Kalemsiz Dergi 27. Sayı

Page 1


Kalemsiz dostlarım; 2014’ün ikinci ayına girmiş bulunmaktayız. Daha dün yeni yıl için geri sayımda bulunurken, bugün önümüze baktığımızda ilk ayı bitirdiğimizi görüyoruz. Şubat için “tadımlık ay” derler. Bizler de sizin için yenilenen ekibimizle tadımlık, akılda kalıcı satırlar üretmeye çalıştık. Bu ay bendeniz “Zarra’ya Mektuplar” isimli serime devam ettim. Evren Özgüner, “Zamanı Tut” isimli yazısıyla hayallerimizi keşkeleştirmememiz gerektiğini vurguluyor. Seda Kamburgil, “Sevgilerde” diyerek bize bir şeyler hatırlatırken; Burcu Kılıç, “Zaman Geçtiğinde” isimli çalışmasıyla saniyelerin, dakikaların, saatlerin hoyratlığını anlatıyor. Muhammed Sağlam ve Sonay Karakaya’nın derin cümlelerinde kaybolurken yeni bir Kalemsiz çıkıyor karşımıza; Nazlı Deveci. Bakalım Nazlı neler anlatmış... Özge Özgüner, “Tom Waits”i anlatırken; Özgün Kabacaoğlu,

“Cansın Özyosun” ve “Müziksiz Mekanlar” ile yaptığı röportajlarla karşımızda. Ve daha niceleri okumanız için sizleri bekliyor... Sevgili Kalemsizler, takvim yapraklarının epey gerisine gittiğimizde bir Şubat ayının 25’inde büyük üstad karşılar bizi. Kürk Mantolu Madonna ile bize sevgiyi öğretir, Kuyucaklı Yusuf ile gözlerimizi doldurur. Diğer eserleri daha başka izler bırakır. 41 yıllık kısacık ömründe dolu dolu eserler üreten Sabahattin Ali’nin 25 Şubat 1907 doğum günüdür. Şubat sayımızda Kürk Mantolu Madonna’yı bize kazandıran dev yazarı ufak da olsa hatırlamakta fayda var. Tüm okurlarımıza teşekkür ediyor ve keyifli okumalar diliyoruz. Gelecek sayıda görüşmek dileğiyle, bizimle kalın...


Edebiyat->


ZAMANI TUT

İşe gidiyorsun, eve geliyorsun. Ya da muhtemelen okula gidip, o küçücük yurt odasında tıkılıp kalıyorsun. Bazılarımız şanslı tabi. Üç-beş arkadaş eve çıkmıştır, abuk bir odada yaşamak zorunda kalmıştır. Biz buna şans diyoruz… Yıllarca çalışıyorsun yaşlılığında rahat etmek için, yaşlanınca diyorsun yıllarca çalıştım. Peki yaşlanana kadar, ne yaşadın? Asıl soru bu... Hadi biraz acımasız olalım. En büyük hayalin dünya turu yapmak değil mi? Benim de öyle… Ama bunu sürekli çalışarak hiç birimiz başaramıyoruz. Ah tabii ki demiyorum evi,yurdu; okulu, işi bırakalım diye. Kaldı ki zaten bu şekilde bir yaşam olmaz. “Çözümün ne?” diye soracak olursanız, “Hadi canım çözüm mü bekliyordun, şaka yapıyor olmalısın?" diye sorarım. Edirne’yi ziyaretim sırasında, pasajın birinde, bir dükkân bulmuştum. Türkiye’nin en ucunda, güneşin en geç battığı noktada, kızılderili malzemeleri satan bir dükkân.

Garip gelmişti haliyle… Neden garip geldiğini bilmiyorum, oysa Texas’ı da görmemiştim. İçeri adım attım enfes bir koku beni karşıladı… Kızılderili müzikleri kulağımı dinlendirirken, totem maskeleri yüzüme bakıyordu. Sol tarafta yüzük, bileklik vs. gibi şeyler vardı. Bizzat bileklik hastası bir kişilik olduğum için, hemen o bölgeye doğru yöneldim. İlginç bir not gördüm. “Her üründen bir kopya bulunmaktadır.” Bu hem çok zor, hem de seri üretim yapılmadığı için kâr bırakmayacak bir uygulamaydı. Dükkân sahibiyle biraz muhabbet ettik, sadece şunu söyleyeceğim; adam yıllarca dünyayı gezmiş... Gittiği ülkelerde; sokakta gitar çalıp para kazanmış, çadır kurmuş ve tüm dünya ülkelerini gitarıyla beraber gezmiş. Sonra Edirne’ye yerleşip, bu ufak dükkânı açmış ve felsefesini benimsediği konsepti insanlara sunup, onlara hizmet vermeyi amaç edinmiş. Bahsettiğim beyefendi, yaş itibariyle kırklı yaşların


sonunda. Bizler toplumun dayattığı; oku, büyü, çalış ve huzur içinde öl mantığının genel ürünleriyiz. Markette satılacak bir ürün olsak, yerimiz konserve reyonu olurdu. Hani şu sebzelerin hemen karşısındaki, uzun süreli bozulmayan ürünlerin olduğu reyon. Hayallerimizi sürekli erteleyen, ertelediği için sürekli aynı hayalleri kurmaya devam eden insanlarız. Kendi kısır döngümüzde “Problem ne acaba?” diye sorarken, aslında en büyük problemiz. Yaşadığımız hayatları, sırf ailelerimiz istiyor diye ve birileri bizleri takdir etsin diye yaşıyoruz. Okuduğumuz bölümleri, bir çoğumuz puanımız yettiği için okuyor ve zaman zaman “Niye okuyorum ki?” diye soruyoruz. “Hadi çıkıp isyan edelim.” demeyeceğim. Toplu bir isyan bizi geriye götürür. Hatta gelip benimle isyan edersen, ilkokula kadar döndürürüm seni... Git ve aynada kendine isyan et. Eğer senin yaşantın, hayallerini karşılamıyorsa, set sayısını kaderinin ellerine bırakmışsındır. İnsanoğlu “Ne yapabilirim?” Sorusu-

nu iki türlü sorar. Biri olumlu, biri olumsuz anlamdadır. İstediğin hayat için “Ne yapabilirim?” diye soruyorsan doğru yoldasın. Fakat bahane arıyorsan bu soru hayatını karartır. Bazı kararları vermek için iyi düşünmek zorundasın. Yıllar sonra “Keşke şunu yapsaydım.” diye sorduğunda pişman olduğunu anlayacaksındır. Zaman, hayatında geri döndüremeyeceğin tek şeydir. İyi düşün ve önüne iki seçenek koy. Eğer dediğimi yapıp iki seçenek koyuyorsan önüne, ikisini de çöpe at. Çünkü o kadar anlatmama rağmen, hâlâ birilerinin dediğini yapıyorsun.

Evren Özgüner

e.ozguner@kalemsizdergi.com



Ensemde bir soğuk hissettim, başımdaysa bir sıcaklık. Atkı takmamıştım. Şapkasız kesinlikle çıkmam bilirsin. Metroya bindim, sonra otobüse. İnsanlar gördüm, insanlar saydım. Bir, iki... On, on üç... Yirmi... Hepsinde senden izler aradım Zarra, oysa bir şeyi unutmuştum. Parmak izleri bile aynı olmayan insanların yüzleri sana nasıl benzeyebilirdi? Bazen böyle düşünüyorum. Ne kadar düşündüğümü bilmeden. Bırak saniyeleri, kulağımdaki şarkılar bile çalıp gidiyor. Onlar hiç gider mi diye gülme Zarra! Gidiyor işte. Uğultuların arasından tek bir sesi net duysam da etraftakilerin kelimeleri, kelimelerin kaç hecesi olduğu, hecelerinin ünlü uyumları dikkatimi çekmiyor. Sadece camda oluşan buhara adını yazıyorum. Ünlü uyumuna uyan bu kelime, ‘biz uyumu’na uymuyor. Henüz yolculuğum bitmedi. Daha önümde çok durak var. Belki de ben yolun bitmesini istemiyorum. Çünkü oradan ineceğim an yüzünü göreceğim biliyorum. Heyecanlanınca yürüyemem ben. Gözlerim kararır. Sahi, ne kadar anlattım sana kendimi? Beni tanıyor musun?

Yüzündeki o çarpık gülümsemeyi görür gibiyim. “Tabii ki tanıyorum” diyorsun ama ben seninle en tanıdığını zannettiğin insanı aslında hiç tanımadığını öğrendim. Dolayısıyla tanımıyorsun beni, kendini, babanı, anneni... Hani şu yerinde olmak için can attığım insanlar. Sıcak bir Ağustos mevsiminin sonbaharı selamlamak istemediği o ortanca sayılan gününde gözlerimi açtım dünyaya. O zamandan beri seni tanıyormuş gibiyim. Acaba benimle birlikte doğan yanım mısın? En güzel ON İKİ’m misin? Fazla sorgulamamak lazım. En çözülmemiş sorularımın kekremsi cevapları olmaya devam et. Bu arada merak ediyorsan henüz inmedim otobüsten. Yavaş hareket eder, hemen yalnız kalmaktan korkarım. Kendimi emanet ettiğin dakikaların sonunda düz bir yolda yürümeye başlıyorum. Seni de yıllara emanet ediyorum. Cümlelerimi gözlerine... Kulağımda Şebnem Ferah’tan “İstiklal Caddesi” çalıyor. Soruyorum sana Zarra; “Düşünüyorum ne kadar yer etmiş olabilir?” Ve cevap veriyor Şebnem; “İstiklal Caddesi kadar...”


ZAMAN GEÇTİĞİNDE Yanlışlardan sıyrılıp doğrulara yürümeye çalışırken fark ederiz çoğu kez zamanın bizi yenercesine koşuşunu. Bunu fark ettiğimizde çoktan kaygı denen illetin pençesine düşmüş oluruz. ' Kaygı ' evet, geçmişe dair kaygılar ve geleceğe dair kaygılar.. Yaşanmışlıklar ve yaşanacak olanlar. Penceremin önüne usulca vuran yağmur damlaları içimdeki kaçmak arzusunun dışarı çıkışını tetikliyor. Yaralı şehirlerin birinden diğerine gitmek isteği. İyi mi kötü mü, güzel mi çirkin mi diye sorgusuz sualsiz yaşarken günler birbirini kovalamaya devam ediyor. Zifiri karanlıkla beraber gelen gecenin sessizliğine gömülürken sabahında masmavi gökyüzünde beliren kızılımsı

güneş tekrar doğuruyor umutları hayata dair. Ne vardı bu aydınlıkta ? Ne vardı ki hep saklanmak için gölgeler arar olduk kendimize dünya bile bizi takip ederken. Kasvetli hava, bulutların arkasına saklanmış yağmurun kabuğundan kurtulup yeryüzüne haykırışını izliyorum. Pencereme düşen damlaların çıkardığı sese odaklanıyordum sonra. Her gök gürültüsü sonrası yağan yağmur ve her yağmur sonrası çıkan gökkuşağı.. Doğa bile karanlıklardan sonra aydınlığa çıkmayı kanun edinmişken kendine, insanoğlu ? diye düşünmeye koyuluyorum. Bitti sanıyoruz sık sık, geldiğim son noktadayım gibi. Oysa her bitişin yeni başlangıçlara vesile olduğunu unutarak.. Hızlandı yağmur damlaları, kızgınca


penceremi dövüyor her bir tanesi. Ömrün yarısı dediğimiz yaşa gelen insanın hayatında geçen zamanın hızını özetliyordu sanki bu penceremi döven tanecikler ; hızlı, çok hızlı... Durdurmak istiyorsun, bitsin istiyorsun ama ne duruyor ne de bitiyor, engelleyemiyorsun. Zamandı bu yağan yağmur damlaları hayatımızdan akıp giden; zaman. ' Ben bitiyorum ve sen hiçbir şey yapmıyorsun ' diye isyan ediyordu pencereme kızgınlığıyla. Haklıydı, yağmur damlaları. Bitene, geçene bir şey yapılamazdı ama elimizdekilere ve gelecek olanlara ? ' Geç olmadan elinizdekilerin farkına varın çünkü ' Zaman Geçtiğinde ' geri alamazsınız. Yağmur dindi, derin bir sessizlik çöktü her yere,

penceremde gözyaşlarını andıran damlacıklar kalmıştı geriye.

Burcu Kılıç

burcu.kilic@kalemsizdergi.com


SEVGİLERDE "Seviyorum." İçinde özlemi, sadakati, güveni, fedakârlığı, dostluğu barındıran kocaman bir cümle. Kimimiz söyleyemedi, tam söylerken milyonlarca karıncanın avuç içlerine yürüdüğünü, boğazının kuruyup, yanaklarında kızıl bir goncanın açtığını hissetti. Utandı sustu. Kimimizin yetişmeye çalıştığı bir işi, kaçırmaması gereken otobüsü, teslim etmesi gereken projeleri vardı ama sevgiye ayıracak vakti yoktu. Günlük telaşların içinde hayat bir su misali akarken size sevgiyle bakan bir anneyi, babayı, kardeşi, sevgiliyi unuttunuz. Kimimiz gururdan söyleyemedi sevdiğini. Bir adım atılmasını bekledi, bekledi, bekledi... Yıllar sonra doğru durakta beklerken yanlış bir otobüse bindiğini fark etti. Ve bir keşkeye sığdırdı bitmeyecek sandığı ömrünü. Kimimiz utandı, içinde yaşadı sevgisini. Oysa sevgisini söyle-

yemediği her günün, sevdiklerini ondan daha da uzaklaştırdığını unuttu. Kimimiz reddedilmekten korktu, söyleyemedi sevdiğini. Reddedilse bile "Sevgimi anlayamadı" deyip sevmeye devam edemedi. Kimisi kaybetmekten korktu, söyleyemedi sevdiğini. Hep ihtimallere asılı kaldı hayalleri, hep özlemek zorunda kaldı sevdiğini. O kocaman cümleyi söylemekten utanıyorsanız, seni seviyorum'ları davranışlara dökmeyi deneyin. Annenizin ellerine, alnına, yanağına düşen çizgilere bir kuş olup konan öpücüğünüz sevginin en temiz, en canlı ispatı değil mi? Kendi ellerinizle yapıp; sevginizle pişirdiğiniz bir kek, sevgiyle ördüğünüz bir atkı seni seviyorum cümlesinden çok daha fazlasını barındırır. Sana değer veriyorum, seni önemsiyorum, üşütüp hasta olmanı istemiyorum... Bedavaya dağıtacağınız, paylaştıkça çoğalan mutluluklarınız, sevgileriniz var unutmayın. Size göre önünüzde uzun yıllar var ama farkında olmadan hayat sabun


köpüğü gibi avuçlarınızdan kayıyor. Hayat yaşlanıyor, yaşlandırıyor. Kazandığınız parayla, yirmi yıl sonra bir ev aldınız, eşyalarınızı yenilediniz. Bunlar evinizi ısıtmaya yetti ama ısıtmaya geç kaldığınız ellerin, kalplerin adresi değişti. Eşyalar eskiyor, yenileniyor ama size bir anne gibi sarılamıyor, baba gibi kızamıyor, bir kardeş gibi gözyaşlarınızı silemiyor. Zaman var diyerek ertelediğimiz bugünler bahçemizden koparılan çiçekler gibi. Evet, kalkın yatağınızdan, kanepenizden... Yapacağım, söyleyeceğim, gideceğim fiilleri şimdiki zamanda hayat bulsun. Yarın bitmesi gereken ne varsa bugün bitsin. Bir doktorun "Üç aylık ömrünüz kaldı" cümlesini kendinize slogan edinin. Dünü ertelediniz, bugünü yaşıyorsunuz ama yarın ne yaşayacağınızı kim bilebilir? Yıldız kayarken dilek tutmak yerine bunu sevdiklerinize söyleyin. Söyleyin ki gerçekleşme imkânı olsun. Modern hayatın içinde sevginizi telefon tuşlarına hapsetmeyin. Sevdiğiniz insanın elini tutun, göz bebeklerinde kendinizi görün. Sevgi

bir annenin elinde, bir babanın nasihatinde, bir kardeşin gülümsemesinde, bir sevgilinin kalbinde... Açın gizli bahçenizi sevdiklerinize. Yetiştirdiğiniz bütün çiçekleri sahiplerine verin. Bir gülümsemeniz onlara güneş ışığı olsun, bir tatlı sözünüz onlara su gibi hayat versin. Yaşanmışlıklara üzülüp, yaşanacakları yarına ertelemeyin. Vaktiniz varken ve "Böyle olsun istememiştim" demeden çalın en yakınınızın kapısını.

Seda Kamburgil

seda.kamburgil@kalemsizdergi.com


KALBİN TÜRKÜSÜ Derin bir nefes alıp onu salıvermeden başlamak istedim kalemimi oynatmaya. Hayır, hevesim geçmez; ancak ferah bir nefesi sevdiğim gibi severim yazmayı. Şimdi kalktım geldim rüyalar aleminden hülyalar dünyasına. Güzel bir rüya esintisi gibi olmaz belki ama hoş bir tebessüm tadı ve cılız ışığımın selamıyla... Yaşadığımız alem bazen burnumuzda çiçek kokusuyla uyandığımız güzel bir rüya bahşeder bize, bulutların üzerine çıkaran duygular, insanlar... Bazen de o rüyanın sonunda yüz yüze geldiğimiz gerçekler gibi buruk bir acılık bırakır damağımızda. Hatta bazen art arda dikilir karşımıza bu hisler karmaşası, bu duygular savaşı... Neden peki? O zaman diliminde başımıza ne gelir? Neden yarım kalır, yarım bırakırız? Neden terk eder, terk ediliriz ? O çok iyi de siz kötü müsünüz yine yoksa? Yoksa ayrı dünyaların insanları mıymışsınız meğer? Midemizdeki kramplar, karnımızda uçuşan kelebekler -hani bilirsiniz düşmez

dilimizden- kahkahalarımıza sırtını dönüp gururumuzla bir olur canımızı yakar yahut bir hayal kırıklığına yenilir. Nedense birden değişiriz düştüğümüz vakit; şiirlerde şarkılarda yaşar, hayata küser hayale dalarız. Demir atarız yalnızlığa bir hasret denizinde. Güneşimizi kaybederiz sanki. Anılar şimdi gözlerde canlanır, anılar ağlatırlar. Faydalar faydasız, imkânlar imkânsızdır, gönül avunmaz. Aşk biter, bütün bunların ardından sadece gözyaşı kalır. O eski halimizden eser yoktur, ıstırap içinde yorgunuzdur. Gelmez, bilmez, görmez artık; vicdansız da olur yalancı da, eski bir gömlek gibi olur eski sevgili. Artık sevmemeye ant içmişizdir. Batsın bu dünya diye haykırsak da, bitsin artık bu çile diye dua etsek de, yıkılmadım ayaktayım deriz soranlara. Bir arada olabilmek ne mümkün bir arada olabilmek imkansızdır artık. Eller bomboş kalır, yürekler sızlamaktadır. Geri dönmez, imkânsız der ama bekleriz bile bile. Çünkü böyle ayrılık olmaz, böyle yarım kalınmaz. Ah bu şarkıların gözü kör olsun değil mi, nasıl inandırıyor nasıl da özendiriyor insanı. Hani sadece sevgi isterdik, yeter ki sev yeter ki inan derdik ? Hani sevgi anlaşmak değildi nedensiz de sevilirdi? Sevgi emekti hani... Sevgiler sunar, sevdalar anlatır da sonra ne olur biter hikâye, neden gideriz? Korku mu? Ne diye korkarız sevmekten, sevilmekten ? Sevda bizim şarkılardan, türkülerden çıkardığımız manada değil mi artık , yoksa vakti


mi geçti, aşina olduğumuz bestelerin yazıldığı yerde mi kaldı; yazanlar yazdıranlar, söyleyen söyletenler? Sevgi gerçekten bir türkü gibi hislendirip de birden bitebiliyor mu ? Kimlere yazıldı bu dizeler o vakit, hangi sevgililere, hangi sevgilere? Ne girdi araya, kim çaldı hevesimizi, kim söndürdü ışıkları ? Yolumuzu aydınlattığını söylediğimiz, nicelerini vadettiğimiz gülüşlere nasıl gölge düşürür olduk? Ne zamandır bize açılan gönüllere sırt çeviririz ? Sevgisini ilmek ilmek dokuyanlara, yollarla ahbap olanlara, sevenlere tertemiz, sevilenlere çıkarsız; ne oldu? Sevmek mecbur değil elbette. Sevmek kendiliğinden olur, gönül razı gelmezse tüm rızalar hükümsüz, iltifatlar mübalağa, vaatler anlamsız, koca bir sevda sunsan ancak yük omuzda... Ancak bilmeli ki yalnızca sözler söz vermez. Gözler, eller, gülüşler, tavırlar da sözler verir. Sevilenin gözü ilişse yadigâr kalır. Akla düşer, kalbe yerleşir. Muhabbetler, gülüşler, bakışlar hediye eder, sonra da gider, belki inkâr eder. Oysa ya gelmeli ya gitmeli, değil mi? Sevilen sevene özlemle anımsanacak hatıralar bırakmamalı, ona kucak dolusu armağan vermemeli ya da vermişse bir kere, geri almamalı. Çünkü zaman değil ki geçsin sevgisi. Çünkü bildiklerini unutur insan, sevdiklerini değil ki. Çünkü kalbin türküsü bitmez; ya coşkulu bir şarkıya dönüşür ya da yas kokan bir ağıda yol alır. Anlamak mühim değil, sorulara yanıt bulmaya çabalamak manasız... Zaten asıl

olan mana değil, asıl olan... Kim bilir asıl olanı; yanan mı yakan mı yoksa ? Bilen, duyan, sırrı çözen varsa ne iyi, ne âlâ...

Nazlı Deveci

nazli.deveci@kalemsizdergi.com


TOPRAĞA ŞİİR EKİYORUM

Kaybolan çorabımın tekini aradım saatler boyunca aynı odada. Dakikalarca dört duvar içinde dolanıp durdum. Bu kadar zor olmamalıydı bir çorabı bulmak bu kadar sinirlerimi bozmamalıydı. Alt üstü bir çoraptı netice de. En sonunda aramaktan vazgeçip yatağın ilişine bıraktım kendimi. Başımı ellerimin arasına alıp biri çıplak olan ayaklarıma baktım.. Baktım.. Bakakaldım öylece. Ve ben kendime geldiğimde hala ağlıyordum. Lanet olası bir çorap yüzünden mi? Diye sordum kendi kendime. Hayır! Çoraplarımı çok seviyor olmam onlar için histeri nöbeti geçirmemin nedeni kılmıyordu. Ben ağlıyordum çünkü hayatımda o kadar çok yarım kalan şey vardı ki en sevdiğim çorabımın tekini bile kaybetmeye halim yoktu artık. Ben ağlıyordum çünkü bugün ne kadar üzüldüğümün, dönmeyi düşündüğümün bilmem kaçıncı günüydü. Bir ömür kadar üşüdüm bu şehirde. Ortadan kaybolanları hiçbir

yere koyamamışlarım var hâlâ, onun yanında kocaman bu şehir işte, bir de hala yerlerine koyamadıklarım var ki her sabah tatlı bir uykudan uyanırken karşımdaki duvarda yaslanıp merhaba, diyor. Sanki her gün, bize kendimizi değersiz hissettiren ne kadar insan varsa hepsini sevmek için uyanıyoruz gibi. Ben ağlıyorum çünkü hâlâ yazacak çok şey var.. Beni güçsüz kılan, yorgun bırakan ve bir yol olamayacağını anladığım ne kadar insan varsa gözüm görmesin istiyorum. Görmezden gelemiyorum. Çünkü biliyorum ki insan insanı içinde öldürdüğü zaman, takvimde hangi yaprak koparsa kopsun mevsim yine kış oluyor.. Sonrası, havanın soğu değil de insanın soğuğu üşütüyor. Sevilen kadın oluyorum ben, ağladığım hücrelerden. Oturmayı bile başaramadığım, bu defa; oda boyu uzanırken. Fotoğrafları çıkartıyorum saklandıkları yerlerden, hâlâ gülümsediklerini görüyorum. İçim elvermiyor sonsuzluğa gömmeyi böyle gülerlerken, şiir gibi. Bize şiirle temizlenebileceğimizi öğretmişlerdi. Oysa her fotoğraf şimdi bize ne kadar kirli olduğumuzu hatırlatıyor her şiir gibi. Ama ben hiç vazgeçemedim toprağa mısralarımı ekmekten tüm dünya şiir koksun diye. Biliyorum güzel insanlar var, güzel insanlar güzel şiirlere darılmış. Sarılacak birini bulamadığım da Ahmet Kaya’nın şarkılarına


koşuyorum arkama bakmadan şimdi olduğu gibi. Dünya’nın en güzel yeri sanki. Solumda mülteci duygularım, sağımda yaprak döken bahar bahçe. Bir yanım ateş, izin versem kül duman. Bir yanım ana kucağı sığ yerlerde kıyamayışlarımın hatırası. Şarkılarda seviyor, seviliyor, sevişiyorum. Mesafeler beni metrelere bölüyor. Bir araftır almış başını gidiyor. Düşünemeyen taraflarım, beni saçlarımdan çekiyor. Kesik sesim, kısık anılar koşuyor. Ah ana kucağım! Biraz tökezliyorum sanki göçmelerde. Ama endişe etme. Sana gelmeye az kaldım…

Sonay Karakaya

sonay.karakaya@kalemsizdergi.com


Bir bardak demli çayım benim… Bu ilk mektubu yazarken aklıma Karl Marks’ın eşine yazdığı mektubu getirerek yazıyorum. O mektupta diyor ki Marks: ‘’...ama aşk, Feurbachvari insana aşk değil, metabolizmaya aşk değil, proleteryaya aşk değil, sevdiğine aşk yani sana aşk, insanı yeniden insanlaştırıyor...’' Yalnızlığın, hüznün ve çayın; ayetlere yüz tutan anlamlılığı açığa çıkıyor. Güler yüzün ile yeniden insanlaşıyorum. Varoluşun ve yok oluşun çemberinde sıkışmış insanların hatırına, ufacık bir tebessümün iman saçıyor dünyaya. Öyle bir tebessüm ki alt üst oluyor devr-i daim düzeniyle dönen dünya… Bilinmez bir dünyanın hülyası… Bilinenler bilinmeyene doğru gittiğinde Kadıköy-Eminönü seferini yapan bir vapurda martılara simit atmış olacağız. Rüzgâr ile savrulan kanatlar dünyadan bir mesaj getirecek ‘’ben geldim, yine geldim ve yeniden geleceğim’’. Bir sitem varsa avuçlarının içinde söyle rüzgâr ile savrulan kanatlara. Söyle ki noktalar oluşsun dünyanın zihninde, noktalar… Bazen o kadar çok şey anlatır ki o noktalar, oturup bir kenara besmele çekip o noktalara sığınırsın. Sığınabileceği noktalar gönder dünyaya… Sadece ve sessizce…

Bir o kadar devam eden duygular, anlamlı kelamlar, iki güzel bakış, bir yüz çeviriş, hafifçe bir naz ve çatık bir kaş, hepsinden biraz daha fazla ve hepsinden biraz daha az… Dünyaya verebileceğin hediyeler buysa, köle olur dünya aya secde etmiş çay gibi… Budur dünyanın hissettikleri, hissettiklerini var eden ise gecenin gözleri olan ‘ay’dır. Yani Süleymaniye Camii'nin bahçesinde yürürken attığın adımların çaresiz serzenişi… Yani, kız kulesinin karşısında, çayların sıcaklığıyla havaya doğru yayılan dumanı ile avuçlarının içini öpmek… İşte budur hayalimin sınırsızlığı, gönlümün ‘ay’ı olan sen… O kadar çok şey yazmak istiyorum ki sayfalara ama bir çırpıda her şeyi yazmak değil; yavaş yavaş, doya doya, sindire sindire seni akıtıyorum sayfalara… Kalemim olup sayfalara anlam kazandıran o güzellik, bir şiir var ediyor ve diyor ki….: Utangaç kelebeğim benim, iyi ki karşıma çıktın. İyi ki seni tanıdım. İyi ki rastlantı denilen şey sende açığa çıktı… Sevgi bir hakikatse eğer, seni hakikat olarak görmeyi rabbimden dilerim. Hakikatim benim... Bir kelebek kadar az ömre sahip, büyük bir hakikat… Dağlara kıyam eden bir hakikat…


Denizin nuru boyunca uzanan gözyaşları misali bir hakikat… Hakikatine sarılmak istiyorum. Hakikatine türküler söylemek, seni yaşamak istiyorum… Yaşamayı seninle öğrenmek istiyorum… Bir perşembe günü, Küçük Ayasofya Camii'nde kılacağımız namazın sevabını, Filistin’deki yetim çocuklara göndermek istiyorum… İşte bu kadar hakiki, Bu kadar hakikat dolu bir hissediş, Bu kadar sade, bu kadar dolu, Bu kadar, çaresiz belki de... Yine de sen yine de sen, Ve yine bir tebessüm… Ve yine çay içilir, sen hatırlanırsın… Ve yine en sonunda, Hakikate doğru gidileceği bilinir… Bir utangaçlığın masumluğu üzerinde doğan kelebeğin hakikatisin, Benimsin… Nazım Hikmet'in dediği gibi, ‘’Minnacık bir kadınsın’’ ….Ve dev bir yürek minnacık bir kadını sever… SEVDİKÇE ÇOĞALMAK, ÇOĞALDIKÇA KALBİNE KARIŞMAK İSTİYORUM… DELİLİKLER DE YOK DEĞİL AMA OLSUN, KEŞMEKEŞLERİN İÇİNDE BİR DUA İLE ISITMAK İSTİYORUM SENİ…

Muhammed Sağlam

muhammed.saglam@kalemsizdergi.com


Olur Olmaz Şeytan girecekse kana Aralar taviz kapısını Bizzat buyurur ki sana Bir kereden bir şey olmaz Şüphe duymaz dürüst olan Bakmaz perdenin ardına Er ya da geç çıkar yalan Ateş yoksa duman olmaz Varsa gönlün bir sahibi Kabullen ki çirkin olma Emeksiz başarı gibi Zorla da güzellik olmaz Yar olmaz ki her gülenden Sanma bu gülüşler baki Güçlü geçilmez sevenden Düşeninse dostu olmaz Tek lafa gönül koyulur İki kez düşün bir konuş Söz sahibinden sorulur Elçilere zeval olmaz Duyulmamış ses verdiği İsyan ede dur ey Tolga Vardır elbet bir bildiği Hikmetinden sual olmaz

Tolga Arslan

tolga.arslan@kalemsizdergi.com


UĞUR BÖCEĞİ İrfan Karabulut

irfan.karabulut@kalemsizdergi.com

Kim bilir uğur böceğin ne çoktur, Ellerine konan. Ve sen, Saklı suskunluğuna saklanırsın... Hep dileklerini ona, Sitemlerini kendine yüklersin kifayetsiz. Nihayet eskimiş hayallerin, Yıllanmış şarap tadında yudumlarken. İçinde kırık bir testi taşırsın hep, Anı keder ve sevdaları bulunduran. Gözlerin uğur böceğini arar, Dileklerini vermek için bıkmaksızın. Zemini ıslak gözlerimin şimdi, Ve ben ağlamaklıyım. Sen tahmini zor uzaklardasın. Bense elimi uzatsam tutacağım gibi yakın. Uğur böceği refakatçinim hazır kıta, Gözlerine konasım var dileklerini almak için. Oysa kibir ve gurur savurdu. Aşk küllerini hoyrat bir gecede bize.

Gülüşlerine abone mi olsam acaba ? Yoksa bakışına mı dokunsam ? Hayaline mi uzatsam kahve fincanımı ? Yoksa özgürlüğüne tutsak mı olsam ? Sana tutunmak için ne yapmam gerek ? Bilemedim bir türlü... Rüzgâr savurdu kifayetsiz keyifle, Babil’in oyun bahçelerindeyim nedensiz. Sen elinde papatya, ben de uğur böceği, Çocukça aşklarımızı sorguladık. Aklımızda isimlerimiz dilimizde Çocuk tekerlemeleri vardı. Papatya sevince, Kollarımda avazınca mutluluk doluydun. Ama uğur böceğim hiç bir vakit uçmadı. Belki bi haberdin sevgimden çocukta olsan. Yüreğim param parça gittiğinin ertesi, Yakıcı yokluğun kavuruyor Harran misali. Dua ve dileklerini uğur böceğine ver. Sitemlerimden arıtıp gökyüzüne yazayım. Keşke gecene ateş böcekleri serip, Karanlıkta şiir yolunu bana çıkarsaydım. Kır kalemi elinde kelimeler yere dökülsün, Öksüz kalsın edebiyat temelli. Parçalansın şiirler ağlasın şair, Mürekkebe tutsak kâğıda âşık olursam eğer...


Ya Akdeniz uykudaydı gittiğimde, Yâda sen, Kollarındaydın akşamın... Lakin habersizdiniz benden, Gece kayan yıldız kadar. Oysa Ne de sıkı üçlüydük... Biz yüreğimizdeki kumsal ateşinde neşeyle, Sen gittin ya ; Sara nöbetindeyim yine. Ağlayışlarımı sarıp, Uykusuzluk nöbetlerindeyim bu gece. Sevgini alıp vermeden sana, Sevgili nöbetlerim var beklediğim. Gün ışırken ben yine, Umut dolu niyet nöbetçisiyim. Şimdi sen gelmişsin dünyama eziyetinle, Ve gitmişsin yüreğimle hak mı bu ? Ben zıbarıyorum. Uyanmamak adına uykulara. Sen günü birlik, Sevda mitinglerinde reva mı bu ? Artık taş kalpliyim sevgisi olmayan, Senin eserinse bu şair, Benimde şiirlerim var. İçinde yaşattığım senle alakalı, Şimdi sevinebilirsin o sevmediğin, Uyku nöbetlerinde haykırıp suskunluğu avazınca.

UYKU NÖBETLERİ İrfan Karabulut

irfan.karabulut@kalemsizdergi.com


K端lt端r & Sanat ->



Aslında Miro sergisi diye çıktık yola ama serginin sahte olduğu iddiasıyla kapatıldığını öğrenince hayal kırıklığına uğradık. Biz de soluğu SALT’ta aldık. SALT’ta Vadedilmiş Bir Sergi-Gülsün Karamustafaoğlu’nun çalışmaları vardı. Yaşamının getirdikleri, toplumsal yaşantıların bireylerdeki etkisini gördüğümüz eserlerde. Kafiye içerisinde bulunan sanki unutulmuş bir şiirin kelimelerini anımsatan duvar, çocuk yeleklerinin içerisine saklanan hayaller, demir sepetin içindeki göçü temsil eden yorganlar ve Star Wars tişörtlü köylü kızı beni en çok etkileyen eserlerdi. Açık söylemek gerekirse Bienal zamanında gördüğümüz eserler özellikle Galata Rum Okulu’ndakilerden sonra bu sergi beni çok tatmin etmedi. Biz de bir sonraki durak olarak ARTER’e gitmeye karar verdik. Arterin ilk katında “Taşlar Konuşuyor” adlı sergide sanatçı, Türkiye’nin değişik bölgelerinde bulunmuş ancak sergilenecek değerde bulunmadıkları için depolarda tutulan ya da üniversitelerde bilimsel araştırmalarda kullanılmak üzere kullanılan taşların kopyalarını orijinal malzemelerden yapıp sergilemiş. Şöyle bir göz atıyoruz bize hitap etmediği için soluğu ikinci kattaki “Bahaneler”de alıyoruz. Rengarenk duvarlar, yerlere yazılan sözler, çay, kahve… Okunulacak kitaplar, izlenilecek filmler ve çalışma atölyeleri ile sergilere değişik bir açıdan bakıldığını görüyoruz. Ayaklarımız bizi en üst kattaki ARTER’in bahçesine götürüyor. Mikro alan diye nitelendirdiğim şehir yapılarının içine konulmuş küçük bahçede birkaç dakika geçirip günümüzü sonlandırıyoruz. Bu sergilerden ayrı olarak, İspanyol Miro’yu anlatamamanın

üzüntüsü ile Gaudi’yi anlatmak istiyorum.

ART NOUVEAU ETKİSİNDEKİ GAUDİ’NİN BARCELONA YAPITLARINDAKİ UYANIŞI

5 Aralık 2013’te Barcelona’ya gitme imkânına sahip oldum. Bu gezimde sanat ve estetik dersinde gördüğüm gotik mimariden, sanattaki art nouveau etkisine kadar her şeye rastlamak mümkün. İlk olarak Gaudi’den bahsetmek istiyorum. Nasıl ki İstanbul’dan bahsederken Mimar Sinan’a değinilmeden geçilemezse; Barcelona’da da Gaudi’ye değinilmeden geçmek mümkün değil. Şehri âdeta kendi oyun alanı haline getiren bir çocuk gibi. Sagrada Familia görkemli bitmeyen kilise, kilisenin bitmeyiş nedeniyse aslına bakılırsa tam bir efsane. Her dönemin mimari anlayışının esere yansımasını istemiştir, Gaudi. Diğer bir taraftan ise; kilisenin bitmeme nedeni şu an kilisenin içini görmek için para ödüyorsunuz. Kilise tamamlandığında bu gelir ortadan kalkacak. İkinci nedeni göze alırsak o kilisenin bittiğini görmek zor gibi gözüküyor. Sagrada Familia’nin hemen yanında Gaudi’nin mütevazi evi ile karşılaşıyoruz. Gaudi her gün bir heykel yapıp kilisenin üzerine yerleştirirmiş. Bir gün heykeli yerleştirdikten sonra uzaktan görünüşüne bakmak istemiş, geri geri yürürken trajik bir şekilde trafik kazası geçiren Gaudi’nin üzerinde işçi kıyafetleri olduğu için bir Allah’ın kulu yardım etmemiş. İki saat sonunda hastaneye giderken can vermiş. "Gotik'i taklit ya da tekrar etmemeli sadece devam etmeliyiz" diyen Antoni Gaudi yapıtlarında renkli yüzeyler, dalgalı formlar, bol dekorasyon ve organik motifler kullanarak bu akımın ilk örneklerini yapmıştır. Bunu en çok Parc Guell’de görebilmek mümkündür. Guell Ailesinin soyluluk göstergesi olarak


yaptırdığı Parc Guell’de mozaikler ön plana çıkmıştır. Bu alanda yapılan hiçbir toprak götürülmemiş ve park alanının çeşitli yerlerinde çeşitli formlarda kullanılmıştır. Bu formlardan biri de banktır. Barcelona’ya açılan bir balkon edasında olan dünyanın en uzun mozaikten yapılmış bankındaki kıvrımlar, dalgalı formlar ve mozaiklerdeki uyumun dansı en güzel Art Nouveau yansımalarındandır. Casa Batlló adlı mimari eseri bu akımın en önemli eserleri arasındadır. Ayrıca Gaudi’nin birçok eseri Dünya Mirasları listesinde yer almaktadır.

BARCELONA KATEDRALİ - CATHEDRAL OF SANTA EULALIA-

Gotik mimarinin en belirgin özelliklerini gözler önüne seren Katedral’e baktığımızda uzatılmış bir mimarisinin olduğunu ayrıca Ortaçağ Avrupa’sında dinin otoritesinin insanlara aktarılması için insan boyutlarına oranla kat kat büyük olduğunu görmekteyiz. Katedralin içine girdiğimizde planının haç şeklinde olduğunu bir kez daha görüyoruz. Pazar günü gezmenin ayrıcalığını yaşayıp bir ayine denk geliyoruz. Kısa bir süre izledikten sonra içeriyi incelemeye başlıyoruz. Heykeller gözümüze çarpıyor. Gotik mimarinin heykeller üzerinde de etkisi olduğunu biliyoruz. Kilise ve katedrallerin vaz-

geçilmezlerinden olan piyano çalmaya başladıkça içerideki akustik hemen ilgimizi çekiyor. Camlardan yansıyan ışıkla değişik bir atmosferin içine giriyoruz. Böylece günlük hayatımızda karşılaştığımız nesnelere, mimari yapılara artık farklı bir gözle bakıp küçük ayrıntıları yorumlayabilmenin sevinci ile gezimizi sonlandırıyoruz.


Tom Waits Özge Özgüner

ozge.ozguner@kalemsizdergi.com


Sesiyle sarhoş, dizeleriyle allak bullak eden eşsiz bir sanatçı, Thomas Alan Waits. Bir yağsa hepimizi sarhoş edecek alkol bulutu ama o kendini sınıra taşımayan neşeli bir dargınlıkla beynimizin duvarlarında zarif çatlaklar oluşturmakla meşgul. Gary Graff ’ın tabiriyle sesi, ‘bir fıçı burbonda ıslatıldıktan sonra beş ay tütsülenmiş ve ardından da bir arabanın altında çiğnenmiş’ gibidir. Çıkardığı kendine has hırıltılı sesine birçok duayen yorum yapmıştır. Sesini doğada olan veya herhangi bir nesnenin birleşimiyle ortaya çıkan seslere benzetilmiştir. Bence sesine yorum yapmak artık saygısızlık olur. Çünkü biz artık o sese, Tom Waits sesi diyoruz. Deneyselliğe olan meyili; blues, caz vodvil gibi rock öncesi türlere sevgisi ile müzik adına sıra dışı bir kişilik oluşturmaktadır. 7 Aralık 1949’da Kaliforniya’da doğmuştur. Müziğe olan merakı daha küçük bir çocukken başlamış. Komşularında bulunan piyanoyu çalıp, gece yatarken aklına şarkı sözü gelir diye baş ucunda hep kağıt-kalem bulundururdu. Eminim Tom, komşusunun evinde bulunan piyanonun markasını, üzerinde kaç çizik olduğunu şu an hatırlıyordur. Zaten piyano çalmayı da kendi başına öğrenmiştir. Daha sonra eline alacağı Gibson marka ilk gitarıyla birlikte, bugün dinleyip ağzımızı açıkta bırakan şiirlerin bestelenmesinin ilk yardımcılarıdır bunlar. 10 yaşına geldiğinde anne ve babası boşanır. Ergenlik çağına böylesine zorlu bir olay atlatarak giriş yapar kahramanımız. O dönemlerde yaşıtları Beach Boys dinlerken Waits, Bob Dylan dinlemeye başlar. Kendinden yalnızca 8 yaş büyük olan bu ulu müzisyen, Tom’un müzi-

ğe olan ilgisini ve yeteneğini ortaya çıkarır. Los Angeles’ta bir club’da çalışırken, barın etrafında oturan insanların konuşmalarını not alarak bir parça ortaya çıkarır. “İnsanların konuşmalarını bir araya getirdiğimde orada bir şeylerin gizlendiğini farkına vardım” diyor Waits. Tom Waits, Troubadour’da çalarken bir gece Frank Zappa’nın da menajerliğini yapmış olan Herb Cohen adlı kişinin ilgisini çeker ve Tom’a albüm için öneri götürür. Böylece 21 yaşında ilk albüm sözleşmesini imzalar. İlerleyen yıllarda bu beraberliklerinin bir sonucu olan “The Early Years” ve “The Early Years, Vol. 2” adındaki iki albümü de piyasaya çıkar. Tom Waits’in müzik eleştirmenleri tarafından başarılı bulunmakla birlikte, hiç kimsenin satın almadığı fakat sanatçının müzikal anlayışını tam anlamıyla ortaya koyan ilk albümü Asylum Records etiketli “Closing Time” piyasaya çıkar. Mothers’la birlikte katıldıkları turnede izleyiciler tarafından hakarete uğrayan Waits, Los Angeles’a geri döner ve burada yine eleştirmenlerin başarılı bulduğu fakat hiç kimsenin almak için yanaşmadığı ikinci albümü “The Heart Of Saturday Night”ı kaydeder. Gün geçtikçe Waits’in parçalarına canlılık yerleşiyordu. Waits, canlı performanslarını kaydettiği fakat ne eleştirmenlerin ne de dinleyicilerin beğenmediği albüm “Nightwalks At The Diner” piyasaya çıkar. 1976 yılında Waits tekrar turne için yollara düşer, burada daha düşmanca tavırlar sergileyen sarhoş ve saldırgan kalabalığın tepkisiyle karşılaşır ve verdiği


konserlerden sonra Londra’ya döner. “Small Chage” albümünü hazırlayarak, yine kendini kanıtlar, eleştirmenlerden tam not alan Waits, albümündeki aşırı duyarlılık, hassasiyet ve mistik hava çok beğenilir. Yoğun sigara ve viski kullanımı, Waits’in sesinde farkedilir bir değişime neden olur. 1977 yılında “Foreign Affairs” ve 1978 yılında “Blue Valentine” albümlerini çıkarır. 1978 yılı Waits için milat olur. Sylvester Stolone ile birlikte “Paradise Alley” de rol alır ve bu oyunculuk deneyimi ile birlikte filmlere beste yapmaya başlar. 1980 yılında “Heart Attack And Wine” adlı albümünü hazırlar. 1982 yılında, “One From The Heart” filmi için hazırladığı soundtrack ile Oscar kazanır. 1986 yılında Chicago’daki Steppenwolf Theatre’da sergilenen ve 1987 yılında bir albüm olarak piyasaya çıkan “Frank’s Wild Years” da Kathleen ve Tom birlikte çalışır. Island Records’la 1983 yılında anlaşma imzalayarak, “Swordfishtrombones” albümünü piyasaya çıkarır, bu albümünde farklı kayıt teknikleri ve soundlar kullanmaya başlamıştır. Yine 1983 yılında Coppola’nın bir filmi olan “Rumble Fish” de ve “The Outsiders” da; 1984 yılında ise “The Cotton Club” da rol alır. Waits, 1985 yılında “Rain Dogs” adlı albümünü piyasaya çıkarır. 1986 yılında, yönetmen Jim Jarmusch’la birlikte ilk kez “Down By Law”da birlikte çalışma fırsatı bulur. Waits ve Jarmusch, sadece oturup Lee Marvin filmleri seyretmek amacını güden, “The

Sons Of Lee Marvin” isimli bir grup kurar. 1987 yılında, “Candy Mountain” ve “Ironweed” filmlerinde rol alır. Waits 1988 yılında ise, konserlerinden birini baz aldığı film ve soundtrack çalışması olan “Big Time”ı piyasaya sürer. Tom Waits, 1989 yılında “Bearskin: An Urban Fairstyle”, “Cold Feet ve Wait Until Spring”, 1991 yılında ise, “Queens’ Logic”, “The Fisher King”, ve “At Play in the Fields of the Lord” filmlerinde yer alır. 1992 yılında “Night On Earth” filminde yer alan sanatçı, “Bone Machine” albümünü piyasaya sürer ve 1992 yılında düzenlenen Grammy’lerde En İyi Alternatif Müzik albümü ödülünü alır. Almanya’daki Thalia Theatre’da yönetmen olan Robert Wilson ile de çalışma fırsatı bulan Waits, William S. Burroughs opera metinlerini yazıyor, Waits metinlerin bestelerini yapıyor ve Wilson’da ortaya çıkan çalışmanın yönetmenliğini yapıyordu. Üçlü, 1993 yılında albüm olarak da piyasaya çıkan “The Black Rider”ı ortaya çıkardı. Yaklaşık 5 yıl süren aradan sonra Waits, 1998 yılında Island Records’tan çıkmış önceki çalışmalarının bir toplaması olan “Beautiful Maladies”i piyasaya çıkarır. 1999 yılında “Mule Variations” albümü ile müzik piyasasına döner. 2002 yılında “Alice” ve “Blood Money” isimli iki albümü yayınlar. 2004 yılında “Real Gone” albümü raflarda yerini buldu. 2006 yılında, 3 CD’den oluşan, 37 şarkının yer aldığı Orphans: Brawlers, Bawlers &


Bastards‘ı piyasaya sürdü. 2009 yılında “Glitter and Doom Live” adında konser albümü yayınlandı. 2011 yılında ise “Bad as Me” adlı albümü müzik piyasasında yerini aldı. Tom Waits, şarkılarında genellikle antikahramanları anlatmaktadır. Hatta kendisine Bukowski’nin şarkı söyleyen sesidir bile diyebilirim. Antikahraman dedim de kendisini “Poor Edward” şarkısıyla tanıma fırsatı bulmuştum. Efsane mi değil mi bilinmez ancak psikolojik rahatsızlıklarından dolayı intihar etmiş zavallı Edward’ı şarkısına konuk etmiş, herhangi bir şarkısının bir notasını bile duyunca hakkında bir sürü şey yazmak istediğim ancak o müziğini nasıl anlatacağımı bilmediğim için susup kaldığım efsanevi bir insandır. Waits seven hiçbir insan, ben çok mutlu bir anımda bu adama rastladım ya da keşfettim diyemez. Öyle bir adamdır ki boğulurken imdadına yetişir. Hayallere fon müziği hazırlar. Yolda yürürken dinlersen adımlarını farklı atmaya başlayabilirsin, evde dinlersen birden odadaki duvarların rengi değişebilir, yattığın yerde dinliyorsan eğer tavandaki bulutların hareket ettiğini görebilirsin veya kuşların göç ettiğini. Günün birinde trende karşılaşmayı diliyorum, teşekkür edebilmek için…


Cansın Özyosun Röportajı Özgün Kabacaoğlu

ozgun.kabacaoglu@kalemsizdergi.com


Cansın Özyosun...

İzmir doğumlusunuz yanlış bilmiyorsak Cansın Hanım... Hâlen bağınız sürüyor mu İzmir ile?

Evet! İzmirliyim(Tebessüm ediyor) Ailemden birkaç kişi var hâlâ orada ancak bağım devam etmiyor.

Ne kadar zamandır İstanbul’dasınız?

Üç yaşındaydım geldiğimde. Ailemin işi sebebiyle gelmişiz.

İzmir ile İstanbul kıyaslanmaz ama bazı sorunlar herhalde her iki şehirde de vardır. Örneğin mimari bozulma, yapılaşma sorunları, çevresel sorunlar vb. Bir sanatçı gözü ile baktığınızda şehirlerimizin en büyük sorunu nedir? En büyük artısı nedir? Bence sadece iki şehirde değil tüm Türkiye’de mimari bozulma söz konusu ve özellikle son dönemlerde sahil şehirlerinde daha da göze çarpıyor.

Biraz sizden bahsedelim. Yengeç burcusunuz değil mi? Burcunuzun özelliklerini taşıyor musunuz? Nasıl bir kişiliğiniz vardır. Kendinizi nasıl tanımlarsınız? Tipik yengecim, evimi severim, kırılgan, alıngan, duyarlı, tatlı bir insanım işte (Gülüyoruz) Takım tutar mısınız? Tutuyorsanız derecesi nedir. Sizin için hayatta önemi var mıdır? Futbol seyretmeyi çok severim. Fenerbahçeliyim ama uzun zamandır ilgilenemiyorum.

Eğitim hayatınızdan, okuduğunuz okullardan bahsedebilir misiniz?

Beşiktaş Kız Lisesi mezunuyum. Liseden sonra iç mimar olmak istiyordum. Mimar Sinan

ve Marmara’nın imtihanlarına girdim sadece ve sonuç olmadı ( Gülüyoruz ) Ben de bir daha denemedim.

Özgeçmişinizde Betül Mardin'i görüyoruz. Halkla İlişkiler ile başlayan bir kariyeriniz var. O günlerden biraz bahsedebilir misiniz?

Tekfen Holding’e ait olan Bebek S restaurantta, Leyla Akçağlılar ile çalışmaya başladım (Allah rahmet eylesin). Orada değerli insanlarla tanıştım. Bunlardan birisi de İzzet Öz’dü… Allem ettim, kallem ettim ve imaj – halkla ilişkiler dünyasının kapısını araladım. Üç seneye yakın imaj kısmında çalıştım. Hayatımın yönlenmesinde ve beni ben yapan birçok özelliğimi almama sebep oldu. Duayenlerimizden Betül Mardin’le çalışmak ise çok özel bir ayrıcalıktır.

Bir ara televizyon programı da sundunuz. Televizyon dünyası için neler söylersiniz? Bu deneyiminizden bahsedebilir misiniz?

Şule Bekrioğlu ve Mahsun Kırmızıgül’ü önceden tanıyordum. Acaba olur mu diyerek bir çılgınlık yaptım. O da kısa sürmedi. İki sene günde dört saat canlı yayın gerçekleştirdik. O adrenalini özlemiyorum dersem yalan olur (Gülüyoruz) Var, var aklımda yeni projeler, bakalım…

Peki dizi oyunculuğuna ve tiyatroya nasıl adım attınız? Zira farklı bir alanda kariyer yapıyordunuz.

Abdullah Oğuz ile çalıştığım dönemde Birol Güven oyuncu bulmak amacı ile şirkete geldi ve benim oyuncu olmama karar verdi. Bana pek laf düşmedi. Apo ile Birol Güven olayı çözmüştü (Gülümsüyor)


Konservatuar, güzel sanatlar okullarında eğitim almadan oyunculuğa, tiyatro dünyasına adım attınız. Sizi bir nevi alaylı oyuncu olarak isimlendirebilir miyiz?

Kesinlikle… Tesadüfler ya da işaretleri takip ettiğimi düşünebilirsiniz. Ancak ben mesleğime âşık oldum ve oyunculuğu sonsuz öğrenme yolu olarak görüyorum. Bu yüzden de kendimi geliştirmek için ek destekler aldım ve alıyorum. Çok korkmama rağmen bir çılgınlık daha yaptım ve tiyatro sahnesine de çıktım.

Farklı bir alandan oyunculuğa başlamak (alaylı olmak) kariyerinizde ne tür eksiler ve artılar getirdi?

Çok çalışmak, çok çalışmak ve çok çalışmak… Bu çalışmaların içinde eksiler de artılar da geldi ama çalışmaya devam ediyorum.

Sizin gibi bu alanda kariyer hedefleyen gençlere neler tavsiye edersiniz?

Gerçekten hayatlarında neyi neden yapmak istediklerine net karar versinler. O yola çevirerek gözlerini, kulaklarını kapasınlar ve çalışsınlar, sadece çalışsınlar...

Sayısız dizide rol aldınız. Kimisi çabuk bitti, kimisi ise uzun bir zaman dilimine yayılarak ekranlarda yer buldu. Reyting savaşının hep içerisinde idiniz. Bu savaş; kalitenin yakalanması için bir itici güç mü yoksa tersine sanatsal değerleri baltalayan, zararlı bir mücadele mi? Bence dizi sektörü gerçekten çaba sarf etti ve tecrübe kazandı. Yapımcısından oyuncusuna, kanalından ekibine kadar ve dolayı-

sıyla bu savaşlar kaliteyi arttırdı. İzleyicinin çıtası da yükseldiği için ve seçme hakkı ellerinde olduğu için iyi bir şey yapmalısın ki izleyiciyi bağlayabilesin.

Kariyerinizde içerisinde bulunduğunuz ve sizi en çok etkileyen projeniz hangisi idi? En Son Babalar Duyar, Melekler Korusun ve Kapıları Açmak... En Son Babalar Duyar merhaba deyişimdir. Bu sebeple yeri çok başka ve Melekler Korusun ile Eylül karakterini çok sevmiştim. Aşkı için başka bir aşkı yıkacak kadar hırslı bir kadındı. 2005 yılı ise benim için yarım kalmış bir rüya tadındaydı. Mesnevi bir kızın hikâyesiydi..

Eminiz ki birlikte görev aldığınız her sanatçı kıymetlidir. Sizde en önemli etkiyi yaratan rol arkadaşınız veya belki hocanız vb. bahsedebilir misiniz?

Çok güzel insanlar, isimler ve hocalar… Erkan Can, Olgun Şimşek, Gülseren Gürtunca, Metin Çoşkun, Ali Sunal, Yıldız Kültür, Hümeyra, Işıl Yücesoy daha daha sayarım (Gülümsüyor)

Böylesi dolu bir kariyer… Yaşınız sorulduğunda nasıl cevaplarsınız? ( Gülüyor ) Direkt cevap veriyorum. Tepki alıyorum, neden direkt yaşını söylüyorsun diye ama otuz yedi yaşındayım ve çook mutluyum.

Oldukça fit ve genç bir görünüme sahipsiniz. Neye borçlusunuz bu görünümünüzü? Güzellik sırlarınız nelerdir?



Teşekkür ederim… Sanırım genetik ve aynı zamanda beslenme tarzımdan olsa gerek… Genelde sebze yiyorum. Bunun da faydasını gördüğümü düşünüyorum ve uzun zamandır daha çok doğa ile iç içe yaşıyorum.

Malum bundan bir on yıl önce genç bir erkek ile yaşça büyük bir kadının ilişkisi popüler kültür içerisinde ayıplanırdı. Şimdilerde ise neredeyse tamamen tersi bir durum var. Sizin bakış açınız nedir? Açıkçası ilgilenmiyorum. Kim kiminle mutluysa onunla olsun. Aşk zaten zor daha da zorlaştırmayalım

Özel hayatınız ile hiç gündeme gelmiyorsunuz desek yeridir. Tam tersine her sevgilisini sayabildiğimiz isimler de var. Bu davranış sizin için özel bir tercih mi? Öyle ise neden bu yolu seçtiniz?

Sayıyı ben de verebilirim ( Gülüyor ) Şaka bir yana böyle bir tercihim ya da bu konu ile ilgili çok özel bir çabam olmadı açıkçası. Böyle gelişti, hayatımı daha kapalı yaşamayı seviyorum sanırım.

Özellikle sinema sektörüne baktığınızda ne durumdayız? Bir Türk Hollywood'u kurulmalı mı sizce? Bunu başarabilir miyiz? Bu nasıl başarılabilir?

Ben gerçekten gerek dizi gerekse sinema söktörümüzde önemli adımlar attığımızı düşünüyorum. Her geçen gün yetenekli ve sinemaya aşık insanların önü açılıyor ve söyleyecek sözü olanlar daha çok var. Hollywood mu? Bizim Yeşilçamımız var.

Gezi olayları ile Türkiye çok daha fazla

sosyal medya gerçeği ile yüzleşti diyebiliriz. Sizin sosyal medyaya bakışınız nasıl? Gezi olaylarında birçok gerçekle yüz yüze geldik. Sosyal Medya da bunlardan biriydi. Sosyal Medya hayata dokunmak sanırım… Hızla dijital medya ortamları ( e - dergiler, e - gazeteler, haber siteleri vb. ) hayatımıza girmekte. Basılı mecralar kan kaybediyor.

Sizce gazeteler bir gün tamamen kalkar mı? Kitaplar basılmayacak mı? Bir gün tamamen dijital olur ise sizce ne zaman gerçekleşir?

Çalışmadığım yerden sordunuz (Tebessüm ediyor). Aslında biz insanız ve duygusal varlıklarız. Kitaba dokunmaktan, sayfalarının kokusundan vazgeçebileceğimizi sanmıyorum. Eğer kalkarsa da sanırım ben hayatta olmam ( Gülüyor )

Son olarak yakında bir diziye başlayacağınız duyumlarını aldık. Yeni projenizden kısaca bahsedebilir misiniz?

Eveeet…“Küçükağa” Yeni sezonda Kanal D’ de yayına girecek. Çok naif bir hikâye. Arzu karakterini oynuyorum. Cerrah, başarılı ama kalbi boş… Bakalım başından ne hikâyeler geçecek…

Cansın Hanıma samimi ve içten cevapları için teşekkür ediyor ve yeni dizisini sabırsızlık ile bekliyoruz… Özgün Kabacaoğlu Kalemsiz Dergi – Ocak 2014


Müziksiz Mekanlar Yorgunuz, eve gitmek için toplu taşıma aracına biniyoruz. Fakat bir müzik sormayın gitsin. Hoşlandığımız müzik bile olsa o yorgunlukla bunu dinlemek ister miyiz ya da arkadaşımızla hararetli bir sohbete dalmak için sessiz bir mekân hiç mi aramayız? Sessizliğin ve müziksiz ortamların da hak olduğunu biliyor muyuz? Müzik dinlememenin de bir hak olduğunu anlatan ve bir farkındalık projesi olarak ortaya çıkıp bir platforma dönüşen Müziksiz Mekanlar’ı, kurucusu Onurcan Çakır ile konuşmak için yola çıkıyoruz.

Akşam saatleri, yağmur yağdı yağacak. Bilindik İzmir havası, biraz serin… Ve Onurcan Çakır ile buluşuyoruz. Bir yüksek mimar, akustik uzmanı ve aynı zamanda bir müzik meraklısı… Müziği Seviyoruz!

Öncelikle bu röportajı kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. İlk sorum ise bu oluşum nasıl ortaya çıktı ? Müzik ile aranız pek iyi değil mi?

Ben de bize yer verdiğiniz için çok teşekkür ederim. Aslında biz müziği seviyoruz, hem de çok. Zaten bireysel olarak, lise ve üniversite yılları boyunca gitar - vokal olarak müzik yaptığım


bir grubum vardı. Şu anda ise sanat olarak çok ilgilenemesem de, mekânların akustik olarak düzenlenmesi ile içli dışlıyım. Mimari akustik daha teknik bir iş, ama bu sayede hep içindeyim müziğin ve ses konusunun. Oluşumun nasıl ortaya çıktığına gelirsem; İstanbul’da arkadaşlarla oturup sohbet edecek sessiz bir bar – cafe arıyorduk ve böyle bir yer bulmak neredeyse imkânsızdı. Araştırdıkça bunun bir hak olduğunu düşünmeye başladım ve aslında hiç müzik çalmayıp, bunu konsept olarak özellikle yaşatan yerleri buldum. Bunları bir sitede toplamaya karar verdim. Sonrası ise takipçiler sayesinde gelişti.

Şu anda ne seviyedesiniz ? Müzik dünyası ile aranız ne durumda?

Bahsettiğim gibi tamamen gönüllülerimiz ile büyüyoruz. Tanıtımımızı sürdürüyoruz. Artık bu alanda bilgilendirme yapan bir platformuz. Örneğin; kurumsal logomuzun bulunduğu yapıştırmalarımız var ve müzik çalmayan mekânlara (televizyonlarının da kapalı olması gerekiyor) bu yapıştırmaları veriyoruz. Onlar da konseptlerini belli etmiş oluyorlar bu şekilde. Müzik dünyası ile de oldukça iyi ilişkilerimiz var. Özellikle en büyük destek önemli müzisyenlerimizden geldi. İlk bakışta biraz tezat gibi duruyor. Müzisyenler neden müziksiz


mekan ister diye düşünülebilir ama müzisyenler açısından baktığınızda sessiz ortamlar ve müziksiz mekân hakkı daha da önemli olmaya başlıyor. Ayrıca, haliyle kulakları standart müzik dinleyicisinden daha hassas oluyor. Kalitesiz müzikten daha çabuk rahatsız oluyorlar.

Siteye baktığımızda sizden pek bir şey göremiyoruz. Kendinizi geri planda tutuyorsunuz gibi geldi. Kendinizden biraz bahseder misiniz? Sonuçta bu birçok insanın desteklediği ve gönüllü olarak katkıda bulunduğu bir proje. Öne çıkması gereken en önemli konu, insanların fon müziği çalınmayan yerlerin de olması gerektiğine dair talepleri. Son zamanlarda İstanbul’da, bu hakkının arkasında duran gönüllülerimiz sayesinde veritabanımızı güçlendiriyoruz. Konuyla bağlantılı olarak kendimle ilgili verebileceğim bir bilgi, şu anda mimari akustik üzerine doktora yaptığım olur.

İzmir ile İstanbul’u kıyaslarsanız sizin açınızdan sonuçlar nasıl?

İlk başlarda, listelemek için İstanbul’da yeterli sayıda fon müziği kullanılmayan yer bulup bulamayacağımızdan emin değildim ama kullanıcıların sitemizden görebilecekleri gibi şu anda İstanbul’da otuz sekiz tane müziksiz mekân konseptine sahip işletme var ve gün geçtikçe sayıları artıyor. Hatta hep örnek veririm, İstiklal Caddesi çevresinde bir meyhane var. Kesinlikle müzik çalmıyor. Sebebini sorduğunuzda sahibi, rakı yanında muhabbeti müzik bozar, konuştuğunuzu duyamazsınız, diyor. Nevizade’nin en ünlü meyhanelerinden biridir. Böyle yerlerin olması, bizim için de büyük bir

motivasyon kaynağı oluyor. İzmir’de ise şehir merkezinde sekiz ve il çapında belirleyebildiğimiz yaklaşık yirmi iki mekân var. Mekân saptama çalışmalarımız devam ediyor. Fakat belirtmeliyim ki, İzmir’deki mekânların çoğu bu işi konsept olarak yapmaktan çok, müzik teliflerinden kaçmak için hoparlörlerinin sesini kapatıyorlar. İstanbul’da ise bazı işletmelerde de olsa, müşteriyi rahatsız etmemek adına, bu anlamda bir bilinç var. Umuyoruz ki bu anlayış zamanla her yerde oturacak.

Diğer şehirlerimiz ne durumda? Bu konuda çalışmalarınız oldu mu?

Gönüllülerimiz sayesinde diğer şehirlerde de müziksiz mekânları araştırıyoruz. Sitemizde Ankara, Bursa, Edirne, Tekirdağ ve daha birçok şehrimizden mekanlar isim isim bulunmaktadır.

Rahatsız eden her ses gürültüdür! Çalışmalarınızı, konseptinizi anlatırken nasıl sıkıntılar yaşıyorsunuz ? Hemen kesiyorlar mıydı müzik seslerini?

Bizim ikna ettiğimiz mekânlar tabii ki hemen kesmediler sesleri ama konuşup bakış açımızı anlatınca hak verdiler. Öncelikle dikkat çektiğimiz bir husus var. Rahatsız eden her ses gürültüdür ve kimse kuru gürültülü bir mekânda rahatça oturup para harcamaz. Yani sevmediğimiz müzik bizim için gürültüdür. Çok göreceli bir durum anlayacağınız. Belli bir tür müzik, kimi insanın hoşuna gidebileceği gibi, kimisi için o mekândaki rahatsızlık kaynağı olabilir. Aynı zamanda şu da oluyor; ben belki akşam romantik müzik


dinleyebilirim ama öğlen iş saatlerinde tercih etmeyebilirim. Kısacası bir kişinin saatlik ruh hali bile bu durumda etkili oluyor. Eğer ki bir mekân hiç müzik çalmaz ise, müzik yüzünden istenmeyen durumlar da ortaya çıkmamış olur.

Bu açıdan bakarsak her mekân müziksiz mi olmalı?

Kesinlikle böyle bir şey demiyoruz. Hatta bunu diyenin ben karşısında dururum (Gülüyoruz). Bazı mekânlar vardır ki müzik konusunda bir konseptleri vardır. Mesela jazz çalar ya da türkü. Bellidir anlayacağınız, oraya onu dinlemek isteyen kişi gider ya da dinlemeyi göze alan müşteri gelir. Bu tür kafeler ya da restoranlar olabilir, çok sayıda var da zaten. Örneğin canlı müzik çalan yerler, özel cd’ler hazırlatıp bilinçli bir biçimde dinleyici – müşterilerine hitap eden mekânlar… Fakat ses olsun diye bir müzik kanalı, bir radyo açıp ya da doldurma bir karışık cd’yi baştan sona çalan işletmeler de var. İşte bu tür hiçbir müzik konsepti olmayan yerlerin müziksiz mekân olması müşteri potansiyelini de arttıracaktır. Peki, anladığım sadece mevzu yeme – içme yerleri ile de alakalı değil. Daha geniş bir konsept… Kesinlikle, yeme içme mekânlarını aşan daha geniş bir konsept. Müzik dinlememek bir haktır. En basit deyişle, ekmek almaya gittiğimizde hoşlanmadığımız bir müziği dinlemek zorunda kalmamalıyız. İsteyen istediği müziği kulaklığını takıp dinlebiliyor zaten sokakta bile. Ama ne yazık ki hala toplu

taşıma araçlarında, birçok büyük alışveriş zincirinde bir dayatma niteliği taşıyan fon müziklerini çalıyorlar. Sorduğunuzda satışları arttırdığını iddia ediyorlar ama kesin olarak kanıtlanmış bir şey yok. Mozart etkisi denilen önerme sadece bir teoridir, bir bilimsel kanun değildir. Kesin olan ise, insanların dinlemekten hoşlanmadıkları müziği duyduklarında rahatız oldukları.

Dünyada benzer örgütler var mıdır? Siz ne kadar zamandır faaliyettesiniz?

Biz iki yıldır faaliyetteyiz. Her geçen gün büyüyoruz. Dünyada da benzer oluşumlar var. Ya müziğin bu denli ticarileşmesine tepkililer ya da sadece sessizlik istekleri var. Fakat örgütleniyorlar ve bu konuda kampanyalar düzenliyorlar.

Müziksiz Mekan konsepti dünyada ne durumda?

Michelin Yıldızı’nı biliyorsunuzdur. Restoranlar açısından önemli bir kalite göstergesidir. Bu yıldıza sahip birçok restoran, işletme kararı gereği kesinlikle müzik çalmıyor. Ayrıca yine sitemizde görebilecekleri gibi Viyana’da bulunan Havelka gibi birçok isim yapmış kafe – bar’da da müzik kesinlikle çalmamaktadır. Ayrıca literatürde de müziksizlik konusu yer almaya başladı son zamanlarda. Örneğin Paul Auster’in Sunset Park adlı romanında bir cümle geçer; “..Joe Junior’un Yeri’nde hiç müzik çalınmamasının, insanı neşelendiren şen şakrak konuşmalara kulak misafiri olabilme fırsatı, geniş bir müşteri kitlesinin bulunması gibi avantajları var...” ve bizden


bir alıntı ise Orhan Pamuk’un Beyaz Kale romanından; “...gene kadınlarla yatmak için, artık sevmediğini söylediği o müziği dinlemek zorunda kalıyor...” Edebiyatta da fon müziği kullanılmaması durumu ön plana çıkmaya başlıyor diyebiliriz.

Dünyada bu denli yaygın olan bir konsepti ilk duyurmaya başladığınızda tam olarak nasıl tepki alıyordunuz? Bizim için yeniydi zira…

İnanılmaz destek aldım insanlardan. Bir anda geri dönüşler ardı ardına gelince çok mutlu oldum. Özellikle büyük şehirlerde yaşarken, bu hakkımızın farkında bile değilmişiz. Şu anda da geri dönüşler devam ediyor. Mesela bazı mekânların müzikleri, müşterilerinin çoğunu rahatsız ediyor. Kimse de gidip söylemiyor veya söyleyemiyor. Bizim aracılığımız ile taleplerini iletiyorlar. Gidip söylememiz, hem bu alanda hem de diğer bütün alanlarda hakkımızı aramamız ve taleplerimizi dile getirmemiz lazım.

Müzisyenlerin de destek verdiğini söylemiştiniz. İsim verebilir misiniz?

Daha çok klasik müzik sanatçılarından destek aldık. Cihat Aşkın, İdil Biret, Cem Mansur, Anjelika Akbar ve Demirhan Baylan destek verenlerden bir kaçı… Ayrıca burada bir husustan daha bahsetmeliyim. Sanatçılar yersiz müzik konusunda daha hassaslar. Yönetmen Zeki Demirkubuz’un bir röportajında geçiyordu; “Sinema – Müzik kötü bir evlilik” Kısacası müzik yerinde iyidir.

Artık son soru… Müziksiz Mekanlar bundan sonra neler yapacak. Planlarınız nedir?

Müziksiz mekânları, alışveriş merkezlerini araştırmaya devam ediyoruz. Bu hakkı anlatmaya devam ediyoruz. Bir farkındalık projemiz olacak önümüzdeki süreçte. Müzisyenleri bir araya getirmek istiyoruz. Bu hususta bir veritabanı oluşturuyoruz ve kamuoyu ile paylaşacağız. Önümüzde ki hedeflerden birisi ise dernekleşmek. Kısacası yolumuza devam ediyoruz.

Müziksiz Mekanlar platformuna müziksizmekanlar.com üzerinden ulaşabilirsiniz. Onurcan Çakır’a samimi sohbeti ve sivil girişimi için teşekkür ederim. Özgün Kabacaoğlu Kalemsiz Dergi – Ocak 2014



k d

Web : www.kalemsizdergi.com | Twitter : Twitter.com/KalemsizDergi | Facebook : Facebook.com/KalemsizDergi


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.