BİŞNOV Şeb-i Arus / 2012

Page 1


İÇİNDEKİLER BİŞNOV “DİNLE” NEY, DOSTTAN AYRILANIN DOSTU, SIRDAŞ, YOLDAŞ, HALDAŞ, EDEP… NEYİN EDEB VE ADABI SORU-EL CEVAP HZ.MEVLANA CELALEDDİN-Î RUMÎ VE ŞEMS-İ TEBRİZÎ HAZRETLERİ’NİN KARŞILAŞMASI HZ.MEVLANA VE “NEY” HZ. MEVLANA VE “SEMA” HZ. MEVLANA’DAN ÖĞÜTLER MUSTAFA ÖZBAĞ EFENDİ İLE ŞEB-İ ARUS ÇANAKKALE’DE BAYANLARA ÖZEL PROGRAMLAR AHMED-İ BİCAN VE YAZICIZÂDE MEHMED KARDEŞLER GERÇEK İMAN


“BİŞNOV!” “DİNLE!” İnsan, konuşabilen, susan ve dinleyen bir varlıktır. İnsan için konuşmak ne kadar önemli ise, susup dinlemek bir o kadar hatta daha önemlidir diye düşünürüm. Konuşmak ne kadar bir sanatsa “dinlemek” bence daha önemli daha derin bir sanattır. İşte Hz. Mevlana’da Mesnevi’sine “Bişnov – Dinle” diyerek başlar. Aslında “O” eski Yunan öğretisine bakarak “dinle” demez. Onun ilham aldığı Allah’tır(cc). Allah yüce kitabı Kur’an-ı Kerim’inde peygamberlerine vahyi dinlemelerini emretmiştir. Hz. Peygamberimiz Muhammed Mustafa (sav)'e hitaben “Öyle ise Biz onu okuduğumuz vakit, sen onu dinle. Sonra şüphesiz onu açıklamak da Bize aittir.” (Kıyamet-18-19) buyurarak vahy edileni dinlemesini emretmiştir. Başka bir ayeti kerimesinde “Kur'an sana vahy edilirken, vahiy bitmezden önce unutmamak için acele tekrar edip durma ve: Rabbim, ilmimi artır, de.” (Taha-114) buyurmuştur. Yani ona kulak ver, onu dinle! Daha sonra onu (sana) okutmak Bize düşer. İbn Abbas dedi ki: Bundan dolayı Rasulullah (sav), bundan sonra Cebrail -ikisine de selâm olsun- kendisine geldi mi susup, dinlerdi, Cebrail (a.s) gitti mi Peygamber (sav) kendisine okuttuğu şekilde vahyi okurdu. (Buhari-Müslim-Nesai) Vahiy tamamlanıp, kalbinde toplanmadan bu şekildeki hareketi ona yasaklandı. Cenabı Hak Musa (a.s)’ya da hitaben Kur’an’da “Ve Ben, seni seçtim; şimdi vahy edileni dinle! Şüphesiz ki ben, Allah’ım, Benden başka hiçbir ilah yoktur. O halde bana ibadet et. Beni anmak için namaz kıl.” (Taha-13-14) buyurmuştur. Rasululllah (sav) da dinlemeye önem göstermiştir. Hadis kitaplarında belirtilir, kendisine seslenen kimseye karşı bütün bedeniyle o tarafa yönelir ve can kulağıyla dinlerdi. Hatta küçük çocukları bile dinler onlarla


ilgilenirdi. Bir Hadis’te de Rasulullah aleyhissalatu vesselam dedi ki: "Ben de size beş şeyi emrediyorum. Allah onları bana emretti: Dinlemek, itaat etmek, cihad, hicret ve cemaat.” (Tirmizi) Görülüyor ki Allah (cc) ve Rasulullah (sav) “dinle”meye çok önem vermiştir. Bunu Kur’an’ın değişik ayetlerinde, Rasulullah (sav)’ın sünnetinde görmemiz mümkün olup sözü çok uzatmış olmak istemediğimizden kısa keselim. Hz. Mevlana Mesnevi’sine başlarken “Bişnov-Dinle” diye başlar. Böyle başlaması rastgele bir iş değildir. Bunda ilahi hikmetler vardır. Çünkü dinlenecek olan Mesnevi’dir. Mesnevi ise dinin temelinin temelidir. Bu kitap Allah’ın en büyük fıkhıdır. Allah’ın şeriatı, reddedilmez delilidir. Bu kitap iman ehline yol gösterici bir kandil, gönüllere coşan ve akan pınar, kâfirlere ise hasrettir. Bu kitap gönüllere şifadır, hüzünlere ilaç, dertlere dermandır. Bu kitap Kur’an’ın tefsiri Muhammed Mustafa’nın (sav) sünneti ve hidayetidir. Bu Mesnevi âlemlerin Rabbinden kulu Mevlana’nın kalbine indirdiği bir ilhamdır. Dinleyip itaat edip uygulayana kılavuzdur. Bu kitap hani Kur’an’da geçen “Derken şehrin uzak bir yerinden bir adam koşarak gelip: ‘Ey kavmim! Elçilere tabi olun’ dedi. ‘Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun. Hem onlar hidayet bulmuş kimselerdir’ Şüphesiz ben Rabbinize iman ettim. Artık bana kulak verin."(Yasin-20-25) diyen Antakyalı Habib b. İsrail’in feryadıdır sanki. Bu Mesnevi ariflerin yakinini artıran, hakk’al yakin haline getiren bir kitaptır ki o sebeple dinlenilmesi gerekir. Mesnevi bu manada insana gerçeği bildirir, o bilgiyi buldurur, görüş haline getirir ve yaşatır. O hal ile hallendirir, bu hususta temeldir. Mesnevi tek cümleyle Kur’an’ı Kerim’in, Hadisi Şeriflerin meallerini, tefsirini, şerhini ihtiva eden bir ilham eseridir, bu sebeple “DİNLE” diye başlar. Hz. Mevlana dinleme hakkında Mesnevi’de başka beyitlerinde de değinmiştir: “Yemek yemek ve nükte söylemek, kâmile helaldir; mademki sen kâmil değilsin yeme ve sükût et! Çünkü sen kulaksın, o dildir; o senin cinsinden değil, Allah, kulaklara “Ansitû” buyurdu. Çocuk önce, süt emme kabiliyetinde doğar, bir müddet susar ve tamamı ile kulak kesilir. Lakırdı söylemeyi öğreninceye kadar bir zaman dudağını yumması, söz söylememesi gerekir. Kulak vermezse “ti ,ti “ diye manasız sözler söyler; kendisini alemin dilsizi yapar.


Anadan sağır doğan ise hiç dinlemediği için dilsiz olur; nasıl dile gelsin? Çünkü söz söylemek için önce dinlemek gerektir. Söze, kulak verme yolundan gir.

Evlere kapılardan girin; rızıkları, sebeplerine teşebbüs ederek arayın! Dinleme ihtiyacı olmaksızın anlaşılan söz, ancak tamahsız ve ihtiyaçsız olan Allah’ın sözüdür.” (Mesnevi-1620-1625) diyerek bize dinlemenin önemini bildirir. Sözü yine Hz. Mevlana’nın sözü ile bitirelim: “Ey şaşı; bunları can kulağıyla dinle, gözüne kulak yoluyla ilaç ver! Temiz söz, hakikatten uzak olan gönüllerde karar etmez, nurun aslına dek gider. Çarpık ayakkabı, nasıl çarpık ayağa uyarsa şeytanın afsun ve efsanesi de doğru olmayan gönüllere uyar. Hikmeti istediğin kadar tekrarla, ona ehil değilsen hikmet, senden ne kadar uzak! İster yaz, belle, ister bahset, söyle! (Mesnevi-315) eriş.”

“Erlerin öğüdünü canla, başla dinle de korkudan kurtulup emniyete

Mustafa Özbağ / 11 Ocak 2011


Ney… Dosttan ayrılanın dostu… Ney… Sırdaş, yoldaş,haldaş… Ney… Edep…

Dertlinin derdini ancak bir dertli anlar ya, o ney de o dert ile dertlenenlerden… İnsan vardır derdini sıkıntısını bir taşa, bir toprağa bazıları da bir kuyuya anlatır… Etrafında onu anlayacak, onu dinleyecek kimse yoktur. Herkes duyar onu ama kimse ‘dinle’yemez. Anlayamaz onu. O da gider bir kuyuya anlatır derdini… Bir bakar ki kuyunun dibinde onun derdiyle dertlenmiş bir ney… O anlatıyordur ve anlıyordur onun derdini… Neye göre ayrılık, kamışlıktan kesilmesi. O vatanından ayrılmış, ney olmuş. Ney olunca ondan bir ses, bir nağme yükselmiş. O sesi duyanlar da ağlamış ve inlemiş… Ney, Mevlana Celaleddin-i Rumi hazretleri… Ney, insanı kamil… Ancak O (c.c)’nun nefesiyle nefeslenenlerden böyle nağmeler yükselir. Yoksa boş bir kamıştan ne ses gelir? Ustası olmayan kamıştan, üfleyeni olmayan ney’den ne hayır gelir? Kamış, usta ellerde güzelce işlenir, o bir ney haline getirilir ki bu zahmetli bir iştir. Bu bir dervişin ‘pişme’ sürecine benzer. Hani Hz. Mevlana der ya: “Hamdım, piştim, yandım..” Yanmadan önceki evresidir… Ney, tamam olunca bir üfleyeni olması lazım… Onu yakacak olan neyzendir.. Neyzen üfledikçe ney yanar. Hz. Mevlana’dan üfleyen Hazreti Allah(cc) dır. Onun ‘yandım’ demesi bu sebepledir. İnsanı insan yapan Aşk’tır. Elbetteki Neyin ayrılık ve aşk hikayesi meşhurdur. Bunları anlatmak ve anlamak ise işin ehline layıktır. Benim çerçevemde neyin bana ifade ettiklerinin dile dökülmüş halini sizinle şöyle paylaşıyorum…


Ney, bir yönü ile edebi hatırıma getirir. Üfleyen edepli ise neyinden de buram buram edep kokuları gelir. Ney derslerine başlamazdan önce üç ihlas, bir Fatiha okunup peygamber efendimizden itibaren sahabi efendilerimiz, pir efendilerimiz ,veliler ve ümmeti muhammede bağışlanır. Böyle başlanan bir dersin maneviyatı, halimize ve davranışlarımıza olumlu etkiler sağlar. Bir yönüyle de sadıklığı ifade eder, vefayı ifade eder ney. Hani Ney hep kavuşma hayalleri kurar durur ya; vefalı olanlar ancak kavuşma hayalleri kurar. Aslında onlar sevdikleriyle beraberdirler. Ve onlar hep sadık kalırlar sevdiklerine karşı. Sadık ve vefalı olanlar edepli ve güzel ahlaklıdırlar. İyi bir neyzen de aynen öyledir. Efendim Mustafa Özbağ’a göre iyi bir neyzen sadece iyi ney üfleyen değil, ahlakı güzel olandır. Ahlakımız güzel olmalı. Hazreti Peygamber efendimiz (sav)’in edebiyle edeplenip onun güzel ahlakı ile ahlaklanmamız lazım.

“Solukdaşımın dudağına eş olsaydım ben de ney gibi söylenecek şeyleri söylerdim.” Hz. Mevlana Celaleddin-i Rumî Ney üflerken, tefekkür edip solukdaşımızın dudağına eş olma hayalini kurup belki biz de ney gibi söylenesi şeyleri söylemeyi ümid ederiz.

“Ya Rabbi! Nefesinle nefeslenmeyi bizlere nasip eyle ki senin sırrın aşk-ı ilahisiyle neylerimizde muhabbete ulaşalım. Dostlarınla dost eyle, dost mekanlarında sabit eyle, bizleri hizmetkârın eyle. Ya Rabbi bizleri kendine razı olacağın kullarından eyle, Peygamber efendimiz(s.a.v)’ in razı olacağı ümmeti arasına ilhak eyle, üstadımızın razı olacağı dervişler güruhuna dahil eyle.” Amin.

NEYİN EDEB VE ADABI Ney üflenir, çalınmaz


NEYİN EDEB VE ADABI Ney üflenir, çalınmaz Ney’in kendi kendisine ses çıkarması mümkün değildir. Ney de bir üfleyen vardır. ‘Ney’i alsın birisi şimdi üflesin üflediği yere kadar, ses çıkaramaz. Sadece üflemiş olur, ses çıkmaz.Ney’den sesi çıkaran üfleyendir. İşte Hz. Mevlana “Dinle ney’den” demiş. Ney’i dinleyeceğiz. Ney’i dinleyeceğiz derken alet ismi söylüyorum; ney! Ama ney’den neyi dinleyeceğiz? Ney’den bir şey dinlenmesi lazım. Burada ince bir sır var. Ozaman ney’in üzerinde tefekkür etmemiz lazım. Yoksa sabahtan akşama kadar birisi ney’i üflese, bizde sabahtan tatlılık olur, bir lezzet olur, bu tamam. Ama ondan bir şey almamız lazım, ondan bir şey algılamamız lazım. O yüzden ney’e sadece çalgı aleti üzerinden bakmamız mümkün değil. Biz ona sadece çalgı aleti üzerinden bakamayız, biz onu sadece üflenilen bir alet olarak göremeyiz. Mesnevi’deki ney’den kasıt mürşidi kâmildir.  İlk evvela Ney üflemenin niyetle hâsıl olduğu unutulmamalıdır. Niyet ne ise tecelliyat o doğrultuda vuku bulacaktır. Ney üfleyebilmeyi bir vesile kabul etmeliyiz ve amacımız Allah'ı zikir olmalıdır.  Üflemeye başlamadan önce ney’imizi besmele çekerek öperiz, böylece ona olan samimiyetimizi ve muhabbetimizi pekiştirdiğimize inanırız.  Ney üflerken her nefesimizde Allah’ın “Hû” ismi şerifiyle zikrederiz. Ney üflemek bizler için bir ibadet, Hakk’a vuslat vesilesidir.  Ney üfleme adabınca “Ney sesi” demezlermiş dervişler ve mutasavvıflar, “Ney nefesi” tabirini kullanırlarmış. Çünkü ney bir vesiledir. Allah’ın, Hz. Peygamber’in (sav) attığı toprakla müşriklerin gözünü kör ettiği kıssada “Sen atmadın ben attım.” demesi gibi, ney vesiledir, nefes ise Hakikattir. Hz. Peygamber (sav) orada nasıl ki vesile olarak ortadaydı, ney’den üfleyen gözüken de nefesin çıkması için vesiledir. O nedenle nefes tabiri büyük bir ehemmiyete sahiptir.


NEY DERSİNE BAŞLAMA DUASI ‘’İhlas suresi Kur’an’ın Üçte biridir.’’ (Buhari, Müslim) ‘’Niyet ettim Ya Rabbi bugünkü dersimi yapmaya’’ ‘’Üç İhlas bir Fatiha’’ “YA RABBİ, PEYGAMBER EFENDİMİZ(SAV) HZ.LERİNİN RUHLARINA VE BÜTÜN GEÇMİŞ PEYGAMBER EFENDİLERİMİZİN RUHLARINA, CİHÂR-İ YÂR-İ GÜZİN EFENDİLERİMİZ; EBUBEKİR-İ SIDDIK, ÖMER-UL FARUK, OSMAN-I ZUNNİREYN, ALİ-YEL MURTAZA (RA) HZ.LERİNİN RUHLARINA, AŞEREYİ MÜBEŞŞERENİN, EVLADI RESULULLAH, ZEVCE’Yİ RESULULLAH, İMAM-I HASAN, İMAM-I HÜSEYİN, YETMİŞİKİ ŞÜHEDANIN VE BÜTÜN ŞÜHEDANIN, TÜM ASHABI RESULULLAH HZ.LERİNİN RUHLARINA, İMAMIMIZ; İMAM-I AZAM EBU HANİFE, İMAM-I ŞAFİİ, İMAM-I MALİK, İMAM-I HANBELİ VE BÜTÜN MEZHEB İMAMLARININ ruhlarına hediye eyledim vasıl ve hissedar eyle ya Rabbi. “YA RABBİ, Pirimiz SEYYİD ABDULKADİR GEYLANİ, SEYYİD AHMED-ER RUFAİ, SEYYİD AHMED EL BEDEVİ, SEYYİD İBRAHİM DUSİKİ, ŞEYH EBUL HASAN EL ŞAZELİ, ŞAH-I NAKŞİBEND-İ MUHAMMED BAHADDİN, ŞAH-I MEVLANA CELALEDDİN-İ RUM-İ,ŞAH-I HACI BEKTAŞ-I VELİ, HACI BAYRAM-I VELİ, MEHMET MUHYİDDİN ÜFTADE Hz.lerinin ve tüm Pir efendilerimizin ruhlarına hediye eyledim vasıl ve hissedar eyle ya Rabbi.’’ “YA RABBİ, bütün geçmiş Mürşid-i Kamillerin, Velilerin, Evliyaların, Dervişlerin , Müminlerin ruhlarına, Üstadımız Bayındırlı Hacı MUSTAFA ÖZBAĞ Efendinin ruhaniyetine ve yaşayan bütün Mürşid-i Kamillerin, Velilerin, Evliyaların ruhaniyetlerine, bütün derviş kardeşlerimizin ve ümmeti Muhammed’in ruhaniyetlerine, Turuk-i Aliyeden ve Akrabay-ı taallukatımızdan geçenlerin ruhlarına, hediye eyledim vasıl ve hissedar eyle ya Rabbi.’’ ‘’Ya Rabbi nefesinle nefeslenmeyi bizlere nasib eyle ki senin sırrın Aşk-ı ilahisiyle Neylerimizde muhabbete ulaşalım. Dostlarınla dost eyle, dost mekanlarında sabit eyle. Bizleri hizmetkârın eyle. Ya Rabbi bizleri kendine razı olacağın kullarından eyle, Peygamber efendimiz (s.a.v) ‘in razı olduğu ümmeti arasına ilhak eyle, üstadımızın razı olacağı dervişler güruhuna dahil eyle.’’

ÂMİN


SORU:

“Ney’in çıkışı, Hz. Ali’nin sırrını kuyuya anlatmasıyla başladığını biliyorum. Ve bu sırrın da Hz. Muhammed sallallahu aleyhi sellem Hazretlerinin Hz. Ali’ye, dünyayı yönetme sırları olarak verdiği ve ney’inde duyabilene bu sırları anlattığı doğru mudur?”

EL-CEVAP:

“ Böyle bir halk inanışı vardır, rivayet vardır. Hz. Rasulullah sallallahu aleyhi sellem Hazretleri manevi sırları Hz. Ali Efendimize vermiştir, bu doğrudur. Çünkü “Ben ilmin şehriysem Ali de kapısıdır ” hadisi şerif. Sırları Hz. Ali Efendimize vermiştir. Hz. Ali Efendimize sırları verince, Hz. Ali Efendimize bu biraz ağır gelmiştir. Sır ağır gelir insana, içinde biriktirmesi biraz güç olur. O yüzden her mürşidi kâmilin her velinin sırdaşı vardır. Kimisinde ağaçtır, kimisinde taştır, kimisinde akan sudur, kimisinde denizdir. Giderler orda konuşurlar, o rahatlayacak psikolojik bir şey çünkü. Genelde akan suya konuşurlar, genelde denize konuşurlar, genelde ıssız kimsenin olmadığı bir yerde ağaca konuşurlar. Eğer deniz yoksa akan su yoksa. Hz. Ali Efendimizin de bir kuyuya konuştuğu rivayet edilir. Tabi o kuyuya konuşurken, kuyunun dibindeki kamışlıktan kamış, rivayet ya halk inanışı öyle diyelim, Hz. Ali Efendimizin sırlarını dinler, duyar. O sırrı dinledikten sonra oradaki kamış inleyip feryat etmeye başlar. Ve…hatta bazen Mevleviler ney’e ‘Hazreti Ney’ derler. Ney’e Hz. Ney derlerken aynı zamanda bir mürşidi kâmile hitap ederler. Mesela hiçbir zaman hiçbir Mevlevi ney’i sopa gibi tutmaz. Ney’e hakaretvari davranmaz, ney’e edepsiz davranmaz, ney’e karşı çok büyük bir edep büyük bir saygıyla davranırlar. Hatta eûzü besmele çekip üç sefer öperler. Ney’i kendi uzvundan bir uzuvmuş gibi görür Mevleviler. Ve Hz. Ney derler zaten, Hz. Ney. Tabi bunlar toplum içerisinde sonradan yanlış anlaşılmaya başlanmış. Yani ney’e hazret diyorlar falan demişler. Ney’den kasıt mürşidi kâmildir, Allah’ın veli dostudur. Ve her neyzen ney’i üflerken kendisinden üfleyenin üstadı olduğunu düşünür. Kendisinden üfleyenin Allah olduğunu düşünür. Ve üflerken o edeple üfler. Ve o duygunun, üfleme duygusunun, kendisinden olmadığını, kendi hazretinden geldiğini yani kendi üstadından duygunun geldiğini, dudağının kıpırdayışının dudağının baş parede oynayışının, nefesin titrekliğinin veya düzlüğünün, nefesin nağmesinin üstadından geldiğini düşünerekten ney’i üfler. O yüzden ney üfleyecek


olana önce bir üstad gereklidir aslında. Çünkü ney üfleyecek olanın üstadı yoksa o ney’i kaval gibi üfler, saygısı sevgisi olmaz. Bazen ben yolda görüyorum böyle, Allah affetsin, sopa gibi tutuyorlar ney’i. Ney çalgı aleti değildir bu manada. Bak bu manada çalgı aleti değildir. Eğer ney’i çalgı aleti gibi görürse bir kimse, Allah affetsin, dümbelekten bir farkı kalmaz. Ve ney’in böyle eğlentili içkili, böyle heva ve heves kokan yerlerde üflenilmesi de çok uygun değildir. Ve hiç üflenmemiş zaten önceden. Ney sadece dergâhlarda, tekkelerde sufiler tarafından üflenmiş. Tabi bugün ney dansözlere üfleniyor. Ne bileyim işte gaydırıgubbak şeylere üfleniyor. Tabi ney’e hazret diyemiyoruz bu manada. Ama ney gerçekten sufilere, sufi gönüllülere, Allah âşıklarına bir nefestir, nefes. Böyle insanın canına huzur verir, insanın içine bir tatlılık bir nefes verir. Hele o ney’i üfleyen bir tefekkür eder, bir derinlemesine nüfus eder, böyle bir “Hûuu…” diye üflerse sanki ta yaratılıştan o ses gelir bize. Sanki “kûn” lafzı o esnada söylenmiş gibi gelir. Allah bizi onlardan eylesin. O yüzden, evet o kamışın o sırları dinledikten sonra feryadı figan ettiği söylenir, halk dilinde böyle bir inanış vardır. Hz. Mevlana da bu inanışını Divan’ında bir beyitte söyler; Hz. Ali’yle alakalı bu meseleyi de söyler. Divan’da geçer, bu hadiseye atıfta bulunur daha doğrusu. Net böyle anlatmaz, der ki “Ali gibi sırlarımı aldım da feryadı figan etmekteyim.” Ali’den sırlarını aldım da feryadı figan etmekteyim, der. Tabi bunun bir tarafı daha vardır, şimdi madem özü açıldı soru soruldu. Her mürşidi kâmil, ilmin kapısı olan Hz. Ali Efendimizin önünde diz çöker ve Hz. Ali Efendimiz de onun sırrıyla sırlanır. Ve mürşidi kâmil, Hz. Ali Efendimizin sırrını da taşır. O yüzden o kuyuya söylenen sırlar, o velilerin üzerinden tecelli eder.”

08.02.2011 İzmit Saatçi Ali Konağı Mesnevi Dersi’nden alıntıdır


Hz. Mevlâna Celaleddin-i Rûmi ve Sems-i Tebrizî Hazretleri’nin Karsılasması

Daha küçük yaşlarda, manevi ilimleri tahsilde gösterdiği kabiliyetle dikkat çeken Şems, din ilimleri tahsilinden sonra, genç yaşlarında Tebrizli Ebubekir Sellaf'a mürid olmuş, ününü duyduğu bütün meşhur şeyhlerden feyz almaya çalışmış ve bu sebeple diyar diyar dolaşıp kendisine şeyh aramıştır. Tebrizi, arayışları sırasında bir rüya görür. Rüyasında kendisine bir velinin arkadaş edileceği bildirilir. Üst üste iki gece rüya tekrarlanır ve o velinin Rum ülkesinde olduğu haberi verilir. Onu aramak için yollara düşmek ister, fakat daha zamanının gelmediği, işlerin vakitlerine tabi ve rehinli olduğu bildirilir. Şems ilahi tecellilerle mest olduğu, tam mânâsıyla istiğraka daldığı, müşahedenin güzelliğine beşer kuvvetiyle tahammül gösteremediği zamanlarda “gizli velilerinden birini bana göster” diyerek niyaz eder ve sabırsızlanır. Üzerindeki o yoğun halleri dağıtmak için başka işlerle oyalanmaya çalışır. Nihayetbirgün; “Madem ki ısrar ve arzu ediyorsun O halde şükrane olarak ne vereceksin?” diye bir ilham gelir. O da “başımı! ” cevabını verir. Bu cevaba karşılık olarak, Bütün kâinatta Mevlana Celaleddin Rumi Hazretlerinden başka, senin şerefli arkadaşın yoktur.” haberi gelir. Artık Rum ülkesine gitmek, o sevgili ile görüşmek ve yolunda başını feda etmek üzere yola çıkacaktır.


Uzun bir yolculuğun ardından Şemseddin Muhammed, M. 1244 yılının Ekim ayında Konya’ya gelir. Kaldığı han odasının anahtarını boynuna zamanın tüccarları gibi asıp çarşıda dolaşmaya başlar. İkindiye doğru, ana caddede, katıra binmiş, talebeleri etrafında dört dönen bir müderris görünür. Şems aradığı dostun o olduğunu anlar. Önüne geçerek katırın dizginlerini tutar ve keskin bakışlarıyla: “Sen Belhli Baha Veled’in oğlu Mevlana Celaleddin misin?” diye sorar. Mevlana “evet” diye cevap verir. Şems: “Ey müslümanların imamı! Bir müşkülüm var. Hz. Muhammed mi büyük, Bayezid-i Bistami mi?” Heybetinden kendinden geçen Mevlana, kendini toplayınca; “Bu nasıl sual böyle? Tabi ki, Allah’ın elçisi Hz. Muhammed bütün yaratılanların en büyüğüdür.”der. O zaman Şems: “O halde neden Peygamber bu kadar büyüklüğü ile Ya Rabbi seni tenzih ederim, biz seni layık olduğun vechile bilemedik” buyururken, Bayezid, “Ben kendimi tenzih ederim! Benim şanım çok yücedir. Zira cesedimin her zerresinde Allah’tan başka varlık yok! ” demekte? Hz. Mevlana: “Hz. Muhammed, müthiş bir manevi susuzluk hastalığına tutulmuştu,’biz senin göğsünü açmadık mı?’ şerhiyle kalbi genişledi. Bunun için de susuzluktan dem vurdu. O Her gün sayısız makamlar geçiyor, her makamı geçtikçe evvelki bilgi ve makamına istiğfar ediyor, daha çok yakınlık istiyordu. Bayezid ise, bir yudum suyla susuzluğu dindi ve suya kandığından dem vurdu. Vardığı ilk makamın sarhoşluğuna kapılarak kendinden geçti ve o makamda kalarak bu sözü söyledi.” Şemsi Tebrizi, bu cevap karşısında “Allah”diyerek yere yuvarlanır.Mevlana, hemen atından inip yanındaki adamların da yardımıyla onu yerden kaldırıp medresesine götürür. Artık bu medresede iki âşık, hiç dışarı çıkmadan, yanlarına kimsenin girmesine izin verilmeden aylarca sürecek sohbetlere dalacaktır. Mevlana bunca zaman kitapların, sayfaların arasında aradığı ve Şeyhi Seyyid Burhaneddin’in yıllarca önceden müjdelediği sevgilisine, gönül dostuna kavuşmuş,o andan itibaren de bütün yaşamı değişmiştir.

Hz. Mevlâna ve “Ney”

Hz. Mevlana Mesnevisine “Bişnov – Dinle” diyerek başlar. Mevlânâ’nın


eserlerinde geçen ney, aslında “insan-ı kâmil”i temsil etmektedir. Sazlıktaki bir kamışın ney hâline gelene kadar geçirdiği devreler, insanın olgunlaşmasını, yani “nefsi tezkiye ve kalbi tasfiye” basamaklarını ifâde eder. Mevlevilikte ise Mevlânâ tarafından bizzat yazıldığı için, Mesnevî'nin ilk onsekiz beytine pek büyük bir ehemmiyet verilmiştir. Mesnevî’nin ilk onsekiz beytinin tercemesi şu şekildedir : “Dinle, bu ney nasıl şikâyet ediyor; ayrılıkları nasıl anlatıyor. Diyor ki: Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryadımla erkek de ağlayıp inlemiştir, kadın da. Ayrılıktan parça parça olmuş bir gönül isterim ki iştiyak derdini anlatayım ona. Aslından uzak kalan kişi, buluşma zamanını arar durur. Ben her toplulukta ağladım, inledim; iyi hallilerle de eş oldum, kötü hallilerle de. Herkes kendi zannınca dost oldu bana; İçimdeki sırlarımı ise kimse aramadı. Benim sırrım, feryâdımdan uzak değil; fakat gözde, kulakta o ışık yok. Beden candan, can da bedenden gizli değil; fakat kimseye Cânı görmeye izin yok. Ateştir neyin bu sesi, yel değil. Kimde bu ateş yok ise, yok olsun o kişi. Aşk ateşidir ki neye düştü; aşk coşkunluğudur ki şaraba düştü. Ney, bir dosttan ayrılana eştir, dosttur; perdeleri, perdemizi yırttı-gitti. Ney, kanlarla dolu bir yolun sözünü etmede; Mecnûn'un aşk hikâyelerini anlatmada. Ney gibi bir zehri, ney gibi bir panzehri kim gördü? Ney gibi bir solukdaşı, bir iştiyâk çekeni kim gördü? Bu aklın mahremi, akılsızdan başkası değildir; dile de kulaktan başka müşteri yoktur. Gamımızla günler geçti, akşamlar oldu; günler yanışlarla yoldaş kesildi de yandı-gitti. Günler geçip gittiyse, de ki: Geçin gidin, pervamız yok. Sen kal ey dost, temizlikte sana benzer yok. Balıktan başka herkes suya kandı, rızkı olmayanın da günü uzadıkça uzadı. Ham, pişkin, olgun kişinin hâlini hiç mi, hiç anlayamaz; Öyleyse sözü kısa kesmek gerek vesselâm“


Hz. Mevlâna ve “Semâ” Mevlâna denince ilk akla gelen sema’dır . Sözlük de işitmek manasındadır. Terim olarak, musiki nağmelerini dinlerken aşka gelip hareket etmek, kendinden geçip dönmektir. Semâ'ı ibadet haline getiren Mevlânâ'nın Şems-i Tebrizî ile buluştuktan sonra semâ' etmeye başladığı nakledilir. Mevlânâ'ya tabi olan mürîdleri de aynı şekilde semâ' etmiş, kavvâller sustuktan sonra Mevlânâ bir köşeye çekilmiş, etrafında bulunanlara gözlerindeki Hakk nurunu seyretmelerini söylemiştir. Mevlânâ semâ' esnasında büyük bir vecd içinde, her şeyde Allah'ı gördüğünü söylüyor, şevkinden, neşesinden sabahtan gece yarılarına kadar semâ' ediyor, bazen bu süre bir haftayı aşıyordu. Bir defasında Ilgın'da kırk gün semâ'a devam etmiştir. Bazen ise uzun müddet semâ'da kaldığında mürîdleri durması için ricada bulunmuşlardır. Hz.Mevlana zamanında belli bir kurala bağlı kalmaksızın dini ve tasavvufi bir coşkunluk vesîlesiyle icra edilen sema , sonradan Sultan Veled ve Ulu Arif Çelebi zamanından başlayarak Pir Adil Çelebi zamanına kadar tam bir disiplin içine alınmış, sıkı bir kurala bağlanmış, icra edilmesi öğrenilir ve öğretilir olmuştur. Sema, sembolik olarak, kainatın oluşumunu, insanın alemde dirilişini, Yüce Yaratıcı’ya olan aşk ile harekete geçişini ve kulluğunu idrak edip “İnsan- ı Kamil” e doğru yönelişini ifâde eder. Semâ eden canlara Semâzen denilmiştir. Hz. Mevlâna’nın Semâ ile ilgili şu kıssası, Semâ’yı tam manasıyla niteler durumdadır. Hz. Mevlâna’ya birgün şöyle bir soru yöneltilir. – “Tamam, anladık; Allah’ı zikrediyorsun; lâkin neden dönerek, sema halinde yapıyorsun bunu?” derler. Bunun üzerine Hz. Mevlana da, kendisine yöneltilen bu soruya, akıllara durgunluk verecek hikmet dolu şu cevap ile mukabele eder: – “Bana dönerek Allah’ı zikretmeyen bir nesne gösterin ki, ben de dönerek zikretmeyeyim…”


HZ. MEVLANA’DAN ÖĞÜTLER

“Merak etme, mana kapısını çalarsan sana açarlar. İstek en büyük kılavuzdur. İster yavaş gitsin, ister acele koşsun arayan elbette aradığını bulur. Ey Hak yolunda gitmek isteyen kişi! Bu isteğine iki elinle sarıl! Çünkü istek en iyi kılavuzdur. Topal da olsan, sakat da olsan, uyuklasan da, edepsizce bile olsan yine O’nun yolunda ol, O’na doğru sürün, O’nu ara.” “Allah’ı gözet ki önünde bulasın, Allah’ı rahatlıkta tanı ki O da seni sıkıntıda tanısın. Şunu bil ki başına gelmeyecek olan şeyin, sana isabet edeceği de yoktur ve senin başına gelecek olanın da gelmemesi yoktur. Bil ki yardım ve zafer sabretmekle olur. Sevinç üzüntü ile beraberdir. Sıkıntı ve güçlük de kolaylıkla beraber olur.”,“Dosta dostun zahmeti ağır gelir mi?Zahmet; içtir, ruhtur. Dostluksa onun derisine benzer. Dostluk nişanesi beladan, afetlerden, mihnetlerden hoşlanmak değil midir? Dost altın gibidir. Belada ateşe benzer. Halis altın, ateş içinde saf bir hale gelir…” “Her insan şekli bir kâseye benzer. Göz de, o kâsenin içinin manasın görür, duyar, hisseder.Gittiğin her yerden, buluştuğun herkesten manevi birgıda, bir hal alırsın.Manevi bir şey yersin. Kavuştuğun her dosttan da bir şeyler alırsın.Erkekle kadınının kavuşmasından bir çocuk doğar. Çakmak taşı ile demirin birleşmesinden de bir kıvılcım, bir ateş meydana gelir.Toprağın yağmurla birleşmesinden meyveler, yeşillikler, çiçekler yeşerir. Ey genç bu sebeple gittiğin yerlere, konuştuğun herkese dikkat et. İnsan hiç konuşmazsa, ilgilenmezse bile yanında bulunduğu kötü arkadaşından onun huyunu kapar! Gönül onun gizlice kötü ahlakını alır, farkında bile olmadan bu huyu benimser, onun bu kötü huyunu kendine ahlak edinirsin.”


MUSTAFA ÖZBAĞ EFENDİ İLE ŞEB-İ ARUS

Aşkın padişahı, aşkın sultanı ve kıyamete kadar aşkta yol göstericisi olan Hazreti Mevlana’nın gecesinde bulunuyoruz. Kim, kimi severse onunla beraberdir. Hani Allah Resulü (sav) buyurmuş ya, “Kişi sevdiğiyledir” diye. Evet, kişi sevdiğiyledir. Siz Hazreti Mevlana’yı sevdiğiniz için buradasınız. Hazreti Mevlana’ya gönül verdiğiniz için buradasınız. Hazreti Mevlana da Allah’a gönül vermişti, Resulullah’a gönül vermişti. O zaman tesbih tanesi gibi, ardı ardına hepimiz de Hazreti Mevlana’nın dostuyuz, hepimiz de Hazreti Mevlana’nın yoldaşıyız, hepimiz de Hazreti Mevlana’nın ruhdaşıyız. Allah katında zaman yoktur. Zaman bizim için vardır. Ha Hazreti Mevlana’yı kendi yaşadığı zamanda tanımışsınız ha şimdi tanımışsınız, arada bir fark yok. Sakın ha, biz O’nun yaşadığı zamana yetişemedik diye düşünmeyin. Hayır! Böyle bir zamanda O’nun yolundan gitmek, O’nun ruhdaşı olmak, O’nunla neşelenmek, O’nunla sevinmek, beraber bulunmak vallahi O’nun zamanında O’ndan habersiz yaşamaktan kat be kat evladır. Çünkü Allah’ın velileri, Allah’ın dostları kendi yaşadıkları zamanlarda düşkün görünürler, kimsesiz görünürler, yalnız görünürler, biçareymiş gibi görünürler. İnsanlar onlara kendi yaşadıkları zamanlarda gerçek değerini vermezler. Zannediyor musunuz ki Hazreti Mevlana yaşadığı zamanda gerçek değerini buldu? Hayır! İnsanlar Hazreti Mevlana’nın ‘Mevlana’ olduğunu vefatından sonra anladı. O zaman anlamamış olmaktansa bu zamanda anlamış olmayı kat be kat yeğlerim. Aynı kaderi Resulullah (sav) Hazretleri de yaşamadı mı? Mekke’de


tanımadılar, Mekke’de duymadılar, Mekke’de görmediler. O’nun üzerine deve işkembesi koydular. Yollarına dikenler attılar, dişini kanattılar, yanağını kanattılar, aç bırakmak istediler, anlamadılar, görmediler, duymadılar… İşte o zaman anlamamak, duymamak, görmemek var iken; bugün anlamanın, görmenin, duymanın hazzını yaşamaya çalışın. O lezzeti, o tadı yaşadıkça sizlerle beraber ayrı bir mutluluk duyuyorum, ayrı bir haz duyuyorum. Ne mutlu ki Allah bana böyle bir şeyi bahşetti, lütfetti, ikram etti. Ne mutlu ki size de ikram etti, size de ihsan etti. Lütfetti, ikram etti sizi aşk gecesinde buluşturdu, birleştirdi. Aranızda akrabalık yok, alışveriş yok, aranızda bir menfaat yok, hele benimle hiç kimsenin yok. Allah buyuruyor ki; “Aralarında akrabalık olmadıkları halde, menfaatleri olmadıkları halde birbirlerini sevip toplananlar var ya birbirlerine iyilikte bulunup, ihsanda bulunup, birbirlerine muhabbet edenler var ya; hiç kimsenin gölgelenmediği o mahşerde kendi gölgemde gölgelendireceğim.” Bu büyük müjde! Bu, insanların kendi akıllarıyla, fikirleriyle bulup, kendi akıllarıyla idrakleriyle yapabilecekleri bir şey değil. Bu düpedüz Allah’ın lûtfu ve ikramı. Bu, insanın belki de çalışarak, çabalayarak kazanabileceği bir şeymiş gibi görünebilir ama perdenin gerisinde öyle değil. Allah’ın gölgesinde gölgelenecek olanlar Allah’ın lutfuna ve ikramına ta ezelde ermiş olanlardır. Ruhlar âleminde ayrılmış olanlardır. Öyle dedi Resulullah (sav) Hazretleri. “Ruhlar âleminde birbirleriyle tanışanlar, görüşenler bu dünyada da tanışacaklar, görüşecekler.” demek ki Hazreti Mevlana ile siz ruhlar âleminde tanıştınız, görüştünüz. Ruhlar âleminde bir ve beraberdiniz. Bu dünyada da bir ve beraber oluyorsunuz. Bu dünyada da O’nun gecesine, O’nun o vuslat gecesine, O’nun o aşk gecesinde bir ve beraber oluyorsunuz. Ne mutlu size! Ne mutlu bize! Ne mutlu böyle bir yolu açmaya vesile olanlara! Kim hayırdan bir kapı açarsa oradan kaç kişi geçerse ondan sevabını alır. Kim de şerden bir kapı açarsa oradan kaç kişi geçerse de oradan şerrini alır. Hayır, kapısı açanlara ne mutlu! Allah hayır kapısı açanlarla şer kapısı açanların kapılarını kapattırır. Birilerinin iyiliği ile birilerinin kötülüğünü izole eder. Birilerinin şerrini birilerinin hayrıyla izole eder. Birilerinin ilmiyle birilerinin ilimsizliğini izole eder.


Birilerinin aşkıyla aşksızları izole eder. O aşksızlar da o âşıkların rahmetinden, bereketinden faydalanır. Allah velilerini bu âleme rahmet olsun, bereket olsun diye göndermiştir. Allah velilerini peygamberlerden sonra dinin direği olarak yeryüzüne istihdam etmiştir. Allah velilerini insanlara yol göstersin, insanları ışıksız bırakmasın diye istihdam etmişlerdir. Onlar kaybolmayacaklar ve onlar yeryüzünden yok olmayacaklar. Hazreti Ali Efendimiz der ki; “Onlardan birisi öldüğünde hemen yerine birisi geçer.” Ne mutlu ki o velilerin yolundan gidenlere. Hazreti Mevlana öyle der. “Ey! Uyanık ol! Agâh ol! Kendine gel! Peygamberlerin ve velilerin yolunu tut!” Sakın başka bir kimsenin yolunu tutma. Ya? Peygamberlerin ve velilerin yolunu tut. Kendisi o yol tutmuştur, Şems-i Tebrizi’nin yolunu tutmuştur. O’nun peşinden gitmiştir. Görüntüde Şems-i Tebrizi’dir o, aslında Allah’ın yolunda, Allah’ın nefesindedir. Allah’ın rengindedir. Yeryüzünde Allah’ın nişanesidir. Allah’ın delilidir. Bütün veliler yeryüzünde Allah’ın delilleridir, dinin temsilcileri, yaşayanlarıdır, batınî olarak. Allah, yeryüzünü onlarla sular, bereketlendirir, nasiplendirir, insanları rahmete bandırır, berekete bandırır. İşte Hazreti Mevlana onlardan birisidir.700 küsur yıl geçmiş, hala gönüllerimizde. Çünkü O; gönüller sultanı, âşıklar sultanı, Allah’ın gönlüne yerleşti. Kul önce Allah’ı gönlüne yerleştirir sonra Allah onu kendi gönlüne yerleştirir. Allah onu kendi gönlüne yerleştirdi mi ilelebet o hep dildedir, hep gönüldedir. Niçin? Çünkü o, Allah’ın gönlündedir. Gelin kardeşler önce Allah’ı gönlümüze yerleştirelim. Yol, bu! “Kul farzlarla benim emrimi yerine getirir, nafilelerle bana yaklaşır. O beni sever. O beni severse ben onu severim. Ben onu sevdim mi; gören gözü, duyan kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Benimle görür, benimle duyar, benimle tutar, benimle her şeyini halleder.” Gelin! O zaman ilk önce Allah’ı gönlümüze koyalım. O’nu zikredelim, tövbe edelim, namaz kılalım, oruç tutalım. En önemlisi; güzel ahlak sahibi olalım. Güzel ahlak sahibi olmak her şeyin üzerindedir. Güzel ahlak; yolun başıdır, sonudur, ortasıdır. Hazreti Mevlana güzel ahlak sahibi idi, ahlakın en ince noktasındaydı. Gelin! Ne olursanız olun, güzel ahlak sahibi olun. Allah bizleri affetsin. (17 ARALIK 2008-Şeb-i Arus Programı/BURSA)


Çanakkale’de Bayanlara Özel Sema Törenleri Her programda Farklı manevî zâtların konu edildiği programlarda bayan semazen, neyzen ve mutriban ekibi bir araya gelerek Kutlu Doğumla başlayan bu manevi yolculuk ta, Hz. Ebubekir,Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali (r.a) Hazretleri anılmıştı.16 Aralıkta gerçekleşecek olan programda ise Hz.Mevlana ve onun ‘Düğün Gecesi’ olarak adlandırdığı Şeb-i Arus programında ise Çanakkale Tasavvuf Vakfı Bayan Temsilciliği ile Bursa Karabaş-ı Veli Tekkesi bayan semazen, neyzen ve mutriban ekibi yine bir araya gelerek Hz. Mevlana’yı sevenlerle Mehmet Akif Ersoy Kültür Merkezinde buluştular.


Ahmed-i Bîcân Ve YazıcızâdeMehmed Kardeşler Yazıcızâde Ahmed-i Bîcân Efendi, XV. asırda yetişen Türk âlim, mutasavvıf, mütercim ve nâsirlerindendir. Babası âlim bir zât olan ve kâtiplik yapan Sâlih Efendi, ağabeyi ise meşhur âlim Yazıcıoğlu Mehmed Efendi’dir. Ahmed-i Bîcân küçük yaşta Gelibolu’da ilim tahsîline başlamış, devrin ilimlerini tahsil etmiş, Arapça ve Farsça’yı çok güzel öğrenmiştir. Kendi ifadesiyle de sabit olduğu üzere mezhepçe Hanefî, tarîkat olarak da Bayrâmî’dir. Devrin “mânâ sultânı” telakkî edilen Hacı Bayrâm-ı Velî’nin Yazıcıoğlu Mehmed’i ve kardeşi Ahmed-i Bîcân’ı irşâdı, onun, Sultan II. Murad ile görüşmek için Edirne’ye seyahati dolayısıyla vuku bulmuştur. Yazıcızâde Ahmed Efendi,

Hacı Bayrâm Velî’nin huzûrunda mânevî ilimlerde yükseldikten sonra Bayramiye tarîkatına göre insanları terbiye etmeye başlamış,tarîkatın esaslarından olan riyâzet, sebebiyle devamlı oruç tutup çile çıkarması, aşk ve muhabbet çokluğundan yemeden içmeden kesildiği için “Bîcân” lakabını almıştır. Hacı Bayrâm-ı Velî’nin irşâdıyla önünde yeni ufuklar açılan Yazıcızâde Mehmed Efendi, “Selâmullah erişsin size yâ Şeyh/Tükenmez himmet eylen bize yâ Şeyh” beytinde ifade ettiği gibi çeşitli himmetlere nâil olmuştur. Bunlardan en önemlisi, Muhammediyye adlı Türkçe manzûm eserini kaleme almasıdır. Zira bu eser, onun şöhretini, tesirini göstermesi kadar şeyhinden aldığı himmetlerin göstergesi olması açısından da önemlidir. Esas itibariyle her bölümü bir vakit namaza işâret olarak beş bölümden meydana Meğâribü’z-Zaman adlı Arapça eserin, Türkçe


nazma çekilmiş olmakla beraber onun şâirlik, nasihatçılık yönünü göstermesi bakımından da mühimdir. Eserde, kâinâtın yaratılışı, peygamberler ve hayat hikâyeleri, melekler, kıyâmet ve makâm-ı a‘lâ’da Hakk’ın sözlerine dair konular işlenir. Ufak tefek bazı farklılıklarla Meğârib, Muhammediyye ve Envârü’l-Âşıkîn aynı eserin nüshaları gibidir. Yazıcızâde Mehmed Efendi’nin Meğâribü’zZaman başka bir Arapça eseri vardır ki o da, Şerhu’lFusûsi’l-Hikem’dir. Hacmi daha küçük olup, Muhyiddin İbnü’lArabî’nin Fusûs’unun muhtasar bir şerhidir. Ahmed-i Bîcân, ağabeyinin bu eserini Müntehâ adıyla 870/1465 senesinde Türkçe’ye çevirmiştir. Tefsîr-i Sûre-i Fâtiha adlı bir eseri daha olduğu nakledilmektedir. Yazıcızâde Mehmed Efendi asıl çile çekerek yazdığı Muhammediyye’si ile şöhret bulmuştur. Muhammediyye, asırlardır Anadolu’da, Kırım’da, Kazan’da, Başkurt Türkleri arasında okunmuş ve elden düşmemiştir.

Anadolu’da her evde bir Muhammediyye nüshası vardır. Eser, kış gecelerinde okunur, yer yer ağlanırdı. Suyu hiç kesilmeyen bir ırmak coşkunluğu içinde okunurdu. Her satırında Allah sevgisi, Resûlullah aşkı, muhabbeti, ashâb-ı kirâm sevgisi anlatılan, kulun Rabbine olan acziyeti ve sevgisi dile getirilen eser yakın zamanda Gelibolu’dan Ankara’ya götürülmüş olup, hâlen Sultan II. Abdülhâmid tarafından yapılan sedef kakmalı abanoz ağacından bir sandık içinde muhâfaza edilmektedir. Çilehanesi,Geliboluda namazgâh yöresinde, Hamza köyü sahillerinde büyük bir kayaya oyulmuş, birbiri içinden geçilen iki küçük hücreden ibarettir. Kapı önüne gelirken meydanın solunda bir kuyu vardır.


Hücrelerin üzerine yine taştan oyulmuş merdivenlerle çıkılabilmektedir. Şifâhî rivâyetlere göre, üstte de Ahmed-i Bîcân’a ait bir hücre var imiş. Yazıcızâde’nin bu çilehânede ne zaman ve ne kadar kaldığını bilmiyoruz. Rivâyetler iki ile sekiz sene arasında ve Muhammediyye’yi de inzivâgâhında yazdığı şeklindedir. 855/1451 senesinde vefât eden Yazıcızâde Mehmed Efendi’nin mezarı, Gelibolu’nun biraz dışında, İstanbul yolu üzerinde, Yazıcızâde çeşmesinden ve hemen yakınında yüksekte kalan kardeşi Ahmed-i Bîcân’ın kabrinden yüz elli adım kadar içeride, küçük türbe kısmındadır. Ahmed-i Bîcân bir gün, Gelibolu'nun en büyük câmisinde vâz veriyordu. Herkes huşû içinde söylenenleri dinliyordu. Ahmed-i Bîcân hazretleri vâz ettiği kürsüden bir ara başını kaldırdı. Câminin giriş kapısında ağabeyini gördü. Ayakta bekliyor ve kendisine tebessüm ediyordu. İçeri

girip bir yere oturmamasına hayret etmişti. Sonra mânevî bir huzurla vâzına devâm etti. Ağabeyinin bu şekilde beklemesi bir türlü aklından çıkmıyordu. Akşam annesi ile sohbet ederken bu aklından çıkmayan şeyin sebebini öğrenmek istedi ve; "Anneciğim, bugün dikkatimi çeken bir şey oldu. Vâz ederken ağabeyim câmi kapısında durmuş, bana bakıyor ve tebessüm ediyordu. Ama içeri girip oturmadı. Sebebini ondan bir suâl eylesen." dedi. Evlâdını kıramayan anne ertesi gün büyük oğlu Muhammed Bîcân'a giderek sohbet arasında kardeşinin vâzı arasında niçin câmiye girmediğini sordu. O da: "Kardeşim âlim, ârif biridir. Hâcı Bayram-ı Velî hazretlerini görünce bir başka Ahmed oldu. Sözleri hikmet dolu. Gönülleri alan, ruhları cezbeden bir üslûbu var. İlminden, irfânından istifâde edenlerin sayısı belli değil. Ben de mübârek sözlerini dinlemek için gitmiştim. Meleklerin kanatlarını sererek vâzını dinlediklerini gördüm. Basmamak için


içeriye girmedim."dedi. Bu duruma çok sevinen annesi, eve dönerek durumu küçük oğlu Ahmed-i Bîcân'a anlattı. Ahmed Bîcân sevineceği yerde durgunlaştı. Bunu fark eden annesi sebebini sorunca: "Ağabeyim melekleri gördüğü hâlde ben niçin göremiyorum, acabâ sebebi nedir?" dedi. Annesi hiç beklemediği bu soru karşısında şaşırdı. Ahmed-i Bîcân hazretleri sonra ilâve etti: "Anneciğim bunun sebebini senin bilmen lâzım. Biraz düşün bulacaksın."dedi. Annesi bir süre düşündükten sonra yaşlı gözlerle oğluna: "Sen henüz süt emme çağında idin. Namaza durmuştum. O esnada komşularımdan bir hanım geldi. Sen ağlamaya başladın. Selâm vermeme de az kalmıştı. Kadıncağız ağlamayasın diye seni emzirmeye başladı. Selâmı vermemle birlikte mâni oldumsa da sen bir kaç yudum almıştın. Sonra sordum hanım abdestsizmiş. Ben seni hiç abdestsiz emzirmedim. Her halde sebebi odur." dedi. Ahmed Bîcân; "Doğru söyledin." dedi. Allah onlardan razı olsun…


"İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe gerçekten iman etmiş olamazsınız" HZ.MUHAMMED MUSTAFA(S.A.V) [Müslim, Ebu Davud, Tirmizi]

“İman, kalben bilip tasdik etme, dil ile söyleyip ikrar etme, beden uzuvlarıyla da amel etmektir.” HZ.MUHAMMED MUSTAFA(S.A.V)

“İnandığın gibi yaşamazsan yaşadığın gibi inanmaya başlarsın” HZ. ÖMER(ra)

“Evvela sen inan; sonra da başkasını inandır.” HZ. ALİ (ra)

“Sıkıntı ve musibete, bedenle değil; imanla karşı konur. Sen bedenin zayıflığına değil, içindeki imanın kuvvetine bak.” İMAM-I MALİK

“Hangi müslümanı gözümde küçülttümse, buna cezâ olarak,imanımın ve irfân duygumun azalışını buldum.“ HAMİD TİRMİZİ(rahmetullahialeyh)


“ İman nedir ? diye akıldan sordum; Akıl, kalbimin kulağına söyleyerek, iman: Edeb'tir, dedi.” HZ. MEVLÂNA CELÂLEDDÎN RÛMÎ (ks)

“İman sahibi az konuşur çok iş yapar, Münafık ise, çok konuşur az iş görür.” AHMET RÛFAÎ(ks)

“Hakikî zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur.”

BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ HAZRETLERİ


GERÇEK İMAN Gerçek imanı iyice ayırt etmek, öğrenmek gerektir. Allah kâfirin küfründe devam ve ısrar etmesini istemez. Belki iki defa imandan uzaklaştığı için üçüncü defasında kâfir olmuştur. Onun geçmişteki küfrü imandan artık bir dereceye varmış, yani küfrü imandan üstün gelmiştir. Küfrün o kadar fazla gelmesi onun imandan yoksun kalması sonucunu doğurmuştur. Ama eğer işin öteki tarafını anlatırsam, ortada hiçbir şey yokmuş gibi olur. <<Kuran’daki bu müjdelerden, korkutmalardan, ürkütmelerden hangisini dilersen onu yap; hangi gidişte ve yolda yürümek istersen yürü; nihayet ömür bakımından, şeriat yönünden iman sözü dile gelince, mümin olarak gidersin.>> demek, halka cesaret vermek ve onu ölüme götürmektir. Kuran’a aykırı konuşmaktır. Bu yolda konuşmalar, şu cihetten doğru değildir ki, neticesi halkı uyutmak, onları gaflete sürüklemek, işinden gücünden alıkoymak olur. Zaten halk, tarife sığmayacak kadar tembeldir. Halk, bu <<Her ne istersen yap!>> sözünü işitince, <<son nefeste bir kelime ile anadan yeni doğmuş gibi olursun, mümin olarak gidersin,>> sözüne güvenir. Evet, filan zat görünüşte kafir olarak gitmiştir ama gerçekte o imanla gitmiş olabilir. Hatta o zat üçüncü defasında dil ile inkar etse kafirdir. Ama hakikat yönünden o, gerçek mümin olabilir. Çünkü hakikatte, ayette bildirilen, “Küfürlerini artırırlar” yolundaki açık ifadenin dışındadır. Ama <<bu ne biçim şeraittir ki, halkın mahvolmasına sebep oluyor?>> denirse, biz de deriz ki: Onları bu gibi korkutucu öğütlerden güvenli bir halde bırakmak, yüz bin kere daha korkunçtur. Bu, onları kuyuya düşürmektir. Eğer bu yolda yürür, bu yolda savaşır ve gece gündüz uğraşırsan, gittiğin yol doğrudur, gerçektir. Ama niç,n başka birine bu yolu göstermiyorsun, onu tavşan uykusuna yatırıyorsun? Yoksa bu işte taklitçi misin? Yoksa doğru yol bu değil midir? Gel söyle bu nasıl olur! Onunla konuşmanın ne yeri var?


Şeytan, Yahya’ya, İsa’ya gizlice secde etti. Bu nedir? Korkudan, ileri gelen iman makbul değildir, derler. Öyleyse Allah’a gerçek iman hangisidir?

Gerçek iman, bu cihanın renklerine boyanmadan, o cihanın nakışlarını görenlerin ve o ilahi alemin seslerini işitenlerin imanıdır. O halde Firavun için neden öyle olmadı? Onun imanının da kabul olması gerekirdi. Madem ki son nefesinde, tek kelime ile imanlı gitmek mümkündür. Firavun da öyle olmalıydı. Kuran’da bu konuda üç kereden başka müsamaha yoktur. Nasıl ki şöyle buyurulmuştur: “O kimseler ki, önce iman ederler, sonra kafir olurlar, sonra yine iman ederler ve tekrar inkar ederler, küfürlerini arttırırlar. Allah onları yargılamaz, doğru yola da yöneltmez.” (Nisa suresi, 135).

Mesnevi Şerif -Hz. Mevlana Celaleddin-i Rumi


ÇANAKKALE TASAVVUF VAKFI BAYAN TEMSİLCİĞİ KURSLARI





Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.