SoL 314

Page 1

Haftalık Dergi 22 Ocak 2010 Sayı: 314 Fiyatı: 2,00 TL

TEKEL işçisi GENEL GREVİ ZORLUYOR Türk-İş, DİSK ve KESK TEKEL direnişinde sınıfta çakarken, işçilerin kararlılığı nedeniyle gelişmelere büsbütün kayıtsız kalamıyorlar. Açlık grevleri ile devam eden direniş “genel grevi” gündeme getirmiş durumda. Sendikalar işin içinden nasıl çıkacaklarını düşüne dursun, hükümet de direnişi bitirmek için yeni arayışlar içine girdi.

Metrobüs protestocularına soruşturma

Üniversitelerde soruşturma furyası bu kez metrobüs zammını protesto eden öğrencilere dokundu. Ancak öğrenciler “nefesimizi enselerinde hissedecekler” diyor.

Yunanistan işçisi boş durmuyor

TEKEL işçisi Belma’yı çok sevdi Otomotivde

papatya falı!

İnternette

sol

ABD’nin görüntüler deprem fırsatçılığı Haiti’de emperyalist rezillik


HAFTANIN HATIRLATMASI

YEREL SÜRELİ YAYIN - Sahibi: Zehra Güner Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Ekim Orhan İsmi Adres: Osmanağa Mah. Nihal Sok. No: 4 Kadıköy - İstanbul Tel: 0.216.330.58.04 - 0.216.414.65.04 www.sol.org.tr e-posta: dergisol.org.tr Baskı: Kayhan Matbaacılık Güven Sanayi Sitesi C Blok No: 244 Zeytinburnu

TEKEL işçilerinin haklı direnişini her yerde savunmayı, insanlara direnişin başarısının neden önemli olduğunu anlatmayı unutma. Olası bir genel grev için hazırlıklı ol.

2

Ölmek var dönmek yok! (...) Tütün işçileri yoksul, Tütün işçileri yorgun, Ama yiğit Pırıl - pırıl namuslu. Namı gitmiş deryaların ardına Vatanımın bir umudu... Keşke yerimiz olsa da Ahmet Arif’in “Yalnız Değiliz” isimli güzelim şiirinin tamamını paylaşabilsek. Okumuş olanlar, “Bir ufka vardık ki artık/ Yalnız değiliz sevgilim” dizeleri ile başlayan şiiri unutmuş olamazlar, okumayanlar içinse umalım bu satırlar tamamının bulunup okunmasına vesile olsun... Ahmed Arif tütün işçilerini anlatırken, kuşkusuz ölümünden 19 yıl sonra Ankara’ya hak alma mücadelesine gelecek, ülkenin akıl, vicdan sahibi tüm insanlarının desteğini alacak ve umutlarımızı filizlendirecek TEKEL işçilerini düşünmemişti. Çok büyük ihtimalle TKP’nin ilk dönem kadrolarından tütün işçilerini düşünerek yazdığı bu dizelerin TEKEL işçilerine bu kadar yakıştığını görse kim bilir ne düşünürdü? Şair “namı gitmiş deryaların ardına” dereken TEKEL işçilerini mi yoksa güzel ülkemizi mi işaret ediyor emin olamadım, fakat halkımız “yiğit namı ile anılır” der ve işçi sınıfının mücadele tarihinde tütün işçilerinin haklı bir ünleri vardır. Onlar ülkenin en karanlık günlerinde sınıf içinde TKP’mizin ilk hücrelerini oluşturanlardır. İnadın ve direncin simgesidirler. Bugün TEKEL işçilerine gören birisi, “demek ki, işçi sınıfı içerisine bir kere atılan tohum, ne kadar bastırılırsa bastırılsın, mutlaka bir yolunu bulur ve gerektiğinde betonu çatlatıp yeni filizler verir” derse idealistce mi bakmış olur? Aradan bunca yıl geçtikten sonra aynı inadın ve aynı inancın ortaya çıkması başka nasıl açıklanabilir ki? Varsın kimileri “tarihin sonunu” ilan etsinler, işçi sınıfının bittiği, bu halka güvenilmeyeceği masallarını yaymak için milyon milyon dolarlar harcasınlar, işte yiğit TEKEL işçileri bütün bu saçmalıkları yerle bir ettiler. Saklamaya gerek yok, bu satırların arkasında, geçmiş tartışmalardaki haklılığımızı, emekçi halka, işçi sınıfına güvenimizin boşa çıkmadığını görmüş olmanın gururu da var. Ancak sadece bunun için yazdığımız sanılmasın. Biz hep ileriye bakmamız gerektiğini biliriz ve TEKEL direnişi bu ülkede ileriye

bakmak isteyenlerin gerçekten kimlere güveneceğini, kimlerle yoldaşlık etmesi gerektiğini bir kez daha gösterdiği için değerlidir. Sonunun nasıl olacağından bağımsız olarak TEKEL işçileri uzun yıllardır ülkemizin üzerinde dolaşan kara bulutları dağıtmışlardır. Bu arada direnişin mümkün olan en ileri noktada bitmesi için TEKEL işçileri yapmaları gerekeni yaptılar, yapmaya devam ediyorlar notunu da düşelim ve bundan sonrası için “emekten yana” tüm güçlerin seferber olması çağrısını tekrarlayalım. Yiğit TEKEL işçilerinin direnişin henüz ilk günlerinde ziyaret etme fırsatı bulmuş ve kısa bir sohbet sonrasında bu direnişin Türkiye işçi hareketi tarihinde “ölmek var, dönmek yok” sloganı ile ve bir kararlılık-direnç eylemi olarak yer alacağı sonucuna varmıştık. Sanıyorum henüz 10. gününde filandık, sonra her geçen gün bu slogan daha bir anlam kazandı ve artık “ölmek var, dönmek yok” bir slogandan çok daha öte anlamlar kazandı. Elbette tarih tekerrürlerle ilerlemiyor, ancak birtakım benzerliklerin oluşması da kaçınılmaz. Örneğin Özallı yıllar ile bugün RTE’li yıllar arasındaki pek çok farka rağmen kimi benzerlikler kesinlikle vardır. Gerçi Özal ölerek kurtulmuştu ama prestijinin yıkılma sürecinin başlangıcının maden işçilerinin eylemi olduğu genel olarak kabul görmektedir. Burada “Çankaya’nın şişmanı işçilerin düşmanı” sloganın yeri inkar edilemez. Şimdi AKP’nin meydanı pek boş bulduğu bir dönemde yiğit TEKEL işçisinin direnişi pek ala benzer bir rol oynayabilir. “Ölmek var, dönmek yok” sloganı uzun yıllardır inatla savunduğumuz bir tespitin işçi dilindeki ifadesidir. AKP’nin yıkıcı saldırıları karşısında teslim olmama iradesi ortaya konulduğunda bunun sadece bir direniş olmayacağı eş zamanlı olarak bir karşı saldırı anlamı taşıyacağını söylüyorduk. TEKEL direnişi ve sloganı bunun somut örneğidir. Yiğit TEKEL işçileri halkın önemli bir bölümünün desteğini almıştır. Ancak bu gönülden desteğin, dışarıdan destek olarak kalmaması ve mücadele arkadaşlığına dönüşmesi günün en önemli sorunudur.

Biz hep ileriye bakmamız gerektiğini biliriz ve TEKEL direnişi bu ülkede ileriye bakmak isteyenlerin gerçekten kimlere güveneceğini, kimlerle yoldaşlık etmesi gerektiğini bir kez daha gösterdiği için değerlidir. Bu sorunun çözümü doğrultsundan atılacak her adım, ülkemizin gelecek güzel günlere yakınlaşması anlamını taşıyacaktır. Direnişin ilk anından bu güne yiğit TEKEL işçilerine yoldaşlık eden Türkiye Komünist Partisi’nin tüm üyelerine ve dostlarına çağrısı budur. Mücadelenin keskinleştiği evrelerde taraflar daha belirginleşir ve gri bölgeler kalmaz. Bugün olmak ya da olmamak, direnmek ya da teslimiyet sözcükleri ile gerçek karşılığını bulmaktadır. Ve direnişi sadece dışarıdan alkışlamakla, seyretmek ve teslim olmak arasında en küçük bir fark yoktur. Yiğit TEKEL işçileri bizler “yalnız değiliz”i hatırlattı, bizim de “yalnız değiliz”i yaygınlaştırmamız gerekiyor. Artık Türkiye işçi sınıfının yeni bir sloganı vardır. Ve elbette işçi sınıfının öncü partisi de bu sloganı benimsemek zorundadır, çalışmalarını bu sloganda ifadesini bulan kararlılıkla sürdürmek zorundadır. Evet, ölmek var dönmek yok! Bu arada işçi düşmanları boşuna sevinmesin, paranın saltanatını yıkılana kadar ölmek de yok!

Erkan BAŞ


HAFTANIN ÖNE ÇIKANLARI TEKEL direnişi hükümeti de sendikaları da zorluyor TEKEL işçilerinin bir ayı aşkın süredir devam ettirdiği direniş, 17 Ocak’ta Ankara’da yapılan “Ekmek, Barış, Özgürlük İçin Demokrasi ve Haklar” mitingiyle yeni bir evreye girdi. Bir ayı aşkın bir süredir devam etmesine karşın kararlılığından hiçbir şey yitirmeyen direniş, hem hükümeti hem de başta Türk-İş olmak üzere mevcut sendikal yapılanmayı zorluyor. 17 Ocak’ta gerçekleştirilen ve 100 bini aşkın işçinin katıldığı mitingin ardından TRT-1’de canlı yayınlanan bir programa katılan Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç şu sözleri sarf etti: “Parlamentonun içindeki siyasi partilerin eleştirisi veya bizi yıpratmasına biz gülüp geçiyoruz. Çünkü hiç etkili değiller. Ama karşımızdaki muhalefet sokağa çıkar da bunun

Metrobüs kavgası neden önemli? Metrobüs taşıma ücretlerine yapılan zamla ilgili açılan davadan yürütmeyi durdurma kararı çıktı. Kadir Topbaş, İstanbul 10. İdare Mahkemesi’nin 15 Ocak günü açıkladığı karara rağmen, “uygulanması halinde telafisi güç zararlar doğuracağını” söyleyerek mahkeme kararını hiçe sayacağını ima etmiş oldu. Ardından İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından 25 Ocak’ta Ulaşım Koordinasyon Merkezi’nin (UKOME) kararla ilgili görüşmek üzere toplanacağı duyuruldu. Ancak 22 üyeli UKOME’nin 11 üyesi İBB, 6 üyesi Ulaştırma Bakanlığı, 3 üyesi Savunma Bakanlığı ve 1 üyesi de İçişleri Bakanlığı tarafından belirleniyor. Dolayısıyla zam kararının altında imzası olan bu kurumdan mahkeme kararının uygulanması yönünde bir sonucun çıkmayacağı açık. Diğer yandan İstanbul Barosu’na bağlı bir grup avukat, mahkeme kararını uygulamayacağını ilan eden Kadir Topbaş ve İETT Genel Müdürü Hayri Baraçlı hakkında suç duyurusunda bulundu. Metrobüs zamlarına karşı verilen mücadele, ekonomik krizle beraber bütçe açığının katlanarak büyümesi nedeniyle iğneden ipliğe her şeye zam yapan AKP hükümetinin halk düşmanı politikalarına dur demek açısından ön plana çıktı. AKP’ye ve Topbaş’a “yağma yok” diyen Türkiye Komünist Partisi’nin 27 Aralık’ta gerçekleştirdiği kitlesel eylem, metrobüs zammına karşı verilen mücadelenin AKP’yi geriletme sürecinde önemli bir yere oturmasını sağladı.

içerisinde hanım kardeşlerimiz, gençler, onların yavruları çıkar ve bunlar üzerinden iktidar yıpratılmaya çalışılıyorsa, ben bir siyasetçi olarak bundan çekinirim, endişe ederim.” Arınç’ın dile getirdiği korku, başlangıcından bu yana çeşitli “kirli savaş” taktikleriyle direnişi kırmaya çalışan hükümetin TEKEL işçilerinin kararlılığı karşısında içine düştüğü çaresizliği yansıtıyor. Bilindiği gibi hükümet direnişin başlangıcından beri polis terörüne başvurmuş, işçileri “Ergenekoncu” olmakla itham etmiş, 4-C’de yapılan sözde iyileştirmeler üzerinden işçileri rüşvetle bölmeye çalışılmıştı. Arınç’ın dile getirdiği korkunun kaynağında bu taktiklerin hiçbirinin sökmemesi ve direnişin etkisini artırarak sürmesi yatmakta.

Öte yandan 17 Ocak mitingine damgasını vuran bir diğer gelişme, TEKEL işçilerinin Türk-İş yönetimini genel grev kararı almaya zorlaması oldu. Mitingin son bölümünde kürsüyü işgal eden işçiler, Türk-İş’in genel grev kararı alması için bastırdılar. Bu tepki daha sonra Türk-İş binası önünde de devam etti ve TEKEL işçileri genel grev çağrılarını duymazdan gelen Mustafa Kumlu’yu protesto etti. İşçilerin genel grev talebi Türk-İş’i doğrudan, DİSK ve KESK’i ise dolaylı olarak ilgilendiriyor. Bu çapta bir işçi eyleminin ardından ve merkezinde direngen bir sınıf kesiminin durduğu bir sürecin kazanımla sonuçlanabilmesi ve AKP hükümetinin işçi sınıfına yönelttiği saldırıların geri püskürtülmeye

başlanması, bütün işkollarında ve üç büyük konfederasyonun ortak kararıyla örgütlenen bir genel grevi gerekli kılıyor. Direnişin başlangıcın bu yana TEKEL işçilerinin yanında yer alan Türkiye Komünist Partisi ve Yurtsever Cephe İşçi Birliği, TEKEL direnişinin AKP’de cisimleşen gerici, piyasacı ve Amerikancı iktidarı geriletmek, işçi sınıfına karşı saldırıları geri püskürtmek için bir başlangıç niteliğinde olduğunu vurguluyor. Mücadelenin büyütülmesi ve Türk-İş, DİSK ve KESK tarafından en öncelikli gündem haline getirilmesi de TKP’nin çağrıları arasında yer alıyor. Bu nedenle TKP, sendikaların TEKEL işçilerinin genel grev çağrısına kulak vermeleri gerektiğinin altını çiziyor ve bu yöndeki mücadelesini yükseltme kararlılığını dile getiriyor.

Ağca serbest ama konuşacak mı? Abdi İpekçi’nin katili Mehmet Ali Ağca tahliye edildi. Tahliyesinin ardından lüks bir otelin geceliği 464 avro olan süit odasına yerleşen Ağca’nın otel masraflarının avukatları tarafından üstlenildiği ileri sürüldü. Ancak avukatların bu iddialarına karşın, “bu, 30 yıllık suskunluğa karşılık verilen ödülün bir parçası mı?” sorusu gündeme geldi. Serbest kalmasının ardından basına İngilizce bir konuşma yapan, daha sonra da yine İngilizce bir mektup ileten Ağca, “mesih” olduğu iddiasını yineledi. Mektupta ise “Dünyanın sonunun geldiğini ilan ediyorum. Tüm dünya bu yüzyıl içinde yok olacak. Her bir insan bu yüzyıl içinde ölecek” ve “İncil hata ile doludur. Mükemmel İncil’i ben yazacağım” gibi ifadelere yer verdi. 2006’daki 8 günlük esrarengiz tahliyesinde GATA’ya giden ve burada “ileri derecede anti sosyal kişilik bozukluğu” teşhisiyle askerlikten muaf tutulması yönünde rapor alan Ağca’nın

saçmalamanın ötesine geçerek işlediği cinayetlere dair konuşup konuşmayacağı merak konusu. Ağca’nın avukatı Gökay Çağlaralp Gültekin, müvekkilinin 20 Ocak’ta bir basın toplantısı düzenleme ihtimali olduğunu belirtti. Bu arada Ağca’nın kaldığı otel odasında internet üzerinden yurtdışıyla yazıştığı ve pasaport aldıktan sonra yurtdışına çıkabileceği belirtiliyor. Ağca’nın avukatlarından Yılmaz Aboşoğlu müvekkilinin Hollywood’dan 2 milyon dolar karşılığında oyunculuk teklifi aldığını iddia etti. Bu iddialar ve tahliye edildikten sonraki ilk demeçleri faşist katil Ağca’nın otuz yıllık sükunetini sürdüreceğini düşündürüyor. Ağca’nın tahliyesinin ardından tedirgin olan MHP lideri Devlet Bahçeli de teşkilatına “Ağca ve arkadaşlarından uzak durma” talimatı verdi. Bahçeli konuşmasında, “Mehmet Ali Ağca ne geçmişte ne de bugün bizi ilgilendiriyor” dedi. Bahçeli’nin kendilerini ilgilendirmeyen bir şahıs için teşkilatına neden “uzak durun” talimatı verdiği ise merak konusu.

Hrant Dink cinayetinin faili belli (mi) Hrant Dink’in öldürülmesinin üzerinden üç yıl geçmiş olmasına karşın cinayet halen aydınlatılmış değil. Ancak Dink suikastının failinin kim olduğu konusunda herhangi bir kuşku bulunmuyor. Geçtiğimiz günlerde ortaya çıkan yeni bir belge, Dink’in katili Ogün Samast’ın cinayetten önce polis tarafından izlendiğini ortaya koydu. Dönemin Trabzon Emniyet Müdürü, daha sonrasında da Emniyet İstihbarat Daire Başkanı olan Ramazan

Akyürek’in imzasını taşıyan belge, tetikçi Ogün Samast’ın cinayeti işlemeden iki gün önce polis takibi altında bulunduğunu gösteriyor. Ramazan Akyürek’in Fethullah Gülen cemaatine yakınlığı artık herkesçe biliniyor. Dink suikastı, “sivilleşme”, “demokratikleşme” masalları anlatan AKP hükümeti döneminde palazlanan cemaatçi teşkilatlanmanın marifetlerinin çarpıcı bir örneği olarak ortada durmaya devam ediyor.

3


TEKEL işçilerinin mücadelesi bütün ülkeye yayılmalıdır

Direniş yaygınlaşmalı, AKP yenilmeli TEKEL direnişçilerinin ellerinden geleni, yapabileceklerini son noktasına kadar yaptıkları bir aşamada artık görev, ülkemizin emekten yana, ilerici, yurtsever, devrimci güçlerindedir. TEKEL işçileri AKP’nin maskesini yırtıp attılar, AKP’ye teslim olmak dışında bir yol olduğunu gösterdiler. Şimdi sıra maskesi düşen AKP’nin yenilebileceğini de göstermektedir.

4

TEKEL işçilerinin bu satırları yazıldığında 40’lı günlerine doğru yol alan direnişinin önemine ilişkin soL sayfalarında çok yazdık, yazmaya devam edilecektir. Hükümetin, ilk günlerinde önemsizleştirmeye ve küçük göstermeye çalıştığı, ardından baskı ve şiddetle desteklenmiş yalan, yıpratma ve bölme girişimleri ile gündemine aldığı direniş, AKP kurmaylarından Arınç’ın sözleri ile tasdiklendiği gibi artık AKP için önemli bir sıkıntıdır. Soğuk, polis copu, panzer, gaz bombası, baskı, tehdit ve şantajın boyun eğdiremediği yiğit TEKEL işçileri, geri adım atmadıkça halkın daha geniş kesimlerinin desteğini aldılar. Konu sadece lokal bir işçi direnişi olsa AKP için atlatılması kolay olurdu. Ancak sadece geçtiğimiz haftasonu, ülke tarihinde eşine az rastlanır nicelikteki işçi eylemi bile TEKEL direnişinin etkinliğinin boyutlarına dair bir fikir vermektedir. TEKEL işçileri acılarını, öfkelerine katıp onurluca omuzladılar ve “kendi meseleleri” ile memleket meselelerini birleştirdiler. Denilebilir ki, AKP’nin yedi yıllık iktidarı boyunca anlattığı masalların tümü, TEKEL meydan muharebesinde karşı karşıya geldi. TEKEL işçileri, kimi zaman bir bütün olarak işçi sınıfı olarak meydanda oldular ve patronlara karşı direndiler, kimi zamansa emperyalizme peşkeş çekilen bir ülkenin yurtsever

savunucuları... Onlar köleleştirilmeye isyan eden bir halkın öncü birlikleri oldukları kadar, yıllarca okuyup doktor olan ve halka sağlık hizmeti vermek isterken, parababalarına kölelik ile insan sağlığından para kazanan insanlıktan çıkmış bir yaratık olmak arasında tercihe zorlanan doktorlardılar aynı zamanda. Okula giderken, metrobüs parasını ödeyemeyen üniversiteli genç, çocuklarını okutmak için zengin mahalesine temizliğe gitmek zorunda kalan analarımız kendilerini gördüler TEKEL işçileri arasında... Onlar biz oldu, biz de onlar Ancak kabul etmek gerekir ki, yılların biriktirdikleri ile taşıyabileceklerinden çok daha fazla yük attık omuzlarına ve bunu paylaşmak hepimizin görevidir. Direniş büyümeli, yayılmalıdır Önce bir noktanın altını çizelim, zamana karşı yarışıyoruz. Geçen hafta kimi işçilerinin maaşlarının yatmadığını ve iş akidlerinin feshedildiğini biliyoruz. Ay sonundan sonra bambaşka bir aşamaya geçilecek. İerici, namuslu, solcu, dürüst, devrimci, emekten yana, yurtsever, sosyalist, komünist, eşitlikçi, ahlaklı, temiz, aydın, onurlu... Uzatmayalım, bu ve benzeri sıfatlardan herhangi birisini taşıdığını düşünen herkese “şimdi değilse ne zaman, sen değilse kim?” sorusu sorulmalıdır. Hepimiz biliyoruz ki, nüfusun büyük bir bölümünün genel kanısı şudur: “Helal olsun adamlara, haklılar...” Ancak bunun sadece gönülden destek olarak kalması durumunda bu haklı kavganın “onurlu bir yenilgi” ile sonuçlanması kaçınılmaz. AKP bir taraftan bu direnişi önemsizleştirme ve geçiştirme kaygısı taşırken, diğer taraftan en genel anlamıyla “emekçilere dönük saldırılar” başlığında toplanabilecek faaliyetlerini sürdürüyor. AKP’nin bu çok yönlü saldırılarına karşı topyekûn bir direnişe geçilmesi, TEKEL direnişinin de amaçlarına ulaşması açısından son derece önemli. Eğer bu direniş tarihsel bir değer taşıyorsa, geniş toplumsal kesimlerin, tek tek örgütlerin ve hatta bireylerin bile bu direniş sırasında

aldıkları tavır mutlaka bir değerlendirme başlığı olacaktır. Bunu sadece hatırlatıp geçelim, şimdi zamanı değil. Ancak başta Türkİş olmak üzere özellikle DİSK ve KESK’in tutumları derhal müdahale edilmeyi gerektiriyor. Bugüne kadar yapıl(may)anlar bir yana, kendisini emek örgütü veya emek yanlısı olarak niteleyen tüm sendikaların, DKÖ’lerin ve siyasi partilerin TEKEL direnişinin topluma yayılması ve direnişin yaygınlaştırılması doğrultusunda bu haftayı olağanüstü hafta ilan etmesi gerekmektedir. Yüz bine yaklaşan emekçinin katıldığı Ankara mitinginde “KESK ve DİSK var mıydı yok muydu” konusu tartışılıyorsa, nedeni ne olursa olsun, bir eksiklik vardır. Bu her şey bir yana TEKEL işçilerine haksızlıktır. 17 Ocak mitingi bir yana bırakıldığında (ki bu mitingin de örgütlenmesi, amacına dair söylenecek çok şey var, ancak TEKEL işçilerinin etkisi bütün bu hesapları da altüst etti) sendikalar etkisiz eylem pratikleri ile TEKEL işçilerine herhangi bir destek sunamamış durumdalar. Bu tablo acilen değiştirilmelidir. Sendikalar, AKP hükümetinin bütünlüklü saldırılarına karşı parçalı ve sadece kendi alanlarından bir bakışla karşı koyamayacaklarını görmeliler. TEKEL işçilerinin çağrıları çok açık, genel grev istiyorlar. Sendikalar ve ilerici meslek örgütleri dayanışmayı ellerinden geldiğince büyütürken, TEKEL işçisinin genel grev talebine kayıtsız kalmamalıdır. Tüm topluma yayılmış bir genel grevin aynı zamanda bir bütün olarak işçi hareketini kuvvetlendirici, kendine getirici etkisi olacaktır. Sendikal yapılar, TEKEL işçisinin direnişine tutunmalı, direnişe güç verirken oradan güç almalılar. Meselenin sadece sendikalar veya kitle örgütleri ile de sınırlandırılması da eksik olur. Başta Ankara olmak üzere, bütün ülkede, her fabrikada, her mahallede, her okulda AKP karşıtı mücadele yükseltilmelidir. Direnişin güçlendirilmesi ve başarıya ulaşmasına katkı koyacak en küçük adım bile değerlidir.


TEKEL işçisi ve ‘sendikalar’! soL elinize geçtiğinde genel grev kararının görüşüleceği toplantı Ankara’nın pis ve ıslak soğuğunda yatıp kalkan binlerce TEKEL işçisinin öfkeli bakışları altında ve aynı binada açlık grevi yapan yüzden fazla işçinin soluduğu ortamda yapılmış olacak. Buradan bu kuşatma altında tarihi bir dayanışma grevi kararının çıkma olasılığı var. Demiştik ya, hava döndü, işçiden yana esiyor yel.

Türkiye işçi sınıfı tarihinden bir kesit:

DGM Direnişi 16 Eylül 1976’da Devlet Güvenlik Mahkemeleri yasasının çıkartılışını engellemek üzere DİSK tarafından başlatılan direniş aynı zamanda Milliyetçi Cephe hükümetini devirmeyi amaçlayan bir genel grevdi. DİSK yönetim kurulu Taksim Anıtı’na çelenk koyarken Türkiye çapında üretim durdurulmuştu. Ereğli Demir-Çelik, İpraş ve Aliağa rafinerileri gibi önemli birçok tesiste üretime ara verilmişti. Genel-İş’in eyleme katılmasıyla sokaklar çöple dolmuştu. DİSK’in yanı sıra greve Türk-İş’e bağlı Harp-İş, Yol-İş ve Petrol-İş de katılmıştı.. Direniş sonuç vermiş ve DGM’ler fiili olarak ortadan kalkmıştı. 1982 Anayasa’sı siyasi amaçlı grevi ve dayanışma grevlerini yasaklayacaktı.

Kırkıncı gününü doldurmaya giden TEKEL direnişi daha şimdiden işçi sınıfı tarihimizin Kavel ve Tariş gibi direnişlerinin yanına adını yazdırdı. Halbuki son 30 yılda gericilik dönemi ne işçi direnişlerini ufaladı, önemsizleştirdi, ne grevleri yalnızlaştırıp söndürdü. TEKEL direnişindeki 11 bin işçi birikmiş bir öfkeyi temsil ediyordu. Direnişin Türkiye’deki işçilerin duygudaşlığını yakalama yeteneği, 4-C maddesi gibi önemsiz gözüken bir bürokratik detayda aslında bir sınıfın itilmek istendiği kölelik rejimine karşı meşru bir mücadele hattı örmesinden kaynaklanıyordu. Bu 11 bin kararlı işçi örgütlü davranıyordu, taktik hatalarını azaltacak karar mekanizmalarına sahiptiler ve tüm güçlerini başkente yığmışlardı. Buna karşılık önemli bir zaafları vardı. Fabrikaları çoktan kapatılmış, TEKEL özelleştirmesi sadece onları bir belirsizliğe itmemiş aynı zamanda üretimi durdurarak kendilerini sermayeye karşı koruma yeteneklerini de ellerinden almıştı. Bu yüzden tüm işçiler için yürütülen bu öncü mücadelede başından beri Türkiye genelinde bir dayanışma grevinin örgütlenmesinin sözü ediliyordu. Ancak 1980’den önce yapılabilmiş ve belki genç işçilerin hiç hatırlamadığı ve 12 Eylül faşizminin yasakladığı dayanışma grevi lafı Türk-İş binasının etrafında bir hayalet gibi geziyordu. KESK, DİSK, TTB ve TMMOB genel merkez yöneticilerine bu konuyu daha direnişin ilk günlerinde sorduğumuzda, kendilerinin hazır olduğunu fakat çağrının Türk-İş’ten gelmesi gerektiğini söylüyorlar, kendileri bir inisiyatif kullanmaktan kaçınıyorlardı. Bunun üzerine gözler Türk-İş Başkanlar Kurulu’na çevrildi. TEKEL işçisi tarafından kuşatılmış Türk-İş binasına sloganlar arasında giren sendika başkanları sabah saatlerinde toplandılar. Sonuç bir türlü açıklanmıyor ve saatler geçtikçe gerilim artıyordu. “Salla Türk-İş, Hükümet düşecek”, “Geliyor geliyor, genel grev geliyor” sloganları başkanların toplandığı salona kadar uzanıyordu. Beklenen açıklama akşam üstü Mustafa Kumlu tarafından yapıldı. Açıklama ustaca yazılmış ve durumu idare etmeye yönelik eylem programı olduğundan daha büyük gösterilmişti. Türk-İş bir genel grev çağrısı çıkarmıyor ama her Cuma günü bir saat artırılarak sürecek Türkİş sendikalarını bağlayacak bir saatlik iş bırakma kararını açıklıyordu. İş bırakma sabah işe girişte, bir yanıyla işçilerin birlikte davranma eğiliminin en az olduğu saatte yapılacaktı. Gerçekten daha sonra aldığımız duyumlar, hepsi değilse de sendikaların çoğunun dayanışmanın önemini işçilere anlatmadığı, işçilerin o bir

saati kahvelerde geçirdiği şeklindeydi. Açıklamayı takip eden ikinci Cuma yılbaşı tatiline geliyordu. Dolayısı ile Türk-İş basınç altında ve iç gerilimlerini de gözeterek bir iş bırakma kararı alıyor ama bunu “nasıl en etkisiz hale getiririm”i hesaplayarak yapıyordu. Tek-Gıda İş yönetimi aldığı kararla işçilerin bir kısmını memleketlerine yollayarak tümünü eşleriyle birlikte üç gün sürecek oturma eylemi için Ankara’ya çağırdı. Eğer bu üç gün içinde istekleri kabul edilmezse açlık grevine başlayacaklarını açıkladılar. Tam bu esnada Türk-İş’in miting çağrısı duyuldu. Oturma eyleminin başlamasından hemen sonra Türk-İş bütün sendikalarını miting için Ankara’ya çağırıyordu. Bu karar Türk-İş’in birçok kez denediği ve başarılı olduğu gaz alma ve bir direnişi bitirme tarzına uyduğu için temkinlilikle karşılandı. Fakat mitinge büyük bir kortej ile katılarak işi bozan faktörlerden biri olan TKP’nin pankartında yazdığı gibi hava dönmüştü ve işçiden yana esiyordu yel. Tarihin motorunu sınıf farklı çalıştırıyor, işbirlikçilerin planları ellerinde patlıyordu. İlk olarak sendikalar çağrıyı ciddiye almış ve kitlesel olarak mitinge katılmışlardı. İkincisi Mustafa Kumlu’nun olağanüstü kötü veya bir başka deyişle kendisinden tam da beklenen konuşmasından sonra TEKEL işçileri kürsüyü işgal ettiler. Kumlu hiçbir yeni plan açıklamamış, TEKEL işçilerinin eyleminin ideolojik olmadığını ve herkese uzlaşmayı öğrettiklerini söylemişti. Kumlu’yu

korumakla görevli Türk-Metal yeterince istekli değildi. İsyan eden TEKEL işçisi işgal ettiği kürsüden genel grev çağrısı yapıyordu. Sonunda Harp-İş Başkanı tüm örgütlerden genel grev için destek istedi. Açlık grevinin başladığı gün içinde Türk-İş sendikalarının da bulunduğu Ankara Şubeler Platformu 21 Ocak için bir günlük vizite eylemi kararı aldı. Bir gün sonra KESK ve DİSK’in çağrısı ile konfederasyonlar ve meslek birlikleri bir araya geldi. Hak-İş’li, Kamu-Sen’li birleşim Emek Platformu günlerini hatırlatıyor ve kaygı uyandırıyordu. Ancak daha önce söylediğimiz gibi özel bir tarihsel nesnellikte öncü ve siyasallaşmış bir işçi kitlesi tarihin motorunu farklı çalıştırıyordu. Hak-İş toplantıya hiç gelmedi. Mustafa Kumlu’nun Türkİş’i temsil etmediği toplantıda dayanışma grevi kararı prensipte alındı fakat Kumlu’nun da bulunduğu bir toplantıda netleştirilip ilan edilmesi kararlaştırıldı. 21 Ocak Perşembe günü Kumlu konfederasyonları Türk-İş’e davet etmek zorunda kaldı. soL elinize geçtiğinde söz konusu toplantı günlerce Ankara’nın pis ve ıslak soğuğunda yatıp kalkan binlerce TEKEL işçisinin öfkeli bakışları altında ve aynı binada açlık grevi yapan yüzden fazla işçinin soluduğu ortamda yapılmış olacak. Buradan bu kuşatma altında tarihi bir dayanışma grevi kararının çıkma olasılığı var. Demiştik ya, hava döndü, işçiden yana esiyor yel.

5


2010’da ‘dakka 1 gol 1’

Miting AKP’yi korkuttu

Ankara’da gerçekleşen TEKEL işçileri mitingi için yüz bini aşkın kişi Ankara’da buluştu. Son dönemin en büyük işçi mitingi olan mitingde “genel grev” talebi eylemin başından sonuna kadar işlendi. Tren Garı’ndan Sıhhiye’ye yapılan yürüyüş boyunca “Türk-İş göreve genel greve”, “Genel grev genel direniş” sloganları atıldı.

6

Kriz yılı olarak anılan 2009’da, ülke gündemine oturacak bir işçi hareketlenmesinin ortaya çıkmadığı malum. Bunun AKP’nin kurduğu hegemonya ve bugüne uzanan sendikal krizle ilgili boyutları var. Peki, yeni yılın ilk mitinginin verdiği fotoğraf neye yorulmalı? 16 Ocak mitingi, yıllardır emekçi hareketini dizginlemiş engellerin nasıl aşılabileceği konusunda ipuçları sunuyor. Karşılaştırmak için geçen seneki sendika mitingleri hatırlanmalı. KESK, DİSK ve Türk-İş’in 15 Şubat’ta düzenlediği “Krizin Bedelini Ödemeyeceğiz” mitingi, AKP’ye karşı gerçek bir tehdit arz etmemiş, üstelik mitinge Birleşik Metal-İş ile Türk Metal İş’in çatışması damga vurmuştu. Dolayısıyla eylem, her iki boyutuyla da işçi sınıfı hareketinin ihtiyaç duyduğu yeni rotaya karşılık üretememişti. Krizle birlikte metal sektöründe ortaya çıkan direnişler ise 2009’un işçi hareketlenmesi olarak anılacak bir olgunluğa erişmedi. 2009’un sonunda TEKEL, itfaiye ve demiryolu üçlemesiyle anılan hareketlenmenin ise farklı bir gelecek vaat ettiğini öngörebiliyoruz. Bunun en önemli göstergelerinden birisi, hareketlenmenin AKP’nin ideolojik ve siyasi hegemonyasını sarsmış ve sendikal krizi sınıf lehine kanırtmış olması. 16 Ocak mitingi, ilanından son anına kadar bu minvalde ilerledi. Elbette sendikalardaki AKP cephesinin kararı onaylarken bir takım hesaplar içerisinde olmadığı söylenemez. Ancak AKP, sendikal uzantılarıyla bu gündeme belli bir meşruiyet tanıyıp tanımama konusunda kararsız kalmakla mitingi direnişin etki alanında bıraktı. Bir yandan Memur-Sen’in “4-c’de iyileştirme bizim sayemizde oldu” demesi ve Hak-İş’in işçilere “Ergenekonculuk” imasında bulunması, diğer yandan Kumlu’nun gösterdiği başarısız sahne performansı, işçilerin “genel grev” talepli kürsü işgali karşısında önemsizleşti. Dahası gerilim Türk-İş içerisindeki yarılmayı da kürsüye yansıtacak noktaya ulaştı. İşgali kontrol altına almaya çalışırken Harb-İş Genel Başkanı’nın Türk-İş Başkanlar Kurulu’nu genel greve çağırması, sürecin özgünlüğünün doğurduğu bir başka ilginç durum oldu. Eski Türk-İş mitinglerinde kürsü-

nün milletvekili podyumuna dönüşmesi olağanken, bu sefer ilkesel olarak buna izin verilmedi. Buna karşılık bir TEKEL bir de belediye işçisinin konuşması, işçi basıncının sendikaların bir takım “sarı” alışkanlıklarının rengini değiştirebildiğinin göstergesiydi. Mitingin ev sahipleri TEKEL işçilerini 1 aydır ağırlayan Ankara açısından mitingin başka bir anlamı vardı. Direnişin daha ilk haftalarında Türkiye Komünist Partisi’nin binlerce emekçiyi bir araya getirdiği TEKEL işçilerine destek mitinginde Başbakan’a “Buraya gelmezsen Türkiye partisi değilsin” denilerek meydan okunmuştu. Aradan geçen haftalarda AKP’nin düştüğü çaresizlik üzerine yüz binlerin başkente çağırılması ayrı bir anlam taşıyordu. Ankara’nın en ücra semtlerine kadar işçilerle birlikte ziyaretler düzenlendi, standlar açıldı, toplantılar yapıldı. Bir aydır televizyonlardan izledikleri işçileri karşılarında gören Ankaralılar hep aynı şeyi soruyorlardı: “Nasıl destek olabiliriz?” İşçilerin işgali altındaki Sakarya Meydanı’nın esnafı da, direniş başlayalı işleri kesat gitmesine karşın kapılarına “TEKEL işçisinin yanındayız” yazılı miting duyurularını asmaktan geri durmuyorlardı. Miting gününe kadar dağıtılan on binlerce bildiri, mitingin kitleselliği ile karşılığını buldu. İşçi mitinginde işçiler konuştu Ankara’da gerçekleşen TEKEL işçileri mitingi için yüz bini aşkın kişi Ankara’da buluştu. Son dönemin en büyük işçi mitingi olan mitingde “genel grev” talebi eylemin başından sonuna kadar işlendi. Tren Garı’ndan Sıhhiye’ye yapılan yürüyüş boyunca “Türk-İş göreve genel greve”, “Genel grev genel direniş” sloganları atıldı. Mitingde konuşan TEKEL işçisi Hatice Konak 4 gündür Ankara sokaklarında yaşadıklarını anlattı. Konak şöyle konuştu: “Üstümüze biber gazı, tazyikli su, copla geldiler, bizi durduramadılar, bizi yıldıramadılar. 12 bindik şimdi yüz binler olduk. Ama bizi çok kızdırdılar, çok öfkeliyiz. Bize iftira ettiler, yalanlar söylediler, hakkımızı yediler. 15 yıl özelleştirmeye direndik. ‘Tekel vatandır satılamaz’

dedik, sattılar. Yetim doyuran, tütüncüyü doyuran Tekel’i sattılar. Sonra hiç utanmadan, bizi suçladılar. Neymiş yetim hakkı yiyormuşuz. Oturduğumuz yerden para kazanıyormuşuz. Yuh olsun size yuh!” Başbakan Erdoğan’ın suçlamalarına tepki gösteren işçi, “Biz boş oturmadık, alnımızın teriyle çalıştık. En fakir bölgelerin ekmeğini ürettik, ocağını tüttürdük. Siz kendi çocuklarınıza gemi alırken, kendi yandaşlarınıza ihale verirken biz kendi alnımızın terinden kazandık, emeğimizden kazandık. Emeğimizin hakkıyla geçindik, onurumuzla kazandık, onurumuzla yaşadık, onurumuzla öleceğiz. Siz sadece sattınız, yaprak tütünleri de siz depo yaptınız. Suçlayacağınıza kendinize bakın! Suçlu sizsiniz, milyonları siz aç bıraktınız ve sizin kahrolası düzeniniz” dedi. Konak’ın konuşmasının ardından itfaiye işçileri adına konuşan Vedat Kaya sözlerine “Selam olsun Tekel işçilerine, önünüzde saygıyla eğiliyorum” diyerek başladı. Kaya konuşmasında şunları söyledi: “Bizim tek derdimiz insanca yaşamak, tıpkı Tekel işçileri gibi. Baskı, gaz ve copla sindirmeye çalıştılar bizi. Hitler’in Yahudilere uyguladığı zulüm biz itfaiye işçilerine ve Tekel işçilerine uygulanmaktadır. Sırf sendikalı olduğumuz için bizlere işyerlerinde yemek vermediler, ikna odalarında bizi açlıkla, yoksullukla, işsizlikle tehdit edip taşeronda çalışmaya zorladılar. Ama yılmadık, yılmayacağız. Bundan kimsenin şüphesi olmasın. Saraçhane’de kurduğumuz demokrasi çadırı sabaha karşı sivil polis, zabıta ve özel güvenlik saldırısına uğradı. Bize saldıranlar şunu düşünmediler mi? Sel, deprem, yangın felaketlerinin bir gün onların da başına gelebileceğini düşünmediler mi? İstanbul halkına sesleniyoruz: Bilin ki bu koşullarda itfaiye artık o kadar cesur ve yürekli olamayacaktır. Lafa gelince Allah, peygamber diyenler bilsinler ki rızka Allah kefildir. Onu da siyasetlerine alet etmesinler. Filistin halkına gözyaşları dökerken nasıl riyakârca davrandığınızı bütün Türkiye halkı gördü. Siz kör müsünüz, sağır mısınız? Daha dün Avrupa Kültür Başkenti adı altında yalanın ve riyanın kutlamasını yapanlar trilyonlarca liralık havai fişek patlattılar. Emekçinin hakkı-


nı çok görenler bunu yaptı. Ama kaybeden onlar, kazanan işçi sınıfı olacak!” Kumlu: “TEKEL eylemi ideolojik değil” Mitingin son konuşmacısı Türk-İş Genel Başkanı Mustafa Kumlu konuşmasını yapmak üzere sözlerine başlarken “Kumlu İstifa” sloganlarıyla işçiler tarafından protesto edildi. İstifa sloganları bir süre sonra “Türk-İş göreve genel greve” sloganına dönüştü. Konuşmasına “Bugün Türkiye bir yangın yerine dönmüştür. Emek büyük bir saldırı altındadır” diye başlayan Kumlu, “Emeğin ürettikleri, bu yangında haramiler tarafından talan edilmektedir. Adaletsizlik her alanda hüküm sürerken, herkes bu adaletsizliğin karanlığı içine çekilmek istenmektedir. Ama rüzgâr eken, fırtına biçer” dedi. Konuşmasının son kısmını mücadele eden işçilere ayıran Türk-İş Başkanı Mustafa Kumlu’nun, TEKEL işçilerinin eyleminin ideolojik olmadığına vurgu yapması dikkat çekti: “Siz TEKEL işçileri, karda, kışta, soğukta, çoluk çocuk Türk-İş’in önünde, bir aydır ekmek için mücadele veriyorsunuz. Siz itfaiye işçileri, bir aydır Saraçhane Parkı’nda, çadırlarda, ekmek için mücadele veriyorsunuz. Siz şeker işçileri, aylardır her yerde mitingler yapıyorsunuz, ekmek mücadelesi veriyorsunuz. Sizlerin verdiği mücadeleye ‘ideolojik’ diyenler var. Böyle diyerek, kendi hatalarının üzerini örtmek isteyenler var. Halkımızın gözü önünde soruyorum size: Verdiğiniz mücadele ideolojik mi? Ben şahidim ki değil, ben kefilim ki değil… Sizler, ekmek parası için özlük haklarınız için güvenli bir gelecek için mücadele veriyorsunuz. Sizler, özelleştirmelerin memleketimizi nasıl yoksullaştırdığını, nasıl ele güne muhtaç ettiğini göstermek için mücadele ediyorsunuz.” Konuşması sık sık yuhalanan Kumlu, diğer konuşmacılara göre daha kısa konuştu. Kumlu, mitingin sonunda kürsüyü işgal eden TEKEL işçilerinin kendisini miting alanına davet etmesine ise kayıtsız kaldı. Mitingden notlar TEKEL işçileri, Türk Metal İş üyelerinin “eskortluğunda” alana geldiler. Kürsünün Türk Metal İş tarafından çevrelenmesi dikkat çekti. Uzun süredir hakları için mücadele eden itfaiye işçileri ve Esenyurt Belediyesi işçileri de mitinge katıldı. Tüm illerden Ankara’ya gelenler arasında Tes-İş ve Şeker-İş’in katılımı dikkat çekti. Belediye-İş, Tezkoop-İş, Genel Maden İş, Türk Metal-Sen de mitinge kitlesel katılım sağlayan sendikalar oldu. “Genel grev şart” diyen KESK ve DİSK’in mitinge ciddi bir katılım

göstermemesi dikkat çekti. Türkiye Komünist Partisi işçilerin parmakla gösterdikleri uzunlukta bir kortejle mitinge katıldı. Sıhhiye Meydanı’nın dolduğu mitingde katılımcılar meydana sığmayınca binlerce insan çevre caddelerde ve sokaklarda bekledi. Onur Akın’ın konseriyle başlayan miting Alişan konseri ile kapatılmaya çalışıldı. Mitingin sol havasını lumpenlikle dengeleme hesabı, miting sonundaki kürsü işgali ile bozuldu. Mitingden arta kalan Mitingin ardından Türk-İş binası önünde toplanan işçiler burada da “Kumlu istifa” sloganları attılar. Burada bir konuşma yapan Tek Gıda İş Başkanı Mustafa Türkel, “34 gün boyunca direnişimizi sürdürdük, Türk-İş Başkanlar kurulu tarafından karara bağlanan iş bırakma eylemlerine gereken önem verilmemiştir. Aynı zaman da DİSK ve KESK de gereken önemi vermemiştir” dedi. Tek çözümün genel grev olduğunu belirten Türkel, “Geldiğimiz noktada yaşanan bu sürecin tek çözümü genel grevdedir. Ve bu karar için beklenen gün artık gelmiştir. KESK, DİSK, Kamu-Sen, TMMOB hepsine çağrımızdır. Biz eylemlerimize devam edeceğiz daha önce aldığımız kararlar gereği. Açlık grevini de gerçekleştireceğiz. Bizim için tek çözüm genel grevdir. Ya kazanacağız ya öleceğiz” ifadelerini kullandı. Miting AKP’yi korkuttu TEKEL direnişinin iki tarafı var. Bir tarafta işçiler, diğer tarafta AKP. AKP, işçilerin karşısına kâh Kumlu sendikacılığı, kâh polis provokasyonları, kâh kof bir radikalizm olarak çıkıyor. Mitingde ise AKP

işçilerin karşısına çıkmaya korktu. Mitingden sonra Bülent Arınç’ın bir televizyon programında sarf ettiği sözler, hem bu korkunun itirafı oluyor hem de mitingin AKP karşısında işçilere sağladığı psikolojik üstünlüğü teslim ediyordu. “Ben, toplumsal muhalefetin genişlemesinden, büyümesinden, bir cephe haline gelip sokaklara çıkmasından memnun değilim. Parlamentonun içindeki siyasi partilerin eleştirisi veya bizi yıpratmasına biz gülüp geçiyoruz. Çünkü hiç etkili değiller. Ama karşımızdaki muhalefet sokağa çıkar da bunun içerisinde hanım kardeşlerimiz, gençler, onların yavruları çıkar ve bunlar üzerinden iktidar yıpratılmaya çalışıyorsa, ben bir siyasetçi olarak bundan çekinirim, endişe ederim.” “Dolayısıyla eczacılara karşı bizim ne yapabiliyorsak yapmamız lazım. TEKEL işçilerine karşı hakları verilecekse belki biraz daha fazlasını vermemiz lazım.” “TEKEL işçilerinin mensup oldukları sendikanın başkanı ve daha üst kurulun başkanı ‘bu bizim için yeterlidir, bundan daha iyisi olmaz’ noktasına gelmişken bugün birisinin bir vesile ile bunları sokağa çıkaracak noktaya gelmesi Sayın Başbakanı fevkalade üzüyor ve sinirlendiriyor. ‘Biz bu konuyu görüşmüştük, bize teşekkür etmiştiniz, yapabileceğimiz ancak buydu, siz de bunu kabullenmiştiniz. Şimdi bu ne oluyor?’ dendiğinde, ‘Bu işler böyle oldu Sayın Başbakanım’ diye alay eder tarzda insanın karşısına gelindiğinde bir tepki duymamak mümkün değil. Ama bir Başbakan da bir hükümet de bunları bile bile yine de bu sosyal grupların haklarını gözetme noktasında onlardan daha farklı bir noktaya gitmesi lazım.”

Eski Türk-İş mitinglerinde kürsünün milletvekili podyumuna dönüşmesi olağanken, bu sefer ilkesel olarak buna izin verilmedi. Buna karşılık bir TEKEL bir de belediye işçisinin konuşması, işçi basıncının sendikaların bir takım “sarı” alışkanlıklarının rengini değiştirebildiğinin göstergesiydi.

7


N E ZD

BI

IB RI

Direniş boyunca TEKEL işçilerinin mücadelesini büyük bir içtenlikle yansıtan gazeteci/yazar Belmanur Kartal ile Ankara’daki direnişi ve yazılarını konuştuk

‘Memleket düşerken kim ayakta kalır ki...’ Sizi kısaca tanıyabilir miyiz?

“Bildiğin Karadeniz gibi… Dalgalı ama hayata karşı dalgacı değil… Nâzım Hikmet, o ünlü şiirinde ‘Hoca Nasreddin gibi gülen/Bayburtlu Zihni gibi ağlayan’ der halk için… Nâzım’a göre Nasreddin, aslında gülen değil, ağlayan insanın simgesiydi ve fıkralarının özünde de aslında gözyaşı vardı. Ben de yazıp çizdiklerimle hayata ve dünyaya tebessüm ederken aslında ağlıyorum.”

8

“Evliyim İki çocukluyum Düzeltirim Çocuklarımdır Bütün çocukları dünyanın Evet kaygılıyım Çocuklarım için Korkmasınlar isterim” Sennur Sezer’in bu şiirindeki gibi… Bildiğin Karadeniz gibi… Dalgalı ama hayata karşı dalgacı değil… Nâzım Hikmet, o ünlü şiirinde “Hoca Nasreddin gibi gülen/Bayburtlu Zihni gibi ağlayan” der halk için… Nâzım’a göre Nasreddin, aslında gülen değil, ağlayan insanın simgesiydi ve fıkralarının özünde de aslında gözyaşı vardı. Ben de yazıp çizdiklerimle hayata ve dünyaya tebessüm ederken aslında ağlıyorum. 45 yaşındayım, bu kentte doğdum, bu kentte yaşadım. Politik yaşamın hep içinde oldum. EğitimSen yönetimlerinde birkaç dönem görev aldım. Hakkari ve Samsun’da geçen 22 yıllık öğretmenlik yaşamımı 2008’de sonlandırdım. 3 yıldır da yerel bir gazetede çalışıyorum. Türkiye Komünist Partisi üyesi, soL muhabiri ve yazarıyım. Direnişteki TEKEL işçilerinin duygu ve düşüncelerinin en iyi tercümanlarından biri haline geldiniz. Yazılarınız ve özellikle de “şiir” formunda olanlar direnişteki işçiler arasında elden ele dolaşıyor, onlara güç veriyor. TEKEL işçileriyle bağınızın

direnişle başlamadığını biliyoruz... Bu çok heyecan verici benim için tabii… Yaşamak direnmektir, direnmek yaşamak… Onlarla birlikte direnirken yaşadığımı duyumsuyorum. Yaşadıklarım ve anımsadıklarımdan ibaretim ben… TEKEL işçileri hani diyor ya, TEKEL ekmektir. Ben de TEKEL’in ekmeğini yiyen bir aileden geliyorum. Anneannem, dedem, annem TEKEL işçisidir. Annemin soyadı bile Tütüncü’dür. Babamın köyünün geçim kaynağıydı tütün, tütün paralarıyla okuyup öğretmen olmuş. Ben de çok tütün dizdim iğneye… Samsun’da kursağından tütün parası geçmeyen aile yok gibidir. Tütünü de, tütüncüleri de, tütün işleyen işçileri de o yüzden hep çok sevdim. TEKEL işçileriyle bağ meselesi böyle derinlerde bir yerde işte… “Direnişteki TEKEL işçilerinin duygu ve düşüncelerinin en iyi tercümanlarından biri haline geldiniz” sözünüz bile sanki onlara haksızlık gibi geliyor bana… Çünkü, onlar direnişleriyle öyle güzel anlatıyorlar ki dertlerini… Anlatılamayanı anlatmaksa tercüman olmak, onlar zaten şahane anlatıyor, benim yaptığım olsa olsa onların anlattıklarını tarihe not düşmektir, unutulmasın diye… Tabii, bu şöyle bir şey değil: Bugün bazı yazar çizerler gibi, dışarıdan bakarak, gezi gözlem ekibi gibi izleyip, gözlemleyerek TEKEL işçilerini ne anlayabilir, ne de anlatabilirsiniz. Benim için yazmak işi böyle bir şey hiç olmadı. Yaşamadığınız, hücrelerinizde hissetmediğiniz bir olguyu nasıl anlata-

bilirsiniz ki? Hem kim inanır? Samimi olamazsınız. O işçiler de çakma güzellemeleri sezerler. Sol, sosyalist, komünist… Ne derseniz deyin, kendisini böyle ifadelendiren yazarların sorumluluğu çok ağır… Önce yapacak, sonra yazacaksın! Duruşunla, yaşam biçiminle… Sloganlar havada uçuşan replikler gibi kalmamalı, “TEKEL işçisi yalnız değildir” diyorsan onunla ıslanacaksın, yolu trafiğe kapattıysa sen de yanına oturacaksın, biraz soluklanayım izin ver diyorsa belki bekleyeceksin. Ne bir adım geri, ne ileri… Tam yanında… TKP’nin yaptığı gibi… TEKEL işçileri açlık grevindeyse o işçilerin direniş çadırlarında olacak, birlikte kalacaksın abi… İşçiye güven vereceksin. Sloganlar değil, mücadelenin kendisi öğretiyor hepimize… Samsunlu TEKEL işçisi de bugün gazeteci-yazar Belma’dan öte, onların direnişine omuz veren komünisti sevmiştir. TEKEL işçileriyle çocukluğuma dokunan duygusal bağın ötesinde, somut anlamda ilk temasım bu direnişte değil, Ballıca Sigara Fabrikası’nın 2008’de BAT’a peşkeş çekilmesinde kuruldu. Samsun Ballıca Sigara Fabrikası’nın da içinde olduğu Tekel Sigara bölümü 1 milyar 720 milyon ABD Doları karşılığında British American Tobacco’ya satıldığında Samsun’da ses getiren eylemler yaptık. Hatta öyle ses getirdi ki, sesten “rahatsız” olan konfederasyon sendikasını uyarma gereği duydu: “Komünistlerden uzak durun!” 146 yıllık TEKEL’in 20 dakikada satışına engel olamayanlar, bizi de bu kentte işçilerden uzak tutmaya çalıştılar. Bugün Ankara’daki o direniş çadırındaki işçilerin çoğu o dönemde tanıdı bizi… O dönem, 17 Aralık 2007’de başladı işçiler fabrikalarında direnmeye… Biz de eşzamanlı eylemlerimizle, etkinliklerimizle onların sesi olduk. O dönem yaptığımız TEKEL referandumuna işçi ve TEK Gıda-İş temsilcilerinin sahip çıkışı, “TEKEL’in Satışına Hayır” bildirileri, fabrikada vardiya çıkışlarında işçilerle buluşma, yapılan onlarca haber, TEKEL Vatandır mitingi… Üzerine ölü toprağı serpilmiş bu kentte o günlerde TEKEL işçisini yalnız bırakmadık, tıpkı bugün gibi… Ben o günleri yaşamasaydım bugün direnişteki TEKEL işçilerini yazamazdım.


Yazılar üzerinden ne tür tepkiler aldınız? Uzunca bir süredir TEKEL işçilerinin direnişi dışında bir şey yazmaz, daha doğrusu yazamaz oldum. Bu direnişin havasıyla gücüyle direkt ilintili bir durum. Türkiye işçi sınıfı tarihine derin bir çentik atarken TEKEL işçisi, başka bir şey yazmak sanki onların elini bırakmak, yalnızlaştırmak gibi hissettiriyor bana… Samsun yerelliği denilince aklıma ilk gelen tuzu kuru bir tanıdık… “TEKEL TEKEL, başka dert mi yok memlekette?” deyişi… Gözümdeki öfkeden eminim korkmuştur. Onlar kaybederse hepimiz kaybederiz’i anlatmaya çalışmam… O şahsiyetin dışında tepkilerin bütünü çok olumluydu. Hele işçiler… TEKELci abla diyorlar. Bana o yazıların sonrasında Ankara’da direnen işçilerden çok ulaşanlar oldu. Telefonla ulaşarak teşekkürlerini iletenler, mail yazanlar, görüşmeye gelenler… Mail adresime gelenlerden birini paylaşmak istiyorum: “Merhaba sizinle Samsun’da imza toplarken tanışmıştık. En son da Ankara’ya bizi gecenin o saatinde yolcu etmek için otobüsümüze bindiğiniz zaman görmüştük. Bu gün 22. direniş günümüz bitti, aslında her gün yeniden birinci gün gibi gidiyoruz eylem alanlarına. Bugün yazınızı okuduk ve o güzel şiiri… Sağolun, yüreğinize emeğinize sağlık… Bize güç ve moral veriyor böyle yazılar. Ayrıca bu yazının Samsun’dan gelmesi de çok mutlu etti bizi. Burada herkes ailesini özlüyor ama onlar için zaten bu çırpınışımız. Destekleriniz fabrikamızın özelleştirme aşamasından bu yana var. Sağolun, varolun gösterdiğiniz çabalar için…” Okurlara gelince… Ne yazmıştım en son; “Allah’ına gurban senin…” Yoruma bakar mısınız; “Abla vallahi allahına gurban!..” Böyle yazara böyle okur, daha ne desin Hüseyin… Son mitingle birlikte TEKEL işçilerinin direnişi en kötümserlerde bile “Hiçbir şey eskisi olmayacak” hissinin uç vermesine neden

oldu. Bundan sonrası için ne düşünüyorsunuz? TEKEL işçilerinin açtığı yol nereye çıkar? Hafta sonu nelere gebe, bilemiyorum. Açlık grevinin son günü Ankara’dan işçi arkadaşlarla görüştüm. Samsun’dan açlık grevine katılan 17 işçi vardı. İçlerinde kadın işçilerden Hilal’in pek iyi görünmediği söylendi bana… Bundan ötesi ölüm orucuna gider mi gitmez mi ya da toplanıp fikir teatisi yapan konfederasyonlardan genel grev kararı çıkar mı çıkmaz mı hep birlikte göreceğiz. Böylesi görkemli bir direnişin taçlandırıldığı mitinge KESK ve DİSK gibi iki büyük konfederasyonun merkezi katılım kararı almaması yenir yutulur gibi değil… Bu tavrın gerekçesi AB’den alınan fonlara kadar gider. İşçimemur el ele genel greve kararı bugün verilemezse ne gün verilir? İşçi sendikasından çok daha ileride, öne doğru koşuyor. Umarım bu koşu, işçilerin kurtuluşunun yolunu açar. Gerçek ihtiyaçlarını karşılayacak bir kanala akacak işçi, su yolunu bulacak! İşçiler genel grev dedi, Türk-İş sustu. Bugün TEKEL işçisinin kendi konfederasyonuna güven duymamasının müsebbipleri, bu güvensizliğin bedelini ağır ödeyecekler bence… İşçi artık eski işçi değil bu direniş ve mitingden sonra… Müthiş bir dönüşüm yaşanıyor. Sadece TEKEL işçisi değil, itfaiye, kamu emekçileri, hekimler, eczacılar… herkes ayağa kalkmış durumda… Kritik olan; ayağa kalkanların güç birliği yapıp yapmama kararlılığıdır. Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz deme iradesini gösterecek sınıf… Durmak yok, yola devam diyen AKP’nin yolunu kesecek olan biricik irade budur. Bir Türk-İş sendika temsilcisine sormuştum: Neden genel grev kararı almıyor konfederasyonunuz? “İdeolojik bir karar olur bu: Ya Türk-İş düşer, ya hükümet…” demişti. Hükümetin düşmesi de, Türk-İş’in düşmesi de birilerini fena halde korkutuyor. Memleket düşerken kim ayakta kalır ki?

“Kocaları Ankara’da direnen kadınlar ‘Biz basın açıklaması nasıl yapılır bilmeyiz ki, bize yardım et’ diyecek kadar yakınında hissediyorsa, AKP önündeki Cuma eylemlerinde sendika temsilcisi ‘Sadece yazmakla olmaz, yazdığını bir de oku bakalım’ deyip kolumdan çekip konuşmamı sağlıyorsa, parti binalarına işçiler çekinmeden gelebiliyorsa, ‘Ankara dönüşü tatlımızı alıp geleceğiz’ diyen işçiye nereye diye soran ben: “Partiyeee..” yanıtı alıyorsam, AKP’ye oy veren elini kesmeye kalkıyorsa Samsunlu bir işçi, hiçbir şey eskisi gibi değil gerçekten…”

Ben senin...

Soğuk ve şehirlerarası otobüslerde vazgeçtim vatandaş olmaktan, Sıcak ve uluslararası vip salonlarından Amerika’ya uçarken ben... Ve sen peşkeş dosyamda, devletin malı deniz yemeyen domuz mantığıyla yan gelip yatan ideolojik TEKEL işçisiydin! Öyle gözüme baka baka yan gelip yatmadık, vatanı satmadık deme! Ben senin bir gün Ankara’da biber gazı ve cop yeme ihtimalini sevdim. Meclisin çiğ köfte kokan, adaleti lekeli yıllarında Ankara’da zam, zulüm, işkenceli kışlar yaşanırdı, o zaman sövmeye başladım işçilere… Bizim fethullah gülenlerimiz vardı... Bir de rahlelerin üstüne yazı yazma imkanı... Yumurta kokan kimi arkadaşlarla paylaşılan kapkaranlık sıralarda Sağcılık oynamaya başladık Ben başbakan oluyordum, sen taşeron işçi, geri kalanlar Ankara polisi... Turuncu boyalarla üç maymun ikliminde harfler yazılıyordu pütürlü duvarlara ve Türk Dil Kurumu’na inat bir türkçeyle... Ağbilerimizden öğrendik, a harfinden ampul figürleri türetmeyi.. Ankara’ya usul usul Amerikan emirleri yağıyordu. Ve bütün alanlarda savaşmayı öneriyordu haber bültenleri. Oysa Ankara’da hiç küfretmedim ben. Parti disiplin kurulunda tartışılan argom olmadı benim.. Vekillerle gidilen yerlerde gözümüze batan ideolojik vatandaşları saymazsak... Ankara’ya usul usul biber gazı yağıyordu.. Ve günlerdir Ankara’nın ayazında yan gelip yatan işçileri Görmemeyi öneriyordu haber bültenleri. Oysa hiç gocunacak yaram olmadı benim Ve hiçbir mahkeme tutanağında geçmedi adım Açılımların ve dalgaların ortasında sevimli bir başbakan yüzüydüm sadece Sana ulan’lar biriktiriyordum vatandaşlık defterimde, ama sen yoktun Ben, senin beni sevebilme ihtimalini seviyordum, suni ulusa sesleniş saatlerinde Ama, sendika otobüsü seni hep zamansız, amansızca bir eylemin kızıllığına götürüyordu Ben, senin benimle Ankara’da atışabilme ihtimalini, Ben, senin ananı da alıp gitme ihtimalini seviyordum. İktidar sıcağı koltuğa çekiyor da tenimin çatlamaya hazır gevrekliğini Sonra uçak oluyordum, Amerika yollarının dur durak bilmez sürgünü Ne yana baksam ayak takımı sanıyordum İşçi ve köylünün ayak seslerini İfrit oluyordum bir süre İl binalarımızın önünde slogan atan işçilerle yarışıyordum, yanağım Amerika’nın garantisinde Padişah oluyordum Bir şehirden bir iç şehire Vatandaşa yaklaştıkça büyüyordum Paranın sesini başına koyuyordum şarkılarımın listesinin Korkuyordum Sonra iniyordum uçaktan Havaalanından TEKEL işçilerine giden, ömrümün en uzun, Ömrümün en kızgın, ömrümün en işbirlikçi yolunu koşuyordum. Çünkü sonunda düşman oluyordum, hasım kokuyordum sonunda... Soğuk ve şehirlerarası otobüslerde vazgeçtim vatandaş olmaktan Ve peşkeş dosyamda Ankara’da yan gelip yatan TEKEL’cilerin kokusuydu vatan Ben seninle bir gün Ankara’daki bir kent meydanında Ben seninle sadece gelmek zorunda kalanların geldiği Bir yol üstü karakolunda Ben seninle, Kürt açılımına mistik ve pastörize yumurta kıvamında bakan Doğubeyazıt’ın herhangi bir toprak damında Ben seninle herhangi bir polis elinin Biberli ve coplu coğrafyasında olma ihtimalini sevdim Ben senin, ananı da alıp gitme ihtimalini sevdim!..

Yiğit TEKEL işçisinin ekmek ve onur direnişi 21. gününe girerken yarın işçi kardeşlerimiz bir sınav daha verecekler. İşçiler tüm işyerlerinde sandık başına gidiyor. Diyarbakır’da, Tokat’ta, Samsun’da, bütün yaprak tütün işletmelerinde… Tüm şube başkanları referandum için işyerlerine gönderildi. Eğer referandumdan “Sendikamızla birlikte omuz omuza mücadeleye evet” kararı çıkarsa; mücadele çok daha keskin, çok daha kapsamlı bir direnişe dönüşecek. Eğer referandumdan “evet” kararı çıkarsa, işçilerin direnişine aileleri de katılacak ve Tek Gıda-İş Başkanı Mustafa Türkel’in deyimiyle “herkes kefenleri giyecek”. Türk-İş önünde işçi kardeşlerimiz direnişlerini sürdürürken Samsun’da da referandum hazırlıkları başladı. Sendika temsilcileri, “işçi ne derse o olur” diyor, işçiler ise “ölmek var dönmek yok!” AKP Samsun İl Örgütü’nün ise paçası tutuşmuş durumda, bazı güçler partimizi iktidardan düşürmek için her türlü planı yapıyor diyor, AKP düşerse, bu ülkenin kara günü olacak. 2010 yılı içinde yatmayacağız, uyumayacağız, diyor. Korkuyorlar, uykuları kaçıyor. Bu gelen işçinin ayak sesleri!.. Selam olsun size, selam olsun mücadeleye devam diyenlere! (Belmanur Kartal, 5 Ocak 2010, soL portal. Yazı TEKEL işçilerinin Direniş Günlüğü’nde de yer aldı ve büyük bir coşkuyla okundu.)

9


IK T I OL

I P DAN

M SIN I O C ON A

EK

Haiti, Dominik Cumhuriyeti ile aynı adayı paylaşıyor, adanın sosyalist Küba’yı gören yüzünde yer alıyor. Ama ne yazık ki Haiti’nin yüzü sosyalizme baksa da emperyalizmin karanlığından yakasını sıyıramamış, bunun bedelini çok ağır ödeyen bir ülke.

10

Haiti’yi vuran deprem mi emperyalizm mi?

200 bin canın ‘ekonomi politiği’ 9 milyon nüfusuyla, 28 bin kilometrekarelik bir yüzölçümüne sahip olan Haiti, Karayiplerde Dominik Cumhuriyeti ile aynı adayı paylaşıyor. Sosyalist Küba’nın komşu adasında yer alıyor. Adanın Küba’ya bakan yüzünde. Ama Haiti’de emperyalist politikaların koyu karanlığı hakim. 200 binin insanın ölümüne yol açan deprem de dahil olmak üzere ülkenin başına gelenlerde ülkeyi inanılmaz bir yoksulluğa mahkum eden emperyalist ülkelerin doğrudan sorumluluğu bulunuyor. Sadece deprem değil, Küba’nın hiçbir can kaybı yaşamadan atlattığı kasırgalar, her yıl Haiti’de yüzlerce cana mal oluyor. Dünyanın en yoksul ülkelerinden biri olan Haiti’de nüfusun yüzde 80’i yoksulluk sınırının altında, yüzde 54’ü de açlık sınırının altında yaşıyor.

2008 yılında gayri safi milli hasılası 6,9 milyar dolar olan Haiti, çalışabilir nüfusun üçte ikisi işsiz. Kahve, şeker kamışı, mango gibi ürünler yetiştirilen ülkede sanayi de gelişmemiş durumda. Sanayinin GYH içindeki payı sadece yüzde 8, tarımsal üretimin payı ise yüzde 27. ABD, ülkeyi “HOPE” adını verdiği işbirliği anlaşması ile hazır giyim üretimine yönlendirip ucuz işgücü deposu olarak kullanmaya çalışıyor. Ekonominin yüzde 40’ı ise hizmet sektörüne dayalı olmakla birlikte ülkede gelişkin bir turizmden de söz etmek mümkün değil. 490 milyon dolar ihracata karşılık, 2,1 milyar dolar ithalatı bulunan Haiti’nin en büyük dış ticaret partneri ABD. İhracatın yüzde 70’i ABD’ye, satılan ürünler giyim eşyası, kakao, mango vb. İthalatın ise yüzde 35’i ABD’den yapılıyor. Gıda maddeleri, petrol, makina, ulaşım araçları alınıyor. Birleşmiş Milletler’in “insani gelişim” indeksinde 177 ülke arasında 146. sırada yer alan Haiti, gelişmesine izin verilmemiş bir ülke. Yüz yıllar boyunca emperyalist işgallerden yakasını bir türlü kurtaramayan ülkenin kaynakları talan edildi ve yağmadan geriye doğa felaketleri karşısında ilk insanlardan bile çaresiz bir toplum kaldı. Önce İspanyollar... İlk olarak 15. yüzyılda İspanyollar tarafından sömürgeleştirilen Haiti’de köleler ağır koşullar altında eziliyordu. Fransız Devrimi’nin etkisiyle gelişen özgürlükçü hareket, kendisi de bir köle olan Toussaint l’Ouverture’un öncülüğündeki mücadele sonucunda 1804 yılında Fransa’ya karşı bağımsızlığı elde etti. Afrikalı kölelerin cumhuriyeti, köleliği kaldıran ilk ülke oldu. Bağımsızlığı sonrasında Latin Amerika’nın tümünde köleliğin kaldırılması için mücadele veren Haiti, bu çerçevede Bolivar’ı ve kıtadaki diğer sömürge karşıtı bağımsızlıkçı hareketleri destekledi. Ülke, Latin Amerika’nın birliğini hedefleyen bağımsızlıkçı ve kölelik karşıtı politikası nedeniyle ABD tarafından 1862 yılına kadar tanınmadı. Fransa ise ülkenin bağımsızlığını ancak bugünkü değeriyle 28 milyar ABD doları tutarında “tazminat” ödemesi karşılığında tanıdı.

Ödenen tazminat, ülke ekonomisinin geleceğine büyük darbe vurdu. 20. yüzyılda ABD darbeleri Sonraki on yıllar boyunca ağır izolasyon politikalarıyla beli bükülen ülke 1915 yılında ABD tarafından işgal edildi. 1934 yılına kadar süren ABD işgali altında şeker kamışı üretimi için ülkenin ormanları yok edildi, finans sistemi yerle bir edildi. Bu dönemde Haiti Anayasası’nın, Roosevelt tarafından kaleme alınmış olması durumun bir başka açık özeti. Emperyalist müdahaleler, ABD’nin açık işgalinin bitmesinden sonra da devam etti. Tarihi boyunca toplam 32 kez darbeye maruz kalan Haiti’de 20. yüzyılda gerçekleşen darbelerin sayısı 17’yi buldu. Ülkenin yoksul halkına bir diğer darbe, IMF ve Dünya Bankası’nın neo-liberal politikalarıyla geldi. İşsizlik katlandı. 1990 yılında seçimle göreve gelen devlet başkanı Jean-Bertrand Arístide, derinleşen toplumsal krize yanıt olarak uygulamaya kalkıştığı sosyal politikalar nedeniyle 1991 yılında baba Bush’un desteğini alan bir darbeyle devrildi. Halkçı yönelime abluka 1990 yılında oyların yüzde 75’ini alan Aristide, Duvalier diktatörlüğünü deviren Lavalas (sel) hareketinin, toprak reformu, yeniden ağaçlandırma, halkın gereksinimi olan altyapı hizmetleri, asgari ücretin yükseltilmesi, sendikalaşma hakkı gibi talepleri içeren platformuyla seçildi. Ergin Yıldızoğlu 18 Ocak tarihli yazısında bu dönemi şu şekilde özetliyor: “Duvalier döneminde, neoliberal politikalar, ABD’den gelen ithalat, kırsal üretimi yıkmış, Porte auPrince gibi kentlerde, yok pahasına, hiç iş güvencesi olmadan çalışmak zorunda kalan, derme çatma gecekondularda, denetimsiz inşa edilen çürük evlerde yaşamaya mahkûm yoksul bir halk tabakası yaratmıştı. ABD, 2001’de Haiti işbirlikçi burjuvazisinin Aristide hükümetine karşı düzenlediği darbeyi destekledi, ancak Lavalas hareketini pasifize edemeyince, 1994’te neoliberal bir programı uygulamayı kabul etmesi


koşuluyla Aristide’in iktidara dönmesine izin verdi. Aristide bir taraftan neoliberal programa direnmeye, öbür taraftan sınırlı da olsa reformları uygulamaya, bir şeyler yapmaya çalışıyordu, en azından asgari ücreti arttırdı. Ancak bu ülkedeki yabancı yatırımcıların, ihracatçıların işine gelmiyordu. Aristide geçmişte Fransa’nın aldığı tazminatı geri isteyince, 2004’te ikinci bir darbe düzenlendi, ABD bu darbeyi doğrudan destekledi, Aristide’i kaçırarak ülke dışına sürgüne götürdü. 2006 seçimlerini yine yüzde 70 oyla Lavalas’ın adayı kazandı. Ancak, ABD, ‘uluslararası topluluk’ Haiti’yi, kişi başına en çok sivil toplum örgütü olan ülkeye dönüştürmüştü, bunlara akıttıkları fonlarla hükümeti etkisiz bırakıyordu.” Arístide’in neoliberal politikalara itaatsizliği, Clinton yönetimince dayatılan ve Haitililer tarafından “ölüm planı” olarak adlandırılan ağır bir ekonomik ablukayla cezalandırıldı. Ablukaya karşın 2000 yılında Arístide yeniden başkan seçildi. Bu tarihten itibaren ABD tarafından muazzam bir Arístide karşıtı kampanya başlatıldı. Dönemin ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Roger Noriega, Arístide’i ikinci kez devirme niyetinde olduklarını açıkça dile getiriyordu. 2003 yılında yaptığı bir açıklamada Arístide’i, kısa süre önce darbe girişiminde bulunulan Chavez’in Venezuela’sıyla ve Küba’yla ilişkilendiriyordu. Aranan fırsat, Arístide’in yoksullukla mücadele ve sivil savunma amacıyla 2004 yılında Halk Komiteleri kurma kararı almasıyla elde edildi. Karar, dönemin ABD başkanı George W. Bush tarafından “ABD’nin ulusal çıkarlarını tehlikeye sokan komünist bir girişim” olarak nitelendi ve bu tarihten itibaren ülkeyi istikrarsızlaştırma faaliyetlerine hız verildi. Ülkedeki kimi gruplar silahlandırıldı, ölüm müfrezeleri kuruldu. Silahlı saldırılarda çoğunluğunu Arístide destekçilerinin oluşturduğu binlerce insan öldürüldü. Arístide, yaratılan toplumsal kaos mazeret gösterilerek Şubat 2004’te tutuklandı ve yurtdışına kaçırıldı. Haiti’ye BM Barış Gücü Arístide’in devrilmesinin ardından ülkede Fransa, Kanada ve ABD tarafından desteklenen bir geçici hükümet kuruldu. Diğer taraftan ülkeye 5 bin kişilik bir BM barış gücü (MINUSTAH) yerleştirildi. Herhangi bir barış anlaşması yapılmadan yerleştirilen yegâne BM barış gücü olan MINUSTAH’ın görünüşteki amacı istikrarı sağlamaktı. Ancak, birliklerin asıl amacının ülkede yeniden uygulamaya sokulan neoliberal politikaların güvence altına alınması ve anayasal hükümeti deviren 2004 darbesini asla kabullenmeyen ilerici kesimlerin vahşice

sindirilmesi olduğu kısa süre içinde apaçık ortaya çıktı. Bush yönetimi ve ülkedeki zenginlerin “sert bir çizgi izlenmesi” doğrultusundaki baskıları sonucunda MINUSTAH, başkentin Arístide destekçisi olduğu bilinen yoksul mahallelerinde kitleler üzerine defalarca ateş açtı. Çocuklar dahil olmak üzere rastgele kitlesel ölümlere neden olan operasyonlarda, MINUSTAH verilerine göre yal-

nızca 2005 yılında 22 bin kurşun kullanıldı. Uygulanan şiddet ve sindirme politikalarına karşın, 2007 yılında gerçekleştirilen ilk seçimlerde Arístide çizgisine yakınlığıyla bilinen René Préval devlet başkanı seçildi. Préval, ALBA’ya gözlemci olarak katıldı, ülkeyi kıtadaki dayanışmacı, birlikçi sol hükümetlerle yakınlaştırmaya çalıştı. Ancak ülke üzerindeki ABD baskısı sürdü.

Asker gönderme ‘fırsatı’ ABD emperyalizminin boğduğu ülkenin geçtiğimiz hafta yaşadığı felaketi “fırsat” olarak gören Amerikalılar bunu ifade etmekten de, fiiliyata dökmekten de imtina etmedi. ABD’nin muhafazakar düşünce kuruluşlarından Heritage Foundation’ın, ABD’nin Haiti’de ne yapması gerektiğine ilişkin ilk yorumları, felaketleri fırsata çevirme zihniyetini yansıtıyordu. Fazlaca açık sözlü olduğu için birkaç saat içinde Heritage Foundation sitesinden kaldırılan Jim Roberts imzalı yazıda “ABD’nin Haiti’deki trajik depreme verdiği yanıt, acil insani yardımların yanı sıra, Haiti’nin hiç de fonksiyonel olmayan ekonomi ve hükümetini yeniden şekillendirmek ve ABD’nin bölgedeki imajını iyileştirmek için fırsat sunuyor” deniyordu. Ülke ekonomilerini şekillendirmek açısından ABD’nin taşeronluğunu üstlenen IMF ve Dünya Bankası gibi kurumların da, ekonomik kriz ve doğal felaketleri, ülkelerin daha olağan zamanlarda uygulayamadıkları dönüşümleri gerçekleştirmek ve neoliberal politikaları hayata geçirmek için bir “fırsat penceresi” olarak gördükleri biliniyor. Bu durum Haiti’de yaşanan depremin hemen ardından kendisini bir kez daha gösterdi. IMF Başkanı Dominique Strauss-Kahn, Haiti depreminden iki gün sonra yaptığı açıklamada Haiti için 100 milyon dolarlık bir kaynağın acil durum finansmanı olarak ayrılacağını duyurdu. Ancak bu kaynak hibe olarak değil kredi olarak kullandırılacak. Ayrıca bu kredi, IMF ve Haiti arasında 2006 yılından bu yana sürmekte olan program kaynaklarına ek olarak serbest bırakılacağı için, program çerçevesinde belirlenen koşullara tabii olacak. Yani Haiti, kullanacağı kredi karşılığında elektrik fiyatlarını yükseltmeyi, kamu çalışanlarının maaşlarına zam yapmamayı ve enflasyonu düşürmeyi taahhüt etmek zorunda. ABD’nin ülkeye 10 bin kişilik ordu birliği yollama kararı da, Haiti’nin mutlak bağımlı bir çizgide yeniden “hizaya sokulması” niyetinin açık göstergesi. Deprem, ülkeye bir kez daha ‘müdahale etme’ fırsatı verdi. Ülkenin yıkımını birkaç kat artıran gerçek bu. (soL Portal’ın 21 Ocak tarihli “Haiti’de depremden kârlı çıkanlar” başlıklı manşetinden yararlanılmıştır.)

Haiti, Birleşmiş Milletler’in “insani gelişim” indeksinde 177 ülke arasında 146. sırada yer alıyor. Yüz yıllar boyunca emperyalist işgallerden yakasını bir türlü kurtaramayan ülkenin kaynakları talan edildi ve yağmadan geriye doğa felaketleri karşısında ilk insanlardan bile çaresiz bir toplum kaldı.

11


I

C ER N

OG

I T E LL

MI

Metrobüs ücretlerine yapılan zamların üzerinden uzunca bir süre geçmesine rağmen tartışmalar dinmek bilmiyor. Beklemediği bir tepki ile karşılaşan AKP’nin işleri arap saçına döndü. Bu haftanın ‘Metrobüs zammı’ haberleri, tarafların adeta ‘karakolluk’ olduğunu gösteriyor.

Topbaş Mahkeme dinlemiyor, soruşturmalar öğrencilere açılıyor...

Metrobüs zamları KARAKOLLUK ! Metrobüs ücretlerine yapılan zamların üzerinden yaklaşık iki ay geçmesine rağmen, zamlar üzerine yapılan tartışmalar devam ediyor. Sessiz sedasız geçirilmeye çalışılan “olağan” zamlardan farklı olarak halkın yoğun bir tepki ile karşıladığı ulaşım zamları, beklemediği tepkilerin AKP’nin güvenilirliğini nasıl sarstığına da bir örnek oluşturuyor. Zamların ilan edildiği günden bu yana tepkisini ortaya koyan öğrencilere üniversite yönetimleri tarafından soruşturmalar açılırken, yargının zamların durdurulmasına dönük olarak aldığı karar Topbaş tarafından “uygulamaya değer” bulunmadı. Bu hafta ajanslara düşen bu iki haber, zam tartışmalarının “karakolluk” olduğuna işaret ediyor. AKP yargının kararına dönük “kabadayılık” gösterisi yaparken, öğrenciler de gayrımeşru soruşturmalara boyun eğmemekte kararlılar. Tepkiler büyüyünce iş değişti... Türkiye Komünist Partili öğrencilerin metrobüs zamlarının ilan edilmesinin hemen ardından gerçekleştirdikleri eylemler ülke genelinde ses getirmiş ve

Metrobüs zamlarına karşı eylemlere katıldığı için üniversite tarafından soruşturma açılan YTÜ öğrencisi Özgür Keskin:

HER NEFES ALIŞLARINDA ENSELERİNDE OLACAĞIZ

12

Metrobüs zamları geri alınana kadar devam ettirdiğimiz eylemlerin kitleselliği ve meşruluğu neticesinde de Kadir Topbaş zammı geri almak zorunda bırakıldı. Mahkeme kararıyla uygunsuz bulunan ve durdurulmasına karar verilen zammın hırsını alamayan AKP de bu sefer Emniyet üzerinden, üstünden 2 ay geçmiş olan bir eyleme katılmak ‘suçlamasıyla’ bana ve birkaç arkadaşımıza soruşturma açtı ve okula bununla ilgili bir tebligat gönderdi. Gerekçe olarak turnikelerden atlamamız ve metrobüsleri ücretsiz kullanmamız gösteriliyor. Bu arada mahkeme neticesinde zammın uygulandığı tarihlerde metrobüs kullanan kişilere zam tutarını geri ödeme şartı getirildi. Artık Topbaş efendi bizden çaldığı paralara saysın. Bu arada AKP’li rektörümüz de boş durmadı. Göreve geldiğinden bu yana her türlü baskıcı uygulamaya imza atan; okul içi ulaşımı özelleştiren ve paralılaştıran, buna karşı bildiri dağıtan bir öğrencisini odaya kilitleyen, YÖK’ün yaptığı bilimsellikten uzak ve mantık dışı akademik kadro atamalarına karşı çıkan akademisyenlere soruşturma açan, bu atamalardan rahatsız olan ve buna dair bir metne imza atan 50’ye yakın öğrencisini tek tek odasına çağırıp tehdit eden, parasız eğitim masasına bir hafta, “Cumhuriyet Sosyalizmle Yaşayacak” masasına bir ay uzaklaştırma veren ve sene başından bu yana afiş asmak, broşür dağıtmak üzerinden 30’a yakın öğrenciye bir haftadan iki döneme kadar değişen uzaklaştırma cezalarını kafasına göre dağıtan rektör ve okul yönetimi kadroları derhal bir soruşturma da bana açtı. Bariz bir şekilde üniversitelerdeki ve gençlikteki dinamiği dizginleme, sindirme ve ‘hizaya’ getirme çabası. Bir tür yıldırma operasyonu ama büyük ölçüde boşa uğraşıyorlar. Onlar bu memleketi felakete götürmek için gemileri yakmışken, biz de limanları yaktık ve her yerde, her adımlarında, her nefes alışlarında da enselerinde bitmeye kesin olarak karar verdik.

AKP’yi açıklamalar yapmak zorunda bırakmıştı. Daha sonrasında halktan yana birçok oluşumun da olanlara tepki göstermesi AKP’yi zor duruma sokmuş, zamların geri alınacağına dönük bir beklenti canlanmaya başlamıştı. Halkevleri ve TÜKODER’in açmış oldukları dava uyarınca İstanbul 10. İdare Mahkemesi’nin, ulaşım zamları için yürütmeyi durdurma kararı vermesinin üzerine yaşananlar, AKP’nin “sivil dikta” olup olmadığı tartışmalarına yol açacak ölçüde “ironik” sonuçlar doğurdu. İstanbul Büyükşehir Belediyesi, “Ulaşım Koordinasyon Merkezi yeni bir karar alana kadar zamlar uygulanmaya devam edecek” şeklindeki açıklamasıyla adeta mahkemeyi “takmayan” bir tutum almayı tercih etmiş bulunuyor. Üniversite yönetimleri “iş başında”! Mahkeme kararlarını takmadığını, ‘kibarca’ dile getiren Kadir Topbaş’ın açıklaması “sivil dikta” tartışmalarını alevlendirmiş olsa da, bu haberle aynı günlere denk gelen “YTÜ yönetiminden Metrobüs zamlarını protesto eden öğrencilere soruşturma” haberi, tartışmaları anlamsızlaştırmış, ortada üniversitesiyle, polisiyle, yerel yönetimiyle bir AKP rejiminin söz konusu olduğunu doğrulamış görünüyor. Üniversite dışında ve üniversiteden bağımsız bir protestoya katılan öğrencilere soruşturma açılması, AKP’nin bir organizma olarak, farklı uzuvlarıyla dişe diş mücadele etmesi olarak görülebileceği gibi, AKP’nin meşruiyet kaybına nasıl bir panik ile reaksiyon gösterdiğini de gözler önüne seren bir gelişme. Zira bu gayrı meşru soruşturmalarla birlikte AKP iktidarı, kendisine karşı gelen herkesle yumruk mesafesinde dövüşmeyi kabul etmiş oluyor. Yumruk mesafesine giren bir AKP’nin yumruk yeme ihtimalinin artmakta olduğunu da söylemek gerek. AKP gericiliğinin zayıf noktaları belirginleşmeye başladı bile. Örneğin

öğrenciler, “özgürlükçü” üniversite yönetimlerinin bir de “zam dostu” olduğunu görme ve gösterme fırsatına sahip oldular. YTÜ Yönetimi soruşturmalarda ‘öncü’... Yıldız Teknik Üniversitesi yönetimi, Metrobüs zamlarına ilişkin tartışmalarda taraflardan bir tanesi olduğunu, zam protestolarına katılan öğrencilerine soruşturma açarak gösterdi. Seçildiği günden bu yana üniversitelerdeki AKP kadrolaşmasının tipik bir örneğini sergileyen İsmail Yüksek, metrobüs zamlarını protesto eden öğrencilere soruşturma açılmasıyla birlikte “soruşturmacılığın” da gözde ismi konumuna yerleşti. Geçen haftalarda TEKEL işçilerinin okulda düzenlenen bir panele katılmak üzere okula gelmeleri ve okul girişinde engellenmeleri ile ismini bir kez daha duyuran Yıldız Teknik Üniversitesi yönetimi, Topbaş’ı korumak yönünde attığı adımla birlikte “bütünlüklü” bir tavır göstererek, yine bütünlüklü bir karşı koyuşa davetiye çıkarmış oluyor. “AKP varsa, biz de varız!” Metrobüs zamlarına karşı halkın sokağa çıkması için çabaladıklarını vurgulayan Türkiye Komünist Partili Öğrenciler ise AKP’nin güç gösterileri yaparak veya üniversitelere yerleştirilen akademik kadro vasıtasıyla kendisini kurtarmasının mümkün olmayacağını düşünüyor. Metrobüs zamlarında AKP’nin bocalamasının ardında yatan gerçeğin, insanların tepkilerinin bir araya gelmesi olduğunu vurgulayan öğrenciler, AKP’nin karşısında biriken tepkiden çekindiğini, bu yüzden soruşturma gibi araçlara yöneldiğini düşünüyorlar. Metrobüs zamlarının karşısında gerçekten büyük bir toplumsal gücün henüz örülmemiş olduğu da düşünüldüğünde, AKP’nin erken uyarı sinyalleri aldığı ve 2010 yılında başına geleceklerden ciddi şekilde korktuğu anlaşılıyor.


e ‘nd ler ten üre

İnternette video yayıncılığına sol damga Mehmet TAŞÇI

SoL Video sadece ekibin üretimlerini yayınlamıyor.

Kendi ürettiği videoları ya da SoL Video’da yayınlanabileceğini düşündüğü videoları

gönderenler de katkıda bulunuyor. Gönderilen videolar editörlerin onayından geçtikten sonra yayınlanmasına karar veriliyor. SoL Video web sitesinde yayın ilkeleri de yayınlanmış.

SoL Video, www.solvideo.org adresinden yayın yapan bir internet sitesi. 2009 yılının Haziran ayında çalışmalarını Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde sürdüren sinema biriminin bir projesi olarak ortaya çıktı. Şu anda farklı kategorilerde 370 farklı video izlenebiliyor. SoL Videonun kuruluş amaçları sayfala-

SoL Video - Video Aktivizm Atölyesi Video aktivizm tür değil, daha çok bir yapma-davranma biçimi olarak tanımlamak yerinde olur. Yani çevrenizde olanlara siyasal ve insani tepkinizi video yoluyla veriyorsanız, bunu kendi kendinize yapmıyor, insanlara ulaştırıyor ve onları harekete geçirmeye çalışıyorsanız, eyleminizi video kullanarak yapıyorsunuz demektir. Bu bir haber görüntüsünü yaygınlaştırmak da olabilir, ana akım medyada yer verilmeyen konuları kaydetmek ve yayınlamak da, çevreye büyük zarar veren bir altın madenine karşı bir kampanya için film yapmak da. SoL Video ekibi video aktivizm örnekleri sergilerken video aktivist sayısını artırmak ve sol adına yapılan üretimlerin sayısını ve niteliğini artırmak için de çalışmalar yürütüyor. Önümüzdeki aylarda farklı kentlerde tekrar edilmesi düşünülen “Video Aktivizm Atölyesi” bu amaçla ilk kez Nâzım Hikmet Kültür Merkezi Kadıköy’de 5 haftalık yoğun bir programla gerçekleştirildi. “Hayatın, sokağın, duyulmayanın sesi olmak, videoyu sözümüzü söylemek, gerçeğin sesini duyurmak için kullanmak amacıyla bildiklerimizi paylaşıyor, birlikte yaparak öğreniyoruz” cümlesiyle duyurulan atölyeye 40 kişi katıldı. Kamera kullanımı, ışık, ses, kurgu, filmleri internette yayına hazırlama ve yaygınlaştırma yolları gibi çok sayıda başlığın ele alındığı atölye tamamıyla pratik uygulamalar üzerinden yürütüldü. NHKM’deki kamera kurgu gibi teknik olanakların da kullanıldığı çalışmalar sırasında katılımcılar da ellerindeki kameraları, fotoğraf makinelerini getirerek olanaklarını birleştirdiler. Beş haftalık programın tamamlanmasının ardından proje gruplarına ayrılan katılımcılar belirlenen konularda filmlerini üretiyorlar. SoL Video Video Aktivizm Atölyesi’nin Şubat ayından itibaren NHKM Kadıköy dışından gelecek taleplere bağlı olarak farklı illerde gerçekleştirilmesi planlanıyor.

rında şöyle açıklanıyor: “Herkesin her şeyi gönderdigi bir ‘video paylaşım sitesi’ daha oluşturmak niyetiyle yola çıkmadık. Her şeyin bir çuvala doldurulduğu ve eşit oranda değersizleştiği bir yığın oluşturma derdimiz yok. İnternette zaman harcamak için yeni bir alan daha yaratma niyetimiz de yok. Sol düşüncenin ve değerlerin oluşturdugu birikimi erişilebilir kılmayi istiyoruz. Bu birikimin değerlerini, inceliklerini, bilgisini, duygusunu, tavrını bir de bu mecra aracılığıyla sunmayı amaçlıyoruz.” Sitenin yola çıkış amaçları arasında özellikle gençlerin siyasal ve kültürel beslenmesi için kaynak olmak hedeine de vurgu yapılıyor. Gönderilen videolar da yayınlanıyor SoL Video sadece ekibin üretimlerini yayınlamıyor. Kendi ürettiği videoları ya da SoL Video’da yayınlanabileceğini düşündüğü videoları gönderenler de katkıda bulunuyor. Gönderilen videolar editörlerin onayından geçtikten sonra yayınlanmasına karar veriliyor. SoL Video web sitesinde yayın ilkeleri de yayınlanmış. Bu ilkeler çerçevesinde paylaşmak istediğiniz videoları siz de yükleyebilirsiniz. Videolar en çok sayıda video barındıran haber belge ve siyaset kategorilerinin yanısıra müzik, bilim, eğitim, şiir-edebiyat, animasyon, filmfragman, gösteri sanatları ve kısa film başlıklarına dağılmış durumda. En çok izlenen videolara göz attığımızda “Dawkins Yaratılış Atlası’yla dalga geçiyor”, Beyoğlu Kumpanya’dan “Tayyip Blues”, TKP’nin İzmir’de ABD askerine yumurtalı protestosunun

haber görüntüleri ve Nâzım Hikmet Kültür Merkezi Sinema Birimi’nin ürettiği “Kamber Ateş Nasılsın?” adlı kısa filmin ilk sıraları paylaştığını görüyoruz. SoL Video ekibi gündemin peşinde Yayında olan videoların önemli bölümünün SoL Video ekibinin üretimi olduğunu görüyoruz. SoL Video’nun ilan ettiği “Mevcudu aktarmakla, erişilebilir kılmakla yetinmek istemiyoruz. Solvideo’nun birlikte üretmeyi ve paylaşmayi teşvik etmek, bunu örgütlemek, yataklık etmek gibi de bir hedefi olacak” cümlesi özellikle ülkemizdeki siyasal gelişmelere, işçi eylemlerine dair üretimler açısından belli oranda gerçekleşmiş görünüyor. Tabii ki bu üretimlerin farklı kanallara açılması, zenginleşmesi, daha çok insanın soL Video için üretmesi ve paylaşması gerektiği görülebiliyor. Son haftalarda üretilen ve yayına alınan filmlerin önemli bölümü gündeme damgasını vuran Tekel işçilerinin direnişini konu alıyor. Tekel gündemini yakından izleyen SoL Video ekibi konuyla ilgili 39 video üretmiş. SoL Video’da en güçlü alanlardan biri bilim kategorisi. Özellikle Harun Yahya takma adıyla yaygın evrim karşıtı propaganda yapan Adnan Oktar ve ekibine çok etkili yanıtlar ve evrim kuramının bilimsel temelleriyle kavranmasına katkı sunacak videolar dikkat çekiyor. SoL Video’da en çok izlenmiş video da Richard Dawkins’in Adnan Oktar’ın uydurmalarıyla dalga geçen bir konferansı olması boşuna değil.

13


L

ST I N U

KOM

N ERI

I

D

S A Y UN

PAME 10 Şubat’ta ‘yeniden grev’ kararı aldı

Yunan işçisinin bunalıma yanıtı:

Genel Grev Alper BİRDAL

Krizin bir bunalıma dönüştüğü, kitlesel düzeyde etkilerinin yoğunlaştığı tarihi 2008 olarak kabul edecek olursak, Yunanistan’da bu tarihten bu yana dört kez genel greve çıkıldığını görüyor ve “evet, burada biriken bir şeyler var” diyebiliyoruz.

14

Dünya kapitalizminin son büyük buhranı patlak verdiğinden bu yana kaç tane önemli genel grev yaşandı? Bir döküm yaptığımızda karşılaştığımız sayının muhtemelen pek çok kişinin tahmin ettiğinden daha yüksek çıktığını söyleyebiliriz. Ancak grevlerin sayısına değil, etkisine baktığımızda işçi sınıfının üzerine bir kâbus gibi çöken bunalımın henüz ciddi kalkışmalara vesile olmadığını da buna eklemek durumundayız. Elbette bu şaşılacak bir olgu değil. Zira bunalım dönemlerinde sınıf hareketinin doğrusal bir biçimde yükseleceği külliyatımızın herhangi bir yerinde yazmıyor. Gördüğümüz, bu tür tarihsel dönemlerde biriken tepkilerin bunalım uzadıkça sınıfımız açısından yeni mevzilere dönüşmesi… Ancak bu saptama bizi, “peki nerede birikiyor?” sorusunu sormaktan alıkoymamalı. Bu açıdan bir kez daha dönüp genel grev envanterine baktığımızda, belirgin bir biçimde ön plana çıkan bir ülke görmekteyiz: Yunanistan… Yeni bir işçi sınıfı hareketi… “Yeni”den ne anlıyoruz? Yunanistan yeni bir sınıf hareketine sahip: Bütün İşçilerin Militan Cephesi, yani PAME… Son iki yılda yaşanan dört genel grevde de, Yu-

nanistan Komünist Partisi’nin (KKE) öncülüğünde kurulan PAME’nin etkisini görmekteyiz. Dahası bu etkinin giderek şiddetini artırarak geliştiğine de tanık oluyoruz. 2009’un son günlerinde, 17 Aralık’ta, gerçekleştirilen genel grev iki büyük sarı sendikanın, GSEE ve ADEDY, grevi kırma girişimlerine rağmen başarıyla sonuçlandı. Greve PAME’ye üye olan sendikaların yanı sıra GSEE ve ADEDY üyesi bazı sendikaların da, konfederasyonlarının grevi kırma girişimlerine rağmen katılmış olmaları büyük önem taşıyor. Ayrıca grev kararının Papandreu’nun “kriz paketi”ni açıklamasından saatler sonra alınması da altı çizilmesi gereken bir diğer önemli veri. O halde PAME iki açıdan, “yeni” bir işçi sınıfı hareketinin öncü koludur diyebiliriz: Birincisi, sendikal alandaki statükoyu bozan, düzen sendikalarına nefes aldırmayan bir örgüt olması nedeniyle ve ikincisi, Yunan sermaye sınıfının saldırılarına anında yanıt üretme becerisine, yani devingen bir yapıya sahip olması dolayısıyla… “Yeni”den ne mi anlamalıyız? Elbette sınıfı değil “kimliği” ön plana çıkartan, o meşum “yeni toplumsal hareketler” jargonunu değil, işçi sınıfını bir siyasi özne haline getirecek bir örgütlenme becerisine sahip

olmayı anlamak durumundayız. Yunan işçi sınıfının öncü partisi KKE ile ilişkisini ifade etmekten hiçbir zaman sakınmayan PAME’nin bu anlamda yeni, hem de yepyeni bir sınıf hareketini örmekte olduğunu söylemek abartılı olmaz. Bunalımın Yunan işçisine fatura edilmesine karşı etkili bir direnç hattı ören bu yeni sınıf hareketi, şimdi bir kez daha genel grev kararı almış bulunuyor. Bu kez 10 Şubat’ta gerçekleştirilecek grev, PASOK hükümeti ve sermayedarlara işçi sınıfı yokmuş gibi davranmalarının mümkün olmadığını bir kez daha hatırlatacak. 10 Şubat için yapılan genel grev çağrısının örgütlenmesine 17 Aralık’taki grevin hemen ardından başlandığını da belirtelim. Yani yine tam zamanında… “Avrupa’nın arızası” AB’yi sarsıyor Bunalımın başlangıcından bu yana Avrupa’da büyük çaplı grevler yaşanmadı değil. Akla ilk gelen örnekler İtalya, İrlanda ve Fransa’daki grevler. Ancak kitlesel katılıma sahne olmasına karşın bu eylemler söz konusu ülkelerde sermaye iktidarlarına bazı geri adımlar attırmanın ötesinde işçi sınıfına kalıcı mevziler kazandıramadı. Elbette sürece bitmiş gözüyle bakamayız, fakat bu ülkelerde işçi sınıfının daha ileri adımlar atabilmesi için gerekli olan şartların mevcut olmadığını saptamak durumundayız. Çünkü bu ülkelerde militan bir sınıf hareketi ve AB’cilik, parlamentarizm vb. tuzaklara düşmemiş güçlü öncü partiler bulunmuyor. Yunanistan bu açıdan Avrupa’nın arızası sayılabilir ve bu nedenle de Yunan işçi sınıfının eylemlerinin sadece Yunan sermaye sınıfını değil, Avrupa Birliği’ni de sarstığını söyleyebiliriz. AB emperyalizmi, özellikle bankacılık ve finans, taşımacılık, turizm gibi hizmet sektörlerinde Balkanlar’da bir kendisine bir hinterland yaratmasına izin verdiği Yunan burjuvazisinden işçi sınıfını baskı altına alabilmesini talep ediyor. KKE ve PAME ise ülkeyi Avrupa’nın arızası olmanın ötesine taşıyarak, sosyalist bir iktidarın kuruluşuna dayanak oluşturacak mevzileri kazanma mücadelesini yükseltiyor.


BD IYO Rk i. . .

Türkiye’deki otomotiv patronları geleceğe iyimser bakıyor ama onlara “iş” veren tekeller cephesinde hayat karışık. Fransa’da Renault ile Sarkozy’i karşı karşıya getiren Clio 4 kavgası, Fiat’ın İtalya’da üretime ağırlık verme kararı... Koç’u ve Oyak’ı koruyan şemsiyeler kapanır mı küçülür mü zaman gösterecek.

Türkiye’deki otomotiv tekelleri geleceğe umutla bakıyor. Geçtiğimiz hafta gazeteler Fiat, Renault, Hyundai yöneticilerinin iyimser açıklamalarıyla doluydu. Türkiye’de otomotiv üretimi Ford, Fiat, Renault, Hyundai başta olmak üzere iki elin parmaklarının sayısına ulaşmayan ve tamamı yabancı grupların elinde. Koç, Oyak, Assan gibi yerli ortakların tasarruflarından bağımsız olarak Türkiye’de ne üretileceğine Fransa’da,

İtalya’da, ABD’de, Güney Kore’de karar veriliyor. Türkiye’nin bir “otomobil üssü” olamayacağı uzun bir süre önce belli olmuştu. Türkiye’ye ticari araç pazarında yer açılmıştı. Krizle birlikte dünyada otomotiv sektöründe tüm taşlar yerinden oynadı. Türkiye’ye yeni bir rol vermek bir yana, mevcut rolünü sürdürüp sürdüremeyeceği konusunda önemli belirsizlikler bulunuyor. Avrupalı ve ABD’li tekeller kendi ülkelerindeki üretimi daha fazla düşürmemek için Polonya, İrlanda gibi ülkelerde fabrikaları ya da bazı üretim hatlarını kapatırken Türkiye mevcut rolünün önemsizliği nedeniyle göreli olarak az darbe yemiş durumda. Buna rağmen 2009 yılında otomotiv üretimi yüzde 24, ihracatı ise yüzde 31 azaldı. Fransa’da Renault üzerinden yaşanan tartışma, Türkiye’nin otomotivdeki geleceği hakkındaki iyimserliğe büyük bir gölge düşürdü. Renault’nun Clio 4 modelini Türkiye’de üretme niyetine Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy ve hükümet yetkilileri kendi ülkelerindeki üretim hattının kapanacak olması ve hatta çalışan işçilerin işsiz kalmasının yaratacağı toplumsal tepkiyi karşılayamayacakları için itiraz ettiler. AB içinde de tartışmalara neden olan itiraz, üretimin sadece bir bölümünün Türkiye’deki Renault tesisine kaydırılması ve Fransa’daki tesiste elektrikli araçların üretilmesi ile istihdamın kaybının engellenmesi önerisiyle geri çekildi. Türkiye’deki bir diğer üretici Fiat cephesinde de İtalya’da üretimi artırma

YCI

Otomotiv patronları harikalar diyarında

kararı bulunuyor. Fiat, gelecek üç yılda İtalya’daki halen 650 bin olan araç üretimini 1 milyona çıkarmayı planladığını açıkladı. Şirket yetkilileri 2012 yılında araç üretimini 1 milyona çıkarmayı planladıklarını ancak, bunun için büyük yatırım, hükümet desteği ve “çalışanların esnekliğinin” gerektiğini söyledi. İtalya’da üretim maliyetlerinin yüksekliğinden şikayet eden şirket yöneticileri Brezilya ya da Polonya’daki fabrikalarla karşılaştırıldığında İtalya’da ‘’işçi başına üretilen araç sayısının tamamıyla orantısız’’ olduğunu belirtip İtalya’da 5 Fiat fabrikasında 22 bin kişinin çalıştığını ve bu fabrikalarda yılda 650 bin araç üretildiğini, Brezilya’da ise 9,400 kişinin çalıştığı bir fabrikada 730 bin araç üretildiğini söyleyerek “esneklik”le ne kastettiklerine de açıklık getirdi. Tüm bunların Türkiye’deki otomotiv üretiminin üzerine düşürdüğü gölge, tabii ki otomotiv patronlarının daha az kazanması anlamına gelmiyor. En kötü yılda önceden bağlanmış siparişlerle, ÖTV indirimi kıyağı ile, bir günde kapının önüne konan binlerce işçi ile, işçilerin fonundan tırtıklanan kısa çalışma ödeneği ile, ücretsiz izinler, esnek çalışma, Ford’da yaşandığı gibi “mobil” işçilerle nasıl ihya oldukları ortada. Ancak otomotiv sektörünün önümüzdeki yıllarda Ford’un, Fiat’ın, Renault’nun koruyucu şemsiyesi altındaki sermaye grupları açısından pek çok sürprize açık olduğunun farkında olmak gerekiyor.

Ekim’de bir şeyler geriledi ama... Son açıklanan işsizlik verileri, patronların krizi bahane ederek daha fazla taşeronlaşmaya başvurduklarını ortaya koyuyor. 2009 yılının Ekim ayına ait işsizlik verileri TÜİK tarafından açıklandı. Hizmetler sektöründe ortaya çıkan beklenmedik istihdam artışı sayesinde toplam istihdam Eylül’le aynı düzeyde oluşunca işsizlik oranı Ekim’de Eylül’e göre 0,4 puan gerileyerek yüzde 13’e inmiş oldu. Eylül ayına göre işsiz sayısının sadece 1000 kişi azalmış olması iyileşme olarak değerlendirildi. Krizin etkilerinin güçlü bir şekilde hissedilmeye başladığı 2008 Ekim’inde işsiz sayısı Eylül 2008’e göre 235 bin kişi azalmıştı. Türkiye’de her şeyin “toz pembe” olduğu 2007 Ekim’inde ise Eylül’e göre gerileme 505 bin idi. Eylül’den Ekim’e geçerken ortaya çıkan bu fark büyük oranda tarım başta olmak üzere inşaat, turizm gibi sektörlerde yaz aylarında artan istihdamın sonbaharda yeniden gerilemesinden kaynaklanıyor. Nitekim ilgili yıllarda tarım, inşaat ve hizmet sektörlerindeki istihdam değişimlerine bakıldığında bu durum görülebiliyor. 2009 yılında krize rağmen bu eğilimin tersine dönmesi dikkat çekti. Gerilemenin durmasının esas nedeni 2008 Ekim’inden itibaren sanayi üretimdeki daralma başta olmak üzere ekonomide küçülme bahane edilerek 1,5 milyondan fazla kişinin işten çıkarılmış olması. Son aylarda ihracatta ve sanayi üretimde görülen artış büyük oranda geçen yıl aynı aylardaki ciddi oranlı daralmalardan yani baz etkisinden kaynaklanıyor. Dip noktasına göre bir “toparlanma” yaşandığı gerçek ve bu durum daha fazla işçi çıkarılmasının önünde de bir engel. Hatta istihdamın artırılması gerekiyor. Ancak patronlar krizi kullanıp 2009 sonunda 2008’e göre daha fazla işi daha az işçiyle yapar hale geldikleri için bu yönde bir kıpırdanma şimdilik söz konusu değil, Eylül’den Ekim’e sanayi üretimde istihdam edilen işçi sayısı sadece 48 bin artmış. 2009 Ekim ayı işsizlik verilerinin sektörel dağılımına bakıldığında hizmetler sektöründe çarpıcı bir istihdam artışı olduğu dikkat çekiyor. 2008 Ekim’inde hizmetler sektöründe çalışan sayısı Eylül’e göre 183 bin kişi azalırken 2009 yılında 105 kişilik artış gerçekleşmiş. Artışı sağlayan alt grup “toplum hizmetleri, sosyal ve kişisel hizmetler” kalemi. Bu alt grupta çalışan sayısı 153 bin kişi artmış. Bu artışta iki etken öne çıkıyor. Birincisi, kriz öncesinde de hayli yol alınmış olan taşeronlaşmada yeni bir eşiğe geçilmiş olması. Pek çok fabrika daha önce kadrolu işçilerle yaptığı ve üretim sürecinin parçası olarak konumlandırdığı işleri taşeronlar vasıtasıyla yapmaya başladı. İkinci etken ise, sanayi üretim daralmasına rağmen borçlanmayla genişleyen ticari ve mali sistem ve buna paralel artan hizmetler. Daha fazla “cepten” yiyen bir ülke haline gelmeyi göz ardı edip nasıl olursa olsun insanlar iş sahibi olsun diye düşünmenin mümkün olmadığı da perakende sektöründe, temizlik, güvenlik işlerinde çalışan emekçilere dayatılan düşük ücretler, uzun çalışma saatleri, her tür güvenceden yoksun acımasız koşullar düşünüldüğünde açık.

15


LALE TARLASI Karagül bizi hangi sürprizlere hazırlıyor? Yeni Şafak yazarı İbrahim Karagül, birkaç yıl önce öngörüleri ve konumlanışı ile şaşırtan yazılar yazmaya başladığında ne yapmaya çalıştığını, neyin sözcülüğüne soyunduğunu anlamak güçtü. Karagül’ün yazıları, bir yanda Irak işgali, diğer yanda Lübnan savaşı, ardından Gazze’de yaşananlar olunca, AKP tabanının hassasiyetlerine hitap etmekle ilişkilendirmek o dönemde ilk akla gelendi. Ancak düz İsrail karşıtlığının ötesine geçen, İsrail’in bölgedeki planlarına ilişkin erişilmesi pek kolay olmayan bilgilerle örülü yazıların bu ihtiyaç için fazla ince kaldığı da açıktı. Ama Türkiye’nin dış politikadaki “yeni” hattına bakınca Karagül’ün ön hazırlığa katkıda bulunduğunu söylemek mümkün görünüyor. Karagül, 21 Ocak tarihli “Oyun bozucular Türkiye’ye bir sürpriz mi hazırlıyor?” başlıklı yazısı da Ergenekon ile İsrail bağlantısına önümüzdeki dönemde daha fazla dikkat çekileceğinin, AKP karşıtı aranışların bu eksenin arkasında hizalamaya dönük girişimlerinin artacağının işaretlerini veriyor: “En son Askeri İstihbarat Başkanı Amos Yadlin’in sözleriyle şu gürültülü, kasıtlı, belli çevrelerden yönetilen ‘eksen’ tartışmasına bir daha bakalım. ‘Ankara politikasını değiştirmiş, radikal bir yöne doğru ilerliyor’muş. ‘Atatürk’ün laik tutumundan uzaklaşıyor’muş. Aynı cümleleri yaklaşık beş yıldır, aynı çevrelerin uzantısı olan herkesten duyuyoruz. İçeride ve dışarıda Türkiye’yi köşeye sıkıştırmaya ayarlı ideolojik tartışma bu işte. Soğuk Savaş sonrası Türkiye’ye kendilerince stratejik değer tanımlaması yapanlar, ‘kontrol altındaki müttefik’ kendi pozisyonunu belirlemeye başlayınca kıyameti koparmaya başladı. Dış politikayı, ekonomi politikalarını, iç iktidar dizaynını kendi beklentileri doğrultusunda şekillendirdikleri Türkiye’nin avuçlarından kayıp gittiğinin nasıl da farkındalar.” Türkiye’nin yoluna taş koyanın sadece İsrail olmadığı, “bazı müttefiklerimiz” ve içerideki uzantılarının da aynı yönde hareket ettiğini söyleyen Karagül, Türkiye’nin yeni seyrini durdurmak için iki plan yapıldığını iddia ediyor. Bunlar: “İsrail’in öncülük ettiği, Türkiye’nin pozisyonunu ideolojik bir tanımlamayla şekillendirme, yeni ve Batı tarafından hazmedilemeyecek bir Türkiye algısı şekillendirme, onun şer ekseniyle bir tutulmasını sağlama çabası. Bugünlerde bu siyasi söylemin ısrarla gündemde tutulduğunu görüyoruz. Diğeri ise, İsrail’le bağlantılı, bölgesel düzeyde şok etkisine yol açacak ağır bir krizin patlaması. Gazze’ye ya da Lübnan’a yeniden saldırma, Kudüs merkezli bir kriz ya da bölge ülkelerini kanlı bir çatışmaya sürükleyecek yeni bir senaryo… Her iki ihtimalin de aynı sonucu doğuracağı ortada. Bölgesel yakınlaşmayı, ortaklık çabalarını, geleceğe dönük ulus üstü projelere yönelik girişimleri boşa çıkarmak…” Türkiye’nin AB yolculuğuna engel olacak, İran ve Suriye ile birlikte şer eksenine dahil edecek, “bazı” müttefiklerimizin kim olduğunu çarpılmamak için ağzına almaktan imtina eden Karagül, içeride gittikçe daha fazla sıkışacak olan AKP iktidarına can simidi atıyor. İçeride her ne olursa bağlayın “Yahudi komplosu”na gitsin, yerse...

‘İpekçi’nin katli vaciptir’ de deseydin! Ağca’yı hapishane kapısından alıp 5 yıldızlı otelerde ağırlayan, son model ciplerle İstanbul’a taşıyan, ellerini bellerinden ayıramayan çocukluk arkadaşlarını hazmedemeden Vakit yazarı İrfan Sönmez’in satırları indi kafamıza. “Ülküdaşları”nın cesaret edemeyeceği açıklıkta AKP borazanı gazetenin yazarı, “sivil faşizm” tartışmalarına da önemli bir katkıda bulunmuş oldu. Sönmez’in ibret verici satırlarının sadece bir bölümü, yazım hatalarıyla birlikte, şöyle: “Bu tip değerlendirmelerde sağ-sol, ülkücü-Marksist ayırımı yapmak da yanlış. Yasaya aykırı her eylem aynı kategoride değerlendirilir. Ama bir ülkücü’nün niyeti, gayesi maksadıyla bir sol militanın hedeflerini aynı kefeye koymak da ihanettir. Bir şeyin yasalar karşısında suç olması ayrı şeydir,vicdanların terazisindeki durumu ayrı şeydir. Kimse bu ülkenin bayrağına sevdalı olanlarla, Rus bayrağı, Çin bayrağı sallayarak bu ülkeye hizmet edeceğini sananları karıştırmamalıdır. PKK’nın salladığı paçavraları dün Marksist sol sallıyordu. Şimdi de sureti haktan görünerek onu bunu karalıyorlar, dün mücadele meydanlarında yenemediklerini medyayı kullanarak yenmeye çalışıyorlar. Ağca olayı solun ne kadar kinci ne kadar intikamcı olduğunu bir defa daha göstermiştir. 30 yıl hapis bile onların kinini nefretini teskin etmeye yetmemiş.Bir taraftan özgürlük demokrasi, insan hakları teraneleri edip, bir taraftan bitip tükenmeyen bir kin içinde olmak tam bir çelişkidir.”

Taraf’ın ‘Balyoz’ listesi Taraf gazetesi geçtiğimiz hafta ortaya attığı “Balyoz planı” iddialarının ardından planın ayrıntılarında gazetecilerin de işin içinde olduğunu savunarak “tutuklanacak” ve “işbirliği yapılacak” gazetecilerin listesini yayınladı. Gazetenin iddiasına göre “Darbe sonrası cuntacıların tutuklamayı planladıkları gazetecilerin isimleri: Abdullah Aymaz, Abdullah Yıldız, Abdurrahman Dilipak, Ahmet Altan, Ahmet Taşgetiren, Akif Emre, Ali Bayramoğlu, Ali İhsan Karahasanoğlu, Cengiz Çandar, Ekrem Dumanlı, Emre Aköz, Etyen Mahçupyan, Fehmi Koru, Gülay Göktürk, Haluk Örgün, Hasan Celal Güzel, Hasan Karakaya, Hidayet Karaca, Hrant Dink, Hüseyin Gülerce, Kazım Güleçyüz, Mehmet Altan, Mehmet Ocaktan, Murat Belge, Mustafa Erdoğan, Mustafa Kaplan, Mustafa Karaalioğlu, Nazlı Ilıcak, Nuh Gönültaş, Perihan Mağden, Sadık Albayrak, Serdar Arseven, Sibel Erarslan, Umur Talu ve Yavuz Bahadıroğlu. Tutuklanacak gazetecilerin yanında işbirliği yapılacak gazetecilerin de olduğunu iddia eden gazete, haberinde şu ifadelere yer veriyor: “Orgeneral Çetin Doğan’ın başında bulunduğu darbe planında 137 gazeteciden faydalanılması hedefleniyor. ‘Harekat Planına Kamuoyu Desteği Sağlanmasında Faydalanılacak Medya Mensupları’ adlı belgede adı geçen gazetecilerin söz konusu darbe planından haberdar oldukları ya da TSK ile ilişkili olduğu yönünde hiçbir ifade mevcut değil. Listedeki isimlerin darbe planlayanların zihnindeki muhtemel destekçiler oldukları anlaşılıyor.” Gazetede işbirliği yapılacak 137 gazeteci arasında “Abbas Güçlü, Ali Kırca, Bekir Coşkun, Ertuğrul Özkök, Hikmet Bila, Hulki Cevizoğlu, İclal Aydın, İlhan Selçuk, Melih Aşık, Özdemir İnce, Ruhat Mengi, Ruşen Çakır,Soner Yalçın, Tuncay Özkan, Uğur Dündar, Yaşar Nuri Öztürk” yer alıyor. Listenin daha önce Zaman gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı tarafından açıklanan “tasfiye edilecek gazeteciler” listesi ile paralelliği dikkat çekiyor.


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.