BEETU + 14

Page 1

BEETU

ITU PREP CLASS MAGAZINE SCIENCE

B1+14

|

TRAVEL

STUDETNS'

|

LIFE

SPECIAL

|

HISTORY

WORK


contents içindekiler The Three That Owns Itself Kendi Kendisinin Sahibi Olan Ağaç Travel Guide:24 Hours İn Detroit:Usa Gezi Rehberi:24 Saate Detroit,Abd What Life Was Like Aboard The Titanic Titanikte Hayat Nasıldı? The Weird History Of Ketchup You've Never Heard Daha Önce Duymadiğiniz Ketçabin Tuhaf Tarihi Explorers Discover A Deathly Mystery At The Bottom Of The Great Blue Hole Kaşifler Büyük Mavi Çukur’un Derinliklerinde Ölümcül Bir Gizem Keşfetti


THE TREE THAT OWNS ITSELF KENDİ KENDİSİNİN SAHİBİ OLAN AĞAÇ

How Can a Tree Own Itself? Good question. The tree certainly wasn't born (or didn't sprout?) owning itself. For hundreds of years, it grew on a local family's land and they owned it, in adherence with common sense and property law. It grew to a quite a stately size, too: in the early 1800s when Athens became an official city, it was the tallest tree in town. It wasn't until 1890 or thereabouts that the tree made the local news: It had gained its independence.

Bir Ağaç Nasıl Kendinin Sahibi Olabilir? Bu iyi bir soru. Kuşkusuz, ağaç kendi sahibi olarak doğmadı (veya çimlenmedi). Yüzyıllar boyunca, bir ailenin toprağında yetişti, sağduyu ve mülkiyet hukukuna bağlı olarak onlara aitti. Oldukça gösterişli bir büyüklüğe ulaştı. Öyle ki 1800’lerin başlarında, Athens resmi bir kent olduğunda, şehirdeki en uzun ağaçtı. Ağacın kendi bağımsızlığını elde etmesi 1890 civarında yerel haber oldu.

Being a tree, it had not been able to advocate for its rights. Instead, it lucked into them, thanks to a man named William H. Jackson. His family owned the tree, and Jackson, a University of Georgia professor, had grown up with it. He was emotionally attached to the tree and viewed it as a kind of bark-wrapped friend. So, legend has it, he gave it the legal deed to itself and a circular plot of land around its trunk.

Bir ağaç olarak, kendi haklarını savunamazdı. Buna karşın hakları, William H. Jackson’ın yardımıyla, şans eseri savunuldu. Georgia Üniversitesi’nde profesör olan Jackson’ın ailesi ağacı sahiplendi ve Jackson onunla büyümüştü. Jackson ağaca duygusal olarak bağlandı ve onu kabukla kaplanmış bir arkadaş gibi gördü. Bu yüzden, efsaneye göre, ağacın çevresindeki çembersel alanın tapusunu ağacın kendisine verdi.

(It seems relevant that the Thirteenth Amendment to the Constitution, which formally ended slavery, passed in 1865 — right around the time Jackson allegedly gave the tree autonomy. It was a time of reimagining what autonomy meant and who deserved it.) Though Jackson's original deed has never been found, a plaque at the foot of the tree features an approximation of its text: "For and in consideration of the great love I bear this tree and the great desire I have for its protection for all time, I convey entire possession of itself and all land within eight feet of the tree on all sides - William H. Jackson"

Ne kadar anlamlıdır ki köleliği resmen sona erdiren önüçüncü anayasa değişikliği 1865'te resmen kabul edildi.(Tam da Jackson' un ağaç özerkliği öne sürdüğü zamanlarda.)Özerkliğin ne anlama geldiğini ve kimin hakettiğinin düşünüldüğü zamanlardı. Jackson' un asıl tapusu asla bulunamamış olsa da ağacın dibindeki bir plak metinle yaklaşık aynı değere sahiptir. "Bu ağaca beslediğim büyük sevgi ve korunması için her zaman sahip olduğum büyük arzuyu göz önünde bulundurarak ağacın 8 fit etrafında bulunan bütün araziyi ve kendisine ait olan hakları devrediyorum. William H. Jackson''


The Tree Today Nowadays, the Tree That Owns Itself is actually, technically, The Son of the Tree That Owns Itself, though people usually drop the first clause in conversation. The original tree fell down in 1942 after an ice storm damaged it beyond repair. But the people of Athens missed it so much that they replaced it with a seedling grown from one of the original tree's acorns. Today, that seedling is more than 50 feet (15 meters) tall — hardly a seedling anymore—and cared for by The Junior Ladies Garden Club of Athens. The government continues to respect the tree's autonomy, too. It's something of a gentlemen's agreement (or gentleman-tree agreement, as it were): In the city, it's not technically legal to own property if you can't "accept the delivery" of the property, which is loose terminology that still strongly suggests trees can't be landowners.

Ağacın Günümüzdeki Durumu Bugünlerde, kendi kendisine sahip olan ağaç aslında , teknik olarak, kendi kendisine sahip olan ağacın oğlu, ama insanlar genellikle bu yan cümleye konuşmalarında yer vermiyorlar. Orijinal ağaç 1942 yılında bir buz fırtınası sırasında tamir ötesi zarar alarak devrildi. Ama Atina halkı, ağacı o kadar çok özlediler ki yerine orijinal ağacın fidesini diktiler. Bugün, bu fide 15 metreden daha uzun -artık bir fide değil ve bakımı The Junior Ladies Garden Club of Athens karşılıyor Hükümet, ağacın özerkliğine de saygı göstermeye devam ediyor. Bu bir beyefendinin anlaşması gibi bir şey (ya da beyefendi-ağaç anlaşması): Şehirde, teknik olarak mülkiyet ''teslimini kabul'' edemiyorsanız kendi mülkiyetiniz olamaz, bu gevşek terminoloji ye göre ağaçlar toprak sahipleri olamaz.

And yet, if you stop by the corner of Dearing and Finley Streets, you'll see a tree owning land right before your eyes. (It's a residential area, though, so don't dawdle too long — it's weird.) You can see this tree's descendants throughout the city, too. On Arbor Day each year, kids plant seedlings grown from its acorns all around town, spreading its legacy, if not its unusual legal status, throughout Athens.

Hal böyle olunca Dearing ile Finley Sokaklarının köşesinde durursanız gözlerinizin önünde arsayı sahiplenen bir ağaç göreceksiniz (ancak burası özel konutların bulunduğu bir bölge, çok oyalanırsanız garip gözükür). Şehir boyunca bu ağacın soyundan gelenleri görebilirsiniz. Her yıl ağaç dikme (Arbor Day) gününde çocuklar şehrin her yerine onun palamutlarından büyüyen fideleri dikerler, tuhaf yasal durumunu olmasa bile mirasını tüm Atina' ya yayıyor.

TRANSLATERS: Murat Özer Ali İhsan Yılmaz Hanefi Çağatay Yıldırım Hakan Eşenbuğa Mehmet Eminhan Kasapgil


TRAVEL GUİDE: 24 HOURS İN DETROİT,USA GEZİ REHBERİ: DETROİT, ABD’DE 24 SAAT “Why would anyone want to spend time in Detroit?” asked the passport inspector at Detroit Metropolitan Wayne County Airport. Shocked, I heard myself saying, “well it’s the birthplace of Motown, home town of Aretha Franklin, has the amazing Detroit Art museum not to mention the Ford museum”. He raised an eyebrow – either I was a big shot or I had clearly done my research. “In that case” he said, “if you have a good time and tell all your friends. Have a nice day now”. On reflection I’m not really that surprised at the banter. Detroit is still under the cosh of its reputation as being run-down and a little unloved. Yet the city has spent the last decade going through a regeneration process where forlorn skyscrapers and iconic buildings have been and are still being restored.

The buzziest part is downtown Detroit, where just one square mile offers 175 bars and restaurants. This is also home to a heritage steeped in ice hockey (Detroit Red Wings), baseball (Detroit Tigers) and American football (Detroit Lions) who collectively entice hundreds of thousands fans into the city’s magnificent stadiums. In any case, Detroit, part of the State of Michigan, is known for two amazing achievements, both of which will get you moving. The first is the motor industry thanks to Henry Ford and the second is the legendary Motown music.

Some say that the city reminds them of New York because it has skyscrapers. And like the Big Apple, homes are heated by underground mechanisms and to release the pressure, steam is let out from holes in the ground. Fair enough, but that is where any similarity ends. Bazıları şehrin New York’u hatırlattığını çünkü şehrin gökdelenleri olduğunu söylüyor ve Büyük Elma gibi ( New York şehri için kullanılan bir tabir.) evler yeraltı mekanizmalarıyla ısınıyor, basıncın serbest kalması için buhar yer altındaki deliklerden çıkıyor . Doğru ama benzerlikler burada bitiyor.

‘’Biri neden Detroit’de vakit geçirmek istesin ki .‘’ diye sordu Detroit Wayne County Havaalanı’ndaki pasaport müfettişi. Şaşırtıcıydı , kendimi şunları söylerken buldum ‘’ Detroit Motown’un doğduğu yer, Aretha Franklin’in memleketi, müthiş Detroit Sanat müzesine sahip, Ford müzesinden bahsetmiyorum bile.’’. Şaşırdı, ya bu çok iyi bir tesadüftü ya da araştırmamı iyi yapmıştım. ‘’Bu durumda eğer iyi vakit geçirirseniz arkadaşlarınıza da söyleyin . İyi günler ‘’ dedi . Bu alaya şaşırmadım. Detroit hala sevilmeyen kötü ünün baskısı altında . Yine de şehir, son on yılı eski gökdelenlerin ve ikonik binaların restore edildiği bir rejenerasyon sürecinde geçirdi.

Detroit’in en yoğun bölgesi sadece 1 mil karede 175 bar ve restaurant sunuyor. Burası aynı zamanda buz hokeyi (Detroit Red Wings), beyzbol (Detroit Tigers) ve Amerikan futbolu (Detroit Lions) için gelen yüz binlerce hayranı şehrin muhteşem stadyumlarına toplayan bir mirasa ev sahipliği yapıyor. Her halükarda, Michigan eyaletine bağlı olan Detroit sizi haraketlendirecek iki müthiş başarısı ile biliniyor; birincisi Henry Ford’ a borçlu olunan motor endüstrisi ve ikincisi de efsanevi Motown müzikleri.


Must tour the Ford Rouge Factory Detroit aka Motor City has a long history connected to the Ford family. The city is known for the manufacture of Chrysler, General Motors and Ford in the Henry Ford factory. It impacted the city positively by employing 10,000 of its two million city folk. But then came automation and robots and the workforce reduced. Today there are around 3,000 people who oversee the smooth running of the production line. Though it may seem odd to suggest a visit, watching how a car moves through the assembly line with the precision of human intervention is actually mesmerising. A new car leaves the assembly line every 53 seconds, averaging 1,500 trucks a day every single day. The 007 style multisensory film in 5D is pretty amazing and later you get to see the Legacy Gallery display of the groundbreaking V-8, the classic Thunderbird and the Mustang.

Must check out Henry Ford Museum of American Innovation This is a rather large snapshot of American life depicted through Henry Ford‘s massive collection of Americana which he started in 1929. You’ll get to see his first ever car, the “Quadricycle,” which ran on four bicycle tyres, presidential cars, airplanes, a museum of mathematica, furniture and even tractors. You can also see the bus in which Rosa Parks, dubbed the Mother of Human Rights, famously made a stand against segregation causing a city-wide boycott of the bus company of Montgomery in 1955. The story goes that Rosa indignantly refused to give up her seat in favour of a white person. It was her arrest that led to the wave of protest and the following civil rights movement. Other interesting artefacts are the rocking chair in which Abraham Lincoln was shot and died, tens of cars and tractors and even planes. There’s also a real Model T, the first affordable Ford car, which is taken apart every day and visitors can put it back together again. It’s really quite simple.

Ford Rouge Fabrikasını Gezmelisiniz Detroit aka Motor City’nin Ford ailesi ile uzun bir tarihi geçmişleri var. Bu Motor City , Henry Ford fabrikasında Chrysler , General Motors ve Ford imalatıyla bilinir. 2 milyon şehir halkının 10 binini fabrikasında çalıştırarak halkı olumlu bir şekilde etkiledi. Fakat daha sonra otomasyon ve robotların çıkmasıyla iş gücü azaldı. Bugün üretim sahasında akışı sağlayan 3.000 civarında insan var. Ziyaret etmeyi önermek saçma gibi görünse de bir arabanın insan müdahalesi ile montaj bandından nasıl ilerlediğini izlemek gerçekten büyüleyici. Her 53 saniyede montaj bandından yeni bir araba ayrılır yani ortalama her gün 1500 kamyon. Çok algılı bir tarzı olan 007 filmi 5D ile izlendiğinde oldukça etkileyici ve buna ek olarak Efsaneler Galerisinde ezber bozan V-8 , klasik Gök Gürültüsü Kuşu ve bir de Mustang sergileniyor.

Henry Ford 'un Amerika İnovasyonu merkezi kesinlikle görülmeli Bu merkez Henry Ford un 1929’da başlattığı Americana koleksiyonu yoluyla elde edilmiş Amerikan hayatından bir kare niteliğinde. Burada dört bisiklet tekeri üzerinde giden, Henry Ford'un yaptığı ilk araba olan "Quadricycle"ın yanında makam araçları, uçaklar, bir matematik müzesi, antika mobilyalar ve traktörler bile görebilirsiniz. Rosa Parks'ın ünlü eylemini yaptığı otobüs bile orada sergileniyor. Rosa Parks bu eylem sonrası Mother of Human Rights ünvanını almıştı. Bu eylem ırkçı ayrımcılık yapan Montgomery otobüs şirketine 1955 te şehir çapında bir boykota yol açtı. Rosa Parks'ın bu otobüste bir beyaza yerini vermemesi kendisinin tutuklanmasına yol açtı. Bu olay bir protesto dalgasına ve insan hakları eylemlerine yol açmıştı. Müzedeki diğer ilgi çekici eserlerden birkaçı da Abraham Lincoln ün üzerinde vurulduğu sallanan sandalye , onlarca araba, traktör ve bunun yanında birkaç uçak. Burada sergilenen eserlerin arasında Ford un piyasaya çıkarttığı ilk bütçe dostu araç olan Model T bile var. Bu araç her gün parçalarına ayrılıyor ve çok basit bir süreç olduğu için ziyaretçilerin bu aracı tekrar birleştirmesine izin veriliyor.


Must see some art at the Detroit Institute of Arts (DIA) Detroit Institute of Arts is the second largest art museum in the USA and has a unique and rare collection of artwork. Check out Peter Brugel’s The Wedding Dance (1566) which was, in its time, controversial because it depicted mixed dancing and kissing. There are also the Diego Rivera’s murals. Rivera, who was married to fellow Mexican artist Frida Kahlo, was a Mexican communist who was brought in by Cecil Ford during the Great Depression to create these artworks as a tribute to the industry and its workers. There are 27 panels collectively known as the “Detroit Industry Murals,” depicting the evolution of the Ford Motor Company highlighting the human plight. There are plenty of other artists too including Cezanne, Dega, Matisse and Picasso and Van Gogh. Check out Van Gogh’s Bank of the Olise at Anvers (1890) where thick brush strokes took a staggering three years to dry.

Must eat In Detroit go for American cuisine. It’s casual stuff but delicious. Two places that get it right are Wright & Company and Lumen Restaurant both in the Downtown area.

Wright & Company is a gastro-bistro serving modern American small plates – two per person and then share – craft cocktails (loved the raspberry martini) wines and craft beers from around the world. You will find it on the second floor of the historic Wright-Kay building. The door is easy to miss and the lift quite bland but opens to a hip industrial-themed scene with a great vibe. You can sit at the bar or by a table. Try the potato chips, crab cakes, scallops, chicken, roasted cauliflower and beef tenderloin and for afters a butterscotch dessert or orange date cake. The new Lumen Restaurant located in an appealing building with tall windows with views over Beacon Park is an American bar/restaurant. You can eat inside or out depending on the weather. The menu is quite small but with some great choices. Be sure to try the hot pretzel sticks and the Wagyu beef. Other items are Mac and cheese, crab chowder, a generous charcurterie selection, salmon and pasta with shrimp. A nice lunchtime venue is the The Jolly Pumpkin brewery – an atmospheric brewery and pizzeria in the Midtown area. As well as pizza you can also get curried chips, hummus flat breads and of course a huge selection of beer.

Detroit Sanat Enstitüsüne Ait Olan Görülmesi Gereken Bazı Sanat Eserleri Detroit Sanat Enstitüsü Amerika’nın en büyük ikinci müzesi ve aynı zamanda benzersiz ve ender bir sanat koleksiyonuna sahiptir. Peter Brugel’un 1566 yılında dansın ve öpücüğün tasvirini yaptığı ‘‘The Wedding Dance’’ adlı hala tartışmalı olan tablosuna bir bakın. Ayrıca burada Diego Rivers tarafından duvara çizilmiş çalışmalar vardır. Meksikalı sanatçı Frida Kahlo ile evli olan Rivera bu sanat eserlerini sektöre ve işçilere bir hediye olarak yaratmak için Cecil Ford tarafından Büyük Buhran sırasında getirilen Meksikalı bir komünistti. Ford Motor Company'nin insani durumu vurgulayan evrimini anlatan topluca “Detroit Industry Murals” olarak bilinen 27 adet panel var. Başka bir sürü sanatçı var. Örneğin Cezanne , Dega , Matisse , Picasso ve Van Gogh. Kalın fırça darbelerinin kuruması üç yıl süren Van Gogh’a ait 1890 çıkışlı Anverstaki Olise Bankası eserine bir göz atın.

Detroit’in Yemekleri Detroit’te sıradan ama leziz olan Amerikan yemekleri ünlüdür. Şehrin merkezinde bulunan Wright & Company ve Lumen Restorant’ı Amerikan mutfağı için tercih edilebilecek mekanlardır. Wright & Company 2 kişilik, küçük, modern Amerikan tabaklarında gastro-bistro servisin yapıldığı ve ürettikleri kokteyller (Raspberry Martini’ye bayıldım) , dünyanın farklı yerlerinden getirilen şaraplar ve biraları olan bir mekandır. Tarihi Wright-Kay binasının 2. katında bulunmaktadır. Kapısı göze batmıyor ve sade bir asansöre sahip ama içeriye girdiğinizde post-modern dizaynı inanılmaz bir his uyandırıyor. Barda veya masada oturabilirsiniz. Patates kızartmalarını,yengeç köftesini ,deniz taraklarını,tavuğunu,karnabahar kızartmasını ve dana bonfilesini tatlı içinse karamel tatlısını ve portakallı yuvarlak kekini denemesiliniz. Lumen Restorant’ı Beacon Park manzaralı yüksek pencereli çekici binada bulunan yeni bir restoranttır. Restorantın içerisinde veya havaya bağlı olarak açık alanında yemek yiyebilirsiniz. Menüsü oldukça sade ama bazı muhteşem seçenekleri vardır. Sıcak çubuk krakerlerini ve Wagyu bonfilesini mutlaka denemelisiniz. Peynirli makarna,yengeç çorbası,geniş şarküteri seçenekleri,somon,karidesli makarna gibi çeşit çeşit yemekler de vardır. Güzel yemek mekanlarından birisi de Midtown bölgesinde bulunan, biracı ve pizzacı The Jolly Pumpkin’dir. Pizza yerine köri soslu patates kızartması,sebzeli ekmek ve elbette çok çeşitli biralar da tercih edebilirsiniz. TRANSLATERS: Cafer Yüzgeç Nergiz Şahin Alptuğ Tarzan Berat Kayhan Efe Yiğit Taş


What Life Was Like Aboard The Titainc? Titanik'te Hayat Nasıldı?

The RMS Titanic may have met its untimely demise in the most tragic of ways but people are still intrigued by the glitz and glamour the luxury liner boasted before hitting an iceberg on that fateful evening of April 14, 1912. Titanik gemisi vakitsiz ve oldukça trajik bir biçimde dünyadan göçüşüyle tanınıyor olabilir ama insanlar hala bu lüks yolcu gemisinin bir buzdağına çarptığı uğursuz 14 Nisan 1912 akşamından önceki şatafatı ve ihtişamına merak duymaktalar. Dine in Style First class passengers on the Titanic were in the lap of luxury aboard the 883-foot ship. According to Ultimate Titanic, their dining room was an impressive 114-foot room and filled the width of the ship—it had to be lavish to seat a capacity of 532 passengers at one sitting. Menus that survived the wreckage showed dinners consisted of ten courses. Birinci Sınıf Akşam Yemekleri Titanik’in birinci sınıf yolcuları 269 metrelik gemide lüksün kucağındaydılar. “Ultimate Titanic”e göre yemek salonları 34 metrelik, etkileyici ve geminin genişliğini dolduran bir yerdi – tek seferde 532 kişilik yolcu kapasitesini ağırlamak için oldukça cömert olmalıydı. Enkazdan çıkmayı başaran menüler gösteriyor ki akşam yemekleri 10 tabaktan oluşuyordu. Decadent Meals Back on the first class deck, the meals were full of rich foods. According to menus, passengers feasted on oysters, salmon, chicken, lamb, duck, and squab. For steak lovers, there were filet mignon and sirloin options. Typically the evening didn’t end with dinner. The men generally took to the smoking room (women weren’t allowed there), while the wives headed to the lounge for a chat. Gösterişli Yemekler Birinci sınıf yolcuların masaları türlü yemeklerle donatılıyordu. Menülere göre yolcular istiridye, somon, tavuk, kuzu, güvercin yavrusu ve ördeklerle ziyafet çekiyordu. Biftek severler içinse Fransız usulü biftek ve sığır filetosu bifteği seçenekleri de vardı. Gece, yemekten sonra sessizce son bulmazdı. Genelde, eşleri sohbet için salona doğru yol alırken erkekler de kadınların giremediği sigara odalarına geçerdi.


See and Be Seen The first-class restaurant’s grandiose reception room was a place where people could gather before convening for their evening meal, the perfect place for the social elite. Other public areas included a lounge, reading and writing room, smoking room, veranda cafes, palm courts, and a Parisian-style cafe. Sosyalleşme Akşam yemeğinden önce insanların toplandığı birinci sınıf restoranının görkemli danışması cemiyet insanları için mükemmel bir yerdi. Diğer kamuya ait alanlarda okuma ve yazma salonu, oturma odası, sigara odası, balkon kafeler ve paris tarzı kafeler bulunmaktaydı.

The Band Played On Live entertainment was a major luxury on board. “One thing I have come to realize was the importance of the band during the voyage,” says Don Lynch, historian for the Titanic Historical Society. “People didn’t have radios, iPods, or any way of playing music during the day. Even in their own homes they either had to make their own music or repeatedly crank the Victrola. Having access to a small orchestra that would play requests was quite special. Third class, of course, still had to make its own.” They did have their own piano on which to do so, according to the BBC. Şarkıları Çalan Grup Gemide canlı müzik büyük bir lükstü. Titanik'in Tarihsel Toplum tarihçisi, Don Lynch: "Yolculuk boyunca farkına vardığım bir şey de; orkestranın önemiydi. İnsanların radyoları, ipodları ya da gün boyu müzik dinleyebilecekleri bir seçenekleri yoktu. İnsanlar kendi evlerinde bile müzik dinleyebilecekleri bir sisteme sahip değillerdi. İstediğiniz şarkıları size çalacak bir orkestranın olması özel bir durumdu.Üçüncü sınıflar ise kendi müziklerini kendileri yapmak zorundaydılar." BBC'ye göre üçüncü sınıfların isteklerini kendilerinin çalabileceği bir piyanoları vardı. Cabin Fever If you take a commercial cruise today, you’re likely to find even the priciest of cabins are on the small side. That wasn’t the case on the Titanic, which boasted 39 private suites on the top decks of the ship, according to the BBC. The furniture and wood-paneled walls were ornate, carved with intricate detail and made from oak, mahogany, and sycamore. Kapalı Alan Bunalımı Eğer bugün ticari bir gezinti yapmak isterseniz en pahalı kamaralar olsa dahi muhtemelen küçücük kamaralarla karşılaşacaksınız. BBC’ye göre bu durum güvertenin en iyi yerinde 39 özel suite sahip olan Titanik’te böyle değildi. Mobilya ve ahşap panelli duvarlar süslü, karmaşık ayrıntılarla oyulmuş ve meşe, maun ve çınardan yapılmıştı.


Second-Class Passengers They may not have been treated to all of the same luxuries as those traveling on the top decks, but second-class passengers did enjoy many amenities. They, too, had entertainment in the form of a live band, and their meals were similar to those served on the first-class deck, according to the National Museums NI website. Of the second class passengers, Michel and Edmond Navratil (shown) who became known as the “Titanic Orphans” were likely the most famous. İkinci Sınıf Yolcular Üst güvertertedeki gibi lüks içinde seyahat etmemiş olabilirler ama ikinci sınıfların da zevk alabilecekleri bir çok imkanları vardı. National Museums NI websitesine göre, onların da canlı müzik eğlenceleri vardı ve birinci sınıf güvertesinde servis edilen öğünün benzeri onlara da servis ediliyordu."Titanik'in Yetimleri" olarak bilinen Michel ve Edmund Navratil ikinci sınıf yolcularının muhtemelen en ünlüleriydi.

Bunking in Third Class As to be expected, the Titanic’s third-class passengers weren’t treated nearly as well as those traveling on the first-class decks. Their small cabins, which often consisted of bunk beds and simple washbasins, were expected to hold up to ten passengers. Much of the third-class level consisted of immigrants making their way to the United States, including families. The children would play games on the poop deck. Üçüncü Sınıf Kamaralarda Ranzada Yatmak Tahmin edileceği üzere Titanik'in üçüncü sınıf yolcuları birinci sınıf yolcuların gördüğü muameleyi rüyalarında bile göremiyorlardı. Genellikle ranza yatakların ve basit lavaboların olduğu küçük kamaraların yaklaşık 10 yolcu alması bekleniyordu. Üçüncü sınıf yolcuların çoğu, içlerinde aileler de bulunan, kendilerine yeni bir hayat kurmak üzere Amerika'ya giden mültecilerden oluşmaktaydı. Çocuklar kıç güvertesinde oyun oynayabiliyordu. TRANSLATERS: Begüm Bayram Simge Nur Koca Büşra Şirin Betül Karabacak


THE WEIRD HISTORY OF KETCHUP YOU'VE NEVER HEARD DAHA ÖNCE DUYMADIĞINIZ KETÇABIN TUHAF TARİHİ As a wise man with an ice-cream cone tattooed on his face once said, "If you don't have the sauce, then you're lost. But you can also get lost in the sauce." We never really understood what that meant — until we discovered the bizarre history of ketchup. Now up is down, back is forward, and there's nothing but ketchup as far as the mind's eye can see. Just take this single fact, for starters: The first ketchup had nothing to do with tomatoes.

Yüzünde dondurma külahı dövmesi olan bilge bir adam şöyle dedi: Eğer sosunuz yoksa kaybolursunuz,ama varsa da sosun içinde kaybolabilirsiniz.Bu sözün gerçekten ne kastettiğini ketçabın tuhaf tarihini keşfedene kadar anlayamadık.Şuan bildiğimiz her şey değişti,zihin gözünün görebildiği kadarıyla ketçap gibisi yok.Başlangıç olarak sadece şu bilgiye bakın: İlk ketçabın domatesle hiçbir alakası yoktu.

Distant Origins In the late 17th century, there wasn't any such thing as ketchup. There were, however, European merchants, sailors, and military forces running rampant through the entire Asian continent. In Southeast Asia, it was the British who held the most sway. But when these British invaders started trickling home, they found themselves missing the distinctly savory-sweet tang of the food abroad. Specifically, they missed kê-tsiap, a thin, dark condiment that might have been either Cantonese in origin and meaning roughly "eggplant juice," or a Malaysian version of a fermented fish sauce such as nam-pla. So they started trying to make some for themselves.

UZAK KÖKEN 17.yüzyılın sonlarında ketçaba benzeyen hiçbir şey yoktu.Ancak,Avrupalı tüccarlar,denizciler ve askeri kuvvetler tüm Asya Kıtası’nda kol geziyordu. Güneydoğu Asya’nın çoğu İngilizlerin elindeydi.Fakat bu İngiliz işgalciler eve geri dönmeye başladığında,yurt dışında yedikleri yiyeceklerin kendine has damakta bıraktığı ekşi-tatlı tadı özlediler.Özellikle,kökeni Kanton Lehçesi’nde olan kabaca “patlıcan suyu” denilen veya Malaysia’da nam-pla gibi fermente balık sosuyla hazırlanan keskin,koyu renkli bir sos olan Ke-stiap’ı özlediler.Bu yüzden,kendileri için biraz yapmaya çalıştılar.

The only problem? They had no idea what was in it. So first, they butchered the name, and second, they started winging the recipe. Some varieties stuck with fishy ingredients such as oysters and anchovies, but other recipes called for walnuts, mushrooms, and various other vegetables you don't normally associate with the bright tomato-red condiment. The first known recipe to actually include the tomatoes was published in 1812 by horticulturist James Mease. Not only did he call tomatoes "love apples," but his recipe featured a multitude of spices, a splash of brandy, and no vinegar or sugar. Tek sorun bu muydu? Ketçabın içinde ne olduğu hakkında hiç bir fikirleri yoktu. Bu nedenle ilk olarak ismini koydular. İkinci olarak ise tarifini aramaya başladılar. Bazı tarifler hamsi ve istiridye gibi balık türünde bileşenler içerirken diğer tarifler -normalde parlak domates kırmızısı sosla hiç ilişkilendirilmeyecek- ceviz, mantar veya çeşitli sebzeler içerirdi. Domates içerdiği bilinen ilk tarif 1812 yılında bitki yetiştirici James Mease tarafından yayınlandı. Mease, sadece domatesleri "aşk elemanları" olarak adlandırmakla kalmadı, aynı zamanda tarifine çok sayıda baharat ekledi. Tarifi konyak damlaları içerirken, sirke veya şeker içermiyordu.


Doesn't sound like something you'd put on a burger, does it? That's because it wasn't. Instead, it was meant as an additive to soups, other sauces, and to ladle over fish. Of course, it seems like pretty much anything could have been called "ketchup" in those days — it was used to describe everything from Indonesian soy sauce to tamarind chutneys to vinegary pastes of unripe nuts. If you had a wall of ketchups like that to choose from these days, it might feel a little bit like Russian (dressing) roulette. Fortunately, industrialization came in to codify ketchup and cement it in condiment history. Hamburgere koyduğun bir şeye benzemiyor değil mi? Çünkü öyle değildi. Bunun yerine; çorbalara, diğer soslara veya balık üzerine eklenen bir çeşit sos anlamına geliyordu. Tabii ki o günlerde hemen hemen her şey ketçap olarak adlandırılmış gibi görünüyor. Endonezyalılar tarafından, soya sosu demirhindi hint turşularından olgunlaşmamış fındıkların sirke macunlarına kadar her şeyi tarif etmek için kullanılırdı. Eğer o günlerde seçim yapmak için bir ketçap duvarı olsaydı, ketçap kendini -giyinik- rus ruletinin içinde hissedebilirdi. Neyse ki sanayileşme ketçabı kodlamak ve sos kültürüne kazımak için geldi.

(Way More Than) 57 Varieties With a new, mechanized means of rolling out identical ketchup bottles to stock the world's pantries, the condiment became a staple of United States dinner tables. But now, the issue was that tomatoes don't grow all year round, so even though the stuff stayed shelf-stable for up to a year, you can only sell a single batch for so long. Many manufacturers circumvented this unfortunate truth by loading their sauce with preservatives like coal tar and sodium benzoate. And that didn't sit right with the ever-more health-conscious American public. In 1905, ketchup changed for good, forever. Henry J. Heinz was convinced that if he could make a preservative-free ketchup that would last in the icebox, he could tap into an untapped desire. He did it by using full, ripe tomatoes instead of scraps from the cannery floor, and increasing the vinegar content to never-bef0re-seen levels. Once a door-to-door horseradish salesman, he transformed the foodscape overnight and launched a culinary empire.

57 Farklı Çeşit (çok daha fazla) Yeni makineleşmiş yani birbirinin tıpa tıp aynı ketçaplar dünyanın her yerinde .Baharatlı sos Amerikan yemek masalarının vazgeçilmezi oldu.Fakat şu an problem şuydu ki domatesler tüm yıl boyunca yetişmiyor,ürün rafta 1 yıl kalsa bile sadece bir parti ürünü uzun süreliğine satabiliyorsunuz.Bir çok üretici bu talihsiz gerçeği ketçaplara koruyucu madde olarak katran ve sodyum benzonat ekleyerek çözdü ve bu sağlığı konusunda daha bilinçli olan amerikan halkına ters bir durumdu. 1905’te ketçap fikri sonsuza kadar değişti.Henry J. Heinz eğer katkı maddesi içermeyen, buzdolabında saklanabilen bir ketçap üretebilirse; çözülmemiş bir problemi çözebileceğinden emindi.Konserve atığı olan domatesler yerine olgulanmış bütün domatesleri kullandı ve sirke miktarını daha önce görülmemiş şekilde arttırdı.Eskiden evden eve turp satışı yapan satıcı, bir gecede yemeğe bakış açısını değiştirdi ve yeni bir mutfak imparatorluğu başladı.


In 1896, the Heinz company was packaging more than 60 different products, including some wonderfully 1890ssounding dishes like plum pudding, India relish, euchred pickle, currant jelly, and celery soup. That was also the year that Heinz, riding a train in New York City, spotted an advertisement for a shoe store with "21 styles" of shoes. He was smitten with the specificity of the number, and after some thinking, settled on "57" as the perfect number to describe how many food products his company produced. So no, there have never been 57 varieties of ketchup at Heinz — but they've been producing far more than 57 varieties for more than 100 years.

1896'da Heinz şirketi içinde Noel pudingi, Hint tatlı-ekşi sosu, baskın tatlı turşu, kuş üzümlü jöle ve kereviz çorbası gibi 1890'ların ünlü yemeklerinin de bulunduğu 60’tan fazla farklı ürünü satıyordu. Bu yıl aynı zamanda, New York'ta bir trene binen Heinz'in, 21 farklı ayakkabı stiliyle reklam yapan bir ayakkabı mağazasının reklamını gördüğü yıldı. Sayının özgünlüğüne vurulmuştu ve biraz düşündükten sonra onun şirketinin kaç tane ürün piyasaya sürdüğünü mükemmel bir şekilde tanımlayan ''57'' sayısına karar verdi. Kısaca hayır, Heinz'da hiç 57 çeşit ketçap olmadı ama 100 yıldan fazla bir süredir 57'den çok daha fazla çeşit ürettiler.

TRANSLATERS: Tuna Han Köse Kenan Arslan Kerem Öztürk Uğur Yavuzkara


EXPLORERS DISCOVERED A DEATHLY MYSTERY AT THE BOTTOM OF THE GREAT BLUE HOLE KAŞİFLER BÜYÜK MAVİ ÇUKUR’UN DERİNLİKLERİNDE ÖLÜMCÜL BİR GİZEM KEŞFETTİ The Great Blue Hole off the coast of Belize, an inky blue marine sinkhole surrounded by a coral atoll and crystal clear waters, is an explorer’s paradise. The dream of exploring this geological oddity was recently realized by an expedition team made up of scientists, filmmakers, Richard Branson, and Fabien Cousteau, the grandson of French explorer Jacques Cousteau who first brought notoriety to the Blue Hole in the early 1970s.

Belize açıklarında bulunan, kristal görünümlü denizle ve mercan atolleriyle çevrili zifiri mavi deniz obruğu Büyük Mavi Çukur, tam bir keşif cenneti. Bu jeolojik garipliği keşfetme rüyası, bilim adamları ve film yapımcıları Richard Branson ve 1970’lerin başında Mavi Çukur’a kötü şöhreti getiren Fransız kaşif Jacques Cousteau’nun torunu Fabien Cousteau’dan oluşan bir keşif heyeti tarafından yakın bir tarihte gerçekleştirildi.

Along with many scientific insights and stunning photographs, the team also came across something particularly sinister at the bottom of the marine sinkhole: the bodies of long-lost divers.

Birçok bilimsel bilgi ışığında ve çarpıcı fotoğrafların yanı sıra, heyet Mavi Çukur’un derinliklerinde özellikle uğursuz bir şeye denk gelmişlerdi: uzun süredir kayıp olan dalgıçların bedenleri.


“Mostly it was quiet and dark down there,” Erika Bergman, National Geographic Explorer and submarine pilot, told Newsweek. “We also encountered the resting place for two of the divers who’ve been lost in the hole. We notified the local authorities, and everyone agreed to leave them undisturbed. They are at peace.”

National Geographic Explorer ve denizaltı pilotu Erika Bergman Newsweek'e ‘’ Mavi Çukur genelde sessiz ve karanlıktır” dedi. “Obrukta kaybolan iki dalgıçın bedenleriyle de karşılaştık. Yerel makamlara haber verdik ve herkes onları rahatsız etmeden bırakmayı kabul etti. Şimdi huzur içinde yatıyorlar.’’

It’s unknown how many people have perished while trying to explore the sinkhole. However, Bergman also told Business Insider last month that this pair is believed to be two of the three people known to have been lost in the sinkhole. At this time, it's not clear who these divers were nor how they died.

Obruğu keşfetmeye çalışırken kaç insanın öldüğü bilinmiyor. Bununla birlikte, Bergman geçtiğimiz ay Business Insider'a, bu kişilerin obrukta kaybolduğu bilinen üç kişiden ikisinin olduğu düşünüldüğünü söyledi. Şu anda, bu dalgıçların kim olduğu ve nasıl öldükleri açık değil.


The Great Blue Hole is over 300 meters (984 feet) wide and 125 meters (410 feet) deep, making it the second-largest marine sinkhole in the world after the Dragon Hole in the South China Sea. Marine sinkholes are the relics of past ice ages. In most instances, they were an ancient system of limestone caves. As sea levels rose by hundreds of feet during the last glacial period around 14,000 years ago, the limestone bed dissolved and collapsed, flooding the cave with seawater. Just as this recent expedition showed, you can still see stalactites lining the inside walls of the hole, just like the ones you would see in a cave.

In the sinkhole's farthest reaches, it is a fiendishly inhospitable environment. Below a certain depth, approximately 90 meters (~300 feet), there’s a cloak of hydrogen sulfide, beyond which the water is totally devoid of oxygen. The veil of hydrogen sulfide itself is highly toxic and corrosive. The recent expedition also noticed that the bed of the marine sinkhole was covered in a “graveyard” of perished marine life. “Presumably, unsuspecting conchs (or other conch shell inhabitants) have been going just a little too close to the edge and falling into the hole at this entrance by the thousands,” Erika wrote in a blog post. “We can see each conch with little tracks back up the hill trying to escape, then a slide mark where it slid back down after presumably being asphyxiated in the anoxic environment.”

Büyük Mavi Çukur’un genişliği 300 metreden fazla ve 125 metre derinliğindedir. Bu da onu Güney Çin Denizindeki Ejderha Deliği’nden sonra dünyanın en büyük 2. deniz obruğu yapar. Deniz obrukları buzul çağından kalan eski kalıntılardır. Çoğu zaman, eski bir kireçtaşı mağara sistemidir. Yaklaşık 14.000 yıl önce buzul çağı döneminde su seviyesinin yüzlerce metre artmasıyla kireçtaşı yatağı çözüldü, çöktü ve mağarayı deniz suyuyla doldurdu. Tıpkı mağaralarda da görüldüğü gibi deliğin iç duvarlarını kaplayan sarkıtları hala görebilirsiniz.

Çukurun en derin kademesinde, hiç de misafirperver olmayan acımasız bir doğa var. Yaklaşık 90 metrelik derinliğin altında suyun tamamen oksijensiz olduğu bir hidrojen sülfit tabakası başlıyor. Bu hidrojen sülfit tabakası oldukça zehirli ve aşındırıcı. Ayrıca yapılan son keşiflerde çukur yatağının batmış deniz yaşamının kalıntılarıyla örtülü olduğu tespit edildi. Erika bir blog yazısında “Tahminen, konçlar(veya diğer kabuklu deniz canlıları) çukurun kenarına fazla yaklaşmakta ve binlercesi çukurun girişine düşmekte” dedi. “Her konçun tepeden çıkıp kaçmaya çalıştığını gösteren küçük izlerle, daha sonra muhtemelen oksijensizlikten boğulduktan sonra geri kayarken bıraktığı izi görebiliyoruz.”

TRANSLATERS: Sude Nur Sandıkçı Helin Aslı Aksoy Handan Çelik Deniz Turan


References Kaynaklar https://curiosity.com/topics/theres-a-tree-that-owns-itself-inathens-georgia-curiosity/ https://www.thetravelmagazine.net/travel-guide-24-hours-indetroit.html https://www.rd.com/culture/what-life-was-like-aboard-the-titanic/ https://curiosity.com/topics/the-weird-history-of-ketchup-youvenever-heard-curiosity/ https://www.iflscience.com/environment/explorers-discover-adeathly-mystery-at-the-bottom-of-the-great-blue-hole/


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.