Yabani 03 tanıtım

Page 1

5 TL

KDV DAHİL K.K.T.C. FİYATI

6 TL

GOLGOTHA

MURAT S. DURAL YARKIN SAKARYA

ISTRANCALAR’DA KAÇAMAK MEHMET BERK YALTIRIK ORHAN MERT

İTADAKİMASU

I. BERİL TETİK DİNÇ ONUR AYDIN

TEMİZLİKÇİ

GÜLBİKE BERKKAM EFECAN SEZER

ZOMBİ GÜNLÜKLERİ

SADIK YEMNİ DEVRİM KUNTER

ÖTEKİ

ORKİDE ÜNSÜR YİĞİT TUGEN

KARTEL

DEVRİM KUNTER ALPER ÇAYTAŞ

FIRILDAK

TEVFİK UYAR ERTAN CEYHAN

KRALINA İSYAN

DEVRİM KUNTER



Üçüncü sayımızla “Yabani” maceramıza devam ediyoruz. Bu sayıda ilk olarak Murat S. Dural’ın yazdığı, Yarkın Sakarya’nın çizdiği “Golgotha” var. Temelinde usta - çırak ilişkisini eşeleyen çizgi roman, erkil güçle bağını koparıp kendi karakterini oluşturma macerasını anlatıyor.

İÇİNDEKİLER

Merhaba!

“Zombi Günlükleri” ise Devrim Kunter’in Sadık Yemni’nin öyküsünden esinlenerek oluşturduğu çizgi roman. I. Beril Tetik’in yazdığı, Dinç Onur Aydın’ın çizdiği kısa çizgi romanımız “İtadakimasu”, klasik korku severleri oldukça memnun edecek bir hikaye. “Kartel”, Devrim Kunter’in yazdığı Alper Çaytaş’ın çizdiği, Mars’ta geçen bir bilim kurgu. “Kralına İsyan” devam ediyor, bu sayıda herkesin merakla beklediği “Megaşah” ile tanışıyoruz. “Öteki”, Orkide Ünsür’den bir vampir öyküsü, Yiğit Tugen tarafından illüstrasyonları yapıldı. Mehmet Berk Yaltırık, bu sayımıza “Istırancalar’da Kaçamak” öyküsüyle konuk oluyor. Bu güzel hikayeye Orhan Mert’in illüstrasyonu eşlik ediyor.

GOLGOTHA

02

ISTRANCALAR’DA KAÇAMAK

09

İTADAKİMASU

11

TEMİZLİKÇİ

20

ZOMBİ GÜNLÜKLERİ

23

ÖTEKİ

28

KARTEL

31

FIRILDAK

39

KRALINA İSYAN

42

YAZAN: MURAT S. DURAL ÇİZEN: YARKIN SAKARYA

YAZAN: MEHMET BERK YALTIRIK İLLÜSTRASYON: ORHAN MERT

YAZAN: I. BERİL TETİK ÇİZEN: DİNÇ ONUR AYDIN

YAZAN: GÜLBİKE BERKKAM İLLÜSTRASYON: EFECAN SEZER

YAZAN: SADIK YEMNİ ÇİZEN: DEVRİM KUNTER

YAZAN: ORKİDE ÜNSÜR İLLÜSTRASYON: YİĞİT TUGEN

Gülbike Berkkam’ın bilimkurgu öyküsü “Temizlikçi”yi Efecan Sezer’in illüstrasyonuyla okuyabilirsiniz. Yakın zamanda “Tek Kişilik Firar” isimli öykü kitabı çıkan Tevfik Uyar’ın TBD ödüllü “Fırıldak” hikayesine Ertan Ceyhan’ın illüstrasyonu eşlik ediyor. Geçen sayı arka kapağımızı çizen Koral İlhan bu sayıda “İtadakimasu” çizgi romanını kapağa taşıdı. İç kapağımız Orhan Mert’e, arka kapağımız ise Cem Batur’a ait. Geçen sayıdaki önsözde bir hata yapmışız, Onat Bahadır’ın “Gargoyle” öyküsü “Boşluğa Gülümsemek” öykü kitabından. “Deliliği Beklerken” ise aynı yazarın romanı. Bu vesileyle iki kitabı da tekrar tavsiye ediyoruz.

YAZAN: DEVRİM KUNTER ÇİZEN: ALPER ÇAYTAŞ

YAZAN: TEVFİK UYAR İLLÜSTRASYON: ERTAN CEYHAN

YAZAN / ÇİZEN: DEVRİM KUNTER

Son söz yine aynı: gelecek sayılarımızda farklı yazar ve çizerlerimiz olacak. Yabani Dergi’nin değişken kadrolarla ilerlemesini ve genç yeteneklere yer açmasını hedefliyoruz.

KAPAK KORAL İLHAN

Hikâyeleriniz için hikaye@yabanidergi.com, çizimlerinizi göndermek için cizim@yabanidergi.com ve çizgi roman projeleriniz için cizgiroman@yabanidergi.com adreslerinden iletişime geçebilirsiniz.

ARKA KAPAK CEM BATUR

facebook.com/yabanidergi

twitter.com/yabanidergi

instagram.com/yabanidergi

İÇ KAPAK ORHAN MERT

EDİTÖRLER HAKAN TUNGA KALKAN İLKE KESKİN CENK KÖNÜL ÖZGÜN MUTİ ONDORDAKİ ALİCAN SAYGI ORTANCA S. EMRE TAŞKIRAN BALONLAMA YUSUF ULAŞ TÜFEKÇİLER

AĞUSTOS 2016 SAYI: 03 BİLİM KURGU • FANTASTİK • KORKU • ÇİZGİ ROMAN DERGİSİ - AYLIK YAYGIN SÜRELİ YAYIN EFENDİ YAYINLARI İMTİYAZ SAHİBİ: DEVRİM KUNTER SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ: DEVRİM KUNTER ADRES: KAMELYA SK. C71/2 No:27/5 ATAKENT - KÜÇÜKÇEKMECE / İSTANBUL E-POSTA: bilgi@yabanidergi.com BASKI: YIKILMAZLAR BASIN YAY. PROM. ve KAĞIT SAN. TİC. LTD. ŞTİ. (0212) 630 64 73 GENEL DAĞITIM: DPP (0212) 622 22 22 ISSN: 2459-2080

BİLİM KURGU • FANTASTİK • KORKU • ÇİZGİ ROMAN DERGİSİ

Yabani Dergi’de yayınlanan tüm yazı, çizgi roman ve karakterlerin yayın hakları saklıdır. Yayınevi, yazar ve çizerinin izni olmadan tanıtım amaçlı alıntılar dışında hiçbir şekilde çoğaltılamaz.

www.yabanidergi.com 01


YAZAN:

MURAT S. DURAL

ÇİZEN:

YARKIN SAKARYA

RENK:

BAŞAK DEMİR

khan!

bugün burada hepimize ilham veren bir adamı anmak için toplandık!

metalşah!

02


bundan tam on yıl önce burada verdiği konserden sonra ortadan kaybolan...

...alaıster deathgrave! ama hepimizin onu tanıdığı adıyla khan!

valhalla’da buluşuruz!

03


ISTRANCALAR’DA KAÇAMAK Fehim Paşa torununa ithafen…

Akşam karanlığının çökmesine yakın Karadeniz kıyılarından Istranca dağlarına doğru uzanan Longoz ormanlarının sisleri içinde, kamp çantalı dört genç aheste aheste orman patikasını takip ederek yürüyordu. Ağaçların köklerini çoktan aşan sisin dört bir yanlarını sarmış olması, “instagramlık” bir manzaradan ziyade karanlığın ortasında barınaksız olduklarını hatırlatan bir huzursuzluk kaynağıydı. Gençlerin en arkasında âdeta ayak sürümekte olan delikanlı tablet bilgisayarına bakarak sıkıntılı bir şekilde söylendi: “Burada da çekmiyor…” Sıranın en önünde kaynağı meçhul bir özgüvenle yürümekte olan diğer delikanlı ona bakmadan karşılık verdi: “Ya bir hafta sonu kaçamağı yapmışız, iki saat bağlanmayıver ne var?” Onun hemen ardı sıra yürüyen uzun, esmer kız sitemle sordu: “Kulübe ne abi? Alacaktık çadırları mis gibi…” En önde yürüyen, bu türden sızlanmalara pek kulak asmadığını belli edercesine kestirip attı: “Çadırdan ucuz, eşyalı kulübe varken mi? Patikaya yakın olduğu yazıyordu internette…” Bu sefer de esmer kızın hemen yanında yürümekte olan orta boylu kumral kız endişeyle: “Sis ve akşam karanlığı… Hiç hoşuma gitmiyor!” diye söylendi. Kimse karşılık vermedi. Modern çağın dayattığı sosyal vazifelerden biri olan sadece çiftlerin iştirak edebildiği elzem etkinliklerden birini düzenleyen modern çiftlerdi… İnternet devrinin ilkçağlarından kalma bir siteden gayet uygun fiyatla kiraladıkları Istrancalar’a nazır eşyalı kulübeyi arayan gençler, patikanın dahi inceden sis tabakasıyla kaplanıp kesif hale gelmesinden ve göz gözü seçmez akşam karanlığının çökmesinden dolayı ziyadesiyle gerginlerdi. Civarda sığınılabilecek bir köyün yahut en azından adres sorulabilecek birilerinin yokluğu nedeniyle her biri öfkeyle homurdanıyordu. İnternete bağlanabilseler sosyal medyada üstü kapalı ve bol imalı saydırmaları, sahte aforizmaları acımasızca birbirlerine salvolayabilirlerdi.

YAZAN:

MEHMET BERK YALTIRIK

İLLÜSTRASYON:

ORHAN MERT

çıkarıp hayli tepeden bakan bir üslupla selamlayarak: “Kayboldunuz zannederim?” diye soruverdi. Kısa bir an yaşadıkları güven sendromuna rağmen sıranın önünden yürüyen genç, elini adama istem dışı uzattı. Adam fötr şapkasını tekrar giydikten sonra hızlıca ve dostane bir tavırla elini sıktı. Adamın elindeki kuvvetten çok insan tenini ısıracak denli soğukluğu karşısında ürpermişti. Kendini toparlayınca bilip bilmeden, sırf bir an önce kulübeye ulaşma arzusuyla adama güvenip güvenmemeyi göz ardı edip sordu: “Kiralık kulübe varmış burada, patikaya yakın olduğu yazıyordu.” Adam bastonuyla patikayı gösterdi: “Yakın sayılırsınız, biraz daha ilerleseniz denk gelirdiniz. Sis çökünce bulamayacağınızı zannettiniz herhalde. Buranın sisi meşhurdur…” Gençlerin yüzlerine tek tek baktı: “Yerini biliyorum sizi götürebilirim.” Adamın arkasına takılıp patikayı istemsiz ve aheste adımlamaya devam ettiler. En arkadan yürüyen, kendi kendine hayli kısık bir sesle homurdandı: “Kim olduğunu bilmeden ne takıldıysak adamın peşine…” Fısıltısını sislerin yuttuğunu zannederken adam bir anda arkasına dönmeden karşılık verdi: “Şehirde yaşıyorum ama burada çiftliğim var.” Delikanlı korkuyla yutkunduğu sırada hafifçe onlara dönüp yürümeyi sürdürerek konuşmasınıa devam etti: “Kılığım size garip gelmiştir. Şehirde böyle dolaşmam pek mümkün değil. Buralarda böyle gezinmeyi seviyorum, eskisi gibi…” Patikanın biraz ilerisinde ahşap duvarlarıyla sade bir kulübe belirdi. Dış tarafında bir çeşmenin ve tuvalet kabininin bulunduğu kulübenin kapısını açtıklarında kilitsiz olduğunu görüp şaşıran kızlardan biri söylendi: “Anahtarsız dediğinizde dalga geçiyorsunuz sanıyordum…” Patikadan kenara çekilerek gençlerin eve girmesini seyreden adam karşılık verdi: “Buralarda birkaç kulübe daha var. Bekçisi kira zamanları açıyor kapatıyor. İçeride tahtadan sürgü var. Gerçi fenalık insanı bulacağı zaman sürgü dinlemez ya…” Kulübeye girer girmez ışığı açarak boğuk ve pis bir sarı ışığa maruz kaldılar. Adam gülümsedi: “Böyle çifter çifter geldiğinize göre maksadınız hayli eğlenceli. Zaten sizin kuşağınızda yalnızlığa katlanabilene pek rastlamadım, böyle çok tip gelip geçiyor buradan.”

Gergin ve korkulu yürüyüşleri bir anda önlerinde dikilmekte olan birine rast gelmeleriyle duraksadı. Patikanın ortasında korkuluk misali dikilmekte olan bir adam vardı. Arada bir hareket edip elindeki siyah renkli bastonunu kıpırdatmasa kolaylıkla ağaç kütüğüne benzetilebilirdi. Sanki hep oradaydı… Adama yaklaştıklarında sis tabakasının incelmesiyle uzun siyah paltolu, fötr şapkalı olduğunu gördüler. Kılığı civarda rastladıkları kimselere pek benzemiyordu, bölgede bir şekilde evi, yazlığı bulunan emekli takımından birisi olduğuna hükmettiler. Lakin yaklaştıklarında adamın fazla da yaşlı olmadığını, en azından göstermediğini fark ettiler. İnce uzun boylu, duruşundan vakarı sezilen esmer adamın omuzlarına dek inen uzun saçları vardı. Kemerli burnu, pala denilebilecek bıyığı ve sert bakışlarıyla insanda tedirginlik hisleri uyandırıyordu.

Adamın birden böyle küstahça sözler söylemesi sinirlerine dokunmuştu ancak hiçbir şey belli etmediler. Adamdaki hükmedici hava âdeta kapıyı suratına çarpmalarını engelliyor gibiydi. Adam küstahça bir gülümsemeyle kafasını salladı: “Ah! Anlıyorum. Yalnız kalmak istiyorsunuz. Kalacaksınız ama önce bilmeniz gereken bir husus var. Beni yanlış anlamayın. Hafta sonlarınızı bir ibadetmişçesine bu tür şeylerle geçirmek zorundasınız sizi anlayabiliyorum. Ancak siz de beni anlayın. Burada olmamın sebebi sizlerle aynı…” Kumral kız bir anda çıkıştı: “Ne saçmalıyorsun sen be? Neymiş o?”

Gençler içlerindeki kaynağı belirsiz huzursuzluğa rağmen yürüyüş hızlarını değiştirmeden adama yaklaştılar. Adam fötr şapkasını başından

Adam sinir bozucu bir sırıtmayla konuşmasına devam ediyordu: “Beslenme. Ya da açlık. Herkes ekmeğinin peşindedir. Delikanlıların sizlerin peşinde olması gibi… 09


“sayın seyirciler, bu bölümümüzde etiler’deki en ünlü japon lokantası, ismiyle müsemma...”

YAZAN:

I. BERİL TETİK

ÇİZEN:

DİNÇ ONUR AYDIN

“itadakimasu” lokantasını ziyaret ediyoruz. işin doğrusu oldukça heyecanlıyım... lokantaya ismini veren itadakimasu özel bir ürün. içeriği tam olarak bilinmiyor...

11


bay takashi gerçek bir suşi ustası, yaklaşık altı ay önce ıtadakımasu’yu açmış.

bay takashi, tabii bunlar çok güzel yemekler ama geliş sebebimiz herkesin öve öve bitiremediği itadakimasu.

itadakimasu!

bay takashi’nin türkçe anladığını söylemişlerdi fakat bir iletişim sorunumuz olduğu ortada. bunu kısa sürede aşacağız tabii ki.

kes mahmut kes! öğrenelim bakalım şu takashi’nin derdi neymiş?

12

itadakimasu?


TEMİZLİKÇİ YAZAN: GÜLBİKE BERKKAM

İLLÜSTRASYON: EFECAN SEZER

Yerin altında, -12’nci kattaki güneş ışığından ve gökyüzünden yoksun evinde oturmuş, gözüne kırmızı ekranı takmıştı. Ellerine eldivenleri geçirmiş, tarayıcının üzerinde öylece havada asılı tutarken, içini derin bir karanlık kapladı. O an aslında bildiği ve yaşadığı şeyin gerçek anlamda ilk kez farkına vardı. Nasıl olduğunu bile anlamadan Temizlikçi olmak artık onun kariyeri olmuştu. Sistemi kandırmaya çalışırken kendini de profesyonelce oyalamış, yaşadığı yalanın bir parçası haline gelmişti. Sistemi kandırdığını düşündüğü o zavallı anlarda bile birkaç kredi fazladan kazanmak için gecenin bir yarısı yasadışı iş yapıyordu. Able B.’lerin şirket dışı kullanımları tamamen yasadışıydı ve yakalansa sistemden sürülmesi işten bile değildi. Bundan korkuyordu. Her ne kadar aykırı hatta nefret dolu olsa da dışarıda kalmak bir hiç olmaktı ve henüz buna hazır değildi. Belki de hiç hazır olamayacaktı. Kulağında ev asistanı Barbie’nin yumuşak sesini duydu. “Able B. hazır. Eller tarandı. Artık evdesin.” Kırmızı ekranda lüks bir apartman dairesi vardı. Bu onu şaşırtmıştı. Bu kadar lüks evlerde yaşayanlar birkaç kredi tasarruf edebilmek için yasadışı temizlikçi kullanarak kendini riske atmazdı. Zaten çok az müşterisi vardı ve sadece kefil yöntemiyle çalışırdı. Elleri kopyalanmış, lüks evin salonunda yerçekiminden tamamen habersiz gibi havada öylece duruyordu. Tarayıcının üzerinde parmaklarını oynattı ve yumruklarını birkaç kez sıkıp açtı. Hareket kontrolünü tamamlamıştı. “Barbie, evin kefili onaylandı mı?” “Kefil gerekmiyor, eski müşterin Omar Batiska’nın evi.” “Bir yanlışlık var. Tekrar kontrol et.” Birkaç saniye geçmeden cevap geldi: “Kontrol edildi, bir hata yok, konum ve asistan numarası eşleşiyor.” “Bu imkânsız.” Elini tarayıcı üzerinde hareket ettirmeye başladı. Beyaz el evin içinde süzülürken tedirgin bir şekilde etrafı inceliyordu. Ev bir temizlikçiye ihtiyaç duymayacak kadar temiz ve derli topluydu. Bu bir tuzak olmalıydı, sistem onu yakalamış mıydı? Ani bir refleksle ellerini tarayıcıdan çekti. Evin içinde süzülen el bir anda sıvılaşıp doğduğu yer karosuna karışırken, kırmızı ekranı gözünden hızla çıkarıp sanki yakalanmasına engel olacak gibi oturduğu kanepenin diğer ucuna attı.

20

O asla yakalanmazdı. Senelerce sistemi kandırmayı başaracak kadar akıllıydı. Yıllarca bu işi, hatta daha fazlasını yapmıştı. Sanal dedektiflik yapıp sistem dosyalarına sızarak vatandaş bilgisi topladığında bile yakalanmamıştı. Her türlü önlemi almıştı. Korkacak bir şey yoktu. Bu bir hata olmalıydı, belki aynı asistan numarası bir şekilde kullanılmıştı. Belki, eski müşterisi bir şekilde kaçak asistan numarası kullanıyordu ve sonunda patlamıştı. Barbie heyecansız, sakin bir şekilde uyarı verdi. “Müşteri, temizlik için onay bekliyor.” “Bilemiyorum. Şey de…Kefilini sor.” “Kefilinin 500 kredi olduğunu söylüyor.” “500 mü? Beni nereden bulmuş olabilir? Bunlar kesin

Omar’ın bok yemeleri!” 500 kredi onun için çok yüksek bir ücretti. Yanında duran “Sis” bardağına baktı. Bardağın içindeki duman öylece durmuş onu bekliyordu. Bardağı eline aldı ve içindeki gri dumanın yarısını tek nefeste ağzına doldurdu. Duman, ağzının içinde soğudu ve bir kısmı sıvılaşıp boğazından akarken, bir kısmı da burnundan duman olarak yavaş yavaş havaya karıştı. Başını geriye doğru atıp üzerindeki kubbeye baktı. Sis içtiğinde, tepesindeki bu yapay gök kubbe çok daha gerçek gözüküyor, kendini yıldızlar arasında özgür hissediyordu. Gevşediğini hissetti, biraz da terlemişti. Sonra karnında patlamayı yaşadı, kalbi hızla çarpıyordu. Cesareti geri gelmişti. “500 kredi çok iyi. Sadece evin Able B.’sine bağlanıyorum. Barbie’nin bir sistem numarası yok. “Seni bulamazlar Barbie.” “Müşteri 700 kredi teklif etti.” Uzanıp kırmızı ekranı aldı ve gözüne taktı. Sis’ten son bir nefes daha çekti, dumanı zevkle dışarı üfledi. 700 krediyle tüpler dolusu Sis alabilirdi, tedarikli kullanmasına gerek yoktu. “Teklifi kabul et Barbie. Eve bağlan.” Ellerini tarayıcıya koydu. Odanın zemininde hareketlenme başlamıştı bile. “5X,” dedi. Zemin üzerinde toplanan akışkan madde damla damla havalanıp bir top oluşturmaya başlamıştı bile. Saniyeler sonra koca beyaz top, kendi elinden beş kat daha büyük bir el oluşturmuştu. Artık elleri evin içindeydi. Havada nazikçe süzülmeye başladılar. Çalıştığı daire artı katlarda ise önce pencerenin yanına gider yabancısı olduğu manzaraya doymaya çalışırdı. Yine kendini pencerenin önünde buldu, tek dokunuşuyla cam şeffaflaştı. Mücevher gibi ışıldayan şehri gördü. Yerin onlarca metre üstündeydi. Hangi şehirde olduğunu tahmin edemedi. Zaten gezegende bulunan sistem onaylı 469.501 şehir birbirinin klonları gibiydi. Gökyüzü zifiri karanlıktı, şehrin üzerine çökmüş gaz tabakası yüzünden gemilerin ışıkları bile gözükmüyordu. Bu manzara kendi evinden sonra sonsuzluğa bakmak gibiydi. Işıl ışıl dev binalar ve aralarından akan ışık nehirlerini saatlerce izleyebilirdi. Dışarıda hayat olduğunu hissettiği nadir anlardan birini yaşıyordu. Barbie, “Gün doğumuna 3 saat kaldı,” dedi. Diğer odalara bakmalıydı. Evin içinde gezmeye başladı. İşyerinde böyle birçok evde çalışmıştı. Hepsi birbirine benzer ruhsuz evlerdi. Salondan çıkıp yatak odasına, oradan hiç kullanılmamış ama prestij gereği yapılmış mutfağa geçti. Ne bir toz, ne bir dağınıklık, ne de bir leke vardı. Geriye giyinme odası ve banyo kalmıştı. Önce giyinme odasına girdi. Girdiği gibi raylı kapı arkasından kapandı. Işık birden söndü. Gece görüşü devreye girdiğinde ışık yine yandı. Gözleri bir an parlak ışıkla kamaştı. “Ha s*ktir! Kör olacaktım.” O an temizlemesi gereken şey ışıldayan gözlerinin önünde şekil almaya başladı. Yerde çıplak bir kadın yüzükoyun, küçük bir kan gölünün ortasında yatıyordu. Elini tarayıcıdan çekmek için ani bir hamle yaptı. Ama ellerini geri çekemiyordu. Bir daha denedi ama olmuyordu. Bu daha önce başına hiç gelmemişti. “Barbie, tarayıcı! Neler oluyor?” “Tarayıcı aktif.” “Tarayıcıyı kapat.” “Tarayıcı kapatılamıyor.” “Ne demek kapanmıyor. Neden?”


SADIK YEMNİ’NİN ÖYKÜSÜNDEN UYARLAYAN / ÇİZEN:

DEVRİM KUNTER

medeniyetin kısa sürede çöktüğüne tanıklık etmek insanda garip duygular uyandırıyor.

bir de kıyameti getiren kişi, sizseniz...

neyse, en iyisi her şeyi baştan anlatmak.

23


her şey, sürekli çektiğim yorgunluk sebebiyle doktora gitmemle başlamıştı.

finansman üzerine çalışıyordum ve işimde oldukça iyiydim. “borsanın harika çocuğu” diyorlardı bana.

hemen dışarıda duran maseratı’m... marinadaki cruıser’ım... otelde beni bekleyen sevgilim... ve evdeki karım... basit bir testten sonra hepsi anlamını yitirecekti. kanserdim... ölecektim...

doktorun sesi uzaklaşıp gitmişti. sadece boşluk ve anlamsızlık kalmıştı. sonra “fakat” dedi... “fakat.” yeni denenen bazı tedavilerden söz etti. kök hücre terapisi. çok pahalı ve riskliydi.

“dediklerimi anladığınızdan emin olmam lazım” dedi. “ağır anlaşma koşulları var, sonuçta garanti verilebilecek bir durum değil.” şimdi düşününce doktorun beni kandırdığından emin oluyor gibiyim.

“ölümü gösterip sıtmaya razı etmek,” denir buna. ben de yüzlerce müşterime yaptım. borsanın harika çocuğu kolay olunmuyor. belki o da “onkologların harika çocuğu” olmak istiyordu.

24

kim bilir?


ÖTEKİ Güneş kızıllıklar içinde batmış, binlerce yıldır olduğu gibi 1975 senesinin 27 Mart’ında da gecelerden bir gece çökmüştü dünya üzerine. İrislerinde tüm renklerin birbirine karışıp dans ettiği gözlerini yavaşça aralayan İstanbullu yosma içinse gün daha yeni başlıyordu. Tam da bu saatlerde diğerlerini sarmış olan, bir an önce sıcacık yuvalarına varma telâşı; onda hep bir an önce soğuk karanlığa, uçsuz bucaksızmış gibi görünen ışıklı caddelere, ıssız sokaklara ve tekinsiz mekânlara kavuşma arzusu şeklinde tezahür ederdi. Onlara “Diğerleri” derdi. Onlar da biraz tanımış olsalardı, ona “Öteki” derlerdi mutlaka. Ne kadar yaklaşabilirlerse yaklaşsınlar, onu anlamaya zamanları olmazdı; çünkü o buna fırsat vermezdi. İstemediği için değil, sadece doğası böyle olduğu için… Yıpranmış valizinden giysilerini çıkarırken bir yandan da radyoda çalan Türkçe sözlü hafif müziğe eşlik ederek geceye hazırlanıyordu. Şarkı büyüleyici güzellikteydi. Tek bir dakikanın bile ne kadar kıymetli olduğundan bahsediyordu. Diğerlerinin bir kısmı, o bir dakikaya tüm özlemlerini ve mutluluklarını sığdırabilecek yaradılıştaydı gerçekten de. Oysa ötekinin bunu anlaması neredeyse imkânsızdı. Kâkül kesilmiş, kısa ve düz siyah saçlarıyla sessiz sinema dönemi yıldızlarından Louise Brooks’u andırıyordu. Kurbanlarından biri söylemişti ona bunu. Yoksa kendisi bu aktristin adını daha önceden duymuş falan değildi. Uzun bacaklarını ipekten bir deri gibi saran ve çıplakmış gibi gösteren jartiyerli çorabını, kırmızı ojeli, uzun tırnaklarından sakınmaya çalışarak dikkatlice giydi. Ateş rengi, dar, mini bir elbise seçti. Karmin böceği özünden yapılmış rujunu, dudaklarını daha dolgun gösterecek şekilde, biraz taşırarak sürdü. Göz kenarlarına siyah eye liner ile kedi gözünü andıran bir kuyruk çizdi. Bolca rimel sürdüğü siyah kirpikli, benzersiz çekicilikteki gözlerini her kırptığında sanki aceleci bir yarasa boşlukta kanat çırpıyor gibiydi. Ayağına kırmızı rugandan yapılmış, platform topuklu çizmelerini giydi ve yuvasından dışarı çıktı. Yürümeyi severdi ve yüksek topuklarla yürürken hiç zorlanmazdı. Kış çabuk mu bitmişti bilinmez; ama mart ayında havada yaz kokusu vardı. Başını kaldırıp minnetle yukarı baktı. Dolunay, gökyüzünün tavanına asılı şıkır şıkır parlayan bir disko topunu andırıyordu. Biraz durup düşündü ve denizin gölle döllendiği yere gitmeye karar verdi. Üç gün önce Küçükçekmece civarında avlanmıştı. Ganimetini Yarımburgaz Mağarası’na taşıyarak karnını orada doyurmuş, damarlarını kuruttuğu hasta ve yaşlı adamın bedenini, alt galerinin nemli karanlığın28

da çürümeye mahkûm etmişti. Duvarları semboller ve resimlerle süslü, Antik Çağ’dan kalma o mağara, ötekilerin olduğu kadar diğerlerinin de İstanbul’daki en eski yerleşim bölgesiydi. Avrupa ve dünyanınsa en özel arkeolojik alanlarından biri... Diğerlerinin havsalasının almayacağı kadar önemli bir tarih yatıyordu orada. Oysa binlerce yıl önce o mağarada, hep birlikte, bir arada yaşamışlardı. Belki kimileri bunun henüz farkında değildi; belki de umurlarında bile değildi böyle şeyler. Zaten çoğunluğu cahil, doğa düşmanı ve zevksizlerden oluşmuş bir aptallar ordusundan ibaret değil miydi? Bu gece de İstanbul’un çok sakin bir bölgesinde, Büyükçekmece’de avlanacaktı. Ana caddeye çıkar çıkmaz mavi bir araba yanından korna çalarak geçti. İki üç dakika sonra da beyaz bir araba… Büyükçekmece yolunda ise bir kamyon, bir kamyonet ve iki özel arabanın dikkatini çekti. Yoldan çok az sayıda araba geçmesine rağmen, kısmeti her zamanki gibi açıktı. Hiçbirine gözünün ucuyla bile bakmadı; ta ki kırmızı bir spor araba (şu çok sevdiği, 1968 model Amerikan Güzeli) ani ve sert bir frenle yanında durana kadar. Gözleri parlamıştı. Kalçasını geriye doğru kaykıltıp ellerinden güç alarak arabanın açık camına doğru eğildi. Dikiz aynasından sarkan ve içinde çirkince ama sevimli bir bebek fotoğrafının olduğu kalın zincirli madalyon, frenin şiddetiyle ön cama hafifçe birkaç kez çarptı. Otuzlu yaşlarının sonunda olduğunu tahmin ettiği, kahverengi saçlı, kalın favorili ve bıyıklı adam, etli parmaklarından birinde evlilik yüzüğü taşıdığı sol elini direksiyondan çekti; burnunun kenarını birkaç saniye kaşıdı. Kendisine boş boş bakmakta olan yosmaya, kaşının bir hareketiyle arabaya atlamasını işaret etti. Beklenti içinde sırıtıyordu. Karşısındakiyse sesini çıkarmaya dahi lüzum görmedi. Yalnızca kafasını iki yana salladı ve arabanın yanından ayrılıp yoluna devam etti. Hayır… Ötekinin canı bu gece ne otostop çekmek ne hızlı araba kullanmak ne de zina meraklısı bir aile babası ile beslenmek istiyordu. Adam ağzının içinde okkalı bir küfür savurduktan sonra arabayı patinaj yaptırarak kaldırdı. Az önce bayıldığı, şimdiyse “kara saçlı bir cadı”dan farksız gördüğü kadının sürtünecek kadar yakınından geçip son sürat uzaklaştı. Her zamanki gibi salına salına, uzun uzun yürüdü öteki. Sanki dünya umurunda değilmiş gibi… Umurunda da değildi zaten. Saat gece yarısını geçtiğinde, İstanbul’un Rumeli’ye bağlandığı, XVI. yüzyıldan kalma muhteşem köprüye varmıştı. Yaratıcısı Mimar Sinan’ın deyimiyle, bu “uzun boylu hilâl kaşlı güzel”den de, diğerlerinden de hatta herkesten ve her şeyden de daha yaşlıydı o… Başlangıç kadar eskiydi tarihi.


YAZAN:

DEVRİM KUNTER

ÇİZEN:

ozx-2458 sefer sayılı özel anlaşmalı çalışanlarımızın gemisi alana inmek üzeredir. iş ortaklarımıza yeni çalışma hayatlarında başarılar dileriz.

ALPER ÇAYTAŞ

ne?

yeni çalışma hayatıymış! ben sadece iki yıl çalışacağım, sonra alacağım ikramiyeyle dönünce dünyayı boydan boya gezeceğim.

anlaşmada iki mars yılı yazıyor, bu da dört dünya yılına denk geliyor.

dört yıl.

lanet olası şirketler hep kandırmanın bir yolunu bulurlar zaten. peki bize ilaç vermiyorlar mıydı uyum sağlamak için? buradaki dört yıl bize iki yıl gibi gelmeyecek mi?

hayır, o ilaçlar yerçekimi ve gün saatlerine uyum sağlamak için. bir daha anlaşma imzalarken minik harfli yazılara dikkat et.

31


1. gĂźn

6. gĂźn

naaber moruk?

32

selam komutan!


FIRILDAK

YAZAN: TEVFİK UYAR

İLLÜSTRASYON: ERTAN CEYHAN

Fakülte binasının hiç kullanmadığımız odalarından birinde Hasan ile kaç saattir oturuyorduk bilmiyorum. Hasan’da epeydir bir haller vardı. Ketumdur, duygularını hiç belli etmez ve hiç söylemez; o yüzden epey zorlandım âşık olduğunu öğrenene kadar. Platonik olarak tanımladı. Birkaç kez de görüşmüş. Kim olduğunu inatla söylemiyor ama tahmin etmek mümkün. Hepi topu otuz kişiyiz ve eşcinsel değilse potansiyel üç kişi var elde. Tahmin etmek de istemiyorum aslında. Herkes bilmesi gerektiği kadar bilmeli. “Kendini çok kaptırma…” dedim. “Olur. Öğüdün çok klişe. Annemi hatırlatacak kadar klişe hatta, fakat yerinde bir öneri,” dedi. Her zamanki Hasan... Bir fikri tamamen onaylarsa taviz vermiş gibi hisseder, o yüzden ille de eleştiriyor. Kuyruğu dik tutma çabası hep… Ama çok sıkı çocuktu. İki kez ölümden aldı beni. Öğüdüm onu sessizleştirmişti, çünkü hakkım vardı: Aşk çok verimli bir duygu değildi yaşadığımız günlerde. O yüzden kafası da karışıktı. Daha çok sessizleşmesin diye artık konuşmuyordum ki kapı aniden açıldı ve Aysu daldı içeriye. Minik kız kan ter içindeydi ve heyecanlıydı. Soluk soluğa, tıkanmış, konuşamıyor. Avucumun içiyle sakin olmasını işaret ettim. Durmadı; bir çırpıda “Kedi gördüm ben…” deyiverdi. Kaşlarımı kaldırıp bakakaldım; çünkü kedi görmek heyecanlı ve büyük bir olaydı, benim şu an onun sözlerinin doğruluğundan şüphe edebileceğim kadar. “Nerede gördün?” “Aşağıda. Kütüphanenin orada.” “Yakından mı gördün? Emin misin?” “Uzaktan gördüm ama kedi olduğundan eminim.” “Kedinin nasıl bir şey olduğunu biliyor musun?” diye sordum. “Resimli kitaplardan biliyorum.” İnanmakta tereddüt ettiğim için Hasan’a dönüp baktım. Manalı manalı gülümsedi. Ben bu gülümseyişi tanıyordum. Çatışmalar henüz sıcaktı ve bir binada mahsur kalmıştık. Kurtulmaktan hiç ümidim kalmadığında “buraya kadarmış” demiştim ve o yine böyle gülümsemişti. Ne yapıp edip bizi sağ çıkarmıştı oradan. Onun ümidi ve çabası benim ümitsizliğimi dövmüştü. “Bir bakalım,” dedim. Yemek saati yaklaşıyordu. “Ama yemekten sonra… Olur mu?” Çok sevindi… Çocuklar heyecanlanınca hareketleri tetikleşiyor. Aysu küçük adımlarıyla önümüzde koşarken biz de takip ederek yemekhaneye indik. Bulgur pilavı güzel kokuyor, sürpriz ise yoğurt. İnekler yeniden süt vermeye başladığından bu yana beklenen an. Masalar da birleşmiş, demek doğum günü falan var. Ona buna laf atıp şakalaşarak masaya vardık. Sırtımı pencereye verdim. Bu hafta mutfakta görevli olan Leyla’yı izlemek istiyordum. Saçları yemeklere düşmesin diye beyaz bir tülbent bağlamıştı başına. Beni görünce çekidüzen verdi kendine ama gözlerini kaçırıyordu hep. Şefika Abla’dan çekiniyordu herhalde.

Az sonra herkes susuverdi. Bu susuşların sebebi bellidir. Arkamı dönüp pencereden dışarıya baktım: Kol uçuşundaki üç fırıldak Etiler tarafında bir yere süzülüyordu. Üçü de eş zamanlı olarak mühimmatlarını attı. Tam yükselip giderlerken içlerinden biri geri dönüp tekrar saldırdı. Sonra o da diğerleriyle aynı yöne ışıklarını saçarak yükseldi, hepsi birden buluta girip kayboldular. Bunlara fırıldak adını vermemizin sebebi yükselirlerken karınlarından saçtıkları alacalı bulacalı döner ışıklar. Herhalde yer çekimine bu ışıkları saçan mekanizma ile karşı koyuyorlardı. Remzi pencerenin önünde, ayakta izledi bombardımanı. Yine ağız dolusu küfürler ediyorken göz göze geldik. Yanımdaki sandalyeyi işaret ettim; küfürlerin dozunu artırarak geldi. “Arkadaş, bir türlü anlamıyorum. Ne yere iniyorlar ne de s..tir olup gidiyorlar.” Remzi haklıydı. Anlaması güç bir durumdu. İlk geldiklerinde her yeri havadan bombaladılar. Sonra kara birliklerini indirip savaştılar. Ordularımız varlık bile gösteremedi. Kara birlikleri çekildi ve geriye sadece bu cılız hava saldırıları kaldı. “Vardır bir hesapları, sivrisinek mevzuu gibi işte…” Belki yüz defa verdiğim örneği yine verdim: “Mahallendeki sivrisineklerin kökünü kurutmazsın ama yakınına konarsa da affetmezsin.” Sivrisinek benzetmem yine hoşuna gitmemişti. Küfürlerinden benim de nasibimi aldığımdan emindim. “Aysu kedi görmüş,” dedim. İlgilenmedi. “Hasan’la aramaya gideceğiz,” dedim, Leyla’ya bakarken. Göz göze geldik bu sefer, kaçıramadı bakışlarını ve gülümsedi. Suçlu, tuhaf bir gülümsemeydi bu defa. Ah, Şefika Abla ah… Remzi böldü: “Bulsan n’apacaksın?” Soruya yanıt vermeden önce sohbete ilgisiz kalan Hasan’a baktım. Kime baktığını kestirmeye çalışıyordum. Aksi gibi kafamdaki üç isim de birlikte oturmuşlardı yemeğe. Hasan da arada bir oraya göz atıyor ama tam olarak kimi gözlediğini anlamam mümkün değil. Çok da ilgi göstermiyor sanki. “İlk önce kediler öldü biliyorsun. Bu itler gelmeden üç dört yıl önce. Sonra bir daha hiç kedi gören olmadı. Belki bir anlamı vardır.” Tatmin olmadı. “Kediyi yakalarsak doktorlara götürürüz. Belki bir şey bulurlar,” dedim. Doktorlar, bildiğimiz altı komşumuzdan bize en yakın olanlardı. Onlar da kampüsteydiler ve başka bir fakülte binasında yaşıyorlardı. Çoğunluğu bilim insanı, mühendis falan olduğundan onlara bu ismi vermiştik. Karşılaştığımız sıkıntılara kafaları ve ellerindeki malzemelerle çözüm bulmaya çalışıyorlar. Beyin takımı gibi... Sadece onlarla bir kablo üzerinden iletişim kurabiliyoruz - kablosuz her türlü iletişim işgalle birlikte felç olmuştu. Diğer komşularımızla ise ulak kullanıyoruz. Şefika Abla, “Yemek hazır!” diye bağırdı. Nizami bir şekilde sıraya geçtik. Yoğurt kazanının başında Leyla var. Biraz bakışalım ve gülümsediğinde gamzesini yakından göreyim diye önünde durdum. O yüzüme bakmadı, elime bir kâğıt tutuşturuverdi. Bakmadan cebime attım. Hep utangaçtı böyle… Deli kız… Yerlerimize döndük ve yemeklerimizi yemeye koyulduk. Aysu’nun babası da tıp doktorumuzdur, yanımıza oturdu. Son eczane yağmasından beri aramız limoni. “Benim kız biraz hayalperesttir,” dedi. Ağzım doluyken, “Biliyorum,” dedim yüzüne bakmadan.

39


KRALINA

ISYAN 3. BÖLÜM

beni çok üzdün pir ece!

42

YAZAN/ÇİZEN:

DEVRİM KUNTER


ama burada bulunmanın sebebi bu değil!

suçun sabit. şahadaleti’ne yargılanmak için geldin.

“her kim ki pir ece’nin teni üzerine göz gezdire, o melun kişinin ve ece’nin katli vaciptir.”

43




Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.