Golge e-Dergi ''Kahraman''ozel Sayi

Page 1

Nisan 2013

KAHRAMAN ÖZEL SAYISI


İÇİNDEKİLER Gölge e-Dergi ‘ ’Kahraman’’ Özel Sayısı

Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://golgedergi.blogspot.com

Editör: Mehmet Kaan SEVİNÇ golgeedit@gmail.com

Yayın Kurulu: Oğuz ÖZTEKER, Hasan Nadir DERİN, Sadık YEMNİ, Ahmet YÜKSEL, Melahat YILMAZ, Gülhan D SEVİNÇ. Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ Redaksiyon: Ceren ÇALICI Kapak: Emrah ÇILDIR Pinup: Varol GÖKDAMAR Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir. http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/GolgeDergi http://golgedergi/deviantart.com

Kahraman-Bir Dostoyevski Karakteri Ippolit Kahraman- Bir Kahraman Yazısı Kahraman- The Incredible Hulk Kahraman- Yüzbaşı Volkan Kahraman- Lord Soth Kahraman- Martin Mystere Kahraman- Dudaklarıyla Sevişir, Yumruklarıyla Dövüşür (1) Kahraman- Tarkan Kahraman- Siranodöberjerak Kahraman- Asıl Kahraman Kim? Kahraman- Dünyanın En Şanslı Adamı Kahraman- Süpermen Olma Lazım Bazen Kahraman- Geleceğe Dönüş Fan Fiction Kahraman- Martin Mystere Kahraman- Bir Kahramana İhtiyacım Vardı Hemingway Geldi Hoş Geldi! Kahraman- Nuh’suz Tufan- Nuh Peygamber Kahraman- Hiç Bitmeyecek Bir Öykünün Kahramanı: Atreju Kahraman- Örümcek Adam ve Ben Kahraman- Kötüler de Kahraman Olur Kahraman- LISBETH SALENDER Kahraman- Mavi Kaplan’ın Laneti: Punisher Kahraman- Rincewind Antikahraman Bir Kahraman Kahraman- Roland Deschain Kahraman- Hayatı Mai ve Siyah Olarak İkiye Ayrılan Adam Ahmet Cemil. Kahraman- Teks Willer Kahraman- Teks, Giovanniticci ve Arizona’nın Tozu, Toprağı… Kahraman - Tom Joad Pinup

“Kahramanlar” dosya konusunu Ahmet ile konuştuktan sonra enine-boyuna düşündüm, "Kahraman nedir?" diye. Sonra Türk Dil Kurumu'nun sözlüğüne bakayım dedim. İlk olarak karşıma, "Savaşta veya tehlikeli bir durumda yararlık gösteren (kimse), alp, yiğit." Açıklaması çıktı. Hmmm doğru olabilir ancak herkesin kahramanın tam olarak böyle biri değil. Sonrasında, "Roman, hikaye, tiyatro vb. edebiyat türlerinde en önemli kişi" diye açıklamış ama her kahraman, hikayedeki en önemli kişi de değil. Bir diğer anlamına bakalım, şimdi belki tutar, "Bir olayda önemli yeri olan kimse." Bazen evet, bazen o da değil! Bir karakterin, sizin kahramanınız olabilmesi için yukarıdaki tanımlara uyması gerekmez. Bazen bir ağacın gölgesine uzanmış sakince piposunu tüttüren bir bilge dahi sizin kahramanınız ve idolünüz olabilir. Bazen ise en yiğit kişi, en etkili karakter bile sizin kahramanınız olmaya yetmeyebilir. Belki de kahraman; sizin kendinizde aradığınız –belki sahip olduğunuz belki olmasını istediğiniz- özellikleri barındıran kimsedir ya da sizinle hiç alakası olmasa da sizinle benzer görüşlere sahip kimsedir. Herkesin kahramanı iyilik timsali, güçlü bir karakter olmak zorunda da değildir herhalde. Eminim ki kendisine Raistlin gibi kibirli, Darth Vader gibi güce aç, Road Runner’ı kovalayan Coyote kadar acımasız ve hain veya Bambi kadar korkunç (!) kahramanlar seçenler de vardır. Sonuçta anti-kahramanlar da birilerinin kahramanı değil mi? O zaman sayfalar çevrilsin ve kimin kahramanı nasılmış; hayranları, kahramanlarını nasıl anlatmış görelim. Şov başlasın! :) Kayra Keri Küpçü

3


Gölge e-Dergi ‘ ’Kahraman’’ Özel Sayısı Dosya Editörleri: Ahmet Yüksel Kayra Keri Küpçü

Kahraman

DOSTOYEVSKİ'NİN BUDALA ROMANINDAN BİR KARAKTER:

İPPOLİT

Hans Holbein 1521’de Basel’de, sonradan büyük ün kazanacak bir tablo boyadı: “Ölü İsa’nın Mezardaki Bedeni”. Bu tablo geleneksel din anlayışının, Reform hareketi ile sarsılmasının tuval üzerindeki ilk etkilerindendi. 30,5 cm eni ve 2 metrelik boyu ile boyutları da eski resimden bir farklılığa işaret eden “Ölü İsa’nın Mezardaki Bedeni”, İsa’yı, çarmıha gerilmesinin ardından göğe yükselmiş mutlu bir beden olarak değil, ağzı açılmış, gözleri yuvalarından kaymış, çürümeye yüz tutmuş bir ceset olarak gösteriyordu. Holbein’in çizimi, aradan yaklaşık 350 yıl geçtikten sonra, 1867 yılında, Cenevre’ye giderken, yol üzerinde müzeyi gezmek için Basel’de bir gün konaklayan Dostoyevski ailesi tarafından ziyaret edildi. Dostoyevski’nin eşi Anna tarafından kaleme alınan anılarda, bu tablo ile Dostoyevski’nin ilk karşılaşması anlatılmıştır. Buna göre Dostoyevski tablonun önünde donup kalırken Anna’nın psikolojisi, bu kanlar içindeki İsa cesedinin önünde daha fazla durmasına izin vermemişti. Anna yirmi dakika sonra resmin sergilendiği salona geri döndüğünde eşi “sanki zincirlenmişçesine” hâlâ aynı yerden tabloya bakıyordu. Dostoyevski’nin yüzünde “sara nöbetleri öncesindeki o müthiş korkunun izleri vardı”. Anna, Dostoyevski’nin koluna girip, onu salondan çıkarıp, bir sıraya oturtarak bozulan psikolojisini düzeltmeye çalıştı. Dostoyevski de yavaş yavaş sakinleşti. Bununla birlikte, müzeden çıkmandan önce tabloyu bir kez daha görmek için ısrar etti. Tablodan sıra dışı bir biçimde etkilenen Dostoyevski, Budala’da Holbein’in bu yapıtına özel bir yer ayırdı. Tablo, Budala’da ilk kez I. kitabın, II. bölümünün, IV. sahnesinde ortaya çıkar; Rogojin’in evindeki odalardan birisinin kapı girişinin üzerine asılmaktadır. Rogojin ile Prens arasında geçen diyalogda, Rogojin, bu reprodüksiyonun babası tarafından satın alındığını ve pek çok kişi bu reprodüksiyonu satın almak istediği halde satmadığını ve bu resmi seyretmeyi sevdiğini Prens’e anlatır. Prens ise bu kopyanın, Holbein’in tablosunun kopyası olduğunu ve resmin orijinalini Avrupa’da görüp bir türlü unutamadığını söyler. Bir sonraki sahnede Dostoyevski yeniden Holbein’in tablosuna döner ve Prens, Rogojin’in inancını sorgularken birden bu tabloyu anımsar ve “Holbein’in resmi de ne garipti öyle” diye düşünür. Tablonun, romandaki asıl ağırlığı ise, II. kitap, I. bölüm, VI. sahnede, İppolit’in, intihar etme kararını açıkladığı mektubunu okuduğu sırada duyulmaktadır. Ippolit, bu tabloyu, Rogojin’in evinde görür ve tablodan bir rahatsızlığa kapılır. İsa’nın gerek çarmıhta, gerekse de çarmıhtan indirildikten sonra yüzünün olağanüstü güzel olarak çizilmesine alışmış olan Ippolit, Rogojin’deki tabloda bu güzellikten eser olmadığını, “çarmıha gerilmeden önce dayanılmaz işkencelere uğramış, yaralanmış, askerlerin

4

5


Kahraman

Kahraman elinde dövülmüş, halkça taşlanmış, haçı taşırken düşmüş ve en sonunda çarmıha çakılıp, 6 saatlik bir işkencenin ardından ölmüş bir insanın tıpatıp resmiydi bu”. Ve ardından şu kritik soruyu sorar: böylesine işkenceyle ölmüş bir ölünün, insan nasıl olur da yeniden ölümden döneceğine inanır? Resim, Ippolit’in kendi önemsizliğinin ayırdına varmasına neden olur ve ne inancı varsa onu öldürür. Aynı zamanda Ippolit, tabloda kendisini kıstıran doğa gücünün bir sembolik açıklamasını bulur. Eğer ölüm bu kadar korkunçsa ve eğer doğanın yasaları da bu kadar güçlüyse, o hâlde bunların üstesinden nasıl gelinebilir ki? Tablo, Ippolit’de her şeyi kontrol eden karanlık, aşağılayıcı, duygusuz ve her şeye kadir bir sonsuz güç izlenimini uyandırır; bu, onun varlığını boğan ve onu kendi güçsüzlüğün ve aşağılığının bilinçsizce farkına varmasını sağlayan bir fikirdir. Holbein’in tablosundaki güçsüz ve sıradan insan figürü, Ippolit’in, İsa’nın kutsal olduğuna dair inancını sarsar ve onun Tanrı’ya olan imanını yıkar. Verem hastası 18 yaşındaki Ippolit, aslında kısa ömrü boyunca Tanrı ile yarışmaya çalışmış, kendisine tanrısal bir rol biçmeye kalkmıştır. Bununla birlikte, ölümsüz Tanrı’nın karşısında, doktorun yalnızca 15 gün biçtiği bir ölümlü olarak Tanrı’yla giriştiği savaşı yitirmiştir. Savaşı yitiren kibirli Ippolit, bunun üzerine Tanrı’yı ortadan kaldırmayı dener. Holbein’in resmi de ona bu imkanı sunar ve Ippolit bu tabloyla birlikte, Tanrı’nın varlığını inkar eder. Ancak bu inkâr ediş aslında Tanrı’nın felsefi bir inkârı değil, Ippolit’in konvansiyonel ihtiyaçları doğrultusunda öldürmek istediği Tanrı’nın öldüğünü gösteren bir tablodan alınan cesaretten ibarettir. Bu anlamda Ippolit Tanrı’yı reddetmeyen fakat Tanrı’nın dünyasını kabul etmeyi reddeden Ivan Karamazov’u önceler. Yaşamını Tanrı’nın değil, kendi kendisinin yönettiğini ispatlamak isteyen Ippolit’e göre, kendi özgür iradesini başlatabilecek ve sona erdirebilecek olan tek eylem intihardır. Zira yalnızca 15 günlük ömrü kalmıştır ve Tanrı onu bu sürenin sonunda öldürecektir. Tanrı’yla rekabet etmeye çalışan Ippolit ise, Tanrı’yı alt edebilmek adına, kendi canını almayı Tanrı’ya bırakmamaya ve kendi canını kendi eliyle almaya karar verir. Niyet edilmiş intihar, bir çaresizlik ve kendi arzularına ve isteklerine tamamıyla kayıtsız olan doğa yasalarına karşı bir meydan okumadır. Bu, Prens tarafından savunulan Hıristiyan alçakgönüllülüğüne karşıt bir kendi kendini savunma ve inatçılık ifadesidir. Ippolit’in durumu umutsuzdur çünkü her durumda yakında tükenerek ölmeye mahkûmdur. Ancak o, kaderin kendisini yönetmesini reddeder; doğaya, kendi doğal yaşamının normal akışını bozmaya çalışarak, kendisine isteyerek son vererek meydan okumaya çalışır. Dostoyevski’nin pek çok rasyonel entelektüeli gibi Ippolit de içsel şüpheler ile içsel uyuşmazlıklar tarafından hırpalanmıştır. Ippolit kindar, acılı ve benmerkezcidir. Başkalarına yardım etmesi başkalarını düşündüğünden değil fakat temasa geçtiği kişilerin saygılarını ve takdirlerini kazanmak istemesindendir. Metafiziksel açıdan Ippolit şeylerin kurulu düzenini kabul etmeyi reddeden bir isyankârdır. Bununla birlikte sıradan günlük yaşamda Ippolit, yaklaşan ölümünün adilliğini sorgulayan ve kaçınılmazlığını kabul etmeyi reddeden hasta bir adamdır. Ippolit yaşamayı çok istemektedir ve isyanı bir anlamda ne zaman ve kime vuracağı belli olmayan doğanın yıkıcı potansiyeline karşıdır. Aslında Ippolit’in isyanı ölümün kaçınılmazlığınadır, daha doğrusu kendi ölümüne karşıdır. Ippolit ölümün üstesinden ölümle gelmek istemektedir. Budala’ya ilişkin defterlerinde Dostoyevski’nin Ippolit’i canlı mı bırakacağını yoksa ölümle mi sonlandıracağına dair tam emin olmadığını görürüz. Romanın nihai versiyonunda Ippolit başarısız bir intihar girişiminde bulunur. Silah tutukluk yapmaz fakat görünüşe göre Ippolit tabancasının ateşleme kapsülünü yerleştirmeyi unutmuştur. Böylece Ippolit’in kendisini yok etme girişimi bir acılı bir maskaralığa

dönüşür. Psikolojik bakımdan ise, girişilen intihar başarısızlıkla sonuçlanır çünkü Ippolit’in yaşamak için büyük bir arzusu vardır. O zamana değin, tedavi edilemeyen hastalığının farkında olmasına karşın hâlen yaşama tutunmaktadır. Ippolit kendi umutsuz durumunu oldukça iyi bir şekilde anladığını, fakat yaşamayı bundan daha çaresizce istediğini itiraf eder. Felsefi bakımdan ise Dostoyevski’nin Ippolit’i, Ippolit’in ölümü hiçbir şeyi kanıtlamayacağı için kurtardığını ileri sürmek mümkündür. Budala için tuttuğu defterlerinde Dostoyevski’nin Ippolit’in intiharını boşuna bir eylem olarak, “zayıf bir karakterin boşunalığı” olarak gördüğü açıktır. Ippolit, ölmek istediğinden daha fazla yaşamak ister ve bu nedenle onun intihar girişimi başarısızlıkla sonuçlanır. Kadere boyun eğer ve eceliyle ölür. Ippolit’in intihar girişimini, felsefi bir karardan ziyade, psikolojik bir ihtiyaç olarak görmek de mümkündür. Ippolit’in eylemi bir sosyal iletişim, bir dikkat çekmeye çalışma girişimi, yardım için umutsuz bir çığlıktır. Ippolit’in mücadelesi, beklenildiği ve kaçınılmaz şekilde, Tanrı’nın zaferiyle sonuçlanır. Ippolit, eceliyle ölerek, zaferi Tanrı’ya kaptırır. Tüm dünyaya hükmetmek isteyen veremli çocuk, başkalarına mutluluk veremediği için, onları hiç değilse mutsuzlukla yönetmek ister ve bulunduğu her ortamda çevresine mutsuzluk ve huzursuzluk saçar. Ne yazık ki sonunda çok mutsuz bir yaşamın nihayetinde, kan kusarak sonlanan hayatı ile insanın Tanrı karşısındaki acizliğini gösterir ve Budala’nın yan olay örgülerinden birisinin kahramanı olan Ippolit, aslında romanın asli felsefi damarını oluşturur.

6

7

Yalın ALPAY


Zagor Çocuk - Necmi Yalçın

Kahraman

Bir Kahraman Yazısı Bir Kahraman Yazısı Belki böyle bir yazıya başlamanın en kolay yolu TDK’nın kahraman tanımını almak sonra da ona abanarak ilerlemektir ama galiba ben biraz daha çetrefilli bir yol seçeceğim. Muhtemelen de hayli uzun bir yolculuk yapacağım… Kim Kötü? Gerçekten soruyorum kim? Kötü dediğimiz din kitaplarında yazan Şeytan ve icraatları mıdır? Yoksa pagan dinlerinde yer alan yaramaz tanrıların ve perilerin eğlenceleri midir? Yoksa kötü bir yönetici midir? Petrol şirketi, kapitalizm, emperyalizmin her çeşidi, sınırlar, devletler… Yoksa daha mikro boyutta ele alırsak bir soyguncu, hırsız, tecavüzcü, gaspçı mıdır? Yoksa şeker komasına girmek üzere olan çocuğunu engellemeye çalışırken onu ağlatan ve çocuğun zevkini bozan bir anne veya baba mı? Kötü kim? Kim göre kötü? Hangi ölçüde kötü? “Zayıf karakterli bir kötü adam, zayıf bir öykü demektir!” der Alfred Hitckok. Öykü kısmını bir yana bırakırsak kahramanı tanımlamak için önce karşıtını iyi belirlememiz gerektiği sonucunu çıkarabiliriz bu saptamadan. Eğer “kötü”yü temsil eden tarafı bilemezsek karşısına koyacak kahramanımız da olmaz. O zaman da bu yazı burada biter. Diyalektik bir ikilem… “…astrolojiyle de yakından ilgilenen Ronald Reagan’ın SSCB’yi “Kötülük İmparatorluğu” olarak nitelediği görüldü. Buna karşılık İran’ın fiili başkanı Ayetullah Humeyni de Amerika Birleşik Devletleri’ni “Büyük Şeytan” (Küçük şeytanın kim olduğu hiçbir zaman bilinemedi) olarak niteledi.” diyor Gerald Messadié, Şeytanın Genel Tarihi adlı kitabında (1998, Kabalcı, s. 8). Cidden, kimdi Şeytan? Şeytan’ı tanımlayamazsak, kötünün kim olduğunu tam olarak saptayamazsak kahramanı nasıl belirleyeceğiz? Kötü ve kötülük tanımlanması bu kadar güç şeyler mi yani? Yoksa çok kolay da sağa sola bok atmak yeterli mi? Kahramanlığın kutsiyeti bu bok atmalar arasında ne halde acaba? Kahramanlık ve kutsiyet deyince aklıma geldi, son askeri darbenin hemen öncesinde hızlı solcu olan bir akrabam “Şehitler ölmez” diye sokaklarda sloganlar attıklarını yıllar sonra hatırlayınca şöyle demişti bana “Ya biz ne tuhaf adamlarmışız? Şehit din yolunda ölene denir, bizdeyse o zamanlar çoğunluk ateistti!” Belli ki kötünün de kahramanın tanımı da bakanın gözüne göre değişiyor. Kavramlar istendiği şekilde yontuluyor. Red Kit’in İnkılap Yayınlarından çıkan “Beyaz Atlı” adlı hikayesini üniversitedeki öğrencilerime okuturum her sene. Hikayede bir tiyatro grubunun gerçekleştirdiği soygunlar dizisi ve yakalanışları

8

9


Kahraman

Kahraman

anlatılıyordu. Benimse üzerinde durduğum şey aynı oyunun sergilendiğinde dışarıda ve cezaevinde aldığı tepkilerin farklılığıydı. Rene Goscinny dehasının imzasını taşıyan hikayede tiyatro oyununda şunlar olur basitçe: Yoksul ve zavallı bebek kardeşine bakmak zorunda olan bir genç kadın siyah giyimli bir kötü adam tarafından zorla cinsel istismara zorlanmaktadır ve fekat son anda Beyaz Atlı kahraman gelerek kızı kurtarmaktadır. Halk karşısında bu oyun sergilendiğinde; kolayca tahmin edileceği üzere, Beyaz Atlı kahramana kıyamet gibi alkış gelir ve sahneye çiçekler atılır. Cezaevinde bu oyun sergilendiğinde ise Beyaz Atlı kapıdan girer, Kötü adamı engelleyerek kızı kurtarmak ister ve yuhalanarak taş yağmuruna tutulur. Tutuklular “sana ne, bırak ne isterse yapsın, yuuuh” derler kahramana. Kötü - kahramana, kahraman - kötüye dönüşür kolayca bakanın gözünde. Hani bir söz vardır ya “Tarihi kazanan yazar” diye, işte kahramanın kim olacağını da elinde erki tutan o bir toplumsal güç belirler. Çünkü kazanan taraf yarattığı kötüye karşı zafer kazanmasına yardımcı olan her bireyi kolayca ön plana çıkarır ve karşı tarafın; varsa, kahramanlarını görmezden gelir. Asla onları pohpohlamaz. Başarılı göstermez. Kendi düzeni vardır ve onu savunan en beceriksiz adam bile diğer tarafın beceriklisinden değerlidir. Zaten kitleleri peşinden de bu pohpohladığı adam sürükler. Tıpkı “Enemy at the Gates” (Kapıdaki Düşman) filminde olduğu gibi. İki keskin nişancının savaşını konu alan filmde bir tarafın propaganda ekibi iki insanın çektiklerini bir yana bırakarak ölümcül düelloyu orduyu ve halkı gaza getirecek basit bir araca dönüştürür. Karşıda bir kötü vardır ve bu kötü tüm bir sistemi temsil etmektedir. Diğer tarafta (bir) “bizden” biri vardır ve o kötülüğü yok edecektir. Kazanan kişi diğer sistemi sembolik olarak yenecektir. Ama hangi taraftan durup baktığımıza göre değişir aslında… Her ikisi de kötüdür ve her ikisi de kahramandır. Peki tepede yazılı olan “Kim Kötü?” sorusunun yanıtı belli midir? Hayır, hala değildir! Olacak gibi de görünmüyor. Gerçi zaten bu yazıyı okuyan da ben bir sonuç sunmasam da mesajı almış bulunuyor. Benim Düzenim İyidir! En basit kovboy filmi kurgusudur: Kasabaya biri gelir ve her şey değişir! Bu değişim iyi yönde olabilir: Kasabayı bir haydutlar çetesi ele geçirmiştir, gelen bunları temizler, kasaba arzu ettiği düzene kavuşur. Bu değişim kötü yönde olabilir: Kasabada huzur ve düzen vardır, kasabaya gelen bu düzeni bozar, kasaba kahraman peşine düşer veya içlerinden biri ortaya çıkarak kasabayı temizler, kasaba arzu ettiği düzene kavuşur ama kayıplar verir. 1952 yapımı High Noon (Kahraman Şerif) filmi buna örnek verilebilir belki. Şerif bir zamanlar kasabadan kovduğu kötü adamların geri döneceğini öğrenir. Hemen yardım arayışına çıkar ama canını ortaya koyarak kurtardığı ve rahat ettirdiği halktan destek göremez. İdealist ve cesur bir insanın düşmanı bir anda bütün bir kasaba oluvermiştir bu şekilde. Ölümcül silahlı kötüler adeta geri planda kalır. Yine adını hatırlayamadığım bir westernde kasabaya yeni taşınan çiftin bir dükkan açtığını görürüz. Adam sessizdir, sakindir ama bir gün silah taşımadığı için alay edilince havaya attığı iki bozukluğu vurarak alaycıları susturur. Bu da başına dert olur çünkü kasabadan bir Pazar ayini sırasında geçmekte olan banka soyguncularının lideri düello manyağıdır ve bu olayı öğrenerek

10

kilisede toplanan ahaliyi “ya o silahşörü dışarı çıkarın ya da kasabayı yakarım” diye tehdit eder. Kasaba birlik olsa adamları def edebilecektir ama yapmazlar. Silahşörün bir daha silah kullanmama kararına saygı duysalar kasaba gider, malları gider. Adamı dışarı atsalar bu durumda olay daha da fena olur. Birlik ve beraberlik, toplum olma, tanrının iyi kulları olma mesajı anlamına gelen Pazar ayininde, kilisede tanrının huzurunda verilen vicdan muhasebesi ve muhteşem bir sınanma filmiydi bu. Bu noktada soru şu: Ortada bir kötü var mı? Kötü Kim? Kimi temsil ediyor? Kötü sadece bir kurşunla alt edilebilecek bir şey midir böylesi bir sınanmada? Peki ya Butch Cassidy and the Sundance Kid filmi sadece iki haydudun muhteşem intiharlarıyla son bulan basit bir film miydi? Ortada kötü var mıydı? İkisi de soyguncu olan adamları neden o kadar sevdik biz? Asıl kötüler onlar değil miydi yani haydut olduklarından? Yoksa film bisikletle, değişen polis gücüyle, teknolojinin gelişimiyle aslında değişen dünyayı ve sistemi gösterirken ona uyum sağlayamayan kolaycılığa alışmış insanların bocalamalarını mı anlatıyordu? Tutucu ve fazlaca muhafazakar olmanın çıkışı olmadığını mı gösteriyordu? Kötü neydi o zaman, değişen sistemin kendisi mi? Görüleceği üzere bu örnekler uzayıp gider. Benim gördüğüm kötünün saptanmasında hayli büyük belirsizlikler olduğu gibi kötü kavramının çeşitliliği ve yokluğunun da iddia edilebileceğidir. Olay açıktır sanki: Bir grup adamın kıçının keyfi o anda ne istemişse, bir mekana ve çevreye egemen olmuşlarsa bir süreliğine orada onların borusu ötüyor, orada onların “haklı” düzeni oluşuyor, aralarından birileri acı, cefa görüyorsa onlar kahraman oluyor, bu grup uzaklaştırılınca yerine gelenler aynı muhabbeti sürdürüyor. Her fırsatta kullandığım bir örneği tekrar kullanmak yerinde olacak gibi. Mehmet Rifat, Vladimir Propp’un Masalın Biçimbilimi adlı kitabını şöyle özetler: Her şey bir kötülükle başlar; kötülük belli bir ailede, belli bir çevrede bir eksiklik yaratır, bir kahraman bu eksikliği gidermekle görevlendirilir, ona eyleminde birileri yardım ederken, birileri de karşı çıkar. Kahraman, birçok deneyden, sınamadan geçerek eksikliği gidermeye çalışır ve sonunda görevini başarınca ödüllendirilir.” İşte budur. Ortada bir düzen vardır ve bunun bozulması istenmez. Zaten “kahraman” kavramının tam karşılığı da bu basit kurgunun içindedir. Ortada bir düzen vardır ve bu düzenin getirdiği alışkanlığın bozulmasını istemeyen insanlar yeni bir düzene karşı çıkarken en karşı çıkan ve düzeni koruyan kahraman olur! Yani özetlemek gerekirse: Düzüşün alışkanlık yapanı makbuldür, yeniye açık değilizdir pek. Ta ki…! Düzeni değiştiren kazanana ve kişileri yeni düzen pozisyonlarına alıştırana kadar! Kahraman Totaliterdir “Kahraman totaliterdir” diyor Gündüz Vassaf Cehenneme Övgü kitabında. Eğer bu saptama doğruysa başta çizgi roman okurları olmak üzere bir kahramanı kendine rol model almış hemen her kişi ayvacı sapıyla yemiş bulunuyor. Daha da kötüsü Vassaf’ın aşağıda paylaşacağım saptamalar listesine bakarsak acilen kendimizle toplumca bir yüzleşme ihtiyacımız olduğu sonucuna ulaşıyorum. Ben susayım Gündüz Vassaf konuşsun: ● Kahraman totaliterdir, bizim gerçekleştiremediklerimizi gerçekleştirirler. Özgür olmaktan korktuğumuz için kahramanın özgürlüğü bizim yerimize yaşamasını isteriz (Düşmana

11


Kahraman

● ●

● ●

● ●

● ●

● ● ● ●

Kahraman

saldırma, doyasıya aşk yaşama, sisteme saldırma, haksızlıkla mücadele, hak arama…) Kapitalist sistem, din, ideolojiler kahraman üretirler. Kahramanın zaafı vardır (!). Normal insanın sürekli yaşadığı bazı eksiksel özelliğe kahramanda zaaf denilmesi totaliterdir. Kahramanın insani yanı yoktur olmamalıdır düzene göre. Kahraman insan değildir. Kahraman gizemlidir. Hakkında az şey bilinir. Kahraman yaşlanmadan, insansılaşmadan ortadan kaldırılır. Kahraman “tek eylemlidir”. İkinci bir görevi yoktur. Sistem ve düzen neyse o. Kahraman imgelerde yaşar. Hep daha büyük gibi algılanılır. Kahramanın imgesi kontrol edilir. Kahramanın günlük yaşantısı hakkında az şey biliriz. Ya da sansürlenir. (Tuvalet, yatak, temizlik alışkanlığı, nefesinin kokması v.s.) Kahramanda “Skandal” insanlaşma halinde suçüstü yakalama anlamına gelir. Kendimize izin verdiğimiz şeyleri kahramana yaptırmayız: Kumar, içki, yalan söylemek… Sıradan insanın “insanlık derecesi” olarak tanımlanan özellikleri oranında kahraman tasarlanıyor. Kahramanlar, doğal olanı örtbas etmek için kullanılırlar. Bizler çelişkili şeyler yapabiliriz. Kahraman ise kararlı ve tutarlı olmalıdır. Kahraman varsa hain de vardır. Sahte kahramanlar vardır. Sahte kahramanı teşhir eden kabul görmez. Kahraman standartlaştırılmıştır. Kahramanlar, bir toplumun tüm önyargılarını ve değer yargılarını karşılamak zorundadır. Kahraman, yönetici sınıfların, iktidarların ideallerini, değer yargılarını, doktrinlerini karşılamalıdır. Kahramanın muğlak, belirsiz, kuşkulu yanları olmamalıdır. Özgür insanın kahramanı olmaz. Kahraman olmadan, bizler, birer bireyiz. Kahramanla birlikte grup oluruz (s. 80) Birey olarak yaşar, kolektif olarak kural, yasa, sistem kurar, sonra onu korumaya çabalarız. Kahramanlar bu grup olmanın şartını temsil ederler. Kahraman değiştikçe toplumlar ayakta kalır. Veya toplumun yeni eğilimleri kahramanın temsil ettiği değerleri değiştirir. Sıradan insan günün koşullarına göre değişim gösterebilmektedir. Bu da onu neyse o yapmaktadır. Kahraman ise biz neysek o değildir. Kahramanlar öylesine totaliterdirler ki ölseler de temsil ettikleri değerler hemen kaybolmaz. Bir de bunun silinmesi süreci vardır. Kahraman önce göklere çıkarılır, ölürken izlenir, ilk zaafında terk edilir ve adeta günah keçisine dönüştürülür Kahraman sisteme karşı çıksa da sistemin bir muhalifi ortadan kaldırmasıyla yine sisteme hizmet etmiş olur

12

● Kahramanlık

mefhumu özellikle çocuk ve gençlerin ele geçirilmesinde işe yarar. Yaratılan kahraman çocukken hafızamıza silinmeyen ve onun gibi olmak isteyeceğimiz bir örnek olarak sunulur, sistem yetişkinlikte nasıl insanlar olmak isteyeceğimizi belirlerler. ● Kahramanlara özenmek ve onlar gibi olmak, yemek, içmek, giyinmek, davranmak istemek özgürlüğümüzü engeller. Kahraman yönlendirici olduğu için bireylerin özgürlüklerini ve yaratıcılıklarını engeller. Bu bakımdan da baskıcı ve totaliterdir. Eveeeeet, bilmem bu saptamalar size doğru geldi mi? Gündüz Vassaf aslında hayatımızın bilerek veya bilmeyerek totaliter bir sistem içinde yürüdüğünü anlatır kitabında. “Bir eve girdiğimizde tabağın çanağın hangi odada hangi dolapta veya çekmecede durduğunu biliriz” der Vassaf “Hem de o eve ilk defa girdiğimiz halde…”. Hayat-düzen insanlara neler dayatır ve onu nasıl yönlendirir? Kişileri nasıl bir baskı altına alır ve kişinin yaşamını nasıl denetler? Kahraman, bu düzenin tam olarak neresindedir? Kahramanın Tanımı Şimdi gönül rahatlığıyla kahramanın sözlük anlamına bakabiliriz. TDK Sözlükte kahraman şöyle tanımlanmış: 1. Savaşta veya tehlikeli bir durumda yararlık gösteren kimse, alp, yiğit. 2. Bir olayda önemli yeri olan kimse. 3. Olağanüstü yararlıklar göstererek düşmanı yenen komutanlara veya şehirlere devlet

tarafından verilen onur Prof . Dr. Rasim Adasal, Yeryüzü Tanrıları, Liderler, Komutanlar ve Kahramanlar Psikolojisi adlı kitabında kahramanlığı şöyle tanımlıyor: Ulusal kahramanlık, kolektif psikolojinin en önemli konularından biridir. Ulusların hayatlarına ve kaderlerine egemen olan birçok ruhsal nedenler vardır. Bir ulusun tarihi ve varlığı ve şerefi onu oluşturan elemanların yani halkının duygusallığına ve canlılığına bağlıdır. Düşmanları bir memleketi çökertmek için bölmeye ve psikolojiyi yok etmeye çalışırlar” Kahraman karşı duruşu ve o memleketin tüm değerlerini temsil eder. Sonra da Prof. Dr. Rasim Adasal Kahramanlık’ı üç kategoriye ayırıyor: 1 - Toplumsal Kahramanlar Bu kahramanlar çeşitli sınıf ve mesleklerden çıkabilir. Daha çok asker veya askeri öğelerin ağır bastığı bir alan olmakla birlikte mücadeleyi ve heyecanı barındıran birçok alanda kahramanlar

13


Kahraman

Kahraman

türeyebilmektedir. Toplum, kendisini temsil ettiğini düşündüğü birçok alandan kahraman yaratabilir. Çoğunlukla koşulsuz galibiyeti bekleyen toplum zaman zaman mağlup edilen kişi veya kişileri de kahraman ilan edebilmektedir. “Bir toplum bir ordu veya bölük, bir savaş veya ticaret gemisi, bir uçak filosu, bir spor ekibi, bir madenciler grubu, bir şehir veya baştan başa bir ulus olabilir”. 2 - Bilim ve Özgürlük Kahramanları Sokrat, Galilei, Hallacı Mansur, Giordano Bruno gibi onlarca örnek sayılabilir bu başlık altında. Ancak sadece hayatını bilim yolunda yitirmiş isimler sayılmış olunsa da bilim adına birçok cefaya göğüs gererek hayatta kalmış ve yaşamını üreterek kazanmış bir çok bilim kahramanı vardır. 3 - Din Savaşçıları ve Kahramanlar Din savaşlarında mücadele etmiş olan tüm kadın ve erkekler kahraman ilan edilir. Peygamberler, temsilcileri, havarileri, savunucuları, savaşçıları, askerleri, dinini türlü zorluklara karşın yayanlar v.s. hep kahraman ilan edilir. Eee, peki bizim kahraman tanımımız ne? Yoksa yok mu? Biraz gerilerden gelelim bakalım bir tanım çıkarabilecek miyiz? Aristoteles, Tragedya izleyen insanların oyun kahramanının hatalarını ve kendisine biçtiği cezayı görünce bir arınma yaşadıklarını iddia ederek olaya “katharsis” adını verir ölümsüz eseri Poetika’da. Bilindiği üzere antik yunan tiyatrosunda oyunlar dinsel bir festivalde sergilenir, yine dinsel hikayeleri ele alırdı. Aslında o dönemde tiyatro izlemek

14

estetik bir haz almaktan çok dini bir ibadeti yerine getirme işlevi de görüyordu. Haliyle bu katharsis olayındaki arınma da günümüzde camii veya farklı ibadet alanlarında bir peygamber veya dini figürünün hayatını dinlerken bıraktığı histen farklı gerçekleşmiyordu. Dinleyici-izleyici belli bir estetik haz alsa da (ses, vurgu, ahenk v.s.) hikayenin özünde yer alan mesaj kişileri etkisi altına alabilmekte ve bir tür arınma duygusu yaşatabilmektedir. Ha, bu dinleyenler o dinlediklerinden bir ders çıkararak hayatlarına yansıtıyorlar mıdır yoksa dökülenler timsah gözyaşı mıdır o ayrıca tartışılır. Ama sonuçta görünen o ki paganlardan bu yana kahraman yaratmak ve onların izinden yürünüyor gibi yapmak bir gelenek olmuş devam ediyor. Şunu da belirtmeden geçmeyeyim, bugün özellikle çizgi romanı savunmak isteyenlerin hemen ortaya attıkları, sundukları savunma mekanizmasının adıdır aynı zamanda katharsis. Ancak işin güzel tarafı ister pagan ister tek tanrılı olsun ortada yaramaz tanrılar, karanlık tanrılar veya Şeytan varsa onun toplumsal eğiticilik görevini üstlenmiş olan karşıtı da ortaya konmuştur. Tanrılar, yarı tanrılar, mitolojik dini kahramanlar, dini kahramanlar, peygamberler, havariler v.s. bu liste uzar gider. Hem toplumsal hem de dinsel değerleri bünyesinde barındıran kahramanlar örnek olur takipçilerinin yoldan çıkmasını önlerler. Ayrıca da muhteşem derecede kusursuzdurlar ve… Ve galiba hafızamızda yer eden öğretilmişleri gözden geçirerek Gündüz Vassaf’ın saptamalarına burada dönmekte yarar var! Görüyoruz ki kahraman olgusu belli bir biçim alıyor ve bize adeta dayatılıyor ve biz de bunu olduğu gibi almayı kabul ediyoruz. Çoğunlukla… Aslında farkında olmadan (veya olarak) belli bir düşünme biçimine yönlendiriliyoruz kahramanlar vasıtasıyla. Daha da fenası kahramanları tam anladığımızdan da emin değilim.

15


Kahraman

Kahraman

İlkel zamanlardan bu yana belli bir ortamda toplanarak bu kahramanların hikayesi anlatılıyor ortaya. Herkes huşu içinde dinliyor kahramanlık hikayelerini, kusursuz yanlarını, zaaflarını ve düşüşlerini. Acıma duyuyorlar içlerinde, üzüntü, sevgi… Epik hikayeler bir şekilde toplumu bir arada tutuyor ve onları aynı yönde düşünmeye sevk ediyor. Hayvansı doğalarından uzaklaştırıyor, Aristoteles’in “İnsan Düşünen Bir Hayvandır” sözünü haklı çıkarmaya çabalıyor bu hikayeler. Evet, hayvansı bir yan var ama evcilleşmiş bir hayvansı yan… Ancak her ne kadar daha önce de örnekleri olduğunu iddia edebilsek de 12 yüzyılla birlikte ortaya çıkan Romans akımıyla kahramanın tanımı da değişmiştir. Bu bakımdan bugün kahramanı kendine örnek alan ama yaptıklarını yapmayan tüm kesimleri haklı çıkaran bir akımın dünyayı sardığına tanık oluyoruz. Artık Romans akımıyla birlikte kahraman dinsel ve toplumsal bir figür olmaktan çıkarak adeta bir pembe dizi karakterine dönüşmektedir. Klişe erdemler dizisinin temsilcisine dönüşen kahraman, dinleyici-okura hoşça vakit geçirten, basit bir eğlence aracına ve macera hayal ettiricisine dönüşmüştür. Romans, içinde bolca epik unsur barındıran bir tarz olup aslında bugün “don” satmak için Beckham’ı kullanan reklamcıların ortaya çıkışına kadar geçen bir tekniğin başlangıcıdır da bir bakıma. Umberto Eco’nu “Superman Miti” yazısında Superman’in Romans’a dönüşmesini eleştirmesi de bu bakımdan oldukça dikkat çekicidir. Peki kahramanın tanımı değişmiş midir gerçekten? Hayır! İşleviyle, tanımıyla, kullanımıyla kahraman hala aynı şeydir. Her kesim kendi kahramanını yaratırken diğerininkini görmemekte, fikirlerin, düşüncelerin, ideolojilerin ve hatta futbol taraftarlığının bile propagandasının yapabileceği kahramanlar her yanımızı sarmış bulunmaktadır. Kahramanları okuyan/takip eden veya kahramanların dini hikayelerine ağlayan ve onları örnek aldığını söyleyenlerin yedikleri herzelere bakınca kahraman kavramının içinin boşaltılmasını üzüntüyle karşılıyorum Kahraman ve Tanrısallık Aslında benim görüşüm odur ki insan duygusal olarak ne büyük zaafların içinde olduğunu pek ala biliyor ve bir şekilde bunu denetlemeye çalışıyor. Bunun için toplumsal kurallar ve dinler icat ediyor ve bir şekilde kendini frenlemeye çalışıyor. Tıpkı bazı ataerkil toplumlarda erkeklerin ne et ve kadın meraklısı olduğunun bilinmesi ve bu duyguyu denetim altına alınması yerine akıl çelecek et ve teni kapatma kolaycılığına kaçılması gibi. İnsanoğlu, doğasının farkında ve bu doğanın hayvana yakınlığını da biliyor bence. Bu yüzden kozmogonik tanrılar yaratıyor her fırsatta. Birilerinin bir yerlerde kusursuz olmasını istiyor. Hastalık, sakatlık, acı, açlık, özlem, sevgisizlik yaşamayan kusursuz varlıklar yaratıyor aklında. Sonra farkında olmadan onları da insansılaştırıyor ama. Tanrılar kavga ediyor fırtına oluşuyor, savaşıyor kıtlık geliyor, sevişiyor gökten bereket yağıyor… Sonra tanrılara yaklaşmak ve onlar gibi olmak istiyor insan. Ölümsüz ve kusursuz olmak istiyor. Ama olamayacağını da biliyor. Bu kez bu duygusunu da evcilleştirmeye çabalıyor. Herkül’ü yaratıyor yarı tanrı. Ancak bir delilik anında eşini ve çocuklarını öldürterek içinde insansı yan taşıyan hiç kimsenin tanrısallaşamayacağını ilan ediyor. Gılgamışla, Samson’la tanrıya yaklaşıyor ve ama yine uzaklaşıyor insansı zaaflardan dolayı. Bu sefer kahramanlar yaratıyor asla olamayacağını bildiği kişilerin var olabileceği inancıyla. En azından örnek alınabilecek kişilerle avunabileceğini keşfetmenin mutluluğunu yaşıyor.

Kurtuluş Anti-Kahramanda Mıdır Acaba? Dedim ya, kahramanlar propaganda aracıdır diye, işte ben bu propaganda yöntemini en iyi kullanan Amerikan comics endüstrisinin en sıkı takipçi ve okurlarındanım. Bayılırım comicslere. DC Comics de favori yayınevimdir. Ama hep söylerim en iyi çizgi roman dendiğinde aklıma sadece ve sadece ALASKA-KEN PARKER gelir. Daha doğrusu gelirdi. Şimdilerde dini iyi-kötü çatışması metaforları üzerinden sistemi sorgulayan Dampyr ile herkesin haklı olduğu bir dünyada kendi değerlerini savunan kiralık katil Yalnız Kurt ve Eniği çizgi romanları da bu listeye eklendi. Vikipedi’de anti-kahraman “Antikahraman (İngilizce: Antihero), edebiyat ve sinema başta olmak üzere günümüzün popüler kültüründe idealleri, amaçları ve kişiliği alışılageldik kahramanların tam zıttı olan başkarakterleri tanımlamada kullanılır. Olumsuz nitelikleri olan başkahraman şeklinde de tarif edilebilir.” olarak tanımlanmış. Bilmiyorum artık herkes bu tanımı kimlere uyarlamak ister? Çizgi romandan gidersek, kimileri insan öldürdüğü için Punisher’i anti-kahraman olarak görüyor örneğin. Oysa tek yaptığı toplumsal vahşetin temsilcisi olarak yine topluma hizmet etmektir. Mister No’yu anti-kahraman olarak tanımlayanlar da var örneğin. Sigara içer, dayak yer, alkol kullanır v.s. ama geri kalmış bir coğrafyada yaşayan üstün Amerikalıdır kendisi ve onların eksikliği üzerinden kökenini yüceltirken her başı sıkıştığında Amerikan elçiliği vasıtasıyla dertten kurtarılır oysaki. Her neyse, sözün özü ben kahramanlık kavramından bir kurtuluş var mıdır yoksa kurtuluş aranmalı mıdır bilmiyorum bunu belirteyim öncelikle. Ayrıca kahraman kavramına eleştirel yaklaşarak ama büyüsünü de bozmadan keyfi çıkarılarak mı hayatımızda yer verilmelidir bundan da emin değilim. Belli ki kahramanın dinde, kazananların tarihinde ve sanatta yeri çok büyük ve hepimiz isteğimiz

16

17


Süperboy - Emre Togay

Kahraman

ölçüsünde kullanacağız onu. Karar veren, bizler yani popomuzun keyfi olacak. Artık anti mi olur kuntik mi olur kahramanımız bilemem ama ne olursa olacak seçtiklerimiz olacak. Kahramansız kalamayacağımıza inanıyorum onu belirtmeden bitirmeyeyim yazımı. Şu olacak bu olacak, şu sebepten olacak bu sebepten olacak ama kahramanımız olacak… Olacak ama… Şart mıdır? Başka bir koşulda başka şeyle yeri mi doldurulmalıdır bilemiyorum? Ki, bazıları kahraman konusunda hayli umutsuz: Andrea: “Unglücklich das Land, das keine Helden hat.” Galilei antwortet: “Unglücklich das Land, das Helden nötig hat.” Andrea: Kahramanı olmayan ülke ne bahtsızdır. Galileo: Bir ülkenin bahtsızlığı kahramana ihtiyaç duymasıdır. — Bertolt Brecht, Galileo’nun Hayatı (1938) Ümit Kireççi umitlila@gmail.com http://cizgiromanokurlariplatformu.blogspot.com/

Kaynaklar * Daha basılmamış “Kahramanlık, Arketipler ve Çizgi roman” kitabımın kısa bir özeti. * Masalın Biçimbilimi, Vladimir Propp, Bilim/Felsefe/Sanat Yayınları, Çev. Mehmet-Sema, 1985 * Süpermen Miti, Umberto Eco, Diacritics (Bahar 1972), İtalyancadan İngilizceye çev. Natalie Chilton, s.14-22’de yeralan yazı, The Role Of the Reader (Bloomington: Indiana University Press), s. 107-124 içinde yeniden yayınlanmıştır. (çeviri: Ahmet Gürata), Serüven Dergisi * Cehenneme Övgü, Gündüz Vassaf, İletişim, 2007 * Şeytanın Genel Tarihi, Gerald Messadié, Kabalcı, Çev. Işık Ergüden, 1998 * Çizgi Roman ve Çocuk, Prof. Dr. Nilüfer Tuncer, Çocuk Vakfı Yaınları, 1993 * Postmodern Kurtarıcılar, Veysel Atayman, Don Kişot, 2004 * Kahramanın Sonsuz Yolculuğu, Joseph Campbell, Çev. Sabri Gürses, Kabalcı, 2010 * Epikten Romansa, Prof. Dr. Sencer Tonguç, İÜ Edb. Fak. Basımevi, 1988 * Yeryüzü Tanrıları, Liderler, Komutanlar ve Kahramanlar Psikolojisi, Prof . Dr. Rasim Adasal, Minnetoğlu Yayınları, 1979 * Red Kit – Beyaz Atlı, Goscinni-Morris, İnkılap Yayınları, 2003 * Vikipedi * Poetika, Aristoteles, Can Yayınları, Çev. Samih Rifat, 2010

18

19


Kahraman

Kahraman

BENİ KIZDIRMAK İSTEMEZSİN THE INCREDIBLE HULK / BRUCE BANNER

Bruce dünyaya geldiğinde sağlıklı ve normal bir bebekti. Ancak yaşı ilerledikçe Bruce’un üstün zekâlı bir çocuk olduğu ortaya çıktı. Brian, bunu kendinden oğluna geçen mutasyonun kanıtı olarak yorumluyordu. Rebecca ile Bruce’a uyguladığı şiddet ve aile içinde sebep olduğu huzursuzluk, Bruce’un bir çeşit çift kişilik geliştirmesine yol açmıştı. Bir gün, aşırı alkol ve alışılagelmiş sinir nöbetinin etkisiyle Brian, yanlışlıkla, karısı Rebecca’yı öldürdü. Bu olay üzerine Brian bir psikiyatri kliniğine yatırıldı. Annesi ölmüş, babası bir psikiyatri kliniğinde kalan Bruce’un ilk gençlik yılları, içe kapanık karakterinin sonucu olarak kuzeni Jennifer Walters’tan (She-Hulk) başka bir arkadaşı olmadan geçiyordu. Sık sık okulun şımarık serserilerinden dayak yiyordu. Bunun üzerine bir gün okula bomba yerleştirdi. Fakat bomba acemice ve bizzat Bruce tarafından yapılmıştı. Amerikan ordusu bunu fark etti ve Bruce’un dehasını böylelikle keşfetti. Ordunun, önünü açmasıyla Bruce doktora kazandı ve nükleer fizik alanında kariyer kapıları ona sonuna kadar açıldı. Birleşik Devletler Savunma Departmanının başında Hava Kuvvetleri Generali Thaddeus “Thunderball” Ross bulunuyordu –Bruce’un doktorası için burs veren kişi de oydu. Doktoranın ardından Bruce Banner B.D. Savunma Departmanı için nükleer fizik çalışmalarına başladı. Gamma Bombası Projesi’nin başına getirildi. Buradaki çalışmaları sırasında General Ross’un kızı Elizabeth “Betty” Ross ile tanıştı. Ve Bruce ile Betty arasında büyük bir aşk başladı. New Mexico’da, B. D. Savunma Departmanı için tasarladığı deneysel gamma bombası patladığında, çalışma alanında dolaşmakta olan genç Rick Jones’u kurtarmak için Banner kendi bedenini ona siper etti. Hayatta kaldı kalmasına fakat aşırı derecede gamma ışınına maruz kalmıştı.

Gerçek Adı: Robert Bruce Banner Boyu:

1,77 m (Bruce), 2,13 m – 2,44 m (Hulk)

Ağırlığı:

58 kg (Bruce), 471 kg – 635 kg (Hulk)

Uyruğu:

A.B.D.

Bu talihsiz kaza sonucunda Bruce Banner, vücudundaki adrenalin artışı etkisiyle değişim geçirmeye başladı. Dönüştüğü şey ise yeşil bir devdi. Hulk! Dönüşüm gerçekleştiğinde Hulk, Banner’ın zihnini ve zekâsını kolaylıkla ele geçiriyordu. Ve Hulk kolaylıkla öfkelenebilen bir karakterdi. Öfkelendikçe büyüyor, durdurulamaz oluyordu. Bu durum Banner’ı toplum için bir tehdit haline getirdi. Banner’ın Hulk’a dönüşümü, ona büyük düşmanlar kazandırmıştı. Bu düşmanların başında General Ross geliyordu. General Ross, Hulk’u ordunun malı olarak görüyor, onun bu özelliğini askerleri üzerinde kullanmayı amaçlıyordu. General ile Hulk arasında bir av oyunu böylece başlamış oldu.

Doğum Yeri: Dayton, Ohio

Banner zamanla Hulk’u kontrol etmeyi öğrendi. Ve gücünü dünyanın lehine kullanmaya başladı.

Ortaya Çıkışı: Incredible Hulk #1 (1962) HAYATI Dr. Brian Banner, bir enerji kaynağı olarak temiz nükleer güç üretme üzerine çalışan bir atom fizikçisi idi. Radyasyon üzerine çalıştıkça korkuları artmış, kendini içkiye vermişti. Çalışmaları sonucunda mutasyon geçirdiğini düşünmekteydi. Karısı Rebecca’nın hamile olduğunu öğrendiğinde mutasyonunun çocuğuna geçeceğinden çok endişelendi. Bu durum onu daha da saldırgan bir hale getirdi.

20

Günlerden bir gün Asgardlı Loki dünyaya saldırdı. Hulk’un genç yardımcısı Rick Jones bir yardım çağrısı yaptı ve Ironman, Ant-Man, Wasp, Thor ve Hulk bu çağrı üzerine tesadüfî olarak bir araya geldiler. Loki’ye karşı kazanılan zaferin ardından Ant-Man (Pym), süper kahramanlara takım olarak çalışmayı teklif etti. Teklif olumlu karşılandı ve takımın ismi Wasp tarafından koyuldu: The Avengers! [Avengers #1 (1963)] Böylece Hulk Avengers’a dâhil oldu.

21


Kahraman

Kahraman FİLMOGRAFİ

Peki, Hulk neden benim kahramanım? Hulk (2003)

The Death of the Incredible Hulk (1990) (TV Film)

Hulk (1966) (TV Dizi)

The Incredible Hulk (2008)

The Incredible Hulk (1978) (TV Dizi)

The Incredible Hulk Returns (1988) (TV Film)

Hulk ile ne zaman tanıştığımı hatırlamıyorum. Fakat onu ilk gördüğüm an’ı flaş bir görüntü olarak zihnimde taşıyorum. İlk çocukluk yıllarımdı, sanıyorum. Seksenlerin sonu belki… Televizyonda, uçaktaki yolculardan biri kontrolünü kaybederek yeşil bir deve (aslında vücudu yeşile boyanmış Lou Ferrigno’ya) dönüşmesi, devin ağırlığı ile uçağın dengesini kaybetmesi sahnesini görmüştüm. Bu beni çok etkilemişti. Ardından doksanlarda Show TV çizgi film kuşağında izlediğim Hulk çizgi filmleri ile onu çok sevmiş, kahramanım ilan etmiştim. Çocukluğumda oldukça ünlü olan Spiderman, Batman, Superman ve hatta Wolverine’i değil de neden Hulk’u kendime kahraman olarak seçtiğimi çok sonra sordum kendime. Sanırım beni en çok etkileyen tarafı kontrolsüz oluşuydu. Hulk, başlı başına “güç”ün tanımı, bedene gelmiş hali sanki. Kontrolsüz oluşu da bu tespiti tamamen destekler nitelikte bana göre. Onun, kocaman kollarını iki yana açıp göğe doğru avazı çıktığı kadar bağırması, öfkenin, sıkışmışlık hissinin, rahatlama isteğinin en içten dışa vurum şekli. Zaman zaman hepimizin böyle bağırmaya ihtiyacı olmaz mı? KAYNAKÇA

Hulk Vs. (2009) (Video)

The Trial of the Incredible Hulk (1989) (TV Film)

[1] marvel.com , Hulk ve bağlantılı karakterlerin biyografilerinin bir araya getirilmesi ile oluşturuldu. Bu sitede Grey Hulk, Red Hulk, Planet Hulk, She-Hulk ve Red She-Hulk ile ilgili bilgileri de bulabilirsiniz. [2] imdb.com

The Incredible Hulk (1996) (TV Dizi)

Günay Aydınoğlu

Planet Hulk (2010) (Video)

BENİM GÖZÜMDEN Yukarıda Hulk’un hayatı ile ilgili vermiş olduğum bilgiler ilk ortaya çıktığı çizgi romana sadık kalınarak aktarıldı. Bununla birlikte yeni dönem Marvel filmlerinde ortaya çıkışla ilgili iki farklı hikâye anlatıldı. 2003 yapımı Hulk filminde, babası David’in bilimsel çalışmalarında kendini denek olarak kullanması sonucu genlerinin mutasyon geçirmesinden bahsediliyor. Yine bir kaza sonucu, bu kez bilim adamı arkadaşı Harper’ı kurtarmak için gamma ışınlarının önüne siper oluyor Bruce. 2008 yapımı The Incredible Hulk filminde ise, Hulk’un ortaya çıkışı filmin konusu olmasa da, başlangıç jeneriğinde Bruce Banner’ın kendi üzerinde deney yapması sonucu anında Hulk’a dönüştüğü görülüyor. Ve ne babasından, ne de geçmişinden söz ediliyor. Şunu da söylemeden edemeyeceğim; bu film, Marvel filmleri içinde en başarılı olanlardan biri olsa da, Edward Norton’u Bruce Banner karakterine pek yakıştıramadım. Benim favorim The Avengers filminde Bruce Banner’ı canlandıran Mark Ruffalo.

22

23


Solomon Kane - Cemal Eker

Kahraman

Kafkas Dağlarında Ölüm -Yüzbaşı Murat… Mahallemizde üç tane Sezai vardı. Biri Küçük Sezai. Sarışın, sürekli oyunlara katılmaya çalışır, küçük olmanın avantajını kullanıp mızırdanırdı. Biri Büyük Sezai. Ona ‘Ovacık’ veya ‘Büyük Sezai’ derdik. Neden Ovacık derdik, bilemiyorum. Belki de memleketi olduğu için. Ondan öğrenmiştim Türkiye’de Ovacık isimli birden fazla ilçe olduğunu. Eli yüzü düzgün bir çocuktu, ancak oldukça gizemliydi. Oyun saatlerinde aniden balkonun altında beliriverir, oyundan sonra da kimseye veda etmeden yok olurdu. Bir efsaneye göre Barbaros Bulvarında büyük bir apartmanda oturuyorlarmış, babası Amerika’da çalışıyor, annesi doktormuş… Büyük bir Ford Taunus’ları varmış. Bir gün bulvara çıkmış, caddenin iki tarafına da yürümüş, apartmanın önünde Taunus park edilmiş binayı aramıştık diğer arkadaşlarla. Yolun sağ tarafında, biraz ileride açık kahverengi bir Taunus görünce doğru iz üzerinde olduğumuzu anlamıştık. Demek ki efsane doğruydu. Yıllar boyu anlamını bilmediğim için, Taunus’u, Taurus (Boğa Takımyıldızı) ile karıştırmıştım, çocuk aklımla… Ama o günden ne Büyük Sezai’ye bahsettik, ne de o bir yerlerden öğrenerek soru sordu. Eskisi gibi arkadaşlığımız devam etti, gitti. Bir gün balkonun demirlerine çıkmış, yatak odasının camını tıklatıp bizi oyuna çağırmıştı. Hatta arka balkondan kaçmanın yolunu da o göstermişti ilkin… Bir de ‘Ortanca Sezai’ veya ‘Kapıcının Oğlu Sezai’ vardı. Ortanca olana nedense diğerlerinden ayırmak için ‘Kapıcının Oğlu Sezai’ derdik kendi aramızda. O yanımızdayken sadece Sezai, onun olmadığı zamanlarda ise ‘Kapıcının Oğlu Sezai’… Küçümsemek değildi amacımız. Kapıcılık da nihayetinde bir meslek değil midir? Ancak nedense babası bizden 3-4 bina sonra dört katlı bir apartmanda kapıcılık yaptığı için ona böyle hitap ederdik. Yüzüne karşı hiçbir zaman böyle demedik. O sadece Sezai’yi diğer ikisinden ayırmak için kullandığımız bir lakaptı... Bazen üçü bir arada oyunda olurlarsa Büyük olana ‘Ovacık’, Küçük olana ‘Sarı’ ve ortanca olana, bizim Kapıcının Oğlu Sezai’ye de sadece ‘Sezai’ derdik… … Bizim oturduğumuz apartmanın dış kapısından sola dönünce, alt katta geniş bir bahçe içinde bir bakkal dükkânı bulunurdu. Emekli bir işçi olan Nuri Bakkal çocukların her ihtiyacını karşılar, dini bayramlarda büyüklere şeker, çocuklara maytap, kızkaçıran, torpil, mantar satar, sair günlerde kolası, gazozu, içi boş bezesi eksik olmazdı. Elinize az bir para geçtiğinde çifte kavrulmuş veya leblebi tozunu her daim bulabilirdiniz. Nuri Bakkal’ın bizim yaşımızda bir torunu vardı; Murat… Murat’ın da kendine göre gizemi, asaletli tavırları vardı. Babası bankacıydı. Ama uzak, başka bir ilde görevli olduğu için, Murat okula dedesinin yanında, Balıkesir’de giderdi. Mahallemizde her mahallede olduğu gibi bir Atatürk İlkokulu vardı. Ben ve tüm Sezai’ler o okula giderken, Murat başka bir mahallede, başka bir okula gidiyordu. Bu da onun oyun saatlerini kısıtlıyor, bizim yanımıza bir geliyor, bir kayboluyordu.

24

25


Kahraman

Kahraman

Nuri Bakkal’ın memleketini bilmezdik, ama Murat hemen her gün Lapseki’yi anlatırdı. Yaz tatillerinde de oraya gider, güneş ve denizden yanmış olarak dönerdi. Bütün sezon boyu Lapseki anıları anlatır, kayığa nasıl bindiğini, nasıl balık yakaladığını filan ballandırır dururdu. Zaman zaman bizim apartmanın arka bahçesinde toplanır, arka balokondan görünecek mesafede oyun oynardık. … Ailecek (üç kardeş) en kalabalık grup biz olduğumuz için, oyunlarda üstünlüğü ele geçirir, annemin gözünün önünden ayrılmadan oynanacak oyunlar bulurduk. Üç erkek çocuğunu sokağa salan annem de gözünün önünden ayrılmalarını istemezdi. Yoksa bir gün bir tanesine araba çarpar, diğeri inşaattan atlayıp cam kırıklarından yaralanır, ortanca olan alnının ortasında demir bir ok saplanmış olarak eve döner, kadının fenalık geçirmesine sebep olurlardı. O yüzden evden uzaklaşmadan oynamamız serbestti. En ideal yer de apartmanın arka bahçesiydi. Orası bizim için de idealdi. İki binanın ortasında 30-40 santimlik genişçe bir duvar bulunur, bizim taraf beton, öte yanda ise balta girmemiş orman misali sık bitki ve ağaçlarla dolu bir bahçe olurdu. Komşu bahçede kocaman erik ve iğde ağaçları bulunur, akşamsefalarının arasına saklanmış bir çeşmeden, her daim balon savaşlarında kullanabileceğimiz su akardı.

Kaptancılık oynadığımız zaman hiç itiraz kabul etmeden kaptanlığı alır, hemen duvarın yüksek bölümünü Kaptan Köşkü yapardım. Hayatımın her bölümünde olduğu gibi, o dönemde de kendisini bana rakip olarak gören ama çok sevdiğim bir arkadaşım olmuştu; kumral saçlarını yana doğru tarayan, üzerine sürekli temiz tişörtler giyen, ayakkabılarında asla çamur barındırmayan, başka mahalledeki bir okula giden Lapseki’li Murat… Biz Kaptancılık oynarken bile çıkıntılık yapardı. -Hadi, Kaptancılık oynayalım, ben kaptanım… Ovacık, sen makine dairesinden sorumluymuşsun, Sarı, sen gözcüsün, tamam mı? Direk şurası, sen bir gemi filan görürsen haber veriyorsun. Sezai sen benim yanımdasın, beraber savaşıyoruz, tamam mı? Ahmet, sen geminin arkasından sorumlusun, Alp’i de yanına al da denize düşmesin. Murat sen de… -Ben de savaş pilotuyum. Uçakla sizin etrafınızda uçacağım… Bak şimdi! Yelkenli gemiyle açık denizlere korsanlığa çıkarken, nereden çıktı şimdi bu savaş pilotluğu? Bizim Murat’ın böyle cinslikleri vardı. Benim gemimde İkinci Kaptan bile olmak istemez… -Ya… Kaptancılık oynuyoruz, ne uçağı. Oğlum, uçak daha icat edilmedi ki… -Ben ettim. Ben Yüzbaşı Volkan’ım… İşte ondan öğrenmiştim ismini… Yüzbaşı Volkan… Ertesi yıl pilot olmak istediği için başka okula gittiğini öğrendiğim Murat, ilkokuldan sonra tümden sokağımızdan taşınmıştı. Bakkal Nuri’ye sorduğumuz zaman gözlükleri buğulu buğulu torununu hatırlayarak; -Yaza gelir belki, gene oynarsınız… Deyişini unutamadım. Kaç yaz geçti, Yüzbaşı Murat F-104’ü ile bir daha bulutların arasından hiç görünmedi… … Beyaz bir Gölge gibi, Selami… Sadece Seksenli yılların sonunda değil, Doksanlarda, hatta daha sonrasında bile başlı başına modaydı… Üzerinde ‘Carver High’ veya ‘Carver College’ yazılı tişörtler…

İki bahçe arasındaki geniş duvarda kitap sergileri yapar, oturup sohbet eder, kiremit veya kömürle çizdiğimiz karelerde üçtaş oynar, balkonun altına perde gerip içeriye sinema salonu kurar, duvarın üstünde kızkaçıranların barutuyla Kızılderili büyücüsü olur, gazoz kapaklarını taşla düzleyip, ağaç sürgünlerine takarak ok hazırlar, hatta duvarın üzerini korsan gemisinin güvertesi olarak hayal edip, açık denizlere yelken açardık. Düşünün, arka bahçeye mahallenin bütün Sezai’leriyle Murat’larını toplamış üç çocuk… Gürültü hiç eksik olmazdı. Futbol maçlarını bile apartmanın yanındaki dar ve uzun beton bahçede yapardık. …

Koç Reeves, Cool Pivot Coolidge, Oyun Kurucu Thorpe, takımın beyni Hayward, neşe kaynağı haşarı İtalyan Salami, C.J., Meksikalısı Gomez ve tüm kadro Seksenlere girdiğimizde basketbol topuyla tanışmamızı sağlamışlardı. Özellikle de yıllarca aradan sonra 1982-1983 sezonuna şampiyonluk parolasıyla giren ve 14 de 14 yapan ama ikinci olan Fenerbahçe Basketbol takımının efsane siyahi basketçisi Calvin’in stop-jumpshotlarıyla beraber ortaokul ve lise yıllarımızın efsanesi olmuşlardı. …

26

27


Kahraman

Kahraman

1981 Türk Basketbolu için dönüm yıllarından biriydi. Daha önceleri futbol dışında sadece olimpiyatların varlığından haberdar olan toplum, o yıl milli takımın Avrupa Şampiyonası Elemelerinde finallere kalması ve kazanılan Balkan Şampiyonluğu ile bu yeni sporla tanışıyordu. Milli Takım oyuncularından Efe Aydan da Avrupa Karmasına çağrılmıştı. Aytek’ler, Tamer’ler, Erman’lar, Lütfü’ler yeni kahramanlarımız olmaya başlamışlardı. Beyaz Gölge dizisi de yeni sezonla ekrana dönmüştü. Ve bizler de yapabileceğimiz tek şeyi yaptık, başımızı yukarı çevirip, basketbol potası aramaya başladık… … Çarşı merkezinde sayılan evimize birkaç dakika mesafede Ticaret Lisesi vardı. Dik ve dar bir yokuşu çıkıp, köşeyi döndüğünüzde futbol sahası büyüklüğünde bir bahçe karşılardı bizi. Duvarlarında oturur, kavak ağaçlarının gölgesinde sohbet ederdik. Bahçenin ilerisinde beton zeminli bir basketbol sahası vardı. ... Ortaokul son sınıfta izlemeye başladığımız Beyaz Gölge’ye özenip, bakkaldan plastik bir top almış, sahanın aşağı potasına atış yapmaya başlamıştık. İlk zamanlar plastik top havada uçar, istediği zaman çemberden geçip, istediğinde de sekerek dışarı düşerdi. Kontrolü çok zordu. Sürpriz sayılar ve sürpriz karavanalarla doluydu oyunlar... Birkaç zaman sonra plastik topla basket oynanamayacağını anladık ve basketbol topu olan birisini kollamaya başladık. Ömer’in bir basket topu vardı, onunla ilk takımlarımızı kurduk.

Savaş, kulüpten top getirebiliyordu, onunla oynadık. Sonra Mustafa ‘top varsa ben de oynayacağım’ topuyla geldi ve çok sayıda topumuz olunca, bu sefer de adam seçmeğe başladık… Tabii bu arada ortaokul bitmiş, yaz tatilinde basket topunu steps yapmadan sürmeyi, turnikeye girmeyi öğrenmiştik. Sıra gelmişti elimizi düzeltmeye. Atışlar… Topu elime her aldığımda, yenilmez takımın şutörü Calvin gibi atmaya çalışır, boş zamanlarımda idman yapardım. Önceleri üç sayı çizgisi yoktu, kural sonradan gelse de o zaman bile belli mesafenin ötesinden yapılan atışları, çift katı sayardık. Sonradan görünmez bir üç sayı çizgimiz oluşmuştu. Yerdeki taşlar, su yolları, çimentoya karışmış deniz kabukları nişangâhlarımızdı… Üniversiteye hazırlanmamıza daha iki sene vardı… Lise birinci sınıfta, bir süre yandaki sırayı paylaştığım sıra arkadaşımın da Carver Lisesindeki haşarı Salami gibi kumral, kıvırcık saçları vardı. İşin en ilginci, tv’deki yıldız gibi sınıfın sessiz ama haşarı öğrencilerinden olan sıra arkadaşımın adı da ‘Selami’ydi… Selami ile iki sene beraber okuduk, ikinci seneden sonra okul açıldığında Selami’nin sırası boş kalmıştı. Nerede olduğunu sorduğumuz zaman, matematik bölümü bulunan bir liseye gittiğini, oradan da Hava Harp Okulu sınavlarına gireceğini öğrenmiştim. Bizim lisede fen bölümü olduğu için, okul bizden öğrenci almıyormuş… Ben Koç Reeves ile yatıp kalkar, Calvin ile potalara basketi bırakırken, Selami takımdan ayrılıp, Yüzbaşı Volkan’a duyduğu hevesle başka bir ilçeye ve başka bir takıma gitmişti. Sezon finali bile yapamadan diziden ayrılan Selami ile ‘Salami’ diye dalga geçtiğimiz günleri de hiç unutamadım… Sonrasında Selami Harp Okulunu kazanamamıştı, matematiği kuvvetli değilmiş… …

28

29


Kahraman

Kahraman

Ben, Yüzbaşı Volkan… Şimdiki çocuklarda seçenek çok. Kimi her akşam haberlerde seyrettiği adli olayların etkisiyle hâkim-savcı veya polis olmak istiyor, kimi doktor, kimi daha güzel oyun oynamak için bilgisayar mühendisi… Oysa bizim yetmişli yılların sonunda tanıdığımız meslekler çok daha sınırlıydı. Ya babamızın mesleği, ya da televizyonda izlediğimiz, kitaplarda okuduğumuz işler. Tabii Nevada Ranger’i olamazdık, Ontario Kurt’u da… Barbaros’un dönemine gidip Levend veya Yeniçeri de olamıyorduk. En güzeli Jules Verne’e özenip kitap yazmak, Milliyet Çocuk’tan etkilenip dergi çıkarmak, öğretmenlik, Gırgır ve Oğuz Aral’ı okuyup karikatüristliğe özenmek… Ya da ulaşabileceğimiz yerli bir kahraman, hem asker, hem pilot… Ülkeden ülkeye, maceradan maceraya koşan, en hızlı uçakları kullanıp, en zor görevleri başaran, hatta aya ayak basan ilk Türk… Güzel kadınları peşinde koşturan birisi… Yüzbaşı Volkan! Murat’la tanımıştım; Yüzbaşı Volkan ve pilotluk tutkusunu. O dönemlerde her iki erkek çocuğundan bir tanesi pilot olmak sterdi. “-Lise kendi başına bir okul değildir, lise diploması tek başına bir işinize yaramaz. Eğer üniversiteye gitmek istemiyorsanız, liseye gelmeyin. Lise sizi üniversiteye hazırlamak için ara bir okuldur. Üniversiteye gitmek istemeyen, hayata atılsın. Boşa zaman harcamasın.” İşte birinci sınıfta ilk öğrendiğimiz kurallardan biri buydu. Liseye giden, üniversiteye gitmek için ilk adımı atmış demektir. Oysa ne bende ne de diğer arkadaşlarımda üniversitenin hangi bölümüne gideceğimiz konusunda en ufak bir fikir yoktu. Hatta ilk sene kimse birbirine bunu sormamıştı bile… Okul, dersler, eğlence, arkadaşlık… Mutlaka yeni şeyler de öğreniyorduk, ama hiç birimiz son sınıfa başlayana kadar hangi fakülteyi

30

yazacağımıza karar vermemiştik. İşin kötüsü, o zamanki üniversite sınav sistemi de bizi bu şekilde düşünmeye teşvik ediyordu. İlk sınava gir. Sonra ikinci sınava girerken, ne kaç soru yapacağımızı, kaç puanımız olacağını, soruların zor veya kolay olup olmayacağını bilmeden ne de hangi okulun o sene taban puanının ne olacağından bihaber, kara deliğe atlıyor gibiydik. Tek hedefimiz vardı, sınavlarda başarılı olmak. Başarı ne? Kimi geçsek başarı sayılır? Hedefimiz ne? Başarınca ödül ne olacak? Bu kargaşa içinde hala son seneye kadar içimde pilot olma isteği duruyordu. F 104’e atlayıp, Murat’la yarışmak… Son sene Selami’nin okula gelmeme nedenini öğrenerek, Harp Okulu şansımı kaybettiğimi farkettim. Ama daha geride pek çok arkadaşım vardı ve hepsi de özellikle ikinci sınav öncesi kendilerine hedef koymaya başlamışlardı. Ne olsam, ne olsam… Bilgisayar Mühendisi… Yıl 1986. Bilgisayar nedir, mühendisi ne iş yapar? Geleceği olan bir meslek mi? Derken, olmadı…

31


Hellboy - Ozan Murat Özfen

Kahraman Bu kadar belirsizliğin içinde olması da mümkün değildi zaten. Son gece kaldığımız otel odasında karar verdik babamla, nereyi yazacağıma... Kader beni alıp götürmüş, çocukluğumun masum hayallerinden uzaklaştırmıştı. Bundan sonra sadece bilet göstererek binebilecektim uçağa. Yüzbaşı da olamadım, Volkan da Pilot da…

*1971 yılı sonlarında ülkemizde konuk olarak bulunan Amerikan Hava Kuvvetleri’ne bağlı bir U-8 keşif uçağı, fırtınalı havada Kars’a giderken SSCB hava sınırını geçmiş ve Sovyet Hava Kuvvetlerinin Migleri tarafından yolu kesilerek Ermenistan’ın Erivan Havaalanına inişe zorlanmıştır. Bu olay, dünya kamuoyunda geniş yankılar uyandırırken, o tarihlerde günlük gazetelere çeşitli konularda çizgiroman ve karikatürler çizerek gazete ressamlığı yapan ve denenmemiş bir konuda yeni, çağdaş bir çizgiroman kahramanı arayışında olan Ali Recan’ın da dikkatini çekmiştir. Kendince yaptığı bir araştırma ve çalışmanın sonucunda tasarladığı ve sonradan serinin adı Yüzbaşı Volkan olarak değiştirilecek yeni bir çizgiroman karakterinin ilk macerası olan ‘Kafkas Dağlarında Ölüm’ ortaya çıkmıştır. Kaan Mahmut Yüksel

32

33


Kahraman

Kahraman

Benim kahramanım bir antikahraman! Bu, o kahramanı kendime örnek aldığım veya “büyüyünce” öyle olmak istediğim anlamına gelmez ancak tavırları, duruşu, karizması ve kararları ile benim için bir kahraman. Benim kahramanım, Ejderha Mızrağı serisinin ölüm şövalyesi Lord Soth. Size biraz Lord Soth’tan bahsedeyim. Gerçek ismi Loren Soth’tur. Lord ünvanını Gül Şövalyesi olduğunda ve Dargaard Kalesi efendisi olduğunda almıştır. Bir Solamniya Şövalyesi iken birçok kahramanlıklar yapmış ve birçok yardıma muhtaç kişiye yardım etmiştir. Lord Soth, Dargaard Kalesi’nin inşasının bitiminden kısa süre sonra Korinne adında genç bir bayanla evlenmiştir. Kendisine hizmet eden 13 şövalyesi, karısı ve hizmetkarları ile bu kalede yaşamını sürdürmektedir. Hayatı çok güzel giden Soth, karısının kendisine bir çocuk veremeyeceğini anladığında yıkılmıştır. Kabuslarında sürekli bir erkek çocuğu olduğunu görmektedir. Günün birinde Soth ve onun yardımcısı 6 şövalye, Palanthas’taki yıllık şövalyelerin buluşmasına doğru at sürerken bir grup elf kadınına saldıran bir grup ogre ile karşılaşırlar. Soth ve şövalyeleri, elf kadınları ogrelerin elinden kurtarırlar. Bu sırada Soth, Isolde adında çok güzel bir elf kızına aşık olur. Kızın yaraları çok ciddi değildir. Soth bunu bilmesine rağmen; diğer şövalyeler Palanthas’a giderken Isolde’yi Dargaard Kalesi’ne iyileştirmek için götürür. Soth, Isolde’nin daha uzun kalmasını ister ve Isolde de yakışıklı ve güçlü şövalyenin bu isteğini kıramaz. Günlerden bir gün, Mirrel isimli bir hizmetkar, Soth ve Isolde’yi öpüşürken görür ve hemen Korinne’e haber verir. Kıskançlık krizine giren Korinne, eğer Soth’a bir çocuk verebilirse onu geri kazanabileceğini düşünür.

Korinne,Vingaard Kalesi Lordu olan kuzenine bir mesaj gönderir ve Soth’u Vingaard’a çağırmasını ister. Soth kaleden ayrıldığında Korinne, yanına hizmetçisi Mirrel’i de alarak bir cadıya gidip bir bebek sahibi olmak istediğini söyler. Cadı büyüyü yapar fakat Korinne’ye doğuracağı bebeğin sağlığının Soth’un inancına bağlı olduğunu söyler. Korinne’nin hamileliği döneminde ise Soth, Isolde ile çok güzel vakit geçirir ve Korinne’nin hamileliğine inanmaz. Korinne bebeğini doğurduğunda bebek olması gerekenden farklıdır. Bir elinin olması gereken yerde iki el, öbür kolunun uzantısında bir ayak vardır. Çocuk tam bir ucube olarak dünyaya gelmiştir. Bu olaydan sonra Lord Soth, Korinne’yi ve bebeği öldürür. (Bir söylentiye göre sadık hizmetkarı Caradoc’a öldürttüğü de söylenir.) Bu olaylar sırasında Isolde de Lord Soth’un bebeğine hamiledir. Isolde’nin hamileliğinin altıncı ayında Isolde ve Soth, Dargaard Kalesinde evlenirler. Evlilikten kısa süre sonra Peradur adını koydukları çocukları doğar. Doğumdan sonra Mirrel, kaleyi terk ederek Palanthas’a gider. Hizmetçi Mirrel, Palanthas’a gittikten sonra olanları Şövalyelik Yüksek Konseyi’ne anlatır ve Konsey, Soth’u hemen Palanthas’a çağırır. Palanthas’ta yargılanan Lord Soth cinayetten dolayı suçlu bulunur ve idam edilmek üzere hapsedilir. Soth’a sadık 13 şövalyesi Soth’u hapishaneden kurtarır ve Dargaard Kalesi’ne götürürler. Şövalyelik Yüksek Konseyi de kalesinden ayrılmaması halinde yaşamasına izin verir. Şövalyelikten dışlanmasından ötürü Soth çok üzülür. Bir gece Isolde, Tanrıça Mishakal’dan bir mesaj alır. Eğer Soth, kendisini Tanrılara eş koşan ve kendisini Tanrı ilan eden Istar’daki Kralrahip’i öldürüp Afet’i engellerse tekrar onurunu ve gururunu geri kazanacaktır. Soth, bu görevinin ne kadar zor olduğunu bilir. Hatta bu görev sırasında ölebilir ama ölürse bile şerefli bir görevde öleceğini bildiğinden bunu kabul eder. Lord Soth, Kralrahip’i öldürüp Afet’i durdurmak üzere Istar’a doğru atını sürerken üç elf kadını ile karşılaşır. Isolde’yi kıskanan bu elfler, Soth’a Isolde’nin kendisini ölüme gönderdiğini ve Soth öldüğünde Isolde’nin başka erkeklerle daha rahat beraber olabileceğini söylerler. Çılgına dönen Soth görevden vazgeçip Dargaard Kalesi’ne geri döner. Dargaard Kalesi’ne geri döndüğü sırada Afet gerçekleşir. Tanrılar, Istar’ın

34

35

Lord Soth


Gölge Kız - Mehmet SEVİNÇ

Kahraman üzerine yanan bir dağ fırlatmışlardır. Bütün yeryüzü, büyük bir vahşete sahne olur. Istar denizin dibine çöker ve sarsıntılardan dolayı bütün diyarda da ciddi yıkımlar olmuştur. Dargaard Kalesi’nde kandırıldığını anlayan Soth, Isolde’yi ve çocuğunu yanan Dargaard Kalesi içerisinde bırakarak onları ölüme terkeder. Tanrılar tarafından büyük bir lanete maruz kalan Lord Soth bir Ölüm Şövalyesi (Death Knight), yardımcısı olan 13 şövalye de İskelet Savaşçılar; onu kandıran elf kadınlar da sonsuza kadar Dargaard Kalesi içinde çığlıklar atacak olan Banşiler haline gelirler. Lord Soth, sonsuza kadar Afet’te ölen insanların çektiği acıyı çekmekle ve sonsuza kadar Ölüm Şövalyesi olarak yaşamakla lanetlenir. Gül şeklindeki inşa edilmiş Dargaard Kalesi, yandıktan sonra simsiyah bir gül görünümüne sahip olur. Lord Soth canlıların kanını donduran ve yankılı bir sesle konuşur. Görünüşü, en korkusuz canlıları bile korkutabilir. Kararmış bir Gül Şövalyesi zırhı ve miğferi takar. Bu nedenle ona Kara Gül Şövalyesi denir. Soth günlük hayatında genellikle Solamniya Şövalyeleri’nin Yemin ve Düstur’una bağlıdır. Yaptığı savaşlarda bile atsız birine atla, silahsız birine silahla saldırmamıştır. Bir ölüm makinesi gibi görünse de her zaman onuruna, değerlerine bağlı bir savaşçı olmuştur. Hatta bir keresinde, tek bir sözüyle öldürebilecek olmasına rağmen büyücü Raistlin’in önünde eğilmiş ve, “Sizin gibi bir büyü üstadı önünde saygıyla eğilirim,” demiştir. Kayra Keri Küpçü www.KayraKeriKupcu.com www.FRPNET.net

36

37


Kahraman

Kahraman

Martin Mystere Modern Çağ’ın Bilgi Hazinesi

İnsan sevdiği hayal karakterini nasıl anlatır acaba? Bir cismi, bir hikâyeyi bir insanı anlatırsınız kolayca ama başkasının hayalinde oluşmuş ancak sizin düşüncelerinizde kendi kattığınız duygularla yandaşınız, vakit geçirdiğiniz arkadaşınızı bütün dürüstlüğünüz ile nasıl anlatabilirsiniz ki? Martin Mystere benim için işte böyle bir karakter. 1992’de tanıştım kendisi ile Beyoğlu’ndaki caminin hemen yanında çizgi roman satan dilsiz bir adam bana vermişti. Okurmuyum diye sormuştu. Yavaşça aldım elime hiç bilmediğim, duymadığım ve bana gösterilmemiş bir çizgi romandı. Normalde Swing, Çelik Blek, Tommiks ve Teks okuyan birine hem de daha orta birinci sınıf öğrencisine böyle bir şey önermek aslında anlamsızdı. Merak insanı yoldan çıkartır, denir ya işte o an –hâlâ hatırlarımmerak ettim. Kapağı hiç bilmediğim tarzda bir konu anlatıyordu. Sırtında Java’nın o kötü adammış gibi gözüken siyahlar içindeki çizimi vardı. Çocukça akılla herhalde kötü adam bu olsa gerek diye düşünmüştüm. Aldım. Eve geldiğimde ilk onu okumaya başladım. Macera Tunguska’da olmuş bir göktaşının araştırmasını anlatan hikâyesiydi. Tek sayı çabucak bitmiş ama macera bitmemişti. O zamanlar şimdiki gibi hem her yerde çizgi roman bulamazdım hem de zaten aylık basımlar bitmişti. Araştırdım. İstanbul’da gitmedik delik bırakmadım.Arka arkaya gelen maceralar ile birlikte puzzle gibi toplanan maceraları birleştirince Martine’e olan hayranlığım artmaya başlamıştı. Gerçekten de eskiden okuduğum Gordon’un bilimkurgu maceraları gibiydi aynı zamanda da günümüzdeki yerleri görebiliyor, yerleşim yerleri hakkında bilgi alabiliyor, mitoloji ile kurgu gerçeğin birleşmesinin ortaya çıkardığı hikâyelerin içinde kaybolmuştum. Aynı anda bana daha önce çevremde anlatılmayan kültürleri öğreniyordum, başka kültürlerin toplumsal hikâyelerinin içine dalıyor ve binlerce yıldır üzerine yazıların yazıldığı, kayıtların düşüldüğü ama ispatlanamayan Atlantis (Gerçi bu konu ilk 50 sayıda önem arzeder.) mitosunu öğreniyordum. Dünyada başka hikâyelerin olduğunu, oluşturduğumuz sistemin aslında bir kurgu olabileceği ve bizi yönlendirebileceğini, bir koyun olmamamız için okumamız, düşünmemiz, her şeye açık olmamız ve asla hayır kabul

38

etmiyorum, her şeye açık bir insanım ve sadece kitaplarda böyle dememeyi Martin’den öğrendim desem yalan olmaz. Bütün sayılarını okuduğum için (Bugüne kadar Türkiye’de yayınlanmış.) aslında bir bütün arz ettiğini, maceraların, düşmanlarının, dostlarının ve düşüncelerinin nasıl evrimleştiğini anladığımda o gün o dilsiz adamın bana verdiği ilk macerayı başka bir tat ile hatırlıyorum. Bir insanın çocuğuna yapabileceği en iyi yardımın Martin okutmaya heveslendirmesi olacağına inanıyorum. Hiçbir kahramanda olmayan bir hayal dünyası, bir kültürler mozaiği ve gerçek dünya yansımasını bize yaşattığı için kendi adıma daha iyi bir çizgi roman olduğuna inanmıyorum. Hep yaşamasını ve hem de hayallerimizi süslemesini, bizi düşündürürken de araştırma ve öğrenmemizi desteklemesi her zaman isteyeceğim. Coşkun Baytaş

39


Abdülcanbaz - Erdem Bayrakçeken

Kahraman

Dudaklarıyla Sevişir, Yumruklarıyla Dövüşür (1)

Alışkanlığım olduğu üzere, köşe başlarında yanmakta olan trafik ışıklarının rengine önem vermeden, gaz pedalına amansızca basıyordum. Bir an önce meleğimin yanına ulaşmalıydım. Bu ihtimali neden daha önce aklıma getirmediğimi düşünerek, kendi kendime lanet okuyordum.

40

41


Kahraman

Kahraman

Beşinci Cadde’nin ışıltılı levhaları ve akşamın ortadan çekilmeğe başlayan trafiği, araba kullanmamı kolaylaştırıyordu. Yoksa bu lanet Nevyork şehrinde trafik sorunu canımı çıkarırdı. Binaya yaklaştığımda Korsikalı’nın benden önce gelmiş olmaması için dua ederken, hızla kapıyı ittirdim. Yol boyu sol omzumun altında yanımda olduğunu hissettiren Ruger’i elime almanın zamanı gelmişti. O bıçak uzmanı hergelenin hakkından ancak böyle bir silah gelir, diye düşünerek merdivenleri dörder dörder tırmandım. Dairemin kapısı açıktı. Kilit kırılmamıştı. Sevgilimin kapıya gelenin ben olduğum zannıyla içeri buyur ettiğini veyahut daha önce tanıdığı birisi olduğu için sualsizce açtığını düşünerek, önde 45’lik Ruger, arkada ben içeri girdik…(2) … Sahaflara sorduğumda, serinin adını bir kez daha tekrarlatıyorlar. Hatta inanır mısınız, dün bir tanesi ‘Bay Kamber kitabı var mıydı bizde?’ diye tezgâh arkasında duran ortağına sordu. Onlara göre doğru düzgün hatırlanamayacak kadar eskimiş bir kitap yani… Türkiye’de Mike’ın muhteşem dönemi, 1953 Yılında Çağlayan Kitabevi açıldıktan sonra başlamıştı…

O eserleri ölümsüz kılan bu ‘kavuşamayan âşıkların çilesi’, yeni akımda kadın kahramanın dilinden anlatılmakta…

Spillane, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından Mike Hammer’i yazmaya başlayınca, içine bir doz da erotizm eklemiş. Tamamen erkek egemen bir dille yazılan kitaplar, zamanın toplumunun cinsel dürtülerine hitap ettiği için, ülkemizin ergenlik dönemine giriş tarihi olarak düşündüğüm ellili yıllarda beklenmeyen bir ilgi ile karşılaşmışlardı. Ama kitapların anlatımındaki maço erkek dili, kadınların okumasını hiç de kolaylaştırmıyordu. … Oysa şimdilerde kadınlar daha şanslı… Bundan 25-30 sene önce ne Alacakaranlık serileri vardı, ne de diğer vampirli, kurt adamlı kitaplar. Bu kitapları okumayanlar da içeriğini bilmez, vampirli fantastik bir roman zannederler. Oysa – Dracula’nın yaratıcısı Bram Stoker’in mezarında kemikleri sızlıyordur ki- o kitaplarda fantastik dünya ve kahramanlar dışında, aslında çok büyük aşk hikâyeleri anlatılmakta. Kızla oğlan birbirlerine âşık olurlar ve sayfalar süren bir macera başlar. Ne sayfası, bazen 8-9 ciltlik bir ‘kavuşamayan âşıklar’ serisi… Öyle sürükleyicidir ki bu hikâye, yüzlerce yıl önce Mecnun’u aşkına kavuşamadığı için çöllere düşürmüş, edebiyatın en önemli taşlarından biri yapmıştır. Köroğlu kavuşup alamadığı bey kızı için dağa çıkmış, Ferhat dağları delmiş…

Kızla oğlan tanışır, konuşur, anlaşır, hoşlanır, birbirlerini severler. Âşık olurlar, ama ötesi yok! Vampirler genelde erkektir. Kızı öpecek, öperse de içgüdülerine engel olamayarak dişlerini boynuna geçirecek, kızın da lanetliler arasına girmesine sebep olacaktır. Üstelik bir de kural koymuştur yazar, ‘vampirler vampirlere âşık olamaz’ diye. Yani masum bir öpücük, ihtiraslı bir ısırığa ve sonsuza kadar uzanan bacı-kardeş ilişkisine dönüşecektir… Kitapların çoğunu bayan yazarlar yazmıştır. Ne ilginçtir ki, okuyanlar da ağırlıkla hemcinsleridir… Benim Mike’la tanıştığım seksenli yıllarda Harlequin serisi vardı bu tarz aşkları anlatan… Mike Hammer’ler, James Bond’lar… Hatta Üç Silahşorlar ve Monte Kristo Kontu bile erkek ağzından kaleme alınmış, aşkı birkaç sayfa erotizm olarak tarif eden kitaplardı. Erkeklerin ruh dünyası aktarılır, kadınlar sadece romana şehvet katmak için kullanılırdı… … Belki de ergenlik çağındaki erkek çocuğuna hitap ettiği için severdim eve bond çantanın içinde gelen o ince, uzun cep kitaplarını. Okuması kolay, 120160 sayfa civarında olurlardı. Sürükleyici bir dille yazıldıklarından, kahraman neredeyse hiç uyuyamadan sayfalar bitiriverirdi. O çantadan başka neler çıkmamıştı ki, kovboy serileri, James Bond’lar, Pardayyan serileri… … Mike’dan öğrendiydim ‘hergele’ kelimesini… Herkese öyle hitap ederdi. Oysa kendisi hergelenin önde gideniydi. Aşağılanan, masumluğuna kimsenin inanmadığı, toplumun silmeye çalıştığı insanların işlerini alan bu özel hafiye, koltuk altındaki kılıfında sürekli varlığından güç aldığı 45’lik Ruger’i ile Newyork sokaklarında bir Azrail gibi dolaşırdı. 7,62 yi de 9 mm yi de bilmezdim, silahların 38’lik veya 45’lik olduğunu sanırdım. Kimin kötü olduğuna Mike karar verirdi. Delilleri ilişkilendirir, yargılamayı kendisi yapar, jüri yerine kararı verir ve hatta infaz işini de kimselere bırakmazdı. Çoğu kitabın sonlarına doğru kötü adamlar tarafından esir alınır, işkenceye maruz kalır, o zaman yerini sekreteri ve sevgilisi Velda’ya, ya da dostu ve buna rağmen hiçbir önemli sırrını paylaşmadığı Cinayet Masası Şefi Pat Chambers’a söylemediği için kendisine lanetler okurdu. … Konu Velda’ya geldiğinde bir an orada durmak lazım. Çoğu romanda küçük birkaç sahnede yer

42

43

O zamanlar Mickey Spillane’in orijinal Mike Hammer’inin yanında, önce Kemal Tahir’in ve sonra da Afif Yesari’nin yazdığı Mike Hammer’ler piyasayı istila etmişler. Kemal Tahir, 1954 yılında çevirisini yaptığı kitaplar çok beğenilince, F.M.İkinci(3) takma adıyla dört Mike Hammer macerası daha yazmıştı.(4) … Ellili yıllara yetişemedim, ama sağ olsun o yıllar babam rahmetlinin çocukluktan çıkıp ergenliğe geçtiği döneme denk geldiği için, nostalji hevesiyle yeniden yayınlanan çıkan Mike Hammer serilerini kaçırmaz, eve getirirdi.(5) Ve seksenli yıllar da -bu sefer- benim ortaokul/lise, yani ergenlik ve ilk gençlik yıllarıma denk geliyordu. Kapağında erotik kadın resimleri bulunan bu kitapları, ilk başlarda içeriğini çok daha farklı zannederek babamın çantasında bulup okurken, sonraları müptela olup birkaç tane yeni çıkan kitabı da bizzat kendi harçlığımla almıştım. Tek endişem, annemin kapaktaki resimlere aldanarak yanlış bir kitap okuduğumu zannetmesiydi. Ama kütüphanemde dizili yüzlerce kitabın arasında dikkat çekmediler.


Kahraman

Kahraman

alan Velda, her serüvende en az iki-üç kadını baştan çıkartan Mike’ı büroda bekler, Mike da her serüvenin sonunda, Velda’nın şefkat dolu kollarına dönerdi. Velda da romanlarda afet gibi bir kadın olarak tasvir edilmişti. Hatta bana göre Velda rolüne en iyi yakışan bayan artist, 1994 yapımı Come Die With Me filminde oynayan Pamela Anderson idi… Ve sıkı durun, onlarca filmi, dizisi çekilmiş bu özel hafiyenin 1963 yapımı The Girl Hunters adlı filminde Mike rolünü oynayan kişi de bizzat Spillane’nin kendisidir. Bir yazar daha başka ne isteyebilir ki hayattan… Kitapta son derece sürükleyici bir anlatımla, yerinde duramayan bir kahraman, güzel kadınlar ve o kadınların kahramanımızla tanıştıktan birkaç sayfa sonra öpüşmek için can atmaları… Ve bir okuyucu da daha ne isterdi ki? … Kemal Tahir kitaplarında yıllarca cezaevlerinde yatmasına sebep olan siyasi konularda da alttan alta kızgınlığını dile getirir, mesela ‘Derini Yüzeceğim’ kitabında, kahramanının ağzından New York’a her defasında ‘Cenabet Nevyork Şehri’ diye hitap ederdi. Oysa Mayk’ın kitabın kahramanı olması ve her şeyin onun dilinden anlatılması, kadınları onun gördüğü gibi görmemiz, kötü adamları onun yargısıyla değerlendirmemiz, aslında Kemal Tahir’in eleştirmeye çalıştığı Amerikan Kapitalizmine karşı okurda bir sempati oluşmasını sağlamıştı. Demek ki o çağlarda daha henüz ‘reklamın iyisi, kötüsü olmaz’ prensibi bilinmiyordu. Maalesef yazar (ve çevirmen) sokakları cenabet o şehri anlatırken, okuyucusunun gözünde şehri kutsallaştırıyordu. Romanlarda, ülkemizde olmayan bir özgürlük ortamı anlatılırdı. Kitaptaki tüm kadınlar –Mayk’ın hoşlandığı gibi- zayıf ve güzellikleri dillere destan birer yaratık olurlardı. Ancak Mayk’ın daha tanıştığı ilk gece şehvetli bir aşk yaşadığı bir kadın da katil çıkabilirdi. Okuyucu son ana kadar Mayk’ın o kadınla ne zaman birlikte olacağının hesabını yaparken, romanın sonunda sürpriz bir şekilde kötü adamının aslında “adam” olmadığını öğrenirdi. Tüm tezgâhı o güzel dudaklarıyla ayarlamıştı.

(Muzaffer Ulukaya) 200 kadar Mayk Hammer kitabı varmış. Taklit eserler de oldukça tutmuş… Çin malları taklit oluyor diye beğenmiyorduk, şimdi Apple bile Çin’de üretiliyor ya, o misal. Taklitler orijinallerden çok satılmış… Kemal Tahir’in öncülüğünü yaptığı uydurma Mayk Hammer’lerden dilimizde 250 kadar yazılmış. 1954-1965 arası yayınlanan o serilere yetişemedim, 1980’lerdeki serileri, başka çevirmenlerden okuyarak Mike’la tanışmıştım. Çok sonraları, sahaflarda eski kitapları bulunca karşılaştırma imkânım oldu.

O hâlde kötü olanlar da ‘tuzağa düşmüş’ olabilirlerdi. Nitekim kitaplarda iyiler kötü, kötüler iyi olabiliyor, kahramanımız sık sık kendisine bile lanetler yağdıracağı hatalar yapıyordu. … Müthiş bir kahramandı. Kadınlara ters sözler söylese de kendisine âşık oluveriyorlar. Silahında mermisi hiç bitmiyor. Bitse bile hemen yerden bir başkasını buluyordu. Kötü adamlar birkaç darbe sonunda ölüp gidiyorlar, birkaç sayfa sonra ise onlardan daha kötüleri sahneye çıkıyor ve Mike hepsini tepeleyecek bir çare buluveriyordu. Silahını kullanmadığı zamanlar, yumrukları da en az silahı kadar etkili bir öldürme aracıydı. Her macerada elleriyle birkaç kişiyi öldürürdü. Her yer kan-revan olur, dövüşün sonunda titreyen elleriyle sigarasını yakardı. … Lise günlerinden birinde kitabı bitirdikten sonra mutfak balkonunun kapısında durup, babamın büfede duran paketinden bir Maltepe aşırmış, kahramanı taklit ederek yaktığım sigarayı tek bir nefesten sonra atmak zorunda kalmıştım. Bu iğrenç şeyi arzuyla içiyorsa, Mike gerçekten büyük adamdı… … Orijinal Mike Hammer serisini -asıl adını kullanmayıp Mickey ismini kullanan- Spillane 13 kitap olarak yazmış. F.M.İkinci müstear ismiyle Kemal Tahir 4 tane ve gene takma bir isimle yazan Afif Yesari’nin

Çağlayan Yayınevinden 15 Eylül 1954 günü çıkan “Derini Yüzeceğim”, tam bir Mayk Hammer romanı… Mike değil ha, Mayk o… Kemal Tahir’in kelimelerini taşıyor. Kitapta Mayk iki defa kötü adamı ‘yakalarsa derisini yüzeceğini’ söylüyorken, birden bire ortaya çıkan Alman bir profesör, Roz’a işkence yaparak, kağıdı imzalayana kadar derisini şeritler halinde yüzüp, kopartmadan bırakacağını, derilere basa basa yürüteceğini uzun uzun anlatıyor; “-Sizin Madam, dedi, müsaadenizle derinizi yüzeceğiz. Bunun adına Daşo Kampında ‘ihtiras soyunması’ derdik. Ölümle daha iyi yatabilmesi için, insanın derisinden bile soyunması… Bakınız bu nasıl bir iş! İyi dinleyin! –Gayet ince bir ameliyat bıçağını ışığa kaldırarak parlattı:- Bunu görüyor musunuz? Basit bir operatör bıçağı. Sizi ölümle daha yakından çiftleştirmek için işte bunu kullanacağız. Orada tesbit ettik. Yanılmadığımıza eminim. Istırabı en fazla uzatan bir usuldür. Birazdan siz de bizzat deneyip, bana hak vereceksiniz. Istırap uzuyor, madam. Çünkü hiçbir hayati uzuv üzerinde çalışmıyoruz. Bıçağımız hep deride dolaşıyor. Şimdi sizi anadan doğma soyacağım. Sonra önden ve arkadan vücudunuzun derisini birer parmak genişliğinde şeritler halinde yüzeceğim. Bu şeritler omuzlarınızdan başlayarak, diz kapaklarınıza kadar yüzülecek. Fakat tamamıyla koparıp alınmayacak. Sonra efendim, bir uzun demir parçasını ateşte kızdırıp, vücudunuza değdireceğim. Yüzülmüş derilerin yerlerde sürünen şeritleri üzerinde sendeleyerek yürümek zorunda kalacaksınız… Her adımda kendi derinizi bizzat kendiniz biraz daha yüzmüş olacaksınız. Bu vaziyet böyle bir hafta sürebiliyor. Tam bir hafta ölmeden derilerinizin şuranızdan, buranızdan sarktığını seyrederek ıstırap çekeceksiniz. Sonra asıl mühim safha başlayacak. Bu safha benim icadımdır, şahsen benim icadım.” Sonra kafatasında açacağı oyuğa yerleştireceği kızgın çelik bilyanın beyni nasıl eriteceğini anlatarak okuyucuyu dehşete sürükler… … Mayk Hammer o kadar sevilmişti ki, özellikle ellili ve altmışlı yıllarda Türkiye’de kendisinin bile bilmediği rakipleri çıkmıştı; “Bu Kurşun Sana – Mayk HAMMER’den (daha) kırıcı Lemmi Kovşun’dan Kurnaz Vik Malloy macerası”… Fransız Lemmy Coution’un maceralarını anlatan kitabın reklamında, Mayk’ın isminin koyu renk iri puntolarla ve büyük harflerle yazıldığını vurgularsam, ne büyük bir rekabet olduğu daha iyi anlaşılır. … Kemal Tahir’in bizzat kaleme aldığı uyduruk kitaplarda, İngilizce’de rastlanmayan kelimeler de vardı, mesela Müslüman Mayk; “-Ben mi? Vallahi ne diyeyim.” “Kız sarhoş vallahi, diye düşündü, kız iyice sarhoş…” “Asıl ben sana rica ederim. Almazsan, vallahi gücenirim.” “Estağfurullah diyeceğimi zannettinse avucunu yala!” (Demeyi de hiç sevmez ya…) “Rica ederim, ikide bir ‘estağfurullah’ demeğe mecbur etme beni.” Ya da ‘Anadolu Çocuğu’ Mayk;

44

45


Kidflash - Eren Togay

Kahraman “-Hele bir buçuk ayı sayfiye kasabasında kati istirahatle geçirdikten sonra buralara insan hiç tahammül edemiyor. Şu kız hangi türküyü çağıracaksa bir an evvel çağırsa da alıp başımızı defolsak…” “Kız, erkek milletinin işini birkaç türküyle bitirmiş. Eğer bir de sahnede soyunmaya kalksa, cümlemizi eritecek.” “-(Sana) Bir halt edemezler. Derilerini yüzerim. Sen beni bilir misin?” “-Madam Velmon bugünden itibaren himayem altındadır.” Çapkın Mayk; Kitabın ellinci sayfasında yüzünü ilk defa gördüğü Roz ile başlayan sohbet elliyedinci sayfada; “Sonra gene kendisine mahsus ani bir hareketle boynuma sarıldı, dudaklarını dudaklarıma yapıştırdı.” Cümlesiyle aniden başka bir boyuta taşınmakta gecikmez. Hareket gene kadından gelmiştir… … Cumhuriyet Kitap ekinin editörlerinden Turhan Günay, Can Kitabevi’nde “Mike Hammer’ın Türkiye Serüveni” başlıklı bir söyleşide Mike Hammer tüm dünyada neden bu kadar ilgi çekti sorusunu şöyle yanıtlıyordu: “İnsanlar kendileri için aradıkları bireysel kurtuluşu Mike Hammer’la buldu. Hammer’ın yasal olmayan hareketi çok fazla. Bu yönü insanların intikam alma duygusuna tam anlamıyla cevap veriyor. Bu yüzden ilgi çekti. Bu dedektifin yaptıkları doğru olmasa da insanlara sempatik geliyor.” (6) … Ne diyeyim bizler, koskoca dünya sadece 12 tane Mike Hammer okuyabilmişken, 250 kadar Mayk Hammer okuma şansına erişmiş bir toplumuz. İhtiraslı bir sevgi mi, yoksa milletçe uzun süren bir ergenlik dönemi mi geçirdik, emin değilim… Mahmut Kaan Yüksel Ankara Ocak 2013 kaanyuksel@hotmail.com

1. “Yumruklarıyla dövüşen, dudaklarıyla sevişen çapkın hafiye Mayk Hammer’in maceraları ...” 1961 senesinde Plastik Yayınlarından çıkan Mayk Hammer serisinin reklam cümlesi. (http://www.milliyet.com. tr/2005/03/31/pazar/paz02.html) 2. Kemal Tahir’den esinlenerek, bu bölümü de (naçizane) ben uydurdum… 3. Yazıda yerli eserlerden bahsedilirken Mayk, orijinalden bahsederken Mike ismi kullanılmıştır. 4. Mike Hammer’in yaratıcısı Frank Morrison Spillane olup, eserleri Mickey Spillane adını kullanarak yazmıştır. 1953-1954 yıllarında kitapları Türkçe’ye çeviren Kemal Tahir de buna izafeten F.M.İkinci (İkinci Frank Morrison-İkinci F.M.) müstarıyla eserleri çevirmiş ve yeni eserler yazmıştır. 5. Gelişim Yayınları 1984-Sarı Dizi Polisiye Romanlar Mike Hammer serisi. 6. Milliyet Gazetesi, 01/04/2005.

46

47


Kahraman

Kahraman

Avrupa'ya İnen Gazap: TARKAN Avrupa Hun İmparatorluğu’nun Karadeniz’in kuzeyini fethederek ilerlediği zamanlarda geçen, Sezgin Burak’ın çizgi romanından sinemaya uyarlanan bir Türk klasiğiydi Tarkan. Filmin konusuna gelince, Avrupa Hun İmparatoru Atilla’nın ilerleyişi karşısında bütün Avrupa çaresizlik içindeydi. Atilla’ya karşı koymanın tek yolu Savaş Tanrısı Mars’ın yeryüzünden giderken bir kayaya saplı hâlde bıraktığı kılıcıydı. Efsaneye göre kim Mars’ın Kılıcı’na sahip olursa bütün dünyayı o kişi fethedecekti. Bu yüzden Atilla mutlak hükümdarlığını kurmak için Hun Kahramanı Tarkan’ı görevlendirir. Aynı şekilde Roma İmparatoru Valentinianus ve Vandal Kralı Genseriko da hem Atilla’yı durdurmak, hem de kendi hakimiyetlerini kurmak için efsanevi kılıcın peşine düşer ve macera bu şekilde başlar.

düşer. Burada onun bir başka özelliği göze çarpar, asla pes etmemesi. Onun ağzından vazgeçmek diye bir sözcük çıkmaz. Aklından silmiş gibidir sanki. Her şeyini kaybetmiş gibi göründüğü esirlik günlerinde bile aslında düşmanlarına teslim olmuş değildir. Sadece onların zindanlarında mahkum olmuştur ve hareket edememektedir. Hiçbir şartta kendini yenilmiş olarak görmez ve asla düşmanlarına boyun eğmez, dik duruşunu korur. İçine düştüğü en kötü durumlarda bile sadece nasıl ilerleyeceğinin planlarını yapar ve son ana kadar kurtuluşun inancıyla umutsuzluğu aklına bile getirmez. O, bu dik duruşu yine kendi içinden, kararlılığın doruklarında tüm fırtınalara gülümseyerek bakabilen varoluşundan alır. Onun başka bir yönü de yaşananları asla ve asla unutmamasıdır. Kendine yapılan en ufak bir iyiliği veya kötülüğü sürekli aklının bir köşesinde bulundurur. Her ne pahasına olursa olsun kendine edilen kötülüklerin peşini bırakmayan gözüpekliği ve er geç gelen intikamı diyarlara adını taşımıştır. Hunharca işlenen bir katliamdan sağ kurtulmuş bir bebekken, yıllar boyunca sadece intikamın zehirli ateşiyle içten içe yanan benliği onun en çarpıcı özelliklerindendir. O öç alma isteğinin, kişinin ruhuna vereceği zararla asla zayıflamaz, tam aksine kuvvetlenir. Diyarlarda Tarkan’ın, herkesin unuttuğu bir katliamın intikamını alışı hayranlıkla anlatılır. Bu yüzden, gittiği yere kendinden önce varan namıyla en kudretli Avrupa kralları bile “Altar’ın Oğlu Tarkan” ismini duyunca korkuyla titremekten kendini alamaz. Sonuç olarak, başta da anlattığım gibi Tarkan’ın kudreti kılıcından veya kaslarından değil tamamen yenilmez ruhundan gelir. Başarıya giden dikenlerle dolu acımasız yolda maddiyatla değil vahşi bir savaşçı maneviyatıyla yürünebileceğini gösterdiği için benim kahramanım Tarkan’dır. Can Çelikel

Tarkan’ın benim kahramanım olmasındaki başlıca etken her şeyden önce tamamen “insani” bir güce sahip olmasıdır. Demek istediğim, o hiçbir şekilde kaza sonucunda süper güçlere sahip olmamış veya türlü türlü maddi imkanlarla donanmamış ya da en azından hiçbir tanrıdan direkt olarak efsanevi bir güç almamıştır. Tam tersine, onun beşeri gücünü mitolojik tanrılara atfetmek pekâlâ mümkündür. Yani burada kahramanlık unsuru gökten, doğaüstü güce sebep olan kazalardan ya da maddi imkânlardan gelmez. Tarkan’ın kahramanlığı onun bükülmez iradesine dayanır. Evet, benim onu seçmemdeki esas sebep, her zaman olayların akışını değiştirebilecek eylemlere gözünü kırpmadan girmesini sağlayan kırılmaz iradesidir. Kahramanlığın vazgeçilmez gerekliliği olan korkusuzluğu ise aslında yine harekete geçme iradesinden alır. Atilla’nın kızı Yonca Hatun’u bulmak için çıktığı yolculukta bir handa dinlenirken, zorbalık eden onlarca vikinge tek başına kafa tutuşu aslında kas gücüne olan güvenden kaynaklanmaz. Onun kendinden sayıca kat kat üstün düşmanlarına bakarken gözlerindeki şimşek, içinde bulunduğu durumun şartlarına bakmaksızın savaşçıyı tüm imkânlarıyla hedefine götüren eylem istencidir. Tarkan’ın zaferi kılıcından değil ruhundan gelir. O kahramanlığını maddesel avantajlara değil de azim ve saldırganlıkla yıkanan vahşi ruhuna borçludur. Elbette ki kahramanlık teması gereği Tarkan’ın düşmanlarıyla dövüşlerinde efsanevi hareketlerin ve bir insanda mümkün olamayacak bir fiziki gücün ekrana yansıtılması görünür. Abartma genel olarak tüm destansı hikayelerde ortaya çıkan bir durumdur tabii ki. Ancak olayın özünde Tarkan attığı her adımda düşmanlarını istisnasız alt eden birisi değildir, maceralarında çok kez yenilir, yaralanır ve esir

48

49


Tarkan - Ramazan Türkmen

Kahraman

Siranodöberjerak İnternet ve mobil cihazların icat edilmesine henüz bir milenyum kaldığı yıllardan biriydi ama evdeki televizyonun, filmin siyah-beyaz olduğunu anlamama yetecek kadar renkli olduğu bir devirdi. Zamanın TRT spikerinin klasikler kuşağında yayımlanacak diye anons ettiği filmin ismi nazarıdikkatimi celbetmişti: Siranodöberjerak. Bu siranodöbilmemne ne mene bir şey ki acaba diyip, hafta içi ve okul zamanı olmasına rağmen filmin başlamasını beklemiştim. İşte o gün hayatım sonsuza dek değişti. Film siyah-beyaz ve sessiz sedasız başlarken bir de baktım orijinal adı başka türlü yazılıyormuş: Cyrano de Bergerac! Ortaokul seçmeli dersten kalma Fransızcamla bunun bir şahsın ismi olduğunu tahmin etmiştim. Ne şahıs ama! Tam adıyla Hercule-Savinien de Cyrano de Bergerac! Kendinden bir adım önde giden koca burnunu gizleyemediği için agresifliğini de asla gizlemeyen, ağzına geleni ağzına geldiği gibi sayan söven, ama bunu yaparken de şairliğinden ve bilgeliğinden asla taviz vermeyen koca Cyrano! Kendinden bir adım önde giden koca burnunu gizleyemediği için kuzeni Roxane’a olan talihsiz aşkını gizlemek zorunda kalan, kaderin bir cilvesi olarak kuzeninin aşık olduğu yakışıklı mı yakışıklı delikanlıya, aşkını dile getirmesi için Roxane’a bizzat kendisinin yazdığı şiirleri bağrına taş basarak ödünç veren, ödünç verirken de satır aralarına kan ve gözyaşıyla kendi aşkını kazıyan koca Cyrano! 1619’da Paris’te doğup 1655’te Sannois’da ölmesine rağmen, Edmond Rostand’ın kaleminden çıktığı 1897 yılında tekrar hayat bulan, 1950’de José Ferrer’le yeniden doğan, bundan tam kırk yıl sonra Gérard Depardieu tarafından canlandırıldığı anda beynime ve kalbime kazınan koca Cyrano! “My words upon your lips. . . ” (senin dudaklarında benim sözlerim. . . ) İnsanın ilk seyrettiği andan itibaren, “Aşık’ı aşık eden, duygular ve bu duyguları anlatan kelimeler midir?” yoksa “Uğruna bir ömür adanan sadece güzel bakabilen bir çift göz müdür?” diye sorgulatan o yüce aşkın sahibi koca Cyrano!

50

51


Kahraman

Kahraman

Konuşan dudaklar mıdır söylenen o sözleri söyleyen? Yoksa önceden kalbinin dudaklarınca fısıldanan bu sözleri, aşkına başkası tarafından okunsun diye umutsuzca kağıtlara aktaran mıdır asıl aşık? Christian’ın, güzel gözlerinin arasından aşağı inen, erkeksi heybetinin yanında, yakışıklı yüzüne uyumlu burnunun bittiği yerden başlayan kiraz dudaklarından duyduğu cümleler tatmin etmemektedir Roxane’ı:

Roxane: “İşte aşk bu!” Görünürde öylesine nobran ama içten içe duygularının selinde savrulmakta olan Cyrano, hayata da ölüme de pabuç bırakmamaktadır. Kendinden başka kimseden korkmadan sürdürebilmek için şu üç kuruşluk ömrünü, burnu ve makamı kendisinden büyük olsa da, kimsenin önünde takla atmamaktadır:

Christian: “Sizi çok seviyorum. . . “ Roxane: “Ah evet, aşktan bahsedin bana. . . “ Christian: “Seni seviyorum. . . “ Roxane: “Bu, mevzu. Mevzudan yana ihtilaf yok. Süsleyin mevzuunuzu.” Christian: “Siz, siz. . . “ Roxane: “Evet, süsleyin.” Christian: “Seni seviyorum. . . “ Roxane: “Şüphesiz. Sonrası?”

Cyrano: “Ne yapmak gerek peki? Sağlam bir arka mı bulmalıyım? Onu mu bellemeliyim?

Christian: “Sonra. . . Siz de beni sevseniz böyle, ne hoş olurdu. Roxane, seviyor musun , söyle.” Roxane: “Ben neler umuyordum, siz neler diyorsunuz! Anlatın biraz bana nasıl seviyorsunuz?” Christian: “Nasıl mı? Çok. . . “ Roxane: “Off, biraz neler duyduğunuzdan bahsedin.” Christian: “Seni öpmek istiyorum.” Roxane: “Christian!”

Herkesin yaptığı şeyleri mi yapmalıyım Le Bret? Sonradan görmelere övgüler mi yazmalıyım? Bir bakanın yüzünü güldürmek için biraz şaklabanlık edip, Taklalar mı atmalıyım? İstemem! Eksik olsun! ... Ama şarkı söylemek, düşlemek, gülmek, yürümek. . . Tek başına. . . Özgür olmak. . . Dünyaya kendi gözlerinle bakmak. . . Sesini çınlatmak, aklına esince şapkanı yan yatırmak. . . Bir hiç uğruna kılıcına ya da kalemine sarılmak. . . Ne ün peşinde olmak, para pul düşünmek, İsteyince Ay’a bile gidebilmek. Başarıyı alnının teriyle elde edebilmek.

Christian: “Seni seviyorum!” Bu cümlelerde aşığına verebileceği bir öpücüğü hak edecek kadar dahi zarafet bulamayan Roxane, çaresiz aşığının bir zeka pırıltısı göstermesini boşuna bekler: Roxane: “Ne? Yine mi?” Christian: “Hayır! Seni sevmiyorum!” Roxane: “Çok şükür!” Sonrasında balkon altında serenad yapmaya giden aptal aşık Christian, boyundan büyük kelimelerle baş edemeyince, burnundan büyük olan karanlığın tüm çirkinliğini örttüğünü düşünen Cyrano, kelimelerinin ve sevdiğinde yarattıkları etkilerinin farkında olmadan, aşkına kendi sesiyle hitaba cüret eder: Cyrano: “. . . Hemen her şeyin hatıramdadır; sevdim her şeyini ben. Sokağa çıkmak için, bir sabah geçen sene, Saçının biçimini değiştirmiştin yine! Saçın bana o kadar aydınlık gelmişti ki Ancak boyna güneşe baktıktan sonra, belki, Nasıl eşyada kızıl halkalar belirirse Kamaşan nazarlarım, hangi köşeye girse Günlerce, bir sarışın alem yarattı durdu.

52

Bir ağaç gövdesine dolanan sarmaşık gibi Önünde eğilerek efendimiz sanmak mı? Bilek gücü yerine dolanla tırmanmak mı? İstemem!

Demek istediğim asalak bir sarmaşık olma sakın. Varsın boyun olmasın bir söğütünki kadar. Yaprakların bulutlara erişmezse bir zararın mı var?” Kendiyle kendinden başkasının alay etmesine müsaade etmeyen gururu, dillere destan inatçılığıyla birleşince karşısında burnundan bahsetmek için sadece kocaman (!) kelimesini bulabilmiş o haddini bilmez soyluya, asla soyuna sopuna sövmeden ağzının payını vermektedir: De Valvert: “Burnunuz ne kocaman! Cyrano: “Evet, pek kocaman! hepsi bu mu?

53


Kahraman

Kahraman

De Valvert: “Daha?”

Bunlardan birinin en ufak başlangıcı, karşınıza çıkardı Bergerac’ın kılıcı!

Cyrano: “Bu kadarı az delikanlı! Halbuki neler neler bulunmaz söyleyecek! Asıl iş edada.

Ben bunları söylerim oldukça belâgatle; başkasından dinlemem fakat tekini bile!”

Meselâ bak, hoyratça: ‘Burnum böyle olsaydı, mösyö, mutlak dibinden kestirirdim!’ Dostça: ‘Yana yatmaz mı, senden evvel davranıp kadehine batmaz mı?’ Tarifle: ‘Burun değil bir kere, coğrafyada böylesine dağ denir, dağ değil, yarımada!’ ... Pür neş’e: ‘Birader, şu koskocaman burnunla tütün içince, komşu yangın var! demiyor mu?’ ... Şairâne: ‘Ey burun! bütün cihana inat, seni baştan aşağı nezle etmeye kaadir tek rüzgar bulunamaz, karayel istisnadır!’ ... Safiyâne: ‘Abide ne günleri gezilir?’ Hürmetkârâne: ‘Beyefendi kibarsınız muhakkak, yoksa imkânı var mı cumba sahibi olmak?’ ... Ve hıçkıra hıçkıra, nihayet, pyrame gibi, ‘Bu ne felâket! Bu ne musibettir yarabbi! Böyle berbat edip de yüzünü sahibinin, şimdi de utancından kızarıyor bak hain!’ Olsaydı biraz nükte, biraz malûmatınız, işte karşıma geçip bunları sayardınız. Fakat sizde nükteden eser yok zerre kadar, neyleyim cenab-ı hakk ihsan buyurmamışlar! Zaten bir parça icat kudreti olsa bile böyle seçkin, muhterem hüzzar önünde hele, Bana bu şakaları yapamazdınız elbet. Ağzınızdan çıkmaya daha olmadan kısmet

54

Kendiyle kendinden başkasının alay etmesine müsaade etmeyen gururu, aşkını bile kendisinin yaşamasına izin vermeyecektir. Ne zamanki ölüm çanları çalmaya başlayınca başucunda, son söz olarak sevdiğine yıllar önce Christian’mış gibi yazdığı mektubu karanlıkta ezbere okurken, aşkını da kendisiyle beraber mezara götürecektir: Cyrano: “Roxane, elveda ölüyorum Sevdiğim, belki bu akşam son akşamım olacak Sevgim içimde kaldı Ölüyorum. Gözlerimin önünde bir tek hayalin kaldı, Onu görüyorum. Burnumda tütüyor güzelliğiniz, salınıp gezinmeniz Türlü halleriniz. . . Eliniz alnınızda bir duruşunuz vardı, Hatırlayınca gözlerim yaşardı Hıçkırarak ağlamak istiyorum Hoşçakalın diye haykırıyorum, Sevdiğim, güzelim, birtanem, sevgilim. . . Kalbim bir saniye bile uzaklaşmadı sizden, Öbür dünyada bile gidecek peşinizden Vazgeçmeyecek coşkun sevgisinden Sevgilim. . . “ Hayat yüzüne koca bir burun ama bağrına, kocaman duygularını kağıda dökmekte usta, yaşadığı her an aşık’ı için çarpan bir yürek vermişken, o etrafındaki herkesin ve dahi sevdiğinin gözlerini, çirkinliğine doğrultulmuş birer namlu addetmiştir. Usta silahşörlüğünün gereği hayata gardını alarak, kendisini alnından ya da burnundan vurmaya çalışanları bir bir hayatından defetmiştir. Gel gör ki Roxane’ı. . . O dünyalar güzeli biricik Roxane’ı. . . Cyrano: “. . . Düşmanım sen aptallık! Burdasın ha? Nihayet! Biliyorum hakkımdan geleceksiniz, evet. Fakat kalbim çarptıkça, sonuna kadar, kinle, Ben yine vuruşurum, vuruşurum sizinle! Her şeyimi koparın bekletmeyin ölümü: Alnımdaki defnemi, göğsümdeki gülümü Koparıp alın! Fakat size rağmen, bir şeyim, Öyle bir şeyim var Allah’ın huzuruna, Yedi kat gökyüzünün o masmavi nuruna,

55


Emrah Çıldır- Batman

Kahraman

Eşikten selam verip karışacağım zaman Yanımda bulunacak. Allahım’a buradan Lekesiz, buruşuksuz onu götürüyorum! Evet, ne yapsanız da. . . Bu benim. . . “ Roxane: “Senin?. . . “ Cyrano: “Gururum!” İşte o gün hayatım sonsuza dek değişti. Film siyah-beyaz ve sessiz sedasız biterken ben ağlıyordum. Kahramanımın kelimerlerle arasının bu kadar iyi olmasına rağmen, aşkını henüz itiraf etmişken sevdiğinin kollarında öleceğini bilmiyordum. Kahramanımı kelimelerle anlatmaya çalışırken, hayatımın geri kalanında kelimelerimin kahramanlaşıp bana böyle oyunlar oynayacaklarını tahmin bile etmiyordum. . . Tuğba Turan

56

57


Emre Çıldır - Freddy

Kahraman

Asıl Kahraman Kim? Onunla tanıştığımda galiba beş yaşındaydım. Aslında tanıştığımı bile fark etmeyecek kadar küçük bir yaştı bu. Bana kahramanların hikâyelerini anlatıyor, asıl kahramanın kendisi olduğunu hiç hissettirmeden, dopdolu bir macera boyunca yanımda kalarak benimle dünyanın dört bir yanına geliyordu. Önce onunla dünyayı dolaştım. Seksen gün sürdü seyahatimiz. Bazen bir filin sırtında aştık yolları, bazen trenle ilerledik, bazen de azgın dalgalarla boğuşan bir gemiye bindik. Seyahatim bir Londra beyefendisiyle birlikte gerçekleşmiş gibi görünüyordu. Fakat öyle olmadığını yıllar sonra anladım. Tüm bu maceralar boyunca benimle birlikte olan, kulağıma bunları fısıldayan biri vardı. Tıpkı Kaptan’ın iki çocuğu Mary ve Robert ile Duncan isimli yatta dünyayı dolaşıp yamyamların akşam yemeği planlarında yer almak da dâhil pek çok macerayı yaşadığımda, Cyrus Smith’le, tuhaf olayların döndüğü bir adaya düşüp mahrumiyetin ortasında bilim sayesinde her türlü lükse sahip bir yaşam sürdüğümde, Kaptan Nemo ile tanıştığımda, Ay’a giden bir kapsülün imal edilişini izlediğimde ve Keraban isimli dünyanın en inatçı adamıyla Karadeniz’in etrafını dolaştığımda olduğu gibi… Hep yanımdaymış ve bana bunları anlatan oymuş. Bir kahraman olmak için kimsenin canını veya malını kurtarmanız, diğerlerinden üstün güçlere sahip olmanız gerekmez. Birinin hayatına anlam katmak en büyük kahramanlıktır. İşte benim kahramanım bunu yaptı: Bana belki de ömrüm boyunca yaşayamayacağım maceraları yaşattı, hiç gidemeyeceğim yerlere götürdü beni. Hem de evimin sıcacık bir köşesinden ayrılmama gerek kalmaksızın… Tahmin edileceği gibi kahramanım Jules Verne’dü ve ben onun benim asıl kahramanım olduğunu çok geç anlamıştım. Öyle mütevazıydı ki anlattıkları biter bitmez, kitabın kapağını kapatmamla sessizce bir kenara çekiliyor, yeni bir maceraya başlayana kadar da ortaya çıkmıyordu. Bana hiç söylememişti tüm bunları hayal eden asıl kişinin kendisi olduğunu, bütün maceraların öncelikle kendi zihninde belirdiğini, kendisinin bile hiçbir zaman gitmediği yerlere yapılan seyahatlere beni de ortak ettiğini, dahası bunları yaparken hiçbir karşılık beklemediğini… Yalnızca kendisiyle aynı heyecanı duymam ona yetiyordu. Bundan daha büyük bir kahramanlık düşünemiyorum. Kendi maceralarımı başkalarına anlatmaya başladığımda fark ettim bunu. Benim asıl kahramanım ne Kaptan Grant, ne Cyrus Smith ne de bir başkasıydı. Jules Verne kadar büyük bir kahraman varken diğerlerinin yaptığı hiçbir şey o kadar da önemli değildi. Ayfer Kafkas

58

59


Kahraman

Kahraman

Dünyanın En Şanslı Adamı Şimdi size bir adamdan bahsedeceğim. Bu adamın adı bende saklı, kim olduğu da. Anadolu’nun yemyeşil bir kasabasında doğdu. Ailenin en büyük oğluydu ve çocukluğu güzel geçti. O zamanlar, ailesinin maddi varlığı iyi olduğu için, pek bir sorunu yoktu. Elbette kırsal yerlerdeki çocukluk kolay değildi, ne kadar maddiyatınız iyi olsa da kendi oyuncağınızı kendiniz yapmak zorunda kalırdınız. Tahtaları yonttu, onlara tekerlekler taktı ve kumda çizdiği yollarda arabasını keyifle dolaştırdı. Taze meyveler yedi. Sebzenin en hasıyla büyüdü. Sütün en iyisini içti. Büyüdükçe yeni kardeşleri olmaya başlamıştı. Kardeşlerini de kendi yaptığı kızaklarda kaydırdı. Onlara oyuncaklar yapıp verdi. Çocukluktan kurtulduğu yıllarda kitaplar karıştırmaya başlamıştı. Yıllar yıllar sonra oğlunun tavan arasında bulduğu Tarkan dergilerini, aslında o saklamıştı. Şiire merak saldı. Zamanının en iyi şairlerinin kitaplarını okudu. Sahura kalktığında bile yemek hazır oluncaya kadar kitaplar okudu. Yıllar yıllar sonra oğlunun hayran olduğu bir hayal gücüne sahipti. Oğlu, babasının hayal gücüne ulaşmak için tavan arasındaki Tarkan çizgi romanlarını okurken ve o dergilerin arka sayfalarında yayınlanan Johnny Cougar (Demir Pençe) maceralarını okurken, oğlunu hep destekledi. Ailesinin maddi durumu, anlatılmayacak sebeplerden fenalaşmaya başlayınca çalışmaya başladı. Elinde kalan son parasıyla, kasabanın girişinde bir tamirhane açtı. İyi de para kazanmaya başlamıştı. Kız kardeşlerinden biri hemşire olunca, onun mecburi görevini yaptığı uzak bir kasabaya onunla birlikte gitti. Orası da yeşildi ama insanları farklıydı. Bir de kasabanın en güzel kızını görmüştü. Kız onun olmalıydı ve öylede oldu. Aldı kızı, kendi köyüne getirdi. Tamirhanedeki işler anlatılmayacak sebeplerden dolayı kötüleşti. Bu arada yine kitaplar ve şiirler okudu. Kasabada herkes onu sever ve sayardı. Yıllar yıllar sonra kendine hayran olan tam üç tane çocuğu oldu. Kasabada daha fazla yaşayamayacağını düşündüğü sırada büyük şehre kaçtı. İlk önce yalnızdı, kendi kaderini taşıyan binlerce göçmen gibi. Daha sonra büyük şehirde bir iş buldu, akrabalarının yardımıyla. Bir ev kiraladı giriş katında. Her şeye sıfırdan başlayıp hayatına bir yön çizdi. Aldı çocuklarını yanına ve başladı. Kendi çalıştı, karısı destek oldu. Büyük şehir bu, tek başına mücadele edilir mi? Çocuklar okula başladı, dertler arttı. Adam daha fazla çalıştı. Kadın daha fazla yoruldu. Bir ev almak istediler kiradan kurtulmak için. Daha çok çalıştılar. Sonunda ev aldılar zor bela. Ama her şey onların hayatından bir parça daha aldı götürdü. Adam emekli oldu. Çocukları kendi hayatlarını kurtardılar. Buraya kadar hemen her şey, insanların yaşadıkları şeylere benziyor. Anadolu’dan kopup büyük şehre göçen birçok kişinin başından geçti bunlar. Bu adamın farklılığı neydi? Bu adam, çocukları için bütün hayatını zorlaştırıp büyük şehre geldi. Eğer kitap okumaya devam etseydi veya şiir yazmaya, belki şimdi çok ünlü bir yazar olabilirdi. Çünkü inanılmaz bir hayal gücüne sahipti. Aslında hâlâ hayal gücü mükemmel ama bu aralar pek kitap okumuyor. Gözlerinin bozulduğunu

60

bahane ediyor. Ah diyorum, bu kitap gözlükle de okunur. Tamam, bakarız deyip beni başından savıyor. Şimdilerde, doğduğu kasabaya gidip duruyor. Kim bilir orada daha rahat düşünüp, olmak istediği şeyleri, hayalinde de olsa, orada yaşıyor. Ama o dünyanın en şanslı adamı bence. Çünkü ona hayran olan çocukları var. Özellikle ben. Seni seviyorum baba. Sen benim kahramanımsın. Keşke benim seni sevdiğimin yarısı kadar, benim çocuğum beni sevse. Erol Çelik

61


Cyrano - Onur Diler

62

63


64

65


Kahraman

Süpermen Olmak Lazım Bazen... Sanıyorum 12 yıl falan olmalı. Yazın sonlarına doğru tanışmıştık. Her şey o aptal tepede bulduğum mağaraya meraktan girmemle başladı. Zaten ne gelirse insanın başına malum bu söz geçiremediği Merak Efendi’yle hesaplaşmalarından geliyor ya. Konumuz bu değil. İçeri girdiğimde yoğun bir küf ve toz kokusu karşılamıştı beni. Arkasından ışık geliyor gibi görünen yolu izlediğimde oldukça uzun ve engebeli bir mağara içi yolla karşılamış ve her tür tehlike korkusuna rağmen hız kesmemiştim. Ama arkama da dönüp hiç bakmamıştım. Öyle ya baktığımda kış uykusu için hazırlık yapan bir ayı, garip bir sürüngen en azından bir yarasa sürüsü görebilirdim. Hazır mıydım? I ıh… Yine de beni çeken dev bir mıknatıs gibi yürüyor da yürüyordum. Yolun eğimi aşağı doğru olmaya başlamıştı hissediyordum. En son bir yer altı gölü ve kıyısında garip bir çadırımsı yapı görene kadar indim. Pek heyecanlıydım. Sanırım bir tarihi buluntu ile karşı karşıyaydım. Acaba hangi döneme aitti? Adım tarihe geçer miydi?? Ya da mutlu bir ölü mü olacaktım?? Yüreğim durmadı ama titreyen ellerle o yapının kapısını aralamayı becerdim. İçerde “o” vardı. Garip giysili bir adam. Yaşı ergenle orta yaş arası, yakışıklı ve yorgun görünümlü. Uyuyordu. Mavi kırmızı giysileri, tozlara bürünmüş bir pelerini hemen dikkat çekiyordu. Yaklaştım. Sapık ya da deli her neyse o şeyle konuşmalıydım. Ellerimle yüzüne dokundum. Sanki bir buz dağına dokunuyor gibi oldum. Sanırım beden ısısı eksi bilmem kaçlardaydı. Tuhaf bir şekilde dokunmamla yavaş yavaş ısınmaya ve gözlerini açmaya başladı. Ağır hareketlerle doğruldu. Korkum geçmişti artık. Çünkü o, O’ydu!!! Hayallerimin adamı Süpermen. Burada ne işi vardı? Gerçek miydi?? Çok soru sordum o gün ona. Kaç saat sohbet ettik bilemem. Tek bildiğim o mağaradan dışarı çıktığımda saatim yeniden çalışmaya başlamıştı ve bir dakika geçmiş görünüyordu. Kim bilir belki de aslında biz hiç karşılamamıştık? Çocukluğu zor geçmişti. Yok yok, Doğu’da yaşamıyordu ama sen koskoca Kripton’u bırak, anneni babanı kaybet ve gele gele kaynakları kurumakta olan bu yaşlı gezegene gel. Ailesinden söz ederken gözlerinde birkaç yaş damlası görmüştüm sanki. Çok çok eskiden söz ediyor olmalıydı. Travmatik bir dönem yaşamıştı. Burada onu sahiplenen insanlar da iyi ama çok çok yetersizdiler. Çünkü bulundukları ülkede düşünmek zararlı sayıldığından düşünmeme üstüne yetiştirilirlerdi. Hoş bu nedenle bizim ülkede bir yabancılık hissetmemiş olmalıydı. Sonra da acılı ergenlik dönemi. Hepimiz gibi. Hepimizden farklı. Kendinde neler olduğunu anladığında bunu paylaşacak kimse bulamamanın sıkıntısıyla içindeki başka yetenekleri keşfetme dönemi. İşe giriş. Anlamsız mesailer. O aklı havada L. Lane denen kadın. Habire cinsel istek duyduğunda havada uçma isteği. Neyse ki bari güçleri işe yaramıştı da insanları zor durumlardan kurtarmaya adamıştı kendini. Bir süre bu böyle devam etmiş, kendisiyle uğraşacağına kötülerle uğraşmak ona iyi gelmişti. Ancak unuttuğu şey insanlar çabuk tüketir ve asla elindekiyle yetinmezlerdi. Herkesin neye sıkışsa “Süperrmennn “diye işportacı gibi çağırmasından usanmıştı. Hoş artık “işler” çok büyümüş ve tek başına yetişemiyordu. Çırak yetiştirme şansı yoktu, çünkü gezegeni yok olmuştu. Mecburdu böyle debelenmeye. Lane hâlâ kasıyordu. İşleri yoğundu. Maaş azdı. İçinde hissettiği şeylerden ürküyordu. En son yapacak bir şey kalmadığını anladığında kendinden bile kaçma kararı aldı. O ülkeyi terk etti. Yani söz gelimi. Uçarak her yere gidebiliyordu nasılsa. Birden yerdeki bir eski gazete parçasında onu gördü. Ruh eşini… Deliye döndü. Onunla ilgili ne kadar haber varsa okudu birkaç saniyede. Basındaki

66

67


Kaykay Yarışma Çizgi Roman-Çizen Yaşar Fırat

Kahraman resimlerine baktı baktı… Ağladı. İşte ordaydı gerçek aşkı ama o ondan habersizdi. İnsan üstüydü o da. Mavi çelik gibi gözler. O da uçabiliyor, dalabiliyor, avlanabiliyor, kötü yoksa kötüler icat edebiliyordu. O da tekti. Karşı konulmazdı. Tanışmayı çok isterdi ama insanların hayallerini yıkmaya cesareti yoktu. Günlerce ağladı. Yapacak şey ve seçenek yoktu. Ölmekten başka... Ona da hâli yoktu. Çaresiz bu ülkeye, ona en yakın ülkeye gelmiş ve kendini yaşarken gömmüştü. İnsanlar uzun süre onu aradılar. Bulamayınca öfkelendiler. Yeni kahramanlar yarattılar. Bazı vefalı eskilerse onu yaşatmak için adının harfini, giysilerinin benzerlerini yaptılar. Ölçüsü kaçarak onu yüceltmek için yapılan tüm bu şeyler bir süre sonra komediye döndü. Mesela donlarda adını görmektense burada yaşamayı tercih ederdi. Onu unutmayanlar kaldı elbet. Kulaktan kulağa maceraları yayıldı. Sevdiği ise hayatını yaşamaya devam etti. Ondan haberi bile olmaksızın… İçini çekti derin derin. Âdeta saf bir çocuk gibiydi. İçimden bir şeyler aktı. Koynunda sakladığı resmi istedim. Çekindi ama verdi de. Bana güvenmişti ve haksız değildi. Resme uzun uzun baktım. İkimiz de aynı kişiye hayrandık ama bir farkla. Ben kendimi gömecek kadar değil. Putin’in başka resimlerini de getirme sözü verdim. Sonra içgüdüsel bir şekilde karanlık ve loş ortamın etkisi, aynı şeyleri hissetmemizin getirdiği yakınlıkla ve neslinin tükenmemesi gerektiğini düşünerek onu zorladım ve ilişkiye girdik. Berbattı. Yine de amacıma ulaşmıştım. Dışarı çıktığımda güneş gözlerimi aldı. Saatime baktım, dediğim gibi bir dakika geçmiş olmalıydı. Herhâlde hayal görmüş olmalıydım havasızlıktan. Tepeden aşağı yürüdüm. Sonra uzun bir uykuya daldım. Bazı yaz geceleri camı açarım özellikle geceleri. Başka türlü babası pervaza konup oğlunu göremiyor çünkü… Velet şimdiden taşları oynarken kırmaya başladı bile. İşimiz zor. Keşke dedeleri de görseydi diyorum sık sık… Bağırarak uyanmışım. Sevgilim sıkı sıkı sarıldı. Yaz sıcağında bu kadar uyumak doğru değil zaten. Ona doğru döndüm. Sarıldım ve gülümsedim. “Sana bazen kahramanımsın diyorum ya… Sen benim Süpermen’imsin aslında.” Bunu iltifat sandı ve daha sıkı sarıldı. Erkekler zaten ne zaman kadınların ne dediğini anladı ki! Ferah Nur Temiz

68

69


70

71


Spawn - Berk Balkaรง

72

73


74

75


Kahraman

Zaman Olgusu ve BLUES

İki hafta kadar önce, Doktor’la buluşmaya gitmem gerekiyordu ve ben verandada pinekliyordum. Gelip geçen arabalara ve bisikletli kolej öğrencilerine bakarken acı bir fren sesi duydum. Ne göreceğimi bile bile merakıma karşı galip gelemedim ve dönüp baktım: Bir aracın altına girmiş, orta yaşlı bir kadının bedeni, yavaş yavaş oraya toplanan bir kalabalık ve bir mırıldanma hâlinden gitgide bir yakarışa dönüşen, yükselen sesler... Adım Marty McFly ve o gün Doktor Emmett Brown ile buluşmaya giderken içimden geçiriyordum, elimizde bir fırsat varken bunu neden toplumun yararına kullanmıyoruz, insanlara buluşumuzu anlatmıyoruz ve bundan fayda sağlamanın yollarını araştırmıyoruz? O kadına, o arabanın çarpmasını engellemek için biraz hız yapıp birkaç saat kazanarak o kadını uyarabilirdik, karşıdan karşıya geçerken daha dikkatli olurdu ya da o sürücüye hız yapmamasını söylerdik... Doktor Brown’ın dediğine göre: 1 - Elimizdeki “fırsat” toplumun yararına kullanılmaktan ziyade toplumda bir kaosa sebep olacakmış. 2 - Hâlihazırda deliliğe yatkın görünen doktor ve benim, insanların gözünde tamamen deliye dönüşmemek için buluşumuzu (Aslında bunun tamamen doktorun buluşu olduğunu da unutmamalıymışım.) uluorta her yerde anlatamamamız gerekiyormuş. 3 - Bizim o kadını zamanda sıçrama yaparak bulup karşıdan karşıya geçerken dikkatli olmasını

76

77


Kahraman

Kahraman söylememiz için gireceğimiz zahmet ve tarihi en azından bir kişi için değiştirecek olmamız, emin olmalıymışım ki daha büyük sorunlara gebeymiş. Doktor Brown’ın bir arabası var, çok fazla profesör, doktor, bilim adamı tanıdığımı söyleyemem ama bence bir bilim adamına göre inanılmaz derecede havalı bir araba. Bir Delorean DMC-12 ve bir zaman makinesi. Zaman makinelerini, Doktor, Delorean’i bana gösterene kadar yerinde sabit durması gereken, sıkıcı, hatta tabiri caizse neredeyse “bürokratik” makineler olarak hayal etmiştim, neredeyse zamanda sıçrama yapabilmek için bir yerlerden özel izinler çıkartılan, kullanabilmek için belirli yeterlilik koşullarını gerçekleştirmek gereken, aptal kuralların geçerli olduğu makinelerden değilmiş Doktor’un zaman makinesi, neredeyse bir çikolata otomatı ya da bir kahve makinesi gibi bir şeymiş. Doktor’dan başka tanıdığım bir bilim adamı galiba gerçekten yok. Eğer Van Halen, “hard rock” konusunda uzmanlığını almış bir bilim adamı sayılmazsa... Kaldı ki onu da tanımıyorum. Doktor olmasaydı, şu anki hayatımda neler eksik olurdu acaba? Bir düşünelim, Jennifer ile üniversitelerden kabul edilmiş olmazdık ve belki de hayatımız boyunca varoş mahallelerde yaşamak zorunda kalırdık. Yine de mutlu olur muyduk, belki olurduk. Ama Doktor sayesinde ikimiz de üniversitelere başvurmak için oldukça gayret gösterdik diyebilirim. Eğer Doktor olmasaydı ve ben bilime ilgi duymaya başlamamış olsaydım belki de yeni The Kinks, benim grubum The Pinheads olabilirdi. Bu, kötü haber. Çünkü içlerinden sadece ben bir üniversiteye kabul edildim. Zamanı istediğimiz gibi bükebilecek olmamıza rağmen Doktor’un etik kurallarına göre (Delorean’in kuralsız bir makine olmasına karşın Doktor’un kurallı bir bilim adamı olması da hiç hoş değil!) eğer sınırlarımızı aşarsak ve merak ettiğimiz her şeyi görmeye çalışırsak yaşamamızın anlamı kalmazmış. Yaşam, her zaman merak edeceğimiz bir şey olmalıymış ki her zaman umudumuzu ve heyecanımızı korumalıymışız. Bunları tekrarlayan Doktor’un, “Marty, çocuklarımın adlarının Jules ve Verne olması sence de güzel değil mi?” diye heyecanla yanıma gelip iki oğlan çocuğunun babası olduğunu anlatması ve sonra da çok yanlış bir şey söylemiş gibi anında susması, kesinlikle onun kendi geleceğine baktığını gösteriyor. Zaten Doktor’un, bana yapmamam gerektiğini söylediği her şeyi yapması, beni her zaman gülümsetiyor. Dün gibi hatırlıyorum, içki satan bir dükkândan, lise öğrencisi olduğum için kovulmuş, dükkânın önündeki kaldırıma oturup kös kös ters çevirdiğim kaykayımın tekerleğine vuruyordum ki önümden geçen beyaz, dağınık saçlı, açık kahverengi pardesülü adam, elindeki poşetlerden birini düşürüvermişti. Alelade bir market alışverişinden döndüğünü tahmin ettiğim yaşlı adama acımıştım, herhâlde kimi kimsesi olmayan, tek başına yaşayan huysuz ihtiyarlardan biri olsa gerekti, bembeyaz olmuş saçları ve dış görünüşündeki düzensizlik, bakımsızlık, ona bakacak kimsenin olmadığını gösteriyordu, yerimden kalkıp poşedinden dağılanları toplamak için ona yardım etmeye çalışırken elime küçük bir şaplak vurarak “Kimse senin yardımını istemedi evlat!” diye beni azarlamıştı. O, beni azarlarken ben de ilk kez onun yüzüne bakmıştım ve... Ondan nefret etmiştim. Ukâla, huysuz ve kesinlikle tam anlamıyla çekilmez bir ihtiyardı ama ne yaparsınız, kimimiz de yaşlanınca öyle olacaktık işte... Bu zayıf ve güçsüz ihtiyara, taşıyamadığı poşetlerini taşıması için yardım etmek istemiştim ki elimden hırçın bir edayla poşedini kapmış ve göz ucuyla etrafımıza bakarak “Bana yardım etmek mi istiyorsun?” diye sormuştu. Çekinerek ve kekeleyerek “E-evet...” diye onu yanıtladığımda bana “İçki satın almak istedin ama alamadın öyle değil mi?” diye başka bir soru yöneltmiş ve beni gafil avlamıştı, bir içki dükkanının önünde kös kös otururken bu soruyu yalanlamam mümkün değildi ve ihtiyarın gözlem yeteneği ve kıvrak zekası da beni

gitgide eğlendiriyordu. “Evet, yaşım yasal sınırın altında olduğundan bana içki satmadılar...” diye onu yanıtladığımda ihtiyar bana “İki sokak arkada yaşıyorum, garajımı temizlersen sana istediğin içkiyi alırım ve temizlikten sonra istediğin kadar içersin, bana yardım etmek istiyorsan temizlik yap, gücüm kuvvetim yerinde ama temizliğe harcayacak vaktim yok, istediğin zaman gelip başlayabilirsin...” dedikten sonra bir saniye bile duraksamadan poşetlerini sıkıca kavrayıp hızlı adımlarla yoluna devam etmişti. İki gün sonra, Jennifer’a olanları anlattığımda “Bence kesinlikle gitmelisin! Hem ihtiyar belki garajının anahtarını da sana verir, sana aldığı içkileri de orada tutarsa, orada çok iyi vakit geçirebiliriz!” yorumunu da aldıktan sonra içki dükkanının iki sokak arkasında yürüyordum. Boş bir arsanın hemen bitimindeki tek katlı, büyükçe bir ev ve yine büyük sayılabilecek bir garajı gördüğümde, içimden bir his o ev olduğunu söylemişti, kapısını çaldığımda kimse açmayınca da neredeyse eve geri dönecektim ama garaj kapısını aralayıp “Buraya gel evlat,” diyen ihtiyarı gördüğümde de sebepsizce sevinmiştim. Hareketlerinin o kadar çevik, bakışlarının o kadar net ve ifadelerinin o kadar kararlı olduğunu daha önce fark etmediğime çok şaşırıyordum, garajda kendisine kurduğu küçük bir laboratuvarı vardı, bilgisayarları, deney tüpleri, elektronik aksamları, modelleri ve onlarca araç-gereciyle ihtiyar, hiç de televizyon karşısında dondurma yiyerek pinekleyen ihtiyarlara benzemiyordu. Adının Emmett Brown olduğunu ve bir fizik doktoru olduğunu söylemişti, sonra da kahkaha atarak eklemişti: “Ben sadece bir fizikçi değil, tüm bilimlerin öğrencisiyim...” Yine de yaşlılık, insanı kötü etkiliyor diye düşünmüştüm ve gerçekten temizlik yapmaya pek vakit bulamadığı açıkça belli olan Doktor’un garajını temizlemeye koyulmuştum. Ben bir kova su ve bir fırçayla bütün tabanı temizlemeyi bitirdiğimde, Doktor bana bir bira açıp uzatmış, “İstediğin zaman ara ver evlat, ama içki içmek senin için iyi değil, o yüzden sana para ödemeye karar verdim, yine sana içki satın almaya devam edeceğim ama ödemeni içkiyle yapmayacağım, alkol, insan beynini kötü etkiler evlat, Einstein öldüğünde onun beynini...” diye bir nutuk çekerken ayağımızın dibinde dolaşan köpek havlamaya başlamıştı. “Einstein!” diye köpeğe bağıran Doktor’u izlerken bu adama, bu laboratuvara, adı Einstein olan bu köpeğe ve daha pek çok şeye hayran olmaya başladığımı hissetmiştim ki Doktor “Neyse, ne diyorduk evlat?” diye bana dönerken kendisi de bir kutu bira açmıştı. “Alkolün kötü bir şey olduğunu anlatıyordunuz...” diyerek bıyık altından güldüğümde de gözlerini devirip omuzlarını silkerek birasını yudumlamıştı. Doktor’la dostluğumuz böyle başlamıştı işte, daha sonra haftada iki kere garaja temizlik yapmaya gitmek yetmemiş, gün aşırı onu ziyarete gitmeyi alışkanlık haline getirmiştim. Oraya giderken yeni keşfettiğim grupların kasetlerini de götürüyordum, Tom Petty & The Heartbreakers, Chuck Berry, B.B. King gibilerini dinlerken benim boyumdan büyük felsefi sözlerimi gülümseyerek ve olduğu yerde sürekli kıpırdayarak dinleyen Doktor, müziğin, dönemin ruhunu yansıttığı iddialarıma hep karşı çıkardı. “Blues müziğin ve rock ‘n roll’un zamandan bağımsız olduğu” konusunda bir gün beni ikna edeceğini, hatta beni ikna etmesine bile gerek kalmadan benim bu gerçeği öğreneceğimi söylerdi. Jennifer ile bu konu üzerinde tartıştığımız bir gün Jennifer, Doktor’un bizden çok fazla şey biliyor olduğunu ve tüm bu bilgeliğin onun sadece yaşından ileri gelmediğini söylemişti. Ve şimdi Delorean, hayatımızın bir parçasıyken ben de Doktor’un tam olarak ne demek istediğini biliyorum.

78

79

Sevil BAYRAK


Sailormoon - Işıl Göktepe

Kahraman

Uzun John Uzun John nasıl ortaya çıktı ? Benim tahminen 6-7 yıl evvel yarattığım bir karakter olan Uzun John, aslında yaratmayı hiç düşünmediğim, bir hikâyede figüran olarak oynayan ve sonra ortadan kalkacak olan bir karakterdi. Fakat çok çok minik bir underground grubunun Uzun John’a gösterdiği yakın ilgi bu karakterin yaşamasına yardımcı oldu. Onun hakkında 10’dan fazla hikâye yazdım, İzmirli bir arkadaşım çeşitli çizimlerini yaptı, hatta bir-iki hikâyesi senaryolaştı ve çizgi roman hâline geldi. Uzun bir süre bu karakterin maceralarını yine aynı www.uzunjohn.com adlı web sayfamda da yayınladım. Peki kimdir nedir bu Uzun John ve nereden benim hayatıma girdi? İşte bunun için yaklaşık 10 sene evveline gitmemiz gerekiyor. 2000’li yıllarda hayatımın en büyük hatalarından birini yaparak bir bankada çalışmaya başlamıştım. Daha büyük bir hata ise, çalıştığım şubenin Denizli’de olması ve benim de ne bir bilgisayarım ne de bir televizyonum olmasına rağmen gidip oraya yerleşmem oldu. Yaklaşık bir senelik Denizli’deki banka maceramda bir haftam aynen şu şekilde geçiyordu. Pazartesi sabah 7 gibi kalkıp hazırlanıp evden çıkıyor ve bankaya 8’e doğru varıyordum. Akşam 5’te kapılar kapanmasına rağmen müdürümüz bekâr olduğundan ve eve gitmeyi sevmediğinden ( ve de ondan evvel bankadan çıkmamız yasak olduğu için) gece 9’lara kadar bankada kalıyordum. Bu arada bir İzmirli olarak bazı hareketlerim aşırı görülüyordu. Mesela bir veznedar kıza “Ya canım, şu müşterinin dekontu bende yok sende var mı ?” dediğim için “canım” kelimesinden yola çıkılarak kıza cinsel tacizde bulunduğuma karar verilmiş ve uyarı cezası almıştım. Bu yüzden İnternet yasağı olan, yapılacak bir şey ve konuşulacak bir kişi bulunmayan bu banka şubesinde akşam 6’dan 8’e kadar genelde boş boş otururdum. Zamanım gelince askerliğe niye bu kadar hevesle ve koşa koşa gittiğim herhâlde anlaşılmıştır. Denizli’de çalışmaya başlamamın ikinci ayında bir şey fark ettim. Yapılacak işim yoktu ve İnternet’e giremiyordum, ama bu benim yazı yazmama engel değildi. Ben de her gün kafamda kurguladığım kısa kısa hikâyeleri yazmaya başladım. İnanılmaz kötü bir üslupla ve kopuk kopuk yazdığım bu hikâyelerde aslında o anki yaşantıma olan kinimi ve nefretimi kusuyordum. Hikâyelerimde iki tane ana kahraman yarattım ve onların başlarından geçenleri yazmaya başladım. Birisi “John Constantine Türkiye’de yaşasa ne olurdu?” mantığından yola çıkarak yarattığım “Ozan” adlı bir karakterdi. Türkiye mitleri ve efsanelerini kendi deneyimlerlimle ve hayal gücümle harmanlayarak uzun bir süre bu kahramanın hikâyelerini yazdım (Bu hikâyeler hâlâ bende durur. Tam 480 adet A4 sayfası kadardır.) İkinci karakterim ise bir bilimkurgu kahramanıdır. İsmi “Weasel”dir, Nathan Never tarzı bir özel ajandır fakat ana hikâye içinde ırkçılık, aşk, uyuşturucu ve çetecilik ögelerini barındıran bir melez çocuğun ajanlık okulunda ve sonraki hayatında başından geçenleri anlatmaktadır (Bu hikâyeler de hâlâ bende durur ve Weasel’in öyküleri her biri 120-140 A4 sayfasından oluşan 8 tane kitaptan oluşmaktadır.). Burada devreye hâlâ çok sevdiğim ve bağları koparmadığım bir arkadaşım olan Eren giriyor. Kendisine yazı yazdığımı bildirdiğimde benden yazılarımı rica etmişti. Ona gönderdiğim bu yazıları print out alıp

80

81


Kahraman

Kahraman evde okumuş ve o yıllarda bana inanılmaz derecede destek vermişti. Sonra ilginç bir olay gerçekleşti ve Eren bana print outların liseye başlayan kız kuzeninin eline geçtiğini, kızın bunları bir çırpıda okuduğunu, arkadaşlarıyla paylaştığını ve benim 5-6 kişiden oluşan mini bir hayran kitlem olduğunu söyledi. Uzun John, Weasel’in bir hikâyesinde kamyonuyla onu saf ırkçıların elinden kaçıran kurnaz bir tır şoförüydü. Bu hikâyem-Eren’in söylediğine göre- o kadar çok beğenilmişti ki Uzun John hakkında başka hikâyeler de talep edilmişti. Ben bunun üzerine karakteri geliştirmeye başladım. Askerden dönünce bu karakterin bazı ufak hikâyelerini yazıp çizdim ve bu karakter o kadar hoşuma gitti ki web sayfama bile onun ismini koydum. Uzun John, bu şekilde hayatıma girdi. Uzun John Dünyası Uzun John’un içinde yaşadığı zaman, teknolojik olarak oldukça gelişmiş, gezegenler arası yolculuğun gayet sıradan bir iş olduğu, galaksiler federasyonunun tüm gezegenler üstünde bir hakimiyet kurduğu ve tüm gezegenlerde inanılan tanrının Yüce Tanrı Arngus olduğu bir çağda geçer. Evrendeki bulunan baskın tür Terran türüdür. Hemen arkasından kedilerin evrimleşmesiyle ortaya çıkan ırk Felis’ler, maymunların evrim geçirirken arada durdukları ve maymun-insan arası bir tür olan Knootk’lar, ve sürüngenlerin evrimleşmesinden ortaya çıkan Süzgard ırkı takip eder. Çoğu ırk bir hayvanın evrimleşmesiyle ortaya çıkmıştır, fakat gezegenin tuhaf koşullarından dolayı gölgelerin, ışıkların, dumanların ya da kristallerin de evrimleşmesiyle ortaya çıkan nadir ırklar gözükmektedir. Galaksiler federasyonu kurulup ta ırklar birbirleriyle tanışınca ilginç bir kültür karmaşası ortaya çıkmıştır. Yüce Tanrı Arngus’un kutsal kitabında farklı ırkların cinsel ilişkide bulunmaları çok sert kurallarla yasaklanmıştır, fakat bu ırkların bir arada yaşaması ve ticarette bulunmalarına karşı hiç bir kanun yoktur. Gezegen ziyaretleri çok farklı iş kollarının doğmasına da sebep olmuştur. Mesela Terran ırkının beğenmediği ve çöpe attıkları küflenmiş peynirler, Knootk ırkı fizyolojisine uyduğundan ve tadlarına da bayıldıklarından Terran halkı artık kokuşan peynirleri çöpe atmayıp depolara götürmeye başlamışlardır. Aynı Knootk halkı, kendi gezegenlerinde bolca bulunan fakat tadını ve kokusunu beğenmedikleri “Catnip” bitksinin Felis’ler için doğal bir uyuşturucu olduğunu fark etmişlerdir. Irkların birbiriyle teması, yüzde yüz verime yakın bir geri dönüşüm projesinin ortaya çıkmasına ve tüm gezegenlerdeki çöp oranlarının eskisine oranla binde bir oranına kadar düşmesine sebep olmuştur. Bu geri dönüşüm zincirinin en önemli halkalarından biri de yine yeni oluşan bir meslektir. Gezegenler arası kamyon şoförlüğü...

uzun olan 2 metre 10 cm’lik boyu onun ömür boyu beraber taşıyacağı lakabı getirir “Uzun John” (Kendisi bu lakabın başka bir anlamı daha olduğunu söylese de henüz bu konuda bir kanıta rastlanmamıştır. ). Bir gün tabii tutulduğu bir zekâ testinde normalin çok üstünde puan almasıyla yatılı bir özel okula gönderilir. Bu yatılı okulda askeri ve diplomasi eğitimi alırken dini konulara duyduğu ilgiyi fark eder. Yüce Tanrı Arngus dininin az bilinen ve rahip Gürleyen Bors’un yönettiği dans ve müziğn daha ön plana çıktığı bie tarikata girer ve hızla orada yükselip Bors’un baş öğrencisi olur. Yirmi yaşındayken tatillerinden birinde eve dönüp ailesiyle konuşurken, babasına gezici bir rahip olmak istediğini söylemesi bir anda her şeyi alt üst eder. Babasıyla uzun süren bir tartışma sonunda evinden ayrılır ve bir manastıra kapanır. “Arngus’un Güneşi” adlı manastırda bir sene geçirdikten sonra, trans hâlindeyken gördüğü bir pagan tapınak imajı onun yine hayatını değiştirir. Uzun John o tapınağı bulması gerektiğini anlar, manastırdan borç alarak ayrılır, bir tır satın alır ve gezegenler arası tır şoförlüğü yaparak o gördüğü tapınağı aramaya başlar. Şoförlüğünün 3. yılında yanına bir dişi robot alır, ona bir kişilik çipi taktırır adını Leiba koyar ve beraberce yolculuklarına devam ederler. Uzun John, çocukken okuduğu kitaplardan esinlenerek zekâsını, kimliğini ve diğer meziyetlerini diğer kişilerden saklamaya karar verir. Dışardan oldukça sığ bir tır şöförü gibi gözüktüğü sıraca başına az bela alacağını anlamıştır. Bu yüzden öncelikle giyim tarzını antik zamanda Harlem’de kadın ve uyuşturucu satan pezevenklere benzetir. Kaplan-Leopar desenli kürkler ve takım elbiseler giyer, elinde som altından bir asa ile dolaşır ve boynunda nal gibi “UJ” yazan bir altın madalyon eksik olmaz. Yüzünde, görenleri sinir eden pis bir sırıtışla dolaşır ve ukalaca cevaplar vermesiyle tanınır. Uzun John çocukken çok gezegen gezdiğinden üst dereceden çok fazla adam tanımaktadır. Kamyon şoförü olduğunda da alt tabakadan bir sürü kişiyle tanışmıştır. Hayatını mal taşımak ve tapınağı aramak dışında bu kişilere yardım etmekle geçirir. Çoğu olayı yumruklarıyla değil zekâsı ve kurnazlığı ile çözmeye çalışır. Uzun John’u merak ettiyseniz, ileriki sayfalarda bir macerasını ve çizgi romanını bulabilirsiniz. Tunç Pekmen

Uzun John kimdir ? Uzun John’un geçmişi gizemlidir. Babasının çok zengin bir diplomat olduğu ve Uzun John’un çocukluğunun diğer kardeşleriyle boğuşmak dışında uzun sıkıcı derslerde geçirdiği bilinmektedir. Bir diplomat’ın çocuğu olması nedeniyle sürekli gezegenler arası yolculuk yapan Uzun John’un uzun seferlere olan sevgisinin temellerinin burada atıldığı söylenebilir. Kısa zamanda John diğer kardeşlerinden zekası sayesinde sıyrılır. İnce uzun parmakları sayesinde çok iyi keman çalmakta, yine uzun bacakları sayesinde gayet rahat bir şekilde dansedebilmekte, dillere olan özel yeteneği sayesinde Knootkça ve Felisçeyi farklı lehçeleriyle konuşabilmektedir. Bir Terran için gayet

82

83


Kahraman

Kahraman

Uzun John ve Değişik Bir Gümrük Prosedürü Uzun John, tırına aldığı malı anlaşma gereği Knootkların hükümdarlığındaki Bana-2 gezegenine indirmek istiyordu. Fakat Knootk gezegenine girmesi için gerekli olan belgelerinin süreleri dolduğundan problem yaşıyordu. Bana-2 gezegenine malları indirmek için 3 tane ayrı resmi belge ile müracat etmek gerekiyordu. Bunlardan birisi gümrük belgesi, biri özel yük taşıma izni, öbürüyse gezegene iniş izniydi. Tüm belgeleri çıkarması için Knooth gezegeni bürokrasisine girmesi ve günlerce Knootkların devlet dairelerinde sürünüp bu belgeleri çıkartması gerekiyordu. Bu çağda bile hâlâ kuyruklarda beklemesi ve günlerini boşa harcamasının tek nedeni, Knootkların saçma bürokrasi anlayışlarından kaynaklanıyordu. Knootk’lar daha çok vücutsal evrim göstermiş ve beyinsel evrimlerini tam tamamlayamamış bir goril ırkıydı. İki ayak üstünde yürümeyi öğrenmişlerdi, fakat onun dışında vücutlarında en ufak bir değişim olmamıştı. Beyinleri çok az evrimleşmişti, alfabeleri kıt ve konuşma lisanları kabaydı. Ve hâlâ çoğu işlerini içgüdülerine göre hâllederlerdi. Terranların uzay yolculuğu yapmaya başladıkları zamanlarda, Knootkların en müthiş icadı tuvalet kâğıdıydı. Ne zaman ki galaksiler ağı federasyonu kurulup Knootk ırkıyla temasa geçilmişti, Knootklar ancak o zaman yüksek teknolojiyle tanışmışlardı. Ama hâlâ o teknolojik bilgiyi nasıl kullanmaları gerektiği bilgisinden ve o teknolojiyi daha üst seviyeye çıkartacak bilgiden yoksundular. Her evde bir holo-sayar bulunurdu, fakat bunlar en ilkel modellerdi. En ufak bir arızada, holo-sayarların tamir edilmeleri için diğer bir gezegene götürülmesi gerektiğinden, çoğu Knootk hâlâ her işi kalem kâğıt yöntemiyle hâlletmeyi tercih ediyordu. Devlet daireleri de bu yüzden inanılmaz eski sistemlerle çalışırdı ve normalde 1-2 saatte hâlledilecek işler ancak bir haftada hâlledebilirdi. Uzun John’u, bu yüzden yanında sadık asistanı Leiba ile birlikte, Bana-2 gezegeninin yörüngesinde tembel tembel dolanan tırının içinde, üç tane devlet dairesinin yetkili kişisiyle konuşurken görmemiz bir rastlantı değildi. Uzun John, yuvarlak masanın etrafına Knootklarla oturmuş, Leiba’nın tedirgin bakışları altında rahat rahat sırıtıyordu. Knootk’lar ise gayet aksiydiler ve üçü de sinirle birbirlerine bakıyorlardı. Her bir Knootk diğer iki Knootk’un burada ne aradığını anlamamıştı. “Sevgili dostlar” dedi Uzun John sakin bir ses tonuyla. “Sanırım hepinizi buraya niye topladığımı merak ediyorsunuz.” “Evet Terran” diye homurdandı Knootklardan biri. “Bana yalnız buluşacağımızı söylemiştin. Bu diğer ikisi de nerden çıktı ?” “Aynı lafı bana da söylemiştin,” diye daha yüksek sesle homurdandı başka bir Knootk. “Tamam, tamam sakin olun” dedi Uzun John gülümseyerek. “Bildiğiniz gibi ben basit bir kamyoncuyum ve kamyonumda Saturn’un 20. ayı olan Titan’da imal edilmiş Huygens şehrinden gelen özel peynir bulunuyor.” Knootklar Huygens peynirini duyunca ağzılarını şapırdatmaya başladılar. Nedense bu iğrenç kokulu peynire Knootklar bayılıyorlardı. “Ama benim gümrükten geçmeme izin vermiyorsunuz ve tam üç gündür ne kadar devlet bürosuna

84

gidersem gideyim hepsinde bana zorluk çıkartıyorsunuz. Eğer iki gün daha beklersem bu peynirin kokusu hiç çıkmamak üzere tırıma sinecek ve bunun da olmasını istemiyorum. O yüzden sizi buraya benimle uzlaşmanız için çağırdım.” Sandalyesinde geriye kaykılarak sol elinin parmaklarını sayı saydıkça tek tek kıvırmaya başladı. “Gezegeninize malı indirmek için üç tane belge gerekiyor. Birincisi gümrük belgesine ihtiyacım var. Burada devreye siz giriyorsunuz. Gümrük Şefi olarak belgeme onay mührü vurmanız gerekiyor,” dedi ve sağındaki iri yarı Knootk’a baktı. “İkincisi bu peynir için özel yük taşıma belgesine ihtiyacım var, bu konuda da siz yardımcı olabilirsiniz, ne de olsa yabancı madde giriş ve onay müdürü sizsiniz,” dedi tam karşısında oturan daha ufak tefek duran fakat daha vahşi olduğu her hâlinden belli olan Knootk’a baktı. “Son olarak da gezegende ticaret bölgesine iniş izni almam gerekiyor ki… Bu da sizin ilgi alanınız,” dedi Uzun John sağında oturan devasa fakat sakin görünüşlü Knootk’a bakarak. Sonra ayağa kalktı ve üçüne birden baktı. “Tam üç gündür sürekli sizinle uğraşıyorum fakat bir sonuca varamadım. İyice çaresiz durumda olduğumu görünce bana yardımcı olmayı kabul ettiniz. Fakat hepiniz de benden yardım bedeli olarak 500 kredi istediniz.” Uzun John’un işareti üzerine Leiba içeri girdi, elinde bir tepsi vardı. Tepsinin üstünde bir tane zeytinli martini, bir tane klup sandviç, bir tane de kredi çipi bulunuyordu. Uzun John Martini’yi ve klup sandvici aldı, Leiba üstünde çip olan tepsiyi masaya bıraktı. “Maalesef sevgili dostlarım, şu anda oldukça yolsuz bir durumdayım.” dedi Uzun John Knootklara bakarak. “O yüzden şöyle bir çareye başvurdum. Masanın üstündeki tepside toplam 750 kredi var. Ya her birinize 250 kredi vereceğim ya da sizin eski kanunlarınızın dediği gibi olacak. Güçlü olan kazanır ve hepsini alır ” Uzun John bunu söyledikten sonra arkasına yaslandı. Knootklar sinirle birbirlerini süzdüler. Birden ufak tefek olan Knootk vahşi bir savaş çığlığı atarak sağında duran ve devasa olan Knootk’un üstüne atladı ve parmaklarını gözlerine sokmaya çalıştı. Boşta kalan Knootk ise fırsattan istifade ederek ayağa kalktı ve oturduğu sandalyeyi kaldırarak ufak tefek olanının beline geçirdi. Küçük olan acıyla gerileyince, iri yarı olan ufak tefek gorili ellerinden tutarak diğerine fırlattı. Bu anlamsız vahşet Leiba’nın midesini bulandırmıştı. Gözlerini kaçırarak UJ’e baktığından Uzun John’un keyifle sandvicini yediğini ve Martini’sini içtiğini gördü. Uzun John yerde debelenen gorilleri Leiba’ya gösterdi. “Baksana Leiba. Hem akşam yemeği hem de show. İkisi bir arada. Üstelik holo-vizyonda güreş izlemekten daha eğlenceli,” dedi sırıtarak. Leiba kendi kendine “Kesinlikle eski hayatımda büyük bir günah işledim ki böyle bir adama yardımcılık yaparak cezamı çekiyorum,” diye söylendi. Yaklaşık 10 dakika sonra üç Knootk da yerde kanlar içinde ve baygın yatıyorlardı. Uzun John sandvicini bitirince ellerini çırparak kırıntıları döktü ve Knootkların yanına gitti. Hiçbir zaman yanlarından ayırmadıkları ve bellerine bağladıkları küçük keseleri, kemerlerinden çıkarttı ve ağızlarını çözdü. Üçünün torbasından da kredi çiplerini aldı ve hemen tırının güvenlik sisteminden geçirerek hepsini bire bir kopyaladı. Kopyalama biter bitmez çipte bulunan imza, kaşe, parmak izleri ve retina mühürlerini kullanarak devlet dairelerinin holo-sayar sistemlerine girdi. Sistemler çok eski olduklarından onları “hack”lemesi kolay olmuştu.

85


Kahraman “Gerizekâlı goriller” dedi Leiba’ya sırıtarak. “Hepsi de “muz” şifresini kullanıyormuş” Bekleyen evraklar kısmına girerek kendi evraklarını buldu, onları ekranına döktürdükten sonra, elindeki mühür ve imzaları kullanarak hepsini onaylattırdı ve sonra da onaylanmış evraklar bölümüne gönderdi. İşi bitince, orijinal çipleri hâlâ baygın yatan Knootkların keselerine geri koydu ve sonra da keseleri Knootkların kemerlerine geri bağladı. İşi bitince yine yerine oturdu, kollarını gererek parmaklarını kıtırdattı ve yörüngesinde dolaştığı Bana-2 gezegenini aradı. “Uygenti uzay limanını arıyorum. Cevap verin lütfen.” Holo-vizyonda dişi bir Knootk belirdi. “Burası Uygenti limanı, ben liman memuru, nasıl yardımcı olabilirim?” “İsmim Uzun John, tırımın ticari numarası 35IZM 74TP, ticaret amaçlı geliyorum, iniş izni rica ediyorum,” dedi kibarca. “Bekleyin lütfen, evraklarınızı kontrol ediyorum,” dedi liman görevlisi ve önündeki sisteme bilgileri girdi. “Evraklarınızın hepsi tamam. 12 no’lu hangara inebilirsiniz, iyi inişler.” “Teşekkürler.” Uzun John derin bir nefes alıp dışarı verdi. “Bu işi de böylece atlattık,” dedi Leiba’ya dönüp. Rahatlamıştı. Sonra yerde baygın yatan Knootkları gösterdi. “Leiba, rica etsem şunların hepsini, limana indiğimizde, mal boşaltım yerlerinin birinde karanlık bir köşeye atar mısın? Knootk kürkü kokusu gerçekten mide bulandırıcı. Zaten tüm hayatıma yetecek kadar peynir kokladım… Bir de bunların kokusunu çekemem şimdi.” Leiba’nın itiraz etmesine meydan vermeden kontrollere geçti. “Ama önce yerine otur, inişe geçiyoruz” dedi ve tırını Uygenti uzay limanına inecek şekilde çevirmeye başladı. Tunç Pekmen

86

87


88

89


90

91


Kahraman

Martin Mystere Kahramanlık genellikle savaş ve savaşçılıkla özdeşleşmiş bir olgudur. Genellikle erkek çocukların ilk dönemlerindeki kahramanlar hep bu şekilde şekillenmiştir. Benim de 2000’li biliardai ‘galiba benim hayatımdaki gerçek kahramanım Martin Mystere’ diyebileceğim bir süreç bu şekilde başlıyor. Şanslı bir çocuktum çünkü evimize kendimi bildim bileli çizgi romanlar girerdi. İşin ilginci annemin Barbar Conan okuması idi. Bugün bile Conan’ı seven bir kadınla tanışmak her zaman karşılaştığımız bir durum değil. 80’lerde Buscema çizimleri, güzel kadınları, ilginç hikâyeleri ile gönlümde taht kuran Conan için bilinçli olarak kabullendiğim ilk kahramanım olduğunu söylemem yanlış olmaz. Hatta bir şekilde heavy metal sevmemin nedeninin Conan olduğunu da düşünürüm. O dönem Conan’ın tahtını sarsan bir başka isim vardı ki o da Conan’ın tam tersi bir kişilik olan Tenten idi. Ancak ben Tenten’de Kaptan Haddock’u çok severdim. 15-16 yaşıma kadar bu bu şekilde gelişti. O dönemlerde bir de TV’de oynayan Galactica’dan Starbuck girmişti hayatıma. İlginçtir Star Wars fan’ı olmama rağmen filmden bir kişiliği çocukluğumun hiçbir döneminde kahramanım olarak ele almadım. Luke diyecek olsak ondan daha iyi kılıç kullanan Conan vardı, diyelim ki çapkınlık ve zekâ oyunları ilgimi çekiyor ve ona da denk gelen Han Solo desek onun da yerini Conan ve Tenten tamamlıyordu sanırım. Tabii çocuklugunda rol modeli Conan olan uslanmazmış denir. Biraz hırçınlaştırdı galiba bizi Conan. Ama o dönmelerde yeni çizgi romanlar keşfetmeye başladım. Evimize Atlantis ve Zagor da giriyordu ancak Atlantis’in yazıları uzun olduğu için pek okumuyordum. Bir de o dönem Gordonları çok iyi hatırlarım ama o da matah bir kahraman gibi gelmezdi bana. Annemin Kadıköy Altıyol’da bir kırtasiyeci açıp maket satmaya başlaması pek çok şeyi değiştirdi hayatımda. Yüzbaşı Volkan okuyup uçak maketleri yapıyordum ve 1/72 minik askerlerden ordular kuruyordum o sıralar. Ancak o zaman bile Barbar Conan bir yerlerden ortaya çıkıyordu. Tabii daha sonra insan büyüyor, bir de Punk müzikle tanışınca bazı şeyler kökten değişmeye başlıyor. 18 yaşında olduğum dönemde pek çizgi roman okuduğumu söylemezdim hatta evde Legoların olduğunu da. Çizgi Roman ve maket modeller çocukluk işareti idi ve dalga geçme sebebi olabilirdi. 80’lerin sonunda annemlerle Türkiye’nin farklı yerlerini gezmeye başladık. Özellikle Kapadokya beni büyülemişti, o sıralarda gezerken Atlantis okumaya da başladım. Hani bir çocuk olarak çok kolay hazmedilecek gibi değildi ancak Indiana Jones’a göre daha derin bir yapısı vardı. Bir de o dönem okuduğum maceralarını bir şekilde en sevdiğim Mandrake hikâyelerine benzettiğimden olacak Martin Mystere bir tutku hâlini almaya başladı bende.

92

93


Kahraman

Kahraman

Sanırım Tenten gibi akıllı olması, tarihi bilgiler içermesi, Jawa’nın Conan’a benziyor olması gibi pek çok neden olduğunu düşünüyorum bugün. Bir de 80’lerde video kaset ile filmler hayatımızda yer ediniyordu. 80’lerin antikahraman konsepti ve Bonelli’nin buna karşı yaklaşımından dolayı bende özellikle antikahramanlara doğru bir yöneliş başlıyordu. Zaten Martin Mystere’nin kahramanım olduğu konusuna gelirsek. Sonic Youth’un “Kill Your Idols” lafını her zaman benimserim. O “idol’ün öldüğü yerde benim için Martin Mystere başlıyor. Şöyle ki: 90’ların başında üniversite sınavlarına girdiğimde girmek istediğim üniversiteler arasına turist rehberliğini de yazmıştım. O yıl sınavı kazandım ve 2 yıl (uzatmamla 5 yıl aslında) Turizm Rehberliği okudum ve bugün İngilizce ve İtalyanca dilinde kokartlı bir turist rehberiyim. Sanırım 80’lerin ortasından itibaren bilinç altıma yerleşen Martin Amca benim hayatımı da bir şekilde şekillendirdi. Ama bundan daha ilginci yıllar sonra başıma gelen bir durum oldu. Martin Mystere gri kapaklı Atlantis’ten Martin Mystere ismine yumuşak bir geçiş yaparken Aksoy Yayıncılık tarafından bazı ciltler basılmıştı. Maalesef hâlâ düzenli bir macerası yok ancak Aksoy Yayıncılık tarafından basılan hikâyeler içerisinde Engereklerin Kadını macerasını çok severim. O yüzden o macerayı saklamıştım. 2001 yılında Berlin’e giderken o macerayı yanımda götürmüştüm. Okumaya fırsatım olmadı. Ancak 2001 yılında eşimle Berlin’de tanıştım. 2001’in sonunda ise İtalya’ya yerleştim. 2003 yılında atmadığım bütün çizgi romanları İtalya’ya getirdim. Martin Mystere’den elimde sadece Engereklerin Kadını kalmıştı. 2003 yılında Türkiye’de kronolojik olarak hatalı basılmış Martin Mystere’ler yerine İtalyan baskısının koleksiyonunu yapmaya karar verdim ve o tarihte sonra yeniden hayatıma girdi 5 yıl ara verdiğim rehberliğe dönüşüm de yine o tarihlere rastlar. Bu konuda ilginç olan detay ise şu idi: O kadar zaman yanımda taşıdığım ve okumadığım Martin Mystere’nin sayısında hikâyenin geçtiği yer İtalya ve Bologna. Cosmos’un bir cilvesi şu an Bologna’da yaşıyorum. Bu detayı 2008 yılında fark ettim. Genellikle Martin Mystere’de yazılan kasaba isimlerine pek dikkat etmem ancak bu detaya dikkat ettiğimde oldukça şaşırdığımı söylemeliyim. Gölge Dergi de “Kahraman” hikâyesi isimli bir dosya açıldığında bu anılarımı ve bilgileri paylaşmak için bir fırsat doğduğunu düşündüm. Belki biraz fazla kendimden bahsetmiş gibi oldu yazıda ancak direkt ve endirekt hayatıma etki eden Martin Mystere’nin yaşamımımdaki yerini paylaşmak istedim. Sanırım Martin Mystere gibi çizgi romanlar sevdiğim için Marvel ve Dc kahramanlarına mesafe koydum ve sanırım Martin Mystere yüzünden çizgi romanların insan hayatına ciddi bir katkısı olduğunu düşünüyorum. Bugün kendi ülkesi dahil dünyada artık pek okunan bir çizgi roman değil. İtalya’da 2 ayda bir yayınlanıyor. Mart ayında Martin Amca’nın yeğenleri kulübüne üye oluyorum. Tarihe ilgili herkesin Martin Mystere okuması ve okutması dileklerimle. Belki sizin içinizdeki “Turist Rehberi”ni de uyandırabilir… Utku Uluer

94

Bir Kahramana İhtiyacım Vardı Hemingway Geldi Hoş Geldi! Dost sohbetlerinde de yazdığım yazılarda da sürekli belirttiğim bir gerçek vardır ki o da hayatımda başıma gelen en güzel şeyin kitap okuma alışkanlığı kazanmam olduğudur. Çok erken yaşta ve ailem tarafından sansür edilmeden ulaşabildiğim her tür kitabı okudum; bu durumun artıları da vardı eksileri de. Yetişkinler tarafından okunması gereken kitapları on yaşında okumak bünyeye pek de iyi bir tesir yapmıyor ama öte yandan da size seçici olmayı öğretiyor. Kaliteyi erken yaşta fark etmeye başlıyorsunuz, kendi tercihleriniz oluşmaya başlıyor, hayata sorular sorup cevapların peşine düşüyorsunuz. Benim hayatımda soru çoktu ama cevap verecek yetişkin yoktu; hep merak ettim hep cevap aradım. Bu cevapların bir kısmını yetişkinlikle birlikte yaşam verirken bir kısmını da sevdiğim yazarların eserleri bana erken yaşlarda verdi. Herhâlde dokuz yaşlarında filandım Aziz Berker Kütüphanesi’ne kitap okumaya gittim ama yetişkinlerin katına. Aslında beni çocuk bölümüne bırakmışlardı ama oradaki kitapları çoktan okumuştum ve üst katı çooook merak ediyordum! Kitap raflarının arasında gezinirken bir isim dikkatimi çekti: Çanlar Kimin İçin Çalıyor? Adı hoşuma gitti aldım okumaya başladım, beni almaya geldiklerinde ben kütüphaneden çıkmamak için direniyordum çünkü kitap bitmemişti. Neyse sonuçta kitap bana ödünç verildi ve tüm gece okuyup kitabı bitirdiğim zaman düşündüğüm tek şey bu yazarın bütün yazdıklarını okumaktı. Ernest Hemingway ile tanışmam böyle oldu. Hemen evdeki ansiklopedilerden hayatını okudum, yazdığı diğer kitapları not ettim ve bu sefer sahafları gezmeye başladım. İstanbul/Kadıköy bu açıdan her zaman iyi bir semt olmuştur, sahaf çoktur ve okuyan çocuğa yetişkin muamelesi çekilir üstüne bir de çocuk indirimi yapılır. En azından ben dokuz on yaşlarındayken böyleydi.

95


Kahraman

Kahraman

Sonra ben farkına bile varmadan Hemingway hayatımda beni ben yapan birçok değeri bana aşıladı. Bu noktada bu yazarı tanımayan ya da az tanıyan okuyucular için kendisinden biraz söz etmek istiyorum. 21 Temmuz 1899’da Oak Park/ Illinois’te beş çocuklu bir ailenin iki erkek çocuğundan biri olarak Ernest Hemingway dünyaya geldi. Babası doktor annesi ise eski bir müzisyen olan Ernest’in ilk yazısı lise senelerinde okul gazetesinde yayınlandı. 1917’de liseyi bitirdiği zaman üniversiteye gitmek yerine Kansas City Star isimli bir gazete muhabir olarak çalışmaya başladı. Aynı sene Avrupa’da Birinci Dünya Savaşı başlamıştı. Gözündeki bir sorun yüzünden askerlik başvurusu kabul edilmeyince o da Kızılhaç görevlisi olmak için gönüllü oldu ve gazetedeki işinden ayrılarak ambülans şoförü olarak çalışmaya başladı. 8 Haziran 1918’de birkaç adım ilerisinde patlayan bir Avusturya topu yüzünden ağır şekilde yaralandı ama yine de yanındaki yaralı İtalyan askerlerine yardım etmeye çalıştı. Askerlerden bir tanesini cepheye taşımayı başarınca İtalyan gazetelerinde kahraman olarak ilan edildi; İtalyan hükümeti kendisine Gümüş Onur Madalyası verdi. Bu olay yazarın Azrail ile yaptığı ilk danstı, bu dans sayesinde ölüm onun için anlamını yitirdi. Milano’da bir hastahanede tedavi olurken kendisinin bakımını üstelenen ve ondan beş yaş büyük olan hemşire Agnes von Kurowsky’e âşık oldu. Aşkına karşılık alamadı ama bu olaydan yazarın büyük romanlarından sayılan Silahlara Veda doğdu. İyileşince tekrar Amerika’ya döndü ve 1921 senesinde ilk eşi olan Hadley Richardson ile evlendi. Çalıştığı bir gazetenin muhabiri olarak Paris’e gitti ve oradaki sanat dünyasının içine karışmaya başladı. Özellikle sanatçıların koruyuşu olan Gertrude Stein ile tanışması kendisinde yazarlık isteğinin iyice uyanmasına neden olmuştur. Zaten o dönemin Paris’i muhtemelen bütün zamanların en iyi yeridir; çünkü dünyanın her yerinden sanatçı ve sanatçı adayları orada toplanmıştır. Bir zaman makinesi icat edilse gitmek istediğim yer ve dönemdir. 1923’te eşinin çocuk doğurması için Amerika’ya dönen çift, doğumdan sonra tekrar Paris’e gider ve 1926’da Hemingway’in ilk kitabı Güneş de Doğar basıldı. Savaş yorgunu bir askerin anılarının anlatıldığı bu kitabın başarı sağlaması üzerine 1929’da Silahlara Veda’yı yayınlar ve iyi bir yazar olarak kabul görür. Bu arada, babasının intihar haberi ile derinden sarsılarak; bütün hayatı boyunca kendisini bırakmayacak olan bir bunalıma girer.1931’de Avrupa’da geçirdiği yılların İspanya dönemine ait kısmını anlattığı Öğleden Sonra Ölüm isimli kitabını yazdı. 1933’te ikinci evliliğini yaptı ve bir buçuk aylığına Afrika’ya safariye gitti. Afrika’da geçirdiği zamanlar okuyuculara 1935’te Afrika’nın Yeşil Tepeleri olarak geri döndü.

96

Macera ve kardeşi ölüm neredeyse Hemingway de oradaydı. Bu kez de İspanya İç Savaşı’nı takip için İspanya’ya gider ve üstelik Cumhuriyetçilerin tarafındadır ki bu benim kahramanıma dönüşmesindeki temel nedenlerden biridir. Bütün savaşlar hazindir ama İspanya İç Savaşı benim en çok yüreğimi burkan savaşlardan biri olmuştur çünkü dünyada kalbi solda atan bütün entellektüellerin katıldığı ve aslında ölmeye gittikleri bir savaştır. Kaybedeceğini bile bile niye savaşır insan, niye ölmeye gider? Bertaraf olacağını bilerek doğru tarafta olmanın verdiği iç rahatlığı, hayata karşı dik durmak ve sadece masa başı aydını olmamak. Bunların hepsi bir sebeptir Hemingway için ve ölümle karşılaştığı bu savaştan da bir can doğar: Çanlar Kimin İçin Çalıyor? Londra’da 1572 senesinde doğan ve 1631’de ölen İngiliz şair ve vaiz John Donne, bir Pazar vaazında söylediği: “Kimse bir ada, tek başına bir bütün değildir. Herkes anakaranın bir parçası, bütünün bir bölümüdür. Deniz bir parça toprağı alıp götürse, Avrupa eksilir. Deniz burnu aşındırırsa arkadaşlarını ya da senin toprakların aşınmış demektir. Her ölüm beni eksiltir; çünkü insanlığın bir parçasıyım ben. Bundan dolayı hiçbir zaman ‘çanlar kimin için çalıyor’ diye sorma. Çanlar senin için çalıyor”, bu bölümün asırlar sonra bir başyapıta ilham vereceğini bilemezdi. Ama yürekten söylenen sözler asla unutulmaz ve bir başka yürekli insanın zihninde yeni bir eserin temeli olur.

97


Kahraman

Kahraman Kütüphanede kitabı elime aldığımda tanıtım bölümünde bu yazı vardı. Çocuk aklımla ne olduğunu anlamadan ama sayfadan da ayrılamadan tekrar tekrar okumuştum. Sonrasında ise kitap beni büyülemişti. Seneler geçip te bilinçli bir okura dönüştüğümde anladım Hemingway’in sırrını; sade, kısa ama vurucu cümlelerle ve herkesin anlayacağı bir üslupla yazıyordu. Onu okurken içinizin acıması için tahsilli olmanıza, ciltler dolusu kitap okumuş olmanıza gerek yoktu; insan olmanız yeterliydi. Kendi gibiler için yazıyordu ve kendi hayatından esinlenerek. Yazdığı her şeyi yaşayan, yaşadığı her şeyi ise hissederek yaşayan bir insandı. Ve yazdığı bu eser ile Pulitzer ödülünü kazandı. Üçüncü evliliğini bir savaş muhabiri olan Martha Gellhom ile yapar. Eşiyle birlikte Japonların işgal ettiği Çin’e gider. Arkasından İkinci Dünya Savaşı gelir. Karı koca farklı gazeteler adına savaş muhabirliği yaparlar. Hemingway, Normandiya Çıkartması’na ve de arkasından Paris’in geri alınışına katılır. Yine savaş yine vahşet ve de yine ölüm bunların olduğu yerde Hemingway de vardır. Kendisine bir madalya daha verilir ve Londra’ya döner. Burada dördüncü ve son eşi olacak olan Mary Welsh ile tanışır. O da Time Dergisi’nde muhabirdir. Sağlığının giderek bozulması ve depresyona girdiği zamanların çoğalması üzerine kendine Küba’da toprak alarak bir ev yaptırır ve doğayla iç içe yaşamaya başlar. Avcılık yapmayı zaten çok seven yazar, burada da balık tutmak için sık sık denize açılır. Bu dönemin sonunda kendisine bir Pulitzer daha ve de yanında bir de Nobel kazandıracak olan İhtiyar Adam ve Deniz’i yazar. Sene 1952’dir. Ödüller ise 1954’te gelir. Eşi Mary ile birlikte tekrar Afrika’ya gider; iki kez uçak kazası geçirir ama sağ kurtulur. Azrail ile olan dansı devam etmektedir ve Azrail dansı bitirmek için gereken son adımı bir türlü atmaz. Bunun üzerine son sözü Ernest Hemingway söylemeye karar verir ve 2 Temmuz 1961 senesinde babası ve erkek kardeşi gibi intihar eder. Yazdığı eserlerle edebiyat dünyasında olduğu kadar sinema sektöründe de başarılı olmuştur. Birçok eseri filme alınmıştır. Güneş de Doğar adlı eserinden uyarlanan filminde Tyrone Power, Ava Gardner ve Mel Ferrer baş rollerde oynamıştır. Çanlar Kimin İçin Çalıyor’da Gary Cooper ve Ingrid Bergman. Kilimanjaro’nun Karları isimli kitaptan uyarlananda ise Bud Spencer, Vittoria De Sica ve Rock Hudson oynar. En önemli eseri olan Yaşlı Adam ve Deniz isimli eserinde oynamak sinemanın bir başka devi Spencer Tracy’e kısmet olur ve oyunculuğuyla neredeyse kitabı baştan yazar. Daha güzeli 1921’de yolu İstanbul’a da düşmüştür. Savaş muhabiri olarak

98

bulunduğu dönemi İşgal İstanbul’u ve İkinci Dünya Savaşı isimli kitabında anlatmıştır. Şimdi niye benim kahramanımdır Ernest Hemingway diye sorarsanız derim ki çok az insan onun gibi yaşamıştır. Hem olduğu gibi görünmüş hem de göründüğü gibi olmuştur. Savaş ve ölümle iç içe yaşayıp da bunlardan bu kadar sade, bu kadar vurucu ve hayatı bu denli yücelten eserler çıkartmak çok insana nasip olmaz. İnandığı değerleri masa başında değil savaş meydanlarında savunmuştur. Çok kimse Hemingway’in Fidel Castro ile olan dostluğunu bilir; Havana şehrinde kendisi için bir anıt dikili olduğunu da bilir ama özel yatıyla Amerika’nın ambargo koyduğu zamanlarda Küba’ya devrim için silah kaçırdığını bilmez. Asla inançlarına ihanet etmedi, kalemini satmadı, yaşadığı gibi sade ama vurucu yazdı. Bana insan sevgisini öğretti, gururlu olmayı ve ihanet etmemeyi. İnsan olmayı ondan bir de belki başka bir yazımda ele alacağım yerli bir yazarımızdan öğrendim. Ölüm şeklinden dolayı çoğu insanca kınandı, hatta bir arkadaşım bencil olduğunu iddia etti. Kendisini öldürerek biz okurlarını ileride yazacağı başka eserlerden mahrum etmiş. Katılmıyorum! Tanrı’nın kendisine sunduğu hayatı ziyan etmeden sonuna kadar, hakkını vererek yaşadı. Ve yazdığı romanlarda olduğu gibi “Son” kelimesini kendi yazdı. Ağaçlar gibi ayakta öldü, öldüğü gün daha doğmamıştım ama eksildim ve Çanlar Benim İçin de çaldı. Olsun o öldü ama yaşamı kutsayarak öldü, hayatının iplerini elinde tutarak. Ava düşkündü ve düşünen bir hayvan olarak son avladığı kendisi oldu. Belki yazardı belki de daha bir şey yazamadan tükenirdi; bilmiyorum ama bildiğim Hemingway’i seviyorum. O benim kahramanım. Zeynep BAYRAKTAR nam-ı diğer PANDORA 1972

99


Daredevil - Berk Balkaç

Kahraman

Nuh’suz Tufan- Nuh Peygamber Kahraman yaratmak zor iştir. Gerçekte var olan birini kahraman yapmaksa çok daha zor. Çünkü insanların o kişiyle ilgili bilgileri ve ön yargıları vardır ve bu ön yargıların ötesinde kahramana yeni bir karakter yüklemek çoğu zaman yazılan kişiye zarar verir. Onu gerçekte var olduğu kişinin ötesinde başka birine dönüştürür. Hâlbuki günümüzde geçen fantastik bir hikâyenin baş karakterinin Örümcek Adam gibi bir kahramana dönüştürmenin belli başlı birkaç formülü vardır. Böylesine popülerleştirilmiş bir moda unsuruna dönen karakterleri kahraman yapan şey, pek tabii insanların beklentilerini karşılaması ve onlara gerçekte yapamayacakları şeyleri sunma durumudur. Bu durum kolay formülize edilebilir ve uygulanabilir. İnsanların toplum içerisinde ne istediklerini bil, yapamadıklarını karaktere atfet, onu yenilmez kıl ve hikâyeyi mutlu sonla bitir. Böylelikle okurlar kendilerini kahramanla özleştirir ve okurla kahraman arasında ikili bir alışveriş başlar. Bu alışveriş çoğu zaman kahramanın nasıl davrandığından nasıl düşündüğüne kadar bütün fiillerinin okurca taklit edilmesi ve kabullenilmesi üzerinedir. Örümcek Adam’ın çizgi romanlarını okuyan bir çocuğun hissettikleri; onun gibi olmak ve imkânsızı başarabilmekten ibarettir. Bu nedenle kahramanlar her zaman normal bir insanın bir adım önünde yer almak zorundadırlar. Romanımın baş karakteri Nuh’a gelecek olursak durum biraz daha tuhaflaşıyor. Çünkü Nuh’u, James Bond gibi taktığı saat ve kullandığı araba üzerine özenilen bir kahraman yapmak imkânsızdır. Hem yaşadığı dönem hem de kişiliği buna müsaade etmez. Gerek dini bir görevin üzerindeki sorumluluğu gerek aile yaşantısı içerisinde sıradan bir adamın peygamber olması onu oldukça farklı kılsa da inanca mensup olmayanlar için kahraman yapmayabilir. Peki, ne onu kahraman yapar? Nuh’suz Tufan’daki Nuh Peygamber’in de herkes gibi insani duyguları ve sıradan bir yaşantısı var. Zaten karakterin okurla yakınlaşmasını sağlayacak şey burada yatıyor. Nuh acı çektikçe, ailesinden birilerini kaybedip tebliğde başarısız oldukça okurla yakınlaşıyor. Çünkü acı hayatımızın çok önemli bir parçası ve insanın çok zayıf olduğu bir nokta. Çoğu zaman acı çeken birine kayıtsız kalamayız. Ve bu kayıtsızlık ya durumu değiştirecek yeni bir kahraman ihtiyacı doğurur ya da var olan kişinin bir şeyler yapmasını ister. Buradan itibaren acı çeken ve görevinde gelgitler yaşayan Nuh Peygamber için tebliğin yerini bulması -aldığım geri dönüşlere göre- okur tarafından devamlı isteniyor. Fakat bizleri bekleyen hazin bir son var. Tufan! Tufandan sonra Nuh’un, tebliğde ikna edemediği insanları kaybetmesinin verdiği acı öyle büyüyor ki romanın girişinde yazdığım gibi geminin tamamını yakıyor. İşte tam bu noktada bir peygamberinde tıpkı bizler gibi bir insan olması onunla bir bağ kurabilmemize neden oluyor. Görevinde başarısız olsa bile bir peygamberin gözyaşı insani bir duyguya sürükleyebiliyor bizi. Bunun için zaten insanların gözünde önemli bir yere sahip olan birini sıradan bir insan gibi görmek onu ters bir etkiyle kahramanlaştırıyor. Bundan sonrasında Nuh’un nasıl bir kahraman olduğu okurun takdirinde yatıyor. Nuh Peygamberi tekrar yorumlayan biri olarak benim için okur onu ne kadar çok benimserse, kahramanlaştırma işi o kadar başarılı olacak. Tabii bundan sonrası siz değerli okurların takdiri… Hüseyin Emre Coşkun

100

101


Kahraman

Kahraman

Hiç Bitmeyecek Bir Öykünün Kahramanı: Atreju Kapı hızla açılır, üstüne asılı olan pirinç çıngırdak heyecan içinde çıngırdar ve içeriye yağmurdan nasibini fazlasıyla almış tombul bir çocuk girer. Yüzü az önce altında yürüdüğü kasım göğü kadar solgundur. Çocuk etrafına bakar. Burası eski kitapların satıldığı bir dükkândır. Duvarları, içi tıka basa ciltli kitaplarla dolu raflarla bezelidir. Yerlerdeki ve masalardaki kitap tepeleri tavana doğru uzanmaktadır. Tombul çocuk büyülenmiştir. “Hayranlığınızı ya içeride ya dışarıda sürdürün ama kapıyı örtün,” der bir ses kitaptan tepelerin ardından. “Soğuk geliyor.” Çocuk kapıyı yavaşça kapatır, dükkânın içine doğru ilerler, kitaptan tepelerin arasından sıyrılır. İşte sesin sahibi karşısındadır. Altın gözlüğü burnunun ucunda duran, iri yapılı, kırmızı suratlı, kulaklarının üzerindeki bir tutam saç haricinde kel bir adam. Tahmin ettiğiniz gibi kitapçıdan başkası değildir bu. “Adım Bastian Balthasar Bux,” der çocuk. “Oldukça tuhaf bir ad,” der adam. Oysa onun da adı pek normal değildir: Karl Konrad Koreander. İkilinin sohbetini sayfalarımıza taşımanın gereği yok açıkçası. Ama merak ediyorsanız eğer çok da hoş olmadığını söyleyebilirim size. Özellikle de Bastian açısından. Bastian sınıfındaki çocuklardan kaçmakta olduğunu söyler Bay Koreander’a. Bu canavarlar onunla sürekli alay etmekte ve ona lakaplar takmaktadır. Ve hayır, tahmin ettiğinizin aksine çalışkan bir öğrenci değildir Bastian. Ne sınıfının birincisidir ne de tüm notları pekiyidir. Üstüne üstlük geçen yıl sınıfta kalmıştır. Bastian’ı farklı kılan kitaplara olan tutkusudur. Bu tombul çocuk bir kitap kurdudur. Tam bir hayalcidir. Telefon birden çalmaya başlayarak Bastian’ın imdadına yetişir ve onu gittikçe zorlayan sohbeti ortasından bölüverir. Bay Koreander yerinden kalkar, arka taraftaki bölmede ısrarla çalan telefonu yanıtlar. Konuşma kısa sürecek gibi görünmemektedir. Bastian ancak o zaman farkına varır. Deminden beri Bay Koreander’ın elinde tuttuğu kitaptan gözlerini alamamaktadır. Garip bir çekim gücüne sahip kitap o an koltuğun üzerinde durmaktadır. Kapağı, birbirlerini kuyruklarından ısıran ve böylece bir oval oluşturan biri açık, biri koyu renk iki yılanla süslü kitabın adı şudur: Bitmeyecek Öykü Hiç bitmeyecek bir öykü! Bu eşsiz bir kitaptır. Ve böyle bir kitap mutlaka Bastian’ın olmalıdır. Bastian onu buraya kitabın çağırdığını düşünmeye başlamıştır bile. Kitap da onun olmak istemektedir demek. Tombul çocuk kitabı kucakladığı gibi dükkânı terk eder. Bastian, çocuk kahraman Atreju ile okulun karanlık, tozlu ve örümcek ağlarıyla kaplı tavan arasında tanışacaktır, Bitmeyecek Öykü’nün sayfalarını çevirmeye başladığında. Atreju, benim olduğu gibi on binlerce çocuğun da ilk kahramanı olmuştur, olmaktadır ve olacaktır da. Ne de olsa o, hiç bitmeyecek bir öykünün kahramanıdır. Bastian çaldığı demeyelim de ödünç aldığı kitabın sayfalarında kaybolur gider. Kitap Fantazya adında ucu bucağı olmayan büyülü bir diyar hakkındadır. Ancak Fantazya büyük bir tehlike ile karşı karşıyadır. Zifiri karanlıktan da karanlık olan bir düşman etrafta kol gezmektedir. Adı hiçliktir. Yokoluş aç bir fare gibi

102

kemirmektedir büyülü diyarı. Fantazya’nın toprakları, üzerindeki halklarıyla birlikte yok olmaya başlamıştır. Bu yetmezmiş gibi Fantazya’nın Çocuk İmparatoriçe’si hasta düşmüştür. En bilgili doktorlar bile derdine çare bulamamaktadır. Tüm yaratıklar kaygı içindedir. Çünkü Fantazya’da hayatın merkezi olan Çocuk İmparatoriçe’nin sonu onların da sonu demektir. Ancak her şey bitmiş değildir. Çocuk İmparatoriçe Fantazya’nın kaderini emanet edeceği kahramanı seçmiştir bile. Bu kahraman Ot Denizi’nde yaşamaktadır. Ot Denizi… Rüzgârın adam boyundaki çimenlerin üzerinde dans ettiği bir yerdir burası. Ot Halkı’nın ülkesidir. Yeşilderililer olarak da bilinen bu halkın tüm üyeleri cesur avcılardır. Son derece gösterişsiz ve çetin şartlarda yaşarmakta; yiğitlik, onur ve iyilik için eğitilmektedirler. İmparatoriçe’nin seçtiği bu kahraman da bir Yeşilderili olan Atreju’dan başkası değildir. Halkının diğer tüm üyeleri gibi cesur olan Atreju görevi hemen kabul eder. İmparatoriçe’nin madalyonunu boynuna geçirir ve büyük arayış için yola çıkar. Madalyonun adı AURYN’dir ve kitabın kapağını süsleyen, birbirlerinin kuyruklarını yutan iki yılandan oluşmaktadır. Fantazya’daki tüm canlıların saygı gösterdiği bir mücevherdir bu. Atreju cesur olmasına cesurdur, ataları avcı olan dayanıklı bir toplumun üyesidir ve İmparatoriçe’nin madalyonunu taşımaktadır, ama yine de olağanüstü güçleri olan bir kahraman değildir. Ne kurşun geçirmez bir derisi, ne kaslı vücudunu sarmalayan gösterişli bir kostümü vardır. Çocuk İmparatoriçe dışında herkesin şüpheyle yaklaştığı bu çocuğu gerçek bir kahraman kılan da budur zaten. Atreju minik bedenine oranla kocaman bir yüreğe sahiptir. Kim bilir belki de yalnızca Çocuk İmparatoriçe’nin derin bilgeliği sayesinde görebildiği ve bizim gibi ölümlülerin asla anlayamayacağı başka özelliklere de sahiptir. Atreju hangi özelliklere sahip olursa olsun bir çocuktan ötesi değildir kuşkusuz. Ve büyük arayışı sürdürürken bir dosta birçok kahramandan daha çok ihtiyacı vardır. Bu dost çok geçmeden çıkacaktır karşısına. Fantazya’nın en muhteşem canlılarından biridir bu: Bir uğur ejderhası! Ama hayır, Fuchur -işte adı budur- sizin bildiğiniz ejderhalardan tamamen farklıdır. Ateş kusarak zırhlı şövalyeleri kömüre çeviren, zardan kanatlarını çırparken habis gölgesini üzerinize düşüren korkunç bir yaratık değildir o. Böyle canavarlarla hiç mi hiç benzerliği yoktur. Fuchur bir bulut kadar hafif, uçmak için kanatlara ihtiyacı olmayan neşeli bir canlıdır. Ve Fuchur ile onun beyaz yelelerine tutunan çocuk kahraman Atreju, hasta düşen Çocuk İmparatoriçe’nin ve hiçliğin tatlı niyetine midesine indirdiği Fantazya’nın derdine derman bulmak için maceradan maceraya uçup dururlar. Öyle ki sınırları olmayan Fantazya bile onlara dar gelecek, arayışlarını sizlerin de yabancısı olmadığı bir dünyada sürdürmeye devam edeceklerdir. Ancak Michael Ende’nin Bitmeyecek Öykü’nün bazı bölümlerinin sonunda dediği gibi: Bu maceralar başka bir yazının konusudur ve başka bir zaman anlatılması daha iyidir. O yazıyı bekleyemem diyenler… Maceraların nerede anlatıldığını biliyorsunuz. Tek yapmanız gereken bir kitapçının raflarını kurcalamak. Sizlere şimdiden iyi okumalar dilerim. Atreju’ya benden selam söylemeyi unutmayın sakın. Kadri Kerem Karanfil

103


Conan - Mehmet Günay Ercan

Kahraman

Örümcek Adam ve Ben Gözlüklü, cılız bir genç. Derslerinde gayet başarılı, özellikle fizik, kimya ve matematik alanlarında. Pek öyle güçlü kuvvetli biri olmadığı için en sevmediği ders ise beden eğitimi. Sosyal becerileri ise pek iyi değil. Okulun popüler isimlerinden biri değil doğal olarak. Hoşlandığı kızlara da açılamıyor zaten, biraz kendine güven problemi var. Gencin adı Peter Parker… olabilir mi acaba? Olabilir ama bu birkaç cümle ile aynı zamanda kendimi de tanımlamış oldum. Örümcek Adam, daha doğrusu Peter Parker karakteri ile ilgili çoğunlukla sıradan insanın kendisi ile en rahat özdeşleştirebileceği süper kahraman olduğu yolunda yorumlar yapılır. Bunun doğru olduğunu bizzat kendimden biliyorum. İşte bu yüzden Örümcek Adam için rahatlıkla benim kahramanım diyebilirim. Çocukluğunda bir süper kahraman olduğunu hayal edenler çoktur sanırım. Benim en çok hayal ettiğim süper kahraman Örümcek Adam’dı. Sadece hayal etmekle de kalmaz, önüme zamanın Bilka Yayınları’ndan çıkan Örümcek Adam maceralarını açar, evin salonunda adeta bir tiyatro oyunu gibi onları canlandırmaya çalışırdım. Ağla oradan oraya sallanma işini koltuktan koltuğa atlayarak hallediyordum belki ama duvara tırmanma olayı biraz sıkıntılıydı tabii. Yine de Örümcek Adam’ın beni esas çeken noktası suçlularla mücadelesi, o artistik hareketleri değildi aslında. Örneğin kimya alanındaki becerisi ile kartuşlardan fırlattığı ağını kendisinin icat etmiş olması çok hoşuma gidiyordu. Bir de elbette günün birinde o tıfıl oğlanın Mary Jane Watson gibi bir güzellikle birlikte olabilme ihtimali çok çekiciydi (o dönem okuduğum maceralarda Gwen Stacy ölmüştü zaten). Yaşım 40’a yaklaşmışken hala bekar olduğuma göre karşıma bir Mary Jane Watson çıkmasını bekliyor olabilir miyim acaba? Neyse günün birinde bir psikoloğum olursa ona bu yazıyı göstermeliyim galiba… Örümcek Adam’ın o atletik yapısına çok özenmezdim dedim ama farklı zamanlarda işin o yanını da düşündüğüm olmuştur. Mesela 30 yıl öncesinin otobüslerini hatırlayanlar bilirler, yolda sürekli sarsılırlar, fren yaptıklarında insan ayakta kalmakta bile zorlanırdı. Böyle anlarda kendi kendime sen Örümcek Adam’sın, şu anda ayaklarınla yere yapışmış durumdasın, hiçbir kuvvet seni buradan ayıramaz dediğim olmuştur. İnsanın çocuk aklıyla hayal ettikleri belki bunlar ama böyle düşünmediğim bir yolculukta önümde tutunacağım birileri olmasaydı az daha yere kapaklanacağım, kendimi Örümcek Adam olarak hayal ettiğim hiçbir yolcukta ise tökezlemediğim de bir gerçektir. O zamanlar elbette Örümcek Adam çizgi romanlarının geçmişi üzerine çok bilgim yoktu, sağolsun Bilka Yayınları da pek bilgi vermezdi doğrusu. Ne Örümcek Adam’ı Stan Lee ve Steve Ditko’nun yarattığından haberim vardı, ne de bu karakterin 1962’den beri yazılıp çizildiğinden. Zaman ilerledi, bazı arkadaşlarım büyüdükçe çizgi romanları çocuk işi olarak görmeye başladılar ama benim çizgi romanlara olan ilgim hiç kaybolmadı, özellikle Örümcek Adam’a ilgim. Stan Lee ve Steve Ditko’yu tanıdım, başka başka yazar ve çizerlerin Örümcek Adam’a kattıkları yorumlara şahit oldum, bir dönem Todd McFarlane’in Örümcek Adam’ına hayran kaldım, bu arada Kara Kedi de Mary Jane sonrası Örümcek Adam’ın hayran olduğum başka bir kız arkadaşı oldu. Bir dönem Türkiye’de çizgi roman yayıncılığı bitme noktasına geldiğinde artık Örümcek Adam’ı orijinal dilinden takip edebilecek duruma gelmiştim. Sağdan soldan orijinal Örümcek Adam sayıları toplayıp durdum, sonrasında zaten İnternet’ten sipariş edebilme imkanı çıktı. Burada adını bile anmak istemediğim çok kötü maceralar da okudum belki ama Örümcek Adam hep hayatımın bir yerlerinde oldu. Bu arada animasyon serilerini ve filmlerini de takip etmeye devam ettim elbette. Bu uyarlamaların beğendiğim noktaları kadar beğenmediğim noktaları da oldu elbette ama yine de mümkün olduğu kadar herhangi bir Örümcek Adam uyarlamasına toz kondurmamaya çalıştım. Ne de olsa kimse bilmiyordu ama o Örümcek Adam aslında bendim bir zamanlar… Not: Bu yazıyı sevgili duvar sürüngenimiz için yazdım ama özellikle çocukluğumda çok sevip tiyatro gibi oynadığım kahramanlardan bahsettiğim bir yazıda Silver Surfer ve Karaoğlan’ı da anmazsam onlara haksızlık etmiş olurum, vicdanım rahat etmez. Onlar da benim kahramanlarım. Hasan Nadir Derin

104

105


Seyfettin Efendi - Devrim KUNTER

Kahraman

Kötüler de Kahraman Olur

İlk kahramanlarım masallarda yaşıyordu. Parmak çocuk, kurşun asker, ejderhalarla savaşan prens… Masal sayfalarındaki hareketsiz adamlar daha sonra yerlerini çizgi filmlerin renkli, kimi zaman da siyah beyaz hareketli resimlerine devretti. Hepsi de beraber yaşıyorcasına yanımda hissettiğim, hatta rüyalarıma dahi giren dostlarımdı. Yıllar geçti, büyüdüm. Çocukluk kahramanlarım, geçmişin güzel anılarında kayboldu, kaybolmadıysa da derinlere gömüldü. Büyümesine büyüdüm ancak hayal dünyam küçülmedi. Bilakis daha da genişledi. İçini dolduracak yeni kahramanlara ihtiyacım vardı ve bu sefer de edebiyat, sinema ve daha sonra da çizgi romanlar yardımıma koştu. Artık kahramanlarım değişmişti, naif oldukları da söylenemezdi. King Kong bunlardan biriydi. Empire State binasının tepesine çıkarak uçaklara kafa tutan dev bir goril. Bir eliyle uçakları yere düşüren, diğer eliyle de sarışın bir kadını tutan devasa büyüklükteki yaratık. Gerçekte ise kendi topraklarından kopartılarak büyük bir şehre getirilen, insanları eğlendirmek adına sömürülen, kendi habitatından alınarak yalnızlığa ve mutsuzluğa mahkûm edilen bir varlık. En azından anlatılanları ben böyle algılamıştım. King Kong filmlerinde kimileri dev gorilin neden olduğu vahşeti görürken, ben insanoğlunun karanlık tarafına şahit olmuş, acıma duygusuna sevgimi katarak bir gorile karşı sempati

106

107


Space Adventure Cobra - Yunus Kocatepe

Kahraman

duymaya başlamıştım. İnsanların bu denli sorumsuz olmalarına karşı duyduğum öfke beni mağdur olana, yani dev gorile yakınlaştırmış, onu kahraman mertebesine yükseltmeme sebep olmuştu. Filmler, insanın dünyasına bir kere girdi mi çıkmak bilmezler. Gerçi hepsi de senaristler tarafından yazılan kurmacalardır. Onlardan etkilenmek pek de doğru sayılmaz ama dünyaya farklı açıdan bakmayı öğretirler. Gerçek hayatta karşılaşamayacağınız olasılıkları gösterirler. Böylece tekdüze bakış açısı yerle bir olur, hayal dünyası bir kat daha genişler. Genişleyen hayal dünyası bazen bizleri olmadık diyarlara götürerek gerçek hayattan uzaklaştırır bazen de gerçek hayatı daha iyi, daha farklı tanımamıza imkân sağlar. Betonlarla örülmüş şehir hayatında bir gorille karşılaşmak imkânsız olmakla birlikte bunu gerçek kılacak yalnızca filmlerdir. Bir film, bizleri ormanlara, Kongo’ya götürür; onların yaşamlarını, dramlarını düşünmeye sevk eder. XXXXX Bir de yaratık Frankenstein vardı. İsmi dahi konulmamış ve ölü insan uzuvlarının birleştirilmesiyle yaratılmış canavar zevk için mi öldürüyordu? Yoksa görünümünden dolayı dışlanmış, sosyalleşme çabaları sonuçsuz kalmış, bırakın insanları kendi yaratıcısı tarafından dahi reddedilen bir zavallı mıydı? Hem romanı, hem de ilk sesli filmi aslında hırsı ve merakı uğruna bir insan yaratan ve onu yobaz bir toplumun içinde yalnız bırakan bir doktorun sorumsuzluğunu anlatmıyor muydu? Toplumsal düzenin, insani ilişkilerin, sosyal kuralların varlığından dahi haberi olmayan bir yaratık, nasıl olur da insanlar tarafından yargılanabilirdi? Pek âlâ yargılanabilirdi, zira “suç” kavramının sınırları insanlar tarafından, yani güçlü olan tarafından çizilmişti. Peki ya Opera’nın Hayaleti Eric. Eric’in korku verici davranışlarının tek sebebi salt kötü olması değildi. Çirkin görünümünden dolayı anne ve babası tarafından dahi sevilmeyen, çocukluk yıllarında panayırlarda sergilenen, sevgiden yoksun olarak devam ettiği hayatında insanlar tarafından dışlanan Eric’in, Paris Operası’nın dehlizlerinde kendine bir hayat kurması acaba kendi suçu mu, yoksa yaradılışının bir sonucu muydu? Ya da asıl suçlu içinde bulunduğu toplum muydu? Cevap görecelidir ama ortada bir gerçek vardır. Maske takarak deforme olmuş yüzünü insanlardan saklayan bir “kötü”, gerçek yüzlerini hem de maske takmadan saklamasını başarabilen “iyi” insanlardan çok daha dürüsttür. En azından benim için öyle. XXXXX Büyüdükçe bazı kötüler kahramanlarım olmaya başlamıştı. Zaman zaman onları mazlum olarak da kabul ediyordum. “Güzel ve Çirkin”i farklı bir gözle izliyor, Lon Chaney’in “Kurt Adam”ını lanetten kurtulmaya çalışan mutsuz bir hikâye olarak değerlendiriyor, “Kara Gölün Canavarı”nı doğasından koparılan zararsız bir hayvan olarak görüyordum. Niyetim canavarların kötü eylemlerini meşrulaşmak pek tabii ki değildi, hiçbir zaman da olmadı. Yalnızca onları öteki olarak değil, onları öteki olmaya sürükleyen nedenleri görmeye çalışıyordum. Anlamaya çalışırken de biz insanların ne kadar duyarsız, vahşi ve bencil olduğuna tanıklık ediyordum. Kendimi, kendi ırkımı tanıdıkça insanoğlunun yaptığı güzel şeylere değil, bardağın boş tarafına odaklanıyor; iyi ve kötü kavramı birbirine karıştığında kötüler de kahraman olabilir diyordum. Her ne kadar diğer kahramanların aksine hayat kurtarmasalar da onlara sırtımı çevirmiyor, yalnızca anlamaya çalışıyordum. Kendi türümü ise anlamaya çalışmayı çoktan bırakmıştım. Fatih Danacı

108

Space Adventure Cobra Kabarık sarı saçları, kıpkırmızı elbiseleri, ağzından düşmeyen purosu, sol kolunu dönüştürebildiği ekstra süper güçlü lazer silahı ve her bölümde ayarladığı 90-60-90 kızları ile Space Adventure Cobra çocukluğumun idolüdür. Kahraman dediğin de bence insanın idolü olmalıdır. Benim tam okula gitme saatime denk geldiği için, her gün sadece ilk on dakikasını izleyebilmişsem de, Cobra'nın yeri bende her zaman başka olmuştur. İnternet devriminin ardından bütün bölümlerini bulup, büyük zevk alarak tek tek izledim. Hayal gücümün ilk temellerinin atılmasında Cobra'nın yeri büyüktür. Çünkü Cobra diğerlerinden farklıydı. O zamana kadar görüdüğüm bütün çizgi filmler hep komiklik üzerine farklı hayvanların başına gelen absürd kazalardı. Cobra, bazen sakarlığı yüzünden insanı güldürüyorsa da, komedi unsurlarını pek kullanmazdı. Cobra, biraz daha olmak istenilecek, imrenilecek bir karakter olarak diğerlerine fark atar. Hafif hentai havaları ve daimi yardımcısı Lady ile de gönlümü ayriyetten fethettiğini de not düşmeliyim. Keşke daha fazla olsaydı da daha fazla izleyebilseydik. Yunus Kocatepe -

109


Kahraman

Kahraman

Önce “kahraman” tanımına bir bakalım: Gerçek veya sanal birisi hakkında “kahraman” dediğiniz veya “kahramanım” diye bahsettiğiniz zaman o kişiyle adı bazen tam konulmamış bir tür bütünleşmeniz söz konusudur. Sizin tarafınızdan karşı taraf bilsin bilmesin en azından memnuniyet verici bir benimseme oluşmuştur. “Kahraman” genelde olumlu değerleri, hayranlık verici özellikleri ve farklı zamanlarda ortaya çıksa da zekâsı ve cesareti sayesinde çoğunlukla bizlerin başarmak isteyip te beceremediklerimizi bizler namına yürüten biri olma özelliğini taşır. Bu anlamda da gönüllü bir kurbandır. LISBETH SALENDER, pratik zekâsı ve çok hızlı bilgisayar kullanma ve araştırma yeteneğiyle iş çevrelerinin arayıp ta bulamadıkları türden biri ama öbür taraftan sıra dışı giyimiyle (punk), lafı eveleyip gevelememesiyle, hiç alttan almamasıyla ve üstelik bu özelliklere sahip bir kadın oluşuyla kolay kabullenilen, bilhassa düzene alışmış , uyuşmuş toplum anlayışına uyan bireylerden değil. Şartlı tahliye edilmiş. Ayrıca daha derinlerinde bu uyumsuzluk neleri doğurmuş, iç dünyasında nelerin yüzdüğünü ve LISBETH’in nereye kadar gidebileceğini kimse pek bilmiyor. Çoğu toplumun veya toplum parçasının ortak özelliği gibidir, bireyin genel birey görüntüsünden fazla şaşmaması istemi. Sadece uyulmasını bekleyen her türlü yönetici (ya da iktidar sahibi olan diyelim buna ) anlayışının dışında gezinen LISBETH bu anlamda kesin bir isyankârdır.

LISBETH’i tamamlayan ve onu belirleyen şekilsel unsurlardan en önemlisi bütün sırtını kaplayan ejderha dövmesidir. Bu dövme çoğu zamane bireyinin vücutlarının çeşitli yerlerine kondurttuğu ve onların aldatıcı biçimde “özgür birey” olduğunu düşündürtüp kendilerini kandırdıkları deri görselliklerinden değildir. Ejderhanın yansıttığı öfke ve ateşle gerçekten de doludur genç kadın. Yaşadıklarının bir anlamda işaretidir ejderha. Hatırlamasını ve öfkesini hep diri tutmasını sağlayan dövmesinin hakkını verecektir. LISBETH bir anlamda özel bir yansıtıcı. Eline bir fırsat geçiyor ve toplumun, göze ilk bakışta hoş gelen ve çoğumuzun kanıksadığı ve bu yüzden yanıldığımız perdesini aralıyor ve arkadaki kokuşmuşluğu gözümüze sokuyor. Şahsında ve yolculuğunda şunun bir kere daha farkına varıyoruz. Hiçbirşey göründüğü gibi değil. Hele yüksek sosyete, ihtişamlı bir yaşam çoğu zaman sırları ve utançları barındırmada çok başarılı. İktidarın ve paranın satın alma gücü, gizlenmesi istenenleri rahatlıkla saklıyor. Ta ki korkmayan ve gerçeği bulabilmek için (Gerçeği bulma çabası doğru bir amaçtır.) sonuna kadar mücadele eden birileri devreye girene dek. LISBETH, başrolünde NAOMİ RAPACE adlı muhteşem bir oyunculuk sergileyen ve zaten bu sayede uluslararası bir oyuncu sınıfına hızla dahil edilen (PROMETHEUS) aktrisin canlandırdığı punk’çı bir kadın karakter. Önce romanı yazılmış. Seri üç film sürüyor. Bu kız tehlikesini bilemediği bir olayın çözümüne çalışan dürüst bir gazeteciye yardım ederken içinde ensest ve cinayetin olduğu giderek karmaşık ve ölümcül bir dünyaya adım atıyor. Bu arada kendi kaosundan da sıyrılmaya çabalıyor. Yaralı ve sıkışık insanların hasarı fazladır. Yaralı insanların sıkışık durumlarından faydalanmak isteyenler daha da yoğun bir acı yaşatırlar. Şartlı tahliye ile dışarıda olan LISBETH, paraya çok ihtiyacı olduğunu bilen şartlı tahliye memurunun sadistçe şiddet yüklü tecavüzüne uğrar. Parayı almak için onunla yatmaya hazır olan LISBETH köşeye sinen çoğu insandan farklı davranır. Adamın evine bir kez daha giderek şok aletiyle onu paralize eder. Daha sonraki aşama erkek vahşetinin en zalim durağı olan tecavüzün yer değiştirmesidir. Adama yapılan işlem hakimiyetin güçlü olana geçtiğini belgeler. Bu kez güçlü olan LISBETH’dir ve bu şahane intikam şahane bir imzayı hak eder. Adamın göğsüne adamın ne olduğunu dövme aletiyle kazır LISBETH. Ejderha ateş kusar, LISBETH ise kinini. LISBETH başkaldırının ve kısasa kısasın bir temsilcisi gibidir. Ve o öldürücü sessizliği içinde, kimseye başeğmeyen yapısı sadece kendisiyle ilintili bir beden, bir toplumu kabul etmeme başkaldırışı değildir. O dürüstlüğe âşıktır. Ve dürüst olana saygı duyar. İçinde var olan ve ölmemiş tek değer budur. Topluma uyumsuz ve toplumu genelde iki yüzlü olarak kabul eden LISBETH aslında sağlıklı bir toplumun arzuladığı “dürüstlük “ peşindedir – ki. Bu normal şartlarda bir kahramanın en önemli özelliği sayılmalıdır. LISBETH’i seçmeyebilirdim. Sayılamayacak kadar çok hayali karakter ve gerçek kişi var zihin listemde. Mesela tapu müdürlüğünde çalışırken, beş yıl kadar önce yeşil kart soruşturması için müdüriyetimize gelmiş “ yüzü olmayan yaşlı adam” ı bu yazının konusu olarak ele alabilirdim. Yüzündeki, operatörlerin taktığına benzer maskesini korkunç bir böğürtüyle, benden bir anlamda izin isteyerek çıkartan ve masamın hemen yanındaki iki kadının bayılmasına, uzaklardan bir başka kadının “ bunlar buraya neden gelip bizim moralimizi bozuyorlar” diye tıslamasına (!) sebep olan seksen küsur yaşlarında uzun boylu zayıf yaşlı adam. Zihnim bana gözlerimi o yaşlı adamın gözlerinden kesinlikle ayırma komutunu vermişti. Zaten adamın yüzünde gözlerinden başka bir uzuv yok gibiydi. “Ben bomba yedim”. Bana yazdığı kâğıtta böyle belirtmişti durumunu. Yüzü koskoca bir çukur kaplamıştı. Ne burun, ne ağız, ne dil, ne diş, ne de dudak... Ve bu adam, kalem koleksiyonu yaptığını yine o kâğıdın arkasına eklemişti sonradan. Yaşama yine de tutunmaya çabalayan, aile nüfus kaydındaki karısı ve çocukları ortada gözükmeyen bir gerçek kahraman. Yaşam bizlere mutluluk veren veya düşündürten karakterlerden sunar zaman zaman ve onların yarattığı etkiyle besleniriz. Kaplumbağaları bostanındaki domatesleri yemesin diye ters çeviren bostan

110

111

LISBETH SALENDER


Lone Ranger - Necmi Yalçın

Kahraman sahibinin arazisine 1966 yazında hemen her gün dalıp, ters çevrilmiş ve günlerce sürecek acılı ve çaresiz ölüme atılan kaplumbağaları kurtarırdık. Bir gün bizi yakalayıp beni kolumdan tutarak dedeme şikâyet eden bu yakın komşuya dedem, komşuluğu falan bir tarafa bırakarak “ ulan deyyus, sen ne hain adamsın, bu çocuklardan biraz vicdan kap, valla seni öldürürüm “ diye çok sert çıkmıştı. Dedem de benim bir başka kahramanımdı. LISBETH’i böyle bir yazıda öne geçirmemin asıl nedeni, kendi dünyasında korkunç bir kaos yaşayan, toplumun çok büyük kısmı tarafından kabul görmeyen bir punk’çı kızın toplumsal düzeyde bize bir ders vermesi. Şu an “ her devrin adamları” diye nitelendirdiğimiz korkak, pısırık, etliye sütlüye karışmayan, kuvvetlinin yanında yer alan yığınla gazeteciye belki biraz utanç duyarlar diye izletilmesi gereken bir zorunluluktur LISBETH ve gazeteciyle giriştiği macerası. Yaralı karakterleri severim. BATMAN’iSUPERMAN’den daha fazla benimsememin sebebi de budur. LISBETH, kişisel olarak çok önem verdiğim ve uygulamaya çalıştığım “dürüstlük” kavramını bütün iç ve dış zorluklara rağmen simgelediği için bu yazının nesnesi oldu. Çeşitli sebepler öne sürerek ahlak bekçiliğine soyunan (Örneğin LISBETH lezbiyendir.) maskeli toplumların kesinlikle reddettiği tiplerin bir prototipi gibidir bu genç kadın ama çoğunun ulaşamayacağı derecede namusludur, onurludur. Riyakâr değildir. Acılıdır ama bu kendi acısına gömülmesini sağlamaz. Tersine ideal uğruna çekinmeden ilerler. LISBETH bir taraftan da antikahramandır. Yani çağın en sıra dışı karakterlerinden olan, sadece ağır suçluları (katilleri ) öldürmeye yönlendirilmiş dizi karakteri DEXTER’i çağrıştırır. Anormalliği ile ve kendisine saldırıldığında ölümcül tepki veren LISBETH, dürüstlüğü düstur edinmiş, korksa bile pes etmeyen gazetecinin manen yok edilmesi ve haksız yere hapse atılması fikrine dayanamaz. Gazetecinin hayatını mahvetmeye koyulmuş işadamını kılık değiştirerek muhtemelen intihar süsü vererek öldürmüştür (ilk filmin sonu). LISBETH’in iç macerası da çok çarpıcı ve hüzünlüdür. Küçük yaşta babasının annesine kullandığı şiddet yaklaşımının (Babasını arabada yakma teşebbüsünde bulunmuştur.) etkisiyle erkeklerden nefret etmiştir. Cinselliğindeki sapmanın sebebi de muhtemelen budur. Birlikte çalışma fırsatı bulduğu gazetecinin adaleti gerçekleştirmek için korkmadan ve kendisini nereden geleceği belli olmayan giderek yaklaşan tehlikeye atılması onu çok şaşırtmıştır. Bu olumlu şaşırma, tiksinti duyduğu erkek kesiminin bir ferdiyle hem fiziksel hem belli belirsiz ama gerçek bir duygusal ilişkiye de girmesine yol açmıştır. “ Dürüstlük” ve “ doğru adalet anlayışı” burada sanki her şeyi rayına oturtan bir katalizör görevi sunmaktadır. LISBETH, sonuç itibariyle çocukluk travmalarının şekillendirdiği ve yönlendirdiği otuzlarında bir genç kadın. Erkeklerden nefret etmiş ama intikam duygusunun hep barındığı ve her tarafa sindiği öfkeli ve yalnız yapısında iyi bir şeyleri de korumasını bilmiştir. Belki kendisinin de fark etmediği bir özellikti bu, Kirlenmeyi ve çürümeyi çok iyi bilen ve kendisini çürüten dünyaya son derece öfkeli bir birey. Bu anlamda pek çok karakteri, kahramanı üzerinde barındırıyor denilebilir, örneğin V forVendetta. LISBETH her şeyiyle öfke ve başkaldırıdan beslenen PUNK kültürünün nelerin üzerine inşa edildiğini de gözümüze sokuyor. “Amaca giden her yol mübahtır” tarzı Makyavelist düşünce tarzının hedef bölümünü “ doğru bir amaca…” olarak benimseyen bu çılgın ve çok tehlikeli kadın hem yaralı kahramanların hem aynı zamanda anti kahramanların tuhaf bir karışımı şeklinde karşımıza çıkıyor. Pırıl pırıl bir kahraman değil ama içinde pırıl pırıl bir cevher var ve bu yabana atılamayacak kadar değerli. Birbirine zıt iki yolun olduğu kavşakta tercihini doğru ve güzel yoldan yapacak gibi duruyor. Hüsnü Çoruk

112

113


Kahraman

Kahraman

Mavi Kaplan’ın Laneti: Punisher Marvel evreninde de kâbus görür insanlar. Süper kahramanlar gökdelenlerin aralarından süzülerek geçerken aşağılarda, ta derinlerde trajedilerine gömülmüş suretler görürüz zaman zaman. Çoğunu bilmeyiz, onlar en fazla bir kahramanın hikâyesinde yan karakter olarak görünüp kaybolmaya mahkûmdurlar. Marvel evreninde süper güçleriniz yoksa sessizliğinizle yaşarsınız genelde. Size yapılan kötülüğün cezalanması için geceleri dualar edersiniz. Ancak bazen mutlu ve huzurlu insanlar, sevdiklerinin ellerinden alınmasına dayanamaz. Bazen her gece kâbus görerek değil de hak edenin kâbusu olarak yaşamaya ant içer bu insanlar. Bazen aralarında bir tanesi ayağa kalkar ve Marvel evreninde kâbus, siyah bir tişörtün üstünde beliren silik bir kurukafa olarak belirir. İnanın bu kabusu görmek istemezsiniz. Ve eğer kurukafayı görüyorsanız, bir şey çok nettir: Artık asla uyanmayacaksınız... Frank Castle, namı diğer Punisher’ı Türkiye’de ilk olarak “Mavi Kaplan” olarak tanıdık, sevdik (Düşününce, “Cezalandırıcı” gibi mekanik bir çeviriye kıyasla “Mavi Kaplan” güzel bir seçim olmuş). İlk olarak Spider-Man’in 1974 yılında yayınlanan 129. Sayısında karşımıza çıkan Punisher o sıralar bir Spiderman düşmanı olmasına rağmen büyük ilgi toplamış, bu ilgi Marvel’ın seksenlerde Frank Castle’a özel bir seri fikrini ciddi ciddi düşünmesine vesile olmuştu. Bilmeyenlere özetimizi geçelim. Frank Castle (Castiglione), İtalyan göçmeni bir ailenin çocuğu olarak New York’da dünyaya gelir. Bir süre Katolik rahibi olmayı kafasına koyan genç Frank, zamanla fikrini değiştirir ve orduya katılır. Vietnam Savaşı’nda senelerini geçiren genç asker, aralarında “Mor Kalp” dahil olmak üzere pek çok madalya ve nişan ile ödüllendirilir. Ne var ki Frank’in Vietnam’dan getirdiği tek şey madalyaları değildir. Savaşın karanlığı o ne kadar inkâr etse de içine işlemiştir. Geçmişi geride bırakıp hayatına devam etmeyi planlayan Frank’ın tüm hayatı, Central Park’taki küçük aile pikniğinde mutlak karanlığa bürünür. Tam da piknik günü Costa Ailesi rakip mafyanın üyelerini parkta infaz etmektedir ve Castle ailesi hiç de hesaplanmamış tanıklardır. Frank, eşi Maria ve çocukları kurşun yağmuruna tutulur. Aileden tek hayatta kalan Frank olur ancak o da adalet sisteminin kendisine yardım edemeyeceğini acı bir şekilde idrak eder. Herkes katillerin kimliğini bilmekte, kimse bir şey yapamamaktadır. Costa Ailesi güçlüdür ve polis onları durdurmayı denemeyecektir. Bu noktada adaletin kılıcını taşıyabilecek tek kişi vardır, o da her şeyini kaybetmiş o eski aile babasıdır. Ve o kılıç Vietnam yıllarının verdiği hırsla bileylenmiştir artık.

114

İlk olarak 1974’te karşımıza çıksa da Frank Castle kendi suç savaşına ancak 1986 Ocak’ında dört sayılık bir miniseri ile başlayabildi. Bunu 104 sayılık The Punisher takip etti. Eş zamanlı olarak yayınlanan War Journal ve War Zone serileri ile adaletin barut kokan tişörtünü doksanların ortalarına kadar panellerde izledik. İlginç bir şekilde bu üç uzun Punisher serisi aynı anda, 1995 Temmuz’unda yayın hayatlarını bitirdiler. Arada inişli çıkışlı denemeler oldu, Frank Castle yeri geldi Marvel evreninin kodamanlarıyla yeri geldi cehennem zebanileriyle dövüştü. Ancak 1995 için Punisher’ın erken emekliliği diyebiliriz. Sonrasında 2000 yılına atlıyoruz. Her nasıl oldu ise genç İrlandalı yazar Garth Ennis elini taşın altına sokmaya ve uyuyan adalet meleğini uyandırmaya karar verdi. Çizer Steve Dillon ile başlayan bu bir senelik The Punisher serisi, uzun süredir kendisinden ses çıkmayan Frank Castle’ın New York’a dönüşünü anlatıyordu. Ennis-Dillon birlikteliği ile kara komedinin derinliklerinde kaybolduğumuz, aksiyonu da vahşeti de bol bir Punisher süreci kendini gösterdi. Bu seri daha sonra The Punisher: Frank Castle ile devam etti, ardından PunisherMAX ile zirveye ulaştı. PunisherMAX ile yepyeni bir fazda bulduk kendimizi. Ölüm meleği Frank’ın aslında altmış yaşında olduğunu yavaş yavaş idrak etme zamanımızdı artık. Artık New York’ta suratımızı görünce şapşalca vurulmayı bekleyen gangsterler yoktu, artık boş vakitlerimizde iki tokat atıp yamultabileceğimiz bir Spiderman yoktu. Yoldaşımız Microchip’in bizi FBI’a sattığı, sokaklarda uyuşturucu satıcılarının, tecavüzcülerin, çocuk katillerinin hüküm sürdüğü, adalet savaşının kaybedildiği bir dünyadaydık MAX serisinde. Frank Castle’in MAX serisinde zihni karardıkça karardı, Vietnam ile Manhattan arasındaki ince çizgi gittikçe önemini yitirdi. 75 sayılık MAX serisinin ardından Garth Ennis sahneden çekildi ve intikam meleğini yazar Jason Aaron ile çizer Steve Dillon’un yeteneğine emanet etti. 2010-2012 arasındaki 22 sayılık bu ikinci kısa MAX serisi bize Punisher’ın en epik savaşını, Kingpin ile girdiği büyük çatışmayı muhteşem bir hikayeyle sunuyordu. Bu seride hem Bullseye, Elektra gibi karakterleri çok daha gerçekçi (ancak alıştığımızdan çok daha psikopat) bir şekilde görüyor, hem de çok temel bir soruyu defalarca kendimize ve Frank’e soruyorduk: Castle’ın savaşı gerçekten aile katledildiği için miydi? Alınan intikam sadece ailesinden dolayı mıydı? Mutlu bir hayatı Tanrı ona bahşetse Frank hep evinde oturan bir baba mı olacaktı? Frank Castle’ın hikayesi 2012 Şubat’ında muhteşem bir finalle noktalandı. Marvel yeni bir seri ile hikayeyi tekrar canlandırmayı denedi, ancak Ennis’le tekrar New York’a dönen Castle’ın huzur vakti gelmişti artık. Bazı hikayeleri yerinde bitirmek gerekirdi, Punisher için bu gerçekleşmiş oldu. Tabii Punisher’ın hikâyesini sadece çizgiromanla kısıtlamak elbette olmaz. Çok şansı yaver gitmedi belki, ama Frank Castle sinemada üç kere kötülerle savaştı. İlk olarak 1989 yılında Dolph Lundgren tarafından canlandırılan Frank Castle, bu filmde daha genç bir suç savaşçısı idi. 9 milyon dolarlık bütçeyle yola çıkan film beklediği ilgiyi bulamadı. İkinci Punisher filmi on beş yıl sonra, 2004 yılında Thomas Jane’in oyunculuğu ile beyazperdeye taşındı. Bu sefer büyük ümitler vardı, Ennis’in çizgiromanları büyük ilgi toplamıştı, bir seyirci kitlesi söz konusuydu. Üstelik filmin kötüsünü John Travolta oynayacaktı! İyi oyuncu seçimlerine rağmen sıkıcı bir aksiyon olmaktan öteye geçemedi bu film de. Gene de üçüncü deneme için bir on beş sene beklenmedi. 2008 yılında çekilen Ray Stevenson’lı War Zone, alabildiğine kanlı alabildiğine karanlık idi. Ama bu film de başarılı bir senaryodan mahrum kalmıştı. Tam tüm umutlar sönerken 2012 yılında San Diego Comic-Con’da Thomas Jane’li yeni bir Punisher kısa filmi kendini gösterdi. Yaklaşık on dakikalık Dirty Laundry isimli film için rahatlıkla Punisher külliyatının en iyi sinema deneyimi denilebilir. Castle’ı hiç tanımadıysanız bir on dakikanızı bu filme harcayın, çizgiromanları edinmek için delicesine koşturacaksınız... Yigilante Kocagöz

115


Kahraman

Kahraman

Rincewind Antikahraman Bir Kahraman Eminim daha önce Terry Pratchett’ın “Diskdünya” (Discworld) romanlarını okumuşsanız başlığı görür görmez muzip bir espri yakalamışçasına gülümseyeceksinizdir. Üstün bir mizah anlayışı ve usta bir üslupla yazılmış Diskdünya kitaplarının, evrenin kendisinin ve karakterlerinin her biri ayrıca bahsedilmeye değerdir emin olun. Okuduklarım içinde “kahramanım” diyebileceğim birçok karakter çıkabilir ancak içlerinden yegâne benimsediğim karakter “Rincewind” nam –neredeyse- sihirbaz (wizard) olmuştur. Rincewind, Diskdünya’nın netameli ve debdebeli şehri Ankh Morpork’ta yükselen “Görünmez Üniversite” (Unseen University) nam sihirbazlık okulunun öğrencilerinden biridir. Takribi on yıllardır aynı seviyede kalması, bir büyü haricinde hiçbir büyü bilmemesi – ki onu da nasıl yapabileceğini bilmemektedir – ve şapkasının üzerinde “sihirbaz” (wizard) yazısı olmasa kesinlikle bir sihirbaz olmasına ihtimal verilememesi onun hakkında bir fikir vermektedir aslında. Aynı kişinin sürekli ölüm tehlikesiyle burun buruna gelmesi, başının beladan kurtulmaması, tabiri caizse ömrü hayatından hengâmenin eksik olmaması da bunların üstüne eklenince Rincewind karakterine dair aşağı yukarı kitabı okumayanlara bile bir fikir vermektedir. İki yeteneği vardır Rincewind’in. Birisi birçok yabancı dili konuşabilmesiyse ikincisi “her türlü beladan kurtulup kaçabilme ve bir şekilde hayatta kalabilme” yeteneğidir… Peki, Rincewind karakterini bir “kahraman” konumuna getiren nedir? Rincewind, kelimenin tam anlamıyla “antikahraman” olarak nitelendirilmektedir çünkü her şeyden önce onun istekleri ve faaliyetleri pek bilinen kahraman ölçüleri uymaz. Bir kahramana göre aşırı temkinlidir, “itle dalaşmaktansa çalıyı dolaşmak yeğdir” der. Kaçmak söz konusu olduğunda o kadar ustalaşmıştır ki “Ölüm” (Death)’ün takıntısı haline gelmiştir. “Heyecanı da tattım, sıkıntıyı da. Sıkıntı en iyisiydi” sözünü söylemesi bir anlamda Rincewind ile ilgili önemli bir tanımlamadır. Eğer kahramandan kastınız süper güçleri olan, el attığı her işin altından kalkan cevval şahsiyetlerse doğal olarak Rincewind için sadece “antikahraman” tanımlaması uygun düşer. Ancak kahramanı, klasik

116

kahraman tanımına uygun, destanlardaki efsanelerdeki “kılıçlı adam” olarak değil de bir şekilde yakınlık duyduğumuz, kendimize benzettiğimiz ve hatta özdeşleştirdiğimiz, kendi hikâyesine çeken karakter olarak tanımlıyorsanız Rincewind bir kahramandır. Uzun İhsan Efendi ve Alibaz nasıl bir kahramansa, kendi hikâyelerine çekiyorlarsa bizi, Rincewind de kahramandır. Ancak Rincewind “antikahraman bir kahraman”dır. Rincewind’in birkaç kere dünyayı kurtarmışlığı vardır, en riskli en ölümcül durumlardan yırtmasını bilir ki bu olağanüstü hayatta kalma yeteneği onun “süper gücü” olarak nitelendirilebilir. O felaketleri üstüne çekip yine de ayakta kalmaktadır. Tüm bunlara rağmen kendisine kahraman olduğunu söylesek bunu reddederdi. Hatta kitaplarda sayısız kez kahramanca düşüncelerden nefret ettiğini de belirtmiştir ancak işte bu kahramanın antikahraman rolü burada ortaya çıkar. O bilinen kahraman kalıplarına uymamaktadır. Pratchett’in eserlerinde bu anlamda oldukça güçlü antikahraman karakterler vardır ki okurken kendinizi istemsizce onlarla özdeşleştirirsiniz. Esprileri, sözleri, tespitleri ve başlarından geçenler okuyucuya tanıdık bir şeyleri de haykırmaktadır adeta. Rincewind’i tanımak isterseniz, Türkçe basılmış kitaplarını bulabilmek mümkündür. Büyünün Rengi, Fantastik Işık ve Şifacı isimli Pratchett romanlarında başkarakterdir. “Mort” romanında şöyle bir göz kırpar, Eric romanında ise yan karakterdir. Kırmızı elbiseli, sakallı, otuz yaşlarında bir sihirbazdır. Kafasına dünyanın en güçlü dokuz büyüsünden biri sızdığında diğer büyüler kafasına girmeye korkmuş o da bu tek büyüyle – da pek kullanamadan – yaşamak zorunda kalmıştır. Bu yüzden yıllardır birinci seviyede kalmıştır. Sürekli ölümden döndüğü için ”Ölüm” ile aralarında bir cebelleşme vardır ki bu sahnelere her denk gelişinizde Rincewind’e bir kez daha hayranlık duyarsınız, samimiyet beslersiniz. Rincewind’i benim kahramanım yapan şey onun bu bizden hâlidir. Özel güçlerimiz yoktu ve bazen kendimizi yetersiz hissederiz o ise bu durumu kabullenmiştir hatta bunu kullanarak beladan sıyrılmayı çok ister ancak kopamaz. Sürekli düze çıktığımızı sandıkça yeni yokuşlara tırmanan ama yürümekten vazgeçmeyen, inişli çıkışlı yaşantımızın yansımalarından biridir Rincewind. Mizahi bir dille aslında orada kendinizi görürsünüz, kahraman sizsinizdir. Kılıçların, büyülerin savrulduğu bir yere gönderseler bizi, hangi yeteneğimizle karşı koyabiliriz? Kaçmaz mıyız? İlk tepkimiz bu olmaz mı? İşte Rincewind bunu yaptığı için bizdendir. Fantastik bir dünyada, bizim gerçekliğimizden gönderilmiş bir antikahramandır. O ilk fırsatta değil “her fırsatta” kaçar. Aslında bizim de inceden özenebileceğimiz bir karakterdir. Onun gibi her zorlu durumdan sıyırılabildiğinizi, bu kaçışı ve daimi yenilgi hâlini kabullenebildiğinizi, hatta bunu hayat felsefesi hâline getirdiğinizi ancak buna rağmen beladan sıyrılma yeteneğinizle sivrildiğinizi düşünün. Hem o yeteneksiz hâliyle hayatta kalabilmesi, hem de hikâyelerinin sonunda kazananı olmasına rağmen eski sade yaşantısına dönmek istemesi, egosunun hiç olmaması… Aynı zamanda da kahramanlık taslamaması, sokakta rastlayabileceğiniz herhangi biri gibi olması… İşte bu da ayrı bir kahramanlık yönüdür Rincewind’in… Mehmet Berk Yaltırık

117


Kahraman

Kahraman

Roland Deschain

Siyahlı Adam çölde kaçıyordu. Silahşor da peşindeydi. Her şey bu gizemli cümlelerle başladı. Stephen King’in karanlık dünyalarına aşinaydık ancak bu kez bambaşka bir yolculuğa çıkıyorduk. King, Kara Kule serisiyle bizi klasik karanlık dünyalarından daha fantastik bir maceranın kollarına atıyordu. Serinin başlangıcında Roland Deschain isimli son silahşor, siyahlı adam olarak bilinen karanlık bir büyücünün izini sürmektedir. Çünkü bu büyücü, Kara Kule’ye giden yolun anahtarıdır. Ancak Roland’ın hikâyesi ve olayların nasıl bu aşamaya geldiği çok daha öncelere dayanmaktadır. Roland, geçmişte silahşorların şehri olarak bilinen Gilead’da yaşamaktaydı ve diğer arkadaşlarından daha sessiz, daha ciddi, daha korkusuz bir karaktere sahipti. Tüm silahşorların kendilerini kanıtladığı teste normalden çok daha erken, henüz on dört yaşındayken, girdi ve testi geçmeyi başararak silahşor oldu. Roland bu olaydan kısa bir süre sonra ilk görevine çıktı ve bu görev sırasında Susan Delgado isimli kıza âşık oldu. Ancak kız, şeytani bir cadının halkı oyuna getirmesiyle birlikte herkesin gözü önünde yakıldı. Roland ise bunları ancak sihirli bir küreden izleyebildi. Bu olay Roland’ın karakterindeki dönüm noktalarından biriydi. O noktadan sonra artık Roland hiçbir zaman üstündeki karanlık örtüden kurtulamadı ve bir daha gerçekten gülümseyemedi. Ancak kötü günler yeni başlıyordu. Roland, Gilead’a döndükten sonra bir kez daha kürenin oyununa geldi ve kürede cadı Rhea’nın yansımasını gördü. Bir an bile düşünmeden arkasını dönüp silahlarını çekti ve ateşledi. Ne yazık ki vurduğu, cadı değil annesiydi. Annesi kollarına yığılırken Roland’ın ruhundaki yaralar artık asla iyileşemeyecek duruma gelmişti. Günler gittikçe kararırken, Gilead şehri kendisine “İyi Adam” lakabı takan John Farson’un güçlerinin saldırısıyla yıkıldı. Silahşorların son savaşından sağ kalan tek kişi Roland’dı. Hayatınızdaki her şeyi birer birer kaybettiyseniz, değer verdiğiniz tüm dostlarınız, en büyük aşkınız, anneniz, yaşadığınız muazzam şehir ve içindeki herkes yok olduysa, sizi ne hayatta tutabilir?

118

Roland için bu sorunun cevabı, her şeyi geri çevirebilme umuduydu. Çocukluğuna genç yaşta veda etmiş, gençliğinde yaşanabilecek tüm acılara tanık olmuş bu silahşorun artık tek amacı evrenin merkezindeki Kara Kule’ye ulaşabilmekti. Çünkü Kara Kule’nin tepesine ve her şeye hükmeden o ulu varlığa ulaşabilirse, olan bitenleri geri çevirebilirdi. Böylece Roland, dünyanın ilerlemiş ve yok olmaya yüz tutmuş topraklarında Kara Kule’ye doğru yola çıkar. Roland’ın Kara Kule macerası üç farklı yol arkadaşıyla kesişir. Önce Jake isimli çocukla karşılaşır. Çocuk normalde Amerika Birleşik Devletleri’nin New York şehrinde yaşamaktadır ancak Kule dünyasıyla bildiğimiz dünya arasında kırılımlar ve geçit kapıları bulunmaktadır. Bu kapılardan biri de ölümdür. Jake, Roland’a Siyahlı Adam’ı yakalama yolunda eşlik eder. Ama Siyahlı Adam’a ulaşmak üzereyken, Roland onu yakalayıp Kara Kule’ye gidebilmek için Jake’in hayatını feda etmek zorunda kalır. Çünkü Kara Kule, Roland için asla vazgeçilemeyecek tek gerçekliktir. Ona ulaşabilmek için yapması gereken her şeyi yapacaktır. “Öyleyse git,” der Jake. “Bundan başka dünyalar da var.” Roland’ın karşısına çıkan diğer yol arkadaşlarıysa New York’un farklı zaman dilimlerinden Kule dünyasına çekilen Eddie ve Susannah ‘tır. Roland onları silahşor olarak yetiştirir. Artık yeniden bir “Ka-tet” yani çoktan oluşan tek haline gelmişlerdir ve Roland’ın Kara Kule dışında önemsediği yeni dostları vardır. Zihniyse hâlâ huzura ermiş değildir. Ölüme yolladığı çocuğun düşüncesi aklını rahat bırakmamaktadır. Sonunda Eddie ve Susannah’la birlikte New York’ta kule dünyasına ait kâbusların etkisinde yaşamaya devam eden Jake’i yeniden yanlarına çekmeyi başarırlar. Jake’in de bir silahşor olmasıyla artık Ka-tet tamamlanmıştır. Roland eski Ka-tet’i içinde bulunan silahşor dostlarını hatırlar. Eddie esprili tavırları ve rahat hareketleriyle Cuthbert’i, Jake ise etraftaki bazı düşünceleri duyabilmek gibi telepatik yeteneklere sahip olan Alain’i hatırlatmaktadır. Alain de Cuthbert de, silahşorların İyi Adam John Farson’a karşı verdikleri savaşta ölmüştür ve Roland uzun süre sonra yeniden silahşorlardan oluşan bir Ka-tet’in Dinh’i yani lideri haline gelmiştir. Dört silahşorun maceraları, yanlarına katılan Oy isimli Hantal Billy türündeki zeki hayvanla birlikte Işın’ın yolu üstünde Kule’ye doğru devam eder. Çünkü Kara Kule, dünyanın her yerine uzanan ışınların merkezindedir. Ancak Roland’ın ve Kara Kule’nin asıl düşmanı ne Gilead’ı yok eden İyi Adam John Farson ne de Siyahlı Adam’dır. Hepsinin üstünde tüm kötülerden daha şeytani, en tehlikeli varlıklardan daha karanlık bir düşman beklemektedir. Kızıl Kral olarak bilinen bu şeytan, Kara Kule’nin bağlı olduğu ışınları kırmayı ve böylece Kule’yi yok etmeyi amaçlamaktadır. Kule yok olduğunda tüm dünya sonsuza dek karanlığa gömülecektir. Artık Roland sadece bildiği hayatı geri getirmek için değil, aynı zamanda dünyayı geri dönülemez bir yok oluştan kurtarmak için Kule’ye gitmektedir. Işınlar bir bir kırılırken Ka-tet’iyle birlikte sayısız macera yaşar. Ancak Kara Kule’nin kırmızı güllerle kaplı topraklarına vardığında bir kez daha yalnızdır. Çünkü bu yolculuk, kendisine kim eşlik ederse etsin Roland’ın yolculuğudur. Roland sonunda 19 sayısıyla özdeşleşmiş Kara Kule’ye varacak ve Kule’nin tepesindeki ulu varlık, tanrı ya da her şeye hükmeden hangi muazzam güçse, ondan yitip gitmiş hayatını, eski güzel günleri, yıkılmış şehrini ve dünyasını geri isteyebilecektir. Bu yolculuk Roland için sonsuza uzanan bir maceradır. Roland’ın kaderi Kara Kule’yi aramak ve dünyanın yaşam döngüsünü devam ettirebilmektir. Artık yeniden yola koyulma zamanıdır. Kule ilerde bir yerde onu beklemektedir. Siyahlı Adam çölde kaçıyordu. Silahşor da peşindeydi. Altuğ Can Onat

119


Conan - Mehmet Günay Ercan

Kahraman

Hayatı Mai ve Siyah Olarak İkiye Ayrılan Adam Ahmet Cemil. Hayatı Mai ve Siyah Olarak İkiye Ayrılan Adam Ahmet Cemil. Zengin bir ailenin yakışıklı çocuğudur Ahmet Cemil. Onunla iki ay öncesinde zorunlu olarak tanıştırıldım. O sıralar babası hayatta idi. Bu yüzden hiçbir sıkıntısı yoktu. Edebiyata yatkılığı ile tanınırdır arkadaşları onu. Şiire ve hikâyelere çok düşkündü. Fransızca dersleri alıyordu. Oturmasını kalkmasını bilen tam bir İstanbul beyefendisi idi. Kısa süre sonra gönülden bağlı olduğu babasını kaybetti. İşler onun için fena hâlde çetrefile bulandı. Okumaya devam ediyordu ama bir de gerçek vardı ki paraları tükenmeye başlamıştı. Çok sevdiği babasını kaybetmenin verdiği sıkıntılar üzerine bir de bu sıkıntı üzerinde soğuk duş etkisi yarattı. Ney yapacağını bilmeden hoyratça çıktığı gezintide en yakın arkadaşı Hüseyin Nazmiye gitmeye karar verdi. Hüseyin Nazmi’den aldığı akılla çeviriler yaptı. Ancak o dönemde bu çevirilerden para kazanamıyordu. Bir tesadüf üzerine Mirat-ı Şuun gazetesine giriş yaptı. Gazete de kısa süre içinde başkâtipliğe kadar yükseldi. Lakin daha sonra eniştesine kalan bu gazete onun iyice dibe vurmasına neden oldu. Karamsar bir adamdı. Çarçabuk eli ayağına dolaşıyordu. Bu birazda onun yetiştirilme tarzından kaynaklanıyordu. Hayatının karmaşaya boğulduğu dönemde en yakın arkadaşının kardeşi Lamia’ya âşık oldu. Hayalleri vardı onunla ilgili. Edebiyata yazdıklarıyla yenilikler getirecek, kendine bir matbaa kuracak ve istediği herhangi bir şeyi basıp yayınlayabilecekti. Bunun için çalışıp didinse de bir türlü para kazanamadı. Talih yüzüne gülmedi. Eniştesi tarafından kardeşine atılan tekme kardeşinin ölümüne sebep oldu. O kadar narin bir insandı ki; kardeşini öldüren adama sadece bir tokat atabildi. Attığı o tokat içinde ona karşı ne kadar kin varsa aldı götürdü. Hatta hayatını zehir eden Raci’yi bile hastanede gidip ziyaret etti. Umutları Hüseyin Nazmi’ye gidince karanlığa gömüldü. Kardeşinin bir başkasıyla evleneceğini söyledi Hüseyin Nazmi ona. Resmen yıkılmıştı. Hayattan ümidini kesildi. Ölmek istedi ama bakması gereken bir annesi olduğunu hatırladı. Hüseyin Nazmi’nin İngiltere’ye gideceğini öğrenince bütünüyle hayatı fütursuzluğa esir oldu. Bin bir ümitle ve emekle hazırladığı kitabını hayalleri ile birlikte yanan sobaya attı. Artık yalnızca annesi için yaşayacaktı. Benim zorla tanıştırıldığım adam Ahmet Cemil hâlâ bu dramlar içinde yaşamakta. Şevket Önder

120

121


Kahraman

Kahraman

Teks Willer Teks Willer... Onu pek çok şekilde tanımlayabilirsiniz; ilk sayılarında basit bir kanun kaçağı, daha sonraları yasaları pek de takmayan bir ranger, Novajoların beyaz şefi Gece Kartalı, yeri geldiğindeyse oğluna kol kanat geren bir baba. Benim içinse hepsinden öte, farklı bir yeri vardır bu kovboyun, çünkü o benim ilk kahramanımdır. Teks (ya da orijinal adıyla Tex) Willer yayın hayatına 1948 yılında başlamış, Bonelli ve Galep ikilisi tarafından yaratılan İtalyan menşeli bir çizgi roman, bir “fumetti”dir. Aynı zamanda İtalya’nın en çok okunan, en meşhur karakteridir de. Ülkenin çizgi roman piyasasını neredeyse tek başına ayağa kaldırmakla kalmamış, yayın hayatına o günden bugüne dek kesintisiz devam etme başarısını da göstermiştir. Bugün Bonelli Comics olarak tanıdığımız firma onun sayesinde kendine bir yer edinmiş ve hepimizin tanıyıp sevdiği Zagor, Mister No, Dylan Dog, Martin Mystere ve Nathan Never gibi kahramanları arka arkaya piyasaya sürme başarısı göstermiştir. Ülkemizde ise 1961 yılında Ceylan Yayınları tarafından yayınlanmaya başlanmış bu seri. Tıpkı benim gibi iflah olmaz bir çizgi roman okuru olan rahmetli dedem de o zamanlar tanışmış bu sıra dışı kovboyla ve neredeyse ilk sayılarından itibaren bütün ciltlerini biriktirmiş. Hatta daha sonra mesleği hâline getireceği ticarete de ilk adımlarını bu sayede atmış dedem. Biriktirdiği ciltleri para karşılığında kiralarmış okumak isteyenlere. Gerçi bu uygulamayı sadece ev ahalisi çerçevesinde uygulayabildiği için küçük çapta bir isyana sebep olmuş ama olsun. Yıllar sonra, dedem evlenip çoluk çocuğa karışınca, iş hayatı özel hayatın önüne geçince ve babaannemin kristal vazoları çizgi romanlardan daha ağır basınca istemeye istemeye de olsa koleksiyonunu babama devretmiş. O da hepsini o zamanlar salonumuzda duran büyük ve ahşap bir dolaba gizlemiş. Hani şu kocaman, metal anahtarları ve ağır kapakları olan dolaplardan... Okumayı söktüğümde ilk işim bu paha biçilmez hazineye balıklama dalmak olmuştu. Neler yoktu ki içinde? Kızılmaske, Mandrake, Teksas, Tommiks, Zagor, Tenten, Mister No, Asteriks ciltleri ve Seksen

122

Günde Devriâlem, Arzın Merkezine Seyahat, Pardayanlar gibi romanlar... Ama içlerinde bir tanesi vardı ki benim için yeri çok ayrıydı: Teks. Farklı bir şeyler vardı onda. Tommiks gibi adaletin kusursuz bir temsilcisi değildi. O da bir kanun adamıydı ama yeri geldiğinde - doğru olanı yapmak adına - onları çiğnemekten geri kalmıyordu mesela. Red Kit gibi hiç değildi. Küfür ediyordu, yaralanıyordu, acıkıyordu ve (nadiren de olsa) hedefini ıskalıyordu. Acımasız bir dünyaydı onunki. Kısacası daha ilk sayısından itibaren beni etkisi altına almıştı bu asabi kovboy. Âdeta eyerinin arkasına oturmuş ve tüm maceraları onunla birlikte yaşamıştım. Önce ‘ihtiyar teke’ Kit Karson’la tanışıp ranger olmuştuk, ama bu bizi kendi doğrularımıza bağlı kalmaktan alıkoymamıştı. Kanunun elinin kolunun bağlı kaldığı yerde yumruklarımızı, o da yetmezse altıpatlarımızı konuşturmaktan hiç geri kalmazdık. Novajoların arasına karıştık sonra ve bu soylu halkın uğradığı zulüm ve haksızlıklara tüm gücümüzle karşı koyduk. Bir oğlu oldu Teks’in, Kit amcasının adını verdi ona, sonra yine bir Novajo yerlisi olan Tiger Jack ile tanıştık. Böylelikle efsanevi dörtlü bir araya gelmiş oldu: Teks Willer, Kit Karson, Tiger Jack ve Kit Willer. Hindistan’dan kopup gelen katiler tarikatı Boğaz Sıkıcılarla, Meksikalı haydutlarla, gözünü kan bürümüş Apaçilerle, dalavereci Çinlilerle, burnu havada komutanlarla ve Kızılderili avını bir spor gibi gören beyazlarla çarpıştık yıllarca. Dağ gibi kızarmış patates ve iki parmak kalınlığında biftekler yedik. Yeri geldi Kuzey-Güney savaşına katılıp bir insanlık dramına şahit olduk, yeri geldi Karson’a yaşıyla ilgili şakalar yapıp kahkahalarla güldük. Bin bir surat Proteus’un peşinde çölleri aştık. El Morisco ve Tom Devlin gibi iyi dostlarımız oldu. Ya da kara büyücü Mefisto ve oğlu Yama gibi can düşmanlarımız... Mefisto’nun yeri de çok ayrıdır bende. Voodoo sanatlarında usta mertebesine yükselmiş bu kara kalpli büyücü yaptığı birbirinden ürkütücü numarayla adeta kanımı dondururdu. Hatta onun yüzünden karanlıktan korkmaya başlamış, her köşe başında bir iblisle karşılaşmayı bekler olmuştum (Neyse ki sonraki yıllarda Batman, karanlığı nasıl lehime kullanacağımı öğretti de işler değişti.). Yıllar boyu pek çok çizgi roman kahramanıyla tanıştım. Hepsini de ayrı bir sevdim, hepsinden de ayrı bir keyif aldım. Ama şurası bir gerçek ki Teks’in yeri benim için bambaşka. Çünkü o benim ilk kahramanım... M. İhsan TATARİ

123


Conan - Mehmet Günay Ercan

Kahraman

Teks, Giovanni Ticci ve Arizona’nın Tozu, Toprağı… Teks, Giovanniticci ve Arizona’nın Tozu, Toprağı… Sanırım 1970 ler, benim kuşağım için, çok tutkulu ve birçok şeyin yoğun yaşandığı yıllar olsa gerek. Çocukluk yıllarında EsseGesse’yle başlayan çizgiromanların, uçsuz bucaksız macera evreni! Siyah beyaz Televizyon yayınlarıyla ilk defa tanışma, Uzay Yolu’nun çocuksu hayallerimizde derin izler bırakan olağanüstü büyüsü! Özellikle Fransızca pop ve yanı sıra; Stylistics, The Ritchie Family, Johnny Wakelin, Pierre Bachelet, Joe Dassin, Biddu, Boney M, Abba, Ajda Pekkan, Erkin Koray! Sonraları devrimci mücadele yılları Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, Ernesto Che Guevera! Çocukluk ve ilk gençlik dönemlerime denk gelen ve öne çıkıveren isimler. Tabii ki ilk görsel okumalarımız olan çizgiromanların bıraktığı izler, bunların içinde en belirgin, kalıcı ve devamlı olanı. Üstelik yasak olmasının verdiği heyecanın da katkısıyla! Yine, insanın en önemli çağı olan bu yaşlarda karşılaştığı şeyler ve sonrasında kişilik, tercihler vb. gibi tüm hayatını etkileyecek olan ögeler, o zamanlarda belirginleşmeye başlıyor. Çocukluğunu o yıllarda yaşamış birisi olarak, 1970’lerin, âdeta“kıyamet öncesi”dedirtecek şekilde, tüketim çağından bir önceki, kirlenmemiş son dönem olması itibarıyla, değerlerin hafızalardan silinip atılmadan ve kendisini uzun süre koruyabilmesi açısından, biricik ve kayda değer yıllardır, diye düşünüyorum. Artık şimdiki kuşaklara bir şey ifade etmeyen, bizimse yegâne çizgi roman olarak tanıdığımız EsseGesse ürünleri, birçok yönden lokomotif olmuş, hayal dünyamıza açılan yollarda. Çocuksu dünyamızın gereksinimi olan görsel bellek, düş kurma ihtiyacı, EsseGesse’nin naif çizimleriyle oluşturduğu, şimdilerin bol canavarlı ve sınırsız güçlere sahip mutant yaratıklarla tıka basa doldurulmuş, çabuk tüketilen ve kısa zamanda sıradanlaşıveren oyunlarından öte, basit, masalsı bir naiflikle ve hafızalarımıza kazınmış, kavramlar, isimler ve nidalarla karşılığını bulmuştu bizim kuşağımızda! Benim içinse “Ben de yapabilirim” duygusuyla, sanatçı özgüveni kazandırmalarının yanı sıra, çocukluk düşlerine karşılık gelen, özellikle o yaşlardaki üretme tutkusuyla, Samim Utkun ve Aslan Şükür kapaklarını taklit ederek, yine çizgiroman kahramanlarının bilumum silahlarını oyuncak niyetine, ahşaptan kendim üreterek, şekillendirmeye ve yaşam vermeye çalıştığım, bir düş ve oyun evreniydi aynı zamanda!

124

125


Kahraman

Kahraman

Ve yeniyetmeliğe geçmeden önce, “olmayan ülke”de, mutlu mesut yaşadığım bir dönem! Daha sonraları, çocuklukla delikanlılık arasında okuduğumuz diğer, Zagor, Kızılmaske, Mister No gibi örneklerin içinden sivrilip çıkan bir kahraman olmuştu Teks Willer! Öyle ki olay örgüsü daha yoğun maceralarıyla, daha tatminkâr, birçok şeyi taklit ederek yolumu bulmaya çalıştığım o dönemde, daha oturmuş ve sınırları çizilmiş, beni tamamıyla kuşatan bir tutkuya dönüşmüş ve onun dünyasına sığındığım bir “Teks evreni” oluşuvermişti! Western türünün doğası itibarıyla, sadece erkeklerin dünyasına hitap eden, Gian Luigi Bonelli’nin yarattığı bu karakterin, daha yetişkin bir kitleye hitap etmesi ve maço kişiliğiyle o dönemimize kendiliğinden girivermesi, bir tesadüf olmasa gerektir. 4 cilt gibi süren (400-500 sayfaya yaklaşan) destansı maceralar, entrikalar, öykünün gerçeklik duygusunu sağlamlaştıran bol diyaloglar ve Western aksiyonu! “Vaadedilmiş Toprak” ve “El Diablero” (dönemin Türkçe ismiyle; “Şeytanlar Vadisi”) o “Teks evreni”nde yaşadığım zamanlarda, sahneleriyle belleğime kazınmış iki öyküdür. Teks ve Arizona denilince, benim için en az onun kadar efsaneleşen bir başka kahraman da ünlü Teks çizeri “Giovanni Ticci” olmuştur. Herhâlde ben ve benim gibi birçok okuyucu için Teks’i ve Teks atmosferini, yaşayan, canlı bir varlığa dönüştüren çizer, Ticci’dir. Zaten, beni çizer olmaya tam anlamıyla teşvik eden onun muhteşem tarzı; dinamik çizgileri, dönemin karakterlerini yorumlamadaki olağanüstü becerisi ve okuyucuyu öykünün içine çeken karelerde, son derece doğal ve sinematografik betimlemeleriyle oluşturduğu, Western atmosferidir Hatta, biraz daha ileriye giderek “Arizona’nın tozunu en iyi kim çizebilir?” diye Nazım Hikmet’in ünlü dizesini bu şekilde sorarak değiştirsek, herhâlde buna verilebilecek en iyi cevap “Giovanni Ticci” olacaktır. Bence bir Western tutkununun, Ticci nin çizdiği bir Teks macerasının büyüsünden etkilenmemesi, mümkün değildir. Geleneğe bağlı bir çizer olan Ticci’nin sanatı, yaşı ilerledikçe deseni bozulan birçok çizerin tersine, zaman geçtikçe daha kıvrak, akıcı ve artistik bir hâle bürünmektedir. Her ne kadar bugün itibarıyla, her türde, şaşirtıcı yetenekte birçok çizer türemiş olsa da Teks karakterini geleceğe taşıyan ve dönemi itibarıyla tarz sahibi ve kendisi gibi tanınmış birçok çizeri etkilemiş, benim çocukluğumda, görüp görebileceğim en büyük çizerdi o. Üstelik bugün de değerinden hiçbir şey kaybetmediğini görüyoruz. Yıllar sonra, Teks tutkusunu sorguladığımda fark ettiğim şeyin, aslında tüm Teks tutkunu okuyucuların da kollektif bilinçaltını kapsayan, en doğru çözümleme olduğunu iddia edebilirim. Teks, bir vigilante olarak, bilinçaltımızda hep “olmayı istediğimiz ben”dir. Yani derinlerde sürekli konuşan karamsar yönümüze karşılık, diğer tarafın kendinden son derece emin olma duygusuyla, haksızlıkların üzerine korkusuzca gitme içgüdüsünün dışavurumu! Çoğu insan, bireysel veya kendisinin başedemeyeceği büyüklükteki haksızlıklar karşısında, elinden bir şey gelmediği için, üstelik adalet çok yavaş işlediği, çoğunlukla da hiç işlemediği için, bu duygusunu ya bastırır ya da ilahi adalete havale eder. Her ne kadar günümüzde toplumsal örgütlerle birlikte dile getiriliyorsa da birey bu konuda çaresizdir ve doğal olarak öfkeye kapılır. Benzeri yazılarda çok bilinen bir maceradan örnek verecek olursak; Teks, Navajo katliamı yapan bir albayı, gece, üstelik kendi kalesinde, yataktan kaldırarak evire çevire döver. Yine benzeri birçok haksızlıklarda, hangi koşul altında olursa olsun, Teks’in yumruğu, anında suçlunun çenesini bulur. Teks’in böyle durumlarda söylediği; “beş paralık serseri” veya “beş paralık mister şerif”, “hayvan yavrusu” gibi hakaretleri de ünlüdür. Böylece okuyucu için Teks, kendisiyle -olmayı istediği şekilde- özdeşleşmiş bir özgüven, kendinden

126

son derece emin olma duygusunun en somut bir sembolüdür. Zaten karakterler üzerinden metaforik bir tahlille değerlendirildiğinde, Teks ve Karson’un aslında aynı kişi olduğunu, dolayısıyla Karson’un, Teks’in alter egosu olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Böylelikle Teks’in kişilik özelliklerinin, dolayısıyla birbirine zıt alt benliklerinin, çizgi romanda iki ayrı kişi olarak verildiğini görürüz. Örneğin Teks, bulmacanın/entrikanın çözümünde, son derece akılcı tahminler ve mantık yürütmelerle ve suçlularla empati kurarak, doğru çözümlere ulaşır ve nerdeyse imkânsızı başarır. Bunun yanında, Karson sürekli karamsardır. Veya Teks’in bilinçaltındaki negatif bölgedir. Yer yer -nadiren de olsa- sağduyuyu temsil ettiği de söylenebilir, ama genellikle karamsardır ve keyfine düşkündür. Aynı zamanda boğazına da. Bu çözümleme doğrultusunda Teks, her zaman Karson’un karamsarlığıyla dalga geçer. Yani bilinçaltında negatif konuşan iç sesi (dalga geçerek ve alay ederek) bastırır. Macera boyunca Teks’in haklılığı hep kanıtlanır. Karson ise, Teks’in kararlılığı karşısında hep yanıldığı için, “gamlı baykuş ve ihtiyar keçi” dir Diğer karakterlerin, yani Teks’in oğlu Kit ve Tiger’in yardımcı karakterler olduğunu söyleyebiliriz. Zaman zaman Karson’un yerine yan karakter olarak görülseler de başroller hep Teks ve Karson’undur. Zaten Karson’un Teks’e eşlik etmediği macera, nerdeyse yok gibidir. Genellikle çizgi roman karakterlerinin veya projelerinin tutmasının bir formulü olmadığı söylenir. Elbetteki bunun için bir formül yoktur. Ama çok tutulan benzeri birçok Çr. Karakterinin temelde, okuyucuyla empati kurabildiğini görebiliyoruz aslında. Örneğin karşı uçta yer alan Ken Parker, bir antikahraman olarak okuyucuya, tarihsel olayların akışına fazla müdahil olmayan, daha gerçekçi ve sıradan, döneminin tanığı olan bir modelse, Teks’te, olmayı istediğimiz bir kişilik olarak, haksızlıklar karşısında adaleti yerine getirme duygusunu tatmin ediyor. Üstelik 1948’den beri! Kim istemez ki haksızlıklara anında ve gerekli bir şekilde müdahale etmeyi! Özellikle günümüz Türkiye’sinde, adaletin bu kadar ayaklar altına alındığını düşünürsek! Son olarak, Gölge’ye bu imkânı verdiği için teşekkürler. Coşkun KUZGUN

127


Kahraman

Kahraman

Tom Joad

1929 Buhra’nındaki Birleşik Devletler gerçekliğiyle yüz yüze bırakmaktadır. Tom Joad, çağının gerçeği ve geleceğin umududur. Bu yüzden vicdanı ile yaşamayı sürdüren her insanın yüreğinde bir sızıdır. Diğer insanları ise çok fena rahatsız eder Tom Joad gibiler. Bir eli yağda, bir eli balda yaşayanlar, onların bozuk ağızlarından, mağrur ve sert duruşlarından korkarlar. Kötülük, ahlâksızlık onların lügatında Tom Joad gibi adamlardır. O tam bir çilekeştir çünkü ve bu yüzden dili hep pasaklıdır. Tom, ezilen insanların iki arada bir derede kalmışlığının da en canlı örneklerindendir. Annesine bağlılığı, Tom’un geleneksel yanını yansıtırken; haksızlıklara karşı bir şekilde tepki göstermesi, onun huysuz ve devrimci tarafıdır. Bir yanlışa da düşse, vicdanının hisleri çok kuvvetlidir onun. Belki okullu değildir, ideolojik de düşünmez; ama o safkan bir ezilmiş Amerikali delikanlıdır. Bu tiplemeninin bütün özellikleri onda toplanmıştır. Bütün çelişkiler, arada kalmışlıklar ve sancılar da... Gazap Üzümleri’ni okurken Tom Joad’un çektiği bütün bu sancıyı hissedersiniz. Steinbeck o kadar mükemmel bir yazardır ki sizin gözlerini alır da California yollarına dikiverir. Sonra Tom’un bütün damarları sizin kalbinize bağlanır orada, ondan sonra elleri nasırlı, içi yangınlı bir okie oluverirsiniz. ***

Gazap Üzümleri’ni ilk okuduğumda yanılmıyorsam Lise 1. sınıftaydım. Beni Steinbeck’le tanıştıran Bitmeyen Kavga romanı olsa bile, Steinbeck’i okuduğum bütün yazarlardan ayrı bir yere koydurtan roman kuşkusuz Gazap Üzümleri ya da özgün adıyla “The Grapes of Wrath”tı. Tom Joad’un ve ailesinin ve topraklarından göç etmek zorunda kalan okie’lerin hikâyesi beni çok fena sarsmıştı. Bir cinayetten mahkûm olmuştu Tom Joad. Sonra bir gün evine dönmüş, ancak bütün ailesinin çalıştıkları topraklardan makineleşme sebebiyle çıkartıldığını ve amcasının evine gitmek zorunda kaldıklarını öğrenince sudan çıkmış balık şaşkınlığı ile amcasının evine yollanmıştı. Burada ailesiyle buluşmuş ve anne Joad’un ısrarları ile California’ya doğru uzun bir yolculuğa çıkılmıştı. Dağıtılan bütün ilanlar, oradaki meyve bahçelerinden ve iş imkânlarından söz ediyordu. Yeni umutlara ve vaatlere doğru gideceklerdi, diğer yüz binlerce hatta milyonlarca okie (evsiz kalıp Oklohoma’dan göç edenlere verilen isim) ile beraber. Hâlbuki çok geçmeden gerçekle yüzleşeceklerdi: O umutlar ne karınlarını doyuracak ne de herkese yetecekti. Göç eden insanlar arttıkça, ücretler düşüyor, büyük toprak sahipleri heyecanla ellerini ovuşturuyorlardı. Hikâye böyledir kısaca, peki Tom Joad nasıldır? Romanımızın ana kişisi, ailenin en aykırı bireyi Tom Joad... Tom, içinde büyük bir öfke olan bir genç. Bizim güneyli insanlarımız gibi, deli akıyor kanı. Hani bizim Çukurova’dan bir ırgatı getir, adını Tom Joad yap, farkı anlayamazsın. İşin enteresan yanı, ‘aynı’lığı da anlayamazsın! Belki Tom Joad karakterini bu kadar güçlü kılan en temel özellik de budur: Ezilen insanların evrenselliğini kendinde toplayan yerel bir karakter oluşu. Çünkü ezilen ve ezildiğinin farkında olan bütün o insanlardaki şaşkınlık, ne yapacağını bilememezlik ve deli cesareti, Tom Joad’da da vardır. Yani Tom Joad demek biraz İnce Memed demektir, biraz Pehlivan Hasan, biraz da göçük altındaki madenci... Tom Joad’u, kendini yaşadığı topraklarda sorumlu hisseden her bireyin yüreğine çivileyen her şeyden önce bu evrenselliğidir. Öte yandan, onun sapına kadar Amerikalı oluşu, ama ezilmiş bir Amerikalı oluşu, bizi

128

Ben, Tom Joad’u ilk kez lise 1. sınıfta tanımıştım. Dediğim gibi Gazap Üzümleri’ni o zaman okumuştum. Romanın her sahnesi beni zaten yeterince sarsmıştı. Sonra, herhâlde bir 5-6 ay geçmişti ki yıl başı akşamı televizyonda Rock’n’Roll Hall of Fame törenine rastgeldim. Bruce Springsteen, Tom Morello’yu sahneye çağırdı. Bir şarkı çalmaya başladılar. İlk kez dinliyorum ve ismi konusunda bir fikrim yoktu. Ta ki Springsteen, “searching for the ghost of Tom Joad” diyene kadar... O an dikkat kesildim. Evet, şarkı onun hakkındaydı. Romanda, kaçmak zorunda kalan Tom Joad’un annesine yaptığı efsanevi bir konuşma da vardır. 1940 yılında çekilen filmin de en etkileyici sahnelerinden olan bu konuşmayı, o yılbaşı akşamı Bruce Springsteen ve Tom Morello’dan dinleyince, dinlemekten öte onların da gözlerindeki Tom Joad’u görünce ağlamamak için kendimi zor tutmuştum. Ne diyordu annesine, Oklohomalı o cesur ama mazlum, ama yorgun ve mağrur delikanlı: “Her nerede özgürlük uğruna mücadele eden birileri varsa, gözlerine bak onların ana, orada beni göreceksin...”

Sevgili Tom, şimdi sen her yerdesin ve hepimiz ‘senin’ gözlerine bakıyoruz. Onur Bayrakçeken

129


Pin-up

130


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.