Kalemsiz Dergi 29. Sayı

Page 1


“Sustu. Konuşmak gereksizdi. Bundan sonra kimseye ondan söz etmeyecekti. Biliyordu; anlamazlardı.” Yusuf Atılgan-Aylak Adam

Sevgili Kalemsizler; Yeni bir sayıyla hep birlikteyiz. Her buluşmamızda bir ayı geride bırakarak, sizleri selamlıyor ve birbirimize sımsıkı bağlanıyoruz. Bu bağlanmada köprü görevi gören elbette kelime ve cümlelerimizdir. Nisan ayına girdiğimiz bu günlerde tıpkı nisan gibi içimizi ısıtacak satırlar hazırladık sizler için. Hepimizin bildiği üzere ülkemizde kitap okuma oranı oldukça düşük. Bu duruma bir nebze de olsa katkı sağlayabilmek için dergimizde kitap tanıtımına başladık. Bu ay sizler için Seda Kamburgil; Yusuf Atılgan’dan, Aylak Adam’ı tanıtacak. Tanıtımımızdan sonra romanı alıp sayfalarında kaybolacağınıza eminiz. Kısa bir aradan sonra yine bizlerle birlikte olan İlker Ardıç, “Bir İstanbul Masalı” ile küçük bir susam tanesine İstanbul yolculuğu yaptırıyor. Yeni kalemsizimiz Resul Kemal Yılmaz; “Yazı ve Yaşam Birlikteliği” isimli yazısıyla, yazmanın tasvirini

yapıp; öneminden bahsediyor. Yazarımızın bu ay bir şiiri de mevcut. Evren Özgüner; “Ruh ile Mücadele” diyerek, insanı kendisiyle yüzleştirirken; Burcu Kılıç, “Sevmek ve Sevmek” isimli yazısıyla sevmenin ne olduğunu anlatarak çeşitlendiriyor. Bunun yanı sıra Nazlı Deveci, KorsanKalem, Muhammet Sağlam, Sonay Karakaya, İrfan Karabulut, İbrahim Öztürk de yazılarıyla aramızdalar. Özgün Kabacaoğlu; Uluğ Atasoy ve Namık Kuyumcu ile yaptığının röportajları bizimle paylaşırken, Özge Özgüner ise Scorpions’u tanıtıyor. Yine bir sayımızın sonuna geldik. Gelecek ay için görüşmeyi temenni ediyor ve iyi okumalar diliyoruz...


Edebiyat->


Kalem Diyor ki Merhaba, Duydum ki benimle tanışmak, dost olmak istiyormuşsun. Öyleyse ilk önce kendimden biraz bahsedeyim. Kim bilir, belki beni biraz daha yakından tanıyınca ve şartlarımı dikkatle düşününce bu fikrini tekrar gözden geçirirsin. Kim bilir, belki de benim dostluğumu kaldıramayan öncekiler gibi ileride uğrayacağın muhtemel bir hayal kırıklığını şimdiden önlemiş olursun. Günümüz tabiriyle bazı kimseler bana “klâvye” deseler de, ben hep klâsik ismimle hitap edilmesinden yani “kalem” olarak zikredilmekten hoşlanırım. Ben herkesle tanışırım ama herkesle dost olmam. Zira geçici heveslerle bana yaklaşanı samimi bulmadığım için onları hemen terk ederim. Onlar ise bu ayrılığın hep kendilerinden kaynaklandığını zannederek sürekli türlü türlü bahaneler öne sürerler. Dikkatini çekerim ‘mazeret’ değil, özellikle ‘bahane’ kavramını kullandım. Benimle dost olmak isteyen zahirde, yıldızlar kadar kalabalıktır, ama hava biraz sıkıntı ve meşguliyet bulutuyla kaplandığı zaman çoğu hemen ortalıktan kaybolur… Gerçekte Arkadaş, dost konusunda çok seçici davranıyorsam da benim için insanların cinsiyeti, zenginliği-fakirliği ya da fiziki görünüşünün hiçbir önemi yoktur. Yeter ki

kalplerinde bana karşı duydukları ilgi konusunda samimi ve dürüst olsunlar. Aslında biraz azim, şevk ve gayret yeter de artar bile… Eğer çağımızın vebâsı olan cam ekran hastalığına sen de yakalanmışsan; televizyon, sinema, dizi film müptelâsıysan, şimdiden söyleyeyim hiç boş yere kendini de, beni de yorma… Yok, benim derslerim var, işlerim çok yoğun, bu aralar biraz gerginim, yorgunum diyerek sürekli araya perdeler koyacaksan bu dostluk işi yatar, şimdiden söyleyeyim… Sen bana karşı ilgini eksik etme, bana hergün az da olsa vaktini ayır; ben de sana yazıyla en güzel şekilde kendini karşı tarafa ifade etme zevkini tattırayım, anlaştık mı? Yalnız, benim açlığa da fazla tahammülüm yoktur, bilesin… Hergün benim gıdamı verebileceksen hiç düşünmeden hemen gelebilirsin. Benim gıdam ne mi? Ne olacak canım, “okumak” evet, evet yanlış duymadın, hergün okumaktır. Kitap, dergi… v.s artık orası sana kalmış… Öyle uzun yaz günlerinde yok tatildi, arkadaşlarla oyun eğlenceydi diye beni ihmal edeceksen; peşin peşin söyleyeyim bu yola hiç girme! Zira ayrılığı, beraberliğinden fazla olan kimselerden hemen kalbim soğumaya başlar. Ama beni yanından ayırmaz gezi, eğlence etkinlikle-


rine beni de dâhil edersen buna neden itiraz edeyim ki… Mesela; durakta otobüs beklerken, vapurda boğazın eşsiz güzelliğini, ya da özel aracınla yoğun trafikte ağır ağır seyrederken, zihin dünyanda beni geri plana itmezsen bu beraberlik ne meyveler verir tahmin bile edemezsin. Fakat ben sana anne- baba, eş ve çocuklarından daha yakın bir sırdaş olmak isterken, sen beni önceliklerin arasına almazsan, o zaman söyler misin nasıl senin ikinci bir dilin ve etkili bir silahın olabilirim ki? Ayrıca benim vesilemle varmak istediğin başarıya ve hedefe seni nasıl ulaştırabilirim? Aklıma gelmişken söyleyeyim; benim için mekân da çok önemlidir. Balık nasıl ki sudan ayrı kalırsa yaşayamaz; ben de mekânsız yaşayamam. Hem söyler misin, geldiğim zamanlar beni nasıl bir evde ağırlayacaksın? Evin hangi semtte? Şiir semtinde mi, hikâye, roman, makale, deneme semtinde mi? yoksa diğer edebi semtlerde mi? Eğer evin şiir semtinde ise bak orası yüksek, manzarası çok güzel, havadar ve zarif yapılı evlerden müteşekkildir, orasını çok severim. Lakin biliyorsun o semt birinci dereceden deprem bölgesindedir. Eğer senin kelime ve cümlelerden oluşan evin sağlam malzemelerden yapılmamışsa daha ilk depremde, o semtte ayakta bile kalamayız bilesin... Ama durumun müsait değilse

aşağıda daha mütevazı evlerin olduğu yerlerde, mesela‘deneme’ mahallesinde yaşarız, hiç dert değil… Benimle konuşmak, ilgi çekici ve çarpıcı bir vakıa anlatmak istersen ‘hikâye’, yaz-kış daha uzun bir diyalog ve beraberlik için ‘roman’ mahallesinde yaşayabiliriz. Portre, hatıra, mizah, gezi, makale inan benim için hiç fark etmez, yeter ki sana uygun bir yer olsun… Bu sözlerimi işitip de öyle hemen gözün korkmasın… Benim dostluğum aslında son derece masrafsız ve zahmetsizdir. Biliyorsun parlak zaferler kazanmada kılıca karşı bile daha keskin ve üstün olduğumu tüm dünya kabul etmiştir. Eğer tüm bu şartlara uygunsan ve bu duyduklarına rağmen hala benimle dost olmak istiyorsan… Hemen teklifine cevap vereyim… Neden olmasın…

Serdar Üstündağ

serdar.ustundag@kalemsizdergi.com


Aylak Adam “Birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi. İçimdeki sıkıntı eridi.” Yusuf Atılgan’ın bu cümlesiyle açılan roman; hayata, topluma, insanlara, her türlü kurala karşı çıkan, hayatı boyunca bir tutamak arayan C’yi en iyi anlatan satır. Bir ismi yok C’nin. Doğmadan kendi isteği dışında verilen bir isime karşı olan roman kahramanına C diyor Yusuf Atılgan. C kalabalığı sevmeyen, iki kişilik toplumları var etmek isteyen, insanlardan uzak yaşamayı seven bir kişiliğe sahiptir. Hoşlanmadığı, kendisini yabancı hissettiği bu kalabalığın içinde, sokaklarda, pencere kenarında hep ‘o’nu arar. O, kendi benzeridir. “Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi! Bir kadın. Birbirimize yeteceğimiz, benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın.” Kimi zenginliğine, işine, çocuklarına tutunurken C gerçek sevginin peşinde. Üç oda, bir mutfak, iki çocuk hayali ile bir süre sonra aşkın yok olup gitmesine karşı çıkıyor. C farklının, doğrunun peşinde. Peki, onu bulabilecek mi? C için aşk; sinema önünde bekleyen şaşı kadının kokusunda teyzesini hatırlamak, karşılaştığı kadınların gözlerinde annesini aramak, babası gibi kadın düşkünü olmamak, bir kadının dizinde, göğsünde uyuyabilmek, C gibi düşünebilmek ve aylak olmak. Topluma aykırı, tekdüze yaşamın karşısında olan C’nin bu denli topluma yabancılaşmasının

Seda Kamburgil

seda.kamburgil@kalemsizdergi.com en büyük etkeni babasıdır. Annesini küçük yaşta kaybetmesi ve sonrasında babasının sevgi ve şefkatinden mahrum kalışı onu toplumda ikinci bir kişi olarak yaratır. Herkesten bağımsız, karamsar, her zaman düşünen, eski ve yeniyi mukayese eden, anılarını düşünürken şimdiki zamanına yön veren bir C, kendisini toplumda var eder. Eli çantalılardan olmak istemez, bu yüzden babasından kalan mirası yerken kendisine zengin değil paralı der. C, “Ne iş yaparsın?” sorusuna hiç çekinmeden “İş yapmam ben aylakım, çalınmış para yerim” diyerek hem babasından intikamını almakta hem de benzerini aramaktadır. Babasının teyzesiyle olan ilişkisini öğrenen C, babasından nefret eder. Onun gibi olmamak için çabalasa da babasına benzemekten kurtulamaz. Anne sevgisini teyzesinde gören C karşılaştığı her kadında annesinin mavi gözlerini ve teyzesinin kokusunu arar. Aslında C’nin arayışı sevgiliden çok bir anne sevgisidir. C’nin başından geçen iki aşk onun yanılgısıdır. Aradığı ne Güler’in mavi gözleri ne de Ayşe’nin kokusudur. Aradığı roman boyunca ona teğet geçen B’dir. B ile aynı sokakta, aynı plajda, tramvayda, karşı karşıya... C, eşyaya önem veren, sıradan, makyajlı, toplumun kuralları içinde bir pinokyo olan gülünç insanların içinde aradığını bulamayacağının farkında mıydı? C arayıp bulamadıkça mı kendi benliğini var edebiliyordu? İmkânsızlığın, yalnızlığın karşısında “O olmasa ben de olmazdım.” diyerek gerçek sevgiyi aramaktan vazgeçmedi. İçinden hiç atamadığı geç kalınmışlık hissi ile onu gördü, mavi gözleri vardı...


SEVDA-KÂR

Şeyma Sakallı

seyma.sakalli@kalemsizdergi.com

Saatin zamanla ilişkisini kestiği gecede, Ruhunu yitirdiği, akrebin yelkovanı kovaladığı sembolik ve rutin bir düzendeyim. Evresini tamamlayamamış bozuk pil misali durdurdum zamanı, Ve gurur duydum benliğimle, Kendimi saatin kalbi sandığım için. Sabahlar; Uyanışlar, uyanamayışlar, rüyâların yarıda kaldığı bozgunluklarla dolu gözlerimde, Gözlerimin içindeyse renkler ve görmemi sağlayan aşamalar... Dışarıdaysa insanlar, ezanlar var, Düzene secde eden insanlar da var, karşı gelenler de. Bense yine şükredip bir su içiyorum kirpiklerinin mimarisine, Atlı karıncanın üstünde düşlüyorum seni, Oyuncağına kavuşmuş çocuk gibi, gamzeleri yeni oturmuş... Şimdi dünya bana güzel. Kalabalığın monarşisine sahip olduğumdan beri özeniyorum Fransiz İhtilâli’ne, Batı dünyası gibi yeni bir sayfam olmayacağını bilsem de, Var oluyorum Nietzsche gibi yeniden. Ekmek kırıntısını yere düşürdükten sonra öpüp alnına koyan masum dudaklara muhtacız, Gizli muhtaçlıklarımız da yok değil, Avuçlarında çözülmemiş haritalara muhtacım yerimi bulmak için, Kalbine muhtacım mecaz insanlardan kaçmalıyım, En önemlisi saç teline muhtacım, sırat köprüsünü hatırlatan... Bu yüzden; senin kısık gözlerini, ince sesini bavulumuza doldurup gidelim. Kimsenin bilmediği değil, herkesin bildiği yerlere gidelim, Gitmenin sadece kara parçası değiştirmek olmadığını söyleyelim, Söylemler içindeki anlam trafiğinden bıkkınsan eğer, Ses tellerimiz bir olur tüm insanlara masal anlatır, Herkesi -mış’lı serüvenlere bağlarız, Roman ve hikâyeye ihanet edip, Decameron’u unuturuz. Çünkü biliriz ki bu bizim davamızdır, Dava dediğimde silah ve kan gelmesin aklına, Bu ülkede çocuk gelinler de var, suçsuz ölen suretler de unutma. İşte bu yüzden; Sınırları belli olmayan bir yere gidip kendi hürriyetimize kavuşalım, Sadece kuşlar özgür değildir bu evrende, Ellerini tutabilirsem ben de dünyanın en bağımsızı olabilirim. Ama her şeyden önce olmak gerekir, Karıncaların sırtında taşıdıklarını yük zannettik yer çekiminin verdiği ağırlığa güvenerek, Oysa o yük emekti. Bana gelirken emek ol, Emeğin olayım, Olumsuzlukların arasında hep varolma mücadelemiz olsun. Ve unutmayalım ki; “Ol” dedi Allah. Sadık kalalım bu felsefeye; sen benim ol ben de senin...


Bir İstanbul Masalı

Sıra ona gelmişti sonunda. Onun yalnızlığı kalabalığındandı. Bir tezgâhın altında kendisi gibi binlercesiyle beklemesiydi belki de. Ama bugün o çok merak ettiği şehri görecekti sonunda. Sabaha karşı üstü biraz tozlu, ceketine yorgunluk bulaşmış bir amca girdi içeri. Onunla çıkacaktı son macerasına. Aylar sürmüştü bu şehre gelmesi. Önce bir çuvala atmışlardı sormadan, sonra büyük bir geminin ambarında bekletmişlerdi. Kilometrelerce yol gelmişti anlatılanların gerçekliğini görebilmek için. Ve işte sonunda beklediği gün gelmişti. Sağa sola uzanan bir elin sabırla kendine ulaşmasını bekledi. Seslenmek istedi, alnından ter damlayan adama. “Beni de gönder bu amcayla, gitme vaktim artık gelmedi mi?” Sesini duyuramadı ama kendi gibi binlercesiyle o da tezgâhtaki yerini aldı. Hayatın yorgunluğu sakallarında birikmiş adam, bugün de kazanacağı paranın mutluluğuyla gülümsedi. Tezgâhını en bilindik sahillerden birine sürdü. Tarih kokan caddelerden geçti alışılmış adımlarla. Herkesin para derdine düştüğü bu şehirde, sağa sola koşuşturan insanların arasında bir tek o dikkatle izliyordu her yeri. Sessizce kıyıya yaklaşan bir vapurun martılarla dört bir yana selam yollamasını sadece o fark et-

mişti bir simit tezgâhının köşesinden. Küçük bir susam tanesiydi o yalnızca. Diğerlerinin aksine hayalleri olan bir susam tanesi... Etiyopya’da iki küçük siyah el toplamıştı onu. Daha ambara konulduğu ilk gün gideceği yerle ilgili şeyler dinlemeye başlamıştı. Eğer şansı yaver giderse İstanbul’a gitme ihtimali bile vardı. Bunun için gece gündüz dua etti. Bu dünyadan yok olup gidecekse, İstanbul’u görmeden yaşamış sayamazdı kendini. Gözlerini dikmiş fark edilmeyi bekleyen detayları izliyordu sessizce. Bir kedinin; karnını doyuran güvercinlere attığı sinsi bakışı mesela, ya da köşe başındaki boyacının emek kokan bağırışlarını. El ele geçen sevgililere de bakıyordu bazen. Aslında görmek isteyince o kadar çok güzellik vardı ki, hepsini bir güne sığdıramamaktan korktu. Tüm bu düşüncelerden sıyrılıp tezgâhın sahibine baktı bir de. Soğuğa aldırış etmeden hevesle siftah yapacağı anı bekliyordu. Uzunca süre ellerini ovuşturduktan sonra tekrar ceplerine koyup beklemeye başladı. Sakalı ağarmış, sol elindeki bastonundan destek alan bir adam emin adımlarla tezgâha yaklaştı. Bir simit istedi simitçiden, “Ama gevrek olsun haa...” Simitçinin uzanan eli kendi bulunduğu simite denk gelsin diye dua etmeye başladı susam tanesi. Bu yaşlı


adamın doğru kişi olduğunu biliyordu çünkü. O da İstanbul’un güzelliklerinin farkındaymış gibi derin bakışlar atıyordu etrafına. Küçük bir kağıda sarıldıktan sonra yaşlı adamın elindeki yerini aldı susam tanesi. Merakla bekliyordu gözlerini açacağı yeri. Kim bilir nereye gidiyorlardı bugün, nereleri göreceklerdi. Yaşlı adam simitin kağıdını açıp eline aldığında Kadıköy vapuru çoktan hareket etmişti. Adam simitten aldığı ilk lokmadan sonra güneşin doğduğu kıyıya baktı. Tam da tahmin ettiği gibi vapuru gören martılar geliyordu sıra sıra. Susam tanesinin de üzerinde olduğu bir lokma kopardıktan sonra korkuluklara doğru yaklaştı. Önce manzarayı izletti susam tanesine ya da susam tanesi öyle düşünüyordu. Yaşlı adam derin bir nefes alıp gücünü topladıktan sonra ilk simit parçasını martılara doğru fırlattı. İlk yetişen martı çoktan kapmıştı sabah kahvaltısını. Ayaklarıyla sıkı sıkı tuttuğu simit parçasıyla kıyıya doğru kanat çırpmaya başladı. Bu susam tanesinin bile hayal edemeyeceği bir olaydı. Hayalini kurduğu şehre gökyüzünden bakıyordu işte. Dört bir yanına baktı uzun uzun. Önce kız kulesinin yanından geçtiler, sonra başka bir vapurun üstünden. Bir süre daha baktıktan sonra artık ayrılık vakti gelmişti. Sert bir rüzgâr esti susam tanesi için, kendini rüzgâra bırakıp başka diyarları

görebilsin diye. O da yapması gerekeni yaptı, kendini rüzgâra emanet edip çevresindeki güzelliklerin farkına varamayanların olduğu başka bir masala doğru yol aldı...

İlker Ardıç

ilker.ardic@kalemsizdergi.com


Sevmek ve Sevmek

Doğarsın, büyümeye başlarsın. Seni 9 ay 10 gün boyunca karnında taşıyan anneni sevmekle başlarsın belki de hayata. Sonra baban, dünyaya gelmeni heyecanla bekleyen, kocaman yüreğiyle minicik ellerini tutan o adamı seversin. Hayata attığın ilk adımlarında yanında kim varsa açarsın yüreğini o insanlara. Sevmek içten gelen, engellenemeyen en saf duygudur çünkü. İstisnasız her şeyi sevmeye başlarsın. Önce insanları, belki yanlış zamanda yanlış insanı; belki de doğru zamanda doğru insanı seversin. Kimi zaman sevmek, şeytandan iyiliği beklemek gibiydi, kimi zamansa melekten kötülüğü...Seni mutlu eden birini mutsuz etmek kadar saçmaydı, sevmek. Biraz acı, biraz mutluluk, biraz da gözyaşıydı. Her şeye rağmen içini titreten, kötüyü iyileştiren, çirkini güzelleştiren, kusurları kusursuzlaştıran şeydi sevmek. Yaşamayı anlamaya başladığında tuhaf gelecek, sorgulayacaksın. Her sorgulayışında çözümsüz sorunlar saracak etrafını ama seveceksin yine de, doğruyu yanlışı düşünmeden.Her şey kurduğumuz hayallerdeki gibi olsun isteriz ama gerçeğin ta kendisiyle karşı karşıya kalırız. Yine de saklanacak şeyler buluruz kendimize, umutlarımız gibi. Gölgeler çökse de umutlarının üzerine, güneşe koşmak isteyecektir ruhun. Ayağı-

na takılan zincirleri yerinden söküp parçalayarak koşacaksın, ayağın kanayacak, canın acıyacak belki ama umutlarına varacaksın. Sevmekten vazgeçemeyeceksin tam da sevmem dediğin zaman anlayacaksın bunu. Bir şeyi sevmeye başladığında her şeyi sever olacaksın çünkü... Gökyüzünün mavisini, ağaçların yeşilini, toprağın kahvesini... Her zamankinden daha fazla. Zaman senin aleyhinde hep olduğundan daha hızlı akıp giderken sen daha hızlı hareket etmek isteyeceksin; zamanın senden o en saf duyguyu alıp götürmesine izin vermeden sevmeye değer ne varsa peşinden gidecek gücü kendinde bulacaksın. Sevmek cesaretti, sevmek istemekti, sevmek içtendi çünkü...

Burcu Kılıç

burcu.kilic@kalemsizdergi.com


‘’Neden’’ler Neden ? Bakıyorum da yüzler bir karartının gerisinde kalmış yine. İnsanların neşesine özenmek için müsait bir gün yine değil mi? Sabah ayrı durgun akşam ayrı vurgun. Eller yorgun, gülüşler sürgün… Güller, yüzleri terk etmiş gün doğarken. Güneş gecenin sırtına sırtını verirken gülen yüzümüzü karanlığa emanet bırakıp göz açmışız bugün. Gülmek için yeltensem de hevesimi alıp götürüyor bakışlar bu sabah. Oysa bilmez misiniz, aslında gece günle kardeştir; düşman değil asla. Biri bitince diğeri başlar yalnızca. Gün, son nefeslerini verirken nasıl duygular süzülüyorsa hakimiyetimize; karanlık da usul usul güneşe yanaşır ve nihayetinde sahnede kendisi boy gösterir. Birbiri ardında gezinen bu iki vakit halinden memnundur, güneş ufka yol aldığında karanlığa karşı ufacık bir öfke hissetmeden göstermeye başlar yüzünü. Ama işte bazı zamanlar o sakin ve huzurlu ışık huzmesinin kendini fark ettirme çabaları sonuçsuz kalabiliyor ve bir bahar gününde dahi suretimizde gün ışığı değil gece karanlığı dolanabiliyor. “Bir gün içinde birbirine evvelden beri sırtını çevirmiş iki his ardı ardına dikilebilir mi insanın karşısına” deme; gelir oturur bile yanıbaşına. Neşe biri; bahar çiçekleri gibi, diğeri keder; bir yangın yeri… “Neşe nedendi?” deme. Mutlu anların hesabını soracak kadar nankör olamazsın. Hem manâsız bir cevap almak seni dağıtır ama manâsız bir tebessüm yüzündeki karartıyı bertaraf

Nazlı Deveci

nazli.deveci@kalemsizdergi.com

edebilir. “Keder nedendi?” deme. Ufacık bir kıvılcım bir yangını ateşleyebilir. “Her yanı yarım olur mu birinin” deme, olur; bir bakarsın tahayyül bile edemezsin tam halini. Güneşin göğe, gecenin dolunaya hasreti gibi… “İnsanın tasvir edemediği hali aslında harap olabilir mi eski bir trajedi gibi” deme, değme dramlara taş çıkarabilir öyküsü. Sor, neyi mi var? Elbette bir şey var ama sorabilen dil cevabını vermekte suskun kalır, döner dolaşır tutuk kalır. Hem anlatmak biraz da yaşamaktır… Neden? diye sorma sakın. Nedenini bilse de bile bile bilmezden gelir insan, susar kendine bile. Unutmak değil hatırlamamak ister sadece. Sorar da sorarız, bekler de bekleriz, yanar da yanarız… Neticeleri bu kadar can yakarken sebepleri aramaktan korkarız ama inadına yola çıkarız. Bazen insan istiyor ki dili mühürlensin, dertleri dökülmesin dilinden, kimsenin gözlerinde görmesin kendi hüznünü. Kulakları meram soranları işitmesin, kendi kendine kavrulsun dursun, sonra yorulsun ve dursun. Kendi kendine kendi olsun… Ama sormadan edemiyoruz, durmadan gidemiyoruz. Neden? Nedenlerden kaçsak da “neden”ler çoktan bırakmış zehrini dudaklarımıza. Susamıyoruz… Gece dost eli uzatsa da, güneş gamzelerinde şarkılar misafir etse de bizim için, nafile… Uyanamıyoruz…


MESELA Ey bağışlaması bol sermaye asgari ücretimi koru! Yine bir İstanbul sabahı ve yine kıyıda köşede kalmış Kafkalar… Mesela Haydarpaşa’nın karşında olduğunu, meçhule giden bir geminin kalktığını düşün. Yahya Kemal’i, Fransa’da unutup; tren seslerini Fütürizm akımının sanatçılarında bırak. Nazım Hikmet’i düşünme mesela, zira gözyaşlarımız Latin Amerika sancısıdır. Ama yine de İstanbul’un dar sokaklarında bulunan arnavut kaldırımlar modernizme bir eleştiridir. ‘’Düşünsene yanımda yürümüştün…’’ diyen ismini bilmediğim, ama İstanbul’da olsa ne kadar iyi olurdu dediğim bir abi vardı. İnan sevgilim, bütün İstanbul sokakları aşkımıza kandil mesajları atardı. O abiyi Prag’da bırakalım. Bir türkü eşliğinde simit yakalamaya çalışan martılardan dinleyelim İstanbul’u. Gözlerimizi kapatıp Orhan Veli’ye ismini soralım, bugün yine çay içmeyelim sevgilim. Mesela, Galata’daki ışıklar ya da Balat’daki eski kabadayılar gerçi İstiklal’deki artist kahvehanesi de olur, çoğu ölmüştür. Yeşilçam kalbimizde açan bir yaradır zaten. Mimar Sinan’ı düşün ya da Nasuh Ustayı iyi abilerdir, şefaatçi olurlar aşkımıza. Bütün günahlarımız Barbaros’ tan sorulur, kız kulesi bir sevda sorunudur sevgilim. Tanzimatta yaşıyoruz misal, hayal değil mi? Gelecek yok ben de... Belirtili isim

Muhammed Sağlam

muhammed.saglam@kalemsizdergi.com

tamlaması kadar çok sevdiğim sevgilim. Gerilerde yaşayıp, gericiliğin devrimciliğini savunalım. Avrupa’yı Orta Çağda bırakalım. Tanzimat; Rönesans olsun aşkımıza. Reformu yine Martin Luther’e bırakalım. Uzun kulelere bildiriler okuyalım, duvarlara afişler asalım, her tutkulu aşık gibi darağaçlarında sallanalım. Benimle “ölür müsün?” diye bir soru sorma düşüncesi vardı. Arada oluyor böyle, Tevfik Fikret’in ‘Sis’ şiiri aklıma geliyor. İstanbul’u adımlarına değil, serçe parmağına yoruyorum sevgilim. Benimle ölmeni istemem; zira yaşamanı da istemem, nedendir bilir misin? Yasa ile ‘yaşa’mak arasında sadece bir çeltik vardır da ondan. ‘Ş’nin hatırına yaşamayalım, yaşamayışımız aydınlanma felsefesine küfür olsun. Yasa koyucular kıskanır ya aşkımızı, odur korkum başka bir şey değil. Çok kopuk konuşuyorum, çok zorluyorum sevgilim bilmiyorlar aşkımızı. Ziyanı yok. Hayallerimizde yeşertiriz, vahyi biz var ederiz. Özgürlük entelektüellerin ekmeğidir, bizim değil sevgilim. Jüpiter ile Mars arasında kalmış uzay boşluğundaki tüm yıldızların hatırına; seviyorum seni... Sevgilim: Sev-mi-yo-rum seni Ey bağışlaması bol Rabbim, emeğim neyse onu ver!


Yazım ve Yaşam Birlikteliği

Aşk, ölüm, ölüme inat sevişmeler yazılmayı bekler yaşandığı andan itibaren. Çünkü yaşamak, yazmak içindir. Yazılmayan hayatları yok saymak mümkündür zihnimde. Yazılı bir hatıra ise, artık hatıranın ötesindedir. Zaman yazıyla hapsedilebilir, ve hapsedilen zaman öldürmeye muktedirdir. Ama yazmak, yaşamak içindir. Mektup, şiir ve manzumeler çok defa kurtarıcısı olmuştur intihara meyleden bir kâtibin. Kağıda dökülmese bitirebilirdi benliğini, dağarcığında dönüp duran ifadeler. Yazmasaydı ölebilirdi, ve daha da kötüsü bir daha hiçbir şey yazamayabilirdi. Terk edilmişliğin, yıpranmışlığın, hakarete-iftiraya uğramışlığın sağır eden ıslığını müziğe dönüştürme sanatıdır yazmak. Rüyalarımıza giren sevgililerin, gerçekleşmeyen hayallerin tesellisidir. Dahası yazmak, dünyayı yaşanılır kılmak içindir. Soğuk ve sıkıcı bir sonbahar günü, ağaçların yaprak döktüğüne üzülmek yerine, yerde yatan

sarı yaprakları kelimelerle resmetmek içindir. Güneşin görünmez olduğu zamanlar bulutları hayranlıkla seyretmek, şehre sis çöktüğünde yurdum kenar mahallelerini dahi Venedik’e benzetmek, yağmur döverken kaldırımları her damladan bir şiir seçmek içindir. Yani yazmak, hayata kafiye katmak içindir.

Resul Kemal Yılmaz

resul.yilmaz@kalemsizdergi.com


Benim Hissettiklerimin Hiçbir Kalın bir yorganın altında sırılsıklam terlemiş vücudumu, banyoya güç bela attım. Bir süre aynada dağılmış saçlarıma baktım. Yüzümde oluşan yastık izine, göz kenarlarımdaki çapaklara kadar ayrıntılarıyla izledim kendimi. Annem yanımda olsaydı eğer; “Terlisin hadi duşa gir.” derdi. Annem yüzlerce kilometre uzaktaydı. Duş almak gelmiyordu içimden. Ben de çeşmenin başında neredeyse yarı vücudumu da ıslayarak yüzümü yıkadım. Suyu yüzüme vuruyordum ve su dağılıyordu yüzümden vücuduma. Vücudumdan süzülüşünü hissedebiliyordum. Terin tuzlu sıcaklığının yerini, suyun serin tadı hüküm sürmeye başladı. Banyonun camını açtım. İçerisi asit kokuyordu. Tuvalete tükürdüm ve sifonu çektim. Sifon her zaman çalışmazdı ama çalıştı. Yumruklanmaktan yorulmuş olmalı diye düşündüm. Her zamanki gibi evin tüm odalarını gezdim, buzdolabını açıp bomboş gözlerle baktım ve boş kavanozları atmalıyım diye geçirdim içimden. Çöpün dolmuş olduğunu ve hatta koktuğunu fark ettim. Bulaşıkların üzerinde küfler sinir bozucuydu. Birkaç tabağa su tuttum çeşmeden ve sonra bunun gereksiz bir hareket olduğunun ayrımına varıp geri bıraktım diğerlerinin yanına. Küflere küfür ettim içimden... Odamda bulabildiğim kırmızı bir tişört

ile diğerlerine nazaran daha az kırışık görünen pantolonu giyip attım kendimi sokağa. Öğle vakti olmalıydı. İnsanlar güzel takım elbiseleriyle yemeğe gidiyorlardı. Çoğu, sabah müdürün neden sinirli olduğu hakkında fikir üretiyordu. Arkadan gelen birkaç genç memur, hafta sonu derbide yaşananları tartışıyorlardı. Yanlarından geçerken bir an susup beni süzdüler ve muhabbetlerine geri döndüler. Hayatım genellikle müzikteki es işaretinin yarattığı etkiyle aynı işleve sahipti ve bunu çok önemsediğimi söyleyemezdim. Gülümsemiyordum bile, bundan beteri ne olabilirdi ki? Kendimi gülerken sadece o markete girdiğimde görüyordum. Evet, kasadaki kızın yüzüne bakıp bir ömür gülebilirdim. Ama o kasanın bir parçası olmuştu, farkımda bile değildi benim. Her gün aldığım ekmeğin,sütün ve yumurtanın kaç para tuttuğu benden daha önemliydi. Gerçi aslına bakarsak öyleydi de... Benim bıraktığım hayatı birilerinin yaşıyor olması, o birilerinin suçu değildi aslında. Bu benim gördüğümü onların görmemesiyle alakalıydı. Benim hissettiklerimin hiçbir önemi yoktu, dolar bazında... Ben çorbaya attığım parçalanmış ekmeği mideme indirirken, birilerinin midesinde öğütüldüğümü çok önceden görmüştüm ve bunun kavgasına girişme-


Önemi Yoktu, Dolar Bazında dim hiç. Ben bir kavgaya girecek olsaydım eğer, yıllar önce aşağı mahalleden bir çocuğun, mahallemdeki bir kızı sevdi diye dayak yemesini önlemek için girerdim. Ama girmedim. Kimse girmedi. Kız bile uzaktan seyretmekle yetindi. Sesi çıkmadı ulan! İşte o an aşık olmaktan da vazgeçtim. İşte o an ilk defa sövdüm gelmişine geçmişine... Sonra türlü türlü oyunlarla haşır neşir olup, saçma sapan sistemlerin ayak bağı olmayı denedim. Savurup attılar tabii. Bunca yıllık savaşın ya askeri ya da mezarındaki cesedi olacaktım. Ben de kaçtım tüm savaşlardan. Tüm yıkımları önceden görüp, topukladım. Sistemin kaçağı oldum yani... Her şeyi olabilmek için çarpışan insanların o acınası yaşamlarına bakıp ağladım. Ne olacaktı? Dünyanın anahtarı ellerinde olsaydı ne yapacaklardı ki? Tüm bunların bir nedeni var mıydı? Sonucu var mıydı? Yoktu! Olmadı hiç. Hiç durulmadı sular. Hep aktı koşulsuz şartsız. İşte bu yüzden diyorum ya; yaşamak için doğmayanlar, adam gibi ölemiyorlar şu topraklarda. Oturduğum bankta denizi seyretmekle eşdeğer bir şey olmasa gerek... Ve anlayabilse insanoğlu, sevmenin gerçek amaç olduğunu; işte o vakit yaşamanın da var olduğuna inanabilir yüreğim. Şimdi öylesine bir yalnızlık içinde, umutla bekliyorum mutluluğu; tüm bu

mutsuzlukların içinde. Ve geberiyorum, geberiyoruz, gebertiyorlar bizleri... Aynı kırılmalarla, aynı yanılgı ve öfkelerle tutuyorum evimin yolunu. Memurlar çoktan uyumuş oluyorlar sıcak yataklarında. Benim başıma ise her gün çeşit çeşit bela geliyor. Adil olmadı hayat, kimilerine... Ve olacak gibi de görülmüyor. Bugün yine çok az topladım bira şişelerini. Hayat devam ediyor...

Korsan Kalem

korsan.kalem@kalemsizdergi.com


Ruh ile Mücadele Hesaplaşmalısın kendinle. Geçmelisin aynanın karşısına ve bakmalısın yüzüne! Görmelisin kendini, işlediğin günahları ve ödediğin bedelleri. Sorgula mesela vicdanını, hisset hayatını, yaşa kendini ve gör aynada ikinci bedenini. Sorgula bir yüzünle, diğer yüzünü. Yaptığın hataların üstünü ilk defa örtme mesela. Sorular sor ve cevaplarını incele. Cevaplar buldukça bendesin, bulamadıkça kendinde. Soruların cevap kazandırmıyorsa, bir şeyler kaybettiriyordur mutlaka. Kendi yaşam tarihini incele. Tarih önemlidir çünkü, ders çıkarmasını bilene. Sev! Çok fazla sev ve korkma. Dünyanın en çok hasar veren şeyi bu değil yaratılışta ve sen dünyada ufacık bir parçasın aslında. Yok olma! Kendini kaybetme… Neyi kaybedersen kaybet, sorun değil kendini kaybetmediğin sürece. Canlar yaktıysan veya yakacaksan, yanmayı da göze almalısın. Hayat elmaya karşılık, elma almaz senden. Bedel olarak umutlarını ödemen gerekebilir. Zaten umutlar, bir yaşayıcıya ödetilebilecek en büyük bedeldir. Dünyayı gez! Paran yoksa bile hayallerinde yap bunu. Kapat gözlerini ve Maldivler’e git. Hayallerini sınırlama. Saçma gelebilir, ama belki de eksik olan şey aslında budur özünde. Bırak deli desinler... Özgürlük eğer delilikse, tüm akıllılar ölmeli bir an önce.

Bazen çok sıcak şeyler yaz, yaksın içini. Öyle bir yansın ki yüreğin, birkaç derece düşürmek zorunda bıraksın seni. Eğer yüreğin yanmazsa, insan olduğunu unutursun. Eğer insan olduğunu unutursan, yüreğin bir başka yanmaya başlar. Bazen ise çok soğuk şeyler yaz. Donsun yüreğin, kalbini geçtim, ellerin bile hissetmesin yüzünü. Yazın ortasında sıtmaya tutulmuş gibi, ocak ayında kutupta denize girer gibi yaz. Soğuk, ölümü hatırlatır ve eğer ölümü unutursan, ona bir adım daha yaklaşırsın. Soğuk ve yağmurlu bir günde bol bol sıcak çay iç. Camın arkasından bak dünyaya ve yağmur damlaları aksın o sımsıcak odanın dışında. Tam o sırada düşün!. Kimleri sevdin, kimleri terkettin, nereleri gezdin, nereler seni gezdi, kaç yıl yaşadın, kaç yıl yaşayacaksın veya kaç yıl daha yaşamalısın? En başında söylediğim gibi, hesaplaş kendinle! Kendini sorgulamadığın her gün, kötü bir insan olmaya adım atacaksın. Masal kahramanları, masaldan ibaret değildir; çabaladıkları için kazanırlar ve herkes kendi masalının kahramanı olabilir.

Evren Özgüner

e.ozguner@kalemsizdergi.com


Aramızda Kalsın

Sonay Karakaya

sonay.karakaya@kalemsizdergi.com

“Benden istediğin şeyi çok eski zamanlarda kaybettim. Unuttum belki de ya da hatırlamak istemiyorum. Evet, hatırlatmanı istemiyorum.” dedi. Dudağımın derisini iyice incelttiği tarafını kanatmak için sustu. “Birbirlerine zarar vermeden; ya da biri geldiğinde, öncekini unutturmadan var olamıyorlar. Yani, sakin düşünemiyorum ben. Bu yüzden senin bu kadar ben oluşunu hazmedemiyorum. Bana beni hatırlatmanı elimde olsaydı elimin tersiyle iterdim zaten. Evet kendimde değilim ben böyle iyiyim de. Sen bana gelirken, ben sana giderken belki beş dakika komşuya gider gibiydi başta. Bir ömürlük ziyaret oldu. Ne aradığını bilmeden; yalnızca bulacağım şeyi seveceğime dair saf bir inançla. Zamanla alışkanlığa dönüşen. Zamanla, başka türlü yaşamayı çoktan unutturan. Aslında çok şey söylemek istiyorum. Biliyor musun? Senin başlangıç olacağını bir anda olsa düşünmüştüm ben.” Biliyordu. Lütfetti, gülümsedi. Kız kırıldı. İçinden; ‘’Sorunu saptamalı insan. Kendini tanımalı. Neresinde var oluyor o sorunun? bilmeli. Kafasını kendinden atabilmeli. Uzaktan bakabilmeli hayatına. Neyin ona iyi geldiğini bilmeli. İyi gelmeyen şeylerle vakit kaybetmemeli. Öyle kısa ve değersiz ki hayat, onu yaşamaya değer hale getirmeli. Ben sana iyi gelemedim mi? Yoksa bütün her şeyin sebebi sana bu kadar iyi gelişim miydi?’’ demek istedi. Ses etmedi. Daha sonra üzülmek üzere, isminin yazılı olduğu odalardan birine kapattı bu gülüşü. Çok fazla sıra vardı. Artık, onun adının yazılı olduğu çok fazla oda vardı. Hepsi de çıkışsızdı. Artık kendine dair çözülebilir hiçbir şey yoktu. Umutlu hiçbir yanı yoktu düşünmenin. Kendine söyleyebileceği ya da o söylediğinde inanabileceği hiçbir yalan da. Çünkü son zamanlarda, kendisine doğru söylerken görmüştü. Çekinmenin, yalan söylemenin, mesafelerin, varamayışların ona ait olduğunu düşünmüştü. Ve bir gün, bir adım gelmişti adam. Kız, yürüyebildiğini görmüştü. Kız; ona gelen adıma yalnızca üzülmüştü, aslında kendine sırayla dizdiği bütün bahanelerin gerçeklik payı olmayışına, bahanelerin adamı temize çıkaramayışına... Kız; yokluğunda ona beslediği umut, gelir gelmez yerle

bir olmuştu. Kırıntısı dahi yokken çılgınlığa varan arzusu, itiraflarıyla yorulmuştu. İşte son damlası kalmıştı, kızın nabzında mum yakan: Yüzü. Kendisi. Karşısında olduğu zaman itibariyle, katilinin başına biçtiği ödülü unutabiliyordu. Ve gitmeye başladığı an, attığı her adıma bir küfür savuruyordu. Aslında insan, ne kadar değer verirse o kadar gerçek öfkeleniyordu. “Sen” dedi adam. “Artık bazı şeyleri fark ettiğin için belki, fevri değilsin. Kıyında köşendesin, rahatsın. Her davranışımı olgun karşılıyorsun. Yıllar öncesi… O zaman böyle değildin. Şimdi sineye çekiyorsun.” “Daha az kızdığımdan, daha az kırıldığımdan ya da daha olgun olduğumdan mı?” dedi kız, içinden. “Yutkunmayı öğretenlerden biri de sen değil miydin?” Bunları söyleyeceğine suyundan bir yudum aldı kız. Alıştığı biçimde yutkundu, “Böylesi daha iyi, zannedecek hiçbir şeyin yok artık. ” dedi. Gün içinde ne yaşanırsa yaşansın; onunla konuştuğu an, daha net hatrında kalırdı. Nedense, onun varlığı bir şeylerin geride kalması oluyordu hep. Birilerinden vazgeçiş, göz ardı ediş ve hatta görmeyiş demekti onunla olmak. Bir panik haliydi ona sahip olmak üzere oluşlar. Hep telaşlıydı, kaybederken diğer insanları. Ve tüm canlıları geride bırakır gibi, ikisine karşı olanlara kafa tutar gibi olan kahkalarının kokusunu duydu yine. Hava çoktan kararmıştı. Zihni, ona belli etmeden yaptığı hesaplaşmalardan çoktan yorulmuştu. Biraz da sevmişti yine, elinde olmadan. Gülüşünün taklidi bir küçük gülümseyişle, havayı kokluyordu. Zamansız gülüşler birikmişti kasımda. Martın sonundayız gerçi artık biz. Ay tutuşup yağmur yansıtıyor. Yaz gelir de; senin denizin hâlâ, sadece bakmak içindir. Benim kararlı kasabam. Bensiz devam edemeyen tek şeyimdir. Ama dedim içimden şimdi: “Yakın olmak isteyen hiç, engel dinler mi?” Gerçekten özlese insan hiç; cümlelerini “ama” ile süsler mi? İşaret parmağım, dudaklarımda bazen: Şşş.. Söylemeyecektik onu!


Sessiz Çığlık (Ölümü beni çok etkileyen bir canlının anısına ) Bir çöp kutusunun kenarından gözüme takıldı Nasıldı bilemedim birdenbire, Nasıldı hiç çözemedim, dünya, Giderken açken açların dünyasında, Gidenler-gelenler, Yeniden gelenler, bir daha hiç gelmeyenler... Kanlar dolmuştu titreyen ayağıma... Yağmurlar yağardı sinerdim kapı aralarına, Tam o sırada tekrar yağdı yağmurlar, Toprak aktı gözlerimin önünden, Kararan göğün altında toprağa sorardım, Kaçamadım bu kez kapı aralarına, Bu gidişin sonu nereye varacaksa... Kaçmadım çünkü dünya, Küçülüyordu gözlerimin önünde, Küçük gelenler, büyük gelenler ... Küçülüyordu adımlarımı atmadan, Yavaş, bazen de hızlı gelenler, Güneş batmadan, Ne olduğunu bilmediğim sesler , Gece olmadan, Dev canavarlar vardı. Küçülüyordum , Nefes almayan ama yaşayan buralarda... Akıyordum toprağa, Toprak akıyordu benle beraber yağan yağmurlara... Gözlerim kapanıyordu, Üşümüyor, acı duymuyordum. Bir daha hiç gelmeyenlere karışıyordum…

İbrahim Öztürk

ibrahim.ozturk@kalemsizdergi.com


Erken Öleceğim Biliyorum Erken öleceğim, biliyorum. Görmeden gelecek mevsimin yeşilliğini, Sokaklar henüz teslimken yağmur ıslaklığına, Yani; gri bir sonbahar sabahında, Öleceğimi biliyorum... Güneş uzakta, gökyüzü kapalıyken... Pencereyi açmaya korkuyorken insanlar, Müzik sokaktan, kuşlar mahrumken ağaçtan, Yani, zaptetmişken şehri katil bir rüzgâr, Öleceğim, biliyorum. Soğuk, şiddetli ve gri bir sonbahar sabahında, Yerde yatan kendimi görüyorum... Kurulacak hayaller, yazılacak şiirler bitmeden daha, Umudum tükenmeden özgürlüğe dair, Yaşanası aşklar varken, Dinlenecek müzikler, anlatılacak hikâyeler... ‘’ Vakit daha erken ‘’, biliyorum. Ama soğuk ve kasvetli bir ölüm karanlığında, Vakitlerden bir sonbahar sabahında, Yerde yatan kendimi görüyorum.

Resul Kemal Yılmaz

resul.yilmaz@kalemsizdergi.com


Anadolu’da Sevda Ücra bir Anadolu kasabasında, Yol üstünde bir durağındayım hayatının. Asma bağlarının salkımından koparmadan evvela, Gözlerini anımsadım kara iri taneli salkımda, Toprak çatım çatım çatlamış dudakların gibi, Özünde suya hasret bende sana muhtaç, Çıplak ayakla güç verdim toprağa, Ve senden şimşek hızıyla aşk almak için. Yol toprak engebeli çukur dolu hayatımca, İniş çıkışlı yollarda güz yaprağıyım düştüm daldan, Savrulup ayaklarına öpesim gelir. Ahh nerde bu otobüs sana gelen, Beklemelerim sabırsız çocukça şimdilerde, Ne çok beklersem o kadar özlüyorum seni, Sanki hiç gelemeyecekmişim gibi, İlk sendin ilkimdin sen ve son olan. Aşk uzak benden kimsesizliklerde yorgunum, Yeniden durağımdayım kızgın güneşte, Bu kavurucu sıcaklık öpüşlerini hatırlatıyor bana. Dudaklarım susuz yaz misali kavruk kurak, Tenim teninde ıslak güneşte sana inat, Ve ben duygularımı akıtıyorum gün dönümünde, Senin hiç bilmediğin duygularla...

İrfan Karabulut

irfan.karabulut@kalemsizdergi.com


Adı yok Baharım, Benim adım yok. Nisan yağmuru olur yüreklere, Sevda yağarım, Şiir olur gönüllere, Yazılırım, Adım yok benim. Altın sarısı başakta taneyim, Derin vadilerde deli çayım, Kıvrılır akan kan olur, Damarlara, Bir adım yok benim. Özgürlük kokusu yel verir, Güverteye konan martıyım Simit bekler gözlerim, Kanatlarım deniz kokusu doludur, Bir adım yok benim...

İrfan Karabulut

irfan.karabulut@kalemsizdergi.com


K端lt端r & Sanat ->


En son ne zaman bir konsere gittiniz ya da bir sergiye? Uzun zaman mı oldu? Bunun nedeni zaman ayıramamanız mı yoksa koca şehirdeki etkinlikleri takip edemiyor olmanız mı? Çevrenizde her gün farklı bir etkinliğe ev sahipliği yapan bu nadide şehirde eğer bunları kaçırıyorsanız, şehrinizin hakkını vermiyorsunuz demektir. Zero; İstanbul, Milano, Bologna, Firenze, Napoli, Roma, Torino ve Veneto şehirlerine özel, etkinlik rehberinden bahsetmek istiyorum sizlere. Zero’nun miladına baktığımızda Milona’ya gidiyoruz, üç yakın arkadaşın fikri üzerine çıkıyor ve en çok okunan şehir ajandalarından biri oluyor. Zero İstanbul ise; 2009 yılından bu yana yaşantısını sürdürmekte. Zero’nun amacı kişilere kültür, müzik ve gece yaşantısında rehberlik etmek. Geçen yıllarda Taksim’e gittiğimde, sahafları gezerken tesadüfen elime geçen ücretsiz olarak yayınlanan bir kitapçıkla karşıma çıktı aslına bakarsanız. Küçük cep kitapçığını incelemeye başladığımda aylık olarak yayınlandığını öğrendim. İçerisinde her etkinlik için kısa bir bilgi, etkinlik tarihi ve ücretinin bulunduğu Zero; şehri sizin için

aydınlatan bir rehber. Öz ve naif anlatımıyla size kendini okutan ve yarının etkinliğini öğrenmede merak duygunuzu yatıştıran bir ilaç gibi aslında. Kötü yanı ise kaçırdığınız etkinliklerin farkına varmanızla oluşan üzüntü duygusu. Bu bilgileri öğrenmek için kitapçığa ihtiyacınız yok aslında tek bir tıkla tüm etkinliklerden haberdar olabilirsiniz. Evet yanlış duymadınız, www.zeroistanbul.com İstanbul gibi metropol bir şehirde yaşamak zor, iş yaşantısından biraz uzaklaşıp kendinize zaman ayırmaya ne dersiniz. Ruhunuz için bir şeyler yapın. Etkinlik ajandanıza bakın geç olamadan, bir sonraki etkinliğiniz planlayın. Şimdiden tadını çıkarmanız dileğiyle…

Merve Aygün

merve.aygun@kalemsizdergi.com



SCORPIONS Özge Özgüner

ozge.ozguner@kalemsizdergi.com


Scorpions... Ne de olsa 70’lerin çocuğudur o. Bu yüzden müziği daha samimidir. Eğer 70’lerin müziğine aşinaysanız yeni nesil grupları dinlerken tanımlayamayacağınız bir eksiklik hissedebilirsiniz. Hayatında hiç metal müzik dinlememiş birine dahi dinletseniz, saatlerce dinlemesini sağlayacak bir grup. 1965 yılında, Almanya’nın Hannover kentinde Rudolph Schenker, 3 arkadaşıyla bir araya gelerek kısa sürede tüm dünyaya sesini duyuracak efsanevi grubu kurmuştur. Schenker gitar-vokalliği üstlenirken, Karl-Heinz Vollmer gitarda, Wolfgang Dziony davul ve geri vokalde, Achin Kirchoff ise bas gitarda yerini almıştır. Grup kariyeri boyunca kadrosunda birçok değişiklik gerçekleşmesiyle birlikte Rudolf Schenker grubun değişmeyen tek elemanı olarak kalmıştır. Fakat Scorpions için en önemli olay Klaus Meine’nin vokalistlik görevini Schenker’den devralmasıydı. 1970 yılında Batı Avrupa’da verdikleri çok sayıda konserle tüm dünyada tanınmaya başlamıştır. Gruba Ulrich Roth’un katılımı albüm sayısını iyice artırmış ve bu yükselişte dünyaca ünlü yapımcı Dieter Dierks ile çalışmalarının da büyük katkısı vardır. 70’lerde çıkarmış oldukları albümlerle Almanya ve Japonya’da birçok ödül almışlar ve Ulrich Roth bu dönemden sonra gruptan ayrılma kararı almıştır. Bunun üzerine Scorpions Roth’un yerini tutabilecek bir gitarist aramaya koyulmuş ve bu arayışlara toplam 170 kişiden cevap gelmişti. Uzun

süren elemelerin ardından yeni gitarist olarak Paul Chapman’da karar kılınmıştır. Fakat grup ayrılıklardan bıkmış olacak ki Chapman’ın yanında kiralık olarak Matthias Jabs’ı da çağırmışlardır. Bu sırada Scorpions’un konser albümleri olan “Tokyo Tapes” ve “Best Of Scorpions’u da piyasaya süren RCA Records ile bağlarını koparan grup, İngiltere’de Harvest(EMI), Amerika’da ise Phonogram/Mercury ile anlaşmıştır. 1979 yılında piyasaya sürülen “Lovedrive” albümündeki parçalardan “Loving You Sunday Morning”, “Always Somewhere”, “Is There Anybody There?” ve unutulmaz bir şarkı olan “Holiday” tüm dünya tarafından dikkat çekmiş ve Scorpions en büyük başarısını bu albümle yakalamıştır. Albümler birbirini kovalıyor ve grup ödüle doymazken 1981 yılında Klaus Meine hastalanmış ve uzun süren tedavi süreci, çıkaracakları yeni albüm olan “Blackout”u geciktirmişti. Meine, grubun başarısına engel olamamak için ayrılmak istese de, diğer elemanlar onu bırakmaya niyetli değillerdi. Geçirdiği ameliyatlar ve uzun tedavi süreci sonunda 1982 yılında Meine bu beladan kurtuldu. Tekrar şarkı söylemeye başladığında daha yüksek oktavlara çıkabiliyordu ve “yoksa bu adama ameliyatla metal ses telleri mi taktılar?” diye komik muhabbetler bile çıkmıştı. “Blackout” albümü ne kadar aceleye getirilmiş olursa olsun, adı tarihe altın harflerle yazılmış albümlerden biridir. “No One Like


You” ve “You Give Me All I Need” popüler parçalar olmuştur. Grup daha sonra “Love At First Sting” albümüyle müzik piyasasında çok beğenilmiş ve “Bad Boys Running Wild”, “Rock You Like A Hurricane”, “Big City Nights” ve unutulmaz “Still Loving You” parçaları da hala unutulmaz parçalar olarak hafızalarda yerini koruyacak eserler olmuştur. Scorpions daha sonra “Savage Amusement” albümü ve “Rhythm Of Love”, “Walking On The Edge” ve “Believe In Love” şarkılarıyla listelerde yine en üst sıralara yerleşmiştir. İki senelik bir sessizliğin sonunda 1990 yılında “Crazy World” albümüyle geri dönmüşlerdir. Daha sonra 1991 yılında çıkardıkları “Wind of Change” albümü yine müzik piyasasını sarsmaya devam etmiştir. “Crazy World” Scorpions’un başarıyı kazanacağı son albüm olmakla beraber o dönemde grupta bazı ayrılıklar da olmuştur. 2010’da çıkardıkları ‘Sting in the Tail’ adlı albümlerinin birkaç yıl süren dünya turnesinin ardından dağılmıştır. Metal müzik her yönüyle nasıl mükemmel yapılır sorusuna her albümleriyle tekrar tekrar cevap vermiş olan grup, söylendiği üzere asla tek bir tarzda kalmamış özelliklede 90’lı yıllardan sonra çıkardıkları albümlerle harika tarzlarda şarkılarını yorumlamışlardır. Bu grubun en güzel yanlarından biriyse herkese ve her ana hitap edebiliyor olmaları. Grup kurulurken şarkılarını Almanca değil de İngilizce ol-

masının sebebi budur belki de. Uzun lafın kısası Scorpions bir efsanedir ve her daim öyle kalacaktır.

ALBÜMLERİ:

Stüdyo albümleri Lonesome Crow (1972) Fly to the Rainbow (1974) In Trance (1975) Virgin Killer (1976) Taken by Force (1977) Lovedrive (1979) Animal Magnetism (1980) Blackout (1982) Love at First Sting (1984) Savage Amusement (1988) Crazy World (1990) Wind Of Change (1991) Face the Heat (1993) Pure Instinct (1996) Eye II Eye (1999) Moment of Glory (Berlin Philarmoniker ile, 2000) Unbreakable (2004) Humanity: Hour I (2007) Sting in the Tail (2010) Comeblack (2011)

Canlı albümler

Tokyo Tapes (1978) World Wide Live (1985) Live Bites (1995) Acoustica (2001)


Uluğ Atasoy “Vazgeçen Kaybeder” Dünyanın en büyük sivil toplum hareketlerinden birisi olan JCI’ın en başarılı ülkelerinden Türkiye’nin eski başkanı Bir eğitimci ve başarılı bir girişimci…

Sizi başarılı bir sosyal girişimci olarak biliyoruz. Uluslararası alanda hizmet veren kısa adı ile JCI, Türkiye’de bilinen adı ile Uluslararası Genç Liderler ve Girişimciler Derneğinde önemli görevler üstlendiniz ve projelere imza attınız. İlk olarak JCI nedir kısaca bahsedebilir misiniz? JCI, öncelikle belirtmeliyim ki bir harekettir. Her ne kadar Anglo–Saksonlar organizasyon deseler de Fransızların deyimi daha doğrudur. JCI, organize bir biçimde hizmet üretip toplumsal projeler geliştirmeye çalışmaz. Daha doğrusu bu uğraş ikincil amaçtır.

Toplumsal projeler ve bu açıdan sosyal fayda dolaylı olarak gerçekleştirilir. JCI’ın en temel görevi üyelerinin kişisel gelişimleridir. Buna odaklanan bir harekettir.

JCI bu amacını nasıl gerçekleştiriyor?

Belirli fırsat alanları bulunmaktadır. Bunlar eğitim fırsat alanı, toplumsal fırsat alanı, iş fırsatları alanı ve uluslararası fırsat alanıdır. Tabii ki her ülke kendi yapısına göre bunların bir kısmından çok, bir kısmından az faydalanabilir.

Dünyadan ve Türkiye’den örnekler verebilir misiniz bu faydalanma durumuna?

Örneğin Fransa ve İngiltere’de JCI daha çok eğitim ve toplumsal fırsat alanlarında yoğunlaşmıştır. Almanya’da ve Avusturya’da doğrudan Tücaret Odalarının bünyesindedir. Uzakdoğu ülkelerinde JCI üyeleri aralarında inanılmaz bir ölçüde iş fırsat alanını uygu-


y

lamaktadır. Burada iş derken yanlış anlaşılmasın iş aramak bulmak değil kendi işini yapanlara yeni alanlar açmak bu anlamda network oluşturmak anlamında hizmet eder JCI bir bakıma. Türkiye’de şuanda ivme eğitim ve toplumsal hizmet alanlarında ağır basmaktadır.

JCI’ın yapılanması nasıl? En güçlü olduğu ülkeler ve Türkiye’de ki durumu ile…

JCI şu an hemen hemen her ülkede faaliyettedir. Dünya üzerinde coğrafi olarak dört bölgede gruplanmış durumdadır ve biz de Avrupa’nın yer aldığı gruptayız. Türkiye’de yapılanma bir ana dernek ve bunların alt şubeleri şeklindedir. Yani bir JCI Türkiye derneği ve altında İzmir, İstanbul, Diyarbakır, Ankara gibi şubeler vardır. Şu anda bir JCI Türkiye Federasyonu ve alttaki şubelerin dernek olması gibi bir çalışma var. Kurulduğu ülke olan Amerika’da bir ara çok üye kaybetti ama tekrar toparlanıyor. Uzakdoğuda ise inanılmaz yayılmış durumda. Fransa, İngiltere ve Türkiye’de örneğin profesyoneller de üye iken Uzakdoğuda neredeyse herkes kendi işinin patronu, ki bu durumda başka türlü fırsatlar yaratıyor oralarda.

Türkiye’deki üye profilini biraz daha açarsak nasıl bir tablo ortaya çıkıyor? Üye olmak nasıl mümkün oluyor? Üyelerin bir kısmı kendi işlerinin patronu bir kısmı profesyonel, bu açıdan değişiyor ve her şubenin profili. 18–40 yaş arasında olmak gerekiyor üye olmak için. Bu yaşlar ara-

sındaysanız bir şubeye gidip üye olabilirsiniz tabii ki aday üyelik süreci ve sonrası üyeliğiniz gerçekleşir. Burada karar şubenindir.

Başta JCI olmak üzere kendi STK serüveninizi anlatabilir misiniz?

Kendimi bildim bileli sivil toplumun içindeyim. İlk maceram Kaşıyaka Spor Kulübü’nde (KSK) başladı. Burada sanıyorum KSK’nin ve Türkiye’nin en genç yönetim kurulu üyesi oldum ve bunu örgütlediğim liseli tribün gurubunun desteği ile yaptım. Yaşım 18 idi. Sonrasında yirmi yaşlarımın sonrasına doğru yani biraz geç bir yaşta Rotaract üyesi olmak için bir toplantıya katılmıştım o zamanlar İzmir’de üç kulüp vardı. Bu toplantıda JCI’ı bir girişimcilik sunumu sırasında Bülent Şenocak’tan duydum. JCI’ı İzmir’de de kurmak üzere her kulüpten birer aday istemişti. Kendi kulübümden dönen tek kişiymişim. Böylece JCI serüveni başladı. JCI İzmir’i arkadaşlarımla (Başar Manisalı, Fatih Özbayrakçı, Cemal Tükel, Mete Yurtseven, Ece Buharalı, Semih Türetken, Meriç Büyükmete) kurduktan sonra hemen ülke yönetiminde görevler aldım. 3 yıllık görevlerim sonrasında Türkiye Başkanlık yarışında seçilemedim. Geri geldim kendi şubemin başkanlığını yaptım sonra tekrar aday oldum ve seçildim.

Şimdi neler yapıyorsunuz JCI’da?

Tabii aradan çok zaman geçti. Şimdi ellili yaşlardayım. 1997’den beri senatörüm. Hala takipteyim. Aktif görev yok tabii ki.


Senatörlük nedir?

JCI’a hizmet etmiş hareketin gelişmesine katkıda bulunmuş üyelere verilen bir onur payesidir. Senatör olan kişi devam ve aidat yükümlülüklerinden kurtulur ve ömür boyu üye olur. Aktif yaşı aşan senatörler, yaş haddinden dolayı aktif görev yapmazlar, kırk yaşından önce senatör olan birisi ayrıca aktif yaş içinde olduğu için görev yapabilir. Burada önemli olan yaştır.

Peki nasıl senatör seçiliyor? Kim karar veriyor?

yürütemiyoruz, işin ucunu kaçırıyoruz o sebeple. Bir ülke yönetimi geliyor ve geçmişteki tüm işleri bir kenara itiyor. Bu statüyü almak için bir yıllık dönemi aşan bir sürdürülebilir uğraş olmalı ama olmuyor. Benim de başımdan geçen bir örnekle anlatmam gerekirse; Türkiye başkanı olduğumda yönetimden bazı arkadaşlar “Yeni işler yapalım böylece hatırlanırız” demişlerdi. Baktım olmayacak. Ben de yeni bir şey yapacağız hatta tüm Türkiye için yeni bir şey olacak hatta JCI’ı da aşacak dedim. Herkes heyecanlandı. Geçen dönemde başlayan öncesinden gelen ve elbette iyi olan ne varsa onları devam edip ya tamamlayacağız ya da bizden sonrakilere taşıyacağız dedim. Maalesef herkes böyle yapmadığı için bu statüyü almak mümkün olmuyor.

O üyenin şubesi buna karar verir. Genellikle siz hangi şubeye üye iseniz o sizi aday gösterir ama istisnaları da vardır yani başka bir şubenin aday göstermesi gibi. Fakat her iki halde de, o şube hangi ülkeye bağlıysa o ülkenin ulusal yönetime bu senatörlük başvurusu bildirilir. Sonrasında buradan teamülen çıkan onay Türkiye’nin durumunun güçlü olduğundan dünya yönetimine gider burada da prosedür gereği onaylanır. Önemli olan şubedir yani. bahsetmiştiniz. Tam olarak neredeyiz? Türkiye 2015’de İzmir şubesi ile Avru Daha öncesinden JCI’ın kamuya yararlı dernek statüsü alması gerektiğini söylemiş- pa konferansını düzenleyecek daha önce bu organizasyonu İstanbul’da ve sonra da Antaltiniz... ya’da Dünya konferansını düzenlemişti. Ayrıca Evet hala da söylüyorum. önümüzdeki süreçte bir Türk JCI Dünya Başkanı JCI’ı benzersiz kılan iki önemli özelliği vardır. Birincisi uluslararası fırsatlar alanıdır. Diğeri ise olmaya aday. Belirtmek lazımki Almanya’da ticaret odaları tarafından akredite edilen dışilider yetiştirme vizyonudur. Kısa bir internet araştırması yapıldığında görülür. Önemli isimler leri bakanlığı tarafından desteklenen, ABD’de başkanlar çıkarmış, Uzakdoğuda heryerde bir çıkarmıştır. Ayrıca zaten dünyanın birçok yeüyesine rastlayabileceğimiz küresel bir oluşumu rinde iş hayatında aktif olan bir dernek olarak yönetir bu dünya başkanı. Sivil toplum anlamınuluslararası alanda Türk sivil toplum hayatına da önemli bir başarıdır. büyük bir kazanım sağlamaktadır. Ayrıca TürFakat negatif durumlar da var. Örneğin federaskiye ülke olarak dünyada JCI içerisinde güçlü yonlaşma sürecinde üyeler bu duruma tepkisiz konumdadır. ve daha birçok olayda… Bu tepkisizlik genel bir Bu nedenler ile kamu yararına dernek olması edilgenlik durumu tabii ki fakat bu JCI’ı aşan ve büyük yarar sağlar ama olmuyor maalesef. demokrasimize kadar inen bir ruh hali… Neden olmuyor?

Bu işi sürdürülebilir bir proje şeklinde

Türkiye burada anlaşılan çok önemli bir ko-


numa sahip... Olimpiyatlar, İzmir’in EXPO adaylı- ler çağı geliyor. Gelecekte okuma alışkanlıkları bile ğı gibi durumlarda sizce bunlar niye başarılamı- değişecektir. Şu an içinse tamamen dijital dünyaya geçiş yor? Sonuçta STK’lar da bir yerde lobicilik... Türk halkı sivil alanda, iş dünyasında çok büyük işler yapabiliyor. Gençlerin yaratıcılığına bakın bunu görürsünüz. Dünyadaki benzerlerinden daha yaratıcı işler çıkartabiliyoruz her zaman fakat iş resmiyete döküldüğünde bizim bürokratik yapımız maalesef hantal kalıyor. EXPO’da örneğin rakiplerimiz aktör, aktiristler ile masaya oturuyor. STK’lar etkin çalışıyor. Bizde konu asık suratlı bir bürokrasiyle takip ediliyor ve sunuluyor. STK’lar dışlanıyor. İşin doğasına aykırı… Biz ulusal meseleleri dünyadan farklı algılıyoruz ve bu sebeple kazanamıyoruz.

deneniyor. Newsweek dergisi örneğin, bir sene sadece dijital ortamda yayınlandı ama tekrar basılıya geri döndü. Sürdüremedi, demek ki henüz erken. Tabi ki ne zaman tamamen dijital olur bilinmez ama kesinlikle olacaktır.

Sivil topluma geri gelsek sizin için ne anlam ifade ediyor? Gençlere tavsiye eder misiniz?

Hayattan kopmamamı sağlıyor benim. Sosyalleşmek benim için önemli ve bunu sağlıyor. JCI özelinde ise yaşadığım güzel anılar ve beni onurlandıran durumlar yaşamıştım. Örneğin ABİBiraz da JCI dışındaki yaşamınıza bakalım. İzmir GEM’in bir eğitim programı için özgeçmişim onaya sunulmuştu. Onayı Brüksel verecekti. JCI eğitimcisi Ekonomi Üniversitesindeki dersinizi dinleme olduğum görülünce ilk ve en süratli kabul edilen fırsatı bulmuştum... eğitimci ben olmuştum. Ekonomi Üniversitesi’ndeki dersim bir workGençlere tavsiye noktasında ise bu bir yapı meshop (atölye) tarzında. Anlatacak bir hikayesi olan selesidir diyebilirim. Kimisi bu işleri sever kimisi işadamlarını, başarı ve başarısızlık hikayelerini sevmez. Ama gençlere önerim şudur; öğrenciler ile buluşturuyorum. Yuvarlanan taş yosun tutmaz. Yani ha2001 yılında bu serüvenim başladı. Son eğitimcilik sertifikamı 2000 yılında almıştım. Serbest eğitim- reket etmek gerekir. Hareket bir mücadeledir ciliğe başladım böylelikle. KOSGEP, Abigem dahil bir ama hayat da bir mücadeledir zaten. Denesinler, çok kurumda eğitimcilik yaptım eğitimler verdim. yapsınlar düşe kalka koşmayı öğreniyoruz.

Bir bebek düşünün önce emekler ve sonra düşe Evet Akşam gazetesinde Ege ekinde 5 yıl kalka yürümeyi öğrenir. Hiçbir aile aman çocuyazılarım yayınlanmıştı. Kaf Sin Kaf üzerine yazıl- ğum düşmesin bu sebeple yürümese de olur mış bir kitapta ortak yazarım. Uzun süre Karşıya- demez ama büyüdüğümüzde sosyal hayat sebeka-Karşıyaka Kültür Sanat Dergisi’nde yazdım. Şu biyle denememizi insanlar istemiyor, korkuyoraralar İzmir Life Dergisi’nde yazıyorum. lar. Korkuyoruz. Gençler şunu unutmamalı ben Yani bir tarafından geleneksel medyada yer alşöyle diyorum. Vazgeçen kaybeder! Kaybedenler dınız. Genel tecrübeleriniz ışığında dijital medya vazgeçenlerdir sözünden benim çevirimdir. ve basılı medya için neler dersiniz? Denediğimiz ve vazgeçmediğimiz sürece kaybet Artık ABD’de bazı eyaletlerde okul çocukları tamamen kağıt kalemi bırakıyor. Klavye ve tablet- meyiz! Aynı zamanda yazarlık serüveniniz de var...


Namık Kuyumcu Kısaca…

Namık Kuyumcu kendisini nasıl tanımlar? Bir şair mi yoksa yazar mı? Her iki alanda da eserleriniz var zira... Öncelikle şairim çünkü kendimi böyle tanımlamak daha çok hoşuma gidiyor. Şair denildiğinde daha mutlu oluyorum. Elbette düz yazılarım da çok tartışıldı, okundu. En son bir denemem yayınlandı. Şu anda ise bir roman çalışmam sürüyor. Fakat şiirin tadı başka benim için.

İlk olarak ne zaman yazmaya başladınız? Bu serüven ne zaman başladı? Küçük yaşlarda. İlkokulda bile yazıyordum. Sevdiğim birini kaybettiğimde, aşık olduğumda yazardım ama ortaokulda yavaştan dahi olsa toplumsal temalı şiirlerde yazmaya başlamıştım.

1980'li yıllar sizin için ayrı... O dönemden ve kendinizden biraz bahsedebilir misiniz?

Askeri dikta yılları herkes için zordu ve


bende demokratik gençlik örgütlerinden birinin başkanıydım o dönemler. Tutuklandım. Altı yıl cezaevinde kaldım. Yirmi dört yaşıma kadar içerideydim ve bir insanın en verimli dönemlerinden birisidir o dönemler. Ben her şeye rağmen kendi adıma bu dönemi verimli geçirdim. Okudum, tartıştım. Geçmişe dönük edebiyatı öğrendim. İlk şiirlerimi o dönemlerde yayınlattım. Yarın dergisinde yayınlanıyordu. Hatta daha sonra ‘Görülmüştür’ isimli o dönemlerde yayınlanmış eserlerimden oluşan bir derleme kitapta derginin yayınevi kısmı tarafından basıldı ve okur ile buluştu. Zamanında çok ses getirdi ve tartışıldı.

İlk kitapların yayınlanması hep zordur. Siz serüveninizi biraz anlatır mısınız?

İlk kitabım akademi kitapevi ödülünü almıştır. Elbette kolay değildi bastırmak. Ödüller bir anlamda genç yazarların önünü açıyor. Ben de birçok yarışmaya katıldım. Ödüller aldım. Uzun zamandır hiçbir yarışmaya katılmıyorsam da zamanında gerekliydi.

Yarışmalara artık neden katılmıyorsunuz?

Günümüzde ödüllerin prestiji ve özellikle de kaliteleri büyük oranda düştü. Genç yazarlar için elbette halâ kıymetli olabilir ama bir noktaya gelmiş yazarlar için bence gerek yok. En önemli sebebiyse, sanatın ve edebiyatın kalitesinin bir otorite hükmü ile değerlendirilmesine karşı olmam. Zaten bir yazının teknik olarak kaliteli ya da vasat olup olmadığını iyi bir okur anlar. Otoriteye gerek yoktur. Bu sebeplerle ben de katılmıyorum uzun zamandır yarışmalara.

Genç yazarlara bu noktada genel anlamda

ne tavsiye edersiniz?

Öncelikle çok okumalılar. Eski edebiyatı, o dönemlerin yazarlarını okumaları, ellerinde ki mirası görmeleri ve bilmeleri gerekiyor. Böylece geleceği belirleyebilirler, özgünlüklerini bulacaklardır. Bu yolda ise bazıları sadece iyi bir okur olmayı seçebilir. Zaten herkesin yazar olmasına da gerek yoktur. Eğer ki edebi anlamda önce kendimizi yetiştirmezsek çok kötü eserler verebiliriz. Bazen o kadar çok kötü kitapları görüyoruz ki… Elbette bu kitaplar yazarlarına bir manevi haz veriyordur bunu da kabul ediyorum ama edebi bir değeri yoktur. Bu noktada belirtmem gerekiyor ki para vererek kitap basılması da bence yanlıştır. Edebiyatçıyı, yazarı incitir, incitmelidir.

Yayınevlerinin yayım politikaları hakkındaki düşüncelerinizi de paylaşır mısınız? Özellikle şiir kitaplarının basımı ne durumdadır?

Şiirler ne yazık ki yayınevleri tarafından zor basılıyorlar çünkü ticari değeri düşük. Az satıyor. Yayınevleri de elbette ticari düşünmek zorunda zira onlarda birer ticari işletme. İstihdam yaratıyorlar. Maaş, vergi veriyorlar ve bu sebeplerle onlar da kendi açılarından haklılar. Edebiyat dünyası ise artık piyasalaşıyor. Üzülerek görüyorum, izliyorum. Ünlü bir yazar olursanız, ne yazarsanız alırlar, kıymetlisinizdir. Bu durum sizi yine de iyi edebiyatçı yapmaz ama içlerinden iyi edebiyatçılar çıkabilir. Fakat yine de piyasalaşması, ticarileşmesi iyi bir şey değil.


Eskiden malum bir Divan Edebiyatımız vardı. Bugünkü ve o günkü edebiyatımız için neler dersiniz?

Türk şiiri Osmanlıca döneminde çok zengindi. Keşke bugün de Türkçe ile birlikte halâ devam edebilseydi bir kültür dili olarak. Arapça ve Farsça dil bilgisine de böylece hakim olabilirdik. Elbette Türk dil devrimi önemlidir ama bu açıdan bir olumsuzluk oluşturmuştur, böyle görüyorum. Bir anda koptuk 600 küsür yıllık birikimden ne yazık ki. Fars ve Arap Edebiyatı güçlüdür. Bugün divan edebiyatımız ile bağlarımız devam edebilseydi bunları da bilebilirdik bu da bizim edebiyatımızı güçlendirirdi. Günümüze gelirsek, elbette Türkçe de bugün kendi zenginliklerini yaratıyor ve bu yeni zenginliklerin farkına varmalıyız. Türkçe şiir, insanlarca yeterince bilinmiyor. Türkiye çok eski bir tarihe ve çok renkli bir kültüre sahip ve elbette sade Türk şiiri bu mirastan üstüne düşen olumlu payı almıştır. Almadığını düşünmek abesdir.

Sanat ve siyaset… Siz sanatkârlığınızın yanında İzmir Konak Belediye Başkanı Hakan Tartan’ın da kültür – sanat danışmanısınız. Günümüzde o kadar ayrı gözüküyorlar ki sanat ve siyaset. Sizce aralarında ki ilişki nedir, nasıldır? Birlikte yürür mü?

Siyasetin kendine ait bir dili ve kodları vardır. Tıpkı sanatın olduğu gibi… Ben kişisel olarak sadece kurumsal anlamda yani belediye başkan danışmanlığı açısından siyasetin içerisindeyim. Misyonum İzmir’in kültür – sanat çalışmalarına katkı koymaktır. Siyaset ve sanat ilişkisine gelirsek; aralarında

yine de bir ilişki bulunduğunu kabul etmeliyiz. Sanatın içinde siyasetin izi her zaman vardır. Sanatçının ustaca içselleştirdiği, kaliteli, iyi eserlerinde görebileceğiniz bir siyasi mesaj hep bulunur. Bağırmayan, çağırmayan bir mesaj, onda bir hayatın, bir duruşun izi bulunur. Gelecek bilgisi vardır. Aslında iyi sanat eserlerinin hepsinin arka planlarında siyasal bir dünyanın ayak izlerini görebilirsiniz. Önemli olan bunu doğru yerde kullanmak, bağıran çağıran bir yerde kullanmamaktır. Sanatçı doğru, yetkin bir üslupla, anlayışla eserine yansıtmalıdır mesajını. Bir tablo yaparsınız, savaş ve barışın simgesi olur. Aşk şiiri aslında birlikte dünyayı yaşamanın, baskılara boyun eğmemenin şiiridir bazen. Siyasi bir şiirdir yani…

Aynı zamanda yazarlar sendikası Ege Bölgesi başkanlığını da yürütüyorsunuz. Sendikanızdan bahsedebilir misiniz?

Sendikamız Türkiye’nin en eski, ilk sendikasıdır. Aziz Nesin başta birçok değerli şair ve yazarımız da kurucuları arasındadır. Başkanlık dahil önemli görevlerde bulunmuşlardır. Doğrudan edebiyatçılara yönelik bir kurumdur ve zaten zor para kazanan edebiyatçıların destekleri ile ayakta kalmaya çalıştığı için oldukça ciddi ekonomik sıkıntılar yaşamaktadır. Çokça zaman bir hemşeri derneğinden çok daha az ekonomik gücümüz vardır. Zaten kendisini siyasi iktidarlar ile özdeşleştirmeyen, bir otorite altına girmeyi kabul etmeyen böylesi bir platformun, hemşeri dernekleri gibi kurumların aldığı yardımları alması mümkün değildir. Yazar dediğimiz de zaten baskıya, eşitsizliğe karşıdır. Her çalışması da bu sebeple bu doğ-


rultudadır sendikanın, tüm ilişkilerini buna göre yürütür. Her siyasi görüşten, ideolojiden insan bulunabilir sendikada ama kabul etmek gerekir ki yazar denilen, edebiyatçı denilen insan baş kaldıran hayatla bir meselesi olan insandır. Boyun eğmez, biat etmez. Bu sebeple de üyelerimiz, gezi eylemleri dahil olmak üzere her yerde olmuştur. Olmaya devam edecektir.

Biraz da kitapların geleceği hakkında fikirlerinizi alalım. Bizde bir dijital dergiyiz. Medya, kitaplar, gazeteler… Dijital dünya nereye koşuyor? Kitaplar bir gün tamamen elektronik olarak mı okunacak?

Dijital dünyanın, bilginin çok yayılması, serbestliği gibi avantajları sayesinde olumlu bir katkısı vardır. Mesela paylaşılan şiirler ile yanlış şair eşleşir. Nazım Hikmet’in şiiri Necip Fazıl Kısakürek’in olabilir. Bu da bilgi kirlenmesidir. Teknolojinin hayatı kolaylaştırması önemlidir ve bu açıdan yaklaşılıyorsa teknoloji iyidir. Elbette bu bilgi kirlenmesine karşı da önlemlerimizi almalıyız. Kitaplar, romanlar için çok iyi midir derseniz orada duralım. Ben roman ya da şiiri dijital ortamda okumak istemem. O kâğıt kokusunu almak isterim. Bu sebeple kitapların basılı alanda da güçlü olmaya devam edeceğini düşünüyorum. Özellikle kitap basımı bu yüzyıl boyunca devam edecektir. Elbette sonrasını bilemem. E gazeteler, e dergiler kesinlikle artacaktır zira hayatımızı kolaylaştırır. Önemli olan edebiyatı incitmemesidir. Sizin gibi e – dergiler edebi anlamda ince eleyip sık dokudukları taktirde, edebiyatımıza artı değerler katacak-

tır. Çünkü özellikle eserlerin yayılması açısından basılı mecralara göre hızlı ve daha düşük maliyetlidir.

Bir kitabınız var. Destek yayınlarından çıkan ‘Sensiz Ölümdür Aşk’ kısaca bahsedebilir misiniz? Sizden, sizin cümlelerinizden bu değerli çalışmayı öğrenebilir miyiz? ‘Sensiz Ölümdür Aşk’ isimli romanımız, ülkemizde ilklerin kitabıdır çünkü elli yazarlı bir romandır. Dünyada, Türkiye’de bir ilktir böylesi bir kitap. Yazarlarımızın çoğunluğu ilklerin şehri İzmir’dendir. Kitabın geliri Down Sendromlular Derneğine kalacak ve bu açıdan da özellikle çok önemsediğimiz bir sosyal sorumluluk projesidir de bu kitap. Üçüncü baskısını yapıyoruz. Umuyorum ki daha çok satılır ve bizim aracılığımız ile yardıma muhtaç ailelere bir nebze olsun yardımımız dokunur. Zaten özellikle böylesi bir yardıma aracı olma şansı sebebiyle bizlere bu proje çok sıcak geldi. Romanımızın bir kısmı İtalya’da geçmektedir. (Burada belirtmek lazım zira İtalyanca tercümesinin basılması olası...) Adına şarkı bile yapıldı ve internet sitesinden ulaşılabilir. Tekrar etmek gerekirse böylesi bir projeye İzmirliler olarak imza atmak oldukça değerliydi. Biz de Namık Kuyumcu’ya, bize bu söyleşi şansını verdiği ve samimi cevapları, keyifli sohbeti için teşekkür ederiz…

Özgün Kabacaoğlu

ozgun.kabacaoglu@kalemsizdergi.com


Web : www.kalemsizdergi.com | Twitter : Twitter.com/KalemsizDergi | Facebook : Facebook.com/KalemsizDergi


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.