Ser Verip Sır Vermeyen Bir Yiğit - Nihat Behram

Page 1


N İH A T BEHRAM 1946, Kars doğum lu. İlk ve ortaöğrenim ini A nadolu’nun çeşitli k en tlerin d e tam am ladıktan so n ra yüksek gazetecilik öğrenim i gördü. Şim diye k ad ar on altısı şiir olm ak üzere toplam yirm i b eş kitabı yayınlandı ve yapıtlarının bazıları çeşitli dillere çev­ rildi. 1969’dan sonraki y ıllarda Halkın Dostları, Militan ve Güney dergilerini çık aran lar arasın d a y er aldı. Yazdıklarından ö tü rü 12 M art dö n em in d e iki yıl tutuklu kaldı. 1970’li yıllarda bir sü re gazetecilik yaptı. 12 Eylül dönem inde B akanlar Kurulu kararıy­ la TC v atan d aşlığ ın dan çıkarıldı. Uzun yıllar y u rtd ışın d a yaşa­ m ak z o ru n d a kaldı. On yedi yıllık siyasal sürgünlüğünden so n ­ ra 1996’d a y u rd a dönebildi. K itapları y u rd a d ö n ü şü n d en so n ra “Toplu Yapıtları” olarak yayım landı. “Tanım lar” kitabıyla 2009 Melih C evdet A nday Şiir Ö dülü’nü aldı. N ihat B ehram ’ın Toplu Yapıtları'n d a y e r alan kitapları şunlardır: Darağacında Üç Fidan (1976) (belgesel-anlatı) Ser Verip Sır Vermeyen Bir Yiğit (1976) (belgesel-anlatı) Göğsü Kınalı Serçe (1976) (çocuk) Gurbet (1988) (rom an) K ız A li (1991) (rom an) Y ılm az G üney’le Yasaklı Yıllarımız (1994) (anı-anlatı) Ö zlem in Dili Olsa (1999) (yazılar/söyleşiler-l) Başkaldırı Şiirleri (2001) (antoloji) Miras (2004) (rom an) Hayatın Şarkısı (1967-2004 to p lu şiirleri) Acının ve Umudun Rengi (yazılar/söyleşiler-2) Yalın Yürek Bayram Gümüş (2007) (belgesel anlatı) Tanımlar (2008) (şiir) Çıkm ak İçin Bu Karanlıktan (2009) (fliir)


NİHAT BEHRAM

Ser Verip Sır Vermeyen Bir Yiğit


Yayın N o 294 Belgesel-Anlatı 15

Ser V erip Sır V erm eyen B ir Y iğit N ih a t Behram

Kapak tasarım: U tk u Lomlu Mizanpaj: Fatm a U slu

© 1977, N ih a t Behram © 2004; bu kitabın Türkçe yayın hakları Everest Yayınları’na aittir.

1-4. Basım: 1977, May Yayınları 5-6. Basım: 1988, Y urt Yayınları 7-8. Basım: 1993, U m u t Yayıncılık 9-14. Basım: 2004-2011, Everest Yayınları 15. Basım: Kasım 2012, Everest Yayınları ISBN: 975 - 289 - 194 - 2 Sertifika No: 10905

EVEREST YAYINLARI Ticarethane Sokak No: 53 Cağaloğlu/İSTANBUL Tel: (212) 513 34 20-21 Faks: (212) 512 33 76 e-posta: info@everestyayinlari .com www.everestyayinlari.com www.twitter.com /everestkitap

Baskı ve Cilt: Melisa M atbaacılık M atbaa Sertifika No: 12088 Tel: (0212) 674 97 23 Faks: (0212) 674 97 29

Everest, Alfa Yayınları’nın tescilli markasıdır.


Ser Verip Sır Vermeyen Bir Yiğit


İÇİNDEKİLER

Ö nsöz ................................................................................................... ix Alm anca B asım a Ö nsöz ................................................................ xxi Ser Verip Sır V erm eyen Bir Yiğit ...................................................1 A lb ü m ................................................................................................. 131


ÖNSÖZ

YASAK YAŞI ON BEŞ İşte İbo’nun Ayağını Bastığı Toprak: Dağ ve Zindan... İşte Direncin Karşısında Zalimin Çaresiz Kalışı... Ve İşkenceye Karşı Direnişiyle Efsaneleşen Bir Hayat...

Eski arkadaşlarım ız anım sayacaktır fakat genç arkadaşları­ mız için, bir-iki noktayı anım satm akta y a ra r v ar... Elinizdeki kitabın yasak yaşı 15'tir. Yani bu kitap, yayım ıyla birlikte başlay an yaşam ının on b eş yılını yasak altında geçir­ m iştir. İlk kez, o d ö n em d e çalıştığım Vatan g azetesinde 17 Ocak 1977'de yaym a giren ve 24 gün b o y u n ca yayım lanan kita­ bım, gerek yazım ında gerekse b u ilk yayım da zorlu b ir uğraşı gerektirm işti. Z indanda katledilm iş bir insan vardı ve katliam ­ cılar, gerek bu cinayetlerini gerekse katlettikleri insanın d ü ­ şü n celeri ve d eh şetli direnişini, kanlı karanlık bir p e rd e altın­ d a tu tm ak istiyorlardı. İbo’yla aynı dav ad an tutuklu olan genç­ lerin, zor k o şu llarda sıkıyönetim m ahkem elerinde verdiği, o d a so n d ere c e sınırlı ve b asm a yansım ayan açıklam aları dışın d a herh an g i bir ipucu yoktu. Bu ark ad aşlarla aynı d ö n em d e aynı cezaevi v e koğ u şlard a olm am nedeniyle, onların süzülüp gel­ dikleri öyküleri ve duygularıyla iç içeydim . O gü n lerd e kendi kendim e verdiğim söz doğrultusunda, “1974 Genel Af”ı so n rasın d a, cezaevinden çıkar çıkm az, bu kat­ liam ın ü stü n e gitme, o deh şetli direnişi, halkın m irası olarak

ix


halka iletm e çalışm alarına başladım . İbo’nun m ücadele v erdi­ ği, h er biri A nadolu’nun bir ucu, dağ köylerini gezmek, m ekân­ ları tanım ak, belgeleri toplam ak, tanıkları arayıp bulm ak; h er biri ülkenin b ir y anına dağılm ış ark ad aşlarla te k ra r te k ra r bu­ lu şu p görüşm ek b ir sü reci v e zorlu bir çabayı gerektiriyordu. Cinayet so n u n d a hazırlanan bir “in tih ar tu tan ağ ı” ile karartıl­ m ak isten en işkenceyle öldürm e olayıyla İbo’nun m ücadelesi ve direniş günlerine ilişkin gerçeklerin gün ışığına çıkm asını is­ tem eyen zo rb aların teh d itleri ayrı bir sorundu. “Dil koparm ak­ tan, kör etm ek ten ” başlayıp, öldürm eye dek v aran bu teh d itle­ ri göğüslem ek gerekiyordu. Öyle ki, kitabı iki türlü yazm aktay­ dım. Birisi, eğer yazm a ve hazırlık sü recin d e baskın yer, yaka­ lanır, ele g eçerse diye, şaşırtm a yöntem iyle m agazin türünde; diğeri, h er bir sayfasını değişik y erlerd e yazıp sakladığım ger­ çek şekliyle. Gerek kitabı yazm a sü re cin d e gerekse yayını sü ­ recinde, birtakım zorbalıklardan korunm am için, birçok arka­ daşın değerli yardım larını gördüm . Bu sü re çlerd e kaldığım d e­ ğişik m ekânlarda, sab a h la ra dek yanı b aşım d a bekledikleri ol­ du. Belgelerin to p lanm ası için de öyle. G erçek şuydu ki, bir avuç insandık. Ve bu kitabın, başarabilm em iz, sonuçlandırabilip yayınlayabilm em iz durum unda, bizi patlatabileceği duygu­ su içindeydik. En güçlü silahım ız, çoşkum uzdu. İnançlarım ızdı. H ayata ve gerçeklere olan güvenim izdi. Zulme karşı duyduğu­ m uz nefretti. G ençtik ve acem iydik. “Ser Verip Sır V erm eyen ^ Ser verip Bir Yiğit” yazı dizisinin, “Ölen am a b aş eğm eyen sır vermeyen bir insanın destanı/B u gü­ bir yiğit ne dek karanlıkta bırakı­ lan tüyler ürpertici belgeler/V artinik o p erasy o İBRAHİM KAYPAKKAYA'nın nu/K anlı b askınlar/S onHayatı » miicedelesi Nihat BEHRAM 'in suz işkence günleri” söz­ KALEMİNDEN YARIN leriyle basında ilk anonsx


ları çıktığında, gerek katillerin telaşa dayalı tehditleri, gerekse faşist basının ihbarları d ah a da yoğunlaşm ıştı. Profesyonel afişreklam aşıcıları korktukları için, afişleri kabullenm em işlerdi. Bu işi Türkiye çap ın d a h er kentte gönüllü ark ad aşlar yüklenm işti. Duvarlar, İbo’nun resm i olan j ! T H n komünistim «Yiğit> “Ser Verip Sır V erm eyen Bir Yi­ > diyen reklamlardan geçilmiyor ğit” afişiyle donatılıyordu. İs­ ta n b u l’u anım sıyorum . Duvar­ larında İbo’nun bir direniş çi­ çeği gibi açtığı sabahı. Koynum da yazım ın ilk bölüm üyle gazetey e giderken, geçtiğim sokaklarda yaşadığım heyeca­ nı. Aynı gün ardı ardına gelen, kimi kutlayan kimi teh d itle r savuran telefonları... Kitabın yayını gazetede böyle bir o rtam d a başladı ve gazete tirajını birkaç misline katlayan bir biçim de kitleye ulaştı. Karan­ lık perdesi yırtılm ıştı. Her gün yüz­ lerce m ektup geliyordu. Halktan insanların desteği dağlaşm ış, bu d estek zorbaların tehditlerini da­ h a d a kudurtm uştu. Bu d estek te­ m elinde, “İbo'nun katilleri bulun­ malı, işkenceciler yargılanm alı he­ sa p sorulm alıdır!” kam panyasını açtım . Kısa zam anda, d estek imza­ sı taşıyan otuzbini aşkın m ektup “Kaypakkaya’nın ölümünden sorumlu olanlar yargılanmalı” geldi. xi


C VATAN \ Gazeteci

Baıın ve Yayın A .Ş adına sahibi NUMAN ESİN Genel Yayın Müdürü ALP KURAN Yazıişleri Müdürü ATIF CENGİZ 4. Sayfadan so ru m lu Y a n lıla r ! MüdürO. N ih a t B E H R A M O Ğ L U

Ankara Tem silci» İLHAMI SO Y SA L

V

Yazarımız Nihat Behram iki ayrı davadan 2. Ağır Ceza da yargılandı Y a z a r ı m ı z N i h a t B e h r a m d ü n i k i da v a n e d e n iy le d a h a İs ta n b u l 2 . A ğ ır C eza M a h k e m e s in d e y a r g ı l a n m ı ş t ı r . A n c a k m a h k e m e 'n i n d a h a ö n c e o a $ k a d a v a la r n e ­ d e n iy le a l d ı ğ ı k a r a r la r a u y u l a r a k d a v a ­ n ın "A n a y a s a M ahkem esi k a ra rı b e lli o lu n c a y a kadar b e k le tilm e s in e " k a ra r v e r ilm iş tir . V a z a r ım tz h a k k ı n d a k i . ji f i z k o n u s u d a ­ v a la r 3 . v e 6 . A ğ ı r C e z a M a h k e m e le r in d e a c ı lm ı j fa k a t A d a le t B a k a n lı ğ ı n ı n b ir g e n e lg e s i u y a r ı n c a « U v a la r 2 . A ğ ı r C e z a M a h k e m e s in e g ö n d e r i l m i ş t i r .

G azetede dizinin y er aldığı h er günkü sayısı dava konusu oluyor, savcılıktan gazeteye ardı ard ın a to p latm a kararları ve­ riliyordu. Öyle ki, gazetenin yazı işleri m üdürü, dizinin so ru m ­ luluğunu yüklenm ediği için, yine D enizlerle ilgili kitabım da ol­ duğu gibi, yazılarım ın yayınlandığı sayfa nedeniyle, “bu sayfa­ dan so rum lu yazı işleri m üdürü N. B ehram oğlu” notu düşül­ m üştü. B irbirine eklenen davalar yüz yılı buluyordu. G azete yayınının ta ­ I R S t ¡a a 38 I M K R M K H A T Ö L Y E S İ m am lanm asıyla birlikte, TZa/it Ticifhaıt “May Y a y ın la rın d a n ki­ ta p olarak çıktı. Ardı a r­ dına d ö rt basım yaptı. Ol^br^ rf\eı.&c *nvv\ »w.e7.<*r v) btdUCv <S.OOO. TC. Bu b asım ların gelirini, f\ak,4-e.*\ ¿r/»*)mıf chf >/ Ibo’nun m ezarını y ap tır­ / o ı m ak için tüm üyle ailele­ rine bıraktığım ı açıkla­ dım. Kitap, aynı ay içinde d ö rd ü n cü basım ında yasaklandı. Ya­ saklandığı basım sayısını koruyarak sü rd ü rm e taktiğini d e po­ lisin sezm iş olm ası sonucunda, yayınevi ve m atb aa polislerce basıldı. Baskıdaki kitaplar ve m alzem eler tah rip edildi. İbo’nun anıt m ezarı, katlinin 4. yılı olan 1977'nin 18 Ma­


y ıs’ına yetiştirildi. Geniş bir kitlenin katılım ıyla a teşle r yakıla­ rak açıldı.

Kaypakkaya, mezarı başında anıldı

Kitabın üstü n d ek i yasaksa, yıllar ve yıllar boyunca katm erlenerek süregeldi. “İsyana teşvik, bölücülük, kom ünizm p ro p a ­ gandası, terö rizm övgüsü” gibi savcılık iddianam eleriyle ağır cezalard a d av a konusu oldu. Devletin bu baskısına bir de devletle uzlaşm a içindeki sa h ­ te sol, sa h te aydın kesim in tecriti eklendi. Güdüm lü aydın ve yayın çev relerin d e hiçbir zam an kitap olarak kabul görm edi. Ü stündeki yasak, kitaba yasak olarak görülm edi. H atta kimi gü­ düm lü çevreler, açık sağcıların saldırılarıyla dil birliği içine gir­ diler. 1980’in d arb ey e gebe günlerinde Türkiye’den ayrılırken, bizzat bu kitabım ın davalarının, o dönem sıkıyönetim inin aske­ ri m ahkem elerine devredilm iş olm ası ve aranm am gibi bir de “yasal yük”üm vardı. Kitabım 1989 yılında, P eter H am m er Verlag tarafından Al­ m anca o larak yayım landı. Yayınevi, kitabı, “İn d er Türkei verxiii


b o ten (Türkiye’d e yasak )” m ührüyle yayım ladı. A lm anca ya­ yım lanan Gurbet rom anım la birlikte aynı yıl "U luslararası Frankfurt Kitap Fuarı"nda tem sil edildi. Benim sürgündeki o n u n cu yılım, kitabım ınsa on ikinci yasak yılıydı. Yüz binlerce insanın katıldığı fuar günlerinde bez ü stü n e yapılm ış İbo’nun büyük boy g ö rü n tü sü dalgalandı. İşkencelerin, anti dem okra­ tik baskıların gösterildi­ ği sergiler açıldı. Türkiye’nin resm i standında, kitap düşm anlığı ve dem okrasi düşm anlı­ ğına yönelik konuşm am dünya TV'leri ve basının­ d a geniş şekilde yansıdı. Türkiye basını ise yine "terörizm ed eb iy atı'y la verdi. Aynı dö­ nem lerde kitabın yurtdışında birkaç d a Türkçe basım ı yapıldı. İlk yayınından on iki yıl geçm esine rağm en kitap T ürkiye’de h âlâ yasaktı. 1988 güzünde, kitabım , “İşkencede Ö lüm ün Gün­ c e si” ön kapak, “Ser Verip Sır V erm eyen Yiğit” arka kapak adıy­ la, Yurt Kitap-Y ayın tarafından Türkiye’de yayım landı. Yurt K itap-Y ayın’la buluşm am ız ra stlan tısal değildi. Yayınevini ku­ ran Ünsal Öztürk, işk en ceh an elerd e direniş d estan ı yazm ış, x iv


cezaevlerindeki açlık grevi di­ ren işlerin d e can verm iş Öktüm üşlerin duyarlığında çiçek­ lenm iş bir insandı. Bir yayıne­ vi kurm ak istiy ordu ve m üca­ deleye dönük bir yayınevi ol­ sun istiyordu. Benimle ilişki k urdu. Yayına, Denizleri ve îb o ’yu an lattığ ım k itap larla başlam ak istediğini söyledi. K itapların ikisinin d e hâlâ ya­ sak olm aları nedeniyle “bela­ y a b u la ş a c a ğ ı” k o n u su n d a k endisini uy ard ım . U nsal “Böyle bela bizim için o n u r­ dur, hoş gelsin!” diye yanıtla­ dı. Ünsal kitapları bastı. Daha doğrusu, kitapları b asm a sü re ­ cinde m atb aa DGM savcılığının sözlü em irleriyle polisler ta ra ­ fından basıldı. Ünsal ve arkadaşları gözaltına alındılar so rg u ­ landılar, eziyete u ğ ratıldılar... İşk e n ce d e Ö lüm ün G ü n cesin e to *p la tm a

' "

,

H ** ;

15 b’n k««ba K ı t a l m a!b a ad a *°PIatm a ,,V o û 4 îo ANKARA (ASIıA) - Dur I ktt R Kmlcntar" kitabı,: îE E ÎPSadlı tiS Anlar» Mtıal ın nkara DGM Savcı Yardımca. YatdımcBi .ika (o>kan’ar onnvk malba­ tla toplatıldı. Mine Ofto'It ba-

ttc h r t» « ' > " '

U

\

cumarta. .aıar gOnltn dışındı AST salonunda normal sınama seanstan uygulanacak

i fi

K İT A P T O P L A T M A Y A A L M A N Y A 'D A N T E P K İ

1

Şair-vttar Nihai Sahram'm VUraklari Şalakla Kmlcımlar" va "işkaneada ölümün GbncaaT adlı kitaplarının satışa sunulmadan Oavitt GOranlık uahkamasl kararıyla toplatıl<"»'• “*

....

lonuhr

I—

Türkiye'de yasaklıyken fEDeflAL ALUANYADA KAMPANY^^TAMITlU'lOf!

n kuaOtrn Ankara DGM'ce taksit taksit el kondu c- '*vr,h " *LX%^fa

Basılmamış kitaba toplatma kararı TI HAN YILMAZ

XV


Ü nsal’ın d iren erek o koşullarda yaptığı ilk basım ın gelirini o d ö nem de, işken celerde sağlığını yitiren Aysel Zehir ile ilgili olarak açılan d ayanışm aya bağışlam ıştım . İkinci basım ı sü re ­ cinde, kitap tek ra r yasaklandı. Polisçe ikinci basım ın binlerce n ü sh ası ve yapılacak üçünü basım ın kapaklarına el konuldu. 0 gün bu gün d ü r Ünsal Ö ztürk’ün bu kitapla ilgili özgürlük m üca­ delesi sürm ektedir. Ankara DGM Cumhuriyet Savcısı 14.02.1989 tarihli iddianamesinde; “Kitabın 32. sayfasında P. N e ru d a 'n ın “B iz i c - ju ju ır t u n c ıu tt

m u an .

u y a n d ıra n te k ış ık " m ıs ra la rı ile

lUlıaUt K ıWO/t>< Z3.HÛ ılSOA/Z/ İM). «D 11309/ ('S

b a ş la y a n ve “g ö z le r i ış ığ a ç e v ir iy ­ o rla r d ı" “y o lla rın ı a r ıy o rla rd ı" mısraları ile biten şiirde emekçi halk ve

• UiUAl «taunsa ■o.’not a£lu,UooiMı’ ian olan, 1357 D .I., H ’Mrt auıoılaa ilgaal t n ıu ıl BO/U Citf. B v ll l l, MKl 1,1 Igçl UM*

emekçi halkın tek ışığı olarak komünizm oh, aıulf n

f t ı t i ı i ı g ¿¡jnotorok

propagandası yapılmaktadır" diyerek, N.

sut ı**uıu ■ 2i.is .is a a

Behram'la birlikte 1973'te ölen dünyaca

Kitabın32. MVtauodaı «.Koruda‘na *••• »U1ıvundıruntokı,*k* tt lor» 11»UOJlnyoBT* • aMl«rtnl as» U»soıirlyorluKlı*. Vo.li*.iru »U M jlirdo

imKsU-oU

* o n t < ı a l t t ı «o

ünlü Şilili şair Pablo Neruda’nın da

olarak

mahkûm olmasını istiyordu!

Değerli hukukçu, insan hakları sav u n u cu su H üsnü Öndül kitab ın avukatlığını yüklenm işti. 1991 yı-lında, ilk basılışından on beş, Ü nsal’ın ; i;:, b asışından iki yıl so n ra kitap için m ah­ kem eden b eraat kararı çıktı. K arar ya•gsg g.:s;?;.:,: ralı bir karardı. Çünkü, kitabın yiğitçe savunm asını sü rd ü re n insanların, sa ­ vunm aları k arşısın d a acze düşenler, kitabı s e rb e st bırakm ak zo ru n d a kalıT-C. y o rlar fakat, yayım layan kişiyi, yani ANKARA Devlet Güvenlik Mahkemesi Gerekçeii Karar Esas No: 1989/33

......

••

Unsal ı bu alandaki bütünlüklü çabalarından ö tü rü m ahkûm ediyorlardı.

Karar No: 1991/84 !*#?/ 35- 1991/SA Sarar.

C. Savcılığı Esas No: 1989/80 Başkan muhittin Mıhşak (18931) Üye Süleyman Erkan (17034)

kitaplar * • jajialann ai**rUrinia ¡tos)ada 4.İİİ

Üye Hakim Albay - Çetin Akkaya (970-YD-1) Karar Tarihi: 22.05.1991

s

Oy Birliğiyle Beraatlne Karar verildi.

xvi

;


Bugün, yayınladığı kitaplardan ötürü, m ilyarlarca lira p ara ce­ zası, o n larca yıl m ahkûm iyet istem lerinin hedefi olan Ünsal Öztürk, DGM’nin “kitaba beraat, yayıncıya m ahkûm iyet” biçi­ m indeki bu kararı nedeniyle, U luslararası İnsan Hakları Komisy o n u ’na başv u rarak , İbo’nun yaşam ı ve m ücadelesini anlatan kitabın savunm asını sü rd ü rd ü . AÎHM (A vrupa İnsan Hakları M ahkem esi) Ünsal Ö ztürk’ü

■AİHM, Türkiye’yi mahkûm etti |

S t r a s b o u r g AA_____________________ __

A

v ru p a İn san H ak ları M ahkem esi'nde ( A İ H M ) görü len bir d avad a Türkiye, “ ifad e özgürlü ğü nü ihlal ettiği” gerekçesiyle

suçlu bulunularak, m addi ‘azm inat ödemeye m ah kû m edildi. A İH M ’ye şikâyet b aşvu ru su n d a bulunan Ü n sa l Ö ztü rk , M . N. B e h ram tarafından kalem e alın an “ H ayatın Tan#klığında - l ş k e j r e - ^ **“ ö lü m jf' G ü f i" ¡ r ’t a j j ^ ’ 9 f

haklı buldu ve 1999’d a verdiği k arard a bu yasakçı zihniyet m ahkûm oldu. Bu kitabımı, uzun yasaklı yıllarında, hem kitap yasağına karşı olm anın, hem de içeriğinde d estan sı öyküsü anlatılan İbo’nun d eh şetli d irenişine sah ip çıkm anın onurlu aydın tavrı­ nı, gelecek h içbir belayı dü şü n m ed en sergileyen Ünsal Öztü rk ’e, Yurt Yayınları’na, uzun yargılanm a sü re çlerin d e kitabın savunm asını ü stlen en ve bunu yürekli bir biçim de sü rd ü re n ve h âlâ sü rd ü rm ek te olan avukat ark ad aşlara teşekkür ediyorum . Uzun yasaklı yıllarından so n ra b e ra a t eden Ser Verip Sır Vermeyen Bir Yiğit, 1993 yılında “Umut Yayımcılık”ca basıldı ve orjinal adıyla te k ra r okuruyla buluştu. Benim ise 1980’de xvii


b aşlayan sürgündeki yaşam ım ancak 1996’d a tam am landı ve ülkem e d ö n eb ild im ... Elimizdeki kitapla, uzun yıllar yasak kal­ m ış ve d a h a so n ra da ilgim ve bilgim dışında değişik adlarla defalarca yayınlanm ış olan Ser Verip Sır Vermeyen Bir Yiğit de “T oplu Y apıtlar”ım arasındaki yerini alıyor ve ilk yazılışından yirm i yedi yıl so n ra yazarıyla ülkesinde buluşuyor. İbo’nun, “Ser Verip Sır V erm eyen Bir Yiğit” adıyla, artık ta ­ rihin ve halkın doğal bir p arçası olm uş, direniş d estan ın d a n bu k itap ta bir dam la olsun yankı verebilm işsem , m ücadelesine bir adım olsun güç katabilm iş, em ek katkım olabilm işse, b u n d an sad e ce m utluluk ve onur duyarım . Zulme, haksızlığa karşı olm anın isyan duygu­ suyla, halkın ve haklının yanında saf tutm anın co şk usuyla dolm aya başladığım ız ilkgençlik yıl­ larım ızın b e lg e le rin d e n b irid ir bu kitap. G revlerde, direnişlerde, gençlik eylem le­ rin d e birlikte olduğum arkadaşlarım ın anılarını y aşa tm a çab aların d an bi­ ridir. Baskıcı güçler on beş yıl kitabı­ mın ü stü n d e tepindi. Dile getirdiği gerçekler, ateşlenm ek isten en acı, karanlıkta kalsın istendi. Yıllar ve yıl­ lar, sayısız m ahkem e salonlarında, so rg u odalarında, sivil-asker savcıların, bilirkişilerin, teh d itk âr so rgucu polislerin ağır saldırılarına hedef oldu. Yine de h a sa ­ dını engelleyem ediler. Birçok insanı, sa­ dece kendi kişisel karşılaşm alarım dan ta ­ nıyorum . Gazete yayını süresinNihat Behram S er V erip Sır c g y e s o n r a s ı y l a b u g ü n e d e k ı V erm eyen Bir Yiğit i yazdım . . . . .. . günlerde Sultanahmet’teki binlerce m ektup aldım , b an a ilk mitingte şiir okurken, 1977. kez devrim ci dü şü n celeri kitap­ xviii


larım ı okuyarak öğrendiklerini, um utlarını, direniş duyguları­ nı, d ü şm an a nefretlerini bu kitaplarla bilediklerini, îb o ’ları, Deniz’leri ilk kez, onları anlattığım öykülerden tanıyıp unutm am acasın a sevip, oğulları, kardeşleri, yoldaşları saydıklarını” söy­ leyen... Bunun o n u ru benim için ödüllerin en yücesidir. İlk yazılışından yirm i yedi yıl sonraki b askısına eklediğim b u yazıyı yine ilk günlerin duygusuyla im zalıyorum .


ALMANCA BASIMA ÖNSÖZ

Eylül’ün so n günleriydi. 1973'ün Eylül’ü... Baharını acıyla karşıladığım ız, yazını acıyla geçtiğim iz bir yılın, yine acılara bulanm ış güzüydü. Hem İstanbul’daydım , hem değil. Bir yanım İstan b u l’daydı, bir yanım binlerce yıl uza­ ğında İstan b u l’un. İstanbul, uzaktan sad e ce göğünü görebildi­ ğimiz bir şehirdi. Onu d a ancak, ulaşabilirsek eğer, p en cerele­ rin dem ir parm aklıkları arasın d an görebiliyorduk. İstan b u l’un o rtasın d ay d ık fakat İstan b u l’la aram ızda kalın taş du v arlar v ar­ dı. Aylardır, D avutpaşa Askeri C ezaevi’nin bir koğuşundaydım . H erkesin özgürce yaşadığı Nihat Behram bir dünyanın özlem iyle, İs­ ta n b u l’un bağrına y a ra gibi oyulm uş o loş izbelikte, 1973un güz günlerini sayı­ Leben und yorduk. Özlemlerimizin diri kalm ası, onurlu bir şekilde yaşam a direncim ize bağlıy­ dı... Eylül’ün son günlerinden bi­ ri. Cezaevine, giysiler, yiye­ cekler arasın d a p arça p arça sokup, içerd e m onte ettiği­ miz küçük bir pilli radyom uz var. Küçük radyom uz, d ü n ­ yadan h ab e rler taşıyan bir sevgili gibi koynum da. Saba-

TÖDLICHER MAI

Peter H a m m e r Verlag

xxi


hin alacası. Yatağım ın içinde, radyoyu kulağım a dayam ış, bir şey ler duym aya çalışıyorum . Bin bir cızırtı arasın d a, dalga dal­ ga, kırık dökük b ir h a b e r geldi gitti: “Şili’d e ... Pablo Nerud a ’n ın ... ölüm h ab e rin d e k ısaca... to p lan an kalabalığın...” Elindeki kitap değil ki, gözünü dayayıp tek ra r te k ra r okuya­ sın. İnanm ak istem ediğin şeye, tek rarlay a tek rarlay a kendini alıştırasın. Altı üstü, d erm e ça tm a bir küçük radyocuk. Duydu­ ğum h ab er, yanım daki y atak ta yatan, işkence yaralısı arkadaşı­ m ın inlem eleri değil ki, ‘Neyin var, bir şey istiyor m usun?’ diye sorayım . D ünyanın bir başk a ucundaki yüreğim izin tıpırtıları... H aber geldi gitti. Zam anın öldürüldüğü, öld ü rü lerek d u rd u ­ ru lduğu b ir cezaevinde, akıp giden zam anla y arışırcasın a din­ lem ek zo ru n d a olduğum radyo, artık bir yabancı gibiydi koynum da. Demirin soğukluğu ve duygusuzluğunda... Canlı canlı m ezara konm uş biri gibi, bir sü re te r içinde yatağım da d ö n ­ düm du rd u m . Acının köpüğü, kendi hüzünlü ırm ağında akıp gitti dem ek. Yüreğimizi insanlığın sevinçleri ve hüzünlerine d o ğ ru bir p an flüt gibi üfleyip seslen d iren o nefesin ışığı sö n ­ d ü d em ek ... Gün ışırken kalkıp, N eruda’nın içim de uç v eren şiirlerinden okudum ark ad aşlara. Ezberim de kalmış sesiyle ölüm haberini verdim . S onra b ir şiirini, ‘Oğulları Ölen A nalara T ürkü’yü bir kâğıda yazıp koğuşun d u v arın a astık. İçim izde işkence yaralarıyla y atan lar vardı. Ö lüm lerden ge­ çenler, yakın ark adaşlarını öldürülürken görenler vardı. İşkenceh an elerd en yeni dönenler, h e r an işkenceye götürülm eyi bekleyenler vardı. Böylesi bir günde, böylesi duygular içinde alm ıştık, N eru d a’nın dünyanın bir ucundaki ölüm haberini, dünyanın bir b aşk a ucundaki İstanbul’da, İstanbul’un bağrına oyulm uş o ta ş ta n çukurda. Bir güz gününde, 1973 Eylül’ünün so n günlerinden birinde. Şili’de tarih , kapkara ellerdeki kanlı sün g ü uçlarıyla, halkın ten in e yazılıyordu. (Hâlâ d a öyle.) Aynı yıllarda, dünyanın, insanlık tarih in e kan sıçrayan bir d iğer noktası d a T ürkiye’ydi. (Hâlâ d a öyle.)

xxii


12 M art 1971’d e askeri d arb e olm uş, d arb eciler bir ucu n ­ dan b ir u cu n a A nadolu’d a insan avlam aktaydılar. Ayakta d u ra­ bilm elerinin gıdası halkın kanıydı. Kaldığım askeri cezaevinin koğuşuna gencecik insanlar ge­ tirilip bırakılıyordu. Her biri ay larca sü re n işk encelerden geç­ m işlerdi. O nlar bırakılıyor, yenileri alınıp götürülüyordu. Son­ raki yıllarda yazdığım - b ir kısmı İbo’ya ilişkin olarak elinizdeki bu k itap ta y er a la n - olayların ilk uçları o günlerde içim de bi­ rikti. Doğal o larak d a N eruda’mn, ‘Oğulları Ölen A nalara T ür­ kü’ süyle. Ben de, ilk şiir kitabı d arb eciler tarafından yasaklan­ m ış genç b ir şair olarak cezaevindeydim . 1968'in, tü m d ü n y ad a y aşan an sosyal sıcaklığı, Türkiye’yi d e iklim alanı içine alm ıştı. 1966-1967'lerde, özellikle yüksek öğrenim gençliği içinde yoğunlaşan ve yaygınlaşan hareketli­ lik, gerek yüksek öğrenim kum rularında gerekse ülkenin siyasi y ap ısın d a d em okratik talep ler içerm ekteydi. Bu hareketlilik, A vrupa’daki 1968 olaylarına koşut olarak, Türkiye’d e de sıçra­ m alar yapm ıştı. Her gün kitlesel öğrenci, gençlik hareketleri yaşanm aktaydı. Güvenlik güçlerinin b u h arek etlere silahlı m ü­ dahaleleri ve gençlerin öldürülm eye başlanm ası, y er y er genç­ lerin d e silahlı k o runm a eylem lerini b erab erin d e getirm işti. T ürkiye’deki 1968 hareketliliğinin A vrupa’dakinden bir te­ m el farklılığı vardı. T ürkiye’deki m ücadele, ant-em peryalist, anti-faşist politik istekleri d e içerm ekteydi. Bu açıdan, İstanbul boğazında dem irleyen A m erikan askeri deniz filoları, NATO ü sleri ve faşist örgütler, devrim ci gençlerin p ro te sto eylem alanları içindeydi. Ö nderlikleri ü niversite ö ğrencilerinden olu­ şan ve d ü zen e isyanı ö n eren politik örgütlenm eler oluşm aya başlam ıştı. Bu hareketlilik, ülkenin yaşadığı yoğun ekonom ik krizle birleşince, d em okratik talep ler geniş halk yığınları içinde d e kıvılcım lanm aya başladı. 1968'lerin ü n iv ersite işgalleri, kırsal ke­ sim d e y er y er to p ra k reform u talebiyle to p ra k işgallerine, sa­ nayi bölgelerinde ekonom ik talep lerle fabrika işgallerine doğ­

xxiii


ru genişledi. 1970’d e İstanbul (15-16 H aziran) kitlesel büyük iş­ çi h arek etlerin e sa h n e oldu. F abrikalarından çıkan on binlerce işçi, İstanbul sokaklarını do ld u rd u lar. Askeri birliklerin, tank­ larla zırhlı b arik atlarına rağm en, yürüyüşlerini sü rd ü rd ü ler. 1968 ü n iv ersite gençliği sanayi bölgelerindeki ve kırsal kesim ­ deki bu halk harek etlerinin içindeydi. Kimi gençler ö n d e r ola­ rak sivrilm işti. H üküm et güçleri ve hü k ü m etçe destekli sivil fa­ şist güçler özellikle, sivrilen bu gençleri avlam aktaydılar. Bir çok genç ö ld ü rü ld ü ... 12 M art 1971 sab a h ın a Türkiye askeri faşist d arb ey le uyan­ dı. D arbeciler sıkıyönetim in yanı sıra, sık sık, tüm gün sokağa çıkm a yasakları uyguladılar. B inlerce insan, rejim e m uhalif güçler, evlerinden toplandı. Sık sık, “teslim olm azlarsa ö ld ü rü ­ lecekleri” teh d id iy le aran an lar listeleri yayınlandı. Fabrikalar ve ü n iv ersiteler askeri kontrol ve k u şatm a altına alındı. Tüm ilerici yayınlar ve k uruluşlar yasaklandı, kapatıldı. Bu dönem ­ d e b irço k ilerici genç büyük şeh irlerd en A nadolu’ya geçti. 1968 yüksek öğrenim gençliği içinde y er alan İbo d a aynı d ö ­ n em d e A nadolu’y a geçen bir halk çocuğuydu. Genç birçok insan, kimi tek tek, kimi gruplar halinde katle­ dildiler. 6 Mayıs 1972 sabahı Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, H üse­ yin İnan adlı, bu dönem in eylem ö n d erlerin d en üç genç askeri m ahkem e kararıyla idam edildi. K aradeniz kıyısındaki Kızıldere köyünde kuşatılan, yine bu dönem in eylem ö n d erlerin d en o n genç, tan k ve ağır silahların ateşiyle, cesetleri bile tanınm a­ y acak şekilde katledildiler. 1974'e dek bu yoğun faşist te rö r sürdü. 1974 genel seçim le­ rin d en so n ra genel af ilan edildi. 1974 Genel Af’ıyla özgür kalıp, günlük bir gazetede çalışm a­ y a başladığım da, yaşadıklarım ı yazm ak, acılarının tanığı oldu­ ğum in san lara verilm iş bir söz, halkım a karşı bir ilk görev ola­ rak k arşım da d u ru y o rd u . Genel Af’ın kısm î özgürlük ortam ın a rağm en, 1971 dönem inin karanlık günlerini yazm ak, gerçekleri o rtay a çıkarm ak, düzeni eleştirm ek yine y asak altındaydı. Söz

xxiv


gelimi, îbo için, bir cüm lelik re sm î tu tan ak d ışın d a bir şey yok­ tu ortad a: “G özaltında olduğu sırada, 18 Mayıs 1973'te intihar etti!” Bu yasağı delm ek gerekiyordu. Bu delikten insanlığa seslen ­ m ek gerekiyordu. 1976'da gazetede yayım lanan, bu belgesel anlatı, hakkım da birçok d av a açılm asına n ed en oldu. Kitap ola­ rak yayını ise, çok kısa b ir sü re sa tışta kalabildi. Çok kısa bir sü red e, ard ı ard ın a b irçok basım yapm ış olm ası güvenlik güç­ lerini d a h a d a telaşlan d ırd ı ve m atb aa ile kitabı b asa n yayıne­ vine baskınlar düzenleyen polis, kitaba ilişkin h e r şeyi tah rip ve yok etti. 1980, 12 Eylül’ü n d e Türkiye, yeni bir askeri faşist d arb ey e sa h n e oldu. 1971 dö nem inde y aşa n an lar bu kez d a h a d a kor­ kunç boyutlarıyla y aşan d ı... Yıllar ve yıllar so n ra bu belgesel anlatı, 1988 yılında ce su r b ir yayıncı tarafın d an T ürkiye’d e te k ra r yayınlandı. Ve yine h e­ m en yasak lan arak im ha kararı verildi. Yayıncı v e benim hak­ kım da ağır m ahkûm iyet kararı verildi. Nasıl bir tesad ü f ki, sav­ cının m ahkûm iyet istem inde y er alan bölüm lerden biri d e şöy­ le idi: “K itapta P. N eruda’nın ‘... bizi uyandıran tek ışık’ m ısra­ ları ile başlay an ve ‘gözlerini ışığa çeviriyorlardı, yollarını arı­ y o rlard ı’ m ısraları ile biten şiirde em ekçi halk v e em ekçi hal­ kın tek ışığı o larak kom ünizm anlatılm akta ve kom ünizm p ro ­ pag an d ası y ap ılm aktadır.” Yani savcı, Türkiye’d e cezası yedi buçuk yıl olan ‘kom ünizm p ro p a g an d ası’ ile N eruda’yı d a m ah­ kûm ediyordu! Mayıs 1989’d a Türkiye gazetelerinin b irinde küçücük bir h a b e r vardı: “Kendisinin Kürt olduğunu öğrencilerine söyle­ m esi nedeniyle tu tu k lanan ve y atağında zincire vurulan sekiz aylık ham ile bir öğretm en, zincire vurulu y atak ta erte si sab a h ölü b u lu n d u .” Artık, gazetelerdeki yeri, böylesi birkaç cüm leye inen h a­ berleri, h e r gün görm ek olasıydı. Yani Türkiye, işkenceyi sis­ tem leştirm iş bir rejim altındaydı. Bu rejim, N eruda’nm h e r gün XXV


öldürüldüğü, Ibo’nun h e r gün işkence altında tutu ld u ğ u b ir re­ jimdi. Acılar sırad anlaştırılıyor. İnsanlardan acıyı kanıksam ala­ rı, acının aziz’leri olm aları isteniyor. İnsanlık ise, özgürlük ta ri­ hini d erin leştireceğ i y erde, acının d a h a d a dram atik bo y u tlar­ la kendi tarihini tek rarlam asın a seyirci kalıyor. 1980 askeri fa­ şist d arb esin in şefi Kenan Evren’in, A lm anya’d a şatafatlı tö re n ­ lerle ağırlanm ası b u n un bir kanıtı değil m idir? Öyleyse, eliniz­ deki şu kitabın A lm anca yayınlanm asının bir d e bu açıdan ge­ reği doğuyor. Dokuz yıldır sü rg ü n d e yaşadığım A vrupa’d a gördüm ki: T ürkiye’d e yaşan an lar, genel h atları d ışın d a pek bilinm iyor. Türkiyeli insan, ‘göçm en işçi’ imajı dışında pek tanınm ıyor. Ana kaynak, günlük b asın h ab erlerin in ö tesin e geçm iyor. Kita­ bım Türkiye’d e yayınlanırken taşıdığım duygunun ikizini, Alm an ca’d a yayınlanırken d e taşıyorum : İnsanlığı ilgilendiren bir acı v arsa eğer, o rtay a çıkm alıdır. Çıkarılmalıdır. Çünkü acı in­ sanlığın acısıdır. D ostovyevski’nin dediği gibi, ‘D ünyanın n e re ­ sin d e bir acı v a rsa onu kendi acım ız bilm eliyiz.’ Bir diğer gözlem im ise, A vrupa’da, 1968 kuşağı için, A vrupa d ışın a ilişkin pek bir belge bulunm adığı, pek b ir şey bilinm edi­ ğidir. Geçtiğimiz yıl, 1968’in yirm inci yıldönüm ü nedeniyle çokça yorum yapıldı. Tüm yo ru m lar esa s olarak A vrupa m et­ ro p o l ülkeleriyle sınırlıydı. Bu n ed en le d e b ir yanıyla eksikti. Elinizdeki kitap, birazcık da, belki bu açıdan, 1968’lerin dem ok­ rasi ateşiyle dolu, yüksek öğrenim kuşağının Türkiye resm idir. Bizim gibi ülkelerde, 1968 gençliği, ülkelerinin tarih in e böyle b ir hayatı çizdiler, böyle bir m iras bıraktılar. İşte, İbo’n un ayağını bastığı toprak: Dağ ve zindan. V urulup öldü diye bırakıldığı y erd en kalkıyor ve karlı yalçın dağlara çı­ kıyor. M asal sanılabilir. M asal diliyle anlatıldığı sanılabilir. Ama anlatılan h er şey sa d e d ir ve yaşanm ış gerçeklerdir. Politik b ir kişi ve aktif politik m ücadelenin içinde olm ası ne­ deniyle İbo’nun da, kuşkusuz ki politik devrim e ilişkin d ü şü n ­ celeri vardı. O nun hayatını anlatırken derinleştirdiğim esas

xxvi


yan bu olm adı. Çünkü, politik görüşler, y an ın d a v ey a karşısın­ d a olunabilir ve tartışılabilinir yandır. Y anında olunam ayacak şey, tartışılam az olan şe y işkencedir. İşkenceye ve işkencenin ned en lerin e karşı sa d e c e m ücadele gerekir. Zulm ün, işkence­ nin h e r tü rlü sü n e hedef olan b u insan, insanlık tarihine, zulm e karşı d irenm enin öğretm enliğini m iras bırakm ıştır. Yayın prog­ ram ın a alm akla, P eter H am m er Verlag, işkenceye karşı s ü rd ü r­ düğüm üz m ücadeleyle bir d ay an ışm a duygusunu d a sergile­ m ektedir. Kitabım ın, h e r yaym lanışm da, kendi dilim de yasak­ lanıyor olm ası nedeniyle, P eter H am m er V erlag’ın tutum unu, kitab a karşı b ir saygının, kitap dü şm an ların a karşı bir yargının ifadesi d e sayıyorum . Y ıllardır sokaklarınızda gördüğünüz ve artık görm eye alıştı­ ğınız, giderek hüküm etlerinizin de, istenm eyen in san lar olarak h ak ların d a yeni yeni baskı yasaları çıkardığı, artık ülkelerinize gelm eleri engellenm eye, yasaklanm aya çalışılan politik ilticacı­ lar, nasıl b ir h ay a tta n geliyorlar? Bu so ru y u kendinize so rm a­ nız gerekm iyor mu? Sorduysanız, nasıl bir yanıtla n e k arar v er­ diniz? Bu satırları, yayıncının kitabım ı 1989’un E y lü lü n d e ya­ yınlam a kararını açıkladığı günlerde, yine yayıncının isteği ne­ deniyle ö nsöz o larak yazıyorum . Evet, 1989’un Eylül’ü. Nasıl b ir ra stlan tı ki, yazım a başladığım sa tırlara d ö n d ü rü y o r beni? Öyleyse, şan olsun N eruda’nın ölüm süz anısına. Şili’sinden T ürkiye’sin e d ek insanlığın acısını yüreğinde d uyup sessiz kal­ m ay an lara selam olsun. N ihat Behram T em m uz 1989, Wuppertal

xxvii


... Beni yiğitler götürür katlarına sevda ile varılan, yiğitler ki dişlerini tükürmüş yiğitler ki hayaları burulan... Ahmed Arif

Yıl 1973, ay lard an M ayıs’tı. M ayıs’ın 19’u. Bu yıl gök nasıl ılındı, to p rak nasıl yeşerdi, kar nasıl çekildi yükseklere; buz y am açlard a çözülüp nasıl aktı gitti?.. Bir yanıyla to p rağa, köyüne bağlı olan Ali Kaypakkaya, bu yıl n e b ah arı d ü şü n m ü ştü ; ne d e b ah a rla toprağın, gökten bek­ lediği b erek eti... İbrahim içeri düşeliberi, bir sızı gelmiş, iki kaşı arasın a çö­ reklenm işti. Omuz başların d an d irsek u çların a kadar dolanı­ y o rd u gövdesini. Bir fabrikada çalışıyor, ekm eğini kol gücüyle kazanıyordu. K ısacası yoksul bir em ekçiydi. İbrahim içeri düşeliberi işyerinde geçen günlerinin d e pek tad ı tu zu kalm am ıştı. H ayatın böyle akıp gidişini, terin, enerji­

1


nin, em eğin böyle talan edilişini bir tü rlü içine sindirem eyen; hırslanan; bu karanlık dünyanın değişm esini isteyen bir işçiy­ di. Yani nam uslu, erdem li bir halk adam ı. Bu bile yetm ekteydi uzaktan göz ucuyla izlenm esine. Ü ste­ lik şim di oğlunun “bayrak açtığı” “dev lete karşı ayaklandığı” söyleniyordu. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte kalkar, tezgâhının b aşın a gi­ der, akşam ın alacasın a kadar, kan te r içinde çalışırdı. İkide bir aklına İbrahim ’in sarışın saçları altındaki alnı, yeşil gözleri ge­ lip takılıyordu. Oğlu o n d an yardım istiyor ve o oğlunun y ardı­ m ına koşam ıyorm uş gibi, acılı bir duygu d o ld u ru y o rd u içini. Z am ana sığdıram adığı bir telaşla örselen ip d u ru y o rd u y ü re­ ği... A ylardan M ayıs’tı. M ayıs’m 19’u. Onu görm eye gidecekti. Sabah yine, günle birlikte kalkmış, b ir kez d a h a okum uştu m ektubunu. İbo 9 M ayıs 1973 günü h ü cresin d en şöyle yazm ış­ tı babasına:

Saygıdeğer Babacığım Yüksek Öğretmen Okulu Müdürlüğü’nün gönderdiği kâğıtları aldım. Cevabını ya zd ım ve gönderdim. Fakat D anıştay’ın kâğıt­ ları gelmedi. Bu yü zden D anıştay’da açtığım ız iki davanın şim di hangi safhada olduğunu da öğrenemedim. Ayrıca aşağıdaki da­ vaların sonuçlarını da bilmiyorum, bunların sonuçlan Danış­ ta y’daki iki davanın sonucunu olumlu veya olum suz yönde etki­ leyebilir. 1) Çapa ’dan bir aylık geçici uzaklaştırm ayla ilgili olarak Halit K ocer’in D anıştay’da açtığı dava ne oldu? O kazanm ışsa biz de (yani geri kalan d o ku z arkadaş) em sal davası açacağız. Bu da va n ın sonucu İstanbul B arosu avukatlarından İbrahim Türk’ten öğrenilebilir.

2


2 ) Okul M üdürlüğü’nün ilişikte gönderdiği bildiriyle ilgili ola­ rak h a kkım ızd a Cemiyetler Karıunu’na m uhalefetten dava açıl­ mıştı; dava Toplu Basın M ahkem esi’ne devredildi, orada da z a ­ m an aşım ından dolayı düştü. Fakat daha sonra savcılık, aynı bil­ diriden dolayı bu k e z de sanıyorum, 6. Ağır Ceza M ahkem es i ’nde “H üküm etin ve Milli Eğitim B akanlığı’nm m anevi şahsiye­ tini tahkir ve te zy if”davası açtı. Bu davanın sonucu acaba ne ol­ m uş? Bu da İbrahim Türk ’t en öğrenilebilir. 3) 12.10.1969 tarihinde okul önünde cereyan eden toplu ka v­ gayla ilgili olarak, hem b iz karşı grup hakkında dava açmıştık, hem de onlar bizim h a kkım ızd a dava açmışlardı. Bunun sonucu da D anıştay’daki dava üzerine olum lu veya olum suz etkide bu­ lunacak niteliktedir. D avada avukat olarak kim lerin bulunduğu­ nu hatırlamıyorum. Sonuç şim di İstanbul Sıkıyönetim Cezae v i’nde tutuklu olan Salm an K aya’dan öğrenilebilir. 4) D anıştay’daki davayı etkileyecek bir başka dava da, Ça­ p a 'dan atıldıktan sonra okulu terk etm ediğim iz gerekçesiyle, aleyhim izde açılan “okulu fiilî işgal” davasıdır. Bunun sonucu da belki İbrahim Türk’ten öğrenilebilir. Yukarıdaki davalar lehim ize sonuçlanmışsa, beni okuldan atmaları onlar için oldukça güçleşir. Bunların sonuçlarını öğre­ nebilirseniz m em nun olurum. Selam eder ellerinizden öperim. Ebemin, anam ın ellerinden, çocukların gözlerinden ayrı ayrı öperim. B eni m erak etmeyin. İyiyim ve şim dilik herhangi bir ihtiya­ cım yok. Hoşçakalın Oğlunuz İbrahim

İbo’nun bu m ektubu Ali K aypakkaya’nın içini oldukça fe­ rahlatm ıştı. A ylardır görem ediği oğluyla, görüşebilm e um udu­

3


nu iletm işti ona. “Demek ki işkenceler son buldu; İbrahim yine aynı İbrahim ,” diye iç geçirip, sevinm işti. Çok ağır su çlam alarla sorgulandığı; aylardır “sağ mı, ölü m ü” diye b ir h a b e r alam adığı; uzaktan d a olsa yüzünün kim se­ ye gösterilm ediği, ölüm lerden, ça rp ışm alard an geçm iş oğlu iş­ te yine en küçük ay rıntısına kadar h e r şeyle ilgileniyor, bilgi is­ tiyordu. Demek ki İbo’nun sağlığı yerindeydi. Ali Kaypakkaya m ektubu katlayıp cebine koydu. İbo’nun k en disinden istediği ve o n a götürm ek için topladığı m alzem e­ yi b ir bir kontrol etti. “Hiçbir eksik olm asın” diyordu. Onları özenle katlayıp ceplerine yerleştirdi. H eyecanlanıyor, telaşla­ nıyor, çıkıp h em en D iyarbakır’a gitm ek istiyordu. Fakat b ir haf­ ta ö n cesin d en küçük oğluna verdiği bir söz vardı. S abah evden çıkarken te k ra r hatırlam ıştı, “beni sey re gelmeyi u n utm ayın” dem işti. Annesi v e bab asın ın 19 Mayıs gö sterilerin d e kendisini sey retm elerin i istiyordu. Ali K aypakkaya oğlunun dileğine uym uş v e “annenle birlik­ te seni sey retm eğ e geleceğiz” diye söz verm işti. S onra onu sey retm ey e gittiler. T rib ü n lerd e bin lerce an a b a b a gösterileri izliyor, sağa sola bakıp b irb irlerin e kendi çocuklarını gösteriyorlardı. Ali Kaypakkaya ve karısı u zaktan b ir nokta; b ir kar tan esi gi­ bi g ö rm üşlerdi çocuklarını. Bir s ü re öylece dalgın dalgın bak­ m ıştı oğluna. Bir eli koyun ceb in d e İbrahim ’e götüreceği yazı­ ların üstü n d ey d i. Bir burukluk gelip gırtlağına kadar yüksel­ miş, k onuşurken sesini olur olm az y erd e bölüyordu. Sonra dayanam ayıp ağlam aya başladı. Yüzünü avuçları içi­ ne aldı. O öyle, gizli gizli, sesini içine doğru göm erken, karısı “N eden sen h er y erd e böyle yapıyorsun, şim di b u ra d a çocuğu m ahzun etm e” diye onu d ü rtm ü ş ve y atıştırm ay a çalışm ıştı. Ali Kaypakkaya karısına yarısı sessizleşm iş kısık sözcüklerle, “Gözüm ö n ü n e İbrahim geliyor,” dem işti, “b ir zam anlar o d a aynı elb iselerle g ö sterilere çıkardı. Şimdi ayakları kesilm iş, ko­ lu kanadı kırılmış, yürüyebilir mi, yürüyem ez mi belli değil,

4


zincirli mi b o ş m u belli değil; karanlık h ü crelere kapatılm ış... Onu d ü ş ü n ü y o ru m ...” S onra çıktılar stad yum dan. Dolu, doldurulm uş ve çalkantılı bir duyguyla geçtiler yoksul evlerine doğru, kalabalık ca d d ele­ rin d en A nkara’nın.. Binlerce gencin zincire vurulu olduğu, yüzlercesinin öldü­ rüldüğü, şu öz y u rtlarında, bir 19 M ayıs’ın d ah a akşam ını et­ tiler. Akşam b asın ca b ir b aşın a çıktı evinden Ali Kaypakkaya. Ga­ raja geldi. Kendisini D iyarbakır’a g ö türecek o to b ü se bindi. Işıklar yeni yeni yan ıyordu ki o to b ü s kıvrıla kıvrıla çıktı Anka­ ra ’dan. Bu kez yolculuğu öncekilerden farklı bir duyguyla dol­ d u rm u ştu içini. Bugüne dek b ü tü n görüşebilm e girişim leri yüzgeri edilm işti. Şimdi karış karış yaklaşıyordu oğluna. Dağ ya­ m açlarından, y eşerm iş tarla la rd an akıp gidiyordu. “Belki çok az g ö rü ştü rü rle r” diyerek konuşacağı şeyleri ka­ fası içinden ta rtıp biçiyor, önem o ran ın a göre sıray a koyuyor, ayıklıyordu. Sadece selam ları söylem esi on dakikayı tutardı. D uyduğuna g ö re gö rüşm e sü re si 10 dakikayla sınırlıydı. “Se­ lam ları söylem esem d e olur, y e te r ki istediği bilgileri iletebile­ yim ” diye düşü n ü y o r; “Belki ay lard ır g ö rüşm e alm adığım için, bizi d a h a uzun g ö rü ştü rü rle r” diyerek um utlanıyordu. S onra aklına geçm iş günler geliyor, o günleri düşü n ü rk en bu kez “b ir an olsun uzaktan sağ salim görebilm eye bile” razı oluyordu. D erken dalıp gitti bakışları. Sanki 1949 yılıydı: İbrahim yeni doğm uş da, onu eve getirm eye gidiyordu. K undağına sarıp ku­ cağına verecekler, y ü züne gözüne bakıp beşiğine koyacak, gi­ dip köy kahvesine doğan oğlunu anlatacaktı. O tobüs D iyarbakır’a doğru, gecenin karanlığı içinden, bir ışık p arçası halinde kayıyor; m o to r g ürültüsü git gide uzaklaşı­ yor, yerini Ali K aypakkaya’nm göz u çların d a İbo’nun g ö rü n tü ­ lerini taşıy an b ir gülüm seyişe bırakıyordu...

5


... Ölümlerden geliyorum şarkı söyleyerekten, geliyorum yaşam ak için. Bırak ışıldayan bir yara bağışlasın bana sesini... Yaramın üstünde yürümeyi öğretti bana cellâtın bıçağı. Yürümeyi, hem de yorulmadan. Direnmeyi öğretti. Direnmeyi... Mahmut Derviş

İbo iki-üç yaşındaydı ki, anasıyla b ab ası ayrıldılar. Ali Kay­ pakkaya aynı köyden yeniden evlendi. Yeni karısı İbrahim ’e hiçb ir zam an öz anasını aratm adı. İbrahim ’in kardeşleri çoğal­ dı. Yoksul evin ekm eği üçken beşe, beşken altıya bölünm eye başladı. İbo dokuz y aşın a k ad ar köylerinde d av a r güttü. Haşarılığın, dövüşkenliğin, ağırbaşlılığın birbiriyle kaynaştığı ödünsüz, inandırıcı bir kişiliği vardı. Her şeyi aşırı m erak eder, anlam a­ y a çalışırdı. Ne iş verilirse tutu y o r, verilen işi bitirm eden d ö n ­ m üyordu.


Dokuz y aşın a değdiğinde, Ali Kaypakkaya tb o ’yıı, köylerine 20 km uzaklıktaki K aram ahm ut köyüne gönderdi. O rada bacı­ sının y an m a verdi. Okula yazdırdı. İlkokul b ir v e ikinci sınıfları İbo bu köyde okudu. İkinci sınıfı bitirince, b abası onu bu köy­ den alıp, O rtakışla köyünde okula verdi. İbo bir yıl d a bu köy­ d e okudu. Daha o g ü nlerde yaşıtlarıyla h e r alan d a y arışır ve ö n e ge­ çerdi. Fakat hiçb ir zam an ön d e oluşunun k u ru n tu su n a kapılm ı­ yor, arkad aşlarıy la alay etm iyordu. Çoğu zam an bir y a rışta ön­ d e olabileceğini belli etm ezdi bile. Bir başkası kendini önde san sın ve sevinsin diye beklerdi. D ördüncü ve beşinci sınıfları A lacaköy’d e okudu. Köyüne, to p rağ a yapışık gibiydi sanki. “Y erinden ayırsan, so lab ilir” izlenim i veriyordu. Yanısıra, okum aya d a garip bir tu tk u su vardı. Koyun gütm eye giderken bile defter, kalem gö­ tü rü r; okum a kitabını defalarca devirirdi. Beşi bitirdiği yıl “öğretm en olacağım ” dem işti babasına. Ali K aypakkaya oğlunun bu hevesine arka çıktı. İbo’yu yatılı sına­ v ına soktu. Ailece oldukça yoksullardı. İbo sın av d a kazandı ve H asanoğlan Ö ğretm en O kulu’na yatılı öğrenci olarak alındı. Ö m rünün altı yılı bu okulda geçti. Yazları ve a ra tatillerinde köyüne dönüyor; anasına, bacısına, ailesine yardım ediyordu. Bununla d a kalm ıyor, köylünün ne işi v a rsa om uz veriyordu. T ırpan kullanırken yorulm ak bilm iyordu. K endinden çok büyükleri şaşk ın a çeviriyordu. Diğer öğrenci arkadaşları köy­ lüye karışm az, işe katılm azken, İbo köye gelir gelm ez, ne iş v ar­ sa hem en on u yükleniyordu. H arm anda dönüyor, tırp an biçi­ yor, sap top lu y o r, evin h e r işini om uzluyordu. İlk devrim ci d ü şü n celeri H asanoğlan’d a kendi gücüyle bul­ m aya başlam ıştı. Okuyor, okuyup geliştikçe davranışları ve ilişkileri d e değişiyordu. O kulundan köye gelir gelm ez, “köylüden biri” oluveriyor; ev ev köyün en yoksullarını dolaşıyor, hatırlarını soruyor, d ertlerin i dinliyordu.

7


Ali Kaypakkaya o ta rih le rd e in şaat u stası olarak çalışıyor­ du. Yarı aç, yarı to k b ir em ekçiydi. Ibo köye indiğinde hatırını so rm ay a ilk koştuğu kişi “H aşan A m ca” diye bilinen, “fakirin d anasını g ü d en ” bir köylüydü. “B aba diyordu İbo, asıl eli öpü­ lecek o lanlar H aşan Am ca g ib ile rd ir...” On altı-on yedi y aşların a gelm işti ki, adını çev re köylerde dahi bilm eyen yoktu. Köylü ağzında “Allah evlat v erecekse İbrahim gibisini v ersin ” sözü bir hayırlı dilek olarak söyleni­ y ordu. G ücüyle olduğu gibi d ü şü n ce siy le d e y aşıtları a ra sın d a ö ne fırlam ası, d a h a o yaşların d a, gericilerin şim şeklerini ü stü ­ n e çekm eye b aşlam ıştı. O kulunda “yeşili sevm iyorum ” başlı­ ğıyla yazdığı b ir yazı, ö ğ re tm e n le rd en birini çok kızdırm ış, İbo’y a “Peki kızılı mı sev iy o rsu n ?” d iyerek b ir hayli eziyet çek­ tirm işti. İbo H asanoğlan’d an “pekiyi” d erecey le m ezun oldu. Çapa Yüksek Ö ğretm en Okulu adayları a rasın a girdi. İstanbul haya­ tın d a yeni b ir dünya; İstanbul yolu yeni bir yoldu ona. Kendi gücüyle h am u ru n u yoğurduğu ilk “ilkel devrim ci” dü­ şü nceleriyle Ç apa’ya geldi. Çok kısa bir sü re içinde; İstan b u l’a gelişinin d ah a ilk yılında serpildi, sivrildi gitti. Hızlı tutulm az bir gelişm e gösteriyordu. Okulun en verim li, devrim ci g ö rü şlere en yatkın çocuklarını çevresine toplam aya başlam ıştı bile. Çok geçm eden öğrencilerin yürekli, ilerici un­ su rları arasın d a birlik o lu ştu rd u . G ecesini gündüzüne katıp on­ larla tartışıy o r, konuşuyor, çoğalabilm eleri, gelişip güçlenebilm eleri için sürekli o larak ça b a harcıyordu. En belirgin özelliklerinden birisi, köylüyle olan ilişkisini hiç kesm eyişiydi. Her fırsa tta köyüne dönüyor, dergi, gazete, kitap getiriyor, çev re köyleri dolaşıyor, köylülerle konuşm alar yapı­ y ordu. Artık İbo’nu n adı d a “fişliler” a rasın a geçm işti. Bu kabına sığm az öğ ren cid en tedirgin olanlar polise sürekli olarak “h a­ b er u ç u ru y o rd u .”

8


1966-1967 öğrenim dönem iydi. Ö ğrenci eylem leri açısından du rg u n sayılabilecek b ir yıl. Sol d ü şü n ce öğrenci gençlik için­ de, belli bazı sıçram alar d ışın d a genellikle uysal dalgalar halin­ d e yaygınlaşıyordu. îbo işte bu “belli sıçram a n o k ta la n ”ndan birisiydi. Ç apa’y a kısa zam anda, yüksek öğrenim gençliğinin y u rtse v e r devrim ci m ücadelesinde ses kazandıran belirgin ki­ şilerd en birisiydi. İlk açık eylem i yazdığı b ir bildiriyle başladı. Çetin Altan bir gezisinde gericilerin saldırısına uğram ıştı. İbo “devrim ciler bu tü rd e n saldırıları ân ında yanıtlam azsa, gericilik sinsi sinsi yay­ gınlaşır, işi kan dökm eye v ard ırır” dem iş ve arkadaşlarını ey­ lem için uyarm ıştı. Hem en b ir bildiri yazarak saldırıyı lanetlem iş ve ardından okulda b ir im za kam panyası açılm asına önayak olm uştu. Bu o n u n h ay atın d a kendi im zasını taşıyan ilk açık eylem iydi. Ve o n u n eylem ci ru h u kendini taşırarak, gün be gün sıçray a sıçray a gelişti. N erede b ir konferans, bir açık oturum , b ir forum v a rsa İbo o ra d a görülüyordu. Bir k öşede o turuyor, dinliyor, no t tutu y o r, so ru lar so ru y o rd u . Ders çalışm aya çok az bir zam an ayırm ası­ n a karşın, yine d e başarılı bir öğrenciydi. Özellikle m atem atik­ te b ü tü n ark ad aşların a yardım edebilecek bir düzeydeydi. Za­ m anının büyük kısm ını dü şü n celeri d o ğ ru ltu su n d a haksızlıkla­ ra karşı m ü cadele alanlarına ayırıyordu. 1967-1968 öğrenim yılı b ir önceki yıla o ran la d a h a h arek et­ li açıldı. Bu genel hareketliliğin doğal bir p arçası d a İbo’nun çev resin d e o luşm uştu. O kulda ö n d e r olarak sivrilm işti. Arka­ daşlarını “ö rgütlenm e anlayışıyla” eğitm işti. Onları okulda ör­ güt kurm aya hazırlam ıştı. Ve İbo, Fikir K ulüpleri F ed erasy o n u ’n a bağlı olarak, Ç apa Y üksek Ö ğretm en Okulu Fikir K ulübü’nü kurdu. Ö rgütün kuru cu lu ğ u n u birlikte om uzlayan ark ad aşları onu başkanlığa seçtiler.

9


İbo için yeni bir dönem başlam ıştı artık. Y önetici ve ö n d er o larak sorum luluğu d a h a d a artm ıştı. D erneğin kuruluş bildiri­ sini yazdı. Ve arkad aşlarıyla okulda dağıttılar. Böylece artık, açık o larak b ü tü n ilerici, devrim ci ve y u rtsev e rleri okulda bir­ lik olm aya ve gerici, faşist, u n su rlara karşı m ücadele verm eye çağırıyordu. Okul yönetim i b u ışıltıdan tedirgin olm aya başlam ıştı. Bu fi­ d anın “b aşın d an yolunm ası, kök v e rirse sökülem eyeceği” ku­ laklarına fısıldandı. Yönetim hem en h arek ete geçti v e Şubat ta ­ tilini fırsat bilerek, İbrahim v e ark ad aşları hakkında k ararlar al­ dı. D erneğin on k urucu üyesine “1 ay okuldan uzaklaştırm a” cezası verildi. B ununla d a yetinilm eyip İbrahim ve arkadaşları hakkında savcılığa ih b ard a bulunuldu. Bu bir ay sü re sin c e İbo, ark ad aş evlerinde, diğer okullarda, birlik o d aların d a kaldı. G ündüzleri n e re d e görev v a rsa o raya k o şuyordu. Her davranışı, herhangi bir m ilitanın alçakgönüllüğü içindeydi. En ufak b ir küçük bu rju v a tu tk u su olm adığı için, okuldan uzaklaştırılm ası onun içinde korku, tedirginlik, yitir­ m e d u ygusu bırakm am ış; d ü şü n ce le rin d e çözülm e doğurm am ıştı. Baskıları gericilerin doğal tepkileri olarak karşılıyordu. Tıpkı, İbo ve çevresindekilere olduğu gibi, diğer okullarda da, yükselen bilinç ve kitlenin dem okratik isteklerine karşı, baskı uygulanıyor ve gün b e gün yüksek öğrenim kurum larm d a h u zu rsuzluk dalga dalga yayılıyordu. Bir n o kta geldi ki, dalgaların uysal dağılımı rüzgârlandı. Ve çalkantıya d ö n ü ştü . D evrim ciler “ü n iversiteleri işgal” eylem le­ ri b aşlattılar. İbo bu işgallerde sa b a h la ra kadar n ö b et tu ta n devrim ciler­ d en birisiydi. K onuşm alar yapıyor, ate ş b aşların d a eylem ler ü stü n e tartışıy o r, dövüş alanlarında en öne fırlıyor, canla b a ş­ la çalışıyordu.

10


... Bir marşın kelimeleri ki umudun ışığıdır, gücün ve direncin... Bir marşın kelimeleri ki alında, göz üstünde göğsün cevherinde beslenir... Bir marşın kelimeleri ki bileği bükülmez, ısrarı ölümsüzdür... ona ses veren kuvvet daim yıldıza değdiği yerde bir tomurcuk gibi irileşir... Nihat Behram

Artık d ergilere yazılar yazm aya d a başlam ıştı. Öğrencilik dönem i b oyunca sırayla Forum, Ant, Türk Solu, Aydınlık, Sosyalist gibi dergilerde yazıları çıktı. FKF’nin (tarih in d e önem li bir yeri olan ve ilk kez gençlik içindeki g örüşlerin ayrılıklar o larak o rta y a çıktığı) 2. K urultayı­ na, Ibo d a Ç apa’d an delege olarak gelm işti. Artık o devrim ci eylem ler içinde sivrilen isim lerden birisiydi. 1968-1969 öğrenim yılı d ah a d a yoğun olaylarla başladı. Ge­ rek sol d ü şü n ce içindeki farklı çizgilerin tartışılm ası, gerek üni­ v ersitelerd e, b o y u tları gittikçe büyüyen dem okratik m ücadele

11


açısından bu dönem in gerilimi oldukça yükselm işti. Ibo ve a r­ kadaşları d a Ç apa’d a yoğun bir çalışm a içindeydiler. İbo b ir y an d an arkadaşlarını sürekli olarak “eylem ” içinde tu tm ay a çalışıyor; bir yan d an “sürekli okum alarına” önayak oluyordu. Böylece “hem eylem in sıcaklığında pişeceklerini, hem de sosyalizm in bilm iyle donandıkça, çelikleşeceklerini” söylüyordu. K arşısındaki güçler onu önlem ek için, h e r tü rd e n baskı yön­ tem lerin e b aşv u rm aya başlam ışlardı. Sık sık gericilerin taşlı sopalı sald ırıların a uğruyordu. B askıcılar tarafından okulda, gerici-şeriatçı u n su rlar d a palazlandırılm ıştı. İbo 29 Ekim ve 10 Kasım günlerinde, FKF’nin Ç apa’d a dağıtıla­ cak bildirilerini hazırladı. Bizzat yazdı ve dağıtım ında görev aldı. Bu olay ü stü n e okul disiplin kurulu yine toplandı. Okul Mü­ d ü rü sağ çev relere yakınlığıyla tan ın an ve bakanlık m üfettişli­ ğinden Ç apa’y a atanm ış olan Ayhan D oğan’dı. O kulda FKF’nin kurucuları “Disiplin Kurulu kararıyla” ceza­ landırıldılar. “Yatılı öğ ren ci”lik hakları ellerinden alındı. İbo v e arkad aşları “b u cezaya karşı direneceklerini v e hak­ ların d a alınan k arara uym ayacaklarını” açıkladılar. Okulun gerici-şeriatçı ve faşist unsurları (d ışard an d a takviye alarak) okul ö n ü n d e toplandılar. Ve b a şta İbo olm ak üzere, devrim ci öğrencilerin okula girem em esi için hazırlığa başladılar. İbo ve ark ad aşları gericilerin gözdağm a boyun eğm edi. On­ larla kıyasıya bir çatışm aya girdiler. Ş eriatçılar ilk kez bu olay­ d a silah kullandılar. Şefik adlı gerici bir öğrenci devrim cilere karşı silahını ateşledi. Bu kavgada birçok öğrenci yaralandı. İbo zincir ve so p alarla ağır şekilde y aralan m asın a karşın eğil­ m edi. Ve şeriatçıları p ü sk ü rttü ler. A rdından okul m ü d ü rü po­ lis birliklerini çağırdı. D evrim ciler okuldan çıkarıldı. H erbiri yoksul ailelerden gelen devrim ci öğrencilerin, y u rt­ larından atılm ış olm aları, h ay atların d a önem li bir so ru n doğur­ m uştu. İbo okuldan atılan arkadaşları arasın d a m oral bozuk­

12


lukları ve çözülm elerle sürekli m ücadele etti. O nlara olayların, T ürkiye’nin genel yapısıyla ilgili siyasi özünü anlattı. A rkadaş­ larının d ü şü n celerin d e “devrim ci yanın” “küçük burjuva y an a” baskın gelm esine çalıştı. “K azanm ak için yenilgilerde yıkılm a­ m ak gerekiyor” diyordu. Okul içinde kalabilen bir kısım y u rtsev e r ve ilerici öğrenci, okuldan atılan ark ad aşların a karşı bu dö n em d e büyük bir d a­ y anışm a örneği su n d u lar. Gizli gizli yem ekhaneden, y atakha­ n ed en y ararlan m alarına yardım cı oldular. G erektiğinde o nlara yem ek taşıdılar. Yataklarını bölüştüler. Ali Kaypakkaya oğlunun okuldan uzaklaştırıldığını duym uş ve oldukça üzülm üştü. O nun tezeld en okulunu bitirm esini isti­ y o rdu. Ibo’yu çok zor koşullarda, yoksulluk içinde, dişinden tırn ağ ın d an artırıp b ü yütm üştü. Kalkıp İstan b u l’a geldi. Oğluyla konuşacak, onu ikna etm e­ ye çalışacaktı. Bir tanıdığı vardı. Sözü geçer diye bildiği b ir ki­ şi. Eski DP İl B aşkanlarından Şevki Bey diye birisi. Şimdi am ­ barcılık yapıyordu. Ali Kaypakkaya v arıp onu buldu. Olanı bi­ teni, “İbo’nun başındaki belayı” anlattı bir bir. Şevki Bey, “Ben bu işi hallederim , ancak bir şa rtla dedi: Se­ nin oğlan; şim diye k ad ar yaptıklarım a pişm anım , artık uslu bir taleb e olacağım , h içbir işe karışm ayacağım , okul idaresi ve Türkiye İdaresi hakkında konuşm ayacağım diye bir yazı yazsın ve altını im zalasın, al getir b an a.” Ali Kaypakkaya İbrahim ’in huyunu biliyordu. Yine d e gidip “oğlum hal böyle böyle” diye anlatm ıştı. “Bak oğlum dem işti, biz yoksul bir aileyiz; bir ipliğimizi çek­ seler yam alarım ız dökülecek. Şevki Bey söz verdi, ben b u ka­ rarları ö ld ü rü rü m dedi, gel dön bu iş te n ...” İbo b ab a sın a oldum olası so n su z bir saygı duyuyordu. O hiçb ir zam an kendisi y üzünden incinsin istem ezdi. B abasının böyle konuşm ası, k endisinden böyle dileklerde bulunm ası kar­ şısın d a b ir a ra s u s tu ve duygusunu yatıştırd ık tan sonra:

13


“B aba dedi, san a b ir itirazım yok benim ; yoksulluğun benim içim de d e en büyük acı, am a tıpkı senin gibi b ü tü n halk böyle yoksul, bin b eteri v ar ü stelik... Yalnız bir şey söyleyeceğim , ü zerin d e silahın v a rsa çek beni vur, elimi kaldırm ayacağım , am a d ü şü n celerim d en dönm em i istem e b e n d e n ...” Ali K aypakkaya n e k adar d irettiy se d e İbo’yıı y u m u şata­ m adı. “N eden kendinizi bir k u rşu n a hedef ediyorsunuz, diyordu; bak ne yiğit ark ad aşların nam lu ağzında, d ü şü p g id iy o r...” İbo b ab a sın a en ufak b ir kırıcı söz söylem eden, sab ırla ve h er seferinde, ayrı ayrı, can y erin d en örneklerle anlatıyor, an ­ latıyor, on u ay dınlatm aya çabalıyordu. Ali Kaypakkaya’nm böylesi çok konuşm ası vardı İbo’yla. İbo halktan in san larla konuşurken h e r sözüne büyük b ir özen gösteriy o rd u . İyi niyetli h ataları eleştirirken, asla kırıcı olm u­ y ordu. B abası onunla konuşurken, bu kez içten içe “kendini haksızlığı sav u n an b ir kişi” olarak görü y o r ve “günah işliyorm uş gibi” b ir duyguyla burkuluyordu. S onunda su su y o r v e sa ­ d ece “o n d an b ir şey ler öğrenebilm ek için” İbo’yu dinliyordu. İbo okuldan uzaklaştırıldıktan so n ra bir o teld e çalıştı. Son­ ra p atro n la kavga edip ayrıldı. Bir sü re öğrencilere m atem atik d ersi verdi. Karnını doy u racak kad ar bir parayı kazanınca ge­ risine aldırm ıyor, enerji v e zam anını devrim ci m ü cadeleye ayı­ rıyordu. Bir a ra köyde aleyhine dedikodular yaygınlaştığını duym uş, d oğru köyüne dö n m üştü. Bazı gerici unsurlar, İbo’nun adı olaylara karışınca, onun “devleti yıkm ak için hazırlık içinde ol­ d u ğ u n u ” söylüyorlardı. İbo bir s ü re çev re köyleri dolaştı. Köylülerle d ertleşti. So­ runlarım dinledi. H ayatlarındaki acıların gerçek özünü g ö ster­ di. Çözüm yollarını anlattı, öneriler iletti. Uzun g eceler boyu onlarla konuşuyor “so n zam anlarda ikti­ d arın işi zo ra dö k tü ğünü” söylüyor, kavgada vurulan ark ad aş­ larının hayatlarım anlatıyordu.

14


Her gittiği y erd e sevgiyle karşılanıyor, o ra d an ayrılırken, “kendi to p rak ların d an yetişm e b u yiğidi” sevgiyle uğurluyorlardı. İbo köylülerle konuşurken so ru n ları hiç kabalaştırm ıyor, h içb ir zam an h içb ir kim seye “boş s ö z ” verm iyordu. Yapabile­ ceklerini nasıl an latıyorsa, yapam ayacaklarını d a aynı içtenlik­ le belirtiyordu. Onun b u niteliği çev resin d e kendisine güveni iyice pekiştiriyordu. Dolaştığı köylerin b ü tü n özellikleri hak­ kında bilgiliydi. Gerek giyinişi, o tu ru p kalkışı, gelenek ve göre­ neklere saygısı, g erekse dili, konuşm ası açısından İbo’yla köy­ lüler a ra sın d a çelişki yoktu. Bu ölçülere özellikle özen gösteri­ y o rd u . Köylülere d ışard a n bir insan değil, kendilerinden biri olduğunu; onların sorunlarını kendi so ru n u bildiğini içten dav­ ranışlarıyla h em en hissettiriy o rd u . K öylüler o n d a acılarının ve sevinçlerinin elle tu tu lu r, gözle görülür, kulakla d u yulur şeklini yaşıyordu. Saz çalıyor, birlikte türkü söylüyor, düğünlerinde halk oyunları oynuyordu. T ürkülere ve halk oyunlarına çocuklu­ ğ u ndan beri ilgi duym aktaydı. Ç evre köylerden kendi evlerine dönd ü ğ ü n d e kapanıyor, ge­ cenin aydınlığa değen saa tle rin e kad ar ölü ışık altında sürekli okuyordu. F ırsat bu ldukça b ab a sın a d a ro m an lard an bölüm ler okuyor, b aşk a ülkelerin devrim lerinden y aşanm ış olaylar anla­ tıyordu. 1968-1969 dönem i gençliğin belli aktif unsurlarının bir ya­ nıyla işçi ve köylü kesim leriyle ilişkiler kurm aya başladığı bir dönem di. Gençlik eylem lerinde ilk şeh itler veriliyor, faşizm gün be gün yeni yöntem lerle azgınlaşıyor, devrim ci örgütlen­ m e çab aları böyle bir o rta m d a yeni b o y u tlara varıyor; bir yan­ d an ileri devrim ci u n su rlar yükselen işçi ve köylü h arek etleri­ n e karışıyordu. İbo 6. Filo ve Kanlı P azar gibi o laylarda ön d e yürüyen dev­ rim cilerd en biri olduğu gibi, o d ö n em d e fabrikalarda ve köy­ lerd e çalışan sayılı devrim cilerden d e biriydi.

15


1969-1970 d ö n em inde artık Ibo öğrenci gençlik arasın d a az g ö rü lü r olm uştu. Genellikle Türk Solu dergisine işçi v e köylü eylem leriyle ilgili h a b e r ve yazılar yazıyor, sürekli olarak kitle eylem lerine koşuyordu. Dergide olduğu zam an lard a h er işi yükleniyor, gönüllü olarak çalışıyor, n ö b et tutu y o r, pul yapış­ tırıyor, dergi katlıyordu. O kuldan çıkarılm alarıyla ilgili işlem i D anıştay haksız bul­ m uş v e kararı bozm uştu. Atılan öğrencilerin geri alınm ası ge­ rekiyordu. Okul yönetim i sa d e c e İbrahim için bu kararı uygu­ lam adı. O kulda “İbo’yla ilgili bir to p lan tı yapıldığı” söylendi. Top­ lantıya A hm et Kabaklı, N ihat Sami B anarlı ve ırkçı çev relere yakınlığıyla tan ın an İbrahim K öseoğlu’nun katıldığı duyuldu. AP’li Milli Eğitim Bakam İlhami E rtem ’in d e to p lan tıy a katılanlar arasın d a olduğu söyleniyordu. Atılan dokuz öğrenci okula alınm ış, İbo alınm am ıştı.

16


... Beni baskınlar götürür gerillanın şahdamarı halkıma korkunç ve soylu bir tutkudur dayatma yalnız bu kadar da değil yarin hayali gibi üstelik nazlıdır usuldur ince bilgedir biz ki ustasıyız vatan sevmenin umut saklımızda ölümsüz bayrak kırmızı-kırmızı dalga-dalgadır... Ahmed Arif

1970 nice yiğit gencin ardı ard ın a düştüğü; devrim cilerin baskı, şid d et ve v a h şe te karşın, canları ağzında direnip, çalış­ tıkları b ir yıldı. Saflardaki bölünm eler d e giderek netlik kazan­ m aya başlam ıştı. Ibo bu d ö n em d e özellikle “revizyonizm ” ü zerinde düşü n ü ­ yor, arkad aşlarıy la tartışıy o r, o n lara revizyonizm i iyi öğrenm e­

17


lerini söylüyor, d ü şm an a olduğu gibi revizyonistlere karşı d a “aktif m ü cad ele” ö n eriyordu. Bu dö n em d e İbo, p olisçe iki kez yakalanm ış ve ikisinde d e feci şekilde dövülm üştü. Birinde tu ­ tuklanm ış ve b ir ay a yakın tutuklu kalm ıştı. Kırda ve kentlerde, köy ve fabrikalarda kitlelerin m ücadele ru h u n u n yükseldiği bu yılda, birçok kitle eylem i olm aktaydı. Bir keresin d e T rakya’da, D eğirm enköy’ün yoksul köylüleri ayaklanm ıştı. T opraklarını gasp ed en ağaların elinden kendi to p rak ların ı geri alm ışlardı. İbo d a o rada, köylülerin arasın ­ daydı. Bileği bükülm ez bir devrim ci d ah a vardı Değirmenköy’deki devrim ciler arasında; Cihan Alptekin. Cihan v e İbo o ra d a kitleyle kaynaşm anın, kitlelerin eylem ­ lerini yönlendirm enin, o n a öncülük etm enin şanlı örneklerin­ d en birini verdiler. Köylüler kendilerini kandırm aya, nu tu k çekm eye gelen yük­ sek görevlileri dinlem iyorladı bile. Onlarla, köy m eydanında köy halkıyla İbo ve Cihan konuşuyordu. Köylüler ikisini d e hal­ kın g erçek evlatları o larak b ağırlarına basm ış, onların şah sın ­ d a devrim cilere karşı sevgi ve güvenleri çelikleşm işti. G örevliler ilkin bu iki genç insanı jan d arm ay a yakalatm ak istem iş, fakat karşılarında köylülerin direniş hazırlığını ve bu iki genç y ak alan ırsa karşı koyacaklarını görüp, b u n d an vazgeç­ m ek zo ru n d a kalm ışlardı. Köylüler devrim cilere açıkça sah ip çıkm ış ve onları teslim etm eyeceklerini söylüyorlardı. Bu kez dön ü ş yolunda p usu kuruldu. İbo ve Cihan’ı yakaladı­ lar. İşkenceden geçirdiler. O nlarsa d a h a d a bilenm iş olarak çık­ tılar, kollarının, göğüslerinin çiğnendiği işkence odalarından... Gün günü kovaladıkça kitlelerdeki sosyal, ekonom ik h u zu r­ suzluk d a gitgide yoğunlaştı. Siyasal dem okratik kitle h arek et­ lerine dö n ü ştü . Ve kitlelerin yükselen m ücadelesi 15-16 H aziran’d a sokak­ lard a şekillendi. Şehrin d ö rt bir y an ın d a kitlelerin dalgalandığı bu günlerde İbo d a işçiler arasın d a ve o n lardan birisiydi. Küçük kom iteler

18


o lu ştu rm u ştu . Gece sa b a h la ra kad ar bildiri basıyor; gündüz şeh ird e, d ö v ü şü n en yoğun yaşandığı y e re koşuyordu. İşçiler­ le kol kola b arik atlard an geçiyordu. A ylardır işçiler arasın d a oluşu, onun m ücadelesi içinde, iş­ çi sınıfının en yürekli kesim leri tarafından tanınıp sevilm esini sağlam ıştı. Y üzlerce işçi, kardeşleri gibi tan ıy o rd u İbo’yu. D em irdöküm Fabrikası, Sungurlar, Horoz Çivi, P ertriks, Ege Sanayi, EAS Akü, Gıslaved, Gamak, Singer, D erb y ... işçileri bu yiğit genci yakından tan ıy o r v e kendilerinden biri olarak sevi­ y orlardı. Her bir fabrikada, işçilerin haklı m ücadelesinde, îb o ’nu n teri v e enerjisi vardı. 1971 b aşların d a Ç orum v e köylerinde a ra ştırm a çalışm ala­ rın a çıktı. Bu bölge v e köyleriyle ilgili olarak uzun bir zam an­ d ır çalışm a tasarlıy o rdu. Onun Çorum köylerine doğru yola çıkışı, aynı zam anda T ür­ kiye’d e açık faşizmin tezgâhlandığı günlere denk geldi. Em per­ yalizm kitlelerin yükselen m ücadelesini, geniş halk yığınlarının yaşadığı huzursuzluğu kan ve ateşle bastırm anın p u su su n a yat­ m ıştı. Böylece m ücadelenin ileri unsurları d a yok edilecekti. F aşistler kollarını sıvadılar. D erken sıkıyönetim ilan edildi. F abrikalarda grevler, köylerde kitle eylem leri, m itingler, yü­ rü y ü şler yasaklandı. B ütün devrim ci dergiler, dem okratik kitle örgütleri kapatıldı. B asına san sü r kondu. Devrimci avına b a ş­ landı. İlk eld e bin lerce yurtseverin, devrim cinin evi basıldı. Birçoğu tutuklandı. O nlarcası katledildi. Korkaklar, yılgınlar sindi. İşçi sınıfının güçlü siyasal kitle örgütü olm ayışı, yokluğu­ nu kitleler ü stü n d e acıyla hissettirdi. Birçok devrim ci A nadolu’nun çeşitli bölgelerine dağıldı. İbo bir h ay a t yoldaşıyla üç aydır Çorum yöresindeydi. Bu bölgedeki uzun süreli çalışm aları so n u cu n d a “Ç orum ilinde Sı­ nıfların Tahlili” k o n u su n d a bir incelem e hazırladı. Canlı göz­ lem lerini yazıya d ö n ü ştü rd ü . Sıkıyönetimle birlikte tek ra r çekildiği bu bölgede arkadaşıy­ la birlikte sürekli okuyup çalıştılar. Bir yandan d a yöredeki köy­

19


leri dolaşıp, gelişen olayların gerçek yüzünü anlattılar. Zaman zam an diğer bölgedeki arkadaşlarıyla ilişki kuruyor bilgi alıp bil­ gi veriyor, kafasında yeni bir örgütlenm e tasarısı geliştiriyordu. S onra bu bölgeden ayrılm aya k arar verdi İbo. B ölgeden A nadolu’nun bir başka kesim ine ayrılacağı gün, babasının evindeydi. Ayağında b ir lastik; ü stü başı alabildiğine yoksul, koltuğunun altın d a bir paket vardı. Ali Kaypakkaya, “Gel oğlum teslim ol, seni b ir kurşuna kur­ ban edecekler, bak niceleri v uruldu,” diyor ve İbo’yu ikna etm e­ ye çalışıyordu. İbo ise, “Ö lenler de senin oğlun” diyerek, b ab a­ sın a kendisi için üzülm em esi gerektiğini anlatıyor, halka bağlı­ lığın kendisi için canından d a h a değerli olduğunu söylüyordu. Ali Kaypakkaya bir a ra İbo’yu yakalatm ayı geçirdi akim dan. Oğlu ölm esin istiyordu. O nun nice gözüpek, karışısındakilerin ise nice kalabalık olduğunu, hangi yön tem lere başvurduklarını biliyordu. Sonra “çevirdiklerinde d iren ir de, oğlum u kendi el­ lerim le ö ld ü rtm ü ş o lu rum ” diye d ü şü n ü p vazgeçti İbo’yu yaka­ latm a tasarısın d an . İbo ayrılm ak üzereydi. Son olarak babasından bir adres sor­ m uştu. Yine h er zamanki gibi şakacıl ve uysaldı. Babasının, zayıf­ lığına üzüldüğünü görünce, “Bir sav aşta bir kom utan, keşke fare kadar olsam da, h er deliğe girebilsem derm iş” diye bir fıkra an­ latm ış, havayı olgun bir biçim de üzüntüden neşeye çevirmişti. İbo ayrılıp çıkacakken Ali Kaypakkaya ona parası olup olma­ dığını so rm uştu. İbo, “Yeteri kadar param var,” dem işti. Babası bu yanıtla ikna olm am ış, oğlunun ü stü n ü aram ıştı. İbo’nun cep­ lerinden sad ece on lira çıkmıştı. Ali Kaypakkaya hem en evden ayrılmış, kom şularından yüz lira borç alarak dönm üştü. Babası öyle koştu rurken, İbo dalgın ve hüzünlü bir bakışla o nu izlem iş, so n ra v edalaşıp kapının eşiğinden sessizce sıyrı­ lıp gitm işti. İbo bu ayrılışından 24 Ocak 1973’e dek, zam an zam an İstan­ bul v e A nkara’y a uğram akla birlikte, genel olarak Tunceli, Ma­ latya, A ntep y ö relerinde; Silvan, Nazmiye, Kürecik ilçelerinde;

20


H ay d aran lar’da, N urhaklar’da, Düzgün Dağları’nda; yaylalar­ da, köylerde do laştı durdu. Gün yirm i d ö rt sa a t karış karış dolaştı, konuştu, d e rt dinle­ di, d ertleşti. En büyük am acı, örgütlü bir güçle halkın derd in e “sö z ” olabilm ekti. Yakın yoldaş çevresini A nadolu’nun özellik­ le güneydoğu bölgelerinde görevlendirip, çalışm a m erkezleri­ ne yolladı. Sürekli o larak onların çalışm a bölgelerini dolaştı. Zam an zam an ise, yeni kad ro lar devşirm ek v e yönlendirm ek için İstan b u l’a döndü. Bir sü re so n ra kendisine y erleşm e ve çalışm a alanı olarak M alatya bölgesini seçti. A ylarca bu bölgede köy çalışm aları yaptı. Ç alışm alarında kitlelerin ileri unsurlarıyla birleşm eye özen gösteriy o rd u . Geziyor, çeşitli bölgelere yerleştirdiği yol­ daşlarını denetliyor, onların çalışm a raporlarını dinliyor ve yönlendiriyordu. İbo o yılın güzünü M alatya köylerinde geçirdi. Akşam b asın ca yola çıkıyor, köyleri ev ev dolaşıyordu. Onlar, d ertlerin i cankulağıyla dinleyen bu gence, bir an d a ısınıyorlardı. Kısa b ir sü re içinde İbo’y a alışıyorlar ve uzun uzun konuşuyorlardı. İbo dolaştığı köylerde zengin köylülerin devrim ciliğini h er zam an ihtiyatla karşılıyordı. Halkı h o r gören zengin köylülere ise özellikle soğuk davranıyordu. Artık İbo’nu n kişiliğinde b ü tü n davranışları yapm acıksızdı. Her şeyi b ir halk bilgini olm anın ölçüsünde, doğal bir görü­ nüm deydi. Çok konuşan birisini bile sab ırla dinler, fakat verdiği bilgi­ leri fazla önem sem ezdi. O rta köylülere, h e r gün nasıl yoksullaştıklarını, kendi h a­ yatlarındaki örnekleriyle anlattırıyor, so n ra nedenlerini açıkla­ yıp, onları eğitiyordu. D aha çok, yoksul köylülerle ilişki kuru­ yor, bilgiyi o n lard an alıyor, en fazla yoksul köylüleri önem si­ yor, onların verdiği bilgilere güven duyuyordu.

21


... Sokaklarda devriyeler geziyor yeni komutlar geliyor tümenlerle köylülerle ilgili, çifter çifter nöbette fabrika önlerinde polisler: açlığın, zulmün, karanlığın yanı başında yeni bir yara: ihanetler. Nihat Behram

Y ılm adan y o ru lm a d a n d a ğ b a şla rın d a köy köy d o laşıy o r, y o k su l k öylülerle, ç o b a n la rla u zu n u zu n s o h b e t ed iy o rd u . Her se fe rin d e ayrı b ir h e y e c a n la Çin, V ietnam , Ekim Devrimlerini an latıy o r, b aşk a ülkelerin h alk ların ın h ay a tla rın ı ve m ü cad e lelerin i d e s ta n s ı b ir ü slu p la o n la ra ta n ıtıy o rd u . Köy­ lü ler d e tıpkı îb o ’n un köylüleri dinleyişi gibi, İb o ’yu cankulağıyla din liy o r v e h ey e can lan ıy o rla rd ı. A rdından köylüler d e kendi h a y a tla rın d a n o n a b ir şe y le r an latm ak d u y g u su y la d o ­ luyo rlard ı. İbo özellikle yaşlılara, o bölgenin tarihini, isyanları; d erin­ lerd e yatan, kökü eskilere day an an d ertle ri anlattırır; edindiği bilgileri d ah a so n ra bir bir no t ed er, dolaştığı bölgelerle ilgili yazılar yazarken, siyasal çözüm ler getirirken görüşlerini ge­ çerli ve y aşan ır kılardı.

22


Dolaştığı bölgelerde, ilişkide olduğu yoldaşlarıyla en küçük s o ru n ların a k ad ar ilgileniyor, onların sorunlarını kendi so ru n u ediniyor ve içten bir ilgiyle çözüm yolları arıyordu. Eylem a r­ kadaşlarını eleştirirk en d e “h astayı kurtarm ak için hastalığı te­ davi etm ek ” ilkesini özenle uyguluyor, aksaklıkları, kim seyi kır­ m ad an çözüm lem e yo lu n a gidiyordu. Kollektif çalışm aya alabildiğine önem veriyordu. Ve tasarla­ dığı şeyi ilkin kendisi uyguluyordu. Y oldaşlarına sürekli olarak kendisinin yanlışlarını soruyor, onların eleştirilerine h er şeyden fazla d eğer veriyordu. Bir işte hatalı olduğunu anladığı an, hata­ sını hem en açık yüreklilikle kabulleniyor ve tek rar etm em esi için özeleştirisini yapıyordu. Özellikle yoldaşları tarafından eleştirilirken asla küçük burjuvaca bir hırçınlığa kapılm ıyordu. K endisinde v ar ettiği bu erdem leri, çev resin e karşı d a uygu­ luyordu. Kimi zam an bir yoldaş küçük b u rju v aca davranarak, g u ru ru n u yenem eyip, ö zeleştiriden kaçınacak olsa, İbo hiç üs­ tü n e varm az v e fakat garip bir ustalıkla onu hiç incitm eden u tan d ırırd ı. Çok yetenekli olm akla birlikte, biriyle tartışırken, on u eleştirirk en yeteneğini asla kötüye kullanm ıyordu. Kişiliğini, d üşüncelerini; rüzgârın, taşın ve kitle ilişkilerinin içinde pişirm işti. A ydınlara özgü bilgiçlikten, eylem siz geveze­ likten; kuru, co şkusuz bağlılıklardan, kararsızlıklardan, h an tal­ lıklardan k u sarcasm a iğreniyordu. Bir dal, bir ak arsu gibi do­ ğaldı h er şeyi. Özellikle yaşadığı şu so n aylar, kişiliğindeki h alk tan olan erd em leri iyice n etleştirm iş ve pekiştirm işti. Kısa zam an d a K ürtçe’yi d e çat p a t sökm üştü. Fakat yine d e köyleri d o laşırk en y an m a K ürtçe’yi iyi bilen bir yoldaş alıyor­ du. Yoksul evlerine kendi eviym iş sıcaklığıyla yanaşır, sesle­ nir; d a h a kapı açılırken İbo ile köylüler arasın d a yakınlık do­ ğardı. Hiç sezd irm ed en so ru n ların siyasi özüne giriyordu. Ve bir d a h a bir ö m ü r boyu köylülerin d ü şü n ce le rin d en silinm eyecek, u n u tu lu p gitm eyecek şekilde onları, açlıklarına, çıplaklıkları­ na, yoksulluklarına karşı bilgilendiriyordu.

23


Genellikle erken uyum aya alışkın olan köylüler, İbo evlerin­ d e konuklarıyken, uyku denilen şeyi unutuyorlardı. Ata yadigâ­ rı bir duygu gelip h arlan ıy o rd u sanki içlerinde. Yiğitleniyor, öf­ keleniyor, sabırsızlanıyorlardı. A rkadaşlarına eylem de inisiyatif tanım aya ayrı bir özen g österiy o rd u . H erhangi bir bölgedeki çalışm aları izlem eye git­ tiği zam an, eylem lerin doğru ve aksak yanlarını h areketin sı­ caklığı içinde tartışıy o rd u . Pratiğin getireceklerine h e r zam an b ir açık kapı bırakıyor, h e s a p ta olm ayan so n u çlard an bir so n ­ raki çalışm aya iyi ve kötü d e rsle r çıkarıyordu. M alatya y ö resin d e kitlenin ileri kesim leri içinde kısa za­ m an d a “okum a g ru p ları” kurdu. Kısa aralıklarla sağa so la gitm ekle birlikte, yerleşm e bölge­ si o larak M alatya yöresindeydi. T ürkiye’d e devrim cilerin ardı a rd ın a öldürüldüğü, işkence­ lerin alıp başını yü rü d üğü bir dönem de. Binlerce insan d ü şü n ­ celerin d en ö tü rü yargılanıyordu. Karşı-devrim te rö rü kapı ön­ lerini, yolbaşlarını tu tm uştu. Korku, dönekliği kam çılam ış; saflard a yüzgeri ed en ler gö­ rünm eye başlam ıştı. H ataların devrim ci eleştirisi, kötü sonuçların devrim ci yo­ ru m u v e so ru n ların devrim ci çözüm ü yerine, sinikliği, dönekli­ ği, teslim iyeti seç en ler çeşitli biçim lerde karşı saflard a y er al­ mış; halkın ü stü n e çöreklenen ağırlığı, sö m ü rü n ü n halkın ka­ nındaki vantuzlarını görm ezden geliyorlardı. Ü stelik çözülm e­ lerin d en d e öte, u lu o rta h e r fırsata, “yanlışları eleştiri” adı al­ tın d a devrim ci m ücadeleye alçakça bir saldırı kam panyasını d a b aşlatm ışlardı. Neye sah ip çıkıp neyin eleştirilm esi gerekti­ ğini b irb irin e karıştırm ış ve karşı devrim in m ikrofonlarından devrim ciliğin en tem el erdem lerini sin sice saldırılarına hedef alm aktaydılar. B öylece “günah çıkarıp, af diliyorlardı.” D irenenler d e vardı. B aşeğm eyenler. Sonuçları devrim ci sa­ b ır ve kararlılıkla göğüsleyenler. İbo, sıkıyönetim in işk en ceh an elerin d en b aş eğm eden ge­ çen Ö m er A yna’nın, gazetelerd e çıkan resim lerin e bakarken,

24


b u n ları d ü şü n ü y o rd u . Ö m er’in b akışlarında d üşm eyen şey, İbo’y a sıcak b ir selam iletm işti. “İşkenceye dayanm anın dev­ rim cilikte ilk k o şu llardan biri” olduğunu söylüyor; Ö m er’i gös­ te re re k ark ad aşların a b u konuda, o n u örn ek alm alarını salık v eriyordu. Ö m er’in bakışları sıkıyönetim od aların d an gelip, İbo’nun y ü reğ in d e coşku ve heyecanla buluşm uştu. O nun kararlı ve p ü rü zsü z alnı, h ayatın içinde ses verm iş, yankılanm ış ve İbo’­ n u n d u y gularında şekillenm işti. İbo dayanıklılığı, hay atın ın h e r birim ine uygulam ak isti­ y o rd u . “İşkencelerin gelm esini beklem em ek gerekli,” diyordu yol­ daşlarına; “Sanki h er an uygulanıyorm uşcasına yaşayarak, onu d a h a b aşta n altetm eliy iz...” Ve yorulm ak, dinm ek bilmez iradeyi d e hayatının h e r biri­ m ine uyguluyordu İbo. Bir gün birkaç yoldaşıyla kendi bölgelerinden, bir başka bölgeye geçeceklerdi. Üç kişiydiler. Y am açtan d ağ a v u rm u ş­ lardı. Y ukarılara d o ğ ru tırm andıkça, doğa, kar v e rüzgârla ke­ siy o rd u önlerini. Dağ gitgide geçilm ez oluyordu. Saatler boyu y ü rü düler. Zifiri karanlık altında, ellerindeki fener, kartipisini an cak üç adım oyabiliyordu. U zaktan kurt ulum aları gelm ek­ teydi. Elleri tetik te, dipsiz u çu ru m lar eşiğinden, yalçın kayalık­ lar dib in d en p eş p eşe sa a tle rce tırm andılar. Sonra inişe yönel­ diler. Yüzleri buz tu tm u ştu . Uzun bir inişten so n ra, uzaktan köy ışıklarını gördüler. T ipiden sıyrılıp köye yöneldiklerinde, aynı yam açları, tırm andıkları y e rd en geri indiklerini gördüler. Y oldaşları İbo’ya artık gitm em eyi öneriyorlardı. Fakat İbo, so n ve kesinlik belirten bir sesle te k ra r yola koyulacakları ko­ m u tu n u verm işti. S abaha karşı tep en in ö b ü r y akasında kendi­ lerini bekleyen y o ld aşların a u laştılar... İbo, “d irenm enin v e kararlılığın, kazanm ak için önem li bir k oşul” olduğunu söylüyordu. Zorlukları göğüslem enin örneği­ ni bizzat kendisi veriyordu. Sabrı ve direşkenliği İbo’nun aylar­

25


dır doğanın zorlukları içinde yaşam asıyla birleşince, doğa İbo’yu kendisinin b ir p arçası kılmıştı. Bir gün b ir b aşk a bölgeye geçm ek üzere yola koyulm uşlar­ dı. B ütün gün engebeli bir arazide y ü rü d ü k ten sonra, geceyi geçirecekleri bir konaklam a yeri aram ay a başlam ışlardı. Dağın kıvrım ları arasın d a küçük b ir m ağara buldular. Çok dardı ve içine ancak girilebiliyordu. Rüzgâr ve yağm urdan korunm aları gerekiyordu. A rkadaşları İbo’y a yeni bir y er aram ayı önerdiler, tbo m ağaranın içine girm iş çalışm aya başlam ıştı bile. Sanki rü zg âr d ö n e d ö n e suyun içine giriyordu. İbo büyük bir enerji ve zevkle d ö n e d ö n e elindeki aletiyle kayaları kırıyor, m ağara­ yı genişletiyordu. O gece hepsi o m ağarada konakladılar. Kaldıkları b ölgede kış, dağ doru k ların d an düze inm işti. Mahirgilin M altepe cezaevinden kaçm alarından so n ra güvenlik kuvvetlerinin bu bölgede d e aram aları yoğunlaşm ıştı. Antep, M alatya yol kavşakları tu tu lm u ştu . İbo ise hiç istifini bozm a­ dan, bu k av şaklardan büyük bir rahatlıkla geçiyordu. Ayağında gıslavet, sırtın d a eski paltosu, kasketi ve yerel p an talo n u ile “işi b aşın d an aşkın bir köy p ro le te ri” görünü­ m ündeydi. Birlikte yürü d ü ğ ü köylülerden onu ayırt edem iyor­ lardı. İbo aram alard a soğukkanlılığını hiçbir zam an yitirm iyor­ du. Ve zaten çoğu zam an, aram a noktalarından geçerken, hiç dikkat çekm iyordu. Uzun sü re M alatya bölgesinde kaldıktan sonra, bir gün ay­ rıldı. Sonra çeşitli b ölgelerde dolaştı. Kaldığı y erlerde, M alat­ y a ’dan tu ttu ğ u n otları siste m le ştirip “M alatya’d a Sınıfların Tahlili” konulu b ir incelem e hazırladı.

26


... Elbette vardır bir diyeceği bir haberi. Bir kaçağa çay sunan Kürt kadınlarının Dağlar dilsizdir, yalçındır. Am a gün gelir bir diyeceği olur onların da Ve dağlar, ıssız tarlalar başladı mı konuşmaya Susmazlar bir daha sö z artık onlarındır... Ataol Behramoğlu

Ayrılığından bir s ü re so n ra B ora Gözen ile yine M alatya böl­ gesine d ö ndü. B ora o günlerde ağır hastaydı. Sarılık olm uştu, îbo on u bö lg ed e ark ad aşların a bırakıp T unceli’y e geçti. (B ora iyileşm eye yüz tu ttu k ta n b ir sü re so n ra M alatya’dan ayrılıp Filistin’e gitti. Filistin’de olduğu günlerde, b ir İsrail b as­ kınında, b ir g ru p Türkiyeli devrim ciyle birlikte İsrail birlikle­ rin ce ö ld ü rü ld ü ...) İbo T unceli’d e kısa b ir sü re kalıp, çalışm a bölgelerinin ra­ porlarını to p lay arak İstan b u l’a geçti. İstan b u l’d a b ir sü re, to p ­ ladığı ra p o rla r ü stü n d e çalıştı. Bir kısm ını yazıya d ö n ü ştü rd ü . Eğitim için Filistin’e giden arkadaşlarının M alatya’y a dön­ m esinden so n ra, İbo’d a bölgeye geldi.

27


Artık bölge halkının geniş bir kesim i onu (gerçek adıyla d e­ ğil fakat) kişiliğiyle tanıyor ve y ü rekten seviyordu. A rkadaşlarına sık sık sevgilerin, bağlılıkların kararm am ası gerektiğini söylüyordu. Doğa güzellikleri ve in sanlararası ilişki­ lere karşı katılaşm aya yüztutabilecek duygularla m ücadele ediyordu. K endinden örnekler veriyor, yaşlı ve yoksul eb esin e karşı beslediği sevgiyi, o n a duyduğu özlem i, b ab a sın a karşı saygısını canlı ö rneklerle anlatıyordu. “İbrahim K aypakkaya” kimliğini yırtıp atm ıştı çoktan. B aşka bir kimlikle yaşıyordu. Ç evresinde çok az yoldaşı onu “İbrahim ” olarak biliyordu. İnsansal ilişkilere bu denli özen gösterişi, köylüler arasın d a sevilm esinde d e önem li bir etkendi. Y ardım ına koştuğu bu in­ sanlar, zor an ların d a da, onun yardım ına koşuyorlardı. Bir gün sa b a h a karşı b ir köye inm işler ve bir evde konakla­ yıp dinlenm eye çekilmiş, uykuya dalm ışlardı. Bir a ra bir çığlık­ la uyandılar. Evin kadını K ürtçe, “Avetın se r g u n d ...” (Köy b a­ sıldı!..) diye bağırıyordu. İbo ve iki yoldaşı arka yan d an evi te rk ettiler. Dağa d o ğru vurdular. İbo yoldaşlarının ü rk ü n tü sü ­ nü, koşarken adım larına uyan bir tü rk ü y ü söyleyerek y atıştırı­ y o r ve onları cesaretlen d iriy o rd u . H er zam an olduğu gibi bu kez d e bir teh lik ed en en ufak bir korku izi taşım ad an ve çevre­ sine d e güç v erere k sıyrılm ıştı. İşine, halkına olan bağlılığı; davaya olan içten inancı, o ko­ nu şu rk en sesin d en hem en hissediliyordu. Halk düşm anların­ d an sö z ed erk en b ir y an ard ağ gibi parlıyor; sevgiden sevinç­ te n söz ed erk en uysallaşıyordu. İbo’nun bu özelliği köylüleri çok etkiliyordu. K onuşm alarında ve aray ışların d a hiçbir so ru n belirsiz ol­ su n istem iyordu. K aranlık kalan h e r bir noktanın üzerine gidi­ y o r ve açıklığa k av u ştu rm ad an bırakm ıyordu. Ç alışm alarından a rta kalan zam anında küçük defteriyle ya b ir köşeye çekiliyor, y a bir kayanın ü stü n e çıkıp o turuyor, no t tu tu y o r, tasarıla r kuruyordu. Zam an zam an d a kısa kavga şiir­ leri yazıp, ark ad aşların a okuyordu.

28


Bir şiiri şöyleydi İbo’nun: ÖLEN YOLDAŞLAR İÇİN S iz ki canınızı verdiniz h a lkım ız için S iz ki her şeyin izi verdiniz bu kavga uğruna Göğsümüzde onurla dalgalanan Kavganın bayrağına siz ki al rengini verdiniz Ey, ölüm süz h a lkım ız için toprağa düşenlerim iz Ey, yüce oğulları halkım ızın Gururla ve sabırla dinlenin şim di Kavganızı sürdürüyor yoldaşlarınız... Mayıs ayı sürm ekteydi. Denizgilin d arağ acın d a can verişi­ nin 12. günüydü. İdam larla ilgili olarak A nkara’d an dalga dalga yayılan h ab erler, gelip İbo’yu d a bulm uştu. Deniz, Yufus ve Hü­ sey in ’in so n anları, İbo’nun göğsünde d e y er etm iş; bir garip genişlik, b ir garip hüzün ve öfke işlem işti... O gü n lerd e İbo uzun bir sü re d ir hesabım yaptığı bir d ü şü n ­ ceyi eylem e dökm enin hazırlığındaydı. Yine böyle bir m evsim de, aynı bölgede THKO’y a bağlı genç­ ler güvenlik kuvvetleri tarafından çevrilm iş ve çatışm ad a Sinan Cemgil, Kadir M anga ve A lparslan Ö zdoğan öldürülm üştü. İbo b u o laydan so n ra bölge köylerinde a ra ştırm a yapm ış ve İnekli köyü y ö re sin d e y aşanm ış olan bu olayla ilgili olarak köy­ lü lerden bilgi toplam ıştı. S onra aklına bir no t düşm üştü: “M alatya, A kçadağ kazası, Kürecik bucağı Kâhyalı köy m uhtarı M ustafa M ordeniz” diye... İbo, M ustafa M ordeniz’in “ih b arc ı” olduğunu söylüyordu. Uzun bir hazırlık sü re cin d en so n ra bir arkadaşıyla birlikte bölgede p u su y a yattı. M uhtarı teslim aldı. Ö nceden saptadığı bir m ağaraya götürdü. Sorguya çekti ve d a h a so n ra k u rşuna dizdi... İbo bu olaydan b ir sü re so n ra bölgeyi te rk ed erek Tunce-

29


li’ye geçti. Aynı bölgeye H aydaran dağından Ali H aydar Yıldız ve M uzaffer d e gelm işti. O rada İbo’yu bulup birlikte H aydaran yaylalarına döndüler. İbo b u ra d a M uhtar M ustafa M ordeniz olayıyla ilgili olarak ark ad aşların a şunları anlattı: “F aşistler şim diye k ad ar ülkem izde 100’e yakın devrim ciyi yok etti. B unların büyük çoğunluğu canlarını, kah ram an ca ç a r­ pışarak, halkın k u rtuluş d av asın a bağışladılar. Halkımızın zul­ m e karşı yükselen hıncı, evlatlarının dökülen kanlarıyla d a h a d a arttı. “Bizler yaşadığım ız sü re c e yoldaşlarım ızın ve b ü tü n y u rtse ­ v erlerin faşizm e karşı verdiği c e su r ve kararlı m ücadeleyi yü­ rütm ekle görevliyiz. “Bugün, faşistlerin am acı halkım ızın örgütlü gücünü kan ve ateşle boğm aktır. F aşistler bu am aca ulaşm ak için b ü tü n ola­ naklarını se fe rb e r ed erler. Halkın sefaletini kullanarak, p a ra v ad etm ek su re ti ile vicdanını ve şerefini p a ra ile sa ta n geri un­ su rları m uhbirciliğe teşvik ederler. “Sinan Cemgil’in kom utasındaki devrim ci g rubu b u tip m u h birlerin yardım ı ile yok etm ek istediler, fakat b ü tü n ü yok edem ediler. O nlar Gölbaşı d ağlarında faşist sald ırg an lara kar­ şı az b ir kuvvet ile k ah ram an ca çarpıştılar. “F aşistler onların cesetlerini, halka gözdağı verm ek için so­ yarak, G ölbaşı’nın içine getirdiler. B urjuva basını te şh ir göre­ vini resim lerle y ü rü ttü . Birkaç gün so n ra d a m u h b irlere ve sal­ d ırg an lara p aralar dağıtıldı. Ama faşistlerin ellerindeki silah te rs tepti. O bölgenin köylüleri b a şta olm ak ü zere Türkiye’nin çileli halkı bu cinayeti lanetledi. “Ben o bölgede çalıştığım için halkın tepkisini bizzat yakın­ dan gördüm . Halk, zalim lerin ve onların politikasına alet olan hainlerin m utlaka cezalandırılm asını istiyordu. “Bunun üzerine, halkın b u isteğini yerine getirm ek için kat­ liam a birinci d erece d e seb e p olan ihbarcı m uhtarı cezalandır­ m aya bizzat kendim k arar verdim .

30


“Mayıs ayı o rtala rın d a halk bizlere, ihbarcının bölgede oto ­ rite kurm aya çalıştığını, kiralık a d am lar bulm aya heveslendiği­ ni ve yeni yeni kirli oyunlar çevirdiğini h a b e r verdi. “B una gö re ih b arcı m uhtar: 1. İnancı için değil, sırf p a ra alm ak için üç devrim cinin öl­ d ü rü lm esin d e birinci d e re c e d e sorum lu idi. 2. Özel kini olan köylülerden intikam alm ak için onları dev­ rim cilerle ilişki kuruyor diye gerçek dışı b ey a n la rd a b u ­ lunm ak su re ti ile ih b ar etm ek yoluna sapm ıştı. 3. K ahvelerde, m eydanlarda, devrim e v e devrim şeh itleri­ ne açıkça küfrediyor; bu k onuda kendisini ikaz eden köylüleri ise ih b ar etm ek teh d id i ile k o rk u tu y o rd u ...” Ibo, M uhtar M ustafa M ordeniz’i saydığı bu n ed en lerd en ö tü rü “cezalandırdıklarım ” söylem iş v e olayı bölge halkına ay­ nı şekilde açıkladıklarını anlatm ıştı. İbo bir sü re Tunceli bölgesinde, H aydaran yaylalarında kal­ dı. Y oldaşlarıyla eğitim çalışm ası yaptı. Geliştirdiği yeni g örüş­ lerini anlattı. T artıştı. O nların eleştirilerini dinledi. N otlar aldı. Aynı gü n lerd e İbo v e arkadaşlarının bu bölgede olduğunu öğ ren en güvenlik kuvvetleri, Ü steğm en Fehm i Altınbilek yöne­ tim inde köy köy, dağ taş, onları arıyordu. Her y er basılıyor, en ufak işkillenm ede, h e r tü rlü yöntem le sorgulam a yapılıyordu. Bu a ra d a köylere yapılan b ask ın lard a “şü p h eli” olarak birçok insan yakalanıp g ötürülm üştü. A ilesinden birinin Dersim isyanında “isyancılar tarafından ö ld ü rü ld ü ğ ü n ü ” söyleyen Ü steğm en Fehmi, özellikle bu bölge halkına hiç d e h o ş duygular beslem iyordu. Uyguladığı y öntem ­ ler nedeniyle bölgede kısa zam anda “m e şh u r” olm uştu. Adı “İnsan avı”nı çağ rıştırıy o rd u bölgede. D evrim cilerle ilgili b ir iz bulundu mu, iz üstündeki evler hallaç pam uğu gibi atılıyor, karakollar insanla dolup boşalıyor­ du.

31


... Bizi uyandıran Tek ışık Dünyanın ışığıydı bu! Evlerine girdim, Yemek yiyorlardı sofralarında; Çalışmadan dönmüşlerdi, Gülümsüyor ya da ağlaşıyorlardı. Ve de tümü birbirine benziyordu. Gözlerini ışığa çeviriyor Yollarını arıyorlardı... Neruda

Ü steğm en Fehm i ve yönetim indeki 260 kad ar kom ando, T unceli bölgesinde alınan nefesin bile ü stü n e yürüyor, bir gü­ lüşün, bir dostluğun, b ir haberin, bir konuğun, bir m ektubun... h esab ın ı so ru y o rd u . Tunceli sokaklarının du v arların a “B aşbuğ”, “K ahrolsun ko­ m ü n istler” gibi yazılar yazdırılm ış, karakollarda dayak, falaka, h er tü rlü işkence alm ış başını yürüm üştü. Y üzlerce köylü so rg u y a çekilm işti ve çekilm ekteydi.

32


İbo bir grup ark adaşıyla birlikte b u bölgedeydi. Yoksul hal­ kın “el-am an” dediği birkaç ağaya “te h d it eylem leri” düzenle­ m işlerdi. Bu eylem ler yoksul köylülerce h em en duyuluyor ve kulaktan kulağa yaygınlaşıyordu. G ıyaplarında bir sevgi dalga­ sı oluşm uştu. Bir ara Ü steğm en Fehm i’in lojm anına d a bir “ih ta r bom ba­ sı” atıldığı söylendi. Tunceli bölgesinde aram a güçleri takviye edildi. Baskılar d a h a geniş b ir alan a ve d a h a derin lere doğru yoğunlaştı. İbo b ir a ra İstan b u l’a döndü. S onra M alatya’y a uğrayıp tek­ ra r Tunceli bölgesine geldi. B urada Düzgün Dağları’n a geçti. O radaki ark ad aşların a çeşitli yayın, bilgi, kroki ve teçh iz at ge­ tirdi. A rkadaşlarından d a h a aktif olm alarını istedi. Bir sü re ge­ nel so ru n lar ü zerin e tartıştılar. İbo o n lara diğer bölgelerden h a b e rle r verdi. A ylardır d o laşm ası nedeniyle, A nadolu’nun önem li bir kesi­ mini, ırm ak boylarından, dağ kıvrım larına kadar, korulardan köylere kadar, su başlarından, u çu ru m lara kadar, karış karış av cu n u n içi gibi biliyordu. İbo’nun aradığı bir yeri b ulm ada ü stü n bir ustalığı vardı. A dres tarif ederken, bir re ssa m kad ar titiz davranıyordu. İbo’d an a d re s dinleyen biri en k estirm e yoldan, en em in bir biçim ­ d e aradığı yeri bulabiliyordu. Kendisi bir y er arayacak olsa, aradığı yeri bulm adaki ustalığı, hedefini şaşırm az cinstendi. Bir gün aradığı bir grup arkadaşını y erleşm e bölgesi olarak bulm uş fakat konaklam a noktası olarak saptayam am ıştı. Onla­ rın olabileceğini sandığı bir köye gelmiş, kısa bir yarenlikten so n ra, güven duyulan köylülere arkadaşlarını so rm u ştu . Köy­ lüler kendisini yanıtlam adılar. Kimseyi tanım adıklarını söyle­ diler. Fakat İbo sezgilerinden geri dönm edi. Köylülere, “beni bağlayın, gidip o n lara h a b e r verin, eğer tan ım azlarsa beni öl­ d ü rü rsü n ü z ,” dedi. Bu a ra d a köylülerden biri çevrede, bir m a­ ğ arad a saklanm akta olan gençlere h a b e r verm işti. O nlar kendi­ lerini aray an kişinin İbo olduğunu hem en anlam ışlardı.

33


İbo’nun ark ad aşlarıyla buluşm ası köylüleri d e sevindirm iş; İbo ise köylüleri “tanım adıkları b ir in san a sır verm eyişlerinden ö tü rü ” uzun uzun övm üş, onlarla h em en sıcak bir dostluk kur­ m uştu. Dolaştığı köylerde özellikle çocuklarla ilgileniyor, arkadaş oluyor, şakalaşıp o ynuyordu. Ç ocuklar d a İbo’y a hem en alışı­ yor, o giderken “Ez ji devrim cim e” (Ben d e devrim ciyim ) diye bağırıyorlar, îb o ’n un p eşin e takılıyorlardı. İbo, “Türkiye’nin geleceği çelikten yoğruluyor; belki biz ol­ m ayacağız am a b u çelik aldığı suyu u n u tm ay ac ak ...” diyordu. Köylülerin h er tü rlü işine koşuyor, kaldığı köylerde m utla­ ka üretim e katılıyordu. Özellikle tırp a n biçm ede eli b u işe çok yatkın ve ustaydı. O ysa bu bölgede tırp a n pek fazla bilinm iyor­ du. Bu dağlık b ölgelerde köylüler ekini genellikle orakla biçi­ yorlardı. İbo b u bölge köylerinde tırp a n kullanırken, onun öy­ le seri ve yorulm ak bilm ez çalışm asını köylüler hayranlıkla sey red iyorlardı. Yine köylerden birinde b u bölge köylülerince hiç bilinm e­ yen b ir alet yapm ıştı. “Ayakçak” denilen ve o tlard an yaptığı bu aleti ayağına takıyor, koca bir kucak buğday birikene kadar ayağında götürüyor, d e ste olunca bırakıyordu. Köylüler İbo’­ nun bu b uluşunu h ay ret ve sevinçle karşılam ışlar, onunla şaka­ laşıp kucaklaşm ışlar ve herbiri kendisi için O rta A nadolu köyle­ rinin özelliği olan bu “ayakçak”tan yapm aya koyulm uşlardı. Yine b ir köyde, böyle uzun ve y o ru c u bir çalışm a so n ra sın ­ da, yoksul bir evde yem eğe oturm uşlardı. A rkadaşları v e İbo uzun zam an d ır kuru şey ler yem ekteydiler. Şimdi sofraya sıcak ve su lu yiyecekler gelmiş, iştahları d a h a d a açılm ıştı. Yemeğe başlayacakları bir sıra İbo ark ad aşların a eğilerek onları uyar­ m ış v e “bu yoksul ev lerde genellikle n e yapılm ışsa hepsi sofra­ y a gelir; sakm yiyip bitirm eyin; çünkü artanını kendileri yiye­ cekler; biz hep sin i bitirirsek, bir d e fazladan olarak, bizi doyuram adıklarını d ü şü n ü p ü z ü lü rle r...” dem işti. A rkadaşları d a önlerindeki yem eğin bir kısm ını bırakm ışlardı.

34


Tıpkı bu so fra d a görüldüğü gibi, İbo’nun b ü tü n davranışla­ rı, halkın duygu v e düşünceleriyle uyum içindeydi. Bu b ü tü n ­ lük aynı zam an d a ark ad aşların a karşı, günlük yaşantının h er birim inde eğitim niteliği d e taşıyordu. İbo köyden köye dolaştığı b ugünlerde güvenlik kuvvetleri d e baskıyı y o ğ u n laştıra yoğunlaştıra, onun çevresindeki çem ­ beri iyice d araltıyordu. O güne k ad ar Ü steğm en Fehm i’nin sü rd ü ğ ü izlerin hiçbiri, so n u ç verm em işti. Halk İbo ve Ali H aydar’ı yoksul giysileri al­ tın d a suyuyla, ekm eğiyle gizliyordu. Onları aray an lar bu kez yeni bir y ö n tem e başvu rdular: Sivil giyimli ve kendi ölçüleri içinde “devrim ci görünüm lü!” b irta­ kım kişiler, akşam b asın ca köylere gelip yoksul evlerin kapısı­ nı çalıp “açm kapıyı, biz devrim ciyiz, b ir gece konaklayıp gide­ ceğiz” diyorlardı. Sonra köylüleri kapılarına gelen bu “kişilere” gösterdikleri yakınlık oran ların a göre ayıklıyorlardı. Kime ne zam an n e olacağı p ek belli değildi. 13 Ocak 1973 günü İbo ve arkadaşlarının Nazimiye, Bostanlar köyünde olduğu ihbarı üzerine h arek et eden güvenlik kuv­ vetlerin in “o p e ra sy o n u ” ile ilgili olarak Ü steğm en Fehmi şöyle diy o rd u rap o ru n d a: Derhal bir takip ekibi kurarak kendi komutamda yo­ la çıktık. Ekibe ayrıca emniyetten de bir görevli al­ mıştık. Bize verilen haberde belirtilen yere geldi­ ğimizde bir dikkatsizlik eseri olarak, polisin p a t ­ lattığı silah sesi baskınımızı tesirsiz hale getir­ di. Bir şey yapamadan d ö n d ü k . . . (TKP-ML Dara Dosyası)

A slında bir şey ler yapm ışlardı. O laydan so n ra kulaktan ku­ lağa Nazim iye’nin B ostanlar köyünde olanlar anlatıyordu. “Em niyetten görevli” bir sivil, köyün yoksullarından Süleym an Nakış’m evinin kapısını çalm ış, “Açm ben devrim ciyim , sokak­ ta kaldım ,” dem işti. Ve d ah a so n ra ev kuşatılm ıştı. Ve Üsteğ­ m en Fehm i’nin sö zü n ü ettiği “dikkatsizlik” patlak verm işti:

35


Yoksul bir köylü olan Süleyman Nakış kurşunla belinden ağır şekilde yaralanmış; Süleyman Nakış’ın dört yaşındaki kızı­ nın, kurşun kulağının altından girip gözüyle birlikte yüzünden çıkmıştı. Yoksul bir köylü olan Süleyman Nakış’ın neye uğradı­ ğını şaşıran karısı; korkudan kaçtığı dağda donarak ölmenin eşiğinden geçmişti. Sıkıyönetim, bu bölgede kanunen var mıydı? Bunu düşün­ mek bile kimsenin haddine değildi. Kanunlara bakılırsa bu böl­ gede sıkıyönetim yok, uygulamalara bakılırsa çifte sıkıyönetim vardı. Üstelik baskılar gün be gün daha da yoğunlaşıyordu. Baskılardan yörede sadece ağalar kârlı çıkıyordu. Yoksul köy­ lünün kırımına kırım ekleniyordu. Sadece devrimciler değil, şu ya da bu şekilde devrimcilere yakınlık duyanlar ve hatta baskı­ lar karşısında yüzünü ekşitenler bile akılalmaz yöntemlerle alı­ nıp götürülüyorlardı. İbo Aralık ayı ortalarında Tunceli’den geçerek geldiği Düz­ gün Dağları’nda, bu bölgedeki arkadaşlarıyla buluşmuş, bir­ çok sorun üstünde uzun uzun konuşmuştu. Bölgedeki arka­ daşlarının raporları üstüne birçok kararlar almışlardı. Bunlar­ dan birisi ve öncelikli olanı, “Tunceli’de yoksul halka yapılan baskı ve zulmün teşhir edilmesi”ydi. İbo arkadaşlarına, “Daha aktif ve dinamik olmalıyız, halka yapılan baskıyı bütün gücü­ müzle göğüslemeliyiz; belki gücümüz az ve biz de kırılacağız fakat devrimciler halkın inleyişleri karşısında sessiz dura­ maz,” diyordu. Tunceli’deki uygulamaların boyutu, sıkıyönetim altındaki bölgeleri de geride bırakan cinstendi. İşkence ve dayak halkın günlük yaşantısının bir parçası olmuştu. Öyle ki bir ara, bir tu­ tuklu kendisine yapılan ağır işkencelerin gövdesindeki izleriy­ le sağlık kuruluna başvurmuş ve zulmü bir raporla belgelemiş­ ti. Savcılığın Tunceli Emniyet Müdürü Salih Suphi Savdır ve Jandarma Teğmeni Fehmi Altınbilek hakkında soruşturma aç­ tığı söyleniyordu. Halkın üzerinde yoğunlaşan baskı ve terör, sıkıyönetimin 36


sansür zırhlarına karşın başkente kadar sızıntı vermiş ve Meclis’te sözü edilmişti. Temmuz 1973’te Tunceli Milletvekili Hüseyin Yenipazar, Meclis’te yaptığı bir konuşmada, Emniyet Müdürü ve Jandar­ ma Teğmeninin bu bölgeden alınmasını istemiş, “Bu iki şahsın haklarında kanuni tahkikat yapılsın, bizzat keyfî tutum içinde­ ler,” demişti. Tunceli’yi âdeta komandolar kuşatmıştı. Belden yukarıları soyunuk olarak sokaklarda “Komando dağları sardı, haller ya­ mandır” diye nakaratlı bir türkü eşliğinde koşuyor, eğitim ya­ pıyorlardı. Halkın üstünde tam anlamıyla terör havası estiriliyordu. İbo’nun “baskıları teşhir” isteğini Ali Haydar Yıldız gönüllü olarak yüklenmiş ve 2 Ocak’ta geceyarısı dağdan Tunceli’ye in­ miş, karakol ve lojmanı bombalamıştı... Sonra Düzgün Dağları’nın yamaçlarından yukarılara doğru izlerini kaybettirdiler. Bir süre bu dağda gizlendikten sonra İbo, Ali Haydar ve Hüseyin, Nazimiye’ye, Süleyman ve Muzaf­ fer, Haydaran köylerine çekildiler. Dağılırken, buluşma noktası olarak Vartinik, Mirik mezrala­ rındaki Köm’ü saptamışlardı. Gerektiğinde bu Köm’de buluşacaklardı...

37


... Ölüm buyruğunu uyguladılar

Mavi dağ dumanını Ve uyur uyanık seher yelini Kanlara buladılar. Sonra oracıkta tüfek çattılar koynumuzu usul usul yoklayıp Aradılar, Didik didik ettiler... Ahmed Arif

Süleyman ve Muzaffer on-on beş gün köylerde kaldıktan sonra, yanlarına bolca un ve çökelek alıp Vartinik’teki Köm’e geldiler. İbo ile Ali Haydar, Karakoçan köylerindeydiler. Bölgede köylülerle konuşuyor, onların sorunlarını dinliyor, yaşanan ha­ yatın siyasi özünü, sorunların altında yatan gerçekleri, onların anlattıkları olaylara göre açıklıyorlardı. Köylüler bu iki gence dert yanmışlar, bölgedeki bir çavuşun kendilerine olmadık işkence ve eziyet yaptığını söylemişlerdi. “Yaşlıların bıyığını yoluyor, ortalığı talan ediyor, rüşvet ver­ meyeni dövüyor, geline, kıza sarkıntılık ediyor...” diyorlardı. 38


Yoksul köylüler dağlardan gelen bu iki gençten umut dile­ mişlerdi. Ali Haydar ve İbo köylüye “elaman” dedirten bu çavuşu bir “ihtar bombasıyla” korkuttular. Çavuş sindi, köylüler soluklandı. İbo dört-beş gün sonra Ali Haydar ve Hüseyin’le Vartinik’teki Köm’e geldi. Saatler ötedeki bir yoldan, buzlu dağları aşıp gelişleri Mu­ zaffer ve Süleyman’ı şaşırtmıştı. İbo akılalmaz güç isteyen işlerin altından kalkışıyla, böyle sık sık şaşırtıyordu yoldaşlarını. O günleri öyle geçti. Birlikte bir süre Köm’de gizlenmeye karar verdiler. Hem gizlenecek, hem de çeşitli konular üstün­ de, çalışma raporları ve yeni durumlarla ilgili olarak düşüne­ cek, tartışacak, kararlar alacaklardı. Ertesi gün Süleyman ve Ali Haydar ekmek ve yiyecek edin­ mek için Köm’den ayrıldılar. Akşama döneceklerdi. Gün geçti, akşam oldu. Karanlık basmış vakit ilerlemişti. İbo, Muzaffer ve Hüseyin nöbeti ikişer saatle düzenleyip uy­ kuya çekildiler. İlk nöbet İbo’nundu, Sonra Muzaffer nöbete kalktı. 0 da nö­ betini doldurduktan sonra, nöbeti Hüseyin devraldı... Yolların alabildiğine karlı ve geçilmez oluşu, Ali Haydar ve Süleyman’ın dönüşünü geciktirmişti. Ancak sabaha doğru Köm’e vardılar. Az uzağından parolayı çaldılar. Köm’den hiç ses çıkmadı. Ali Haydar parolayı tekrarladı. Yine karşılık ala­ madı. Parolalarına karşıdan parola çalınmayışı Ali Haydar ve Süleyman’ı işkillendirmişti. Çevreyi süzmeye koyuldular. Uzak­ tan jandarmaları gördüler. Köm kuşatılıyordu. Karanlık daha çözülmemiş, gün geceden sıyrılmamıştı, ha­ va sisliydi. 1973’ün Ocak ayının 24. sabahıydı. Ali Haydar ve Süleyman Köm’e doğru fırladılar. Ali Haydar Köm’e daldı. İçeri girdi. Arkadaşları uyuyordu. Ali Haydar’ın sesiyle birlikte uyandılar. Ali Haydar uyku dalgınlığının onları aksatabileceğini düşü­ 39


nerek ilkin onların dışarı fırlamalarını bekledi. En son kendisi dışarı fırladı. Güvenlik kuvvetleri ateşe başlamıştı. Ali Haydar’da elinde­ ki bombayı kuşatmadan yana fırlatıp ateş açtı. Seti aşıp, sıyrılıp gitmeyi tasarlıyordu. Sindi ve fırladı, tam seti aşarken ateşe tutuldu. Havada sızlandı. Gerilip düştü... Kuşatma yarım daire halindeydi. Üsteğmen Fehmi kuman­ da ediyordu. Köm’ü Ovacık kesiminden sarmışlardı. İbo ve arkadaşları bir anda ateş altından dağıldılar. Ibo eği­ liyor, kalkıyor, ateşten sıyrılıp uzaklaşmaya çabalıyordu. Fakat ayağı kayıp düştü. Dizi buza değmeden, canına kurşun saplan­ dı. Doğrulmayıp çöktü. Elinde kırması vardı. Başından aldığı yara bütün gücünü sağıp çekerken, İbo’nun aklı cebindeki adreslere gitti. Son bir çabayla, gözleri kararma­ dan, cebindeki adresleri alıp, ağzına boğazına doğru iteledi... Ve gözleri buğulandı... Kendinden geçti. Muzaffer, Süleyman ve Hüseyin kuşatmanın boş yanından alacakaranlığın içine dalıp sisle örtündüler. Köm’den ses kesilince jandarmalar bir anda Köm’e doluştu­ lar. İki kişi vurulmuştu. Köm’ü ihbar eden Hüseyin Güngör’ün elinde bir kırma vardı. İbo’nun yattığı yere doğru bir el ateş et­ ti kırk-elli civarında saçma İbo’nun boynuna, başına saplandı. Jandarmalar Ali Haydar’ın ve İbo’nun ceplerini aradılar, kimliklerini aldılar. Sonra vurulanları bırakıp, karlı dağlara doğru kaçanların ardına düştüler. Muzaffer bir süre uzaklaştıktan sonra ilerdeki bir sarp yer­ den aşağı bıraktı kendini. Ve dipteki dereye indi. Buzlar içine gömüldü. Yukarıdan bir süre tarayıp bomba yağdırdılar, fakat inemediler. Muzaffer bir buçuk saat öylece orada kaldı. Sonra çıkıp bir başka yönden dağa vurdu. İki gece dağlarda kaldı. Mazgirt köy­ lerine geçti. İki aya yakın buralarda gizlendi. Mart ayma doğru İstanbul’a geldi. Ve tekrar Malatya’ya döndü. Malatya’da aradı­ 40


ğı arkadaşlarının da yakalanmış olduğunu öğrendi. Ayrılıp İs­ tanbul’a geldi. Süleyman, Vartinik’te ateş altından yata çıka sıyrılıp dağlar­ da izini kaybettirmiş, Tunceli’ye inmişti. Bir süre burada sak­ landı ve İstanbul’a geçti... İbo vurulup düşmüştü fakat kalbinin çarpıntısı durmamıştı. Aldığı onca yara yetmemişti onu durdurmaya, yüzükoyun içi­ ne gömüldüğü kar, habire kırmızılaşıyor, ağır ağır kanını sağı­ yordu. Yine de bir süre sonra kendine geldi. Dizleri dirsekleri üstü­ ne doğrulup, başını avuçları içine aldı. Yaralarını yokladı. Kalktığında boynunun her yanından kan sızıyordu. Delikdeşik edilmişti. Onlarca saçma boynunda yuvalanmıştı. Kafasın­ dan kurşun yarası almıştı. Adres yazılı kâğıtlar hâlâ ağzmdaydı. Onları çıkartıp soluğunu rahatlattı. Çevresine bakınıyor kendine gelmeye çabalıyordu. İlerde karlar içinde upuzun yatan Ali Haydar’ı gördü. Yanı­ na vardı. Üstüne kapandı. Gücü dizlerinden bir kez daha çekil­ di. Onu kaldıramadı. Bıraktı kendini Ali Haydar’ın üstüne. Bir şeyler mırıldandı. İntikam andı içti. Ve karlara bata çıka, sen­ deleyerek Köm’den uzaklaştı. Birkaç saat gittikten sonra, bir kuytuya sindi. Barıkbaşı mezrasındaydı. Kanları buz tutmuştu. Boynun­ dan ılık ılık sızan kan, yara başlarında karlaşmıştı. Yaralarına değdikçe, yakıcı bir duygu bırakıyordu. Kendi kanı sertleşmiş kendi canını sancıtıyordu. Giysileri altında, boynundan göğsü­ ne ve sırtına doğru kan yolları uzanıyordu. Ali Haydar’m orada öyle yatıp kalışının acısını bir türlü içi­ ne sindiremiyordu. Haydaran bölgesinin bu yiğit evladı, bu yi­ ğit yoldaşı, yaralı mıydı, yaşıyor muydu hâlâ? Yoksa kurşunlar can noktasını bulmuş da onu hayattan koparmış mıydı? İbo sindiği yerde acılanıyor, aklına Ali Haydar’m, onu bıra­ kıp ayrılırken gördüğü yarı aralık gözleri düşüyordu. Vuruldu­ 41


ğu yerde, sabahın keskin ayazıyla donuveren kirpikleri düşü­ yordu aklına. “Beni de götür” diyordu sanki. Böyle düşündükçe İbo, güç­ süz kalışına kahrediyor, durduğu yerde sabırsızlanıyordu. Ali Haydar artık onların elindeydi şimdi. İbo yapacak hiçbir şeyi olmayışını bir türlü hazmedemiyor, yoldaşının yüzünü ak­ imdan silemiyordu. Onu alnından aşağı süzülen kanla bırak­ mıştı. Kanlı saçları kızıl bir kakül görünümündeydi. Kıvrım kıv­ rım olmuş ve şakaklarına yapışıp donmuştu. Bir eli yumruk sı­ kılı, dirseği bükük, bir kolu omuz başına kadar kar içine gömü­ lü; öyle sessizce uzanıp kalmıştı orada. Sonra Muzaffer’i, Süleyman’ı düşünüyordu İbo. Kaçabilmiş­ ler miydi? Yoksa delik deşik, bırakıp gitmişler miydi dünyayı? Birkaç saat önce, üşümemek için yan yana uyudukları yol­ daşlarının her biri bir yerdeydi şimdi; kurdun kuşun arasında; namlu önünde, dağ gerisinde... İbo sabahın ayazı altında sinmiş, düşünüyor; için için yüre­ ğini dinliyordu. Gök açılmış, beyaz yamaçlar ufka kadar uzak­ laşmıştı. Ali Haydar’ın sesi çınlıyordu kulaklarında. Sanki onu göre­ cekmiş gibi bakmıyor, yine içine, yüreğine dönüyordu.

42


... Vurulmuşum

Dağların kuytuluk bir boğazında Vakitlerden bir sabah namazında Yatarım Kanlı, upuzun... Vurulmuşum Düşüm, gecelerden kara Bir hayra yoranım çıkmaz Canım alırlar ecelsiz Sığdıramam kitaplara Şifre buyurmuş bir paşa Vurulmuşum hiç sorgusuz, yargısız... Ahmed Arif

İbo’nun gerek hayatında gerekse siyasi çalışmalarında Ali Haydar’ın önemli bir yeri vardı. Ali Haydar, İbo için, halkın bir yoldaş olarak simgeleşmesiydi. Ali Haydar’m her bir özelliği al­ tında Anadolu insanının görüntüsü yatıyordu. Sanki bir halkın hayatı bir insan olarak şekillenmişti. Ali Haydar bu niteliğiyle İbo’ya, halkının kılavuzu olmuştu. Çok şey öğrenmişti ondan. Geceler boyu çocukluğunu, gençliğini, yaşadığı bölgelerdeki halkın çilelerini, İbo ondan uzun uzun dinlemişti. 43


Ali Haydar’in babası Tunceli’nin Ruşnik köyünden yoksul bir halk adamıydı. Çocukluğundan beri yetim büyümüş ve daha son­ ra Tunceli’nin Mazgirt ilçesine bağlı Rıçik (Geçitveren) köyünde oturan Molla Yusuf’un (Erdoğanlar) yanma sığınmıştı. Onun nü­ fusuna yazılmış ve hayatını orada sürdürmek zorunda kalmıştı. Molla Yusuf’un, Palu’nun Ertuhan köyünü almasından son­ ra, onunla birlikte aynı köye gelmişti. Bir yandan Molla Yusuf’un yanında çalışıyor, bir yandan za­ man zaman, Devlet Demir Yolları’nda suculuk ya da “ara işle­ ri” yapıyordu. Ve ancak böylece hayatını sürdürebiliyordu. 1938 “Dersim İsyanı” günlerinde, akraba ve yakınlarının bü­ yük çoğunluğu can vermişti. Yüzlerce olaya tanık olmuştu o günlerde. Yakınlarını süngü ucunda, makine ağzında, Munzur Suyu’nda cansız yüzerken görmüştü. Kendisi de nice acıdan can sıyırmıştı. “Dersim İsyanı”ndan iki yıl sonra askere alınmış, üç yıllık askerliği sonunda Nazimiye’nin Kıl köyünden gelme, Güzel ile evlenmişti. Ali Haydar işte bu aileden dördüncü çocuk olarak, Palu’nun Ertuhan köyünde dünyaya geldi. Bir yaşma değdiği günlerdi ki, ailesi Elazığ’a göçtü. İlkokulu Elazığ’ın Hüsenik Köyü’nde tamamladı. Daha o yaşlarında hem yaşıtları, hem büyükleri arasında enerjisi ve zekâsıyla kendini gösterir olmuştu. Ortaokul ve liseyi Elazığ’da okudu. Arkadaşları onu fedakâr oluşu, haksızlığı hazmedemeyişi, zayıfa arka çıkışı gibi erdemle­ rinden ötürü seviyor ve sayıyorlardı. Ali Haydar daha ortaokul sıralarında iken birçok roman okumuş, kendisi de gördüğü acıla­ rı anlatma yollan aramıştı. Okuduğu romanları hemen arkadaş­ larına veriyor, heyecanını, öğrendiği bilgileri onlara üleşiyor; on­ ların da aynı duyguları paylaştığını gördükçe seviniyordu. Yaşar Kemal’i, Fakir Baykurt’u birçok arkadaşına ilkin o tanıtmıştı. Bu yaşlarında haksızlığa karşı duyduğu sezgisel tepkiler, li­ se sıralarında isyan duygusuyla birleşmişti. Netleşmiş siyasi 44


bir görüşü yoktu fakat küçük çevresi içinde daha o günlerinde haksızlığa karşı birçok dövüş vermişti. 1969-1970 döneminde liseyi bitirdi ve İstanbul’a geldi. Kısa bir süre içinde devrimci gençlik arasına karıştı. Çocukluğun­ dan beri, içinde taşıdığı duygular siyasi bir nitelik kazandı. İnancında ödünsüzlüğü, siyasi gelişmesini daha da hızlandırdı. Aynı öğrenim yılının şubat ayında, sivil polisler Laleli’de haksız bir suçlamayla onu yakalayıp götürdüler. Kırk sekiz sa­ at işkence odalarında kaldı. Daha sonra tutuklandı ve bir aya yakın cezaevinde yattı. Cezaevinden çıktıktan sonra İbo ile yakın arkadaşlık ilişkisi içinde olmuş ve onun mücadele arkadaşları arasına katılmıştı. Zor işleri kendisi yüklenip, kolayını başkasına bırakması; sabrı, dinamikliği; vakte boşluk tanımayışı, sürekli okuyuşu; verilen her görevi kabullenişi, eliştirilmekten kaçınmayışı, ajitatörlüğü, fedakârlığı, halktan insanlarla kolayca ve doğal bir biçimde dost olabilişi, dövüşkenliği, sır tutuşu ile mücadele ar­ kadaşlarına örnek oluyordu... Köm’den kaçıp, karlı dağlarda sindiği yerde kesik kesik ge­ lip gidiyordu İbo’nun aklına, bu can yoldaşının erdemleri. Ali Haydar’m öyle vurulup kalışı, karlar içinde kan olup eriyip gi­ dişi, sanki İbo’nun sağ omuzunu da kesip götürmüştü. Bütün bu bölgeleri, bu yamaçları ona Ali Haydar gezdirmiş­ ti. Öyküsünü anlatmıştı Haydaran bölgesinin. Bu dağların... 1938’lerde Haydaran’a yapılan çıkartmaları; yedisinden yet­ mişine köylünün dağlara çekilişini; bu dağlarda yıllarca takır­ dayan silah seslerini; Denemen bölgesini; Lâç Deresi’nin için­ de, su yerine kan akışını... İbo’ya anlatan can yoldaşları işte şimdi dağa, taşa karışmıştı. Ali Haydar’ın acılarla işlene işlene gençleşmiş, derinleşmiş gövdesi, öyle kolayca bulunur cinsten değildi. Yaşlı köylülerin binbir kıvrımından, binbir acı sıyrılan öyküleriyle büyümüştü. Harçik Deresi’nde, Kıl Deresi’nde, Çukur Köyü’nde, Halis Dağları’nda, Mazgirt’te halkın yaşanmış acılarını, yüreğinin öf­ 45


keli bir yerine gizlemişti. Zilan Deresi’nden, Ağrı Dağı’mn do­ ruklarına kadar, kana bulanmış topraklarda büyümüştü... İşte şimdi acısı acılara ulanmış, upuzun yatıyordu orada. Kaçanların ardına düşen komandolar bir süre sonra iz sürme­ den vazgeçip, başlarında Üsteğmen Fehmi Altınbilek’le birlikte tekrar Köm’e döndüler. Baktılar ki vurulan iki, bire inmişti. Biri orada vurulduğu yerde kan içinde yatıyor; biri damla damla kan bırakıp, döne döne uzayıp giden dağlara karışmıştı. Bu sonuç on­ ları şaşkına çevirdi. Üsteğmen Fehmi sinirli sinirli söylendi... Bir süre çevreyi aradılar. Sonra Ali Haydar’ın başına geldi­ ler. Onu bağlayıp Vartinik’ten Kutu Deresi’ne kadar sürükleye­ rek indirdiler. Harekâta katılan komando erlerinden biri Cum­ huriyet Savcısına “cesedi bağlayarak, altına sopa koyup, kay­ dırarak Kutu Deresi Karakolu’na getirdiklerini” bildirdi. (Vartinik Dosyası, S. 93) Başka söylentiler de vardı; Boğazına ip takılıp sürüklenir­ ken Ali Haydar’ın içten içe inlediği; altındaki kar gibi eriyip gi­ dişi nefesinin... Ali Haydar Kutu Deresi Karakolu’na getirildiğinde donmuş­ tu artık. İbo sinip gizlendiği kuytuda iki gün iki gece aç susuz düşün­ dü durdu. Köylere yanaşmıyordu. Ayakları, elleri sızlamaya başlamış, donmaya yüztutmuştu. Sonunda bir köye inmeye karar verdi. Karlara bata çıka bir dağ köyüne sokuldu. Bölgede korkunç bir terör estirildiği için, bu yaralı ve bitkin insan köylüleri ürküttü. İbo köylülerin ürkmesi karşısında onlara “haklı olduklarını, terörün bir gün mutlaka yok olacağını” söyledi. Gücü iyice tükenmişti, fakat köyde konaklayıp köylülere dert olmak istemedi. Köyün kıyısından son bir gayretle tekrar karlı dağlara vurdu. Birkaç saat daha yürüdü. Bir başka köye geldi. Uzaktan bir süre köyü gözleyip, sonra köye girdi. Köylüler İbo’yu alıp sıcak bir yere götürdüler. Bir süre ısıt­ tılar. Kimisi sobayı yakıyor, kimisi ona su getiriyor, yemek ha­ zırlıyor, kimisi yaralarını sarıyordu. 46


Köylüler İbo’nun karnını doyurup ayakkabılarını değiştirdi­ ler. Yaralarına merhem sürdüler. Yün çorap verdiler. Sırayla gelip köylerine sığınan bu yaralı konuğa bakıyorlar­ dı. Bir an önce kendine gelsin, dağlara dönsün istiyorlardı. Daha sonra birkaç köylü Ibo’yu alarak üç-dört saat uzakta­ ki bir mağaraya götürdüler. Yanına erzak koyup, helallaşıp ay­ rıldılar. İbo iki gün kaldı bu mağarada. Kesici, kavurucu soğuk altın­ da, ayaklarının sızısı gittikçe artıyor, canına saplanıyordu. Ma­ ğaranın her yanı buzlaşmıştı. İkinci günün sonunda mağara­ dan çıktı. Çevredeki bir başka köye indi. Geceydi. Karanlık çök­ müş, sadece karlı dağ yamaçları karanlık altından gökyüzüne doğru bir ağartı olarak uzanıyordu. İbo aksaya aksaya bu ağar­ tı arasından köye girdi. Köylü bir süredir iyice amansızlaşan aramaların, baskınla­ rın korkusuyla sinmişti. İbo fazla üstelemedi. Onlardan bir is­ tekte bulunmadı. Köyün dışına çekildi. Geceyi açıkta geçirdi. Bu beşinci günüydü vuruluşunun. Yaralarındaki sancı artık iyice sivrilmiş, derinlerine kadar inmişti. Boynunu döndüremiyordu. Ayaklarındaki sızı, uyuşma duygusuna dönüşüyordu. Köyün yakınında açıkta, kar üstünde, karanlık altında geçir­ diği gecenin sabahında, ayazın aydınlıkla yırtılmasıyla birlikte yola düştü. Her ne pahasına olursa olsun gitmeye kararlıydı. Son zerresine kadar gücünü dizlerine yığacak, bölgeden sıyrı­ lıp çıkacak, bir başka bölgedeki yoldaşlarını bulacak ve yarala­ rını iyileştirecekti. Bir süre yürüdü. Sonra konaklayıp, nerede olduğunu, nere­ den çıkış yolu bulabileceğini düşündü. Tekrar yola koyuldu. Bir köye sokulup yol soracaktı. Yakında görülen bir köye yöneldi. Karşısına çıkan bir köy­ lüden yardım istedi. Gitmek istediği bölgenin yolunu sordu. Köylü İbo’yu alarak köye girdi. Onu bir eve götürdü. Köyün öğ­ retmeni azılı bir gericiydi...

47


... Dövüşenler de var bu havalarda El, ayak buz kesmiş, yürek cehennem Ümit, öfkeli ve mahzun Ümit, sapma kadar namuslu Dağlara çekilmiş kar altındadır... Ahmed Arif

Celâl adındaki bu azılı gerici ajan, İbo’yu piyango bileti gibi karşıladı. Ibo’nun yol sorduğu köylü, onu eve almış, gitmiş öğretme­ ne haber vermişti. Öğretmen hemen eve koşmuş, köye gelen yaralıya bakmış ve odanın kapısını kilitlemişti. İbo yorgun, bitkin canı içinden sayıklar gibi bir sesle “ihbar etmemelerini, devrimci olduğunu, gitmesi için bırakmalarım” söylemiş, fakat gücü kalmadığı için kaçmaya, karşı koymaya davranamamıştı... Vartinik’teki Köm’den bir yaralının kaçtığı bütün çevre köy­ lere duyurulmuştu. Çevredeki bütün gericiler ödül kazanma yarışmdaydı. Ayrıca köylere ajanlar dağıtılmıştı. Kaçan yaralı­ yı bulana büyük ödüller verileceği söylentisi fısıldanıyordu ku­ laktan kulağa. 48


Bütün gericiler ve “ajanlar” dağda taşta bu “kana banılmış ekmeği” arıyorlardı. Vartinik’teki “operasyon”da güvenlik kuvvetlerinin ateşine kumanda eden Üsteğmen Fehmi dört bir yana haber salmış, bütün gücüyle kaçan yaralının bulunmasına seferber olmuştu. Şöyle vermişti raporunu: • • • Vurulan tesbit

edildi.

yaralı

olarak

anarşistin Ali

Haydar

Yıldız

Fakat b e nim asıl üzerinde kaçan

anarşist

oldu.

olduğu

durduğum,

Öldürdüğümüz

anarşistin otopsisi ve bununla ilgili işlemin tamam­ lanmasından sonra yine birkaç ekip teşkil ederek ay­ nı bölgede yoğun bir arama yaptık. Ben çevre m e zra­ larda kalan, güvendiğim adamlarımı uyardım. Aynı za­ manda

Milli

İstihbarat

anarşist resimlerini,

T e ş k i l â t ı ’nca

bana

verilen

istihbarat teşkilatının adamı

olan kimselere dağıttım. 29 Ocak sabahı benim b a şın­ da

bulunduğum

mezrasında

tim,

oturan,

Gökçe b i zim

K a r a k o l u ’nda istihbaratın

iken,

Mirik

adamlarından

Hüseyin Güngör geldi ve...

Ve Üsteğmen Fehmi sayısız güvenlik kuvvetiyle köyü kuşat­ tı. Büyük bir iştahla odanın kapısına dayandı. İbo odada yerde yatıyordu. Üsteğmen Fehmi “İbrahim Kaypakkaya’sm değil mi?” diye bağırarak dikildi karşısına. İbo ona yaralı gövdesinden bıçak gibi yükselen sesle, “Biliyorsan ne soruyorsun?” diye karşılık verdi. Fehmi Altınbilek bu kez İbo’ya nasıl kaçtığını sordu. Onu elinden kaçırışını bir türlü hazmedemiyordu. İbo, “Sizin gibi fa­ şistlerin elinden kurtulmak için nasıl kaçmak gerekiyorsa o şe­ kilde canımı dişime takıp kaçtım,” diye yanıtladı. (TKP- ML Da­ va Dosyası) İbo’yu apar topar alıp bağladılar. Kutu Deresi’ne indirdiler. Mirik köyü ile Gökçe arasından geçiyordu Kutu Deresi. Buz­ luydu suyu. Ve kıvrım kıvrım uzanıp gidiyordu. 49


Bir-bir buçuk saat İbo’yu dere boyunda yürüttüler. Yol bir­ kaç kez dereden geçti. Buzlu su içinde îbo’nun zaten sancıyan ayakları iyice keçeleşti. İyice buzlaştı. Gücü iyice yitti. Sonra İbo’yu bir cipin arkasına bağladılar. Ve İbo’yu yakalayanlardan komando eri Mehmet Demir, ifa­ desinde, İbo’yu “Mirik mezrasından Gökçe Karakolu’na kadar yayan getirdiklerini” söyledi. İbo’nun ilk ifadesi yakalanıp getirildiği Gökçe Karakolu’nda alındı. Islak ve kanlı giysileri içinde; yaralı yorgun, uykusuz ve açtı. Fakat başını eğmiyordu. Kendini yakalayanların, karakola getirenlerin, karakoldakilerin, sağa sola koşuşmalarını telaşlı davranışlarını, bitkin fakat uzlaşmayan bakışlarla izliyordu. Sonra ifadesi alınacağı söylendi. İfade yerine getirildi. Bir an önce konuşturmak, her şeyi kağıda dökmek istiyorlardı. Bir sü­ rü soru yönelttiler İbo’ya. İbo onların soru yağmurlarını kısa kısa yanıtladı. Ama bu yanıtlar onların istediği yanıtlar değildi. Tekrar sordular. İbo yine aynı şeyleri tekrarladı. Sonunda söy­ lediklerini anladıkları kadarıyla ve kendi üsluplarıyla şöyle kâ­ ğıda geçirdiler: ...Ben

devrimeiyim,

konularda hiçbir

biz

devrimci

şeyi prensip

olarak

siyasi

olarak gizlemeyiz

ve

fikirlerimizi açıkça söyleriz. Ancak örgütsel faali­ yetlerimizi ve örgüt içerisindeki bize inanan a r k a ­ daşlarımızı ve örgüt içerisinde olmayıp da bize yar­ dımcı olan şahıs ve grupları açığa vurmaktan katiyyen

kaçınırız,

faaliyetlerim zaten

ve

herhangi

açıklanacak

söylemeyiz,

hakkında bir

hiçbir

örgüte

örgütsel bir

bu şey

mensup

sebeple

örgütsel

açıklayamam. olmadığım

faaliyetim de

yoktur.

devrimciler yoksul halkı büyük burjuvazi,

Ye

gibi Biz

işbirlik­

çi emperyalistler ve büyük toprak ağalarının sömürü­ sünden,

işçi, yoksul köylü,

orta köylü, küçük esnaf

ve sanatkârları ve milli burjuvazinin devrimci kana-

50


dini b u

sömürü ve

tahakkümden kurtarmak

istiyoruz,

ben bu sebeple buralara kadar geldim. Biz devrimci­ ler birinci derecede işçi sınıfına güveniriz.

İkin­

ci derecede yoksul köylülere ve sırası ile orta k ö y ­ lü,

küçük

esnaf

ve

sanatkârlara

güveniriz.

Ben bu

ideal ile bilhassa yoksul köylüleri bilinçlendirmek için

buralara

kadar

geldim.

Fakat

muhitin

tamamen

yabancısı olduğum için kimse ile temas kurmadım, iki hafta kadar önce,

jandarrmalarla müsaademeye tutuş­

tuğumuz Gökçe K ö y ü ’nün Vartinik mezrasına geldik

Bu

mezrada metruk bir eve yerleştik. Orada yiyecekleri­ mizi

kimlerin

getirdiğini

bilmiyorum

arkadaşları da tanımıyorum. yine

de

esnaf

ve

söylemem.

ve

Tanımış olsam dahi bunu

Gayemiz yoksul köylü,

sanatkârları,

halk

yanımdaki

düşmanları

orta köylü saydığımız

toprak ağaları, büyük burjuvazi ve yabancılarla iş­ birliği

yapmış

emperyalistlerin

elinden

kurtarmak­

tır, bunun için de amacımız b u üç kuvveti eritip b ü ­ tün

üretim

araçlarını

toplumun

malı

yapmaktır.

hedefe ulaşmak için çeşitli yollar vardır.

Bu

Bu, h a l ­

kın tüm olarak bilinçlenmesi ve siyasal yolla iş b a ­ şına, yani idare eden duruma gelmesi ile olabilece­ ği gibi fikir yönünden b u hedefe ulaşmak mümkün ol­ mayınca zor kullanma kaçınılmaz ve normaldir. Tarih­ te

bunun

çeşitli

örnekleri

vardır.

Bize

göre

1789

Fransız İhtilali bir burjuva ihtilalidir. 1917 ihti­ lalinde ise hem burjuvazi hem de işçilerin ihtilali vardır. Fakat 1 9 1 7 ’de burjuvazi yok edilmiş, iktidar tamamen

işçilerin

eline

geçmiştir.

Bugünkü

Türki­

y e ’de bu felsefeye ve arzu edilen idareye meşru yol­ lardan gelmemiz mümkün olmadığı ve bize hayat hakkı tanınmadığı

için

dolayısıyle

silahlı mücadeleye

dağlara

çıkmaya

icbar

itildik,

edildik bu

ve

silahlı

mücadeleye girişmiş olmamız sebebiyle artık yukarı­

51


da hedef olarak saydığımız üç kuvvete karşı m ücade­ le ve silahlı çatışmayı meşru kabul ediyoruz. Vartinik mezrasında ben müsademe

esnasında uykuda idim,

silah sesleri üzerine uyandım, başladık,

dört arkadaş kaçmaya

diğer arkadaşlarımın akıbeti hakkında m a ­

lûmatım yoktur. Ve bende silah da yoktur,

jandarma­

ya karşı bu sebeple ateş etmedim. V a r t i n i k ’teki evi terk ettiğim zaman, cebime bir parça ekmek bırakmış­ tım, bu ekmeyi yemek suretiyle ayın 2 4 ’ünden 2 9 ’una kadar tım.

dağda yaşayabildim,

karların

Tanımadığım bir köye

gittim ve

içerisinde

yat­

orada yakalan­

dım. Müsademe esnasında ensemden ve boynumdan yara­ landım. üşüdü,

Karlarda

yatmam

sebebiyle

elim

ve

ayağım

şişti. Yukarıda da söylediğim gibi yanımdaki

arkadaşları

tanımıyorum ve

tamsam

da söylemem.

Bu

evde iki hafta kadar kaldık. Ekmek ve yiyecekleri te­ min ediyorlardı, nereden geldiğini bilmiyorum. Diğer arkadaşlarımı

da müsademe

esnasında kaybettim,

bir

daha buluşamadık. İçerisinde yattığımız battaniyele­ ri de tanımadığım şahıslardan

satın aldık.

Ben ör­

gütteki arkadaşlarımı tanımıyorum ve t a m s a m da söy­ lemem, yukarıda söylediğim gibi gayemiz ve hedefimiz tüm üretim araçlarını toplumun malı yapmaktır, dedi, sorulan bazı

suallere

cevap vermemekte

ısrar etti,

kafasında üstü yırtık ve yamalı kahve renkli bir k a s ­ ket, sırtında yerli bir askeri parka, altında ceket, kazak ve diğer elbiselerin bulunduğu, paçasında üst üste giyinmiş üç tane pantalonun,

ayağında bir çift

beyaz yünden yapılmış ve köylerde elle örülen çorap ve onun üzerinde naylon çorap, ayağında bir çift 45 numara çelik marka lastik ayakkabının bulunduğu m ü ­ şahede

edildi.

Merkez

Jandarma Birlik Komutanı Ü s ­

teğmen Fehmi  l t m b i l e k ’e meznunun fotoğrafının çe­ kilerek banyosunu müteakip fotoğraf ve filmin m e m u ­

52


riyetimize vermesi hususunda talimat verildi. Şimdi­ lik ii'adesi okundu imzası alındı. cı Yardımcısı 16381 Mehmet Seyhan. (Maznun İbrahim Kaypakkaya)

53

29.1.1973 C. Sav­


Dar vakit yetiştin tatar ağası Bir elimde kana batmış hamaylım Bir elim derman eyler Dostooo... Buncasına kavga demezem Kızanlar idman eyler Hele sarılmasın dört bir yanımız Tamam cümle dağlar mevzi almıştır Ve yatmış pusuya patikalar Salavat getirir dağ dağ taburlar Narlı bahçe üzre kanlı bir akşam Gelen elçi değil Azrail olsun Anam avradım olsun kaçarsam... Ahmed Arif

O gece saatlerce işkence edildi İbo’ya. Bir külçe halindeydi. Vartinik’teki çarpışmanın altıncı günüydü. Beş gecesi dağ­ da taşta geçmiş, bu yakalandığı günü ise saatlerce buzlu yol­ larda yürümüş, getirilip sorguya çekilmişti. Sorgusundan son­ ra nezarete kilitlediler. Sonra “karakucak” dayak faslı başladı. 54


Onca bitkin olmasına karşın küfürlerle, tekmeler, yumruklarla üstüne yürümekten geri durmadılar. Teslim olmasını istiyorlardı. Öyle ellerinde, öyle bağlar altında olmasına karşın îbo tes­ lim olmuyordu. Sorularına istedikleri yanıtı vermiyor, kâh su­ suyor, kâh dikleniyordu. Kanayan yaralarından günlerdir bütün gücü dağa taşa ak­ mıştı. İşte şimdi zincire vurulu olarak ellerindeydi. İbo’nun ba­ kışları karşısında yine de onu ele geçirememişler gibi bir duy­ guya kapılıyor, öfkeleniyorlardı. Bıraktıkları beton üzerinde yığıldı kaldı İbo. Donmuş ayak­ larının sızısıyla 30 Ocak gecesini de Gökçe Karakolu’nda yara­ lı ve uykusuz olarak geçirdi. Sabah Üsteğmen Fehmi “nezaretinde” Tunceli’ye getirildi. Bir gece de orada eğlendiler. Sonra Elazığ’a getirdiler. Birçok işkence meraklısı, İbo’nun “namını” duyup kendini görme telaşındaki birçok kararmış bakışlı insan, birçok halk düşmanı onun Elazığ’a getirilişini bayram gibi karşıladı. Sıra sıra gelip İbo’nun acıyan gövdesinde hınç giderdiler. Kimi tokat, kimi küfür, kimi odun, kimi zincir vurdu gidip gelip. İbo her birini yıkılmayan kelimelerler göğüsledi. Donmuş ayakları, aç susuz midesi, yaralı boynu, dermansız kolları ve ezik ezik edilmiş omuzlarının kuşattığı gövdesi için­ de ona sadece yorulmak bilmez vuruşlarıyla yüreği kalmıştı. Bir de uğrunda ölüm de olsa, geri dönmeyeceği, ödün verme­ yeceği düşünceleri... Sarışın saçları altında hiç kapanmadan duran yeşil gözleri­ ne ürkerek bakıyordu işkenceciler. Göz göze gelmekten sakını­ yorlardı onunla. Ve İbo’nun karşısında küçülüp, ezilişlerini bir türlü sindiremiyorlardı içlerine. İbo bir gece de Elazığ’da geçirdikten sonra yine Üsteğmen Fehmi “nezaretinde” Diyarbakır’a getirildi. Üsteğmen Fehmi bu “paha biçilmez avıyla” her gittiği yerde 55


büyük bir gururla dolaşıyordu. Diyarbakır’da İbo’yu Sıkıyöne­ tim Savcısı Yaşar Değerli’ye teslim etti. İbo’nun yolunu merakla bekleyenlerden birisi de Yaşar De­ ğerli idi. Diyarbakır’da teslim aldığı İbo’yu Sıkıyönetim Komu­ tanı Şükrü Olcay’ın odasına getirdiler. Çevresine toplanmışlar, sürekli olarak soru soruyorlar, bağırıyorlardı: “Aşur olduğunu, Hamza olduğunu, Haydar olduğunu, Musa olduğunu, Mustafa olduğunu... Söyle... Söyleteceğiz...” İbo hiçbir şey söylemeden onların bağrışmalarını dinliyor­ du. Aylardır birçok bölgede bu adlarla köyden köye namı yü­ rüyen, bir türlü ele geçiremedikleri kişi işte şimdi karşılarmdaydı. Daha sonra İbo’yu bir zırhlı arabaya bindirdiler. Araba Di­ yarbakır Ziya Gökalp Caddesi’ndeki işkencehanenin önünde durdu. Sıkıyönetim Savcısı Yaşar Değerli onu hemen sorguya (!) alma yanlısıydı. Ancak bu halindeyken ondan ifade sökülebileceğini düşünüyordu. Fakat subaylardan biri İbo’nun duru­ munun ağır olduğunu, üstüne daha fazla gidilirse ölebileceğini söylüyordu. Savcıyla bir şeyler konuştu ve İbo’nun hastaneye yatırılmasına karar verildi. Ve îbo Diyarbakır Askerî Hastanesi’ne getirildi. Bir odaya sokup yatağa yatırdılar. Elleri ve ayak­ larından yattığı karyolaya zincirlediler. İbo 24 Ocak’tan bu yana ilk kez bir odada ve yataktaydı. Bü­ tün adaleleri erimişti sanki. Kolları, bacakları, boynu koparılırcasına, derisi yüzülürcesine sancıyordu. Her yanı çürük için­ deydi. Zincirlerinden ötürü yatağında dönemiyordu. Sadece yemek geldiği zaman sağ elini çözüyorlardı. İbo’nun yatırıldığı odanın bitişiğinde Siverek İlkokulu öğretmenlerin­ den Fatma Erez adında bir başka tutuklu yatıyordu. Fatma Erez, yanda önünden kuş uçurulmayan odadan İbo’­ nun sesini duyuyordu. Sık sık Savcı Yaşar Değerli’nin İbo’nun odasına gelip gidişini izliyordu. Fatma Erez bir keresinde Ya­ şar Değerli’nin İbo’ya, “Seni ben öldüreceğim, ölümün benim elimden olacak,” diye bağırdığını; İbo’nun buna, “Ben senden 56


ve senin büyüklerinden korkmuyorum, ölümden de korkmuyo­ rum,” diye karşılık verdiğini duymuştu. O günlerde radyonun ölüm, kan, baskınlar ve tutuklamalar­ la dolu haberlerinden birinde “Tunceli’nin Mirik mezraların­ dan Vartinik Köm’ünde Ali Haydar Yıldız’ın öldürülerek İbra­ him Kaypakkaya’nın yaralı olarak ele geçirildiği” söylendi. Otobüs 20 Mayıs sabahının serinliğinde çiğden ıslanmış as­ falt üstünde kayarak Diyarbakır’a yaklaşıyordu. Şoför radyoyu açmıştı. Ali Kaypakkaya birden irkilerek uyandı. Radyo haber­ leri veriyordu. Otobüsün camlarından dışarıya baktı. Aydınlık sisi aralamış, mayısla dirilen toprağın yüzünü açmıştı. Yolculardan bir-ikisi haberler üstüne konuşmaya başladı­ lar. Ali Kaypakkaya aylar öncesini anımsadı. Radyodan oğlu­ nun yakalanma haberini aldığı günü. Birden üstünde tavan dönmüş “eyvah” diye çökmüştü yere. “Keşke İbrahim’im de öleydi” diye mırıldanmıştı. Başındaki komşular, “Neden öyle söylüyorsun?” diye soruyor; Ali Kay­ pakkaya, “Şimdi onu on defa öldürecekler; sonu gelmez soru­ lar soracaklar, onu bilirim, ağzı kilitlidir, söz ister canını alırlar İbrahim’in...” diye karşılık veriyordu. Evindeki komşuları onu çeşitli sözlerle avutmaya çabalıyor, “Çıkmayan canda ümit vardır, dertlenme” diye çevresinde do­ lanıyorlardı. Ali Kaypakkaya oğlunu biliyordu. Hatta bir defasında oğlu ona, bilmem VietnamlI mı, Koreli mi nereli, bir yerin devrimci­ sinden bir anı anlatırken, adamın polise konuşmamak için, kendisini konuşamaz hale getirdiğini söylemişti. Üstelik radyo yaralı olduğunu bildirmişti İbrahim’in. Bir ke­ re söylemiş, bir daha söylememişti. Şimdi ilgisiz bir adam ilgi­ siz bir konuşma yapıyordu. Aynı haberi bir daha dinleyebil­ mek için Ali Kaypakkaya bir gözünü vermeye razıydı. Belki de şaşkınlıkla dinleyemediği bir-iki kelime daha kalmıştı. 57


Komşuları bütün çabalarına karşın onu yatıştıramadılar. Ali Kaypakkaya ertesi sabah hemen işyerine gidip izin iste­ mişti. İzin vermediler. Son çare olarak viziteye yazıldı. Hasta­ neye giderken bir gazete almış, üç-beş satırla geçen haberi tek­ rar tekrar okumuştu. Hastaneye geldiğinde doktora her şeyi açık açık söyledi. Elindeki gazeteyi gösterdi. “İşte, dedi, benim çoeuğum şu ço­ cuk: Tunceli’de jandarmayla çarpışmış, arkadaşı öldürülmüş, kendisi yaralı; bunun için bir araştırma yapacağım; nasıl, nere­ de şimdi, ölü mü, sağ mı? Sizden bir hafta izin istiyorum...” Doktor bir ara sessiz sessiz düşündü, sonra bir haftalık izin kâğıdı yazdı. Ali Kaypakkaya doktorun yanından ayrılıp doğru 28. Tü­ men Sıkıyönetim Komutanlığı’na geldi. Bir albayın karşısına çı­ kardılar. Albay, Ali Kaypakkaya’yı dinleyince gülmeye başladı. Sonra, “Böyle evladın peşine düşme, dedi. Bu kışta kıyamette nereye gideceksin? Böyle evlat olmaktansa, olmasın daha iyi...” Ali Kaypakkaya hiçbir şey söylemeden oradan ayrıldı. Daha sıkıyönetimle bu ilk ilişkisinde birçok şeyi bir anda anlamıştı. Kızılay’a çıkıp Büyük Postahane’ye girdi. Tunceli’ye telefon etmek istediğini bildirdi. Memurlar numara sordular. “İl Jan­ darma Komutanlığını aradığını” söyledi.

58


... Oldu oldu yiğidim oldu

Zel Dağı önünden yamaca çıkarsın Kar yağmış kuşağa erişiyor Oldu oldu Ali Haydar’ım oldu Oldu oldu İbrahim ’im oldu Oldu oldu yiğidim oldu... (Doğu’da söylenen Kürtçe bir ağıttan)

Telefon açıldığında, öbür yakada bir jandarma eri vardı. Ses anlaşılmaz kopukluklarla gidip geliyordu. Ali Kaypakkaya bağırarak, “İbrahim’in dün Tunceli’de yara­ lı olarak yakalandığını duydum. Ben babasıyım. Allahı, pey­ gamberi seviyorsanız, sizin de ana babanız var; İbrahim şimdi nerede, yarası ağır mı, hafif mi?” diye sormuş; jandarma eri “Bir dakika amca,” diye kesmiş, sonra başka bir jandarma eri karşısına çıkarak; İbrahim’in boynundan ve omuzundan yaralı olduğunu, ayaklarının donduğunu, Diyarbakır’a gönderildiğini söylemişti. Ali Kaypakkaya son olarak, “Gitmem gerekir mi?” diye sormuş, er, “Gidersen iyi olur...” diye yanıtlamıştı... 59


Ali Kaypakkaya hemen o gün Harput otobüslerine binerek, akşam saat 20’de yola çıkmıştı. Diyarbakır’da garajda indi. Fakat şehri bilmiyordu. Bir süre sağa sola dolaştıktan sonra karşılaştığı bir polise, İbrahim’in babası olduğunu söylemiş, oğlunu nerede bulabileceğini sor­ muştu. Polis “sert bir çıkış” yaptıktan sonra, azarlayan bir ses­ le, “Minibüsler gider; Dağkapı’da inersin...” demişti. Sonra, sora sora buldu hastahaneyi. Dışarda, girişte askerler nöbet tutuyordu. Ali Kaypakkaya içeri giren bir-iki kişinin arasına karışıp, içeri girmek istedi. Nö­ betçi, herkese izin kâğıdını soruyordu. Ali Kaypakkaya’dan da izin kâğıdını soruyordu. Ali Kaypakkaya, olmadığını söylemiş, nöbetçi ise “Kimi göreceksin?” diye sormuştu. Oğlunun adını söyleyince nöbetçi er birden “Kıpırdama olduğun yerden!..” di­ ye bağırarak silahını doğrulttu: “Durduğun yerden bir adım ileri geri oynarsan seni şerefsizim vururum...” diye bağırıyordu. Ali Kaypakkaya erin bu tavrı karşısında, “Kardeşim dedi, beni dağdan tutup getirmedin; ben oğlumdan haber almaya geldim. Sağ mı, ölü mü? Nerede şimdi? Bunu öğrenmeye gel­ dim. kaç desen de kaçmayacağım. Sen yine de istersen bana kurşun at...” Nöbetçi dönüp baka baka kulübeye girdi. Eli ayağı titriyor­ du. Telefonla bir şeyler konuştu ve hemen çıkıp Ali Kaypakkaya’nın karşısına dikildi. Ali Kaypakkaya, “Müsterih ol, burada­ yım, hiç kıpırdamıyorum” gibi sözlerle nöbetçiyi yatıştırıyor­ du. Çok geçmeden askerî bir araç geldi. İçinden iki er bir astsu­ bay indiler. “Ne var?..” diye sordular. Nöbetçi, “İşte komuta­ nım, anarşistin babası!..” diye işaret etti. Astsubay, Ali Kaypakkaya’yı dinledikten sonra, “Biz görüştüremeyiz,” dedi. “Savcılığa gideceksin, izin kâğıdı alacaksın. Yanma iki muhafız katacaklar. Sonra buraya geleceksin. Eğer aradığın şahıs buradaysa, o zaman biz de seni onunla görüştü­ rürüz. Şimdi bize başkaca bir soru sorma...” 60


Ali Kaypakkaya hastahane önünden ayrılıp Sıkıyönetim Komutanlığı’na geldi. Nizamiye kapısında bir başçavuş deneti­ minde beş-altı er kar kürüyordu. Başçavuşa yanaşıp durumu­ nu anlattı. Başçavuş, “Kardeşim gitmesen iyi olur dedi; seni sorguya çekerler, belki tevkif ederler. İşkence yersin...” Ali Kaypakkaya, “Ölüme de götürseler razıyım, yeter ki sen savcıya gitmeme izin ver,” dedi. Astsubay askerlerden birini çağırıp, bir şeyler söyledi. As­ ker silahını aldı. Önde Ali Kaypakkaya, on metre kadar geride, silahı elinde asker, Nizamiye’den içeri girdiler. Sonra bir salona geçtiler. Salonda uzun boylu, yapılı, sarı­ şın, bir teğmen vardı. Ali Kaypakkaya derdini ona da anlattı. Teğmen, Ali Kaypakkaya’nın önüne düşüp onu bir odaya soktu. Odaya girince “esas duruş” aldı. Odadaki masanın ba­ şında alçak boylu, kara, zayıf birisi oturuyor, önündeki defte­ rin yapraklarını sağa sola karıştırıp duruyordu. Teğmeni gö­ rünce başını kaldırdı. Teğmen, “Arkadaş sizden izin istemeye gelmiş” dedi. Adam “Ne izni?” diye sordu. Ali Kaypakkaya derdini bir kez de ona anlatmaya başlamış­ tı ki, İbrahim adı geçer geçmez adam birden doğrulup, “O anarşistin babası, o eşkiyanın babası öyle mi...” diye bağırma­ ya başladı. Ali Kaypakkaya, “Anarşist de olsa, eşkiya da olsa, babanın, ananın nelere katlanacağını bilirsiniz. Ben oğlumun durumunu öğreneyim yeter. Sağ mı, ölü mü? Bir göreyim. Sizden bunun için izin istiyorum...” diyorken, adam sözünü kesip, “Seni tev­ kif etmem gerekli, ifadeni almalıyım...” diye bağırmış. Ali Kay­ pakkaya yine acılı sesiyle, “Ne gerekiyorsa yapın, yeter ki bir kere sesini duyayım; telefonla siz konuşun, baban geldi deyin, telefonla siz konuşurken, ben geriden olsun dinleyeyim, sesini duyayım oğlumun, başka bir şey istemiyorum...” demişti. Adam yine aynı ses tonuyla, “Böyle bir anarşiste, böyle bir eşkıyaya, bir gangster yardım yapamam!” diye bağırarak, teğ­ 61


mene işaret etmiş, teğmen de Ali Kaypakkaya’yı dışarıya çıkar­ mıştı. Kendini oraya getiren askerle birlikte Nizamiye’den çıktılar. Kapıdaki başçavuşa teşekkür edip uzaklaştı. Yolda bir-iki kişiyle konuştu. Halktan onun derdini dinle­ yenler sessizleşiyor, kederleniyor, yardım etmek istiyorlardı. “Diyarbakır’a gelirken sağda cami var, solda askerî birlik; o caminin orada hücreler var, oğlun oradadır...” demişti konuş­ tuklarından birisi. Ali Kaypakkaya artık bu sözlerden umut kapısı arıyordu. Söylenen yere varıp, nöbet tutan bir ere durumunu anlattı: “Benim oğlum hücrelerdeymiş, buralarda bir yerdeymiş, sağ mı, ölü mü, durumu nasıl, bir haber verir misiniz?” diye sordu. “Amca,” dedi nöbetçi er, alçak sesle, “ben buradan şimdi nöbet yerimi terk eder de, hücrelerin kapısındaki nöbetçiye kadar gidersem, orada polis var, ifade alanlar var, benim sana yardım ettiğim görülürse, askerliğimi yakarlar; bunda hiç di­ retme...” Ali Kaypakkaya oğlunu görebilme umudunu iyice yitirince şehirde avukat aramaya başladı. Bir avukat bulup durumunu anlattı. Avukat onu dinledikten sonra, “On bin lira versen, ben yine de gidip oğlun hakkında bir soru soramam; sorgusu bitmemiş, dosyası çıkmamış...” demişti. Ali Kaypakkaya başı öyle karmakarışık, içi bumbulanık do­ lanmaya başladı Diyarbakır’da. “THA Güneydoğu İlleri Bürosu” diye bir tabela gördü. “Ga­ zetedir, bir bilen çıkar” diye düşündü. İçeri girdi. Karşısına şiş­ man birisi çıktı. Durumu dinledikten sonra, “Ne yapalım İbra­ him’in babasıysan” diye çıkıştı. Ali Kaypakkaya, “Beyefendi de­ di, ben sizi kötü yola sevk etmiyorum, sizden bugünkü duruma ve düzene aykırı hiçbir şey istemiyorum, sadece oğlum hak­ kında bir bilginiz var mı? Bunu rica ediyorum...” Derken THA’daki şişman adam “insafa gelip” İbrahim’i iki gün önce gördüğünü söyledi. 62


“Oğlun sağ,” dedi, “dün iki kişi daha ona yataklık suçundan getirdiler. Başkaca bir şey bilmiyorum, bize sıkıyönetim ne bil­ gi verirse onu yayınlayabiliyoruz, kendimizin araştırması ya­ sak...” Diyarbakır’ın sokakları bitmişti artık Ali Kaypakkaya’nın ayakları altında. Oğlunun 40-50 metre yakınına dek gelmiş, gö­ rememişti. Onu o taş duvarlar ardında koyup yüzlerce kilo­ metre öteye dönüyordu. Adana üzerinden yola çıktı. Yolda, Siverek’ten otobüse birkaç mahkûm bindirdiler. Bir yanda iki jandarma, bir yanda saçları tıraşlı iki mahkûm oturu­ yordu. Jandarmalardan birisi Amasyalı çıktı. Ali Kaypakkaya Ço­ rumlu olduğunu söyledi. Kısa cümlelerle birbirleriyle konuşu­ yorlardı. Derken jandarma Diyarbakır’a neden geldiğini sordu. “Oğlum tutuklu,” dedi Ali Kaypakkaya. Adını sorup da söyle­ yince, jandarmalardan biri, “Demek o anarşistin babasısm,” dedi. Amasyalı, “Onları kurşuna dizmek gerekli,” diye söylen­ meye başlamıştı ki, birden otobüsün içi karıştı. O âna kadar konuşmalara sessizce kulak veren yolculardan birkaç kişi kalk­ tı. Amasyalı olana, “Sen kimin vekilliğini yaptığının farkında mı­ sın?” falan diye bağırdılar. Birkaç yolcu araya girip onları ya­ tıştırdı. Sonra otobüs yolcuları sırayla Ali Kaypakkaya’ya “Geç­ miş olsun, üzülme amca, kavuşursunuz...” dediler. Ali Kaypak­ kaya yüreğinde oğlunun ağırlığı döndü geldi evine. Evde tbo’nun haberini duyup da köy yerinde gelip onu bekleyenleri var­ dı...

63


... Anam gidiyor gidiyor Gidiyor gidiyor İbrahim gidiyor Hele gelin Vartinik Deresi’ne Anam sistir dumandır... (Haydaran bölgesinde söylenen Kürtçe bir ağıttan)

İbo o sıralar, babasının önüne kadar geldiği askerî hastane­ nin arka odaların birinde, ellerinden ayaklarından zincire vu­ rulmuş olarak yattığı yatağında, kendine gelmeye çalışıyordu. îlk elde başındaki kurşun yarası açılıp sarılmıştı; Vartinik’te vurulup düştüğü yerde, Köm’ün ihbarcısı tarafından üstüne sı­ kılan ve boynunun omzunun kırk-elli yerine saplanan saçmala­ rın bir kısmı ameliyatla çıkarılmıştı. Ayaklarından bir duygu alamıyordu. Sanki kendisinden bir parça değillerdi. Yitip gitmişlerdi sanki. Savcı Yaşar Değerli, İbo’yu bir an önce hastaneden çıkar­ mak, sorguya almak istiyordu. Doktorlar, “yaraların çok ağır olduğunu” söyleyerek bir süre daha hastanede kalmasını iste­ miş, savcıyı uyarmışlardı. Bu nedenle Savcı Yaşar Değerli ilk günler yalnız “tespit tutanağı”yla yetinmek zorunda kalmıştı. Ve tutanağa şunları yazdırmıştı: 64


... İllegal kuruluşun baş yöneticilerinden olduğu ifade edilen ve delillere göre Hamza, Musa takma a d ­ larıyla örgüt amacı yönteminde faaliyetlerde bulunan ve Tunceli Vartinik Köyü ve bölgesi civarında yapı­ lan müsademe sonunda yaralı olarak ele geçirilen da­ ha doğrusu yaralı olarak kaçmayı başaran ve beş gün sonra ele geçirilen İbrahim K a y p a k k a y a ’n m

durumunu

halen kalmakta olduğu hastanede tesbit ve teşhis et­ tirmek için soruşturma savcısı Hakim Kd. Y z b . Yaşar Değerli ve zabıta P. Kd. Bşcvş. Cemal Kuşakçı ve sa­ nığı evvelce tanıyan ve okul arkadaşı olduğu anlaşı­ lan

ve

halen

bazı

ilişkileri

nedeniyle

gözaltında

tutulan Mehmet Çetin olduğu halde hastaneye gelindi, keyfiyet nöbetçi tabipliğine bildirildi, nöbetçi ta­ bip

Dr. Bnb. Saadettin D e m i r a y ’ın görüşü alındı ve

sanığın kalmakta olduğu oda Muhafız Çavuş Mehmet Sa­ lih G ü n e y ’e açtırıldı ve refakatte getirilen M u sta­ fa İ n a n ç ’da hazırda olduğu halde başında sargı, b o y ­ nunun sol tarafında izale sargı bulunan ve sol bil e ­ ğinden karyolaya kelepçelenmiş tahminen 1. 65 b o yun­ da,

sarışın,

soruldu. eyledi,

yeşil

gözlü,

şahsa

tarafımızdan

İsminin İbrahim Kaypakkaya teşhis

için refakatte

olduğunu

ismi ifade

getirilen Mehmet

Çe­

tin ’den soruldu. Evet yatmakta olan kişi b enim Çapa Yüksek öğretmen O k u l u ’ndan arkadaşım İbrahim K aypak­ kaya ’dır, sargılı olmasına rağmen iyice teşhis ettim dedi,

adı

geçen

hasta

konuşturuldu,

teşhis

şahidi

Mehmet Çetin evet bu öteden beri arkadaşım olan İb­ rahim K a y p a k k a y a ’ın sesidir dedi. Daha sonra İbrahim K a y p a k k a y a ’nın kimlik tespitine geçildi... Sanığın şuuruna hakim olduğu ve ifade verebilecek durumda olduğu konuşmalarından ve harici görünümün­ den anlaşılmakta ise

de, müdafii

doktorla daha ev­

velce yapılan telefon görüşmesi ve bunu teyiden nö­

65


betçi

tabip

Bnb.

Saadettin

B e m i r a k ’m

beyanlarına

göre İbrahim K a y p a k k a y a ’nın ayak parmaklarından m e y ­ dana gelen donma sebebiyle,

operasyona tabi tutula­

cağı ve kafasındaki yaradan dolayı tedavisinin devam ettiğinin bildirilmesi ve uzun bir

sorgu işleminin

de b u durumu ile bağdaşmaması karşısında şimdilik iş b u teşhis ve tesbit halı

ile

ihtiva edilmesi uygun

bulunarak tutanağa nihayet verilip iş b u tutanak h u ­ zurda

tanzim

imzalandı.

olunarak

hazır

bulunanlar

tarafından

(13 Şubat 1973)

Yani Savcı Yaşar Değerli Îbo’yu almak için daha bekleyecekti. Bir süre sonra doktor, İbo’ya donmuş olan ayaklarının “kesilmesi gerektiğini” söyledi. İbo “ayaklarının kesilmesini kabul etmediğini” bildirdi. Doktora, “Ellerimi, ayaklarımı çö­ zün, ben iyileşirim,” demişti. Doktor, İbo’dan ayaklarının ke­ silmesi için tekrar “izin imzası” istemiş, İbo yine “zincirler çö­ zülürse kendisini iyileştirebileceğini” söyleyerek imza verme­ yi reddetmişti. Yemek yiyeceği bir vakitti. Sağ elini çözmüşlerdi. İbo çözü­ len eliyle sağ ayak parmaklarından birine dokundu. Tırnağının düşmüş olduğunu gördü. Sonra bir bir çekti çıkardı tırnakları­ nı. Hiç hayır kalmamıştı ayaklarında. Üsteğmen Fehmi’nin ken­ disini saatlerce buzlu Kutu Deresi’nde yürütüşünü nefretle ve öfkeyle andı. Sonra uyudu İbo. Uykusunu ilaçla pekiştirmişlerdi. Sabah uyandığında ayaklarında bir sızı hissetti. Sargılıydı ayakları. O uyurken kesmişlerdi... Birkaç gün içinde şaşılası bir biçimde ve hızla kendine gel­ di İbo. Zincire vurulu yatmasına ve onca acıdan süzülüp çık­ mış olmasına karşın, toparlanmış, yüzü renklenmiş, dirilmişti. Sorgucular diş gıcırdatarak bekliyorlardı onu. Fakat bir yandan da ürküyor, kuşkulanıyorlar; onun yenil­ mez iradesini oyuna getirme planlan kuruyorlardı. 66


Hastanede bir er gizliden gizliye îbo’yla yakınlık kurmaya başladı. Yoksul köylüden bir erdi. İbo işkilenmiş fakat, yine de içinde bulunduğu koşullarda bir açık kapı bırakmıştı. Sürekli olarak kaçmayı düşünüyordu. Bu da ancak hastaneden olasıy­ dı. Eski gücü az buçuk da olsa yerine gelmiş, toparlanmıştı. İbo kendisiyle yakınlık kuran ere mektup vereceğini söyle­ di. Onun getirdiği kalem ve kâğıtla, çözük olan tek eliyle 28 Şubat’ta bir mektup yazarak atması için ere verdi. İbo “Arkadaşlara anlatacağım bazı şeyler var” diye başla­ yan mektubunda Vartinik olayını, yakalanışını, jandarmada “feci dövüldüğünü” ve şimdi bir sürü yer gezdirildikten sonra, hastanede yatmakta olduğunu anlatarak şunları söylüyordu: ... Başımdaki ve boynumdaki yaralar 20 günde kapan­ dı. Bu arada şunu da belirteyim. Yaralı vaziyette ilk bir halta her iki kolumdan karyolaya çarmıha gerer gi­ bi gerdiler.

Israr üzerine

kelepçenin birini

çözdü­

ler. Şimdi tek elimle karyolaya kelepçeli durumdayım. 24 O c a k ’da baskına uğramıştık.

22 g u b a t ’ta iki aya­

ğımdan da ameliyat oldum. Sağ ayağımda hiç parmak kal­ madı.' Vaziyette pek parlak değil. Sol ayağımda hatı­ ra olarak, küçük parmağım kaldı. Tedaviye devam edi­ yorlar, ne zaman iyileşirim bilemem. Doktorlar gele­ cek ayın 1 5 ’i ni tahmin ediyorlar. Bu arada yataktan hiç inemiyorum, fakat tek kelepçe hâlâ bağlı duruyor. Savcı geldi, bir kimlik tespiti yaptı. Sorgu için iyileşmemi

bekliyorlar.

Bu ara poliste

bazı

şeyler

duydum. Savcı Ü m r a n i y e ’de kaldığımız bir evin tespit edildiğini

söyledi.

Bir başka polis bana Aşur

diye

hitap etti. Bir başka polis T ı p ’lı bir kızın öldüğü­ nü söyledi. Yine savcı bana Musa ve Hamza diye hitap etti. Bir başka polis Ç a p a ’lı H i k m e t ’in yakalandığı­ nı söyledi. Ç a p a ’lı H i k m e t ’i ben okuldan tanırım. Ama devrimci faaliyetle ilgisi olduğunu bilmiyorum. Okul arkadaşım ilehmet Ç e t i n ’le görüştürdüler. Ocaktan b e ­

67


ri içerdeymiş. Kendisine gönderilen bir mektuptan do­ layı içerdeymiş.

Yine poliste bana,

Siv e r e k ’den ol­

duğunu söyledikleri birini gösterdiler. Güya bize si­ lah gelmiş. Sınırdan o alacakmış. Habire, dövüyorlar­ dı. 0, beni tanıdığını Musa olduğumu evlerinde kal­ dığımı söyledi. Oysa ben onu tanımıyorum. Üstelik M u ­ sa da değilim. Yine Siverek'den Serdar mı,

Seyithan

mı diye biri içeri düşmüş. Bunu sadece duydum. 15 gün sonra çözülmüş.

(Ocak’da düşmüş)

Bir çok şey söyle­

miş. Yine bizim davalarla ilgili olarak ve galiba Se­ yithan ’m

konuşmasıyla ilgili olarak S i v e r e k ’den da­

ha başkaları da varmış içeride. Ama kimler oldukla­ rını, kaç kişi olduklarını bilmiyorum. Burada

ne

radyo

okuyabiliyorum.

dinleyebiliyorum,

Diğer

ne

gözaltındakiler

de

ve

gazete

mahkûmlar

koridora çıkıp gezebiliyorlar. Radyo dinleyebiliyor­ lar. Benim koridora açılan kapıyı da kilitliyorlar. Yani dünya ile irtibatım kesik. Zannediyorum, T u nce­ li ’li birçok mahalli devrimciyi içeri doldurmuşlar. Arkadaşlar, üzerimde işe yarar hiçbir giyecek yok. Ayrıca para da yok, 200 lira vardı poliste kaynadı. Sizden ikişer adet iç çamaşırı,

42 numara ayakkabı,

çorap,

(veya kazak),

bir

çift picama,

mintan

ceket

ve pantalon istiyorum. Ölçülerini siz bilirsiniz. En az 500 (beşyüz) lira kadar para yollayın. Babam g ö n ­ derecek durumda olsaydı ondan isterdim. Onun durumu çok kötü.

İstediklerimi A n k a r a ’dan postaya verin ve

Üzerine babamın adresini yazın. Babamı ziyaret eder­ seniz dikkatli davranın, gözaltında olabilir. Arkadaşlar,

sizden isteyeceğim diğer

şeyler

şun­

lardır s Birincisi siyasi polise kargı tedbirlerinizi çok

çok

sağlamlaştırın.

Bugünlerde

polis

özellikle

bizim üzerimizde duruyor. İkincisi: Kadrolarınızı en kısa zamanda ve

en iyi

şekilde

68

silahlandırın.

Buna


acilen

ihtiyacımız

var.

Devrimci kitlelerden

de bu

yönde eleştiriler geliyor. Üçüncüsüs Ki, birincisiy­ le

ilgili,

poliste

çözülenleri

saflarımızdan

atın.

Dördüncüsü: Bölgemizdeki irtibatı yeniden düzene k o ­ yun ve sağlam esaslara bağlayın.

Beşincisi: Hareke­

timizin her alanda ve bu arada mücadelede başıboşlu­ ğa, gevşekliğe, korkaklığa adamsendeciliğe aman v e r ­ meyin. yin.

Böylelerini

az

acımadan

saflarımızdan

temizle­

olsak bile sağlam ve kararlı olalım. A l t m -

cısıs Son kayıplarımız üzerine saflarda moral b o z u k ­ luğu ve inançsızlık yaymaya kalkanlar olursa,

onla­

rın bu bozgunculuğuna müsaade etmeyin. Elbette geri­ lemeler ve kayıplar olacak. Devrim ÎTevski’nin dümdüz bulvarına benzemez, ki

(son kaybınız tamamen bir k i ­

şinin nöbet görevini ihmal etmesinden doğmuştur. Bi­ zim hatamız da şudur s Kaldığımız yer çok kişi tara­ fından bilindiği halde Yedincisis

orada kalmaya

Silahlı mücadele

devam ettik.)

asla durdurulmamalıdır.

Bizi geliştirip güçlendirecek olan odur.

Sekizinci-

si: Yayın organının durumu, siz yeniden içinde bulun­ duğunuz durumu inceleyerek kararlaştırın. Dokuzuncusui Diyarbakır içinde adamlar bulmaya çalışın. Onunc u s u • Beni kaçırma yolları arayın ve kaçırmaya çalı­ şın. İdamım veya en azından müebbetim muhakkak. Selam eder, gözlerinizden hararetle sıkı,

daha

sağlam,

daha kararlı bir

öperim.

Daha

savaş dilerim.

Hoşça kalın. Arkadaşınız. E O T : 1)

Benim üzerimde

hiçbir

yazılı

kâğıt

ele

g e ç medi. 2) Adresims İbrahim Kaypakkaya. Sıkıyönetim Tutu­ kevi, Diyarbakır...” (TKP- Mİ Dava Dosyası)

69


Gidenin bir resmi kalır, asarlar duvara, Yavaş yavaş duvarda unutulur. Senin sesini duyacak insanlar kıyamete dek, Sabahlar gibi taze, Bal gibi tatlı, Ve yorgun ve sevdalı ve yiğit. A. Kadir

İbo postaya atması için, mektup verdiği eri, o günden son­ ra bir daha hiç görmedi. İçten içe “ya polis’ti, ya da yakalan­ mış, öldürülmüştür” diye düşündü durdu. Gerçi, daha baştan, erin polis olabileceği olasılığını gözönüne alarak ihtiyatlı yazmış; durumu hakkında bilgi vermiş, duy­ duğu, gördüğü şeylerin haberlerini ve genel dileklerini iletmiş­ ti. Bu açıdan fazla üstünde durmuyordu. Fakat erin polis olma­ yıp, yakalanmış olması olasılığını içinden geçirdikçe, acı bir duyguyla doluyordu. 70


İbo’nun işkili haklı çıktı. Kendisiyle yakınlık kuran er MİT’in “haber kuryesi”ydi. “Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanı Korgeneral Şükrü Olcay” imzalı; “Gizli” ibareli, 6 Mart 1973 gün ve İST: 7130- 724- 73/ 1974 sayılı raporun ilgili bölümü şöyleydi: Anarşist

İbrahim Kaypakkaya Askerî Hastanede

gö­

zaltında bulunduğu sırada 28 Ocak 1973 tarihinde İs­ tanbul

Teknik

yazmış

olduğu mektup

Üniversitesi sansür

Asistanlarından sonucu ele

...’ye

geçirilmiş,

mektup muhteviyatı ve sureti ilgi (b) yazı ile arzedilmiştir. Anarşist İbrahim K a y p a k k a y a ’n m

arkadaş­

larına hitaben yazmış olduğu b u mektubun 10 maddeyi ihtiva eden talimat kısmı, bilhassa dikkati çekecek durumdaydı. Ek- 1 de sunulan ve özellikle kendi du­ rumuyla ilgili “beni kaçırma yollarını arayın ve k a ­ çırın,

idamım

maddesi,

veya

en

komutanlıkça

artırılması

gereğini

tedbirlerine

azından

müebbetim

alınması

gerekli

ortaya koymuş,

ilaveten MİT

muha k k a k ”

tedbirlerin

alman

emniyet

tarafından hastaneye

tihbarat elemanları sızdırılmış,

is­

kaçması veya kaçı­

rılması imkânsız hale getirilmiştir.

Yine aynı olayla ilgili olarak MİT de şu raporu İbo’nun dos­ yasına koymuştu: — Adı geçen, hastaneye yattıktan bir müddet sonra dışarı ile temas kurma imkânları araştırmaya b a şla­ mış, ancak bu husus servisimizce (Dyb. B.D. Bşk) b e k ­ lendiğinden kendisine bir şahıs sürülmüştür. —

İ.

Kaypakkaya,

İstanbul

Teknik

düşü n ü l d ü ğ ü

Üniversitesi

gibi,

bu

şahısa,

Asistanlarından

...

adına yazılmış bir m e k t u b u post a l a m a s ı için vermek suretiyle

ilk

teşeb b b ü s ü n ü

yapmıştır.

— . . . ’nin

m e k t u b u aldıktan sonra yapacağı t e m a sların tespiti

71


m a k sadıyla operasyona devam edilmiş ve m ezkûr m e k ­ tup

Diyarbakır

Sıkıyönetim

K o m u t a n l ı ğ ı ’ndan

kurye vasıtasıyle uçakla İst. na,

oradan da servisimize

rılmıştır. — Mektup,

Sıkıy ö n e t i m K. l ı ğ ı ­

(İst B. D.

Başkanlığımızca

bir

münasip

Bgk) u l a ş t ı ­ bir

şekilde

...’ye inkital ettirilmiş ve o andan itibaren adıgeçen takip ve kontrol altına alınmıştır. — Bir hafta

süren takip ve kontroldan

sonra

...

gözaltına alınmış ve sorgulanmasına başlanmıştır. — Sosyalist düşünceli olduğunu ve talebeliği sı­ rasında b u konuda mektubu

alınca

çalışma yaptığını

İ.

K a y p a k k a y a ’ya

saklamayan

acıdığından

...

ötürü

istediği şeyleri göndermeyi düşündüğünü ve kendisi­ ne bir daha böyle mektup yazılmamasını söylemek m a k ­ sadıyla yine okuldan tanıdığı Arslan K ı l ı ç ’ı aradı­ ğını, fakat bulamadığını açıklamıştır. — Panik ve şaşkınlık içinde bulunan ... İ. K a y p a k k a y a ’yı

1968

senesinde

yetleri

çalışması

üniversitedeki

esnasında

talebe

tanıdığını,

cemi­

o tarihten

beri de görmed i ğ i n i , memleketlisi olan ... ile nasıl ve

nerede

tanıştıklarını

pakkaya ’nın

anlayamadığını

ve

İ. K a y ­

... ile kendisinin arkadaşı olduklarını

nereden bildiğini bir türlü manâlandıramadığını b e ­ lirtmiştir. Bu

durum

üzerine

konusu yapılmış ve

yukarıdaki Diyarbakır B.

hususlar D.

araştırma

Bşk lığımızdan

mezkûr hususlar hakkında bilgi istenmiştir. —

Alınan

bilgiler;

(İ.

K a y p a k k a y a ’n ı n , Asteğmen

nu hastanede tesadüfen tanıdığı, bu arada ITazillili

olduğunu

sorduğu,

öğrenerek,

...na

...yi

kaçırılması

şeyden bahsetmediği)

tanıyıp

konusunda

şeklindedir...

72

tanımadığını herhangi

bir


İbo’nun mektubundan aradıklarım bulamamışlardı fakat hastanedeki güvenlik önlemleri de alabildiğine yoğunlaştırıl­ mıştı. Tunceli yöresinde, îbo’nun izini sürme işlemleri ve koman­ do operasyonları İbo’nun yakalanmasıyla son bulmamıştı. İbo yakalanmıştı fakat, onun bunca zaman, bu dağda taşta dayanabilmesinin hikmeti neydi? Bu uzayıp giden toprağın hangi kıvrımlarında kimler el uzatmıştı ona? Neden el uzattık­ ları önemli değil! Kimlerin el uzattığı, nasıl el uzattığı önemliy­ di. Bu nedenle de İbo’nun Düzgün Dağları’nda, Tunceli’de, Na­ zimiye’de, Antep’te, Malatya’da, Siverek’te... daha uzun süre izini sürmeliydiler. Sürdüler de. Bir köyde bir gülümseyiş; bir yaylada bir dostluk; bir çoban evinde bir gece sohbeti; bir harman yerinde kurulmuş bir sof­ ra; soğuk kış gününde verilmiş bir yün çorap; bir yol gösteriş; el sıkışlar, selam taşıyışlar... didik didik edildi. Birçok insan “yardımcı”, “yatakçı” “eşkiyaya yol gösteren, ev veren, ekmek veren, selam veren” diye alınıp getirildi kara­ kollara. Taş duvarlar arkasında, gözleri bantlanıp, sorguya çe­ kildiler. “İfadeleri alındı!..” Sonra sıra sıra hastaneye, İbo’nun karşısına getirildiler. Savcı Yaşar Değerli, dağdan taştan, köyden kazadan topla­ nan bu yoksul insanlara “kabul ettirdiği” şeyi, İbo’ya da kabul ettirmek istiyordu. İbo ise, yakalandığı andan beri, sürdüregeldiği tutumunu değiştirmiyordu. Kendisiyle yüzleştirilmek üze­ re hastaneye getirilen yoksul köylüleri acı ile karşılıyor, onlar­ la içten bir duyguyla göz göze geliyordu. İlk yüzleştirme 12 Mart 1973 günü “muhtıranın” yıldönü­ münde yapılmıştı. Burjuva basınında muhtıranın “önem ve fa­ ziletlerinin” belirtildiği; radyoda “memleketin gün be gün kur­ tulduğunun” söylendiği; sokaklarda resmi “kutlama merasim­ lerinin” düzenlendiği bir günde, saat 10.30’da, İbo’nun yaralı olarak ve zincire vurulu bir durumda yattığı odaya, yanında birkaç yoksul köylüyle geldi Savcı Yaşar Değerli... 73


Bir süre sonra giderken elindeki kâğıtta şunlar yazılıydı: T. E. P. il. 1.

Örgütü yöneticilerinden olduğu id­

dia edilen halen yaralı olarak Askeri Hastanede te­ davi görmekte cüzdanını

bulunan

istimal

İbrahim K A Y P A K K A Y A ’nın nüfus

ettiği ve

tahrif

oğlu 1947 doğumlu Haydar Mecit

ettiği

ile

Süleyman

yüzleştirmesini

yapmak üzere ve keza Tunceli Gökçeköy Barıkbaşı m e z ­ rası sakinlerinden bulunan ve İbrahim K a y p a k k a y a ’ya yataklık

ettikleri

ileri

sürülen,

Hıdır

KARAGÜL,

Mehmet ŞAHİKAYA ve Hüseyin SABIKAYA alınarak Askeri Hastaneye 12 Mart 1973 günü saat 1 0 . 3 0 ’da gelindi. önce

Haydar

Mecit

sanık

İbrahim

K a y p a k k a y a ’n m

yatmakta olduğu odaya getirildi. Haydar M e c i t ’e sa­ nık İbrahim KAYPAKKAYA gö'sterildi. “Benim nüfus cüz­ danımı köy

civarında Hacı özdoğan ile elimden alıp

vermiyen kişi yatmakta bulunan kimsedir, ismini b i l ­ miyorum. Ancak eşgalini bütün hatlarıyle hiçbir te­ reddüde

meydan vermiyecek

görüşümde

ısrar ediyorum,

şekilde hatırlıyorum. nüfus

Bu

cüzdanımı alan bu-

dur. Ben bunu demekle benden nüfus kâğıdını b u şah­ sın

bizzat

aldığını

söylemiyorum,

arkadaşı Hacı ÖZD0&A1T aldı.

fakat

yanındaki

Sonradan nüfus cüzdanı­

mın üzerinde b u sanığın resmi sahte

olarak yapışık

olduğuna göre bunun istimali düşüncesiyle nüfus k â ­ ğıdımın benden alındığı ortadadır” , dedi. İbrahim K A Y P A K K A Y A ’ya

soruldu s “Ben b u

Hacı Ö z d o ğ a n ’ı tanımıyorum, y a ’da buldum.

Ben

nüfus

Sıkıyönetimce

şahsı ve

cüzdanını M a l a t ­

aranıyordum,

çünkü

proleteryanın amacını benimsemiş ve komünizme varmak için hasret çeken daha doğrusu bu ideolojiyi b e n i m ­ semiş ve onu nihai hedef kabul etmiş birisiyim. Ger­ çek hüviyetimi gizleyebilmek için Haydar M e c i t ’e ait nüfus

cüzdanına

kendi

fotoğrafımı

74

yapıştırdım.

Bu


bir sınıf mücadelesidir, böyle lıyorum,

aksi halde

şeyleri doğal k a rşı­

yapacak bir

şey

olmadığı kan a ­

atindeyim. Haydar Mecit baskı gördüğü için bu şekil­ de

konuşuyor.

Şayet

böyle

değilse

yalan

söylüyor,

bunun sebebini b i l em e m ” dedi. Bu sırada Haydar Mecit “Ben hiçbir baskı görmedim. Yalan söylememin makul bir izahı yoktur, ben bu ada­ mı evvelden tanımıyorum ki herhangi bir sebeple h a k ­ kında yalan beyanda bulunayım.

Ben daha evvelce bu

şahsı tanımıyorum, sadece Hacı Özdoğan yakın köylümdür. Bu işe iradi olarak iştirak etmiş değilim” de­ di. Diğer sanıklar Hıdır KARAGÜL, Hüseyin SARIK a Y a ve Mehmet SARIKAYA ayrı ayrı içeri alındılar ve yatmak­ ta bulunan sanık İbrahim KAYPAKKAY a kendilerine te­ ker teker gösterildi.

“Biz b u şahsı ne

Gökçe Köyde

ve ne de Barıkbaşı mezrasında görmüş değiliz. Esasen evvelki

ifadelerimiz

farklı

şekilde

b i zim söylemediğimiz şekilde olmuş.

alınmış.

Yani

Biz bu yabancı­

yı görsek ve ekmek vermiş olsak niçin g i z liyelim” de­ diler. İbrahim

K A Y P A K K A Y ’ya

soruldu,

“Ben

yüzleştirme

için önce ayrı ayrı odaya alıp soruşturduğunuz ve b i ­ lahare birlikte ve huzurda sorduğunuz ve getirdiği­ niz hususları ve b u kişileri tanımıyorum. Hiçbir z a ­ man da karşılaşmadım,

ben müsademe

sırasında

yara­

lanmış olduğum 24.1.1973 tarihinden yarı donmuş v a ­ ziyette yakalandığım 29 Ocak 1973 tarihine kadar ya­ nımda evvelce mevcut bulunan ekmeği yemekle kifayet ettim, zaten yaralı ve bitkin olduğum için ekmek da­ hi

yiyemiyordum.

kişi benimle

Kanaatimce

hiçbir

ilişkisi

huzura getirilen bu üç olmaksızın

fiilsiz

ve

sebepsiz olarak ve haksız olarak ve bir zulüm örne­ ği olarak getirilmişlerdir” dedi.

75


Bu sözlerine karşı kendisine soruşturma

usulleri

ve

suçlu

yasaların emrettiği

kimselerin

takibi

ve

alakalı konuda açıklamalarda bulunuldu. Yapılacak başka işlem kalmadığından birlikte

tu­

tulan iş bu yüzleştirme zaptı imza altına alındı. 12 MART 1973

Ve sonunda bütün işkencecilerin beklediği zaman geldi. İbo’nun sorgulanmaya elverişli olduğuna karar verildi. Hasta­ neden alımp, elleri kolları zincirli olarak Diyarbakır işkencehanelerine götürüldü.

76


... Canımda damıttım

seni ey zulüm sancısını inceden kum gibi taşıdığım kasığımda Amerikan kemendi bağıra bağıra geceler boyu kaskatı kesilip kan işediğim... Ahmed Arif

1973’ün Türkiye’si karanlık birtakım dehlizlerden oluşuyor­ du. Duvarlarında kan ve insan çığlığı olan dehlizler. Duvarla­ rında pranga halkaları. Zincirler... Demir çubuklar... Duvarla­ rında işkence görmüş insanların yüzleri tanınmayacak hale so­ kulmuş resimleri. Kan yıkamak için kiralanmış paspas işçileri; doktor gömlekli ölüm bekçileri. Boyna, enseye, ağıza, kulakla­ ra, beyne, cinsiyet organlarına saplanan elektriğin kablo bağ­ layıcıları; ayakları patlayanların sırtına binen hayvani ağırlık­ lar; sahtekâr moral hocaları... 77


1973’Ierin Türkiye’Iisini eli kanlı soyguncular boğazlıyordu... Yollar tutulmuş; gülümseyiş, çocuk yüzlerinde bile dondurul­ muştu. 1973’lerin Türkiye’si düşünen beyne indirilen darbeler­ den, oluşuyordu: Karanlık boşlukları bilim adamlarıyla, işçilerle, köylülerle, öğrencilerle, yazarlarla doldurulan hücrelerden. 1973’lerden, yıllardır kan damlayan Anadolu’nun bağrına, yeni yara darbeleri vurulmuş; 1973’lerde, binlerce yıldır talan edilen Anadolu toprağına, yeni hırsızlar doluşmuştu. 1973’lerin Türkiye’sinde bütün ışıklar söndürülmüş, katille­ rin kahkahalarıyla sarsılıyordu geceler. Kapıları kilitlenmiş, kendi evlerinde kurşunlanıyordu insan­ lar. Analar oğullarına, nişanlılar sevgililerine, okuyan göz, dü­ şünen beyin kitaba, emek makineye ayrı düşmüştü. Yasaktı hak istemek; açlıktan, yoksulluktan, acıdan söz eden kelimeler yasaklanmıştı. Düşmanca bakıyorlardı beşikteki bebeğe bile... 1973’lerin Türkiye’sinde hançer ayrı düşürülmüştü onu kavrayacak bileğe... Böyle böyleydi, bu acılı yurdun hali İstanbul’da, Ankara’da, Sivas’da, Diyarbakır’da, Ağrı’da... İddia makamında savcı Yaşar Değerli’nin oturduğu bir sa­ londa; Ali Haydar ve İbo’nun, vurulup düştüğü Vartinik’ten ca­ nını ıssız dağlara sıyırıp giden arkadaşı, ilk sorgusunda şunla­ rı söylüyordu: ... Bizler faşizmin en bilinçli en azgın güçleri tarafından

yakalandık,

sorguya

çekildik ve

onların

tesbit ettiği cezalarla buraya getirildik. Halkımı­ zın ve tarafsızlık iddiasında olan mahkemenizin sor­ guların

nasıl

sürdüğü

iddiaların

alındığını ne

bilmesi,

derecede

savcının

sağlıklı

ileri

olduğunu

gösterecektir. Faşizmin karşı gerilla gücü b enim sorgumu H arbi­ ye ’deki işkence odalarında aldı. İki ay boyunca sor­

78


guda kaldım.

İlk on beş gün içinde Tunceli Jandarma

K a r a k o l u ’na bomba atmak,

iki

jandarma erini

öldür­

mek, albayın evini soymak gibi gerçekle ilgisi olma­ yan olayların faillerini söylemem için ağır bir iş­ kence

uyguladılar.

Çırılçıplak

soyarak,

ayaklarıma

zincir bağlayıp havadan astılar. Te buzlu su dökerek demir çubuklarla devamlı dövdüler. rıp

şişince,

çubuklarla

Bacaklarım m o r a ­

kollarımdan asarak aynı

sürekli

dövüldüm.

şekilde

Vücudumun her

demir

yanında

kırmızı şeritler halinde kan sağıldı. T ü r k i y e ’de

faşizm

(günümüzde)

bir

insanın

alt

g ö z k a p a k l a r ı n m içine ve meme uçlarına izmarit b a s ı ­ yorsa,

insan

vücudunun

en hassas

noktalarına

aynı

anda falakayla birlikte ceryan veriyorsa, deli etmek için insan kafasını duvarlara sürekli vuruyor ve v ü ­ cudu iğneleniyorsa, b u onların günümüzde gestapo ru­ hunu nasıl canlandırdıklarını ve halkın mücadelesi­ ne karşı nasıl kin beslediklerini gösterir. Bana yapılan işkenceleri burada anlatmaktan açık­ çası

utanıyorum.

Çünkü

anlatılacak

şeyler

insan

ahlâkına, şeref ve haysiyetine sığmayacak şeylerdir. Ancak

şunu

söyleyebilirim

yarı-komalık hale geldim, Bir

noktadan

sonra

ki,

işkence

neticesinde

dilim şişti ve ağırlaştı.

işkence

etkisini

göstermeyince

beni psikolojik olarak etkilemek için Hanife Canik, Cem Somel,

Süleyman Yeşil gibi arkadaşlara gözleri­

min

cereyan ve

önünde

falaka

işkencesini uyguladı­

lar. Hatta bir arkadaşa şahsıma küfretmesi için ce­ reyan verdiler. Birçoğu gerçeğe aykırı olan eylemleri kabul etme­ diğim için

işkencecilerden birisi

“sen konuşmazsan

biz konuştururuz” diyerek, benimle aynı bölgede ça­ lışan bir arkadaşın işkence altında a l m a n bir ifa­

79


desini

değişik bir tarzda daktilo

ederek

savcılığa

çıkardılar, bu birinci savcılık ifadesiydi. İki gün sonra tekrar H a r b i y e ’ye gönderdiler. Aynı yerde birbuçuk ay kadar kaldım. fında bana

yapılan baskıları

Bu birbuçuk ay z a r ­

anlatmayacağım,

ancak

şunu belirteyim ki b u süre içinde tuvalete gözlerim bağlı,

sırtıma bir asker binip kulaklarımdan idare

edilmek suretiyle getirilip götürüldüm. İşkencenin 55. gününde, dosyanızda bulunan ve b a ­ na tek tek hatırlatılarak yazdırılan el yazması ifa­ deyi verdim.

Savcı Yaşar Değerli de ikinci savcılık

ifademi buna dayanarak aldı. 0 anda ne yazdığını ve bana neler sorduğunu hatırlamıyorum. Ancak o andaki durumumu kendisinin açıklamasını istiyorum... İşkence

suçlularını

da

şikâyet

edecek

değilim.

Çünkü işkence tezgâhı ve kadroları, hakim devlet m e ­ kanizmasının bir parçasıdır. Benim başvuracağım tek şikâyet mercii varsa o da, halkımızın bitmez tüken­ mez devrimci gücüdür. H a r b i y e ’de dikkatimi çeken bir husus da, kollarım ve bacaklarımdan zincire vurulduğum sırada, işkence­ yi uygulayanlardan birisinin, boylu

sarışın

bir

başucumda

A m e r i k a l ı ’ya

izahat

duran uzun vermesiydi

(TKP- Mİ Dava Dosyası)

İbo, Diyarbakır işkencehanelerinde gece gündüz demeksi­ zin sürekli olarak sorgulanıyordu. Götürüldüğü işkencehaneden sabaha karşı getirilip, hücreliğin üç numaralı gözüne bir posa gibi atılıyor ve bağlanıyordu. Sonra ertesi gün tekrar gö­ türülüyordu. Günlerce, haftalarca sürdü bu. Git gide ezilen, tekmelenen, zincirlenen, elektrikle sarsılan gövdesinin içinde; yorulmak nedir tanımayan, tökezlemek ne­ dir bilmeyen, baş eğmeyen, aman dilemeyen, yüreğini bir ateş 80


parçası gibi taşıyordu. Sorgucular etini kemiğini ele geçirmiş, zincire vurmuş, prangaya germişler fakat yüreğine ulaşamı­ yor, onun vuruşlarını boğazlayamıyorlardı. Bir de İbo’nun beyninin kıvrımlarına çelikle işlediği irade şaşkına çeviriyordu falaka tutan, elektrik kablosu bağlayan, demir çubuklarla ona vuranları. Hücreliklerde kalan birçok tutuklu onun böyle götürülüp getirilişini, ayak seslerinden, konuşmalardan, bağrışmalardan yakıcı, kavurucu bir acı ve yine de coşkun bir duygu ve heye­ canla izliyor, dinliyorlardı. İbo’yu götürüp getirmekle görevli birçok er; başında bekle­ yen birçok nöbetçi, onun bu direnişi karşısında besledikleri hayranlığı gizlemiyor, kulaktan kulağa dostlarına anlatıyorlar­ dı. Dalga dalga yayılıyordu İbo hakkında söylenenler. Hücre­ lerden cezaevlerine ulaşıyor, cezaevinden görüşmecilere anla­ tılıyor, şehirden şehire yankılanıyordu. Birçok yüksek rütbeli subay bile bu çelik iradeli genci hüc­ resinde görmeye gelmişlerdi. Haydaran yaylalarında Ali Haydar için yakılan ağıtlar, artık İbo’nun yiğitliğiyle yoğruluyordu. İbo’nun yüreğindeki sırrın işkenceyle sökülmeyeceği gibi bir korku sorgucuları telaşlandırıyor, kara kara düşündürü­ yordu. Bu kez işkence odalarında aynı yöntemlerle “ifadelerini aldıkları” tutukluları sıra sıra İbo ile yüzleştirmeye getirdiler. İbo’ya “susmanın faydasız (!) olduğunu” göstermek istiyor­ lardı. Yüzleştirmek için yanında daha önce ifadelerini aldığı tutuklularla gelen savcı Yaşar Değerli İbo’ya, “İşte onlar her şeyi kabul ettiler, direnmen faydasız,” diyordu. Savcı Yaşar Değerli sıra sıra on altı kişi getirdi, İbo’yla yüz­ leştirmek için. İbo onları tanıdığına dair tek sözcük söylemedi. Ve yüzleşmeye gelen tutukluların on altısı da İbo’nun nasıl öf­ kelenerek haykırdığını; yaralar, bereler içinde olduğu halde ye­ 81


rinden nasıl doğrulup, gerildiğini, soru yağmurlarına, sorguculara nasıl karşı koyduğunu büyük bir hayranlık içinde izlediler. Bir kısmı İbo ile yüzleştirildikleri an, onun bu tutumundan etkilenerek, daha önce, onunla ilgili olarak “kendilerinden alı­ nan ifadeleri” orada, İbo’nun karşısında reddettiler. Bu kez sorgucular daha da telaşlandılar. İbo kendisi sus­ makla kalmıyor, susuşu, susuşundaki ödünsüz tutumu, baş eğmeyişi, umudunu yitirmeyişi ve coşkusuyla çevresini de et­ kiliyordu. Nisan, Mayıs’a doğru devrilmekteydi...

82


... Gittiğin her yerde Bu işkencelerden söz et Bu cehennemde yaşayan Kardeşinden, Öteki kardeşine ilet Öylece!... Neruda

İbo’yu 1973’ün Nisan ayında yani yakalanışının üstünden üç ay geçtikten sonra bu döneminde gören bu on altı tutuklu, daha sonra cezaevlerine döndüklerinde arkadaşlarına gördük­ lerini büyük bir coşkuyla anlattılar. İbo’nun çelik perçinlerle gövdesinden kopmaz kıldığı iradesi cezaevindeki arkadaşları­ na umut ve heyecan iletmişti. “İfadelerini aldığı” tutukluları İbo’yla yüzleştirdiği zaman­ larda, savcı Yaşar Değerli’nin yazıcıya yazdırdıklarından üç ör­ nek şöyleydi: Sanık İbrahim KAYPAKKAYA ’n m

Tunceli bölgesindeki

örgütsel çalışma ve ilişkilerini inkâr etmesi ve ilk kez T u n c e l i ’ye müsademe yapılmadan yani 24 OCAK 1973

83


tarihinden 10 gün kadar önce geldiğini ileri sürme­ si karşısında daha evvelce bu sanığın Tunceli b ö l g e­ sinde bilinçlendirme ve kadro çalışması yaptığı yo­ lundaki

deliller karşısında

gerekli

yüzleştirmenin

yapılması için sanıkla ilgili beyanlarda bulunan sa­ nık Ali YILDIZ Cezaevinden celp edildi, önce İbrahim KAYPAKKAYA huzura alındı. Daha sonra Ali YILDIZ çağ­ rılarak, ismi

veya

sanık takma

İbrahim KAYPAKKAYA ’n m adından

D I Z ’a

gösterildi.

Hamza

olarak

11

ettiğim

s öz

Şubat ve

herhangi bir

edilmeksizin 1973

tarihli

T u n c e l i ’de

Ali

YIL­

ifademde

bilinçlendirme

çalışması yapan ve bize Sosyalizmin Temel Kavramla­ rını öğreten kişi budur. 0 zaman yani ilk sorgum sı­ rasında bana İbrahim K A Y P A K K a Y A ’nın resmini göster­ miştiniz. Daha doğrusu resmini gösterdiğiniz kişinin ben Hamza olduğunu söylemiştim. Sizde bunun takma ad olduğunu, H a m z a ’n m

gerçek adının İbrahim KAYPaKKa-

YA olduğunu ifade etmiştiniz.

Sorgumda sanığa atfen

söylemiş olduğum ilişkileri aynen tekrar ederim. D e ­ di. Hamza eski i f a d e m ’de söylediğim gibi bana A l i ’ye götürülmek üzere bir mektup vermişti. Bu mektubu ona ulaştırmam için S i v e r e k ’e gitmemi ve oradan tüfekçi Abdurrahman K E S K İ N ’i bulmamı söylemişti. Ve b u ki ş i ­ ye “Gazocağını yaptın m ı ” parolası ile gitmemi tembihlemişti. Buna ilişkin beyanlarımı da aynen tekrar ederim. Ben huzurunuza gelmeden önce bir takım b a s ­ kılara maruz kaldımsa da Hamza ile ilgili be y a n l a ­ rımda herhangi bir etki ve olmayanı beyan söz ko n u ­ su

değildir.

KAYPAKKAYA)

Dedi.

Ali

Y I L D I Z ’a H a m z a ’ya

(İbrahim

ilişkin beyanlarının baskı ve tesir al­

tında olup olmadığı ve İbrahim KaYPaKKAYA ile alaka­ lı bulunmayan hususları zorla etki altında bırak ı l a ­ rak söyleyip söylemediği hususu tekrar SORULDU s Ben daha önce bazı yönlerde baskı gördüm. Ancak Hamza ile

84


ilişkili beyanımda etki ve varit olmayan şeyi söylememişimdir. Böyle bir durum söz konusu değildir. E s ­ ki ifademi aynen tekrar ederim. Dedi. İbrahim K a YP a KK a Y a ’ya SORULDU: Daha önce de söylediğim gibi T u n c e l i ’ye hiç git­ medim. Bu bölgede daha önce örgütsel bir çalışma yap­ madım.

Ali

Y I L D I Z ’ı

altında kaldığını ve

tanımıyorum. o sebeple

Kendisinin

baskı

hakkımda beyanlarda

bulunduğunu zannediyorum. Ali Y I L D I Z ’la herhangi bir ilişkim olmamıştır. Dedi. Ben Hamza takma adını k u l ­ lanmadım. Dedi. Ali Y I L D I Z ’dan tekrar SORULDU: Hamza bana göster­ miş olduğunuz ve evvelce eşgalini verdiğim huzurda­ ki kişidir. Ben bunun gerçek adını buraya gelinceye kadar bilmiyordum. Resmini gösterip ben Hamza deyin­ ce

siz

İbrahim

K a YP a K K a Y a

olduğunu

söylediniz.

Ve

şimdi de bunun İbrahim KAYPAKK â Y a olduğunu söylüyor­ sunuz

dedi.

Ve eski ifadesinde

yüzleştirme tirmeye

işlemi bitmiş

sanıkları

ısrar etti.

Yapılan

olduğundan iş bu yüzleş­

Cezaevinden

getiren

Sıkıyönetim

Cezaevi Müdürü P. Yd. Ahmet B a LDO& a IJ ve Sıkıyönetim Cezaevinde

görevli

Top.

Yd.

Atğm.

Mevlüt KARA a SLAÎI

huzuru ile tutulan iş b u yüzleştirme zaptına nihayet verilerek birlikte imza altına alındı. Sanık

İbrahim K a YP a KK a Ya ’nın

24.4.1973

İstanbul

cihetinde

sürdürdüğü örgütsel çalışmalar hakkında ortaya k o y ­ duğu beyanlar ile sanık Seyithan D O K A Y ’m

beyanları

arasında aykırılık meydana geldiğinden işbu mübayen e t ’in giderilmesi ve özellikle Musa takma adlı şah­ sın

İbrahim

saptamak

K a YP a K K a Y a

için

sanık

olup

Seyithan

olmadığını D0KAY

kesinlikle

huzura

alındı,

daha evvelce huzura alınmış bulunan İbrahim K a YP a KK a Y A ’ITIIT isminden

söz

edilmeksizin

85

sanık

Seyithan


D O K A Y ’a

gösterildi.

Ben

3*2.1973

tarihinde

alman

i f a d e m ’de Musa olarak bir isim ifade etmiş ve b u nun­ la İ s t a n b u l ’da görüşme yaptığımı ve Şafak revizyonimin tezleri isimli teksirleri aldığım kişiyi de M u ­ sa

olarak

s a ’dır

söylemiştim.

isminin

Huzurda

İbrahim

gördüğüm

KAYPAKKAYA

kişi

olduğunu

Mu­

burada

öğrendim. Her ne kadar b u şahsı bana M İ T ’de göster­ dikleri

sırada

bunun

Musa

olduğunu

söylemişsemde

oradaki haleti ruhiyem bozuktu, herhangi bir kimse­ yi

de

gösterseler

şimdi

tereddütsüz

M u s a ’ya

atfen

Musa

budur

olarak

söylediğim

diyebilirdim.

beyan ve

ediyorum.

örgütsel

Fakat

İfademde

ilişkilerimi

anlattığım kimse huzurda bana gösterdiğiniz ve benim Musa

olarak

tanıdığım

ve

sizin

İbrahim

KAYPAKKAYA

olarak nitelediğiniz kişidir. Bu hususda hiçbir ya­ nılgım

ve

D O K A Y ’a

tereddüttün

yoktur.

Dedi.

Sanık

Seyithan

Hamza O Ğ U Z E R ’in seni KAYPAKKAYa çağırıyor,

(Musa çağırıyor) şeklindeki sözü varittir. Zaten ben bunun üzerine İ s t a n b u l ’a gitmiştim dedi. Diğer

sanık Hamza

O&ÜZER bu

yüzleştirmede

ortak

beyan sebebiyle hazır bulundurulduğundan SORULDU: Evet,

ben

M u s a ’nın

yani

İbrahim

K A Y P A K K A Y A ’n m

Seyithan D O K A Y ’ı İ s t a n b u l ’a çağırdığını bildirdiği, düşüncesini bana açıkladığı ve sen Diyarbakır tara­ fına

gidiyorsun

S i v e r e k ’e

uğra

orada

terzi

Bekir

EROL vasıtasıyla S e y i t h a n ’ı bul buraya gelsin ve b e ­ ni

kahveci

Dursun

aracılığıyla

bulsun

dediği

için

S i v e r e k ’e gelip Se y i t h a n ’a seni İ s t a n b u l ’da Musa ça­ ğırıyor diye

söyledim.

Bu hususdaki eski ifadem ve

diğer beyanlarım aynen doğrudur dedi. Sanık İbrahim K A Y P A K K A Y A ’ya soruldu: Ben bu k i m ­ seleri tanımıyorum, Musa takma adını kullanmadım, bu arkadaşlar uzun süre işkence altında tutulmalarının etkisiyle böyle konuşuyorlar:

86


Sanık Seyithan DOKAY ye Hamza O G Ü Z E R ’e sanık İbra­ him KAYPAKKAYA ’n m muhayyele ettiği gibi herhangi bir işkence etkisi altında kalarak mı, sanık İbrahim KAY­ PAKKAYA

(Musa) hakkında bu şekilde beyanda bulunduk­

ları hususu tekrar SORULDU: Ben daha evvelce kaldığım baskının etkisiyle Musa hakkında beyanda bulunmuyo­ rum. Gerçekten Musa olarak tanıdığım ki§i huzurda b u ­ lunan kimse olduğu için söylüyorum, beyanım hiçbir et­ ki altında kalmaksızın doğru olanı yansıtmak içindir. Eski ifadelerimi tekrar ederim. Dedi. Keza sanık Ham­ za OGUZER de aynı şeyleri tekraretti. Yapılacak baş­ kaca işlem kalmadığından Cezaevi Müdürü P. Yb. Ahmet BALDO ğ a IT ve Cezaevinde görevli Top. Atğm. Mevlüt KARAASLA1I huzuruyla tutulan iş bu yüzleştirme zaptı im­ za altına alındı.

(Birlikte) 24.4.1973

... Sanık İbrahim KAYPAKKAYA ’n m

İ s t a n b u l ’da sür­

dürmüş

olduğu delillerden anlaşılan örgütsel iliş­

kilere

ters düşen beyanları karşısında

sanık İbra­

hi m K A Y P A K K A Y A ’ya atfen Ahmet ve Musa takma isimle­ riyle

beyanda bulunan

Hamza

OGUZER huzura

alındı.

Daha önce huzura alınmış bulunan İbrahim KAYPAKKAY A ’n m

isminden söz edilmeksizin Hamza O G U Z E R ’e g ö s ­

terildi. Benim 2 ŞUBAT 1973 tarihli ifademde Musa ve Ahmet

takma adıyla bahs ettiğim şahıs huzurda g ö r ­

düğüm kimsedir. Bunun isminin İbrahim KAYPAKKAYA ol­ duğunu ilişkilerimden sonra esasen öğrenmiştim. K e ­ za

hazırlıkta

teşhis sinde

göstermiş

etmiştim.

Sanığın

bulunduğunuz örgütsel

resimden

ilişkiler

de

içeri­

İ s t a n b u l ’da kullandığı takma adları Ahmet ve

Musa olarak biliyorum.

Sanığa atfen evvelki ifademi

ve orada bahs ettiğim ilişkileri aynen tekrar e d e ­ rim. Dedi. Sanık İbrahim K a YP a KKAY a ’ya soruldu:

87


Ben yüzleştirildiğim arkadaşı tanımıyorum. K endi­ siyle

örgütsel

bir

ilişkim

olmadı,

Musa

ve

Ahmet

isimlerini de hiçbir zaman kullanmadım. Dedi. Hamza OffUZER’e tekrar SORULDU: Ben huzurda bulunan İbrahim KAYPAKKAYA*yı Musa ve Ahmet takma adlarıyla İ s t a n b u l ’daki örgütsel çalış­ malar sırasında tanıdım. reddüttün yoktur.

Bunda bir yanılgım ve te­

Dedi. Başka bir diyeceği olmadığı­

nı beyanla Cezaevi Müdürü P. Y b . Ahmet BALDOĞAÎI ve Cezaevinde görevli Top. Atğm. Mevlüt KARAASL a N huz u ­ ruyla tutulan iş bu yüzleştirme zaptına nihayet v e ­ rilip birlikte imza altına alındı. ... Sanık İbrahim K A Y P A K K A Y A ’n m

24.4.1973 Örgütsel ilişki­

leri ve özellikle Tunceli kesimi ile alakalı çalış­ malar hakkında evvelce ifadesi a l m a n sanıkların b e ­ yanına ters düşer bir şekilde ifade verip T u n c e l i ’ye dönük çalışmaları inkâr ettiğinden ve Hamza olmadı­ ğını ileri sürdüğünden sanıkla ilgili beyanı bulunan daha doğrusu Hamza ile ilgili beyanı bulunan H ayret­ tin

İ P E K ’e

gösterildi.

Huzurda

bulunan

şahsı

daha

evvelce Hamza olarak ifade ettiği kişiye k a t ’i ola­ rak benzetemiyorum.

Fakat

gözleri

tamamen H a m z a ’ya

benziyor, diğer tarafları ile pek benzetemedim. ha doğrusu k a t ’i bir karara varamadım.

Da­

Dedi. Bu m ü ­

tereddit beyan karşısında sanık Hayrettin İ P E K ’e sa­ nık İbrahim K a Y P A K K A Y A ’yı yakından teşhis etmesi ve bu konuda budur veya değildir şeklinde kesin bir b e ­ yanda bulunması

için düşünme

fırsatı verildi.

Daha

sonra Hayrettin İPEK, evvelce Hamza olarak ifade et­ tiğim kişi budur,

kesin yargıya vardım.

Dedi.

Ham­

za ’ya ilişkin olarak 12. 2. 1973 tarihinde vermiş ol­ duğum ifadede

söylediğim şeyler huzurda bulunan bu

şahısla alakalıdır. Dedi.


Sanık İbrahim KAYPAKKAY a ’YA söz verildi. Ben daha önce

T u n c e l i ’ye

gitmedim.

Bilinçlendirme

çalışması

yapmadım. Bu husudaki eski ifademi tekrar ederim de­ di. Dolayısıyla huzurda bulunan Hayrettin İ P E K ’i de tanımıyorum dedi. Hayrettin İ P E K ’den tekrar SORULDU s Benim evvelki ifademde Hamza olarak ifade ettiğim ve ilişkilerini anlattığım kişi huzurda bulunan k i m­ sedir.

Daha önce de bana göstermiştiniz,

o zaman da

bunu Hamza olarak ifade etmiştim. Ancak şimdi H a m z a ’n m di.

Başka bir

diyeceği

sesi biraz daha değişmiş de­ olmadığını beyanla birlikte

tutulan ig b u ifade zaptı Cezaevi ilüdürü P. Y b . A h ­ met Baldoğan ve cezaevinde görevli Top. Atğm. üevlüt Karaaslan huzuru ile tutularak birlikte imza altına alındı.

24.4.1973

Sonuçta bu yüzleştirmelerde de İbo’nun ağzından diledikle­ ri ifadeyi alamamışlardı. Onunla yüzleştirilen tutuklular, o gün­ lerle ilgili duygularını ve şahiti oldukları olayları ve İbo’nun aleyhinde ifade vermeye nasıl ve ne yöntemlerle zorlandıkları­ nı iddia makamında Yaşar Değerli’nin oturduğu mahkeme sa­ lonlarında da bir bir açıkladılar.

89


... Yan yana, upuzun boylu boyunca tepeden tırnağa kan yiğitler ki herbiri bir parça vatan gözlerinde bir küfür kasırgası ana avrat ah ulan... Ahmed Arif

Savcı Yaşar Değerli, İbo’yu sorguya aldığı günden Mayıs ayı başına kadar, gün be gün onun çevresinde dolandı. Sordu sor­ du... Olmadı... Soru sordu... Olmadı... İbo bir gitti, bir geldi hücreliğin üç nolu gözünden işkencehaneye; bir gitti bir geldi... Yüreğini kaptırmadı. Düştü, kalktı; düştü, kalktı... Eğilmedi... Şubat ayı başından, Mayıs ayı başı­ na kadar. Sorgucular sürekli sordu; İbo sürekli aynı sözlerle yanıtladı onları. Başta belirlediği tutum ne ise sonuna kadar onda diren­ di. Bu süre içinde sorgucular sadece bir ifade alabildiler on­ 90


dan. İbo başka söz söylemedi. Ne bir kişinin adı, ne bir kişiyle ortak eylem; ne de suçlamaların önünde dize geliş... İbo verdiği bu tek ifadede düşüncelerindeki gelişim süreci­ ni anlatmış; yurdu hakkındaki; yurdunun insanları, halkı hakkındaki kendi çözümlemelerini sıralamış, inandığı mücadele yöntemlerini sıralamış ve sözlerini şöyle tamamlamıştı: ... Sizin deyiminizle Şafak örgütünün İllegal or­ ganizasyonuna katılmadım. Bu devredeki çalışmalarım­ la ilgili herhangi bir şey söylemeyeceğim.

Çalıştı­

ğımı söylememin şahsi sorumluluğum açısından yeterli olduğu görüşündeyim. Ben sormuş olduğunuz şekilde M a ­ latya ve Tunceli bölgelerinde

faaliyet göstermedim.

Çalışma alanım buralar değildi; neresi olmadığını b e ­ lirtmeyi yeterli görüyorum.

Benim bahsettiğiniz Tİ-

İKP adlı örgütle hiçbir bağıntısı olmayan kişisel ni­ telikteki

faaliyetlerim,

Türkiye

Komünist

Partisi

(Marksist- leninist) ve Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu saflarına katılmama kadar sürmüştür. Sonradan katıldığım bu örgütlere ne zaman katıldığımı hatır­ lamıyorum. Ve beni bu örgütlere kimin aldığını söy­ lemeyi de gereksiz buluyorum.

TKP

(Mİ) ve ona bağlı

TİKKO örgütlerinin kimler tarafından kurulduğunu ve yönetildiğini bilmiyorum.

Yalnız bu örgütlerin saf­

larına katıldığımı ve onların illegal üyesi ve taraf­ lısı olduğumu saklamıyorum. Bu örgüt içersindeki ça­ lışma yöntemim ve örgütün kuruluşuna esas olan düşün­ celer, bahsetmiş olduğunuz yazılarda geniş ölçüde yeralmaktadır. özellikle Şafak Revizyonizmi Tezlerinin Eleştirisi,

Milli

Mesele,

Kemalist

İktidar

Dönemi,

İkinci Dünya Savaşı Yılları ve 27 Mayıs Hareketi, K ı ­ zıl Siyasi İktidar Öğretisini Doğru Kavrayalım; b a ş ­ lıklarını taşıyan ayrı ayrı uzun ve örgütün görüşle­ rini yansıtan tezleri ve düşünceleri kabul ediyorum. Bu başlıklar altındaki yazılara benim de görüşlerim

91


diye imzamı atmaya hazırım.

Ben bu görüşler doğrul­

tusunda devrimci mücadele vermek üzere 1973 Ocak ayı başlarında faşist güçler tarafından şehit edilen a r ­ kadaşım Ali Haydar Yıldız ile T u n c e l i ’ye gelmiştim. Köylüleri devrim için, halk ihtilali için örgütlemek amacıyla köylere

gitmiştik.

Buradaki

çalışmalarımız

24 Ocak 1973 günü kalmış olduğumuz Vartinik mezrasın­ daki kömün basılmasına kadar sürdü

Ben buraya kadar

anlattıklarımı samimiyetle inandığım Marksist- Leninist düşünce uğruna yaptım. Ve sonuçtan asla pişman değilim. Ben bu uğurda her türle neticeyi göze ala­ rak ve can bedeli bir mücadeleyi öngörerek çalıştım ve neticede yakalandım. Asla pişman değilim dedi. ITisan 1973)

(21

(TKP- Mİ- TİKKO- TMLGD Davaları klasör

No s 3, Dosya No 1, Sıra lloi 4)

12 Mart’tan bu yana binlerce kişiyi sorguya çekenleri; bin­ lerce kişinin ifadesini alanları, İbo’nun bu tutumu şaşkına çe­ virmişti. 12 Mart’tan bu yana ellerine geçirdikleri insanlar için­ deki “çetin ceviz”lerden birisiydi Ibo. Ellerindeki kerpetenin gücü yetmiyordu İbo’nun, yüreğine, beyninin kıvrımlarına ça­ kılı çelik çivilerle, çelik iradeyi sökmeye. Elektrik yetmiyordu; karanlık mahzenler, açlık, susuzluk, zincirler, prangalar, kara bantlar, falakalar, tekmeler, yumruk­ lar, odunlar, demir çubuklar, irade çözen ilaçlar, iğneler, teh­ ditler... yetmiyordu. Üstelik İbo sustukça, dağ-taş dilleniyor; hapisane koğuşla­ rında, yolda, kahvede, otobüste, köyde... umuda ve direnme­ ye dair kelimeler almış başını yürümüştü. Almış başını yürü­ müş ve gelmiş kapı eşiğine dek dayanmıştı. Bunca insanı sorguya çekenler, İbo’nun karşısında yenik mi düşeceklerdi? Bunca insanı sorguya çekenler gün gelir mahke­ meye çıkarsa, nasıl dinleyeceklerdi İbo’yu. Üstelik burada böy­ le susan, orada kim bilir neler söyleyecekti? 92


Mayıs ayı başlarıydı. Nisan ha devrildi, ha devrilecek. Hava ılınmaya başlamış; sadece sabahın alacasında, sisli saatlerde serinlik kalmıştı. Bir de akşam olup da, güneş batınca serine vuruyordu dünya. Yağmurun topraktan kaldırdığı hava, dağ­ lardan kar yalayıp, esip gelen rüzgârla, kapı eşiklerinden, kilit deliklerinden, duvar diplerinden, İbo’nun hücresine dek uç ve­ riyor, ciğerine değiyordu. Nedense birkaç gündür hücresinden gelip götüren yoktu İbo’yu. Yemekten yemeğe kapısını açıp karavanasını veriyor­ lar, sonra kapayıp gidiyorlardı. Bir defter bir kalem istemiş, onu da getirmişlerdi. 10-15 gün sürdü bu durum. Savcı Yaşar Değerli’nin Diyarbakır’dan “büyük kente” gitti­ ği duyuldu. Nisan’ın son iki gün ve Mayıs’m ilk günlerinde, yani işkencesiz, sorgusuz, sualsiz geçen bugünlerde İbo biraz dirildi. So­ luklandı. “Herhalde sorgulamalar tamamlandı,” diye düşünüyordu kendi kendine. “Harita Metot” defterine notlar düşüyordu. Savunma tasla­ ğı hazırlamaya koyulmuştu. Savunması için okuması gereken kitapları, sürmekte olan davaların dosyalarını, suçlandığı olay­ lara değin malzemelerin listesini ve savunmasında üzerinde önemle duracağı noktaları bir bir not ediyordu. Mahkemede uzun bir siyasi savunma yapmayı tasarlıyordu. Sadece taslakla ilgili notları sayfaları tutmuştu. Hücreden çıkarılıp, cezaevine, arkadaşları yanma götürüle­ ceği günü sabırsızlıkla bekliyordu. Dünyada, yurdunda, olan bitenden aylardır habersizdi. Bir bunun için meraktan kıvranıyor, bir de bütün bu notlarını tut­ tuğu listenin kendisine verilip verilmeyeceğinin merakını çeki­ yordu. Kareli “Harita Metot” defterinin kapağındaki soruları şöyle yanıtlamıştı: 93


Okulu: Diyarbakır. Adı Soyadı: İbrahim Kaypakkaya, Sıkıyönetim Tutukevi Ve ilk sayfadan itibaren “Savunma Taslağı”nın notları başlı­ yordu. Sayfalar boyu sürüp gidiyordu bu notlar. İbo sürekli olarak yazıyordu bugünlerde. “9 Mayıs öncesi” diye tarih düştüğü bir sayfada “Babamdan Öğreneceklerim” diye bir liste çıkarmış, eski davalarıyla ilgili bilgileri not etmişti. 0 bilgileri kimlerden edinebileceklerini ya­ zıyordu babasına. Kiminin altına o dönemde “Çapa İlk Öğret­ men Okulu’nda devrimci mücadele” denilince akla ilk gelen ki­ şilerden olan Salman Kaya’yı yazmış; kiminin altına Mustafa Çoban, Halit Koçer, kiminin altına Avukat Alp Kuran, Avukat İbrahim Türk yazmıştı. Kendini bütünüyle “Savunma Taslağını” hazırlamaya ver­ mişti artık. Savunmasını hazırlama duyarlığıyla donandıkça, derinleşiyor, defterine şiirler yazıyordu. Defterine o günlerin­ de yazdığı bir şiiri şöyleydi:

DEVRİM İÇİN HER ZAMAN ÖLECEKLER BULUNUR ... gider ... gider, nice koçyiğitler gider Senin de içinde bir oğulun varsa çok değildir Ey mavi gök! Ey yağız yer bilesin ki Yüreğimiz kabına sığmamakta Örsle Çekiç arasında yoğrulduk Hıncımız derya gibi kabarmakta Bir başka sayfada ise şu dörtlüğü yazmıştı İbo:

Demiri de, kömürü de sökeriz amman Buğdayı da, pirincide ekeriz amman Faşizme içimizden kan damlayan kılıcız Bir gün gelir kinimizi dökeriz amman 94


... Canımın gizlisinde bir can idin ki Kan değil, sevdamız akardı geceye Sıktıkça cellâd, Kemendi...

Duymak Gözlerinde duymak üç-ağaçları Susmak, Gözlerinde susmak, Ustura gibi... Gözlerin hani? Ahmed Arif

Günler, haftalar, aylar geçmişti, fakat Ali Kaypakkaya, oğlu­ nun ağzından çıkan bir ses, kaleminden dökülmüş bir sözcük duymamış, görmemişti. Sadece kulaktan kulağa dolaşan fısıltı­ larla onu düşünüyordu. Kimi “kurtulmaz” diyordu, kimi “onu asarlar” diyordu, kimi “hücreden bir çıksa gerisi kolay” diyor­ du... Ali Kaypakkaya’nın tek isteği uzaktan da olsa İbo’yu bir kez görebilmekti. Hiç olmazsa, sesini duysun ya da mektubu­ nu alsın, buna bile razıydı. Onunla ilgili umudu böylece sağ­ lamlaşacak, rahatlayacaktı. 95


İbo bu döneminde babasına bir mektup yazmıştı. Mektup Ali Kaypakkaya’mn eline geçmemişti. İbo bu olasılığı düşüne­ rek ikinci bir mektup yazmıştı babasına. İbo bu mektubunda şöyle diyordu:

Kıymetli Babacığım Belki duymuşsundur. 24 Ocak’ta Tunceli’de jandarmalar ta­ rafından yaralandım. Beş gün sonra yakalandım... Şimdi Diyar­ bakır Tutukevi’ndeyim. Kurşun yaralarım tamamen iyileşti. Sakın üzülmeyin... Konu, komşu, akrabalar merak etmesinler. Çoktandır sîzlerle görüşemedik. Bu arada evde neler olduğu­ nu bilmiyorum. Siz asîl işçi oldunuz mu? Çocukların okul duru­ mu nasıl ve hangi okuldalar? Anamın ve ebemin durumları na­ sıl? Bildirirseniz memnun olurum. Size bundan önce bir mektup göndermiştim. Fakat dalgınlık­ la üzerine adresi yanlış yazmıştım. Muhakkak elinize geçmedi. 0 mektupta bazı ihtiyaçlarımı yazmıştım. Sizin perişan bütçeni­ ze yük oluyorum ama kusura bakmayın. Üzerimde işe yarar hiç­ bir şey, hiçbir elbise yok. Bana iç çamaşır, mintan, ceket, panto­ lon, ayakkabı, göndermeni diliyorum. Ceket, pantalon, ayakka­ bının parasını gönderseniz daha iyi olur. Ayrıca bir saat ve bir miktar para, ne kadar gönderebilirseniz, çok memnun olurum. Saatsizliğin çok sıkıntısını çekiyorum. Selam eder ellerinizden öperim. Bütün çocukların ayrı ayrı gözlerinden öperim. Siz buraya gelmeye asla kalkışmayın. Görüşmemiz imkân­ sızdır. Göndereceklerinizi posta ile gönderin. Ve dediğim gibi de benim için asla merak etmeyin. Ve üzülmeyin. Olanların hiçbir önemi yoktur. Hoşça kalın Oğlunuz İbrahim Kaypakkaya

96


Bu Ali Kaypakkaya’nın, Ibo’dan aldığı ilk mektup, onun ağ­ zından, kaleminden ulaşan ilk haberdi. Mektup bir anda içini ferahlatmıştı. Oğlunun yazısına, yazdıklarına çevirip çevirip bakmıştı. Baktıkça heyecanlanmıştı. Sonunda aynı heyecanla çarşıya çıktı. Neyi var neyi yok verip bir kat elbise, 2 çift çorap, 1 kol saati, gömlek ve iç çamaşırı aldı. Sonra düşündü, düşündü ve Diyarbakır’a kendisi götürme­ ye karar verdi İbo’nun “gelme, görüşemeyiz, postayla yolla” demesine karşın, Ali Kaypakkaya yine de umuda bir açık kapı bırakmıştı. Otobüsü Diyarbakır’a doğru yol alırken arkasındaki sırada oturan iki sivilin konuşmalarından, bunların resmi olduklarını ve sıkıyönetim görevlileri olarak Diyarbakır’a gittiklerini çıkarmıştı. Onlara dönerek, kendisinin de Diyarbakır’a, sıkıyönetime gittiğini söylemişti. Belki bir yol dostluğu kurar ve oğlunu, gö­ rebilmesi için yardımlarını alır diye tasarlıyordu. “İbrahim Kaypakkaya” adını duyar duymaz, arkadaki sırada oturanların, orta boyun uzunu, esmer ve yapılı olanı birden Ali Kaypakkaya’ya sinirlenmiş ve “İbrahim eline geçmeyecek” di­ ye bağırmıştı. Ali Kaypakkaya aralarındaki konuşmalardan adının “Feh­ mi” olduğunu duyduğu bu adama, “Niye beyefendi, idam mı edilecek?” diye sormuş, adam da, “Bana daha fazla soru sor­ ma, daha da sokulma, dön önüne, İbrahim eline sağ geçmeye­ cek işte o kadar...” diye kesip atmıştı konuşmayı. Sıkıyönetimde görevli esmer, orta boyun uzunu, yapılı ve adı “Fehmi” olan bu adamın, kesin bir edayla böyle konuşma­ sı Ali Kaypakkaya’yı sinirlendirmişti fakat, adamlara bulaşırsa oğlunu göremeyeceği tedirginliğiyle kendini tutmuştu. Bütün yol boyunca bu adamın neye dayanarak böyle ko­ nuştuğunu düşündü durdu. Kulağını kabarttı fakat arkasındaki iki adam seyrek ve alçak sesle konuşuyorlardı artık. Ali Kaypakkaya Diyarbakır’a inince doğru Sıkıyönetim Ko­ mutanlığına gitti. Yine aynı yerde adının Ahmet olduğunu öğ­ 97


rendiği bir yarbay Ali Kaypakkaya’ya “soruşturmanın daha ta­ mamlanmamış” olduğunu bildirmiş, “görüşmeniz olanaksız” demişti. Oğluyla görüşme izni için başvurduğu yerde “Ali” adında bir üsteğmen, yine Kerküklü bir üsteğmen ve Mevlüt Arslan adında İlahiyat Fakültesi mezunu bir teğmen vardı. Konuşma­ larından Mevlüt Arslan, Ali Kaypakkaya’nın Alevi olduğunu an­ lamış ve yekten, “Siz Ali’ye Allah dersiniz, her melanet sizin ba­ şınızın altından çıkıyor” diyerek sövüp, saymıştı. Ali Kaypakkaya, “Benim çocuğum insanları biz siz diye ayır­ maz; bu dava mezhep davası değil...” diye söylenecek olduysa da Mevlüt Arslan, ağzına ne geldiyse sıralamıştı. O ara adı Ali olan üsteğmen ortalığı yatıştırmak için kalkıp Ali Kaypakkaya’ya susmasını söylemiş, “Dövüş başlarsa ayır­ mam,” demişti. Ali Kaypakkaya da, “Ben kimim ki, eninde sonunda bir suç­ lunun babasıyım, bağırın...” diye sözü tamamlamış, oğluna ge­ tirdiği eşyaları vermeleri için onlara uzatmıştı. Görevliler eşyaları almadılar. “Elden veremeyiz, postayla yolla,” dediler. Sonra, “İstersen kendisine bir not yaz, onu ve­ relim,” dediler. Ali Kaypakkaya bir kâğıt çıkarıp oğluna bir şeyler yazmaya başladı. Diğerleri de onun yazdıklarını okuyordu. “Oğlum,” diye yazmıştı, “zamanında aramızda bir hayli ça­ tışma çıkmıştı. Şimdi buradasın. Bu senin idealin sonucunda olduğuna göre, üzülme...” Yazdığı notun tam burasına geldiği zaman kestiler. “Bu ke­ limelerle yazamazsın, cesaret veriyorsun, cesaret vermek ya­ saktır; annen iyi, ben iyiyim, görüşmek mümkün olmadı gibi şeyler yaz...” dediler. Sıradan bir not yazıp verdi o da. Sonra Ali Kaypakkaya’ya hangi otelde kalacağını sordular. “Diyarbakır’da kalmayacağım,” diye yanıtlayıp ayrıldı oradan. Şehre çıktıktan sonra da üzüldü. İkirciklendi. 98


“Acaba bu gece kalacağım deseydim, daha mı hayırlı olur­ du; imanlı biri bir mektup mu getirecekti, bunun için mi sor­ muşlardı; yoksa bir oyuna düşürüp tevkif mi edeceklerdi?..” di­ ye düşündü durdu. Yol boyunca aynı düşünceyle içini yedi. Eşyaları ancak eve dönüp, ertesi gün postaya verdi. Bir de mektup yolladı İbo’ya.

99


... Soruyorum; kalaslara bağlanarak bir adam kırbaçlanırken ve hurdhaş edilirken beyni ve yumruklar ve yumruklar ve yumruklar ve cam kırıklarıyla dolduran gırtlağından dökülürken inildeyen kelimeler aradıkları neydi, neden ilgilendiriyordu katilleri inildeyen ama yılmayan şeyler... Nihat Behram

27 Nisan 1973 Cuma gününü Cumartesi’ye bağlayan gece saat 22. 30 sularında, İbo’nun üç numaralı gözünde yattığı, Di­ yarbakır Sıkıyönetim Tutukevi’nin hücreliklerine birkaç tutuk­ lu daha getirildi. Her biri ayrı ayrı hücrelere kilitlendi. İbo hücresinde kulak kabartıp, dışardaki gürültüleri dinle­ mişti. Aylardır kapalı olduğu bu avuç içi kadar çukurda, dışardan gelen seslerden neyin ne olduğunu anlamakta ustalaşmıştı. Gelen tutuklulardan birisi kendilerini hücreliğe getiren as­ teğmenden sigara istemiş, İbo sesinden onu hemen tanımıştı. 100


Gecenin bu saatinde böyle bir dünyada bu ses İbo’ya bir dost sıcaklığı iletmişti. Nöbetçilerin gelenlerle ilgili işlemleri bitirişinden bir süre sonra îbo hücresinden “Enternasyonal” marşını söylemeye başladı. Marşı bitirdikten bir süre sonra bu kez “Mustafa Sup­ hi” marşını söylemeye başladı. Böylece hem hücrelere yeni gelmiş ve her an işkenceye gö­ türülmeyi bekleyen arkadaşlarını cesaretlendirmek, hem de kendisinin orada ve sağlığının yerinde olduğunu duyurmak is­ tiyordu. Hücrelerdekilerin hiçbirini uyku tutmuyordu. Onlar İbo’yu, Îbo onları düşünüyordu. Gece yarısından sonra îbo, “Nereden geldiniz? Kimler var içinizde?” diye seslendi. Yeni gelenler İbo’nun sorularını yanıtsız bıraktılar. Daha sorguya gitmemiş olduklarını düşünüp, İbo’ya adlarını söyle­ meyi sakıncalı bulmuşlardı. İbo’da durumu anlamış, fazla üste­ lememiş, tekrar marş söylemeye, onları cesaretlendirmeye başlamıştı. Sonra nöbetçiler gelip İbo’yu susturdular. Diğer hücrelere getirilen Haşan Zengin, Kaya Bozoklar, Ce­ lal Bozatlı, Mehmet Altınbaş, Hamza Kılınç, Vakkas Yağşu ve Celal Deniz’e de nöbetçiler “en ufak bir ses çıkarmamalarını” ihtar ettiler. 28 Nisan sabahı saat 8’de İbo’nun üç nolu hücresi hariç di­ ğerlerinin kapılarını açtılar. İhtiyaçlarını gidermelerini söyledi­ ler. Sonra sırayla saçları kesildi. Fotoğrafları çekildi. Tekrar hücrelerine sokulup, kapıları kilitlendi. Ve hücrelerinin deli­ ğinden dışarı bakmamaları istendi. Ve İbo’nun hücre kapısını açtılar. Yemeğini içeriye verdiler. Öğlen olunca, diğer hücreler yine sırayla açılarak, tutukluları, tuvalet ihtiyaçlarını gidermeleri için dışarıya çıkardılar. Haşan tuvaletten dönerken gecikmiş ve önünden geçerken üç nolu hücrenin kapı deliğinden içeriye bakmıştı. İbo ranzası­ 101


na bağlı bir durumda, aynı deliğe bakıyordu. Göz göze geldil­ er. Pijama giyinmişti. Sırtında kahverengi-gri, yırtık bir ceket vardı. Haşan, İbo’yla bakışmış ve beklemeden kendi hücresine doğru yürümüştü. Sonra sırayla aynı yöntemi uygulayıp o gün diğer tutuklular da İbo’yla göz göze geldiler ve onu gördüler. Akşamüstü saat 16.30 sularında nöbetçiler diğer tutuklulara, “Hazırlanın, gidiyorsunuz,” dediler. Götürülme vakitleri gel­ mişti. İbo bu çağrıyı duyunca hücresinden “Arkadaşlar!” diye ba­ ğırmaya başlamıştı; “Hiçbir şey konuşmayın, iradenize sahip olun, gerekirse ananızın adını dahi söylemeyin, sizleri işkence­ ye götürüyorlar, faşistlere devrimcilerin nasıl kararlı olduğunu kanıtlayın...” Ve İbo’nun hücresine üşüşüp, onu susturdular. Gidenlerin kulaklarında yol boyunca İbo’nun sesi çınladı. “L” harfi görünümündeki bir binadan çıkarılmışlar, çakıl taşlarıyla süslenmiş bir bahçeden geçirilmişlerdi. Tutuklulardan birinin gözlerindeki bant gevşek olduğu için çevresini gö­ rebiliyordu. İki-üç dakika burada yürümüşlerdi. Sonra üzerinde “Ziya Gökalp Caddesi” yazılı bir levha görmüştü. İşkence evi bura­ daydı. Tutuklular dan birinin, götürüldüğü bir odada kulağına bir konuşma çalınmıştı. “Yaşar Bey İstanbul’a gitmiş, İbrahim’le ilgili olarak görüş­ me yapacakmış...” diyordu konuşanlardan biri. Diğeri şöyle sürdürüyordu konuşmayı: “Hep bununla mı uğraşacağız, konuşmuyorsa temizleme­ li...” İşkenceye götürülen tutuklularm bir kısmı sorgularından sonra 1 Mayıs’ta işkence evinden Büyük Tutukevi’ne alındılar. Hücreliklerde gördüklerini orada arkadaşlarına anlattılar. 102


fbo’dan haberler ilettiler. Söylediği marşlardan söz ettiler. Ne­ şeli ve sağlığının yerinde olduğunu söylediler. Bütün dava arkadaşları o günlerde sadece îbo’yu düşünü­ yorlardı. Davanın hemen hemen bütün sanıkları hücrelerden işkencelerden geçmiş ve tutuklanıp cezaevine gelmişlerdi, fa­ kat İbo’yu bir türlü soktukları dehlizden çıkarmıyor, yüzünü kimseye göstermiyor, tutukevine getirmiyorlardı. Tutukevindeki arkadaşları sık sık tutukevi yönetimine baş­ vuruyor ve İbo’yu soruyorlar fakat soruları hep yanıtsız bıra­ kılıyordu. Hücrelikten işkenceye götürülen tutuklulardan birisi tekrar hücreliğe getirilip 8 nolu göze kilitlenmişti. Hücrelikte koridoru bekleyen nöbetçilerden birinin adı “Pa­ şa” idi. Adıyaman’ın Besni ilçesi’nin Çakallar Aşiretine men­ sup, Türktepe semtinde oturuyordu. Diğer bir nöbetçinin adı Hüseyin Aksoy idi. Gaziantep’in Kilis kazası’nm Elbahan kö­ yünde oturuyordu. Çavuştu. İbo bu günlerde sürekli olarak kareli defterine bir şeyler ya­ zıyordu. İşkenceler kesileli beri sürekli olarak düşünüyor ve notlar tutuyordu. Böyle bir günde babasından gelen bir mektubu verdiler. Ba­ bası şunları yazmıştı mektubunda:

Sevgili oğlum, selam ve sevgilerimle gözlerinden öper cena­ bı allahtan sağlıklar dilerim. Fabrika adresine gönderdiğin mektubu aldım. Bakkal Bedri eliyle gönderdiğin mektubu almadım. Görüşme müsadesi verildi­ ği zaman, ben yazarım diyorsun. O zamana kadar gelmiyeceğim. Bu arada görüşme müsadesinden önce ihtiyaçların olursa, gelmemizi beklemeden yaz. Danıştay’a açtığım davanın savun­ masını istiyorlar. Yarın ayrı bir mektupla gelen tebliği de gönde­ receğim, savunmanı ona göre yaparsın. İstanbul Yüksek Öğret­ men Okulu Müdürlüğü’ne de savunmanın Diyarbakır Sıkıyöne­ 103


tim Tutuk euindeki oğlum İbrahim Kaypakkaya’dan istenmesini, bir dilekçeyle bildirdim. Anlaşıldığına göre, okul müdürlüğü da­ vayı kaybetmiş olacak ki savunmanızı aldıktan sonra okula ça­ ğırdık gelmedi diye arkadan tazminat davası açacaklar. Sizin de hapiste olduğunuzu bildikleri için yeni yeni problemler düşünü­ yorlar. Eben, annen, selamla gözlerinden öperler. Haydar, Sultan, Feride, Hakkı, Alekber, Elif selam eder elle­ rinden öperler. Galip Özdemir ve Pire Mehmet’de selam ederler. Bizim için merak etme, rahatımız iyidir. Senden başka düşünce­ miz yoktur. Sevgili oğlum mektuba son verirken tekrar selam eder gözlerinden öperim. Allaha emanet olasın. Not: Yapılan tebliğin ayın 15’inde (15 Nisanda) savunması yapılmış olacak­ ken bize 18’inde geldi. Son. ” Babasının sağlık haberleri dolu mektubu İbo’yu sevindir­ mişti. Bir ihtiyaç listesi çıkararak babasına yollamayı düşünü­ yordu. Onun notlarını tutuyordu. “Artık işkenceler son buldu­ ğuna göre görüşebiliriz” diye babasını çağırmayı tasarlıyordu. Bu mayıs günlerinde artık İbo umut içinde hücreden çıka­ cağı ânı bekliyordu.

104


... Nasıl kavramasın, sarmasın kendi kendini

Yalana ve zindana karşı Gözyaşına nefes veren ışıltı, muradı yaşamasın... Çünkü kapılar sürgülenmiş; küfre tekmeye alışkın gardiyanlar Atardamarları kilitli: Donuk... İsli... Sevimsiz... Çünkü el tutuşmak, kucaklaşmak yasak, Denkler, fileler didik didik aranıyor, Haberler dil ucunda bıçak yemiş, onur zedeli... Çünkü kayalıklar üstünde kaygan yosunlar gibi Kuşatmışlar sevinçli kelimeleri Çünkü sevgili bir dileğin, kardeşliğin Gencecik ve utangaç öpüşleri Tekmeler, postallar altında, Hünerin, bağlılığın çevresine kir birikmiş; Erdem kan içinde, işkence odalarında... Nihat Behram

Derken, babasının okuluyla ilgili olarak, mektubunda sözü­ nü ettiği yazı da geldi. Nöbetçiler hücresine gelerek yazıyı ona verdiler. 105


Onun yakalanmış ve tutuklanmış olduğunu öğrenen okul yöneticileri de “yeni yeni problemler” düşünmekteydi İbo için. 520. 643 sayılı ve Müdür Turan Binici imzalı yazıda, İbo’nun eski günlerinin “karınca kararınca” hesabı soruluyordu. Belli ki okul yönetimi de sıkıyönetimin çorbasında tuzu ol­ sun istemişti. Şöyle yazmışlardı ilgililere; Sıkı Yönetim Komutanlığına Diyarbakır Okulumuz

Fizik

- Matematik bölümü

eski

Öğrenci­

lerden İbrahim Kaypakkaya 31 Ocak 1973 günü, Tunce­ l i ’nin

Seyithan köyü

civarında

güvenlik kuvvetleri

ile çarpışmış yaralı olarak ele geçirilmiş ve anar­ şist olaylara fiilen katıldığından k o m u t a n l ı ğ m ı z c a tutuklu bulunduğu a n l a ş ı l m ı ş t ı r . Daha önce de okulumuzda çıkan olaylara da adı k a ­ rışan İbrahim Kaypakkaya hakkında Disiplin kurulun­ ca bir karar verilebilmesi için eklice sunulan ifa­ delerin adı geçen İ. Kaypakkaya tarafından cevaplan­ dırılması gereği hasıl olmuştur.

Gönderilen yazının İbo’yla ilgili bölümü ise şöyleydi: Okulunuzda okul

disiplin

1968-1969

ders

yönetmeliğine

yılında aykırı

öğrenciyken,

olarak

işlemiş

olduğunuz suçlar aşağıya çıkarılmıştır.

Savunmanızı

15

müdürlüğüne

Mayıs

1973

tarihine

kadar

okulumuz

göndermenizi ehemmiyetle rica ederim. Açıklanması istenilen olaylar: 1-

18.7.1968 tarihinde okulun önünde idareden izin­

siz ekteki fikir kulübü adına bildiri dağıttığınız.

106


2- “Size haberi ulaştıran güvercin -yön değiştir­ mek- okul idarecilerini taraf tutmakla itham etmek. Yöneticiler şunu iyi bilsinler ki tarihin hakların­ da verecekleri yargıdan k u r t u l a mıyacaklardır. A m eri­ kan Altıncı Filosu demir at t ı ” gibi sözlerin tarafı­ nızdan söylendiği. 3- 12/ 10/ 1969 tarihinde

okulun girig kapısında

meydana gelen kavgada bulunduğunuz

ve

camların k ı ­

rıldığı ve birçok öğrencinin yaralanmasına sebep ol­ duğunuz daha önceki disiplin kurulu tutanaklarından anlaşılmıştır. Savunmanızı yapınız.

îbo “idamla” yargılanmanın eşiğinde, okul yönetimi tarafın­ dan kendisine yollanan yazıyla ve okul yöneticilerini büyük bir şevkle meşgul eden soruşturmayla ilgili olarak hücresinde def­ terine bir savunma yazdı. Okul yöneticilerine yollamak üzere yazdığı bu savunmada (özetle) şunları söylüyordu: ... Sözkonusu bildiriyle ilgili olarak okul disiplin kurulunda­ ki yazılı savunmada hakkımda ileri sürülen suçlamalara gere­ ken cevabı verdim. Disiplin kurulu beni ve kurucu diğer dokuz arkadaşı, okul içinde bildiri dağıtmaktan değil, okul yönetimin­ den izinsiz fikir kulübü kurmaktan sorguladı. Çünkü bildiriyi biz Yüksek Öğretmen Okulu’nda değil Fen ve Edebiyat Fakültelerin­ de dağıtmıştık. Okul içinde faaliyet göstermemiz yasaklandığı için, okul dışında çalışıyorduk. Okulda izinsiz fikir kulübü kur­ muş olmamıza gelince, bize bu hakkı, Anayasa ve Cemiyetler Kanunu tanıyordu. Kimseden izin almaksızın demek kurma ve bir demeğe üye olma hakkımızı, kanunların bize tanıdığı bu hakkı kullandık. Disiplin Kurulunda yaptığım yazılı savunma­ nın dosyada bulunması gerekir. Aynı savunmayı bu gün de tek­ rar ediyorum... 107


1968-69 Ders yılında, okuldan tamamen uzaklaştırılmış bulu­ nuyordum. Hatta Millî Eğitim Bakanlığı ’ndan henüz tasdik kara­ rı gelmediği bir sırada, öğrencilere verilen 600 liralık elbise pa­ rası, okulun öğrencisi olmadığım gerekçesiyle bana ödenmedi. Dolayısıyle suç diye sıraladığınız şeyleri “1968-69 yılında öğren­ ciyken işlemiş” olmama fiilen imkân yoktur. Danıştay’dan yürüt­ meyi durdurma kararı aldığım halde, yine de okula alınmadım. Danıştay’ın diğer dokuz arkadaş hakkındaki yürütmeyi durdur­ ma kararı uygulandığı halde benim hakkımdaki karar uygulan­ madı. Onlar Danıştay kararını çiğnemekte ısrar ettiler. Bunun üzerine ben de haklarında yeni bir dava, tazminat davası açtım. ... Size haberi ulaştıran güvercin sözü, bildirileri okul içinde dağıtmadığım halde, beni okul içinde bildiri dağıttı diye ihbar eden yalancı, iftiracı muhbirlerle ilgilidir. Okul yöneticilerinin “yön değiştirdikleri” de bir gerçektir. Çün­ kü okul yöneticileri, önce 6. Filoyu protesto ettiğimiz için bizi ce­ zalandırmak istedikleri halde sonradan 6. Filonun Boğaz’da de­ mirlemesini savunmaktan biraz sıkılmış olacaklar ki, bundan vaz geçtiler ve bizi okul içinde bildiri dağıtmaktan sorguladılar. ... O günkü “okul yöneticilerinin taraf tuttukları” da bir ger­ çektir. Okul içinde hertürlü gerici, halk düşmanı, şeriyatçı ve fa­ şizmi savunan yayınlar, (Hitler’in Kavgam kitabı da dahil) ser­ bestçe sergileniyor ve dağıtılıyor. Öte yandan yasak olmayan, pi­ yasada serbestçe satılan bir kısım devrimci yayınlar okula dahi sokulmuyordu. Ülkü Ocaklarına ve Mücadele Birlikleri’ne men­ sup öğrencilerle okul idaresi el ele idi. Fikir kulüplerine mensup veya sempatizan öğrenciler ise sonu gelmez baskılar altında ezilmeye, sindirilmeye, susturulmaya çalışılıyordu. ... “Yöneticiler şunu iyi bilsinler ki, tarihin haklarında vereceği yargıdan kurtulamayacaklardır. ” demiştim. Anayasanın ve Cemi­ yetler Kanununun bize tanıdığı demokratik hakları çiğneyenler el­ bette tarihin haklarında vereceği yargıdan kurtulamayacaklardır. Amerikan emperyalizminin Orta Doğu’daki ve Türkiye’deki menfaatlarımn bekçiliğini yapan, halkımızı ve ülkemizi tehdit 108


eden 6. Filoyu neredeyse ellerinde çiçek buketleriyle karşılama­ ya kalkışanlar, Amerikan erlerinin gönüllü pezevenkliğini üstle­ nenler elbette tarihin haklarında vereceği yargıdan yakalarını kurtaramayacaklardır. 6. Filoyu protesto ettiğimiz için bizi oku­ lumuzdan kovdurmaya çalışanlar elbette tarihin haklarında ve­ receği yargıdan kurtulamayacaklardır. Haklı insanlar, halktan yana kişiler tarihin yargısından asla korkmazlar. Yukardaki sö­ zümüzden ancak yarası olanlar gocunur. Okulumuzu basanlar, camları, çerçeveleri kıranlar birçok öğ­ rencinin yaralanmasına sebep olanlar, birçok öğrenciyi okuldan dışarı atanlar, okula Ülkü Ocakları’na ve Mücadele Birlikleri’ne mensup yabancı kimseleri dolduranlar okulu bir silah deposu haline getirenler, halkımızın düşmanı, bağımsızlığımızın düşma­ nı, faşist ve şeriatçı kimselerdir. Sorularınızı bana değil, onlara sormanız gerekir... İbo hücresinde, kareli harita metot defterine, okul yönetici­ lerine göndermek üzere, uzun uzun böyle notlar yazdı. 1973 Mayıs’ınm böyle ilk günlerinden birisiydi. İbo yine hücresinde kalemi, defteri ve düşünceleriyle baş başaydı. Hücrelikte bir koşuşma duyuldu. MİT’teki sorgusundan dö­ nen ve 8 numaralı hücreye kapatılmış olan İbo’nun tutuklu ar­ kadaşı hücresinin deliğinden dışarıya baktığında, koridorda bir yüzbaşı gördü. Nöbetçilerin fısıltılarından “Sıkıyönetim Savcısı” sözü kulağına ilişti. Adamın başı saçsızdı. 0 hücreliğe geldiğinde İbo’yla bir şeyler konuşmuş, sonra birden bire ba­ ğırmaya başlamıştı. “Sen bir sürünün çobanısın, çoban ölür ve sürüyü de kurt kapar...” diye bağırıyordu. İbo ise hücresinden kesik kesik ve net bir sesle “Ben bir neferim!” diye bağırarak karşılık vermiş­ ti; “Baş olsam da öldürülsem bile, binlercesi çıkar; ne senden ne de senin gibilerden korkmuyorum...” Adam bu sözler üzerine İbo’nun kapısını hızla çarparak ka­ patmış ve çekip gitmişti... 109


... Gerçi gece uzun, Gece karanlık, Ama bütün korkulardan uzak. Bir sevdadır böylesine yaşamak, Tek başına Ölüme bir soluk kala, Tek başına Zindanda yatarken bile, Asla yalnız kalmamak... Ahmed Arif

8 Mayıs günüydü. İbo nöbetçi ere yıkanmak istediğini bil­ dirmiş, izin almasını söylemişti. Artık boğulacak kadar kirlen­ mişti. Nöbetçi er bir süre sonra gelerek, İbo’ya yıkanabileceğini söyledi. Bir ilkel ocak, bir kova su ve bir parça sabun getirerek 1 nolu hücreyi İbo’nun yıkanması için hazırladılar. Nöbetçi er İbo yıkanırken kendisine yardım etmesi için 8 nolu hücredeki arkadaşını da dışarı çıkardı. Daha sonra İbo hücresinden çıka­ rılıp 1 nolu hücreye getirildi. İbo orada 8 nolu hücreden getiri­ 110


len arkadaşını görünce çok sevindi ve onunla hasretle kucak­ laştı. Bir süre sessiz sessiz baktı ona. Arkadaşı da onun hücresinden çıkarılıp getirilişini heye­ canla izlemişti. Bu dağ gibi yiğit, şimdi aksayarak, bebeler gibi yürüyordu. Sağ ayağı, tam ortasından, sol ayağıysa parmakla­ rı dibinden biçilmişti. Sadece sol ayağında bir tek serçe par­ mağı duruyordu. Aylardır karyolaya bağlı olarak yatmaktan gövdesi şişmişti. Özellikle sol bileğinde bağın izi iyice yer et­ mişti. Fakat İbo’nun başı dimdikti ve gözlerinin içi gülümsü­ yordu. Nöbetçi er ve arkadaşı îbo yıkanırken ona yardım ettiler. İbo yıkandıktan sonra arkadaşıyla sohbet ede ede, ağır ağır ça­ maşırlarını ve ceketini giyindi. Arkadaşına “birkaç gündür sağlığının iyi olduğunu, işkence yapılmadığını, savunmasını hazırladığını, hücreden çıkarılaca­ ğı günü beklediğini” söylüyordu. 9 Mayıs günü babasına bir mektup yazarak umutla “mahke­ meye hazırlandığını, sağlığının yerinde olduğunu” söylemiş ve ondan savunmaları için eski olaylara değin bilgi içeren malze­ meler istemişti. İstediği malzemeleri kimlerden bulabileceğini, avukatlarının adlarını da bir bir yazmıştı. 11 Mayıs günü hücredeki nöbetçiler, 8 nolu hücrede yatan tutukluya tahliye haberini getirdiler. Hücresinden çıkardılar. O gitmeden İbo ile vedalaşmak istediğini bildirmiş, nöbetçiler de bu isteği kabul etmişlerdi. İbo’nun hücresini açarak, iki arkadaşı bir araya getirdiler. Kucaklaştılar. İbo arkadaşından 42 numaralı ayakkabı ve elbi­ se istedi. “Memleketine gidince gönderirsin” diyordu. Sonra arkadaşı cebindeki bütün parasını çıkarıp İbo’ya ver­ di. İbo paraların içinden 50 lirasını tekrar arkadaşına verip “Yolda gerekir” demişti. Bu ara nöbetçiler “kısa kesmeleri” ihtarında bulundular. İki arkadaş kucaklaşıp vedalaştılar ve İbo tekrar hücresine alınıp kapısı kilitlendi. 111


Arkadaşının hücrelikten çıkışı İbo’nun da içinde ışıldamış, bu karanlık dehlizden çıkma umudunu daha da tazelemişti. İbo’nun Mayıs’ın ikinci haftasında yazdığı umut dolu bu mektup evinde de sevinçli anlar yaşatmış, babası, analığı, kar­ deşleri defalarca çevirip çevirip okumuşlardı. Oğlunun umut dolu mektubunu alır almaz, elinin yettiğince istediği malzemeleri toplayıp 19 Mayıs günü Diyarbakır’ın yo­ lunu tutan Ali Kaypakkaya, otobüs Diyarbakır’a yaklaşırken daha da heyecanlanıyor, içi içini yiyordu. Ceplerini yokluyor, oğlunun istediği malzemeleri, ona gö­ türdüğü bildirileri kontrol ediyordu. Radyodan İbo’nun yakalanış haberini dinlediği Ocak’m son gününden, Mayıs’ın şu gününe dek her günü, her saniyesi bo­ ğuntu içinde geçmişti. İşte şimdi onu göreceği gün gelip çat­ mıştı. İbo’nun “Sorgular son buldu artık görüşebiliriz” diye ilettiği haber Ali Kaypakkaya’nın yüreğinde oğlunu görebilme umudunu daha da güçlendirmişti. 19 Mayıs gecesi Ankara’dan bindiği otobüs, geceyi yarmış geçmiş, bir ışık noktası olarak döne döne kayıp, bir bahar sa­ bahı serinliğinde, Diyarbakır’ın göğsüne sokulmuş, yaylanıp durmuştu. Ali Kaypakkaya garajdan hemen “sıkıyönetime” git­ ti. Sabırsızlanıyordu. “Görüşme saatine daha var” dediler. Ali Kaypakkaya sabrı­ nı yenememiş, telefon etmek istemişti. Oğlunun bir an önce halini hatırını “telefonla” sormak dileğine de olumsuz yanıt verdiler. Saat dokuza dek beklemesi gerektiğini söylediler. Saat dokuz olduğunda görüşmecilerin kimliklerini sordular. İçeri aldılar. İçerde yeniden kimlik kontrolü yaptılar. Ali Kaypakkaya görüşmecileri getirdikleri yerde beklerken nöbetçilerden birisi gelerek, “Oğlunla yine görüşemeyeceksin,” demiş; bu söz onun beyninde kurşun gibi çakmıştı. “Niye görüşemeyecekmişim, işte mektubu var, kendisi çağı­ rıyor, gel görüşebiliriz diyor, siz hâlâ görüşmemizi engelliyor­ sunuz...” diye bağırmaya başlamıştı. Bunun üzerine Ali Kay112


pakkaya’nın yanına bir nöbetçi gelerek, “Bizim elimizde bir şey yok, git yarbayı gör,” demişti. Ali Kaypakkaya Yarbay’ın bulunacağı yere gitmiş, sonra oradan kendisini alıp bir kulübeye götürmüşlerdi. Kulübeye girdiğinde Diyarbakır’a ikinci gelişinde karşılaştığı Teğmen Mevlüt ve Üsteğmen Ali ile yüz yüze gelmişti. O odaya girince ikisi de yerinden kalkıp, “Hoş geldin,” dediler. Tavırları Ali Kaypakkaya’nın pek hoşuna gitmemişti. Yüzleri birden değiş­ mişti. Sonra koşar adımlarla içeriye Yarbay girdi. Elinde bir deste kâğıt vardı. Kâğıtları Üsteğmen Ali’ye verdi. “Sen buraya bak, benim işim var,” dedi. Sonra Ali Kaypakkaya’yı alarak kulübe­ den çıktılar. Bir cipe bindiler. Ali Kaypakkaya, “Oğlumdan ne kadar korkuyorlar,” diye ge­ çirdi içinden, “Her gelişimde ortalığı bir telaş götürüyor...” Ciple giderken bu kez “demek İbrahim’i hücreden çıkardı­ lar” diye düşündü. Ve sevindi. Nöbetçilerin bütün bu telaşını oğluyla ilk kez görüşecek oluşuna bağlıyordu. Cip Nizamiye’den çıkıp, savcılığa doğru yöneldi. Yarbay hiçbir şey konuşmuyordu. Sanki ağzı kilitlenmiş, dünyanın bü­ tün kelimeleri tükenmişti. Sadece cipin motor gürültüsü dol­ duruyordu ortalığı. Savcılığa geldiklerinde bu kez Ali Kaypak­ kaya “Herhal ifademi alacaklar” diye düşünmeye başladı. Der­ ken sıkıyönetim komutanlığına doğru gittiklerini anladı. Yarbay inip içeri girdi. Ali Kaypakkaya cipin içinden pence­ relere bakınıyor, İbrahim’i görmeye çalışıyordu. Bir ara şoföre “İbrahim burada mı?” diye sordu. Şoför, “Yok amca, burada değil,” diye yanıtladı onu ve yine susup Yarbay’m geldiği kapı­ ya bakmaya koyuldu. Bir yandan içi oğlunu görme heyecanıyla çalkalanıyor, bir yandan güvenlik görevlilerinin bu telaşından kuşkulanıyor, oğ­ lunu yine kendisine göstermeyeceklermiş gibi bir duyguya ka­ pılıyordu. Bu duyguya kapılınca bu kez sinirleniyor, “Yine gö­ 113


rüşmemizi engellerlerse gidip sıkıyönetim komutanına, Vali’ye, hükümete başvururum,” diye tasarılar kuruyordu. Cipin şoförüne bir-iki soru daha sorduysa da, o sesiyle ya­ nıt vermemiş, başını “evet” yada “hayır” der gibi sallayarak so­ ruları karşılamıştı. Derken Yarbay kapıda göründü.

114


... Demdir, Derya dibinde yangınlar, Kan kesmiş ovalar üstünde Mayıs... Uçmuş, bir kuştüyü hafifliğinde, Çelik kadavrası koruganlarm. Ölünmüş, cânım ölünmüş, Murad alınmış... Ahmed Arif

Binadan koşar adımlarla çıkan Yarbay cipin yanma geldi. Ali Kaypakkaya’ya inmesini söyledi. Birlikte aynı binaya girdi­ ler. Bir koridordan geçtikten sonra Yarbay, Ali Kaypakkaya’yı bir odaya aldı. İçeride beyaz önlüklü bir adam vardı. O adamı görünce bu kez Ali Kaypakkaya’nın içi kararmış, “İbrahim belki de hasta, yine hastaneye yatırdılar, bu adamların telaşı bundan” diye düşünmeye başlamıştı. Beyaz önlüklü adam Ali Kaypakkaya odaya girince telaşlı ve tedirgin davranışlarla ona “Otur şuraya, buyur sigara yak...” demiş, paketinden sigara uzatmıştı. 115


Ali Kaypakkaya ne sigara aldı, ne de oturdu. Odada aşağı yukarı dolanmaya başladı. O sırada birden kapı açıldı. Sıkıyönetim Komutanı Korgene­ ral Şükrü Olcay yanında bir albay, hastane müdürü ve bir-iki subayla içeri girdiler. Şükrü Olcay yukarıdan aşağıya Ali Kaypakkaya’yı süzdü, “Sen İbrahim Kaypakkaya’nın babası mısın?” diye sordu. Ali Kaypakkaya, “Evet,” diye yanıtladı onu. Sonra Şükrü Olcay kesin ve katı bir sesle, “Bunu birdenbire söylemek olmaz, ama ben söyleyeceğim; İbrahim öldü...” dedi. Ali Kaypakkaya’nın birden bütün kanı çekildi. “Anlayama­ dım...” diye kekeledi. “Oğlun öldü diyorum” diye sözünü yineledi Şükrü Olcay. Ali Kaypakkaya şaşkın ve birden bembeyaz olmuş yüzü al­ tından, “Neden ölsün benim oğlum, ölmez o...” diye karşılık verince... “Öldü diyorum işte, öldü o...” diye kesip attı Şükrü Olcay. Ali Kaypakkaya bu kez garip bir şekilde hareketlenmiş ve sanki boğulmak üzere olan bir insanın çırpınışlarıyla bir yan­ dan yutkunuyor bir yandan ceplerini karıştırıyordu. Sonra ce­ binden mektubunu çıkarıp, “İşte yazdığı mektup beni çağırı­ yor, ölmez benim oğlum, hasta değildi, sağlığım yerinde diye yazıyor,” diye bağırmaya başlamıştı. Şükrü Olcay, “İntihar etti, oğlun intihar etti...” diye bağıra­ rak karşılık verdi ona. Ali Kaypakkaya ise kesik kesik yanan yü­ reğini dışarıya vuruyordu: “Hayır, hayır oğlum öldürüldü, oğ­ lumu öldürdünüz, onu öldürdünüz, onu öldürdünüz, onu döve döve öldürdünüz, oğlumu siz öldürdünüz...” Odadakilerden birisi, “Sus, yoksa haddini bildiririz,” diye kestiler Ali Kaypakkaya’nın yakarışlarını; gözdağı verdiler ona. Ali Kaypakkaya bir aralık suskunluktan sonra, içli ve acılı bir sesle, “Verin benim cenazemi, ifadeniz mi neyiniz varsa alın; oğlumun cenazesini verin...” dedi. 116


îlkin, “Vermeyeceğiz, biz gömeriz” dediler. Bu söz üzerine birden yırtıcı bir sesle Ali Kaypakkaya, “Cenazemi vermezse­ niz bir adım gitmem,” diye diretti. Şükrü Olcay bu sıra beyaz gömlekli adama dönerek, “Şuna su verin” dedi. Ali Kaypakkaya, “Suyunuzu falan istemiyorum, oğlumun cenazesini istiyorum, onun dişimi tırnağıma takıp bü­ yüttüm, bir gecekondum var, şimdi onu satıp oğluma harcaya­ cağım, köyüme götüreceğim...” diye karşılık verdi. Şükrü Olcay çevresindekilere, “Muamelesini yapın,” deyip, döndü ve çıktı odadan. Sonra Ali Kaypakkaya’yı getiren Yarbay onu tekrar alarak dışarıya çıkardı. Oğlunu görmek için Diyarbakır’a ilk indiğini gün kapısında çevirdikleri askerî hastaneye geldiler. Orada Ali Kaypakkaya’ya yapması gereken birtakım işler­ den söz ettiler. O da gidip belediyeden bir “müsada kâğıdı” al­ dı. 430 lira verip bir tabut seçti. 70 liraya kefen satın aldı. Kefen katlanırken yolda gelirken kurduğu düşleri, oğlunun çocukluğunu, gözü önüne gelen kundağını, onu kucağına alışı­ nı anımsadı. Sonra bir hamal tutarak tabut ve kefeni ona verip hastane­ ye döndüler. Belediye memuru “taşınabilir” diye bir kâğıt imzalayıp ver­ di ona. Bir yer gösterip, oturup beklemesini söyledi. Oğlu yaralı yattığı günlerde, yüzünü göstermedikleri kori­ dorlarda, şimdi onu görmeyi bekliyordu. Bir süre sonra İbo’yu morgdan çıkardılar. Ali Kaypakka­ ya’ya, “İşte oğlun hazır!” dediler. Kafadan kesikti. Karnı, kolla­ rı, bacakları, kaba etleri yarılmıştı. Parça parça edilmişti Ibo. Gövdesi delik deşikti. “Otopsi” diye mırıldandı onu buzdola­ bından çıkaran adam. “Peki ya bu delikler ne?” diye söylendi Ali Kaypakkaya. Ses etmediler. Oğlunun karşısında, sanki kanı kurumuştu Ali Kaypakkaya’nın. Karşısında o yiğit, o dal gibi oğlu yerine kesilmiş, delik deşik edilmiş insan parçaları duruyordu. Boğazı ve gırtlağı ta­ 117


mamen çürümüş ve simsiyahtı. Sanki çembere alınmışta sıkıl­ mış gibiydi. Daha sonra da kesilip parçalanmıştı boğazı. Omuz­ larında, göğsünde sürüyle delik vardı. Görüntüler karşısında İbo’yıı tabutuna yerleştiren hamal ağlamaya başlamıştı. Ali Kaypakkaya ona parasını vermek iste­ miş, adam almamıştı. “Bu bizim insanlık görevimiz” demişti. Nöbetçi erler ve hastabakıcılar Ali Kaypakkaya’yı yatıştırmaya çalışıyorlardı. Gelirken İbo’ya vermek için yanına aldığı 1200 liradan 550 lira kalmıştı. Gidip bir taksiyle pazarlık yaptı. Taksici parayı peşin istedi. Sonra Ali Kaypakkaya’ya, “Uçakla götür,” dediler. Arkasından hep birileri geliyordu. Uçakta 240 lira tabut taşıma parası aldılar. Cebinde kalan diğer parayı bilete verdi. Çıkışmayan kısmı için “arkasından gelenlerin” araya girmesiyle, “Sonra alırız,” dediler. Orada Ali Kaypakkaya’yı havaalanına getirip polise teslim ettiler. Havaalanında uçuş bekleme salonuna alınırken arama kabi­ ninde Ali Kaypakkaya’yı arayan polisler, onun ceplerinden oğ­ luna getirdiği ve İbo’nun savunması için babasından istediği bildirileri buldular. Evirip çevirip bakıyorlar ve söyleniyorlar­ dı. Ali Kaypakkaya, “Onları oğlum istemişti, savunması için ge­ rekiyormuş, ona getirmiştim,” diye açıkladıysa da, polisler, “Yok efendim, yok, bunlar suçtur, yasaktır, madem oğlun öldü, yorgan gitti kavga bitti deyip bunları yırtacaktm, seni suçlu olarak alıkoymamız gerekiyor...” diye bağırdılar. Ali Kaypakkaya bu davranış karşısında polislere, “Oğlum ölmüş, bildiriyi nasıl düşüneyim, sabah beri bir dilim ekmek, bir yudum su canıma girmemiş” diyerek kendisini bırakmaları­ nı söylemiş, oradaki bir kadın polisin araya girmesiyle Ali Kaypakkaya’yı bırakmışlardı. Uçak Ankara’ya indiğinde Ali Kaypakkaya’yı iki yüzbaşı kar­ şıladı. Onunla taksi tutmaya çıktılar. İbo’yu taksiye yerleştirip 118


bağladılar. Önde İbo’nun bağlı olduğu taksi, arkada “takipçilerin” ara­ bası evin önüne geldiler. Babası İbo’yu evine taşıdı. O gece evinde onun başında bekledi. Başı avuçlarında düşündü durdu, yaşlandı durdu oğ­ lunun başucunda. Sabah erkenden gidip bir minibüs tuttu. Ve oğluyla, birlikte köylerine geldi. Ibo ile birlikte “takipçiler” de köye geldiler. Çevre köylerden İbo’nun köye geldiği şaşılası bir biçimde çok kısa bir sürede duyulmuştu. Onu duyanlar öbek öbek uğurlamaya geliyordu. Evin çevresi bir anda köylülerle dol­ muştu. Mezarlığın karşısından geçen büyük yoldaki benzincinin lo­ kantası önünde “takipçilerin” arabaları duruyordu. Takipçiler orada oturmuş uzaktan köyü ve mezarlığı gözlüyorlardı...

119


... Benim yavrum muradını almamış Bayrak dikilip de düğün olmamış, olmamış kuzum oyy Okumuş da muradını almamış, Yaralı gövdene kurban olurum, Ben de senin yollarına ölürüm... (Anasının İbo için yaktığı ağıttan)

İbo’nun köyüne getirildiği haberini öz anasına da ilettiler. Öz anası ile Ali Kaypakkaya, İbo bebekken ayrılmışlardı. İbo’­ nun daha dili yeni yeni çözülüyor, “Geliyom anam, geliyom” di­ ye heceliyordu. Ayrılıktan sonra, İbo babası yanında kalmıştı. Daha sonra öz anası Sungurlu (Gökçem) köyüne göçmüş, evlenmişti. İbo anasını gerek ilk gençliğinde, gerekse İstan­ bul’da okuduğu günlerde sık sık arar, onun köyüne gelirdi. Köyde kaldığı iki-üç gece, anasıyla uzun uzun dertleşir, sonra “savuşur giderdi.” O giderken anası, “Etme oğul, daha kal, se­ ni doyasıya seyredeyim,” dediğinde, anasını avutur, “Beni öz­ leyince aynaya bakıver, ben sana benziyorum,” derdi. İbo “savuşur gider” fakat anasının köyüyle ilgisini hiç kes­ mez, gazete, kitap gönderirdi. 120


İbo’nun arandığı günlerde güvenlik kuvvetleri, anasının kö­ yünü de basmışlar, iğne deliğine dek her yanı aramışlardı: ... Yavrum yokken polis geldi. Polis geldi, iki şey dolusu gel­

di. Şu fotoğraflara varmcm sordu; şu şapkaya varıncın sordu; şu kâselere varman sordu; niye iki yıkıyordum da üç oldu bu kâse diye sordu; ayakkabıya varman, sırtımın kazağına varman sor­ du... Ayağımı geydirtti. Ah şöyleydi, iki adım, üç cenderme, iki adım üç cenderme, evin dört yanını tel şeklinde aldılar. İki adım üç cenderme. Ahırın şeylerine, şöyle çatılara, deliklere; şöyle tü­ neklere çifte çifte soktular. Çıkacak diye. Çatıya çıktılar. Oraya elma falan sererik. Buraya diyor yataklık adam almış, yataklık adam diyor. Hayır, dedim. Biz elma falan sererik dedim. Ordan samanlığın çatısına çıktı, biraz içeri gördü. Buraya dedi, sakla­ nır adamlar dedi. Ben dedim ki, hayır biz köylülük tandır başlı­ ğı falan yaparık dedim. Kadın, öyleyse söyle nerde dedi. E, arı­ yoruz dedim, ondan sonra da işte muhtar emmiyi getirdiler. Mer­ divenle bir bey ahıra gidiyor, bir oraya gidiyor, bir şuraya gidi­ yor. Beni dolandırtıyor peşinde. Bir yana koşuyor, kızlar korku­ yor. Çatılara çıktılar. Şu kutunun altına girdi. Ordan sonra gelir­ miş diye. Ben de gelmiyor dedim. Evvelsi gelirdi, şimdi gelmiyor dedim. Evvelsi gelen şimdi gelmez mi diye. İşte yağ kaynıyormuş, bal kaynıyormuş, koltuğumun altına girdi, bu kadını aşağı­ ya alın gelin köy bekçisiyle dedi, komşusuyla dedi. Buraların, şöyle makatların, sandıkların, ipliklerden ne anlar, hep derceylediler. Keserim, biçerim gibi tehditler çok oldu. Gıdığıma girdi, ustaları verdikçe suratıma, sen söylemiyon hayır gelirmiş diye. Muhtar geldi. Sizin dedi, bana dedi aranıyorum. O sırada aran­ madığı sırada gelmiş dedilerdi. Ben böyle bir anda, o bunu söy­ lüyor mu dedim. Bilmiyorum dedim o kadersini. Sahtekâr oldu­ ğunu anladık, aşağı indirin bunu dedi. Gittik nezarete. Sabahın atıldık, akşamın sekizinde çıktık nezaretten. Sonra Ibo’nun anası bırakmadı radyosunu elinden. Hep oğ­ 121


lundan bir haber alacakmış gibi bekledi başında. Gözü yolda, kulağı seste İbo’yu gözledi dağdan taştan: ... radyo kucağımda, ahıra gidersem ahırda oturuyom. Yedi-

ninkini dinliyom sekiz, sekizirıkini dinliyom dokuz. Ancak Salı günü saat yedi şeylerinde kucağımda radyoylan, İbrahim Kaypakkaya yaralandı dedi. Ali Haydar Yıldız mı dedi neydi alından vuruldu dedi. Amanın dedim o kadarısını, kendime geldiğimde insanlar hemen kapıştılar, bana şunu yap, bunu yap yolunda, ondan sonra da işte iki ay mı yattı, üç ay mı, dört ay mı, ben de gözlüyom ki çıkacaktır... Sonra işte ölüm haberini getirdiler Ibo’nun: ... Ancak sabahın böyle kalktım da yine böyle işte, suya gittiydim, bir de aşağıdan iki kişi geliy konuşuya, seni şeye Karamahmut’a götürüyok deye, gelip koluma girdiler. Bildim. Yoo, yavrumda bir zarar var. Yok dedi. O zamana kadar koluma gir­ diler, yok yok dediler. Aşağı vardım. Üstüme baktım, yok. Münübösle anca hemen üstüne şeylerini örtmüşler, giriverince baktım ki babası hep varmış. O zaman acı yavrumu getirdiniz de bana öyle mi geldiniz. Dizlerime vurdum. Köylüler sığır sürerlermiş, geldiler, arkadaştan da; dağlar taşlar inledi. Bana göstermedi­ ler. Şu gıdıktan üst yanını açmadılar. Eter dökmüşler. Yaklaşa­ madık. Üç şişe kolanya tükettik, yaklaşamadık. Varanı baydı baydı gitti. Askeri pek fazlaydı, asker dersem yani köylüler, ar­ kadaşı pek çoğdu. Bir ucu mezarlıktaydı, bir ucu köydeydi. Polis­ ler pek sıkıydı. Salmamışlar törenle kaldırmaya. Vücudunu bana zahar ki dayanamaz diye göstermemişler. Kafadan şey almışlar, kafayı yarmışlar, beynini, kollarından akan kanı almışlar. Hiç korkmuyor bu, biz bunu korkmadığı gibi, bunun yüreğine bir de­ rece koyak demişler o zindanda. Dereceyi koyuyorlar ki yürek de çatal. Akima koyuyorlar ki, aklı Atatürk’ün aklından beş faz­ la. Bunu demişler ne zaman görsek, biz o zaman gene aynısını, vazifesini yaparık, bu şeye geçer, başa; bizi şeyeder. Biz bunu 122


aradayken kaldırak; Elimizdeyken derler. Orada zindanda. Hep dikişti. Vücudunu kamından almışlardı. Akan kanlarım almışlar­ dı kollarından... Bunca yıldır hasret gittiği oğlu şimdi “aynı yaralandığı Salı günü, kurban olduğum toprağa düşmüştü...” Sabah haberi geleli beri yanık, acı, acılı sesiyle yavrusuna bir ağıt tutturmuş, dövüp dizini onu söylüyordu...

Benim yavmm fakülteyi bitirmiş Eşi dostu hep yanma getirmiş, getirmiş Yaralanman tümenini yitirmiş Yaralı gövdene kurban olumm Ben de senin yollarına ölürüm Ordunun askeri de üstüne varmış Kafirin biri de yavruma vurmuş, vurmuş Bu acılı haberin köye duyulmuş Acılı haberin duyan ağlasın Yas çekesin de kareleri bağlasın yavmm Benim yavrum muradını almamış Bayrak dikilip de düğün olmamış olmamış kuzum oy Okumuş da muradını almamış almamış Yaralı gövdene kurban olumm olumm Ben de senin yollarına ölürüm Benim yavmm dört ay hapiste yatmış Uyudum uyandım yüreğim kopmuş kopmuş Bu yavmm gören ondan efkarım artmış Yiğit boylarına kurban olumm oy Ben de senin yollarına ölürüm. Benim yavmm akılların kuyusu Vurmayın kafirler yiğit kuzusu oy Üstüne salmış da kafir sürüsü oy Civan boylarına kurban olumm 123


Ben de senin yollarına ölürüm oyy Benim yavrum ezelinden gülmemiş Okumuş da muradına ermemiş ermemiş Kafirin sürüsü de aman vermemiş vermemiş oy Yaralı gövdene kurban olurum Ben de senin yollarına ölürüm kurban olurum sana nelerim Yavrumun yaresi de hançer yaresi yaresi Ağlayan ağlayana da annesi, annesi oy Vurmayın kafirler de lise hocası, hocası Yaralı gövdene kurban olurum Ben de senin yollarına ölürüm, kuzum Tunceli derler adını duydum, adını duydum Bir yiğit vurmuşlar da komşular duyun, duyun Babasına annesine tel vuruk, tel vuruk Yiğit boylarına da kurban olurum Ben de senin yollarına ölürüm, kuzum Arayı arayı da seni bulmuşlar bulmuşlar Getirmişler de bir dergaha koymuşlar koymuşlar, kuzum, kuzum Yavrumu da işkenceye almışlar almışlar Yaralı gövdene kurban olurum, olurum Ben de senin yollarına ölürüm, Nelerim kuzum, civan boylu kuzum kurban olduğum kuzum Bahar gelmiş de herkes gülüp oynuyor, oynuyor Benim yorgun göynüm de hiç durmuyor, durmuyor Posta gözlüyom de mektup çıkmıyor çıkmıyor Yaralı gövdene kurban olurum, olurum Ben de senin kuzum yollarına ölürüm, kuzum

124


Cellat uyandı yatağında bir gece ‘Tanrım” dedi, “Bu ne zor bilmece” Öldükçe çoğalıyor adamlar Ben tükenmekteyim öldürdükçe Ataol Behramoğlu

Daha sonra İbo evinden köylülerin omuzlarında elden ele geçerek mezarlığa getirildi. Çevreden gelip geçen, İbo’nun köye geldiğini duyan bütün köylüler yollarını bırakıyor, mezarlığa yöneliyorlardı. Sonra baharın yeşertip kabarttığı toprağı yarıp îbo’yu bıraktılar içi­ ne. Kıvır kıvır yeşillenmiş toprakla üstünü örtüp, gökyüzünden ayırdılar... Ali Kaypakkaya 19 Mayıs 1973’te gittiği Diyarbakır’dan ge­ tirdiği oğlunu 21 Mayıs’ta köyünde bırakıp, Ankara’ya döndü. “Takipçiler” köyde kaldılar. Daha görevleri bitmemişti. İbo’­ nun toprakla çözülüp, yok olmasını beklediler. Uzun süre me­ zarlığın yanma kimseyi yanaştırmadılar. Haber daraldı genişledi; kısaldı uzadı, dalga dalga yayıldı Anadolu’ya. Yine kan damlamıştı Mayıs ayına. Diyarbakır ceza­ 125


evinde yatan kavga arkadaşları sonucu acıyla karşıladılar. Ora­ da, az uzaklarında, bir başına aylardır hücrelikte yatan İbo’nun son günlerini, an an yaşamışlardı. Ölüm haberiyle birlikte ola­ yı lanetlediler. Tepkilerini gösteriye dönüştürdüler. Yönetim “zor kullanarak” tutukluların gösterilerini bastırdı. Tutuklu devrimciler daha sonra 29 Mayıs 1973’te 1900 -73/ 84 kayıt nu­ maralı bir dilekçe yazarak sıkıyönetim komutanlığına gönder­ diler. Bu dilekçelerinde “Onun 16.5.1973 tarihinde hücresin­ den alınarak MİT’e götürüldüğünü ve MİT’te yapılan işkence­ lerle öldürüldüğünü... 18.5.1973 tarihinde işlenen bu cinayetin yetkili mercilere duyurulmamasınm ve kamuoyuna gerekli açıklamanın yapılmamasının bu cinayetin en büyük kanıtı ol­ duğunu” söylüyorlardı. Dilekçelerine hiçbir yerden en ufak bir yanıt gelmedi. Tür­ kiye’nin karanlık bir dönemiydi. Bu karanlık günlerde iki yurt­ sever ses yükselmişti. Temmuz 1973’te Bolu’da Ordu Milletve­ kili Ferda Güley yaptığı bir konuşma sırasında şunları söylü­ yordu:

Babalar! Bir babanın oğlunun sağlıklı ellerinden aldığı, iki gün önce yazılmış bir mektup üzerine; kolunda giyecek ve yiye­ cek çıkınıyla gittiği cezaevinde, göreceğini ve kucaklayacağını umduğu oğlu yerine, oğlunun bir gün evvel intihar ettiği haberi­ nin verildiğini ve alıp memleketine götürdüğü evlat naaşının kurşunlarla delik deşik halini görmüş olduğunu biliyorum... Yine Temmuz 1973 günlerinde TBMM Bağımsız Milletvekili M. Ali Aybar başbakanın cevaplandırması için “Kaypakkaya’mn sorgu sırasında yapılan işkencede öldürüldüğü doğru mudur?” başlığını taşıyan 10 maddelik bir soru önergesi vermişti. Bu iki ses de dönemin sorumlularından en ufak bir karşılık almadı. İbo’nun bir numaralı sanığı olduğu TKP-ML ve TİKKO Dava­ ları açıldığında sanıklar 6 Kasım 1973 günkü duruşmada 1. Or­ 126


du Komutanlığı 2 No’lu Askeri Mahkemesi Başkanlığı’na uzun bir dilekçe verdiler. Bu dilekçelerinde İbo’nun “Başlarında mahkemenin iddia makamında oturan Savcı Yaşar Değerli’nin bulunduğu bir cinayet şebekesi tarafından önce işkence edilip sonra kurşuna dizildiğini” söylediler. (TKP-ML Davası Tuta­ nakları) TKP- ML ve TİKKO Davası sanıklarının bu dilekçeleri özetle şöyleydi: ... İbrahim Yoldaş 16 Mayıs 1973 günü saat 10*da hücresinden alınarak götürülmüş, bu durum hücre ar­ kadaşları tarafından görülmüştür.

Daha sonra savcı­

lıktaki nöbetçi erler arasında İ b r a h i m ’in öldüğü h a ­ berinin dolaşması üzerine,

cezaevi müdürlüğüne b a ş ­

vuran tutuklulara cezaevi yönetimi İ b r a h i m ’in 16 M a ­ yıs ’ta komutanlıkça sorgu için istendiği götürüldük­ ten 2 gün

sonra da hiçbir gerekçe

cezaevindeki

kaydının

gösterilmeksizin

silinmesinin

bildirildiğini

söylemiştir. Aynı

günlerde

tutuklulara

Askeri

oradaki

savcılığa

nöbetçi

erler

sorgu

için giden

İ b r a h i m ’in

üst

katta kurşun yaralarıyla delik deşik bir durumda ölü olarak yattığını söylediler İbrahim

hücresinden

sorguya

götürüldüğü

gün

adi

bir suçtan askeri savcılıkta sorgu için bulunan Ce­ mil Oktay,

İ b r ahim’i gözleri bağlı olarak bir takım

sivil şahıslarca askeri savcılıktan çıkarılıp sivil bir

otomobile

koğuşuna

bindirilirken görmüş

döndüğünde

Seyithan

Dokay

ve bunu gözaltı ve Haşan

İ t e r ’e

söylemiştir. Haşan sırasında

İter

yine

İ b r a h i m ’le

bir

Savcı Yaşar D e ğ e r l i ’nin

yüzleştirilmesi İ b r a h i m ’e “Senin

cezanı çok yakın bir gelecekte kendi ellerimizle v e ­ receğiz” dediğine tanık olmuştur.

127


THKO

Davasından

tutuklu bulunan Mustafa

Karadağ

ise M İ T ’e kendisini sorguya çeken Yaşar D e ğ e r l i ’nin “Konuşmazsan senin de akıbetin daha geçen hafta g ö m ­ düğümüz İbrahim Kaypakkaya gibi olur” dediğini ceza­ evinde karşılaştığı,

İ b r a h i m ’in en yakın arkadaşla­

rından Arslan K ı l ı ç ’a iletmiştir. Faşistler onu ancak vücudunda kurşun yaraları ol­ duğu halde

açlık,

susuzluk ve amansız

soğuğa karşı

tek başına, her türlü savunma ve koruma imkânların­ dan yoksun olduğu bir anda yakalayabildiler ve İbra­ him Kaypakkaya

yoldaş

-iddianamede

de belirtildiği

gibi- faşist üsteğmen Fehmi A l t m b i l e k ’ten b aşlaya­ rak, tüm faşist ve C I A ’nın çömezi M İ T ’çilere,

onla­

rın yardakçıları savcılara karşı dişe diş bir müc a ­ deleye girmiştir. 0

bir

devrimcinin

intihar

etmesinin

korkaklık,

proletaryanın davasına ihanet olduğu bilincinde olan ve bunu yoldaşlarına öğreten bir önderdir. İntihar

ABD

emperyalizminin,

onların

komprador­

larının ve toprak ağaları kliğinin temsilcisi savcı Yaşar değil,

D e ğ e r l i ’nin faşist

iddia

köpekler,

ettiği

gibi

komünistlerin

işbirlikçiler ve halk

düş­

manları gibi korkakların halkımızın devrimci m ü cade­ lesinin zafere

yaklaştığı

günlerde

seçecekleri bir

tercih olacaktır. Stalin önderliğindeki Sovyet Kızıl O r d u s u ’nun büyük

B e r l i n ’e

faşist

köpek

girdiği Adolf

gün

gelmiş

H i t l e r ’di

geçmiş

kendi

en

beynine

kurşun sıkan!.. İb r ahim odalarının

Kay p a k k a y a tavanına

Yoldaş,

kanıyla

ITazi

“Unutma

ki

işkence sen

bir

komünistsin” diye yazarak falakaya her y a t ı r ı l ı ş m da o yazıyı okuyup faşist D i m i t r o v ’ların,

cellatlara karşı direnen

Kaziler tarafından kurşuna dizilir­

ken Alman askerlerine

“Ben

128

sizin kurtuluşunuz

için


mücadele diye

ettim.

bağıran

Siz

kurtuluşunuzu

Fransız

komünisti

öldürüyorsunuz” George

Polit­

zer ’lerin, Nazi kurşunlarına kargı korkusuzca göğüs geren Ernest T h e l l m a n n ’ların ve ölümü “Yaşasın Ho gi ilinh” diyerek göğüsleyen Vietnam kahramanlarının her türlü şart altında son nefeslerine dek sürdürdükleri mücadelenin izleyicisidir Canını

proletaryanın

ve

halkların

kurtuluguna

adamış devrimciler, i'agist zulüm ve baskılardan k o r ­ karak intihar etmezler. rimci

mücadelesinden

İntihar bizzat korktukları

halkın dev­

için

zulmeden

iagist köpeklerin seçeneğidir! İşte bütün bu somut gerçeklerden ötürüdür ki, ön­ derimizi İbrahim Kaypakkaya yoldag intihar etmez ve etmemiştir. ÖLDÜRÜLMÜŞTÜR

(TKP-ML Dava Dosyası)

TKP-ML Davası sanıklarının topluca verdikleri bu dilekçe de en ufak bir yanıt almadı. İlgililerce duymazdan, görmezden gelindi... ... Ve Nisan, Mayıs’a devrilirken toprak yeşillenmeye, kar dağlara çekilmeye, su kabarmaya, hava ılınmaya başlarken ak­ lına İbo düşer Ali Kaypakkaya’nın. Oğlunun başucuna gelir. Çöker, anısını tazeler. Kulağında son mektubunun son sözleri çınlar İbo’nun:

Selam eder ellerinden öperim. Ebemin, anamın ellerinden, çocukların gözlerinden öperim. Beni merak etmeyin. İyiyim ve şimdilik herhangi bir ih­ tiyacım yok. Hoşçakalm. Oğlunuz İbrahim... Her yanını otlar tutmuştur, İbo’nun bağrı üstündeki top­ rağın. Baharda kabarıp kabarıp iner toprak. Bakanlar İbo’yu nefes alıyor sanır. 129


Mayıs’ın 18’i olunca çevre köylerden grup grup köylüler gelir. Gelir geçerler İbo’nun yanı başından. İbo’yu anmayı uğur sayarlar. Uzakta, dağların eteğinde yatan Ali Haydar’ın bağrı üstün­ deki karlar da erimeye başlamıştır. Toprağıyla öpüşür, buhar olur, kalkar gider, ağıtlara eklenir. Köylüsü, o kayadan o kayaya konup geçen, o köyden o köye akıp giden Ali Haydar’ı gözler. Ve sayıları, yüzleri tutan gencecik bedenler, Mayıs oldu mu, sıyrılıyor, çıkıyor gibidir topraktan. Her biri bir tomurcuk, bir yaprak, bir çimen, bir dal, bir fidan güzelliğinde... Her biri sağılıp gelmiş nice kavgadan...

Erdemleri rehberimiz Anıları yolumuza ışık olsun...

130


SER VERİP SIR VERMEYEN BİR YİĞİT İbrahim Kaypakkaya’nın Hayatı ve Mücadelesinden Görüntüler

131


Onlar ölmediler yok, Ateş fitiller gibi: Dimdik ayakta, Barut ortasındalar! Karıştı, bakır tenli Çayır çimen ’e, Karıştı, O canım hayalleri: Zırhlı bir rüzgâr. Perdesi gibi: Bir set gibi: kızgın çehreli. Göğüs gibi: Göğün görünmez göğsü gibi! Analar, onlar ayakta Buğday içindeler, onlar, Yüceden yüce dururlar: Dünyayı doruktan seyreden, 133


Bir öğle güneşi gibi. Bir çan darbeleri gibi, Onlar. Ölmüş gövdeler arasında Zaferi çekiçleyen bir ses gibi Onlar, Kara bir ses gibi. Ey canevinden vurulmuş, Toz duman olmuş bacılar! İnanın oğullarımıza. Kök oldular onlar, Sade kök: Kan suratlı, Taşlar altında. Karışmadı toprağa, Dağılmış kemikçikleri. Ağızları ısırır hâlâ, Kuru barutu; ve demir bir okyanus gibi, Titreşirler hâlâ. Ben ölmedim der, Yumrukları; Yukarı kalkık yumrukları. Neruda

134


135


Hasanoğlan’da iken bir arkadaşıyla.

Bir halk oyununda. (Ibo başta mendil sallayan)

136


Vartinik’te saklandığı, çatışmanın olduğu Köm’den bir görüntü.

j

flrL aX jJo»«

y .

P)>•’<**■>,

Q r^ v

4» r > t y l "

'

btn.tr

f </t >ut/> o «}***' ar..

a«V>«H n'ohnK*.

a»** rnutUVa <in,U. itf'-

» /^ « ¿a ^ ıo

fe»r c\ y«

I»’, / Mf U d q ^ ı m ı î cAwh«l ||«*M||<?.-^

C ,*rp + ırİM

5«o '♦ol ,,|r.r ç«

“Arkadaşlara anlatacağım bazı şeyler var” başlıklı mektup.

137


3/

< * <V->

i

V|il'Cte)fc- 0^>*<*^'Trl‘0'\ V^V-^V* fAV Xt) vxl "■^<,V‘' VM -V>u^vVWr\ d t r^ T u

T aWoA

(_*x.ı>-V'<**v, ^\o>«.<İ<tv% 'K .y \

dA(\v^\«*>fv*)

^

İCM

*.*.<.;.<*V .i\ •

S\ ¿T \V v *>•*}'»

V w u '^

fc^V vaA»*

c\^aÇ X r\A s i *

> *l\ A-v'

o^vu-rvo^vvJi'^

Hücrede babasına yazdığı mektup.

' •

--* -

I

- | —-

-*-*-

nı-^-in

m

ı ı

(

$>3*)dOO\a.

J2j\*hoWWrt**|v\fÎU»r • 5 ^ ^O fc'JoV ir^

rvt& f ’

? ro \t^* * 'p tA A a ıi «K- so^«A*-t<yvv') \t\y * &

^\TaTV>fL'«. <ta)t*wı K4ç«Wv.r\î. <£)0sm*n\\ Vo^Va«t\u ^Vvjo^oVWy\ } mîv\ V > K«Jra^Ok\-»> r^o^'vVaViOMO ^ > 0 3 ^ ° ^ 0 )t-ıv \ ^ v

‘'lo.rN

-

)

^ \ \**' ^\

.

Sr

<W^»Vom m a ^a

S

%

¿«A'v>r^*-n - j 't * * '

sj S .r r \ ü r \ \ v ^»C»y\-AfVM\^

V* Ofc «_ V»*A*r )

o t0i\\VW \f * o o>* w* ^ '

'A . î » \ t V v u

lV>rv|.«w

L') ; -.i<ı ¿Sarimi j*. AVXrV^*' ».. .^OQjq»\}<3^v» A*»*yf, t»p

İbo’nun hücresinde defterine yazdığı savunma taslağından bir parça.

138


Çapa’ya geldiği yıllar.

139



141


142


r*

H

143

i


■m

Hasanoğlan İlköğretmen Okulu’nda iken.

144


İbo’nun can yoldaşı Ali Haydar.

145


i#fe

■ I Annesi Güzel Yıldız

Babası Mehmet Yıldız

Ali Haydar Munzur Dağları’nda.

146


Ali Haydar öğrenci olduğu günlerde,

147


Ali Haydar Yıldız

148


İbo Çapa’da olduğu öğrencilik yıllarında bir eylem sonrasında polisler arasında mahkemeye götürülürken.

149


İstanbul’da bir eylem sonrasında arkadaşlarıyla gözaltına alındığı gün ifadede.

150


Ibo’nun öldürüldükten sonraki ilk mezarı.

İbo, Nihat Behram’ın yaptırdığı yeni mezarı başında her 18 Mayıs’ta anılıyor. 151


152


Ibo’nun çektiği fotoğraflardan..

153


154


155


İşte İbo'nun ayağını bastığı toprak: Dağ ve zindan... İşte direncin karşısında zalimin çaresiz kalışı... Ve işkenceye karşı direnişiyle efsaneleşen bir hayat... N i h a t B e h r a m' ı n , e f s a n e l e ş e n u n u t u l m a z ki tabı " S e r V er i p Sı-r V e r m e y e n Bir Y i ğ i t " uzun y a s a k l ı y ı l l a r ı n d a n s o n r a y i ne o k u r u y l a b ul uş uy o r . B e h r a m, bu b e l g e s e l a nl a t ı s ı n d a , h a l k a b a ğ l ı l ı k ve i n a n c ı n k a r ş ı s ı n d a i ş k e n c e n i n g ü c ü n ü y i t i r i ş i n i s e s l e n d i r i y o r , ilk y a z ı l d ı ğ ı 1 9 7 6 ' d a n bu y a n a g e ç e n ve b er a a t l e s o n u ç l a n a n y asakl ı s ü r e c i n i n , y a s a k l a r a karşı m ü c a d e l e s i n i n ö y k ü s ü ve a l b ü m l e g e n i ş l e t i l e n bu y a p ı t ı n d a B e h r a m 12 M a r t D ö n e m i ' n d e k i ö l ü m ü n e direnişiyle efs aneleşen İbrahim Kaypakkaya'yı anlatırken, bi r d ö n e m e de ışık t u t u y o r . A l t m ı ş l ı y ı l l a r d a n b a ş l a y a n k ü l t ü r , d e m o k r a s i ve ö z g ü r l ü k m ü c a d e l e s i n e , r e s m i t a r i h d ı ş ı nd a bi r p e r s p e k t i f a r a y a n l a r a , bu s ü r e c i d e v r i m c i bi r a y d ı n r u h u y l a s o l u m u ş o l an B e h r a m ' ı n ü r ü n l e r i ö n e m l i bi r k a y n a k t ı r .

T.C. Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Gerekçeli Karar Esas No: 1989/33 Karar No: 1 991/84 C . Savcılığı Esas No: 1989/80 Başkan M uhittin Mıhşak (18931) Üye Süleyman Erkan (17034) Ü ye H a k im A lbay- Ç etin Akkaya (9 7 0 - Y d - l) Karar Tarihi: 22.05.1991 O y Birliğiyle Bcraatine Karar verildi.


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.