Gölge e-dergi Kasım 2014 Sayı 86

Page 1


İÇİNDEKİLER

Wuthering Heights (1992)

86.

Sayı ile tekrar birlikteyiz. Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://golgedergi.blogspot.com Genel Yayın Yönetmeni: Mehmet Kaan SEVİNÇ Editör: Mehmet Berk YALTIRIK golgedergimail@gmail.com Yayın Kurulu: Sadık YEMNİ, Ahmet YÜKSEL, Hasan Nadir DERİN, Gülhan D SEVİNÇ, Melahat YILMAZ, Ceren ÇALICI. Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ Redaksiyon: Ceren ÇALICI Kapak: Eren ERSOY Pinup: Hüseyin ESEN Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir. http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/GolgeDergi http://golgedergi.deviantart.com/

04-05 Haberler- Kontakt 5 Etkinliği 06 Haberler- Bu Batman çok farklı 07 Fantastik Şiir - Vampir Şövalye'nin Dirilişi 08-14 Korku Köşesi-Akropol'ün Altında 15 Korku Köşesi-Hişt Dinle 16-17 Korku Köşesi-Morgda 18-19 Korku Köşesi- Karakula 20-24 Korku Köşesi-Zavallı 25-28 Korku Köşesi-Çizgiroman Göl Canavarı 29-32 Çizg Roman İnceleme - 2014'ün Sinemada Çizgi Roman Uyarlamaları 33-34 Yazar'ın Kaleminden- Ecel 35-37 Öykü - Cinofreni 38-43 Çizgi Roman İnceleme -Kaybolup Giden Bir Evren Ultraverse 44-48 Öykü- Akdon III Demircioğlu 49-53 Çizg Roman İnceleme- TenTen'i Türkiye'ye Tanıtan Yayıncı 54-57 Öykü- Günahların Bekçisi 58-62 Çizgi Roman - Garibet 63-68 Öykü- Hayaletin Hayali 69-72 Sinema- Gezici Festival 20 Yılını Kutlamaya Hazırlanıyor 73-75 Öykü- Konstantinapol'de Bir Selçuklu 76-85 Sinema- Ekim'de Filmekimi Günleri 86-87 Çizgi Roman - Harry Kane 88 Pinup

Editör'ün Kalemi'nden

Yılın sonuna doğru yaklaştığımız aylarda, Gölge e-Dergi bir kere daha huzurlarınızda. Yine yeni çizgi romanlarla, incelemelerle, öykü ve şiirlerle toplanıp hayal aleminizin kapılarına dayandık. Bazen ufak tefek aksilikler çıksa da, Ahmet Yüksel’in deyimiyle: “İhtiyaç yoktu biz yaptık oldu” kavliyle toparlanıp, hazırlanıp bir şekilde çıkarılmakta. Bin bir emekle ortaya konan bu kolektif e-derginin sizlerin katkılarıyla bir araya gelip, gönüllü çabayla hazırlandığı göz önünde bulundurulursa sizlerle bir kere daha buluşmamızın haklı gururunu yaşamaktayız. Sonbaharın bol hülyalı şu günlerinde iyi okumalar temenni ederim. Mehmet Berk YALTIRIK

3


Haberler

Haberler

KONTAKT 5 Etkinliği

Geçtiğimiz ay 11-12 Ekim arasında Kontakt-5 Davutpaşa Kampüsü’nde düzenlendi. Gölge e-Dergi de orada yer alıp oyun masalarından cosplay canlandırmalarına, söyleşilere bir dizi etkinliği görme imkânına sahip oldu. Daha etkinlik alanına giderken göze çarpan çantalı, kılıç figürlü kimselerin Davutpaşa Metro durağına yaklaşılmasıyla artması, etkinlik saatinin başlamasının akabinde kampüs civarında görünen kostümlü insanların ve sayısız fotoğraf çekiminin gerçekleşmesiyle birlikte, alışveriş ve imza stantları da yerini almıştı. Bir yandan bilgisayar oyunları, diğer yandan masa oyunları oynanırken, Seyfettin Efendi’nin çizeri ve yazarı Devrim Kunter’in, Anadolu Korku Öyküleri yazarlarından Galip Dursun ile Mehmet Berk Yaltırık’ın, İthaki Yayınları standında da Barış Müstecaplıoğlu’nun imza günleri vardı. Ayrıca Merve Çay ile “Miyazaki’den Yalınayak Gen’e: Manga ve Animelerde II. Dünya Savaşı” söyleşisi, Ertuğrul Süngü ile “Oyunlarda Savaş Anlatısı: Düşmanlar, Ötekileştirme ve Oyunlarda Kullanımı” söyleşisi, Mehmet Berk Yaltırık ve Galip Dursun ile “Anadolu Korku Öyküleri” söyleşisi düzenlendi. (Ayrıntılı Bilgi: http://fabilog.com/fabilog-olarak-kontakt5-teydik/) Birbirinden ilginç kostümlerle arz-ı endam eden cosplayerların, bunlar arasındaki yarışması tüm heyecanıyla sürerken, diğer yandan etkinliğin en heyecan verici gelişmesi Kontakt 5 Ödülleri oldu. (Sonuçlar için: http://kontaktconvention.com/news/kontakt-5-odulleri-sahiplerini-buldu/) Fotoğrafların Alındıkları Yer: Devrim Kunter, Kıvanç Belen, Ceren Köktürk, Kontakt Facebook Sayfası

4

5


Haberler

Fantastik Şiir

Gece vakti haykırışlar uğuldadı kulaklarımda Çok uzaklardan gelen, ama sanki yanı başımda Vahşi ve ürkütücü dağların arasında Yolumu kaybettim birdenbire bu gece yarısında

Bu Batman çok farklı Yeni Batman, öncekilere hiç benzemeyecek. Yapımcı firma Warner Bros, serinin son filminin legolardan oluşacağını açıkladı. Bu kez yönetmen koltuğunda da Cristopher Nolan yok. Film 2017’de izleyiciyle buluşacak Warner Bros, gelecek Batman filmi projesini sonunda açıkladı. Sinemaseverler, hemen hemen tüm Marvel kahramanlarının sinema versiyonlarını çeken yönetmen Christopher Nolan’ın adını duymayı beklerken Warner Bros, Nolan’ın filmin künyesinde yer almayacağını açıkladı. Hayranlarını şaşkına çeviren bu kararın sebebi, 2017’de vizyona girmesi gereken Batman filminin, Lego Batman olarak animasyon versiyonun beyazperdeye uyarlanması. The Lego Movie/ Lego Filmi ve Batman’in haklarını elinde bulunduran Warner Bros, Lego Batman olarak çekilecek filmde, The Lego Movie/ Lego Filmi’nde Batman’i seslendiren Will Arnett yeniden süper kahramana ses verecek. The Lego Movie/ Lego Filmi, 2013’te vizyona girmiş ve dünya çapında 480 milyon dolar hasılat elde etmişti.

Karanlık vadide puslu mehtap gökte Sürünerek gelirler bana doğru Eskilerin kara büyü ayetleri dillerinde Metruk anıt mezar yıkıntıları içinde Mücadele ediyorum sayıları fazla olsa da Ay ışığı bulutları yarıp çıkınca ortalığa Kâbuslarım diner sandım sadece bir anlığına Ama başka bir sırrı ortaya çıkarır dolunay da Boşa çıksın kehanetler isterim tam o anda Ama vampir şövalye orada, intikam arzusuyla Soluk gözlerini dikmiş bekler karşımda Kılıcında ve ağzındaki kızıl parıltılarla Ve emreder kölelerine “Onu bana diri getirin,” diye Şatosundaki bütün dehşet dolu izbeliğiyle Tattırır bana karanlık ölümün alacasını Avladı vampir şövalye ben, eski vampir avcısını İnsanların yaşamı dolunay göğe çıkınca tamamlandı. Yusuf GÜRKAN

Kaynak-The Guardian

6

7


KORKU KÖŞESİ

Korku Köşesi

Akropol'ün Altında Yazdığım günlükler tekrar gün ışığı görecek mi, bilmiyorum, ancak küçük bir ihtimal bile olsa bunu değerlendirmem gerekir. Umarım üç dilde kaleme aldığım bu uyarılar çok geç olmadan bulunmuş olurlar ya da en azından birkaç yüzyıl sonraki meslektaşlarıma bozulmadan ulaşırlar da, burada neler olduğunu anlatırlar. Her şey kazı başkanlığını aldığım … antik kentinin yüzey araştırmalarını yapmak için yanımda üç öğrenciyle bu küçük sahil kasabasına gelmemizle başladı. Kardeşlerim gibi sevdiğim bu üç öğrencinin şimdi yüzlerini bile hatırlayamıyor olmak bana acı veriyor, ancak sanırım bu, gördükleri karşısında dehşete düşüp acı çeken aciz beynimin anlaşılamaz savunma mekanizmalarından birisi. Aslına bakılırsa, yazı yazmayı unutmadığıma bile şaşırıyorum. Gerçi, benim anlamlı sanıp yazdığım şeyler anlamlı mı, bilmiyorum. Neredeyse hiç araştırma yapılmamış antik kentin üzerine kurulmuş olan kasabaya geldiğimizde, yerel halk tarafından pek de sıcak karşılandığımızı söyleyemem. Sahil kasabalarıyla ilgili sanılanın aksine, burası tutucu bir çorak iklim kasabasından farksız. Kasabada habis bir şeyler olduğunu ilk günden anlamamış olmam, belki de yetiştirilme tarzımla ilgili. Kahveye girdiğimizde üzerimize toplanan bakışlar ve ortamı yoğun bir sis bulutu gibi saran sessizlik, gördüğüm onca şeye rağmen hâlâ içimi ürpertmeyi başarıyor. Kahvede sorduğumuz küçük ve samimi sorulara aldığımız sert ve soğuk yanıtlar hepimizi şaşırtsa da, ufak tefek şeyler öğrendiğimizi inkâr edemem. “Şu tepe” diye bahsettikleri akropolün altında mağaralar olduğu da öğrendiklerimizden biriydi. Başlarda bilimsel kişiliğim baskın geldiği için mağaralarla hiç ilgilenmedim. Ancak gerek kasabalıların anlattıkları efsaneler, gerekse de çocukluğumdan beri bilinmez olana duyduğum merak, beni bu mağaraları araştırmaya teşvik etti. Tespit ettiğimiz mağara girişlerinde yaptığımız ön incelemelerde, mağaraların pek de güvenli olmadığına kanaat getirdik. Öğrencilerime zarar gelmesi riskini göze alamadığım için, içeriye tek başıma girmeye karar verdim. Rastgele seçtiğimiz girişlerden birine gireli ne kadar zaman geçti bilmiyorum, çünkü saatimin akrep ve yelkovanı, mağaradaki üçüncü saatimde bağımsızlıklarını ilan ettiler. Ne zaman, hangi hızla hangi yöne dönecekleri belli olmuyor. Yanımdan ayırmadığım, büyük dedemden yadigâr Walther marka pusulamın da aynı şekilde davranması, kuvvetli bir manyetik alanın içinde olduğumu gösteriyor. Saatimin bozulmasından bir süre sonra, el fenerimin de iflas etmesi, beklediğim ancak kendime bile söylemekten kaçındığım bir şeydi. Saatim ve fenerim kendini kaybettikten sonra kısa bir süre amaçsızca yürüdüm. Gözlerim karanlığa alışmıştı, zaten mağaranın şekilsiz duvarlarından başka görülecek hiçbir şey yoktu. Mağarada geçireceğim süreyi yaklaşık sekiz saat olarak hesaplamıştım. Girişimden beri yaklaşık dört saat olmuş, belki biraz geçmiş olmalıydı. Saatim bozulduktan sonra çok uzun bir süre yürümüş olamazdım. Keşke saatimin bozulduğunu fark ettiğim anda geri dönseydim… Geri dönmeye karar verdiğimde, her biri dört saat boyunca yeşil ışık veren dört aydınlatma çubuğumdan birisini çıkartıp bükerek içindeki kimyasalları harekete geçirdim. Böylece dönüş yolumu, donuk bir ışıkla da olsa, aydınlıkta gidebilecektim. Yanımdaki dört yeşil aydınlatma çubuğunun dışında, bir tane de kırmızı olanlardan vardı. Bu çubuk, diğerlerinden yaklaşık üç kat daha fazla süre dayanabildiği için, onu önemli bir şey bulursam kullanmayı düşünüyordum., kullanacağımı hiç tahmin etmiyordum.

8

9


Korku Köşesi Dönüş yolumun yaklaşık yarısı kadarını kat ettiğimi tahmin ettiğim zamanlarda, herhangi bir insanın başına gelebilecek en büyük talihsizliği bile komik bırakacak bir şey oldu. Gördüğüm manzara karşısında hayrete düşmüştüm ve böyle bir şeyin nasıl olabileceğini anlamıyordum. Bir yandan da buradan önceki geçişimde bunu fark edemediğim için kendime kızıyordum. Önümde uzanan karanlık yol ikiye ayrılıyordu ve ben yüzde elli ihtimalle bu mağaradan çıkamayacaktım. Olduğum yerde oturup kurtarma ekiplerini beklemek gibi güvenli bir seçenek varken hayatım üzerine yarı yarıya kumar oynayıp yollardan birini seçmem, insanoğlunun binlerce yıldır üzerinden atamadığı laneti olan kibirden mi, yoksa girdiğim ufak çaplı şoktan mı, şu an bile emin değilim. Durumumun, şimdiye kıyasla kat kat iyi olduğu o dönemeçte bile, pek iç açıcı olduğu söylenemez. Yarısından biraz azı içilmiş iki litrelik mataram ve birkaç paket bisküvim dışında hiçbir erzağım yoktu. En iyi ihtimalle beni on sekiz saat aydınlatacak kadar ışığım vardı ve ben bu lanetli mağaradan ne zaman çıkacağımı bilmiyordum. Dediğim gibi, yarı yarıya ihtimalle hayatım üzerine kumar oynuyordum. Her insan beyni gibi, benim beynim de zor durumda ve iş işten geçtikten sonra daha iyi çalışmaya başlamıştı. Gelirken yanıma bir kutu tebeşir alıp duvara tek hat halinde bir çizgi çekip çıkış yolumu rahatlıkla bulabilirdim. Belime bir ip bağlayıp kopmamasını umarak dönüşte onu takip edebilirdim. Bu basit fikirlerin bu kadar geç aklıma gelmesi, şu an kendime kızmama sebep olmaktan başka bir işe yaramıyor. Önümdeki ayrımın sola giden kolunu neye dayanarak seçtiğimi bilmiyorum. İki tarafa da yüzümü uzatıp hava akımını anlamaya çalıştım. Belirgin bir fark hissedemesem de, içimdeki kahrolası his sola gitmemi söyledi, ben de kabul ettim. Aydınlatma çubuğumun donuk yeşil ışığı hafifçe sönerken, girdiğim ayrımda yaklaşık iki saattir yürüdüğümü anladım ve sinir bozucu bir umut ve iyimserlikle çok az yolum kalmış olması gerektiğini düşündüm. İçimdeki kibir iyimserliğimi iyice arttırmış olacak ki yanlış yolda olduğumu hiç düşünmedim. Kendimden o kadar emindim ki yeni bir aydınlatma çubuğu yakmaya bile gerek görmedim. Tempomu biraz arttırıp yürümeye devam ettim. Ancak ne hava akımında bir değişiklik oldu, ne de ışık görebildim. Şimdiye kadar çıkışa varmış, en azından temiz havanın ulaşabildiği yerlere gelmiş olmalıydım. Mağaranın içi o kadar karanlıktı ki dışarıda güneş batmış bile olsa ki muhtemelen batmıştı, gece göğünün aydınlığını görebilmeliydim. İçimdeki iyimserliğin yavaşça boşalttığı yere hızla panik doluyordu. Titreyen ellerimle çantamı açıp başka bir aydınlatma çubuğu ve mataramı çıkarttım. Haddinden büyük bir yudum su içtikten sonra aydınlatma çubuğunu hızlıca sallayarak harekete geçirdim. Önümde ve arkamda sonsuzluğa kadar uzanırmış gibi görünen karanlık vardı, iki yanımdaysa yine aynı şekilsiz, kabaca ve özensizce yontulmuş duvarlar… Daha az önce su içmiş olmama rağmen ağzım kurumuştu. Gözlerim iyice kararıp bu lanet karanlığı iyice çekilmez ve korkutucu bir hale getirmişti. Panik tüm benliğimi ele geçirmişti, titreyen ellerime dizlerim de katılmıştı. Ve ben dizleri titreyen insanların aksine, olduğum yerde oturup kalmadım, koşmaya başladım. Ne tarafa doğru koştuğumu bilmiyorum, ne kadar süre koştuğumun da farkında değilim. Koşuşumu sona erdiren şey, aynı zamanda bayılmama sebep olmuş. Elimde ışık olmasına rağmen o kadar şuursuzca koşmuşum ki, önüme çıkan alçak kirişi fark etmem için kafamı vurmam gerekmiş. Kendime geldiğimde inanılmaz bir baş ağrısıyla yerde yatıyordum. İlk önce, çok çok kısa bir an için, dün gece içkiyi fazla kaçırdığımı düşünmüştüm. Ancak elimi refleks olarak alnıma götürdüğümde hissettiğim kurumuş kan, son birkaç saatte olanları birdenbire aklıma getirdi.

10

11


Korku Köşesi

Korku Köşesi

Olduğum yerde yavaşça doğrulup otururken, artık sönmüş olan aydınlatma çubuğumu halen sımsıkı kavradığımı fark ettim. En az dört saattir baygın olmalıydım, ancak çok daha fazla da olabilirdi. Çantamdan mataramı çıkartıp kocaman bir yudum su içtimse de, ağzımın ve dudaklarımın kuruluğuna pek faydası olmadı. Su içtikten sonra yavaşça doğrulmaya başladım ve kafamı bu sefer hafifçe vurunca karanlıkta olduğumu fark ettim. Çantamda kalan iki yeşil aydınlatma çubuğundan birini daha çıkartıp ortalığı donuk yeşile boyadım ve kafamı çarptığım eşiği gördüm. Mağaranın özensiz yontulmuş duvarlarının aksine, burada daha önce hiç görmediğim kadar muazzam bir işçilik vardı. Kapı görüntüsü veren açıklığın etrafındaki ve üstündeki duvarlar, bir karış eninde düzeltilmişti. Düzeltili kısım, mağara duvarlarının geri kalanından ayrı değil yekpareydi. Bu kısma elimi sürttüğümde şaşkınlığım iyice artmıştı, çünkü kaba taşın bu kadar güzel işlenebildiğini daha önce hiç görmemiştim. Taşın yüzeyi en kaliteli ipekli kumaşlar kadar pürüzsüz ve kaygandı. Yüzey o kadar ince düzeltilmişti ki, yerde birkaç damla kurumuş kan damlası olmasına rağmen, kafamı vurduğum yerde ufacık bir iz yoktu. Köşeler o kadar düzgün ve sivri işlenmişti ki, parmağımı üzerinde gezdirirken, sanki jiletmiş gibi, sığ bir kesik açmıştı. Çok heyecanlandığımı itiraf etmeliyim. Daha önce bu kadar muntazam bir taş işçiliği görmemiştim. Bu kadar gizli ve absürt bir yerde göreceğimse hiç aklıma gelmezdi. Ellerim yine titriyordu, ancak bu sefer heyecandan. Hafifçe eğilip içeri girdiğimde karanlık, bir kütle gibi etrafımı sardı. Donuk yeşil ışığın aydınlattığı duvarlar artık etrafımda yoktu. Yeşil ışık çevremde bir daire çiziyordu. Bir süre sağıma soluma amaçsızca bakındıktan sonra, sağa dönüp yürümeye başladım. Kapının sağ tarafında kalan duvarı takip ederek yürürken, bu duvarın da yine aynı muazzam işçilikle düzeltilmiş olduğunu gördüm. O an yere dikkat ettim ve yerin de aynı şekilde düzeltildiğini fark ettim. Tavana bakma ihtiyacı hissedip kafamı yukarı kaldırınca, bulunduğum mekânın çok yüksek tavanlı olduğunu fark ettim, çünkü tavanı görememiştim. Kısa bir süre yürüdükten sonra karşılaştığım duvar şoka girmeme sebep oldu. Susuzluğumu, açlığımı, başımdaki zonklamayı unutmuştum. Olduğum yerde kalakalmış, duvara bakıyordum. Duvarda, yüzüm hizasında başlayan ve yere kadar devam eden Antik Yunanca bir kitabe vardı. Kitabenin üstündeyse devasa boyutta bir insan ayağı… Bu ayağın sahibi olan insan tasviri o kadar büyüktü ki, aydınlatma çubuğumu birkaç kez tüm gücümle yukarı fırlatmama rağmen, göğüs kısmını bile zar zor görebildim. Heyecanım biraz yatışıp kendimi az da olsa toparladıktan sonra, duvarı takip ederek yürümeye başladım. Ancak attığım her adımda daha fazla şoka giriyordum. Çünkü duvarda sadece Antik Yunanca yoktu, Mısır’ın törensel hiyeroglifleri de vardı. Her adımda farklı dillerde kitabelerle karşılaşıyordum. Odanın karşılıklı iki uzun duvarında en az üç farklı çivi yazısının (Hititçe, Sümerce ve Akadça) dışında kısmen çözülmüş Linear B ve hiç çözülememiş Linear A yazıları vardı. Kendimi şimdiden Champollion gibi hissetmeye başlamıştım. Odanın kısa kenarlarıysa tam ortalarında bulunan kapılar dışında bomboştu. Ancak beni en çok şaşırtan şey, aralarındaki ilişkinin kanıtlanmasının da dışında, böyle bir ilişkinin düşünülmesi bile bilim camiası tarafından gülünç karşılanacak kültürlerin yazılarının bulunmasıydı. Gördüğüm diğer yazılara bakılacak olursa, burasıyla çağdaş olamayacak yazıların içinde Kelt, Viking ve Türk rünik yazıları, Çince, Korece ve Japonca olduğunu tahmin ettiğim üç farklı piktografik yazı ve daha nicesinin aynı şeyi anlattığından hiç şüphem yoktu. Şok içindeydim ve ömrümde hiç olmadığı kadar fazla vaktim vardı. Kurtarılıp kurtarılamayacağım bile belli değildi. Ama bu yazıları okumadan ve bu lanetli mağaranın ne amaçla yapıldığını öğrenmeden ölmemeyi kafama koymuştum.

Böylece, Antik Yunanca yazılmış olan kitabenin karşısına oturdum. Önümü iyice görebilmek için, son kalan yeşil aydınlatma çubuğumu da yakıp çeviriye başladım. Kitabe, kelimesi kelimesine şunları diyor: “Aciz ayaklarıyla bu salonlara gelmiş, aciz gözleriyle bu yazıyı okuyan insan! Kadimlerin salonlarındasın. Haddini bil, sessiz ol! Onları vaktinden önce uyandırmak istemezsin! O kadimler ki binlerce yıldönümü önce dünyaya geldi! O kadimler ki insanoğluna insanlığı öğretti! Aciz insanoğlu onları tanrı sandı, ama burada olduğuna göre, gerçeği öğrenmeye hak kazanmışsın demektir: Onlar tanrı değil! Zeus, Poseidon, Athena, Osiris, Seth, İsis, Ea, Enkidu, Marduk, Teşup ve binlercesi! Onlar tanrı değil, kadimler! Sen, bu salonlara aciz bir insan olarak girdin, ama kadimlerin hizmetkârı ve rahibi olarak çıkacaksın! Şanslısın ki bu salonlardan birinde, onlardan birisi uyuyor! Binlerce yıl sonra uyanacaklar ve insanları değerlendirecekler. Eğer sen ve senin gibi rahipler işlerini iyi yapamamış, insanlığa onların yolunda rehberlik edememişseniz, insanları yok edip yeniden ilahi düzeni kuracaklar!” Önce, her aklı başında insan gibi, bunun sıradan dini bir metin olduğunu düşündüğüm. Hatta aklı başında olmayan bir insana göre fazla sakin kaldığım da söylenebilir. Gerçi birden fazla kültürün tanrılarını saymasıyla şimdiye kadar okuduğum dini metinlerden ayrılıyordu, ancak yine de üzerinde durmadım. Belki de bütün dinleri birleştirmeyi hedefleyen bir tarikatın işi olabileceğini düşündüm. Ama “kadimler” meselesi kafama takılmıştı, çünkü tanrıları bu isimle anmakla kalmıyor, bunlardan bir tanesinin de bu mağaralarda olduğunu söylüyordu. Zaten kurtarılma umudum kalmadığından, mağaraları iyice araştırmaya karar verdim. Girdiğim kapının tam karşısına denk gelen kapıdan çıkıp tekrar yürümeye başladım. Bu sırada aydınlatma çubuğum sönmüştü ve son yeşil çubuğumu elimde tutuyordum. Hafifçe aşağı meyleden bir koridordan uzun sayılabilecek bir süre yürüdükten sonra, karşıma üç kapı çıktı. Önemsemeden en soldakine girdim ve buranın küçük bir oda olduğunu gördüm. Odada kısmen bozulmuş çeşitli eşyalar varsa da önemsemeden çıkıp tam karşıdaki kapıya girdim. Burası da aynı şekilde bir odaydı, ancak gözlerim yanıltmadıysa daha genişti. Böylece geçebileceğim tek bir kapı kalmıştı ve o kapı daha dik bir eğimle aşağı inen bir koridora açılıyordu. Hatta koridor bir süre sonra merdivene dönüştü. Başta basamakları saydımsa da yüz elliye geldikten sonra bu işlem çok gereksiz göründü ve saymayı bıraktım. Hâlâ inmeye devam ediyordum ve indikçe basamaklar dikleşip daralıyordu. O kadar uzun süre aşağı indim ki artık yorgunluktan veya üşengeçlikten yukarı çıkmak istemiyordum. Tam da bunları düşünürken, merdivenler bitti ve tekrar düz zemine kavuştum. Ancak burada koridor daha dar, tavan daha alçaktı. Solmaya başlayan ışığı önüme tutarak tekrar yürümeye başladım. Işığım neredeyse sönmek üzereydi ki karşıma masif taştan bir kapı çıktı. Artık geri dönüş umudum yoktu, aç ve susuz bir hâlde, üstelik umutlarım tükenmişken o kadar merdiveni tekrar çıkamazdım. Kapıyı açmayı denemekten başka çarem yoktu. Tüm gücümü vererek kapının hem sağına hem soluna yüklendim. Sol tarafa yüklendiğim zaman hafif bir kıpırdanma hissettiğim zaman kapıyı açabileceğimi fark ettim. Tesadüf müdür yoksa Tanrı’nın bir oyunu mu bilmem, kapıyı geçebileceğim kadar aralamamla ışığımın da tamamen solması bir oldu. Kibirli bir bilim adamıyken ikisine de inanmazken, şimdi hangisine inanmamın daha mantıklı olacağını ölçmeye çalışıyordum. Bu düşünceyle geriye kalan son aydınlatma çubuğum olan kırmızı renkli olanı çıkartıp yaktım. Keşke, keşke o anda ölseydim ya da kör olsaydım… Gördüğüm manzara karşısında ilk düşündüğüm şey, hâlâ baygın olduğum ya da ayıksam bile yaşadığım beyin sarsıntısı sebebiyle halüsinasyon gördüğümdü. Sonuçta kafamı sertçe çarpmıştım ve o

12

13


Korku Köşesi

Korku Köşesi andan itibaren gördüğüm her şey bir rüya olabilirdi. Bu satırları yazarken bile bundan emin değilim. Tam karşımda, taştan oyulmuş bir yatağın üzerinde birisi yatıyordu. Hâlâ nefes alıyordu. Bunu kabarıp inen göğsünden anlayabiliyordum. Nefes alış verişini duyabiliyordum. Ve bu bir insan değildi. İnsana çok benzese de insan değildi. Cesaret edebildiğim kadar yaklaşıp incelediğimde, kafatasının uzun yapısını fark ettim. Birden kafamda çakan bir görüntüyle, Mısır firavunlarının meşhur taçlarının, bu kafa yapısından ilham almış olabileceğini düşündüm. Kaşlarından yukarı doğru bir buçuk karış kadar yukarı doğru çıkan alnının bittiği yerde, gür, simsiyah ve dalgalı saçları başlıyordu ve karnının altlarına kadar uzanan sakalları vardı. Derin uykuda olan yaratığın insandan tek farkı kafa yapısı değildi. Boyu yaklaşık 4,5 metre kadar olmalıydı ve vücudu aşırı derecede kaslıydı. Güçlü kollarının bitimindeki eller, bir insanın kafasını fındıkkabuğu kırar gibi kırabilecek kadar büyüktü. Üzerindeki sade beyaz bir tunik dışında hiçbir şey yoktu. Tuniği, bir kütük kadar kalın bacaklarının yarısını zar zor örtüyordu. Zaten bütünüyle korkutucu olan bu yaratık, donuk kırmızı ışıkta çok daha korkunç görünüyordu. Ben korku ve şaşkınlıkla ona bakıp incelerken, kemiklerime kadar titrememe sebep olan bir şey oldu. Derin bir uykudan uyanan bir insan gibi, yerinde hafifçe kımıldanarak mırıldanmaya başladı. Yüzüne baktığımda, gözlerinin hafifçe aralandığını gördüm. Oradan nasıl kaçtım, o sonsuz görünen merdivenleri nasıl çıktım, bilmiyorum. Daha önce gördüğüm iki odadan küçük olanına sığındım ve mataramdaki son suyu içip yüzümü yıkadıktan sonra bunları yazmaya karar verdim. Eğer bu defteri yakın bir zamanda bulup okuyorsanız, aşağı inmeyin. Lütfen bana inanın ve inmeyin. Bunun kimseye bir faydası olmaz.

Öykü: Türker BEŞE

İllüstrasyon: Hüseyin ESEN

Hişt Dinle hişt dinle minimini cinleriperileri parmakuçlarına basarak bir görünüp bir yitiyorlar minimini ışıltılarla büyüler ve çınlatır gulyabaniler eciş-b-üçüş eciş-b-üçüş minimini mutlu putlu iğrençtir ciyaklarken minimini sipsinir farecikler hızla koşarken gözleri çakmak çakmak ve koş gizlen saklan gizlen süpürür süpürür gözlediğiniz kocakarı burnunun dibine gizlenseniz bile süpürür sizi yine de kimseler bilmez cadı bilir şeytanı amanın şeytan of aman şeytan izbırakma dan büyük boşlukta sıçrar şeytan şeytan şeytan şeytan beeeEEE Edward Estlin CUMMINGS

14

15


Korku Köşesi

Morgda Her şey arkadaş arasında, metafizikten, paranormal olaylara ve bazı halk anlatılarından mülhem memoratlardan bahsetmemizle başlamıştı. Birbirimizi korkutmaktan ziyade birbirimize bir şeyleri kanıtlamaya çalışıyor gibiydik. İnsan algılarının ötesindeki varlıklardan, insanların yaşayabileceği tuhaf şeylerden bahsetmiştik. Ben mantık olarak bu tür şeylerin olabileceğini pek kabullenemeyen birisi olarak hâliyle bunlara pek kulak asmazdım. Sohbetin ardından oradaki arkadaşlarımdan birisi, odama gelip bana bu tür şeyleri kanıtlayabileceğini söylediğinde bir hayli şaşırmıştım. Çünkü kendisi bir tıpçıydı. Bilimle bu denli haşir neşir olmuş birisinin hatta bir bilim insanının kalkıp böyle bir şey iddia etmesi ne kadar doğru olabilirdi ki? Ona biraz da şaka yollu nasıl kanıtlayacağını sorduğumda bana gördüğü şeyden kimseye bahsetmeme sözü verirsem bunu anlatabileceğini söylemişti. Dediğine göre dünya çapında uygulanan, yıllardan beri süregelen bir gizlilik protokolü söz konusuydu. Buna göre hastanelerin morguna getirilen bazı cesetlerin, normal yollarla açıklanamayan ölüm şekilleri mevcutsa gizli tutularak morgların ayrı bir kısmında tutulduklarını söylemiş, bu bilginin ya da resimlerin sızmasının cezasının çok ağır olduğunu söylemişti. İnsan aklına aykırı gelebilecek birçok şey, bu şekilde gizlenmekte olduğundan basına da yansımadığını yansısa bile yalan haber türünden yansıtıldığını söylemişti. İnanmam için bu tip yerlerden biri olan, eğitim gördüğü hastanenin morguna beni de götürebileceğini söylemişti. İnanmadığım hâlde sırf ne kanıtlamaya çalışıyor diye çağırdığı zaman morga gitmeyi kabul ettim. Nöbetçi olduğu bir gece söylediği gibi beni çağırdı. Vakit oldukça geçti. Bir süre morgun girişinde bulunan nöbetçi odasında zaman geçirdikten sonra kimsenin gelip gitmeyeceğine emin olunca birlikte morga indik. Morgun arka tarafında başka bir kapı vardı. Kapının kilidini açıp içeriye girdikten sonra içerinin ışığını açmıştı. Birkaç morg dolabının bulunduğu büyükçe bir yerdi. Kapıyı ardımızdan kapatıp dolapları göstererek ilginç vakaların kurbanlarının bir süre burada tutulduğunu ardından incelenmek üzere Ankara’ya gönderdiklerini söylemişti. Bir dolap kapağının önüne gelip önünde yazılanları okuduktan sonra açıp göstermişti. Bir insana ait gibiydi, yanmış bir bebek cesedine benziyordu. Tuhaf bir şekilde erimişti ancak hiçbir yanık izi yoktu ve gözleri sapasağlamdı. Birinin nazarı sonucunda eriyip bu hâle geldiğini söylemişti. Bir başka dolabın kapağında yazanlara bakıp açmıştı. Göğsü parçalanıp ciğerleri sökülmüş bir adamdı. Bir kilise mahzeninde define arama bahanesiyle dolanırken uyandırmaması gereken bir şeye çatmış olmalıydı ki ciğerlerinden olmuştu… Bir başka dolabın kapağını okuyup açtığında yeşil tenli, belden aşağısı yılan gibi olan bir bebek göstermişti. İstenmeyen, öte alemlerden birine ait bir insanımsıydı… En uçta kapağı zincirli duran bir dolap vardı. Onun ne olduğunu sorduğumda dirilme ihtimali olan tehlikeli cesetler için ayrıldığını söylemişti. Hatta kapakta yazılanlara göre içinde bir vampirin kurbanı vardı. Kilidi çevirip açtığında içinde boynunda iki ufak yara taşıyan soluk renkli genç bir kadının yattığını gördüm. O sırada dışarıdan ayak sesleri yaklaştığını zannederek gidip bakacağını söylemişti. Kapıyı da dikkat çekmemek için kapatıp öyle çıkmıştı. ….vampir üzerime yaklaşıyordu, Gözümü açtım, bir deney odasındaydım.. (Nasıl olsa ölmez bu, haha, diye gülen doktorlar…) arkadaşımın beni deney uğruna mı sattığını yoksa vampirin saldırısı sonunda o hâle geldim diye mi orada olduğumu hiç bilemeyecektim. Öykü: Mehmet Berk YALTIRIK

16

İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ

17


Korku Köşesi Dehşetler Albümü-1

KARAKURA Korku Köşesi’ne mahsus hazırlanan “Dehşetler Albümü” köşemizde bu sayının konuğu Karakura adlı cin! Birbirinden ilginç ecinniyi, tasvirleriyle kâbuslarınıza taşımaya gayret göstereceğimiz bu köşede açılışı onunla yaptık… Şehir efsanelerinden ve köylerde anlatılan memoratlardan aşina olduğumuz, kendisi de cinlerden sayıldığı halde en az “üç harfli” konulu anlatılar kadar popüler olan ecinnimiz “karabasan”dır. Halk arasında “ağırlık” olarak adlandırılan bu varlık çeşitli isimlerle benzer özelliklerle Anadolu’nun birçok köşesinde görülebilmektedir. Karakura işte bu “karabasan”ın siluetlerinden biridir. Kötücül bir ruh olarak addedilerek, yeni doğum yapmış loğusa kadınları korkutan, ciğerlerini söken, insanları kâbuslarla karabasanlarla huzursuz eden, adı çocuklara korkutma amacıyla söylenen bir cindir. Uyuyan insanlara musallat olarak onların ses çıkarmalarını engelleyen, kedi gibi ses çıkarmadan gezinen biçimsiz bir varlıktır. Erzurum ve Erzincan havalisinde bu varlık albastı misali lohusalara musallat olan, onları korkutarak ciğerlerini söken bir varlıktır. Konya havalisinde ise kedi büyüklüğünde bir keçi siluetinde görünerek insanların üstüne çöküp onları boğmaya çalışır. Gün ışığından korktuğuna, güneş doğunca kımıldayamayacağına bu şekilde de o haldeyken yakalanıp yemin ettirilerek köle gibi kullanılacağına inanılmıştır. Yatağında ekmek kırıntısı olan insanlara musallat olduğuna inanılan karakuranın, Sivas yöresinde “Elkişave” adıyla benzeri özelliklerle anlatıldığı da ifade edilmektedir. Kaynak: Ayşe Duvarcı, “Türklerde Tabiatüstü Varlıklar ve Bunlarla İlgili Kabuller, İnanmalar, Uygulamalar”, Bilig, S. 32, Kış 2005, s. 127.

18

19


Korku Köşesi

Zavallı Bunca zamandır tam da hayallerindeki gibi birini bulduğu için teorik olarak çok mutlu olması gerekirken Hakan’ın içindeki şüphe ve korku adlı iki felaket, içini her geçen dakika daha fazla kemiriyordu. Tabii ki bunda içinde bulunduğu ortamdaki aşırı erkek yoğunluğunun ağırlıklı etkisi yadsınamazdı. Henüz üçüncü buluşma olmasına rağmen ilk ikisinde kıytırık centilmenliğine toz kondurmamak için hesabı kendi ödemişti ve bu durum Hakan’ı maddi açıdan epey zorlamıştı. Aslında kız arkadaşı Nilay elbette ortak ödemeyi teklif etmişti ama genel erkeklik kurallarının gereği olarak Hakan bunu kabul etmemişti. Normalde de açılmak ve rahatlamak için çok içki içen Hakan bir de Nilay varken yaşadığı aşırı stresten kurtulabilmek ve onu yanında rahatça konuşup ilk buluşmaların gerginliğini alabilmek için fazlasıyla abartmıştı. Sonuç olarak hesap onun gariban cebinden çıkmıştı. Nitekim üçüncü buluşmanın dışarıda alımlı, ışıklı bir mekânda değil de kampüsteki en ucuz yurt kantininde olması da bu gerçeği çiftlerin yüzüne acı bir şekilde çarpıyordu. Hepsinden öte Hakan’ın bünyesinde nefesini daraltan sıkışmalara sebep olan şey buranın erkek yurdu, yani ağzından salyalar saçan mühendis abazalarının barınma mekânı olmasıydı. Nitekim kantine girdikleri an çok keskin algılarıyla ortamdaki elemanları hemen analiz eden Hakan, sorun teşkil etme potansiyelleri yüksek kişilerin olduğunu tespit etmişti. Nilay’a olan o iğrenç bakışlarından, ağızlarındaki y.vşakça kıvrılmadan, gözlerine inen mide bulandırıcı parıltıdan hemen anlıyordu aklından geçenleri. Zaten her zaman kendi soyundan nefret etmişti. Eğer insanlık yok olacaksa önce erkek denen pislik yuvası ırktan başlamalıydı. Sorunun kökeni dünyayı maddi-manevi tecavüzün karanlık çukurlarına iten, empatiyi sıfırlayan ve rahatsızlığın negatifliğini hisseden hassas bünyeleri kanser eden o..pu çocukları erkekler ve onların sıfır hissiyatla acımasız eyleme dayalı psikotik zihniyetleriydi. Aslında sadece erkekler miydi bunu yapan? Erkek zihniyetli düşüncesiz kadınlar da Hakan’ın nefretinden payını düşeni fazlasıyla alıyordu. “Hakan, canım ne oldu daldın?” Hakan, rahatsız edici düşüncelerinden sıyrılarak o ana odaklanmaya çalıştı. “Hiç ya, aslında… daldığımda da seni düşünüyorum ben.” “Bak seen!” Tedirginliğini belli etmemek ve güzeller güzeli sevgilisinin canını da kendisininki gibi sıkmamak için ona doğaçlama olarak bu itirafı yapabilmesi, karşılığında Nilay’ın da hoşuna gittiğini belli eden gülümsemesiyle “Bak seen!” demesi kendini bir anlığına çok iyi hissettirmişti. Yüzündeki o gülümseme… Elmacık kemiklerinin çıkmasıyla gözlerinin hoşnut bir şekilde kısılması… İşte bu her şeye değerdi. Her ne kadar psikolojik olarak gergin ve kötü şartlar altında olursa olsun bunu ona yansıtmak istemiyordu. Kendisinin canı sıkkın olduğu için onun da mutsuz olmasına dayanamazdı. Aslında mantığı son derece basit, masum ve çocukçaydı Hakan’ın. Onu hep mutlu edecekti, böylece o kendini mutlu hissederse Hakan’a aşık olacak ve bağlanacaktı. Hakan zaten kendini bağlamaya hazırdı, böylece kim bilir, belki de sonsuza kadar birbirlerine aşık olarak mutlu yaşayacaklardı. Peri masalları böyle bitmez miydi? Kadın ve erkek birbirlerinin ruh ikizi olduğuna inanırlar ve var oluşlarının yarım kalan kısımlarını birbirlerine duydukları aşkla tamamlarlardı. Bir gün o da böyle birini bulacak ve sürekli içini kemiren amaçsız var oluşunun eksikliğini böylece giderecekti. İşte küçüklüğünden beri herkesten sır gibi sakladığı hayali buydu Hakan’ın. Dünyanın tüm karanlığına karşı ona dayanma gücü veren titrek bir mum aleviydi bu en gizli hayali. Zaten anlatsa bile kim ciddiye alacaktı ki onu? Hepsi dalga geçmeyecek miydi onunla? Herkes dünyada işlerin böyle yürümediğini, hayaller aleminde uçtuğunu ve bir gün feci şekilde çakılacağını

20

21


Korku Köşesi

Korku Köşesi

anlatmayacak mıydı herkes? Hepsi kendinin ne kadar gerçekçi olduğuyla övünecek, göğsünü kibirle şişirip salyalar saçarak “İşte gerçek bu!” diyecekti. Bilmedikleri şey ise Hakan’ın çoktan uçtuğu ışıltılı diyarlardan dünyanın pis zeminine çakıldığıydı. Gerçekliği mide bulandırıcı çıplaklığıyla görmüştü ona ama bununla övünecek ne vardı? Bunu kabullenmek yerine, çırpındığı bataklıkta son hız dibe batarken inatla başını gökyüzüne kaldırıp aşkı hayal ediyordu. Tabi ne zaman ışığa baksa bir insan evladının karaltısında boğulması fazla uzun sürmüyordu. Nitekim yan masadaki sakallı elemanın it gibi Nilay’ı kesmesi ve bunu belli etmemek için pek de fazla çaba gösermiyor oluşu keskin algılarınca anında fark edilmiş ve zihninde alarm çanları çalmaya başlamıştı. Diğer iki arkadaşının da onu güzel bulduğunu ve içten içe onunla ilgili hayaller kurduğuna adı gibi emindi Hakan ama onlar biraz daha kibarlıktan nasibini almış gibiydi ve saklamayı az buçuk beceriyorlardı. Hakan en büyük tehdidi tüm boyutlarıyla analiz ediyor ve olası bir istenmeyen durumda nasıl tepki vereceğini kafasında ölçüp biçiyordu. Sorunun büyüyen kısmı ise tüm bunları düşünürken bir yandan da Nilay’a hiç renk vermemeli ve onunla yarı flörtöz bir iletişim kurmalı, hatta üstüne onun hoşuna gidecek, mutluluk verecek laflar söylemesi gerektiğiydi. Beyninin yavaş yavaş ısınmaya başladığını hisseden Hakan için bu, yaklaşan krizin en tanıdık belirtisiydi. Bir şekilde vakit kaybetmeden söze girişmeli her şey normal seyrindeymiş gibi davranmalıydı. “Bugün yine kırmızı montunu giymişsin.” dedi Hakan. “Ha evet, de yine derken, başka ne zaman giymiştim?” “İlk tanıştığımızda tabi ki.” “Ya hayır yanlış hatırlıyorsun o gün bu yoktu üzerimde.” “Sen yanlış günü düşünüyorsun. Kızılay’da Caner’lerle- ikisinin de kendi arkadaş gruplarında takılan Caner sayesinde tanışmışlardı- toplandığımız akşamı demiyorum. Hani çarşıda sen yine senin grupla geziyordun da yine Caner vardı ben selam verince öyle kısaca tanıtmıştı ya sizi. Ama konuşmamıştık hani öyle selamlaşmıştık sadece.” “Haa doğru ya ama o tanışma bile değil ki ya.” “Olsun, hiç öyle şey olur mu ya seni ilk gördüğüm gün o. Unutmam tabi ne sandın. O zaman kırmızı montun vardı yine. Çok dikkatimi çekmiştin çok yakışmıştı yani.” Nilay’ın hoş yüz hatlarına geniş bir gülümseme yayılmıştı. “O kadar yakışıyor mu ya aslında çok da sevmem bunu giymeyi.” Hakan tam da yerinde söylediği övgülerle sevdiğini mutlu etmenin hazzıyla cevap verecekti ki yandaki tehlike arz eden adamın “Güzele ne yakışmaz hocam!” diyerek konuşmaya izinsizce dahil olmasıyla bütün kelimeleri boğazında tıkandı. İşte korktuğu şey olmuştu. Adam tahmin ettiği gibi başından beri onların konuşmasını dinliyordu ve hiçbir ahlaki kuralı dinlemeden taciz edici bu girişi yapmıştı. O anda boğazında bir yumru oluştu, yutkundu ve adama bakındı. Evet, tam da analizini yaptığı girişken ve umursamaz, ahlaksız erkek örneğiyle karşı karşıyaydı. Ya.şak sırıtışıyla küçük gözlerinden Nilay’a fırlayan delici bakışlar aslında Hakan’ın ruhunu delik deşik ediyordu. Nilay yaşadığı rahatsızlık ve şaşkınlıkla önce adama sonra Hakan’a döndü. İşte bu an Hakan’ın, doğuştan gelen, binlerce yıldır atalarının doğayla ve kendi türüyle girdiği mücadelelerde gelişen erkeklik içgüdülerini kullanarak kendi dişisini koruması için bir hamle yapması gerekirdi. Belki de sadece “Hocam ayıp oluyor ben varım burada!” dese bile hiç yoktan iyiydi, en azından sesini çıkarmış olurdu. Varlığının, orada bir dişiye eş olacak erkek olma iddiasıyla orada durmasının bir anlamı olurdu. Fakat Hakan kendinin bunu yapamayacak kadar korkak biri olduğunu yıllardır yaşadığı acılı

22

tecrübelerle öğrenmişti. Bu sefer, demişti kendi kendine ne olursa olsun Nilay’a başkası tarafından gelecek en ufak bir rahatsızlığa izin vermeyeceğim ve kim olursa olsun düşünmeden onu döveceğim, tüm gücümle saldıracağım demişti. Kendi kendine söz vermişti Hakan, inanmak istemişti bunu yapabileceğine, fakat işte tam bu felaket anında kurduğu tüm hayallerin kahrolası bir dilden çıkan kahrolası bir cümle tarafından nasıl da parça parça olduğuna tanıklık ediyordu. Saniyeler geçiyor ve Nilay Hakan’dan sadece onu bu sözlü tacizden koruduğunu gösterecek karşı bir hamle bekliyordu. Şerefsizin biri güpegündüz yanında sevgilisi asılıyordu ve Hakan hiçbir şey yapamıyordu. Hakan midesinden yukarı şakaklarına ve oradan da beynine çıkan yakıcı sıcaklıkla terliyor ve yutkunuyordu. Gözleri istemsizce büyümüş ve solukları hızlanmıştı. Hayallerindeki olası kavgalarında dövdüğü laf atan, taciz eden tüm olası adamlar şimdi gerisin geri acı gerçekleri suratına çarpıyor, kahkahalar atıyordu. Madem sözlü tacize karşılık veremeyecek bir dili vardı, ne diye onu kullanıyordu ki? Lamarck’ın evrim teorisine göre kullanılmayan organ körelir ve işlevini kaybederdi. Hakan’ın dili aniden kendi ekseninde kıvrılmaya başladı. Döndükçe kaygan bir rulo hâline gelip sıkıştı. Bu arada boğuk sesler çıkarıyordu. Sonunda dil, evrimin zalim kuvvetleri tarafından kökünden koparılıp atıldı. Hakan acıyla böğürerek ağzından dışarı dilini tükürdü. Önündeki yemeğe ve Nilay’a kanlar sıçradı. Bir anda kantinden çığlıklar yükseldi, herkes şok olmuş bir şekilde genç adama bakıyordu. Ancak homo sapiensin varoluşundan beri işini şaşmadan gören evrimin bu zayıf yaratık için işi daha yeni başlamıştı. Her türlü çatışma durumunda korkusuna rağmen erkekliğini öne çıkarmak yerine midesindeki korkunç sancıya yenik düşüp arkasına bakmadan kaçan Hakan için bu sorunlu organından kurtulma zamanı gelmişti. Gömleğiyle birlikte karın bölgesinde derin bir yarık yavaş yavaş, Hakan’ı bağırta bağırta açıldı ve üstten yemek borusuyla alttan bağırsaklara bağlanan, adına mide denen şişkin organ, vücutla olan tüm bağlantılarından, borulardan ve damarlardan koparak yerinden fırladı ve kantinin zeminine düştü. Ardından yüzeyi iğrenç bir “foş” sesiyle patlayan midenin içinden Hakan’ın az önce sindirmeye başladığı yemek artıkları mide öz suyuyla birlikte etrafa sıçradı. Bununla birlikte her yerde kan kokusuyla kusmuk kokusunun dayanılmaz karışımı yayılmıştı. Elbette o yemekleri Hakan gibi, insan denen ilkel hayvanın kurduğu güce dayalı kurallara adapte olamayan zayıfların yemeye hakkı yoktu. Daha dişisine laf atan birine gerekli cevabı verecek cesaretten yoksun bir zavallının beslenmeye hakkı olabilir miydi! Bu sırada Nilay ve geri kalan herkes korkuyla geri çekilmişti, biri ambulansı çağırmak için danışmaya koşmuştu. Nilay ağlıyor ve Hakan’a bağırıyordu. “Canım!” Ölüme doğru son anlarını yaşayan Hakan için daha acıklı bir söz olamazdı. Kendini kimsenin canı olmaya layık hissetmiyordu. Dişiler nasıl erkekleri severdi? Kendisi gibi romantik sümsükleri mi yoksa ayakları yere basan aman vermez savaşçıları mı? Cevap insanlığın başından beri değişmemişti. Zayıflar evrimin içinde yok olmaya mahkumdu. Bunu Darwin’e edeceği binbir türlü küfür de değiştiremezdi. Hakan’ın şimdiye kadar kimsenin okumadığı, hayallerindeki ideal sevgilisine şiirler yazmak dışında pek de işine yaramayan parmakları boğum yerlerinden dışa doğru ters açılarla kemikleri kırılarak büküldü. Dişilerin güzelliğine bakıp da hayatın çirkinliklerinden umutsuzca kaçırdığı gözleri, görünmeyen bir şeyler saplanmış gibi ortasından oyuldu ve içeri doğru göçtü. Bütün görme sinirleri parçalanan, göz akları yanaklarına akmaya başlayan Hakan için artık dünyada görmeye değecek bir şey de yoktu. Güce dayalı fiziksel oluşun karşısında direnemediği için artık nasıl olsa ayakta da duramayacaktı. Hakan’ın ayakları topuklarından tam ters istikametinde dönerek kırıldı, sonra da bir matkap gibi sürekli dönerek bacağa bağlanan eklem yerlerinden vahşice koparıldı.

23


GÖL CANAVARI

Korku Köşesi Susturulmuş, kör edilmiş, midesi çıkarılmış, ayakları koparılmış ve parmakları kırılmış olan Hakan, açığa çıkan vücut dokularından akan kendi kan gölünde, artık acıya duyarsızlaşmış sinirleriyle son saniyelerini yaşarken spazmlar geçiriyordu. Doğanın son bir işi kalmıştı. Uyum sağlamayan zayıflar için zevkle yapacağı, her şeyi sona erdirecek ve zavallıyı huzura kavuşturacak son eylem. Hakan’ın göğüs kafesindeki deriler de birer kağıtmış gibi yırtıldı ve kaburgalarının içinde hızla atan ve hâlâ çaresizce vücuda kan pompalamaya çalışan yürek, bağlı olduğu tüm damarlardan teker teker koparılarak kaburgaların içinden geçip havaya, Nilay’ın göz havasına yükseldi. Nilay bütün bu korkunç vahşete dayanamayıp kustu ve bayılıp zemine düştü. Onunla birlikte Hakan’ın kırmızı doku kanıyla kaplı hâlâ canlı olan kalbi son bir atıştan sonra havada parçalandı. Bütün kantin, insanlar duvarlar, güçlü ve savaşçı erkekler, onlara tapan ve kendilerini kaslı, güven veren güçlü kollara atmak isteyen dişiler, tüm bunları onaylayan toplumun canavarlaşmış üyeleri, romantik bir zavallının parçalanan kalbinden fışkıran kanlarla boyandı. Evrim, şaşmaz görevini yerine getirmiş ve sistemdeki gereksiz bir öge daha başarıyla silinmişti. Öykü: Can ÇELİKEL

İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ

24

25


Sen susuzluğunu giderirken bende üstümdeki toz topraktan kurtulup serinleyeyim dostum.

YAAAHH!

UAARG!

26

27


Boşuna uğraşma dostum, beni asla korkutamazsın. Kaybeden yine son oldun. Bu durumda bir hafta boyunca çamaşırı, bulaşığı yıkayıp, yemekleri sen yapacaksın. Hadi marş marş...

Sinema

Homurg!

2014’ün Sinemada Çizgi Roman Uyarlamaları 2000’lerden önce her sene en az üç süper kahraman filminin gösterime gireceği ve bu filmlerin daima senenin en çok hâsılat yapan ilk on filmi arasında yer alacağı söylenseydi acaba kaç kişi inanırdı? 2000 senesindeki “X-Men” filmi ile görsel efektlerin iyi bir süper kahraman filmi çekmek için yeterli seviyeye geldiği ispatlandı ve Marvel ile DC Comics karakterlerinin sinema maceraları hız kazandı. 2000 senesinden bugüne gelene kadar süper kahraman filmlerine iki ana olay ivme kazandırdı: Marvel’ın 2008’de kendi sinema stüdyosunu kurarak başladığı Marvel Sinematik Evreni ve Christopher Nolan yönetmenliğindeki Batman üçlemesi. Süper kahraman filmlerinin kazandığı ivme ile grafik romanlar da beyazperde de kendisine yer bulmaya başladı. Marvel ve DC Comics’in sinema macerasında en önemli iki fark ise Marvel karakterlerinin sinemadaki haklarının farklı stüdyoların elinde bulunurken DC Comics’in tam kadroya sahip olması ve yoluna sadece Warner Bros ile devam etmesiydi. Bu durum ortaya beklenenden farklı bir sonuç çıkardı: Marvel sinemada daha hızlı yol aldı ama DC Comics ise beklenenden çok daha yavaş hareket etti. Geçtiğimiz Ekim ayının ortasında Warner Bros beklenen açıklamayı yaptı ve 2016 senesinden itibaren beş sene içerisinde tam on süper kahraman filminin gösterime gireceğini duyurdu. Şimdi de yukarıda özetlediğim süper kahraman filmlerinin yakın dönemini dikkate alarak 2014 senesine bakalım. Bu sene toplam dört süper kahraman filmi seyrettik. Gösterim sırasına göre “Captain

28

29


Sinema

Sinema

America: The Winter Soldier”, “The Amazing Spider-Man 2”, “Days of Future Past” ve “Guardians of the Galaxy”. Bu filmlerin artık gösterimleri neredeyse tamamlandığı için hâsılatları da kesinleşti diyebiliriz. Dünya genelinde gişe performansları şu şekilde oldu (rakamlar milyon $dır): 1. X-Men: Days of Future Past: $746.0 2. Captain America: The Winter Soldier: $714.1 3. The Amazing Spider-Man 2: $709.0 4. Guardians of the Galaxy: $705.1 Bu tabloya bakınca dikkatimi çeken ilk nokta; hâsılat rakamlarının birbirlerine inanılmaz yakın olması oldu. Ayrıca tüm karakterlerin Marvel’a ait olduğuna dikkat ettiniz mi? Bu dört filmin süper kahraman filmlerinin günümüz ve geleceği ile ilgili verdiği ipuçları da oldu. Onları da aşağıdaki dört bölüm altında topladım: • Marvel firması süper kahraman film formatını geliştirmeye devam ediyor. “The Avengers” filmini ayrı bir yerde tutacak olursak süper kahramanların solo filmlerinde genelde karşımıza çıkan “hafif film” havasını beklenenden daha ciddi bir Captain America devam filmi ile yıktı! • Çizgi roman satış adetlerinin filmlerin seyirci sayısı ile kıyaslandığında en iyi ihtimal ile 1.000’de 1 oranında kaldığını düşünecek olursak süper kahraman filmine seyreden ve eleştiren farklı bir seyirci topluluğu karşımızda var. “The Amazing Spiderman 2” filminde bugüne kadar sinemada göremediğimiz kadar gerçek Peter Parker’ı gördük ama seyirci filmi genel olarak beğenmedi. Filmde kötü karakterlerin yüzeysel kalması ve hızlı kullanılmış olmasının beğenilmemesini anlayabiliyorum ama yine de filmin artılarının eksilerinden daha fazla olduğuna inanıyorum. Sonuç olarak; çizgi film uyarlamasının seyirci tarafından beğenilmesi için çizgi romanın özüne sadık kalması işe yaramayabiliyor! • “Guardians of the Galaxy” filmi ile Marvel firması iyi bir film ile hiç bilinmeyen süper kahraman uyarlamalarının da gişede başarılı olabileceğini ispatladı. • 2011 senesinde gösterime giren ilk “Thor” filmi ile ilk kez 3D süper kahraman filmi seyretmiştik. Bu sene seyrettiğimiz 3D süper kahraman filmleri kesinlikle 3D performansı açısından çok başarılı bir ilerleme kaydedildiğini ortaya koydu. Şimdi de süper kahraman dışındaki çizgi roman uyarlamalarına bakalım. 2014’de gösterime giren grafik romanlardan iki tanesi ön plana çıktı. İkisi de devam filmi ve Frank Miller’ın eserleriydi. Önce “300:

Rise of An Empire”ı sonra da “Sin City: A Dame to Kill For”u seyrettik. Her iki film de kendisini seyrettiriyordu ancak asla ilk filmlerin yaptığı etkiyi yapamadılar. Yukarıda saydığım filmler dışında son senelerde karşımıza çıkan üç tip film ile 2014’de maalesef karşılaşamadık: 1. “Punisher: War Zone” (2008) ve “Dredd” (2012) gibi daha düşük bütçeli ve bağımsız havası olan başarılı uyarlamaları görmeyi özledim. 2. “Watchmen” ve “Kick Ass” gibi farklı süper kahraman kökenli grafik romanlar şans bulmakta zorlanacak gibi gözüküyor. 3. “The Losers” (2010), “Cowboys & Aliens” (2011), “Bullet to The Head” (2013) ve “R.I.P.D.” (2013) formatından süper kahraman konsepti dışındaki grafik romanlar kazandıkları ivmeyi 2014’de kaybettiler. 2014’de bazı filmler ise çizgi roman uyarlaması oldukları hiç vurgulanmadan karşımıza çıktı. Üç tane 2013 yapımı filmden bahsetmek istiyorum. Üç film de 2013 yapımı olmalarına rağmen 2014’de basında kendilerine yer bulabildiler. İlki daha çok festivallerde elde ettiği başarı ile gündeme gelen “Blue is the Warmest Color” filmi. Bu film 2013ün sonlarına doğru dünya genelinde gösterime girmeye başladı ve 2014’ün ilk çeyreğinde çok konuşuldu. Orijini aynı adlı Fransız grafik romanı olan film, grafik romanın genel havasını korurken hikâyenin anlatımında temel değişiklikler yapmıştı. İkinci film Güney Kore dışında gösterime girmekte sorunlar yaşayan “Snowpiercer” filmiydi. “Memories of Murder” (2003) ve “The Host” (2006) filmlerinin yönetmeni Bong Joon-ho’nun başrolde Captain America ile popüler olan Chris Evans’a rol verdiği film ise 1982’de yayınlanan Fransız grafik roman “Le Transperceneige”nin çıkış noktasından esinlenmişti. “Snowpiercer” filmi de 2014’ün ilk çeyreğinde sinefillerin gözdesi olmayı başardı. Son film ise “We Are the Best!” adını taşıyan İsveç-Danimarka ortak yapımı bir filmdi. Üç film içerisinde en az bilinen film olduğunu eklemeliyim. 2008 senesinde “Never Goodnight” adı ile yayınlanan genç punk-rockçılar üzerine grafik romanın sinema uyarlaması olumlu eleştiriler aldı. Bu üç filme bir tane de şanssız bir film ilave etmek gerekecektir: “The Scribbler”. Image Comics tarafından Kasım 2006’da yayınlanan 96 sayfalık grafik romanın 2014 yapımı filmi

30

31


Sinema

Yazar'ın Kaleminden

neredeyse hiç gösterim şansı bulamadı ve DVD / Blu-Ray olarak izleyicisini bulma yolunda ilerliyor. Yazımın bu bölümüne “yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan çıktı?” başlığını veriyorum. Şimdi sayacağım filmlerin karakterleri çizgi romanlarda da karşımıza çıktılar. Ancak geçmişleri dünya tarihine, çizgi filmlere, masallara veya oyunlara dayanan filmlerden oluşuyor: “I, Frankenstein”, “Hercules”, “Noah”, “Dracula Untold”, “Godzilla”, “Robocop”, “Transformers: Age of Extinction”, “Teenage Mutant Ninja Turtles”, “Maleficent”, “The LEGO Movie” (animasyon) ve “Big Hero 6” (animasyon-Amerika gösterim tarihi 7 Kasım 2014). 2014 senesinin çizgi roman filmlerinin son senelerde kazandığı popülerliğe rağmen karşımıza sayısal açıdan az iş çıkardığını düşünüyorum. Yapım firmaları 2014’de orta bütçeli film tercihlerini çizgi romanlardan yana kullanmadılar. Bu durum da ortaya sürpriz filmlerin çıkmasının önüne geçti. Özellikle yüksek bütçeli süper kahraman filmlerine emek verildiğinde gişede başarılarının garanti olması yapım firmalarını bu yöne sevk ediyor. 2015 için de şimdilik gözüken 2014’e benzer bir dönem yaşayacağımız yönündedir. 2015 gösterim takviminde değişiklik olmazsa bizleri bekleyen süper kahraman filmleri “Avengers: Age of Ultron”, “AntMan” ve “The Fanstastic Four” olacak. Herkese bol sinemalı günler dilerim… Hakan Tunga KALKAN http://www.kahramanlarsinemada.com Kaynak: imdb.com, boxofficemojo.com, wikipedia.org, thedissolve.com

32

Ecel

“Bildiğin şeyleri yaz…” Herhâlde en genel (aynı zamanda geçerli) yazarlık tavsiyelerinden biridir. Oysa daha en başından bildiğim şeylerden sıkıldığım, bilmediklerimi öğrenmek istediğim için belki de asla bilemeyeceğim hayatları, dünyaları hayal etmeye, olmadık hikâyeler uydurmaya başlamıştım ben. İlkokulda okul bahçesinde koşturan bir özel dedektif, ortaokulda koridorlarda saklanan bir gizli ajan, lisede ise dünyayı kötülüklerden kurtaran süper güçlere sahip bir savaşçıydım (Kariyerimdeki kademeli yükselişi fark etmişsinizdir.). Üniversiteye geldiğimde durum pek farklı değildi; hâlâ olmayacak hayaller kurup hikâyeler uyduran o tuhaf kız çocuğuydum, üstelik artık fazladan boş vaktim de vardı. Kısa öykülerle başladığım yazma serüveninde roman yazacak sabra ve disipline asla ulaşamayacağımı düşünmüştüm hep ama bir yandan da 8-10 sayfada anlattıklarım bana yetmemeye başlamıştı. Daha derin, daha uzun, biraz daha bana ait ve üniversiteyle ev arasındaki yolda vakit geçirmemi sağlayacak bir şeylere ihtiyaç duyuyordum (Motorlu taşıtlarda kitap okumaya çalıştığımda başımın dönmesi gibi berbat bir huyum var ne yazık ki.). Kulağımda kulaklıklardan yayılan müzik, gözüm minibüs camından dışarıda, aklımsa her zamanki gibi beş karış havada; işte böyle atıldı “Ecel”in tohumları. Bildiğim şeyi yazacaktım ya, ben de kendimden yola çıktım. Önce bir kız vardı; benim gibi sıradandı ama bana da pek benzemiyordu aslında. Tehlikeli bir iş yapıyordu; bir şeyleri avlıyordu mesela, korkunç ve kötü yaratıkları ama vampir, kurtadam ya da hayalet değil. Daha bize yakın, bu topraklara ait bir şeyi: Cinleri. Peki ama neden? Nasıl? Ne zaman, nerede ve kimlerle??? Ece’nin ailesi, dostları, düşmanları, sırları, hayatı derken ana kurgu ve karakterler yavaş yavaş belirmeye başladı zihnimde; her gün bir parça, her seferinde

33


Öykü

Yazar'ın Kaleminden biraz daha. Aklımdakileri kâğıda (Yıl 2005 ve ben ilk taslaklarımı hâlâ kalemle yazıyordum!) geçirmem gerektiğini anlayınca evde 1993’ten kalma bir Ece Ajandası buldum. Hazır isim bulamamışken kahramanıma da “Ece” ismini verdim (Hııı, çok yaratıcı!). Belki biraz da çocukken okuduğum Gülten Dayıoğlu’nun “Ölümsüz Ece”sinin etkisinde kalmıştım (Sonraları çocuk kitapları yazacak olmam da bu romanla ilgili birkaç mutlu tesadüften yalnızca biriydi). Sonra Ece’nin sonuna bir “l” koy; “Ecel” hem Ece’nin güncesi, hem romanın adı, hem de hikâyenin can alıcı noktası olsun (Hı-hıı, çok zekice!). Hepsi iyi güzel, fakat bizzat korktuğum şeyleri oturup nasıl yazacağım? Çok basit; tıpkı Ece’nin kendisi gibi, korkularımın üstüne giderek ve her seferinde dualar okuyarak! Belki garip gelecek ama işe yaradı. Keçeli kalemlerle ajandaya yazmaya başladığım hikâye gelişti, değişti, dallandı budaklandı ve artık kâğıda sığmamaya başladı. 2006’da hem üniversite, hem de ilk ajanda biterken artık romanı bilgisayar ortamına aktarmanın zamanı gelmiş de geçiyordu bile. Başlarda hiç sahip olamayacağımı sandığım sabır ve disiplin, hikâyenin heyecanı ve Ece’nin gevezelikleriyle birleşince yüzlerce Word sayfası akıp gitti. Biraz korku, biraz mizah, türlü geyikler, acayip işler, bolca İstanbul, azıcık da müzik derken bir baktım ki ilk taslak 563 A4 sayfası tutmuş. Sırf bu bile Ecel’in maceralarının burada bitmeyip birkaç kitaplık bir seriye uzanacağının işaretiydi aslında; fakat öncelikle ilk kitabı toparlayıp adam etmem gerekiyordu. Düzenlemeler, yeniden yazmalar ve bol miktarda kırpmadan sonra nihayet 409 A4 sayfasına inebildim. Aslında bu bile epey çoktu ama daha fazlasını kesmeye kıyamıyordum (Çocuğumu kesemem!). 2008 yılında romanı uzun zamandır yazarı olduğum Xasiork Ölümsüz Öykü Kulübü’nün yarışmasına gönderdim. 2009’da sonuçlar açıklandı ve “Ecel”in ikincilik kazanmasıyla ben de tekrar heveslendim. Sırada kitabın basımı vardı. Yayıncı arayışımda birçok insanın yardımını ve desteğini gördüm; fakat o kadar uzun bir romanı (Kitap sayfasıyla hesaplandığında neredeyse 1000 sayfaya yaklaşıyordu.) değil basmaya, okumaya bile yanaşmıyorlardı. Beklentiler yavaş yavaş hayal kırıklığına dönüşürken zaman hızla geçti. 2010 yılında Xasiork’tan arkadaşım Ozancan (Demirışık) romanın giriş kısmını ön okuma olarak internet üzerinden yayınlamayı önerdi. Gökcan (Şahin) ile birlikte Buzul Dünya adında sanal bir yayınevi kurmuşlar ve daha önce de e-kitap çalışmaları yapmışlardı. “Ecel”i görücüye (!) çıkarmak için iyi bir fırsat olduğunu düşündük; Ozancan editörlüğünü, Gökcan da kapak tasarımını yaptı ve 30 sayfalık ön okuma “Öcü Avcısı” adıyla yayınlandı. Hatta Hakan (Tunç) da Kayıp Rıhtım’da inceleme yazısı yazarak bizi yalnız bırakmadı. Ancak “Ecel”in hızı burada kesildi ve bir süre ben de dahil kimse kitapla ilgilenmedi. Aradan geçen zamanda başka işler ve projelerle ilgilendim; mizah ve çocuk kitaplarım yayınlandı, reklam ajansında çalıştım, öyküler yazdım (birçoğu Gölge e-dergi’de yayınlandı), birkaç ödül de aldım. “Ecel” ise bir kenardan bana baktı, ta ki katıldığım Sanat2012 programında çocuk kitaplarımdan çok fantastik romanım üzerine konuşana kadar. O zaman içimdeki heyecan ve heves yine alevlendi, o gazla romanı tekrar düzenlemeye karar verdim. Kitabı okuyan bir avuç değerli insanın yararlı yorumlarını da göz önünde bulundurarak oturdum bilgisayar başına. Artık daha tecrübeliydim ve yazdığım metne dışarıdan yabancı bir gözle bakabilecek kadar zaman geçmişti. İşte esas kıyım burada başladı; bazı kısımlar budandı ve geriye 284 A4 sayfalık, biraz daha insani boyutlarda bir roman kaldı. Bu kez yayıncı arayışımda daha seçici ve kararlıydım; ilk tercihim zaten yıllardır okuru olduğum, Clarke’ı, Poe’yu ve karanlıktaki daha nice yazarı elinden okuduğum İthaki Yayınları oldu. Yazar arkadaşım Seran’ın (Demiral) da yönlendirmesiyle dosyayı yolladım ve gördüğüm rüyanın gerçekleşmesini beklemeye başladım. Bu sırada yıl 2013 olmuştu; ülkede türlü karışıklıklar ve adaletsizlikler olurken Ölümsüz Öyküler olarak “direniş” temalı bir öykü derlemesi hazırladık. İçinde “Diriliş” adlı bir öykümün bulunduğu dosya da İthaki’ye gitti. Dosya ne yazık ki sonradan rafa kalktı ama öykümü okumuş olan editör Yankı Enki romanımı da okuyup beğenmişti, böylece “Ecel” mutlu sona kavuşmuş oldu. Ancak mutlu tesadüfler bu kadarla kalmadı; roman yayına hazırlanırken, bir süredir İthaki’yle çalışmakta olan Ozancan da yine editörüm oldu. Ve nihayet, yaklaşık altı sene sonra, Ekim 2014’te “Ecel” yayınlandı. Serinin ilk kitabı artık raflarda, sizlerle; darısı ise devamına ve gerçekleşecek nice hayallere… Düşlerin tek gerçeklik olduğuna inananlara selam olsun! Funda Özlem ŞERAN https://twitter.com/fundaozlemseran

34

Journal of Religion and Health PSYCHOLOGICAL EXPLORATION - June 2014 Schizophrenia or Possesion?

CİNOFRENİ Adım önemli değil. Mesele yukarıda gördüğünüz bilimsel makalenin yazılmasıydı. Ok yaydan çıktı artık. Cinofreni’nin temeli resmen atıldı. 2014 yılı bir milat olacak. Makalede özetle şunlar yazıyor: Şizofreni ve cin çarpmasında görülen sanrılar ve hezeyanlar, beyne yerleşmiş cinlerin şizofreninin semptomlarını oluşturmasına bağlı olabilir. Cinlerin yaptığı işitsel girdiler söz konusu olabilir. Bunları gözlemci duyamaz ve kayıt altına alamaz. Cinlerin komşu ya da paralel âlemlerden taşıdıkları, bazen de başka bir mekâna ait görsellerin yorumlanma şekli şizofrenideki sanrıların kaynağı olabilir. İyi cinlerin yardımıyla hastalarını iyileştirme, dini şifacı ve tıpçıların ortak çalışması söz konusudur artık. Emre T’yi iyi tanırım. Onun vakası son noktanın konmasını sağladı. İki ay önce evinde kutladığımız yaş gününde pastasında on altı mum vardı. Ama o adet mum on dokuz görüyordu. O fazladan üç mumu dikenler, kötücül cinler yani, delikanlının yaş günü heyecanının içine ettiler. Emre bir üfleyişte on altı mumu birden söndürdü, ama ne yaptıysa üç mum yanık kaldı. Ne kadar üflediyse de sönmedi. Ağlamaya başladı. Haklıydı. Etraftakilerin tepkileri farklı oldu. Annesinin gözleri doldu. Sönmüş mumlara üfleyen biricik oğlunun iyileşmesinden ümidini kestiği anlardı. Emre’nin doktoru ve şifacı Sermet bey ise anlamlı anlamlı bakıştılar. Diğer âlemdeki üç mumun varlığı Sermet’e malum oldu. Gönlüne doğdu denir ya, öyle. Delikanlıya yanan üç mumu gördüğünü ve onların kendi mekânlarında olmadığı söyledi. Delikanlının içine dolan umut o başka bir gerçekliğe ait olan mumları söndürüverdi. İnsanların yaşadığı şizofreninin bir kısmı gerçekten de cinlerin işi. Homosapiens daha Afrika kıtasındayken beraberlerdi. Cin nedir? Seyrek moleküllü bir zekâ ünitesi. Fiziksel bir yapı. Kuantum bebeği. Zamane cinleri kendi aralarında öyle derler. Şu cin çarpması sözcüğü var ya, hiç sevmiyorum. Cinler elektrik mi ki, insanı çarpsınlar? Bu gibi vakalar için ‘Cin hatları arızası’ demeli belki. Sürüklenip gitmesi, dağılıp incelmesi gereken şeylerin beyinde yığışması bu rahatsızlığa neden oluyor sonuçta. Bir hızlı tren için üzerinde kaydığı manyetik alan neyse, cinler için insan beyni ve bedeninin biyoritmi de odur. Sayesinde hız kazanılan bir enerji alanı. Cinler milyonlarca yıldır insan kaynağını kullanıyor. Nadiren olumsuz sonuç meydana gelir. Çok kimse implant görüntüleri, fısıltıları vb. rüya, anlık esrime ve beynin teta dalgalarının hoş bir azizliği olan vizyonla açıklar. Bir sorun çıkmaz. Nadiren problem yaşanırdı yani. Bu ayrıca tek yönlü bir kullanım değildir. ‘Win Win’ işidir. Simbiyosis. Farklı âlemleri tavaf eden cinler bir çeşit arıdır. Arıların ayaklarına ne bulaşır? Polenler. Cin polenlerinin çoğu yeni fikirler, evrensel deneyim ve ilhamlardır. Cinler diğer âlemlerden insanın tefekkür makinesine bu tür malzemeleri taşır dururlar. Bazen paketin içinde kâbus döngelleri ve kötücül fısıltılar da bulunur, ama zıtların birliği sonuçta. Bunsuz kâinat yerinde duramaz.

35


Öykü Emre T. vakasına dönelim. Telkinle o üç mumu söndürebilmesi iyileşmesi yönünde tetikleyici oldu. Delikanlının içi güven doldu yeniden. Yavaşça beynine doluşan abuk sabuk sesler ve nereye ait olduğunu bilemediği için kendine farklı bir kimlik vehmettiği görsel atak ta giderek ihmal edilebilir hale geldi. Emre şu anda yine okulda. Artık ilaç kullanmıyor. Aklı iyice başında. Yakında bu hâli değişecek. Çünkü bir kıza aşık olmak üzere. Ben kim miyim? Emre’ye o diğer üç mumu söndürten nefesin sahibiyim. Kritik iyileşme sırasında delikanlının beynine haşarı cin filtresini de ben kurdum. Sermet’in sağ koluyum. İyi cin der bahsim geçtiğinde. Bir adım da var tabii, ama burada zikredilmesi gereksiz. Cinofreni bilimi tarihini yazanlar adımı en yukarılarda bir yerde bulacaklar. Kendim ise bir çok yerdeyim. Belki şu anda siz bu satırları okurken gözünüzün önünde beliren bir imge ve hatta kulağınızda yankılanan masum bir fısıltı bile olabilirim. Öykü: Sadık YEMNİ

36

37

İllüstrasyon: Ozan SOYMAN


Çizgiroman İnceleme

Çizgiroman İnceleme

Kaybolup Giden Bir Evren

Ultraverse

Yazılarımı takip edenler bilirler. 1992 yılındaki Image firmasının çıkışının Amerikan çizgi roman tarihinde çok önemli bir yeri olduğunu sürekli vurgularım. O zamana kadar çekinik durumda kalan ve Marvel ile DC firmalarıyla kapışmak istemeyen çizgi roman firmalarının bir anda gaza gelip kendi kahramanlarını piyasaya sürmeleri, Image’in ortaya çıkması sayesinde olmuştur. Tabii ki 1992-1996 yılları arasında olan her şeyi çizgi roman tarihinde olumlu olarak görmüyorum. Bu tarihler arasında, firmaların çoğu daha fazla para kazanmak için, okuyucuları para getiren inek gibi görerek son haddine varana kadar sağmak için ellerinden gelen her şeyi yapmışlardır. Ama bu yıllar arasında gerçekten çok farklı çıkışlar olmuştur, bağımsız çizgi roman değer kazanmıştır ve piyasaya bir sürü yeni yeni yazar ve çizer çıkmıştır. Değişik firmaların çıkarttığı çizgi romanların bazıları oldukça ses getirmiştir (Hellboy, Maxx ve Concrete gibi), fakat bazıları oldukça yüksek potansiyel vaat etmelerine rağmen ortadan kaybolmuşlardır. Bu yazımda da artık ortadan kaybolan fakat zamanında ciddi yüksek potansiyeli olan Ultraverse evreninden ve çizgi roman firmasından bahsedeceğim. 1986 yılında kurulan Malibu Comics firması oldukça iddiasız bir firmaydı. Eternity ve Aircel adında adları bilinmeyen firmaları satın aldıktan sonra bazı eski çizgi romanların (Doc Savage) ve filmlerin (Robocop, Maymunlar Cehennemi) haklarını satın almış, yayınladığı yeni ve eski çizgi romanlarla kendi yağında kavruluyor ve kimseye kafa tutmuyordu. Tehdit olmaktan uzak ama finans yapısı güçlü olan bu firma, telif hakları bitip kullanımı ortak alana düşen firma karakterleri alıp bilimkurgu, komedi ve macera içeren çizgi romanlar çıkartıyordu. Süper kahraman çizgi romanlarının ana akım olduğu bir piyasada, etliye sütlüye dokunmayan bir çizgi çiziyordu. Derken 1992 yılında Marvel’dan ayrılan altı yıldız çizerin Image firmasını kurması ve maddi destek almak için Malibu’ya gitmesi, oldukça ciddi bir dönüm noktası oldu. Image firmasının çizgi romanlarını finanse edip yayınlayan firma, bu yıldız çizerlerin hayranlarının dergileri kapış kapış almasıyla bir anda çizgi roman piyasasının %10’una sahip olarak kısa bir süre için DC’nin bile önüne geçti. Image’in bir sene içinde kendi ayakları üzerinde durabileceklerine kanaat edip Malibu’dan ayrılmaları üzerine elindeki gücü kaybetmek istemeyen Malibu, piyasada ciddi bir oyuncu olmaya karar verdi. Malibu firması, o anda piyasadaki firmaları inceleyerek Valiant firması gibi kendi içlerinde tutarlı bir evren yaratmaya ve bu evrenin Marvel kahramanları gibi süper kahramanlardan oluşmasına karar verdi. “Super-hero” isminin telif hakkı DC ve Marvel’a ait olduğu için süper kahramanlarına “Ultra” dediler ve çıkardıkları çizgi roman firmasına Ultraverse adını verdiler. (“Super-Hero” kelimesinin telifi hâlâ Marvel ve DC’dedir. O yüzden o iki firma dışındaki firmalar kahramanlara başka isimler verirler. Supers, Powers, Heroes, Alphas, Extras, Ultras gibi…) Ultraverse, Malibu’nun bir alt firması olarak görev yapacak ve sadece Ultra’ların maceralarını yayınlayacaktı. Diğer alt firmalarıyla ise eski yaptıkları işlere aynen devam edeceklerdi.

38

Ultraverse piyasaya Firearm (Süper gücü olmayan eski bir dedektif ), Prime (Shazam/Captain Marvel klonu), Freex (güçlerini kontrol edemeyen bir gençler topluluğu, X-Men klonu), Hardcase (Hulk klonu), Mantra (Ultraverse’in seksi ve koca göğüslü kadın büyücüsü, Scarlet Witch klonu), Night-Man (Batman klonu), Prototype (IronMan klonu), Sludge (Swamp Thing Klonu) ve Ultraforce (Avengers klonu) çizgi romanlarıyla piyasaya girdi. Çizgi romanlar ilk başta diğer kahramanların klonu gibi gözükse de aslında arka planda çok ciddi bir geçmişleri ve arka hikâyelere sahipti. Valiant firması gibi fazla gözü yormayan çizimlere ağırlık veren Ultraverse, esas vuruşu ilginç hikâyelerde ve renklendirmede yaptı, bu şekilde okurların ilgisini çekmeyi başardı. Image dergisinin aşırı reklam vermelerine ve sürekli gündemde olmalarına rağmen dergileri inatla geç çıkartmaları ve Valiant’ın farklı çizgide çıkartıkları çizgi romanlarının yanında, Ultraverse düzenli olarak çizgi roman çıkartan klasik süper kahraman firması olarak sivrildi ve DC ile Marvel’in hemen arkasında yarışan Image ve Valiant’ın yanında yer aldı. Özellikle Hardcase, Prime, Mantra ve Night-Man çizgi romanları çok ciddi prim yaptı. Ultraverse’in prim yaptığı yıllarda karakterlerin kısa ömürlü çizgi filmleri de çıktı. Night Man’den esinlenerek aynı isimli bir dizi film yapıldı ve bu da 97-99 yılları arasında televizyonlarda oynadı. Ultraverse ilk başta biraz Marvel ve DC’nin çakması gibi bir imajla piyasaya çıksa da, hikâye örgüsü ile aslında kendi başına bir evren olduğunu ortaya koydu. Firmanın bazı ana kahramanları inceleyecek olursak; Hardcase: Aşırı güçlü, kurşun geçirmez derisi ve yükseklere zıplama özelliği ile Hulk’a benziyordu. Fakat Hulk gibi kısıtlı bir zekâya sahip değildi ve oldukça da yakışıklı bir film yıldızıydı. Eskiden kurduğu süper takımın çok güçlü bir varlık tarafından katledilmesinin ardından kahramanlığı bırakmış ve bir aktör olmuştu. Etrafta süper kötülerin artması yüzünden ilk macerada “zoraki” emeklikten ayrıldı ve polislere yardım etmeye başladı. Gerektiği zaman kötülerin kollarını kırmaktan, burunlarına direk yumruk vurmaktan çekinmeyen, kanın gövdeyi götürmediği ama şiddetin güzel bir dozajda tutulduğu keyifli bir çizgi roman oldu.

39


Çizgiroman İnceleme

Çizgiroman İnceleme

Mantra: ilk başta klasik bir 90’lı yılların koca memeli “bad-girl”lerinden biri gibi görünse de aslında ana karakter kadın vücuduna hapsedilmiş olan bir erkekti ve yüzyıllardır savaşan iki taraf arasında sıkışmış kalmış bir savaşçıydı. Maceralarında hem büyü yapmayı öğrenmeye çalışıyordu hem de erkek egemen bir dünyada seksi bir kadın vücudunda yaşamanın zorluklarını çözmeye çalışıyordu. Prime: Bir Captain Marvel (Shazam) klonu olduğu çok belliydi. Kevin Green adlı 13 yaşındaki bir çocuk konsantre olunca Prime adlı aşırı kaslı bir süper kahramana dönüşebiliyordu ve bu kahraman uçma, süper güç, yüksek hız gibi klasik süper güçlere sahipti. Fakat Captain Marvel/Billy Batson (yeni ismiyle Shazam)'den en büyük farkı güçlerini çok iyi kullanamaması ve 13 yaşındaki beyniyle hep yetişkinlerin düştüğü durumlara düşmesi ve zor kararlar vermesi gerektiğiydi. Başka bir farkı da Kevin olarak vücudunun etrafında bir plazma oluşturuyor bu plazma sonra şekillenip güçlü kuvvetli bir kahraman vücudu hâline geliyordu.

Yani aslında Prime, içi sıvı dolu bir balondu. Bu yüzden yüksek basınç, yüksek veya düşük ısı, plazma ışınları, lazer ışınları vs… gibi durumlara karşı aşırı hassastı ve anında vücudu çözülebiliyordu. Night-Man: Shadow Man ve Batman karması olarak görünen bu kahramanın da ilginç bir hikâyesi vardı. Geçirdiği bir kazada beynine saplana bir metal parçası yüzünden gözleri aşırı hassaslaşan, uyuma özelliğini yitiren ve insanların çok güçlü kötü düşüncelerini duyan bir kahramandı. İlk maceralarında süper kahraman olmanın zorlukları çok gerçekçi bir şekilde anlatılmıştı. (Maske takmanın zorlukları, vücudunda nereleri koruması gerektiği gibi…) Ultraverse uyguladığı “kahramanlar birbirleriyle iletişim hâlinde olsun” formülü ve kafa karıştırmayan klasik çizimlerle (O sıralar Marvel’da hafif bir manga özentisi başlamıştı ve çizerler Mangavari çizimleri, aşırı karışık arka planlar kullanarak iyice kaotik sayfalara çevirmişlerdi.) ve de piyasadaki en iyi renklendirme stüdyosuyla hemen piyasada bir isim edindi ve diğer çizgi roman firmaları yanlarında ciddi bir rakip buldular. Ultraverse, yükselen çizgi roman trendini iyi yakalayıp düzgün bir yükseliş göstermişti. Fakat maalesef yaratılan suni borsa kendi içinde çökünce Ultraverse bundan en fazla zarar gören firmalardan biri oldu. Henüz iki senesini taze bitirmiş bir çizgi roman firması olarak istediği potansiyelde bir hayran sayısına ulaşamamıştı, bu yüzden az satan çizgi romanlar alelacele sonlandırıldı ve sadece ana karakterlerinin çizgi romanlarına devam edildi. İşte o zaman devreye Marvel girdi. Malibu firması Marvel için bir tehdit değildi, fakat Malibu’nun elinde Marvel’in istediği çok önemli bir şey vardı. Renklendirme stüdyosu. Çoğu okuyucu ve editör tarafından zamanın en iyi renklendirme stüdyosu olarak görülen Malibu’nun renklendirme stüdyosu

40

41


Çizgiroman İnceleme

Çizgiroman İnceleme Malibu’nun diğer alt firmaları ise çok daha farklı işlerle gündeme gelmişti. Mesela Dinosaurs for Hire, Amerikan popüler kültürüyle (hatta çoğunlukla Marvel ile) dalga geçen ve çizgi romanda sürekli seksi kızların yer aldığı, daha çok teenage erkeklerine yönelik bir çizgi romandı. Bunun yanında Ex-Mutants post-apokaliptik çağda radyasyon zehirlenmesi yüzünden herkesin mutant olduğu fakat bir proses sayesinde insan hâline dönen ve bu kişilerin yaşadıkları maceraları anlatan daha farklı bir çizgi romandı. Maalesef Malibu’nun Marvel tarafından satın alınması bu farklı renklerdeki çizgi romanları da ortadan kaldırdı. Ultraverse hikâyesi bize göstermiştir ki bir çizgi romanın piyasada tutunması için iyi bir çizer ve iyi bir yazarın yanı sıra finansal gücü de olmalıdır. Ultraverse oldukça potansiyel vadeden isimleri bünyesinde topladıysa da finansal olarak güçlü olmaması, piyasada sonunu getirmiştir. Bu kahramanların ortadan kaybolmalarının da piyasayı biraz daha renksiz hâle getirdiği kesindir. Terden boğan ve bunaltan bir Ağustos Akşamı 2014 Tunç PEKMEN

Marvel’in gittikçe geriye düştüğü piyasada bir adım öne geçmesi için iyi bir avantaj oluşturuyordu. Marvel, Malibu’yu satın aldı, tüm Malibu kahramanlarını ortadan kaldırdı ve renklendirme stüdyosunu kendi çizgi romanlarında kullanmaya başladı. Bir süre sonra Marvel ile Ultraverse evreninin karıştırarak ortak maceralar yarattı ve bu yeni başlangıca Black September (Hayranlar arasında BS olarak anılır. BS hem Black September'ın kısaltması hem de ironik olarak en “terbiyeli” anlamı palavra olan argo “Bull Shit” in kısaltmasıdır.) Black September’da sadece ana kahramanlar (ciddi modifiye olmuş şekilleriyle) bir iki macerada baş gösterdiler, sonra kaybolup gittiler. Şu anda Ultraverse evreni, Marvel evreni altında Earth-93060 olarak kayıtlıdır. Bu da aslında belki ileride Ultraverse maceralarını tekrar görebileceğimiz düşüncesini vermektedir. Ama Marvel’in Disney tarafından satın alınması, Ultraverse ile olan satın alınma kontratlarının aşırı karışık olması işleri iyice çıkmaza sürüklemiştir. O yüzden yakın zamanda Malibu karakterlerini göreceğimiz düşüncesi şimdilik bir hayal gibi gözükmektedir. 2,5 sene süren kısa yayıncılık hayatında Ultraverse aslında oldukça ilginç karakterler yaratmıştır. Strangers’in üyelerinden olan Spectral, tip olarak Human Torch’a benzese de aslında özelliği farklı renklerde yandığında farklı güçlerinin ortaya çıkmasıydı. Aynı zamanda ilk eşcinsel karakterlerden birisiydi ve erkek arkadaşı AIDS’ten ölmüştü. Freex takımındaki güzel kız Sweetface, aslında vücudu iğrenç ahtapotvari, ince, uzun kollarla donanmış bir kızdı. Rune karakteri ise yüzyıllardır dünyada yaşayan ve kansere yakalanmış uzaylı bir parazit-vampirdi.

42

43


Öykü

Ak Don III Demircioğlu "Hani mavi denizlerim Üç kıtada nal izlerim?" Dilaver Cebeci, "Hasret" "Reis, gidiyor muyuz bugün Çemberlitaş'a?" Batıralp bir an sesi tanıyamadı. "Ne Çemberlitaş'ı, ne gitmesi" diyecek oldu. "Orda mısın lan?" sorusuyla kendine geldi. Tabii ya, Cumartesiydi, Çemberlitaş'a gidecekti mutad üzre, akşama kadar "faşistlik yapacak", sohbet edecekti. Bir öksürükle boğazını temizleyip cevap verdi: "Tamam, tamam. Geliyorum, kusura bakmayasın yeni uyandım. Geçiyor musun sen de?" "Yola çıkarım birazdan, Kürşad'la konuştum gelemeyecekmiş bugün. Pek kalabalık olmayacağız gibi, belki erken kalkar gezeriz biraz, farklılık olsun." "Tamam bakarız, hadi giyineyim çıkayım ben." Telefonu kapattı. Bir anlığına, az evvel olan biten her şeyin rüya olduğuna inanmak istedi, işte Yavuz aramıştı, Cumartesi buluşmasına gidiyordu, en büyük derdi gelen misafirlerin çay parasını denkleştirebilmekti. Kafasını çevirip kaftana baktı. Hayır, her şey gerçekti işte, buz gibi hakikatti kaftan dolabının üstünde. * * * Tramvayda, kulaklığını takmayı unuttuğunu fark etti. İstanbul'un nefret ettiği dış mahallelerinin çirkinliğinden müziğe sığınırdı hep oysa. Kulaklığını taktı, oynat tuşuna bastı. Ghost Riders in the Sky, Christopher Lee yorumu... Gülümsedi; daha bir kaç ay önce "şu hayalet süvariler bana öyle gelse, seve seve ruhumu şeytana satardım ki şu tatsız sıradanlıktan kurtulayım, ebedi koşturmacalarına katılayım" demişti. Ses çıkarmadan, dudaklarını kıpırdatarak eşlik etti: "Their brands were still on fire and their hooves were made of steel Their horns were black and shiny and their hot breath he could feel A bolt of fear went through him as they thundered through the sky For he saw the Riders coming hard -- and he heard their mournful cry! Yippie yi yay Yippie yi ooh The Ghost Riders in the sky!" Çemberlitaş anonsuyla irkildi. Gökyüzünde şeytanın sürüsünü kovalayan bir kovboy olma hayalini bölmek zorundaydı bir başka seferde devam etmek üzre, gelmişti işte. Tramvaydan indi, bir sigara yaktı. Kendine şaşırıyordu, gördüğü rüya ve kaftan sürekli aklındaydı ancak çılgınca tepkiler vermiyordu, bin yıldır aşina olmuş gibiydi, her ne olduysa sindirmiş, kabullenmişti. Hâlâ aynı adamdı işte, bildiği bir çok şeye bir şey daha eklemişti o kadar: Tamam, biraz, hatta oldukça ilginç ve sıradışı bir şey. Çemberlitaş Türk Ocağı binası önünde yükseldi. Türk Ocağı lokaline giderken mezar taşlarının içinden geçiliyordu, insanlar buna alışmıştı, kimse hayret etmiyordu. Yalnız Batıralp kabullenememişti sanki, yalnızca o biraz tuhaf buluyordu bu durumu. Ne zaman bu mezar taşlarının önünden yalnız geçse, oturup bu taşları izlerken yazdığı şiirin son mısraını mırıldanırdı: "Bitti ve girdi mezara uyur gibi, her ölü..." Lokal her zamanki gibi kalabalıktı, dikilip gözleriyle Yavuz'u aradı. Tanıdık bir kaç yüze gülümseyerek selam verdi: "Neşter kesiği gibi duran acı bir tebessüm..." Derken gördü, köşeye tek başına oturmuş

44

45


Öykü

Öykü

telefonunu kurcalıyordu. Yanına yürüdü, selam verdi: "Ezen bolsun baurım, tek başınasın bakıyorum?" "Evet abi ya, Mehmet'in işi çıkmış, Kürşad gelmeyeceğini söyledi. Diğerlerine de ben gelmeyin dedim. Seni alıp İstiklâl'e çıkarayım diyorum." "E haydi o zaman. Biraz farklı mekan görelim madem." * * * "Reis aklıma düştü ya, benim kızın doğum günü. Şu dükkanda tüy kalemler var, onlardan istemişti. Ben bir girip bakayım. Sen sevmezsin bu işleri, iki dakika sigara falan iç olur mu? Bak karşıda bir emmi türkü söylüyor, onu dinleyiver, geliyorum." Yavuz gördüğü dükkana girip Batıralp'i yalnız bıraktı. Alışverişten, "ıvır zıvır almaktan", hediye beğenmekten nefret ederdi Batıralp, bunu herkes bilirdi. Teklif dahi etmemişti içeri gel diyerek. Bir sigara yaktı, türkü söyleyen yaşlı adama doğru yürüdü. İstiklâl'de ne zaman bir türkücü görse mutlu olurdu, her çeşit "egzotik"liğin beğenildiği ancak Anadolu'ya dair ne varsa bayağı görüldüğü bu caddede. Yaklaşırken adamla gözgöze geldi, iki kişi daha dikilmiş onu dinliyordu. Adam masmavi gözleri, sarkık bıyıklarıyla ona dik dik baktı. Ve birden çaldığı havayı değiştirdi. Ona bakarak okuyordu türküsünü, daha iyi duymak için iyice yaklaştı Batıralp: "Dağlarıma kastı nedir devranın Yaylaya çıkılıp gezilmez oldu Yekinin erenler, erler davranın Yağı nerden basar sezilmez oldu Kol kalkmaz eyledi yaşlıyı yaşı Akıncılar atsız gözcüler şaşı Koma ha diyende gavurun başı Altmış batman gürzle ezilmez oldu Yad ele yar ettim Hind'i Yemen'i Kabusa değiştim kutlu kömeni İt Barak soyunun dokuz tümeni Bir kurt narasıyla bozulmaz oldu Ak dona bir kara leke bulaştı Kutlu yolun izi Yek'e bulaştı Tavlama bir soysuz teke bulaştı Göğümde atmacam süzülmez oldu

Börüye "sus!" dendi, itlere "ürü!" Aradı Yalquzaq kendine sürü Deve yavrusuna ağlayan börü Eniği öldü de üzülmez oldu Demircioğlu'yum karardı göğüm Yaşadığım boşa, boştur öldüğüm Kam Ata'nın düşte attığı düğüm Aklımda, gönlümde çözülmez oldu..." Demircioğluyum... Demircioğlu! Kayan'ın bulmasını istediği adam, onu bulmuştu işte. Kendisinden başka kimsenin kalmadığını fark etti, adamın türküsü pek hoşlarına gitmemiş olacak ki, ayrılmışlardı, tek başına karşısında dikiliyordu. Heyecanını bastıramayarak kolundan tuttu adamı: "Demircioğlu, sen misin? Yedi Cebe ne demek, sana bir şey ifade ediyor mu?" "Yedi Cebe'yi bilirim, peşinde dünyayı dolaştım, teker teker aradım, buldum, bir araya getirdim. Ama uluorta sana ne olduğundan bahsedecek değilim. Gözlerinde Kam Ata'yı gördüm, deyişimi değiştirdim. Anladım ki sen de bizdensin." "Sizden mi? Siz kimsiniz peki?" "Şimdilik boşver bunu. Bana Kam Ata'yı nasıl gördüğünü anlat." "Bilmem... Önce rüyama girdi. Sonra uyanıkken... Gerçi, belki de hâlâ uyuyordum, bilemiyorum. Rüyama girip bana adını söyledi, oğlumun oğlusun dedi... Sonra odamda bir beyaz kaftan buldum." Demircioğlu'nun yüzü değişti. Gözleri büyüdü, kolundan sıkıca kavradı. Ara sokağa doğru çekti Batıralp'i, dikkat kesildiği ve heyecanlandığı her hâlinden belliydi. "Adı ne peki Kam Ata'nın? Adının ne olduğunu söyledi sana?" "Kayan dedi sanırım." "Sen O'sun. Son kırk yılımı senin için hazırlanmakla geçirdim ben... Nihayet çağı erdi, hüküm vakti çattı demek..." "Peki sen kimsin? Kayan bana Demircioğlu diye birini bulmam gerektiğini söylemişti, ama ne senin kim olduğunu biliyorum, ne de neden bulmam gerektiğini." Demircioğlu gözlerini kapatıp munis bir melodiyle mırıldanmaya başladı: "Bir seher vaktinde dokuz yaşımda Kam Ata göründü gözüme benim Kuzeyin karası esen başımda Işığını sürdü yüzüme benim Bunalmış idim ben kuzey kuzundan Isırgan yelinden yakan buzundan Çıkardı Kam Baba öz kopuzundan Tel verdi, kut verdi sazıma benim

Yoldaşlık dağıldı yitti nökerlik Acuna yeğ oldu bunlu mezerlik Tanrılar çağında ettiğim erlik Küfürden sayıldı yazılmaz oldu

Ağladım gözümden yaşımı sildi Hâlimden anladı derdimi bildi Göklerin ateşin içime saldı Tininden od verdi közüme benim

Okunan yadırgı irfanı şimdi Kurdoğlu çakalın sütünü emdi Bilinmez kurt soylu kağanlar kimdi Sözü bengütaşa kazılmaz oldu

46

47


Öykü

Çizgiroman İnceleme

Gören gözüm oldu Tanrı'yı gördüm Tutan elim oldu Ak Kaz'ı sardım Ayağım oldu da göklere vardım Yenigün erişti güzüme benim Demircioğluyum ben ben değilim Tutarsam Kam Ata elidir elim Söyleşsem ağzından konuşur dilim Sözleri karışır sözüme benim" Ben Demircioğlu'yum, senin yükün sana, benimki bana. Yedi Cebe'yi bulmakla görevliydim, buldum, bir araya getirdim, senin için hazırlandım. Uluorta çok konuşmayacağım. Yarın akşam Neyzen'in kabri başında olacağım. Yalnız gel. Kaftana dokunma, dışarı çıkarma, ilişme dursun. O esnada, Yavuz, biraz da Batıralp'e bakınmış olmanın acelesiyle bağırdı "Reis nereye kayboldun yahu!" Batıralp arkasını döndü. Yavuz elinde bir poşetle geliyordu. Tekrar Demircioğlu'na baktı. Gitmişti, "kırklara karıştı herhâlde" diye güldü. "Ne var yahu, şiir yazıyordum dalmışım. Aldın mı hediyeni?" "Aldım aldım. Boğaziçi'ne mi gitsek, pek tadı yok bugün İstiklâl'in?" "Olur gidelim. Çocukları da çağıralım." Her zamanki gibi ateşli ateşli konuşmaya başladılar yürüken. Batıralp performansından hiç bir şey kaybetmemişti, hararetle anlatıyordu yine, ama gözleri biraz donuk bakıyordu sanki, dikkatle bakan biri hemen fark edebilirdi... Öykü: M. Bahadırhan DİNÇASLAN

48

İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ

TENTEN'i Türkiye'ye Tanıtan Yayıncı: Çocuk Dergileri Yayıncılığından Sovyet Casusluğuna Hamid ŞENDUR Kaya Özkaracalar

1930’lu yıllarda Türkiye’de çocuk dergileri ve çizgi roman yayıncılığının liderleri Faruk Gürtunca ve Tahsin Demiray’dı. 2’nci Dünya Savaşı sonrasında ise Gürtunca dergi yayıncılığından çekilmiş, Demiray ise çizgi roman yayıncılığını bir süre daha sürdürmekle birlikte zaman içinde o da bu uğraşı bırakmıştı. 2’nci Dünya Savaşı sonrası dönemin Türkiye’de çocuk dergiciliğinde ilk öne çıkan ismi ve 1950’ler boyunca önde gelen çizgi roman yayıncılarından biri Hamid [1957’den itibaren yayınlarında Hamit olarak yazılı] Şendur’dur. Şendur’un yaşamı hakkında çok az bilgi mevcut; yayıncılığa başlamadan önceki yaşamına dair yazılı kaynaklarda pek bir veri yok, yaşamının son dönemine ait çok ilginç gelişmeler ise o dönemin gazetelerinde genişçe yeralmış olmasına karşın günümüz çizgi roman meraklılarının dikkatine sunulmamış durumda. Bu yazıda, hem Şendur’un ülkemizdeki çizgi roman yayıncılığı içindeki yerini anahatlarıyla topluca ortaya koymayı, hem de yaşamının az bilinen son devresini dikkate sunmayı amaçlıyoruz. Şendur hakkındaki ilk çalışma olarak eksikleri olması doğal (ayrıca yazıyı çok fazla ayrıntıya boğmamak uğruna bazı yayınlarını bilerek kapsam dışı bıraktım), hatta belki de bazı yanlışları dahi olması muhtemeldir ancak Şendur hakkında ilave bilgiye sahip olanların bilahare anı veya bilgilerini paylaşmaları açısından teşvik edici olacağını umuyorum. Gerek Milli Kütüphane kayıtlarına, gerekse bizzat koleksiyonumdaki ve iletişimde olduğum koleksiyoncuların ellerindeki numunlere göre, Şendur yayıncı kimliğiyle piyasaya 1947’de Çocuk Alemi isimli dergiyi çıkarmaya başlayarak girmiş olarak görünüyor. Bazı gazete ilanlarından Şendur’un Çocuk Alemi’ni çıkarmaya başladığı yıllarda ayrıca En Son Dakika adlı bir gazetede “muhasebeci” olarak çalıştığı, eşi Bedia Şendur’un da aynı gazetenin kadrosunda yeraldığı anlaşılıyor. Şendur’un gazetecilikteki diğer kariyeri ise 1948’ta Marmara-Ege adlı haftalık bir siyasi gazete çıkarmış olmasına ilişkin; Hamid

49


Çizgiroman İnceleme

Çizgiroman İnceleme

Şendur’un sahipliğindeki bu gazetenin yazı işleri sorumlusu da Bedia Şendur. 1950’lı yıllarda Şendur’un kadrosunda çalışan Erdoğan Bozok’un 1993’te Karikatür dergisinde yayınlanan bir söyleşisinde adlarını vermeden andığı “açıkgöz” yayıncılar arasında Şendur’u da ima ediyor olması muhtemel: Bozok, sözkonusu söyleşide o dönemde kağıt sıkıntısı olduğunu anımsatarak bazı “açıkgözlerin” hükümetten kağıt tahsisatı alarak, temin ettikleri kağıt stoğunun fazlasını karaborsada gazetelere satttığını anlatır ve hükümetten kağıt tahsisatı koparabilmenin en sağlam yolunun ise çocuk dergisi çıkarmak olduğunu vurgular. İlk sayısı 1 Şubat 1947 tarihli olan Çocuk Alemi’ne dönecek olursak, kapak forması dahil 16 sayfalık bu derginin içeriğinin yaklaşık yarısı öykülere, yarısı çizgi romanlara ayrılmıştır. Dergideki çizgi romanların tamamen telifsiz olmanın ötesinde çoğu kopyalama yöntemiyle, yani matbu çizgi romanların aydınger üzerine yerli çizerler tarafından kopyalanmasıyla bu kopyalar üzerinden basılmıştır. Şendur, 2’nci Dünya Savaşı’ndan sonra onyıllar boyunca ülkemiz çizgi romancılığında pek çok yayıncı (Nihat Özcan, Kemal Uzcan, Burhaneddin Şener, Şakrak ailesi, Şilliler ailesi, vb.) tarafından yaygın biçimde uygulanacak olan bu kopyadan baskı yönteminin öncülerindendir. Türkiye’de orjinal çizimlerle ancak daha yüksek maliyetlerle basılıp daha pahalıya satılabilecek çizgi romanlar bu yöntemle bir şekilde daha ucuza okuyuculara ulaşmış ancak bu durumun bedeli olarak orjinallerine oranla kopyalama üzerinden doğal olarak belirgin bir kalite düşüşü yaşanmıştır. Şendur 1947’nin sonlarına doğru Kara Maske isimli bir çizgi roman dergisi yayınlamaya başlar ama bu derginin yayını çok uzun sürmez. Çocuk Alemi’nin ilk serisi ise 84 sayı sürer (2). Aynı dönemde Şendur ayrıca Gençlik Alemi adında ve yine çizgi romana yoğun biçimde yer veren bir dergi daha çıkartır. Çocuk Alemi, 1949 yılında sayı numarasını 1’den başlattığı yeni bir seriye başlar. Bu arada Çocuk Alemi’nde yayınlanmış Yıldırım Şerif, Dan Vinslov, Kaptan Marvel’in Oğlu, Tonguç, Prens Ali, vd bazı çizgi romanlar takriben 1949 yılında özel sayı/albüm formatında da basılır. Ancak Çocuk Alemi’nin bu serisinin ülkemiz çizgi roman yayıncılığındaki asıl önemi, Belçika menşeili ve dünyaca ünlü Tintin’e yer veren ilk Türkçe yayın olmasıdır. Önce derginin 3 Haziran 1950 tarihli 62’nci sayısında aslen Tintin albümlerinin arkakapaklarında yeralan ilüstrasyonun Turhan [Turhan Şimga] imzalı siyah-beyaz bir kopyası “Tin Tin’in Maceraları” başlığı

altında “gelecek haftadan itibaren çok hoşunuza gideceğini tahmin ettiğimiz Tin Tin’in Maceraları isimli yepyeni resimli bir romana başlıyoruz! Bekleyiniz..” duyurusuyla yeralır. Ancak Tin Tin’in Maceraları bir sonraki hafta başlamaz, o sayıda hem aynı ilan tekrarlanır, hem de bu sefer renkli arka kapaktaki ‘Vatan İçin’ başlıklı çizgi romanın bitmesiyle birlikte son karede “Haftaya: Tin-Tinin Maceraları..” ibaresi Tenten ve dedektif ikizlerin bir kolaj resmiyle birlikte yeralır. Bu vaat bu sefer gerçekleşecek ve nihayet 17 Haziran 1950 tarihli 64’üncü sayının arkakapağında Tintin’in aslen ‘La Secret de la Licorne [Tekboynuzun Gizemi]’ başlıklı serüveni, ‘Tin Tin’in Maceraları’ başlığı altında ve renkli olarak ama kopya çizgilerle başlayacaktır. İlginçtir ki bu yayının başlangıcında Tintin’in kimliğine dönük (genç gazeteci, vb gibi) herhangi bir tanıtıcı bilgi verilmemiştir. Şendur’un 1950’li yıllardaki yayınlarının tam bir dökümünü çıkarmak oldukça çetrefilli bir çaba gerektiriyor. Burada yalnızca en önemlilerini ele alacağız. Çocuk Alemi’nin 1951’de başlayan yeni serisinin sona ermesinin ardından Şendur 1952-53’te yine sayfalarının yaklaşık yarısını kopya çizgi romanlara ayıran Ateş isimli bir başka dergi çıkaracaktır. Şendur’un 1950’li yıllardaki en uzun süreli yayını ise, ilk sayısı 29 Kasım 1950 tarihini taşıyan Armağan’dır. Çocuk Yayınları kurumsal adı ilk kez bu derginin künyesinde görülür, ayrıca derginin bu işletmenin kendi adını taşıyan matbaasında basıldığı kaydedilir (Şendur’un önceki yayınları Vakit Matbaası’nda basılmıştır). Çocuk Alemi’nin 1949-50 serisinde imzası görülmeye başlanmış olan Turhan Şimga, Armağan’ın künyesinde önce “teknik sekreter” olarak yeralır, 1951’de yazı işleri müdürlüğüne terfi eder. Derginin kapak ilüstrasyonları da Turhan imzalı karikatür tarzı çalışmalardır. Çizgi romanlara Çocuk Alemi’ne oranla daha az yer veren Armağan’ın ilk serisi 100 sayı sürer. Armağan, 1952’de yerini benzer formattaki ve yine uzun ömürlü olacak Resimli Tomurcuk dergisine bırakır.

50

51

Şendur’un çizgi roman dergileri Bu arada 1951’de Türkiye’de 2’nci Dünya Savaşı sonrası dönemin başlığı ve içeriği tek bir çizgi roman kahramanının serüvenlerine tahsis edilmiş ilk dergisi olan Pekos Bill (3) yayınlanmaya başlamıştır. Şendur, bu derginin gördüğü ilgiden nasiplenmek amacıyla aynı yıl içinde Pekoş Bilin Harikulade Maceraları adını verdiği bir dergi çıkartır! Şendur’un bir diğer çizgi roman dergisi ise 1953’te yayınlamaya başladığı ve içeriğinin tamamı Disney çizgi romanlarına ayrılmış olan Çocuklara Armağan’dır. İtalyan yazar-çizerlerinin Disney’den lisanslı olarak üretmekte olduları ve Disney çizgi romanları içinde bir ekol halini almış olan İtalya menşeili Disney çizgi romanları, İtalya’daki Disney yayınlarının lokomotifi olan Topolino dergisinin Türkçe edisyonu sayılabilecek bu dergi ile –kopya çizgilerle de olsa- ilk kez Türk okuyuculara ulaşır. Şendur’un


Çizgiroman İnceleme

Çizgiroman İnceleme

1959’da çıkaracağı Tom ve Miki ile Bop Hop Top dergileri de İtalya menşeili Disney çizgi romanlarına yer verecektir. 1957’de çıkardığı minik boy ‘Resimli Çocuk Kitapları’ serisinin içeriği ise Amerikan Pazar Disney çizgi roman bantları menşeilidir. Armağan’ın 1954’te başlayan ikinci serisinin kapakları ve içeriğinin önemli bir bölümü Disney olmakla birlikte bu seride Şendur Tintin’e de genişçe yer verir bu kez adını Tenten olarak Türkçeleştirerek (2); böylece bu çizgi roman kahramanı Türkiye’de esas olarak tanınacağı adına kavuşmuş olur. Armağan’ın bu serisinde yayınlanan iki Tenten serüveni, ‘Mavi Boncuk [Le Lotus bleu]’ ve ‘Kongo Seyahati [Tintin au Congo]’, bilahare her ikisi de ‘Tentenin Maceraları’ üst başlığıyla albüm olarak da basılır Çocuk Yayınları Müessesi adına ve Turhan Şimga imzalı kapaklarla (4). Renkli baskı bu albümler, Türkiye’de basılmış ilk müstakil Tenten yayınlarıdır. Armağan’ın 1957’de başlayan üçüncü serisinde de bir Tenten serüveni yayınlanacaktır (2). Nihayet 1958’de Şendur Tenten’i haftalık bir dergi olarak yayınlamaya başlar. Kapaklar Bozok [Erdoğan Bozok] imzalıdır ve içerik ise siyah-beyazdır; künyede Bozok’un adı “resim işleri” sorumlusu olarak yeralmakta ve dergiyi çıkaran kurum olarak Armağan Yayınevi adı verilmekte, Çocuk Yayınları Müessesi ise yalnızca basımevi olarak geçmektedir. İlk sayıda hem ön kapak içi künye sayfasında, hem de ilk sayfanın ilk karesinde Tenten’in kapsamlı bir tanıtımı yapılmış, “küçük yaşta hayata atılan çalışkan, zeki bir çocuk” olarak takdim edilen Tenten’in “dünyanın en büyük gazetesi Nevyork Times’in polis ve enteresan hadiseler muhabiri” olduğu yazılmıştır; Tintin’in bir gazeteci olduğu doğru olmakla birlikte onun bir Amerikan gazetesinin muhabiri ve dolayısıyla Amerikalı olduğu önermesi herhalde yaratıcısı Hergé’nin saçını başını yolmasına yolaçardı... Şendur’un haftalık Tenten dergisi o tarihe dek Belçika’da yayınlanmış 18 Tintin albümündeki tüm serüvenleri içerecek şekilde 72 sayı sürecek, bu fasiküller ayrıca ciltler halinde de piyasaya sürülecekti. Şendur’un 1958’te yayınladığı ilginç bir çizgi roman serisi ‘Yeni Dünyalardan Maceralar’ üstbaşlıklı bilim-kurgu çizgi romanlarıdır. Bu serinin menşei, 1956-58’te Fransa’da yayınlanmış Aventures de Demain veya onun 1957-59’de yayınlanan İtalyan edisyonu olan Avventure di Domani serisidir; bu Fransız serisinin

52

içeriği ise İngiliz dergileri menşeilidir. Yukarıda Disney çizgi romanları bahsinde önceden anılmış olan Tom ve Miki ve Bob Hop Top ile birlikte Şendur’un 1959’da çıkardığı kısa ömürlü bir diğer çizgi roman dergisi ise Zorro’dur. Şendur’un casusluk faaliyetleri ve sırra kadem basışı! Şendur’un 1959’dan sonra çıkardığı herhangi yayın görmüş değilim, Milli Kütüphane kayıtlarında da Ateş’in 1959’da yayına başladığı kaydedilen yeni serisinin özel sayılarından yalnızca birinin kaydında yanında soru işareti vurgusuyla 1960 tarihi veriliyor o kadar. Şendur’un adına 1966 yılının 24 Haziran tarihli gazetelerinin baş sayfalarında şaşırtıcı bir bağlamda rastlıyoruz: Şendur, “demirperde gerisi” bir ülke (daha sonraki haberlerde bu ülke Sovyetler Birliği olarak açıkça anılacaktır) için casusluk faaliyeti esnasında “suçüstü” yakalanmış ve tutuklanmıştır. Topyekün doğruluğunu kuşkuyla karşılamak gereken habere göre, mali zorluklar içindeki Şendur önce kitap satın alma bahanesiyle kendisiyle irtibata geçen bir diplomatın yeni matbaa makineleri temin etme vaadi karşılığında bazı askeri belgeler dahil gizli bilgileri temin edip ona teslim etmeyi kabul etmiş. Bu gelişmenin daha da ilginç bir merhalesi ise 20 yıl hapse mahküm edilen Şendur’un 1969 yılında Adana cezaevinden firarı. Şendur, MİT’in ve siyasi polisin tüm aramalarına karşın bulunamayacak ve kendisinden bir daha haber alınamayacaktır. Şayet daha sonraki haberlerde spekülatif olarak dile getirilen bu firarda KGB parmağı olasılığı gerçek ise Şendur yaşamının geri kalanını sosyalist ülkelerden birinde geçirmiş olabilir. NOTLAR: (1) Alıntılayan Levent Cantek, Türkiye’de Çizgi Roman (2002, İletişim Y.), sf. 106 (2) Çizgi roman koleksiyoncusu Haluk Yücesoy’un paylaşımlarına atfen (3) Türkiye’de başlığında belirli bir çizgi roman kahramanının adını taşıyan ilk sürekli yayın, saptayabildiğim kadarıyla, 1935 Ağustos’unda Gürtunca’nın yayınlamaya başladığı X-9 içerikli Baytekin; Gürtunca ondan da önce, 6 Temmuz’da bir adet Avcı Bayçetin albümü de yayınlamış. (4) Tenten koleksiyoncusu “Tintinologist” Çağrı’nın paylaşımlarına atfen

53


Öykü

Günahların Bekçisi BÖLÜM 5 - Bahçıvan “Alev Taşkın'ın çok düzenli bir hayatı varmış, her sabah 8-10 arası bakıcılık yaptığı çocukların eve geliyormuş, sonra hep beraber mutfakta yemek yerlermiş. Tanıklar yemeklerin şölen havasında geçtiğini söylüyorlar. Ardından oyun parkına giderlermiş. Her ayda bir gün hayvanat bahçesine gidilirmiş. Neyse, öğleden sonra yemek yiyip öğlen uykusuna yatarlar sonra tekrar oyun oynayıp ardından resim çizerlermiş. Akşam 5-7 arası da aileleri çocuklarını almaya gelirmiş.” Tolga, emniyet müdürlüğündeki toplantı odasında Alev Taşkın dosyasını okurken diğer yandan da gözlüğünü havada sanki kalemmiş gibi sallıyordu. “Evden en son Sudecan çıkarmış, diğer çocuklardan yaklaşık 15 dakika sonra. Sudecan, Alev'in birkaç kez telefon ile konuştuğunu duymuş, bir keresinde de evde kendi başına saklambaç oynarken uzun boylu yapılı, esmer bir adamın o çıkmak üzereyken eve geldiğini ama Alev'in ona haber vermeden gelemeyceğini söyleyip adama vurduğunu görmüş, saklandığı için Sudecan'ı görmemişler. Sonra adam üst kata çıkmış, annesi gelip onu alırken Alev, annesine çocuklar olmadan evin çok sessiz olduğunu söylemiş, annesi de onu yemeğe davet etmiş fakat Alev nazikçe reddederek yorgun olduğunu ve tek başına kanepede oturup evlilik programı izlemek istediğini söylemiş.” Tolga artık gözlüğünü düşünür gibi sağ yanağına vuruyordu. “Sudecan, adamı 12 Temmuz'da görmüş, akşam en son o çıktığı için tahmini 18:30-19:00 saatleri arasında olmalı. Adamın daha erken gelip bütün çocukların gitmesini bekledikten sonra Alev'in yanına gittiğini ama Sudecan'ın geç çıktığını hesaba katmayıp eve bu yüzden erken gelmiş olabileceği ihtimalini düşünürsek zaman aralığımız 17:00-19:00 arası yani çocukların gidiş saati olmalı.” “Alev'in evine giden üç yol var, birinci yol otaban çıkışına yaklaşık 6 km mesafede. İkinci yol alışveriş merkezine 4 km, üçüncü yol ise metroya 12 km. mesafede.” “Metro ve ev arasında birçok ara yol var, metrodaki kameralar pek işimize yaramaz. Alışveriş merkezi ve ev arasında iki ara yol var, çevre yolu çıkışındaki mobeseler ile ev arasında da beş ara yol var. 17:00-19:00 arasındaki bu bölgelerden geçen bütün araçların kayıtlarını incelediğimizde bir araç sahibi dikkatimizi çekti. Adı Şiyar Devran, 63 yaşında Bitlis Doğumlu. Üç kez gasp, bir kez adam öldürmekten toplam 19 yıl hapis yatmış. En son “Rahşan Affı” ile dışarı çıkmış, yaklaşık dokuz yıldır Karagümrük Çetesi için tetikçilik yapıyormuş. Dört kez adam öldürmekten gözaltına alınmış ama her seferinde delil yetersizliğinden serbest kalmış.” Masadakilerden biri Tolga'ya "Peki adamımızın o olduğunu nereden biliyoruz?” diye sordu. Tolga, bilmiş bir tavırla gözlüğünü havaya kaldırarak "Çatıda bulduğumuz bahçe tırpanını hatırlıyor musunuz? Şiyar'ın babası bahçıvanlık yapıyormuş küçük yaşta o da babası ile beraber bahçıvanlık yapmaya başlamış. Çalıştıkları villanın sahibinin kızı ile ilişkisi varmış, kızı babasını öldürüp mirası alabilecekleri konusunda ikna etmiş. Gece herkes uyurken adamın odasına gidip bahçe tırpanını kafasına geçirmiş. Ama kız babasının ölümünü kaldıramayıp her şeyi polise anlatmış. Yaşı küçük olduğu için on iki yıl hapis yatıp çıkmış. O zamandan beri kendisine “Bahçıvan” deniyormuş."

54

55


Öykü

Öykü Cemil, gözlüğü elinden alıp gürültülü bir sesle kırdıktan sonra “Tolga'ya bu güzel çalışması için çok teşekkür ediyorum," dedi. "Alev Taşkın'ı ilk cinayet sanıyorduk, ama ilk cinayet Şiyar Devran cinayetiydi. Bekçinin daha önceki kurbanlarının profillerinin tam tersi, biri seri katil diğeri de mafyanın tetikçisiydi. Şiyar'ın bilinen bütün adreslerine baktık ama hiçbir yerde bulamadık. Cesedin yeri Alev Taşkın cinayetinde gizli olmalı, o çok akıllı biri, mobese kayıtlarından Şiyar Devran'ı bulacağımızı biliyordu ama kendisi ile ilgili hiçbir kayıt bulamayacağımızı da biliyordu, adamı o gün eve yönlendirip Sudecan'ın onları görmesini de o sağlamıştır, böylece Bahçıvan'ı aramaya başlayacaktık. Bize açıkça meydan okuduğunu söylüyor ama asıl amacı bizi oyalamak. Biz onun bıraktığı izleri kuyruğunu kovalayan bir köpek gibi takip ederken o da diğer kurbanları ile daha rahat meşgul olacak." Masadan onaylayan sesler geldi. Cemil bu sesleri sevmiyordu, hiçbirinin bir şey yaptığı yoktu, sadece gerekli desteği verdik demek için buradaydılar. Masada olayla ilgili tek kişi emniyet amiri Erkan, diye düşünürken masadan birinin yükselen sesini duydu. Oyalama ve yönlendirme konusunda Cemil Komiser'ime katılıyorum, ancak gözden kaçırdığı bir şey var. Bekçi önceki olaylarında kurbanının günahını söyleyen bir mesaj bırakırdı ama Alev Taşkın cinayetinde bize bıraktığı mesaj şöyleydi; "Hoş geldin. Biraz konuşalım mı? Altı yıldır ortalarda yoktum, son görüşmemizde kaçıyordum, sen de en son benim ayağımı tutmuştun. Tesadüf diye bir şey yoktur. Şimdi kimliğini değiştirmiş bu kadına dikkatlice bak, onda görmeni istediğim bir şey var. Bu çocuk katilinde her şey çok düzgün, peki ayaklarına dikkat ettin mi?" “Bu mesaj tamamen semboller üzerine kurulu ve bizi sadece bahçıvana yönlendiriyor, ama mesajın temel amacı dikkatli bakmamızı söylemesi. Burada dikkatli bak derken aynı şekilde mesaja da dikkatli bakmamız gerektiğini söylüyor olabilir, mesaj sembollerden oluşuyor ve sembollerin birden çok anlamı vardır.” Tolga agresif bir şekilde "Özür dilerim, isminiz ne demiştiniz?" diye sordu. "Aslında ismimi söylememiştim." diye aynı ses tonu ile karşılık verdi. "İstabul Adli Tıp'tan Çınar Ateş. Krimonoloji ve semboloji uzmanıyım." Tolga bir anda parlayarak "Semboloji mi? Emniyet teşkilatının böyle bir birimi bile yok, hatta üniversitelerde dahi olduğunu sanmıyorum. Sen kendini ne sanıyorsun, roman karakteri mi? Hem sen buraya nasıl girdin?" dedi. Çınar "Ben de sizi film karakteri sanmıştım." diye karşılık verdi. Tartışma daha yeni başlamıştı ki Erkan otoriter ses tonu ile "Çınar'ı ben buraya çağırdım." diyerek başladığı hızla sonlandırdı. Cemil, Tolga'nın bu ani çıkışına anlam verememişti, kendi bulamadığı bir şeyi başkasının bulmasına sinirlenmiş bir çocuk gibiydi. Erkan, "Bekçiyi yıllardır arıyoruz, onu yakalamanın eşiğine dahi gelmedik. Bir suçlunun özgüveni arttıkça hata yapma ihtimali artar, Bekçi de bir kere hata yaptı ama onu elimizden kaçırdık ve altı yıl boyunca ortalarda gözükmedi. Geri döndüğündeyse eskisinden çok daha zeki bir şekilde geldi. Çünkü bizim bütün çalışma yöntemlerimizi biliyor bu sebeple bizimle oyun oynuyor. eski yöntemlerimiz zamanında işe yaramadı, şimdi de işe yaramayacak, artık farklı bir pencere daha açmamız lazım. Çınar özel bir iş için Ankara'ya gelmişti, onunla konuşurken dosyadan bahsettim, o da bizim görmediğimiz bir şeyi gördü." dedi. Çınar, başı ile teşekkür ederek konuşmaya başladı. Bekçi'nin profilini incelediğimizde medyatik olmayı sevdiğini söyleyebiliriz. Tam anlamıyla ben

merkezci. İlgi odağı kendisi olmalı, bu nedenle cinayetlerinin bir anlam ifade ettiği izlenimi vererek insanlar arasında Ted Bundy gibi efsaneleşmek istiyor. Tolga'nın alay ederek "Amerika'ya hoşgeldin. Hadi donut yiyip ve kahve içelim." diye sözünü kesmeye çalışmasına aldırış etmeden devam etti. "Bize mesajında dikkat etmemizi söylüyor ama Bahçıvan'ı bulmamızı söylüyor, yani dikkatimizi dağıtıyor, aynı Cemil Komiser'imin söylediği gibi. Bize yapmamız gerekeni söylüyor ama yapmamamız gerekene yönlendiriyor." dedikten sonra dosyasını karıştırarak "Suç mahalli çok ayrıntılı hazırlanmış, doğaçlama yapmamış. Üzerinde çok uzun süre çalışarak bir sanat eseri havası vermeye çalışmış. Beni rahatsız eden nokta da tam bu oldu, gerçekten ayrıntılı bir cinayet, ama çok hızlı bir şekilde çözüldü." dedikten sonra kavanozlara konulan iç organların resmini çıkardı. "Yani rahatsızlığının sebebi bizim yetenekli olmamız olabilir." Cemil, Tolga'yı susturmak için koluna sertçe vurdu. "Ya da yanlış ip ucu vererek yanlış yerden başlamanızı sağlanmış olabilir." Resmi Tolga ve Cemil'e göstererek "Mısır firavunları mumyalanmalandıktan sonra iç organları kavanozlara konulurdu. Burada firavunlara atıfta bulunmak istemiş gibi, Antik Mısır'da firavunlar tanrı sayılırdı, yani ölümsüzlerdi öteki dünyaya yolculukları için hazırlanırlardı. Burada yeniden doğuşu simgelemiş." Dosyadan Alev'in soyulmuş yüzünün göstererek "Bize soyulmuş bir yüz gösteriyor, Adile'nin yerine Alev'in geçtiğini söylemek istiyor." dedikten sonra Cemil'e dönüp “O gece Bekçi ile Eymir gölüne düştüğünüzü söylemiştiniz, aynı şekilde onun yüzünü hiç görmemiştiniz değil mi?" Cemil, kendisine sorulan soru karşısında o donuk ifadesi ile "Evet çok karanlıktı. Koştuğumuzu ve düştüğümüzü hatırlıyorum sonra da kafamı çarptım." dedi. "Adamı evinizden Eymir'e kadar araba ile takip ettiniz, sonra ortaklarınızı öldürdü, onu Eymir'e kadar kovaladınız. Göle düştünüz ama göremediniz. Bahsettiğiniz gece dolunay vardı, eğer şapkası başına yapışık değilse ki şapkasını evinizde bulduk yüzünü görmemeniz imkânsızdı. Beyin fotoğraf makinesi gibi çalışır gördüğü yüzleri kaydeder, siz birini görünce veritabanına kaydedilmiş yüzleri eşleştirir ve karşınızdakinin kim olduğunu söyler. Beyne alınan bir hasar bu resimlerin kaybolmasına sebep olabilir." Cemil'in ifadesi hiç bozulmamıştı, sanki bir maske yakmış gibiydi. "Yani?" diye sordu. Çınar, bir süre Cemil'i inceledikten sonra "Yani siz Günahların Bekçisi'ni gördünüz ama hatırlamıyorsunuz ve o da yüzünü değiştirdi."

56

57

Öykü: Kıvılcım ARDUÇ

İllüstrasyon: Can BARAN


58

59


60

61


Öykü

Hayaletin Hayali Dışarıdan bakıldığında durgun gibi görünse de Yusuf’un içinde her daim fırtınalar kopardı. Ailesi dâhil hiç kimse bunun farkında değildi. Zira duygularını belli etmez, kendisine soru sorulmadıkça hiç konuşmazdı Çocukluğunda da aynıydı. Komşuları onun bu sessiz hâline imrenir ve “Maşallah ne kadar huzurlu. Darısı bizimkilerin başına.” diye dua ederlerdi. Yaramaz ve çalışkan olmadığından, okulda da dikkatleri üzerine çekmezdi. Sessizce sırasına oturur, başını öne eğerdi. Ne öğretmenlerinin gözüne girmekti derdi, ne de dersi daha iyi anlamak. Böyle davranırsa, bir hayalet gibi görünmez olacağına inanırdı. Amacına da çoğu kez ulaşır ve herkes o yokmuşçasına davranırdı. İşte o zaman oturduğu sıradan havalanır, açık duran pencereden hiç bilmediği diyarlara doğru kanat çırpardı. Okul çıkışlarında doğruca eve gelir, yemeğini yer ve odasına kapanırdı. Mecbur kalmadıkça sokağa çıkmazdı. Hep gözlerinin önünde olduğundan, ailesi bu huyuna bayılırdı. Zira tek çocuklarıydı ve ona büyük zahmetlerle sahip olmuşlardı. Yusuf’un en sevdiği oyuncağı; babasının daha okula başlamadan aldığı dünya küresiydi. Gözünü ayırmadan onu saatlerce seyrederdi. Okuma yazma öğrendikten sonra coğrafya atlaslarına ve kitaplarına merak saldı. Önce ülkeleri ezberledi. Ardından şehirleri ve ilçeleri. Yetmedi coğrafi konumlarına daldı. Ve sonunda dağlarına, ovarlına nehirlerine kadar tüm dünya ülkelerini minik beynine kazıdı. İşte ondan sonra yaşadığı çevre ona dar gelmeye başladı. Tek hayali; uzaklara, çok uzaklara gitmekti. Bunun için büyümesi gerektiğini biliyordu. Sabırla o anın gelmesini beklerken bir hayalet gibi hayallerinde yolculuk yapıp durdu. Zorunlu eğitimi bitirince okula devam etmedi. Sonuçta bir gezgin olacaktı. Bunun da okulu olmadığına göre, okumanın bir anlamı yoktu. Ailesinin tüm ısrarlarına rağmen okula devam etmedi. Hayatın gerçekleriyle tanışınca inadından vazgeçeceğini düşünen babası onu bir tamirciye çırak olarak verdi. Sabahın köründen akşamın geç saatlerine kadar çalışmasına karşın, hiç sızlanmadan hayallerinin gerçekleşeceği günü sabırla bekledi. On sekizine bastığı gün ailesinin karşısına geçip ilk defa hayallerinden bahsetti. “Dünyayı dolaşmak istiyorum baba.” dedi heyecanla. Seyretmekte olduğu televizyondan gözlerini ayıran babası “ Nasıl olacakmış bu iş?” diye sordu. “Her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşündüm. Bir gemiye miço olarak yazılacağım. Sonra da ver elini dünya. Düşünebiliyor musun baba; hem sevdiğim bir işte çalışacağım, hem de para kazanacağım.” “Miço ha! Bugüne kadar durduğun kabahat oğlum...” Babasının bu sözü karşısında Yusuf mutluluktan âdeta çıldırmıştı. Zafer çığlıkları atarak odanın içinde koşturup durdu. Ardından yılların verdiği açlıkla nefes bile almadan hayallerini en ince ayrıntılarına kadar anlattı. Konuşmaktan yorulduğunda anne ve babasını öpücük yağmuruna tuttu. Ailesi onun bu hâlini hiç tepki vermeden izledi. Bitap bir hâlde kanepeye kendini bıraktığında babası “Bitti mi?” diye sordu. Yattığı yerden hafifçe doğrulup “Ne bitti mi?” dedi. “Anlatacakların.” “Evet.” “Bak oğlum. Hayal kurabilirsin; ama hayatını hayaller üzerine kuramazsın. Adı üzerinde hayal…” “Ama…” “Aması filan yok. Otur oturduğun yerde ve bir daha da böyle münasebetsiz laflar edip asabımı bozma.”

62

63


Öykü Babasının son sözünü söylediğini biliyordu. Bu yüzden konuyu hiç uzatmadan odasına gidip yatağına uzandı. Sabah uyandığında kararını vermişti; ne pahasına olursa olsun hayallerinin peşinden koşmaya devam edecekti. O günden sonra tüm boş vakitlerinde soluğu limanlarda aldı. Gördüğü her acenteye başvurdu. Geceleri de bilgisayarının başından ayrılmayıp iş başvurularında bulundu. Aylar boyunca olumlu hiçbir yanıt almasa da, umudunu hiç yitirmedi. Sonunda bir akşamüstü beklediği telefon geldi. Sabah erkenden görüşmeye çağırıyorlardı. Ve o andan itibaren saniyeler bile akmamaya başladı. Duyduğu heyecanı ailesinden gizleyemeyeceğini anlayınca soluğu sokakta aldı. İşte Aysel’i ilk defa o gece gördü ve görür görmez de çarpıldı. On sekiz yaşında bir delikanlı sevgiden ne kadar anlarsa, Aysel’i o kadar sevdi. On sekiz yaşında bir delikanlının ateşiyle peşini hiç bırakmadı. On sekiz yaşındaki bir delikanlının çılgınlığıyla onun uğruna tüm hayallerinden vazgeçti. Aysel’in elini tutmak, onun pembe dudaklarını öpmek artık tek tutkusu olmuştu. Boş bir hayalin peşinden koşacağına evlenmesinin daha uygun olduğunu düşünen ailesi, vakit kaybetmeden kızı istedi. Altı aya kalmadan evlendiler. Askere gittiğinde Aysel hamileydi. Dönünce ikinci oğlu da dünyaya geldi. Toplumun acımasız çarkının içinde bocalayan Yusuf hayallerini tamamen unuttu. Kayınpederinin ölümünün ardından kayınvalidesi ve evde kalmış baldızı yanlarına taşınınca sırtına binen yük ağırlaştı. Uzun bir süre ne hayallerini anımsadı, ne de durumundan şikâyet etti. Otuz yaşına girdiği senenin yazı çok sıcak geçiyordu. İnsanın nefes almakta bile zorlandığı o aylar Yusuf’u çok bunaltmıştı. Tamirhanede çalışırken sık sık duraklayıp alnında biriken terleri siliyor ve havaların bir an önce soğumasını diliyordu. İşte o küçük molalarda hep soğuk ülkelerde yaşayanlara özenirdi. Derin bir uykuya dalmış olan çocukluk hayali, bu düşünceler sayesinde giderek canlandı. Yılların açlığıyla kısa zamanda büyüyüp serpildi ve Yusuf’u avucunun içine aldı. Ağustos ayının ilk Pazarı erkenden kalkıp televizyonun karşısına geçmişti. Göz ucuyla haberlere bakarken eşi, “Hayatım evde hiç domates kalmamış. Çay demlenene kadar alıp gelir misin?” diye sordu. Olumlu anlamda başını sallayıp dışarı çıktı. Önce sokağın başındaki manava gitti. Domatesler güzel görünmüyordu. Üşenmeyip aşağı mahalledekine, ardından bir başkasına uğradı. Hepsinde bir kusur vardı. Manav manav dolaşırken kendisini otogarda buldu. Buraya kadar gelmişken şansımı Ege’de arayayım düşüncesiyle kalkan ilk otobüse bindi. Bir ay boyunca o bölgeyi adım adım gezdi. Parasız kaldığı günlerde açık havalarda yattı. Karnını doyurmak için bulduğu her işte çalıştı; ama asla pes etmedi. Bir ay sonra aradığı domatesi Çanakkale’de buldu ve bir kasa alarak eve geri döndü. Aysel kapıyı açıp da karşısında eşini görünce, bir çığlık atıverdi. Kayınvalidesi, baldızı, çocukları kopan gürültüye koştular. Elinde bir kasa domatesle Yusuf kapının önünde dikiliyordu. Ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Ne içeriye buyur edebildiler, ne de çektikleri üzüntünün hırsını alırcasına bağırabildiler. Hayat durmuş gibiydi. Neden sonra Aysel “Neredeydin?” diye sorabildi. Yusuf gözleriyle elindeki domatesleri işaret ederek “Domates almaya göndermiştin. Unuttun mu?” dedi. “Allah’ın belası o bir ay önceydi.” “Bugünlerde domatesin iyisini bulmak zor. Bunları bulmak için ne cefa çektiğimi bir ben bilirim.” dedi ve ayakkabılarını çıkartıp içeriye girdi. Domates kasasını mutfağa bıraktıktan sonra elini yıkamak için banyoya gitti. Salona geldiğinde tüm aile onu bekliyordu. Karşılarına geçip koltuğuna kuruldu ve hiçbir şey olmamışçasına “Çay demlendi mi?” diye sordu. Eşi öfke dolu bir sesle “Ne çayı?” dedi. “Domates almaya gönderdiğinde öyle demiştin ya.”

64

65


Öykü

Öykü

“Manyak mısın sen Yusuf? Bir ay sonra eve geliyorsun ve söylediğin ilk söz; “Çay demlendi mi?” Bunca zamandır neredeydin? Neden hiç aramadın?” “Söyledim ya domates arıyordum.” “Yere batsın domateslerin… Ne hâlde olduğumuz hiç mi aklına gelmedi? Meraktan geberdik. Yaşadığından bile artık umudumuzu kesmiştik.” “Gördüğünüz gibi ölmedim.” “Buna sevineyim mi üzüleyim mi gerçekten bilmiyorum. Hiç değilse bir telefon edip iyi olduğunu söyleseydin.” “Haklısın. Aramam gerekirdi, ama numaranı bir türlü hatırlayamadım.” “Telefonunu da evde bırakmışsın. Bir türlü ulaşamadık sana.” “Unutmam gerçekten kötü oldu.” “Haydi bizi umursamadın bari çocuklarını düşünseydin. Aç mı açıkta mı, hiç mi merak etmedin.” “Başlarında nasılsa sen vardın, bir şekilde hâllersin diye düşündüm. Sonuçta babadan kalma evde oturuyorsun. Kira derdin yok. Annenin de emekli maaşı var.” “Keyfimiz bayağı yerindeymiş de haberimiz yokmuş! Beş nufus bir emekli maaşıyla ay sonunu nasıl getirir? İşe girmeseydim açlıktan ölmüştük.” “Hâlledeceğini biliyordum.” “Yusuf’um kurban olayım söyle; neredeydin?” “Domates arıyordum.” Ne o gün ne de diğer günlerde kimse ağzından başka laf alamadı. Ortadan kaybolduğu günler hakkında tek söz söylemese de, tavırlarındaki değişiklik, başta Aysel’in olmak üzere herkesin dikkatini çekmişti. Her şeyden önce üzerinden büyük bir yük atmışçasına rahattı. Kolay kolay sinirlenmiyor, ailesinin her istediğini yerine getiriyor ve deliler gibi çalışıyordu. Aradan sekiz ay geçti. Bu küçük kaçamağı tam unutulmuştu ki, Yusuf yeniden ortadan kayboldu. Bu sefer sebep elmaydı. Telefonunu yine evde unutmuştu! Karakola haber verildi. Hastaneler tek tek dolaşıldı. Ama bu sefer yürekleri daha ferahtı. Ve tahmin ettikleri gibi Yusuf bir ay sonra sırtında bir çuval Amasya elmasıyla geri döndü. O günden sonra bazen altı ayda bir bazen senede bir ortalıktan hep kayboldu. Her seferinde bahanesi vardı. Bazen sivri biberin peşine düşüyordu bazen de patlıcanın. Aysel, Yusuf’tan bir şey istemediği takdirde kaçamaklarını engelleyebileceğini düşündü. Ama evde onun haricinde dört nüfus daha vardı ve illaki biri bir şey istiyordu. Son gidişinin sebebi küçük oğlunun ciğer istemesiydi. Yerinden kalkıp oğlunun başını sevgiyle okşadı. Aysel’e “Sen tavayı kızdırana kadar alıp gelirim” dedi ve cep telefonunu masanın üstüne bırakıp dışarı çıktı. Her zamanki gibi önce çevredeki kasapları dolaştı. Hiçbirinde oğluna layık ciğer bulamayınca otogara, oradan da ilk otobüsle Edirne’ye gitti. Oğlu için çarşıda ciğer tavanın tadına baktı. Beğenmişti. Dönerken buradan alırım diye düşünerek Selimiye camisinden başlayıp Harbiye kışlasına kadar şehri adım adım gezdi. Tarihi belediye binasının tadilatında çalıştırılmak üzere işçi arandığını duyduğunda cebindeki para tükenmek üzereydi. Hiç duraksamadan başvurdu. Basit bir iş olmasına karşın görüştüğü adam âdeta onu sorguya çekti. Ardından gözünü Yusuf’a dikip tepeden aşağı süzdü ve “Bak koçum bina tarihi bir bina. Zamanında Bizanslardan kalma bir sarnıcın üzerine kurulmuş. İşte biz bu sarnıcın kalıntılarını arıyoruz. Kazı sırasında o dönemlerden kalma antik eserler bulunabilir. Boşboğazlık yapıp sağda solda anlatmak yok.” dedi.

“Ben sadece yaptığım işe bakarım efendim.” “Aferin. İkincisi ve en önemlisi de kazı sırasında bir şey bulursan hemen bana haber vereceksin. Cebe indirdiğini duyarsam anandan doğduğuna pişman ederim.” “Meraklanmayın efendim. Söylerim.” “O zaman yarın sabah belediyede Rüstem’i bu. O sana işi anlatır.” Ertesi günü erkenden belediyeye gitti. Aradığı kişi, binanın güvenlik görevlilerindendi. Yusuf’u doğruca bodruma indirdi. Altı işçi, yaklaşık iki metre eninde beş metre derinliğinde kazılmış bir çukurun etrafında muhabbet ediyorlardı. Yusuf’la Rüstem’i görünce sustular. Yusuf’a baret, lamba ve kazma uzatan Rüstem, “Arkadaşlar bu Yusuf. Beraber çalışacaksınız. Bir ihtiyacınız olursa beni nerede bulacağınızı biliyorsunuz. Haydi size kolay gelsin” dedi ve yanlarından ayrıldı. Yusuf bareti kafasına takarken uzun boylu zayıf bir adam yanına gelip “Hoş geldin birader. Ben Mahmut.” dedi. “Sağ olasın.” “Buralı mısın Yusuf ?” “Hayır. İstanbul’dan geldim.” “Desene sen de bizim gibi gurbetçisin. Söylesene birader sana ne masal uydurdular?” “Masal derken?” “Anlasana birader. Bu çukur ne işe yarayacakmış?” “Bilmem. Galiba binanın altında sarnıç varmış. Onu ortaya çıkarmak istiyorlarmış” “Palavra. İki aydır kazıyoruz. Sarnıç olsa kalıntılarına çoktan rastlardık. Bak sana işin doğrusunu söyleyeyim. Bunlar define peşindeler.” “Define mi?” “Söylentiye göre Osmanlının darphanesi bir zamanlar bu binanın bahçesindeymiş. Balkan Savaşında Bulgarlar Edirne'yi işgal edince Osmanlılar altınlar düşmanın eline geçmesin diye bir çukur açıp gömmüşler.” “Buraya mı?” “Aynen.” “Vay be.” “Hem de ne vay birader. İş duyulmasın diye de yok tadilatmış yok sarnıç varmış muhabbetleri ediyorlar.” “Neden doğruyu söylemiyorlar ki?” “Sen de çok saf çıktın be birader. Doğruyu söylerlerse defineye devlet el koyar.” “Ama bunlar da belediye, yani bir anlamda devlet. Öyle değil mi?” “Sen yine öyle sanmaya devam et birader.” “Altın var mı gerçekten.” “Ne bileyim birader. Öyle bir rivayet var. Bize kaz diyorlar biz de kazıyoruz. Neyse bu kadar muhabbet yeter. İşimize bakalım artık.” Çukura dayanmış merdiven yardımıyla aşağıya indiler. Mahmut binanın sağ tarafına doğru açılmış tüneli göstererek, “İş kolay birader. Onlar yeter diyene kadar kazma sallayıp duracaksın.” Öğleye kadar aralıksız çalıştılar. İşçiler yemek molası için yukarıya çıktıklarında Yusuf hâlâ kazıyordu. “Gelmeyecek misin?” diye seslendiklerinde “hızımı almışken hele biraz daha çalışayım.” dedi. Alnında biriken terleri sildikten sonra kazmasını yerden aldı. Tam o sırada bir uğultu duydu. Sesin nereden geldiğini anlayamadan toprağın altında kaldı. Kurtulmak için çabaladıysa da, başaramadı. İşçiler çukurun içine girdiklerinde bahçeye doğru açılmış tünelin çöktüğünü gördüler. Yusuf’a ulaşmalarının olanağı yoktu.

66

67


Öykü

Sinema

Olay hemen hasıraltı edildi. Kayıtlara; belediye binasındaki tadilatta olağan bir iş kazası yaşandığı ve kimliği henüz belirlenemeyen bir işçinin hayatını kaybettiği şeklinde geçti. Ardından da yaşananlar unutulana kadar çukur alelacele kapatıldı. O günden sonra tüm Trakya’da, Edirne belediye binasında hayalet olduğu dedikoduları konuşulur oldu. Gece yarısından sonra binadaki kapılardan sesler geldiği, ışıkların kendi kendine açıldığı, üst kattan ayak sesleri duyulduğu kulaktan kulağa yayıldı. Rivayetlerin önüne geçmek amacıyla binanın koruma sistemi elden geçirildi. Ama bir işe yaramadı. Zira güvenlik kameralarının kaydettiği görüntülerde bir siluet olduğu görüldü. Hayaleti defetmesi için binaya çağrılan imam, silueti doğrulayıp bunun Atatürk’ün ruhu olduğunu iddia edince güvenlik görevlilerin sayısı artırıldı. Halkın; “Atatürk ise güvenlik sayısını neden artırıyorsunuz? Korkacağımıza bayram yapmalıyız.” demesine karşın yetkililer suskunluklarını korudular. Binada çalışan güvenlik görevlileri yaşadıklarını, "Açık ışık görünce gidip kapattım. Ancak bir süre sonra ışık tekrar yandı. Binada gezerken arkamda, etrafımda bir şeyin gezindiğini hissettim. Merdiven çıkan birinin ayak seslerini duydum. Arkamı dönüp baktığımda kimseyi göremedim. Ancak halının üzerinde ıslak ayak izleri vardı.” diye anlattılar. Şikâyet ve korkunun artması üzerine Belediye Başkan Yardımcısı, "Kamera kayıtları inceleniyor. Ne olduğunu tespit etmeye çalışıyoruz" dedi. Yaşanan tüm bu kargaşalardan en çok Yusuf keyif alıyordu. Amacı insanları korkutmak değildi. Belediye binasında dolaşmasının tek nedeni can sıkıntısıydı. Onu gören güvenlik görevlisinin verdiği tepki, monotonlaşan yaşamını renklendirince, bu oyunu sürdürmeye karar vermişti. Nereye kadar götürecekti; gerçekten bilmiyordu. Tıpkı ölmesine karşın ruhunun öte tarafa neden geçmediğini bilmediği gibi. Toprak altında kalan bedenini terk ettiği günden beri onu almalarını bekliyordu. Unutulmuş olmalıydı! Binada özgürce gezmek ilk zamanlar çok hoşuna gitmişti. Ancak aradan aylar geçince sıkıldı. Pencereden bir kuş gibi uçarak görmediği yerlere gitmenin hayaliyle yanıp tutuşuyordu. Ama ne camdan, ne de kapıdan çıkamıyordu. Bina, kendisi için yapılmış görünmez bir duvarla çevrilmişti. Çocukluğunda kurduğu hayali sonunda gerçekleşmiş ve hayalet olmuştu. Artık sıra hayaletin hayaline gelmişti… Öykü: Atilla BİLGEN

İllüstrasyon: Başak ÇETİNKAYA

Altın Portakal Film Festivali’nin Sansür Tutumu ile İlgili Açıklamamızdır 51. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin Ulusal Belgesel Film Yarışması kategorisinde yarışmak üzere ön jüri tarafından seçilen; ancak festival komitesi tarafından yarışmaya kabul edilmeyen “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek” isimli belgesel filme uygulanan sansür, tüm tepki ve uyarılara rağmen muhatapları tarafından kabul edilmemiş, festival takipçilerine tatmin edici bir açıklama yapılmamıştır. Sinemamız adına kabul edilemeyecek bu olaya yönelik tepki ve istifalardan sonra 5 Ekim 2014 günü yapılan açıklamada söz konusu belgeselin “yeni versiyonuyla” festivale kabul edildiği haberi duyurulmuştur. Filmin yönetmeni de filmdeki İngilizce altyazıda yer alan bazı ifadeleri değiştirdiğini bildirmiştir. Festivallerin hukuk büroları ile işbirliği yürüterek filmler üzerinde değişiklik talebinde bulunmaları -gizli ya da açıktan- ve yönetmenleri bu talebi değerlendirmeye zorlamaları bir müdahale sürecidir. Gölge e-Dergi olarak bizler, sinemaya yönelik böyle bir müdahalenin “sansür” olduğu ve bu müdahalenin, gelenekselleşmiş bir festivalin saygınlığına da gölge düşürdüğü fikrindeyiz. Bu sansür girişimi Türkiye sinemasının geleceği adına kaygı uyandırıcıdır. Bu nedenlerle festival komitesinin aldığı kararın kabul edilemez olduğunu beyan eder; altı yıl boyunca kendi imkânlarımızla kesintisiz olarak takip ettiğimiz Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin 51.’si ile ilgili haber, yazı ve bilgilere dergimizde ve sosyal medya kanallarımızda yer vermeyeceğimizi okuyucularımıza duyururuz. Gölge e-Dergi

68

69


Sinema

Gezici Festival 20’nci Yılını Kutlamaya Hazırlanıyor 28 Kasım - 4 Aralık Ankara, 3 - 7 Aralık Eskişehir, 5 - 8 Aralık Sinop Ankara Sinema Derneği’nin T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın katkılarıyla düzenlediği Gezici Festival, 20’nci yılını kutlamaya hazırlanıyor. 28 Kasım - 8 Aralık 2014 tarihleri arasında sinemaseverlerle buluşacak festival, her yıl olduğu gibi Ankara’dan yola çıkacak. 28 Kasım - 4 Aralık’ta başkentteki gösterimleri devam ederken, Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi’nin katkılarıyla, 3-7 Aralık tarihleri arasında Eskişehir’e konuk olacak. Gezici Festival yolculuğunu, son üç yıl kendisine coşkulu bir şekilde ev sahipliği yapan Sinop Kültür ve Turizm Derneği’nin katkılarıyla, 5 - 8 Aralık’ta Sinop’ta tamamlayacak. Festivalin 20’nci yıl teması, “Sinema Aşkına!” 20 yıldır kent kent gezip, sinema sevdasını izleyicilerle paylaşan festivalde, bu yıl aynı tutkuyla sinema yapan yönetmenlere özel bir bölüm ayrıldı. “Sinema Aşkına!”, bu uğurda binlerce kilometre yol yapan, yurt içi ve yurt dışında binlerce film gösteren Gezici Festival’in seyircisine 20’inci yılında bir doğum günü armağanı. Tema çerçevesinde gösterilecek filmlerden, hayranlık duyduğu yönetmenin yerini almaya çalışan bir sinemaseverin hikâyesini anlatan Yakın Plan (Nema-ye Nazdik) (Abbas Kiarostami, 1990, 98’), aşkın saplantıya ve yanlışlıklar komedisine nasıl dönüşebileceğini gözler önüne seriyor. Kiarostami’nin bu klasik yapıtını kendi sinemasında göstermek isteyen yönetmen Nanni Moretti’nin kısa filmi Yakın Plan’ın Galası (Ilgiornodellaprimadi Close Up) ise meslektaşına ve anaakım-dışı sinemaya bir saygı duruşu niteliğinde. Usta yönetmen Krzystof Kieslowski Amatör’de (Amator, 1979), kamerasına giderek daha çok bağlanan ve dünyaya yalnızca vizörden baktığı için çevresindekileri yitiren bir diğer sinemasevere odaklanıyor. Söz konusu sinema olunca, yalnız amatörler değil profesyonel sinemacılar için de akan sular duruyor. Motör (Remake, Remix, Ripoff ) (Cem Kaya, 2014), 60’lı ve 70’li yılların popüler Türk sinemasının tutkulu emektarlarını yakından tanımayı sağlıyor. Eleştirmen ve yönetmen Mark Cousins ise, kamerayı yetişkinlerin dünyasından çocuklarınkine taşıyor. İlk Film’de (The First Movie,2009), savaşla büyüyen çocukların sinemayla dönüşümünü perdeye yansıtıyor. Çektiği her filmle bir anlatım aracı olarak sinemanın sınırlarını zorlayan Jean-LucGodard, son filmi Dile Veda (Adieu au language, 2014) ile bu kez

70

71


Sinema

Öykü

“Konstantinapol’de Bir Selçuklu”

bizlere dijital ve üç boyutlu sinemanın, Hollywood’un ufkunun çok ötesinde, derin ve çok boyutlu bir anlatıya imkân sağlayabildiğini kanıtlıyor. Diktatör Olduğumda (Quand je serai dictateur) (Yaël André, 2014) ise sinemanın olanakları üzerine bir diğer güncel deneme. Film, bir zamanlar amatör sinemacıların gözdesi olan Süper 8 formatındaki görüntüler aracılığıyla kurguladığı hikâyesi ile sinemada gerçeklik ve kurmaca arasındaki ilişkiyi sorguluyor. Gezici Festival’in klasikleşmiş Dünya Sineması, Türkiye 2014, Kısa İyidir ve Çocuk Filmleri bölümleri bu yıl da izleyicisiyle buluşacak. Festival’in klasikleşme yolunda ilerleyen bir diğer bölümü ise bu yıl Murathan Mungan’ın seçkileriyle programda yerini alacak. Daha önce Zeki Demirkubuz, Tuncel Kurtiz ve Barış Bıçakçı’nın seçtiği filmleri sinemaseverlerle buluşturan bölümün, bu yıl Murathan Mungan tarafından verilen adı ve belirlenen teması ise “Gerçeğe Açılan Üç Kapı.” Mungan, “Gerçeğe Açılan Üç Kapı”da sinema aracılığıyla gerçekle olan ilişkiyi sorguluyor: Fotoğrafta ne görmek istiyoruz? Blow Up (Michelangelo Antonioni, 1966), Ne duymak istiyoruz? The Conversation (Francis Ford Coppola, 1974) ya da hangi hikâyeye inanmak istiyoruz? Rashomon (Akira Kurosawa, 1950). Gezici Festival’in bu yılki özel bölümlerinden biri olan “Osmanlı’da Sinema” ise Osmanlı topraklarında 1896’dan 1922’ye kadar farklı sinemacılar tarafından çekilen ve çeşitli arşivlerde bulunan filmleri gün yüzüne çıkarıyor. Bir zamanlar imparatorluğun parçası olan ülkeler tarafından genellikle göz ardı edilmiş bu filmler, Osmanlı’ya ve sinema tarihine farklı bir gözle bakmayı sağlıyor. Amsterdam’daki Eye Film Müzesi’nden Elif Röngen-Kaynakçı’nın derlediği filmler, turist rehberi niteliğindeki manzara görüntülerinden etnografik gözleme kadar çok farklı ve geniş bir yelpaze sunuyor. Bu yılki program kapsamında film ve videoları gösterilecek olan Canan Şenol, aynı zamanda sergisiyle de festivale konuk oluyor. Sanatçının Siyah Beyaz Galeri’de açılacak sergisi, Şenol’un Ankara’daki ilk sergisi olma özelliğini taşıyor. “Müzede Bir Gün” bölümü ise Gezici Festival’in bu yılki sürprizlerinden. Jem Cohen imzalı Ziyaret Saatleri ve son olarak bu yıl Venedik Film Festivali’nde “Yaşam Boyu Başarı” ödülü alan sinemacı Frederick Wiseman’ın yönettiği, ilk gösterimi Cannes Film Festivali’nde yapılan National Gallery’nin gösterimleri, müzelerde gerçekleştirilecek. İlk yılından beri Gezici Festival’i yalnız bırakmayan ve her yıl festivale birbirinden özgün ve eğlenceli afişler sunan Behiç Ak, 20’inci yılda da hazırladığı afişle Gezici Festival’in parçası olacak.

1070, Sivas yakınları. At homurtuları ormanı sarmıştı. Huzursuz hayvanların üzerinde, onları zaptetmeye çalışan binicilerin debelenişleri, ormanı bir üzengi şıkırtısıyla doldurdu. Türkmen atlarının ağızlarındaki gemler köpükten görünmüyordu. Yavgulu Türkmen saflarının elli adım ilerisinde, bir çubukla dişlerini karıştıran, kavruk suratlı, iri elmacıklı, siyah kaşlı, pos bıyıklı bir Türkmen atlısının elinde, beyaz bir bayrak patırtıyla dalgalanıyordu. Karanlıktan dolayı zar zor seçilen karşı saftan yine beyaz bayraklı bir süvari yaklaştı. Gökteki ay, Romalının gümüş renkli zırhından yansıyıp Türkmen’in çekik gözlerini kamaştırdı. Türkmen, elini gözüne siperlerken yaklaşmakta olan Romalı’nın anasına atasına sövüp saydı. Süvari, Türkmen’in on adım önünde atının dizginine asılarak durdu. Grekçe selam verdi. Türkmen bozuk Rumcasıyla karşılık verdi. Karşısındaki Rum, muhatabının Türk olduğunu aksanından hemen anlamıştı. Adamla Türkçe ve daha temkinli olarak konuştu, “Kimsiniz?” diye sordu. Türkmen dişinin arasındaki ince ağaç parçasını çıkarttı. “Kumandan sen misin?” “Ha-hayır. Ben Roma İmparatorluğu doğu orduları komutanı Manuel Komnenos’un sözcüsüyüm.” Türkmen’in sesi ormanı doldurdu, “Ulan it eniği!” dedi, “karşında bir Selçuklu şehzâdesi var. Git de kumandanını çağır!” Sözcü tereddütle Türkmen’in gözlerine baktı. “Lütfen kendinizi tanıtın. Kumandanıma kim olduğunuzu söylemeliyim.” Türkmen sırıttı. Beyaz dişleri ay ışığında pırıldadı. Çaput direğini omzuna dayayarak, “Bir dost deyiver,” dedi. Süvari süratle kendi saflarına çekildi. Kaldırdığı toz bulutu karanlıkla birleşince Türkmen’in görüş alanını adamakıllı örttü. Türkmen yeniden çubuğu ağzına soktu. Bir iki uğraştı. Dişinin arasında kalan kuzu etini çıkartmanın keyfiyle ağzını şapırdattı. Sonra birden nal sesleri, zırh şıkırtıları duydu. Sesin şiddeti gittikçe artıyordu. Karşıya dikkatle baktı, çekik gözlerini kıpraştırdı; “İt oğulları!” Türkmen bir yandan atının kalçasını kamçılıyor, diğer yandan askerlerine haykırıyordu, “Börü kapanı, börü kapanı!” Türkmen saflarında bir harala gürele... Sanki kurmalı bir makine harekete geçmiş, homurdayan atlar birer robot oluvermişti. Herkes intizamla bir yay oluşturdu ve hızla çekildiler. Komutanları da yetişmişti, bir ardına bakıyor, bir kamçısını savuruyor, bir haykırıyordu, “Börü kapanııı!” Romalılar az önce Türkmen ile Roma sözcüsünün konuştuğu yere vardılar. Koşar adım ve çoğunlukla yayandılar. Piyadelerin arkasında, atı üzerindeki Komnenos, Türkmenleri göremeyince yanındakine sordu, “Nerede bunlar?” Keskin bir ıslık sesi onu yanıtladı. Piyadelerin üzerinden bir vınlama süzüldü, Komnenos’un zırhında gümledi. Komutan omzuna baktı, zırhı delinmişti. Oku kırıp yere attığında yüzlercesi vınlamaya başlamıştı. Askerler komutanı attan indirip bir kalkan çemberine aldılar. Oklar kalkanları gümbürdetirken ön saftaki piyadeler çığlıklarla yere yıkılmışlardı. Islıkların yerini nal şakırtıları aldı. Ağaçların etrafından yüzlerce Yavgulu boşandı geldi. Komnenos kendisini kollayan kalkan çemberinin arasındaki bir boşluktan dışarı

72

73

Tarihî gerçeklikler üzerinde kurgulanmıştır.


Öykü baktı. Kılıçların birbirine vurmasıyla karanlıkta oluşan kıvılcımlar, gittikçe irileşen gözbebeklerine yansıdı. * “Beyim, işte kumandanları!” Ateşin üzerinde, elindeki çöpe dizdiği kuzu etlerini kızartan Türkmen, esmer yüzüne yansıyan ateşin kızıllığıyla gülümsedi. “Gel Manuyel, gel. Bu sizin köylerin kuzusu çok leziz.” Kısa bir kahkaha attı. Komnenos iki dizi üzerinde çökmüş başını yere eğmişti. Elleri arkadan bağlıydı. Türkmen, adamına bir işaret verdi. Adam, düğümü kılıcıyla kestiği sırada Komnenos irkildi. Türkmen pişen etlerden birini çiğnemeden yuttu. Komnenos’a yanı başındaki kütüğü gösterdi. “Otur!” Komnenos şaşırdı. Türkmen şişi uzattı, “Ye, kaç saattir vuruşuyoruz, acıkmışsındır.” Komnenos daha da şaşırdı, tereddütle şişi aldı, eti dişledi. Türkmen bir diğerini pişirmeye koyuldu. Kumandanın yüzüne bakıp sırıttı, “Seni pek meydanda göremedim ya, neyse!” Komnenos lokmasını yuttu, Türkmen’in neşeli suratına baktı, “Benden ne istiyorsun?” “Asıl sen benden ne istiyorsun? Adamına kendimizi ‘bir dost’ diye sunduk. Sen üzerimize boşanarak geldin?” “Selçukluyum demişsin. Selçuklularla düşmanız. Yapmam gerekeni yaptım.” Türkmen kaş çattı, “Kes ulan!” Ciddileşmişti. “Size sığınıyorum. Beni İmparatoruna teslim edeceksin. Adamlarım da Anadolu’da kalacaklar.” Komnenos’un gözleri büyüdü, boğazındaki lokmayı güçlükle yuttu, “Ne!?” * Aynı yıl, İstanbul. “Şehzâde hazretleri, imparatorumuz sizi görmek için hazır.” Türkmen saray görevlisini işitmemiş gibiydi. Hipodrom’da birbiri ardınca turlayan at arabalarını sırıtarak seyrediyordu. Yanındaki bir adamı seslendi, “Beyim!” Büyük Saray’ın kapıları açıldı. Görevliler Türkmen’e yol gösterdi. O ise esrimiş gibiydi, sağı solu hayretle seyrediyordu. İmparator sarayına girdiğinde Romenos Diogenes ayağa kalktı, kendi diliyle “Hoş geldin değerli misafir,” dedi. Türkmen onu duymamış gibi, yeri, duvarları, tavanı seyretti. Komnenos söze girdi, “Efendim, kendisi Selçuklu Türklerinin atası olan Selçuk Bey’in torunu, Yunusoğlu Erbasan. Sultan Alparslan ile onun kardeşi olan Kavurt yanında Kirman’da bir savaşı yönetmiş. Aynı zamanda Alparslan’ın eniştesi.” Diyogenes tahtına oturdu. Elini çenesine koyup düşünmeye başladı. “Böyle bir iltica olayını ne duydum ne de işittim” dedi. “Söylesenize değerli şehzade, niçin isyan ettiniz ve niçin bana sığınıyorsunuz?” “Türk töresi bozuldu!” Salonu bir sessizlik kapladı. O devam etti, “Ülüş yıkıldı. Bize, Selçuklu hanedanının asil üyelerine bir doyumluk olsun çok görüldü. Tuğrul Bey’den beridir ki, devlet tek bir Sultanın eli altında, diğer şehzadelerin haklarını tanımayan bir tavırla merkezileşti. Bize de tuğ kaldırmak kaldı. Sultan, adamı Afşin’i peşimize saldı.” “Hiç tedirgin olmayın değerli şehzade. Doğu Roma İmparatoru ile birlikte çalışanlar, hiçbir zaman mahzun olmazlar.” Sinsi bir gülümseme, İmparatorun tüm yüz hattına yayıldı. * Aynı yıl, Kadıköy/ Göztepe. Afşin Bey elini gözlerine siper etmiş, İstanbul surlarının efsanevi gövdesini süzüyordu. “Vay, vay, vay! Söylenildiği kadar varmış.” Arkasından bir adamı seslendi, “Beyim, elçiler döndü.”

74

75


Öykü

Sinema

Afşin onlara baktı. Hışımla, “Anlatın” dedi. Elçi somurttu. “Yok beyim, canı tamuya varasılar, ‘biz, bize sığınanı teslim etmeyiz’ diyorlar. O kadar anlattık, Selçuklu Devleti size dosttur, şehzadeyi verin dedik, dinlemediler.” Afşin dişlerini sıktı. Yeniden arkasına dönerek şehri süzdü. Yumruğunu sıkıp fısıldadı, “Belki başka sefere. Belki de başka biriyle…” Elçi, “Bir şey mi dedin beyim?” diye sordu. “Yok,” dedi Afşin, “toparlanın dönüyoruz. Elbet bu hareketlerini cezasız bırakmayacağız. Dönerken ne kadar kale, köy, kasaba görürsek yağma edeceğiz!” * Ağustos 1071, Malazgirt Yakınları. Peçenek, Uz ve Kuman erleri ateş etrafında Rum çadırlarından çaldıkları şarapları içiyor, kahkahalaşıyorlardı. Erbasan ellerini ardına bağlamış, sıkıntıyla çadırların arasını dolaşıyordu. Peçeneklerden bir esrik laf attı. “Ooo, Yavgu beyine de bakın. Kendi kayın biraderiyle savaşacakmış. Hain oğlu hain! İnsan soyuna ihanet eder mi bre!” Erbasan ateşin etrafında oturan Peçeneğe yaklaştı ve hafif eğildi, “Senin yaptığın ne?” “Benim akrabam değil ki. Bana bacısını verseydi ben ihanet etmezdim!” Ateş çemberinin etrafını bir kahkaha sardı. Erbasan Rey’de rehin tutulan karısını hatırlayınca içerlendi. Hançerini Peçeneğin gırtlağına sokmamak için kendini tutarak oradan uzaklaştı. Gidip çadırına girdi. Yamçısını üzerine çekti. Birden gırtlağında bir soğuk metal hissetti. Ardından yüzüne bir yüz eğildi. Siması görünmüyordu. Aksanı bir Türkmene ait olmalıydı, “Sakın ses etme!” dedi, “acımam koyun gibi keserim!” Erbasan fısıltıyla, “ne” dedi, “ne istiyorsun?” “Bir ihtilal” dedi, karanlık yüzün sahibi, “Bir kalkışma tertipliyoruz. Tüm Türkler, soydaşlarımızın yanına gidecek, saf değiştireceğiz.” “Benden ne istiyorsun?” “Alparslan’a ihanet ettin! Tüm ailene, akrabalarına ve soyuna da! Biz tüm diğer Türkler, artık Roma kulluğuna baş kaldırıyoruz! Sen! Sana söylenenin dışına çıkma! Romen Diyojen tertibatı hissetti. Senden de şüpheleniyor. Seni Konstantinopol’e gönderecek. Dediğini yap ve sesini çıkarma! Diğer Yavguluları da rahat bırak, kalkışmamıza katılsınlar.” “Ta-tamam.” Soğuk metal Erbasan’ın gırtlağından çekildi. Karanlık yüzün sahibi doğrulup ayağa kalktı ve çekip gitti. * Selçuk’un torunu ve Yunus’un oğlu Erbasan İstanbul’a geri döndü. Ülüş sisteminin kaldırılmasına isyan eden bu gözü kara şehzade, tarihte eşine çok nadir rastlanır bir biçimde mağlup ettiği düşmanına sığındı. Malazgirt’te Selçuklu Türkleri büyük bir zafer kazandılar. Sultan Alparslan, esir ettiği düşmanı İmparator Diogenes ile bir kardeşlik anlaşması imzaladı, onu tahtına iade etmek istedi. Ancak Doğu Roma tahtı yeni varisini çoktan bulmuştu. Diogenes sürgün edildi. Erbasan ise bir kez daha Anadolu Selçuklular’ın kurucusu Süleyman Şah ile teması sırasında tarihi kayıtlara geçebildi. Daha sonraki akıbeti ise bilinmezlik içerisinde kaldı. Erbasan, aslında devlet teşkilatındaki derin değişimin doğal bir tepkimesiydi…

Öykü: Emre TAŞ

76

İllüstrasyon: Cihan Oğuz DEMİRCİ

Ekim'de Filmekimi Günleri Gölge e-Dergi’de festival güncelerinin takipçisi olan okurlarımız geçen ayki yazımın “acaba Antalya’ya da gidecek miydim? Bu sorunun cevabı Gölge’nin bir sonraki sayısında…” şeklinde bittiğini hatırlayacaklardır. Altı yıl boyunca Kasım ayında bu satırlarda Altın Portakal izlenimleri yer aldı. Yedinci yılda da bunun devam etmemesi için bir neden yoktu ama içime bir şeyler doğmuş olmalı ki ortada fol yok, yumurta yokken yazıyı böyle bir notla bitirmişim. Ay içinde yaşanan sansür tartışmaları Gölge e-Dergi olarak bu yıl Altın Portakal’ı takip etmeme kararı vermemizle sonuçlandı. Olayın ayrıntılarını sinemaseverler takip etmiştir diye tahmin ediyorum. Geçen ay boyunca bu konuda epeyce yazı yazıldı. Ben de hem bu konudaki açıklamalardan birine imza attım hem de kendi bloğumda kişisel bir paylaşım yaptım. Kapanmış gibi duran konuyu tekrar açmak istemiyor, neler olduğunu kaçırdık biz diyenleri bloğuma davet ediyorum. Altın Portakal olmasa da bu ay da takip edecek bir festival vardı. Bu yıl yedi şehrimize filmler götüren Filmekimi’nin Ankara ayağını takip etme fırsatı buldum. Ankara ayağı 3 gün sürse de 15 filmlik güzel bir seçki içeriyordu. Bazılarını Adana’da izlediğim, bazılarını da vizyona bıraktığım bu 15 filmden 10’unu izledim. Ancak bu filmlerle ilgili yorumlarıma geçmeden önce festivalin bilet satışı ile ilgili genel bir sıkıntıdan bahsetmeliyim. Ankara’daki festivallerin çoğunda bilet satış işlemlerinin önemli bir kısmı sinema gişesinden gerçekleşir. Zaten Ankara’daki festivallerin büyük kısmı Büyülü Fener’de gerçekleştiği için ve bu sinemanın İnternet üzerinden bilet satma uygulaması olmadığı için böyle bir alternatif de olmaz genelde. Ayrıca Ankara festival izleyicisinin kemikleşmiş bir kısmı da İnternet üzerinden bilet almaya pek sıcak bakmaz. Ancak bazen Ankara’ya İstanbul’dan gelen festivaller biletlerini sadece Biletix üzerinden satıyorlar. !f Ankara’da da bu duruma şahit olduk, Filmekimi Ankara’da da. Aslında genel olarak sorunların ortak olduğu söylenebilir ama bu kez festival sırasında kiminle konuşsam Biletix’den dert yandığına göre sanırım buradan dile getirmeden film yorumlarına geçmek olmaz. Şahsen orada değildim ama bu yıl sinemada açılan Biletix gişesi belirtilen saatten 1,5-2 saat daha geç açılmış. Sırada olanlar bu kadar saat sırada bekledikten sonra bilet alma işlemi de epey uzun sürdüğü için bekleme süresi daha da artmış (takdir edersiniz ki gişe açılır açılmaz bilet alayım motivasyonu ile bekleyenler festivalde en az 6-7 filme bilet almaya niyetli kişilerdir). Üstelik aslında boş olan pek çok sıranın da bilet satışına kapalı gözükmesi işin tuz biberi olmuş. Benim de deneyimlediğim İnternet satışında ise Biletix’den

77


Sinema

Sinema

her zamanki şikâyetlerimiz söz konusu idi. Fahiş ek ücretler ve yer seçememe konusu. Kişisel olarak sinema ve konser bileti satan bir sistemde yıllardır yer seçimine izin verilmemesini anlamam mümkün değil. Kimi orta sıraları sever, kimi arkaları, kimi perdeyi ortalamak ister, kimi çıkışa yakın oturmak. Bir bilet satış sistemi oturacak yeri seçmeye izin verebilmeli. Bunun üstesinden gelebilmek için çeşitli çakallıklar deniyoruz ama yer seçebilmek bu kadar zor olmamalı. Neyse lafı fazla uzattık. Sözün özü, mümkünse bundan sonra Ankara’ya dışardan gelecek festivaller Biletix’i de yanlarında getirmesin diyerek festival güncemize geçelim: 10 Ekim Cuma: 11:00 – Genellikle festivallere Cuma günleri gece seanslarından başlardım. Malum, başka iş-güç olunca Cuma mesai saati bitene kadar işleri bitirip sonra festivale konsantre olmak iyi oluyor. Ama bu kez üç günlük bir festival olunca Cuma tüm gün izin alayım dedim. Ancak olamadı. Yine de 11:00 seansına Abel Ferrara’nın Pasolini’sini sıkıştırmayı başardım. Abel Ferrara, Pasolini’yi ele alırken klasik biyografilerde olduğu gibi yönetmenin hayatını, çocukluğundan ölümüne kadar izleme yoluna gitmemiş. Sadece hayatının son dönemini anlatmış. Bu nedenle Pasolini’yi tanımayan birisi için filmin birçok yeri anlamsız gelebilir. Hoş sinema meraklıları dışında Pasolini filmine giden çok kişi de bulamayız herhalde. Ferrara’nın ilk başarısı oyuncu seçiminde. Willem Dafoe fiziksel olarak çok iyi bir Pasolini olmanın yanında rolün içini de doldurmuş. Bir süredir çoğunlukla Hollywood filmlerinde yan rollerde hatta neredeyse konuk oyuncu gibi gördüğümüz, onlarda da otomatiğe bağlamış gibi duran Dafoe, bu kez kendine göre bir rol bulmuş. Filmin başında İngilizce konuşması rahatsız edici olsa da zamanla ona da alışıyorsunuz. Ferrara, Pasolini’yi anlatırken onun gerçek sözlerinden, yazılarından ve yarım kalan projesinden yola çıkmış. Filmde Pasolini’nin düşüncelerini en açık şekilde gördüğümüz anlar bir gazeteciyle yaptığı söyleşi. Buradaki cümleler zaten Pasolini’nin kendi sözleri. 40 yıl önce söylenen sözler olduğu halde günümüzde hala geçerliliğini koruyan sözler bunlar. Filmin diğer bir odak noktası ise Pasolini’nin yarım kalan projesi. Ferrara bu projenin kimi kısımlarını Pasolini’nin tarzına sadık kalarak çekme yoluna gitmiş. Burada Pasolini’nin kâğıda döktüklerini film içinde film mantığı ile izliyoruz ve keşke ondan yeni filmler de izleyebilseydik diyoruz. Pasolini’nin gündelik hayatında ailesi ve dostları ile olan ilişkileri ise filmin zayıf karnı. Bu kısımlar yeterince derinleşemiyor. Belki bir tek annesinin hatırı sayılır bir yer kapladığını söyleyebiliriz. Neticede dört dörtlük bir film olmasa da Filmekimi’nin Ankara ayağına iyi bir başlangıç oldu Pasolini. Bu film sonrası işyerinin zorunlu-seçmeli güvenlik eğitimine katılmak için festivale kısa bir ara vermek durumunda kaldım. Aman şifrenizi güzel seçin, odanızın kapısını kilitlemeyi unutmayın tavsiyeleri sonrası istikamet yine Büyülü Fener sinemasıydı. 19:00 – Bu seanstaki Whiplash’den çok bir beklentim yoktu doğrusu. Klasik bir sert ama altın kalpli öğretmen hikâyesi izlemeyi bekliyordum. Aslında Whiplash’in hikâyesi ana hatlarıyla bu kalıbı takip ediyor gibi gözüküyor. Gelmiş geçmiş en iyi davulcular arasına girmek isteyen konservatuar öğrencisi genç Andrew, sertliği ile ün salmış ama çok iyi bir öğretmen olduğu da bilinen Fletcher’ın orkestrasına giriyor ve olaylar gelişiyor. Ama senaryo, karakterleri oldukça uç noktalara sürüklediği gibi doğru yerlerde doğru hamleleri yaparak filmi üst seviyeye çıkartıyor.

78

Fletcher filmin en başından beri kendisine korku 2014) olanaklarıile üzerine diğer ile bakılanisebirsinemanın figür. Öğrencileri çok kısabiranlarda güncel deneme. Film, bir zamanlar amatör sinemacıların yakınlaşsa da tüm eğitim anlayışı korkutma, aşağılama gözdesi olan Süper 8 formatındaki görüntüler aracılığıyla ve psikolojik baskı kurma üzerine kurulu. Bir noktadan kurguladığı hikâyesi ile sinemada ve kurmaca sonra Fletcher’ın bunları gerçektengerçeklik öğrencilerini motive arasındaki ilişkiyi sorguluyor. etmek için mi yaptığını yoksa o bahaneyle içindeki Gezici Festival’in klasikleşmiş Dünya Sineması, Türkiye psikopatı mı ortaya çıkardığını çözemiyorsunuz. Bir 2014, Kısa İyidir ve Çocuk Filmleri bölümleri bu yıl da ara film bunun yanıtını veriyor gibi gözükse de finale izleyicisiyle buluşacak. Festival’in klasikleşme yolunda doğru tekrar sizi kararsız bırakacak bir hamle yapıyor. J.K. Simmons, ağzından çıkan cümlelerin yarısı ırkçı ilerleyen bir diğer bölümü ise bu yıl Murathan Mungan’ın seçkileriyle programda yerini alacak. Daha önce ve homofobik küfürler olan bu karakteri müthiş bir başarıyla canlandırmış. Oscar adaylığı şimdiden kesin, Zeki Demirkubuz, Tuncel Kurtiz ve Barış Bıçakçı’nın seçtiği filmleri sinemaseverlerle buluşturan bölümün, alması da muhtemeldir. Karşısında yer alan Miles Teller da kötü değil ama Simmons her anlamda eziyor bu yıl Murathan Mungan tarafından verilen adı ve belirlenen teması ise “Gerçeğe Açılan Üç Kapı.” Mungan, geçiyor genç meslektaşını. “Gerçeğe Açılan Üç Kapı”da sinema aracılığıyla gerçekle olan ilişkiyi sorguluyor: Fotoğrafta ne görmek Filmin başarılı noktalarından biri de klişelerden mümkün olduğu kadar kaçınmış olması. Bu tür istiyoruz? Blow Up (Michelangelo Antonioni, 1966), Ne duymak istiyoruz? The Conversation (Francis Ford filmlerin olmazsa olmazlarından baba-oğul ilişkisi ya da gönül meseleleri bu filmde de var. Ne olduğunu Coppola, 1974) ya da hangi hikâyeye inanmak istiyoruz? Rashomon (Akira Kurosawa, 1950). burada söylemek olmaz şimdi ama filmde her iki ilişki de klişelere uygun gelişmiyor diyelim. Gezici Festival’in bu yılki özel bölümlerinden biri olan “Osmanlı’da Sinema” ise Osmanlı topraklarında Son olarak filmdeki müzik ve görüntülerin uyumuna dikkat çekmek lazım. Hikâye gerektirdiği için 1896’dan 1922’ye kadar farklı sinemacılar tarafından çekilen ve çeşitli arşivlerde bulunan filmleri gün yüzüne filmde pek çok caz parçası dinliyoruz, hatta bazılarını defalarca. Bu parçaların çalınması ve provası sırasında çıkarıyor. Bir zamanlar imparatorluğun parçası olan ülkeler tarafından genellikle göz ardı edilmiş bu filmler, perdede gördüğümüz görüntülerin müzikle uyumu çok iyi. Bu anlamda filmin kurgusunu yapan Tom Osmanlı’ya ve sinema tarihine farklı bir gözle bakmayı sağlıyor. Amsterdam’daki Eye Film Müzesi’nden Elif Cross’a da şapka çıkarmak lazım. Röngen-Kaynakçı’nın derlediği filmler, turist rehberi niteliğindeki manzara görüntülerinden etnografik Whiplash sinemaseverler dışında konservatuar gözleme kadar çok farklı ve geniş bir yelpaze sunuyor.öğrencilerinin hatta sanatın her dalıyla uğraşanların da Bu görmesi gerekenkapsamında bir film. Yetenek yere yere kadar, esasolan olan kan ve gözyaşı veriyor yılki program film vebirvideoları gösterilecek Canan Şenol, aynı mesajını zamandada sergisiyle (kelimenin anlamıyla). de festivaletam konuk oluyor. Sanatçının Siyah Beyaz Galeri’de açılacak sergisi, Şenol’un Ankara’daki ilk sergisi İlk günü iki filmle olma özelliğini taşıyor. bitirdikten sonra ikinci güne daha dinç bir şekilde hazırlanmak gerekiyordu. Ne de olsa“Müzede biri 3 saat olan ise dört film vardı sırada. Bircivarında Gün” bölümü Gezici Festival’in bu yılki sürprizlerinden. Jem Cohen imzalı Ziyaret Saatleri ve son olarak bu yıl Venedik Film Festivali’nde “Yaşam Boyu Başarı” ödülü alan sinemacı Frederick Wiseman’ın 11 Ekim yönettiği, ilk Cumartesi: gösterimi Cannes Film Festivali’nde 11:00 – Gün bir Ken Loach filmiyle başladı. Üstad, yapılan National Gallery’nin gösterimleri, müzelerde yeni filmi Özgürlük Dansı’nda (Jimmy’s Hall) 1930’ların gerçekleştirilecek. İrlanda’sına götürüyor bizleri. Anayalnız karakterimiz James İlk yılından beri Gezici Festival’i bırakmayan ve Gralton, gerçekten yaşamış bir karakter. Ken Loach ve her yıl festivale birbirinden özgün ve eğlenceli afişler uzun değişmez olan Paul sunanyıllardır Behiç Ak, 20’inci senaryo yılda dayazarı hazırladığı afişleLaverty, Gezici bu karakterin üzerinden Festival’in parçası olacak. dönemin bir panoramasını çizerken elbette bir kez daha her zaman ele aldıkları konuların etrafında dolaşıyorlar. James HasanGralton’un Nadir Derin zorunlu olarak on yılını geçirdiği Amerika’dan İrlanda’ya http://sinemamanyaklari.com/ dönüşü ile başlayan filmimiz Amerika öncesi bir grup arkadaşı ile birlikte açtığı mekânı bir kez daha açması ile devam ediyor. Flashback’ler ile salonun ilk açıldığı zamanlarda yaşananları da görüyoruz. Salonda pek çok kültürel faaliyet yapıldığı gibi, sportif etkinlikler ve dersler de düzenleniyor, geceleri dans etkinlikleri yapılıyor. Salonun açılmasına ön ayak olan kişi Gralton olsa da burası ile ilgili kararları tek başına almıyor. Bunun için de bir komite kurulmuş ve politik görüşlerine uygun şekilde ortak kararlar alınıyor.

79


Sinema

Sinema

Elbette her şey güllük gülistanlık gitmiyor. Gençlerin bilinçlenmesine karşı en büyük tepki kiliseden geliyor. Salona gidenleri Pazar ayinlerinde teşhir etmekten tutun da salonu işletenleri üstü kapalı ya da açık tehdit etmeye kadar pek çok yöntem deneniyor (Altın Koza’da film gösterilirken festival teyzelerinin, yaşananların bizim ülkemize ne kadar benzediği ile ilgili bol bol yorum yaptıklarını duymuştum, yalan da değil hani). Ülkede yönetim değişmiş olsa da tıpkı 10 yıl önce olduğu gibi Jimmy ve arkadaşlarının işi yine zordur. Loach’ın kimi filmleri insanın içine oturacak kadar acı ve hüzün doluyken kimi filmleri daha keyifli olur. Bu kez Loach bu zorlu hikâyeyi keyifli anları öne çıkararak anlatmış. Salona giden genç bir kızın dövülmesi, hatta finaldeki olay bile filmin havasını bozmuyor. Loach bir ara Jimmy’s Hall’un son filmi olacağını söylemişti. Sanırım çok karamsar bir filmle bitirmek istememiş kariyerini. Yine de temel meselenin milliyetçilik, din vs. değil sınıf meselesi olduğunu vurgulamaktan geri kalmıyor. Loach sinemasını sevenler için keyifle izlenecek bir örnek. 13:30 – Filmekimi programında bu sene Cannes’da yarışmış pek çok film vardı. Mucizeler (Le Meraviglie / The Wonders) bu filmler arasında Cannes’da Grand Prix alması ile öne çıkan bir yapımdı. Doğrusu pek çok ünlü yönetmenin iddialı filmlerini geride bırakarak bu ödülü alması şaşırtıcı olmuştu ve filmi merakla beklememize yol açmıştı. Film, İtalya’nın kırsal bir köşesinde arıcılık ile uğraşmakta olan bir aileyi anlatıyor. İtalyan anne, Alman baba ve dört kız çocuktan oluşan bu ailenin hayatlarında arıcılık dışında çok fazla bir şey yok. Aile belki dışarıya kapalı, özellikle işleri ile ilgili belli kurallara sıkı sıkıya bağlı ama bir yandan da özgür bir hayat yaşıyorlar. Bu durum tezat gibi görünebilir ama bu özgürlüğe örnek olarak bağıra çağıra eğlenen kızlarından sessiz olmalarını isteyen bir adama babanın cevabını verebiliriz. Baba burada benim kızlarım özgür, istedikleri gibi eğlenebilirler diyor. Filmimiz merkeze ailenin büyük kızı Gelsomina’yı koyuyor. Ailede dört kız çocuk olunca tüm sorumluluk Gelsomina’da kalmış. Her ne kadar babanın erkek çocuğu olmadığına pişman bir tavrı olmasa da kızlarına, en azından iş konusunda erkek çocuğu gibi yaklaştığını söylemek mümkün. Gelsomina ve kız kardeşlerinin hayatları bu şekilde devam edecek gibi görünürken dışardan gelen iki etkiyle olaylar değişmeye başlıyor. Gelsomina’nın yavaş yavaş çocukluktan kadınlığa geçtiği bir dönemde bir sosyal sorumluluk projesinin parçası olarak ailenin yanına verilen Alman erkek çocuğu onun ilk kez karşı cinse dair bir şeyler hissetmesine neden oluyor. Ormanın içinde çekim yapmakta olan bir televizyon ekibi ve ekibin ilgi kaynağı olan bir masal prensesine benzeyen Milly karakteri ise onun dış dünyanın farkına varmasını sağlıyor. Ancak aile kavramına daha eleştirel bakan kimi filmlerde olduğu gibi bu dış etmenler ailenin kökünü dinamitlemekten çok bir katalizör görevi görüyorlar, yani kaçınılmazı hızlandırıyorlar. Eve gittiğimde yönetmen Alice Rohrwacher’ın geçmişini inceledim. Bunu yapınca filmin otobiyografik yanları olduğunu hemen fark ediyoruz. Tıpkı filmdeki gibi Alman bir baba ve İtalyan bir annenin kızı. Onun da çocukluğu arıcılıkla uğraşarak geçmiş. Filmdeki anne karakterini ablası Alba Rohrwacher’ın oynadığını düşünürsek bu durum iyice belirgin hale geliyor. Doğrusunu söylemek gerekirse kazandığı ödülün yarattığı beklentiyi karşılayamayan bir film Mucizeler. Ödülden bağımsız düşündüğümüzde ise benzerlerini izlediğimiz, eli yüzü düzgün ve iyi oynanmış ama çok fazla ayırt edici özelliği olmayan bir film kalıyor elimizde.

80

19:00 – Aslında bu seansı üç saat sürecek olan 2014) ise sinemanın olanakları bir diğer Çocukluk filmine dinç girmek için boşüzerine bırakmıştım ama güncel deneme. Film, bir zamanlar amatör sinemacıların festivalin en çok izlemek istediğim ama bilet bulamadığım gözdesi olan birine Süper 8ekformatındaki görüntüler aracılığıyla filmlerinden seans gelince dayanamadım. Roy kurguladığı hikâyesi ile sinemada gerçeklik ve kurmaca Andersson’un yeni filmi İnsanları Seyreden Güvercin arasındaki ilişkiyi (En Duva Satt påsorguluyor. en Gren och Funderade på Tillvaron Gezici Festival’in Dünya Sineması, Türkiye / A Pigeon Sat on klasikleşmiş a Branch Reflecting on Existence) 2014, Kısa İyidir Filmleri bu yıl da gösterime girer ve miÇocuk bilinmez. Bu bölümleri yüzden festivalde izleyicisiyle buluşacak. kaçırmamak lazımdı. Festival’in klasikleşme yolunda ilerleyen bir diğer bölümü iseanlatmadan bu yıl Murathan Mungan’ın seçkileriyle(kiprogramda yerini alacak.anlatmamız Daha önce Filmin konusunu falan baştan şunu söylemeliyim zaten filmin konusunu Zekikolay Demirkubuz, Tuncel Kurtiz ve Barış Bıçakçı’nın seçtiği filmleri bölümün, pek değil), İnsanları Seyreden Güvercin’i Andersson’u tanıyıp sinemaseverlerle tarzını sevenlere, buluşturan Kuzey Avrupa mizahı bu yıl Murathan Mungan tarafından verilen adı ve belirlenen teması ise “Gerçeğe Açılan Üç Kapı. ” Mungan, ile arası iyi olanlara şiddetle tavsiye ederim. Nedir Andersson’un tarzı? Uzun sabit planlar, seyirciyle “Gerçeğeher Açılan Üç koruyan Kapı”da hüzünle sinema aracılığıyla gerçekle olanarasında ilişkiyi sorguluyor: neanlamda görmek mesafeyi zaman iç içe bir mizah. Sahneler bağlantılar Fotoğrafta olsa da bildik istiyoruz? Blowsonuç Up (Michelangelo Antonioni, 1966), Ne Conversation (Francis Ford giriş, gelişme, olan bir hikâyeden bahsetmek de duymak mümkünistiyoruz? değil. BuThe özellikler yönetmenle ilk defa Coppola, 1974) ya da hangi hikâyeye inanmak istiyoruz? Rashomon (Akira Kurosawa, tanışanlar için zorlayıcı olabilir. Ama filme bir defa kendinizi kaptırdığınızda çok keyif 1950). alıyorsunuz. Aslında Gezici Festival’in bu yılki özel bölümlerinden biri olan “Osmanlı’da Sinema” ise Osmanlı topraklarında yönetmen ne kadar mesafeli dursa da temel insanlık durumlarını anlatıyor. 1896’dan 1922’ye farklı sinemacılar tarafından çekilen ve çeşitli arşivlerde bulunan filmleri günisteyen”, yüzüne Filmde pek kadar çok karakter görsek de çoğunlukla şaka oyuncakları satan, “insanları mutlu etmek çıkarıyor. Bir zamanlar parçası olanediyoruz. ülkeler tarafından genellikle ardı edilmiş bu filmler, ama kendileri hayattanimparatorluğun bezmiş iki karakteri takip Bu iki karakter film göz boyunca karşılarına çıkan Osmanlı’ya ve sinema tarihine farklı bir gözle bakmayı sağlıyor. Amsterdam’daki Eye Film Müzesi’nden Elif hemen herkese çantalarındaki üç şaka oyuncağını aynı sırayla ve tamamen aynı sözcüklerle tanıtıyorlar. Röngen-Kaynakçı’nın derlediği filmler, turist rehberi niteliğindeki manzara görüntülerinden etnografik Zaten filmde bazen aynı karakterler, bazen de farklı karakterler tarafından defalarca tekrarlanan hareket ve gözleme kadar çok farklı ve geniş bir yelpaze sunuyor. cümle kalıpları var. Her Andersson filmi gibi bunlar oldukça yoruma açık ve her seyirci de kendi yorumunu Bu yılki program film ve videoları olan Canan Şenol, zamanda sergisiyle de yapacaktır mutlaka.kapsamında İzlerken üşenmedim saydım,gösterilecek film 39 plandan oluşuyor (37 aynı diyen arkadaşım da oldu). festivale konuk oluyor.unutmayıp Sanatçının hemen Siyah Beyaz Galeri’de Sayısalcı olduğumu bir ortalama açılacak Süresi sergisi, 101 Şenol’un sergisi alayım. dakikaAnkara’daki olduğuna ilk göre bir olma plan özelliğini taşıyor. ortalama 2.6 dakika sürüyor. “Müzede Bir Gün” bölümü ise her Gezici Festival’in bu Filmi izlerken Andersson’un sahneyi ince ince yılki sürprizlerinden. Jem Cohen imzalıarasında Ziyaret yedi Saatleri planladığını hissediyorsunuz. Filmleri yıl ve son olarak bu yıl Venedik Film Festivali’nde “Yaşam olan yönetmen bu zamanı boşa geçirmemiş. Belli ki Boyu Başarı” ödülü sinemacı hiçbir sahnede arkaalan plandaki ufak Frederick ayrıntılar Wiseman’ın dâhil hiçbir yönettiği, ilk gösterimi Cannes Film Festivali’nde şey şansa bırakılmamış. Sırf bu özeni görmek için bile yapılan National Gallery’nin gösterimleri, müzelerde izlenebilecek bir film. gerçekleştirilecek. 21:30 – Ve geldik Filmekimi’nin biletleri ilk biten İlk yılından beri Gezici Festival’i yalnızadı bırakmayan ve filmine. Çocukluk (Boyhood) filminin aylar içinde her yıl özgün ve eğlenceli afişler öyle birfestivale yayıldı kibirbirinden festivalde tek bir film görecek olanlar sunan Behiçbu Ak,filmi 20’inci yıldaettiler. da hazırladığı afişle Gezici çoğunlukla tercih Sonradan açılan ek Festival’in parçası olacak. gösterim biletleri de çabuk bitti. Gösterime girmeyeceği açıklandığı için çok kişi üzüldü. Filmi izledikten sonra Hasan Nadir Derin düşüncem şuydu: Sıkıntı yok, çok şey kaçırmadınız. http://sinemamanyaklari.com/ Çocukluk’un en büyük özelliği, 12 yıla yayılan bir büyüme öyküsü anlatırken baştan sona aynı oyuncuları kullanması. Filmde 6 yaşından 18 yaşına kadar takip ettiğimiz Mason karakterini baştan sona Ellar Coltrane oynuyor. Tıpkı kardeşi Samantha’yı da yönetmen Richard

81


Sinema

Sinema

Linklater’ın kızı Lorelei Linklater’ın oynuyor olduğu gibi. Anne ve babayı canlandıran Patricia Arquette ve Ethan Hawke da makyajla gençleştirilmemiş ya da yaşlandırılmamış. Onlar da film süresince yaş almışlar. Yüzlerinde yılların getirdiği çizgiler oluşmuş, gerçekten kilo almışlar vs. Doğrusu konsepte, Richard Linklater’ın Ethan Hawke’a ben ölürsem filme sen devam edeceksin diyecek kadar filme inanmasına şapka çıkarıyorum ama filmin hikâyesi daha sıradan olamazdı. Film boyunca izlediğimiz büyüme hikâyesi, karakterlerin yaşadıkları aile travmaları, kız arkadaş meseleleri benzerlerini o kadar çok gördüğümüz örnekler ki. Ayrıca neredeyse tüm hikâyenin annenin yanlış erkek tercihleri üzerinden gelişmesi de bir yerden sonra yeter artık dedirtiyor. Her ne kadar 3 saate yakın süresince sıkılmasam da film hakkında yapılan yılın en iyilerinden, başyapıt gibi yorumlar inanılır gibi değil. Bu 12 yılda çekildi durumu olmasa, 3-4 ayda çekilen, farklı yaşları farklı oyuncuların oynadığı bir film olsa ne yorum alırdı acaba? Patricia Arquette’in çok övülen performansını da başarılı bulmadığımı söylemeliyim. Çocuk oyuncuların özellikle daha küçük oldukları yaşlarda daha doğal oldukları söylenebilir ama filmin oyunculuk anlamında en iyisi Ethan Hawke idi. Eve giderken aklımda Richard Linklater’a bir not vardı. Anladık aynı karakterleri uzun süre takip etmeyi seviyorsun. Before serisinin ana karakterleri Jesse ve Celine’i izlemeye biz de doyamıyoruz. Ölene kadar bu seriye devam et ama 12 yıl daha uğraşıp Boyhood’un devamı olacak bir Adulthood yapma lütfen! 12 Ekim Pazar: 13:30 – Dünün son filmi uzun olunca bugün ikinci seanstan başlamak iyi oldu. Bu seansta gösterilen Timbuktu, radikal İslamcıların iktidarı ele geçirdiklerinde neler yapabileceklerini anlatan bir film. Varsayımlara dayanan bir film de değil üstelik. Timbuktu gibi pek çok yerde şeriat yasaları öne sürülerek pek çok şeyin yasaklandığını biliyoruz (müzik ve futbol da buna dâhil). Kadınların şeriata uygun giyinmesi zorunlu tutulduğu gibi erkeklerin kıyafetlerine de müdahale ediliyor. Kuralları uygulamayanlara uygulanan ceza da çoğunlukla ölüm oluyor. Afrika sinemasının önemli isimlerinden Abderrahmane Sissako da bu konuya dikkat çekmek istemiş. Timbuktu için kötü film diyemem belki ama mesaj kaygısı sinema kaygısının önüne geçmiş diyebilirim. Sissako, bölgedeki halkın zaten yakından bildiği, bizim gibi olaya biraz daha aşina olanların ise ne noktaya gidebileceğini tahmin ettiği gelişmeleri, durumun çok farkında olmayan geniş kitlelere anlatmak istemiş belli ki. Sadece radikal islamın ne noktaya varacağını göstermekle de kalmamış, gerçek İslam bu değil demek için radikallerin karşısına aklıselim bir din adamını da koymuş ve bir tartışma açmış. Ama durumun bizim açımızdan bilmediğimiz ya da tahmin etmediğimiz bir şey içerdiğini söylemek güç. Kimi yan karakterlerin hikâyelerinin de yeterince geliştirilmediğini söylemek mümkün. Yine de filmin biraz oryantalist bir hava içerse de gayet iyi çekilmiş bir yapım olduğunu söylemek lazım. Özellikle futbol sahnesindeki sinema duygusunu çok yoğun. Bu hava tüm filme yayılsa ortaya çok daha iyi bir yapım çıkacakmış.

82

16:00 – Bu seansta izlediğimiz Turist (Force Majeure) 2014) ise sinemanın olanakları üzerine bir diğer yurtdışı festivallerde gösterildiğinden beri hakkında hep güncel deneme. Film, bir zamanlar amatör sinemacıların olumlu yorumlar duyduğumuz bir filmdi. Filmekimi’nin gözdesi olan Süper 8 formatındaki görüntüler aracılığıyla de en iyilerinden biri olmasını bekliyorduk. Bu yüzden kurguladığı hikâyesi ile sinemada gerçeklik ve kurmaca beklenti yüksekti. Çocukluk ve Mucizeler gibi filmlerde arasındaki ilişkiyi sorguluyor. de yaşadığımız gibi beklentinin yüksek olması bazen Gezici Festival’in klasikleşmiş Dünya Sineması, Türkiye filmden keyif almanızı engelliyor. Turist için bu durum 2014, Kısa İyidir ve Çocuk Filmleri bölümleri bu yıl da geçerli olmadı. Karşımızda gerçekten yüksek beklentiyi izleyicisiyle buluşacak. Festival’in klasikleşme yolunda karşılayacak son derece iyi bir film vardı. ilerleyen bir diğer bölümü ise bu yıl Murathan Mungan’ın seçkileriyle programda yerini alacak. Daha önce Her ne kadar filmleKurtiz ilgili ve yorumları takip etsem defilmleri konususinemaseverlerle ile ilgili mümkün olduğunca az şey Zeki Demirkubuz, Tuncel Barış Bıçakçı’nın seçtiği buluşturan bölümün, öğrenmeye çalışmıştım. nedenle filmle özetler dışında olarak Açılan en büyük bilgim, buraya bu yıl Murathan MunganBu tarafından verilenilgili adı basit ve belirlenen teması görsel ise “Gerçeğe Üç Kapı. ” Mungan, da aldığımız çığ sahnesi idi. Bu sahneden yola çıkarak filmin temasının bir doğal afet karşısında bir “Gerçeğe Açılan Üç Kapı”da sinema aracılığıyla gerçekle olanana ilişkiyi sorguluyor: Fotoğrafta ne görmek ailenin kurtulma çabası ve kendileriAntonioni, ile hesaplaşmaları Ancak daha (Francis filmin ilkFord 15istiyoruz? Blow Up (Michelangelo 1966), Neolacağını duymak düşünüyordum. istiyoruz? The Conversation 20 dakikasında yönetmen Östlund, karakterlerini gerçek bir ölüm tehlikesi Coppola, 1974) anladığımız ya da hangi üzere hikâyeye inanmak istiyoruz? Rashomonhiçbir (Akirazaman Kurosawa, 1950). ile yüz yüze getirmiyor. Gördüğümüz çığ sahnesi,biri karakterlerimizin kış tatillerini geçirmek kaldıkları Gezici Festival’in bu yılki özel bölümlerinden olan “Osmanlı’da Sinema” ise Osmanlıüzere topraklarında otelde planlı olarak yapılmış atraksiyon. Filmin başında yapay durduğubulunan özelliklefilmleri vurgulanan anne, 1896’dan 1922’ye kadar farklıbir sinemacılar tarafından çekilengayet ve çeşitli arşivlerde gün yüzüne baba ve iki mutlu aile tablosuna ilk görünür darbegenellikle de ölümle burun burunabu geldiğini çıkarıyor. Birçocuktan zamanlar oluşan imparatorluğun parçası olan ülkeler tarafından göz ardı edilmiş filmler, düşünen baba karakterinin yaptığı hareket geliyor.sağlıyor. Tomas üzerinde hiç düşünmeden tümüyle anlık Osmanlı’ya ve sinema tarihine farklı bir gözleile bakmayı Amsterdam’daki Eye Film Müzesi’nden Elif olarak bir karar veriyor ve bu kararın ile yüzleşmek zorunda kalıyor. Ortada gerçeketnografik bir ölüm Röngen-Kaynakçı’nın derlediği filmler, sonuçları turist rehberi niteliğindeki manzara görüntülerinden tehlikesi verdiği kararın bir olumsuz etkisi olmuyor ama karısı Ebba’nın durumdan gözlemeolmadığı kadar çokiçin farklı ve geniş bir görünürde yelpaze sunuyor. hiçBu hoşnut olmadığı kapsamında hemen belli oluyor. yılki program film ve videoları gösterilecek olan Canan Şenol, aynı zamanda sergisiyle de festivale oluyor. Sanatçının Siyah Beyaz açılacak sergisi, Şenol’un Ankara’daki ilkhalinin sergisi Turist konuk anlık bir karardan yola çıkarak özeldeGaleri’de bir ilişkinin anatomisine hatta genelde erkeklik olma özelliğini taşıyor. sorgulanmasına giden çok sağlam bir film. Özellikle Tomas-Ebba çiftinin tartışmasına arkadaşları Harry ve “Müzede Gün” andan bölümü ise Gezici bu yılki Jemarkadaşını Cohen imzalı Ziyaret Vera da dâhilBir olduğu itibaren olay Festival’in çok daha genel bir sürprizlerinden. hal alıyor. Harry’nin korumamak Saatleri son olarak yıl Venedik Festivali’nde Boyudayanışmasının Başarı” ödülü alan sinemacıgibi. Frederick için önevesürdüğü sonbu derece saçmaFilm bahaneler adeta“Yaşam bir erkek göstergesi Sanki Wiseman’ın yönettiği, ilk gösterimi Cannes Film Festivali’nde yapılan National Gallery’nin gösterimleri, arkadaşlarının tartışmasında erkek yenilirse kendisi de yenik sayılacak. Yönetmen Östlund birkaç yan müzelerde gerçekleştirilecek. karakter dışında neredeyse tümüyle bu dört karakter arasında geçen hikâyede insanı her an diken üzerinde İlk yılından beri Gezici Festival’i yalnız ve her yıl içine festivale birbirinden özgün ve eğlenceli tutan bir atmosfer yaratmayı başarmış. İşinbırakmayan ilginci bu sahnelerin bazen kahkahalarla güldürecek bir afişler sunan Behiç Ak, 20’inci yılda da hazırladığı afişle Gezici Festival’in parçası olacak. mizahı katmayı da ihmal etmemiş. Film, senaryo ve oyunculuktaki başarısının yanında görsel olarak da son derece başarılı. Karakterlerin adeta bir boşluğun ortasında kendileri ile baş başa kaldıkları bembeyaz dağ başı ya da kalabalığın ortasında yalnız kalınan otel gibi mekânlar da incelikli düşünülmüş. Hasan Nadir Derin http://sinemamanyaklari.com/ Yılın en iyi filmleri listelerine girmesi şaşırtıcı olmayacak olan Turist’in bizim açımızdan bir olumsuz tarafı olabilir. İsveç başarılı bir Oscar kampanyası düzenlerse Yabancı Dilde En İyi Film dalında Kış Uykusu’nun en büyük rakibinin Turist olması muhtemeldir. 19:00 – Beyaz Tanrı (Fehér Isten / White God) aslında hikâyesinin genel kalıplarını iyi bildiğimiz bir film ama ilerledikçe festivalin en etkileyici filmlerinden biri olmayı başarıyor. Filmimiz anne babaları ayrı 13 yaşındaki Lili ve köpeği Hagen’in, annesi şehir dışına çıktığında çok da iyi anlaşmadıkları babası ile birlikte yaşamak zorunda kalması ile başlıyor. Babası zaten köpeği sevmezken bir

83


Öykü

Sinema de yeni çıkan bir yasa nedeniyle köpeği bir hayvan barınağına vermeye karar verince köpeğin sokakta kalması ile o ana kadar başkahramanımız kız gibi görünürken bir anda köpeği izlemeye başlıyoruz. Filmin bundan sonrasını kabaca Hagen’in Lili’ye ulaşma çabası olarak özetleyebiliriz. Sokağa bırakılan köpeğin eve dönme çabası ilk başlarda karşımızda daha gerçekçi yapıda bir Disney filmi var izlenimi verse de film ilerledikçe hikâye farklı noktalara varıyor. Köpeklerin birleşip insanlara zarar vermesi, belirgin bir şekilde sürekli olarak ezilen ve dışlanan bir sınıfın düzene başkaldırmasını anımsatıyor. Filmin alt metni dışında en önemli özelliği onlarca köpekle çekilen çok başarılı sahneler. İnsan, yönetmenin pek çok sahneyi nasıl bu kadar iyi çektiğini gerçekten merak ediyor. Kimse kusura bakmasın, filmin başrolündeki köpek kardeşler filmin tüm oyuncularından hatta sırf bu filmle kısıtlamayalım, pek çok oyuncudan iyi. Özellikle kalabalık sahnelerde tüm köpekler harika işler çıkarmış. Yine de ne kadar eğitimli olursa olsunlar o kalabalık sahnelerde oynayan bir oyuncu olmaktan çekinirdim açıkçası. Filmin muhteşem giriş ve final sahneleri olduğunu da belirtmek lazım. Merkeze köpeği aldıktan sonra küçük kız Lili’nin hikâyesinin çok geri planda kalmasını da eleştirilecek bir nokta olarak verebiliriz. Bir de, filmin adının niye Beyaz Tanrı olduğunu tam olarak anlamadığımı söylemeliyim. Köpekten bahsediyorsak rengi beyaz değil, İnternet’ten gelen bir yorumda olduğu gibi Beyaz Tanrı aslında Lili ise hikâyede bu kadar geri planda kalan bir karakteri filmin adında kullanmak da çok anlamlı değil. Bir görüş de beyaz adamın her zaman ötekileştiren olduğundan hareketle yapılmış bir gönderme olduğu yönünde. Görüldüğü gibi bu konuda fikirler muhtelif. 21:30 – Bu yılki Filmekimi’ni Tony Gatlif’in Geronimo’su ile kapattık. Hemen her filminde çingeneleri ana karakter olarak kullanan ve filmine bol bol müzik yedirmeyi de ihmal etmeyen Gatlif yeni filminde de bu özelliklerinden vazgeçmemiş. Hatta bu kez kimi sahnelerde belirgin şekilde müzikale göz kırpıyor. Genç bir çiftin büyük bir hasretle buluşması ile açılan filmimiz için modern bir West Side Story tanımlaması yapmak yanlış olmaz. Daha ilk sahnede genç kızın üzerinde gelinlik olduğunu gördüğümüz için onun düğünden kaçtığını da anlayabiliyoruz. Bizim için filmi ilgi çekici kılan unsurlardan biri de kızın Türk olması. Zaten hikâyenin geri kalanı çingene ve Türk ailelerin kaçan gençleri bulup karşı tarafa dersleri vermek istemeleri üzerine kurulu. İki aile arasındaki dengeyi sağlayabilecek tek kişi ise filme adını da veren Geronimo. Geronimo, kendisi de zorlu bir çocukluk geçirmiş olan artık orta yaşlara yaklaşmış bir kadın. Yıllardır mahallenin farklı kökenden olan gençlerinin suça karışmaması için çabalayıp duruyor. Kadın olmasına ve kırılgan fiziğine rağmen bölgedeki aileler arasında saygı duyulan bir konum edinmeyi de başarmış. Aslında filme adını veren karakter Geronimo olmasına rağmen onun hakkında çok fazla bir bilgi edinemiyoruz. Geçmişinde onun da ıslahevinde olduğu ve annesini faşistlerin öldürdüğü bilgileri cümle arasında kulağımıza çalışan bilgiler. Doğrusu filmin konusunun da çok farklı bir şey içerdiğini söylemek zor ama Gatlif zaten bildik kalıplar üzerinde çok değişiklik yapmayı tercih etmemiş. Ufak bir spoiler vereceğim ama bir yerde işin içine

84

ülser 2014) giriyor ise sinemanın ki artık bunu olanakları da yapma üzerine diye perdeye bir diğerdoğru güncelbağırmak deneme.geldi Film,içimden. bir zamanlar Hikâyenin amatörbir sinemacıların tragedyaya gözdesi olan Süper 8 formatındaki aracılığıyla kurguladığıÜstelik hikâyesi ile sinemada gerçeklik ve doğru gittiğini anlıyoruz ama bunungörüntüler için başka yollar da bulunabilirdi. Gatlif final hakkındaki fikrini kurmaca arasındaki ilişkiyi sorguluyor. de son anda değiştirmiş adeta. Gezici Festival’in klasikleşmiş 2014, Kısagibi İyidir ve Çocuk Filmleri bölümleri bu Filmin en iyi yanları ise birDünya Gatlif Sineması, filminden Türkiye beklenebileceği müzikler ve danslar. Bu kez klasik yıl da izleyicisiyle buluşacak. Festival’in klasikleşme yolunda ilerleyen bir diğer bölümü ise bu yılİkiMurathan çingene müziğinden biraz uzak duran Gatlif daha çok hip-hop, flamenko ve ağıtlar kullanmış. taraftan Mungan’ın seçkileriyle programda yerini alacak. Daha önce Zeki Demirkubuz, Tuncel Kurtiz ve Barış biri Türkler olunca doğal olarak bize yakın melodiler de var. Hatta bir kavga/dans sahnesinde bir anda Bıçakçı’nın seçtiği filmleri sinemaseverlerle buluşturan bölümün, bu yıl Murathan Mungan tarafından giren bir müzik var ki, hadi şimdi yazmayayım, sürpriz olsun ama salonda bir anda gülüşmelere yol açsa da verilen adı ve belirlenen teması ise “Gerçeğe Açılan Üç Kapı.” Mungan, “Gerçeğe Açılan Üç Kapı”da sinema sahneye çok iyi oturmuş bir müzikti. aracılığıyla gerçekle olan ilişkiyi sorguluyor: Fotoğrafta ne görmek istiyoruz? Blow Up (Michelangelo Neticede izlenmeyecek bir film değil, hatta bizimle olan bağlantısından dolayı vizyona da girebilir Antonioni, 1966), Ne duymak istiyoruz? The Conversation (Francis Ford Coppola, 1974) ya da hangi hikâyeye ama Gatlif’in çok daha iyi filmleri gördüğümüzü söylememiz gerek. inanmak istiyoruz? Rashomon (Akira Kurosawa, 1950). Filmekimi’ni buyılki şekilde sonra artık önümüzdeki festivallere bakmaya başladık. Ankara’da Gezici Festival’inde bu özelbitirdikten bölümlerinden biri olan “Osmanlı’da Sinema” ise Osmanlı topraklarında Ekim ayı içinde Mevsim Sinema vardı. Kasım sonunda ise Gezici Festival’in yirminci yılınıfilmleri kutlayacağız. 1896’dan 1922’ye kadar farklı sinemacılar tarafından çekilen ve çeşitli arşivlerde bulunan gün yüzüne çıkarıyor. Bir zamanlar imparatorluğun parçası olan ülkeler tarafından genellikle göz ardı edilmiş bu filmler, Hasan Nadir DERİN Osmanlı’ya ve sinema tarihine farklı bir gözle bakmayı sağlıyor. Amsterdam’daki Eye Film Müzesi’nden Elif http://sinemamanyaklari.com/ Röngen-Kaynakçı’nın derlediği filmler, turist rehberi niteliğindeki manzara görüntülerinden etnografik gözleme kadar çok farklı ve geniş bir yelpaze sunuyor. Bu yılki program kapsamında film ve videoları gösterilecek olan Canan Şenol, aynı zamanda sergisiyle de festivale konuk oluyor. Sanatçının Siyah Beyaz Galeri’de açılacak sergisi, Şenol’un Ankara’daki ilk sergisi olma özelliğini taşıyor. “Müzede Bir Gün” bölümü ise Gezici Festival’in bu yılki sürprizlerinden. Jem Cohen imzalı Ziyaret Saatleri ve son olarak bu yıl Venedik Film Festivali’nde “Yaşam Boyu Başarı” ödülü alan sinemacı Frederick Wiseman’ın yönettiği, ilk gösterimi Cannes Film Festivali’nde yapılan National Gallery’nin gösterimleri, müzelerde gerçekleştirilecek. İlk yılından beri Gezici Festival’i yalnız bırakmayan ve her yıl festivale birbirinden özgün ve eğlenceli afişler sunan Behiç Ak, 20’inci yılda da hazırladığı afişle Gezici Festival’in parçası olacak. Hasan Nadir Derin http://sinemamanyaklari.com/

85


Lanet olsun Harry uyan

Harry!...

Seni Ĺžeytan...

86

87

Devam Edecek.


Pin-up

88


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.