ile bulunacak

fikirlerde doğru dan,

bir şey söylendiği hissini vermek için, ardın-

ilk bakışta gayet doğru

bir orta

basamak verilir:

Zekâ,

sosyal ve aletçidir; içgüdü, organcıl ve doğaldır. Ruhî ve hayatî iki görünüşü, zekâ ve içgüdü diye kişi leşti rip

mekanikleştirmek suretiyle,

Bergson'un

güya

eleştirdiği

çağrışımcı kategorilere saplanması ve organik varlığın continuitesini (devamlılığını) bizzat koparması gibi haller bir tarafa

bırakılırsa,

bu

tarif doğru

olabilir.

Gerçekte

Marksizm,

Bergson'dan çok evvel, insanın bütün hayvanlardan alet kullanmasıyla ayırt edildiğini bildirmiştir.

Darwin, tam Marks'ın

tarihi, aletlerin gelişimiyle açıkladığı yılda, hayvanlarda evrimi hayvan organlarıyla açıklamıştı (İki olay da olur.

Darwin'in:

Politiğin

1859 yılında

"Türlerin Kökeni", Karl Marks'ın:

"Ekonomi

Eleştirisine Katkı" eserleri).

Fakat Bergson, bu ilmî gerçeği, felsefi bir soyutlamayla esrarengizleştirir:

Hayvanda organları yapan şey,

bizzat orga-

nizmanın çevresiyle olan yaşam kavgası değil de, o organizmaya

hâkim

metafizik bir kuvvet,

dü"dür demek ister. İnsan, toplum gene yaşama

maddeden ayrı

bir "içgü-

halinde üretim araçlarını,

kavgası zaruretiyle geliştirdiği

halde,

Bergson

bu sosyal ve teknik gelişimi, gene insana ve topluma hâkim, gene metafizik bir kuvvet, maddi hayattan ayrı, sosyal psikolojiden bağımsız bir "zekâ"ya atfeder. Böylece, idealist filozofun hası, o ezeli sofistik kaygısızlıkla, Bergson, biri natürel, ötekisi sosyal iki prosesi (organların ve aletlerin gelişimi),

mistikleştirdiği

iki

psikolojik zata,

"içgüdü" ile "zekâ"ya mal eder ve sıradan olan " s a ğ d u y u " da, öteden

beri

bu

skolâstik sınıflama ve tarife alışkın olduğu


için, insan ilk bakışta, Bergson'un gerçekten doğru bir marifet yaptığı zannına Bergson,

II.

kapılır.

orta

aşamayla,

herkesçe

bilinen

bir gerçeği

böyle biçimsizleştirdikten sonra, artık varacağı III. aşamada, Konkluzyon'a, mantıki sonuca hiç sıkılmadan varabilir. "Gerçeği: zekâ, arar ama bulamaz;

içgüdü, bulurdu ama aramaz.".

Anlaşılan, biri "karanlık" göz gözü göstermiyor, ötekisi de fazla "aydınlık" göz kamaştırıyor. İnsana

"Yanında

kesinlikle "arar,

miydin,

be

mübarek!"

dedirtecek

bir

bulamaz" yahut "aramaz" hükümlerini savu-

ran Bergson, mantığını buraya kadar yürüttükten sonra, Kuran'daki

mucizeler gibi

bir olay geçirir.

Bergson felsefesinin

gayesi: "Ruhumuzun iç hayatının yakîn birliğini yeniden bulmak" değil miydi? Şu halde, bu iki hayati yetiden, zekâ ve içgüdüden hangisi, bizim "iç hayatımızın sürekliliğine" daha yakındır? Mademki maddi hayatı idare ediyor:

Elbette içgüdü.

Onun için Bergson, hakikat karşısında, zekâya adeta "Je ne peux pas:

Elimden gelmiyor" sözüyle aczini açıklatırken,

düyü, sadece, âdeta:

"Je neveux pas:

içgü-

İstemiyorum" sözüyle,

gereksiz kılar. İçgüdü istese, nelere kadir değildir? Bergson, içgüdü

karşısında adeta mest olur. Ortaçağ des-

tancıları gibi, onun kerametine övgüler yazar. "Yaratıcı Evrim" isimli eserinde, içgüdü için şu ifadeyi vecd içinde okur: "Eğer içgüdünün içinde uyuyan bilinç uyansaydı, pratik halinde

ortaya

çıkacağına,

dışarılaşacağına

(zahirileşeceğine),

idrak halinde içerileşme (bâtınileşme) olur idi.

Eğer,

biz onu

sorguya çekmeyi bilseydik ve o cevap verebilseydi, bize hayatın en samimi sırlarını teslim ederdi." (s.156). İçgüdü: İnsana kadar gelen hayat hamlesi içinde hayvanlar hiyerarşisine hâkim olan kuvvet!

Heyhat ki, insan hayvanlık-

tan çıktığı günden beri, şu görünür parlaklığına rağmen, gerçek körü olan zekânın boyunduruğu altına düşmüştür. Ah! Bir içgüdüye yeniden dönebilseydik. Yazık ki, hayvanlaşamıyoruz! Ve ilh. Bergson'un içgüdü hayranlığının en mantıki sonucu, in-


sanlığı inkâr, içgüdüye doğru geri dönüşü kutsama ve hayvanlık nostaljisidir. (*) : "Fakat hayat, aletler sağlamak için, istediği yere varmasına uygun araçları sağlamak için, zekânın gelişimini talep etti ve kaderin adımı böyle atıldı." (s.44). Eğer Bay Bergson, insanın henüz insan olmadığı bir devirde yetişseydi, eğer o zaman, içgüdü tarafından "hayat hamlesi" Bay Bergson'u dinleseydi:

idare olunan

Eğer Bay Bergson

hayatı vaktiyle sorguya çekebilseydi, hayat Bay Bergson'a cevap verebilseydi, insan alet kullanmayacak, zekâ gelişmeyecek ve böylece, fatal (mukadder ve meşum) adım atılamayacak: "Hayvan insan olmayacak" mıydı? Hayır:

Bay Bergson'un bilinçaltına bir kâbus gibi basan "ka-

derin adımı" atılamayacak: Şahsi aletler günün birinde bu derece gelişmiş bir makinizme varmayacak, serbest rekabet tekelci kapitalizme dönmeyecek, işsizler ordusu dünyada yüz elli milyonu geçmeyecek, dünya iktisadi buhranı yedi sekiz yıl sürerek sonsuz bir metalaşma kangrenine uğramayacak! Sonunda kapitalist toplumu uçurumun kenarına gelmeyecek: ve allame filozof Bay Bergsonlar "zekâ"nın aleyhinde bu kadar boşuna nefes tüketemeyeceklerdi. (**) Fakat ne çare, bir kere olan olmuş ve "kaderin adımı böylece atılmış"tır. Şimdi ne yapmalı? Zekâyla gidilmez. Teknik (zekânın yarattığı aletler) geliştikçe, kapitalist ilişkiler çerçevesine sığmaz oluyor; nülmez;

mevcut

içgüdüye ise dö-

Bay Bergson, "çıplaklar topluluğu" gibi bir "hayvanla-

şanlar topluluğu" açsa, meşhur 200 Fransız ailesiyle kendisi gibilerden başka üye bulamayıp boşuna alay konusu olacak. (*)Dikkate değerdir. Rousseau,

o zamanki

18.

asırda,

akla d ö n ü ş ü t a v s i y e e d i y o r d u . Bergson,

yıkılmakta

kapılıyor

ki,

olan

zekadan

devrimcileşmektense (**)

Burjuvazi,

burjuva

medeniyetten 20.

burjuva

(yani

asırda, rejimi

(medeniyetten) hayvanlaşmayı

iktidar

mevkiine

tabiata ve

proletarya devrimleri çağında, karşısında

içgüdüye

o

Henri

k a d a r b ü y ü k bir k e d e r e

dönüşü,

yani

adeta

insanlara

öneriyor. gelirken

mevkiini sağlamlaştırdığı serbest rekabetçi tekelci

devriminin arifesinde Jean J a c q u e s derebeylik toplumundan)

felsefede

materyalist

idi.

İktidar

l i b e r a l i z m d e v r i n d e r a s y o n a l i s t oldu,

k a p i t a l i z m d e v r i n d e artık p e n s e r [ d ü ş ü n e n ] akıla

da

itimadı

kalmadı.


O halde çare, bu ikisinin ortasını bulmaktır. Olur mu? Kâğıt üstünde ne olmaz? Hele insan sırtına Eflatunî [Plâtoncu] metafizik cübbesini giyip, Kollej dö Frans profesörlüğünün kavuğunu başına geçirdikten sonra: Yani, karşısında mecburi dinleyici, yüzlerce talebe, manevi şöhret simsarı, binlerce taraftar, Allah'ın dünyasında onbinlerce ciddi

karşıt,

Höffding gibi "samimi" mürit bulduktan sonra, "insanın" savurmayacağı ferman, devirmeyeceği çam mı kalır? Kahramanlık peşinde koşan meşhur İspanyol şövalyesi bile bir mızrak ve bir kalkan kullandığı halde, ekzakt [kesin, mutlak] gerçek arayıcılığına Bergson, "düşünce"siz ve "dil"siz çıkıyor. Akla şöyle bir soru gelebilir: "- Canım, adamcağız düşünceyi atar, dile inanmaz, zekâya kafa tutar,

içgüdüye güvenmez.

meşhur "Süre"yi

Geriye

ne

kalır?

Nesiyle o

bulacak?"

Merak etmeyin! İnsanlığın bütün bilgi ve bilgi edinme kapılarını

kapayan

Bergson,

zannedildiği gibi

kötümser değildir.

Etrafında yarattığı suni karanlıklar içinde, ekzakt gerçeğin geçebileceği bir iğne deliğini keşif veya tahmin etmiştir.

Kolları-

nı sıvar ve adeta kendiliğinden, ruhunun yukarıda sayılanlardan başka ve daha güvene layık huyları olabileceğini farz ve kabul ile işe başlar. Tahmini varsayım şudur: "Pekâlâ, mümkündür ki,

bütün

ruh

kuvvetleri

pratik ihtiyaçlar tarafından

kullanılmamış olsun. Şu halde, eğer hayat ve kanunlarının daha yüksek ve nesnel bir algısına ulaşmak istenirse, kullanılmamış kuvvetlere dönmek lazımdır." (s.90). Söylenilmemiş söz, düşünülmemiş fikir gibi,

kullanılmamış

ruh kuvveti. Her şey orijinal ve tek. Niyet mükemmel. Acaba bu

niyetle yola çıkan

Bergson'ların

kısmeti

ne olacak? Yeni

kuvvetleri nerede, nasıl arayıp bulacak? Zekâ, "aydınlık" idi;

Bay Bergson, o meydanda at oynata-

mayacak. Çünkü maskesi görünüyor. İçgüdü, "karanlık"tır;

Bay Bergson, o dehlizde de at oyna-

tamaz. Çünkü çabaladığında kimse görmeyecek.


O halde bir gölgelik bulmak lazım. "Gölge" - b u tabir bizim değildir- Sezgidir. "Sezgi:

Intuition"

nedir?

Höffding dört çeşit Sezgi sayar: 1- Somut Sezgi:

İnsanın gözünü açar açmaz, görüp kavra-

yışıdır. Burada his, hayal ve hafıza bir arada olup, birbirinden ayırt edilemez. 2- Pratik Sezgi: Bir inceleme sırasında, belirli olaylar gözden geçirilirken,

bir şeyin,

bir faydanın ve otoritenin

hakkında kanaat ediniş. Bu "spontane:

boşunalığı

Kendiliğinden" bir ka-

rar olur. İnsanın içine "doğuveren" kanaat. 3- Tahlilî (analitik) Sezgi : İki his, hayal veya anı arasındaki farkı yahut aynılığı hemen kavrama. lar arasındaki

ilişkiyi

inceleyiş.

Hayaller ve tasavvur-

(Puankare

[Poincare] ve De-

kart'ın [Descartes] tarif ettiği Sezgi). 4- Terkibî (sentetik) Sezgi

: Tahlil yapar ve yaparken bir fer-

din veya şahsiyetin bütünü, külliyeti hakkında birdenbire edinilen kanaat. Bütün ile parça arasındaki bağ. Bütünlüğü görüş. (Spinoza'nın yüksek insan bilgisine esas saydığı Sezgi.) Bu dört bilinen Sezgiden hangisi Bergson'un Sezgisidir? Höffding, pratik Sezgiye Bergson'un Sezgisinin çok benzediğini söyler.

Hâlbuki

Bergson,

Höffding'e yazdığı

mektubunda

der ki: "Onun için, bu Sezgi (Bergson'un kendi Sezgisi HK), saydığınız dört tarifin hiçbirisine dahil olmayacaktır." (s.161 mektup). Gerçekte Höffding'in Sezgileri pozitif ilimlerin tarif ve kabul ettiği Sezgilerdendir. Bergson'unki ise, adeta soi generis [kendine özgü] bir nesnedir. Asıl onu arayalım. Sözlük anlamıyla: Reflexion = Evrim: Tahlil ve soyutlamadır. Intuition = Sezgi: Evrim

Sezdirme hatıra ve hayal etmedir.

bir "inperfection

=

kemalsizlik"

[olgunlaşmayış]

tir.

Çünkü tahlil ve soyutlamayla, gerçek Süreyi parçalar. Olgunlaşması için, "düşüncenin sebebinden dezenterese [ilgiyi kesmiş] olması lazımdır." Hâlbuki bu olanaksızdır. Fikirlerden, de-


rin düşüncelerden elde edilen kavram (concept), Sezgiyle öğrendiğimizin, bize ancak bir yönünü ve özelliğini bildirir. Sezginin içinde üç parça var: on)

[duygulanım], anı

(suvenir),

İhsas veya tahassüs (sensetitahayyül

(imagination)

[ha-

yal etme, bellekte canlandırma]. Bu

üç

parçadan

ilk

ikisini

ele

alalım.

Birincisi

duygu

(sens)yu, ikincisi, yani anıyı, Bergson çok kere bilincin aslı ve ağırlık merkezi sayar. Onun için anıyı, Bergson vicdan ve bilinç (conseience)

karşılığı olarak da

kullanır.

İnsan, duygusu

ile dışarısını; vicdanı ile içerisini sezer. Bu iki yoldan yapılan ruhi

faaliyete "percevoir:

sezmek" diyelim.

ner) [fikirler] ve teemmül (reflechir)

Tefekkür (raison-

[etraflıca, iyice düşünme]

ise, sadece tahlil, soyutlama ve genelleme faaliyetleridir. faaliyetlerin ürünü "couvrir =

Bu

kavramak"tır.

Bergson, Sezginin düşünceden üstün olduğunu ispat etmek için sezmenin kavramaya daima hâkim olduğu ile söze başlar. Der ki: "Eğer duygularımız ve vicdanımızın sınırsız bir çapı olsaydı, iç ve dış sezme yetimiz sonsuz olsaydı, asla ne kavrama ne de düşünme yetisine

başvurmazdık.

Kavrama,

sezmenin yapıl-

madığı durumda başvurulan beter bir ehven-i şerdir ve düşünme ancak iç ve dış sezişin

boşluklarını doldurmak gerektiği

oranda kendisini dayatır." (Şüphenin Sezişi). Fakat genel fikirlere bu derece meydan okuyuşun yersiz olacağını görünce, yaptığı abartılı pragmatizme şöyle bir ufak çevirme ilave eder: "Banknotların değerine itiraz etmediğim gibi soyut ve genel fikirlerin de faydalılığını inkâr etmem. Fakat banknotun bir altın vaadinden ibaret olduğu gibi bir anlayış da, ancak temsil ettiği muhtemel sezişler değerindedir." (keza). Bergson, herkesin bu görüşte olduğunu da ispat eder: "Bizim bu noktada aynı fikirde olduğumuzu söylüyorum. Bunun delili ise, herkes tarafından bilindiği biçimiyle ve en ustalıklı bir şekilde toplanmış kavrayışların ve en âlimane bir biçimde getirilmiş fikirlerin,

bir olayın

- g e r ç e k t e n sezilmiş

bir


tek olay- bu anlayış ve fikirlere gelip çarptığı gün, hepsinin de iskambilden şato gibi yıkılmalarıdır." Gerçekte her yeni olay, birçok varsayım ve teoriyi değiştirir. Anlayışları yenileştirir. Fakat duygu şimdiki sezgileri, Anı, geçmiş sezgileri temsil eder. Bütün bu gelmiş geçmiş sezgiler arasındaki diyalektik bağlılığı ve

ilişkiler toplamını

kuran, tahlil,

sentez, deney ve genelleme işlemleriyle işleyen insan düşüncesidir. Duygu ve hafıza, zihin fabrikasının ham maddeleridir. Lakin onları anlamlı ürünler haline sokmak için düşünce makineleriyle işlemek zaruridir. İnsan maneviyatı ve ruhi faaliyeti, duygu ve hafıza kadar, düşünce ve derinleşmenin de dâhil olduğu bir sistemdir. Onun en ufak bir parçası ötekilersiz olamaz. Bir fabrika ilk maddesiz işleyemeyeceği gibi, makinesiz de fabrika olmaz. Bir fabrikanın ilk maddeleri değiştikçe, elbet ürünleri de değişir. Fakat ürünlerin ve ilk maddenin de fabrika sistemine göre değişeceği muhakkaktır. İkisi de buğday öğütmekle beraber, el değirmeninin unu ile fabrika unu arasında herhalde bir fark vardır. Ama un için muhakkak ki, buğday kadar bir "değirmen" de lazımdır; ama bu değirmen, ister el, ister makine olsun. Duygu ve anı ile düşünce ve fikirler arasındaki bu karşılıklı ilişki, insan psikolojisinin alfabesi iken, yalnız sezişlerin düşünce üzerindeki etkisine dayanarak, Bergson'un vermeye kalkıştığı bu tek taraflı kelimelerin anlamı nedir? İnsan düşüncesini hayvanî içgüdü derecesine maktır.

Fakat bunu

indirmek,

böyle açıkça

bilincini

hiçe say-

söylemek foyayı

kitle

meydana

vurmak olduğu için, Bergson bu olayları yarım yamalak "demagojik" yorumlara

uğratmasıyla,

kendi "Sezgi" dediği yeni

anlayış tarzını, insan duygu ve düşünceleri ötesinde ve üstünde bir metot gibi ortaya sürmek ister. Bergson, duygu ve hafızaya, hele hafızaya büyük bir önem vermekle birlikte, henüz onun anladığı anlamda "Sezgi"ye gelmiş değiliz. Bunlar, Sezgi hakkında bir fikir vermek için bir hazırlık olabilirler. Fakat son hazırlıktan başka bir şey değildirler.


Duygu ve hafıza az çok bütün yüksek hayvanlarda bulunur. Bu manevi yetiler "içgüdü"nün esası sayılabilirler. Fakat "Sezgi" olamazlar. Çünkü Bergson'un Sezgisi, içgüdüden başkadır. Bergson, Yaratıcı Evrim adlı eserinde, kendi "Sezgi"sine "çıkarsız

bir içgüdü:

un instinct desinteresse" adını verir.

O halde, asıl Bergsoncu "Sezgi"yi bulmak için, daha yol almamız

lazımdır.

Klasik Sezginin

üçüncü parçası, yani

hayal

gücü ile Bergson'un Sezgisi arasında bir ilişki var mıdır? Bergson'a göre hayal, bir düşünce kavramından üstündür. Çünkü "hayal: image": "ferdi ve şahsi bir şey verir". yali kullanmayı ehven-i şer sayar. Geniş hayal!

Fikirdense haBergson bize

onu önerir. "Deneyeceğiz der, kendi kendiniz zaman içinde nasıl çözülüp açılıyorsa, öylece kendi iç hayatınızı, kendi değişik özelliklerinizi düşünmeyi deneyiniz. O zaman çeşitli hayaller fışkırabilirler." (s.16). Bu suretle "içeri

ile dış

kabuk arasında

bir zıtlık" oluşur.

Sanki içiniz bir yumak çözülüyor yahut bir makara sarılıyor gibi olur. Ama hayal de yetersizdir. Çünkü: "Sizde çözülüp sarılan şey homojen gözükür ve mekân içinde yapılıyora ulement"in

benzer.". "Akıntı Sürekliliği: La continuite d'eco-

yerini

tutamaz.

"Burada, doğrudan doğruya içsel gözlemin gösterdiği kıvrım ve dalgalanış (ondaiement) yoktur.

Şu

halde hiçbir hayal ye-

terli değildir." (s.16-17). Hayal, Bergson'un Sezgisi değildir. Fakat hiç olmazsa, Bergson Sezgisine doğru bir mecburiyet ve ihtiyaç doğurur. Hayal, Sezgi olmamakla beraber, Sezgiye kapı açar: "Fakat bütün kışkırtılan şeyler aynı yönü gösterirler ve bilhassa bundan dolayıdır ki, her hayal topaldır, ama bir mecburiyet fışkırtılmış,

bir ihtiyaç haleti veya durumu meydana çı-

kartma ihtiyacı uyandırılmış olur." (s.17). Buraya kadar bir takım dereceler takip edildiği ortadadır. Bu dereceler bizi Sezgiye doğru götürür. Fakat Sezgi deyince de,


Bergson'da

bunun

pek açık

bir sınırı

olduğu

zannedilmesin.

Sezgi, bildiğimiz gibi "aydınlık" değil, bir gölgeliktir. Orada her şey bir karaltı, bir hayal mahiyeti içindedir. Sezgi de birçok derece ve nüanslara sahiptir. Yalnız bu Sezgi basamaklarının en yukarısında, Sürenin Sezgisi dediğimiz Bergsonc'anın zirvesine erişilir. Bergson der ki: "Şüphesiz Sezgi de, bir sıra takip eden planlar kabul eder; fakat başlıca plan olan sonuncu plan üzerinde Sezgi, Sürenin Sezgisidir." (s.161 mektup). Fakat bu planların tarifi ve açıklaması -Höffding'in de haklı olarak tespit ettiği

gibi

(s.50)-

Bergson'da

daima

confus", karmakarışık kalmıştır ve Bergson bu

"karışık:

karışıklığı dai-

ma küçük burjuva entelektüelini hayran bırakan mistik bir derinlik manzarasında tanımlar. Fakat biz

ümitsiz olmayarak,

bu

anarşi

içinde gene asıl

Sezgi hakkında ne söylemek istediğini olabildiğince anlatmaya çalışalım. Bergson'da Sezgi, genellikle "yakîn Sezgi: diate" [doğrudan Sezgi] veya "yakîn vakıa:

¡'intuition imme¡a donnee imme-

diate" [doğrudan veri] nın sezilişi demektir. Bu, Sokrat'la beraber başlayan sübjektivite, Yunan felsefesinin "kendini bil" şiarı ve Yunan felsefesinin İslam toplumuna tercüme ve adaptasyonu demek olan, Şam saltanatıyla vufun

"ilmel-yakîn" [doğru

beraber oluşan tasav-

ilim]inden ancak zemin ve zaman-

ca farklı olan bir ve tek aynı prensiptir. Bu

prensip,

bilindiği gibi, içinde doğduğu toplumun hâkim

felsefeye akseden zaruretlerinden doğar.

Eski Yunan medeni-

yetinde doğarken felsefe materyalistti ve tabiatı açıklayarak işe başlamıştı. Medeniyet ilerleyip de sınıflaşma ve sınıf mücadelesi Yunan toplumunu için için kemirmeye başladığı zaman, hakim

felsefe akımı "harici"

kayıtlardan,

görünür olaylardan

arınmayı, nefsine dönmeyi emreder oldu. Anlayışları artık dış dünyadan almaya gerek yoktur. Çünkü dış dünya, toplum ile karmaşık ve çetin bir mücadele halindedir.

Mücadele edenler-

den altta olanları kavgadan vazgeçirtmek için, onları dış dün-


yanın "ikinci derece" sayılan kayıtlarına karşı, sınıf kavgasına karşı kayıtsız bırakmak lazımdır. Arap-İslam medeniyeti, Mekke ve Medine'den Akdeniz'e ve Hint Denizi'ne doğru bir kervan akını şeklinde ve bezirgân istila

hamlesiyle taşarken

bezirgânlığı

iliklerine kadar realistti.

Suriye'ye yerleştikten ve aslına

saltanatı kurulduktan sonra

Fakat Arap

uygun

bir Arap

başlayan fakir-zengin zıtlığı, Ku-

ran hükümlerine sığamaz oldu. O zaman Şam hükümdarları, "ilim ve irfanı" teşvik etmeye, Yunan filozofları, "Sokrat"ı, "Eflatun ve Aristotateles"i (Platon ve Aristo) harıl harıl Arapça'ya çevirdiler. Aynı sebepler aynı sonuçları verdi; Yunan medeniyetinde sınıf mücadelesinin

boğuculuğundan doğan

ruhi felsefe, Arap topluluğunda

sınıf kavgaları

maz, tercüme edilip öğretilmeye başlandı.

benci ve

başlar başla-

Mistisizm için, ya-

şanan küçük ve maddi dünya "fani: gel geç" sayıldı. "Dünya ve öte dünya"dan el etek çekerek "Ulum-ı batına" ya[içe dönük ilimlere]

önem verme borusu çalındı. Her tarafta zikredi-

len "vird ve tesbih" [dile dolanan] şu oldu: "Alaik-i dünyeviy e " ^ kes. Allah bes, baki heves! [*] Bergsonizm de 20. asırla beraber tahtları sarsılmaya ve çökmeye başlayan

kapitalist emperyalizm sisteminin

modern

bir

mistisizmidir. O da Sokrat ve Solanas gibi ilmi kendi içinde, kendi kendisini sorgulayarak bulmak gereğini ortaya atar.

Bu

bakımdan, Bergson'un Sezgisi, bir nevi çağdaş içe dönme ve ermişlik felsefesi olur. Öncekilerden farkı 20. asırda ve Avrupa medeniyeti ortasında doğmasından ibaret kalır. Bergson'un Sezgisi bir kelimeyle tarif edilmek istenirse şudur: "Hasbi bir sevk-i tabiî:

un instinct desinteresse" !

Bu ne

demektir? Bergson "Yaratıcı Evrim"inde şöyle der:

[*]

[Alaik-i d ü n y e v i y e :

Allah zımdır,

bes, geri

Edebiyatında da

baki kalan Aziz

kullanılmış,

heves: her

şey

Mahmut

Dünya

ilişkileri

"Allah

kafidir,

gelip Hüdai

insana

geçicidir, tarafından

giderek deyim olmuştur. Y.N]

boş

yeter,

O'na

arzudur."

söylenmiş,

şair

Bu

d a y a n m a k labeyit

Nabi

Divan

tarafından


"Bu Sezgi, demek istiyorum ki, karşılık beklemeyen, kendi kendinin farkına varmış, objesi üzerinde derin düşünerek onu sınırsız genişletmeye yetkin içgüdü.". Kendi kendisinin farkına varmanın, objesini sınırsızca genişletmenin anlamı nedir? "Anlamı,

kendiliğinden olan Sürekliliğin (la continuité spon-

tane) içine nüfuz, zihin işinin aynı zamanda hem esası, hem de sonucudur.". Demek, tekrar edelim, bu Sezgi, gerek zekâ ve içgüdüden, gerekse bildiğimiz psikolojik normal sezgiden farklıdır. 1- Zekâ ve içgüdüden farkı: Bu, iki insan yetisinin de pratikle sıkı sıkıya bağlı olması, zekânın madde ile bunalmış olması, içgüdünün organizmadan başka bir şeyi gözü görmemesidir.

Bergson'un Sezgisi "çıkarsız" olmak,

pratikten

kopmuş

bulunmak itibariyle muhtardır [otonomdur]. 2- Bergson'un Sezgisi, Höffding'in tarif ettiği dört Sezgi şeklinden de başkadır. Çünkü her dört klasik Sezgi de, insan psikolojisinde seziş veya kavrayışın birer mantıki sonuçlarıdırlar. Hâlbuki

Bergson'un

Sezgisi

zihin

faaliyetinin

aynı

zamanda

hem "esas = la base"\, yani aslı ve başlangıcı hem de "mantıki sonuç:

la conclusion"sidir.

Esas insan ruhu,

bir takım sonuçlara varır;

klasik Sezgilerde,

Bergson'un Sezgisinde

ise,

ruhun

başlangıcı da, sonu da Sezgidir. Hegel'in İdesi gibi, Bergson'un Sezgisi de hem başlangıç, hem de sondur. Zekâ, içgüdü ve Sezginin ilişkisini belirlerken, Bergson'un dikkat ettiği şey, yaşadığı asırda, herkesçe bu önem derecesinde bilinen bazı gerçekleri boşuna inkâra kalkarak kendisini itibardan düşürmeyecek şekilde bir metafizik kurmaktır. Onun için yaptığı fikir inşaatında, daima bir takım sözde - gerçek görünüşlü - unsurlarla

incelemelere girişir.

Bunu zekâya ve içgüdüye biçtiği

"rol"lerde ince bir şekilde işler: 1- Zekâ için der ki: "Bence pratik bilgi, -kendisine ait olan alanda kaldığı zaman- mutlak realitenin, kendi başına realitenin hakkıyla kavranmasıdır. Böylece cansız maddeye hükmetmek rolünü üstlenen zekâ, bu maddeyi (her ne kadar tamamlanmamış da olsa) kesin biçimde tanımaya kabiliyetlidir."


2- İçgüdü için der ki: "Tıpkı bunun gibi, hayatı tanımak için yapılmış

bulunan, tamamlanmamış ve

hemen

hemen

bilinçli

denemeyecek bir şekilde olsa bile, kesin olarak ve içeriden tanır." (Mektup, s.163). Bundan çıkan sonuç ortada: 1- Zekâ: 2- İçgüdü: Gerek

Maddeyi dışarıdan kavrar.

Her ikisi de

Hayatı içeriden kavrar.

yetersizdir!

zekâyı,

gerekse

içgüdüyü

tamamlayacak

kimdir?

Bergson'un Sezgisi: "Şu halde, insan Sezgisi, hayatı gittikçe daha tam bir biçimde kucaklamaya yeterlidir." (s.163). Bergson'a göre her yeti Mesela zekâ, maddeden

kendi alanında

anlar.

mutlak bilgi verir.

Fakat hayatı açıklamaya kal-

karsa vereceği bilgi izafidir, değer verilmez. "Gerek zekaya, gerekse Sezgiye dayalı

bilgi, ancak tanıma

yetisi tahsis edilmediği şeye uygulandığı zaman izafi bir duruma

gelir.

Conceptuelle

[kavramsal]

yeltenen hayat bilgisi (mekanizm)

kavrayışı

bize vermeye

böyledir ve gene, vaktiyle

hayat âleminden çıkarılmış durumlarla edinilen madde tasavvuru

da

163-164,

(hilozoizm)

[canlı

maddecilik]

böyle

oldu.

(s.

mektup).

Kısaca, zekâ

için

Bergson'un gerçek bilgisi, ekzakt teorisi,

işlemez bir zemin, aşılmaz bir sınırdır. Fakat Sezginin ne olduğunu anlayabildik mi? Hayır. Bu Sezgi, hatta bizzat Bergson için bile bir "sır"dır. Bergson'un kendisi bile, işin nereye varacağını, felsefesinin ne sonuç vereceğini bilemeyecek kadar derinlerde dolaştığını itiraf eder. Bari bu Sezgi denen niteliğe nasıl varılacağını öğrenemez miyiz? Bu bakımdan Bergson'un Sezgisinde bir nüzul (inme), bir de suud (çıkma) özelliği vardır. 1- İnme:

Sezgiye erişmek için, önce zekâ denilen yetimiz,

içgüdüye doğru inme türünden, kendi üzerine kıvrılıp bükülecek ve kendi kabuğu içine büzülecektir:


"Zekâ halinde belirginleşen, yani önce madde üzerinde toplanan bilinç, böylece kendi kendisine oranla dışarılaşmış (tecelli etmiş) görünür; fakat özellikle dışarıdaki objelere adapte olduğu içindir ki, bilinç, onların ortasında dolanmaya onların kendisine karşı çıkardıkları engelleri devirmeye, alanını sonsuz surette genişletmeye başlar. Bilinç bir kere halâs oldu mu [kurtuldu mu] , zaten kendi içine bükülebilir ve henüz kendisinde uyuyan

ayrıcalıklı

her bilgiyi

(virtualiteyi)

uyandırabilir."

(Yaratıcı

Evrim, s.198). Yani, zekâ madde ile uğraşmaktan yakasını kurtarıp kendi içerisine hapsolduğu zaman, benliğini, asıl Bergson'un aradığı müstesna sınır ve marifetini bulur. 2- Çıkma:

Sezginin asıl anlamı insanın içeri hayatını keşif

ve kavrama olduğuna göre ve iç hayatıyla uğraşan uzman da "içgüdü" adını aldığına göre, Sezgiye erişmek için, şu düyü

uyandırmak ve yükseltmek gerektir.

luyla

içgüdünün zekâ düzeyine

içgü-

Buna, "Sezgi yo-

ulaştırılması" (s.49)

denilir.

Daha doğrusu: "İnsani Sezgi, insanda içgüdü adına kalmış olan şeyi büyüterek ve geliştirerek teamül

[adet, alışkanlık]

haline erdirir."

(Bergson, s.163, mektup). Bergson iki çeşit Sezgiden bahseder: 1- "Orijinal ve yakîn Sezgi":

Bölünme kabul etmez bir Sü-

reklilik, yakîn bir veri "her ruhi eylemin gerekli şartı (yahut birinci sonucu)" (s.51) dır. Fakat bu Sezgi, sonradan zekâ tarafından paramparça edilir. 2- "Metafizik Sezgi": Tahlil ve deneyler yoluyla varılan ve "zekâ ve içgüdünün yüce birliği olmak itibariyle düşünce faaliyetinin mantıki sonucu olarak, sonunda Sezgiyi teşkil etmesi gerekir." (s.51) Sürenin Sezgisi budur. Bu ikisi arasında, esas dır?

Birinden

ötekisine

için, sadece bir takım

anlamıyla, açık olarak ne fark var-

nasıl geçilir?

Bergson'da

bu

konular

lakırdılar ve bu aşamaya ulaşmak için

bir takım sade suya "reçeteler" buluruz:


"Bu

(Sürenin

Sezgisi) gayet büyük bir ruh çabası,

birçok

çerçevelerin kırılması, yeni bir düşünce metodu gibi bir şey ister (zira yakîn 'immediate' gözlemi

hayli

kolay bir şey olmak-

tan uzaktır); fakat bu tasavvuruna bir erişilip de o basit şekliyle elde edildi miydi (ki bu basit şekil, kavramların yeniden birleşimi olan

ve

kendi

oluşumu

ile

bakımından

karıştırılmamalıdır),

durum

değiştirmeye

mecbur hisseder." (Bergson'un mektubu, s. Gene Bergson başka

realiteye insan

dair

kendisini

160-161).

bir yerde, Sezgisine ilimden ve tahlil-

den de şöyle çeşniler katar: Hiç şüphesiz Sezgi ruhun orijinal bir amelesi olup, sayıldığı itiyadı veçhile, dışardan şeylere dair bir sıra görüşler elde ettiği cüze

(parça

döndürülemez;

parça, fragmentaine) ve görünür bilgiye geri fakat

unutmamak

gerekir

ki,

düşüncemizin

şimdiki durumu içinde, gerçeği bu tarzda kavrama, bizim için artık doğal değildir. Şu halde onu elde etmek için, çok zaman kendimizi o konuda yavaş ve bilinçli bir analiz ile hazırlamamız, inceleme objemizden ibaret olan bütün belgelerle alışmamız icap eder. Bu hazırlama, hayat, içgüdü, evrim gibi genel ve

kompleks

kaçınılmazdır.

realiteler söz Olayların

konusu

bilimsel

olduğu

ve

açık

zaman

özellikle

bir algılanması,

o

olayların prensibine nüfuz etmesi, metafizik Sezginin ilk şartıdır." (Bulletin de la Societe Française e Philosophie, c. IX, s 274)[Fransız Felsefe Derneği Bülteni]. Bu düşünceden ne anlayacağız? Metafizik Sezginin bir olaylar sentezi olduğunu mu? Asla. Öyle bir anlayış Bergson felsefesini

hiçe saymak olur.

Bergson'un

burada

demek

istediği

şey: Sezgiyi orijinal bir bilgi gibi göstermektir. Fakat böyle kuruntuya dayanan bir kuvvetle her şeyi açıklamaya kalkmanın, her alanda mızda

peygamberlik göstermenin çağında değiliz.

gayet geniş ve

pozitif ilimler var.

Onların

Çağı-

dediklerini

ceffelkalem [düşünmeden, çalakalem] yok sayarsak kâinat bize güler. O halde yapacağımız:

Bu ilimleri irdeleyerek "hazır-

lanmaktır". Yani o ilimlerin ince kaçamak yollarından istifade ederek,

nerede henüz

ilmin gölgeli

bıraktığı

bir köşe varsa,


oraya sığınarak, oradan etrafı bombardıman etmek stratejisini takip etmeliyiz. Dediğimiz gibi bu, suret-i haktan görünerek realiteyi arkadan vurmak taktiğidir.

Neticede Bergson'un öne-

risi, bir daha, ilmi pratikten ayırmak, pratikten koparmak olur. "Parçalayıp, delil mekanizmasından ve pratik hayatın görüş tarzlarından gerçek, Sezgisi

yakayı

sıyırmak

kesin veri" (s. 19)

şartıyla

söz

hareketsizlikle başlar.

herkesin

ulaşabileceği

konusudur. Yani

Daha doğrusu:

Bergson'un

Pratiği

küçült-

mekle başlar ve pratiği hiçe saymakla biter. Sezgi Bergson'un gerçekliğine inandığı biricik bilgi silahıdır. Bu silahla gerçek avcılığına çıkan Bergson'un hangi turnaları gözünden vuracağını, bu gibi avcılıkla az veya çok uğraşmış kimseler kolay anlar. Bergson'un Sezgisi, onun gnozeolojisi, yani bilgi

konusudur

demiştik. Bu konunun nasıl taçlandığını görmek zahmete değer. Sezginin bizzat kendisinde olduğu gibi, Sezgiyle gerçeğe erme prosesinde de bir takım basamaklar vardır. Tekke hayatında ermişliğin nasıl birçok dereceleri geçirmesi gerektiği bilinir. Bergson'un gerçeğine kavuşmak da aynen böyle aşamalardan geçerek varacağı yere ulaşır. Bergson bâtıniliğinde aşılan kademeleri ben dört basamakta toplayabildim. 1- Ümmi abdallık, 2- Dünya işlerinden el etek çekme, 3- İç dünyasına dönme, 4- T a m ermişlik Bergson'da bu söylediğimiz terimlerle ifade olunmuş kısımlar

yoktur.

Fakat

bilgi

konusundan

çıkardığı

sonuçlarda

tanımladığı durumları olduğu gibi gören insan için, bu adsız hamlelerin altlarında yazılı duran asıl terim ve isimlerini okumamaya olanak yoktur. 1- Ümmi abdall>k Fakat buradaki "ümmi" ve "abdal" terimlerini herkesin bildiği sözlük anlamlarıyla almayınız. "Ümmi", " abdal", İslam tasavvufunda "arif" olmak için geçirilmesi zaruri olan ilk çömezlik devrinin sıfatlarından sayılır. Yunus Emre, arif bir şair olmazdan ön-


ce bir "abdal" idi. Yani henüz tekke sırrına vakıf olmayan, alelade acemi bir mürit, basit bir derviş yamağı idi. Asıl irfan, "görünen" ilimden ilişkiler kesildikten sonra erilecek gerçek "batini" bilgiler olduğu için, tekke katılımcısının her şeyden önce, o zamana kadar pratik dünyada öğrendiklerini hiçe sayması, bildiklerini bilmemesi, dünya ilmini inkâr etmesi bir tür "abdallaşması" gerekti. Onun için, "gaipten haber" verecek eski peygamberlerin ümmi olması makbuldü. Vaka-i cehilde [cahiliye devrinde], mecbur kalınca imzasını bizzat kendi eliyle atan Muhammed' in okuma yazma bilmez, yani bir ümmi olduğunu işitmişizdir. İşte, Bergson' un "zahiri" ilimler, yani genel olarak pozitif ilimler ve maddeye, hatta düşünceye bağlı felsefeler karşısında takındığı tavır budur.

Bergson tarikatına girmek isteyenle-

rin ilk yapacağı iş, o zamana kadar öğrenmiş olduklarını inkar etmiş olmaktır. meşhur şiarı: baş tacıdır.

Eski sofistik Yunan felsefesi

"bildiğim,

bilmediğimdir" sözü,

Sokrat gibi,

ondan yirmi

kahramanlarının Bergson'un da

üç asır sonra yetişen

Bergson da, kendi zamanına kadar insanlarca elde edilmiş bütün

bilgiler, sadece

insanın cahilliğini öğrenmesinden

ibaret

kalmıştır kanaatini ileri sürer. Bergson, bu

kanaatini,

1911'deki Bolonya [Bologna]

Kon-

gresi'ne verdiği raporda şöyle ifade eder: "Filozof adına layık bir kimse, bir tek şeyden başkasını asla söylemedi: Gerçeğe yakın bir şekilde söylemediği şeyi, o, henüz olsa olsa bulmaya uğraşır ve ancak bir tek şeyi söyler, çünkü ancak bir tek noktayı görür:

Bu da henüz bir vision (rüyet)

[görüş] olmaktan ziyade bir contact (temas) olur." (s.133). Bergson'a göre, "fizik ve kimya kanunları, hayatın ancak şart ve sınırlarıdır. Hayatın sebeplerini bize vermezler." (138). Onun

için,

Bergson'un "yakîn seziş:

La perception immedi-

eate" peşinde koşan yerli yabancı çömezleri, şüphesiz bir hayli

haklı olarak ilimlere karşı doğal

bir küçümseme beslerler.

Höffding der ki: "Bergson,

doktrinin,

kendilerine

ilmi

çalışmayı

küçümseme

duygusunu ilham etmiş olduğu genç Fransızlar oldu. Onların dü-


şüncesine göre bu çalışma, ihtimal ki,

pratik gerçekleştiriciler

için, mühendisler, hekimler için vs. için kaçınılmazdır, fakat ilmin bittiği yerde kendi alanları

başlayan filozoflar için söz konusu

olan yakîn deneyime, saf Sezgi içine dalmaktır." (sayfa 18-19). Yani, Bergsonizm'in ilk ürünü "zihni tembellik: La paresse intellectuelle"dir.

Bu "manevi tembellik" bizde de şimdi anlamsız-

laşmış teknik senelerine geldi. Gerçekte, bizdeki "batıcı" yarım mürit, yarım yaptıkları

da,

profesör, yarım edebiyat,

âlim,

felsefe,

böylece yarım

sosyoloji

aydınların

alanlarında

"ümmi

peygamber"liği ve Kant ve Bergsoncu "abdallığı ihya" dan başka bir şey olamamıştır. Başka ne olabilirdi ki? Kılavuzu böyle bir karga olanların burunlarını başka bir şeye sokma imkânı var mıdır? 2- Dünya işlerinden el ayak çekme Bildiğini inkârdan sonra tasavvufta gelen aşama "çile"dir. Müslümanlıkta çile doldurma, denilen

şey,

gerçeğe

eriştirmek

görünen

Hıristiyanlıkta tarik-i dünyalık

dünyanın

için,

o

gösterişine

dünyadan

Çile doldurmak, aynı zamanda

kapılmış

nefsi,

soyutlamak demektir.

manevi olduğu

kadar maddi

bir perhizdir de. Fakat

laik

maddeden

bir

dervişlik

ve

pratikten

Bergsoncuların

kendileri,

olan

Bergsonizm

kopuşmayı

devamlı

söylemesine

hiçbir suretle,

dünya

olarak rağmen,

zevklerinden

kendilerini yoksun bırakmayı akıllarından geçirmezler. Aksine onların fikirlerinin yeri, pornografi ile spritizmanın kucak kucağa geldiği kokain tekkeleridir. Aşkları, en eksantrik özellikte şehvet sahnelidir. Hayvanlıkla ifade olunur. Bergsoncuların -deyim yerindeyse- çilekeşlikleri ve dünya işlerinden çekilmişlikleri sırf "platonik"tir. Yani "ruhi" ve "felsefi" anlamda madde ve pratikten nefret duyarlar.

Koket yıldızların,

manikürlü parmaklarını bozmamak için ev işlerinden ve genel olarak işten çekilmeleri gibi bir duygudur. Bu yoksa maddenin zevkine hayır demiş olduklarından değil, hele en ufak yoksunluğu göze alır kimselerden olmaları hatıra bile gelmez.


Mesela, kürsüsünden haşmetli bir maneviyat kralı gibi fermanlar veren

Bergson,

müridlerine:

"Görünür ve madde (olan şey) içinde hayatın peşinden gezdiği pratik çıkarların hâkimiyetinden kendisini kurtarmaya çalışma" (s.46)yı telkin eder. Niçin? "Zira zekâyı emrinde sunan

hayatın

pratik zaruretleri, dü-

şünme tarzımızı, 'zekânın doğal sürecini' o derece determine etmiştir ki, varlığa alıştığımız şekliyle, dışardan ve mekanik bir tarzda

bakmaktan

çıkmaya

kendimizi

kurtarmamız için akıntıya

karşı

mecburuz." (s.46-47).

"Akıntıya karşı" kürek çekişimiz nasıl olacak? İrade darbemizle: "Eğer

anlayışımızın

(ententement)

genişlemesini

sağla-

mak, varlığın iç esası ile yüz yüze geleceğimiz sezişe, felsefenin ilk görev olarak bize yöneteceği sezişe erişmek istiyorsak,

bir irade ilmi

ile (par une acte de faulante),

ilmî alışkan-

lıklardan, bizzat düşüncenin temelli gereklerinden kopuşmamız gerektir." (s.47). Yani, dünya ve ahiretten (pratik çıkarlardan) el etek çektikten sonra ilmi ve "bizzat" kelamı ve mantığı (düşüncenin temelli icaplarını) da kaldırıp rafa koymamız gerekir. "Gerçekte, 'zekâ' ve onun düşünme tarzı, ulvi amacımız olan Sezgiye ulaşmamıza engelden başka bir şey değildir." (s.47). Bergsonizm, niçin bu kadar maddeden, pratik faaliyetten, zekâdan, mantıktan kaçıyor? İnsan zor gördüğü şeyden kaçar. Felsefe de gerçeği gönüllerde aramaya, normal insan kudretleri dışında aramaya başladı mı, bir de toplumda da içinden çıkılmaz bir zıtlıkla karşılaşmışsa, o zıtlığın zorundan kaçıyor demektir. Bergsonizm'i görünür dünyalarda tedirgin eden zıtlık nedir? Höffding anlatır: "Bergson, Sezginin yardımı ile, hayat ile, özellikle kişisel hayat ile mekanizm arasındaki çelişkiyi, temelli düşüncesi demek olan çelişkiyi halletmeye uğraşır. Sezgi bizi bu çelişkinin üstüne çıkarır." (Höffding, s.132). 60


Demek bir yanda "hayat", öte yanda "mekanizm" ve bu ikisi arasında "çelişki" var. Bu çelişki, Bergson'un "temelli düşünces i d i r . Bergson'un "hayat" kelimesinden ne anladığını ileride göreceğiz.

Fakat daha burada bile, onun hayat sözünden ancak

"özel hayat'ı kastettiğini öğreniyoruz. Bergson, görünüşte hayat ile maddeyi karşı karşıya koyar. Fakat yaptığı tasvir şöyle dursun, özellikle çelişkinin iki tarafına verdiği isim bile, meselenin doğal değil, sosyal özellikte olduğunu gösterir: Karşılaşan, "özel hayat" ile "mekanizm"dir. Bütün sınıflı toplumlarda, asıl ilk zıtlığın, zıtlıkların kaynağı olan sınıf çelişkisinden sonsuz çatışma ve çarpışmalar fışkırır. Bunlar anarşik bir toplum içinde tesadüflerin kör dövüşüne benzer. Bu çelişkiler, insan ruhlarında da birçok akisler uyandırarak sosyal psikolojiyi yaratır. İşte felsefe, bu çelişkili sosyal psikolojinin şu veya bu tarafı tutmuş sistematik ifadesidir. Her devrin hâkim felsefesi, bu sosyal psikolojik tezadı çözmeyi baş mesele sayar. Bergsonizm'in davası da budur. Fakat metafiziğin, fantazmagorinin [sürekli değişen, birbirini izleyen hayaller bütününün] üzerinden evrene baktığı için, şeyleri adları ile çağıramıyor. Tezatları açık bir şekilde görüp ifade edemiyor. Daha doğrusu derin tarihi zıtlığı, sırf "özel hayat" ile "mekanizm" arasındaki doğal bir çelişki gibi görüyor veya göstermek istiyor. Şüphesiz Bergson'un pratikten kopmasını istediği "özel hayat", zaten sosyal fonksiyonu

kalmamış bir avuç finans oli-

garşisinin (mali sermaye, hizbi kalil) "mekanizm"i ise, bütün geniş çalışkan halk kitlelerinin çıkarına giydirilmiş -mistik tabiriyle- bir "cism-i lâtif bi-ruh"

[ruhsuz bir güzel cisim] olan

felsefi "külah"tır. Fakat mekanizm aynı zamanda bir de mekanik materyalizm anlamına gelir. Buna, kaba burjuva materyalizmi ismi de verilebilir.

Gerçekte

bu

materyalizm

her şeyi

mekanik surette

açıklamaya kalkışır. Hâlbuki olayların tarihi incelenmesi gerektir. Hele sosyal olaylar, sosyal hayat hiçbir zaman fizik ve kimya

ile,

hatta

Bergson'un tek benimsemek istediği biyoloji ile


açıklanamazlar.

Çünkü

bu

zıtlıklar doğal

değil,

sosyaldirler.

Kendi kanunlarına göre kendi metotlarıyla irdelemek isterler. İşte Bergson, mekanik materyalizmin bu gerçeğini ele alıyor. Diyalektik materyalizmi gözü görmüyor. O zaman vur abalıya türünden mekanizme çatıyor. "Fizik ve kimya kanunları, hayatın sebebi değil, şartıdır." gibi hükümlere varıyor. Ancak hangi "hayatın"? Organik hayatın ise, elbette fizik ve yine kimya

kanunları bugünkü biyolojiye açıklama yapmadan

herhangi bir hayat olayı bırakmış değildirler ve Bergson aldanıyor. Yok, eğer sosyal hayat ise, Bergson sosyal zıtlıkların çözümünü

niçin fizik ilimlerin

sırtına yüklemek istiyor?

Sosyal

olaylar, sosyal ilimlerin konularıdır ve sosyolojiler caddesinde, sosyal zıtlıkların açıklamasını ve çözümünü bilimsel bir şekilde ortaya atmış Marksizm isimli bir doktrin vardır. Bu doktrin de esasen

materyalisttir.

Bergson, zıtlıkları çözümlemek gibi se" [çıkar gözetmeyen,

karşılıksız]

Marksizm her şeyi çözümlemiştir:

sırf "hasbi:

Desinteres-

bir amaç güdüyorsa,

işte

Hem de pozitif ilimlere, in-

san zekâsına, diyalektik mantığa göre çözümlemiştir. Bergson bu çözüm biçimini yeterli görmüyor mu? O halde, hiç olmazsa,

niçin

yeterli

görmediğini

açıklamalı

değil

miydi? Ancak

böyle bir tartışmadan sonra, ilimden ve mantıktan firar etmeyi planlamayı düşünebilirdi. Hâlbuki Bay Bergson, böyle bir zahmete katlanacağına hayalini kanatlandırıyor. Bu yeni, tahlilci dünyayı terk ederek, Sezgi bulutları arasında manevi bir çilekeşliği tavsiye ediyor: "Sezgiye yükseldiğimiz zaman, bizim için her şey hayat ve hareket haline gelir. -Bergson' a göre- Ölü ve hareketsiz olan her şey ortadan kaybolur; kendimizi cezbedilmiş, yukarıya kaldırılmış (souleve), alınıp götürülmüş (parte) hissederiz." (s.146). Bu cezbeli meczupluk, bu reel dünyadan başkası için (din adamının "fani" dünyaya karşı çıkardığı "ahiret hayatı"na benzeyen Sezgi hayatı imiş) "mest-lâakal"lik [sonuna kadar mest oluşluk] bu kendinden geçme niye? Bu felsefi tarik-i dünyalı-


ğın,

ideolojik çilekeşliğin

anlam ve amacını,

bizzat

Bergson

"Değişiklik Sezilişi" (s.36) yazısında şöyle itiraf eder: "(Sezgi

âleminde)

daha

fazla

yaşarız,

bu

hayat fazlalığı,

kendisi ile birlikte en ağır felsefe sorunlarının çözümlenebileceği fikrinin veya belki de -evrenin bir donmuş rüyeti [görüntüsü] (La vision figee) meydana gelmiş olduğundan- bu bilinmezlerin hatta ortaya konulmamaları gerektiği kanaatini getirir." Bu itiraf şaheserdir! Bergson "ağır sorunlar" önündedir. sıfatıyla

kendi

üstüne düşmüş.

O

Bunları çözmek, filozof

buna

karşı önce dervişçe

"abdallığı" ilk şart olarak koymuştur. Zekâyı inkâr veya ihmal yoluyla Sezginin uyuşturucu, mürai müncili [ikiyüzlü kurtarıcı] iklimine göç ediyor. Sezgi kadehiyle sarhoş olan insan, dünyaya mahmur gözlerle bakar:

Bu "donmuş rüyet" önünde "ağır

felsefe sorunları"na kim metelik verir? "Dünya var imiş, ya ki yoğimiş, ne umurun?" "Bu sorunların hatta konulmamaları icap" eder. Çünkü Sezgi bizi o zıtlıkların üstüne çıkarmıştır. İşte burjuva felsefesinin sosyal zıtlıklar karşısında takındıkları tavır ve "aydın ve düşünen insanlığa" tavsiye ettiği "gerçek" ve "metot" budur: "Ağır sorunları", ya bir yarı uyur, yarı uyanık Sezgi darbesiyle çözülmüş say, yahut daha doğrusu, keenlemyekün: mamış farzet;

zıtlıkların zorundan

kaç, saklan;

Ol-

avcı görmüş

kekliğin, başını kar içinde sakladığı gibi. 3- Murâkabe ve istihareye dalmak Tarik-i dünyalık [çilekeş dervişlik] gerçekle

nefsi

baş

başa

bırakmak,

niçindir? Biliyoruz: Yüce murâkabe ve

istihareye

dalmak için. Bergsonlar, metodunun bütün sonuçlarına sadıktırlar. İşi abdallığa vurduk. Pratik dünyadan eli eteği çektik. Hep ne için? "Sürenin Sezgisi":

yani, "ekzakt teori"ye kavuşmak

için. Bu gerçeğe murâkabe ile kavuşacağız.


Çünkü en "yakîn tecrübe" [doğru, gerçek deney], insana en yakın olan kendi içe dönük hayatından gelir. "Mutlak biçimde yakîn bir deney, ancak aracısız kışkırtılabilir. Ancak, kişisel bir faaliyet ile, bir irade eylemiyle der ki, iç hayatımızda en yakîn ve en kendiliğinden (spontane) olan şeyle, filozofun bizi dâhil etmek istediği şeyle yüz yüze gelmiş oluruz." (s.17). Lakin

bu teres (terrestre)

[dünyasal]

mahlûk, şu

miskin-

ce maddi ve fani insan, o "övüngen aklı"yla, yegâne gerçeğin manevi algılanışı karşısında o kadar kaba pratik, o derece kusurlu ki; Bergson' un tasavvur ettiği murâkabe adamakıllı güçleşiyor. Bir kere et tırnaktan ayrılırsa, o da öteki insanlardan

ayrılır.

Sonra,

bir dil

ki,

ağzını

diksen

kulakları

söyleyecek. İnsan kusursuz bile olsa, onda şu bağlılık ile bu dil bulundukça nafile. "Tabii, Bergson bizim saf Sezgiyle yetinebilecek kadar, tam kusursuz mahlûklar olmadığımızı teslim eder. Ve hatta bu itibarla, olduğumuzdan daha yüksek bulunsaydık bile, daima bildiklerimizi

birbirimize

aktarmak

ihtiyacı

duyacak

ve

bu

(aktarma eylemini) ancak - Bergson'a göre ilim kadar kullanılması mümkün olmayan kullanmaya değmez olan lisan aracılığı ile yapabilecektik." (Höffding, s.15). Bir dergide (*):

Söz (gümüş değil)

bakır mangırdan beter

ve sükût: altından üstündür. Ne yazık ki, insanlar, her türlü sosyal fonksiyonlarından soyutlanmış bir avuç büyük finans kapitalist gibi manen deklaseleşmiş ve toplum dışına fırlamış değil ki. Sır dolu tekkelerdeki Rufai dervişlerine özgü sabır ve katlanışla, arpacık kumrusu gibi düşünceye dalıp, yalnız kutub-ül aktab

[kutubların

kutbu, Allahın kendisine tasavvuf kudreti verdiği veli] Bergson şeyhin, "ekzakt teori", "yakîn tecrübe", "Sürenin Sezgisi" hak(*)

Dergah

uğursuz [15

Nisan

timinde 42 Haşim,

isimli

bir B e r g s o n

1921-5 Ocak

sayı

Mustafa

ler v a r d ı .

dergi

Y.N.]

de,

akıntısı

mütareke

çöküşünün

kötümser

psikolojisine

idi. 1923 t a r i h l e r i

yayımlanmış

dergi.

Nihat Ö z ö n , A h m e t

arasında

Yazarları

Mustufa

Şekip T u n ç yöne-

arasında Yahya

Hamdi Tanpınar,

Kemal, A h m e t

N u r u l l a h A t a ç gibi

isim-


kındaki

öğütlerine

kulak asmıyorlar.

Bergson

niçin

her şeyi

murakabeden bekliyor? Çünkü gerçeğe varmak isteyen Bergson, Hegel' in diyalektik delilli yolunu değil Leibnitz'in karşılaştırma yolunu tutar. Der ki: "Şayet, içinde yaşadığımız dünyayı göz önüne alırsam görürüm ki, bu epeyce bağlantılı bütünün otomatik dikkatle determine olmuş evrimi, kendisini bozan pratiktir. Ve orada hayatın biçtiği önceden görülmez şekiller, önceden görülmez hareketler halinde bizzat uzamaya yatkın şekilleri kendisi yapan pratiktir. O halde, öteki dünyaların da bizimkine benzer olduğunu, orada da işlerin aynı şekilde geçtiğini zannetmekte yerden göğe kadar hakkım olur." (Yaratıcı Evrim, 271). Yani, gerek bu dünya ile hayatta, gerekse öteki dünyada rol oynayan (amel: action)dır. Pratik kendi kendisini yapar ve bozar. Olay budur. Ve karşılaştırma bizi (daha doğrusu Bergson gibi düşünenleri) "nefsiyle

karşılaştırma"ya

götürür.

Mademki

bizim

benliğimizle dış

dünyanın mahiyeti aynıdır; o halde, niçin dünyalarla uğraşarak boş yere yorulalım. Bu uğraşma ki, bizi zekâya esir ederek

Süreden uzaklaştırır. Onun yerine nefsimizi murâkabeye

dalarız, olur biter: "Bütün, ben ile aynı tabiattadır ve o, ancak kendi kendisini gittikçe daha tam bir derinleştirme ile kavranılır." (Fransız Felsefe Derneği Bülteni, 1903, Metafizik maddesi). 4- Ermişlik Münzevi bir kafa ile içe dönme hali Bergsoncu Sezginin en uygun

beşiğidir.

Bergson'un

bu

Orada artık soyutlama ve genelleme durur. son

aşamaya

erişmek

için

kullandığı

Sezgi,

kendi itirafı ile artık bir ilahiyatçının algılaması türünden metafizik bir şeydir. Der ki: "Zaten bir metafizikçi, bir ilahiyatçı yoktur ki, tam kusursuz bir varlığın her şeyi sezgicil bir surette, akıl yürütme, soyutlama ve genellemenin aracılığından geçmeksizin, ilme takılma-


yan kimse olduğunu onaylamaya hazır olmasın." (Değişmenin Sezilişi, s.5). Bu tam kusursuz (parfait) varlık kim olabilir? Ya ilahiyatçının peygamberi, yahut metafizikçinin insanüstü varlığı değil mi? İlim, açıklanan olay üzerinde insanın etkin olmasını güder. Yani pratik hedef midir? İçe dönük Sezgi ise bilakis, her türlü etkiyi

ortadan

kaldırır.

Peygamberane

metafizik deyimi

ise,

"aşk için aşk, şiir için şiir" amacı peşinde koşan edebiyatçılık gibi, sadece görmek için görmek azmindedir. Ve ancak, soyutlama ve genellemeden sonra, pratik etkiyi de ortadan kaldırmak isteyen bu azim iledir ki, "mutlak"a kavuşulur: "Burada etkin olmak için değil, görmek için görmeye çalışmak lazımdır. O zaman, mutlak bizim pek yakınımızda ve bir dereceye kadar bizde kendisini açığa vurur. O, esas itibariyle matematiksel ve yaşar.

mantıkî değil,

psikolojiktir.

Bizimle

birlikte

Bizim gibi, fakat bazı yönlerden sonsuz surette daha

yoğunlaşmış ve daha kendi üzerine yığılıp dolanmış bir halde ısrarlıdır (ildure). Nihayet erdik.

(Yaratıcı Evrim, s.323). Metafiziğin

(ilahiyatın) Allah'\ arasında

bu

erilen Mutlak'\

ile teolojinin

bir fark arayabilir miyiz? Hayır.

Bergson, bunu pekâlâ anlar. Zaten, bütün o Sezgi bulutları arasında

göze göstermek istediği

mucizevî mutlak serap da

Allah'tan başka bir şey değildir. Yalnız, bu Allah, elbette öteki ilahi Allahlar'dan biraz farklı olacak. Daha oubtilize, daha maddeden geçmiş, maddeden ilmin gölge bıraktığı köşelerde, modern terminoloji aletleriyle yontulup sivrilmiş bir Allah: Ta ki, "düşünen aydın insanlık"ın içine daha iyi işlesin: "Jezvitler [Cizvitler] tarafından kaleme alınan bir haberde de yapılan bir eleştiriye cevap verirken, Bergson, kendi felsefesinin "yaratıcı ve hür bir Allah fikri"ne sevk ettiğini doğrular." (s.152). Bergson, "yaratıcı ve hür Allah'ını şöyle anlatır: "Şayet, her yerde (ister kendi kendisini bozsun, ister kendi

kendisini yeniden yapmaya

oluyor - u ç s u z

bucaksız

meyletsin)

bir cihette

aynı türden

işler

maytaplı gibi dünyaların


fışkırdığı

bir merkezden

muhtemel

benzerliği

bahsettiği

zaman,

ben

sadece

ifade etmiş olurum- yeter ki,

bu

ben

bu

merkezi, bir şey gibi değil, belki bir fışkırma Sürekliliği gibi vereyim.

Böylece tarif edilmiş

şekil değil,

belki

durmaksızın

bir tanrı, hayat,

hiç de

pratik ve

hazırlop

bir

hürriyettir."

(Yaratıcı Evrim, s.270). Bu cümlesinin hemen arkasından, Bay Bergson, ilave etmeyi unutmaz: "Böylece anlaşılan yaratılmış

mister (esrar)

değildir.

Ser-

bestçe hareket ve tesir eder etmez, biz onu kendimizde tecrübe ederiz." (keza). Evet muhakkak ki, vardırmaya

Bergson'un o kadar uzak yollardan

bizi

kalktığı "ekzakt teori", yani Süre dediği yaratılış,

bu açıklamadan sonra artık kimse için bir sır olamaz. Kestirme anlamıyla, ondaki mutlak Süre:

dinin Allah'ıdır.

Bergson' un

şimdi "serbestçe hareket ve etki" dediği "etkin olmak için değil, görmek için görmek" öğüdü, yani murâkabe ve istihareci Sezgi sayesinde,

Bergsoncular bu Süre=Allah'm "kusursuz gü-

zellik"ine ererler ve bu Allah "şey" değil, bir "güzel ruh"tur. Fakat işte o kadar. Yani, burada sır olmayan, sadece mistik Bergson metafiziğinin eninde sonunda bir - h e r h a n g i saklı veya "his"siz - Allah' a vardığından, Bay Bergson' un felsefe takkesi altına sakladığı bu keli gözüktükten sonra, kumpas meydana çıkmış, büyüsü çözülmüş değildir. Onun metafizik katakomb [mezarlık]unda açtığı "yeni felsefe" yolu, esrarengizliğinden bir zerre bile kaybetmiş sayılamaz. Hatta onun bütün papazlardan ve samimi din adamlarından farkı buradadır.

Papaz içindekini

açıkça ortaya döker; Bergson ortaya döktüklerini mümkün olduğu kadar üstü kapalı laflarla örtbas eder. Bu elbet, papaz ile filozofun rolleri arasındaki farktan ileri gelir. Nitekim Höffding bile, onun bu özelliğini şöyle belirler: "(Zaten kendisine karşı oldukça sempati beslediği) ilahiyattan ancak,

kıyaslarını

(analojisini)

berrak bir şekilde

bilinçli,

zeki ve hesapçı ruhun hayatından çıkaracak yerde, kendiliğin-


denci ve büsbütün bilinçsiz olan ruhun hayatından çekip çıkardığı için ayırt edilir." (s.101). Ortaçağ karanlığında değiliz. 20. asrın alaturkalaşmış İslamının maneviyatında her önüne gelen skolâstik tutunamaz. Onun için,

zekâda ve ortamda

objektif olarak mevcut

bulunmayan

obskürantizm [Belli sınıfların belli bilgileri bilmemeleri gerektiğini savunan siyasi görüş, bilmesinlercilik]i, Bergson felsefesi, suni bir şekilde ruhların derinliklerinde sübjektif olarak yaratmaya uğraşıyor. Kulağı boş değil:

Bergson'un giriştiği proselitizmada

[misyonerlikte] uğradığı zorluklara hak vermeliyiz. Bergson, Jezvit papazından daha karanlıktır. Çünkü her adımı bin sakınmayla atar. Allah hakkındaki fikirlerinin -amanyanlış anlaşılmasını Höffding'e gönderdiği mektupta şöyle tespit eder: "Allah davasına gelince (eserlerim içinde gerçekten bu davayı ele almış değilim;

bunun birçok yıllardan beri araştırma-

sına dalmış bulunduğum ahlak davalarından ayrılmaz olduğunu sanırım ve imada bulunduğunuz "Yaratıcı Evrim"in bazı satırları, bu hususta ortaya atılmış bekleme taşları (pierre d'attante) türündendir.)" (s.159). Bergson 1859'da doğduğuna göre, daha 40 yaşını doldurmuştur. açıkça

bilinmezden

Şu

20. asra girerken

halde, tanrı hakkında

haber vermeliydi.

peygamberlik katına ermiş bulunuyor.

Çünkü

bize artık

1900'den

beri

Hâlbuki O, bu gün iki

kırkına varmak üzere olduğu halde, "maddeden" değil "yıllardan beri araştırmasına dalmış olduğu" dava hakkında - "bekleme taşını" sabır kemerine takmış - hâlâ "vahiy" bekliyor. "Herkes" -yani bütün Bergsoncular- onu bekliyor: Ha şimdi yumurtladı, ha şimdi doğuracak! Ve O, bütün taraftarlarıyla birlikte, tıpkı emperyalizm gibi "Allah'ına

kavuşacağı supreme

[en yüce] anı bekliyor. Höffding: "bu açıklamada ilim değil şiir vardır." (s.102) diyor. Ne münasebet? "Bu açıklamada", şey vardır:

DEMAGOJİ!

her şeyden önce bir tek


Bu demagojinin ne derecelere kadar oynak ve kaypak olduğunu anlamak için, Bergson'un Höffding'e gönderdiği mektupta yazdığı hayret verici bir cümleye bakmak yeterlidir. Orada Bergson, bütün ilmi, fenni, zekâyı ve ilh. insan ruhunun bütün pozitif görünümlerini

inkâr ettikten sonra,

bir gayret daha gösterip bizzat

kendi kendini de inkâr eder. "Bütün ilimlere güvenmeyin" dediği insanlara, kendi sözleri hakkında da sofist septisizmini ileri sürer: " - S e n şunu söyledin. Bu sözünden şu anlam çıkar." diyebileceklere,

Budaik bir sırıtışla,

her sözünün

mutlaka "yakîn",

düşündüklerine uyup uymadığını nereden bildiğini sorar. Acaba sözü gerçek düşüncesi midir? "Elbette tamamen

imzamı atabileceğim

nuç olarak söylediğimi veya bir

biçimde

içerir görünen

hiç olmazsa eleştiri

bölüm yoktur.

So-

düşündüğümü açık

yoktur.

Zira,

biz

hiçbir

zaman düşündüğümüzün, söylemiş olduğumuz şey içinde gerçekten geçmiş olduğundan emin değiliz." (s.158). Düşündüğünü

söylediğinden

emin

olamayan,

söylediğinin

düşüncesine uyup uymadığını göremeyen filozof!

Bu evliyalı-

ğın hangi aşaması olsa gerek? Gorgias,

Bergson'un yanında

gerçekten "ümmi abdal" bir

sofist kalır. Bu iki bölüm, Bergson doktrininin merkezini, "Sürenin Sezg i s i n i bize vermiş oluyor. Bergson, haklı olarak bütün öteki iddialarını bu esas eksene bağlı, ikinci derece davalardan sayar. Onun gibi biz de, meselenin aslı anlaşıldıktan sonra, ayrıntısına uzun boylu önem vermeyeceğiz. Yalnız, bu esas eksen etrafında

dönebilecek felsefi

kisvenin,

öteki

metafiziklerden

nasıl çocukça, yapma bir takım farklarla ayırt edilmek istediğine işaret etmek faydasız olmayacak. O zaman,

Bergson'un

"yeni felsefe" adı altında, bize hangi "temcit pilavını ısıtıp sunduğunu" bir kere daha kavramış bulunuruz. Höffding'in "psikoloji ve fizyoloji" konusuna soktuğu ve Bergson'un "Madde ve Hafıza" (1897) içinde incelediği konu, klasik felsefede bildiğimiz meşhur madde ve ruh konusudur.


Gene Bergson' un çeşitli eserlerinde değinip de, Höffding tarafından "Evrim Felsefesi" ve "İradenin: Gülmenin Psikolojisi" bölümleri altında anlattığı konu da, klasik felsefenin "illiyet- gaiyyet" [neden -amaç], "determinizm-indeterminizm" [belirlenimcilik-gayrıbelirlenimcilik]

konularıdır.

Biz, meseleyi edebi süsler arasında

boğuntuya getirmemek

için, çıplak ve bilinen terim ve kavramlarıyla kısaca inceleyelim.


MADDE VE RUH Y E R İ N E HİS VE HAFIZA Önce meseleyi koyalım: Felsefenin -medeniyet çağı ile birlikte, yani insan toplumunun sınıflara ayrıldığı günden beri süren- ezeli davası malum: İnsanın his, düşünce, hafıza, irade gibi bir takım görünümleri var. Bunlara psikolojik olay diyoruz. Bu psikolojik olaylar, öteden beri maddeden ayrı bir ruh bulunmasına taraftar olan insanlar için "ruh"un delili, belirtisi sayılır. İdealist denilen filozof hekimler, bu "kuvvetli

belirti" lere bakarak insanın

benliğinde gizli

bulunan

"ruh"u bunun zanlısı sayarlar. Materyalistler ise, "psikolojik" denilen olayların öteki organik olaylardan farksız olduklarını, karaciğerin şekeri düzenleme, kalbe hormonlar gönderme göreviyle, zihnin his ve hatıraları düzenleme ve etrafa sinyal gönderme görevi arasında ancak bir uzmanlık farkı

bulunduğunu anlatırlar.

Materyalist-

lere göre, genel anlamda maddenin elektrik akımı ile özellikle zihnin nörolojik ve psikolojik olayları arasında öz ve içerik olarak değil, ancak şekil, mekân ve tarz olarak bir fark vardır. İşte Bergson da, filozof sıfatıyla bu tartışmaya girişiyor. Her davada bir hâkimin etki ve nüfuzunu arttıran, hükmünü kuvvetlendiren

şey,

onun tarafsızlık derecesi

sayılır.

Onun

için

Bergson da, bu açık tartışmaya olabildiğince "tarafsız" bir çehre ile karışır ve hükümlerini bu itibarla daha fazla kıymetlendirmek kaygısı güder. Ancak hangi hâkim "tarafsız"dır? Zaten hâkimin bir hükmün bulunması, ortada

bir tarafın tutulması anlamına gelmez mi?

Gerçekte

da,

Bergson

bütün

"tarafsız"lık gösterişlerine

rağ-


men belirli "kanun"lara uyarak, gene o kanunlar tarafını, yani bir tarafı:

Emperyalizm tarafını tutar. Yalnız, kurnazca tutar.

Zemin ve zaman kollayarak tutar. Şimdiye kadar psikolojik olay dendi mi, bundan duygu, düşünce denen belirtiler anlaşılırdı.

Hâlbuki, zamanın pozitif ilim-

leri, psikolojik olaylar içinde birçok basit olanlarını sıradan fizikopsişik kanunlara bağladılar. Mesela duygu olayı, daha yüksek bir refleks olarak mekanik fizyoloji ile açıklanmaya başladı. Pozitif ilimler, "ruh" denilen merhum "zat"ın organlarını böylece bir çeşit parçalarken, Bergson, geniş ölçekte bir çevirme hareketi ile eski idealist iddialara görünüşte yeni bir zafer kazandırmaya, fikirleri biraz daha olsun oyalamaya çalışır. Adeta bilimin dediklerini önlemek için, onun önünde koşar. Artık maddiliklerini ilmin iki kere iki dört edercesine ispat ettiği kimi olayları hâlâ, illa

ki

ruhi saymak inadını güder.

"kurtla beraber ulumayı" bilir.

Kendisini yedirmemek için

Pozitif ilimlerin maddiliğini ispat

ettiği ruhi olayları O da maddi sayar. Mesela his olayı gibi. Bergson, maddenin asıl olduğunu inkâr için, hissi de feda eder, yani materyalistlere bağışlar.

Fakat bu bağışlayış, artık

savunma olanağı kalmamış bir istihkâmı bırakıp, gerideki daha sağlam sanılan bir müstahkem mevkiye sığınmak türündendir. Bu manevrayı şu iki mantık zorlamasıyla yapar: 1) Önce her şeyi hareket halinde sayarak modern dünyamızın akışıyla gözleri

karartmak ister.

Ona göre de, gerek

vücut ve gerekse onun bir parçası olan zihin, madde gibi devamlı tıkları

hareket halindedir. işler

hazırlanmış

pratiklerdir. Ama lar.

Zira,

bu

Zihin ve sezişlerimiz aktiftir. Yapve yapılmaya

başlanmış

bir takım

pratikler bizzat sezişlerimiz sayılamaz-

mademki vücut ve alem sırf harekettir,

harekette

hareketten başka bir şey olamaz. Vücut maddenin bir parçası olduğu için, maddi varlığımız his ve hareketler toplamıdır. Seziş ve tanıyış bir tür histir ve harekettir. ayırt edilmesidir.

Demek burada

Maddi ihtiyaçların

henüz "ruh" yok.


2) Zihnin madde ve vücut kısımlarından farkı yoktur. Yalnız öteki organlardan şu itibarla ayırt edilmelidir: Zihin, aldığı sezişi ve izlenimi saklar. Aldığı izlenimi her zaman derhal hareket haline çevirmez, ondan sonraki

hareketlere ortak eder.

İşte

Bergson'un asıl "ruh" saydığı yüksek zihin faaliyetimiz, bu hafıza (saklayış) yönünde aranmalıdır. Böylece, en açık ilim çırpınışlarına da baskı yaparak, Bergson hareketle his arasında nicelikçe (kantitatif)

bir fark mevcut olduğu

halde,

hisle hafıza

arasında nitelikçe (kalitatif) fark bulunduğunu iddia eder. İşte bu nitelik farkı bizi "ruh"a iletir. Bu iki yanlış başlangıç, büsbütün sunturlu şu iki diğer yanlış sonuca varmak içindir: 1) "Ruhun içinde bunun ifade edemeyeceği kadar çok şeyler var." (s.82). 2) "Şu halde, ruhun bir altı olan bedenin, ruhi hayatı asla ifade edemeyişinden, ruhun ölmezliği imkânı oluşur." Dikkat

edilirse,

bütün

bu

iddialar

hep

(s.83).

birer sure-i

şerif

[Kur'an suresi] gibi medrese mantığının doğrulama kuvvetiyle öne sürülmektedirler.

Mesele gerçekten öyle midir?

Bergson söyledikten sonra elbet öyledir! O Bergson ki, hafıza hakkındaki demagojisine kaçamak yolları bulmak için, bilmem

kaç sene otopsi

yapmış

salonlarında

zihin

üzerinde "etüd"ler

bir "otorite"dir.

Fakat galiba

Bergson'un

bütün

ilmi şanssızlığı da,

pek çok

"etüd" yıllarını sırf zihne hasredip, genel fiziği ve biyofizyolojiyi ve diğer organları ikinci dereceye bırakmış ve bu yüzden "hayat"ı esrar perdesi içinde fetişleştirmiş olmasındadır. Dikkat edelim: 1) Gerçekte bütün varlık hareket halindedir. Fakat "harekette hareketten başka bir şey" niçin olmasın? Yedi renk, yedi çeşit harekettir. Bizim gözümüze çarpmayan enfraruj ve ultraviyole ışınları gene maddenin titreşimidir. çekici şiddetle örsün ısınmış olur. dir.

Isı da

üzerine vuralım.

Havaya kaldırdığımız Örs ve çekiç karşılıklı

Bu sıradan mekanik hareketin ısıya dönüşmesigene

maddi

bir titreşim çeşididir.

Sürtünmeden


elektrik oluşur.

Havasız cam

boru

içindeki gayet ince telden

elektriği geçirdiğimizde birden ortalığı aydınlatan ğar. Diyapozon bir demir parçasıdır.

bir ışık do-

Harekete getirelim;

per-

de perde ses verir. Ve ilh. ve ilh. Bütün bu

basit olaylar,

bir çocuğa

Bergson'un birinci terimi saçmadır;

bile kolayca anlatır ki,

hareket de hangi şekilde

alınırsa alınsın, bütün varlık olaylarının anasıdır ve hareketten her şey doğar.

Harekette her şey vardır.

2) İkinci terim, birinciden daha az yüzeysel ve saçma değildir. Aldığı izlenimi saklamak neden zihin aracılığıyla ruha maledilen özel

bir ayrıcalık olsun? Bütün organizmaların ve bütün

maddenin tarihi, bu alınan onayı biriktirerek saklama prosesini gösterir. Her organ hayatta gördüğü göreve göre öyle izlenimlerle dolar ki, bu izlenimleri doğrudan doğruya organik ve gözle görülür hiçbir değişiklik ile ifade etmediği halde kendi torunlarına anatomik bir değişiklik şeklinde aktarır. Fizyolojide veraset kanunu budur. Yalnız psikolojik olaylar için değil, bütün organik olaylar için

izlenimleri koruyarak "ondan sonraki

hare-

ketlere ortak etmek" bir doğa kanunudur. Belki Bergson, burada organizmadan bahsettiğimizi görerek, her organda ve hayatı

bir "hayat hamlesi" gizlendiğini bize hatırlatacak

madde ile karıştırmamayı teklif edecek.

Ne hacet,

Bay Bergson, laboratuarda kısa bir zaman olsun çalışmış olacağına göre, kimya ve tahlil işlerine ait belirli uygulamaları her halde unutmamıştır. Bay Bergson, şeker hastasının idrarı içine Fehling ölçeğinden damla damla akıtmaya

başlasın ve eriyiği

karıştırsın. İdrarda glikoz bulunduğu muhakkak olmasına rağmen bir hayli müddet idrarın rengi değişmez. Yani idrar Fehling damlalarıyla son'a

aldığı

idrarın da

"izlenim"leri "muhafaza" eder.

Bu,

Berg-

bir "hafıza"sı olduğu fikrini verir mi?

Fakat

damlalar birbirini kovalarken, birdenbire bir katastrof [felaket] olur, idrarın rengi, içinde glikozun bulunduğunu göze batıracak şekilde kiremitleşir.

Demek idrar, Fehling ölçeğinden sakladığı

izlenimlerini "ondan sonraki hareketlere ortak" etmiştir!


Şu halde, aldığı izlenimleri saklayıp biriktirmek ve biriktirdikten sonra değil,

bir sıçrama yapmak, yalnız zihne ve organlara

bütün maddenin her türlü görünüşüne özgü gayet do-

ğal, gayet genel bir diyalektik kanundur. Bergson'un bu diyalektiği materyalistçe anlamayarak esrarengizleştirmesi,

baya-

ğı bir demagoji değilse nedir? Onun için, ruhta maddenin ifade edemeyeceği bir tek şey ispat edemezken,

"çok şeyler var" olduğunu

iddiaya

kalkışan

Bergsonizm, ancak laf ebeliği yapmış olur. "Vücut dar bir kanaldır: Hayat hamlesini sıkar, ama boğamaz." Lafı -Höffding'in de işaret ettiği gibi-

Kant'tan

beri dogmatik materyalizme karşı

çevrilmiş bir silahtır. Fakat daha o zamanlar bile, ilmi terbiyesini az çok "muhafaza" edebilen Kant bu silaha hiç olmazsa sadece: "Kurşundan bir silah: Ein flegernes waffen" derdi. O zamanki panteist Spinoza ise ciddi bir filozofa yaraşır realistlikle maddeyi düşünmeksizin hiçe sayanlara şöyle dememiş midir? "Sadece cisim olarak bakılan cismin gerek tabiata özgü kanunlara

göre yapabileceği

şeyi,

gerekse yapamayacağı

şeyi

henüz hiç kimse deneme ile öğrenmiş değildir. Zira, hiç kimse henüz cismin fonksiyonlarını

bünyesini oldukça

iyi

bilmiyor ki, onun

bütün

açıklayabilsin."

Oysa bugün, ilim, maddenin bir zaman hareketsizv bir "cüzü

la-yetecezza" [atom]

bizim

güneş sistemimiz

sanılan gördüğümüz zerreleri kadar hareketli ve geniş

içinde,

birer âlem

keşfetti. Maddenin bugün bir zerresi içinde bulunan enerji ve imkânlar, en hayali geniş metafizikçinin, en ekstravagan [çılgın] tasavvurlarla ortaya atmak istediği "ruh" kavramına bağlanamamış ve dayandırılamamıştır bile. Yani, amir bir tepki olmuştur. Asıl bir maddede, - şimdiki kadarki bütün metafizistlerin şişirdikleri - "ruh" teriminin asla ifade edememiş olduğu kadar çok şeyler bulunduğu anlaşılmıştır. Bergson'un böyle bir asırda, o küflü kurşundan mızrakla diyalektik materyalizme saldırışı, mucizenin elektriğe kafa tutması kadar gülünç değil midir?


Hele, "ruhun ölmezliği". Yüz milyonlarca yıldan beri oluşum aşamaları geçiren madde mükemmeliyet bulduğu halde, üç beş çağda

birkaç düzine filozofun

işkembeden attığı "ruh"un "öl-

mezliği" bahsi. Bu bahsin hâlâ "yeni felsefe" diye öne sürülüşü: Cesaret! Onun için Bergson'un şu kaçamağı da yerindedir: "Bilincin bedenle ilişkisine gelince (bir de her bilinç durumunun beraberinde onu hareket ettiren bir güç bulunduğunu, hafızanın hareki [kinetik] alışkanlıktan ibaret olan) bütün bir tarafının beden

içinde yığılmış olduğunu düşünüyorum." (mek-

tup, s.158-159). Fakat Bergson gene hareketin başka, hafızanın başka olduğunu şöyle "edebi" benzetmelerle ispata kalkışırdı ki: "Tam faaliyet halinde bulunan bir zihin içine bakıp da, oradaki atomların gidip gelişlerini takip eden ve yaptıkları her şeyi yorumlayan bir kimse, şüphesiz ruhun içinde olup bitenlerden bir şeyler öğrenecek, ama

bu öğrendikleri ancak az bir

şey olacaktır. Bu kimse, atomların tavrı, vaziyeti ve hareketi ile ifade olunan şeyi, ruh durumunun başarılmak veya sadece doğmak üzere olan pratik halinde içerdiği şeyi dosdoğru öğrenecektir.

Geri

kalanı

eline geçiremeyecektir.

Bilincin

içinde

olup biten düşünce ve hisler önünde, sahne üzerindeki aktörlerin bütün yaptıklarını ayrı ayrı görüp de dediklerinden bir kelime bile işitmeyen seyirci vaziyetinde kalacaktır." Bergson,

herhalde bu sözlerini sessiz sinema zamanında

yazmış. Bugün biz: Ekrandaki "aktörlerin bütün yaptıkları" gibi, "dediklerini" de mükemmelen işitiyoruz. Bergson'un

karşılaştırmasını daha ciddiye alırsak diyebiliriz

ki, gene ilk söylediğini bir daha tekrarlıyor. Biz ilim ve fen sayesinde zihin atomlarının ancak hareketini ve bu hareketin vücutta bıraktığı tepkileri görebiliriz.

Fakat bu hareketlerin an-

lamları ancak "ruh"un bileceği şeydir. Niçin? Açıklama yok. Hâlbuki zamanımızın tekniği, bu zorluğu basit aletler sayesinde

çoktan

çözmüştür.

Bergson'la

beraber

bir gramofon


plağının "beden"ine bakalım:

Bir takım çizgiler, girintiler, çı-

kıntılar silsilesi. Ortaçağın bütün softalarını bu plağın karşısına geçirelim. Onlara, bu girintili, çıkıntılı çizgilerin ses titreşimlerinden oluştukları gibi, ses verebileceklerini söyleyelim. Şüphesiz, hepsinde yolların iniş çıkışını görebiliriz.

Bu yollar

bize "içinde olup bitenlerden

ama öğ-

bir şeyler öğretecek;

rendiklerimiz az bir şey olacaktır" diyecekler. Çünkü Bergson gibi onlar da, "harekette hareketten

başka

fikrini

uzatacağımıza,

beslerler.

bir gramofon

Halbuki

iğnesi

tartışmayı

alıp

belirli

bir süratle

bir şey olamaz" elimize

harekete geçen

plağın yollarına değdirirsek, o dilsiz titreşim çizgilerinin konuşmaya

başladıklarını ve yalnız sesin "içinde olup bitenler-

den bir şeyler"i değil, olduğu gibi sesi, içi ve dışıyla birlikte sesi elde ettiğimizi işitiriz. " m u h a f a z a " ve "yeniden

Sesin kendisi basit bir titreşimle

üretim" edildikten

sonra, "bizatihi

ses" gibi, sesin arkasında ve madde ötesinde bir "ruh" aramaya da gerek kalmaz. Özetle, görmüş olduğumuz gibi, Bergson'un yapmış olduğu şey, şimdiye kadar materyalizm ile idealizm tarafından madde ile

ruh

arasında

maddeleşen

cereyan

ettirilmiş

olan

felsefi

çarpışmayı,

hisle hafıza arasına aktarmış olmaktan

Kavganın yeri değişmiş, fakat kendisi olduğu gibi Esasen yakından

bakacak olursak,

Bergson'un

ibarettir. kalmıştır.

hafızayı fetiş-

leştirmesi bile, ancak onun temsil ettiği sosyal psikoloji bakımından anlamlıdır. Bergson, görmüş olduğumuz gibi "mekânla sınırlı olmayan" ve hatta mekâna zıt bir zaman tasavvur eder. Onun için, soyutlama ve yorumu, analiz ve sentezleriyle -Bergson'a göreadeta "mekânlaşmış" olan fikirler, derin düşünceler, düşünce ve anlama yetisine değil, sezme yetisine önem verir. Sezmek, yukarıda tespit ettiğimiz gibi üç kısımdır:

His, hayal,

hafıza.

Bergson, hissi pek prozaik [bayağı] ve geçici, maddi buluyor. Hayali, kendi Sezgisine doğru ehven-i şer bir basamak sayıyor. Fakat hafızaya tapıyor.


Eğer bu üç seziş unsurunu zaman prosesi içinde işgal ettikleri yerleriyle ifade etmek istersek diyebiliriz ki: Duygu = hâlin; hafıza = geçmişin, hayal ise ekseriyetle bir tür geleceğin sezgileridir. Gerçi bu üç unsuru birbirinden ayırmak oldukça güçtür.Ancak genel eğilimleri itibarıyla, kronolojik yer tutma söylediğimiz gibidir. Bergson, "içgüdü"sü onu

ile saf "zaman" Süresine bağlanırken,

Sezgiyle kavramak isteyişi,

ihtimal

böylece Sezgiyle za-

manı aynılaştırmasından ileri gelir. Fakat bir an önce hayal ettiğimiz şey şimdi bir olay, az sonra bir anı olur. Varlığın akışında anı da zaman zaman şimdiki durum olur. Tekrar bir his, bir hayal haline gelebilir. Şu halde bu

birbirinden çıkan,

birbirine bağlanan sezgi

unsurlarından

biri maddi olunca, ötekini metafizik bir zat olarak ruhi saymak bir non-sens,

bir manasızlıktır.

Yalnız her şeyin izafi olduğunu unutmayalım. Bizim için anlamsız gelen şey Bergson'un zihniyeti için pekâlâ "anlamlı"dır: Sezgi zamana bağlanır. Anı ise zaman içinde sezginin geçmiş kısmına düşer. Geçmiş! İşte, bütün muhafazakâr filozofların göbek bağıyla olan

Bergson

bağlandıkları

da, gayr-i

kavram.

maddileştirmeye

Mürteci uğraştığı

bir filozof zamanın

özellikle ruhi faslını, kendi hakim sınıfının gelenekçi psikolojisini kendisince kıble sayar.


İLLİYET, GAİYYET Y E R İ N E

HAYAT HAMLESİ

Felsefe gözüyle, evrene genel bir bakış atılınca, olan bitenlerin açıklaması aranır. Olaylar niçin olurlar veya yok olurlar? Materyalist

filozoflar:

Her

olay

bir takım

nedenlerin sonucu"durlar. İdealist filozoflar:

"zaruri

maddi

Her olayı kendine

doğru çeken bir amaç vardır. Her şey o amaca varmak için ve o amaca göre olur, kanısındadırlar (amaç: Allah'ın niteliği de olabilir, ilahlaştırılmış bir evrim hedefi de olabilir). Bergson, galiba, bir "yeni felsefe" peygamberliğinin vecdiyle,

birdenbire

kendisini

bu

iki zıt anlayışın ta yukarılarında

göstermeye kalkışır. İki tarafın da birbirlerine karşı kullandıkları aleyhteki delilleri - doğru veya yanlış olarak - önümüze sürdükten sonra, sahtekâr bir tebessümle: — İşte görüyorsunuz ya, der. İki taraf da boş, hak bendedir. Bergson,

iki tarafı

nasıl

reddedip çürütür? Öncelikle bunu

görelim: İlliyetçi

[nedenci] materyalizmi reddedişi:

Bergson'a göre, "hayat, maddeye karşı devamlı bir mücadeleden ibarettir."(90).

Fakat insan, çarpışan madde ile hayatı

birbirine karıştırmamalı! liyet [bütünlük]

Pozitif ilimler için "sırf maddi bir kül-

içinde önce elimizde

parçalar vardır:

Bütün,

bu parçaların sadece bir araya gelmeleridir." (91). "Saf madde"

hakkında

böyle

"hayat, artık birçok parçaların

düşünmeye

alışan

birliğinden çıkan

den başka bir şey olmayacaktır.".

ilimlerde

bir saf ürün-


"Her organizasyon, bir tür fabrikaların ve organik parçaların ve

inşa

işlemlerinin

bulunduğu

söz

konusu

bir makine gibi

kavranır." (91). "Orada doğal ve gerçek bir connexite [bağlantı] söz konusu değil." (88). Bu sebeple gene "Süre" fiili tekrarlanır: "Mekanik kavrayış

hayatın

Sürekliliğini, geçmişi

ile şimdisi

arasındaki

bağlantıyı (fiziki irtibatı) açıklayamaz. Hayat evriminin, en son aşamaları vaktiyle mevcut bulunmuş ve ilk defa olarak bir araya gelmiş unsurların bir kombinezonu değildirler, iddia bu, fakat büsbütün yeni bir şeyler getirirler." (92). Bergson kimin adını soruyor? Eğer güneş sisteminden başkasını henüz kâfi derecede açıklayamamış, materyalizmini mi, yoksa onun kalıntısını

18. asır mekanik

19. ve 20. asırlardaki yavan

mı? Ancak tekrar hatırlatalım,

modern

diyalektik

materyalizm ile bu "mekanik materyalizm" arasında ne ilişki vardır? Diyalektik materyalizme göre, yalnız hayatla madde arasında değil, bütün maddi olaylar arasında da daimi bir mücadele ve çarpışma vardır. Her olay bir tez ile antitez arasındaki zıddiyetle başlar ve o zıddiyet bir noktaya kadar geldikten sonra bir sıçrama ile yeni bir senteze varır. Sentez, tıpkı Bergson'un hayat hakkında söylediği gibi, -cansız madde için dahi- "vaktiyle mevcut bulunmuş ve ilk defa olarak bir araya gelmiş unsurların bir kombinezonu olmayıp, büsbütün yeni bir şey get i r m i ş t i r . Yani,

Bergson'un yalnız

hayata

özgü

bir ayrıcalık

sandığı" her şey pratik ve evrimdir: Ölü varlık, sabit şey, mutlak sükûn yok." (s.88) prensibi, çoktan beri canlı-cansız bütün varlığa özgü bir nitelik olarak belirlenmiştir. Bergson'un "mekanizm" diye hep birden mahkûm etmek istediği materyalizm karşısındaki bu tavrı, bir cehalet mi, yoksa bir iftira mıdır? Her ne olursa olsun, böyle asılsız iddialarla nedensellik prensibi nasıl baltalanır? Bu sorularımıza cevap alamayacağımız için, Bergson'un finalizmine yine bakalım. 80


Gaiyyetçi [amaçç>] idealizmi reddedişi: Şundandır:

"Evrim

her şeyi şimdiden

seyri

içinde,

denemeyle

içeren préétabli (önceden

görülebilecek

kurulu)

bir planı

farz ve kabul eden finalist veya teleolojik (gaiyyetçi) anlayışın da,

mekanistik teori

kadar ileri tutar yeri yoktur." (93-94).

Dikkat edersek, Bergson burada da finalizmi eleştirirken, adeta dolayısıyla

materyalizme ve diyalektik materyalizme vuru-

yor. Bergson'a göre, "finalizm tersine çevrilmiş bir mekanizmden ibarettir." (94).

Bu söze uyarak, siz de diyebilirsiniz ki,

Bergson'un finalizme vuruşu, tersine çevrilmiş bir materyalizm düşmanlığıdır. Çünkü onun finalizmde gördüğü kusur: "Pratik tasavvur"dan yola çıkmış, bir "plan y a p m a k " ve "önceden görmek" gibi şeylerdir. Bildiğimiz gibi, bütün ilimler "pratik" zaruretlerden doğarlar.

İlimler,

maddi olsun,

olaylarda determinizm

ruhi olsun,

bütün tabiî ve sosyal

kanunculluğuna

uyarak "önceden gör-

m e l e r yaparlar:

Bir gözlemci güneşin tutulacağını, bir devrim

teorisi

yaklaştığını

Gene

devrimin

insanlar "önceden

bütün fçalışmalarında

ve

kaçınılmazlığını

görme:

bir takım

prévoir"

imkânı

söyleyebilir. sayesinde,

planlar kurarak harekete ge-

çerler. Hatta, insan işinin bütün hayvan işlerinden farkı, planlı oluşundadır:

Marks'ın, arı ve örümcek işi ile mühendis işi

arasındaki farka dair olan meşhur örneği gibi. Demek Bergson, bütün bunları inkâr etmekle, âdeta farkında olmadan, gene asıl düşmanı olan materyalizmin diyalektik ve tarihi şekline çatmış oluyor. Gerçekte Bergson'un

bu

red ve çürütme "gösteri"lerinden

sonra asıl kendi dediklerine bakılacak olursa, onun bal gibi bir finalist olduğu açıkça görülür. Yalnız, onun finalizminde elbet bir özellik var. Şimdi o özelliği görelim. Bergson, apriori madde

[deney öncesi bulgulara dayalı olarak]

kitlesine ve ondan tamamen

(entite) olarak bir "hayat" kabul eder. "Hayat, hiyettedir." (Yaratıcı Evrim, s.279)

ile

hariç ve mutlak bir zat psikolojik ma-

kanaatiyle "hayatı bilince

olsun, ona benzeyen bir şeye bağlamak" kararına gelir.


Ondan sonra, organik hayatla ruhi hayat (la vie l'ame) arasında bir denge görür: "Yeni

ile eski arasındaki

iç connexite (kurbiyet)

[bağlantı]

itibarıyla organik hayat, ruhi hayatı hatırlatır. Her ikisi de çeşitli evrim aşama

aşamalarının

seviyelerinin

birbiriyle tersine

müşterek ölçüde olmayışı, döndürülmeyişi

kanununa

bağlıdırlar." (s.93). Sanki sırf maddenin çeşitli evrim aşamaları mutlaka "aynı" imiş gibi. O zaman, ruhi hayatın organizma içindeki evrim aşamalarını uzun boylu gözler ve tanımlar. Hayat bir hamle halindedir. Maddeyle boğuşur ve onu yoğururken çeşitli yönlerde gelişir. "Böylece, bitki tipi ile hayvan tipi arasındaki çelişki ortaya çıkar." (s.95). Hayvanlar âlemi de birçok evrim aşamaları geçirir. En dikkate değer olanı, sıçramalarıyla Bergson'u pek ilgilendiren

haşereler ve insandır.

Haşere içgüdüyü

(organ yapmak

kuvvetini), insan zekâyı (alet yapan kuvveti) temsil eder: "Bitkiler hayatının uyuşukluğu içinde, içgüdünün kendiliğinden pratiği içinde ve zekânın bilinçli endüstrisi içinde, hayat hamlesi üç kuvvetli yol tutturarak açılıp saçılır." . "Burada büyümek için, bölünmesi gerekir.

Bu aynı kuvvetin

birbirinden

ayrı üç yönü vardır." (s.98). Böyle, "hayat" maddenin

içinde

istihkâm

kurmuş,

kuyru-

ğundan kolayca yakalanamaz. Sonuna kadar bir Allahçık şekline girmiştir.

Madde atıldır.

Hayat (yani

metafizikteki

ruh),

onun içinde dal budak salarak bu ataletle dövüşür: "Hayatın tarihi, büyük bir kuvvet ihtiyatı, ittisanın [genişleme, bollaşma]

suyu,

madde

kitlesi

içinde yayılmaya

uğraşan

bir

kaynak akıntısının tarihidir. L'entropie denilen şeyin göstermiş olduğu şekilde, bizzat madde mutlak dengeyi bulmaya daimi bir eğilim gösterir. Hayat bu eğilime karşı mücadele eder." (s.99). Şimdi bu mücahit "hayat hamlesi" nasıl izah edilecek? 1- Evvela: Hayat, madde ile oynayan bir "büyük kuvvet", bir "Allah-u te'ala"olduğuna göre, dilediğini dilediği gibi yarattı? Bergson, burada lütfedip, hayat hamlesini "kadir-i mutlak" kıl-


mıyor:

Daha

doğrusu,

20.

asırda,

bunca

ilimler karşısında

doğrudan doğruya, kayıtsız şartsız "kadir-i mutlak" yaratmayı kıvıramayacağını görüyor. O zaman kaçamak artistliği ile atıl bir maddeyi kabul etmekte bir sakınca görmüyor. Hayat-Tanrı yaratıyor, ama mutlak anlamıyla yoktan var etmiyor. Maddeyi, ilk madde gibi kullanarak iş görüyor. Bu sayede, hayatla maddenin de arasındaki zıddiyeti - d a i m a bir zıddiyeti yenmeye çabalayan ezeli felsefe figürüyle- uzlaştırmayı, Süre konusunda

hücum

ettiği

parçalılığı

kaldırmayı,

ortaya

-içinde

parçalı olsa bile- suni bir birlik koymayı başarır. Ona göre gerek mekanizm, gerek finalizm bunu başaramamıştır. "Hayatın evrimi, mutlak anlamıyla yaratmaz, daima kuvvet ve

kitlelerle olan

ilişkilerine göre şartlanır.

maddi

Fakat ne

mekanizme, ne finalizme oldukça geniş ölçekte katılmayanların, bu şartlar ve durumlar içinde bereketli bir birliği, bir sonsuz doygunluğu

(plenitude)

ifadelenir." (s.99).

Yani hayatın evrimini yaratmakta, gerçi madde bir şarttır, fakat asıl sebep (asıl yaratan, asıl Tanrı) gene hayatın kendisidir. 2- İkinci olarak: Bu Tanrı'nın yaratıcılığı, bir sebepten ötürü müdür, yoksa bir amaç uğruna mıdır? İşte, konunun asıl varılmak istenen etki ve son noktası budur. Bergson, "hayat hamle"sinin "Yaratıcı Tekâmül"ünde "belirli bir düzen" görüp, yalnız bu düzenin tekrarlanmadığını anlatmak ister. "Tabiatta bir organizmanın büyümesi ve hatta türlerin evrimi, zıt düzenden sapmayan (se penser) belirli bir takım içinde sürer." (s.93). "Fakat hayatı tekrarlayan şeyler tükenmiş değildir.",

"Evet.

Tekrarlama

genellikle,

ancak soyutun

içinde

mümkündür." (s.97). Bu düzenin açıklanması mümkün müdür? Önceden, hayır: "Yeni kurallar ve yeni şekiller fışkırır. Bunlar her ne kadar, neden

sonra

(apres conps)

açıklanabilirse

de önceden

görüle-

mezler. (s.94). Niçin? Çünkü "idrak meali" "bu küçük akla gerekmez.".

[kavrayışın anlamı]

zekâmıza,


"Bergson'a göre, zekâ, bilgi daha geniş bir bütünlük içinde yapılmış bir mantıktan ibarettir. Hayat zekânın çapını aşıp geçer.", "Fakat biz ona

(hayatın yakınlığına)

nasıl erişebiliriz?

Ancak onu yaşamak suretiyle. İşte Bergson'un izah tarzı bu:

Evrimi yapan, madde değil

hayattır. Bu hayat, metafizik ruhun başka adıdır. Evrim hayatın amacına göre olur. Ama biz bu amacı bilemeyiz. "Neden sonra" evrim olup bittikten sonra görüp anlarız. 1-

Bergsonizm:

"ampirizm

"Olsun da görelim" derken, adeta

platonik" tir. Yani, şeklen ampirik görünür.

ampirikler [deneyciler] "hayat

bir tür

hiç olmazsa

materyalisttirler.

Ama

O

ise,

hamle"cisidir.

2- Bergsonizm:

"Olmadan

bilemeyiz" derken, adeta

bir tür

"agnostik [bilinemezci] finalist"tir. Yani, şeklen hayatın bizi hangi hedefe götüreceğini bu zekâmızla bilemeyiz derken, agnostik gibi yalnız eliyle tuttuğunu bildiğini söyler. Fakat agnostikler hiç olmazsa, kendi denemeleri ve laboratuarları sahasında materyalist ve pekâlâ nedenci (causaliteci)dirler. Bergson ise, bütün nedenleri, hayatın hamlesiyle varılacak bilinmez bir hedefe yöneltmekle amaççıdır. Amaç var ama biz bilemeyiz, der. Özetle, her iki şekilde de söyledikleri gelir bir noktada toplanır. Bergson genel olarak her türlü kanunculuğu inkâr eder. Hayatta hiçbir biçimde, birbiriyle karşılıklı ilişkide bulunan sebepler ve sonuçlar zincirini kabul edemez. O halde, biz hayatı anlamak için ne yapmalıyız? Bergson'a göre: Her türlü zekâ ve bilgi gibi, ilimlerin keşfettikleri kanunları da bir yana atıp, bilinen inzivamıza çekilip, ancak o zaman, hayatın yakınlık ve Sürekliliğin bize tecellisini bekleyebiliriz: "Zekâ ve bilgi,

pratik bakımından

hayatın

büyük bağlantı-

sından (connexite) ayrılmıştır ve biz bu büyük bağlantıya dönmeliyiz." (s.96). "Bergson'a göre hayat prosesi, en karakteristik iki gelişim serisi içinde, bir taraftan sırf içgüdüye, diğer taraftan sırf zekâya götürür. Fakat bu şekillerin hayatı öğretmediğini sanar. Kör


içgüdü ve tahlilci zekâ derin Sürekliliğin bir katından ibarettir; bu derin Sürekliliğin içine dalmak mümkündür. Evrimi oluşturan öncü sebepleri def edip, hayatın zengin realitesinden de ilgisini kesmiş, çıkarsız (desinteresse) hisleri harekete geçirdiğimiz zaman, Bergson'a göre, ruhi hayatın en üst noktası ve daha önce bahsetmiş olduğum Sezgi imkân dâhiline girer." (s.104). Dönüp dolaşıp gene geldiğiniz nokta Sezgi olur. Hayatın evrimi bir olay, bir amaç. Biz onu zekâmızla anlayamayız. Sezgi lazım. Gene "abdallık", "çilekeşlik" ve içe bakış lazım. Maddeci hedeften kalkarak dünyadan el etek çekeriz. İnsan,dünyasından ve ahiretinden geçti mi, bize hayatın sırrını öğretecek olan Sezgi, adeta Allah'ın güzel yüzü gibi ortaya çıkar. Hayatın amacı da hemen hemen bu: Yarattıklarına kendi tatminini ve sırrını tanıtmak!


DETERMİNİZM, (İRADE,

İNDETERMİNİZM

HÜRRİYET VE

Bilinir ki, determinizm

konusu,

neden ve amaç konusunun

insan

KOMİK)

bütün varlıklar hakkındaki hayatına

uygulanması de-

mektir. İnsan, bir takım faaliyet ve hareketlerde bulunur. Bu hareketlerinde: 1- Bizce bilinen veya bilinmesi zaman meselesi sayılan reel bir takım sebeplerle mi insan hareket eder? İnsanın iradesi, daima zihin veya harici bir nedenle mi yetinir? Buna evet demeye determinizm:

Belirlenimcilik ismi verilir.

2- Bir de insan hareketlerinde, böyle belirli sebeplere bağlı olmayarak hüküm süren, birer zat gibi mevcut bulunduğu iddia

edilen

bir irade tasavvur edilir.

Bu

irade

ister "irade-i

cüz'iye" yani insanın kişi olarak sahip olduğu bir kuvvet, ister "irade-i külliye", yani insanın elinde olmayarak kaderine hükmeden kuvvet olsun, belirli değildir. Serbest değil, kendi kendisine bağlıdır. Böyle demeye de indeterminizm: gayrı belirlenimcilik denir. Bu konunun sonunda hürriyet meselesi ortaya çıkar. İnsan iradesi hür müdür, değil midir? Hür olabilir mi, olmalı mıdır? Olamaz mı, olmamalı mıdır? Ve ilh. Bu hususta Bergson ne düşünüyor? Birçok ve hatta belki de bütün noktalarda olduğu gibi, özellikle irade ve hürriyet konularında da, Bergson fikirlerini anlatmış olmaktan ziyade, anlaşılmaya muhtaç bir şekilde ortaya atar. Meselede ne dediğini açık belli etmez. ve

sözünün

Her dediğinin de kendisi farkında olmadığını

düşüncesine

uyamayacağını

bildiren

bu

artist,

oyuncu filozof, irade gibi büsbütün sosyal alana giren önemli bir konuda elbet adamakıllı karanlık kalır.


İrade hakkında Höffding üç tarif yapar: 1- İrade mistik bir kuvvettir:

Fizyolojideki

hayat kavrayı-

şı gibi. 2- İrade plan yapıp, karar alma yetişidir. Karardan önce mevcut şıkları değerlendirkten sonra, bunlardan biri seçilir. O zaman bu irade, psikolojik unsurlardan ayrı bir kişilik gibi gözükür. 3- Bizzat Höffding'in kabul ettiği tarif: "İrade, hayatın ilk ifadelerinden başlayıp refleks hareketler ve içgüdüden gelme nedenlerle,

niyet

(desseins)lere,

planlara

ve

karar

suretlerine

götüren bütün bir sıra olayları içerir. Bergson'un iradeyi anlayışının da buna yakın olduğunu söyleyen Höffding, yalnız Bergson'da anı psikolojik hayata merkez sayılınca işin karıştığına dikkat eder. Aslında sorun, iradenin lastikli tarifinden ziyade, onun belirli veya belirsiz olup olmayışındadır. Bergson, orijinal görünmek için, gene her iki tarafa da vurmakla işe başlar: 1- Deterministler yanılıyor: Çünkü "deterministlerin özelliği, sebeple sonuç arasında,

mekanik ve zahiri

bir kupür (kesik)

yapıp, çeşitli gerekçeleri birbirlerine karşı, karşılıklı, bağımsız ve yalnız birer unsur gibi göstermelerinden ibarettir." (s.116). Fakat

arayan

deterministler

kimlerdir? Bergson'a göre bütün deterministler.

Hâlbuki Höff-

ding

bu

mekanik ve

mutlak sebep

bile işin öyle olmadığını fark ederek der ki:

"Bergson'un

eleştirisi, irade hayatında nedencilik kanununun değerini kabul eden bütün teorileri hedef tutmaz." O halde determinist midir? Hayır. Çünkü şarta bağlı determinizm olamaz. 2-

[İndeterministler yanılıyor,

'illüzyon' vardır.

Onlar irade

çünkü "indeterministlerde

eylemlerine

mutlak

bir

başlangıçlar

farz ve kabul ederler. Dolayısıyla bu eylemleri bütün psikolojik hayatla

birleştiren

connexiteden

dışarıya

çıkartırlar."

(s.116)][*] Yani Bergson'un indeterministleri beğenmeyişi, onların

iradeyi görünür ve harici

kavramalarından, yani

iradeyi,

maddenin içinde gizlenmiş hayatın bir içe dönüş hali saymayış[*]

[Bu p a r a g r a f ı n üzeri m e t i n d e K>v>k>m> taraf>ndan k a r a l a n m ı ş . Y . N . ] .


larından ibarettir. Bergson'un derdi ise, hayatı nasıl maddenin içinde gizli bir Tanrı kılığına soktu ise, iradeyi de, bu hayatın içinde pusu kurmuş bir kumanda merkezi haline getirmektir. Gerçi Bergson, psikolojik hayatın determinizmini baltalamak için, insan fiillerini önceden görmek imkânı olamadığı varsayımından yola çıkar. Bu konuda iki iddia yapar: a) "İnsanın eylemleri, astronomi olayları kadar açıklıkla önceden görülemez." (s.117). Gerçekte her şeyi mekanik ilmindeki matematiğin insan psikolojisine aynen uygulanması iddiasına kalkışmamıştır. Özellikle, tarihi materyalizm, insan fiillerinin ne kadar grift bir sosyal ilişkiler bütünlüğü içinde varolduklarını en çok ısrarla gösteren bir determinizm kabul eder. b) "İrade sonuçlarına

başvurmak yoluyla

başkalarının

ruh

durumların etkileme" (s.117)

imkânı olmadığını söyler. Yani

Bergson

insanların

(Höffding'le birlikte),

pratiklerine bakarak

anlayışlarını kestirmek mümkün olmadığından, iradelerin nasıl belireceğini öğretirsek de mümkün değildir derler. Bu ikinci nokta, bütün filozoflar gibi Bergson'un saptaması, irade ile onun mutlak bir insanda, mutlak bir irade zerresine göre araştırmış olmasından ileri gelir. Bütün bu zırva âlimlerine göre insan, sosyal kategorisine göre psikolojik varlık değil, bütün öteki hayvanlar karşısında, toplumda işgal ettiği mevki ve oynadığı rol ne olursa olsun, "istisnai mahlûkat" [sıdadışı yaratık] sayılan

sıfatıyla

bir

kişilik ve

bütünlüktür.

Bir

kere

böyle

insanlarda, ondan sonra yapılan gözlem gösterir ki,

her sebep aynı iradi sonucu veriyor. Yani çeşitli etkilenmeler karşısında, çeşitli kimseler başka başka karşı tepkilerde bulunabilirler.

Hâlbuki

determinizm

olması

için:

Herkeste

aynı

nedenlerin aynı sonucu, aynı etkilerin aynı tepkileri yaratması gerekir ve ilh.

Bu mantıkla yürüyen burjuva filozofları, fatal-

man iradenin indetermine olduğu kanaatine varırlar. Hâlbuki, Çünkü

doğru

sorun

bir gözlemden

yanlış

sonuçlar çıkarılıyor.

mekanik ve soyut bir şekilde

konuluyor.

Aynı

sosyal olayın, bir insan için mutluluk, ötekisi için felaket gibi görünmesi

bir gerçektir.

Buna

Bergson'un

hoşlandığı edebi-


yattan ve üzerinde durduğu "komik"ten

bir örnek almak için

Moliere'in

Eleştirisi"

meşhur

"Kadınlar Mektebi'nin

isimli

ko-

medyanın fuayesindeki ciddi tartışmaları hatırlayalım. Eleştiride Kadınlar Mektebi komedyasını nasıl

bulduklarını soranlara

Marki ile Dorant, şu zıt cevapları verirler: Marki:- "Doğrusu ben onu iğrenç buluyorum vallahi. İğrenç, iğrencin iğrenci, iğrenç dediğin işte budur." Dorant:- "Ben ise azizim Marki, bu hükmü iğrenç buluyorum." Aynı piyes hakkında

bu derece "karşı fikirler"e sebep ne?

Komedyada herkes birbirini zevksizlikle itham eder durur. Yalnız aynı diyalogun bir başka yeri, bize esrar perdesinin adeta bir kıyıcığını kaldırır: Marki:- "İmanım hakkı için! O eserin iğrenç olduğunu teyid ederim." Dorant:- "Teyidiniz burjuvaca değil." Yani burada aynı eser hakkında zıt hüküm veren iki insan, iki zıt sınıftandır: Marki, derebey zevkini; Dorant burjuva zevkini temsil ediyor.

17. asır sonlarında, bu iki sınıf, Fransa'da

birbiriyle taban tabana zıt bir durumda

bulunuyorlardı.

Elbet

zevkleri de zıt olacaktı.(*) Bunu, tartışmanın biraz daha kızıştığı sırada, bizzat Markinin ağzından dinleriz. Dorant, Marki'den ister: Dorant: - "Fakat hele bize de öğret, komedyadaki hataları bize söyleyemiyor." Marki: - "Ne bileyim ben? Yalnız ben onu dinlemek zahmetine katlanmış değilim. Lakin nihayet, Allah beni kör etsin ki, bu derece kötü bir şeyi hiç vakit görmeyeceğimi iyice biliyorum." Bu delilsiz gerçekleşen ithamla alay eden Dorant'a

(*)

Gerçi

tabir lügatte sin

Moliere'deki " b u r j u v a c a " "vulable caution",

değerli,

kelimesi la caution bourgeois d e m e k t i r . "teyid" anlamına

gelir.

Moliere'de değerli kelimesiyle " b u r j u v a " kelimesi m ü t e v a f ı k :

ç i y o r . Y a n i Moliere,

karşı,

Bu

A n c a k dikkat edilU y g u n olarak ge-

ilmi bir surette, z e v k l e r d e k i z ı d d i y e t i n sınıfi m a n a s ı n ı bilmedi-

ğini a n l a t a m a d ı ğ ı halde, s a n a t k â r ciddiyetiyle m e s e l e n i n bu o l d u ğ u n u s e z m i ş gibi.


Marki'nin

cevabı,

tarihi

materyalizm

için

şaheser sayılacak

düşüncedir: Marki: - "Parterin [halkın oturduğu sıralar] tiyatroda yaptığı devamlı kahkahaları gördük yeter:

Eserin hiç değeri olmadığını

kanıtlamak için başka hiçbir şey istemem." Doğru!

O zaman

burjuvaların

bile dâhil oldukları tiers etat

[soylular ve papazlar dışında kalan halk] tarafından alkışlanan bir eseri derebey nasıl beğensindi? Şu halde, insanların sınıf, zümre, kültür ve ilh. farkları göz önüne alınırsa, elbette irade görünüşlerinde de birer belirlilik bulunur:

Lakin bütün Markiler değilse bile, Markilerin derebeyliğe

en sadık olmuşlarından ekserisi, şüphesiz Moliere'i iğrenç sayacaktır. Derebeyler sınıfı içinde, muhtelif Marki, kont, dük küçük asil ve ilh. zümrelerinin de birbirlerinden az çok farklı, fakat zümreleri için ortak irade tepkileri vardır ve ilh. Bu gibi akıllı insanların, adeta

irade pratikleri göstermesi

determinizmin yokluğunu değil, aksine kuvvetle var olduğunu gösterir.

Bu sonuçlara göre, karşı tepkilerdeki başkalık,

aynı sebeplerin, çeşitli

bünyelerde, yaptıkları çeşitli etkiler-

den ileri gelir. Adeta

Freud'un "akt manke"[*]lerine benzemeyen

bir "açık

kelam" ile alt bilinci ona, markiye karşı burjuva zevkinin çıktığı söylenmiş oluyor. Buradaki,

Bergson'un " k o m i k " konusunu

nata dair savurduğu

bir yanlış hükmünü

karıştırırken, sa-

ister istemez hatır-

lamalıyız. Ona göre, ruhi durumları anlamak için artist olmak lazımdır. Çünkü onlar bir tül, bir abajur tülüdürler. Bergson'a göre: "Bereket versin ki, güzel sanat bu tülü kaldırarak varlığı ilkel orijinalliği içinde gösterebilir. Zira sanat, pratik zaruretlerden ve bunların etkilerinden kendisini kurtarabilmiş olan ruhun eseridir." (s.119). [*] günkü

Akt (24

manke: Nisan

Davranış sürçmesi

Davranış

1971)

sürçmesi.

bölümünde

olarak açıklıyor.

bu

[Y,N,]

Kıvılcımlı terimi

"Yol

Anıları'nın

kullanıp,

daha

Parantez

ilk

içinde


Yani Bergson, bütün insan ruhi yetileri gibi: Güzel sanatı da "pratik zaruretlerden ve kuvvetlerin etkilerinden" uzak göstermeye heveslenir. Hâlbuki, Moliere'in bu küçük örneği bile bize, artistin en çıkarsız, tarafsız bir ilham temsilcisi sayıldığı o devirlerde bile, nasıl farkında olmadan bir sınıfa taraf, öteki sınıfa zıt çıktığını gösteriyor. Bu hal, her şey, her insan faaliyeti gibi güzel sanatın da zemin ve zamana göre daima "pratik zaruretler"e, sıkı sıkıya bağlı olduğunu anlatmıyor mu? "Komik sosyal bir eser yapar. Sosyal hayatla şartlanır. Gülmek,

daima

ancak bir grubun

gülmesidir."

(s.121)

fikrinde

olan Bergson, bu gözlemine rağmen, hala sınıfı pratik zaruretsiz nasıl sayabilir? "Gerek

determinizmi,

gerekse

indeterminizmi

reddeden

Bergson necidir? Yukarıda tartışmıştık:

1 - Batıniyatçı, 2 - Mazici.

1 - "Temelli ben" (batın): "Ruhi hayatların en içe dönük, en kişisel, en orijinal (asli) olan şeyi bizden gizlenir." (s.119). "O kadar çok kereler gizli bulunan, fakat kişiliğimizin bağlantısını yapan bu ruh durumu temelli ben" (s.114)dir. 2 - Hafıza (geçmiş): İrade, bu derin temelli benin eylemidir. "Bütün ondan önceki hayatın tarihi bu gibi pratiklerin belirginleşmesinde etkili olur." (s.114). Şu

halde, böyle bir iradede hürriyet ve hürriyetsizlik nere-

den gelir? "Bergson'u irade psikolojisine sevk eden şey iradenin 'hürriyeti' meselesidir." (s.113). Bu meseleyi açıklamak için, Bergson bir psikolojik zıtlığın gözleminden "iç reel hayat ile (sosyal ilişkilerin ve pratik hayat gereklerinin meydana getirdiği) dış alışkanlık ve şekilleri arasındaki temelli düşüncesi(s.119)nden yola çıkar. Asıl benlik, iç reel hayattır. Öteki dış şekil ve alışkanlıklar bir kabuk gibi iç hayatı sararlar.

Fakat kuvvetli bir irade darbesi

bu kabuğu çatlatabilir: "Yüzeysel bir gözlem ancak, az çok çatlak bir kabuğun farkına varır. Hatta böyle bir kabuğun oluştuğu yerde bile, içinden 'temelli benin kendisini ifade ettiği' enerjik bir irade kara-


rı oluştuğu vakit bu kabuk çatlayabilir." . "Aşağıdaki ben (le mai d'en bas) yüzeye çıkar ve alışkanlıklar ve gelgeç arızalarla çelişki haline geçer.". İşte "ancak, bu benin eseri olan bir pratiğe hür denilebilir." (s.114). Şimdi, bu kanaatlerine göre Bergson'a determinist diyebilir miyiz? "Zahiren" a sa façon [kendince ] o da

bir determinist

gibi görünmek isterken, "görünüşte esbab-ı mucibe [gerekçe] olan imalar izahlarını bulurlar." (s.115) kanaatini besler. Fakat bu açıklama determinizm midir? Bunu anlamak için, söylediklerine biraz yakından bakalım: 20.

asırın filozof ve psikologları,

kutupların

keşfedildiği

bir

asırda beyinden bazı katları keşfediyorlarmış gibi, insanın ruhi hayatını

ikiye

bölen

çelişkilerinin, sosyal

bir

bünyeyi

zıtlık

keşfederler.

Kapitalist

çatırdatacak dereceye eriştikleri

bir devirde, bu çelişki keşifleri tesadüf değillerdir. Hatta tamamıyla yerindedir. Fakat bu tezatlar karşısında burjuva filozof ve psikologlarının tavrı, kurna

meşhur "evreka"cı filozofun, tası tarağı

başına atıp, çırçıplak hamamdan dışarıya

uğrayışından

farksızdır. Bu tavrın fikriyatça ifadesi şu olur: 1 - Ruhi hayatın zıtlıklarını karşılayamazlar. Onu, insan ruhuna has olup, şimdiye kadar nasılsa keşif edilememiş bir doğal keşif sayarlar. 2 - Sonra, bu açıklanmış, yani yanlış elde edilmiş gözlemin üzerine - k ü p üstüne

küp kor gibi-

bir takım temelsiz inşaat

kurarlar. Hele, aynı meseleden sosyal sonuçlara doğru kazaen ilerlemek istemeye görsünler, bucağı

artık sübjektif yorumların

ucu

bulunamaz.

Mesela Freud, insan ruhunda bir bilinç, bir de bilinçdışılık bulur.

Freud,

bilinçle bilinçdışılık arasındaki zıddiyeti sırf "libido"

ile izah ettiği için tek taraflı kalmaya mahkûmdur. Fakat o, hiç olmazsa, bir klinik âlimi sıfatıyla ve hakikaten ciddi bir ilim keşfi yaptığı için, kendi sahasında iyi kötü mantıki kalabilir. Sosyal konklüzyonlara [yargıya, sonuçlara] kalkışmadığı sürece olumlu gözlem ve yorumları, psikolojiye az çok ilmi isabetler verir.


Bergson'a gelince, O, psikolojinin ve ilimin üstünde, mutlak gerçekler ekzakt teoriler kurar. Ve insan ruhunun o çelişkisini, metafiziğe bir destek yapmayı ister.

Freud'daki "şuur", Berg-

son'da "tin şekil ve itiyatlar" ismi altından "gel geç" arızalar kılığına

dejenere ettirilmiştir.

Freud'un "bilinçdışı" dediği şey,

Bergson'da "temelli ben", "aşağıdaki ben" isimlerini alır. "Tin şekiller" hiç, "temelli ben" hep sayılır. Bu çelişkiyi açıklamada Bergson - Freud'un "libido"su yerine - "hayat hamlesi" veya "reel hayat" gibi terimlere başvurur. Bu kısa karşılaştırmadan sonra, Freud'u ayrı bir esere bırakarak asıl Bergson'a dönelim. Bergson,

bugünkü

sosyal

insanın

içi

ile

dışı

arasındaki

çelişkiyi kelimenin mutlak anlamıyla ele alır. Ona göre, insan ebediyen çelişkye

böyle

idi

ve

neden, "sosyal

daima

böyle

ilişkiler ve

çelişkili

kalacaktır.

Bu

pratik hayat gerekleri"ne

karşı "temelli ben"in karşı koymasıdır. Fakat "temelli ben", ve "pratik hayat gerekleri" niçin birbirine zıttır? Tarihi materyalizme göre neden meydanda: Bugünkü toplumun ana tezadı olan sınıf karşıtlığı,

insan

psikolojisinde de etkilerini yapmış,

hayatı da sosyal hayat gibi ikiye bölmüştür. açıklamadan

korkan filozof, gözlemini

ruhi

Fakat bu

basit

sınıf karşıtlığına

karşı

bir hüküm olarak açıklayamaz. Asıl iradenin, bu temelli benden geldiği zaman hür olacağını söylemekle yetinir. Bu kanaate göre, temelli ben doğal hayat, dış kabuk ise sosyal hayattır. Ve insan ancak, doğal hayatın emrettiği hareketlerde bulunursa hürdür. Hâlbuki insan için, sosyal hayat da doğal bir hayattır. "Temelli ben"in içinde, yalnız hayati olaylar değil, "sosyal ilişkiler" de izlerini bırakmıştırlar. "Temelli ben"i, sırf tabiî saymak, onu bütün sosyal ilişkilerden soyutlamak, insanın içinde bir maymun ruhunun bütün ilkelliği ile yaşadığını ve kendisini genel ve sosyal ilişkilere karşı savunduğunu farz etmek olur. Gerçekte böyle bir varsayım ancak maymun zekâsı yerine, organik içgüdüyü öven Bergson felsefesi için gayet mantıkidir de. Fakat olan bitenler için asla.


Her insan, her sosyal ilişkiye karşı benliğinde bir zıtlık duymaz. Aksine,

birçok sosyal

bağlandığı şeylerdenmiş.

ilişkiler,

insan

benliğinin şiddetle

Hangi sosyal ilişkilerin, hangi insan

kategorilerine hoş ve hangilerine nahoş geldiğini tayin etmektedir.

Mesela, hür iş gücünün ücretle çalıştırılması bir sosyal

ilişkidir.

Kapitalistin "temelli ben"i, bu ilişkiye bayılır:

Çünkü

işine geldiği zaman istediği kadar işçiyi iş pazarından tedarik edip, lüzumsuz hale geldikleri vakit kapı dışarı etmek bu sayede mümkündür. Fakat işçilerin "temelli ben"i, bu kuşkulu, istikrarsız ve yoksul ilişkiden muzdariptirler. olduğu

sürece,

kapitalistin

iradesi

kemal-i

Ücretli iş mevcut hürmetiyle

faal

olur: Fabrikalar açar, kârlar ve müreffeh bir hayat temin eder. Hatta bu sebeple tarihinde burjuva çağı, "liberalizm" ismi altında hürriyet çağı gibi ilan edilmişti. Fakat bu burjuva liberalizm çağı, işçi sınıfı için emir kulu kölelik devri oldu. Kapitalin kârı için, ücretli iş ilişkisi devam ettiği sürece, işçilerin iradelerini hür olarak kullanmalarına imkân yoktur: Günde 7 saatten fazla çalışmayacağım, kuru ekmek yemeyeceğim ve ilh. diyemez. Ve diyemediği için, iradesi hür olamaz. Demek, aynı sosyal ilişki, bir sınıf insana hürriyet verdiği halde, öteki sınıf insanlara aksine hürriyetsizlik veriyor. Bir ilişki sırf sosyal olduğu için, onun gereklerinden ileri geldiği için, insan iradesine ket vurmaz. Tabii bezirgân cemiyetin bütün hayat kanunlarıyla, bütün sosyal ilişkilerini insan benliğine zıt saymak, dediğimiz gibi, psikolojik (nispeten insani) bir hezeyandır. Onun için, bu yanlış prensiple hürriyet kavramını açıklamaya kalkışan Bergson, zaruri olarak şekilsiz neticelere varır: 1 - Hürriyet: "Karakterimiz demek biz demek ve eylemlerimiz ancak kökleri orada olduğu zaman hürdür." 2 -

Hürriyetsizlik:

"Bu

anlamda

hür eylemler nadirdir ve

hürriyetin çok dereceleri vardır. Gündelik eylemlerimizden çoğu, bu anlık telkinlere veya alışkanlıklara bağlıdırlar." (s.115). Hareketlerimizin kökü, karakterimizden gelirse hürmüş! Söz olarak parlak. Fakat bu gözlükle "karakter" tabirinin her âlem-


de başka anlama geldiğini ve bazen birbirine zıt denecek derecede ayrı tarifleri bulunduğunu göz önüne getirirsek, hürriyet tarifinin lastikli bir oyuncaktan ibaret kaldığı belli olur. "Hür insan nadir"miş; elbette. Bugünkü toplumda o mevcut sosyal ilişkilerle bukağılanmış iradeler çoğunluğu teşkil ediyor da onun için nadirdir. Hürriyetin, sınıf ve zümre farklarına göre, "birçok dereceleri" olduğu da muhakkak. Ancak bütün alışkanlıkların insan benliğine, birliğine zıt oluşu anlaşılır şey midir? Esrarkeşlik veya sigara

içmek bir alış-

kanlıktır. İnsan sağlığına ve maneviyatına zararlı olduğu için, insan iradesini bozduğu için, bir hürriyetsizlik sayılabilir. Ama her sabah normal bir spor yapmak, düzenli ve programlı çalışmaya alışmak niçin insan hürriyetine karşıt olsun? Özetle, sonuçta Bergson'un bütün tekerlemeleriyle ayrı ayrı uğraşmayalım.

Her yerde tekrarladığı fikirler, burada da mis-

tisizmin esasını teşkil eder: Zekâ, insan iradesine etkili olursa hürriyet kalkar. Ancak Bergsoncu bir Sezgiyle özüne erişilecek olan derin geçmişin yadigârı "temelli ben"den geldiği zaman, "bütün şahsiyetimiz titremeye mecbur olup, çok kere atıl ve uyuşuk kaldığımız vakit"

(s. 115)

temelli

benlik kendini

hür

olarak gösterir. Hürriyet içindeki akla vecd ve istiğrak [kendinden geçme] gerek! Bütün

bu sarsak fikirlerini açık görmeyip de,

Bergson'dan

hürriyeti tarif etmesini istersek: "Temin eder ki, "hürriyet" kavramını tarif etmek tehlikelidir, zira, bunu yapmakla, insan determinist olmaktan kendini alamaz." (s.116). Şimdi ise öteki, Höffding diyor ki: İdealcilerin daima çöken sermaye felsefesi determinizm, bu sebeple "hürriyet kavramını tarif" bile etmeyi "tehlikeli" sayarak iflas borusunu

kendi

eliyle çalmış olmuyor mu? Ve sizin felsefe nihayet, işi komikliğe döker. Sosyali, komik bir şey gibi göstermek için, komiğin sosyalliğini itirafa mecbur kalır. "Gülmenin Psikolojisi" konusu özetle budur.


"Komik, esas

itibarıyla öteki

insanların gözlemleri

üzerine

inşa edilir. İnsan, hatta kendi kendisinde arasa, hiçbir gülünçlük bulamaz. Zira, biz ancak kendi bilincimize yabancı kalan kişiliğimiz yönünden gülüncüz." (s.120). Kanaatini söyleyen Bergson, bu kanaatiyle sadece kendi gülünçlüğünü niçin göremediğini anlatmış olur. Yoksa yalnız gülünçlük değil, insan psikolojisinin daha nice görünüşleri vardır ki,

afakîdirler,

Marks'ın

insanın

benzetmesi

ile

kendi

kendisine

pek

metalar kıymetlerini

gözükmezler.

birbirleri

içinde

gördükleri gibi, insanlar da birbirlerine ayna olurlar. Fakat bu ve

bundan evvelki çeşitten

iddialara

dayanarak

şöyle değerlendirmelere yol açar: "Gülünç şey, artık çok geniş bir toplumun alışkanlık ve fikirlerine tezat halinde olmaktan ibarettir ve bununla beraber şurası

tamamen

muhakkaktır

ki,

sertleşmeyi,

kabuklaşmayı,

gülme objesini oluşturan çok büyük bir çoğunluğu "toplum"dur. Toplum,

bazı

kurallara ve

uyulmasını o kadar ister ki, en sonunda

bazı

itibarıyla,

harici şekillere

insanların

kişiliğini

bozmaya varır. Fakat diğer yönden artık yeni yeni davalar, yeni yönlerde mesai olmayacak bir biçimde, insanlar sırf makine, her şahsi faaliyeti kaybetmiş, sırf alışkanlık mahlûkları haline gelir ki, beni görmekle rahatlamaz. İşte bunun için toplumun hedefinde olan komik, sosyal bir alettir." (s.121). Burada tasavvur edilen toplum, mutlak surette tekmil [bütün] insan projesi değil, Bergson'un içinde yaşadığı tekelci kapitalizm çağına ermiş tarihi bir toplum şeklidir. Sertleşme ve kabuklaşma ile "çatlak kabuk", bu toplum içinde hâkim olan finans oligarşisidir ve şüphesiz bu oligarşi komiktir: büyük çalışkan mesai"

insanlığın

istemesine

emsal

"yeni olmak

yeni

Emeğin ve

davalar, yeni yönlerde

istediği

nispette

gülünçtür.

Fakat komik bundan ibaret değildir. Toplum kendi kendisine, hem makineleşmeyi isteyip, hem de onu komik kılmaz. Burada komik, kendilerini makineleştirmek isteyen bir avuç finans mütegallibesine karşı, insanların ilk samimi isyan ilanıdır.


Ve biz, muazzam Batı Medeniyeti üstünde, Bergson felsefesi gibi demagojileri gülünç bulurken, sadece onların etkilerine karşı ilk karşılığımızı vermiş oluyoruz. 06-09-1936


KİTAPTA GEÇEN

KİMİ KAVRAMLARIN

KARŞILIKLARI A g n o s t i s i z m (Bilinemezcilik) ve

H.

Spencer'in

le

bileceği

Tanrı,

konularla

varlığın

Ampirizm vunan neyden tisinin

özü,

sınırlı

temeli,

Amel

:

Her

:

gibi

kurucusu

Bilginin

sürer.

ancak zihnimizin

Bu

akıma

göre,

güven-

salt v a r l ı k ,

metafizik sorular bilinemezler.

Bilgimizin

hiçbir ş e y y o k t u r .

(emperizmin)

kinleşme

anlamı

ileri

Bu öğretiye göre bütün

gelmeyen

H u m e , J. S.

olduğunu

(Deneycilik)

öğreti.

: Y e n i İngiliz f e l s e f e s i n d e H. T h o m a s Huxley

oluşturdukları felsefi akım.

biricik k a y n a ğ ı n ı n

deney o l d u ğ u n u sa-

bilgilerimiz d e n e y d e n Yeniçağ

Locke'dur.

felsefesinde

Başlıca

gelir;

zihinde de-

deneyci

temsilcileri:

F.

bilgi

öğre-

Bacon,

D.

Mill. 1-

(Skolastik felsefede) Aristoteles'in

kavramının

değişme:

Tamamlanmış

Energeia=

g e r ç e k l e ş m e , et-

çevirisi.

a)

Olanaklı,

durumda

b)

olabilir.

Tamamlanmak,

Aristoteles

bu

gerçekleşmek

durumunu

üzere,

c)

Energeia

olarak

tek tek davranışları;

edimin

belirtir. 2-

(Yeni

(amelin)

felsefede)

varlığı

Her e d i m i n

önünde

bilgilerden

:

bir ş e y i

doğuştan

:

zorlayan

20.

Spinoza

taşıyan"

m e t a f i z i k bir ç e r ç e v e d e

k a v r a n ı l ı r olur.

amaç edinme vardır.

gelen

bir t a k ı m

bilgi ve k a v r a m l a r d ı r .

1798-1857 yıllarında y a ş a m ı ş Fransız D ü ş ü n ü r ü .

ileri s ü r e r .

(Benedict)

açıklamak şerefini

larını

ancak gerçekleşmede

(olguculuk) akımının öncülerinden. İnsan

ce olgular o l d u ğ u n u Baruch

eyleminin

dayanır,

D e n e y d e n ö n c e olan. İ n s a n z i h n i n d e d e n e y l e k a z a n ı -

ö n c e var olan,

A u g u s t e C o m t e (Kont) Pozitivizmin

bilinç v e

bir ş e y e y ö n e l m e ,

A p r i o r i (Önsel, Aklî) lan

İnsan

gerçekleşmeye

asrın :

filozof

deyimiyle (1632-

bir m a d d e c i

büyük düşünürlerdendir.

için o l u m l u o l a n ı n s a d e -

idealist a k ı m l a r ı n ı e t k i l e m i ş t i r .

Engels'in

Hollandalı

kalmış etkin

bütün

olan

"dünyayı

1677).

dünyayla

Zorunlu

Spinoza,

çağının

olarak sınır-


Bizatihi

şey

(Kendinde

kendi

b a ş ı n a var olan

şüdür.

K e n d i n d e şey

Désintéressé yan,

:

şey)

şey.

:

Bilen

Kant'ta;

bilinemez

Yarar gözetmeyen,

Derûnî m u r â k a b e

Deymumet

Felsefede: için

yoktur,

Ayrı

tarafından

Süreklilik)

:

ögelerden

kurulu

Her y e r d e

Genel

para

karşılığı

olma-

kesip iç a l e m i n e d a l a r a k

anlamda

olmayan

sürekli

Antikçağ Yunan

kurulu

düşünce

temellendirilmiştir.

bir

kesintisiz

gerçeklik

bir g i d i ş v a r d ı r ,

bir i ç i n d e ö r ü l m ü ş t ü r . :

üzerine

çıkar g ü t m e y e n ,

olarak sü-

olma.

kullanılır.

Elea O k u l u celeri

olarak

görünü-

yönelmesi.

(Continuite,

her ş e y ,

bağımsız

yapılan.

Kişinin dış d ü n y a ile ilişkisini

hissettiği Allah'a

rüp g i t m e , s ü r e k l i

uzay

:

bilinçten

kalır.

nesnel, yansız, yan t u t m a d a n

özünde

özneden,

bize v e r i l m i ş o l a n , ş e y i n y a l n ı z c a

kurma.

doğada

Özellikle

hiçbir s ı ç r a m a

(Devrimsiz evrim).

düşüncesinde,

okulu.

birlik v e d e ğ i ş m e z l i k d ü ş ü n -

Ksenofones

Melissos,

ve

öğrencisi

Gorgias ve Zenon

Parmenides

tarafından

sürdü-

rülmüştür. Ekzakt bilim teori için

ve

(Teori)

bilimler.

[Sahih,

Genellikle

kullanılmasına

rağmen,

diyalektik ve tarihsel

yandığı

için

ekzakt teori ve

Francis

yandan dan

Herbert

(tekçi)'tir.

kavramların

Gnozeoloji kökenini,

ran

f e l s e f e dalı. Gorgias

tem

:

olarak

(1846-1924)

zihinden

Antikçağ

fizik)

Bu

ba-

kesin v e r i l e r e v e ö n e r m e l e r e d a -

:

İngiliz Y e n i

bilme s ü r e c i n d e n

İdealist filozof.

bağımsızlığını

bağımsız olarak varolduğunu Bilgi

kuramı)

kaynağını, yöntemini,

benimseyip

mekanik,

bilimsel olmak yeter.

savunur.

MoBir

b i l i m l e r i n i t e m e l a l m a k g e r e k t i ğ i n i s ö y l e r k e n , öte y a n -

(Epistemology,

sını,

gerçek önermelere dayanan

bilimdir.

içeriğinin

doğayı ve doğa

Kesin,

bilimler ( g e o m e t r i ,

m a d d e c i l i k de,

Bratlay

Bilginin

:

E k z a k t s a y ı l m a s ı için

kımdan

nist

kesin]

matematiksel

sofistlerinden. maddeye

:

Bilginin

geçerliliğini,

söyler. özünü,

Sofistler (bilgiciler)

yönelmelerine

ilkelerini, y a p ı -

olanak ve sınırlarını

karşın,

araştı-

diyalektiği

bir y ö n -

idealizmden

kurtula-

mamışlardır. Gustav Theodor Fechner (1801-1887) fiziği

kurdu.

arasındaki

"Psikofiziğin

bağlantıyı

Hads (Sezgi, doğrudan manın

tersine,

sezme,

sezip

bir

olduğu

:

(1860)

A l m a n fizikçi ve filozofu. kitabında,

duygularla

Psiko-

dürtüler

kurmuştur.

intuition)

doğruya,

kendilerinde

Elementleri"

:

aracısız bütünün gibi

keşfetme.

Bir ş e y i n

birden

bulunması bir

açan

açılması.

bakışta dolaysız bilgi;

Bir b a ğ l a n t ı n ı n

(keşfedilmesi),

dolaysız

yakalanması.

kavranması;

kavrama;

bir

birden, Usavur-

varlıkları

anda

bize

yakalama,


Bergson'da: Sezgi,

Gerçeği

kavrama

içgüdü ve zekanın

y a r a r l a n ı r , z e k a da larından

içgüdü

de uyku

kurtarır; ö y l e y s e Sezgi,

Harald

Höffding

Kopenhag

yetisi;

bir b i r e ş i m i d i r ,

h a l i n d e olan

kendi

(1843-1931)

Üniversitesi'nde

bir a n d a gerçeği

:

felsefe,

yakalama,

birden bilinci

sezip

keşfetme.

kavramada

içgüdüden

u y a n d ı r ı r ve onu t u t k u -

bilincine v a r m ı ş i ç g ü d ü d ü r . Kantçılığın

ahlak,

Danimarka'daki

metafizik ve

felsefe

temsilcisidir. tarihi

dersleri

verdi. Felsefe

çalışmalarını

beş

üzerine sürdürmüştür. mu,

değer sorunu

Höffding; dığını nin

felsefi

bakış açısını

tırma lara

oluşturan

rak ele

almayı

Henri

yeterli

kapalıdır.

Oysa,

olma-

felsefe-

belli

bu

felsefe tarihinde ortaya

bir g e l i ş i m s ü r e c i

içinde,

alanda yeni atılan

bir a r a ş -

sorunlarda,

birbiriyle

on-

bağlantılı

ola-

(1854-1912):

Metafizik dünya

görüşünde

değiştiği

gösterilecek

olursa,

madde

yok

bir f i z i k ç i

olan

kitabında "Kitlenin

demektir"

sözleriyle

: Ana tema

o l a r a k insan

bilincini

işleyen A m e -

edebiyatçıdır.

Herakleitos : Antikçağ Yunan döneminin

en

330 kısa

d ü ş ü n ü r ü . E f e s ' t e y a ş a m ı ş olan

parlak d ü ş ü n ü r ü d ü r .

ket v e d e ğ i ş i m h a l i n d e o l d u ğ u n u

Herbert Spencer

:

temelinde

Herakleitos,

her ş e y i n s ü r e k l i

bir hare-

d i y a l e k t i k b i ç i m d e ilk g ö r e n o d u r . G ü n ü m ü z d e

1820-1903 evrim

böylece felsefeye yer a ç m a y ı si ve t o p l u m s a l

olduğunu

üç

b ü y ü k eseri

risi" ( 1 7 8 8 ) v e " Y a r g ı

:

işi

biyoloji

sosyolog.

uzlaştırmayı bilimleriyle,

Evrenin temeli olarak düşünülen

:

Kritisizm akımının

yargılama

"utangaç

Gücünün

anlamındadır.

m a d d e c i " diye

"Salt Aklın

istidlal (Çıkarım, uslamlama) nuç ç ı k a r m a

Fizik v e

İngiliz

dini

ve

siya-

maddenin

öğreti.

Kant'ta

Engels tarafından

yaşamış

Bilimle

etkilenmiştir.

I m m a n u e l Kant (1724-1804) Kritik ( e l e ş t i r i )

arasında

vardır.

amaçlamıştır.

maddecilik)

savunan

yılları

düşüncesi

liberalizmden

H i l o z o i z m (Canlı

landığı

Doğa ve i n s a n d a

p a r ç a s ı k a l m ı ş olan " E v r e n e D a i r " adlı eseri, ilk f e l s e f e y a p ı t ı s a y ı l ı r .

Felsefesinin

dan

teolojik kavramların

konusundaki çalışmaları,

Henry J a m e s (1843-1916)

fu.

oluşu-

açıklamıştır.

rikalı

canlı

bağlantılar

bilim, f e l s e f e v e t a r i h .

1902 y ı l ı n d a y a y ı m l a d ı ğ ı " B i l i m v e V a r s a y ı m " adlı

kendiliğinden tezini

bilinç v e ruh

çözümünde,

temel

varlık ve evrenin

önermiştir.

Poincare

Poincare,

mantık,

eleştiridir.

Felsefe Tarihi

çözümleri,

konular arasındaki

teolojik kavramlar eleştiriye

biçimi sayılmıştır. Ayrıca aranan

bu

Bilgi v e

din v e a h l a k ,

sorunların

Çünkü

ve

konular:

açısından

öne sürer.

Höffding'in

konu

Bu

Eleştirisi"

adlandırılır.

(1781),

Eleştirisi" (1790)

kurucusu A l m a n filozo-

Metafiziğe

karşı

olduğun-

Görüşlerinin

"Uygulayıcı Aklın

top-

Eleşti-

idi.

: V e r i l m i ş bir y a d a d a h a ç o k ö n e r m e d e n so-

(edimi). Doğruluğu doğrudan

doğruya

bilinmeyen

bir ö n e r m e -


nin,

doğru

olarak

doğruluğunu çıkarılan mın

kabul

çıkarma

sonuç da

(istidlalin)

ilişkiler

geçerli

kurulmuştur.

dönüş

anlayışı

Özellikle

relativité]

olma :

İsa

içinde

dinden

ve törelerinin

suf'tan

oluşan

John

baba,

S t u a r t Mill

Pragmatizmin

Cizvitlerdi.

Hz.

itaat

belli

ise;

ve

İsa,

yola

disiplin

(kutsal

Meryem

ve

Fran-

çıkmıştır.

siyasal

kralların ve

aşırı

asırda

saf d ü ş ü n c e s i n e

ilkelerinden

Hıristiyanlığın

ruhûl-kudüsten

16.

İsa'nın

savaşları

Cizvitler,

meşhurdur.

1 8 0 6 - 1 8 7 3 yılları

kurucusudur.

arasında

Mantık alanında

mantığı

Kritisizm (Eleştiricilik)

fe

anılır.

soylularının,

da

ve

etkileri

ile

prenslerin

din

bir üste

körü

çoğu

mezheplerinde-

ruh)

meydana

İsa'nın

gelen

babası(!)

Yu-

:

y a ş a m ı ş İngiliz d ü ş ü n ü r ü .

sadece tümdengelimci

formüle edip geliştirmiş,

alana, siyaset ve ahlak alanına

t a m a k üzere,

göre,

inancı vardır.

yetinmeyip, tümevarıma ni sosyal

ise,

Çıkarı-

bir b a ş k a ş e y e

Belli ş a r t l a r a

Hıristiyan tarikatı.

da

bütün

oğul ve

:

y a n l ı ş olur.

değildir.

ile t a n ı m l a n m a .

ettikleriyle

Cizvitlerde

üçlü t a n r ı

dayanarak

önermeler doğru

sonuç da

konusu

bekâret ve

iddia

hemen

öğretmenleri

anlayışıdır.

da

Bir b a ş k a ş e y e bağlı o l m a ,

adıyla

yoksulluk,

itaat v e b a ğ l ı l ı k l a r ı y l a

tanrı

çıkarılan

T u t u c u ve s o f u

saptıklarını

ki teslis anlayışı; üçlü

:

bağlantısına

ö n e r m e ya

durumu.

derneği

öne çıkarlar. A v r u p a ' n ı n

körüne

yanlışsa,

Bir b a ş k a ş e y e b a ğ l a n t ı s ı

içinde

önermelerle

kendisinin yanlış o l m a s ı söz

J e z v i t l i k (Cizvitlik) sa'da

başka

Önce gelen

doğrudur,

İ z a f i y e t [Görelilik, göre olma.

edilmiş

işlemi.

mantıkla

m a n t ı k ilkeleri-

uygulamasıyla tanınmıştır.

K a n t ' ı n akıl ve bilginin s ı n ı r ı n ı ve o l a n a k l a r ı n ı s a p -

özellikle dogmacılığın

ve

kuşkuculuğun

karşısına

koyduğu felse-

yöntemi. M e k a n i z m (Mihanikiye)

ğunu öne

öne

süren

sürülmüş,

nizm

anlayış.

ancak en

karşıtı.

d ü z e n i n d e fizik yasalarının t e m e l olduLeukippos

biçimine

Yalnızca

ve

Demokritos

Descartes'la

madde

dünyasında

tarafından

kavuşmuştur.

Meka-

mekanik oluşumların

benimser.

Monizm neğin

Evrenin

yetkin

maddecilik değildir.

varlığını

:

Antikçağda

(Tekçilik)

yalnızca

:

Gerçekliğin

maddeyi,

Örneğin

Hegel,

yalnızca maddeyi

temeli

olarak yalnızca

ruhu

kabul

ruhun

bir

eden

ürünü

dünya

t e k bir ilkeyi görüşü.

saydığı

için

ör-

Çokçuluk

bu

anlamda

Monist'tir. Obskürantizm

(Bilmesinlercilik)

ri gerektiğini s a v u n a n görüş. celere

karşı

Ontoloji öğreti.

koyanların

kullanılan

tutumunu

( V a r l ı k bilimi)

V a r olanın kavram.

:

varlığı ve

:

Bu terim

belli

bilgileri

bilmemele-

1789 F r a n s ı z D e v r i m i y l e y a y ı l a n d ü ş ü n -

a d l a n d ı r m a k için

Varolan genel

Belli s ı n ı f l a r ı n ,

kullanılmıştı.

(yalnızca var olması

var olma

ilkeleri

üzerine

açısından) 17.

üzerine

asırdan

beri


Panteizm Tanrı

(Heptanrıcılık)

:

ile d ü n y a y ı ö z d e ş l e ş t i r e n

evren

onun yansımasıdır.

Parmenides

:

Hocası

yılan A n t i k ç a ğ Y u n a n bölünemez,

Pozitivizm metafizik ren;

deneyle

yaratıcı

güç

Ona

değişmez, :

Spinoza,

göre varlık: toplu,

bütün

Araştırmalarını

kuramsal

denetlenmeyen

olarak

soruları

olarak

kabul

edip,

anlayışta tek gerçek varlık Tanrı'dır,

K s e n o f a n e s ile birlikte Elea

(Olguculuk)

açıklamaları

etkin Bu

Önemli temsilcileri

filozofu.

hareketsiz,

Tanrıyı öğreti.

Fichte,

Schelling'dir.

Okulu'nun

meydana

k u r u c u s u sa-

gelmemiş,

sürekli,

vs'dir. olgulara,

olanaksız,

sözde soru

gerçeklere

pratik

dayayan;

olarak yararsız

olarak niteleyen

felsefi

gögö-

rüş. T e r i m o l a r a k A . C o m t e ' u n f e l s e f e y e g e t i r d i ğ i

bir k a v r a m d ı r .

Olgu, doğa

limlerinin

zorunluğudur.

(Olgu=vakıa).

evren tasarımına

P r o c e s s (Vetire) işlemlerin

belli

Akılda ğunu Yeni

gerçekliğin öne sürer.

çağda

yusal

Realizm

duğunu

akıl

(Gerçekçilik)

Descartes

apriori

:

bilgiye

bir m e t a f i z i k , y e n i temelllerini

oluşturacak ve

Platon

Ona

Descartes'in

kavramlarda

ve

eyleminin

yeniden

du-

verilmiştir.

ölçüsü

Üzerine

:

içinde

karşıt

bir

yeni

ruhbilim

birleştiren Konuşma,

önemli

zaman

felsefenin

kurmaya

yadsıyarak

yeni

Durée)

anlama

modern

eserleri

bir

olarak

babası

olarak

çalıştı.

Skolastik

araştırma

yöntemi,

bunlara

kurmaya çağdaş

İlk F e l s e f e arasında

bağlı o l a r a k d a

girişti.

Descartes

analitik

geometrinin

Üzerine

Düşünceler,

yer almaktadır.

K e n d i b ü t ü n l ü ğ ü i ç i n d e a l ı n m ı ş , sınırlı bir z a m a n belli

anlamda

bir b ö l ü m . Bergson'un

kullandığı

birbiri a r d ı n a s ü r e k s i z s ı r a l a n ı ş ı n a v e a y n ı z a m a n d a

rının

n e s n e l bir dizilişi o l a r a k k a b u l edilen z a m a n ş e m a s ı n a

rum

noktaları

ve geleceğin

rasyonalisttir.

göre doğruluk,

s k o l a s t i k f e l s e f e g e l e n e ğ i n e sırt ç e v i r e r e k

cebiri

Yöntem

Yukarıdaki

bulan

b a ğ ı m s ı z bir g e r ç e k l i ğ i n v a r ol-

bir d ü z e n e k ç i f i z i k v e b i y o l o j i ,

Felsefenin

akıp giden

doğuştan

temeli

Sıklıkla

başlayarak

kurucularındandır.

S a y r u r e t (Süre,

doğruluğun

çıkarımlarda

kavramlar ve önermeler oldu-

Parmenides,

Bilinçten

Çağının

yaklaşımını

geometri

İlkeleri

dayanan,

tümdengelimli

(önsel)

Düşünmenin

(1596-1650):

Aristotelesçi

nesnelerin

edilen

ve

kavramlarında,

Fransız filozof.

zamanda

da

görüşler.

temellerinden

parçası;

elde

görüş ve tutum.

felsefenin

aynı

O l a y l a r ı n ya

kavramları.

felsefeyi

etiğin

d ü ş ü n c e akışı.

B i l g i n i n akla, z i h n e v e d ü ş ü n c e y e d a y a n d ı ğ ı n ı ö n e s ü r e r .

değil;

bağlanan

nitelendirilen

yeni

Akılla

düşünmede

bilgisini v e r e n

benimseyen

Rene

ulaşan

bi-

gidişi.

Eski Y u n a n f i l o z o f l a r ı n d a n ,

Matematiğin

gerçekliğe

uyma

Descartes rasyonalizmi temellendirmiştir.

algılarda

Örnek:

:

değil,

g e n e l adı.

bir s o n u c a

doğru

(Akılcılık)

duyularda

öğretilerin

Belli

bir s o n u c a

Rasyonalizm ölçüsünü

:

ve yasalarına

olarak açıkladığı

zaman

içinde yittiği, d o ğ r u d a n

kavramına)

terim: şimdiki

(bilimin

karşıt o l a r a k ,

Uzaydaki noktala-

uzay ve du-

geçmiş, şimdi

d o ğ r u y a y a ş a n m ı ş olan s ü r e k l i akış.


Bergson'un tanımıyla rumlarımızın kesin

sınırlar söz

Bergson tiksel

konusu

da

da

işlevsel z a m a n

ranış

her

hayvan

deneme yoluyla başkadır,

düzeni)

dereceli devletin

(1836-1882)

okulların

eğitim

ekonomiye

20.

vitalizm,

yeni

açıklanmayacağını; bir a m a c a

bilinçsiz e y l e m ve davkazanılmazlar;

bir t ü r ü n

bu

içinde

dav-

bireysel

ö n e m i n e göre yapılan sırala-

:

Oxford'da

idealist o k u l u liberal

yapması

kuran felsefe-

politikalarla

gerektiğine

ilgilenen

inanır.

: Y a ş a m olaylarını fiziksel-kimyasal güç-

yaşam

y a ş a m sürecinin

doğru

ve

ilkesi, y a ş a m g ü c ü olaylarının

ile a ç ı k l a y a n ö ğ r e t i . nedensel-mekanik

özerkliğinin ve etkinliğinin,

ilerlemeye çalışan

Wilhelm W u n d t (1832-1920) ilk p s i k o l o j i

kendine özgü

bir y a s a s ı

19. v e

yasalarla

bir plana

gö-

bulunduğunu

: Alman

laboratuarını

psikolog.

kurarak,

1879 y ı l ı n d a

psikolojiyi

Leipzig

pozitif bir bilim

Üniha-

getirmiştir.

Y a k î n (Kesin, doğru tam ve doğru a) Öznel

şekilde

kesinlik:

katılması durumu. dur (din,

ahlak vb.).

rüşlere d a y a n a n

bilgi)

K e s i n l i k , s a ğ l a m bilgi.

Düşüncenin kişisel

Bir ş e y i ş ü p h e s i z o l a r a k

hiçbir y a n ı l m a

kaygısı

bir kanı o l a r a k i n a n c ı n

Nesnel güvenceden yoksundur. Bir bilginin

güvenilirliği,

dayanabilir.

:

bilme.

Burada

b) N e s n e l k e s i n l i k :

tılara

zamandır.

sürer.

versitesinde line

Ögelerin

pozitif katkı

bir y a ş a m a

asırdaki

:

sistemleri

Vitalizm (Hayatiye, dirimselcilik)

öne

ama

zamanı

Nesnel za-

bireylerinde kalıtım yo-

korunmasına yarayan

türünde

lerle d e ğ i l de, ö z e l

re,

bütün

matema-

nesnel

b a s a m a k l a r zinciri.

T h o m a s Hill G r e e n

Green,

öteki,

zamanla,

ölçülebilen

Bir h a y v a n t ü r ü n ü n

Meratib (Aşama

Aşamalar,

Orta

Filozofa göre,

Öznel

niceliksel zamandır,

:

bilinç d u -

değişimlerin

göstermezler.

Silsile-i

ci.

niteliksel

izlemesidir.

zamandır.

İçgüdüler öğrenilmezler,

biçimleri

farklılıklar

birbirini

bıraktığında

göre,

o l a r a k belirler.

belirlenmiş olan ve hayatın

ranış biçimi.

ma.

olmadan

Buna

da varoluşsal z a m a n , yaşanılan zamandır.

Sevk-i tabiî (İçgüdü) luyla

kendini y a ş a m a y a

biçim"dir.

ölçülebilen

Öznel z a m a n ya

man ya

"ben

aldığı

Süreyi gerçek zaman

zamandır ya

ayırır.

Süre;

sıralanışının

Bunu

bilgi t e m e l l e r i ve konu

geçerliği,

belgelere,

olmadan

bir

kanıya

kesinliği söz konusug e r e k l i g ö r m e z de.

üzerindeki nesnel gö-

çıkarımlara,

algılara, y a ş a n -


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.