Golge e-Dergi Kasim 2012 Sayi 62

Page 1

Kas覺m 2012

Say覺 62


İÇİNDEKİLER

Wuthering Heights (1992)

62.

Sayı ile tekrar birlikteyiz. Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://GolgeDergi.Blogspot.com Editör: Mehmet Kaan SEVİNÇ golgeedit@gmail.com Yayın Kurulu: Oğuz ÖZTEKER, Hasan Nadir DERİN, Sadık YEMNİ, Ahmet YÜKSEL, Melahat YILMAZ, Gülhan D SEVİNÇ. Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ Kapak: Aleph K Pinup: Cihan Oğuz DEMİRCİ Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir. http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/GolgeDergi http://golgedergi/deviantart.com

04-06 Haberler-Türk Medyasında Usta Fırçaların Geleneksel Buluşması 07-10 Öykü- Sokaklar Benim YenidenKüçük Ayı Vakası 11-13 Çizgi Roman İnceleme-Manga'nın Tex'i Raflardaki Yerini Alıyor. 14-15 Sinema- Gezici Festival 18. yolculuğuna hazırlanıyor 30 Kasım–6 Aralık Ankara, 7–10 Aralık Sinop 16-17 Öykü- Kedi 18-22 Röportaj -İçimizden Biri-Melahat YILMAZ 23-25 Çizgi Roman Sinema -Kick-Ass Çizgi Roman'dan Sinemaya 26-29 Çizgi Roman- Farelerin Bir Bedel Ödemesi Gerekir 30-35 Öykü- Çelik Levhalar-Ben Özgürüm 36-39 Oyun İnceleme-Dixit -Hayat Gücünüzü Zorlayın 40-43 Çizgi Roman İnceleme- Blacksad, Varoluşumuzu Sorgulayan Dedektif 44-45 Yazarın Kaleminden- Nuh'suz Tufan 46-51 Öykü- Beyaz Güller 52-55 Yazarın Kaleminden-Deli Gücük'ü Kim Öldürdü? 56-59 Tanınmayan Çizerler-Julie STRAIN 60-72 Sinema- Altın Portakal 2012 Güncesi 73-78 Öykü- İkizler 79-82 Çizgi Roman Sinema- Süper Kahramanlar ve Güçlerinin Doğuşu 83-91 Tarihte Bu Ay- Tarihte Kasım Ay'ı 92-97 Öykü-Esrarengiz Ölüm Hala Sırrını Koruyor 98-101 Çizgi Roman -Baltlar 102-105 Çizgi Roman İnceleme -Çizgi Roman İnceleme Yarışması Sonuçlandı. 107 Pinup

Benim Gerçeklerim, Ülkemin Gerçekleri ve Hayatın Gerçekleri Facebook denilen bir olgu var hayatım(ız)da. 'Utanmaza bak, diyor teyzem. 'Utanmadan yediğini içtiğini fotoğraflamış koymuş' Geçen gün 150 'arkadaş'ımı sildim facebook listemden. Kimini paylaştığı resimler yüzünden, kimini salak saçma küfürleri yüzünden, kimini de 'kim la bu' diyerekten sildim. Tam kurban bayramı bitti aybaşı geldi 'Memed abi Gölge'yi yayınlayacak' derken bir anda Facebook ortamım bir salataya dönüştü. Bir başbakan düşünün ki 'benim vatandaşım bayrağını alıp meydanlara çıkmaz, cumhuriyetinin kuruluşunu kutlamaz' desin. Bir polis düşünün ki kendi kardeşine bile biber gazı sıksın. Bir vatandaş düşünün ki elinde Türk bayrağı var diye kafası jopla yarılsın. Haberleri seyredemez oldum. Facebook haber merkezinin fotoşopladığı yalan yanlış haberleri izliyoruz. Ben değil herkes izliyor. Çok canım sıkılıyor. "29 Ekim'de polis panzerlerinin ıslattığı Türk bayrakları ile birlikte hepimiz ıslandık. Gökyüzünde ay yıldızlı bayrağımız neşe içinde dalgalandıkça ıslansak bile ağlamayacağız" diyorum için için. Bu düşünce ile sanal dünyamda 'Kendi Gölgem'de oturmak istiyorum. Metin Demirhan'ı anıyorum, Emre Yerlikhan'ı anıyorum. Ve niceleri geçiyor aklımdan. Kimini anıp kiminin kulaklarını çınlatırken 'Memed abi, diyorum. Neden bu sayfayı yazma görevini bana verdin, ben kendi sanal dünyamda mutluydum, neden deliğimden çıkarttın, neden hayatın gerçekleri ile yüzyüze bıraktın?' Kasım geldi, kış vakti... İri hayvanlar gibi mağaraya girip uyumayın. Hepinizle kitap fuarında, kitapları ziyarete gittiğinizde karşılaşmak, kucaklaşmak istiyorum. Ey okur; silkin ve kendine gel... Oku la bu Gölge'yi ;) Ahmet YÜKSEL

3


Haberler

Haberler

Türk Medyasında Usta Fırçaların 2.Geleneksel

Buluşması

Duayen gazeteci Hıncal ULUÇ‘un 50’ci sanat yılı kutlamalarında sahneye çıkarak söylediği “Teşvikiye Caminin avlusundan.. soğuk bir musalla taşından kara güneş gözlükleriyle kameralar önünde vefasızlar ordusundan oluşmuş bir cemaat önünde uğurlanmadan” ... “Samanyolu’dan bir yıldız gibi kaymadan”... istiyoruz ki... zamanda bir iz bırakan yıldızlar olarak kalalım ...

Duayen Gazeteci Hıncal Uluç toplantıya katılmasının yanı sıra Sabah Gazetesi’nin 17 Ekim 2012 Çarşamba günkü köşe yazısında “Gazetelerin en önde gelen unsurları arasındaydı çizerler… Karikatürleri ve çizgi bantları ile… İkisini de neredeyse sildik sayfalardan… Yazık ettik…’’ diyerek çizerlere verdiği desteği sürdürdü. Ve yine bu buluşma da Türk Medyası’nın duayen çizerleri başta “Karaoğlan’’ın çizeri Suat Yalaz ustamız olmak üzere, Türkiye’nin en iyi Atatürk Ressamı ve Hat Sanatçı’sı Ethem Çalışkan, Karikatürist Yurdagün Göker ustalarımız da bizlerle beraberdi. Bu toplantıda organizasyonu gerçekleştiren Ressam Ömer Muz ve Karikatürist Öznur Kalender’in yanı sıra; İllüstratör Aslan Şükür (Aslan ağbiyi Zagor, Mr No vb çizgi romanların kapaklarından hatırlarsınız) Yalçın Didman (Ressam-Çizgi Romancı), Necdet Çatak (Mimar Ressam-İllüstratör), Şahin Karakoç (Ressam -İllüstratör), Ragıp Derin (Ressam-Çizgi Romancı), Ercan Akyol (Milliyet Gazetesi Karikatüris’ti), Talat Güreli (Çizgi Romancı- Yazar), Ergün Gündüz (Ressam-İllüstratör -Çizgi Romancı), Erdoğan Karayel (Karikatürist-Yayıncı), Gökalp Çelikiz (İllüstratör), Mehmet Sevinç (Ressam-Karikatürist-Çizgi Romancı-Editör), Yıldırım Örer (Romancı) Gülhan D. Sevinç (Grafik Tasarımcısı-İllüstratör), Hande Dilek Akçam (Karikatürüst-İllüstratör-Öğretmen), Celal Kandemiroğlu (İllüstratör-Karikatürist), Muammer Erkul (Çizgi Romancı-Yazar), Ogan Kandemiroğlu (Çizgi Romancı), Tayyar Özkan (Çizgi Romancı-Karikatürist), Necmi Yalçın (İllüstratör- Çizgi Romancı), Kubilay Bayar (Karikatürist-Kameraman), Şafak Tavkul (Animatör),

Sözünden yola çıkarak Ressam Ömer Muz ve Karikatürist Öznur Kalender’in organizasyon’unu üstlendiği ve geçtiğimiz Mayıs ayında Polonezköy Ludwik Dohada ‘da Türk Medyasında ve yayın dünyasında yıllarını vermiş Türk çizerlerinin usta fırçaları bir araya gelerek kahvaltılı bir toplantı gerçekleştirmişti. Bu sonbaharda 14 Ekim Pazar günü 2.sini gerçekleştirilen ve artık “Geleneksel “ hale getirilmesi kararlaştırılan sohbetli kahvaltılı toplantıda daha ilk buluşmadakinden çok daha büyük bir katılımla Türk Medyasının usta çizerleri bir araya geldi. Bu defaki buluşmada Duayen Gazeteci Hıncal Uluç, Cumhuriyet Gazetesi köşe yazarı Oktay Ekinci, Müzisyen, besteci ve söz yazarı Ali Kocatepe, eşi sanatçı Aysun Kocatepe, TRT 1’in yapımcı ve yönetmenlerinden Hüseyin Başusta’da Türk Medyası’nın Usta Çizerlerini yalnız bırakmadılar.

4

5


Haberler

Öykü

Sokaklar Benim Yeniden-2

Fatih Okta (Çizgi Romancı), Dedebey Baytöre (Ressam- İllüstratör), Necmi Yalçın (İllüstratör- Çizgi Romancı), Turan Dertli (Çizgi Romancı), Ömer Kapukaya (Çizgi Romancı), Zeynep Umar (Ressam ), Murat Demirbilek (Karikatürist), Maya Muz (İst. Üni. Dev. Konsvtr. öğrencisi-Müzisyen), Servet İnandı (Yayıncı), Fuat Aktüre (Çizgi Romancılar Derneği Başkanı), Süleyman Sipahi (Yüksek MimarKolleksiyoner), Özgür Ateş (Kolleksiyoner ) toplantıda bir araya gelen, ustalar, dostlar, arkadaşlardı. Yurdagün ağbi (Göker), çizgi romanın ortaya çıkış öyküsünün bilinen tarihlerden çok daha eski zamanlara dayandığını, ilk insanın mağara duvarlarında av resimlerini çizerek, günlük yaşamlarını çizgilerle anlattıklarını ve ellerinin izlerini de bırakarak bir anlamda öykülerine imza attıklarını, insanların mizah anlayışlarını duvar rölyeflerinde, anlattıklarını örnekler vererek anlattı. Eh bu kadar yazar, çizer bir araya gelirde senelerce yazıp çizdikleri elde kılıç, kalkan at sırtında orta asya’dan Avrupa içlerine kadar uzanan topraklarda at koşturan tarihi kahramanklara gıpta etmezlermi? Şafak Tavkul’un yanında getirdiği ok ve yaylar ile hedeflere ok attılar. Tarkan, Karaoğlan, Karamurat, Durakoğlu, Korkut bey’den bu yana çok şey değişmemiş, genlerindeki usta okçuluk devam ediyor, belki de ilk defa ok atmalarına rağmen gayet başarılı olup hedefleri ortasından vurdular… Yahya Kemal Beyatlı’nın şiir’indeki mısralarında “Bin atlı,akınlarda çocuklar gibi şendik;bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!” yazdığı gibi “biz de o gün çocuklar gibi şendik, müthiş bir keyifle bir araya geldik ve başka toplantılarda da bir araya gelmeye devam edeceğiz.” Son olarak kadim dostum Ressam ve Yazar Muammer Erkul’un Pazar günkü buluşmaya dair Türkiye Gazetesi’ndeki “Stop” adlı köşesinde “Medyayı Kim Çizer?’’ başlıklı yazısında belirttiği gibi “Bu umursamazlık… Medyanın, kendi çizerlerine yaptığı; derin bir çiziktir artık kendi suratında! Ve bu ustalar, acaba böyle kaç kere daha, bir araya gelebilirler artık?”

Küçük Ayı Vakası

1 Tuzak Ufka Yerleşmiş İnsanlar çevrimiçi ve çevrimdışı olmak üzere iki gruba ayrılır. Çevrimdışı olmak, devrimdışı olmak, yani devredışı kalmaktır. CoØlover Metin Çarşamba Ergin buzdolabından şeftali aromalı buzlu çay kutusunu alıp mutfak masasının üzerine koydu. Parmaklarının hissettiği soğuğa ve buzdolabının yanan ışığına rağmen dört yüz gün öncesini hatırlamıştı. O gün her şeyin durduğu gündü. Piller boşalmış, araba motorları susmuş, buzdolaplarındaki ışıklar sönmüş, insanlar kalplerindeki en karanlık dürtüleriyle başbaşa kalmıştı. Sokaklar bir geceliğine bu dürtüyle çığrından çıkmıştı. 10 Temmuz Çarşamba dünyanın durduğu gündü. Ergin’in zihni çok meşguldü. Buzla çaya boşverdi. Kutuyu yerine koydu ve balkona çıktı. Hava sıcak

Mehmet SEVİNÇ

6

7


Öykü

Öykü

olduğu için balkon kapısının iki kanadı da açık durmaktaydı. Balkona çıkınca aşağı tarafa doğru baktı. Bağdat caddesinde trafik normal akışındaydı. Bütün arabaların durduğu anı hatırladı. O günün gecesinde yolda 3,0 ekibi düzülmüş ve dünyanın sonunu getirecek olan sorunun içine balıklama dalmıştı. Şimdi her şeyi yerli yerinde bulmak kalbindeki soğukluğu gidermekten uzaktı. 3,0 ekibinin isim babası, arkadaşı Tera –Pi bilinmeyen bir nedenden komaya girmiş ve hastaneye kaldırılmıştı. Bu sabah haberi alınca hemen ziyaretine gitmiş, ama arkadaşı yoğun bakımda olduğu için kendisini görememişti. Babası da bir şey bilmiyordu. Oğlu sabaha karşı holde bilinçsiz bir şekilde yatarken bulunmuştu. Doktorlar beyin kanamasından şüpheleniyordu. Bu işte bir bit yeniği vardı. Daha önce yakın çevrelerindeki bazı kimseler de buna benzer sorunlar nedeniyle komaya girmiş ve ölmüşlerdi. Bunlardan en tanınmışı ünü ülke çapında olan hekır Bitbiter Fehmi’ydi. Fehmi geçen hafta oturduğu dairenin kapısında bilinci kapalı durumda bulunmuştu. Hastaneye kaldırıldıktan birkaç saat sonra da ölmüştü. Ona da beyin kanaması teşhisi konmuştu. Aynı gün Sarı Sermet adlı bir hekır da aynı akibete uğramıştı. Ergin, Bitbiter Fehmi’yi şahsen tanıyordu, ama Sarı Sermet’i hiç canlı görmemişti. Dillere destan sitesinden ve facebook’taki uçuk bildirilerinden tanımaktaydı. Tera-Pi gibi on yedi yaşında sağlıklı biri durduk yerde komaya girmezdi. Fehmi yirmi yedi, Sermet de yirmi üç yaşındaydı. Üç gencecik insanın bir hafta içinde ard arda komaya girmesi normal bir durum değildi. Bunların üçü de hekırdı. İstanbul’un Asya tarafında ikamet ediyorlardı. Bu kadar raslantı asla bir araya gelmezdi. Tezgahtı yani. Fetret apartmanı ana caddeden yüz elli metre kadar uzakta ve yokuştaydı. Ayrıca beşinci katta olduğu için her şey Ergin’in ayağının altındaydı. Şu anda dışarıda her şey normal seyrediyor gibi görünmekteydi. Ama bir yerlerde melanet motoru çalışmaktaydı. Bu kendisi için çok açıktı artık. Bağdat caddesine bakarken 3,0 ekibinin diğer elemanlarının bu kumpasın merkezinde durduğunu düşündü. Tera-Pi içlerindeki ilk kurbandı. 3,0 ekibinin lideri olan CoØlover Metin, Fehmi’yi de, Sermet’i de iyi tanırdı. Bu sabah Tera-Pi’nin hastaneye kaldırıldığını duyunca alarma basmıştı. Bir saat kadar sonra onun evinde toplanıp durumu görüşeceklerdi. Telefonda konuşurlarken belli nedenlerden ötürü bir açıklama yapmamıştı. Kendisiyle iki haftadır yüz yüze görüşmemişti. Bir kez telefonla, bir kez de mail aracılığıyla haberleşmişlerdi. Ergin, Metin’in bu mesele hakkında ne bildiğini çok merak etmekteydi. İçeri girince balkon kapısını kapattı. Annesi karşı tarafta kendi deyimiyle yogaperver arkadaşlarıyla birlikteydi. Eve akşam dokuzdan önce gelmezdi. Babası işyerindeydi. Onun da gelmesine daha saatler vardı. Ergin kapattığı kapının önünde durarak salondaki eşyalara baktı. Annesinin ‘evrenle sıcak kucaklaşma’, babasının ‘domestik çanak anten seti’ dediği dört koltuk ve iki divandan ibaret Orgona Astra adlı sete bakarak, “Tuzak ufka yerleşmiş yine.” diye mırıldandı. Bu rahmetli dedesinin çok sevdiği bir sözüydü. İçlerinde şu anda seyrettikleri durumu izah için daha uygun kelimeler bulunamazdı. Mutfağa gitti. Buzlu çay yerine su içecekti. Ergin dört yüz gün önce yaşadığı serüvenden sonra bir çok yönden değişmişti. Zihni ilerlemişti. Olgunlaşmıştı. Daha akıllıca besleniyordu. Eskiden pizza, gazlı içecekler, çikolata ile bütün günü geçirirdi. Şimdi nadiren öyle yapmaktaydı. Nalan’ın tabiriyle ara sıra ‘yakın nostalji’ takılıyordu. Sonucu hemen görmüştü. Yüzünde hiç sivilce kalmamıştı. Kendini iyi hissediyordu. Kendini aynı anda hem yorgun, hem yerinde duramaz, huzursuz hissettiği çalkantılı günler geride kalmıştı. Annesi artık yaptığı ev yemeklerini yemesi için buzdolabının kapağına not bırakmıyordu. Çünkü akşam geldiğinde çoğunlukla bıraktığı kapları boş ve hatta bazen bulaşıklıkta yıkanmış olarak bulmanın hazzını yaşıyordu. Ergin o korkunç günden sonra hem annesini, hem de babasını sağ salim görebildiği için haline şükretti. O bir günlük çığrından çıkmışlık dünya için çok büyük bir darbe olmuştu. Yolcu uçakları düşmüş, emniyet kuvvetleri atıl kalmış ve metropoller kargaşa kaynatmıştı. Dünya ölçeğinde toplam altı

milyon kişi ölmüştü. Maddi hasar müthişti. Resmi rakamlar çelişkiliydi, ama sadece İstanbul’da dört bin kişinin öldüğü tahmin edilmekteydi. Ergin’in babası yön duygusunu kaybettiğini anlayınca geceyi iş yerinde mesai arkadaşlarım dediği iki kişiyle dükkânında güvenlik içinde sohbet ederek geçirmişti. Mesaiden kastı içki masası yarenliğiydi. ‘68 kuşağı olarak geceyi arslanlar gibi atlattık’ dediğini duymuştu sonradan birine telefonda. Babası 68 kuşağı olmakla övünürdü. Ergin bunun nedenini hâlâ tam olarak kavrayabilmiş değildi. Devrim, hippilik, aylarca süren üniversite boykotları, grev dedikleri şeyler bugün artık mevcut değildi. Üstelik bunlar neredeyse elli yıl önceydi. O sıralarda ne internet vardı, ne de cep telefonu. Bunlarsız hayatın bir anlamı olur muydu? Annesi Avrupa yakasındaki yogacı dostlarıyla geçirmişti geceyi. Kadın 78 kuşağındandı. ‘O korkunç geceyi Allaha şükürler olsun metanetle geçirdik’ diyordu bahsi açıldığında. Bunu söyledikten sonra duraklıyor ve bazen gözleri doluyordu. Biraz dizlerini bükerse 98 kuşağından sayılabilecek oğlunun o gece atlattığı vartaları bilse ikisi de küçük dillerini yutardı. 3,0 ekibi üyeleri ağızlarını metazori olarak çok sıkı tutmuşlar ve şu ana kadar tek bir sızıntıya mahal vermemişlerdi. Ergin suyu yudumlarken hole baktı. O korkunç akşamın başlangıcında burada dedesi kılığında gelen kimseyle karşılaşmıştı. Ergin’i ve arkadaşlarını Moda Caddesi’ndeki arızalı yere götürmüş ve dünyanın elektronlarını yutan yarığı kapatmalarını sağlamıştı. Şimdi yine bir şey olacaktı. Oluyordu hatta. O nedenle gözü ölü dedesi kılığında görünen gizemli kimseyi arıyordu. Dedesi iki yıl önce ölmüştü. Seksen altı yaşındaydı. Ergin’in çocukluğunda çok önemli bir yere sahipti. Yaz tatillerinde onun Ayvalık’taki evinde geçirdiği benzersiz anları düşünmek kendini elli yaşında gibi hissetmesine neden oluyordu. Daha on sekiz yaşındaydı ve yedi sekiz yıl önceki çevrimdışı hayatı onlarca yıl geride kalmış duygusu veriyordu. Ergin dört yüz gün öncesine göre bayağı değişmişti. O sıralarda bütün hayatı odasındaki bilgisayarların ve elektronik cihazların sarmalında geçen biriydi. Elektronik aparatlarla tıka basa dolu olan oda ruhunu ele geçirmişti adeta. İçine şeytan giren yeni yetme kız filmleri gibi. Onun gerçekliğinde odası şeytandı ve Ergin’i karnında hapis tutmaktaydı. Ergin ünlü bir hekır olmak hayaline sahipti. Uyumak da dahil eğer o gün okul yoksa yirmi dört saatin yirmi üç buçuk saatini odasında hiç canı sıkılmadan geçirebilmekteydi. Bir yere gittiğinde odasından uzak kalmanın sıkıntısını yaşar, uyuşturucu bulamamış bir keş gibi kıvranırdı. Şişeden çıkan bir cinin her gittiği yere odasını peşi sıra taşıdığını hayal ederdi. Şimdi bunlar bitmişti artık. Sokaklar Yeniden Onundu. Çevrimiçi etkinlik artık günün tamamına tasallut edememekteydi. Üniversite şu anda tatildeydi. Ergin hergün vaktinin bir kısmını dışarıda geçiriyor ve parkta spor yapıyordu. Yeniden kitap okumaya da başlamıştı. Keşke dedesi şimdi sağ olsaydı ve bu halini görseydi. Zil iki defa kısa olarak çaldığında Ergin ayakkabılarını giymekteydi. Son kez hole baktı. Aklında ısrarlı bir itki belirmişti ansızın. ‘Bir şey unuttun Ergin. Çok önemli ve ölümcül bir nokta.‘ Delikanlı saniyeler boyunca o şekilde durarak gaybın gölüne dalmış olan şamandıranın yukarı çıkmasını bekledi. Bu olmayınca içini çekerek gülümsedi ve kapıyı açıp dışarı çıktı. Asansör bir raslantıyla beşinci katta durmaktaydı. Asansörün kapısını açtı ve başı adamakıllı döndü. Birden dün geceye dönmüştü. Bundan emindi çünkü odasındaydı, bilgisayarın başında oturmaktaydı. Sağ alt köşede saati ve tarihi görmekteydi. 00.14’tü. Dahası radyoda Fer FM’i dinliyordu. Duman’dan ‘Senden Daha Güzel’i dinlerken, Nalan’dan bir mail gelmişti. O da aynı parçayı dinlemekteydi herhalde diye düşünmüştü. Yalnız mailde yazı mazı yoktu. Garip bir görüntüydü. Çok garip hatta. Çünkü şimdi gözlerinin önündeydi ve gördüğü şeyi betimleyecek tek bir kelime gelmiyordu aklına. Bu nasıl olabilirdi. Soyut bir tablo değildi. Kenar çizgileri vardı ve alışıldık bildik perspektif kuralları geçerliydi, ama yine de gördüğü şey hakkında tek bir kelime edemiyordu. Nasıl bir akıl tutulmasıydı bu. Görüntünün altında ‘Buradan çıkmak için ESC tuşuna basınız

8

9


Çizgi Roman

Öykü

İnceleme

yazılıydı.’ İçinden hemen ESC’ye bas diye gürleyen sesi dinlemiş, ama yapamamıştı. Çünkü kasları komut dinlemiyordu. Felç geçiriyor gibiydi. Ardından içinin ekrana çekildiğini hissettiği anlar gelmişti. Korkusu sessiz ve edilgendi. Dudaklarından çıt çıkmamaktaydı. Burada ölüp gideceğim diye düşünürken iki yıl önce ölmüş ve gömülmüş olan dedesi içeri girmişti. Üzerinde uçuk mavi tiril tiril bir gömlek ve krem rengi keten bir yazlık pantolon vardı. “Ergin kendini topla. ESC ile ket vuruyoruz o meluna.” Dedesi bunu deyip ESC tuşuna basmıştı. Ergin kendini biraz topladığında dedesi odada yoktu. Adamın gidişini görmemişti ya da hatırlamıyordu. Bu olağanüstü durumu anında 3,0 ekibine bildirmek istemiş, ama farkında olmadan harcadığı enerji nedeniyle bitkin durumdaydı. Üzerine dev bir ahtapot gibi çullanmış olan tehlike defedilmişti. Sezgileri hemen geri gelmeyecek diyordu. Bu nedenle önce yatağına uzanıp biraz dinlenmeyi yeğlemişti. Şöyle on beş dakikacık kadar. Sabah gözlerini açtığında saat 10.00’a geliyordu. Zinde bir şekilde yataktan kalkmış ve Tera-Pi’nin hastahaneye kaldırıldığı haberini almıştı. Babası aramıştı. Sesi ağlamaklıydı. Ergin gece başına gelen saldırı ve dedesinin katkısını unuttuğu için bu durumu kendiyle direkt olarak ilintilendirmemişti. CoØlover Metin arayıp akşama buluşalım dediğinde kendiyle ilgili bir şey söylememişti. Fasılcı Murat da geliyordu. Ondan bir alarm duymamışlardı. Nalanla az önce konuşmuştu. Şimdi aşağıda bekliyordu. Kızın bu konuda şahsi bir sorun yaşadığını sanmıyordu. Şimdi kafası iyice basmıştı. 3,0 ekibine direkt bir saldırı yapılmıştı. Bitbiter Fehmi ve muhtemel diğerleri 3,0’ın dışında duran benzerdaş bir halkaydı. Ergin aslında asansörün beşinci katta durmadığını anlayınca kabini çağıran düğmeye bastı. Olan bitenleri Nalan’a anlatmak için sabırsızlanmaktaydı. Öykü: Sadık YEMNİ

10

İllüstrasyon: Devrim KUNTER

Manga’nın Tex’i Raflardaki Yerini Alıyor... Manga’nın Tex’i Raflardaki Yerini Alıyor... Yalnız Kurt ve Yavrusu, İngilizce adıyla Lone Wolf and Cub ve Japoncada’ki orijinal adıyla Kozure Ōkami, 1970 yılında ilk olarak yayımlanmaya başladığında Japonya’da hızlı bir şekilde popüler olmuştur. Seri uzun yıllar devam etmiş, ilki 1972 yılında olmak üzere altı sinema filmine aktarılmış, çizgi romanlar cilt olarak taplanmış ve çevirileri bütün dünyada basılmıştır. Bu başarının mimarı olarak da iki kişi ön planda tutulmuştur: Yazar Kazuo Koike ve çizer Goseki Kojima, yani Japon okurunun verdiği adıyla “altın ikili.” Lone Wolf’un bir klasik haline gelip yaratıcılarının tüm dünyada saygı görmelerinin en büyük sebeplerinden biri kuşkusuz yazar-çizer işbirliğinin en mükemmel örneklerinden olmasıdır. Koike’nin hikayecilik yeteneğinin itici gücü karakter gelişimidir. “Çizgi romanları sırtlarında taşıyanlar karakterlerdir. Eğer bir karakter iyi yaratılmışsa, o çizgi roman başarılı olur,” diyen yazar, sanatıyla ilgili açıklamayı zaten kendis yapmıştır. Kojima’nın çizimleri ise okuyucuda sinemada film seyrediyormuş havası uyandırabilecek kadar hareketli ve ihtişamlıdır. Maceraların geçtiği zaman eski Japonya’dır. Hikaye örgülerini anlamak için o zamanki feodal yapıya biraz yakından bakmak gerekiyor. Serinin Amerika baskılarında Tim Ervin’in hazırladığı önsözden kısa bir alıntıyla o döneme biraz da olsa ışık tutabiliyoruz (2001 yılında Dark Horse tarafından basılan ilk cildin en iyi çeviri çizgi roman dalında Eisner ödülü aldığını da belirtmeden geçmeyelim): ... Erkeklerin silahlandığı diğer birçok durumda olduğu gibi samuray savaşçılarının ortaya çıkma ve gelişme sebebi de çok basitti: organize olmuş bir topluluğun insanlarını korumak, o topluluktaki bir kitleyi kontrol etmek ve ilerleyip yeni topraklar fethetmek. Japonya toprakları, mesken olarak tutulmaya başladığı ilk zamanlardan beri vahşetle kuşatılmıştır. Japon takım adalarının kıyıları göç eden insanlarla yıkanmıştır. Kuzeyden, şu an Rusya’nın güneyi olan bölgeden bir Kafkas ırkı gelmiş; güneyden ise daha sonra Kore halkı olarak tanımlanacak olan insanlar gelmiş ve yanlarında da Çin geleneklerini ve dinin getirmişlerdir. Doğal

11


Çizgi Roman

Çizgi Roman

Sinema

İnceleme

olarak topluluklar anlaşamayıp adalar üzerinde hak iddia etmek için birbirleriyle çatışmışlardır. Toprak ve hayatta kalmak için verilen bu mücadele, dış baskılardan korunmaya muhtaç olan toplumun yapısını kamçılamıştır ve toplumlarda bugün de olduğu gibi, bir halkı diğerinden korumak için silah kaldırmak ve güçleri birleştirmek gerekli hale gelmiştir. Böylece, samuray savaşçıları doğal olarak evrimleşerek Japonya’yı oluşturmuşlardır. Erkeklerin silahlandığı diğer birçok durumda olduğu gibi samuray savaşçılarının ortaya çıkma ve gelişme sebebi de çok basitti: organize olmuş bir topluluğun insanlarını korumak, o topluluktaki bir kitleyi kontrol etmek ve ilerleyip yeni topraklar fethetmek. ... Günümüzde manga denince, konuya biraz yabancı olan Türk okuyucusunun aklına eskinden TRT’de izlediğimiz Japon çizgi filmlerinin siyah beyaz basılı halleri veya Gerekli Şeyler’in Türkçe olarak yayımlamaya başladığı One Piece, Naruto benzeri çocuk mangaları gelir (Akılçelen Kitaplar’ın yayınladı Death Note bile hâlâ alışılmışın dışındadır). Fakat Lone Wolf and Cub bu türde bir manga değildir. İtalyan çizgi romanı için Tex ne ise manga için de Lone Wolf odur. Ciltlerin içinde 20’şer 30’ar sayfalık kısa hikayeler bulunur. Baş karakteri “Yalnız Kurt ve Yavrusu” adındaki “Kiralık Kılıç” olan bu hikayelerin uzunlukları genelde 20-30 sayfa civarıdır. Toplama ciltler ise 300 sayfadan fazladır. Aldığı görevleri yerine getirirken yanında oğluyla birlikte gezmesi ona bu lakabı kazandırmıştır. Ama her parayı veren de Ogami Ittō ve oğlu Daigoro’yu kiralayamaz. Bir kiralık katil olsa bile

Yalnız Kurt ve Yavrusu’nun, kendisine özgü bir onur ve doğruluk anlayışı vardır. Yerin geldiğinde kendisini kiralayan kişilere bile kılıç çekebilmektedir. Gelelim Türkçe edisyonuna… İnternette veya diğer birçok ortamda bu mangayı duyurduğumdan beri en çok aldığım sora manganın sağdan sola mı yoksa soldan sola mı olacağıydı. Doğrusunu söylemek gerekirse elimizde bu kadar güzel hazırlanmış bir Dark Horse örneği varken, çoğu okuyucunun da seriyi zaten bu edisyondan takip ettiğini varsayarak bu edisyonun görsellerini kullanmak üzere haklarını aldık (yani alıştığımız yönde bir çizgi roman olacak. Kimsenin kafası karışmayacak). Fakat ölçülerini değiştirip cep boyutundan çıkardık ve standart manga boyutuna getirdik (yani Death Note boyutu diyebiliriz). Adını “Yalnız Kurt ve Yavrusu” mu koyalım yoksa İngilizce mi bırakalım diye uzun bir süre düşündükten sonra her ikisini de kapakta yazmaya karar verdik. Görsel olarak Japonya’dan da onayı alınca kapağımızı hazırladık. İstanbul Kitap Fuarı’na ilk cilt çıkmış olacak. Seriyle ilgili daha yazacak çok şey var ama sizi detaylara fazla boğmak istemiyorum. Umarım bu mangayı hazırlarken yaşadığımız heyecanı Türk okuru da yaşar. Şimdilik benden bu kadar diyor ve hepinize çizgi romanlı günler diliyorum.

12

13

İlke KESKİN


Sinema Sinema

Gezici Festival 18. yolculuğuna hazırlanıyor 30 Kasım–6 Aralık Ankara, 7–10 Aralık Sinop

Ankara Sinema Derneği tarafından T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın katkılarıyla düzenlenecek Gezici Festival, 18. yolculuğuna hazırlanıyor. 30 Kasım–10 Aralık 2012 tarihleri arasında sinemaseverlerle buluşacak festival, her yıl olduğu gibi Ankara’dan başlayacak, 30 Kasım–6 Aralık’taki gösterimlerin ardından 7-10 Aralık tarihleri arasında geçtiğimiz sene coşkulu bir şekilde festivale ev sahipliği yapan Sinop’a konuk olacak. Gezici Festival, bir kez daha dünyanın önemli festivallerinde gösterilen ve ilgi çeken filmlerden oluşan bir Dünya Sineması seçkisini izleyicilerine sunmaya hazırlanıyor. Cannes Film Festivali Eleştirmenler Haftası’nda Büyük Ödül’ü kazanan ABD-İspanya ortak yapımı, Antonio Méndez Esparza’nın yönettiği Orada Burada (Aquí y Allá), Balkan ülkelerinde rekor izleyici çeken Sırbistan yapımı, Srđan Dragojević’in yönetmenliğini yaptığı Geçit Töreni (Parada) ve Cannes’da gösterilen Güney Kore animasyonu Domuzların Kralı (The King of Pigs) bu bölümde gösterilecek filmler arasında bulunuyor. Ülkemizde bu yıl çekilen uzun metrajlı filmlerden derlenen Türkiye Sineması 2012 bölümünde yer alan filmlerin yönetmen ve oyuncuları festivalde yapılacak galalarda izleyicilerle bir araya gelecek. Venedik Film Festivali’nde Genç Aslan ödülü alan Ali Aydın’ın yönettiği Küf ve Derviş Zaim’in son filmi Devir de bu bölümde festival izleyicileriyle buluşacak. Gezici Festival bu sene Tuncel Kurtiz’in“en sevdiği filmler”e ayırdığı bir bölümde Bob Fosse’nin yönettiği All That Jazz gibi Amerikan klasiklerinden Luchino Visconti filmi Leopar (Il Gattopardo) gibi Avrupa sineması örneklerinden oluşan zengin bir seçkiye yer verecek. Festivalin özel gösterimleri modern dünyanın değişmeyen krizlerine farklı bir şekilde bakacak. Berlin’de En İyi Kadın Oyuncu ödülü kazanan Savaş Cadısı (Rebelle) filmi Savaşla Büyümek bölümünde gösterilirken, İstihdam ve İsyan bölümünde sıra dışı belgeseller ve kısa filmler festival izleyicisiyle buluşacak. Artık gelenekselleşen Kısa İyidir ve Çocuk Filmleri bölümleriyle beraber, küçük izleyiciler için bir çalışma atölyesi de Gezici Festival programının parçası olacak. Gezici Kitaplık, bu sene festival okuyucularıyla buluşturacağı kitabında teknoloji ve sinema ilişkisini sorgulayarak, farklı görüşleri bir araya getirecek. Editörlüğünü Tül Akbal Süalp’in üstlendiği, Ankara Sinema Derneği ve Bağlam Yayınları işbirliğiyle yayımlanacak kitap, Aralık ayından itibaren satışa sunulacak. İlk yılından beri Gezici Festival’i yalnız bırakmayan ve her sene festivale birbirinden özgün ve eğlenceli afişler sunan Behiç Ak, bu sene de hazırladığı afişle Gezici Festival’in parçası olacak. Festival duyuruları, program, filmler ve etkinlikleri Gezici Festival’in web sitesi, Facebook sayfası ve Twitter hesabından takip edebilir, fotoğrafları Flickr hesabından indirebilir, fragmanları Vimeo hesabından izleyebilirsiniz.

14

15


Öykü

Öykü

Kedi

baktılar, fakat tanınamayacak hale gelmiş, paramparça olmuştu. 2 yıl sonra... Jennifer, 2 yıl önce yaşanan olayın izlerini hala tam olarak silememiş olsa da, hemen hemen unutmaya başlamıştı. Josh adında, kendi yaşında bir adamla nişanlanmış, onunla aynı evde yaşıyordu. Jennifer her zamanki gibi sabah alışverişine çıkarken kapının önünde tatlı bir kedi gördü.Beyaz, ufacık, sevimli birşeydi. Gözleri insan gözü gibi,ağızı da aynı bir insan ağzı şeklindeydi. Jenny hemen Josh'u çağırdı. Hayatım,bunu evimize alıp besleyelim mi, sahipsiz galiba baksana şuna?" dedi Jennifer." Ov,gerçekten tatlı birşey bu. Getir hadi eve. Yalnız suratı ne kadar tuhaf değil mi?" dedi Josh.Jennifer da ona "Evet.Ne güzel işte hem tatlı hem acayip bir hayvanımız olur" dedi. Kediyi eve alıp beslemeye başladılar. Kediye harika bakıyorlardı. Evin bir odasını kediye ayırmışlardı, oraya oyuncaklarını, yemlerini koyuyorlardı. Kedi günden güne daha da tatlılaşıyordu onların gözünde. Josh, "Bu gece kediyi yatak odamıza alalım mı? Hem de bu gece odada yaşanacak heyecanlı şeyleri canlı olarak izleme şansı yakalasın" dedi Jennifer'a. Jennifer keyifle kabul etti teklifi. Gece oldu. Kediyi yatak odalarına aldılar.Josh ve Jennifer sevişmeye başladılar. Gecenin sonunda Josh bir sigara yaktı ve kediyi kucağına aldı. "Nasıldı adamım, sevişmemizi beğendin mi?Eğer biz seni almasaydık sahipsizce sokaklarda dolaşırdın, bunları canlı izleme şansın olmazdı" diyip güldü. Jennifer'da ona eşlik etti. Jennifer "Hadi uyuyalım tatlım" dedi. Kediyi de aralarına yatağa alıp,ışıkları kapatıp uyudular.

"Bence arkadaş olarak kalmamız daha faydalı" dedi Jennifer. Flört teklifine aldığı bu cevap karşısında oldukça üzülmüştü Eddy. Yıllardır Jennifer'a deli gibi aşıktı, ama aşkına karşılık alamamıştı." Hadi motorsikletimle seni evine kadar bırakayım madem" dedi Eddy. Jennifer bu teklifi kabul etti. Motorsiklete bindiler ve Jennifer evini tarif etti.Eddy dalgın dalgın sürdü motoru. "Üzülmedin değil mi? Ben ikimizin de iyiliğini düşündüm" dedi Jennifer. Eddy'den herhangi bir cevap alamadı.Eddy motorsikletle ana caddede giderken bir anda direksiyonu kırdı ve bariyerleri aşarak tren yoluna girdi. Kaza sonucu ikisi de yaralanmış, rayların üzerine yığılıp kalmışlardı.Rayların üzerinde yatan Eddy ve Jennifer,uzaktan gelen treni gördü. Yavaş yavaş yaklaşıyordu tren. Fakat işin kötü tarafı ikisininde adım atabilecek hali yoktu. Oldukça ağır yaralılardı. Eddy,Jennifer'a "Buraya kadardı Jenny. Seni seviyordum,ama sen beni sevmedin. Bu yaptığının cezasını çekmeliydin ve adaleti kendim sağlamayı tercih ettim.Şimdi gözlerini kapa ve ikimiz de huzur içinde ölelim. Seni seviyorum" dedi. Tren yaklaştı. Eddy gözlerini kapadı ve sevdiği kızla yanyana ölmeyi bekledi. Fakat Jennifer son bir güç ile sürünerek raylardan çekildi.Tren geldi ve Eddy'i paramparça etti. Aradan 15 dakika geçti ve yardım ekipleri gelip yaralı Jennifer'ı kurtarıp hastaneye yatırdılar. Eddy'e

16

Sabah Jennifer odada kötü bir kokuyla uyandı.Yanındaki Josh'a baktı ve dehşete düştü. Kedi gece boyunca Josh'u tırmıklayarak önce boğazını açıp şah damarını tırnaklarıyla kesmiş, daha sonra da onu yemeye başlamış ve Josh'u paramparça etmiş.Jennifer geçirdiği şokla çığlık atarak kaçmaya başladı. Josh'a tekrar baktı,kedi hala Josh'un ölü ve parçalanmış bedenini yemeye devam ediyordu.Jennifer evin kapısına hızlıca koştu, kapıyı açarak kaçmayı düşündü ama kapı kilitliydi ve anahtarı üstünde yoktu. Kapıda bir not vardı, onu gördü ve durup okumaya başladı.Notta "Dün gece sevgilinle yaşadığın şeyleri ben senle yaşamak istemiştim 2 yıl önce, ama olmadı. Ayrıca nişanlını hiç beğenmedim, o adama güven olmazdı. Pisliğin tekiydi, gözümün önünde hayatımın aşkıyla sevişti ve üstüne bir de beni kucağına alıp benle alay etti. Bende gece intikamımı almak için tırnaklarımla onun boynunu deldim, şah damarını kesip onu öldürdüm.Daha sonra da onu yiyip karnımı doyurdum.Ve şimdi sıra sende. 2 yıl önceki motorsiklet kazasında, insanken bitiremediğim işi, şimdi bir kediyken bitireceğim. Şimdi hatırladın değil mi beni? Ben Eddy. Güle güle sevgilim, seni seviyorum" yazıyordu. Jennifer notu okuduktan sonra arkasına baktı ve kediyi gördü,ağzı kanlı olan bir kediyi. Zaten Jennifer'ın hayatında gördüğü son şey de o kedi oldu. Kedi aynı şekilde Jennifer'ı da parçaladı ve evden çıkıp gitti. Böylece bu ölümcül aşkın intikamını 2 yıl sonra almıştı. Polisler 3 gün sonra apartmandaki komşuların şikayeti üzerine eve geldi, Jennifer ve Josh'un cesedini buldu. Kimin yaptığını anlayamadılar, faili meçhul olaylar arasına girdi.

Öykü: Emre BALCIK

17

İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ


Söyleşi

Söyleşi

İçimizden Biri

Melahat YILMAZ Gölgem’le Yaptığım Temaşa -Merhaba Melahat. Bu ay Gölge’de seninle röportaj yapmak gibi bir sorumluluğu aldım üzerime. Hadi anlat bakalım ‘Gölge nedir?’

-Her insan bir gölgelik arar hayatında. Sığınabileceği, korunabileceği ve kendini ait hissedebileceği… Ben ‘’Benim Gölge’’mi 2010 Haziran ayında buldum. Yazmaya hevesimin olduğu ve bunu paylaşmak istediğim bir anda Ahmet Yüksel benim ‘’Michael Jackson Adında Bir Adam’’ adlı yazımı yayınlayabileceklerini söylediğinde… 2010 Nisan ayında ilk kez Öteki Sinema’da bir öyküm yayınlanmıştı o sıralar. Bu şekilde başlamıştım sevdiğim filmlerle ilgili düşüncelerimi yazmaya. Ve öykülerim vardı anlatmak istediğim. O sıralar Murat Tolga Şen bana Gölge-e Dergi’den bahsetmişti. ‘’Öykülerini orada yayınlayabilirsin belki…’’ demişti. Ben de bu ilk olsun devamı gelir diyerek ilk yazımı göndermiştim. Aslında amacım öykülerimi yaymaktı dilden dile lakin Gölge’nin rüzgârı benim film kritiklere savurdu. Editörlüğünü Ahmet Yüksel’in yaptığı bu e-dergi benim için büyük önem taşıyordu. Her ay ‘’Acaba benim de yazım o sayfaları süsleyecek mi?’’ diye düşünür dururdum. Dergi yayınlandığında heyecanla başına geçip sayfaları karıştırıyor, kendi yazım orada, olması gereken yerde mi sorularıyla aranıyordum. İlk aylarım böyle geçip gitti. Bir gün Ahmet Ağabey ‘’Editörlük bayrağını Mehmet Kaan Sevinç’e devrediyorum’’ dedi. Başlangıçta endişe duymuştum. Ya Mehmet Ağabey yazılarımı kabul etmezse? Fakat korktuğum gibi olmadı. Hem yazılarımı hem de beni kabul etti, on parmağında on marifet Mehmet Kaan Sevinç… Hatta “Yayın kuruluna

18

üye olur musun?” diye sordu. Elimden geleni yaparım ağabey demiştim ben de. Hala şaşkınım ya neyse… Şimdi ise ‘’Tarihte Bu Ay’’ köşem ve film kritiklerimle kendime bir Gölge’lik buldum bu mecrada. Sevdiğim ve soluklandığım bir yer. Nice film kritikleri, nice dosyalar geldi geçti. The Raven, Rango, Tim Burton, Michael Jackson, Stanley Kubrick ve daha niceleri… Dahası da nasip oldu bana kendime bir ağabey buldum Mehmet Kaan Sevinç… İşte bu, kısaca ‘’Benim Gölgem’’. Olmak istediğim, görmek istediğim, ayrılmak istemediğim… -Gölge’den önce Öteki Sinema’da yazıyordun. Gölge’den sonra da Kayıp Rıhtım’da öykü yazmaya başladın. Nasıl başladı senin için yazı yazmak? -Yukarıda da bahsettiğim gibi başladı yazı yazmak benim için. Lakin dahası da var. Aslında lise yıllarımda da çeşitli hikâyeler ve kompozisyonlar yazıyordum. Beğenildiğini de belirtmeliyim bu arada. O sıralar hayalim yazarlıktan ziyade tiyatronun tozunu yutmak olduğundan yazılarımı oyunculuğuma katkısı olsun diye kenarda tutmuştum. Tiyatro oyunculuğu yapıyordum amatör olarak. Fakat hocalarım yetenekli olduğumu söylüyorlardı. Sonra bir deprem oldu ve Gölcükteki binlerle beraber benim de hayallerim rafa kalktı. Bir gün içimde birikenler “Michael Jackson Adında Bir Adam’ın” ölümüyle gün yüzüne çıktı. İlk olarak onunla ilgili bir kitap yazmaya başladım. Benim büyük projemdi bu. Ona vefa borcumdu belki de. Sonrası geldi ve umarım hayırla devamı da gelir. -Öteki Sinema dendiğinde benim için Fantastik Sinema-B filmler geliyor. Adamlar nasıl çalışıyor bilmiyorum ama nerede ise tüm abuk sabuk filmleri bulup inceliyorlar. Sen nasıl karar veriyorsun inceleyeceğin filme? -Öteki Sinema şu an Türkiye’de en çok okunan sinema sitelerinden bir tanesi. Onlar Öteki olmaktan vazgeçmeyen insanların ihtiyaçlarını karşılıyorlar bir anlamda. Ben sadece hissedebildiğim filmleri yazarak katkıda bulunmaya çalışıyorum diyelim. -Filmleri bulmak zor oluyor mu? -Aslında geçmişte seyrettiğim, hissettiğim, bana bir şeyler katan masalları yazıyorum bir anlamda. Bazen zorlanmıyor değilim ama bulunuyor bir şekilde… -Biraz aşırıya kaçan bir tutku görüyoruz Michael Jackson hakkında. (aslında benim eşim de Maykıl delisi ama çaktırma : ) nereden geliyor fanatiklik? -Michael Jackson benim için çocukluğuma renk katan adamdı. Babamın tabiri ile o benim oyuncak bebeğimdi. Her daim aşk duyduğum adam oldu. Büyüdüğümde bu halim değişir dedim ama hala aynı şeyleri hissediyorum. Onun tutkusuna, rengine ve kalbine hayran olmanın yaşı yok benim için. Bitmiş olan kitabımda bahsettiğimde bu aslında…

19


Söyleşi

Söyleşi

-Mesela Maykıl yaşasa Dünya turnesine çıkacak ve İstanbul’a da gelecekti. Gidecek miydin konsere? Gözünün içine bakıp söyleyeceğin son bir sözün olur muydu Maykıl’a? -Elbette gidecektim. Onu doya doya seyredecek ve gözlerindeki, sesindeki, rengindeki (ki ben ruhunun renginden bahsediyorum, lütfen yanlış anlaşılmasın…) tutkuya ilk kez yakından bakmış ve görmüş olmanın tadını çıkaracaktım. Sanırım ona şunu söylerdim ilk ve son sözüm olarak “Merhaba oyuncak bebeğim, ben seninle büyüdüm ve sana minnet borçluyum. Sevmenin hiçbir sebebe bağlı olmadığını bana gösterdiğin için. Teşekkür ederim.” Evet, sanırım bayılmadan ayakta durabilirsem ona bunları söylerdim. -Maykıl hakkında bir de kitap yazdın. Ne anlattın kitabında? -Kitabımın adı “Bakın Ben Kime Âşık Oldum?” Kitabım Michael Jackson’la olan büyüme maceramı anlatıyor. Bedenen yanımda olmadığı halde nasıl benim büyümeme ve hayal kurmama sebep olduğundan bahsediyorum. Hem kendi hayatımı hem de yine kendi penceremden onun hayatını anlatıyorum. -Ne kadar sürdü bu yazım olayı? -Tamamlanması bir yıl sürdü. Hala üzerinden geçtiğim ayrıntılar var tabi. Asla iyi olduğumu düşünmüyorum. Daha iyi yazmanın yollarını arıyorum hep. Rabbim bana ilham etsin de daha da iyi yazabileyim diyorum sürekli. İşte bu yüzden kitap yayınlanana kadar sürecek yazım olayım… -Hazır tanıtım yapmaya başlamışken buradan kitabı yayınlamak isteyen yayıncılar için de bir çağrın olacak mı? -Evet, olacak. Sayın yayıncılar; yeni yeteneklere lütfen bir şans verin. Anlatmam gereken hikâyelerim var. Anlatmam içinde size, sizinde bana ihtiyacınız var. Bu kitabımda onlardan biri… Açılan her yeni pencere temiz bir orman havasını içeri alır günün sonunda. İşte ben o temiz hava olabilirim. -Maykıl kitabın senin yazdığın ilk kitap değil. Bir de şu kan emen yaratıkları anlattığın Osmanlı’da geçen bir kitabın vardı. Neydi onun adı? -Berzah; Güneş’in Gölgesi… -Ne anlattın Berzah’ta? Deli saçması şeyler değildir umarım. -Deliliğe hangi pencereden baktığımıza bağlı, aslına bakarsanız Ağabey… Berzah’ta özgürlüğünü

20

kazanmak adına köleliğini, sonsuzluğa satan ve yeni bir kölelik kazanmaktan öteye gidemeyen bir adamın hikâyesini anlattım. Güneş’in Gölgesi Ay’dır benim için. Aras’ın kazandığını sandığı özgürlükte Ay gibiydi, gölgelere ve karanlığa mahkûm. Kitabım Osmanlı’da geçen bir aşk hikâyesi bir bakıma, özünde ise Aras ve Mithela’nın insanlık mücadelesi… -Peki, Osmanlı’da geçen bir vampir kitabı yazmak için ne kadar araştırma yapmak, ne kadar ilham sahibi olmak gerekiyor? -Araştırma yapmak şart. Bende kendimce yaptım tabi. Ne kadar okursanız ve araştırırsanız o kadar cahil olduğunuzu öğreniyorsunuz. Benimde ilk başladığımda yüzüme çarpan kapı bu oldu. Hiçbir şey bilmediğimi keşfettim. İlham perimse kendiliğinden gelmişti (Arada bir nanik yapıp gittiği de oluyor gerçi ama bu romanımda şükür arıza çıkarmadı). Kısa bir öykü olarak ortaya çıkan hikâye uzadıkça uzadı. Karakterlerim bana dertlerini açtılar da açtılar (Çeneleri düştü kısaca, ne çok dertleri varmış meğer!). Günün sonunda geriye kalan doğru tarihi bilgileri kullanmaktı. Elimden geleni yaptım diyebilirim. Hala da yapmaya çalışıyorum. Dedim ya yayınlanana ve ben tatmin olana kadar bitemiyor benim masallarım ne yazık ki! -Berzah’ı yayınlamak isteyebilecek yayınevlerine buradan bir şeyler söylemek ister misin? -Biraz önce söylediğim sözler burada da geçerli. Bırakın içeri temiz hava girsin. Biz buradayız ve bekliyoruz. Siz de bizi bekliyorsunuz, biliyoruz. Her anlatılan farklıdır. Benim kitabımda öyle. Sadece isteğiniz kalıyor geriye kilit olarak! -Bir de zor soru sorayım. Ben Gölge editörü iken bir yayınevinden gelen birkaç çizgi roman ve imzalı birkaç kitap dışında hiç bir şey kazanmadım. Sıcak dostluklar var tabii bir de. Senin ne kazancın oldu? -Sıcacık bir dostluk ve her esen rüzgârda bitmeyecek kadar güvendiğim bir samimiyet. Bundan daha büyük bir kazanç yoktur belki de. Lakin her işte olduğu gibi herkesin bir iniş ve bir çıkış zamanı vardır ve bunu yalnız Rabbim bilir. Ben dostluklarımla bekliyorum kendi çıkış zamanımı! Kazancım büyük sizin anlayacağınız. -Gölge sayesinde tanıştığım kişilerden birisin ama bir de baktım facede 37 ortak arkadaşımız var. Sen Gölge sayesinde kimseyi tanıdın mı? (37 diyorum ama her gün 3-5 kişi siliyorum. Eskiden daha fazladır ortak arkadaş sayımız.) -İsim isim sayamam belki ama sizleri tanıdım ya, yetmez mi? -Gölge ekibinden yazarçizer olarak kimleri beğeniyorsun? Favori sinema yazarın, öykücün, incelemecin, çizerin kim? -Mehmet Kaan Sevinç (Bana her şeyden önce ağabeydir, değerdir, teşekkürüm sonsuz…) Gökhan Gültekin, Ceyhun Şen, Erinç Kaan, Sadık Yemni (Büyüyünce olmak istediğim yazar, saygılar ve sevgiler bizden size…), Masis Üşenmez, Fatih Yürür, Fatih Danacı, Mehmet Berk Yaltırık… -En beğendiğin kapak hangisi? -Ben bu soruya kesin bir yanıt vermesem olmaz mı? Sonuçta hepsi bir emeğin sonucu ve hepsi kendi çizerinin gözüyle bir değer.

21


Söyleşi

Çizgi Roman Sinema

-Editörümüz hakkında söylemek istediğin bir şey var mı? -Biraz önce söylediğim gibi, bana her şeyden önce ağabeydir, değerdir. Oturup sohbet ettiğimde aldığım haz ve bilgi çok büyük, sözle ifade edilmez. Ayrıca Gülhan ve Marla’yı tanıyıp sevme sebebimdir (Sizi çok seviyorum). Teşekkürlerimle… -Bir erkek okur olarak yazdıkları hayallerimden çıkmayan 2 kadın yazar var. Biri matematiksel hesaplar yaptıran Agatha Christie teyzem diğeri de korkudan altıma kaçırmama sebep olacak, küçüklüğümde Dr Jeykll ve Mr Hyde’den sonra en severek korktuğum Frankenstein’in yazarı Mary Shelly. Senin kadın Fantastikçin kim? -Sizinkilere ek olarak söyleyebileceğim; Ann Radcliffe’i (Sicilya’da Bir Aşk Hikâyesi), bunun yanı sıra Anne Rice’ta severek okuduğum bir kadın yazardır.

Çizgi Roman'dan Sinemaya

-Bir de her dala tutunmuşken Kayıp Rıhtım olayına girelim. Neden Gölge’den başka bir yerde öykü yazıyorsun (kıl olmuştur kayıp rıhtım tayfası. Buradan onları sevdiğimi de bir kere daha iletmek isterim). -Kayıp Rıhtım hikâyelerim için bir adres oldu adeta. Kayıp Rıhtım’a sevgiler bu arada. Gölge’mde hikâyelerim olsun isterim tabi. Neden olmasın? Bundan sonra Gölge’me masal zamanı diyoruz o vakit! -Geleceğe yazarlığa ve Gölge’ye dair beklentilerin ne yönde? Mehmet Ağabey ihtiyarladığında editör olmak ister misin mesela? -Mehmet Ağabey ve siz hep bizimle kalın, koltuğunuz daim olsun, benim gözüm yok. Ayrıca koltuk dediğiniz nedir ki? Yazarlığa dair beklentilerim ise aslında geleceğimin haritası. Ben yazarak olmak ve ölmek istiyorum. Aşkla masallar anlatmak ve önemli olanın ne olduğunu belirtmek istiyorum. Gerçek olanı, aşkı ve özü yazmak istiyorum. Kitaplarımı elimde tutmak ve onların okunduğunu bilmek benim gelecek haritam. Rabbim bana yazma ilmini verdiyse tabi. -Soruları hazırlarken eğlendiğim tek röportaj buydu. Umarım sen de neşeli cevaplar vermişsindir. Güzel bir günde yine görüşmek dileği ile. -Çok teşekkür ederim Ahmet Ağabey, ellerinize sağlık, zihninize bereket. Saygılar, sevgiler bizden size… Röportaj: Ahmet YÜKSEL

22

Mark Millar’ın yazıp John Romita Jr.’ın çizimlerini yaptığı Kick Ass son dönemde çıkan en başarılı ve farklı çizgi romanlardan biri. Kick Ass’de Genç Dave Lizewski’nin “Onca süper kahraman hikâyesi varken neden kimse cesaret edip kötülere karşı tayt giyip savaşmıyor?” diye kendine sorması ve harekete geçme hikâyesini okuyoruz. Çizgi Romanın tutması ile 2010 yılında Matthew Vaughn’ın yönettiği, Aaron Johnson, Chloë Grace Moretz, Christopher Mintz-Plasse, Mark Strong ve Nicolas Cage’in oynadığı filme de konu oldu. Film de farklı ve eğlenceli yapısı ile çizgi roman uyarlamaları arasından sıyrılmayı başardı. New York’ta herhangi bir liseli olan Dave Lizewski babası ile beraber yaşamaktadır. Okuldaki ezik arkadaşları dışında tek hayatı çizgi romanlarıdır. Hayatından sıkılan Dave suçlularla savaşan süper güçleri olmayan bir süper kahraman olmaya karar verir. Ebay’den bir balıkadam kostümü alarak bu emelini gerçekleştirmek için işe başlar. Çatılarda koşturur, vücudunu eğitir ve ilk savaşı için bir ara sokaktaki çeteyi gözüne kestirir. Ancak ilk denemesi beklediğinden de kötü olur ve kırık kemikler ile hastanede gözünü açar. Aylar süren iyileşme sürecinden sonra Dave yılmaz ve kostümünü tekrar geçirerek sokakta dövülen bir adamın yardımına koşar. Bol bol dayak yese de yılmadan rakiplerini de sopalamayı başarır. Olayın youtube’da paylaşılması bir anda bu deli kahramanın ünlenmesine neden olur. Artık gizli kimliğine bir isim de verilmiştir… “Kick-Ass”!! Mafya patronu John Genovese bu yeni kahramandan kurtulmak için arayışlara girerken Kick-Ass’ın yükselişi onu başka “vigilante”lerle(kendi yöntemleri ile suçla savaşanlar) de tanıştırır. Ufak bir kız olmasına

23


Çizgi Roman

Çizgi Roman

Sinema

Sinema

Chris Genovese / Red Mist: Kick-Ass’in ünü yeni süper kahramanların oluşmasına neden olur. Red Mist de bunların en ünlüsü olacaktır. Öyle ki Kick-Ass bir süre sonra unutulur ve yeni kahraman Red Mist olur. Oysa arkasındaki kişi mafya babasının şımarık oğlundan başkası değildir. John Genovese (Johnny G): Şehrin karanlık yüzü. Klasik bir İtalyan-Amerikan mafya babası tiplemesi. Şehirde boy gösteren süper kahramanlar işlerini engellemeye başlayınca onlardan kurtulmak için yollar aramaktadır. Katie Deauxma: Dave’in okulda aşık olduğu kız. Sürekli Dave’in soyulup yaka paça dövülmesi okulda onun Gay olduğu dedikodusunun yayılmasına neden olur. Bu durum Katie’yi Dave’e yaklaştırır. Dave de aşkı yanında olsun diye bu yalanı sürdürmeye karar verir. James Lizewski: Dave’i tek başına yetiştirirken işinden dolayı çocuğu ile çok fazla zaman geçirememektedir. Oğlunun son dönemlerde sürekli başının belaya girmesi James’i oldukça endişelendirmektedir. Masis ÜŞENMEZ www.otekisinema.com

rağmen gözünü kırpmadan dev gibi adamları indiren Hit-Girl ve babası Big Daddy ile yolları kesişir. Hit-Girl ve Big Daddy’nin mafya ile girdiği mücadelede Dave de yardımcı olmak ister ancak olaylar hiç de beklemedikleri bir şekilde gelişecektir… Mark Millar yarattığı Kick-Ass hikâyesinin kendi çocukluğundan izler taşıdığını söylüyor. “15 yaşında iken Frank Millar’ın Batman: Year One’ını okuyorduk ve hikâyeye kendimizi çok fazla kaptırmıştık. Arkadaşımla Batman gibi bir kahraman olmamız gerektiğine kendimizi inandırmıştık. Kick-Ass de o çocukların bu inançla hareket etseydi neler olabileceğini anlatıyor.” Çizer John Romita da hikâyeyi kendi çocukluğunun geçtiği Queens ortamını çizgilerine yansıtarak geliştirmiş. Kick-Ass başarısını sırtını yeni çizgi roman okuyucusunun alışkanlıklarına vererek kazanıyor. Youtube, Myspace gibi siteleri kendisine ortak seçerek reklamını başarılı bir şekilde yapmış. Bu da yeni internet gençliğinin hikâyeyi kabullenmesini kolaylaştırmış. Çizgi romanın ve filmin verdiği ivme ile Kick-Ass 2: Balls to the Wall için de ekip tekrar toplanmış. Seri devam ediyor. Yeni hikâyede eski suçlular ve vigilanteler kapanmayan defterleri aralamaya çalışacaklar. Ülkemizde Gerekli Şeyler etiketi ile tek cilt olarak çıkan Kick-Ass bitiremeden elinizden bırakamayacağınız bir grafik roman. Ana Karakterler: Dave Lizewski / Kick-Ass: Ana kahramanımız 16 yaşındaki Dave looserlığa son verip adından söz ettirmek için zorlu bir maceraya atılır. Mark Millar karakteri için “George Costanza, Larry David’e ne kadar benziyorsa Dave’le ben de o kadar birbirimize benziyoruz” diyor. “Tek farkımız ben kıyafet satın almadım.” McCready / Big Daddy : Hit Girl’ün babası, onu suçla savaşmak için bebekliğinden beri yetiştiren adam. Nereden geldiği belli olmayan bir serveti sırf suçluları haklamak için harcamakta olan eski bir polistir. Kıyafeti Batman’i oldukça andırmakta olan, filmde Nicholas Cage’in canlandırdığı Big Daddy’nin kızının bile bilmediği sırları vardır. Mindy McCready / Hit-Girl: Serinin en eğlenceli karakteri. Babasından aldığı eğitimle ufak, hızlı ve seri bir suç avcısına dönüşmüştür. Çocukluğundan gelen korkusuzluğu onu bir suçla mücadele kahramanı yapmıştır. Babasının karşı çıkmasına rağmen Dave’in inancını görür ve onu da küçük gruplarına katmaya karar verir.

24

25


26

27


28

29


Öykü

1. Bölüm: Gölge e-Dergi Ağustos 2012 Öykü Özel sayısında yayınlanmıştır. 2. Bölüm: Gölge e-Dergi 61. Sayıda yayınlanmıştır.

ÇELİK LEVHALAR

(3)

(BEN ÖZGÜRÜM)

“Sizinle kalmamızı ne cüretle istersin?” “Bakın efendim, hayal gücümüzü bile onlar belirlerken bize nasıl yaşayacağımızın seçim hakkı kalıyor mu?” Eski Kırmızı Kolluk, bütün zekâsıyla açıklamaya başladığı yeni dünyasının güzelliğini vurgulamak için, mutlu bir yüz ifadesi takınmıştı. “Önümüze sunulan iki seçeneğin her biri, zaten onların istediği gibi değil mi? Ya Çelik Levhalarda acı çekerek diyet ödeyeceksin, ya da infazını isteyip daha erken öleceksin. Ben ve arkadaşlarım buna bir son vermenin yolunu bulduk. İlkel yaşam. İlkellik kulağa kötü gelse de, çok iyi bir başlangıç. Her şeye baştan başlamak ve her şeyi kendi kontrolün altında yapmak bizim seçeneğimiz. Artık yeni bir savaş içindeyiz. Bu savaş sizinle ya da Çelik Levhalarla ilgili değil, bu yaşama mücadelesiyle ilgili. Bu mücadelede bize katılın.” Siyah Kolluk lideri, karşısındaki gencin bu denli özgüvenli konuşabileceğini tahmin edemezdi. Aklında acı verici bir savaş başlamıştı. Oysa katı bir tecrübeye sahipti, hiçbir şey onu ikna edemezdi. Karşı çıkamadığı bazı güdüleri ona el kaldırıyordu. Derhal bu güdülerden kurtulmalı ve bu saçmalığa bir son vermeliydi. “Çelik Levha kanunlarının bana verdiği yetkiyle hemen teslim olmanızı emrediyorum!” Siyah Kolluk lideri öfkeyle gürledi. “Efendim eğer bizimle kalırsanız…” “Sizinle kalmayacağız, bunu düşünmenin ve teklif etmenin ne kadar akıldışı olduğunu anlamış olmalıydın.” İlkel koloninin lideri olan eski Kırmızı Kolluk, şaşırmıştı. Karşısındakini en azından kendini dinlemeye ikna edebileceğini düşünüyordu. “Bakın efendim, bu bizim için vazgeçilmez bir durum. Teslim olmayacağımızı söylemiştim.” “Eğer teslim olmazsanız, hepiniz öleceksiniz.” “Biz buna razıyız efendim ama siz bu şansı tepmeye razı mısınız?” “Kes sesini, sana yeterince zaman verdim. Şimdi karşıma geçmiş ilkel ve zavallı yaşamınıza katılmamızı bekliyorsun.” “İlkel olabilir ama zavallı değiliz efendim. Bizler özgürüz.” Volkan bir an ümitlenmişti. “Özgürlük dediğin ilkellik mi yani? Milyarlarca insan yanlış biliyor ama siz doğrusunu mu biliyorsunuz? Bu zavallı ve hastalıklı bir düşünce.” “Hayır efendim. Biz Çelik Levhalarda sömürülmek istemiyoruz.” “O Çelik Levhalar sayesinde karnınız doyuyor ve barınak sahibi oluyorsunuz.” “Ama özgür değiliz.” 1441 Kırmızının ses tonu yenilgiyi kabullenmek istemediği için sertleşmişti. “Özgürlük dediğin zavallı bir şekilde yaşamak mı yani?”

30

31


Öykü

Öykü

“Bakın efendim, eğer özgür olsaydık, şu anda bizi zorla o Çelik Levhalara geri götürmeye mahkûm etmezdiniz. Bırakın bizi bu zavallı hayatta yaşayalım.” “Hayır, kanunlar herkes için vardır. Siz düzeni bozuyorsunuz ve cezanızı çekmek zorundasınız. Bu yüzden derhal teslim olun. Size bir şans verdiğim için bile özgür olduğunuzu düşünmelisiniz.” Volkan karşısındakini ikna edemeyeceği şüphesine kapıldığı için, içinde yükselen öfkeyi kontrol altına alamıyordu. Geriye döndü ve babasına baktı. Bu bakışın anlamı, tarihin her sayfasında aynı ifadeyi temsil ediyordu. Bu yardım çağrısıydı. Babası, oğlunun gözlerindeki çaresizliği görmüştü ama ona güvendiğini, asla pes etmemesi gerektiğini anlaması için, bu yardıma cevap vermeyecekti. Volkan bu sefer annesine baktı. Kadın tuhaf bir şekilde mutluydu. Yüzü gülüyor, oğluna olan gururu her şeyin üzerini örtüyordu. “Asker, artık bir karar vermelisin.” Volkan, Siyah Kolluğa döndü. Bakışlarında her zamankinden daha derin bir katılık vardı. “Kararımız zaten verilmişti. Teslim olmayacağız.” Siyah kolluk başını öne eğdi ve bir süre düşündü. Aklından geçenlerin ne olduğu belli değildi muhakkak ama bu kadar beklemesinin kendiyle çelişmesiyle bir alakası olduğu kesindi. “Bak asker. Sana son kez sormadan önce, vereceğin kararın yükünü kaldırabilecek misin diye merak ediyorum? Eğer teslim olmazsan, bunca insanın ölümüne sen sebep olacaksın. Tekrarlıyorum sen sebep olacaksın. Bunu kaldırabilecek misin?” “Ben doğru olanı yapıyorum.” Volkan ayağının altındaki çimenin sarardığını hissetti. “Size doğrultacağımız bir okumuz bile yok çünkü buna ihtiyacımız da yok.” “Peki, sen bilirsin.” Siyah Kolluk lideri kolundaki çelik bilekliğe dokundu. Bir süre orada bir şeyler okudu. Daha sonra, ardında bekleyen askerlerine döndü ve başıyla onayladı. Askerler hemen harekete geçip, 1441 Kırmızının yanına doğru yürümeye başladılar. Volkan her şeyin bittiğini anladı. Kalbindeki son umutta tükenmişti. Şimdi çaresizce çırpınmaktan başka hiçbir şey yapamazdı. Annesini ve babasını düşündü. Az sonra hepsi ölecek miydi yani? Bunu gerçekten kaldırabilir miydi? Kendine inanan onca insana ne olacaktı yani. Ona güvenmişlerdi ve bu güven boşa çıkmıştı. Az sonra her şey sona erecekti. Kalbi ve aklı yanmaya başladı. “Durun!” Siyah kolluk derhal elini kaldırarak askerlerini durdurdu. Yüzünde, bu çabuk zaferin mükafatı olarak bir gülümseyiş vardı. “Durun.” Tükenmişçesine tekrarladı Volkan. “Teslim olmak en akıllı yoldur asker.” Volkan yutkundu. Terliyor ve sarsılıyordu. Düşünemiyordu. Şu an elinde bir silah olsa hemen canına kıyabilir ve bundan sonra olacaklardan kurtulabilirdi. Geride bıraktığı ailesini bile düşünmezdi, bundan kaçmanın tek yolu buydu. “Teslim olmayacağız.” Siyah kolluk öfkelendi. Hemen askerlerine döndü. “Durun!” diye tekrar bağırdı Volkan. *

*

32

Yöneticinin cam masasının üzerinde tek bir görüntü vardı. Siyah Kolluk lideriyle, kaçak Kırmızı Kolluk askerinin konuşması. Yönetici öfkeliydi ama duyguları hızla yer değiştiriyordu. Eğer isteseydi tek bir emirle şimdiye kadar bu konuşmayı sonlandırabilirdi, üstelik istediği sonu belirleme lüksüne sahipti. Ama bunu yapmayacaktı. Tüm olanı çıplak gerçekliğiyle görecek ve belki ilk kez sonunu bilmediği bir senaryoyu izleyecekti. Normalde bu görüntülere tahammül etmesi, yaratılışına aykırıydı. Cam masanın üzerindeki görüntünün sol alt tarafında bir sayaç kırmızıya dönüştü. Yönetici o sayaca dokunarak büyüttü. Rakamların üzerinde değişiklik yaparak sayacı tekrar yeşile döndürdü ve küçülttü. Siyah Kolluğa biraz daha süre vermek istiyordu. Sonuç her ne olursa olsun, bu işten keyif alıyordu. Biraz daha uzun sürmesi için bir şeyler yapmalı mıydı? Bunu istiyordu. * * * Volkan, Siyah Kolluğun harekete geçmemesinden dolayı biraz olsun zaman kazanmıştı ama aklında hiçbir çözüm oluşmuyordu. Siyah lider, eski askere tekrar baktı “artık teslim olmanın doğru olacağını anladın değil mi?” dedi “Size bir soru soracağım.” “Bak asker, ben sana yeterli şansı verdim. Sen hala beni oyalıyorsun. Zamanım dolmak üzere.” “Tamam. Bana beş dakika verin, ben de kendi insanlarımla konuşayım. Daha sonra kararımı vereceğim.” “Olmaz.” Siyah Kolluğun sesi sert çıkmamıştı. Zaferinin tadını çıkarmaya çalıştığını gizliyordu. “Neden?” “Hani kararınız belliydi.” Volkan kaşlarını çattı. “Kararımız değişmeyecek zaten, bana beş dakika verirseniz vedalaşmak istiyorum.” Siyah Kolluk haince gülmeye başladı. “Peki, sana beş dakika veriyorum.” Sanki yaptığı lütfun farkına varması için, karşısındakini uyarıyormuş gibi elini salladı. Volkan gözlerini yumdu ve kendini kontrol etmeye çalışarak geriye döndü. Babasının yanına doğru yürümeye başladı. Siyah Kolluk, çelik bilekliğine gerekli komutları girdi ve tüm askerleri alana çağırdı. * * * Yemyeşil ilkel dünya, askerlerle dolmuştu artık. Eski savaş sahnelerine benzemeyen bir görüntü vardı. Bir tarafta son teknolojiyle giydirilmiş askerler, diğer tarafta ilkel yaşam koşullarındaki insanlar. Birazdan kısa süren bir yaylım ateşi çıkacak ve yaklaşık kırk beş kişilik, ilkelliği seçmiş eski Çelik Levha mahkûmu ölecekti. Bu savaş hiç adil değil. Zaten yaşam hiç adil değil. İster medeniyet denilen şeytanın mahkûmu olun, ister ilkelliği seçmiş zavallılar olun, savaşı güçlü olan kazanır. Akıllı olmak veya özgür olmak bu durumda hiçbir işe yaramaz.

*

33


Öykü

Öykü

* * * Volkan babasının yanına gelerek “baba, ne yapacağımı bilmiyorum” dedi. Babası oğluna sarılarak “sakın yenilme” dedi. Volkan ağlamak üzereydi ama bundan vazgeçti. “Yenilmek istemiyorum ama kimsenin ölmesini de istemiyorum.” “Eğer özgürlüğümüzü onlara geri verirsek, yenilmiş oluruz zaten.” Annesinin güleç yüzü de belirdi yanlarında. “Oğlum, sen doğru olanı yaptın, bizi yarı yolda bırakma ve doğru olanı yapmaya devam et.” Volkan etrafına baktı. Tüm ilkel insanlar ona bakıyordu ve mutlu bir şekilde onu alkışlıyorlardı. Volkan kalbinin acıdığını hissetti. “Başaracağımı zannediyordum anne.” “Başardın zaten oğlum.” “Nasıl başardım anne? Görmüyor musun, eğer teslim olmazsak hepimiz öldürecekler ve bunun tek sorumlusu benim.” “Eğer böyle düşünüyorsan kaybediyorsun demektir” dedi babası. “Bizi bu özgür dünyaya getiren birinin, böyle davranmaması gerek. Git ve teslim olmayacağımızı söyle.” “Ama baba, bizi öldürecekler.” “Eğer bizi Çelik Levhalara götürürlerse öldürmüş olurlar. Ben oraya dönmek istemiyorum. Burada özgürce ölmek istiyorum.” Annesi, oğlunun omzundan çekerek kendine çevirdi. “Duyuyor musun oğlum? Kalbinin sesini ben bile duyuyorum, sen neden duymuyorsun?” “Ben özgürüm oğlum ve bedelini ödemekten korkmuyorum.” Kalabalıktan tek tek sesler yükselmeye başladı. “Ben özgürüm.” “Ben özgürüm.” “Ben özgürüm.” “Ben özgürüm.”

“Asker!” diye kükredi. Volkan bu mesafeden bile Siyah Kolluğun ses tonundaki öfkeyi hissetti. Ailesine döndü “Sizi seviyorum. Daha özgür bir dünyada buluşmak umuduyla” diyerek yanlarından ayrıldı. Siyah Kolluk, yanına yaklaşan Volkan’a öfkeyle bakıyordu. “Son cümleni söyle.” “Ben özgürüm.” Siyah lider kıpkırmızı olmuştu. Elini indirdi. * * * Yönetici, bir kadın gibi sevinç çığlığı attı. Ağzından salyalar akarak, cam masasının üzerindeki görüntüyü izliyor ve zevkten inliyordu. * * * Her şey bittiği an, dış dünyada bir sessizlik oldu. Çok kolay kazanılmış bir savaşın bu kadar zevksiz olacağını düşünmemişti Siyah Kolluk. Artık evine bir kahraman olarak dönebilirdi. Kırk beş tane cesedin toplanıp vakumlanması, onları öldürmekten daha uzun sürmüştü. Kanunlar yerine getirildi. Yemyeşil dış dünyaya artık çok uzun bir süre insan ayağı basmayacaktı. Medeniyetin en büyük düşmanı olan ilkellik bir kez daha bozguna uğratıldı. Medeniyetin ayakta kalması için özgürlüğün yok olması gerekir. Öykü: Erol ÇELİK

* * * Yönetici yumruğunu hızla cam masanın üzerine vurdu. Öfkeden deliye dönmüştü. Küfürler savurarak, izlediği görüntünün altındaki sayacı büyüttü ve süreyi değiştirdi. Şimdi, kırmızıya dönen süre alarm veriyordu. *

*

*

Siyah Kolluk az ilerdeki coşkuyu keyifle ve hasretle izliyordu. Emirleri yerine getirecek ve birazdan o insanların hepsini öldürecekti ama onları izlemek, onlardaki umudu görmek hoşuna gitmişti. Belki Çelik Levha kanunlarının katılığı olmasa bu sahneyi bir süre daha izleyebilirdi. Kolundaki çelik bileklik alarm vermeye başlayınca korkuyla ona baktı. Süresi aniden kısalmıştı. Bunun anlamını biliyordu. Hemen harekete geçmeliydi. Askerlerine döndü ve elini havaya kaldırdı. “Hazır!” Artık elini indirdiği an, bütün bu karmaşaya bir son verecekti.

34

35

İllüstrasyon: Gülhan D SEVİNÇ


Oyun

Oyun

İnceleme

İnceleme

DIXIT Hayalgücünüzü Zorlayın! Daha önce kutu oyunu (board game) oynadınız mı? Muhtemelen oynamışsınızdır. Yani sıkı bir kutu oyunu oyuncusu olmayabilirsiniz ancak en azından Monopoly, Tabu gibi oyunları mutlaka oynamışsınızdır. Fakat size iddia ediyorum, Dixit gibi bir kutu oyunu oynamamışsınızdır! Bu oyunda tek yapmanız gereken Hayal Etmek! Dixit, oynadığımız klasik "zar at ilerle" veya "bir kart çek 10 altın kazan" türünde aklınıza gelen kutu oyunlarından çok farklı. Ne bir zeka oyunu, ne beceri oyunu ne de şans oyunu. Dixit için söyleyebileceğimiz çok şey var ancak biz Dixit için şimdilik "yaratıcılık oyunu" diyelim. Şimdi sizlere oyundan bahsettiğimde "yaratıcılık oyunu" sözünün bile yetersiz kalabileceğini göreceksiniz. FRP oynayanlar hikaye anlatıcılara çok aşinadır, hatta belki pek çoğumuz da birer hikaye anlatıcıyız ama burada yaratacağınız hikayeler daha önce aklınızın ucundan bile geçmemiş olabilir.

36

Dixit, 2010 yılının en iyi kutu oyunu seçilmiş olan eğlenceli bir kutu oyunu. En az 3, en fazla 6 oyuncu ile oynanabiliyor. Dixit kutusunun içinden 84 adet oyun kartı, 6 farklı renkte ahşap tavşan figürü, çimenlik görünümü verilmiş bir oyun panosu, 1-6 arası numaralandırılmış 6 farklı renkte oy kartı çıkıyor. Size biraz kartlardan bahsedeyim çünkü oyunun en önemli parçası bu kartlar. Kartlar, Fransız illüstratör Marie Cardouat tarafından çizilmiş. Her kart, kendine has hikayeler içerir nitelikte. Sürrealist tarzdaki çizimleri içeren kartlara baktığınızda kendinizi bambaşka bir diyarda buluyorsunuz. İşte zaten olay da burada! Çünkü oyunda yapmanız gereken şey bu kartları karşınızdakilere anlatmak. "Eee, çok kolay, anlatırım ne olacak ki," dediğinizi duyar gibiyim. Oyunun eğlencesi de burada başlıyor. Oyunda 84 adet, birbirinden farklı ve birbirinden ilginç kart yer alıyor. Oyuna başlarken her oyuncuya 6 adet kart dağıtılıyor. Kimse diğer kişinin elindeki kartları görmüyor. Sırası gelen kişi, elindeki kartlardan bir tanesini seçerek o kartı diğer oyunculara anlatmaya çalışıyor ancak bir farkla! Eğer anlattığı kartı çok aşikar bir şekilde anlatırsa ve diğer oyuncuların tamamı kartın o olduğunu bilirse Anlatıcı hiç puan alamıyor. Eğer Anlatıcı, anlattığı kartı kimse anlamasın, ben puan alayım düşüncesiyle anlatırsa ve sonuçta kimse bilemezse Anlatıcı yine puan alamıyor. "Peki nasıl olacak bu iş," demeyin. Anlatıcı, seçtiği kartı öyle bir şekilde anlatmalı ki, diğer oyuncular kartın o olduğunu anlayabilmeli fakat ortaya konan diğer kartlara da aklı çelmeli. Anlatıcı, elindeki kartı isterse bir hikaye ile, isterse tek kelime ile anlatabilir. Bu tamamen anlatıcının anlatma becerisine veya keyfine kalmış. Evet biliyorum, biraz karıştı ancak size oynadığımız oyunu biraz anlattığımda sizin de gözünüzün önünde canlanacak. Unutmayın, hiçbir kutu oyunu oynamadan öğrenilmez! Oyuna 3 kişi başladık. Herkese 6 adet kart dağıtıldı ve herkes tavşanının ve dolayısıyla puan kartlarının rengini seçti. Kırmızı, mavi ve sarı renkler seçildi. Sarı rengi seçen oyuncu, oyunun ilk Anlatıcısı olarak oyuna başladı. Elindeki kartlardan birini seçmişti. Diğer oyuncular, hangi kartı seçtiğini bilmiyordu tabii ki. Bu kartı sadece tek bir cümle ile açıkladı: "Açlık!". Elindeki kart yandaki resimde gösterilen karttı. Kartı anlatmak için bir hikaye de anlatabilirdi, bir cümle de söyleyebilirdi ancak o, sadece "Açlık" kelimesi ile anlattı kartı. Sonrasında anlatmaya çalıştığı kartı elindeki destesinden çıkarıp kapalı şekilde yere koydu. Sonrasında diğer iki oyuncu da ellerindeki desteden bu anlatıma uygun olduğunu düşündükleri 2 kartı yere kapalı bir şekilde koydu. Anlatıma uygun koymalarını sebebi, diğer oyuncuların aklını çelmekti tabii ki. Eğer diğer oyuncular anlatılmak istenen kart yerine kendi koydukları karta puan verirse; oyuncu, diğer oyuncuları yanılttığı için puan alıyor. Diğer oyuncular da kartlarını koyduktan sonra yerde toplamda 5 kart oldu. 5 kart karıştırıldı ve açılmaya başlandı. Anlatıcı dışındaki diğer oyuncular kartları bir süre inceledikten sonra Anlatıcının kartını tahmin etmek için ellerindeki puan kartlarını kapalı şekilde koydular. Tabii ki kendi koydukları kartları biliyorlardı. Bu yüzden tahmin yürütmeleri gereken 3 kart kalıyordu geriye.

37


Oyun

Oyun

İnceleme

İnceleme

Puan kartları açıldı. Puan kartları, hangi sıradaki kartı seçtiğinizi gösteriyor. 3 numaralı puan kartı, 3. sıradaki resmi seçtiğini gösteriyor, 4 numaralı puan kartı ise 4. resmi. Durum resimdeki gibiydi. Sonuç olarak Anlatıcının kartına kimse puan vermedi. Bu durum, Anlatıcının iyi anlatamadığını veya diğer kartların anlatılan temaya daha yakın olduğunu gösterebilir. Anlatıcı, 2 numaralı kartı "Açlık" olarak anlatmıştı ancak diğer oyuncular, birbirlerinin kartlarından daha çok etkilendiler ve diğer kartlara puan verdiler. Bu durumda Anlatıcı hiç puan alamadı çünkü kimse bilemedi. Fakat diğer oyuncular, birbirlerini yanılttıkları için birer puan aldılar. Daha fazla oyuncu ile oynandığında sizin kartınız kaç kişiyi aldatırsa o kadar puan alırsınız. Toplamda 30 puanı alan oyun kazanıyor. Bu turdan sonra oyuncuların ellerindeki kartlar, desteden yeni kartlar eklenerek 6 karta tamamlandı ve başka bir kart anlatılarak oyun devam etti. Her turun sonundaki yorumlar, konuşmalar ve görüşler oyunun en eğlenceli kısımlarından biri oluyor. Dediğim gibi, oyunda tek yapmanız gereken hayal etmek. Eğer Anlatıcı, elindeki kartı "Vitrindeki hüzünlü oyuncakların bekleyişi," gibi bir cümle ile anlatmış olsaydı herkes bu kartı tahmin edecekti ve Anlatıcı yine puan alamayacaktı ancak Anlatıcı, bu kartı "Alışveriş açlığı," gibi düşündüğünden sadece "Açlık" kelimesi ile anlatmayı uygun gördü ancak bu sefer de açılan diğer kartlar çok daha caydırıcı oldu. Oyunlarda hayal kurmanın ne kadar önemli olduğunu biliyoruz. Bu oyunda ise hayal kurmak ve elinizdeki kartı hayalinizde canlandırarak onu farklı bir şekilde sunabilmek ise en önemli nokta. Oyunun hazırlık süreci çok kısa. Birkaç dakika içinde oyunu oynamaya başlayabilirsiniz. Oyunun toplam süresi ise en az 30-40 dakika sürüyor. Bu süre, oyun içindeki duruma göre birkaç saate kadar da çıkabilir. Oyundaki en önemli unsur, HAYALGÜCÜ! Fantastik oyunları seviyorsanız zaten hayalgücü ile ilgili bir sorununuz yoktur. Hele bir de FRP oyuncusuysanız zaten hayali şeyleri anlatmaya veya dinlemeye oldukça aşinasınızdır. Oyunun her anı hayalgücü, hikayeler ve fantastik anlatılarla dolu. Eğer kutu oyunlarını seviyorsanız bu oyun, arkadaşlarınızla geçireceğiniz en eğlenceli dakikaların habercisi olacak. Biliyorsunuz, sizlere her kutu oyununu değil, gerçekten başarılı olanları anlatıyoruz. Eğer bu oyundan keyif alacağınızı düşünmüyor olsaydım sizlere uzun uzun anlatmaya çalışmazdım. Siz de kartları kullanarak hikayenizi anlatın! Geç kalmadan alın, oynayın! Vazgeçemeyeceksiniz, pişman olmayacaksınız.

38

Tasarımcı: Jean-Louis Roubira Yayıncı: Asmodee Türkiye Distribitörü: Anne Oyucu sayısı: 3 – 6 (6dan fazla kişi ile de oynanabilir) Yaş aralığı: 7+ Kayra “Keri” KÜPÇÜ

39


Çizgi Roman

Çizgi Roman

İnceleme

İnceleme

Blacksad, Varoluşumuzu Sorgulayan Dedektif “Bu hikâye bende acı bir tat bırakmıştı. Kinle, öç almayla ve ahlaksızlıkla kirlenmiş bir havayla sarmalanmıştı. Artık Böylesi bir dünyanın mahkûmu olmuştum. Kodamanların yoksulları kemirdiği, insanların hayvanlar gibi davrandığı bir orman. Hayatın karanlık köşesindeki yollardan birinde yürümeye koyulmuştum… Ve hala bu yolda yürümeye devam ediyorum.” Blacksad adlı çizgi romanı kahramanı kedi dedektif ilk öyküsü “Gölgeler Arasında Bir Yerde”nin sonunda yukarıdaki konuşmayı yapıyor kendi kendine. Aynı zamanda da çizgi romanının alt metnini açıklıyor okuyucuya. Hem de Yapı Kredi Yayınlarınca basılan 4 hikayenin hepsinin. İspanyol yazar Juan Díaz Canales ile çizer Juanjo Guarnido’nun ortak yaratısı olan Blacksad zenci bir kedi. Daha doğrusu insansı bir kedi. Üzerinde takım elbisesi, yakası az açık gömleği, yana kaymış kravatı, ağzında sigarası… Ve elbette bütün karakterler de başkaca insansı hayvanlardır. Görüldüğü üzere yukarıda sözler bu anlamda hayli ironik. Bir Kedi-insan “…insanların hayvanlar gibi davrandığı bir orman. “ olarak tanımlıyor dünyasını. Blacksad, ismi gibi siyah ve az da üzüntülüdür. Yaratıcıları onu 1950’lerin Amerikasında yaşatıyor, ikinci dünya savaşı sonrası gelişmelerinin göbeğine yerleştiriyor ve günümüzün hangi yoz temeller üzerine kurulduğunu onun başına gelenlerle gösteriyor. Gölgeler Arasında Bir Yerde İlk öyküde eski bir aktrisin ölümünü araştırıyor dedektifimiz. Bir zamanlar aşık olduğu kadındır da aktris. Parlak ve göz kamaştırıcı bir dünyada yükselmiş, sevgililer edinmiş, güzelliğiyle yukarılara tırmanmış, daha yukarıdaki biri tarafından da basitçe aşağı itilmiş, öldürülmüş. Tüketim kültürünün yerleşmeye başladığı

40

yıllarda geçiyor olay. Sokak çizimlerinde “şunu tüketin, bunu kullanın” tabelaları okuyucunun üzerine üzerine geliyor hemen her karede. Başta Blacksad’in ağzındaki sigara ve onu içme şekli bile belli bir reklam imajının kabul ettirilmişliğini gösteriyor gibidir. Böyle bir dünyada güzel bir kadına yüklenen rol da tüketim nesnesi olmaktan öteye geçmeyecektir elbette. Kadına sunulan hayat bir erkeğin kendisine verdiği izin kadar olacaktır. Daha doğrusu bir kadının hayatı kendisine çizilen sınırları kabul ettiği şekilde olacaktır. 18. sayfa ilk karesinde son derece lüks bir çalışma odasını tepeden görmekteyiz. Gölgeler içindeki çalışma masasında oturan patron karşısında hazır olda duran birine hitap ederken o ortama hiç uymayan deri ceketli bir eleman duvardaki çerçevelerdeki bir şeyleri inceliyor. Patron “ Böcek koleksiyonu yapmaya bayılıyorum” diyor bu karede. Sonra da “Yerleştirmenin, sınıflandırmanın, her şeyi yerli yerine koymanın tadına doyum olmuyor. Bu “Hobi”nin zevki nereden gelir, bilir misin?” diye devam ediyor “Hayır efendim” yanıtını alıyor duygusuzca bakan son derece saygılı Yılansı insandan. Bunun üzerine “Bilmezsin elbette. Bak sana söyleyeyim: Yararsızlığından gelir. Bir işe yaramaz, tuhaf olan da budur işte. Herhangi bir amacı olsaydı, bütün çekiciliğini yitirirdi.” sözleriyle aydınlatıyor adamını. 19. Sayfanın ilk karesinde değerli bir böceğe iğne saplıyor “Hayat da böyledir işte. Bir işe yaramaz olunca… Tak!” diyor, ikinci karede onu zaferle havaya kaldırarak “… bir iğneye geçirilerek koleksiyon nesnesi olur.” diye o yıllardan sonra dünyaya egemen olacak değerler sistemini ve o öyküyü özetliyor. Bu katil patron, gökdelende oturan, son derece kolu uzun ve sistem üzeri olan zengin bir Kurbağa adamdır. Öykünün sonunda paranın gücünü anlatır ve kahramanı yanına çekmek ister. Ancak La Fontaine’in fablında olduğu gibi bir sona kavuşur. Kendini tanrı gibi görmeye başlayan kurbağa, öküze öykünerek şişen ve sonunda patlayarak öleni gibi bir sona kavuşur. Alnının ortasına yerleşen bir mermi deliği havasını alıp götürüyor. Arctik Irk Bembeyaz, tertemiz karların kapladığı bir kasabadan çıkan caddenin şehre bağlandığı noktada sona eren bir öykü. Çatılar, ağaçlar, çalılar bembeyaz bir karla örtülüdür ancak yine de yer yer farklı koyu renklerin baskın olduğu bir manzaradır bu ve öyküde ele alınan ırkçılığın yin-yangsal özetidir. Beyazda siyah vardır, siyahta da beyaz… Blacksad’in göz alıcı, dikkat çekici kırmızı Vosvosu hariç tabii. O bu manzarada hayli

41


Çizgi Roman

Çizgi Roman

Sinema

İnceleme

göze batıyor. Haklarını savunmaya çalışan siyahi çetelerle ırkçı egemen güç beyazların mücadelesini ele alan hikaye son derece çarpıcı bir sürprizle noktalanıyor. Ve bir çocuğun gözlerindeki hüzünle de son derece üzücü… Kızıl Ruh 1950’lerin komünist paranoyasının zirve yaptığı Amerikası üzerinden evrensel bir “öteki” ile mücadele göndermesi. Senatör Mc Carthy’nin Horoz olarak yorumlandığı ve düşmanını alt etmenin her yolu mübahtırcı anlayışı ele alınmış uzun uzun. Tabii idealist insanların, aydınların, sanatçıların, bilim adamlarının da kendilerini konumlandırdıkları noktalar da usulca sorgulanmış öykü içinde. Polisiyeden çok casusluk öyküsüne dönüşen son derece güçlü bir hikaye. 19. sayfanın 4. karesinde kuşbakışı, 5. Karede ise yakından görünen bir kitap çarpıyor okurun gözüne: “La Fontaine Bugün”. Kurgusal bir kedi kadın yazar Alma Mayer’in eseri. Çizgi romanın yaratıcılarının gönderdiği ince bir mesaj: La Fontaine bugün yazsaydı, sorunlara farklı bakar, yine hayvanlar üzerinden ancak Blacksad tarzı bir yorum getirirdi dünyaya. Ustaya saygı duruşunda bulunulan hoş bir jest. Cehennem, Sessizlik… Jazz ve blues’un memleketi New Orleans’a düşüyor dedektifimizin yolu bu son öyküde. İlk sayfa ilk karede bir kağıda dökülen zehirli bir tozun hazırlanışı gösteriliyor, son karede de şeytansı kostümlü bir insan. İkinci sayfaya ise Jean Paul Sartre’nın Gizli Oturum oyunundaki “Cehennem başkalarıdır” sözüyle başlanıyor. Hem de bir striptiz şovu eşliğinde cehennemin ne olduğu sorgusuyla. Çizgi romanın yaratıcıları bu diziyi müzik/sanat üzerinden yapılan sevgi, hoşgörü, aşk, duyarlılık, sorumluluk sorgusuyla, “hayatı birbirimize saçma sapan şeyler için cehenneme çeviriyoruz” mesajlı umut

42

dolu bir finalle noktalıyorlar. Hayli varoluşçu bir felsefenin hakimiyetini görüyoruz her karede. Başkasına karşı sorumluluğumuzu vurgulayan harika 4 maceranın harika finali. Çizgi romanı güçlü bir sanat dalı olarak görmek yerine küçümseyenlerin tekrar düşünmelerini öneren bir örnek Blacksad: “Benim için cehennem, hiçliktir. Dostlarımın, müziğin, düş gücünü harekete geçiren sözlerin, duyuları coşturan güzelliğin olmadığı bir yer...” Ümit KİREÇÇİ umitlila@gmail.com

43


Yazarın

Yazarın

Kaleminden

Kaleminden

Romanı ve basılış sürecini anlatmaya buradan başlamak en iyisi olacak çünkü romanın kendisinden çok baskıya girme süreci bir hayli ilginç ve trajikomik. Uzun bir serüven oldu benim için Nuh’suz Tufan. İlk adı Mavi’de Bir Kuğu’ydu. Ölümsüz Öykü Kulübünde aylık öykü yarışmalarından birine göndermiştim. O sıralar –ismini vermeyeceğim- X Yayınları sitesinde okurlarından öykü göndermelerini istemişti. Söylediklerine göre gönderilen öykülerden birkaçı seçilecek ve yılsonunda kitaplaşacaktı. 15 yaşında bir genç için kaçırılmaz bir fırsattı. Ve Mavi’de Bir Kuğu’nun esas hikayesi başladı. Öyküyü siteye gönderdikten birkaç gün sonra yayınevinin editörü bana çok az kişiye nasip olacak bir teklifle geldi. Teklifin özeti şuydu “Bu öyküyü roman olarak hazırlamanı istiyorum.” İlk başta inanmamıştım açıkçası. O sıralar Xasiork e-dergide beraber çalıştığımız Ozancan Demirışık’a

söyledim bunu-kendisi bu romanın ikinci yazarı sayılır-. Sevinmiştik ikimiz sevinmesine fakat bir türlü inanamıyorduk. Aradan günler geçti ve o ilk heyecanı üstümden atar atmaz metnin romanın taslağı oluşmaya başladı. Kurgu anlamında pek bir sorunum yoktu. Öyküde var olan benzer bir son roman içinde olacaktı. Birçok yeni karakter ve olay kağıt üzerine yavaş yavaş geçiyordu. Her şey iyiydi fakat teknik bir sorunum vardı. Gemiyi nasıl anlatacaktım? Romanımı yazmaya başlamam yaz mevsimine tekabül ettiğinden soluğu hemen Foça limanındaki işçilerin yanında aldım. İşe başlar başlamaz yanlarına gidiyor ve sıcağın altında harıl harıl küçük tekneler tamir eden insanlarla sohbet etmeye çalışyordum. Kendilerinin pek ilgili olduğu söylenemese de ağızlarından bir hayli laf aldım ve bir gemi nasıl yapılır, nelere dikkat edilmelidir, denizcilik terimleri nedir hepsini öğrendim. Bundan sonra yazma süreci başladı ve cıvıl cıvıl sahilde yüzmek duruken eve kapanık geçirdiğim iki buçuk ayda bitti. O sırada romanı yazmamı isteyen editör de kitap yayınlamaktan vazgeçti ve yanlış hatırlamıyorsam yayınevi piyasadan çekildi. Moral bozukluğu elbet olmuştu fakat ben o zaman için dosyadan umutluydum. Bastırmak için bir yayınevi arıyordum ve aradan bir sene geçtikten sonra Ölümsüz Öykü Kulübü forumunda –bu yayınevi de bende kalsın- Y Yayınların’ın genç yazarların kaleme aldığı tarihi romanlar aradığı yönünde bir başlık görmüştüm. Bahadır İçel aracılığıyla romanı yayınevine gönderdim ve birkaç ay sonra olumlu bir cevap geldi. Aynı sene içerisinde İstanbul’a gelip sözleşmeyi yaptım ve beklemeye koyuldum. Birkaç ay içinde Ozancan dosya üzerinde redaktesini tamamladı ve hep birlikte o uzun süreç başladı. Günler, aylar birbirini kovaladı ve uzun zaman sonra kitabın basılmayacağı ve sözleşmemizin iptal olduğu yönünde bir geri dönüş aldım. Yalnız yayınevinin editörü mahcubiyetten olacak ki kitabı ilgilenebilecek bir yayınevine gönderdi –ki o Callisto Kitap- ve kitabın ikinci serüveni de sonuçsuz kalmıştı. İki yıllık yeni bir sürecin ardından Callisto Kitap sizlerinde bildiği Nuh’suz Tufan’ı yayınladı ve gayet de iyi bir baskı adediyle piyasaya sürdü. İniş ve çıkışlarla dolu bu tuhaf serüven yaklaşık dört yıl sürdü ve kitabı raflarda görmenin o rahatlatıcı hazzı mükemmeldi. Bu sürecin olumsuz yanları çok oldu fakat olumlu yanları da göz ardı edilemeyecek kadar çoktu. Bu süreç içinde dosyanın ilk –ve berbat- halini Sadık Yemni okudu ve mütevazi bir geridönüş yaparak dosya üzerinde bir editör gibi eksik ve hatalı yönleri belirtti. Metnin ilk düzeltisi o zaman oldu. Yaklaşık yüzde on kısaldı ve hatalar bir hayli giderildi. Ardından dosya birkaç kez daha değişti ve bir hayli tempo kazanarak olay örgüsü daha karmaşık bir hal aldı ve karakterler kendi zamanları için bir hayli derinleşti. Üniversitenin de kazanımlarıyla özellikle Nuh ve Abraham karakterine felsefik bir misyon atfederek kurgu daha çekici bir hale geldi. Roman için en büyük evrim basılmasından birkaç ay önce tesadüfi bir şekilde Ozancan’ın evinde onunda tavsiyeleriyle kaleme aldığım giriş metni oldu. Romanın ilk halinde Abraham kütüphanede bir kitap bularak gemi inşasına başlıyordu. Yeni başlangıçta ise olay örgüsüne göre en sonu en başa alarak Nuh’un gemiyi yaktığı ve intihar ettiği kısım kendisine yer buldu. Roman çok daha ilginç ve cezbedici bir hal aldı. Nuh’suz Tufan’ı elinize alıp okuduğunuzda ilk sayfalarda büyük bir sürprizle karşılaşacak ve kendinizi Peygamber Nuh, Kral Gılgameş ve Filozof Abraham’ın fantastik mitolojik öyküsünün içinde bulacaksınız. Nuh Tufanıyla ilgili bildiklerinizin tam aksine gemiyi bir filozofun inşaya başlaması, Nuh’un gelgitler yaşayan bir peygamber olması, gaddar bir kral olan Gılgameş’in Nuh’la olan esrarengiz bağı size farklı bir dünyanın, hiç var olmamış ama kendinden geriye küllerini bile bırakmamış bir hikayenin kapılarını Serdar aralayacak ve umarım sizi alıp götüren bir serüven olacak.

44

45

Gurur Güneş adlı bir okur geçen günlerde Kayıp Rıhtım’daki tanıtım metninin altına şu yorumu yazmış “Vay be! Hakikaten çok şaşırdım. Bu kitabın öykü versiyonunu okumuş biri olarak, basıldığını görmek çok güzel. Yıllarca internetten öykülerini takip ettiğim bir kişi daha yazar adaylığından kurtulup yazar oldu. Helal olsun. Kesinlikle okuyacağım. Tebrikler.”

GİLKAL

Hüseyin Emre COŞKUN


Öykü

Beyaz Güller-1 Akşam saatleri, bir çalışan için günün en güzel anlarıdır. Ne sabah mahmurluğu vardır üzerinizde, ne de öğlen sonrasının bezginliği. Üstelik mesainiz de birkaç saat sonra bitecektir. Altından bir türlü kalkamadığınız işleri o keyifle bir çırpıda halledersiniz. Gün boyunca hiçbir iş yapmadan oyalanmam, işte bu felsefem yüzündendir. Özlemle beklediğim saatler gelince, büyük bir hevesle masama oturup kalemi elime alırım. Artık kimse beni engelleyemez diye düşündüğüm sırada, hava hafiften kararmaya başlar ve anlamsız bir sıkıntı içimi kaplar. O anlarda; bırakın çalışmayı, nefes almakta bile zorlanırım. Beni esir alan kasvet; önce parmaklarımı gevşetip kalemi elimden alır, sonra odadan odaya dolaştırır. Hava tamamen kararınca, yürek darlığım geldiği gibi gider. Bu neşeyle geri dönüp çalışmaya başlarım; ama daha önümdeki dosyayı açmadan mesai biter. Çaresizce ayağa kalkıp ceketimi giyerken, “Yarın.” diye söz veririm kendime, “yarın her şey farklı olacak.” O akşam işten çıktığımda, sözümü yine tutmamanın üzüntüsü içindeydim. Bu sıkıntıyla asansörün yanına geldiğimde, Ali Rıza Bey’le karşılaştım. Beni görünce başını kaldırdı ve minik siyah gözlerini üzerime dikti. Bakışları, “Bütün gün kaytardığını biliyorum.” dercesine iğneleyiciydi. Tepem birden attı. Muhatabım olsaydı; karşısına geçip, “Şefim; bir derdin varsa yüzüme söyle, yoksa çek şu imalı bakışlarını üstümden.” diye diklenirdim; ama değildi. “Seviyesine inmektense merdivenlerden inerim.” Diye düşünüp koşar adım inmeye başladım. Birden ayağım kaydı ve merdivenlerden yuvarlandım. Giriş katına kadar altı yedi basamak düştükten sonra, kafamı duvara çarptım. Anlık bir karanlığın ardından gözümü araladığımda, asansörün önünde yattığımı gördüm. “İyi misiniz Alper Bey?” “Ne oldu bana? Neden yerdeyim?” “Merdivenlerden düştünüz.” “Düştüm mü? Nasıl olur, hiç hatırlamıyorum.” Soranların içinde Ali Rıza Bey’de vardı, ama yanındakilerin çoğunu tanımıyordum. “Bir şeyim yok. İyiyim.” “Emin misiniz?” “Meraklanmayın. Yok bir şeyim.” Kollarıma girerek ayağa kaldırdıklarında, başım hafifçe dönüyordu. Güvenlik görevlisinin getirdiği sandalyeye oturmak istemediysem de, beni dinlemediler. Herkes aynı anda konuştuğundan, yapılan yorumlar dayanılması zor bir uğultu haline gelmişti. Kimileri acilen hastaneye gitmemi önerirken, daha büyük bir çoğunluk kafamın kalın olduğundan buna gerek olmadığını savunuyordu. İşin garibi, herkesin bana ismimle hitap etmesine karşın, aralarından çok azını tanımamdı. İki elimle üstümdeki tozları temizlerken, “Demek ki kısa zamanda kendimi sevdirmişim.” diye düşündüm. Baş dönmem ve ağrım giderek azalıyordu. Buna güvenerek ayağa kalkıp birkaç adım attım; gayet iyiydim. Gülerek iki elimi havaya kaldırdım ve “İlginiz için teşekkürler arkadaşlar. Gördüğünüz gibi turp gibiyim.” dedim. Bunun üzerine Ali Rıza Bey haricinde herkes yollarına devam etti. Birkaç dakika sonra ikimiz yalnız kalmıştık. Gözlerindeki endişeyi görünce koluna hafifçe dokunup, “Merak etmenize gerek yok gerçekten bir şeyim yok” dedim. “Yine de bir doktora gitsek iyi olur. Başınızı sert çarptınız.”

46

47


Öykü

Öykü

“Hiç gerek yok Ali Rıza Bey.” “Madem bu kadar eminsiniz o zaman size iyi akşamlar.” Uzattığı eli sıkarken birden donakaldım. Bir anda ihtiyarlamış gibiydi. Hâlbuki daha birkaç saat önce birlikteydik: ne saçları bu kadar beyazdı, ne de avurtları çökük. Annem bile başımı çarpmama bu kadar üzülüp perişan olmadı. Kendimi tutamayıp sıkıca sarıldım. Gözlerim dolmuş, boğazıma bir yumruk oturmuştu. “Özleminizi çektiğiniz bir çalışanınız olmak için elimden geleniz yapacağım.” “Hiç sanmıyorum ama göreceğiz.” “Kesinlikle göreceksiniz.” Dediğimde kendimi tutamadım ve hıçkırarak ağlamaya başladım. Bu tepkime anlamsız bir şekilde baktıktan sonra yavaşça kollarımdan kurtuldu. “İyi olduğunuza emin misin Alper Bey?” “Hiç bu kadar iyi olmamıştım efendim.” “İyi o zaman yarın görüşürüz. Bir terslik olursa beni ara.” “Bundan sonra sizi sadece iyi haberler vermek için rahatsız edeceğim.” Karşısında bir yaratık varmışçasına bana baktı. Konuşmak için dudaklarını araladıysa da, nedense vazgeçti. Sonra da arkasını dönüp ufak adımlarla yanımdan ayrıldı. Dışarıda hava serin olmasına karşın, üşütmüyordu. Binanın önünde durup etrafıma bakındım; gecenin karanlığında cadde çok yoğundu. Araçlar ilerlemiyor, klakson sesleri ise hiç susmuyordu. Yürümeye karar verdim, zaten hiçbir işim yoktu ve bu kadar erken saatte eve kapanmak istemiyordum. Parlak ışıklarla donatılmış vitrinlere baktım, güzel tezgâhtarların çalıştığı yerlere tereddütsüzce girip, almayacağım giysileri denedim. Bu kadar oyalanmama karşın, sokağıma ulaştığımda, saat daha dokuz bile olmamıştı. Bir an, “Arif’in yanına uğrasam mı?” diye düşündüm. İç sesim; “Oğlum gidersen geç saatlere kadar içersiniz. O kafayla mı işe gideceksin? Şirkette kalıcı olmak istiyorsan deliler gibi çalışman lazım. Bırak şimdi Arif’i ve gir eve.” diye devreye girince bu fikrimden vazgeçtim. Asansörden üçüncü katta inip yedi numaralı dairenin kilidine anahtarımı soktum. Girmedi. Çıkarıp bir daha denedim, sonuç yine değişmedi. Yanlış anahtar olup olmadığına baktım, doğruydu. Zaten sabah kendi elimle kilitlemiştim. Geri çekilip daire numarasını kontrol ettim, bir yanlışlık yoktu. Sinirle kapıyı tekmelemeye başlamıştım ki, yaklaşan ayak sesleri duydum. İçeride hırsız olabileceği düşüncesi beni korkutmuştu. Kendimi avutma amacıyla “Saçmalama oğlum.” diye düşündüm, “hırsız ses duydu mu kaçar, içerdeki kesin Arif’tir. Hatırlasana kız arkadaşını eve atmak için yedek anahtarı almıştı.” O sırada kapı sonuna kadar açıldı ve altında lacivert eşofman, üstünde beyaz atlet bulunan iri yarı sakallı bir adamla göz göze geldim. İşin kötüsü Arif’e hiç benzemiyordu. Toparlanmama fırsat kalmadan gök gürültüsüne benzer bir sesle, “Hayvan gibi kapıyı neden tekmeliyorsun, akşam akşam bela mı arıyorsun?” dedi. Evimi soyması yetmezmiş gibi bir de hakarete uğramam, korkumu geçirmişti. O öfkeyle, “Hırsızsan hırsızlığını bil, ne diye bağırıyorsun?” diye kükredim. Benim gibi ufak tefek bir adamdan böyle sesin çıkmasını beklemediğinden, durakladı. Şaşkınlığı her halinden belliydi. “Hırsız mı? Neler saçmalıyorsun?” “Değil misin ?” “Ne münasebet, bunu da nereden çıkarttın?” “O zaman evimde ne arıyorsun?”

“Evinde mi?” “Burası benim evim kardeşim. Madem soymuyorsun içeride ne işin var?” “Yeter be. Hem kapımı tekmele hem de hakaret et. Deli misin nesin?” “Bak kardeşim anlamazlıktan gelip de sinirimi bozma.” “Bozsam ne olur lan adam mı döveceksin?” Adamın kendinden emin tavrı karşısında şüpheye düşmüştüm. “Kardeşim burası; Rüzgâr Sokak, 11 numara, daire yedi değilse, efendi gibi özür diler çeker giderim; ama adres doğruysa seni elimden kimse kurtaramaz.” “Adres doğru, haydi ne yapacaksan yap ulan.” Dedi ve bana doğru bir adım attı. Başım; adamın göğüs hizasına ancak ulaşıyordu. “Haydi şimdi ufaktan yaylan.” Cüssesinden korksam da evimi kaybetmeye niyetim yoktu. “Evin senin olduğunu ispat et gideyim.” “Ulan sen kimsin ki ispat edeyim?” “Son defa söylüyorum evimde ne arıyorsun?” Adam biranda beni iki yakamdan tutup ayaklarımı yerden kesti, ardından bir paket gibi geriye doğru fırlattı. “Allllaaaaah” Diye haykırarak ayağa kalktım ve iki büklüm koşarak var gücümle adamın bacaklarının arasına kafa attım. Adam altta ben üstte yere düştük. Soluk soluğa kalmış olmama karşın bu avantajımı kaybetmemek için var gücümle boğazına sarılıp sıkmaya başladım. “Noliy ha purada? Yardıma celeyüm mü Beçür Pey?” Ses hiç yabancı gelmemişti. Sıkmaya ara vermeden başımı çevirip baktım, kapıcı İdris’ti Arkamda tanıdık birinin olması güvenimi artırmıştı. “Ulan İdris, elin herifine yardım edeceğine bana etsene.” Diye bağırdım. “Uy Alper Pey? Ne araysin purada?” “Hırsız yakalayrüm ya sen ne yapaysin?” “Uy hırsız mı? Haçan nerededür?” Dikkatimin dağılmasından yararlanan adam, kollarımdan kurtulup beni üzerinden atınca, daire kapısının iki yanına savrulduk. İdris, ringde yere düşen boksörlerin arasına dalan hakem gibi ikimizin ortasına dikildi. Yattığım yerden, “İdris neler oluyor bu apartmanda? Hani haberin olmadan sinek bile giremezdi buraya?” dedim. “Ciremez tapi.” “O zaman bu adam evime nasıl girdi?” “Hancü evüne?” “Kaç tane evim var İdris? Buraya.” “Uy bu daire senün mi? Haçan ne zaman aldun? Hiç haperümüz olmadi.” Bu arada adam ayağa kalktı ve “Şu deliye burada kimin oturduğunu söylesene İdris.” dedi. “Pu da soru midur? Tapi kü siz Beçür Pey.” “O mu? Peki ben nerede oturuyorum?” “Ha ne pileyüm Alper Pey. Puradan ayrıldığınızda adres pırakmadun ki.” “Saçmalama İdris, ne ayrılması? Daha sabah buradaydım.” “Hancü sabah?”

48

49


Öykü

Öykü

“Sarhoş musun İdris? Tabi ki bu sabah. ” “Tövpe de, pilürsün içmem.” “O zaman neden hatırlamıyorsun? Hem senin saçların ne zaman beyazladı?” “Çörmeyeli ihtiyarladuk da.” “Bir günde mi? Neler oluyor bu apartmanda? Şimdi sen bu adamı tanıyorsun, öyle mi?” “Tanımaz muyum Beçür Pey’ü, peş yıldur purada oturuyor. Haçan siz niye kavga edersiniz?” “Bu lavuk kapımı tekmeledi. Neler oluyor diye açınca da bu ev benim diye tutturdu “Uy dogri midir punlarAlper Pey.” “Durup dururken eşkıya muamelesi yapmayın bana. Bu evde ben oturuyorum.” “ Oturuyortun. Ama taşindun.” “Nereye?” “Dedüm ya atres pırakmadun.” “İdris’i duydun haydi şimdi ikile.” “Burada oturmadığıma emin misin İdris?” “Son kararimdur.” “Kusura bakma birader. Bir yanlışlık oldu anlaşılan; ama neden oldu, inan hiçbir fikrim yok.” Apartmandan çıktığımda aptal gibiydim. Yaşadıklarım; nereden bakılırsa bakılsın son derece saçmaydı. Ne yapacağımı bilmez halde yürümeye başladım. Ama ne kadar çabalarsam çabalayayım, sokağımdan bir türlü ayrılamıyor, dönüp dolaşıp yine apartmanımın önüne geliyordum. Her seferinde umutla başımı yukarıya kaldırıyor ve tanıdık bir simanın pencereden “Ulan amma da yedin?” diye seslenmesini bekliyordum. Beklediğim işareti bir türlü göremeyince, ayağımı sürüyerek sokağımdan ayrıldım. Nereye gideceğimi bilmiyordum. Amaçsızca yürümekten sıkılınca ilk gördüğüm pastaneye girip bir çay istedim. Kime gidebileceğimi düşünürken ceketimin içinden, “The bad, the good and he ugly” filminin müziği çalmaya başladı. “Evimi kaybettim; ama şimdi de müzik çalan bir cekete sahibim. Kesin kafayı yiyorum.” diye düşünürken “cep telefonunuz çalıyor galiba.” dedi, çayı masaya bırakan garson. “ Cep telefonu mu? Benim cebim yok ki?” “Ceket çalmayacağına göre demek ki var.” Elimi iç cebime attığımda, parmaklarıma bir nesne takıldı. Sıkıca kavrayıp çıkarttım. Küçücük siyah bir telefondu. Üstelik bugüne kadar piyasada hiç görmediğim bir modeldi. “Çok pahallı olmalı. Acaba kimin?” Diye düşünürken arayanın kim olduğuna baktım; Duygu yazıyordu. Böyle bir insanı tanımıyordum. “Efendim.” “Alper. Neredesin? Öldüm meraktan.” “Pardon kiminle konuşuyorum?” “Bırak şimdi dalga geçmeyi. Çok sinirliyim. Neredesin?” “Çay içiyorum.” “Çay mı? Bu da güzel. Ben burada meraktan öleyim sen keyif çat. Eve gelmeye niyetin yok mu?” “Var ama içeriye almıyorlar ki. Güya oradan taşınmışım.” “İyi misin sen?” “Evet, ama sizin kim olduğunuzu çıkartamadım” “Bırak sululuğu ve biran önce eve gel.” “Size derdimi anlatamıyorum galiba. Beni eve almıyorlar. Dediklerine göre oradan taşınmışım, üstelik

on yıl önce. Tabi bunlar Bekir ve İdris’in görüşleri, hele kafamı bir toparlayayım karakola gideceğim.” “Bekir kim? İdris kim?” “İdris kapıcı, ama Bekir’i bende tanımıyorum. Güya benim evin yeni kiracısıymış.” “Saçmalamayı bırak ve gel artık.” “O zaman adresi ver.” “Alperrrrrrrrrr” Öyle bir bağırdı ki, “Önce Bekir, şimdi de Duygu. Bu akşam tüm deliler beni buluyor.” diye düşünerek telefonu yüzüne kapattım. Ardından rehbere girip tanıdık bir isim aradım. “A” harfinde çocukluk arkadaşım Arif’in numarasını bulunca, hiç tereddüt etmeden ara tuşuna bastım. “Ne haber Alper? “Boktan. Evime giremiyorum lan.” “Neden Duygu kapı dışarı mı etti?” “Duygu mu? Sen nereden tanıyorsun? Hem söylesene kim bu Duygu?” “Duygu’yu tanımıyorsun? Vay be demek o kadar büyük kavga ettiniz. Söylesene oğlum sorun ne?” “Kiminle?” “Kiminle olacak karınla.” “Karım mı? Ne zaman evlendirdiniz lan beni, hiç haberim olmadı.” “Oğlum sen iyi misin? Neredesin söyle geleyim yanına.” “Evin bir üst sokağındaki pastanedeyim, Sevinç pastanesi.” “Tamam geliyorum.” Kapatır kapatmaz telefon yine çaldı, Duygu’ydu. “Bir daha sakın öyle yüzüme kapatma, anladın mı?” Dedi. “Bakın çok kötü bir gün geçirdim ve geçirmeye hala devam ediyorum. Bu yüzden sizinle uğraşamam.” “Neler oldu ?” “Özel şeyler sizi ilgilendirmez.” “İlgilendirmez mi? Neler söylüyorsun böyle?” “Tanımadığım birine neden açılayım ki?” “Alper bu kadar şaka yeter. Gel artık eve.” “Sizden kurtulamayacağım anlaşılan, verin adresi de geleyim, nasılsa bu gece kalacak yerim yok.” “Adres mi bir de adres mi soruyorsun?” “Evet.” “İyi. Madem canın oyun oynamak istiyor oynayalım. Çiçek sok. Numara 11 Beşiktaş.”“Buraya yakınmış. On dakika sonra oradayım.”

50

51

Öykü: Atilla BİLGEN

İllüstrasyon: Mehmet DAL


Yazarın

Yazarın

Kaleminden

Kaleminden

Merhaba, Öncelikle şunu söylemek lazım: DG, sıradaki Deli Gücük çizgi-roman albümü değil. Bu bahsi geçen üçüncü Deli Gücük çizgi-roman albümü de, pek uzak olmayan bir zaman içinde yayımlanacak ve yine alışılmış Deli Gücük çeşitliliği içinde, Aziz Tuna’dan Can Yalçınkaya’ya; Gürdal Akkoç’tan Sümeyye Kesgin’e kadar pek çok eski ve yeni takviye yazar ve çizer isimlerle Deli Gücük’ün farklı yüzlerini betimlemeye devam edecek. Kapak ise Kerem Beyit’ten olacak bu kez.

Deli Gücük'ü Kim Öldürdü?

Peki DG nedir? DG, Levent Cantek editörlüğünde hazırlanıp Ekim 2012’de yayımlanan, Deli Gücük’ün kısa hikayelerinden oluşan bir öykü derlemesi . Kapak Koray Kuranel’den. Kitap, yüz on sayfa civarında bir hikaye koleksiyonu. Öykülerin çoğu korku türünde olduğu için, on sekiz yaş üstü okuyuculara hitap ediyor. Yeni okuyucular için tanıtalım: Deli Gücük, 1800lerin ıssız Anadolu’sunu adımlayan, yersiz-yursuz bir tuhaf seyyah. Yolculuklarında ve maceralarında eşkıyalardan esir tacirlerine, yoz ağalardan burada adı anılmaması gereken doğaüstü folklorik varlıklara, efsanevi mahluklara kadar her tür tehdit ile karşılaşabiliyor…veyahut da bizzat bu masalsı tehditlerin kendisi olabiliyor. DG öykülerinin esprisi de bu… zira her yeni öyküde tuval yeniden boyanıyor, her yeni hikayede yeni bir Deli Gücük betimleniyor. Her seferinde tekrar tekrar yorumlanan bu DG’lerin kimi koruyucu bir melek, kimi ise öfkeli bir zebani olabiliyor.

52

Bu yaklaşım ile karakter, masalsı bir söylence kisvesine bürünüyor. Üstelik bu ürkütücü ve muğlak söylence, sadece DG hikayelerinin içinde korkuyla rivayet fısıldaşan hasımlar, kötü adamlar için değil, öyküleri dıştan okuyan okuyucu için de geçerli oluyor…zira okuyucu da hikayeden hikayeye geçtikçe DG’nin bu kez hangi maharetler ile, ne kisve altında, hangi suretle zuhur edeceğine asla emin olamıyor. Okuyucunun her hikayede bulacağı yegane ortak ve tutarlı unsur: DG’nin iyilik ya da kötülük içinde zuhur ederken getirdiği hiddeti. Öykülerin tek değişmezi, DG’nin öfkesi. Kitapta yedi öykü var; bilindiği gibi DG mitolojisinde, yedi, önemli bir rakam. Bu düşünce ile DG’nin her kem kargası için bir hikaye tahsis edilmiş gibi duruyor. Ya da belki her öyküyü bir kargası naklediyor gibi düşünülebilir. Kitapta, en eski DG okuyucularının hatırlayacağı üç yıl önce yayımlanmış hikayelerin yanı sıra, dört tane de yeni hikaye var. Bunlardan bir tanesi de oldukça uzun ve sadece korku türü üzerinde filizlenmekten ziyade ona sırtını dayıyor ve başka yönlere de uzanmaya çalışıyor . Şimdi bu sayfayı bir çeşit DVD extra’sı olarak düşünüp, hikayelerden-içeriklerini ifşa etmeden kısa kısa izlenimler, notlar ve anekdotlar halinde bahsedelim. *Birinci hikaye: Kitabın en sert ve kanlı öyküsü; açılışta olma sebebi, yeni okuyucu için DG’yi tanıtacak bir referans olması. Öyküde anlatılan kişiler hayal mahsulü olsa da, betimlenen uygulamalar bir zamanlar gerçek idi. Ve açıkçası bu öyküyü yazmak da pek kolay olmadı. DG’nin HBO kanalında yayınlanan, Tarantino, Dr. Hannibal Lecter ve Cengiz Han tarafından ortak bir prodüksiyon ile çekilmiş pilot filmi olarak düşünülebilir. *İkinci hikaye: DG’yi genelde musallat olduğu coğrafyaların ötesine, farklı topraklara taşıyan ve oradaki farklı izdüşümlerini göstermeye çalışan bir öykü. Aynı zamanda da DG’nin en gaddar çehresi ile betimlendiği öykü; zira DG burada birinci öyküden daha soğuk, uzak ve tehlikeli bence. *Üçüncü hikaye: Şiddetli ve öfkeli ilk iki hikayeden sonra, daha sessiz bir tekinsizlikte bir öykü. Yazarken fark etmemiştim, ancak sonradan bir şekilde bu öykünün % 50 Poe, % 50 Lovecraft kokteyli olduğunu ve bu iki ustanın sırasıyla içsel karanlığı (Poe) ile dışsal karanlığını (Lovecraft) tuhaf bir alaşımla birbirine lehimleyip perçinlediğini hissettim. Ya da en azından bana öyle geliyor. *Dördüncü hikaye: Yedi hikaye içinde korku türüne belki de en yakın durmaya çalışan hikaye. *Beşinci hikaye: Dr. Moreau’nun adası ile yazarın otuz beş yaş krizinin sağlıklı bir birleşimi. *Altıncı hikaye: Klasik DG ekseninde ilerlemeyen, alegorik bir macera denebilir. *Yedinci hikaye: Deli Gücük’ü Kim Öldürdü? Unutmadan: yeni okuyucular için öykülerin sırasıyla okunması, daha anlamlı bir bütün oluşturacaktır. Kısacası DG, Şark usulü bir hayalet öyküleri koleksiyonu. Korku türünün getirdiği bir takım gerekliliklerden ötürü yer yer sert ve kanlı betimlenen öyküler içeriyor. Kitabın nihai amacı ise, her hayalet hikayesi gibi, okuyucusuna fırtınalı bir gecede, evinin huzurlu okuma köşesinde, (eğer başarabilirse) minik ürpertiler ile bezeli, hikayeler anlatmak. Kasvet’te Lezzet bulmak. Başka bir deyişle, yazarın derdi — eğer başarabilirse— Gotik’in sadece bir moda akımı olmadığını ve yalnızca siyah göz kalemleri ile değil, yazı kalemleri kullanarak da yaratılabileceğini göstermeye çalışmak. Murat BAŞEKİM

53


L. FRANK BAUM’UN ÇOK SEVİLEN KLASİĞİ MARVEL DOKUNUŞUNA KAVUŞUYOR!

Kansaslı çiftçi kızı Dorothy, shirli Oz Diyarı'na doğru uçarken kötü bir cadıyı ölümcül bir biçimde dümdüz ediyor, Canlı bir korkuluğu özgürlüğüne kavuşturuyor ve Munchkinler tarafından büyük bir büyücü OZ BÜYÜCÜSÜ, EKİM 2012 SAYI 10 NEYE DÖNÜŞTÜK? olarak takdir ediliyor... ama EKİM 2012 Dorothy'nin gerçekte tek 16cm x 24cm x 0,8cm 325gr, 16cm x 24cm x 1,2cm 216 Sayfa, bilmek istediği şey eve nasıl geri 136 Sayfa, Siyah-Beyaz, 18TL 500gr, Renkli, 32TL dönebileceği! ISBN 978-975-6129-56-2 ISBN 978-975-6129-54-8

2010 Yılı En İyi Çocuk Çizgi Romanı Ödülü!

Yeni Yayın, Yeni Yayın, Yeni Yayın, Yeni Yayın, Yeni Yayın, Yeni Yayın, Yeni Yayın, Yeni Yayın, Yeni Yayın,

54

55


Tanınmayan

Tanınmayan

Çizerler

Çizerler

Julie STRAIN Julie Strain’in , Gölge dergisine her ay yazdığım “bilinmeyen çizerleri tanıyalım” köşesinde göreceğinizi tahmin ettiğiniz en son isim olduğuna eminim. Çünkü bilenler bilir, Julie Strain bir çizer değildir, bildiğim kadarıyla da eline hayatında kalem kağıt almamıştır. Fakat özellikle Amerikan B-film kuşağını takip edenlerin, ya da eski Playboy gece kuşağı takipçilerinin bileceği bir isimdir. Fakat aynı zamanda, bunları takip etmeyipte Heavy Metal dergisinin müdavimlerinin tahminen görmekten bıktığı bir isimdir. Çünkü bu seksi playboy yıldızı; Boris Valejo, Julie Bell, Louis Royo, Simon Bisley ve bunlar gibi sürüyle meşhur çizerin birden fazla kez tablolarına manken olmuş bir kişidir. Yazıdaki resimleri Heavy Metal okuyucuları hatırlayacak ve belki arka arkaya hepsini görünce bu ilginç detayı fark edeceklerdir. Kimdir ki bu Julie Strain ve niye bir sürü çizer onu resmetmiştir ? Julie Strain 1962 yılında, California’da doğmuş birisidir. Daha 13 yaşındayken 1.80 boyuyla insanları dehşete düşüren bu kız 1,85 olana kadar uzamaya devam eder. İlk erkek arkadaşının vücutcu olmasıyla bu spora ilgi duyan Julie, kısa sürede salona yazılır ve kendi deyimiyle “ince uzun bir çirkin ördek yavrusu” ndan gayet sıkı vücudu olan bir kuğuya dönüşür. Üniversiteyi onur derecesiyle bitirir, kısa bir dönem bodybuilding çalışarak vücudunu biraz daha kaslandırır, sonra bir gün at gezisi esnasında attan düşer ve bütün geçmişi silinir. Ciddi bir hafıza kaybı yaşıyan Julie, kendisine gelmek için Amerika’yı gezmeye karar verir ve geçinmek için de tuhaf işler yapmaya başlar. Bir işi Las Vegas’ta kafes dövüşü olur ve gösterdiği performanstan dolayı bir sürü paralı kanalda boy gösterir, bu da ona bir sürü film kontratının yolunu açar. Oynadığı filmler basit konulu, kendisi gibi güzel kadınların ve yakışıklı erkek oyuncuların rol aldığı, ucuz aksiyon filmleri ve yine düşük bütçeli fantazi-eski çağ filmleri olur. İlk başlarda uzun boyu yüzünden baş aktörü gölgede bırakacağı korkusuyla arka plan rollerde oynar, fakat zamanla etrafında bir kült hayran kitlesiyle oluşmasıyla filmlerde başrolleri kapmaya başlar.

56

Louis Royo kaleminden Julie Strain

İlk 1990 yılında bir filmde oynar. Hemen arkasından Penthouse dergisinde Haziran 1991 yılında ayın güzeli seçilir. Bu oldukça sıradışı bir durumdur, çünkü normalde ay güzelleri 18-20 yaşındaki genç ve diri vücutlu kızların olurken, Strain 29 yaşındadır. Bunu daha sonra sürekli spor yaptığı için genç kalan vücuduna, çılgın ruh haline ve de açık fikirli biri olduğundan fotoğrafçıları fazla uğraştırmadığına borçlu olduğunu bildirir. Strain bu zaman diliminde Kevin Eastman ile tanışır. Kevin Eastmen, Teenage Mutant Ninja Turtles çizgi romanının iki yaratıcısından biridir ve bu franchise’dan kazandığı parayı farklı yerlere yatırmaya başlamıştır. En akıllıca yaptığı iş, 1991 yılında neredeyse batmak durumunda olan Heavy Metal dergisini satın almak olur. Eastmen Heavy Metal dergisini satın aldıktan sonra dergiyi biraz daha cüretkar yapmaya karar verir. Daha kışkırtıcı ve tanınan yazar-çizer’lerin işlerini yayınlamaya başlar. Heavy Metal dergisi, Eastmen yönetiminde daha erotik ve daha yetişkinlere yönelik bir dergi olur. Bu da tirajının yükselmesine ve Eastmen’in Monte Moore kaleminden Julie Strain

57


Tanınmayan

Tanınmayan

Çizerler

Çizerler

Donald Caron kaleminden Julie Strain

Simon Bisley kaleminden Julie Strain

Al Rio’nun “Julie Strain” adlı çizgi romanından alıntı

başka projeler peşinde koşmasına yol açar. Strain, Eastmen ile tam bu zaman diliminde evlenir. Eastmen, Strain ile evlendikten sonra, karısının görkemli vücudunu iyice farkına varır ve kamera karşısında utanmayan Strain’in bir sürü sanatsal-erotik fotograflarını çekmeye başlar. Kafasında yeni bir çizgi film projesi belirmiştir. Çizgi film bilim-kurgu olacak, fakat içinde ciddi savaş sahneleri içereceği gibi erotik sahneler de barındıracaktır. Başrolde iri yarı kaslı bir erkeğin çizilmesi düşünülürken, zamanla Eastmen gayet erotik olan karısından esinlenerek çizilen bir karakteri kullanmaya karar verir. Karısına fikrini açtığında Strain daha da ileri gider. Karakterin isminin “Julie” koymalarını, ve kendisinin de reklam olarak olarak filmdeki kostümler içinde çeşitli yerlerde boy gösterebileceğini bildirir. Strain zaten B-film hayranları tarafından tanınmakta ve Penthouse sayesinde etrafındaki hayran kitlesi yavaş yavaş artmaktadır. Strain bu haraketle kocasına “tüm medyanın kraliçesi” olmak istediğini bildirir ve ikisi beraber bu konuyla ilgili çok stratejik bir plan yaparlar. Çizgi film’in daha senaryosu oturmadan, ana karakter “Julie”’nin meşhur çizerler tarafından çizimleri boy boy Heavy Metal’de çıkmaya başlar. Her heavy metal sayısında filmle alakalı yeni bir fotograf, yeni bir senaryo taslağı, yeni bir Strain pozu vs... verilerek bu çizgi film etrafında büyük bir heyecan yaratılır. Bu arada sayfanın başında belirttiğim ve Heavy Metal dışında da ciddi hayran kitleleri olan çizerler sürekli Strain’in değişik pozlarını çizmeye ve kendi sayfalarında yayınlamaya başlarlar. Strain karakterin çizgi filmde giydiği kostümle bir sürü çizgi roman festivalinde boy gösterir ve etrafındaki hayran kitlesi gittikçe büyür.

Julie Strain- Heavy Metal2000 çizgi filmindeki kostümü ile

Artık Strain’in posterleri, üstünde resmi bulunan Zippo çakmakları, kaykayları vs... her yerde bulunmaktadır. Strain çizgi filmdeki ve hemen arkasından yayınlanan Heavy Metal: FAKK2 bilgisayar oyunundaki ana karakter olan “Julie” yi seslendirir. Film ve oyun beklediği kadar ses getirmez ama Strain için büyük bir adım olur ve her yerde resimleri yayınlanır. Strain Eastmen’den bir süre sonra boşanır fakat iş ilişkilerinden dolayı arkadaş kalmayı başarırlar. Strain hala B tipi filmlerde başrollerde oynamaktadır ve Heavy Metal’de resimleri yayınlanmaktadır. Özellikle 2007 yılında gırtlak kanseri yüzünden aramızdan ayrılan meşhur B-Filmi yöentmeni Andy Sidaris’in “Bebekler – Tangalar ve Ateşli Silahlar” film serilerinde sürekli baş gösteren bir aktris olmuştur. 50 yaşında olmasına rağmen hala oldukça çekici bir kadın olan Strain, kendi web sayfasında sıklıkla yeni ve erotik fotograflarını yayınlamaktadır. Tunç PEKMEN

Boris Valejo kaleminden Julie Strain

58

Olivia De Beranadis kaleminden vahşi bir Julie Strain

Jennifer Janesko kaleminden Julie Strain Julie Bell kaleminden “Bitch” isimli tablo ve manken Julie Strain

59


Sinema

Sinema

Altın Portakal 2012 Güncesi Altın Portakal için beşinci kez Antalya’daydım bu sene. Yılın bu dönemi tatil niyetine Antalya’ya gidip bütün günü film izlemekle geçirmek benim için bir keyif oluyor. 5 yıldır düzenli Antalya’ya gidip denizi ancak uzaktan görmek de bir sinema manyağına yakışır bir hareket sanırım. Bu yıl Gölge e-Dergi olarak festival yetkilileri ile yaz aylarında yazışmaya başladık. Ancak yine basın sponsoru olma isteğimiz kabul görmedi ne yazık ki. Geçmiş yıllarda olduğu gibi festival filmlerini takip etme olanağı sundukları için teşekkürler yine de. Seneye daha yakın bir işbirliği umuduyla bu yılki festival güncemize geçelim. 6 Ekim Cumartesi: Biletleri önceden temin edince bu yıl Ankara-Antalya yolculuğunu uçak ile yapmak kısmet oldu. Ankara’da kapalı olan yollardan dolayı gecenin bir vakti trafiğin tıkanması nedeniyle acaba havaalanına yetişebilecek miyim diye heyecan yapmam dışında rahat bir yolculuktu. Daracık otobüste saatler geçirmektense en azından daracık uçakta bir saat geçirme tercihi doğruymuş. 6 Ekim’in ilk saatlerinde Antalya’ya var, otele yerleş falan derken saat epey geç olmuştu. İlk günün programında saat 12:00’da film olmayınca biraz dinlenme fırsatı buldum. 15:00 – Günün ilk filmi için sinema salonuna varmadan önce basın bürosuna gidip kartımı alma çabasına girdim. Bu konuda geçtiğimiz senelerde bazen sıkıntılar olmuştu. Bu yıl ise kartım hazırlanmış beni bekliyordu. Sorunsuz olarak kartı alıp festivalin ilk filmi olarak Zoraki Misafir (Un Cuento Chino / Chinese Take-Away) filmine doğru yola çıktım. Film, iki farklı kültürden gelen, birbirlerinin dilinden anlamayan iki adamın zamanla gelişen dostluklarını anlatan hoş bir komedi. Roberto, hayatını belli kurallara göre yaşayan (mesela her gece tam 23:00′da ışığını kapatarak uyuyan), gayet dürüst ve haksızlığa hiç tahammülü olmayan sert mizaçlı bir Arjantinli. Jun ise absürt bir kaza sonucu nişanlısını kaybetmiş, Arjantin’e gelip dayısını arayan bir Çinli. Çince’den başka dil bilmeyen Jun’a sadece Roberto yardım ediyor ve olaylar gelişiyor. Sonlara doğru epey duygusala bağlasa da keyifli bir komediydi. Bazı seyircilerin epey kahkahaya boğulduğunu söyleyebilirim (bana biraz fazla geldi hatta). Beni en çok güldüren sahne ise bir karakterlerin

60

DVD muhabbetinde yarım saatte bir altyazı giren bir Rus filminden bahsetmeleri oldu. DVD kapağını tam göremesem de tahminim bir Tarkovski filminden bahsettikleri yönünde. Türkçe altyazı filmin üstüne gömülüydü. Demek ki gösterime girmesi muhtemeldir. Tavsiye edilir. Bu arada filmin başında gördüğümüz ve filmin çıkış noktası olan absürt olayın da gerçekte olmuş bir olayın çok benzeri olduğunu görüyoruz. Filmin sonunda gerçek olayın haber bültenlerindeki görüntüleri de mevcut. 18:00 – Günün ikinci filmi olarak Özgürlük Operasyonu (Operation Libertad) filmini seçtim. Bu filmi bir karakterin kamera ile her şeyi çektiği film formatının dönemsel politik film türünde kullanılmış hali. Genellikle korku filmlerinde karşılaştığımız bu formatla bir süredir pek çok filmde karşılaşıyoruz. Genellikle bu türe “buluntu film” deniyor. Ancak bu filmi tam anlamıyla bu şekilde tanımlamak mümkün değil. Görüntüleri çekenin yıllar sonra üzerine yaptığı yorumları duyuyoruz. Üstelik eğer yanılmıyorsam dış ses dışında, zaman zaman filme eşlik eden bir müzik de vardı. Bu İsviçre filmi 70’lerin gençlerine nostaljik ve keyifli bir bakış gibi başlıyor ama zamanla epey ciddi bir ton alıyor. Gençler ideallerini eyleme dökmeye başladıklarında olaylar karışıyor ve iç çatışmalar başlıyor. Bu noktada filmin mesajı ile ilgili karasızım. Bir yandan o gençlik günlerindeki idealleri hala savunuyor gibi, bir yandan da zaten o ideallerin gerçekleşmesi mümkün değildi ve ancak 20 yaşında savunulabilirdi diyor gibi. Filmin sonunda duyduğumuz “No More Heroes” şarkısı da benzer şekilde iki türlü de yorumlanabilir. Doğru bir yorum için bir kez daha izlemek lazım belki de ama buna değecek kadar iyi bir film mi tartışılır. 20:30 – Festivallerde kısa filmlere ve belgesellere de yer vermek lazım. Bu yıl Antalya’da kısa film gösterimlerini programıma uyduramadım ama ilk günün son seansında bir belgesel izlemeyi başardım. Yaşasın Dünya (¡Vivan las Antipodas!), orijinal bir fikirden yola çıkan başarılı bir yapım. Hiç dış ses anlatımı içermeden görüntüler ile derdini anlatıyor. Bulunduğunuz yerden dünyanın merkezinden geçen bir doğru çekin ve dünyanın diğer ucundan çıkın, kuvvetle muhtemel denizle karşılaşacaksınız. Yaşasın Dünya, her iki tarafında da yaşam olan 8 noktada (4 çift de denebilir) yaşananları müthiş bir görsellikle aktarıyor. Bu noktalara antipod adı veriliyor. Antipodlar arasında kimi zaman zıtlıklar, kimi zaman benzerlikler dikkat çekiyor. Ama filmin en büyük özelliği dediğim gibi görselliği. Filmin başında yazıyla alıntı yapılan Alice Harikalar Diyarında kitabında Alice benzer şekilde dünyanın öbür ucundan çıkılırsa baş aşağı yürüyen insanlarla karşılaşacağını söyler. Burada da benzer bir mantıkla pek çok görüntüyü tersten görüyoruz. Bildik anlamda bir anlatım yapısı olmadığı için kimi seyirciye sıkıcı geldi ve çıkanlar oldu ama tadına varılırsa kesinlikle iyi bir yapım. Bu arada belgeselde özel efekt kullanımı olur mu sorusunun cevabının da yerli yerinde kullanılırsa evet olduğunu gördük. Dünyanın iki ucunu aynı görüntüde birleştirmenin başka bir yolu yok zaten. İlk günü keyifle bitirdikten sonra hafif üşüyerek otele doğru yürürken bu yıl umarım yağmuru yemeyiz diye düşünüyordum. Geçen yıl sırılsıklam olmuştum çünkü. Ama bu kez tedbirliydim, Ankara’dan şemsiye ile gelmiştim. 7 Ekim Pazar: 12:00 – Mesaiye festivalin uluslararası yarışma filmlerinden Gülümse (Keep Smiling) adlı Gürcü filmi ile başlıyordum. Film, bir anneler güzellik yarışmasında yaşananları anlatıyor. Gürcistan’da gerçekte de böyle bir yarışma varmış. Yönetmen fikri de buradan almış zaten. Toplumun fakir kesiminden gelen yarışmacıların büyük

61


Sinema

Sinema

kısmı bunu hayatlarını değiştirecek bir fırsat olarak görüyor. Büyük ödül olan iyi bir para ve bir apartman dairesi gerçekten de hemen hepsinin hayatını değiştirebilecek bir ödül. Bazıları yıllardır eski bir hastane binasını yerleşim yeri olarak kullanıyorlar örneğin. Film komedi tarzında başlasa da hem Gürcistan’ın politik durumu hem de günümüz medyası üzerine epey ciddi ve acı şeyler söylüyor. Güzellik yarışmasında karşılaştıklarımız bizim televizyonlarımızda da yayınlanan türlü çeşitli yarışma programlarında yapılanlardan farklı değil. Film sonrasında söyleşiye katılan yönetmen bazı kişilerin finali idealist bulduğunu söyledi. Ben de onlardanım. Finalde ne olduğunu açık etmeyeyim ama bence de gerçekte daha farklı olurdu. Gürcistan bu yıl Oscar’a da bu filmi göndermiş. Şansı olması çok zor ama en azından yaşananları onlar da tanıdık bulacaktır. Bu arada festival sonunda Gülümse filminin jüri özel ödülünü aldığını da ekleyelim. 15:00 – Bu yıl uluslararası yarışma filmlerinin hemen hepsini izlemekte kararlıydım. Günün ikinci filmi Balkanlarda Herhangi Bir Adamın Ölümü (Smrt Coveka na Balkanu /Death of a Man in the Balkans) da bu gruba giren bir filmdi. Filme geçmeden önce Cem Özer ve seyircilerden birinin jürinin gecikmesi ile ilgili yaşadığı polemikten bahsedelim. Film jüriye yer ayarlama çabaları nedeniyle bir miktar geç başladı. Bu tip yarışmalı organizasyonlarda jüri gelmeden filmin başlamaması zaman zaman beni de sinirlendirir. Aslında bu filme çok da geciktikleri söylenemez ama geldiklerinde onları oturtacak yer ayarlanması epey zahmetli oldu. Şöyle diyelim, jüri 4 dakika geciktiyse, film 14 dakika geç başladı. O arada Cem Özer kendisinin de dahil olduğu uluslararası yarışma ana jürisinin daha iyi yere oturması için gençlik jürisini kaldırmak isteyince seyircilerden biri itiraz edip “bu kadar kolay teslim olmayın” dedi ve kısa süreli bir polemik yaşandı. Aslında jürinin yeri net bir şekilde belli olsa gecikme çok daha kısa süreli olacaktı. O yüzden gecikmenin nedenini organizasyona bağlamak lazım. Yine de Cem Özer, günde 3 film izliyoruz arada yemek de mi yemeyelim savunmasına girmeseydi keşke. Bir önceki filmde de kendileri ile aynı salondaydık, arada net 1.5 saatleri vardı yemek için. Bu filmle ilgisiz girişten sonra filme gelecek olursak, öncelikle biçimsel yapısı ile dikkat çekiyor. Tüm film 80 dakika boyunca sadece bir kez hareket eden bir kamera önünde geçiyor. O hareket de kameraya çarpıldığı için oluyor zaten. Bir webcam önünde intihar eden bir adam öldükten sonra da kamera çalışmaya devam eder. Biz de bu kameradan her şeyi izleriz. Yani karşımızda 80 dakikalık, neredeyse hareketsiz tek bir çekim var. İntihar sonrası eve komşular, cenazeci, polisler ve pizzacı gibi karakterler geliyor. Doğrusu bir kara komedi için ilginç bir fikir ama karşımızda orta karar bir film var. Film sonrası söyleşide senaryo ve oyunculuklar epey övgü aldı ama bence her ikisi de daha iyi olabilirdi. Söyleşi sırasında yönetmen filmin ön hazırlığının 2 ay sürdüğünü, izlediğimiz filmin de 12. çekim denemesinde ortaya çıktığını belirtti. Hikayeyi de yaşadığı çeşitli olaylardan yola çıkarak oluşturmuş. Örneğin bir bilardo oyunu sırasında kalp krizi geçirerek ölen bir kişi için ambulans beklenirken insanların oyuna devam etmesi ya da başka bir olayda ambulanstan önce cenaze arabasının gelmesi filmin oluşmasına yol açan bazı olaylar olmuş. Söyleşinin bombasıysa bir seyircinin filmden Nuri Bilge Ceylan tadı aldığını söylemesi oldu. Yönetmen ve görüntü yönetmeni de ne diyeceğini bilemedi buna karşı ve sonunda bunu iltifat kabul ederiz diyerek geçiştirdiler. Bu arada bir kez daha gördük ki yabancı yönetmenlere sorulan standart Türk sinemasını tanıyor musunuz sorusuna eskiden Yılmaz Güney cevabı verilirdi, artık Nuri Bilge Ceylan deniyor. 18:00 – Bu yıl festival konuklarından birinin Udo Kier olduğunu duyduğumda DVD arşivimde Kier’in oynadığı bir film varsa imzalatmak için götüreyim demiştim. Koskoca arşivde Kier’in ana rollerden birinde oynadığı bir film yoktu ne yazık ki. Yine de Kier’i yakından görme fırsatını kaçırmayacaktım. Bu nedenle sonraki filmi Demir Gökyüzü (Iron Sky) olarak seçtim.

Demir Gökyüzü, çok eğlenceli bir bilim-kurgu komedi. 1945′de aya kaçan naziler 2018 yılında Amerikan başkanlık seçimleri döneminde dünyaya geri dönerler. Seçimler sırasında savaşta olursa kazanacağına inanan başkan (ki Sarah Palin’den esinlenilmiş bir başkan olduğu açık) da savaş için elinden geleni yapıyor. Çok iyi espriler var filmde, Chaplin’den Kubrick’e onlarca filme göndermeler, politik dokundurmalar da cabası. Nazilerin bir kısmı çok barışçı olduklarına inanıyor. Chaplin’in Great Dictator’u onlar için Hitler’i öven 10 dakikalık bir kısa film. Filmin Türkiye hakları herhangi bir şirkette mi bilmiyorum ama gösterime girerse seyirci çekebilir. Filmin en az iki devam filminin geleceğini de belirtelim. Udo Kier’e gelince. Çok konuşkan, eğlenceli ve cana yakın bir kişilik. Söyleşi sırasında bir an bile susmadı. Hemen her konuda esprili cevaplar verdi, aralara Blade’den replikler sıkıştırdı vs.vs. Udo Kier’in tavrı bizim bazı kasıntı oyuncularımıza örnek olsun isterim. Dünya çapında bir kariyeri olan bir isim ve hiç tepelerden bakmıyor. Bu arada pek samimi olduğu Trier’in nazi olmadığını da belirtti, yakın zamanda sağda solda Trier’in porno filmi olarak anılan (hoş Kier de öyle niteledi) Nymphomaniac’da oynamış. Kötü haber (iyi de olabilir, bakış açısına bağlı), onun seks sahnesi yokmuş. Bu arada filmde Uma Thurman’ın oynadığını da söyledi. Söyleşiden iki gün sonra farklı yerlerde bu bilginin yepyeni bir haber olarak verildiğini görünce söyleşiden çıkınca bu bilgiyi İnternet ortamında paylaşsaydım galiba tün dünyaya haber atlatacaktım diye düşündüm. Belirtmen gereken bir nokta da çevirmenin başarısıydı. Bu tip organizasyonlarda gördüğüm en seri ve doğru çeviren kişiydi. Kier de doğruluğunun olmasa da seriliğinin farkına vardı ve çevirmeni övdü. 20:30 – Gün biterken diğer salondaki Haneke’nin Aşk filmine biletler bitmişti. Zaten bu filmi Ankara’da yakalarım diye düşünerek Baikonur filmini seçmiştim. Baikonur, Kazakistan’da bir uzay üssünün bulunduğu bölgenin adı. Yıllar önce Yuri Gagarin de buradan uzaya çıkmış. Bölgedeki halkın geçim kaynaklarından biri de uzaya giden araçların geride bıraktığı parçaları toplayarak satmak. Bölgede yaşayan Kazak gençlerinden

62

63


Sinema

Sinema

biri kafayı fazlasıyla uzaya takmış. Baikonur’dan kalkan bir mekikte yer alan Fransız kadın astronota da uzaktan uzağa ilgi duyuyor. Hikaye bu ya, kadın astronot onun köyüne zorunlu iniş yapınca üstelik bir de hafızasını kaybedince aralarında bir ilişki başlıyor. Bu arada köyde bir de oğlana ilgi duyan bir kız var. Fazla tesadüflere bağlı bir öykü yorumu yapılabilir ama yönetmenin önceki filmleri de masalsı öyküler anlatmaya meylini gösteriyordu. Genel olarak çok iyi bir film değil belki ama yine de eğlenceli ve romantik bir yapım. Müziklerini de Goran Bregoviç’in yaptığını ekleyelim. Günü Cuma akşamı uçakta olduğum için izleyemediğim Behzat Ç. bölümü ile bitirmek istiyordum ama tekrarı gecenin ikisinde olunca dayanamayarak otel odasında sızmış kalmışım.

20:30 – Günün son filmi için bir karar vermem gerekiyordu. Fatih Akın’ın belgeseli Cennetteki Çöplük’ü festivalde mi izlemeliydim, yoksa Ankara’da vizyondaki ikinci haftasını görür müydü? Ankara’ya dönünce devam edeceğini umarak aynı saatte farklı bir salonda gösterilen Turksib filmini tercih ettim (doğru karar olduğunu birkaç gün sonra gördüm). Altın Portakal’ın Pelikülün İzinde bölümünde sessiz filmleri canlı müzik eşliğinde gösterme uygulaması bu yıl da devam ediyordu. Bu yıl 1929 yapımı Turksib belgeseli canlı müzik eşliğinde gösterildi. Film o yıllarda inşa edilen Türkistan-Sibirya demiryolunun yapılış sürecini ele alıyor. Aslında halen kullanılmakta olan bu demiryolunun yapımını yüceltmek için yapılmış bir propaganda filmi karşımızdaki ama iyi bir film. Önce yerel halkın taşımacılık yaparken doğayla mücadelelerini anlatarak demiryolunun gerekliliğini vurguluyor, sonra inşaat sürecini gösteriyor. Özellikle doğa ile mücadeleye ayrılmış kısım son derece etkileyici idi. Her ne kadar bir kısmı önceden kaydedilmiş olsa da filme eşlik eden canlı müzik de hiç fena sayılmazdı.

8 Ekim Pazartesi: 12:00 – Günün ilk filmi olarak seçtiğim Kevser (Kausar) için tam anlamıyla bir kadın filmi demek yanlış olmaz. Bu Kazak filminin yönetmeni ve yapımcısı kadın. Konu olarak da bir hastanede doğum yapmak üzere olan kadınları anlatıyor. Ana karakter 15 yaşında tecavüze uğrayarak hamile kalan Aynur. Ancak film her biri farklı hikayelere sahip diğer kadınlara da yeterli zamanı ayırıyor ve toplumun farklı kesimlerinden farklı şekillerde hamile kalan kadınlar ile geniş bir panorama çizmeyi amaçlıyor. Fikir iyi belki ama karşımızdaki çok da iyi bir film değil. Hem yönetmenlik, hem de oyunculuklarda belli amatörlükler göze çarpıyor. Kimi rüya sahneleri de çok iyi çekilmemiş. Belli ki yönetmen henüz yolun çok başında. Bu yıl festival filmlerine epey ilgi vardı ama bu film çok boş kaldı. Hani neredeyse söyleşi için gelen film ekibi seyirciden daha kalabalıktı. Zaten söyleşi de çok kısa sürdü ve dişe dokunur bir şey söylenmedi. 15:00 – Kraliçe (Queen), İran-Irak savaşının son günlerinde İran cephesinden bir kaç arkadaşın yaşadıklarını anlatıyor. Başarılı ve görkemli sahneleriyle dikkat çeken film, hüzünlü bir senaryoya da sahip. Kendi adıma başında dikkatimi kaybedince (Türkçesi: uyuklayınca) sonrasından da çok keyif alamadığım bir film oldu. Kimi yerlerine de anlam veremedim. Mesela ateşkes sonrası yaşanan büyük çatışmanın nedenini anlayamadım. Her festivalde yorgunluktan güme giden 1-2 film oluyor. Kraliçe de o kategoride oldu benim için. 18:00 – Günün ikinci İran filmi Ayı (Khers / The Bear) yine İran-Irak savaşı ile bağlantılı bir hikayeyi anlatıyordu. Bu kez savaşta öldüğü zannedilen ama yıllar sonra geri dönen bir adamın hikayesi konu ediliyor. Adam kayıpken karısı tekrar evlenmiş, her ne kadar eşiyle sorunlar yaşasa da ondan çocukları da olmuştur. Yıllar sonra adam geri gelince işler değişir. Ne de olsa kadın hala onu seviyordur ama çocuklar nedeniyle yeni kocasını da terk etmesi zordur. Yasalar da yeni kocasının tarafında gibi gözükmektedir. Birbirinden çok farklı iki adam. Her ikisi de kendi açılarından haklılar ve onların arasında kalan kadın iyi bir hikaye oluşturmuş. Oyunculuklarda da bir aksama olmayınca ortaya iyi bir film çıkmış. Özellikle ikinci koca bir yandan üzüntü bir yandan öfke patlamaları yaşayan psikolojisi ile iyi çizilmiş ve iyi oynanmış bir karakter. Ancak filmin finali daha iyi çözülebilirdi, yine de uluslararası yarışmanın iyi sayılabilecek filmlerindendi. Bu arada filmle ilgili söyleşiye gelen yönetmen ana dili olmayan ve çok hakim olmadığı İngilizce’den çevrilmek zorunda kalınınca bir “Lost In Translation” durumu yaşadık. Söyleşiden aklımda kalanlar salonda pek çok kişinin merak ettiği, karakterlerden birinin neden hapse girmiş olduğunu sorusu oldu. İran yasalarının farklılığından dolayı olduğunu öğrendik. Ayrıca yukarıda da belirttiğim gibi bir kez daha yabancı yönetmenlerin tanıdıkları Türk yönetmen olarak Nuri Bilge Ceylan dediklerini duyduk. Hoş bu defa Semih Kaplanoğlu’nun adı da anıldı. Hakkını yemeyelim, yönetmen en sevdiği Türk filminin Yol olduğunu da ekledi. Bu arada bu filmin sonrasında nicedir Facebook ve Twitter’dan iletişimde olduğumuz Tersninja ve Aydınlık yazarı Ercan Dalkılıç ile de sonunda yüz yüze geldik. Sanırım 3-4 festivalde aynı yerlerde olduğumuz halde denk gelememiştik. Kısmet bu festivaleymiş.

9 Ekim Salı: 12:00 – Hakkında neredeyse hiç bir şey bilmeden gittiğim Aglaya (Aglaja) filmi bayağı iyi bir film çıktı. Etkileyici bir hikayesi ve karakterleri var. Ayrıca filmin görsel dili de gayet iyiydi. Bir yandan Çavuşesku döneminde Romanya’dan kaçmak zorunda kalan bir aile ile politik bir yönü de olan bir hikaye ama esas olarak kızlarının gözünden sirklerde çalışan bir ailenin hikayesi. İyi kurulmuş karakterleri ve iyi oyuncuları var. Festivalin uluslararası yarışma bölümünde yer alan film bence yarışan filmlerin en iyisi değildi ama bir kaç favorimden biriydi. Sonuçta hem ana jüriden hem de SİYAD jürisinden en iyi film ödülünü aldı. Madem günce yazıyorum bahsetmeden geçmeyeyim. Bu film sonrasında iyi bir yemek yapayım diye arkadaşların Antalya’nın iyi restoranlarından biri olduğunu söyledikleri Shakespeare restoranında kırmızı et yemeği istemişken tavuk yemeği gelmesi üstelik garsonun şikayetime rağmen bunun kırmızı et yemeği olduğunu, sosundan dolayı beyaz gözüktüğünü iddia etmesi bu yılın aklımda kalan olaylarından biri olacak. Merak edenler için söyleyeyim, ancak garsonun bir üstünü çağırarak tabağımdakinin tavuk olduğuna ikna edebildim. Sonraki filmi kaçırmamak için yeniden pişmesini beklemedim ama en azından tavuk yemeği parası ödedim. 15:00 – Yemek macerası sonrası izlediğim İnsan Avı (Oblawa), festivalin Savaşa Karşı bölümünde yer alıyordu. 2. Dünya Savaşı’nda Polonya’da geçen film nazilere direnen askerleri anlatıyordu. Askerlerin başındaki komutan son derece sert ve acımasız bir adam ama bunun nedenleri ortaya çıktıkça ona hak verebiliyorsunuz. Her ne kadar filmin hikayesi zaman gidiş-gelişleri ile ilerlese de seyirciyi çok zorlamıyor. Buna rağmen her nedense salonun yarısı filmden çıktı. Filmde kimi şiddet dolu sahneler de vardı ama çıkanlar o sahnelerden önce çıktığına göre nedeni bu sahneler olmamalı. Belki altyazıcı arkadaşların filmin sonundaki 2 dakikanın altyazısı yok demeleri de etkendir. Bu açıklama en sondaki 2 dakika gibi anlaşıldı. Halbuki filmin bitimine yaklaşık 20 dakika kalmışken arada bir yerde 2-3 dakikalık kısmın altyazısı yoktu. Tahammül edilebilirdi yani. Bu vesileyle geçtiğimiz yıllarda altyazı konusunda ciddi sıkıntılar yaşanan Altın Portakal’da bu yıl sorunların büyük ölçüde çözüldüğü söylenebilir. Yine bazı sorunlar olsa da çeviriler geçen senelere göre daha iyiydi. Altyazıların zamanlaması da öyle. Belli ki altyazı ekibi deneyim kazandıkça işler daha iyiye gidiyor.

64

65


Sinema

Sinema

18:00 – Michel Gondry için farklı türlerde film çekmeyi seven bir yönetmen diyebiliriz artık. Giderek birbirine hiç benzemeyen filmler yapıyor. Belki bir daha Eternal Sunshine etkisini yaratamayacak ama çoğunlukla iyi filmler yapıyor (Green Hornet’i izlememiş gibi yapıyoruz). Biz ve Ben (The We and the I) filminde bu kez okulun son günü evlerine giden gençlerin otobüs yolculuğunu izletiyor bizlere. Neredeyse tüm film otobüste geçiyor. Gondry artık 49 yaşında bir adam ama gençlerin nabzını iyi tutmuş, teknolojiyi nasıl kullandıklarını irdeleyip aynısını filmde de kullanmış. Filmde tümüyle amatör oyuncularla çalışmış. Oyuncuların adları ile filmdeki karakterlerin adları da aynı. Filmin ses bandı da çok başarılı. Otobüs doluyken gerçekten de sağdan soldan sürekli bir gürültü var. Adeta kendinizi o otobüsün içine kazara oturmuş ve gençlerin gürültülerinden rahatsız olan biri gibi hissediyorsunuz. Bu yüzden bazen filmi izlemek bile zorlaşıyor. Gondry gençler hakkında tek başlarına iyiler de beraberken bozuluyorlar tarzı bir mesaj veriyor. Filmin orijinal adınının The We and the I olması da anlam kazanıyor bu şekilde düşününce. Bu filmle Gondry, Gus Van Sant’ın sularında yüzüyor adeta. Aynı filmi Gus Van Sant’tan izleseydik daha iyi bir filmle karşılaşır mıydık? Muhtemelen. Yine de Biz ve Ben iyi bir film. 21:00 – Günü yine bir uluslararası yarışma filmi ile kapadım. Süpermarket (Supermarket) uluslararası yarışma filmleri içinde şansı olabilecek filmlerden biriydi. Film Noel öncesinde bir süpermarkette geçiyor. Marketin güvenlik ekibi patronlarının da baskısıyla hırsızlık olmaması için tetikte. Arabasının çalınan aküsünün yerine yenisini almak için markete giren bir adam unutkanlıkla markette bir çikolata yiyip parasını ödemeyince kabak onun başında patlıyor. Tüketim toplumu üzerine dikkat çekici tespitleri olan, seyirciyi tetikte tutan, hikaye kısmı da sarkmayan başarılı bir yapım Süpermarket. Bizim Ankara’daki bir kaç festival takipçisi olarak zaman zaman söylediğimiz Polonya’dan boş film çıkmaz lafımızı da doğruluyor. 10 Ekim Çarşamba: 12:00 – Festivallerde genellikle yerli filmleri izlemeyi tercih etmiyorum. Bunun nedeni vizyona girdiklerinde yakalama fırsatımın olacağını düşündüğüm için. Çoğunlukla ilerde izleme şansım olmayacak filmleri tercih ediyorum. Yine de merak ettiğim yerli filmleri programıma dahil ediyorum. Bu yıl Siirt’in Sırrı merak ettiğim filmlerden biriydi ancak tek gösteriminin bugün saat 10:00’da olması filmden vazgeçmeme neden oldu. Umarım bir şekilde izleme fırsatı olur. Siirt’in Sırrı’nı pas geçip günün ilk filmi olarak seçtiğim Onur Savaşı (Jagten / The Hunt) Antalya’da izlediğim en iyi filmlerden biriydi. Uzun zamandır bir Thomas Vinterberg filmi izlememiştik, iyi oldu. Film bir anaokulu öğretmeninin çocuk tacizi ile suçlanmasını ve sonrasında en yakın arkadaşlarının gözünde bile suçlu olarak damgalanmasını anlatıyor. Vinterberg, yargının aklamasının toplumun gözünde günah keçisine dönmüşseniz sizi temize çıkarmadığını, toplu histerinin nasıl yayıldığını çok güzel anlatmış. Aynı zamanda filmi izlerken çocuk tacizi ile ilgili konularda mutlaka konu ile ilgili deneyimli, çocuk psikolojisinden anlayan kişilerin görev alması gerektiğini de anlıyorsunuz. Ufak bir yanlış anlama hem çocuk, hem de konunun diğer tarafındaki kişi için vahim sonuçlar doğurabilir. Cannes’da bu film ile en iyi erkek oyuncu ödülünü alan Mads Mikkelsen zaten her zamanki gibi iyi ama onu tacizle suçlayan kız olarak kilit rolü olan küçük kız Annika Wedderkopp da çok başarılı. 15:00 – Bu yıl Antalya’da saat 15′de gösterilen filmlerde genelde uyuklamış olmam ya uyku düzenimin kötülüğünü ya da o saatteki filmlerin vasatlığını gösteriyor galiba. Doğruyu söylemek gerekirse Konvoy

66

(The Convoy) da bu kaderi paylaştı. Film, kızını öldürmekle suçlanan, psikolojisi son derece bozuk bir askerin hırsızların peşine düşmesini anlatıyor. Çıldırmanın eşiğindeki askeri oynayan oyuncuyu beğendim ama film onun dışında çok iz bırakmadı. Neyse ki geçen sene olduğu gibi jüri büyük ödülü verip işte senin uyukladığın film böyle iyi bir film demedi. 18:00 – Hiam Abbass oyuncu olarak sevdiğim bir isim. Yönetmen olarak da Miras (Inheritance) filminde hiç fena bulmadım. Film önce bir düğün, sonra hastalık nedeniyle bir araya gelen Filistinli bir ailenin hikayesini anlatıyor. Ön plandaki hikaye ailenin bir İngiliz’le aşk yaşayan kızları üzerine kurulu ama ailenin tüm bireyleri ince ince irdelenmiş. Hepsinin ikircikli tavırları, yaşadıkları sorunlar, bunların gelenekler ve dinle olan ilişkileri üstünde durulmuş. Bir yandan da kaçınılmaz olarak barış dönemi de olsa sürekli olarak tekrar başlamak üzere olduğu hissedilen çatışmaların baskısını hissediyorsunuz. Başarılı bir yapım. Miras gösterime girmezse önümüzdeki yıl Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali için de iyi bir seçim olabilir. Akıllarda bulunsun. 20:30 – Bu yıl Antalya festival sırasında yine yağmurlu günler geçirdi ama şu ana kadar hep ben sinemada olduğum zamanlarda yağmış, ben dışardayken durmuştu. Bugün biraz daha şanssızdım ama belirttiğim gibi bir sonraki filmin gösterildiği yere doğru ilerlerken bu kez şemsiyem yanımdaydı. Ali Özgentürk’ün Görünmeyen filmi Ankara’ya uğramamıştı, ben de merak ettiğim bu filmi Antalya’da yakalama fırsatı buldum. Film 1930’larda ülkemizden halk müziği örnekleri toplamak üzere çalışmalar yapan Macar müzisyen Bela Bartok’un hikayesi ve günümüze yansımaları üzerine. Vizyona girdiğinde sadece 214 seyirci toplamış. Ciddi sıkıntıları olduğu kesin ama iyi bir tanıtım kampanyası ile kesinlikle daha çok seyirci çekebilirdi. Bu arada Özgentürk film sonrasında katıldığı söyleşide nedense filmin vizyona girmediğini vurguladı (vizyona girip 214 seyirci çektiği bilgisi Box Office Türkiye sitesinden). Filmin en büyük sorunu bugünde geçen hikayesi. Bu kısmın hikayesi de oyunculukları da Bela Bartok hikayesine göre çok zayıf. Genel olarak da özellikle oyunculuk stilinde bir sıkıntı var. Doğal mı olsun, gerçeküstü bir hava mı versin karar verilememiş gibi. Yine de Udo Kier’i bir yerli filmde görmek, hatta onu türkü eşliğinde oynarken izlemek bir keyifti. Aslında oyunculuktaki sorunu dolaylı olarak Ali Özgentürk’ün de belirttiğini söylemek mümkün. Filmdeki oyuncuları överken sadece geçmiş dönemin hikayesinde yer alan oyuncuların adını andı ve bazı oyunculardan da istediğim performansı alamamış olabilirim dedi. Özgentürk ilk yazdığı senaryonun Bela Bartok ile ilgili olduğunu, bu hikaye çok ilgisini çektiği için yıllar içinde 17 kez tekrar yazdığını, sonunda bu hale geldiğini söyledi. Hatta Bartok ile ilgili dünyadaki en büyük arşivin kendisinde olduğunu tahmin ettiğini de belirtti. Bu anlamda bu proje için Özgentürk’ün hayatının projesi denebilir. Keşke daha iyi bir film ortaya çıksaymış. Son bir not olarak filmde iki kez “Zeki Ökten Kıraathanesi” tabelasını görmek dikkatimi çekti. Bunun gerçek mi olduğunu yoksa Ökten’e bir saygı duruşu mu olduğunu sordum. Özgentürk bunu arkadaşını anmak için yapmış. Hoş ve duygulandıran bir ayrıntıydı. Bu ince düşünce için tebrikler. 11 Ekim Perşembe: 15:00 – Uluslararası yarışma filmlerinden Saba’nın gösterimi ikinci kez iptal olunca (sanırım kopya ile ilgili bir sıkıntı vardı, jürinin farklı bir salonda izlediğini sanıyorum) güne 15:00 senasından başladım. Bu

67


Sinema

Sinema

seans için seçtiğim Öldür Beni (Kill Me), neredeyse bir alt tür oluşturacak kadar çok örneğini gördüğümüz hapisten kaçan adam-ona yardım eden çocuk filmlerinin bir yenisi. Bu tip filmlerde çocuk önce doğal olarak kaçaktan korkar, sonra ona yardım eder, zamanla ona yakınlık duymaya başlar ve ailesinden görmediği sevgiyi ondan görür. Biz de kaçağın aslında iyi bir adam olduğunu hatta bazen de aslında suçlu olmadığını öğreniriz. Burada kaçağa yardım eden karakter biraz daha büyük ama hikaye yapısı açısından çok fark etmiyor. Aslında bu film, çocuğun “sana yardım ederim ama sonra beni öldüreceksin” demesi ile farklı bir yöne ilerliyor ama kısa sürede bildik sulara dönüyor. Halbuki kızın kendini öldürme isteği üzerine gidilse daha ilginç bir film ortaya çıkabilirmiş. Her festivalde o festivalin kataloğunu alıp arşivime katıyorum. Nedense Altın Portakal’da bu katalogların seyirciye satılması festivalin son günlerini buluyor. Bu yıl ise hiç satışa çıkmadı. Arşivimi eksik bırakmamak amacıyla festival yetkililerine katalog temin etmemin bir yolu olup olmadığını sormuştum. Bana bir adet katalog ayarlayan Yeliz Palak’a teşekkürler. Bu iki filmin arasında kataloğumu alırken Ankara’dan kısa filmleri ile gelen arkadaşlara da rastladım. Ben Öldür Beni’yi izlerken onlar da Umut Üzümleri’ni tercih etmişler ve 10 dakikadan fazla dayanamamışlar. Doğrusu 10 dakikada bile çıkmalarına neden olabilecek kadar kötü olan nedir diye merak ettim ama festival sonrasının en kötü bulunan filmlerinden biri oldu gerçekten de. 18:00 – Festivalin uluslararası yarışma jüri başkanı da olan István Szabó’nun yeni filmi Kapı (The Door), biletlerin tümüyle satıldığı filmlerden biri oldu. Yer kalmamıştı aslında ama boş bir yerden filmi izlemeyi başardım. Merdivene oturmak konusunda ufak bir tartışma yaşansa da yardımcı olan festival ve sinema görevlilerine ve kendisine yer ayrılmış olduğu halde gelmeyen ve dolaylı olarak benim filmi gayet güzel bir yerden izlememe vesile olan jüri üyesine de teşekkürler. Filmi önceden izleyenlerden o kadar kötü yorumlar okumuştum ki beklentilerimi çok düşürmüştüm. Sonuç: O kadar da kötü bir film değilmiş. Hatta tam tersi, zevkle izlediğim bir film oldu benim. Film biri yazar, diğeri onun hizmetçisi iki kadın arasında zamanla gelişen dostluğu anlatıyor. Helen Mirren’ın oynadığı hizmetçi karakteri filmin odak noktası. Kendine güvenli, aksi, çevresini iplemeyen bir karakter. İşverenine bile posta koymaktan çekinmiyor. Film ilerleyip geçmişini öğrendikçe dış dünya ile arasına çektiği setin nedeni belli oluyor. Helen Mirren çok iyi ama bu kadar Macaristan kokan bir film Macarca olmalıydı diye düşünmeden geçemedim. Zaten oyuncuların büyük kısmı da Macar. Hatta çok emin olamasam da bazılarının Macarca konuşmaları üzerine İngilizce dublaj yapılmış gibi hissettim. Sonraki filmin zamanı yaklaştığı için uzun bir söyleşi yapılamadı ama bu kısa sürede bile Szabó’nun gerçekten çok alçakgönüllü bir yönetmen olduğunu gördük. Söyleşi boyunca oyuncuları övdü, aslında yönetmen olarak işinin çok zor olmadığını, oyuncuların çok daha zor bir iş yaptıklarını söyledi. Udo Kier için de benzer bir şey yazmıştım. Dünya sinemasında önemli bir yeri olan bu yönetmenin tarzı, ancak ülkemizde tanınan ama kendisini dev aynasında gören bazı yönetmenlere örnek olmalı diye düşünüyorum. 20:30 – Festivalin bitmesine bir gün kala Palilula Diye Bir Yer (Undeva la Palilula / Somewhere in Palilula) filmiyle uluslararası yarışma filmlerini tamamlıyordum (Saba hariç). Palilula Diye Bir Yer, tiyatro sahnesi gibi

düzenlenmiş bir köyde geçen gerçeküstü bir hikaye anlatıyor. Yeni mezun bir çocuk doktoru bir köye gönderilir ama köyde tek bir çocuk bile doğmamaktadır. Doktor zaten buraya gelirken de geçici bir iş olarak bakmaktadır, bu durumu öğrenince bir an önce ayrılma düşüncesi iyice güçlenir. Ama sonuç öyle olmaz ve doktor hayatının sonuna kadar bu köyde kalır. Biz de bu süre boyunca köyde yaşananları izleriz. Köyün yapısı, karakterlerin orijinalliği, atmosferdeki Kusturica esintisi gayet başarılıydı. Ancak filmin 141 dakikalık süresi biraz kısalabilirdi. Bir de hissedebildiğim kadarıyla Romanya tarihine fazlaca gönderme yapıyordu. Bu tarihi daha yakından bilmek filmden alınacak keyfi arttıracaktır. Bu film benim uluslararası yarışma bölümünde favorilerimden biri oldu. Hatta oy verme şansım olsa tercihimin bu filmden yana olacağını söyleyebilirim. Ne yazık ki ödül alamadı. Bu arada Antalya seyircisinin filmden çok sıkıldığını gördük. Film boyunca salondan çıkışlar devam etti. Halbuki filmin seyirciyi çekebilecek bir atmosferi de vardı. Biraz daha canlı renkler kullanılsaydı seyirciyi de elinde tutabileceğini düşünüyorum.

68

69

12 Ekim Cuma: 12:00 – Hızlı geçen bir hafta sonrası festivalin son gününe geldik. Günün ilk filmi Kayıp Çocukluk (Infancia Clandestina / Clandestine Childhood), insanın içine işleyen bir filmdi. Tarihin zorlu dönemlerini çocukların gözünden anlatmak filmlerde sıkça gördüğümüz bir numara. Kayıp Çocukluk da bunun iyi örneklerinden. Bu kez dönem Arjantin’deki askeri yönetim dönemi. Ana karakter Juan da direnişçi bir ailenin oğlu. Film böyle bir ortamda çocuk olmayı çok güzel anlatmış. Hikayenin eğlenceli ve hüzünlü, politik ve duygusal unsurları dengeli. İşin sadece politik yönüne bakmıyor, ilk aşkını yaşayan bir çocuğun duygularına da bizi ortak ediyor. Çocuklarla çok iyi anlaşan amca karakteri de filmin başarıyla çizilmiş karakterlerinden. Juan’ın zihninde canlandırdığı kimi şiddet sahnelerinin animasyon olarak verilmesi de iyi bir buluş. Gösterime girmesi de muhtemel olan filmi tavsiye ederim. Bu arada zamanında pembe dizilerde izlediğimiz Natalia Oreiro’yu daha olgun bir halde anne rolünde görmek de o zamandan kendisini hatırlayanlar için hoş bir deneyim olacaktır. 15:00 – Festivalin son günü iyi filmlerle devam ediyordu. İtaat (Compliance) festivalin en etkileyici filmlerinden biriydi. Yönetmen Craig Zobel bir iktidar figürünün her dediğini yapar mısınız sorusunu irdelemiş. Burada kendini telefonda polis olarak tanıtan birinin her dediğini yapan karakterler görüyoruz. Kendisini polis olarak tanıtan biri, bir fastfood restoranını arıyor ve kasadaki genç kızın soygun yaptığını, onu alıkoymaları gerektiğini söylüyor. İş ilerledikçe üstünü aramalarını, çaldıklarını saklayabileceği her yere bakmalarını istiyor. Olanlar bir yerden sonra bu kadarı da olmaz dedirtiyor ama hikaye gerçekten yaşanmış bir olaydan alınmış, üstelik buna benzer 70 vaka yaşanmış Amerika’da. Filmde neler olduğunu çok açık etmeden hırsızlıkla suçlanan kızın başına son gelenleri fazla abartılı bulduğumu ve muhtemelen kurmaca olduğunu düşündüğümü söylemeliyim. Film sonrasında o son noktanın da gerçekten yaşanmış olduğunu öğrenmek daha da şaşırtıcı oldu (bilgi için Kaya Özkaracalar’a teşekkürler). Aslında gerçekten de olay en baştan inanmakla ilgili. Bir kere inandığınız zaman size söylenenin ne kadar mantıksız olduğunun farkına varmanız çok güç olabilir. Kimi dolandırıcılık olaylarında da


Sinema

İzlenim Notları

benzerlerini görüyoruz. Filmde hemen hemen hiç fiziksel şiddet sahnesi olmadığı ve çıplaklık sınırlı olduğu halde seyirciyi son derece rahatsız etmesi de anlamlı. Bu film de seyircilerin büyük ölçüde salonu terk ettikleri bir film oldu (hoş bu yıl Antalya’da bunu çok sık yaşadık). Aslında işin içinde şiddetin psikolojik boyutu var ve çok iyi anlatılmış bu durum. Oyuncuları da başarılı. İzlenir. 18:00 – Afrika’daki çocuk askerler meselesi kendi başına çok etkileyici ve önemli bir konu. Bu konudan yola çıkan filmler de genelde başarılı oluyor. Savaş Cadısı (Rebelle / War Witch) da aynı konuyu anlatan benzer filmlerden çok farklı değil belki ama iyi bir yönetmenin elinden çıktığı belli. Film, anne-babasını öldürmek zorunda bırakılan, sonra savaşta aktif olarak çarpışan, bir de üzerine hamile kalan küçük bir kızın hikayesi. Konuyu duygu sömürüsüne başvurmadan anlatması filmin erdemlerinden. Ankara’lı seyircilerin filmi yakın zamanda izleyebileceklerinin haberini verelim. 20:30 – Acaba kapanış törenini takip etsem mi diye düşünüyordum ama çoğunlukla olduğu gibi yine tören yerine film izlemek daha çekici geldi. Bernardo Bertolucci üstadımızı 9 yıl aradan sonra film çekmeye yönelttiğine göre Sen ve Ben (Io e Te / Me and You) filminin uyarlandığı roman başarılı olmalı. Film olarak ise, en iyi Bertolucci’lerden olmadığını itiraf etmeli ama yine de başarılı bulduğum bir filmdi. Başta anneoğul arasında bir ilişki sinyaliyle La Luna’ya, sonra kardeşler arasında benzer bir durumla Dreamers’a selam çaktığı söylenebilir. Ama bu filmde ikisi de olmuyor. Yine de iki üvey kardeşin kapalı bir mekanda geçirdikleri bir haftayı anlatması ile Dreamers ile akraba sayılabilir. Sen ve Ben’in kimi zaman çok büyük prodüksiyonların altına giren Bertolucci’nin belki de en sade filmi olduğunu da söylemeli. Neredeyse tüm film bir bodrum katında ve iki kişi arasında geçiyor. Film için 72 yaşına gelen ustanın günümüz gençlerine bakışı da denebilir. Bu arada filmin en hoş yanlarından biri de finale doğru duyduğumuz “Space Oddity”nin İtalyanca versiyonu ve jenerikteki orijinal versiyonu idi. Benim için de festivalin kapanış müziği gibi oldu bu şarkı. Film bittikten sonra devam eden kapanış törenini bir süre için dışarıya kurulan dev ekrandan izledikten sonra otele geri döndüm ve sabahın dördünde Ankara’ya dönüş için hazırlıklara başladım. Ne de olsa Ankara’da da Film Ekimi başlamıştı ve bir arkadaşıma hafta sonu için 5 bilet aldırmıştım. Festivaller bitmezdi… Hasan Nadir DERİN http://sinemamanyaklari.com/

70

Şehir, Korku ve FABİSAD Uluslararası İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali’nin (İTEF) bu seneki teması “Şehir ve Korku”ydu. Bu tema çerçevesinde İstanbul, Ankara, İzmir ve Hatay’da birçok etkinlik gerçekleştirildi 1-4 Ekim tarihleri arasında. Fantazya ve Bilimkurgu Sanatları Derneği (FABİSAD), bu festival içerisinde birbirinden “fantastik” konular üzerine İstanbul’da KargArt Sanat Merkezi’nde paneller ve okuma etkinliği düzenledi. Okur, yazar, çizer, birçok meraklı bir araya geldi. Panellerde ve okuma etkinliğinde konuşulanlardan masa sohbetlerine birçok konudan bahsedildi. O etkinliklerde neler oldu, masa konuşmalarımızdan neler yansıdı, gün gün, festivalin İstanbul ayağında düzenlenen bu etkinliklerde neler yapıldı, işte o etkinliklerden notlar. 1.Gün: 1 Ekim Pazartesi günü “Şehir ve Korku” konulu panel vardı. İdil Önemli’nin (yazar) moderatörlüğünü yaptığı panelin konuşmacıları Altay Öktem (yazar, şair), Doğu Yücel (yazar, senarist) ve Cem Özüduru’ydu (çizer). İstanbul trafiği nedeniyle panele ucu ucuna yetişebildiğim için panelin çıkışında denk geldiğim tanıdıkların görüşlerini alırım diye beklemeye başladım. Panele katılan, Kayıp Rıhtım öykü seçkilerinden tanıştığım iki arkadaşım Özgürcan Uzunyaşa ve Onur Selamet’le ayaküstü panele dair konuştuk. Panelde “şehir ve korku” bağlamında Doğu Yücel “korkunun yapaylaştırılmasından” ve günümüzde korkunun bu tür olmasına rağmen, asıl korkunun doğal ve evrensel (Otranto Şatosu’ndan beridir aşina olduğumuz gök gürültüleri vs.) korku olduğundan bahsetmiş. Şehrin yarattığı yeni korkulara değinmiş. Bir de Altay Öktem bir konuşmasında korkunun siyasi otorite tarafından kullanılmasını ve 1700’lü yıllarda Avrupa’daki vampir salgınlarını anlatmış bununla ilgili olarak. Panelde genel olarak nostalji ve nostaljinin

71


İzlenim

Öykü

Notları

neden çekici olduğu, korkunun çekiciliği, yerel korkuların kullanılması ve Uluslararası İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali’nin (İTEF) bu seneki teması “Şehir ve Korku”ydu. Bu tema çerçevesinde İstanbul, Ankara, İzmir ve Hatay’da birçok etkinlik gerçekleştirildi 1-4 Ekim tarihleri arasında. Fantazya ve Bilimkurgu Sanatları Derneği (FABİSAD), bu festival içerisinde birbirinden “fantastik” konular üzerine İstanbul’da KargArt Sanat Merkezi’nde paneller ve okuma etkinliği düzenledi. Okur, yazar, çizer, birçok meraklı bir araya geldi. Panellerde ve okuma etkinliğinde konuşulanlardan masa sohbetlerine birçok konudan bahsedildi. O etkinliklerde neler oldu, masa konuşmalarımızdan neler yansıdı, gün gün, festivalin İstanbul ayağında düzenlenen bu etkinliklerde neler yapıldı, işte o etkinliklerden notlar. 1.Gün: 1 Ekim Pazartesi günü “Şehir ve Korku” konulu panel vardı. İdil Önemli’nin (yazar) moderatörlüğünü yaptığı panelin konuşmacıları Altay Öktem (yazar, şair), Doğu Yücel (yazar, senarist) ve Cem Özüduru’ydu (çizer). İstanbul trafiği nedeniyle panele ucu ucuna yetişebildiğim için panelin çıkışında denk geldiğim tanıdıkların görüşlerini alırım diye beklemeye başladım. Panele katılan, Kayıp Rıhtım öykü seçkilerinden tanıştığım iki arkadaşım Özgürcan Uzunyaşa ve Onur Selamet’le ayaküstü panele dair konuştuk. Panelde “şehir ve korku” bağlamında Doğu Yücel “korkunun yapaylaştırılmasından” ve günümüzde korkunun bu tür olmasına rağmen, asıl korkunun doğal ve evrensel (Otranto Şatosu’ndan beridir aşina olduğumuz gök gürültüleri vs.) korku olduğundan bahsetmiş. Şehrin yarattığı yeni korkulara değinmiş. Bir de Altay Öktem bir konuşmasında korkunun siyasi otorite tarafından kullanılmasını ve 1700’lü yıllarda Avrupa’daki vampir salgınlarını anlatmış bununla ilgili olarak. Panelde genel olarak nostalji ve nostaljinin neden çekici olduğu, korkunun çekiciliği, yerel korkuların kullanılması ve hangi unsurların daha fazla kullanıldığı gibi konular tartışılmış. 2.Gün: 2 Ekim Salı günü, bir önceki günün gecikmesini telafi etmek adına erkenden geldim KargArt’a. O günün panel konusu “Edebiyatta Hayal Gücünün Yeri ve Değeri”ydi. Youtube’a kayıtları da yüklenen bu panelde, Müfit Özdeş ve İnci Aral’ın da FABİSAD’a katıldığını öğrendik. Panelin konuşmacıları İnci Aral (yazar), Sevin Okyay (çevirmen) ve Barış Müstecaplıoğlu’ydu (yazar). Yiğit Değer Bengi’nin (yazar, çevirmen) moderatörlüğünde gerçekleşecek olan panelde, ilk etapta FABİSAD’dan ve yapılacak etkinliklerden, yakın zamanda düzenlenecek olan GİO Ödülleri’nden bahsedildi. Panelde fantastik unsurların bir eserde geçmesinin onun değerini düşürüp düşürmeyeceği algısı, fantastik edebiyatın topluma ne ifade edebileceği gibi konulardan bahsedildi. Panelin kayıtlarına buradan ulaşabilmek mümkün: 1.Bölüm: http://www.youtube.com/watch?v=bhvoYVAXl6M , 2.Bölüm: http://www. youtube.com/watch?v=gH-FLpbqjCQ . 3.Gün: Etkinliğin son günü, panel olmadığı halde okuma etkinliğinin ardından gerçekleşen, katılımcılarla biz seyredenler arasında gerçekleşen söyleşi unutulmazdı. Onat Bahadır, Levent Şenyürek ve Galip Dursun hikayelerini okurken ışığın loşlaştırılması, hikaye aralarında eski dönem kostümü giymiş Biğkem Karavus’un Edgar Allan Poe’nun “Kuzgun” adlı şiirini okuması gibi detaylar iyi düşünülmüştü. Okuma etkinliğinden sonra katılımcılarla, yazarlar arasında fantastik edebiyatta dehşet unsurlarının kullanılması, bilimkurgu mu yoksa fantastik unsurları mı günümüzde daha çok önplana çıkartılıyor, yerli unsurların bu tip hikayeler içinde kullanılması gibi bir nice konuya değinen, katılımcılarının da yorumlarıyla mecra bulan oldukça zevkli bir söyleşiye tanık olduk.

İkizler Katil bakışlı adamın dersinde sabahın köründe yine amfide toplanmıştık bir grup talihsiz öğrenci olarak. Ders istatistikti, güya mühendisler için şöyle önemli böyle gerekli olmasına rağmen kafamdan çok farklı şeyler geçiyordu. Hocanın anlattıklarıyla ilgisi yoktu düşündüklerimin. Zaten ne zaman doğru düzgün ders dinleyebilmiştim ki? Lise 1'de bu yeteneğimi feci derecede hızlı bir şekilde kaybetmiştim.Lise yıllarım istisnasız her zaman kötü, her zaman karanlık ve ölümüne sıkıcı olmuştu benim için. Bitmek bilmez bunalımlarımdan kurtulup derslere tam anlamıyla verememiştim kendimi ama bu bunalım dediğim şey ergenliğin getirdiği saçma ve abartılmış tepkiler değildi. Benim ergenliğim o kadar hızlı ve acısız geçmişti ki bazen öyle bir dönemi yaşayıp yaşamadığımdan bile emin olamıyordum. İnanın bana yaşadıklarım karşısında adına ergenlik bunalımı denilen şeyin sadece aşırı bir şımarıklıktan ibaret olduğunu öğrenmiştim. Tanrım, insanlar her sıkıntıya bunalım ya da depresyon gibi anlamlar yüklemeye ne kadar meraklılar! Eğer gerçekten depresyonun ne demek olduğunu anlasalardı, eğer aylarca gözlerine bir dakika uyku girmeden, geceler boyu duvarları yumruklayarak ağlasalardı anlarlardı bunalımın ne demek olduğunu. Hayır, benim yaşadıklarım, lisedeki sınıfımda geri kalan yirmi dokuz kişinin topluca intihar etmesine yeter de artardı. Peki ben nasıl dayandım? Orası hala muamma... Bunların benden ne götürdüğünü ve ne getirdiğini düşünürsek, birçok güzelliği götürüp yerine onlarca,yüzlerce tuhaflık getirdi bana. Fakat şunu söyleyebilirim ki hiçbir zaman beni daha güçlü yapmadı, öyle denildiği gibi öldürmeyen acı güçlendirmiyor maalesef. Onun yerine tuhaflaştırıyor, acı çektikçe ruhunuzun garipleştiğini ve belirsizleştiğini hissediyorsunuz. Psikiyatristimin hazırladığı, üstünde koyu harflerle "Obsesif Kompulsif bozukluk ve Psikotik bozukluk" yazan raporumun üstüne bir başhekim kocaman onay kaşesini vurup elime verdiğinden beri çok zayıfladım. Yaklaşık on kilo verdim. Yüzüm aşırı derecede çöktü ve gözlerimin altı yıllardır uykusuzluğun morluğundan kurtulamadı. Zaten çekingen biriydim ve iyice soğudum insanlardan. Yüzüm de ilkokuldaki kadar gülmedi hiçbir zaman. İnanın bana asıl derdimin yanında bunlara bile katlanmayı yeğlerim. Ben, Cem Kalkan, lise son sınıftan- hastalığım en fazla kudurduğu yıl- beri hayaller görüyorum. Beni asla yalnız bırakmayan iki tane "ruh" her anımda benimle.. Beni zihinsel olarak taciz etmekten özel olarak zevk alan iki tane baş belası varlık musallat oldu. Kulağa ilgi çekici mi geliyor? Hayır değil, hiçbir zaman da olmadı. Zihninize sürekli saldırıp taciz eden, düşüncelerinize karışan, dengenizi alt üst eden "ikizler"le siz de tanışsaydınız bunun ilginçlikten çok korkunç bir durum olduğunu görürdünüz. Robot sesli ruhsuz adam histogram çizmeye dair dünyanın sen sıkıcı bilgilerini aktarırken saatime baktım. S.ktir! Dokuza on var.. Ben kaçta kalkmıştım? Sekizde, yani sadece on dakika kaldı. İkizler genelde kalkmamdan bir saat sonra "misafirliğe" gelirler. Son on dakika.. On dakika sonra ruhunuzun tecavüze uğrayacağını bilseydiniz ne yapardınız? Peki ya bu durumun tam iki yıldır her sabah sürdüğünü ve delirdiğinizi sanmalarından korkup kimseye anlatamadığınızı düşünürsek, işte o zaman ne yapardınız?

Mehmet Berk YALTIRIK

72

73


Öykü

Öykü

Şimşek çakması kadar seri geçen bir on dakikaydı, tıpkı felakete giden bir insanın zaman algısının aşırı hızlanması gibi. Aniden kalbimin atışı hızlandı ve vücudum titremeye başladı. Kahretsin yine geliyorlar işte.. Alnımdaki terler, ruhuma çöken cehennemin ılık yağmurları gibiydi. O yağmurlar varlığımdaki zaten titremekte olan ışığı da kapattı. İkizlerin uğursuz hissi dalga dalga nabzımdan yayılıp tüm damarlarıma, kanıma ve yüreğime yerleşti. Karanlık zehir bütün vücudumun manevi dengesini bozdu. Kendimi kontrol etmeye çalışıyordum ki hoca birden "Sanırım bu soruya Cem cevap verebilir, çok istekli bir bakış gördüm." diye pişkince sırıtarak konuştu. Tanrım, her zaman silah zoruyla ders yapıyormuş gibi görünen ve bırakın öğrencilere birşey sormayı, sürenin bitmesiyle dersten kendini zor dışarıya atan adamın soru soracağı tutmuş, o da bu halde beni bulmuştu! O sinirle saniyeden kısa bir sürede adamın tüm ailesine düz gitmem de içinde bulunduğum b.ktan durumu değiştirmemişti. Zorlukla, masadan destek alarak ayağa kalkabildim. Doğrulmamla beklediğim şey aynı anda geldi. O çok tiz ve her salisesi binlerce titreşimle devinen dünya dışı ses, korkunç rahatsız ediciliğiyle beynimi patlatmaya hazırdı. "Bakıyorum da zor durumdasın sanırım, yoksa yanlış bir zamanda mı geldik?" Bu birinciydi, genelde söze ilk başlayan. İlkine çok benzeyen, sadece çok küçük bir tını farkı olan ama iticilikte ondan aşağı kalmayan ikinci ses de giriş törenine katıldı. "Sanırım seninle küçük bir oyun oynamanın zamanı geldi." "Üstelik çok kolay bir oyun, tek bir kural var yalnızca, o da-.." "Yalnızca biz kazanırız!" diye bitirdi birincinin sözünü ikinci. İkizlerin aşağılama ve alayla çarpıklaşan kahkaları zihnimin içinde yankılanmaya başladı. "Yalnızca biz kazanırız!" Tanrım, bu çok kötü! Beynimin yandığını hissediyorum, bu sefer öncekilere göre çok daha şiddetli, sinirlerim kül oluyor sanki, duyularımın mesajı beynime iletilmeden yok oluyor. "Yalnızca biz kazanırız!" Algılarım zayıflıyor, görüşüm bulanıklaşıyor. Hocanın sinirlendiğini ve bana seslendiğini seçebiliyorum zorlukla. "Yalnızca biz kazanırız!" Neler kekelediğimin bile farkında değilim. Sırtımın terden çok ıslak olduğunu hissediyorum. Yine iğrenç kahkalarını atıyorlar.. Dizlerim titriyor, gözlerim çok acıyor. "Ancak yakında yolun sonuna geleceğiz, yalnızca birkaç gün sabret ölümlü, birkaç gün.. Sonra yeni hayatına merhaba diyeceksin!" Sözlerinin ne anlama geldiğini kavrayamadan önce ani bir şok olarak gelen görünmez eller karın boşluğumu gıdıklamaya başlayınca neye uğradığımı bile anlayamamştı. Gıdıklanmaya asla dayanamaz ve hemen gülmeye başlardım. Daha fazla korkmaya bile fırsat bulamadan sarsılarak kahkahalar atmaya başlamıştım. Bir anda kontrolden çıktı herşey. Bütün amfiden şaşkınlık dolu uğultular yükseliyordu. Dengemi kaybettim, masadaki defterlerimi dağıtıp yere düşerken hocanın öfkeyle bağırdığını duydum: "Çık dışarı!"

* * * Bugün bir ay uzaklaştırma aldım sırf bu olaydan dolayı. Psikolojik danışmana götürdüler beni ama hiçkimseye anlatmadığım gibi ona da söylemedim derdimi. Neyse ki İkizler gitmişti artık çünkü günde sadece bir kez gelebiliyorlardı. Psikoloğa da ne diyebilirim ki zaten! Gerçeği söyleseydim eğer, kollarımın beyaz bir gömlekle arkadan bağlanıp hastaneye kaldırılmam an meselesi olurdu. İşte bu beni korkutuyor, o yüzden kimseye söylemedim İkizler'i. Aileme bile, hiç kimseye.. Psikiyatristimle üç aydan üç aya görüşüyordum ve ona asla anlatamazdım zaten. Raporumun üstünde bir de "Şizofreni" damgasını yemek istemiyorum, daha fazla hastalık istemiyorum yeter artık! Tek istediğim normal bir yaşam, herkes gibi, çok şey mi? Aslında, belki bir yol var ama.. Of hayır, Tanrım bunu düşündüğüme inanamıyorum, ama sanırım gene de denemeye değer. Ayrıca aklıma da başka birşey gelmiyor ki. Evet, sanırım üfürükçülerden birine gideceğim. Nefret ederim öyle şarlatanlardan, soytarılardan.. Doğru düzgün inancı bile olmayan biriyim ama bu İkizler.. N'apalım artık, madem hastaneye kapatılmayı g.tün yemiyor o zaman başka yollar deneyceksin Cem Bey! Hele artık fiziksel müdahaleye başladılar ya-önce bu yoktu, sadece sesleriyle taciz ederlerdi- işte bu bardağı taşırdı. Birden bugün söyledikleri aklıma geldi. Birkaç gün sonra yeni bir hayata başlayacağımı demişlerdi onlar, sonra geçecek miydi? Acaba gerçekten yolun sonuna gelmiş miydim, bitecek miydi herşey? Hayır, hayır bunlar sadece birer aldatmaca. Sadece benimle daha fazla oyun oynayabilmek için. Bu işi bitirmeliyim, şimdiye kadar çok fazla bekledim ama artık bitmeli. Zaten üç gün süre verdiler yurdu terketmek için, şimdi git bir ay sonra gel hesabı yani.. İnsafsızlar.. Üç gün içinde bu işi ya hallettin ya hallettin, sonra İzmir'e gittiğin an, işin içine ailen girdiği an hepten s..tın Cem Bey, hadi hayırlısı bakalım!

74

75

*

*

*

Kızılay'dayım, daha önce hiç bilmediğim ara sokaklardan birinde yürüyorum. Tedirginim, huzursuzluk hissediyorum sokakta. Hava öğlen olmasına rağmen bulutlu, sokakta da fazladan bir karanlık var sanki anlayamadım. İnternetten araştırarak zorla bulduğum bir adrese gidiyorum şimdi. Güya böyle vakalarda başarılı olan ve sorunu çözen biriymiş. Paramı boşuna alacak, iyice dımdızlak ve rezil olmuş halde döneceğim İzmir'e diye ayrıca endişeliyim zaten. Adresi buldum, üç katlı köhne bir apartman. Demirden sokak kapısı kapalı. Adreste ikinci kat yazıyor. Zilde isim bile yok lan.. Tozla kaplı tuşa bastım. Birkaç saniye sonra açıldı kapı. Apartmana girer girmez burnuma tuhaf bir koku geldi. Sanki güzel kokuyor gibi ama yine de biraz acayip.. Yavaşça girip arkamdan kapattım kapıyı. İçerisi zifiri karanlıktı. Elim hızla bir apartman lambasının düğmesini aradı. Toza bulanmış pütürlü taş duvarında gezindi parmaklarım, sonunda buldum ama basınca hiçbir değişiklik olmadı. Lamba patlaktı. Dışarıda kopan tok bir gürültüyle yerimden yarım metre sıçradım. "Ananı s..kim noluyo lan!"


Öykü

Öykü

Güp güp atan kalbimle durup dışarıyı dinledim. Kapalı demir kapıdan ardı ardına tıp tıp tıp sesleri gelmeye başladı. Ulan yağmur yağıyormuş meğer. Bir gökgürültüsünden de bu kadar korkulmaz ki be kardeşim! Neyse, fazla oyalandım burada. Koşarcasına çıktım merdivenleri, neredeyse zifiri karanlıkta.

Fazla büyük olmayan dikdörtgen bir odada yerde minderin üstünde oturuyorum. Garip kokunun sebebi az ötemdeki tütsülerden dolayıymış. Garip olduğu kadar güzel ve iç geçirici. Karşımda da sakallı uzun cübbeli, kırışık suratlı bir hocaefendi var. Bakışları çok ciddi, kapkara gözlerinde derin bir dikkat var. Kancalı burnunun delikleri sanki ruhumun derinliklerindeki habis İkizlerin kokusunu almak ister gibi açılıp kapanıyor. "Bu ecinniler ne zamandan beri musallat oldu sana yavrum?" Sesi bir kaya kadar sert, ama içinde sanki az da olsa şefkat sezmiştim. "Üç sene." dedim sesimin mümkün olduğunca kendinden emin çıkmasına uğraşarak, ama belirgin bir titreme olmuştu. Hocanın kaşları çatılmıştı. "Niye şimdiye kadar kimseye söylemedin?" "Ben, ben korktum, yani bir okulum var ve hastaneye yatmak istemiyorum. Ayrıca-" Hoca cüppesinin yenini savurarak yeterli anlamında bir kolunu kaldırdı. Direk sustum tabi, adam ne derse onu yapacağım el mahkum. "Şimdi, bu ecinnileri kovacağım ruhundan, bir daha musallat olamayacaklar. Ancak, bunun bir bedeli var." Lan şimdi paradan söz etmenin sırası mıydı anlaşmıştık zaten telefonda! "Sorun değil hocaefendi ben gerekli meblağı ödemeye hazırım. Yeter ki beni kurtar." Sözlerimin sonuna doğru hocanın kara gözlerinde beliren uğursuz parıltı son hecelerimin oldukça kesik çıkmasına sebep olmuştu. "Öyle değil evladım, bu ecinniler senin ruhuna çok fazla tutunmuşlar. Bu durumlarda kovulurken sana da bir bedel ödetirler. Senin ruhuna veya bedenene bir zarar vermeden gitmezler. Buna hazır mısın, aksi takdirde ben sorumlu değilim." Duyduklarıma inanamadım. Ne bedeli lan şimdi! Daha ne bedeli ödemem gerekiyordu, yıllardır çekeceğimi çekmiştim zaten. "Aman hocaefendi, ne bedelidir bu nasıl birşeydir?" "Orası belli olmaz evladım, ya bedeninde bir kalıcı bir zarar, ya da ruhunda bir hasar bırakırlar, fakat bir daha musallat olmazlar. Benim işim onları kovmak, daha fazlasına karışmam." Tanrım, şaka olmalı bu herhalde. Yani onlardan kurtulsam bile bende bir etkileri olacak sürekli ha.. E ben yaşamayayım o zaman! Ulan böyle kaderin ta.. Acaba üstelesem mi daha adama ne olabilir diye?

Hocaya bir kez dikkatle göz attıktan sonra sorma fikrinden vazgeçtim. Bekledikçe huzusuzlaşıyor gibiydi, sürekli sinirle sakalını ovuşturuyor, kömür gibi kara gözlerini uğursuzca bana dikiyordu. Sanki beynimi okuyor gibiydi, kendimi savunmasız hissediyordum. Tütsünün de etkisi iyice yoğunlaştığından mı ne kendimi aşırı baygın hissdiyorum, sanırım gözkapaklarım iyice ağırlaştı. Ne itiraz edecek ne de soru soracak takatim yok. Zaten buradan başka çarem,gidecek yerim de yok. Dibe batmışsın Cem Kalkan, haydi biraz daha ilerle derinlere! "Tamam hoca efendi, herşeyi kabul ediyorum, yeter ki kurtar beni şunlardan!" Yaşlı adam bunun üzerine hiçbirşey söylemeden işe koyuldu. Önce euzu besmele çektikten sonra önünde ne olduğunu anlayamadığım fakat çeşitli hayvanların uzuvları olduğunu tahmin ettiğim nesneleri, bağdaş kurduğu ayaklarının dibindeki garip desenli bir tepsiye belli bir düzende dizdi. Ardından, kuşağının içinden küçük bir kese çıkardı. Keseyi tepsinin üzerinde ters çevirince içinden daha önce hiç görmediğim gri tozları çok yavaşça dökülmeye başladı. Tam o anda ağzında Arapça olduğunu anladığım kelimeler mırıldanmaya başladı. Tanrım, beynimin icinde acı dolu inlemeler duyuyorum. Çok fazla acı çekiyorlar, çok.. Her inleme beynimde kapanmayacak yaralar açıyor sanki. Tizliğin ötesinde başka evrenlerin yabancı yüksekliğini taşıyan korkunç sesler.. İçimdeki varlıklar rahatsız oluyorlar anlıyorum..Yüzümün istemsizce kasıldğını hissediyorum. Hocaefendi benimle ilgilenmiyor bile. Mırıldandığı duayı daha da gürültülü hale getiriyor. Şimdi kesedeki tozları dökerken tek eliyle havada garip hareketler yapıyor. Ardından sağ tarafından göremediğim bir yerden bir çakmak çıkarıyor. Bana dönüp de "Şimdi sakin ol yavrum, kendine hakim ol." diyen hocanın şimşek gibi parlayan kara gözleri hiç de iyi şeylerin habercisiymiş gibi durmuyor. Hoca efendi tepsideki belli bir sıraya göre dağıtılmış tozları tutuşturuyor. Öylesine büyük bir çığlık attım ki ses tellerim parçalanmış bile olabilir. Tanrım, İkizler yanıyor, acı çeken varlıklarını, yanan, kavrulan karanlık varoluşlarını görüyorum.. Ruhuma bağladıkları yapışkan cehennem ziftlerinin çözülmesi geliyor gözlerimin önüne.. Sonra İkizler'i gördüm.. Bu nasıl bir güzellik! Dişiydi onlar, iki kız kardeş, tıpkı onlara taktığım isim gibi.. Doğaüstü yaratılışta olan iki kızkardeş. Biris altın sarısı saçlı, diğeri gece siyahı.. İkisinin de teni güneşten daha parlak.. Vücutları insanlarla karşılaştırılamayacak kadar zarif, incecik.. Dudakları alev kırmızısı.. İkisinin de gözleri en temiz gökler kadar mavi ışıklar saçıyor, gözbebekleri yok.. Ama onlar yanıyor, bu güzellik küle dönüyor! Haykırıyorlar bana hayal kırıklığı ile ard arda: "Aptal ölümlü biz kendi türümüzden vazgeçip seni sevdik.. Biz sana aşıktık! Sana yaptıklarımız seni paylaşabilmek için aramızda yaptığımız bir savaştı, bir kaç gün sonra savaş sona erecek ve aramızda kazanan belli olacaktı.. Kim seni deliliğin kollarına atabilirse, işte sen onun olacaktın, ve aklını tamamen yitirmene çok az kalmıştı! İşte o zaman aramızdan kazanan seni, eğer sen de istersen yanına alacaktı.. Kaybolmuş diyarlarda ikimizden biriyle sonsuz mutluluk seni bekliyordu ahmak! Sonsuza kadar sevişecektik seninle, her gün, her saniye, hiçbir dünyevi şehvetin yanına bile yaklaşamazdı bizden duyacağın tatmin..Sana

76

77

*

*

*


Öykü

Çizgi Roman Sinema

sadece birkaç gün kaldığını söyledik ama sen bizi dinlemedin, öyleyse bizimle birlikte kendini de yaktın ey ölümlü! Artık kaderin bize bağlı.. Bizimle birlikte geleceksin, biz yanıp küllere karıştıktan sonra bile!" Bilincim, varlığım,benliğim, gerçek,mekan,zaman herşey birbirine karışmıştı... Çaresizce alemlerdeki en mükemmel iki güzelliğin yanışını seyrettim. Çılgıncasına parlak hazlarla dolu beyaz tenleri karardı.. Güneşin hayat dolu ışınlarını ve gecenin gizemli kanatlarını taşıyan saçları kuruyup yok oldu.. Çığlıkları, hele o çığlıkları.. Bütün bunlara benim sebep olmamın verdiği acıyla çığlıklar zihnimde büyüdükçe büyüdü... Kendimin de durmadan haykırdığımı hayal meyal farkedebildim.. Hatta sürekli yuvarlanıyordum, çığlık atıp kendimi oradan oraya savuruyordum. Birşeylere çarpıp devirdiğimi hissettim, acı dolu çığlıkları, hala yanmaya devam eden kusursuz bedenleri gözümün önünden gitmiyordu.. Ben ne yaptım böyle! Pişmanlık kelimesi ruhumdaki azabı açıklamakta o kadar yetersiz kalır ki! En son kafamı sert birşeye çarptığımı hatırlıyorum, sonrası ise karanlıktı sadece. * * * "Kurtuldun evladım, ama biraz zor oldu senin için, zor zaptedebildik. Çok acı çektiğin belliydi Artık rahatla, gittiler. Allah-u Teala dualarımızı karşılıksız bırakmadı!'" Hocanın parasını verdim ve binadan dışarı çıktım. Akşam olmuştu Ankara'da. Kızılayda amaçsızca yürüdüm. Etrafımda gülüp eğlenen, Sakarya Caddesi'ne içmeye giden çiftleri gördüm. Hepsi bulanık bir hayal gibiydi. Yoldan geçen arabaların ışıkları sonsuzluğa uzuyordu sanki. Yağmur yadıktan sonra açılan bulutsuz göğüm yıldızları benimle alay ediyorlar, kahkahalar atıyorlardı. Hissediyordum. Hiçbir şey net değildi. Gölgeler tuhafça çarpıklaşıyor, sesler birbirine karışıp uyumsuz bir senfoni oluyordu. Gözlerim sabitçe önüme dikilmişti ve hiçbir yere çeviremiyordum. Kaç saat yürüdüğümü ve nerelere gittiğimi bilmiyordum. Sonunda kendimi yüksek bir binanın çatısında buldum. Hocaya, onları kovmanın vereceği asıl bedeli sormamıştım. Zaten biliyordum çünkü, İkizler bizzat kendisi söylemişti. Artık onlardan başka kimseye aşık olamazdım. Kalbim onlara bağlıydı. Ya biri ya da ötekisi.. Farketmez.. İkisinin güzelliği beni öte alemlere götürmeye yeter de artar bile. Fakat onlara ulaşmanın tek yolu var. Onları gönderdiğim cehenneme ben de gideceğim. Elbette, onlara ancak bu şekilde ulaşabilirim. Onları görmediğim her saniye zaten benim için cehennemin ta kendisi... Varsın onlarla birlikte sonsuz alevlerde yanayım.. Yeter ki tarifi imkansız alemler ötesi güzelliklerini bir kez daha görebileyim, tek istediğim bu. Geri kalan hiçbir şey umrumda değil. Bunları düşünerek bıraktım kendimi çatıdan boşluğa.. Düştüğüm her saniye yaklaşıyordum onlara.. O mükemmeliyete.. Kızıl alevin kahredici çığlıklarıyla dolu sonsuz hazlar beni bekliyordu... Öykü: Can ÇELİKEL

78

Süper Kahramanlar ve Güçlerinin Doğuşu Süper kahramanlar çizgi roman dünyasının renkli karakterleridir. Marvel ve DC Comics yayınlarının egemenliğinde devam eden süper kahramanların maceralarının kalitesini güçlerinin içeriğinin ortaya çıkardığını düşünüyorum. Popüler Marvel ve DC Comics kahramanlarının hepsinin süper güçleri olmamasına rağmen genel olarak hepsine süper kahraman denmektedir. Süper kahramanların maceralarının merkezini karşısındaki kötüler oluşturur ve kötülerin güçleri de daima süper kahramanın gücü doğrultusunda kurgulanır. Süper kahramanın gücünün aynı zamanda onun karakterinin üzerinde büyük etkisi vardır. Bu durum kahramanın günlük hayatındaki kimliği ile yaşadığı sorunları da beraberinde getirmektedir. 1938’de Superman gibi neredeyse tüm güçleri kendisinde toplamış bir karakter ile süper kahraman çizgi romanları başlamıştı. Özellikle II.Dünya Savaşı’nın Amerika halkı üzerindeki olumsuz etkisi yaratılan kahramanlar ile giderilmeye çalışıldı. 1960larda Marvel’ın süper kahraman hikayelerine derinlik katması ile süper kahramanların güçlerinin kendi karakterleri ve düşmanları üzerinde yarattığı zayıflıklar önem kazandı. Süper kahramanların güçlerinin kaynaklarının neler olabileceğine yakından bakalım. Bu noktada kahramanları iki ana gruba ayırmak gerekir: Doğuştan güçleri olanlar ve sonradan güç kazananlar Doğuştan güçleri olan kahraman denildiğinde akla ilk olarak Superman gelmektedir. İlk süper kahramanın Superman olması bence daha sonra ortaya çıkacak olan süper kahramanların da senelerce önünü kapamıştır. DC Comics firması Superman’i 1938’de yayınlamaya başladıktan bir sene sonra Fawcett Comics tarafından Captain Marvel karakteri yaratıldı. Captain Marvel’ın Superman’e olan benzerliği dikkat çekiciydi. Zaten bu durum iki yayınevinin davalık olmasına da sebep oldu. Oniki sene süren davadan sonra Captain Marvel’ın hakları DC Comics’e geçti ve Shazam adıyla yayınlanmaya başladı. Buna benzer bir durum 1939’da Fox’ın yayınlamaya başladığı Wonder Man karakterinde de yaşandı. Wonder Man’in yayın hayatı sadece bir sayı sürebildi çünkü DC Comics zaman kaybetmeden Wonder Man’in Superman’e olan benzerliği sebebiyle dava açtı. (Günümüzde DC Comics olarak bilinen yayınevinin ilk dönem yayınları Detective Comics, Action Comics ve National Comics olarak yayınlanmıştır) Yaşanan dava süreçleri yayınevlerinin gözünü korkutuyordu. Yaratacakları kahramanın Superman’e benzerliğinin (en azından hukuki boyutta) olmaması gerekiyordu. Ancak Superman ilk süper kahraman

79


Çizgi Roman

Çizgi Roman

Sinema

Sinema

olarak uçmak, hızlı koşmak, kurşun işlememesi ve X-ışınlarına sahip olmak gibi akla gelebilecek tüm süper güçleri kendisinde toplamıştı. Bu kusursuzluk Superman’in 70 seneden fazladır devam eden yayın hayatında belli bir noktadan sonra olumsuz olarak geri döndü. Yan karakterlerin yeteri kadar derin ve düşmanların etkileyici olamaması 2010’da en çok satan çizgi romanlar listesinde ilk 100’de bir tane bile Superman çizgi romanının yer almamasına sebep olmuştur. 2010’da Superman’in 700. sayısının da yayınlandığını dikkate alacak olursak durumun ne kadar vahim olduğu daha iyi ortaya çıkmaktadır. Örneğin 2010’da Batman’in de 700. sayısı yayınlandı ve en çok satan çizgi romanlar sıralamasında ilk 20’de yer aldı. Oysaki 1992’de

80

Superman’in Doomsday tarafından öldürüldüğü sayı senenin en çok satılan çizgi romanı olmuştu (kaynak: www.comichron. com). DC Comics’in Ağustos 2011’de başlattığı DC 52 New serileri sayesinde Superman de biraz soluklanmış oldu. Superman’in çizgi roman tarihçesi başarı ve başarısızlığı uçlarda yaşarken uçan adam sinema dünyasında ilk günden itibaren büyük bir ilgi görmüştür. Hayranlık yaratan güçleri beyazperdede seyircileri hayal dünyasına götürmekte zorlanmıyordu. Ancak teknoloji ilerledikçe seyirciler gördükleri dışında hikayeye de önem vermeye başladılar ve 2006 yapımı “Superman Returns” sadece görsellik kısmını seyirciye aktarınca başarısız süper kahraman filmleri arasındaki yerini aldı. Superman’in kuzeni olan Supergirl de doğuştan süper güçleri olan kahramanlardandır. Superman’in yanında çok daha geri planda kalan Supergirl’ün de 1984 senesinde sinema filmi çekildi ve sonuç hüsran oldu. Superman dışında gözünü süper kahraman olarak açan kahramanlar arasında mutantlar başı çekmektedir. X-Men ailesini oluşturan mutantlar içerisinde Wolverine ön plana çıkmaktadır. Wolverine’in geçmişinin derinliği ve aykırı bir karaktere sahip oluşu çizgi roman severler tarafından sevilmesini sağlamıştır. Wolverine önderliğinde mutantlar sinema sektörünün de gözdesi olmuştur. 1990larda Batman filmlerinden sonra sessizliğe gömülen süper kahraman filmleri 2000 senesinde çevrilen “X-Men” filmi ile yeniden ivme kazanmış ve günümüzdeki süper kahraman filmlerinin popülerliğinin temelini atmıştır. Şimdiye kadar toplam beş adet X-Men/Wolverine filmi sinemalarda gösterime girdi ve en az iki filmin daha gösterime girmesi bekleniyor (The Wolverine ve X-Men: Days of Future Past). Doğuştan süper kahraman olmayanlara baktığımızda karşımıza çok daha geniş bir yelpaze çıkıyor. Bu noktada Marvel firmasının 1960larda Stan Lee’nin önderliğinde bulduğu “kahramanlar da insandır” formülü ön plana çıkıyor. Özellikle 1962 senesinde okurların karşısına çıkardığı Örümcek Adam karakteri süper kahramanın hayatının mükemmel olmadığını ortaya koyarak yeni bir bakış açısını okuyucuya benimsetti. Önce süper kahraman olmak için para ile teknolojiden yararlananlara bakalım. DC Comics’in Superman sonrasında 1939’da yarattığı Batman karakteri bunun ilk örneğidir. Varlıklı ailesini çocukken kaybeden Bruce Wayne yetişkin olduktan sonra kötülere karşı mücadele etme kararını teknoloji desteğiyle gerçekleştiriyor. Para sorunu olmayan Bruce Wayne kendisini dövüş konusunda yetiştirdikten sonra kostüm, aksesuar ve Batmobil’e kadar tüm ihtiyaçlarını temin etmekte zorlanmıyor. Batman’in maceralarında karşısına çıkan kötülerin çeşitliliği ve onunla mücadele edebilme olasılıkları günümüzde de Batman’in popülerliğini korumasını sağlamıştır. Bu durum Batman filmlerinin başarılı olabilme olasılığını daima arttırmıştır. Marvel’ın Iron Man karakteri de para ile süper kahraman olunabileceğinin başka güzel bir örneğidir. Tony Stark’ın Iron Man olurken paranın yanına üstün teknoloji zekasını da eklediğini belirtmeliyim. Her iki karakterin de özel hayatlarında kamuflaş olarak “Playboy” imajını seçmelerinin altında varlıklı oluşları yatmaktadır.

81


Çizgi Roman

Tarihte

Sinema

Bu Ay

Tarihte Kasım Ay'ı Renkleri vardır mevsimlerin… Akar, durur, göremezsiniz renklerini. Lakin ben gözlerimi kapadığımda görüyorum ve işte geldik sarı rengin en asil temsilcisi Kasım ayına. Sayfalarımızda bu ay Sergio Leone ve onun efsanevi yapımı The Good, The Bad and The Ugly hemen arkasından da çocukluğumuzun sevimli düşmanları Tom and Jerry var. Başlayalım o vakit ayın ilk sözü ile… “Bilge insanlar konuşurlar çünkü söyleyecek bir şeyleri vardır, cahil insanlar konuşurlar çünkü bir şeyler söylemek zorundadırlar.”

Eflatun

Tom and Jerry (1940) Teknolojinin bilim ile birleşmesi de süper kahramanların doğuşunda etkili olmuştur. Örümcek Adam, Fantastic Four, Flash ve Hulk’ın güçlerini kazanmasında hep bilimsel deneyler karşımıza çıkar. Hulk’ın Bruce Banner olarak gücünü kontrol edememesi diğerlerine göre farklılık yaratmaktadır. Fantastic Four ailesi de güçlerini bilimsel deney sonucu kazanmıştır. Bazıları ise vatanları için bilimsel deneylerde yer almıştır. Steve Rogers’ın süper asker projesine katılması onun Captain America olmasını sağlamıştır. Teknolojinin başka evrenden gelmesi de bir alternatiftir, Green Lantern de olduğu gibi. Teknoloji, para ve bilim dışındaki etkenler ile süper kahraman olanlar da vardır. Nasıl mı? İntikam duygusu süper kahraman olunması için başka bir sebeptir. Ailesi mafya tarafından öldürülen Frank Castle’ın Punisher oluşunun altında intikam duygusu yatmaktadır. Küçük yaşta görme yetisini kaybeden Matt Murdock’ın bu zaafını avantaja çevirmesi onun Daredevil olmasını sağlamıştır. Doğa üstü güçler devreye girerek Johnny Blaze ruhunu şeytana satınca Ghost Rider olur. Mitolojinin içerisinden Thor günümüze gelince çekici ile kötülerin karşısına geçti. DC Comics ve Marvel’ın popüler süper kahramanlarının güçlerini nasıl kazandıklarına yakından bakınca ortaya ilginç bir sonuç çıkıyor. Süper kahramanlar genelde güçlerini sonradan kazanıyorlar. Sınırlı güçlere sahip oluyorlar ve bu durum onların düşmanlarının derinliğini de şekillendiriyor. Gücün seviyesinden daha çok kahramanın günlük yaşamdaki hayatı hikayelerin ne kadar etkileyici olacağını belirliyor. Hakan Tunga KALKAN www.kahramanlarsinemada.com info@kahramanlarsinemada.com

82

Bir kedi düşünün tek derdi aynı evi paylaştığı fareyi yakalamak olsun ve bu uğurda koca bir ömrü harcasın. Bir fare düşünün tek derdi o kediyi deli gibi peşinden koşturup madara etmek olsun. Sonra bunu çocukluğunuzla çarpın ve bana sonucu söyleyin. Evet, bu problemin cevabı; Tom and Jerry… Tom and Jerry William Hanna ve Joseph Barbera tarafından yaratılmış kısa filmler serisidir. Görücüye ilk kez 1940 yılında çıkan ikili o gün bugündür aramızda ve kovalamaca halinde… Ev kedisi Tom(Asıl adı Thomas) ve onunla aynı evi paylaşma kadersizliğine sahip Jerry’nin kovalamaca hikâyelerinden oluşan seri renklendirilen karakterleriyle birlikte 1940-1957 tarihlerine kadar 114 kısa animasyon filmi olarak William ve Joseph ikilisinin ellerine emanet, MGM çizgi film stüdyolarının kollarında birçok ödül ve başarı kazandı. Ekrana kilitlenen çocuk ve içinde çocuk olan kitle bu yaramazları çok sevdi ve onları günümüze taşımayı bildi. Metro-Goldwyn-Mayer çizgi film stüdyolarının kapanmasından sonra da yollarına devam etti ev düşmanları. Bu kez bayrağı Gene Deitch devralacaktı. Bu

83


Tarihte

Tarihte

Bu Ay

Bu Ay

devir daim 1060 yılında gerçekleştiğinde Tom and Jerry Batı Avrupa’da yapılmaya başladı. Kısa bir süreliğine Hollywood’un ışıklarına veda ettiler ta ki yıl 1963’ü gösterene kadar… Hollywood’a dönüşleri Chuck Jones’la gerçekleşti. Tom and Jerry gezdiler, gördüler ve yuvalarına döndüler. 1960-1967 yılları arasında yeni velileriyle tam 161 macera daha yaşadılar. 1970 yılında Hanna-Barbera birlikte film stüdyosu kurdular ve filmler televizyona taşındı.

Tom and Jerry Tarihi Hanna ve Barbera Dönemi (1940-1958) William Hanna ve Joseph Barbera 1930’da MGM Stüdyolarında çalışmaya başladıklarında Barbera senaryo ve karakter tasarımlarıyla ilgilenirken Hanna’da ona eşlik ediyor aynı zamanda yönetmenliklerini yapıyordu. Kahramanlarımızın doğum sancıları ilk olarak toplumda yer alan kedi-fare anlaşmazlıklarını ele almak isteklerine istinaden ortaya çıktı. Tom and Jerry’nin ilk kısa animasyonunun adı “Puss Gets the Boot” idi. Bu filmde Jasper adlı kedi evdeki kemirgenleri yakalamaya çalışır fakat başarısız olduğu yetmiyormuş gibi bir de evdeki eşyalara zarar verince sahibi tarafından evden kovulur. Film gösterime girmeden önce ikilinin bazı endişeleri vardı. Bu kadar kedi-fare kovalamacası arasında yapılan bu kısa animasyon ilgi görecek miydi? Fakat bu endişelerinin ne kadar yersiz olduğunu film gösterime girdiğinde anlayacaklar ve yapım “En İyi Kısa Animasyon Filmi Akademi Ödülü”ne aday olarak gösterilecekti. Bu başarı üzerine filmin yapımcısı Fred Quimby serinin devam filmlerini isteyecekti. Böylece ikili çalışmalarına hız verecek ve yeni isim arayışı içine gireceklerdi. Açtıkları bir yarışma sonucunda gönderilen tüm isimler bir şapkanın içine konuldu ve şapkadan “Tom and Jerry” ismi çıktı. John Carr adlı animatörün gönderdiği bu isim yıllar boyu dillere pelesenk oldu ve isim abasına 50 dolar ödül kazandırdı. Tom and Jerry’nin ikinci maceralarının adı “The Midnight Snack” idi. Kahramanlarımız piyasada bulunan benzerlerini geride bırakmayı başardı ve yedi Akademi Ödülüne layık görüldü.

Gene Deitch Dönemi(1960-1962) 1960 yılında Tom and Jerry filmlerinin gösterim hakkını Gene Deitch ve William L. Snyder satın aldı. İkili Tom and Jerry filmlerini okyanusun ötesinde Çekoslovakya’da yaptı. İkilinin yaptığı filmlerde diyaloglar fazlalaşmış, renkler solmuş ve kahramanlarımızın hareketleri hızlanmıştı. İkili bu değişiklikler sebebiyle eleştirilere maruz kaldılar. Chuck Jones Dönemi(1963-1967) 1963’de Bugs Buny ve Daffy Duck gibi ünlü animasyonların yapımcısı Chuck Jones 30 yıllığına devraldı. Jones bu dönemde karakterlerimizi kendi tarzıyla birlikte yansıttı. Tom and Jerry güldürü alanında en ünlü animasyonlardan biri oldu. Jerry’nin gözleri ve kulaları büyütüldü. Tom’un ise daha kalın bir kürkü ve daha az bıyığı vardı. Jones çalışma arkadaşlarını da ekibine dâhil etti. Tom and Jerry’nin Ekran, Beyazperde Ve Sahip Kovalamacaları 1965 yılında Tom and Jerry’de köklü değişiklikler yapıldı. Bu değişiklikler özellikle siyahî ve tombul olan “Mammy Two Shoes” adlı karakterde oldu. Batı etkisi ekrana daha beyaz ve zayıf olarak yansıdı. Tom ve

84

Jerry CBS ekranlarında artık her Pazar gösterilir olmuştu.1986 yılında Turner Entertainment şirketi MGM’yi satın almıştı. Kahramanlarımızın gösterim haklarını daha sonra satın alan şirket onları kendi ekranlarında yayınlamaya başladı. Tom and Jerry aynı yıllarda sansür denen canavardan da nasiplerini almaya başlamışlardı. Mesela bir patlama sonucu kararan yüz, siyahî bir karakterin fare fobisi ve sigara içilen sahneler sakıncalı görülüp ABD ve İngiltere gibi ülkelerde tekrar tekrar montajlanarak gösterildi. Fakat kahramanlarımız son hızla yollarına devam ettiler. Kâh ilk sahiplerinin ellerinde yeniden gösteri yaptılar, kâh masalları anlatıldı Disney Stüdyolarında, kâh uzun metrajlı çizgi kahramanlar oldular ve yıllar yılı bitmedi kaçmaca kovalamaca…

Tom and Jerry Kimdir, Nedir? Tom mavi renkli bir Rus Kedisidir. Sevilen ve güvenilir bir ev arkadaşıdır. Öfkeli, alıngan, sakar bir yaratılmış olan kedimiz aynı zamanda zekidir de yalnız bir sorun vardır; hantaldır. Jerry Tom’la aynı evi paylaşmak talihsizliğine düşen kahverengi bir faredir. Kıvrak bir zekâsı vardır. Hareketlidir, çeviktir. Her seferinde Tom’u alt edecek ve ondan kurtulacak bir formül bulur. Kısaca kaçma-kovalama oyunu üzerine kurulu seri aslında şiddetinde her türlüsünü içerir. Tencereler, tavalar, silahlar, kılıçlar, bıçaklar havada uçuşur. Dinamitler kullanılır. Tom aynı zamanda bir mühendis gibi çalışır. Jerry’yi alt etmek için çeşitli silahlar üretmekten ve şeytani planlar yapmaktan da geri durmaz. Günlük hayatımızda olsa düşman başına diyebileceğimiz kedimiz şiddetin her türlüsünü Jerry’nin üzerinde kullanır. Fantezi dünyası bu ya ölüm yoktur orada. Sonsuzluğa doğru kaçmaya ve kovalamaya devam ederler. Tom ya da Jerry filmlerinde fazla konuşturulmazlar. Onların kovalamacalarına yaylı çalgılar, piyano, klasik müzik hareketin dozuna göre inişli, çıkışlı olarak eşlik eder. Tom konuşmaz lakin serinin bazı bölümlerinde cinsi latiflere kur yapmak için şarkılar söyler. Tom şarkı söylerken sesi ünlü Fransız oyuncu Charles Boyer’a benzetilmiştir. Bunun dışında karakterlerin yalnızca Tom’un üzüldüğü ve çaresizliğe düştüğü zamanlarda konuştuğu görülür. Bunun en güzel örneği 2. Dünya Savaş’ının propagandası olan “Don’t You Believe It” adlı slogan 1940’larda kullanıldı. Jerry ise yalnızca 1956’da yapılan bir kısa filmde konuşturulmuştur. Bunun dışında her ikisinin de dile geldiği tek kısa film 1943 mahsulü “The Lonesome Mouse” adlı kısadır.

Yanlarında Kimler Vardır? Filmin diğer sakinleri kuş, balık, köpek, Tom’un yakalamak istedikleri ve kaçtıklarıdır. İnsanlar seride gösterilmez ve ya kısmen gösterilir. Yüzleri yoktur. Bu karakterler genellikle bir iki bölüm için alınmış ve sevilince sürekli sakinleri olmuştur yapımın. Butch Butch siyah-beyaz bir sokak kedisidir. Ev, sevgili, yemek, yatak yani aklınıza gelebilecek her konuda Tom ile çekişme halindedir. Tom’un en azılı düşmanlarındandır. İlk olarak “Baby Puss” adlı kısa filmde 1943 yılında seyirciye merhaba diyen karakter kötü, uyuz, bencil ve zarar veren bir karakter olarak tanıtılır. Toodles Filmin fettan, çekici, beyaz dişi kedisidir. Tom’un aşk sancıları çekmesine sebep olan Toodles onu pek

85


Tarihte

Tarihte

Bu Ay

Bu Ay

de bu konuda desteklemez. Butch ile aralarında ki amansız çekişmenin temel sebeplerinden biridir. Tom bu konuda da yenilgiden kurtulamaz. Tuffy Kahramanlarımızın maceralarının bebek bezli yavru faresidir. Bir adı da Nibbles olan karakter ilk olarak 1946’da “The Little Orphan” isimli macerada ortaya çıkmıştır. Jerry’nin minik, sevimli kardeşidir. Eski İngiliz aksanıyla konuşur. Spike ve Tyke Spike, hikâyenin Buldog cinsi kızgın, saldırgan, sinirli bekçi köpeğidir. Kedilerden hiç hoşlanmaz ama farelere sempati duyar. Bundan sebep Tom ne zaman Jerry’ye dert olsa ve köpeğimiz oradaysa Tom’u zevkle paralar… İlk kez 1942 yılında ortaya çıkan karakter sıkça konuşur Tom and Jerry’nin aksine. Tyke ise Spike adlı köpeğin yavrusudur. Aynı tarihte seriye katılan ikili daha sonra kendi serilerinin başkahramanları da olmuşlardır. Mammy Two Shoes Karakterimiz Afro-Amerikalı, orta yaşlı bir ev hizmetçisidir. Filmlerde yüzü görülmez. Tom’u süpürgeyle döver, ona kötü davranır ve fare gördüğünde sandalyede alır soluğu. Quacker 1950-57 tarihleri arasında canlandırılan sarı renkli, turuncu gagalı bir ördek yavrusudur. Genellikle annesinin kaybettiği, Jerry’nin onu Tom’un gazabından korumaya çalıştığı sevimli yavrudur. Meathead(Et Kafa) Maceraya 1943 yılında katılan turuncu sokak kedisidir. Tom’un en güçlü rakibidir. Oynadığı tüm bölümler de Tom’u evire çevire döver. Tom and Jerry hayatın içinde kaçan ve kovalanan olmayı çocuklara pek de nazik olmayan bir dille ve hareketli bir şekilde öğretti yıllarca. Onlar birbirlerinin peşinden koştukça biz bildik hayatta kaçan da olabilirsin kovalanan da! Önemli olan neyi kovalayıp, neden kaçmayı başarabildiğindir…

Sergio LEONE Tozun, toprağın ortasında belinde silahı birbirini kısık gözlerle süzer iki erkek… Arkadan yükselen müziğe ve ekrana yansıyan görüntüye hakkını verircesine sadece durup birbirlerine bakarlar. Ayaklarında çizmeleri, kafalarında güneşten koruyan geniş kenarlı şapkaları vardır. Yüzleri güneş yanığı, çizgileri savaşmaktan derin gözler süzer birbirini… Ekran döner etraflarında, biz döneriz etraflarında… Onlar sağ kalmayı dilerler, biz “iyi” olanın sağ kalmasını… Gözlerinizi kapatıp kulaklarınızı yükselen bu manzaranın müziğine bırakın. Segio Leone yaşadığı sürece bunu yapmanızı dilerdi… İtalyan film yönetmeni, film yapımcısı, senarist… Westerni yeniden yaratan, ona adını veren ve daha fazlası olduğunu zamanla kanıtlayan usta yönetmen… Sinemanın öncü isimlerinden Vincenzo Leone ile sessiz film aktristi Edvige Valcarenghi (Bice Waleran)’ın oğlu olarak Roma’da dünyaya gelen yönetmen gözünü bir film setine açmıştı. Okul sıralarında aklında ilerde bize göstereceği filmlerinin fotoğraf kareleri vardı. Hatta filmlerine muhteşem müziklerini armağan eden dostu ve ortağı Ennio Morricone ile de o sıralarda tanıştı. Sonrası kafasında dönen aşkına hukuk öğrenciliğini bırakıp sinema dünyasına girişi ile renklendi. Artık Sergio kendi kafasındakileri seyircisine aktarabilecek bir mecranın içindeydi. Tıpkı babası gibi… Yıllar ve Leone 1960’lı Yıllar 60’lar seyircinin yeni görüş arayışına girdiği, tarihi destanlardan, abartılı iyilerden ve sürekli rengi belli hikâyeleri izlemekten sıkıldıkları bir yıldı. Dünya değişiyor, değerler netliğini kaybediyordu. İşte tam da bu anda Leone adında bir adam çıkıp “Anti-kahramanalar”ını yaratmaya başladı. Spagetti Western adını verdikleri hatta çoğu zaman hakir gördükleri bir tarzdı Leone’nin seçtiği… Ama o kimseye kulak asacak halde değildi. Gerçek dünya

86

87


Tarihte

Tarihte

Bu Ay

Bu Ay

kendi gözlerinden böyle yansıyordu onun. İyiler vardı, kötü olabilirlerdi. Çıkarlar vardı, kötüyü iyi yapabilirlerdi. Silahlar ve kendi adaletini sağlayan insanlar vardı. Kurallar bir otoriteden değil onların kendi ağızlarından ve ellerinden çıkardı. Dünya değişirken Leone dünyayı işte böyle bir masalla anlatmaya başladı. İzleyene adaleti kimin sağladığını sorgulatarak… İlk adımlarını atan bebek gibi yardımla çekti adını duyuran filmini. “Bir Avuç Dolar” adlı yapımı Akira Kurosawa’nın Edo Dönemi macerası “Yojimbo (1961)” filmi esas alınarak çekilmişti. Yönetmenin elinde 200.000 dolar ve Clint Eastwood adında kim olduğu bilinmeyen bir oyuncu vardı. Fakat Leone filmi alıp kendi sihrini üstüne ekmiş ve “Ben buradayım!” demişti. Bu film sadece yönetmeninin değil oyuncularını da ihya etti. Clint Eastwood o zamana kadar sadece Amerikan televizyonlarında yer alan bir oyuncuyken bir anda dünya çapında dikkat çekmeye başladı. Leone bu ilk westerninde afişlerde yönetmen olarak başka bir isim kullanacaktı. Bob Robertson… Leone’nin bir sonraki büyüklere masalları “Birkaç Dolar İçin” ve efsanevi yapımlarından olan “İyi, Kötü ve Çirkin” olacaktı. Yıllar 1965 ve 1966… Bu yapımlar yönetmenin “Dolar Üçlemesi” olarak da adlandırılır. Bir diğer bilinen adı ise “The Man wıth No Name”… Yönetmen bu kez kendi adını kullanacak ve yapımlar hem görselliği hem de müzikleri ile sinema tarihine adını silinmeyecek şekilde yazdıracaktı. Leone yapımları artık iyi ve kötü tanımının adını değiştirecek ve westerni baştan yazacaktı. Hatta ülkemizde western denildiğinde onun Spagetti-Western’leri ilk akla gelenler olacaktı. Yönetmen yeni bir çekim tarzına da imza atıyordu bu yapımlarla Ennio Morricone’nin müzikleri eşliğinde yapıyordu çekimlerini. Üçlemesi sinema dünyasında öyle bir yankı buldu ki yönetmen bu başarının gölgesinde Birleşik Devletlere davet edildi. Paramount Pictures yapımcılığında “Bir Zamanlar Batıda” filmini yönetmesi isteniyordu. Dönemin popüler isimleri olan; Charles Bronson, Henry Fonda, Jason Robards ve Claudia Cardinale’nin rol alacakları yapım beklenen başarıyı yapılan kötü montaja kurban olduğu için veremedi. Amerika’da gişede sönük olan film tüm bunlara rağmen Avrupa’da büyük dikkat çekti ve hit oldu. 1970’li Yıllar Leone “Bir Zamanlar Batı’da” filmini çektikten sonra üçlemesine “Yabandan Gelen Adam” adlı yapımla devam etti. Başlarda sadece yapımcılığını üstlenmek niyetiyle girdiği filmin yönetmen koltuğunda, yönetmen olarak seçtiği Peter Bogdanovich’le yaşadığı fikir ayrılıkları sonucunda

kendisi oturmak zorunda kaldı. Yapım üçlemenin son ve belki de onu “Spagetti Western Yönetmeni” sıfatından sıyıracak olan “Bir Zamanlar Amerika’da” ile son verecekti. “Yabandan Gelen Adam” 1971 yapımı komedi yanı ağır basan bir spagetti westerndi. Leone üçlemesi olarak bilinen filmlerinden ikincisidir. Filmin ana teması “Meksika Devrimi”dir. Filmin başrollerinde alışılageldiği üzere parlak yıldızlara yer yoktur. Ne De Niro, ne Eastwood boy gösterir yapımda. Onların yerine İrlanda’lı Devrimci rolünde James Coburn, Meksikalı Haydut rolünde ise Rod Steiger vardır. Yapımın müzikleri ise yine Ennio Morricone’ye emanettir. Film üçlemenin ikinci ayağı olmasına rağmen ilk ve son ayağı geçememiştir. Usta yönetmen bu sırada prodüktörlüğe devam eder. Yıl 1973’ü gösterdiğinde “iI mio nome e nessuno” adlı yapımı gerçekleştiren Leone yönetmen koltuğunu Tonino Valerii’ye bıraktı ama yardım etmeyi de ihmal etmedi. Yapım Henry Fonda’nın son westerni olarak bilinir. Fonda’ya yapımda Terence Hill eşlik etmiştir. Leone bu senelerde başka filmlerin de yapımcılığını üstlenmeye devam eder. TV için çeşitli reklam filmleri çeker. 1980’li Yıllar Leone “Baba” filminin yönetmenliğini reddetti, yapımın yönetmenliği Francis Ford Coppolla’ya gitti. Yönetmen seçimini “Bir Zamanlar Amerika’da” filminden yana kullandı. Bu film üzerinde on sene ter döktü yönetmen. Senaryosunu Henry Grey’in “The Hoods” isimli romanından alan yönetmen, New York şehrinde 1920’li ve 1930’lu yıllarda yaşamış Yahudi bir gangsterin çocukluğundan süre gelen yaşamını ve arkadaşlığını konu alıyordu. Dört saatlik bu filmde başrolleri Robert De Niro ve James Woods rol alıyordu. Warnes Bros yapımı uzun bulduğu için “kendi tekniklerini” kullanarak ve geçmişe dönüş sahnelerini es geçerek filmi iki saate indirdi. Yapım Amerika’da iki saatlik versiyonuyla yayınlanırken Avrupa’da orijinal hali ile gösterime girdi. Yapımın kesilen kopyası tam bir fiyaskoydu. Eleştirmenler tarafından yerden yere vuruldu. Ama orijinal hali Avrupa’da çok beğenildi ve iyi bir gişe yakaladı. Warnes Bros yaptığı hatanın farkına vardığında çok geçti yönetmenin gönlü kırılmıştı ve bu yapım onun veda filmi oldu, yıl 1984’tü. Leone’nin daha sonraki yıllarda 1989’daki ölümüne kadar gerçekleştirmek isteyip de yapamadığı projeleri oldu. Leone tarih 30 Nisan 1989’u gösterdiğinde kalbinin onu bırakması sonucu hayata veda etti. Arkasında kendi oluşturduğu bir tür, fotoğraf karelerini aratmayan sahneler, devleşen oyuncular, kırılan iyi ve kötü tanımları ve inanılmaz masallar bırakarak… Huzurla uyu usta…

88

89


Sinema

Sinema

Kritik

Kritik

The Good , The Bad and The Ugly 1966) “Gideceğim gitmesine ama Tanrı beni hatırlasın diye beklerken kardeş Ramirez’in kardeşi ben Tuco Ramirez sana bir şey söyleyeceğim. Benden daha iyi biri olduğunu düşünüyorsun. Geldiğimiz yerde sefaletten ölmek istemiyorsan ya rahip olmak zorundaydın ya haydut. İkimizde kendi yollarımızı seçtik! Benimkisi daha zorluydu! Anne babamız hakkında çene çalıyorsun. Sen rahip olmak için gittiğinde ben geride kaldım. 10 ya da 12 yaşlarındaydım, tam hatırlamıyorum, ama geride kaldım sonuçta. Elimden geleni yaptım ancak pek bir yararı olmadı. Ağzımdan çıkacaklara kulak ver şimdi. Sen rahip oldun çünkü benim yaptıklarımı yapacak kadar cesaret yoktu sende!” Orijinal adı “il burono, il brutto, il cattivo” olan 1966 mahsulü yapım sinema tarihine spagetti western tanımını mıh gibi çakan “Dolar Üçlemesi”nin son ayağıdır. Yapım oyuncu performansları, müziği ve fotoğraf karelerini aratmayan sahneleriyle en iyi filmler sıralamasının hala en başında yer alır. Bugün bile Sergio Leone dendiğinde, Clint Eastwood dendiğinde, Lee Van Cleef dendiğinde, Eli Wallach dendiğinde(ki kendisi dillere destan bir performans sergilemiş ve film boyunca seyirciyi hikâyesine kilitlemiştir!) akla gelen ilk filmdir. Ennio Morricone’nin muhteşem müzikleriyle efsaneleşen yapım, defalarca seyredilmeye, sahne sahne içilmeye değer yine de doyulmayacak bir seyirlik… İyinin, kötünün ve çirkinin masalı… Tüm o itiş kakışın arasında aslında soran bir hikâyesi var. Şartlar farklı olsaydı sıfatlar değişir miydi? İyiliğin, kötülüğün ve çirkinliğin belli bir kalıbı var mı? Öyle mi doğarız yoksa öyle mi öğreniriz? Hani Hz. Ömer’in bir sözü vardır, bilir misiniz? “Ya inandığınız gibi yaşarsınız ya da yaşadıklarınıza inanmaya başlarsınız!” İşte üstat Sergio Leone bu yapımında kamerasının tüm açılarıyla sorguluyor bunu. Düşük bir bütçe, büyük bir çaba ve fedakârlıklarla tamamlanan masalın bugün hala geniş bir hayran kitlesi mevcut… Yapımın konusuna gelince Tuco Ramirez(Çirkin) kanun kaçağı bir hayduttur. Yaşamını çalıp çırparak kazanmaktadır. Cahildir, bencildir ve kendi çıkarı için her şeyi yapabilmektedir. Tuco ödül avcısı olan keskin nişancı Blondie ile anlaşarak kasabaları dolaşmaktadır. Blondie (Clint Eastwood namı değer iyi) Tuco’yu her seferinde kanun adamlarına teslim edip ödülü almakta ve son anda onu kurtararak, yoluna devam etmektedir. Fakat yaptıkları bu antlaşma işlerin ters gitmesi üzerine bozulur. Bu sırada Melekgöz lakaplı Sentenza(kötü) ise Bill Carson adında büyük miktar altını ele geçirmiş eski bir askerin izini sürmektedir.

90

Üçlünün yolları bir mezarlıkta kesişir lakin hepsi aradıklarının bir parçasını bilmektedirler. İyi, kötü ve çirkin… Hangisi olmak daha kolay hiç düşündünüz mü? Düşünmeyin bu efsaneyi bir kez daha seyredin ve özümseyin. Sahneler müzikle beraber içinize aktığında kararınızı vermiş olacaksınız. İyilikle… Efendim geldik bu ayında sonuna. Söyleyecek sözlerimizi dillendirdik yine. Dilimiz döndüğünce tabi. Her zaman ki gibi ayın ikinci sözüyle noktalıyoruz yolumuzu. Sevgiler bizden size… “Bir yerde, küçük insanların büyük gölgeleri varsa, o yerde güneş batıyor demektir.” Konfüçyus Melahat YILMAZ www.otekisinema.com

91


Öykü

07.03.2005 tarihli herhangi bir gazeteden alıntı…

Esrarengiz Ölüm, Hala Sırrını Koruyor... Geçen hafta Bebek’teki evinde ölü olarak bulunan ve yapılan otopsiye rağmen ölüm nedeni hala net olarak açıklanamamış, ünlü Manken ve Fotomodel, YAPRAK SU ÇELİK’in, ölümünden yaklaşık bir hafta önce yazmaya başladığı, günlük tarzında, sırlarla dolu yazıları elimize ulaştı. Ünlü mankenin yaşamının son günlerinde bizzat kendi elleriyle yazmış olduğu anlaşılan bu yazılar, gerçekleşen ölümün esrarengizlik derecesini daha da artırıyor. YAPRAK SU ÇELİK’in yaşamını yurtdışında sürdüren ailesinin telkiniyle yayınlamış olduğumuz bu eksiksiz ve ilginç, günlük tarzı yazıları okuyunca bu düşüncemizde ne kadar haklı olduğumuzu, siz değerli okuyucularımız, daha iyi anlayacaksınız. Şimdi sizi içi dışı sırla kaplanmış olan, ünlü fotomodelin yazılarıyla baş başa bırakıyoruz…> ‘ 22.02.2005’ Bugün, hatta şu anda, elime bir kalem alıp, boş bir kâğıdı doldurmaya başladığıma inanamıyorum. Sıradan bir kalem ile sanki yeni doğmuş olan bir bebeğin saflığına sahip, boş ve temiz bir kâğıtla konuşmak… Ancak bundan başka çarem olmadığını iyi biliyorum. Çünkü şu anda içinde bulunduğum durumu anlattığımda bana gülmeyecek ve hatta benim delirmeye başladığımı düşünmeyecek tek şey onlar… Kalem ve boş bir kâğıt... Yaşamım boyunca, fiziksel özelliklerimden dolayı hep ön planda oldum. Bu konuda mütevazı olacak değilim. Bulunduğum ortamlarda erkeklerin gözü benden başka birisini görmüyordu. Çünkü onların istediği neredeyse her şey bende mevcuttu. Bir yetmiş beş boy, sarıya dönük canlı ve diri saçlar, mavi gözler ve de onların(erkeklerin) tabiriyle “doksan altmış doksanlık” bir vücut… Bu özelliklerimi kullanarak kısa sürede çok yükseldim. Hayatımda belki de hiç tahmin edemeyeceğim bir şöhrete kavuştum. Böylelikle erkeklerin bana olan hayranlıkları daha da arttı. Tabii ki buna paralel olarak, aynı oranda benim “erkekleri beğenmeme” ve de “kibirlilik” davranışlarım da artmış oldu. Hep “en muhteşem erkek” i aradım. “En muhteşem kadın” a yakışacak olan bir erkek… Yaşamım boyunca böyle bir erkekle karşılaşmadım. Belki de karşılaştım, ancak insanlara tepeden bakan gözlerim bu durumu anlamlandırabilmemi engelledi. İşte, gelgelelim kendimi muhteşem ve kusursuz olarak gören ben, şu anda yaşayıp yaşamadığımı dahi bilemiyorum. Çünkü benim o kusursuz vücudum, canlı olup olmadığını dahi kestiremediğim, koskoca bir siluete dönüştü. Ne olduğu anlaşılmayan bir karaltıya… Ancak düşünebildiğime ve de görebildiğime göre canlı bir siluet olmalıyım. Canını, saydam olmayan bir cisim tarafından ışığın engellemesiyle ışıklı yerde oluşan ve bunu karanlığın içerisinde taşıyan bir gölge… Evet, ben şu anda sadece bir gölgeden ibaretim. O, erkeklerin imrenerek baktıkları mavi gözlerimin, sarı saçlarımın ve hatta tüm vücudumun artık tek bir rengi var; gölge karası… Yaşamı, artık sadece sıradan bir mumun etrafında yayacağı ışığa bağlı olan kara bir siluet… Yıllarca peşimden koşan ve dönüp de yüzlerine bakmaya bile tenezzül etmediğim erkeklerin en tipsizi bile, şu

92

93


Öykü

Öykü

anda benim bu yeni halimi görse tıpkı “Sevimli Hayalet Casper” ı gören bir insan gibi, ayaklarını poposuna vura vura benden uzaklaşırdı. Çünkü vücudundaki belirli hatlar dışında, diğer organların görünmesine engel olan bir gölgenin çok da etkileyici olabileceğini inanmıyorum. Bu gölge, ülkenin en güzel hatlarına sahip olan bir kadının vücuduna ait olsa bile. Nasıl ki ölünün güzeli çirkini olmazsa, gölgenin de ilgi çekicisi olmaz, öyle değil mi? Peki, ben bu “gölge kadın” karakterine ne zaman mı dönüşmeye başladım? Bundan üç-dört ay önce geçirmiş olduğum bir kaza, normal bir insan olmadığımı işaret eden ilk gösterge oldu. Canını etten, kandan ve de kemikten oluşmuş bünyesinde taşıyan sıradan bir insan… Üç-dört ay önce, mankenlik ajansından çıktığım ve yorgunluktan dolayı oldukça dalgın olduğum bir vakitte, karşıdan gelmekte olan bir araba çarpmıştı bana. Çarpmanın etkisiyle havada birkaç takla attığımı tahmin ediyorum. Küçükken hep yapmaya çalıştığım bu hareketi, yıllar sonra, sıradan bir arabanın iri cüssesi sayesinde gerçekleştirebilmiştim. Kabul ediyorum, bu söylediğim hiç gülünç değil. Ancak tabii ki burada ilginç olan, arabanın bana çarpmasıyla havada “takla atma hayalimi” gerçekleştirmiş olmam değil. Kazadan önce, dalgın bir hale bürünmüş olmam da değil ilginç olan… Bu kazadan sonra burnumun bile kanamaması… Evet, kaza sonucunda vücudumun hiçbir yerinde, bir yara izine dahi rastlamadım. Normalde vücudumdaki tüm kemiklerimin tuzla buz olması gerektiği böyle bir kazadan, tek parça halinde ve de zararsız çıkmış olmam, ilk zamanlarda bana mucize gibi gelmişti. Ayrıca araba ilk çarptığında, hiçbir acı hissetmemiş oluşum da bu mucizenin gerçekliğini arttırıyor… Sanki taşıt canlı birisine değil de bir un çuvalına çarpmıştı. Ya da ölümü çoktan gerçekleşmiş ve biraz sonra gömülmeyi bekleyen bir cese de… İşte o andan itibaren öldüğümü sanmıştım. Tıpkı “Hayalet” filmindeki gibi, öldüğümü ve ruhumun bedenimden ayrıldığını… Artık bedenimden koparak ayrılmış olan ruhumla hayattan soyutlanacaktım. Bana bakan gözler, ‘koskoca bir hiçten’ başka hiçbir şey göremeyeceklerdi. Ancak öyle olmamıştı. Bunu, bana çarpan taşıttan inen adamın, “Bir şeyiniz var mı, hanımefendi?” demesi ve sonrasında beni hastaneye götürmek istemesinden anladım. Şoför, bana hayretle bakıyordu, bu kaza sonucu nasıl böyle sağ kaldığıma inanamayan gözlerle… İşte o olaydan sonra hayatımdaki bazı şeylerin değişmiş olduğuna kanaat getirdim. Ancak bu değişen şeyin, tümünden kendim olduğunu o anda tahmin edememiştim. Renkli dünyadan, gölgeler diyarına geçiş yapmış olabileceğimi de… Tabii ki benim ‘gölge kadın’ oluşuma neden olan etken, o kaza değildi. Geçirmiş olduğum o ilginç kaza, bana kendimi fark ettiren ve ne olduğumu anlamamı sağlayan bir işaretti. Sadece sıradan bir işaret… Sıradan bir işaret, çünkü ben şu anda bu işaretlerin egemen olduğu bir dünyada nefes alıyorum. Birkaç ay önce, yağmurlu ve kapalı havalarda dışarı çıktığımda önceleri ne olduğunu kestiremediğim bir eksiklik hissediyordum. Daha sonraları anladım ki bu eksiklik benim vücudummuş. Işıksız ve karanlık ortamlar, gölgelerin tıpkı bir hayalet gibi, görülemediği ve ya çok silik göründükleri ortamlardır. Çünkü gölgenin ana kaynağı ışıktır. Yani benim yaşamsal kaynağım, artık su ve ekmekten de ziyade ‘ışık’ oldu. Sadece kuru bir ışık benim kendimi bulmama yetiyor. İşte, zaten o kazanın olduğu gün de hava oldukça yağışlı ve kapalıydı. Ayrıca benim bulunduğum konum oldukça ışıksız bir yerde kalıyordu. Eğer, o araba kazasını güneşli ve ya ışıklı bir ortamda geçirmiş olsaydım muhtemelen gölgem de o büyük arabanın altında kalacağından şu anda bu satırları yazıyor olmayacaktım. Belki de ‘Allahın sevilen kulu’ olduğumdan sağ çıkabildim o kazadan. Ama belki de Allah, benim o kibirlilik yıllarımın acısını çıkartabilmek ve bana bu

konuda büyük bir ders verebilmek için ömrümü biraz daha uzatmak istedi. Bu nedenden dolayı da, ‘sevilen’ mi yoksa ‘sevilmeyen’ bir kul mu olduğumu anlayamadım açıkçası. Benim temel kaynağımın ‘ışık’ oluşu, ışığı çok sevdiğim sonucunu vermiyor elbette. Hatta tam tersi, güneşli ve oldukça açık bir havada dışarıda dolaşmak benim için büyük bir işkenceden farksız. Çünkü hiçbir insanoğlu, benim canımı gölgemde taşıdığımı tahmin edemez. İşte bundan dolayı da çok kereler, gölgemin üzerinden geçen habersiz ayakların sayısını ben dahi bilemiyorum. Bir keresinde başımın müthiş derecede acıdığını hissetmiştim. Sanki birisi, başıma sağlam bir tekme savurdu. Oysaki o anda çevremde, az önce gölgemin üzerinden geçmiş olan bir çocuktan başka kimse yoktu. Aynı şekilde bacaklarım ve kollarım da gölgemin üzerinden geçen belirsiz ayaklardan nasiplerini almışlardı çok kereler. Artık, kendimi yani gölgemi dolaştırabildiğim ışıklı ya da güneşli ortamlar başka insanlarla birlikte çekilmez bir hal almaya başlamıştı. Ta ki, neredeyse bir aydan beridir, kendimi ve de gölgemi eve kapatana dek. Böylesi hem benim için hem de canımı emanet ettiğim gölgem için en uygun durumdur, eminim. Aslında ben gölgeme sadece canımı emanet etmedim. Aynı zamanda ona beynimi, kulaklarımı; kısacası vücudumun şu anda gözlerim ile ellerim haricinde her yerimi teslim ettim. İşte bu yazıyı, gerçek özüme ait olan gözlerim ve de yazıyı yazmama vesile olan ellerimle yazıyorum. Ancak bu durum şimdilik böyle... Kısa bir süre içerisinde gözlerimi ve ellerimi de şu anda karşımda görmüş olduğum karaltıya kaptıracağımı iyi biliyorum. Çünkü ben artık o karaltının ta kendisiyim. Ve bir insan da gözsüz ve elsiz olamayacağına göre… Her ne kadar bu insan sadece kara bir gölgeden ibaret olsa da... İnsana ‘deli saçması’ gibi görünen bu satırlar, kendimi rahatlatmaya yönelik yazmış olduğum gerçekler. Tıpkı hayatın ta kendisi gibi… Yaklaşık bir aydır, insanlardan kendimi soyutlamış olduğum bu evde, ben hayatın her ne kadar deli saçması gibi görünse de bu gerçeklerini yansıtmaya devam edeceğim. En azından gözlerimi ve de ellerimi de gerçek sahibine teslim edene kadar… Şu anda karşımdaki duvardan bana doğru bakmakta olan büyük karaltı, benden bu son iki şeyi de koparıp alıncaya dek…

94

95

’23.02.2005’ Yaşamımdaki bir günüm daha, tıpkı kaçırılan bir çocuk misali kayıplara karıştı. Kaçırılmış ve geri dönüşü imkânsız olan bir çocuk… Bir günümü daha şu anda oturmakta olduğum büyük ve görkemli evimde, önümdeki, erimeye yüz tutmuş olan cılız mum eşliğinde tüketmek üzereyim. Ve o çaresiz mumun sayesinde, beni yalnız bırakmayan iri cüsseli gölgem ile birlikte… Yaşamımda, şu anda duvarın derinliklerinden beni süzen siluetimden başka kimim kaldı ki? Yaşamlarını uzun yıllardır yurtdışında sürdüren annem ve babam benim için yoklar. Yıllarca ünüme ün katılmasına vesile olan mankenlik ve fotomodellik ajansları yok. Gittiğim neredeyse her ortamda beni etkileyebilmek için çeşitli soytarılıklar yapan erkekler yok. Yakışıklı, oldukça zengin ve zamanında düzgün karakterli olduklarına inandığım eski sevgililerim yok. Hatta artık o erkekleri etkileyen ve onların karakterlerinin değişmesine neden olan, kusursuz güzelliğe sahip o kadın da yok… Sadece, o kadının ölmeye yüz tutmuş olan vücudu ve canını yapısında ihtiva eden koskoca bir gölgesi var. İşte, ondan yaşama dair kalan şeyler, artık sadece bunlar… Şu anda neredeyse tüm yaşamsal fonksiyonlarıma sahip olan, karşımdaki karaltıya bakıyorum kaybedilmeye yüz tutmuş olan gözlerimle. Artık kalp atışlarımı duvarın derinliklerinden hissedebiliyorum.


Öykü

Öykü

Kulaklarım, artık sadece duvar ve ya yer üzerindeki olup bitenleri işitebiliyor. Yakında kaybedeceğimi düşündüğüm ellerimi, duvardaki gölgeme değdirdiğimde suratımda ellerimin sıcaklığını hissediyorum. Ve işte o zaman hala yaşamın bir parçası olabildiğimi düşünmeye başlıyorum, duvarın derinliklerinde yaşamını sürdürmeye çalışan beynimle… Evet, galiba hala yaşıyorum. Biraz ilginç bir yaşantı ama gerçek… Umarım bu yaşantı tarzım uzun bir süre daha bu şekilde devam etmez. Çünkü galiba sıkılmaya başlıyorum. Çocukken çok severek oynadığım bu ‘gölge oyunu’ndan, artık çok sıkılıyorum. Hem de çok… ‘25.02.2005’ Bugün itibariyle, yavaş yavaş, gözlerimin ferinin de sönmeye başladığını hissediyorum. Galiba onları da gerçek yerine, yani benliğime iade etmeye başlayacağım. Çünkü bugün zaman zaman, şu anda temiz bir kâğıdı gören bu gözlerim, duvardaki bana benzer karaltının içinden, yani gölgeler diyarından baktı, şu anda yaşamımı sürdürmüş olduğum yalan dünyama. ‘Gölgeler Diyarı’ndan kendime doğru baktığımda, “Erkeklerin yıllarca peşinden koştuğu kadın bu mu?” diye geçirdim artık bana ait olmayan aklımdan. “Erkeklerin kul köle oldukları kadın gerçekten bu muydu?” Artık daha önceki normal yaşantımdaki fiziksel özelliklerimi hatırlayamayacak kadar yıpranmış ve yaşlanmış hissediyorum kendimi. Ancak duvarın derinliklerinden bakıldığında karşımda görmüş olduğum, insana benzer vücut bende sadece tiksinti uyandırdı. Uzun zamandan beri bakımı yapılmadığından dolayı olacak, köklerinin dipleri iyice beyazlamış olan sarıya dönük saçlar, feri sönmüş ve camlaşmaya yüz tutmuş bir çift ölü mavisi göz, çatlakları rahatlıkla belli olan kalp şeklinde bir dudak ve de korku filmlerinde rahatlıkla rol verilebilecek kırışık bir surat… Açıkçası bu görüntü uzun zamandan beridir aynaya bakmamış birisi olarak beni hayal kırıklığına uğrattı diyebilirim. Ancak bundan sonra aynaya da ihtiyacımın olacağını pek sanmıyorum. Çünkü benim aynam artık, duvardaki siluetimin karşısındaki yarı ölü, yarı canlı vücudun ta kendisi olmaya başladı. Ayrıca karşımda bana hiç benzetemediğim vücudu gördüğümde en azından dokuz-on kilo aldığımı da anladım. Ama açıkçası önceleri çok ehemmiyet vermiş olduğum bu hususun üzerinde artık durmuyorum. Çünkü karşımda görmüş olduğum o bünye artık bana ait olmayacak. O, yirmi sekiz yaşındaki genç bir kızı elli yaşında gibi gösteren bünye, artık benim ancak gölgem olabilir. Siluetimin gölgesi… Bundan sonra benim gölgem, gerçek vücudum; yıllarca hoyrat bir şekilde kullanmış olduğum vücudum da gölgem olacaktır. Ama zaten duvarın derinliklerinden o korkutucu vücudu gördükten sonra bu duruma karşı çıkacak da değilim. ‘Keşke en azından çatlamış olan dudaklarıma biraz ruj sürseydim...’ diye geçirmedim de değil aklımdan. Tabii ki şaka bir yana, biz kadınlar, erkeklerin düşündüğü gibi, makyajı onlara kendimizi beğendirmek için yapmayız. Ya da kendimizi onlara beğendirmek için çok şık giyinmeyiz. Her ne kadar bu konuda erkeklerin savunduğu şey hep aynı da olsa, durumun aslı gerçekten böyledir. Belki erkeklere belli etmeyiz, ancak biz makyaj yapmayı da, oldukça şık bir şekilde giyinmeyi de tek bir kişi için yaparız: ‘kendimiz’. Evet, aslında biz kendimizi kendimize karşı beğendirmeye çalışırız farkında olmadan. Aynaya baktığımız zaman, aynadaki suratın bize bakıp ‘Hah, şimdi olmuş işte!’ demesini bekleriz. İşte, artık benim aynaya bakıp da bu cümleyi kurabileceğim bir benliğim olmadığından dolayı, kendime iyi bakıp bakmama gibi meşgalelere zaman ayıramıyorum. Erkekler mi? Hepsinin canı cehenneme… Onları hesaba katmıyorum bile. Hoş, zaten katsam da bu halimle çok da bir şey yapabileceğime pek inancım yok. Çünkü bu karaltılar arasında, o kadar çaresiz ve yalnız görünüyorum ki. Tıpkı çevresinde kimsesi kalmamış, zavallı bir çirkin ördek yavrusu gibiyim… O,

96

karşımda görmüş olduğum ne olduğu belirsiz yaratığın, Yaprak Su Çelik olduğuna hala inanamıyorum. Bu durum bir insanın morgda kendisini teşhis etmesinden farksız bir durum olsa gerek… Çirkin ördek yavrusuna benzeyen o yaratığın gerçekten çok acısı var. Oradan baktığımda anlayabildiğim bir şey varsa o da budur. Belki de en hayırlısı bu acıya bir son vermektir. Artık çekilmesi çok zor bir hal alan öldürücü bir acı… ‘27.02.2005’ Artık gözlerimi tamamen kaybettim diyebilirim. Çünkü günün yirmi dört saatine yakın bir süre gölgemin bünyesinden süzdüm dünyayı, çaresiz gözlerimle… İşte, şu anda bezgin bir şekilde yazıyı yazmakta olan bakımsız ve yaşlanmış ellerimden başka bir şeyim kalmadı kendi özümde. Ellerim kâğıt üzerinde, gözlerimse çürümeye yüz tutmuş olan bedenimin üzerinde gezdiriyor kendilerini. Yerine göre incelen ve kısalan, yerine göre de yassılaşıp dolgunlaşan veya uzayan siluetim, artık neredeyse tamamen benim kimliğimi oluşturuyor. Ancak kandan, etten ve de kemikten oluşmuş canlıların egemen olmuş olduğu bu dünyada böylesi bir kimliğe sahip olmak, tarifi mümkün olmayan bir utançtır benim için. Artık canı olmayan bir et yığınına dönüşmüş olan vücudum, bu dünyanın yükünü kaldıramayacak kadar güçsüz ve çaresiz… İşte bu nedenden dolayı da kendisine ait olmayan nefes borusuyla nefes alıp vermesi oldukça gereksiz bir durum olsa gerek... Çünkü bu, onun için artık eziyetten farksız bir hale geldi. Hem de büyük bir eziyet… Artık, yaşamımı yine eskisi gibi tek ve ortak bir bedende sürdürmek istiyorum. Ortak bir beyin, kulak, göz, ayak ve de ellere sahip bir beden… Ancak bu durumun, şu anda yaşamış olduğum dünya içerisinde gerçekleşebileceğine inancım pek kalmadı. Bu nedenden dolayı da kendime yeni dünyalar arayışına girmem gerekiyor galiba... Beni tek bir bedende ihtiva edebilecek, dürüst bir dünya… İşte, artık yok olmaya mahkûm olmuş olan vücudumdaki tek şeyle, yani ellerimle kendime karşı son görevimi yerine getirmem gerekecek. Ve bunu biran önce yapmam gerektiğini de çok iyi biliyorum. Çünkü kısa bir süre sonra ellerim de beni, yani gerçek sahibini terk edecek ve gölgeler diyarına, hiç arkasına bakmaksızın göç edecek. Yıllar önce güvenliğim için almış olduğum ruhsatlı silaha, böyle bir nedenden dolayı ihtiyacım olacağını hiç tahmin edemezdim. Ömrümün sonuna kadar bir kez bile elime alacağımı düşünmediğim silaha… Ancak bunu yapmak zorundayım. Bu durum, yapmam gereken çok önemli bir vazife halini aldı. Daha önce de vurguladığım gibi, çocukken çok sevdiğim ancak zamanla beni sıkmaya başlayan ‘gölge oyunu’ndan galiba şu anda nefret ediyorum. Çünkü bu gölge oyununda görev yapan oyuncular, çeşitli şekillere bürünmüş olan irili ufaklı eller değil, bizzat benim. Benim beynim, kulaklarım, ayaklarım, gözlerim ve her şeyden önemlisi düşüncelerim. Hepsi birer birer, bu lanet olasıca gölge oyununun bir parçası oldular. Sanki bu gölge oyunu bir tiyatro sahnesi, benim bu söylemiş olduğum parçalarım ise bu sahnenin olmazsa olmaz oyuncuları. Ben bu oyundan artık gerçekten çok sıkıldım. Umarım, şu anda yazıyı yazmakta olan biçare ellerim biraz sonra karşılaşacağı silahı görünce onu yadırgamaz. En son bundan dört-beş sene evvel, masamın çekmecesine koyarken karşılaşmış oldukları silahı… Hem zaten, silahın namlusu artık cansız bir et yığını halini almış olan kendi eski öz başıma doğru değil, şu anda karşımdan sinsice beni süzmekte olan iri karaltıma doğru çevrileceğinden ellerime çok da iş düşeceğini sanmıyorum. Öyle ya, silahtan çıkan kurşun beni ancak

97


Öykü

canımı ve beynimi yapısında barındıran gölgemin baş kısmına isabet ederse öldürebilir. Karaltımın kafatası içerisindeki beyni parçalayarak… İşte bu nedenden dolayı da silahı karşımdaki düşmanıma, yani kendime doğrultmam yetecektir. Yani, en azından umarım öyle olur. Galiba artık bu riyakâr dünyayla vedalaşmamın zamanı geldi, diye düşünüyorum… Elveda, kısa ama şöhret dolu yaşantım; elveda eski sevgililerim, elveda ayağımın altında paspas olmuş diğer erkekler, elveda erkekleri baştan çıkartan eski güzelliğim, elveda kibirliliğim, elveda uzun zamandan beridir göremediğim annem ve babam, her şeyden önemlisi; elveda, beni hayattan ve de çocukken çok sevdiğim ‘gölge oyunu’ndan soğutan canlı siluetim... Ve elveda, benim için artık bir kefene dönüşmüş olan ‘Gölgedeki Sır Perdesi…’ Sana da elveda… < Yaprak Su Çelik’in yazmış olduğu bu ilginç yazılar, ‘Sana da elveda…’ cümlesiyle son buluyor. Ünlü fotomodelin bu yazıyı tamamladıktan bir süre sonra, yani 27.02.2005 tarihinin akşam sularında, çevresindeki ev sakinlerinin de söylediklerine göre, Bebek’teki evinden bir silah sesi duyulmuş. Ancak yapılan otopsi sonucuna göre, ünlü mankenin vücudunda herhangi bir kurşun ya da yara izinin bulunmadığı haberi, duyulan bu silah sesinin gizemini arttırıyor. Ayrıca, yapılan inceleme ve araştırmalar sonucunda, Yaprak Su Çelik’in çalışma masasının hemen yanındaki duvarda silahtan çıkan bir kurşunun açtığı tahmin edilen bir delikle karşılaşılması, ünlü mankenin intihar girişiminin başarısızlıkla sonuçlandığının göstergesi olarak kabul ediliyor. Vücudunda aşırı dozda ilaç, uyuşturucu ve darp izine rastlanılmamış olunan ünlü mankenin ölümünün ‘beyin ölümü’ ile gerçekleştiği açıklanmıştır. Ancak bu ‘beyin ölümü’nün neden gerçekleştiği konusunda henüz bilimsel ve net bir bilgi elimize ulaşmadı. Birçok psikiyatriste, ünlü mankenin ölmeden bir hafta önce yazmaya başlamış olduğu bu yazıları gösterdiğimizde, yapılan açıklamalar herkesin tahmin edebileceği türden oldu. Son dönemlerinde yoğun psikolojik bunalımlar geçirdiği tahmin edilen ünlü fotomodelin, doktorlara göre bu tür ilginç yazılar yazması çok da şaşırtıcı bir durum sayılmaz. Anlatmış olduğu gerçek dışı konular da kafasında kurmuş olduğu ve buna kendisini inandırdığı, gerçekleşmesi imkânsız şeyler... Yani doktorlar, ünlü mankenin “Şizofreni” olma ihtimalini göz önünde bulunduruyorlar... Ancak elbette bu düşünceler doktorlara ait… Ünlü manken ölmeden önce psikolojik bunalım içerisindeyse de ölüm sebebinin hala net olarak açıklanamamış oluşu, herkesin aklına bir soru işareti getiriyor. Yani ünlü mankenin de yazısında vurguladığı gibi, ‘Gölgedeki Sır Perdesi’ hala yeterince aralanmış değil…> Öykü: Kayahan DEMİR

98

İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ

99


100

101


Çizgi Roman İnceleme

1. ÇROP Çizgi Roman İnceleme Yazısı Yarışması Sonuçlandı İlki düzenlenen yarışma için Versus Yayınlarının okurlarımızla tanıştırdığı Antonia Alterriba'nın yazdığı KİM'in çizdiği "Uçma Sanatı" eseri üzerine gelen 12 yazıdan ön elemeyi geçerek değerlendirmeye alınan yazılar jürisini Ahmet Yüksel (Editör-TV Yönetmeni), Aydın İleri (Yazar-Kütüphane Uzmanı), Kayra Keri Küpçü (Editör-frp.net Yönetici), Masis Üşenmez (Araştırmacı), Murat Tanakol (“Uçma Sanatı” Çevirmeni), Ümit Kireççi (Öğretim Görevlisi-ÇROP Yöneticisi)'nin oluşturduğu heyet tarafından ele alındı. İlk üç şu şekilde belirlendi: 1 - Gök ve Yerin Sessiz Birlikteliği: UÇMA SANATI - Yiğit Kocagöz 2 - ANTONİO’NUN ESARETİ - Yalın Alpay 3 - Bir Rüya - Ahmet Cemil Hazman İlk üçe giren yazılar her ay önce Gölge e-dergi'de yer alacak, daha sonra FRPNet.net ile ÇROP'da paylaşıma girecektir. Kazanan arkadaşlarla yeni yarışmalardaki arkadaşların yolunun açık olmasını dileriz.

102

103


Çizgi Roman

Çizgi Roman

İnceleme

İnceleme

Gök ve Yerin Sessiz Birlikteliği: UÇMA SANATI Son yıllarda sinemanın etkisiyle ülkemizde çizgiromanın, üzerindeki ölü toprağını az da olsa silktiğini söyleyebiliriz. Ne var ki bu silkiniş sadece Amerikan ve Japon ekollerine yaramış vaziyette; yerli çizgiroman ve Avrupa’dan gelen eserler potansiyel okura isabet edemeden raflarda kaybolup gidiyorlar. Yazar Antonio Altarriba’nın babasını anlattığı biyografik çalışma “Uçma Sanatı” da karavana olmaya mahkum eserlerden; zira Türkiye’de aynı anda hem biyografik çizgiromanlarla hem de İspanya İç Savaşı ile ilgilenen okur bulmak çok da kolay iş değil. Peki Uçma Sanatı bu uzun sürmesi muhtemel mahkumiyeti hakediyor mu? Altarriba’nın anlatımını tecrübe eden hiçbir okurun bu soruyu “evet” şeklinde yanıtlayacağını düşünmüyorum. Uçma Sanatı gibi bir kitabın yaratılış sürecinin ne kadar sancılı olabileceğini ancak benzer bir işe girişmiş başka bir yazar/çizer algılayabilecektir. (Kitabın yazım sürecinin yaratacağı duygusal tahribat bir yana) İspanyol İç Savaşı’nın evrensel popüler kültürde geri planda bırakılmış ve hakkında kolektif bir tarih algısının oluşmamış olması, okuyucuyu kitap karşısında fazlasıyla savunmasız bırakan, yazara da döneme fazladan bir özenle yaklaşma zorunluluğu yükleyen zorlayıcı bir durum. Buna Altarriba’nın kendi yaşamadığı bir dönemi babasının ağzından anlatma çabası eklendiğinde Uçma Sanatı’nın iğneyle kazılmış çok derin bir kuyu olduğunu Şekil 1: Spiegelman’ın Maus’undan kritik bir sayfa söyleyebiliriz. Altarriba’nın bu takdire şayan çabası akıllara (muhtemelen kendisinin de örnek aldığı) Art Spiegelman’ı getiriyor. Biyografik çizgiromanın en büyük eserlerinden birini (Maus) dünyaya kazandıran Spiegelman, sürecin zorluğunu kitabında net bir şekilde dile getirir: “En karanlık kabuslarımdan bile daha kötü bir gerçekliği yeniden inşa etmeye çalışırken kendimi öylesine yetersiz hissediyorum ki...” (Maus, İkinci Cilt, sayfa 16). Spiegelman’ın bu cümlede kullandığı gerçekliğin yeniden inşası (reconstruct the reality) önemlidir, çünkü çizerin babasının gerçekliğini aynen aktarması gibi bir durum söz konusu değildir, olamaz da. Çizerin/yazarın iyi biyografi yaratması, biyografiyi yeni ve kendine has bir gerçeklik yaratıp içinde sunmasına bağlıdır. Spiegelman’ın antropomorfik (insansı) hayvanları da bu kendine has yeni gerçeklik olarak karşımıza çıkar. Peki Uçma Sanatı nasıl bir gerçeklik kullanır? Bir diğer ifade ile, Altarriba’nın olayları kavrayabilmek ve kavratabilmek için kullandığı, yazarın kendisine özgü gerçekliği nedir? Altarriba, öncelikle babasının anılarının ve kişiliğinin kendisine miras bırakıldığını iddia eder. Kitabın ilk bölümünde anlatıcı Altarriba’nın Baba Altarriba’ya dönüşümü yumuşak ancak kendinden emindir (Versus yayınları, sayfa 9). Bu babadan oğula hatıra mirası, kitabın geneline bakarsak (romantik anları olmasına rağmen) asla aşırı romantize edilmiş, ucuz bir hareket değildir. Altarriba Uçma Sanatı’nda (aynı babasının hatıralarına detaylı hakimiyeti gibi) insanları hayata bağlayan mantıkla açıklanamayacak, sezgisel güçlerin olduğunu ima eder çoğu yerde. Ölen direnişçinin uğur getiren çarıkları, Antonio’nun hiç kullanmadığı araca binince bir anda yatkın bir şoföre dönüşmesi, Büyükbaba Justinien’in doğayla ilişkisi ve orakla açtığı yaranın toprakla tamamen kapanması gibi kısmi mistik olaylar (sayfa 87) ve tabii ki görünen onca karanlık rüya, kitabın gerçek materyalist dünyaya karşı tepkiselliğidir bir anlamda.Peki neden bu tepkisellik vardır? Çünkü faşizme karşı anarşist hareketin uzun yıllar verdiği mücadele, tüm direnişçilerin teker teker sistemin parçasına dönüşmesi ile manasını yitirmeye başlamıştır. Onca yılın savaşını manasız kılacak kadar gaddar bir dünyada yazar Altarriba’yı hayata bağlayan, sezgilerin ve hayallerin basit ruh hallerinin yansımalarından

104

öte olduğu fikridir. Bu sebeple Uçma Sanatı, ilk başta kendinden beklenmeyecek sıklıkla rüya ve fantazi sekansı barındırıyor olsa gerek. Sezgiler/rüyalar ile somut dünya birbirine Uçma Sanatı’nda birbirine çok da uzak değillerdir. Kitap bir süre Antonio’nun hayallerini/umutlarının hep gökyüzü ile özdeşleştiği hissiyatı yaratır, ancak hayal ve umudun sadece gökyüzünün arazisinde sıkışıp kalması gibi bir durum da yoktur. Kitapta bir yanda “uçmak” eylemine sembolik bir anlam yüklenirken, öte yanda kitabın mistisizmi sadece “yerden uzak olan” ile ilişkilendirilmez; Antonio’nun miras çarıklarının “talih” gücü, sadece uçucu hayallerin değil, bizim yere sağlam basmamızı sağlayan çarıkların da bir sezgi ve umut barındırabileceğini gösterir. Antonio’nun bir arkadaşı ile yaptığı, uçaklarla havaya yazılan “özgürlük “ yazısı hakkındaki kısa diyalogu bu minvalde özel olarak anlamlıdır: "zaten özgürlük kelimesi sadece göklere yazılabilir" "öyle ama sadece yerden okunur"

Şekil 2: Uçma Sanatı’nın 90. Sayfası

Uçma Sanatı’nda gök ve yer, Uçmak/hayal etmek ve uçanı/hayalleri görmek aslında içiçedir. Bu içiçeliği en güzel gösteren kare ise Antonio’nun Fransız köylü Madeline ile tarlada seviştikten sonraki ruh halinin tasviridir (sayfa 90). Gökyüzünde dev bir Antonio balonunun uçmakta olduğunu görürüz, balon göbekten yeryüzüne bağlıdır. Çizer Kim’in (gerçek adı: Joaquim Aubert Puigarna) bu noktada Altarriba’nın yaratmak istediği masalsılığı iyi kavramış olduğunu söyleyebiliriz. Zira yerle kurulan bağ neden göbektendir? Neden ayaktan koldan (ya da birkaç dakika önceki cinselliğe referansla penisten) değil? Çünkü Altarriba’nın hayaller ile gerçek dünya arasında gördüğü bağ, anne-çocuk arasındaki göbek bağı kadar doğaldır, doğaya özgüdür onun gözünde. Basit bir iple bağlanan balon tasviri değildir anlatılmak istenen. Her ne kadar Uçma Sanatı “bir İspanya İç Savaşı hikayesi” olarak tanımlansa da, aslında savaş dönemi kitabın yarısından az bir kısmını kapsamaktadır. Savaş sonrası dönemi gözler önüne seren ikinci yarı (buruk bisküvitler ve köstebek yuvası) ise kitabın belki de en çarpıcı kısmını oluşturuyor. İspanya İç Savaşı ile ilgili yazılmış, dünya basınında ilgi toplamış kitaplar olmasına rağmen akabinde gelen Falanj rejimi ve rejimin insanlardan alıp götürdükleri çok da tartışılabilmiş değil. Antonio’nun önce kömür ardından bisküvi işleri ile girdiği kapitalist dünya ve bu dünyada büyük bir hızla eski değerlerini kaybeden iç savaşın direnişçileri, açıkçası insanı hüzünlendirmeyi başaracak kadar iyi tasvir edilmiş. Zira Uçma Sanatı bir sanat eseri olarak insanlığın kolektif bilincine fayda sağlayacaksa bu fayda savaş yıllarının tasvirinden çok, savaş sonrası insanının bunalımının anlatımıyla oluşacaktır (zaten Antonio’yu intihara götüren yol, aslında savaş yıllarında edindiği/güçlenen değerlerinin artık İspanya’da varolmadığını hissetme sürecidir). Kitabın bu ikinci kısımında ilk kısma nazaran daha az metin kullanıldığını söylemek de yanlış olmayacaktır. Antonio’nun gençliğinin ve savaş yıllarının okuyucuya ulaşması, metinler üzerinden gerçekleşirken, 1939 sonrası dönemde çizgilere daha çok sorumluluk düşmektedir. Uçma Sanatı’nın daha çok anlattığı hikayeye odaklanmam, Kim’in çizgilerine kısıtlı ölçüde değinmem bilinçli bir tercih. Her ne kadar Altarriba da, Kim de Uçma Sanatı’nın doğumu sırasında büyük ter dökmüş de olsa, kitaba evrensel değerini kazandıran daha çok hikayesi. Uçma sanatı tekniği ile ön plana çıkan

105


Çizgi Roman Sinema

Şekil 3: Kim’in Martinez karakterinin bir macerası. El Jueves, sayı 125 (1979)

bir çizgiroman değil. Ama gene de çizer Kim’in hakkını vermemiz vereken önemli noktalar var. Yukarıda değindiğim üzere kitabın ilk yarısı Altarriba’nın yoğun bir metin girdisini barındırıyor, Antonio’nun gençliği ve savaş yılları okuyucuya detaylı bir şekilde sunulmaya çalışılıyor. Bu durum aslında kitabın çizgi kimliğini dolaylı yoldan baskılayan bir şey. 3 x 3 sayfa düzeninde, panellerinin/çizgiroman karelerinin sınırları aşağı yukarı sabit bir formatta bir çizgiromanda, kare başına düşen çizim alanı aslında çok az, yazıların varlığı bunu daha da azaltıyor. Buna rağmen Kim hikayenin resmedilme sürecini layıkıyla kotarıyor. Ufak odalardan geniş savaş alanlarına kadar her şeyi bu sabit formatta anlatmayı başarıyor. Bir comic strip (band karikatür) disiplininin çizerin hayatına değdiğini hissetmek hiç de zor değil. Zaten ufak bir araştırma süreci, Kim’in 1977’den beri kendi yarattığı Martinez El Facha karakterinin hikayelerini strip formatında anlattığını bize gösteriyor. Kim’in bu strip disiplini, çizerin Uçma Sanatı’nı, hem yoğun metin kullanılabilecek hem de okuyucuyu her sayfasında sürükleyebilecek bir formatta kağıda taşımasını sağlamış. Altarriba başka bir çizer ile çalışsa, muhtemelen Kim ile çalışmasında elde ettiği söz alanını aynı rahatlıkla bulamazdı. Uçma Sanatı, güçlü bir biyografi tecrübe etmek isteyen herkese tavsiye edilesi bir eser. Kitap, bir iç savaş günlüğünden ziyade, (ikinci yarısından ötürü) bir savaş sonrası hatıratı olarak kabul edildiğinde herkesin dersler çıkaracağı daha güçlü bir yapıta dönüşüyor. Uçma Sanatı’nda anlatılan bazı kısımları 1980 sonrası Türkiye’si ile özdeşleştirmek çok kolay, öyle ki bu kolaylık insanı fazlasıyla ürkütüyor. Okuyan herkesin zihninde küçük de olsa bir iz bırakacak nitelikte bir kitap Uçma Sanatı, bunu başardığı için Altarriba’yı da Kim’i de kutlamak gerek. Her biyografik eser Uçma Sanatı’nın samimiyetine sahip olsa, geçmişin bize öğrettikleri çok daha fazla olabilirdi. Yiğit KOCAGÖZ

106

107


Pin-up

108


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.