Gölge e-Dergi Sayı 5

Page 1


GÖLGE Künye Editörler Göksu Yıldırım Meriç Melike Softa

Ve Başlıyoruz...

Sorumlu Öğretmen Hilmiye Manioğlu

Yazarlar Beyza Kartal Can Ege Yalçın Doruk Cansev Eda Kaya Elif Turhan Göksu Yıldırım Melis Oflas Meltem Tolunay Meriç Melike Softa Merve Ezgi Demiröz Okan Ağca Semih Boyno ~Uçurtma

Çizer

Selamlar!

Nedenini bilmediğimiz bir neşeyle yazılıyor bu yazı! Bu nedenle de bolca ünlem kullanılmış olabilir, sakın panik yapmayın! Bu ay ilginç bir aydı sevgili okurlar! Editörlerimizin bilgisayarları aynı gün bozuldu, tiyatroyu yazması gereken yazarımız –hayır, Meltem değil-, yazısını yazamayacağını ayın 29’unda bildirdi (kendisine buradan da teşekkür ediyoruz).

Bahsetmek istediğim bir diğer konu ise dergi boyunca özellikle Göksu’nun yazılarında görebileceğiniz parantez içleri, ki burada bir yerlerde bir de örneği olacaktı. Bu parantez içlerini düzeltmeye çalışıyoruz. Bir hafta, on gün içerisinde koridorda yürürken etrafta gölgeler görmeye başlayacaksınız. Ayrıca sizden istediğimiz de dergiyi diğer arkadaşlarınıza söylemeniz, okumamakta direnenlere zorla okutmanız (gerekirse dergi editörlerine haber vermeniz –özel sopa yaptırdık-).

Yazar olmak isteyenler için de bir duyurumuz var; sürekli yazar olmak isteyenlerin yapacağı tek şey aşağıdaki e-posta adresine “Gölgede Yazabilirim!” konulu bir e-posta yollamak. Eğer bir yazınızın yayınlanmasını istiyorsanız “Gölgede Yazdım!” konulu bir e-postaya, yayımlanmasını istediğiniz yazıyı ekleyip yollayabilirsiniz.

İklim Doğan Önümüzdeki ay görüşmek üzere... Tasarım Göksu Yıldırım Meriç Melike Softa

Gölgelerin gücü adına,

Gölge Editörleri

golge@istanbulerkeklisesi.com Kapak Tasarım Onuralp Bozer

2


İçindekiler Film

4

Kitap

6

Tiyatro

7

Anime & Manga

8

Müzik

10

Bilgisayar

11

Rol Yapma

12

Hikaye—Sonsuz Hikaye

13

Hikaye—Bütün Ümidim Gençliktir

14

Hikaye—Son Buluşma

16

Hikaye—Yağmur

18

Vızıldayan Sinek

19

Kuzgun Aynası

20

Acı Kahve

21

Ruh Soygunu

22

Multimedya Mesaj Servisi

23

Ekranın Arkasından

24

Şiir

25

Çizim

26

Kültür & Sanat Rehberi

27

Duyurular & Okuldan Haberler

28

Kapanış

29

Sayfa konusuna tıklayarak ilgili sayfaya gidebilirsiniz.

3


ERKEKLER NE SÖYLER, KADINLAR NE ANLAR HE’S JUST NOT THAT INTO YOU Filmimiz Baltimore'lu bir grup insanı konu alıyor. Yaşları 20-30 arasında değişen bu insanlar, ilişkilerinin sığ kısmından evliliğe doğru hareket ederlerken, karşı cinsle yaşadıkları her şeye bir neden bulmaya çalışıp, onları önceden tahmin etmeye çalışıyor, böylece "istisna yoktur" kuralına istisna oluşturmaya çalışıyorlar. Filmde hoş, güzel komedi sahneleri var; fakat birçok hikayeden oluşması insanı biraz sıkabilir. İzleyen çoğu insan tarafından, çok güzel bir romantik komedi olan bu filmi, hazır 1 haftanız kalmışken izlemenizi tavsiye ederim. Cinsellik bazı yerlerde biraz fazla kaçsa da, güzel çekim ve Baltimore manzaraları, sizi bu filme daha çok çekecektir.

F İ L M

Vizyon tarihi Yönetmen Senaryo

Ken Kwapis Abby Kohn Marc Silverstein

Görüntü yönetmeni Müzik

John Bailey Cliff Eidelman

Tür

Komedi

Yapım Olması gerektiğinden daha komik bir film; çünkü "kara alan" a girmeye daha çok cesaret gösterebilmiş. Aslında korkulan birçok şeyden uzaklaşmanın yanı sıra, dibinde gezinen bu filmi ayıplamaktan çok, ona gülüp geçmek daha mantıklı bir hareket. Komik işte ya!

24 Nisan 2009

ABD 2009 (Renkli)

Dil

İngilizce

Oyuncular

Morgan Lily Michelle Carmichael Trenton Rogers Kristen Faye Hunter Sabrina Revelle

Film komedi olmasa, insanın oyunculara gülesi geliyor zaten. Ayrıca, filmde Ben Affleck de oynuyor, durmayın izleyin! İyi seyirler...

8/10 Can Ege Yalçın

4


MARTYRS İŞKENCE ODASI

İşkence Odası... Öncelikle söylemeliyim ki; daha önce filmin adı için başka bir yerde gördüğüm, “İşkence Tarikatı” çevirisi çok daha başarılı...

Filmi izlemeden önce yorumlarını okudum; insanların söylediğine göre film çok kanlı, işkenceli, mide bulandırıcıydı. Ama hayır, kendimi hazırladığım kadar mide bulandırıcı değildi, bir Testere filmi kadar değildi mesela...

F İ L M

Vizyon tarihi

1 Mayıs 2009

Yönetmen

Pascal Laugier

Tür Yapım Dil Oyuncular

Dram, Korku Fransa, Kanada, 97 Dakika Fransızca Morjana Alaoui Myléne Jampanoi

Filmin konusundan bahsedelim; “İşkence insanın hayat görüşünü muhteşem bir boyuta geçirir.” tarzı bir görüşü olan psikopat bir tarikat, insanların “martyr”, yani “tanık olma” (ölüme tanık olmak tarzı bir şey)’yı yaşaması için işkence edip duruyorlar... Senaryonun öne çıkan güzel yanı; işkence edilenlerin kendilerini öldürmek için hayallerinde bir şeyler yaratmaları... (Kendisini öldürmek isteyen bir hayali insan veya üzerinde dolanıp duran hamamböcekleri gibi)

Konuyu anlatırken belirttiğim gibi, izlerken “filmin bir amacı olmadığı” kanısına varıyor insan... Ve zaten bu kadar kısa olan filmi izlerken (97 dakika), “daha ne kadar var” diye saate bakıp duruyorsunuz—ben durdum.

“İşim gücüm yok”, “işkence sahnelerini izlemenin verdiği o garip hazzı duymak istiyorum” veya “gece garip garip rüyalar görmek istiyorum” demiyorsanız, izlerseniz çok da kazanacağınız bir şey olmayan bir film bence... (Bu arada, “garip rüya” kısmı, filmi benim gibi gece 2’de izlerseniz çok işe yarıyor.) “Bi’ gidelim, derseniz, iyi seyirler...

görelim”

6/10 Meriç Melike Softa 5


DELİLİĞE ÖVGÜ—ERASMUS

Günümüzde eğitim ve bilimde o kadar büyük yer tutmuş ki uluslarası en büyük değişim programlarına ismini vermiş bir bilgin Erasmus, hem de “kendini bilge sananlar”ın maskelerini alaycı bir dille düşürerek Rönesans döneminin aydınlığına bir fener de o tutmuş.

K İ T A P

Deliliğe Övgü aslında iki parçada incelenmesi gereken bir eser, ilk kısımda delilikle bilgelik asla sıkmayan bir dille karşılaştırılmış, Delilik’in bu konuda üstün olduğu kısımlar tek tek anlatılmış; ancak burada karşımıza bir sorun çıkıyor. Ya çeviri ya da mantık hatasından kaynaklı bir hata nedeniyle asla deliliğin üstünlüğüne ikna olamıyorsunuz ki ben zaten bunu savunan bir insanımdır. Çelişkiler ve yer yer kendini haklı çıkarmak için kıvrılan sözler görmek kitabın inandırıcılığından büyük şeyler götürüyor; belki de bu, eserin sadece yedi günde, bir rivayete göre bir malikanede, diğerine göre bir yolculukta yazılmasından kaynaklanıyordur; keşke muhaliflik yapıp gelişime katkıda bulunmak dışında günümüz okuyucusunu da şaşırtabilecek biraz daha fazla argüman bulunsaymış.

İkinci kısıma geldiğimizde daha çok din adamlarının yerilmesi, Orta Çağ kültüründen kalma özelliklerinin ve mesleklerini devam ettirmek için yaptıkları entrikaların yine satirik bir dille eleştirilmesine rastlıyoruz; bu kısımlar geçerliliğini bazı noktalarda hala sürdürdüğü için daha bir elle tutulur, hem de daha eğlenceli bir şekilde okunuyor ve bazı kısımlarda sunulan teoriler tekrar tekrar okunmayı hak edecek zenginlikte.

Son olarak söylemek gerek ki Deliliğe Övgü felsefeye giriş yapmak ya da biraz daha ilerlemek isteyenler için çok uygun bir eser, hiçbir noktasında can sıkmaması da bir başka artısı; sadece yazarın kendisiyle zıtlaşması, fikrini savunurken bir önceki bölümde sunduklarından- bilinçli ya da istemeden- vazgeçmesi sizi ondan biraz uzaklaştırıyor, beklentilerinizi karşılayamıyor.

6.5/10 Doruk Cansev 6


BEN ANADOLU

Bu seferki oyunla birlikte Anadolu’ya düşüyor yolumuz. Anadolu’nun binlerce yıllık tarihine bu kez tanıklık etme şansını yakalıyoruz, geçmişe dönüp o anları yaşıyoruz. Ve Anadolu’nun tarihi bize o anları yaşatan Yıldız Kenter ile hayat buluyor.

T İ Y A T R O

“Ben Anadolu” adındaki oyun Yıldız Kenter’in tek kişilik dev oyuncu kadrosuyla göze çarpıyor. Evet, bu tek kişilik bir oyun. Ama inanın ki Yıldız Kenter’in performansı yüz kişilik bir oyuncu kadrosuna bedel. Yıldız Kenter Anadolu’yu Ana Tanrıça Kibele’den Halide Edip’e birçok farklı karaktere bürünerek anlatıyor. Anadolu’nun tarihini, onu yaşamış olanların gözünden tekrar aktarıyor. Bunu yaparken de o kadar etkileyici bir performans ortaya koyuyor ki etkilenmemek elde değil. Zaten Türk tiyatrosunun en önemli isimlerinden biri olan bu usta oyuncunun performansının değerlendirilmesi çok doğru olmayacağı ve değerlendirilme yapılsa bile kesin bir şekilde “muhteşem” demekten başka bir yorum yapılamayacağı için bu konuda başka bir şey söylemiyor ve Yıldız Kenter’in önünde saygıyla eğiliyorum.

Son olarak dekordan da bahsetmek gerekirse dekor oldukça etkileyici ve sahneyi çok iyi bir şekilde dolduruyor. Ayrıca oyunun aralarına serpiştirilmiş olan dekor ve kostümle ilgili küçük ayrıntılar, daha iyi bir görsellik sunulmasına yardımcı oluyor.

10/10 Meltem Tolunay 7


A N I M E V E M A N G A

DEATH NOTE Ryuk canı sıkılmış bir Shinigami(Ölüm Tanrısı)'dir. Dünyada dolaşırken biraz eğlenmek ister ve defterini düşürür. Üniversiteye hazırlanan, Japonya'nın en zeki ve yetenekli öğencisi olan Yagami Light hayattan zevk almadan hep aynı rutin içerisinde yaşamaktadır.

k u y R

İçinde bulunduğu dünyanın çürümüş değerlerinden duyduğu rahatsızlık içerisinde kendi adalet duygusunu geliştirmiştir. Bir gün ders sırasında gökten bir defterin bahçeye düştüğünü görür ve Defteri inceledikten sonra kısa bir şaşkınlık tenefüste merakla gidip defteri alır ve içinde yaşar çünkü defter, bir Shinigami'nin Ölüm Defteri'dir ne olduğuna göz attıktan sonra gizlice eve ve içinde kullanım kılavuzu bulunmaktadır. Buna göre götürür. içine ismi yazılan kişi eğer nasıl olduğu belirtilmediyse 40 saniye sonra kalp krizi geçirerek ölür.

Yagami Light

Ryuk, televizyonda bir anaokulunu rehin almış bir suçluyu görür ve denemek için deftere ismini yazar. Her şey olması gerektiği şekilde olur ve adam ölür. Artık anlamıştır. Her şey kaderinin bir parçasıdır ve onun kaderi ise kendi adaletinin egemen olduğu yeni bir dünyanın efendisi olmaktır. 5 gün boyunca suçlu olduğunu düşündüğü on kişiyi öldürdükten sonra Ryuk, Light'ın odasına girer. Ryuk'un kendisini öldürmek için orda olduğunu düşünen Light çok korkar ama Shinigami'nin amacı bu değildir. Ona artık defterin sahibi olduğunu ve korkmaması gerektiğini söyler. Ama o defteri kullandığı için ne cennete ne de cehenneme gidebilecektir.

Bu arada düyadaki birçok suçlu ölmeye devam etmektedir ve kimse bu ölümlerin nasıl gerçekleştiğini anlayamaz. Bu gizemli katile halk tarafından Kira(katil) lakabı verilir. İnsanlar Kira yanlıları ve karşıtı olmak üzere ikiye bölünürler. Bütün açık ve gizli polis teşkilatlarının Kira'yı aramasına rağmen bir ipucu bile çıkmaz. Artık son çare olarak dünyanın en iyi 3 dedektifinden biri olan L'ye başvururlar. Aslında bu diğer 2 dedektif de L'in başka takma adlar kullandığı diğer kimlikleridir.

8

L


A N I M E

ANİME VE MANGA Bundan sonraysa iki dehanın arasındaki, bir satranç oyununa benzeyen, kedi köpek kovalamacası başlamıştır. Artık yapılan her hamle diğerini kesin bir şekilde mat etmek içindir. Diğerinin kimliğini ilk kim öğrenirse o kazanacak ve diğeri de ölecektir. Ölümün kenarında yapılan bu dansın galibi olmak için ikisi de adımlarını dikkatli bir şekilde atmak zorundadır ama her zaman her şey planlandığı gibi olmayabilir.

Amane Misa Death Note ( デスノート, - Desu Nōto, Ölüm Defteri) Tsugumi Ooba tarafından yazılıp Takeşi Obata tarafından çizilen bir manga serisidir.

V E M A N G A

İlk önce Haftalık Shounen Jump dergisinde Aralık 2003'ten Mayıs 2006'ya kadar yayınlanmıştır. Toplam 108 bölümden oluşur.

Rem Daha sonra bu seriden 3 farklı film çıkarılmış ama filmler mangadan daha değişik şekilde gelişip sonuçlanmışlardır. Daha sonra animeye uyarlanan seri 37 böümden olşmaktadır. Japonya'da 3 Ekim 2006 tarihinden 26 Haziran 2007 tarihine kadar yaynlanır.

Near

Anime ve manga arasında baz farklılıklar da bulunmaktadır.

Müthiş bir kurguyla yazılmış olan Death Note dünyanın en çok izlenen animeleri arasındadır. Olay kurgusu daha çok zekaya ve zekanın sonuna kadar zorlandığı oyunlara dayanır. Küçük yaş grubunun sıkılarak izleyeceği bir anime olsa da gençleri ve yetişkinleri tamamıyla bağlayan bir seridir. Akıl oyunlarını sevenlerin ve polisiye bağımlılarının severek izleyeceği bir anime olarak rahatlıkla önerebilirim.

Death Note Movie

Beyza Kartal 9


M Ü Z İ K

Bu ay güzel albüm yaptı, sevgili okurlarım, hali hazırda incelemeye söz verdiğim Kreator, Grave Digger, Doro, Sepultura, Dark Moor, Static-X, Mastodon, Sirenia, Queensryche ve Papa Roach’un yanına; The Gathering, Lacuna Coil, Hatebreed, Eluveitie ve Chimaira eklendi, ve bu ay da bütün hepsini inceleyemeyeceğiz maalesef (gerçi okuyan yok zaten, sorun da yok o zaman kendi kendime konuşuyorum). Ve hatta başka bir haber de bu albümlerin hepsini bu ay değil, hiçbir zaman inceleyemeyeceğimiz, eğer özel istediğiniz bir tanesi varsa mail atıverin. Dark Moor – Autumnal: Bu power metal dediğimiz türü “gerçek metalciler” pek sevmezler ve hatta nu metal ile beraber “tırt metal” kategorisine koyarlar (ve aynı kişiler deli gibi Blind Guardian, Sabaton, Hammerfall vs. dinler orası ayrı). Power metali sevmeyen insanların en büyük savunması ise şarkıların hep birbirine benzemesidir, haksız da değillerdir. Bu albüm de bir istisna değil, diğer power gruplarından (bkz. Falconer, Persuader, Stormrider vs.) albüm daha hafif, klavye ve benzeri çalgılar daha önde. 7.5/10 Grave Digger – Ballads of a Hangman: Power metale tırt diyenlerin yine deli gibi dinlediği bir başka power grubu daha (ben sevmem orası ayrı). Albümü de çok sevmedim, power metal dediğin böyle olmaz. 6/10 Hatebreed – For the Lions: Kendisi bir yorum albümü olduğu için çok fazla şey söyleyemeyeceğim. The Misfits, Sepultura, Slayer, Metallica gibi grupların coverlarını barındırıyor albüm. Slayer’ın Ghosts of War yorumuna bir de klip çekmişler. 7/10 Metal/Rock sevmeyenlere.... Bu yaz da geçen seferkini aratmayan bir konser maratonuna tanık oluyoruz ve tıpkı geçen yıl gibi bu kez de seçeneklerimiz metal konserleriyle sınırlı değil.(sırf rock/metal işleyen müzik bölümüne gönderme! – Göksu) Oi Va Voi konserinden daha önce de bahsetmiştim ancak ne var ki sonradan ortaya çıkan bazı durumlar beni o etkinlikten caydırdı ve paramı daha dikkatli kullanmaya yöneltti. Bu yıl özellikle gitmenizi önerebileceğim iki konser daha var artık, gerçi ilki olan Buena Vista Social Club siz bu dergiyi okuduğunuz sırada çoktan gösterilmiş olacak ancak ikincisi olan Celtic müziğin hayran olduğum ismi Loreena McKennitt (Dante’s Prayer! –Göksu) kesinlikle kaçırılmaması gereken bir konser; bunu dünyanın her yerinden insanlar anlamış ki forumlardan tanıdığım bir arkadaşım İspanya’dan İstanbul’a sırf bu konser için geliyor, siz de biraz çaba gösterin canım... Buena Vista Social Club – 28 Nisan – Geçti Bolu Pazarı, sür eşeği Niğde’ye Loreena McKennitt - 13 Haziran - Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesi H A B E R V A R ! Rock N Coke bayağı kalabalıklaştı; Linkin Park (maalesef), Foo Fighters (iyidir iyi), Nine Inch Nails, The Prodigy, Kaiser Chiefs, Santigold, Howling Bells, Jane’s Addiction (RnC’un sitesinde grupla ilgili kurdukları cümle bile bu grup tırt grup dedirtiyor) ve Juliette Lewis. Karşısında Arch Enemy, Amon Amarth, Paradise Lost, LA Guns ve Rotting Christ varken olmaz, üzgünüm...

10


DEMIGOD

B İ L G İ S A Y A R

İnternet kafelerde en çok oynanan oyun Warcraft3: Frozen Throne’dur. Aslında bu oyunun tek bir modu. Büyük olasılıkla en az bir kere internet kafeye gitmişseniz bile “DotA” diye bir şey duymuşsunuzdur. Açılımı Defense of the Ancients olan bu mod gerçekten orjinal bir fikir olan(artık orjinalliği kalmadı) strateji oyununun içine rol yapma öğeleri katarak oluşturulmuş bir moddur. Biliyorum incelediğim oyunun ismi Demigod; DotA değil. Ama Demigod çok basitçe DotA modunun tam bir oyun hali. Bu açıklamayı ilk duyduğum andan beri ellerim kaşınıyordu. Demigod beni çok heycanlandırmıştı. Tanrı’nın ölmesiyle oluşan boşluğu doldurmak için savaşan yarıtanrıları kontrol ediyor olacaktım. DotA’yı mod olması nedeniyle sınırlayan öğelerin hepsi ortadan kalkmıştı. Tam bir oyun olacaktı. Uçsuz bucaksız bir evrene sahip olacaktı Demigod ve belki de internet kafelerde DotA’nın yerini alacaktı. Bu düşüncelerle boğuşurken gördüğüm Demigod kutusuna adeta saldırdım. Oyunu yükleyip açtığımda ilk olarak skirmish moduna girip oyunu denemeyi düşündüm. Çünkü bir hikaye modu yoktu. Bu beni biraz hayal kırıklığına uğratmış olsa da sonradan fark ettiğim turnuva senaryosu hikaye modunun yerini dolduruyor. Sonuçta tanrı olmak için rekabet halinde olan 8 yarı tanrı var ve turnuva modunda 8 tane 4’e 4 maç yapıyorsunuz. En çok puanı toplayan yarıtanrı oyunu kazanıyor ve tanrı oluyor. DotA oynayanlar için sadece 8 karakter olduğunu öğrenmek biraz hayal kırıklığı olabilir.(bkz. Ben– Göksu) Benim için hiç olmadı çünkü her zaman DotA’daki 10larca karakteri gereksiz bulmuşumdur. Oyunu yüzlerce defa oynamama rağmen henüz hiç görmediğim karakterler var(o karakterleri de başkası oynuyor, herkes özel karakter falan işte Onyüzbinmilyon varyasyon yaratılabiliyor ama yine de büyük bir denge farkı oluşmuyor, (DotA’nın tutma sebebi zaten bu –Göksu). Demigod’da bu gereksiz karakterlere yer verilmemiş. İki kategoride toplam 8 yarıtanrımız var. Yarıtanrıları tek tek tanıtmak yerine bulunan iki kategoriyi biraz anlatalım. Bu kategorilerin ilki Assasins. İsminden de anlayabileceğiniz gibi. Tek seferde yüksek hasar verebilen, teke tek dövüşlerde önemli avantajlara sahip olan yarıtanrılar bu grupta. Bir büyücü, iki yakın dövüşçü, bir de okçu bulunuyor. Hepsinin kendine ait özellikleri ve avantajları var. Diğer kategori ise Generals. Bu kategorideki yarı tanrıların en sevdiğim özellikleri “minion” dediğimiz küçük yardımcılar yaratabiliyor olmaları. Aynı zamanda etraflarındaki küçük yaratıklara(kendi yarattıkları hariç) bonuslar verebiliyorlar. Bu kategoride bir İyileştirici(ne biçim bir Türkçe kelime bu ya ben hemşireyi tercih ederdim) (hemşire fantezisi! -G), bir ağır dövüşçü(Siege Fighter), bir can emici (ömrümü çürüttün! –G), bir de koruyucu var. Karakter sayısı ve eşya envanteri henüz DotA’nınkilere kıyasla çok az olsa da, DotA’yı geride bıraktığı bir alan var Demigod’un. Bu da haritaları ve oyun modları. 8 farklı harita üzerinde 4 farklı mod oynayabiliyorsunuz. Bu da sizi DotA’nın monotonluğundan kurtarıyor. Bir de bayrak kapma yarışı var Demigod’da. Oyun alanına simetrik bir şekilde yerleştirilmiş bayraklar var. Bu bayrakların her biri size bonus veriyor. Kimi canınızı arttırıyor, kimi size gelen vuruşu azaltıyor. Kimi size bir portal veriyor ve bu portaldan “creep”leriniz geliyor. Bayrakları ele geçirmek için ise yarı tanrı olarak yanlarında bir süre bulunmanız yeterli. Demigod’un DotA’yı yakalayacağı ve geçeceğiyle ilgili bir şey söylemek için henüz çok erken. Bu mod yapma tutkusu olan insanların DotA’yı geliştirmeye devam etmeleri veya Demigod üzerinde çalışmaya başlamalarına bağlı.

9/10 Okan Ağca 11


Gölge Dövüş Klübü Olmuyor bakın böyle, girin oy verin... Neyse... Edward, Strahd karşısında 2-0 kazanıyor, ama Jan-Niklas ve Oliver Twist 1-1 beraber kalıyor. Dolayısıyla bu ay bu satırlarda sadece Edward vs. Strahd okuyacaksınız. Ama 2 kişilik katılıma efsanevi bir savaş anlatımı beklemeyin. Sopa var bak. Kaçın derim. Kime diyorum. Aaaa kimse yokmuş ki zaten!...

R O L Y A P M A

___________________________________________________________________________________ - Yazı, Alacakaranlık serisi hakkında önbilgi içerebilir, en iyi sonuç için Şafak Vakti kitabını okuduktan sonra bu yazıyı okuyunuz— Dayanamıyorum... Burada olması, tehlikenin yanında... Ona bir şey olursa? Kendimi affetmeyeceğim. Ölürse, onunla beraber ölürüm... Ormanın karanlık köşesinden bir yarasa geldi önüne, önce bir sis formuna dönüştü, sonra da bir vampire. Şu ana kadar gördüklerinden daha korkunçtu, kendi ailesi gibi değil, insanların hikayelerinde anlattıkları gibiydi görüntüsü. Onun düşüncelerini duyabiliyordu ve ne yapacağını da biliyordu. Ve bu onu daha çok korkutuyordu... Karşısındaki vampirin gücünün farkındaydı ve onun yalnız gelmediğinin de. Etrafında onun hizmetkarlarının düşüncelerini duyabiliyordu, yaklaşık 10 kişiydi etrafındakiler, ama kendisi de yalnız gelmemişti. Bütün ailesi yanındaydı. Rakibinin yüz ifadesinin değiştiğini farketti, düşüncelerinden duyduğu kadarıyla bir şeyler ters gidiyordu. Bella’ya baktım. Başını salladı, beni koruyan, aklıma yapılan saldırıyı engelleyen bir kez daha oydu. Adının Kont Strahd olduğunu öğrendiği vampirin suratında bir gülümseme büyüyordu, düşünceleri karışık ve bulanıktı. Bunu özellikle yaptığını dehşet içinde fark etti, düşüncelerini okumasını engelliyordu. Etraftan üzerine akın akın gelen hizmetkarları karşılayan aile pek zorlanmadı ama Strahd’ın iradesiyle kontrol ettiği kurtların ortaya çıkışı ailenin tüm umudunu kırdı... Ta ki daha büyük büyük kurtlar, onların yardımına gelene dek... “Jacob!” diye bağırdı Bella, dev kurda doğru karşılığında da bir uğultu geldi. Toplam 17 üyeden oluşan kurt birliği Strahd ve hizmetkarlarını süpürürken, Strahd’ın kaçmaktan başka şansı yoktu. İntikam yeminleriyle oradan uzaklaştı... ___________________________________________________________________________________ Bana Strahd’ın yenildiği bir yazı yazdırdınız, tadını çıkarın, nadir olur. Şimdi, hepiniz, halay çekerek buradan uzaklaşın...

Zindanlar ve Ejderhalar serisinin yeni çıkan dördüncü serisinden kitaplar

Göksu Yıldırım 12


Sonsuz Hikaye Göksu Yıldırım Eğer şu anda bu yazıyı okuyanınız varsa (ki olduğunu hiç zannetmiyorum) farketmiştir ki tepede “Kara Rüya (4. Bölüm)” yerine “Sonsuz Hikaye” yazdığını fark etmiştir. Bu demek değil ki bu hikaye de çöpe gitmedi ve üç sayı boyunca size asla bitmeyecek (*aklına gelen şey konuyla alakasızdır, sinsice sırıtır...*) bir yazı okutarak yordum(kime okutarak? Okuyan var mıydı ki?), aksine Kara Rüya’nın bu sayı (ve önümüzdeki üç sayı) burada olmayacak olmasının sebebi sıkıcılığı ve istediğim şekilde ilerlemiyor oluşu. Üzerinde çalışılıcak bir sürenin ardından, daha güzel ve daha akıcı bir halde dönecek Kara Rüya, ama o zamana kadar sizi başka hikayelerle başbaşa bırakıyorum. İlk misafirimiz; Sonsuz Hikaye (yüzündeki sırıtışı büyür, artık dişleri görülebilmektedir)... ***

H İ K A Y E

Hava soğuktu. Siyah pelerinine bürünmüş yabancı, seyrek sisin arasındaki taştan patikayı takip ediyor, bir yandan da çevresinden gelen çığlıklara kulak veriyordu. Kulak tırmalayan, kalp parçalayan çığlıklardı duydukları, patikadan yürüyecek cesarete sahip olanların kanını donduracak kadar korkunçlardı. Yaşayan hiçbir şeyin çekemeyeceği bir acıyı taşıyorlardı. Kendileri birer cehennem azabıyken, sahplerinin yaşadıkları akıl almazdı. Ama o korkmuyordu. Temkinli olduğu sürede de korkması gerek o değildi, onlar korkmalıydı tanımadıkları bu gezginin gazabından. Yaydığı güç patikanın küçük taşları arasından uzamış gri otları kül gibi parçalara ayrılarak havaya savuruyordu, o geçerken rüzgarın salladığı dallar duruyor, düşen yapraklar havada kalıyordu. Patikanın sonunda, sisin içinde kendine yer edinmiş kapkara bir bina duruyordu. Pürüzsün yüzeyi boyunca dönerek yükselen gece mavisi bir merdiven bulutların arasındaki zirveye doğru kayboluyordu. Her elli basamakta bir bulunan ve bir pencere görevi görmesi için tasarlanmış dikdörtgen delikler, soğuğun ve sisin devasa yükseltiye dolmasına neden oluyordu. Kulenin yakınında bitki namına hiçbir şey yoktu. Pelerinli yabancı bir an için durup önündeki manzaraya baktı. Dikkatini daha başka şeyler, başkalarının ayrıntı olarak düşündükleri çekmişti. Merdivenin ilk basamağının çevresindeki cam kırıkları ve kumlar mesela. Yüzlerce kum saatinden arta kalanlar, kulenin önünde kıpırıtsızca yatıyordu. Kırıldıkları andan itibaren tek bir kum tanesi uçup rüzgara katılmamış, bir cam parçası çürüyüp toprağa karışmamıştı. Cebinden çıkardığı saatini basamakların başladığı yere iç çekerek bıraktı, hızla gerçekleştireceği dönüş yolculuğunda onu görmesi gerekiyordu. Zamanı görmeliydi... Günler süren yolculuğu boyunca tamamen sakin olan, normal birisi olmadığı her halinden belli bu yabancı ilk basamağa adımını atmasıyla heyecanlanmıştı. En büyük rakibiyle karşılaşmasına başlamıştı... Merdivendeki her adımı ona binlerce yıla ve aynı zamanda sadece bir kaç saniyeye mal oluyordu. İkisi arasında hiçbir fark yoktu bulunduğu an içinde, çünkü bulunduğu bir an da yoktu. Tüm hayatı boyunca tek rakibi olarak gördüğü şey, zamandı. Onu yenmek için gelmişti bu kuleye, bir kaç yüzyıl önce adımını attığı ilk basamakla beraber zaman onun için yokolmuştu ve saniyeler içinde geri dönecekti, toplamı on bin yıl edecek saniyeler sonunda. Göz açıp kapayıncaya kadarki süre içerisinde zirveye ulaştı. Zamanı kızdırdığını hissedebiliyordu, merdivenlerde yürümesi ve en zirveye varması, zamanı yenebilecek, bahsi edilen o tek kişi olduğunu apaçık kanıtlıyordu. Ama kimse zamana karşı duramazdı, ve kulenin sınırları içerisinde, o, istediğini yapabilirdi. Pelerinli yabancı ne kadar güçlü olsa da, o da bir insandı, ve insanlar zamanla ölürdü. Güneşin batış ve aynı anda tekrar doğuşunu görüyordu, aynı anda hem doğuda hem batıda hem de tam tepesindeydi güneş, çevresinde patlayanan, parçalanan dünyaya düşen yıldızları görüyordu. Ufuğa kadar her yer ateşler içerisindeydi, gökyüzü kızıl bir renkteydi, denizler kanla kıprkırmızı akıyordu. Ama o, Gezgin, kulenin tepesinde sapasağlam ayaktaydı. Ağzından kelimeler dökülmeye devam ettiği sürece de ayakta kalacaktı. Tüm evren boyunca yankılanan, gökyüzünü parçalayan bir çığlık işitildi, evren inanılmaz hızla büyük bir patlamaya hazırlanırken, o, kendini kuleden aşağıya bıraktı, parçalanmış kum saatlerinin arasına... Amacına ulaşmış, büyük rakibini yenmişti. Bütün evrenin yokolmasına mal olsa da bunu başarmıştı. Tanrılar arasıındaki varlığına, artık başlayabilirdi...

13


Bütün Ümidim Gençliktedir Semih Boyno Oturmuş Türk dili ile ilgili kitaplar okuyordu. Uzun süre okumak onu epey yormuş olacak ki, arkasına yaslandı ve bir sigara yaktı.

H İ K A Y E

Onun iki hikâyesi vardı. Biri kendi vatanı ve milleti için verdiği çaba ve savaşların hikâyesi idi. Diğeri ise onu kendi yapan ve her hatırladığında içini tüm sıcaklığıyla saran çocukluğuydu. Nedenini bilemiyordu, fakat bu sıcaklık kendisine, eskiye olan özlem ve hüznünü hatırlatıyordu. Eskiyi hatırladıkça hüzünleniyordu, çünkü babası ve kardeşleri o henüz çok küçükken ölmüşlerdi. Simalarını zar zor hatırlayabiliyordu. Zor bir hayat yaşamışlardı. Annesi de ölmüş, onu yalnız bırakmıştı. Yalnızdı, kendisini seven arkadaşları ve koskoca bir Türk halkı vardı, yine de yalnızdı. Sadece kardeşi Makbule vardı. Ama hayır, ayın yirmi dokuzuna Latife Hanım ile düğünü vardı. Heyecanlandı. Düğününü düşündü birden. Sade bir düğün olmalıydı onunkisi, gösterişe gerek yoktu. Hayatını paylaşacağı birine bağlanacağı için mutluydu. Ama bağımsızlığına çok düşkündü. Bir an evlilik kararının doğru olup olmadığını düşündü, sigarası bitmişti. Duman, odayı bir sis gibi kaplamış; duman, ceviz renginin hâkim olduğu odasına daha da kasvetli, karanlık bir hava katmıştı. Ama içi aydınlıktı. Yarınları, aydınlık yarınları düşünüyordu. Tekrar masasına oturdu, kitabını okumaya koyuldu. Kitapları onun için çok önemliydi. Odası okunmuş kitaplarla doluydu. Okuduğu kitaplarla onlarca kitaplık oluşturulabilirdi. Daha fazla kitap okuyabilmek istiyordu, çünkü onu, okuduğu kitapları yetiştirmişti. Fakat zaman yoktu, yapacak çok şey vardı. Zaman geçti, hâlâ masasında oturuyor, geleceğe dair planlar yapıyordu. Tabakasındaki sigaralar azalmıştı. Üzerine bir yorgunluk çökmüştü, fakat o buna rağmen çalışıyordu, çok çalışıyordu, ülkesi ve Türk halkı için çalışıyordu. Çalıştıkça mutlu oluyor, mutlu oldukça çalışıyordu. Böyle bir döngü içerisindeydi. Vakit ilerliyordu, daha da yoruldu. Gözleri kendi kendine kapanıyordu. Masa başından kalktı, ışığı söndürdü ve yatağına uzandı. Açık pencereden temiz ve ferah hava geliyordu, yatağı soğuktu. Yarına yapacaklarını düşündü ve uykuya daldı. Yatağında, çok huzurlu bir şekilde uyuyordu. Sanki geçmişte yaşadığı tüm zorlukları unutmuş, birden saf bir çocuk oluvermişti. Uykudayken mimikleri bir anda donuvermişti. Pencereden odanın içerisine sızan ay ışığı ve sessizlik bu ana eşlik ediyorlardı. Her şey hareketsiz, sanki bir resim gibi. Birden yüz hatları oynamaya başladı, yüzünde küçük bir gülümseme belirdi. Acaba şu anda rüyasında ne görüyordu? Şimdi ruhu geçmiş günlerin anılarına doğru yol alıyordu, çok uzakları görüyordu, çok uzakları. Çocukluğuydu bu, hani kendisini tüm sıcaklığıyla saran ama aynı zamanda da hüzünlendiren çocukluğu. Henüz yedi yaşındayken çok sevdiği babası ve üç kardeşi ölmüştü. Bu yaşamı boyunca asla unutamadığı acı bir olaydı. Ne acı günler görmüştü, aynen Türk halkının başına gelenler gibi. Neler çekmişti bu halk sömürgecilerin zulmünden. O sömürgeciler, emperyalistler ancak bir file benzetilebilirdi. Evet, bir fil! Ama onlar öyle fillerdi ki asla suya doymazlardı. Dünyada nerede bir su kaynağı varsa sonuna kadar kana kana içerlerdi. Gülümsedi. Türk halkı boyun eğmemişti, varıyla yoğuyla bu canilere karşı verdikleri mücadeleden tarihe mal olan bir galibiyetle çıkmışlardı. Güldü, çünkü çok komikti. O kendileriyle böbürlenen zengin devletler nasıl da yoksul, zayıf bir halka yenilmişti, hem de ağır bir şekilde. Bundan çıkarılacak çok ders vardı. Askerî Lise’de geçen uzun, soğuk ve yalnız kış gecelerinin kokusunu duyar gibi oldu. Hepsi geçmişte kalmıştı artık. Şimdi yalnız da değildi. Yanında ailesi, akrabaları, arkadaşları vardı. Hem o çalışkan, azimli Türk halkı da onun yanındaydı. Rahatlamıştı yeniden, yüzündeki çizgiler birden yumuşayıvermişti. Kazanmışlardı, ama daha savaşın en zor kısmı duruyordu, yüzü bulutlanır gibi oldu. Daha yapacak çok şey vardı. Zaman geçti. Ay ışığı git gide zayıflıyordu. İçeride pencereden esen rüzgârın o tüyler ürperten serinliği vardı. Hava daha da soğumuştu. Birden öksürdü. Kendi sesini duyunca uyandı. Yataktan yavaşça doğruldu. Bir iki dakika öylece oturur bir vaziyette yatağında durdu. Güçlükle kalktı; dışarı, balkona çıktı. Çevreyi seyrediyordu. Çam ağaçları ve uzaklarda kalan dağların siması karanlıkta seçilebiliyordu. Gökyüzü sanki kandillerle donatılmış gibi ışıldıyordu. İçi huzurla doldu, kendini hafiflemiş hissetti. Gözlerini kıstı, uzakları izledi. Bu kadar güzel bir vatan var mıydı bu dünyada? Bu topraklar, dağlar?

14


Bütün Ümidim Gençliktedir Semih Boyno Bu coğrafya tarihten beri ne medeniyetler, ne savaşlar görmüştü. Önemli bir yerdi. Bu sebeple herkes bu topraklara gözlerini dikmişti. Dikmekle kalmamış istila etmişlerdi. Gördüğü rüya kafasından şimşek hızıyla geçti. Türkleri vatanından etmek isteyen fil istilasını engellemişlerdi. Peki, ya gelecek nasıldı? Bu konu aklına takılmıştı, sırada yapılacak birçok iş vardı. Ama en başta Türk halkının cahilliğini yenmek gerekiyordu, çünkü kendi deyimiyle savaşın en zor kısmı şimdi başlıyordu. Türk halkının sıradaki düşmanı cahillikti ve bununla da sonuna kadar savaşacaktı. Ülkeler arasındaki savaşlar yerini barışa bırakabilirdi, ama cahillik her zaman vardı ve medeniyetlerle çatışıyordu. Böyle yılmaz, güçlü, uyanık ve hırslı bir düşman olabilir miydi? Ülke artık modern çağa ve bu çağın getirdiklerine ayak uydurmak zorundaydı. Aksi halde savaşı kazanamayacaklardı. Kapıda duran nöbetçi, Gazi’nin ellerini korkuluğa dayamış, balkonda sessizce dikildiğini gördü. Nöbetçi, yavere seslendi. Az sonra kapı çalındı. Gazi, arkasını döndü:

H İ K A Y E

— Giriniz, dedi. Kapıyı aralayan yaver, yavaşça içeri süzüldü. — Bir ihtiyacınız var mı Paşam, diye sordu. Bir şey istemiyordu, başını sağa sola salladı. Sessizliği daha fazla bozmak istemiyordu. Dinlemeye alışkındı. Dinlemek ona birçok önemli fikir kazandırmıştı ve şimdi de bu uçsuz bucaksız sessizliği dinlemek istiyordu. Bunun kendine çok iyi fikirler vereceği belliydi. Sessizlik, yaratıcılığını tetikliyordu. Yaver kapıya yöneldi, tam çıkmak üzereydi ki Gazi, ona durmasını söyledi. — Buyurun Paşa’m, dedi yaver heyecanla. Kısa süren bir sessizlikten sonra Gazi, yaverine sordu: — Sence biz başında bulunmadığımızda da bu ülke ilerleyebilecek, uygarlık seviyesine ulaşabilecek mi? — Kesinlikle Paşa’m. Her zaman halkını düşünen böyle bir önderi gelecek nesiller asla unutmayacak; size, bu vatana her zaman sahip çıkacaklardır, dedi. Gazi, gülümsedi. Daha sonra yaverine çıkabileceğini söyledi. Yaveri odayı terk ettikten sonra Gazi’nin yüzü ciddileşti. Evet, buydu işte! Gelecek nesiller, yani Türk gençliği. Bu ülke ancak nitelikli bir kuşakla gelişebilirdi. Bu bakımdan öğretmenlere çok iş düşüyordu. Ülkenin geleceği ancak ve ancak gelecek nesillere bağlıydı. “Gençleri olabilecek tehlikelere karşı uyarmalıyım,” diye düşündü, “ama nasıl?” kendini huzursuz hissetti. Not defterini çıkardı, kendi el yazısıyla bir şeyler karaladı. Hava daha da soğumuştu. “Bu yıl ne soğuk geçiyor Ankara’da.” diye geçirdi içinden. Ürperdi, yazacaklarını da bitirmişti zaten, yatağına döndü. Tekrar derin bir uykuya daldı. Her şey birden bire o eski, sessiz ve hareketsiz haline dönmüştü. Onun yüzü de buna ayak uydurdu. Gülümsemiyordu. Kaşları çatılmış, yatakta kıvranmaya başlamıştı. Solukları sıklaşmıştı, alnında ve şakaklarında ter damlacıkları seçilebiliyordu. Her tarafta gençleri görüyordu. Çevresine toplanmışlardı. Kendisine hayranlıkla ama bir yabancıymış gibi bakıyorlardı. Üzerlerinde yırtık, eskimiş paçavralar vardı. Sefalet içindeydiler. Arkalarına, kaldıkları evlere baktı, yıkık! Hava sanki bir fırtına varmış gibi rüzgârlı, öğle vakti olmasına rağmen karanlık, yüzler solgun… Ülke işgal altında! Ürperdi; ama bu onu korkutmadı, çünkü korku nedir bilmezdi, çok cesurdu. Sonra kendisine bakan gençlerin gözlerinin içine baktı. Tek bir umut ışığı bile yoktu, çaresizlerdi, halka, vatanına yapılanları artık umursamıyorlardı. Bu duruma alışmışlardı. İşte o an korkmaya başladı. Evet, bu doğru! Bin bir zorluğa göğüs germiş bu kişi bir avuç gençten korkmuştu. Bu rüyadan, kâbustan uyanmalıydı, uyanmalıydı. Onun cumhuriyeti emanet ettiği gençlik böyle olamazdı! Uyanmalıydı, uyanmalıydı. Birden irkilerek uyandı. Gün yavaş yavaş ağarıyordu. Soğuk hava güneş karşısında etkisini yitirmeye başlamıştı. Uzaklardan tek tük horoz sesleri duyulabiliyordu. Gazi, yatağında gerindi, biraz öylece durdu, ayaklarını yorganının altından biraz sonra hızlı bir şekilde yere uzattı. Bir iki dakika öylece oturur bir vaziyette yatağında durdu. Yavaşça kalktı; dışarı, balkona çıktı. Gözlerini kıstı, uzakları seyretti, “Bütün ümidim gençliktedir.” dedi ve çalışmak üzere odasına girdi.

15


Son Buluşma Merve Ezgi Demiröz Saçları beline değiyordu sanırım, rüzgarda bir o yana bir bu yana uçuşuyorlardı, güneşin altında sapsarı görünümleri her insanı etkileyecek türdendi. Sadece saçları mı her yönüyle güzeldi. Kumsalda ayakları çıplak yürüyordu, uzun beyaz bir elbisesi vardı, görür görmez etkilenmiştim ondan. Büyük hasır şapkasını kumsala bırakıp, üzerine bir taş koydu uçmasın diye, sanırım terliklerini de orada çıkardı. Bembeyaz elbisesine uyumlu bembeyaz bir teni vardı. Bu beni şaşırtmıştı, kavurucu yazın sıcaklığında en beyaz insanlar bile bronzlaşmışken onun beyaz olması ilginçti. Ya buraya yeni gelmişti ya da evinden dışarı çıkmıyordu. Denize doğru yürürken saçlarının rüzgarda geriye doğru savrulmasıyla yüzünü gördüm. O güne kadar öyle gözler görmemiştim, bir insana ait değil gibiydiler, hiçbir renge benzemiyorlardı, koyu bir sarıydı sanki. Ondan metrelerce uzak olmama rağmen gözlerinin rengini çok rahat seçebiliyordum, çok parlaktılar. Yüzünde ufacık bir gülümseme bile yoktu, sanki bir şeyler düşünüyordu. Ayakları suya değdiğinde bile yüzü değişmedi. Hani denize ayağınız ilk değdiğinizde içinizi bir titreme kaplar, bir üşürsünüz ya, o hiçbir tepki göstermemişti. O an için korkmuştum, canlı değil miydi bu kız, nasıl böylesine tepkisizdi.

H İ K A Y E

Su dizlerine gelene kadar yürüdü, elbisesinin paçaları sırılsıklam olmuştu ama o belki de denizde olduğunun farkında bile değildi. Bekledim o gidene kadar… O gittikten sonra da bir süre olduğum yerde kaldım. Peşinden gidemedim, buna cesaret edemedim. Tüylerimi ürpertmişti bu güzellik, ona daha yakın olmak, onun sesini duymak istiyordum ama bir şey –ne olduğunu ben de bilmiyordum- bunu engelliyordu. O gittikten sonra ben de terliklerimi çıkardım ve denize yürüdüm, demin onun hiçbir tepki göstermeden yürüdüğü suya ben girer girmez dişlerim birbirine vurmaya başladı. Onun dayanıklı olduğunu düşündüm, ya da tepkisiz… Ertesi gün sabah saatlerinde yine deniz kenarına gittim fakat tahmin ettiğim gibi ne sabah geldi ne öğlenleyin akşamüzeri geldi. Bu kez şapkası yoktu, elbisesi aynıydı, boynunda kırmızı bir şal vardı. Dün yaptıklarını tekrar etti, terliklerini çıkardı ve denize yürüdü. Günlerce onu izledim. Her gün aynıydı; akşamüstü onu izliyordum, bir süre orada kalıp eve dönüyordum, her an onu düşünüyordum. Altın sarısı saçlarını, akıl almaz gözlerini, uzun ince vücudunu… O güne kadar gördüğüm tüm kızlardan farklıydı o, her şeyden, herkesten farklıydı! Evdeyken sürekli onunla konuştuğumu hayal ederdim. Bir gün yanına gidecektim, etkileyici bir konuşma yapacaktım, ona bir şiir okuyacaktım ve o da benden etkilenecekti. Ona onu nasıl izlediğimi, ona nasıl hayran olduğumu anlatacaktım, o denize el ele yürüyecektik. O yine etkilenmeyecekti denizin soğukluğundan bense titreyecektim. Sonra öylesine tepkisiz olmanın sırrını soracaktım ona. Oysa sadece gülümseyecekti,sonra ben de ona gülecektim. Annem ve babam da bu halimi fark ettiler ama tek kelime etmedim ‘onunla’ ilgili. Bir gün benden sadece 2 yaş büyük olan ablam geldi yanıma ve ablama her şeyi anlattım. Onun güzelliğinden, gözlerinden, saçlarından bahsettim. Ablamın benimle birlikte sevineceğini düşünürken o sadece şaşırdı ve bir süre konuşmadı, başını yere eğdi, gözlerinde heyecandan çok keder vardı. Acaba onu üzecek bir şey mi yaptım diye düşündüm. Ağır ağır kaldırdı başını ve gözlerimin içine bakarak “Bugün birlikte gidelim” dedi. Sevinmeli miyim üzülmeli miyim o an için bilemedim. Aşık olduğum kızla daha kendim tanışmamışken, onu ablama gösterecektim, heyecanlıydım. O an için bunun hayatımda çok şey değiştireceğini bilmiyordum. Deniz kenarındaydık, bekledik birlikte. Fakat o beklediğim saatte gelmedi. Ablamın gözlerinde keder ve sabırsızlık vardı. Bense bekliyordum, geleceğini biliyordum. Beklediğim gibi oldu ve “o” geldi. Büyüleyici görüntüsüyle karşımızdaydı işte. O an o kadar heyecanlandım ki “İşte!” diye bağırdım. Ablam gösterdiğim yere baktı. Ben ise “İşte! Orada ne kadar zarif ne kadar güzel değil mi diye ablamın düşüncelerini öğrenmeye çalışıyordum. Ablam gözlerimin içine baktı ve ağlayarak kaçtı gitti. Şaşkındım, ablama ne olmuştu yoksa onu tanıyor muydu? Merakıma rağmen ablamın peşinden gitmedim. Onu izledim, tüm hareketlerini bir kez daha izledim. Eve gittiğimde ortamda bir yas havası vardı. Hani biri ölür ya da kötü bir haber alınır da herkes susar; sanki hafifletecektir bu acıyı, sanki böylece acı saklanacaktır diğer insanlardan. Annem babam ve ablam da aynen böyleydiler. Suskun ve kederli… Sessizlik bozulmadı bir süre, ben de bu sessizliğe katıldım. Annem konuştu sonunda “Anlat oğlum bize, bizden bir şey saklama, yalvarırım anlat. Bir sıkıntın mı var? Niye böy-le…” devam edemedi, hıçkırıklara boğuldu. Hiçbir şey anlamadım “Ben ben hiçbir şey anlamıyorum” dememe kalmadan babam sordu “Ne zamandır görüyorsun onu? Hiç konuştunuz mu?” 16


Son Buluşma Merve Ezgi Demiröz

O an ablamın anlattığım her şeyi annemlere bildirdiğini anladım ama neden böyle üzgündüler. Annem neden ağlıyordu?Bu sorular ne içindi? Ablam niye kaçmıştı sahilden? “Ben bu soruları neden sorduğunuzu anlamıyorum.Neler oluyor bu evde?”. Ablam bağırdı “Öyle biri yok,anlamıyor musun! Yok, ne olur şaka yaptığını söyle canım ne olur! O gördüğünü iddia ettiğin kızı görmediğini söyle.” Öfkelendim, ablamın sözleri beni etkilemişti. “Ne demeye çalışıyorsun? Şaka falan yapmıyorum hem niye şaka yapmam gereksin ki? Onu görüyorum hata ona aşığım!”

H İ K A Y E

Her cümlemin sonunda ablamın şaşkınlık nidalarını ve annemin hıçkırıklarını duyuyordum ama bunlara üzülmüyordum aksine öfkeleniyordum. Ne annemin hıçkırıkları ne babamın bakışları yumuşatamadı beni. O an elime geçen çerçeveyi duvara fırlattım. Çerçeve kırıldı, yere düştü, içerisinde duran fotoğrafa gözüm çarptı. Dördümüzün fotoğrafıydı bu, bu bizim aile fotoğrafımızdı. Fakat onu inceleme fırsatı bulamadım ve kapıyı çarptığım gibi evden çıktım. Evet, gariptim! Çocukluğumdan beri ailemle vakit geçirmeyen, odamdan çıkmayan, insanlarla iletişim kuramayan biri olmuştum. Bunun için birçok psikoloğa gitmiş, onlarla anlamsız sohbetler yapmıştım ama bugüne kadar deli olduğum ima edilmemişti hiç. Yokmuş, haftalardır takip ettiğim, aşık olduğum kızın var olduğuna inanmıyorlardı. Deniz kenarına gittim, geç olmuştu o da gitmişti ama ben o gece orada kalmaya karar verdim. Denizi izledim, gökyüzünü izledim… Fakat o, evet o gelmişti.K albim delicesine çarpıyordu. Bir yandan da korkuyordum ye gerçekten hayalse! Hayır hayır bu çok saçmaydı. Karşımdaydı işte tüm gerçekliğiyle. Konuşmaya karar verdim, o gün onunla mutlaka konuşacaktım. Attığım her adımda ona daha da yaklaşıyor olmak beni o kadar heyecanlandırıyordu ki… Ona çok yakındım, beni fark edecek miydi acaba? Bir an için başını çevirdi ve göz göze geldik. Günlerdir gizlice izlediğim kişiyle bu kadar yakın olmak muhteşemdi. Gülümsedi,tıpkı hayallerimdeki gibi. Sanki birbirimizi yıllardır tanıyorduk, o kadar içten bir gülümsemeydi bu. Ben de gülümsemeye çalıştım ama beceremedim. Ağladım, hayallerimde hiç böyle olmamıştı: Ağlamak! Kumların üzerine oturdu, ben de yanına geçtim. Başımı omzuna koydum ve hıçkırarak ağladım. “Bana inanmıyorlar, sana inanmıyorlar” diyordum hıçkırıklarımın arasından. Başımı okşadı, saçlarımı sonra yüzümü… Soğuktu, denizden bile soğuk. Bu soğukluk, bu his beni sakinleştirmişti. Hıçkırıklarım yavaşça kesildi. O ise ayağa kalktı ve elimden tuttu. Tıpkı hayallerimdeki gibiydi, el ele denize yürüyorduk. Benim gözüm ondaydı o ise ileriye bakıyordu, daima ileriye. Bir ara bana baktı, tam gözlerimin içine ve yürümeye devam ettik, daha önce hiç bu kadar ilerlememişti denizde. Bu beni şaşırttı, su boyumu aştı fakat yürümeye devam ettik. Ayaklarım yere değmiyordu o ise düzgün adımlarla yürüyor gibiydi. Uzun bir süre sonra durdu ve sarıldı bana. Fakat sanki duygusal bir sarılma değildi bu, bir düşmanını boğmak gibi. Korkmuştum neredeyse nefesim kesilecekti. İttim üstümden onu, öfkeyle baktı bana, sonra gülümsedi ve suya daldı. Denizin ortasında tek başımaydım nasıl dönecektim geriye? Ben böylece beklerken, birden ayaklarımdan denizin dibine doğru çekildiğimi hissettim. Direnmeye çalıştım fakat olmadı. Mavilikti son gördüğüm. Alabildiğine mavi… Nefes alamadığımı hissettim, ağzımı açıp bağırmak istedim o da olmadı, yukarı çıkmak için çırpındım yapamadım. Daha da derine indim ve onunla göz göze geldim. Gülümsedi ve kayboldu… Yok olmuştu… Annemler haklı mıydı yani? Hayallerim mi getirmişti beni bu denizin ortasına ve tam bu noktada terk etmişlerdi beni! Nefesim kesiliyordu, çırpınıyordum olmuyordu. Anladım, o an öleceğimi anladım ve direnmeyi bıraktım, gözlerimi kapattım. Son gördüğüm çok kısa bir süre önce duvara fırlattığım çerçevenin içinden düşen fotoğraftı. Aile fotoğrafımız… Herkesin mutlu, benim mutsuz olduğum aile fotoğrafımız…

17


Yağmur Eda Kaya

H İ K A Y E

Kapıyı hafifçe araladı ve mümkün olduğu kadar sessiz olmaya çalışarak içeriye girdi. Sadece saatlerin tik tak sesleriyle bozulan bu huzuru yaralamak istemiyordu. Usulca yatak örtüsünü kaldırdı ve kendini yatağına bıraktı. O kadar yorulmuştu ki kendini hemen uykunun güvenli ve sıcak kollarında buldu. Dışarıdaki fırtınanın şiddetine aldırmıyordu. O, sıcacık yatağında güvende ve tüm sorunlardan uzaktı çünkü. Onu üzen hiçbir sorunu düşünmüyordu, hatıraları bir toz bulutunun içinde kaybolmuştu. Sadece her nefes alışında içine çektiği havayla birlikte gelen huzurun tatlılığını düşünüyordu. Bu sessizliği saatlerin yanında bir de gökyüzünün şikayetleri bozuyordu. Ama gökyüzü çığlıklarıyla herkesi susturmuş ve belki de bu huzura onun sayesinde ulaşılmıştı. Bazen gözleri uykunun esiri olmaktan kurtulup odanın içinde küçük bir gezintiye çıkıyordu. Yine de uyku gözlerinin kapalı kalması için büyük bir çaba sarf ediyordu. Bulutların üstünde tüm benliğini tekrar buluyormuş gibiydi. Kendini başka hiçbir yere bu kadar bağlanmış hissetmiyordu. Sonsuz bir tutkuyla bağlıydı oraya. Hiç bitmeyecek bir aşkla yeni rüyalara doğru yelken açıyordu.

O anda esas korkusunun sessizlik olduğunu anladı. Kendini boş bir dünyada yalnız ve unutulmuş hissediyordu. Hemen sımsıkı sarıldığı örtüsünden kurtuldu, kendini dışarıda buldu. Saçlarını cebinde bulduğu bir tokayla tutturdu, birkaç düzeltmeden sonra yağmurun saçlarını ıslatmasına hazırdı. Dolaptan henüz kurumamış şemsiyesini aldı ve hızlı adımlarla evinin kasvetli havasından uzaklaştı. Sırılsıklam olmaya aldırmıyordu. O anda bu şiddetli fırtınadan sonra oluşacak güzellikleri düşünüyordu çünkü. Sonsuz bir gökkuşağının üstünde yürümeyi, yeni mantarlarla tanışmayı, salyangozlarla birlikte seyahat etmeyi hayal ediyordu. Bu hayalleri hiçbir zaman gerçek olmayacak olsa bile onlarla yaşamayı seviyordu. Sadece çocuksu hayallerde yaşadığını hissedebiliyordu. Belki hala bir çocuk olmasının sebebi de buydu.

Ona hayat veren yağmurun ona zarar vermesinden korkarak tekrar evinin bunaltıcı havasına doğru yürüdü. Cebinden anahtarlıklarının arasında zar zor görülen anahtarını çıkardı. Kapının kilidini çevirdi ve şemsiyesini kurumak üzere kapının önüne koydu. Aynaya baktığında bir balık kadar suyla bütünleşmiş olduğunu fark etti. Ama o buna aldırmadan dudaklarına neşeli bir gülümseme kondurarak mutfağın yolunu tuttu. Bu anı unutulmaz kılacak bir şeye ihtiyacı vardı. Çok özel bir şeye… Bu anı ölümsüz kılacak bir şeye…

Böylece dolaptan bir paket çikolata çıkardı. Her bir lokma ona bitmeyecek bir huzurun kapılarını aralıyordu. Çikolatasının hiç son bulmamasını umarak gözlerini kapadı ve yeni hayallere daldı.

Yağmurla vedalaştı gecenin sularına yelken açabilmek için. Gemisini fırtınada kaybetmek istemiyordu çünkü. Kumsalı onun güvende kalmasını sağlamak için üstüne kumlardan bir örtü örttü. Deniz kabukları minik rüyaları oldu. Anemonların arasında küçük balıklarla yüzerken yeni mutluluklar tattı. Hiç kaybetmeyeceği dostlarını buldu, artık her bir rüyasında ona eşlik edeceklerdi. Gözlerini kapadı yeni bir hayalde kendini bulmak için…

18


Vızıldayan Sinek Can Ege Yalçın

Bakalım neler varmış... Hazır bu kadar stres altında, insanlar neler yapıyormuş diyip, bari moralimizi yüksek tutalım dedim. Guiness'te neler oluyor? Almanya Hamburg'da Tom Sietas suyun altında 14 dakika 27 saniye nefesini tutarak rekor kırmış. 1997'de John Evans 100 eve yetebilecek kadar tuğlayı 14 saniye kafasının üzerinde taşımayı başarmış. Ekim 2007'de Franz Mailler 60 tonluk kamyoneti eliyle sürüklemeyi başarmış ve bir yıl önceki rekoru ise; 1.8 tonluk helikopteri yere indirmeyi başarabilmesiymiş. İngiltere Manchester'da yaşayan tornacı Garry neredeyse tüm yüzünü elbise mandallarıyla tutturarak gerdi ve Guiness'e girdi (Bir rekor için değer mi vücuduna yazık be adam!). Üzüm yarışı... "Üzüm çocuğu" lakaplı Steve Spalding; üzüm yakalama başarısıyla Guiness rekorlar kitabına girmiş. Steve'in 2 dünya rekoru varmış: Birincisi; 116 üzümü 3 dakikada ağzıyla yakalaması ve ikincisi de 1203 üzümü 30 dakikada ağzıyla yakalaması.

K Ö Ş E

Tom Rodden 1 saatte 278 insanı traş edebilen "en hızlı berber" olarak rekorlar kitabına girmiş. ABD'li Jackie Bibby ağzında tam sekiz yılan tuttu hem de 125 saniye. St. Peter'in Basilica'sı gönüllüler tarafından 10 milyon alüminyum kutu kullanılarak yapılmış ve Guiness'e girmiş.. Danka Kordak adlı chihuahua cinsi dişi köpek dünyanın en kısa köpeği unvanını elinde bulunduruyor 19 cm. 450 lise öğrencisi Twister oynayarak "en fazla Twister oynayan ekibi" olma yolunda… Dünyanın en uzun kulak kılı Hindistanlı B.D.Tiyagi'nin( Guiness insanı amaçsızlaştırıyor...). 112 yaşını kutlayan Japon Tomoji Tanabe "dünyanın en yaşlı adamı" unvanını elinde bulunduruyor. İsveç ordu çakısının XXL versiyonu "dünyanın en fonksiyonlu çakısı" seçildi. Dünyanın en ufak köpeği 25 yaşındaki Ducky. Çin'in Guangzhou şehrinde gerçekleşen bir düğün Guiness rekorlar kitabına giriyor gelinin duvağı 200 metre uzunluğunda. Dünyanın en büyük alışveriş arabası motoru bile var. Edd China adında bir İngiliz rekorun sahibi. Slovakyalı Robert Bocian bir litre birayı 28 saniyede içerek "dünyanın en hızlı bira içen adamı" unvanını aldı. 500 bin dolar değerindeki dünyanın en pahalı düğün pastası 40 elmas ve 10 mavi seylon yakutla kaplı olmasından dolayı dünya rekorlar kitabına girdi. Dünyanın en büyük dondurmalı pastası yine Çin'den... 45 m uzunluğunda 77 ton ağırlığında. Amerikalı Bryan Berg dünyanın en büyük iskambil kulesini yapıyor kulenin yüksekliği 39 metre.

1995'te Fransız Jeanne Calnent tam olarak 120 yıl ve 239 gün olarak dünyanın yaşayan en yaşlı kadını olarak dünya rekorlar kitabına girdi. Hadi o zaman biz de yüzyılın en dirençli küçük öğrencileri olalım bari, belki rekorlara gireriz en azından da kafamız dağılır, ne dersiniz? 19


Kuzgun Aynası Doruk Cansev

Şu sıralar aklımı meşgul eden konulardan birini paylaşmam gerekiyor sizinle, bir sır veya söylenmiş yeni bir söz beklemeyin ve aynı nedenden dolayı beni affedin ancak eğer kelimelere dökmezsem düşündüklerimi netleştiremeyecek, kısa sürede kaybedecekmiş gibi hissediyorum.

İmgelerin getirdikleri, etkilerinden bahsediyorum; aklınızdan çıkmayan anlık görüntüler ya da bir anlık kareye sığdırılmış hayatlar kimi zaman. Daha önce de sanatsal eserleri imgeleri kullanımlarıyla ölçüp ölçemeyeceğimi merak etmiştim gerçi, ne var ki cevabını bulamamıştım. Bazen film tadında eserleri küçümserken buluyordum kendimi, bazen bir fotoğrafa takılıp kalıyordum; sonuca ulaşmamsa uzun bir süreç sonucu gerçekleşti:

K Ö Ş E

Bir tane oyun ve onlarca şarkı, dikkatimi çekmekle kalmayıp tüm zihnimi birkaç haftalığına esir tutmayı başardıkları için tebrik etmek gerek onları. Oyun; point&click isimli, sabit sahnelerde karakterimizi oynatıp bulmacalar çözdüğümüz türde. Siz yürüdükçe arkaplan değişiyor ve hiç de öyle günümüzün üstün teknolojileriyle yapılmış, film kalitesinde bir oyun değil; hatta belki onuncu yılını dolduracak yakında ama gösterdiği tek bir sahneyle tüm aklımı ele geçirdi. Öyle ahım şahım önemli bir an da değildi üstelik; gayet sıradan, hiçbir özelliği olmayan bir noktadaydım ki oyuna devam etmeyi orada kestim ve bir ay boyunca yüzüne bile bakmadım; ancak birkaç gün içinde ilk etkilerini hissediyordum; “o an” aklımdan çıkmıyordu bir türlü, yatmadan önce karanlığın içinde kahkahalar atıyor, kalktığımda zihnimde çakan şimşeklerin arasında bir kayboluyor, bir beliriyordu. Çay koyar, sınav kağıdımı doldururken onu düşünmeye başladım; zaman geçtikçe sahne daha da detaylanıyordu kafamda ve onda yer almayan özellikleri ekliyordu hayal gücüm, arkafona bahsettiğim şarkıların onlarcası geldi sırayla, sonra hiç konuşulmamış diyaloglar da vardı; yürürken o olay aklıma geliyordu, merdivende sonraki basamak hep o durumdu ve müzik dinlerken o sahneyi hatırlıyordum, sahneyi kafamda tekrar canlandırdığımda müzik tekrar başlıyordu; ele geçmeyi reddeden ve hala bilinç altıma boyun eğmiş tek bir parça kalmıştı hayatımda ki rüyalarım da perdenin arkasına çekildi, artık zihnimin seyrettiği tek bir tiyatro oyunu kalmıştı değersiz yaşamımda...

and if the music stops, there’s only the sound of rain...

Sanat neydi, asla öğrenemedim ama neyin sanat olduğu konusuna bir adım daha yaklaşmıştım; televizyonun kumandasını elime aldım, rastgele bir kanal tuşuna basıp izlemeye koyuldum...

20


Acı Kahve Eda Kaya

En sonunda havanın kararsızlığı da son buldu. Yağmur, kar, fırtına, güneş derken gökyüzü güneşte karar kıldı. Umuyorum ki güneş bir kez daha yağmur bulutlarının ardına saklanmakta ısrar etmez. Bu bitmeyecekmiş gibi gözüken kışın ardından dondurmamı elimden düşürmek istemiyorum çünkü. Güneşi, yaz çiçeklerini ve hatta sadece yazın görebileceğimiz ilginç böcekleri bile özledim. Özellikle de güneşin yakıcı sıcağını hissettirmeye başlamasını. Biliyorum, pek fazla insan güneşin bu özelliğini pek sevmez. Ama benim yazdan tek isteğim, güneşin bu huyunu bize tekrar sunması. Bahar ayları kararsızdır, bu kararsızlıktan da pek hoşlandığımı söyleyemem. Yine de ara sıra hava bize küçük oyunlar oynasa bile ortalıkta dolaşan ve bizim canımızı acıtmak için fırsat kollayan arılara rağmen bahar mevsimi en tatlı mevsim…

Tatlı olan şeyler hep güzellik getirecek diye bir kural yoktur. Baharın bizde yarattığı en belirgin etkiler yorgunluk, sürekli bir uyku hali, kararsızlık… Kendimi bazen kalemimi kaldıramayacak kadar güçsüz ve yorgun hissettiğim bile oluyor. Sabahtan akşama kadar tüm uyuma stillerini denesem yine de uykunun kollarından ayrılmak istemiyorum. Erken kalkmayı çok sevmeme rağmen de kalkma saatlerimde büyük gecikmeler görülmeye başladı. Peki bu yorgunluk ve isteksizlikten nasıl kurtulabiliriz?

K Ö Ş E

Öncelikle bu sorunu yaşayanlara olmazsa olmaz ilacım kahveyi öneriyorum. Aşırıya kaçılmadığı takdirde bütün sorunların çözümü kahvenin içinde yatar. İçinizde depo edilmiş enerjinin birkaç yudumdan sonra hemen açığa çıktığını hissedersiniz. Tabi sonra yerleşen daha çok uyuma isteği ve yorgunluğu göz ardı edersek… Aslında en iyi ilaç baharla birlikte yüzünü gösteren bol vitaminli meyveler. Böyle doğal ilaçlar varken vücudumuzu yapay vitaminler ve kahve gibi şeylerle zehirlemeye de gerek yok. Çilek, kiraz, böğürtlen gibi bahar meyvelerinin mutluluk verici etkisini söylemeden geçemeyeceğim. Kendinizi her bir lokmada çok daha dinç hissedersiniz.

Bahar geldi, yorgunusunuz, bir şey yapmak istemiyorsunuz… O halde bütün gün uyuyun diyemeyeceğim. Çünkü kendinizi daha da bitmez tükenmez bir yorgunluk haline sürüklersiniz. Mümkün olduğu kadar erken kalkmak için kendinizi zorlayın ve mümkünse küçük yürüyüşlerle vücudunuzu ödüllendirin.

Kışla birlikte gittikçe zayıflayan su içme alışkanlığınızı da tekrar alevlendirmelisiniz. Düzenli olarak su içme alışkanlığını kazanırsanız bu dönemi de kolayca ve mutlu bir şekilde atlatırsınız. Suyun yenileme etkisini de kısa sürede göreceksiniz.

Bir başka tavsiyem ise havanın yanıltıcılığına aldanmamanız. Her ne kadar güneş bize sıcak yüzünü göstermeye başlasa da hava buz gibi. Tam yaz dönemine girmişken tekrar hastalıkla uğraşmak istemezsiniz tabii. Bu yüzden bana kalırsa siz henüz dondurmanın çekiciliğine ve havanın güzelliğine kapılmayın.

Şimdi de benim için en önemli bahar yorgunluğuna karşı korunma yönteminden bahsetmek istiyorum. Sevdiğiniz bir işle uğraşıp bir süreliğine kendinizi o işe verin. Dünyanın sorunlarından uzaklaşmaya ve mümkün olduğunca olumlu düşünmeye çalışın.

Bahar aylarında yapmaktan en çok hoşlandığım şey penceremi açıp iğde kokuları içinde kitabıma gömülmek. Bu aralar mümkün olduğunca bilgisayar, telefon, televizyon gibi huzurumu kaçıran nesnelerden uzaklaşırım. Huzuru bahçemdeki çiçeklerin arasında aramaktan aldığım zevki başka hiçbir yerde bulamadım. Size de en son tavsiyem evinizin duvarlarından biran önce uzaklaşmanız ve dışarıdaki havanın güzelliğini mümkün olduğunca değerlendirmeniz. Her bir nefes alışınızda baharın eşsiz havasının sizi kışın stresinden uzaklaştırdığını göreceksiniz…

21


Ruh Soygunu Göksu Yıldırım

Metal: Bir Metalcinin Yolculuğu filmini izleyenleriniz var, ve de yok. İzleyip unutanlarınız, izlemeyip daha çok şey bilenleriniz var. Bilip de söylemeyeniniz var, benciliniz var paylaşımcınız var, kafasını karışanınız var, ne saçmalıyor bu manyak diyeniniz var. Uzun lafın kısası damlaya damlaya göl olur, bir de Children of Bodom thrash metal grubu değildir. Olamaz. Eşliğinde de halay çekilmez.

K Ö Ş E Müzik Kutusu Nuclear Attack—Sabaton One More Soul to the Call—Mary Elizabeth McGlynn Dante’s Prayer—Loreena McKennit Sadly Sings Destiny—Blind Guardian Over the Hills and Far Away—Nightwish

22


Multimedya Mesaj Servisi Meriç Melike Softa

Çocuk olmak...

Her şeyin güzel olduğunu sanmak... Her şeyin güzel olması belki de...

Safça gülümsemek her söylenene... Sokaktaki "deli kadın" ona bir şey yapacak diye korkarak arkadaşlarıyla apartmana saklanmak veya...

K Ö Ş E

6 yaşındayım. Sokakta, bizim dükkanın önünde arkadaşlarımla oynuyorum. Babam görünürde yok... Arkadaşımla bakışıyoruz. Yapar mıyız? Yaparız ya, ne olabilir ki? Araba çarpar mı? Hayır, el ele tutuşup yürüyeceğiz zaten. Kalbimiz küt küt atıyor... Büyük bir serüvene atılıyoruz, hayatımızda ilk kez tek başımıza sokaktan çıkacağız ya... Hem de, yandaki büyük caddeden geçeceğiz! İki tane 6 yaşında çocuğun sokaktan çıkıp sokağın etrafında tur atması: annemler duymamalı... Küçücük elimle arkadaşımın minik elini tutuyorum, yola çıkıyoruz. Köşeyi döndük. Karşıdan kocaman arabalar görünmekte. İnsanlar yanımızdan geçiyor. Bize bir şey yaparlar mı? Ya arkadan annem yetişirse? Bir köşe daha döndük. Caddedeyiz. Cadde dediğim de o kadar büyük bir şey değil ha, bizim sokaktan az daha büyük, o kadar. Ama yine de çok büyük benim için, büyük bir adım... Yanımızdan adamlar geçiyor. Arkadaşımla hiç konuşmadan yürüyoruz. Sokaktan, habersiz, tek başımıza ayrılmış olmanın heyecanı içimizde... Yan tarafımdan hızla bir araba geçti şimdi. Korkuyorum, etrafım yabancılarla dolu. Bir yandan da tehlikeli bir şey yapmanın verdiği kalp çarpıntısının hazzını yaşıyorum. Annem farkeder mi acaba?

Biraz daha ilerliyoruz... Birbirini sımsıkı tutan minik eller terlemeye başlıyor. Buradan dönünce bizim sokağa çıkarız herhalde değil mi? Allahım, kaybolmayalım lütfen... Kaybolmayız yahu... 6 yaşındayız ama o kadar da zekamız var. Başlarken kalbimizin olduğu tarafa döndüysek, yine o tarafa dönünce bizim sokağa çıkacağız. Büyük caddenin başına geliyouz. Büyük kalabalık arkamızda kalıyor. Deminki amca bana mı baktı? Neden bana baktı ki şimdi? Keşke gelmeseydim, annemi istiyorum ben... Neyse, biraz daha gayret, yolu yarıladık. Şimdi döneceğiz ve tekrar dükkanın önünde arkadaşlarımla oynayacağım. Sonra dükkana girip babama öpücük konduracağım bir tane. Ve sola döndük. Şu adam tanıdık mı geliyor? Evet evet, Burak’ın babası. Allah, yakalandık! Burak’ın eli elimden kayıyor, ağladı ağlayacak... “Babaaaa...” Ne desin ki? Babacığım, biz sokaktan tek başımıza çıkmak istedik! Babacığım, kaybomadık ki, bak! Burak babasının elini tutuyor bu kez. Benim ellerim boş kalıyor, gözlerim yerde... Ben önde yere bakarak ilerliyorum. Bizim sokağa girdik. Arkada Burak’ın babası ona bağırıyor... “Ya bir şey olsaydı?” Ama olmadı ki işte...

Sokağı yarıladık. Burak’ın babasının kızgın sesini duyuyorum hala. Burak ağlıyor. Ben kokuyorum. Kafamı kaldırıyorum. Karşıdan biri bana bakarak yaklaşıyor. Annem! “Neredeydin kızım?” Annem beni arıyormuş. Ben ağlamaya başlıyorum. “Anneciiğiim...” Hıçkırıklar... “Biz el ele tutuşuyorduk... Hiçbir şey olmadı ki... Biz zaten büyüdüüük. Özür dilerim!” Anneme sarılıyorum. Annemin bakışlarını anlamıyorum, ta ki şimdiye, 10 yıl sonrasına kadar... Kızıyor sanıyorum ben, ama korkmuş bakıyor annem, bir yandan rahatlamış, ama korkmuş... Anneme sımsıkı sarılıp ağlıyorum. Annem itecek sanıyorum beni, “yaramaz kız, sarılma bana!” diyecek sanıyorum. Bir şey demiyor. Sadece sarılıyorum, ve ağlıyorum...

Çocuk olmak...

Küçücük, ama kocaman adımlar atmak... Korkulmayacak adımlardan korkmak, korkulacak adımlardan korkmamak belki de...

6 yaşındayım... Neden bu kadar etkilendim bilmiyorum. Çocukluğuma dair hatırladığım ender anılardan biri ama... Bu büyük macerada bana eşlik eden Burak’a saygılar...

23


Ekranın Arkasından Okan Ağca

Dizideki gibi Öldürdüler (!)

Ben çoktan kabullendim insanların benim gibi bilgisayar bağımlısı olan kişilere bakış şekillerini. Ben bir bilgisayar bağımlısıyım bunu kabul ediyorum. Ama kabul etmediğim şeyler de var bu etiketle birlikte gelen. Mesela bilgisayar bağımlılığı bir yerde insanlar için asosyallikle eşitleniyor. Tek arkadaşlarımızın bilgisayar olduğu söylenir hep biz bilgisayar bağımlıları için. İşte bunlar beni rahatsız ediyor. Ben ne asosyalim ne de tek arkadaşım bilgisayar. Tama belki evde olduğum sürenin - uyumak dışında – yüzde seksenini bilgisayar başında geçiriyorum ama bu benim tek arkadaşımın bilgisayar olduğunu göstermez. Ben zaten toplam zamanımın yarısı kadar bile evde olmuyorum ki.

K Ö Ş E

Niye tüm yabancı dil derslerinin bir şekilde konusu olmak zorunda ki bilgisayar ve oyunları? Ben şimdiye kadar en az ikişer defa Almanca ve İngilizce derslerinde Amerika’da yapılan araştırmalardan bahsettim. Bu araştırmaları burada anlatmayacağım. Zaten duyduğunuzda büyük olasılıkla diğer öğretmenler gibi inanmayarak bakacaksınız. Eğer zahmet edip de internette biraz araştırırsanız bu araştırmaları bulursunuz. Sonra da öğretmenler gibi gelip haklıymışsın öyle bir deney varmış dersiniz. Bu yüzden siz beni uğraştırmayın direk internetten arayın bu konudaki(hangi konu?) araştırmaları.

Aslında bu yazının başında yazıyı yazmama sebep olan haberden bahsedecektim. Yazının başı biraz kaybolmuş olsa da ben haberden bahsedeyim. Tam olarak tarihi ve gazeteyi hatırlamıyorum. Fakat bir 3. Sayfa haberiydi. Haberin başlığıydı ilgimi çeken, başlığın altındaki vahşi fotoğraf değil. Başlık çok güzel bir başlıktı bence: Dizideki gibi saldırdılar.

Bir grup dizi özentisi yaşayan varlık bir hırsızlık yapmaya kalkmışlar. Bu arkadaşlar o kadar özentilermiş ki Adanalı dizisindeki karakterler gibi davranıyorlarmış. Çok eğlendim bu haberi gördüğümde. Bu haberden bir ay önce – hepiniz hatırlarsınız – gazetelerin ilk sayfalarında “Bilgisayardaki gibi Öldürdü” başlığıyla bir haber yayınlandı. Şimdi gelelim benim insanlara saldırılması haberine eğlenmemin nedenlerine. Bir ay önceki haber tüm bilgisayar sevenler gibi beni de çok rahatsız etmişti. Eminim ki ben o çocuktan daha fazla bilgisayar oynuyorum. Çünkü bilgisayarında sadece CS olan biri benim kadar bilgisayar bağımlısı olamaz. Bilgisayarla ne kadar çok zaman geçirirseniz o kadar derinlerine inersiniz. Bu arkadaşın ilgisinin bilgisayara değil silahlara olduğunu anlamak için evlerinde bir atış poligonu olduğunu bilmek yeterli bence. Bilgisayar oyunlarının ülkelerdeki şiddeti azalttığını kanıtlayan araştırmaları (yukarıdakiler) haber yapmıyorlar, çoğu meslek dalında insanlara onlar işe alınmadan önce oynatılan oyunları haber yapmıyorlar, dünya çapında bir yarışmada Türk bir oyun tasarım grubunun ödül almasını ise nasıl gizleyeceklerini şaşırıyorlar. Tabii ki bir saldırı haberini gizleyemezler. O yüzden bu haberi diğeri gibi ilk sayfada değil de üçüncü sayfada yayınlıyorlar.

Farkındayım. Hiç de objektif bakmıyorum. Sonuçta birinde insanlar hayatlarını kaybediyorlar. O tabii ki daha önemli. Tabii ki böyle bir haber ilk sayfada olmalı. İnsanların ölümleri ilk sayfadan yayınlanmalı ki ordan görüp etkilenenler olsun. En büyük başlık ölümle, öldürmeyle ilgili olmalı ki insanlar gazetedeki gibi de öldürsünler. Oyunlar buradaki gazeteler gibi ölümü göstermek için uğraşmıyorlar. Hatta oyunların üzerinde hangi yaş grubuna uygun olduğunu gösteren işaretler var evet aynı televizyon programlarındaki gibi. Ama tek bir farkla bu işaretler oyunlarda çok daha uzun zamandan beri var. Oyun yapımcıları çok daha uzun zamandan beri bu konudaki hassasiyetlerini gösteriyorlar.

Dizideki gibi bir saldırı olması beni eğlendirdi diyorum. Bunun asıl nedeni bilgisayar oyunları çocukları etkiliyor deyip boş vakitlerini televizyon karşısında geçirenlerin gözüne sokmak için bir haberimin olmuş olması. Eğer hala yukarıdaki araştırmalara bakmadıysanız: Bilgisayar, okullara yapılan silahlı saldırı sayısını azaltırken, televizyon bunlara katkı yapıyor.

24


KIRIK Camdan kalp kırıldı bin parça, Gitti gidiyor derken vuruldu bir zorbaya. Güneş ışınları kaplarken her yanı, Karanlık sardı dört bir yanı. Göz nemlenmeden gün geçmez oldu, Camdan kalp kırıldı birleşmez oldu. Her defasında bir daha denerken Kapanan kapılar sayılmaz oldu. Kırık kalp savruldu oradan oraya. Tutan yok ki ellerinden! Gülen yüze kapan geldi peşinden, Ama bilen yok ki camdan kalp paramparça…

Ş İ İ R

Elif Turhan O Gecenin ortasında, Oturuyor. Yalnız, Buz kesmiş gözleri. O ölüyor. Orada öylece, Bile bile ölüme verilmişçesine, Sessizce, Usul usul, Son nefeslerini veriyor. Kalbinde daha fazla güç yokmuş gibi, Ömrü bir dakika daha alamayacak kadar doluymuş gibi, Kanı artık bededini terk etmiş gibi, Ateşi sönmüş, ruhu küllere dönüşmüş gibi, Solup gidiyor, Yok oluyor, Hiç olmamış gibi...

~Uçurtma

25


Ç İ Z İ M

İklim Doğan

26


2009 MAYIS AYI KÜLTÜR SANAT REHBERİ

Bir Delinin Hatıra Defteri Tarih: 01.05.2009 20:30:00 - 10.05.2009 15:00:00 Mekân : Kulis Oda Sahnesi Caddebostan Bilet fiyatları TAM: 34,00 TL ÖĞRENCİ: 24,00 TL Bir Delinin, tuttuğu günlükten hayallerini yorumladığı koğuşunda, yatağının ucundan birebir göze göz hissettiklerini hissetmeye cesaretiniz var mı? Sadece 30 kişinin girebileceği koğuşta yerinizi şimdiden ayırtın.

R E H B E R

Şerefe Hatıralar Tarih : 16.05.2009 20:30:00 Mekan : Caddebostan Kültür Merkezi Bilet fiyatları Tam: 28,50 TL - Öğrenci: 18,50 TL Oyun, 1955-56 yılları arasında İstanbul’da Nişantaşlı soylu ve zengin bir ailenin yaşamı ekseninde gelişir. Yeni kurulan çok partili demokratik rejimle, liberal ekonomik atılımlar yapan Türkiye’deki siyasal süreç, ailenin varoluşunu da etkiler. Aileyle bağlantılı ikinci kuşak figürlerin, toplumsal ve siyasal çalkantılar doğrultusunda yaşadıkları 70’li yıllar ise, oyunun ikinci öyküsünü oluşturur.

Troya Tarih: 03.05.2009 17:00:00 - 10.05.2009 17:00:00 Mekân : İstanbul Gösteri Merkezi (Eski Mydonose) Bilet fiyatları 1.Kategori: 89,50 TL 2.Kategori: 67,00 TL 3.Kategori: 45,00 TL 4.Kategori: 28,50 TL VIP: 112,00 TL Anadolu Ateşi Dans Topluluğu Troya efsanesine hayat veriyor. Sanat tarihinin bu ölümsüz eserine Anayurdu'ndan üç bin yıl sonra merhaba diyoruz. Hitit Kralı Tuthalia'dan, Akhileus'a, Büyük İskender'den Roma İmparatoru Sezar'a, Pers Kralı Kserkses'den Bizans Kralı Konstantinus'a, Fatih Sultan Mehmet'ten Mustafa Kemal Atatürk'e kadar çağlar aşan dünya liderlerinin düşlerini süsleyen ışıklı şehir...

Apartman Tarih: 04.05.2009 20:30:00 - 18.05.2009 20:30:00 Mekân : Studio Oyuncuları Sahnesi Bilet fiyatları: Tam: 28,50 TL, Öğrenci: 18,50 TL Apartman birbirini tamamlayan iki malzemeyi, ses kayıtları ve oyuncu aksiyonlarını birbirinden ayırıp sahne üzerinde tekrar yan yana getirerek seyredeni izlediği süreci ve gerçeğin ne olduğunu sorgulamaya iten bir atmosfer yaratmayı amaçlıyor.

27


DUYURULAR & OKULDAN HABERLER

18 Nisan’da Atamızın huzurundaydık; her şeye rağmen! *** Okulumuzun eski öğretmenlerinden Muhittin Özbay’a ilçe milli eğitim şube müdürlüğü görevinde başarılar dileriz! Saygılar hocam! *** İstanbul Erkek Lisesi Öykü Yarışması! Son Katılım: 15 Mayıs Başvuru: Edebiyat Öğretmenlerimiz *** Tüm mezunlarımızı 31 Mayıs’ta gerçekleşecek Geleneksel Aşure Günü’ne bekliyoruz! *** Sakarya İzci Grubu 23 Nisan’da 125. Yıl Yürüyüşü’nü gerçekleştirdi! İsteyen velilerin de katılımıyla gerçekleşen 125. Yıl yürüyüşü ve kampının ardından havai fişekler patladı! *** Abitur sözlü sınavları 4 ve 5 Mayıs tarihlerinde! İEL’09 ağabey-ablalarımıza başarılar! *** 26 Nisan tarihinde okulumzda satranç şöleni yapıldı, şölen kapsamındaki kokteyle okulumuz gruplarından Vitne Voşka sahne aldı. *** Sakarya İzci Grubu’nda Mayıs ayı: 9Mayıs - Şehir Hajkı 16-20 Mayıs - Çanakkale Kampı *** Yine, yeni, yeniden: www.ielportal.com

28


G E L E C E K S A Y I D A

Son Kat覺l覺m: 15 May覺s

29


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.