Ürün Sosyalist Dergi - Sayı 31

Page 1

Haziran - Temmuz 2011

CEVAP O duvar o duvarınız, vız gelir bize vız! Bizim kuvvetimizdeki hız, ne bir din adamının dumanlı va'dinden, ne de bir hülyanın gönlü yakışındandır. O yalnız tarihin o durdurulmaz akışındandır.

Haziran - Temmuz 2011

bağımsızlık, demokrasi ve AKP sosyalizm rüzgârının önünde duramaz

Bize karşı koyanlar karşı koymuş demektir: maddede hareketin, yürüyen cemiyetin ezelî kanunlarına.

Sayı 31

Sükûn yok, hareket var Bugün yarına çıkar, Yarın bugünü yıkar ve durmadan akar akar akar.

Biz, adımlarını tarihin akışına uyduran temelleri çöken emperyalizme vuran, yarını kuranlarız.

ISSN 1302-2520

1925, Nâzım Hikmet 9 771302

252008

ÜRÜN SOSYALİST DERGİ

Biz bugünün kahramanı, yarının münadisiyiz. Bu durmadan akan, yıkıp yapan akışın çizgilenmiş sesiyiz.

O duvar o duvarınız vız gelir bize vız!

31


Haziran - Temmuz 2011

Sayı: 31

İKİ AYDA BİR ÇIKAR

Merhaba (2) Seçimden Sonra (3) 12 Haziran 2011 Seçim Sonuçları (9) 12 Haziran 2011 Seçiminde Tutumumuz (11) Seçimden Önce (15) Sözleşmeli Kamu Emekçilerinin Zaferi - Ali Uğur (20) Zavallı Hâle Gelen Türk-İş Yönetimi - Fatih Aydın (22) Liseli Gençliğe Saldırı - Ahmet Erhanlı (25) 9 Mayıs Faşizme Karşı Zafer Günü - Muhsin Salihoğlu (31) Filistin Yazıları - Cemile Vuslat (35) 1 Mayıs Gündeminden - (41) Devrim ve Karşıdevrim Notları II - İsmail Kaplan (48) SİP’in Hilesi (59) ABD, Usame Bin Ladin’i Öldürdü - Hülya Kortun (64) Libya Gündeminden (68) Haydi, Devrimci Dayanışmamızı Göstermeye (73) Gündemden (75) İçinden Devrim Geçmeyen Bir Film: Devrimden Sonra - M. Özgür Başer (87) Basından Bir Devin Çöküşü - Adnan Bostancıoğlu (93) Suriye’de Savaşı Medya Yarattı - Daniel Abdülfettah (96)

Osman Can, Nabi Yağcı, Orhan Gazi Ertekin - Deniz Gönül (101) Devrimin Öğrettikleri - V. İ. Lenin (106) Unutma (119) YEREL SÜRELİ YAYIN ISSN 1302–2520 Kurucu Sahibi: Ural Ateşer Yazı İşleri Müdürleri: Nuri Samyeli, Selçuk Uzun, Ahmet Taştan Eytişim Basın Yayın Reklam Sanat Hizmetleri San. ve Tic. Ltd. Şti. adına sahibi ve sorumlu yazı işleri müdürü: Fatma Şenden Zırhlı İSTANBUL: Sıraselviler Cd. Billurcu Sok. Ocaklı Han No: 3/6 Beyoğlu Tel–Faks: 0212 245 28 11 ANKARA: Adakale Sok. Özkazanç Apt. No: 18 K: 5 D:10 Kızılay / Çankaya Tel: 0312 435 89 42 İZMİR: İbrahim Sertçelik – Akdeniz Mah. 1343 Sok. 17/A Aydın Hanı Konak Tel: 0532 394 82 32 - 0554 970 25 15 MERSİN: Osman Koçak – Çankaya Mah. 4721 Sok. Murat Apt. K: 3 Akdeniz Tel: 0324 239 42 35 e–posta: posta@urundergisi.com web: www.urundergisi.com Baskı: Avcı Ofset/İst. – Davutpaşa Cd. İpek İş Merkezi No: 13 Topkapı – İstanbul 0212 612 58 32 Abonelik için: Türkiye İş Bankası Şişli Şubesi TL Hesabı: 1051 1289096 IBAN: TR08 0006 4000 0011 0511 2890 96 Türkiye İş Bankası Şişli Şubesi EURO Hesabı: 1051 3233509 IBAN: TR32 0006 4000 0021 0513 2335 09 Türkiye İş Bankası Şişli Şubesi USD Hesabı: 1051 3397979 IBAN: TR02 0006 4000 0021 0513 3979 79

urun_31_17haz.indd 1

17.06.2011 16:53:24


MERHABA

AKP, yeniden hükümet oldu. Binbir baskı ve hileyle 1970'lerin ikinci yarısındaki gerici-faşist Milliyetçi Cephe'yi hortlatmak, işçileri, emekçileri, gençleri, kadınları, yoksul çiftçileri, Kürtleri, Alevileri, bütün ezilen halkları teslim almaya yetmeyecek. Emekçi halklar, meşru haklarını savunmaktan vazgeçmeyecek. Sokaklar, meydanlar devrimin ve sosyalizmin gür sesiyle dolacak. Hiçbir güç, özgürlük ve eşitlik rüzgârlarını durduramayacak. Libya ve Suriye halkları, emperyalizmin saldırısına boyun eğmiyor. NATO'nun son teknoloji ürünü füzeleri, uçakları, gemileri, yarım tonluk bombaları da, dünya kapitalist medyası eliyle en alçakça yöntemlerle yürüttüğü psikolojik savaşı da, halkları dize getiremiyor, getiremeyecek. İşbirlikçi kapitalist egemenler, Amerikan ve Avrupa emperyalizminin emrinde Arap ve İslam halklarına karşı savaşmaktan, bölge halklarına bir kez daha ihanet etmekten yine utanmadılar. Türkiye halkları, alnımıza sürülen bu lekenin hesabını soracak. Emperyalist ve sömürgeci savaşlar yoluyla krizden çıkmak isteyen emperyalizm, halkların direnişi karşısında daha da batağa saplanıyor. Emperyalizm açtığı savaş ocaklarının ateşinde yanacak. Amerikan, İngiliz, Fransız, Alman emperyalistleri ve uzantıları, döktükleri kanın, bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin serpilip gelişmesini önleyemeyeceğini görecekler. Son sözü direnenler söyleyecek. 1 Mayıs yürüyüş ve mitinginde birlik ve dayanışma bayrağını yükselten TKP dostları, 15-16 Haziran 1970'in 41. yılını birlikte kutlayarak büyük işçi direnişinin derslerini tartışıyorlar. Suphi-Bilen geleneğini bugüne ve yarına taşımanın yolunu birlikte açıyorlar. Liberal, şovenist ve dinci sapmalara paydos. Likidasyona, fetret devrine elbirliğiyle son vereceğiz. Her zamanki çağrımızı yineleyerek bütün okurlarımızdan, fabrikalarında, okullarında, köylerinde, mahallelerinde yaşadıklarını, duygu ve düşüncelerini, eleştiri ve önerilerini bizlere iletmelerini bekliyoruz. Dostça selamlarımızla.

urun_31_17haz.indd 2

17.06.2011 16:53:30


ÜRÜN’den

Seçimden Sonra

AKP, tıpkı 12 Eylül 2010 referandumunda yaptığı gibi, 12 Haziran 2011 seçimlerinde de bütün sağcı, dinci ve milliyetçi güçleri kendi çatısı altında toplamaya dayanan antikomünist, Alevi düşmanı ve şovenist bir kampanya yürüttü. MHP'yi baraj altına düşürme hedefine ulaşamadıysa da kapitalist sağın tek partisi olma yolunda önemli bir adım attı. Seçime katılanların yaklaşık yüzde 50'sinin oyunu aldı ve seçim barajı sayesinde parlamentoya tek başına hükmedebilecek bir sayıya ulaştı. AKP'nin elde ettiği 326 sandalye, özel bir yeteneğin değil, iç ve dış sermaye gücünün devlet despotizmi ve dinsel gericiliğin gücüyle birleşerek, henüz siyasal bilince ulaşamamış emekçi kitlelerin beynini yıkayabilmesinin ürünüdür. Bu gücün panzehiri, işçi sınıfı, şehir ve köy emekçileri içinde aydınlatma ve örgütleme çalışmalarına sabırla devam etmek, hak mücadelesini sürdürmek, sokaklara ve alanlara çıkmak, kitlelerin önyargılarını mücadele içinde aşmalarına yardımcı olmaktır. Halktan umudu kesmek, emekçi kitleleri siyasal bilince ulaşması imkânsız bir sürü olarak görmek, sosyalizmle ve devrimcilikle asla bağdaşmayan elitizme özgü bir yanılgıdır. Sonu, egemenlerin şu ya da bu kesiminin yanına savrulmaktır. Halka ulaşabilmek için egemen sınıfların kitleler içinde sistemli olarak körüklediği önyargılara ödün vermemizi, sosyalist öğretimizi ve devrimci hedeflerimizi sulandırarak sermayeye, devlete ve dine yaklaşmamızı önerenler ise, bilerek bilmeyerek, düzene teslimiyeti savunmuş oluyorlar. Biz her iki tutumu da reddediyoruz. Sosyalizmin ve devrimciliğin felsefesi, amaçları ve siyasal programı haklı ve doğrudur; sosyalist ve devrimci felsefemizi, amaçlarımızı ve siyasal programımızı emekçi kitlelere mal etmek için daha ısrarlı, daha düzenli, daha uzun süreli çalışmaya devam edeceğiz. 3

urun_31_17haz.indd 3

17.06.2011 16:53:30


Bu hedefimize varmanın zeminini zaten işbirlikçi egemenler kendi yaptıklarıyla yaratacaklar. Seçimlerden hemen sonra bütün çalışanlara, bütün ezilen ve sömürülen toplum kesimlerine ağır bir ekonomik saldırı dalgası gelecek. Büyük kapitalist şirketlerin kârlarını daha da arttırmak için emekçileri daha da yoksullaştıracak, işsizliği çoğaltacak, kitlelerin yaşam kalitesini düşürecek ekonomik önlemler paketinin eli kulağında. AKP'nin bütünüyle kapitalizme ve emperyalizme hizmet edecek şekilde uyarlanmış ortaçağ dinciliğini topluma dayatma girişimleri de yoğunlaşacak. AKP iktidarının Amerikan ve Avrupa emperyalizminin bölge halklarına karşı saldırısında vurucu güç olmayı kabullenen işbirlikçi-yayılmacı dış politikası ise, ülkenin dış dengelerini olduğu kadar iç dengelerini de bozacak. AKP'nin sadece Türk ve Kürt halklarının değil, Arap ve Fars halklarının da düşmanı olduğu daha iyi anlaşılacak. Seçimlerden sonra Türkiye'yi istikrar değil, istikrarsızlık bekliyor. İşçi sınıfının ve emekçilerin vahşice sömürülmesinden, özellikle gençliğin işsizliğe mahkûm edilmesinden kaynaklanan sosyal sorun da; Kürt halkının ayağa kalkması ve en temel demokratik haklarını her baskıya rağmen kitlesel ölçekte talep etmesiyle artık ötelenemeyecek boyutlara ulaşan ulusal sorun da; Türkiye'yi Batı emperyalizmine ve NATO'ya kul köle eden işbirlikçi oligarşinin ülke ve bölge halklarına karşı sömürgeci zincirin parçası olmasından kaynaklanan bağımsızlık sorunu da; hep birlikte, hükmünü icra edecek ve halk kitlelerini mücadeleye iten, sokaklara ve alanlara süren, onların kendi tecrübeleriyle siyasal bilince ulaşmasını kolaylaştıran bir ortam yaratacak. Bu ortamı değerlendirebilmek, emekçi halk yararına köklü değişiklikler sonucu vermesini sağlamak ise sosyalist ve devrimci güçlerin bilincine, örgütlülük düzeyine ve stratejik-taktik siyasal becerisine bağlı olacak. Bilincimizi, örgütlülüğümüzü, kitlelerle kaynaşabilme, dostlarımızla birleşebilme ve düşmanlarımızı tecrit etme yeteneğimizi arttırmak bizim elimizde. Bütün sosyalist ve devrimci güçleri mücadele bekliyor. Yılgınlık yok, teslimiyet yok, vazgeçmek yok. Ülke, bölge ve dünya tarihi açısından canalıcı önemde büyük günler var önümüzde. Varsın egemenler, emekçi halk kitlelerini bir kez daha aldattık, düzeni sağladık, sermayenin istikrarını yerleştirdik diye bayram yapsınlar. Onlar burunlarının ucunu göremiyorlar. Kapitalist zorbaların karşısına çok daha geniş kitlelerin çıkacağı günler yaklaşıyor. Kapitalist egemenlerle anlaşarak köklü sorunlara çözüm bulma yanılgısından, düzen içi çözüm hayallerinden kurtulmak, zihniyet dünyamızı 4

urun_31_17haz.indd 4

17.06.2011 16:53:30


liberal, milliyetçi ve dinci ayartmalardan arındırmak büyük önem taşıyor. Emekçi halklar açısından, Amerikan emperyalizmiyle, Avrupa emperyalizmiyle, AKP iktidarıyla, Fethullah Gülen hareketiyle, NATO'cu generallerle anlaşarak, onların suyuna giderek varılacak bir yer yok. CHP deneyimi de, Kürt ulusal hareketinin deneyimi de, İP ve SİP deneyimi de, HAS Parti deneyimi de bu konuda paha biçilmez dersler sunuyor. Mustafa Suphi'lerden İsmail Bilen'lere TKP geleneğiyle yetişen kadrolar, sosyalist öğretiye sahip çıkmak, devrime ve sosyalizme gönül vermiş herkese Marksizm-Leninizmi benimsetmek için ellerinden geleni yapacaklar. Bölgede durum Dünya kapitalist sisteminin ABD önderliğindeki elebaşıları, Tunus ve Mısır halk devrimleriyle başlayan süreci engelleyebilmek, bu ülkelerde sarsılan egemenliklerini korumak, devrimlerin komşu ülkelere ve bütün Arap dünyasına yayılmasını durdurmak, kendi emekçi halklarına örnek olmasını önlemek için çok yönlü bir strateji izlediler. Tunus ve Mısır'da sokakları ve alanları fetheden emekçi kitleleri siyasal iktidardan uzak tutmak, sömürülen ve ezilen halkın sosyal ve ekonomik devrim taleplerini bastırmak için bir yandan iktidardaki işbirlikçileri destekliyor, bir yandan devrimci gençliği pohpohlayarak, kadroları ayartarak, işçileri oyalayarak, köylüleri kandırarak, bütün halkı bezdirerek devrim ateşini söndürmeye çalışıyorlar. Bahreyn, Ürdün, Yemen, Fas, Cezayir, Suudi Arabistan, Katar, Kuveyt gibi emperyalizm uşaklarının başta bulunduğu ülkelerde devrimci muhalefeti bastırmak ve etkisizleştirmek için sıkıyönetim, katliam, kitlesel tutuklama gibi baskı tedbirlerini ve muhalefeti devşirme, kontrollü ve sığ reformlara razı olma gibi siyasal rüşvet yöntemlerini kullanıyorlar. Libya ve Suriye gibi emperyalizme tam teslim olmayan ülkelerde ise yönetimleri devirmeye, gerici isyanlar tezgâhlayarak başa emperyalizmin ajanlarını geçirmeye, bu ülkeleri din, mezhep ve aşiret temelinde parçalayarak bölmeye çalışıyorlar. Zengin petrol kaynağına sahip Libya'ya faşist sömürgeci bir savaş bile açtılar. Filistin ve Lübnan'da siyonist sömürgeciliğin hesaplarına karşı direnen bütün güçleri hem şiddet, hem ayartma yoluyla etkisizleştirmeye çalışıyorlar. Irak'ta Amerikan işgalini sürdürme, Amerikan askerlerinin geri çekilme takvimini erteleme hedefini güdüyorlar. Sudan'da İslamcı yönetim ile Gü5

urun_31_17haz.indd 5

17.06.2011 16:53:30


ney'deki Hıristiyan halk arasındaki uzun süreli savaşı körükleyerek ülkenin her iki yarısının da emperyalizmin denetiminde kalacak şekilde bölünmesi hedefine ulaştılar. Libya ve Suriye halkları ve yönetimleri şu ana kadar emperyalizme teslim olmayı reddettiler. Tunus ve Mısır halk devrimleri gibi, Libya ve Suriye halklarının emperyalist saldırıya karşı direnmesi de, dünya halklarına esin kaynağı oluyor ve emperyalizmin bunalımını derinleştiriyor. AKP iktidarı, işbirlikçi oligarşinin diğer kanatlarının da onayıyla, bütün bölgede emperyalizmin uzantısı olarak hareket etmeyi seçti. NATO saflarında Libya'ya karşı savaştığı gibi, Libya ve Suriye'deki bütün gerici ve karşıdevrimci grupları bir araya getirme, onları eğitme ve koordinasyonlarını sağlama görevini üstlendi. Irak ve Afganistan'da olduğu gibi, Türkiye'yi Batılı emperyalistlerin Arap ve İslam halklarına karşı karakolu ve kiralık askeri durumuna düşürdü. Bu gelişme, Türkiye'yi Ortadoğu'ya daha sıkı şekilde bağlıyor, bölgedeki siyasal ortamın doğrudan parçası durumuna sokuyor. Türkiye egemen sınıflarının bölgesel işbirlikçilik ve yayılmacılık politikası, Türkiye, İran, Irak ve Suriye'deki Kürt ulusal hareketinin enternasyonal karakteriyle birleşince, Ortadoğu halklarının özgürlük ve eşitlik temelinde emperyalizme ve işbirlikçi kapitalist egemenlere karşı birlikte mücadele etmesinin yolu açılıyor. Tabii, emperyalizmin bölge halklarını birbirine karşı kullanma politikasını reddetme, sömürgeciliğin böl ve yönet politikasına karşı direnme anlayışının bütün sosyalist, devrimci ve yurtsever güçler tarafından benimsenmesi şartıyla. Dünyada durum Dünya kapitalist sistemini sarsan büyük ekonomik bunalım, kapitalizmin koruyucusu ve kollayıcısı kapitalist devletlerin ekonomiye merkezî müdahalesiyle üçüncü ve dördüncü yılında yumuşatıldıysa da, yeniden şiddetlenmeye başlıyor. İrlanda, Yunanistan ve Portekiz'in iflas durumu devam ediyor. İspanya iflasın eşiğinde. İtalya, Fransa, İngiltere ve ABD, ciddi yavaşlama işaretleri veriyor. Büyük finans sermayesinin, banka tekellerinin öncülüğünde sürdürülen neoliberal kapitalizm bütün tezleriyle iflas ettiği ve kapitalist ekonomiyi, hatta sistemin bütününü batmanın eşiğine getirdiği hâlde, devletlerin oluk oluk para akıtmasıyla kurtarılan bankalar, siyasal etkilerini kullanarak neoliberal 6

urun_31_17haz.indd 6

17.06.2011 16:53:30


modelin dışına çıkılmasını ve kapitalizmin sosyal devletçi modellerine geçilmesini önlediler. Dünya kapitalist sisteminin ana merkezleri, meşruiyetini yitirmiş vahşi bir sömürü ve talan düzenini sürdürmeye çalışıyor. Bunalımın yükünü işçi sınıflarının ve emekçi halkların sırtına acımasızca yıkan finans tekellerinin kârları katlanırken işsizlik ve yoksulluk dalga dalga yayılıyor. Tabii bu durum işçi sınıflarının, emekçi tabakaların, geleceksizliğe mahkûm edilen gençliğin toplumsal ve siyasal tepkisini de doğurdu. Büyük tekellerin spekülasyonuyla fırlayan gıda fiyatlarının da etkisiyle derinleşen ekonomik krize dayanamayan Tunus ve Mısır emekçileri emperyalizmin uzantısı işbirlikçi oligarşilere karşı ayaklanarak bütün dünyada yeni bir devrimci yükseliş dönemini tetikledi. Yunanistan son yıllarda işçi sınıflarının ve emekçi halkların grev ve gösterilerinde muazzam bir artışın yaşandığı ülke oldu. Bir günlük, iki günlük, dört günlük genel grevler haftalara uzayarak büyük bir toplumsal patlamaya dönüşüyor. İspanya'da meydanlar dört hafta süren oturma eylemlerine, Tahrir meydanını örnek alan protestolara tanık oldu. İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda, Hindistan, Kuzey Kıbrıs, İtalya grev ve protestolara katılanların sayısındaki artışla dikkat çekiyor. Almanya ve İtalya'da nükleer enerjiye karşı çevreci tepkiler somut sonuçlar vermeye başladı. ABD'de işçi sınıfı ve kamu emekçileri daha hareketli. Latin Amerika'da ılımlı sola yöneliş eğilimi sürüyor.

7

urun_31_17haz.indd 7

17.06.2011 16:53:30


Neoliberal modelden ayrılmayan dünya kapitalizminin efendileri, bunalımdan çıkışın geleneksel emperyalist seçeneğine başvurmakta gecikmediler. Savaş yolunu seçtiler. Silahlanmayı körükleyerek, saldırdıkları zengin ülkelerin doğal kaynaklarına el koyarak tekellerin kârını arttırma ve ekonomiyi canlandırma, kendi emekçilerinin kapitalizme yönelik tepkilerini şovenizmi ve militarizmi körükleyerek saptırma çözümünü benimsediler. Kapitalizm ve emperyalizm bu politikalarla, bütün dünyayı yeni bir devrimler ve emperyalist savaşlar dönemine taşıdı. Devrimci isyanlar ve ayaklanmalar, karşıdevrimci isyanlar, darbeler ve ayaklanmalar, emperyalist savaşlar ve işgaller, emperyalist savaş ve işgallere karşı ulusal halk direnişleri, ulusal kurtuluş savaşları, sosyalist devrimler artık pratik meseleler olarak gündemin en ön sıralarında yer alıyor. Bu koşullarda Amerikan emperyalizmiyle Avrupa Birliği emperyalistlerinin işbirliği ve koordinasyonunda büyük bir yoğunlaşma görünüyor. Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya ve Güney Afrika gibi büyük ülkeler de Libya'nın boğazlanması örneğinde olduğu gibi, ABD-Avrupa ittifakının, bu ittifakın vurucu gücü NATO'nun paralelinde hareket ediyor. Dünya kapitalist sistemine yön veren büyük devletlerin karşıdevrimci ittifakına karşı bütün dünyada işçi sınıfı hareketi ile ezilen halklar hareketinin dayanışma içine girmesi, sosyalist güçler ile ulusal kurtuluşu amaçlayan bağımsızlıkçı güçlerin birlikte hareket edebilmesi büyük önem taşıyor. *** Türkiye, bölge ve dünya yeni bir döneme girdi. Zihniyetimizi, programımızı, çalışma tarzımızı bu yeni döneme göre uyarlamamız gerekiyor. Kapitalist gericiliğin ve karşıdevrimlerin egemen olduğu, ezilen ve sömürülen kitlelerin toplu mücadeleden uzaklaştırıldığı, bireylerin “her koyun kendi bacağından asılır” aldatmacasına kurban edildiği dönem sona erdi. Gericilik ve karşıdevrimler döneminde sosyalizmin ve devrimlerin aydınlanmasından uzak tutulan kitlelere yönelecek, onların sınıf mücadelesinin pratiği içinde siyasal bilince kavuşmasına sabırla yardımcı olacağız. Gelgitli, çalkantılı, zorlu bir dönemde işçi sınıfının, emekçi kitlelerin, ezilen halkların kapitalizmi ve emperyalizmi aşma gücüne kavuşması için elimizden gelen her şeyi yapacağız. 8

urun_31_17haz.indd 8

17.06.2011 16:53:31


12 Haziran 2011 Seçim Sonuçları

12 Haziran 2011 seçim kampanyasını ülkenin bütün sağcı, gerici ve faşist güçlerini kendi çatısı altında birleştirme stratejisiyle yürüten AKP, bu stratejisinde önemli bir başarı sağladı ve oylamaya katılan seçmenlerin yarısının oyunu topladı. Bu oyla, seçmen oylarının eşit biçimde temsil edilmesini gerektiren demokratik bir seçim sisteminde 550 kişilik parlamentoda ancak 275 sandalye kazanabilecekken, yüzde 10 seçim barajı sayesinde 326 sandalyeye sahip oldu; tek başına hükümet kurabilecek sayıya zar zor erişebilecekken, parlamentoyu tekeline alabilecek bir sayıya kavuştu. Bu sonuçla, AKP, üçüncü dönem iktidarda kalmış oluyor. AKP, bir dönem daha TUSKON, MÜSİAD ve TÜSİAD oligarşisinin yürütme komitesi olarak işçi sınıfına, şehir ve köy emekçilerine, ezilen halklara, gençlere, kadınlara, aydınlara saldırmaya devam edecek. Bölge halklarına karşı Amerikan ve Avrupa emperyalizminin maşalığını, NATO'nun kiralık askerliğini yapmayı sürdürecek. AKP'nin fazladan 51 sandalye gasbetmesini sağlayan yüzde 10 barajını bile yok sayarak büyük zafer çığlıkları atan kapitalist yatık medya, halkın gözüne kül serpmeye devam ediyor. AKP, yüzde 49,91 oranına, daha önce Saadet Partisi'ne, Demokrat Parti'ye, Büyük Birlik Partisi'ne giden oyların neredeyse hepsini, Milliyetçi Hareket Partisi'ne giden oyların ise küçük bir kısmını, komünizm düşmanlığı, Alevi düşmanlığı, şovenizm, dinsel bağnazlık ve militarizm temelinde alarak ulaştı. AKP, MHP'yi barajın altına itme hedefine erişemediyse de, sermaye, devlet ve din üçlüsüne bağlı bütün sağcı güçlerin tek temsilcisi olma, tek başına Milliyetçi Cephe olma hedefinde yeni bir aşamaya yükseldi. Seçimde CHP, yüzde 25,92 oy oranıyla 135 sandalye, MHP yüzde 12,98 oy oranıyla 53 sandalye, çekirdeğini BDP'nin oluşturduğu Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku ise yaklaşık yüzde 6 oy oranıyla 36 sandalye kazandı.

9

urun_31_17haz.indd 9

17.06.2011 16:53:31


Listesine sosyalist kanattan Levent Tüzel ve Ertuğrul Kürkçü'yü, sağcı ve muhafazakâr Kürt kanadından Şerafettin Elçi ve Altan Tan'ı alan Kürt ulusal hareketi, 2007'deki 22 sandalyesini 36'ya çıkararak büyük bir seçim başarısı gösterdi. Seçime Cumhuriyet Güçbirliği çerçevesinde bağımsız adaylarla giren İP ile, TKP adını kullanarak sosyalist güçleri yeni Kemalist bir platforma çekmeye çalışan SİP seçimlerde varlık gösteremedi. Komünist, sosyalist ve devrimci demokrat güçler 12 Haziran seçimlerinde, sermayeden, devletten ve dinden bağımsız birleşik bir platformla seçmen karşısına çıkamadı. AKP, bu seçim sonuçlarıyla hegemonik tek parti diktatörlüğü yolunda yeni hamleler için ciddi bir zemin kazanmış oldu. AKP yeni anayasa ve başkanlık sistemine geçiş gibi hedefleri için parlamento içinde hem MHP, hem CHP, hem de BDP grupları içinde karışıklık çıkarma, çeşitli vaat ve hilelerle bu partilerin belirli kesimlerini etki alanına alma taktiğini ısrarla güdecek. AKP'nin parlamentodaki güçleri kendi yörüngesine sokma gayretine karşı uyanık olmak gerekiyor. AKP'nin temsil ettiği İslam-Türk-NATO Sentezcisi işbirlikçi kapitalist politikalara karşı siyasal, sosyal ve ideolojik mücadele eden güçler, bu seçim sonuçlarıyla tabii ki buharlaşmadı. Bu güçlerin tabanını oluşturan seçmenlerin önemli oranda CHP ve BDP'nin başını çektiği bloka oy verdiği anlaşılıyor. Emperyalizme ve kapitalizme karşı ilkeli bir tutum almayan partilerin; sermaye, devlet ve din üçlüsüne çeşitli ödünler vermeyi gerçekçi politika sayanların, emekçi halklara hayal kırıklığından başka verebileceği bir şey yok. Gün serinkanlılığımızı koruma, mücadelemizi sürdürme, örgütlülüğümüzü arttırma günüdür. Egemen güçlerin yörüngesinden çıkamayan, kasaplığımızı yapmaya hazırlanan sermaye uşaklarına baskı ve propaganda yöntemleriyle teslim olanlar da içinde olmak üzere, emekçi kitlelere sabırla gideceğiz, aydınlanma ve örgütlenme çalışmamızı sürdüreceğiz. Emperyalizmin ve kapitalizmin bizi içine hapsetmeye çalıştığı dar kalıplara sığamayız. Karamsarlığa, bezginliğe yer yok. Hayat öğretir. Henüz siyasal bilince kavuşamayan kitleler de hak mücadelesi temelinde önyargılarından arınır. Emperyalizmin ve kapitalizmin icra makamı olan AKP'nin heveslerini kursağında bırakacak tutarlı bir muhalefet cephesini örebilme imkânını sınıf mücadelesi yoluyla yaratabiliriz. Türkiye'nin kangrenleşmiş büyük sorunları var. Bu sorunların kaynağı ve sürdürücüsü olan egemenleri, büyük toplumsal patlamalar bekliyor.

10

urun_31_17haz.indd 10

17.06.2011 16:53:31


12 Haziran 2011 Seçiminde Tutumumuz

12 Haziran 2011’de yapılacak genel seçimler için Yüksek Seçim Kurulu’na başvurular 11 Nisan 2011 günü tamamlandı. Seçime katılacak siyasal partiler aday listelerini sunarken, seçime bağımsız giren adaylar da başvurularını yaptı. Biz seçimlere ilişkin tutumumuzu, ülkenin, bölgenin ve dünyanın somut koşulları temelinde uluslararası işçi sınıfı hareketinin yüz altmış üç yıllık ortak birikiminden ve Türkiye Komünist Partisi’nin doksan yıllık siyasal deneyiminden yararlanarak belirliyoruz. Dünya kapitalist sistemine yön veren emperyalist efendilerin ve işbirlikçi kapitalist oligarşilerin otuz yıllık neoliberal saldırısına artık dayanamayan dünya işçi sınıflarının ve ezilen halkların ayağa kalktığı, Arap dünyasında halk devrimlerinin başladığı, bu devrimleri boğmak için emperyalist saldırıların yoğunlaştığı bir dönemdeyiz. 21. yüzyıla damgasını vuracak yeni sosyalist devrimler ve ulusal kurtuluş devrimleri dönemi başladı.

11

urun_31_17haz.indd 11

17.06.2011 16:53:31


Türkiye seçime, 12 Eylül 1980 rejiminin yeni efendisi AKP’nin bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm güçlerine karşı şiddetlenen saldırısı altında gidiyor. ABD-AB emperyalizminin işbirlikçisi TUSKON, MÜSİAD ve TÜSİAD kapitalist oligarşisinin yürütme komitesi olarak 8 yıldır iktidarı elinde tutan AKP, bütün emekçileri ve emeklileri yoksullaştıran, küçük çiftçileri ve esnafı çökerten, gençleri işsizliğe mahkûm eden, bağımsız ekonomik kalkınma imkânını yok eden, doğayı tahrip eden neoliberal İMF programını acımasız biçimde uyguladı. Kürt halkına, Alevilere, bütün azınlık halklara karşı sistemli ayrımcılık yaptı. AKP, kapitalist egemenlerin çok uzun süreden beri benimsediği Türk-İslam-NATO Sentezi’ni dinsel gericiliği git gide büyüterek ve laikliği, kadın haklarını, düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğünü boğarak derinleştiriyor. Daha geçenlerde NATO’nun füze kalkanı projesini kabul eden ve şu anda Libya halkını katleden emperyalist savaşa katılan AKP, ülke ve bölge halklarına karşı emperyalizmin uzantısı olarak hareket ediyor. Sınıfsal olarak küçük ve orta burjuvazi ile okumuş meslek sahiplerine, emekçi tabakaların üst kesimine dayanan ana muhalefet partisi CHP, seçim programını ve aday seçimini, büyük sermayeye, ABD, AB ve NATO’ya güven verme temeli üzerinde kurguladı. 2002 seçimlerinden beri erimiş kapitalist merkez sağ partilerin bir kısım kadrolarını devşirdi. Büyük sermaye çevrelerine, banka ve holding sahiplerine kârlarını arttırma güvencesi verirken, bütün halka sınırlı laikliği koruma; işçi sınıfına ve emekçilere taşeronlaşmayı önleme, sosyal devlet kazanımlarını koruma; kadınlara, kadın haklarını koruma ve aile sigortası; gençliğe YÖK’süz üniversite; sola düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğü vaadinde bulunuyor. CHP, füze kalkanı projesi ve Libya savaşı konusunda AKP’yle işbirliği yaptı ve NATO köleliğini savundu. Türk sağının milliyetçi-faşist partisi MHP, küçük ve orta sermaye çevrelerini, yerli ve yabancı tekelci sermayenin köşeye sıkıştırdığı küçük mülk sahiplerini demagojik bir programla emperyalizme ve işbirlikçi büyük sermayeye bağlıyor. Kürt halkına karşı şovenist savaş çığırtkanlığı yapıyor. MHP, füze 12

urun_31_17haz.indd 12

17.06.2011 16:53:31


kalkanı ve Libya savaşı konusunda AKP ve CHP’yle birlikte açıkça NATO’cu bir tutum aldı. Burjuvazinin üç büyük partisi dışında, Kürt ulusal hareketinin öncülüğünde oluşturulan “Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku”, toplumsal muhalefetin demokratik temsil hakkını gasp eden yüzde on seçim barajına karşı seçimlere bağımsız adaylarla giriyor. Blokun eksenini BDP’liler oluşturuyor. Sosyalist solun bir kesimi ile Kürt hareketinin muhafazakâr-liberal, dinci ve kapitalist kanadı da blok içinde yer alıyor. DSİP ve EDP gibi “yetmez ama evet”çi işbirlikçi gruplar da blokun içinde bulunuyor. EMEP Genel Başkanı Levent Tüzel ile SGPH’den Ertuğrul Kürkçü sosyalist sol kesimden gelen adaylar. KADEP Genel Başkanı Şerafettin Elçi Kürt hareketinin muhafazakâr-liberal kapitalist kanadından. İslamcı Kürt aydını Altan Tan da adaylar arasında. Blok, seçim bildirisinde, kendisinin, dinci ve milliyetçi blok ile ulusalcı blok karşısında demokrasi özlemi duyanların, özgürlükçü, eşitlikçi, demokratik ve sosyal bir anayasa için mücadele edenlerin alternatifi olduğunu açıkladı. Ne var ki, Blok, seçim bildirisinde emperyalizme ve kapitalizme karşı tutum almaktan özenle kaçındı. ABD’ye, AB’ye, NATO’ya karşı bir tek söz bile etmedi. Kürt halkının varlığını, kültürünü ve dilini savunuyor, barış özlemini dile getiriyor ama sistem içinde kalan uzlaşmacı bir platformu savunuyor. Bu niteliğiyle, ilkeli değil oportünist, devrimci değil reformcu, anti-emperyalist ve anti-kapitalist değil, emperyalizm ve kapitalizmle işbirliğine açık bir çizgiyi temsil ediyor. Elini ilkeli biçimde bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm güçlerine değil, sermayeye, devlete ve dine uzatıyor. İşçi sınıfının ve ezilen halkların tutarlı öğretisini liberalizmle, milliyetçilikle ve dincilikle sulandırıyor. Sosyalist ve devrimci demokrat güçlerin devrimci ittifakını esas almıyor, egemenlerle uzlaşmaya can atan oportünist güçleri içine alarak ilkesiz bir karma oluşturuyor. Blok, sosyalist ve devrimci demokrat güçleri, ulusal oportünizm ile sosyal oportünizmin koalisyonuna bağımlı kılıyor. Biz işçi sınıfının ve emekçi halkların kapitalist sömürüden ve emperyalist zulümden kurtulma mücadelesini yürüten devrimci bir hareketiz. İşçi sınıfının ve emekçi halkın iktidarı, bu iktidara dayanarak sosyalist bir eşitlik ve özgürlük toplumu kurulması, yani siyasal ve sosyal devrim bizim varlık nedenimizdir. Ne var ki, sosyal oportünizm, işçi sınıfının ve emekçi halkların dağ gibi yığılmış sorunlarını çözemez. Biz bütün ulusların, bütün dillerin eşitliğinden ve özgürlüğünden yanayız. 13

urun_31_17haz.indd 13

17.06.2011 16:53:31


Bu bağlamda, ulusların kendi kaderini belirleme hakkını tavizsiz biçimde savunuyoruz. Kürt halkının kendi kendini yönetme hakkını, anadilinde eğitim görme hakkını tanıyor, onurlu barışa ulaşma özlemini paylaşıyoruz. Ne var ki, ulusal oportünizm, Kürt halkının dağ gibi yığılmış sorunlarını çözemez. Ulusal ve sosyal oportünizmin birlikteliği, sosyalist ve devrimci demokrat güçlerin bu oportünist birlikteliğin içinde eritilmesi; teorik ve pratik olarak, işçi sınıfını, emekçileri ve bütün ezilen halkları, kapitalizmin ve emperyalizmin amansız gerçeklerini görüp bu sistemi aşmaya yöneltmediği için, ister istemez kitlelerde büyük hayal kırıklığı yaratacaktır. Biz de içinde olmak üzere sosyalist ve devrimci demokrat çevrelerin egemen sınıfın partilerine karşı ilkeli birlik oluşturma bilincini ve ustalığını gösterememesi hızla giderilmesi gereken büyük bir hata olmuştur. “Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku” içinde yer alan bir kısım güçler, sosyalist ve devrimci demokratik güçlerin birliği gerçekleştirilebilseydi, kuşkusuz orada olabilir ve kendilerine yakışan şekilde, devrimci bir rol üstlenebilirlerdi. İşçi sınıfını ve ezilen halkları temsil eden devrimci bir ittifakın bulunmadığı, sosyalist çevrelerin bir kısmının Blok’a sığındığı, bazı devrimci demokrat çevrelerin Kılıçdaroğlu CHP’sinden medet umduğu, bazı çevrelerin SİP’in vitrindeki adına kapıldığı, ÖDP’nin kendi başına seçime girdiği, bazı çevrelerin seçimi aktif olarak değil pasif olarak boykot ettiği, bazı çevrelerin ne yapacağını bilemediği koşullarda, ilkeli ve merkezî bir seçim çalışması mümkün olmayacaktır. Seçimlerde, emperyalizme karşı dik duran, NATO’ya karşı mücadele eden, kapitalizmi aşmayı amaçlayan köklü adımları savunan, kardeş halkların yaşadığı ülkelerin işgaline karşı çıkan, halkların eşit ve özgür ortaklığını vurgulayan merkezî bir ortak program yok. Siyasal ve sosyal devrimi savunan; ülkenin, bölgenin ve dünyanın içinde bulunduğu koşulların büyük toplumsal patlamalar olmadan ilerlemeyi imkânsız kıldığı bilinciyle işçi sınıfı ve emekçiler arasında günlük bilinçlenme ve örgütlenme çalışmasını sürdüren bütün taraftarlarımız, kendi yerel koşullarına göre uygun gördükleri sosyalist ve devrimci demokrat adayları destekleyebilirler. Tabii, devrimci bir programın bayrağı altında yürümeyen tek tek dürüst adayların, ilkeli ve örgütlü bir karşı duruşun öznesi olamayacağını bilerek. Bu adaylar hatırına, sosyalist ve devrimci demokrat olmayan oportünist siyaset simsarlarına omuz vermemeyi bilerek. İlk fırsatta egemenlerin safına geçip AKP’yle, Fethullahçılarla, TÜSİAD’la işbirliği yapacak yeni Ufuk Uras’lara ihtiyacımız yok. 14

urun_31_17haz.indd 14

17.06.2011 16:53:31


SEÇİMDEN ÖNCE

AKP’nin Seçim Stratejisi AKP 12 Haziran 2011 seçim kampanyasını ülkenin bütün sağcı, gerici ve faşist güçlerini kendi çatısı altında birleştirme stratejisiyle yürütüyor. Emperyalizmin ve kapitalizmin emrinde bütün sağcı, gerici ve faşist çevreleri birleştirme stratejisi, AKP’yi 12 Eylül 1980 faşizminin yolunu açan Milliyetçi Cephe olarak örgütleme ve tekleştirme politikasıdır. Recep Tayyip Erdoğan, 12 Eylül 1980 öncesi Adalet Partisi lideri Süleyman Demirel’in, Milli Selamet Partisi lideri Necmettin Erbakan’ın, Milliyetçi Hareket Partisi lideri Alparslan Türkeş’in ve Cumhuriyetçi Güven Partisi lideri Turhan Feyzioğlu’nun politikalarını, günümüz koşullarına uyarlayarak, kendi şahsında birleştirmeye çalışıyor. AKP’yi yeni Milliyetçi Cephe olarak örgütleme ve tekleştirme politikasının özü, işbirlikçi kapitalist oligarşinin menfaatlerini korumak için işçi sınıfına, şehir ve köy emekçilerine, ezilen halklara, gençliğe, kadınlara, aydınlara düşmanlık gütmektir. Dinci-şovenist dogmaların mutlak egemenliğini kurmak için komünizme, sosyalizme, demokrasiye, felsefeye ve bilime, sanata, eşitlik ve özgürlük düşüncesine, düşünce ve inanç özgürlüğüne topyekün saldırmaktır. Siyasal, sosyal ve ideolojik muhalefete hayat hakkı tanımayan yekpare ve hiyerarşik bir toplum kurma arzusunu hayata geçirmektir. Devrim düşüncesini toplumsal hafızadan silmektir. Recep Tayyip Erdoğan her seçim mitinginde antikomünizm yapıyor. Kendisini dinlemeye gelen kitleleri Kürtlere, Ermenilere, Alevilere, kadınlara, gençlere, sendikalara, derneklere, laik kesimlere karşı galeyana getirmeye çalışıyor. Toplumun en geri, en eğitimsiz ve bağnaz kesimlerine özgü akıldışı duyguları ve önyargıları körüklüyor. Yobazlığı, şovenizmi, cinsiyetçiliği, militarizmi, hoşgörüsüzlüğü daha da yerleştirmeye çalışıyor. Yalan, iftira, hakaret, özel yaşama saldırı, komploculuk, vicdansızlık tek geçerli kural oldu. Erdoğan, Hopa’da AKP’nin su ve çay politikasını protesto eden Hopa halkına “Bunlar eşkiya” dedi. Hopa protestosunda polisin zehirli gaz ve cop saldırısıyla ölen emekli öğretmen Metin Lokumcu için, “Bu arada bir tanesi de kalp krizi geçirerek, şu anda kimliğini bilmiyorum, üzerinde de fazla durmak istemiyorum, ölmüş” dedi. Hopa protestocularını terö15

urun_31_17haz.indd 15

17.06.2011 16:53:32


rist sayarak özel yetkili ağır ceza mahkemesine sevk ettirdi ve tutuklattı. Metin Lokumcu’nun öldürülmesini protesto etmek amacıyla Ankara’da gösteri yaparken polis panzerinin üstüne çıkan ve polis dayağıyla kalça kemiği kırılan Dilşat Aktaş için, “Ankara’da polis panzerine tırmanan bir tane kız mıdır kadın mıdır, orasını bilemem” dedi. AKP’nin Kürt politikasını eleştiren köşe yazarı Nuray Mert’e “namert” dedi. YGS skandalını haber yaptığı için gazeteci Abbas Güçlü’yü “Bunun bedelini ödeyecek” diyerek tehdit etti. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nu her gittiği yerde “Kılıçdaroğlu Alevi” diyerek yuhalatıyor. Türk Silahlı Kuvvetleri’nde AKP’ye biat etmeyen subayları bir bir tasfiye ediyor. Nitekim, önümüzdeki Ağustos’ta Hava Kuvvetleri Komutanı olması beklenen Harp Akademileri Komutanı Orgeneral Bilgin Balanlı da bu furyadan nasibini aldı ve tutuklandı. Erdoğan, Kürt politikacılarını CHP ve MHP’yle işbirliği yapmakla suçluyor. BDP’yi etkisizleştirmek için internete verilen ses kayıtlarını, MHP’yi etkisizleştirmek için yine internete verilen görüntü kayıtlarını kullanıyor. AKP, 12 Haziran seçimini kazanmak için eski Milliyetçi Cephe uygulamalarını günümüze taşıyor, ülkeyi baskı ve terörle teslim almaya çalışıyor. Dogmaları, akıldışı önyargıları yayarak halk kitlelerini gerçek sorunlarından uzaklaştırıyor, emekçilerin gözlerine kül serperek kapitalist sömürüyü, yoksulluğu, yolsuzluğu, işsizlik afetini, kölelik ve onursuzluk düzenini unutturmaya çalışıyor.

AKP’nin Hegemonya Saldırısı AKP hegemonik tek parti diktatörlüğünü kurma yolunda saldırılarına devam ediyor. Sosyalist harekete ve Kürt halkına yönelik sistemli tutuklamalar adım adım genişledi, toplumun AKP ve Fethullah Gülen hareketi dışındaki her kesimine derece derece yöneldi. AKP iktidarının hedefinde kimler yok ki: Grevci işçiler, hakkını arayan köylüler, işsizliğe isyan eden yoksullar, halk için eğitim ve halk için bilim isteyen gençler ve öğretmenler, YGS sahtekârlığına karşı çıkan li16

urun_31_17haz.indd 16

17.06.2011 16:53:32


seliler, Kürt politikacıları ve HPG’liler, Alevi toplumu, Ermeni toplumu, kadın hakları savunucuları, laiklik yanlıları, düşünce ve ifade özgürlüğünü savunan aydınlar, barış isteyen sanatçılar, bağımsızlık ve demokrasi isteyen yurttaşlar, emperyalist savaşa karşı çıkanlar, doğa katliamını durdurmak isteyen çevreciler, Kemalist-ulusalcı partiler, Silahlı Kuvvetler, yüksek yargı kurumları, CHP ve son olarak MHP’liler. İslam-Türk-NATO sentezcisi AKP, işbirlikçi kapitalizmi dinci ve şovenist dogmalarla birleştiren antikomünist dünya görüşü doğrultusunda özlediği itaat toplumunu kurabilmek için devrimci ve ilerici halk güçlerine azgınca saldırıyor. Bu olgu şaşırtıcı değil. AKP gibi bir hareketten zaten bu beklenir. AKP, öte yandan, her kritik dönemeçte emperyalizmin ve işbirlikçi egemen sınıfların maşalığını yapan aşırı sağcı, gerici, mukaddesatçı-milli yetçi-muhafazakâr, karşıdevrimci ve faşist bütün güçleri kendi hegemonyası altında birleştirmek için, bu çevrelerde kendisine açıkça biat etmemiş yapıların yöneticilerine karşı da bir sindirme harekâtı yürütüyor. Bu harekâtını medyanın her köşesine yerleştirdiği işbirlikçi liberallerin paha biçilmez desteğiyle, halk kitlelerinin kafasını karıştırmak için kullanıyor. AKP’ye ve işbirlikçi liberallere göre, AKP’nin söz konusu kesimlere yönelik tutuklama, sindirme, şantaj ve itibarsızlaştırma operasyonları, AKP’nin “ileri demokrasi” yolunda attığı adımlardır; AKP, faşizme, kontrgerillaya, suç çetelerine, bürokratik oligarşiye, askerî darbelere, askerî vesayete karşı çıkmakta ve ülkeyi demokratikleştirmektedir. Halkın kafasını karıştırmayı amaçlayan bu şaşırtmaca kesin olarak reddedilmelidir. AKP, burjuva anlamda bile olsa demokratikleşme adına faşizme, kontrgerillaya, suç çetelerine, bürokratik oligarşiye, askerî darbelere, askerî vesayete karşı bir politika geliştirmiyor. Aksine, AKP, faşizmin, kontrgerillanın, suç çetelerinin, bürokratik oligarşinin, askerî darbelerin, askerî vesayetin zihniyetini ve uygulamalarını, teorisini ve pratiğini gitgide artan bir iştahla soğuruyor; kendi dinci, dogmatik zihniyet dünyasının ve iktidar icraatının ayrılmaz parçası hâline getiriyor. AKP’nin halk muhalefetinin her ifadesini suç sayması; sendikaları, dernekleri, yasal partileri, demokratik eylemleri illegal ilan etmesi; Kürt meselesinde tekrar inkârcılığa yönelmesi; YGS’deki ahlaksızlığı protesto eden yüz binlerce liseliyi ve onların ailelerini tehdit etmesi; heykelleri yıkması; Alevi düşmanlığını körüklemesi; dinsel dogmaları bütün toplumu 17

urun_31_17haz.indd 17

17.06.2011 16:53:32


bağlayan tek geçerli ahlak ve mantık çerçevesi olarak dayatması; siyanürcü şirketleri, nükleer soyguncuları, HES talancılarını savunması; özel yetkili mahkemeleri, terörle mücadele yasasını, yüzde on seçim barajını, zorunlu din dersini iftiharla koruması; Amerikan ve Avrupa emperyalizmi savaş borusunu çalınca Arap ve İslam halklarına karşı kiralık asker olarak görev yapmaktan utanmaması, bu gerçeği kanıtlıyor. AKP, ülkeyi burjuva anlamda bile olsa demokratikleştirmiyor; Türkiye’deki gericiliği, faşizmi ve karşıdevrimi kendi hegemonyası altına alarak tekleştiriyor. İşbirlikçi kapitalist oligarşinin tek temsilcisi olarak kalmak amacıyla faşizmin ve gericiliğin öteki odaklarını kendine boyun eğdirmeye çalışıyor; bu yolda her türlü baskıyı, hileyi ve şantajı kullanıyor. Gericiliğin ve faşizmin belirli bir karşıdevrimci odağın hegemonyası altında birleşmesi, sömürüye ve baskıya karşı mücadele eden işçi sınıfının, köy ve şehir emekçilerinin, toplumsal muhalefeti oluşturan halk kesimlerinin yararına değil, zararınadır. Emperyalizme ve kapitalizme karşı mücadele, hiç kuşkusuz, her türden gericiliği ve faşizmi ortadan kaldırma mücadelesidir. Bu mücadele içinde gericiliğin ve faşizmin şu ya da bu odağını tercih edecek değiliz. Ancak, devrimci mücadelenin selameti açısından, gericiliğin ve faşizmin tek bir odağın hegemonyası altında birleşmesini değil, bölünmüşlüğünü tercih ederiz. Halk düşmanlarının tek bir komuta altında birleşmesinden sevinç duymamız gerektiğini savunan işbirlikçi liberallere kanacak değiliz. Biz devrimci sorumluluğumuzu serinkanlı biçimde yerine getirmeye devam edeceğiz. AKP’nin gericiliği ve faşizmi kendi hegemonyası altında tekleştirme oyununu da teşhir edecek ve bozacağız.

AKP’ye Diktatörlük Yetkisi Meclis 5-6 Nisan 2011 geceyarısı kabul ettiği yasa tasarısıyla hükümete çalışma hayatıyla ilgili kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi verdi. Yüzde 10 barajının AKP’ye sağladığı ölçüsüz Meclis çoğunluğuna dayanarak kabul edilen bu yasa, AKP iktidarına, kamu emekçilerinin kazanılmış haklarını kökten budama imkânını tanıyor. Yasaya göre, hükümet kamu kurum ve kuruluşlarında istihdam edilen memurlar, işçiler, sözleşmeli personel ile diğer kamu görevlilerinin atanma, nakil, görevlendirilme, seçilme, terfi, yükselme, görevden alınma ile 18

urun_31_17haz.indd 18

17.06.2011 16:53:32


emekliye sevk edilme usul ve esaslarına ilişkin konularda düzenleme yapabilecek. Hükümet, Bakanlıklar ve Bağlı Kuruluşlarda Atama Usulüne İlişkin Kanun, Kamu Kurum ve Kuruluşlarında Atama Usulüne İlişkin Kanun, Yükseköğretim Personel Kanunu, Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Kanunu gibi yasaları keyfine göre değiştirebilecek. Hükümet, bu yasadan aldığı yetkiyle, Başbakanlık, Sanayi ve Ticaret Bakanlığı, Bayındırlık ve İskan Bakanlığı, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı, Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü, Hazine ve Dış Ticaret Müsteşarlığı, Çevre ve Orman Bakanlığı, Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü, Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Genel Müdürlüğü, Devlet Personel Başkanlığı, Gümrük Müsteşarlığı, Devlet Planlama Teşkilatı, Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu ve Özürlüler İdaresi Başkanlığı teşkilat kanunlarında değişiklik yapabilecek. Meclis’te ezici bir çoğunluğa sahip olduğu ve istediği yasayı zaten çıkarabildiği hâlde, AKP’nin kanun hükmünde kararname yoluna gitmesi, tek bir anlam taşıyor. AKP, kamu emekçilerinin kazanılmış haklarını, kamu emekçilerinin muhalefetine fırsat tanımadan, konu üzerinde hiçbir tartışmaya vakit bırakmadan ortadan kaldırmak istiyor. AKP iktidarı, yangından mal kaçırırcasına çıkardığı bu yasayla, hem kapitalizmin işçi ve emekçi haklarına yönelik neoliberal saldırısını sürdürüyor, hem de devlet kadrolarında toptan kadrolaşmanın yolunu açıyor. Hükümete verilen kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi, kamuda çalışan işçileri, memurları ve çeşitli statülerle bölünmüş personeli daha ucuza, daha kuralsız ve daha güvencesiz biçimde çalışmaya mahkûm edebilmenin altyapısını kuruyor. Kanun hükmünde kararname diktatörlük yetkisi demektir. AKP, burjuva parlamenter sistemin en temel kurallarını bile çiğneyerek Meclis’in yasama yetkisini bakanlar kuruluna devrediyor. Kendisine yönelik her türlü muhalefete karşı giriştiği tutuklamalarla bir korku imparatorluğu yaratmaya çalışan AKP, saldırısını genişletiyor; işçi sınıfını ve emekçi halkı doğrudan doğruya hedef tahtasına oturtuyor. İşçi sınıfının ve emekçi halkın çok önemli bir bileşenini oluşturan kamu emekçilerine yönelik bu diktatörlük saldırısına karşı, bütün sendikalar, bütün işçi ve emekçi dostları derhâl harekete geçmelidir. Yarın çok geç olabilir. 19

urun_31_17haz.indd 19

17.06.2011 16:53:32


Sözleşmeli Kamu Emekçilerinin Zaferi Ali Uğur

Türkiye işçi sınıfının ayrılmaz bir parçasını oluşturan kamu emekçilerinin 10 yıllık mücadelesi, sonunda, meyvesini verdi. AKP hükümeti 4B statüsünde çalıştırılan sözleşmeli kamu emekçilerine sürekli kadroya atanma, yani 4A statüsünde çalışma hakkını tanımak zorunda kaldı. AKP hükümeti bu hakkı tanıyarak seçimlerde olası oy kaybını önlemek, 9 yıllık iktidarında bizzat kendisinin büyüttüğü sözleşmeli kamu emekçileri sorununu çözerek seçim yatırımı yapmak istiyor. Ne var ki, yıllardır sözleşmeli statüde çalıştırarak haklarını gasbettiği bütün emekçiler, başta sağlık emekçileri ve eğitim emekçileri olmak üzere, AKP’nin yaptıklarını unutmayacak, onu oylarıyla da cezalandıracaklardır. Hükümetin 2 Haziran 2011 günü çıkardığı “Devlet Memurları Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Hükmünde Kararname”, 4 Haziran Cumartesi günü Resmî Gazete’nin mükerrer sayısında yayımlanarak yürürlüğe girdi. Kararnameye göre, 30 gün içinde yazılı başvuruda bulunarak sürekli kadroya alınmalarını isteyecek olan sözleşmeli kamu emekçilerinin atanmaları 60 gün içinde tamamlanacak. Bununla birlikte, kararname, 4B statüsünde bulunan herkesi kapsamıyor. Hükümet, yerel yönetimlerde çalışan sözleşmeli personeli kararname dışında bıraktı. Ayrıca, kamu kurum ve kuruluşlarının merkez ve taşra teşkilatı ile bunlara bağlı döner sermayeli kuruluşlarda, ayın veya haftanın bazı günleri 20

urun_31_17haz.indd 20

17.06.2011 16:53:32


ya da günün belirli saatleri gibi kısmi zamanlı çalışanlar ile yükseköğretim kurumlarının araştırma-geliştirme projelerinde proje süreleriyle sınırlı olarak çalışanlar yine 4B statüsünde kalmaya devam edecek. Sözleşmeli statüde çalıştırma uygulaması, işçi sınıfını bölerek kapitalistlerin ve devletin daha sıkı denetimi altında daha ucuza çalıştırmayı öngören neoliberal kapitalist saldırının ürünüydü. 4B statüsünde çalıştırılan kamu emekçileri, iş güvencesine sahip sürekli kadrolu 4A statüsündeki emekçilerle aynı işi aynı koşullarda yaptıkları hâlde, sadece 12 aylık sürelerle çalıştırılıyor ve her yıl sözleşmelerinin yenilenmesi gereği onlara karşı bir tehdit unsuru olarak kullanılıyordu. 4B statüsünde çalıştırılan kamu emekçilerinin 4A statüsüne geçirilmesi, yaklaşık 200 bin kamu emekçisinin önemli bir hak kaybını giderecek. Ancak, kararname bütün 4B’lileri kapsamadığı gibi, kamu emekçilerinin farklı statülere bölünmesi 4B ile de sınırlı değildir. 4C ve taşeron işçiliği de sürüyor. Hükümetin kararnamesi, 4C ve taşeron işçiliği sorununa, milyonlarca emekçinin hak sorununa hiçbir çözüm getirmiyor. Önce mevsimlik işçilerle sınırlı olan, daha sonra ise, özelleştirme sonucu işsiz kalan işçilerin geçirildiği ve bu çerçevede Tekel işçilerinin büyük eylemlerine neden olan 4C uygulamasında, iş güvencesi olmadığı gibi, ücretsiz izin hakkı, eş-hastalık-eğitim nedeniyle atama, askerlik dönüşü işe başlama gibi haklar da bulunmuyor. Taşeron işçileri ise kamu kurumlarının işini yaptıkları hâlde kamu emekçisi bile sayılmıyor ve çok daha güvencesiz bir konumda çalışmaya mahkûm ediliyor. Toplu sözleşmeli, grevli, iş güvenceli çalışma hakkı bütün emekçilerin en doğal hakkıdır. İşçi sınıfını işçi-memur, kamu-özel, sürekli-geçici-mevsimlik-taşeron olarak bölmek, kapitalizmin işçi sınıfını zayıf düşürmek, örgütlenmesini ve haklarını savunmasını engellemek, daha ucuza ve daha çok çalıştırmak için dayattığı uğursuz yöntemdir. Sözleşmeli statüden sürekli statüye geçme hakkını söke söke kazanan kamu emekçilerinin zaferi, umuyoruz ki, kararname dışında bırakılan 4B’lilerin, yok sayılan 4C’lilerin ve sayıları milyonlara ulaşan taşeron işçilerinin mücadelesine hız verecektir. Bütün işçi sınıfının toplu sözleşmeli, grevli, iş güvenceli çalışma hakkını kazanma hedefi önümüzde duruyor. Sözleşmeli çalıştırılan hemşirelerin, doktorların, ebelerin, laborantların, öğretmenlerin, bütün emekçilerin ısrarlı mücadelesi sonuç verdi, AKP hükümetine geri adım attırdı. Birlik ve mücadele asla boşa gitmez. 21

urun_31_17haz.indd 21

17.06.2011 16:53:32


Zavallı Hâle Gelen Türk-İş Yönetimi Fatih Aydın

Sonu tek rakamla biten yıllar, Türkiye'deki kamu işçileri için toplu sözleşme yıllarıdır. 2011 yılı da, özelleştirmelerden ve kapitalist iktidarların kamuyu yok etme politikasına bağlı olarak sayıları giderek azalmasına rağmen, 230 bin kamu işçisinin toplu sözleşme görüşmelerinin yapıldığı yıldır. Henüz doğru dürüst bir müzakere bile yapılamadan bugüne gelindi. Yasal olarak 2011 Ocak ayından itibaren geçerli olabilecek bir toplu sözleşme imzalamak mümkünken, Hükümetin boşveren tavrından dolayı Haziran ayına geldiğimizde bile hiçbir ilerleme olmadı. 22

urun_31_17haz.indd 22

17.06.2011 16:53:32


Hükümetin tavrı toplu sözleşmeleri seçimlerden sonraya bırakmak. Bu yolla kendi elini güçlendirmek. Seçim öncesi daha kırılgan olabileceklerini bildiklerinden, görüşmelerin ve imzanın seçim sonrasına kalması konusunda ısrarcılar. Çünkü, kamu işçilerine dönük olarak AKP Hükümetinin talepleri uzun zamandır biliniyor: Kamu işçisinin iş güvencesini azaltmayı hedefliyorlar. İstediği kişiyi istediği yerde ve zamanda çalıştırmayı öngören esnek çalışma hükümlerinin geçmesini istiyorlar. Kuralsızlığı istisna olmaktan çıkartıp kural hâline getirmek istiyorlar. Sendikasızlığı olabildiğince yaygınlaştırmak istiyorlar. Kısacası, işçilerin bugüne dek kazandıklarını parça parça elimizden almaya çalışıyorlar. Elbette anlaşılabilir sebeplerle, kitlelerin bu kadar tepkisini çekecek bir politikayı da seçimlerden önce açığa çıkartmak istemiyorlar. AKP, başta kalmak isteyen her kapitalist, sağcı parti gibi, burjuva politikasının gereğini yapıyor. Anlaşılmaz olan 230 bin işçinin temsilcisi olarak masanın diğer yanında oturan en büyük işçi örgütünün, Türk-İş'in tutumudur. İlerici, mücadeleci sendikalar aylardır seçimleri bir fırsat olarak kullanmanın öneminden bahsediyorlar. Hükümetlerin halklara karşı en zayıf anlarının seçim dönemleri olduğunu bilmeyen yoktur. Sendikaların da bütün güçlerini rakiplerinin en zayıf anında en fazla hak elde etmek üzere yoğunlaştırmaları, dürüst ve namuslu sendikacılığın en temel gereğidir. Ancak, Türk-İş yönetimi, bırakın bu süreci Hükümete boyun eğdirmek üzere kullanmayı, en basit sendikacılık kuralını bile işletmekten aciz bir görüntü veriyor. 230 bin işçiyle birlikte tüm Türkiye'yi AKP'ye dar edebilecek gücü varken, bilerek, isteyerek, gönüllü olarak Hükümetin dümen suyundan çıkmadan, Hükümete en küçük bir rahatsızlık vermeden seçimlerin sonucunu bekliyor. Bilinir, İstanbul ve Marmara bölgesi, işçi yoğunluğunun en fazla olduğu yerdir. İşçi mücadelesi vermek isteyen sendikaların merkezi çoğunlukla İstanbul'dadır. Buna karşın, istisnaları bir kenara bırakacak olursak, kamu işçisi ağırlıklı olan sendikalar ise, bakanlarla ve bürokratlarla daha çok temas ve diyalog kurabilecekleri gerekçesiyle merkezlerini Ankara'da bulundururlar. Türk-İş'in de merkezi Ankara'dadır. Bakanlar ve bürokratlar bazen Türk-İş merkezine, bazen de Türk-İş yönetimi bakanlıklara giderler. Ama, bu kez, bırakın Türkiye'yi, bırakın Ankara'yı ayağa kaldırmayı, tarihte ilk kez bir bakanı Türk-İş'e çağırmayı bile beceremeyen bir yönetim gördük karşımızda. İlk kez Türk-İş bir bakanın peşinden Türkiye'yi dolaşmaya 23

urun_31_17haz.indd 23

17.06.2011 16:53:32


başladı. İlk kez bir bakanın seçim gezisi esnasında ayırdığı yarım saati “müzakere” diye anlatabilen bir yönetim gördük. Türk-İş, tabandan gelen görüşme ve eylem taleplerinden dolayı sıkıştığı için kamu toplu iş sözleşmelerinden sorumlu Devlet Bakanı Hayati Yazıcı ile mutlaka bir görüşme ayarlamak istiyordu. Ama, Yazıcı, seçim gezisi dolayısıyla aday olduğu Trabzon'u bırakıp gelemeyeceğini belirtiyor. Eğer çok istiyorlarsa gelip kendisiyle boş bir vaktinde Trabzon’da görüşebileceklerini söylüyor. Bunun üzerine de Türk-İş yönetimi, “biz işçi sınıfı olarak seni de, tüm bakanlar kurulunu da buraya getirtmeyi biliriz; tarihimiz bu konuda onlarca örnekle doludur” diyemiyor. Sanki marifetmiş gibi, Türk-İş sitesinden şu açıklamayı yapıyor: “...Görüşmelere 2 Haziran 2011 tarihinde saat 10.30’da Trabzon’da, Türk-İş Trabzon İl Temsilciliğinde devam edilecektir. Bu görüşme, Devlet Bakanı Hayati Yazıcı ile Türk-İş Yönetim Kurulu arasında gerçekleşecektir.” Neticede, 2 Haziran 2011’de görüşme yapıldı. Adı görüşme, ama, aslında dert aktarma, politikacının da bu derdi “hı, hı” diyerek kafa sallayarak dinlemesinden başka bir şey yapılmadı. Daha görüşme yapılmadan Bakanın vereceği cevap tüm ilgililer tarafından biliniyordu aslında: “Notumu aldım, en kısa sürede sayın Başbakan ile görüşeceğim”. Bu kadar pasif, bu kadar beceriksiz, bu kadar kişilik yoksunu bir yönetimi daha önce hiç görmemiştik. Türkiye işçi sınıfı, bu insanları sırtından atmadan, devrimci bir emek odağı yaratmadan, önümüz açılamayacak. Türkiye işçi sınıfımız bu insanları hak etmiyor. Böylesi yöneticileri, sözde sendika önderlerini hak etmiyor. Geçmişte devrimci bir mücadele yürütmeyi başaran sınıfımız, bu insanları da koltuklarından kaldırmayı başaracaktır. Taşeronu, sözleşmelisi, geçicisi, kadrolusu, kadrosuzu, 4B, 4C statüsünde çalışanı tüm işçilerin birliği ile çözüm yakındır.

24

urun_31_17haz.indd 24

17.06.2011 16:53:32


Liseli Gençliğe Saldırı Ahmet Erhanlı

YGS’de büyük hile ÖSYM’nin 27 Mart 2011’de düzenlediği Yükseköğretime Geçiş Sınavı (YGS), büyük bir hilenin oyuncağı oldu. Sınav kitapçıklarında soruların doğru yanıtlarına ilişkin bir şifrenin kullanıldığı ortaya çıktı. Şifre en zor testin on dakika içinde yanıtlanmasına imkân veriyor. Böylece ÖSYM’nin kayırdığı tarikatçı-cemaatçi çevreler hiç emek harcamadan ön sıralara geçip istedikleri üniversitelerin istedikleri bölümüne yerleşebilecek. Emekçilerin önünde başlı başına kapitalist bir engel olan bu adaletsiz sınava gece gündüz demeden çalışmak zorunda kalan yüz binlerce aday, bu hileyle ikinci bir darbe yedi. Çocuğunu okutabilmek için ekmeğinden kısarak dersanelere para yetiştirmeye çalışan emekçiler, bütün hak ve adalet kavramlarını ayaklar altına alan bu oyunla ikinci kez aldatıldı. AKP iktidarı ve güdümündeki kadroların yönettiği ÖSYM, bu pervasız hilenin gerçek sorumlusudur ve bütün halka hesap vermelidir. Tarikatçı-cemaatçi çevreler, geçen yıl KPSS sınavında soruları sızdırarak kendi yandaşlarına bütün soruları eksiksiz yanıtlama imkânını sağlamışlardı. Kendi eserleri olan bu skandala karşı haklı olarak ortaya çıkan tepkileri bahane ederek ÖSYM’yi tamamen ele geçirmenin yolunu buldular ve asıl vurgunu vurdular. Artık soru çalmaya, soru sızdırmaya gerek kalmadı. ÖSYM’de kayırmacılık artık merkezî olarak, bilgi işlem programlarıyla yapılıyor. İstanbul’da 7 okulda adayların merkezî bilgisayar işlemiyle haremlik-selamlık olarak yerleştirildiği, kadın ve erkek öğrencilerin ayrı salonlarda sınava girmek zorunda bırakıldığı daha önce ortaya çıkmıştı. Şimdi de sınav şifresiyle istenilen aday topluluğuna zahmetsiz sınav kazandırıldığı anlaşıldı. 25

urun_31_17haz.indd 25

17.06.2011 16:53:33


Sınav zaten alın teriyle geçinen bütün emekçi çocuklarına karşı ayrımcılık yapıyordu. Sınav şifresi bu ayrımcılığı ikiye katlıyor ve genişletiyor. Artık AKP’nin, tarikatçı-cemaatçi çevrelerin gericiliğini benimsemeyen herkes hileyle saf dışı bırakılıyor. AKP’nin, Gülen cemaatinin işbirlikçi-dinci bağnazlığına boyun eğmeyen herkes, üniversite dışında kalmaya mahkûm ediliyor. AKP’nin ve Gülen cemaatinin liseden mezun olmaya hazırlanan bütün gençliğe, bu gençlerin ailelerine yönelik bu ağır saldırısı hak ettiği şekilde cezalandırılmalıdır. Bırakın demokrasiyi, bırakın çağdaş hukuku, kanun varsa, bu yolsuzluk, yapanların ve yaptıranların yanına kâr kalamaz. Liseli gençliğe, bütün liseli çocukların ailelerine yönelik bu saldırı, aynı zamanda, bütün halka kurulan bir tuzaktır. 12 Eylül faşizminin yeni efendileri, laikliğin ve kadın haklarının son kalıntılarını da yok edecek gerici ve karşıdevrimci kadrolaşmayı tamamlamak istiyorlar. Amerikan emperyalizminin sosyalizmi, devrimci ve demokratik güçleri kuşatma ve boğma planları doğrultusunda, yıllar içinde kapitalist egemenlerin fideliğinde yetiştirilen gerici “altın nesil” devlette, kamu yönetim organlarında fethedilmedik yer bırakmak istemiyor. 12 Eylül 1980 öncesinde gerici-faşist Milliyetçi Cephe’nin devrimcilere ve solculara uyguladığı yoğun terörle dinci gericilere teslim edilen Fen Liseleri, devletin bilgi işleme dayalı bütün kurumlarının dinci gericilerin eline geçmesinin başlangıcını oluşturdu. 12 Eylül’den sonra Kenan Evren-Turgut Özal koalisyonlarıyla her yönden güçlendirilen bu süreç, AKP iktidarında artık tepe noktasına varıyor. İktidara yerleştikçe pervasızlaşan işbirlikçi dinci gericilik, çürümüşlüğü topluma dayatıyor. Emek, adalet, vicdan, hak, hukuk, erdem, liyakat duygularından vazgeçmek istemeyen bütün toplum kesimleri, bu çürümüşlüğe karşı koymalıdır. Başta liseliler olmak üzere bütün gençliği, okul çağında çocuğu olan bütün aileleri, çağdışı bir yolsuzluk, baskı ve karanlık rejiminde yaşamak istemeyen bütün halkı, AKP’nin ve tarikatçı-cemaatçi çevrelerin gericiliğine, yolsuzluğuna, vurgunculuğuna, kayırmacılığına karşı mücadeleye çağırıyoruz. 26

urun_31_17haz.indd 26

17.06.2011 16:53:33


YGS sahtekârlığı örtbas edilemez Yükseköğretime Geçiş Sınavı’nda yapılan büyük sahtekârlık, göz göre göre örtbas edilmek isteniyor. Sınava giren bir milyon altı yüz doksan iki bin genci ve ailelerini mağdur eden yöneticilerin imdadına önce Abdullah Gül koştu. Gül, “ÖSYM Başkanı Ali Demir’den aldığım bilgiler beni tatmin etti” dedi. Ardından, hükümet sözcüsü Cemil Çiçek, “Cumhurbaşkanı’nın tatmin olduğu konuda biz de tatmin olmuşuzdur” dedi. Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu, “Sınavda hiçbir sorun yoktur, gençler rahat olsun. Yapılan açıklamaları tatmin edici buluyorum” dedi. ÖSYM’nin bağlı olduğu YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan, “En güvenilir sınavdı. ÖSYM Başkanı’nın açıklamaları beni de tatmin etti” dedi. TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin, “ÖSYM Başkanı’nın açıklamaları beni rahatlattı ve tatmin etti” diye buyurdu. Eğer kişisel bir işten değil, bütün halkı ilgilendiren kamusal bir işten söz ediyorsak, Gül’ün ve diğer yetkililerin kişisel “tatmin”i, bir suça ilişkin yasal inceleme, soruşturma ve yargılama süreçlerinin yerine geçemez. Kamusal işlerde cumhurbaşkanı makamında bulunan kişinin ve yüksek görevlilerin kişisel tatminine göre değil, yasalara göre karar verilir. Milyonlarca insandan oluşan koca bir kitlenin ağır biçimde aldatılması söz konusudur. Şifrenin boyutlarına ilişkin gerçekler art arda ortaya çıkıyor. Tarikatçı-cemaatçi çevreleri kayırmak amacıyla sınavı manipüle eden şebeke aslında falso yapmış, suçüstü yakalanmıştır. Yetkililere düşen görev, suçu örtbas etmek değil, liseli gençlerin geleceğini çalan suçluları yakalamak ve gençlerin, ailelerinin mağduriyetini giderecek önlemleri hızla almaktır. Buna karşılık, ağır biçimde aldatılan gençler ve aileleri bütün ülkede kitlesel gösterilerle YGS sahtekârlığını protesto ediyor. İstanbul, Ankara, Van, Adana, Mersin, İzmir, Balıkesir, Şanlıurfa, Muğla ve Antalya’da yapılan 27

urun_31_17haz.indd 27

17.06.2011 16:53:33


protestolarda AKP ve Fethullah Gülen çevresi kınandı. Gençler ve aileleri, bu rezaletten kimlerin sorumlu olduğunu içgüdüsel olarak biliyor. Egemen kapitalist sistem, “Çalışan kazanır, tembeller elenir. Çok çalışın, istediğiniz okula ve bölüme girin” masalıyla üniversite sınavlarını yıllar boyunca bir meşruiyet zırhına büründürmüştü. Akıllara durgunluk veren bir pervasızlıkla yapılan sahtekârlık, dinci-tarikatçı kadroları hiç çalışmadan milyonlarca gencin önüne geçiriyor. Egemenler, kitlelerin adalet, liyakat, eşitlik, duygularını ayaklar altında çiğnedi. Ele talkın verenler, salkımları yutmakta tereddüt etmedi. Merkezî kayırmacılık, emekçilere karşı zaten ayırımcı olan eleyici sınavın bin türlü beyin yıkamayla zar zor ayakta tutulan inandırıcılığını büsbütün ortadan kaldırmıştır. Bir yandan baskı ve terörle, bir yandan propaganda ve beyin yıkamayla ayakta tutulan neoliberal kapitalist sömürü ve zulüm rejimi lime lime dökülüyor. YGS’de şifre sahtekârlığı egemen sistemin ne kadar çürüdüğünü gösteriyor. Çürümüşlükten kurtulmak, kendimize insanca yeni bir yaşam kurmak elimizdedir. YGS iptal edilmelidir. Sınav şebekesi cezalandırılmalıdır. Üniversiteye giriş sınavsız olmalıdır. Bütün halkın eğitim hakkı tanınmalıdır. Parasız, kamusal, bilimsel, demokratik, laik, anadilde eğitim ilkesi hayata geçirilmelidir. ÖSYM ve YÖK kapatılmalıdır. Üniversiteler ve bütün okullar eşitliğin, özgürlüğün, araştırma ruhunun, yaşama sevincinin merkezi olmalıdır. Kapitalistler için değil, emekçiler için üniversite istiyoruz. Halk için bilim, halk için eğitim istiyoruz. Adaletin olmadığı yerde eğitim olmaz, bilim olmaz. Sınav stresiyle mide sancıları çeken, hayata küsen genç arkadaşlar, biliniz ki, çare var. Elbirliği edersek, insanca bir eğitime ve insanca bir yaşama kavuşabiliriz. AKP’nin ve Gülen çevresinin hiçe saydığı milyonlarca genci ve ailelerini destekliyoruz. 7 Nisan 2011 YGS sahtekârlığına aklama Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, YGS’de ayyuka çıkan büyük sahtekârlığa ilişkin yürüttüğü soruşturmada bugün öğleden sonra takipsizlik kararı verdi. Sınavda şifrelemenin kesin olarak ortaya çıkmasına, dinci-tarikatçı dersanelerin öğrencilerine şifrenin sızdırılmasına ilişkin sayısız verinin ortaya konulmasına rağmen verilen bu karar, yargı organlarını hükümetin doğrudan uzantısı hâline getiren AKP iktidarının, yüz binlerce liseliyi ve onların 28

urun_31_17haz.indd 28

17.06.2011 16:53:34


milyonları bulan aile bireylerini hiçe saydığını kanıtlıyor. AKP, minareyi çalmış, kılıfını hazırlayamamış ama hukuku çiğneyerek kendini kurtaracak takipsizlik kararını aldırmıştır. AKP’nin ve dinci-tarikatçı çetenin yolsuzluğunu örtbas eden bu karar hukuk dışıdır, gayri meşrudur. Bu örtbas kararı, ülkenin her yanında şifre sahtekârlığını protesto etmek için sokaklara dökülen on binlerce liseli gencin, onları üniversiteye gönderebilmek için her fedakârlığa katlanan ailelerinin ve bütün halkın vicdanında kabul görmeyecek, mahkûm edilecektir. Bu kadar açık haksızlığa kimse dayanamaz. Dinci-tarikatçı skandalın patlamasından bu yana, büyük şifre sahtekârlığına ek olarak, ÖSYM’nin yüksek puan kazanması gerekenlere “sınavı kazanamadınız” bilgisi, boş sınav kâğıtları verenlere “sınavı kazandınız” bilgisi verdiği, cezaevindeki adaylara eksik ve hatalı soru kitapçığı gönderdiği de kanıtlandı. Bütün bu kanıtları dikkate almayarak ÖSYM’yi ve AKP’yi aklayan söz konusu karar, milyonlarca yurttaşa, açık açık, bu kadar ağır bir yolsuzluğu bile sineye çekmek zorundasınız, siz bir hiçsiniz mesajını veriyor. İşbirlikçi kapitalist düzenin yeni efendisi AKP, despotizmde sınır tanımıyor. 29

urun_31_17haz.indd 29

17.06.2011 16:53:34


Faşizme karşı mücadelelerin tarihi ve son olarak Tunus, Mısır örnekleri, hukuksuzluğu ilke edinen küstah egemenlere, hakkı, hukuku, adaleti öğretecek tek gücün işçiler, emekçiler, gençler olduğunu ispatlıyor. Despotizmde sınır tanımayanlara ve hukuk yolunu kapatanlara yanıtı, bizzat halkın vermesi gerekecek. İnanıyoruz ki, Türkiye halkı bu kadar açık haksızlığa göz yummayacaktır. YGS sahtekârlığı AKP’nin yanına kâr kalmayacaktır. Halk, AKP iktidarının umduğu gibi, bezginliğe kapılıp “böyle gelmiş, böyle gider” demeyecektir. Gençler, aileler, vicdan sahibi bütün insanlar, tercihini adaletten yana kullanacak, yolsuz zorbalara karşı harekete geçecektir. YGS sahtekârlığı kapatılamaz. Bu sahtekârlığı özenle tezgâhlayanlar, kendi elemanlarını hileyle yüz binlerce gencin önüne geçirip devlet içindeki kadrolaşmalarını daha da yaygınlaştırmak isteyen gericiler, hak ettikleri cezayı bulacaklar. 11 Mayıs 2011

30

urun_31_17haz.indd 30

17.06.2011 16:53:35


9 Mayıs Faşizme Karşı Zafer Günü Muhsin Salihoğlu

9 Mayıs Faşizme Karşı Zafer Günüdür. Hitler yönetimindeki işgalci faşist ordularını dört yıl süren savaşta kovalaya kovalaya Almanya’nın başkenti Berlin’e giren sosyalist Sovyet orduları, 66 yıl önce, 9 Mayıs 1945’te, Alman Başkomutanlığı’nı kayıtsız şartsız teslim olmak zorunda bırakmıştı. Faşizmin yıkılması, dünya işçi sınıfının, emekçilerin ve ezilen halkların büyük bir kazanımıydı. Bu zaferle, Doğu ve Orta Avrupa ülkeleri, kapitalizmin dışına çıktı. 31

urun_31_17haz.indd 31

17.06.2011 16:53:35


Kısa süre içinde, Kuzey Kore, Kuzey Vietnam ve Çin de sosyalizme yöneldi ve dünyanın üçte biri sosyalist oldu. Sömürge imparatorlukları da yıkıldı ve birçok ülke ulusal bağımsızlığını kazandı. Bugün çok farklı koşullarda bulunuyoruz. Amerikan emperyalizminin önderliğindeki dünya kapitalist sistemi, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından faşizmin mirasını devraldı. Sosyalist sisteme ve bağımsız ülkelere karşı Soğuk Savaş’ı başlattı. Uzun ve karmaşık bir mücadeleden sonra, 1989-1991 karşıdevrimleriyle sosyalist sistemi dağıttı, çoğunu paramparça ettiği bu ülkeleri kapitalizme geri döndürdü ve bağımsız ülkelerin çoğunu da yeni sömürgesi durumuna getirdi. Yaklaşık 20 yıllık neoliberal saldırısıyla bütün dünyaya özelleştirme, taşeronlaştırma ve sendikasızlaştırma politikasını dayattı. İşçilerin, emekçilerin, ezilen halkların, kadınların, çocukların, kısacası bütün insanlığın siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel kazanımlarını geri aldı, insanlığı barbarlığa ve karanlığa mahkûm etti. Ne var ki, kendisi açısından olumlu bütün bu koşullara rağmen kapitalizm, 2008’de dünya çapında krize girdi. Krizin yüküyle ellerindeki son kazanımları da kaybetmek istemeyen işçi sınıflarının, emekçi tabakaların, ezilen halkların kitle eylemlerinde, isyan ve ayaklanmalarında meydana gelen büyük artışı boğmak için, kapitalist dünyanın emperyalist efendileri savaş politikasına yöneldi. Gezegenin bütününü kapitalizmin kölesi yapmak için, emperyalizme hâlâ tümden teslim olmamış bütün ülkelere karşı saldırı, savaş ve işgal politikası güdüyorlar. Emperyalizm, sosyalist Küba’yı ve Kuzey Kore’yi ambargo ve ablukayla boğmaya çalışıyor. Venezüella ve Bolivya’yı yıkmak için sürekli komplo düzenliyor. Filistin, Irak ve Afganistan doğrudan doğruya işgal altında. Libya NATO saldırısına uğradı. Emperyalizmin hedef tahtasında olan Suriye, Lübnan ve İran’a ise şimdilik psikolojik savaş uygulanıyor. Emperyalizm, Tunus ve Mısır’da işbirlikçi kapitalist diktatörleri deviren ama sokaklardaki ve meydanlardaki gücünü kendi iktidar organlarını oluşturarak taçlandıramayan halk devrimlerini etkisizleştirmek ve bir saray darbesi boyutuna indirgemek için her yola başvuruyor. Bahreyn, Ürdün ve Suudi Arabistan’da işbirlikçilerine destek çıkıyor. Bağımsızlığını ve onurunu her gün çiğnediği Pakistan’ı fiilen sömürge durumuna getirdi. Türkiye’yi kendisine daha sıkı bağlamak için işbirlikçi egemenlerin dizginlerini kısıyor, özerklik ve bağımsızlık taslamalarıyla alay edip İran, Libya ve Suriye konusunda tam hizaya getiriyor. NATO’yu sadece Avrupa’da değil, bütün dünyada kapitalizmin ko32

urun_31_17haz.indd 32

17.06.2011 16:53:35


ruyucusu dev bir militarist örgüt durumuna yükseltti. Afrika, Asya ve Latin Amerika’da her ülkeye burnunu sokuyor. Zaferden günümüze Faşizme karşı zaferden bugüne kadar süren tarihsel deneyim emperyalizme elini verenin kolunu kurtaramadığını gösteriyor. Emperyalizm, kapitalizmin son aşamasıdır. Emperyalizm savaştır, gericiliktir, karşıdevrimciliktir. Emperyalizm mutlak egemenlik ister, daha azına razı olmaz. Nitekim, ABD önderliğindeki emperyalizm; faşizmi yenen sosyalist sistemin, güçlü komünist partiler ve devrimci sendikalar oluşturarak kendisine muhalefet eden metropol ülke işçi sınıflarının ve sömürge boyunduruğundan kurtulan bağımsız halkların kendisine dayattığı yarım egemenlikle yetinmek zorunda kaldığı, kolunun kanadının kısıtlanmasını önleyemediği, işçi sınıfına ve ezilen halklara ödünler vermek zorunda kaldığı özel koşullarda, bu durumu değiştirmek için büyük bir seferberlik başlattı. Sinsi bir planla dünya çapında çok yönlü bir ideolojik savaş yürüttü. Liberalizm, milliyetçilik ve dincilik zehriyle komünistlerin, sosyalistlerin, devrimci demokratların, yurtseverlerin ideolojik bağışıklık sistemlerini zayıflattı. İdeolojik olarak pelteleştirdiği komünist partileri düzen partilerine dönüştürdü. İçi boşaltılmış insan hakları, özgürlük ve demokrasi masallarıyla sosyalist ülkelerde adım adım karşıdevrim tohumlarını ekti. Bağımsızlığına yeni kavuşmuş ülkeleri kendisine bağlamak için Üçüncü Dünya elitlerini yetiştirme programları başlattı. Amerikan üniversiteleri, Amerikan medyası, Amerikan film ve eğlence sanayii, bütün dünyayı kapitalizmin ve emperyalizmin ne kadar doğal ve anlamlı olduğuna inandırmak için üç vardiya çalışan fabrika görevini üstlendi ve başarılı oldu. Bugün bütün kapitalist dünyada medya Amerikan medyası, üniversiteler Amerikan üniversitesi, film ve eğlence sanayileri Amerikan film ve eğlence sanayisi olarak klonlanmış bulunuyor. Emperyalizmin barış içinde işbirliği masallarına kanan sosyalist ülkelerin yerinde bugün yeller esiyor. Sovyetler Birliği 15 parçaya bölündü. Emperyalizme her türlü tavizi veren Gorbaçov Amerikan tezgâhıyla devrildi gitti, yerini kapitalizmin zavallı uşağı Yeltsin’e ve takipçilerine bıraktı. Amerika’nın her isteğini emir sayan Şevardnadze, yerini Amerikan vatandaşı Saakaşvili’ye bıraktı. Tito’nun ülkesi Yugoslavya 7 parçaya bölündü. Romanya’da Çavuşesku ve eşi kurşuna dizildi. 33

urun_31_17haz.indd 33

17.06.2011 16:53:35


Sömürgeciliğe ve feodalizme karşı güçlü ulusal kurtuluş devrimleriyle devrimci demokrat yönetimlere kavuşan ilerici Arap ülkeleri, emperyalizme karşı ilkesel tutum alacak yerde onunla uzlaşınca yeniden emperyalizmin pençesine düştüler. Nâsır’ın ilerici Mısır’ı, işbirlikçi Enver Sedat’ın ve Hüsnü Mübarek’in bağımsızlığını ve onurunu yitirmiş köle ülkesine dönüştü. Irak’ta bir dönem Amerika’yla işbirliğine giren Saddam Hüseyin, kayıtsız şartsız teslim olmayı reddedip ülkesinin işgaline karşı direnince idam edildi. Libya’da emperyalizmle uzlaşarak ayakta kalabileceğini sanan Muammer Kaddafi, tam teslimiyeti kabul etmeyince Libya NATO’nun faşist saldırısına uğradı. Muammer Kaddafi, oğlunu ve torunlarını kaybetti, kendisi de ölüm tehdidi altında direnişini sürdürüyor. Suriye’de emperyalizme ödünler vererek özelleştirmelere giden, ülkeyi yavaş yavaş yabancı sermayeye açan Beşşar Esad, emperyalizme tam köleliği kabul etmeyince, ülkesi ve kendisi psikolojik savaşın hedefi oldu. Afganistan devrimine ve Sovyetler Birliği’ne karşı antikomünizm temelinde uzun süre Amerikan emperyalizmiyle işbirliği yapan Usame Bin Ladin, Arap ve İslam dünyasının bağımsız ve özgür yaşama hakkına sahip olduğunu savununca şeytanlaştırıldı ve ABD emperyalizminin yargısız infazıyla öldürüldü. Emperyalizme ve kapitalizme karşı ilkesel ve kararlı mücadeleden vazgeçmek, bütün devrimciler ve ilericiler açısından ölümcül bir yanılgıdır. Emperyalizme ve kapitalizme karşı yarım mücadele olmaz; sonuna kadar gitmek, emperyalizmi ve kapitalizmi ortadan kaldırmak gerekir. Uzun vadeli olarak bakıldığında, bütün devrimcilerin kulağına küpe olması gereken slogan şudur: Ya sosyalizm ve devrim, ya emperyalizm ve karşıdevrim. Başka seçenek yoktur ve olmayacaktır. Devrim ve sosyalizmden başka, özgürlüğe, adalete, kardeşliğe, demokrasiye, bağımsızlığa, hukukun üstünlüğüne, laikliğe, kadınların kurtuluşuna, çocuk haklarına, yaşanabilir doğaya götüren bir yol yoktur. Kapitalizm ve emperyalizm çıkmaz sokaktır. 9 Mayıs Faşizme Karşı Zafer Günü, bu dersler ışığında, emperyalizme ve kapitalizme karşı 21. yüzyıl devrimlerinin esin kaynağı olmaya devam ediyor.

34

urun_31_17haz.indd 34

17.06.2011 16:53:35


Filistin Yazıları Cemile Vuslat

İsrail’in yeni katliamı Siyonist sömürgeci İsrail, 63 yıl önce terör yöntemleriyle yurtlarından sürdüğü yüz binlerce Filistinli’ye yaşattığı büyük felaketi (El Nekbe) protesto eden binlerce Filistinli’ye 15 Mayıs 2011 günü Suriye, Lübnan ve Gazze sınırında ateş açarak 14 kişiyi öldürdü, aralarında çocukların da olduğu yüzlerce kişiyi yaraladı. İsrail bu katliamla, yurdundan sürüp topraklarını gasbettiği Filistin halkına karşı sürekli işlediği insanlık suçlarına bir yenisini ekledi. İsrail’in, sınıra doğru yürüyerek bütünüyle silahsız ve barışçı bir gösteri yapan sivil halka kurşunlarla yanıt verip planlı bir katliam yapması, El Fetih ile Hamas’ın 28 Nisan 2011 günü Mısır’ın aracılığıyla Kahire’de imzaladığı anlaşmazlıklara son verme ve Filistin’i birleştirme anlaşmasının hemen ardından geldi. Filistin özerk yönetimini Batı Şeria’yı yöneten El Fetih ve Gazze’yi yöneten Hamas olarak 2007’de ikiye bölen çatışmaya son verme kararı, Filistin halkının ve ilerici-devrimci örgütlerinin uzun süredir yürüttüğü kararlı birlik kampanyasının ürün verdiğini gösteriyordu. Birleşme anlaşması, geçici bir ortak hükümet kurulmasını, Hamas ve El Fetih tutuklularının salıverilmesini, sekiz ay içinde cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimlerinin 35

urun_31_17haz.indd 35

17.06.2011 16:53:35


yapılmasını öngörüyordu. Aşırı sağcı-faşist İsrail hükümeti, El Fetih-Hamas anlaşmasını İsrail’e karşı düşmanca bir hareket olarak gördüğünü açıklayıp protesto etmiş ve Filistin yönetimine aktarmakla yükümlü olduğu yıllık 1.4 milyar dolar tutarındaki gümrük gelirlerini vermeyi durdurmuştu. El Fetih-Hamas anlaşması, İsrail’in koruyucusu ve kollayıcısı ABD’yi de rahatsız etmişti. Emperyalistler ve siyonistler, Filistin halkının bölünüp paramparça olmasını ve bu süre içinde İsrail’in yeni yerleşmeler kurarak Filistin yurdunu bütünüyle yok edip yutmasını amaçlıyorlar. Bilindiği gibi, Filistin yönetimi, bu yılın Eylül ayında yapılacak Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda, başkenti Doğu Kudüs olan ve 1967 savaşı öncesi sınırlar içerisinde bağımsız bir Filistin devletinin kurulması kararını kabul ettirmek için oylama yaptırma çabasını sürdürüyor. İsrail, Filistin’de ulusal birliğin kurulmasını, böyle bir kararın kabul edilmesini kolaylaştıracak bir gelişme olarak değerlendiriyor ve önlemeye çalışıyor. Arap dünyasındaki devrimci kalkışmalar ve bu kalkışmaları boğma amacını güden emperyalizmin kanlı ve sinsi saldırıları, bölgede yeni bir saflaşma ve güç dizilişi yaratıyor. İsrail ve ağababası ABD, bölgede yeni bir savaşın tohumlarını serpiyor. İsrail’in dünkü katliamını bu çerçevede görmek gerekiyor. 16 Mayıs 2011 Filistin halkıyla dayanışma güçleniyor 2005 Temmuz'unda Filistin toplumunu temsil eden siyasi parti, sendika, kitle ve taban örgütleri tarafından yayınlanan Filistin BDS (Boykot Et, Yatırımları Geri Çek, Yaptırım Uygula) Çağrısı'ndan bu yana giderek büyüyen BDS hareketi, İsrail işgal, 36

urun_31_17haz.indd 36

17.06.2011 16:53:36


sömürgecilik ve apartheid rejimi ile suç ortaklığı yapan şirketlere bir bir geri adım attırıyor. Filistin İçin İsrail'e Karşı Boykot Girişimi'nin verdiği bilgiye göre, Türkiye'de faaliyet gösteren Denizbank'ın da sahibi olan Fransız-Belçika bankası Dexia, artan baskılar sonucu İsrail'deki bankasını satışa çıkardı. Dexia'nın, işgal altındaki Batı Şeria'daki uluslararası hukuka aykırı İsrail yerleşimlerine kredi verdiğinin ortaya çıkmasıyla Belçika'daki anti-emperyalist enternasyonal dayanışma örgütü İntal (Dayanışmayı Küreselleştirin), bankaya karşı uzun bir teşhir ve protesto kampanyası yürüttü. Kampanyadan bunalan Dexia, 11 Mayıs 2011 tarihinde Brüksel'de yapılan genel kurulunda bankanın İsrail'deki kolunun satılacağını açıkladı. Genel Kurula 45 kadar hissedar “İsrail sömürgeleştiriyor, Dexia finanse ediyor” kampanyası çerçevesinde katılım sağladı. Bir saati aşan süre boyunca platform üyeleri Dexia İsrail bankasının Filistin topraklarında inşa edilen yasadışı yerleşim yerlerinin finanse edilmesi hakkında sorular sordular. Filistin'deki faaliyetleri nedeniyle Dexia Yönetim Kurulu Başkanı Jean-Luc Dehaene ve CEO Pierre Mariani, STK'ların yanı sıra sendikalar, siyasi partiler ve diğer aktivistler tarafından yoğun soru yağmuruna tutuldu. Daha önce Dexia İsrail bankasının satılacağı bilgisi basına yansımıştı. Bu bilgi Yönetim Kurulu Başkanı Dehaene tarafından açılış konuşmasında teyit edildi. Flaman ve Brüksel bölge temsilcileri dahil olmak üzere platform üyeleri tarafından, uluslararası hukuk, kara para aklama, Doğu Kudüs'te verilen krediler, sağlığa erişim, seyahat özgürlüğü, güvenlik, tarım, Dexia'nın etik ilkeleri, Dexia tarafından tazminat ödenmesi, savaş suçu işlenmesi... gibi birçok konuda sorular soruldu. Soruları yanıtlayan Dehaene, yerleşim yeri inşa etmek için açılan kredilere ilişkin kararın 2008'de daha önceki yönetim tarafından verildiğini belirtti. Dikkat çekici gelişme ise Dexia yönetiminin İsrail bankasını en kısa zamanda, gerekirse zararına satacağı kararıydı. Ayrıca Dehaene, Dexia’nın Filistin’deki yardım projelerine destek vermeye hazır olduğunu da açıkladı. 37

urun_31_17haz.indd 37

17.06.2011 16:53:36


Jean-Luc Dehaene’nin yaptığı açıklamanın ardından tekrar söz alan platform sözcüsü, Dexia İsrail bankasının satış sürecinin ve Dehaene’nin Filistin’deki projeleri destekleyeceği sözünün takipçisi olacaklarının altını çizdi. 25 Mayıs 2011 Mısır Gazze ablukasını kırıyor Mısır'da yönetimi elinde tutan Yüksek Askerî Konsey, Filistin'in Gazze bölgesi ile Mısır arasındaki Refah sınır kapısını sürekli açmaya karar verdi. Karar 28 Mayıs 2011 Cumartesi günü uygulamaya girecek. Yüksek Askerî Konsey, sınır kapısını sürekli açık tutma kararını, El Fetih ile Hamas'ın, Filistinlilerin bölünmüşlüğüne son vermeyi ve ulusal birliği sağlamayı amaçlayan 28 Nisan 2011 tarihli anlaşmasını destekleme amacıyla aldığını duyurdu. El Fetih ile Hamas arasındaki söz konusu anlaşma da zaten Mısır'ın aracılığıyla Kahire'de imzalanmıştı. Bilindiği gibi, siyonist işgalci İsrail, Gazze ablukasını Hüsnü Mübarek rejiminin Refah sınır kapısını sık sık kapatması ve açık tuttuğu sürelerde de geçişlere sistemli kısıtlamalar getirmesiyle sürdürebiliyordu. Sınır kapısının açılmasıyla Gazze'ye uygulanan vahşi abluka önemli ölçüde kırılmış olacak. Mısır'da sokakları ve alanları fetheden ama diktatörü devirdiği hâlde diktatörlüğü deviremeyen 25 Ocak devriminin itici gücü olan işçi sınıfı, şehir ve köy emekçileri ile gençlik kitleleri; işbirlikçi kapitalist oligarşiye karşı ayaklanırken, işsizliğe, yoksulluğa ve yolsuzluğa son verilmesinin yanı sıra Filistin halkına düşman onursuz bağımlılık politikasının değiştirilmesini ve Mısır'ın Filistin halkının yanında yer almasını talep ediyorlardı. İşçi ve emekçi kitlelerinin siyasal yaşama uyanması ve ataerkil uyuşukluktan kurtulması, Mısır'da taşları yerinden oynattı ve güç dengesini değiştirdi. Aslında Yüksek Askerî Konsey, Hüsnü Mübarek döneminin Amerikancı ve İsrail işbirlikçisi üst düzey kadrolarından oluştuğu hâlde, işbirlikçi oligarşinin devrimi zorla ezme arzusunu derhâl uygulama imkânına sahip olamadığı için, çeşitli manevralarla halkın rızasını alarak, kitleleri yatıştırarak, onların gönlünü hiç olmazsa belli konularda hoş ederek, iktidarda kalmaya çalışıyor. 38

urun_31_17haz.indd 38

17.06.2011 16:53:36


Filistin davasına açık düşmanlıktan vazgeçmek ve Filistin dostu görünmek, ordu üst yönetimi açısından, bu manevraların bir parçası olarak gündeme geliyor. Oysa, Refah sınır kapısını sürekli açık tutma eylemi, bölgede İsrail siyonizminin ve onun efendisi Amerikan emperyalizminin işini zorlaştıracak ve Filistin'i yok etme planlarını bozacaktır. Yani, bu eylem, nesnel olarak antiemperyalist ve antisiyonist bir gelişmedir.

Her devrim bizatihi varlığıyla enternasyonalisttir. Mısır halk devrimi, sadece Mısır halkının değil, Filistin halkının da, bütün bölge ve dünya halklarının da kazanımıdır. Filistin halkına yönelik ablukayı kırma kararı, Yüksek Askerî Konsey'in lütfu değil, Mısır halkının başkaldırısıyla, 25 Ocak devriminin atılımıyla sağlanan önemli bir dayanışma eylemidir. Mısır'ın Gazze ablukasını kırma kararını sevinçle karşılıyoruz. 25 Mayıs 2011 Yevm El Nekse katliamı Siyonist İsrail yönetimi gözünü kırpmadan yine Filistinlileri katletti. İsrail’in 5 Haziran 1967 savaşında Arap ordularını yenilgiye uğratarak Batı Şeria, Doğu Kudüs, Gazze ve Golan’ı işgal etmesini protesto eden binlerce Filistinli’ye sınır bölgesinde ateş açan resmî katiller sürüsü, hepsi sivil 23 kişiyi öldürdü, 225 kişiyi de yaraladı. 39

urun_31_17haz.indd 39

17.06.2011 16:53:36


Filistin halkı 5 Haziran 1967 tarihini Yevm El Nekse (Yenilgi Günü) olarak adlandırıyor. El Nekse, Filistinliler açısından 1948’te İsrail’in kurulmasına yol açan büyük felaketin (El Nekbe’nin) devamı sayılıyor. El Nekbe ve El Nekse, Filistin halkının vatansızlığa, köleliğe ve onursuz yaşamaya mahkûm edilmesi anlamına geliyor. Filistin halkı El Nekbe’yi ve El Nekse’yi asla kabul etmedi. Filistinliler her 5 Haziran’da, siyonist işgalin genişletilmesini ve kendi topraklarında yaşayan Filistin halkının bir kesiminin daha sürgün edilmesini düzenledikleri eylemlerle protesto ediyor. Hatırlanacağı gibi, 15 Mayıs 2011’de düzenlenen bu yılki El Nekbe gününde İsrail 15 Filistinli’yi öldürmüştü. Filistin vatanını işgal eden siyonist sömürgeciler, zorla sürgün ettikleri Filistin halkının düzenlediği sivil gösteriyi vahşice dağıtarak, faşist özlerini bir kez daha ortaya koydular. Ama bu zorbalık artık ters tepiyor. Dünya kapitalist medyası İsrail’in katliamlarını ne kadar gizlemeye çalışırsa çalışsın, İsrail eskisi gibi göz boyayamıyor, bütün halkların gözünde gerçek kimliğiyle teşhir oluyor. Başta ABD olmak üzere emperyalist efendilerin kayıtsız şartsız desteğinden yararlanan siyonistler, ne yaparlarsa yapsınlar, Filistin halkının kendi vatanında bağımsız ve özgür yaşama iradesinin önünde duramayacaklar. Bütün halklar, kendi kapitalist hükümetlerinin sömürgeci İsrail’e verdiği desteği sorgulamalı, reddetmeli ve Filistin halkıyla daha somut biçimde dayanışma içine girmelidir 6 Haziran 2011

40

urun_31_17haz.indd 40

17.06.2011 16:53:36


1 MAYIS GÜNDEMİ

1 Mayıs 2011 İşçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günü 1 Mayıs yaklaşıyor. İşçi sınıfı ve dostları, 1 Mayıs’ı İstanbul’da Taksim meydanında milyonluk katılım hedefiyle kutlayacak. İstanbul’da ve ülkenin çeşitli yerlerinde alanları dolduracak olan işçi sınıfı ve dostları, emeğin kazanılmış haklarına yönelik saldırıları, işsizliğin ulaştığı kitlesel boyutları, yoksulluğu, kuralsız, güvencesiz, esnek çalışma biçimlerini, taşeronlaşmayı, sendikal hak ihlallerini, düşünce özgürlüğüne yönelik girişimleri, ekolojik çevrenin katledilmesi ile emekçilerin uğradığı tüm haksızlıkları protesto edecekler. Kapitalist sömürüye ve emperyalist zulme karşı çıkıp bağımsızlık, demokrasi, sosyalizm özlemini, onurlu barışa ulaşma arzusunu dile getirecekler. Yıllar süren özverili mücadeleyle Taksim’de 1 Mayıs yasağını kıran ve 2010 yılında görkemli bir miting gerçekleştiren 1 Mayısçılar, bu yıl çok daha kitlesel bir miting için kolları sıvadılar. Kapitalizmin otuz yıllık neoliberal saldırısına artık dünya çapında kitlesel tepki gösteren uluslararası işçi sınıfının ve başta Arap halkları olmak üzere ezilen halkların dipten gelen devrimci dalgası, bu hedefi kolaylaştıracak. Yeni devrimci yükseliş dönemi emperyalizmin ve işbirlikçilerinin savaş ve karşıdevrim stratejisini çökertecek. 41

urun_31_17haz.indd 41

17.06.2011 16:53:37


Tunus ve Mısır halkları, gerçekleştirdikleri devrimlerin yarattığı elverişli ortamı halk yararına gerçek kazanımlara dönüştürmek için güç topluyor; hâlâ iktidarı bırakmamakta direnen işbirlikçi kapitalist oligarşileri devirmek için örgütleniyor. Bütün zorluklara rağmen Libya halkı NATO’nun faşist savaşına boyun eğmiyor. Asya, Avrupa ve Amerika’da işçi sınıfının ve emekçilerin grev ve protesto hareketlerinde belirgin bir canlanma yaşanıyor. Japonya’daki nükleer felaket, kapitalist tekellerin beyin yıkamasıyla tepkisizleştirilen halkların gözünü açtı, doğayı korumak için yapılan mitinglerin sayısında ve çapında büyük artış var. Libya’da emperyalizmin maşalığını kabul eden yerli kapitalist egemenlerin, ülke içinde AKP eliyle yürüttüğü saldırılara rağmen, metal işçileri, MESS’in grup sözleşmesindeki dayatmalarını kırmayı başardı. Liseli gençler, ülke çapında alanlara çıkıyor ve YGS sahtekârlığını protesto ediyor. Kürt halkı sivil direnişin çapını büyütüyor. Kapitalizmin mahvettiği doğayı, dereleri, yaylaları, tarım toprağını, dağları korumak için “Anadolu’yu vermeyeceğiz” yürüyüşü devam ediyor. Faşizme ve despotizme, gericiliğin karanlığına karşı düşünce ve örgütlenme özgürlüğünü, kadın haklarını, laikliği koruma ve geliştirme bilinci yaygınlaşıyor. Liberal, milliyetçi ve dinci masalların büyüsü zayıflıyor. 1 Mayıs 2011, emperyalizmin işbirlikçisi TUSKON, MÜSİAD, TÜSİAD oligarşisini geriletmenin, oligarşinin yürütme komitesi AKP’yi durdurmanın dönüm noktası olmalıdır. 1 Mayıs 2011, aynı zamanda, emperyalizme ve kapitalizme karşı sömürüsüz, savaşsız ve sınırsız bir dünya isteyenlerin birleşme iradesini güçlendirmeli, likidasyonu ve şovenist isim hırsızlığını mahkûm etmeli, Türkiye işçi sınıfının en değerli varlığı, en büyük ustalığı, en ince hüneri olan partiyi siyaset gündemine taşıyan dönüm noktası olmalıdır. 1 Mayıs’ta, işte bu amaçlarla, hep birlikte yürüyeceğiz.

42

urun_31_17haz.indd 42

17.06.2011 16:53:38


Çağrımızdır İşçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günü 1 Mayıs, bu yıl İstanbul’da “1 milyon emekçi Taksim’e” sloganıyla kutlanacak. 1 Mayıs günü, sendikalar, meslek birlikleri, işçi sınıfının kurtuluşu davasına gönül vermiş partiler, öğrenci dernekleri, köylü birlikleri, kadın örgütleri, Kürtlerin ve diğer ezilen halkların kurumları, Aleviler ve baskı altında tutulan inanç gruplarının kuruluşları, eşitlik ve özgürlük taleplerini haykıracak. 1 Mayıs 2011 aynı zamanda Türkiye işçi sınıfının doksan yıllık meşru partisi TKP’ye gönül vermiş kadrolar ve taraftarların likidasyona son verme iradesini gösterecekleri gün olacak. TKP’liler dünya proletaryasının devrimci teorisini günümüz dünyasının devrimci pratiği ile birleştiren; sermayeden, devletten ve dinden bağımsız olduğunu gururla ifade eden Mustafa Suphilerin ve İsmail Bilenlerin partisini ayağa kaldıracaklar. Hiç kimse, TKP’yi AKP işbirlikçisi liberalizme, dinciliğe, SİP yöneticilerinin şovenizmine, her alanda devrimciliği çürüten düzen içi çözüm hayallerine teslim edemeyecektir. Bütün TKP üye ve sempatizanları, Birlik Dayanışma emektarları, İGD’liler, İKD’liler, İLD’liler, Barış Derneği aktivistleri, Köy-Koop’lular, Mustafa Suphi’den Deniz yoldaşa, Hasan Basri’den Ali İhsan Özgür ve Talip Öztürk’e, Boz Mehmet’ten Meryem Karakız’a, bu gelenek bizim diyen herkese çağrımızdır: 1 Mayıs’ta “SUPHİ’DEN BİLEN’E GELENEK YAŞIYOR” pankartı altında yürümeye davet ediyoruz. SUPHİ’DEN BİLEN’E GELENEK YAŞIYOR GİRİŞİMİ

43

urun_31_17haz.indd 43

17.06.2011 16:53:38


Görkemli 1 Mayıs

İşçi sınıfı ve dostları, uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günü 1 Mayıs’ı ülkenin dört bir köşesinde coşkuyla kutladı. İstanbul’da Taksim’e çıkan emekçiler bir milyonluk katılım hedefine ulaşarak Türkiye tarihinin en büyük mitingini gerçekleştirdiler. 1 Mayıs 2011’da ülke çapında milyonları alanlara toplamayı başaran sendikalar, meslek birlikleri, devrimci ve ilerici partiler, öğrenci dernekleri, kadın örgütleri, köylü birlikleri, Kürtler, Aleviler, bütün ezilen halklar ve kesimler, yirmi birinci yüzyılın yeni devrimler dönemine hazırlandıklarını gösterdiler. Kapitalist sömürüye ve emperyalist zulme karşı çıkan, bağımsızlık, demokrasi, sosyalizm özlemini haykıran, eşitlik ve özgürlük sloganlarıyla yürüyen yüz binlerce işçi ve emekçi, emperyalizmin işbirlikçisi TUSKON, MÜSİAD, TÜSİAD oligarşisine ve bu oligarşinin yürütme komitesi AKP’ye artık kolay kolay boyun eğmez. 1 Mayıs 2011, aynı zamanda, Mustafa Suphi’lerin ve İsmail Bilen’lerin TKP’sine gönül vermiş kadroların ve taraftarların likidasyonu aşma, partiyi yeniden ayağa kaldırma 44

urun_31_17haz.indd 44

17.06.2011 16:53:38


iradesini haykırdıkları bir gün oldu. “Suphi’den Bilen’e Gelenek Yaşıyor” pankartı arkasında birlikte yürüyen TKP’liler,

işçi sınıfının sermayeden, devletten ve dinden bağımsız politik örgütlenmesini önlemek amacını güden liberal, şovenist, dinci ablukaları kırma yolunda kilit bir adım atmış oldular. Taksim’de, İzmir’de ve Berlin’de bu bilinçle yürüyen gepegenç liselilerden doksan birlik emektarlara kadar bu hedef için canla başla çalışan bütün insanlarımız, bölge ve dünya devriminin ayrılmaz bir parçasını oluşturacak olan Türkiye devriminin bütünsel başarısını da hazırlamış oluyorlar. Emperyalizmin ve işbirlikçilerinin son olarak Libya ve Suriye’ye yönelttiği kanlı saldırılar dünya kapitalist sisteminin gerçek bir mafya düzeni olduğunu bir kez daha kanıtladı. 1 Mayıs 2011, ülkenin, bölgenin ve dünyanın bu kritik döneminde, mücadele azmimizi pekiştiren esinlendirici bir gün oldu.

45

urun_31_17haz.indd 45

17.06.2011 16:53:41


Komünistlerden Berlin’de 1 Mayıs Berlin’li komünistler, uzun yıllardan sonra TKP bayrağını yeniden dalgalandırdılar. Yurtdışında yaşayan komünistler, ülkedeki gelişmelere paralel olarak birliği güçlendirmek, safları sıklaştırmak ve yeniden ayağa kalkışın yurtdışı ayağını oluşturmak üzere, 1 Mayıs 2011’e çok hazırlıklı girdiler. Mütevazi ama bir o kadar da nitelikli bir kortej oluşturmayı başaran Berlin’li komünistler, uzun yıllardır ayrı düşmüş TKP’lilerin birliğinin çok büyük bir hızla gerçekleştirilebileceğini de kanıtlamış oldular. Berlinli TKP’liler de 1 Mayıs mitingine İstanbul ve İzmir’deki yoldaşları gibi “SUPHİ’DEN BİLEN’E GELENEK YAŞIYOR’’ pankartı altında katıldılar. Yürüyüşe, bu pan-

kart altında 1 Mayıs sabahı saat 9.00 da, Alman Sendikalar Birliği’nin düzenlediği ve çeşitli ilerici-devrimci-komünist örgütlerin oluşturduğu ‘’Klassenkämpferischer Block’’ (Sınıfsal Mücadeleci Blok) içerisinde katılındı. Kortejde ayrıca Ürün önlükleri ve TKP bayrakları da yer aldı. Yürüyüş esnasında “Suphi’den Bilen’e Gelenek Yaşıyor” pankartı hem diğer örgütlerin, hem dostlarımızın, hem de TKP’lilerin birliğine girmeyi reddedip başka kulvarlara yelken açan bir kısım eski arkadaşın da büyük ilgisini çekti. 46

urun_31_17haz.indd 46

17.06.2011 16:53:43


Tam tahmin ettiğimiz gibi, dostlarımızın neşesi, coşkusu ve merakı, diğerlerinin ise yakınmaları ve eleştirileri arttı. Geleneksel 1 Mayıs şenliği büyük oranda Türkiye ve Kürdistanlı göçmen işçilerinin ve ailelerinin oturduğu “Küçük İstanbul’’ olarak adlandırılan Kreuzberg semtinde yapıldı. Bizler de, 1 Mayıs alanı olarak da anılan Mariannenplatz’da saat 12.00 den sonra standımızı açtık. Güneşli güzel havada geçen ve birçok dost ve arkadaşımızın ziyaretine uğrayan standımıza ilgi çok büyüktü. Standımızı pankartımızla süsledik. Standın yarısını Ürün Yayınları ve Deniz Yayınlarından çıkan Taha Parla’nın kitapları ile doldurduk. Standın diğer yarısına da, masraflarımızı çıkartmak amacıyla, ellerimizle yaptığımız mezelerimizi sergiledik ve sunduk. Standımızı ziyaret eden dostlarımızla güzel sohbetler yaptık. Yine, yurtdışındaki mitinglerin geleneksel eylem sonrası etkinliğine uygun olarak ziyaretçilerimize teklif ettiğimiz mezelerimiz ve şarabımız da büyük ilgi gördü. Etkinlik bizler açısından, dostumuz işçiler açısından ve kendimizi Almanya soluna anlatmak açısından çok başarılı geçti. En güzel yan ise, birçok dost ve arkadaşımızın, seneye daha zengin organize edilebilecek bir standın yanısıra, Berlin’de Ürün Sosyalist Dergi çerçevesinde daha geniş ve daha kapsamlı aktiviteler yapılmasını önermeleri oldu. Uzun yıllardır ayrı durduğumuz, görüşemediğimiz kimi dostlarımızla konuşma, tartışma, eleştiri ve önerileri karşılıklı alma imkânımız oldu. Bu bağlamda, çok daha güçlü ve çok daha etkin bir Ürün Sosyalist Dergi çalışmasının zemini şimdiden döşenmiş oldu. Tabii ki ortak etkinlikler için bir yıl sonrasını beklemeyeceğiz. TKP’liler likidasyona son vermek, komünistlerin birliğini sağlamak ve şoven SİP’in gerçek yüzünü yurtdışındaki dost örgütlerimize göstermek için en kısa zamanda harekete geçeceklerdir.

47

urun_31_17haz.indd 47

17.06.2011 16:53:43


Devrim ve Karşıdevrim Notları II İsmail Kaplan

I Fildişi Sahili’ne Fransız saldırısı Fransız savaş uçakları, Fransa’nın eski sömürgesi olan Fildişi Sahili’nin başkenti Abican’ı dün (5 Nisan 2011) bombaladı. Fildişi Sahili’nde geçen yılın Kasım ayında yapılan seçim sonuçları konusunda ortaya çıkan ihtilafı bahane eden Fransa’nın, Abican’a bomba yağdırması, egemen bir ülkeye karşı girişilmiş sömürgeci bir saldırıdır ve asla kabul edilemez. Fransa, bombalama yetkisini Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 1975 sayılı kararından aldığını ve bu kararın gereğini yerine getirdiğini iddia ediyor. Oysa Güvenlik Konseyi’nin kararı hiçbir devlete Fildişi Sahili’ni bombalama yetkisi vermiyor. Fildişi Sahili’nde seçimi kimin kazandığı konusunda tutum belirten karar, silahlı çatışmalara son verilmesini ve sorunun barışçı biçimde çözülmesini öngörüyor. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-mun ise Fransa’ya açıkça yardakçılık yapıyor. Oysa, Birleşmiş Milletler Anasözleşmesi’ne göre, Güvenlik Konseyi kararlarını yorumlama yetkisi de Güvenlik Konseyi’ne aittir. Genel Sekreter’in, tek bir devletin veya bir grup devletin, kararları kendi başlarına yorumlama yetkisi yoktur. Ban Ki-mun’un, böyle bir yetkisi olmadığı hâlde, 48

urun_31_17haz.indd 48

17.06.2011 16:53:43


Fransa’nın saldırısına onay vermesi, sömürgeci küstahlıkta sınır tanımayan bir hukuksuzluktur. Üstelik, Güvenlik Konseyi’nin sürekli 5 üyesinden biri olan Rusya, Fransa’nın saldırısını açıkça kınamış ve kararın keyfî biçimde yorumlandığını bildirmişken, Ban Ki-mun’un Fransa’nın suç ortaklığını yapması, hukuk dışı davranışta her ölçüyü aştığını gösteriyor. Libya’ya karşı faşist savaşın başını çeken Fransa, artık sömürgeci saldırganlığı kazanılmış hak sayıyor ve yarattığı oldubittilerle dünyayı 19. yüzyılın vahşi ortamına geri döndürüyor. Sömürgeci saldırganlıkta ABD ve İngiltere’yle yarışıyor. Bilindiği gibi, Fransa, 19. ve 20. yüzyılın önde gelen sömürgecilerinden biriydi. Başta Cezayir ve Tunus olmak üzere birçok Afrika ülkesini, Güneydoğu Asya’da Vietnam, Kamboçya ve Laos’u, Batı Asya’da Hatay bölgesi dahil Suriye ve Lübnan’ı sömürgeleştirmişti. İkinci Dünya Savaşı’ndan iyice zayıflayarak çıkan Fransa, sömürgelerinde gerçekleştirdiği katliamlara ve soykırımlara rağmen özellikle Vietnam, Suriye ve Cezayir halklarının direnişine boyun eğmek ve sömürgelerinin bağımsızlığını tanımak zorunda kalmıştı. Fransa, sömürgelerinden çekildikten sonra, yeni sömürgeciliğe yöneldi. Mali bağımlılık yaratma, silah satışı, mal ihracı, dış yatırım, iç çatışmaları körükleme gibi yöntemlerle emperyalist niteliğinin gereklerini yerine getirmeye devam etti. Ne var ki, NATO’nun askerî kanadından çekilerek, Sovyetler Birliği ve Çin’le iyi ilişkiler kurarak, bağlantısız ülkelerle yakınlaşarak eski kötülüklerini bir süre unutturmayı, emperyalist imajını bir ölçüde örtmeyi başardı. ABD’nin Afganistan, Kosova ve Irak işgaliyle başlattığı yeniden işgalci sömürgeciliğe dönüş kampanyasıyla cesaretlenen Fransa da, askerî yayılmacılık, saldırı ve işgal yolunu seçti. ABD’yle iyice yakınlaştı. Kosova’ya ve Afganistan’a asker gönderdi. İran’ı, üzerine atom bombası atmakla tehdit etti. Suriye ve Lübnan’da ABD ile İsrail’in komplolarına ortak oldu. NATO’nun askerî kanadına geri döndü. Abu Dabi’de kalıcı üs kurdu. Tunus’a uşağı Zeynel Abidin Bin Ali’yi korumak için polis birlikleri göndermeye kalktı. Son 49

urun_31_17haz.indd 49

17.06.2011 16:53:43


olarak, Libya’ya karşı savaşın başını çekti. Şimdi de, Fildişi Sahili’ni bombalıyor. Faşizme yönelen aşırı sağcı ve ırkçı Sarkozy, kendi ülkesinde, kapitalist tekellerin ve devletin kriz politikasıyla köşeye sıkışan Fransız işçi sınıfının ve emekçilerinin gitikçe genişleyen ve radikalleşen hareketlenmesinden korkuyor. Sömürgeci saldırı politikasıyla, hem öteki halkların zenginliklerini yağmalıyor, hem kendi halkını şovenizm ve militarizmle zehirliyor. Ne var ki, amacına ulaşamayacak. Hak ettiği cezayı, hem saldırdığı halklar, hem sömürdüğü ve ezdiği Fransız emekçileri birlikte verecek. Fransız emperyalizmi, işçi sınıfının, emekçilerin ve halkların öfkesinden kendini kurtaramayacak. 6 Nisan 2011

II Mısır’da askerî yönetim halka saldırdı Mısır’da askerî yönetim 8-9 Nisan 2011 gece yarısından sonra, Kahire’nin ünlü Tahrir meydanında gösteri yapmaya devam eden devrimci halk kitlelerine saldırdı, 2 kişiyi öldürdü, 71 kişiyi yaraladı. Bu kanlı saldırı Mısır’daki geçici dengenin bozulmaya başladığını, askerî yönetimin oyalamalarından bıkan halkın tekrar harekete geçtiğini, devrimin ilerlemesinden korkan askerî yönetimin ise karşıdevrimci yüzünü ortaya koymak zorunda kaldığını gösteriyor. 8 Nisan Cuma günü Kahire’nin Tahrir meydanında toplanan on binlerce gösterici, Hüsnü Mübarek’in ve işbirlikçi kapitalist rejimin üst düzey yöneticilerinin yargılanması talebiyle gösteri yaptı. Göstericiler, uzun yıllar Hüsnü Mübarek’in en yakın çevresinde yer alan ve şu anda askerî yönetimin başkanlığını yapan Mareşal Hüseyin Tantavi’nin de görevinden ayrılmasını ve yargılanmasını istedi. Göstericiler Tahrir meydanını terk etmeyeceklerini ve Hüsnü Mübarek’i deviren ayaklanma sırasında yaptıkları gibi, sokağa çıkma yasağına uymayarak geceyi meydanda geçireceklerini açıkladı. 50

urun_31_17haz.indd 50

17.06.2011 16:53:43


İktidarı elinde tutan Yüksek Askerî Konsey’den meydanı mutlaka boşaltma emrini alan ilgili komutanlar, sokağa çıkma yasağının başladığı gece yarısından sonra saat 2’de halka ultimatom vererek herkesin dağılıp evlerine gitmesini istediler. Göstericiler isteğe uymayınca askerlere ateş açma emir verildi. 20 subay ve asker emre uymadı ve göstericilerin safına geçti. İyice sinirlenen komutanlar, göstericilerin arasına karışan subay ve askerlerin kendilerine teslim edilmesini istedi. Bu istek doğal olarak reddedildi. Ordu birlikleri bu kez gaz bombalarıyla saldırdı ve halka ateş açtı. Yaşanan büyük kargaşaya rağmen göstericilerin çoğu meydanda tutunmayı başardı. Üç askerî araç yakıldı. Gün ışırken, devrimci halkın “Tantavi Mübarek’tir, Mübarek Tantavi’dir” sloganları altında askerî birlikler meydandan çekilmek zorunda kaldı. Birbirini kollayan iki karşıt güç arasındaki geçici denge, yani, Hüsnü Mübarek’i deviren ayaklanma sırasında ve sonrasında halkın suyuna giden ordu üst yönetimi ile ordu yönetiminin suyuna giden halk arasındaki hassas denge, halkın devrimi ilerletmek için harekete geçmesi ve ordu üst yönetiminin kanlı saldırısıyla bozulmuş bulunuyor. Bilindiği gibi, Mısır işçi sınıfının, gençliğin, emekçi tabakaların işsizlik, yoksulluk, yolsuzluk ve diktatörlüğe karşı temel istekleri hâlâ yerine getirilmedi. Siyasal ve ekonomik iktidar, işbirlikçi burjuvazinin elinde kaldı. ABD’nin, Avrupa Birliği’nin ve İsrail’in yoğun desteğini alan Yüksek Askerî Konsey, işbirlikçi kapitalist rejimi küçük tavizlerle sürdürmeye çalışıyor ve halkı oyalayıp bezdirerek uygun saldırı anını bekliyordu. Libya’daki karşıdevrimci ayaklanmada ABD’nin emriyle kilit bir rol üstlenerek gerici isyancıları eğiten ve silahlandıran Mısır askerî yönetimi, uygun anın geldiği kanısıyla devrimci kitlelere karşı saldırıya geçti. Ancak umduğunu bulamadı ve üstelik binbir hileyle korumaya çalıştığı prestiji yerle bir oldu. Ordu üst yönetimi, şu anda, gerçekte olduğu gibi, karşı devrimci yüzüyle kendi kendini teşhir ediyor. 51

urun_31_17haz.indd 51

17.06.2011 16:53:43


Halk şu saatlere kadar Tahrir meydanını boşaltmadı; göstericiler Cumartesi gecesini de Tahrir meydanında geçirdi. Mısır halkının tamamen demokratik gösterisine askerî rejimin öldürücü şiddetle karşılık vermesi, kitlelerin siyasal bilincinde önemli etkiler doğuracaktır. Halk kitleleri siyasal gerçekleri kendi deneyimleriyle öğrenirler. Umuyoruz ki, Mısır işçi sınıfı ve dostları 25 Ocak devrimini derinleştirip iktidarı bizzat kendi ellerine alacak bilinci ve ustalığı gösterirler. Kahire, “zafer kazanan” demektir. Tahrir, “kurtuluş” demektir. Muzaffer Kahire’nin Kurtuluş meydanındaki Arap emekçi kardeşlerimizin devrimi kurtuluşa kadar ilerletmesini diliyoruz. 10 Nisan 2011

III El Cezire’de istifa Amerikan emperyalizminin şu sıralardaki en etkili psikolojik savaş aygıtı olan El Cezire şebekesinin önde gelen yöneticilerinden Gassan Bin Ciddu, şebekenin son dönemdeki yayın politikasını protesto ederek görevinden istifa etti. Uzun yıllardır El Cezire’de Hivar Meftuh (Açık Diyalog) programını yöneten ve aynı zamanda El Cezire’nin Beyrut Bürosu Müdürü olan Gassan Bin Ciddu, 23 Nisan 2011’de Lübnan Es Sefir gazetesine yaptığı açıklamada, “El Cezire’nin dürüst yayıncılık ve nesnellik idealinden vazgeçerek lağım gazeteciliğine yöneldiğini ve artık haber merkezi olmaktan çıkıp kışkırtma ve seferberlik kampanyalarını yöneten bir harekât merkezine dönüştüğünü” söyledi. Gassan Bin Ciddu, “Libya ve Suriye’de olmayan olayları varmış gibi gösteren, ilgisiz kişileri görgü tanığı olarak ekrana çıkaran, buna karşılık Bahreyn’de olan olayları görmezlikten gelen kanalın yayın politikasına artık dayanamadığını” belirtti. Tunus kökenli ünlü gazeteciye göre, bağımsız ve tarafsız yayıncılık ilkesini bir yana atan El Cezire, Libya ve Suriye yönetimlerine karşı sistemli bir karalama kampanyası yürütüyor ve kritik bir dönemeçten geçen bölgede yayıncılık açısından kabul edilemez bir rol üstleniyor. Emperyalizme uşaklık yapanın maskesi eninde sonunda düşer. Gassan Bin Ciddu’nun istifası, yalancı El Cezire şebekesinin artık kitleleri aldatamayacağı günlerin uzak olmayacağını gösteriyor. 2 Mayıs 2011 52

urun_31_17haz.indd 52

17.06.2011 16:53:43


IV Tunus’ta sokağa çıkma yasağı Tunus’ta iktidarı hâlâ elinde tutan işbirlikçi kapitalist yönetim, 7 Mayıs 2011 Cumartesi günü başkent Tunus ve çevresinde sokağa çıkma yasağı ilan etti. Gece saat 9:00 ile sabah saat 5:00 arasında uygulanacak olan yasak, “ikinci bir emre kadar”, yani belirsiz bir süreyle geçerli olacak. Tunus halkı, önce Zeynel Abidin Bin Ali’yi, sonra da Muhammed Gannuşi’yi deviren ama iktidarı emperyalizmin işbirlikçisi kapitalist oligarşinin elinden alamayan 14 Ocak Devrimi’nin ardından mücadelesine devam ediyor. İşçi sınıfı, köylülük ve gençlik içerisinde bilinçlenme ve örgütlenme çalışmalarını sürdüren ve 14 Ocak Cephesi’nde birleşen devrimci ve ilerici güçler, halk devriminin sokaklardaki ve alanlardaki etkisini siyasal iktidara taşıma, kapitalist ekonomik ve siyasal sistemi koruyan devlet aygıtı yerine emekçi halkın kendi kendini yönetmesine dayanan devrimci iktidar organlarını kurma mücadelesini sürdürüyor. Amerikan ve Fransız emperyalizminin yönlendirdiği kapitalist hükümet ise, küçük tavizlerle sistemi korumaya çalışıyor. İşçi ve köylü kitlelerini, devrimci gençliği sürekli oyalayarak devrimi adım adım etkisizleştirmek ve devrimi bütünüyle ezmenin koşullarını yaratmak istiyor. 5 Mayıs Perşembe ve 6 Mayıs Cuma günü başkent Tunus’ta, Gabes’te ve devrimi başlatan Sidi Buzid kasabasında, hükümetin istifasını ve devrimin temel taleplerinin karşılanmasını isteyen büyük kitle gösterileri, polisin gaz, cop ve demir çubuklarla halka saldırmasıyla vahşi biçimde dağıtıldı. Bu vahşete rağmen binlerce kişi Cumartesi günü yine sokağa çıkıp gösterilere devam edince, Savunma Bakanlığı ile İçişleri Bakanlığı’nın ortak bildirisiyle gece sokağa çıkma yasağı konuldu. Fransız Basın Ajansı AFP’nin bildirdiğine göre, polis, İçişleri Bakanlığı binasının etrafını dikenli tellerle çevirmiş bulunuyor. 53

urun_31_17haz.indd 53

17.06.2011 16:53:43


Tunus işçi ve köylülerini ezmek için sokağa çıkma yasağı ilan eden Tunus hükümeti, aynı gün, emperyalizmin iç ve dış saldırısına karşı kahramanca mücadele eden Libya hükümetini de tehdit etti. Tunus hükümeti, Tunus sınır bölgesini Libya’ya saldırmak için kullanan karşıdevrimcilere atılan top mermilerinden birkaçının Tunus topraklarına düşmesini bahane ediyor. Oysa, Libya Başbakanı Ali Bağdadi El Mahmudi, yaptığı açıklamada, Tunus’un kasıtlı olarak hedef alınmadığını vurgulamış ve özür dilemişti. Devrimin iç ve dış politikası da, karşıdevrimin iç ve dış politikası da bir bütündür. Tunus karşıdevrimci hükümeti, emperyalizmin politik-askerî stratejisi çerçevesinde içte ve dışta karşıdevrimci ve gerici bir politika izliyor. Dünya devrimci ve ilerici güçleri de, sosyalizmi, bağımsızlığı ve demokrasiyi ilerletmeyi amaçlayan politik-askerî stratejileri çerçevesinde içte ve dışta devrimci ve ilerici bir politika izlemelidir. 8 Mayıs 2011

V Tunus’ta sokağa çıkma yasağı yumuşatıldı Tunus’ta 7 Mayıs 2011’de gece 9 ile sabah 5 saatleri arasında sokağa çıkma yasağı ilan eden işbirlikçi kapitalist hükümet, halkın sürdürdüğü protestolar üzerine, sokağa çıkma yasağını bir hafta sonra yumuşatmak zorunda kaldı. Savunma ve İçişleri bakanlıklarının yaptığı ortak açıklamaya göre, 14 Mayıs Cumartesi gecesinden itibaren yasak, gece yarısı ile sabah 4 saatleri arasında uygulanacak. Tunus’ta Zeynel Abidin Bin Ali’yi ve ardından Muhammed Gannuşi’yi deviren halk devriminden sonra işçi, köylü, emekçi ve gençlik kitleleri, iktidarı hâlâ elinde tutan işbirlikçi hükümetin, 14 Ocak devriminin temel hiçbir talebini yerine getirmediğini belirterek gösterilerini sürdürüyorlar. Siyasal ve ekonomik iktidarın kapita54

urun_31_17haz.indd 54

17.06.2011 16:53:43


list oligarşinin elinde kaldığını, özelleştirmelere son verme, işsizliği ortadan kaldırma, ücretleri insanca yaşayacak düzeye yükseltme, devrimci halkın bizzat yöneteceği yeni iktidar yapıları kurma yönünde adımlar atılmadığını belirten 14 Ocak Cephesi, sokağa çıkma yasağının derhâl ve bütünüyle kaldırılmasını istiyor. Yeni gösterilerde en çok, “Halk yeni bir devrim istiyor”, “Ne korku, ne terör, iktidar halka” sloganları atılıyor. 15 Mayıs 2011

VI Suriye’ye komplo konferansı İçeride işçi sınıfına, gençliğe, şehir ve köy emekçilerine, ezilen halklara saldıran AKP hükümeti dış politikada emperyalizm işbirlikçiliğini yoğunlaştırıyor. AKP hükümeti, Irak halkına, Afganistan halkına, Libya halkına karşı emperyalist sömürgecilerle aynı safta yer aldığı gibi, Suriye halkına yönelik emperyalist komploya da hevesle katılıyor. ABD ve Avrupa Birliği, Suriye’de Beşşar Esad yönetimini, emperyalizme ve siyonizme bütünüyle teslim olmadığı için cezalandırmak ve devirmek istiyor. Emperyalistler, bu amaçla dünya çapında kapitalist medyayı seferber ederek büyük bir psikolojik savaş yürüttüğü gibi, Suriye içinde de özellikle gerici-faşist Müslüman Kardeşler örgütünü kullanıyor. AKP hükümeti, Suriye yönetimine karşı terör eylemleri düzenleyen ve gerici bir isyan çıkarmaya çalışan Müslüman Kardeşler örgütüne Antalya Falez Oteli’nde bir konferans düzenleme izni verdi. Suriye’yi emperyalizmin ve siyonizmin önünde diz çöktürmek, mezhep savaşına sürüklemek ve parçalamak isteyen karşıdevrimcilere yataklık etmek, Suriye halkına karşı düşmanca bir eylemdir. AKP aynı dinci kapitalist dünya görüşünü paylaştığı Müslüman Kardeşler örgütünü destekleyerek emperyalist efendilerin gönlünü hoş tutmayı amaçladığı gibi, Suriye’yi hegemonyası altına almak ve fırsat bulursa bu ülkenin bir 55

urun_31_17haz.indd 55

17.06.2011 16:53:44


kısım toprağını ilhak etmek hayalini de kuruyor. AKP’nin işbirlikçi kapitalist oligarşinin çıkarları doğrultusunda bölgesel yayılmacılık hevesi, Türkiye halkına ancak felaket getirir. Emperyalizmin böl-yönet oyununa katılanlar, Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olurlar. Suriye halkı eninde sonunda ülkesindeki gerici kalkışmayı alt edecektir. Suriye işçi sınıfı ve emekçileri, ilerici ve yurtsever halk kesimleri, bir yandan ülkeyi emperyalist-siyonist-dinci ortaçağ saldırısına karşı savunmayı, bir yandan da, Esad yönetiminin emperyalizme taviz verme politikasının yol açtığı özelleştirme ve borsa vurgunlarını, antidemokratik baskıcı uygulamaları sona erdirmeyi başaracaklardır. Suriye halkı, bütün bölge halklarıyla birlikte emperyalizme, siyonizme ve kapitalizme karşı mücadelenin güçlü bir öznesi olacaktır. Türkiye halkı, Suriye halkını bu zor zamanında yalnız bırakmayacaktır. AKP hükümetinin Suriye Müslüman Kardeşler örgütüne yataklık yapma politikasını protesto ediyoruz. Türkiye, emperyalizmin ve siyonizmin vurucu gücü olmayı kabul eden Suriyeli gericilere ve karşıdevrimcilere ev sahipliği yapamaz. 31 Mayıs 2011 günü Antalya’da başlayan konferans komplosuna derhâl son verilmelidir. Türkiye ve bölge halkları, emperyalizmin güdümündeki ortaçağ zihniyetine teslim olmayacaktır. 1 Haziran 2011

VII Psikolojik savaşta son perde Kapitalist yatık medya, AKP’nin sistemli baskı ve beyin yıkama yoluyla yüzde 50 oy toplamasını “Muhteşem zafer”, “Büyük Usta Erdoğan” manşetleriyle kutluyor ve bunu sosyalist ve devrimci demokrat güçleri yıldıracak bir psikolojik savaş unsuru olarak kullanıyor. Dünya kapitalist sistemine egemen 56

urun_31_17haz.indd 56

17.06.2011 16:53:45


güçlerin psikolojik savaşı, kuşkusuz, AKP’yi kafalara kazımakla sınırlı değil. Batı emperyalizmi ve emperyalizmin Türkiye dahil her ülkedeki uşakları, aylardır Libya ve Suriye’ye karşı da sistemli bir psikolojik savaş yürütüyor. Suriye’ye karşı yürütülen psikolojik savaşın büyük bir sahtekârlığı dün akşam deşifre edildi. İnternette açılan “Şam’da Eşcinsel Kız” (A Gay Girl in Damascus) bloguyla bir anda Suriye’deki gerici ve karşıdevrimci ayaklanmanın sembolü hâline getirilen Emine Araf’ın aslında var olmadığı dürüst internet eylemcileri tarafından kanıtlandı. Kendisini ABD’nin ve Suriye’nin çifte vatandaşı Emine Araf olarak tanıtan, söz konusu blogu yazan ve birçok paylaşım sitesinde Emina Araf adıyla profil açan kişinin, Amerikalı Tom MacMaster olduğu açığa çıkarıldı. Suçüstü yakalanınca blogunda okurlarından özür dilemek zorunda kalan Tom MacMaster, özür dilerken bile psikolojik savaş yalanlarını sürdürdü ve “bu hileye Ortadoğu halklarının diktatörlüklere karşı mücadelesine dikkat çekmek ve Batı dünyasını aydınlatmak için başvurduğunu” yazdı. Blogunda her gün, olmayan gösterilerde sözümona öldürülen, yaralanan, tutuklanan uydurma kişiler hakkında “bilgiler” veren Tom MacMaster’in senaryosu bir süre sonra daha da renklendirilmiş, Emine Araf ‘ın Suriye polisi tarafından “kaçırıldığı” iddia edilmişti. Yalanda sınır tanımayan senaryo gereği, Emine Araf’ın kurtarılması için başta Paris, Londra ve New York olmak üzere birçok yerde kampanyalar düzenlenmiş, Amerikalı senatörler ve Obama yönetiminin sözcüleri “Beşşar Esad yönetiminin Emine Araf’ı derhâl serbest bırakması” için demeçler vermişlerdi. Olmayan Emine Araf’la söyleşi yaptıklarını iddia eden ve onun haberlerini bir dizi film gibi ısrarla sürdüren medya organları arasında, hepsi de “saygın” geçinen Amerikan basın ajansı Associated Press, en tanınmış Amerikan gazeteleri New York Times ve Washington Post, İngiliz Guardian, Fransız Le Monde, Katar’dan meşhur El Cezire ve Türkiye’den hurriyet.com.tr de var. Bu liste psikolojik savaşın ne derecede planlı, örgütlü ve yaygın olduğunu gösteriyor. Sizler de rast gelmişsinizdir, televizyonlarda spikerler en ağlamaklı ifadelerle Suriye yönetiminin eşcinsel bir kadın eylemciye yaptığı zulmü günlerce aktarmışlar, onun kurtarılıp kurtarılamayacağı konusunda Ame57

urun_31_17haz.indd 57

17.06.2011 16:53:46


rikancı-dinci düşünce kuruluşlarını yöneten Ortadoğu uzmanlarına sorular yöneltmişler, bu uzmanların kestiği ahkâmları oturma odalarımıza boca etmişlerdi. Tom MacMaster’in foyasının düşmesine yol açan gelişme, Emine Araf’ın resmi olarak kullandığı fotoğrafın, Londra’da yaşayan Jelena Lecic isminde bir kadına ait olduğunun ortaya çıkmasıyla başlamıştı. Emperyalist ve kapitalist egemenler yalanda sınır tanımaz. Yatık medyanın yalanlarını haber sananlar bağımsız düşünme yetilerini kaybederler ve ister istemez emperyalizmin oyunlarına alet olurlar.

58

urun_31_17haz.indd 58

17.06.2011 16:53:46


SİP’in Hilesi

SİP, işçi sınıfının, şehir ve köy emekçilerinin, gençliğin ve kadınların milyonluk kitleler hâlinde ayaklanarak Tunus ve Mısır'da işbirlikçi kapitalist diktatörleri devirmesine düşmanca yaklaşmaya devam ediyor. Emperyalizmin sadık uşağı Zeynel Abidin Bin Ali ile Hüsnü Mübarek'i tarih sahnesinden silen, egemen sermaye sınıfı ile emekçi halk arasındaki güç dengesini değiştiren, dünyanın her yerinde sömürülen ve ezilen kitleleri esinlendiren ve yeni bir devrimci yükseliş dönemini başlatan büyük halk ayaklanmalarını düpedüz karalıyor. İşçi sınıfının ve emekçi halk kitlelerinin, işçi sınıfına ve emekçi halka özgü taleplerle, işçi sınıfına özgü yöntemlerle siyasal yaşama uyanmasının tarihsel önemini inkâr ediyor. 3 Mart 2011 tarihli “Tunus ve Mısır'da dinamik denge ve SİP” yazısında belirttiğimiz gibi, SİP'e göre, “Ortadoğu'da devrim filan yok.” Kemal Okuyan'ın sözleriyle, Tunus ve Mısır'da meydana gelen halk ayaklanmaları, esas olarak bir Amerikan planının ürünüdür ve bu ayaklanmaları, “korkaklığımızdan dolayı” karşıdevrim diye adlandıramayacaksak, gerici olarak damgalayamayacaksak, en iyi ihtimalle “tamı tamına bir restorasyon” olarak nitelemeliyiz. (Kemal Okuyan'ın söz konusu görüşleri ayrıntılı biçimde işlediği yazıları için, bakınız, Sol, 7, 25, 26 Şubat 2011). SİP, Tunus ve Mısır'da farklı görüşlere sahip komünist, sosyalist ve devrimci partilerin oybirliğiyle “halk devrimi” olarak tanımladığı, Fidel Castro'nun Fransız devrimine benzettiği devrimci kalkışmaları kötüleme çabasını, utanç verici bir hileyle taçlandırarak, Tunus ve Mısır devriminden söz eden devrimci çevrelerin görüşlerini karikatürleştiriyor. 59

urun_31_17haz.indd 59

17.06.2011 16:53:46


SİP'in hilesi, emperyalizme köklü ödünler vermek zorunda kalsa da hâlâ bağımsızlığını korumaya çalışan Libya ile emperyalizmin kaşarlanmış uşaklarının başta bulunduğu Tunus ve Mısır'ı aynı çuvala koymak, Libya'ya karşı faşist bir savaş başlatan emperyalizmin yaptığı her türlü kötülüğü, Tunus ve Mısır'da hâlâ iktidarı elinde tutan kapitalist hükümetlerin sorumlu olduğu halk karşıtı karar ve eylemleri devrime bağlamak, devrimin eseri saymaktır. Hileyi Kemal Okuyan başlattı. “Devrim zirve noktasına ulaştı” başlıklı alaylı yazısında yer verdiği uydurmaları devrimci çevrelerin görüşüymüş gibi yansıttı: “Devrim, Fransız savaş uçaklarının kokpitini ele geçirmiş bulunuyor. Tıpkı üzerlerine yağan füzeleri özgürlük ve demokrasi için bedel olarak görüp selamlayan Libya halkına 'ayaklanın' çağrısı olarak değerlendirilebilecek top mermilerinin ateşlendiği Amerikan destroyerlerinin komuta merkezinin Mısır ve Tunus devrimi tarafından denetlendiği gibi…” (Sol, 20 Mart 2011) Amerikancı Taraf yazarlarına layık uydurmaları devrimcilerin ağzına yakıştıran Kemal Okuyan'ın açtığı yolda ilerleyen Sol, Tunus'ta hükümetin, devrimi savunan kitlelerin gösterilerini bastırmak için gece sokağa çıkma yasağı ilan etmesini, alaylı bir dille, “Tunus'ta 'devrim' ilerliyor!” başlığıyla verdi. (Sol, 8 Mayıs 2011). İşçi sınıfının ve emekçi kitlelerin bilinçli eylemi dışında bir devrim hayal eden, kitlelerin bağımsız eyleminden korkan SİP, görüldüğü gibi, karmakarışık bir anlayışla, devrim ile karşıdevrimi karıştırıyor; devrimin dinamik bir süreç olduğunu, egemen sınıf ile sömürülen sınıf arasında kıyasıya bir mücadelenin ürünü olarak ortaya çıktığını, devrimin ilk hamlesinden sonra da bu mücadelenin devam ettiğini kavramıyor. Durumu kısaca netleştirmeye çalışalım. Birincisi, Tunus ve Mısır'da halk devriminden söz eden devrimci çevreler, şu anda merkezî siyasal iktidar organlarının hâlâ işbirlikçi kapitalist oligarşinin elinde olduğunu vurguluyorlar. Bağımsız eylemlerle devrimin ilk aşamasında yıllanmış diktatörleri başlarından atan halk kitleleri, sokaklarda ve alanlarda gösterdikleri başarıyı kendi bağımsız iktidar organlarını kurma aşamasına götüremediler. Despotik burjuva devlet aygıtını dağıtamadılar, emperyalizme ve kapitalizme hizmet eden eski siyasal iktidar organlarının yerine kendi devrimci iktidarlarını oluşturamadılar. Çünkü, işçi sınıfının ve emekçi halkın devrimci partileri, uzun diktatörlük yıllarında ağır baskı altında yasaklı durumdaydılar. Gereken ölçüde örgütlü değildiler, sınıfla ve kitlelerle yeterince bağ kuramamışlardı. Marksizm-Leninizmin yol gösteri60

urun_31_17haz.indd 60

17.06.2011 16:53:46


ciliğinden, devrimci teorinin aydınlığından kuşaklar boyunca uzak bırakılan milyonlarca emekçi, siyasal hayata yeni uyanıyor; bilinçleri ve tecrübeleri, kendi kaderlerini sürekli olarak kendi ellerinde tutmanın, kendi hayatlarını burjuvazisiz olarak örgütlemenin canalıcı önemini henüz yeterince fark edecek yükseklikte değil. İkincisi, Tunus ve Mısır devrimlerinde şu anda bir ölçüde ikili iktidar yaşanıyor. Devrimci kitleler, sokaklarda ve meydanlarda gücünü koruyor; burjuvazi ise, merkezî hükümeti, parlamentoyu, polis örgütünü, ordunun üst yönetimini, yargı örgütünü, devlet televizyonunu elinde tuttuğu gibi, üretim araçlarına, fabrikalara, çift liklere, bankalara sahip olmaktan kaynaklanan ekonomik gücünü kaybetmemiş durumda. Devrimci parti ve örgütler herhangi bir yasal düzenlemeye gerek kalmadan serbest çalışmaya başladılar, sansürü ortadan kaldırdılar, gazete ve dergilerini çıkardılar. Açık siyasal eylemde bulunma hakkını fiilen kazanan bu parti ve örgütler hızla bağımsız sendikalar, dernekler kuruyorlar. Özellikle Tunus'ta belirli illerde devrimi savunma komiteleri iş başında; bu komiteler, günlük yaşamı düzenlemeye başladı, merkezden gönderilen valileri kovuyor, polis müdürlerini il sınırları içine sokmuyor. Ancak, topluca bakıldığında, devrimci kitlelerin çoğunluğu, tarafsız bir görünümle ortaya çıkan ordu üst yönetimine ve cumhurbaşkanına hâlâ güveniyor, onların ülkeyi yönetmesine rıza gösteriyor, merkezî iktidar onların elindeyken de onları sokaktan ve meydanlardan denetleyebileceğini sanıyor. Üçüncüsü, emperyalizm ve işbirlikçileri, ikili iktidar durumunun farkında olarak, kitlelere ödünler veriyor. İktidar kendi ellerinde kaldıkça, verilen ödünlerin günün birinde geri alınabileceğini bilerek şu anda ücretleri arttırıyor, işsizlikle ve yoksullukla mücadele programları başlatıyor, eski rejimin önde gelen temsilcilerinin yolsuzluklarını soruşturuyor, servetlerine el koyuyor, bir kısmını hapse atıyor, işkencecileri yargılıyor. Dış politikada da, Mısır yönetiminin İsrail uşaklığı politikasından uzaklaşıp Filistin davasına destek vermeye başlaması, Refah sınır kapısını açıp Gazze ablukasını kırması gibi, kitlelerin gönlünü okşayacak bağımsızlıkçı adımlara yöneliyor. Dördüncüsü, ikili iktidar durumu geçici olmaya mahkûmdur, çok uzun süre devam edemez. Bu yüzden devrimci güçler, halk devriminin temel taleplerinin hâlâ karşılanmadığını belirterek, devrimci bir geçici hükümet kurulması, özelleştirmelerin iptal edilmesi, işbirlikçi oligarşinin servetine el konulması talepleriyle 61

urun_31_17haz.indd 61

17.06.2011 16:53:46


propaganda ve ajitasyon yapıyor, hızla örgütlenmeye çalışıyor, kitle gösterilerine devam ediyor. Kitle gösterilerinde en sık atılan sloganlar, “iktidar halka devredilsin”, “ikinci bir devrime ihtiyacımız var” sloganları. Emperyalistler ve işbirlikçi oligarşi ise, emekçi kitleleri sokaklardan ve meydanlardan evlerine geri çekmek, “anarşiye son verip düzeni kurmak”, olağan günlere dönmek için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar. Kitleleri kandırmak, oyalamak, bezdirmek için şimdilik esas olarak tatlı dile başvuruyor, havayı koklayarak zaman zaman şiddet kullanıyor ama şiddetin ters tepmesi, kitle eylemlerini hızlandırması durumunda hemen özür dileyerek günah keçisi ilan ettikleri birilerini görevden alıyorlar. Tunus ve Mısır'daki işbirlikçilerin, emperyalizmin Libya'ya savaş açmasından sonra kendilerini daha güvende hissettikleri görülüyor. Beşincisi, kuşkusuz her devrim kendine özgüdür, başka hiçbir devrime benzemez. Yine de, Tunus ve Mısır devrimleri, çarı ve çarlık iktidarını devirmeyi başaramasa da, milyonlarca işçiyi ve emekçiyi bir yıl boyunca grev, gösteri ve ayaklanmalarla sokaklara ve meydanlara döken 1905 Rus devrimine çeşitli açılardan benzetilebilir. Milyonlarca işçinin, şehir ve köy emekçisinin bağımsız siyasal özne olarak harekete geçmesi, siyasal eylemler içinde gücünün farkına varması, Rusya'nın iliklerine kadar sinen köle ruhunu mezara gömmüş, Rusya'yı zihniyet açısından devrimci bir ülkeye dönüştürmüştü. 1905 devrimi, ne yazık ki, iktidarı devrimci halka veremedi; sonuçta, çarlık işbaşında kaldı, büyük toprak sahiplerinin temsilcisi olan çar, iktidarı burjuvaziyle paylaştı. Yine de, 1905 devrimi, Rusya proletaryasını ve yoksul köylülerini 1917'de iktidara taşıyan sosyalist Ekim Devrimi'nin provası oldu. Lenin'in, 1905 devriminde gördüğü iki temel eksiklik, yani, 1) kitlelerin yeterince sebatlı olmayışı, burjuvaziye, burjuvazinin kâhyalarına kolayca güvenmesi, 2) ordu içindeki devrimcilerin yeterince örgütlü ve bilinçli olamayışı, şu anda Tunus ve Mısır devrimlerinde de göze çarpıyor. Yine de, milyonlarca insanın kapitalist diktatörlerini devirecek bir ayaklanmayı gerçekleştirmiş olması, Tunus ve Mısır'da taşları öylesine yerinden oynattı ki, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Emperyalizmin, hem bu ülke halklarını, hem Ortadoğu ve Kuzey Afrika'yı, hem de Tunus ve Mısır devrimlerini örnek alarak sokaklara ve meydanlara çıkan dünya halklarını zaptetmesi hiç de kolay olmayacak. Dünya kapitalist sistemine egemen soyguncuları ve işbirlikçilerini çok daha zor günler bekliyor. 62

urun_31_17haz.indd 62

17.06.2011 16:53:46


Türkiye'de 1950'lerin ortalarında başlayan devrimci yükseliş döneminde, Amerikancı kapitalist Bayar-Menderes diktatörlüğüne karşı yaygın gençlik ve halk hareketleri sonucunda açığa çıkan devrimci enerji, bu konuda bir fikir verebilir. Demokrat Parti iktidarı, bizzat halk tarafından değil, söz konusu hareketlerden yararlanan burjuvazinin bir kesimi tarafından gerçekleştirilen 27 Mayıs askerî darbesiyle yıkıldığı hâlde, iktidar duvarında açılan çatlaktan içeriye, 1960'ların ve 1970'lerin güçlü işçi sınıfı, emekçi halk ve gençlik hareketleri girdi. Devrim ve sosyalizm kavramları ülkenin en ücra köşelerine kadar ulaştı. Amerikancı büyük kapitalistler, bozulan dengeyi tekrar kurabilmek için yirmi yıl uğraştı, işçi sınıfını ve dostlarının devrimci iradesini kırmak için 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 faşist darbelerini de içeren kanlı bir dönemi başlattı. Altıncısı, Tunus ve Mısır devrimleri altı ayı henüz doldurdu. Süreç devam ediyor, devrim ve karşıdevrim arasındaki kapışma hâlâ çok sıcak. Devrimci süreç bir günün, bir ayın, birkaç ayın işi değildir; inişleri, çıkışları, devrimin ve karşıdevrimin karşılıklı hamleleriyle uzayan bir dönemdir. Tunus ve Mısır'da son sözler henüz söylenmedi. Son sözü işçi sınıfının, şehir ve köy emekçilerinin, devrimci gençliğin söylemesini umut etmeli ve onların zaferini kolaylaştırmak için de kendi ülkemizde devrimci mücadeleyi yükseltmeye çalışmalıyız. *** Tunus ve Mısır'daki büyük halk ayaklanmalarının ortaya çıkardığı devrimci imkânları görmemek, Tunus ve Mısır halk devrimlerini alay konusu yapmak, devrimcilikten nasibini alamamış ruhsuz seçkinlerin işidir. Devrime bürokratik bir yaklaşımı, bağımsız kitle eyleminden duyulan korkuyu, işçi sınıfını ve emekçileri içten içe (ve hatta açıkça) küçümsemeyi ortaya koyan bu tutumu kesinliklikle reddetmeliyiz. SİP'in hilesini teşhir etmek kaçınılmaz bir görev olarak önümüzde duruyor.

63

urun_31_17haz.indd 63

17.06.2011 16:53:46


ABD, Usame Bin Ladin’i Öldürdü Hülya Kortun

Amerikan özel savaş birliklerinin Pakistan’da gerçekleştirdiği helikopter baskınında, İslamcı örgüt El Kaide’nin lideri Usame Bin Ladin, oğlu, oğlunun eşi ve iki yakını, kaldıkları konutta silahsız ve sağ yakalandıktan sonra soğukkanlı biçimde öldürüldü. Usame Bin Ladin’in cenazesi, geleneklere uygun olarak gömülmek üzere ailesine teslim edilecek yerde, Amerikan askerleri tarafından denize atılarak ortadan kaldırıldı. 1-2 Mayıs 2011 gecesi yapılan bu yargısız infaz, Amerikan emperyalizminin muhaliflerine karşı sürek avı uyguladığını, insanlığı orman kanununa teslim ettiğini bir kez daha gösterdi. ABD ortalıkta zorbalıktan başka bir şey bırakmadı. En temel hukuk kurallarını bile sürekli çiğniyor. En ağır suçun sanığı bile, ancak savunma hakkını hukuka uygun olarak kullanabileceği yargılama sürecinden sonra suçlu ilan edilip cezalandırılabilir. Tek bir tarafın hem davacı, hem savcı, hem yargıç, hem cellat rolünü üstlendiği bir linç düzeni, en ilkel vahşete dönüştür. Dünya kapitalist sistemi, sosyalist sistemin dengeleyici gücünü ortadan kaldırdıktan sonra, insanlığın binlerce yıllık mücadeleyle elde ettiği bütün kazanımları yok edip vahşete, barbarlığa, çıplak zorbalığa geri döndü. Hak, 64

urun_31_17haz.indd 64

17.06.2011 16:53:46


hukuk, adalet, meşruiyet, yasallık kavramlarını alay konusu yaptı. Bütün dünya güçlü olanın borusunun öttüğü bir mafya düzenine teslim edildi. Dev kapitalist şirketlerin kârlarını korumayı ve arttırmayı tek kural bellemiş devletler, bu mafya düzeninde işçi, emekçi ve halk düşmanı rollerini, ekonomik, askerî, siyasal ve ideolojik-kültürel güçlerinin belirlediği hiyerarşi içerisinde yerine getiriyorlar. Amerikan emperyalistleri, Usame Bin Ladin’i ve yakınlarını suikastla ortadan kaldırma operasyonuna “Geronimo” adını verdiklerini ilan ettiler. Kapitalist sömürgeci zorbalar övünürken eski suçlarını itiraf ediyorlar. Geronimo, Amerika kıtasını işgal eden beyaz, Hıristiyan yerleşimci sömürgecilere karşı 19. yüzyılda büyük bir direniş gösteren Apaçi yerlilerinin önderiydi. Kıtanın yerli halklarını soykırımdan korumak için sonuna kadar mücadele etti. Soykırımı önleyemedi ama bütün yerli halklar arasında, yerleşimci beyazların sömürgeciliğine karşı mücadelenin kahramanı olarak destanlaştı. Usame Bin Ladin’i ve yakınlarını katletme eylemine Geronimo adını veren küstah Yanki emperyalistleri, bugün başta Arap ve İslam halkları olmak üzere, emperyalizme karşı özgürlük ve bağımsızlık için mücadele eden bütün halklara Kızılderililere reva gördükleri zulmü bilerek ve isteyerek uyguladıklarını kabul etmiş oluyorlar. Emperyalistlerin Filistin, Irak, Libya, Afganistan halklarına, bütün Asya, Afrika ve Latin Amerika halklarına bakışı ile Kızılderili halklara bakışı arasında en ufak bir fark yoktur. Kapitalizmin en son aşaması olan emperyalizm savaştır, soykırımdır, faşizmdir, despotizmdir, militarizmdir, vahşettir, barbarlıktır, zulümdür, gericiliktir, karşıdevrimciliktir. Kapitalist tekeller ve devletler, kârlarını azamileştirmek, dünyadaki pazar paylarını arttırmak üzere, yerli halkların doğal kaynaklarını gasbetmek, işçilerini ve emekçilerini sömürmek için eğer bir halkı toptan imha etmek gerekiyorsa, gözlerini kırpmadan imhaya girişirler. Sömürgecilerden, emperyalistlerden burjuva anlamında bile demokrasi, özgürlük, adalet, hukuk bekleyenler ölümcül bir yanılgı içindedirler. 65

urun_31_17haz.indd 65

17.06.2011 16:53:47


Usame Bin Ladin ve yakınlarının yargısız infazını Amerikan devletinin yöneticileri hep birlikte canlı yayınla Beyaz Saray’da oturma odasından izlediler. Üstelik, bu toplu cinayet izleme sahnesini, Cumhuriyetçi Parti’ye oy veren aşırı sağcı seçmenlerden alacakları oyu arttırmak hesabıyla medyaya verdiler. Barack Obama, Joe Biden, Hillary Clinton, Robert Gates, Mike Mullen, John Brennan ve diğer kurmayların, emrini verdikleri bir katliamı canlı izleyecek kadar alçalmaları, dünyanın en büyük devletini yönetenlerin ahlak düzeyi ile mafya babalarının ahlak düzeyi arasında hiçbir fark kalmadığını kanıtlayan bir belge olarak tarihe geçecek. Tabii, Obama’nın, Bush’tan daha iyi bir katil olduğunu ispat ederek seçmenden alacağı oyu artırabileceği hesabını yapması, kapitalist sistemin Amerikan halkını nasıl bir cehalete ve geriliğe mahkûm ettiğini de ortaya koyuyor. ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, İspanya, İsrail, Japonya, Rusya ve NATO yönetimleri, Usame Bin Ladin’in öldürülmesinden sevinç duyduklarını açıkladılar. Abdullah Gül de aynı koroya katıldı. Gül, verdiği demeçte şöyle dedi: “Terör örgütlerinin başlarının sonu, eninde sonunda canlı veya cansız bir şekilde ele geçirilmektir. Dünyanın en tehlikeli ve sofistike terör örgütünün başının da bu şekilde ele geçirilmiş olması, herkese ibret vesilesi olmalı. Büyük memnuniyetle karşılıyorum.” En ağır suçlu bile olsalar, hukuk kurallarını çiğneyerek insanları öldürmek, bu ölümlerden sevinç duymak bizim işimiz değil. Kuşkusuz, biz, Usame Bin Ladin’in çizgisine taban tabana zıt bir dünya görüşüne sahibiz. Usame Bin Ladin dinsel dogmalara inanan, hiç değişmeyecek, hiyerarşik, geri ve gerici bir dünyanın hayalini kuruyordu. Bütün dünya işçi ve emekçilerini değil, sınıf ayrımı olmadan İslam ümmetini esas alıyor ve emperyalizme karşı mücadeleyi bir din savaşı olarak görüyordu. Kuracağı dünyada kapitalist sömürüye ve bu sömürüyü koruyacak devlete yer veriyordu. İşçilerin ve emekçilerin sendika kurması, grev yapması, parti kurması, 66

urun_31_17haz.indd 66

17.06.2011 16:53:47


haklarını kendi başlarına araması, kadınların erkeklerle eşitlik talep etmesi ona yabancıydı. Antikomünistti. Afganistan devrimine ve Sovyetler Birliği’ne karşı antikomünizm temelinde Amerikan emperyalizmi, Suudi gericiliği ve Pakistan gizli servisleriyle uzun yıllar işbirliği yapmıştı. Amerika’yla arası bozulduktan sonra, mücadele yöntemi olarak kitle örgütlenmesini ve kitle mücadelesini değil, terörü seçmişti ve sivil halka karşı terör uygulamayı emperyalizme karşı mücadelenin kaçınılmaz yan etkisi olarak kabul ediyordu. Yaptığı eylemlerle halk kitlelerini devrimci mücadeleye yabancılaştırıyor ve emperyalizmin eline koz veriyordu. Onunla tek paylaştığımız nokta, Arap ve İslam halklarının ABD ve Avrupa emperyalizminden özgür ve bağımsız olarak yaşamaya hakları olduğu, Arap ve İslam halklarının bu amaçla mücadele etmeleri gerektiği, Arap ve İslam dünyasında emperyalizmle işbirliği yapan yönetimlerin hain olduğu düşüncesiydi. Usame Bin Ladin’i ve yakınlarını öldüren Amerika, dünyanın en büyük teröristidir. Emperyalist terörizm, bilimsel, devrimci, demokrat, sosyalist bir dünya görüşüne ulaşacak kadar bilinçlenmemiş kesimlerde maalesef kör terör eğilimini daha da arttıracaktır. Biz Amerikan emperyalizminin kapitalist terörizmini mahkûm ediyor ve bütün ezilen halkların bilimsel, devrimci, demokrat, sosyalist bir dünya görüşü doğrultusunda emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı mücadelesini yükseltmek için çalışıyoruz.

67

urun_31_17haz.indd 67

17.06.2011 16:53:49


LİBYA GÜNDEMİNDEN

Katil NATO 5 Mayıs 2011 Amerikan ve Avrupa emperyalizmi ile işbirlikçileri adına dünya halklarına karşı sayısız suç işleyen en büyük terörist örgüt NATO, Libya’ya açtığı faşist savaşta yeni bir katliam gerçekleştirdi. 30 Nisan-1 Mayıs 2011 gecesi düzenlediği hava saldırısıyla Libya lideri Muammer Kaddafi’nin küçük oğlu Seyfülarap Kaddafi’nin evini yerle bir eden NATO, Seyfülarap Kaddafi ile ile en büyüğü 10 yaşında olan üç çocuğunu öldürdü. Muammer Kaddafi, bu saldırının bir benzerini 1986 yılında da yaşamıştı. O tarihte Amerikan emperyalizminin elebaşı Ronald Reagan’ın emriyle düzenlenen saldırıda, Muammer Kaddafi’nin evi bombalanmış ve 3 yaşındaki kızı öldürülmüştü. 29 yaşındaki Seyfülarap Kaddafi Almanya’da öğrenim görüyordu ve kısa süre önce ülkesine dönmüştü. Seyfülarap Kaddafi sivil bir kişiydi ve bu saldırıyı gerçekleştiren kapitalist-emperyalist sömürgeci devletlerin de imzaladığı Cenevre savaş hukuku sözleşmelerine göre, asla bir savaş hedefi olamazdı. Ülkesine yönelik emperyalist saldırıya karşı direnme cesaretini gösteren Muammer Kaddafi’yi dize getirme gayretiyle oğlunu ve torunlarını öldürerek cezalandıran kapitalist-emperyalist haydutlar, bu soğukkanlı katliamı hiçbir şekilde tevil edemezler. Hatırlanacağı gibi, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin Libya’ya emperyalist müdahaleye onay veren gayri meşru kararı bile “sivilleri koruma” bahanesine sığınıyordu. 68

urun_31_17haz.indd 68

17.06.2011 16:53:49


Libya’ya karşı savaşa katılan ve bu katliamın suç ortağı olan Türkiye egemenlerinin, katliamın hemen ardından Libya’yla diplomatik ilişkileri fiilen bitirerek Trablus’taki Türkiye Büyükelçiliğini kapatmaları, sömürgecilere uşaklıkta sınır tanımadıklarını gösteriyor. Arap dostluğu ve İslam kardeşliği sloganları, Türkiye egemenlerinin, emperyalizmin izin verdiği sınırlar içinde kârlarına kâr katmak için bölge halklarına karşı kullandıkları bir maskeden ibarettir. Cezayir savaşında, Irak savaşında, Afganistan savaşında Batı emperyalizminin uşaklığını yapan işbirlikçi kapitalistler, Libya’ya karşı da sömürgecilerin safında yer alarak Türkiye halkının alnına yeni bir leke sürüyorlar. Recep Tayyip Erdoğan, emperyalizme karşı direndiği için evladı ve torunları öldürülen Muammer Kaddafi’nin acısını paylaşmadı. Aksine, bu acıyı kullanarak ve ölüm sırasının Muammer Kaddafi’ye geldiğini söyleyerek onu teslim olmaya çağırdı. “Torun acısı, evlat acısı gerçekten çok büyük bir acıdır. Kaddafi’nin de bu acıyı yaşadığını biliyoruz” diyen Erdoğan, Kaddafi’ye şöyle seslendi: “Libya liderinin daha fazla kana gözyaşına yıkıma sebep olmadan, kendisi için, ülkesinin geleceği için, derhâl Libya’dan uzaklaşmasını ve yönetimden çekilmesini bekliyoruz.” (3 Mayıs 2011, gazeteler). Emperyalizme karşı her fedakârlığı göze alarak direnen halklar, Erdoğan’ın bu sözünü hiç unutmayacaklardır. Köle ruhlu insanlar, başı dik ve bağımsız yaşamayı vazgeçilmez ilke sayan özgür ruhları asla anlayamazlar. Onların sırf özgürlüklerini ve bağımsızlıklarını korumak için nelere katlanabileceklerini kavrayamazlar. Dünya kapitalist sisteminin elebaşıları, ABD, AB, NATO ve işbirlikçi uşaklar, özgür ruhlu halkların mücadelesini kıramayacaklar. Libya halkı eninde sonunda kazanacak.

AKP’nin suç dosyası kabarıyor 23 Mayıs 2011 Libya halkı ve yönetimi, Amerikan ve Avrupa Birliği emperyalizminin NATO eliyle yürüttüğü faşist-sömürgeci saldırıya karşı bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü ve petrol kaynakları üzerin69

urun_31_17haz.indd 69

17.06.2011 16:53:49


deki egemenliğini savunmak için kahramanca direnmeye devam ediyor. Bu direnişi kırmak için emperyalizmin örgütlediği ve silahlandırdığı bir avuç gerici ise Libya halkını arkadan vuruyor. Vatan haini karşıdevrimcilere NATO uçaklarının ve füzelerinin koruması altında Bingazi’de Libya Ulusal Geçiş Konseyi adlı kukla bir örgüt kurduran emperyalistler, bu kukla örgütü Libya’nın yasal otoritesi olarak kabul ettirmek için bütün dünyada diplomatik bir seferberlik başlattı. Bu seferberliğin parçası olarak, kukla örgütün başkanı Mustafa Abdülcelil bugün özel uçakla Ankara’ya geldi. Ankara’da iki gün kalacak olan hain Mustafa Abdülcelil, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu tarafından resmen kabul edilecek.

Oysa Türkiye halkı da emperyalist işgalin bütün acılarını yaşamıştır. Türkiye’nin bütün yurtseverleri, Mustafa Abdülcelil’in, Kurtuluş Savaşı sırasında işgal ordularının maşalığı yapan yerli hainlerden hiçbir farkının olmadığını gayet iyi bilir. Kâğıt üzerinde bile olsa Türkiye halkı adına kamu gücünü kullanan hiç kimse, kardeş Libya halkına ihanet eden kuklalara saygı gösteremez. AKP yönetimi, “düvel-i muazzama”ya karşı savaşan kardeş Libya halkını arkadan vuran kuklaları saygınlaştırarak Türkiye halkının yurtsever ve enternasyonalist geleneklerine bir kez daha ihanet ediyor. AKP, Türkiye ve bölge halklarını etkilemek için Arap ve İslam halklarıyla dostluk sloganlarını tepe tepe kullanan bir geleneğin temsilcisidir. Ne var ki, AKP, kullandığı sloganların tam tersini yapıyor; Arap ve İslam halklarına karşı Batı sömürgecilerinin emir 70

urun_31_17haz.indd 70

17.06.2011 16:53:49


eri olarak hareket ediyor. AKP, Irak’ta, Afganistan’da ve son olarak Libya’da sömürgecilerin safında yer aldı. Şimdi de Suriye’ye karşı emperyalizmin oyununa katılmaya hazırlanıyor. Görüldüğü gibi, AKP’nin Arap ve İslam halklarına karşı suç dosyası kabarıyor. Bugün Libyalı hain Mustafa Abdülcelil’i kabul eden AKP yönetimi, Suriye’de emperyalizmin maşalığını yapan gerici-faşist Müslüman Kardeşler örgütünün başı Riyad El Şakfa’yı da, daha geçenlerde, kabul etmiş, ona resmî bir basın toplantısı yaptırmış ve bu basın toplantısını El Cezire’den canlı olarak yayınlatmıştı. Türkiye halkları, bütün dünya halklarının dostu olduğu gibi, Arap ve İslam halklarının da dostudur. Bu dostluğa ihanet eden AKP, karşısında sadece Arap ve İslam halklarını, bütün dünya halklarını değil, bizzat Türkiye halklarını da bulacaktır.

Kahraman Libya 8 Haziran 2011 Amerikan ve Avrupa emperyalizminin yanlarına korucu uşak devletleri alarak NATO eliyle Libya’ya yönelttiği faşist saldırı, Rusya, Çin, Hindistan, Brezilya gibi büyük devletlerin sessiz suç ortaklığıyla, katliam boyutlarında devam ediyor. NATO uçakları 7 Haziran günü savaşın başlangıcından bu yana en ağır bombardımanı gerçekleştirerek Trablus’u yakıp yıktı. Gündüz saatlerinde yapılan saldırıda 29 kişi öldü.

71

urun_31_17haz.indd 71

17.06.2011 16:53:50


Hava saldırılarından kısa bir süre sonra bir radyo konuşması yapan Libya lideri Muammer Kaddafi şunları söyledi: “Tek bir seçeneğimiz var: vatanımızı savunmak. Sonuna kadar vatanımızda kalacağız. Ölü, diri, muzaffer farketmez. Asla teslim olmayacağız. Asla diz çökmeyeceğiz. Şehit olmak teslim olmaktan milyon kere daha iyidir.” Emperyalist sömürgecilerin vahşi saldırısına karşı hiçbir devletten yardım almadan tek başına vatanını savunmayı seçen Libya halkı ve yönetimi, 19 Mart’tan bu yana direnişini sürdürüyor. Savaşın başlangıcında, “Kaddafi’nin işi 3 günde bitecek” diye kestirip atan küstah emperyalistler, NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen’in ağzından “Daha 4 aya ihtiyacımız olabilir” demeye başladılar. İçeride emperyalizmin kuklası gerici hainlerin çıkardığı isyanla, dışarıda dünya kapitalist sisteminin ekonomik ve siyasal ambargosuyla boğuşurken, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük askerî gücü olan NATO’ya karşı kahramanca savaşan Libya, daha şimdiden emperyalizmin kibrine ağır bir darbe indirdi. Libya’nın bu en elverişsiz koşullarda bile emperyalizme karşı direnmeyi seçmesi, bütün dünya halklarına esin kaynağı oluyor. En zor durumdayken bile direnmeye karar veren halklar eninde sonunda zafere ulaşırlar. Kahraman Libya halkına karşı emperyalizmin safında yer alarak bir kez daha Arap ve İslam halklarına ihanet eden kapitalist egemenlerden ve iktidardaki temsilcileri AKP’den utanıyoruz. Bu utanç kaynağını kurutmak, alnımıza sürülen lekeyi silmek için kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadelemizi yükseltmek zorundayız.

72

urun_31_17haz.indd 72

17.06.2011 16:53:50


Haydi, Devrimci Dayanışmamızı Göstermeye

AKP’nin “ileri demokrasisinde” yüzlerce çevik kuvvet polisi desteğinde solcuların evlerine gece yarısı baskınları düzenleniyor. İktidara bağlı emniyet kuvvetleri, 9 Mayıs 2011 gecesi Şişli, Okmeydanı, Nurtepe ve Gazi Mahallesi’nde onlarca yurttaşın evlerine gece baskın düzenledi. Yaklaşık 50 kişinin göz altında olduğu belirtildi. Aynı gece, Okmeydanı Haklar ve Özgürlükler Derneği, Gençlik Dernekleri Federasyonu ve İdil Kültür Merkezi’nin de aralarında olduğu çok sayıda yasal kurum basıldı. Baskınlarda cadde girişlerinin kapatıldığı, mahalle sakinlerine karşı bir terör havasının estirildiği, bazı evlere kapılarının kırılarak girildiği haberleri geliyor. Yine aynı baskınlarda, geçen günlerde Bakırköy’de 200 bin kişilik ücretsiz konser veren ve 1 Mayıs 2011 Taksim kutlamalarında sahneye çıkan Grup Yorum üyelerinden 3 kişinin de gözaltına alındığı bildiriliyor. AKP’nin baskıcı, antidemokratik, tahammülsüz ve saldırgan yüzü bir kez daha açığa çıktı. İktidara geldiğinden bu yana her fırsatta işçi sınıfına, yoksul köylülere, öğrencilere, kadınlara, emeklilere, memurlara, doktorlara, öğretmenlere, gazetecilere ve emeği ile geçinen herkese saldıran AKP dün halkın yasal devrimci kurumlarına bir kez daha saldırdı. 73

urun_31_17haz.indd 73

17.06.2011 16:53:50


1 Mayıs’la yükselen toplumsal muhalefeti bastırmak ve kendine karşı çıkan bütün toplum kesimlerine gözdağı vermek isteyen AKP, bildik saldırgan politikalarını sürdürüyor. AKP’nin Kürt muhalefetine, seçilmiş yöneticilere, sosyalistlere ve devrimcilere karşı uyguladığı bu 12 Eylülcü zihniyet son bulacak. AKP, bu faşizan tutumunu liberallerin ve döneklerin aymazlığından cesaret alarak sürdürüyor. Sevindiğimiz şey şu ki, AKP’nin ezilenlere düşman gerçek yüzünü Nabi Yağcı, Zülfü Dicleli, Roni Marguilles gibilerden ve cemaat televizyonları ile Taraf gazetesi gibi yayınlardan başka savunan kalmadı. AKP destekçileri artık bir avuç şakşakçıdan ibaretler. Bu partinin nefret söylemini, şovenizmini, din bezirganlığını, oligarşik özlemlerini, en küçük bir toplumsal muhalefete bile tahammülsüzlüğünü dürüst ve namuslu her yurttaş görüyor. Giderek artan toplumsal muhalefeti bu şekilde susturamayacaksınız. İşçi sınıfının, köylülerin, halkımızın emperyalizme, kapitalizme, liberalizme, din bezirganlığına tepkisini durduramayacaksınız. Ortadoğuda yükselen devrimci dalganın bu topraklara yeşermesini engellemeyeceksiniz. Tüm dünyada Faşizme Karşı Zafer Günü olarak kutlanan 9 Mayıs’ta bu denli faşizan bir uygulamaya girişmekle size yakışanı yapmış oldunuz. Yerleri belli insanların evleri, diktatörlükler dışında gece yarısı basılmaz. Bir soruşturma varsa, yurttaşlar savcılığa davet edilirler. Evlerinde aranacak bir şey varsa, avukatlarının gözetiminde aranma yapılmalıdır. Tüm ezilenlere, sömürülenlere, Kürtlere, Alevilere, laik ve solculara karşı şiddetten başka bir şey önermeyen, bir tek biat kültüründen anlayan AKP’nin bu keyfi, saldırgan, yasadışı gözaltı politikasını kınıyor, gözaltına alınanların derhâl serbest bırakılmalarını talep ediyoruz.

74

urun_31_17haz.indd 74

17.06.2011 16:53:50


GÜNDEMDEN

Ülke ve dünya gündeminde yer alan önemli konulara ilişkin olarak Ürün’ün çeşitli tarihlerde yaptığı değerlendirme ve açıklamaları sunuyoruz.

Emperyalizmin maşası 10 Haziran 2011 AKP iktidarı, Türkiye’yi Amerikan ve Avrupa emperyalizminin bölgesel planlarına daha sıkı şekilde bağlıyor. Emperyalizm savaş borusunu çalınca, AKP, Arap ve İslam dostu kılığını çıkarıp kapitalizm dininin sadık hizmetkârı üniformasıyla hizaya girdi, Arap ve İslam halklarına karşı NATO saflarında savaşmaya başladı. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Türkiye’nin, emperyalizm uşağı Libyalı gericilere 100 milyon dolar yardımda bulunacağını açıkladı. Davutoğlu, aynı zamanda, Suriye yönetimini tehdit etti. Bölgede emperyalizme karşı direnen her yönetimin yok edileceğini, bu rüzgârın önünde kimsenin duramayacağını iddia etti. Libya halkına karşı sömürgeci savaşa fiilen katılan ve katkısını askerî, siyasi ve diplomatik alanlarda gitgide arttıran AKP hükümeti, Suriye ve Beşşar Esad yönetimine karşı ABD, AB ve İsrail’in yürüttüğü psikolojik savaşa ateşli biçimde katıldığı gibi, Suriye’de 75

urun_31_17haz.indd 75

17.06.2011 16:53:51


karşıdevrimci ayaklanma çıkarmaya çalışan gerici ve faşist örgütlerin koordinasyonunu yapma görevini de üstlendi. Yayılmacı heveslerini gizlemeyen AKP, emperyalizmin izniyle tarihsel bir fırsat yakaladığı hayaliyle, Suriye’yi hegemonyası altına alma planları yapıyor. AKP aslında ateşle oynuyor, komşusunun evini zaptetme rüyası görürken kendisini de yakacak büyük bir yangına körükle gidiyor. AKP, izlediği neoliberal kapitalist politikalarla Türkiye halklarını yoksulluğa ve işsizliğe mahkûm ettiği gibi, işbirlikçi oligarşinin sömürdüğü ve ezdiği emekçilerin nafakasından kestiği milyon dolarları bölge gericilerine aktarıyor. AKP, bütün bu davranışlarıyla, kendi foyasını ortaya çıkarıyor, emperyalizmin maşası olduğunu kanıtlıyor. AKP, sadece Türkiye emekçi halklarının değil, bütün bölge halklarının da düşmanıdır. AKP’ye elini veren, emperyalizmden kolunu kurtaramaz. AKP’nin sahte masallarına kanmamak bütün bölge halkları için canalıcı bir önem taşıyor.

Hatip Dicle’ye özgürlük 10 Haziran 2011 Hatip Dicle, Kürt halkının özgür iradesiyle seçilmiş milletvekili ve Demokrasi Partisi (DEP) genel başkanı iken 2 Mart 1994’te işbirlikçi kapitalist oligarşinin faşist komplosuyla dokunulmazlığı kaldırılıp tutuklanarak 10 yıl hapis yatırıldı. Demokratik Toplum Kongresi (DTK) eş başkanlığını yaparken 26 Aralık 2009’da KCK davası gerekçesiyle yeniden tutuklandı ve hâlen hapiste bulunuyor. Hatip Dicle, hapisteyken Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) adına Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nun Diyarbakır bağımsız milletvekili adayı gösterildi. Ne var ki, Hatip Dicle’ye yeni komplolar kuruluyor. Bir basın açıklamasında “terör örgütü propagandası” yaptığı gerekçesiyle Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nin verdi76

urun_31_17haz.indd 76

17.06.2011 16:53:51


ği 1 yıl 8 ay hapis cezası, ne hikmetse, seçime 3 gün kala Yargıtay 9. Dairesi tarafından onandı. Kapitalist medyada kaynatılan kazanla, Dicle’nin adaylığının iptal edilmesi istendi. Yüksek Seçim Kurulu ise bugün yaptığı toplantıda bu konuda karara varmak için Dicle’nin savunmasının alınmasını ve dosyadaki eksik belgelerin tamamlanmasını beklemeye karar verdi. Böylece, Hatip Dicle, olması gerektiği gibi, 12 Haziran seçimine aday olarak katılabilecek ve halk isterse seçilebilecek. Yüksek Seçim Kurulu’nun komploya alet olmamasını olumlu buluyor ve bu tutumunu sürdürmesini talep ediyoruz. Öte yandan, Hatip Dicle’ye verilen cezalar rejimin niteliğini açıkça ortaya koyması açısından değerlendirilmeyi hak ediyor. 10 yıllık ceza, düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğü çerçevesindeki söz ve eylemler nedeniyle verildi. 1 yıl 8 aylık ceza, düşünce ve ifade özgürlüğünü kullanmanın bedelidir. Bir buçuk yılı bulan KCK tutukluluğu da, düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğünün kullanılmasını cezalandırıyor. İşçi sınıfını, emekçileri, ezilen halkları zorla dilsiz ve örgütsüz bırakmaya çalışan, yurttaşlarını düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğünü kullandıkları için sistemli olarak cezalandıran rejimler, despotik ve faşist rejimlerdir. Bu rejimlerin burjuva anlamında bile olsa demokrasi iddiasında bulunmasına sadece gülünüp geçilir.

Güneş balçıkla sıvanmaz 7 Haziran 2011 Polonya Cumhurbaşkanı Bronislaw Komorowski’nin davetlisi olarak bu ülkeye resmî bir ziyarette bulunan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Varşova’da halkla ilişkiler çerçevesinde imaj parlatmak için gittiği bir okulda sorgulandı. Türkiye’de düşünce ve ifade özgürlüğünün ayaklar altına alınmasını eleştiren bir öğrenci, Gül’den, Türkiye’de gazetecilerin niçin tutuklandığını açıklamasını istedi. Sinirlenen Gül, “Tutuklanan kişiler yurt dışında gazeteci olarak geçiyor ama aslında şiddet kullanan örgütlerin üyeleridirler. Yaz77

urun_31_17haz.indd 77

17.06.2011 16:53:52


dıklarından dolayı tutuklanmıyorlar, kendileri de şiddetin içinde bulundukları için tutuklanıyorlar” diyerek tutuklu gazetecileri terörist ilan etti. Sadece yazı yazdığı, haber yaptığı, kitap hazırladığı, araştırma yaptığı, kitap çevirdiği, görüş belirttiği, kısacası, düşünce ve ifade özgürlüğünü kullandığı için hapishanelere tıkılan devrimcileri, ilericileri, yurtseverleri, demokratları terörist ilan etmek, Gül’ü ve baş sorumlularından biri olduğu rejimi kurtarmaz. Güneş balçıkla sıvanmaz. Demokratlık görüntüsü vermek için yurtdışında gittiğiniz bir okulda bile rejiminizin despotik ve faşist karakteriyle yüzleşmek, gepegenç bir öğrenciye hesap vermek zorunda kalırsınız. Düşünce ve ifade özgürlüğüne, örgütlenme özgürlüğüne, toplantı ve gösteri hakkına saygı göstermeyen bir rejim, burjuva anlamda bile demokrasi değildir; despotik ve faşist bir yönetimdir ve gayrimeşrudur. Komünistler, sosyalistler, devrimciler, ilericiler, emperyalizmin taşeronluğunu yapan bir avuç kapitalist şirketin işçileri ve emekçileri sömürme, halkları ezme, doğayı mahvetme pahasına durmadan zenginleşmesini, gitgide büyümesini tabii ki kabul etmeyeceklerdir. Bu adaletsiz sistemi kökten eleştirecek, siyasal, sosyal ve ideolojik muhalefetlerini sürdürecek, sistemi değiştirmek için örgütlenecek ve emekçi kitlelerle birleşeceklerdir. İşbirlikçi kapitalist oligarşinin kâhyalığını yapanlara düşen, bu gerçeği içlerine sindirmektir. Halka her türlü zorbalığı yaparken demokrasi, hele hele ileri demokrasi maskesi takınmak gülünç bir çabadır. Hiç ummadığınız anda bir genç gelir, maskenizi yüzünüzden alıverir. Maskeniz sıyrılınca gerçeği itiraf etmek yerine, yalanlara, iftiralara sarılmak da derdinize çare olmaz. Hem zalim, hem rezil olursunuz; rezil bir zalim olarak tarihe geçersiniz. 78

urun_31_17haz.indd 78

17.06.2011 16:53:52


Halka karşı terör 1 Haziran 2011

AKP iktidarı, halkın toplantı ve gösteri yürüyüşü yapma hakkını vahşice ortadan kaldırmaya devam ediyor. Dün (31 Mayıs 2011) Artvin’in Hopa ilçesinde Recep Tayyip Erdoğan’ı protesto etmek için toplanan halka zehirli gaz ve copla saldıran polis, gazdan etkilenen ve göğüs bölgesine darbe alan emekli öğretmen Metin Lokumcu’nun ölümüne sebep oldu. Hopa halkı Başbakan Erdoğan’ın özellikle hidroelektik santrallarıyla Karadeniz’in derelerini kapitalist şirketlere peşkeş çekme politikasına uzun süredir muhalefet ediyor. Hopa’nın ilerici ve devrimci güçlerinin öncülüğünde toplanan halk, Erdoğan’ın seçim mitingi yapmak için Hopa’ya gelmesinden yararlanarak bu muhalefeti bizzat onun yüzüne karşı ifade etmek istedi. Polis “Su haktır, satılamaz” ve “AKP, Hopa’dan defol” pankartlarının açılması üzerine saldırıya geçti. Meşruiyet yoksunu iktidar, Hopa’daki saldırıyla yetinmedi. Hopa’daki cinayeti protesto etmek için Ankara ve İstanbul’da toplanan göstericilere de şiddetle saldırdı, yüzden fazla kişiyi gözaltına aldı. 79

urun_31_17haz.indd 79

17.06.2011 16:53:52


Toplantı ve gösteri yürüyüşü haktır, ortadan kaldırılamaz. Muhalefet haktır, bastırılamaz. Halk tabii ki kapitalist sömürüye, emperyalist zulme, yoksulluğa, işsizliğe, yolsuzluğa, doğanın tahrip edilmesine, kerameti kendinden menkul despotların halka sorma gereğini bile duymadan onların yaşamını kökten değiştirecek kararlar almasına, polisin zorbalığına karşı tepkisini dile getirecektir. Halkın yüzlerce yıllık mücadeleyle kazandığı bu demokratik hakkı ortadan kaldırmak isteyenler, sadece kendi sonlarını hızlandırırlar. Kamu görevlileri halkın efendisi değil, hizmetkârıdır. Devlet yetkisini kullanan herkes, halkın iradesi doğrultusunda hareket etmek zorundadır. Halkın iradesine uymayanlar, yönetme yetkisini kaybederler, gayrimeşru duruma düşerler. Bu ilkeler, sömürülen ve ezilen sınıfların yüzlerce yıllık mücadeleyle kazandığı demokrasinin alfabesidir. Polisin zehirli gaz kullanmasına son verilmelidir. Metin Lokumcu’nun ölümüne sebep olanlar derhâl görevden alınmalı ve yargılanmalıdır. Metin Lokumcu’nun öldürülmesini protesto ederken gözaltına alınanlar derhâl serbest bırakılmalıdır. Despotizm ve faşizm AKP’yi halkın öfkesinden kurtarmaya yetmeyecektir

Almanya’da nükleer santraller kapatılacak 1 Haziran 2011 Almanya’da iktidarda bulunan Hristiyan Birlik partileri (CDU/CSU) ile Hür Demokrat Parti (FDP), Almanya halkının aylardır süren güçlü çevreci eylemlerine dayanamadı ve nükleer santrallerin en geç 2022 yılı sonuna kadar tümüyle kapatılmasını kararlaştırdı. Koalisyon partilerinin temsilcileri, nükleer santrallerin 2021 yılında tümüyle kapatılmasını, ancak incelemeler için bir yıl daha süre tanınmasını karara bağladı. Almanya Başbakanı Angela Mer80

urun_31_17haz.indd 80

17.06.2011 16:53:52


kel Almanya’da, nükleer santrallerden vazgeçilmesinden sonra enerji alanında yepyeni bir mimarinin ortaya çıkacağını söyledi. Merkel, yenilenebilir enerji yatırımlarına daha fazla ağırlık verileceğini söyledi. Nükleer santraller, bir avuç dev kapitalist şirketin kârlarına kâr katmak için, insan yaşamını, bütün canlıları ve doğayı mahvetmeyi göze almak demektir. Özellikle Japonya’daki Fukuşima santralinin yol açtığı felaketten sonra bu santralleri savunmak hükümetler açısından iyice zorlaştı. Nükleer santralleri kapatma kararı, Almanya ve dünya halklarının uzun süreli muhalefetinin, kararlı kitle eylemlerinin doğrudan sonucudur. Bu muhalefeti genişleterek sürdürmek gereklidir. Çünkü Almanya’da kapitalist hükümetlerin 2021-2022’ye kadar olan süreyi, halkı oyalamak, bezdirmek, rehavete itmek için kullanacağı, kapatma kararından geri dönmek için her fırsattan yararlanacağı beklenmelidir. Almanya’nın atom santrallerini kapatması, dünyanın en büyük kapitalist ülkelerinden birinde ciddi bir çevrecilik zaferi anlamına gelecektir. Bu zaferi, bütün ülkelerde nükleer enerjiden vazgeçme, insana, canlılara, doğaya saygılı enerji kaynaklarına yönelme, toplumları ve doğayı kapitalizme kurban etmeme hedefi için bir basamak olarak kullanmak gerekiyor. Alman hükümetinin kararı, Türkiye’de hükümetin Akkuyu ve Sinop’ta nükleer santral kurma kararını iptal ettirme mücadelesine de hız katacaktır.

Meşruiyet yoksunu iktidar 30 Mayıs 2011 AKP iktidarı, toplantı ve gösteri özgürlüğünü sistemli olarak ayaklar altına alıyor. En son iki örneğe değinelim. Hükümet, Nisan ayı başlarında “Anadoluyu vermeyeceğiz” sloganıyla ülkenin dört bir tarafından 81

urun_31_17haz.indd 81

17.06.2011 16:53:52


Ankara’ya doğru yürüyüşe geçen Büyük Anadolu Yürüyüşü kervanlarını günlerdir Ankara’ya sokmamakta direniyor. Kırk günlük yürüyüşün ardından 21 Mayıs’ta Ankara’nın Gölbaşı ilçesinde buluşan 11 kervanın yolcularını, inatla bir polis ordusunun kordonu içinde tutuyor. Yerli ve yabancı kapitalist şirketlerin talan ettiği ülkenin topraklarını, derelerini, ormanlarını, dağlarını, tohumlarını, bitkilerini, hayvanlarını korumak, tarımının mahvedilmesine karşı çıkmak, köylülerin yaşam hakkını savunmak, seslerini başkentte duyurmak için yürüyen yurttaşların en doğal haklarını kullanmalarına engel oluyor. Üniversite sistemini yerli ve yabancı parababalarına peşkeş çekmek için kamuoyu oluşturmaya çalışan YÖK’ün 27-28-29 Mayıs’ta İstanbul Swiss Hotel’de düzenlediği kongreyi protesto eden üniversiteli gençler ve eğitim emekçileri, polisin saldırısına uğradı. AKP, gençliğin, emeğin ve bilimin sesini duyurmak için sendikalarının ve derneklerinin çağrısıyla harekete geçen, üniversiteleri kapitalistlerin emrinde talanı ve dogmaları meşrulaştıran basit bir alet durumuna düşürecek düzenlemelere geçit vermek istemeyen yurttaşların en doğal haklarını zorbaca ellerinden aldı. Yurttaşların toplantı ve gösteri yapma hakkına saygı göstermek burjuva anlamda bile olsa demokrasi olduğunu iddia eden her rejimin asgari meşruiyet ölçüsüdür. AKP hükümeti, bırakın asgari ölçüyü, “ileri demokrasi” olduğu iddiasındadır. Bu iddiayı kendi 82

urun_31_17haz.indd 82

17.06.2011 16:53:52


eylemiyle sürekli yalanlayan AKP, ileri, orta veya asgari demokrasinin değil; despotizmin ve faşizmin alanında yer alıyor. Despotizmin ve faşizmin alanında yer alan egemenler, toplumu yönetme meşruiyetinden yoksundurlar. Yönetme meşruiyetinden yoksun iktidarlar, zorbalıklarının bedelini öderler. Zulmün kalıcı olduğu görülmemiştir. Dünya tarihi bu gerçeği doğrulayan sayısız kanıt sunuyor. Tarihe gitmeye gerek yok, içinde bulunduğumuz 2011 yılının deneyimi bile politikanın ve sosyolojinin en temel gerçeğini anlamaya yeter.

Gençlere saldıranlar iflah olmaz 28 Mayıs 2011 YÖK, 27-28-29 Mayıs 2011 günleri İstanbul’da, “Cumhurbaşkanının himayesinde” Uluslararası Yükseköğretim Kongresi düzenliyor. Kongrenin amacı, yükseköğretim sistemini emperyalizmin ve işbirlikçi kapitalist oligarşinin istemleri doğrultusunda doğrudan doğruya kapitalist sınıfın temsilcilerinin emrine verme planı için kamuoyu oluşturmak. Kongre fiilen akademisyenlere, öğrencilere ve üniversite çalışanlarına kapalı. Yerli ve yabancı sermaye temsilcileri, yüksek bürokratlar, büyük patronlar, kapitalizme iman etmiş dinciler kendi aralarında, emeğin ve bilimin temsilcilerine söz hakkı tanımadan tartışıyor. Öğrenciler ve eğitim emekçileri ise, kongre sürerken, toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkını kullanarak durumu protesto etmek, sendikalarının ve derneklerinin “halk için eğitim, halk için bilim” temel hedefi doğrultusunda gençliğin, emeğin ve bilimin sesini duyurmak istiyor. AKP hükümeti, polise en temel demokratik haklarını kullanmak isteyen kitleye saldırma emrini veriyor. Gaz bombaları, cop ve plastik mermilerle kitle dağıtılıyor, gençler vahşice dövülüyor ve 13 genç gözaltına alınıyor. 83

urun_31_17haz.indd 83

17.06.2011 16:53:53


AKP’nin “ülkeye çağ atlatan ileri demokrasisi” işte bu. AKP, kapitalist sahtekârlık ve ikiyüzlülük alanında yeni bir rekor kırıyor. Demokrasi sloganları atarken despotizmi ve faşizmi hiçbir muhalefete izin vermeden dayatmak istiyor. Ne var ki, gençlere saldıranlar iflah olmaz. Gençlik kitlelerine düşmanlıkta sınır tanımayan iktidarların halkın nefretini nasıl topladığına ilişkin geçmişten ve günümüzden sayısız örnek var. Gençlik düşmanlığıyla temayüz eden Bayar-Menderes diktatörlüğü, Hüsnü Mübarek diktatörlüğü, Zeynel Abidin Bin Ali diktatörlüğü ayakta kalamadı. Gözaltına alınan gençler derhâl serbest bırakılmalıdır. AKP, gençliğin ve eğitim emekçilerinin iradesini kıramayacak, üniversiteleri doğrudan doğruya sermayeye teslim edemeyecektir.

Siyanür suya karıştı 18 Mayıs 2011 Kütahya’da siyanür kullanarak gümüş çıkaran madencilik şirketi Eti Gümüş AŞ’de 7 Mayıs 2011 günü siyanür atık barajının patlaması, büyük bir çevre felaketine yol açıyor. Çevre Mühendisleri Odası’nın yaptırdığı incelemede, Köprüören köyünün içme suyu kaynağından 12 Mayıs’ta alınan nümûnede, kabul edilen sınırların yüzde 40 üzerinde siyanür çıktı. Bu oranda siyanür karışmış suyun içilmesi ve kullanılması, insan ve canlı sağlığı açısından ağır tehlike yaratır. AKP iktidarı, bir avuç kapitalist şirketin, kâr hırsıyla, insanlara, canlılara ve çevreye ağır zararlar verdiği kanıtlanmış siyanür yöntemiyle maden işlemeciliği yapmasını teşvik ediyor. Özelleştirilen ve kapasitesinin üzerinde çalıştırılan Eti Gümüş AŞ’deki kazayı da önemsemeyen ve her şey kontrol altında diyerek çevre felaketini gizlemeye çalışan hükümet, insanlara, canlılara ve doğaya karşı suç işliyor. Su kaynaklarını zehirleyen, tarımı mahveden, doğayı harap eden siyanürlü maden işlemeciliğine son verilmelidir. İnsan ve canlı yaşamı, tarım ve temiz çevre kapitalistlerin kârına feda edilmemeli84

urun_31_17haz.indd 84

17.06.2011 16:53:53


dir. Artık görmeliyiz ki, kâr hırsıyla, işçileri sömüren, emekçileri yoksullaştıran, tarım ve hayvancılık imkânını köylülerin elinden alan, doğayı kirleten, halkı ölümcül hastalıklara mahkûm eden kapitalizme karşı mücadele etmek, yaşamı savunmak anlamına geliyor.

Operasyonlara son 16 Mayıs 2011 12 Eylül rejiminin kanlı mirasını üstlenen AKP, Kürt illerini yangın yerine döndürdü. Bir yandan Kürt ulusal hareketini çeşitli vaatlerle oyalayan, bir yandan da bütünüyle yasal çalışma yürüten Kürt politikacılarını KCK operasyonuyla hapse dolduran AKP, savaş politikasına devam ediyor. Kürt hareketini ortadan kaldırmak için ordu ve polisle koordineli biçimde kapsamlı bir plan uyguluyor. Oysa, ülkenin kapsamlı bir barış politikasına ihtiyacı var. Önce 7, sonra 12 HPG’liyi öldürmek Kürt sorununu çözmez, daha da ağırlaştırır. Türk ve Kürt halkları arasında kan davası yaratarak, gençleri birbirine kırdırarak varılacak yer, karşılıklı yıkımdır. Hükümet, derhâl askerî operasyonlara son vermek, Kürt politikacılarını serbest bırakmak, sorunu eşitlik ve özgürlük temelinde onurlu bir barışa ulaşarak çözme niyetini gösterecek adımlar atmak zorundadır. Kürt ulusal hareketi, sorunu barışçı biçimde çözme niyetinde olduğunu defalarca açıkladı. Türkiye halkı ve kâğıt üzerinde bile olsa Türkiye halkını temsil eden bütün kamu görevlileri, barış niyetine uygun karşılık vermek zorundadır. Türkiye halkının yüksek menfaati, şovenizm zehrini yaymaktan ve savaşı körüklemekten değil, ülkede çeyrek asırdır yaşanan kan kaybına son vermekten geçiyor. AKP bir yandan emperyalizmin bölge halklarına yönelttiği saldırılara yataklık yapıyor, bir yandan ülkede kardeş savaşını tırmandırıyor. AKP hükümeti, ABD, AB, NATO ve işbirlikçi kapitalist oligarşi adına hareket etmekten vazgeçmelidir. Türk ve Kürt halklarına olduğu gibi, Arap ve Fars halklarına da ağır zarar veren iç ve dış savaş macerasından derhâl geri dönmelidir. 85

urun_31_17haz.indd 85

17.06.2011 16:53:53


AKP’nin iç ve dış yıkım politikasına son vermek, Türk ve Kürt halkları arasında barışı ve kardeşliği sağlamak için elimizden gelen her şeyi yapacağız

İnternet sansürüne hayır 14 Mayıs 2011 İşbirlikçi kapitalist oligarşinin yürütme komitesi AKP iktidarı, temel hak ve özgürlükleri tümüyle ortadan kaldırmaya yönelik çok yönlü saldırısını sürdürüyor. İşçi sınıfının, emekçilerin, köylülerin, Kürt halkının, Alevilerin, gençlerin, kadınların, aydınların toplumsal muhalefetini susturmak ve boğmak amacıyla düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğünü sistemli olarak yok ediyor. Bu saldırının son adımı, interneti devlet filtresi altına almak ve AKP’nin dogmatik dinci kapitalist anlayışına ters düşen her siteye erişimi engellemek. AKP, yerli ve yabancı sömürücüler adına büyük sansürcü rolüne soyunuyor. Türkiye’de ve dünyada büyük kapitalist medyanın, emperyalizmin dünya halklarına karşı psikolojik savaş aygıtı olarak hareket ettiğini biliyoruz. AKP’nin büyük sansür girişimi, yerli ve yabancı kapitalist medyanın amansız tekelini kırmak için internet ortamını kullanmaya çalışan muhalif siteleri yok etmek amacını taşıyor. Düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğünü savunmak için AKP’nin büyük sansürüne karşı çıkmak zorundayız. İnternet ortamı, AKP’nin temsil ettiği yerli ve yabancı tekellerin dikensiz gül bahçesi olamaz. Bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm için, savaşsız ve sömürüsüz bir dünya için, özgür ve eşit bir yaşam için, internette devlet sansürüne hayır diyelim. 15 Mayıs 2011’de sansürsüz internet için AKP’yi protesto edelim. İnterneti emperyalist savaş kışkırtıcısı silah şirketlerinin, doğayı ve çevreyi mahveden nükleercilerin, siyanürcülerin, HESçilerin, soyguncu bankaların, büyük holdinglerin, karanlık dogmalarla beyinleri esir alan din tacirlerinin, milyonlarca insanı aç, milyonlarca insanı işsiz bırakan kapitalist sistemin özel av alanı yaptırmayalım. 86

urun_31_17haz.indd 86

17.06.2011 16:53:53


İçinden Devrim Geçmeyen Bir Film: Devrimden Sonra M. Özgür Başer

Nazım Hikmet Kültür Merkezi tarafından desteklenen “Devrimden Sonra” Mayıs ayı başında çeşitli sinemalarda gösterime girdi. Yönetmenliğini Mustafa Kamal Aybastı’nın üstlendiği; Ali Uyandıran, Metin Coşkun, Mert Fırat, Orhan Aydın, Aytaç Arman gibi tanınmış oyuncuların rol aldığı filmin müziklerini ise Cahit Berkay ve Emin İgüs’ün başını çektiği bir grup müzisyen yapmış. Gerek taşıdığı iddialı isim, gerekse küçümsenemeyecek oyuncu kadrosunu hesaba katınca Devrimden Sonra gösterime girmeden önce adını duyurmayı başarmıştı. Çekimlerin ise gösterim tarihinden çok önce bittiği biliniyordu. Öyle anlaşılıyor ki filmin asıl “banisi” olan SİP’in (Sosyalist İktidar Partisi) seçim propagandasına katkı sağlamak üzere gösterim tarihi seçimden hemen önce olarak ayarlanmış. Buraya kadar olan kısmı yapımcıyı ilgilendiriyor. Son derece bilinçli olarak böyle iddialı bir isim taşıdığı anlaşılan filmin bizi ilgilendiren kısmı ise teknik veya sinemasal özelliklerinin ötesinde içeriği ve verdiği mesaj. Ütopyalar ve sol Sosyalist kültür ve sanat dünyasında ütopya kavramının özel ve anlamlı bir yeri olduğu muhakkak. Özellikle sosyalist sanat alanında devrim, toplumsal kurtuluş ve gelecek gibi konuların her zaman en ilgi çekici ve üzerinde çalışılan başlıklardan olduğu bilinir. Sovyet sinemasının bu konuları yıllarca işlediği ve bu alanda pek çok parlak örnek verdiğini ise söylemeye gerek yok. Kısaca konu devrim olunca “devrimden sonra” ile alakalı bir film fikri kulağa sosyalistler için elbette ilgi çekici gelmeli. Devrimden Sonra sırf bu nedenle bile gerçek bir devrim yapma iddiasında olan sosyalistler açısından eleştirel bir ilgiyi hak ediyor. 87

urun_31_17haz.indd 87

17.06.2011 16:53:53


Biraz daha yakından bakmadan önce ilk sözü yönetmene bırakalım. Röportajlarındaki temkinli diliyle dikkat çeken yönetmen Aybastı, her hâlde gelecek eleştirileri de hesaplayarak: “Ben devrimi anlatmadım, ‘devrim olursa ne olur’u anlattım”* diyor. Gerçekten de filmde ne zaman gerçekleştiği tam belli olmayan (devrimin üstünden birkaç ay kadar geçtiği bazı diyaloglardan anlaşılıyor) bir devrimin ertesine ilişkin çeşitli manzaralar sunuluyor. Çoğunluğu günlük yaşamdan kesitler içeren sekiz ayrı hikâye var filmde. Bir başka deyişle kısa metrajlı olarak çekilmiş sekiz-dokuz kısa filmin birleşimi de diyebiliriz. Mekân ve senaryo olarak hikâyelerin arasında bir devamlılık yok. Bu da anlatılan hikâyeden –veya devrimden– bütünsel bir mesaj çıkartmayı neredeyse olanaksız kılıyor. Tabii filmi yapanların izleyiciye böyle bir mesaj verme kaygısı var mı, o da ayrı bir soru. Uyarı: İzlediğiniz bir SİP devrimidir! Görsel yetersizliklerinin ve eksikliklerinin ötesinde, aslında yönetmenin “ben devrimi değil, sonrasını anlatmaya çalıştım” derkenki “incelikli” cevabı bile filmin taşıdığı büyük eksiklikleri gün yüzüne vuruyor. Elbette devrimi anlatmak zor iş. Eskinin koca ve muazzam enkaz yığınının yıkılışını ve onu savunan yerli ve yabancı sömürücü, işbirlikçi, gerici güçlere karşı örgütlü halkın nasıl çetin, dişe diş bir mücadele verdiğini anlatmak kolay iş değil. Ülkenin bugünkü politik atmosferi hesaba katılınca egemenlerden gelebilecek tepkiler de süpriz değil. O hâlde kestirmeden gidip sosyalizmde konut, toprak, pahalılık ve işsizlik gibi sorunların nasıl çözüleceğini anlatmak daha kolay gözüküyor. Ne yazık ki, bahsettiğimiz gerçek bir devrim olacaksa pek de kolay değil. Esasında yönetmen ve yapımcı filmi kameraya almadan önce J. Reed’in Dünyayı Sarsan On Gün’üne, J. London’un Demir Ökçe’sine veya onlarca benzeri esere ufaktan da olsa bir göz atsalardı dünyanın neresinde olursa olsun devrimin öncesi ve sonrasıyla bütünlüklü bir süreç olduğunu ve emekçi kitlelerin öfkesi, gücü, kavgası, örgütlülüğü olmadan bir devrimin ne öncesi, ne sonrası olamayacağını kolaylıkla görebilirlerdi. Senaryoya hâkim olan algı ise bir görme ve farketme sorununun çok ötesinde eksiklikler ve yanlışlar taşıyor. Bu yönüyle SİP’in temsil ettiği, “işçisiz işçi sınıfı devrimciliği” pratiğine alışkın olanlar için filmin kurgusu hiç şaşırtıcı değil. Dahası, film taşıdığı mesajlarla bize SİP’in devrimden ne anladığını ve SİP ezkaza bir devrim yapsa neler olabileceğini gösteriyor. Bu yönleriyle * Birgün gazetesi, 08 Mayıs 2011

88

urun_31_17haz.indd 88

17.06.2011 16:53:53


de yıllardır sayısız kez eleştririlere ve polemiklere konu olmuş olan Gelenek dergisinde resmedilen naif ve irrasyonel devrimcilik anlayışının resimli hâli gibi. Başka bir ifadeyle söyleyecek olursak; gerçek bir sosyalist devrim yapma derdi olanlar için avantaj bile sağlıyor: Devrim ne değildir? Nasıl yapılmaz? Filmin iyi niyetli bir çaba olup olmadığının çok ötesinde izleyicide ısrarla uyandırmaya çalıştığı hava ise son derece rahatsızlık verici. Dün Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta faşist ve dinci çetelerin emekçilere ve ilericilere karşı katliamlar düzenleyebildiği, kuruluşundan itibaren emperyalizmin operasyonlarının hiç bitmediği bir ülkede, yapılan büyük devrime rağmen coşkusuz, kuru bir rahatlık havası hâkim. Komünistler film boyunca toplumun “seçkin” ve bilinçli öncüleri olarak karşımıza ara ara çıkıyor. Oysa ortada devrimi kitlelerin yaptığına ilişkin hiç bir emare yok. Koca film boyunca emekçilerin çorbada tuz düzeyinde bile işin içinde olduğunu göremiyoruz. Kısacası SİP devriminde de “ayakların baş olamadığını” anlıyoruz. Bir şey daha dikkat çekiyor. İzleyiciler olarak anlıyoruz ki dünyadaki nerdeyse tüm devrimlerden sonra karşılaşılan muazzam sıkıntılar, örneğin: emperyalizmin ağır ambargoları, iç savaş tehdidi, gerici ayaklanmalar vb. saldırılar bizim devrimimiz için büyük bir tehdit olmaktan uzakta. Meseleyi sinema dilinde bu şekilde ortaya koyduğunuzda insanın Türkiye’de yapılacak bir devrimin ne kadar “rahat ve huzurlu” koşullarda olacağına olan inancı pekişmeden edemiyor.* Peki film bu ham inancı neden bu kadar ısrarla gözümüze sokuyor? Yoksa sokaktaki insana veya devrimci kadrolara “ürkmeye gerek yok, devrim dediysek öyle uzun boylu değil” mesajı vermek daha mı ikna edici? Devrim görevlilerin mi, kitlelerin mi eseri? Yıllar yılı egemen kültür tarafından ısıtılıp ıstılıp önümüze çıkartılan bir solcu/devrimci/komünist tiplemesi var. Uzunca bir süreden beri yerli dizilerde de bu figüre alakalı alakasız zamanlarda rastlar olduk. Genelde sevimli, dürüst, çok konuşan ancak bir o kadar da naif, sözünün etkisi ve ciddiyeti olmayan ve amaçsız bir tip bu. Kısaca insanda gerçek bir birey olmanın ötesinde bir karikatür kahramanı hissi uyandıyor. Anlıyoruz ki, bu tesadüfi olarak yaratılmamış bir karakter. Yılmaz Erdoğan’ın Vizontele’sinde de, Sırrı Süreyya’nın Beynelmilel’inde de iyi yürekli, saf ama bir o kadar da ikna edicilikten ve inandırıcılıktan uzak bu tipleme çıkıyor karşımıza. Devrimden Sonra’da da –üstelik doğrudan sosyalist olma iddiasında olanlar tarafından * http://www.ilericigenclik.org/haberler/devrimden-sonra-ya-da-sip-devrim-yaparsa

89

urun_31_17haz.indd 89

17.06.2011 16:53:53


yapıldığı söylenen bir filmde– devrimciler yine karikatürize bir hâlde görünüyor. Neredeyse tüm diyaloglar karşılıklı bir genelgeler ve talimler dizisini çağrıştırıyor. Kollarındaki kızıl bantlardan görevli oldukları anlaşılan komünist öncüler karşılaştıkları sorunlara bir teknisyen edasıyla yanıt üretmekten çekinmiyorlar. Filme yapılan eleştirilerin başında kitlelerin heyecanının yansıtılmaması geliyor. Oysa burada bir tutarsızlık yok. Tam tersine, en devrimcilerin bile heyecansız, rutin çalıştığı bir memlekette halk niye coşkulu olsun ki? Devrimi çok farklı şekillerde tanımlamak mümkün. Ancak yapılabilecek farklı tanımlamaları ortak kesen bir kelime var mı diye baksak karşımıza muhtemelen “halk” çıkar. Oysa, inanmak zor ama ‘Devrimden Sonra’da halk yok. Peki ne var? Görevliler veya tebliğ memurları! Adına her ne dersek diyelim –devrim komiteleri, konseyleri, sovyetleri– partinin memuru olarak fabrikalara, meydanlara, hastanelere gönderilen insanlar var. Bunlar da adeta bir mübaşir edasıyla ilgilileri (galiba bu ilgililer emekçiler oluyor) gerektiği zaman ve gerektiği kadar durumdan haberdar ediyorlar. Yetmediği yerde kararnameler ve tebliğlerin anlatıldığı borşürlerle halka kendi yaptığı varsayılan devrimi anlatıyorlar. Bir devrimden sonra broşürler de, karar metinleri de, meydanları kaplayan propaganda afişleri de olabilir. Ancak bir emekçiler iktidarından bahsediyorsak; bu, aynı zamanda emekçilerin kendi öz ürününden de bahsettiğimiz anlamına gelir. Özetle, sosyalizm üstteki bir avuç “seçkin” komünistin (o da nasıl oluyorsa artık!) tebliğleriyle değil; zaten sınıfın içinde örgütlenmiş, yerleşmiş devrimci unsurların partili/örgütlü müdahalesiyle kurulur. Aksi durumda, biz büyük bir iktidar değişiminden bahsetsek bile halkın kendisinin iktidara geldiğine inanması için tek bir sebebi bile yok demektir. Devrim, Atatürk, Bayrak… Devrimi veya sonrasını (arada bir fark olmadığını söylemiştik galiba!) anlatan bir filmin suya sabuna dokunmama ihtimali de elbette olmuyor. Dahası, insan böyle bir filmden özellikle dokunulmayana, tabulara el atmasını bekliyor. Oysa, Devrimden Sonra pek çok tabuya dokunmuyor. Onu da geçtik, bunları “ileride çözülecek” sorunlar kategorisine alıp şimdilik kaydıyla atlamayı bile denemiyor. Tam tersine, yüceltiyor ve adeta gözümüzün içine sokuyor. Böylece 28 Şubat’tan bu yana “Cumhuriyetimizin kazanımlarını” koruma, kollama vazifesi edinen ve bunu büyük gururla vurgulayan komünist partimizin pratiğiyle de sağlam bir bağ kurmuş oluyor! 90

urun_31_17haz.indd 90

17.06.2011 16:53:53


Filmin belki de en çarpıcı sahnelerinden biri, yurt dışındaki Türk askerî birliğinin anlatıldığı bölümde karşımıza çıkıyor. Birlik komutanına tebliğ edilen metinde “NATO başta olmak üzere emperyalist pakt ve birliklerden çıkıldığı ve hızla ülkeye dönmeleri” emrediliyor. Büyük bir heyecanla emri okuyan komutan hemen yanı başında duran Türk bayrağına bakarken –arkasındaki duvarda asılı Atatürk posterinden aldığı bağımsızlıkçı güçle olsa gerek– kadrajda mutlu ve kendinden emin bir ifade sergiliyor: İşte bağımsız Türkiye! Bir sahnenin sinema dilinde onlarca farklı anlatımı olabileceği muhakkak. Fakat kesin olan bir şey varsa o da filmi yapanların böyle bir sahne kullanmalarının kesinlikle tesadüf olmadığı. Tıpkı koca film içesinde; bırakın Kürt kelimesini, ulusal sorunu çağıştırabilecek nerdeyse hiçbir şey olmaması gibi. Böyle bir sahne ve böyle bir devrim üzerine söylenebilecek, yazılabilecek çok şey olmakla birlikte Marksistlerin, devrimcilerin meseleye nasıl yaklaştığına ilişkin en net yanıtı çok yeni sayılmayacak bir tarihte Lenin: “Marks Paris Komünü deneyimine dayanarak, proletaryanın ereklerine erişmek için hazır devlet makinesini ele geçirip kullanmakla yetinemeyeceğini, bu makineyi kırması ve yerine bir yenisini getirmesi gerektiğini öğretir”* diyerek söylüyor. SİP’in parti, devrim algısı ve gerçekler üzerine Devrimden Sonra’nın ilk günden başlayarak genel olarak iki ayrı eğilim etrafında eleştirildiğini görüyoruz. Birinci gruptakiler, filmin içeriğine ve taşıdığı devrim algısına pek değinmeden, bu dönemde böyle bir film yapılması olumlu ve desteklenmesi gereken bir şeydir diyorlar. İkinciler ise (özellikle belirtelim ki bu gruptaki eleştirilerin çoğu örgütlü sol veya yurtsever çevrelerden yükseldi), filmde anlatılan hikâyenin gerçekçi olmadığı; dahası, bir sosyalist için gerçek olması pek de istenmeyecek çeşitli mesajları da barındırdığı yönündeydi. Özellikle bu son söylediğimiz ve esasen bizim yazımızda da özetlenen bu eleştiriler karşısında, eleştirilenlerin eleştirilerine de kulak vermek herhâlde meseleyi daha anlaşılır kılacak. Konu eleştirileri eleştirmek olunca sol.org.tr internet sitesi yazarı Kaan Arslanoğlu ilk göze çarpanlardan oluyor. 28.05.2011 günü bahsi geçen sitede yayınlanan ve “‘Devrimden Sonra’ filmi ve seçimden önce sosyalistler” başlığını taşıyan yazısında Arslanoğlu filmi ve propagandası yapılmaya çalışılan * Komün Dersleri, V. İ. Lenin, s. 131, Sol Yayınları

91

urun_31_17haz.indd 91

17.06.2011 16:53:53


SİP devrimini şu cümlelerle savunuyor: “Filmin amacı ne? Sosyalist devrimin bir ülkeye neler getirebileceğini gösterip, tartıştırmak. Bu bir “sanat” filmi değil, o açık. Bu bir propaganda filmi.” Ve asıl baklayı çıkartıyor ağzından: “Sosyalizmden bahsetme, devrimden bahsetme cesareti gösteren sanatçılar bu kadarsa, bunlarsa, bu iş bu kadardır ve daha iyisi gelene dek alanda rakipsizdir. Tıpkı bugün TKP’nin böyle bir rakipsizlikle seçime girdiği gibi. Bin tane eleştiri getirebilirsiniz ona da, çoğu da doğrudur belki, ama başkası çıkmadığı sürece alanda rakipsiz örnektir. İster şans deyin buna, ister şanssızlık, gerçeğin ta kendisidir.”* “Gerçekler” konusunda özel bir hassasiyeti olduğunu anladığımız Arslanoğlu bu veciz açıklamasıyla bir çırpıda hangi gerçekleri hasır altı ediyor peki? Kendisinin TKP olarak adlandırdığı partinin gerçekte rakibi yok mu? Türkiye sosyalistlerinin, Kürt yurtseverlerinin on yıllar içinde zindanlara, sürgünlere, faşist baskı ve teröre, hukuksuzluklara rağmen türlü türlü yoksulluklar içinde adım adım örgütlediği siyasal pratikler Arslanoğlu’nun TKP’sinin şaşaası yanında sönük kaldığı için değerlendirme dışına nasıl da kolay itilebiliyor. İnsan sormadan edemiyor doğrusu: bugünün AKP’si de, yeri geldiğinde CHP’si ve diğer bilumum düzen güçleri de, emekçilere karşı aynı muktedir dili kullanmıyor mu? Güç bizde, imkân bizde; zaten rakip de yok, biz yaparız, işinize gelirse! Esasında Arslanoğlu’nun derin yanılgısı, propagandasını yaptığı siyasi oluşumu aşırı derecede ciddiye alınması gereken bir güç olarak görmesinden kaynaklanıyor. “Steril” devrimciliğin adresi olan bu girişim, tıpkı yıllar yılı açıktan ve sayısız kez hakaretler ettiği Türkiye Komünist Partisi’nin adını bir kongre cambazlığıyla sahiplenmeye kalktığı gibi, aynı kolaycılıkla devrimi de çözebileceğini düşünüyor. Başlarken de belirttiğimiz gibi, devrimden sonraya ilişkin bir ütopyanın tartışılması başlı başına iyi ve olumlu bir fikir. Sayıları gerçekten de az olmayan oyuncuların ve teknik anlamda emek verenlerin çabasını küçümsemek ise haksızlık olacaktır. Fakat Türkiye gibi, tarihi, darbelerle, karşıdevrimci örgütlenmelerin karanlık operasyonlarıyla, bunun karşısında da şanlı direniş ve başkaldırılarla dolu olan bir ülkede yapılacak devrimden sonrasını anlatmak daha ciddiye alınması gereken bir iş. Belki “Devrimden Sonra”ya ilişkin yazılması, eleştirilmesi gereken daha çok şey var. Ama kesin olan bir şey varsa, o da, gerçek hayattaki bir devrime ve sonrasına ilişkin söylenecekleri emekçilerin doğru bildikleri şekilde ve gür bir sesle söylemeyi başaracaklardır. * http://haber.sol.org.tr/yazarlar/kaan-arslanoglu/devrimden-sonra-filmi-ve-secimden-o nce-sosyalistler-42923

92

urun_31_17haz.indd 92

17.06.2011 16:53:54


BASINDAN

Bir Devin Çöküşü Adnan Bostancıoğlu

Birgün gazetesi yazarı Adnan Bostancıoğlu’nun, Devrimci Yol-ÖDP hareketinin lideri Oğuzhan Müftüoğlu’yla yaptığı ve “Bitmeyen Yolculuk/Oğuzhan Müftüoğlu Kitabı” adıyla yayınlanan büyük söyleşiyi ve bu söyleşide Oğuzhan Müftüoğlu’nun TKP’ye yönelttiği iftirayı okurlarımız hatırlayacaklardır. Ürün Sosyalist Dergi, bu iftiraya karşı, 29 Mart 2011 günü, “Oğuzhan Müftüoğlu ve arkadaşlarına açık mektup” adıyla bir eleştiri yazmış, Oğuzhan Müftüoğlu’nu, Adnan Bostancıoğlu’nu ve diğer ilgilileri TKP’lilerden özür dilemeye davet etmişti. Adnan Bostancıoğlu, 13 Mayıs 2011 günü, Birgün Gazetesindeki köşesinde, “Bir devin çöküşü” adlı yazısıyla açık mektubumuzu yanıtladı. Adnan Bostancıoğlu’nun yazısını olduğu gibi yayınlıyoruz

Oğuzhan Müftüoğlu ile yaptığımız nehir söyleşi “Bitmeyen Yolculuk/ Oğuzhan Müftüoğlu Kitabı” muhtelif tepkilere konu oldu. Çok sayıda olumlu görüşün yanısıra eleştiriler de geldi. Eleştirilerin muhatabı, elbette benden ziyade Oğuzhan Müftüoğlu. Zaten kendisi de çeşitli vesilelerle bunlara cevap verdi, veriyor. Sözkonusu eleştiriler arasında Ürün Sosyalist Dergi’den (ÜSD) gelen, beni de konu edindiği için cevap vermek durumundayım. *** 93

urun_31_17haz.indd 93

17.06.2011 16:53:54


ÜSD, kitabın 251. sayfasında geçen aşağıdaki bölüme itiraz ediyor: “Adnan Bostancıoğlu: DAL’da bulunduğunuz süre içerisinde başka siyasi hareketlere yönelik operasyonlar da oldu. Bu sırada geçmiş yıllardan tanıdık insanlar gelip gitti mi? Oğuzhan Müftüoğlu: Cuntanın en çekindiği grup Devrimci Yol olduğu için ilk operasyonu bize karşı düzenlemişlerdi. Diğerlerini sonraya bıraktılar. Devrimci Yol operasyonunda belirli bir mesafe aldıktan sonra, mart ayına doğru diğerlerine yöneldiler. Dev-Sol ekibi zaten 12 Eylül’ün hemen arkasından yakalanmıştı. Bir ara TKP’liler bizim yakalanmamızla ilgili Kızılay’da bir bildiri gibi bir şey dağıtmışlar, “Bir Devin Çöküşü” diye... Polislerden biri herhâlde moralimi bozmak için o bildirilerden birini getirip bana göstermişti. Çok tuhafıma gitmişti. Solcu bazı gruplar, demek kendilerine rakip gördükleri bir sol grubun faşist cunta tarafından ortadan kaldırılmış olmasına çok sevinmişlerdi. Bir de sol neden yeniliyor diye uzun uzun sebep aranır.” *** ÜSD, sözkonusu dönemde Türkiye Komünist Partisi saflarında (bugün yasal alanda faaliyet gösteren TKP ile ilgisi yok) mücadele eden arkadaşların yayın organı. İtiraz ettikleri ve eleştirdikleri husus da TKP’nin “Bir Devin Çöküşü” başlıklı bildiriyi dağıttığı iddiası. Eski TKP’liler “Biz böyle bir bildiri dağıtmadık” diyorlar. Müftüoğlu ise “polisler bana böyle bir şey gösterdi” diyor. Müftüoğlu ile meseleyi konuştum. Olaya itiraz eden arkadaşlara e-posta yazdığını, derdinin TKP’yi karalamak falan olmadığını, o dönemde solun kendi içindeki ilişkilerin gelmiş olduğu yerin vehameti üzerine örnek vermek istediğini belirttiğini söyledi. Böyle bir bildiriyi (ya da bildiriyi konu alan bir gazete haberini) gördüğünden kuşkusu olmadığını ilave etti. Hatta, kitapla ilgili yaptığı söyleşilerde, aralarında eski TKP’lilerin de bulunduğu bazı insanların bu metni hatırladıklarına dikkat çekti. Yazdığı e-postaya hakaretamiz cevaplar gelince “tartışmadan” çekildiğini belirtti. *** Belki bir gün işin aslı ortaya çıkar ama, olup bitene dair kimi tahminlerde bulunmak mümkün. Evet, TKP’nin o dönemde merkezî düzeyde böyle bir bildirisi olmayabilir. Hatta yapılan açıklamadan yola çıkarak “böyle bir bildiri yoktur” diyebiliriz. Ama bu, partiye bağlı birimlerden birinin işgüzarlık yapmadığı anlamına gelmez. Ki, o dönemde bir bildiri hazırlamak için basit bir

94

urun_31_17haz.indd 94

17.06.2011 16:53:54


teksir makinasına sahip olmak yeterliydi. Ayrıca, benim TKP’li dostlarımdan birinin yorumuna göre, sözkonusu metin, pekâla bir “örgüt içi eğitim notu” da olabilir. Bütün bunlar, şu gerçeği değiştirir mi: O dönemde sol içi çekişme öyle bir noktaya gelmişti ki, birinin başına gelen felaket bir diğeri için istihza vesilesi olabiliyordu. Bu anlamda, ÜSD’nin açıklamasında defalarca vurgulanan “dostluk, dayanışma ilişkisi” dönemi tarif etmekten hayli uzak. Haa, bir de işin sonrası var tabii... Ne zaman ki, hepimiz aynı darbenin sonucu işkencehanelere, cezaevi koğuşlarına, hücrelerine doldurulduk; o zaman “aklımız başımıza geldi”. Eğer bir dostluk ve dayanışmadan söz edilecekse, maalesef “Basra harab olduktan sonra” yaşadık bu erdemleri! Nitekim, ÜSD’nin bana yönelik “Sorularıyla söyleşiye yön veren Adnan Bostancıoğlu’nu da, sanki TKP’liler açısından çok olağan bir şeyden söz ediliyormuş gibi, hiçbir şaşkınlık belirtisi göstermeden, sorgusuz sualsiz bu iftirayı kabullenip kitapta aktarması nedeniyle kınıyor ve TKP’lilerden özür dilemeye davet ediyoruz” eleştirisi, bu bağlam içinde değerlendirilmeli. Yani, açık yüreklilikle ifade etmeliyim ki, bu duruma şaşırmadım. Bunun özel olarak TKP ile ilgisi yok. Solun muhtelif kesimlerinin sahip oldukları radyolardan, gazetelerden birbirlerini ihbar ettiği bir dönemden söz ediyoruz. Her şeye rağmen –hani klişe deyimiyle, gazetecilik refleksi gösterip– konunun üzerine gitsem, elbette daha iyi olurdu. Ama bazen geçmişe dair tecrübeler insanın sorgulayıcı yanını bastırabiliyor. *** Bir noktayı daha belirtmeden geçmeyeyim. ÜSD’nin “Bir Devin Çöküşü” ile ilgili temel iddiası, bir polis provokasyonu olduğu yönünde... Ne yalan söyleyeyim, bana da bu hiç inandırıcı gelmedi. Yani, polisin “dur şu Dev-Yol’cuların moralini bozayım” diye oturup bildiri yazacağını düşünmek, o günleri “içerden” yaşayanlar için hakikaten biraz tuhaf olur. Kaldı ki, DAL’da işkence gören bir devrimcinin moralini bozacak son şey, herhâlde bu tür bir bildiri olurdu. Hepimiz biliyoruz, polisin “daha etkili” yöntemleri vardı ve “değerli vaktini” bunlara harcadı! Sonuç olarak; ortada yaşanmış ve gurur duyamayacağımız bir “sol içi ilişkiler” tarihi var ve hepimiz için derslerle dolu. Ve hiçbirimiz bir diğerimizden daha masum değiliz. Elbette bazı “nüanslara” rağmen... 13 Mayıs 2011

95

urun_31_17haz.indd 95

17.06.2011 16:53:54


Suriye’de Savaşı Medya Yarattı Daniel Abdülfettah

Dünya kapitalist sisteminin emperyalist efendileri Amerika ve Avrupa Birliği’nin, İsrail ve Türkiye dahil bütün ülkelerdeki emperyalizm uşaklarını kullanarak Suriye’ye karşı yürüttükleri psikolojik savaşı teşhir eden bir söyleşiyi 9 Mayıs 2011 tarihli hürriyet.com.tr’den aktarıyoruz. Merve Arkan’ın El Arabiya Türkiye Temsilcisi Daniel Abdülfettah’la yaptığı ve “Suriye’de Savaşı Medya Yarattı” başlığını taşıyan söyleşi, kapitalist medyada pek ender görülen bir dürüst gazetecilik örneği olarak kutlanmayı hak ediyor. Amerikan papağanlığı yapmayı gazetecilik sanan medya yorumcularını, bu örnekten ders alarak, mesleklerinin gerektirdiği araştırmacılığı yapmaya ve gerçeğe bağlı kalmaya davet ediyoruz. İsteyen herkes dürüst gazetecilik yapabilir. Hiç kimse emperyalizmin psikolojik savaşının vurucu gücü olarak hareket etmemelidir. Halklar, savaş suçlularını affetmeyeceklerdir.

Suriye’de gösteriler ne zaman ve hangi taleplerle başladı? Olayların Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki isyanlardan etkilendiğini düşünüyor musunuz? Gösterilerin 6. haftasındayız. Kuzey Afrika’daki gösterilerden muhakkak etkilendi, ama benzeşmesi yok. İnsanlar demokrasi, olağanüstü hâlin kaldırılması, siyasi tutukluların serbest kalması, siyasi partiler kanununun çıkarılması, ekonomik ve sosyal haklar için talepte bulundular. On binlerce kişi bu gösterilere her cuma günü katılıyor. Gösterileri örgütleyen belirli bir grup ya da parti var mı? Başta insanlar örgütlenmiyordu. Ama Cuma namazlarından sonraki gösterilere binlerce kişi katılıyordu. Arkalarında herhangi bir siyasi parti yoktu. Başta bahsettiğim taleplerle gösteriler düzenleniyordu. Suriye rejimi de bu gösterileri olumlu karşıladı. Talep edilen reformlar 2005 yılında rejim tarafından zaten açıklanmıştı. 96

urun_31_17haz.indd 96

17.06.2011 16:53:54


‘Reformları sürdürmek imkânsızdı’ 2005’ten 2011’e kadar bu konuda neden fazla adım atılmadı? Ben mecbur kaldıklarına inanıyorum. 14 Şubat 2005’te gerçekleşen Hariri suikastının sorumluluğunu Suriye’ye atmaya çalıştılar. Suriye rejimi yok edilmek istendi. ABD ve bölgedeki müttefikleri Suriye rejimine karşı çaba gösterdiler. Bu dönemde reformları sürdürmek imkânsızdı. Ardından da bölge üç ayrı savaşa sürüklendi. Irak, İsrail’in güney Lübnan’a saldırısı ve Gazze’deki savaş. Suriye de o sırada bunlarla meşguldü. Gösterilerde halka ateş açıldığı yönündeki haberler için ne düşünüyorsunuz? Ben hepsine inanmıyorum. Suriye’de halka neden ateş açılsın, bana hiç mantıklı gelmiyor. Rejim, gösteri düzenleyen on binlerce insana hiç karşı çıkmadı, isteklerine icabet etti. Dera valisi görevden alındı. 2 gün içinde istihbarat başkanları, istihbarat subayları sorguya çekildi. Olağanüstü hâlin kaldırılması normalde 4 yıl içinde yasalaşabilecek bir şeyken, iki hafta içinde yasalaştı. Suriye hantal bir bürokrasiye sahip, buna rağmen 15-20 günde bir şeyler yapmaya başladılar. Bölgede görüyoruz ki kim ateş açarsa anında NATO müdahalesiyle yok edilecek. Suriye rejimi zeki bir rejimdir. Şimdi niye insanlara ateş açsınlar ki? 97

urun_31_17haz.indd 97

17.06.2011 16:53:54


‘Göstericilerin sayısı azaldı’ Güvenlik güçlerinin yüzlerce göstericiyi öldürdüğü yönünde haberler var? Bu haberler doğru değilse, basın neden Suriye’yi hedef tahtasına oturttu? Ateş açılmadığını söylemek mümkün değil. Ama kim açıyor, neden açılmış? Türkiye’de Balyoz darbe planından bahsediliyor. Plana göre amaç Türkiye’yi ikiye bölmekti. İki taraf birbiriyle çatışacaktı ve bir kaos ortamı yaratılacaktı. Hükümetin bu işi yönetemediği ve insanları öldürdüğü söylenecekti. Bu plan hayal ürünü olsa bile, Suriye’de gerçekleştirildi. Bu nedenle başta on bin insan sokağa çıkarken, artık bu sayı 300’e kadar düştü. Silahlı güçlere provokasyon amacıyla mermi atarsanız hangi ülkede olursa olsun karşılık alacaksınız. Bu ortamda mutlaka ortamda siviller de olacaktır. O kalabalığa da ateş açarsanız onlarca insanı katletmiş olursunuz. Bunları anlattığınızda da Batı medyası sizi “Baas Partisi’ni destekliyorsunuz” diye yaftalıyor. ‘Ülkeden kaçanlar intikam istiyor’ Bu karmaşayı yaratmaya çalışan, çatışmayı tetikleyen kim? Suriye düşmanlarla ve dostlarla çevrili bir ülke. Dostları Türkiye, İran, Lübnan’da Hizbullah, Filistin ve Hamas hareketi. Ancak geri kalanların dostane bir yaklaşımı yok. Hele de Batı ve ABD. Mesele, İsrail’in güvenliğiyle ilgili. Peki bu silahlı grupların arkasında kim var? Hatırlamak gerekir ki Suriye’den kovulan, hatta kaçan eski Devlet Başkan Yardımcısı Abdulhalim Haddam, ülkeyi terk ettiğinde hain olarak nitelendirilmişti. Kime bağlı olduğu da, İsrail’de ortaya çıktığında belli oldu. Öncesinde de Baas’tan kopan Hafız Esad’ın kardeşi var. Kendisi, Suriye’ye karşı çalışmalarıyla tanınan bir adam. 2000’de birinci reform hamlesinde, yolsuzlukla mücadelede sırasında mal varlığına el konanların hepsi, ABD’de, Fransa’da oturuyor. Hepsi Suriye’den intikam almak istiyor. Kendi çıkarlarına yeniden kavuşmak istiyorlar. ABD ve Batı, bu kesimleri destekliyor. ‘Ak parti’yi kullanmak istediler’ Müslüman Kardeşler’in ya da diğer dinci grupların gösterilerdeki rolüyle ilgili ne düşünüyorsunuz? Suriye’de birçok insan Müslüman Kardeşler’in katıldığını görünce gösterilerden çekildi. Müslüman Kardeşler, aşırı Sünni bir İslami gruptur. Suriye 98

urun_31_17haz.indd 98

17.06.2011 16:53:54


çok farklı mezhep ve dinden oluşan bir toplum. Böyle bir toplumu Müslüman Kardeşler’e bırakacak değiller. Hiçbir Suriyeli bunu kabul etmez. Müslüman Kardeşler, silahlı mücadeleyi benimseyen bir grup. Türkiye’de AKP’yle yakın taraflarla da toplantı yaptılar. Biz Ak Parti gibi olacağız, ılımlı İslam’a döneceğiz mesajı vermek istediler. Ak Parti’yi kullanmak istediler. Ama kuruluş amaçları bundan çok farklı. Bin Ladin’in kafasından giden bir grup. Bu grubun Suriye gibi önemli bir kaleyi ele geçirmesi Türkiye için de büyük bir tehlike. Sünniler arasında Müslüman Kardeşler’in etkisi ne? Ülkede Alevi-Sünni çatışmasını mümkün görüyor musunuz? Suriye’nin yüzde 60’ı Sünni. Hepsi Müslüman Kardeşler’i desteklemiyor. Bu grubu fazla tasvip edecek bir kesim olduğunu sanmıyorum. Genel olarak Sünni-Alevi çatışması mümkün elbette. Suriye’de sadece Cuma günü yapılan eylemler var. Ama basında Suriye haftanın 7 günü yanıyormuş gibi yansıtılıyor. Medya bunu yaratmak istiyorsa yapabilir. Cuma namazından sonra 1-2 saat gösteri yapıp dağılan insanlar var. Bu olaylarda provokasyon yoluyla her şehirde 5-6 kişi öldürürsünüz. Sonra da şehit cenazelerinde Salı’ya kadar milleti hareketlendirmeye devam edersiniz. Bu şekilde Suriye’de sürekli bir ayaklanma görüntüsü yaratırsınız. ‘Suriye Libya olmaz’ Siz bir NATO müdahalesini olası görüyor musunuz? Suriye’den nasıl bir değişim istiyorlar? Şunu vurgulamak gerekir ki bu sadece medyada olan bir savaş. Eğer istedikleri bir talep yerine getirilse, medya bu savaşı bitirir. ABD Dışişleri Bakanlığı, İran’la, Lübnan’daki Hizbullah örgütüyle, Hamas’la ilişkilerini kessin, Suriye’de ayaklanma biter dedi. Suriye rejimi ABD’ye karşı güçlerle birlikte hareket ederse, bu rejimi ortadan kaldıracaklarını her zaman söylediler. İki hafta önce açılan Londra merkezli muhalif Barada kanalına 6 milyon dolar destek verdiler. Daha önce Pentagon ve Beyaz Saray Suriyeli muhaliflere 51 milyon dolar para verdiklerini açıkladı. Şimdi Suriye’de insanlar ayaklanıyor demek anlamsız.

99

urun_31_17haz.indd 99

17.06.2011 16:53:54


Suriye’de Libya gibi bir savaş olmayacak. Ordu halka ateş açmayacak. Suriye’de rejim bu yöntemlerle değişmeyecek. Ayrıca Mısır ve Tunus’ta olduğu gibi devlet başkanı istifa da etmeyecek. Asker ve istihbarat devlet başkanının elindedir. Asker Tunus’ta olduğu gibi ihanet etmez ya da istihbarat Mısır’daki gibi rejimi satmaz. Peki ne olacak? Suriye bu tür krizlere en az on defa maruz kaldı ve hepsinden kurtuldu. Bu filmi defalarca gördük. Bir NATO harekâtı söz konusu olabilir. O sıkıntı yaratır. Türkiye, İran, Hamas, Hizbullah da işin içine girer. Başta Türkiye olacak, çünkü bir NATO ülkesi. ‘Türkiye zarar görür’ Bu olayların Türkiye’ye etkisi ne olur ve Türkiye’nin Suriye politikası hakkında ne düşünüyorsunuz? Türkiye bu konuda nasıl bir tavır takınırsa takınsın, zarar görecektir. Eylemlere destek verirse rejimi karşısına alacak ve iyi ilişkilerini kaybedecektir. Örneğin Suriye son dönemde Katar’ı düşman ilan etti. Suriye devlet televizyonu, El Cezire üzerinden Katar’ın yaydığı yalan haberleri ortaya çıkartıyor. Çok komik şeyler yapılıyor. Daha önce El Arabiya’da yayınlanan Bağdat’taki işkence görüntülerini El Cezire “İşte şu anda Şam sokaklarında bunlar yapılıyor” diye yayınladı. Türkiye Müslüman Kardeşler’e yanaştı, Suriye hükümeti rahatsız oldu. Türkiye, bizde demokrasi var, herkes konuşabilir dese de, Suriye bunu kabul edemez. Bu nedenle ilişkiler kötüye sürüklenebilir. Bu ayaklanmadan çıkar sağlamaya çalışanlar Türkiye’yle ilişkilerin kötüye gitmesini ister. Ancak Türkiye’nin imkânları var. Yapması gereken, Suriye’deki durumun gerçeğine vakıf olmaktır. Yani istihbarat çalışması yapacak. Fakat Erdoğan’ın Müslüman Kardeşler’i kahraman olarak gören müşavirleri varsa ve onları da dinliyorsa, onun neticesine Türkiye katlanır.

100

urun_31_17haz.indd 100

17.06.2011 16:53:55


Osman Can, Nabi Yağcı, Orhan Gazi Ertekin

Deniz Gönül

Osman Can ile Orhan Gazi Ertekin adları bir zamanlar hep birlikte anılırdı ve her ikisi de belli çevrelerde çok ünlüydü. “Bir zamanlar” dediğimize bakmayın, daha geçen yıla kadar her ikisi de belli çevreler için “vesayete karşı demokrasi” figürleriydiler. Yargı çevrelerindeki Kemalistlerin etkisi altındaki Yargıçlar ve Savcılar Birliği Yarsav'a karşı, demokrasi güçlerini temsil etmek üzere Demokrat Yargı Derneği’ni kurmuşlardı. Osman Can bir dönem Anayasa Mahkemesi Raportörlüğü yapmıştı. Ertekin ise hâlen Beypazarı'nda hâkimlik yapıyor. Solun dışına çıkarak AKP hükümetine “yetmez ama evet” diyerek destek olan eski solcu, yeni sağcı çevrelerde ve Fettullahçılar arasında “yargıda Kemalist tahakküme son verecek insanların temsilcileri” olarak revaçta idiler. Osman Can'ı bizim için daha da ilginç kılan bir etken daha var. Kendisi eski solcularca düzenlenen pek çok panele demokrasi havarisi gibi konuşmacı olarak katılmış bir insandır. Kamuoyunun geniş bölümü, bu ismi, katıldığı bir iki panelde yumurta, boya atıldığı için daha rahat hatırlayabilir. Yumurta atılan o panellerden biri de Yetmez Ama Evet Platformu tarafından 5 Eylül 2010 tarihinde İzmir Tepekule Kongre Merkezi'nde düzenlenmişti. Katılımcılar arasında ırkçı, dinci faşist Vakit gazetesi yazarı Abdurrahman Dilipak ile “demokrasi mücahidimiz” Osman Can, akademisyen Ferhat Kentel, Taraf yazarı ve DSİP'li Roni Margulies ile komünist eskisi, AKP'li, Taraf yazarı Nabi Yağcı yer alıyordu. Baskın Oran yorgun olduğu için, Lale Mansur dizi çekimleri nedeniyle katılamamış panele. 101

urun_31_17haz.indd 101

17.06.2011 16:53:55


Bu ekip, bir eksik bir fazla ile ülkenin dört bir yanında panellere katılarak 12 Eylül 2010 referandumundan sonra ülkenin nasıl da ilerleyeceğini, nasıl da demokrasi geleceğini, nasıl da askerî vesayetin sona ereceğini, nasıl da gelişeceğimizi, en pespaye liberal, içi boş sözlerle anlatıyorlardı. Boykot diyenleri de, bizim gibi “hayır” diyenleri de şiddetle eleştirip dogmatik olmakla suçluyorlardı. Bugün ise Osman Can'ın gerçek yüzü açığa çıkmış durumda. Aşağıda nedense yaygın olarak kullanılmayan bir haberin ayrıntılarını göreceksiniz. Bu haberin malumat yığınları arasında kaybolmaması gerekiyor. Çünkü, AKP'nin tüm liberal, özgürlükçü laflarının tamamen bir göz boyamadan ibaret kaldığını doğrudan aktarabilen bir haber bu. Liberal çevrelerin halka inançsızlıklarından, kendilerini nasıl da muktedirlere yaranmak mecburiyetinde hissettiklerini gösteren bir haber bu. Fakat, açığa çıkan bu gerçeklere rağmen, bizi geçmişimizden dolayı doğrudan ilgilendiren Nabi Yağcı'nın bu güne kadar en ufak bir utanma belirtisi göstermediğini kaydedelim. Osman Can'ın aslında AKP tarafından (Ertekin'in güzel tanımıyla) “sefer görev emriyle” yargı çevrelerine ve liberal çevrelere yollandığını önceden bilip bilmediğini, biliyorsa, kendisinin de mi böylesi bir görevinin olup olmadığını, bilmiyorsa bu kadar cehaletin nasıl olup da kendisinde yoğunlaşabildiğini, buna rağmen hâlâ nasıl olup da AKP güzellemeleri yapabildiğini sormak bizim en doğal hakkımızdır sanırız. 23 Mayıs 2011, gazetelerden alıntı Bakanlık göstersin eşeğe oy veririm! Demokrat Yargı Derneği Eşbaşkanı ve Beypazarı Hâkimi Orhan Gazi Ertekin, referandumda kabul edilen Anayasa değişikliği ile yapısı tamamen değişen HSYK üyelikleri için adli ve idari yargı hâkim ve savcılarının sandığa gittiği seçimlerden önce yaşananları ortaya koyan 'yargıyı sarsacak' bir kitap yazdı. 102

urun_31_17haz.indd 102

17.06.2011 16:53:55


Gazetevatan'ın haberine göre, "Yargı Meselesi Hallonuldu Yargının ‘Eşekli Demokrasi’ ile İmtihanı" isimli kitapla, HSYK seçimleri sırasında yaşanan ve büyük çoğunluğu bilinmeyen skandallar gün yüzüne çıkıyor. Demokrat Yargı Derneği, Anayasa Mahkemesi eski raportörü Osman Can ve Ertekin’in eşbaşkanlığında kuruldu. Dernek önce YARSAV’a alternatif olarak ortaya çıktı. Anayasa değişikliğine ilişkin referandumda “Evet” oyu verilmesi için aktif bir çalışma yürüten dernek, Anayasa değişikliğinin kabul edilmesinin ardından yapılan HSYK üyeliği seçimlerinde büyük çalkantı yaşamıştı. Bu süreçte Osman Can ve aralarında Yargıtay üyelerinin de olduğu bakanlık yanlısı bazı üyeler dernekten ayrılmıştı. Ertekin, HSYK üyeliği seçiminin perde arkasını anlattığı kitabında yargıyı sarsacak perde arkası olayları ile çarpıcı tespitleri okurlarla paylaşıyor. Kitabın isminin kaynağı Ertekin kitabının ismini, Adalet Bakanlığı’nın “Seçimlerde aday çıkarmamaları karşılığında, HSYK seçimlerinde bakanlığın listesinde iki Demokrat Yargı adayına yer verilmesi” teklifi sırasında bir hâkimin dile getirdiği “Bakanlık eşeği aday gösterse eşeğe de oy veririm” sözlerinden alıyor. Ertekin kitabında, Demokrat Yargı’nın HSYK seçiminden önce ilkeleri ortaya koyabilmek için bir platform oluşturulmasını önerdiği, bu öneriye Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in önce sıcak baktığı ancak daha sonra vazgeçerek “bakanlık listesi” ile seçime girmeye karar verildiğini anlatıyor. HSYK 1. Daire Başkanı olan dönemin Müsteşar Yardımcısı İbrahim Okur ile görüştüğünü ve niyetini o görüşmede anladığını kaydeden Ertekin, şimdiki Adalet Bakanı dönemin Müsteşarı Ahmet Kahraman ve Okur’un ayrı listeler oluşturduklarını, bunlardan Okur’un listesinin esas alındığını, Kahraman’ın listesindeki isimlerin ise daha sonra Yargıtay üyesi seçildiğini iddia etti.

103

urun_31_17haz.indd 103

17.06.2011 16:53:55


HSYK seçimini Adalet Bakanlığı listesi kazanmış ancak dönemin Adalet Bakanı Sadullah Ergin ve bakanlığın tüm yetkilileri listenin bakanlığın listesi olduğunu reddetmişlerdi. Ancak Ertekin’in kitabında yer alan tutanaklar, HSYK seçim sürecinin bakanlık tarafından yürütüldüğünü ve listenin de Bakanlığın listesi olduğunu açıkça ortaya koydu. "Bakanlık dedikodu üretti" Ertekin, Bakanlığın, kendi listesinden aday olmayanlara yönelik elindeki bilgileri kullanarak “Türbanlı karısının başını açmış”, “İçki içiyormuş” türünde bilgilerle insanların linç edilmek istendiğini öne sürdü. Bakanlığın vaatleri... Ertekin kitabında şu ifadelere yer verdi: "Adliyelerde Başsavcılar ve Komisyon Başkanları aracılığıyla toplantılar yapıldı. Yargıtay ve Danıştay’a yeni daireler kurulacağı ve 100 Yargıtay, 50 Danıştay üyesinin yeni HSYK tarafından seçileceği söylentisi yayıldı. Böylece büyük bir kaymak potansiyelinin gözleri kamaştırması bekleniyordu. Unvanlar, terfi beklentileri, tayinler, benzeri ikbal alanları ve Bakanlık bürokratlarının bu ilk girişimleri; yargıya bir ‘devlet tüccarlığı’ zihniyetiyle bakıldığını gösteriyordu." Ertekin, bakanlık bürokrasinin Demokrat Yargı’nın çekirdek kadrosuna karşı da soğuk savaş argümanları ile teyakkuza geçerek yalnızlaştırma taktiği uyguladığını belirterek “Bir yönetim kurulu üyemiz, kendisine Bakanlık bürokratlarınca sıkça ‘bunlar komünist’ ve ‘bunlar Kürt’, ‘bunlarla nasıl yan yana geliyorsunuz?’ denildiğini aktarıyordu” diye yazdı. TUTANAKLARI YAYINLADI Bakanlık göstersin eşeğe oy veririm! * Aracı (Osman Can): Bir yüksek yetkili ile görüştüm. Benden bakanlık listesi için 2 isim vermemizi istedi. Gerekirse ‘daha üst yetkili’ ile görüşerek ve biraz daha bastırarak sayının 3 olmasını sağlayabilirim. * Orhangazi Ertekin: Bakanlık tarafından yürütülen ve bürokratların aday olduğu bir listeye dahil olmamalıyız. Demokratik ve sivil yöntemlerde ısrar etmeliyiz.

104

urun_31_17haz.indd 104

17.06.2011 16:53:55


Şeytanla işbirliği yaparım * Kıdemli bir hâkim: Yüksek yetkili kim bilmiyorum. Ama HSYK seçimini Bakanlık ve müsteşar yürütmektedir. Onlarla oturmadan liste oluşturulamaz. Bu bürokratları da kızdırır. Bu işin tek patronu bürokratlardır. Ben şahsen Adalet Bakanlığı eşeği aday gösterse, eşeğe oy veririm. Çok kıdemli bir hâkim: HSYK ele geçirildiğinde sadece Yargıtay ve Danıştay yeniden yapılanmayacak, hükümetin yürüttüğü siyaseti, özelleştirmeleri engelleyen güçler de devreden çıkacaklar. Ben YARSAV’ın kazanacağı bir sabaha uyanacağıma şeytanla bile işbirliği yaparım. Demokratik seçimi ilerde yaparız! * Çok kıdemli bir başka hâkim: Dini bu işlere karıştırmayalım. Bizim için önemli olan kazanmak. Siz ise önemli olan adalettir diyorsunuz. Bu seçim her şeyden önemli. İlerde demokratik bir seçim yapılabilir. * Kıdemli bir hâkim: Bizim derdimiz, toplumun tüm renklerinin yeni HSYK ’ya yansımasıdır. Yani ele geçirmek değil, ele geçirilemez olmasını sağlamaktır. * Orhangazi Ertekin: Adalet Bakanlığı bu süreci yönetir ve bürokratlar da aday olursa ve bu dernek de listeye eklemlenirse, biz bu dernekten ayrılırız. ‘Osman Can’a sefer görev emri verildi’ Ertekin kitabında Demokrat Yargı Derneği’ni birlikte kurduğu Osman Can’a sert eleştiriler yöneltti: "Can’ın, yargı tartışmaları ve son HSYK seçiminin bu ilk hazırlık sürecindeki tavır alışlarını, bir “siyasi memuriyet” hâli ve bir “eleman” tutarlılığı içinde ele almanın daha doğru ve mantıklı olduğu yönündeki bakışın daha önemli bir teşhise yol açacağı düşünülebilir. " Başbakan Erdoğan’ın yeni anayasayı sivil toplumun yapacağını açıklamasından sonra, “kendi anayasanı kendin yap” gibi kampanyalar üzerinden “Anayasa Çalışma Grubu”, “Yeni Anayasa Platformu” gibi sivil toplum örgütleri kurulduğuna dikkati çeken Ertekin, Osman Can’ın da bu çalışmalara katılmak için raportörlüktün ayrıldığını dile getirerek, “Yani, anayasa yapılacak, toplanın! Anayasa yapıldı, dağılın! Doğrusu, Osman Can’a yeni bir ‘sefer görev emri’nin geldiği anlaşılıyordu: Anayasa yapacak bir halk inşa edin hemen!” dedi.

105

urun_31_17haz.indd 105

17.06.2011 16:53:55


Devrimin Öğrettikleri V. İ. Lenin Çev.: M. Ardos

Her devrim, büyük halk yığınlarının yaşamında sert bir dönüm noktasının belirtisidir. Bu dönüm noktası olgunlaşmaya erişmedikçe, hiçbir gerçek devrim meydana gelemez. Ve, tıpkı bir insan yaşamındaki her dönüm noktasının onun için derslerle dolu olması, ona birçok şey yaşatıp duyurması gibi, devrim de bütün halka, az zaman içinde, en özlü ve en değerli dersleri verir. Devrim sırasında, milyonlarca ve on milyonlarca insan, her hafta, olağan, uyuşuk bir yaşam yılındakinden daha çok şey öğrenir. Çünkü bütün bir halkın yaşamındaki sert bir dönüm noktası sırasında, çeşitli toplumsal sınıfların izledikleri erekler, ellerinde bulunan güçler ve eylem araçları ayrı bir açıklıkla görülür. Her bilinçli işçi, her asker, her köylü, özellikle şimdi, Temmuz sonunda, devrimimizin birinci evresinin bir başarısızlığa vardığının açıkça ortaya çıktığı sırada, Rus devriminin öğrettiklerini derinden derine düşünmelidir. Gerçekten, işçi ve köylü yığınlarının devrim yaparken neler elde etmek istediklerine bakalım. Bu yığınlar devrimden ne bekliyorlardı? Devrimden özgürlük, barış, ekmek, toprak bekledikleri biliniyor. Oysa, şimdi ne görüyoruz? Özgürlük yerine, eski keyfe bağlı yönetimin yeniden kurulmasına başlanıyor. Askerler için cephede ölüm cezası yeniden yürürlüğe kondu. Büyük toprak sahiplerinin topraklarına kimseye danışmaksızın el koymuş bulunan köylüler, mahkemelere veriliyor. İşçi gazetelerinin basımevleri talan edildi. İşçi gazeteleri yargılanmaksızın yasaklandı. Bolşevikler, çoğu kez onlara karşı en küçük bir suçlamada bile bulunulmadan ya da açıkça karaçalıcı suçlamalarda bulunularak, tutuklanıyor. 106

urun_31_17haz.indd 106

17.06.2011 16:53:55


Belki de bolşeviklerin konusu oldukları kovuşturmaların özgürlüğe bir saldırı oluşturmadıkları, çünkü haklarında açık suçlamalar bulunan belirli kişilerden başkasını gözetmedikleri ileri sürülecek. Ama bu itiraz, herkesçe bilinen ve açık bir kötü niyet taşımaktadır. Gerçekten, bireyler tarafından işlenmiş bulunan suçlar için, bu suçlar bir mahkeme tarafından tanıtlanmış ve kabul edilmiş olsalar bile, bir basımevi nasıl talan edilebilir ve gazeteler nasıl yasaklanabilir? Eğer hükümet tüm bolşevik partiyi, yönelimini, fikirlerini suçlu olarak kabul etmiş bulunsaydı, işin rengi değişirdi. Ama özgür Rusya hükümetinin bunların hiçbirini yapamayacağını ve hiçbirini de yapmadığını herkes biliyor. Bolşeviklere karşı yöneltilen suçlamaların karaçalıcı niteliğini özellikle gösteren şey, bolşevikler tarafından savaşa karşı, büyük toprak sahiplerine karşı ve kapitalistlere karşı yürütülen savaşım nedeniyle, büyük toprak sahipleri ile kapitalistlerin gazetelerinin bolşeviklere kudurmuşçasına saldırmaları, ve bu gazetelerin, hiçbir bolşeviğe karşı henüz hiçbir suçlamada bulunulmamasına karşın, açıkça bolşeviklerin tutuklanma ve kovuşturulmasını istemeleridir. Halk barış istiyor. Oysa, özgür Rusya’nın devrimci hükümeti, gizli antlaşmaların, Rusya kapitalistlerinin yabancı halkları soyup soğana çevirebilmeleri için, eski çar Nikola II’nin İngiliz ve Fransız kapitalistleri ile imzalamış bulunduğu gizli antlaşmaların ta kendilerinin uygulaması olarak, fetihler savaşına yeniden başladı. Bu gizli antlaşmalar hâlâ yayımlanmadı. Özgür Rusya hükümeti sorunu kaçamaklarla başından savdı ve bugüne değin hiçbir halka hakkaniyetli bir barış önermedi. Ekmek yok. Açlık, yeniden tehdit ediyor. Herkes görüyor ki, kapitalistler ve zenginler, savaş gereçleri üzerinde hazineyi utanmadan aldatıyorlar (bugün savaş halka günde 50 milyon rubleye mal oluyor); fiyatların yüksekliği sayesinde, aşırının aşırısı kârlar vuruyorlar, oysa üretimin ve ürünlerin bölüşümünün işçiler tarafından ciddi bir sayımını örgütlemek için hiç, ama hiçbir şey yapılmamıştır. Gitgide daha tepeden bakan bir duruma gelmiş bulunan kapitalistler, hem de halkın emtia kıtlığından sıkıntı çektiği bir sırada, işçileri sokağa atıyorlar. Köylülerin pek büyük çoğunluğu, büyük toprak mülkiyetinin varlığını bir haksızlık ve bir hırsızlık olarak gördüklerini, uzun bir kongreler dizisinde, yüksek sesle ve anlaşılır bir dilde açıklamış bulunuyor. Ve devrimci ve demokratik olduğunu söyleyen hükümet, aylardır köylüleri atlatmaya, onla107

urun_31_17haz.indd 107

17.06.2011 16:53:55


rı vaatler ve oyalamalarla aldatmaya ara vermiyor. Aylar boyu kapitalistler, bakan Çernov’un toprakların alınıp satılmasını yasaklayan yasayı resmen yayınlamasına izin vermediler. Ve en sonu bu yasa resmen yayımlandığı zaman da, kapitalistler, Çernov’a karşı, bugüne değin sürdürdükleri tiksinç bir kara çalma kampanyası açtılar. Hükümet, büyük toprak sahiplerini savunma çabasında öylesine bir küstahlığa varmıştır ki, topraklara “keyfî olarak” el koymuş bulunan köylüleri mahkemeye vermeye başlıyor. Kurucu Meclisi, kapitalistlerin toplanmasını ertelemeye ara vermedikleri o Meclisi beklemeleri öğütlenerek, köylüler atlatılıyor. Bolşeviklerin baskısı altında, toplantı tarihinin 30 Eylül olarak saptanmış bulunduğu şu anda, kapitalistler yüksek sesle, bu sürenin çok kısa, “olanaksız” olduğunu haykırıyorlar; ve Meclisin daha sonraki bir tarihe ertelenmesini istiyorlar... Kapitalistler ve büyük toprak sahipleri partisinin –“kadet” parti ya da “halkın özgürlüğü” partisi– en etkili üyeleri, örneğin Panina gibi, açıkça, Kurucu Meclisin savaş sonuna ertelenmesini öğütlüyorlar. Toprak için, Kurucu Meclise değin bekle. Kurucu Meclis için, savaşın sonuna değin bekle. Savaşın sonu için, tam zafere değin bekle. İşte durum bu. Hükümette çoğunluğu ellerinde tutan kapitalistler ve büyük toprak sahipleri, köylülerle düpedüz alay ediyorlar. II Ama çarlık iktidarı devrildikten sonra, özgür bir ülkede bu nasıl olabildi? Özgür olmayan bir ülkede, halk kimsenin seçmediği bir çar ile, bir avuç büyük toprak sahibi, kapitalist ve memur tarafından yönetilir. Özgür bir ülkede, halk yalnızca bu amaçla kendi seçtiği kimseler tarafından yönetilir. Seçimlerde, halk, partilere bölünür, ve nüfusun her sınıfı her zaman kendi öz partisini kurar. Böylece, büyük toprak sahipleri, kapitalistler, köylüler, işçiler, ayrı ayrı partiler kurarlar. Bu nedenle, özgür ülkeler halkı, partiler arasında açık bir savaşım ve özgür uzlaşmalar aracılığıyla yönetilir. Çarlık iktidarının, 27 Şubat 1917 günü devrilmesinden sonra, Rusya dört aya yakın bir süre boyunca özgür bir ülke gibi, özgürce kurulmuş partiler arasında açık bir savaşım ve özgür uzlaşmalar aracılığıyla yönetildi. Bundan ötürü, Rus devriminin gelişmesini anlamak için, her şeyden önce başlıca hangi partilerin karşı karşıya bulunduklarını, bunların hangi sınıfların çıkarlarını savunduklarını, bütün bu partiler arasında hangi ilişkilerin var olduğunu göstermek gerekir. 108

urun_31_17haz.indd 108

17.06.2011 16:53:55


III Çarlığın devrilmesinden sonra, devlet iktidarı birinci Geçici Hükümetin eline geçti. Bu hükümet burjuvazi temsilcilerinden, yani büyük toprak sahiplerinin kendilerine katıldıkları kapitalistlerden kurulmuştu. Kapitalistlerin baş partisi olan “kadet” parti, burjuvazinin yönetici ve hükümet partisi olarak, bu hükümette birinci yeri tutuyordu. Çar birlikleri ile savaşmış ve özgürlük için kanlarını dökmüş olanların, elbette kapitalistler değil, ama işçiler, köylüler, denizciler ve askerler olmalarına karşın, iktidar bu partinin eline rastlantı sonucu düşmedi. İktidar kapitalistler partisinin eline, bu sınıf zenginlik, örgütlenme ve eğitimin verdikleri güce sahip bulunduğu için düştü. 1905’ten bu yana, ve özellikle savaş sırasında, kapitalistler ve onlarla birlikte yürüyen büyük toprak sahipleri sınıfı, örgütlenmeleri bakımından Rusya’da büyük ilerlemeler yaptılar. Kadet parti, 1905’te olduğu kadar 1905’ten 1917’ye değin de, her zaman kralcı bir parti oldu. Halkın çarlık zorbalığı üzerindeki yengisinin ertesi günü, bu parti cumhuriyetçi olduğunu açıkladı. Tarih, halk krallığın üstesinden geldiği zaman, kapitalist partilerin, yeter ki kapitalistlerin ayrıcalıklarını ve halk üzerindeki mutlak iktidarlarını kurtarabilsinler, cumhuriyetçi olmaya her zaman boyun eğdiklerini gösterir. Söze gelince, kadet parti “halkın özgürlüğü”nden yanadır. Gerçekte ise, kapitalistlerden yanadır o; bu nedenle, bütün büyük toprak sahipleri, bütün kralcılar, bütün yüz karalar, hemen onun yanında yer almışlardır. Basın ve seçimler bunun tanığıdır. Devrimden sonra, bütün burjuva gazeteler ve tüm yüz karalar basını, kadetler ile birlikte şakımaya koyuldular. Açıkça seçimlere girmeyi göze alamayan bütün kralcı partiler, Petrograd’da olduğu gibi, kadet partiyi desteklediler. İktidarın egemeni olarak, kadetler bütün güçlerini, İngiliz ve Fransız kapitalistleri ile gizli soygunculuk antlaşmaları imzalamış bulunan çar Nikola II tarafından başlatılan fetih ve yağma savaşını sürdürmekte kullandılar. Bu antlaşmalar, Rus kapitalistlerine, zaferi durumunda, hem İstanbul’un, hem Galiçya’nın, hem de Ermenistan’ın vb. ilhakını vaadediyorlardı. Halka gelince, işçiler ve köylüler için dirimsel bir önem taşıyan bütün büyük sorunların çözümünü, toplantı tarihini bile saptamadığı Kurucu Meclise erteleyen kadetler hükümeti, kaçamaklar ve boş vaatler aracılığıyla onu aldatıyordu. Özgürlükten yararlanan halk, kendi kendine örgütlenmeye başladı. İşçi, asker ve köylü vekilleri Sovyetleri, Rusya nüfusunun pek büyük çoğunluğunu 109

urun_31_17haz.indd 109

17.06.2011 16:53:55


oluşturan işçi ve köylülerin başlıca örgütü idiler. Bu Sovyetler, daha Şubat Devrimi sırasında kurulmaya başlamışlardı; birkaç hafta sonra, Rusya büyük kentlerinin çoğunda ve birçok kasabada, işçi sınıfı ve köylülüğün bütün bilinçli ve ileri öğeleri Sovyetler içinde biraraya gelmiş bulunuyorlardı. Sovyetler tam bir özgürlük içinde seçilmişlerdi. İşçi ve köylü, halk yığınlarının gerçek örgütleri, halkın pek büyük çoğunluğunun gerçek örgütleri idiler. Asker üniforması giymiş işçiler ve köylüler silahlı idiler. Söylemek gereksiz ki, Sovyetler tüm devlet iktidarını ele alabilirlerdi ve almalıydılar da. Devlet içinde, Kurucu Meclis toplanana değin, Sovyetlerden başka hiçbir iktidar olmamalıydı. Yalnız o zaman devrimimiz gerçekten halkçı, gerçekten demokratik olurdu. Barışı gerçekten özleyen, bir fetih savaşında gerçekten çıkarları olmayan emekçi yığınlar, fetih savaşına bir son vermeye ve barışı getirmeye yetenekli bir siyaseti, gözü peklik ve sarsılmazlıkla, yalnız o zaman uygulamaya başlayabilirlerdi. İşçiler ve köylüler, “savaş sayesinde” aşırının aşırısı kârlar sağlayan ve ülkeyi yıkım ve açlığa sürüklemiş bulunan kapitalistlere yalnız o zaman boyun eğdirebilirlerdi. Ama, Sovyetlerde, devrimci işçilerin, tüm devlet iktidarının Sovyetlere verilmesini isteyen bolşevik sosyal demokratların partisi yanında yalnız bir milletvekilleri azınlığı yer alıyordu. Milletvekilleri çoğunluğuna gelince, bu çoğunluk iktidarın Sovyetlere verilmesine karşı olan menşevik sosyal-demokrat parti ile sosyalist-devrimci parti yanında yer alıyordu. Burjuvazi hükümetinin varlığına son vermek ve onun yerine bir Sovyetler hükümeti geçirmek yerine, bu partiler burjuvazi hükümetinin desteklenmesinin, onunla uzlaşmanın, bir koalisyon hükümeti kurulmasının doğru olduğunu öne sürüyorlardı. Devrimin ilk beş ayı içindeki gelişmesinin özsel içeriği, işte halk çoğunluğunun kendilerine bel bağlamış bulunduğu sosyalist-devrimci ve menşevik partiler tarafından uygulanan bu burjuvazi ile uzlaşma siyasetinde bulunur. IV İlkin sosyalist-devrimciler ve menşeviklerin burjuvazi ile bu uzlaşma siyasetinin nasıl uygulandığını görelim. Sonra halkın hangi nedenle onlara güvendiğini araştıracağız. V Menşevikler ve sosyalist-devrimcilerin kapitalistler ile uzlaşma siyaseti, bazı şu, bazı bu biçim altında, Rus devriminin bütün evrelerinde uygulandı. 110

urun_31_17haz.indd 110

17.06.2011 16:53:55


Tam 1917 Şubatı sonunda, halk zaferi kazanır ve çarlık iktidarı devrilir devrilmez, kapitalistlerin Geçici Hükümeti, “sosyalist” olarak, Kerenski’yi içine aldı. Aslında, Kerenski hiçbir zaman sosyalist olmamıştı; o bir trudovikten başka bir şey değildi ve ancak 1917 Martından sonra, yani bu iş artık hiçbir tehlike göstermediği ve elverişli olmaktan geri kalmadığı zaman sosyalist-devrimciler arasında yer almaya başladı. Kapitalist Geçici Hükümet, Petrograd sovyeti başkan yardımcısı Kerenski aracılığı ile, hemen sovyeti kendine bağlamaya, onu evcilleştirmeye girişti. Ve Sovyet –yani orada ağır basan sosyalist-devrimciler ile menşevikler– evcilleşmeye razı oldu: kapitalist Geçici Hükümet kurulur kurulmaz, verdiği sözleri yerine getireceği “ölçüde”, “onu desteklemeyi” kabul etti. Sovyet, kendini, Geçici Hükümetin işlerini bir gerçekleme, bir denetleme organı olarak görüyordu. Sovyet liderleri, hükümet ile bağlantıyı sağlamak üzere, “irtibat komisyonu” denen bir komisyon kurdular. Bu irtibat komisyonu içinde, Sovyetlerin, doğrusunu söylemek gerekirse koltuksuz ya da resmî olmayan bakanlar olan sosyalist-devrimci ve menşevik liderleri, kapitalistlerin hükümeti ile durmadan görüşüp konuşmakta idiler. Bu durum bütün Mart ayı ve hemen hemen bütün Nisan ayı boyunca sürdü. Zaman kazanmaya çalışan kapitalistler, oyalamalara ve kaçamaklara başvuruyorlardı. Bu dönem boyunca, kapitalist hükümet devrimi geliştirmek için az buçuk ciddi hiçbir önlem almadı. Hatta doğrudan doğruya kendisine düşen ivedi görevini –Kurucu Meclisi toplantıya çağırmak– yerine getirmek için bile, hükümet kesinlikle hiçbir şey yapmadı; sorunu yerel örgütler önüne koymadı, onu irdeleyecek merkez komisyonunu bile kurmadı. Hükümetin yalnızca bir tek kaygısı vardı: Çarın İngiltere ve Fransa kapitalistleri ile imzalamış bulunduğu uluslararası soygunculuk antlaşmalarını gizlice yenilemek; devrimi, elden geldiğince sakınımlı bir biçimde ve belli etmeyerek engellemek; her şeyi vaat etmek, hiçbirini tutmamak. “İrtibat komisyonu”nda, sosyalist-devrimciler ve menşevikler, tumturaklı sözlerle, vaatlerle, “caksın ve ceksin”lerle avutulan enayiler gibi görünüyorlardı. Sosyalist-devrimciler ve menşevikler, masaldaki karga gibi, kendilerini pohpohlara kaptırıyor, ve onlarsız hiçbir işe girişmediklerini söyledikleri Sovyetlere karşı duydukları yüksek saygının inancasını veren kapitalistleri kıvançla dinliyorlardı. Gerçekte, kapitalistlerin hükümeti devrim için kesin olarak hiçbir şey yapmış olmaksızın zaman geçiyordu. Ama, devrime karşı hükümet bu za111

urun_31_17haz.indd 111

17.06.2011 16:53:56


man içinde, gizli soygunculuk antlaşmalarını yenileme, ya da daha doğrusu, İngiliz-Fransız emperyalizminin diplomatları ile, daha az gizli olmayan tamamlayıcı görüşmeler aracılığıyla bu antlaşmaları onaylama ve “canlandırma” başarısını da göstermişti. Devrime karşı, hükümet, bu zaman içinde, harekât alanlarında bulunan ordunun general ve subaylarının karşıdevrimci bir örgütünün (ya da en azından bir yaklaşmanın) temellerini atma başarısını göstermiştir. Devrime karşı, hükümet, işçilerin baskısı altında ödün üzerine ödün verme zorunda kalan, gene de, aynı zamanda üretimi baltalamaya ve kendileri için en elverişli zamanda durdurulmasını hazırlamaya başlayan sanayicileri, fabrikacıları, işyeri sahiplerini örgütlemeye başlamıştı. Bununla birlikte, öncü işçi ve köylülerin Sovyetler içindeki örgütlenmesi de durmadan ilerliyordu. Ezilen sınıfların en iyi temsilcileri, hükümetin, Petrograd Sovyeti ile uzlaşmasına karşın, Kerenski’nin tumturaklı konuşmalarına karşın, “irtibat komisyonu”nun varlığına karşın, bir halk düşmanı, bir devrim düşmanı olarak kaldığını da anlıyorlardı. Yığınlar, eğer kapitalistlerin direnci kırılmazsa, barış davasının, özgürlük davasının, devrim davasının hiç kuşku götürmez bir biçimde yitirileceğini anlıyorlardı. Yığınlar arasındaki sabırsızlık ve öfke büyüyordu. VI Bu sabırsızlık ve öfke, 20-21 Nisan günleri taştı. Hareket kendiliğinden olmuş, kimse onu hazırlamamıştı. Bu hareket öylesine açık bir biçimde hükümete karşı yönelmişti ki, hatta bir alay, silahlı gösteride bulundu ve bakanları tutuklamak için Marie sarayına gitti. Hükümetin artık tutunamayacağını herkes açıkça gördü. Sovyetler, ne yandan gelirse gelsin en küçük bir dirençle karşılaşmaksızın iktidarı alabilirlerdi (ve almalıydılar da). Bunu yapacak yerde sosyalist-devrimciler ve menşevikler, yıkılmakta olan kapitalist hükümeti desteklediler, uzlaşmalar ardında koşarak ona daha çok bağlandılar ve devrimi yıkıma götüren daha da kötü işlere giriştiler. Devrim, bütün sınıfları, olağan zamanda, barış zamanında görülmemiş bir çabukluk ve bir derinlik ile eğitir. Daha iyi örgütlenmiş ve sınıflar savaşımı ve siyaset konusunda daha deneyimli olan kapitalistler, kendilerini öbür sınıflardan daha hızlı yetiştirdiler. Hükümetin durumunun tutulacak yeri olmadığını görerek, işçileri aldatmak, bölmek ve güçten düşürmek için, 1848’den beri öteki ülkeler kapitalistlerinin onlarca yıl boyunca kullanmış bulundukları bir yönteme başvurdular. 112

urun_31_17haz.indd 112

17.06.2011 16:53:56


Bu yöntem, “koalisyon” denilen, yani burjuvazi temsilcileri ile sosyalizm döneklerini bir araya getiren bir hükümet kurmaya dayanır. Devrimci işçi hareketinin yanında, özgürlük ve demokrasinin başka yerlerde olduğundan daha uzun zamandan beri var oldukları ülkelerde, İngiltere ve Fransa’da kapitalistler bu yöntemi birçok kez büyük bir başarı ile kullanmışlardır. Burjuva bir hükümete girmiş bulunan “sosyalist” önderler, kendilerini kapitalistler için paravana, işçiler karşısında aldatma aleti rolü oynayan ciğeri beş para etmez adamlar, kuklalar olarak göstermekten geri kalmıyorlardı. Rusya’nın “demokrat ve cumhuriyetçi” kapitalistleri de bu aynı yönteme başvurdular. Sosyalist-devrimciler ile menşevikler kendilerini hemen oyuna kaptırdılar ve 6 Mayıs günü, Çernov, Çereteli ve hempalarını içine alan bir “koalisyon” hükümeti, artık bir oldu bitti idi. Sosyalist-devrimci ve menşevik partiler alıklarının, önderlerinin bakanlık şanının parıltıları altında hayranlıktan kendilerinden geçmiş bir biçimde, etekleri zil çalıyordu. Kıvanç içindeki kapitalistler, ellerini ovuşturuyorlardı; halka karşı, kendilerine “cephelerdeki saldırı eylemlerini”, yani gerçekten durmak üzere olan emperyalist soygunculuk savaşının yeniden başlamasını destekleme sözü vermiş bulunan “Sovyetler önderleri”nin yardımını sağlamışlardı. Kapitalistler bu önderlerin kasıntılı güçsüzlüğünü iyi tanıyorlardı; burjuvazi tarafından –üretimin denetimi ve hatta örgütlenmesi konusunda, barış siyaseti konusunda, vb.,– verilmiş bulunan sözlerin hiçbir zaman tutulmayacağını biliyorlardı. Öyle de oldu. Devrimin gelişmesinin ikinci evresi, 6 Mayıstan 9 ya da 19 Hazirana değin, sosyalist-devrimciler ve menşevikler ile güçlük çekmeksizin oynamayı hesaplamış bulunan kapitalistlerin hesaplarını eksiksiz bir biçimde doğruladı. Peşehonov ve Skobelev, kapitalistlerin kârları üzerinden %100 vergi alınacağını, kapitalistlerin “direnç”inin “kırılmış bulunduğunu” vb. söyleyerek, cafcaflı sözlerle hem kendilerini hem de halkı aldatırlarken, kapitalistler güçlenmeye devam ediyorlardı. Kapitalistlere boyun eğdirmek için bu zaman boyunca pratik olarak hiç, ama hiçbir şey yapılmadı. Bakan olmuş sosyalizm dönekleri, hem de tüm devlet yönetim aygıtı, bürokrasi (memurlar) ve burjuvazinin ellerinde kalmaya devam ederken, gerçeklikte ezilen sınıfları aldatmaya yönelik konuşma makinelerinden başka bir şey değildiler. Sanayi müsteşarı ünlü Palçinski, kapitalistlere karşı yönelmiş bulunan bütün önlemlerin gerçekleşmesini engelleyen 113

urun_31_17haz.indd 113

17.06.2011 16:53:56


bu aygıtın tipik temsilcisi idi. Bakanlar gevezelik ediyor ve işler oldukları gibi kalıyorlardı. Burjuvazi, devrime karşı savaşmak için, özellikle bakan Çereteli’yi kullanıyordu. Kronştad’ı “yatıştırma”ya gönderdiler onu: oradaki devrimciler, hükümet tarafından atanmış bulunan komiseri görevinden alma saygısızlığını göstermişlerdi. Kronştad’ı “Rusya’dan ayrılmak” istemekle suçlayan, bu budalalığı ve başka benzerlerini her ton üzerinden yineleyen, küçük-burjuvaziye ve ham kafalara korku salan burjuva basın, Kronştad’a karşı son derece gürültülü; kinci, azgın bir yalan, kara çalma ve kışkırtma kampanyası açtı. Anlayışı kıt ve ürküntüye kapılmış ham kafaların en tipik temsilcisi olan Çereteli, burjuvazi tarafından atılmış bulunan kara çalmalar oltasını eşi bulunmaz bir “iyi niyet” ile yuttu; karşıdevrimci burjuvazinin bir uşağı rolünü oynadığını anlamaksızın, büyük bir çaba ile Kronştad’ı “yıldırımla vurulmuşa döndürmeye ve ona boyun eğdirmeye” koyuldu. Sayesinde devrimci Kronştad ile bir “uzlaşma”nın yapıldığı bir alet durumuna düştü, şöyle ki, kent komiseri düpedüz hükümet tarafından atanmıyor, ama Kronştad’da seçiliyor ve hükümet tarafından kabul ediliyordu. Sosyalizmden burjuvazi kampına geçmiş bulunan dönek bakanlar, zamanlarını işte bu sefil uzlaşmalar için harcıyorlardı. Devrimci işçiler karşısında ya da Sovyetlerde, hükümetin savunmasını üzerine almak için burjuva bir bakanın boy gösteremediği her yerde, gerçekten burjuvazi yararına çalışan, bakanlar kurulunu savunmak için kan ter içinde kalan, vaatleri, vaatleri ve vaatleri yineleyerek, ve ona beklemeyi, beklemeyi ve beklemeyi öğütleyerek halkı atlatan “sosyalist” bir bakanın –Skoblev, Çereteli, Çernov, daha başkaları– ortaya çıktığı (ya da daha çok burjuvazinin oraya gönderdiği) görülüyordu. Bakan Çernov’un vakti, özellikle burjuva meslektaşları ile yaptığı pazarlıklar tarafından dolduruluyordu; ta Temmuza değin, 3-4 Temmuz hareketi sonucu başlayan yeni “iktidar bunalımı”na değin, kadet bakanların istifasına değin, bakan Çernov tüm zamanını yararlı, ilginç ve halkın özlemlerine derinden derine uygun bir işe ayırdı: burjuva meslektaşlarını hiç olmazsa toprakların alım satım işlemlerini yasaklamaya razı etmek için “yüreklendiriyor”, onları bunu yapmaya çağırıyordu. Petrograd’daki Rusya köylü temsilcileri kongresinde (sovyet), bu önlem, köylülere gösterişli bir biçimde vaat edildi. Hiçbir zaman tutulmayan bir vaat. Kadet bakanların istifası ile aynı anda kendiliğinden bir patlama olan 3-4 Temmuz devrimci dalgası bu önle114

urun_31_17haz.indd 114

17.06.2011 16:53:56


mi uygulamasını sağladığı zamana değin, Çernov bu vaadi ne Mayısta, ne de Haziranda tutabildi. Ama, hatta o zaman bile, büyük toprak sahiplerine karşı, toprak için savaşım içinde bulunan köylülerin durumunu ciddi olarak düzeltmekte yetersiz, yalıtık bir önlemden başka bir şey olmadı bu. Cephede, emperyalist soygunculuk savaşına yeniden başlama görevi, emperyalist, karşıdevrimci görevi, halkın sevmediği bir Guçkov’un üstesinden gelemediği bu görev, sosyalist-devrimci partinin çiçeği burnunda üyesi, “devrimci demokrat” Kerenski tarafından bu sırada parlak bir biçimde ve başarı ile yerine getirilmişti. Kerenski, kendi belâgatiyle kendinden geçiyordu; onu satranç tahtası üzerinde ileri sürülen bir piyon gibi oynatan emperyalistler, ona dalkavukluk ediyor, pohpohluyor, göklere çıkarıyorlardı. Bütün bunlar, kapitalistlerin çıkarlarına inanç ve sevgi ile hizmet ettiği, ve “devrimci birlikleri”, çar Nikola II tarafından İngiltere ve Fransa kapitalistleri ile imzalanan antlaşmaların uygulanması olarak, Rus kapitalistlerinin İstanbul ve Lvov’u, Erzurum ve Trabzon’u elde etmeleri için yürütülmüş bulunan savaşın yeniden başlamasını kabul etmeye çağırdığı içindi. Rus devriminin ikinci evresi, 6 Mayıstan 9 Hazirana değin, böyle geçti. Karşıdevrimci burjuvazi, “sosyalist” bakanların perdesi ve koruyuculuğu altında, pekişti, güçlendi; aynı zamanda hem dış düşmana, ve hem de iç düşmana, yani devrimci işçilere karşı bir saldırı hazırladı. VII Devrimci işçilerin partisi, bolşevik parti, yığınların karşı konmaz bir biçimde artmış bulunan hoşnutsuzluk ve öfkelerini örgütlü bir biçimde açığa vurmalarını sağlamak ereğiyle, 9 Haziran için Petrograd’da bir gösteri hazırlıyordu. Burjuvazi ile uzlaşmaları içinde sıkışıp kalmış ve emperyalist saldırı siyaseti tarafından bağlanmış bulunan sosyalist-devrimci ve menşevik önderler, yığınlar arasında sahip oldukları etkinin yıkıldığını sezerek korkuya kapıldılar. Ve bu kez sosyalist-devrimciler ile menşevikleri karşıdevrimci kadetlere bağlayan şey, gösteriye karşı genel bir homurdanma oldu. Sosyalist-devrimciler ile menşeviklerin yönetimi altında ve bunların kapitalistler ile uyuşma siyasetleri sonucu, küçük-burjuva yığınlar tarafından karşıdevrimci burjuvazi ile bir ittifaka doğru gerçekleştirilen yüzgeridönüş büsbütün belirginleşti, 115

urun_31_17haz.indd 115

17.06.2011 16:53:56


heyecan verici bir özgülükle belirdi. 9 Haziran bunalımının tarihsel önemi, sınıfsal anlamı, işte budur. İşçileri, o sırada, birleşmiş bulunan kadetler, sosyalist-devrimciler ve menşeviklere karşı umutsuz bir kavgaya sürüklememek kaygısı ile davranan bolşevikler, gösterinin yapılmasından vazgeçtiler. Ama, hiç değilse yığınların bir güven kalıntısını korumak isteyen sosyalist-devrimci ve menşevik partiler, kendilerini 18 Haziran günü ortak bir gösteri saptama zorunda gördüler. Burjuvazinin öfkesi doruk noktasında idi, çünkü o, bu kararı haklı bir biçimde küçük-burjuva demokrasisinin proletaryaya doğru eğildiğinin göstergesi olarak yorumluyordu; cephede saldırıyı başlatarak, demokrasinin eylemini kötürümleştirmeyi kararlaştırdı. Gerçekten, 18 Haziran günü, devrimci proletaryanın sloganları, bolşevizmin sloganları, Petersburg yığınları arasında son derece gösterişli bir zafer kazandı ve, 19 Haziran günü de, burjuvazi ve bonapartçı Kerenski, cephede saldırının, tam da 18 Haziran günü başlamış bulunduğunu gösterişli bir biçimde bildiriyorlardı. Pratik olarak, saldırı, engin emekçiler çoğunluğunun iradesine karşı, soygunculuk savaşının kapitalistler yararına yeniden başlaması anlamına geliyordu. Bundan ötürü, saldırı, zorunlu olarak, bir yandan şovenizmin olağanüstü bir belirginleşmesini ve askerî (ve dolayısıyla siyasal) iktidarın bonapartçılar askerî kliğine geçişini; öte yandan, yığınlara karşı zor kullanılmasını, enternasyonalistlerin canına kıyılmasını, ajitasyon özgürlüğünün kaldırılmasını, savaş düşmanlarının tutuklanmalarını ve kurşuna dizilmelerini içeriyordu. Eğer 6 Mayıs günü, sosyalist-devrimcileri ve menşevikleri burjuvazinin zafer arabasına bir ip ile bağladıysa, 19 Haziran günü de, kapitalistlerin uşakları olarak, onları bir zincir ile oraya perçinledi. VIII Soygunculuk savaşının yeniden başlaması sonucu, yığınların öfkesi, doğal olarak, artan bir hızlılık ve zorluluk ile yoğunlaştı. 3 ve 4 Temmuz günleri, yığınların öfkesi, bolşeviklerin elbette elden geldiğince örgütlü bir biçim vermeye çalışacakları patlayışı bir yerde durdurmak için gösterdikleri çabalara karşın, patlak verdi. Burjuvazinin köleleri olan, efendileri tarafından zincire vurulmuş bulunan sosyalist-devrimciler ile menşevikler, hem gerici birliklerin Petrograd’a çağrılmasını, hem ölüm cezasının yeniden yürürlüğe girmesini, hem işçilerin 116

urun_31_17haz.indd 116

17.06.2011 16:53:56


ve devrimci birliklerin silahsızlandırılmasını, hem de tutuklamaları, kovuşturmaları, gazetelerin yargılanmadan yasaklanmasını, her şeyi kabul ettiler. Burjuvazinin hükümet içinde tamamen alamadığı ve Sovyetlerin de istemedikleri iktidar, kadetler ve yüz-karalar, büyük toprak sahipleri ve kapitalistler tarafından, kolayca anlaşılabileceği gibi, sınırsız koşulsuz desteklenen bonapartçıların, askerî kliğin eline düştü. Düşüşten düşüşe. Burjuvazi ile uzlaşma eğik düzlemine bir kez girdikten sonra, sosyalist-devrimciler ile menşevikler karşı konmaz bir biçimde kaydılar ve dibi buldular. 28 Şubat günü, Petrograd sovyetinde, burjuva hükümete koşullu bir destek sözü vermişlerdi. 6 Mayıs günü, onu bozgundan kurtarıyor ve, saldırıyı kabul ederek, hükümetin uşakları ve savunucuları durumuna geliyorlardı. 9 Haziran günü, devrimci proletaryaya karşı amansız kin, yalan ve kara çalma kampanyasında, karşıdevrimci burjuvazi ile birleşiyorlardı. 19 Haziran günü, yağma savaşının, bir gerçek durumuna gelmiş bulunan yeniden başlamasını onaylıyorlardı. 3 Temmuz günü, gerici birliklerin getirtilmesini kabul ediyorlardı; iktidarın kesin olarak bonapartçılara bırakılmasının başlangıcı oldu bu. Düşüşten düşüşe. Sosyalist-devrimci ve menşevik partilerin bu yüz kızartıcı sonu, bir rastlantı sonucu değil; küçük patronların, küçük-burjuvazinin iktisadî durumunun, Avrupa deneyimi tarafından birçok kez doğrulanmış bulunan sonucudur. IX Küçük patronların “zengin olmak”, gerçek patronlar durumuna gelmek, “ensesi kalın” patron düzeyine, burjuvazi düzeyine yükselmek için, bütün güçlerini kullandıklarını, her şeyi yaptıklarını elbette herkes gözlemlemiştir. Kapitalizm hüküm sürdükçe, küçük patronların şundan başka bir seçenekleri yoktur: ya kapitalist olmak (en iyi durumda, ancak yüz küçük patrondan birinin başına gelebilir bu), ya da yıkıma uğramış küçük patron, yarı-proleter, sonra da proleter durumuna düşmek. Bu, siyasette de böyledir: küçük-burjuva demokrasisi, özellikle önderleri, burjuvazinin kuyruğuna takılır. Küçük-burjuva demokrasisi önderleri, kendi yığınlarını, büyük kapitalistler ile bir uzlaşma olanağı üzerindeki vaatler ve inançlarla avuturlar. İşler iyi gittiğinde, kapitalistlerden, çok kısa bir zaman için ve emekçi yığınların çok küçük bir yüksek katmanı yararına, ufak tefek ödünler koparırlar. Ama, bütün önemli sorunlarda, bütün kesin sorunlarda, küçük-burjuva demokrasisi, her 117

urun_31_17haz.indd 117

17.06.2011 16:53:56


zaman, güçsüz bir uzantısı olduğu burjuvazinin kuyruğuna takılmış ve her zaman malî kralların elleri arasında yumuşak bir alet olmuştur. İngiltere ve Fransa’nın deneyimi, bu gerçeği birçok kez doğrulamıştır. Özellikle emperyalist savaş ve bu savaşın yol açtığı derin bunalım tarafından etkilenmiş bulunan olayların aşırı bir hızlılık ile olup bittikleri Rus devrimi deneyimi, 1917 Şubatından Temmuzuna değin süren bu deneyim, küçük-burjuvazinin kararsızlığı üzerindeki eski marksist beliti (axiome), dikkate değer bir güçlülük ve açıklık ile doğrulamıştır. Rus devriminin öğrettiği şudur ki, emekçi yığınlar savaşın demir kıskacından, açlıktan ve büyük toprak sahipleri ile kapitalistlerin boyunduruğundan, kendilerini ancak ve ancak, sosyalistdevrimci ve menşevik partilerden büsbütün kopma, bu partilerin düşmanla işbirlikçi rolünün bilincine açıkça varma, burjuvazi ile her türlü uzlaşmayı geri çevirme, gözü pek bir biçimde devrimci işçilerin saflarına geçme koşulu ile kurtarabilecektir. Yalnızca devrimci işçiler, eğer yoksul köylüler tarafından desteklenirlerse, kapitalistlerin direncini kıracak, halkı toprağın ödenmesiz fethine, tam özgürlüğe, açlık üzerindeki yengiye, savaş üzerindeki yengiye, adil ve sürekli bir barışa götürecek durumdadırlar. Sonsöz Bu makale, metinden anlaşıldığı gibi, Temmuz sonunda yazıldı. Devrimin Ağustos ayı içindeki tarihi, makalenin içeriğini büsbütün doğruladı. En sonu, Ağustos sonunda, Kornilov ayaklanması, karşıdevrimci generaller ile birleşmiş bulunan kadetlerin, Sovyetleri dağıtmak ve krallığı yeniden kurmak istediklerini halka açıkça göstererek, devrimi yeni bir dönüm noktasına götürdü. Devrimin bu yeni dönüm noktasının gücü nedir ve burjuvazi ile o uğursuz uzlaşma siyasetine bir son verme başarısını gösterecek midir? Yakın gelecek işte bunu gösterecek... Makale Temmuz 1917 sonunda; sonsöz, 6 (19) Eylül 1917 günü yazıldı. Makale 12 ve 13 Eylül (30 ve 31 Ağustos) 1917 günleri Raboçi gazetesi sayı 8 ve 9’da yayınlandı. İmza: sayı 8’de, N-kov, sayı 9’da, N. Lenin

118

urun_31_17haz.indd 118

17.06.2011 16:53:56


UNUTMA

İşçi Sınıfının Süleymanıyla Birlikte Yürüyoruz buluşturanlar olarak şimdi de mezarı başındaydık.

Hayatını işçi sınıfı mücadelesine adamış bir öğretmen, bir aydın, bir sendika eğitimcisi, bir örgütçü ve bunların hepsini yapmasını sağlayan yönüyle bir militan. TKP’nin savaş erlerinden biri, işçi sınıfının Süleymanı, Süleyman Üstün. Ölümünün dördüncü yıl dönümde yine mezarı başında buluştuk; yoldaşları, ailesi, çalışma arkadaşları, öğrencileri, dostları, onu örnek alan genç işçiler, hâlâ ondan öğrenmeye devam edenler. 19 Mayıs 2007’de yitirdiğimiz Süleyman Hoca’nın resmini daha 18 gün önce yani 1 Mayıs’ta taşıyarak onu çok sevdiği işçilerle, işçi sınıfıyla

“Dalgaları karşılayan gemiler gibi…” Süleyman Üstün 1927’de Tekirdağ’ın Saray ilçesinin Karlı Köyü’nde bir çiftçi ailesinin çocuğuolarak dünyaya geldi. Köy ilkokulunu bitirdikten sonra Kepirtepe Köy Enstitüsü’nde okumaya başladı. Mezun olduktan sonra zorunlu hizmetini tamamlamak için Çerkezköy’ün Yanıkağıl köyünde göreve başladı. Yanıkağıllılarda Üstün ailesinin hatırası hâlâ sımsıcak. Süleyman Üstün ilerleyen yıllarda İstanbul’a yerleşerek öğretmen hareketinin içine girmişti. Türkiye Öğretmenler Sendikası’nın (TÖS) kurucuları arasında yer almış, TÖS İstanbul İl Başkanlığını yapmıştı. Aynı dönemlerde işçi hareketiyle de bağlar kuruyor, Türkiye İşçi Partisi (TİP) çalışmalarına katılıyordu. O artık yüzünü sosyalizme dönmüştü. Öğretmen hareketi içerisinde Devrimci Eğitim Şurası, Büyük Eğitim Yürüyüşü ve dört gün süren Genel Öğretmen Boykotu gibi emek hareketindeki önemli köşe taşlarında; siyasal alanda ise TİP’in meclise girmesi çalışmalarında Süleyman Hoca’nın eşsiz katkıları olmuştur. O yıllarda Türk-İş içerisinde yükselen işçi hareketi Türk-İş’in kabına sığamaz ve büyük bir kopuşla 1967’de DİSK kurulur. Süleyman Üstün DİSK’in ku-

119

urun_31_17haz.indd 119

17.06.2011 16:53:56


ruluş çalışmalarına da katkı koymuştur. DİSK kurulduktan sonra ise ilk defa Lastik-İş Sendikası’nda olmak üzere işçi eğitimleri vermeye başlar. Süleyman Hoca bir sendika eğitimcisi olmanın dışında iyi bir örgütçü, yaratıcı bir taktikçi, eşsiz bir propagandacı ve ajitatördü. 15-16 Haziran Genel Direnişinde tutuklanan 32 kişiden biri olması da burjuvazinin de bu özelliklerini bildiğinin ve bu direnişteki yerinin bir işareti olsa gerek. 1960’ların toplumsal yükselişini durdurmak isteyen burjuvazi işçi sınıfının ve yükselen devrimci öğrenci hareketinin karşısına 12 Mart faşizmiyle çıktığında da işçi sınıfının Süleymanı mücadeleden geri durmadı. 27 gün süren Gayrettepe’deki işkence günlerinin ardından yaralarının iyileşmesi için uzun süren bir tedavi görmek durumunda kaldı. 12 Mart karanlığının yırtılıp atılmasında ve yeniden yükselen işçi hareketine eğitimci ve örgütçü olarak büyük katkılar verdi. Sınıf bilinçli işçi önderlerinin yetiştirilmesindeki emeği ise tartışılmaz. Hemen hemen her grev çadırında, her işçi direnişinde sesi işçilerin kulaklarında fikirleri zihinlerinde yankılanmıştır. DİSK’teki görevlerini yürüten Süleyman Üstün işçi sınıfının öncü partisi TKP ile de bağ kurmuştu. 1979 yılında İlerici Kadınlar Derneği (İKD) başkanı Beria Önger’in ara seçimlere bağımsız senatör adayı olarak girmesiyle birlikte seçim çalışmalarının aranan konuşmacısı olarak canla başla işçi sınıfı adayının seçilmesi

için çalışmıştı. Yükselen ATILIM günleri karşısında burjuvazi tekrar ve daha ağır bir şekilde faşizme başvurarak 12 Eylül darbesini gerçekleştirir. Bu aynı zamanda Süleyman Üstün’ün politik göçmenlik hayatının başlamasıdır. Zor ve kasvetli göçmenlik dönemi tekrar yurda dönüşü ve sendikal çalışmalara katılmasıyla son bulacaktır. Süleyman Hoca son nefesini verdiğinde dahi hâlâ görev başında bulunan bir sendika eğitimcisiydi. Hasta yatağında bir yandan 1 Mayıs tartışmalarını izliyor, bir yandan da kendisini yalnız bırakmayan çalışma arkadaşlarıyla işçi hareketi ve 1 Mayıs tartışmaları ile ilgili değerlendirmelerde bulunuyordu. Yoldaşlarımızı anmak onları anlamaktır Süleyman Hoca’yı hatırlamak demek onun yaşamından dersler çıkarmak demektir aslında. Bir yaşam nasıl işçi sınıfı davasına adanır, bir insan ne kadar fedakarca bu uğurda çalışabilir diye sorarsak işçi sınıfının Süleymanı buna gösterilebilecek en güzel örneklerdendir. Süleyman Hoca yaratıcı düşünmek, insanların kalplerine ve bilinçlerine aynı anda seslenmek, onları sınıfın amaçları doğrultusunda seferber edebilmek demektir. Süleyman Hoca kişisel yeteneklerini sınıf kavgasında geliştirmek ve yine bu kişisel yetenekleri kavgaya sunmak demektir. Öğrenmek, öğretmek, fedakarca çalışmak, kendini kavgaya adamaktır Süleyman Hoca.

120

urun_31_17haz.indd 120

17.06.2011 16:53:59


İbrahim Kaypakkaya’yı Anıyoruz 1960’ların devrimci yükseliş döneminde sosyalizme yönelen ve yaşamını Türkiye halklarının emperyalizm ve kapitalizmden kurtuluş mücadelesine adayan gençlik önderlerinden İbrahim Kaypakkaya’yı (doğumu 1949) anıyoruz. TKP-ML/ TİKKO hareketinin kurucusu Kaypakkaya, 18 Mayıs 1973’te 12 Mart 1971 faşist cuntasının emrindeki işkenceciler tarafından öldürülmüştü. İbrahim Kaypakkaya, 1960’larda uluslararası komünist hareketi saran devrim ve sosyalizm stratejilerine ilişkin tartışmalar sırasında, Çin Komünist Partisi’nin görüşlerinden etkilenmiş ve Maoizmi benimsemişti. O sıralarda Çin Komünist Partisi, Sovyetler Birliği’ne ve sosyalist sistemin çoğunluğuna karşı milliyetçi bir çizgiye yönelmiş ve bütün dünya halklarını ABD’nin başını çektiği emperyalizme karşı tutarlı mücadeleden saptıran antikomünist “sosyal emperyalizm” teorisini ortaya atmıştı. Dünya kapitalist sistemi ABD’nin önderliğinde birleşik bir cephe olarak hareket ederken dünya sosyalist sistemini, kapitalist ülkelerin işçi sınıfı hareketini ve emperyalizme bağımlı halkların kurtuluş hareketini bölen bu teori, emperyalizmin ekmeğine yağ sürmüş ve daha sonra sosyalist sistemi ortadan kaldıran karşıdev-

rimci kapitalist restorasyonların işini epeyce kolaylaştırmıştı. Çin Komünist Partisi, ayrıca, o sıralarda, dünya komünistlerine, Çin devriminin özgün koşullarını mekanik biçimde her yerde geçerli sayan bir stratejiyi dayatıyordu. İşçi sınıfının devrime fiilen önderlik edecek ve bu devrimin temel gücünü oluşturacak güçte olmadığı varsayımıyla, işçi sınıfını değil, köylülüğü temel güç sayan, devrimin köylerden şehirlere yöneleceğini öngören bu strateji, Türkiye sosyalist hareketi içerisinde de belli bir etki sağlamıştı. Türkiye Komünist Partisi’nin ülke içinde doğrudan doğruya örgütlenmeyip Türkiye İşçi Partisi’ni desteklediği, ilerici ve devrimci gençlik hareketi içerisinde Kemalizmi ve sos-

121

urun_31_17haz.indd 121

17.06.2011 16:53:59


yalizmi eklektik biçimde birleştiren Milli Demokratik Devrim (MDD) akımının güç kazandığı o yıllarda, İbrahim Kaypakkaya bu akım içinde yer aldı. İbrahim Kaypakkaya, MDD akımının ve ardından da Türkiye’de Maoist hareketin merkezini oluşturan Proleter Devrimci Aydınlık-Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi grubunun Kemalist milliyetçi önyargılarından kendini kısa sürede kurtardıysa da, Maoizmin genel ideolojik ve politik çerçevesini aşamadı. Türkiye’de emperyalizme bağımlı kapitalizmin gelişmişlik derecesini değerlendiremedi. Emperyalizme bağımlı orta derecede gelişmiş kapitalist bir ülke olan Türkiye’yi yarı-feodal bir ülke olarak tanımladı. 15-16 Haziran 1970 Büyük İşçi Direnişi’nin deneyimine rağmen, işçi sınıfının devrimin fiilî öncü ve temel gücü olduğunu göremedi. Temel güç olarak nitelendirdiği köylülere dayanarak köylerden şehirlere yönelecek bir stratejiyi benimsedi. Çin yönetiminin ortaya at-

tığı “sosyal emperyalizm” teorisinin antikomünist özünü ve emperyalizme karşı mücadeleye verdiği zararları kavrayamadı. Maoist akımın Marksizm-Leninizme ters düşen ideolojik ve politik yanılgılarını paylaşsa da, İbrahim Kaypakkaya, Türkiye halklarının bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesine özveriyle katıldı. 12 Mart faşizminin baskılarına boyun eğmeyi reddederek halkı örgütleme çalışmalarını sürdürdüğü Dersim’de esir düştü. Devrimci onurunu savunarak işkencecilere sır vermedi. Kapitalist egemenler, onun yaşamasını kendilerine yönelik büyük bir tehlike sayarak, tıpkı Suphi’lere, Mahir’lere, Deniz’lere, Sinan’lara ve bütün devrim şehitlerimize yaptıkları gibi, onu öldürmeyi seçtiler. Devrimci önderleri yok ederek devrim hareketini durdurabileceğini sanan egemenler, bir kez daha yanıldılar. İbrahim Kaypakkaya, devrimci mücadele içinde yaşamaya devam ediyor.

Halil Çelimli’yi Kaybettik ODTÜ’de Amerikan Büyükelçisi Kommer’in arabasının yakılması olayıyla öne çıkmış 68 Kuşağı devrimcilerinden, ömrü boyunca sosyalizm mücadelesini yürütmeye gayret eden mütevazi, sakin ama yılmaz

kişilikli Halil Çelimli, dün, 13 Mayıs 2011 tarihinde, Ankara Cebeci Asri Mezarlığı’nda toprağa verildi. TSİP’te, TKP’de, son olarak ÖDP’de aktif siyaset yaparak hiçbir zaman mücadeleden kopmayan de-

122

urun_31_17haz.indd 122

17.06.2011 16:53:59


ğerli insan Halill Çelimli, vasiyetine osyalizmin evuygun olarak sosyalizmin nternasyonal rensel ezgisi Enternasyonal marşıyla toprağa verildi. i’nin ardınHalil Çelimli’nin z. Halil yoldan ağlamıyoruz. daşın devrim ve sosyalizm aşıdığı bayramücadelesinde taşıdığı ra devrederek ğı genç kuşaklara aklardan göçtühuzurla bu topraklardan ğünü biliyoruz. Rahat uyu değermli li Halil Çelimli n yoldaşımız. Sen

üzülme, devrimci mücadele içinde yer alanlar eksilmiyor, sürekli artıyor. Tüm şehitlerimize olduğu gibi, Halil Çelimli’ye de sözümüz devrim ve sosyalizm. Ürün olarak Halil Çelimli’nin başta yoldaşları olmak üzere, ailesine, sevenlerine ve tüm yakınlarına başsağlığı diliyoruz.

Devrim Kahramanları Unutulmaz Amerikan emperyalizminin ve işbirlikçi tekelci burjuvazinin kuklası 12 Mart 1971 cuntasının 6 Mayıs 1972’de idam sehpasına çıkardığı üç yiğit devrimci, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan, dün başta İstanbul, Ankara ve İzmir olmak üzere ülkenin birçok yerinde düzenlenen yürüyüş, miting, basın açıklaması, panel ve törenlerle coşkuyla anıldı. Ankara’daki anma töreni, bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin avukatı Halit Çelenk’in Enternasyonal marşı eşliğinde toprağa verilmesi töreniyle birleşti. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan, 1960’ların devrimci yükseliş döneminde gençlik müca-

delesi içinde sosyalizme yönelmiş ve Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nu kurmuşlardı. Kapitalizme ve emperyalizme karşı ülke, bölge ve dünyada yeni bir devrimci kabarmanın yaşandığı, bu kabarmayı boğmak üzere emperyalizmin ve uşaklarının azgın bir saldırı, savaş ve işgal politikasına yöneldiği günümüzde işçiler, emekçiler, gençler, ezilen halklar devrimin bu üç kahramanını unutmadı, onların anısına kitlesel şekilde sahip çıktı. Kapitalizme ve emperyalizme karşı devrim mücadelesine öncülük eden ve bu mücadelenin belkemiğini oluşturan işçi sınıfı ile işçi sınıfının yolunda yürüyen ilerici gençler, üç

123

urun_31_17haz.indd 123

17.06.2011 16:53:59


kahramanın taktik ve stratejik hatalarından ders çıkarıyor. Onların özlemlerini, onların amacını paylaşıyor; fakat onların özlemlerini, onların amacını gerçekleştirmek için, sınıf ve kitle örgütlenmesini, kitle mücadelesini, kitle içinde parti çalışmasını esas alıyor. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idam sehpasında haykırdıkları son sözler bugün de yolumuzu aydınlatıyor: “Yaşasın tam bağımsız Türkiye! Yaşasın Marksizm-Leninizm yüce ideolojisi! Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği! Yaşasın işçiler, köylüler! Kahrolsun emperyalizm!” Tam bağımsızlık, işçileri ve emekçileri sömüren, onları yoksulluğa, işsizliğe ve köleliğe mahkûm eden, halkları ezen, bölge halklarına karşı emperyalizmin yardakçılığını yapan işbirlikçi kapitalist oligarşinin iktidarına son verilmesini gerektiriyor. Marksizm-Leninizmi yaşatmak,

işçi sınıfının siyasal ve sendikal örgütlerinin, sermayeden, devletten, dinden bağımsız dünya görüşünü benimsemesini ve bu dünya görüşü doğrultusunda hareket etmesini gerektiriyor. Türk ve Kürt halklarının kardeşliği, enternasyonalizm temelinde tam eşitliğe ve özgürlüğe dayalı bir mücadele birliğini savunmayı gerektiriyor. Bütün dillerin, bütün halkların siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel alanlarda tam eşitliğini ve özgürlüğünü benimsemeden kardeşlik sağlanamaz.

Gerçek devrimcilik, toplumun temel üretici gücü olan işçileri ve köylüleri, siyasal ve sosyal yaşamın da yönetici gücü olarak kabul etmeyi gerektiriyor. Üretenlerin kendi kendini yönetebilecek güçte olduğunu benimsemeden, elitizmin kibrinden kurtulmadan sosyalizme ve sınıfsız, sömürüsüz, devletsiz, sınırsız bir dünyaya varamayız.

124

urun_31_17haz.indd 124

17.06.2011 16:54:00


Emperyalizme karşı mücadele etmeden, bağımsızlık, demokrasi, özgürlük, laiklik, kadın hakları, işçi hakları, çocuk hakları, adalet, hukuk, eşitlik, kardeşlik, yaşanabilir bir doğa asla gerçekleşemez. Emperyalizm barbarlıktır, gericiliktir, savaştır, gerçek bir mafya düzenidir. Em-

peryalizme karşı ilkesel tavır almak, devrimciliğin asgari koşuludur. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan Türkiye işçi ve emekçilerinin, ezilen halkların yoldaşları olarak hep aramızda yaşamaya devam edecek.

Sosyalist Avukat Halit Çelenk’i Yitirdik

Avukatımız Halit Çelenk bağımsızlık, devrim ve sosyalizm mücadelesinde yaşayacak. Daha çok “Denizlerin avukatı” olarak bilinen sosyalist avukat Halit Çelenk, 1921 yılında Antakya’da doğdu. 1944 yılında İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitirdi ve ömrü boyunca vazgeçmeyeceği avukatlığa başladı. Sosyalizm mücadelesine 1962 yılında Türkiye İşçi Partisi’ne üye olarak girdi.

Denizlerin 6 Mayıs 1972 yılında idam edilmelerinin yıldönümünden bir gün önce Ankara’da hayatını kaybetti. Sosyalist avukatımız Halit Çelenk, 90 yıllık ömründe hep ezilenlerle, dışlananlarla, işten atılanlarla, işkence görenlerle, tutuklananlarla birlikte oldu; onların sesi, soluğu, savunmanı oldu. Halit Çelenk, hem 12 Mart, hem de 12 Eylül faşizmlerinde devrimcilerin ve sosyalistlerin savunmalarını bütün baskı ve yıldırma gayretlerine rağmen onuruyla korudu. Asla maddi olarak zenginleşmeyi hedeflemedi. Halkının yanında, sömürülenlerin yanında, ezilenlerin yanında bağırmadan, çağırmadan, sessizce ama dimdik durmasını bildi. TİP, TKP, DİSK, Barış Derneği, Türkiye Yazarlar Sendikası, Dev-Yol, Türkiye Öğretmenler Sendikası, TÖB-DER, TBKP, Türk Tabibleri Birliği, İnsan Hakları Derneği ve isimli

125

urun_31_17haz.indd 125

17.06.2011 16:54:00


isimsiz pek çok örgütün avukatlığını üstlendi. Sağlam hukuk bilgisiyle insan haklarının, söz ve ifade özgürlüğünün evrensel normlara kavuşması için defalarca yazılar yazdı, bilirkişilik yaptı. “İdam Gecesi Anıları”, “THKO Davası, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan ve Arkadaşlarının Sorgu ve Savunmaları”, “Devlet Güvenlik Mahkemeleri Niçin Kaldırılmalı”, “Hukuksuz Demokrasi”, “Umut Hangi Dağın Ardında”, “Barış Savaşçıları”, “Beş Kapı Beş Kilit” adlı eserleri kazandırdı. Sosyalist avukatımız Halit Çelenk işçi sınıfının, devrimcilerin, sosya-

listlerin, ilerici gençlerin bağımsızlık, devrim ve sosyalizm mücadelesinde yaşayacak. Devrim günü geldiğinde, bayrağımızı dalgalandıran emekçilerimiz onun da adına yer verecekler.

Nâzım Hikmet Aramızda Türkiye işçi sınıfının büyük şairi, Türkiye Komünist Partisi'nin özverili sanatçısı Nâzım Hikmet, 3 Haziran 1963'de öldü. TKP Merkez Komitesi üyesi olarak görev yaparken aramızdan ayrılan Nâzım yoldaş, aslında bağımsızlık, devrim, sosyalizm mücadelesinin her adımında bize eşlik etmeye devam ediyor. Üzüntümüzü, sevincimizi, çaresizliğimizi, kahramanlığımızı, sabrımızı, öfkemizi, sevdamızı, yurt sevgimizi, enternasyonalist dayanışmamızı onun şiirleriyle yaşıyoruz.

Kapitalist egemenlere, emperyalist efendilere hadlerini onun dizeleriyle bildiriyor, sömürüsüz, savaşsız ve sınırsız yepyeni bir dünya özlemini onun sözleriyle haykırıyoruz. Nâzım Hikmet aramızda. Türkiye devrimi zafere ulaştığında, bu güzelim ülkede özgürlük en şanlı elbisesiyle, işçi tulumuyla elini kolunu sallayarak dolaştığında, Nâzım, tıpkı bugün olduğu gibi, yine aramızda olacak. Onu “Vatan Haini” şiiriyle anıyoruz.

126

urun_31_17haz.indd 126

17.06.2011 16:54:00


VATAN HAİNİ Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ. Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz dedi Hikmet. Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ. Bir Ankara gazetesinde çıktı bunlar, üç sütun üstüne, kapkara haykıran puntolarla, bir Ankara gazetesinde, fotoğrafı yanında Amiral Vilyamson'un 66 santimetre karede gülüyor, ağzı kulaklarında, Amerikan amirali Amerika, bütçemize 120 milyon lira hibe etti, 120 milyon lira. Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz dedi Hikmet. Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ. Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt hainiyim, ben vatan hainiyim. Vatan çift liklerinizse, kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan, vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan, vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın, fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan, vatan tırnaklarıysa ağalarınızın, vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa, ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan, vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması, topuysa, vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığınızdan, ben vatan hainiyim. Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla: Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.

127

urun_31_17haz.indd 127

17.06.2011 16:54:00


urun_31_17haz.indd 128

17.06.2011 16:54:00


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.