Gündem Gazetesi (Türkçe, 40)

Page 1

Türkiye’den gelecek olan

Su ancak KKTC’ye yeter

Türkiye’den KKTC’ye su taşıyacak olan projenin Temmuz ayında tamamlanması bekleniyor. Türkiye’den taşınacak olan su miktarı, adanın ihtiyacını karşılamaya yeterli mi? Proje, KKTC’nin Türkiye ve Güney Kıbrıs ile ilişkilerini nasıl etkileyecek? Türkiye’den gelecek olan su, Güney’e de satılacak mı? Akın Bodur’un haberi

gundem.emu.edu.tr

Doğu Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğrenci Uygulama Gazetesi

Sayı: 40

sayfa

10

Aralık 2014 - Ocak 2015

NÜKLEER ENERJİ

DOSYASI

KIBRIS RİSK ALTINDA

Kuzey Kıbrıs’tan sadece 90 kilometre uzaklıktaki Mersin Akkuyu’da bir nükleer santral inşaatına başlanması, nükleer enerji konusunu Kıbrıs’ın da gündemine taşıdı. Geçmişte santral projesinde görev almış olan ancak güvenlik gerekçesiyle isminin gizli tutulmasını isteyen bir nükleer enerji mühendisine göre, herhangi bir sorun yaşanması durumunda Kıbrıs’ın tamamının tahliye edilmesi gerekebilir.

! sayfa

Kamil Yelim’in haberi

İŞKENCEYE tanık oldu

Mülteci

suçlu değil

sayfa

5

Hayvanat bahçesi değil,

hayvan hapishanesi

Gazimağusa’daki hayvanat bahçesinde köpek, tavşan, kuş, balık, kaplumbağa gibi küçük hayvanlar var. Hayvanların yaşam koşulları içler acısı. Balıklar plastik bardaklarda, kaplumbağalar leğende yaşıyor. Sultan Emre ve Mustafa Baflı’nın haberi

mağdur

insandır

Sultan Emre’nin haberi

sayfa

11

14-15

Gündem’e

sayfa

3

Aydın Doğan Vakfı Ödülü Doğu Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencisi ve Gündem Gazetesi sayfa tasarımcısı Sertaç Özdemir, mizanpaj dalında Aydın Doğan Vakfı Genç İletişimciler Yarışması’nda ikincilik ödülünü kazandı.

Fotoğraf: Emin Özmen

sayfa

6

Fotoğrafçı Emin Özmen, Suriye’de ki iç savaşta yaşadıklarını şu sözlerle anlatıyor: “Suriye’deki birçok görüntüden sonra çok büyük çöküntüler yaşadım. Kimseyle konuşamadığım günler oldu.” Eser Karataş’ın haberi


2

Aralık 2014 - Ocak 2015

DAÜ İletişim’in onur günü ulaştığını, bu çok kültürlü yapının DAÜ İletişim’in ayırt edici özelliği haline geldiğini ifade etti. “Kuşkusuz DAÜ İletişim, Kuzey Kıbrıs’ın en iyi iletişim fakültesidir” diyen Prof. Dr. İrvan, fakülteyi sadece Kıbrıs’ta değil, uluslararası alanda da en iyilerden birisi haline getirmek için çaba gösterdiklerini belirtti. Akreditasyon sürecindeyiz

Öğrencilerin 88’i yüksek şeref, 86’sı şeref belgesiyle ödüllendirildi Gündem Haber

Doğu Akdeniz Üniversitesi (DAÜ) İletişim Fakültesi’nin başarılı öğrencileri, 23 Aralık’ta Mor Salon’da düzenlenen törenle şeref ve yüksek şeref sertifikalarını aldı. Törende, 2013 – 2014 Akademik Yılı’nın Bahar Dönemi’nde başarı gösteren 88 öğrenci yüksek şeref, 86 öğrenciyse şeref sertifikası ile ödüllendirildi. Törene, DAÜ İletişim Fakültesi öğretim üyeleri ve öğrenci-

ler katıldı. Törenin açılışında bir konuşma yapan İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Süleyman İrvan, derslerinde üstün başarı gösteren öğrencileri kutladı ve başarılarının devamını diledi. Çok kültürlü yapı Prof. Dr. Süleyman İrvan, törende yaptığı konuşmada, fakültede 43 farklı ülkeden öğrencinin eğitim gördüğünü, İngilizce programlarda öğrenim gören üçüncü ülke öğrencilerinin, programlardaki toplam öğrenci sayısının yüzde 70’ine

Uluslararası akreditasyon için, bağımsız bir denetim kuruluşu olan Amerikan İletişim Derneği’ne (ACA) başvuru yaptıklarını, geçtiğimiz Kasım ayı içinde üç kişilik bir heyetin DAÜ İletişim Fakültesi’nde değerlendirme ve gözlemlerde bulunduklarını anımsatan Prof. Dr. İrvan, sürecin nihai aşamasına yaklaştıklarını ifade etti. “Beklentimiz, lisans ve yüksek lisans programlarımızın tamamının akredite edilmesidir” diyen Prof. İrvan, bu gerçekleştiği takdirde, DAÜ İletişim’in Kıbrıs ve Türkiye’de tüm programları uluslararası düzeyde akredite olan ilk İletişim Fakültesi olacağını ifade etti.

Yüksek lisans programı en iyi 200 içinde

Konuşmasında, 30 farklı alanda dünyadaki en iyi yüksek lisans programlarını belirleyen Eduniversal isimli değerlendirme ve derecelendirme kuruluşunun 3 yıldır DAÜ İletişim yüksek lisans programını en iyi 200 iletişim yüksek lisans programı arasında gösterdiğini belirten Prof. İrvan, programın gösterdiği başarıyla gurur duyduklarını söyledi. Etkinliklerle dolu bir yıl Fakültede son bir yıl içinde gerçekleştirilen etkinliklere de değinen Prof. Dr. Süleyman İrvan, Fone Film Festivali’nin ikincisini gerçekleştirdiklerini, Uluslararası İletişim ve Medya Çalışmaları Konferansı’nın dördüncüsünü yaptıklarını, Aydın Doğan Genç İletişimciler Yarışması’ndan ödül aldıklarını, Robert Morris Üniversitesi’yle ortak projeleler gerçekleştirdiklerini, 2. Uluslararası İstanbul Tasarım Bienali’ne katıldıklarını ve çok sayıda sosyal sorumluluk projesine imza attıklarını ifade etti.

Sertifika töreninde, Radyo, Televizyon, Sinema ve Gazetecilik Bölümü öğrencileri adına bir konuşma yapan Onur Konağ, ilk kez yüksek şeref belgesi aldığını söyleyerek, “Daha önce okuduğum okullarda böyle sıcak bir atmosfer bulamamıştım. İletişim Fakültesi’nde insanların birbirlerine bakışları çok farklı” diye konuştu. Halkla İlişkiler ve Reklamcılık Bölümü öğrencileri adına konuşan Konstantin Batdinov ise geçmişte hiçbir zaman mükemmel bir öğrenci olmadığını, içindeki potansiyeli DAÜ İletişim Fakültesi’nin ortaya çıkardığını söyledi. Hocalarına teşekkür eden Batdinov, “Benim bütün başarılarım aslında sizin başarınızdır” dedi. Görsel Sanatlar ve Görsel İletişim Tasarımı Bölümü öğrencileri adına konuşan Antoun Alhawini ise şunları söyledi: “DAÜ’ye gelmeden önce böyle bir atmosferi beklemiyordum. Burada büyük bir aile gibiyiz. Sadece hocalar değil, öğrenciler de birbirlerine saygı ve sevgiyle yaklaşıyorlar.”

RTVS mezuniyet projeleri izleyiciyle buluştu Gündem Haber Doğu Akdeniz Üniversitesi (DAÜ) İletişim Fakültesi, Radyo TV ve Sinema Bölümü son sınıf öğrencileri, mezuniyet projesi olarak hazırladıkları belgeselleri izleyiciyle buluşturdu. İletişim Fakültesi Mor Salon’da gerçekleştirilen gösterime, öğrencilerin danışman hocası Kıbrıslı Türk yönetmen Derviş Zaim, Radyo-TV, Sinema ve Gazetecilik Bölüm Başkanı Doç. Dr. Hanife Aliefendioğlu, bölüm öğretim üyeleri ve öğrenciler katıldı. Gösterimler öncesinde bir konuşma yapan Derviş Zaim, Radyo-TV ve Sinema alanında öğrenim gören öğrencilerin kafalarında her zaman film projeleri olması gerektiğini, film yaparken akademik kaygıları, medya estetiğini ve zaman yönetimini göz önünde tutmalarının önemli olduğunu belirtti. Gösterime sunulan belgesel filmlerin, çalışmalarını başarıyla tamamlayan öğrencilere ait olduğunu vurgulayan Zaim, bazı mezuniyet projelerinin Kuzey Kıbrıs’ta yaşayan tanınmış simaları konu aldığını ifade etti.

Kuzey Kıbrıs’ın tanınmış simaları Gösterilen filmlerin Türkçe olanları arasında Aybeniz Küzeci’nin, gazeteci Aslan Mengüç ile ilgili “70’inde Aslan Mengüç” adlı belgeseli; Semra Ergenç’in, İngiliz dönemi hukukçusu Orhan Zihni Bilgehan hakkındaki “Hakim Bilgehan” adlı belgeseli; Caney Göray’ın, Değirmenlik köyü muhtarını konu alan “Gülçin Ersoy” adlı belgeseli; Veysel Şengün’ün, ressam, tiyatrocu ve karikatürist Mehmet Ulubatlı hakkındaki “Ulubatlı” adlı belgeseli; Emrah Afacan’ın, eğitimci ve sporcu “Dinçer Raif” belgeseli yer aldı. Gösterimde ayrıca, bölümün üçüncü ülke

İranlı yazar Arman Arian (sol başta) atölye katılımcılarıyla

Arman Arian’dan yaratıcı yazarlık atölyesi Elnaz Nasehi

Kıbrıslı yönetmen Derviş Zaim öğrencileri tarafından yapılan belgeseller de izlendi. Omar Alkhatib’in yönettiği ve Kıbrıs Dalış Kulübü’nün çalışmalarını anlatan “Cyprus Diving” isimli belgeseli; Blessing Moses’ın yönettiği, Nijeryalı bir rap müzisyenini anlatan “Elbee” belgeseli; Valentine Ebuetse’nin yönettiği “Jokavana” adlı rap belgeseli ve son olarak Samira Sanni’nin yönettiği “Ünlü Olmaya Doğru” adlı belgeseli izleyicilerle paylaşıldı.

Öğrenciler için büyük şans Gazetecilik, Radyo-TV ve Sinema Bölüm Başkanı Doç. Dr. Hanife Aliefendioğlu, dört yıldır DAÜ İletişim Fakültesi’nde ders veren Derviş Zaim’in, Radyo-TV ve Sinema programı öğrencileri için büyük bir şans olduğunu, öğrencilerini Derviş Zaim’in deneyimlerinden faydalandırmayı sürdüreceklerini ifade etti. DAÜ İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Süleyman İrvan da, “Öğrenci olsaydım, kesinlikle Derviş Zaim’den ders almak ve onun engin deneyimlerinden yararlanmak isterdim. Öğrencilerimizin de benimle aynı duyguları paylaştıklarını biliyorum” dedi.

İranlı yazar ve araştırmacı Arman Arian Doğu Akdeniz Üniversitesi (DAÜ) İletişim Fakültesi’nde yaratıcı yazarlık atölyesi düzenledi. Farsça dilinde gerçekleştirilen atölye çalışmasına DAÜ’nün çeşitli fakültelerinden 10 öğrenci katıldı. Aralık ve Ocak aylarında toplam 16 saat süren atölye çalışmasının ilk bölümünde kurgu, karakter, mekân, diyalog gibi anlatı öğeleri üzerinde duruldu; İran ve dünya edebiyatından örnekler verildi. Atölye çalışmasının ikinci bölümünde ise katılımcıların yaratıcı potansiyelini ortaya çıkarmaya yönelik bireysel çalışmalar yapıldı.

Atölye çalışmasını başarıyla tamamlayan katılımcılara sertifikalarını İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Süleyman İrvan ile Arman Arian birlikte takdim ettiler. İran’da, “Persler ve Ben” isimli üç dizilik çocuk romanıyla yılın kitabı ödülünü kazanan en genç yazar unvanına sahip olan Arman Arian, 2008 yılında Uluslararası Çocuk Kitapları Kurulu (IBBY) tarafından da onur ödülüne layık görüldü. Arian, DAÜ İletişim Fakültesi tarafından düzenlenen Birinci Fone Film Festivali’nde de “Yurttaş Solucan” isimli kısa �ilmiyle birincilik ödülünü almıştı.

Bi haber olmamak için “1 Haber” Tuğçe Seren Karakoç

1 Haber facebook haber sayfası 18 Aralık 2014 tarihinde Doğu Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencileri Aybeniz Küzeci, Eser Karataş ve Fırat Necati Güner tarafından kuruldu. Amaçlarının tarafsız bir haber platformu oluşturmak olduğunu belirten 1 Haber ekibi, internet sitesini açmadan önce projeyi sosyal medya üzerinden rutin ve ilerleyebilir hale getirmeye çalıştıklarını ifade

etti. 1 Haber facebook sayfası kısa bir sürede 692 beğeni, 1.943 gönderi erişimine ulaştı. Şu anda Türkiye ve Kıbrıs’ta gerçekleşen güncel haberleri aktarmaya devam eden ekip projelerini şöyle tanımlıyor: “Kopyala yapıştır haberciliğinden öteye gitmediğimiz haber bile olsa, okuduklarımızı kendimiz haberleştirmeye çalışıyoruz. Kaynaklarımızı iyi seçiyoruz. Projemizin ileride nerede olacağını kestiremiyoruz ama en iyisini yapmak için uğraşacağız.” Sayfaya facebook.com/1haber1haber adresinden ulaşılabilinir.


Aralık 2014 - Ocak 2015

3

Gündem’e Aydın Doğan Vakfı Ödülü Doğu Akdeniz Üniversitesi (DAÜ) İletişim Fakültesi Gazetecilik programı öğrencisi ve Gündem Gazetesi sayfa tasarımcısı Sertaç Özdemir, Gündem gazetesinde yayımlanan “Soma Unutmayacağız” başlıklı çalışmasıyla mizanpaj dalında Aydın Doğan Vakfı Genç İletişimciler Yarışması’nda ikincilik ödülü kazandı. Gündem Haber Aydın Doğan Vakfı’nın, nitelikli medya çalışanı yetiştirilmesine katkı sağlamak amacıyla üniversitelerin iletişim fakültelerinde öğrenim gören lisans öğrencileri arasında düzenlediği Genç İletişimciler Yarışması’nın ödül töreni Bahçeşehir Üniversitesi’nde yapıldı. Bu yıl yarışmaya 33 üniversitenin iletişim fakültelerinden yazılı, görsel, işitsel, reklam, halkla ilişkiler ve internet yayıncılığı dallarında 1351 öğrenci, 1057 çalışma ile katıldı. Seçici kurullar tarafından yapılan değerlendirmelerde 19 üniversitenin 113 öğrencisi, 64 proje ile ödüllere değer görüldü. Ödül töreninin açılış konuşmasını yapan Aydın Doğan Vakfı Başkanı Hanzade Doğan Boyner, “Bu ödüller sayesinde farklı üniversitelerdeki iletişim öğrencileri hem birbirleri-

ni tanıma imkânı buluyorlar hem de derslerde öğrendiklerinin pratik hayatta nasıl gerçekleşeceğini gösterme şansını elde ediyorlar. Bu yarışmaya katılan işlerden, öğrencilerin ülke sorunlarını ne kadar yakından takip ettiklerini ve ne kadar duyarlı olduklarını da her sene görüyoruz. Bu da bizi ayrıca mutlu ediyor” dedi. Açılış konuşmasının ardından, yarışmada çeşitli kategorilerde ilk üç dereceye girenlere ödül heykelcikleri ve para ödülleri verildi. Törende ayrıca, ödül alan iletişim fakültelerine birer teşekkür plaketi takdim edildi. KKTC’den sadece DAÜ İletişim Fakültesi’nin temsil edildiği yarışmanın ödül törenine, Özdemir ile birlikte DAÜ İletişim Fakültesi Dekan Yardımcısı Doç. Dr. Nurten Kara, Radyo, Televizyon, Sinema ve Gazetecilik Bölümü öğretim üyesi

Yrd. Doç. Dr. Metin Ersoy ile Gündem gazetesi editörü ve araştırma görevlisi Ayça Atay da katıldı.

Soma’yı unutmayacağız Çalışmasının yarışmada değerlendirilmesinden büyük mutluluk duyduğunu belirten Sertaç Özdemir, aynı mutluluk ve heyecanı, DAÜ İletişim’deki arkadaşlarının da yaşamasını diledi. Çalışmasıyla Soma katliamını unuttturmamayı ve konunun hassasiyetini aktarmayı amaçladığını ifade eden Özdemir, “Soma’daki maden kazasının kurtarma çalışmaları devam ederken, Gündem ekibi olarak her birimiz üzerimizde sorumluluk hissettik ve bunu fotoğraf, yazı ve grafikle dile getirdik. Ben de bu çalışmaları gazete sayfa tasarımıyla bütünleştirdim. Umarım maden kazaları tekrarlanarak değil, bu tarz çalışmalarla hatırlanır” dedi.

Gündem Haber

DAÜ İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Süleyman İrvan, dört yıldır en iyiler listesine girmeyi başaran bir yüksek lisans programına sahip olmaktan gurur duyduklarını ifade etti. Eduniversal’ın her yıl 30 farklı alanda verilen yüksek lisans programlarının en iyilerini ilan ettiğini ifade eden Prof. İrvan, iletişim alanında Avrasya ve Ortadoğu bölgesinden sadece 5 programın listeye girdiğini, daha önceki yıllarda beşinci sırada yer alan programlarının yeni açıklanan listede bir yıldız daha alarak üçüncü sıraya yükseldiğini ifade etti. Prof. Dr. İrvan, Eduniversal’ın üç kriter bazında değerlendirme yaptığını; bu kriterlerin, programın dünya çapında tanınırlığı, öğrenci memnuniyeti ve mezunların işe başlangıç ücretleri olduğunu söyledi.

DAÜ’nün Eduniversal listesindeki tek programı Prof. Dr. Süleyman İrvan, DAÜ’nün 2014 – 2015 eğitim yılında Eduniversal listesinde-

Sertaç Özdemir

Prof. Dr. Süleyman İrvan, 1998 yılında öğrenci kabul etmeye başlayan programdan bugüne kadar yüzden fazla mezun verdiklerini; programdaki kayıtlı öğrencilerin yaklaşık yüzde 80’inin Türkiye ve KKTC dışındaki üçüncü ülkelerden geldiklerini belirtti. “Bu çok kültürlü yapı en büyük avantajımızdır” diyen İrvan, öğrenci memnuniyetinin artmasıyla paralel olarak programa gösterilen ilginin de arttığını ifade etti.

Akreditasyon, tanınırlığı artıracak DAÜ İletişim Fakültesi olarak sadece lisans programlarını değil, yüksek lisans programlarını da akredite ettirmek için Amerikan İletişim Derneği’ne başvuru yaptıklarını, derneğin çalışmalarını tamamlamak üzere olduğunu hatırlatan Prof. İrvan, akreditasyon alındığı takdirde sadece İletişim ve Medya Çalışmaları yüksek lisans programının değil, başvuru yapılan diğer programların da daha bilinir ve tanınır hale geleceklerini ifade etti.

yılki yarışmada DAÜ İletişim’in de ödül kazanan fakülteler arasında olmasından mutluluk ve gurur duyduğunu, bu türden ödüllerin kendilerini motive ettiğini belirtti.

jüri önüne çıktı

Eduniversal’den üç yıldız ki tek programının İletişim ve Medya Çalışmaları yüksek lisans programı olduğunu, ayrıca, programın küresel düzeyde tanınırlığının giderek arttığını ve sahip olduğu öğrenci profili ile dikkat çektiğini belirtti.

DAÜ İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Süleyman İrvan da yaptığı açıklamada, Aydın Doğan Vakfı Genç İletişimciler Yarışması’nın, iletişim öğrencilerinin Oscar’ı sayıldığını, bu

Gazeteci adayları

İletişim Fakültesi’ne Küresel düzeyde yüksek lisans programlarını değerlendirme ve derecelendirme kuruluşu olan Eduniversal, Doğu Akdeniz Üniversitesi (DAÜ) İletişim Fakültesi’nin İletişim ve Medya Çalışmaları isimli tezli yüksek programını 2014 – 2015 eğitim yılında da peş peşe dördüncü kez en iyi iki yüz İletişim yüksek lisans programı arasında gösterdi ve iki olan yıldız sayısını üçe çıkarttı.

Sertaç Özdemir, ödülü ekip çalışması sonucunda aldığını söyledi

Doğu Akdeniz Üniversitesi (DAÜ) İletişim Fakültesi Gazetecilik programı öğrencilerinin mezuniyet projesi dersi kapsamında hazırladıkları gazeteler, akademisyenler ve tecrübeli gazetecilerden oluşan jüri tarafından değerlendirildi. DAÜ İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Süleyman İrvan, Radyo, Televizyon, Sinema ve Gazetecilik Bölüm Başkanı Hanife Aliefendioğlu, öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Metin Ersoy, Detay Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Oshan Sabırlı ve Vatan Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Kasımoğlu’ndan oluşan jüri öğrencilerin hazırladıkları gazetelere eleştirilerde bulunup savunmalarını bekledi. Eleştirileri yanıtlayan öğrencilerin heyecanı gözden kaçmadı.

7 gazete jüri önüne çıktı Öğrencilerden Ahmet Arıcı, “Okunduğu gibi yazılır, yazıldığı gibi okunur” sloganıyla çıkan “Gaste” isimli projesini sundu. Tuğçe Seren Karakoç’un “Yakamoz” adlı gazetesiyse “Her zaman aydınlatır” sloganıyla çıktı. Narin Demirci’nin “Mercek” ismini taşıyan gazetesinin sloganı “Daha yakından bakın” iken, Kamil Yelim’in “Karga” isimli gazetesi “Dünya kargalarındır” sloganını taşıyordu. Sultan Emre’nin, “Farkında” gazetesi ise “Farkında olmak iyi insan olmanın ilk adımıdır” sloganını savunuyordu. “Öz Er Gazete” isimli projesiyle jüri karşısına çıkan Barış Özer ile “Daily Cognizance” gazete projesinin sahibi Hassan Dandatti ise gazetelerinde slogan kullanmadılar.

“Gazeteci kaynağı ile arasına mesafe koymalı”

Gazeteler başarılı bulundu

Prof. Dr. Süleyman İrvan, projeleri etik açıdan değerlendirirken sık karşılaşılan bir soruna değindi. Öğrencilere; “Gazeteci haber kaynağı ile arasına mesafe koymalı” uyarısında bulundu. İrvan, projelerden röportaj ağırlıklı olan “Mercek” gazetesinin sahibi Narin Demirci’ye “Sen röportajcı olacaksın bu belli” dedi. Kamil Yelim’in “Karga” isimli gazetesi eleştirel bakış açısı nedeniyle içerik olarak en çok beğenilen gazeteler arasında yer aldı. Tuğçe Seren Karakoç’un “Yakamoz” isimli gazetesi tasarımıyla ön plana çıktı ve yapıcı eleştiriler aldı. Sultan Emre, “Farkında” isimli gazetesinde sosyal sorumluluk haberlerine yer verdiği için olumlu eleştiriler aldı. Fakültedeki öğretim üyelerinin fotoğraflarına bolca yer verilmesi jüri tarafından ‘hocalara kıyak geçildiği’ esprisiyle karşılandı. Öğrenciler, uygulama gazeteleriyle teorik ve tasarım bilgilerini uygulama fırsatı buldular.

Jüride bulunan Detay Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Oshan Sabırlı, “İletişim Fakültesi’nin eski öğrencilerindenim. Detay Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni olmam nedeniyle bugünkü jüriye çağırıldım. Bundan tam 12 yıl önce ben öğrenciyken burada jüri karşısındaydım. Ancak bugün kendim jüri olarak bulunuyorum. Arkadaşlarımız 4 yıl boyunca çok başarılı çalışmalara imza atmışlar ve bugün sergilenenler bunun bir ürünüydü. Yani neticede günün sonunda okul bitecek ve sektörde kendilerine yer bulacaklar. Bu doğrultuda arkadaşlarıma bol şans diliyorum” açıklamasında bulundu. RTVS ve Gazetecilik Bölüm Başkanı Aliefendioğlu, projelerde alternatif görüşlere öncelik verildiğini, klişelerden kaçınıldığını, yerelliği çok iyi yakalayan bir dilin yer aldığını ve evrensel inceliği gözden kaçırmayan çalışmalar olduğunu belirterek, projeleri başarılı bulduğunu söyledi.

Detay Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmeni Oshan Sabırlı’nın da (sağ başta) aralarında olduğu jüri üyeleri, öğrenci gazetelerini değerlendirdi


4

Aralık 2014 - Ocak 2015

“Müzakereler, diplomatlar mezarlığına döndü” Suçlarla mücadelede tasarım DAÜ Haber Doğu Akdeniz Üniversitesi (DAÜ) İletişim Fakültesi, Görsel Sanatlar ve Görsel İletişim Tasarımı Bölümü “Suçlarla Mücadelede Tasarım” yüksek lisans dersi kapsamında öğrencilerin ülkelerinin sorunlarını yansıtan tasarım sergisi gerçekleştirdi. Sergide Filistin, Nijerya, Türkiye, İran, Ürdün ve KKTC’li öğrencilerin insan hakları, çocuk gelinler, hayvan hakları, kadın sünneti, engellilerin topluma kazandırılması ve sanal korsanlık gibi sorunlarını yansıtan tasarımlar üzerinde duruldu. “Suçlarla Mücadelede Tasarım” dersi öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Aysu Arsoy, dersin amacının yasaların henüz kapsamadığı bilişim ve sosyal medyadaki suçlar gibi konuları gündeme getirmek olduğunu vurgulayarak sergide birçok ülkede yaşanan suçların öğrencilerin tasarımları ile göz önüne serildiğini belirtti. Öğrencilerin kendi ülkelerinde işlenen suçları başarılı bir şekilde tasarımlarla ifade edebildiklerini aktaran Yrd. Doç. Dr. Arsoy, bu sergide kullanıcı dostu ortamlar yaratmayı hedeflediklerini de belirtti.

Öğrenciler ne dedi? Omid Kalantar Motamedi (İran) İran’ın Esfehan kentinde kadınlara yapılan asit saldırılarını konu aldım. Oluwarobi Emmanuel Engowon (Nijerya) Nijerya’daki kız çocuklarının karşı-

laştığı kadın sünneti ve bunun çocuklar üzerindeki travmatik etkilerini dile getiren çalışmalar yaptım. Shiva Parhizkari (İran) Projemi İran’daki hayvan hakları üzerine yaptım. İran’da hayvanların önemsenmediğini düşünüyorum. Elal Herbuwi (Filistin) Engellilerin topluma kazandırılması üzerine bir çalışma gerçekleştirdim. Engelli insanların ihtiyaçlarına değinerek bu konudaki farkındalığı arttırmaya yönelik bir çalışma oldu. Nael Jaber (Filistin) Çalışmamda Filistin’deki çocuk işçiliği konusuna dikkat çekmek istedim ve Filistin’de her çocuğun eşit şartlara sahip olmadığını vurgulayan bir çalışma yaptım. Harid Taşkın (KKTC) Oyun sektöründeki sanal korsanlık suçlarını ele aldım ve dijital medyadaki emek hırsızlıkları üzerine çalışma sergiledim. Kaan Aytul (KKTC) Kıbrıs’ta yok sayılan fakat gerçekte sıkça yaşanan bir konuyu gündeme getirmek istedim. Özellikle aile içi şiddete mağduru çocuklar ileriki yaşlarda ciddi travmalar yaşadıkları görülüyor. Awes Rahall (Filistin) Projemde bilişim suçlarını ele alan işaretler ve poster çalışmalarını sergiledim.

Kudret Özersay’a (sol başta) Uluslararası İlişkiler ve Kıbrıs Kültürünü Tanıtma Kulüplerinin başkanları bir teşekkür plaketi takdim etti Mustafa Baflı Doğu Akdeniz Üniversitesi, Kıbrıs Kültürünü Tanıtma Kulübü ve Uluslararası İlişkiler Kulübü işbirliğiyle 24 Aralık 2014 tarihinde “Kıbrıs Müzakereleri ve Kıbrıs’ın Geleceği” isimli bir etkinlik gerçekleştirildi. Etkinlikte konuşmacı olarak yer alan Kıbrıslı Türk Müzakereci Doç. Dr. Kudret Özersay, Kıbrıs müzakereleri üzerine tespitlerde bulundu. Kıbrıs’ın geleceğinin sadece müzakerelerle belirlenen bir şey olmadığını belirten Özersay, Kıbrıslı Türkler ve Kıbrıslı Rumlar arasında bir sorundan bahsettiğimizi, ancak Kıbrıs sorununun ve Kıbrıs müzakerelerinin sadece Kıbrıslı Türkler ve Rumlar arasında yaşanmadığını, bunun uluslararası bir uyuşmazlık olduğunu söyledi. Bu uyuşmazlığın taraflarının sadece Türkiye, Yunanistan, İngiltere, Kıbrıslı Türkler ve Kıbrıslı Rumlar değil, bu tarafların dışında başka tarafların da her zaman bir biçimde işin içinde olduğunu belirtti.

“Tükenmişlik sendromu yaşanıyor” Özersay, Kıbrıs müzakerelerinin tüketilmiş olduğunu, hepimizin tükenmişlik sendromu yaşadığımızı ve 1968 yılında başlayan müzakerelerin

46 yıldır çözüm hariç istikrarlı bir şekilde sürdüğünü söyledi. Kudret Özersay uluslararası literatürde Kıbrıs müzakerelerinin “diplomatlar mezarlığı” olarak tanımlandığını belirtti. Uluslararası politikada konjonktürün önemli olduğunu, belirli bir dönemde tutmayan bir fikrin bir başka dönemde tutabileceğini kaydeden Özersay, tarafların müzakere masasında gerçekten çözüm istediğine inanmadığını ve tarafların arasında hiçbir eşikte güven olmadığını söyledi. Özersay, Kıbrıs müzakerelerini ve süreçlerini olumsuz yönde etkileyen olaylardan birinin de Kıbrıs konusuyla ilgili yerlerdeki seçimlerin olduğunu belirtti. Kudret Özersay müzakerelerin günümüzde askıya alındığını söylerken, Kıbrıs Rum tarafının deniz yetki alanıyla ilgili yapılan tartışmaları gerekçe gösterip müzakereleri askıya aldığını söyledi. Mevcut statükoyu değiştirmek istemedikleri için Kıbrıslı Rumları suçlamadığını söyleyen Kudret Özersay, Kıbrıslı Türkler olarak onların yerine kendimizi koyduğumuzda yöneticilerimizin bu duruma ne kadar sıcak bakacaklarını bilemediğini, ancak Rum tarafının statükodan memnun olmadığını söylemenin

kolaycılık olacağını çünkü uluslararası toplumun da bu statükoyu değiştirmek için gerekli ağırlığını koymadığını ifade etti. Özersay, ayrıca dünyanın önemli aktörlerinin Kıbrıs adasını kullandıklarını, ancak bugün için durumun böyle olmasının bundan sonra da böyle olacağı anlamına gelmediğini söyledi. Özersay, çözüm havası yokken, 1959 yılında Zürih ve Londra Antlaşmaları sonrasında uluslararası aktörlerin menfaatleriyle örtüştüğü için, kendilerini birdenbire ortaklığın içinde bulduklarını belirtti.

“Kıbrıs’ın geleceği müzakerelere bağlı değil” Özersay Kıbrıs’ın geleceğinin sadece müzakerelere bağlı olmadığını, Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum tarafının ticarette, turizmde, enerjide ve su konusunda iş birliği yapmasının en temel ihtiyaç olduğunu belirtti. Kudret Özarsay konuşmasını, “Kıbrıslı Türkler olarak kaderimizin kendi elimizde olan kısmını, kendimiz belirlemeliyiz” sözleriyle noktaladı.

Konferansın sonunda Doç. Dr. Kudret Özersay’a DAÜ Uluslararası İlişkiler Kulübü ile Kıbrıs Kültürünü Tanıtma Kulübü başkanları tarafından bir teşekkür plaketi takdim edildi.

Özersay, Kıbrıs müzakereleri üzerine saptamalarda bulundu

Gündem, deneyimli gazeteci İsmet Özgüren’i ağırladı da Diyalog Gazetesi’nde editörlük yapan İsmet Özgüren, konferansta, aynı haberin farklı mecralarda nasıl sunulması gerektiğini bir örnek haberle anlattı.

Gündem Haber Kıbrıs Türk medyasının usta gazetecilerinden İsmet Özgören, Doğu Akdeniz Üniversitesi (DAÜ) İletişim Fakültesi’nde “Bir Haber Dört Metin” başlıklı bir konferans verdi.Uzun yıllar BRTK Televizyonu’nda Günün Panoraması adlı programı hazırlayıp sunan, halen aynı programı Bayrak Radyosu’nda devam ettiren, aynı zaman-

DAÜ İletişim Fakültesi öğrenci uygulama gazetesi Gündem’in konuğu olan Özgüren, gelecekte farklı mecralarda çalışacak genç gazeteci adaylarına, aynı haberin gazete, televizyon, radyo ve internette nasıl yazılması ve sunulması gerektiği konusunda öğretici bilgiler verdi. Özgüren, uyuşturucu konusuyla ilgili olarak farklı mecralar için oluşturulmuş haberlerini öğrencilerle paylaştıktan sonra sorulara cevap verdi. Özgüren, radyoda kısa ve anlaşılır cümlelerle haber yapılması gerektiğini, uzun haberlerin radyo için uygun olmadığını; televizyonda görsel ağırlıklı haber oluşturulması

gerektiğini; gazetede daha uzun haberler yapılabileceğini söyledi. İnternet gazeteciliğinin olanaklarından da söz eden Özgüren, Kıbrıs Türk internet medyasının henüz emekleme döneminde olduğunu ve internet gazeteciliğinin olanaklarından yeterince yararlanmadığını ifade etti.

Dekanı Prof. Dr. Süleyman İrvan da katkı olarak yaptığı yorumda, hangi mecrada yapılırsa yapılsın haberin namuslu olması gerektiğini, aslolanın haberin namusunu korumak olduğunu söyledi. İrvan, “Bundan şunu kastediyorum, haber doğru ve gerçeklere uygun olmalıdır, çarpıtılmamalıdır. Gazeteci, yaptığı

haberin arkasında durabilmelidir. Kimseyi mağdur etmemeli ve haksızlığa yol açmamalıdır” dedi. İrvan, ayrıca uyuşturucu, intihar gibi konularda haber yaparken çok dikkatli olunması ve uyarı yapayım derken teşvik edici olunmaması; aradaki sınırın çok dikkatli çizilmesi gerektiğini de belirtti.

Konuşmasında, 20 yıldır mesleğin içinde yer aldığını söyleyen Özgüren, kendisini “bu işin mutfağında, sokağında olan bir basın emekçisi” olarak tanımladı. Kendisini “mesleğin askeri” olarak gördüğünü söyleyen Özgüren, gazeteciliğin kendisi için bir aşk olduğunu, yaptığı işten büyük haz aldığını ifade etti.

Haber namuslu olmalıdır Konferansı öğrencilerle birlikte dinleyen DAÜ İletişim Fakültesi

İsmet Özgüren, söyleşide öğrencilerin sorularını yanıtladı


Aralık 2014 - Ocak 2015

5

Hayvanat bahçesi değil, hayvan hapishanesi Sultan Emre , Mustafa Baflı Dünyanın birçok yerindeki hayvanat bahçeleri kapatıldı. Gazimağusa’daki hayvanat bahçesiyse, içinde yok denecek kadar az hayvan olmasına karşın hâlâ kapatılmıyor. Hayvanat bahçeleri ailelerin çocuklarını götürüp eğlendirebileceği, hoş vakit geçirebileceği bir yer değil. Hayvanat bahçeleri, hayvanların hapsedildiği, doğal yaşamlarından alıkonulduğu yerler. Gazimağusa’da hâlâ bir hayvanat bahçesi var. Sirklerden ya da ticarethanelerden hiçbir farkı yok. Gazimağusa hayvanat bahçesinde bulunan hayvanların yaşam koşulları da içler acısı. Balıklar plastik bardaklarda, kaplumbağalar leğende, yosun tutmuş sularda yaşıyor.

Hayvanları satıp tedavi masraflarını karşıladı Hayvanat bahçesinde eskiye göre çok hayvan yok. Bunun nedeni ise eski işletmeci Hüseyin Yıkılmaz’ın yakalandığı hastalık. Yıkılmaz, tedavi masraflarını karşılayabilmek için orada bulunan hayvanları kişi ve kurumlara satmıştı. Bu kurumlardan bir tanesi de, hayvanat bahçesi işletmecisi Davut Aksular’ın söylediğine göre bir alışveriş merkezi. Şu anda hayvanat bahçesinde köpek, tavşan, kuş, balık, kaplumbağa, hindi gibi küçük hayvanlar var. Aksular, kendilerinden önceki işletmeci ve aynı zamanda akrabası olan Hüseyin Yıkılmaz’ın devletten yardım almak için başvuruda bulunduğunu ancak bir sonuç alamadığını söyledi. Mevcut şartlarda hayvanların bakımının zor olduğunu ve maddi kaynağa ihtiyaç duyduklarını belirten Aksular, bunun için bir dernek kurmayı düşündüklerini ve bu dernek adı altında da hayvanat bahçesi için yardım toplamayı hedeflediklerini söyledi. Derneğin isminin de ‘Hayvanat Bahçelerini Yaşatma Derneği’ olabileceğini belirtti.

Hafta sonu ailelerin ziyarete gittiğini ancak çok hayvan olmadığı için onlardan para talep edemediklerini ifade eden Aksular, Ankara’daki bir hayvanat bahçesinin, kapanacağı için hiçbir ücret almadan oradaki hayvanları buraya gönderebileceği teklifinde bulunduğunu ancak devletin bir ceylan için sekiz bin lira gümrük parası istemesi yüzünden bunu gerçekleştiremediklerini de sözlerine ekledi.

Gelir artsın diye köpek oteli İşletmeci, orayı devraldıklarında durumun çok kötü olduğunu, toprak alan, ağaç, çiçek olmadığını ve işe bunları temin ederek başladıklarını söyledi. Hayvanat bahçesinin şu anki geliriyle hayvanlarının bakımının zor olduğunu belirten Aksular, bu soruna çözüm bulmak için bir köpek oteli yaptıklarını söyledi. İşletmenin şu anki maddi koşullarında başka hayvanlar satın alması zor görünüyor. Şu anda orada yaşamak zorunda olan hayvanları ise doğada pek ala görebiliriz. Üstelik bedava.

Hayvanat bahçesinde balıklar plastik bardaklarda yaşıyor. Keçi, tavşan, köpek gibi diğer hayvanların durumu da içler acısı

ÖZEL EĞİTİM ÇOCUKLARA

Sultan Emre Aramızda olan ve biraz daha farkındalıkla görebileceğimiz çocuklar var. Bu çocuklar nerede eğitim alıyor? Nasıl alıyor? Gazimağusa Özel Eğitim Merkezi 2006 yılında kuruldu; Milli Eğitim Bakanlığı İlköğretim Dairesi’ne bağlı olarak çalışıyor. 0-18 yaş arasındaki özel gereksinimli bütün bireylere 15 eğitimci ile gerekli olan özel eğitim desteği veriliyor. Şu anda yaklaşık 70 öğrencisi var. Görme engelliler dışında tüm engel gruplarındaki bireylere eğitim ve kişisel bakım becerileri eğitimi veriliyor. Okulda, akademik eğitimin (okuma, yazma, kavram öğretimi) yanında, toplumsal yaşama uyum becerileri ve hayata, mesleklere adapte edebilmek için kurulan atölyelerde bu alanlarda gerekli eğitimler veriliyor. Okulun müzik öğretmeni eksikliği, Doğu Akdeniz Üniversitesi (DAÜ) Müzik Bölümü’nün mezunu Olcan Saldun’un gönüllü olarak çalışmaya başlamasıyla giderildi. Turizm

Fakültesi öğrencilerinden Davut Demir de iki yıldır merkezde gönüllü beden eğitimi öğretmenliği yapıyor. Gazimağusa Özel Eğitim Merkezi ile DAÜ’de aldığı bir ders sayesinde tanıştığını anlatan Demir şöyle konuştu: “Engellilerde Spor diye bir ders almıştım. Dersi veren hocamızın sayesinde Özel Eğitim Merkezi’ne gittim. İlk başta, nasıl olur, yapabilir miyim diye çekingenlik yaşadım. İkinci hafta gittiğimde çocuklar beni görünce koşup sarıldı. O anı anlatamam. Sonrasında da oradan ayrılmak istemedim. Hâlâ orada gönüllü öğretmenlik yapıyorum.”

Konser verip yardım topladılar Okulun atölyelerinde kullanılan malzemeler çok erken yıpranıyor. Yırtılıyor, deliniyor, sürekli olarak yenilemek gerekiyor. Bu amaç doğrultusunda, merkeze maddi açıdan da gönüllü olarak katkı sağlanabilir. Veya doğrudan ihtiyaçları karşılanabilir. Örneğin, yaklaşık bir yıl önce 70 yaş üzeri, bir grup İngiliz kadın bir araya geldi ve ‘Thursday’ adında bir koro kurdu. Kurdukları koro sayesinde gelir elde ederek Gazimağusa Özel Eğitim Merkezi’nin mutfak atölyesinde kullanılmak üzere gerekli olan araç gereçleri satın aldı. Geçtiğimiz günlerde Doğu Akdeniz Üniversitesi bünyesinde bulunan Turizm Kulübü, Uluslararası Ofis ve destek veren yabancı uyruklu öğrencilerle Dr. Nazenin Ruso koordinasyonunda dans, müzik ve tiyatro şöleni düzenlen-

Engelsiz

Paylaşım Günleri

di. Şölen, Özel Eğitim Merkezi yararına yapıldı. Toplanan gelir merkezin atölyelerindeki eksikleri karşılamak için kullanılacak. Bu gösteride bir ilk de gerçekleşti.Öğrencilerin, sundukları ront gösterisinde kendileri dışında bir kişi de oynadı. Bu kişi, aynı zamanda onların gönüllü beden öğretmenliğini yapan Davut Demir idi.

Diğer etkinlikler hazırlık aşamasında Okul müdürü Emirali Evcimen, Mart ve Nisan aylarında şimdilik planlanan üç etkinlikleri olduğunu söyledi. İlk etkinlik 21 Mart’ta yapılacak. Doğu Akdeniz Üniversitesi Müzik Bölümü öğrencileri, okul yararına klasik müzik dinletisi sunacak. Bu etkinlikten toplanan gelirle okulun müzik atölyesinin araç gereçleri yenilenecek. İkinci etkinlik ise 28 Mart’ta olacak. Doğu Akdeniz Üniversitesi Özel Eğitim Bölümü ile ortak bir çalışma gerçekleştirilecek. Bu etkinlik için de Ankara Üniversitesi Özel Eğitim Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü Prof. Dr. Bülbin Sucuoğlu, ilkokul, okul öncesi ve özel eğitim bölümü öğrenci ve öğretmenlerine sınıflarda yaşanan davranış problemleri ve bunlarla başa çıkma yöntemleri konusunda teknik bilgiler verecek. Üçüncü etkinlik, yıl sonu gösterisi olacak ve 27 Mayıs’ta gerçekleştirilecek. Tüm gruplar bu gösteride yer alacak. Etkinlik, dans, tiyatro ve koro gösterilerinden oluşacak.

Renkli geçen etkinliklere yaklaşık 100 engelli ile velileri katıldı Kamil Yelim Doğu Akdeniz Üniversitesi Aktivite Merkezi’nde, 18 Aralık’ta engelli çocuklar ve otizm rahatsızlığı olanlar için bir etkinlik düzenlendi. Aktivite Merkezi İletişim Koordinatörü Mustafa İpekçioğlu tarafından organize edilen etkinlikte, ultrAslan, Sinema Kulübü, İletişim Kulübü, Aegee Famagusta, DAÜ-FEB, Kariyer Kulübü, DAÜ Crows, Müzikal, Bilim ve Felsefe Kulübü, Türk Halk Dansları, Çevre Kulübü ve Aktivite Merkezi’nin asistanları gönüllü olarak görev aldılar. Mağusa Özel Eğitim Merkezi ve İrfan Nadir 18 Yaş Üstü Rehabilitasyon Merkezi’nden üniversitenin otobüsleri ile Aktivite Merkezine getirilen engelliler için renkli etkinlikler düzenlendi. Yaklaşık 100 engelli ve velisinin katıldığı etkinlik kapsamında, öğrenci kulüpleri ve DAÜ öğrencilerinin, katılımcılar için Gazimağusa esnafını gezerek topladıkları oyuncaklar dağıtıldı ve yiyecek-içecek ikramları gerçekleştirildi. Aktivite Salonu’nda ise, üniversite müzik gruplarından Comandante’nin mini konseri büyük alkış aldı. Ayrıca otizm rahatsızlığı olan öğrencilerin sahnede gerçekleştirdikleri Türk Halk Dansı gösterisi, bu rahatsızlığa sahip bireylerin gerekli eğitim ve desteği aldıklarında neleri başarabileceklerini göstererek büyük beğeni topladı. El-yüz boyama, Playstation’da futbol maçı ve birçok mini etkinlik ile katılımcılar keyifli anlar yaşadı. Konu ile ilgili Mustafa İpekçioğlu şunları söyledi: “Yeni yıl yaklaşırken insanlığımızı hatırlamak amacı ile her zaman yaptığımız etkinliklerden farklı olarak, tamamen gönüllülük esası ile öğrencilerin de katılımıyla birlikte gerçekten güzel bir etkinlik gerçekleştirdik. Bu çocukların motivasyonunu arttırmak ve onları kısa bir an bile olsa mutlu etmek esas amacımızdı. Bu tarz etkinlikleri ise yıl içinde geliştirerek arttırmak istiyoruz ve bunun üniversitemizde farkındalık yaratmasını amaçlamaktayız.’’


6

Aralık 2014 - Ocak 2015

Fotoğrafçının vicdanıyla hesaplaşması

Derinden sarsıldı Suriye’de bulunduğu sırada birçok infaza şahit olduğunu da aktaran Özmen, o anlarda yaşadıklarını şöyle ifade etti: “Fotoğrafları çekmeye başladığım anda refleks olarak sadece olaya tanıklık ediyorum, ta ki makinemi indirip, kendi başıma kalana dek. O andan sonra kendi vicdanımla hesaplaşmaya başlıyorum. Suriye’deki birçok görüntüden sonra insan olarak çok büyük çöküntüler yaşadım. Kimseyle konuşamadığım günler oldu; uyuyamadığım geceler… Devamlı o görüntüler gözümün önünde dönüp durdu.”

Fotoğraflar: Emin Özmen

Gazete yayımlamadı

Fotoğraf: Emin Özmen Eser Karataş World Press Photo ödüllü fotogazeteci Emin Özmen, Doğu Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrenci uygulama gazetesi Gündem’in ‘Foto Gazetecilik’ söyleşisine katıldı. Söyleşide, çektiği fotoğraflardan oluşan bir slayt gösterisini ve Türkiye’deki Gezi olaylarını anlatan bir video belgeselini izleten Özmen, çektiği savaş fotoğraflarıyla adından yabancı medyada sıkça söz ettiriyor. Emin Özmen, savaş bölgelerine gidip fotoğraflamasının gerekçesi olarak, “Kendime dert ediniyorum ve savaşı anlatmak istiyorum. Orada olanları bir şekilde dünyaya duyurmak zorunda olduğumuzu düşünüyorum” ifadelerini kullandı.

İşkenceye tanık oldu Kendisine World Press Photo ödülünü kazandıran o fotoğrafın öyküsünü şu sözlerle anlattı: “Suriye’deki iç savaşa 3 farklı zamanda 33

kere gittim. Mart 2011’ den sonra sivil ayaklanmanın birinci yılı geride kalırken, Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ve Esad birlikleri arasındaki çatışmalar Halep’e kadar uzanmıştı. Gün boyunca ÖSO ve Esad yanlıların arasında şehri ele geçirmek için sert çatışmalar yaşanıyordu. 30 Temmuz 2012’de muhbirlere para dağıttığı söylenen iki Esad yanlısı ÖSO tarafından yakalanıp, sorgulanmak için ÖSO’nun elinde bulunan bir okula getirildi. Üzerilerinden çıkan yüklü miktardaki paraya el konulduktan sonra, okulun alt katını işkence odalarına çeviren ÖSO birlikleri, yakaladıkları iki kişiyi buraya indirerek ağır işkence altında sorgulamaya başladılar. Ben 15 gündür ÖSO birlikleri ile yaşıyordum. Bu sebepten dolayı fotoğrafları çekmekte bir sıkıntı yaşamadım, ta ki bir ÖSO istihbarat şefi bana orada bulunmamam gerektiğini söyleyene kadar. Ancak işkenceye tanıklık etmiş ve fotoğrafları çekmiştim. Makineme veya fotoğraflara el koymadılar. Bunun üzerine hemen oradan çıktım.”

Emin Özmen’e ödül kazandıran işkence fotoğrafı ile daha sonra çektiği infaz fotoğrafları çalıştığı gazete tarafından yayımlanmaz. Fotoğrafların yayımlanmamasının gazeteye olan inancını yitirmesine neden olduğunu söyleyen Özmen, yaşadığı iç hesaplaşmayı şu sözlerle anlattı: “Suriye’den İstanbul’a dönerken yolda gazetenin genel yayın yönetmeninin infaz fotoğraflarını kullanmak istemediğini öğrendim. Şok oldum, İstanbul’a iner inmez doğrudan gazeteye geldim ve yöneticilerin fotoğrafı neden kullanmadıklarını açıklamalarını istedim. Kaçamak cevaplar verdiler, siyasi nedenlerden dolayı kullanmak istememişlerdi fotoğrafı. O ana kadar benzer durumları yaşamıştım ama durum bu kez farklıydı. Aynı gazete daha önce yine Suriye’de görüntülediğim bir işkence anına dair çektiğim fotoğrafları da yayınlamamıştı, o fotoğraf birkaç ay sonra World Press Photo’ta ikincilikle ödüllendirildi. O günden sonra o gazetede yaptığım şeyin adının gerçek anlamda gazetecilik olup olmadığını sorgulamaya başlamıştım. Gezi olaylarında da, olayların ilk gününden son gününe

kadar çektiğim hiçbir fotoğraf kullanılmamıştı, tamamıyla siyasi nedenlerle. Son olayla birlikte gazeteye olan inancımı tamamen kaybetmiş oldum. Fotoğrafların kesinlikle kullanılmayacağını bizzat duyduktan sonra yayın yönetmeni yardımcısına gazeteden ayrılmak istediğimi söyledim; eşyalarımı toplayıp binayı terk ettim.”

Soma’yı fotoğraflamak için işine geri döndü İnfaz fotoğraflarını çektikten sonraki 6 ay eline fotoğraf makinesi alamadığını söyleyen Emin Özmen, Soma felaketinin yaşanmasının ardından Soma’yı fotoğraflamak üzere tekrar işine döndüğünü ifade etti. Özmen, halen çalışmalarını 14 arkadaşıyla birlikte kurduğu Agence Le Journal’de yürütüyor.

Emin Özmen kimdir? Sivas doğumlu olan Emin Özmen, Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi ile Avusturya’nın Linz kentindeki Sanat ve Tasarım Üniversitesi’nde fotoğraf eğitimi aldı. 2007 yılında bir bankanın sponsorluğunda, “Anadolu İnsanı” adlı ilk fotoğraf albümünü yayınladı. Bunu 2008 yılında yayınladığı Türkiye’de Mikrokredi Öyküleri adlı kitap izledi. Somali’deki kuraklık üzerine çektiği fotoğraflar, 2011 yılında bir kitapta toplandı. Özmen’in Suriye’deki iç savaşta çektiği fotoğraflar, Agence France Press aracılığıyla New York Times, Los Angeles Times, Washington Post, Guardian, El Pais ve BBC’de yayımlandı. Fotoğraf alanında dünya çapında çok sayıda ödüle sahip olan Özmen, halen Agence Le Journal bünyesinde çalışıyor.

Her Perşembe bir film Tuğçe Seren Karakoç

İletişim Fakültesi’nde her Perşembe artık film günü. Doç. Dr. Hanife Aliefendioğlu ve Yrd. Doç. Dr. Yetin Arslan’ın önderliğinde gerçekleşen etkinlik “Filmi birlikte izlemenin tadına varmak” sloganıyla bütün öğrencileri birlikte film izlemeye davet ediyor. Yrd. Doç. Dr. Yetin Arslan ile yaptığımız söyleşide etkinlik ile ilgili detayları sorduk. Film günleri kimin fikriydi? Film günleri fikri bir sohbet sırasında doğdu. Hanife Hoca (Aliefendioğlu) ile sohbet ederken, böyle bir etkinliğin bölümümüze hareket getireceğini, aynı zamanda da öğrencilerimize alternatif bağımsız filmleri, sanat sineması örneklerini, kısaca filmleri izleme olanağı yaratacağını

düşündük ve başlattık.

Bu etkinliğin ne gibi faydaları olacağını düşünüyorsunuz? İletişim Fakültesi olarak öğrencilerimizin hem alternatif filmlerden haberdar olmasını istiyoruz, hem de filmleri sinema ortamında izlemenin keyfini yaşamalarını amaçlıyoruz. Kıbrıs’ta alternatif filmleri kolay bulabileceğiniz bir ortam yok. Biz bu filmleri bulup öğrencilerimizle paylaşıyoruz.

bilen, ancak festivallerde gösterime giren filmler. Gösterilecek olan filmler kim tarafından ve neye göre seçiliyor?

Film günlerinde ne gibi filmler izletmeyi düşünüyorsunuz?

Film günlerine ilk başladığımızda Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilen özel günleri referans alarak filmlerimizi seçtik. Bunlardan bazıları; Uluslararası Tolerans Günü, UNESCO’nun Dünya Görsel - İşitsel Mirası Koruma Günü idi. Bu takvimin yanı sıra öğrencilerimiz ve meslektaşlarımızdan gelecek önerilere de açığız.

Sinema salonlarında izleme şansı bulamadığımız yani vizyona giremeyen veya vizyonda kısa süre izlene-

Etkinliğe beklediğimiz ilgi henüz yok. Aslında ilk başlarda da çok fazla

Etkinliğe gösterilen ilgi nasıl?

katılım beklemiyorduk. Ama beklediğimizden de kötüydü katılım. Her hafta biraz yükseliyor olması zamanla daha iyi olacağını gösteriyor. Ve vazgeçmeyeceğiz! Biliyoruz evde film izlemenin konforu başka. Ama burada biz başka bir şey sunmaya çalışıyoruz öğrencilerimize: DVD Shop’a gittiklerinde almayı akıllarından geçirmeyecekleri ya da sinema salonlarında izleme şansı bulamayacakları filmleri izletmek. Ben üniversite öğrencisiyken de film gösterimleri olurdu. Bugün benim hayatımın dönüm noktalarını oluşturan filmlerin bazılarını ben bu gösterimlerde izledim. Plansız şeyler bazen zihnimizde farklı kapılar açabilir. Bizim de amacımız bu! Öğrencilerimize popüler olanın dışında yeni yollar, yeni pencereler, yeni ufuklar açmak.

Emin Özmen


Aralık 2014 - Ocak 2015

7

Çevir kafanı; başka hayatlar göreceksin Duygu Göze, Merkezi Cezaevi’ndeki kadın mahkûmlara fotoğraf dersleri vererek, onların hayatı nereden, nasıl gördüklerini anlattı ve kadın mahkûmların çektiği fotoğrafları, hapishanede sergiledi. Projesiyle ilgili “Kendi küçük dünyamızda bazen bazı şeyleri göremiyoruz. Kıbrıs’ta başka hayatların da var olduğunu gördüm” diyor.

yüzleri görünecek mi gibi şüpheleri vardı. Ancak kendimi doğru ifade ettiğimi düşünüyorum ki dersleri yapmaya başladık. Dersler sırasında yaşadığınız en büyük sıkıntı neydi?

Sultan Emre Bakmakla görmek farklı şeyler. Bunu herkes söylüyor. Ancak iş uygulamaya gelince birtakım ön yargılar, genellemeler daha baskın çıkıyor. Farkındalık bu noktada önemli. Farkındalık ile toplum dönüştürülebilir, belki de suç oranları azalabilir. En önemlisi kişiler rehabilite edilebilir. Duygu Göze, farkındalık örneği göstererek bir proje gerçekleştirdi. Merkezi Cezaevi’ndeki kadın mahkûmlara fotoğraf dersleri vererek, onların hayatı nereden, nasıl gördüklerini anlattı. Bu belki bir terapiydi. Aynı zamanda dışarıdakilerle içerdekiler arasında bir bağ kurdu. Duygu Göze kadın mahkûmların çektiği fotoğrafları, hapishanede sergiledi. Göze Gündem’e projesinin hikayesini anlattı. Kadın mahkûmlara fotoğraf dersi verme fikri nasıl gelişti? Ben tesadüfen altı, yedi yıl mahkûmiyet yaşamış biriyle tanıştım. Bu kişi hapisten çıktıktan sonra hayatını değiştirmiş, üniversiteye gitmiş. Onu dinlerken, hiç o yöne bakmadığımı fark ettim. Ve fotoğrafçı olarak ne yapabileceğimi düşündüm. Ders verebilirdim, başvurdum. Şanslıydım, kabul edildi. İki, iki buçuk ay boyunca kadın mahkûmlara temel fotoğraf eğitimi verdim. Kadın mahkûmların bu fikre bakış açısı nasıl oldu? Çok istekliydiler. gazeteci miyim,

İlk başlarda fotoğraflarda

O konuda şanslıydım. Çünkü beni ve projeyi destekleyen birçok arkadaşım vardı. Onlardan kompakt dijital makineler topladım. Onun haricinde ben de bir fotoğraf makinesi götürdüm. Onlarla çalıştık. Çevremdeki insanların çok desteğini gördüm. Pil aldılar, kamera verdiler. Dersleri nerede yapıyordunuz? Biz dersleri kadınların televizyon odasında yaptık. Kadınların derse bakış açısı nasıldı? Çok iyiydi. Ben gitmeden önce hazırlanıyorlardı, heyecanlı ve istekliydiler. Bütün gün oturup iş işleyen biri için oldukça büyük bir değişiklikti. Biz önce teori dersi yapıp ardından, teorideki bilgileri uyguluyorduk. Bununla birlikte sadece fotoğraf çekmedik. Roland Barthes, Susan Sontag, John Berger de okuduk. Güzel bir dostluk bağı kurduğumuza inanıyorum. Dışarıda olanlarla hâlâ görüşüyorum. Yeniden böyle bir proje yapmayı düşünür müsünüz? İmkân olursa ve cezaevi beni yeniden kabul ederse neden olmasın? Tekrardan temel fotoğrafçılık dersi vermek gerekebilir, ardından kalacak olanlarla bir üst seviye derslere geçebiliriz, güzel olur. Ben projeye başladığımda da böyle düşünmüştüm ancak ikinci defa başvurduğumda, bir şekilde başvurumun onlara ulaşmadığını söylediler. Dilekçe ne İçişleri Bakanlığı’nda ne de Cezaevi Müdürlüğü’nde vardı. En azından bana öyle söylediler.

Bu proje size ne düşündürdü? Ben işe yaradığımı, hayatımda ilk defa faydalı bir şey yaptığımı hissettim. Onun haricinde birçok bakış açısı gördüm. Kendi küçük dünyamızda bazen bazı şeyleri göremiyoruz. Kıbrıs’ta başka hayatların da var olduğunu gördüm. Ve bunun çok ince bir çizgi olduğunu düşünüyorum. Her insanın uzak olmadığı bir şey. Bir cinnet anı ya da bir trafik kazası ve bunun ölümle sonuçlanması. Ve ben artık çocuğu için hırsızlık yapabilen anneyi de anlayabiliyorum. Sizi en çok etkileyen neydi? Beni en çok etkileyen ve düşündüren şey ilk önce fotoğrafların fotoğraflarını çekmeleriydi. Sevdikleri insanların fotoğraflarını fotoğrafladılar. Mahkûmlarda gözlemlediğiniz değişiklikler oldu mu? Çıkınca fotoğrafa devam etmek istiyorum diyenler oldu. Bu çok güzel bir şey. Tahliye olanlardan görüştüğünüz kişiler hayatını nasıl sürdürüyor? Eski bir hükümlü olduğunuz zaman iş bulmanız zor. Temiz kâğıdı şart. Bu imkânları devletin sağlaması gerektiğini düşünüyorlar. İş bulup çalışanları var, ev hanımı olan var. Bir şekilde hayata tutunmaya çalışıyorlar yani. Dışarıya çıktıkları zaman öncelikle bir adapte olma süreci yaşıyorlar. Çünkü bir süre hapiste yaşadılar, her gün bir gardiyan tarafından uyandırıldılar. Kaldıkları yerden devam etmek o kadar kolay olamıyor. Cezaevine hakim olan duygusal atmosferi nasıl tanımlarsınız? Umutsuzluk. mutluydular. şeyleri, bir Belki de bu

Ben gittiğim zaman Çünkü yapacak bir alternatifleri vardı. yüzden herkes ilgi

Kadın mahkûmlar, fotoğraflarla hapishanedeki yaşamı anlattı gösterdi. Kimse mutlu değildi orada oluşundan, yaptıklarından ama hayat insanı bir şekilde buraya çekebiliyor. Kimse kocasını öldürmek istemez, bilmiyorum. Bunun psikiyatrik boyutu da var tabii ki. Devletin hiçbir sosyal yardım yönü yok. Şiddet gören bir kadın için herhangi bir şiddet hattı yok mesela. Aslında biz rehabilite etmiyoruz, bir yere tıkıyoruz. Hırsızlıktan hüküm giymiş biri çıktığında yine hırsızlığa itiliyor bir şekilde. Zaten rehabilitasyon süreci yok. Herhangi bir iş imkânı sağlanmıyor. Ya da bu kadar uyuşturucu kaçakçısı var dışarıda ama çok küçük uyuşturucu suçlarından bir sürü küçük çocuğun hayatı kararıyor. Dışarıda bu tür yasadışı işler yapan çok daha büyük şebekeler varken 16-17 yaşındaki çocukların lise hayatı bitiriliyor. Yeni bir proje yapacak olsanız yaptıklarınıza neyi eklerdiniz? Ben kendi profesyonel alanım adına sadece fotoğraf dersi verebilirim. Ancak belki bir radyo televizyon ve sinema mezunuyla kombine edebiliriz. Bir film atölyesi yapabiliriz. Ya da belki bir edebiyatçı, şiir atölyesi yapabilir. Daha önce de drama dersleri verilmişti hapishanede.

Ve bir oyun sergilemişlerdi. Şunu da eklemek isterim, kadın mahkûmlardan bazıları İngilizce öğrenmek istiyordu. Eminim ki erkek mahkûmlardan da isteyen vardır. Ve biliyorsunuz toplumumuzun dörtte ikisi öğretmen. Gönüllü olarak İngilizce dersi verebilecek insanlar olabilir belki. Veya Türkçe dersleri de verilebilir. Bir öğrencim okuma yazma bilmiyordu mesela. Bana ‘keşke daha önce gelseydin, bana okuma yazma da öğretirdin’ demişti. İlgi gösteren kimse olmadığı için onlar da bunları yapamıyor. Tabii bu ilgiyi sadece halkın mı göstermesi gerekiyor onu da bilemiyorum. Onların şikâyetçi olduğu herhangi bir durum var mı? Mutsuz oldukları bir konu var. Cezaevinde bir tane psikolog var. Erkek mahkûmlar üç yüz kişi, kadınların da sayıları zaman zaman yirmiyi buluyor. Bu yüzden psikologdan yeterli terapi alamıyorlar. Her şeyden önce oraya daha fazla psikolog lazım. Doktor görme imkânları var ama çok sık görme şansları yok. Bana çok şey öğrettiler. Kendi hayat deneyimlerinden. Benimle paylaştılar, aramıza bariyer koymadılar.

Geldim, gördüm, hayal kırıklığına uğradım Kamil Yelim

“Doğudan Uzakta”, Araf’ta kalanların, bir yere ait olamayanların ve belki de tam da bu sebepten özgür olanların romanı. Yazar Amin Maalouf, gençliklerinin en güzel zamanlarını beraber geçirmiş ancak sonrasında iç savaş sebebi ile farklı yollara savrulmuş, farklı dini ve etnik kökenden gelen bir arkadaş grubunun yıllar sonra tekrar buluşmasını anlatıyor. Baş karakterimiz Adam, geride bıraktığı ülkesine ancak 20 yıl sonra, uzun zamandır küs olduğu ölüm döşeğindeki arkadaşının isteği üzerine dönmeye karar veriyor. Ancak bu yolculuk ölmekte olan bir

eski dostu ziyaretten çok daha başka anlamlar taşıyor Adam için. Tüm kitap boyunca Adam’ın kararsızlıklarına, çelişkilerine ve kafasından geçen binbir türlü düşünceye kapılıp, yazarın eşsiz anlatımı ile okuyoruz. Yolculuğun yapıldığı ülke Lübnan ancak kitapta hiçbir şekilde bu ülkenin adı anılmıyor, yerine sadece ‘bizim ülke’ deniyor. Kitap boyunca yazarın kendi hayatını anlattığı izlenimine kapılmak mümkün yine de bu sadece ‘birinin’ hikâyesi değil. Kitaptaki ‘bizim ülke’ ile bizim ülke arasındaki eşsiz benzerlikleri, bu coğrafyanın hangi noktasında doğarsa doğsun herkes fark edecektir.

Coğrafyamızda hiç eksik olmayan savaşlardan bir tanesini sonucu

dağılan bu arkadaş grubu aracılığı ile yazar; kalanların gidenler, gidenlerin ise kalanlar hakkında düşüncelerini inceliyor. Bunu da Adam karakterinin yazarak düşünmesi sayesinde bir deneme okur gibi okuyoruz. Bizim ülkede de bir güneş gibi doğuda doğan ama batıda batan ya da batacak olan birçok hayat var. O yüzden bu bizim ülkenin de romanı, tüm uyumsuzlara güzel bir sorgulama fırsatı sunuyor. Bana bu kitabı hediye eden harika insan, şöyle bir not yazmış: ‘’Olduğun ve inandığın şeyden vazgeçme... Doğudan uzaklaşma!’’ Ne mümkün! Son olarak kitaptan oldukça etkili bir alıntı yapalım: “Önce ülken sana karşı belli taahhütleri yerine getirecek. Orada tüm haklara sahip bir

yurttaş olarak görüleceksin, baskıya, ayrımcılığa, hak etmediğin mahrumiyetlere maruz kalmayacaksın. Ülken ve yöneticileri sana bunları sağlamak zorunda, yoksa sen de onlara hiçbir şey borçlu olmazsın. Ne toprağa bağlılık, ne bayrağa saygı. Başın dik yaşayabildiğin ülkeye her şeyini verirsin, her şeyi, hatta hayatını bile feda edersin; ama başın yerde yaşamak zorunda kaldığın ülkeye hiçbir şey veremezsin. İster doğduğun ülke, ister seni kabul eden ülke söz konusu olsun. Yüce gönüllülük yüce gönüllülüğü, umarsamazlık umursamazlığı ve aşağılama da aşağılamayı doğurur. Özgür varlıkların anayasası böyledir ve ben de başka bir anayasa tanımıyorum.”


8

Aralık 2014 - Ocak 2015

Sansür değil, kaliteli habercilik için Medya Etik Kurulu Eser Karataş

Günümüzde medyada yer alan haberler etik açıdan tartışılıyor. Adi suçlar diye tabir edilen suçlardan yargılananların isimlerinin yazılı basında yayınlanması, intihar veya trafik kazasında ölen bir kişinin görüntüsünün olduğu gibi, sayfa sayfa gazetelerde ve internet sitelerinde yer alması, medyada etik bir denetim mekanizmasına dair ihtiyacı ortaya koymaktadır. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde Medya Etik Kurulu, bu gereksinimden ortaya çıktı. Doğu Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi (DAÜ) Dekanı ve Medya Etik Kurulu Başkanı Prof. Dr. Süleyman İrvan’dan aldığımız bilgilere göre, Medya Etik Kurulu’nun oluşturulmasına yönelik ilk adım, Kıbrıs Türk Gazeteciler Birliği (KTGB) tarafından 8 Ocak 2011 tarihinde, KTGB lokalinde düzenlenen “Medya Etik Deklarasyonu Buluşması” isimli toplantıda atıldı. Toplantıda, Medya Etik Deklarasyonu oluşturulması için çalışmalara başlanılması kararı alındı. Medya Etik Kurulu ilk toplantısını 13 Haziran 2013 tarihinde yaptı. Kurulda, KTGB Başkanı Hüseyin Güven, gazeteciler Hasan Kahvecioğlu, Erten Kasımoğlu ve Erdinç Gündüz, Barolar Birliği temsilcisi Avukat Öncel Polili, DAÜ İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Süleyman İrvan ile Yakın Doğu Üniversitesi (YDÜ) İletişim Fakültesi öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Gürdal Hüdaoğlu yer aldı.

Prof. Dr. İrvan’a göre, gazetecilik meslek ilkelerine aykırılık iddialarını değerlendirerek kararlar üretecek bir özdenetim kurumu olan Medya Etik Kurulu, medya kuruluşlarına ceza yağdıran bir kurul olarak değil, onları sorumlu ve etik yayıncılığa teşvik eden bir mesleki denetim mekanizması olarak değerlendirilmeli. Kurulun denetçiliğinin yanı sıra bir diğer amacı ise kaliteli haber üretimini sağlayıp ağırlıklı olarak yazılı basın ürünü olan gazete ve internet haberciliğine yüksek standartlar kazandırmak.

Kırka yakın karar çıktı İrvan, kurulun çalışmaları ilgili olarak şunları söylüyor: “Kıbrıs basınının daha iyi işlemesi için bir deklarasyon ve Medya Etik Kurulu ilkelerini belirledik. Bu çerçevede kurulduğumuzdan beri kırka yakın karar çıktı ki bu hiç küçümsenecek bir rakam değil. Kurul kendilerine e-posta, sosyal medya DAÜ İletişim Fakültesi Dekanı ve Medya Etik Kurulu Başkanı ve telefon üzerinden ulaşan şikâyetleri Prof. Dr. Süleyman İrvan değerlendirmeye alacak ve yapacağı ön değerlendirmede Etik Kurul kararı gerektirecek bir sorun Kurulun hiçbir yasal yaptırımı yok. Zaten ceza yağdırmak için kurultespit edildiği takdirde, öncelikle tarafların iddia ve savun- muş bir kurum da değil. Kınama cezası veriyoruz ve bu bazen malarını inceleyecek ve inceleme sonucunda oluşturacağı ceza kesmekten daha etkili oluyor. Bence yaptırımı daha fazla, kurul kararlarını da medya yoluyla kamuoyuna duyuracak. çünkü kimse kınanmak istemez.”

Medya mensupları Medya Etik Kurulu hakkında ne düşünüyor?

İsmet Özgüren (BRT program yapımcısı ve Diyalog Gazetesi editörü):

Medya Etik Kurulu, genel hatlarıyla atılmış önemli bir adım. Aslında bu ve benzeri oluşumlara gerek kalmadan medya kendi sorumlulukları çerçevesinde yayın yapmalı, doğalı bu. Ancak birinin yapıp diğerinin bozduğu bir ortamda, bozanı deşifre etme de önemli bir şey. Gökhan Altıner (Gazeteci-yazartelevizyon programcısı): Medya Etik Kurulu gibi bir yapının ülke medyası üzerinde eşik bekçiliği görevi yürüttüğüne inanmaktayım. Ne yazık ki zaman zaman Kıbrıs

Türk medyası yanlış ve aşırı taraf haberler yapabilmekte ve kitleleri doğru olmayan bir şekilde yönlendirebilme eğilimi taşıyabilmektedir. İşte böyle zamanlarda Medya Etik Kurulu’nun yaptığı uyarılar ve tespitler herhangi bir cezai yaptırım gücü taşımasa da, doğru olanı söylemekte ve kamusal alan vicdanını harekete geçirebilmektedir. KKTC’de Medya Etik Kurulu’nun özellikle seçim dönemlerinde daha proaktif olması gerektiğine de inanıyorum. Murat Demirci (Anadolu Ajans Kıbrıs temsilcisi): Basının iç dinamiklerinin oldukça güçlü olduğu KKTC’de Medya

Etik Kurulu gibi bir kurulun olması öncelikle büyük bir avantaj. Etik Kurulu tarafından haberlerin filtre edilmesi gazeteciler için bir güven ortamı oluşturmaktadır. Ulusal basının oldukça güçlü olduğu ve hemen hemen her kesimin bir basın organının bulunduğu KKTC’de, haberlerin Etik Kurulu tarafından denetlenmesi haberlerin güvenilirliğini de arttıran bir olgu olmaktadır. Gazete sahibinin, editörün, muhabirin, haberinin Etik Kurulu tarafından denetleneceğini bilmesi, karşısında böyle bir kurumun olduğunu bilmesi çağdaş, demokratik gazetecilik ilkelerinin en önemli şartlarının gereğidir.

Minik kalpler mutlulukla attı DAÜ Haber

Doğu Akdeniz Üniversitesi (DAÜ), Toplumsal Duyarlılık Merkezi çatısı altında DAÜ İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Reklamcılık öğrencileri tarafından çok sayıda sosyal sorumluluk projesi gerçekleştirildi. Bu projelerden birinde, DAÜ İletişim Fakültesi, Halkla İlişkiler ve Reklamcılık Bölümü öğretim görevlileri Umut Ayman ve İpek Halim tarafından verilen sosyal sorumluluk dersi öğrencileri ve DAÜ İletişim Fakültesi Genesis IMC Ajansı tarafından, Lefkoşa’nın Çağlayan bölgesindeki çocuk yurdu ziyaret edildi. DAÜ’lü öğrenciler, yeni yıl öncesinde, Çağlayan Çocuk Yurdu’nda yaşayan çocuklara ve gençlere parti düzenleyerek onlara eğlenceli ve unutulmayacak bir gün yaşattılar. Ayrıca, Çağlayan Çocuk Yurdu’nda yaşayan çocuk ve gençlerin ihtiyaçlarını

giderecek bazı eşyalar alarak hem onlara katkıda bulundular, hem de keyifli bir gün geçirmek için onlara pasta ve meyve suyu ikram ettiler.

Etkinliği düzenleyen DAÜ İletişim Fakültesi öğrencileri, çocuklarla sohbet edip oyunlar oynadılar. Çağlayan Çocuk Yurdu’ndaki çocukları ve gençleri eğlendirmek için hiçbir ayrıntıyı unutmayan DAÜ’lüler, eğlencenin yapılacağı salonu süsleyip, gitar eşliğinde neşeli vakit geçirdiler.

SOS Çocuk Köyü’ne hediyeler DAÜ İletişim Fakültesi, Halkla İlişkiler ve Reklamcılık Bölümü öğrencilerinden Gbolahan Adegboyega Ishola ve Chijioke Emmanuel Nwani öğrencileri tarafından gerçekleştirilen bir başka projedeyse, SOS Çocuk Köyü’ne oyuncak ve hediyeler götürüldü. Öğrenciler, Villar Fashion

Hakan Yıldırım (Diyalog TV haber spikeri ve program yapımcısı): Medya Etik Kurulu bu coğrafyada dünyaya geldiğinde umutlanmıştım. En azından denetleyici bir yapının olması umut vericiydi. Kurulda yer alan isimler de yabana atılacak isimler değil. Sonra düşündüm, ne kadar etkili olurlar? Bu ülkede neler yapılıyor, neler! Bu coğrafyada Sayıştay bile hesap soramıyorken, yöneticiler Sayıştay’dan bile korkmuyorken, Medya, Medya Etik Kurulu’ndan nasıl korkardı? Nitekim şöyle bir gerçek var: Kurul ne kadar kaliteli olursa olsun, isimler ne kadar değerli ve kararlı

Eshref Qahili’den resim sergisi tanıtan ve sanat anlayışına değinen DAÜ İletişim Fakültesi Görsel Sanatlar ve Görsel İletişim Tasarımı Bölümü öğretim üyesi ve sanatçı Doç. Dr. Ümit İnatçı, Qahili’nin gravür ve desen arası resimlerinde dışavurumcu bir dil kullandığını söyledi.

adlı Afrika markasının sponsorluğu ile aldıkları kıyafetleri satarak elde ettikleri gelir ile çocuklara hitap eden hediyeler aldılar. Hediye paketlerini Tangül Meral’a teslim ederek, alınan hediyelerin çocuklara ulaşmasını sağladılar.

Yardım gecesi Hakan Yaman, Kıvanç Cömert, Mehmet Güven Gülgül, Nihan Çetin ve İfedayo İbrahim tarafından Gazimağusa’daki Cafe İnn adlı mekânda bir yardım gecesi gerçekleştirildi. Öğrenciler, “Ben de Varım” sloganıyla yola çıkarak yardım gecesinden elde edilen geliri kimsesiz çocuklara bağışladılar. Böyle bir geceye katılarak duyarlılık gösteren konuklar, karaoke partisi yaparak eğlenceli vakit geçirdiler. Geceden elde edilen gelir, Kimsesiz Çocuklar Vakfı’na ve Çağlayan Çocuk Yurdu’na bağışlandı.

olursa olsun, bu ülkenin medyası hâlâ daha zanlıları mahkûm gibi gösteriyorsa, isimler çarşaf çarşaf veriliyorsa, intihar haberlerinde etik olmayan cümleler ve kareler hâlâ daha birinci sayfalarda yer alıyorsa, bu ülkenin Medya Etik Kurulu’ndan önce, hayatı etik yaşamaya ihtiyacı var düşüncesindeyim. Cumhurbaşkanının bile saygı görmediği bir yerde, kurulun saygınlığı bence tartışılır. 2014 yılı taraflı haberciliğin, nefret söylemlerinin, medyada dil ayrımcılığının yaşandığı bir yıl oldu. Umarız 2015 yılı daha kaliteli haberlerin yapıldığı ve ayrıca sansür ve otosansürden uzak özgürce konuşabilen gazetecilerin yılı olur.

Kosovalı ressam Eshref Qahili DAÜ Haber Kosova Priştine Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi öğretim üyelerinden ressam Eshref Qahili, eserlerini Doğu Akdeniz Üniversitesi (DAÜ) İletişim Fakültesi Görsel Sanatlar ve Görsel İletişim Tasarımı Bölümü Sergi Platformu’nda 26 Aralık – 16 Ocak tarihleri arasında izleyiciyle buluşturdu. Serginin açılışına, DAÜ öğretim üyeleri, öğrenciler ve sanatseverler katıldı. Serginin açılışında Eshref Qahili’yi

DAÜ İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Süleyman İrvan da açılışta yaptığı konuşmada, Kosovalı tanınmış sanatçı Eshref Qahili’yi DAÜ’de görmekten mutluluk ve onur duyduklarını ifade etti. Prof. İrvan, Kosova’nın en önemli üniversitesi olan Priştine Universitesi ile de karşılıklı etkinlik şeklinde başlayan ilişkiyi daha ileriye götürmek arzusunda olduklarını belirtti. Eshref Qahili ise yaptığı konuşmada, Priştine Üniversitesi ile DAÜ arasındaki ilişkileri geliştirmek için katkı koymaya hazır olduğunu ifade etti. Qahili, savaşın yarattığı karamsar dünyadan sıyrılarak daha aydınlık bir yaşamın izlerini sürmeye çalıştığını söyledi.


Aralık 2014 - Ocak 2015

kültür bir kampüste Akın Bodur Bilinen tarihi, milattan önceye dayanan ve birçok medeniyete ev sahipliği yapan Kıbrıs, günümüzde de farklı ülkelerden öğrencileri barındırıyor. 116 ülkeden 64 bin öğrenciye üniversite eğitiminin verildiği Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, günümüzde kültürlerin buluştuğu bir ada konumunda. 98 ülkeden 19 bin öğrencinin bir kampüste eğitim aldığı Doğu Akdeniz Üniversitesi, mesleki eğitimin yanı sıra ayrı kültürlerin birbirini tanımasına da katkı sunulmasının aracı konumunda. Bu kadar değişik kültürü bir arada tutan kampüs, kültürel etkileşimin de aracı olabiliyor mu? Konuştuğumuz öğrencilerden bazıları, bunun pek de öyle olmadığı görüşünde. Eğitim için Türkiye’den KKTC’ye

gelen Hukuk Fakültesi 3. sınıf öğrencisi Aslı Berat Akkülah (31), farklılıkların eğitimde kaliteyi bozduğunu savundu. Akkülah, “Farklılık ister istemez yaşanıyor. Ama bunun eğitimde yararını gördüğümü söyleyemem. Aksine eğitimde kaliteyi bozduğuna inanıyorum. Burs ya da parayla herkes üniversiteye alınınca, ister istemez kalite bozuluyor. Bence buna karşı, yani üniversitenin kalitesini koruma anlamında sınırlama getirilmeli. Mesela özel sınav gibi yöntemlerle kriterler yükseltilmeli. Ayrıca kültür farklılığı zaman zaman huzursuzluğu da getirebiliyor. Özellikle kız öğrenciler kültürel farklılıklar nedeniyle zor anlar yaşayabiliyor” dedi. Mağusa’da bir evde kaldığını ve Nijerya, Kenya, Azerbaycan gibi ülkelerden komşuları olduğunu anlatan Akkülah, kahve ikramı, yemek hazırlama, yakınlık gibi yöntemlerle farklı ülkelerden gelenlere Türk misafirperverliğini gösterdiğini, bu anlamda bir kültür aktarımı yaptığını ama farklı kültürlerden bir şey almadığını düşünüyor. Akkülah, hatta bir adım

Görüştüğümüz öğrencilerin beklentisi, DAÜ’de kültürlerarası etkileşimin daha yoğun yaşanması gerektiği yönünde

daha ileri giderek, farklı kültürlerden gelenlerin “dejenere olduklarını ve kültürlerinin yozlaşmış olduğunu” iddia etti. Afrika kökenli öğrencilerin sıraya girme alışkanlığı olmadığından yakınan Akkülah, ortak kullanım alanlarında gerekli hijyeni göstermediklerini, ‘Başkalarını rahatsız eder miyiz?’ diye düşünmediklerini savunarak, üniversite yönetiminin yabancı öğrencileri el üstünde tuttuğunu, onlara gösterdiği ilgi ve toleransı Türkiye’den gelen öğrencilere göstermediğini öne sürdü.

“Kültür alışverişi çok fazla değil” İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü 1. sınıf öğrencisi olan KKTC’li Ertuğrul Şenova (20) ise kampüste birçok ülkenin kültürünün bir arada olmasının iyi olduğunu ama bunun çok da fazla paylaşılamadığını belirtti. Şenova, “Türkiye’den gelen birçok kişiyle kültür paylaşımında bulundum. Birkaç İranlıyla da. Ama kültür alışverişinin çok fazla katkısı olmadı. Sanırım diğer ülkelerden gelenlerle de yeterli yakınlaşma sağlanamadı. Bunda dilin etkisi yok, dil biliyorum, ama belki iki taraf da bunun için adım atmadı” dedi. Afrikalı öğrencilerin çoğunun ayrımcılık yaptığını söyleyen Şenova, “Belki geçmişte bölgelerinde yaşadıkları siyah-beyaz ayrımından kaynaklı bir savunma mekanizmaları olabilir. Sanki kendi içlerinde bir gruplaşma yaratmışlar. Onların yanlarında hiç ‘beyaz’ görmedim” değerlendirmesinde bulundu. Yine İletişim Fakültesi öğrencisi İranlı Erfan Siavaşi (30) de KKTC’nin vize sorunu yaratmaması ve ABD ile birçok ülkeye göre eğitimi daha ucuz olması nedeniyle Mağusa’da eğitim almaya başladığını belirtti. İranlıların çok sert, Kıbrıslıların ise çok rahat

İnsan Hakları Günü etkinliklerle kutlandı larının insan haklarına ilişkin dileklerini paylaştıkları insan hakları ağacının süslenmesi ve kolaj çalışmasıyla başladı. Fakültenin araştırma görevlisi Engin Aluç, gitarıyla “yersiz yurtsuz şarkılar” söyledi. DAÜ İletişim’in Kazakistanlı öğrencileri Gulsaya Kaisagaliyeva ile Raziya Assylgozina, Kazakistan’da kadın hakları konulu bir sunum yaptı. Etkinlikler kapsamında gerçekleştirilen iki söyleşide kuir ve mekân ilişkisiyle mülteci hakları konuşuldu.

Öğrenciler insan hakları taleplerini dile getirdi Gündem Haber İnsan Hakları Günü, Doğu Akdeniz Üniversitesi (DAÜ) İletişim Fakültesi’nde etkinliklerle kutlandı. Radyo, Televizyon, Sinema ve Gazetecilik Bölümü ile Toplumsal Duyarlılık Merkezi’nin ortaklaşa düzenledikleri etkinlikler gün boyunca devam etti. Evrensel insan hakları konusunda farkındalık oluşturmayı amaçlayan etkinlikler, öğrenci ve öğretim eleman-

Kuir ve mekan ilişkisi Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Mimarlık Fakültesi öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Levent Şentürk, tarihsel bir perspektife dayandırdığı konuşmasında kuir düşüncenin mimarlık alanında yaptığı müdahaleleri irdeledi. Konuşmasında, “insan hakları meselesi temelde özgürlükle ilgilidir. İnsan hakları ve özgürlüklerle ilgili konuşmak siyasetten ve mekândan bahsetmek demektir” diyen Şentürk, özerkleşmeyi ise şu ifadelerle tanımladı: “Muktedir olandan özerkleşme,

merkezi olandan özerkleşme, düzenden özerkleşmedir. Aslında her türlü güçten özerkleşmedir. Kendi anlatılarımızdan da özerkleşmedir; kendi çizgisel anlamdaki tarihsel anlatılardan da özerkleşmedir.” Şentürk, kuir özerkleşmenin, bedensel, cinsel ve politik anlamda bir özerkleşme olduğunu söyledi.

Birey: Kıbrıs’ın kuzeyinde hak ihlâlleri var Söyleşilerin ikinci konuğu, Mülteci Hakları Derneği’nden Tegiye Birey, konuşmasına son bir ayda yaşanan üç hak ihlâlini hatırlatarak başladı. Bunlardan ilkinde, 15 Kasım törenleri sırasında vicdani ret hakkıyla ilgili pankart açmak isteyen bir grubun polis tarafından zor kullanılarak gözaltına alındığını, bu gözaltının, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin barışçıl biçimde gösteri yapma hakkını düzenleyen maddesini ihlâl ettiğini söyledi. Tegiye Birey, ikinci ihlâl örneği olarak, vicdani ret hakkını kullanmak isteyen Haluk Selam Tufanlı’nın 4 Aralık’ta tutuklanmasını verdi. Birey, son hak

ve sakin insanlar olduğunu anlatan Siavaşi, “İran’da yapamadıklarımızı burada yapabiliyoruz. Kültürümün bir bölümünü de buraya taşıdım; sinema kültürümüz gibi. Buradan da özgürlük, alkol ve arkadaşlık kültürü aldım” dedi. İletişim alanında yüksek lisans öğrencisi 26 yaşındaki Filistinli Muhammad Abo Reesh de ülkesinin kurallarına göre eğitildiğini ve iki ülke kültürünün birbirinden çok farklı olduğunu söyledi. Reesh şöyle konuştu: “Kıbrıs’ı seviyorum, ama burada fazla yaşayamam. Çünkü kültür farkı var. Ağır basan kültür, Filistin kültürü. Filistin’de alkol yasak, burada serbest. Filistin kültürünü insaniyet boyutuyla buraya taşımaya çalışıyorum. Buradan da kültürel yaklaşımları aldım. Ağırlıklı olarak farklı ülkelerden gelenlerle birlikteyim. Tek tercihim iyi niyetli insanlar. Burası bakış açımı değiştirdi. Çünkü farklı kültürlerin bir araya gelmesiyle düşüncelerim, görüşlerim etkilendi ve bu değişmeyi getirdi. Farklı kültürlerden öğrencilerin bir arada eğitim almasını bu nedenle pozitif buluyorum” Iraklı Aybeniz Küzeci (25) ise DAÜ’deki öğrenciliği sırasında KKTC’yi tanıdığını ve yemek kültürünü öğrendiğini belirtti. Radyo TV ve Sinema eğitimi alan Küzeci şu değerlendirmeyi yaptı: “Dünyada bilmediğim yerleri öğrenme açısından buranın eğitimi iyi oldu. Birçok ülkenin haritada yerini öğrendim. Ülkeleri ve kültürlerini tanıdım ve bu konuda yabancılık çekmeyeceğim. Bunun bana ve mesleğime katkı sağlayacağına inanıyorum. İngilizcem yeterli olmadığı için bu dili konuşan öğrencilerle çok fazla iletişimim olamadı. Türkçe konuşan, Azeri, Kırgız, Türkmenlerle iletişimim iyi oldu.” ihlâli örneği olarak da, sığınmacı konumundaki 234 kişinin, durumları görüşülmeden Türkiye’ye geri gönderilmesini gösterdi. Kişi ve grupların sığınmacı ve mülteci olmayı gönüllü olarak seçmediklerini hatırlatan Birey, mülteci haklarının uluslararası sözleşmelerle güvence altına alındığını, ancak Kuzey Kıbrıs’ta bu hakkı düzenleyen bir yasa bulunmadığını ifade etti. Yasayı çıkarmak için milletvekilleriyle temas kurmaya çalıştıklarını belirten Tegiye Birey, bir an önce bu ayıptan kurtulunması ve uluslararası sözleşmelere uygun bir mülteci hakları yasasının çıkarılması gerektiğini ifade etti. Etkinlikler, fotoğraf sanatçısı ve öğretim görevlisi İsmail Gökçe’nin “kendi haklarını tanımla” başlıklı stüdyo çekimleriyle sona erdi.

Etkinlikte bir dilek ağacı kuruldu

9

Bir dönem için yurtdışında okuyabilirsiniz

Alican İşler Bahar döneminde yurtdışındaki bir üniversitede okumak istemez misiniz? Doğu Akdeniz Üniversitesi’nin (DAÜ) Amerika Birleşik Devletleri, Almanya, Avusturya, Kazakistan, Ukrayna, Rusya, Kore ve Çin’deki bazı üniversitelerle yapmış olduğu anlaşmalarla, bir dönem bu üniversitelerde okumanız mümkün. Yapmanız gereken güz ya da bahar dönemlerinin başında Uluslararası Ofis’e başvurmak. Uluslararası Ofis, öğrencilerin başvurularını değerlendirerek, gitmek istediği yurtdışındaki üniversite ile bağlantı kurup ilgili evrakları karşı tarafa iletiyor. Genelde bir dönem için yapılan değişim programını üniversitenin de onayını aldıktan sonra uzatmak da mümkün.

Murat Aktuğralı Uluslararası Ofis Koordinatörü Murat Aktuğralı’ya göre, yurtdışındaki üniversite öğrencileri DAÜ’ye oldukça ilgi gösteriyor. DAÜ öğrencileri ise programdan olması gerektiği gibi yararlanmıyor. Aktuğralı, DAÜ öğrencilerinin de öğrenci değişim programından yararlanmalarını tavsiye ediyor. Erasmus programı ile öğrenci değişim programı arasındaki en büyük fark ise ücret. Öğrenci değişim programı sayesinde buraya gelen öğrenciler ve bizim üniversitemizden giden öğrencilerimiz herhangi bir şekilde ücret ödemiyor ancak Erasmus programında bilindiği gibi bir ücret ödemek gerekiyor. Programa dahil olan öğrenciler, ulaşım, konaklama ve dönem harcı ücretlerini kendileri ödüyorlar. Uluslararası Ofis Koordinatörü Murat Aktuğralı farklı bir coğrafyada eğitim almanın, farklı deneyimler kazandıracağı görüşünde. Öğrencinin dil ve kişisel gelişimine faydalı olacağını söylüyor.


10

Aralık 2014 - Ocak 2015

Bir ana-oğulun zorunlu göç öyküsü

Erol Mintaş, büyük kentte yaşayan Kürtlerin öyküsünü anlatıyor Kamil Yelim Saraybosna ve Altın Portakal film festivallerinden 2014 yılında “en iyi film’’ ve “en iyi erkek oyuncu’’ gibi ödüller kazanan “Annemin Şarkısı’’ (Klama Dayîka Min) yönetmeni Erol Mintaş Doğu Akdeniz Üniversitesi’ni ziyaret etti. Film gösterimine öğrencilerin yoğun ilgi gösterdiği görüldü. Film, zorunlu göçe maruz bırakılmış bir Kürt anne-oğul hikâyesini gerçekçi bir dille anlatıyor. Senaryo filmin yönetmeni ve oyuncu kadrosunun kendi hayatlarında yaşadıkları bir olaya dayanıyor. Film, bir anne-oğul hikâyesini, birbirlerine olan sevgilerinden tutun, farklılıklara kadar çok geniş bir yelpazede, inişleri ve çıkışlarıyla irdeliyor. Filmi izlerken, bize

de geriye kalan, Türkiye’nin geçmişiyle nasıl hesaplaşacağını düşünmek oluyor. Filmi sırtlayan isim ise anne rolündeki Zübeyde Ronahi. Daha önce çektiği iki kısa filmden “Butimar” İFSAK Kısa Film Festivali’nden Jüri Özel Ödülü, “Berf” ile 2010 Altın Portakal ödülünü kazanan Erol Mintaş, sorularımızı yanıtladı. Bu filmi yaparken nelerden esinlendiniz? Ben daha önce iki tane film yaptım: Butimar ve Berf. Son filmle birlikte aslında bunlar bir üçleme. Önceki film bir sonrakinin tohumu oldu. İlk kısa filmi çekerken Berf’in hikâyesi çıktı. Sonra Doğubeyazıt’ta Berf’i çekerken oradan çıkan bir fikirle Annemin Şarkısı’nın ilk sahnesini yazdım; sonra o şekilde yavaş yavaş

gelişti. Filmde iki temel karakter var; bir anne ve oğul karakteri. Aslında bu iki karakter üzerinden kendime dert edindiğim bazı şeyler vardı. İşte Nigar karakteri üzerinden İstanbul’da yaşayan yaşlı bir kuşak var. Biliyorsunuz 6 milyona yakın belki daha fazla bir Kürt nüfusu var İstanbul’da. Açıkçası İstanbul’u ben her zaman bir Kürt şehri olarak da görüyorum. Kürtlerin kendi kültürlerini, edebiyatını, müziğini ve hatta politik düşünce üretimi bile orada olmuştur bazı zamanlarda. Bu netice ile oradaki Kürt toplumunun nasıl yaşadığına dair sürekli kafa yoruyordum. Sonra işte yaşlı bir kuşağın olduğunu, bunun savaş mağduriyeti de yaşayan ama daha sonra bu kentsel dönüşümle birlikte ikinci bir zorunlu göçe de tabi kalmış bu yaşlı kuşağın yaşadıklarını da Nigar karakteri üzerinden yazdım.

Ali karakteri de İstanbul’daki entelektüel bir kuşağı temsil ediyor. Bunlar kendi hayatlarında sonuçta iki dilli yaratıyorlar. Bu “iki dilli hayat” özellikle Türkiye’nin büyük metropollerinde önemli bir şey. Çünkü bütün bir Kürt toplumu, bu büyük şehirlerde iki dilli bir hayat yaşıyor. Bir de şöyle bir şey var, 90’lardan sonra Türkiye’de bence iki tane Kürt meselesi vardır: Biri, Türkiye’nin büyük metropollerindeki Kürt meselesi, diğeri de Kürt coğrafyasındaki Kürt meselesi. Dolayısı ile bu iki mesele, çözüm için birbirinden farklı formüller gerektiriyor. Onun için de bu filmde ben daha çok batıdaki tarafı anlattım. Batıda kalan genç kuşak nasıl bir hayat kuruyor, nasıl bir hayal kuruyor? Biraz bu dertlerin birleşme-

sinden sonra Ali oğul oldu, Nigar anne oldu ve bir anne-oğul hikâyesi oluştu. Nigar karakterinin, siz Cumartesi Anneleri’nden olduğunu belirttiniz. Nigar’ı oynayan Zübeyde Rohani ile nasıl tanıştınız?

Zübeyde Rohani zaten bir oyuncu değil, ilk defa benim filmimde oynadı. Onunla tanışma sürecimiz bayağı eskiye dayanıyor. Aslında tesadüfen karşılaştık. Çünkü onun oğlu benim arkadaşım. Ben bir anne arıyordum. Bir gün Bilgi Üniversitesi’nde Ermeni Katliamı üzerine bir panel vardı. İşte eskiden Diyarbakır’da bir Ermeni mahallesi olduğundan, o da orada tecrübelerini anlatmak için bulunuyordu. Orada tesadüfen gördüm ve “benim karakterim bu” deyip tanıştım. Daha sonra da arkadaşımın annesi olduğunu öğrendim. Bir şekilde başladık konuşmaya ama ikna etmek iki yılımızı aldı. İyi ki de oldu gerçekten kendisi çok yetenekli ve ufku açık. Film zorunlu göç konusunu işliyor. Kürt halkının bu süreçte yaşadıkları üzerine söylemek istedikleriniz nelerdir? Film, 90’larda köyleri yakıldıktan sonra savaş mağduru olarak zorunlu bir şekilde İstanbul’a taşınan bir ailenin hikâyesini anlatıyor. Ailenin diğer fertleri de birçok yere dağılmış. Biri gözaltında kaybedilmiş, diğeri ise Avrupa’da sürgünde. Yani bambaşka yerlere dağılmış bir aileden geriye kalan bir anne-oğulu

anlatıyoruz aslında. Onlar da Tarlabaşı’nda yaşıyorlar. Köyden gelen diğerleri ile birlikte orada yeni bir yaşam inşa etmişler. Bir şekilde dayanışma ruhu var, birlikte yaşama kültürü hâlâ devam ediyor orada. Ama şimdi kentsel dönüşüm ile birlikte zorunlu göç ikinci kez yaşanıyor. Aslında sorun, bu kentsel dönüşümün pervasızca olması. Ben şahsen kentsel dönüşüme karşı değilim, çünkü her mahallenin altyapısının iyi olması, her mahallenin gazının, suyunun, elektriğinin ve yolunun iyi olması gerekir. Bu, herkesin hakkı. Ama şu an mevcut durumda yapılan kentsel dönüşüm niye yapılıyor? O mahalleye giriyor ve o mahalleyi boşaltıyor ve diyor ki; ‘’Ben bu mahalleyi iyileştireceğim ama siz gidin buradan. İyileşirse siz burada yaşamaya değer değilsiniz, hak etmiyorsunuz.’’ Bizim reddettiğimiz şey bu.

Çocuk gözünden öfkeli milliyetçilik girmiş ve ırkçı bir yola sürüklenmiştir. İşte hikâyemiz de aslında tam bu noktada başlamaktadır.

Kamil Yelim “This is England” filmi bize tanıdık bir senaryonun bir başka kültürdeki versiyonunu izletiyor. Filmde, Einstein’ın dediği gibi bir ‘çocukluk hastalığı’ olan milliyetçiliğe yine bir çocuğun gözünden bakıyoruz. Shaun, babasını Falkland Savaşı’nda kaybetmiş, yalnızlık çeken ve arkadaşları tarafından alay edilen bir çocuktur. 80’li yılların kaotik ortamında, babasız kalan Shaun, yalnızlığını kendi başına oynayarak, etrafta dolaşarak ve bir Pakistan göçmeninin marketinde

çizgi romanları okuyarak geçirmeye çalışır. Market sahibi, sonunda para ödemeden çizgi romanları okuduğu için Shaun’u marketten kovar ve bir daha gelmesini yasaklar. Shaun oraya tekrar dönecektir, ama nasıl? Film, ağır bir İngiliz aksanına aynı zamanda muhteşem müziklere sahip ve gerçekçilikten hiç kopmadan; bir çocuğun gözünden ırkçılığın/ milliyetçiliğin nereden beslendiğini ve nasıl geliştiğini anlatıyor. 2006 yapımı bu film, çevremizde de sıkça duyduğumuz milliyetçi söylemlerin temelinde yatan anlayışı, yani; aidiyet duygusunu etnik kimliğin-

den öteye taşıyamamış, insan olmanın evrenselliğini hissedememiş ve uyrukları/renkleri/dilleri/ cinsiyetleri arasına vicdanlarını sıkıştırmışları konu ediyor. Shaun arayışını sürdürürken, bir ‘köprü altında’ yaşları kendisinden daha büyük bir grup genç ile karşılaşır. Bu gençler, 60’lı yıllarda ortaya çıkan bir altkültür akımı olan dazlak (skinhead) gruplarındandır. Dazlaklar, İngiltere işçi sınıfı gençleri arasında bir sol hareket olarak başlamış olmasına rağmen, zaman içinde bazı dazlak grupları, milliyetçi grupların etkisi altına

Yalnızlığını yeni tanıştığı arkadaşları ile gideren Shaun, çeteye kabul edilir. Çetenin ilk zamanlardaki liderliğini apolitik, yoksulluktan gelen bir başka genç olan Woody yürütmektedir. Shaun, babasının eksikliğini Woody ile doldurmaya çalışır, ta ki Combo gelene kadar! Combo, hapisten yeni dönmüş, ırkçılık çukuruna düşmüş ve kendi eksikliklerini ve yetersizliğini başkalarını suçlayarak ve ötekileştirerek savurmuştur. Çete, Combo’nun gelişiyle birlikte ikiye ayrılmakta ve bu ayrılışın keskin çizgisini Combo’nun yere attığı tükürükten ayağı ile çizdiği sınır belirlemektedir. Her şeyin iyice sarpa sardığı noktada Combo, çeteye bir konuşma yapar. Konuşmasında Falkland Savaşı’na ve orada ölen askerlere değinir. Babasını o savaşta kaybeden küçük dostumuzun verdiği tepki, Combo’nun dikkatini çeker ve konuşmasını ona yöneltir. Çocuğun aklını çeler, çeteyi tam ortasından ikiye böler. Artık samimi küçük bir arkadaş grubundan, Combo’nun yönlendirmesi ile birlikte politik, ırkçı ama altı boş, düşünceye uzak ve cahil bir gruba dönüşürler.

This is England, bu öfke dolu milliyetçilere acıma seremonisidir. Grubun tek İngiliz olmayan üyesi Milky’nin maruz kaldığı şiddet sahnesi tüm çıplaklığı ile bize Combo gibilerin öfkelerinin altında yatan sebeplerin ne o dönemin İngiltere’sindeki işsizlik, ne de göçmenler olmadığını, Milky’nin sahip olduğu aileye sahip olmayan Combo’nun kıskançlık duygusu ile kontrolünü kaybettiğini göstermekte. Bu şiddet sahnesinde çalan müzik ise durumun vahametine dökülen gözyaşı gibi dokunaklıdır ve bu müzik tüm insanlara, insanların bir hiç yüzünden birbirlerine yaptıklarına acır. Oysa öncesinde Combo, Milky’e sorar: ‘’Kendini İngiliz olarak görüyor musun?’’ Cevap evettir ve Combo, Milky’i ayakta alkışlayacaktır. Film her ne kadar İngiliz milliyetçiliğini anlatsa da, herhangi bir tür milliyetçiliğin temelde bir farkı olmadığını gösteriyor. Yani, adı ‘’This is Turkey’’ olsa da Türk’üm diye bir Kürt, önce alkışlanacak sonrasında ise bir ‘öfke’ patlamasında kurban edilecektir! Aynı temelsiz ve suçlayıcı/ötekileştirici iddialar ile savunulacak herhangi bir bayrağın, filmin sonunda denize atılan St. George Haçı’ndan farklı bir son beklememesi gerek.


Aralık 2014 - Ocak 2015

11

Mülteci suçlu değil, mağdur insandır

Mülteci Hakları Derneği, KKTC’de mülteciler için bir sığınma mekanizması oluşturmak için kuruldu. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin uygulayıcı ortağı olarak çalışan dernek, hapishaneleri, limanları, havaalanlarını kontrol ederek mülteci olabilecek kişileri tespit ediyor. Adanın kuzeyindeki mültecilerin çoğunluğunu Suriye ve Filistin’den gelen genç erkekler oluşturuyor. Bunun dışında Togo, Mali, Fildişi Sahili gibi çeşitli Afrika ülkelerinden gelenler de var. bir düzen kuramıyor. Bu noktada MHD, bağış çağrılarıyla ya da iş bulma konusunda destek sağlamaya çalışıyor.

MHD, KKTC’ye sığınan mültecilerin barınma, gıda, giyecek gibi ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik çalışmalar yürütüyor Sultan Emre Ülkemizde mültecilerle ilgili olarak yanlış bir algı söz konusu. Mülteci, ülkemizi işgal eden ya da çat kapı ülkemize gelerek “huzurumuzu bozmaya niyet eden” kişi değil, tam tersine kendi ülkesinde yaşadığı hayati sorunlardan (savaş, siyasi görüş, dil, din) kaçarak nefes almaya, insan gibi yaşamaya çalışan, kısaca hayatta kalmaya çabalayan ve bu doğrultuda ülkemize sığınan bireydir. Bu noktada Mülteci Hakları Derneği’ni tanımaya ve anlamaya çalışalım. Mülteci Hakları Derneği (MHD), 2009 yılında Kıbrıs’ın kuzeyinde bir sığınma mekanizması oluşturmak için kuruldu. Dernek kurulmadan önce adaya gelen mülteciler, hiçbir sığınma başvurusu yapamadan geri gönderiliyordu. Kurulduğu günden itibaren de Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (BMYK) Kıbrıs’ın kuzeyindeki uygulayıcı ortağıdır. Temel amaçlarından biri de bir şekilde ülkemize gelen mültecilerin ülkelerine geri gönderilmemesini sağlamaktır. Hapishaneleri, limanları, havaalanlarını kontrol ederek mülteci olabilecek kişileri tespit eder ve onlarla görüşme yapar. Buradaki amaç, BMYK’nın kabul edeceği sığınma başvurusunu yapıp yapmak istemediklerini anlayabilmektir. Bu bağlamda mülakatlar yapılır ve BMYK başvurusunu kabul ettiği kişilere uluslararası koruma belgesi verir. Ancak bu uygulama son zamanlarda değişime uğruyor.

Mülteci profili Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde hali hazırda 60-65 kişilik bir mülteci grubu var. Bunlardan 40’ı mülteci statüsünde uluslararası koruma belgesini aldı, 20-25’i de geçmişte yaptığı başvuru cevabını bekliyor. Kabul ve uluslararası koruma belgesinin verilmesi birkaç senede gerçekleşiyor. Kuzey Kıbrıs’tan sığınma talep eden mülteciler çoğunlukla Suriyeli ve Filistinli. Bunu dışında Afrika’nın çeşitli ülkelerinden gelenler de var. Örneğin, Togo, Mali, Fildişi Sahili… Kuzey Kıbrıs’taki mülteci profili genellikle genç erkeklerden oluşuyor. Bunun yanında üç dört aile ve Malili bir refakatsiz çocuk.

Mülteci hakları yasası yok BMYK hem uluslararası koruma belgesi verip hem de bunun takibini yapamaz. Kıbrıs’ın kuzeyinde de mülteci hakları ile ilgili düzenlemeler ve garantiler olmadığı için, mülteci-

leri profiline göre güvenli diğer yerlere sevk ediyor. Bu, bazı durumlarda Türkiye, bazı durumlarda da Kıbrıs Cumhuriyeti olabiliyor. Örneğin kişinin Kıbrıs Cumhuriyeti’nde akrabası varsa aile birleşmesi ilkesinden ötürü oraya gönderiliyor. Ancak kişi akrabasının yanına gitmeyi reddediyorsa veya akrabasıyla güçlü bağları yoksa Türkiye’ye gönderiliyor. Ayrıca ülkemiz yasalarında herhangi bir mülteci tanımı bulunmuyor. MHD, geçici süreyle burada kalan mültecilerin, en üst düzeyde korunması ve barınma, gıda, giyecek ihtiyaçlarını karşılamayı amaçlıyor. Bunun yanında devamlı surette burada kalacak olan mülteci statüsüne sahip kişilerin de barınma ve temel ihtiyaçlarının karşılanmasının yanı sıra iş bulmaları, Türkçe öğrenmeleri için çalışmalar yapıyor.

Verilen sosyal hizmetler Devamlı surette burada kalan mülteciler gönüllü eğitmenler tarafından Türkçe ve müzik dersleri alıyor. Bunun yanında psikolojik destek, yaşanılan travmaların atlatılması açısından yine gönüllü psikologlar MHD ile birlikte çalışıyor. Çocukların, sağlık problemi olan kişilerin ihtiyaçlarına öncelik veriliyor. Ve en hassas seviye statüsünde olan hamileler veya engelli kişiler burada yaşayacaksa onlara kira yardımı yapılıyor. Bunun yanında hukuki destek de sağlanıyor. Belgesiz giriş yaptığı için tutuklanan kişilerin hukuki savunmaları yapılıyor.

Bütçe kısıtlı Dernek devletten herhangi bir fon almıyor. Bu nedenle zaman zaman bağış çağrıları yapıyor. Birkaç yıldır gıda ihtiyacı bağışlarla karşılanıyor. Güzel olan ise okulların da bu çağrılara kayıtsız olmayışı. Girne’deki özel bir okul gıda yardımı için bir kampanya başlattı ve iki ay boyunca bu şekilde gıda toplandı. 2014’ün sonlarına doğru Güney Kıbrıs’tan Türkiye’ye ulaşmak amacıyla, Kuzey Kıbrıs’a muhaceret kurallarına uygun olmayan bir biçimde geçmeye çalışan Suriyeli mültecileri taşıyan bir gemi batmıştı. Gemidekilerin kurtarılması için iyi bir kurtarma çalışmasının yapıldığını vurgulayan Mülteci Hakları Derneği İletişim Sorumlusu Tegiye Birey, olaya mülteci hakları açısından bakıldığında, bu kişilerle mülakat yapılmadığına ve süreçte

mülteci hakları prensiplerinin çalıştırılmadığına dikkat çekti. Ancak Kuzey Kıbrıs’taki yetkililerin bu tutumunu olumlu yönde değerlendiren Birey, istenildiği halde iş birliğinin de yapılabileceğini, gerekli kaynakların da sağlanabileceğini belirtti. Yeni bir yasa değişiklik tasarısı üzerinde çalıştıklarını söyleyen Birey, bununla ilgili olarak sivil toplum örgütleri ile toplantı yaptıklarını ve söz konusu tasarının Başbakanlığa sunulduğunu ifade etti. Birey, amaçlarının gerekli düzenlemelerin usulüne göre yapılması ve icra edilmesi olduğunu sözlerine ekledi.

Halkın yaklaşımı Halkın konuyla alakalı farkındalığı konusunda büyük bir değişim gözlendiğini belirten Birey, “Özellikle basın açısından önemli gelişme kaydedildi” dedi. Geçtiğimiz Haziran ayında yapılan BMYK ve 20 gazetecinin katılımıyla gerçekleşen eğitim çalışmasında, mültecilerin suçlu olup olmadıklarının tartışma kaldırmayan bir konu olduğu ve tartışmaktan ziyade onlarla ilgili neler yapılabileceği konuşulmuştu. Örneğin, mültecilerin elleri kelepçeli fotoğraflarının gazetelere servis edilmemesi gerektiği veya kişisel bilgilerini içeren haberlerin yapılmaması gerektiği konusunda konuşmalar yapıldı. Ardından kötü bir örneğe rastlamadıklarını belirten Birey, basınla devamlı iletişim halinde olduklarını söyledi. Birey, düzenli olarak gazeteleri taradıklarını ve on bir gazeteden dokuzunun konuyla alakalı olarak etik kurallara uygun biçimde haber yaptıklarını, bunun kendileri için büyük bir başarı olduğunu ifade etti. Barınma konusu çok da parlak değil. İş imkânı olan ve kira ödeyebilecek durumda olan aileler evlerde kalıyor. Onun dışındaki bireyler de minimum hijyen koşullarındaki pansiyonlarda barınmak durumunda. Adaya gelen her mülteci gerek dil problemi gerekse yaşanan travmalar nedeniyle hemen iş bulup

Mültecilerin çalışması için bir ön izin gerekmiyor. Çünkü MHD, mültecilere referans görevi de gören bir sertifika veriyor. Ancak mülteciler yabancı oluşlarından dolayı işverenler tarafından ucuz emek olarak görülüyor. Öyle ki asgari ücret alamayan mülteciler var. Bunun iki kötü sonucu var, maddi ve manevi. Hem geçimlerini doğru dürüst sağlayamıyor hem de durumu fark ettikleri zaman neden ötekileştirildiklerini sorgulamaya başlıyorlar. Bu durum özellikle inşaat ve çiftçilik sektöründe yaşanıyor. Bütün aile çalıştırılıp, tek bir maaş ödeniyor. Dernek, bu kuruluşlarla iletişime geçip işçi ihtiyaçlarının olup olmadığı sorulduğunda ise ‘aile değil ise çalıştırmayız’ yanıtı alınıyor. Ya da kişiler deri renklerinin farklı oluşundan dolayı işe alınmıyor.

Sağlık ve eğitim Mülteci dendiği zaman yasaya baktığımızda bir tanım göremiyoruz. Ya da konuyla ilgili herhangi bir yasa yok. Ancak MHD’nin zaman içinde geliştirdiği ilişkiler doğrultusunda, mültecilerin sağlık hakkı var ve herhangi bir ücret alınmıyor. Normal vatandaş statüsünde sağlık hizmeti alabiliyorlar. Yasa olmasa dahi bu tip küçük ama hayati önem taşıyan iyileştirmelerle destek sağlanıyor. Sağlık açısından da durum aynı şekilde seyrediyor. Çocuklar zorunlu eğitime tabi tutuluyor ve kayıt hakları var. Ancak bu yeterli değil. Dilden dolayı zorluk çeken çocuklar çeşitli zorluklar çekebiliyor. Bu konuda da KTOEÖS dil öğrenimi açısından destek sağladı. Lefkoşa Türk Belediyesi çalışanı mültecilere, özellikle çocuklara gönüllü Türkçe dersi vermektedir. Bu gibi gönüllü çabalarla o hakkın etkin şekilde kullanılabilmesi sağlanmaya çalışılıyor. Ancak Milli Eğitim Bakanlığı’nın mülteci çocukları için hazırladığı bir uyum politikası yok.

Meclis’e mektup MHD, meclisteki bütün milletvekillerine seslerini duyurma amaçlı ‘mektup arkadaşı arıyoruz’ diyerek mektup atmıştı. Doğuş Derya’dan cevap geldi. Bu olayın akabinde 235 mültecinin gelmesi olayı yaşanmıştı. Bunun üzerine birkaç milletvekilinden daha yanıt gitmişti. Şu anda konuyla ilgilenen iki üç tane milletvekili var denilebilir. Gelen bu olumlu tepkiler üzerine MHD, mecliste temsil edilen parti başkanlarına toplantı talebi içeren ikinci mektubu yolladı. Ve bir şekilde bir iletişim süreci başladı. Konuyla ilgili olarak Tegiye Birey, “Kendi başına siyasi bir irade oluşmuyor. Bu devamlı çaba gerektiren bir şeydir. Etrafımızda o kadar çok konu, sorun ve belirleyici güç dengeleri var ki politikacıların oy alamayacağı bir kesimin hakkını savunması, içinde olduğumuz düzende gerçekten zor. O yüzden devamlı olarak çaba sarf etmek gerekiyor. Ve biz de dernek olarak bunu yapmaya devam edeceğiz” şeklinde konuştu.

MHD’ye bağış yapılabilir MHD, belirli zamanlarda destek ve bağış çağrısı yapıyor. Derneğin www.mhdkibris.org adresindeki internet sayfasından bu çağrılar takip edilebilir. Şu anda kışlık ceket, battaniye, yorgan, palto gibi ihtiyaçlar söz konusu. Bununla birlikte devamlı olarak gıda ve kira desteği için nakit olarak bağış desteğine ihtiyaç var. Katkıda bulunmak isteyen kişiler 0392 22 84 910 numaralı telefondan da derneğe ulaşabilir.


12

Aralık 2014 - Ocak 2015

Yeni gibi görünen eski bir suç

En yaygın bilişim suçu başkasının kimliğine bürünerek internette insanları yanıltmak Mustafa Baflı Bilişim teknolojilerinin ilerlemesi, beraberinde yeni bir sorunu getirdi: Bilişim suçları. Bilgisayar, tablet, cep telefonu, dizüstü bilgisayarları gibi elektronik cihazlardan yapılan bu suçlar arasında en yaygınları, başkasının kimliğine bürünerek birtakım işler yapmak, insanları taciz ve tehdit etmek. Doğu Akdeniz Üniversitesi (DAÜ) İletişim Fakültesi öğretim üyesi Yrd. Doç.Dr. Metin Ersoy’a göre, çocuk ve gençlerin birbirilerine cinsel içerikli mesajlar yayınla-

ması, birbirlerini küçümsemeleri, aşağılamaları ve hakaret etmeleri de bu kapsamda değerlendirilebilir. Bilişim suçları sadece “online” yapılmıyor; sanatçıların telif haklarını ihlal eden film, müzik ve oyun indirimleri de bilişim suçları kapsamına giriyor. Bilişim suçları konusunda yasalarda boşluk var. Ersoy, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Avrupa Birliği yasalarına tabi olduğu için daha avantajlı olduğunu anlatarak; “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ndeyse 2014 yılında bir yasa

tasarısı hazırlandı ancak bu yasa pek fazla ileriye götürülmedi” diyor. Cumhuriyetçi Türk Partisi – Birleşik Güçler milletvekili Doğuş Derya’nın Cumhuriyet Meclisi’nde yaptığı bir konuşmanın ardından sosyal medyada hakaret ve aşağılamalara maruz kalmasına da değinen Ersoy, “Bu yasa tasarısı, Türkiye Cumhuriyeti yasalarından kopyala – yapıştır mantığıyla hazırlanmıştır ve günümüz koşullarına cevap vermekte ciddi eksikleri vardır. Bunun geliştirilmesi lazım” diye konuştu. Gençler arasında yaygınlaşan, hakaret etme, dalga geçme ve uygunsuz içerikleri paylaşma konusunun yasa tasarısının kapsamının dışında bırakıldığını ifade eden Ersoy şunları söyledi: “Avrupa, 2000’lerin başında bu konuda ciddi önlemler almaya başladı ve 2004 yılında Sanal Suçlar Sözleşmesi’ni imzaya açtı. 2006 yılında tüm Avrupa ülkeleri bunu imzaladılar. Türkiye Cumhuriyeti, 2010 yılında Sanal Suçlar Sözleşmesi’ni kabul etti ancak bu Avrupa Birliği ile uyumlu bir yasa değildi. 17 Aralık 2013’te tapeler ortaya çıktığı zaman, Avrupa Birliği Komisyonu uyum paketi içerisinde bunları yeniden tartışmaya başladı.”

etmeye başlar. Ailenin de en az çocuk kadar bu teknolojiye hakim olması gerekiyor. En büyük sıkıntılarımızdan biri bu. Aile bireylerinin birçoğu bu teknolojiye hakim değil, kullanamıyorlar” diyor.

“Siber kabadayılık normalleştiriliyor” DAÜ İletişim Fakültesi öğretim üyelerinden Yrd. Doç. Dr. Aysu Arsoy da, okullarda ödevlerin internetten alınıp hiçbir kaynak gösterilmeksizin, olduğu gibi çıktısının getirilmesinin ödüllendirildiği bir ortamda, öğrencilere ileriki yaşlarda fikir hırsızlığını anlatmanın zor olduğunu söylüyor. Yrd. Doç. Dr. Metin Ersoy ile birlikte siber kabadayılık üzerine yaptıkları bir araştırmaya değinen Yrd. Doç. Dr. Arsoy, fiziksel saldırı ve hakaretin suç olduğunu ancak öğrencilerin bunu internet ortamında yaptıklarında bir suç olarak algılamadığını ve normalleştirdiklerini ifade ediyor.

“Aileler teknolojiye hakim olmalı” Yrd. Doç. Dr. Ersoy, bilişim suçlarına çözüm olarak medya okuryazarlığını öneriyor ve bu konuda okullarda verilen derslerin önemini vurguluyor. Öte yandan, medya okuryazarlığının sadece öğrenciler için değil, aileler için de önemli olduğunu belirten Ersoy, “Çocukların sınıfta öğrendikleri evde de desteklenmeli. Aileler de sosyal medyayı kullanmalı. Aksi takdirde siz çocuğu okulda eğitirsiniz ama çocuk eve gittiğinde aile teknoloji konusunda eğitimsizse, evin içerisinde çocuk aileyi idare

Yrd. Doç. Dr. Aysu Arsoy

Reklam yazarlığından edebiyata uzanan bir hikâye Tuğçe Seren Karakoç

Reklam yazarlığı ile başlayan iş hayatına kitap yazarlığı ile devam eden genç bir yazar Hatice Üzgül. Birçok kişinin belki ilgisini bile çekmeyen efsaneler onun kitaplarının konusu oluyor. Kitaplarında efsaneleri anlatan Üzgül’e, “neden efsaneler?” diye sorduğumuzda, “Onlar eskimezler. Etkilerini yitirmezler. Dönem dönem unutulabilirler fakat yeniden gün yüzüne çıktıklarında ne kadar taze kaldıklarına şaşırırsınız” cevabını verdi. Hatice Üzgül reklam yazarlığından, edebi yazarlığa uzanan hikâyesini anlattı. Bize biraz kendinizi tanıtabilir misiniz? 1980 yazında İstanbul’da doğdum. İstanbul Üniversitesi’ni bitirdikten sonra okuduğum branş olan reklamcılığa adım attım. Uzun yıllar reklam yazarı olarak büyük reklam ajanslarında çalıştım; ödül de kazandım. Fakat bu benim için vazgeçilmez bir sektör değildi. Bir anda geride bıraktım. Şimdi ise Türk efsanelerini romanlaştırmak üzere yola çıkmış genç bir yazarım. Amacım kadim efsaneleri günümüz okuyucularının hayatında yeniden canlandırmak. Ne zamandır edebiyatla ilgileniyorsunuz?

Hatice Üzgül kitaplarında efsaneleri anlatıyor

Bana göre hayatın içinde edebiyatla ilgilenmemek gibi bir durum söz konusu değildir. Edebiyatla çok küçük yaştan itibaren tanışılır. Ve bu durum herkes için geçerlidir. Okuma yazma bilmeyen biri bile, kulağına çalınan bir türkünün sözleriyle kendisinden geçiyorsa bu edebiyatın gücüdür. Bir anne beşiğindeki bebeğe her gece

masal okuyorsa, o çocuk edebiyatla yoğruluyor demektir. Dolayısıyla bu sanata ilk olarak nasıl ilgi duyduğumu hatırlamıyorum. Fakat şunu çok iyi biliyorum, ilkokul sıralarından itibaren geniş bir kütüphane yaratmaya başlamıştım. Profesyonel olarak sektöre adımımı atmam ise, 2013’ün Kasım ayında ilk kitabım “Gece Yolcusu”nun basılmasıyla gerçekleşti. Yazarlığa nasıl başladınız? Bu oldukça cesaret isteyen bir şey olsa gerek.

Reklamcılık mesleğimi bir kenara bırakıp İstanbul’dan ayrıldıktan sonra Ankara’ya taşındım. Burada Avrasya Yazarlar Birliği Hikâye Atölyesi ile tanıştım. Bu benim için mesleki bir adım değildi o sıralar. Açıkçası kendime hobi arıyordum. Fakat sonrasında her şey hızlı gelişti. Bir de baktım, kurs bitmeden bir roman bir de öykü kitabı yazmışım. Bu kitapları yazmaktaki amacım, ödevini yapan bir öğrenci gibi öğrendiklerimi pekiştirmekti. Hocalarımın desteği nedeniyle dosyalarım yayınevlerine gitti. Yayınevlerinin ilgisi ise benim için güzel bir sürpriz oldu diyebilirim. İlk başlarda hiç “Ben bunu yapamam, vazgeçiyorum” dediğiniz oldu mu? Hikâye atölyesine başlamadan önce yazarlık aklımın ucundan bile geçmezdi. Fakat başladıktan sonra “Yapamıyorum, vazgeçiyorum” dediğim tek bir an dahi olmadı. Şimdiye kadar kaç kitap yazdınız? Kitap yazmanın sizin için bir sonu var mı? Dört kitap yazdım, biri henüz basılmadı. İlk kitabım bir öykü kitabı olan “Gece Yolcusu”. Bu ilk kitabın hemen ardından, birkaç hafta sonra, “Efsanenin Adı Şahmeran” basıldı. Ardından “Lokman Hekim Efsanenin Nuru” isimli ikinci roman geldi. Üçüncü romanım

“Efsanenin Ateşi Anka Kuşu” ise yolda. Şahmeran, Lokman Hekim ve Anka Kuşu bir üçleme serisi. Bu serinin ardından başka efsaneler de gelecek. Hazırda bekleyen birçok projem var. Bence kitap yazmanın sonu elbette ki yok. Fakat ömrün bir sonu var. Tek bir hayatım mevcutken, hayata geçirmek istediğim bir sürü proje olması ilginç bir durum değil mi? Neden efsaneler? Kitaplarınızın konularına nasıl karar veriyorsunuz? Efsaneler edebiyatın en sihirli ve en güçlü dallarından biridir. Anlatıldığı zamana ve mekâna göre değişiklik gösterdikleri için ölümsüz eserlerdir. İlk ne zaman anlatıldığı bilinmez. En son ne zaman anlatılacakları da kestirilemez. Onlar eskimezler. Etkilerini yitirmezler. Dönem dönem unutulabilirler fakat yeniden gün yüzüne çıktıklarında ne kadar taze kaldıklarına şaşırırsınız. Ben efsanelerdeki bu gücü seviyorum. Dolayısıyla günümüzde de yaşatılması gerektiğini düşünüyorum. Biraz araştırma yapınca fark ettim ki, unutulmaya yüz tutmuş birçok efsanemiz var. Açıkçası onları yazmamak benim için büyük bir kayıp olurdu. Oldukça genç bir yazarsınız. Sizin gibi genç yaşta bu alana yönelmek isteyenlere ne gibi tavsiyelerde bulunursunuz? Bana göre ortalama bir yazarda olmazsa olmaz kurallar; çok okumak, Türkçe’ye hakim olmak, insanları iyi tanımak, duygularıyla yaşayıp duygularıyla yazmak, iyi bir kurgu yaratabilecek zeki olmak, yetenek, çalışkanlık ve bol bol sabır sahibi olmaktır. Ortalamanın üstünde bir yeteneğe sahip yazar adaylarına ise zaten bir şey demeye gerek yoktur.


Aralık 2014 - Ocak 2015

13

“KKTC’nin çehresini değiştirecek” KKTC Çevre ve Doğal Kaynaklar Bakanı Hakan Dinçyürek, su projesiyle ilgili olarak Gündem’in sorularını yanıtladı.

Gelecek olan su ancak

KKTC’ye yeter! KKTC Çevre ve Doğal Kaynaklar Bakanı Hakan Dinçyürek, Doğu Akdeniz Üniversitesi Rektör Yardımcısı ve uluslararası ilişkiler uzmanı Prof. Dr. Ahmet Sözen, Türkiye eski Sanayi ve Ticaret Bakanlarından Mehmet Dönen ve Mustafa Kemal Üniversitesi Ziraat Fakültesi Biyosistem Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Berkant Ödemiş, su projesini çeşitli boyutlarıyla değerlendirdi. Akın Bodur KKTC ile Türkiye arasında 19 Temmuz 2010’da Lefke’de imzalanan anlaşmayla inşasına başlanan su projesi, adadaki sulu tarımı iki katına çıkarırken, içme suyu ihtiyacını da önemli ölçüde giderecek. Türkiye’den KKTC’ye yılda 75 milyon metreküp su taşıyacak olan boru hattının yaz aylarında tamamlanması bekleniyor. Peki, boru hattıyla taşınacak su miktarı, adanın ihtiyacını karşılamaya yeterli mi? Proje, KKTC’nin Türkiye ve Kıbrıs Rum Kesimi ile ilişkilerini nasıl etkileyecek? Türkiye’den gelecek olan su, Güney’e de satılacak mı?

Projenin temelleri 1990’larda atıldı Türkiye’nin eski Sanayi ve Ticaret Bakanlarından Mehmet Dönen, projenin temellerinin 1990’li yıllarda atıldığını söyledi. Türkiye’de, 1980’li yıllarda Manavgat Çayı üzerine inşa edilen Oymapınar Barajı’ndan Suriye, İsrail, Ürdün ve Suudi Arabistan’a kadar giden bir boru hattının çekilmesinin tartışıldığını söyleyen Dönen, o projenin hayata geçirilemediğini, ancak daha sonra Oymapınar Barajı’ndan Kıbrıs’a su verilmesinin gündeme geldiğini söyledi. Dönen, “Çeşitli yöntemler tartışıldı ama daha sonra Kıbrıs susuz olduğu için yeni bir proje geliştirildi. Bunun için Anamur’da Dragon Çayı’nın üzerine Alaköprü Barajı’nın inşa edilmesi ve suyun gönderilmesi planlandı. Bunun fizibilitesi 1990’lı yıllarda başladı ve 1999’da bu fizibilite tamamlandı. Barajın ne kadar su toplayacağı, denizin altından ne kadar gideceği ve nereye döküleceğinin çalışması o yıllarda bitirildi. Ancak daha sonra iktidara gelen AKP hükümeti, projenin altında bir şeyler aradı ve bunu rafa kaldırdı. Projenin Kıbrıs için önemli olduğu görülünce, 2006’da raftan indirildi. Şimdi KKTC’ye gidecek olan su, bu su” diye konuştu.

Gölet ve barajlara ihtiyaç var Mustafa Kemal Üniversitesi Ziraat Fakültesi Biyosistem Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Berkant Ödemiş, anlaşma kapsamında KKTC’ye gelecek su miktarının, tarım yapılan 117 bin hektarlık alanın su gereksinimini karşılayamayacağını söyledi. Bölgede kış yağışlarının depolanmasını sağlayacak ek sulama göletlerine ve barajlarına ihtiyaç olacağını kaydeden Doç. Dr. Ödemiş, ayrıca çiftçilerin geleneksel sulama yöntemleri yerine bilimsel yöntemlere geçmesinin sağlanması gerektiğini ifade etti. Denize kıyısı olan alanlardaki en önemli sorunun toprak tuzluluğu olduğunu belirten Ödemiş, “Kıbrıs gibi kurak ve yarı kurak alanlarda suyun rastgele kullanımı tarım topraklarının orta vadede elden çıkmasına neden olabilir. Bu nedenle yapılması gerekenler, suyu az kullanan sulama yöntemlerinin ve her bitki için uygun sulama programlamasının geliştirmesi için adım atılmasıdır. Türkiye’den götürülecek suyun bu esaslar dahilinde kullanılması durumunda, Kıbrıs’a büyük fayda sağlayacağı muhakkaktır” diye konuştu.

Prof. Dr. Sözen: “Proje, KKTC’nin Türkiye’ye bağımlılığını arttırır” Doğu Akdeniz Üniversitesi Rektör Yardımcısı ve uluslararası ilişkiler uzmanı Prof. Dr. Ahmet Sözen ise su projesinin siyasi boyutlarını değerlendirdi. Su projesinin insani boyutunun yanında stratejik bir boyutu da olduğunu söyleyen Prof. Dr. Sözen, projeyle ilgili şu değerlendirmelerde bulundu: “Bir şekilde Kıbrıs’ı borularla ‘kendinize bağlıyorsunuz’. Bir bağımlılık bağı da kuruyorsunuz. Bunu ‘yumuşak güç’ olarak da kullanabilirsiniz. Bu tür diplomatik aygıtlarla siz bağımlılık da yaratabilirsiniz. Ve bu yolla bir şekilde bir ülke veya bir bölge size daha çok ihtiyaç duyar. O yüzden de su önemli bir aygıttır. Ortadoğu’ya baktığınızda zaten suyun büyük ihtiyaç olduğunu görüyorsunuz. Suya o yüzden ‘önemli bir silahtır’ diye de bakmak lazım. KKTC-Türkiye arasındaki aile bağlarına baktığınızda insani boyutu ön plana çıkıyor, ama işin bir bağımlılık yaratma kısmı da var. Aslında bu karşılıklı bağımlılığa dönüşebilirse, işte esas barışın tesisi o zaman daha da önemli olur. Bağımlılığı tek taraflı değil de karşılıklı yapabilirseniz (ki AB’nin arkasındaki felsefe bu) savaşları önlersiniz. Fakat tek taraflı bağımlılık olursa, bu ileride herhangi bir rejim değişikliğinde sıkıntı yaratabilir. Bunun bir örneği Ukrayna’da yaşanıyor. Rusya vanayı kıstığı zaman Ukrayna soğuktan donabiliyor. Çünkü tek taraflı bir bağımlılığı vardır. Oysaki Rusya, Ukrayna’ya başka bir konuda bağımlı olsaydı, o bağımlılık karşılıklı olsaydı, vanayı kapatırken bir defa değil, 10 defa düşünecekti.”

“Satış yetkisinin Türkiye’de olması normal” Kıbrıs’a gelecek suyun üçüncü ülkelere satış yetkisinin Türkiye’de olmasının ve KKTC’de su borularının geçirileceği alanların istimlâk edilmesinin uluslararası hukuk açısından normal olduğunu belirten Sözen, “Ancak boruların geçtiği yerlerdeki özel mülkiyet sahipleri mağdur edilmemeli. Bu yapıldığı müddetçe yasaldır, sorun yoktur” dedi. Prof. Dr. Ahmet Sözen, Türkiye’den Kıbrıs’a ulaşacak suyun üçüncü ülkelere satılmasının ise KKTC’nin tanınmamışlığını etkilemeyeceğini söyledi. Kıbrıs’a gelecek suyun miktarının Kıbrıs adası ile Ortadoğu’da barışa katkı sunabileceğini ifade eden Prof. Dr. Sözen şunları kaydetti: “Su projesinin barışa katkısı, buraya aktarılacak olan suyun miktarına, o borular içinden geçebilecek suyun hacmine bağlı. O kapasite yüksekse bölgesel barışın inşasına katkı sağlayabilir. Ama sadece KKTC’ye yetecek kadar suysa ve kapasitesi buysa, bölgesel barışa çok fazla hizmet edebileceğini düşünemiyorum. Ne olabilir? Kıbrıslı Rumlar da bu adanın insanları olarak ileride bu suyu kullanmak isterse, bu belki hem Kıbrıslı Rumlarla Kıbrıslı Türkler, hem de Türkiye ile Kıbrıslı Rumlar arasındaki ilişkiyi yumuşatır ve normalleştirir. Bu da iyi bir şey olur. Gelecek su miktarının üçüncü ülkelere satış kapasitesi olursa, KKTC ile diğer ülkeler arasındaki ilişkileri geliştirebilecek potansiyeli de oluşturur. Su konusu önemli, fakat büyük resim içerisinde su konusunda kaybolmamak lazım. Doğu Akdeniz Bölgesi, Ortadoğu, barışa, refaha ihtiyacı olan bir bölge. Su da önemli bir aygıttır. Su hem aygıttır, hem silahtır. Umarım silah olarak kullanılmaz.”

Türkiye’den KKTC’ye gelecek olan su projesi hangi aşamadadır? Proje ne zaman tamamlanacak? Su hangi tarihte akacak? Proje, kara yapıları ve deniz geçişi olarak ikiye ayrılmaktadır. Suyun KKTC’de ilk akışı için planlanan sürecin neredeyse sonuna yaklaşmış bulunmaktayız. Ekipler gece gündüz demeden 24 saat esaslı çalışmakta, ellerinden gelen gayreti ortaya koyarak titizlik içerisinde program dahilinde hareket etmektedirler. Türkiye’deki kara yapıları kısmı tamamlanmış olup, Anamur Barajı’nın bu ayın sonunda suyu tutma işlemleri başlamıştır. Çevre ve Doğal Kaynaklar Bakanı Hakan Dinçyürek KKTC tarafı kara yapı çalışmaları da hızla devam etmekte olup, Geçitköy Barajı, Geçitköy pompa istasyonu ve Güzelyalı dengeleme deposu ile pompa istasyonu tamamlanmıştır. Çamlıbel arıtma tesisi ve Lefkoşa’ya su verilecek 64 kilometrelik hattın inşası tamamlanmak üzeredir. Diğer bölgelerde yer alan ana isale su hattı döşeme işlemleri de sürdürülmektedir. Deniz geçişinde ise 80 kilometrelik boru hattının yaklaşık 25 kilometresi tamamlanmıştır. Hava şartları izin verdiği sürece denizde çalışmalar sürdürülmektedir. Deniz geçişi tamamlanır tamamlanmaz ilk suyun Geçitköy Barajı’na ulaşabilmesi için tüm kara yapıları tamamlanmış durumdadır. Yaz ayı ortalarında deniz geçişinin tamamlanıp, Türkiye’den ülkemize suyun ilk akışının sağlanması planlanmakta ve bu yönde hızla çalışmalar devam etmektedir. Projenin maliyeti ne kadar? Proje için bugüne kadar yapılan toplam yatırım tutarı yaklaşık 1 milyar TL’dir. Bu rakam bundan sonra yapılacak ek yatırımlarla 1.2 milyar TL’ye yükselebilecektir. Proje kapsamında yılda kaç milyon metreküp su Kıbrıs’a ulaşacak? Türkiye’den gelecek olan suyun, tarımdaki ihtiyacı karşılamada yetersiz olduğu yönünde görüşler var. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Su miktarının gelecekte arttırılması söz konusu olduğunda altyapı buna uygun mudur? Yılda toplam 75 milyon metreküp gelecek olan suyun yaklaşık yarısı içme yarısı da sulama suyu olarak kullanılacaktır. Su, yaşamın kaynağıdır. Dünyamızda özellikle de bölgemizde küresel ısınma sonucu yaşanan kuraklık ve su sıkıntıları projenin önemini bir o kadar daha artırmaktadır. Proje bitip KKTC’ye ilk su aktığı zaman ülkemizde birçok şey değişecek, öncelikle ülkemizin çehresi değişecektir. Ancak, tüm bu çalışmalar sürdürülürken bizlerin de ileriki dönemde gerek suyun yönetimi gerekse kullanımı açısından hazırlıklarımızı yapmamız, gelecek olan suyu en etkili ve verimli şekilde kullanabilmek açısından ileriye dönük stratejilerimizi ortaya koymamız gerekmektedir. Elimize geçecek bu fırsatı en iyi şekilde değerlendirmeli, diğer ülkelere karşı mukayeseli üstünlüğümüzü sağlamalıyız. Gelecek olan suyun, ülkemizin hem içme ve kullanma hem de sulama suyu ihtiyacının tümünü karşılaması mümkün değildir. Zaten projenin esas amacı, KKTC’de yeraltı su kalite ve miktarını artırmak ve su sıkıntısını gidermektir. Mevcut yeraltı aküferlerinden çekim miktarını mümkün mertebe azaltarak, var olan su kaynaklarımızın zaman içerisinde kalitesinin artırılması ve miktarının çoğaltılması hedeflenmektedir.

Su projesi, KKTC ile Türkiye arasındaki ilişkileri nasıl etkileyecektir? KKTC’nin Türkiye’ye olan bağımlılığını arttıracak mıdır? Anadolu ile her zaman bir bağımız var ve her zaman da bu bağımız var olacaktır. En önemli kaynaklarından biri olan suyu bizlerle paylaştıkları için Anadolu halkı ile olan bağımız bir o kadar daha güçlenecektir. Bizimle kaynaklarını paylaştıkları için başta Anadolu halkı olmak üzere tüm Türkiye halkına şükranlarımızı sunarım.

KKTC üzerinden Güney’e ya da üçüncü ülkelere su satışı söz konusu mudur? Böyle bir şeyin olması halinde su miktarı ya da altyapı yeterli midir? Olası bir satış KKTC’nin dış ilişkilerini nasıl etkiler? Asrın projesinde ilk etapta hedeflenen, Kıbrıs Türk halkının su ihtiyacının karşılanmasıdır. Zaten şu anda da gerek komşumuz Güney Kıbrıs Rum Kesimi gerekse üçüncü bir ülkeden böyle bir talep yoktur. Ama talep gelmesi durumunda bu konu oturulur değerlendirilir. Anavatanımızın yetkilileri ve KKTC makamları bu konuda bir karar üretir. Ama elbette bu ek bir yatırım ve ek bir rezerv ile mümkün olabilecek bir konudur.

Su, barış müzakerelerinde kullanılabilecek ve barış görüşmelerini olumlu yönde etkileyecek bir araç olarak görülebilir mi? Hayat suyu, can suyu, yaşamın suyu, adına ne dersek diyelim, su yaşam için en önemli kaynaktır. Sadece yaşam değil, gelişim için de en birinci faktördür. Anavatanımızın sadece bize hayat değil, gelecek olan su ile gelişimin ve değişimin de önünü açacağına inanıyorum. Önemli olan, elimizdeki değerin önemini bilerek her konuda mukayeseli üstünlüğümüzü ortaya koyabilmektir. Suyun gelmesi aynı zamanda halihazırda Cumhurbaşkanımız tarafından sürdürülen ikili görüşmelerde de sayın Cumhurbaşkanımızın elinin güçlenmesini sağlayacaktır.


14

Aralık 2014 - Ocak 2015

NÜKLEER ENERJİ

DOSYASI Kamil Yelim

Akkuyu, Akdeniz’

Türkiye’nin Mersin ve Sinop illerinde inşaatına başladığı nükleer enerji santrallerine toplumun farklı kesimlerinden tepkiler geliyor. Bu tepkilerden, Kıbrıs açısından önemli olanlarından biri ise Nükleere Karşıyız Platformu’nun başlatmış olduğu, ‘’Nükleere hayır’’ girişimidir. Girişim, nükleer santral- lerde gerçekleşebilecek bir kazanın Kıbrıs’ı tehlikeye atabileceğini savunarak farkındalık yaratmaya çalışıyor. Dünya Nükleer Birliği’nin verilerine göre, şu anda dünyada aktif olarak kullanılan 435 adet nükleer santral mevcut. Ayrıca Mersin Akkuyu’da inşası süren nükleer santral de dahil olmak üzere 71 adet nükleer santral ise yapım aşamasında. Nisan 2012 itibari ile dünyadaki elektrik üretiminin yüzde 13,5’lik bölümü nükleer enerji ile sağlanıyor.

ilerisi için umut verse de, kısa ve orta vadede enerji açığını kapatmaları mümkün görünmüyor. Enerjide dışa bağımlılık ise harcanan paradan daha büyük bir sorunu ortaya koyuyor. Oynak döviz kurları ve sürekli politik sorunların yaşandığı bu coğrafyada enerjideki dışa bağımlılık, doğrudan ülkenin bağımsızlığını tehdit eder hale gelebiliyor. Enerjideki dışa bağımlılık ilerisi için ülke açısından büyük bir risk faktörü olarak karşımıza çıkmakta.

Akkuyu Nükleer Enerji Santralı’nın çalışmalarında yer almış, adının açıklanm soruları yönelttik. Aldığımız cevaplar gerçekten dikkat çekici.

Nükleer karşıtı söylemin temelinde çevre vurgusu yatıyor. Dünyanın doğal dengesi dışında, insanın ürettiği her şeyin çevreye belli miktar zarar verdiği bir gerçek. Öte yandan nükleer enerji, kömür, doğalgaz ve petrolün yarattığı, hava kirliliğine yol açan ve sera etkisine sahip gazları neredeyse hiç salmamakta.

Fukushima ve Çernobil

Türkiye ve Güney Kıbrıs’ın da üyesi olduğu Nükleer deyince akla doğal olarak ilk önce Dünya Enerji Konseyi’nin 2014 Dünya yaşanan felaketler gelmekte ve ÇernoEnerji Üçlemesi Raporu’nda, ülkeler, bil’in etkisi hâlâ sürmekte. Bunun enerji güvenliği, enerji eşitliği ve çevreüstüne, 2011 yılında Fukushima’da sel sürdürülebilirlik ölçütlerine göre gerçekleşen 9 şiddetindeki deprem değerlendirildi. Türkiye bu değerve tsunami sonrasında yaşananlar, lendirmeye göre 129 ülke arasında 73. nükleer santraller ve nükleer enerji ile sırada, Kıbrıs ise 63. sırada bulunuyor. ilgili çarpıcı sonuçlar ortaya çıkardı. İlk beş sırada ise İsviçre, İsveç, Norveç, Bu nükleer santrallerde ne oldu da bu İngiltere ve Danimarka yer alıyor. Bu kazalar meydana geldi? Çernobil’debeş ülkeden Norveç hariç tümünde çalışır Çernobil’in etkisi sürüyor ki kazanın sebebinin, Sovyet toplumunvaziyette nükleer santraller var. da “güvenlik kültürü” bulunmaması, hatalı Yüzde 75’lik enerji açığı reaktör tasarımları ve kaza günü gerçekleştirilen Modern dünyanın sunduğu her şeyin belli bir enerji ile deney sebebi ile güvenlik önlemlerinin kapatılması çalıştığını göz önüne alırsak, büyük bir hızla artış gösteren olduğu belirtiliyor. Fukushima’da gerçekleşen kaza ise 9 enerji ihtiyacı; Türkiye ya da KKTC gibi petrol ya da şiddetinde gerçekleşen bir deprem ve sonrasında oluşan doğalgaza sahip olmayan ülkeler için büyük bir sorun. tsunaminin etkilerinden kaynaklanmıştı. Öyle ki, Türkiye 2012 yılında enerji ürünleri ithalatına Öte yandan, Türkiye hükümetinin nükleer teknolojinet 52.4 milyar dolar harcamış. Bu da, 2012 yılında 84 yi uygulama konusunda pek güven verdiği söylenemilyar dolar olan dış ticaret açığının yüzde 62,3’ü enerji mez. Sorumsuzluktan gerçekleşen iş kazalarını, ‘işin ithalatından, yani; kömür, doğalgaz ve petrolden kaynak- fıtratı’ gereği olarak yorumlayanların yarın Akkuyu’da landığını gösteriyor. yaşanacak bir kazada aynı açıklamaları yapmayacakTürkiye, enerjisinin sadece yüzde 25’i kadarını kendi öz kaynakları ile üretme kapasitesine sahip. Bunun büyük bölümünü de hidroelektrik santralleri ile gerçekleştirmekte. Geri kalan yüzde 75’lik enerji açığını ise ithal etmekte. Güney Amerika’dan kömür, Rusya’dan doğalgaz ve Arap ülkelerinden alınan petrol, elektriğe çevrilerek bu açık kapatılmaya çalışılmakta. Alternatif ve sürdürülebilir enerji yatırımları da hızla artış gösteriyor; bu teknolojiler

“Riskli, çünkü hiç den

larını söylemek mümkün değil. Hakkında birçok farklı iddia ortaya atılan Akkuyu Nükleer Enerji Santrali’nde bir nükleer kaza meydana gelmesi halinde, kazanın boyutu, hâkim rüzgârların yönü ve diğer bazı atmosferik senaryoların gerçekleşmesi halinde, Kıbrıs’ı bile etkileyebilir. Akkuyu nedeniyle Kıbrıs’ın acil durum planlarına dâhil edilmesi, gerektiğinde tahliye için planların yapılması gerekebilir.

Fukushima’daki patlama anı Akkuyu’da yapılacak santralde meydana gelecek bir kazanın tüm Kıbrıs’ı yok edebileceğini iddia ediliyor. Bu mümkün mü? Çernobil kazasını Sovyet rejimi saklamaya çalışmış ancak daha sonra itiraf etmek zorunda kalmıştı. Çernobil sonrasında bazı Avrupa ülkelerinde çocuk parklarındaki zeminin kaldırılıp değiştirilmesi gibi radyasyona karşı hassas olan çocuk, yaşlı ve hamileler gibi nüfus kesimlerine yönelik önlemler alınmıştı. Sonuçta Kıbrıs da benzer bir şekilde etkilenebilir. Kazanın ve hâkim rüzgârların yönüne göre adanın acil durum planlarına eklenmesi bile gerekebilir. Bunun hesaplarının tesisin normal lisanslanması sürecinde yapılması ve ona göre acil durum planlarının hazırlanması lazım. Ama Türkiye’de ne derece yapılır veya düzgün yapılır mı? Sonuçlar sabunlanır mı? Ehliyetli uzmanların denetiminde mi yapılır? Halka açıklanır mı? Bunlar hep soru işareti! Son 10 yılda enerji talebi noktasında Çin’den sonra en çok artış Türkiye’de gerçekleşti. Buna rağmen Türkiye kullandığı enerjinin yüzde 74’ünü dışarıdan ithal etmekte. Oysa Fransa enerji ihtiyacının yüzde 75’ini nükleer enerji santrallerinden karşılamakta. Türkiye enerjide dışa bağımlılığını nükleer enerji olmadan nasıl giderecek? Burada söylenebilecek çok şey var. Fakat ben kısaca 2 tanesinden bahsedeyim: İlki, nükleer santral yapma modelinde, santral sahipleri

yabancılar olacak. Akkuyu’ Ruslar üretecek, parayı Ru elektrik hattı çekip elektrik olurdu. Dolayısıyla Akkuy lerin aksine dış kaynaklı b devletinin Rusya dışında santral olacak. Sinop’taki s Suez. Türkiye’nin sanırım payının olması bekleniyor olarak ele almak mümkün. yerli kaynak olarak görüleb sahibi kendimiz bile olsak, lendirebilmemiz için yakıt rına da hâkim olmamız laz yapma modeli ile bunu sağ

İkincisi, nükleer enerjinin Nükleer güvenlik, güvenli ve vasıflı çalışanlar, sıkı d mekanizmaları vs. Bugün tarafında bunların doğru dü mümkün değil. Modern yö kültürünün olduğu, torpil, ğin olmadığı bir personel po bu konularda büyük sıkıntı merkezinde nükleer güve maalesef nükleer güvenli takoz olarak görülüyor ve p sebeplerden ötürü bazı uzm malarından ayrılmak zorun ki hâkim zihniyet; “yabancı bizim iyi olmamıza gerek şeklinde işliyor. Yani bugün hiç iç açıcı bir durumda değ

Nükleer enerji santralleri gerekiyor yoksa Türkiye izlediği yöntem dolayısı Uluslararası standartlar d santrallere yine de karşı ç

Aslında dışa bağımlılığı a mevcut nükleer santral çalı

Adının açııklanmasını istemeyen nükleer enerji mühendisi, Türkiye’deki nükleer santral inşaatlarında, güvenlik konusunun “projeyi engelleyen bir takoz” olarak görüldüğünü ve bu sebe


Aralık 2014 - Ocak 2015

15

’in Çernobil’i olabilir

nenmemiş bir model” Radyoaktif atıklar KANSER YAPIYOR Nükleer santrallere neden karşısınız?

masını istemeyen bir nükleer enerji mühendisine konu ile ilgili aşağıdaki

n kendine has şartları var. ik kültürü, kalite, ehliyetli denetim, bağımsız denetim nkü çalışmalarda Türkiye üzgün sağlandığını söylemek önetim sistemleri ve kalite kadrolaşma ve ehliyetsizliolitikası gerekli. Türkiye’de ılar var. Bütün çalışmaların enliğin olması lazım. Ama ik, projeyi engelleyen bir pek itibar edilmiyor. Bu gibi manlar nükleer santral çalışnda kaldı. Üst yöneticilerdeılar nasıl olsa düzgün yapar, k yok; göç yolda düzülür!” n yürütme ve denetim tarafı ğil.

ine toptan karşı çıkmak mı e’nin Akkuyu ve Sinop’ta ı ile mi karşı çıkmalı? dikkate alınıyor olsaydı bu çıkar mıydınız?

azaltmak isteyen bir ülkede ışmalarına yöntem nedeniy-

le karşı çıkılması gerekir. Yabancılara ve özellikle doğalgaz açısından bağımlı olduğumuz Rusya’ya, bu bağımlılığı azaltmaya yardım edecek bir enerji kaynağı olan nükleer enerjideki önemli sahamızı, hem de Akdeniz’deki bir sahayı sahibi Rus devleti olacak ve bu bölgede büyük miktarlarda gelir elde edecek bir şekilde teslim etmek hiçbir rasyonel enerji politikasının kabul edeceği bir şey olamaz. Ülke çıkarlarını düşünen rasyonel bir enerji politikası, nükleeri farklı bir ülke ile gerçekleştirmek gerektiğine işaret edecektir. Kaldı ki Rusların santral işletme kalitesi Batı’nın çok gerisindedir. Diğer yandan, şu anda Türkiye’de bir nükleer santral kazası için birçok öncülün mevcut olduğu görülmektedir. Personel kalitesi problemleri, sistemsel problemler, güvenlik kültürünün olmaması... Bunlar Çernobil kazasının öncesinde Sovyet rejiminin de özellikleri arasındaydı. Türkiye bugün benzer problemleri yaşamaktadır. Uluslararası ölçütler dikkate alınarak, bütün bu olgular minimize edilse bile, teknik problemler yüzünden bugünkü çalışmalar eksiklikler içeriyor. Örneğin; şu sıralar inşa edilmesi düşünülen santral modelleri Türkiye için sıkıntılı olabilir. Bu işe ilk giren ülkelerin prototip modellere yönelmemesi lazım. Örnek vermek gerekirse; tecrübeli bir ülke olan Finlandiya ve 8-9 yıl gecikmiş ve mahkemelik olmuş ERP projesi söz konusudur. Türkiye’ye teklif edilen modeller, işletme tecrübesi olmayan prototipler (ATMEA, CAP1400)... Hatta AP100 ve VVER1200’ün bile işletme tecrübesi yok. Zaten işler düzgün yapılsaydı, ülke bu modeller ile devam etmezdi. Diğer yandan, bir grup uzman, nükleerin özellikle Fukushima kazasının ardından bugünkü teknolojiler (BWR, PWR, vs.) ile asrını tamamladığını, başka tasarım modelleri olmadan mevcut tasarımların zaman içinde yavaş yavaş ticari hayattan çekileceğini söylemektedir. Bunun da değerlendirilmesi lazım.

epten ötürü bazı uzmanların projeden ayrılmak zorunda kaldığını söyledi.

Dr. Ahmet Fikrin Körceğez Nükleere Hayır Platformu’ndan Kıbrıs Türk Tabipler Birliği (KTTB) Çevre Sorumlusu Dr. Ahmet Fikri Körceğez’e konuyla ilgili sorularımızı yönelttik. Nükleere Hayır Platformu nasıl ve kimler tarafından kuruldu, amacı nedir? Nükleere Hayır Platformu’nun bileşenleri arasında KTTB , Biyologlar Derneği, Çevre Mühendisleri Odası, Yeşil Barış Hareketi, Baraka, MS Derneği, ÇAM-SEV, GÜÇ-SEN, TIP-İŞ ve Bağımsızlık Yolu, TDP, BKP, YKP gibi gönüllü kuruluşlar, sendikalar ve siyasi partiler yer alıyor.

Son söz

’da yüzde 100 Rus. Elektriği uslar kazanacak. Rusya’dan k alsaydık benzer bir durum yu aslında bütün söylenenbir modeldir. Akkuyu, Rus sahip olacağı ilk nükleer santralin işleticisi de Fransız yüzde 20-30 gibi küçük bir r. Onu da yabancı kaynak Mevcut modelde nükleerin bilmesi çok zor! Kaldı ki tam , yerli kaynak olarak değerçevriminin belirli aşamalazım gelir ki mevcut santral ğlamak mümkün değil.

Nükleer santraller, kaza olması durumunda bulunduğu coğrafyayı mahveden enerji üreten yapılardır. Kaza olmasa bile normal çalışma şartlarında da denizi ve eko sistemini bozan, çıkardığı radyoaktif atıklarla çevreyi geriye dönüşsüz kirleten bir enerjiden bahsediyoruz. Bu atıklar 250 bin yılda tesirsiz hale geliyorlar. Bunca yıl bu atıkların güvenli saklanması gerekiyor. Şu anda nükleer enerjiyi kullanan tüm ülkelerin en önemli sorunu bu. Atıklardan plütonyum kanserojen olarak biliniyor. Bir diğer radyoaktif madde olan stronsiyum lösemi riskini artırıyor. Sezyum ve iyot, tiroit kanserine neden oluyor. Nükleer santrallerin alternatifleri mevcut mu? Elbette var. Yenilenebilir enerji sistemleri nükleere ihtiyaç duymadan hayatımızın ihtiyaçlarını giderebilir. Söz konusu olan Türkiye ise, hem güneş hem de rüzgâr açısından Avrupa’nın en potansiyelli coğraf-

yasından bahsediyoruz demektir. Nükleer enerji ucuz bir enerji değildir. Bugün nükleer enerji için üretim maliyetleri 13 sent, güneş paneli için 7 sent, rüzgâr için 4 sent ödemeniz gerekir. Nükleer enerji üretirken, örneğin Akkuyu için, yaklaşık 300-400 kişiye iş imkânı doğacaktır. Hâlbuki aynı enerjiyi sağlamak için yapacağınız rüzgâr enerjiisi yatırımı, 70 bin kişi için iş kapısı anlamına gelmektedir. Son yıllarda Türkiye’nin enerji ihtiyacında azalma oldu. Nükleer enerji Türkiye’yi dışa bağımlılıktan kurtarmıyor. Bilakis tamamen Rusya’nın bağımlısı haline getiriyor. Burada patron Rosotom şirketi oluyor. Ayrıca yapılmaya çalışılan anlaşmalarla alım garantili ve pahalı bir elektrik almış oluyoruz. Bunun yanında nükleer enerji ile Türkiye’nin sadece elektrik enerjisinin yüzde 5-6’sı sağlanmış olacak. Türkiye’nin ener ji ihtiyacı sadece elektrik değildir. Bu da günün sonunda çok daha az bir enerji yüzdesi için alınan riskleri ortaya koyuyor.

Nükleer enerji tartışmasının yakın bir zamanda sonlanacağını söylemek zor. Bu nükleer santraller, uluslararası standartlara uygun, bağımsız denetim mekanizmaları işleyen bir sistem olarak kurulduğu takdirde ülkenin enerji kaynaklarını çeşitlendirmesi ve enerjide dışa bağımlılığı azaltması açısından yararlı olabilir. Ancak, nükleere karşı olanların da ortaya koyduğu riskler kesinlikle göz ardı edilmemeli. AK Parti hükümetinin tavrı ise bu konudaki şüpheleri gidermekten fazlasıyla uzak. Uzun lafın kısası, bu konudaki tartışmalar yakın bir zamanda sonlanmayacak gibi. Türkiye hükümetinin “ben yaptım, oldu” tavrından ötürü Akkuyu’da kurulacak nükleer santralin hem Türkiye’nin hem de KKTC’nin başına iş açma ihtimali oldukça yüksek.

Nükleere Hayır Platformu’ndan protesto eylemi Mustafa Baflı Nükleere Hayır Platformu Mersin Akkuyu’ya kurulacak nükleer santralı protesto etmek için 17 Ocak 2015’te Lefkoşa’da bir eylem düzenledi. Saat 2’de Citroen ışıklarında başlayan eylem Türkiye Büyükelçiliği’ne kadar sloganlar eşliğinde devam etti. Nükleere Hayır Platformu içinde yer alan temsilciler topladıklar yaklaşık dört bin imzayı elçilik görevlilerine teslim etti. Eylem elçiliğin önünde yapılan basın açıklaması, Nükleer Koro’nun şarkılarını söylemesi ve sloganlarla sona erdi. Basın açıklamasında şu ifadeler yer aldı: “Türkiye’nin Mersin ilinin Gülnar ilçesinin Akkuyu mevkiine yapılacak olan Nükleer Güç Santrali’nin AKP hükümeti tarafından imzalanan anlaşma ile Rus şirketine teslim edilmesinin ardından ÇED (Çevresel Etki Değerlendirme) raporunun da onaylanmasıyla birlikte Kıbrıs’ın yanı başında her an patlamaya hazır bir nükleer bomba yerleştirilmesinin önü açılmıştır. Bundan birkaç gün önce ise ilk günden beri karanlık bir şekilde ilerleyen onay sürecinin yalandan ibaret olduğu anlaşılmıştır. İçerisindeki eksik ve hatalı bilgilerden dolayı iki kez reddedildikten sonra üçüncü defada onaylanan Akkuyu Nükleer Güç Santrali ÇED raporunda imzası bulunan nükleer enerji mühendisinin imzasının taklit edildiği ortaya çıkmış ve bununla birlikte yasal süreçler başlatılmıştır. Buna bağlı olarak bir süre önce oluşturulan ve sendikalardan odalara, siyasilerden derneklere varıncaya kadar ülkemizde doğaya duyarlı tüm kesimleri bir araya getiren Nükleere Hayır Platformu mücadelesini artan bir şekilde sürdürmektedir. Bu mücadele durmaksızın ve ‘‘Mersin

Nükleere Karşı Platformu’’ ile dayanışma içerisinde devam etmektedir. Bu bağlamda, Mersin Akkuyu’da yapılması planlanan nükleer santralin gelecek nesillerin yaşamını tehlikeye soktuğu ve doğayı önemli öçlüde tehdit ettiği gerekçesiyle durdurulmasını talep eden 250 bin imza geçtiğimiz hafta Türkiye Çevre ve Şehircilik Bakanlığına ulaştırılmıştır. Türkiye’de devam eden imza kampanyasına paralel olarak platformumuzun ülkemizde de başlattığı kampanya devam etmektedir. Şu an itibarıyla topladığımız 4 binden fazla imza Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a iletilmek üzere bugün TC Elçiliğine teslim ediyoruz. Akkuyu’da meydana gelebilecek olan bir kazanın 300 km’lik bir alanın felakete sürükleneceği düşünüldüğünde Kıbrıs ile Akkuyu arasının da sadece 90 km olduğu göz önüne alındığında olası bir kazada yok olma tehlikesiyle yüz yüze durumdayız. Hiçbir tartışma yoktur ki; ‘Akkuyu’da nükleer, en çok bizi etkiler’. Türkiye’de ve burada toplanan bu imzaların gereği yapılmalı, Akkuyu Nükleer Güç Santrali projesi hemen durdurulmalıdır. Çünkü bu ülkede sağlıklı yaşamak bizim en temel hakkımızdır. Bilinmelidir ki, bu hakkı elimizden almaya çalışan her kim olursa olsun, asla müsaade etmeyeceğiz. Zaten ekolojik yıkımla yüz yüze olduğumuz, çevresel değerlerimizi giderek kaybettiğimiz ve her geçen gün insanlarımızı kanserden yitirdiğimiz bir ortamda bir de nükleer santral tehdidini bize dayatmaya kimsenin haddi değildir! Bu dayatma devam ettiği sürece tepkimiz ve mücadelemiz de devam edecektir.”


16

Aralık 2014 - Ocak 2015

Taşucu’nda dört güzel gün Berksu Mehmetcik Yaz tatilinde sıradan bir gün yaşarken, en yakın arkadaşımın, “hadi kalkın Taşucu’na gidiyoruz” demesiyle kendimi Girne Limanı’nda gemiyi beklerken buldum...

Yaklaşık iki buçuk-üç saatlik bir gemi yolculuğundan sonra üç arkadaş Taşucu Limanı’na indik. Pasaport işlemlerini yaptırmak için sırada beklerken yerde uyuyanlara, bankın üstünde ayakkabıları çıkarılmış bir şekilde yatanlara tanık oldum. Saat öğleden sonra 2.00 gibi sıcaklığın Kıbrıs’tan farkı yoktu. Güneş tepemizde cayır cayır yakarken, siyah bir Vito gelip yanımızda durdu. Ben şaşkınlıkla ne olduğuna bakarken şöför kapıyı açtı, arkadaşımın,“hadi gelin” demesi üzerine geçip oturduk. Yaklaşık 10 dakika yolda geçti ve araba “Hacı Paşa Konağı” yazan koskocaman, etrafı sur gibi çevrilen, demir kapılı bir konağın önünde durdu. Arkadaşımdan açıklama

girdik. Taşucu’nda yaşayan gençler daire olmuş gitarla şarkı söylerlerken bizi de yanlarına davet ettiler. Yanlarına oturduk ve geceyi onlarla eğlenerek geçirdik.

beklerken, “burası benim büyük dedem Hacı Paşa’nın konağı” diye söze girdi. Diğer arkadaşımla birlikte şok olmuş bir şekilde birbirimize bakarak, Vito’dan indik ve konağa girdik. Konak büyük bir bahçenin içindeydi. Etrafta portakal ağaçları, binbir çeşit çiçek, ağaçlara monte edilmiş saksılar, yasemin ağaçları vardı. Eşyalarımızı yerleştirmek için konağa girdiğimizde arkadaşım Leyla’nın babaannesi bizleri karşıladı. Daha sonra valizlerimizi yerleştirmek için üst kata çıktık. Her birimiz için ayrı odalar vardı. Odaların her birinde özel banyo ve tuvalet vardı. Yatağım tül örtüler içinde ve koskocamandı. Avizeler, tahta oymalı sehpalar, her biri çok özeldi. Mayolarımızı giyip avluya çıktığımızda Leyla’nın “beni takip edin” sözüyle peşinden gittik ve gördüğüm manzara karşısında çok şaşırdım. Karşımda, kare, derinliği iki buçuk metre olan, ağaçların içinde bir havuz duruyordu. Havuza girebilmek

Taşucu’na Girne’den 2-3 saatlik bir gemi yolculuğuyla ulaşılıyor için merdivenden çıkmak gerekiyordu ve havuzun özelliği “pınar suyu”ndan doldurulmuş olmasıydı. Ertesi sabah 9.00’da çay bahçesine gidip kahvaltı yaptık. Taşucu’na has pidelerden yedikten sonra Mersin’e doğru giden yoldaki ünlü bir plaja gittik. Denizin rengi o kadar açık ve berraktı ki, denizin içindeki taşlar

“We have yürek they don’t!” Tuğçe Seren Karakoç

Sosyal ve Kültürel Aktiviteler Müdürlüğüne bağlı Amerikan Futbolu Kulübü “DAÜ Crows” (DAÜ Kargaları) ile Okan Üniversitesi Amerikan Futbolu Kulübü “Huskies” arasında ÜNİLİG (1. LİG) 1. karşılaşması gerçekleşti. DAÜ Stadyumu’nda 27 Aralık 2014 Cumartesi 12.00’de gerçekleşen maçın galibi 39- 0 skoruyla DAÜ Crows oldu. KKTC’nin ilk Amerikan futbolu takımı olan DAÜ Crows maçtan önce taraftarlar için “We have yürek, they don’t!” yazılı tişörtler dağıttı. ÜNİLİG, 55 ilden 75 üniversitenin yer aldığı, altında çeşitli spor dalları olan bir organizasyondur. KKTC’nin ilk ve resmi olarak tek Amerikan futbolu takımı olan “DAÜ Crows” Sosyal ve Kültürel Aktiviteler Müdürlüğü’ne bağlı olarak faaliyet göstermektedir. Takımın daha önce Türkiye profesyonel 2. Liginde 2010 sezonu şampiyonluğu ve sonraki yıl 1. Lig üçüncülüğü bulunmaktadır. ÜNİLİG korumalı futbol branşında iki senedir aktif olarak yer alan DAÜ Crows önümüzdeki yıllarda da KKTC ve DAÜ’nün gurur kaynağı olmaya devam edecek gibi görünüyor. DAÜ Crows’ın takım kaptanı Orhun Day, Okan Üniversitesi ‘Huskies’ karşılaşmasının detaylarını bizlerle paylaştı. “14-16 Kasım’da Antalya’da yapılan fikstür çekiminde ÜNİLİG 1. Lig B grubunda yer almaya hak kazanan DAÜ Crows takımı ilk maçını 27 Aralık Cumartesi günü

kendi sahasında Okan Üniversitesi ile gerçekleştirdi. Maç 39-0 DAÜ Crows takımının üstünlüğü ile sonuçlandı. Öncelikle bu maça çıkmamızda ve her zaman yanımızda olup desteğini bizden hiçbir zaman esirgemeyen Sosyal Kültürel ve Aktiviteler Müdürlüğüne ve Rektörlüğümüze teşekkürü borç

biliriz. Ay r ı c a maçlarımız a her sene artan ilgiden dolayı ve bizi desteklemek için stadyuma gelen başta okulumuzun DAÜ UltrAslan Kulübüne sonra bütün öğrenci arkadaşlarımıza çok teşekkür ederiz. Bu sene hedefimiz olan şampiyonluk için çıktığımız ilk maçımızda rakibimize karşı daha üstün bir oyun sergiledik. Maçın başından sonuna kadar oyun mentalitesinden kopmayan

arkadaşlarıma canı gönülden teşekkür ederim. 2 sırt numarası ile Bilalcan Arslan harika bir performans göstererek takımını galibiyete taşıyan isimlerin başında geldi. Bunun yanında 22 sırt numarası ile Onayemi Abdulmalek Babaji de takımın skorunda etkili oldu. Defans takımımız da güzel bir oyun sergileyerek rakibimizin sayı yollarını kapayınca takımımız ilk maçından sayı yemeyerek 39-0’lık skorla galip gelmeyi başardı. Okan Üniversitesi Spor İşleri Müdürü Sn. Faruk Güneş’e ve Huskies takımına, adaya geldikleri dakikadan itibaren sergilemiş oldukları centilmence tavırlarından dolayı önce takımımız ve okulumuz adına teşekkür ederim. Ve ilerideki maçlarında kendilerine şimdiden başarılar dilerim. Bizler de bundan sonra bu maçtaki hatalarımızdan dersler çıkarıp önümüzdeki maçlarda daha iyi olmak için çalışmalarımıza devam edeceğiz. “

yukarıdan bakınca görülüyordu. Plaj çok büyüktü. Denizin kenarında dağa çıkan merdivenler vardı. Yemyeşil ağaçlar, hamaklar, banklar her taraftaydı. Saat 4.30 gibi plajdan ayrılıp konağa geri döndük. Akşam yemeğini yedikten sonra kafelere ve barlara bakmak için çıktık. Deniz kenarında, yerde pufların olduğu bir kafeye

Ertesi sabah Mersin Form’a gitmek için yola çıktık. Hava çok sıcaktı fakat alışveriş mağazasının içine girdikten sonra gözümüz hiçbir şey görmedi. Akşama doğru oradan ayrılırken, Taşucu’na değil, ilçenin kuzeyindeki dağın tepesindeki yaylaya gittik. Dağın eteklerinde, iki katlı, büyük bir avlusu olan bir yerdeydi yayla evi. İki günümüzü orada geçirdik. Ne televizyon, ne internet, ne de sosyal medya vardı. Bunların yerine çam kokusu, horoz sesi, fırından gelen ekmek kokusu vardı. Tatil bitip de Kıbrıs’a döndüğümde, geçirdiğim bu dört günün etkisinden çıkamadım. Taşucu pek de tatil yapılacak bir yer olarak görülmese de, bence mutlaka gidilip görülmesi gereken bir yer. Özellikle de kafasını dinlemek isteyenler için.

Dr. Ayten Sururi anısına

Tenis turnuvası

DAÜ’deki turnuvada sporcular kıyasıya mücadele ettiler DAÜ Haber

Doğu Akdeniz Üniversitesi’nde (DAÜ) öğretim görevlisi olarak çalışan, ancak üç yıl önce hayatını kaybeden Dr. Ayten Sururi anısına DAÜ ve Sururi ailesi tarafından “I. Dr. Ayten Sururi Tenis Anı Turnuvası” düzenlendi. 12 – 16 Aralık 2014 tarihleri arasında DAÜ tenis kortlarında gerçekleştirilen turnuvaya yaklaşık 60 kişi katıldı. Turnuvada 35 Yaş Üstü Erkekler ve Kadınlar, 35 Yaş Üstü Çift Erkekler ve Çift Kadınlar, 45 Yaş Üstü Erkekler ve Kadınlar olmak üzere toplam altı kategoride maçlar yapıldı. Turnuvada derece alan sporculara ödülleri, DAÜ Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Hıfsiye Pulhan, DAÜ Rektör Yardımcılığı Koordinatörü Öğretim Görevlisi Mutlu Kale ve aile mensupları tarafından takdim edildi.

Turnuvada Dereceye Girenler 35 Yaş Üstü Kadınlar:

35 Yaş Üstü Çift Erkekler:

1.Mine Altay 2.Şinel Eray 3.Emine Uslutürk

1.Andaç Alkan/Aydın Kayol 2.Mustafa Shahidipour/Abdullah Mubareki 3.Hasan Maydon/Talat Şentürk

35 Yaş Üstü Erkekler:

45 Yaş Üstü Erkekler:

1.Aydın Kayol 2.Talat Şentürk 3.İlhan Altay

1.Eray Aşıkoğlu 2.Mustafa Shahidipour 3.Uğur Atikol

35 Yaş Üstü Çift Kadınlar:

45 Yaş Üstü Kadınlar:

1.Emine Uslutürk/Marziye Shahidipour 2.Mine Altay/Yeliz Hoşgör 3.Emsal Emirzadeoğluları/Ece Açıkel

1.Marziye Shahidipour 2.Canan Karagil 3.Yelda Çubukçu


Aralık 2014 - Ocak 2015

İfade özgürlüğü

ve egemen güç hegemonyası Eser Karataş İfade özgürlüğü, herkesin hakkı olan ve her alanda kullanılabilmesi gereken, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde ilan edilen ve birçok ülke tarafından kabul edilen bir haktır. “Kullanılabilmesi gereken” diyorum çünkü zaman zaman bu hakkınızı kullanmanız belli kesimler tarafından engellenebilir. Peki, neden engellenir ifade özgürlüğümüz? Sebebi çok basit aslında: Birinin tekerine çomak sokmuşsunuzdur ya da yanlış giden bir şeyler hakkında sesinizi çıkarıp mevcut düzen için tehdit olmuşsunuzdur. Türkiye’de ifade özgürlüğü konusunda kanunlar çatışmaktadır. Anayasa’nın 25’inci maddesinde, ‘’Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir. Her ne sebep ve amaçla olursa olsun, kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz” denilirken; Türk Ceza Kanunu’nun 159’uncu maddesi ise şöyle der: “Bu hürriyetlerin kullanılması, millî güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği, Cumhuriyetin temel nitelikleri ve devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünün korunması, suçların önlenmesi, suçluların cezalandırılması, devlet sırrı olarak usulünce belirtilmiş bilgilerin açıklanmaması, başkalarının şöhret veya haklarının, özel ve aile hayatlarının yahut kanunun öngördüğü meslek sırlarının korunması veya yargılama görevinin gereğine uygun olarak yerine getirilmesi amaçlarıyla sınırlanabilir.” Şimdi hal böyleyken ülkemizde ifade özgürlüğünün en yasal hakkı olduğunu düşünen biri, kanunlar karşısında suçlu sayılıp cezalandırılabilir. Şu zamanda ağzınızdan çıkacak fikirleriniz, etiketlenmenize sebep olabilir ve egemen güç tarafından tehlike olarak algılanıp cezalandırılabilirsiniz. Demokrasi ve cumhuriyetle hiç bağdaşmayan bu tavır aslında egemen gücün, bulunduğu konumu kaybetme korkusundan kaynaklanan bir baskı rejimidir. Demokrasinin temel kuralı olan ifade özgürlüğü konusunda en çok kısıtlananlar gazetecilerdir. İfade özgürlüğü neden gazeteciler için bu kadar önemlidir? İstediğini yazamayan, söylemeyen bir gazeteci, doğal olarak olaylara eleştirel bakmayacaktır. Bağlı oldukları kurumlar tarafından sansürlenen veya yazmak istedikleri değiştirilen gazeteciler, belli kalıp-

laşmış cümleler öbeğine esir tutulup, tek bir ağızdan çıkarcasına, başkalarının duymak istediklerini yazacaklardır. Bu düzenin dışına çıkmak isteyenler veya çıkanlar ise yıldırılıp yaptıkları işlerden el çektirilmektedir. Günümüzde birçok basın kuruluşu, halkın sesi değil, siyasi partilerin propaganda aracı olmuş durumda ve medya patronlarının siyasilerle olan çıkar ilişkileri, kurum içinde tepeden tırnağa herkesi etkilemekte. Gazeteciler kendi doğru bildiklerini değil, patronlarının ve siyasilerin söylemek istedikleri yazmak zorunda kalmaktadırlar.

Ne acı ki işsiz kalma ya da cezaevine atılma korkusu yüzünden özellikle gazetecilik gibi halkı bilgilendirme, aydınlatma misyonuna sahip bu kişilerin ifade özgürlüklerinin ellerinden alınması ve gazetecilerin sadece egemen güçlerin ve sermaye sahiplerinin sözcülüğünü yapmak zorunda kalmaları gazetecilik mesleği ile hiç bağdaşmamaktadır. Gazeteci olarak yazdığınız bir yazının ertesi gün içerik olarak değiştirilip patronunuz veya siyasi otoritenin istediği şekli alması ve sizin söylemek istediğiniz değil, onların demek istedikleri şekilde servis edilmesi olağan bir hal almış durumda. Artık günümüzde eleştirel gazetecilik anlayışı kalmamış durumda. Hiç kimse fikir beyan edemez halde. Artık gazete manşetlerine bakarak o gazetenin kime hizmet ettiğini anlayabiliriz. Tek bir gerçek varsa o da artık pek çok gazetecinin ve gazetenin halka hizmet etmediğidir. Eleştiremeyen, söz söyleyemeyen bir toplum üretmez ve koyun gibi güdülmeye mahkûmdur. Baskı karşısında ifade özgürlüğünü kullanmamamız, daha birçok özgürlük ve haklarımızın elimizden alınmasına neden olabilir. İfade özgürlüğünü kullanmanın birçok farklı yöntemi var aslında. Örneğin, Gezi Parkı’nda insanlar ifade özgürlüğünü en iyi ve en etkin şekilde kullandılar; egemen gücün baskısına rağmen fikirlerini söylediler; yanlış olanın yanlış olduğunu hem de bağıra bağıra söylediler; haklarına sahip çıkıp onun için savaş verdiler ve bunu yaparken birçok farklı yöntemi kullandılar. Bir şiirle, belki bir şarkı ile belki de bir fotoğraf karesi ya da resim ile kendinizi ifade edebilirsiniz. Hangi yolla yaparsanız yapın, ifade özgürlüğünüze sahip çıkın. SORGULAYIN ve İFADE EDİN!

GENEL YAYIN YÖNETMENİ Ayça Atay SAHİBİ Doğu Akdeniz Üniversitesi adına Rektör Vekili Prof. Dr. Necdet Osam DANIŞMA KURULU Prof. Dr. Süleyman İrvan Doç. Dr. Hanife Aliefendioğlu Yrd. Doç. Dr. Pembe Behçetoğulları Yrd. Doç. Dr. Metin Ersoy

GÖRSEL DANIŞMAN Engin Aluç SAYFA TASARIMI Can Bekcan FOTOĞRAF EDİTÖRÜ Mert Yusuf Özlük FOTO MUHABİRİ Fırat Necati Güner

MUHABİRLER Akın Bodur Alican İşler Aybeniz Küzeci Eser Karataş Kamil Yelim

Mustafa Baflı Sultan Emre Sertaç Özdemir Tuğçe Seren Karakoç

KATKIDA BULUNANLAR Berksu Mehmetçik Elnaz Nasehi

Doğu Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi Tel : 0392 630 25 70 E-posta : gundem@emu.edu.tr DAÜ Basımevi’nde basılmıştır

17

F aolarak r k lyaşamak ı Kamil Yelim Kaynağını varoluşumuzdan alan ‘merak’ duygusu sebebi ile insan, başta kendisi olmak üzere tüm evreni sorgulamak ve öğrenmek istemektedir. İnsanı insan yapan da zaten bu ‘kendivarlığını’ bile sorgulamayetisidir. Elbette bu sorgulamalar, zamandan zamana ve kişiden kişiye farklı cevaplara yol açmaktadır. Dünyanın bizim için düz olduğu zamanlardan, başka gezegenlere robotlar yollamaya başladığımız günlere gelişimiz; yani ‘ilerleme’ sağlamamızın yegâne yolu bu sorulara cevap arayışımızdır. İnsan hayatında ‘merkezi’ bir otorite olarak yer edinip, onu yönlendiren, tüm bu ilerlemeyi sağlayan sorgulamalara‘kesin ve net’ cevaplar verdiğini iddia eden bir yapı mevcut: din. Din, daha en başından beri farklı biçimlerde, farklı cevaplar ile insanlık tarihinin her döneminde güçlü bir yer tutmuştur; çoğunlukla da yeniliğe/farklılıklara kapalı bir tutum izlemiştir. Zamanında dünyanın yuvarlak olduğunu söyleyeni yargılayan düşünce yapısı günümüzde farklı biçimlerde varlığını sürdürmektedir. Aydınlanma sonrasında etkisini biraz yitirmiş olsa da, hâlâ din hakkında ne konuşmak ne de yazmak pek kolay değildir. İnsanlar kolayca alınabilir, hakarete maruz kalmış hissedebilir, kutsallarına saygısızlık yapıldığını söyleyerek bir yerleri havaya uçurabilir ya da bir grup karikatüristi acımasızca katledebilirler. İşte bu ortamda birlikte yaşama kültüründen uzak “inanç” sahibi insanların baskın olduğu toplumlarda, azınlıkta kalan, kendini gizlemek durumunda olan insanlar mevcuttur. Toplumun, mahalle baskısı diye adlandırabileceğimiz, farklı insanlar üzerinde kurduğu baskı, farklılıkları kabullenememe hali maalesef normalin dışına çıkan her birey için geçerli sayılsa da din gibi inanırlarının hayatında çok önemli bir yer tutan konu üzerine olduğunda daha da artmaktadır. Bu baskı sadece bir dine inanmayanlar için değil, aynı zamanda dinin farklı yorumlarına/mezheplerine inanan, farklı etnik kökenden gelen, farklı dili konuşan ve farklı cinsel yönelime sahip insanlara da uygulanmaktadır. Buradaki anahtar kelime “farklı”dır. Farklı olmak her zaman yenilik anlamına gelmez, ancak her yenilik bir önceki durumdan“farklı” bir durumdur. Bu durum bize dinin ilerleme üzerindeki etkisini göstermesi açısından önemlidir. Elbette bu farklılıklara sahip insanların kendilerini kabul ettirme süreçleri kolay olmamıştır. Örneğin bir zamanlar köle olmaktan başka bir çaresi olmayan Afro-Amerikan toplumu ya da gerçek kimliklerini saklamak durumunda kalan LGBT bireyleri büyük ve zorlu bir mücadele sonucunda artık birçok yerde kendilerini oldukları gibi kabul ettirmiştir. Ateizm, her ne kadar Türkçe’ye tanrıtanımazlık gibi bir “tanrının varolduğu ve bunun reddedildiği” önkabulü ile çevrilmiş olsa da, ihtiva ettiği anlam şu şekilde açıklanabilir: İnsanın bir yaratıcı tarafından yaratıldığı iddiasının, bilimsel bir şekilde kanıt ile ortaya konulmadığı sürece geçerli olmadığı düşüncesidir. Yani karşıt bir iddia olarak “Tanrı yoktur!” demek değildir ateizm, aksine insanın nasıl insan olduğuna dair dinin ya da bir peygamberin aracılığı ile verilen cevabın geçerli sayılmamasıdır. Ateizm, ilk dinlerin ve tanrı fikrinin ortaya çıkmasından beri varlığını sürdürmektedir. Ateizm bir kurallar bütünü değildir ve bir argüman sunmaz. Ateizm günümüzde bile birçok toplumda tabudur ve ateistler kendi kimliklerini gizlemek durumunda kalmaktadırlar. Bu gizleme hali aslında bir ‘düşüncenin’ açıklanmamasından ibaret değildir. Toplumun dayattığı bazı koşullara(örneğin oruç tutmak, nasıl defnedileceği ve zorunlu din eğitimi) da istemeseler bile uyum sağlamak durumunda kalmaktadırlar. 19-20. yüzyılda Karl Marx, Friedrich Engels, V. Lenin gibi diyalektik materyalist filozoflar, ateizme geniş bir alan kazandırmışlardı. Lakin

sosyalist devletlerdeki bu anlayış, günümüzdeki popüler kültür demokrasilerinin yaratmak istediği insan tipine uygun olmadığından zemin kaybetmektedir. Bu noktada karşımıza, bu durumu tersine çevirmek isteyen ve yeni bir mücadele biçimi belirleyen ‘yeni ateizm’ akımı çıkmaktadır. Peki, nedir bu yeni ateizm? Yeni Ateizm, tıpkı zamanında LGBT bireylerin kimliklerini saklamayı bırakıp ‘biz de varız’ dedikleri gibi, ateistlerin de ortaya çıkmalarını ve kendilerini oldukları gibi kabul ettirmelerini amaçlamaktadır. Yeni ateizmin öncüleri, Richard Dawkins, Daniel Dennett, Christopher Hitchens ve Sam Harris’tir. Yeni ateizm, ateist söylemde bir yenilik getirmez ve daha önce söylenmemiş, yazılmamış bir fikir ortaya koymaz. Ateizm, “Tanrı” fikrinin, doğrulanamayan bir iddia olduğunu söyler. “Tanrı”nın insanın ürettiği bir kavram olduğunu ve insanın doğal halinin inançsızlık olduğunu savunur. Ateistler ateizmi bir kimlik olarak görmezler. Bu yüzden geçmişte ateist kimliği üzerinden bir mücadele girişilmemiştir. Yeni ateizmin, klasik ateizmden farkı sadece dine ve dini inanca sahip insanlara olan yaklaşımındadır, yeniliği buradan gelir. Daha öncelerinde ateistler din tartışmaktan kaçınmakta ve genel olarak inancın kişisel bir konu olduğu düşünülmekteydi. Yeni ateizm ile birlikte dinin etkisinin azaltılması amacı güdülerek başta kendini ateist olarak tanımlayan bilim insanları öncülüğünde din tartışılmaya başlandı. Bu tartışmalar, genelde bilimsel alanda hakim oldukları noktalardan yola çıkarak dini sorgulamaya girişen bir kısım bilim insanı sayesinde, internet vasıtası ile hızla küreselleşerek, “biz de varız” söyleminin yaygınlaşmasına sebep oldu. Bu sayede dünyanın birçok noktasında kendisini ateist ya da non-theist olarak adlandıran insanlar özellikle de internetin sunduğu kimliğini gizleme olanağı sayesinde düşüncelerini açıklama imkânı bulmakta ve bu kaynaklardan beslenmekteler. Ancak ‘’biz de varız’’ derken bile hâlâ kimliklerini gizlemek durumunda kalmaları din karşısında henüz pratik bir kazanım elde edilemediğini kanıtlamaktadır. Yeni ateizmin öncüleri, alanlarında saygın bilim insanları olarak bu konudaki tartışmalara yazdıkları kitaplar, hazırladıkları belgeseller ve hatta dindarlar ile katıldıkları münazaralar ile katkı koymaktadırlar. Bu kitaplar arasında özellikle bahsedilmesi gereken üç kitap mevcuttur. Bunlar, Richard Dawkins’in yazdığı Türkiye’de yasaklanması için dava açılan ve birçok ülkede en çok satanlar listesine girmesi ile bilinen ‘’The God Delusion’’ (Tanrı Yanılgısı), Sam Harris’in yazdığı ve ilk kez bir ateist kitabın en çok satanlar listesine girmesini sağlayan ‘’The End of Faith’’ (İnancın Sonu) ve son olarak Christopher Hitchens’in ‘’God is not Great’’ (Tanrı Muhteşem Değildir) isimli kitabıdır. Ayrıca Richard Dawkins’in ilk olarak ‘’ The Root of All Evil?’’ (Tüm Kötülüklerin Kökeni?) ismi ile yayınlanan bir belgesel çalışması mevcuttur. Bu çalışma daha sonra kitapla aynı isim altında tekrar yayınlanmıştır. Sonuç olarak, yeni ateizm, yeniliğini söylemlerinden değil nasıl ve neden söylediğinden alır. Bu aslında bir hak arama mücadelesidir. Hakim olan, normal sayılan anlayışların dışında kalan tüm farklılıkların da söz söyleme haklarının olduğunu ve zorunlu şekilde maruz kaldıkları dini baskılar karşısında bir mücadele alanı yaratarak, gelecek nesillerin dogmatik bir eğitime maruz kalmalarının önüne geçme amacı gütmektedir. Ateistlerin sürekli maruz kaldıkları hakaretlere karşı gösterebilecekleri yegâne tepki, bilimsel ve mantıksal argümanlarla fikirlerini açıklamak ve mümkün olduğunca daha fazla insana ulaşmaktır. Yeni ateizm bu açıdan dikkate değer bir ivme sağlamaktadır.


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.