Gölge e-Dergi Mayıs 2013 Sayı 68

Page 1

Mayıs 2013 Sayı 68

''Su'' Öykü Özel Sayısı


İÇİNDEKİLER

04-10 Öykü-Tehhalık Akışı 11-12 Öykü-Şevki 13-17 Öykü- Karanlık Çağrı Wuthering Heights (1992)

18-19 Öykü -Şüphe 20-24 Öykü-Soğuk Pasta 25-27 Öykü -Bana Hikayeni Anlat 28-34 Öykü-Tuhaf

68. Öykü Özel Sayısı

35-37 Öykü -Genetiği Değiştirilmiş Masallar-Su'ndirella

tekrar birlikteyiz.

Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://golgedergi.blogspot.com Editör: Mehmet Kaan SEVİNÇ golgeedit@gmail.com Yayın Kurulu: Oğuz ÖZTEKER, Hasan Nadir DERİN, Sadık YEMNİ, Ahmet YÜKSEL, Melahat YILMAZ, Gülhan D SEVİNÇ. Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ Redaksiyon: Oğuz ÖZTEKER Kapak: Yunus KOCATEPE Pinup: Mehmet Kaan SEVİNÇ Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir. http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/GolgeDergi http://golgedergi/deviantart.com

38-42 Öykü- Seçil(me)mişler 43-45 Öykü - Ümit ve Beklemek 46-49 Öykü- Fırtına 50-53 Öykü-Mağara 54-58 Öykü-Denizin Son Canavarları

59 Öykü- Su Kuşu

60-62 Öykü- Zaman Su Gibi Akıyor Değil mi?

63 Öykü-Yasak Gözyaşları

64-68 Öykü-AB-ı Memat 69-74 Öykü-Onma Gecesi

Merhaba Siz bu satırları okuyup öykü sayısına başlarken biz de bir öykü sayısını bitirip yayınlamış oluyoruz. (Mehmet abi gelecek öykü sayısının teması "Her son bir başlangıçtır" olsun) Gölge'nin özel sayılarını takip ediyorsanız farkındasınızdır, özel sayılarımızda yazarlarımız dışında yepyeni arkadaşlar imza atıyorlar sayfalara. Bu sefer de öyle oldu. Yeni arkadaşlara yer açtık yine sayfalarımızda. Umarım su öyküleri ile de bir iz bırakırız. Yeni bir sayıda buluşuncaya su gibi ömrünüz olsun... Saygılarımla

73-78 Öykü- Susuzluk

A. Hamdi Yüksel

79-82 Öykü-Kan, Gözyaşı ve Çocuk 84 Pinup

3


Öykü

Tenhalık Akışı Rasim tam da ‘yaprakların arasından rüzgâr bile geçmiyor sanki’ diye düşünürken kulaklarına bir haykırış doldu. “Çekil ulan!” Genç adam oturduğu yerden camdan dışarıda görünen okul bahçesindeki kare tabanlı küçük havuza bakıyordu. Havuzun fıskiyesi bir metre kadar yüksekliğe çıkıyordu. Mesafe nedeniyle mümkün olmamasına rağmen şırıltıyı isterse duyabiliyordu. Geceleri ışıklar yanmadığı için iyice karanlık olan bahçede suyu içinde fosforlu bir madde varmışçasına görebiliyordu. Su algılarına özel bir hassasiyet vehmettiriyordu adeta. Rasim’in bakışları havuzun arkasında kalan bölgedeki bir sıra dut ağacına yöneldi. Bu arada kendini ses yükselticilerden gelen Nihavent Longa’nın ritmine kaptırmıştı. Geçmişin kazağından iplik söküyordu yine. Çocukluğunda ipek böceği koyduğu karton kutularda elde ettiği kozaları hatırladı. Kozaların bazıları renkli çıkarak hoş bir sürpriz yapardı. Parmağını dokundurduğunda ipek tabakanın altındaki canlı şeyi hissederdi. O şey sonradan, önce kelebek, ardından da sayısız yumurtacık olup çıkardı. “Pas versene.” Rasim havuzun hemen önünde sarı bir top için mücadele eden iki çocuğa hayretle bakakaldı. Bahçe birkaç saniye öncesine kadar göz alabildiğine boştu. Yıllardır böyleydi. Orta eğitim verilen okulda bir nedenle eğitime son verilmiş olmalıydı. Bunca zamandır ne bir çocuk sesi duymuş ne de birinin bahçede dolaştığını görmüştü. “Nah…” Çocukların önce sesleri, sonra da suretleri algı alanından çekilince Sermet derin bir nefes aldı. Aslında yoktular. Zihninde eskiden kalma bir anı canlanmış olmalıydı. Öyleydi tabii. Genç adam pencereden dakikalarca baktıysa da bahçenin metrukluğunu bozan yeni bir müdahale olmadı. Havuzun fıskiyesi kıpırtısızlığın içindeki yegâne hareketti her zamanki gibi. Yaramaz bir anı kıymığıydı araya giren. Genç adam zihninden bunları geçirirken yaylı çalgıların ruhunda yarattığı huzur neredeyse eski kıvamına ulaştı. Parça sona erdiğinde Rasim halinden memnun bir tavırla oturduğu tekerlekli sandalyenin sağ koluna monte edilmiş düğmeye bastı. Saniyeler geçti ve kapı aralandı. Beyaz üniformalı genç bir kadın kapıyı açtı. Sarı saçlarını arkaya toplamıştı. Hoş bir tipti. Bakışları sevecendi. Genç bir erkek hemşire ile değişimli olarak hizmet veriyorlardı. “Buyrun Rasim Bey.” “Kahve rica edecektim. Aynısından lütfen.” “Tabii efendim.” Adını hatırlamadığı için hafif bir suçluluk duyduğu kadın kapıyı örtüp gidince Rasim bakışlarını yine bahçeye çevirdi. İn ve cin top oynuyordu. Genç adam içini çekerek arkasına yaslandı. Müzik susmuştu. Nihavent Longa kendisinin hazırladığı seçilmiş parçaların sonuncusuydu. Aparatı çalıştıracak uzaktan kumanda hemen yanındaki sehpanın üzerindeydi, ama on dokuz parçalık seçki CD’yi başa almayı canı istemedi. Gözlerini yumdu ve eski günleri düşündü. Rasim 26 yaşındaydı. Üç ay önce geçirdiği kayak kazasında iki dizini de incitmiş ve bu özel kliniğe kaldırılmıştı. Ev atmosferine sahip klinik bayağı tuzluydu, ama Rasim sadece en son kitabından kazandığı parayla isterse burada yıllarca kalabilirdi. Bir ay sonra tedavisi tamamlanacak ve evine gidecekti.

4

5


Öykü

Öykü

Hissiyatı biraz karışıktı. Evine gitmeyi deli gibi arzu etmiyordu örneğin. Yarım kalmış romanı onu bekliyordu. Okurları da. Bekârdı. Evde gelmesi için günleri sayan bir kadın yoktu. Kedi, köpek kılına alerjik olduğu için dört ayaklı bir yaratık da mevcut değildi. Evi kapalı durumda iyi ambalajlanmış vakumlu bir mamul gibi istediği süre onu bekleyebilirdi yani. Bu klinikten memnundu. İyi bakılıyordu. Bakıcıları çok candandı. Yemekler iyiydi. En önemlisi sükûn içinde kalabileceği bir ortam sunulmuştu kendisine. Metruk bir alanın tam ortasına kurulmuş hissini veren klinik en çok istediği şeyi fazlasıyla sunmaktaydı. Ödediği parayı son kuruşuna kadar hak ediyorlardı. “Buyrun efendim.” Rasim gözlerini açarak genç kadına gülümsedi. “Teşekkür ederim.” Kahvenin kokusu genzine dolmuştu. Bu kokunun hatırlattığı şeyler beyninin ücra köşelerinde kıpır kıpırdı. Bu nedenle hemşire gittikten sonra dakikalarca kımıldamadı. Bunu yaparsa hatırlamak üzere olduğu şeyleri unutmaktan korkuyordu. Bir yazar olarak hayal gücü engin biriydi. Yazdığı romanlarda bir sürü uydurma karaktere sanal geçmiş uydurmuştu. Şimdi bu tür malzemenin tasallutuna uğrama tehlikesiyle karşı karşıyaydı galiba. Sanal geçmişler toplamı kendi kendini kuruyordu sanki. Az önceki çocuklar bu sanal kumbaradan fışkırmıştı. Başka şeyler de taşmak üzereydi. Bunu engellemeliydi. Rahatı, huzuru kaçmamalıydı. En iyisi hiç düşünmemekti. Hiç düşünmemek neden zordu şimdi. Neden sürekli topa vurmak üzere olan ayaklar geliyordu aklına. Hem de öyle iki çift değil. Onlarca çift. Havada asılı çığlıklar olmuş armutlar gibi düşmeyi mi bekliyordu? Bahçeye çok bakmaya devam ederse çok kıymetli bir şeyi bozacağı sezgisi bayağı rahatsız ediciydi. Neden bilmiyordu, havuzun suyunun kesilmesi en büyük korkusuydu. O fıskiyede bu düzeni kuran bir güç vardı sanki. Suyun devr-i daimi mutluluğunun ve esenliğinin, daha da önemlisi ihtiyacı olan kesif sükûnetin simgesiydi. En iyisi müzik dinlemekti biraz. Rasim elini uzaktan kumandaya erişmek için uzattığında kahve fincanı sarsıldı ve en üstten biraz döküldü. Tabağın dibinde koyu kahverengi siyahımsı bir tabaka oluşmuştu. Fincanı alırken üzerine damlayacaktı şimdi. Rasim aşırı titiz biri değildi, ama böyle şeylerden nefret ederdi. Tam hemşireyi çağırmak için zile basacağı sırada kapı açıldı ve genç kadın içeri girdi. “Editörünüz Meliha Hanım geldi efendim.” Bu deyişte ve kadının bakışlarında önceden alınmış bir randevu vurgusu vardı. Rasim bunu tümden unuttuğunu belli etmedi ve başıyla onay verince hemşire odadan çıktı. Dökülmüş kahveyi mevzu bahis etmeyecekti. Sahne değişmişti. Yeni hale uygun davranacaktı. İçeriye uzunca boylu, orta yaşlı, boyama kızıl saçlı, topluca bir kadın girdi. Üzerinde uçuk mavi kot pantolon ve bordo renkli ince kazak vardı. Ağırlık merkezinde biraz kilo biriktirmiş olmasına rağmen cazibeli bir havaya sahipti. “Sevgili Rasim Bey, nasılsınız? Maşallah bugün sizi çok iyi gördüm.” Kadının sesinde yılların tanışıklığının kalbe yakın gelen tonu vardı. “İyiyim gerçekten de Meliha Hanım. Sizden naber?” “Bilinen şeyler. Yayınevinde rutin işler. Bu arada oğlan askerliği bitirdi geldi. Otuz bir yaşında olduğu için beş ay ona beş yıl gibi geldi, ama şükür bitti sonunda. Rasim kadın hakkında tek bir şey hatırlamıyor olmasına rağmen anlayışla başını salladı ve “Geçmiş olsun.” dedi. Kadın hoşnutlukla gülümsedi. “Sağolun. Bu arada kitabınızı bir ay içinde basıcaz. Bu sabah kesinleşti. Telefonla da haber verebilirdim, ama hem sizi göreyim hem de bunu bizzat anlatayım istedim. Siz klinikten çıktığınızda piyasaya süreceğiz.”

Rasim sevinmesi gereken habere uygun bir yüz ifadesi takındı ve “Başlıktan memnun musunuz?” diye sordu. Başlığın ne olduğunu unutmuştu. Geçirdiği kaza nedeniyle geçici bir bellek yitimi durumuyla karşılaşmıştı. Doktoru ‘Birkaç ay sürebilir’ demişti. Bunu her dakika belli etmek istemiyordu. “ ‘Sakin ve Sessiz Bir Yer’ başlığını duyan herkes beğendi. Kalp burucu ve çok etkileyici metinle fevkalade uyumlu.” Rasim içini çekti. “Düşününce o kadar mesafeli gibi ki, sanki başkası yazmış gibi geliyor bazen.” Meliha Hanım sevgiyle gülümsedi. “Size has mütevazılık.” Rasim minnetle gülümsedi. Durumu idare edebildiği için memnundu. Bir ay sonra kitabı basıldığında artık burada olmayacağım duygusu, içinde yeterince sevinç uyandırmıyordu. Eviyle ilgili kafasında bir sürü dağınık görüntü vardı, ama bunların hiçbiri içinde güçlü bir özlem ateşi yakmıyordu. Yeni kitap, eski okurların hayranlıklarında katmerlenme, yeni okurlar, yeni bir sevgili, kliniğin adresini gizli tuttuğu için ziyaretine gelemeyen dostları. Hiçbirini aşırı özlememişti. Şu metruk okul bahçesine bakan odanın kalbine verdiği huzura alışmıştı. Dışarıdaki hayatın çekiciliği buraya nüfuz edemiyordu. Tamam, bir ay sonra bu odayı terk edecekti, ama öncesinde her günün, dakikanın tadını çıkartarak kendini dış dünyaya hazırlayacaktı. “Bir dizi söyleşi yapılacak. Televizyon programları, dergiler, okullar, birazdan programınız bayağı yoğun olacak.” “Neyse ki, burada çok iyi dinlenebiliyorum.” “Birazdan burada depoladığınız her damla enerjiye ihtiyacınız olacak. “Doğru.” Hemşire arada oluşan sessizlik sırasında kapıyı açtı. Elindeki tepside iki fincan kahve, iki parça çikolatalı kek vardı. Çok anlayışlı bir kadındı. Dökülen kahveyi görmüş ve gerekeni otomatikman yapmıştı. Rasim bundan sonra ne demesi gerektiğini düşünürken ard arda gariplikler başgösterdi. Birincisi gözü takıldığında havuzdaki fıskiyenin durduğunu farketmesiydi. Bu imkânsızdı. O fıskiye hiç durmazdı. Durursa şey olurdu. Şey… Tam bu konuda bir şey söyleyeceği sırada içeriye inanılmaz miktarda, desibeller dolusu ses hücum etti. Dışarıda yüzlerce kişi toplanmış şamata ediyordu sanki. Buna içerdeki tuhaflıklar da eklemlenmişti. CD çalara dokunmamasına rağmen çalışmaya başlamıştı. Alan Parsons Project’in Sessizlik ve Ben - Silence and I adlı parçası çalarken Meliha Hanım’ın kek tabağına uzanan eli durakladı. Sakin ve saygılı yüz ifadesi kırışmıştı adeta. İnce bir fondöten tabakasının altından beliren çiçek bozuğu bir cilt gibiydi. Hemşirenin huzur verici, sevimli yüzü de endişeyle bezenmişti. Rasim ağzını açacağı sırada ıssız bahçede onlarca çocuk belirdi. Kimi top oynuyor, koşuyor, bazıları da gruplar halinde durmuş sohbet ediyordu. “Ne oldu Aysel?” “Bilmiyorum anne. Galiba sistem arızası. ” Aysel! Anne! Bu sözcükler Rasim’in beyninin uyuşmuş bölmesinde göz kamaştıran spot lambaları yakmıştı. Ne oluyordu. Huzur verici ortama ne oluyordu? Koltuğu ne zaman yatar duruma getirmişti. Aman Allahım, neden sağ eli bu kadar kırışıktı? 26 yaşındaydı daha. Elleri böyleyse, bir ayna bulsa ve yüzünü görse. “Aysel Hanım derhal yüzümü görmek istiyorum.” Rasim bunları söylerken sol koluna takılı kateterden damarlarına işleyen sakinleştirici madde etkinleşti. Rasim’in bilincine midye gibi yapışık duran endişe verici düşünceler, içeri giren hoyrat desibellerle birlikte başka bir âleme göçtü. Geriye sadece ıssız bahçe, sükûnet, dut ağaçları, kare şeklindeki havuz, nazlı nazlı yükseldikten sonra hoş bir kıvrım oluşturarak aşağıya düşen su sütunu ve CD çalardan gelen müzik kaldı.

6

7


Öykü

Öykü *

“Manyetik alanda küçük bir değişimin tetiklediği bir sistem çöküşü yaşandı.” dedi Uzman Psikiyatrist Tahsin Baycılı. “İlaç duyarlılığı gen ölçümleri, beyin zarında elektromanyetik alan üreten hücrelerin stimüle edilmesi gibi bütün işlemler kusursuz çalışıyor şu anda. Merak etmeyin hastamız eski sükûnetli ortamına kavuştu. “ Meliha sözlerine ara verip çayını yudumlayan genç adama minnetle baktı. Çok yakın bir arkadaşının oğluydu. Rasim’in ölümcül hastalığını tedavide canla başla çabalamaktaydı. Onun sayesinde kullanılan Tenhalık Akısı adlı teknolojinin kendilerine maliyeti de epey düşük olmuştu. Otuz yedi yıllık kocası Rasim’de altmış dört yaşına kadar örtülü duran agorafobi emekli olmasının ardından ortaya çıkmış ve değişim geçirerek, adeta mutantlaşarak adamın hayatını yaşanmaz hale getirmişti. Sokağa çıkmaktan ödü patlıyordu. Büyük bir mağazaya gitmek, insanlarla sıkış sıkış durması mümkün değildi. Hemen panik nöbetine giriyordu. Daha da kötüsü bu panik nöbetleri sonrasında ağır bir depresyona giriyor ve intihar eğilimi artıyordu. Şu ana kadar uyku ilacı yutmak, bileklerini kesmek gibi iki intihar girişimi olmuştu. İkisinde de kıl payıyla kurtarılabilmişti. Son aylarda evde dahi huzur içinde olamıyordu. Karısı, oğlu ve kızı bile ona çok geliyordu. Evde yalnız kalması da mümkün değildi. Buna da dayanamıyordu. Bileklerini test için böyle yalnız bırakıldığı iki günün sonrasında kesmişti. Ölümü kesin gibiyken bu tür hastalara verilen en yeni tedavi, Tenhalık Akısı çıkmıştı ortaya. Meliha kendisi bu işlerden anlamadığı halde uygulanan yöntemi çok iyi kavramıştı. Hastanın etrafında belli bir manyetik alan oluşturuluyor ve beynindeki proteinler manipüle edilerek yapay bir şizofreni yaratılıyordu. Böylelikle Rasim’e yapay bir kimlik kazandırılmıştı. Genç bir yazardı. Kocasında yazarlık hevesi kursağında kalmış bir meslekti. Kendisi banka müdürlüğünden emekli olmuştu. Çok etkileyici konuşurdu. Muntazaman okurdu. Özellikle sarhoş olduğunda yazar olmadığı için içten hayıflanırdı. Bu nedenle bilinci ve subliminali, bilinç dışı kayak kazası geçirmiş egzantrik bir yazar kimliğini şevkle benimsemişti. Burada ev ortamı dekoru verilmiş klinikteydi. Kızı ve oğlu hemşireydi. Kendisi de tanınmış bir yayınevinin editörüydü. Bu rolü oynaya oynaya çok benimsemişti. Belki editörlük de onun da içinde ukde kalmış mesleklerden biriydi. Bir çeşit hipnoz haliydi. Beyninin işitme bölgesi de uyarlanmıştı. Rasim evin içinden ve dışından gelen sesleri duyuyor, ama beyninde kategorileştiremediği için aldırmıyordu. Oğlunu, kızını ve karısını ona verilen programa uygun algılıyordu. Okul bahçesinde kopan çığlıklar beyninde gürültü cinsinden kodlanmıyordu. Sıradan titreşimler ve kayda değmez şeyler gibi geçiştiriliyordu. Kendileri sesleri duydukları için Rasim’in ne kadarını duyup duymadığını anlamak üzere konmuş bir ses sayacı vardı. Bunun ibresi sürekli sola yatmış durumdaydı. Böylece ona ayırdıkları odada kocası elden geldiğince mutlu yaşıyordu. Giderek kalabalıklaşan, her şeyin izlendiği, özel hayatın tümden gümlediği, mahremin ılga edildiği yeni dünyada belki buna tepki olarak da agorafobi yaygınlaşmaktaydı. Son yıllarda bu sayı katlanarak artmaktaydı. Kocası gibi had safhaya erişenler bu yöntemle yeni bir kimliğe kavuşuyor ve geriye kalan zamanını huzur içinde, ailesiyle birlikte evinde geçiriyordu. Tenhalık Akısı, ‘Varlık içinde yokluk’ deyimini değişik bağlamda sarmalayan teknik bir yöntemdi. Meliha, Tahsin Bey’i geçirdikten sonra kızıyla birlikte kaldıkları yerden devam ettiler. Kızı hastanın kaldığı odanın kapısını açtı, babasına bir şeyler söyledi ve geriye dönerek ona işaret verdi. Meliha elinin tersiyle gözlerindeki yaşları sildi ve oraya doğru yürüdü. *

8

Rasim tam da ‘yaprakların arasından rüzgâr bile geçmiyor sanki’ diye düşünürken kapı çalındı ve hemşire kız içeri girdi. “Editörünüz Meliha Hanım geldi efendim.” Bu deyişte ve kadının bakışlarında önceden alınmış bir randevu vurgusu vardı. Rasim bunu tümden unuttuğunu belli etmedi ve başıyla onay verince hemşire odadan çıktı. Sahne değişmişti. Yeni hale uygun davranacaktı. İçeriye uzunca boylu, orta yaşlı, boyama kızıl saçlı, topluca bir kadın girdi. Üzerinde uçuk mavi kot pantolon ve bordo renkli ince kazak vardı. “Sevgili Rasim Bey, nasılsınız? Maşallah bugün sizi çok iyi gördüm.” Kadının sesinde yılların tanışıklığının kalbe yakın gelen tonu vardı. Rasim’in içi ısınmıştı. “İyiyim gerçekten de Meliha Hanım.” Dedi. “Sizden bir ricam var.” Kadının kaşları merakla kalktı. Kendinden emin davranışında bir şeyler değişmişti. Kuşku diyeceği geliyordu, ama bunun için hiçbir neden mevcut değildi. “Ne gibi?” “Şu bahçeye bir bakın.” Kadın tereddütlü diyebileceği adımlarla yerinden doğruldu pencereye doğru yürüdü ve dışarıya baktı. “Şu ağaçlardaki yaprakların kıpırtısızlığına bir bakın.” dedi Rasim. “Natürmort gibi adeta, ama aslında değil. Hareketin nabzını hissediyorum bu atalette. Sessizliğin sesi. Hareketsizliğin delice kıpırdaklığı. Sizce de muhteşem değil mi?” Meliha okul bahçesindeki gezinen, koşturan ve top oynayan onlarca öğrencinin cıvıltısını, hemen sağdaki ana caddeden gelen trafik gürültüsünü dışarıdaki gelen gürültüsünün kocasına kendini sükûnet gibi algılatmasına kimbilir kaçıncı kez şaştı. Sonra kocasının parmağının işaret ettiği yere doğru bakarken şaşkınlığı vites büyülttü. Kare şeklindeki küçük bir havuz ve ortasındaki fıskiyeyi görüyordu. Bu cisim oralarda dolanan çocukların algısına kapalıydı. Çünkü hiç farkında olmadan içinden geçiyorlar, böyle bir şeyi fark ettiklerini belli edecek tek bir hareket yapmıyorlardı. Şu ana kadar çeşitli vesilelerle, çoğu kez dut ağaçlarının tamamını görmek için pencereden bakmışlığı vardı. Havuzu ilk kez görüyordu. Bu ne demekti?” “Gerçekten de.” dedi Meliha. Rasim’in yüzünde alışıldık dinginlik hali sürüyordu. Kadın o yarı şeffaf havuza bakarken havuz kendini algısından koparttı gitti. Kadın nefes almaya korkarak bekledi. Havuz kendini yeniden peydahlamadı. Meliha, Tahsin tarafından bu konuda bilgilendirilmişti. Kocasının matrixvari kurgulanmış dünyasında değişmeyen bir ritimle hareket eden hareketli bir nesne konmuştu. Bu nesne sanaldı. Kocasının beynindeki kurgunun zembereğiydi. Haliyle bu şey sadece kocasının gözüne görünebilmekteydi. Kocasının huzur düzeneğinin zembereği fıskıyeli küçük bir havuzdu. Bu görüntü hasta dışındaki herkese kapalıydı. Kocası bahsini ettiğinde görüyor numarası yapıyorlardı. Ve şimdi birden görüşüne açılmıştı. Beklenmedik bir durumdu. Bu ihtimalden hiç söz edilmemişti. “Taşın göbeğinin nefes alıp vermesi gibi bir şey.” Meliha kocasına bakarak başını salladı. Bu sözü ondan daha önce de duymuştu, ama en sonuncu telaffuzda endişe kabartıcı bir hassa mevcuttu. Tenhalık Akısı teknolojisiyle ilgili okuduğu komplo teorisi kokan yazıları düşündü. Youtube’de beliren ve silinen mülakatlar elden ele gezmekteydi. Buna göre Tenhalık Akısı teknolojik tedavi kılığında sunulmuş akıllı bir virüstü. Sirayet hassası çok güçlü olan bu virüsün amacı dünyayı tenhalaştırmaktı. Önce algıda tenhalık, ardından da bu nedenle meydana gelen kitlesel ölümlerle ulaşılacaktı hedefe. Bir odaya birbirinden haberi olmayan bir sürü kimseyi koymaktaydılar. İnsanlar küçücük alanlarda sanal kimliklerle zombi tavuklar gibi yaşadıktan sonra tükenip gideceklerdi.

9


Öykü

Öykü

Meliha için için buna inanmıştı. Bir yandan kocası huzur içinde odasında yaşadığı için sevinirken, diğer yandan hem ağır seyirli agorafobi rahatsızlığının dünya çapında bu denli hızla artmasını hem de Tenhalık Akısı aleyhindeki yayınların çokluğundan etkilenmişti. Meliha tekrar bahçeye baktığında havuzun geri geldiğini gördü. Bu defa daha gerçek görünümlüydü. Yarı şeffaf halinden sıyrılmıştı. Kadın kocasına bir şey diyeceği sırada aklına gelen fikirle karnı üşüdü. Ani korku onda ilk olarak bu etkiyi yapardı. Biraz tutuk kaslarla oda kapısına doğru yürüdü. Kapıyı açtı. Aysel görünürlerde yoktu. Oğlunun olmaması normaldi. Arkadaşlarıyla bir kafeye gitmişti. “Aysel!” Meliha’ya asırlar gibi gelen uzun saniyeler aktı gitti. Kızı ne göründü, ne de bir ses verdi. birkaç kez daha yüksek sesle kızının adını ünledi. Hissiyatı şimdi damarlarında korkulobin halinde dolaşmaktaydı. Panikle masanın üzerinde duran cep telefonunu aldı. Tahsin’in numarası tuşladı. Bunu yaparken açık duran oda kapısına baktı. Rasim bu ani davranışına tepki vermiyordu. Çok garipti. “Aradığınız numara kullanım dışıdır.” Meliha, “Ey yüce Allahım, ne olur aklım bana kalsın.” Diye mırıldanarak en yakın arkadaşlarından birinin numarasını çevirdi. “Alo. Meliha! Alo. Meliha ne oldu? Ses gelmiyor. Tekrar ara canım.” Bağırarak konuşmasını arkadaşı duymamıştı. Aysel nereye gitmişti? Rolü icabı kahve ve kek servisi yapacaktı. Mutfağa baktı. Kızı orada değildi. Yatak odaları da boştu. Virüs ona da sirayet etmiş olabilir miydi? Ya oğlu kafeye değil de başka yere gittiyse? Hepsi sahte kayıtsa? Meliha elindeki aparatı yere düşürdüğünü fark etmeden kocasının odasına doğru yürüdü. İçeri girdiğinde adam bıraktığı yerde durmaktaydı. Rasim ani bir hisle bakışlarını bahçeden çekerek arkasına baktı. Kapı aralık duruyordu, ama görünürde kimsecikler yoktu. Zihnine kıvamlı bir şurubun akışı gibi yavaşça dolan bilinç ‘Bugün kimseyle randevun yok. Odanı başkalarınla paylaştığın hissiyatı gerçekliğe yaslanmıyor. Bakıcıların şu anda izinde ve merak etme, her şey fena halde yolunda.’ şeklinde teskin edici bir tebligatta bulundu. Adam başını tekrar bahçeye çevirdi ve kıpırtısızlık şeklinde belirmiş olan sükûneti solumaya başladı. Meliha kocasının aldırışsızlığına alışıktı, ama bu defa ortam farklıydı sanki. Kadın kurallara boşvererek “Rasim!” diye haykırdı. Adımın kılı bile kıpırdamadı. Meliha çok rahatsız edici bir şeyi farketmişti bu arada. Sesler. Kendi sesini duymamıştı. Ağzı, ses telleri ve gırtlağı çalışmıştı oysa. Dışarıdan gelen sesler de duyulmamaktaydı. Tenhalık Akısı virüsünün işiydi bu. Meliha’ya sirayet etmişti. Kadın dehşetin kötürümleştirici tesirini hissederek bir çığlık saldı. Aysel beni duysa ve kaçsa bari diye düşünürken birden içi huzurla doldu. Meliha şimdi tanınmış bir yayınevinin editörüydü. Yirmi dört yaşındaydı ve bekârdı. Çok çalışmaktan sürmenaj olduğu için bu kliniğe gelmişti. Burada kendine tahsis edilmiş olan bu büyük odada tek başına kalıyordu. Birkaç hafta kalıp çıkacaktı. Dışarıdaki sessiz ve huzurlu ortam ve hele o fıskiyeli havuz sayesinde çok çabuk iyileşeceğinden emindi. Az önce aklında dans eden bin bir çeşit endişe silinip gitmişti. Genç kadın CDçalardan gelen müziğe bıraktı kendini. Burada katışıksız sükûneti bulmuştu. Mutluydu. 4026 Balçova –İzmir - Mart 2013 Öykü:Sadık YEMNİ

10

İllüstrasyon: Devrim KUNTER

Şevki Şevki, üzerindeki baskılara ve inanların kendisinden soğuma çabalarına rağmen yoğunlaşmayı beceremeyen, kimyası bozuk su buharıdır. Fizik kurallarına aykırı davrandığı için diğer insanlardan farklı bir boyutsa yaşar; ama kendisini görünmez olduğuna inandırır. Görünmezlik ve sonsuz yaşam insanoğlunun arzuladığı en yüksek iki makamdır. İnsanoğlu hangisine oturacağına karar veremediğinden ayakta kalır ve insanoğlunun hayatları koşuşturmayla geçer. İnsanlar, yeterli güçleri kalmadığında ayakta ölür. Şevki; yazılan her paragrafta, dinlenen her konuşmada, bölünen her bakışmada unutulur. Kimse tarafından fark edilmeyişini görünmezliğine inanarak bastırır. Şevki’yi birinin hatırlaması, Tanrı’nın insanları yaratmayı unutmasıyla eşdeğerdir. Özlem duygusunu uç noktada yaşar. O kadar uç noktadadır ki özlem duyabileceği kimsesi yoktur. “Hiç” kimsesi olmadığından yalnızlık çeker. Hiçe ulaşabilse yalnızlıktan da bertaraf edilecektir. O kadar yalnızdır ki “hiç”e nasıl ulaşılacağını bile gösterebilecek kimsesi yoktur. Tanrı’dan daha yalnız olduğunu düşünür ve kazanır. Çünkü Tanrı’ya inanan çoktur, Şevki’ye inanan yoktur. Şevki, başkasının söylediği herhangi bir düşünceyi emebilecek bir zihne sahip olmadığı için renksizdir. Dünyada doğmuş tüm düşüncelerin renkler skalasında belirli bir konumu vardır. Renkler birbirleriyle karışarak kompleks düşünceleri meydana getirir. Bazen bir renk diğerine baskın çıkar. Baskın olan diğerinde az ya da çok etkilenerek kendi imparatorluğunu oluşturur. Tarih ile geçmişin zorunlu ortaklığının; bulanık veya net gördüğü bütün siyasi görüşler, dini inançlar, felsefeler birbirinden etkilenmiştir. Şevki’nin zihni diğer insanlara nazaran sünger değildir, bu yüzden hiçbir düşüncenin çatısı altında yağmurdan saklanmaz. Şevki yağmurun kendisidir. Sadece gözlem yapar. Şevki’nin ayağı takıldı. Düştü. Sokağın başında. Her şeyin başında. Hayata düşerek başlamıştı. Ana rahminden. Güne düşerek başlamıştı. Bir dilencinin, sıradan illüzyonuyla otuz santimetre kısalmış ayaklarına takılarak. Hayatın sırtından uzun süre önce düşmüş birinden çelme yiyerek. Toparlandı. Ayağa kalktı. Sırtındaki kambur yerçekimi denilen acıların ağırlığını taşıyordu. Acıların hayali ağırlığı hayal edilemeyecek kadar büyüktü. Sırtını dikleştirdi. Acılarını bir süreliğine omuzlarından attı. Karşı kaldırımda babasını gördü. Tanımadı. Babası da onu tanımadı. Çünkü akrabalıklarına ilişkin tek bilgi tek gecelikti. Yürümeye devam etti. Hareketi trafik lambasındaki kırmızı ışığa takıldı. Oysaki kırmızı hareketin rengiydi. Damarların içinde ve dışında dolaşan kanın rengi. Şevki’nin kanı kalbinden vücudunun dışına pompalanıyordu. Çoğu zaman. Kırmızı ışık söndü. Düşünceler söndü. Şevki’nin beklediği kırk saniye boyunca Türkiye’de iki, Fransa’da bir, Hindistan’da otuz, Nijerya’da sekiz, Endonezya’da altı, Brezilya’da beş, Çin’de yirmi, Meksika’da üç hayat söndü. Estonya’da, Grönland’da, Avustralya’da, Kamerun’da, Küba’da ise kimse ölmedi. Şevki herhangi bir ülkenin ortalama ölüm hesaplamasına dâhil değildi. Çünkü Şevki yaşamayı bilmiyordu. Karar verme mekanizmasını otuz yıl önce kaybetmişti. Özgür iradesi, annesi ve babasının bacakları arasında erimişti. Otuz yıl önce. İnsanları taklit ederek hayatını sürdürüyordu. Cevapları soru, hareketleri toplumdu. Şevki tüm insanların içindeydi. Sadece oranlar değişiyordu. Çünkü her insan taklit etme zorundaydı. Ayıplanma kaygısı her duygunun önündeydi. Şevki, kayıtsız taklit ettiğinden bu kategorinin de dışındaydı. İnsanlar durduğu için durmuştu. İnsanlar karşıya geçtiği için de karşıya geçiyordu. Geleceği, her hareketi önceden belirlenmişti. İnsanlar tarafından. Ancak insanların algısı dışında. Şevki’nin; beynin sinirsel aktivitelerini taklit eden beyin simülasyonundan pek farkı yoktu. Sadece kontrol edildiğini bilmiyordu. İnsanlar tarafından. Gözü bir vitrindeki aynaya takıldı. Yanındaki yirmi dokuz insanla birlikte. Yansımalarını göremedi. Tekrar yanındaki insanlara baktı. İrkildi. Karşısında yirmi dokuz tane Şevki gördü. Her yaştan. Otuza kadar. Geçmişi takip ediyordu. Kademe kademe. Uyanmak istedi. Uyanamadı. Uyumak istedi. Uyuyamadı. Dünyadaki tüm istekler uzaydaki boşlukta yuvarlanıp Tanrı’ya çarptı. Hiçbir şey olmadı.

11


Öykü

Öykü

Şevki delirmeye başlıyordu. Düşünme yetisine sahip olamadan düşünme yeteneğini kaybeden ilk insan olma yolunda başarıyla ilerliyordu. Hatta tüm insanlık yolundan çekilmişti. İstem dışı gözlerini kapattı. Korktuğunda ne yapacağını ona kimse öğretmemişti; ama doğuştan gelen reflekslerin yardımı gecikmemişti. Gözlerini açtı. Etrafında kimse yoktu. Aynaya tekrar baktı. Tekrar irkildi. Aynadaki görüntüsünde Şevki’nin göz kapakları gözaltlarının çevresindeki deriye dikilmişti. Şevki’ye gülümsüyordu. Şevki de ona gülümsedi. Gülümsemeler kahkahalara dönüştü. Tek taraflı. İki göz kırpması arasında görebilen insanlar grubuna dâhil olan Şevki, aynadaki görüntüsünü bir göz kırpması uğruna feda etti. Aynadan sadece sokağın görüntüsü yansıyordu. Şevki’yi artık ayna bile görmüyordu. Şevki, yere baktığında daha ilginç bir manzarayla karşılaştı. Yollar saydamlaşmaya başlamıştı. Şevki’nin gözünden. Sadece aşağısı. Ölüler, kemikler, parçalanmış mezar taşları, fosiller, mineraller, elementler. Dünyanın çekirdeğine kadar. Yaşamış, yaşamamış, yaşayamamış ne varsa; Şevki’nin zihnindeki boş lunaparkı dolduruyordu. Şevki’nin hayalleri gördüklerinden fazlası değildi. Şevki’nin gördükleri ise kendisine bir hayli fazla gelmişti. Yere baka baka yürümeye devam etti. Arada sırada da yere oturup ölülere dokunmak için çabaladı. Başaramadı. Birkaç denemeden sonra vazgeçti. Bu sefer de ayaklarını yere hızlı hızlı vurmaya başladı. Aşağıdakilerin dikkatini çekmeye çalışıyordu. Cevap alamadı. Ölüler, Şevki’yi delirmenin depresif evresine sokmuştu. Şimdilik. Kavşaktan sağa döndü. Yarım kalmış bir yol çalışmasının tam ortasına. Toprak yola doğru adımlarını hızlandırdı. Nedensizce. Toprak; Şevki’nin altında ezildiği onca yılda birikmiş acıyı, tek seferde yüklenmeye çalıştı. Şevki sıfırlandığını zannetti. Bir an. Rahatlık yanıltıcıydı. Çıplak ayaklar da. Toprak daha fazlasını istiyordu. İlk fark eden Şevki oldu. Ayağını tutan, kemikten yapılmış bir insan eli sayesinde. Toprak Şevki’yi çağırıyordu. İnsanlar Şevki’ye bakıyordu. “Yardım etmek” fiili tedavülden kaldırılmıştı. Tutulan ayağını çekerken düştü. Öteki ayağı da başka bir el tarafından sarılmıştı. “İyi misin?” diye bir soru cümlesi duydu. Kafasını kaldırdığında ağızsız bir kadın silueti Şevki’ye doğru eğilmişti. Kadının gözleri yanaklarına kadar iniyordu. Şevki, kadının hangi organından korkacağına karar veremedi. Arkasına bakmadan koşmaya başladı. Koşarken yalpalıyordu. Şevki dışında kimse deprem olduğunun farkında değildi. Yollarda oluşan çatlaklar kıtaların birbirinden ayrılması kadar gerçekti. Şevki’nin bütünlüğü, dünyanın bütünlüğünden daha hızlı bozuluyordu. Şevki çatlakların izlediği patikaya göre hareket yönünü belirliyordu. Bazen sağa. Bazen sola. Şevki’nin çarpmadığı insanlar gündelik hayatlarını sürdürdü. Şevki hariç. Haliyle kimseye çarpmadı. İnsanlık, Şevki’nin yolundan çoktan çekilmişti. Şevki durdu. Deprem de durdu. Başlayan yağmur çatlakların arasından toprağa karışıyordu. Şevki dışında herkes ıslanıyordu. Şevki yağmurun kendisiydi. Suyun içindeki her bir molekül kadar saf ve düşüncesizdi. Yağmur, asit yağmuruna dönüştü. Şevki dışında herkes eriyordu. Tüm insanlık. Şevki insanlığa ait değildi. Şevki insanlığın dokunulmamış en yalın haliydi. Bu yüzden herkes Şevki’den uzak duruyordu. Şevki’nin umurunda olması için önce düşünmesi gerekiyordu. Etrafına bakındı. Yollardaki çatlakların dokunmadığı bir çukur gördü. Yavaş yavaş çukura doğru ilerledi. Zaman göreceliydi. Şevki’nin düşünceleri de. Düşünceleri o kadar yavaş iletiliyordu ki ihmal edilebilirdiler. Düşünememesinin nedeni de buydu. Düşünemediğini anlayamayacak kadar katıksızdı. Devletlerin en çok istediği vatandaş tipiydi. Ancak Şevki halka dâhil değildi. Dünya eski haline dönüyordu. Çukur hâlâ yerindeydi. İnsanlar Şevki’nin gözüne tekrar görünmeye başlamıştı. Binalar yalan ve hatıralar saklamak için tekrar dikilmişti. İnsanlık Şevki’nin her yerindeydi. Daha çok da arkasında. Şevki çukurdan aşağıya baktı. Karanlığı gördü. Çevresindeki insanlara baktı. Karanlığı gördü. Şevki, insanlık tarafından çukura itildi. Şevki düşmedi. İnsanlık düştü. Şevki ölmedi. İnsanlık öldü. Öykü: Hüseyin BİLEN

12

Karanlık Çağrı Larisa ufak bir haykırışla uyandı. Yine aynı rüyayı görmüştü. Denizin kenarında yükselen, sisler içinde muazzam bir kule, adını çağıran fısıltılar ve hâlâ gözleri önünde çakan masmavi ışıklar… Bu rüyayı ilk defa küçük bir kızken görmüştü. Rüya o zamanlar da tekrar ederdi ancak büyüdükçe azalmaya başlamıştı ve sonunda tamamen durmuştu. Ta ki on sekizinci doğum gününe kadar… Rüya, reşit olduğu ilk gece geri gelmiş ve yeniden sıklaşmıştı. Son bir hafta içindeyse artık her gece bu rüyayı görmeye başlamıştı. Larisa ailesini hiç tanımamış, bir öksüz ve yetim olarak büyümüştü. Ona yardım edebilecek kimse yoktu. İnsanların başkenti olan Güneş Krallığı'ndaki bir handa hem çalışıyor hem de handaki odalardan birinde kalıyordu. Rüyalar yeniden sıklaşmaya başladığında bir ipucu aramaya çalışmıştı. Gördüğü kule spesifik bir yer olmalıydı. Yine de Vilarin Diyarı üç kıtadan oluşan büyük bir dünyaydı ve dünyanın her yerinde birçok kule bulunuyordu. İzinli olduğu bir gün, şehirdeki harita ve parşömen dükkânlarından birine giderek Vilarin Diyarı'na ait bir harita almıştı. Haritadaki tüm bölgeleri iyice inceleyip rüyasıyla karşılaştırdığında, sonunda gitmesi gereken yerin neresi olduğunu anlamıştı. Dünyanın batısındaki Valarand kıtasının kuzeyinde Puslu Topraklar ismi verilen bir ülke vardı. Üstelik bölgenin deniz kıyısında bir de kule bulunuyordu. Haritayı satan adamdan edindiği bilgilere göre bu ülkeye asla geçmeyen bir pus hâkimdi ve ülkenin ismi buradan geliyordu. Larisa, aradığı bilgilere ulaştıktan sonra, tüm parasını yanına alıp eşyalarını toplayarak yaşlı hancıya veda etmiş ve Granduin kıtasından Valarand kıtasına giden bir gemiye binmişti. Rüyalar yolculukta da peşini bırakmıyordu. Artık gözlerini kapattığı anda fısıltıların ve sisler içindeki kulenin onu beklediğini biliyordu. Yatağından kalkarak kamaradaki pencereden sızan ay ışığında aynaya baktı. Uzun kumral saçları neredeyse beline kadar geliyordu, orta boylu ve zayıftı. Gözleri okyanus benzeri turkuaz bir renkle parlıyordu. “Bana neler oluyor?” diye sordu aynadaki yansımasına. Ürkerek yansımasının ona bir cevap fısıldamasını beklemişti ama hiçbir şey olmadı. Tam tekrar yatağına dönüyordu ki gemi bir gümbürtüyle sallandı. Larisa dengesini kaybederek odadaki mobilyalara çarptı. Kayalara mı vurmuşlardı? Yolculuğun sonuna gelmişlerdi ve gecenin karanlığında fark etmeden kıyıya oturmuş olabilirlerdi. Larisa hızla üstüne günlük kıyafetlerini giyerken bir sarsıntı daha oldu. Sarsıntı bu kez farklı bir noktadan gelmişti. Gemi kıyıya vurmamıştı. Birileri gemiye saldırıyordu. Aceleyle kamaradan çıkıp güverteye doğru koştu. Gemide ciddi bir panik vardı. Tüm yolcular ve tayfa güvertedeydi. Tayfaların elinde silahları vardı. Hepsi denize doğru bakıyor ancak çaresiz görünüyorlardı. Larisa yolcuların arasında bir boşluk bularak denize doğru baktı. Suyun içinde daha önce hiç görmediği yaratıklar yüzüyordu. Gemiyi sarmışlardı. Her yönden mızraklar, arbalet okları ve büyüler yağdırarak gemiyi parçalıyorlardı. Vilarin Diyarı’nda birçok ırk bulunurdu ve Larisa, Güneş Krallığı’nda insanlar dışındaki bazı ırkların temsilcileriyle karşılaşmıştı. Ama denizin içindeki bu pullu, ürkütücü yaratıkları hiç görmemişti. “Su ejderleri!” diye bağırdı yolculardan biri. “Kurtarma botlarına gidin! Kaçın!” Larisa sudaki yaratıklara tekrar baktı. Pullu derileri, sivri pençeleri, kuyrukları ve kertenkele kafalarıyla

13


Öykü

Öykü

gerçekten de ejderlere benziyorlardı. Gemiye neden saldırdıklarını bilmiyordu. Muhtemelen sularında kimseyi istemiyorlardı. Gemi her yandan gelen saldırılara daha fazla dayanamayarak parçalanmaya başladı. Batıyorlardı. Gemideki herkes kurtarma botlarına koşuyordu. Larisa bir kurtarma botuna doğru koşarken gemi bir darbe daha alarak kızın koştuğu yöne doğru eğildi. Larisa tüm dengesini kaybederek güvertenin etrafını çeviren tahtalara çarptı. Tahtalar geminin aldığı saldırılar yüzünden aşırı derecede zayıflamıştı ve çarpmanın şiddetiyle parçalanarak Larisa’yı soğuk denizin kollarına attı. Suyun içine düştüğünde ilk olarak soğuğu hissetti. Tüm bedenine iğneler saplanıyormuş gibiydi. Saçları suratına geliyor, suyun üstünde kalmaya çalıştıkça dalgalar onu farklı yerlere savuruyordu. Panikleyerek etrafına baktı. Hiçbir kara parçası görünmüyordu. Gemi tamamen batmak üzereydi. Ayağına değen bir şey hissederek çığlık attı. Denizin içinden bir su ejderi yükseliyordu. Kendini savunabilmek için kollarını kaldırdı ama böyle bir yaratığa karşı hiçbir şansı olmayacağını biliyordu. Ejder saldırmak için yaklaşırken ortalarında mavi bir ışık çaktı. Canavar olduğu yerde kaldı ve ejder dilinde bir şeyler söyledi. Kız sadece ortak dil biliyordu ve yaratığın neden durduğunu anlayamamıştı. Mavi ışığın etkisini fark etmişti ama tüm bu olanların rüyalarındaki o tekinsiz ışıkla ne ilgisi olabilirdi? Su ejderi Larisa’yı pençeleriyle yakaladı ve denizin içine daldı. Larisa kafası suya batmadan hemen önce derin bir nefes almayı başarabildi. Yaratık onu parçalamak yerine boğarak öldürmeye karar vermiş olmalıydı. Bedeni suyun içinde ve ejderin kollarında tir tir titriyordu. Üstelik gittikçe daha derine iniyorlardı. Yaratığın onu neden hemen öldürmediğini merak etti ama bir önemi yoktu. Nefesinin daha fazla dayanabilmesi mümkün değildi. Ejderden kurtulmaya çalışarak suyun içinde debelendi. Yaratık hırlayarak onu daha sıkı tuttu ve yoluna devam etti. Larisa yukarı bakarak denizin yüzeyini görmeye çalıştı. Çok derine inmişlerdi ama bedenini tutan pençelerden kurtulmayı bir başarabilse, belki de boğulmadan yüzeye çıkmayı başarabilirdi. Ejdere hiçbir zarar veremeyecek bir darbe indirmek için hazırlanıyordu ki ilerde bir mağara gördü. Yaratık tüm hızıyla mağaraya doğru ilerliyordu. Larisa dayanıklılığını son raddesine kadar kullanarak nefes alma dürtüsüne engel olmaya çalıştı. Mağaraya girdiklerinde daha fazla dayanamadı ve imkânsız olduğunu bile bile nefes almaya çalıştı. Tuzlu deniz suyu ağzına doldu. Birazdan ölecekti. Tüm umudunu kaybetmişti ki yüzeye çıktığını fark etti. Ejder onu bırakmıştı. Larisa öksürerek ciğerlerine dolan suyu atmaya çalıştı. Neler olduğuna hiçbir anlam veremeden, bir süre sadece öksürerek ve dinlenerek suyun kenarında öylece kaldı. Birkaç dakika sonra kendine gelmişti. Sudan çıkarak mağaraya tırmandı ve gözleri ejderi aradı. Yaratık ortalıkta görünmüyordu. Onu buraya neden getirdiğini bilmiyordu ancak geri dönme ihtimali tamamen ortadan kalkmıştı. Mağarada ilerleyerek işine yarayabilecek bir şeyler aradı. Hiçbir şey yoktu. En sonunda yaşadıklarından bitap düşerek mağaranın bir köşesine çöktü ve gözlerini kapattı. Göz kapakları kapandığı anda yeniden mavi ışık gözleri önünde çaktı. Larisa panik olarak gözlerini açtığında mağaranın duvarlarında kapıya benzer bir kısım, tuhaf bir ışıltıyla parlıyordu. “Neler oluyor?” diye fısıldadı. Sesi boş mağara içinde rüyasındakine benzer fısıltılarla yankılandı. Duvara doğru giderek ışıldayan kapıyı itti. Kapı gıcırdayarak açıldı. Bu bir gizli geçitti. Kız geçitten geçtikten sonra kapı arkasından nazikçe kapandı. Ufak bir odadaydı. Odadan yukarı çıkan merdivenler vardı. Yavaşça tırmanmaya başladı. Bir an için tereddüt etti ama binanın yapısından nasıl bir yerde olduğunu anlayabiliyordu. Burası bir kuleydi. Gemi, Puslu Topraklar’a yakın bir yerde saldırıya uğramıştı. Geldiği yer, gerçekten de aradığı kule olabilirdi.

Kule terk edilmiş olmalıydı. Her yer son derece eski ve yıllarca kullanılmamış gibi duruyordu. Merdivenler sona erdiğinde, geldiği katta rastgele bir odanın kapısını açtı. Burası bir kütüphaneydi. Kapıya yakın bir masanın üstünde bir kitap duruyordu. Kitap lacivert bir ciltle kaplıydı ve üstünde mavi bir taş duruyordu. Taş aynı rüyalarındaki gibi huzursuz edici bir ışıkla parlıyor; Larisa kitaptan yayılan rahatsız edici aurayı hissedebiliyordu. Bu büyülü bir kitap olmalıydı. Kitap onu kendine doğru çekiyordu sanki. Masaya yaklaşarak kitapta rastgele bir sayfa açtı. Kitap boştu. Ama o baktıkça sayfada yazılar belirmeye başladı.

14

15

Sevgili Larisa, bu satırları okuyorsan sonunda gerçeğe ulaşmışsın demektir. Seni Güneş Krallığı’na bıraktığımda hiçbir şey hatırlayamayacak kadar küçüktün ve seni çok zor bir hayatın kollarına bıraktığımın farkındayım. Ne yazık ki seni koruyabilmem için bu şarttı. Kız kardeşim Sinara çağlar önce çok güçlü bir titan değneğini ele geçirdi ve değneğin gücünü karanlık büyüler yaratmak için kullandı. Yarattığı büyüler bilinen kara büyünün bile ötesindeydi ve cadılık olarak nitelendiriliyordu. Kendisi değneğin gücüyle zaman içinde Cadılar Titanı olarak yükseldi ve yaptığı kötülükler yüzünden, ışık titanları tarafından bu dünyadan kovuldu. Ona yardım edebilmem için bana da cadılık güçleri bahşederek beni ölümsüz yapmıştı. Ancak ben hiçbir zaman onun gibi karanlığa teslim olmadım. Çağlar sonra Sinara bu dünyaya geri dönüp yeniden karanlık planlarını uygulamaya başladı. Her zaman olduğu gibi yanındaydım ama kaçış için bir fırsat arıyordum. Dünya bir çağ boyunca büyük bir karanlık altında kaldıktan sonra Sinara tamamen yok edildi ve cadılık öğretisi bütün dünyada yasaklandı. Bense sonunda bu karanlığın içinden kurtulmayı başardım ve dünyadaki son cadı da olsam, bunu herkesten gizleyerek bir büyücü olarak hayatıma devam ettim. Sana hamile kaldığımda senin de cadı güçlerine sahip olacağını biliyordum. Bundan etkilenmemen için babanı doğum sırasında öldüğüne inandırdım ve seni cadı büyülerinden etkilenemeyeceğin, benim bulunduğum yerden çok uzak olan insanların ülkesine bıraktım. Elbet bir gün yeniden cadılık gücünün içinde açığa çıkacağını biliyordum. Ama bu ne kadar geç olursa senin için o kadar iyi olacaktı. Şimdiyse her şeyi biliyorsun ve seçim sana ait. Bir cadıya dönüşmek sana tarif edilemez büyüklükte güçler kazandıracaktır ama içine düştüğün karanlık bir ömür boyu peşini bırakmayacaktır. Benim yanımda büyüseydin asla seçim şansın olmazdı ve cadılık öğretisi seni ele geçirirdi. Şimdiyse tamamen özgür iradenle iyiliğin yolunda yürüyebilirsin. Doğru seçimi yapacağına inanıyorum. Seni terk ettiğim için lütfen beni affet. Seni seviyorum. Annen Tinara Larisa okuduklarına inanamıyordu. Karşısında annesi tarafından bırakılmış büyülü bir not olabilir miydi? Yıllarca kaldığı bakımevinde ona annesiyle babasının öldüğü, kendisinin şehir gardiyanları tarafından bulunarak bakımevine getirildiği söylenmişti. Tüm bunlar yalan mıydı? Eğer öyleyse annesi onu nasıl kimsesiz bir hayatın kollarına bırakabilmişti? Cadı güçlerine sahip olmak da ne demekti? O sadece handa çalışan vasıfsız bir kızdı. Ancak artık bunun doğruluğundan o kadar emin değildi. Gördüğü rüyalar kesinlikle bir kara büyünün etkisini taşıyordu. Karanlık rüyalar küçüklüğünden beri onu çağırıyordu. Larisa sonunda bu çağrıya cevap vermişti. Büyü, o kullanmasını bilmese de içinde bir yerlerde olmalıydı. Su ejderini büyüleyip hayatını kurtaran ve mağarada ona yol gösteren mavi ışığın başka bir açıklaması olamazdı. Kitabı kapatarak üstündeki taşa dokundu. Taştan yayılan muazzam gücün kendisine geçtiğini hissedebiliyordu. Aklına hiç bilmediği bilgilerin dolduğunu hissetti. Cadılar, büyülü mavi ziynetler kullanan ve mavi cüppeler giyen karanlık büyü kullanıcılarıydı. Kulenin bulunduğu ülke, Sinara tarafından ona ve kız kardeşine saldırmak isteyen köylülerin kaybolması için puslara boğulmuştu. Pus, kara büyüyle yaratıldığı


Öykü

için kalıcı olmuş ve ülkeye bu yüzden Puslu Topraklar denmeye başlanmıştı. Bu lanetli öğreti, yaşananlar yüzünden dünyanın her yerinde yasaklıydı. Annesi bile bu öğretiden vazgeçmişti. Larisa şu anda dünyada cadılık öğretisine sahip olabilecek tek kişiydi ve eğer bu öğretinin sırlarına erişebilirse, sonsuz bir güce sahip olacaktı. Üstelik annesi bu karanlık ilmi öğrenememesi için onu terk etmişti. İçinde ona karşı tarif edilemez bir öfke büyüdü. Kız taşı kitabın üstünden sökerek, elinin içinde sıktı. Turkuaz gözleri mavi ışıklar saçmaya başlamıştı. “Üzgünüm anne,” dedi. “Seni affetmiyorum.” Elinden mavi büyü dalgaları çıkarak kulenin içinde yayıldı. Uzun yıllardır ölü olan kule bir kez daha canlanmıştı ve yeni sahibini onurlandırmak için hazırdı. Larisa kütüphaneden çıkıp kulenin kapısına doğru yürüdü. O geçtikçe koridorlardaki meşaleler alev alıyor, mavi ışıklarıyla etrafı aydınlatıyorlardı. Kapıya yaklaştığında mavi bir cüppenin giriş salonunda asılı olduğunu gördü. Cüppenin yanında meşalelerin ışıklarını yansıtan işlemeli bir asa duruyordu. Larisa cüppeyi üstüne geçirdi ve asayı aldı. Mavi ziyneti asanın üstündeki boşluğa yerleştirdi. Dışarıdan sesler geliyordu. Önce bunun kuledeki tuhaf olayların bir parçası olduğunu zannetti ama sesler gittikçe yaklaşıyor ve yükseliyordu. Kapıyı açarak kulenin önüne çıktı. Pusların arasından yaklaşan birileri vardı. Önce içini eski hayatına ait olan bir korku kapladı. Ama korkma vakti geride kalmıştı. Artık o korkan değil, korkulan kişi olacaktı. Pusların arasından sıyrıldıkça yaklaşanlar netleşti. Ellerinde ilkel silahlar, üstlerinde basit kıyafetler vardı. Bunlar Puslu Topraklar’daki kasaba ve köylerde yaşayan insanlar olmalıydı. Geçmişte cadılarla birçok sorun yaşamış, onların karanlık güçleri tarafından lanetlenmiş ve cadı kulesinin gölgesinden asla kurtulamamış insanlar… Larisa kulenin her yerinden mavi büyü dalgalarının çıktığını ve etrafa saçıldığını fark etti. İnsanlar kuledeki büyüsel değişimi fark etmiş olmalıydı. Geçmişte yaşadıkları olaylar, anlattıkları efsaneler ve duydukları korku onları silahlarıyla birlikte buraya getirmişti. Bir kez daha ortaya çıkan cadı tehlikesini başlamadan sona erdireceklerdi. Larisa bu acınası düşünce karşısında çarpık bir yüzle gülümsedi. İnsanlar yaklaşıyordu. Büyü dalgalarına daha fazla yaklaşmaya cüret edemediklerine durdular. En öndekiler Larisa’yı, mavi cüppesini ve asasının üstünde parlayan cadı ziynetini net bir şekilde görebiliyordu. “Cadı!” diye bağırdı bir kadın. “Cadılar geri gelmiş!” Onun bağırışı halkı cesaretlendirmişti. “Yakın onu!” “Öldürün!” Larisa’nın gülümsemesi isterik bir kahkahaya dönüştü. Asasını kaldırıp köylülere doğru yöneltti ve kulenin etrafındaki mavi büyü dalgaları insanların üstüne yağmur gibi yağdı. Haykırışları ülkenin her yerinden duyulabilecek kadar acı doluydu. Köylülerin yaşam güçleri ve ömürleri Larisa’ya doğru çekildi. Larisa bedenine dolan hayat enerjilerine ve sahip olduğu muazzam kudrete hayran kalmıştı. Büyü sona erdiğinde, tüm insanlar bir bir cansız bedenler olarak yere yığıldı. Puslu Topraklar’a yeniden sessizlik çökmüştü. Larisa gülümsemeye devam ederek, ağır adımlarla kulenin önündeki merdivenlerden sislerin içine indi. Gözleri korkunç mavi ışıltılarla, kalbi kendini terk eden annesine karşı intikam ateşiyle doluydu. Hayatı boyunca boşu boşuna öksüz ve yetim olarak yaşamıştı. Şimdi çektiklerinin acısını çıkarma vaktiydi. Önce annesinden, sonra da dünyada güçlerine karşı durmaya cüret edecek olan herkesten... Öykü: Altuğ Can ONAT

16

17

İllüstrasyon: Enver Gökhan ALTUN


Öykü

Öykü

Şüphe Elleri soğuktan kaskatı kesilmiş, iki odun parçası gibi kucağında duruyordu. Yarım saattir, sürekli üzdüğü kız arkadaşına, hovardalık yapmadığına dair birçok yalan söylemiş, çenesinin yorulduğundan ya da kızı önemsemediğinden değil, havada kalmış eli soğuktan donmasın diye, telefonun çekmediğini bahane ederek, görüşmeyi bitirmişti. Her zamanki gibi, içkiyi biraz fazla kaçırmıştı ama, bu gecenin farkı, cebinde bir kuruş bile dönüş parasının kalmayışıydı. Kafasızlığının diyetini, ıssız yolda rastladığı iki tinerciye, bir tarafı üç buçuk ata ata selam vererek, yanına geleceklerini anladığı anda ise, kuyruğunu sıkıştırıp ardına bile bakmadan kaçarak, ödemeye başlamıştı bile. Birkaç saat önce, barda erkekliğin kitabını yazan zil zurna delikanlı gitmiş, ay ışığı olmasa üç metre önünü göstermeyecek sisin, karşısına hiç beklemediği anda çıkardığı dört azman köpek hırıltısıyla, yerini tir tir titreyen küçük bir oğlan çocuğuna bırakmıştı. Köpekler, Kurtköy ahalisinin aşina olduğu zararsız tanıdıklardı fakat gecenin üçünde karşılaştığı bu canavarlar, eğer ki kız arkadaşı ah ettiyse vebalini ödetmeye muktedir, bakışları semte adını veren ırklarının benzeri, keskin dişleriyse 'Testere' filminin onbeşinci uzatmasında oynayabileceklerinin işareti olan bıçaklardı. Usulca hızlanan adımları, uzunlarını yakan bir kamyonetin sayesinde fark ettiği iki adamın, kendisine dikkatle baktıklarını görür görmez yavaşladı. Allah Allah! Bu soğukta ne diye durmuş bana bakıyorlar! İşleri güçleri mi yok! Aklına bir dolu senaryo gelmişti. Belli ki soğuk, sadece bedenini titretmiş, beyni ise gayet iyi çalışıyor, akla hayale gelmeyecek Stephen King kurguları üretiyordu. Hırsız olabilirler miydi acaba? Ya adam öldürdülerse ve cesedi gören tek şahit olursam! Aman Allahım yoksa bunlar günlerdir televizyonlarda haber olan organ mafyası olmasın! Bu son aklına gelen, ardında bıraktığı tinerciyi ve köpekleri unutturmuştu. On-onbeş saniye ne yapacağını bilemez halde düşünmeye çalışırken, araba sesiyle irkildi. Döndüğünde, şimdiye kadar gördüğü en muhteşem aracı farketti. Yaşasın ! Taksi ! Birden, parasının olmadığını hatırladı. Cüzdanımı çaldılar desem! Ya da en iyisi param düşmüş diyim bindikten sonra. Yaklaşan araca, gözlerini kısıp bir kez daha baktı. O da ne! Durdurmak için kaldırdığı elini aynı hızda geri çekti. Şoförün yanı, arka koltuk, hepsi keş adamlarla doluydu. Kalbi küt küt atmaya başladı. Fazlasıyla korkmuştu. Dolu bir taksi niye durmaya yeltensindi ki! Geri geri iki üç adım attıktan sonra diğer adamların olduğu yöne göz ucuyla baktı. Kendisine doğru yürüdüklerini, mesafenin gitgide azaldığını farketti. Yapabileceği tek şey kaçmaktı. Arkasındaki, yaklaşık iki metre yükseklikten ilk apartmanın bahçesine atladı ve var gücüyle koşmaya başladı. Lisedeyken ne ters takla atabilir ne amuda kalkabilirdi ama maşallah tazı gibi koşardı. Bu yeteneğini organ mafyasından kaçmak için kullanacağını söyleseler, muhtemelen güler geçerdi. Soluğunun kesilmeye başladığını hissettiğinde, parketmiş bir pikabın arkasına saklanıp çömeldi. Aradan bir iki dakika geçti geçmedi, az önce durdurduğu taksi hızla aracın yanından geçerek ikiye ayrılan yolun solundan aşağıya doğru kıvrıldı. Gözden kaybolur kaybolmaz , ayağa kalkan genç, sağa sapıp koşmaya devam etti. Artık iyice yorulmuştu. Yolun sonundaki dik yokuşu ayaklarını sürüye sürüye indi ve düzlüğe gelir gelmez de büyük bir şok yaşadı. Çıkmaz sokağa gelmişti. Bir tarafta istimlak duvarı ve ardında Tem Otoyolu, karşı hizasındaysa dağınık halde birkaç apartman ve gerisinde yüksek duvarları gördü. Yokuşun tam karşısında ise temeli yerin altına

18

inen inşaat alanı vardı. Saklanabileceği kuytu bir köşe de yoktu. Ya o yokuşu tekrar çıkacak ya da kaderine razı olup ne idüğü belirsiz adamların gelmemesi için dua edecekti. Fazlaca düşünmeye ve dinlenmeye fırsat bulamadan sinsice peşinden gelen iki adam, aralarında sadece yirmi metre kala kendilerini farkettirdiler. Dur! Kıpırdama! Genç adam buz kesmişti. Kaçma olasılığı kalmamıştı çünkü koşacak takati yoktu. Adamlar dibine kadar geldiler. Bıyıklı olan, asabi bir şekilde kelepçeyi çıkardı. Genç adam o çelik soğukluğu teninde hissettiği an zulasında ne kadar güç varsa ortaya çıkardı. Bileğine kelepçe takılması demek, organlarının alınacağı herhangi bir yerde, hayatla vedalaşmak demekti. Ya kurtulacak ya ölecekti. Soğuktan kaskatı kesilmiş elini, kelepçeyi tutan adamın kalın bileğine yapıştırdı ve sağ kolundan tutan diğer adamdan bir yılan çevikliğinde kurtulup boşlukta sallanan yuvarlak halkayı kavrayarak bir çırpıda çekti ve üç dört metre uzağa fırlattı. Sonra da itiş kakışta sendelerken kotunun sol arka cebinde bulunan kalınca cep telefonunu çıkardı ve üstüne gelen ilk adamın kafasında kırdı. Adamlar iyice sinirlenmişti. - Polisiz lan biz! -Nerden biliyim polis olduğunuzu? Adam hırsla tek eliyle cüzdanını çıkardı ve sivil polis olduğunu yineleyerek belgesini gösterdi. - Ne bileyim sahte olmadığını? İş zıvanadan cıkmıştı. Avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Yardım çığlıkları atan gence hakim olamayan adamlar çareyi destek çağırmakta buldu. Bıyıklı olan telsizini çıkardı ve polis arabasının gelmesini istedi. Onlarla mücadele etmeye devam eden genç, kurtuluşunun olmadığını iyice anlamıştı . Bir araba gelecek ve muhtemelen o araba keşlerin taksisi olacak, herşeye elveda demek zorunda kalacaktı. Derken yokuşun başında araç göründü. Farketmesiyle birlikte hayatında alıp alabileceği en güzel hediyenin salına salına yokuşu inişini seyretti. Gelen polis arabasıydı. İyice gevşedi. Artık hiçbir şey umrunda değildi. Ellerini uzattı, kelepçesi takıldı. Polis aracına bindirilirken kendisini tahta çıkan padişah gibi hissetmişti. Karakol Allahtan yakındı da polisle işbirliği yapmış organ mafyasına kadar uzanabilecek senaryoyu düşünecek vakti bulamadı. Karakola getirildiğinde, söylediklerinden çok sustuklarını dinlediği polislerin telaşını çözmeye çalışıyordu. GBT raporu temiz çıkmış ve bekleme sürecinde gerçek hırsız yakalanmıştı. Saatlerdir bekletildiği nezarethanedeki uyuşukluğunun dışavurumu, içemediği suyu püskürtmesiyle başlayan ve bitmek bilmeyen gülme krizi olmuştu. Sert mizaçlı birkaç polis bile senfoniye tepine tepine eşlik etti. Genç : 'Ama ben sizi organ mafyası sandım!' dedikçe karakolda film kopuyordu. Keşiz ha! diye gülüyordu polis. İyi de hepiniz bi tuhaftınız, ben nerden anlayacaktım, alnınızda mı yazıyordu dedikçe sinirlenecekleri yerde gülmekten duramıyor, kramp giren karınlarını tutuyorlardı. Bir de bizim gözümüzden bak...Yukarı taraftan sallapati bir çocuk geliyor. İki ayrı eve giren zanlının yaşlarında ve kumral. Belki de hırsız değil de şebekenin üyesiydin. Hırsızlığı yapan ama pek de bişey çalamayan arkadaşına yarım saat vıdı vıdı ediyordun! Telefonu kapadın, sinirden adımların hızlandı, uçan kuştan korktun, hatta bir ara koştun, sonra bizi gördün, polis olduğumuzu anladığın için zank diye durdun. Salak salak bakındın. Çetenin aracını bekledin, uzaktan o geliyor sandın, taksi olduğunu anlayıp bir de içinde polisleri farkedince panikledin, duvardan atlayıp vınnnn!. Üstelik hapse bir daha girmemek için, kimbilir kaçıncı suçundan tutuklanmamak amacıyla acayip bir güç geldi, seni zaptedemedik. Kafamızda telefon kırdın! Öykü: Ali BOZ

19


Öykü

Öykü

Soğuk Pasta

Küçüklüğümde eski evimizin komşularını tarif ederken ‘Yukarki Mahalle’ tabirini kullanmaya alıştığım için sizlere de yukarıdaki mahallenin insanlarını anlatmak istedim bu öykümde. Onların hepsi birer suskun, ben değil. –Seslerimiz hiç susmayacaktı zaten. Beni susturmak istemezsin değil mi?İç içe geçmiş evlerin birbirine bağlı insanları. Küçük mahalle sakinlerinin seslerinin yükseldiği, kahkahaların eksilmediği alışkanlıklarından biriydi; her sabah saat 11 de bir araya gelip yanık kahve kokusu eşliğinde dedikoduyla karışık sohbet etmek. –En azından senin bildiğin buydu.Akşam olup etrafa karanlık çöktüğünde ise evlerin perdeleri çekilir, ışıkları yakmadan karanlıkta sessizce konuşurlardı bizim yukarıdaki mahalle insanları. Küçüklüğümde bunun sebebini hiç anlamazdım. Sırf ses çıkartmamam için tüm ailem seferber olurdu oyunlarla beni oyalamak için. O zamanlar yaşıma denk arkadaşım hiç yoktu. İki abim, annem ve babam benim en iyi oyundaşlarımdı. Ta ki o güne dek… Ailemin bir anda ortadan yok olması ve ertesi sabahı evde onları oda oda arayarak geçirdiğim güne dek. –Çok

acınası bir hal…Cenaze merasimi yapılıp ağıtlar yakılmadı onlar için. Sadece ‘gittikleri yerde mutlular’ dendi bana. Hatta mahallemizin en yaşlısı Nazire Nene elindeki baston ile yanıma doğru gelip kulağıma ailemin gitmekle doğru karar verdiğini ve böylece hepimizin güvende olacağını söylediğinde hissettiklerim, şimdiki gibi boş bir viski şişesinden farksızdı. Sahi ben şu içkimi yenilerken sizler de neler olup bittiği hakkında merak içinde düşünebilirsiniz. Kendime bir Chivas açarken aradan sadece bir satırlık vakit geçmiş olması sizin için ne kadar hoş bir durum böyle… Okumak bazen yapılan en güzel seyahattir derler ama okurken değil yazarken yapılan devinimleri bilseniz… O boşluktaki bir satırdan ibaret olacak artık anlattıklarım. Şu an bu odada tüm mahalledekiler. Sağolsunlar beni yalnız bırakmadılar. –Yalnız kalmayı hiç sevmezmişsin gibi.- Nazire nene tekli koltukta arkasına yaslanmış, tülbenti omuzlarında oturuyor. Hemen yanı başında hiç evlenmemiş mahallenin kızları Güler, Gülsen kardeşler baş başa vermişler. Karşı koltukta da diğer büyüklerim Safiye nene, Hayriye nene, Pervin nene. Ah… Zamanın dinç ve güzel görünen kadınlarıydılar. Şimdi kırışık elleri ve yüzlerinin ardında yaşanmışlığın yorgun ifadesiyle bana bakıyorlar. Odam şimdilik bu kadarını kabul edecek kadar küçük. Belki öyküme tekrar bir satır arası verdiğimde diğer mahalle insanlarını da sığdıracak yerler bulabilirim. Onların sohbetlerini aktararak devam edebilirim öyküme. Yaşlı insanlar sürekli konuşur. Eskiyi ve yeniyi… Ama daha çok eskiyi. Nazire nene anlatıp duruyor hep yağmursuz geçen eski günleri. Bu sabah görüştüğümüzde de anlattı. Eskiden buralara hiç yağmur yağmazmış. Ne yaz aylarında ne de kış aylarında. Senede bir kez 23 Eylül günü yağmur inceden yağar sonra da sanki hiç yağmıyormuş gibi bir anda kesilir güneş açarmış. Eskiden hacı hoca adamlar uğursuzluk diye bakarmış bu olaya. O yüzden her akşam dualar edilirmiş Allah’a. Çatlak toprak halkı bir bir terk etti kasabayı ama eskiye bağlı ve tutkulu birkaç aile henüz terk etmedi buraları. Onlarda zaten en yaşlıları, tutup göç edip yeni düzene ayak uyduramayacak kadar kökleşmiş insanlar. -Sen pek bilmezsin o günleri. Ne bileceksin, çocuktun o zamanlar. Mahallemizde Dualı Fatma var idi. Geldi bir gün ta bizim bahçenin arkasına, oturdu örtüsünü serdi başladı bir şeyler okumaya. ‘Susceksiniz gali’ diye diye çığlık atmaya başladı. ‘susceksiniz sabahlara kadar de konuşmiceksiniz!’ deli gibi üstünü başını yırta yırta evine gitti. Nazire nenenin anlattıkları Hayriye halanın hiç hoşuna gitmemişti, somurttu. O kırışık yüzünü daha da kırıştırdı gözümün önünde sinsice. -Görünen kader gerçekleşmedi, dedi ve sustu yaşlı ağzı. Şu yaşlı hanımların üzerlerini örtmem lazım, üşüdüler. Bir satır boşluk daha verirken… Neydi görünen kader? Kadere inanan biri olmadım hiç, bu zırva sözcükler beni etkilemiyor ve hiçbir zaman kadere inandırmıyor evren, diye düşündüm satır aralığında. Ha bir de kapım çaldı o arada. Gelen Zuhal Hanım teyzeydi. Tüm mahalle bende toplandı diye şaşkın sanırım. Odaya girer girmez yüzü asıldı. Gücendi herhalde. –Belki de evdeki hallerimizi görünce şaşırmıştır.- O da yerini aldı artık, tahta sandalye üstünde eşlik ediyor bize donuk bakışlarıyla. Evimin misafirleri şimdilik bu kadar gibi gözüküyor. Buraya geliş sebebim zaten resmi evrak işleri, biter bitmez dönmeyi planlıyorum. Evrak üstünde gözüken bu evde hiçbir anı biriktirmediğim halde bana ait olması ne kadar da ironik. Üstümdeki bu yükten kurtulmalıyım.

20

21

“Hayatınızda Yediğiniz En Kusursuz Pasta”


Öykü

Öykü

Sırtımda hissettiğim bu ağırlık bedenime saplanan milyonlarca iğne kadar rahatsızlık verici. –Belki de sırtında taşımak zorunda olduğun ağır yükler yüzünden sadece küçük bir sancıdır.Kaldığım bu ev ailemden yadigâr bana. İyice temizliğe ihtiyacı var gibi görünüyor. Sinekler, böcekler, fareler… Örümcek ağlarından bahsetmiyorum bile. İki odası ve kocaman mutfağı ile insanın içine işleyen ‘kutu gibi ev’ cümlesini andırıyor adeta. Sadece evi değil tüm mahalleyi temizlemek gerek. Toplam sekiz kişinin temizlenmesi zor olmasa gerek. Önce saçlarını kazıyıp tüm fazlalık uzuvlarını törpüleyerek saten kıvamına getirebilirim bedenlerini. Tüm bedenlerindeki çıkıntıları kesip sade hale getirmeliyim yukarki mahalle insanlarını. Kusursuz pastamı yapmalıyım. Kulaklarını kesmeliyim, burunlarını da. Kollarını da. Geriye sanırım sadece gövdeleri kalacak. İlk kimden başlamam gerektiğini bilmiyorum. Dualı Fatma’yı henüz bulamamış olmam beni bu iştahımdan mahrum mu bırakacak? -Elbette hayır.İştahım varken yemeliyim. Mutfağı bunun için hazırlamıştım. Küçük küçük mumlar ve güllerle donattım mutfağı. Romantik bir akşam olsun istiyorum. -Kimden başlayacağımıza henüz karar vermedik.Zuhal hanım teyzenin gelmesini beklemiyordum ama kendi ayağı ile gelen harika bir akşam yemeği menüsüne eklenen tatlı niyetine sayabilirim onu, belki de ara sıcaklar. Lakin önce kutlama pastamı yapmalıyım. Bilimsel araştırmalar insanın ölüm anındaki bakışı ve duruşundaki duygusal şoktan sürekli bahseder. Hatta sevdiğim bir fotoğraf vardır. “The life and tragic suicide Evelyn McHale - En güzel intiharın sahibi.” Evelyn intihar ederken ne kadar da huzurlu bir görüntüye sahipmiş böyle, dedirten bir fotoğraftır. Evimdeki misafirlerimin hepsindeki yüz ifadesi aynı. Korku ve şaşkınlık… Keşke daha fazlasını yansıtabilselerdi. Ekolojik bir sebep olan susuzluğun, yağmursuzluğun sebebini ailemin lanetli olmasına bağlayan deli kocakarı laflarına inanıp öldürmeselerdi; bugün onlar için daha iyi bir son olabilirdi. Gerçi o zaman ben hala birilerini öldürme isteğiyle dolup taşar mıydım bilemiyorum? Bir videoda bilim adamlarının araştırmalarından bahsediyorlardı. “Uzun zamandır insanlığın kendisine sorduğu bir soru var.” Diyordu kadın. “İnsanlarda iyilik ve ahlak doğuştan gelen bir özellik midir? Yoksa iyi veya kötü olmayı tamamen çevremizden mi öğrenmeyi mi bekleriz? Yada daha kötüsü bize şeytani, nahoş ve bencilce davranmayı ailemiz, öğretmenlerimiz yada dinlerimiz mi öğretir?” Aslında çok uzun zaman öncesinden hatırlıyorum bu korku dolu bakışları. Evimizin arka kısmında toprak zeminli barınakta gördüğüm kişilerin yüzlerindeki bakışla aynıydı. Buraya geldiğim günden beri rahatsız edici hafıza gelgitleri yaşamamın sebebi Nazire nene denilen bu et yığınının anlattıklarından mı kaynaklanıyor acaba? –Hayır! Unutmuş olamazsın çocukluğundaki her şeyi.- Babamın elindeki balta ile o yüzlerin donuk bakışlarını nasıl parçaladığını hatırlayıp duruyorum günlerdir. –Aferin küçük kızım işte böyle, hatırla.- Nazire nene ölmeden önce neden anlatmıştı ki onca şeyi? Ödeştik diyebilmek için mi? -Önce evlerin erkekleri kayboldu sonra mahallenin çocukları. Mahallenin hocası Zekeriya Hoca lanetli topraklar buralar, dedi beylerimize. Cuma Namazı sonrası Atakbaşı Tepesi’ne çıkıverdiler yağmur duasına götürdüydü o zamanlar. Dönmediler… Mahallede bir tane bile erkek kalmamıştı. Polisler, jandarmalar, kolu komşu hep birlikte aradıydık etrafı. Yok! Yer yarıldıydı da içlerine girdiydiler sanki. Korktuk haliyle. Devriyeler gezerdi geceleri. Yıllarca beklediydik eşlerimiz bir gün çıkıp gelir diye. Kendimizi kandırdık yıllarca. Sonra

22

da siz geldiniz mahalleye. Dualı Fatma pek sevmezdi anneni. Annen için az dedikodu çıkarmamıştı ta o zamanlar. Annen sessizdi. Hiç yanıt vermezdi deli Fatma’ya. Birkaç ay sonra da bayram idi. Çocuklar kapı kapı gezip şeker neyin toplayıvercekti. Onlarda kayboldular… Mahallenin tam beş tane sabi-sübyanı aynı heriflerimiz gibi kaybolunca artık lanetliyiz diye korkar olduk kendimizden. Dualı Fatma’nın bebesi de kaybolunca daha da çıldırdı. Deliriverdi. Geceleri sabahlara kadar kapı kapı gezerdi bebesi için. Bir gün sizin evin içinde bebesinin kafasız bedenini gördüğünü bağıra bağıra söyledikten sonra daha da konuşmadı hiç. ‘Susceksiniz! Susun!’ demekten başka bir şey dedirtemediler. Okudular, üflediler, kurşun döküverdiler. Nafile. Tutuldu garip. Babamdan ve annemden duymaya alışkın olduğum bir cümleydi çocukluğumda geceleri. Geceleri tüm ışıklar söndüğünde elimdeki meyve bıçağı ile bir şeylerin kabuklarını soyduğumu hatırlıyorum. –Küçük çocukların parmak derisiydi tatlım onlar. Bunca yıldır onların sırf yağmursuzluk yüzünden öldürüldüğünü zannetmekle en büyük masum oyununu oynadın sen içinde.- ama… hatırladıklarım!!! Nazire nenenin o son anında gülmeye çalışması… Gülerken takma dişlerini nasılda tıkırdatmıştı. Sırf beni kızdırmak için söyledi bunları sanıyordum!!! -Bir gece Dualı Fatma ile evinizi gözetledik. O’na bir tek ben inanmıştım. Hayatta hiçbir şeyin tesadüf olmadığını bilmem için yeterince uzun yaşamıştım bu dünyada. Her gece baban, annen, abinler kaybolan ve bir daha geri dönmeyen eşlerimizi çocuklarımızı almış parça parça haline getirip kanlarını toprağa akıtıyordu. Mezbaha gibiydi arkadaki barakanız. Annen babanın parçaladığı bedenleri leğenlere koyuyor, abinler ise leğenin içinden parçalanmış bedenlerin hepsinin derisini yüzmeye çalışıyorlardı. Bu görüntülerle kaç yıl yaşadım bilemezsin. Hiçbir zaman hafızamdan silinmediler. Ailen gibi sen de kesici olmuşsun. Belki bir umut vardır diye seni öldürmemiştik. Yazık olmuş. Keşke o gece seni kendi ellerimle öldürmüş… Cümlesinin bitmesine izin vermemekle doğru şeyi yaptım. Sebebi ne olursa olsun ailemi yok edenlere merhamet gösterebilecek kadar narin yapıda değilim. Onlar benim en güzel parçam. İnce ve küçük neşterimle işe koyulmam gerek. Nazire nene mutfağımın masasında beni bekliyor. Kulağını, berberlerin narin hareketleriyle tıraş eder gibi küçük küçük hareketlerle kurtuluyorum fazlalık uzuvlarından. Kulağının arkasından başlayarak ve başladığım noktaya gelene dek büyük bir zevkle kesiyorum ağır işiten kulaklarını. Hafifçe eğilip fısıldıyorum kafatasında açılan küçük deliğe. ‘Şimdi beni daha iyi duyabilirsin. O gece beni öldürmediğin için teşekkür ederim.’ O küçük burnunu her işe soktuğun için cezanı çekeceksin. Küçük bir çekiçle önce burnuna sertçe vurup kıracağım küçük kemiklerini. O sesleri işitmek harika çünkü. Neşterimle dağılıp düşen ve burnu temizleyeceğim. Aslında tamamen kafasından kurtulmam lazım. Gövdesinden 15 kişilik pasta çıkabilir zaten. Kollarını babamdan kalma balta ile halletmeliyim. Balta hiç kullanmamıştım. Yeniliklere açık biriyim. Dökülen kanları ziyan edemem. Birazıyla bahçemizdeki fıskiyeden yağmur damlaları gibi akıtacağım üzerime. Bakın bir satırlık ara daha verdim ve tüm işimi bitirdim sizler okumaya devam ederken. 7 adet kadınımın tüm kanını süzdüm ve damacanalara doldurdum. Şimdi sizlere en lezzetli pastamın tarifini veriyorum: 7 Adet Taze Ceset-Balta, Neşter-Krema, Süt, Bitter Çikolata,4 Adet Mum. Önce tüm cesetlerin gövdelerini iyice temizliyor ve kurtuluyoruz iç organlarından. Kaburgalarının arasını diğer tarafta hazırladığımız kremamızla birlikte dolduruyoruz. Yalnız dikkat etmemiz gereken bir kat krema bir kat taze dilimlenmiş etlerimizi serpiştiriyoruz. Kaburgamızın üstünü de kremamızla kapattıktan

23


Öykü

Öykü

sonra -4 derecelik dolabımızda bir gece bekletip üstünü çikolata rendeleriyle süsleyip servise uygun hale getiriyoruz. Pastam soğurken, annemin kurumuş çiçeklerini sulamalıyım O’nun anısına. Bahçe sulama bidonuna koymuştum biriktirdiğim kanları. Suluyorum kuruyan köklerini çiçeklerimizin Anne. Bidonu eğdikçe kevgir gibi delikleri olan başlığından akıtıyorum kan kırmızı suları üzerlerine çiçeklerimizin Anne. Buralarda yağmur yağmıyor biliyor musun? Tam on gündür buradayım hala yağmur yağmadı. Başka türlü sulayamazdım çiçeklerini Anneciğim. Sizin için de kesici dediler ama hiç inanmadım Abiciklerim. Sizler benim en iyi oyundaşlarımsınız! Hadi evimize gidelim! Yağmur başlamak üzere! Sizlerin anısına yaptığım pastamı buzdolabından çıkarttım Babacığım. Bak dört tane mum da var. Hepiniz için birer dilek tutup tek tek üfleyeceğim onları. Bugün 23 Eylül. Yağmur yağıyor… -Yada yağmuru sen yağdırıyorsun.Mutlu Nice Yıllara Sevgili Ailem, Sizleri Çok Seviyorum. Öykü: Öznur BAYCAN

24

İllüstrsyon: Gülhan D SEVİNÇ

Bana Hikayeni Anlat Uzun yağmurlu bir gecede, üçüncü sınıf barın birinde, titrek ellerinin arasında sigara ve önünde viski bardağı ile hayat ışığını yitirmiş gözlerle dışarı bakarken buldum onu. Son üç yılımı harcadığım uzun uğraşlar sonucu, ona ulaşabilmiştim. Ben hayat dolu, canlı ve meraklıydım. O ise kendini çoktan yitirmiş, kaybetmişti ve çoktan unutulmuş insanların arasına karışmıştı. Francis Pond. Onun adını bilen bir avuç insandan biriydim sadece. Bu arayışa başlarken, onu bulacağımı, bugünün geleceğini tahmin bile edemezdim. Onu ararken nerede olduğu, neler yaptığıyla ilgili teoriler üretirdim. Ama asla, bu kadar sefil bir halde, yitik bir insan görmeyi beklemiyordum karşımda. Bana uzun uzun baktı. O sadece bir ucubeydi. Kimse onunla konuşmaz, ondan uzak durmaya çalışır, görünüşünden tiksinir ve yollarını değiştirirlerdi. Bu bar, onun yaşama tutunduğu tek yerdi. Sadece yaşadığını hissetmek için, sadece birkaç duygu tadabilmek için sahip olduğu tek yer. “Vaktin varken buradan uzaklaş çocuk,” dedi bana hırıltılı bir sesle. Kesinlikle karşılaşmayı umduğum kişi değildi. Artık hayatımın amacı olarak gördüğüm bu arayış beni onun yoluyla kesiştirdiğinde, daha sıcak ve güvenli bir şeyle karşılaşmayı beklemişim. Tehlikeli, ama korkutucu değil. Şimdi ise tereddütlerim oluşmaya başlamıştı. Daha o masanın başında ayakta dikilirken bile, burada ne aradığımı sorup duruyordum kendime. İçimden bir ses, oradan hemen çıkmamı, otelime dönüp tüm eşyalarımı toplayarak yarım bıraktığım hayatıma – evime – dönmem gerektiğini söylüyordu. Ama kolay pes eden biri değildim ve direndim. Kararlı adımlarla karşına geçip oturdum ve gözlerimi – meraklı, heyecanlı ve bilgiye aç – gözlerimi onun ışığı sönmüş kırmızı gözlerine dikip, kalan tüm gücümü topladım. “Bana hikâyeni anlat.” Şaşkınlıkla geriye doğru yaslandı ve dudakları alaycı bir tebessümle kıvrıldı. “Demek kim olduğumu biliyorsun. Ne kadar büyük bir işe kalkıştığının farkında mısın küçük kız?” Umurumda değildi ve korkmuyordum. Buraya kadar gelmişken pes edemezdim ve bunun gerçek olup olmadığını öğrenmem gerekiyordu. Ona ne kadar hayran olduğumu söyleyebilirdim ancak takdir bekleyen bir insan yoktu karşımda. O hor görülmeye alışmış biriydi. Bunun için sustum. Cevap vermemin gerekli olmadığı bir durumdu. “Nasıl başladığını mı öğrenmek istiyorsun? Ölümlerin nasıl başladığını? Nasıl gördüğümü mü yoksa? Bir yerlerde beni arıyorlarmış, duymuştum. Ama senden başka hiç kimse gelememişti buraya kadar. Belki senin gibi birkaç kişi korkak bakışlarla yanımdan geçip gitmiştir bile, kim bilir?” Sigarasından uzun bir nefes çekti. Soru sorarcasına bana bakıyordu. Meydan okuyordu ve içinde bir şeylerin hâlâ ölmediğini görmek beni sevindirmişti. Bu duyguyu kendime sakladım. Ona cevap vermeden, yanımızdan tedirgin ve şüpheci bakışlarla geçmekte olan garsona viski getirmesini söyledim. “Seni bulmak hiç de kolay olmadı. Ve inan bana, bulmayı umduğum bir şeyle karşılaşmadım. Ancak gözlerinden bunu tahmin edebildiğini görüyorum. Hikâyeni dinlemek ve söylentilerin doğru olup olmadığını öğrenmek istiyorum. Hikâyeleri birinci elden dinlemeyi severim,” dedim bir süre camdan sessizce yağan yağmuru izledikten sonra. Başını önüne eğdi ve keçeleşmiş saçları yüz hatlarını kapattı. “15 yıl önce, ailemle birlikte tatildeydim. Yanımda çok sevdiğim iki arkadaşım da vardı ve o gün, hava gerçekten çok güzeldi.”

25


Öykü

Öykü

Başını kaldırıp bana baktı. Beni görebildiğini sanmıyordum çünkü gözleri akmaya hazır gözyaşlarıyla doluydu. Elleri şimdikinden çok daha fazla titriyordu. Sigarasını söndürüp yeni bir tane yakmak üzere uzandı. Kalbim heyecandan deli gibi çarpıyordu ve gelen viskimden bir yudum alarak onu dinlemeye koyuldum. Tanrım, o viskinin tadı hâlâ ağzımda. Ne kadar da korkunçtu… “Sahilde biraz yürüdükten sonra, bir şeyler yemek için yakınlardaki bir yere oturmuştuk. Güneş inanılmaz yakıcıydı ve biz gülümsüyorduk. Sonra, sabahtan beri hafifçe esen rüzgâr şiddetlendi. Biz yemek yerken, dalgalar insan boyunu aşar hale geldi. Çaprazımızda bir burun vardı ve gerisindeki açıklıkta denizin rengi laciverte dönmüştü. Üzeri köpükler kaynayan dalgalar büyük kayalara çarpıyor, üzerinden aşıyor ve dereye dökülüyordu. O anda arkadaşlarımla ettiğimiz sohbeti hatırlamıyorum. Örümcek ağlarıyla bezeli anılar bunlar. Sadece, bir anda sohbetten koptuğumu hatırlıyorum. Onlar konuşurken, sesleri çok uzaktan gelmeye başladı bir anda. Biri seni uykudan uyandırırken seslendiğinde duyduğun o puslu sesler gibi. Rüya ya da gerçek olduğunu kavrayamadığın… Kulaklarımda sadece rüzgârın uğultusundan başka ses kalmayıncaya kadar bir süre daha geçti ve etrafımdaki havanın elle tutulabilecekmişçesine yoğunlaşmış olduğunu hissettim. Gözlerim uzaktaki dalgalara kilitlenmişti. Güneş gri bulutların arasında kaybolmuştu ve ben soğuktan titriyordum. Bir an, bu fırtınada burada denize giren insanları düşündüm. Sonra da, gözümün önüne yaşlıca ve kilolu bir bayanı denizden sürükleyerek çıkaran iki kişinin görüntüsü geldi. Bunun sadece bir hayal ürünü olduğunu biliyordum ama kadını o kadar net görebiliyordum ki hayal gücüme hayran kalmıştım. Kadın, epey tombul, bembeyaz tenli ve kısa saçlıydı. Gözleri kapalı ve mosmor olmuş dudakları yarı aralıktı. Vücudundan sular damlarken ve iki kişi onu denizden çıkartırken, ayakları dizlerinden bükülmüş, yerde süründükçe iki ıslak çizgi şeklinde iz bırakıyordu. Kadını yere yatırdılar ve aslında bembeyaz tenli değil, cildinin sarıya dönük bir renk aldığını fark ettim.” Durdu ve ürkek gözlerle bana baktı. “Deli olduğumu düşünüyorlar. Sadece bir hayaldi. Bu fırtınada böyle ortalama görünüşlü bir insanın denizde olma olasılığı %70. Ve ben sadece böyle bir şey olabilir, ne kadar da korkunç diye düşündüm. Sadece bu kadar. Bunu anlaman gerek.” Başımı hafifçe sallayarak onu onayladım. Amacım güven vermekti belki de ve belki de işe yaramıştı. “Sadece bir anlık bir görüntüydü. Ve yemek yemek için oturduğumuzdan bu yana belki de sadece beş dakika geçmişti. Gözüm dalmıştı sadece ve dalgalara odaklamıştım. Kendime geldiğimde – uykudan uyandığımda ve nihayet bana seslenenin yüzünü gördüğümde- yaşayacağım şaşkınlığa hazır değildim. Sanki hipnotize edilmiştim ve biri parmaklarını şıklatmıştı. Etrafıma baktığımda güneşin o sıcak tatlı ışınlarının hâlâ yüzümde olduğunu fark ettim. Ve ben, orada o masada otururken, çocuk sesleri ve kahkahalar, tatlı minik dalgaların çıkardığı huzur verici ses ve arkadaşlarımın heyecanlı konuşmalarıyla çevrilmiş halde, vücudumdaki bütün tüyler dimdik olmuş bir şekilde, soğuktan titriyordum. Hasta olacağımı düşündüler, düşünebiliyor musun? Üşütmüşüm. Başka açıklaması yok. ‘Fırtına ne zaman dindi?’ diye sorduğumda bana şüpheyle baktılar. ‘Ne fırtınası?’ cevabını aldığımı tahmin etmişsindir herhalde. Hayal gücümün gelişmiş olduğunun bilincindeydim ancak bu kadarının da fazla olduğunu düşündüm. Yine de diğerlerinden farklı olmak hoşuma gitmişti. Hayal ettiğim yerdeki havayı hissedebiliyor oluşum beni cezbetmişti ve eh, sadece bir düşünceydi, kimseye bir zararı dokunmadığını düşünmüştüm. Ama görüyorsun ki işler hiç de öyle gitmedi. Biz orada otururken arkadaşımın telefonu çaldı ve buradan millerce uzakta oturan arkadaşımın kuzeni, telefonda hıçkırıklarla anneannesinin öldüğünü haber

26

verdi. Bir fırtına çıkmıştı, deniz çok dalgalıydı ve kadının cansız bedenini denizden yeni çıkarmışlardı. Ve işte ölümler böyle başladı. Elimde olmadan o trans haline giriyordum. Gözüm dalıyor sanıyordum, beni anlayabiliyor musun? Herkes dalgınlıkla bazen bulunduğu ortamdan uzaklaşır ve tekrar silkelenip geldiğinde ne düşündüğünü hatırlamaz. Ne kadar zaman geçtiğini hatırlamaz. Ve bu ne büyük bir lütuf tahmin bile edemezsin. İnsan beyninin istediğinde neler yapabildiğini bir bilsen. Bir gece, - aynı bu geceki gibi yağmurlu bir gece - odamda sakince kitap okuyordum. Yağmur şiddetlendi ve pencerelere öfkeyle çarpmaya başladı. Gözümün önünde kırmızı bir arabanın yolda kayarak ilerlediği bir görüntü belirdi. Hıçkırıklarla sarsılarak kendime geldiğimde kendimi telefona sarılmış bir şekilde babamı ararken bulmuştum fakat çok geç olduğunun farkındaydım. Virajı alamayan araba uçurumdan yuvarlanmış ve uçurumun dibindeki göle gömülmüştü. Her şeyden kaçıp da bu hale gelinceye kadar başımdan çok fazla olay geçti. En kötüsü de kontrol etmesini öğrenmeye çalıştığım zamanlardı. Engellenmesi mümkün olmayan bir şeyi ne kadar önleyebilirsin? Aklına bir çözüm yolu geliyor mu? Ben sana söyleyeyim. Tek yolu yönlendirmekti.” Yüzü nefret ve tiksinti karışımı bir ifadeyle çarpılmıştı ancak içime buz gibi oturacak bir şok dalgasıyla birlikte fark ettiğim bir şey vardı; gözleri parlıyordu. “Tanrım, bundan zevk almışsın!” “Evet. Hayatım boyunca kaçıp durduğum zamanlarda bile benim peşimi bırakmayan bir sürü insan çıktı karşıma. Beni laboratuvarlarına götürüp incelemek istiyorlardı. Görüyorsun ya, ölecekleri görmüyordum. Onları ben öldürüyordum. Bilinçsiz olmam bu gerçeği değiştirmez. Çok yıllar önce daha da popülerdim ancak bunu kaybetmemin bir sebebi var. Peşime düşen her insan, her bilim adamı veya sadece meraklı bir maceraperest, hepsi, bir anda peşimi bıraktılar. Onlardan bir daha haber alınamadı. Kim bilir, belki bir trafik kazasıdır ya da belki bir yıldırım. Fırtınalı havalarda dışarı çıkmak çok tehlikeli, söylemiş miydim? Beni takip etmemelerinin veya adımı unutmalarının tek sebebi bu. Toy bir kızdım ve tek yolun bu olduğunu düşünüyordum. Ancak şimdi çok daha kolay bir yöntem buldum. Etrafımda kimse yok. Dolayısıyla düşüneceğim kimse de olmuyor. Bazen sokağın karşısındaki evsiz adamı bir daha göremiyorum, ancak yerine bir başkası geliyor. Ben de onu unutuyorum. İnsanlarla direkt ilişkiler kurmuyorum. Bir yerde çok fazla kalmıyorum ve anladığım kadarıyla artık bu barı da terk etmemin zamanı gelmiş. Şu garson kız için hiç de iyi bir gelecek düşünmüyorum. Sanki bir gün soyulacak ve bıçaklanacak gibi… Ama senin için aynı şeyi söyleyebilir miyim bilmiyorum. Sana vaktin varken uzaklaşman gerektiğini söylemiştim.” Çokbilmiş bir edayla arkasına yaslandı. Yüzünde yine alaycı bir gülümseme vardı ama acı çektiğini görmemek mümkün değildi. Maskesi artık yüzüne oturmuyordu. Kim bilir kaç yıl önce biriyle bu kadar uzun bir sohbete girişmişti? Benimle konuşmuş olmasının asıl sebebini de buna bağlıyorum. Her ne kadar yapmak istemese de, bu sefer yalnızlığı ağır basmıştı. Ama şu anda bunların hiçbiri önemli değil. Çünkü o alaycı gülümsemesinin yüzünde donmasına ve çarpılarak kaybolmasına sebep olan bir şey yaptım. Başımı kaldırdığımda gözyaşlarımın yanaklarımı ıslattığını fark etti. “Her şey üç yıl önce başladı…” dedim… Öykü: Gözde KUBAL

27


Öykü

Öykü

Tuhaf

“Sen çok tuhafsın,” dedi bir öğrenci, sınıfın en sonunda tek başına oturan yeni çocuğa. “Hayır, değilim,” dedi yeni çocuk, deniz mavisi ve iri gözlerini ürkekçe karşısındakine çevirerek. “Öylesin,” diye ısrar etti öğrenci. Siyah renkli kıvır kıvır saçları ve kalın çerçeveli bir gözlüğü olan zayıf bir oğlandı. Başını bir yana eğmiş, kuşkulu gözlerle muhatabını süzüyordu. “Hayır, değilim,” diye yanıtladı yeni çocuk tekrardan. Kulaklarının üzerine kadar inen saman sarısı saçlara sahipti. Göz bebekleri durgun bir gölün üzerine yansıyan dolunay misali hafifçe dalgalanıyor, bu da ona her an ağlayacakmış gibi bir görüntü veriyordu. “Aaa, konuştu!” dedi diğer öğrencilerden biri. Altın sarısı saçlara, bacak kadar bir boya ve elma gibi yanaklara sahip sevimli bir kızdı bu kez konuşan. Üzerinde şeker pembesi bir kıyafet vardı, saçları iki yandan örülmüştü. Kafasına kâğıttan bir taç takılıydı. O da yeni çocuğun sırasına doğru ilerledi, onu talebelerin geri kalanı takip etti. Bir anda 3-B sınıfının bütün öğrencileri yeni çocuğun etrafında toplanmıştı. “Merhaba, ben Melisa,” dedi kız, pembe eteğinin uçlarını asillere özgü bir edayla kaldırıp dizlerini hafifçe kırarak. “Can…” diye tanıttı kendini yeni çocuk, gözlerini utangaç bir tavırla yere sabitleyerek. “Memnun oldum Can,” dedi Melisa, başını hafifçe yukarı kaldırıp sağ elini gösterişli bir biçimde sallarken. “Ben bu sınıfın kraliçesiyim ve bunlar da...” Eliyle sınıfın geri kalanını işaret etti, “...benim hizmetkârlarım.”

28

“Ben senin hizmetçin değilim, ben bir şövalyeyim!” diye çıkıştı şişman bir oğlan, gururla göğsünü şişirerek. Farkında olmasa da bu hareket sadece göbeğinin daha da belirgin olmasını sağlamıştı. “Adım Sör Kocayürek!” “Olsa olsa Kocagöbek’tir o,” dedi kıvırcık çocuk, yüzünde alaycı bir tebessümle. Sınıfın geri kalanından neşeli bir kahkaha koptu. Can hariç… Kendisini oturduğu köşeye esir eden bu yabancılar taburuna ürkek gözlerle bakmakla meşguldü o. En azından artık her an ağlayacakmış gibi görünmüyordu. “Bu bir hakaret!” dedi adının Kocayürek olduğunu iddia eden koca göbekli. “Seni düelloya davet ediyorum alçak adam,” diye devam etti sonra da, pantolon kemerine sıkıştırdığı plastik bir cetveli gösterişli bir hareketle çekerek. Bu esnada ağzından sahte bir metale-sürtünen-kılıç sesi çıkartmayı da ihmal etmemişti; ama hareketine devam etme fırsatı bulamadı çünkü öğrenciden bozma Kraliçe Melisa, cetvelden bozma kılıcı elinden hızla kapıvermişti. “Dediğim gibi… Ben Sınıfolya ülkesinin kraliçesiyim ve bunlar da benim hizmetkârlarım!” dedi kız, son kelimeyi telaffuz ederken yuvarlak hatlı çocuğa kötü kötü bakarak. “Ama merak etme, emrimde yeteri kadar hizmetçi var. Bu yüzden seni kraliyetimin ilk Pembe Generali ilan ediyorum. İşte kılıcın,” diye ekledi cetveli bir resmiyet havasıyla Can’a uzatarak. “Ama… Bu bir kılıç değil ki?” diye yanıtladı çocuk, kafası karışmış bir biçimde elindeki plastik parçasına bakarken. Tüm diğer çocuklar uzun ve sessiz bir an boyunca ona bakakaldı. “Söylemiştim,” dedi sonunda kıvırcık. “O çok tuhaf!” “Ben tuhaf değilim,” dedi Can tekrardan, alt dudağını memnuniyetsiz bir biçimde bükerek. “Daha bir kılıçla bir cetvel arasındaki farkı bile bilmiyorsun,” dedi şişman, otuz santimlik öldürücü silahını çocuğun ellerinden sertçe çekerken. “Ama o sadece basit bir cetvel…” O anda tüm sınıf hayretle nefesini tuttu. Hepsi de sanki Can az önce ebeveynleri tarafından ‘çok ayıp’ listesine sokulan yasak kelimelerden birini kullanmış gibi bakıyordu. “Basit mi?” dedi şişman sonunda, abartılı derecede gururlu bir sesle. “Basit ha? Sen benim sadık kılıcıma nasıl hakaret edersin? Seni düelloya davet ediyorum!” diye ekledi ardından, cetveli havada hızla sağa sola savurup ağzıyla havayı yaran bir kılıç taklidi yaparak. “Ayrıca…” dedi Melisa. “Bir kraliçeyle nasıl koruyacağını da bilmiyorsun! Sana generallik verdim, sense kılıcını bir düşmana teslim ettin!” “Kraliçeye hakaret ha? Seni düelloya davet ediyorum!” dedi şişman. “Atımı getirin!” Herkes dönüp kepçe kulaklı, iri bir oğlana baktı. “Bana bakmayın!” dedi oğlan, başını ve ellerini şiddetle iki yana sallayarak. Kulakları lap-lap etti. “Geçen sefer onu taşıyayım derken belimi sakatlıyordum. Babamın da hep dediği gibi, ben artık emekli bir beygirim.” “Bahse girerim uçmayı da bilmiyorsundur,” diye araya girdi kızıl saçlı ve çilli bir çocuk. “Sen biliyor musun?” diye sordu Can, mavi gözlerinde hayranlık ve şaşkınlık karışımı bir bakışla. “Elbette ki biliyorum! İzle de gör,” dedi kızıl saçlı. Sonra da kollarını iki yana açıp bir uçak misali sıraların arasında koşturmaya ve bir jet sesi çıkartmaya başladı. Diğer çocuklardan neşeli bir tezahürat koptu. “İniş izni istiyorum kule!” dedi çocuk. İçlerinde en uzun boylu olan esmer kız, “Burası kule. İniş serbest!” dedi parmaklarıyla burnunu kapatıp sesinin incelmesini sağlayarak.

29


Öykü

Öykü

“İyi ama…” dedi yeni çocuk. “Sen uçmuyorsun ki.” Tüm sınıf bir kez daha dönüp yeni çocuğa baktı. Sarı saçları, mavi gözleri, diz üstü şortu, renkli tişörtü ve spor ayakkabılarıyla gayet sıradan bir üçüncü sınıf öğrencisi gibi görünüyordu. Belki akranlarına göre biraz cılız olabilirdi, biraz da kısa; ama hepsi bu. Yine de sınıfa geleli neredeyse bir hafta olmasına rağmen bu onlarla ilk konuşmasıydı. Ne oyunlarına katılabiliyor ne de onlara ayak uydurabiliyordu. “Tuhafsın,” dedi Melisa sonunda. “Hem de çok,” dedi kıvırcık, başını bilmiş bir edayla sallayarak. Can mutsuz bir şekilde başını eğip gözlerini bir kez daha sınıf arkadaşlarından kaçırdı. “Öğretmen geliyoooooor!” diye bağırdı bir çocuk, sınıfın kapıdan koşarak girerken. “Öğretmeni düelloya davet ediyorum!” diye bağırdı şişman. Ama herkes sıralarına koşturmaya başlamıştı bile. Aynı esnada kıvır kıvır saçlara sahip, uzun boylu genç bir bayan olan öğretmen kapıdan içeri girdi. “Evet çocuklar, oturun yerlerinize!” dedi masasına yönelirken. Sıralar çekilip minik bedenler yerlerine yerleşirken onları sessiz ama dikkatli bakışlarla izledi. Küçük yaramazları hizaya soktuğundan emin olduktan sonra da kendinden memnun bir şekilde gülümsedi. “Dersimize başlamadan önce göl gezisi için sizlere dağıttığım izin kâğıtlarını çıkartmanızı istiyorum.” “Ne zaman gidiyoruz?” diye sordu Melisa. “Yarın.” Sınıftan coşkulu bir tezahürat koptu. “Unutmayın,” dedi öğretmen, sesini duyurabilmek için hafifçe bağırarak. “Eğer aileleriniz izin kâğıdınızı imzalamazsa geziye katılamazsınız!” Bunun üzerine bir-iki kişinin başı hafifçe öne eğildi; ama görüşe göre büyük bir çoğunluk tatlı sözler, minik gamzeler, ıslak bakışlar, ciyak ciyak ağlamalar gibi çocuklara özgü pek çok taktik sayesinde izin koparmayı başarabilmişti. Öğretmen kâğıtları toplamaya başladığında sıraların arasında neşeli bir curcuna başladı. “Can?” dedi öğretmen, sınıfın sonuna vardığında. “Senin izin kâğıdın nerede?” “İmzalatamadım,” diye mırıldandı çocuk, boynu bükük bir biçimde. Öğretmen ona şefkat ve anlayışla baksa da ağzından dökülen kelimeler yüzüne yansıyan duyguları paylaşmıyor gibiydi. “O hâlde geziye gelemezsin. Üzgünüm.” Kadın sıranın üzerinde boş kâğıdı alıp diğerlerinin yanına koydu ve arkasını dönüp sınıfın ön tarafına doğru ilerlemeye başladı. Sırtı dönük olduğundan Can’ın yüzüne yerleşen yürek parçalayıcı ifadeyi görememişti. *** Okul zili, derslerin sona erdiğini ilan etmek için tüm gücüyle çalmaya başladığında bütün sınıflardan neşe dolu bir haykırış koptu. Bu zil böyleydi işte… Sabahları okulun başladığını hatırlatıp canlarını sıkıyor, teneffüsün bittiğini haber verip oyunlarını yarım bırakmalarına neden oluyordu. Ama her akşam eve gitme vaktinin geldiğini bildirmeyi de ihmal etmiyor ve her zamankinden de coşkulu çalarak gönüllerini bir şekilde almayı başarıyordu. 3-B sınıfının hemen hemen tüm öğrencileri çantalarını kapıp çıkışa doğru koşturmaya başlamıştı bile. Bu arada da yarınki göl gezintisinin hayati ayrıntıları üzerinde tartışmaya başlamışlardı bile: topu

30

kim getirecek, kimin annesi poğaça kimin annesi kek yapacak, ip atlama oynanacak mı? Can’ın aralarına katılamayacağını duymuşlardı elbette ama hiçbiri buna aldırış ediyormuş gibi görünmüyordu. Hatta ebeveynlerinin bir köşeden fırlayıp ağızlarına acı biber süreceğinden korkmasalar “Oh, iyi oldu!” bile diyeceklerdi. Sınıftan en son ayrılan kişi Can’dı. Arkadaşları yüzüne bile bakmadan, hatta bir selam dahi vermeden kendi aralarında şakalaşır ve konuşurlarken küskün bir edayla çantasını toplamıştı o. Sonra da bezgin adımlarla okulun çıkışına doğru ilerlemişti. Hademe efendi onun sallana sallana geldiğin görünce kaşlarını çattı. “Haydi evladım, haydi! Çabuk ol biraz! Sabah içeri girmek istemezsiniz, akşam olunca da çıkmak bilmezsiniz!” diye söylendi elleri belinde. Can dışarı adımını atar atmaz okulun kapısını büyük bir gümbürtüyle kapatarak çocuğu ıssız sokaklar ve başıboş rüzgârlarla baş başa bıraktı. Kapının ardındaki adamın hâlâ söylendiğini duyabiliyordu Can. Sağına soluna bakındı, ama kimseyi göremedi etrafta. Kendisine yol gösterecek beyaz bir tavşan ya da tavsiyeler verecek sırıtkan bir kedi bile yoktu sokakta. Çok yalnız hissediyordu ve bu duygunun sadece sokağın ıssızlığından kaynaklanmadığını iyi biliyordu. Serin bir ilkbahar akşamı rüzgârı, sokağın aşağısından gelerek çocuğun sarı saçlarını arsızca dağıttı. Montunun fermuarını iyice kapatan çocuk, içine hüzün ve mutsuzlukla dolu bir nefes çekerek okulun pencerelerine asılmış kâğıttan dağları titretti. Burnunu çekip elinin tersiyle gözlerine biriken yaşları sildi. Yolun soluna, yarınki gezinin düzenleneceği Büyük Göl’e giden yola doğru baktı bir müddet. Sonra sol tarafa, tüm çocukların, öğretmenlerin ve servislerin gittiği kasaba meydanına çevirdi bakışlarını. Başını ümitsizlikle iki yana salladı. Kendisini asla kabul etmeyeceklerini, hiçbir zaman onlardan biri olamayacağını ve her zaman dışlanan bir çocuk olacağını biliyordu. Daha önce de böyle olmuştu bu. Tekrar gölden tarafa baktı hüzünlü ve ıslak bakışlarla. Sonra da sessizce ağlayarak o yöne doğru ilerlemeye başladı. Güneş ufuktaki tepelerin ardında batmaya başlar ve gökyüzünü parlak bir kırmızıya boyarken Büyük Göl’e vardı Can. Normalde gezinti kayıklarıyla dolu olan dalgasız yüzeyi şimdi bomboştu. Piknikçileri ağırlayan yeşil çimenlikler de öyle… Ayaklarını sürüye sürüye tahta iskeleye doğru yürüdü. Yıllar yıllar önce kasabayı düşman işgalinden kurtaran adamın bronz heykelinin yanından geçti. Bir an için durup bakışlarını sessiz anıta kaldırdı. Sağ elinde tuttuğu kavisli kılıcı öne uzatmış, sol eliyle de arkasındaki görünmeyen orduya saldırı emri veriyordu heykeli dikilen adam. Kılıcın üzerinde oynaşan güneş ışıklarını seyretti sessizce, sınıftaki plastik cetveli düşünerek. Başını iki yana sallayıp iskeleye doğru ilerlemeye devam etti. Gökyüzü mavisine boyanmış tahtalar çocuğun ağırlığının altında hafifçe gıcırdardı. İskelenin yanına bağlanmış gezinti sandalları suyun üzerinde hafifçe salınıyor, birbirilerine çarpıp küçük ama tok takırtılar çıkarıyordu. İskelenin en ucuna doğru boynu bükük, gözleri yaşlı bir biçimde ilerleyen Can yarı yolda çantasının omzundan düşmesine müsaade etti. Artık umurunda değildi. Okul, öğrenciler, dersler… Hiçbir şey umurunda değildi. Ahşap iskelenin en ucuna kadar gelip gölün derinliklerine doğru bakmaya başladı. Suyun üzerinde kendi yansımasını görebiliyordu. Yalnız, mutsuz ve tek başına… “Neden anne?” diye mırıldandı, burnunu çekip gözyaşlarını montunun koluna silerken. “Bunu bana neden yaptın? Niçin beni hiç tanımadığım bu dünyada tek başıma bıraktın?” Öne doğru biraz daha eğildi, ayakkabılarının burun kısmı artık iyice dışarıdaydı, öne arkaya sallanıp duruyordu. Suya ha düştü ha düşecek vaziyetteydi. “Neden?” Derken, Can orada öylece dururken, gölün sakin yüzeyi önce hafif hafif dalgalanmaya, sonra da adam akıllı çalkalanmaya başladı. Rüzgâr anlamsız bir biçimde şiddetlendi. Ardından sanki dev bir çay kaşığı

31


Öykü

Öykü göle dalmıştı da suları bir güzel karıştırıyormuş gibi tam iskelenin önünde küçük ama güçlü bir girdap oluşuverdi. Gözleri şaşkınlıktan ardına kadar açılan Can, geriye doğru birkaç sarsak adım atarak uzaklaştı, ama bakışları hâlâ önünde oluşan girdaptaydı. Gölün dibinden yukarıya doğru iri, kocaman bir karaltının yükseldiğini görebiliyordu. Gölge hızla yükseldi ve etrafa sular sıçratarak yüzeye çıktı. İnsan suretinde, yine de insan olabilmek için fazlasıyla iri hatlara sahip, dev gibi bir kadındı bu. Gözleri deniz mavisi, saçları yosun yeşili, cildiyse camgöbeği rengindeydi. Yosun, denizyıldızı ve deniz kabuklarından yapılma bir giysi vardı üzerinde. Sadece belinden yukarısı görünmesine rağmen küçük bir dağ gibi yükseliyordu Can’ın tepesinde. Aynı renkteki iki çift göz birbirlerinin derinliklerine baktı. Kadının yüzünde sorgulayan, Can’ın yüzündeyse şaşkın bir ifade vardı. “Ne o? Beni gördüğüne çok mu şaşırdın?” dedi kadın sonunda, geceleyin kıyıya vuran sakin dalgaların sedasını andıran ahenkli bir sesle. “Anne!” dedi Can hayretle. “Geri döndün!” “Tabii ki geri döndüm hayatım. Duyan da seni sonsuza kadar terk ettiğimi falan sanır. Alt tarafı birkaç gün Nessie teyzene gittim,” dedi kadın. “Hem sen biraz önce ne sayıklıyordun bakayım?” “Hiiiiç…” dedi çocuk, seri hareketlerle gözyaşlarının yanaklarında bıraktığı izleri temizlemeye çalışarak. “Ağladın mı sen?” dedi kadın, gözlerini kısıp oğluna daha da dikkatli bakarak. “Şey…” Can gözlerini mahcup bir biçimde yere indirdi. Yine de yüzünde az önceki o hüzünlü hâlden eser dahi kalmamıştı. “Ah Can… Yine şu okul meselesi mi yoksa?” “Gitmesem olmaz mı?” dedi çocuk, çekingen bir ses tonuyla. “Hayır, kesinlikle olmaz! Bunu daha önce de defalarca konuşmuştuk Can.” “Ama anne… Onlar çok tuhaf! Cetvelleri kılıç zannediyorlar. Görünmez olamıyorlar ama saklambaç oynamaya kalkıyorlar, uçamıyorlar ama uçtuklarını iddia ediyorlar!” dedi Can, son kelimesiyle birlikte yerden hafifçe havalanarak. Şimdilik sadece birkaç santim yükselebiliyor ve havada kalmak için epey mücadele etmesi gerekiyordu. Ama bu bile bir gelişmeydi doğrusu. “İn aşağı, biri görecek!” dedi annesi, panikle etrafına bakarak. “Sanki seni görünce şaşırmayacaklar da…” dedi oğlan. “Beni göremezler ufaklık. Üzerimde bir görünmezlik perdesi var. Şimdi annene laf yetiştirmeyi bırak ve hemen in aşağı.” Can yavaşça yere kondu ama hemen pes etmeye hiç de niyeti yokmuş gibi görünüyordu. “Üstelik onlar da bana tuhaf diyor. Tıpkı Canavarlar Koleji’ndeki gibi…” Çocuğun sesi son cümleyle birlikte giderek azaldı ve o hüzünlü ifade bir kez daha yüzüne yerleşti. “Tatlım…” dedi kadın, şefkatli bir ses tonuyla. “Bu sefer farklı olacağını düşünmüştüm,” dedi Can, küskün bir şekilde. “Bu sefer arkadaşlarım olacağını sanmıştım. Ama hiçbir şey değişmedi. Tıpkı kolejdeki gibi burada da dışlanıyorum.” Bağdaş kurarak olduğu yere oturuverdi. Dirseklerini dizlerine, ellerini de çenesine yaslayarak annesine baktı kısa bir müddet. “Tuhaf… Herkesin söylediği tek şey bu. Tuhafsın Can.” Annesi çocuğun sarı saçlarını sevgiyle okşadı. “Tatlım, bunun senin için zor olduğunu biliyorum ama okumak zorundasın. Sualtında nefes alamadığın için seni Atlantis’e gönderemiyorum. Clark amcan çok

32

yoğun olduğundan Metropolis’e de gidemiyorsun. Etrafında benim yaşayabileceğim bir yere sahip olan tek okul da bu. Seni buraya kaydettirebilmek için çok uğraştım, biliyorsun.” “Neden okumak zorundayım ki?” diye somurttu çocuk. “Sebebini çok iyi biliyorsun Can. Çünkü sen özel bir çocuksun. Görünüşün, davranışların ve hareketlerin onlara o kadar benziyor ki... Bizlerin asla yapamayacağı bir şeyi yapabiliyorsun sen, onların arasında dolaşabiliyorsun. Onlar gibi yaşayabiliyorsun.” “Ama ben onlar gibi olmak istemiyorum,” dedi çocuk, inatçı bir biçimde. “Can…” “Can değil, Canavar olmak istiyorum ben!” “Saçmalıyorsun. Büyük büyük baba Frankie gibi tüm ömrün boyunca bütün insanlardan kaçmak mı niyetin? Kimsesiz, arkadaşsız ve de yalnız mı yaşamak istiyorsun?” “Ben… Hayır ama…” “Bak… Sen bizim asla sahip olamayacağımız bir şansa sahipsin oğlum. Bırak isteyen istediği gibi düşünsün. Ama şunu unutma; insanoğlu her zaman kendisinden farklı olanları tuhaf olarak nitelendirir. Farklı olanları diyorum, dikkatini çekerim. Yani özel olanları… Ve sen özelsin oğlum, hem de çok özel. Farklı olmaktan asla utanma; çünkü bu bir kusur değil tam aksine bir armağandır.” Kadın bir müddet susup oğlunun bu sözleri kafasında tartmasını bekledi. Sonra da deniz mavisi gözlerinde yakamozları andıran bir anlayış parıltısıyla tekrardan saçlarını okşadı çocuğun. Can bakışlarını kaldırıp ona gülümsedi. Bir çocuğun annesine duyduğu güven ve biraz da teslimiyet vardı onun bir çift denizinde de. “Haydi bakalım!” dedi annesi “Güneş batmak üzere. Ben yemeği hazırlarken sen de kılıç talimine başla.” Ardından camgöbeği rengindeki parmaklarını şöyle bir savurdu. Okyanus kokusu ve martı kahkahası yankılandı Can’ın kulaklarında. Derken iskelenin girişindeki eli kılıç tutan heykel hafifçe gerinerek esnedi. “Tüm gün böyle durmak pek bir bezdiricidir, bilir misiniz hanımım?” diye hayıflandı bronz heykel. “O hâlde seni yeniden canlandırdığım için bana olan minnettarlığını göster ve oğlumu eğit kadim savaşçı,” dedi deniz kokulu kadın, gülümseyerek. “Başım üstüne,” dedi heykel, itaatkâr bir biçimde başını eğerek. Kaideden inip Can’ın karşısına dikildi ve antrenman pozisyonu aldı. Bu esnada Can’ın annesi göl suyunu biçimlendirerek oğlanın boyutlarına uygun bir kılıç oluşturmuştu bile. “Şey… Anne,” dedi Can, kılıcı alırken. “Yine ne var?” dedi kadın, bezgin bir şekilde. “Sanırım o izin kâğıdını imzalaman gerekecek.” “Peki nedenmiş o?” “Çünkü yarın buraya geldiklerinde beni burada görürlerse öğretmenim sorular sormaya başlayabilir.” “İnsanın kendi evine gelebilmesi için izin kâğıdına ihtiyacı mı olurmuş mercanlar aşkına?” diye hayıflandı gölün kraliçesi, başını inanmazlıkla iki yana sallarken. “Ah, insanlar… Gerçekten de çok tuhaflar!” Yazan: M.İhsan TATARİ

33

İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ


Öykü

Öykü

Genetiği Değiştirilmiş Masallar: Alkolü bir geçe ayakkabı ayağından çıktı. Ne yazık ki ardına dönüp bakmadan koşmak zorundaydı. Su’sam sokağına giden son treni kaçırmamak için acele etmesi gerekiyordu. Pakize’su sırt çantasını sakladığı ağacın dibinden aldı. Çantadaki yedek topuksuz ayakkabılarına şükrederek baktı. İçinden ‘Ne akıllı kızım yahu’ diye geçiriyordu. Ah bir de şu gittiği ortamlarda az içmeyi bir başarabilseydi. Bu gece bu ülkenin en büyük diskosunda çok meşhur bir DJ'in çıkacağını Facebook’tan öğrenmeseydi, ne güzel annesinin dizinin dibinde sıkıcı sıkıcı dizi film seyredecekti. Şimdi ise babaları zengin bir ayakkabı tüccarı olan ‘Pelin-Selin ve Nermin’lerde kalacağım anne’ diye attığı yalanını doğrulatmak üzere tren istasyonuna doğru dörtnala koşmaktaydı. Pelin-Selin ve Nermin’lerin evinin arka kapısında soluğu aldığında heyecandan gebermek üzereydi. Kızlar henüz uyumamış olan babalarını ayakta uyutmakta olan Muhteşem Yüzyıl dizisinden faydalanarak kapıyı açtılar, arkadaşlarını gizlice içeri aldılar. Bir de dört katlı evdeki ahşap merdivenleri gıcırdatmadan yukarı çıktılar mı tamamdı. “Eee anlatsana ölcez heyecandan ne oldu?” “Hiç. N’olucak? Aynı işte.” “Delirtmesene kız insanı. Tanışabildin mi hayatının prensiyle?” Bunu söylerken Pelin-Selin ve Nermin’in kocaman ağızlarındaki alaycı gülümseme Pakize’su’da büyük bir hınç yarattı. Öyle ki kalabalıkta bir kenara ilişip hiç kimseyle dans edemediği halde, o gece diskoda olanları hayal gücünden ballandırdı da ballandırdı. Yok uzun boylu esmer bir çocuk sürekli ona bakmıştı da. Yok korumalarıyla gelmişti de. Yok korumalardan biri kendine gümüş bir tepside bir telefon getirmişti de. Yok o yakışıklı delikanlı onu bu telefondan aramıştı da. Sonra kalabalıkta durmayalım diyip kocaman Ssu’sanyong marka cipiyle onu kasabaya kadar getirmişti de. Bu arada nicedir giymek için fırsat bulamadığı o ca’nım kırmızı su’tilettolardan teki delikanlının arabasında ayağından çıkmıştı. O da utanıp karanlıkta ayakkabıyı bulamadığı için yedek topuksuzlarını giyip eve kadar yürümüştü. Ama ne yazık ki bunca şey olup biterken Pakize’su onun telefonunu istemeyi unutmuştu! Pelin-Selin ve Nermin bunların hiçbirine inanmadılar tabii. Güldüler, geçtiler. Sadece bunca yalanı boşa mı uydurdu acaba diyerek sırt çantasındaki ayakkabıları kontrol ettiler. Gerçekten de çantadaki kırmızı su’tilettolar tekti. ‘Yazık etmiş’ diye geçirdiler içlerinden. ‘O kadar da para vermişti o ayakkabılara internetten.’ Neymiş kızların babasının sattığı ayakkabılar pek onun tarzı değilmiş! Hıh! Tarzını yesinler’miş! Pakize’su’nun o gece gözüne uyku girmedi. Kendi anlattıklarına kendi inanmış, heyecanlanmış, gözünün önünde uzun boylu, kara saçlı, güzel dudaklı bir delikanlı belirmiş, sanki onu arabasıyla değil kasabaya, aya kadar götürüp getirmişti. Sabahın ilk ışıkları kimin kimi nereye götürdüğünü gösterecekti. Her 14-24 yaş arası genç insan gibi daha el-yüz yıkamadan bilgisayarı açan kızlar Facebook ve Twitter’ın yıkılmakta olduğunu gördüler. Ortalıkta yüzlerce kez paylaşılmış bir topuklu kırmızı ayakkabı meselesi ve bu ayakkabının sahibini arayan yakışıklı bir delikanlı vardı. Biraz daha fazla kurcalayıp işin aslını esasını anlayınca ağızları açık ekrana bakakaldılar.

Dün gece şehirlerindeki o en büyük diskoya Su’dan prensi teşrif etmişti. Prens kendi ülkesinde evlilik için sıraya giren binlerce kızın hiçbirinden hazzetmemiş, sonunda çareyi bizim kızların ülkesindeki bu en büyük diskoda biraz eğlenmekte bulmuştu. İnternetteki tüm sosyal paylaşım sitelerinde paylaşıla paylaşıla bitirilemeyen mesele ise, prensin o gece dans ettiği ve kendisini evine bırakırken ayakkabısını Ssu’sanyong cipinde unuttuğu iddia edilen hanımefendiyi bulmak ve kendisi ile evlenmek istemesiydi. Pelin-Selin ve Nermin kardeşler ile Pakize'su, hepsi farklı nedenlerle ekrana ağzı açık bakakalmışlarken, kız kardeşler had safhada kıskançlıktan dudaklarını ısırıyorlardı. Pakize'su ise ‘Ben mi bütün bunları hatırlamayacak kadar çaresizce içtim yoksa Prens mi bütün bunları uyduracak kadar çaresizce yalnız?’ diyerek için için gülmeden edemiyordu. Pelin-Selin ve Nermin kardeşler kıskançlıklarından çatlayarak tam ekran yaptıkları kırmızı su’tilettonun yanına sırt çantadaki öteki tekini koydular: “Ne yani şimdi dün akşam anlattığın bütün zırvaların doğru olduğunu mu söyleyeceksin bize!” diyerek ite kaka zavallı Pakize’su’yu evden kovdular. Zavallı kız sırt çantasını kapıp kaçarken o meşhur kırmızı su’tilettoyu da yanına almayı başardı. Talih kuşunun başına nasıl bir amaçla pislediğinden yahut bu pisliğin başına ne işler açacağından bihaber, yollara düşmek üzere Su’sam sokağından ayrıldı. O yollara düşmesine düştü de, işin aslı astarı internette paylaşıldığı gibi değildi. Su’dan prensi aslında eşcinseldi. Babasının ve bütün ülkenin kendini evlendirme çabalarını o zamana kadar becerikli çalımlarla bertaraf etmişti. Fakat artık bu ülkeye prenses getirme ve genç prensler doğurtma zırvaları canına tak etmişti. Sevgilisi Mısır firavunu Su’sankamon ise onun bu sıkışık durumuna yardımcı olmak şöyle dursun, bitmek bilmeyen kaprisleriyle ömrünü gününü yemeye devam ediyordu. O gece diskonun çıkışında kırmızı topuklu bir su’tiletto teki bulunca prensin beyninde aniden şimşekler çaktı. Daha önce akla hayale gelmedik bir yola başvurup belki de hiç bulunamayacak bir kızın peşinde bütün adamlarını koşturmak fikri, o an için mükemmel bir çıkış yoluydu. Gündeme bomba gibi düşen bu saçma sapan aşk hikâyesi ve sadece bir ayakkabı teki ile Su’dan prensesi olunabileceği hayali, memlekette raflarda kırmızı topuklu su’tiletto ayakkabı koymadı. Aklı başında olmayan ya da bu meseleden dolayı aklını başından atan tüm kızlar, Su’dan büyükelçiliği önünde öteki teklerini sıkı sıkıya sakladıkları ayakkabıları ile uzun kuyruklar oluşturdular. İşin püf noktası, ayakkabının hangi teki ile gelmeleri gerektiğini kimse bilmiyordu çünkü prensin kıvrak zekâsının bir sonucu daha vardı. Sosyal medyada çıkan fotoğrafta ayakkabı, sağ mı sol mu olduğu belli olmayan bir açıdan çekilmişti. Pakize'su sırt çantasında kendisinin aranan kız olduğuna dair ispatı olan kırmızı bir ayakkabının sol tekiyle ama beş parasız şehrin yollarına düşmüşken; Pelin-Selin ve Nermin kardeşler hain planlarını yürürlüğe koymuşlardı bile. Babalarına netteki ayakkabının aynısından yaptırdılar. Aralarından Selin’i seçerek Pakize'su’nun o gece yaşadım dediği şeyleri ona iyice ezberlettiler. Hesaba göre Selin Prens'le evlendikten sonra Su’dan sarayında Pelin ve Nermin’e göre de kısmetler çıkacaktı. Böylece yanlarında ayakkabıları ve ezberlenmiş hikâyeleri ile onlar da şehrin yolunu tuttular. Su’dan prensi sözde dışişleri bakanı olarak kendi memleketi ve Mısır’daki sevgilisi Su’sankamon’un şehvetli kolları arasında mekik dokuyadursun, bizim kızların ülkesinden gelen haberler hiç de iç açıcı değildi. Bu ülkede yaşayan 14-24 yaş arası sosyal medya kullanıcısı olan veya olmayan 108.234 kız elinde kırmızı topuklu ayakkabısı ile boy göstermişti. Lakin hiçbiri doğru ayakkabının doğru tekini getirebilen doğru kız olarak açıklanmamıştı. Pelin-Selin ve Nermin kardeşler babalarının nüfuzunu kullanarak kalan on binlerce kızın önüne geçmişlerdi. Selin yüz sekiz bin iki yüz otuz beşinci kız olarak ayakkabısını göstermek ve o malum ayakkabı tekini denemek üzere sonunda Su’dan büyükelçisinin huzurundaydı.

34

35

Su'ndirella


Öykü

Öykü

Selin’in anlattığı hikâye prensinkiyle birebir uyuşunca kızın getirdiği ayakkabıya bakmadan önce eldeki teki denemesine müsaade edildi. Kız ayağını uzattı... Ve ayakkabı mucizevi bir şekilde kızın ayağına oturuverdi... Büyükelçilik birden karıştı. Hemen Su’dan telefon ve e-posta yağmuruna tutuldu. Olayın heyecanından kızın yanında getirdiği kırmızı su’tilettonun diğer tekine bakmayı kimse akıl etmemişti. Oysa ki saatlerce netteki ayakkabının resmini incelemelerine rağmen babalarına yanlış yani sağ tekini imal ettirmişlerdi. Pakize'su ayakkabının sol teki ile şehre varıp sırasını bekleyene kadar atı alan Üsküdar’ı geçti. Zaten beklemekten bıkmış Su’dan kralının duruma el koyması ile düğün dernek tarihi hemen belirlendi. Komşu ülkenin varlıklı ayakkabı tüccarlarından birinin kızını gelin alıyor olmak kralın da işine geldi. Pelin-Selin ve Nermin’in birlikte büyük bir hızla hazırlandıkları düğün günü sonunda geldi çattı. O zamana kadar Pakize'su gözyaşları ile bir arpa boyu gidemeyeceğini anlayınca davetli olmadığı halde düğüne gidebilmek için bir işe girdi, çalıştı ve para biriktirdi. Sonunda Su’dan havaalanına indiğinde ülke, dillere destan bir düğün için gelinliğini giymiş, her taraf bembeyaz çiçeklerle süslenmişti. Pakize'su hemen bir taksiye atlayarak düğünün yapılacağı saraya gitti. Elinde topuklu kırmızı su’tilettosunun asıl yani sol teki ile kendi anlattığı hikâyeye kendi de inanmış olarak ve koşarak salona girdi. Törene henüz başlanmışken misafirlerin arasından koşa koşa gelen bu genç kız dikkat çekti. Pakize'su Prens'in silahlarına davranan korumalarına yöneldi ve şu anda o paha biçilmez elmaslarla süslü gelinliği ile Prens'in yanında oturan genç kızı işaret ederek nefes nefese bir şeyler anlatmaya çalıştı. Sonunda mesele anlaşıldı. Gelinliği içindeki Selin bayılma krizlerine girerken, Prens her zamanki sakinliği ve belki bir mucize olur da bu düğünü iptal etmek zorunda kalırız ümidiyle Pakize'su’nun sarayda bir kasada saklanan ayakkabıyı denemesine izin verdi. Pakize'su’yu herkesin görebileceği bir yerde sandalyeye oturttular. Prens'in adamları ayakkabıyı gümüş bir tepside getirdiler. Kızın nefes nefeseliği gitsin ve heyecanı yatışsın diye bir bardak su içirdiler. O sırada herkes nefeslerini tuttu. Şu anda kameradaki tek görüntü sadece kırmızı ojeli bir ayak ve topuklu kırmızı bir su’tilettoydu. Kızın ayağına ayakkabıyı tutan kameraman bağırdı: “Yönetmenim kızın ayakları şişmiş, ayakkabı olmuyor!” Bu sırada kamera kızın karnına zoom yaptı. Eni konu karnı büyümüş olan kız her ne kadar bunu saklamaya çalışmışsa da artık Su'dan devlet televizyonunda dört aylık hamileliği ile canlı yayındaydı. ‘Lanet olsun!’ dedi içinden. ‘Demek ki tüm o Ssu’sanyong cip hikâyesi doğruymuş! Artı ara sıra gözümün önüne gelip giden geniş arka koltuk macerası da! Hay anasını su’sattığımın dünyası be!' Ayakkabı kızın ayağına olmayınca kimse yanında getirdiği tekin, o kasada saklanan ayakkabının diğer teki olduğuna dikkat etmedi. Selin bayıldığı yerden ayıldı. Pakize'su korumalar eşliğinde salondan çıkarılırken son duyduğu götürüldüğünden emin olmak için arkasından gelen Pelin ve Nermin kardeşlerin şu sözleriydi: "Sen kim Prens’le evlenmek kim! İçtiğin o bir bardak soğuk su yanına kâr kalsın ama artık senin adın Pakize'sundirrella olsun! Ahahaha hahaha hahaha!" Fonda uzaklardan bir yerden Sezen Ak’su’nun sesi yankılandı; “Su’ssan olmuyor, su’smasan olmaz…” Ve perde alelacele kapandı. Öykü: Tuğba TURAN

36

Sapkın Kurtuluş Bulutlu, sıkıcı, tekdüzeleşmiş dünyanın sıradanlıkta öncekilerle yarışan bir gününde doğdu ilhamı. İyiye, güzele, özgürlüğe, aşka giden taşkınca yolun titreşimlerini hisseden tek insandı o. O seçilmişti, bunu biliyordu, bunu iliklerine kadar hissediyordu ve kulağına fısıldanan aşırı coşkularla dolu ilhamlar onu her türlü kötülüğe karşı güvende hissetmesini sağlıyordu. O korunuyordu, ahlak ötesi yüceler tarafından, anlaşılamaz gizli öğretiler tarafından, dışlanan tanrılar tarafından... O önlenemez zaferinin kokusunu içine çekip evrenin kendine yakarmalarına kulak veriyordu. O emindi, başaracaktı. Üniversitenin kampüsündeydi. Sınavı vardı o gün, vize denilen, bir kâğıt üzerine yazılan birkaç soruyla tüm geleceğinin kararlaştırıldığı, insanların yapamadığı için üzüldüğü, ağladığı, varlığın hayat dolu parıltılarını taşıyan gözlerinin solduğu modern sistemin bir başka haz yok etme aracıydı onları bekleyen. Amfide otururken insanları gözledi, gergin yüzlerine baktı, huzursuzca hareket eden, yaradılışın alevinde parlayan ten rengi uzuvlarına baktı. Kızıl dudaklarından çıkmaması gereken korku dolu sözlerin, cevaplanmayan duaların ve yaklaşan insanlık dışı eziyetin sonuçlarına dair beklentilerin çıktığını gördü. Kalem ve silgilerine verdikleri kadar ruhlarına değer vermeyen mahlûkların acınasılığını gördü. Sadece onlar mıydı kendini modern yaşam denilen, ama asıl anlamı ruhun yozlaşması olan manevi asimilasyonun korkunç aldatıcılığına kananlar? Hayır, değildi, onlardan çok daha fazla vardı. Ailesine götüreceği ekmek kadar kendi ruhunu besleyeceği kutsal hayat ateşini düşünmeyen veznedarlar, memurlar, bankacılar, büfeciler ve benzeri tüm vatandaşlar onun hedefinin büyük kısmını oluşturuyordu. Fakat sadece onlarla sınırlı değildi, iş hayatının acımasız, entrikalı ve yalakalığın aşağılıkça söz sahibi olduğu ortamında yükselmeye çalışan, ancak yükseldikçe varlıklarının dibe battığını ve haz dolu ateşin gerçekliğinden ne kadar uzaklaştığını anlayamayan aptallar sürüsü de en az dertli orta sınıf kadar onun alanındaydı. Aslında bütün insanlık onun hedefindeydi çünkü bu aptal ırkın tamamı dünya denen tuhaflıktaki doğuştan gelen sapkınlıklarından ayrılıp sözde iyiliğin sahte yollarına yürümüştü. En yanlış, boş ve insana dayatılan sürü ahlakının ıstırap dolu yollarına... Onlar, o zavallı acınası mahlûklar her yerdeydi, onlar modern maddeciliğin, diğer adıyla kapitalizmin kendilerine dayattığı çalış-tüket-öl sisteminde insani benliklerini kaybetmiş, varoluşlarının amaçlarını unutmuş çaresizlerdi. Onlar uykudaydı, neden burada olduklarını, neden yaşadıklarını bilemeyen, düşünmeyen ve sorgulamaktan ölümüne korkan aşırı büyüklükteydi bir ahmak ordusuydu. İşte bu aşırılığa karşı gelecek, onların beynindeki gri, modern dünyanın beton kokulu, halkaları monotonluktan örülmüş kölelik zincirlerini kıracak denli büyük bir güç de ancak en büyük aşırılığın uç kaynağından gelebilirdi. Soru kâğıtları öğrencilere dağıtılmıştı, asla değişmeyen, formalite gereği söylenen sınav kuralları söylenmiş ve sınav başlamıştı. O etrafına son bir kez baktı, son bir kez hisseti çevresini, ülkesini, tüm dünyayı... Mutsuzluk dolu kalpleri gördü. Doğumundan beri canavar statücü zihniyet tarafından canice uzaklaştırıldığı gerçek varoluşlarını gördü. O öfkelendi, ardından üzüldü. Bu insanlar, bu aciz mahlûkat daha iyisini hak ediyordu. Henüz on dakika geçmişti ki tüm gücüyle haykırdı seçilmiş olan. "Seni çağırıyorum! Şimdi gel ve biz acizleri bu işkenceden kurtar, sana her zamankinden çok muhtacız, özümüzün yaratıcısı, daimi kurtarıcımız, sesimizi duy ve bize yardım et!" Kocaman amfi şaşkınlıkla gözlerini seçilmişe dikmişti. Asistan hoca inanamayarak ona bakıyordu. Tam ona ne yaptığını sormak için dudakları aralanmıştı ki ağzı öylece kalakaldı. O sıska, başarısız ve çevresindekilerin ucube diye adlandırdığı geri zekâlı tipli öğrenci inanılmaz bir değişim içindeydi.

37


Öykü

Gerçeğin yıkıcı alevleriyle yıkanan ruhu çekingen ve ürkek görüntüsünü silip atıyordu. Gözleri sonsuzluğu simgeleyen denizlerin maviliğini almış, derisi güneşin saflığında temizlenmiş kadar beyazlaşmıştı. Saçları asil Pegasus’ların ihtişamlı yeleleri gibi gürleşip parlaklaşmıştı. O an, ne sınav görevini sorunsuz şekilde yerine getirip bu angaryadan kurtulmak ve başka bir angaryanın altına gönüllü olarak girmeye hevesli asistan, ne gençliğinden büyük ödünler verip de mutluluğu mutsuzluğun sınamalarında arayanlar onun akıl almaz aykırılığı karşısında yaşadıkları şoktan dolayı bir şey söyleyebilmişlerdi. O bağırdı, tekrar tekrar... Küfür dolu haykırışları kaybolmuş, başkalaştırılmış ve çürümüş yaradılışın en derin köklerine ulaştı. Onların cansız organizmalarına ışık saçan gerçeğin titreşimlerini iletti. Onlara sonun başlangıcını fısıldadı. Maddesel başarıları yüceltip duyguları hiçe sayan sistemin insanlık dışı dayatmalarını reddedişin, insanın özüne dönüşün müjdesini haykırdı. Uzaklardan, tarih öncesi karanlıklardan gelen çöküşün rüzgârı havalandırdı sınıfı. Tüm kâğıtlar, içlerinde cevaplandıkça azgınlığı artan eziyetin sorularıyla uçup gitti camlardan. Kapılar ve pencereler tekrar tekrar çarptı, camları kırılıp binlerce parçası sınıfa dağıldı. Fakat kimse zarar görmedi, çöküşün iyiliği kimseye zarar vermemesinden geliyordu. Çöküş; binlerce yıldır insanlığın asla vazgeçemediği yegâne eylemi, kendi türünün canına kastetmesini yaşamın muhteşem kaynağıyla sona erdirmek için gelmişti. Suyla; hayatın coşkulu kaynağını haykıran, güç getiren hazzın dağlarında kızıllaşmış üzüm suyuyla, şarapla... Donup kalan sıradanların gözlerinin anlamayacağı gerçek dışılıkta geldi onun ruhu, saniyeden daha hızlı bir ışık demetiydi seçilmişin ruhuna giren... Bir anda olmuştu, o muhteşem, mükemmel ve tapılası ruh parçacığı seçilmişin vücuduna girmişti. O artık onun ruhuydu. O artık Dionysos'tu. Yakışıklı yüzündeki kendinden emin gülümsemesiyle baktı çevresine. Bakışındaki yaşam alevleriyle yıktı tüm insan yapımı kurumların beton duvarlarını. Hapishanelerin resmi adıydı resmi kurumlar, taştan soğuk duvarları parmaklıklara göre insanların aklını daha iyi çeliyordu. Onların köle olmadıklarını anlatmak için hapiste yaşamadıklarına inandırmak kadar muhteşem bir insanlık karşıtı fikir olamazdı. Doğanın karşı konulamaz vahşi gücünden rengini alan yeşil gözleriyle süzdü çevresini, sığındıkları duvarları yıkılmış olan zavallı öğrencileri... Bakışları haykırdı onlara öğrenmeye çalıştıkları şeyin kendi acı dolu ölümleri olduğunu, kurtuluştan ne kadar uzaklaştıklarını... Zarif, hastalık derecesindeki beyaz deriyle kaplı ellerindeki şarap dolu kupayı havaya kaldırdı. Kayıp tanrıların hiç görülmemiş melekleri kadar saf, bembeyaz dişleriyle gülümsedi seçilmiş, daha önce hiç görülmemiş bir sevgiyle baktı insan denen aciz varoluşa. Dudaklarındaki kıvrımlarından yayılan sıcaklık daha önce hiç tatmadıkları bir histi onlar için, sömürünün soğuk yumruklarına karşı savunmasını almış sistem oyuncuları için... Aynı merhametle gülümsedi o, coşkuyla konuştu. "Müjdeler olsun size! Ben geldim, kurtarıcınız geldi! Sizi insanlığınıza geri kavuşturacağım. Bunca zamandır kandırıldınız ve doğruyu görmeyi hak ediyorsunuz, tüm ahmaklığınıza rağmen doğruyu gösterecek kadar size merhamet besliyorum." Sonra kırılgan koluyla kupanın içindekini savurdu müjdelerin habercisi. Kıpkırmızı şarap yayıldı etrafına, yakınına, daha uzağa ve en öteye. Şarap döküldü mutsuz soğukların üzerine, yok etti onları, gerçeğin en uzaklardan gelen tahrik edici fısıltılarıyla eritti kokuşmuşluğun dilsiz buzlarını. İletişimsizliğin, sevgisizliğin ve en önemlisi aşktan yoksun kalmayı göze alacak kadar "modernleşen" ve hayvanlaşan güruhun korkunç karanlığını yırtıp attı deliliğin kahkahalarıyla. Tüm kurumları yıkıp geçti hayatın öz suyu, resmi evrakları binlerce yılın biriktirdiği öfkesinde yakıp kül etti, kendi türünü öldürmek için tasarlanmış

38

39


Öykü

Öykü

tüm silahları toza çevirip havaya karıştırdı, barışın muhteşem uyuşukluğuna muhtaç mavi göklere iletti eski ahmaklıkların tozlarını. Modern sistemin ruhları ezip kâğıt banknotların arasına sıkıştıran düzenini mahvetti onun aydınlık ateşi. Tüm bankaları yerle bir etti. Kilitlerinin anahtarı neşenin cellatlarında olan para dolu kasaları paramparça etti kıpkırmızı müjdesinin gür sesinde. Tüm borçları yok etti, çünkü kimsenin kimseye uğruna borçlanıp da en değerli varlıklarını, mutluluklarını kaybedecekleri bir şeyi sağlam bırakmamıştı dünyada. Medeniyet denilen gelmiş geçmiş en sadist canavarın temel direkleri, insan ruhunun özleriyle yapılmış beton sütunlarıydı onun haklı öfkesine maruz kalan. Modern kurumlara gidip de sıra bekleyen, oturdukları koltuktan yargılama hakkı kazandığını zanneden kravatlı veznedarlardan azar işitip de evine yorgun argın dönen insancıklar biraz olsun mutluluğu hak etmiyor muydu? Doğumundan bu yana hastalıklı toplum ahlakıyla üzerine kaldıramayacağı yükler binen gençler ve onun izlerini aşınmış omuzlarıyla taşıyan yetişkinler biraz olsun gerçeğin hazzıyla gelen şarabın sarhoşluğunu hak etmiyorlar mıydı? Peki ya tüm bunların en büyük düşmanı olan, adına medeniyet denen yeni nesil cehennem artık sona ermemeli miydi? İnsanlığın bilinmeyen karanlıklardan gelip de tekrar oralara dönmeden önce konakladığı bu saçma sapan gezegende biraz olsun yüzünün gülmesinin vakti gelip de geçmemiş miydi? İşte seçilmiş tam da bunun için buradaydı. Tanrısının bedeninde vücut bulduğu adam, medeniyet denilen insan öğütme makinesinin dişlilerine esenlik dolu şarabını döktü, canice işleyişini bozsun diye. İnsan kanıyla beslenen vahşet çarkları yaşama şehvetinin kayganlığında bozuldu, dönmeyi ve ezmeyi durdurdu. Durmak zorunda kaldı. Dionysos'un coşkulu özünden gelen mutluluk zerreleriydi kötülüğün ilerleyişini bozan. Onun kan sızan azı dişleri yerine zarafetin, sanatın ve dişilerin taşkınlığından sızan şarap damlalarıydı kurtuluşu fısıldayan... Tüm binalar teker teker çatlayıp yıkıldı, ruhsuz betonlar toprak ananın sımsıcak koynuna döküldü hasretle. Öldürmek için bekleyen kurşunlar önlenemez aşkın insani sıcaklığında eridi. Nükleer silahların ve insanlığın adını bile bilmediği, gizli bölgelerde saklanan diğer toplu kıyım araçlarının elektronik ve kimyasal aksamları bir anda bozuldu. Yok etmek için tasarlanan devreleri kırmızı hayat suyunun fütursuz canlılığıyla darmadağın oldu. Nefretle sıkılı yumrukları olan savaşçılar seçilmişin kupasından saçılan sonsuz şarabın gırtlaklarına girmesiyle sakinleşti, rahatladı. Gevşediler ve yumruklarını indirdiler, gülümsediler sadece. Beyinleri ele geçirip prangalara vuran ve adına teknoloji denen, teoride refah pratikte ise sadece eziyet ve kölelik getiren illet de nasibini aldı değişimden. Tüm bilgisayarlar, cep telefonları, televizyonlar ve geri kalanların ışıkları aydınlanmanın parlaklığı karşısında çaresizce söndü. Artık onların, insanlığın bilinçaltına zehir eken sahte ışıkları kimsenin mutluluğa aç yüzünü daha fazla karartamayacaktı. Tek tipleştirmenin kalın zincirlerini hazza dayalı özgürlüğün taşkınca vurulan darbeleri kırmıştı, hissizleşip duygusuz et yığınları haline gelen beyinleri o geri döndürmüştü yaşamaya, yaradılışın özüne, aşırılığın tek gerçek ışığına. Tüm berrak nehirler kayıplardan gelen aykırı alevlerin kızıllığına boyandı. Şaraba dönüştü saf ama masum aptallıkla dolu sözde hayat kaynağı temiz sular. Sarhoşluk saçan azgın nehirlerle yıkandı duygusuz dağlar. Kızıl laleler açtı çorak toprakların bağrında, kaybolan doğrulara kafa tutarcasına. Bilim ve sanatın her zaman insanca, pek insanca olan haliydi yaygın kılınan insanlığa. Kurumlaşma mantığıyla bilme aşkını yok eden tüm eğitim merkezleri yıkılmıştı. Yerine geleceğin gerçek bilim insanlarının yetiştiği merkezler dikilmişti ilerlemenin uğruna. Modern mühendis mantığıyla her şeyden bir tutam bilgi kırıntısının zorla beyinlere sokulduğu, öğrenme coşkusunun mahvedildiği eziyet düzeni bugün sonuyla tanışmıştı. Artık sadece tek bir alan uğruna seve seve ömrünü adayacak, öğrenmenin sevgisiyle dolup taşan bireylerin yetiştiği, Athena'nın bilgeliğiyle ışıldayan neşeli amfiler kurulmuştu. Göbeği kemerlerinden taşan somurtkan patronların aşağılık taleplerine göre değil, tamamen bireyin kendi arzusuyla yöneldiği, neyle uğraşacağı tamamen onun isteğine kalmış bir eğitim mekanizması gelmişti. Artık gençliğin dizginlenemez enerjisi, onu sınama hakkına sahip olmayan, bilgelik coşkusuyla ruhunu aydınlatmaktan bihaber olan ancak

öğrencilerine sözde bilimin aydınlanmasını öğretmeye kalkan kibirli hocaların gazabında yok olmayacaktı. Sırada tüm bu insanlığın varoluş nedeni, estetiğin kaynağı, coşkuların taşkınca çağlayan kaynağı vardı, tapılası dişiler... Tüm dişilerin yüzlerine Afrodit'in kızıl saçlarından dökülen tahrik edici estetiği indi, modern dertlerin gölgesinde kurumaya yüz tutmuş arzular yeniden canlandı ahlak dışı haykırışların özünde. Hastalık yüklü muhafazakârlıkları birer birer yıkıldı namus bekçiliğiyle övünen ahmakların. Artık onlar denizkızları gibi zevk okyanuslarının derinlerinde yaşayıp acının yüzeyinde nefessiz kalan nadide sanat eserleriydi. Rengârenk göz bebekleriyle bembeyaz, saf tenlerinin ölümcül birleşimiydi en vahşi güdüleri tetikleyen. Sırtlarındaki şeffaf peri kanatları vücutlarındaki inanılmaz, narin biçimliliği örten sahte mahremiyet perdeleri gibiydi, her an açılmaya ve tadılmaya hazır... Alevden tenlerinde yayılan incecik, taze nabızlarıyla titreyen mor damarları habercisiydi estetik çılgınlığının. Zihinlerini yaşamın öz suyunun sarhoşluğuna bırakmamış olanların bilmeden savundukları ahlakın sıkıcılığı karşısında tüm merhametiyle. Dionysos'un vücut bulmuş hali gülümseyen. İşte yok olmuştu her şey, ne iktidarların deri kaplı koltukları kalmıştı toplumları sürüleştiren, kıvrak politik laflarla aptallaştıran, ne de yalanlara dayalı efsanevi inançlar vardı günah korkusuyla ruhları kemiren... Yoktu hiçbiri Dionysos'un sapkın ama haz dolu, mutlu ve neşeli nesillerin dünyasında. Tabular birer birer yıkılmıştı, hazzın ve coşkunun ışığında sanat yayılmıştı dört bir yana. Özgürlüğe sarılan ölümlülerin doldurduğu tapınaklar kadar çoktu eserler yaratılan coşkunun dorukları. Her şeyden önce özgürlük, haz ve şehvetti mutlulukla örülmüş yeni sapkın düzenin temelleri. Dionysos'un merhameti tüm semavi yalanlarından bir kez daha üstün gelmişti. Kızıl maddenin zihin bulandıran kimyasında gözleri kayan mutluluğa muhtaç ölümlüler hemen kabul etmişti yeni düzeni. Dayatmacı ahlak kurallarının yıkıldığı, hüznün sonsuz uzaklıktaki diyarlara sürgün edildiği sapkın kurtuluştu yeni düzenin adı. Öyle ya, herkes saydam suyun hayatın anlamı olduğunuz zanneder, hantallaşmış bedenlerinin susuzluğunu gidererek hayatta kaldıklarını düşünürdü, ama kaç kişi varoluşlarının asıl kaynağının Dionysos'un kupasından dökülen sarhoşluğun kaynağı üzüm suyu olduğunu bilebilirdi ki?

40

41

Öykü: Can ÇELİKEL

İllüstrasyon: İlker YATI


Öykü

Öykü

Ümit ve Beklemek -Dedenun babasi depremden elmiş. Eski yazinun okunmasinun yasak olduğu zamanlarda… Diye başlardı babaannem, yarım metreye yakın karın yağdığı, soğuğun tipi ile birleşip evlerin arasından jilet gibi geçtiği ve zamanımızın çoğunu onun eteğinin dibinde, cayır cayır yanan odun sobasının arkasında geçirdiğimiz o yıllarda. Evin içini saran mısır ekmeğinin baş döndürücü kokusuyla birleştiğinde babaannemin hatıraları bize en güzel çizgi filmden daha keyifli gelirdi. Mazi ve kar. -Uşağum sicak suyi ketur bi abdest alaym. Odun sobasının üstünde en az üç “kafega” sıcak su ve fırında babaannemin tabiriyle “pooda unundan” yapılmış köy ekmeği daima pişerdi. Ekmek ve su. Taze yoğurt, taze yağ, taze peynir, taze süt. Her gün olmazsa olmaz menümüzdü. Sis çöktüğünde kimi zaman göz gözü görmez, temeli zayıf evler sert esen fırtınayla etekleri uçuşan kızlar gibi havalanırdı. Bir gün babaannemle çay içiyorduk. Ev her zaman ki gibi çok kısa sallandı. Babaannem elindeki çayı siniye bırakıp şöyle bir şeyler ölçer gibi düşündükten sonra, -Habu en az 5 şiddetineydi. Dedi. Her depremden sonra şiddeti ile ilgili dedem de böyle tahminler yapardı. Biz de hep inanırdık. Güven ve teslimiyet. Babannemin bu sallanışla beraber zihnindeki hatıralar kıpraşmış olacak ki ezbere bildiğimiz o feci olayı bir daha anlatmaya başladı: -Dedenun babasi depremden elmiş. Eski yazinun okunmasinun yasak olduğu zamanlarda… -Evde kaçak Kur’an okutuyormuş di mi babaanne? -Hee, sen nerden biliysun? -E yüz kere dinledik senden da. Ordan biliyorum. Ezberledik neredeyse. -Sükut tur. Dedenun babasi çeçuklere Kur’an okuturken köy bi sallanuy, bi sallnuy ki.. Zaten çökmek üzere olan dam yıkıluy. Çecuklerlan beraber altında kaluyler o soğukta. Kimse duymay. Büyük kalaslarun, taşlarun altında donarak eliyle. Ellah gani gani rahmet eylesun. -Amin. Meğerse bütün köyün “deprem deprem” dediği Kurdariye Taş Ocağı’ymış. Ben bu gerçeği Of sınırlarından çıktığım, Trabzon Anadolu Lisesi’ne yazıldığım seneler öğrendim. O gün biraz fazla dinamit koymuş genç ve azimli mühendis kayalıklara. Gizli gizli ders yapılan birçok dam bu şiddetli sarsıntıya dayanamamış. Çöküvermiş içindekileri saklarcasına derin bir sükût eşliğinde. Hayat ve memat. Lisede okuduğum sıralar köyün en dibi diye bildiğim -Aydın amca öyle öğretmişti- Çakal Kuyuları adıyla anılan bir çay tarlası olduğunu hatırlıyorum. Dedemin korkusuzca gidebildiği ve her gidişinde beni müthiş bir korkunun -adı ve kuyuları sebebiyle- çepeçevre kuşattığı Çakal Kuyuları. Zamanında bizim buralar vahşi hayvanların barınağıymış. Trabzon Valisi Yusuf Ziya Paşa, -dedemin de adı Yusuf Ziya’dır ve bizim buralarda Yusuf Ziya adına çok rastlanır- hükümetten çay üreten çiftçilerden vergi alınmaması talebinde bulununca hükümet de bu talebi kabul etmiş. Haliyle her yer çay olmuş. Dereler, tepeler, çukurlar, meralar… Çok ağaç kesilmiş. Buraya gelen bazı yabancı turistler böyle dik yamaçlara neden çay dikildiğini sorup dururlar. Vergisi olmayan bir ürünü üretmenin verdiği doyumsuz saldırganlık diyemeyiz tabi. “Çay, yeşillik, hayat, hem harika bir içecek” deyip geçiştiriveriyoruz. Ama gerçek hiç de öyle değil. Bizim Çakal

42

Kuyuları da çakalların, kurtların yuva yapıp yaşadığı bir ormanlık araziymiş anlaşılan. Ne zaman ki vergiler kaldırılmış, insanlar doymak bilmeyen büyük bir hırsla bütün ağaçları kesip, çay tohumu ekmişler işte o zaman doğanın vahşi yüzü bizi karşılamış. Nefsi müdâfa. Gerçi ben hiçbir çakalla karşılaşmadım. Ara sıra ezan okunduğunda minareden çıkan seslere karşı ulumalarını duyardım. Kuyulardan gelen o iniltiye benzer, tarifi zor, korkudan çok insanda acıma hissi uyandıran lakin zamanla kaybolan, esrarlaşan, esatirleşen çakal sesleri… Doğa da tıpkı insan gibi intikamcıdır. Kendini, nefsini korumayı bilir. Kalın Kızılağaçların, büyük kestanelerin, tepelerde dipdiri Çam Ağaçlarının, uzun boylu Kavakların sağlam kökleriyle korunan toprak, bir su gibi akıp gitmeye başlamış zamanla. Çayın küçük ve narin kökleri Karadeniz’in bol yağışla ufalanan topraklarını tutmaya güç yetirememiş. Bugün ilkokullarda en fazla erozyonun olduğu bölge Karadeniz Bölgesi diye öğretilir. Geçen sınıfta bizim ufaklık parmak kaldırmış da öğretmenini köşeye sıkıştıran bir soru sormuş: -Öğretmenim en fazla ağacın olduğu bir bölgede erozyon çok olur mu? Öğretmen ne diyeceğini şaşırmış. Bir ara “yağış fazla olduğundan” diyesi gelmiş ama cevabın doğruluğun emin olmadığı için susmuş. Veli toplantısında bunun nedenini bizatihi bana sorduğunda, bizim ufaklığın dikkatine hayret ederek: “İntikam hocam, intikam” demiştim. Bizim evin elli metre aşağısında, kerpiçten eski bir ev daha vardı. Ben hep o evde yalnız başına oturan “Aşe Kari” -Ayşe Kadın- diye çağrılan nineyi merak ederdim. Sahi o neden hep yalnızdı? Çocukları yok muydu? Varsa neden bu yaşlılık çağında onu yalnız bırakmışlardı? Yine bütün bu sorularımın yanıtlarını dedemin çaylı ikindi sohbetlerinin birinde öğrenmiştim. Meğer dedemin kardeşinin hanımı olurmuş “Aşe Kari” teyze. Derenin kenarındaki çaylıklarından bir mayıs ayında -ki en gür çayın olduğu aydır- çay topluyorlarmış. Havanın bozulduğunu ve birazdan yağmur yağacağını fark edememişler. Karadeniz’de yağmur önce sesiyle gelir. Ağaç yapraklarına, dallara çarpan iri yağmur taneleri beş yüz metre ilerden çıkardığı ürkütücü sesiyle “biz geliyoruz dikkatli olun” mesajı verirler. O sesi duyan herkes süratle çaylıkları terk eder, hele dere kenarlarındaysa anında yüksekçe yerlere doğru tırmanırlar. Fakat bu her zaman söylenildiği kadar kolay değildir. Hele yağmur intikamcı bir sessizlikle aniden çöker ve sular dağlardan eriyen karla birleşip öfkeyle kabarırsa… Aşe Kari, havanın bozulduğu fark edip haber vermek üzere yola henüz koyulmuşken dere kenarında çay toplayan kocası ve çocuklarını sessizce alıp götürüyor su. Yetiştiğinde ortada cesetleri bile yok. O gün akşama kadar yağmur sesi yerine Ayşe Kadın’ın feryatlarını duymuş dedemler… Anlatırken hala gözleri dolar. Pişmanlık ve bedel… Ayşe Kadın’ın en yakın arkadaşlarından çok sevdiğim bir de Safiye Teyze vardı. Yazları camiye okumaya giderken kapısının önünden geçerdik de bize şeker verir “çeçuklara şeker vermek sevaptur” derdi. Biz de her verdiği şekerden sonra teşekkür ederdik. Biz teşekkür ettikçe o yine verirdi. Verdikçe biz teşekkür ederdik. Bu böyle devam ederdi. Bakardık ki olacak gibi değil -Kadın sanki yanında şeker çuvalı taşıyor- kendimize yetecek kadar şekeri aldıktan sonra teşekkürü bırakır, “görüşmek üzere Safiye Teyze” der giderdik. Yarın sabah yine aynı yerde bizi bekler, geldiğimizi görünce tadına doyum olmayan şekerlerini birer birer verirdi. O zamanlar Camii’ye giden çocuklarda uzun müddet peydah olan diş ağrısını Cami İmamı hep buna yorardı: -Veruyle size şekeri, dişlerunuz kapkara hep çürük. Karadeniz ormani. Ne duy yav? Olsun Safiye Teyze iyi kadındı. Çay kesmede üstüne yoktu. Bir keresinde 300 kilo kırıp eksperi bile şaşırtmıştı. Onun çaylıktaki kan ter içindeki halini, elli kiloluk sergileri sırtlanışını, kadın başına meralıklara gecenin bir yarısına kadar tohum ekişini ballandıra ballandıra anlatırdı büyükler. O zamanlar öyleymiş

43


Öykü

Öykü

kadının iyi iş yapanı makbulmüş. Kimse zayıf bir kadınla evlenmek istemezmiş. İri yapılı, hafif şişman olması yapacağı ağır işlerin altından kalkması gereği olmazsa olmaz. Düşündüm de sanırım elli yaş üzeri Karadeniz Kadınlarının genelde şişman olması bunun sonucu. Ah, gençlik ve maharet. -Baba! Babaaaaa! Babaaaaaaaaaaaa! Bu gittikçe uzayan ısrarlı babalar beni kendime getirmişti. Oğlumla çay içiyorduk. İlk yudumda beni kaplayan hatıra yığını, her yudumda beni biraz daha içine çekiyor. Bazan geri dönemeyeceğim diye korkmuyor değilim. -Efendim Oğlum? -Baba, bu uluyan çakal mı? Kulaklarıma inanamamıştım. Bir çakal. Evet, bu bir çakaldı. İyice dinledim. İnilti değildi bu. Sanki bir zafer çığlığı… Yeniden mi gelmişlerdi? Uluyan liderleri olmalıydı. Birazdan hepsi uluyacak. Oğluma iyice kulak vermesini söyledim. Hep öyle olurdu. Önce bir çakal derinden bir inlemeyle ulur, sonra diğerleri sanki ona ses verirdi. Az sonra bütün çakalların sesleri semada dans edercesine dalgalanırdı. Bekledik, çok bekledik ancak hiç ses gelmedi. Güneş dağların arasından yüzünü gösterdiğinde geceden yaprakların üstünde biriken çiseler, büyüyüp damla oldu ve toprağa düştü. Ihlamurlar tan yelinin silkeleyici etkisiyle elbise değiştirir gibi sarı tomurcuklarını atıp kahverengine büründüler. Bir arı hemen karşımızdaki filbahrinin beyaz çiçeğinden ısırık alıp, vızıltılar eşliğinde yuvasına uçtu. Gece boyu uzaklardan gelen puslu ve titrek ışıklar söndü. Ve o gece sabaha karşı köyümüzün son çakal sesini, bütün gücüyle, kuyulardan yükselen esrarı oğlumla birlikte dinlemiştik. Bir daha ulur mu? Diye soruyor oğlum. Bilmiyorum, bilmiyorum… Tek bildiğim: -Ümit ve beklemek… Öykü: Halil KURBETOĞLU

Fırtına Tau’nun kestane rengi, uzun saçları rüzgârda kırbaç gibi savruluyordu. Genç kız, üzerinde durduğu dala sımsıkı tutunmuş, ruhunu tamamen ormanı ve kendisini yalayarak geçen rüzgârın esintisine vermişti. Başını ileri uzatmış, gözleri kapalı bir şekilde, esintiyi hücrelerine kadar, bedeninin her bir noktasında hissediyordu. Kendini gülümsemekten alıkoyamadı. Bu, bu dönemin en sevdiği kısmıydı. İlk baharın bitişi ve yazın gelişinin habercisi olan Tiymalula Rüzgârları, her sene, bu dönemde eserdi. Tau, rüzgârların şiddetinden korkmayacak kadar büyüdüğünde, aslında ne kadar da keyifli olduklarını keşfetmişti. Rüzgâr’ın tenine dokunuşu, bedenindeki bütün tüyleri tek tek titreştirdiğini hissetmek, açık parmaklarının arasından yalayarak geçişi… Artık Tiymalula sezonunu dört gözle bekler olmuştu. Esintinin dindiği bir anda, genç kız gözlerini aralamaya cesaret etti. Uçuşan kirpiklerinin arasından gün batımını görebiliyordu. Fırtına bulutlarının arasında, dağların ötesine alçalan, yer yer görülen turuncu ve sarı ışıkardan, güneşin konumunu seçebiliyordu. Keyifli sırıtışı, yerini somurtuya bıraktı. Eve dönme vakti gelmişti de geçiyordu. Homurdanarak, tutunduğu dallardan dikkatlice aşağı inmeye başladı. Onun yaptığına kimse bu sezonda cesaret edemezdi. Tau, her vakit bulduğunda, ormandaki en yüksek ağaçlar olan karabadem ağaçlarının en tepesine kadar, fırtına ve rüzgârın ortasında tırmanırdı. Bu ağaçlar ormandaki en gençleriydi. Karabademler gençken hızlı bir şekilde boy atar, otuz sene içerisinde kırk metreye ulaşırlardı. Uzun yılların ardından, ağaçlar olgunlaştıkça kısalıp yayvanlaşarak, yerin altına doğru kök salarak uzarlardı. Genç kız orman zeminine ayak bastığında hava tamamen kararmıştı. Uzun ve dikkat gerektiren bir inişin ardından gerinerek kaslarını rahatlattı. Bedeninin ne kadar kasılmış olduğunu ancak yere indiğinde hissedebilmişti. Gece karanlığında etrafına bakındı, kendi ırkına has karanlıkta görebilen gözleriyle etrafı inceledi. Bir ses duyduğunu sanmıştı, fakat ortalıkta kimseler görünmüyordu. Rüzgâr tekrar ağaçların arasından şiddetle esmeye başladı. Tau, sürüklenmemek için ayaklarını iyice yere bastı. Tiymalula sezonunda bütün hayvanlar saklanırlardı. Kuşlar ortadan kaybolurlar, tavşanlar ve bilimum diğer ufak hayvanlar rüzgâr tarafından alınıp götürülmemek için saklanacak bir delik bulurlardı. Tau, duyduğunu sandığı sesin, yaklaşmakta olan fırtınadan geldiğini düşünerek önüne döndü ve evine doğru koşar adımlarla ilerledi. Genç kız ormanı köyündeki bazı kişilerden belki de daha bile iyi tanıyordu. Ağaçların, yerdeki iri kayaların ve devrilmiş kütüklerin yerlerini neredeyse eliyle koymuş gibi biliyordu. Aniden esen sert bir rüzgâr ayaklarını yerden keserek, onu ilerideki bir ağaca fırlattı. Tau, daha fazla sürüklenmemek için kütüğe sarıldı. Fırtına bu akşam daha sertti. Belki de bugün dışarı çıkmak iyi bir fikir değildi. Esinti hafifleyince tekrar koşarak yoluna devam etti. “Bu kadar geç kalmamalıydı!” “Onu aramaya çıkamayız, dışarının durumunu görmedin galiba?” “O benim kızım! Asıl sen dışarının durumunu görmedin galiba. Babasıysan git getir onu evine!” Kadın elindeki tabakları sert bir tavırla masaya koydu. Karşısında duran adam çaresizlik içinde eliyle suratını ovuşturdu. “Off... Bu senin kızın başa bela.” diye mırıldandı.

44

45


Öykü

“Hah! Olaylar kızışınca ‘senin kızın’ oluyor, değil mi?” Kadın sinirli bir şekilde akşam yemeği sofrasını kurmaya devam etti. “Hayır aşkım öyle demek istem-” Kapı uçarak açıldı. Karı koca ikisi de oldukları yerde korkuyla zıpladılar ve kapıya döndüler. “Selam millet, ben geldim!” Tau kocaman bir gülümsemeyle içeri girdi ve zar zor arkasından kapıyı kapattı. Annesiyle babası şaşkınlık içerisinde birbirlerine baktılar, sonra kıza döndüler. “Selam mı?” diye hayretler içerisinde sordu annesi. “SELAM MI!” diye haykırdı ardından. Tau olacakları çok iyi biliyordu. Annesinin bağrışmalarına karşılık suratını buruşturmakla yetindi, kulakları çınlamaya başlamıştı bile. Kapıya yapışık bir şekilde annesinin azarlamasının bitmesini bekliyordu. Evin içinde kopan minik fırtına, dışarıdakinin evi sert bir şekilde sarsmasıyla sona erdi. Herkesin gözleri kocaman açılmış, herkes birbirine bakıyordu. Tau’nun babası, karısının yanına hızla yürüdü ve kızına onlara katılmasını söyledi. Salonun ortasında birbirlerine sarılmış bir şekilde duruyorlardı. Rüzgâr, evin çatısındaki kalasların arasından uğulduyordu. Derken camlar şiddetle takırdamaya başladılar. “Yüce tanrılar adına... Neler oluyor?” Kadın sımsıkı kızına sarılmıştı. Evin altındaki zemin bir kez daha gümbürdeyerek sallandı ve aynı anda, aniden tepelerindeki çatı uçuverdi. Herkes çığlıklar arasında kendini yere attı, hala sımsıkı birbirlerine tutunuyorlardı. Bu nasıl bir fırtınaydı? Ormanda, ağaçların arasındaki evleri uçurup götürdüğü daha duyulmamıştı. Tau, annesinin yavaş yavaş onlardan uzaklaştığını hissetti, kadın rüzgârla birlikte kayıyordu. Gözlerini annesininkilere dikti, birbirlerine dehşet içerisinde bakıyorlardı. Annesi olanın farkındaydı. Babası, karısını daha sıkı tutmaya çalıştı, fakat yerden esen bir rüzgârın üçlünün arasına sızmasıyla, hepsini başka yöne dağıtması bir oldu. Tau şiddetle evin duvarına çarptı ve yere yığıldı. Birkaç saniye içinde tekrar kendisini toparladı, fakat başını taş duvara fena vurmuştu. Genç kız fırtınanın ortasında kaldıklarının farkındaydı fakat hareket etmekte zorlanıyordu. Yavaş yavaş yığıldığı yerde esintiyle sürüklenmeye başladığını hissedince zihni ayıldı. Ölüm kalım halinde, hayatta kalma iç güdüleri ağır basmıştı. Etrafına bakındı fakat ne babasını, ne de annesini görebiliyordu. Evin taş duvarları dışında, geriye neredeyse hiç bir şey kalmamıştı. Tau kıpırdanmaya çalıştı, bir şekilde güvenli bir yere saklanmalıydı. Zonklayan başını umursamadan doğruldu, rüzgârın çok az hafiflediğini fark etti. Bunu kendine fırsat bilmeliydi. Genç kız ayağa kalkmaya başlarken, birden bire koca yağmur damlaları gökten aşağı boşandı. İri damlalar o kadar sert yağıyordu ki, kızın canını acıtıyordu. Kendi kendisine lanet etti, bir bu eksikti sanki! Son bir çabayla kız ayağa kalktı. Tau neredeyse yere düşüyordu. Fırtınayı göğüslemek üzere ayağa kalktığında, ani bir şekilde rüzgâr kesilivermişti! Tau kendisini esintiyle yüzleşmek için ayarladığıından, bir an dengesini kaybetti. Şaşkın gözlerle etrafa baktı. “Nasıl ya?” Durduğu yerde doğruldu. Fırtınadan geriye, sadece cildini adeta delmeye çalışan bir yağmur kalmıştı. Tau aptala dönmüş bir şekilde etrafa bakındı. Başının zonklaması da geri gelmişti, eliyle başını tuttu. “Anne! Baba!” Gece karanlığında seslendi. Fakat kendisininkinden başka bir ses yoktu. Yağmur

46

47


Öykü

Öykü

damlaları sesini yuttuğundan, yankı bile edememişti. Bir kaç saniye olduğu yerde bekledi. Esinti tekrar başlayabilirdi. Ama birkaç dakika sonra hala bir hareket yoktu. Buna güvenerek evden geriye kalan yerlere bakınmaya başladı. “Anne!” Onu hiçbir yerde göremiyordu. “Baba!” Çıt bile çıkmıyordu. Tau rüzgârın bittiğine kanaat getirerek evden dışarı koştu ve ormanı aramaya başladı. Toprak hızla yağmuru emerek çamurlaşıyordu. Zavallı genç kızın arayışı daha da zorlaşıyordu. Bir süre sonra çamur ve balçıkla cebelleşmeye başladı. Tau, yarım saat deli gibi etrafı aradıktan sonra gerçeklerle yüzlemek zorunda kaldı. Olduğu yerde durdu, gözleri boşluğa bakıyordu. “Hayır. Bu olamaz! Daha... Daha biraz önce birlikteydik, birbirimizi sımsıkı tutuyorduk!” Gözlerinden yaşlar inmeye başladı. “Hayır...” Genç kız sırılsıklam olmuştu. Hafif, normal bir esinti ürpermesine sebep oldu. Üşümeye başlamıştı. Çamurun içinde duruyordu, daha fazla ilerlemek için bir sebep göremiyordu. Yağmurun şiddetinden artık teni uyuşmuş, başındaki zonklama iyice artmıştı. Başı çatlayacak gibi hissediyordu. Yere baktı, bileklerine kadar çamura batmıştı. Çamurun üzerinden hızla akan yağmur suyunu bir süre izledi. “Anne, baba. Özür dilerim. Geç kalmak istememiştim. Özür dilerim.” Öykü: Yasemin BARAN

İllüstrasyon: Lucy FERRA

Mağara Karanlık, tek gördüğüm buydu. Aklımdan birçok keredir dönüp kaçmak geçiyordu. Gururumdan değil, çaresizliğimden yürüdüm duraksamadan. Karanlığın içinde binlerce çirkin ve korkunç hayal dolaşıyordu. Nefesim göğsümde sıkışıyordu. Bu yolu geçip sağ dönen olmadı! Ölüme yürüyen bir adamın hissizliği avuçlarımda, ayaklarımda dolaşıyordu. O kadar ani oluyor ki zifiri karanlıktan çıkışı, duralıyor bir süre. Şaşkın ve endişeli bakıyor taşlara. Mağarada sancılı, soluk bir ışık süzülüyor. Işığın bir kaynağı yok gibi. Kocaman bir göl duruyor mağaranın ortasında. Mağara bomboş, kayalardan başka bir şey görünmüyor. Nerde, diye düşünüyor. Nerede? Ağzından ilk defa sözcükler dökülüyormuşçasına "Merhaba…" diyor titrek bir sesle; karşılık bulamayan ses, gür bir "Heeey!"e dönüşüyor. Mağaranın uzak bir köşesinden ses aksedip "Heeey!" diyor. Kendi sesi ürkütüyor onu. Suya yanaşıp kendine bakıyor. Solgun beyaz bir ten ve kirli siyah saçların çevirdiği mutsuz karanlık bir çehre buluyor karşısında. Yüzü dalgalarla bozulduğunda suyun titreyişlerini fark ediyor. Yavaş ve aheste hareketlerle küçük bir kız çocuğu silueti beliriyor karşısında. “İstediğin ne üzgün adam?” diye soruyor küçük kız masum, tatlı bir sesle. Islak çocuğa bakıp aklı karışıyor adamın. “Cadı nerde?” diye soruyor tedirgin bir sesle, kızın burda ne aradığını düşünüyor. “Hangi cadı?” diye soruyor kızın mutlu sesi. Adamın şaşkın bakışlarına gülümseyip anlatmaya başlıyor: “Cadı falan yok, hiç olmadı. İsteğini söyle lütfen. Sonra katıl. Yorgun görünüyorsun.” Yüzünde üzgün bir ifadeyle tebessüm eden kıza iğrenerek bakıp; “Büyüyü yapan sen misin?” diye soruyor. “Hayır,” diyor çocuk, konuşmaktan sıkılmış olarak; "Büyü burada," derken suyu okşuyor parmaklarıyla. "Ben sadece... Yıllar önce geldim buraya. Tıpkı senin bulduğun gibi buldum bu güzel yeri." “Sen kurban mı edildin,” derken yüzü acıyla kasılıyor adamın. Henüz çok küçük, diye düşünüyor. Onun gibi mi olacağım, birilerini bu karanlığa davet eden bir et parçası mı? “Ailemin yiyeceğe ihtiyacı var,” diyor sonunda. “Köyüm hasat alamadı. Topraklarımız ekin vermiyor. Köyüm için, ailem için buradayım.” Susuyor, devam edemiyor. Ne kadar dile getirirse o kadar korkuyor gerçeklerden. Susmak bazen en güzelidir. “Anlıyorum,” diyor küçük kız. "Sana yardım etmekten memnun olurum. Ailene iyi bakarlar. Sen cesur bir adamsın," diye avutuyor adamı. Babasına sarılmak isteyen bir çocuk gibi kollarını adama uzatıyor. Adam yavaşça yürüyor gölün içine su tenine değince titriyor. Nefes almadan kıza bakıp ilerliyor. Onu kollarının arasına almalı. Aklında küçük kızı var. Uzun zamandır burda olmalı, diyor içinden bir ses; sevgisiz, soğuk bu mağarada su belinin çevresine gelirken. Suda tanımadığı birçok yüz görüyor. Kıza yaklaşamadan boğazına kadar suya gömülüyor. Ayaklarını okşayan, bacağına tutunan kaygan kollar onu aşağı çekiyor. Kıza gülümseyip kendini bırakıyor. Küçük kıza sarılamadım, oluyor son düşüncesi. Mağara karanlık, soğuk ve sessiz; her zaman olduğu gibi… Yeni bir misafir bekliyor. Öykü: Emine ZORLU

48

49


Öykü

Su İçerken Nasıl Yakalandım Dikildiğim kumsalda benden başka kimse bulunmuyordu. Tam tepemde parıldayan güneş, ter içinde bırakmıştı beni… Gözlerim kamaşıyor, alnımdan ter süzülüyordu. Çok sıcaktı. Kuruyan dudaklarım çatlamıştı. Ben de, sanki serinletebilecekmiş gibi masmavi denize bakıyordum. Susamıştım. Bir şeyler bekliyordum ama neler olabileceği hakkında hiçbir fikrim yoktu. İşte tam bu esnada denizin ortasından yükselen karaltıyı gördüm. Gözlerimi kısıp, bana doğru yönelen kişiye dikkatimi verdim. Kim olabilirdi ki? Siluet yaklaştıkça, vücudunun biçimli hatları belirginleşti. Dalgalı ve uzun saçlarından sular süzüldüğünü gördüm. Her iki kolunu da bana doğru uzatmış, avuçlarının arasında bir şey tutuyordu. Üzerinde herhangi bir şey bulunmuyordu ama koyu renkli saçları küçük göğüslerini örtmüştü. İri, kahverengi gözlerine, bana gülümserken kalın dudaklarının arasından ortaya çıkan biçimli dişlerine ve küçük burnuna bakarken, ne kadar da güzel, diye düşündüm. Denizin içinde yürüyüp, bana doğru yaklaşmaya devam ettikçe kim olduğunu ve ne tuttuğunu anladım. Denizkızı değil, iki ay önce beni terk eden eski sevgilim Derya’ydı bu… Avuçlarının arasında da içi suyla dolu kocaman bir bardak tutuyordu! Ona doğru koşmak istedim fakat kumun içine gömülü bacaklarım – ilk defa fark ediyordum – buna izin vermedi! Aniden gözlerimi açınca, konteynerin tavanından sarkan ampulü gördüm. Ne Derya, ne deniz, ne güneş, ne de içi su dolu bardak vardı… Fakat susuzluğum gerçekti. Dudaklarım gerçekten pütürlenmişti ve içim yanıyordu. Başım da zonklamaktaydı. Acilen su içmem lazımdı. Niçin böylesine susamıştım ki… İlk başta bir anlam veremedim. Gördüğüm rüya etkisini yitirip de bilincim yerine geldikçe, nerede olduğumu idrak ettim. Muğla’nın Sarıgerme ilçesinde inşa edilen dört yıldızlı bir otelin inşaatında staj yapıyordum. Buraya, aynı konteyneri paylaştığımız ve bizim üniversiteden geçen yıl mezun olan Ayhan ağabey sayesinde gelmiştim. Şantiye deniz kenarındaydı ve Ayhan, burada saha mühendisi olarak çalışıyordu. “Yazın sen de buraya gel, hem sana bildiklerimi öğretirim, hem de mesaiden sonra denize gireriz,” diye teklifte bulunmuştu. Böylece hem staj, hem de tatil yapmış olacaktım. Birinci sınıfı yeni bitirmiş, tuğla ile kiremit arasındaki farkı henüz bilmeyen bir inşaat fakültesi öğrencisi için kaçırılmaz bir fırsattı. Duvar dibindeki yatağımda doğrulup, hemen yanı başında duran komodinin üzerine baktım. Ne şişe, ne bardak, ne de su vardı… Fakat ter içinde kalmış ve acayip susamıştım. Herhalde sıcaktan, diye düşündüm. Temmuz ayıydı ve birkaç gün önce, kaç dereceyi göstereceğini merak ettiğimiz için güneşin altına koyduğumuz termometre sıcaktan çatlamış, içindeki kırmızı cıva, kan gibi dışarı akmıştı. Saatime baktım. İkiyi on geçiyordu. Henüz şafak vakti bile değildi ama konteynerin içi fırın gibiydi. Yarın yine sıcak bir gün olacak, diye aklımdan geçti. Üstelik dün gece… Evet, şimdi anımsadım, dün akşam hayatımda ilk defa rakı içmiştim! Böylesine susamış olmamda galiba bunun da etkisi vardı…

50

51


Öykü

Öykü

*** Yoğun geçen bir günün ardından hepimiz yorulmuştuk ve şantiye şefimiz akşam yemeğinde mangalda et pişirip, rakı içmeye karar vermişti. İnce işler şefi mimar Ahmet Bey’in, mekanik tesisat grup şefi Hikmet Bey’in, elektrik tesisat grup şefi Sacit Bey’in, saha mühendisi Ayhan Ağabey’in ve stajyerlik yapan benim buna hiçbir itirazımız olamazdı. Daha doğrusu şefimiz böyle düşünüyordu… Hepimiz, kalıp tahtalarından yapılmış masanın etrafına oturduk. Koca bir tabak içinde çoban salatası, plastik tabaklarımız ve rakı bardakları masaya yerleştirildi. Hemen yanı başımızdaki mangalda pişirilen et parçaları tabaklara kondu. Şantiye şefimiz Kemal Bey, herkesin bardağına rakı koymaya başladı. Anason kokusu çevreye yayıldıkça yüzlerde memnuniyet ifadesi ortaya çıktı. Ta ki sıra bana gelene dek… “Şefim, ben rakı içmiyorum,” dedim. Ve bir anda masada bulunan herkes ne söyleyeceğini merak ederek Kemal Bey’e baktı. “O da ne demek stajyer?” Nedense, benim de bir ismim olmasına rağmen herkes bana ‘stajyer’ diye hitap ediyordu. Hatta birisi kazayla ismim telaffuz etse, “O da kim yahu, şu bizim stajyer mi?” sorusuna maruz kalıyordu. Şefimiz devam etti, “Şantiyeci adam nasıl olur da rakı içmez? Bu meret için ne derler bilirsin; asla sütü bu aslaaan…” “İyi de şef ben aslan mıyım; stajyerim ben…” diye direndim. “Tamam işte koçum, rakı içmeyi öğrenmek de staja dâhil. Bu işin de bir adabı var, biz de sana bunu öğretiyoruz… Üstelik etler de, rakı da bizden! Daha ne istiyorsun?” “Ben şimdiye kadar hiç rakı içmedim de o yüzden yani…” “Oğlum bak bunu görüyor musun?” dedi Kemal Bey. O esnada sol elinin sadece orta parmağını dikmiş, diğerlerini kıvırmış bana bunu gösteriyordu. Diğer elindeyse rakı şişesi vardı. “Dağın başında biz bizeyiz; ne anan var burada, ne de baban… Üstelik şantiye şefin, mis gibi ortam hazırlamış, sana rakı veriyor, sen kalkmış ‘Yok, ben içmem’ diyorsun. Bak stajyer kardeşim ya bize ayak uydurur, paşa paşa rakını içersin veya bu parmağı yersin! Seçim senin…” Bir anda yüzümün pancar gibi kızardığını hissettim. Söylediği şey iki seçeneği olan bir teklif bile değildi. Eğer çürük raporu ile askerden muaf tutulmak istemiyorsam, tek yol rakı içmekti. Ben de içtim; hem de racona uygun olarak buzsuz ve içine su katılmadan. Suyu, diğer bardaktan içmem gerekiyordu. Bir yudum susuz ve buzsuz rakı, bir yudum da su… Öyle ki beni karşıdan izleyen biri hangi bardakta rakı, hangisinde su bulunduğunu anlayamayacaktı. Ancak şefe de söylediğim gibi, hayatımda ilk kez rakı içiyordum ve gerektiği kadar su içmeyi unuttum. Üç duble rakıyı sadece bir bardak suyla mideye indirdim.

Ancak su içebilmek için, 200 işçinin yattığı çadırdaki sebile ulaşmam lazımdı. Ayağa kalkıp, terliklerimi giydim. Başımın hâlâ hafifçe dönüyor olmasına aldırış etmeden, konteynerden dışarı çıktım. Gecenin kör karanlığında bile hava sıcaktı. Üzerimde sadece atlet ve şort bulunmasına rağmen ürpermedim bile… Öylesine susamıştım ki neler olabileceğini hiç düşünmeden işçi çadırına yöneldim. Çadırın branda kapısını aralayıp, içeri girdiğimde ekşi ve yoğun bir koku burnuma çarptı. Fakat buraya kadar gelmişken geri dönemezdim. Elimden geldiğince ses çıkarmadan sebile doğru yürüdüm. Cihazın üzerindeki plastik bardaklardan birine su doldurdum. Tek nefeste içip, bitirdim. Buz gibiydi ve bir nebze de olsa ferahlamıştım. Tam ikinci bardağı içiyordum ki bir anda ışıklar açıldı ve birileri çadıra girdi. “Pekâlâ beyler, herkes kalksın. Yataklarınızın başında durup, kimliklerinizi çıkarın,” dedi bir adam… Hemen arkamda dikilen polis memurlarını görünce tüylerim diken diken oldu. N’oluyor lan, alt tarafı sebilden su içtim, diye düşündüm. Meğer olay çok farklıymış. Sonradan öğrendiğimize göre şantiyedeki işçi kardeşlerimiz, babo bu hayat böyle geçmez, hemi de bi’ kilo toz bi’ otobos eder iken… diye düşünerek işçi koğuşunun arkasındaki çalıların arasına Hint keneviri ekmişler. Tüm şantiye personeli olarak o gece teker teker sorgulandık. Öykü: Oğuz ÖZTEKER

*** Konteynerin içi fırıldak gibi dönüp, içim susuzluktan kavrulurken, “İyi bok yedin lan stajyer,” diye kendi kendime mırıldandım. Aylardır sulanmamış saksı bitkisi gibi hissediyordum. Acilen su içmem gerekiyordu.

52

53

İllüstrasyon: Mehmet DAL


Öykü

Denizin Son Canavarları (Yakın bir gelecekte…) Haliç kıyısında bir balıkçı, mütevazı kayığına doğru yürüyordu. Vakit geceydi, yanına geceye ayırdığı içkisi ile biraz nevale almıştı. İşleri son aylarda kesat gittiğinden morali bir hayli bozuktu. Üstelik kafasını dağıtmak amacıyla denize açılıp tek başına demlenmeye daha sık çıkar olmuştu. Arkadaşlarının muhabbetleri bile kafa açmıyordu zira hep aynı balık kıtlığını konuşuyorlardı, bu da canını fazlasıyla sıkıyordu. Balık kıtlığı, balık bolluğu kadar olası bir olaydı balıkçıların ömrü hayatında, ancak bu seferki kıtlığı daha önce yaşadıkları kıtlıkla mukayese edemiyorlardı. Sanki denizi kurutan bir şeyler vardı da tüm balıklar çekip gitmişti. Karadeniz’e açılabilen motorlu tekneler bile eli boş dönmeye başlamışlardı. Televizyonlarda hatta gâvur memleketlerinin medyasında bile bu balık kıtlığı tartışılıyordu. Ekranlarda ilahiyatçılar ve hocalar birbirleriyle atışıyorlar ve bu durumun kıyametin alameti olabileceğini söylüyorlardı. Köşe yazarları ikiye ayrılmışlardı: artık bir daha ağız tadıyla balık keyfi yapamayacak olanlar ve binlerce dolarlık şaraplarının yanında hangi tür balığın iyi gideceğini söyleyenler diye. Balığı dışarıdan getirtmek bile pahalı bir yöntemdi ki ülke içinde balığın fiyatı tavuğu geride bırakıp et fiyatlarına yaklaşmıştı. Balıkçılar ve balık esnafları kuş gribi söylentisinin yeniden yayılıp insanları balık almaya teşvik edilip edemeyeceklerini tartışmaya başlamışlardı. Balıkçılar nedeni kısmen biliyorlardı, bazı üniversiteli gençlerden Boğaz’a akıtılan fabrika atıkları, gemi atıkları gibi birçok şeyi duymuşlukları vardı. Ancak yıllardan beri olagelen bu tip olayların bu kadar kısa sürede Boğaz’daki tüm balıkları nasıl yok ettiğini hiç biri anlayamıyordu. Yapılan araştırmalar denizdeki kirliliğin olağanüstü seviyeye geldiğini göstermekteydi, böyle söyleniyordu demek ki kısa sürede bu olağanüstü kirlilik (özellikle son bir ticaret anlaşması sonucu Boğaz’a atılan nükleer atıklar yasallaştığından) kocakarı bedduası gibi cemil cümle deniz mahlûkatını helak etmişti. Balıkçı, emsallerine göre okumayı, özellikle deniz üzerine okumayı sevdiğinden çevresindeki meslektaşları ona sorduklarında tam bilmediği halde televizyonda duyduklarını söylüyordu. Denizi efsanelerini okuyup üzerine yazılan hikayeleri kurcalardı ancak biliminden iliminden pek çakmazdı. İşte yalnız balıkçı rakısını, nevalesini almış, her gece yaptığı gibi “bir umut diyerek” ufak oltasını da yanına alarak, kayığının yanına gitmişti. Çalıştığı takadan arttırdıklarıyla aldığı bu kayık, onun yegâne servetiydi ki denize açılıp içtikçe onunla dertleşirdi, en gizli sırlarını o kayık bilirdi. Oltayı yanına alması ise bir tür takıntıydı. Normalde ağlara bile balık takılmadığından oltasına nereden vuracaktı ki? Yine de eski günlerinin hatırına, içmeden önce oltayla tek tek tutup yanına meze ettiği günlerdeki gibi oltasına denize sallıyor, döneceğinde boş oltayı çekeceğini bilmesine rağmen bundan vazgeçmiyordu. O gece de diğer gecelerden pek farklı değildi ancak bu sefer arkadaşlarından birine getirttiği özel yapım bir şarap almıştı yanına. Tamamen bilindik yollarla üretilen sıradan bir ev şarabıydı ancak muhtevasına katılan bir takım ilaçlarla alkol oranı boğma rakı ayarında artmıştı. O yüzden belli bir miktarı aşmaması konusunda satın aldığı kişi kırk kere uyarmıştı balıkçıyı ancak balıkçı yıllarını rakı sofralarında geçirdiğinden bir şişe şarapla kolay kolay sarhoş olamayacağını düşünüyordu. Denize açılıp kendi kendine söylediği türküler eşliğinde şişeyi yarıladığında, şarabı kendisinden satın aldığı arkadaşının düşüncelerine hak vermeye başlamıştı. Yıldızların sayısının arttığını ya da mevcut olanların daha ziyade ışık saçtığını görmüştü. Yıldızlar yahut kocaman ay denizi öylesine ışıldatmıştı ki hiç

54

55


Öykü

Öykü

göremeyeceği tuhaf bir yeşil tonuna bürünmüştü o acayip karanlıkta. Sanki dünyaya farklı bir pencereden bakıyordu da yükseklikten oturduğu yerde başı dönmüştü. Artık şarabı yapan içine ne attıysa balıkçının nevri dönmüştü, kafası ayılmazcasına güzelleşmişti. Ancak bu kadar sıkıntısının arasında kafasını bu denli ucuza ve daha mükemmel bir şekilde iyi edince içmeye devam etmişti. Kıyıya nasıl dönebileceğini bilmiyordu ancak yaşadığı o tuhaf anı yaşamayı, kıyıya sağ salim ayak basmaya tercih etmişti. Bu yüzden şişeyi bitirdiğinde gecenin kör vaktinde olduğunu ve kayığının boğaza doğru sürüklendiğini ancak fark edebilmişti. Yine de kafası henüz ayılma emaresi göstermediğinden hala gecenin ve denizin tadını çıkarmakla meşguldü, karaya dönesi yoktu. Ta ki oltasının hareket ettiğini fark edene dek… Bir şey oltasını yakalamış diplere doğru çekmekteydi ki misina makarası fırıl fırıl dönmekteydi. Koca denizde bu sarhoşlukta denk gele gele oltasını çekiştirecek denli büyük bir balığa denk gelmişti. Makara durup, tekne oltayla birlikte suyun üzerinde sürüklenmeye başlayınca oltasına tüm deniz canlılarını kahreden felaketten kurtulma son balık olarak köpekbalığını rast getiren talihine küfretti. Kafası güzeldi ancak kayığın hızla sürüklenmesinin gerçek olduğunun farkında olacak kadar ayıktı. Kayıkla birlikte bir anda denize çekildiğinde oltayı sıkı sıkı tutarak suyu boylamıştı. Denizin içinde gözlerini açtığında oltayı çeken köpek balığının kendisini fark etmemesi için dua ediyordu. Ancak altında, misinayı çekiştiren şeyin neredeyse bir apartman boyunda muazzam bir karaltı olduğunu görünce korkudan duayı muayı unutmuştu. Karaltı dev ancak muazzam büyüklükte bir yılanı andırıyordu. Suyun dibine doğru kıvrıla kıvrıla ilerliyor, balıkçıyı da bilerek ya da bilmeden kendisiyle birlikte Boğaz’ın dibine sürüklüyordu. Balıkçı oltayı bıraksa bile bu denli derine indikten sonra akıntı yüzünden ancak ölüsünün karaya vuracağını tahmin ettiğinden ve oltasını çeken heyulayı merak ettiğinden misinayı ellerine dolayarak nefesini ayarlamıştı. Suda tek bir mahlûk kalmadığını bir süre sonra deniz dibinde yukarıdan gelen ışıklarla parlayan denizanalarından balıklara, hatta köpek balıklarına ve nükleer atıkların mahsulü acayip deniz canlılarına ait iskeletlerden ve cesetlerden oluşma devasa mezarlığı gördüğünde anladı. Osmanlı’dan, Ceneviz’den kalma kalyon ve kadırgaların, Bizans yadigârı sütun ve heykellerin üzerine serilmiş balık leşlerinin yanı sıra daha büyük ve korkutucu köpek balıklarını, onlar kadar büyük ahtapot leşlerini de gördüğünde denizde muazzam bir soykırımın vukua geldiğini, hamsisinden dev köpek balıklarına alayının canına okunduğunu görerek ağladı. İlk kez su altında ağlıyordu. İlk kez bir balıkçı, balık öldürmesi işinin bir parçası olduğu halde balık leşleri karşısında gözyaşlarına hâkim olamıyordu. Balık leşleri o denli çoktu ki intihar edenlerden, mafya hesaplaşmalarından, boğulmuş cariyelerden, yeniçeri ve sipahi iskeletlerinden, şövalyelerden arta kalan derya dolusu kemiklerin ve çuvalların, paçavraların üzerini kar yağmışçasına kapatmışlar, tepeden vuran tuhaf yeşil ışığın altında tekinsizce parıldıyorlardı. Ancak tekinsiz ışık tepeden gelmeyip denizin dibindeki bir mağaradan gelmekteydi ve heyula oraya doğru ilerlemekteydi. Mağaraya girdiğinde boşluğa denk gelerek yerlerde yuvarlanan balıkçı, misinanın kopmasıyla durdu. Çamurlu kumların içinden doğrulduğunda hem nefes alabildiğini hem de mağaranın içinin tuhaf bir yeşil şua ile parıldadığını fark etti. O anda daha net görmüştü heyulayı. Pul pul olmuş derisi yeşil ışıkta parıldayan muazzam bir yılandı ve mağaranın dibine doğru kıvrıla büküle kayarak gözden kaybolmuştu. Balıkçı ciğerlerine temiz havayı doldurmakla birlikte çürümüş bir şeylerin kokusunun da burnuna çarptığını fark etti. Mağaranın zemininde zırhlar, paslı kılıçlar, altın hançerler ve yerlere saçılmış çeşit çeşit altınlar görmüştü ancak deniz cinleri sahiplenmiştir, lanetlidir diyerek el sürmeye çekindi. O anda beyninde bir kıvılcım çakmıştı. Bu büyük su yılanı, genç öğrencilerden birinin internette okuduk diye anlattığı Marmara Canavarı diye anlattığı devasa yaratık olmasındı? Demek ki efsane doğruydu ve hikmetine akıl

sır erdiremediği bu acayip mağarada yaşamaktaydı. Balıkçı çürümüş kokuya rağmen, zırhları ve altınları çiğneyerek mağaranın dibine ilerleyip muazzam büyüklükte bir mağaraya denk geldiğinde korkudan ve şaşkınlıktan hayrete düşmüştü! İçerirde yığma, tepeleme zümrütler, elmaslar, inciler, altınlar vardı, bin batıktan bin defineden gelme kıymetli şeylerdi ancak o koca mağara galerisinden bozma devasa salonda daha şaşırtıcı şeyler vardı. Balıkçının daha önce efsanelerde masallarda okuduğu cemil cümle deniz canavarının cesetleri buradaydı. Demek ki balık ölümleri diğer denizlere dek sirayet etmişti. Odisesus’a saldıran Scylla ve charybdis’i kitaptaki tariflerine uygun vaziyette bir köşede gördü, yan yana ölmüşlerdi. Bir başka köşede yine gemicileri şarkılarıyla delirten korkutucu Sirenlerin cesetlerini duruyordu. Bir başka köşede İskender’in kendi suya boğmasının ardından şehrin kraliçesiyle denizlere çekilen meşhur dev ejderhayı görmüştü, yanı başında dünyalar güzeli genç bir kızın mumyayı andıran naaşı duruyordu. Yine bir başka köşede canavarlaşmış haliyle ölen, deniz kızlarının efendisi sayılan İskender’in kız kardeşi Thessalonike tüm haşmetiyle dikilmekteydi ancak cansızdı. Geri kalan yerlerde de sayısız ve isimsiz bir nice deniz canavarının, deniz kızının orada burada cansız yattığını gördü. En son dev yılanı görmüştü ki onun da can çekiştiğini fark etti. Şaşkınlığını üzerinden atınca buradan nasıl çıkacağını düşünmeye başlamıştı. O sırada ayağına bir elin dokunduğunu hissederek ürperdi. Arkasına döndüğünde, mağaranın dibindeki denize açıldığını tahmin ettiği bir başka geçidin sularından uzanmış, yarı beline kadar çıplak bir deniz kızı gördü. İlkin korktu ancak deniz kızının kalçalarına dek uzanan yosun rengi saçlarına ve güzelliğine, suratındaki yorgun ifadeye bakarak ondan bir zarar gelmeyeceğine kanaat getirdiğinden endişelenmedi. Deniz kızı, ona Türkçe kim olduğunu sormuştu. Deniz kızlarını kadim dilleri bilir herhalde diye tahmin etmişti bir seferinde Türkçe konuşmasına şaşırmıştı. Söylediğine göre yeryüzünden bir balıkçıyı sevip sık sık onu ziyaret ettiği sırada öğrenmiş, ancak balıkçı onun deniz kızı olduğunu öğrenince ondan utanarak izini tozunu kaybedince deniz kızı da yeryüzüne küserek bir daha dönmemecesine denizlere dönmüştü. Balıkçı, dışarı çıkmayı unutup deniz kızı ile dertleşmeye başlamıştı. Deniz kızı son kalan deniz “canavarı”nın kendisi olduğunu, diğerlerinin ölüp gittiğini söyledi. Denizlerde kimsecikler kalmamıştı. Balıkçıya yeryüzünü sormuş, balıkçı gördüklerini anlatırken deniz kızı son kez bir insanla yaptığı muhabbetin şerefine deniz dibinden çıkarıp getirdiği bir şişe Bizans şarabını balıkçıya ikram etmişti. Balıkçı, limandan çıkamadan batırılan bir gemiden gelme asırlık şarabı şişesinden içerek deniz kızıyla paylaşırken bir yandan da iştahla anlatıyordu yeryüzünü ve üzüntüyle bahsediyordu denizlerin ölmesinden. Deniz kızı şarap bittiğinde onu tekrar yeryüzüne çıkarabileceğini söylemişti. Kendi su altında nefes alabildiğinden balıkçıyı yüzeye kadar götürecekti ancak son istek babından zaten ölüp gideceği için sudan çıkar çıkmaz onu bir kumsala, bedenini yeryüzü toprağına gömmesini istemişti. Balıkçı yeryüzünü yeniden görmeyi isteyip istemediğinden emin değildi, denizin ölümüne şahit olduktan sonra ve tadı hiçbir şeye benzemeyecek denli güzel Bizans şarabını içeli beridir, çocukluğundan beri efsanelerini dinlediği bir deniz kızı ile sohbet de ettiğinden o anda ölse gam yemezdi. Efsaneleri yaşayabilmek kaç şanslı balıkçıya nasip olurdu ki? Ancak sırf deniz kızının son isteği diye toprağa geri dönmek istediğini söylemişti. Deniz kızı balıkçıya sarılıp dudaklarını dudaklarına yaslayıp balıkçıyı denizin derinliklerine çekmişti. Balıkçı hem Bizans şarabıyla kafası güzel olduğundan hem de antik bir güzelliğin dudaklarını tatmış olmanın verdiği bir hoş hislerle bir süre sonra yeniden su üstüne çıkmıştı. Deniz kızının bir anlığına doğmakta olan güneşi görüp belli belirsiz gülümsemesinin ardından suyun dibine doğru battığını gördü. Tüm leşleri bataklık gibi

56

57


Öykü

Öykü

bağrına çeken denizden kurtardığı deniz kızının cenazesini kıyıya sürükleyen balıkçı gözyaşları içerisinde elleriyle kazdığı mezara defnetmişti deniz kızını. Ardından bu denli duyarsız kaldığından denizin yüzüne bir daha bakmaya yüzü olmadığından şehri terk ederek son kez Boğaz’ın üzerinden geçip denizi olmayan bir şehre gitmişti. Kör şafakta, arkadaşlarının kumsala alelacele bir şeyler gömdüğünü gören balıkçılar, define zannıyla deniz kızının toprağını eşelediklerinde altı balık üstü insan bu tuhaf cenazeyi gördüklerinde bunun denizlerden gelen bir işaret olabileceğini anladılar. Ta Bizans’tan beridir ölümüne batıl inançlı ve ağzına dek efsanelerle, hikayelerle dolu balıkçılar aralarında para toplayıp deniz kızının olduğu yeri türbeye çevirip balıkları geri göndersin diye nafile yere dualar edip para atmışlar, mumlar yakıp çaputlar bağlamışlardı. Birkaç yıl içinde balıkçılık mesleği tarihe karışan mesleklerden birisi olmuş, her biri başka başka işlere ve yollara sapmıştı. Son balıkçılardan biri olarak ifade edilen ve denize uzak şehrin kasabalarından birinde denk gelinen ihtiyar bir adam deniz kızının yeryüzüne çıkardığı o balıkçının kendisi olduğunu söylemişti ve inanmamalarına rağmen ölene dek anlatmaya devam etmişti. Afyonlu şarap yüzünden hayal gördüğünü söyleyenlere “Hadi o içtiğim anam babam şaraptı, daha önce tadı hiçbir şeye benzemeyen o Bizans şarabının tadını nasıl aldım ya?” diyerek çıkışmıştı. İnsanların inanmamasının bir nedeni de balıkların su yüzüne çıkmaları gerekirken nasıl olupta kumların dibinde yattığıydı. Ancak sonradan gemiler bile denizde yüzemez hale gelince tüm denizlerin bataklığa dönüşmekte olduklarını, üzerinde ne varsa dibe çektiğini anlamışlardı. Yine de bir ihtiyarın çılgın hikayelerine kimse haliyle inanmamış, dinleyip geçmişti. İhtiyar balıkçı deniz kızının dudaklarını ve de Bizans şarabının tadını halen duyumsamaktaydı. Ancak ölene dek her gece gizliden gizliye ölen denizler için gözyaşlarını saklamadan dökmüştü. Yıldızların ışığını derinlerde gördüğü tuhaf bir yeşil şua altında parlayan ölü balıkları hatırlattığını söylerdi. Öykü: Mehmet Berk YALTIRIK

İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ

Su Kuşu 5 yaşından beri suyun içindeydi. Katıldığı bir yarışmada ayağına kramp girmesi sonucu boğulma tehlikesi geçirdi. O günden beri suya mesafelidir, Sude. Aslında annesi suda doğum yaptığından, doğduğundan beri suyun içinde demek daha doğru olur. Yazın denize gittiklerinde içi gitmiyor değildi. Her suya yaklaştığında nefesi tıkanıyor, bayılacak gibi oluyordu. Babası polis olduğundan, bir çok şehir gezmişlerdi. Pek arkadaşlık bağı yoktu. Bunun için de, ailesi tekrar yüzmeye başlaması gerektiğini, böylece sosyalleşe bileceğini söylüyorlardı. Her seferin de ret ediyordu. Kendince bir taktik geliştirmişti. Okulla ev arasında mekik dokuyacak, kimseyle konuşmayacak ve hafta sonları dışarı çıkmayacaktı. Eğer bir arkadaşa bile olursa ve ona bağlanırsa, bir taşınma söz konusu olduğu vakit, bir telefonla ya da internetle sınırlayamayacağı kadar bağlıyordu. Ayrılık zamanında anormallik derecesinde üzülüyor, kahroluyordu. Kararlıydı, üniversiteyi kendi istediği şehirde okuyacaktı. Ondan sonra oraya kök salacaktı. Lisenin son yılında, liseler arası yüzme yarışmasına katıldı. Son zamanlarda ailesinden iyice uzaklaşmışlardı. Çünkü yalnızlığının sorumlusunun onların olduğunu düşünüyordu. Eğer yarışmayı kazanırsa, gideceği okulda burslu okuyacaktı. Kazandı da... Ta ki üniversitenin ilk yılında aşk sandığı bir duyguya kapılana kadar. Üniversiteyi Antalya'da okuyacaktı. Babası zor da olsa, son görev yerini kızının kazandığı şehre çıkarttırdı. Sude, başta karşı da çıksa, durumu değiştirmedi. Netice de tek evlattı. Hiç bilmedikleri bir şehirde kızlarını tek başına bırakamazlardı. Koca bir yaz taşınma ve yerleşmeye gider. Hem okula gider, hem de her boş vaktinde anteraman yapar. Okulda tanındıkça herkes ona "Su kuşu" demeye başlar. Okulu temsilen bir çok yarışmalara katıldı. Bu esna da aynı okuldan olan erkek arkadaşı, zaman zaman onu anteramanlardan alı koymaya başlar. O sıra, beyin uyuşturucu ilaç verip, ufak ufak hırsızlığa alıştırır. Bağımlılık arttıkça, hırsızlık derecesi yükselecektir. Ailedeki bağ ikinci kez kopma aşamasına gelir. Bir kaç kez psikoloğa götürürler. Düzelme belirtisi gösterse de, tamamen iyileşmez. Erkek arkadaşının verdiği ilaç, tahlillerde belli olmuyordu. Doktor her defasında psikolojik diyordu. Yüzmeye gittikçe daha az zaman vermeye başlar. Hatta okuldan kaçıp, sevgilisiyle uyuşturucunun yoğun olduğu mekanlara gidiyorlardı. Artık tam anlamıyla hırsızlığa programlanmış bir bağımlıydı. Eve gitmez olmuştu. Ailesi ilanlarla kızını aramaya başladı. Her geçen gün umutlar tükeniyordu. Ve bir gün... Babasına bir anons gelir. Banka soygunu ihbarı. Soyguncular arasında kızı da vardı. Ama bundan habersiz olay yerine gitti. Tüm uyarılara rağmen teslim olmayan hırsızlar için, baskın yapıp bankaya dalarlar. Ve acı gerçekle o zaman karşılaştı. Kızı gözü dönmüş bir şekilde elinde silahla masum bir kadını rehine almıştı. Bir an dumura uğrar. Sude "bize araba ayarlayın, yoksa kadın ölür," dedi. Babası ikinci bir şok yaşadı. Kızına ne olmuştu, böyle? O esnada babasının polis arkadaşı, Sude'yi yaralayarak, rehineyi kurtarır. Silah sesiyle, kızın yere düşmesi bir olmuştur. Dikkatleri dağılan acemi hırsızlar,yakalanmıştır. Kızının yanına koştu. Yaşadığını anlayınca, kısa bir sevinç yaşadı. Ama gerçek daha acıydı. Kızını kendi elleriyle hapse gönderecekti. Ağlayarak kelepçeledi, kızının dokumaya kıyamadığı bileklerine... Ambulansla yanında gitti. Arkadaşları durumu anlamışlardı. İyileştikten sonra, 2 yıl 6 ay hapis cezası aldı. Artık onun adı " Su Kuşu" değil, parmaklılar ardında ki "Bağımlı kuş" olmuştu. Hapishaneden çıktıktan sonra, yoğun bir tedavi sonucunda iyileşmişti ama, artık hiç bir şey eskisi gibi değildi. Medya tarihinin başlığına şu başlığı attı " Su kuşumuz, parmaklılar ardında"... Öykü: Selin SABCIOĞLU

58

59


Öykü

Zaman Su Gibi Akıyor Değil Mi? “Hasssktir!” diye kaldırdı başını masadan. Gözleri fal taşı gibi açılmıştı. En az iki yudum daha vardı bardağında; almadı. Kenarına tarator bulaşmış peçeteyle ağzını silip, kalktı ayağa. “Hayırdır Ömer, bir şey mi oldu?” diye sordu Rüstem. “Gitmem gerek!” dedi sadece. Aceleyle pardösüsünü alırken sandalyeyi devirdi, önemsemedi. Bir hışımla çıktı meyhaneden. Masadakiler anlamamıştı neler olduğunu. “Neyse, vurun haydi vurun!” dedi Rüstem. İçmeye devam ettiler. Dışarıda ayaz vardı. Öyle ki; Ankara’da geçen çocukluğu geldi bir an aklına. El yordamıyla sigarasını aradı. Üşümüş parmaklarıyla paketin dibine kaçmış son dalı buldu ve dudaklarına götürdü. Çakmaksa inat etmiş, bir türlü yanmamaktaydı. Karanlıkta; muhtar çakmağı tutan bir el uzandı. Rüzgârda uğuldayarak savruluyordu ateş. Ellerini siper etti. Sigarasını yaktı. Adamın yüzüne dâhi bakmadan kuru bir teşekkür savurdu ortaya. Hızlı adımlarla devam etti yoluna. “Yavşak… İnsan adam gibi teşekkür eder…” dedi arkasından bakan adam. “Ben sana dayanamam yârim, ben sana aldanamam…” Telefonu çalıyordu. Arayansa karısından başkası değildi. “Ömer neredesin? Herkes seni bekliyor” dedi cızırtılı cızırtılı. “15 dakikaya oradayım. Biraz daha beklesinler,” diye yanıtladı. Telefonun melodisi diline dolandı. Soluğu kesile kesile mırıldanmaya başladı. “Ben …na …namam yâ… ben…” Kısa süre sonra ana caddeye varmıştı. Etrafı kesti bir süre. Şehir telaşına eşlik eden arabalar, kaldırım kenarındaki su birikintisini görmezden geliyordu. Islanmamak için biraz geride durdu. Bir o tarafa, bir diğer tarafa baktı. Nedendir bilinmez, sanki şehirdeki tüm taksiciler grevde gibiydi o akşam. Camları buğulanmış bir araba durdu önünde. Şoförün kim olduğunu göremiyordu. Yaklaştı ve eğilerek baktı. Derken iniverdi buğulu cam. İçini delen gözlerle karşı karşıyaydı. Film koptu. Dalgalı siyah saçları dökülmüştü iki yana. Dekoltesinden, göğüs çatalı görünmekteydi. Gülkurusu bir ruj sürülmüş dudaklarına baktı. Ne kadar da sulu duruyorlardı! Bir anda kendisiyle konuşulduğunu fark etti. “Ömer? Ömer kafan mı iyi oğlum? Hişşş! Kime diyorum?” İrkildi ve kendine geldi. “A…Ayfer?” diye bir ses çıktı ağzından. “Ulan hapladın mı kafayı, ne yaptın? İki saattir arkamda bi’ dünya araba korna çalıyor. Biniyorsan bin hadi!” Sorgulamadı. Kapıyı açıp koltuğa geçti. “Merhaba,” diyebildi güç bela. “Sana da merhaba paşam. Ne oldu ya? Dalgınsın?” dedi Ayfer. Kendisi, Ömer’in lise zamanından arkadaşıydı. Babası, Şeker Fabrikası’na müdür olunca taşınmışlardı mahalleye. Önce aileler kaynaşmıştı, sonra da çocuklar. Bir süre sonra yedikleri içtikleri ayrı gitmez olmuştu. Ayfer için Ömer, hayattaki en yakın arkadaşı, sırdaşıydı. Ömer ise Ayfer’i biraz daha farklı şekilde seviyordu. Bunu asla söylemedi. Asla da belli etmedi. Ne zaman tuvalet köşesinde O’nu düşünerek kendini tatmin etse, arkasından bu ihaneti için gözyaşı döküyordu. Kendisini kardeş gibi gören Ayfer’in vücudunu, bir anlık zevke kurban etmenin ihanetiydi bu. “Acelem vardı biraz. Eve yetişmem gerekiyor,” dedi. Boğazındaki pus yok olmuş, sesi daha düzgün çıkmıştı. “Tamam koçum, yetiştiririz,” deyip kahkaha attı kadın. Gülüştüler. Derken yine ölüm sessizliği belirdi. Yüzündeki gülümseme, zoraki bir sırıtma hâlini almıştı Ayfer’in. “Serap nasıl?” diye sordu. Başını hafifçe çevirip “Hı?” dedi Ömer.

60

61


Öykü

Öykü

“Serap’ı sordum. İyi mi?” Boş boş yüzüne baktı. Sonra gözlerini kaçırdı. Yanındaki afetin göğüslerine, ellerine ve bacaklarına kaydı bakışları. Tekrar kaldırdı başını. “Sakın saçmalama! ‘İyi’ deyip geç işte” diye düşünmekteydi zihni. Diyemedi. O an söylenebilecek en alakasız şeyi söyledi. “Ayfer… Seni seviyorum!” Kadının eli ayağına dolandı. Bir anlığına direksiyon hâkimiyetini kaybeder gibi oldu. Frenledi. Bütün akşam ortalıkta görünmeyen taksicilerden biri, çaldığı kornaya eşlik eden küfürleriyle geçip gitti yanlarından. “Ne? Ne dedin?” diye sordu Ayfer, sesi titreyerek. Heyecanlanmıştı. “Oğlum şakanın sırası mı? Trafikteyiz!” dedi. Cahil cesareti derler ya hani? Ömer, o an bu tabirin kanlı canlı örneği gibiydi işte. “Şaka falan değil. Seni seviyorum. Ailenle bize geldiğiniz akşam odama girdiğin ve ‘Ben Ayfer’ dediğin andan beri belki de…” Neden böyle demişti? Neden onca yılın ardından, en beklenmedik anda bunu söylemişti? Sessizlik ve donuk bakışlar çok şey anlatıyordu aslında. 10 dakika sonra, tenha bir yol kenarında; yılların özlemini gidermekteydi iki vücut. Zihinlerinde binlerce defa birbirine ihanet eden bu iki âşık, şimdi hayatlarındaki diğer insanlara ihanet etmekteydi. “Düğününüze neden gelmedim sandın, şapşal?” diyordu Ayfer. “Sus!” dedi Ömer. “Sadece nefesini duymak istiyorum. Kelimeler şu an taşıyamayacağım kadar ağır geliyor!” Elleri, daha önce hayalinde binlerce kere keşfettiği topraklarda geziniyor, karşısındaki gerçekliğin etine, sigaradan sararmış dişlerini geçiriyordu. Gömleğinin iki düğmesi kopmuş, kim bilir arabanın neresine gitmişti? Hiçbir şey umurlarında değildi. O akşam, zaman durdu ve onları seyretti. Dökülen takvim yapraklarına inat olsun diye sevişmektelerdi sanki. Geçmişin kötü anılarını kazır gibi kazımaktaydı tırnakları, birbirinin bedenini… Arkaya yatırılmış koltukların üstüne, pelte gibi yığılmışlardı. İki sigara çıkarıp yaktı Ayfer. Birini Ömer’e uzattı. Sesi neredeyse duyulmayacak kadar kısık radyoda, kimin söylediği belli olmayan bilindik bir şarkı çalmaktaydı. “Bugün 14 Mart,” dedi kadın, sessizliği bozarak. “Yani?” diye boş bir soru yöneltti Ömer. Kafasını hafifçe çevirdi. “Yani özel bir gün” dedi kadın. Gülümsüyordu. Heyecanla, “Aaa doğum günüm bugün değil mi?” diye doğruldu uzandığı yerden. Keyifliydi. “Evet. Ama bugünü özel kılan, yalnızca doğum günün değil” dedi Ayfer. Tek kaşını kaldırarak meraklı bir bakış attı kadına. “Başka ne özelliği varmış peki bugünün?” diye sordu. Kadın, bir nefes daha çekti sigarasından. “Bugün, tüm cesaretini toplayıp geçmişi karşına aldığın ve bana aşkını itiraf ettiğin gün.” Güldü Ömer. Elini kadının yanağına koydu. Konuşmaya devam etti Ayfer… “Ve bugün, bunu öğrendiğimde heyecandan kontrolü kaybedip, kazada bizi öldürdüğüm gün!” İrkildi Ömer. Kadının saç dibinden alnına doğru kanlar inmekteydi. Yanağına saplı cam parçalarında, kendi yansımasını gördü. Etrafta telaşla koşturan sağlık memurlarının panik dolu sesleri geliyor, yanıp sönen mavi renkte ışıklar, yerdeki su birikintisinde yansıyordu. Gözlerinin içine baktı Ayfer, ruhunu deler gibi. “Sahi… Senin bir yere yetişmen gerekmiyor muydu?” diye sordu. “Hasssktir!” diye kaldırdı başını masadan. Gözleri fal taşı gibi açılmıştı. En az iki yudum daha vardı bardağında; almadı… Öykü: Rıza TÜRKER

62

Yasak Gözyaşları Eminim herkes kendini özel hissetmek ister. Birçoğu da sıradan insanlar kümesine dâhil olmamak için çabalar durur. Hatta bunun için acı çekmeyi göze alır. Ben hiçbir zaman çaba göstermek zorunda kalmadım. Bir hastalığım var ki, beni gezegenin en nadir insanlarından biri yapıyor. Doktorları, bilim adamlarını, gazetecileri sık sık başıma topluyor. Adımı internet sitelerinde istemesem de görüyorum, ilginç vakaları araştıran her ülkeden profesörler kapımı çalıyor. Eminim o dahi beyinlerinde beni bir insan değil, kesilip biçilebilecek bir denek olarak görüyorlar. Uzaylıların, insanları kaçırıp üzerlerinde deneyler yaptığı filmlerdeki karakterler gibi hissettiğim oluyor kendimi. Rüyalarıma girdi defalarca. Çığlıklar atarak uyandım onlarca kez. Neyse ki bir başıma değilim. Annem de babam da yanımda. Evden dışarı çıkması dahi hayati tehlike teşkil eden bir çocuğa bakmak onlara zor geliyor mu bilmiyorum. Belki de benim sayemde ellerine geçen para onları fazlasıyla memnun ediyordur. Fark etmişsinizdir, pek hissiyat sahibi değilim. Annemi de babamı da sevmem. Kimseye bağlılık, minnet duymam. Duygusallıkla işim yoktur. Şu hale gelmemin ve bunları yazıyor olmamın sebebi de o renkli duyguların benliğimdeki noksanlığıdır muhtemelen. Yanlış anlaşılsın istemem, bendeki olağandışılıkla bu sevgi eksikliği arasında bir bağ yok. En azından bildiğim kadarıyla. Aquajenik Ürtiker. Hastalığımın adı buymuş. Diğer bir deyişle su alerjisi. Aslında duyulmamış bir şey değil, ama çok nadir görülüyor. Üstelik bendeki versiyonu en nadiri, çünkü dünya üzerinde tekim. Sıradan aquajenik ürtikerliler suya temas edince basit döküntüler, kızarıklıklar ve kaşıntı görüyorlar ama benim vücudumun verdiği tepki ölümcül. Birkaç damla su bile tenime temas etse, vücudumun her yeri önce kabarıyor, sonra yanığa benzer şekilde deforme oluyor. Bu duruma hayatımda sadece dört kere maruz kaldım ve dördünde de ölümün eşiğinden döndüm. Birkaç ay içinde derim hemen hemen eski haline geliyor ama suya her temas ettiğimde aynı şeyin olacağını biliyorum. Duş alamıyorum. Amerika’dan getirilen özel bezlerle temizleniyorum. Suyu özel bir kaptan pipet ile içiyorum ve tek bir damlanın bile dudaklarımdan dışarı sızmasına izin vermiyorum. Terlememek için özel ilaçlar kullanıyorum. Vücudum kendini serinletemediğinden belli bir sıcaklıktan fazlasına maruz kalmam tehlikeli sonuçlar doğurabiliyor. Bütün bunlardan dolayı hemen hemen hiç evden çıkmıyorum. İnternetten yazıştığım birkaç kişi dışında hiç arkadaşım yok. Onlar da gerçek kimliğimi bilmiyorlar. Hiç yüzümü görmediklerinden konuştuğumuz şeyler de yüzeysel oluyor genellikle. Hiç aşk yaşamadım. Öpüşmek, sevişmek gibi eylemler, uzay kıyafeti olmadan Ay’a çıkmaktan farksız benim için. Ama şu an evde değilim. Mümkün olduğunca uzaktayım. Zaten evde olsam böyle bir açıklama yazmak zorunda kalmazdım. İntihar mektubum çok daha basit ve kısa olurdu. Bir cümle bile yeterdi: “Artık dayanamıyorum.” Dışarıdayım. Deniz kenarında. Gözlerimden yaşlar akıyor. Kendimi bildim bileli ilk defa yanaklarımın ıslanmasına izin veriyorum. Yağmur yağıyor hafif hafif. Değil özel giysiler, şemsiyem bile yok. Yıkama derdi olmasın diye sürekli tıraş ettiğim kısacık saçlarımın arasına dökülen yağmur damlalarını hissedebiliyorum. Hayatımda hissettiğim en güzel şey. Ama vücudum isyanına başladı bile. Ellerim kızarıyor, birazdan kabarmaya, kanamaya başlayacak. Yazmakta zorlanıyorum şimdiden, az sonra kalemi bile tutamayacağım. Etrafta pek insan yok, kimse bana dikkat etmiyor ama birazdan bu yağmurlar beni ölüme taşıyacak. Varacağım yeri bilmiyorum, cennet mi, cehennem mi, sadece toprak mı, yeni bir bedende geri dönüş mü, yoksa bambaşka bir şey mi… Olsun, fark etmez. Yağmur eşlik edecek ya, o yeter. Elveda mavi dünya… Ben sana ait değilmişim. Öykü: Gökcan ŞAHİN

İllüstrasyon: Rıza TÜRKER

63


Öykü

AB-I Memat Yıllar önce karşılaştığım o ihtiyarı görmezlikten gelseydim bugün, yaşadığım o inanılması güç hadiseyi hikâyeleştiremiyor olacaktım. Çünkü o zamanlar okuma-yazma bilmeyen, bütün gününü çalışarak geçiren genç bir adamdım. O ihtiyarla karşılaşmamdan yıllar önce hayatımı değiştiren olaylardan biri de babamın Çanakkale’ye savaşa gitmesi olmuştu. Kardeşim ve ben de savaşmak için gönüllü olmuştuk ancak babam buna razı gelmedi. Hem annemi köyde bir başına bırakmaya gönlü el vermiyordu hem de yaşımız küçük olduğu için bizi askere almamışlardı. Babam cepheye gittikten sonra bütün yük bizim omzumuza binmişti. Daha doğrusu o yükü isteyerek yüklenmiştik kardeşimle. Seferberlik ilan edildiğinde köyde kadınlar, çocuklar ve ihtiyarlar kalmıştı sadece. Geride kalanlar bir yandan geçim derdiyle uğraşıyor bir yandan gidenler geri gelebilecek mi diye endişeyle bekliyordu. Askerlerimizi uğurladıktan sonra hemen iş aramaya koyuldum. Sonradan aklıma, babamın daha evvelden çalıştığı değirmen geldi. Ertesi gün Burdur’dan bizim köye göçen yaşlıca bir amcanın işlettiği değirmene varıp babamın işine talip olduğumu söyledim. Önce çelimsizliğimi ve harp zamanı oluşunu bahane ederek kabul etmeyecek gibi olduysa da sonra; “Öyle oluvesin bakalım, hem benim işler görülmüş oluveri hem de sizin garnınız doyar gari. Emme şindiden söyleyiverem öyle her hafta para veremem bazı zaman sadece una talim etmeniz gerekiverir haa,” diyerek razı geldi. Pazarlık yapacak durumda olmadığımdan hemen o gün başladım işe. Değirmencinin dediği gibi çelimsiz olsam da azimliydim. Otuz kilolu un çuvallarını sırtladım mı belim kopsa bile durmaz değirmene kadar taşırdım onları. Evimizi çuval sırtlayarak bir buçuk yıl geçindirdim. Yine değirmende çalıştığım bir bahar akşamı kardeşim koştura koştura yanıma gelip de yanaklarındaki nemi fark ettiğimde o hep beklediğimiz haberin sonunda geldiğini anladım. Babamı şehit vermiştik… Önceden hepimizde bir umut vardı; ama artık babamın bir daha geri gelmeyeceğini biliyorduk. Ağladık. Gözlerimizden hüzünden çok özlem, kahırdan çok gurur aktı. Vatan sağ olsun diyerek yasımızı tutarken babamın naaşının gelmesini bir ay bekledik. Daha sonra öğrendik ki şehit düşen bütün askerler cephenin gerisindeki tepeye defnedilmiş. Onun geri gelmeyecek olması omuzlarımdaki yükü daha ağırlaştırmıştı. Anamın rahat bir hayat sürmesini, kardeşimin mektep görmesini istiyordum. O yüzden artık sadece değirmende değil, nerede bir iş bulursam orada çalışmaya başlamıştım. *** Böyle böyle derken yıllar geçti. Artık yirmi beş yaşıma gelmiştim. O adamla da kasabada tuttuğum bir işten dönerken karşılaştım. Onunla selamlaştığımda, hayatımın geri dönüşü olmayan bir dönemecine girmek üzere olduğum aklımın ucundan bile geçmedi. O günün sabahında köyden ezanla birlikte ayrılmış, kasabaya da öğleye doğru ancak varabilmiştim. Biraz soruşturmadan sonra bir nalbandın günübirlik yardımcıya ihtiyacı olduğunu öğrenip dükkânına vardım. Ayaküstü konuşup anlaştıktan sonra hemen bana verdiği deri önlüğü üstüme geçirip işe koyuldum. Akşam ezanına kadar çalıştıktan sonra dükkân sahibi beni evine yemeğe çağırdı. Geceye kalmamak için önce kabul etmedim ama beni aç aç yola koymayacağını söyleyerek ısrar etti.

64

65


Öykü

Öykü

*** Beraberce karnımızı doyurduktan sonra ev ahalisinden izin isteyip yola düştüm. Akşamın iyice çökmüş olmasına rağmen gökyüzünde tepsi gibi duran dolunay yolumu aydınlatıyordu. Bu yüzden yolculuğumun rahat geçeceğini düşünmüştüm. Ta ki daha kestirme diye ormanın içinden geçen yola girene kadar… Ay ışığının, sık olmayan ağaçların arasından huzmeler halinde sızıp yolu aydınlattığı bir patikaydı orası. Gece kuşlarının ötüşleri ve türlü nevi hayvanatın sesleri doğal bir ahenkle göğe yükseliyor, ağaçların arasına geri dönerek ormanda yayılıyordu. Ay ışığı altında sürekli hareket eden ağaç gölgeleri kollarını canavar gibi bir oraya bir buraya uzatıyor, korkutucu bir görüntü oluşturuyordu. Ancak sadece ninelerinin hikâyeleriyle büyümüş çocuklar ve cadı, gulyabani, hortlak hikâyeleri anlatarak birbirlerini korkutmaya çalışan gençler için… Hayata erken yaşta atılmış ben ve benim gibi emekçiler için bu söylenceler sadece masaldan ibaretti. Bir süre ormanın türküsünü dinleyerek yürüdükten sonra büyükçe bir kayanın yanında bağdaş kurmuş oturan o adamı gördüm. Kır saçları ensesine dökülmüş, düzgünce kestiği sakalları dört parmak uzunluğundaydı. Üzerinde kahverengine benzer uzun etekli bir entari ve belinde yeşil bir kuşak vardı. Adamı on adım kadar öteden fark ettiğimde önce yolumu değiştirmek istedim ama o yaşta birinden zarar gelmeyeceğine kanaat getirerek yoluma devam ettim. Niyetim selamlaşıp geçmekti. “Selamünaleyküm kardaşım,” diyerek söze ilk o girdi üç adım kadar yanına yaklaştığımda. “Aleykümselam emmi,” diye karşılık verdim. “Nereden gelir nereye gidersin gecenin bu vaktinde oğul?” Elleriyle destek alarak ayağa kalktı. Sesi, bir ihtiyara göre oldukça yumuşak ve içten geliyordu. Yüzünü örten sakallar, hafif gülümseyişini gizleyemiyordu. “Kasaban gelip Pınarbaşı köyüne gidiyorum amcam. Sen ne yapıyorsun bu ıssızda?” “Benim işim yolculuk etmek evlat, kapısında misafir eden olursa bir tas çorbasını içer, dua ederim,” diyerek devam etti. Anladığım kadarıyla yollarda yaşayan bir garip dervişti. “Görürüm ki bir yoldaşın yoktur. Bu yollar tek başına çekilmez evlat. Ben de o tarafa doğru gidiyorum, istersen yoldaş olalım birbirimize. Yarenlik ederiz.” Kim olduğunu bilmediğim, özellikle de gecenin bu vakti karşılaştığım insanlarla yolculuk etme âdetim yoktu. Ancak bu adamda beni kendine çeken bir şeyler hissettim. Hem dediği gibi, birbirimize yoldaşlık etme fikri bana da sıcak geldi. Sonunda adamın dediğine geldim ve yola birlikte devam ettik. İsmini sorduğumda “Âdem,” demişti. Ancak bu gerçek ismi miydi yoksa ‘insanoğlu’ anlamında mı söyledi bilmiyordum. Emin olduğum tek şey var, ona selam vermem hayatımda yaptığım en büyük hataydı. Yürürken onun adımlarına ayak uydurmak zorunda kaldığımızdan yolculuğumuz bir hayli uzun sürdü. Orman yolunu bitirmek üzere olduğumuzda çok yorulduğunu söyleyerek bir kenara ateş yakıp gecelemeyi teklif etti. Hiç içime sinmeyecek olsa da kabul ettim. Sabahı ettiğimizde derviş benden önce uyanmış yiyecek bir şeyler bile hazırlamıştı. “Günün hayırlara vesile olsun oğul,” dedi közün üzerinde pişirmekte olduğu tavşana bakarken. Gördüğüm kadarıyla kuşağında bir hançer ya da omzunda asılı yay yoktu. Tavşanı nasıl avladığını sorduğumda “Allah herkese rızkını verir,” diyerek kopardığı bir parça eti bana uzattı. Karnımızı doyurup yola düştükten bir süre sonra heybetli, koca bir çınarın yakınındaki kayaların dibine vardık. Büyükçe üç kayanın ortasından çıkarak yolunu bulan bir geriz vardı. İhtiyar gerizin başına çöktü, bir avuç alıp kana kana içtikten sonra ağzını elinin tersiyle kuruladı. “Bilir misin burayı?” diye sordu ayağa kalkarken. Daha önce de buralardan geçmiştim ancak o gerizi gördüğümü hiç hatırlamıyordum. Başımı hayır anlamına gelecek şekilde salladım.

66

“Hakkın var evlat, burayı pek kimse bilmez. Bilse de hikmetinden bihaberdir.” Adamın ne demek istediğini anlamadım ilk başta. Sadece onu dinlemeye devam ettim “Bu su binlerce yıldır akar durur buradan. Derler ki dünyadaki yaşam pınarlarından birisi şu gördüğün gerizdir. Ancak öyle herkese sunmaz sonsuz ömrü. Daha önce bu suyun tadına bakıp ölümsüzlüğe erişen birinin elinden içmek gerektir.” Adam anlatmayı bıraktığında ilk önce pek önemsemedim. Hatta herifin meczubun teki olduğu fikrini iyice benimsemiştim. Bu gibi hikâyeleri daha önce de yüzlerce kez işitmiştim zaten birçok insandan. Ölümsüz olma fikri âdemoğlunun aklını en çok meşgul eden fantezilerden biriydi ne de olsa. Yine de kafam karışmamış değildi açıkçası. Zira daha öncekilerin aksine bu adam sadece söylence anlatmıyor, yaşam pınarı olduğunu iddia ettiği yeri gösteriyordu. “Ölümsüzlük ancak ruha özgü değil midir hocam?” diye sordum ancak bu bir sorudan çok itirazdı. “Öyledir elbet. Ancak Allah’ın izniyle bedenî ölümsüzlük de mümkündür evladım. Hızır Aleyhisselam da bir zamanlar senin benim gibi bir insan evladıydı ta ki ab-ı hayattan bir yudum içene kadar… “İyi ama Hızır Allah’ın görevlendirdiği bir ermiş değil mi? Yani herhangi birisi de bu sudan içtiği vakit tıpkı onun gibi ölümsüz olması mümkün mü?” “Mümkündür; ancak ona Hızır’ınki gibi bir görev verilmediğinden dolayı bu suyu içen adam sadece ölümsüzlüğe kavuşmuş olur. Zaman ve mekândan gayrı olmayacaktır ölümsüzlüğe yürüyen beden. Yiyip içmeye, dünyevi zevklere ihtiyaç duymaz, uyku bastırmaz gözlerine ve yorulmak nedir bilmez. Ancak bunları yapmaya devam edebilir canı isterse. İhtiyarlamaz ab-ı hayatı içen beden. Kaç yaşında yudumladıysa suyu, o yaşta kalır her daim.” “Sen nereden biliyorsun burayı?” diye sordum asıl merak ettiğim konuya geçerek. Ölümsüzlüğe dair anlattıklarını pek de ciddiye aldığım söylenemezdi zira. Soruma karşılık yamacıma geldi, omzuma dokundu. “Daha evvelden bir dervişin elinden içtim bu sudan evlat.” Adamın bu sözlerinden sonra onun ya gerçekten deli olduğuna ya da benimle eğlendiğine kanaat getirecektim. İkincisi daha makul geldi bana o an. Ancak herifin benimle dalga geçmediğini öğrendiğimde her şey için çok geçti. “Yani sen ölümsüzsün öyle mi?” diye sordum sesime alaycı bir ton katarak. Buna verdiği tek karşılık başını sallamak oldu. “Eğlenme benle amca, var git işine,” diye patladım sonunda. Bohçamı elime aldım ve oradan ayrılmaya yeltenmiştim ki adam bir anda önümde bitiverince ne yapacağımı şaştım kaldım. “Eğlenmiyorum seninle evlat. Ab-ı Hayat’ır bu gerizin suyu. İçene, kıyamet gününe kadar sürecek hayat bahşeder.” Ne diyeceğimi, ne yapacağımı bilemedim. Bir yanım inanmak istiyordu bu olanlara, diğer yanım gerçek olmadığı konusunda hâlâ ısrarcıydı. Ölümsüzlük herkesin isteyeceği bir şeydi. Benim de ihtiyacım olan tek şey buydu belki. Daha fazla zaman, daha fazla çalışmak, kardeşime iyi bir gelecek sunabilmek, annemi rahat ettirmek… Ne kadar süre öyle kaldığımı bilmiyorum. Kafamı toparlayabildiğimde ‘Neden olmasın?’ dedim kendi kendime. Anlattıkları gerçek değilse ne kaybetmiş olurum ki? Ama ya gerçekse… İşte o zaman ölümsüzlüğe adım atmış olacağım. Yapmam gereken tek şey adamın avuçlarından bir yudum su içmek! Derviş tekrar “Ölümsüz olmak istiyor musun evlat?” diye sorduğunda tek yapabildiğim kafamı sallamak oldu. Adamın avucundan içtiğim o bir yudum su, hayatımdan içtiğim bütün pınarların, çeşmelerin sularından daha tatlı, daha yumuşaktı. Su boğazımdan akıp giderken mideme tatlı bir ferahlıkla aktı. Su içtikten kısa bir an sonra velî sırtını kayaya yasladı. Sanki üzerine yorgunluk çökmüş gibi bir hali vardı. Ne olduğunu anlamak için yanına çöktüğümde nefes nefese konuşmaya devam etti. “Sana birkaç şey daha söyleyeceğim evlat. Ölümsüz olmanın bazı bedelleri de vardır. Bunları iyi dinle

67


Öykü

Öykü

ve karar ver: Kalbin sonsuza kadar atmaya devam edecek ama hissetmeyecek artık. Ne âşık olabileceksin ne nefret edebileceksin. Damarlarında dolaşan kan, şu akan su kadar soğuk olacak, korku, vicdan nedir bilmeyeceksin. Dünyevi zevkleri tatmaya devam edeceksin ama bunlardan tat alamayacaksın artık. Evlat, aslında bu söylediklerim birer nimet. Kıymetini bilir de iyi kullanmayı öğrenirsen hem kendine hem insanoğluna faydalı olursun. Yok, bilmezsen işte bir gün sen de benim düştüğüm duruma düşer ve ölebilmek için çare arar durursun. Bir gün ebediyetten vazgeçmek istersen buraya yine gel. Tıpkı benim sana yaptığım gibi kandır karşına çıkan bir adamı…” Adamın her cümlesinden sonra veremli gibi ağzından kan akıyor, nefesi hırıltılı çıkıyordu. Kemiklerini saran etlerin ağır ağır eridiğini gördüm. Derileri kabarıp dökülüyor, gözlerinin ferinin sönüşünü ve bir çift karanlık çukur halini alışını gördü gözlerim. Eriyip dökülen organlarının sabah güneşinde maruz kalarak yaydığı kokuyu duyumsadım. Söylediklerini dinliyordum ama aklım bir türlü almıyordu. Uzun zaman daha anlayamadım söylediklerini ama şimdi ne demek istediğini çok iyi anlıyorum. Derviş son sözlerini söylerken neden ölmek istediğini açıkladı bana. Bu yükü daha fazla kaldıramayacağına karar vermiş ve benimle karşılaşmıştı. Sonrası malum... Beni ölümsüzlüğe yolcu ederken kendisi ahrete göç etti. *** O sabahın üzerinden tam 140 yıl geçti ve hâlâ genç bir adamın bakışlarına sahibim. Gözlerim padişahlar ve fermanlarını gördü, savaşları ve barış zamanlarını… Güzel günlere de şahit oldum kıtlık yıllarına da. Nice doğum ve ölüme şahit oldum. Bir milletin dirilişini de gördüm ihanetin içine düştüğü zamanları da. Tiranlar gördüm, zamanının insanları tarafından peygamber ilan edilen. Şimdi herkes mezarına tükürüyor. Aşklar gördüm. Şiir yazardı birbirine sevgililer. Sayısız kadınla birlikte oldum ancak yüreğim aşk nedir bilmedi şu zamana kadar. Dünyanın birçok yerinde yaşadım; nice acılar, zulümler, gözyaşları gördüm hiçbiri benim hissettiklerimden daha ağır olamazdı. Şimdi ben de ölmek istiyorum tıpkı bana su içiren o yarı deli herif ve onun, elinden su içtiği derviş gibi… Ama artık o ulu çınardan da akıp duran ab-ı hayat gerizinden de eser kalmadı. Sonsuz hayat pınarını uzun zaman önce kuruttu insanoğlu. Eğer o geriz hâlâ akmaya devam etseydi ben de zavallının birini kandırıp onun ölümünü çalar mıydım ellerinden bilmiyorum. Bildiğim bir şey var; derviş bana o suyun ‘Ab-ı Hayat’ olduğunu söylemişti. Asıl hak ettiği ismin ‘Ab-ı Memat’ olduğunu ağır bir tecrübeyle öğrendim… Ama belki diyorum kendi kendime; insanların yaptığı en hayırlı işlerden biri oldu o suyu kurutmak. Farkına varmadan da olsa bu ölüm döngüsünü durdurdular. Omuzlarımda yükle yaşamaya alışığım gençliğimden. Ancak bu yükü kıyamete kadar daha kaldırabilir miyim bilmiyorum… Öykü: Adil ÖZTÜRK

68

İllüstrasyon: Yunus KOCATEPE

Onma Gecesi Ağaç yapraklarının titreşimi ritmik, dalga sesleri ritmik, kadının nefes alış verişi ritmik, adamın ileri geri hareketi ritmikti. Gece, ritmin muhteşem uyumuna teslim olmuştu. Kadının sarı saçları, lacivert Cherokee’nin kaputu üzerine yayılmış, parlıyordu. Çıplak bacakları, hemen önünde ayakta duran adamın omuzlarında, siyah külotu bir ayak bileğinden sallanır durumdaydı. Eğer altında bej rengi kadife eteği olmasa çıplak kalçaları kaputun soğuğu ile temas ederdi. Zira siyah deri ceketi ancak beline kadar koruyabiliyordu bedenini. Adamın lacivert kot pantolonu belinden düşmemişti; aralanmış bacaklarının üzerinde gevşekçe durmaktaydı. Üzerindeki gri kaşe paltosunun önü açık, siyah kazağı kasıklarının üzerine kadar uzanı-yordu. Bir eliyle kadının bir elini sıkıca tutmuş, diğeri ile Cherokee’nin kaputuna yaslanmıştı. Havanın soğuğuna karşın, ikisi de terlemişti. Adam dominant, kadın teslimiyet içerisindeydi. Kadının nefes alış verişi hızlanmış, istemsizce çıkardığı sesler eşliğinde titremeye başlamıştı. Üzerlerine ay ışığından başka bir ışık vurduğunda kadın adamın ellerini sıkıca tutarak tatlı bir çığlık kopardı. Adam ışığın olduğu yöne döndü. Vücutlarını aydınlatan beyaz ışığın bir kameraya ait olduğunu fark etmesi uzun sürmedi; kameralara alışıktı. Çok geçmeden kamerayı tutan genç erkeği görebildi. Gözlerini kıstı, az önceki heyecan nöbetinden kendini sıyırıp nefesini kontrol altında tutmaya çalıştı. Seri bir hareketle paltosunu yana çekip elini beline götürdü. Pantolonuna sıkıştırdığı Smith–Wesson Large Frame revolveri çıkardı. Silahı ışığın geldiği yöne doğrultması ile kamerayı tutan gencin sağ göz yuvasında bir kan şelalesi oluşması arasında sadece bir saniye vardı. Kadın silah sesi ile kendine gelip korkuyla bağırdı. Eteğini aşağıya çekiştirerek geriye doğru hareket etmeye çalışıyordu. Adam sakince silahını kadının yüzüne doğrulttu. Sükûnetini koruyarak konuş-tu: “Şanslısın. Çok şanslısın. Bir gecede yalnız bir kişiyi öldürürüm.” *** Ali Gencer şatafatlı hayat tarzının aksine, mütevazı bir apartman dairesinde, altı yıllık eşi Elif’le birlikte yaşamaktaydı. Ünlü bir rock yıldızı olmasının yanı sıra kendisine duyulan büyük saygının se-beplerinden biri de buydu. Muadillerinin aksine o sadık bir koca, müşfik bir babaydı. Eve döndüğünde güneş artık şehri aydınlatmaya yeltenmişti. Ayda bir gerçekleşen Onma Gecesi ritüellerinin bir parçası olarak banyoya girdi. Ilık suyun altında bedenine dokunarak günahlarının topuklarından süzüldüğünü hissetmeye çalıştı. Çocukluğundan, “Su gibi aziz ol” duasını ilk kez duyduğundan beri suyun azizliğine inanırdı. Zor zamanlarında kurtuluşu hep suda aradı. Banyonun ardından yatak odasına geçti. Yatağın sağ yanında uzanmakta olan Elif’i izledi kısa bir süre. Elif’in masumiyeti ile uyurken tüm canlıların aynı derecede masum göründüğünü fark etmesi aynı âna denk geldi. Gülümsedi. Alışık olduğu üzere yatağın sol yanına sırt üstü uzandı. Sağ kolunu başının altına aldıktan kısa süre sonra Elif başını Ali’nin kaslı göğsüne yerleştirdi. Elif’in, Ali’nin varlığı ile uykusunda bulduğu huzurun aksine, Ali’de önü alınmaz bir huzursuzluk vardı bu gece. İlk kez, işler yolunda gitmemişti. Ali, ilk geceden bu yana ilk kez yakalanma korkusunu iliklerine kadar hissediyordu.

69


Öykü

*** Gün, beyaz villasının duvarlarına doğmuştu. Bahçesindeki elma ağacının ilk çiçeğinin tomurcuklandığını gördü. Yağmur dinmiş, çimenlerin üzerinde yemyeşil bir ıslaklık bırakmıştı yalnızca. Terasta otururken tatlı bir meltem yalıyordu dudaklarını. Fakat şimdi ne beyaz villası, ne gün, ne bahar… Ha-zal’ın kafasındaki tek şey ölümdü. Hemen köşesinden döndüğü ölüm… Bu; ne çocukken ağaçtan düştüğünde hissettiği yakınlıktı ölüme, ne on altısında bekâretini kaybettiğinde babasından yediği dayakta, ne bilincini viskiye karıştırıp kendini bir arabanın önüne attığında, ne de dalış kulübü ile birlikte açık denizde ilk dalışında. Bu, saf ölümdü. Gerçek ölüm. Tüm mecazi anlamlarından arındırılmış. Buz gibi namlu burnunun hemen ucundaydı birkaç saat evvel. Hazal, orta halli bir ailenin tek kızı olarak dünyaya gelmiş, hayatı mücadele ile geçmişti. İlk mü-cadeleyi babasının tutucu fikirlerine karşı vermişti. Yediği dayakların intikamını, onu hayat boyu yalnız-lığa mahkûm ederek almıştı. Hoş, yanından ayrılması babası için ceza mı, ödül mü olduğuna hala karar verebilmiş değildi. Hep yalnızdı ama büyük şehirde ilk tek başına kalışında ikinci mücadelesi başladı. Ekonomik hürriyet. Kapitalizm, acımasızca talep ediyordu Hazal’ın iç dünyasını. Ve şatafatlı bir dış dünya arz ediyordu. Oyunu kuralına göre oynamayı çocukluğunda öğrenmişti Hazal, mahallenin serseri-lerine kız haliyle ilk postasını koyduğunda. Üniversite harçlığını kazanmak için çalıştığı yerlerde patron-ların tacizlerine göz yummayı da bildi, mezun olmak için fakültenin en arıza hocasının yatağına girmeyi de. Kendisinden ne isteniyorsa verdi. Ne istiyorsa aldı dünyadan. Şimdi, şehrin en lüks semtinde güzel bir iç mimarlık ofisinin sahibiydi. Şu an oturduğu villayı da geçen yıl yaptırmıştı. Üniversite yıllarında ayaklar altına aldığı gururunu, bu villa ile birlikte yeniden inşa etmişti. İşte bu yüzden, ölmeye hiç niyeti yoktu. Ölüme bu kadar yaklaşmış olmasının bir etkisiydi herhalde hayatının, gözlerinin önünden geçişi. Sigarasını dolu kül tablasına basarken gözlerinde kararlılık okunmaktaydı. Ne var ki bu kararlılıkla ne yapacağını henüz bilmiyordu. Kendini acı sondan kurtarmalıydı ama nasıl? Bu soru kafasında dönüp durmaya başlamıştı. En zorlu problemlerini aşmak için kullandığı metodu uygulamak üzere düşüncelerini dağıtıp olayları en başından değerlendirmeye çalıştı. O müşterisi az bara Ali Gencer’in girişi, tanışmaları, içme-leri, sevişmeleri… Birden gözleri parladı. Hızla yerinden kalkıp arabasına koştu. *** Adam pantolonunu ilikledi ve silahını beline yerleştirdi. Az önce yere serdiği genç kameramanın yanına sakin ama hızlı adımlarla gitti. Kadın, kalp atışlarını ağzında hissediyordu. Ne konuşabiliyor, ne hareket edebiliyordu. Adam cesedi yerinden oynatmadan evvel kamerayı eline aldı. Ne yaptığından emin bir şekilde, seri hareketlerle kameranın kasetini yuvasından çıkardı ve paltosunun cebine koydu. Cesedi kucaklayıp denize doğru yürümeye başladı. Kadının önünden geçtiği sırada ona döndü. “Toparlan haydi, sana bir şey yapmayacağım. Şu kamerayı alıp bana getir,” dedi. Kadın kendine gelir gibi ayak bileğindeki külotuna uzandı titrek elleri ile. O işini bitirene kadar adam cesedi hemen yanlarındaki kayığa yerleştirmişti bile. Dönüp kamerayı eline aldı. Yine kadının önünden geçtiği sırada kadının kolunu sıkıca kavradı. “Sabaha kadar seni bekleyemem. Sallanma da yürü,” diye emretti. Çekiştirerek kadını da kayığa kadar götürdü. Adam ve kadın karşılıklı oturmuşlar, ceset ortalarında uzanmaktaydı. Kamera cesedin üzerinde, ölüyken bile mesleğine devam edecek hissini uyandırarak yatıyordu. Kadının şoku atlattığını, titrek se-siyle sorduğu sualden anladı adam. “Onu ne yapacaksın?”

70

71


Öykü

Öykü

“Denize atacağım.” Kadın daha fazla soramadı. Oysa kendi sonunun da aynı mı olacağı, bunu neden yaptığı, bunun kaçıncı cinayeti olduğu soruları başını ağrıtmaya başlamıştı ki, kadın bu soruların küçük birer taş olup kafatasının iç kısmına çarpmaya başladığını düşünmüştü. Adam uygun uzaklığa geldiklerine kanaat getirdiğinde kayığın içinde hazır bulunan büyükçe bir beton parçasını cesedin ayaklarına bağladı. Yerinden kalkıp cesedi soğuk suların himayesine bıraktığında kayık sertçe sallandı. “Onu neden gömmedin?” diye sordu kadın. Hemen ardından bu soruyu sorduğu için kızdı kendi-ne. “Günahlarından yıkansın diye. Ben suyun azizliğine inanırım.” *** Ölümün eşiğinden döneli yarım gün bile olmadan, yeniden aynı yerde olmak hiç de kolay değildi Hazal için. Fakat o güçlü bir kadındı. Derin bir nefes alıp, denizin serin ve tuz kokan havasını burun deliklerinden ciğerlerine doldurdu. Omurgasını dikleştirdi. Bu şekilde ne kadar güçlü olduğunu kendine ispatlamaya çalışıyordu. Yine de, yeniden burada ne işi vardı? Niçin polise gitmemişti? Gözlerinin önünde işlenen cinayet, tehdit edilmesi, alıkonması… Fail de herkesçe tanınan, kimliği, adresi bilinen biriyken, kanıtlar da yerli yerindeyken, niçin onu içeri tıkmayı düşünmüyordu? Bu sorunun yanıtını ararken buldu kendini. Ali’yi çok mu beğenmişti? Ona hayran mıydı? Ona duyduğu saygıdan mıydı yoksa onu hapse göndermek istemeyişi? Hayır… Hazal meraklı bir kadındı. Ali’nin bunları neden yap-tığını öğrenmek istiyordu. İçinden bir his bu vakanın ilk olmadığını söylüyordu. Eğer ilk değilse siste-matik miydi? Öyle ise polisten kurtulmanın bir metodu, bu metodun bir işleyişi olmalıydı. İşleyiş nasıl ilerliyordu? Peki, bunları polisten öğrenemez miydi? Yoksa henüz kendine itiraf edemediği başka bir sebep mi vardı? Hazal soruların tükenmediğini fark edince düşüncelerinden sıyrıldı. Artık işe koyulmalıydı. Kafasındaki soruların ilkine cevap bulmak üzere gelmişti buraya. Başkaları olmuş muydu? Kırmızı Nissan Micra’sının bagajını açtı. İçinden dalgıç kıyafetlerini çıkardı. Giyinip aksesuarları vücuduna yerleştir-dikten sonra, kameramanı suyun azizliğine uğurladıkları kayığa bindi. Açıldı. Önceki gece bulundukları noktaya gittiğine karar verince suya daldı. Derinlere indikçe artan ba-sınç, ruhu ve düşünceleri üzerindeki tonlarca yükü anımsattı. Garip bir şekilde rahatlattı bu onu. Doğa, Hazal’ın benliği ile paralellik kurarak ona ulaşmaya çalışıyordu sanki. Doğayı yanında, kendini güvende hissetti. Sağında ve solunda yüzmekte olan balıklar buraya aitti. Onların şanssız olduğunu düşündü. Yu-karıdaki yüzlerce, binlerce insan işledikleri suçları buraya atıyordu. Balıklarsa bu suçlara ev sahipliği yapıyordu. Ruhları olmadığı için şanslıydılar doğrusu. Bu kadar günahı hangi ruh kaldırabilirdi ki? Suyun dibine kadar indiğinde çevresine bakındı. Aradığını bulamayınca su altı dalgalarının rotasını değiştirmiş olabileceğini düşündü. Daldığı noktanın izdüşümüne doğru yüzmeye koyuldu yeniden. Görüşünün netleşmeye başladığı noktada aradığını buldu. Önceki gece gözleri önünde can veren kameramanın cesedi, ayaklarının altındaki büyük beton parçasından kurtulmak istercesine bedenini dimdik, yüzeye doğru doğrultmuş, kollarını yukarı kaldırmıştı. Dalganın etkisiyle hafifçe savrulurken ucuz korku filmlerindeki hayaletleri andırıyordu. Hazal, cesedin yanından geçerek yüzmeye devam etti. Biraz ileride benzer hareketlerle suyun içinde salınan bir kadın cesedi fark etti. Hemen karşısında ona doğru duran bir tane daha… İlerledikçe kadın cesetleri sağında, solunda, önünde ve ardında beliriyordu. Hazal ölü bedenlerin arasında yüzerken, onlar da yukarıya kaldırdıkları kolları ve ileri geri, sağa sola savrulmalarıyla

72

ona selam veriyor gibiydiler. Hazal ceset denizinin ortasında bir süre durup etrafına bakındı. Cesetler şişmişti. İğrenç görünüyorlardı. Onlarcaydılar. Hazal kollarını su ile doldurulmuş boşlukta savurarak etrafında dönüyor, yaptığı keşiften korka-rak cesetlere bakıyordu. Fakat şunun da ayırtına vardı: Haklıydı. Peki, şimdi ne yapmalıydı? *** “Çayını koydum, sevgilim.” Ali, Elif’e belli etmemeye çalışıyordu ama tedirginlik, küçük kurtlar halinde beynini kemiriyordu. Nazikçe gülümseyerek teşekkür etti eşine. Elif yuttu bu numarayı. Yıllardır hangi numarayı yutmamıştı ki? Kahvaltıdan bir saat kadar sonraydı. Ali çalışma bahanesiyle evden ayrılmış, şarkılarını kaydettiği ev stüdyosunda oturmuş, masanın üzerindeki mikrofonla oynuyordu. Buradaki mini buzdolabından çıkardığı viski şişesi düşünmesine yardım etmiyordu. Sonunda, ani bir karar olduğundan yanlış bir karar olduğu aklına gelmiş olsa da, Hazal’la konuşmaya karar verdi. Aslında onu öldürmeliydi. Hazal, yıllardır süren Onma Geceleri’nin önüne konmuş büyük bir taş, onmaya mani olan kara bir lekeydi. Ali ruhunu temizleyemediğini düşününce çılgına dönmüş, birden büyük bir nefret beslemişti Hazal’a karşı. Bu geceler Ali için mühimdi. Yıllardır süren düzenli ritüellerdi. Ali’nin, bir tragedyaya dönmüş hayatından sıyrılıp kurtuluşa erdiği anlardı. Hazal’ı ilk gördüğü ânı hatırladı birden. Arka sokaklardaki o müşterisi az barda tek başına otur-muş, dünyaya 50’lik bira bardağı ile meydan okuyan bir kadın vardı. Her ne kadar sarı boyalı saçları ona koket bir hava katmış olsa da büyük, yeşil gözlerindeki özgüven, ne yaptığını bilen bir kadın olduğunu gösteriyordu. Bu özgüvenin neticesi olarak bir omzunu açıkta bırakırken göğüs çatalını açık eden beyaz bir bluz tercih etmişti o gece. Siyah deri ceketini sandalyesinin arkasına asmıştı. Bej rengi kadife eteğinin altından topuklu siyah çizmelerine kadar olan kısımda beyaz bacakları görünüyordu. Şık ve aklı başında kadınlar kurban olarak seçilmezdi ekseriyetle. Ne var ki, Ali’nin karşı koyamadığı çekicilik, onu Hazal’ın masasına oturtuvermişti. Uzun zamandır hiç almadığı kadar keyif aldığını hatırladı Ali, Hazal ile ettiği sohbetten. Ve hiç almadığı kadar tat almaktaydı yaptıkları seksten. Lanet paparazzi çıkıp gelmese her şey ne kadar güzel gidecekti. İçinden Hazal için üzüleceğini bile düşünmeye başlamıştı onunla sevişirken. Fakat her şey planladığı gibi, yolunda gidecekti. Ali okkalı bir küfür savurdu ölü adama. Şimdi kendi kendine açıklamaya çalışıyordu sanki Hazal’ı niçin öldürmek istemediğini. Ondaki fark… Bu özgüven, bu ne yaptığını bilir haller çok etkilemişti Ali’yi. Hazal kesinlikle çok farklı bir ka-dındı. Kendini ikna etti Ali. Yanlış bir karar vermemişti. Hazal ile konuşarak bu sorunu halledecekti. *** Adam Cherokee’sinin şoför koltuğunda oturmuş, başını arkaya yaslamıştı. Göz kapaklarını araladığında, kan çanağına dönmüş gözlerinin küçük bir bölümü karanlıkta parladı. Sağ elinin baş ve işaret parmakları arasına sıkıştırdığı marihuana sarılı üçlü sigaralığını dudaklarına götürdü. Derin bir nefes çektikten sonra yoğun ve beyaz dumanı yarıya indirilmiş camdan dışarı üfledi. Bu, Onma Gecesi ritüeli-nin bir parçasıydı. Kadını evine göndermenin doğru olup olmadığını düşünüyordu. Bu gece çok büyük bir risk al-mıştı. Fakat hiçbir şey ritüelini bozmasına müsaade etmemeliydi. Ve kural açık ve netti: Bir gecede yal-nızca bir

73


Öykü

Öykü

kişi. Onu tehdit etmiş olduğunu hatırlayıp kendini rahatlatmaya çalıştı. Polise gitmemesi konu-sunda yeterli uyarıyı yapmış olduğunu düşünüyordu. Daha derin bir nefes çekti sigaralığından. Gözlerini kapattı. Dalgalar kıyıya vuruyordu. Yağmur başladı. *** “Neden polise gitmedin?” Hazal, yanıt sanki oralara bir yere saklanmışçasına, gözlerini yol kenarında park etmiş arabalarda, oturdukları kafenin masalarında, kaldırımdaki ağaçların dallarında gezdirdi. Kazandıracağı birkaç saniyeye sığınarak sigarasından bir nefes aldı. Kendini ilk kez çaresiz hissediyordu. “Bilmiyorum,” diyebildi sonunda. “Bunu neden yaptığını merak ettim.” Durakladı. “Oraya yeni-den gittim. Suya daldım. Diğerlerini gördüm. Tüm o kadınlar…” Daha fazla konuşamadı. Sigarasından bir nefes daha çekti. “Demek onları gördün.” “Evet. Onca kadını neden öldürdün?” “Onma için.” “Nasıl?” Ali bir süre sessiz kaldı. Sonra, ona anlatmaya karar verdi. “Bunu dört yıldır yapıyorum. Tabii, daha önce de öldürdüm. Hayatta bağımlısı olduğum üç şey var. Buluğ çağımdan beri yakamı bırakmayan üç kötü alışkanlık... Üç lanet… Seks, marihuana… Ve öldürmek. Hayatım her zaman berbattı. Evlenene dek… Eşimi seviyorum. İki yıl kadar kendimi kötü alışkanlıklarımdan uzak tuttum. Fakat temiz yaşamak ruhumu kirletiyordu. Dayanamadım. Dayanama-dım ama eskisi gibi, serseri bir kurşun gibi şehre tehdit olmak istemiyorum. Bunu sistemli bir şekilde yapmaya karar verdim. Katı kurallarım var bununla ilgili. Artık bunlar, ayda bir kez gerçekleştirdiğim Onma Gecesi ritüellerim. Ayda bir kötü alışkanlıklarıma dönüyor ve ruhumu kurtuluşa eriştiriyorum.” Hazal bir süre ne diyeceğini bilemedi. Sonra “Beni de öldürecektin değil mi?” dedi. “Evet,” dedi Ali düşünmeden. Sustular. Ali sorusuna yanıt alamadığını hatırladı. Ses tonundan okunan merak hiç azalmamıştı. “Neden polise gitmedin?” “Sanırım cevabı buldum,” dedi Hazal. “Evet?” “Sana katılmak istiyorum.” Gülümsediler. Öykü: Hakan Günay AYDINOĞLU

74

İllüstrasyon: Yunus KOCATEPE

Susuzluk “Anne, bizden ne istiyorlar?” diye sordu olduğu yerde büzüşerek. Günlerdir aynı pozisyonda durmaktan her yeri ağrıyordu ama cesur davranmaya çalışarak sesini çıkarmadı. Oysa daha çok küçüktü. “Şşşt…” dedi annesi. “Sessiz ol, duyacaklar.” Bu sefer sesini iyice alçaltıp sordu, nefes alıp verir gibi. “Kim onlar, anne?” Annesi cevap veremedi. Endişeyle dolabın kapağına baktı. Sımsıkı kapalıydı ama arasından içeriye ışık sızıyordu. Dışarısı aydınlıktı; tehlikenin en yoğun olduğu zaman. Av zamanı… “Düşünme bunları. Uyumaya çalış.” “Ama uykum yok ki. Çok sıkıldım. Biraz dışarı çıkamaz mıyım? Sadece birazcık, n’olur?” Oğlunun yüzündeki o sevimli ifadeyi gören annenin içi burkuldu. Eskiden olsa ona asla hayır diyemezdi. Şimdi de demek istemiyordu, çocuk haklıydı. Kaç gündür buraya sıkışıp kalmışlardı; kendisi de buradan çıkıp gitmeyi en az onun kadar istiyordu. Fakat istese de yapamazdı, yapamazlardı. Buradan çıkarlarsa ölürlerdi. Kolunu çocuğa sarıp onu kendine çekti. Oğlunu göğsüne sıkıca bastırdı. O an tüm bunları sırf onun için durdurabilmeyi istedi. Tek başına olsa umurunda bile olmazdı. Hatta bu lanet dolaba bile saklanmaz, günler önce kocasını gözlerinin önünde vahşice öldürdüklerinde çıkardı o alçakların karşısına. Onlarla mücadele etmek ya da onlara teslim olmak arasında fark yoktu onun için, eninde sonunda bitmiş olacaktı bu işkence. Ama yaşamak zorundaydı; çünkü o bir anneydi. Oğlunu yaşatmak ve onu korumak için kendisi de yaşamaya mecburdu. Gündüzleri bu lanet dolaba saklanmaya mecbur olduğu gibi. Geceleri bir parça daha iyiydi. En azından oğlunu dolapta bırakıp dışarı çıkabiliyordu. Temel ihtiyaçlarını karşılamak için çok uzaklaşmadan dolaşıp geri geliyordu. Bunun için havanın iyice kararmasını bekliyordu; çünkü onlar geceleri ortalıkta olmuyorlardı. Karanlıkta iyi göremiyorlardı ve bildiği kadarıyla onlarla ilgili tek iyi haber buydu. Birkaç ay önce ortaya çıkmışlardı. Birdenbire gelmişler ve dost olduklarını söyleyerek aralarına karışmışlardı. Her nasılsa dillerini biliyorlardı. Aslında fiziksel olarak çok benziyorlardı; kollar, bacaklar, tüm bedeni yöneten bir kafa, konuşarak anlaşmaları ve aynı havayı solumaları. Tabii farklı yönleri de vardı; kafalarından çıkan ince uzantılar, kol ve bacakların sayısı, ağızlarından çıkan sivri beyaz taşlar ve elbette beslenme şekilleri. Başka bir gezegenden gelen bu garip yaratıklar önce şaşkınlık, sonra da konukseverlikle karşılanmıştı. Irkının yaptığı en büyük hata olmuştu bu. Tehlikeyi fark ettiklerindeyse artık çok geçti. Önce ufak tefek olaylarla başlamış, “münferit” kabul edilen cinayetler pek önemsenmemişti. İki komşu gezegen halkının dostluğuna gölge düşmesin diye örtbas edilmişti. Ancak saldırılar gün geçtikçe çoğalmaya ve vahşileşmeye başlayınca uzaydan gelen komşuların o kadar da dost canlısı olmadığı anlaşılmıştı. Vahşiydiler. Gruplar halinde geziyor ve hiç beklenmedik bir anda saldırıyorlardı. Sinsiydiler. Yalanlar söyleyerek yüzlerine gülüyor, fırsatını yakaladıklarında da genç, yaşlı, kadın, çocuk demeden herkesi öldürüyorlardı. En kötüsü de, çok açlardı. Kurbanlarını son damlasına kadar tüketiyorlardı ama doymak bilmiyorlardı. Susuzlukları sonsuzdu sanki. Onlara karşı koymak imkânsızdı. Kısa sürede tüm gezegeni ele geçirmişler, gezegen halkını ise bir tür besin kaynağı olarak kullanmaya başlamışlardı. Yakaladıklarının bir kısmını anında tüketiyor, bir kısmını da kendi gezegenlerine gönderiyorlardı. Orada beslenmek daha büyük bir sorun olmalıydı; çünkü birkaç ay içinde gezegende onlardan başka kimse kalmamıştı. Kadının gördüğü son kişi kocasıydı; günler önce evinin bahçesinde yakalanmış ve vücudundaki son damla da akıtılana dek parçalanmıştı. Dolap

75


Öykü

günleri de böyle başlamıştı. Dışından gelen ses ikisini de irkiltti. Anne refleks olarak hemen oğlunun ağzını kapatmış ve çocuğun herhangi bir ses çıkarmasını engellemişti. Oysa buna gerek yoktu. Çocuk günler süren esaretin kurallarını çok iyi biliyordu. Bir ses duyduğunda hiç konuşmayacak, kıpırdamayacak, çok yavaş nefes alacaktı. Yoksa onu bulurlardı. Annesi onu geride tutarak yavaşça dolabın kapağına yaklaştı. Aradaki incecik boşluktan dışarıda neler olduğunu görmeye çalışıyordu. Önünden geçen karaltıyla bir anda geriye sıçradı. Buradaydılar. “Her yeri aradın mı?” “Evet. Ev boş.” “Emin misin? Geçen gün buralarda birini yakaladıklarını duydum. Belki şansımız yaver gider de kendimize ufak bir ziyafet çekeriz.” “Ama yakalanan herkesin kampa götürülmesi emredilmişti.” “Başlarım şimdi emrine! Bu lanet şeylerin hepsini paket yapıp eve gönderecekler, peki biz ne yapacağız? Susuzluktan geberelim mi? İyice ara şu evi, birini bulursan da hemen getir.” Ayak seslerinin arkasından aynı sesin bağırdığı duyuldu, “Eğer birini bulursak, tek bir tane, o zaman onu kendimize ayırır ve kimseye bahsetmeyiz. Ama şans bize güler ve bir taneden fazlasını yakalarsak kalanını kampa götürür kahraman oluruz. Tamam mı?” Cevap gelmedi. Onun yerine evin içindeki gürültüler arttı. Evin altını üstüne getiriyorlar, her yeri didik didik arıyorlardı. Böyle giderse onları bulmaları an meselesiydi. Kadın oğluna sıkıca sarıldı ve içinden dua etmeye başladı. O sırada ağladığının farkında değildi; tabii gözyaşlarının sadece onlar tarafından algılanan bir koku salgıladığının da… “Aslında hiç anlamıyorum. Koskoca gezegende ilaç için olsun tek damla su yok. Ama gel gör ki bu şeylerin vücudu…” Dışarıdaki yaratık aniden sustu. Gürültüler de kesilmişti. Kadın dolap kapısının aralığından dışarıyı görmeye çalıştı; fakat ışık yoktu. Anne oğul aynı anda nefeslerini tuttu. “Garip bir koku var. Sen de alıyor musun?” “Ne?” “Bekle…” Dolabın kapağı şiddetle açıldı. Işığın içeriye dolmasıyla birlikte anne ve oğlu da açığa çıkmıştı. “Bakalım burada neler var!” Dört kuvvetli el anne ve çocuğu yakalayıp dışarı çekerken her ikisi de bağırıyordu. Onlardan biri anneyi, diğeri de çocuğu sıkı sıkı tutmuştu. “Sana bulacağımızı söylemiştim!” “İki taneler, ne yapacağız?” “Bir tanesi çok küçük, ikimize ancak yeter.” Onlar dehşet verici hesaplarını yaparken anne ve oğlu kurtulmak için çırpınıyordu. Çocuk çığlıklar içinde ağlıyordu. “Üff ne biçim kokuyor!” “Şikâyet etme, o koku olmasa onları bulamayacaktık.” “Şu yarıklardan su çıkıyor, kokan o mu?” “Evet, ağlıyor. Daha çocuk galiba, korkutma da daha fazla ağlamasın. Suyu boşa harcamayalım.” Onlar kahkaha atarken küçük oğlan kendisine güldüklerini anlamıştı. Zorla da olsa hıçkırıklarını

76

77


Öykü

Öykü

bastırdı, babasının ona öğrettiği gibi cesur olacaktı. Kendini toparladı ve annesini tutan yaratığın yüzüne baktı. “Ne istiyorsunuz bizden? Gidin buradan, rahat bırakın bizi!” Bu cesaret gösterisi onları daha çok güldürdü. İri olan onların dilinde cevap verdi, “Şu ufak kahramana bak hele! Üzgünüm ufaklık, kişisel bir şey değil. Sadece bir şeyler içip gideceğiz!” Kahkahalar acımasızca çınlarken anne oğluna bakıp sessizce ağladı. Buraya kadardı, her şey bitmişti artık. Sadece oğlunun acı çekmesini istemiyordu. “Oğlumu bırakın, o daha çok küçük. İşinize yaramaz.” “Sus, sen karışma! O kadar susadım ki, bir damlaya bile razıyım. Üstelik sizin vücudunuz suyla dolu!” Bunu söylerken kadını daha çok sıktı ve bağırmasına sebep oldu. Ama aldırmadan devam etti. “Yüzde kaç demişlerdi, doksan üç mü? Eh, dörtte üçe göre gayet iyi bir rakam. En azından bana yeter!” “Diğerleri gelmeden işlerini bitirelim, yoksa paylaşmak zorunda kalacağız.” “Tamam, sen ufaklığı bağla. Önce büyük olanı halledelim.” Tüm karşı koyma çabalarına rağmen çocuğu bağladılar, anneyi ise yere yatırdılar. Onu aralarına almışlardı. Biri dişlerini kadının koluna, diğeri de boynuna geçirdi ve büyük bir iştahla emmeye başladılar. Annenin çığlıkları oğlununkine karışırken iki yaratık hiç umursamadan susuzluklarını giderdiler. Son damlasına kadar tükettikleri kadın boş bir çuval gibi yığılmıştı yere. Çocuk ise ağlamaktan bayılmak üzereydi. Yaratıklar kadını bırakıp onun üzerine eğilirken bilinçsizce sayıklıyordu. “Bırakın beni… Bırakın annemi… Ne istiyorsunuz… Kimsiniz siz…” İri olan çocuğun kafasını kendisine yaklaştırdı ve sırıttı. “Hâlâ öğrenemedin mi çocuk? Ne olduğumuzu biliyor olmalısın. Gerçi şu an kendimi vampir gibi hissediyorum; çünkü çok ama çok susadım ama…” Bir kahkaha attı, yanındaki de ona katıldı. Sonra kadının şeffaf vücut sıvısına bulanmış ağzını yayarak çocuğa gülümsedi ve annesine yaptığını ona da yapmadan önce sorusuna cevap verdi. “Biz insanız. İnsan…” Öykü: Funda Özlem ŞERAN

78

İllüstrasyon: Zeynep ZEZE

Kan, Gözyaşı ve Çocuk "Günaydın. Amirim," dedi, komiser yardımcısı Arf. Olayı telsizden duyduğu an cinayet mahalline gelmişti. Apartman dairesi daha yeni giren komiser, başıyla selamladı Arf'ı. Cesedin olduğu yatak odasına doğru yürümeye başladılar. Komiser Raman her zaman ki gibi kahverengi tonlarda giyinmişti. "Kadının yüzde altmışı yok," dedi Arf saçma sapan bir sırıtışla. "Nasıl!" dedi Baş komiser "Cesedi parçalamışlar mı?" "Vücuttaki tüm sıvıyı çekmişler. Hani insanın..." "Tamam. Anladım," diyerek Araf'ın sözünü kesti. Cesedin yanına gelmişlerdi. Raman olay yeri elemanlarından bir çift eldiven aldı. Etraftaki çekmeceleri kurcalamaya başladı. "Maktulün adı Bahira. Bir kızı var. Kızının adı Esen. Bu oda da kızın adası zaten. Ama kız ortalıkta yok. Kayıp." Arf bunları söylerken içeriye Gözyaşı Rahipleri girdi. Mavi cüppe giymiş üç tane rahip, aynı anda kimliklerini gösterdi. Önde duran rahip "Burada büyü yapıldığını tespit ettik. Olay bizde. Bulduğunuz kanıtları bize teslim edin ve olay yerini terk edin," dedi. Komiser Raman çekmecede bulduğu günlüğü gizlice ceketinin iç cebine koydu. Dış kapıya doğru yürümeye başladı. "En azından vücudundaki sıvıyı nasıl aldıklarını anlamış olduk," dedi kendi kendine. Raman odasında koltuğa tünemiş Esen'in günlüğünü okuyordu. Günlükten anlaşılan, Esen babası hiç tanımamıştı. Günlüğün çoğu kısmından babasından bahsediyor, Onunla konuşuyor gibi yazıyordu. Günlüğün sayfalarını çevirmeye devam ederken içinden bir fotoğraf masaya düştü. Raman Fotoğrafı eline aldı. Fotoğrafta anne ve kızı sarılmış kameraya bakıyorlardı. Komiser kızın fotoğrafını kimlik tanıma cihazına tarattı. Ekranda "Herhangi bir eşleşme bulunamadı" yazısını görünce kendi kendine "Eğer bir olayda Gözyaşı Rahipleri varsa işin içinde bir pislik var demektir," dedi. On dakika sonra Raman'ı iki adam ziyarete geldi. Bu iki garip adam Raman ile yaklaşık beş dakika konuştular. Sonrasında İki ziyaretçi ve Raman birlikte dışarı çıktılar, bir arabaya bindiler ve bilinmezliğe doğru yol almaya başladılar. Raman'a görmesini engelleyen bir gözlük takmışlardı. Üç saate yakın araba ile gittiler, Raman yolu anlamasın diye etrafta dolaştıkları apaçıktı. Baş komiserin gözlüğünü çıkardıklarında devasa büyüklükte bir kapının karşısındaydılar. Kapı yavaşça açılmaya başladı. Kapının ardında uzun bir koridor vardı. Koridorda tek başına yürümeye başladı. Duvarlar camla kaplıydı. Camların arkasında ise küçük saydam tüpler içinde koyu sıvılar vardı. Bu şekilde yaklaşık kırk metre devam eden koridor sonunda geniş bir hole açıldı. Her tarafta tablolar vardı. Ortak bir temada buluşan bu resimler efsanevi bir hikâyeyi anlatıyordu. Yaşlı bir adam eliyle oturduğu masanın karşısındaki koltuğu gösterdi, boğuk sesiyle "Buraya otur Raman," dedi. Son bir saati anlamlandırmaya çalışan baş komiser, hiç konuşmadan gösterilen yere oturdu, korkuyordu hem de çok korkuyordu. "Sana uzun bir hikâye anlatacağım. Asla laflarımı bölme. İyi dinle! Olaylar, bundan iki bin yıl önce yani ben daha dokuz yaşındayken başladı. Sabah evden çıkmıştım, tek başıma koşuyor, hayvanlarla oynuyordum. Nasıl oldu bilmeden kendimi bir çölde buldum. Çok susamıştım. Benimle aynı yaşta olan bir çocukla karşılaştım. O da kaybolmuş, susamış ve korkmuştu. Birlikte yürümeye başladık. Bir adamla

79


Öykü

karşılaştık. Bize su vereceğini söyledi ve içi su dolu birer kap verdi. Sularımızı içtikten sonra tekrar istedik. Tekrar verdi. Adamın arkasında bir gölet vardı. Suları oradan doldurmuştu. Beklememizi söyledi, bir eline kırmızı diğer eline renksiz bir sıvı aldı. Benim kabıma kırmızı sudan, arkadaşımın kabına ise diğer sudan damlattı. Küçük su birikintisi, yaşlı adamın el hareketi ile bir kıza dönüştü. Dünyalar güzeli bu kıza 'Su' adını verdi. Adam bize 'Bu içtiğiniz sular, size dünyayı bile yönetebilecek bir güç ve ölümsüzlük verecek' dedi. Öyle de oldu. Ben kan büyücüsü, dostum ise gözyaşı büyücüsü oldu." Önündeki bardaktan bir yudum su içti ve derin bir nefes alarak devam etti. "Aklından geçenler doğru. Arkadaşım, Gözyaşı rahiplerinin efendisi olan Muhdar idi. Büyü yapmayı, savaşmayı, hayat kurtarmayı, inanları yönetmeyi öğrendik. Muhdar da ben de Su'ya âşıktık ama hocamız ona kızı gibi baktığından Su ile konuşmaktan korkuyorduk. Yaklaşık otuz yıl eğitim aldık. Yaşlanıyorduk ama gücümüzden hiçbir şey kaybetmiyorduk. Bir gün ustamız bize bir veda konuşması yaptı. Bir kehanetten bahsetmişti. 'İnsanlığı bir dönem Gözyaşı Rahipleri yönetecek. Sonra, kum saatindeki kumlar bitecek ve ters çevrilecek. O günden sonra Kan Büyücüleri yönetime geçecek. Kum saati her çevrildiğinde güç el değiştirecek' eksiksiz sözleri böyleydi. O günden sonra onu hiç görmedik. Su onun yokluğunda hiç konuşmadı, yemedi, içmedi. Çok geçmeden o da ortalıktan kayboldu. İnsanlar ilmimizden yararlansın diye öğrenciler yetiştirmeye başladık. Ben kendi kanımdan, Muhdar ise kendi gözyaşından insanlara içirerek öğrenci yetiştiriyorduk. Muhdar ile birçok fikir ayrılığına düştük, kavgalar ettik. O çok güçlendi, insanlar ona tapmaya başladı. Ben de bu işlerden vazgeçip sevdiğim kadını aramaya başladım ama o benden önce bulmuş hatta bir çocuk yapmış. Ben de kadını öldürdüm, vücudundaki tüm sıvıyı aldım. Çünkü aklıma dâhiyane bir geldi. Kadından aldığım suya bir gözyaşı damlatırsam Gözyaşı rahiplerinin gücüne de sahip olabilirim. Esen'in gözyaşı lazım bana ama ağlamıyor. Annesi gözünün önünde öldü ama ağlamadı." Daha fazla dayanamadı, hızla atılarak "Benimle ne alakası var bunların?" dedi. "Küçük kızı nasıl ağlatacağımı kanıma sordum," dedi. Kan Büyücüleri geniş bir kâseye kanları ile doldururlar, bir soru sorarlar, eğer güçleri yeterse cevabı kâsede görebilirler. "Kanım bana seni gösterdi. O kızı bir tek sen ağlatabilirsin." Bunları söyledikten sonra eliyle sol tarafına düşen kapıyı gösterdi. Raman odaya girdi. Hastane odası gibiydi. Duvar, dolap ve yatak beyazdı. Çocuk yatakta oturmuş, bekliyordu. Komiser yaptığı anlaşma gereği kızı ağlatacak, cam tüpe gözyaşı damlalarını koyacak ve Esen ile birlikte buradan gidecekti. Küçük kızın babasız büyüdüğünü bildiği için kıza bu taraftan yüklendi. Yetimhane anılarını anlattı. Esen, komiser Raman'a çabuk ısınmıştı, onu samimi buldu. Çok geçmeden gözyaşı akıtan küçük kızdan birkaç damla alan adam, dışarıda kendisini bekleyen iki bin yaşındaki büyücünün yanına gitti. Büyücü, bardaktaki suya gözyaşlarını damlattı ve içmeye başladı. Su henüz bitmişti ki kan büyücüsün damarları şişmeye başladı. Öksürmesiyle ağzından dışarıya kan boşalması bir oldu. Damarları patladı. Kendi kanıyla kaplanış olan yere yığıldı. Ölmüştü. Böyle bir şeyin olmasını hiç beklemeyen Raman, etrafına bakındı, koridorun sonuna koştu. Kendisini buraya getiren adamlar da aynı şekilde ölmüştü. Adamların ceketlerini kurcaladı, buraya gelirken görmesini engelleyen gözlüğü buldu, gözlüğün üzerine bulaşan kanları sildi. Esen'in olduğu odaya doğru koştu. Gözlüğü küçük kıza taktı. "Hadi gidiyoruz," dedi. Kızın nereye gittiklerini sorgulayan sorusuna ise "Babanın yanına," diye cevap verdi. Bu seferde babasının kim olduğunu soran kıza "Her akşam televizyona çıkıp konuşan, beyaz sakallı adam," şeklinde cevap verdi. Bunları konuşurken çıkışa doğru durmaksızın koşuyorlardı. "Ama ben o adamı hiç sevmiyorum. O benim babam olamaz. Annem babamı hep iyi biri olarak anlatırdı bana. Tıpkı senin gibi..." dedi. Raman aniden durdu, kızın gözlüklerini çıkarıp ceketinin iç cebine koydu, Esen'in gözlerinin içine bakarak "Eğer istersen baban olurum. İstiyor musun?" dedi. "Tamam," dedi hiç düşünmeden.

80

81


Öykü

Cebinden cam tüpü çıkardı, küçük kızın parmağına bir kesik atıp bir damla kan aldı. Doğruca Rahip Muhdar'ın evine, Göz'e gittiler. Dışarıdaki rahiplere Muhdar'ın kızını getirdiği söyledi. Muhdar görüşmeyi kabul etti. Raman ve Esen uzun bir koridordan geçtiler. Koridor, boylu boyunca Gözyaşı rahiplerinin insanlığı nasıl kurtardığını anlatıyordu. Sonunda bir kapıdan içeri girdiler. Karşılarında daha önce sadece ekranda gördükleri Muhdar vardı. Bir masanın etrafında oturuyorlardı. İçeri bir kadın rahip girdi, konuşan adamlara birer içecek verdi. Kadın dışarı çıkınca Raman "Kızınızı size getirdim. Bunun karşılığında sizden bana bir ödül vermenizi isteyeceğim," dedi. "Seni rahiplerimden yapabilirim," dedi. Gözyaşı rahibi olarak yetiştirilecekler, genelde özenle seçilirdi. "İstemem," dedi. "Beni şehrin emniyet müdürü yapsanız yeter." Muhdar, hemen birilerine telefon açtı. Ayağa kalkıp adanın içinde dolaşıyor, bir şeyler konuşuyordu. Bu sırada Raman, cebindeki tüpü çıkarıp, kanı Muhdar'ın içeceğine damlattı. Telefon görüşmesi biten yaşlı adam, tekrar oturdu, "Tamamdır. Artık emniyet müdürüsün," dedi. İçeceğinden bir yudum aldı. Raman, hızlıca ceketinin iç cebindeki gözlüğü çıkarıp küçük kıza taktı. Esen'in kanlı ölümleri görmesini istemiyordu. Ağaya kalkıp kapıya doğru yöneldiler. Muhdar'ın gözleri kurudu, burnundan ve kulağından kan gelmeye başladı. Gözleri yuvalarından fırladı. Acılar içinde yere yığıldı. İkili, uzun koridorda yavaşça yürüyordu. Kurtarıcıların hikâyesini anlatan resimlerin, boyaları akmıştı. Koridorun sonunda bekleyen Gözyaşı Rahipleri de aynı şekilde ölmüştü. Dünyada bulunan tüm rahipler bu şekilde ölmüştü. Raman yüksek sesle "Rahiplerin ya da büyücülerin devri değil. Artık insanların devri, bizim devrimiz. Bundan sonra dünyayı azınlıklar değil sahibi olan insanlar yönetecek," dedi. Kendisini Esen'den başka duyan yoktu. Söylediklerinde doğruluk payı vardı. Bundan sonra büyücüler ve rahipler olmayacaktı. Sadece insanlar olacaktı. Öykü: Cevher KARAKOÇ

82

İllüstrasyon: Yunus KOCATEPE

83


Pin-up

84


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.