Gölge e dergi 0cak 2017 sayı 112

Page 1

Ocak 2017 Sayı 112


Ocak 2017 Sayı 112


Yeni bir yıl, yeni bir sayı, yeni konular, yeni yazarlar... Sevinemedik yeni yılın gelişine, sevinçlerimiz, mutluluklarımız, acıya hüzne öfkeye dönüştü. 2016 nın laneti 2017 de bulaştı... Canlarımız yandı, canımız yandı. Lanet olsun teröre, teröristlere, destek verenlere de... Nefes aldığımız var olduğumuz sürece yazıp çizeceğiz, üretmeye devam edeceğiz karanlığa inat, daha aydın bir ülke için, daha aydın bir dünya için... Kapak ressamımız Rıza Türker arkadaşımız yeni yıl için yandaki neşeli ve şirin kapağı çizmişti 2017 nin ilk sayısı için ama … Gölge e-Dergi

Yayın Yönetmeni ve (Bu sayılık) Editör

Gölge e-Dergi

Mehmet Kaan Sevinç Redaksiyon –Ecehan Biçen

Grafik Tasarım-Marla Dizayn Yayın Kurulu

Ahmet Yüksel-Hasan Nadir Derin-Gülhan Sevinç-Melahat Yılmaz –Gülhan Sevinç-Mehmet Berk Yaltırık-Rıza Türker Mustafa Emre Özgen-Olca Karasoy-Tuğba Turan-Atilla Bilgen www.golgedergi.com


 GÖLGE e-DERGİ’DEN KADIKÖY BULUŞMASI 2

Kasım ayından bu yana sosyal medyada duyurusu yapılan Gölge e-Dergi buluşması, 24 Aralık’ta gerçekleşti. Kadıköy Muhit adlı mekânda bir araya gelen Gölgeciler, eğlenceli saatler geçirdi.

Sayfa-4


 GÖLGE e-DERGİ’DEN KADIKÖY BULUŞMASI 2

Sayfa-5


 GÖLGE e-DERGİ’DEN KADIKÖY BULUŞMASI 2

Sayfa-6


 GÖLGE e-DERGİ’DEN KADIKÖY BULUŞMASI 2

Sayfa-7


 GÖLGE e-DERGİ’DEN KADIKÖY BULUŞMASI 2

Sayfa-8


 ÖYKÜ

“Tamam, sonuçlar bellidir ama sonuca giden yollar değişirse sonuçlar da değişir” Charles Dickens

Kâinat yekvücut, tek varlıktır. Herkes ve her şey görünmez iplerle birbirine bağlıdır. Sakın kimsenin ahını alma; bir başkasının, hele hele senden zayıf olanın canını yakma. Unutma ki dünyanın öte ucunda tek bir insanın kederi, tüm insanlığı mutsuz edebilir. Şems-i Tebrizi

Sayfa-9


 ÖYKÜ

Bir gece 15 kiloluk bedeni ile uykusunda üzerine gelen 150 kiloluk bombayı durdurup bir daha kimsenin aramadığı Ahmed bebeğe, gökten düşen bombalardan korkmayan ve dünya gözü ile bir daha yavrusu Ahmed'i göremeyen Ayşa kadına ve gözleri kör kulakları sağır torunu ve kızı ile birlikte rahmeti rahmana kavuşan Halepli Rıza dedeye dua ile… Şehre bir adam girdi koşarak… (Yasin Suresi 20. Ayet)

Sayfa-10


 KİTAP İNCELEME

“Cepheye gönderilmeden önceki bir haftalık sözde eğitim dönemini, İspanya İç Savaşı’nda olanlardan daha net hatırlamam ne tuhaf”

“Restoran masasının üstünde vızıldayan sinekler cenaze önümüzden geçerken küme halinde hızla o tarafa yöneldiler ama birkaç dakika sonra döndüler.”

Sayfa-11


 KİTAP İNCELEME

Sayfa-12


 Fantastik Kurgu

Sayfa-13


 Fantastik Kurgu

Sayfa-14


 Fantastik Kurgu

Sayfa-15


 Fantastik Kurgu

Sayfa-16


 Fantastik Kurgu

Sayfa-17


 Fantastik Kurgu

Sayfa-18


 Fantastik Kurgu

Sayfa-19


 Fantastik Kurgu

İllüstrasyon:Samim Salur Paçaçıoğlu

Sayfa-20




sayfa-21


 KAYIP ÇİZGİ FİLMİMİZ: “EVVEL ZAMAN İÇİNDE”

Meryem Yavuz

TÜRK SİNEMASININ İLK UZUN METRAJLI ÇİZGİ FİLMİ VE HAZİN SONU

Bu soruyu yanıtlayabilmek için biraz tarih bilmek yeterli olacaktır. Amerika, 1928-1969 yılları arasında animasyonun altın çağı diye tarihe geçen “Golden Age” devrini yaşarken, Türkiye henüz “Türkiye” ismiyle yeni anılmaya başlanmıştı. Cumhuriyetin ilanı, ekonomik krizler, savaşlar, siyasi krizler derken sinematik anlamda verdiğimiz eserler bile çok sınırlı sayıda kalmıştı. 1938-1945 arası Türkiye’de sadece 22 sinema filmi yapılmış, bunlar da çoğunlukla ağdalı aşk veya savaş filmleri olmuştu.

Sayfa-22




Sayfa-23




Sayfa-24


İlk Türk Çizgi Filmi "Evvel Zaman İçinde" eğer esrarengiz bir biçimde kaybolmamış olsaydı, belki de Türk Sineması 1950'li yıllardan başlayarak tüm dünya sinema ve televizyon kuruluşlarına çizgi film ihraç eden bir ülke olacaktı.

Sayfa-25


 Öykü

Sayfa-26


 Öykü

Sayfa-27


 Öykü

Sayfa-28


 Öykü

Sayfa-29


 Öykü

Sayfa-30


 Öykü

Sayfa-31


 ANİME İNCELEME

Yönetmen: Hiroshi Hamasaki Stüdyo: Telecom Animation Film Senaryo: Yuko Kakihara Müzik: Hiruki Tsutsumi Tür: Dram, Romantik, Hayatın İçinden Süre: 13 Bölüm

“KALIPLARINDAN KURTULMAYA ÇALIŞAN BİR SHOUJO HİKAYESİ : ORANGE”

Shoujo türüne giren, yani kelime anlamı ile daha çok genç kızlara hitap eden animeler aslında hep aynı formülle karşımıza çıkmaktadır. Aynı romantik çizgide ilerlerler ve çoğu dramatize edilerek melankolik bir hava oluşturulur, izleyici kitlesi kızlar ağlatılır. Durum böyle olunca, yani shoujo kategorisine giren animeler aynı kalıptan çıkma gibi durunca mecburen animedeki hikayenin kalitesine daha çok önem vermeye başlıyoruz. En azından aynı dram ilginç bir hikayeyle sunuldu diyoruz. Orange da tam olarak bu kategoriye girmek üzereymiş ki bir şeyler yolunda gitmemiş.

Sayfa-32


 ANİME İNCELEME

Sayfa-33


Sayfa-34


Sayfa-35


ÖYKÜ

Eşler arasındaki tartışmaların çoğu pazar gününe denk gelir. İki tarafın da o gün için farklı beklentileri vardır. Bunlar gerçekleşmeyince önce iğneleyici konuşmalar başlar, ardından didişmeler. Bir haftadır sabırsızlıkla beklediğiniz o güzelim tatil günü artık zehir olmuştur. Ama hemen karamsarlığa kapılmayın, tavsiyelerime uyarsanız pazar günümüzü kurtarabilirsiniz. Tabii ki bu nasihatlerim erkekler için, çünkü kadınlar kusursuz varlıklardır ve yardıma ihtiyaçları yoktur! Biz erkekler pazar günlerini severiz, zira dilediğimiz saate kadar uyuma özgürlüğümüz vardır. Tabii bunun için bekâr olmamız şart, aksi takdirde güne eşimizin o tatlı(!) yumuşacık sesiyle merhaba deriz. “Neredeyse öğlen oldu. Kalkacaksan kalk artık. Çay, demlene demlene karardı. ” Sizi uyandıran çalar saat değildir, eşinizdir ve maalesef onun kapatılacak bir alarmı yoktur! Güne huzur içinde başlamak istiyorsanız bu sesi duyduğunuz an yataktan fırlamanızı öneririm. Elbette yorganınızı başınıza çekip uyumaya devam edebilirsiniz ama inanın bu hareketiniz eşinizi daha çok sinirlendirecektir. Bir de henüz acıkmadığınızı mırıldanıp sırtınızı ona dönerseniz; artık bittiniz demektir! “Tembellik yapmayı sanki ben bilmiyorum? Bütün hafta çalışmaktan canım çıktı. Ama haftada bir gün birlikte kahvaltı yapıyoruz diye uykumdan fedakârlık yapıp sabahın köründe kalktım. Sevdiğin ne varsa da yaptım. Aldığım cevaba bak: Aç değilim. Oldu. Beklerim. Ne zaman acıkırsan o zaman yeriz. Bu arada yemek soğusun, çay kararsın hiç önemli değil. Nasılsa hizmetinde bir eşek var! O eşeğin işi ne? Bir daha yapar…” Artık onu susturamazsınız. Sesi duymamak için başınızı yastığın altına gömmeniz bir işe yaramaz, zira söylenme tonu her geçen saniye biraz daha artacaktır. İçinizden “Madem tembellik yapmayı seviyorsun uyusana be kadın! Kahvaltı bir yere mi kaçıyor? Uyanınca yaparız. Üstelik o zaman sana yardım da ederim. Şimdi ne olursun git başımdan.” diye geçirebilirsiniz, ama siz siz olun sakın bunu yüksek sesle dile getirmeyin. Sabah sabah zaten gereksiz bir erkeklik yapıp sinirlendirdiniz. İkincisi inanın sizi ipe götürür! O an yapacağınız en akıllı iş; yataktan ok gibi fırlamak ve yanaklarına bir öpücük kondurup “Özür dilerim hayatım. Uyku sersemliğinden ne dediğini anlayamadım. Bir an çay henüz demlenmedi, istersen biraz daha yat dediğini sandım. Yoksa hiç kalkmaz mıyım?” demektir. Bu arada burnunuzu burnuna sürtün ve kulağına çapkın bir edayla “Acaba diyorum omlet yerine seni mi yesem?” diye fısıldayın. Bu davranışınızın karşısında biraz olsun yumuşayıp gülümser ama ardından başını iki yana sallayarak “Sakın kandım sanma. Bir pazarımız var. Onu rezil etmemek için olayı uzatmıyorum.” der. Bu sözlerini önemsemeyin ve yalakalığınızı doruğa çıkartın. “Emret dizinin dibinden ayrılmayayım. Emret mutlu olman için kendimi paralayayım.” “Çay daha fazla kararmadan masaya otur başka şey istemem.” Mutfağa gitmek üzere yanımızdan ayrılınca biz de götümüzü kaşıya kaşıya banyonun yolunu tutarız. Haftanın altı günü sırf beş dakika daha fazla uyuyalım diye türlü özverilerde bulunuruz. Evde kahvaltı yapmayız, tıraşımızı akşamdan olur, giysilerimizi önceden hazırlarız. Banyoya girmemizle çıkmamız bir olur. Oysa gözlerimizden uyku akıyordur. Klozette otururken dirseklerimizi dizimize dayayıp kafamızı iki elimizin arasına almamak için kendimizi zor tutarız. Zira anında dalarız ve inanın bana bu inanılmaz bir keyiftir! Ama işe geç kalma korkusuyla buna cesaret edemeyiz. Tuvalette özgürce uyumak, mecmua karıştırmak, boş gözlerle fayanslara bakıp oradaki şekillerden hayaller uydurmak için pazar günleri bulunmaz bir nimettir. Ancak eşiniz sizi bekliyorsa ne olur tuvalet keyfinizi

Sayfa-36


ÖYKÜ

Sayfa-37


ÖYKÜ erteleyin. Çok sıkıştıysanız, bari acele edin! Bunları bilmemize rağmen buz gibi soğuk klozet kapağının üstüne sıcacık götümüzü koyduğumuz an dünyadan koparız. Çamaşır makinesinin üstünde duran mizah dergisini de elimize alırsak, artık bizim için zaman durmuş demektir. Ama daha ilk sayfayı bitirmeden mutfak dolaylarından acı bir ses banyonun kapısını zorlar. “Çayı koydum.” “İyi halt yedin. “Efendim?” “Tuvaletteyim.” “Çık artık. Çayı koydum.” “Götüme söz geçirsem çıkacağım. Ama beni dinlemiyor!” “Efendim!” “Tamam çıktım.” Ellerinizi yıkarken “Tuvaletteyim diyorum çayı koydum diyor. Neden? Çay bir yere mi yetişecek? Madem öyle sen başla, ben ikinci bardağa bilemedin üçüncüye yetişirim…” tarzında söylenmenizin bir mahzuru yoktur. Aksine bu tip rehabilitasyonlar sizi rahatlatır, ancak bu esnada dikkat edeceğiniz tek husus, sesinizin mutfaktan duyulmaması! Banyodan çıkıp eşimizin yanına giderken haftanın altı günü poğaça yemekten bunalan midemiz artık çılgınlaşmıştır. Menemen ister, sucuk ister, pastırma ister, gözleme ister, beyaz, kaşar, tulum, lor velhasıl her türlü peynir ister, kızarmış ekmek ister… O an havada süzülen enfes kokuların uçan bir halıya dönüşüp bizi biran önce mutfağa atmasını arzularız. Ancak yol boyunca burnumuz bir koku almaz. Sucukların, omletlerin, böreklerin bizi beklerken soğuduğunu düşünür ve erken kalkmadığımız için hayıflanırız. Mutfağa girince bizi beklerken buz tutan yiyeceklere üzgün gözlerle bakarız ama bir şey göremeyiz. Masada umduğumuzun aksine çay, iki dilim beyaz peynir, buruşuk yüzlü altı adet zeytin, mısır gevreği, içi domates, brokoli, maydanoz ve dereotuyla dolu bir tabak vardır. Allahım bari simit olsun diye dua ederiz, iki dilim kepekli ekmek görürüz. Yıkılırcasına kendimizi sandalyeye bırakırken üzgün bir ses tonuyla “Hepsi bu mu?” diye sorarız. “Hiç öyle şey olur mu hayatım?” der eşimiz. Derin bir oh çeker ve gözümüzü fırına yöneltiriz. Zaten eşimiz de o yöne doğru hareket etmiştir. Birazdan kapağını açacak ve içinden yeni yaptığı sıcak börekleri çıkaracaktır ama fırının önünden direkt geçip molayı buzdolabında verir. Geri döndüğünde elinde iki adet kâse vardır. Birinin içinde yoğurt, diğerinde ise badem ve ceviz vardır. Karşınıza oturduğunda artık tükenmişinizdir. O umutsuzlukla “Hiç değilse bir tost yapsaydın.” diye mırıldanırsınız. “Yapmam, çünkü seni çok seviyorum.” “Ben de seni seviyorum ama bunun tostla ne alakası var?” “Sağlıksız beslenirsen uzun yaşayamazsın, sonra sensiz ne yaparım?” “Alt tarafı bir tost ya! İnan bana ölümüm ondan olmaz.” “Lütfen ısrar etme hayatım, olmaz.” Gerçekten de ısrar etmeyin, zira bir kere aklına koymuştur ve ne yaparsak yapalım geri adım atmaz. Bu durumda yapacağımız en mantıklı hareket sabretmektir, zira birkaç hafta sonra bu hevesi geçer. Kuafördeki dergilerden yeni bir diyet öğrenene kadar bir süre rahat ederiz. Keyifle yemedikten sonra pazar kahvaltısının bir esprisi yoktur. Birkaç zeytin, bir dilim peynir, iki parça ekmek bizi tıkar. Karnımız doyunca çayımızı tazeler gazetemizi elinize alır ve günün ilk sigarasını yakarız. Henüz bir nefes çekmeden eşimizin o tatlı(!) yumuşak sesi kulaklarımıza ulaşır: “Ne yapıyorsun?” “Napam? Gazete okuyorum. Sen napan?” “Bırak zevzekliği de elindeki ne öyle?” “Gazete.” “Diğer elindekini ne?”

Sayfa-38


ÖYKÜ “Ha sigarayı mı soruyorsun? Söyleyeyim; sigara.” “Sen beni öldürecek misin? Az önce ne konuştuk seninle? “Bir şey konuşmadık.” “Nasıl yani? Sağlıklı beslenmeyi konuşmadık mı? “Yooo. Sen kendi kendine bir karar almışsın. Bana bunu tebliğ ettin. Yetmedi pratik uygulamasını yaptın. Ben de dinledim.” “Ve bunun üstüne sigara yakıyorsun!” “Önce mi içmem lazımdı?” “Bırak şimdi saf ayaklarını ne demek istediğimi çok iyi anladın. Ama tane tane bir kez daha söyleyeyim; o sigara bırakılacak.” “Yavaş yavaş bıraksam?” “Delirtme beni.” “Bari elimdekini bitirsem!” Israr etmeyin. Onun yerine derin bir nefes alın. Unutmayın pazar günümüz daha yeni başlıyor. Gazeteleri okuduktan sonra götümüzü yayıp uyuyacağız. Kalktığımızda televizyonun karşısına geçip kanallar arası seyahat edeceğiz. Akşam olunca da bir duble rakı hazırlayıp takımımızın maçını seyredeceğiz. Şu an eşimizle tartışmanız günümüzün zehir olmasına sebep olur. Sigarayı dert etmeyin. Arada balkona çıkıp çaktırmadan içebiliriz. Bu yüzden konuyu uzatmayın ve efendice sigaranızı söndürün. Daha sonra gazetelerimizi alıp salondaki kanepeye yayılırız. Yaklaşık yarım saat sonra eşiniz karşınıza geçer ve derin bir of çeker. Becerebilirseniz bu sesi duymazlıktan gelin. Ancak alarmın sesi gibi bu oflama her geçen dakika biraz daha arttığında sonunda dayanmayıp “Ne oldu canım?” sorarız. “Daha ne olacak bir pazarımızı var onda da eve tıkılıp kaldık.” “Bak ne güzel dedin. Bir pazarımız var! Müsaade et de keyfini sürelim.” “Böyle oturarak mı?” “Dinleniyoruz, fena mı?” “İyi o zaman oturalım!” Bu kelimeler eşinizin dudağından çıktıysa, artık patlamaya hazır bir bomba haline gelmiştir. Size tavsiyem hiç vakit kaybetmeden giyinin ve eşiniz dışarı çıkartın, aksi takdirde akşamki maç tehlikeye girer. Evden çıkmak isteyen kendisi olmasına rağmen nereye gitmek istediğini söylemez ve bize bırakır. Alternatifler sunarız, ama hiçbirini beğenmez. Nereye gideceğimizi bilmediğimizden arabayla tur atmaya başlarız. “Ne bu şimdi? ” diye sorar. “Sana ilham gelmesini bekliyorum.” “Offffff. Bir kere de nereye gideceğimizi bana sorma. Önceden plan yap ve şaşırt beni. Tüm keyfim kaçtı. Geri dön. Eve gitmek istiyorum.” Sakın sözünü dinleyip direksiyonu eve doğru çevirmeyin. Döndüğünüz an gününüz zehir olmuş demektir. “AVM ye gitsek. Biraz vitrin bakarsın. Ne dersin?” “İstemiyorum. ” “Geçenler ayakkabıya ihtiyacın var diyordun. Hazır gitmişken alırız.” Aslında size böyle bir cümle kurmamıştır. Ama ne kadar çok ayakkabısı olursa olsun her kadının yeni bir ayakkabıya her zaman ihtiyacı vardır. Bu yüzden teklifinizi reddetmez. “Haklısın. Gidelim bari.” O saatten itibaren güzelim pazar gününün öğleden sonrası eşimizin denediği giysileri beğenmekle geçer. Arada “Artık gitsek mi?” diye ağzı yoklarız, “Gitsek ne yapacağız?” yanıtıyla karşılarız. Yavaş yavaş hava kararmaya başlamış maç saati yaklaşmıştır. Eve dönüş hamleleri için gerekli ortamı hazırlamaya çalıştığımız sırada “Sinemaya mı gitsek acaba?”

Sayfa-39


ÖYKÜ diye ağız yoklar. Donup kalırız. Zira bu bir soru cümlesi değildir. Emirdir. Maçın ilk yarısını kaçıracağımızı söyleriz. İnanmaz bir ifadeyle yüzümüze bakar ve “Bir pazarımız var. Onda da maç mı seyredeceksin?” diye sorar. “Ne münasebet canım. Can sıkıntısından işte!” “Madem senin de canın sıkılıyor güzel bir romantik film var. Ne dersin?” Kaçış kalmamıştır. Bari film adam gibi olsun diye düşünüp “Avengers’e gidelim mi?” diye sorarız.” “Ne anlıyorsun o çocuk filmlerden bilmem ki. Ama çok istiyorsan…”der ve cümlesini bitirmeden susar. Avengers’e girince oluşacak kelebek etkisi ağzı tadıyla rakı içmemizi kesinlikle engelleyecektir. Bu yüzden mantığınızı dinlemenizi öneririm. Eve döndüğünüzde maçın ilk yarısı bitmiştir. Üstelik yokluğumuzdan yararlanan rakip takım iki sıfır öndedir. Aceleyle bir bardak rakı hazırlayıp televizyonun karşısına geçtiğimiz an ilk golü atarız. Sevinçten çıldırır ve deli gibi tezahürat yaparız. İkinci golün ayak sesleri duyulmaktadır. “Haydi aslanım. Haydi koçum.” diye bağırdığınız sırada eşimiz yanımıza gelip oturur. Rakıya laf sokacağını sanıp telaşla “Boşuna adına aslan sütü dememişler. En sağlıklı ve dahi organik içecek işte budur.” deriz. Sadece “Hıııı” der. Bunun ne anlama geldiğini düşünmeyiz, zira ikinci gol tam o an gelmiştir. Beraberliği yakalamanın zevkiyle kanepeye iyice yayılırız. “Maçın bitmesine daha çok var mı?” diye sorar durup dururken. Gözünüzü maçtan ayırmadan “Yarım saat kadar.” deriz. “Dizim de başladı...” “Mutfaktaki küçük televizyondan seyretsen!” “O çok ufak. Sen gitsen oraya? Haydi canım!” “Gideyim gitmesine de orada kablo yayın yok.” “Anlaşıldı” der ve göz kontağını keserek aramıza duvar örer. Bu arada yüz hatları alabildiğine gerilmiştir. O an “Sen dizini seyret ben maçı radyodan dinlerim.” diyebiliyorsanız başınızın üstünde hare olup olmadığına bakın. Zira siz bir meleksiniz. Ben mi? Tabii ki maçı seyrettim ama eşim yüzünden konsantrasyonum bozuldu ve yenildik. O günden sonra da pazar günleri mesaiye kalmaya başladım. Odama da bir televizyon aldım. Anlayacağınız keyfim bayağı yerinde.

İllüstrasyon-Samim Salur Paçacıoğlu

Sayfa-40


BİR ÇİZGİROMAN TÜRÜ ‘’FRANKOFON’’

Francophone= Fransızca konuşan. La franchophonie= Fransızca konuşulan ülkeler (pays francophones*). Dünyadaki Fransızca konuşulan topluluklarda Fransız dilinin tanıtımını içeren geniş kapsamlı kültürel ve siyasi bir kavramdır. -Larousse, dictionnaire de francais'den-

Sayfa-41


BİR ÇİZGİROMAN TÜRÜ ‘’FRANKOFON’’

Sayfa-42


BİR ÇİZGİROMAN TÜRÜ ‘’FRANKOFON’’

Sayfa-43


BİR ÇİZGİROMAN TÜRÜ ‘’FRANKOFON’’

*Portreler geçidindeki isimler. Les Aventures de Tintin (Tenten) Johan et Pirlouit (Küçük Prens) Asterix (Asteriks) Lucky Luke (Red Kit) les Aventures de Spirou et Fantasio (Sipru) --Spaghetti (Spagetti, vs.) Benoît Brisefer (Demirkıran, vs.) Le vieux Nick et Barbe-Noire (Kara Sakal, vs.) Gaston Strapontin (Hızlı, vs.) Natacha (Nataşa) Modeste et Pompon Tif et Tondu (Tif ile Tontu) Prudence Petitpas Boule et Bill (Can ile Afacan, vs.) +Blondin et Cirage (*Giderayak aklıma geldi)

Sayfa-44


Sayfa-45


Sayfa-46


Sayfa-47


Sayfa-48


 DİZİ İNCELEME

Sayfa-50


 DİZİ İNCELEME

Sayfa-51


 DİZİ İNCELEME

Sayfa-53


ÖYKÜ

İllüstrasyon:Gülhan Sevinç

Sayfa-54


ÖYKÜ

Sayfa-55


ÖYKÜ

Sayfa-56


 DERGİ İNCELEME

Sayfa-52


 DERGİ İNCELEME

Sayfa-53


 DERGİ İNCELEME

Sayfa-54


 DERGİ İNCELEME

Sayfa-55


 DERGİ İNCELEME

Sayfa-56


 DERGİ İNCELEME

Sayfa-57




Sayfa-59




Sayfa-60




Sayfa-61




Sayfa-62





 HAYATIM ÇİZGİROMAN

Sayfa-63


 HAYATIM ÇİZGİROMAN

Sayfa-64


 HAYATIM ÇİZGİROMAN

Sayfa-65


 HAYATIM ÇİZGİROMAN

Sayfa-66


 HAYATIM ÇİZGİROMAN

Sayfa-67


 HAYATIM ÇİZGİROMAN

Sayfa-68


 HAYATIM ÇİZGİROMAN

Sayfa-69


 TEFRİKA

İllüstrasyon:Mehmet Kaan Sevinç

Sayfa-70


 TEFRİKA

Sayfa-71


 TEFRİKA

Sayfa-72


 TEFRİKA

Sayfa-73


 TEFRİKA

Sayfa-74


 TEFRİKA

Sayfa-75


 DEĞERLENDİRME HÜRRİYET GAZETESİ’NDEN

Emre “Arşiv Memuru” Özgen

Sayfa-76


 DEĞERLENDİRME

Sayfa-77


 HAYATIN İÇİNDEN GELENLER-KALANLAR-GİDENLER

Melahat Yılmaz

Kirk Douglas (9 Aralık 1916 ) “Ve size sözüm olsun: Ya hür yaşayacağız ya da kardeşlerimizin peşinden ölümle kucaklaşacağız!” Spartacus

Sayfa-78


 HAYATIN İÇİNDEN

Sayfa-79


 SİNEMA

Dile kolay, Gezici Festival 22 yıldır bizlerle birlikte. İlk yıllarında belki de hiç sinema salonları olmayan ya da çok kısıtlı bir film yelpazesi olan şehirlere, hiç göremeyecekleri filmleri götürmek işlevi ön plana çıkarken aradan geçen yıllarda filmlere erişebilmenin giderek kolaylaşması ile festivalde yer alan etkinlikler daha önemli bir hal almaya başladı. Bu yılki Gezici Festival, 25 Kasım – 1 Aralık tarihleri arasına Ankara’dan yola çıktı, 2-4 Aralık arasında Eskişehir’den geçti ve 5-7 Aralık arasında Kastomonu’da yolculuğunu tamamladı. Hemen her zaman olduğu gibi yine Ankara ayağını takipteydik. Filmlerin büyük çoğunluğunun dolu salonlara oynadığını söyleyerek güncemize geçelim. 26 Kasım Cumartesi: 12:00 – Festival, 25 Kasım’da başlamış olmasına rağmen hem o günkü filmlerin bir kısmını seyretmiş olmam, hem de o başka işlerim nedeniyle festivale bir gün gecikmeli dâhil oldum. Bu yılki festivalin en ilgi çekici bölümlerinden biri Reha Erdem’in “Sinemanın Altın Çağı” başlığı altında seçtiği 5 filmdi. Bu filmleri Erdem’in ön sunumu ile izleyecek olmak da ayrı bir keyifti. Bu bölümün ilk filmi 1961 yapımı Tehlikeli Fısıltı (The Children’s Hour) idi. William Wyler’ın yönettiği film, bir tiyatro oyunundan uyarlanmış. Reha Erdem’den öğrendiğimize göre aynı oyun, 1936 yılında yine William Wyler tarafından sinemaya uyarlanmış ama dönemin sansürü nedeniyle hikâye fazlasıyla değiştirilmiş. Wyler da yıllar sonra bu oyunu tekrar sinemaya uyarlamaya karar vermiş. Film, bir kızlar okulunu yönetmekte olan iki genç kadının, öğrencilerinin yaydığı bir dedikodu nedeniyle toplumdan dışlanmalarını ve hayatlarının geriye dönülemez şekilde değişmesini anlatıyor. Ortaya atılan bu dedikodu, her ikisi de bekâr olan (biri nişanlı) öğretmenlerin bir ilişkilerinin olması. Film bir yandan ortaya atılan bir yalan nedeniyle toplumun baskısına uğrayan bireyleri çok etkili bir şekilde anlatırken, bir yandan da 60’ların özgürlükçü ortamı henüz başlamamışken, lezbiyenlik konusu ile ilgili cesurca yaklaşımı ile de dikkat çekiyordu. Çocuklar tarafından ortaya atılan bu yalanın tümüyle gerçek dışı olması da mümkünken, bu yalanın, karakterlerden birinin kendinden bile gizlediği hisleri ortaya çıkarması ve bundan utanç duyması filmin etkisini daha da arttırıyordu. Dönemin önemli oyuncularından Audrey Hepburn ve Shirley MacLaine’in çok başarılı performanslar sunduğu filmde onlara eşlik eden oyuncular biraz abartılı performanslar sergiliyorlardı. Zaten filme

Sayfa-80


 SİNEMA yönelik tek olumsuz eleştirim de buydu. Finalde Audrey Hepburn’ün kalabalığın içinde tek başına, başı dik ve kendine güvenli yürüyüşü filmin ufak kusurlarını da unutturuyordu. Film bittiğinde, Reha Erdem’in seçkisinde yer almasaydı muhtemelen hayat boyu izlemediğim bir film olarak kalacak bu filmi izlememe vesile oldukları için hem Erdem’e hem de Gezici Festival’e teşekkür ediyordum. Tehlikeli Fısıltı, hafta bittiğinde de festivalde izlediğim en iyi filmlerden biri olarak kalmaya devam etti. 16:45 – Günün ikinci filmi yine Erdem’in seçkisi içinde yer alan, adını sıkça duyduğum ama izlemenin bu güne kadar kısmet olmadığı OxBow Olayı (The Ox-Bow Incident) idi. Filmden önce Erdem genel olarak western filmleri ve bu filmdeki birkaç dikkat edilmesi gereken konu üzerine bir sunum yaptı. Bu kısa sunumdan bile Erdem’in detaylara ne kadar dikkat eden bir yönetmen olduğu anlaşılabilirdi. 1943’den gelen bu filmde William Wellman ilk bakışta sıradan bir western filmi ile karşımıza çıkıyor gibiydi. Ama film ilerledikçe Erdem’in bu filmi seçme nedeni daha iyi anlaşılıyordu. Bir kasabada işlenen cinayet sonrasında suçluların yakalanması için kurulan bir ekibin, suçluları yakaladıktan sonra onları idam etmek istemeleri üzerinden gelişen film ilerledikçe daha ilgi çekici ve çarpıcı oluyordu. 1943 gibi tam da 2. Dünya Savaşı’nın ortasında, öfkeli bir Amerikan toplumunun önüne Henry Fonda gibi popüler bir oyuncunun açık bir şekilde idam cezasının karşısında duran bir filmle çıkması az şey değilmiş. Filmin yapıldığı yıllardan kaynaklı kimi sorunları olduğu söylemeli. Ayrıca finaldeki mektup sahnesi de biraz fazla didaktik. Ancak Ox-Bow Olayı özellikle ülkemizde devam eden kimi tartışmaların taraflarının izlemesi gereken filmlerden biri. 18:30 – İki yıl önce Gezici Festival’de Osmanlı’dan Manzaralar başlıklı bir bölüm izlemiştik. Sinemanın ilk yıllarında, o dönemlerde Osmanlı’nın sınırları içinde yer alan coğrafyalarda çekilmiş, çoğunlukla sinemalarda gösterilen haber bantları içinde yer almak için çekilen kimi kısa filmlerden oluşan bu bölüm çok ilgi görmüştü. Özellikle tarihsel açıdan çok ilginç bir bölümdü ve yazının başında bahsettiğim, festivalin değişen işlevini çok iyi gösteren bir seçkiydi. Bu yıl Gezici Festival aynı mantıkta ikinci bir seçki ile karşımıza çıktı. 8 kısa filmden oluşan bu seçkinin sunumunda filmlerin arasında Ahmet Gürata ve Nezih Erdoğan’ın sunumlarını dinledik, filmleri de Çiğdem Borucu’nun piyanosu eşliğinde izledik. Bu noktada giriş sunumu sırasında arka sıralardan gelen “kısa kesin de filmlere geçin” protestosunu da tüm salonun şaşkınla karşıladığını belirtmeliyim. Bir film festivali seyircisi böyle bir saygısızlık yapmamalıydı. Üstelik gayet de ilgi çekici ve keyifli bir sunumdu. Bu bölümdeki filmlerden tek tek bahsetmek, çok anlamlı olmayacak. Tarihsel açından dönemin Alman İmparatoru Wilhelm’in Osmanlı’yı ziyaretini belgeleyen Kaiser Türk Müttefikleriyle

Sayfa-81


 SİNEMA filmi ile İstanbul’un Çeşmeleri adlı, çeşmeleri gösterirken bir yandan da az ufak da olsa Osmanlı kadınını da karşımıza getiren o dönemin teknikleri ile renklendirilmiş filmlerin daha ilgi çekici olduğunu vurgulayalım. 21:00 – Günün son filmi Adana Film Festivali’nde de izlediğim Aquarius idi. Yoğun bir günde izlediğim için dikkatimin dağıldığı bir film olmuştu. Yine de ikinci izleyişte filmin geneli hakkındaki fikrim çok değişmedi. Yıllar önce bir meme kanseri geçiren ama hem kendisi, hem de vücudu ile barışık bir yaşam süren Clara adlı bir kadının hikâyesini anlatan filmde Sonia Braga çok başarılı bir performans sunuyor ama moderne karşı gelenekseli savunan film, daha etkileyici olabilirdi kanımca. Daha detaylı bir yorum için iki sayı önceki Adana güncesine bakılabilir. 27 Kasım Pazar: 14:00 – Reha Erdem’in seçkisinde yer alan Ingmar Bergman’ın Sessizlik (Tystnaden) filmini yakın zamanda izlediğim için pas geçince güne Arabulucu (The Peacemaker) filmi ile başladım. Yıllarca Kuzey İrlanda ve Güney Afrika’daki çatışmalarda arabuluculuk yapan Padraig O'Malley’nin hayatını anlatan bu belgesel ilgi çekiciydi ama belki de filmden daha da ilgi çekici olan, festivalin konuklarından O'Malley ile yapılan söyleşiydi. Kendisi de İrlandalı olan O'Malley, yıllar önce iki tarafı yan yana getirmek için büyük çabalar göstermiş, bu konuda başarılı olunca da dünyanın değişik yerlerindeki çatışma bölgelerinde de benzer çalışmaları sürdürmüş. Bunların bazılarında başarılı sonuçlar almış, bazılarında da doğal olarak başarılı olamamış. Özellikle Ortadoğu meselesinin son derece zor olduğunu söyledi. Elbette kendisine ülkemizle ilgili sorular da soruldu. Bunlara doğrudan cevap vermek istemediği hissettim ama özellikle vurguladığı bir konu, İngiltere-Kuzey İrlanda meselesinde sorunun çözülmesi için dışardan büyük bir baskı olduğu, ama bizim üzerimizde ciddi anlamda böyle bir baskı olmadığı idi. Bir saatten uzun süren söyleşi sırasında doğrudan bizimle ilgili olmasa da benzer sorunların çözülmesi için çok önemli olduğunu düşündüğüm iki konuya da değindi. Bunlardan ilki bir çatışma bölgelerinde sorunun çözülebilmesi için tarafların hepsinin masaya oturması gerektiği idi. Bu benim görüşüme çok ters, bu terörist diyerek hiçbir taraf masa dışında bırakılmamalı, yoksa sorun çözülmez dedi. Dikkatimi çeken ikinci önemli nokta da uzun süreli çatışma bölgelerinde taraflar arasında yer alan ve bu çatışmanın içine doğmuş bazı kişilerin (burada eline silahı alıp çatışanlardan bahsetmiyor) kendi kimliklerini bu çatışma üzerinden kurmuş olduklarını vurgulaması idi. Çatışmanın bitmesi durumunda bu kişilerin kimliklerini kurdukları zeminin yok olmasının da çatışmaların sona ermemesinin nedenlerinden biri olduğunu söyledi.

Sayfa-82


 SİNEMA Söyleşi sırasında yapılan, gelin bizim için arabuluculuk yapın teklifi çok mümkün ve anlamlı olmayabilir. Ancak buraya yazdığım ve yazmadığım pek çok cümlesinden kendimiz için dersler çıkartabiliriz. Merak edenler için, yapılan söyleşi Gezici Festival’in Facebook sayfasında yer alıyor. 18:00 – Festival programındaki Çatışma (Clash) ve Koca Dünya filmlerini Adana’da izlediğim için kısa filmlere yer açabilmiştim. Böylece Alman Kültür’e doğru yola çıktım. İlk dikkat çeken şey, bir zamanlar elimizi kolumuzu sallaya sallaya girdiğimiz Alman Kültür’ün girişinde ciddi bir güvenlik önlemi olması oldu. Ülkemizde yaşananlar böyle bir uygulamayı gerektirmiş. Can sıkıcı ama ne yazık ki gerekli. Gelelim Kısa İyidir bölümünün bu seçkisinde yer alan filmlere. Bu seansta 8 kısa film yer alıyordu. Bu filmlerden Çay Fincanı (The Teacup) adlı animasyonu defalarca izlemiştim. Yine de her izleyişte, 5 dakikalık bu filmin finali yüzümde acı bir gülümseme oluşturmayı başarıyor. Her zaman olduğu gibi Gezici Festival’in kısa film seçkisi yine gayet iyiydi. Her filmden tek tek bahsetmek yazıyı fazlaca uzatacak ama seçkinin ilk filmi, ailenin bir büyüğünün hastalığının o aileyi nasıl etkilediğini (ya da etkilemediğini) anlatan Havadan Sudan Konuşmalar (Small Talk) ve tümüyle gerçek görüntülerden oluşan Halep’teki Penceremden 9 Gün (9 Days – form my window in Aleppo) filmlerinin özellikle akılda kalıcı olduğunu söyleyebilirim. Tünel (Tunnelen) de adeta uzun metraja çevrilebilecek bir distopik bilim-kurgu filmiydi. Kısalardan çıktıktan sonra Reha Erdem’in Koca Dünya söyleşisine yetiştim. Doğrusunu söylemek gerekirse Adana’daki söyleşiden pek de farklı şeyler söylemedi. Bir kez daha filmlerinde hiçbir simge olmadığını, perdede ne görüyorsanız o olduğunu söyledi. Belli ki filmi ile ilgili çok fazla açıklama yapmayı sevmiyor ve seyircilerin özgürce yorumlamasını istiyor. 21:00 – Jim Jarmusch’un yeni filmi Paterson, bundan önce gösterildiği festivallerde farklı yorumlar almıştı. Genel olarak Jarmusch’un diğer filmleri kadar beğenilmedi. Bence de Paterson, yönetmenin önceki filmi Sadece Aşıklar Hayatta Kalır (Only Lovers Left Alive) kadar iyi bir film değil ama Jarmusch’a yakışmayan bir film de değil. Hatta hayatın içindeki sıradan insanları ile Jarmusch’un ilk dönemlerine daha yakın bir film diyebiliriz. Paterson filmi adını hem New Jersey’deki Paterson adlı şehirden hem de filmin ana kahramanı olan, şiirler yazan Paterson adlı otobüs şoföründen alıyor. Son yılların gözde aktörlerinden Adam Driver’ın canlandırdığı Paterson, karısı ve köpekleri ile birlikte yaşayan bir şoför. Hayatındaki küçük ayrıntılardan samimi şiirler ortaya çıkarıyor. Golshifteh Farahani’nin canlandırdığı karısı Sayfa-83


 SİNEMA Laura ile birlikte yaşıyor ve sıradan bir yaşam sürüyor. Filmde Paterson’un hayatından bir haftaya tanıklık ediyoruz. Jarmusch belki de sanat dediğimiz şeyin her zaman çok görkemli, çok büyük şeyler olması gerekmediğini, bazen hayatın tam içindeki sıradan ayrıntılarından da sanatın doğabileceğini söylemek istemiş. Ayrıca film içinde adı geçen pek çok sanatçıya saygısını sunmak da bu filmi çekmekteki motivasyonlarından biriymiş sanki. Filmde Paterson’un yazdığı şiirleri, bu film için Jarmusch’un yazdığını düşünmüştüm, ancak Ron Padgett’in çoğu önceden yazılmış, bir kısmı da bu film için yazılmış şiirleri imiş. Demek ki o da bu sanatçılar arasında yer alıyor. Paterson, büyük ihtimalle önümüzdeki haftalarda vizyona da girecek. İzleyip kendi kararınızı verin derim. 28 Kasım Pazartesi: 12:00 – Çocuk karakterlerin ülkedeki önemli olayları anlatmak için kullanılması sık sık karşımıza çıkan bir durum. Özellikle İran sineması bunu sıklıkla yapar, çünkü bu şekilde anlatacaklarını doğrudan anlatmadan sansür belasının üstesinden gelebilirler. Bizde de bu yaklaşımın artmasını benzer bir nedene bağlamak ne kadar doğrudur bilinmez ama bu seanstaki Rauf da bir çocuğun üzerinden ülkemizin doğusunda yaşananları anlatıyor. Rauf, bir Kürt köyünde yaşayan küçük bir çocuk. Çoğunlukla tabutlar yapan bir marangozun yanında çalışırken onun kendisine göre oldukça büyük olan kızından hoşlanmaya başlıyor. Ona bir hediye almak istiyor ve pembe bir eşarp istediğini öğrenince onu bulmak için uğraşmaya başlıyor ama bir sorun var. Rauf pembe rengin nasıl bir renk olduğunu bilmiyor. Bu naif aşk hikâyesinin arka planında tahmin edilebileceği gibi gelip giden tabutlar, çocuklarını bekleyen anneler var. İlk filmlerini çeken Soner Caner ve Rauf Kaya seslerini çok fazla yükseltmeden, seyircinin kafasına kafasına vurmadan politik içerikli bir film yapmayı başarmışlar. Finale doğru duygu dozunun fazlasıyla artması gibi bir eleştiri yapılabilir. Perşembe günkü gösterim sonrasındaki söyleşide gördüğümüz kadarıyla bunu kendileri de kabul ediyorlar. Ancak hikâyenin geldiği nokta itibariyle çok da rahatsız edici değildi. Ayrıca final jeneriğine eşlik eden Model’in Büyü şarkısının da o duygu yoğunluğu ile birleşince iyice etkili olduğunu söylemeliyiz. Rauf, şanssız bir vizyon macerası geçirdi. Az sayıda salonda gösterime girdi ve az sayıda seyirciye ulaşabildi. Büyük ihtimalle de tekrar vizyon şansı bulamayacak. Bu nedenle en azından ev sinemasında hak ettiği seyirci ile buluşmasını umalım. 14:00 – Reha Erdem’in seçkisinde yer alan filmlerden bir diğeri de 1950 yapımı Stromboli idi. Film öncesinde Erdem, çoğunlukla Roberto Rossellini-Ingrid Bergman

Sayfa-84


 SİNEMA aşkından bahsetti. Rossellini-Bergman birlikteliğinin bu ilk filmi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında İtalya’ya bağlı volkanik bir adada yaşayan Litvanyalı bir mülteci ile onun İtalyalı kocasının hayatlarının bir dönemini anlatıyor. Rossellini, özellikle bir kadının yabancı olduğu bir kültürde yaşadığı zorluklar ile birlikte ada halkının yargılayıcı ve aşağılayıcı tavırlarını anlatmış. Bu filmle beraber Reha Erdem’in festivalde yaptığı seçkinin ortak özelliklerinin, çoğunluğun baskısı altında ezilen azınlık, belli bir kesime karşı önyargılar ile yaklaşan kalabalıklar, bu önyargılar üzerine düşünmeden gerçekleştirilen eylemler gibi konular çevresinde şekillendiği iyice netlik kazanıyordu. Her ne kadar, daha önce izlediğim için bu festivalde tekrar izlemediğim Yankesici ve Sessizlik’i tam olarak bu tanıma dâhil etmek mümkün olmasa da 5 filmden 3’ünün bu temalar üzerinde gelişmesi belli ki tesadüf değildi. Filmden çıktığımda elbette güzel bir film izlemiş olmanın keyfi vardı ama bir kez daha Ingrid Bergman sinema tarihinin en güzel kadınlarından biri diye düşünmekten kendimi alamadığımı itiraf etmeliyim. 18:00 – Günün sonraki seansı kısa film seçkisinin diğer bölümüydü. Yine başarılı bir seçki ile karşı karşıya olduğumuzu söyleyebilirim. Hatta belki de bugünkü seçki daha da iyiydi. Yine kişisel olarak daha çok beğendiğim birkaç filmin adını anayım. Kırmızı ışıkta geçmenin ölüm anlamına geldiği, ama yeşil ışığın da neredeyse hiç yanmadığı bir yolda geçen ayları anlatan 90 Derece Kuzey (90 Grad Nord), neredeyse deneysel bir animasyon sayılabilecek olan Dekor (Decorado), günümüzde çok popüler olan çocuklukta çekilen fotoğrafın tekrar canlandırılması olayını eğlenceli bir şekilde anlatan Küvet (Die Badewanne) seçkinin dikkat çeken filmleriydi. Ayrıca Tiflis’te bir taksi şoförünün cümlelerinden neredeyse bir dünya portresi çıkarabilen 8 dakikalık Tiflis Taksi (Taxi Tbilisi) de kalıplaşmış bir belgeselden uzak ama başarılı bir yapımdı. 21:00 – İşte festivalin farklı etkinliklerinden biri daha. Canlı müzik eşliğinde Buster Keaton filmleri. Böyle farklı etkinlikler her zaman ilgi çekiyor. Muhtemelen sadece Buster Keaton filmleri gösterilse çok fazla seyirci çekmezdi ama işin içine canlı müzik girince salon doldu taştı. Hakan Ali Toker’in piyanosu eşliğinde izlediğimiz filmler şunlardı: Bir Hafta (One Week), Günah Keçisi (The Goat), Tiyatro Salonu (The Playhouse) ve Aynasızlar (Cops). Buster Keaton’ın çağının en iyi komedyenlerinden biri olduğunu, bu konuda Charlie Chaplin’le aşık atabileceğini biliyoruz. Bu filmler bunu bir kez daha gösterdi. Özellikle Bir Hafta, fiziksel komedide Keaton’ın ne kadar yetenekli olduğunu, kendisini tehlikeye atacak sahneleri ne kadar rahatlıkla gerçekleştirdiğini ve bunu yapmadan önce muhtemelen ne kadar detaylı bir ön hazırlık yaptığını gösteriyordu. İzlemesi de son derece

Sayfa-85


 SİNEMA keyifli bir filmdi. Tiyatro Salonu filminin ilk yarısında Buster Keaton’ın gördüğü bir rüyada tüm orkestra elemanlarını kendisinin canlandırması da bugünden bakıldığında çok kolay olsa da 100 yıl önceki teknoloji ile nasıl ortaya çıktığını düşünmek şaşkınlık verici anlar yaratıyordu. Diğer filmler de başarılıydı elbette ama onlar biraz Keaton’un bildik mizah anlayışına çok fazla bir şey eklememesi, biraz da aynı oyuncuların rol alması ile fazlaca tekrar hissi yaratıyordu. Ayrı ayrı izlendiklerinde bir sıkıntı olmazdı ama iki saat boyunca çok benzer esprileri izlemek biraz fazla geldi doğrusu. 29 Kasım Salı: 12:00 – İşte festivalin sadece isminden dolayı merak ettiğim filmi: Orhan Pamuk’a Söylemeyin, Kars’ta Çektiğim Filmde Kar Romanı da Var. Evet, oyuncu olarak tanıdığımız Rıza Sönmez’in bu ilk yönetmenlik denemesinin adı tam da bu. Böyle ismi olan bir filmden muzip numaralar bekliyordum, nitekim öyle oldu. Rıza Sönmez, Kars’a gitmiş ve oranın yerel renklerini, ilginç kişiliklerini bir filme toplamaya karar vermiş. Ama bunu bildik bir belgesel mantığı ile yapmamış, arka plana kurmaca bir hikâye yazmış. Kars’taki hemen hemen tüm müzisyenlerin bir yarışma için şehirden ayrılacağı gece, bir etkinlik için grup kurulması gerekince görme engelli bir müzisyenin yanına adam aramasını izliyoruz film boyunca. İşte onu izlerken de Kars’daki gerçek kişilerle tanışıyoruz. Bunlar arasında başka müzisyenler de var, Kar romanındaki objelerin ve karakterlerin benzerlerini fotoğraflayıp bunları satanlar da. Onların seyirciye tanıtılış biçimleri, aniden kameraya dönüp bakmaları gibi ayrıntılar hep hoş buluşlar. Bu uzun isimli film belki yılın en iyi filmleri listelerinde kendine yer bulamayacak, hatta vizyon şansı bulması bile zor olabilir ama festivalde iyi ki izledim dediğim sevimli bir film oldu. 16:45 – Festivallerin özelliklerinden biri de adını çok fazla duymadığımız filmlerle ve yönetmenlerle bizi tanıştırması oluyor. İşte Hayvanat (Zoologiya) bu yılki Gezici Festival’in keşfe değer filmlerinden biri. Filmimizin ana karakteri annesi ile birlikte yaşayan bir hayvanat bahçesi çalışanı olan Natasha. Hayatında ciddi bir ilişkisi olmamış, çalışma arkadaşları tarafından da pek sevilmeyen, hatta çeşitli nedenlerle aşağılanan bir kadın o. Bir gün yaşadığı bazı sorunlardan dolayı doktora gidiyor ve doktorla beraber biz de görüyoruz ki çok ilginç bir sorunu var. Bir kuyruğu çıkmış. Bu tuhaf durumla başa çıkmaya çalışırken çevrede kuyruklu bir kadının olduğuna dair dedikoduların yayılmaya başlaması işleri iyice karıştırıyor. Ancak Natasha bir şekilde bu durumu kendine güvenini kazanmak için kullanmayı başarıyor.

Sayfa-86


 SİNEMA Kahramanımızın kuyruklu bir insan olması ilk bakışta fantastik bir film izlenimi verse de filmin temel olarak kalabalıkların içinde yalnız bir bireyi anlattığını söylemek mümkün. Bunu da gayet iyi bir şekilde yapıyor. Özellikle başroldeki Natalya Pavlenkova’nın performansına dikkat çekmek lazım. Pek çok festivalde ödül kazandığı bu rolde filme çok şey katıyor. Salı gününü iki filmle noktaladım. Bir festival için düşük bir performanstı ama akşama yıllar sonra bilet bulmayı başardığım Erdal Beşikçioğlu’nun başrolde oynadığı Bir Delinin Hatıra Defteri vardı ki bilet bulmuşken kaçırmak olmazdı. 30 Kasım Çarşamba: 15:30 – Bugünüm çoğunlukla Alman Kültür’de geçecekti. Buradaki ilk seansta Zeyno Pekünlü’nün çalışmaları vardı. Gezici Festival, son yıllarda bildik kısa filmlerden farklı video projelerine imza atan isimlere de yer veriyor programında. İyi de oluyor doğrusu. Zeyno Pekünlü daha önce Yeşilçam ile ilgili kolajlarını izlediğim ve beğendiğim bir isimdi. Ne yazık ki hafta sonu onunla söyleşinin de olduğu seansa katılamadım ama altı çalışmasının yer aldığı seçkiyi yakaladım. Pekünlü çalışmalarında kendisi yeni görüntüler çekmekten çok, var olan görüntüleri kurgulayarak onlardan farklı anlamlar yaratmaya çalışan bir sanatçı. Deneysel sinemanın uzun yıllardır kullandığı bu teknik, son yıllarda kısa film sanatçıları arasında giderek daha da popüler oldu, hatta bu mantıkla yapılmış uzun metraj filmler bile gördük. Görüyoruz ki günümüzde ortaya yeni bir şey çıkarmak için yeni bir şey çekmek zorunlu değil, İnternet deryasında yer alan milyonlarca dakikalık görüntülerden yepyeni anlamlar çıkarmak mümkün. Pekünlü, Yeşilçam filmlerinden kurguladığı Sus Kimseler Duymasın ve Erkek Erkeğe filmlerinde yakışıklı jönlerimizi ve sinemamızın erkek karakter oyuncularını farklı bir yaklaşımla karşımıza getiriyor. Özellikle Erkek Erkeğe, melodram kahramanlarımızın filmlerde erkek erkeğe kaldıkları anlarda kendilerini neredeyse homoerotik vaziyetler içinde bulduklarını gösteriyor. Kendine Ait Bir Banyo, ayna önünde dakikalarca hazırlanma ritüelinin sadece kadınlara özgü olmadığını gösteriyordu. İtiraf edeyim, 20 dakika boyunca bir grup erkeğin saçlarını taramalarını izlemek gerçekten zorlu bir süreçti. Bir Kadına Ürkütmeden Nasıl Dokunursunuz ise İnternet üzerinde kadın tavlama yöntemleri üzerine videolara çeken bir takım yaşam koçlarından yapılmış bir derlemeydi. Konuşanların neredeyse tek amacının kadınları yatağa atmak olduğu bu derlemeyi izlerken insan, biz erkekler gerçekten böyle miyiz demekten kendini alamıyordu. Ne yazık ki bir kısmımız gerçekten böyleyiz ama böyle erkekler olduğuna göre bunlara cevap veren kadınlar da var ve birbirlerini buluyorlar demeliyiz belki de. 18:00 – 2016 yılında kaybettiğimiz pek çok isim arasında en önemlilerinden biri de Abbas Kiarostami idi kuşkusuz. Temmuz ayındaki vefatından sonra

Sayfa-87


 SİNEMA gerçekleşen hemen her festival onun filmlerine programında yer verdi. Gezici Festival bir farklılık yaparak onunla ilgili bir belgesel ile karşımıza çıktı. Seyfolah Samadian’ın Kiarostami’nin yıllarca yaptığı çalışmalardan toparladığı kamera arkası görüntüleri ile oluşturduğu Kiarostami ile 76 Dakika 15 Saniye (76 Minutes and 15 Seconds with Abbas Kiarostami), bir yandan usta yönetmenin film yapma sürecinin her aşamasında aktif olarak yer aldığını gösterirken bir yandan da ufak çaplı bir sinema dersiydi adeta. Özellikle bir endüstri haline gelmiş olan Amerikan sinemasında filmin hemen her unsuru ile ilgili geniş bir ekip olduğunu ve yönetmenlerin (eğer bu konuda özel bir istekleri yoksa) işin içine tüm detayları ile girmelerine her zaman gerek olmadığını biliyoruz. Bu belgeselden gördüğümüz kadarıyla Kiarostami, filmlerinin hatta sadece kendi filmlerinin değil arkadaşlarının, öğrencilerinin filmlerinin de pek çok detayı ile ince ince uğraşmış. Onu ses efekti yaparken de görüyoruz, dekor yapım işine katılırken de. Bazen filmin afişinde yer alan kelimelerin fontlarının büyüklüğü ile uğraşıyor, bazen de yağmurun ortasında elinde kamera ile görüntü çekiyor. Dünya çapında tanınan, Altın Palmiye sahibi bir yönetmenden bahsediyoruz burada ama o elini taşın altına sokmaktan hiç çekinmemiş belli ki. İşte sinema aşkı böyle bir şey olmalı. Buradan bir kez daha saygılarımızı sunalım. Bu belgesel için Zeki Demirkubuz’un Kor’unun yeni kurgusunu izlemekten vazgeçtim ama pişman değilim. Yine de buradan bir not daha iletelim, belki yerini bulur. Umalım ki ev sinemasında Kor’un her iki kurgusunu da izleme şansımız olur. 21:00 – İşte bir keşif fırsatı daha. Filmin adı Kovboylar (Les Cowboys) belki ama bir kovboy filmi değil. Zaten orijinal adından anlaşılabileceği gibi, bir Amerikan filmi de değil. Karşımızda bir Fransız filmi var. Adının Kovboylar olmasının nedeni filmimizin kahramanları olan aile ile bir kovboy panayırında karşılaşmamız. Aslına bakılırsa filmin kovboylar ile tek ilgisinin de bu olduğunu söyleyebiliriz. Ailenin kızı bu kovboy panayırının dönüşünde ortadan kayboluyor, babası da onu aramaya başlıyor. Bu arayış aylarca, haftalarca ve hatta yıllarca sürüyor. Babanın bu arayışı bir noktadan sonra bir takıntı haline geliyor ve aradan geçen yıllarda genç bir adam olan küçük oğlunu da yanında sürüklüyor. Onun da hayatının tek anlamı bu arayış haline geliyor. Aslında kızın kendisinin erkek arkadaşı ile birlikte kaçtıkları, erkek arkadaşının Müslüman olduğu ve kızın da din değiştirdiği kısa sürede ortaya çıkıyor ama bu durum arayışa engel olmuyor. Arayış sırasında 11 Eylül’ün gerçekleşmesi ve Müslümanlara bakışın sertleşmesi de filme ayrı bir boyut katıyor. Senaryo yazarı olarak bildiğimiz Thomas Bidegain’ın bu ilk yönetmenlik denemesi çeşitli açılardan başarılı olsa da toplamda tam bir başarı olduğu söylenemez. Yine de izlemeye değer bir film. Final sahnesinde bizim için (Türk seyirciler için yani) bir sürpriz olduğunu da ekleyelim. Bir ufak not daha. Aslında günü festival filmleri öncesi vizyondan American Pastoral’i izleyerek

Sayfa-88


 SİNEMA açmıştım. Gün sonunda en azından yarısı hemen hemen aynı şekilde ilerleyen bir film izlemek ilginç oldu. 1 Aralık Perşembe: 15:30 – Gezici Festival’de her zaman kendisine yer bulan çocuk filmlerini izlemenin ayrı bir keyfi var. Bu filmleri izlerken filmlerle birlikte çocukların tepkilerini de izlemek ilginç bir deneyim oluyor. Film izlerken neredeyse tüm çocuklar konuşuyor, bazıları tuvalete gidip geliyor, bazıları da filmi izlemeye çalışıyorlar. Herhalde sinemada konuşulduğu için kızmadığım ender anlardan biri bu gösterimler. Salonun uzak bir köşesine geçip filmleri ve çocukları izlemeye koyuluyorum. Bu yıl festivalde Çekya’dan gelen 5 kısa film vardı (bu arada Çek Cumhuriyeti’nin yeni adı Çekya’yı da ilk kez Gezici Festival sayesinde duymuş oldum). 1959 ile 1987 yılları arasından gelen bu 5 film de, bu bölümdeki filmlerde her zaman olduğu gibi, konuşma, dolayısı ile altyazı içermeyen filmlerdi. Bu seneki filmler çoğunlukla stop motion türünde, eğlenceli yapımlardı. Benim en sevdiğim filmse Jirí Brdecka’nın Yanlış Çizilmiş Tavuk (Spatne Namalovaná Slepice) oldu. Özgürce çizdiği tavuk nedeniyle öğretmeninin gazabına uğrayan bir çocuğu ve onun ilk aşkını anlatan bu animasyon çocuklar için gayet keyifli bir yapımdı ama sanatın özgürlüğü, sanata karşı baskıların kısa vadede bir sonuca ulaşsa da uzun vadede sanatın ve özgürlüğün kazanacağı mesajlarını da ince ince vermeyi ihmal etmiyordu. 16:45 – Son yıllarda festivallerde, yetişkinlere yönelik en az bir animasyon filmi de görüyoruz. Gezici Festivalin bu yılki programında yer alan Seul İstasyonu (Seoul Station) da bu filmlerden bitiydi. Seul İstasyonu, birkaç ay önce Filmekimi’nde izlediğimiz Zombi Ekspresi (Train to Busan) filmi ile aynı dünyada geçen bir animasyondu. Her iki filmin de yönetmeni olan Sang-ho Yeon’un filmografisinde animasyon filmleri olduğunu biliyoruz. Belki de bu nedenle Seul İstasyonu, Zombi Ekspresi’nden daha iyi bir film belki de. Daha iyi olup olmadığı tartışılır belki ama kesinlikle daha sert bir film. Zombi Ekspresi için “sosyal mesajını da ihmal etmeyen keyifli ve heyecanlı bir aksiyon-zombi filmiydi” demiştim. Bu film için de aynı cümleyi kurabilirim ama işin sosyal mesaj yönü bu kez çok daha kuvvetli. Zombilerden kaçan ana karakterimiz seks işçiliği yaparak geçimini sağlamaya çalışan genç bir kız. Onu bu işe zorlayan ise erkek arkadaşı ama daha önce yanından kaçtığı adam da onu satıyormuş zaten. Filmde onu zombilerden kaçarken izliyoruz, bir şekilde ayrı düştükleri erkek arkadaşı ve kızın babası da beraberce onu arıyorlar. Bu arada Seul’ün arka sokaklarında evsizlerden tutun da uyuşturucu bağımlılarına kadar pek çok tipleme de karşımıza çıkıyor. Filmin zaten karanlık olan tonu, finale doğru karşılaştığımız sürprizle Sayfa-89


 SİNEMA kapkaranlık bir hale dönüşüyor. Sang-ho Yeon, genelde korku filmlerinin, özelde zombi filmlerinin modern topluma yönelik verdikleri mesajı çok iyi kavramış gözüküyor. Büyük ihtimalle bundan sonra yolu daha da açık olacak. Yeni filmlerini bekliyoruz. 21:00 – Ve geldik bir festivalin daha sonuna. Son filmimiz Yarden’di. Hadi hiç lafı uzatmadan en baştan söyleyeyim, festivalde hayal kırıklığı ile çıktığım tek film. Aslına bakarsanız bir şiir kitabı çıkarmasına rağmen hiç ilgi göremeyen, bir tersanede iş bulan ve oğlu ile yaşayan bu adamın hikâyesi üzerinden çok iyi noktalar yakalanmış. Kapitalist sistemin insanlara adları ile değil numaraları ile seslenmesi, işyerinde ortak hareket etmeleri gerekirken birbirinin kuyusunu kazanlar, göçmenlere genel yaklaşım vs. Hepsi önemli konular. Ancak belgesel filmlerden gelen yönetmen Måns Månsson bu önemli konuları toparlayıp bir bütüne ulaştırmakta oldukça zorlanmış. Ayrıca, belli ki bilinçli bir tercihle, seyirciye mesafeli bir film yapmak istemiş. Bunu başardığı söylenebilir ama kanımca bu film için çok doğru bir seçim değilmiş. Ana karakterle özdeşleşebileceğimiz bir anlatım tarzı daha uygun olabilirdi. Filmin bitiminde bir festival müdavimi ile birbirimizin sözlerini tamamlıyorduk. O “çok iyi bir film olabilirmiş” dedi, ben de “ama olamamış” diyerek bitirdim. İşte göz açıp kapayınca kadar geçen bir festival daha. Biz festivali bitirirken festival ekibi Eskişehir yolunu tutmuştu bile. Bir kez daha tüm ekibe teşekkürlerimizle, seneye görüşmek üzere diyoruz.

Sayfa-90


 Öykü

Sayfa-91


 Öykü

Sayfa-92


 Öykü

SON

Sayfa-93


 DENEME

Bu huylarının hepsini yaşının ilerleyişine yorardı. Dışarıda yemek yemezdi, yese de iki kişilik masalar yerine dört kişilik masaları tercih ederdi. Yemek yerken genelde gözleri dalardı, garsona bile masaya bakarak sipariş verirdi. Akan her damla için biraz daha utanırdı. Böyleydi… Hep hazırlıksız yakalanırdı acılarına… İçine dolan anlamsız sevinçler yüzünden iki dakika hızlı yürüse, yolun gerisini zor bitirirdi. Oysa gençti yaşı, teni pürüzsüz, elleri yumuşaktı. Aynadaki yansımasına her baktığında sadece “standartım” derdi. Severdi standart olmayı, olabilmeyi… Mecbur kalmadığı sürece dışarı çıkmaz, çevresine bahaneler üretirdi. “Yalancıyım” derdi kendi kendine “ama mutluyum” ibaresini eklemeyi de ihmal etmezdi. Karanlığı severdi, ışıkta gölgesinden çekinirdi. Belki de çok korkardı… Herkes yatınca o kalkar, eve dönüş saatlerinde dışarı çıkardı. Çoğu zaman gözleri dolar, dakikalarca ne yaptığını bilmeden kalırdı. Bütün dillere küfrederek, “boşuna dalmaz benim gözlerim” diye ekledi. Acısı vardı. Ama “az acısın” isterdi. Hiç istediği olmadı…

Sayfa-94


Sayfa-95


Sayfa-96


Sayfa-97


Sayfa-98


Sayfa-99


RÖPORTAJ

 Kendimi disiplinler arası sanat (resim, fanzin, video, enstalasyon ve performans) üretimi yapan bir görsel sanatçı ve koordinatör (bkz.Açık Stüdyo Günleri ve FanzineIST Festival - Zine Fest Of Istanbul) olarak tanımlıyorum. 1986 yılında İstanbul'da doğdum. Lise eğitimimi 2000-2004 yılları arasında Maçka Akif Tuncel Anadolu Meslek Lisesi Plastik Sanatlar Bölümü'nde tamamladım. 2004 yılında kazandığım Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Seramik ve Cam Tasarımı Bölümü'nünden 2009 yılında mezun oldum. 2007'de ise öğrenci değişim programı kapsamında İspanya'da Sevilla Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü'nde eğitim aldım. İstanbul ile Viyana'da yaşıyor ve çalışıyorum.

Sayfa-99


RÖPORTAJ

Görsel sanatçı olarak, yurtiçi ve yurtdışında bir çok sergi, sanatçı programı ve festivalde yer aldım. Sokak sanatı ve fanzinler (fotokopi dergi), üretimimde en önemli ilhamı sağlayan alanlar. Çalışmalarımda popüler kültür, politika, kimlik ve göç gibi konuları mizahi bir formda ele alıyorum. Koordinatörlüğün ve ''kendin yap'' etiğininse sanat pratiğime katkı sağladığını düşünüyorum. ''Heyt be! Fanzin'' ise Sedef Karakaş, Barış Sinsi ve benim yer aldığım bir oluşum olarak 2010 senesinde kuruldu. Heyt be!, bilgisayar kullanılmaksızın tüm mizanpajını kolaj mantığı, dada ve punk estetiği ile çözümleyen, bu bağlamda dijitale karşı analogu savunan bağımsız, bandrolsüz ve zamansız bir sanat fanzini. İllüstrasyon, röportaj, kolaj, hikaye, müzik kritikleri, sinema ve güncel sanat yazıları gibi içeriklerden oluşturulan Heyt be! Fanzin, her sayısında farklı temaları ele almaktadır. Yurtiçi ve yurtdışından sanatçıların işlerinede yer verdiğimiz Heyt be!'de bugüne dek Hakan Bıçakçı, Sattas, BaBa ZuLa, Ayça Şen, 2/5 BZ, Ha Za Vu Zu ve Reptilians From Andromeda gibi isimlerle röportaj yapma fırsatı bulduk. Ayrıca bir çok sanatçı-yazar ile iş birliğinde bulunduk.

Koordinatörlük maceram ise 2014 yılında Juliane Saupe ile birlikte ''Açık Stüdyo Günleri''ni organize ederek başladı. Geçtiğimiz sene farklı disiplinlerden 43 sanatçı bu organizasyon kapsamında yer almıştı. Nisan 2016'dan beri uluslararası bir fanzin etkinliği olan ''FanzineIST Festival – Zine Fest of Istanbul'' un koordinatörlüğünde yer alıyorum. Viyana'da ise Muzaffer Hasaltay Du von Jetzt ve La Garçonne ile beraber oluşturduğumuz ''Nase Zine'' adında ki fanzin ile fikirsel-görsel üretimimize devam ediyoruz. Nase Zine, Viyana'da ki göçmenlerin şehir kültürü içerisinde ki dünya algısını aktaran sosyo-politik görsel sanatlar fanzini olarak 3 dilli (Türkçe, İngilizce ve Almanca) bir fotokopi yayını.

 Aslında ilkokulda okurken fotokopi dergi yapmayı deneyimlemiştim, tabi o zamanlar fanzin kavramının içeriğini henüz bilemiyordum. Lise yıllarımdaysa demo albümler, fanzinler biriktiriyordum ve alternatif kültüre dair üretimleri yakından takip etmeye başlamıştım. Genel olarak 2000'lerin başını fanzinlerle yakın alakamın başladığı dönem olarak tanımlayabilirim.

Sayfa-100


RÖPORTAJ

 İlkokulda yaptığım fanzini saymazsak 2010 yılında üretiminde bulunduğum Heyt be! Fanzin'i ilk fanzinim olarak nitelendirebilirim. Heyt be! Fanzin sonrasında bir çok kişisel ve kolektif fanzin projelerinde de yer aldım.

 2010 yılı içerisinde fanzine akılda kalıcı hem de mizahi bir isim düşünüyorduk. Arkadaşlarım Sedef Karakaş ve Barış Sinsi ile yaptığımız isim araştırmaları ve önerilerimiz içinden benim sunduğum''Heyt be!'' ismini fanzine uygun gördük ve bu doğrultuda hem fikir olduk. Bir de sanırım ben o dönemde beğendiğim ve şaşırdığım durumlara çoğu kez ''Heyt be!'' diyerek tepki veriyordum. Ayrıca ''Heyt be!'' dedirtebilecek işleri üretme ve seçme gayretinde olduğumuz için bir noktada aradığımız tam anlamıyla böyle bir isimdi. Heyt be! Fanzin'in logosu ise Sedef Karakaş'ın kendine has tasarım anlayışı sonucunda ortaya çıktı.

 Heyt be! Fanzin kuruluş aşamasında Sedef Karakaş, Barış Sinsi ve benim içinde olduğum bir oluşum olarak yola çıktı. Geçtiğimiz sene içerisinde arkadaşımız Barış Sinsi, İtalya'da yaşayıp çalışmaya başladığı için ekipte Sedef ve ben kaldık. Ama Barış ile her daim iş birliği ve dialoglarımız devam ediyor. Kendisi halen yazı ve desteklerini bize oradan gönderiyor. Heyt be! Fanzin'in iş bölümünden biraz bahsetmek gerekirse; öncelikle arkadaşım Sedef Karakaş ile fanzinin teması üzerine fikirler geliştirir ve konuyu gelecek sayı için belirleriz. Sonrasında bunu metine çevirip sosyal medya hesaplarımızdan İngilizce ve Türkçe bir açık çağrı ile sanatçı ve yazarların fanzinde yer alması için duyurularımızı yapıyoruz. Fanzinde çalışmaların %50'sini kendi işlerimizden, geri kalan %50'nin de açık çağrımıza yanıt veren sanatçı ve yazarların çalışmalarına yer vererek kurguluyoruz. Fanzinin sayfa mizanpajında bilgisayar kullanmıyoruz metinleri şerit şerit tek tek elde kesip, test sayısına yapıştırıp kolajla çözümlüyoruz. Bu süreç tüm görseller içinde geçerli. Sonrasında test sayısının fotokopisini çekip çoğaltıyoruz. Ve ben tek tek İstanbul'da ki 30-40 kitapçı ve müzik dükkanını fanzin dolu bavulumla ziyaret edip fanzin dağıtımını gerçekleştiriyorum. Sedef, mesleği yüzünden tam zamanlı meşgul olduğu için fanzine dair geri kalan işlerin %70'i bana kalıyor diyebilirim. Dağıtım, sosyal medya üzerinden tanıtım, basın bültenleri yazımı, etkinlik organize etmek, festival ve sergilerde stand ile yer almak her zaman sorumluluk aldığım kısımlar diyebilirim.

Sayfa-101


RÖPORTAJ

 Herhangi bir yayın periyodumuz yok. Benim kendi görsel sanatçı kariyerim, Sedef'in çalıştığı reklam ajansındaki art direktörlük işi, fanzini herhangi bir periyoda bağlamamızı kısıtlıyor. Ama bu durumdan şikayetçi de değiliz. Bazen senede bir, bazen altı ayda bir fanzini yayınlayabiliyoruz. Bu da bize bir esneklik getiriyor. Çalışmaların gerçekten doygunluğa ulaştığı vakitleri beklemenin oldukça önemli olduğunu düşünüyorum.

 Yayınladığımız bu fanzinle bizlerle aynı alternatif kültürü ve ilgi alanlarını paylaşan insanlara iletişime geçmeyi amaçlıyoruz. Fanzinleri kendi küçük evrenlerimiz içerisinde iletişim kurmamıza ön ayak olan bir sanat formu olarak görüyorum. Bu açıdan fanzin yayınlamak, sanat pratiğimin içerisinde oldukça önemli bir yere sahip. Benim için aynı zamanda tarihin dökümantasyonu, arşivi ve kendi bağımsız belleklerimizi yaratmak adına özgün bir yönelimin parçası. Fanzinlerin genel amacına gelecek olursak; bence fanzin, edebiyat, spor, müzik, politika yada herhangi bir konu ile ilgili spesifik yönelimi olanlara bandrolsüz, sansürsüz ve editoryal kaygı olmaksızın ulaşma halidir. Fanzinciler, kar amacı gütmez. Sadece baskı maliyetini çıkartıp çıkartmadığını göz önünde bulundurur yada bunu dahi kafaya hiç takmaz. Nihayetinde en önemli misyonu bağımsız bir biçimde yayınladığı fanzini, okuyucusu veya meraklısıyla buluşturmaktır.

İstanbul'daki 30-40 kitapçı ve müzik dükkanında mevcut. Zamanımız olduğu ve destek geldiği vakit Ankara ve İzmir gibi illerde ki arkadaşlarımız Heyt be! Fanzin'in dağıtımını çeşitli kitapçılara gerçekleştiriyorlar. Bunun dışında bir yandan Viyana'da yaşadığım için orada İngilizce-Türkçe versiyonları dağıtma imkanım oluyor.

Sayfa-102


RÖPORTAJ

İsviçre, Almanya gibi ülkelerde bulunan distro vazifesini üzerlerine devralmış arkadaşlarımada fanzinleri gönderiyorum ve onlarda böylece dağıtımı gerçekleştirebiliyor. Heyt be! Fanzin'i Van'da fotokopi ile çoğaltıp dağıtabilirsiniz ama kar amacı güden satış amaçlı bir niyet varsa böyle bir talebe olumlu yaklaşamayız. Bunun dışında bugüne kadar Türkiye'nin bir çok şehrinden fanzin edinme talebi geldi ve tüm bu talepleri elimizden geldiğince karşılamaya çalıştık.

 Heyt be! Fanzin'in sadece fiziksel kopyalara sahip olmasını tercih ediyoruz. İnternet üzerinde pdf formatında yer almasını istemiyoruz ama sosyal medya hesaplarımızdan ve www.heytbefanzin.com'da fanzinden tadımlık kareleri ve güncel durumlara dair fotoğraf ve yorumlarımızı paylaşıyoruz.

Bir diğer koordinatörlük deneyimim ise bu sene içerisinde organize ettiğimiz ''FanzineIST Festival – Zine Fest of Istanbul'' ile oldu. Yurtiçi ve yurtdışından “kendin yap” kültürünü benimsemiş 10 farklı ülkeden 80'i aşkın fanzinin dahil olduğu bağımsız yayınlar buluşması FanzineIST Festival, 22-24 Nisan 2016 tarihleri arasında Tasarım Atölyesi Kadıköy, Neverland Hostel, Peyote ve Arkaoda gibi mekanlarda gerçekleşti. Ziyaretçilerin çizgi roman, illüstrasyon, müzik, spor, edebiyat ve sanat fanzinleri gibi farklı türde yayınlarla karşılaştığı festival, atölye, söyleşi, film gösterimi ve konserlerle örülü bir programla Türkiye'nin en kapsamlı fanzin etkinliği olma iddiasıyla yola çıktı. Festivale yurtdışından gelen fanzinci misafirlerimiz Türkiye'den ayrılırken festivalde yer almaktan çok mutlu olduklarını dile getirdiler. Bu durumda bizleri 2017 senesinde organize edeceğimiz FanzineIST Festival için motive etti. Türkiye ve Dünya üzerindeki tüm fanzin etkinlerinin artması ve nitelik olarak gelişmesini can-ı gönülden istiyor ve destekliyorum. Bizlerin ayrışmaya değil bir arada olmaya ihtiyacımız var.

 2016 yılı içerisinde düzenlenen FanzineIST'de fanzinlere dair hiç bir seçim yapmayıp kapılarımızı tüm fanzincilere açtık. Bu doğrultuda 80 fanzinci bizlerle birlikte oldu. Eğer FanzineIST 2017'ye 200'ü aşkın başvuru yapılırsa alan darlığı yüzünden böyle bir seçim yapmak zorunda kalabiliriz ama böyle bir durum ile karşılaşacağımızıda pek sanmıyorum.

Sayfa-103


RÖPORTAJ

İstanbul ve Viyana'da yaşadığım için bu 2 şehir arasında mekik dokuyorum. Viyana'da Nase Zine ve İstanbul'da Heyt be! Fanzin ile meşgul oluyorum. Durum böyle olunca katılacağım fanzin etkinlik ve festival sayıları artıyor. Ayrıca özel olarak gitmekten ve stand ile bulunmaktan keyif aldığım Zine Fest Berlin (Almanya) ve Athens Zine Fest (Yunanistan) gibi festivallerde oluyor. Bugüne kadar Heyt be! Fanzin olarak dahil olduğumuz bazı sergi ve festivaller ise; “Benim annem bile kitap yapabilir 2”, Apartment Project, İstanbul (2010), "Zine Fest Berlin", Almanya (2012) , ''Heyt be! Fanzin Sergisi, Tarlabaşı'', İstanbul (2012), " Zürich Small Press Fair", İsviçre (2013), ''Heyt be! Fanzin Sokak Sergisi, Kaptan Tomtom Sokak, İstanbul (2013) ve ‘’Zines of the Zone’’(2013) (Avrupa üzerinde seyahat eden mobil fanzin arşivi ve sergisi), ''Heyt be! Fanzin Sergi İşgal Evinde'', Don Kişot İşgal Evi, İstanbul (2013), ''Underground. Revues alternatives, une sélection mondiale de 1960 à aujourd’hui'' (1960'dan günümüze küresel yeraltı yayınları seçkisi), Cité internationale des arts, Paris, Fransa (2015) , ''Gazete Bayii'', Pera 64 (2016, İstanbul),

Sayfa-104


RÖPORTAJ

FanzineIST – Zine Fest Of Istanbul, Unseen Photo Festival, Amsterdam- Hollanda, İstanbul Comics& Art Festival, San Diego Zine Fest (A.B.D.), Athens Zine Fest (Yunanistan) ve Riga Zine Fest (Letonya), Pop-Down Store, Viyana- Avusturya(2016)... Yurtdışında ki festivallerin oldukça profesyonel bir şekilde gerçekleştirildiğini söyleyebilirim. İyi bir plan, program ve içerik ile festivalleri oluşturuyorlar. Çoğu fanzin festivalleri kar amacı gütmeden oldukça dar bir bütçe ile organize edilirken İspanya, Amerika, Fransa ve Avusturya'da devletin ve bağımsız kuruluşların kültür fonlarından yararlanan fanzin festivalleri de mevcut. Ayrıca Heyt be! Fanzin olarak sadece fanzin yayınlamıyor, aynı zamanda okuyucularla buluşmak için bugüne dek "Evde D.İ.Y.oruz" adında 8 film gösterimi ve ev konseri düzenledik, fanzin workshopları ile Türkiye'nin farklı şehirlerinde, yurtdışında bulunduk ve fanzin sergileri gerçekleştirdik.

 Örneğin; Türkiye'de edebiyat fanzinleri diğer fanzin türlerinden sayıca oldukça fazladır fakat Viyana'da ise edebiyat fanzinleriyle pek karşılaştığımı söyleyemem. Viyana'da fanzin üretimi çoğunlukla görsel sanatlara yönelik bir düzlemde ilerliyor. Fanzinlerin kolaj, çizgi roman ve illüstrasyonun ağırlıklı olduğunu gözlemledim. Bunun dışında fotokopi haricinde serigrafi ve risografi gibi farklı basım tekniklerini deneyerek üretim yapan bir çok fanzinci de mevcut. Türkiye'de fanzini ücretsiz yada 1 ile 10 tl arasında bulmak mümkünken Avusturya'da fanzin satış durumu ücretsiz yada 4 euro-15 euro(10-50 tl) arasında değişebiliyor. Tabi ülkelerin baskı maliyet farkları, ekonomik standartları ve diğer etkenlerini göz önünde bulundurmak gerekiyor.

Bir görsel sanatçı olarak fanzin üretimi sanatsal pratiğimin en önemli medyumlarından biri. Bu bağlamda üzerinde çalıştığımız analog mizanpaj tekniği, el işçiliği, yorumlama ve aktarma açısından bu durumun sanat ile paralellikler gösterdiğini söyleyebiliriz. Aynı zamanda Heyt be! Fanzin'in sergilendiği galeri, bağımsız sanat alanları ve çeşitli sanat fuarlarının, bağlamı fotokopi dergi formundan başka boyutlara taşıdığını düşünüyoruz. Ama tabi ki son söz sanat otoritelerine ve elbette gelecekte bizlerin nasıl yorumlanacağına bağlı. Bunun dışında gerek görsel sanat çalışmalarım ve fanzin çalışmalarım birçok kez aynı düzlem ve mekanda kesişebiliyor, bunun son örneğide Aralık 2016'da resimlerim ve Nase Zine projesi ile dahil olduğum VBKÖ, Viyana'da yer alan ''Ein Anderes Land'' isimli sergide oldu. Bu arada evet, birisine sövmek yada birini övmek için fotokopi dergi yaptığınızda buna da fanzin diyebilirsiniz. Bugüne dek övme ve sövme amaçlı bir çok fanzin çıkartılmıştır. Fanzinin esas amacı fikirsel rahatlama ve paylaşım olduğu için bu geleneğin her zaman süreceğini düşünüyorum.

 Fanzin ve otosansür birbirine zıt kavramlar fakat malum politik koşullar yüzünden Türkiye'de fanzincilerde dahil olmak üzere yazınsal ve görsel sanat olarak otosansür yapılmaya başladı. Otosansürün olmadığı fikirlerin özgürce paylaşıldığı bir atmosferi kişisel olarak diliyorum.

 Kendimi iyi bir fanzin okuru ve arşivcisi olarak tanımlayabilirim. Özgün görsel ve içeriklere sahip olan fanzinleri takip etmekten keyif alıyorum.

Sayfa-105


RÖPORTAJ

 Genellikle görsel sanatlara yönelik art zine diye nitelendiren fanzinleri, deneysel, çizgi roman ve illüstrasyon fanzinlerini edinmeyi tercih ediyorum. Avusturya'da mikro yayıncılık yapan Soybot'un fanzinlerini, İspanya'dan Industria Doc, Almanya'dan Schnösel Mösel, Yunanistan'dan Mao Pao Fanzine, Bulgaristan'dan Blood Becomes Water ve Türkiye'den ise Banliyö Fanzin, Çizgi Fanzin, Post Köpek Fanzin, Mezzazine ve kült fanzinlerden Spastik Eroll, Gözel Dergi ve Mondo Trasho'yu öneririm.

Yurtiçi ve yurtdışında katıldığımız fuarlarda 14 ile 50 yaş arası bir okuyucu profilinin fanzinlerimizle ilgilendiğini gözlemledik. Ama elbette esas takipçi kitle 16 ile 35 yaş arasında olan öğrenci, sanatçı, avukat, öğretmen, reklamcı, akademisyen gibi farklı meslek gruplarından oluyor. Kimi takipçiler fanzini bulmakta zorlanabiliyor. Nihayetinde biz yay-sat gibi bir dağıtımcı ağı ile çalışmıyor, tüm bu süreçleri kendimiz hallediyoruz. Sınırlı sayıda baskıyı belirli noktalardaki kitapçı ve müzik dükkanlarına dağıttığımız için belli bir süre sonra fanzinler tükenebiliyor. Ama www.heytbefanzin.com üzerinden bizimle iletişime geçen ve fanzin edinmek isteyen herkese fanzini ulaştırmaya çalışıyoruz.

 Fanzin okurlarının tüm bağımsız yayınları takip etmeleri, okuyup desteklemeleri bizler adına önemli bir motivasyon olacağını belirtmek isterim.

 Fanzin yapmak isteyenlerin 1-2 yakın dostla bir araya gelmeleri ve sevdikleri konularla ilgili üretim yapmalarını naçizane öneririm. Fanzin yapımı esnasında dialog kurup fikirsel üretim aşamasına geçmek ve bu fikirleri kağıt üzerine aktarıp fanzin takipçileriyle paylaşmak, yaşamlarına kuşkusuz artı değer sağlayacaktır.

 Kadıköy, Yeldeğirmeni'nde yer alan SK Stüdyo, 21 Aralık'da 'Heyt be! Fanzin Sergi @Atölye''ye ev sahipliği yapmış olacak. Heyt be! Fanzin'in yayınladığı 9 sayı +1 özel sayıdan görsel ve yazınsal çalışmalara yer verilecek sergide ayrıca workshop fanzinleri, fanzin demo albümler ve flyerlardan derlenmiş bir arşiv ve fanzinin kronolojik geçmişi de yer alacak.

Sayfa-106


RÖPORTAJ

Sonrasında Viyana'ya dönüp orada ki üyesi olduğum sanatçı kolektifimiz olan Nase Zine ile fikirsel-görsel üretimimize devam ediyor olacağız. 14 Ocak 2017'de ''göç?'' temalı Nase Zine sayısının lansmanını Avusturya Sanatçılar Birliği (VBKÖ)'nin bağımsız sanat alanında yer alan ''Ein Anderes Land'' isimli sergiye paralel olarak kurguluyor olacağız.

Mart 2017'de Viyana'da kişisel sergim gerçekleşiyor olacak. Bu tarihe dek yoğun bir çalışma temposunda olmayı planlıyorum. Nisan 2017'de ise koordinasyonunu yaptığım etkinlik olan FanzineIST Festival - Zine Fest Of Istanbul'u gerçekleştireceğiz. Ve bir aksilik olmazsa Ekim 2017'de Açık Stüdyo Günleri'ni yeniden organize ediyor olacağız. Yayınladığımız fanzinleri ve organize etiğimiz etkinlikleri takip etmek için; http://heytbefanzin.com/ http://fanzineist.com/ http://facebook.com/nasezine http://denizbeser.com/ Gölge e-Dergi olarak bize vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.

Sayfa-107


 RÖPORTAJ

Sayfa-108


 RÖPORTAJ

Sayfa-109


 ÇİZGİ ROMAN ÜZERİNE GÖRÜŞ

Sayfa-110


 ÇİZGİ ROMAN ÜZERİNE GÖRÜŞ

Sayfa-111


 ÇİZGİ ROMAN ÜZERİNE GÖRÜŞ

Sayfa-112


 RÖPORTAJ

Sayfa-113


 RÖPORTAJ

Sayfa-114


 RÖPORTAJ

Sayfa-115


 SÖYLEŞİ

Aralık ayında Yabani dergi ekibi Boğaziçi Üniversitesi Karikatür ve Mizah Kulübü tarafından düzenlenen Bucomics Chronicles ve Haliç Üniversitesi Bilim Kurgu ve Fantastik Kurgu Kulübünün düzenlediği Halicon etkinliklerine katılarak Türkiye’de Kolektif Çizgi Roman yapmanın güzelliğini anlattılar. Bu etkinlik yeni üniversitelerde de aynı tatta sürecek. Ben de Halicon’u bahane edip gittim ve bu etkinliği Gölge için bir forum tadında yapmalarını istedim. Yabani çizerleri Devrim Kunter, Özgür Yıldırım, Dinç Onur Aydın ve Bora Orcal ile yazar galip Dursun katıldı bu etkinliğe.

Ülkemizde Bir çizgi roman çizeri senaryosunu yazıyor, kurşun kalemini atıyor, çiniliyor, renklendiriyor, balonlarını koyup baskıya hazırlıyor. Bu hiç mantıklı değildi, zaman kaybettiren bir yöntemdi. Biz de Yabani’yi hazırlarken daha profesyonelce olsun istedik; Yazarlarla çizerleri ayrı tutalım, çizerler çok genç yaşta iyi işler çıkartabiliyor ama yazarlar çok genç yaşlarda iyi işler çıkartamıyorlar. O yüzden yazarlarımız biraz daha olgun, çizerlerimiz daha genç ama işte benim gibi yaşlı bir çizer de var ekipte. Bu işe girişirken öncelikle dijital olsun dedik ama sonrasında baskı olmasına karar verip bir başımıza bela aldık. Bu işin ülkemizde örnek olan bir şey olduğunu düşünüyoruz açıkçası. Bu iş de oturmaya başladı. Dergi ile ilgili yapılan incelemelerde de bunun farkını görüyoruz. İnsanlar çizimi beğenmiyor, ya da hikâyeyi beğenmiyor “çizgi romanı beğenmedim” diyordu. Yazar-çizer aynıyken sık karşılaşılan bir durum bu. Bir şeyi beğenmediğinizde çizimine öyküsüne bakmadan “bunu beğenmedim, kötü olmuş” diyerek tümünü bir kenara atabiliyordunuz. Şimdi biz yazar ve çizeri ayırdık efektif bir geri bildirim alıyoruz. “Neresini beğenmedin kardeşim, çizimi mi öyküyü mü?” diye artık sorabiliyoruz. Ayrıca benim düşündüğüm Yabani bir çizgi roman dergisiydi ama Galip Dursun dergiye öykü de koymamız gerektiği konusunda ısrar etti.

Saya-116


 SÖYLEŞİ

Sadece hikâye tarafı da değil, Yabani’nin kolektif iş olmasını sağlayan birkaç unsur var, onlardan sadece biri hikâye. Türkiye’de yazar ile çizeri bir araya getiren çok fazla bir proje yoktu. İlginç bir şekilde günümüzde bir nesil yazar ve çizerler kendi kendine iyi anlaşmaya başladılar. Yazarlar çizerlere saygılı, çizerler yazarlarla iyi geçiniyor. İlginç bir füzyon yaşadık açıkçası. Yabani’de ortaya çıkanlardan biri de bu. Ben kolektifi burada iki ayrı yapıda görüyorum. Dergide her şeyin içinde kolektiflik görüyorum. Biz çizgi romanlara çizgiye hikaye koyduğumuz gibi hikayelere de çizgi, illüstrasyon koyuyoruz. İllüstrasyon deyip de geçmemek lazım. Çok basit bir şey ancak çok eski bir teknik. Yazıyı daha kıymetli kılıp okurun gözünde de daha başka bir yere koyuyordu. Bir sahneyi canlandırmak değil sadece, bir çizerin yeniden hikâyeyi yorumlaması gibi. Çocukluğumuzun kitapları içinde yazıların arasında çok güzel illüstrasyonlar olurdu, Kitaplar harflerden oluşan sıkıcı şeylerken illüstrasyonla daha okunur oluyorlar.

İllüstrasyonun artısı şu da oluyor hikâye hakkında görsel ilk bilgiyi de veriyor. Ben yazıyı okumaya başlamadan önce illüstrasyona bakıp “ha! Bu şöyle bir konuymuş” deyip ona göre okuyabiliyorum. Bunu yazıda da kısa ön girişler ya da paragraflar şeklinde yapıyoruz. Biz bir karmaşanın içinden yeni bir alaşım icat ettik, oluşturduk. İyi de oldu. Bir yazar olarak ben çizer Ayşe ile Bora ile birlikte çalıştım. Her iki çizerle de çalışmak bir yazar olarak bana zevk verdi. Onlarla çalışırken ben çizgi romana hikâye nasıl yazılır, yazılan bu hikâye çizgi roman senaryosuna nasıl çevrilir onu öğrendim, bunu itiraf ettim ve bu bana bir şey kattı. Türkiye’de yerli çizgi roman senaristi olarak geçinen beş kişi varken; bununla ev geçindiren kişi olarak bahsetmiyorum, böyle adı geçen diyorum. Şu an biz Yabani dergiyle beş kişi daha koyduk onun üzerine. Gelecekte de bu böyle devam ederse biz bu sayıyı iki sene içinde 15-20 kişiye çıkartırız. Türkiye için bir meslek icat etmiş olacağız kendi kendimize. Kimse bir iz bırakan, miras yaratan iş yapmamış, Türkiye’nin en büyük sıkıntısı o. Sokağa çıkarsınız koskoca İstanbul’un iki binası birbirine benzemez. 1500 senelik 2500 senelik şehir. Bir yaklaşım meselesi, bir kültür meselesi, bir çözüm için altta birikmesi gerekiyor. Bizim yaptığımız çabaların hepsinin de bir etkisi olduğunu düşünüyorum.

Sayfa-117


 SÖYLEŞİ Birlikte çalışmak da hepimizi çok geliştiriyor. Her dergide de 6 öykü olması da ayrıca güzel. Bir mecra sorunumuz var bizim, yaptığımız şeyleri gönderebileceğimiz bir yer yok. Okur tarafından da iyi olduğunu düşünüyorum. Dergi içinde tek bir ana öykü, karikatürler filan değil başı sonu belli, üç yazılı, üç çizili öykü okuma şansınız oluyor. Bu benim için üretirken de alıp okurken de büyük bir keyif. Yazar çizer birlikteliği dediğimizde yazarların da çizerlerin de yüksek egoları oluyor. Yazar hikâyesine müdahale ettirmek istemiyor, çizer panellerine müdahale ettirmek istemiyor. Özgür çok egosuz bir adam. Mr. Hyde için çalışırken “ben bu işleri hiç bilmiyorum” falan dedi. Adamın Mark Millar ile kitabı çıkmış, yurt dışına çalışıyor.

Özgürün aktif bir yurt dışı çalışması varken böyle. Hala yurtdışıyla dirsek teması var. Yurt dışıyla temas içindeyim ama ego kısmı şöyle; Ben çizer kısmını iyi biliyorum. Ego faal bir çizer için bir yanılgı bence Çizer kısmının piyasada çok fazla çalışabileceği bir sektör yok. Fazla sektör olmadığı için de fazla piyasa deneyimi kazanamıyorlar. Piyasa deneyimimi kazanamamanın haricinde şöyle de bir sıkıntısı var; bir iş nasıl yapılır, hangi aşamalardan geçer, kimin o işte nasıl bir yetkisi vardır ya da ben bu işi istediğim gibi yapabilir miyim yani kitle var mıdır, biri işime müdahale ettiğinde ne kadarına müsaade edebilirim ya da ne kadar müdahale edilebilir? Bu kısımları bilmiyor Türkiye’deki çizerlerin çoğunluğu. Genç nesil için söylüyorum özellikle ben.

Sayfa-118


 SÖYLEŞİ Bir senaristin baktığı göz, bir çizerin baktığı göz ve okurun baktığı göz farklı. Bu durumda editör gerekiyor. Editörün de şuralarda şu düzeltmeleri yapmalısın diye gerekirse senariste gerekirse çizere söylemesi gerekiyor. Bunu da ego yüzünden kaldıramıyorlar ama kişi işine müdahale edilmesi gerektiğini bilmiyor. Ben daha öncesinde animasyon sektöründe çalıştığım için böyle bir deneyimim var belki o yüzden egom yokmuş gibi gözükebilir. Çünkü yaptığınız sahneyi onaylatmadan önce çok fazla dikkat etmeniz gereken kriter var. Ve o kriterlere dikkat ederek daha az düzeltme alırsınız. Dikkat etmeden yaparsanız da sizin üstünüzdeki amiriniz hemen ensenize yapışıyor “Sen bunu şöyle şöyle yapmışsın ama şu anlatımda şu eksiklik var” diyor çünkü o işin bütününü düşünüyor ben sahneyi düşünürken ve dinlemek zorunda kalıyorsun. Piyasada biraz iş deneyimi de o ego kısmını birazcık köreltiyor.

Bu yazma çizme olayının bir iş olarak görülmemesi; bazen sanat bazen de ulvi bir şey olarak görülmesi işi b.k ediyor. Zaten bütçe yok. Bütçe olmadığı için de kimse para kazanamıyor, para kazanamadığı için de gelişemiyor. Yurtdışındaki adam 18 yaşında Cintiq ile tanışıyor. Çizim yaptığımız alet. 19 yaşında da bu adam amatör de olsa çizgi roman yapmaya başlıyor. Türkiye’de Devrim abi gibi kişilere denk gelirseniz çizgi roman yapıyorsunuz, denk gelmezseniz de evde deneme Sayfa-119


 SÖYLEŞİ yanılma yöntemi ile bir şey yapıyorsunuz ama bunu yaparken maddi kaygılar da giriyor işin içine; kira ödemeniz, faturalarınızı ödemeniz gerekiyor. Piyasada da görsel sanatlarla ilgili çok iş yok. Olan işlerde de başınızdaki adam diyor ki size “şunun gibi olsun”, “bunu beğendim, bu olsun” dediği için de gelişemiyorsunuz istediğiniz branşta. Bir yerden sonra da canınıza tak ediyor “ben bu işi yapmak istiyorum” diyorsunuz ve bir yandan piyasaya iş yapıp ekonominizi sağlıyor iken bir yandan da 30 yaşından sonra gelişmek durumunda kalıyorsunuz Türkiye’de. Böyle bir sıkıntı var maalesef. Biraz da Dinç’e söz verelim. Lama mizah dergisinde de yer alıyorsun değil mi? Geçen aya kadar vardım ama bırakmak zorunda kaldım. Bu dergilerin de durumları zor, bunlarda da aynı sıkıntılar var. Çizerler sadece bu işi yapmak istiyorlar ama başka işler yapmak zorunda kalıyorlar. Ben Yabani’yi ilk konuşurken dijital çizgi roman olmasını istiyordum. Hala da böyle düşünüyorum. Dijital derken dijital ortamda bir dergi. Bilmiyorum Webtoons’tan haberiniz var mı. Bu tip platformların kullanılabilirliği çok daha yüksek. Ben öncesinde Sanctuary diye bir çizgi romanı böyle bir ortamda yayınlıyordum. Yazmayı deniyordum, çizmeyi deniyordum. Denemiştim ve farklıydı onların çizgi romanı. Bizim sayfa çevirmemizden bile farklı. Yukardan aşağıya doğru akıyordu çizgi roman. Uzak doğu kültürü ile alakalıdır bu durum diye düşünüyorum. Paneller de aşağı doğruydu. Farklı bir anlatım şekliydi, güzeldi.

Teknolojik olarak daha müsait. Ülke ile alakalı değil de çizgi romanı okuma ile alakalı olabilir. Sağa sola sayfa çevirmek bir efor, tek parmakla aşağıya doğru ekranı kaydırabilirsin. Sanctuary’de Yabani’de de bildiğimiz Amerikan çizgi tarzı yani alıştığımız tarzda çiziyoruz. Hikâyelerimizde de görüyorsunuz bilimkurgu, fantastik, korku yakında polisiye de var. Sayfa-120


 SÖYLEŞİ Mayıs gibi bir polisiye sayı yapabileceğimizi düşünüyoruz. 221B’de polisiye yazan insanlarla iletişim kurduk. Mesela Ahmet Ümit’in çizgi romanlaştırılmış kitapları var. Çizgi roman akışı gibi değil. Blok blok adamın yazısını koyuyorsun sonra yanına illüstrasyon çiziyorsun. Çizgi ve hikâye gibi bir şey oluyor. Ben Ahmet Ümit’e “bize bir hikâye verin” dedim, “Şu hikayem var onu yapın” dedi. “Ama ben keser biçerim, sorun olur mu?” dedim, “İstediğiniz gibi kullanın” dedi. Dolayısı ile belki de bu soruları sormadığımız için hikâyede cümleleri hiç kesmeden çizgi romana koymaya çalışıyoruz. Zaten adı üzerinde Yabaniyiz. Geçmişin kurallarına o kadar bağlı kalmamalı yoksa hala Tarkan yapardık. Çünkü daha ileri gidemiyorsunuz A’sı, B’si, C’si belli bu işin. En fazlasından kılıçlar Orta Asya formundan Osmanlı kılıcına dönerdi. Biz o yüzden yapı bozmayı seviyoruz, bir şeyler de deniyoruz. Ben yol hikâyesi yazmıştım. Buluntu anlatılar. Bu çizgi roman oldu. İyi bir çizgi romandı. Sırf denemek için. Birinin bir şeyleri yapması gerekiyor. O deneysel bir şey oldu. Vlog (video blog) çeken bir motosikletçi, adamın yüzünü göstermedik mesela. Niye, vlog çekerken kendi yüzünü görmez. Hikâyeyi benim ona göre tasarlamam gerekti, çizen arkadaşların ona göre çizmesi gerekti. Ayşe İrem ve Şerif Karasu’nun ona göre çalışması gerekti. Onların çizimine göre benim yeniden yazmam gerekti balonları. Tam kolektif bir iş oldu. “Ben böyle yazdım, orayı değiştiremezsin”, “Ben böyle çizdim o değişmez, bir kare daha koyamam” gibi bir şey olmadı. Hem Yabaniyiz hem değiliz. Deli deliyi görünce sopayı saklar misali diğer Yabanilerle de iyi anlaştığımız için. Biz böyle yapıyoruz ama Yıldıray ile Hakan Marvel Yöntemi denilen bir yöntemle yapıyorlarmış çizgi romanı. Hakan ana hikâyeyi kısaca yazıp Yıldıray’a veriyormuş. Yıldıray bu hikâyeyi kendine göre çizip yeniden yazması için Hakan’a yollamış. Hakan da balonları bu hikâye görseline göre yeniden yazmış. Biz bu kadar rahat değiliz. Ben daha önceden de çizgi roman yapıyordum ama Kadir Özen ile yaptığımız çalışmada ben düz hikâyeleri bir şekilde çizgi romana çeviriyorum. Kadir zaman içinde o düz hikâyeleri değiştirdi şimdi panel panel çizgi roman yazıyor. Biz Marvel çalışmıyoruz.

Sayfa-121


 SÖYLEŞİ Ama başlangıcı öyleydi değil mi? Evet ilk başta böyle oldu. : Bu yöntem çok özgün ve büyük projelerde olur. Endüstrinin içinde bu zamanı uzatacak bir iş. Yüzlerce Superman hikâyesi çıkıyor mesela ama bir tanesi çok özgün oluyor ve onu da Türkiye’de basıyorlar. Geri kalan 99 hikâye aynı şeyi anlatan çizgi roman endüstrisi için üretilmiş işlerdir. . Herkes aynı ekolden gelmiyor sonuçta. Tek bir paragraftan 50 tane soru üreten insanlar var. Onlar inisiyatif almak istemeyen insanlar. Hakan-Yıldıray örneğinde gördüğümüz 20 yıllık bir arkadaşlık var. O karakteri birlikte üretmişler. Hakan yazıyor, Yıldıray “böyle olsun” deyip çiziyor. Mesela ben Vasiyet senaryosunu yazıp Bora’ya yolladım, panel panel çizildikten sonra tekrar Bora ile oturup karar verdik “şu olsun mu, bu olsun mu, şunu da ekleyelim mi” diye. Allah kelamı değil sonuçta yazdığın senaryo. İşin yetiştirilmesi gerektiği bir süreç var ve güvenmediğin adama neden gönderesin ki bu çizsin diye. Gelen çizimlere hızlıca bakıp “Şuralar güzel olmuş, şuraları düzeltelim, şuraya iki satır daha yazayım” diye bazen söylememe bile gerek kalmıyor. Bizimkisi zaten özgür bir iş. Bizim çizerken genelde kamera açılarını düşünmemiz gerekiyor. Bazen yazar üzerine vazife olmadan o işlere de giriyor “tepeden göreceksin” falan diye zaten çizerin göreceği şeyleri söylüyoruz. Ben Kadir ile çalışırken bunları pek dikkate almıyorum. O yazarken açıları filan panel panel koymuş ama ben işi bitirdiğimde bir baktım yazılanların hiç birine uymamışım. Yabani çizer.

Bazen bana da oluyor, bu senaryoya bire bir uymak zorunda mıyım, şunu şöyle değiştirsem diye. Bunu hepimiz yaşıyoruz tabii ki. Yabanideki süreç güzel bir süreç. Benim Kadir ile çalışırken ya da başka bir arkadaşın hikâyesini çizerken bir çizer olarak yazarla sürekli iletişim içindeyiz. “Bunu böyle düşündüm, uyarsa” diyorum o da kabul ederse o çizimi öyle yapıyoruz. Bence şu an için Türkiye’de Yabani’yi özgün yapan şeylerden biri bu.

Sayfa-122


 SÖYLEŞİ

Bana gelen senaryoyu çizmek o yazıyla o çizimi birleştirmek bir nevi film çekmek gibi, olmayan bir şeyi yaratmak gibi. Türkiye’de çizerler mizah dergilerine sıkıştırılıp hadım edilmişler. Çizgi roman yapmak isteyenler de storyboarda yönelmiş durumda. Ben öyle storyboardlar gördüm ki iki balon koyup üzerine çizgi roman diye ver. Çok yazık. Çizen adam da tatmin olmuyor yaptığı işinden. O konuda şunu söyleyeyim ben; Türkiye’de çizimden en iyi para kazanacağınız iş storyboard. Bana kalırsa Türkiye’de storyboardı yapan da yaptıran da bilmiyor bu işin nasıl yapılacağını. Bunu yurtdışıyla ortak birkaç iş yaptığım için söylüyorum ben. Bizde storyboard’ı reklam ajansları için yaparsınız, reklam ajansının da yaptırma sebebi işi pazarlamak. Ne kadar güzel renkler ne kadar güzel çizimler olursa o kadar iyi pazarlanır. Sizin yaptığınız storyboard sonuç olarak çıkacak işe hiçbir şekli ile benzemiyor, oysaki siz storyboardı çizip yönetmene verdiğinizde yönetmen siz olmadan da birebir o sahneleri çeker, çekiyo olması gerekir. Ama Türkiye’de böyle bir şey yok. Storyboard yönetmen için değil de reklam ajansının müşteriye pazarlama yöntemi olarak hazırlatıldığı için araları yönetmenin doldurması gerekiyor. Storyboard Türkiye’de işin parasını verecek şirkete yaranmak için yapılıyor. Reklam ajansları da Türkiye’de çizere en iyi para veren yer olduğu için tüm çizerler storyboard çizeri olmaya çalışıyor. Storyboard çizeriyseniz bir gecede 2-3 bin lira kazanabiliyorsunuz. Ayda 2-3 iş alsanız çok iyi para. Ama storyboard işi çok hızlı teslim edilmesi gereken bir iş. Tam bir işi Sayfa-123


 SÖYLEŞİ bitirmişsiniz, dışarı çıkıp hava alıp çay içeceksiniz o sırada bir telefon geliyor ve “Özgür müsait misin” diyorlar. Yarın yaparım ya da meşgulüm, yorgunum diyemezsiniz. Derseniz o şirket bir daha sizi aramıyor. Bir adam buluyor ve artık o “bugün müsait değilim” diyene kadar onunla çalışıyor. Geçinmek için 3-4 ajans bulup bunlarla çalışmanız lazım ama “müsait değilim” dediğiniz anda portföyünüzden bir şirket, bir ajans çıkıyor… Storyboard ve çizgi romanın da mantığı aynı. Hikaye, açılar bazı şeyleri izleyicinin hayal gücüne bırakmak falan. Birebir çizgi roman karesi gibi. Bana göre Devrim abinin yaptığı çizgi roman ya da diğer güzel sanatlarla alakalı ki bu senaryo da olabilir, çok sağlam adamlar var ama bunları bir araya getirebilen kişi sayısı çok az. İmkan bulamıyorsunuz. Zaten ego denen şey o zaman devreye giriyor. Bence çok güzel bir artı sağladı Devrim abinin “Hadi gençler yapalım” demesi. Herkes elini taşın altına soktu. 8. Sayı çıkıyor, 9. Sayı çıkacak. Biz de yolda deneme yanılmayla bir şeyler öğreniyoruz. Yeni insanlar da gelsin onlar da öğrensin. Ciddi bir insan varsa getirsin işini koysun ortaya. “Ben çizgi roman çiziyorum ama nereye göndereceğim işimi” diyenler var. Gölge e-Dergi’den de bahsedebiliriz burada. Gölge e-Dergi’de bu konuda çok iyi ama basılı olunca başka insanlara ulaşıyor. Böyle basılı bir derginin de bu ülkede olması gerekiyor. Eskiden Joker vardı, Resimli Roman vardı, bugün de Yabani var.

Resimli Roman dergisi çıkarken Galip Tekin benim hocamdı. O dönemde çok yeni ve bu işi yapmaya çalışan insanları toplamaya çalışıyordu. Ben de çizecektim o dönem ama sadece üç sayı sürdü, sıra bana gelmedi. Galip tekin o dönem çizgi roman dersleri veriyordu ve o dönem dergide olanlar hep kendi çevresinde atölyesinde olan insanlardı.

Sayfa-124


 SÖYLEŞİ ben Ergun Gündüz’ü filan da hatırlıyorum o dergide. Tabii aralara sokuyordu. Zamanın starlarından koyuyordu.

Şimdi de bunu Yabani yapıyor. Mesela ben çizerken ne çizdiğimi biliyorum ama okuyan kişi anlamıyor. Bunu da öğreniyorum. Bir çizgi roman çizeri bir şeyi anlatmayı da öğrenmeli. Ben şunu demek istiyorum, Resimli roman yapabilen adamı alıyordu, biz Yabani’de yapmak isteyen adamı alıp geliştiriyor ve piyasaya hazırlamaya çalışıyoruz. Bizim şu an için oturmuş bir ekibimiz var ama bakarsınız biri çıkar amatörlüğünü internette paylaştığı çizgi romanlarıyla atar ve fark eder ekibimize katarız.

Sayfa-125


 DUYURU

YABANİ OCAK SAYISI ÇIKTI

Sayfa-126


 DUYURU

Yabani ekibi Türkiye’de kolektif çizgi roman üretimini anlatıyor! Yabani dergisinin yazar ve çizerleri çizgi roman üretim süreçlerini, piyasa şartlarını anlatacak. Ayrıca Webtoons gibi alternatif çizgi roman yayınlarını ve yurt dışına yapılan çalışmaların nasıl ilerlediğini konuşacak. Bilimkurgu, fantastik, korku türlerini seviyorsanız ve çizgi romana meraklıysanız bu sohbeti kaçırmayın. *Etkinlik ücretsiz ve herkese açıktır; kayıt gerekmemektedir. Rasimpasa Mah. Duatepe Sk. 61 Kadıköy/İstanbul Ara (0216) 418 5298

Sayfa-127


Ocak 2017 Sayı 112


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.