Demir Kucukaydin - Kemalizm Stalinizm ve Türk Solu - V-2

Page 1

Demir Küçükaydın Kemalizm Stalinizm Ve Türk Solu Üzerine 1

Yayınları


Kemalizm, Stalinizm ve Türk Solu Üzerine Demir Küçükaydın İkinci sürüm Mart 2013

Dijital Yayınlar İndir – Oku – Okut - Çoğalt – Dağıt

Bu kitap Köxüz sitesinin dijital yayınıdır. Kar amacı olmadan, okumak ve okutmak için, indirmek, dijital olarak basmak ve dağıtmak serbesttir. Alıntılarda kaynak gösterilmesi dilenir.

Yayınları

2


Kemalizm, Stalinizm ve Türk Solu Üzerine Yazılar

İçindekiler “Kemalizm Stalinizm ve Türk Solu” Üzerine Yazılar ........................................................... 5 Kemalizm’in Yerini Ne Alacak? ............................................................................................ 6 Açmaz ..................................................................................................................................... 9 Sosyal Demokrasi, Türkiye ve CHP..................................................................................... 11 Kolombus’un Yumurtası ...................................................................................................... 13 Tarihin Laneti ....................................................................................................................... 15 Stalinizm ve Kemalizm ........................................................................................................ 17 Kemalizm, Stalinizm, PKK vs. Üzerine ............................................................................... 20 Amaç Stalinizm Üzerine Bir Tartışma Değildi ................................................................ 20 Gelecek ve Geçmişin Dili ................................................................................................ 20 Aktüel Politik Durum'la Bağlantı ..................................................................................... 21 Kemalizm ve Bonapartizm ................................................................................................... 23 Jakobenizm ve Bonapartizm ............................................................................................ 23 Tarihsel Paralellikler ve Anlamları .................................................................................. 24 Sivil Toplumculuğun Devletçiliği .................................................................................... 25 Bu günün Türkiye'sinde Jakobenler Kimlerdir?............................................................... 25 PKK Stalinist midir? ........................................................................................................ 26 Stalinist olmayan Stalinistler ............................................................................................ 27 Politika ve Sosyalistler ......................................................................................................... 29 Atatürk .................................................................................................................................. 34 Politik İslam, AKP ve Sosyalistler ....................................................................................... 38 Genel Kurmay, Sosyalistler ve Politika ............................................................................... 41 Kıyafet Kavgasının İlk Anlamı ............................................................................................ 44 Kemalizm’in Özü ................................................................................................................. 51 Bonapartizm ......................................................................................................................... 53 Kemalizm ve İslam ............................................................................................................... 57 Sabetaycılar, Yahudiler, Anti-Semitizm ve Kemalizm ........................................................ 59

3


Kemalizm, 12 Eylül, Duvar’ın yıkılışı, Özel Savaş ve Çürüme ........................................... 66 Talat Paşa Jakoben miydi? ................................................................................................... 76 Tekinsiz ................................................................................................................................ 84 Başına Topladığı Cinleri Dağıtamayan Büyücü ................................................................... 91 Askeri Bürokratik Oligarşinin Bir Strateji Değişimi Olasılığı ............................................. 97 Zor Dönem ve Olası Gelişmeler ......................................................................................... 104 Liberaller (Taraf) ve AKP Ergenekonu ve Askeri Bürokratik Oligarşiyi Niçin ve Nasıl Destekliyor?........................................................................................................................ 111 Liberaller, Ulusalcı Sosyalistler ve Demokratik Sosyalistler......................................... 111 Korkuların gerçeğe dayanıp dayanmadıkları değil korku olarak gerçeklikleri önemlidir ........................................................................................................................................ 112 AKP Demokratikleşme İstiyor mu? ............................................................................... 116 AKP Neden Gerçek bir demokratikleşme İsteyemez ..................................................... 117 AKP'nin somut politikaları ............................................................................................. 117 Nesnel Desteğin Kendi Dinamiği ................................................................................... 119 Avrupa Birliği Neden Türkiye'yi Üye Yapmaz? ............................................................ 120 Avrupa Birliği Konusunda Ulusalcı Sosyalistler ve Demokratik Sosyalistler ............... 121 Askeri Bürokratik Oligarşi Neden Avrupa Birliği'ni İstemez ........................................ 122 Türkiye'nin Lassale'cıları ............................................................................................... 123 Ordular Savaşı ve Fikirlerin Savaşının Temel Farkı ..................................................... 124 Aykırı Bir Analiz ................................................................................................................ 126

4


Marksizm 2010 İçin Hariçten Gazeller “Kemalizm Stalinizm ve Türk Solu” Üzerine Yazılar Marksizm 2010 festivalinin ilk konusu, Ömer Laçiner (Birikim dergisi editörü) ve Roni Margulies’in (Taraf gazetesi yazarı) konuşmacı oldukları “Kemalizm Stalinizm ve Türk Solu”. “Ben de halimce Bedrettinem” diye bir söz vardır. Eh, biz de yıllardır bu konularda yazarız. Sadece bu konularda yazmakla kalmayız, Türk Solunun, Kemalizm ve Stalinizm’i ele alışlarını, yaklaşımlarını da eleştiririz. Buraya aldığımız ilk yazı 1992 yılında Özgür Gündem’de yayınlanmıştı. Yani 18 yıl geçmiş neredeyse. Ve yazıların çoğunun tazeliğinden pek bir şey kaybetmediği görülüyor. Aşağıda bu yazılardan yapılmış yazılış tarihleri sırasına göre küçük bir derleme yer alıyor. Elbette daha birçok yazı var. Burada en tipik olanlarından küçük bir derleme yapmaya çalıştık. Bu derleme, ilk toplantının konusu üzerine “hariçten gazel” bir bildiri, bir sunuş gibi okunabilir ve konuşmacıların söyleyeceklerinin daha sonra yerli yerine oturması için bir “mihenk taşı” işlevi görebilirler. Eğer zaman ve imkan bulursak toplantıyı izlemeye de çalışacağız. Yine imkan ve zaman bulursak izledikten sonra bir de değerlendirmesini yapmayı deneriz. Demir Küçükaydın 28 Ekim 2010 Perşembe

5


Kemalizm’in Yerini Ne Alacak? Aslında ilk olan "Son Türk Devleti"nin dayanağı ve ideolojisi olan Kemalizm ömrünü doldurmuş bulunuyor. Bu ideoloji bugün hala devletin resmi dini olmaya devam ediyorsa, bu, onun insanların kafasındaki egemenliğinden, ideolojik gücünden, yaygınlığından değil; ideoloji dışı bir unsurun, Osmanlı'nın yaşayan ruhu Türk Ordusu'nun silahlarının fizik gücünden dolayıdır. Bir ideoloji, yaratıcılığı; diğer ideolojiler karşısındaki entellektüel üstünlüğü; genç kuşaklar arasındaki etkisiyle geleceğe damgasını vurabilir ve yaşama yeteneğinin kanıtlarını sunar. Kemalizm’de ne yaratıcılık, ne de entellektüel üstünlük var. Dolayısıyla genç kuşaklar arasında hiç bir etkisi yok. Genç, eğer bir üniversite öğrencisi ve Yupi adayı ise muhtemelen Kemalist değil; "yeni sağ"ın Türkiye versiyonu olan "Özalizm"in bir taraftarıdır. Özalist olmak için de Özal'ın taraftarı olmak gerekmez. Genç, eğer şehir varoşlarının bir Türk işçisi ya da işsizi ise muhtemelen politikleşmiş bir radikal islamcıdır. Genç eğer bir Kürt ise, zaten Kürtleri yok sayan Kemalizme karşıdır. *** Kemalizm son yirmi yılda dört koldan gelen eleştiriler karşısında tam bir ideolojik bozgun yaşadı. İlk eleştiri sosyalistlerden geldi. Sosyalistler Kemalizmi "çağdaş uygarlık" hedefi bakımından değil; bu hedefe ulaşmak için izlediği yollar bakımından ve bu yollarla o hedefe ulaşılamayacağı bakımından; daha eşitlikçi ve demokratik bir bakış açısıyla eleştirdiler. Sosyalistlerin bu eleştirisi, hem Kemalizmin hem de bizzat Türk sosyalist Hareketinin temelindeki Aydınlanmacı niteliğiyle, "Burjuva Uygarlığı"nın bir eleştirisine varamadığı için, yarım bir eleştiri olarak kalmıştır. Radikal bir Kemalizm eleştirisi Türk Sosyalist Hareketinin kendi hedeflerinin ve tasavvurlarının bir özeleştirisi olmadan mümkün de değildir. Türk Sosyalist Hareketinin kısa vadede böyle bir özeleştiriyi geliştirme şansı da yok. Yeni kuşaklardan, yeni sorularla sosyalizme bir akım, bir gençlik aşısı yok. Erezyona dayanıp ayakta kalabilenler ise 60'lı ve 70'li yılların Türkiye ortamının şekillendirdiği insanlar. Artık gençliklerini soluyamayan kuşaklar. Olaylar onlarda yeni sorulara yol açmaktan ziyade, onlara eski cevaplarının yeni kanıtlarını sunar gibi görünürler. Max Planck bir yerde, fizikçiler arasında eski bir teorinin yerini yeni bir teorinin almasının, eski fizikçilerin yeni teoriye ikna olmalarıyla değil, onların ölüp gitmeleri ve yeni kuşağın onların yerini almasıyla gerçekleştiğini söyler. Fizikte böyleyse Toplumsal alanda daha da böyledir. Sosyalistlerin Kemalizm eleştirisi hedefler eleştirisinden, yani radikalizmden yoksun olduğu

6


için Doğu Avrupa'nın çöküşüyle birlikte tüm ampirik ikna gücünü de yitirmiştir. Sosyalizmin önüne koyulacak bir "Demokratik" sıfatıyla bunun kazanılabileceğini sanmak, gerçek sorunlardan kaçmaktır. Bu nedenlerle, eğer bir mucize olmazsa, Sosyalizm bugün Kemalizme bir alternatif değildir. Kemalizme ikinci eleştiri Politikleşmiş Radikal İslam'dan geldi. Son yıllarda büyük bir entellektüel canlılık gösteren bu akım, kemalizmin hedefini, "Çağdaş Uygarlık" projesini özellikle Batı'daki eleştirel Marksist çevrelerin eleştirilerinden hareketle, ama çözümü Kuran'da bularak eleştirdi. Bu eleştiri aynı zamanda Türk Sosyalist Hareketinin de eleştirisi oldu ve onun karşısında çözüm yollarıyla ve cevaplarıyla değil ama ortaya attığı yeni sorunlarla entelektüel üstünlük sağladı. Kemalizme üçüncü eleştiri bizzat kendi elleriyle yetiştirdiği burjuvaziden geldi. Turgut Özal'da en bilinçli ifadesini bulan bu eleştiri, Kemalizmi direk olarak karşıya almadan onun bütün tabularını kemiriyor: "Yurtta Sulh Cihanda Sulh"un yerini "bir koyup beş alma"lar, "büyük oynama"lar, "Türk Asır"ları; "Milliyetçi"liğin yerini "federasyonu bile tartışmalıyız" lar; "Devletçi"liğin yerini "Liberalizm"ler; "Halkçı"lığın yerini açıktan işçi düşmanlığı; frak, smokin ve gravatın yerini şort ve blucinler; "İlelebet payidar kalacak Cumhuriyet"in yerini "İkinci Cumhuriyet" tartışmaları çoktan almış bulunuyor. Burjuvazinin bütün sıkıntısı Kemalizmin yerini alacak sistemli, Türkiye koşullarına adapte olmuş bir ideolojiyi hala şekillendirememiş olmasında yatıyor. Baykal ve M. Yılmaz'ın oluşturmaya çalıştıkları yeni imajlar; A. Menderes'in girişimleri hep bu arayışın ve bunalımın ifadeleri. Özal bütün bu opsiyonlar içinde yaptıklarıyla ve tasarılarıyla en atak ve uzak perspektifli olma özelliğini koruyor. Kemalizme dördüncü eleştiri Kürtlerden geldi. Kürtlerin eleştirisi hemen hemen sadece Kemalizmin Kürt gerçekliğini yok sayması noktasındandır. Bu eleştirinin hiç bir versiyonunda hedefler eleştiri konusu değildir. Hatta kimi versiyonlarında yollara bile eleştiri yoktur. Bu eleştiri ideolojik bakımdan çok yüzeyde kalan bir eleştiridir de. Kürtlerin Kemalizme yönelttiği eleştirinin gücü “eleştiri silahı”ndan değil, “silahların eleştirisi”nden gelmektedir. *** Kemalizmin yerinin ne alacağını, Türk Ordusu'nun fizik gücü ile Kürt Gerilla Hareketinin fizik gücü arasındaki çatışmanın sonuçları belirleyecektir. Eğer Kürt Gerilla Hareketi, Türk Ordusu karşısında kesin bir üstünlük sağlarsa. Bu Türkiye'nin ikinci kategoriden de olsa gelişmiş ülkeler arasına katılması, tipik bir Avrupa'lı ülke olması sonucunu verir. Ama bu aynı zamanda Kemalizmin "çağdaş uygarlık" amacına ulaşması da demektir. Kemalizm göremeyeceği zaferinin şerbetini kendi cellatının elinden içmiş olur. Bu durumda Kemalizmin yerini sosyalizm, Türk Sosyalist Hareketinin kısırlığı nedeniyle alamaz. Ama o demokratik Burjuva Cumhuriyeti 60 ve 70'li yılların sosyalistlerinden, ihtiyacı olan kadroları tabur tabur bulur. 7


Eğer Türk Ordusu, Kürt Gerilla Hareketi karşısında kesin bir üstünlük sağlarsa, Türkiye'nin "Batılılaşma" yolu tümüyle kapanmış olur. Kemalizm askeri zaferiyle kendi mezarını kazar. Bu durumda Politikleşmiş islam, “Ulus” yerine “Ümmet”; "Batı" yerine "Doğu" ideolojisiyle Türk ve Kürt burjuvazisine, hem bu ulusları bir arada tutabilecek hem de dünya ölçüsünde ona hareket alanı sağlayabilecek tek alternatif olarak ortaya çıkar. En büyük olasılık ise Türk Ordusu ve Gerilla hareketinin birbirine kesin bir üstünlük sağlayamadığı; Türk ordusunun yıprandığı, çürüdüğü bir durumdur. Bu durumda da Kemalizmin yaşama şansı olmayacaktır. Bu durumda Kemalizmin yerini Özalizm alacaktır. Dünya burjuvazisinin de, Türk burjuvazisinin de, bugün radikalleşen Kürt hareketi karşında sesini kesmiş bulunan Kürt burjuvazisinin de tercihi bu yöndedir. Bu durumda Türkiye "Bask tipi çözüm”le İspanya, Portekiz, Yunanistan benzeri bir yarı Avrupa'lı Akdeniz ülkesi olur. Türk ordusunun Kürt Gerilla Hareketi karşısındaki zaferi de, yenilgisi de, patı da Kemalizmin sonu olacaktır. Yerini ne alacağı henüz belli değil. Ama belli olan bir şey var. Kemalizmin mezarı Osmanlı'nın "Kürdistan" dediği topraklarda bulunacaktır. 01.12.1992 Hamburg

8


Açmaz “Savaş askerlere bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir” diye bir söz vardır. Türkiye’de ise, politika denen şey, askerlere bırakılacak kadar gayrı ciddi bir iştir. Bir ülke düşünün, orada Genelkurmay Başkanı denen ve milletin hizmetçisi olması gereken bir memur, gözlerinin içine baka baka milletin temsilcilerinden oluşan Meclisi, o meclise karşı sorumlu ve onun oylarıyla seçilmiş bakanlar kurulunu en kaba biçimde aşağılıyor. Aşağılamakla kalmıyor, tutup bir de neyin tehlike olup olmadığını, yani politikayı belirliyor ve o ülkede Bakanlar kurulu derhal toplanıp, bir memurun, milletin temsilcilerince alınan siyasi kararları uygulamaktan başka bir yetkisi olmadığını söyleyip bu generali derhal emekliye sevk etmiyor. Bir meclis düşünün ki, bir generalin böylesine bir yetki tecavüzü karşısında, kuzu kuzu boyun eğiyor, sesini çıkarmıyor. Bir tek millet vekili ya da bakan, bu kişiliksizlik karşısında isyan edip protesto kabilinden istifa olsun etmiyor. Sözüm ona bu tür ordu tarafından belirlenen politikaların en büyük hedefi olan parti bile, kıvırtmaca demeçlerden ötesine gidemiyor. Ülkedeki bütün önemli gazete ve gazeteciler bu sözler karşısında hazır ola geçip tekmil veriyor. Çandar veya Uras gibi, sermayenin kendi mantığı açısından bile iyice akıl dışılığı iyice sırıtan ordunun vesayetine karşı çıkan yazarlar bile, bu karşı çıkışı, politikacılara veya gazetecilere serzenişlerle ifade etmekten ötesiyle yapamıyorlar. Denebilir ki, ordu gerçek bir güce dayanıyor. Elinde silah var. Peki bir de şöyle bir durum tasavvur edelim. Bakanlar ve Meclis, askerler karşısında güçsüz olduklarını biliyorlar. Ama en azından, kendi onurlarını korumak için, Genelkurmay başkanı adlı memurun yaptığının meşru ve kabul edilebilir olamadığını ifade etmek için, istifa ediyorlar. Bunu bir yana bırakalım, hiç olmazsa beş on millet vekili, bir kaç bakan istifa ediyorlar. Bir kaç gazete, ortaklaşa manşetten bu olayı protesto ediyorlar. Sadece böyle bir davranış bile dengeleri alt üst eder. Bütün bunlar yok. Niye yok? Niçin bütün meclis ve bakanlar ve partiler bu kanun dışı ve suç olan davranış karşısında kölece bir boyun eğişle suç ortaklığı yapıyorlar? Bunun bir tek nedeni var? Halktan korkuyorlar. Böyle bir davranışın, halkı nasıl cesaretlendireceğini biliyorlar. Bunun nasıl bir örnek oluşturacağını biliyorlar. O zaman başına topladığı cinleri dağıtamayan büyücü çırağına döneceklerini biliyorlar. Ve bu korkuyla, fiilen suç işleyen bir memur karşısında yaltaklanarak, Kıvrıkoğlu’nun yaptığı türden, her türlü aşağılanmaya layık olduklarını kanıtlamaktan başka bir şey yapmıyorlar. Türk egemen sınıflarının açmazı bu. Sınıf olarak egemenliklerini en iyi parlamenter biçimde sürdürebilirler ama Parlamentonun gerçek bir güce sahip olması için halkın ordunun dayatmaları karşısında aktif desteği gerekir. Bu ise halkın bir şekilde örgütlenmesi ve ağırlığını ortaya koyması anlamına gelir. Bu tehlikeyi engellemek için hepsi Genelkurmayın karşısında secde ederler. Bu nedenle politikayı askerlere havale ederler ve kendileri de hınk deyicilik yaparlar. 9


Peki şu askerlere bırakılan politika ne? Askerler de aynı korku ile hareket ederler. Bir yandan eski anlayış ve yapılanmalarla sistemin gidemeyeceğinin farkındadırlar, reformlar ve değişiklik gerektiğinin farkındadırlar. Değiştirmek ise, her şeyden önce özgür bir ortam gerektirir. Özgür ortam ise, ezilenlerin, Kürtlerin, işçilerin, yoksulların örgütlenmesi, bir güç olarak ortaya çıkması, politik ortama ağırlıklarını koyması demektir. Bu ise onların bu günkü sınırsız egemenliklerinin sonu olur. Öte yandan, eski biçimiyle sürdüğü takdirde yine çıkış yoktur. Bu durumda asker kafasına göre tek şu yol kalır: demokratları ve demokratik talepleri olmayan bir demokrasi. Ya da Kürtçe televizyon bile olabilir, ama Kürtler ve Kürtlerin özlemleri yoksa. Reformlar, o reformların getireceği hakları kullanabilecek bir güç yoksa bir tehlike oluşturmaz. O halde, o reform ve özgürlükleri, asker deyimiyle, “kötü niyetli emellerine alet edecek” güçler, ezilmeli ve yok edilmelidir ki, reformların yolu açılsın. Ama bunu yapınca da, reformlar için baskı yapan güçler gerilemiş, reform talepleri bastırılmış dolayısıyla reformlar yapılamaz olur. Ama reformlar olmazsa da olmaz. Bu sefer, reformlara karşı güçlere karşı tavırlar koyulur. Söz ayağa düşürülmeden, Susurluklar, Hizbullahlar biraz hizaya getirilir. Ama bundan cesaret alan reform isteyen güçler baş kaldırır. Bu sefer tekrar aynı oyun olmadı baştan oynanır. Seçimlerden beri politik ortama damgasını vuran gel gitlerin özü budur. Yani Türkiye’de politika denen şey de Genelkurmayın bu açmaz karşısındaki manevra ve cambazlıklarından başka bir şey değildir. Meclis ve bakanlar kurulu ise, Genelkurmay egemenliğini örten asma yaprağı olmaktan başka bir fonksiyona sahip değildir. Sözüm ona bu politika ve sistemin en büyük kurbanı geçinip parsa toplamaya çalışan Refah da adi bir suç ortağından başka bir şey değildir. Meclis, partiler ve bakanlar, ezilenlerin korkusundan Genelkurmay karşısında istediği kadar secdeye kapansın; Genelkurmay aynı korkuyla istediği kadar manevra yapsın. Korkunun ecele faydası yok. Kürt hareketinin ayaklarının altındaki toprağı aşındırdığını çok iyi biliyorlar. Sorun sadece zaman sorunudur, Kürt hareketinin mesajı elbet bin bir kanaldan Türkiye’nin diğer ezilenlerine ulaşacaktır. Ve insanlar kendilerine şimdiye kadar Kürt hareketi hakkında yalan söylendiğini kavradıkları an, büyük nefretler büyük dostluklara dönüşecektir. Göreceğiz. 04 Eylül 2000 Pazartesi

10


Sosyal Demokrasi, Türkiye ve CHP Sosyal Demokrasinin tüm olanak ve sınırlarını en ideal koşullarda gösterdiği yer Avrupa’dır. Bunun dışında Sosyal demokrasinin bir yaygınlık ve başarısı görülmemektedir. Burada Sosyal Demokrasi daima örgütlü işçi hareketine ve sendikalara dayandı. Bu ülkelerde onun başarısı olarak görülen “sosyal devlet” ise, her şeyden önce, ikinci savaşta tahrip olmuş sabit sermayenin yeniden inşası ve Fordizmin genelleşmesine dayanan, kapitalizmin tarihinde gördüğü en uzun yükseliş döneminin sağladığı zenginlik sayesinde bir olanak bulmuştur. Bu partiler, uzun dalganın yükselen fazı bitince, sosyal harcamaları kısıtlama politikalarından başka bir şey yapamadılar. O zaman da, kitleler, taklidinden ise, aslına oy vermeyi uygun gördü ve bundan sonra İngiltere’de Teatcher’le başlayan ve bütün Kuzey Avrupa’ya yayılan dönem başladı. Güney Avrupa daha farklı bir yol izledi. Buraların nispi az gelişmişliği, işçilerin daha militan bir tavrına yol açıyor ve bu da Savaş sonrasında Komünist partilerin etkisinin temelini oluşturuyordu. Yirmi beş yıl süren kapitalist büyüme bu ülkelerde de belli bir refah sağlayabilir duruma gelince, bu komünist partiler, bu değişime ayak uydurmak için Avrupa Komünizmi yolundan sosyal demokratlaşmaya başlayınca, bu sefer taklidinden ise aslını seçmek, sosyal demokrasinin işine yaradı ve çok güçsüz ve küçük Güney Avrupa sosyal demokrat partilerinin engellenemez yükselişi başladı. Böylece Kuzey Avrupa’da Muhafazakar iktidarlara karşılık, Güney’de sosyal demokratların (sosyalistler) iktidara geliş dönemi başladı. Ne var ki, sosyal harcamaları arttırarak talep yaratma ve büyümeye hız verme şeklindeki sosyal demokrasinin kapitalizm çerçevesindeki Keynezyen politikaların yolu çoktan bitmişti. Bu nedenle, güney Avrupa’da Sosyal Demokrasi kuzeydeki kadar olsun bir sosyal devlet başaramadı; işsizlik arttı ve sosyal refah hizmetleri getirilmedi. Böylece Sosyal Demokratlar ile muhafazakarlar arasındaki fark, giderek, Amerika’daki Demokratlar ve Cumhuriyetçiler arasındaki farka benzedi. Amerika bu anlamda da kapitalist dünyanın modeli ve idealiydi. Güney Sosyal demokrasisini, Kuzey’den ayıran bir fark ta, Kuzeydekilerin klasik dönemde işçi hareketi ve örgütlerine dayanmasına rağmen, Güney’de işçi sınıfının nispi zayıflığı ve örgütlü kesiminin oranının düşüklüğü nedeniyle, işçi hareketiyle bağlarının zayıflığı, ama buna karşılık küçük burjuvazi ve aydınlara dayanmasıydı, bu nedenle bu partilerde kuzeydekiler kadar bile işçilerin kazanımlarını savunmak kaygısı görülmez. Hatta örgütlü İşçi hareketine bir düşmanlık vardır. Sosyal devleti uygulayamadığı bu güney ülkelerinde sosyal demokrasinin kullanabileceği tek rezerv bu ülkelerdeki asker ve polis devletlerinin demokratikleştirilmesi olabilirdi. Sosyal Demokrasi’nin bu olanakta bile çok yüzeyde reformlardan öteye gitmedi. Güney Avrupa sosyal demokrasisi, Kuzey’in karikatürü ise, Türkiye’ninki de Güney’in

11


karikatürüdür. Onun kökleri ve dayandığı sınıflar, Güney Avrupa ülkeleri kadar olsun “sosyal” ve “demokrat” olmasını engeller. Türkiye’de sosyal Demokrat iddialı parti her şeyden önce devlete dayanmaktadır. Bu onun “demokrat” sıfatının önündeki engeldir; ama aynı zamanda işçilerden ziyade liberal burjuvalara dayanmaktadır bu da onun “sosyal”ının engelidir. Sosyal demokrasi Türkiye’de 60’lı ve 70’li yıllarının radikalleşme dalgası ve yükselen işçi hareketi bağlamında bunları kontrol altına almak ve taşra bezirganlığı ve tekelci sermayeye karşı bir koz olarak kullanma amacıyla ortaya atıldı. Bu yükseliş sürdüğü sürece bir sistem açısından bir işlevi oldu, ama bunların ezilmesi aynı zamanda sosyal demokrasinin de sonunu getirdi. Bu koşullarda sosyal demokrasiye iki hareket alanı kalıyordu. Kürtler ve Aleviler. Önce Kürt milletvekillerine olanak sağlayarak, onları devletin kontrolü altına almayı denedi. Ama radikalleşen Kürt hareketini kontrol edemeyeceğini görünce, karşısına geçti ve kimi ihale ve arpalıklar karşılığı özel savaş rejiminin temel destekçisi oldu. Geriye dayanabileceği tek Aleviler kalmıştı. Politik İslam’a Genel Kurmay CHP’den daha kararlı karşı durunca ve Aleviliği bir şekilde bunun karşısında destekleyince CHP’nin bu olanağı da tükenmiş oldu. Meclis dışı kalış aslında bu toplumsal temeli yitirişin hikayesidir. Bu yenilgiden sonra, Kürtlerin ve Alevilerin ve kısmen de işçilerin, parti içinde ağırlıklarını arttırma ve ona damgalarını vurma eğilimleri güç kazanmaya başlayınca, ve Gogol’ün Ölü Canları gibi, hayali ve ölmüş bir milyondan fazla üyenin seçtiği delegelerin oylarıyla bu canlanma kıpırtısı olmamışa döndürüldü. Türkiye’de sosyal demokrat politikalar için hala güçlü rezervler bulunmaktadır. Toplumdaki muazzam gelir farkları ve uçurum; gayrı adil vergilendirmeler vs. ekonomi alanında hareket alanı sunmaktadır. Benzer şekilde, Kürtler, Aleviler ve işçilerin hatta büyük burjuvazinin bir kısmı bile bu günkü Osmanlı kalıntısı, baskıcı, keyfi, devasa; tüm toplumun kanını emen devletle gitmeyeceğini bilmektedir. Merkezi devlet yapısının zayıflatılması; mahalli idarelerin seçilmiş yöneticilere verilmesi; resmi laiklik adlı Kemalist İslam’ın yerine gerçek bir laikliğin getirilmesi; fikir, propaganda ve örgütlenme özgürlüklerinin sağlam hukuksal garantilere bağlanması gibi tedbirler Avrupa’nın aksine hala sosyal demokrasiye belirli bir hareket alanı sağlamaktadır. Bunu ise ancak radikal demokrasiyle (Kürtler) ittifak içindeki bir sosyal demokrasi, ya da radikalliğini sosyal olanla birleştiren bir demokratik hareket başarabilir. Birincisinde ilk raund başarısızdı, şimdi sıra ikincisinde. 03 Ekim 2000 Salı

12


Kolombus’un Yumurtası Türkiye’de sağ “Trafik Canavarı” diye bir sahte düşman yaratmış bulunuyor. Solun kendi “trafik canavarı” da “globalleşme”. O da aynı şekilde, temel sorunları gündemden düşürme amacına hizmet ediyor. Sol sözüm ona geleneksel olarak, işçi ve emekçilerin haklarını savunacak ya, bunun için IMF, “Globalleşme” ve anti kapitalist bir söylem bir demokrasi söylemiyle birlikte götürülüyor. Ama bu ikisi arasında hiç bir organik ilişki bulunmuyor. Dolayısıyla da bir bütünsel proje geliştirilemiyor. Çünkü Türkiye’de ezilen emekçi yoksul insanların en yakıcı sorunlarının nedeni, kapitalizm veya globalleşme değil, doğru dürüst kapitalist olamama ya da globalleşememe. Şu denklemden kaçıyor Türk solu. Türkiye’de işsizliğin ve pahalılığın temel nedeni, Osmanlı artığı devlet cihazıdır. Temel sorun orada dururken, “globalleşme” veya IMF’ye çatmak, ucuz kahramanlıktır. Bir an için hayali bir hükümet kurulduğunu ve peş peşe şu kararları aldığını var sayalım: Fikir ve örgütlenme özgürlüğünü kısıtlayan bütün kanunlar iptal ediliyor. Türkçe ortak konuşma dili olması dışında bütün dillerle eşit oluyor. Herkesin ana dilinde veya istediği dilde eğitim hakkı tanınıyor. Osmanlı artığı valilik, kaymakamlık gibi makamlar lağvediliyor. Yerine seçilmiş yerel yöneticiler geliyor ve bunları ancak seçenler değiştirebiliyor. Amerika ve Avrupa ülkelerinin çoğunda olduğu gibi, emniyet güçleri bu seçilmiş yöneticilerin kontrolüne veriliyor. Ordu sadece, donanma, radar, uçak, zırhlı birlikler gibi spesifik bilgi gerektiren birlikler haricinde, terhis ediliyor ve küçültülüp ucuzlatılıyor. Bunun yerine savunmaya yönelik, İsviçre’de olduğu türden her yurttaşa silah kullanma bilgisini vermeye yönelik, bir kaç saat içinde on milyonlarca kişilik bir ordu olabilecek milis sistemine geçiliyor. Bütün servetler bildirime zorlanıyor ve gelirler ve servetler yükselen bir merdivene göre vergileniyor. İktisadi devlet teşekkülleri özerkleştiriliyor ve vatandaşlara eşit hisse senetleri olarak dağıtılıyor mülkiyeti. Bir süre için onlarda çalışanların seçtiği yöneticilere veriliyor. En önemli bir kaçı bunlar olabilecek bir kaç değişiklikle, bir anda Türkiye’nin çehresi kökten değişir. Kopenhag kriterleri, işkence vs. birden gündemden düşer. Devletin gelirleri muazzam artacağı ve giderler muazzam azalacağı için, enflasyon derhal düşer. Fark büyük ölçüde yeni yatırımlara ve sosyal hizmetlere (eğitim, sağlık vs.) yöneltilir. Hatta vergiden muaf alt gelir gruplarını büyütmek ve en adaletsiz vergi olan dolaylı vergileri azaltmak ve yaşam düzeyinde derhal hissedilebilir iyileştirmeler bile mümkün olabilir. Yeni yatırımlar yeni iş alanları, işsizliğin azalması demektir. Bütün bunlar toptan sanayii yeni yatırımlara yöneltecek talep de demektir. Toplumdaki zengin ve fakir arasındaki uçurumun kısmen kapanması ve bu eğilimi göstermesi, bu günkü çürümenin de bir gerilemeye girmesi demektir. Ama en önemlisi, bu ülke derhal bölgedeki bir örnek ülke olur. Tıpkı doğu Avrupa ülkelerinin Avrupa birliğine katılmak istemeleri gibi, bütün komşularında, bu ülkeyle birleşme eğilimleri güçlenir. Sadece şu göz önüne getirilsin. Bu ülkenin her türlü özgürlükleri yaşayan ve refah 13


içindeki Kürtleri, diğer ülkelerdeki Kürtler için müthiş bir çekim gücü oluşturur. Ayrıca böyle bir örnek, bölgedeki diğer ülkelerin de benzer reformlara gitmesinin yolunu açar. Komşularla çıkmaz sokağa benzeyen hudutlar ticaret yollarına dönüşür ve bütün bölge ekonomisine canlılık ve zenginlik getirir. Bu da yakınlaşmaları güçlendirir. Peki bu programın taraftarları kimler olabilir? Öncelikle bütün emekçiler, ezilen uluslar ve azınlıklar. Ama sadece bunlar değil, Türkiye’nin Kapitalistlerine de yarar bunlar. Hem ekonomik olarak yeni ufuklar ve karlar demektir hem de ordunun vesayetinden kurtulup, emekçileri kendi zafer arabasına bağlayacak bir tarihsel fırsat demektir. Peki kimdir buna karşı olanlar? Türk Ordusunun kendi egemenliğini ve çıkarını ulusun çıkarıymış gibi gösteren önemli bir bölümü. Ancak, ordunun önemli bir kesimi bile, özellikle alt tabakalar böyle bir programı destekleyebilir ve en azından tarafsız kalabilir böylece tepedekilerin orduyu böyle bir plana karşı sürmesini engelleyebilir. Bu projenin en büyük düşmanları bu günkü vurguncu sistemden yaşayanlar olacaktır. Zaten bunlar ve özel savaş rejimi iç içe geçmiş bulunmaktadır. Böyle bir değişikliğe bölgedeki bütün devletler karşı olur, çünkü dayandıkları temelleri tehlikeye atacak kötü bir örnektir bu. Amerika ve Avrupa ise böyle istikrarlı ve güçlü bir müttefiki ve daha geniş bir pazarı bir yandan ister ama diğer yandan, bu artık kontrol dışı bağımsız bir güç demek olacağından istemez. Hele, savunmaya yönelik, bugünkü orduyu tasfiye eden yeni sistem hiç işine gelmez. O zaman Türkiye, bölge ülkelerine karşı bir silah olarak kullanılamaz. Demek ki, bu günkü orduyu olduğu gibi korumak ve milyarlarca liralık silah siparişleriyle daha da güçlendirmek isteyenler, diğer devletlerdeki gerici rejimler ve ABD v e Avrupa ile çıkar ortaklığı içindedir. Bunlar birbirlerinin varlığına haklılık kazandırmaktadırlar. Bunu yapacak muhalefet niye şekillenemiyor? Türk Sosyalistleri iktisadi eşitliğin bayraktarlığına soyunurken, bunun demokrasiyle bağını koparıyor, devlete değil soyut bir “globalizme”, “yeni dünya düzeni”ne yöneliyor. Kürt demokratik hareketi ise, kendi demokratik talepleri ile işsizliğin ve pahalılığın giderilmesi arasındaki bağı kuramıyor. Böylece tüm toplumun en geniş kesimlerini kucaklayacak bir program geliştirilemiyor. Burjuvazi korkaklığı, işçiler demoralizasyon ve perspektifsizliği, Kürtler de kapitalizm öncesi kültürün ağırlığı nedeniyle böyle bir program geliştiremiyor. Böyle bir program sosyalizm değil, kapitalizmdir ve başarısı halinde toplum sosyalizmden uzaklaşır. Buna rağmen sosyalistlerce desteklenmelidir. 17 Ekim 2000 Salı

14


Tarihin Laneti Kıta Avrupa’sı ve İngiltere arasındaki gelişim zıtlıkları, Balkanlar ve Anadolu’daki gelişim zıtlıklarına benzer. Avrupa’da Kapitalizm ya da burjuvazi, önce Hıristiyanlık içinde, Püriten/Protestan mezhepler biçiminde eğilim ve çıkarlarını yansıttı. Ne var ki, bu Burjuva muhalefetin kaderi, Kıta Avrupa’sı ve İngiltere’de farklı yollar izledi. Püritenlik İngiltere’de iktidar olurken, aynı Protestanlar Fransa’da, Sen Barthelmi katliamlarında bire kadar kılıçtan geçiriliyordu. (Doğan burjuva dünyasının Osmanlı’ya sığınan Kılıç artıklarının, Hügontların, Osmanlı modernleşmesindeki etkileri ayrıca incelenmeye değer bir konudur.) Bu modern, burjuva ruhun katledilmesinin sonucu, Avrupa’da burjuva gelişiminin yüz yıl gecikmesi oldu. İngiltere 1688’lerde burjuva devrimini yaparken, Fransa aynı devrimi 1789’da yapabiliyordu. Ama devrimin şiddeti birikimin ölçüsünde sert oldu, Katoliklik adına Protestanları kesenler, yüz yıl sonra Hıristiyanlığı tasfiye edip önce akıl dini önerecekler, sonra da en azından dini politik alanın dışına iteceklerdi. Balkanlar ve Anadolu’nun tarihsel kaderi bu tarihsel sürece paralellik gösterir. Fransız ihtilalinden yüz yıl sonra, Osmanlı’nın Müslüman devlet kastlarının kapitalizm öncesi dünyasına karşı, Balkanların Hıristiyan kapitalizmi, tıpkı İngiltere adalarında, Prütenliğin zafer kazanması gibi, zafer kazandı ve Osmanlı egemenliğini ve Müslümanlığı balkanlardan süpürdü. Müslüman kapitalizm öncesi ise, bunun rövanşını Ermeni katliamları ve Rumların temizlenmesiyle, yani burjuva ve modern olan her şeyin tasfiyesiyle Anadolu’da aldı. Ermeni ve Rumların Anadolu’dan tasfiyesi, Sen Barthelmi’nin Anadolu’daki paralelidir. Bu nedenle Anadolu Balkanları yüz yıl geriden izler. Balkan ülkelerinin bu günkü durumu kimseyi yanıltmamalıdır. Bu ülkeler İkinci Dünya savaşından sonra Sovyet işgal bölgesinde kalmasalardı, en azından şimdiki Yunanistan’ın gelişmişlik ve zenginlik düzeyinde bulunurlardı. Örneğin Bükreş’e yüzyılın başında, “Doğu’nun Paris’i” deniyordu, Panait Istrati gibi yazarlar ve başka Bolşevik partisinde çalışan uluslararası Marksist teorisyenler yetiştirebiliyordu o zamanlar Romanya. Batı Avrupa’da burjuva muhalefeti dinsel biçimde var olmuştu, Avrupa’nın doğusunda ise aynı muhalefet, modern çağın dini olan ulusçuluk biçiminde ortaya çıktı. Balkan uluslarının kuruluşu, Protestanlığın zaferine denk düşüyordu; Anadolu’da Rum ve Ermeni ulusçuluğunun tasfiyesi ise, Protestanların katledilmesine. Ama Kıta Avrupa’sında Protestanlığı katledenler nasıl yüz yıl sonra tümüyle Hıristiyanlığı yok etme, bir akıl dini geçirme ve sonra da en azından dini politik alının dışına atma zorunda kaldılarsa, Anadolu’da Ermeni ve Rum ulusçuluğunu katledenler, ulusçuluğu, ulusu dil, kültür ve etni olarak tanımlayan klasik biçimiyle yok etmek, bütünüyle hukuki bir ulusçuluk kurmak zorunda kalacaklardır. Patlama birikimin ölçüsünde derin olacaktır. Kürt hareketinin el yordamıyla yaptığı, tarihin bu emrini yerine getirmekten başka bir şey değildir.

15


Burjuvazinin tasfiyesi, Türkler ve Müslümanlar için aynı zamanda bir modernleşme, uluslaşma, burjuvalaşma anlamına da gelmiştir. Yani Türk burjuva devrimleri, burjuvaziye karşı, kapitalizm öncesi Osmanlı’nın devlet sınıfları tarafından güdülen, burjuvaziyi tasfiye eden, kapitalizm öncesi sınıf ve ilişkileri güçlendiren burjuva devrimleridir. Tarihin laneti budur. Görmesini gören gözler bilir. Tasfiye edilen Rum ve Ermeni burjuvazisinin malları, Türk ve Kürt ağaların ve tefeci bezirganların servet ve sermayeleri, ya da Osmanlı’nın ruhu devletin daireleri olmuştur. Böylece yıllarca, Modern Ermeni burjuvalarının mallarına konmuş feodal ağaların kontrolünde, ortaçağ karanlığında, bezirgan partilerin oy deposu oldu Kürtler. Aynı durum aşağı yukarı Anadolu’nun bütün bölgeleri için de geçerliydi. 12 Eylül bile hala, Büyük şehirlerdeki sola yatkın işçi oylarını dengelemek için, Kürtlerin yoğun olduğu bölgelere daha fazla temsilci veriyordu. İşte bu denge alt üst olmuş bulunuyor. Kürtler adeta toplu olarak, var olan sistemin karşısına geçmiş bulunuyor. HADEP’in oyları silme götürmesinin anlamı budur. Egemen sistemin Kürtler içinde, maaşlı koruculardan başka dayanağı kalmadı. Normal bir parlamenter işleyiş için, Kürtler içinde bir toplumsal temel bulmak, korucuları, ağaları, aşiretleri bir yana iterek, modern Kürt burjuvazisiyle tekrar bir ittifak sistemi kurması gerekir Türk burjuvazisinin. Ama bunun yapılabilmesi, Kürt ve Türk burjuvazisinin eşit bir partner olarak iş birliğine girmesi, bu günkü ordunun vesayeti, egemen ideoloji ve politikalarla olamaz. Durum değişmedikçe, burjuvazinin egemenliği için gerekli bir normal parlamenter sistem işleyemez. Bu durumda ordunun ağırlığı giderek dayanılmaz olmaya devam edecektir. Eski sistem, sanki Susurluk, bankalar, çeteler günah tekeleriyle ellerini yıkayıp yeniden yürüyebilecekmiş gibi görünüyor. Kimi Partilerin biçimsel değişmeleriyle, makyajlarla, hatta Kürtçe radyo ve televizyon ile varlığını sürdürebilirmiş gibi görünüyor. Yürüyemez. Toplumdaki ve sınıf ilişkilerindeki derin değişiklik eski politik sistemle götürülemez. İdeolojisi, partileri, ordusuyla bu günkü sistem, ne kadar makyaj yapılırsa yapılsın, Kürt burjuvazisinin desteğini sağlayacak bir politik biçim bulmadıkça bunalımlardan çıkamaz. Bu politik sistemin tasfiyesi için ise, büyük kitlelerin aktif eylemi gerekir. Tarihin lanetine ancak büyük kitle hareketleri son verebilir. Yüz yılın başında Osmanlı devlet sınıflarının işbirliği ile Hıristiyan kapitalizmini tasfiye ederek tarihin lanetine uğrayan Müslüman Türk ve Kürtler şimdi bu lanetten kurtulmak için, kendi 1789’larını yapmak durumundalar. Ama çok elverişsiz koşullarda. Burjuvazi korkak, İşçiler tarihin en büyük yenilgileriyle dünya çapında bir demoralizasyon, programsızlık, yönelimsizlik içindeler. Kürt hareketi yapayalnız. Bu günkü hareketsizlik ve çürüme kimseyi yanıltmamalıdır. Unutmamalı en güzel çiçekler bataklıklarda yetişir. 20 Kasım 2000 Pazartesi

16


Stalinizm ve Kemalizm Stalinizm ve Kemalizm arasında en kaba gözlemcinin bile dikkatini çekecek paralellikler vardır. Bu paralellikler onların öze ilişkin kimi ortaklıklarının yansımasıdır. Her ikisi de, varlıklarını borçlu oldukları sınıfların zayıflığı temelinde, bu sınıfların demokrasisine karşı, bürokrasinin bir karşı devriminin adı ve ideolojisidir. Celladı oldukları devrimlerin vasiyetini, tıpkı Napolyon ya da Bismark gibi yukardan ve diktatörce yöntemlerle uygularlar. Bu nedenle Bonapartist bir karakterleri vardır. Stalinizm, Ekim devriminden sonra, muazzam bir köylü ülkesinde işçi sınıfının küçüklüğü ve uzun iç savaş ve müdahale yıllarında fiilen yok oluşuyla pekişen zayıflığı temelinde egemen olmuştur. Kemalizm, Türk ve Müslüman burjuvazinin güçsüzlüğü, korkaklığı ve cılızlığı temelinde. Türkiye'de elbette adam gibi bir burjuva devrimi görülmedi ama "Kurtuluş Savaşı"na karikatür de olsa burjuva demokratik devrim olarak bakılırsa, paralellikler daha çarpıcı olur. Ekim Devrimi ve izleyen ilk bir kaç yılın Türkiye burjuva devrimindeki karşılığı, Osmanlı ordusunun fiilen çöktüğü, iktidarın silahlı çeteler ve Ankara'daki Türkiye Büyük Millet Meclisinde bulunduğu, Çerkez Ethem'in tasfiyesine kadar olan dönemdir. Çerkez Ethem ve Kuvayı Milliye çeteleri, bir bakıma, Lenin-Troçki ve iç savaşın Kızıl Ordusunun karşılığıdır. Çerkez Ethem'in tasfiyesi, Ali Fuat Cebesoy'un Batı Cephesi komutanlığından alınıp Moskova'ya elçi yapılması, Mustafa Suphi'lerin öldürülmesi ve iktidarın giderek Mustafa Kemal'in etrafındaki asker ve sivil bürokratların elinde toplanması ile karekterize olan dönem, Lenin'in hastalığıyla birlikte başlayan Devrimin ve Devrimi yapan önderlerin tasfiye edilmeye başlamasının karşılığıdır. Zinovyev, Kamanev, Buharin'lerin Türkiye'deki karşılıkları Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay gibi tiplerdir. Rusya'da Kirov'un öldürülmesi bahanesiyle 30'lu yıllardaki temizliklerin karşılığı, İzmir suikastı bahane edilerek yapılan idamlar ve daha sonra Takrir-i Sükun'dur. Paralellikler burada bitmez. Bir zamanlar bütün sosyalist kuşakların temel eğitim kitabı; karşı devrimin resmi devrim tarihi olan ve Stalinin Rus devrimindeki yerini olağanüstü büyütüp gerçek devrim kahramanlarını tarihten silen SBKP Tarihi'nin Türkiye'deki karşılığı, "Kurtuluş Savaşı"nın kahramanlarını tarihten silen ve Mustafa Kemal'in yerini, sonra elde ettiği noktadan yeniden yazan Nutuk'tur, ve tıpkı SBKP tarihinin resmi devrim tarihi olması gibi Türk "Kurtuluş Savaşı"nın resmi Tarihi olmuştur. Kişilikler bile benzer. Stalin Bolşevik Partisinin, en yeteneksiz üyelerinden biridir, kimse onu ciddiye bile almaz; Mustafa Kemal de Osmanlı ordusunun en yeteneksiz generallerinden biridir kimse onu ciddiye almaz. Askeri ve siyasi bakımdan hiç bir göz alıcı başarısı yoktur. Her ikisi de, başlangıçta çok güçsüzdür, çatışan taraflar arasındaki dengelerle ayakta durmaya çalışırlar. Ama her ikisi de, en sıradan, ortalama tiplerden, kendilerine bağlı bir bürokratik

17


avadanlığı adım adım oluştururlar. Hatta içkicilikleri ve en önemli kararları, akşamları bir yığın kapıkulunun sofra ahalisini oluşturduğu içki sofralarında almaları bile aynıdır. Devrimci Yükselişin ön çıkardığı önderlerin sonraki kaderi bile benzer. Çerkez Ethem ve Troçki sürgünde "hain" damgasıyla ölürler. Tarihten isimleri ve resimleri silinir. Elbette bu paralellikler, birisi orijinal bir işçi devriminin, diğeri ise karikatür ve suyunun suyu bir burjuva devriminin kıyaslamasının olanak sunduğu ölçülerdedir. Fransız devrimi de benzer paralellikleri sunar. Jakoben iktidarının karşılığı, Çerkez Ethem ve TBMM Hükümeti dönemidir. Thermidor karşı devrimi, Çerkez Ethem'in, yani silahlı köylü ordusunun tasfiyesidir; Napolyon'un imparatorluğunu ilan etmesi ise, Mustafa Kemal'in Cumhuriyet'i ilan ederek, fiili padişahlığını başlatmasıdır. Ne var ki, Kemalizm, ekim ya da Fransız devrimi gibi, dünya tarihindeki en büyük devrimlerin ardından gelen bir karşı devrim değildir. Daha baştan bürokratik bir yozlaşma özelliği taşıyan, hiç bir zaman gerçek bir sosyalist demokrasi ve işçi iktidarının yaşanmadığı, Tito'nun, Mao'nun yaptıklarına benzeyen bir yanı vardır Kemalizm'in. Eğer onlar, daha baştan bürokratik bir çarpılma içindeki işçi sınıfının son derece zayıf olduğu ülkelerdeki sosyalist devrimler olarak tanımlanırsa, Kemalizm de burjuvazinin son derece zayıf olduğu bir ülkede, daha baştan bürokratik bir çarpılma içindeki burjuva devrimidir. Her ikisinde de daha başından beri o sınıfların gerçek demokratik iktidarları hiç olmamıştır. Bu bakımdan onların dayanmayı hedefledikleri veya temsilcisi gibi davrandıkları sınıfların, orijinal iktidar biçimleri ve örnekleri farklılıklar onların ideallerini ve gelişimlerinin de farklı olmasına yol açmıştır. Var sayalım ki, Rus devrimini bir karşı devrim izlemese ve işçilerin iktidarı ve sosyalist demokrasi var oluşunu sürdürebilse, Mao'lar, Tito'lar, böyle bir sosyalist demokrasiye geçmeyi hedef alırlardı. Ama bir yanılsama sonucu örnek aldıkları, sosyalist bir demokrasi ve işçi iktidarı değil, bürokrasinin diktatörlüğü olduğu için, daha baştan var olan çarpılmışlık azalmamış, aksine pekişmiştir ve örneğin sosyalist bir demokrasi hiç bir zaman söz düzeyinde bile hedef olmamıştır. Buna karşılık, Kemalizm'in örneği olan kapitalist ülkelerde, genellikle burjuva demokrasisi olduğundan, Kemalizm, bir Mao veya Tito'nun bir sosyalist demokrasi hedefi olmamasının aksine, bir burjuva demokrasisi hedefine sahip olmuştur. Bu Serbest Fırka gibi deneyleri; çok partili hayata geçişi mümkün kılmış ve Kemalizm'e Stalinizm'den daha büyük bir esneklik, dolayısıyla da uzun yaşama olanağı sağlamıştır. Bu gün Stalin'in heykelleri yıkılmasına rağmen, Atatürk'ün heykelleri hala ayakta durabiliyorsa, bunun nedeni, kazanan sınıfın tarafında olmanın yanı sıra, gösterebildiği bu esnekliktir. Ne var ki, bu esneklik sınırlarına gelmiş görünmektedir. Genel Kurmay artık kendisini bu kadar uzun ömürlü kılan, Atatürk veya İnönü veya 27 Mayıs'ın gösterdiği esnekliği gösterememektedir. Çünkü Türkiye'de modern sınıfların gelişmişlik düzeyi ve Kürt Demokratik hareketinin yükselişi, bunun toplumsal ve sınıfsal temellerini yok etmiştir. En küçük bir esnekliğin, fiili iktidarın elden gitmesine yol açacağını görmektedir. Bunun sonucu

18


olarak, Batılılaşma ve Demokrasi tarihsel bir hedef olmaktan çıkmakta, bir stratejik ve jeopolitik zorunluluğa indirgenmiş olmaktadır Genel Kurmay'ın Avrupa Topluluğu bağlamında belirttiği gibi. Bir ideal olarak batılılaşma ve demokrasi vurgusunun yerini; demokrasiden hiç söz etmeyen bağımsızlık vurgusu almakta ve bir zamanlar nasıl sosyalizmi savunmak, her türlü demokratikleşme çabasına karşı, bürokrasinin iktidarını korumanın bir aracı idiyse, Türk Genel Kurmayı için de şimdi Bağımsızlık aynı fonksiyonu görüyor. İşin ilginci, bu onu giderek, hiç bir zaman bir demokrasi hedefi olmayan Stalinizm'e yaklaştırıyor. Batılılaşma hedefinin terk edilmesi, bağımsızlık vurgusunun ardında gizleniyor. Kemalistler, şimdi de "Komünist" ve "bağımsızlıkçı" olurlarsa kimse şaşırmasın. Aslında, Aydınlık ve İşçi Partisi'nin böyle öne çıkarılması bunun bir ifadesi. Kemalizm, kendini ölümden kurtaracak son silahı Stalinizm'de buluyor. Stalinistler ise, demokratikleşmeye karşı Kemalist bürokrasinin direnişini ve bu direnişin ihtiyacı olan ideoloji ve politikanın kendilerinde bulunması ve bu nedenle öne çıkarılmalarını, Ordu'nun anti emperyalist ve Ulusal kurtuluşçu güçlerinin etkisinin artması ve bu geleneğe dönüş gibi görüp göstererek, bu kastın egemenliğini sürdürmesi için gerekli ideolojik ve politik desteği sağlıyorlar. Kemalizm ölümünü engelleyecek son ideolojik ve politik silahları ölmüş Stalinizm'de arıyor. Stalinizm ise Kemalizm'de ölümden sonraki bir diriliş. 19 Mayıs 2001 Cumartesi

19


Kemalizm, Stalinizm, PKK vs. Üzerine Amaç Stalinizm Üzerine Bir Tartışma Değildi Günlük Notlar'ın bu sekizincisi "Demokratik Cumhuriyet, Sosyalistler ve Kürt Ulusal Hareketi" başlıklı geçen yazının devamı olması gerekiyordu. Fakat yine aynı konuyla ilgili sayılabilecek "Stalinizm ve Kemalizm" yazısına gelen tepkiler tekrar bu konu üzerinde durmanın gerekli olduğunu gösteriyor. Bu nedenle bu yazıda "Demokratik Cumhuriyet, Sosyalistler ve Kürt Ulusal Hareketi" yazısına kısa bir ara vererek Stalinizm ve Kemalizm konularına tekrar girelim. Stalinizm ve Kemalizm yazısını kimileri, Stalinizm konusunda bir tartışma başlatma çabası olarak değerlendirdi. Böyle bir amaç yoktu. Neden yok? Birincisi Türkiye sosyalist hareketinin eski kuşaklarının böyle bir ideolojik tartışma içinde fikir değiştirmesi söz konusu değildir. Bunun için çok yaşlıdırlar. Kaldı ki, belli bir görüşle dünyaya gözlerini açanların o görüşün yanlışlığını anlamaları büyük devrimci kabarışlar ya da büyük hayal kırıklıkları gerektirir. Ortada artık hayalleri olmadığı için hayal kırıklıkları da yaşaması mümkün olmayan, günlük politikanın ayrıntıları arasında genel ve temel sorunlara zerrece ilgi duymayan eski kuşaklar var. Ve ortada böyle temel sorunlara ilişkin tartışmaları kışkırtacak bir devrimci kabarış yok. Bu nedenle eski kuşaklar bakımından böyle bir tartışmayı açmaya çalışmak bir anlam taşımaz. Yeni kuşaklar ise dünyaya gözlerini duvarın yıkılışıyla açmışlardır. Bu gibi sorunlar onlara çok uzak görünür. O tarihin sonuçlarının hala bu günkü çıkmazların nedeni olduğunu anlayamazlar. Onların böyle sorunlara ilgi duymasını gerektirecek bir devrimci kabarış da olmadığı için, onların zaten hiç ilgisini çekmez. Zaten onlara o dönemin olayları çok yabancıdır.

Gelecek ve Geçmişin Dili Bunun yanı sıra toplumsal mücadelelerin tarihine ilgi de duymazlar. Tarih onlar için bir an önce unutulması gereken kabus gibidir. Bu nedenle tarihten öylesine kopukturlar ki, bu günü geçmişin diliyle konuşma yeteneği bile gösteremezler. Tarih ilgilerinin dışında olduğu için de büyük toplumsal alt üstlükleri yapanların daima geçmişin diliyle konuştuğunu bile bilmezler. Geleceğin geçmişin diliyle konuştuğunun farkında değildirler. Muhammet İbrahim'in diliyle konuşuyordu. Fransız devrimcileri Roma cumhuriyetinin. Rus devrimcileri Fransız devriminin ya da Paris Komünü'nün. Ama bu gün Türkiye'de hiç kimse hiç bir devrimin ya da geçmişteki bir dönemin diliyle konuşmuyor. Türkiye'de örneğin 60'lı ve 70'li yılların kabarışlarında insanlar, geçmişin diliyle konuşuyorlardı. Ya Türkiye tarihi ile bağlantılar kurup "Birinci Kurtuluş, İkinci Kurtuluş" diyorlardı veya örnek aldıkları Rus veya Çin devriminin diliyle konuşmaya çalışıyorlardı. Bu gün bakıldığında anlaşılmaz ve saçma gelecek bu tartışmalar aslında, daha geniş bir tarihsel

20


perspektiften bakıldığında, bir değişim ve devrimci kabarış döneminin ifadesiydi. İnsanlar içinde bulundukları olaylar mahşerinde kendilerinin yönünü yitirmesini engelleyecek bir referans noktası arıyorlardı bu geçmişin diliyle konuşmalarında. Taklit ve analoji öğrenmenin başı değil midir? Bu gün ise, insanların konuştukları bir geçmiş ve onun dili yok, bu ise onların bir geleceği de olmadığını gösteriyor bir anlamda. Çünkü bu aynı zamanda genelleme yeteneğini yitirmişlik de demektir. Bütün bunlar bir yana, Stalinizm üzerine bir tartışma yeni kuşaklara da hiç bir şey ifade etmez. O dinazonların dili gibi görünür onlara. Bu gibi nedenlerle, amaç böyle bir tartışma açmak değildi. Türkiye politikasındaki yeni bir eğilime dikkati çekmekle bu eğilimin tarihsel köklerini vurgulamakla ve Türk solunun politik olarak bulunduğu durumu açıklamakla ilgiliydi. Yani doğrudan aktüel politik konumlanışlarla ilgili bir yazıydı.

Aktüel Politik Durum'la Bağlantı Örneğin "Emek Platformu" var. Bütün vurgusu kapitalizme ve emperyalizme ama Genel Kurmayın egemenliğine karşı onu zayıflatacak bir şey yoktur. Aksine bilerek veya bilmeyerek bu egemenliğin kendini korumasına hizmet etmektedirler. Açın Evrensel'i, açın Komünist'i, açın bu günün en radikal görünen hareketi THKP-C görüşleri paralelinde yayın yapan Vatan'ı. Hepsinde bir anti emperyalizm ve milli çıkarları savunma edebiyatının arkasında Türkiye'nin en can alıcı sorununun; iktidarın yurttaşların seçilmiş temsilcilerinin elinde bulunması ve bu günkü pahalı, baskıcı, bürokratik, militer devlet cihazının tasfiyesinin ikinci plana itilmesi vardır. Bu, toplumsal muhalefetin yanlış hedeflere yönelmesine yol açmakta hatta onu kendi gücünü kendine karşı kullanır duruma getirmektedirler, yani bu günkü genel kurmay iktidarının destekleri durumuna. Bu destek durumu Aydınlık'ta zirvesine ulaşmakta. Keza ordu da Aydınlığı açıktan desteklemekte. Televizyon programlarında Aydınlık, namı diğer İşçi Partisi temsilcileri, ulusal çıkarların savunmasını yapan taraf olarak prezante edilmektedirler. Kemalizm bu sıfır numara stalinist partide ve onun politikasında gerçek bir müttefik bulmaktadır. Kimi Türk ordusu subaylarının da son zamanlarda Mao'nun Uzun Yürüyüşünün kendilerinde de yankılar yaratmış olduğundan söz etmesi basit bir diplomatik nezaket olmasa gerek. İşte yazı Türk solunun bu durumu ile Kemalizm arasındaki bu zımni ve / veya fiili iş birliğinin sadece rastlantısal olmadığı; aralarında bir gönül yakınlığı (wahlverwandshcaft) bulunduğu ve bunun da kökenindeki tarihsel ve sosyolojik paralelliklerle kolaylaştığı tezini geliştiriyordu. Ama bu tezi geliştirmek için de elbette Stalinizm ve Kemalizm'in belli bir analizine dayanıyordu. Bu analiz unutulmuş ve bilinmez olmakla birlikte, klasik Marksist analizdir ve öyle olağanüstü bir orijinalliği de yoktur. Ama madem ki, bu konu bir kere gündeme geldi. Şu Stalinizm, Kemalizm konularını bir ele alıp bu alandaki muazzam kafa karışıklığını kısaca göstermeye ve mümkün olduğunca bu karışıklıkları gidermeye çalışalım. Birbiriyle çelişkili gibi görünenlerin nasıl özdeş; özdeş gibi 21


görünenlerin nasıl çelişkili olduğunu görelim.

22


Kemalizm ve Bonapartizm Kemalizm'den başlayalım. Kemalizm kavramı sadece bir ideolojiyi tanımlamak için değil, aynı zamanda bir toplumsal sistem ve o sistemi sürdüren güçlerin karşılığı olarak da kullanılmaktadır. Bu farklı içeriklerin aynı kelimeyle karşılanması bir çok karışıklıklara da yol açmaktadır. Bir siyasi rejim olarak, Kemalizm, Bonapartizmin Türkiye versiyonudur. Korkak ve cılız bir burjuvazinin yerine devletin bağımsız bir güç gibi davranarak, modern burjuva dönüşümleri tepeden gerçekleştirmesidir. Buna Alman Bonapartizmi olan Bismarkizmin alaturka versiyonu da denilebilir. Ama Bonapartizm devletin sınıflardan bağımsızmış gibi hareket etmesi olarak tanımlandığında, o farklı tarihsel dönem ve sınıfsal ilişkileri de ifade eden bir kavram olur. Modern sınıflardan birinin artık yönetemeyip diğerinin henüz yönetemediği veya sınıflar arası çatışmanın birinin üstün gelmesine yol açmayacak bir denge durumunda ortaya çıkan Bonapartizmler vardır. Örneğin, birincisinin yeğeni olan Üçüncü Bonapart'ın iktidarı Burjuvazinin artık yönetemediği, işçilerin henüz yönetemediği bir durumun Bonapartizmidir. Almanya'da faşizmin arifesindeki Brüning, Papen hükümetlerinin ise sınıf dengelerine dayanan Bonapartist bir karakteri vardır. Ama klasik Bonapartizmin esas karakteri halkın ve kitlelerin inisiyatifi ve örgütlülüğünün parçalanıp, yerini devletin almasında kendini gösterir. Bu nedenle Bonapartizm genellikle devrimci kabarışların bastırıldığı ve yatağına çekildiği dönemlerde güç kazanır. Birinci Napolyon imparatorluğunu 1793'ün yıkıntıları üzerinde ilan edebilmişti. Üçüncüsü de 1848 devriminin. Bismark da öyledir. 12 Eylül rejiminin de Bonapartist bir karakteri vardı. 70'lerin ortalarından sonra yükselen devrimci kabarışın başarısızlığı, yorgunluk ve faşistlerle devrimciler arasındaki savaşın denge durumu onu mümkün kılabilmişti.

Jakobenizm ve Bonapartizm Bu da bizi Jakobenizm ve Bonapartizm konusuna getirir. Türkiye'de en az bilinen ve en çok karıştırılan konulardan biri de budur. Bu vesileyle, Jakobenizm ve Bonapartizm konusundaki korkunç kafa karışıklığına biraz değinelim. 1980'lı yıllarda "sivil toplumcu"lar, kendilerini Jakobenizme karşı tanımladılar bir Bonapartizme karşı değil. Böyle yaparak aslında gerici özlerini, devrimci geleneklerle hiç bir ilişkileri olmadığını ima ediyorlardı. Ve bunu yaparken Bonapartizmi Jakobenizm olarak tanımlıyorlardı. Yani devletin yukarıdan yaptığı zorlu modernleşmeyi. Böylece eski devrimci gelenekleri bilmeyen kuşakların kafasında bir Jakobenizm düşmanı oluşuyordu. Bunlara göre Atatürk de Jakoben'di Stalin de Jakoben'di, 27 Mayıs da Jakoben'di. (Bu yaklaşımın kökleri de, 1968'de Çekoslovakya müdahalesinden sonra sağa kayan Doğu Avrupalı aydınların ideolojik evrimleri, Wajda'nın Danton gibi filimlerine kadar gidiyordu. Ama bu ayrı bir konu.)

23


Böylece bütün kategoriler alt üst oldu. Bütün dünya tarihindeki Jakobenizmin katillerine Jakoben damgası vurulmuş oluyordu. Jakobenizm Marks'ın deyimiyle, burjuva tarihsel görevlerin avam yöntemleriyle, yani Paris'teki donsuzların, baldırı çıplakların yöntemiyle yapılmasıdır. Yani modern proletaryaya değil genel olarak yoksul köylü ve şehirli tabakalara dayanır. Bu tabakaların eğilimlerini ifade eder, bunların toplumsal hareketlerinin ifadesidir. Devrimci kabarışlar çoğunlukla, radikal demokrasiyi, devrimci demokrasiyi öne çıkarır, bu nedenle devrimci dalganın yükselmesi demek, Jakobenizmin yükselmesi demektir. Buna karşılık devrimci dalganın geri çekilmesi, yenilgiye uğraması demek ise Bonapartizmin, karşı devrimin yükselmesi demektir. Bu gidişi hemen hemen bütün modern tarihte görmek mümkündür.

Tarihsel Paralellikler ve Anlamları Birinci Paris komünü (sanılanın aksine iki tane Paris komünü vardır. Biri 1791-93 diğeri 1871'dir) bir Jakoben iktidarıdır. İktidarda, Jakoben klüplerinde örgütlenmiş Paris'in donsuzları, yoksulları vardır. Robespiyer, Mara bu dönemin en bilinen isimleridir. Daha sonra, Thermidor ile karşı devrimin yükselişi başlar ve Napolyon'un kendini İmparator ilen etmesine kadar varır. 1848 devriminin yükselişi yine bir tür jakobenizmi yükseltir. Ama artık şehir proletaryası güçlendiği için, Jakobenizm fiilen sosyalist ve işçi hareketi olmaktadır. Bu devrimin yenilgisi de bu sefer Üçüncü Napolyon'un hükümet darbesine, kendini imparator ilan etmesine ve Bonapartist diktatörlüğüne yol açar. Rus devrimi de benzer akibetten kendini kurtaramaz. Devrimci kabarışın öne çıkardığı Bolşevik partisi bir bakıma Rus Jakobenizmidir. Bu Jakobenizm artık tümüyle sosyalist bir karakter almış ve Bolşevizm adını almıştır. Ama devrimci dalganın gerileyişiyle birlikte Rus Bonapartizminin yükselişi başlar. Bunun adı da Stalinizmdir. Tabii ne Bonapartlar ne de Stalin'ler mezarını kazdıklarına açıktan karşı çıkmıyorlardı, bizzat celladı oldukları devrimin bayrağını kullanıyorlardı. Napolyon'un imparatorluk kemeri, Fransız devriminin üç renkli bayrağıydı. Stalin de Leninizm bayrağıyla, Bolşevizm bayrağıyla Leninizm'i ve Bolşevizm'i yok ediyordu. Bu bakımdan yeni bir şey de yoktu. Kilise orijinal Hıristiyanlığın devrimci yükseliş döneminin anlayış ve geleneklerini sürdüren Hristiyan Katarları, İsa ve Hıristiyanlık bayrağıyla yok etmişti. Muaviye Kuran'ı askerlerinin mızraklarına taktırmıştı. Bu paralellikler de rastlantısal değildir. Muaviye de antik tarihin Bonapartı veya Stalinidir. İlk İslam demokrasisini ve yoksul Ali'de ifadesini bulan Mekke plebliğini tasfiye eder. Cumhuriyeti iptal edip, kendi soyuna dayanan egemenliği kurar. Aynı paralellik Türkiye Tarihinde de görülür. Hobsbawm'ın "Sosyal İsyancılar" dediği aslında silahlı halktan başka bir şey olmayan Çeteler, Çerez Ethemler vardır ilk devrimci demokrasinin yükseliş döneminde. Bütün eşraf isyanlarını bastırırlar. Solun ve kitlelerin inisiyatifinin yükseldiği bir devrimci kabarış dönemidir. Kelimenin tam anlamıyla Jakoben bir karakteri vardır "milli mücadele"nin bu ilk döneminin. Bunu ise, Osmanlı generallerinin bu 24


silahlı halk ordusunu tasfiyesi, Kemal'in yükselişi ve Türk burjuvazisinin Muaviye, Bonapart veya Stalin'i olan Kemal'in yükselişi ve o devrimci yükselişin bütün kurumlarının tasfiye edilmesi izler. Bu paralellikler rastlantısal değildir. Bir tarafta Hristiyan olan Roma İmparator'u, Muaviye, Napolyon, Stalin, Atatürk; diğer tarafta ise Katarlar, Ali, Robespiyer/Jakobenler, TroçkiLenin/Bolşevikler, Çekez Ethem / Çeteler.

Sivil Toplumculuğun Devletçiliği Bir tarafta, devletin dışında "Sivil toplum", ezilen ve yoksul insanların aşağıdan gelme girişimleriyle örgütlenmeleri; diğer tarafta, Devletin onları tasfiyesi. Sorun böyle koyulur, tarihe ve kavramlara Klasik Marksizmin bu ışığı altında bakılırsa, Türkiye'deki Sivil Toplumculuğun sivil toplumculukla ilgisi olmadığı, bir gericilik döneminin ideolojisi olduğu, aslında devlete egemenlik alanına dokunmayarak, onun dışında bıraktığı alanlarda ve onun hoşgörüsü kadar kumda çomak oynamak olduğu daha iyi görülür. Eğer sivil toplumculuk gerçekten sivil toplumculuksa, en başta, sivil toplumun gerçekten örgütlenip güçlendiği devletin zayıfladığı veya fiili bir dağılma içinde bulunduğu devrimci kabarış dönemlerini, diğer bir ifadeyle Jakobenizmi savunması ve onun mirasçısı olması gerekir. Ama Türkiye'dekiler bunu yapmaz, 12Eylül'ün yaydığı ve dayandığı gericilik ve reaksiyon döneminde bir müttefik bulurlar, her türlü sivil toplum örgütlenmesinin tasfiyesine Jakobenizm diyerek ve Jakobenizm düşmanlığı yaratarak onun gerçek tarihsel anlamını yok ederek daha doğarken suç işlerler. Örneğin 1960'lar, 1970'ler, Türkiye'de sivil toplumun en güçlü olduğu dönemlerdir. İşçiler, köylüler, gençler ilk kez devletin kontrolü dışında, tamamen kendi girişim ve güçleriyle örgütlenmişler ve bir toplumsal ağırlık geliştirebilmişlerdir. Herkesin sivil toplumcu olmaya çalıştığı 90'lı yıllar ise, Türkiye'de Sivil Toplum'un S'ninin bile kalmadığı dönemdir. Türkiye'deki sivil Toplumculuk ise, Sivil Toplum'un en güçlü olduğu bu dönem ve hareketlere reaksiyonun ifadesidir. Bu nedenle de devletin dışardan payandası fonksiyonu görür. Böylece ilginç bir noktaya geliyoruz. Türkiye'deki politik sistemde, Stalinistler ve Sivil Toplumcu'lar birbirlerinin düşmanı gibi görünmelerine rağmen, aslında ikisi de genel Kurmay'ın birer destekçisi fonksiyonu görürler. Bunların arasındaki çatışma aslında, farklı tarihsel paradigmaların çatışmasıdır ama politik ve metodolojik olarak özdeştirler ve kolaylıkla da birbirlerine dönüşebilmektedirler.

Bu günün Türkiye'sinde Jakobenler Kimlerdir? Peki şu soruyu soralım. Bu günün Türkiye'sinde Jakoben var mı? Bir plebiyen hareket var mı? Devrimci demokrasi veya Radikal demokrasi olarak ifade edilebilecek bir güç var mı? Varsa bu nedir? Normal olarak bu günün gericiliğin egemen olduğu, devletin her şeyi belirlediği bir

25


Türkiye'de Jakobenizm'den söz edilebilir mi? Devrimci bir yükseliş yok ki bir Jakobenizm olsun diye düşünülebilir. Ama bu düşünce çok yanlıştır. Bu Türk merkezci bir düşünüştür ve yanı başındaki Jakobenizmi görmez. Evet Türkiye Genel Kurmay egemenliği altındadır. Gericilik almış başını gitmiştir ama Kürt ulusu aynı zamanda bir devrimci yükseliş yaşamaktadır. Ve bu yükseliş bütünüyle Kürdistan'ın pleplerine dayanmaktadır. Büyük ölçüde HADEP (HADEP'te "büyük ölçüde" çünkü Kürt Burjuvazisi, Kürt Jirondenleri onda daha güçlü bir biçimde kendini temsil edebilmektedir) ve hemen hemen tamamiyle PKK bu Jakobenizmi, bu devrimci demokrasiyi, radikal demokrasiyi ifade eder. Bu Jakobenizmin ve devrimci yükselişin talihsizliği, bütün dünyada ve Türkiye'de gericiliğin yükseldiği bir dönemde yükselmiş olmasındadır. Bu da onu en yakın müttefiklerinden bile yoksun bırakmaktadır. Bu da onun başarısını, dolayısıyla o devrimci kabarışın yayılmasını engellemektedir. Gericiliğin yükselişi aynı zamanda insanların genelleme yeteneğinin yitişi, dar kafalılaşması, aptallaşması da demektir. Bu da onun gerçek anlamının kavranılmasını zorlaştıran ek bir etki yapar.

PKK Stalinist midir? İlk bakışta PKK tipik Stalinist bir örgüttür. Hatta bir dönem Öcalan'ın resimleri bile Staline benzetilerek yapılırdı. Bir çok PKK'lı hala Stalin'e toz kondurmaz. Şimdi nasıl olur da biz bu Stalinist örgüte Jakobenizm diyebiliriz. Bu bir çelişki değil mi? Eğer öz ve görünüm aynı olsaydı bütün bilim gereksiz bir şey olurdu. Çünkü stalinistler Stalinist değildirler sanılanın aksine. Ve onların da kendilerini sandıklarının aksine. Sınıf mücadelesi sosyolojik bir olgudur. Yani sınıfsal eğilimler, her biçim altında bir şekilde ifadelerini bulurlar. Nasıl en devrimci partilerde bile, burjuvazinin ve küçük burjuvazinin eğilimleri ifadesini bulursa, en gerici partiler içinde de ezilenlerin eğilimleri bir şekilde ifadesini bulur. Örneğin Kilise Katarların köküne kibrit suyu ekmiş, onlar sadece Kafkas, Balkan ve Pirene dağlarının doruklarının özgür havasında bilgi ve bilinçlerden uzak olarak varlıklarını sürdürebilmişlerdir. Ama kilise ve onun yaydığı resmi Hıristiyanlık bir kere egemen olunca, dünyaya onunla gözünü açan, ondan başka bir şey bilmeyen kuşaklar Katarları var eden toplumsal eğilimleri, sınıfsal eğilimleri bu sefer, o ezilenlere karşı silah olarak kullanılmış ideolojinin, söylemin, dünyanın içinde, o kavramları kullanarak, o kavramlara başka anlamlar vererek; o problematikler içinde ifade etmeye başlarlar. Bütün sapkın tarikatların, ortaçağ manastırlarındaki tartışmaların, Jan Hüs, Thomas Münzer'lerin hatta Modern burjuvazinin ilk partileri olan, Püritenlerin, Luther ve Kalvin'in yaptığı hep bu olmuştur. Böylece bir yandan içinde doğdukları yaygın ideoloji nedeniyle, diyelim ki Katarların düşmanıdırlar, ama diğer yandan nesnel olarak yaptıkları ve savundukları katarların yaptıkları ve savunduklarından başka bir şey değildir. Bunlardan ancak sonuna kadar gidebilenler, sonunda kullandıkları ve içinde gözlerini

26


dünyaya açtıkları kavram sistemiyle aslında gerçek amaçlarının çeliştiğini görüp tekrar Katarları keşfedebilirler. Benim kuşağımdan bir çok sosyalistin böyle bir evrimi oldu. O güne kadar bildiğiniz her şeyin ters yüz olduğunu görürsünüz bambaşka bir ışık altında. Şeyh Bedrettin bütün kitaplarını Nil nehrine attığında da muhtemelen böyle bir buluşmayı başarmıştı bir medreseli İslam alimi olarak. Ama biz çoğunlukta kalalım. Çoğunluk bunu bilmez ve başaramaz, var olan kavram sistemi içinde kendini ifade eder. Bütün muhalif tarikatlar, içinde büyüdükleri ve çerçevesinde muhalefetlerini sürdürdükleri söylem ve öğretinin etkisiyle diyelim Katarların düşmanıdırlar ama, yorumları ile yaptıkları aslında Katarların yaptığını yapmaktan başka bir şey değildir. Egemen sınıfların, devletin resmi Hıristiyanlığına muhalefet. Bu anlamda bu Hıristiyanlık bayraklı Hıristiyanların aslında Hıristiyan olmaması gibi, Stalinistlerin çoğu da Stalinist değildir. Türkiye'de Stalinist deyince, akla daha ziyade Arnavutluk çizgisindeki "Halkın Sülalesi" denilen hareketler gelir. Gerçekten de bunlarda Ustalar arasında Stalin, Stalin'in övgüsü ve savunusu çok güçlüdür. Ama bu hareketler stalinist değildir. Stalinist olarak nitelenebilecek hareketler, TKP, Aydınlık (şimdiki İşçi Partisi) vb. hareketlerdir. Burada, Stalinizm aslında stalinist politikalara stalin bayrağıyla iç güdüsel ve bilinçsiz ve de yanılsamalara dayanan bir muhalefetten başka bir şey değildir. İşin ilginci onlar Stalinizme tepkilerinin güçlülüğü ölçüsünde, Stalinde olmayan bir devrimciliğin varlığına inandıklarından, o ölçüde güçlü Stalin savunucularıdırlar. Ve tarihsel olgularla o savunuları ve yorumları karşılaştırdığınızda ortada, Stalinle ve Stalinizmle ilgisi olmayan bir şeylerin, yorum farklılıkları, yanlış bilgilenmelere, yanlış anlamalarla savunulduğunu görürsünüz. Tıpkı orta çağın Hıristiyan sapkın öğretileri gibi. Bu hareketlerin iç tartışmaları, o ortaçağ skolastiğini anıştıran tartışma ve dilleri, tıpkı ortaçağdaki muhalif akımların felsefelerinin farklı yorumlarla resmi Hıristiyanlığı bir muhalefetin aracı yapmaya çalışmaları gibi, resmi Stalinizmi çok özel yorumlarla devrimcileştirme ve radikal değişim özlemlerinin aracı yapma çabasından başka bir şey değildirler.

Stalinist olmayan Stalinistler Sorunu uluslararası boyuta alabiliriz. Orada bu çok daha açık görülür. Örneğin Mao, Tito gibi, ülkelerinde devrim yapmış önderler, Stalinist olmayan Stalinistlerdir. Şunu unutmamak gerekmektedir, Stalin'in önderi ve teorisyeni olduğu bürokratik kast Karşı devrimini, devrim ve Sovyet bayrağıyla yapmıştır. Dolayısıyla Ekim devriminin bütün prestijinin üzerine oturmuştur. Dolayısıyla bütün dünyadaki devrimciler ona gerçekte olmayan bir devrimcilik ve sosyalistlik atfetmektedirler. Ancak o devrimciler fiili mücadele içinde, o devrimci ideallerine uygun davrandıkça Stalinizmle, resmi öğretiyle çelişmek, ve devrimlerini ona rağmen yapmak zorunda kalmışlardır. Çin ve Yugoslavya devrimleri, İkinci Dünya Savaşından sonraki bu iki orijinal

27


devrim, Stalin'e rağmen gerçekleşir. Daha da ilginci şudur. Bu Stalinizmi Marksizm, Rusya'daki Bürokratik kastı da Prolataryanın öncü müfrezesi sanan Stalinistler, pratikte Troçkist olarak davranırlar, yani demokratik karakterdeki devrimleri sosyalist devrimlere dönüştürürler. Ama bunu yaparken Troçki'yi lanetlerler, Tıpkı Stalin hakkındaki bilgileri gibi, Troçki hakkındaki bilgileri de ters yüzdür. Ülkelerinde Staline rağmen, Stalin bayrağıyla, Troçki'nin Sürekli Devrim teorisindeki ön görüye uygun olarak davranırlar. Bu karmaşık mekanizmalardır yirminci yüzyılın tarihinin anlaşılmasını zorlaştıran. Her şey kendi zıttı biçiminde görünmektedir. Diğer bir ifadeyle, Mao'lar , Tito'lar devrimlerini yaparken Jakobendirler, ama bayrakları bir Bonapart'ın bayrağıdır. Onların bayraklarının rengine bakıp Bonapartist olarak tanımlamak, öz ve görünümü özdeş kabul eden bir kolaycılıktır. İşte PKK tıpkı bunlar gibi bir harekettir. Öcalan, Kürt Mao'sudur, Tito'sudur, Fidel'idir. Aynı çizginin son temsilcilerinden biridir. Kürt hareketi devrimci demokratik ve Jakoben bir harekettir. Diğer bir ifadeyle Kürt yoksullarının, pleplerinin hareketidir. (devam Edecek) 23 Mayıs 2001 Çarşamba

28


Politika ve Sosyalistler Türkiye'de Sosyalistler politika yapmaya bilmemeleri bir yana politik değildirler. Yani olaylara politik olarak bakma ve politik davranma yeteneğinde değildirler. Ekonomisttirler, politik değildirler. Buradaki ekonomist ekonomi uzmanı anlamında değildir. Sosyalist politik gelenekte, Lenin'in Ne Yapmalı'da kullandığı anlamda ekonomisttirler. Yani tıpkı sendikacılar gibi, düşünüp davranırlar. Sendikalist de denebilir. Lenin'in Ne Yapmalı'sı en az anlaşılan kitaplardan biri ola gelmiştir. Sanılır ki, Lenin bu kitapta "Leninist parti anlayışını" formüle ediyor. İlgisi yoktur. Lenin bu kitapta, sendikalist bir politika yapış tarzıyla ya da işçilerin kendiliğinden bilincinin politik ifadesinin ulaşabileceği en geniş sınırlarla, işçici bir politikayla, devrimci bir politika arasındaki farkın neler olduğu arasında durur. Bunu anlattığı son derece açık ve duru satırlar vardır. Birer sendikacı ve sendikalist olan bay ve bayan Webb'ler ile bir devrimcinin arasındaki farkın ne olduğunu, bunun nasıl bir ilkellik olduğunu anlatır durur. (Meraklısı şu adreste Lenin'in kitabının ilgili bölümlerini bulup okuyabilir ve bu günkü ekonomizmin, ilkelliğin egemenliğini daha iyi görebilir: http://www.kurtuluscephesi.com/lenin/neyapmali.html#b3 ) Bir zamanlar bütün sosyalistler bu kitapları okumuştu. Ne var ki, insanlar okuduklarını zadece zamana göre anlamakla kalmazlar, zamana göre hatırlarlar ve unuturlar da. Her şeyin nasıl unutulduğunu görmek istiyorsanız. Açın bir zamanların THKO'sundan kaynaklanan Arnavutluktan sonra Dünyadaki en büyük Enver Hocacı partinin – Ve de hala öyle Hocacı, Arnavutlar Enver Hoca'yı attılar, bizimkiler hala onun eserlerini yayınlamaya devam ediyorlar- Halkın Kurtuluşu'nun bu günkü uzantısı Evrensel'e bakın. Açın bir zamanların TİP'inin bu günkü uzantısı SİP'e bakın, açın bir Dev-Yol'un devamı ÖDP'ye bakın. Bunların kesin bir hafıza kaybıyla malul olduklarını görürsünüz. Boş tencerelerden, Mac Donalt'tan, İşçi ve Köylülerin gelirlerindeki düşmeden söz ederler ve bunlardan söz etmeyi emekten yana, anti emperyalist veya kapitalist bir politika gibi görmeye ve göstermeye devam ederler. Bunların yaptığı politika değildir, daha doğrusu ekonomist politikadır. İki anlamda ekonomist. Sendikalizm anlamında ve ekonomik çıkarlar ile politika arasında doğrudan bir ilişkinin var sayılması anlamında. Politikanın ekonominin yoğunlaşmış ifadesi olduğunu anlamama, sınıfların konumları, çıkarları, eğilimleri ve karakterleri ile onların kısa vadeli çıkar ve tepkilerin özdeş görme anlamında. Yani metodolojik olarak ekonomik materyelist anlamında, burjuva ufkunun ötesini aşamamış, aynı metodolojik yanılgılarla malul bir materyalizm anlamında. Fark şöyle özetlenebilir, sendikalizm, ekonomizm veya ilkellik, (ki hepsi aynı şeydir) işçileri işçiler üzerinde ve işçiler için politika yapmaya çağırır ve bununla sınırlı kalır. Devrimci politika ise işçileri tüm ezilenlerin ve gayrı memnunların sorunlarına yöneltir. Kıvılcımlı'nın bu gün artık unutulmuş, Proletarya Partisi Nedir? adlı bir yazısında Lenin'in Ne Yapmalı'da anlattığını veciz biçimde anlattığı buydu. Şöyle yazıyordu: "Siyasi parti bir sınıfın sınırları ve sınıf bencilliği içine hapsolmamış bir örgüttür. Kendi

29


sınıfından başkasını görmeyen bir örgüt, siyasetin dışında kalmış ve parti olmaktan çıkmış olur. Çünkü parti, ne bir zümreyi, ne bir sınıfı değil, sınıflı toplumda bütünüyle bir ülkeyi ve tüm Dünya'yı içine alacak, yönetecek, değiştirecek bir örgüttür. Parti bu evrensel görevini yerine getirebilmek için sınıf körlüğü denilen dar düşünce ve davranıştan kurtulmak, siyaset yapmak zorundadır" (http://members.nbci.com/_XMCM/Marksizm_k/sosya42.html ) Ya da aynı yerde biraz aşağıda şöyle yazar: "Proletarya partisi hem bütün işçi sınıfının içinde olacak, hem de öteki bütün sosyal sınıfların içinde olacaktır. Proletarya partisi: Hem bütünüyle işçi sınıfının devrimcilerini içine alacak, hem de bütünüyle öteki sınıf, tabaka ve zümrelerin devrimcilerini içine alacak... Bu apaçık bir çelişki değil midir? Bir çelişkidir. Ama, akıldan uydurma, sübjektif ve soyut bir ölü çelişki, yâni saçma değildir: Tanı tersine, yaşantıdan gelme, en objektif ve en somut bir canlı çelişkidir, yâni gerçekliğin tâ kendisidir. Proletarya partisinin bütün gücü ve bütün dinamizmi bu gerçeklerin canlı diyalektiğinden gelir. Proletarya partisi iliklerine dek bir sınıf partisi, işçi sınıfının partisidir. Ama egoist, kendi sınıf tekkesinin aşılmaz duvarları içinde bunamış sınıf tekelcisi bir parti değildir. Örneğin İngiliz Trade- union'larının işçi partisi öyle dar sınıfcıl kaldığı için, herşeyden önce, sendika ağalarının, Finans-Kapital uşaklığına yatkın, işçi sınıfı düşmanı, emperyalizm dostu örgütüdür. Proletarya partisi, yalnız işçi sınıfının çıkarlarını ve dar çerçevesini düşünmekle kalmaz. Sosyal sınıflar tabusunu, işçi sınıfı ile birlikte toplum alın yazısından siler. Ortada yalnız insan varlığını yüceltecek bir toplum ülküsünü taşır. En az sınıfcıl olduğu kertede insancıldır. Ham ervahı çileden çıkaran başdöndürücü diyalektik buradadır." (aynı yerde). Sosyalistlerin politik düşünme ve davranmadan uzak oluşları, daha doğrusu böyle ekonomist politika anlayış ve uygulamalarının fiili sonuçları, bu gün Türkiye'nin içinde bulunduğu kritik momentte, fiilen onların esas olarak Genel Kurmay'ın dolaylı yedekleri olması sonucunu doğurmaktadır. Böylece ekonomizm ve MHP ve Genel Kurmay'ın politikaları arasında herkesi şaşırtan bir paralellik ve ortaklık ortaya çıkmaktadır. Politika demek her şeyden önce vurulacak ana hedef demektir. Türkiye'de gerçek iktidarın orduda ve MİT'te bulunduğu, bunun içinden de aslında savaşla özdeşleşmiş bir küçük zümrenin hala bütün iktidarı elde tuttuğu kimse için bir sır değilken, buna karşı şeytanla bile iş birliği yapmak, önce bu kastı yerinden sarsmak, dişlerini dökmek gerekirken, bizim baylarımız, hala Derviş'le, Mac Donalt'la veya boş tencerelerle uğraşıyorlarsa, bunlar ezilenlerin gözüne kül atıyorlar demektir. Bu gün politika yapmak isteyen sosyalist şunu demelidir aç emekçiye "karnını doyurmak istiyorsan her şeyden önce gerçek iktidar araçlarını şu bürokratik, senin vergilerinle yaşayan kastın elinden almalısın. Ve bunu yapmak için eğer TÜSİAD ile, Amerika ile veya Şeytan'la iş birliği yapman gerekiyorsa yapmalısın, onların çelişkilerinden yararlanman gerekiyorsa yararlanmalısın. Aslında bu kadar ileri gitmene bile gerek de yok. Kürtler gibi muazzam bir demokrasi gücü nasıl senin sorunlarına sahip çıkıp bir demokratik Cumhuriyet programı geliştiriyorsa senin yapman gereken de buradan hareketle onlar için bir

30


şeyler yapmaktır. Kürtlerin demokrasi çağrısına batıdan destek ver bu iktidar o an çöker. Çünkü o zaman ilk defa doğu ve batıyı birbirine karşı kullanma oyunu tutmaz iki taraf da ilk defa ortak bir programda birleşmiş olur." Hayır bunu diyen ve böyle bir politika uygulayan yok. Böylece Ekonomizm, somut politika bakımından fiilen Genel Kurmay destekçiliğine dönüşüyor. Onu uygulayanların niyetleri ne olursa olsun. Veya bütün iyi niyetlerine rağmen. Örneğin şu beğenmediğiniz Doğu Perincek politik düşünüp davranıyor. O Genel Kurmay'ın çıkarlarını savunmayı temel politika benimsemiş. Bu politikaya karşı olabiliriz. Ama o karşı olduğumuz çıkarlar açısından son derece açık olarak politik davranıyor. Onun birbirine zıt gibi görünen politikaları her zaman Genel Kurmay'a indeksli olmuştur. Ege ordusu Doğuya derken de aynı şeyi yapıyordu, bu gün sözüm ona Amerika ve Derviş'lere karşı Rusya ile kırıştırırken de. Genel kurmay politik düşünüp davranır. Kendi egemenliğini korumak için, Doğu Perincek veya ekonomist soldan Amerika veya Avrupa'ya kadar bütün güçlerin çelişkilerinden yararlanarak zaman kazanmak. Osmanlı'nın bu ezeli ve ebedi politikası Genel Kurmay'ın da politikasıdır. Öcalan ve PKK politik düşünüp davranırlar örneğin. Aslında Türkiye'de Genel kurmay ve PKK dışında politik düşünüp davranma yeteneğinde olan bir güç yok. * Burada metodolojik temeller arasındaki ilişkiler sorununa tekrar geliyoruz. Stalinizm ve Kemalizm'de bunların dayandıkları toplumsal ve tarihsel güçlerin paralelliğinden hareket etmiştik. Ama bu paralellik ve yakınlığın yanı sıra hiç de rastlantısal olmayan metodolojik akrabalıklar, daha doğrusu özdeşlikler de vardır. Ekonomizm ayın zamanda sendikalizm demektir. Sendikalizm'in politik ifadesi ise Reformizm'dir, Sosyal demokrasi'dir her şeyden önce. Lenin'in ilkelliği ve ekonomizmi eleştirirken, kökenindeki özdeşliğe dikkati çekmek için örnek verdiği sendikalizmin bay ve bayan Webb'leri aynı zamanda, daha sonra sosyal demokrasi adını alacak Fabiancılığın öncüleredirler. Lenin'in dikkati çektiği gibi, ikellik, ekonomizm, sendikalizm, sosyal demokrasi hap aynı temel eğilimin farklı adları ve ifadeleridirler ve aynı metodolojik köklerden kaynaklanırlar. Ama bundan daha az bilineni de, Stalinizmin bunlarla özdeşliğidir. Stalinizm de, bunlarla aynı metodolojik yanlışları paylaşır. Zaten bu nedenle, Stalinizm ve sosyal demokrasi kolayca birbirlerine dönüşebilirler. Duvar'ın çöküşünden sonra, veya ondan da önce Batı Avrupa veya dünyanın her yerindeki pro-sovyet komünist partilerin nasıl sosyal demokrat partiler haline geldiği az çok bilinir. Ama bunun tersinin de olduğu pek bilinmez. İkinci Dünya Savaşından sonra, doğu Avrupa'da Sosyal Demokrat Partilerin kolayca stalinist partiler haline dönüşmesi. Bu da bir rastlantı değildir. Sosyal Demokrasi, kapitalist ülkelerdeki işçi ve sendika bürokrasisinin partisi ise, Stalinizm de devlet bürokrasisinin partisidir. İşçilerin üzerinde

31


onların kanını emen bir ur olmaları ama varlıklarını işçi sınıfının varlığına borçlu olmaları belirler onların temel karakterini. Her ikisi de, işçiler devrimci bir politikanın izleyicisi olmadıkları sürece etkilerini ve egemenliklerini sürdürebilirler. Böylece ilkellik, ekonomizm, sendikalizm, sosyal demokrasi ve stalinizm özdeşliklerine geliriz. Ve nihayet bütün bunların da, burjuva aydınlanmasıyla ve dolayısıyla Kemalizmle paralellik ve özdeşliklerine. Türk sosyalist hareketinde Kemalizm'in etkileri konusunda çok konuşulur. Ama bu etkiler sadece politik sonuçlar bağlamında görülür, Stalin'in politikalarıyla bağlantısı ele alınmaz. Ama sadece bu kadar da değil, Kemalizm'in etkisinin tarih anlayışı ve metodolojik köklerine hiç değinilmez. Kemalizmin etkisine karşı mücadele her şeyden önce, onun metodolojik köklerine yönelmelidir. Yani Ekonomizm'e, Stalinizm'e. Evrimci tarih anlayışlarına yönelmelidir. Bütün bu özelliklerin daha da derin metodolojik köklerinde, evrimin düz bir kavrayışı; vülger bir materyalizm ve bunun özel bir biçimi olan bir ekonomik materyalizm vardır. Bu bakımdan, klasik sosyal demokrasinin düzgün evrimci anlayışları ile, Stalinizmin ilkel-kölecifeodal deli gömlekleri hep aynı metodolojik yanlışların, yani diyalektiğin zıttı bir burjuva metafiziğinden başka bir şey değildirler. Böylece son yıllarda unutulmuş bazı temel sorunlara tekrar geliyoruz. Diyelim ki, tarihin izlediği yol, aydınlanmacılığın eleştirisi, veya Sürekli devrim teorisi gibi konularla günlük canlı politikanın ilişkisi. Bu metodolojik tohumların acı meyvelerini somut politikada vermesi. Bu gün sosyalistlere egemen olan ilkellik ve Ekonomizm veya Stalinizm veya reformizm ile örneğin Kıvılcımlı'nın İlkel-Köleci-Feodal deli gömleğini parçalayan, klasik Marksizmin açık uçlu ve sıçramalı tarih anlayışı konusunda suskunluk ilişkisi. Tarih anlayışı üzerine tartışmanın bu günün politikalarıyla ilişkisi. Aynı şekilde Frankfurt okulunun, Kıvılcımlı'nın tarih alanında yaptığını felsefi alanda yaparak, düzgün ve mekanik, aklı bir tanrı yerine geçiren Burjuva aydınlanması ve onun işçi hareketindeki Stalinizm ve sosyal demokrasideki yansımalarının köklerini havaya uçuruşunun Türkiye Sosyalist hareketinde hiç bilinmemiş, tartışılmamış olması ile bu günkü ekonomist ve ilkel politikaların ilişkisi. Ya da örneğin eşitsiz ve kombine bileşik gelişim yasasıyla, evrimci burjuva anlayışı ve bunların politik taktiklerde yansıması ve bunun bu günkü solun Ekonomizmi arasındaki ilişki. Türkiye'nin solu bir zamanlar altmışlı yıllarda, pek beceremese de böyle düşünmeye çalışırdı. Politik tavırların köklerindeki metodolojik yanılgılar aranırdı. Şimdi bütün bunlar da unutulmuş bulunuyor. * Böylece zincir sadece Ekonomizm ve Stalinizm ilişkisi olarak değil; sadece Stalinizm ve Kemalizm ilişkisi olarak değil; aynı zamanda Ekonomizm ve Kemalizm ilişkisi olarak da

32


ortaya çıkar. Ve bütün bunların kökeninde de, düzgün ve doğrusal bir evrim anlayışı vardır. Bir modernizm hayranlığı vardır. Halbuki, sanılanın aksine Marksizm sadece Modernizm övgüsü değildir. Onun bilinmeyen köklerinden biri de, kapitalizmin romantik eleştirisidir. Bu eleştiri ise köklerini daima kapitalizmin yok ettiği ilkel sosyalist örneklerde ve bunun hayallerinde bulmuştur. Marksizm'i modernleşme hayranlığı anlayan ve onu modernleşmenin aracı yapanlar, bir modernleşme ideolojisi olan Kemalizm'le aynı noktada buluşuyorlar. 01 Haziran 2001 Cuma

33


Atatürk Atatürk, her şeyden önce bir Bizans-Osmanlı Generalidir. Bizans-Osmanlı ise, Sümerlerden beri gelen uygarlıklar, imparatorluklar ve devletler zincirinin, o doğulu, devleti her şeyden üstün tutan, bu gün moda deyimiyle “sivil toplum” denen, devlete karşı her türlü halk örgütlülüğü ve inisiyatifinde kendi varlığına bir tehdit gören ve onu yok eden kahredici devletçiliğinin son halkasıdır. Dolayısıyla Atatürk de binlerce yıllık bu geleneğin, olağan bir cisimleşmesinden başka bir şey değildir. Bu kapıkulları için, varoluşlarının temel koşulu olan devletin varlığı ve devamlılığı kendi başına bir amaçtır. İçe işlemiş temel kavrayışta, Devlet, insanlar, halk ya da ulus için değil, İnsanlar, ulus ya da halk devlet için vardır. Atatürk’ün sık sık bir Jakoben olduğu söylenir. Atatürk bir Jakoben değil, bir Bonapart’tır. Bir Robespiyer ya da Marat değil., bir Napoleon’dur. Jakobenizm, burjuva karakterdeki tarihsel görevlerin “avamca”, yani geniş yoksul kitlelerin meşrebiyle, gerçekleştirilmesidir. Yoksul kitlelerin bu devrimci yükselişleri ise daima, sonradan Bonapart’ların darbelerinin kurbanı olmuşlardır. Bu sadece modern değil, bütün tarihte görülebilecek bir eğilimdir ve iki farklı tarihsel tipe karşılık düşerler. Devrimci dalgaların yükselişler, Hazreti Ali, Robespiyer, Marat, Lenin, Troçki’leri öne çıkarır; Bunu izleyen reaksiyon dönemleri ise Muaviye, Napolyon, Stalin’leri yükseltir. Birinde yoksul kitlelerin tarihsel inisiyatifi ve örgütlenmelerinin damgası, diğerinde ise bunların dağıtılması, devletleşme, devletin ve devletçiliğin damgası döneme ve tarihsel kişiliklere damgasını vurur. Türkiye’nin tarihinde iki Jakoben yükselişi ve iki Bonapart olmuştur. Birincisi Fransa’daki orijinalinin her bakımdan bir karikatürü, ikincisi bu karikatürün de karikatürüdür. Birinci Bonapart Enver’dir veya Enver-Talat-Cemal Maceracılığıdır. İkinci Meşrutiyet öncesinin Osmanlısında Balkan ve Anadolu dağları “Çete” ya da “Komita” denen Jakoben köylü çeteleriyle doluydu. Yükselen İşçi örgütlenmeleri ve sosyalist partiler bu jakoben hareketin şehirlerdeki karşılığı idi. “1908 Devrimi” denen olay, aslında devlet sınıflarının yükselen halk hareketinin kontrolünü ele geçirmek için bir manevrası, Fransız ihtilalının diliyle konuşmak gerekirse Jakobenliği tasfiye eden bir “Thermidor”du. Thermidor’dan Brümer’e (Jakobenlerin tasfiyesinden Bonapart’ın Hükümet darbesine) giden yolun Osmanlı’daki karşılığı İttihat Terakki’nin Babıali baskını ve hükümet darbesidir. Napolyon’un seferlerinin karşılığı ise Birinci Dünya Savaşına Osmanlı’nın girişi. İkincisi ise bu karikatürün de karikatürüdür. Türkiye’deki burjuva devrimi çok karikatür ölçülerde olmakla birlikte, Birinci Dünya Savaşı

34


sonunda Osmanlı’nın yıkılışı, Anadolu’da çeteler ve öz savunma biçiminde halk örgütlenme ve direnişlerinin gelişimine yol açmıştı. Dolayısıyla “Kurtuluş Savaşı”ndaki gerilla savaşı dönemi de, “Kediye göre budu” bir tür Jakobenizme denk düşer. Eğer tarihsel kişiliklerle paralellikler kurmak gerekirse, Karikatürün de karikatürü olması unutulmamak koşuluyla, Robespiyer’lerin, Marat’ların, Lenin ve Troçki’lerin, Ali’lerin Türkiye’deki karşılığı, Çerkez Ethem ve silahlı halktan başka bir şey olmayan çetelerdir. Atatürk’ün yükselişi, bu Jakobenizmin ezilmesinin tarihidir. Bu da iki önemli aşamada gerçekleşir. Birinci Aşamada, Batılı Emperyalistler’den Londra’da garanti alındıktan sonra, kısa zaman içinde, Ali Fuat Cebesoy, Batı Cephesi komutanlığından alınır, Çerkez Ethem kuvvetlerinin tasfiyesine girişilir ve Karadeniz’de Suphi ve arkadaşları öldürülür. Bu bir bakıma, Türkiye’de Jakoben harekete son veren Thermidor adlı karşı devrimin ikinci bir versiyonudur. Ne var ki henüz, Fransa’da olduğu gibi Cumhuriyet (Üçüncü Meşrutiyet veya Ankara’daki Millet Meclisi) henüz yerinde durmaktadır. Napolyon’un bütün temsili kurumları feshedip, kendisini imparator ilan etmesinin, yani Brümer’in (Hükümet Darbesinin) Türkiye’deki karşılığı ise, Cumhuriyet’in ilanıdır. Bir bakıma, Atatürk, Jakobenliğin ve Cumhuriyet’in tasfiyesini şahsında birleştirmek ve bunu bir kaç yıl içinde gerçekleştirmek ve bunu sözde Cumhuriyetin ilanı biçiminde yapmak bakımından Napolyon’dan ileridir. Tasfiyenin bu hızla gerçekleşmesi de onun yeteneklerinden ziyade, demokrasi ve kitle örgütlenmelerinin cılızlığı ile devlet ve devletçiliğin güçlülüğünden gelir. Ne var ki, Mustafa Kemal’in hükümet darbesi ve İmparatorluğunu ilanı, Üçüncü Meşrutiyet’in ve Padişahlığın tasfiyesi ve Cumhuriyet ilanı biçiminde gerçekleştiğinden, bu biçimsel özellikler onun özünün kavranmasını engellemektedirler. Üçüncü Meşrutiyet’te milletvekilleri iyi kötü siyasi iktidara sahiptiler, Cumhuriyet’te ise onlar, Atatürk tarafından atanan birer basit birer memurdular ve hiç bir gerçek güçleri yoktu. Cumhuriyet aslında, padişahsız bir padişahlıktan başka bir şey değildi. Atatürk bir Bonapart’tır. Ama Bonapart’ların bir özelliği, öldürdüklerinin tarihsel vasiyetini yerine getirmektir. Napolyon, Fransız devriminin, Bismark 1848 devriminin tarihsel vasiyetini, yukarıdan gerçekleştirmek zorunda kalmışlardır. İttihat Terakki gibi Atatürk de, öldürdüğü burjuva devriminin tarihsel vasiyetinin bir gerçekleştiricisidir elbette bir Bonapart olarak. Yalnız onlardan temel bir farkı vardır. Onların, bulundukları ülkelerde iyi kötü gelişmiş bir burjuvazi vardı, Türkiye’de ise, Ermeni ve Rum katliamlarıyla ve mübadelelerle tasfiye edilmişti bu burjuvazi. Bu nedenle, Türk Bonapartizmi, burjuvaziden ziyade, Ermeni ve Rum burjuvazisinin mallarına konan Müslüman taşra bezirganlığının ve ağalığının, politik iktidardan uzaklaştırılması ve vesayet altına alınmasıdır. Kalan tek burjuvazi, zaten Rum ve Ermeni burjuvazileri karşısında Müslüman ahaliden Türk 35


ulusunu yaratarak kendine bir temel arayan Yahudi burjuvazidir. Bu burjuvazi ile kendisinden Türk ulusu yaratılmak istenen Müslüman ahalisi arasındaki kültürel kopuklukların ortadan kaldırılmasıdır o kıyafet inkılapları. Herkes şapka giyerse kimin Müslüman, kimin “gavur” olduğu anlaşılamazdı. Ne var ki, Türkiye’deki Bonapartizm, klasik Bonapartizm’den farklı olarak, daha doğarken, tekelci ve devletçi olarak doğar. Böylece, batıda o burjuvazinin nispi ilericiliği bile yaşanılamaz. Atatürk’ün Devletçiliği de özünde budur: Tekelci Devlet kapitalizmidir. Böylece geçmişin (Ermeni ve Rumların tasfiyesiyle daha da güçlenen Tefeci Bezirganlı, Ağalık ve Devlet) ve geleceğin kamburu (Tekelci ve Devletçi Kapitalizmi) tüm iktisadi, sosyal ve politik hayatı soluk alınmaz boğucu bir dumanla kaplar. Peki, bütün bunlara rağmen niye bunca uzun yaşar? Bunu Atatürk’ün dehası veya Kemalizmin benzersizliği ile açıklamaya çok heveslidir bizzat o devlet sınıfları. Ne var ki öz ve görünüş aynı değildir. Güçlü bir proletaryanın olmadığı ülkelerdeki devrimler, Çin’den Yugoslavya ve Vietnam’a kadar, daha baştan bir bürokratik deformasyonla ve Bonapartist karakterde gerçekleşirler. Bunlar hiç bir zaman Rusya’da olduğu gibi, daha sonra karşı devrimle ezilen bir işçi demokrasisi dönemi yaşamazlar. Sınıfın zayıflığı, daha baştan onun yerine ikame olan bir Parti-Devletin egemenliğine yol açar. Türkiye’de burjuvazi tasfiye edildiği ve çok zayıf olduğu için, siyasi yapı, daha baştan bürokratik bir deformasyona uğramış bir burjuva iktidarı olarak da görülebilir, Çin, Yugoslavya vs. gibi ülkelerdeki zayıf işçi sınıfıyla paralellik içinde. Ne var ki, bu paralellikte onları yıkıma götüren şey tam da Kemalizm’in ömrünü uzatandır. Onların, sosyalist örneği ve esin kaynağı, Sovyetler Birliği idi. Sovyetler Birliği ise, kendisi bizzat, bürokratik bir karşı devrimle sınıfın iktidardan uzaklaştırıldığı bir bürokratik diktatörlüktü. Dolayısıyla, İşçi sınıfının sınıf olarak iktidarı alması, yani bir sosyalist demokrasi, bu ülkelerdeki Bonapartist ve bürokratik iktidarlarda hiç bir zaman bir örnek olarak ortaya çıkamıyordu. Kemalizm ise, cılız burjuvazinin yerine ikame olmuş bir bürokratik diktatörlük olduğundan, burjuvazinin egemen olduğu kapitalist ülkeleri örnek alıyordu ve bunlar aynı zamanda genellikle burjuva demokrasileriydi. Dolayısıyla, geri ülkelerdeki sosyalist devrimleri yapanların, (Mao’ların, Ho’ların, Tito’ların vs.) demokrasi diye bir hedef ve denemeleri olmaz iken, Kemalizm’in Serbest Fıkra denemeleri ve daha sonra çok partili sisteme geçiş, ona belli bir esneklik kazandırmış bu da onun ömrünü uzatmıştır. Eğer Sovyetler Birliği karşı devrime uğramamış bir İşçi Demokrasisi olarak var olabilseydi, İşçi Sınıfının cılız olduğu ülkelerdeki, sosyalist yönelimli ama daha baştan bürokratik

36


çarpılma içindeki bürokratik iktidarlar için, bir model ve ideal olarak, Batı demokrasilerinin Kemalizm’e örnek olması gibi onlara örnek olabilir ve onlara benzer bir esneklik sağlayabilirdi. Ama Kemalizm’in ömrünü asıl uzatan, ne Atatürk’ün dehası, (ki aslında en sıradan Osmanlı generallerinden biridir, pragmatik bir politikacıdır) ne de uzak görüşlülüğüdür. Bu gün Stalin’in heykelleri yıkılmış, Mao bir kenara itilmiş, Tito’nun adını kimse ağzına bile almaz iken, Atatürk’ün heykelleri hala duruyor ve Atatürkçülük Türkiye’nin resmi devlet dini olmaya devam ediyorsa, bu Kapitalizmin, Bürokratik diktatörlükler karşısında kazandığı tarihsel zafer nedeniyledir. Müttefikleriniz ve örnekleriniz kazanırsa siz de kazanırsınız, kaybederse siz de. Onun modeli ve ideali zafer kazanmıştır; ve o modelin temsili niteliği ona esneklik kazandırmıştır. Kemalizm şimdilik bu kapitalizmin tarihsel zaferinin rantını yemektedir. Yoksa tarihsel ömrünü çoktan doldurmuş bulunmaktadır. Henüz öldüğünün farkında değildir. Genelkurmay destekli “Doğuluyuz”, “Asyalıyız” şiarları bu ölümün bizzat Kemalistlerce ilanından başka nedir ki? 10 Kasım 2001 Cumartesi

37


Politik İslam, AKP ve Sosyalistler Metodolojik sorunların canlı politik gelişmeler ve tavırlarla ilişkisinin yakıcılığı en iyi kendini dünya çapında Politik İslam ve Türkiye’de de AKP konusunda gösterir. Aydınlanmanın ilerlemeci tarih anlayışı ve Avrupa Merkezcilik gibi metodolojik sorunlar sosyalistlerin nasıl bir politika ve programlarının olacağı konusunda hayati önemdedir. Sosyalistlere egemen klasik denebilecek görüşün ana hatları şöyledir: din feodalizmin, kapitalizm öncesinin ideolojisidir, bu ideolojiye dayanan politik İslam ve onun Türkiye versiyonu da, yapısı gereği emperyalizmle uzlaşmaya hazır ve onun kışkırttığı feodal gericiliğin partileridir. Bunlar modernleşmenin düşmanlarıdır. Kadınların türban takmasını savunmakta böylece Kemalizm’in burjuva üst yapı reformlarını bile tasfiye etmek istemektedirler. Bu ideolojiye karşı aydınlanmanın ideolojisi savunulmalı, politik olarak da bu dinsel gericiliğe karşı, Kemalizm’le ittifak yapılmalıdır. Bu yaklaşımın en tipik örneği Doğu Perincek’in İşçi Partisi ve TKP’de görülmektedir. CHP’ye oy veren şehir orta sınıfları da aşağı yukarı böyle düşünmektedir. Diğer sosyalistler de onlar kadar açık olarak böyle bir yaklaşıma sahip değillerse de, bunu politik İslam’ın niteliği konusunda bir suskunluğa borçludurlar ve o esnek formüllerin kabuğu kazınınca altından yine aynı ilerlemeci ve modernleşmenin Avrupa yolunu biricik geçerli biçim olarak gören Avrupa Merkezci tarih anlayışı çıkar. Bu yaklaşım “gericilik” karşısında Burjuva “ilericiliğini”; “Sağ” AKP karşısında “Sol” CHP’yi destekleme politikasıyla sonuçlanır. Yukarıdaki adı verilen iki parti, bu yaklaşımı mantık sonuçlarına varmış şekliyle savunmaktadırlar ve diğer sol bakımından kendi içlerinde daha tutarlıdırlar. Diğer sol ise gericiliği ve sınıf temeli hakkında bunlardan ayrı düşünmemekle birlikte, Kemalizm’le ve devletle aynı konuma düşmeme kaygıları nedeniyle, ancak bir iç tutarsızlık karşılığında İP ve TKP’nin konumlarına düşmekten kurtulur. Ama Türkiye politikası bağlamında kapıdan kovduğu, dünya politikası bağlamında bacadan girer. Dünyadaki politik İslam’ı bayrak yapan direniş, Emperyalizmin bir oyunu ve komplosu olarak görülür. Marksizm aydınlanmanın çocuğudur, ama onun inkarıdır da aynı zamanda. Aydınlanmanın ilerleyen tarih anlayışı, Marksizm’e yabancıdır. Onun yönteminin zorunlu bir koşulu değil, geçmişin bir kalıntısı olarak vardır. Marksizm’in gelişmesinin tarihi bir bakıma aydınlanmanın evrim anlayışlarından metodolojik kopuşların tarihidir. Marksizm içindeki her türlü reformizm, yedi başlı ejderha gibi, hep bu aydınlanmanın kalıntısı yöntemsel yanlışlara dayanmıştır. Troçki, Sürekli Devrim teorisini yöntemsel düzeyde, ancak bu düzgün ilerleyen tarih anlayışıyla hesaplaşarak şekillendirebilmiştir. Rosa Lüksemburg, “Ya Barbarlık ya Sosyalism” formülüne, ve oradan da Sosyalist Devrimin acilliği noktasına, ancak ilerleyen ve tek uçlu tarih anlayışıyla kopuşarak ulaşmıştır. Benjamin, Marks’tan sonra tarihsel maddeciliğe en büyük katkıyı, ilerleyen tarih anlayışıyla kesin bir kopuş ifade eden, devrimleri “tarihin imdat frenleri” olarak tanımlayan formülüyle yapmıştır. Sosyalistler

38


dünyada Politik İslam ve Türkiye’de AKP karşısında sosyalist bir muhalefeti de, Aydınlanmanın kalıntılarından arınmış bu Marksizm’in yaklaşımlarıyla başarabilir. Ancak o zaman, Politik İslam’ın “gerici” değil, “modern ve modernist” bir hareket olduğu; AKP’nin savunduğu dinci ideolojinin, kapitalizm öncesi sınıfların değil modern burjuvazinin bir ideolojisi olduğu; başlarını bağlayarak okula girmek için direnen ve bu uğurda gerekirse okula gitmeyen ve resmi görevlerden dışlanan kadınların aslında, Kemalistlerin iddiasının aksine, modern bir kadın hareketini temsil ettikleri görülebilir. Baş örtüsü, o kadınların modern toplumsal hayatın her alanına girebilmeleri için bir kurşun geçinmez hamaylısıdır. Kafasına baş örtüsü takmadığı takdirde fahişe olarak tanımlanmakla sonuçlanacak her şeyi yapabilir. Sevgilisiyle el ele dolaşabilir; iş hayatına ve toplumsal hayatın her alanına girebilir; erkeklerle yere bakarak değil, korkmadan gözlerinin içine bakarak, kendine güvenle konuşup selamlaşabilir. Aslında türban takmaya karşı çıkmak o kadınları ev köleliğine mahkum etmek, sokağa çıkışlarının, toplumsal hayata girişlerinin yolunu kapamak demektir. O zaman, İslamcı Parti ile Kemalist bürokrasi arasındaki çatışmanın, ilerici gerici kavgası değil; güneşin altındaki yerini isteyen burjuvazinin bir kanadı ile, politik iktidarı elinden kaçırmak istemeyen devlet sınıflarının çatışması olduğu kavranabilir. Eğer gericilik ve ilericilik modernleşme karşısındaki tavırlar olarak tanımlanırsa, aydınlanmacılığı savunuyor gibi görünen devlet sınıflarının, aslında Osmanlı’nın yaşayan ruhunu, yani gericiliği; politik İslam ideolojisiyle gericiliği savunuyor gibi görünenin, aslında modernleşmeyi temsil ettiği görülür. Sosyalistler Politik İslam’a karşı eleştirilerini, gerici olduğu noktasından değil aksine, onların modernist ve modernleşmeci oldukları noktasından yaptıkları takdirde, devlet sınıfları ile burjuvazi arasındaki bu çatışmada, devlet sınıflarının bir piyonu ve yedeği olmaktan kurtulabilirler. Türkiye Sosyalist Hareketi’ndeki Kemalizm’in etkisinden çok söz edilir. Ama bu söz ediş, onun politik tavır alışları bağlamında ve özellikle Kürt sorunuyla sınırlıdır. Gerçek Kemalist etki, aydınlanma kalıntısı bu ilerlemeci tarih anlayışının kalıntısıdır. Ve Türk Sosyalist Hareketi, Marksizm’in Aydınlanmanın ilerleyen tarih anlayışının etkileriyle mücadele içinde ortaya çıkan kazanımlarından bihaberdir ve bu kazanımları yapan geleneklere de düşmandır işin ilginci. Bu teorik, metodolojik arka plan yokluğu, Türk sosyalistlerinin Politik İslam ve AKP karısında, karşı bir program geliştirmek için hiçbir şanslarının bulunmadığını gösterir. Ya İP ve TKP gibi ilericilik adına Kemalizm’e destek, ya da yine tıpkı Kürt hareketi karşısında yapıldığı gibi, Demokratik Cumhuriyet parolasının önüne, soyut bir antiemperyalizm adına yapılan Avrupa Birliği karşıtlığı ve emekçiler adına yine soyut bir IMF karşıtlığı ile yine fiilen devlet sınıflarının dolaylı desteği olma sonucu veren politikalar uygulamayacaklarının hiçbir belirtisi bulunmuyor. AKP veya Politik İslam karşısında, onları moderniteye karşı veya gerici değil, modern ve modernist olduğu için eleştiren bir yaklaşım, onları karşı olduklarını söyledikleri burjuva uygarlığını yeniden ürettiği bakımından eleştirebilir. Ama böyle bir eleştiri, o burjuva uygarlığı karşısında başka bir uygarlığı taslaklaştırmak zorundadır. Böyle bir başka uygarlık

39


programına dayanan bir politika, ulusal sınırların ırkçı sınırların aracı olduğu bu dünyada, AKP iktidarını, örneğin, bu günkü klasik solun aksine, Avrupa’ya girmeye çalışarak ulusal bağımsızlığı yok ettiği gibi bir noktadan değil; Avrupa’ya girerek, Türkiye’yi yer yüzünün nispeten demokratik, sosyal bakımdan daha adil ve daha refah içinde yaşayan imtiyazlıları arasına sokmaya çalıştığı noktasından eleştirmelidir. Böyle bir eleştirinin ön koşulu ise, dünya çapında bir başka uygarlık programıdır. Türk sosyalistlerinde ise böyle bir program bir yana böyle bir sorun bile yoktur. Kemalizm’in hedefi Batılılaşma, modernleşme ve çağdaş uygarlığa ulaşmaydı. Kemalizm’in bu hedefine batılılaşmanın ve modernleşmenin düşmanı gördüğü İslam dini aracılığıyla ulaşacak gibi görünüyor. Bu paradoksun açıklaması Türkiye’de Politik İslam’ın, veya AKP’nin, modern ve modernist bir burjuva partisi olmasındadır. Türkiye Kemalizm’den, yani Osmanlı artığı devlet sınıflarının egemenliğinden kurtuldukça, Kemalizm’in İdealleri gerçek olabilir. Sosyalist bir politika ise, Kemalizm’in ideallerinin, yani aydınlanmanın ve burjuva uygarlığının sorgulandığı noktada başlar. 20 Kasım 2002 Çarşamba

40


Genel Kurmay, Sosyalistler ve Politika Romalı Cato, hangi konuda konuşursa konuşsun sözünü bağlarken, bir şekilde sözü Kartaca’ya getirip, “Kartaca Yıkılmalı!..” dermiş. Türkiye’de bir parça demokratik veya devrimci veya solcu politika yapmak isteyen de temel vuruş noktasını, Türkiye’nin gerçek hakimi; bütün çekilenlerin gerçek sorumlusu Genel Kurmay’ın temsil ettiği bu orduya, bu “devlet sınıfları”na, bu bürokratik kasta, bu “nomena klatura”ya, bu Osmanlının yaşayan ruhuna, bu binlerce yıllık medeniyetler zincirinin devletçiliğinin son halkasına yöneltmediği; bu pahalı, baskıcı, bürokratik, militer cihazın parçalanmasını programının, stratejisinin, politikasının, her şeyin kendisine bağlı olduğu ana hedefi; yakalanacak ana halkası yapmadığı sürece, bırakalım sosyalist bir politikayı bir yana, demokratik veya devrimci veya solcu bir politika yapmış olmaz. Sosyalistler nasıl politika yapıyorlar? Tam tersi. Romalı ihtiyar Cato gibi, her şeyi getirip, bu bürokratik kastın egemenliğinin yıkılmasına bağlayacak, bütün vuruşlarını bu yönde yapacak yerde, kendileri bizzat bu kastın basit bir piyonu işlevi görüyorlar. En tipik örneği verelim. IMF’ye karşı politika Türkiye sosyalistlerinin politikasının eksenidir, bu politika aracılığıyla ezilenlerin ekonomik çıkarları ile politika arasında doğrudan bir ilişki kurup onları emperyalizme ve kapitalizme karşı örgütleyip harekete geçireceklerini düşünürler. Hatta Blok’un seçim başarısızlığını, bunun yeterince yapılamamış olmasına bağlarlar. Bırakalım sosyalisti bir yana, devrimci, demokratik veya solcu bir politika ise, sosyalistlerin izlediği bu IMF eksenli politikanın, gerçek düşman ve hedefi gizlediğini, dolayısıyla demokratik, solcu veya devrimci bile olamadığını söylemelidir;. Ordu’nun, bu bürokratik kastın iktidarı yıkılmadan IMF’ye hayır demenin olanağı varmış gibi gösterdiği; sahte hayaller yayıp, gerçek düşmanı gözlerden kaçırdığı için eleştirmelidir. Gerçek düşmanı gözlerden kaçıran politika ise, öznel niyeti ne olursa olsun gerçek düşmanın işine yarar. Gerçek düşman ise Genel Kurmay’ın sembolize ettiği bürokratik kasttır. IMF’ye hayır demek her şeyden önce bu pahalı devlet cihazını tasfiye edip oradan tasarruf edilen kaynakları yatırıma ve sosyal harcamalara yöneltme ile olabilir. İster demokratikleşme, ister sosyal haklar ve eşitlik ikisinin de temel koşulu, bu ordunun sert çekirdeğini oluşturduğu bürokrasinin iktidarına son vermektir. Bütün ideolojik, politik, ekonomik mücadelesini bu noktaya yöneltmeyen bir hareketin en küçük bir başarı şansı yoktur. Bunun en son örneğini AKP iktidarı gösteriyor. Anadolu burjuvazisi 28 Şubat’ta aldığı darbenin de dersiyle, tıpkı Kürt hareketinin yaptığına benzer bir strateji değişikliği yaptı. Nasıl Kürt hareketi, tüm Türkiye için Demokratik Cumhuriyet programıyla, Kürtler Üzerindeki ulusal baskıya, tüm Türkiye’nin demokratikleşmesi aracılığıyla, çok daha geniş güçleri birleştirerek ve harekete geçirerek ulaşma stratejisine yöneldiyse (ve maalesef zerrece uygulama yeteneği gösteremiyorsa); Anadolu Burjuvazisi de, benzer bir stratejiyle politik

41


iktidarı ele geçirmeyi hedefledi. Artık sorun başörtüsü sorun yapılmayacak, örneğin Avrupa’ya girilerek, dolaylı olarak bu sorunu da çözmüş olacaktı; Ordunun ideolojisi Kemalizm, Avrupa-Batılılaşma mı diyordu? AKP Avrupa ve Batılı dünyaya entegrasyon için her şeyi yapacaktı. Böylece, hem burjuvazinin batılı ve batıcı kanatları hem de ezilenlerin tepkileri aynı bayrak altında toplanacaktı. Bu değişikliklerle bizzat Ordu’nun ayağının altındaki toprak kayacak ve politik iktidar giderek parlamenter sistem aracılığıyla burjuvazinin elinde toplanacaktı. Kürt hareketinin yapamadığını, Anadolu burjuvazisi yaptı. Gerçekten bu stratejiyle, işçi sınıfının, yoksulların tepkisini ve burjuvazinin diğer kesimlerini kendi bayrağı altında topladı. AKP’nin seçim başarısının sırrı onun çalışma tarzında değil, bu büyük stratejik dönüştedir. Seçim sonrasının ilk günleri, Anadolu Burjuvazisinin bu politika ve stratejiyi kararlılıkla ve başarıyla uygulayabileceği izlenimleri yarattı. Milletvekilleri lojmanlara taşınmadı, bu bürokratik kastın ayrıcalıklarını budamaya yönelik bir saldırı için mevzilenmekti. Dokunulmazlık konusuna dokunulmuyor ama ilerde yeterli güç bulununca, memurların fiili dokunulmazlıklarıyla bir arada kaldırılacağı söyleniyordu. İşkence suçunda zaman aşımı ve izinin, Uyum Yasaları bağlamında kaldırılacağı teklifleri hazırlanıyordu. Hani ne derler? “Türk polisi yer mi?” Türk ordusu hiç yemez. O binlerce yıllık geleneği, iyi yetişmiş kurmaylarıyla, bu stratejilere karşı ayrıntılı savaş planlarını çoktan hazırlamıştır. Bıraktı Tayyip Avrupa’yı dolaşsın, böylece kendisinin Avrupa ile pazarlık gücünü arttırmış oluyordu. AKP Avrupa aracılığıyla Genel Kurmayı kuşattığını sanırken, Genel Kurmay, AKP aracılığıyla Avrupa’yı kuşatıyordu. Dokunulmazlıkları şimdilik ellememesi, Baykal aracılığıyla sözünde durmamak olarak nitelenip oradan kıstırılıyordu, ilerde b konuya el atarsa, bürokrasinin dokunulmazlıklarına dokunacak gücü kalmıyordu. Denktaş aracılığıyla da, Kıbrıs konusunda söylediklerinin bir kıymeti harbiyesi olmadığı, gerçek iktidarın kimin elinde bulunduğunun unutulmaması gerektiği hatırlatıldı. Gerisi de ilk MGK toplantısında halledildi. Gerçek Anayasa olan Kırmızı Kitap, imzalı olarak birer tane zimmetlerine verildi. Toplantıdan çıkar çıkmaz, işkencede izin ve zaman aşımının kaldırılmasından; yeniden yargılamadan vaz geçildiği ilan edildi. Hükümet polisten iki tokat yiyince çözülenlere döndü. AKP ilk MGK toplantısında, “ülkenin gerçek sahipleri”ne yuları kaptırdı. Artık davul AKP’nin boynunda, Tokmak Genel Kurmay’ın elindedir. Bu işler böyledir. İlk anda yuları kaptırdınız mı gerisi gelir. Nereye kadar gidebileceklerini merak edenler, bir zamanların Moskova duruşmalarının zabıtlarına baksınlar. Devrimin önderlerinin “biz ajandık” diye itiraflarını okusunlar. Seni Meclis başkanı olarak, generaller birkaç dakikalığına ayakta ziyaret ettiklerinde, yüzüne tükürülünce “Allaha şükür yağmur yağdı” diyenlerin yüzsüzlüğüyle, “işleri varmış, bunda bir şey yok” deyip pişkinliğe vurursan; bu davranışı protesto ettiğini söylemez ve örneğin protesto için istifa etmezsen; yani gerçek seçilmiş organların iktidarı için savaşa girme cesareti göstermezsen; MGK toplantısında, zimmetine imzalı Kırmızı Kitap verildiğinde, “Bu nedir? Anayasa’dan başka kitap tanımıyorum”, diyerek imzalamayı reddetmez ve o kitabı kuzu kuzu alırsan. Bunu protesto için, örneğin toplu halde MGK toplantısını terk edip, bir

42


basın toplantısıyla bu durumu protesto etmezsen, yani ulusun oylarıyla seçilmiş ve kendisine iktidar verilmiş olarak bu iktidarı ele alma, kullanma ve bunun için gereğinde çatışmaya girme cesareti göstermezsen, daha baştan kuyruğu kaptırmışsın demektir. Ve bu her şeyden önce sana oy verenlere ihanettir. Genel Kurmay, bu ihaneti, Oktay Ekşi’nin bile itiraf ettiği gibi, Siirt Seçimlerini iptal ettirip, Tayyip’e Başbakanlık yolunu açarak ödüllendirdi. Onlar “bu memleketin gerçek sahipleri” olarak, dövmeyi de bilirler sevmeyi de. Niçin böyle? Burada burjuvazinin gerçek çıkmazı var. Bir yandan gerçek politik iktidarı istiyor, ama diğer yandan güçlü devlet cihazı ve orduya dokunmak istemiyor. O gücü koruyarak kendi politik iktidarının bir aracı olarak kullanabilmeyi arzuluyor. Çünkü, böyle bir araç olmazsa, egemenliğini sürdüremeyeceğini biliyor. Ama onun gücüne dokunmayınca da, politik iktidarı onun elinden alma şansı bulunmuyor. Ve sonunda onun basit bir piyonuna dönüşüyor. Sosyalistlerin de durumu böyle. Onlar da ister IMF’ye, ister Savaşa karşı politika yapsınlar, gerçek hedefi gizleyip, fiilen Genel Kurmay’ın basit piyonları olmaktan öteye gidemiyorlar. Türk Genel Kurmayının, Irak’ta bir savaş istemediğini bile bile, Türkiye’de savaş karşıtı miting yapmak, anti-emperyalist görünüp, Genel Kurmaya selam çakmaktan başka bir anlama gelmez. Demokratik bir politika, temel sorunu Genel Kurmay egemenliğinin yıkılması olarak görür ve örneğin, onunla paralel düşecek bir “Savaş’a Hayır” mitinginden ise, Kıbrıs’tan Türk ordusunun çekilmesi, Kıbrıs’ın geleceğine Kıbrıs’ta yaşayanların karar vermesi; Kıbrıslıların mitingine Türkiye’den destek vermek için miting yapar. Böyle bir politika, Genel kurmayın elini zayıflatır. Gerçek demokratik bir politika AKP’ye muhalefeti, IMF’ye değil, Genel Kurmaya hayır diyemediği açısından yapar. Ama böyle bir politikayı sosyalistlerden beklemek, ölü gözünden yaş ummaktır. 04 Aralık 2002 Çarşamba

43


Kıyafet Kavgasının İlk Anlamı Baş örtüsünde sembolize olan Kıyafet kavgası niçin bu kadar önemlidir? Benzeri kavga ne nüfusunun çoğu Müslüman olan diğer ülkelerde, ne de başka ülkelerde görülmektedir. Niçin Türkiye’ye has bir görüngüdür ve bunca önemlidir? Baş örtüsüne karşı çıkanlar da, onu örtmek isteyenler de aynı neden ve kaygılarla bunca zıt gibi görünen konumlardadırlar, bu zıtlık onların temeldeki özdeşliğinden kaynaklanır. Bu tersliği açıklayacak iyi bir örneklerden biri, İngiltere, onun eski kolonileri ve Japonya’da Trafiğin soldan, Fransa ve sonradan Fransız devriminin etkisiyle bütün dünyada sağdan olmasının, yani bu iki zıt ilkenin aynı nedenden kaynaklanması olabilir. İkisinin de temelinde insanların büyük çoğunluğunun solak değil de sağlak olması vardır. Soldan ve sağdan gibi, birbirine zıt bu trafik ilkelerini yaratan aynı sağlaklıktır. Çoğunluk sağ kolunu kullandığı için, atı ve kalkanını sol; kılıcını veya silahını sağ elle tuttuğu ve soldan gidildiği takdirde sağ kolla dahi iyi savunma ve saldırı yapılabileceği için eskiden karada soldan gidiş yaygındır; yine insanlar bir sandala bindiklerinde küreği sağ ellerinin gücünü kullanacak şekilde tutmaları nedeniyle, suda sağdan gitme daha rahat hareket ve özellikle iskelelere yanaşmalarda daha geniş bir manevra ve daha yüksek bir isabet olanağı sağladığı için su trafiği sağdan çalışır. İngiliz sistemi kara trafiğine, Fransız sistemi de su trafiğine dayandığı için biri sağdan, diğeri soldan olmuştur. Aynı neden, farklı koşullarda birbirine zıt biçimlerde ortaya çıkmaktadır. Gerçi şöyle bir soru da sorulabilir.İngiltere ve Japonya birer adadır ve bunlar denizci uluslardır, niye oralarda su trafiğinin ilkesi olmamıştır da aksine karada su trafiğinin ilkesi geçerli olmuştur. Bu ilk başta çelişki gibi görünen durumun da sırrı yine onların ada olmasıyla ilgilidir. İngiltere ve Japonya uygarlıkların kenarlarında kalmış adalar olduğu, uygarlıkla çok geç buluştuğu, her ikisinde de Komünün gelenekleri ve şövalyelik (Japonya’da Samuraylık) daha uzun süre yaşadığı ve etkili olduğu; buna karşılık kara Avrupa’sında Uygarlık daha önce yayıldığı; uygarlık ise ticaret demek olduğu; ticaret de her şeyden önce su yolları boyunca yayıldığı için Kıtada Su trafiğinin; adada Kara trafiğinin ilkesi geçerli olmuştur. Diğer bir deyişle, Kapitalizme ilk geçiş, medeniyetten değil, “İlkel Sosyalizm”den olduğu için, Kapitalizme ilk geçen ülkede, Trafik soldan olmuştur. Neyse konumuz bu değil, ama Kıyafet meselesinde de, benzer bir durum söz konusudur. Aynı neden, farklı koşullarda başka ilkelerin öne çıkarılmasına yol açmaktadır. Matematik problemleri çözülürken, önce problemle ilgisizmiş gibi görünen temel başka önermelere gitmek gerekir. Benzer şekilde, biz de bu kıyafet kavgasını anlamak için, önce çok temel ama konuyla ilgisiz gibi görünen başka önermelerden başlamalıyız. Kapitalizm ve kapitalizm öncesinde sınıf mücadeleleri arasında temel bir fark vardır. Kapitalizm öncesinde, egemen sınıflar, zümreler, kastlar, giyinişleri, davranışları, mekanları dilleri ve hatta kavimleriyle diğer sınıflardan ayrılırlar. Sadece egemen sınıflar değil, bu ayrım bütün toplum için geçerlidir. Her mesleğin, her sınıfın, her cemaatin kendine has giyinişleri;

44


mekanları; hatta dilleri ve “ulusları” bile vardır. Her şey çok açık ve kesin olarak belirlidir. Bu nedenle kapitalizm öncesi toplumlar sistematik bir kastlaşma eğilimi gösterirler. Eğer “barbar” denen kavimlerin akınları sık sık o kapitalizm öncesi uygarlıkları alt üst etmeseler bütün antika uygarlıkları bu türden, Hindistan’daki gibi bir kastlaşma beklerdi. Kapitalizmde ise, durum tam tersinedir. Zaten ulusun ve ulusçuluğun nedeni de budur. Geniş yeniden üretim strandartlaşma gerektirir. Ulus da bu standartlaşmanın bulunmuş en son biçimidir. Ama kapitalizmde, kapitalizm öncesinden daha farklı bir durum daha vardır. Kapitalizm öncesinde, silah taşıyanlar zaten aynı zamanda egemen sınıftırlar. Kapitalizmde ise, bütün ulus gereğinde silahlandırılır. Hem diğer uluslara, hem de Fransız devriminden sonra olduğu gibi, bütün Kapitalizm öncesi dünyaya meydan okuyabilmek, onun tehditlerine karşı koyabilmek için de bu zorunludur. Ama bu çok riskli bir durumdur. Egemen sınıf, yani burjuvazi, çok küçük bir azınlıktır; buna karşılık ücretliler ve diğer emekçiler çok büyük çoğunluk. Bunun mahzurlarını ortadan kaldırmak için burjuvazi, kapitalizm öncesinin tamamen tersi bir savaş yöntemi izler ve kendisi ve ezilen sınıflar arasındaki bütün biçimsel dil, giyim, yaşam alanı gibi farklılıkları ortadan kaldırır. Ancak bu koşulda kendisinin ayrı bir sınıf olduğunu gizleyip egemenliğini sürdürebilir. Bu ideolojiden kıyafete kadar her alanda yapılır. Bunu anlamak için modern toplumdaki sınıflar savaşı ve ordular savaşının zıtlığını göz önüne getirelim. Ordular savaşında her ordunun ayrı bayrakları, ayrı siperleri, ayrı kıyafet ve parolaları vardır. Her şey kesin olarak ayrıdır. Modern sınıflar savaşında böyle olsaydı, burjuvazi bir saniye bile iktidarını sürdüremezdi. Bu ancak bin bir parçaya bölünmüş kapitalizm öncesi uygarlıklarda mümkündü. O halde burjuvazinin, egemeni olduğu ulusun; sömürdüğü işçilerden biçimsel özellikler bakımından (giyim, yaşam tarzı, yaşam yerleri vs.) farklı olmamasının, onun egemenliğini sürdürmesi için hayati bir önemi vardır. Burada Türkiye’nin özgüllüğüne geliyoruz. Osmanlı İmparatorluğu, Bizans adlı Doğu Roma’yı fethetmiş Oğuz boylarından çıkmıştır. Eğer bu boylar, uygarlıkla ilk ilişkilerini, Karadeniz üzerinden gelen Oğuz boyları, veya yeterince uygarlığa bulaşmamış, Osmanlı ve Selçuklu’nun “Cahil Türkler” dediği Karamanlılar gibi, Bizans aracılığıyla kursalardı; feth ettikleri Hıristiyan Bizans uygarlığı tarafından feth edilirler, onun dinine geçerlerdi. Ama Oğuz boyları, Müslümanlaşmış Pers ve İslam uygarlıkları aracılığıyla daha önce uygarlığın gerektirdiği kavram sistemi ile zırhlandıklarından Hıristiyanlaşmadılar. Bizans’ı Feth ettiklerinde, müziğinden yemeğine, vücut diline kadar bu uygarlıkça feth edildiler ama, bu fetih din alanına işlemedi. İşlemediği için de dilleri, Pers ve İslam Uygarlıklarının dili oldu, Bizans’ın dili değil. Böylece nüfusunun çoğu binlerce yıldır uygarlaşmış Hıristiyan’lara egemen, onları Pers ve İslam uygarlıklarının kendine kazandırdığı kurumsal ve kavramsal araçlarla yöneten batılıların “Türk” dediği Müslüman bir kast oluştu. İşin ilginci, bu Kast kastlaştıkça, yani devletleştikçe, uygarlaştıkça, silahlı eşit Oğuz boylarının içinde birinci olmaktan çıkmak,

45


onları silahsızlandırmak ve kendine bağlı silahlı özel birlikler oluşturmak zorunda kalmıştır. Muaviyelerin, Stalinlerin yaptığını yapmıştır. Yani giderek devşirmelerden oluşan, Müslümanlaştırılmış Hıristiyan çocuklarından oluşan bir devlet kastıdır bu. Yani batılının Türk dediği egemen Müslüman kastın, Oğuzluk veya “Türklük”le de hiç ilgisi de yoktur. Anadolu’nun Bizans’tan önce (Ermeni, Süryani vs. kiliselerinin ayrılığı bu önceliği ifade eder), Balkanlar’ın Bizans aracılığıyla (Balkan Ortodoksluğu Bizans aracılığıyla uygarlaşmanın sonucudur) Osmanlı’dan önce uygarlaşmış kavimleri, zanaat ve ticaret hayatına egemendiler. Müslüman ahali ise, ya Ticaret ve sanayi ile ilgisiz, bunu “haşa min huzur Tüccar taifesinden” diye aşağı ve hor gören devlet kastından, ya göçebelerden, ya da tehdit görüldükleri için zorla yerleştirilmiş Müslüman veya Alevi yoksul köylülerden oluşuyordu. Dolayısıyla Müslüman ahali veya egemen yönetici kast içinden bir burjuvazi çıkması söz konusu olamazdı. Bu ortaya çıkan burjuvazilerin her birinin iyi kötü dilini konuşan bir nüfusu da bulunuyordu. Balkan ulusları böyle oluştu. Balkan’lardan Osmanlı’nın atılışı, bir bakıma, oralarda burjuva devrimleri anlamına gelir. Balkan ülkelerinin bu gün bulunduğu geri durum kimseyi yanıltmamalıdır. Onların bu günkü geri durumlarının nedeni, Yirminci Yüzyılın ikinci yarısını, Osmanlı benzeri Ekim devriminin tasfiyesi üzerine oturmuş Rus Bürokratik kastının egemenliği altında yaşamalarıdır. Eğer İkinci dünya savaşından sonra, Yunanistan gibi bunun dışında kalsalardı, bu gün, Yunanistan,İspanya, Portekiz’in bulunduğu refah ve gelişmişlik düzeyinde bulunurlardı. Eğer Kıta Avrupa’sı ve İngiltere gelişim zıtlıkları arasında bir paralellik kurulursa, İngiltere’de Püritenlik, ilkel sosyalizm geleneklerinin gücü sayesinde, Roma’nın “ruh ül habis”i Katolikliği Britanya adalarından sürerek, kapitalist gelişimin yolunu açarken, Kıta Avrupa’sında, O “ruh ül habis”, ilkel sosyalizm geleneklerinden güç alan Protestanları, Sen Barthelmi katliamlarıyla bire kadar kılıçtan geçiriyor ve kıta Avrupa’sında burjuva gelişimi bir asır geciktiriyordu. Balkanlar Anadolu gelişim zıtlıkları kıta Avrupası İngiltere zıtlıklarına benzer. Osmanlı’nın Balkanlardan sürülüşü, Katolikliğin İngiltere’den sürülüşüne, Püriten devrimine benzer. Ama Anadolu’da ermeni ahalinin katli ve sürülmesi ile Rumların sürülüşü ve Mübadelesi, Kıta Avrupa’sının Sen Barthelmi katliamlarına benzer, Anadolu’nun gelişimini yüz yıl geciktirmiştir. Türklerin; burjuva devrimi olarak gördükleri, ikinci ve üçüncü meşrutiyetler, aslında Anadolu’daki burjuvaziye karşı, burjuvaziyi tasfiye eden, tefeci bezirganlığı ve derebeyliği pekiştiren bir karşı devrimdir. Osmanlı’ya egemen Müslüman devlet kastı, egemenliğini korumak için, burjuvaziyle birlikte o Ermeni ve Rum burjuvazisinin dayanacağı kitleyi de tasfiye etmiştir. Burjuvazinin evleri Derebey konakları veya devlet dairelerine dönüşmüştür. Müslüman ahalinin içinde ilk sermaye birikimi de bir bakıma, bu katliamların ve sürgünlerin sonunda ele geçirilmiş zenginliklere dayanır. Eğer bu gün gelişmiş Taşra burjuvazisinin ve Müslüman burjuvazinin servetlerinin kaynakları araştırılırsa, ardında hep Ermeni veya Rum malları veya onların kaçarken bıraktıkları servetlerin bulunuşları vardır. Kapitalizm dünyanın

46


her yerinde ilk sermaye birikimini, korsanlık, katliam, gasp aracılığıyla yapmıştır. Ama hikayenin buraya kadar olan kısmı şu kıyafet meselesini açıklamaz, onun ortaya çıkış koşulları hakkında bir fikir vermek için bunlara değinmek gerekti. Osmanlı devlet sınıfları, modernleşme ihtiyacıyla, bir sürü kıyafet değişiklikleri yapmışlardır. Cumhuriyet’in “Şapka Devrimleri” bunun devamı olarak görülür ama değildir ve onlardan köklü bir fark gösterir. Diğerleri, bütünüyle, modern savaş ve idare veya üretim tekniğinin getirdiği zorunluluklardır ve bunların uygulanması sadece o görevi yapanlarla sınırlıdır. Yani sarık atılıp fes koyulduğunda bu bütün ahaliye zorlama değil, sadece devlet memurlarına has kalmıştır. Bir tür üniforma değişikliğidir bunlar. Ama Atatürk’ün “Kıyafet Devrim”i bunlardan temelden farklıdır: o bütün toplumu kıyafetini değiştirmek zorunda bırakır; burada yeni bir üniforma değil, çok başka derin bir farklılık vardır. Bu kıyafet meselesinin bunca önemli olmasının nedeni de budur aslında. Ama bunun için Tekrar Osmanlı’daki burjuvaziye dönelim. Osmanlı’da egemen Müslüman bir devlet kastı, Müslüman ve yoksul bir ahali vardır. Bunların burjuvazisi yoktur. Hıristiyan ulusların burjuvazileri ve halkları vardır. Ama bir de halksız bir burjuvazi vardır: Yahudiler ve Sabetaycılar. Antik uygarlıklarda ticaret daima belli kavimlerin iş olagelmiştir. Akdeniz uygarlığı bölgesinde, İtalyanlar (Romalılar), Rumlar (Yunanlılar) gibi ve onlardan çok daha eskilere giden ve köklü Yahudiler de bir ticaret kastı olarak yaşayagelmişlerdir. Osmanlı’nın, İspanya’daki engizisyondan kaçan Yahudilere sığınma ve ticaret ayrıcalıkları sunması, aslında Venedik ve İspanya gibilerin rekabetine karşı yapılmış girişimler olsa da, belli bir yakınlaşma da yaratmıştı. Yahudiler ve Sabetaycılar da, İzmir, İstanbul, Selanik gibi büyük ticaret ve liman şehirlerinde bulunuyorlardı. Onlar da modern kapitalist ilişkilerle ilişkiye geçtikçe burjuvalaşıyorlar, aydınlanmanın fikirleriyle silahlanıyorlardı. Ancak bu oluşan modern Yahudi burjuvazisinin, Rum, Ermeni veya diğer Balkan ülkeleri burjuvazilerinden temel bir farkı vardı. Kendi dili ve diniyle ortak bir nüfusu yoktu. Ayrıca bu burjuvazi, Rum ve Ermeni burjuvazisiyle ciddi bir rekabet içinde bulunuyordu. Bu Yahudi burjuvazinin kendi egemenliğini koyacağı ve bir ulus yaratabileceği aynı dili ve/veya dini olan bir kitle yok; öte yandan burjuvazisi olmayan Müslüman bir kitle ve egemen devlet kastı var. Ermeni ve Rum burjuvazisinin girişimleri zaten bu Devlet kastının egemenliğini ve varlığını tehdit ediyor. Bu durumda bir ulusu, ya da ulus hammaddesi olabilecek bir kitlesi olmayan Yahudi burjuvazisinin çıkarları ile; bir burjuvazisi olmayan devlet sınıflarının çıkarları çakışır. İkisi de, farklı gerekçelerle de olsa, Ermeni ve Rum’ları tasfiye etmek ve Müslüman ahaliden bir ulus yaratmak zorundadırlar. Böylece tencere yuvarlanır ve kapağını bulur. Sabetaycılar zaten görünüşte Müslüman’dırlar da. Bu nedenle en büyük Türk milliyetçileri Yahudiler arasından çıkmıştır. Hasan Tahsin’den Tekin Alp’e kadar bir çok örnek sayılabilir. İttihat terakki de bizzat bu Yahudi Burjuvazisinin güçlü damgasını taşır. Ama en sembolik kişilik ve zaten Türklerin babası adını alan ve Türk ulusunu yaratan

47


Atatük’tür. Hem Müslüman devlet sınıflarındandır. Hem Selanik’teki Aydınlanmacı Yahudi cemaatinin okulunda okumuştur. Müslüman Devlet’e egemen kast ile Yahudi burjuvazisinin sentezidir, kesişme noktasıdır. Zaten, onu Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu yapan da bu özelliğidir. Ne var ki, bu Levant’ın liman şehirlerinde yerleşmiş Yahudi burjuvazisi, giyimi, yaşamı, dili, şivesi, adetleriyle Müslüman ahaliye hiç benzememektedir. Tipik bir Avrupalı veya Hıristiyan gibidir. Halbuki modern toplumda, kapitalizmde egemen sınıfın ayrı bir kast özellikleri taşıması olacak iş değildir. Daha baştan yenilgi demektir. O zaman bir tek yol kalır, bütün ulusu kendisi gibi giydirirse, kimin Müslüman kimin gayrı Müslim olduğu anlaşılmaz, bütün dünyanın diğer burjuvaları gibi, bir süre devlet sınıflarının koruması altında palazlandıktan sonra, siyasi iktidarı da doğrudan ellerine alabilirlerdi. Kıyafet inkılaplarının ve laikliğin anlamı, Burjuvazi ile halkın arasında giyim; yaşam tarzı, din vs. bakımdan olaşabilecek ve sınıf ayrılıklarına tekabül edebilecek farklılıkları giderme kaygısında gizlidir. Müslüman’ın fes, gayrı Müslim’in şapka giydiği bir toplumda, kıyafet bir sınıfsal aidiyeti de belirler. Ama herkes şapka giyerse, kimin Müslüman, kimin gayrı Müslim olduğu anlaşılmaz olur. Hasılı Atatürk’ün kıyafet devrimi, İkinci Mahmut’unki gibi resmi görevlilerin bir üniforma değişimi değil; burjuvazinin zeytinyağı gibi açıkta kalmasını engellemek için tüm toplumu onun gibi giydirme girişimidir. Ama bu Yahudi burjuvazisinin de küçümsenmeyecek teşviki ile Rum ve ermeni burjuvazi ve ahalinin tasfiyesi, Anadolu’da tefeciliği, derebeyliği iyice güçlendirdi. Bu güçlenen gericilik, Hıristiyanların tasfiyesiyle güçlendiği; onların mallarına konduğu için, Müslümanlık burjuvaziye karşı oluşun bayrağı da oldu. Çünkü burjuvazi ve kapitalizmi bir bakıma Hıristiyanlık sembolize ediyordu. Ama bu bezirgan ağa ve derebeyi Müslümanlığın egemenliği demek, şehirlerin Yahudi burjuvazisinin zeytinyağı gibi açıkta kalması ve tasfiyesi anlamına gelirdi. Bu nedenle, Türkiye Cumhuriyeti’ne egemen Devlet kastı ve egemen Liman şehirleri burjuvazisi, buna karşı en sert tedbirleri almaktan başka bir şey yapamazlardı. Eğer cumhuriyet burjuvazisi, belli bir refah sağlasa ve bu refahın sağladığı güvenle belli ölçüde bir demokrasiye geçebilseydi, kimse kıyafeti veya laikliği sorun etmezdi. Ama ne refah ne de demokrasi olmayınca, herkes zorla aynı kıyafeti giyse de, yaşantısı, zevkleri hatta tipiyle kendinden farklı olanların aynı zamanda üsttekiler olduğu bütün ezilen Müslüman ahali tarafından görülebiliyordu. Bu memnuniyetsizlik her zaman olduğu gibi, egemen sınıfı ve onun yaşam tarzının sembollerine yöneliyordu. Tabii bu memnuniyetsizliği aynı zamanda taşra bezirganlığı ve derebeylik de kendince kullanıyordu. Ne var ki, kapitalist ilişkiler geliştikçe, tefecilerin, ağaların, beylerin çocukları okuyor, yabancı şirketlere acentalıkla da olsa giderek modern burjuvalar haline dönüşüyorlardı. İlk kuşak, yani Erbakanlar kuşağı, hem geçmişteki Hıristiyan katliamlarıyla müthiş yükselmiş, Müslüman tefeci bezirgan ve ağa gericiliğinin geleneklerine dayanıyorlardı; hem de büyük ölçüde, petrol zengini Arap ülkelerinin pazarının cazibesinden etkileniyorlardı. Bu iki

48


nedenle, onların kıyafeti sorun yapmalarının, pre-kapitalist Müslümanlığın, kapitalist Hıristiyanlığa karşı düşmanlığının sembolleriyle ortaklığı, ayrılığının görülmesini engellemiştir. Tefeci bezirganlıktaki şapka düşmanlığı, kapitalizm düşmanlığının bir ifadesidir. O modernliği reddeder. Onun girişinin kendisinin sonu olacağını bilir. Radyo, futbol, hasılı her şey gavur icadıdır der ve kullanılmasını reddeder. Gavur icadı, kapitalizm icadı olarak okunabilir. Ama onların artık burjuva olmuş çocuk ve torunlarının başörtüsünü bunca sorun etmesi tamamen farklıdır. Bu torunlar modern tekniği ve araçları en iyi şekilde kullanmaktadırlar onları reddetmek bir yana. Aynı şekilde, kıyafete bunca önem vermesinin de nedeni bambaşkadır. İşin ilginci tam da, Yahudi burjuvazinin herkese şapka giydirmesinin nedenidir. Egemeni olacağı halkın içinde zeytin yağı gibi açıkta kalmamak. Büyük şehirlerde yaşayan, Cumhuriyet’in ilk yıllarında Finans-Kapital’e dönüşen bu burjuvazi, herkese şapka giydirerek açıkta kalmaktan kurtulurken, taşrada gelişmiş Müslüman burjuvazi, Cumhuriyet burjuvazisine tepki duyan halk gibi giyinerek, onun gibi yaşayarak açıkta kalmaktan kurtulunabileceğini söylüyor. Hem de böyle yaparak, ezilen halkın, devlete egemen bürokrasiye ve büyük şehirler burjuvazisine ve duyduğu tepkiyi onların sembollerine karşı çıkarak kendi arkasına alabiliyor. Bu açıdan, bir taşla iki kuş vuruyor Müslüman taşra burjuvazisi. Hem Büyük şehirlerin burjuvazisine ve Devlet sınıflarına karşı egemenlik mücadelesinde, ezilenleri kendi yedeğine alıyor, hem de diğer burjuva zümrelere karşı kendi stratejisinin doğruluğunu kanıtlamış oluyor. Diğer strateji kimseye refah getirmediği için iflas etmiş ve devlet sınıfları ve şehir orta sınıfları hariç tüm desteğini yitirmiş bulunuyor. Bu onun, burjuvazinin diğer kanadının da temsilcisi olması olanağını yaratıyor. Tabii bu arada köprülerin altından çok sular geçti ve burjuvazinin bu iki kanadı birbirine daha da çok yaklaştı. Birincisi, son yirmi yıldır Kürdistan’da yürütülen savaşın saçmalığı, Batının büyük şehirlerinin burjuvazisinin bile devlet sınıfları ile arasının bozulmasına yol açtı. Bu burjuvazi, yeni kuşak modern Müslüman burjuvazi ile Devlet sınıflarının keyfiliğine karşı iş birliği yapmaya yanaşıyor. ANAP’tan AKP’ye geçişler bunun tipik bir örneğidir. Öte yandan, Müslüman burjuvazi de eskisi gibi retorikle meşgul olmaktansa, fiili kazanımlara ağırlık veren bir stratejinin daha geniş güçleri bir araya getireceğini görmüş bulunuyor. Herkese başörtüsü taktırmaya kalkmak, hem orduyu, hem şehir orta sınıflarını hem de batılı burjuvaziyi karşıda bir cephe oluşturmaya itiyordu. Halbuki, artık, post modern çağdayız. İsteyen açar, isteyen kapar, açan da kapayan da zenginliktir dediniz mi, bütün bu kıyafet sorunları bir anda olaylarca aşılmış olur. Gerek batının batıcı burjuvazisi, gerek taşranın Müslüman burjuvazisi bu adımı atmış bulunuyor. Aslında, burjuvazinin bu iki farklı kesimi arasındaki bu sorun, olaylarca ve dünyadaki gelişmelerce aşılmış bulunuyor. Şimdi bunun hala sorun olması, devlet kastının, elindeki iktidarı koruma çabasıyla ilgilidir.

49


27.12.2002

50


Kemalizm’in Özü Stalinizm nasıl işçi sınıfının zayıflığı ve imhası (iç savaş ve müdahale fiilen Rusya’daki İşçi sınıfını olmamışa çevirmiş, kalan çok küçük bir kaymak tabaka da devlet aygıtına kaymıştı) koşullarında iktidarı ele geçirmiş bir bürokrasinin egemenliğinin siyasi ve ideolojik formu ise, Kemalizm de burjuvazinin zayıflığı ve imhası (Ermeni, Süryani katliamları, Rumların sürülüşü ve mübadelesi aynı zamanda burjuvazinin tasfiyesi anlamına gelir) koşullarında iktidarı ele geçirmiş bürokrasinin egemenliğinin siyasi ve ideolojik formudur. Stalinizm’in de Kemalizm’in de özü onun bu tarihsel ve sınıfsal temellerindedir. Bu temeller anlaşılmadan onun aldığı somut ideolojik biçimler anlaşılamaz ve onun göründüğü somut tarihsel biçimlerin onun özü olduğu yanılgısına düşülür. Stalinizm’i böyle kavradığınızda, Kruçef, Brejnev, Gorbaçov’un aynı bürokratik kastın çıkarlarını ve iktidarını farklı tarihsel dönemler ve güç ilişkileri içinde savunmaya ve pekiştirmeye yönelik Stalinistler olduğu anlaşılır. İşin gerçeği ve doğrusu da budur. Ama Stalinizm’i, onun özünü oluşturan tarihsel ve toplumsal bağlardan koparıp, tipik idealist bir yaklaşımla, yani varlığın düşünceyi değil, düşüncenin varlığı belirlediği anlayışıyla, tanımladığınızda, o sadece bir ideoloji, bir politika, gaddarlık, cinayetler olarak görünür. Bu takdirde tanımlamanız, Stalinizm’in özüne değil, onun ilk dönemindeki görünümüne, aldığı somut tarihsel bir biçime ilişkin olur. Tarihsel ve toplumsal temellere inmeyen tanımlamalar onun metodolojik köklerine de inemez. O tıpkı bir yer altı gövdesi gibi varlığını sürdürür ve her budamadan sonra daha güçlü olarak yeniden yeşerir. Bu nedenle, Stalinizm’i sadece bir ideoloji ve baskı ve cinayet rejimi olarak tanımlama, ne ideolojik ne de politik olarak Stalinizm’in köklerine yönelmediğinden, onun yeniden ve daha gür olarak ortaya çıkışı için bir budama işlevi görür. Türkiye’nin sosyalistlerinin Stalinizm karşısındaki tavrı esas olarak da böyledir. Türkiye’nin sosyalistleri, Stalinizm’i ele alışlarındaki temel metodolojik yanılgıyı aynen Kemalizm konusunda da yapmaktadırlar. Kemalizm sadece somut tarihsel bir biçimiyle, bir ideoloji olarak tanımlanmaktadır. Tarihsel ve toplumsal temellerine yönelik bir tanımlama olmadığından, ne politik olarak onun toplumsal temellerine ne de yöntemsel olarak ideolojik köklerine yönelmek mümkün olmamaktadır. Kemalizm, Osmanlı yadigarı bir bürokratik kastın egemenliğini ve çıkarlarını koruma ve pekiştirmenin çok özel bir biçimidir. Bu bakımdan Stalinizm’den çok daha güçlü bir geleneği vardır. Stalinizm bir işçi devriminin ardından bir karşı devrimle bir bürokrat tabakanın iktidara gelişiydi, Kemalizm ise, zaten iktidarda olan bir bürokrat tabakanın, bu iktidarı yeni tarihsel koşullara uyarlamasıydı. (Gerçi 1920’lerin başında, Çeteler (yani silahlı halk) döneminde, Üçüncü Meşrutiyette, iktidarın da bir ölçüde Meclis’in elinde olduğu dönemde bir ara yitirir gibi olduysa da bu dönem fazla sürmedi ve hemen Çerkez Ethem’in, çetelerin tasfiyesi ile başlayan süreçte tekrar ipleri eline aldı.) O halde Kemalizm, çok özel bir tarihsel dönemdeki ideolojik ve siyasi formu olarak ortaya

51


çıkar bu bürokrasinin ya da “Devlet Sınıfları”nın. Onun iki özü vardır. Birincisi, “Devlet sınıfları”, yani bürokrasi, iktidarını ancak, iktidarın gerçekten halkın seçilmiş temsilcilerinin olmadığı koşullarda sürdürebilir. Yani anti-demokratiktir. İkincisi, bu iktidarı sürdürebilmek için, zamana uymak zorundadır, yani modernleşmecidir. Bu iki özellik aynen, Stalinizm’in de özelliğidir. Bu toplumsal ve yöntemsel akrabalıklar ya da “gönül yakınlıkları” nedeniyle, kolaylıkla birbirine geçişler olabilmektedir. Türkiye’deki bürokrasi, Bizans, hatta Sümerlerden beri gelen çok güçlü bir tarihsel tecrübeye sahiptir. Stalinist bürokrasiden daha esneklik ve daha fazla yaşama gücü göstermiştir. Fransız Devrimi’nden beri bu tabaka, bir takım ideolojik ve siyasi reformlarla iktidarı elinde tutmayı başarabilmiştir. Ancak bütün bu değişikliklere baktığımızda, bunların içerdeki direnişlerden ziyade, uluslar arası dengelerin değişmesiyle gerçekleştiği görülmektedir. Fransız devrimi, Üçüncü Selim’in reformlarını tetiklemişti. Yunanistan’ın bağımsızlığı, Kırım Harbi vs. daha sonraki reformların zorlayıcılarıdır. Birinci Dünya Savaşı ve Ekim Devrimi ile Cumhuriyet’in kuruluşu ve son olarak İkinci Dünya savaşı sonrasında çok partili hayata geçiş. Her biri uluslar arası dengelerdeki çok köklü bir değişikliği izler. ABD’nin Irak’ı işgali, uluslar arası dengelerde yine çok köklü bir değişiklik. Bürokrasiye egemenliğini korumak için bir reform zorunluluğunu dayatıyor. Nasıl, Stalin’in cinayetlerini mahkum eden bir Kuruçof veya Gorbaçov Stalinizmi mümkün idiyse, Kürtlerin inkarını mahkum eden bir Kemalizm de mümkündür. Bu bürokrasi, çok sıkıştığında, “Gereğinde Şeytan da oluruz Bolşevik de” veya “Memlekete komünizm lazımsa onu da biz getiririz” diyebilen bir zümredir. Bu güne kadar iktidarını Kürtlerin inkarıyla sürdüren bu zümre yarın bir numaralı Kürtçü de olur. Yeter ki ipler elinde olsun. Ama bu değişimlerin hepsinde görülen bir özellik daha var. Her bir modernleşme çabası ve reformun öncesinde aşağıdan gelen demokratik bir hareketin imhası vardır. Yeniçerilik biçimindeki silahlı İstanbul Halkı katledilerek, modern orduya geçilir ve İkinci Mahmut reformları yapılır. Çerkez Ethem kuvvetleri imha edilir, Mustafa Suphi’ler öldürülür, komünistler katledilir ve cumhuriyet kurulur. Çok partili hayata geçilirken, Şefik Hüsnü’nün, Esat Adil’in partileri ve sendikalar kapatılır herkes tutuklanır. Öyle görülüyor ki, Kürtçü bir Kemalizm’e de KADEK’in imhası ve tasfiyesiyle bir geçiş hazırlanıyor, Kemalizm’in özüne yönelen bir politik program, Demokratik bir cumhuriyet programı olabilir. Yoksa Kürtçe’nin ve Kürtlerin tanınması, kendi başına demokratikleşme anlamına gelmeyebilir. Çünkü Kemalizm’in özü burada değildir. Kürtçü bir Kemalizm de mümkündür. Tıpkı Türk burjuvazisiyle olduğu gibi, Kürt burjuvazisiyle de bir uzlaşma yapabilir. Aynı tabakanın bir zamanlar Türkçülükten önce Osmanlıcı olduğunu unutmayalım. Pek ala çok dil ve kültürlü bir Kemalizm de mümkündür. Ama demokratik bir cumhuriyetle Kemalizm bir arada var olamaz. Demokratik bir Cumhuriyette gerçek iktidar halkın seçilmiş temsilcilerinin elinde olur, bürokrasinin değil. 12 Mayıs 2003 Pazartesi

52


Bonapartizm Bonapartizm, modern toplumsal sınıf ve güçlerin zayıflığı ya da dengesi koşullarında, devletin, sanki onlardan bağımsızmışçasına davranması olarak tanımlanabilir. Bunun en klasik örneği, 19. yüzyıl Avrupa’sındaki üçüncüsü birincisinin yeğeni olan Bonapart’ların ve Bismark’ın rejimleridir. Bonapartizm deyimi, onun antik çağdaki benzeri olan Sezarizmden çok farklı tarihsel ve sınıfsal koşullara dayandığını, modern bir fenomen olduğunu vurgulamak için türetilmiştir. Nasıl oluyordu da o muazzam devrim- tıpkı antik çağdaki benzeri Roma gibi Cumhuriyet ve demokrasiden bir İmparatorluğa dönüşüyor; kendini imparator ilan eden bir maceracı kariyeristin ellerine düşebiliyordu? Keza aynı olayın ikinci baskısı da, yine 1848 devriminden sonra, ama bu sefer komedi olarak, birincisinin yeğeni tarafından gerçekleştiriyordu? Bu rejimlerin ortaya çıkışının tarihsel koşulları en çarpıcı biçimde: “Burjuvazi artık yönetemiyor, proletarya ise henüz yönetemiyor” diye tanımlanmıştı. Bu denge ya da zayıflık durumunda, çapsız bir kariyerist (Napolyon), bir maceracı (Ücüncü Napolyon) veya dar kafalı bir toprak ağası (Bismark) siyasi gücü mutlak olarak ele geçirebiliyor ve son duruşmada siyasi iktidardan uzaklaştırdığı burjuvazinin sosyal ve ekonomik iktidarının gereklerini yerine getiriyordu. Bonapartizm On dokuzuncu yüz yılda, Avrupa’da bile bir istisna sayılırdı. Ne var ki, Bonapartizm yirminci yüz yılda, bir istisna olmaktan ziyade bir kural olarak ortaya çıktı. Yirminci Yüzyılda, uluslar sanki, bir zamanlar doğadaki bazı canlı türlerinin 300 milyon ve 60 milyon yıl önceleri arasında, yani şu dinasorlar çağında bir gigantanomi “hastalığına” yakalanması benzeri, bir Bonapartizm hastalığına yakalanmış gibidir. Zengin batı ülkeleri hariç, ki orada da özellikle iki savaş arası dönemde zaman zaman ortaya çıkar, bütün dünyadaki rejimlerin neredeyse tamamı Bonapartist karakterdedir. Tarihin bu girdabını yaratan son duruşmada, geri bir ülkede gerçekleşen bir devrimin, tarihsel koşullar yeterince uygun olmadan bir sosyalist devrime dönüşmek zorunda kalması ve bunun da tecrit olup yayılamamasıdır. Bu hastalığın çıkığı yer Sovyetler’dir. Geri bir ülkede işçi sınıfının iktidara gelmesi, ama bu devrimin tecrit olarak kalması ve ileri ülkelerde devrimlerin gerçekleşmemesi ve de savaş, iç savaş koşullarında bu işçi sınıfının zayıflaması hatta fiilen yok olması, Rusya’da Stalinizm de denen, bürokrasinin iktidarına dayanan Bonapartist karakterde bir rejimin ortaya çıkmasına yol açtı. Bu bonapartizm işçi sınıfının zayıflığının sonucu olarak başarı kazanmıştı. Ama bu Bonapartizm, bir kere ortaya çıktıktan sonra, Ekim devriminin prestiji aracılığıyla, bütün dünyada işçi hareketini de darmadağın edip kendi dış politikasının araçlarına dönüştürünce, modern işçi sınıfı iradesini yitirdi; niceliği dünya çapında aksine elvermesine rağmen, bağımsız bir sınıf olmaktan çıktı. Yani Rus işçi sınıfının fiili yok olmuşluğunun ve zayıflığının ürünü olan Stalinizm bir kere ortaya çıktıktan sonra bu zayıflığı dünya çapında pekiştirdi ve yaydı. Böylece tüm dünya çapında öznel nedenlerle işçi sınıfının bir zayıflık ve iradesizliği; bağımsız bir program ve ideolojiden yoksunluğu durumu

53


ortaya çıktı. Ve bütün bu sürecin sonuçları tekrar nesnel koşullar olarak ortaya çıktı. Tıpkı yuvarlanan bir kar topu gibi, bizzat kendi sonuçları kendi var oluş koşullarını pekiştiren ve güçlendiren bir süreç. Çin, Yugoslavya, Vietnam gibi ülkelerdeki devrimler, işçi sınıflarının zayıflığına ek olarak, Sovyet Bonapartizminin de desteği, baskısı ve örneğiyle hızla Bonapartist diktatörlüklere dönüştüler. Diğer yanda, burjuva karakterli devrimler de, Türkiye’deki Kemalizm, Arap ülkelerindeki Baas’çı, Nasır’cı veya diğer Üçüncü Dünya devletlerindeki rejimler de, Burjuvazinin zayıflığı koşullarında birer Bonapartist rejim karakteri aldılar ya da baştan o karakterde doğdular. Atatürk’ten Nasır’a, Nkrumah’tan Sukarno’ya bir saat intizamıyla hep aynı süreç işledi. Burjuvazi ya da proletarya, bu iki modern sınıf, bir sınıf olarak politik iktidara, ancak demokrasi ve iktidarın seçilmiş kurumlarda bulunması aracılığıyla egemen olabilir. Halbuki, bütün geri ülkelerde, demokrasinin ve seçilmiş organların yokluğu veya gerçek iktidarla ilgisi olmayan ayıbı örten asma yaprakları olması söz konusudur. “Doğu”daki bonapartizmler İşçi sınıfının zayıflığına dayanıyordu ise, batıdaki Bonapartizmler de bir bakıma burjuvazinin zayıflığına dayanıyordu. Ne var ki, aynı zamanda, doğu ve Batı arasındaki denge durumu da, dünya ölçüsünde, Bonapartist rejimlerin varlığı için uygun bir hareket alanı oluşturuyordu. Bağlantısızlar hareketinin aynı zamanda bu rejimlere dayanması da rastlantı değildir. Yirminci yüzyılın bütün geri ülkelerde yaygın Bonapartizmi bir bakıma, paradoksal olarak zayıf burjuvazileri göz önüne getirilirse, 19. yüzyıl bonapartizminin aksine, “Burjuvazi henüz yönetemiyor” ve keza işçi hareketinin uğradığı darmadağın oluş göz önüne getirilirse, “işçiler artık yönetemiyor” diye tanımlanabilir. Burjuvazi ve İşçiler için, objektif ve sübjektif koşullar yer değiştirmiş gibidir. Sovyetler ve ABD, doğu ve Batı arasındaki denge durumu da bu Bonapartizmin varlığının ve yaşamasının bir koşuluydu. Bu Bonapartist rejimlerin bu dengelere oynaması ve kısmi bir hareket alanı kazanması, Sovyetler’e egemen Bonapartist bürokratik kast açısından destek ve hareket alanının genişlemesi anlamına geliyordu. Böylece aslında hiç ilgileri olmamasına rağmen, bu rejimler, Sovyet dış politikasının ihtiyaçlarına uygun olarak anti emperyalist veya milliyetçi olarak tanımlanıyorlardı. Yine Sovyet bürokrasinin ideolojik kaygılarının yanı sıra, Sovyet dış politikasının bu Bonapartist rejimlerle ittifak ihtiyaçlarına da uygun olarak, sosyalist ve işçi hareketleri bizzat bu rejimlerin destekçisi yapılıyor, sosyalistler ve işçiler bütün 19 Yüzyıl boyunca Devrimci işçi ve sosyalist hareketin bayrağı olmuş, Demokratik Cumhuriyet parolasını bile unutuyor; Bonapartist rejimlerle adeta bağımsızlık ve milliyetçilik yarışına giriyorlardı. Sosyalist hareketin yaşadığı bu paradigma değişimi sonuçları bakımından en tehlikeli ve korkunç olanıydı. Böylece Sosyalist hareketler bizzat bu Bonapartist rejimlerin birer desteği haline dönüşüyordu. Böylece sosyalistler tüm toplumdaki memnuniyetsizleri devrimci ve radikal bir demokrasi bayrağı altında birleştirme olanağını tümden yitiriyorlar, bürokratik kastların denge hesaplarında basit bir piyon durumuna düşüyorlardı. Bugün bu Bonapartizmin toplumsal temeli büyük ölçüde aşınmış bulunuyor. Birincisi artık dünya çapındaki doğu – batı dengesi yok. Avrupa ve Amerika çelişkileri bu Bonapartist

54


kastlara çok sınırlı bir hareket olanağı sağlıyor. İkincisi, işçi sınıfı ve ezilen halklar, Sovyetlerdeki rejimin yıkılmasıyla, Stalinizmin yarattığı tahribata ek olarak, tam bir güvensizlik ve yılgınlık ve bunun yanı sıra zengin ve fakir ülkelerin işçileri olarak çok tehlikeli bir bölünmüşlük içinde. Dünya ölçüsünde ve her ülkede tam anlamıyla, kendisi için bir sınıf olmaktan çıkmış kendi kendine bir sınıfa dönüşmüş durumda. İşçi sınıfı, doğuşundan Ekim devrimine kadar kat ettiği yolu olmadı baştan ama bu sefer dizleri üzerinde kat etmek zorunda tekrar bağımsız bir sınıf olarak ortaya çıkabilmek için. Artık ne bağımsız bir ideolojisi, ne bağımsız bir programı, ne de örgütlülüğü var. Bu durumdan ne zaman çıkacağı da belirsiz. Bu durumda işçiler burjuvazi için bir tehlike olmaktan çıkmış bulunuyor. Zaten ezilen sınıflar burjuvaziyi korkutacak hiçbir şey yapamıyor ve yapmıyor. Güney Afrika’dan Doğu Almanya’ya ya da Nikaragua’dan Brezilya’ya işçiler ve ezilenler hiçbir yerde kapitalizmi yıkmaya cesaret edemiyor. Kapitalizme bir alternatifi düşünmüyorlar bile. İçiler realist insanlardır, bu günkü koşullarda böyle bir şeye giriştikleri takdirde hiçbir şanslarının olmadığını herkesten daha iyi bilmektedirler. En fazla istedikleri kapitalizm çerçevesinde daha adil ve demokratik bir düzen. Buna karşılık burjuvazi, bu arada hem büyümesi ve güçlenmesi; hem de tarihsel zaferi ve işçi sınıfının sıfırlanması nedeniyle, tekrar kendine güvenini kazanıyor. Ezilen sınıflardan eskisi kadar korkmuyor. Artık güçlü bir devlete dayansa da, burjuvazi iktidarı parlamenter araçlarla sınıf olarak sürdürebilmek için daha elverişli koşullara sahip bulunuyor. İşçi sınıfının bir tehlike olmaktan çıkması ve artık burjuvazinin ondan korkmaması; hatta kriz dönemlerinde kestaneleri ateşten çıkarmak için ona kısmen politik iktidarı bile bırakacak güce ve esnekliğe ulaşması; buna karşılık işçilerin iktidarı almaktan ve sosyalist dönüşümler yapmaktan korkması, bütün dünyada adeta bütün devrimci hareketler ve toplumsal hareket canlanmaları sosyal devrimlerden ziyade, parlamenter rejimlere dönüşmelerle yol açıyor. Bonapartizmin bu tarihsel konjonktürdeki sosyal temelinin yok oluşu ve parlamenter rejimlerin yaygınlaşması, yüzeyde bir değerlendirmeyle, zamandaşlığa bakarak, onun globalleşmenin bir ürünü gibi görülmesine yol açıyor. Bunların bambaşka toplumsal ve ekonomik güçlere bağlı, süreçler olduğu görülmüyor. Ama bizzat bu yaygın kanının kendisi de burjuvazinin artan gücü ve ideolojik egemenliğinin bir ifadesinden başka bir şey değildir. Dünya burjuvazisindeki bu kendine güvenin en son örneği, ABD’nin Irak’ta atadığı konseye bir de Komünist almasıdır. Bu genel tablo içinde, Türkiye’deki Bonapartizm en çok direnenlerden biri. Bu direnişte elbette onun müthiş esnekliği, parlamentarizmi iyi kullanabilmesi ve Türkiye’nin uluslar arası dengelere oynamaya iyi imkan sağlayan stratejik konumu gibi etkenler var. Bunun yanı sıra, Türkiye’deki sınıflar ve politik güçler de hala, “üzerlerine bir kabus gibi çöken geçmişin mirasıyla” davranıyorlar. İşçiler ve sosyalistler Sovyet bürokrasisinin dış politika ihtiyaçlarına uyan ve bir zamanlar iyi kötü yine de Emperyalizme karşı dengeleyici bir işlev gören eski bağımsızlık ve anti-emperyalizm paradigmalarıyla nesnel olarak Türkiye’deki bonapartizmin yedeği işlevini görüyorlar. Burjuvazi ise eski korkaklığını ve pısırıklığını sürdürüyor. Kürt özgürlük hareketi ise bu durumda yapayalnız kalıp kapatıldığı gettonun duvarlarını yıkamıyor. Bütün bunlar hepsi birlikte, Bonapartist rejimin giderek daralan bir alanda da olsa, çeşitli 55


dengelere oynayarak varlığını sürdürmesini mümkün kılıyor. Bu rezil ortamda, kimi sosyalistlerin, hala iyimser, mücadelenin yükseldiğine, kapitalizmin yıkılacağına ilişkin tablolar çizmesi sosyalist hareketin düştüğü sefil durumun sadece bir yansıması olarak görülebilir. İyimserler olası dünyaların en iyisinde yaşadıklarını düşünürler. Kötümserler ise, bunun doğru olmasından korkarlar. Çünkü o iyi görülen dünya, olasıların en kötüsüdür. Gerçeğin dayanılmazlığı ancak hayal gücünün aynasında görülebilir. Bu nedenle kötümserlik devrimci bir erdemdir. Türkiye’nin devrimcileri ve sosyalistleri, kötümser değiller, çünkü hayal güçlerini yitirmişler. Dolayısıyla ne devrimciler ne de sosyalistler. 21 Temmuz 2003 Pazartesi

56


Kemalizm ve İslam Kemalizm ve Politik İslam aynı madalyonun iki yüzüdür. Politik İslam’ın Kemalizm’e; Kemalizm’in Politik İslam’a hava gibi, su gibi ihtiyacı vardır. Türkiye batılılaştıkça, modernleştikçe ve de laikleştikçe Müslümanlaşmıştır. Türkiye bu kadar laik ve batılı olmasaydı bu kadar Müslüman olmazdı. Osmanlı güya bir İslam imparatorluğu idi, nüfusunun büyük bölümü Müslüman değildi; Türkiye Cumhuriyeti ise laik, batıcı ve de Batılıdır ama, Politik İslam’ın çok sevdiği ifadeyle, nüfusunun yüzde doksan dokuzunu Müslüman yapmayı başarmıştır. (Alevileri Müslüman saymakta Politik İslam’ın Kemalizm’e bir itirazı yoktur.) Osmanlı’ya egemen olanlar, Müslüman devşirmelerdi, onlara Türk diyen batılılardı; onlar kendilerini Türk olarak görmüyor ve Türk’ü kaba, cahil anlamında bir hakaret sıfatı olarak kullanıyorlardı. Bu sınıfın sonradan uydurması olan “Türklerin devlet geleneği” denen şey aslında, Bizans-Osmanlı’dan beri gelen ve kökleri Sümer’e dayanan bu sınıfın geleneği ve ideolojisidir. Tarihte bir tek Türk devleti vardır: Türkiye Cumhuriyeti. Ve onu da Türkler değil işte bu Türklerin devlet geleneğinden söz eden, Bizans-Osmanlı artığı sınıf kurmuştur. Daha doğrusu zaten var olan devleti Türk devleti yapmıştır. Bu Müslüman devşirmeler kastı ya da sınıfı; varlığını ve egemenliğini borçlu olduğu devleti sürdürebilmek için her şeyi yapmaya ve her şey olmaya hazırdı. Birinci Büyük Millet Meclisinde bunu açıkça da ifade ediyorlardı: “Şeytan da oluruz Bolşevik de” diye. Milliyetçiliğin Osmanlı’ya geldiği dönemde, artık milliyetçilik eski demokratik ve cumhuriyetçi niteliğini yitirdiğinden, Balkan ve Anadolu’da bir burjuvazi de Hıristiyanlar arasında geliştiğinden, Burjuvazinin milliyetçiliği, bir etniye ve dine dayanan, çoğu kez de etni ve din çakıştığı için ikisine birden dayanan bir milliyetçilikti. Burjuvazinin bu milliyetçiliği, Bizans-Osmanlı devletçiliğini ve varlığı buna bağlı Müslüman Devlet Sınıflarını tehdit ediyordu. Bu nedenle onlar, egemenliğini sürdürmek için Osmanlı Ulusçuluğu para etmeyince bir süre Pan İslamizm ile oyalandıktan sonra, Türk ulusçuluğunda karar kıldılar ve Müslüman ahaliden bir Türk ulusu yaratıldı. Ne bu ulusu ve ulusçuluğu yaratan kastın; ne de kendisinden bu ulus yaratılan nüfusun soy olarak Türklükle bir ilgisi bulunmuyordu. Balkan ve Kafkas göçmenlerinden; Anadolu’nun büyük ölçüde Müslümanlaşmış ahalisinden, biraz da Türkmen ve Oğuz soyundan göçebe ve köylülerden yaratıldı bu ulus. Öyle ki, soy ve dilce herkesten daha Türk olan Karamanlılar, sırf Ortodoks oldukları için zorla Yunanistan’a sürüldüler; Adaların bir kelime Türkçe bilmeyen muhtemelen Rum asıllı Müslümanları da onlara karşılık alındılar. Müslüman Hıristiyan çelişkisi gibi görünen aslında, Kapitalizm öncesini temsil eden Osmanlı Devlet sınıfları ile Hıristiyanlar arasında gelişmiş modern burjuvazinin çatışmasıydı. Osmanlıcılık da, Pan İslamizm de, Türk milliyetçiliği de gerici Bizans-Osmanlı devletçiliğini

57


temsil ediyordu. Başta Ermeniler olmak üzere, Hıristiyan ahalinin katliam, sürgün ve mübadeleleri, kapitalizmin tasfiyesi, prekapitalizmin güçlenmesidir. Bu tıpkı, “devlet benim” deyişinin çıktığı Fransız devletçiliğinin, Sen Bartelmi katliamlarında Protestanlığı, yani burjuva gelişimi katletmesi gibidir. Bu katliam Fransa’nın modern burjuva gelişime girişini 100 yıl geciktirmiş ve sonunda Fransız Devrimi bu gecikmenin acısını çıkarmıştır. Hıristiyan burjuvazinin devlet sınıflarınca tasfiyesi, devletçiliğin yanı sıra prekapitalist toprak ağa ve şeyhliğinin; tefeci bezirgânlığın güçlenmesi sonucunu vermiştir. Bu tefeci bezirgânlığın ve ağalığın ideolojisi ise Müslümanlıktı. Güçlendirdiği tefeci bezirgânlığı kontrol altına alabilmek için, devlet sınıfları kendi İslam yorumunu devlet dini yaptı ve bu resmi Müslümanlığa da laiklik adını verdi. Bu devletçilik Hıristiyan katliamlarıyla, laikliğin temeli olan nüfusu ve toplumsal ilişkileri bizzat kendi yok etmişti. Ne var ki, 1970’lere kadar, İslam genel olarak tefeci bezirgânlığın ideolojisiyken, 1970’lerden sonra yeni çıkan ve çoğu bu tefeci bezirgânların çocukları olan, Anadolu Burjuvazisinin bayrağı oldu. Politik İslam’ı bayrak yapan burjuvazi, sadece devletçiliğin keyfiliğinden bıkmış işçileri değil, büyük şehirlerin Seküler burjuvazisinin bile desteğini aldı. Bu destekle birlikte de eskiden Müslüman yazarların konusu olan “Sabetaycı Komplo” “teorileri” Kemalistlerin başlıca ilgi konularından oldu. Ama dikkat edilsin, Politik İslam’ı bayrak yapan burjuvazi, devlet sınıflarına karşı gerçekten onları tecrit edecek, politik iktidarın seçilmiş temsilcilerin elinde bulunacağı tedbirler almıyor; böyle girişimlerde bulunmuyor. Devletin her türlü din eğitiminden elini çekmesi, İmam Hatiplerin kapanması; Diyanet İşlerinin lağvı; İmam, Müezzin gibilerin maaşının vergilerden ödenmesine son verilmesi ve bunların Müslümanların bağışlarıyla geçinmesi; devletin sadece inanç özgürlüğünü ve eşitliğini garanti altına alması gibi gerçekten laik girişim ve talepleri ağızlarına bile almıyorlar. Hâlbuki böyle talep ve girişimler bir anda, Türkiye’deki bütün Alevilerin, dinsizlerin, şehir orta sınıflarının desteğini alır ve Kemalist bürokrasinin bütün demagojisini açığa çıkarıp onu tecrit eder. Böyle gerçek bir laiklik -ki demokratikleşmenin şartlı olan devletçiliğin tecridini de getirir, Kemalizm’in laiklik denen resmi İslam’ını yok edeceğinden, Politik İslam’ın mazlumu oynama şansı kalmaz. Bu da geniş ezilen yığınların hızla burjuvazisin etkisinden sıyrılışını getirir. Bu nedenle AKP Kemalist devletçiliği tümüyle tasfiye edecek hiçbir adım atmıyor. Çünkü ancak bir Kemalist İslam olan Laiklik var olursa Burjuvazinin Politik İslam’ı var olmaya devam edebilir ve bu ideolojik kayıkçı dövüşünü sürdürebilir. 28 Mayıs 2004 Cuma

58


Sabetaycılar, Yahudiler, Anti-Semitizm ve Kemalizm Eskiden İslamcı yazarların ilgi alanında bulunan Sabetaycılar, Yahudiler ve bunlar üzerine komplo Teorileri, son zamanlarda Soner ve Küçük Yalçın’ların kitaplarıyla tekrar gündeme geldi. Sanılanın aksine, bu kitaplarda neyin söylendiği değil, niçin, şimdi ve nasıl söylendiği daha önemli ve anlamlıdır ve toplumsal sınıfların konum, yapı ve ilişkilerindeki değişmeleri anlamak için ilginç ip uçları sunarlar. Herkesin bildiği gibi, tarih tarihle değil, bu günün tartışmalarıyla ilgilidir ve bu gün çatışan güçlerin çıkarlarını korumanın aracıdır. O halde soralım: “Bayram değil, seyran değil eniştem beni niye öptü?” Türkiye’nin devlet sınıflarının, ya da Kemalist nomenaklaturanın çıkar ve eğilimlerini yansıtan bu yazarlar niye Sabetaycılara taktılar? Bu hangi toplumsal gücün eğilim, çıkar ve konumunun savunusudur? Yirminci yüzyıla kadar İslam’ın yayıldığı ülkelerde bir Yahudi düşmanlığı yoktur. Yahudi düşmanlığı, Batı Ortaçağının Hıristiyan ülkelerinde, kimi zaman tefeci-bezirgan sermayeye yönelik bir tepkinin; kimi zaman da kendileri tefeci bezirganlaşmış Hıristiyan tüccarların ve burjuvaların, bezirgan bir kavim olan Yahudilere rekabetinin bir aracı olarak görülür. Burjuva devrimleri Batı Avrupa’da Yahudileri gettodan kurtarıp eşit yurttaşlar haline getirdi. Bundan sonra Yahudiler devrimci demokratik fikirlerin en büyük taşıyıcısı olmuşlar ve İbrani dininde derin kökleri olan ve bütün Hıristiyan ve İslam ihtilalcı tarikatlara ilham veren mesiyanik (mesihçi) gelenek üzerinden modern sosyalizmin de en büyük kurucuları ve geliştiricileri olmuşlardır. Proletarya, yeryüzünde bin yıllık adil düzeni kuracak modern bir Mesih'tir de. Bu nedenle, burjuva devrimcisi mason derneklerinde de; sosyalist ve işçi örgütlerinin içinde de, kapitalizmi ve komünizmi bir Yahudi komplosu olarak gören teorileri haklı çıkarırcasına, Yahudiler toplumdaki oranlarıyla kıyaslanamayacak bir nicelik ve nitelikte yer almışlardır. İçinden Yahudilerin çıkarıldığı bir burjuva uygarlığından ve modern sosyalist ve işçi hareketinden geriye pek bir şey kalmazdı. Ne var ki, burjuvazinin ezilen sınıfların korkusu yüzünden gericileşmesi ve modern toplumun politik örgütlenmesinin temeli olan ulusu, yurttaşlık haklarıyla değil, dil, din, soy, etni ile tanımlamaya başlamasıyla birlikte; Burjuva gelişim Avrupa’da doğuya doğru yayıldıkça, Yahudileri gettodan kurtaran burjuva devrimciliğinin; demokratik ve cumhuriyetçi; insan ve yurttaş haklarına dayalı ulusçuluğun yerini; dine, dile, soya dayanan milliyetçilikle birlikte anti Semitizm ve Yahudi pogromları almaya başladı. Buna karşılık, hem buna bir tepki olarak, hem de bizzat kendisi de aynı gericileştirici eğilimin etkisinde olduğundan; Yahudi burjuvazisi de demokratik ve cumhuriyetçi bir ulusçuluktan; dile, dine, soya dayanan Yahudi ulusçuluğuna, yani Siyonizm'e geçiş yaptı.

59


Ama aynı zamanda Yahudi işçiler ve entelijansiya, burjuva devrimlerinin ideallerinin tek tutarlı sürdürücüsü kalmış işçi hareketine daha bir güçle yöneldi. Ve bu aşağı yukarı Sovyetlerin bürokratik bir kast tarafından ele geçirilmesine kadar devam etti. Yahudiler içindeki sosyalizm mi Siyonizm mi tartışması, özünde, Yahudiler üzerindeki baskının, tüm diller, dinler, kültürler, etniler arasında eşitliği sağlayan devrimci ve demokratik bir ulusçulukla mı; yoksa kendilerini dışlayanlar ve ezenlerinki gibi, dile dine soya dayanan bir ulusçulukla mı son verebileceği tartışmasıdır. Yani bu gün Kürt hareketi içinde Öcalan ve diğer Kürt milliyetçileri arasındaki tartışmadır. Ne var ki, Sovyet devriminin geri bir ülkede olup yayılamaması, tecridi ve sonunda bir bürokratik kasın iktidarının aracı olması; bunu sonucu olarak, dünyadaki sosyalist hareketin de ulusu, gerici burjuvazi gibi, dil, soy, etni ile tanımlaması ve demokratik geleneklere veda etmesi sonucu, Yahudiler de, özellikle soykırımın da etkisiyle önceleri hiçbir zaman güç bulamamış gerici ulusçuluğa, yani Siyonizm’e akmaya başladılar. Ve bu gerici milliyetçilikle kurulan İsrail devletinin dünyanın aort damarını garanti altına almak için Emperyalist ülkelerce desteklenmesi sonucu, Siyonizm mi sosyalizm mi; yani ulusu dille, dinle, soyla tanımlamayan demokratik cumhuriyetçi bir ulusçuluk mu; ulusu dile dine, etniye soya göre tanımlayan bir ulusçuluk mu çatışmasını, bütün dünyada olduğu gibi, Yahudiler arasında da, bu gün Siyonizm kazanmış gibi görünmektedir. Ama unutmamalı, yirminci yüzyılın başlarında da Sosyalizm karşısında Siyonizm’in en küçük bir şansı görülmüyordu. İslam ülkelerinde Yahudi düşmanlığının ve Siyonist komplo teorilerinin yankı bulması Irkçı, İsrail devletinin kuruluşundan sonradır ve Arap ve Müslüman burjuvazinin eğilimlerini yansıtır. Batı’nın emperyalistlerinin artık bir anti-Semitizm’e ihtiyacı yoktur, aksine, Orta Doğu petrollerini garantilemek için, Siyonist İsrail devletinin varlığı ve ona destek hayati önemdedir. Avrupa ve Almanya için, Nazi’lerin yaptığı Yahudi soykırımı karşısındaki lanet törenleri, bu politikayı meşrulaştırmanın bir aracıdır. Nasıl Türkiye’nin solcuları anti-emperyalizm adına genelkurmay politikalarının destekçiliğini yaparlarsa; Alman solcuları da; Nazi vahşetinin lanetlenmesi adına, Siyonist ırkçılığı, “İsrail devletinin yaşama hakkı” diye desteklerler ve hatta kendine “anti-Nasyonalist” diyen kimileri, İsrail ve Amerikan bayraklarıyla yürüyüşler düzenlerler. Ama aynı zamanda anti-Semitizm ithamı, ABD karşısında Arap ülkelerini destekleyerek bir denge kurmaya çalışan Avrupalı emperyalistlere ve güçlere karşı, ABD emperyalizminin ve Irkçı İsrail Siyonizm'inin onları hizaya getirmeye yarayan bir sopasıdır. Örneğin bu çatışma geçen yıl Almanya’da, Araplarla daha yakın ilişkileri savunan bir politikacının, İsrail tarafından manevi olarak öldürülmesi ve onun da dayanamayıp intihar etmesine karşılık, Siyonist bir talksohwcunun, kirli çamaşırlarının ortaya çıkarılarak yine

60


manevi olarak saf dışı edilmesinde olduğu gibi, “bir bizden bir sizden” mesajlarıyla, zaman zaman çok sert biçimlerde sürmektedir. * Arap ve İslam ülkelerindeki anti Semitizm İsrail’in varlığıyla doğrudan bağlıdır ve ondan sonra ortaya çıkmıştır, Siyonizm’e karşı Arap ve Müslüman burjuvazinin bir karşı tepkisi olarak. Buna karşılık, Osmanlı’da burjuva devrimlerinde ve Türk ulusunun yaratılmasında, yani Türk modernleşmesinde Yahudilerin oynadığı çok özel rol nedeniyle, Türkiye’deki anti-Semitizm ve Komplo teorileri daha eskilere gider ve çok ayrı sebepleri vardır. Osmanlı’da Müslüman devlet sınıfları, bütün fatih kavimler gibi, haraçla yaşadıklarından ve devleti oluşturduklarından bunlar arasında, ticaret ve zanaat, “haşa min huzur tüccar taifesinden” denerek aşağılanmıştır. Bu nedenle, ticaret ve zanaat, zaten binlerce yıldır bu alanlarda gelişmiş olan Hıristiyan nüfusun işi olmuştur. Dolayısıyla da burjuvazi ilk kez Hıristiyanlar arasından çıkmıştır. Ama Osmanlı Topraklarında bu Hıristiyan burjuvazi tarih sahnesine geç çıkmıştır, dolayısıyla bu burjuvazi ortaya çıktığında, artık dünyada sınıf olarak burjuvazi, demokratik ve cumhuriyetçi insan ve yurttaş haklarına dayalı ulusçuluğu çoktan terk etmiş; dile, dine, etniye dayanan bir ulusçuluğa geçmiştir. Öte yandan, bütün bu Hıristiyan burjuva sınıflarının, kendisinden dile, dine, soya dayanan uluslar ve ulusal devletler kurabilecekleri bir nüfus vardır. Rumlar ve Ermeniler ve diğer Balkan halkları gibi. Osmanlı topraklarında, Hıristiyan burjuvazi dışında, kendi içinden bir burjuvazi çıkarmış bir tek istisna vardır: Yahudiler. Zaten Fenikelilerden beri Akdeniz ticaretini elinde tutan; Venediğe karşı Osmanlı ticaretini güçlendirmek için, İspanya’dan gelmeleri teşvik edilen, Doğu Akdeniz’in (Levant) ticaret yolları ve liman şehirlerinde bir Yahudi burjuvazi de oluşmuştur. Ayrıca bu burjuvazinin önemli bir bölümü, daha önceki yüzyıllarda Mesihçi bir hareket ve tarikatın dışarıdan Müslüman görünmeyi kabul etmiş; “Sabetaycılar”, “Selanikliler” veya “Dönmeler” diye tanımlananlarından oluşmaktadır. Hıristiyan halkların burjuvazisi ile hala prekapitalist dünyada yaşayan ve burjuva değişimlerde kendi varlığına ve yaşamına karşı bir tehdit gören Müslüman ahali ve oluşacak burjuva devletlerin kendi varlığının koşulu olan devleti yok edeceğini gören Müslüman devlet sınıfları arasındaki çatışmanın yanı sıra, Yahudi burjuvazi ile Ermeni ve Rum Hıristiyan burjuvazisi arasında da bir rekabet ve çatışma bulunmaktadır. Bu durum da ister istemez, Prekapitalizmin temsilcisi Müslüman devlet sınıfları ve ahali ile modern Yahudi burjuvazisi arasında bir çıkar ve konum ortaklığı yaratmıştır. Gerek Osmanlı’nın Katolik engizisyona karşı sığınma sunması; gerek İslam’ın kendini, özüne dönmüş saf İbrahim dini ve İbrahim’i Müslüman olarak görmesi; gerek Sabetaycıların Müslüman görünmesi gibi ek katalizatörlerle bu yakınlık daha da pekişmiştir. Böylece, bir yanda burjuvazisi olmayan, Hıristiyan ulus ve burjuvaların tehdidi altında prekapitalist bir Müslüman nüfus ve devlet sınıfları; diğer yanda yine bir burjuva olarak aynı 61


tehdidi hisseden ve Hıristiyan burjuvaziyle rekabet içinde bulunan ama aynı dile ve dine sahip içinden dayanacağı bir ulus yaratabileceği bir nüfustan yoksun Yahudi ve onun bir biçimi Müslüman görünüşlü Sabetaycılardan oluşan bir burjuvazi vardır. Ve böylece “Tencere yuvarlanmış ve kapağını bulmuş”tur. Müslüman prekapitalizmin devlet sınıflarının ve Müslüman halkın burjuvazisi yoktur; buna karşılık, bir kısmı dış görünüşüyle de Müslüman olan (Sabetaycılar) Yahudi burjuvazinin de dayanacağı ve içinden bir ulus yaratacağı halkı yoktur. Avrupa’daki Yahudilerin arasında o zamanlar henüz Siyonizm çok zayıftır ve ulaşılmaz bir hayal gibi görünmektedir. Bu nedenle bu Osmanlı Topraklarındaki Yahudi burjuvazisi için Siyonizm'in bir çekiciliği yoktur. Olsa bile Rum ve Ermeni burjuvazisinin tehdidi ve rekabetine karşı kısa vadede somut bir çare olmaktan uzaktır. Diğer yandan Avrupa’daki Yahudilerin çoğu devrimci demokratik özlemlerin biricik tutarlı savunucusu olan sosyalist ve işçi harekete angajedir. Onlarla arasında bu nedenle her hangi bir rezonans olmaz. Çünkü kendisi de tıpkı diğer Hıristiyan burjuvalar gibi artık burjuvazisinin devrimci barutunu tükettiği bir çağın burjuvazisidir ve ulusu gerici imparatorluk karşısında yurttaşlıkla tanımlayan devrimci demokratik bir ulusçuluğa değil; soyla, dille, dinle tanımlayan gerici bir ulusçuluğa eğilimlidir. Bu nedenle, Avrupa’dan, ideoloji ve teori olarak, aydınlanmanın demokratik devrimciliği ya da sosyalizm değil, pozitivizm ve gerici sosyolojiler ve gerici ulusçuluklar getirilir (Ziya Gökalp). Ne sonra güçlenen Siyonizm ne de devrimci demokratik idealleri savunan sosyalizm bu Yahudi burjuvazinin siyasi projesi olamazdı. Öte yandan çıkar ortaklıklarının beslediği olağanüstü bir olanak ortada duruyordu. Müslüman ahaliden bir Türk ulusu yaratmak ve kendilerinin de o ulusun burjuvazisi olması. Böylece Osmanlı devlet sınıfları ile Selanik ve İzmir gibi şehirlerde özellikle yoğunlaşmış ama bütün ticaret yollarının düğüm noktalarında da var olan Yahudiler ve Sabetaycılar arasında bir çıkar ve kader ortaklığı ortaya çıktı. Bu İttihat Terakki’de açıkça görülebilir. Bu günkü komplo teorileri bu ortaklığın somut görünümlerine dayanmaktadır. Tabii Müslüman ahaliden bir Türk ulusu fikri hemen doğmadı önce Osmanlıcılık gibi denemeler de yapıldı. Bu Türk ulusu fikri oldukça sonra, Avrupalıların Osmanlılara ve o topraklarda yaşayan Müslüman ahaliye Türk demesi; Almanya’nın Rusya’yı arkadan kuşatmak ve Hint yolu için pan Türkizmi yaratıp beslemesi; daha önce İpek yolu üzerinde bezirgânlaşmış ve zenginleşmiş Türk dilinden Hazar kavminin Musevi dinini benimsemesi ve bunların kalıntılarından (Kerait Yahudileri) ortaya çıkmış burjuvazinin geliştirdiği bir Türk milliyetçiliğinin etkileri gibi birçok rastlantının bir araya gelmesi sonucu ortaya çıkmıştır. En ateşli Türk milliyetçileri ve Türk milliyetçiliğinin kurucuları genellikle Yahudiler ve Sabetaycılar arasından çıkmıştır. Hasan Tahsin ve Tekin Alp bunların en bilinen örnekleridir. Türklerin atası olan, Atatürk, Osmanlı Devlet sınıfları ile bu Yahudi ve Sabetaycı burjuvazinin çıkar ve kader ortaklığının en somut sembolüdür. Muhtemelen Sabetaycı bir kökenden gelen, ama öyle olmasa bile Selanik nüfusunun ezici çoğunluğunu oluşturan

62


Yahudiler ve “Dönme”lerin kültürel atmosferinde; Kerayit öğretmenlerden ders almış; bu “dönme”lerin kurduğu modern okullarda okumuş bir Osmanlı paşasıdır. Denebilir ki, Yahudiler dünyada iki ulus yaratmış iki devlet kurmuştur: biri İsrail ulusu ve devleti diğeri Türk ulusu ve devleti. Batı Avrupa’nın Yahudileri kendilerini gettodan kurtaran insan ve yurttaş haklarına dayalı ulusçulukla kendilerini kurtarmışken; Orta ve Doğu Avrupa’nın Yahudileri bu devrimci demokrasiye sosyalizm bayrağı altında İşçi hareketi aracılığıyla ulaşmaya çalışırken, Osmanlı’daki Yahudiler, kader ve çıkar ortaklığı içinde oldukları Osmanlı’nın Müslüman devlet sınıfları ile birlikte, Müslüman Ahaliden bir Türk ulusu yaratarak; dile ve dine dayanan bir ulusçulukla üçüncü ve gerici bir denemede bulundular. Doğu Avrupa’nın Eskenazi Yahudileri, Siyonist milliyetçilik ile İsrail devletini ve ulusunu kurmadan önce; Osmanlı’nın ve Levant’ın Sefarat Yahudileri, Türk milliyetçiliği ile Türk devletini kurdular. Ama bunu yaparken başına topladığı cinleri dağıtamayan büyücüye de döndüler ve bizzat kendi yarattıkları bu gerici ulusçuluğun da sık sık kurbanı olmaktan kurtulamadılar. Anadolu’nun Hıristiyan Rum ve Ermenilerinin fizik olarak imhası, sadece Osmanlı Devlet sınıflarının çıkarlarının savunusu değil; bu Yahudi burjuvazisinin rakibinin tasfiyesi anlamına da geliyordu. Ne var ki, bu Rum ve Ermeni burjuvazi ve üretmenlerin tasfiyesi, Anadolu’nun üretim ilişkilerini ve kültürel dünyasını, Fransa’daki Sen Bartelmi katliamında olduğu gibi, en az yüz yıl geriye götürdü ve tefeci bezirganlığı, derebeyliği ve devletçiliği, hasılı gericiliği güçlendirdi. Bu da, laiklik denen, dinlerin politik alanın dışına itilmesinin toplumsal temelini yok etti. Şapka ve gardırop inkılâpları, bu Yahudi ve Sabetaycı burjuvazinin kendisinden Türk ulusunu yaratacağı Müslüman halkıyla görünür bir farkın olmaması için yapılmıştı. Ama Ermeni ve Rumların tasfiyesiyle güçlenen tefeci bezirgân ve derebeyliğin ideolojisi Müslümanlıktı. Bu tefeci bezirgânlığı kontrol atında tutabilmek için, bir yandan laiklik adı altında bir resmi devlet İslamlığı oturtuldu; diğer yandan yine aynı zorla kıyafet inkılâpları. Modern Türk devletinin kuruluşunda Yahudilerin oynadığı bu özgül rol ve katliamların modern kapitalist üretim ve kültür ilişkilerini yok eden, prekapitalızmi güçlendirmesi belirler Cumhuriyet döneminin tarihini ve reformlarını. Bu nedenle; Türkiye’deki Yahudi düşmanlığı, Arap ülkelerinden önce, Hıristiyan ahali ve burjuvazinin katliamlarıyla güçlenen Müslüman tefeci bezirgânlığın ve derebeyliğin, Kemalist modernleşmeye karşı mücadelesinin de bir aracı olmuştur. Daha sonra, Anadolu burjuvazisi, tam da bu büyük şehirlerin Yahudi ve laik burjuvazisinin kıyafet inkılâbını yaptığı nedenlerle, yani sömürdüğü kitleden ve ulustan farklı olmamak için, yine aynı şekilde kıyafeti bayrak yaptı. Anti semitizm ve komplo teorileri, taşranın Müslüman burjuvazisinin, bir yandan büyük şehirlerin Yahudi burjuvazisine karşı; diğer

63


yandan devlet sınıflarının egemenliğine ve onların bu ittifakına karşı mücadelesinin bir silahı oldu uzun yıllar boyunca. İhtiyacı olan malzemeyi de, önceleri Avrupa’da Hıristiyan ülkelerin gerici burjuvazisi tarafından geliştirilmiş; sonra Araplarca alınmış komplo teorileri ve anti Semitizmden alıyor onları Türkiye tarihinin bu özgüllüğüyle birleştirince, sadece kapitalizm, komünizm ve Siyonizm değil, Kemalizm de bu komplonun bir ayağı olarak ortaya çıkıyordu. Bütün burjuva devrimleri mason localarında örgütlenmemiş miydi? Marksist ve sosyalist önderlerin çoğunun Yahudi olması bir tesadüf müydü? İşte, Türkiye’deki modernleşmeci Kemalizm de bir Yahudi komplosu değil miydi? Bütün bunlar İslamiyet’e karşı Yahudiliğin bir komplosundan başka bir şey olamazdı. Ne var ki, son yıllarda, Anadolu’nun İslamcı Burjuvazisi ile büyük şehirlerin laik ve Yahudi kökenli burjuvazisi arasında bir fiili yakınlaşma başladı. Buna karşılık devlet sınıfları ile bu büyük şehirlerin laik burjuvazisi arasında giderek büyüyen bir çatlak oluştu. Kemalist devlet sınıflarının her türlü esneklikten yoksun, özellikle Kürtleri inkâra yönelik politikası ve savaş masrafları burjuvazi için çok ciddi engeller yaratıyordu. Türkiye dünya pazarına entegre olmalıydı ama bunun için gerekli reformların önündeki en büyük engel bu devlet sınıflarıydı. Böylece önceleri devlet sınıflarının gölgesinden çıkmayan Sabetaycı, Yahudi ve laik burjuvazi, giderek politik iktidarı doğrudan sınıf olarak burjuvazi ele almadıkça hiçbir reformun yapılamayacağı sonucuna ulaştı ve İkinci Cumhuriyetçiliği geliştirmeye başladı. Ne var ki, bu İkinci Cumhuriyetçilik, şehirlerin modern ve genç tabakaları dışında, geniş ezilen yığınları hareket geçirmeyi sağlayamadı. Bunu Anadolu’nun yeni palazlanan burjuvazisinin genç kuşağı başardı. Bu değişimi de birçok gelişme kolaylaştırdı. 1970’lerde Anadolu burjuvazisinin ayrılıp Erbakan önderliğinde ayrı parti kurması, büyük ölçüde Petro-dolarların desteğine ve Arap ülkelerinde büyük umutlar vadeden pazara dayanıyordu. Ama arada geçen zamanda, bütün bu Arap pazarı hülyaları büyük ölçüde yok olmuştu. Bunun yerini Avrupa ve diğer ülkelerle ticaret almıştı. O zamanlar Avrupa ve ortak Pazar karşıtlığı bir olanak açarken şimdi Avrupa’ya girmek hem yeni olanaklar ve pazarlar açar hem de siyasi iktidarı doğrudan ele almak için daha iyi olanaklar sunardı Bütün bu ve benzeri değişmelerin sonucu olarak, yeni kuşak taşranın İslamcı burjuvazisi ile büyük şehirlerin genellikle Yahudi, Laik ve batıcı burjuvaları arasında Kemalist oligarşinin iktidar tekeline karşı bir yakınlaşma doğmaktadır. AKP hem seçim başarısını bu yakınlaşmaya ve desteğe borçludur; hem de seçim sonrası politikaları bütünüyle bu yakınlaşmayı güçlendiricidir. Burjuvazi artık sınıf olarak gerçek politik iktidarı almak istemektedir. Bürokrasinin ve ordunun gücünü korumasına karşı değil, hatta ondan yanadır ama politik iktidar kendi ellerinde kaldığı takdirde. Burjuvazi artık, işçi hareketinin dünya çapında bir yenilgi yaşadığı; kendisi için hiçbir tehlike olması olasılığının kalmadığı bu koşullarda kendine güveni kazanmış, hatta işçilerin memnuniyetsizliğini kendi değirmenine akıtmayı başarmıştır. Ayrıca yapacağı reformların sağlayacağı nispi refah ile önündeki bir kaç on yılı bile götürecek bir

64


desteğe bile ulaşması söz konusudur. Bu durum, şimdiye kadar Doğu Avrupa ülkelerindeki Nomenaklatura gibi yaşayan devlet sınıflarının imtiyazlarını ve iktidarını ciddi ciddi tehdit etmektedir. Burjuvazinin bu iki kanadının çıkarlarının birleşmesi, ideolojik planda en iyi biçimde İkinci Cumhuriyetçiler ve Politik İslam’ın teorisyenleri arasındaki yakınlaşmada görülür. İşte büyük şehirler burjuvazisinin ve bunların eğilimlerinin kültür ve düşün hayatındaki uzantılarının ve temsilcilerinin, devlet sınıfları ile arasındaki farkın giderek açılması sonucunda, elindeki iktidar tekelini sorgulayan burjuvazinin yeni tavrına karşı, bürokratik oligarşinin savaşının bir aracı olarak ortaya çıkar son zamanlardaki Sabetaycılık ve komplo teorileri. Politik İslam’ın artık Yahudi burjuvazisine karşı komplo teorilerine ihtiyacı yoktur, aksine bunları unutmak ve unutturmaktan çıkarlıdır. Buna karşılık şimdi, bürokratik oligarşinin bu teorilere ihtiyacı vardır, burjuvazinin siyasi iktidar tekelini ele geçirme girişimlerine karşı. Ne var ki, Kemalist oligarşinin bu Sabetaycılık üzerine komplo teorilerinin bazı zorlukları vardır ve kendisini de vurur. Öncelikle şimdiye kadar, kendisine karşı mücadele ettiklerini söyledikleri, İslamcılarla aynı tezlerde birleşmiş bulunuyorlar. Ama asıl önemlisi, Savunduklarını söyledikleri laiklik ve cumhuriyet, Türklük ve Türk Devleti de bir “Sabetaycı komplosu” değil midir? Atatürk’ün hadi soyu bir yana, kültürü ve sosyal şekillenmesi öyle değil mi? O zaman eğer söyledikleri gibi bir “Sabetaycılar komplosu” geçerliyse, bizzat kendileri de bu komplonun bir ürünüdürler. O zaman, komplo teorilerinin mantığıyla varılacak sonucun şu olması gerekir: Sabetaycı komployu açıklayan bu tartışmaların kendisi bir Sabetaycı komplosudur. A’yı söyleyen B’yi de söyler. Söyleyenler de çıkacaktır. 15 Haziran 2004 Salı

65


Kemalizm, 12 Eylül, Duvar’ın yıkılışı, Özel Savaş ve Çürüme Türkiye’de sol, burjuvaziden daha az dar kafalı, daha az taşralı, daha az ben merkezci değildir. Türkiye’de sol Türkiye’ye Dünya’dan bakmaz, Dünya’ya Türkiye’den bakar. Bu tavır, kendi geçmişiyle ve yöntemsel hatalarıyla yüzleşmekten bir kaçış olduğu kadar, taşralılıkla da ilgilidir. Bu fenomeni, solun açıklamalarında çok kullandığı 12 Eylül ve Kemalizm konularında görelim. Türkiye’de solun milliyetçiliği, Kemalizm’i konusunda çok konuşulmuştur. Sanılır ki, Soldaki Kemalizm’den söz edenler ciddi bir Kemalizm eleştirisi yapıyorlar. Yoktur böyle bir şey. Kemalizmden söz ediş, solun özeleştiriden, kendindeki Kemalizm’in köklerini bulup onları sökme görevinden kaçışının bir örtüsünden başka bir şey değildir. Solun Kemalizm’inden söz edenler çok basit bir gerçeği unutmayı tercih ederler: 1970’lere kadar Türkiye’de sol namına, bırakalım sosyalizmi bir yana, az çok modern veya muhalif ne varsa bir şekilde TKP ile ilgiliydi. Yani fiiliyatta TKP dışında bir sol yoktu. Ve TKP üçüncü Enterasyonal’in bir seksiyonuydu. Yani dünyayı bir ülke gibi düşünürsek, TKP dünya ölçeğinde, örneğin Türkiye çapındaki bir partinin Çankırı veya Kastamonu il örgütü durumundaydı. Nasıl bir partinin il örgütünün politika ve teorisi o partinin merkezinin politika ve teorisinden ayrı düşünülemezse, ve ayrı olduğu zaman zaten merkez o örgütü fesheder veya atar ve yerine yenisini kurar, TKP’nin politikası ve Teorisi de Üçüncü Enternasyonal ve Sovyetlerden ayrı düşünülemezdi. 1940’ların ortalarında, savaş içinde Stalin’in bir emriyle ortadan kaldırılıncaya kadar, tüzüksel olarak TKP Üçüncü Enternasyonal’in bir seksiyonudur, yani dünya partisinin bir şubesidir. Ama önceleri yani 1920’lerin ortasından sonra fiilen, dünya partisi Sovyet dış politikasının bir aracı olduğundan, formel olarak eşit bir şube gibi görünmesine rağmen, fiilen Sovyet dış politikasının bir aracıdır ve zaten bu nedenle de Üçüncü Enternasyonal ortadan kalktıktan sonra da bu ilişki, Sovyetlerin yok oluşuna kadar, “Kardeş partiler” biçiminde devam etmiştir. Gerçek durum bu olduğuna göre, bir parça düşüncesini mantık sonuçlarına götüren bir kimse şöyle düşünür: “Bir partinin il örgütünün politikaları merkez tarafından hiç eleştirilmemiş ve bizzat merkez ona bu politikaları dayatmışsa, bu il örgütünü hedef tahtasına yatırmak, o politikaların gerçek sorumlusunu ve nedenlerini gizlemekten başka bir anlama gelmez.” İşte Türkiye’deki Kemalizm eleştiricilerinin yaptığı fiilen tamı tamına budur. TKP’nin ya da Türkiye’de sol hareketin Kemalizm denen politikalarının gerçek sahibi ve nedeni üçüncü Enternasyonal, fiilen de SBKP’dir. O halde Kemalizm eleştirileri, SBKP’nin eleştirileri olmak zorundadır. TKP’nin bu politikaları hiçbir zaman SBKP tarafından eleştirilmemiştir, aksine bu politikalar ona SBKP tarafından dayatılmış ve önerilmiştir. TKP’nin lağvından CHP’ye girmeye kadar bütün

66


politikalar SBKP tarafından önerilmiş ve dayatılmıştır. Gerçekten ciddi bir eleştiri bu olgulardan hareket etmek zorundadır. O zaman da şu soru ortayla çıkar, TKP’nin milliyetçi ve Kemalist denen politikalarının gerçek müsebbibi SBKP olduğuna göre, SBKP niçin ve nasıl olmuştur da, bu politikaları savunmuş ve TKP’ye dikte ettirmiştir? Kemalizm’i hedef tahtasına oturtanlarda bu soru hiç görülmez. Bu görülmeyen soru sorulduğunda ise, bunun bir açıklaması, yani Stalinizm denen şeyin ne olduğu ve bunun nedenleri konusu gündeme gelir. Gerçek bir Türkiye’deki solun veya TKP’nin milliyetçiliği ve Kemalizmi eleştirisinin karşılaşacağı problem budur. O zaman da, şu soru ortaya çıkar, nasıl olmuştur da bu politikalar SBKP ve Üçüncü Enternasyonal’e egemen olmuştur? Bunun nedenlerine indiğinizde de Rusya gibi geri bir ülkede devrimin yayılamadan kalması ve tecrit olmasının bunun temel nedeni olduğunu görürsünüz. Bu geri bir ülkedeki tecrit oluş koşullarında, devrimin bir bürokratik kast tarafından bir karşı devrimle tasfiye edildiğini, ama bu tasfiyenin tıpkı Muaviye’nin askerlerinin mızraklarına Kuran asmaları gibi, Lenin ve sosyalizm bayrağıyla yapıldığını görürsünüz. Hasılı, ciddi bir Kemalizm hesaplaşmasının ve Kemalizm etkilerini tasfiye, onun nedenlerini görme ve aşma çabasının varabileceği biricik nokta budur. Bakın Türkiye’de soldaki Kemalizm’den şikayet edenlere. Hiç biri bu konulara girmezler, TKP’nin dünya partisinin bir seksiyonu olduğu gibi çok temel bir gerçeklik karşısında susarlar, yokmuş gibi yaparlar. Bu bağlamda, Kemalizm’i bir günah tekesine çevirip ona saldırmak, aslında o Kemalizm biçiminde görünen milliyetçi sosyalizmin savunusundan başka bir şey değildir. Kemalizm’i eleştirir görünenler aslında Kemalizm’i, en derindeki kökleriyle birlikte savunmaktadırlar. Ama bu Kemalizm’i hedef tahtasına koyup eleştirir görünerek savunan Kemalizm kaynağını her şeyden çok, solun taşralılığında bulur. Ufuklarında bir dünya ve dünya tarihi yoktur. Ülkedeki gelişmeleri bu dünya ve dünya tarihi içinde anlama gibi bir çaba yoktur. Tipik taşralı dar görüşlülüğü egemendir. Bu sayede böylesine köpeksiz köyde değneksiz gezer bu Kemalizm’i eleştirir görünen Kemalizmler. Hasılı Kemalizm solun bir günah tekesidir, günahlarını yüklediği. * 12 Eylül de benzer bir işlev görmektedir. Kemalizm nasıl milliyetçilik ve burjuvaziyle ittifak politikalarının gerçek nedenleriyle yüzleşmekten kaçınmayı sağlıyorsa, 12 Eylül de, solun zayıflığının nedenlerini gizlemenin, bunlarla ve nedenleriyle gerçek bir yüzleşmeden kaçışın bahanesidir. Sol neden zayıf? 12 Eylül darbesinden. Kitleler niye sağa kaydı? 12 Eylül darbesinden. Aynı dar görüşlülük, aynı ulusal dar perspektif burada da görülür.

67


Buraya nereden geldik? Bir okuyucu, Köxüz’e Bianet’te çıkan bir haber yorumu yollamış koyulması için. Aslında çok ilginç bir haber yorum. Bunu okuyunca aklımıza geldi bu konu. Aslında geçenlerde, 12 Eylül darbesi, çeyrek yüzyılı vesilesiyle gündeme geldiğinde yazmak istiyorduk bu konuyu ama olmadı, araya başka işler girdi, bu haber yorumla karşılaşınca da dilimizi tutamadık. Bu haber yorumu okuyalım şimdi: * “Kenan Evren'e Yıldızlı Pekiyi! Evren, artık kefeni yırttığının farkındaydı. Karşısındaki ezik, militarist eğilimli gençler, onun ürünüydü. Bunu, yüzde 97'lik zaferinden sonraki ikinci zaferi olarak kabul ediyor gibiydi ki, " bizi yargılasalardı, şimdiye kadar yargılarlardı" diyor. İrfan AKTAN BİA (Ankara) - Abbas Güçlü'nün Kanal D'de gece geç saatlerde yayımlanan "Genç Bakış" adlı programı dün de (1 Mart) Muğla Üniversitesi'nin bin kişilik salonunda, "tarihi bir şahsiyeti" ağırlıyordu. Salon tıklım tıklımdı ve program sunucusu Güçlü, salona yüzlerce üniversite öğrencisinin daha girmek istediğini, ancak salonun kapasitesinin buna yetmediğini söylüyordu. Hakikaten de devasa salonda neredeyse tek boş koltuk görünmüyordu. Üniversite öğrencileri son derece heyecanlı görünüyor, hemen her cümlesine alkış tutuyordu, programa katılan tarihi şahsiyetin. Gecenin bir yarısında bize programı izlettiren de üniversite öğrencilerinin, programın konuğuna tuttukları bu coşkulu alkıştan başka bir şey değildi. Zira Genç Bakış'ın konuğu "ünlü bir ressam olan" Kenan Evren'di. Her zamanki gibi, vakti zamanında ülkeyi anarşiden kurtarmış olduğunu sanma hissinin verdiği kahramanlık edasıyla konuşan, yaşlılıktan mı yoksa pişkinlikten mi olduğu anlaşılamayan 'saflığıyla' üniversite öğrencilerinin sorularını yanıtlayan Kenan Evren, bu ülkeye iki boy büyük gelecek kadar demokrattı, Muğla Üniversitesi'nin salonunda! "Genç Bakış" Evren'in ve üniversite öğrencilerinin dudak uçuklatan, uyku kaçıran tutumlarına dair notlarımızı aktarmadan evvel, programı bilmeyenler için bir özet sunalım: Abbas Güçlü her hafta bir üniversiteye giderek öğrencileri topluyor ve karşılarına da bir siyasetçiyi, sanatçıyı vs, çıkararak, 'sorulu-cevaplı' bir "Genç Bakış" programı hazırlıyor. Güçlü, öğrencilerin 'radikal' sorularına bile müdahale etmeyen, gayet sakin ve makul bir sunucu olduğu için de, program katılımcısı öğrenciler istedikleri soruları yöneltebiliyorlar, haftanın konuğuna. Öyle ki, geçen hafta Ankara Üniversitesi'nde düzenlenen programa katılan Anavatan Partisi Genel Başkanı Erkan Mumcu, öğrencilerin 'zor' soruları karşısında epeyce ter dökmüş ve lakin salonda çıkan karışıklıktan, Mumcu'nun Stalin-Hitler karşılaştırması yapmasından dolayı yükselen tansiyondan dolayı Güçlü, programı yarıda kesmişti. 68


Ancak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, iyi bir hatip olmasa da Abbas Güçlü, son derece makul ve söz hakkını diğer sunucular gibi zehir etmeyen bir sunucu. Ayrıca, her zaman için öğrencilerin tarafını tutmaya çalışan, muktedirleri gerçekten de sorgular gibi yapan bir tavır sergiliyor Güçlü. Ancak önceki akşam Güçlü, öğrencilerin tarafında durmaktan utanır gibiydi. Gayet haklıydı. En radikal soru: Hiç düşündünüz mü? Günler öncesinden anons edilen Evren-gençlik buluşmasında enteresan bir atmosfer yaşanacağı beklentisi programın ilerleyen dakikalarda şaşkınlığa, sonlara doğru kızgınlığa ve biterken de hayal kırıklığına dönüştü. Çünkü Kenan Evren, üniversite öğrencisi olduklarına bin şahit isteyen gençlerin 'asalım-keselim, daha ne bekliyoruz paşam! ' nidalarını gayet makul açıklamalarla yanıtlıyor, demokrasi ve hoşgörü dersi veriyordu, program boyunca. Başta da belirttik, Evren bunu yaşlılıktan mı, pişkinlikten mi yapıyordu, kestirmek güç. Fakat önemli olan Evren'in hali-tavrı değil, öğrencilerin yüz kızartıcı durumuydu. Salondaki en radikal soru mealen şöyleydi: "Sayın Evren, 12 Eylül'de yaptığınız darbeden dolayı çok insanın canının yandığını hiç düşündünüz mü? " Evren'in bu 'en radikal' soruya yanıtı mealen şöyleydi: "Bilmez miyim. . . Bakın gençler hiç sormuyor ama o dönemde çok işkence olayı yaşandı. Hatta işkenceden dolayı hayatını kaybedenler oldu. Bunlara çok üzüldük. Bazı idam kararlarını niçin verdiğimizi bilmiyorsunuz. Bir bilseniz, bize hak verirsiniz. . . " "Protesto alkışları" Evren'in sözlerini, coşkulu alkışlar bölüyor. Üniversite gençliği, hiç abartısız, avuçları kızarana kadar Evren'i alkışlıyor. Abbas Güçlü son derece şaşkın, arada bir söze karışıp "tabii bunlar protesto alkışları" diyor ama ne gam! Alkışların protesto olmadığına, programın ilerleyen dakikalarında istemeye istemeye, canınız acıya acıya kabulleniyorsunuz. Evren'in keyfi yerinde. "Eğer ben YÖK'ü kurmasaydım, şu an bu kadar rahat olmazdınız" diyor ve yine alıyor alkışı. Salonda tek bir siyasi görüş mensubu öğrencilerin bulunduğunu düşünüp kendimizi aldatmaya çalışmamız da kâr etmiyor. Hakikat öyle değil zira. "Çok çeşitli" görüşten, yüzünden hayranlık ve mutluluk ifadeleri okunan bini aşkın öğrenci doldurmuştu salonu ve yaşlı bilgeden akıl almaya çalışıyordu. Programın sonlarına doğru Evren, kalp hastalığı olduğunu, üzülünce veya sinirlenince hastalandığını açıklıyor ve "o yüzden Abbas'ın beni bu programa gelmeye ikna etmesi için çok uğraşması gerekti" diyerek, gençlerin karşısına çıkmaktan çekindiğini itiraf ediyordu, korkusunun yersiz olduğunu anlamışçasına. Üstelik programın başında ellerinin titrediğinin fark edildiğini anlayınca, çökmüş asker edası ve "Çöküş" filmindeki Hitler'i anımsatırcasına son kez haykırmış ve "Ellerimin titremesi heyecandan değil. Benim annemin de babamın da elleri titrerdi. Ben de yaşlandım, ellerim

69


titriyor" diyen Evren'in, programın sonuna doğru elleri de titrememeye başlamıştı. AB'ye bastırdın mı suspus olurlar! Evren, artık kefeni yırttığının gayet farkındaydı. Karşısındaki ezik ve bir o kadar da militarist eğilimli gençler, onun ürünüydü. Dolayısıyla heyecana ve korkuya mahal yoktu. Bunu, yüzde 97'lik oyla kazandığı zaferden sonraki ikinci zaferi olarak kabul ediyor gibiydi ki, "eğer bizi yargılasalardı, şimdiye kadar yargılarlardı" diyor. Ağzımız bir karış açık, "Genç Bakış"ı izlemeye devam ediyoruz. Gençler, alkış tutmaktan bıkmıyor. Yaşlı bilgeden, paşadan, "Sayın cumhurbaşkanım"dan akıl almak için kuyrukta. Yaşlı bilge açıklıyor: "Avrupa Birliği ülkelerini çok iyi bilirim. Biraz bastırdın mı, hemen sus pus olurlar" diyor. Evren, coştukça coşuyor. Öğrenciler, sık sık kalkıp Abdullah Öcalan'ın neden asıl(a)madığını ima eden sorular soruyor. Evren, idama karşı olduğunu söyleyince, öğrenciler suspus oluyor. Evren, 16 yaşındaki çocuğun yaşını büyüttük de idam ettik diyorlar, vallahi de yalan billahi de yalan. Çocuk 18 yaşındaydı, diyor. Gençler basıyor alkışı. Pol-Der ile Pol-Bir'i karıştıran yaşlı bilge, Abbas Güçlü'nün "Peki efendim, siz darbe yapmak durumunda kal. . . " Güçlü lafını bitirmeden Evren uyarıyor, "Abbas, sen söyleme bari bunları" diyor. Evren, 12 Eylül'deki işkenceleri de idamları da bir bir konuşmak ve hepsinden aklanmak istiyor. Oysa öğrencilerin bunları konuşmaya niyeti yok. Televizyon dizilerinden fırlamış gibi görünen bir üniversite öğrencisi, "Sayın Paşam, terör örgütüne karşı 70 milyon Türk insanı olarak ne zaman başkaldıracağız" diye soruyor, destek alkışları arasında. Evren, üniversite öğrencisine iki boy büyük gelecek düzeyde demokrat: Çocuğum, her şey diyalogla çözülür. Medeni olun, herkes aynı düşünmez, kavga etmeyin, birbirinizi ikna edin, diye yanıtlıyor. Evren'in karnesi. . . "Genç Bakış"ın sonuna doğru, gelen her konuğa yapıldığı gibi Evren'e de bir 'okul karnesi' hazırlanıyor. Ünlü ressam Kenan Evren'in, programdaki performansına göre hazırlanıyor 'karne'. Altı tane ders var. Abbas Güçlü tek tek dersleri soruyor ve öğrencilerin alkışlarına göre notlar veriyor. Sonuç, Türkiye'nin durumunun da karnesi adeta: Konuya Hakimiyet: Pekiyi İnandırıcılık: Pekiyi Vizyon: Pekiyi Hitabet: Pekiyi Karizma: Yıldızlı Pekiyi Samimiyet: Pekiyi Giyim Kuşam: Pekiyi. Fazla uzağa gidip memleket gençliğini anlamaya çalışıp enerji berhava etmeye gerek yok.

70


Üniversite öğrencileri, Evren'in karnesini kendi karnelerinden farklı görmüyorlar. Mesele bu kadar basit: Yıldızlı Pekiyi. (İA/TK)” * Bu ibret verici ve gerçekten Türkiye’nin içinde bulunduğu çürümeyi çok canlı fırça darbeleriyle aktaran haber-yorumun olayı açıklaması bu yukarıda sözü edilen tipik Türkiye merkezli, taşralı, klişe açıklamanın bir örneğini oluşturuyor. Belki edebi bakımdan, 12 Eylül ile ilgili bir programda Gençlerin gericiliğini yine 12 Eylül ile açıklamak ilginç ve hoş olabilir ve diyalektik bir açıklama izlenimi de yaratabilir ama bu gerçek nedenlerin açıklaması olmaz. Türkiye’de 12 Eylül olmasaydı, bu gençler farklı mı olacaktı sanıyorsunuz? Almanya’da Yunanistan’da, İngiltere’de, İspanya’da, Portekiz’de 12 Eylül’ler olmadı. Oralardaki gençler farklı mı sanıyorsunuz? Hayır hiçbir farkı yok. Aynı apolitizasyon, aynı durumu katlanılmaz olarak görme yokluğu. Geçenlerde 12 Eylül’ün üzerinden çeyrek yüz yıl geçişinin yıl dönümüydü. Bu yıl dönümünde yazılan yazılara bakın, hepsinde solun ve Türkiye’nin bütün sorunlarının temeline 12 Eylül’ün koyulduğunu görürsünüz. Bu kolay ve basit açıklamanın gerçek durumla hiçbir ilgisi bulunmamaktadır ve burada da 12 Eylül, gerçek sorunlardan kaçışın, gerçek nedenlerle yüzleşmeden kaçmanın bahanesi olarak ortaya çıkmaktadır. Türkiye solu 12 Eylül’ün etkisinden 1980’lerin sonunda sıyrılmıştı. Bunun çok açık maddi delilleri vardır. 1980’lerin ortası ile sonu arasında çıkan teorik dergilere, politik dergilere, sol tartışmalara bakın; o dönemdeki kitle örgütlenmelerini, kitle hareketlerini ve baş kaldırılarını göz önüne getirin. 1980’lerin sonuna gelindiğinde 12 Eylül’ün sersemliğini solun ve ezilenlerin hareket ve örgütlenmelerinin neredeyse tamamen attığını, yeni bir sıçramanın eşiğinde bulunduğunu görürsünüz. 11 Tez, Yapıt, Saçak, Zemin, Birikim, Öncü, Toplumsal kurtuluş, Yeni Ülke, Devrimci Marksist vs. gibi burada saymakla bitmeyecek, oldukça kaliteli ve eleştirel dergiler çıkıyordu. Sol birbiri peşi sıra şiir, müzik ve edebiyatta yepyeni ürünler veriyordu. Yeni Türkü’nün Günebakan ve Yeşilmişik gibi kasetleri bu dönemin dinamizmini ve ruh halini son derece güzel yansıtır. Benzeri daha bir sürü grup vardı. Bir yığın genç yazar ve şair ilk eserlerini veriyordu. Bütün sol uzun yıllar sonra sosyalist hareketin tarihi ve teorisi üzerine gerçekten eleştirel ve verimli tartışmalar yürütüyordu. O dönem çevrilen ve yayınlanan kitaplara bakın ne kadar geniş bir alanı kapladığını görürsünüz. Kadın hareketi bir yükseliş içindeydi. Kadınlar binlerce kişiyle “Dayağa Karşı” yürüyüşler yapıyordu. Dünyadaki bütün feminist literatür müthiş bir açlıkla çevriliyordu. Kaktüs, Feminist gibi kaliteli dergiler çıkarıyorlardı. Düşünce alanına yansıyan bu dinamizm elbette sınıf ve ezilenlerin mücadelesindeki bir

71


yükselişe dayanıyordu. İşçiler her yerde grevler yapmaya, tekrar sendikalarda örgütlenmeye başlamıştı. Gençler hızla radikalleşiyor ve politize oluyordu. Üniversite kantinleri tekrar her türlü teorik ve politik tartışmaların yapıldığı, örgütlenmelerin ortaya çıktığı kuluçka mekanlarına dönmüşlerdi. Ama en önemlisi, Kürdistan’da gerçekleşmişti. Seksenlerin ortalarından sonra, Kürdistan’da yoksul gençlere, kadınlara ve azınlıklara özellikle dayanan muazzam bir radikalleşme, örgütlenme ve uyanış başlamıştı. Bu Gerilla mücadelesinin yükselişinde görülüyordu. Kürdistan’ın şehirlerinde gerçek ayaklanmalar yaşanıyordu. Toplumsal muhalefetin bu senkronize ve kombine yükselişi, burjuvaziyi reformlara zorluyordu. O zamanlar Kürt sorunu bu gün olduğundan on kat ilerde tartışılıyordu. O zamanlar Türkiye’deki halkın çok büyük bir bölümü, Kürtlerin tüm haklarının verilmesinden yanaydı. Bu dergilerde tartışılıyordu. Gazeteciler Öcalan’la ve gerillalarla Röportajlar yayınlıyordu. Bu yükselişlere bağlı olarak solun toparlanma çabaları başlamıştı. Kuruçeşme’de solun çok büyük bir bölümü ilk defa bir araya gelmişti. Benzeri Avrupa’daki sürgünler arasında yaşanıyordu. Peki ne oldu da bu gidiş durdu ve bu gün Kenan Evren’i alkışlayan gençler ortaya çıktı? Türkiye’deki açıklamalarda unutulan ama dünya tarihi bakımından, tarihte eşi benzeri görülmemiş bir olay oldu: 1980’lerin sonunda Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa çöktü. Gerçi Sovyetler bir engeldi Dünya işçi hareketinin gelişmesi önünde ama her şeye rağmen gücü ve varlığıyla, yarattığı yanılsamalarla ezilenlerin mücadelesine belli bir güç katıyordu. Bu çöktüğü an gerek jeopolitik bir güç olarak yok oluşu nedeniyle, gerek yarattığı manevi yıkımla, ezilenlerin mücadelesine en büyük darbe oldu dünya çapında. Bunun ilk etkisi sosyalistlerde görüldü. Demokrasi mücadelesinin motoru olan sosyalistlerin demoralizasyonu ve apolitikleşmesi bütün demokrasi güçlerinin dağılışını getirdi. Kürt hareketi Türkler içindeki müttefiğinden yoksun kaldı. Bunun yanı sıra Sovyetlerin çöküşü sonrasında ortaya çıkan “Türki Cumhuriyetlerin” Türkiye’ye yönelmeleri faşistlere müthiş bir güç verdi. İdeolojik iklim tamamen ters yüz oldu. İşte bu ortamda, TC devleti, Şort’la birlik teftiş eden, yani Orduya gerçek iktidarın kendisinde olması gerektiğini söyleyen burjuvazinin, Özal’ların Kürt sorununda reformist yaklaşımını, onları öldürerek tasfiye etti ve özel savaş rejimini oturttu. Yani bu gün Kenan Evren’i alkışlayan gençler, 12 Eylül’ün değil, Duvar’ın çöküşünün ve bu ortamda Türkiye’ye egemen olan Özel savaş rejiminin yetiştirdiği gençlerdir. Bu gün Türkiye’de insanlar artık Deniz, Mahir’leri değil, Faşist ve devlet destekli Mafyacı Çatlılar’ı, Çakıcı’ları kahraman yapıyor. Oran Pamuk’un Kara Kitabı değil, Sabetaycı komplo teorileri, gerzekler için yazılmış “Çılgın Türkler” satış rekorları; Kurtlar Vadisi seyirci rekorları kırıyor. O halde eşyayı adıyla çağıralım. O gençler 12 Eylül’ün değil, Duvar’ın yıkılışının ve o 72


ortamda kolaylıkla yerleşen Özel savaş rejiminin gençleridir. Kürt Özgürlük hareketinin aldığı ağır darbelerin gençleridir. Bu gün, 1980’lerdeki bu son yükselişin kalıntısı olan tek güç kuzey Kürdistan’da en örgütlü ve güçlü hareket olmaya devam eden PKK ve onun legal politikadaki yansıması olan Demokratik Toplum Partisi gibi hareket ve örgütlerdir. Kürt uyanışı, bu dönem boyunca bir yükseliş yaşadığından, bu muazzam sağa kayıştan, bu demoralizasyondan bir ölçüde kendini koruyabildi. Dünya çapındaki demoralizasyon ve çöküş onu Türkiye ve dünyada müttefiklerden yoksun bıraktı; hareket alanını daralttı, sadece birinci Körfez savaşının Irak’ta yol açtığı koşullar ona bir parça hareket alanı sağladı. Bu alan sayesinde, on yılı yükselen, en azından kendisini koruyan ve sürdüren bir hareket olarak devamını sağladı. Ama 11 Eylül, ABD’nin Irak işgali ve Barzani’ye verdiği destek, şimdi, bir zamanlar Duvar’ın yıkılışının sol üzerinde yaptığı etkiye benzer bir etkiyi 1980’lerdeki bu son yükselişin son kalıntısı, artçı savaşı veren Kürdistan’daki demokratik hareket üzerinde yapıyor. Kürtler bu hareketin 1960’yarın, 70’lerin ve seksenlerin yükselişinden kaynaklanan devrimci demokratik programını terk ederek, yavaş veya hızlı bir şekilde, tıpkı Sovytler’in çöküşünden sonra bütün Doğu Avrupa’da etnik ve dini milliyetçiliğin yükselişinde yaşandığı gibi, etnilere, dillere, dayanan bir milliyetçiliğe doğru kayıyorlar. Yani Kürtler de Türklerin yoluna girmiş bulunuyor. Böylece, etnik boğazlaşmaları şimdiye kadar engellemiş bulunan son siper de yitiriliyor. PKK’nın gerileyişi veya çöküşünü bekleyenler ve gerilime ve bölünmeler karşısında sevinenler, aslında kendi mezarlarını kazdıklarının, bu yıkıntıların altında kalacaklarının farkında bile değiller. * İşte bu gün Kenan Evren’i alkışlayanlar, açtığı yaralar seksenlerin sonuna doğru çoktan iyileşmiş, hatta bazı hastalıklara karşı şerbetlenmiş, 12 Eylül’ün değil, bu muazzam çöküşün ürünüdürler. Bir de şöyle düşünün. PKK gerillalarının birkaç Türk Ordusu tümenini esir ettiğini, her gün bir Türk helikopteri veya uçağı düşürdüğünü göz önüne getirin. O faşistlerin yönlendirdiği “Şehit Cenazeleri”, barış isteminin yükseltildiği gösteriler olurdu; o gençler şimdi, Genel Kurmay Özel Harp Dairesinin örgütlediği Kürt katliamı yapmaya hazır hale getirilmiş sürüler değil; barış ve hakların kardeşliği için sokaklarda yürüyüş yapan; polislerle çatışan muhalefetin en önünde vuruşanlar olurlardı. Bırakalım Askeri başarıları bir yana, ABD Irak’ı işgal etmemiş olsaydı bile, bu gün Barzani ve Talabani’nin tabanının hızla PKK’ya kayışı devam ediyor olurdu. Türkiye’de Kürt sorunun çözümünde bir çok önemli reform yapılmış, en azından Özel Savaşın eylem alanının epey sınırlandığı; daha liberal ve demokratik rüzgarların estiği bir ülkede yaşanıyor olurdu. Bütün bunlar yokmuş gibi 12 Eyül’ü bütün pisliklerin gerçek nedeni gibi göstermek, aslında gerçek pisliği ve nedenini gizlemek anlamına gelmektedir. 73


Gerçek nedenlere yönelen ise, tıpkı Kemalizm’de olduğu gibi yine Soövyetler ile karşı karşıya gelirdi: Sovyetler niye çöktü? Çöken neydi? Bu da yine soruyu soranı Sovyetlerde, o devrimin hemen ardındaki yıllarda olan bitenle karşı karşıya getirir. Bu ise bu soruların soranların bizzat kendi politik geçmişlerini ve dayandıkları teorik ve metodolojik temelleri tartışmaya açması demektir. İşte 12 Eylül açıklaması, bu ciddi teorik ve metodolojik hesaplaşmadan kaçışın bir örtüsü işlevi görmektedir. Benzer şekilde, bu günkü çürümenin esas nedeni, İnkar ve imha politikasını tüm topluma zorla dayatan Bürokratik oligarşi; onun çekirdeği Ordu ve o çekirdeğin de çekirdeği, Teşkilatı Mahsusa, seferberlik Tetkik Kurulları’na dayanan, Ermeni Katliamlarını, 6-7 Eylül’leri, Kanlı pazarları, 11 Mayıs katliamlarını, suikastları örgütlemiş, “Derin devlet” denen kanun dışı gizli ordusudur. 12 Eylül sözde açıklaması, bu gerçek düşmanı da gözlerden gizlemeye yaramaktadır. * 12 Eylül açıklaması, bu dünya tarihsel değişimleri bir kenara atıp unutarak sadece taşralılığı yansıtmıyor, onu yeniden de üretiyor. Ama 12 Eylül’ü her derde deva ebegümeci gibi bütün pisliklerin temel nedeni saymak sadece bir taşralılığı, dünyaya Türkiye’den bakmayı değil, aynı zamanda, bizzat Türkiye içinde Türk merkezli ve ırkçı, ezilen ulusu sadece bir nesne olarak gören bir düşünce ve kafa yapısını da yansıtır. 12 Eylül sonrası, Türkiye’nin üçte birini oluşturan Kürtlerin uyanış ve yükselişiyle damgalıdır. 12 Eylül Kürt gençlerin, kadınların, yoksulların radikalleşmesi, politikleşmesidir. Bu şyükseliş hala bir şekilde Diyarbakır ve diğer şehirlerde açık olarak, Batı’dan gitmiş ziyaretçilerin hayretlerini mucip olarak varlığını sürdürmektedir. O açık oturum Dişyarbakır’da oralı gençlerle yapılsaydı, tamamen ters bir manzara çıkardı. 12 Eylül’ü sırf çöküş olarak görmek, bu üçte biri, hesabın dışında tutup, gençliği Türk gençlerinden ibaret saymaktır da. Bu anlamda gizli ve ifade edilmemiş bir ırk ayrımcılığının dışa vurumudur. * Ama 12 Eylül’den söz edenlerde çok daha temel bir yanlışlık da var. Darbecileri suçlayıp, kendi yanlışları üzerine konuşmaktan kaçış. 70’li yıllar Türkiye tarihinin en muazzam kitle radikalleşmesiydi. Dünyanın her yerinde orduların görevi darbe yapmaktır, ezmektir halkın muhalefetini. Onlar görevlerini yaptı. Biz görevimizi niye yapmadık? Bu muazzam radikalleşme ve politikleşmeye rağmen niçin bir devrim başaramadık? 12 Eylül gelmeden çok önce yükselişin hızı kesilmemiş miydi? 12 Eylül’ü en devrimcilerin aileleri bile hayırhah bir tarafsızlıkla karşılamamışlar mıydı? Yani 12 Eylül geniş destek görmedi mi? Bütün bu ve benzeri sorulardan kaçıştır da darbecileri suçlamak. 74


Ciddi sol, düşmanlarının zaten yapması gerekeni yapmasında bir sorun görmez, onu niye engelleyemediğinde sorun görür. O dikkatini düşmanına değil kendi hatalarına yöneltir. Var sayalım ki, 12 Eylül o gençlerin, bu günkü sefaletin nedeni bile olsa, gerçekten ciddi sol, “o gençlerin bu hale gelmesinin gerçek nedeni bizlerin çapsızlığıdır; Tarihin önüne koyduğu fırsatı değerlendirmekteki yeteneksizliğidir” diye koyar. Bizler bunları yapamadığımız için Evrenler geldi diye koyar. Türkiye’de görülmeyen ise bu. Yani bu anlamda da 12 Eylül darbecilerini suçlamak, aslında kendi hatalarını kedi pisliği örterce örtmenin, onlarla yüzleşmekten kaçışın bir örtüsüdür. O gençlerin o hale gelmesinden Kenan Evren’ler değil, biz suçluyuz. Onlar görevini yaptı. Biz yapamadık. Sorunu böyle koymayan, bilerek ya da bilmeyerek, Ordu hakkında, girçek sınıf ilişkileri ve güçler hakkında yanlış ve sahte hayaller yaymış olur. Hasılı, haber-yorumu yazan, demokratik ve ilerici özlemlerinden hiç bir şekilde kuşku duyulmayacak yorumcu bile aslında, o eleştirdiği gençlerden daha az sorunlu değildir ve kendisi de bizzat yine 12 Eyül’ün değil ama işte bu Sovyetlerin Çöküşü sonrası dünyanın; kendine karşı gaddar olmayı; düşmanlarından öğrenmeyi unutmuş bir dünyanın ürünüdür. 03 Mart 2006 Cuma

75


Talat Paşa Jakoben miydi? Jakobenizm Nedir? Osmanlı’da Kim Jakobendi? Bugün Kimdir? Ortaya çıktığı günden beri sol görünümlü bir gericiliği ve milliyetçiliği savunan Doğu Perinçek ve partisi, her zaman olduğu gibi şimdi de tarihi ve kavramları alt üst ederek bu günkü gerici ve ırkçı politikalara sol bir cila sürmeye çalışıyor. Bunlar için olaylar ve kavramlar, o an izlenen gerici politikalara bir sol görünüm kazandırmak için içerikleri boşaltılacak ve istenildiği gibi oynanacak basit araçlardır. Türkçü Bonapartist Talat Paşa’yı Jakoben yaptıkları kolaylıkla, Hazreti Muhammet’i de cuntacı yaparlar. Örneğin şöyle yazıyor “Bilim ve Ütopya” dergisinde “Silahlı Peygamber Hazreti Muhammet’in Medeniyet Devrimi” adlı çok bilimsel yazısında bay Doğu Perinçek: “Hz. Muhammed de, bütün devlet ve medeniyet kurucuları gibi, elbette silahlı bir güce kumanda etmiştir. Silahlı güç tekeline sahip olmak, devletin ayırt edici özelliğidir. Silahlı güç varsa, devlet vardır. Ve her medeniyet, ancak devletle, silahlı güçle kurulur. İnsanlık kabile toplumundan devlet ve medeniyet kuruculuğuna silahın tekelde toplanmasıyla geçmiştir. İşte İslam Peygamberi'nin büyük başarısı da buradadır. Mezopotamya uygarlığı, Mısır, Çin, İran, Türk, Yunan, Roma uygarlıkları, Cromwell'in İngiliz demokrasisi, Washington ve Lincoln'ün Amerikan demokrasisi, Robespierre'in Fransız demokrasisi, Bismarck'ın Alman birliği, Garibaldi'nin İtalyan birliği, hep silahla kurulmadılar mı?” Burada yapılan oyunun niteliği çok açıktır. Aynı şekilde, silah ve savaş aracına baş vurdukları için, sosyolojik olarak tamamen farklı karakterdeki, farklı sınıfların ve tarihsel dönemlerin ifadesi olan kişi ve hareketler, sadece silaha baş vurmalarından hareketle aynı sepete atılmaktadır. Bay Perinçek, İslam peygamberinin büyüklüğünü onun başarısında, başarısını da silah kullanmasında bulmaktadır. Muhammed’in büyüklüğü Perinçek’in başarısını bağladığı silah kullanmasında değildir, aslında Muhammet başarılı da olamamıştır kurmak istediği düzen göz önüne getirilirse, daha ölümüyle birlikte, cesedi soğumadan, Mekke eşrafı su başlarını kesmiş ve adım adım birkaç on yıl içinde, İslam’ı tipik bir uygarlık ve devlet dini yapmıştır. Tümü silahlı ve eşit Müslümanların Camide toplanarak ortak kararlar aldıkları ilk günlerin yerini, Müslümanların silahsız olduğu, silahın sadece devlet ve onun asker ve zaptiyelerinde bulunduğu; Camilerin devletin başındakilerin kararlarının halka duyurulma ve bu karar ve uygulamaları meşrulaştırmanın aracı olduğu, namaz saflarında sembolize olan hukuksal eşitliğin yerine aşılmaz sınıf farklarının geçtiği İslam namlı bir gericilik, soygun ve zulüm düzeni almıştır. Muhammet’in büyüklüğü başarısında değil, tam da o başarısız kaldığı noktadadır. Eğer Muhammet ile bu gün arasında bir paralellik kurmak gerekirse, bu günün Muhammet’i, tüm ulusal devletlere, özellikle bunlar içinde bir ulusu dil, din, etni, soy, tarih vs. ile

76


tanımlayan devletlere karşı, “vatanım yeryüzü milletim İnsanlık” parolasıyla bu devletleri yıkmak için mücadele eden olabilir. O günün putları ve aşiretleri, ve soy kardeşliği ne ise ve nasıl Muhammet o soyları, aşiretleri ve onların putlarını parçaladı ise, bu günün Muhammet’i de bu günün dünyasının aşiretleri olun ulusları, bu günün dünyasının putları olan ulusal bayrakları; bu günün soydaşlığı olan ulusçuluğa ve ulus kardeşliğine kutsal cihat açan, bütün ulusal devletleri “dar ül harp” olarak görendir. Eğer Muhammet’in silah kullanması ile günümüz arasında bir bağ kurmak gerekirse, bu gün bütün ulusal devletleri, dolayısıyla öncelikle de vatandaşı olduğu ulusal devleti yıkmak için silah kullanmak Muhammet’in yaptığına benzer. Muhammet silahı kendi içinden çıktığı kabileye (Kureyş’e) ve şehre (Mekke’ye) karşı kullanıyordu. Mekkeliliğin ve Kureyşliliğin yerine Müslümlüğü, yani insan kardeşliğini geçiriyordu. Allah, tüm insanlığın ifadesini bulduğu genel kavramdı. Ruhunu Allah’a teslim etmek, yani Müslüman olmak, tüm insan kardeşliğine inanca teslim olmak anlamına geliyordu. Muhammet’in Kabeye girip putları yakmasının bu günkü karşılığı, bir Türkiyeli veya Türk için, Ankara’yı ele geçirip, Türk bayrağını yıkmaktır. Ve oradan da bütün ulusal devletlere, tıpkı Muhammet gibi savaş açmak, bütün ulusal devletleri “dar ül harp” olarak görmektir. Perinçek devrimci Muhammet’i, kendisi gibi basit bir gerici milliyetçi gibi görmektedir. Doğu Perinçek’in Muhammet dönemindeki karşılığı, hala o Kureyş ve aşiretler dönemini savunan Ebu Cehil’lerdir. Bay Perinçek’in devrimcilik olarak vaftiz ettiği şey sadece silah ve şiddettir. Devrimi şiddet olarak görmek, en karşı devrimci devrim kavrayışıdır. Perinçek’in tahrifatları tarihi alt üst edişleri, son “Talat Paşa Harekatı”da Talat Paşa denen darbeci Bonapartı Jakoben olarak satmasında da görülür. Bunun için Jakobenlik kavramının içini boşaltır ve onu bir şiddet kullanımı, bir yukarıdancılıkla özdeşleştirir. Yani son yılların gerici atmosferinde devrimci ideallerinden vaz geçen aydınların Jakobenliğe yüklediği anlama aynen sahip çıkar. Ama önce şu Jakobenin ne olduğuna bir bakalım. Çünkü yeni kuşaklarca Jaıkoben’in gerçek ve otantik anlamı unutulmuş bulunuyor. Yeni kuşaklar Jakoben diye, üstten darbecilik yapanı anlamaktadır. Jakobene bu anlamını verenler, 12 Eylül darbesinden sonra gericilik ve yılgınlık ortamında demokrasiyi terk edip liberallere dönüşen aydınlar oldu. Ondan sonra bu yeni yanlış anlamıyla yayıldı ve öyle bilindi. Belli bir çağın ruhu ve sınıfsal çıkarlar sadece olayları tahrif etmez, kimilerini unutup kimilerini öne çıkarmaz, kavramların da anlamların da anlamlarını değiştirir. Ve bu anlam değişmeleri hiç de masum değildir, Jakoben kavramında olduğu gibi. Örneğin bu gün bir hakaret sıfatı olan Herif, Hırfetten gelir ve bir zamanlar zanaat ehlini tanımlamakta kullanılırdı. Osmanlı Devletinin çürümesilyle birlikte emeğiyle yaşamanın, zanaatın toplumdaki değerinin azalmasına paralel olarak bu günkü olumsuz ve aşağılayıcı anlamını almıştır.

77


Jakoben kavramı da böyle bir anlam değişmesine uğramıştır Türkiye’de, hatta dünyada. Devrici demokrasiyi, burjuva devrimleri ideallerinin ezilen ve yoksullar tarafından sonuna kadar savunulmasını ifade eden bir kavram olan Jakoben, 68 sonrasındaki gericiliğin yükseldiği atmosferde, Wajda’nın Dandon gibi filimleriyle birlikte, bu gerçek tarihsel anlamından boşaltılıp, sadece şiddetle özdeşleştirildi. Jakobenizm, Marks’ın deyimiyle Burjuva devriminin ideallerini Plepçe, avamca gerçekleştirmeye denir. Yani Jakobenizm, bırakın üstte olmak, darbecilik veya yukarıdan devrimciliği bir yana bunun tam zıddıdır. Paris’in donsuzları, yani baldırı çıplakları, yani yoksulları, Jakoben derneklerinde örgütlenmişlerdi. Burjuvazinin devrimi savunmakta kararsız olduğunu görüyorlardı. Devrim dört bir yandan kuşatılmıştı. O devrimi savunmak için devrimi yok etmeye kalkanların şiddetine karşı şiddet uygulamak zorunda kalmasıdır bu yoksulların Jakobenizm. Jakobenizmin şiddeti yüceltmek gibi bir yanı da yoktur. Robespiyer, idam cezasının kaldırılmasını ilk isteyendir. Jakobenizm, bu yoksulların iktidarıdır. Bunun unutulmuş bir adı da Birinci Paris Komünü’ür. İkinci Paris Komünü’nü yapanlar da, yine kuşatma şartları altında, Jakobenlerdir, yani Paris’in yoksullarıdır. Ama artık, birinci Paris Komünü’nün o yarı esnaf işçileri az çok modern proletarya oldukları için, ikincisinde, Jakobenizm fiilen bir İşçi İktidarı olur, Marks’ın “Güneşi fethe çıktılar” diye selamladığı. Jakobenizmin gerçek mirasçısı Rus devriminde Bolşeviklerdir. Bolşevikler de yukarıdan darbeci değildiler,dünya tarihinde eşi görülmemiş işçi ve köylülerin ayaklanmasının öne çıkardığı devrimcilerdi. Tıpkı Robespiyer gibi, karşı devrimin kuşatma ve saldırısına karşı Kızıl Orduyu kuran Troçki de İdam cezasının kaldırılmasını önerenlerdendi devrimin ilk günlerinde. Ne Robespiyer’de, ne Troçki’de şiddetin ve insan öldürülmesinin yüceltilmesinin zerresi yoktur. Bu doğu Perincek gibi nasyonal sosyalistlerin bir özelliğidir. Onlar sadece devrimi savunmak için buna baş vurmuşlar ve onu hiçbir zaman yüceltmemişlerdir. Yani Jakobenizm, burujuva devriminin ve aydınlanmasının, tüm insanların eşitliği; fikir ve örgütlenme özgürlüğü gibi ideallerini savunan yoksulların hareketidir. Bu anlamda, örneğin, PKK bir Jakoben hareket karakteri taşır. 12 Eylül öncesinin devrimci radikal sol hareketleri Jakoben sayılabilirdi. Türkiye tarihine bakarsak, Jakoben kavramına darbeci yukardancı anlamını veren liberal aydınların iddialarının aksine, Atatürk bir Jakoben değil, bir Bonapart’tır. Eğer jakobene benzeyen bir şeyler aranırsa, son duruşmada silahlı halk olana, Çerkes Ethem, Yeşil Ordu ve çetelerin güçlü ve egemen olduğu dönem, bir parça Fransa’nın Jakoben iktidarı dönemine benzer. Thermidor’un karşılığı, Çerkez Ethem’in tasfiyesi, Suphi’lerin öldürülmesi ve Ali Fuat Cebesoy’un batı Cephesi komutanlığından alınıp onan yerine İsmet İnönü’nün getirilmesidir. Bonapart’ın İmparator ilan edilmesinin karşılığı da Cumhuriyet’in ilanıdır.

78


Jakobenizm, ezilenlerin toplumsal bileşiminin değişmesiyle birlikte, kendisi de evrim geçirmiş ve Rus devriminde Bolşevizme dönüşmüştür. Paris’in yarı esnaf “san kilot”ları Putilov fabrikalarının işçileri olunca, Jakobenizm de Bolşevizm olmuştur. Robespiyer ve Marat’nın, Rus devrimindeki karşılığı, Lenin ve Troçki’dir. O zamanlar hızlı geçinen Napolyon’un karşılığı da Stalin’dir. Ama yoksullar sadece işçilerden ibaret değildir, işsizler, küçük üreticiler de bunlara dahildirler. Hatta işçiler kendilerini iyi kötü sendikalarla koruyabildiklerinden bu tabaklar daha korumasız olduklarından, kriz dönemlerinde bunlar hızla radikalleşme eğilimi gösterirler. Eğer bu radikalleşme devrimci bir yükseliş döneminde, devrimci umutların yaşadığı bir çağda gerçekleşirse, bir işçi sınıfı devrimciliğiyle, yani kendi evrilmiş biçimiyle ittifaka girebilir. Sandinist, Küba, Çin, Vietnam devrimleri bu anlamda Jakoben devrimlerdir. Ama gericiliğin ve devrimci umutların yitirildiği bir dönemde, bu radikalleşme pek ala faşizmde olduğu gibi, işçi sınıfına karşı bir küçük burjuva haçlı seferine de dönüşebilir. Jakobenizm ile Faşizm’in bu bağlamda belli bir ilişkisi de vardır. Ama bu da yine, işçi sınıfının yeterince Jakoben olmamasının, yani devrimci olmamasının, oportunist günahlarının bir cezası olarak ortaya çıkar. * Bonapartizm Jakobenizmin zıddıdır. Tepeden darbe yapar o devrimin kazanımlarına oturur ve onları budar. O budadığı biçimiyle de genellikle başka ülkeleri istila eder. Bonapartizm’e adını veren Napolyon Bonapart böyledir. Örneğin İslamiyet’in Bonapart’ı Muvaiye’dir. İslamiyet’in Robespiyer’i Ali’dir. Ekim Devrimi’nin Robespiyer’i Lenin Troçki’dir, Bonapartı Stalin’dir. Ama devrim ile bu karşı devrimler arasında, Fransa’da Jirondenler; İslam’da Dört halife Devri, Rusya’da Zinovyev, Kamanav, Buharin’li dönem vardır. Napolyon, Muaviye ya da Stalin, ancak bunlardan sonra imparator olacak güce ulaşırlar. Bonapartların esas karakteri, onların Jakobenizmi, yani devrimin ideal ve amaçların terk etmesinde ve bu geleneği sürdürenleri tasfiyesinde toplanır. Bonapartizm bir karşı devrimdir. Bonapartizm, devrimi, bir egemen sınıfın ele geçirmesidir. Bu hiç şaşmazca aynı biçimde olur. Egemen sınıf bunu devrimin bayrağıyla yapar. Napolyon İmparator olduğunda, Fransız devriminin, Eşitlik, Özgürlük, Kardeşliği sembolize eden üç renkli bayrağını İmparatorluk Kuşağı olarak kuşanmıştı. Muaviye, Ali’ye karşı Sıffın savaşında, Askerlerinin mızraklarının ucuna Kuran yaprakları taktırarak yok olmaktan kurtulmuştu. Stalin, Lenin’i bir tanrı gibi dokunulmaz tabu yaparak karşı devrimini yapmıştı. Bu tarihsel ortaklıklar ışığında baktığımızda Osmanlı tarihinde kimdir Jakoben? Osmanlı tarihinde Jakoben neredeyse yok denecek kadar azdır. Çünkü, Osmanlı’da burjuvazi çoktan devrimci barutunu yitirdiğinden, burjuva devrimlerinin tüm insanların eşitliği ideali terk edilmiş, ulus bir etni, dil veya din ile tanımlanmaya başlanmıştı. Diğer yandan., Rusya’nın aksine, bir modern ve büyük sanayi olmadığı için, bu gerici burjuvazi karşısında, bu Jakoben gelenekleri savunacak bir işçi sınıfı da yoktu. Dolayısıyla Jakobenizm çok sınırlı

79


ve cılız bir eğilim olarak vardır Osmanlı’da. Jakobenizm’e en yakın eğilim, Ermeni ve Rumlar ve Balkan halkları arasındaki işçi ve sosyalist partiler olabilir. Osmanlı imparatorluğunda hem modern işçileri içerdikleri hem de ezildikleri için, Rum ve Ermeni ahali arasında bir Jakobenliğin izleri görülebilir. Ama bu bile sınırlıdır. Çünkü, sadece burjuvazi devrimciliğini yitirmemiş, işçi hareketi de bu gerici milliyetçilikten etkilenmiştir. Ulus artık, insan haklarıyla değil, Ermenilik, Türklük, Rumluk, Bulgarlık vs. ile tanımlanmaktadır. Fransız derimi olduğunda Früansa’nın yüzde onu Fransızca konuşuyordu. Fransız olmanın devrimde bu günkü gibi bir etnik aidiyetle ilişkisi yoktu;. Fransız imparatorluğunun yayılmış oluğu topraklarda yaşayan yurttaşlar anlamına geliyordu. Osmanlı’da böyle bir hareket olmadı. Osmanlıcılık, egemen Müslüman devlet kastının kendini savunma ideolojisiydi, bu anlamda aydınlanmayla bir ilgisi yoktu. En Devrimci ve Sosyalist Hınçak partisi bile, hiçbir zaman, bir tüm Osmanlıda bir Fransız devrimi gibi devrim yaparak, Osmanlı topraklarında dilsiz, dinsiz., etnisiz, tarihsiz bir cumhuriyet kurmayı düşünmezdi, bir Ermeni partisi olmaktan öteye gidemedi. Bu anlamda, içinde Türk ve başka din ve milliyetlerden komutanlar yöneticiler bulunan ve etnik milliyetçiliğe daima mesafeli duran PKK, Türkiye’de Jakobenizm’e en yakın eğilimi temsil eder. Osmanlı’da en devrimci ve sosyalist örgütler bile buna uzaktı. Hıncak içinde, Kürtler, Türkler, Rumlar ve diğerleri yer almıyordu. Bu nedenle, Hınçak bile tam bir jakoben sayılmazdı. Osmanlı’da bilinen meşhur aydınlar arasında, Jakoben adını almaya layık olarak Tevfik Fikret’ten söz edilebilir. O “Vatanm yeryüzü milletim İnsanlık” diyerek, her hangi bir etni, dil, din, soy aidiyetini, ulusun buna göre tanımlanmasını reddetmiştir. Yani burjuva devrimi ideallerinin, aydınlanmanın tutarlı bir savunucusudur. Sadece bu idealleri sonuna kadar ve tutarlı savunmaz, bunlara ulaşmak ve bunları savunmak için, tıpkı jakobenler gibi her şeye de hazırdır. Örneğin bir “lahza i teahhur” şiirinde, Sultan İkinci Abdülhamit’e suikast yapan Ermeni devrimcinin bombasının biraz geç patalaması ve bu nedenle müstebit sultanın ölmemesi nedeniyle hüznünü anlatır. Fikret, eğer yaşasaydı, 1908 devrimini (Babıali Baskını denen) darbeyle gömen, Ermenileri katleden Talat Paşa’nın öldürülmesini, muhtemelen alkışlardı. Bu gün bile böyle devrimciler yokken. Türkiye’nin sosyalistlerini çoğu Genel Kurmayın peşine takılmışken, kendini Türklükle tanımlayan bir devletin yurttaşları olmak onları rahatsız etmez ve sözde ABD’ye karşı olmak adına bu devleti savunmaya geçmiş bulunurlarken, Tevfik Fikret, cumhuriyet döneminin bir sürü komünistinden bile, Jakobenizme çok daha yakındır. Çünkü Cumhuriyet’in Komünistleri de Türk “Komünist”i olmuşlardır, Osmanlı’nın komünistlerinin Ermeni “Komünist”i olmaları gibi. 1908 kıytırık devriminin Bonapart darbesi, İttihat Terakki’nin babıali baskını, yani darbesidir. 1908 devriminde bir Jakoben iktidarı yoktur. İşte Talat Paşa, bu darbenin örgütleyicisi, devrimin kardeşlik ve özgürlük idealleri yerine 80


devleti yaşatma ve korumayı geçiren adamdır. Zaten tam da bir Bonapart olduğu için, bir karşı devrimci olduğu için, o cılız devrimi yok ettiği için Hitler’e ilham veren Ermeni katliamının örgütleyicisi olmuştur. Biz sosyalistler ve devrimci demokrasi, Talat’ın değil, veya Ulusu din yani İslam ile tanımlayarak Osmanlıyı yaşatmaya çalışan Teşkilatı Mahsusacı Mehmet Akif’in değil; “Vatanım Yeryüzü Milletim İnsanlık” diyerek, her hangi bir din, etni, dil ya da toprak parçasıyla ulusu tanımlamayı reddeden, tkarafını daima ezilenlerden, yoksulardan yana koyan, kadın haklarını savunan, çok yönlü aydın (Ressam, eğitimci, mimar vs.) burjuva devrimlerinin idealinin, aydınlanmanın o gerçekleşmemiş projesinin savunucusu belki de tek Jakoben, Tevfik Fikret’in mirasının savunucularıyız. * Bu vesileyle Tevfik Fikret’in Sultan’ı öldürmek isteyen Ermeni devrimcisinin başarısız kalan teşebbüsüne duyduğu üzüntüyü anlatan şiiriyle bu Jakobeni analım: Önce bu günkü Türkçe’yle sonra o zamanın diliyle:

bir anlık gecikme bir patlama...bir duman...ve bütün bir şenlik alayı, sahnelediği oyunu seyreden kalabalık; haşin, azgın tırnaklarıyla bir kahredici elin, didik didik, yükseldi havaya bacak, kelle, kan, kemik... ey yüce patlama, ey öc alıcı duman, kimsin? nesin? bu saldırıya iten ne, sebep ne? kim? arkanda bin meraklı bakış ve sen yoksun, görünmeyen bir eli andırıyorsun, kurtarıcı. sesinde o öfkenin o korkunç yıldırımı var ki her yerde hak ve kurtuluş duygusunu tetikler. vuruşunla kahredici ayağı titrer zorbalığın, en gururlu, görkemli tâcı sarsar yaklaşışın. silkip yüzyılların boyunlarındaki ilmiklerini, en çetin bir uykudan uyandırır milleti dehşetin. ey şanlı avcı, tuzağını boşuna kurmadın! attın...ama yazık ki, yazıklar ki vuramadın! dursaydı bir dakikacık (bu hep) geçen zaman, ya da o durmasaydı o tâlihsiz* taç, kanlarla bir cinâyete pek benzeyen bu iş bir iyilik olurdu, benzeri yüzyıllarca geçmemiş. 81


ancak, rastlantı... âh o güçlülerin dostu, güçsüzlerin, zavallıların değişmez düşmanı, birden yetişti etkisiz kılmaya, bu yakıcı planı, söndürdü bir nefeste bu parlak umudu; yazdı, alay etmek için bilinçsiz yazgı, zulüm tarihine bir övünme önsözünü. kurtuldu; hakkıdır, alacak şimdi öcünü; ancak; unutmasın şunu (ki) alçaklığın tarihi: bir milleti çiğnemekle bu gün eğlenen (alçak) bir anlık gecikmeye borçlu bu keyfini Orijinal dilinde:

bir lahza i teahhur bir darbe... bir duman... ve bütün bir gürûh-ı sûr, bir ma'şer-i vaz'ı temâşâ, haşin, akuur tırnaklariyle bir yed-i kahrın, didik didik, yüseldi gavr-ı cevve bacak, kelle, kan, kemik... ey darbe-i mübeccele, ey dûd-i müntakim, kimsin? nesin? bu salvete sâik, sebeb ne? kim? arkanda bin nigâh-ı tecessüs, ve sen nihân, bir dest-i gaybı andırıyorsun, rehâ-feşân. mâlik sensin o servet-i ra'dîn-i gayza ki her yerde hiss-i hakk u halâsın muharriki. sadmenle pâ-yı kaahiri titrer tegallübün, en gırca tâc-ı haşmeti sarsar takarrübün. silkib ukuud-u rikba-i a'sârı, en çetin bir uykudan uyandırır akvâmı dehşetin. ey şânlı avcı, dâmını bîhûde kurmadın! atdın... fakat yazık ki, yazıklar ki vuramadın! dursaydı bir dakîkacağız devr-i bî-sükûn, yâhud o durmasaydı, o iklîl-i ser-nigûn, kanlarla bir cinâyete pek benzeyen bu iş bir hayr olurdu, misli asırlarca geçmemiş. lâkin tesâdüf...âh o kavîler münâdimi, 82


âcizlerin, zavallıların hasm-ı dâimi, birden yetişdi mahve bu tedbîr-i hârikı, söndürdü bir nefesde bu ümmîd-i bârikı; nakş etdi bir tehekküm içün baht-ı bî-şuûr târih-i zulme bir yeni dîbâce-i gurûr. kurtuldu; hakkıdır, alacak şimdi intikaam; lâkin unutmasın şunu tarih-i siflekâm: bir kavmi çiğnemekle bu gün eğlenen...(denî) bir lâhza-i teahhura medyun bu keyfini! -5 temmuz 1322-18 temmuz 1906tevfik fikret Bu gün böyle şiir yazacak demokrat var mı bu Osmanlı artığı kayfi, ırkçı, inkarcı, baskıcı devlete karşı mücadele eden Kürt gerillalar için? Demokratı bırakalım sosyalist var mı? Yok. Nereden nereye gelindiği böyle daha iyi görülüyor. Osmanlı’nın Jakobeni, Tevfik Fikret’i bile yok bugün. Yirmi birinci yüzyılın devrimcisi ve Jakobeni bir yana. 16 Mart 2006 Perşembe

83


Tekinsiz “Danıştay 2. Dairesi’ne yönelik silahlı saldırı olayıyla ilgili hakimliğe sevk edilen Muzaffer Tekin’in serbest bırakılmasına karar verildi.” Bu kısa haberin gerisini okumaya gerek yok. Adam evini gizli dinlenmeye karşı Amerikan filmlerindeki gibi “hava yastıklı iki metal profil” zırhla kaplatıyor; Özel harpçi Veli Küçük ve İbrahim Şahin gibilerle ilişki ve resimleri ortaya çıkıyor ama nedense soruşturma bu yönlerde derinleştirilmiyor ve sağlam olmayan delillerle mahkemeye çıkarılıyor. Soruşturmanın başlangıçta suçlanan dincilerden birden ulusalcılarla ve özel savaş dairesi bağlantılarına kayması; Recep’in yine Şemdinli öncesinde olduğu gibi “Susurluk dahil raflardaki dosyaları indiririz” tarzında esip gürlemeleri, liberaller arasında, artık bu sefer Hükümetin bağlantıların üzerine gidip gizli örgütlenmeleri tasfiye edeceği gibi bir beklentinin gelişmesine de yol açtı. Ne var ki, politikada kişiler kişiler değildir. Onlar belli toplumsal sınıfların eğilimlerini yansıtırlar ve zaten öyle oldukları için de o politik konumlarda bulunurlar. Sorun Recep Tayip denen adem oğlunun karakteri veya yetenekleri veya kararlılığı sorunu değil; onun bu gün sözcüsü olduğu sınıfın, yani Anadolu burjuvazisinin konumu, çıkarları ve karakteri sorunudur. Bunun ötesi, eskilerin deyişiyle belki Recep Tayyip’in meşrebi, stili bahsine girer. Yani şu insanların geri yanlarına hitap eden kabadayı stili mesela. Aslında bu stil de tamı tamına burjuvazinin çıkarlarına uymaktadır. Bilinir, kabadayılar, garibanlara karşı esip gürlerler, kabadayılıkları güçsüzlere karşıdır. Ama iş, devletin ordusuna polisine gelince, onun karşısında süt dükmüş kediye dönerler; en sıradan karakol polisinin bile karşısında, “Gözünün yağını yiyem abi” türünden yaltaklanma moduna geçerler. Tayyip de öyledir. Eser gürler de, garibanlara, Kürtlere, Çocuklara, Alevilere, İşçilere karşı öyledir. Ordu devreye girince, karakol polisiyle başı derde girdiğinde ona yaltaklanan mahalle kabadayısından farkı kalmaz. Tek farkı bu sefer bu Kasımpaşalı mahalle kabadayısı üslubunun koca bir ülke çapında uygulanmasıdır. İster Recep Tayyip gibi mahalle kabadayısı üslubuyla burjuvazinin çıkarlarını savunma durumunda olsunlar; ister devletin gizli ve açık desteğinde Çaltı, Çakıcı ve benzerleri gibi faşist ve mafyacı olsunlar bu kabadayı taifesinin hepsi son derece çapsız ve korkaktırlar. Çünkü hiç birinde devlete karşı kabadayılık yapacak yürek yoktur. En büyük gücü, yani devleti arkalarına alarak iş yaparlar. Bu bakımdan, devlete meydan okuyan en sıradan devrimci bile bunlardan bin kat daha yüreklidir. Her neyse, geniş yoksul yığınların gözüne kül atma ötesinde bir işlevi olmayan bu kabadayı stili ile konuştuğunda zaten işin üzerine gitmeyeceği belli olmuştu. Kendileri açısından amaç hasıl olmuştu. Kendi üzerindeki kuşkuları bertaraf etti ve bürokratik oligarşiye karşı üstün bir

84


pozisyona geçti. Ama bu fırsatı kullanıp sonuna kadar gidip, karşı güçleri imha etmeyen; yani bütün bağlantıları ortaya çıkarıp, geniş toplumsal güçleri seferber etmeyen; doğrudan Askeri bürokratik oligarşinin çekirdeğine yönelmeyen her davranış, bir süre sonra karşı güçlerin toparlanıp yeniden saldırısı için koşulları ona sağlamış olur ve kendi saflarında da güvensizlik ve moral bozukluğunun tohumlarını yeşertir. Şimdi olacak olan budur. Bürokratik oligarşi ilk fırsatta tekrar, bu sefer daha iyi planlanmış olarak saldırıya geçecek buna karşılık AKP saflarında demoralizasyon ve dağılma eğilimleri ortaya çıkacaktır. * Bu günkü Türkiye’nin politikasını anlamak isteyenler, Marks ve Engels çağlarının Avrupa’sına ve sınıf ilişkilerine baksınlar. 1848 devrimleri ve sonrasında Marks Engels’in bütün politik analizleri şu basit ilişkiye indirgenebilir aslında. Burjuvazi işçilerin korkusundan büyük toprak sahipleri; Feodaller veya Prusya devletçiliğiyle uzlaşmaya girmiş, onun karşısında yerlere kapanmıştır; bizzat kendi koyduğu ideallere ve hedeflere ihanet etmiş ve onlardan yüz çevirmiştir. 1848 devrimlerinin yenilgisinin de; Birinci ve Üçüncü Napoleon gibi maceracı ve serserilerin Fransa’nın başına geçmelerinin de; Bismark gibi bir toprak ağasının bir başka Napolyon olarak başbakan olmasının da nedeni bu ilişkidir. Türkiye’de de Büyük toprak Sahipleri veya Prusya Junker’liği yerine, Osmanlı yadigarı Bürokratik Oligarşi koyulabilir. O zamanların Avrupa burjuvazisinin yerine de bu günkü AK Parti veya Anadolu Burjuvazisi. Davranışlar tıpı tıpına aynıdır. Bu aynılığı gösterebilmek için, AK Partinin dayanağı olan Anadolu Burjuvazisi “1789’ların devrimci burjuvazisi gibi olsaydı ne yapardı”ya bakalım. Gerçekten Prusya Yunkerliği benzeri Askeri Bürokratik Oligarşiyi tasfiye etmeyi hedefleyen bir burjuvazi veya hükümet ne yapardı son suikastten sonra? Önce derhal Veli Küçük’ten başlayarak bütün bağlantıların üzerine gider ve onları sorguya çekerdi. Yani bu emekli generallerin teker teker tutuklanmaları veya sorguya çekilmeleri gazetelerin sayfalarını doldurmaya başlardı. Bu hem onların çözülüşünü hızlandırır hem de demokratik güçlere büyük bir cesaret ve inisiyatif verirdi. Ama bu sadece marş dinamosu görevi görebilirdi, esas motorun harekete geçirilmesini sağlayan. Çünkü böyle tedbirlerle muazzam bir gücün tasfiyesi mümkün değildir. Bu her şeyden önce politik, dolayısıyla, büyük toplumsal güçlere dayanan bir mücadeledir. Bu hukuki prosedür ancak bunun bir aracı olarak bir işlev görebilir. Sadece Hukukun bir bürokratik ve askeri oligarşiyi tecrit ve tasfiye için yeteceğini sadece çocuklar düşünebilir. Bu hukuki süreç bir anlamda politik güçler dizilişi için bir başlangıç sağlayıp, politik sürecin destekçisi olduğu takdirde güç ilişkilerinde köklü bir değişimin kapısını açabilir. Hukuki saldırı idari imkanlarla da desteklenir, Örneğin bunun için aynı zamanda derhal bu işle ilişkili bütün generaller, başta Büyükanıt olmak üzere “tahkikatın selameti” bakımından

85


emekliye sevk edilir. Ama bu gibi hukuki ve idari tedbirler de yetmez. Bunlara paralel olarak, Türkiye’nin üç büyük toplumsal gücünün desteğini almadan bu bürokratik askeri oligarşiye dokunulmaz ve onun gücü ve egemenliğinin kökleri kazınamaz: Bu güçler İşçi Sınıfı; Kürtler ve Aleviler’dir. Bunun için en asgari olanları sıralayalım. İşçilerin desteğini kazanmak için ilk elde minimumundan şunlar yapılabilir: İşçiler için en önemli sorun, kendilerini sermayenin saldırılarına karşı koruyacak birlikler kurabilme sorunudur. Bütün anti demokratik yasalar bunları engellemektedirler. Bu nedenle ilk elde Terörle Mücadele Yasası gibi yasalar derhal geri çekilir. İşçilerin grev ve örgütlenme hakkını kısıtlayan yasalar kaldırılır. Sosyal sigortalar gibi işçilerin paralarıyla kurulmuş kurumlar bütünüyle işçilerin denetimine verilir. Asgari geçim endeksini belirlemek işçi örgütlerine bırakılır ve hiç kimsenin ücreti bu endeksin aşağısında olamaz. Bunlar bir iki gün içinde bu günkü çoğunlukla çıkarılabilecek yasalardır. Böylece hem işçilerin desteği alınır hem de aktif bir politik özne olarak harekete geçmesinin yolları açılır. Alevilerin ve diğer azınlıkların ve de şehir orta sınıflarının desteğini kazanmak ve Bürokratik ve askeri oligarşiyi tecrit etmek, kitle desteğinden mahrum kılmak için: Diyanet derhal lağvedilir. Bütün imam hatipler normal okullara çevrilir. Bütün kilise, Cami, Cemevi, Havra vs.den her türlü devlet desteği çekilir; devlet müdahaleleri bırakılır ve onlar cemaatlerin gönüllü bağışlarına terk edilir. Yani gerçek anlamda bir laikliğe geçmeyi sağlayacak tedbirler ve yasalar peş peşe yürürlüğü konur. Bununla şehir orta sınıfları, bu Bürokratik Oligarşinin militan destekçi güç tarafsızlaştırılabilir veya kazanılabilir. Ama en azından militan bir savunun durumundan çıkarılır. Kürtlerin desteğini kazanmak için: Derhal bir Af çıkartılarak ve PKK’ya legal alanda politika yapma olanağı verilir. Buna bağlı olarak derhal seçim barajı düşürülür. Osmanlı kalıntısı Kaymakamlık, Valilik gibi makamlar derhal kaldırılır ve mahalli polis ve jandarma seçilmiş mahalli yöneticilerin emrine verilir. Madem ki Türklük hukuki bir kavramdır deniyor, Türklüğü, her türlü dil, din, etni ile tanımlanmaktan kurtarmak için, derhal herkesin ana dilinde eğitim yapma hakkı her Türk yurttaşının temel hakkı olarak tanınır. Keza Türklüğü Türk etnisinden soyutlamak ve gerçekten hukuki bir içerikle doldurmak için, Tarih kitaplarından Türk Tarihi ile ilgili bölümler çıkarılır. Genel bir insanlık tarihi ve Anadolu’da yaşamış bütün kavim ve uygarlıkların tarihi öğretilir. Hiçbir etni veya dil diğerlerinden üstün olmayacağından, Türk Dil ve Tarih kurumları da, tıpkı diyanet gibi kapatılır. Şu veya bu dilden veya etniden veya kültürden olmak, tıpkı din gibi kişisel bir sorun olur. Tıpkı dinsel bir cemaatin bir araya gelmesi gibi, şu veya bu kültür, etni, dillerden insanlar bir araya gelip onları geliştirmek veya korumak için istedikleri türden birlikler kurabilirler. Ama bunların hepsi tıpkı gerçekten laik bir ülkedeki dini kurumlar gibi devletin dışında ve özel bir sorun olarak kalırlar. Sadece bu tedbirler bile, sadece Kürtleri değil, bütün diğer ezilen azınlıkları kazanır ya da tarafsızlaştırır. Bu üç büyük gücün aktif desteğini almaya yönelik tedbirlere paralel olarak, bürokratik oligarşinin, kendini toparlayamadan üzerine gitmek; onun sabotajlar yapmasını engellemek

86


için; kararnamelerle, bütün Özel Harp Dairesi, Seferberlik Tetkik Kurulu gibi kurumların lağvı; soruşturmanın gizli ve örgütlü ilişkilere yönelik olarak derinleştirilir. Böyle tüm cephelerde yürütülecek kombine ve en büyük güçleri harekete geçiren, karşı güçleri tecrit eden kararlı ve sonuna kadar giden bir saldırı, bürokratik oligarşi saflarında hızla bir panik ve gemisini kurtaran kaptan duygusunun yayılmasına yol açar ayrıca bu da çeşitli ilişkilerin itirafları vs. aracılığıyla saldırıya güç katar. Çünkü bürokrasi ne kadar güçlü olur ve görünürse görünsün, kapıkulu ruhludur. Güç ve irade karşısında eğilmekten başka bir şey bilmez. O en tafrasından yanına varılmaz “kahraman” generaller bile aslında, üzerlerindeki sırmalı elbiseler çıkarıldığında, son derece sıradan ve korkak birer adem oğlu olarak ortada cascavlak kalırlar. İşte o hayali burjuvazinin yapabileceği böylesine bir kararlı harekat dışında Türkiye’de bürokratik oligarşiyi iktidardan uzaklaştırmak ve nispi bir demokrasiye ulaşmak mümkün değildir. Fransız Devrimi’nde olan işte böyle bir şeydi. Burjuvazi Asillere ve Krallara karşı tam da geniş halk kesimlerinin desteğini alacak Benzeri tedbirlerle ve kararlılıkla harekete geçmişti. Türkiye’nin burjuvazisi de bir zamanlar Fransız devrimini yapan burjuvazinin Kral, kilise ve soylulara karşı gösterdiği kararlılığı, bürokratik oligarşiye karşı gösterecek bir yapıda olsaydı, böyle davranırdı. Elbette AKP veya Anadolu Burjuvazisi bütün bunların hiç birini yapmadı ve yapmaz. Tıpkı 1848 devrimlerini satan ve ondan sonra da eski rejimin güçleri karşısında yerlere kapanan burjuvazi gibi davranmaktadır. Akibetlerinin de aynı olacağı tahmin edilebilir. Peki İşçiler yapabilir mi? İşçiler nesnel toplumsal konumlarıyla elbette böyle bir değişimi başarabilecek biricik güçtürler. Ama... bu gün böyle davranamaz durumdalar. 1848 Devrimlerinde İşçiler yükselen bir güçtü ve Demokratik Cumhuriyet esas işçilerin sloganıydı. Bugün ise, İşçiler sınıf olarak çok daha güçlü olmasına rağmen milliyetçilik ile zehirlenmiş ve demokratik cumhuriyet hedefini terk ettikleri için ekonomizme gömülmüş ilkelliği ebedileştirmiş bir sınıf durumundadır. Aynı zamanda 20. yüzyıldaki yenilgilerin de etkisiyle, kendi kendine bir sınıftırlar ve bağımsız bir politik bir güç olarak ortaya çıkamamaktadırlar. Bu günün işçileri, 1848’in yarı esnaf işçilerinden bile daha kötü bir durumdadırlar politik, örgütsel olarak ve ideolojik olarak. Bürokratik Oligarşi, yirmi birinci yüzyılda bile hala 19 yüzyılda olduğu gibi egemenliği elinde tutabiliyorsa, bu burjuvazinin korkaklığı kadar, İşçilerin bu demoralizasyonu, programsızlaşması ve kendi kendine bir sınıf haline dönüşmesi nedeniyledir. Böylece 19. Yüzyıldaki gibi bir durum ortaya çıkmaktadır. “Burjuvazi “artık” yönetemiyor, İşçiler de “henüz” yönetemiyor. Bu sayede bonapartizm var olabiliyor” diyordu Marks ve Engels. Büyük tarihsel yenilgiler sonucu, demoralizasyon ve programsızlık sonucu işçi sınıfı 87


19 yüzyıldakinden de kötü bir durumda olunca, aynı koşullar ortaya çıkıyor. Bu durumda, İşçiler öznel nedenlerle, burjuvazi korkaklığından bu gerekli değişiklikleri yapacak gücü ve kararlılığı gösteremeyince, bunları burjuvazi adın yukarıdan, anti demokratik bir biçimde yapacak ve böylece kendi gücün ve iktidarını da pekiştirecek Bonaparizmin önü açılıyor. Marks ve Engels, “devrimin cellatları onun vasiyetini yerine getiriyor” diyorlardı kıta Avrupa’sında 1848 devrimleri sonrasındaki gelişmelere bakarak. Yani politik iktidara egemen olan Bonapartlar burjuvazinin ihtiyacı olan sosyal değişiklikleri gerçekleştiriyorlardı. Ama bu anti demokratik ve yukarıdan bir biçimde yapılıyordu. Bir bakıma Burjuvazi politik iktidarı Bonapartlara bırakıyor; Bonapartlar da buna karşılık onların ihtiyacı olan işleri yapıyorlardı. Türkiye’de de böyle olmaktadır ve böyle olacaktır. Burjuvazinin bu korkaklığı karşısında Kürt sorununda da belli reformları, bizzat yine bu askeri bürokratik oligarşi yaparsa kimse şaşırmasın. Çünkü Bu oligarşi, giderek, bu sorunu çözmedikçe iktidarı elinde tutmanın mümkün olmadığını görmektedir. Bu nedenle, aslında bürokrasi içindeki Kürt sorunu karşısındaki tavırlar nedeniyle çatışma, Hükümet ile Bürokrasi arasındakinden daha da serttir. Aslında hükümetin korkaklığı, bürokrasi içindeki reform yanlısı güçlerin zayıflamasına da sebep olmaktadır. Diğer bir ifadeyle bürokratik oligarşinin genel ve uzun vadeli çıkarlarıyla; inkar ve baskıya dayanan, güçlerin çıkarları arasında belli bir çelişki bulunmaktadır. Bu bürokratik oligarşinin uzun genel ve vadeli çıkarlarını savunanların bir çok ifadesinden görülen odur ki, bürokratik oligarşi içinde bu konuda daha açık sözlülük ve kararlılık vardır. Örneğin bu kararlılık ve açık sözlülük, Mahir Kaynak’tan, Yalçın Küçük’e veya Emekli MİT görevlilerinin yazdığı raporlardan, kimi Emniyet görevlilerinin Meclis’te söyledikleri sözlere kadar yansımaktadır. Son suikast hadisesinde de, ortaya çıkarılan belgeler, ilişkiler bile bizzat bu çatışmanın ve mücadelenin bir göstergesidirler. Devletin bir kanadı, el altından veya açıktan desteklemese, AKP veya hükümetin bir şey yapacağı yoktur ve bu desteği de sadece kendi konumunu sağlamlaştırarak kullanmakla yetinmekte; özel savaşçıların üzerine gidecek cesareti gösterememekte ve böylece bizzat kendini zayıflatmaktadır. Ama sadece kendini değil, Bürokratik oligarşi içinde Hükümete açık veya gizli destek veren güçleri de zayıflatmakta ve onlarda moral bozukluğuna yol açmaktadır. Özetle Hükümet, AKP ya da burjuvazi (özünde hepsi aynı şeydir), eline geçen fırsatları, Askeri bürokratik oligarşiyi tecrit etmek ve iktidardan uzaklaştırmak için, dolayısıyla da demokratikleşme için değil, var olan sistem içinde kendi mevzilerini güçlendirmek (örneğin Cumhurbaşkanlığını ele geçirmek vs. için) kullanmaya kalkınca bizzat kendi konumunu zayıflatmakta, kendi ayağına da kurşun sıkmaktadır. Ama sadece kendini değil, askeri Bürokratik oligarşi içindeki farklı stratejilerin mücadelesinde, kendisinin ittifak yapabileceği güçleri de zayıflatmaktadır.

88


Uluslar arası durum da İran vesilesiyle ABD’ için bu Askeri bürokratik oligarşinin daha ehven bir partner olduğu koşulları da yaratınca, AKP veya hükümetin giderek tecrit olma durumu pekişmektedir. Buna Avrupa Birliği’nin zaten gönülsüz ve ABD’nin baskılarıyla usulen açılmış görülen kapılarının da daralacağı ve Avrupa ufkunun kararacağı da eklenirse, bu Hükümetin ayakta kalma şansı bulunmamaktadır. Eğer hala hükümet olmaya devam ederse, bu pis işleri yaptırmak için, kestaneleri ateşten çıkarmak için işe yarayabileceği düşüncesiyle olabilir. Elbet, örneğin İran’a karşı bir saldırının kararının bu hükümet eliyle alınması, Erbakan’a İsrail ile anlaşmalar yaptırılması gibi, hem ABD’nin hem de Ordu’nun tercih edeceği bir durumdur. Ama daha büyük bir olasılık., önümüzdeki dönemde yeni siyasi cinayetler. Ama bu sefer daha iyi planlanmış ve örneğin politik İslam ile ilişkileri daha net ve açık olanlara; örneğin Hizbullahçılara işletilecek politik cinayet ve sabotajlar, hükümetin bu son suikastte olduğu gibi, kendini öyle kolay temizleyemeyip suçlu olarak derin devleti gösteremeyeceği, böylece kendisinin tecridini ve iktidarsızlığını iyice pekiştirecek sabotaj ve cinayetler beklenebilir. Bu darbeler altında, iktidar partisi iyice köşeye sıkışıp, panikledikçe ve hata üstüne hata yaptıkça, bizzat kendi içinde de bölünmeler açığa çıkabilir. Örneğin, aslında ruhuyla MHP’li olan milletvekilleri ayrılabilir. Hükümet Erken seçime zorlanabilir ve seçimlerden en büyük parti olarak çıksa bile, DYP, CHP ve MHP karşısında bir çoğunluktan yoksun olup, iktidarı bu koalisyona bırakmak zorunda kalabilir. İşlerin böyle gelişmesi durumunda, Ağar’ın, Başbakanlığı ve bu mafyacı derin devletçilerin iktidarlarını korumak için “Kürt sorunu”nda adımlar atması, Barzani’ye kayışı durdurmak için PKK’nin önünü açmak zorunda kalmaları gibi durumlarla karşılaşılırsa, kimse şaşırmasın. Unutmamalı, bütün dünyada, ezilen uluslarla uzlaşmaları ellerinde onların kanını en çok taşıyanlar, o güne kadar onlara karşı en sert politikaları uygulamış ve savunmuş olanlar yaparlar ve yapabilirler. Kürt hareketi içinde, Barzani ve Talabani şimdiye kadar Öcalan ve PKK’nın rantını yedi. Gerek Türk devleti gerek ABD ve gerek Avrupa, Öcalan ve PKK’ya karşı Barzani ve Talabani’yi desteklediler. Onun güçlenmesini engellemek için, önünü tıkamak için, Barzani ve Talabani’nin önünü açtılar. Ama bu sefer, Türk bürokratik oligarşisinin PKK’ya karşı bizzat kendi besleyip büyüttüğü Barzani ve Talabani şimdi kendisini tehdit eder bir güç olarak ortaya çıkınca, bu sefer onlara karşı PKK ve Öcalan’ın önünü açmak, onunla uzlaşmalara girmek zorunda kalabilir. Barzani ve Talabani, bütün bu geniş olanaklara rağmen, gerek sınıfsal konumları gerek ideolojileri nedeniyle bu olanağı, bölge halklarının bir ortak kurtuluşu yolunda kullanma eğiliminde olmadılar, olamazlardı ve zaten öyle olmadıkları için de destekleniyorlardı. Ama PKK ve Öcalan, eğer yeterince iyi hazırlanabilirlerse, ellerine böyle bir fırsat geçtiğinde,

89


bu güne kadar kapatıldıkları gettodan çıkabildiklerinde, birden bire Bürokratik Oligarşinin de, ABD’nin de, Burjuvazinin de bütün hesaplarını alt üst edebilecek çok güçlü bir demokratik hareketin doğuşuna katalizatörlük edebilirler. Bu olasılık, zayıf olsa da ve her geçen gün zayıflasa da var olmaya devam etmektedir. Ama olayların böyle gelişmemesi, PKK’nın yavaş yavaş eriyip çözülmesi; Öcalan’ın giderek şimdi her gün daha fazla olduğu gibi bir sembol olarak kullanılması ama fiiliyatta onun dediklerine tümüyle ters bir politika ve hat izlenmesi veya onun savunduğu hattın sabote edilmesi, anlamsızlaştırılması, şekilsizleştirilmesi sürerse, Türkiye’de bir Türk-Kürt savaşı çıkar, bir kaç milyon insanın ölümünden sonra ortaya iki devlet çıkar. Ama buna sıranın gelmesi için, önce şu İran meselesinin halli, yani Orta Asya ve Orta Doğunun kontrol altına alınması; Rusya ve Çin’in kuşatılmasının tamamlanması; Avrupa’nın iyice ABD’nin vesayetini kabul edebilmesi için, İran’ın bir şekilde kontrol altına alınması gerekmektedir. Şimdilik olayların gelişimi bunu işaret ediyor. 30 Mayıs 2006 Salı

90


Başına Topladığı Cinleri Dağıtamayan Büyücü Türkiye denen ülkenin topraklarında yaşayan insanların, insan gibi yaşamasının, en önemli ve büyük engeli ve düşmanı bizzat Türk Devleti ve ona egemen olan askeri bürokratik oligarşidir. Bu temel gerçek ve önermeden yola çıkmayan her düşünce, her davranış, her politika, her hareket, her siyasi parti, son duruşmada gelir bu askeri bürokratik oligarşinin manevra ve taktiklerinin basit bir aracı olmaktan kurtulamaz. Elbette bu askeri bürokratik oligarşi öyle soyut bir varlık değildir. Somuttur. En somut biçimi de, bizzat Genelkurmaydır. Bu Askeri Bürokratik Oligarşi, hem devlet memurlarının işledikleri suçlardan dolayı muhakemesini izne tabi kılan yasalar gibi bir sürü yasayla; hem de her türlü demokratik kontrol dışı, “derin devlet” denen, devlet sırrı ardına gizlenmiş ve fiilen yasa dışı örgütler aracılığıyla bu egemenliğini sürdürmektedir. Ancak Yaşar Büyükanıt ve İlker Başbuğ ekibinin ordunun başına geçişinden beri, çok temel bir değişiklik gerçekleşmiş bulunmaktadır. Daha önceleri bu yasa dışı ve örgütler önceleri Genelkurmayın, diğer ifadeyle Askeri Bürokratik oligarşinin egemenliğini korumanın araçlarıyken, simdi bizzat Genelkurmay ve Askeri Bürokratik Oligarşi bu yasa dışı ve gizli örgütlerin bir aracına dönüşmüş bulunmaktadır. Bu Genel kurmay sitesini bile askeri müdahaleler için kullanan; Türkiye denen ülkenin topraklarında yaşayan insanlar içinde “Ne mutlu Türküm” demeyenleri açıkça düşman ilan edip, “Söz konusu olan vatansa gerisi teferruattır” diyerek, en sıradan farklı düşüncede olma hakkını bile kabul etmeyen ve bu hakkın kabul edilmesini bile düşman ve askeri hedef olarak tanımlayan, açıkça ırkçı ve faşist bir ideolojiye sahip ekip, bugün devlete egemendir. Türkiye’ye egemen askeri bürokratik oligarşinin kendisi bile, bu yasa dışı ve gizli ekibin elinde rehin durumuna düşmüştür ve onun basit bir aracıdır. Türkiye’deki güç ve iktidar ilişkilerinde son bir iki yılda gerçekleşen bu köklü değişiklik görülmediği takdirde Türkiye’deki politik gelişmeleri anlamak olanaksızdır. Bu ekip başa geldiğinden beri, Türkiye politikası, hepsi de bu ekip tarafından tetiklenmiş politik krizlerin içinde yuvarlanıp durmaktadır. En son örneği Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve onun yol açtığı erken seçimlerde görüldü. Şimdi yeni bir kriz tetiklenmiş bulunuyor. Aslında seçimlerde geniş emekçi kitleleri, tam da bu ekibin tetiklediği bunalımlara bir cevap olarak ve onların karşısında bulunduğunu göstermek için, AKP’ye büyük bir destek vererek ve bağımsız milletvekillerini Meclis’e göndererek Parlamento ve hükümete, bu askeri bürokratik oligarşiye ve onu da kontrol altına almış bu Kontrgerillacı, ırkçı ve faşist çeteye karşı açık ve kararlı bir politika için gerekli desteği verdi ve beklentisini iletti. 91


Ama Anadolu’nun katledilmiş ve sürülmüş Hıristiyan ahalisin mallarıyla ilk sermaye birikimini yapan Müslüman burjuvazi, demokrasi gibi bir gerçek hedefi bulunmadığından, kendisine açılmış bu krediyi bir mirasyedi gibi harcamıştır. Halbuki seçimlerde aldığı ağır darbe ile, askeri bürokratik oligarşi ve ona egemen olmuş bu ırkçı ve faşist çete tam bir dağınıklık, şok ve ararsızlık içinde bulunuyor, Genelkurmay başkanı ha bre “amuda mı kalkayım” diye sorup duruyordu.. Anadolu burjuvazisinin korkak ve anti demokratik karakterini yansıtan hükümet ve parlamento, askeri bürokratik oligarşinin gücüne ve egemenliğine son vermek veya en azından onu sınırlamak için, toplumun önüne bir altın tabak içinde sunduğu bu fırsatı değerlendirmek için hiçbir şey yapmadı. Bir parça demokratik bir burjuvazi, AKP veya Parlamento, Alevilerin ve şehir orta sınıflarının korkularını, örneğin diyanet işlerini kapatarak, bütün cami görevlilerinin de tıpkı Alevi dedeleri ve Hıristiyan papazları gibi cemaatin gönüllü bağışlarıyla yaşamasının yolunu açarak; İmam hatipleri kapatarak; okullardan din derslerini kaldırarak aynı zamanda da kimsenin giyiminden veya ramazanda sokakta yemek yediği için en küçük bir farklı davranış veya tehditle karşılaşmayacağı gerçek bir gerçek bir laikliğin koşullarını sağlayarak, giderebilir ve bu askeri bürokratik oligarşiyi en büyük desteğinden tecrit edebilirdi. Aynı şekilde yeni anayasada, tıpkı din gibi bir dilin ve soyun da politik bir anlamı olmamasını, Türklüğün sözde değil gerçekten, belli bir ülkenin topraklarında yaşayan insanları tanımlamak için hukuki bir kavram olmasını, Türk devletinin adı dışında bütün dil, kültür ve etnilere eşit mesafede bulunmasını sağlayarak, örneğin ilk elde, tıpkı Diyanet İşleri ve İmam Hatipler gibi, Türk Tarih ve Dil Kurumu gibi kurumları kapatarak veya resmi kurumlar olmaktan çıkararak ve her kültüre, her dile istediği kurumları özgürce kurmanın yollarını açarak, okullarda Türk Tarihi değil, insanlık tarihi okutarak; herkese ana diylinde eğitim hakkı vererek ve Türkçe’yi bir tür “Lingua Franz”, ulusu tanımanın bir aracı değil, teknik bir sorunu çözümleyen bir ortak konuşma dili olarak öğreterek, Kürtlerle ve diğer halklarla barışmanın ve PKK’nın silah bırakmasının yolunu açabilirdi. Bizzat Öcalan, yeni anayasada Kültürlerin farklılığı tanınsın iki ay içinde gerilla biter diyordu İmralı’dan. Yani böylesine uygundu şartlar. Hem arkasında destek vardı, hem kendisine barış eli uzatılmıştı. Böylece bu demokratikleşme adımları demokratik güçleri güçlendirir ve de böylece bir kartopu etkisi sağlanarak, bu askeri ve bürokratik oligarşinin egemenliği adım adım geriletilebilirdi. Ancak bütün bunların hiç biri yapılmadı. Aylar türban tartışmalarıyla, göstermelik Kürdistan gezileriyle yitirildi. Bu yönde en küçük bir niyet gibi görülmedi. Aksine Hükümet izlediği politikalarla, kendisini destekleyen liberallerden bile koptu. AKP veya burjuvazi, 1848 devriminde korkaklığı ve kararsızlığıyla ün salmış ve o zamanlardaki Alman burjuvazisinin korkaklığını ve anti demokratik karakterini yansıtan “Frankfurt Parlameterleri” gibi davrandı. “Frankfurt Parlamenterleri”nin korkaklıkları Avrupa gericiliğinin kendini tekrar toplamasının

92


ve 1848 devrimlerini boğmasının yolunu açmıştı. Benzer şekilde AKP’nin korkakığı ve anti demokratik karakteri de, askeri bürokratik oligarşinin ve ona da egemen olan bu kontr gerillacı yasa dışı ve gizli ekibin tekrar toparlanmasına ve ipleri ele geçirmesine olanak sağladı. Şimdi artık, AKP ve Hükümetin kendisi de bizzat bu çetenin elinde bir rehinedir. Demokratik olmamanın ve kararsızlığın cezasını, tıpkı Erbakan’a bir zamanlar İsrail’le anlaşma yaptırılması gibi, çekecektir. Barzani ve Talabani, Kürtler içinde Demokratik ve Laik karakterli yoksullara dayanan Öcalan ve PKK’ya karşı, AKP’yi desteklemişlerdi. Şimdi AKP, Genelkurmayın bir rehini olarak, kendisini destekleyen Barzani ve Talabani’nin başında bulunduğu devletlere karşı savaş kararları çıkartmaktadır. (Türkiye’nin aptallık ve korkaklıkta AKP’den hiç de daha geri olmayan ikinci cumhuriyetçi liberalleri de, bunu PKK ve DTP’den bir uzaklaşma olarak selamlamışlardı. Halbuki bu uzaklaşma son duruşmada, daha anti demokratik, daha gerici bir ulusçuluğa gidiş, PKK’nın temsil ettiği demokratik hedeflerin ve programın terk edilişi anlamına geliyordu.) Ancak bu askeri bürokratik oligarşi ve bu yasa dışı ve gizli çete de çok tehlikeli bir oyun oynamakta ve tıpkı AKP ve bir zamanlar Babıali baskını ile iktidara gelmiş İttihat Terakki çetesi gibi kendi sonunu hazırlayacak gelişmeleri tetiklemektedir. Büyükanıt-Başbuğ kliği, Kürt sorununda tamamıyla inkar ve baskı politikası izleyerek ve bu sorunun çözümü için demokratik bir tartışman bile yolunu tıkayarak kendi engelleyemeyeceği süreçlere yol açacaktır. Bu askeri bürokratik oligarşiyi bile kendine esir ve rehin almış, İttihat Terakki gibi ırkçı, gizli ve yasa dışı ekip, kendi varlığı ve egemenliği ile ABD’nin Dünya egemenliği için yapmak istediği düzenlemeler arasında çelişki olduğunu görmektedir. Bu askeri bürokratik oligarşi, kendi içindeki Büyükanıt - Başbuğ benzeri İttihat ve Terakki maceracılarını tasfiye ederek, dünya dengelerine uygun pozisyonlar alarak bu güne kadar egemenliğini sürdürebilmiştir. Bu gibi maceracı ekiplerin kendi egemenliğini bile tehlikeye attığını tecrübesine sahipti. Bunun sağladığı bir esnekliği vardı. Örneğin Binirci Dünya savaşandan sonra, Sovyetler’in varlığını tanımış ve tarafsız bir politika izlemişti uzun yıllar. Buna uygun olarak da Turan hayallerini bir kenara atmıştı. İkinci Dünya savaşında, bütün el altından desteklere rağmen, tarafsız bir konumu korumuş ve Sovyetler’e karşı Almanya’nın yanında savaşa girmemişti. Savaştan sonra, çok partili rejime geçerek yeni dünya dengeleri içinde yerini almıştı. 27 Mayıs darbesi ile bu dengeler içindeki yerini sağlamlaştırmıştı. Bu esneklikleri gösteremeseydi bu gün askeri bürokratik oligarşinin egemenliği çoktan bitmiş olabilirdi. Bunlar onun ömrünü böyle uzatabildi. Ve benzer bir esnekliği gösteremeyen Doğu Avrupa’nın bürokrasileri alaşağı olurken, Atatürk’ün heykelleri hala yerinde durabilmiştir.

93


Bu gün bu esnekliği gösteremediği görülmektedir. Aslında ABD’nin dünya egemenliği politikaları içinde, bu Askeri Bürokratik oligarşinin egemenliğine iyi bir yer var. ABD bu büyük orduyu ve devleti yanında ve iyi bir müttefik olarak desteklemekten yanadır. Hem radikal politik İslam’a karşı, hem de Avrupa Birliğinin siyasi bir irade oluşturmasına karşı, hem Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslar’da güçlü bir konum için Türkiye, ABD’nin kendisinden kolay vazgeçilemeyecek bir destek üssüdür. Ama bunun için, askeri Bürokratik oligarşinin bu günkü dünya dengelerine uygun bir değişime ayak uydurması gerekir geçmişte olduğu gibi. Örneğin Avrupa Birliği’ne Türkiye’nin girmesi, ABD için büyük stratejik öneme haizdir. ABD ekonomik olarak birlik olmuş bir AB’ye karşı değildir. Ama bunun siyasi bir irade ve askeri güç oluşturmasına ve karşısına bir rakip olarak çıkmasına karşıdır. Bunu engellemek için, İngiltere’nin yanı sıra Türkiye’nin de kendi müttefiki olarak AB’ye girmesinin ABD’nin dünya ölçüsündeki planları açısından hayati bir önemi bulunmaktadır. Sanılanın aksine AB Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesini istemiyor. Bunu isteyen ABD ve onun Avrupa Birliği içindeki müttefikleridir. Ama bunun olabilmesi için, Türkiye’nin belli bir demokratikleşme ve ekonomik refaha ulaşması gerekir. Bu ise her şeyden önce Kürt sorununun en azından İspanya ve Bask’ta olduğu gibi bir çözümünü gerektirir. Böylece Türkiye, ABD’nin Avrupa ve Orta doğuya ilişkin planları için uygun biçimi almış olur. Askeri Bürokratik oligarşi böyle bir politikaya geçiş yapabilirse, bir zamanlar Atatürk ve İnönü’lerin yapabildiği gibi, daha onlarca yıl egemenliğini bile garanti altına alabilir. Normal olarak askeri bürokratik oligarşinin, bunları görebilecek bunun için gerekli düzenlemeleri yapabilecek ve ömrünü uzatabilecek esneklikleri göstermesi gerekirdi tarihsel geleneklerine bakıldığında. Örneğin Susurluk olarak bilinen çetelerin kısmen açığa çıkartılıp kontrol altına alınması, bu yönde bir hamleydi. Öcalan bu askeri bürokratik oligarşinin gerçek gücünü ve esnekliğini bildiği için, tıkanmış olan Kürt sorununu açacak bir kanal için hep bu zümrenin bu yönüne hitap etmeye çalıştı yıllardır. Ne var ki, nasıl Özal’ın önce Orduya verdiği güç, sonra onun daha esnek politikalara geçişinin önünde bir engel oldu, kendisi başına topladığı cinleri dağıtamayan büyücüye dönüp o cinlerin kurbanı oldu ise, bu gün askeri bürokratik oligarşi de aynı durumdadır. Kendi yarattığı derin devlet, kendisini rehin almıştır. Başına topladığı cinleri dağıtamamaktadır. Ama sadece bu kadar değil, bizzat tüm ülkeyi, hatta bizzat askeri ve bürokratik oligarşiyi rehin almış olan bu yasa dışı ve gizli ekip, kendisi de başına topladığı cinleri dağıtamayan bir büyücüye dönecek ve tıpkı İttihat Terakki gibi kendisiyle birlikte egemen olduğu ve rehin aldığı ülkeyi de tarihe gömecektir. Bir kere son manevraların esas konusu PKK değil. Güney’deki Kürt oluşumu. Yoksa

94


PKK’nın bitirilemeyeceği yıllardır nice kurmayların ağzından açıklandı. Nice kurmaylar Güney’e yapılacak, ki bir zamanlar Barzani’nin desteği ile de yapılıyordu bu harekatlar, bir hareketin bir netice getirmeyeceğini defalarca kamuoyuna açıkladılar. Peki bu kamuoyunu PKK’ya karşı savaş için Güney’e girme yönünde hazırlama ne oluyor? Her zaman onlarca asker cenazesi geliyor. Genel Kurmay politik ortama göre ya bunları sessizce geçiştiriyor ya da şimdi olduğu gibi ırkçı bir milliyetçiliği sokağa salmanın ve tüm demokratik özlemleri bastırmanın bir aracı olarak kullanıyor. “Şehit”ler aslında “Söz konusu olan vatansa (yani bu gizli ve yasa dışı zümrenin çıkarlarıysa) gerisi teferruattır” diyen Genelkurmayın basit manüplasyon araçlarıdır. Hasılı, şimdi ortada bir harekat var ve bu harekat için şehit cenazesi, ırkçı sürüleri sokaklara salma zamanı. Peki neden böyle? Askeri bürokratik oligarşi ve simdi onu da rehin almış Ergenekon, gerek Güney’deki gelişmelerin gerek AKP’nin seçim başarısının kendisinin egemenliğini artık iyice tehdit ettiğini görüyor. Son bir umutla bütün varını yoğunu ortaya koyan bir kumarbaz gibi, bu egemenliği garanti altına almak için, tüm güçlerini ortaya sürüyor ve kaybettiği mevzileri geri almayı planlıyor. Yani ABD’yi Barzani ve AKP’yi değil, kendisini desteklemeye razı etmek istiyor. Stratejinin özü bizzat kendileri ve sözcüleri tarafından her yerde açıkça ifade edilmiş bulunmaktadır. Bu stratejinin özü, ABD’yi tercih zorunda bırakmak olarak tanımlanabilir. Yani öyle kararlı ve kesin olarak ortaya çıkmalıdır ki, ABD, Türk ordusu ve Türkiye gibi bir müttefikten olmaktansa, güneydeki Kürt oluşumunu ve AKP’yi desteklemekten var geçmelidir. Bunun için, bu yasa dışı ve gizli çete, Askeri bürokratik oligarşiyi, bu stratejinin başarısı için bütünsel ve kararlı bir görünüm olmazsa olmazdır diyerek daha baştan yanına almış bulunuyor. Aynı şekilde, burjuvaziyi ve AKP’yi de, aman birlik görünümünü bozmayalım, siz de kararlılığınızı gösterin kararlılığı göstermek bu stratejinin en önemli öğesidir diyerek kendi basit bir aracına dönüştürmüş bulunuyor. Gerisini de zaten sokağa salınmış özel savaş dairesinin örgütlediği çeteler tamamlamakta, hiçbir muhalif sesin çıkmaması sağlanmaktadır. Ama ABD’nin bu tehdit ve blöf karşısında geri adım atacağı şüphelidir. Belki zaman kazanmak ve ortalığı yumuşatmak taktiği izleyebilir. Griye bir adım, ABD’nin bütün caydırıcılığını yitirmesine yol açar. ABD’nin caydırıcılığını yitirmesi ise, Dolar alma ve elde bulundurma zorunluluğunu yaralar ve bu da ABD’nin çöküşü anlamına gelir. ABD’nin bütün stratejisini terk anlamına gelir. Ayrıca Türkiye’nin ne ekonomik, ne politik ne de askeri gücü böyle bir kafa tutmaya yetmez. Yani bu , aslında bunca tehlikeli ve güçlü görünmesine rağmen, ABD’ye Barzaniyi, AKP’yi bırak beni destekle diye yalvarış anlamına gelmektedir. Ama bu yalvarış bir kabadayılık 95


gösterisi ve tehdidin ardına gizlenmiştir ve aslında koca bir blöften başka bir şey değildir. Elbette ABD ve İngiltere bunu görecek ve bilecek durumdadırlar. Ama tam da blöf olduğu için, başarısız kalacak ve ABD’den beklediği yön ve politika değişikliğini sağlayamayacaktır. Bu arada kendisi de bizzat başına topladığı cinleri dağıtamayan büyücüye dönecektir. Güçsüzlüğü görüldüğünde rehin ve baskı altına aldığı bütün güçlerin tepkileri bir çığ gibi büyüyecektir. Bunu engellemek için ise, kararlı ve güçlü görünme oyununu sürdürmek ve oyundan ciddiyete geçmek zorunda kalabilir. Yani kuzey Irak’ı işgale başlayabilir. Ama bu da onun sonu olur. Osmanlı, İttihat Terakkiyi ve koca imparatorluğu bir darbeyle rehin almış, İttihat Terakki’den bile gizli bir çeteyle birlikte son bulmuştu. Osmanlı’nın bu son kalesi ve yaşayan ruhu Türkiye Cumhuriyet’i de Büyükanıt, Başbuğ gibilerin başında bulunduğu bu gizli ve yasa dışı çeteyle birlikte son bulacak gibi görünüyor. *** Ya devrimler savaşı engeller ya da savaşlar devrimlere yol açar. Şu an Türkiye’de bir devrimci kabarış görülmüyor. Aksine bırakalım devrimciliği, bırakalım demokrasiyi bir yana liberallere bile vatan haini muamelesi yapılıyor ve gerekli toleransı göremeyen liberaller bile sinmiş durumda. Hasılı bir derin savaşı engellemesi söz konusu değil. Bu durumda savaşın devrime yol açması tek olasılık olarak geriye kalıyor. Türkiye’deki çürümeyi belki de savaşın ateşinden ve ciddi yenilgilerden başka hiçbir şey dağlamaz görünüyor. Eğer olaylar böyle bir yola girerse, biz sosyalistlere düşen görev, her şeyden önce ulusun her hangi bir dil, din, etni, soy, din ile tanımlanmasına karşı, gerçekten, demokratik; ucuz, askercil ve bürokratik olmayan, bir köyden şehre ve ülkenin tümüne kadar iktidarın gerçekten seçilmiş organların elinde bulunduğu bir hedefi şimdiden açıklıkla ortaya koymaktır. Ancak böyle bir program bütün bölgedeki halkların önüne bir direniş ve kurtuluş alternatifi sunabilir. Ancak böyle bir program bölgedeki oligarşiler ve ABD karşısında üçüncü bir alternatif olabilir. 22 Ekim 2007 Pazartesi

96


Askeri Bürokratik Oligarşinin Bir Strateji Değişimi Olasılığı Kürdistan Özgürlük ve Demokrasi Hareketi, yani PKK, hiçbir zaman böyle kuşatılmamış ve tecrit olmamıştı. Bu kuşatma nasıl yarılabilir? Bunun üzerine elbette çok yazmak tartışmak ve davranmak gerekiyor. Ama biz bu yazıda daha geniş bir tarihsel perspektif içinde, toplumdaki temel güçlerin çıkarları, eğilimleri ve karakterlerini göz önüne alarak olası gelişmeler üzerine bazı akıl yürütmeler yapalım Türkiye'deki askeri bürokratik oligarşi, daha da kesin ifadeyle, bunun Ergenekoncu-Gladyocu çekirdeği, gerek AKP ve Politik İslam, gerek Irak'taki Kürt oluşumu tarafından adım adım kuşatılıp tek tek kalelerini kaybettiğini gördükçe, gücünü ve egemenliğini korumak için ABD'ye karşı bir kumara girdi, “ya ben ya Barzani” dedi. Böylece, bu açmaz karşısında ABD'nin kendisini seçeceğini, Barzani ve AKP'nin kazandığı mevzileri geri alacağını düşünüyordu. Bürokratik oligarşinin “başka bir strateji izlemek gerekir” diyen kesimleri zaten pasif bir durumdaydı. Sorun AKP'yi de hareketsiz durumda bırakıp, kendi manevrasının destekçisi durumuna getirmekti. Bunun için tüm güçlerini cepheye sürdü, korkunç riskli ve etkileri çok derine işleyen bir ırkçı bir kampanya başlattı. AKP her zaman olduğu gibi, buna açık karşı çıkmaktansa, açık karşı çıkıp kırılmaktansa, üzerine kar yığılmış bir kiraz dalı gibi, akıntıya ayak uydurup, o gücü kendi hedefleri için, kendi politikalarına destek sağlamak için bir pazarlık unsuru olarak kullanmak yolunu seçti. AKP zaten, Barzani'nin de, ABD'nin de, Avrupa Birliği'nin de gönlünün ve çıkarının şimdilik, “ılımlı bir İslam” altında Irak’taki Kürtlerin hamiliğine soyunmuş ve PKK’yı tasfiye etmiş bir Türkiye’den yana olduğunu biliyordu. Böylece Büyükanıt ve ekibinin kumarı, şimdi AKP, Barzani ve ABD ittifakının ve bunların "ılımlı İslam" ve kendisini Türklük yerine İslam’a vurgu yaparak, Güney'deki Kürtlerin hamisi olmuş desteğini almış bir Türkiye projesinin uygulamaya geçirişinin vesilesi ve bir aracı durumuna düşmüş bulunuyor. Şimdi Büyükanıt ve ekibine tek çare kalmış gibi görünüyor: PKK'ya yönelik bir sınırlı operasyon çerçevesinde Güney'e girip, bir kere girdikten sonra fiilen Güney'deki Kürt oluşumuna yönelmek; bir emrivaki yapmak. Daha önce yapmak istediğini bir emrivaki çerçevesinde denemek. Ama bunun için artık çok geç gibi görünüyor. Hem siyasi olarak hareket alanı yok, hem askeri olarak ABD'ye rağmen böyle bir girişim zor, hem de kış geliyor. Öte yandan, bu Ergenekoncu-Gladyocu çekirdeğin bizzat bu askeri bürokratik oligarşi içindeki durumu iyice sarsılmış bulunuyor. Askeri bürokratik oligarşinin giderek daha geniş bir kesimi, bu inkarcı ve baskıcı politikalarda ısrar etmenin giderek tüm varlıklarını ve iktidarlarını tehdit ettiğin görerek, bu politikalara mesafe koyuyorlar. Gerek emekli generallerin söyledikleri gerek CHP içinde Baykal'a karşı büyüyen muhalefet ve en

97


yakınlarının Baykal’ı terk etmesi, bunun en açık göstergeleri. Böyle giderse, Ergenekoncu çizgi, sadece Cumhurbaşkanlığı çerçevesinde kopan muharebeyi kaybetmiş olmayacak; aynı zamanda PKK bahanesiyle, Kuzey Irak'taki Kürt oluşumuna karşı şimdiki kumarda da ikinci bir yenilgi alıp, en kritik mevzileri AKP'ye teslim etmiş olacaktır. PKK’yı tasfiye ederek Irak’taki Kürt oluşumunun hamiliğine soyunma projesi tutarsa, bu kendisinin politik gücünü büyük ölçüde yitirmesi ve bundan sonra gerilemeyi durduramaz bir duruma düşmesi anlamına gelecektir. * Hiçbir sınıf ve de toplumsal güç, kendisine peş peşe ağır yenilgiler yaratan bir politikanın yürütücülerini yerinde tutmaz. İkinci yenilgi de kesinleştiği an, Askeri Bürokratik oligarşi, bu ekibi tasfiye edip, egemenliğini ve gücünü başka politikalarla koruyacak ve tekrar güçlendirecek düzenlemeye gitmek zorundadır. Bu da Türk ordusu ve bürokrasisi içinde, aynı zamanda bir politika ve strateji değişikliğine denk düşen, ciddi bir kadro ve yönetici değişikliği demektir; yani Büyükanıtların, Baykalların uzaklaşması demektir. Askeri Bürokratik Oligarşi bunu yapmadığı takdirde gerileyişini durdurması mümkün olamaz. Her dış savaş, hangi güçlere, hangi stratejiye dayanılacağına dair bir iç savaşla birlikte yürür. Askeri bürokratik oligarşi içinde de, hangi strateji ve politikanın doğru olduğu yönünde bir iç savaş yaşanmaktadır elbette. Bizzat emekli generallerin itirafları ve bunların yayınları bile bu savaşın bir görünümü ve biçimidir. Benzeri bir mücadele bizzat bu askeri bürokratik oligarşinin partisi ve parlamento içindeki uzantısı olan CHP içinde de giderek şiddetlenmektedir. * Peki böylesine tecrit olmuş ve peş peşe birbirinden önemli stratejik mevzileri kaybeden askeri bürokratik oligarşi, tekrar nasıl hareket alanını genişletip saldırı inisiyatifini kazanabilir? Bunun için çok köklü stratejik bir dönüş yapması gerekir. Anadolu burjuvazisinin AKP'yi kurarak yaptığı stratejik dönüşün bir benzerini de kendisi başarmak zorundadır. AKP'de bir araya gelen burjuvazi ne yaptı? Önceden Avrupa Birliği'ne girmeye milli sanayi diyerek karşı çıkıyordu, bu sefer stratejik dönüşle, Avrupa Birliği'ne girmenin savunucusu oldu örneğin. Böylece büyük şehirlerin batıcı-laik burjuvazisini, liberal aydınları, hatta Kürtlerin üst kesimlerini yanına aldı. Uluslararası alanda da ABD ve AB'nin desteğini aldı. Böyle bir stratejik dönüş ile yeni bir güçler dizilişi sağladı. Ama bu değişikliğin gerçekleşebilmesi için de, İslamcı Burjuvazinin 28 Şubat yenilgilerini yaşaması gerekiyordu. 28 Şubat yenilgileri olmadan, Gül ve Erdoğan ekibinin Erbakan ekibinin yerini alması dolayısıyla bu strateji ve politika değişikliği mümkün olamazdı. İşte 28 Şubat yenilgisinin Müslüman Burjuvazi'de yol açtığı türden bir kadro, program ve

98


strateji değişikliğinin benzerine, seçim ve son Kürdistan kumarı yenilgileri de Askeri Bürokratik oligarşi içinde yol açacaktır. Daha doğrusu açması beklenir. Bu güçler bunu başaramadıkları takdirde zaten bir güç olmaktan çıkarlar ve çıkmışlar demektir. * Ama binlerce yıl gerilere giden "Sünuf-u Devlet"in, kökleri çok derinlerdedir ve çok köklü devrimler olmadıkça bu kökleri kazımak hiç de kolay değildir. Bizzat İran devrimi bu köklerin nasıl derinlere gittiğini ve zengin bir tarihsel tecrübeye dayandığını gösterir. Kökleri ta Sümer medeniyetindeki ilk Rahip devletlerinin rahipler kastına giden, daha sonra Sasaniler döneminde Mecusi (Zerdüşt) rahiplerine dönüşen; İslam ile birlikte Şii mezhebi ve Mollalar biçiminde devam eden hep aynı toplumsal katmandır son duruşmada İran’daki mollalar oligarşisi. Ve en son noktada, İran devrimi gibi tarihin gördüğü en büyük devrimlerden birine önderlik edip, geniş kitleleri mobilize ederek harşeyi riske edebilmiş ve onu kendi iktidarını ve gücünü korumanın aracına dönüştürebilme cesaretini bile gösterebilmiştir bu mollalar. Böylece sağladığı dinamizm ile, İran'ın etkisini doğu Akdeniz kıyılarından, Irak, Orta Asya ve Suudi Arabistan ve Arap yarımadasına kadar tekrar genişletmiştir. Türkiye'deki askeri bürokratik oligarşinin İran'daki molla oligarşisinden daha az esnek ve daha az kıvrak olduğunu düşünmek için hiçbir neden yoktur. Bu askeri bürokratik oligarşi, örneğin Bizanslı iken ve çürümüşlük içinde neredeyse tükenmek üzereyken, Osmanlı ile bir rönesans yaşayarak egemenliğini ve gücünü bir altı yüz yıl daha uzatmayı bilmiştir. Osmanlı olarak aynen Bizans'a dönmüşken, Islahat, Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyet, çok parti, 27 Mayıs gibi önemli dönüşümlerle, gücünü ve egemenliğini bu güne kadar taşımayı bilmiştir. Ve bu değişimlerin her birinin ardında ciddi yenilgiler bulunmaktadır. * Türk milliyetçisi tarihler, Selçukluları ve Anadolu Selçuklularını Türk devletleri ve uygarlıkları imiş gibi tanımlarlar. Halbuki tarihe, zaten tarihi olmayan ulusların değil, büyük uygarlık alanları ve onların evrimi açısından bakıldığında bambaşka bir manzara çıkar ortaya. Selçuklular, İran uygarlığını, dolayısıyla Emevilerin yerini almış bir İran uygarlığı olan Abbasileri, feth edip onlar tarafından feth edilmişlerdi. Yani Seçuklu devleti, İran uygarlığının bir rönesansıydı. Alp Aslan'ın Romanos Diyogenes'i Malazgirt'te yenişi, bu günün Türk tarihçilerinin anlattığı gibi, Türklerin Anadolu'yu feth etmesi değil; Oğuz komünleriyle gençlik aşısı almış İran uygarlığının, çürüyen Bizans uygarlığını geriletmesi ve etkisini Anadolu yarımadasına yaymasıydı. Bir bakıma Termopil’de Grek uygarlığına yenilmiş Pers uygarlığının rövanşıydı. Bu Rönesans ile Pers uygarlığı etki alanını tekrar şimdiki Konya ve Ege'ye kadar, yani İyonya’ya kadar, ta Atina ve Isparta gibi şehir devletleri zamanında olduğu gibi, yayabilmişti. O zamanlar Bizans, bu ilerleyiş karşısında hiçbir şey yapamaz durumdaydı.

99


Konya'yı feth edip başkent yapanlar Türkler değil, İran Uygarlığı idi. Örneğin Mevlana bu uygarlığın birikimini yansıtıyor ve bu birikimi ve uygarlığı Konya'ya taşıyordu. Bizans ancak daha sonra, yine başka Oğuzlar aracılığıyla kendini Osmanlı Hanefiliği biçiminde yeniledikten, ya da ikinci Roma imparatorluğu (Bizans) kendini Üçüncü Roma İmparatorluğu (Osmanlı) olarak yeniledikten sonra, İran uygarlığının etkisini bu günkü Kürdistan'ın doğusuna (Yani bugünkü Türk - İran hududuna) kadar geriletmiştir. İran uygarlığında, daha sonra Ak koyunlular, Kara Koyunlular, Safeviler gibi (ki bunlar Osmanlı'dan yüz kat daha "Türk" idiler ama Türk tarihinde anılmazlar. Türklüğün ve Türk tarihinin nasıl uydurma olduğunun da ek bir kanıtıdır bu olgu) rönesansların hiç biri ona tekrar eski gücünü ve tazeliğini kazandıramadı ve gerileyişini durduramadı. Osmanlı ise Balkanların komünleriyle (Bogomiller, Balkan Bektaşiliği) ve Ermenistan komünleri (Anadolu Aleviliği) ve Kürdistan'ın komünleriyle (Şafiilik) ittifak yaparak etkisini ve genişlemesini sürdürdü. İran devrimi bir bakıma, İran uygarlığında Oğuzların yol açtığı canlanmalar gibi bir canlanma sağladı bu Mollalar oligarşisine ve İran'ın etkisi şimdi olduğu gibi, Orta Asya'dan Akdeniz kıyılarına kadar uzanır oldu. Eğer tarihsel paralellikleri izlersek, şimdi kendini yenileme sırasının Bizans - Osmanlı geleneğinin has devamcısı Türkiye Cumhuriyeti'nde olduğu söylenebilir. Çünkü tarihsel paralellikler genellikle İran'ın önce bir canlanma yaşadığını, Küçük Asya'nın biraz daha geç ama daha köklü bir canlanma yaşadığını göstermekte. * İşte AKP'nin birbiri ardından Askeri Bürokratik oligarşi karşısında kazandığı başarılar, İran'ın mollaları gibi bu binlerce yıllık kökleri olan oligarşiyi, egemenliğini ve varlığını korumak için, tıpkı Bizanslının (Ortodoks Hıristiyan) Osmanlı (Hanefi Müslüman) olması; Osmanlı'nın Türk olması vs. gibi, yeni bir değişikliğe zorlayabilir. Yani bu anlamda, AKP'nin başarıları kendi yenilgisine yol açacak büyük değişikliklerin tohumlarını içinde taşımaktadır. Tıpkı 28 Şubat'ta askeri bürokratik oligarşinin İslamcı burjuvaziyi iktidardan uzaklaştırma başarısının, kendisinin bu günkü yenilgilerinin tohumunu içinde taşıması gibi. Geleceğin nasıl bir yol izleyeceğini elbet bilemeyiz ve bunu var olan güçlerin mücadelesi belirleyecektir. Ama en azından tarihsel analoji ve paralelliklere bakarak belli eğilimlerin varlığı öngörülebilir. * Evet bu askeri bürokratik oligarşi kadrolarını, stratejisini ve politikasını yeni baştan belirlemek zorunda eğer varlığını ve gücünü korumak istiyorsa. Ama ne yapabilir? AKP, ABD, Avrupa ve Barzani, aynı strateji ve projede anlaşıyorlar. Onların çıkarları birbirine uyuyor. Bu proje, bu gün bir araya gelmesi düşünülemeyecek iki gücü ister istemez birbirine 100


yaklaştırır. Çünkü projenin başarısı sadece PKK’nın, yani Kürdistan’daki devrimci demokratik hareketin tasfiyesi anlamına gelmez, askeri bürokratik oligarşinin de politik iktidardan uzaklaştırılması, bütün ideolojik ve politik dayanaklarının terki anlamına gelir. Yani bu projenin başarıya ulaşması, aynı zamanda laiklik denen Atatürk dininin ve Türklüğün yerini Sünni İslam'ın alması demektir. Askeri ve Bürokratik oligarşi ise bu durumda egemenliğini koruyacak her türlü programatik ve ideolojik araçtan yoksun kalır. Bu durumda, askeri bürokratik oligarşinin gücünü ve egemenliğini koruması için, çok geniş kesimleri bir araya getirecek bir stratejiden başka hiçbir çıkış yolu yoktur. AKP, ABD, AB ve Barzani’nin uzlaştığı plan, Politik İslam nedeniyle, şehir orta sınıflarını ve Alevileri; anti demokratik karakteri nedeniyle de Kürtlerin PKK ve DTP'yi destekleyen modern ve aydınlanmacı kesimlerini karşıya alır. Askeri bürokratik oligarşi şimdiye kadar, bir demokratik program çerçevesinde birleşebilecek bu güçleri, birbirine karşı kullanarak ve aralarındaki dengeye dayanarak gücünü ve egemenliğini sürdürüyordu. Ama yeni durumda, AKP, ABD, AB ve Barzani'nin projesine karşı duracak güçlü bir cephe yaratabilmek için bu güçleri birleştirmek zorundadır. Ama bu da yetmez. Batıcı-laik burjuvaziyi ve liberalleri de kazanacak bir dönüş yapmak, onları AKP'nin yedeği olmaktan çıkarmak, kendi destekçisi haline getirmek zorundadır. Ancak o zaman bu günkü tecrit durumundan kurtulup, tekrar eski gücünü ona sağlayacak ve kaybettiği mevzileri kazanmasını sağlayacak bir güçler dizilişi sağlayabilir. Peki bunu nasıl bir politikayla yapabilir? Şimdiye kadar yaptığı, ABD karşısında Çin ve Rusya ekseniyle flörte ve ABD ile pazarlığa yarayan, ama en büyük yararını solcuları kendi politikasının destekçileri ve araçları haline getirmek olan, Doğu'culuk ve sözde "anti emperyalizm" ile sağlayabilir mi? Bu yolun çıkmazı ve hiçbir şey getirmediği şimdiye kadar görülmüş bulunuyor. Bu yol, aksine tecride yol açıyor. Peki Kürtlere karşı inkar ve baskı politikası eskisi gibi etkili olabilir mi? Bunun iflasını bizzat emekli generaller ilan etmiş bulunuyor. Kaldı ki, hükümetin Barzani ile Kürtlerin hamisi politikasını uyguladığı, bu politikanın ayrılmaz bir bileşeni olarak da PKK'yı tecrit etmek için Türkiye'deki Kürtlere belli bir gevşekliğin getirileceği bir ortamda bunun da şansı bulunmamaktadır. Peki Laiklik bu geniş cepheyi sağlar mı? Cumhurbaşkanlığı seçimi bunun harekete geçirebileceği azami güçlerin çerçevesini gösterdi. Bu güçlerin AKP karşısında bir başarı şansı bulunmamaktadır. Öte yandan Hükümet, bizzat Avrupa Birliği hedefiyle şehir orta sınıflarındaki ve Alevilerdeki korkuları bile belli bir sınırın altında tutmayı başarmaktadır. Askeri bürokratik oligarşi için bir tek yol kalmaktadır, daha ileri kaçmak. AKP nasıl kuruluşunda, batılılaşma mı diyorsunuz, o halde ben en batıcıyım, Avrupa Birliği'ne gireceğim diyerek, böyle ileriye kaçarak askeri bürokratik oligarşiyi tecrit edebilip bu günkü 101


başarıları kazanabildiyse, aynı şeyi askeri bürokratik oligarşi de yapmak zorundadır. Artık, AKP karşısında eski egemenliğini ve gücünü korumak ve pekiştirmek için başka hiçbir alternatifi bulunmamaktadır. Yani AKP'den daha batıcı, daha demokratik görünmek zorundadır; AKP'den daha fazla Kürtlerin hamisi olmak zorundadır. Ancak bu takdirde tekrar AKP'yi tecrit edebilecek güçleri bir araya getirebilir. Bunun tek yolu var: daha demokratik ve daha laik bir projeyi savunmak. Ama böyle bir projeyi savunmak ve böyle güçleri harekete geçirmek, sadece AKP'yi değil, bu askeri bürokratik oligarşiyi bile tehdit eder ve her şeyi riske atar. Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmak vardır. Bütün açmazı burada toplanmaktadır. * Ne var ki, bu askeri bürokratik oligarşi sanıldığından daha büyük risklerin altına girer tehlikeyi görünce. Tıpkı İran’ın mollaları gibi. Bilinir Birinci Büyük Millet Meclisi veya “Üçüncü Meşrutiyet”te vekiller "Şeytan da oluruz Bolşevik de" diyorlardı. Yeter ki ipler ellerinde olsun. Hele bir güçler harekete geçsin ve zafer kazanılsın, sonra teker teker tasfiye edilirler. Gereğinde Komünist Partisi de kurmuştur bu oligarşi. Önemli olan gücü elde bulundurmaktır. İşte bu yaklaşımla askeri bürokratik oligarşi ileriye kaçabilir. AKP'nin silahlarını elinden almak için başka bir şansı da bulunmamaktadır. Peki bunu nasıl yapacak? İçinde böyle bir projeyi işleyip savunan bir lider var mı? Yok. Ama dışında böyle bir AKP'den daha ileri bir demokrasi ve laikliği hedefleyen bir projesi ve gücü olan bir lider var: Abdullah Öcalan. Bir hareket ve örgüt var: PKK. AKP, ABD, AB ve Barzani projesinin başarısı bizzat Öcalan'ın ve dayandığı güçlerin tecridi ve politik ve ideolojik olarak imhasına dayanıyor. Ama bu proje başarıya ulaştığı an, Askeri bürokratik oligarşinin de bütün ideolojik ve siyasi dayanakları yok olacağından, bu durumda, koşullar Askeri Bürokratik oligarşiyi Öcalan ile ittifaka zorlamaktadır. Bu riski göze almak zorundadır. Başka hiçbir çıkış yolu bulunmamaktadır. Öte yandan AKP'nin politikasının başarısı, böyle bir dönüş için koşulları da hazırlayacaktır. Eğer Kürtlerle iyi geçinilecek ve onların koruyucusu olunacaksa, niye feodal ve gerici bir milliyetçiliğe dayanan, demokratik bir özelliği bulunmayan Barzani ile ittifak yapılsın da laik ve demokratik talepleri olan ve modern tabakalara dayanan PKK ve Öcalan ile yapılmasın? Niçin PKK desteklenerek ABD, AKP ve AB ve Barzani karşısında, Kürtlerin içinde ve Kürdistan’da bir karşı ağırlık, bir denge oluşturulmasın? Yani askeri bürokratik oligarşi, AKP'den daha fazla ve güçlü bir Kürtlerle ittifak ve onların haklarının savunucusu pozisyona geçmek zorundadır egemenliğini koruyabilmek ve ılımlı

102


İslam projesini durdurabilmek için. Ama hangi Kürtlerle ittifak yapabilir? Barzani ve Talabani bizzat AKP'nin müttefikidir. Geriye bir tek güç kalmaktadır: PKK ve Öcalan. Dolayısıyla olaylar askeri bürokratik oligarşiyi PKK ve Öcalan'la ittifaka ve böylece ileriye kaçarak, Kürtlerin haklarının daha ileri bir savunucusu olarak ortayla çıkarak cephesini genişletmeye zorlamaktadır. Bu ise PKK’nın bulunduğu tecridi aşması anlamına gelir. Bu biraz, Lenin’in Alman Genel Kurmayının mühürlü vagonuyla Rusya’ya gitmesine benzer. * Ancak işlerin bu noktaya gelebilmesi için, PKK'nın şimdi bulunduğu çok tehlikeli tecrit ortamında varlığını ve gücünü koruması; yoksul ve demokrat Kürtlerin ve Türkiye’deki demokratların PKK'nın arkasında saflarını bozmadan durup bu saldırıyı savuşturması gerekmektedir. Bu başarıldığı takdirde, Askeri bürokratik oligarşi PKK ve Öcalan'ın önünü açabilir. O zaman, içine atıldığı tecritten kurtulan PKK ve Öcalan'ın akıl almaz bir şekilde etkisinin arttığı görülecektir. Sonrasının nasıl bir yola gireceği ise, Türkiye'nin bütününde demokratik güçlerin örgütlenmesi ve ağırlığına bağlı olacaktır. Ya Kürtlerle gücünü pekiştirmiş yeniden konumunu güçlendirmiş nispeten daha esnek bir askeri bürokratik vesayet sistemi ya da AKP'nin de bu askeri bürokratik oligarşinin de gücüne son vermiş, gerçekten demokratik bir cumhuriyet. İkincisinin olması için işçi sınıfına ve emekçilere dayanan gerçekten demokratik bir cumhuriyeti hedefleyen açık ve net programa sahip bir politik parti ve hareket olması gerekiyor. Bu olmadığı takdirde, Çin ve Vietnam gibi ülkelerin bütün tarihsel tecrübesinin gösterdiği gibi, şimdiden yarı bürokratlaşmış yapısıyla, PKK’nın kendisi kolayca bir askeri bürokratik kasta dönüşebilir ve onun tarafından kolaylıkla özümlenebilir. Bu gün, bu stratejik dönüşler ve olayların bu yönde akması neredeyse olanaksız gibi görülmektedir. Ama Tarihsel eğilimler, temel güçlerin çıkarları ve karakterlerine bakıldığında, bu yönde bir gidiş hiç de küçümsenmeyecek bir olasılık olarak ortaya çıkmaktadır. 22 Kasım 2007 Perşembe

103


Zor Dönem ve Olası Gelişmeler Türkiye'deki askeri bürokratik oligarşi, daha da kesin ifadeyle, bunun Ergenekoncu-Gladyocu çekirdeği, gerek AKP ve Politik İslam, gerek Irak'taki Kürt oluşumu tarafından adım adım kuşatılıp tek tek kalelerini kaybettiğini gördükçe, gücünü ve egemenliğini korumak için, ABD'ye karşı bir kumara girdi, ya ben ya Barzani dedi. Böylece açmaz karşısında ABD'nin kendisini seçeceğini, Barzani ve AKP'nin kazandığı mevzileri geri alacağını düşünüyordu. Bürokratik oligarşinin başka bir strateji izlemek gerekir diyen kesimleri zaten pasif bir durumdaydı. Sorun AKP'yi de hareketsiz durumda bırakıp, kendi manevrasının destekçisi durumuna getirmekti. Bunun için tüm güçlerini cepheye sürdü, korkunç riskli ve etkileri çok derine işleyen bir ırkçı bir kampanya başlattı. AKP her zaman olduğu gibi, buna açık karşı çıkmaktansa, açık karşı çıkıp kırılmaktansa, üzerine kar yığılmış bir kiraz dalı gibi, akıntıya ayak uydurup, o gücü kendi hedefleri için, kendi politikalarına destek sağlamak için bir pazarlık unsuru olarak kullanmak yolunu seçti. Zaten AKP ve Barzani'nin de, ABD'nin de, Avrupa Birliği'nin de gönlünün bundan yana olduğunu biliyordu. Böylece Büyükanıt ve ekibinin kumarı, şimdi AKP, Barzani ve ABD ittifakının ve bunların "ılımlı İslam" ve kendisini İslam'la tanımlayarak, Güney'deki Kürtlerin hamisi olmuş bir Türkiye projesinin uygulamaya geçişinin vesilesi ve bir aracı durumuna düşmüş bulunuyor. Şimdi Büyükanıt ve ekibine tek çare kalmış gibi görünüyor, PKK'ya yönelik bir sınırlı operasyon çerçevesinde Güney'e girip, bir kere girdikten sonra fiilen Güney'deki Kürt oluşumuna yönelmek; bir emrivaki yapmak; daha önce yapmak istediğini bir emrivaki çerçevesinde denemek. Ama bunun için artık çok geç gibi görünüyor. Hem siyasi olarak hareket alanı yok, hem askeri olarak ABD'ye rağmen böyle bir girişim zor, hem de kış geliyor. Öte yandan, bu Ergenekoncu-Gladyocu çekirdeğin bizzat bu askeri bürokratik oligarşi içindeki durumu iyice sarsılmış bulunuyor. Askeri bürokratik oligarşinin giderek daha geniş bir kesimi, bu inkârcı ve baskıcı politikalarda ısrar etmenin giderek tüm varlıklarını ve iktidarlarını tehdit ettiğin görerek, bu politikalara mesafe koyuyorlar. Gerek emekli generallerin söyledikleri, gerek CHP içinde Baykal'a karşı büyüyen muhalefet ve en yakınlarının kendisini terk etmesi, bunun en açık göstergeleri. Böyle giderse, Ergenekoncu çizgi, sadece Cumhurbaşkanlığı çerçevesinde kopan muharebeyi kaybetmiş olmayacak; aynı zamanda PKK bahanesiyle, Kuzey Irak'taki Kürt oluşumuna karşı şimdiki kumarda da ikinci bir yenilgi alıp, en kritik mevzileri AKP'ye teslim etmiş olacaktır. * Hiçbir sınıf ve de toplumsal güç, kendisine peş peşe ağır yenilgiler yaratan bir politikanın yürütücülerini yerinde tutmaz. İkinci yenilgi de kesinleştiği an, Askeri Bürokratik oligarşi, bu

104


ekibi tasfiye edip, egemenliğini ve gücünü başka politikalarla koruyacak ve tekrar güçlendirecek düzenlemeye gitmek zorundadır. Bu da Türk ordusu ve bürokrasisi içinde, aynı zamanda bir politika ve strateji değişikliğine denk düşen ciddi bir kadro ve yönetici değişikliği demektir; yani Büyükanıtların, Baykalların uzaklaşması demektir. Bunu yapmadığı takdirde gerileyişini durdurması mümkün olamaz. Her dış savaş, hangi güçlere, hangi stratejiye dayanılacağına dair bir iç savaşla birlikte yürür. Askeri bürokratik oligarşi içinde de bir iç savaş yaşanmaktadır elbette, hangi strateji ve politikanın doğru olduğu yönünde. Bizzat emekli generallerin itirafları ve bunların yayınları bile bu savaşın bir görünümü ve biçimidir. Benzeri bir mücadele bizzat bu askeri bürokratik oligarşinin partisi ve parlamento içindeki uzantısı olan CHP içinde de giderek şiddetlenmektedir. * Peki böylesine tecrit olmuş ve peş peşe birbirinden önemli stratejik mevzileri kaybeden askeri bürokratik oligarşi, tekrar nasıl hareket alanını genişletip tekrar saldırı inisiyatifini kazanabilir? Bunun için çok köklü stratejik bir dönüş yapması gerekir. Anadolu burjuvazisinin AKP'yi kurarak yaptığı stratejik dönüşün bir benzerini de kendisi başarmak zorundadır. AKP'de bir araya gelen burjuvazi ne yaptı? Önceden Avrupa Birliği'ne karşı çıkıyordu, bu sefer Avrupa Birliği'nin savunucusu oldu örneğin. Böylece laik burjuvaziyi, liberal aydınları hatta Kürtlerin üst kesimlerini yanına aldı. Uluslararası alanda da ABD ve AB'nin desteğini aldı. Böyle bir stratejik dönüş ile yeni bir güçler dizilişi sağladı. Ama bu değişikliğin gerçekleşebilmesi için de, 28 Şubat yenilgilerini yaşaması gerekiyordu İslamcı Burjuvazinin. 28 Şubat yenilgileri olmadan, Gül ve Erdoğan ekibinin Erbakan ekibinin yerini alması dolayısıyla bu strateji ve politika değişikliği mümkün olamazdı. İşte 28 Şubat yenilgisinin Müslüman Burjuvazi'de yol açtığı türden bir kadro, program ve strateji değişikliğinin benzerine, seçim ve son Kürdistan kumarı yenilgileri de Askeri Bürokratik oligarşi içinde yol açacaktır. Daha doğrusu açması beklenir. Bu güçler bunu başaramadıkları takdirde zaten bir güç olmaktan çıkarlar ve çıkmışlar demektir. Ama binlerce yıl gerilere giden "Sünuf-u Devlet"in, kökleri çok derinlerdedir ve çok köklü devrimler olmadıkça bu kökleri kazımak hiç de kolay değildir. Bizzat İran devrimi bu köklerin nasıl derinlere gittiğini ve zengin bir tarihsel tecrübeye dayandığını gösterir. Kökleri ta Sümer medeniyetindeki ilk Rahip devletlerinin rahipler kastına giden, daha sonra Sasaniler döneminde Mecusi (Zerdüşt) rahiplerine dönüşen; İslam ile birlikte Şii mezhebi ve mollalar biçiminde devam eden hep aynı toplumsal katmandır son duruşmada. Ve en son noktada, İran devrimi gibi tarihin gördüğü en büyük devrimlerden birine önderlik edip onu kendi iktidarını ve gücünü korumanın aracına dönüştürebilme cesaretini bile 105


gösterebilmiştir bu mollalar. Böylece sağladığı dinamizm ile İran'ın etkisini Suriye ve Lübnan'ın Akdeniz kıyılarından, Irak, Orta Asya ve Suudi Arabistan ve Arap yarımadasına kadar tekrar genişletmiştir. Türkiye'deki askeri bürokratik oligarşinin İran'daki mollalardan daha az esnek ve kıvrak olduğunu düşünmek için hiçbir neden yoktur. Bu askeri bürokratik oligarşi, örneğin Bizanslı iken ve çürümüşlük içinde neredeyse tükenmek üzereyken, Osmanlı ile bir rönesans yaşayarak egemenliğini ve gücünü bir altı yüz yıl daha uzatmayı bilmiştir. Osmanlı olarak aynen Bizans'a dönmüşken, Islahat, Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyet, 27 Mayıs gibi önemli dönüşümlerle gücünü ve egemenliğini bu güne kadar taşımayı bilmiştir. Ve bu değişimlerin her birinin ardında ciddi yenilgiler bulunmaktadır. Türk milliyetçisi tarihler, Selçukluları ve Anadolu Selçuklularını Türk devletleri ve uygarlıkları imiş gibi tanımlarlar. Hâlbuki tarihe, zaten tarihi olmayan ulusların değil, büyük uygarlık alanları ve onların evrimi açısından bakıldığında bambaşka bir manzara çıkar ortaya. Selçuklular, İran uygarlığını, dolayısıyla Emevilerin yerini almış bir İran uygarlığı olan Abbasileri, feth edip onlar tarafından feth edilmişlerdi. Yani Seçuklular, İran uygarlığının bir rönesansıydılar. Alp Aslan'ın Romanos Diyogenes'i Malazgirt'te yenişi, bu günün Türk tarihçilerinin anlattığı gibi, Türklerin Anadolu'yu feth etmesi değil; Oğuz komünleriyle gençlik aşısı almış İran uygarlığının, çürüyen Bizans uygarlığını geriletmesi ve etkisini Anadolu yarımadasına yaymasıydı. Bu Rönesans ile Pers uygarlığı etki alanını şimdiki Konya ve Ege'ye kadar tekrar, ta Atina ve Isparta gibi şehir devletleri zamanında olduğu gibi, yayabilmişti. O zamanlar Bizans, bu ilerleyiş karşısında hiçbir şey yapamaz durumdaydı. Konya'yı feth edip başkent yapanlar Türkler değil, İran Uygarlığı idi. Örneğin Mevlana bu uygarlığın birikimini yansıtıyor ve bu birikimi ve uygarlığı Konya'ya taşıyordu. Bizans ancak daha sonra, yine başka Oğuzlar aracılığıyla kendini Osmanlı Hanefiliği biçiminde yeniledikten, ya da İkinci Roma İmparatorluğu (Bizans) kendini Üçüncü Roma İmparatorluğu (Osmanlı) olarak yeniledikten sonra, İran uygarlığının etkisini bu günkü Kürdistan'ın doğusuna (Yani Türk İran hududuna) kadar geriletebilmiştir. İran uygarlığında, daha sonra Ak koyunlular, Kara Koyunlular, Safeviler gibi (ki bunlar Osmanlı'dan yüz kat daha "Türk" idiler ama Türk tarihinde anılmazlar. Türklüğün ve Türk tarihinin nasıl uydurma olduğunun da ek bir kanıtıdır bu olgu) rönesansların hiç biri ona tekrar eski gücünü ve tazeliğini kazandıramadı ve gerileyişini durduramadı. Osmanlı ise Balkanların komünleriyle (Bogomiller, Balkan Bektaşiliği) ve Yunan-Ermeni neolitik köy komünleri geleneği (Anadolu Aleviliği) ve Kürdistan'ın komünleriyle (Şafiilik) ittifak yaparak etkisini ve genişlemesini sürdürdü. İran devrimi bir bakıma, İran uygarlığında Oğuzların yol açtığı canlanmalar gibi bir canlanma

106


sağladı bu Mollalar kastına ve İran'ın etkisi şimdi olduğu gibi, Orta Asya'dan Akdeniz kıyılarına kadar uzanır oldu. Eğer tarihsel paralellikleri izlersek, şimdi kendini yenileme sırasının Bizans - Osmanlı geleneğinin has devamcısı Türkiye Cumhuriyeti'nde olduğu söylenebilir. Çünkü bu paralellikler genellikle İran'ın önce bir canlanma yaşadığını, Küçük Asya'nın biraz daha geç ama daha köklü bir canlanma yaşadığını göstermekte. İşte AKP'nin birbiri ardından Askeri Bürokratik oligarşi karşısında kazandığı başarılar, İran'ın mollaları gibi bu binlerce yıllık kastı, egemenliğini ve varlığını korumak için, tıpkı Bizanslının (Ortodoks Hıristiyan) Osmanlı (Hanefi Müslüman) olması; Osmanlı'nın Türk olması vs. gibi, yeni bir değişikliğe zorlayabilir. Yani bu anlamda, AKP'nin başarıları kendi yenilgisine yol açacak büyük değişikliklerin tohumlarını içinde taşımaktadır. Tıpkı 28 Şubat'ta askeri bürokratik oligarşinin İslamcı burjuvaziyi iktidardan uzaklaştırma başarısının bu günkü yenilgilerinin tohumunu içinde taşıması gibi. Geleceğin nasıl bir yol izleyeceğini elbet bilemeyiz ve bunu var olan güçlerin mücadelesi belirleyecektir. Ama en azından tarihsel analoji ve paralelliklere bakarak belli eğilimlerin varlığı gözlemlenebilir. * Evet, bu askeri bürokratik oligarşi kadrolarını, stratejisini ve politikasını yeni baştan belirlemek zorunda eğer varlığını ve gücünü korumak istiyorsa. Ama ne yapabilir? AKP, ABD, Avrupa ve Barzani, aynı strateji ve projede anlaşıyorlar. Onların çıkarları birbirine uyuyor. Bu proje iki gücü ister istemez birbirine yaklaştırır. Birincisi, AKP, ABD, AB ve Barzani'nin stratejisi, programı ve çıkarları şimdi PKK'yı tecrit ve yok etmeye dayanmaktadır. Bu projenin başarısı ve uygulanması buna bağlıdır. Ama bu projenin barıya ulaşması aynı zamanda laiklik denen Atatürk dininin ve Türklüğün yerini Sünni İslam'ın alması demektir. Askeri ve Bürokratik oligarşi ise bu durumda egemenliğini koruyacak her türlü programatik ve ideolojik araçtan yoksun kalır bu durumda. Öte yandan böyle bir program, şehir orta sınıflarını, Kürtlerin PKK ve DTP'yi destekleyen modern ve aydınlanmacı kesimlerini, Alevileri karşıya alır. Askeri bürokratik oligarşi şimdiye kadar, bir demokratik program çerçevesinde birleşebilecek bu güçleri birbirine karşı kullanarak gücünü ve egemenliğini sürdürüyordu. Ama yeni durumda, bu güçleri birleştirmek zorundadır AKP, ABD, AB ve Barzani'nin projesine karşı duracak güçlü bir cephe yaratabilmek için. Ama bu da yetmez. Laik burjuvaziyi ve liberalleri de kazanacak bir dönüş yapmak, onları AKP'nin yedeği olmaktan çıkarmak, kendi destekçisi haline getirmek zorundadır. Ancak o zaman bu günkü tecrit durumundan kurtulup, tekrar eski gücünü ona sağlayacak ve

107


kaybettiği mevzileri kazanmasını sağlayacak bir güçler dizilişi sağlayabilir. Peki, bunu nasıl bir politikayla yapabilir? Şimdiye kadar yaptığı, ABD karşısında Çin ve Rusya ekseniyle flörte ve ABD ile pazarlığa yarayan, ama en büyük yararını solcuları kendi politikasının destekçileri ve araçları haline getirmek olan, Doğu'culuk ve anti emperyalizm ile sağlayabilir mi? Bu yolun çıkmazı ve hiçbir şey getirmediği görülmüş bulunuyor: aksine tecride yol açıyor. Peki, Kürtlere karşı inkâr ve baskı politikası eskisi gibi etkili olabilir mi? Bunun iflasını bizzat emekli generaller ilen etmiş bulunuyor. Kaldı ki, hükümetin Barzani ile Kürtlerin hamisi politikasını uyguladığı bir ortamda, bu politikanın ayrılmaz bir bileşeni olarak da PKK'yı tecrit etmek için Türkiye'deki Kürtlere belli bir gevşeklik getirileceği bir ortamda bunun da şansı bulunmamaktadır. Peki, “Laiklik” bu geniş cepheyi sağlar mı? Cumhurbaşkanlığı seçimi bunun harekete geçirebileceği azami güçlerin çerçevesini gösterdi. Bu güçlerin AKP karşısında bir başarı şansı bulunmamaktadır. Öte yandan Hükümet, bizzat Avrupa Birliği hedefiyle bu yöndeki şehir orta sınıflarındaki ve Alevilerdeki korkuları bile belli bir sınırın altında tutmayı başarmaktadır. Askeri bürokratik oligarşi için bir tek yol kalmaktadır, daha ileri kaçmak. AKP nasıl kuruluşunda, batılılaşma mı diyorsunuz, o halde ben en batıcıyım, Avrupa Birliği'ne gireceğim diyerek, böyle ileriye kaçarak askeri bürokratik oligarşiyi tecrit edebilip bu günkü başarıları kazanabildiyse, aynı şeyi askeri bürokratik oligarşinin de yapması gerekir. Onun egemenliğini ve gücünü korumak ve pekiştirmek için başka hiçbir alternatifi bulunmamaktadır. Yani AKP'den daha batıcı, daha demokratik olmak zorundadır. Yani AKP'den daha fazla Kürtlerin hamisi olmak zorundadır. Ancak bu takdirde tekrar AKP'yi tecrit edebilecek güçleri bir araya getirebilir. Bunun tek yolu var: Daha demokratik ve daha laik bir projeyi savunmak. Ama böyle bir projeyi savunmak ve böyle güçleri harekete geçirmek, sadece AKP'yi değil, bu askeri bürokratik oligarşiyi bile tehdit eder ve her şeyi riske atar. Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmak vardır. Bütün açmaz burada toplanmaktadır. Ne var ki, bu askeri bürokratik oligarşi sanıldığından daha büyük risklerin altına girer tehlikeyi görünce. Bilinir, Birinci Büyük Millet Meclisi veya “Üçüncü Meşrutiyet”te vekiller "Şeytan da oluruz Bolşevik de" diyorlardı. Yeter ki ipler ellerinde olsun. Hele bir güçler harekete geçsin, sonra teker teker tasfiye edilirler. Gereğinde Komünist Partisi de kurmuştur bu oligarşi. Önemli olan gücü elde bulundurmaktır. İşte bu yaklaşımla askeri bürokratik oligarşi ileriye kaçabilir. AKP'nin silahlarını elinden almak için de başka bir şansı bulunmamaktadır. Peki, bunu nasıl yapacak? İçinde böyle bir projeyi böyle işleyip savunan bir lider var mı?

108


Yok. Ama dışında böyle bir AKP'den daha ileri bir demokrasi ve laikliği hedefleyen bir projesi ve gücü olan bir lider var: Abdullah Öcalan. AKP, ABD, AB ve Barzani projesinin başarısı bizzat Öcalan'ın ve dayandığı güçlerin tecridi ve politik ve ideolojik olarak imhasına dayanıyor. Ama bu proje başarıya ulaştığı an, Askeri bürokratik oligarşinin de bütün ideolojik ve siyasi dayanakları yok olur. Bu durumda, koşullar Askeri Bürokratik oligarşiyi Öcalan ile ittifaka zorlamaktadır. Bu riski göze almak zorundadır. Başka hiçbir çıkış yolu bulunmamaktadır. Öte yandan AKP'nin politikasının başarısı böyle bir dönüş için koşulları da hazırlayacaktır. Madem Kürtlerle iyi geçinilecek ve onların koruyucusu olunacaksa, niye feodal ve gerici bir milliyetçiliğe dayanan, demokratik bir özelliği bulunmayan Barzani ile ittifak yapılsın da, niye laik ve demokratik talepleri olan ve modern tabakalara dayanan PKK ve Öcalan ile yapılmasın? Yani askeri bürokratik oligarşi, AKP'den daha fazla ve güçlü bir Kürtlerle ittifak ve onların haklarının savunucusu pozisyona geçmek zorundadır egemenliğini koruyabilmek ve ılımlı İslam projesini durdurabilmek için. Ama hangi Kürtlerle ittifak yapabilir? Barzani ve Talabani bizzat AKP'nin müttefikidir. Geriye bir tek güç kalmaktadır: PKK ve Öcalan. Dolayısıyla olaylar askeri bürokratik oligarşiyi PKK ve Öcalan'la ittifaka ve böylece ileriye kaçarak, Kürtlerin haklarının daha ileri bir savunucusu olarak ortayla çıkarak cephesini genişletmeye zorlamaktadır. Ancak işlerin bu noktaya gelebilmesi için, PKK'nın şimdi bulunduğu çok tehlikeli tecrit ortamında varlığını ve gücünü koruması; yoksul ve demokrat Kürtlerin PKK'nın arkasında saflarını bozmadan durup bu saldırıyı savuşturması gerekmektedir. Bu başarıldığı takdirde, Askeri bürokratik oligarşi PKK ve Öcalan'ın önünü açabilir. O zaman, içine atıldığı tecritten kurtulan PKK ve Öcalan'ın akıl almaz bir şekilde etkisinin arttığı görülecektir. Sonrasının nasıl bir yola gireceği ise, Türkiye'nin bütününde demokratik güçlerin örgütlenmesi ve ağırlığına bağlı olacaktır. Ya Kürtlerle gücünü pekiştirmiş yeniden konumunu güçlendirmiş nispeten daha esnek bir askeri bürokratik vesayet sistemi ya da AKP'nin de, bu askeri bürokratik oligarşinin de gücüne son vermiş gerçekten demokratik bir cumhuriyet. İkincisinin olması için işçi sınıfına ve emekçilere dayanan gerçekten demokratik bir cumhuriyeti hedefleyen açık ve net programa sahip bir politik parti ve hareket olması gerekiyor. PKK bütün Çin ve Vietnam gibi ülkelerin tarihsel tecrübesinin gösterdiği gibi, şimdiden yarı bürokratlaşmış yapısıyla, kendisi kolayca kendisi kolayca bir askeri bürokratik kasta dönüşebilir ve onun tarafından kolaylıkla özümlenebilir. *

109


Ama bütün bu değişiklikler aynı zamanda ezilenlerin ve geniş yığınların bir mobilizasyonu, demokratik özlemlerin somut bir program ve hareket şeklinde somutlaşması anlamlarına da gelir. Yani bir devrimci alt üstlük dönemi demektir. İşte böyle bir durumda pek ala, Askeri Bürokratik Oligarşinin de Anadolu veya büyük şehirler burjuvazisinin de iktidarına son verebilecek, işçilerin ve ezilenlerin eğilimlerini yansıtan bir demokratik cumhuriyet de ortaya çıkabilir. O zaman binlerce yıllık politik partiler ve güçler gerçekten temizlenmiş ve Ortadoğu’ya Aydınlanma’nın ve sosyalist hareketin gelenek ve idealleri girmiş olur ki, bunun sonucunda nesnel olarak, Çin, Hint ve İran uygarlıklarının ve bunların devamı olan demokratik olmayan ulus devletlerin karşısında, Ortadoğu ve Akdeniz’in klasik alanında, tarihte gösterdiği kıvraklığa uygun demokratik bir Ortadoğu-Akdeniz ulusu ortaya çıkar. Öyle görülüyor ki, Öcalan bir yandan taktik esnekliklerle Askeri bürokratik oligarşi ile flört etmekten kaçınmaz ve kendini tecritten kurtarıp hareket alanını genişletmeye çalışırken, diğer yandan Ulusçuluğa karşı vurgularıyla; İkili iktidar anlamına gelecek ve kitleleri örgütlemeye yönelik önerileriyle böyle kritik günler için şimdiden bir birikim, bir lojistik yığınak yapmaya çalışmaktadır. Bu resimde elbette sosyalizm yoktur. Sosyalizm öncelikle yeryüzünde uluslara, ulusal devletlere ve ulusal sınırlara karşı bir savaşla bütün insanların biçimsel eşitliği sağlandıktan sonra gerçek bir eşitliği sağlamak için gündeme gelebilir. Sosyalist ve İşçi hareketinin tarihinden çıkarılabilecek en önemli ders budur. Sosyalist bir devrimi yapmak için İşçiler önce Türk, Kürt, Alman, Amerikalı vs. olmaktan çıkıp önce İnsan olmalıdırlar. Çünkü ancak İnsanlar sosyalist olabilir. Şimdiye kadar izlenen yol ise, önce Türk, Kürt, Alman, Amerikalı olarak sosyalist olmak, ondan sonra İnsan olmaktı. Bunun yanlış, arabayı atın önüne koşmak olduğunu sadece son yüz elli yıllık Sosyalist ve İşçi hareketi tarihi göstermiyor. Gören göz için tüm tarih bunun kanıtlarıyla dolu. Roma’nın köleleri ve yoksulları, Hıristiyan olduktan sonra bir devrimci parti olup dünyayı değiştirebildiler. Mekke’nin plepleri de aynı şekilde Müslüman olduktan sonra dünyayı değiştirebildiler. Modern işçiler de Aydınlanmanın o zamanın dinlerine ve soylara karşı formüle ettiği idealini Uluslara karşı yükseltip, ulusal olanla politik olanın bağını koparıp İnsan olduktan sonra dünyayı değiştirebilirler. 22.Aralık.2007

110


Liberaller (Taraf) ve AKP Ergenekonu ve Askeri Bürokratik Oligarşiyi Niçin ve Nasıl Destekliyor? İlk bakışta yukarıdaki başlık saçma gibi görünebilir. Ama öz ve görünüm aynı olsaydı bütün bilim gereksiz bir şey olurdu. Bir çağ nasıl onun kendi hakkındaki yargılarıyla yargılanamazsa, politik eğilimler ve güçler de yargılanamazlar. Politik güçlerin deklare edilmiş amacları ile bu amaçlar için yaptıkları ve yapmadıkları arasında farklar ve çelişkiler vardır. Bu çelişkilere ve gerçekten yapılan ve yapılmayanların sonuçlarına bakıldığında ortaya çıkan Liberallerin ve AKP'nin nesnel olarak Askeri Bürokratik Oligarşiyi destekledikleridir. "Cehenneme giden yollar iyi niyet taşlarılma döşelidir". *

Liberaller, Ulusalcı Sosyalistler ve Demokratik Sosyalistler Biz, demokratik sosyalistler, Türkiye'nin gerçek egemeninin "Askeri Bürokratik Oligarşi"; bu nedenle Türkiye'nin esas sorununun gerçekten demokrasi olduğunu ve gerçekten demokratik bir sisteme ulaşmak için de esas hedefin, bu askeri bürokratik oligarşinin varoluş koşulu ve egemenliğinn en büyük dayanağı bu askeri, bürokratik, keyfi, kırtasiyeci, merkezi pahalı, gerici bir ulusçulukla tanımlanmış devlet cihazının tasfiyesi olduğunu söylüyoruz. Yani kategorik olarak, hedefin, "yakalanacak ana halka"nın ve "acil görevler"in, "minima program"ın tanımlanması bakımından, bizim yakın olduklarımız, "Ulusalcı Sosyalistler" veya ulusalcı olmadıklarını iddia etmekle birlikte "sosyalizm"i veya "anti kapitalizm"i, "anti emperyalizm"i, "sınıf"ı veya "emek eksenli politikalar"ı öne sürerek bu demokratik görevleri fiilen ikinci plana itip bunlardan kaçan ve dolayısıyla bu askeri bürokratik oligarşinin nesnel olarak yedeği olan sosyalistler değil; nesnel olarak ulusalcı (İşçi Partisi ve TKP gibi kimileri öznel olarak da ulusalcı olan) sosyalistlerin kendilerine saldırmayı spor haline getirdikleri liberallerdir. Ulusalcı Sosyalistler liberallere sosyalizme saldırdığı için veya yeterince anti-emperyalist olmadığı için vs. saldırıyorlar veya onları bu nedenle eleştiriyorlar. Bizim liberallere eleştirimiz, hiç de onların sosyalizme saldırılarıyla ilgili değildir. Elbette liberaller sosyalizme saldıracaklardır, tanımı gereği, eşyanın tabiatı gereği böyledir bu. Ama keşke sosyalizme saldırsalar. "Keşke" diyoruz, çünkü onların sosyalizm diye bildikleri, sosyalizmle ilgisi bulunmayan, bürokratik stalinist rejimler; bu bürokrasinin ideolojisi ve pratiklerinden oluşan stalinizmdir. Onlar aslında stalinist rejimlere ve stalinizme sosyalizm diye saldırarak, bu rejimleri ve

111


stalinizmi sosyalizm diye savunan Stalinistlerle ya da ulusalcı sosyalistlerle aynı sosyalizm anlayışında anlaştıklarını ele vermektedirler. Bu anlamda liberallerin, sosyalizm anlayışları bakımından, saldırdıkları stalinistlerden bir farkları da yoktur. ya da bu önerme tersinden şöyle de formüle edilebilir: Stalinistlerin ve büyük ölçüde onlarla da çakışan ulusalcıların sosyalizm anlayışlarıyla liberallerinki özdeştir. Zaten tam da bu nedenle, eski stalinistler (Nabi Yağcı, Oya Baydar, Oral Çalışlar vs., vs.) temeldeki bu metodolojik yakınlık ve özdeşlikleri nedeniyle kolayca liberal olabilirler, bir zamanlar, sosyalizm idealinin itibarlı olduğu yıllarda da liberallerin kolayca stalinistler haline dönüşmeleri gibi. TKP, TSİP, TİP yükselişlerinin ardında aslında bu akış vardı. Liberaller keşke, gerçekten sosyalizme saldırabilseler ve saldırsalar, o zaman gerçek sosyalizmin tartışılmasına yol açarlar ve niyetleri ne olursa olsun muazzam devrimci bir iş yapmış olurlardı. Bu gün yaptıkları iş ise, stalinistlerle suç ortaklığı içinde sosyalizmle ilgisiz düşünce ve davranışları sosyalizm olarak pazarlamaktır1. Ama bu eşyanın tabiatı gereğidir ve burada esas tartışmak istediğimiz sorun bu değildir. Biz liberalleri, kapitalizmi savundukları için değil, tutarlı demokratlar olmadıkları için eleştiriyoruz. Hatta kapitalizm için en ideal koşulları en tutarlı demokrasi sağlayabileceğinden, onları kapitalizmi bile doğru dürüst savunmamakla eleştirdiğimiz söylenebilir. Biz liberalleri demokrasiyi gündemin başına aldıkları için değil, bu konuda onlarla tamamen anlaşıyoruz, demokrasi uğruna mücadelede sahte hayaller yaydıkları ve yaydıkları bu sahte hayallerle bu mücadeleyi zayıflattıkları için eleştiriyoruz 2. Liberallerin ve AKP'nin nasıl bir mekanizmayla Askeri Bürokratik Oligarşinin bir destekçisi olduğunu görelim. *

Korkuların gerçeğe dayanıp dayanmadıkları değil korku olarak gerçeklikleri önemlidir Türkiye'de en az anlaşılar temel konu, Kürt sorununun çözümünün, şehir orta sınıfları ve Alevilerin bu çözüme kazanılmasından, onların bu yönde aktif desteğinden veya en azından hayırhah bir tavra çekilip tarafsızlaştırılmasından geçer. Bu olmadıkça hiç kimse Askari Bürokratik Oligarşının onu tecrit edemez ve direncini kıramaz. Çünkü bu tabakalar, Askeri

1

Bunun daha spesifik bir biçimi, 68'lerin devrimcilerini ittihatçı olarak tanımlayarak 68'lerin o muazzam devrimci yükselişini bu günkü ulusalcılıkmış gibigösteren ulusalcı sosyalistlerle aynı 68 kavrayışında buluşmaktır. Deniz'i bir ulusalcı gibi gösteren ulusalcılar ile liberaller aynı madalyonun iki yüzüdürler. Örneğin bir Mustafa Zülkadiroğlu ile bir Rasim Ozan Kütahyalı arasında bu bakımdan bir fark yoktur. 2

Tabii burada bir antı parantez olarak şunu belirtelim ki, liberal var liberalcik var. Bir tarafta radikal bir demokrasi anlayışına daha yakın Ahmat Altan gibileri, diğer tarafta plebiyen Kürt özgürlük hareketine karşı gizleyemediği bir düşmanlığı sürekli söyleşileri için seçtiği kişilerden sorduğu sorulara kadar her davranışıyla dışa vuran Neşe Düzel gibiler var. Biz burada liberaller derken, genel ortalamayı ya da daha doğrusu tipik özellikleri ele alıyoruz.

112


Bürokratik Oligarşinin, onun siyasi ifadesi olan CHP'nin en büyük desteğini ve kitle temelini oluşturmaktadır. Yüzyılın başında sürülen ve katledilen Rum ve Ermeniler gibi bir yaşam tarzı olan, yani Önasya-Akdeniz uygarlık alanının üç büyük ve birbirinin mirasçısı Roma, Bizans, Osmanlı imparatorluklarının şehir kültürünün Türkiye'de yaşayan son temsilcileri olan şehir orta sınıfları (ki bunların bir kısmı aynı zamanda Türkiye'nin gerçek egemeni Askeri Bürokratik Oligarşi ile iç içedir), ve Orfeusçuluk, Hristiyanlık, Manicilik, Paulikanlık ve Alevilik biçiminde varlığını sürdürmüş Anadolu ve Balkanların neolitik ortaklaşmacı köy komününün heretik geleneğinden gelenler, politik İslam ve AKP'nin artan gücü ve etkisi karşısında tam bir panik içinde bulunuyorlar. Onlar bu korku ve panik duygusuyla Genelkurmay'ın ve askeri bürokratik oligarşinin yedeği durumuna düşüyorlar. Böylece Askeri Bürokratik Oligarşi, hiç de küçümsenemeyecek militan; etkisi gerek eğitim düzeyleri ve mevkileri, gerek şehrin modern toplumun sinir merkezleri olması nedeniyle, nüfus içindeki oranlarından çok daha büyük, en azından nüfusun üçte veya dörtte birini oluşturan (ki CHP'nin aldığı oy da aşağı yukarı bu aralıkta oynar) bir kitle desteğine sahip bulunuyor ve bunu koşullar uygun olduğunda mobilize edebiliyor. Bu korkunun haklı ya da haksız olduğu ayrı bir sorundur ama bu korku var ve bu tabakalar yaşam tarzlarının ve kültürlerinin tehdit altında olduğuna inanıyorlar. Bu korkunun haklı sebepleri olup olmadığının somut politika açısından bir anlamı yoktur. İnsanlar kendilerini baskı altında hissediyorlar veya korkuyorlarsa, bu neredeyse nüfusun üçte veya dörtte birlik bir kesimini kapsıyorsa, yapılabilecek olan bunu veri olarak ele almak politikaları ona göre belirlemektir. Bu korku, bu panik sınıfsal imtiyazlardan ziyade yaşam tarzına, kültüre ve inançlara ilişkindir. Bu kadar geniş bir kitlenin egemen sınıf olmadığı ve olamayacağı, esas olarak içinde hiç de küçümsenmeyecek ölçüde geniş bir işçi ve yoksul kesim bulundurduğu en sıradan gözlemle bile görülebilir. Bu korkunun gereksiz olduğu, temeli olmadığı yönündeki her argümana bu kitlenin kulakları tıkalıdır. Aslında yaşam tarzının tehdit altında olduğu duygusu ve korkusu olmadığı koşullarda dinleyebileceği ve kabul edebileceği hiçbir argümanı artık dinlememekte ve kabul etmemektedir. Örneğin, türbanın aslında müslüman topluluktaki kadının modern şehir hayatına katılmasının bir aracı olduğunu, bir yanıyla elbette Müslüman erkeğin ve Müslüman burjuvazinin kadına karşı bir baskısının ifadesi olduğu kadar, Müslüman kadınların evden çıkıp özgürleşme ve toplum hayatına katılabilmek; erkekleri kendi oyunlarına getirip kendi silahlarıyla vurabilmek için içgüdüleriyle geliştirdikleri bir savaş stratejisi olduğunu söylediğiniz, bunu örneklerle desteklediğiniz zaman, aslında normal koşullarda bunları dinleyebilecek, hatta kabul edip müslüman kadınları bu yolda destekleyebilecek, yani onların baş örtüsüyle okullara gitmelerini bile destekleyebilecek olanlar, bir kirpi gibi içlerine kapanmakta, bunu anlamak istememektedirler; böyle bir desteğin bir oyuna gelmeyle sonuçlanmasından

113


korkmaktadırlar. Bu durumda, argümanların, ikna çabalarının hiçbir anlamı bulunmamaktadır. Korkunun olduğu yerde akıl durur, korku belirler insanların davranışlarını. Bu kitle, kendilerinin nüfusun daha küçük bir yüzdesini oluşturduklarını bildikleri için, demokrasi ve seçimler sistemi içinde azınlıkta kalmaya mahkum olduklarını gördüklerinden, bu zaaflarını dengeleyecek gücü, aynı zamanda sıkı ilişkiler içinde bulundukları ve benzer bir yaşam tarzını paylaştıkları Askeri Bürokratik Oligarşide bulmaktadırlar ve ona her türlü desteği sunmaya hazırdırlar. Bu psikoloji ya da konumlanma kendini en veciz biçimde "Darbe olur ve ordu gelirse on yıl geri gideriz, ama şeriat gelirse yüz yıl geri gideriz" sözleriyle ifade etmektedir. Bu basit bir demagoji değlidir, bu kesimlerin içinde bulundukları çaresizlik ve zköşaya sıkışmışlık psikolojisinin ifadesidir. çarisizlik ve köşeye sıkışmışlık duygusunun nasıl intiharvari bir saldırganlıkla sonuçlandığı ise bilinir. Yani şeriat tehlikesi olduğuna inanmasalar cuntalara karşı durmaya hazırdırlar, çünkü bizzat o sözlerinde cuntaların ülkeyi birkaç on yıl geri götüreceğini de söylemektedirler. Tek tek konuşulduğunda, bu kitleyi oluşturanlar aslında potansiyel olarak AKP'ye oy verenlerden çok daha geniş ve radikal demokratik tedbirleri desteklemeye de eğilimlidir. Peki bu durumda soruna nasıl yaklaşmak gerekir? Bu kitleyi, korkularını böyle ifade ettiği için demokrasi düşmanlığı vs. ile suçlamak veya onları kimi argümanlarla böyle bir tehlike olmadığına ikna etmeye çalışmak, gerçek sorunlara gözleri kapamak olur. bu korku ve panigin kendisini bir gerçeklik olarak alıp ona uygun politik cevaplar vermek gerekir. Bu durumu nasıl ele almak gerektiğine ilişkin olarak şöyle bir örnek verilebilir. Bir tarihte bir Çerkez bana "Çerkezlerin ulusal bir baskı altında olduğunu kabul ediyor musun?" diye sormuştu. Benim cevabım da şöyleydi: "Kendilerini Çerkez olarak görenler, ulusal baskı altında olduklarını hissediyorlar ve kendilerini öyle görüyorlarsa öyledirler". Bir Çerkez kendisinin ulusal baskı altında olduğu hissine sahipse, hayır sen ulusal baskı altında değilsin diye ona argümanlar getirmek anlamsız olur. O kendini öyle hissediyorsa öyledir. Yapılacak iş, ona bu hissi veren olguları ortadan kaldırmaktır. Bu yaklaşım bütün uluslara, bütün dinlere, bütün kültürlere, bütün cinslere uygulanabilir. Ama o baskı haklı görülüyorsa o ayrı bir sorundur. Şehir orta sınıfları ve Aleviler de, kendilerini böyle bir tehdit altında hissediyorlarsa öyledirler. Onlara böyle bir tehdit yok demenin bir anlamı yoktur ve doğru bir tavır değildir. Yapılması gereken bu tehdit duygusunu yaratan koşulları ve olguları ortadan kaldırmlaktır. Şehir orta sınıfları ve Aleviler, elbette şu an yaşam tarzlarıyla henüz açık bir baskı altında değildirler ama bu yaşam tarzını savunan etkili bir gücün, örneğin ordunun gücünün, bir

114


dengeleyici unsur olarak bulunmadığı koşullarda, pek ala tıpkı bu gün türbanlı kızların uğradığı baskılar gibi bir baskıya, bu sefer bu yaşam tarzını sürdürmek isteyenlerin hem de sadece devlet aracılğıyla değil bir de kitle desteğiyle (mahalle baskısı) uğrayacakları ve bunun çoğunluğa dayandığı için, çok daha da boğucu bir baskı olacağı da kesindir. Bu anlamda şu an aktüel bir tehlike görünmese de, bu kesimlerin korkuları pek de temelsiz değildir. Kaldı ki, bu tehlike bu günkü ehlileşmiş biçimleriyle politik iktidardan pay isteyen politik İslamdan da gelmeyebilir. Çünkü Türkiye'deki politik İslam, burjuvazinin politik İslamıdır ve radikal değildir. Türkiye'de radikal, plebiyen bir politik İslam damarı çok güçlü değildir. Dünyü pazarı için üretim yapan "Anadolu kaplanları"nın işine gelmez böylesi "huzur ve sükunu" bozacak radikal davranışları kışkırtmak. Ancak Türkiye gibi, istikrarsız ve yoksul ve zengin arasındaki uçurumun çok derin olduğu bir toplumda, ani bir ekonomik kriz, yoksul kitlelerin ve alt sınıfların hızlı bir radikalleşmesine yol açabilir. Alt sınıfların radikalleşmeleri, bir Fransız devriminde, bugünkü Kürtler arasında veya 70'lerin Türkiye'sinde olduğu türden, ille de demokratik hedeflerde bir radikalleşme ile sonuçlanmayabilir; pek ala faşizme benzeyen biçimler de alabilir. Faşizm de küçük burjuva kitlelerin ve işçi sınıfının alt kesimlerinin hızla radikalleşmeleriyle yükselişe geçmişti 1929 büyük buhranının ortaya çıkardığı koşullarda 1930'lar Almanya'sında. Ve bu günkü dünyanın ideolojik ve politik atmosferinde esas güçlü olan olasılık budur. Ayrıca yoksul ve alt kesimlerin özgürlükçü bir programa yönelmeyen radikalleşmelerinin her zaman özellikle, nispeten daha üst toplum kesimlerinin giyim ve yaşam tarzlarına yönelik saldırılarda ortaya çıktığı da bir sır değildir. Dolayısıyla Türkiye gibi istikrarsız ve yoksullarına belli bir refah düzeyi sağlamaktan uzak bir ülkede, yoksulların ani bir radikalleşmesi kendini modern batılı şehir hayatının sembollerine karşı bayraklarla donanmış olarak, onlara karşı İslam ve Şeriat bayraklı bir haçlı seferine dönüşebilir. Şehir orta sınıfları ve Alevilerin korkularının ardında, bu olasılığın varlığı da çok ciddi bir yer kaplamaktadır ve hiç de temelsiz değildir. Ama nedeni ne olursa olsun ortada bir korku var ve bu korku nedeniyle şehir orta sınıfları ve Aleviler, Askeri Bürokratik oligarşide bu tehdide karşı bir garanti görmektedirler ve onu desteklemek için her şeyi yapmaya hazırdırlar. Bu nedenle Ergenekon davasını da Politik İslamın ya da AKP'nin tek garanti görülen bu gücün dişlerini sökmeye ve kendilerini korumasız bırakmaya yönelik bir komplosu olarak görmektedirler. Bunu herkes çevresinde görebilir. Ben örneğin bizzat Annemde bunu görüyorum. Atık 85'lerinin ortalarına gelmiş, inançlı bir Müslüman ve çok radikal bir demokrat olmasına rağmen, başının kapatılacağı ve Şeriat geleceği korkusu, onun her soruna gözünü kapamasına yol açmaktadır. Aslında örneğin Kürtlerin haklarını en herkesin telaffuz etmekten korktuğu biçimleriyle bile desteklemeye hazırdır. Tam bir fikir özgürlüğü ve örgütlenme özgürlüğünü savunmaya hazırdır. Hette şeriat tehlikesine inanmasa, türbanlı kızların okula gitme haklarını da savunmaya hazırdır. Ama bu korku yüzünden bütün bu sorunlara kulaklarını tıkamakta,

115


hiçbir argümanı işitmek istememektedir. Nedeni ne olursa olsun bu durum bir veridir. Ve bu durum Türkiye'deki demokrasi mücadelesinin kitlenmesinin en önemli nedenlerinden biridir. Ve aslında demokrasi mücadelesinin saflarında yer alabilecek devasa bir güç, bu korku nedeniyle demokrasiye düşman bir konumda bulunmaktadır. CHP'nin başındaki Baykal'ın temsil ettiği gericilik biraz da bu korku sayesinde orada durabilmektedir. Bu durumlarda argümanlar değil ancak ve ancak somut işler, somut politikalar, davranışlar, paradigma alt üst oluşları bu açmazdan çıkmayı sağlayabilir. Bu durumu, Genelkurmayın ve Ergenekonun manüplasyonlarıyla ve propagandasıyla oluşmuş bir durum gibi görmek ve göstermek, sorunu hiç görmemek, ya da İslamcı yazarların, Fehullahçıların ya da kimi Liberallerin gözüyle görmek olur. Şehir orta sınıflarını, Alevileri bu açmaza mahkum edenler bizzat İslamcılar, Fethullahçılar, AKP'dir. Yani İslamcı burjuvazidir. Bu mahkum edişin kendisi bizzat AKP ve islamcı burjuvazinin demokrasi istemediğinin, aslında güçlü devletten yana olduğunun, sorununun sadece askeri, bürokratik, pahalı, gerici devlet iktidarından daha büyük bir pay peşinde olduğunun en büyük kanıtıdır. *

AKP Demokratikleşme İstiyor mu? Liberaller, AKP'nin demokratikleşme istediği ama buna müsaade edilmediği ya da Kürt Özgürlük Hareketinin varlığının onların bu yöndeki girişimlerini engelediği gibi bir düşünceyi ve varsayımı tüm yazılarında ifade ediyorlar. Buna karşılık biz, bugün AKP'nin temsil ettiği toplumsal güçlerin, yani özellikle Anadolu Burjuvazisinin, demokratikleşme değil, bu gerici, askeri, bürokratik, baskıcı mekanizmayı korumak, onun kontrolünü ele geçirmek istediğini; iktidardan güneşin altındaki yerine uygun bir pay istediğini; liberallerin, bu amaç için yapılmış kimi taktik manevraları demokratikleşme amacıymış gibi görüp pazarladıklarını ve demokratikleşme mücadelesini zayıflattıklarını yazıyoruz. Elbette biz, Türkiye'nin gerçek egemeni Askeri bürokratik Oligarşi'nin bu egemenliğinin tasfiyesinin en önemli ve birinci sorun olduğunu söylüyoruz. Ama AKP'yi bizzat bu egemenliğin sürdürülmesinin olmazsa olmazı olarak da görüyoruz. Liberallerdern farklı olarak diyoruz ki: Türkiye'de Askeri Bürokratik Oligarşi ve Politik İslam aynı madalyonun iki yüzüdürler ve varlıklarını sürdürmeleri için birbirlerine muhtaçtırlar. Dolayısıyla ikisi de gerçek bir demokratikleşmeye karşıdırlar. Bütün gelişmeler ve olgular bu dediklerimizi doğrulamaktadır. Buna karşılık liberaller AKP'nin konjonktüre uygun manevraları karşısında coşkunluklar ve hayal kırıkları arasında bir sarkaç gibi sallanmaktadırlar.

116


*

AKP Neden Gerçek bir demokratikleşme İsteyemez Biz AKP'nin demokratik hedefleri olmadığının ve olamayacağının nesnel nedenlerini de şöyle koyuyoruz: Burjuvazi, ta 1848 devrimindeki ihanetlerinden beri tarihçe kesin olarak tasdik edildiği gibi, demokrasinin ezilenlerce kendisine karşı bir silaha dönüştüğünü gördüğü için, artık demokrasiden korkan, demokrasi düşmanı ve gerici bir sınıftır. O gericiliğini aydınlanmanın demokratik ulusçuluğunu terk ederek; onun yerinebir ırka, soya, dile, dine dayanan ulusçuluğa geçerek; aynı zamanda askeri, bürokratik ve militer olmayan, iktidarın her düzeyde seçilmiş temsilcilerin elinde olduğu Ucuz Devlet hedefini terk ederek, merkezi, bürokratik ve pahalı Güçlü Devlet'i onun yerine koyarak göstermektedir. Ama Türkiye'de buna ek olarak, Burjuvazi, Hıristiyan ahalinin katliyle ve sürgünüyle "ilk sermaye birikimi"ni yapıp ortaya çıkmış bir sınıf olduğu için (ve tam da bu nedenle politik İslamı bayrak yaptığı ve yapabildiği için) bu gerici ve anti demokratik karakterin, çifte kavrulmuş gericilik3 olduğunu da söylüyoruz. Tam da bu nedenle burjuvazi, Demokrasi değil İslam bayrağıyla ortaya çıkmış ve yıllarca ideolojik ve programatik hazırlığını böyle yapmıştır. Bütün bu nedenlerle liberalleri, AKP veya Anadolu Burjuvazisi hakkında sahte hayaller yaymakla itham ediyoruz. *

AKP'nin somut politikaları AKP'nin somut politikaları bütün bu sosyolojik tespitleri doğrular. AKP'nin başındakiler gerektiğinde, en ince dengelere dayanan politikaları izleyebiliyorlar. yani kavrayışları ve zekalarında bir sorun yok. Eğer AKP, liberallerin gördüğü veya göstermek istediği gibi, bir parça demokratik bir karaktere sahip olsa, yani şu askeri, bürokratik, krırtasiyece, keyfi merkezi, pahalı ve güçlü devleti korumak ve ondan pay almak değil; bu cihazı tasfiye etmek ve onun yerine demokratik ve ucuz bir cihazı geçirip bir demokratikleşme sağlamak gibi bir hedefi olsa; yani şu askeri bürokratik oligarşinin egemenliğini gerçekten kaldırmaya ve onun yerine bir parçacık demokratik bir düzen getirmeye niyeti olsa, daha doğrusu bu yönde sınıfsal bir eğilimi olsa, şehir orta sınıfları ve Alevilerin bu korkuları karşısında, bırakalım bu yönde daha önceden bir hazırlık ve demokratik ideolojik şekillenme olmamasını bir yana, sadece her hangi bir mücadeleye girmiş gücün ya da insanın içgüdüsel olarak görebileceğini görüp 3

Burada şunu not edelim ki, AKP'nin veya burjuvazinin gericiliğinden söz ederken kullandığımız gericilik kavramı ile Kemalistlerinkini de karıştırmamak gerekiyor. Bizim gericilik kavramımız demokratiklikle ve halkçılıkla özdeştir. Kemalistlerinki ise anti demokratizmi meşrulaştırmanın aracıdır; metodolojik olarak da Pozitivist bir düzgün doğrusal ilerleme anlayışına dayalı, o çok sevdiklerini söyledikleri "bilim" dışı bir kavrayıştır.

117


yapabileceğini yapar. Nedir bu yapılabilecek olan? Madem ki şehir orta sınıfları, modern batılı hayat tarzına alışmış olanlar ve Aleviler böylesine bir korku ve panikle adeta domuz topu olmuşlar, her şeyi yapmaya hazır durumdalar, o halde bunların bu korkularını izale etmek, onları tarafsızlaştırmak, böylece Askeri Bürokratik Oligarşiyi bu geniş kitle desteğinden yoksun bırakmak gerekir. Bu korkuyu gidermek için yapılabilecekler de aslında çok basit ve temel bir takım demokratik tedbirlerdir. Örneğin diyanetin kaldırılması, imam hatiplerin kapatılması, okullardan din derslerinin kaldırılması, bütün cemaatlerin dinsel görevleri, eğitimleri vs., kendi gönüllü bağışlarıyla yapması. Devletin görevinin sadece bu hakları garanti altına almak olması. Yani gerçek bir laiklik. Bu kadar basit. Ve bütün bunlar için, yasa bile gerekmemektedir. Bakanlar kurulu kararıyla bile bütün bunların çoğu yapılabilir. Bunlar yapıldığı an, bu gün Genelkurmayın, Ergenekonun yedeği durumuna düşmüş bulunan nüfusun yüzde yirmibeş veya otuzuna yaklaşan, CHP'ye ve Baykal'a mahkum olmuş, darbe destekçiliğine bile razı olmuş bu geniş kitle, bir anda rahatlar, hatta bir sonraki seçimlerde AKP'yi Türkiye tarihinde görülmemiş bir yüzdeyle tekrar iktidar bile yapabilir. O zaman bu geniş kitle, şeriat gelir, sokağa çıkamaz oluruz, bu kültürümüzü sürdüremeyiz korkularını attığı için, baş örtülü kızların üniversiteye gitmeleri özgürlüğünün de en büyük savunucusu haline gelebilir. Herşey bu kadar basittir aslında. Bunu yaptığı an askeri bürokratik oligarşi bütün yedeklerinden tecrit olacağı için, onun egemenliğine ve gücüne son verecek bütün tedbirler birbiri peşisıra kolaylıkla alınabilir. Keza Askeri Bürokratik Oligarşinin kitle desteği kaybolduğunda bu güçler "Kürt sorunu"nun çözümü içinz de en cesur adımlard bilekolaylıkla atılabilir hale gelir. Ayrıca Kürtlerin de desteğini alan böyle bir hükümeti ve sınıfı kimse yerinden kımıldatamaz. AKP'nin başındakiler bunları görmeyecek ve akıl edemeyecek kadar kör, esneklikten yoksun, kıvraklıktan yoksun politikacılar değildir. Ama nedense bu yönde en küçük bile adım atmamaktadırlar. Ama AKP bunu yapmıyor ve yapmayacak. Çünkü bunu yaptığı an gerçek bir demokratikleşmenin de yolunu açar, o andan itibaren o gelişen demokratik ortamda Türkiye'nin bütün ezilenleri, yoksulları ve işçileri hızla örgütlenip kendi çıkarlarını korumaya demokratik bir kontrol oluşturmaya başlarlar. O zaman ise, iktidar, arpalıklar vs. hepsi kaybolmaya başlarlar yavaş yavaş. O zaman Türkiye'de sadakaya; avane, kliyan ilişkilerine dayanan bu şarklı sistemin yerine, haklara dayanan, modern toplumda örgütlü bir şekilde çıkarlarını savunan toplumsal gruplara dayanan az çok batı ülkelerindeki gibi bir toplumsal yapı yerleşmiş olur. Ama AKP böyle yapmayarak ve yapmaktan korktuğu için, Genelkurmay'ın en azından yüzde 118


yirmi beşlik militan bir şehir orta sınıfları ve Aleviler desteğini garantilemesini sağlamakta, onun egemenliğini sürdürmesinin aracı olmaktadır. Diğer bir ifadeyle Genelkurmay'ın da, Askeri Bürokratik Oligarşinin de egemenliğini sürdürebilmek için, AKP'ye ihtiyacı vardır. AKP korkusu ve sopası olmasa, o şehir orta sınıflarını ve Alevileri kendi yedeği olarak ağılına tıkamaz. *

Nesnel Desteğin Kendi Dinamiği Ama burjuvazinin korkusunun sonuçları sadece bu noktada kalmaz, onun da kendi iç dinamiği vardır. AKP demokratik olmadığı, politik İslam aracılığıyla şehir orta sınıflarını Askeri bürokratik oligarşiye mahkum ettiği için, bırakalım demokratikleşmeyi bir yana, gerçek hedefi olan, kendisinin bu güçlü devlete ortak olma ve iktidardan pay alma hedefine bile ulaşamaz. Bu süreç, sadece AKP bir süre sonra yıpranmaya başlayacağı, iktidar arpalıkları yozlaşmayı hızlandıracağı için gerçekleşmez. Şimdiden AKP'yi desteklemiş yoksul Müslüman kesimler AKP'den uzaklaşmakta ve eleştirileri giderek daha yüksek sesle ve dehe radikal tonlarda çıkmaktadır. Ama sorun sadece bu değildir. Bizzat AKP'nin kazandığı başarılar ve yaptıkları, Askeri bürokratik oligarşinin, AKP'nin yapamadığı nı yapacak ve AKP'yi tecrit edecek, bir esneklik kazanmasına ve kendini yenilemesine yol açar. Bu biraz mikroplarla antibiyotiklerin ilişkisine benzetilebilir. Nasıl 28 Şubat, Saadet Partisinin sonunu getirdi ve politik İslamın kendini yenileyerek daha geniş ve esnek AKP'ye dönüşmesini ve onun iktidarını sağladıysa; bir süre sonra, bizzat Ergenekon tevkifatı da, askeri bürokratik oligarşi içindeki, en şoven, mafyalaşmış, gerici kesimlerin tasfiye ederek ve güçten düşürerek, daha reformcu ve esnek kesimlerinin etki ve gücünün artmasının, buna bağlı olarak seslerinin de daha gür çıkmasının yolunu açacaktır. Yani nasıl politik İslam, Askeri bürokratik Oligarşinin 28 Şubat sopası ile kendini yenileyebildi ise, Askeri Bürokratik Oligarşi de AKP'nin Ergenekon sopası ile kendini yenileyecektir. Aslında olan tam da budur. Bu eğilim şimdiden görülebilir. Örneğin Baykal'ın "Açılım"ları tam da bu sürecin, bu eğilimin görünümleridir. AKP, şehir orta sınıfları ve Alevilerdeki korkuları ortadan kaldırmak için kılını bile kıpırdatmazken, en küçük bir demokratikleşme ve gerçekten laikleşme adımını göze alamazken, CHP baş örtülülerdeki korkuyu ve ön yargıları kaldırma yolunda küçük başlangıçlar yapmaktadır. Keza son olarak Kürt sorununda Baykal'ın söyledikleri, benzer bir dönüşümün Kürt sorununda da başladığını göstermektedir. Yedinci Ok gibi siteler de bu eğilimin yansımalarıdır. Yani bir süre sonra bu günkü roller tam tersine dönebilir. Askeri Bürokratik oligarşi, pek ala Müslümanları tarafsızlaştırarak, daha gerici Iraklı Kürtlere dayanarak "Kürt Sorunu"nu

119


"çözmeye" kalkan AKP karşısında, daha modern ve laik Kürtlerle ittifaka girerek AKP'yi tecrit edip, etkisizleştirerek, kaybettiği mevzileri tekrar geri alabilir. Hatta bunun için 27 Mayıs gibi bir darbe yapmasına bile gerek olmayabilir. Böylece çok partililiğe geçişin ve 27 Mayıs'ın yol açtığı türden, egemenliğini en azından bir çeyrek yüzyıl daha sürdürmeyi sağlayacak düzenlemeleri yapabilir. *

Avrupa Birliği Neden Türkiye'yi Üye Yapmaz? Liberallerin yaydığı ikinci hayal, Avrupa Birliği'nin Türkiye'nin demokratikleşmesini istediği veya Avrupa Birliği hedefinin Türkiye'nin demokratikleşmesini sağlayacağı hayalidir. Buna karşılık biz, Avrupa Birliği'nin Türkiye'de demokratikleşme istemediği gibi, Askeri ve Bürokratik oligarşiyle nesnel bir çıkar ortaklığı içinde bulunduğunu yıllardır yazıyoruz 4. Avrupa Birliği'nin Türkiye'nin demokratikleşmesine karşı olmasının nedeni de, onun var oluş nedeni ve jeopolitik çıkarlarıdır. O her şeyden önce Amerika'ya karşı öncelikle bir ekonomik bir rekabet gücü oluşturabilmek sornra da bunu bir politik ve askeri rekabet gücüne dönüştürebilmek; ABD'nin ipoteğinden kurtulmak için kurulmuştur. Ve bu yolda Avrupa, Amerikaya karşı bir denge oluşturabilmek için, ta de Gaulle'den beri Rusya ile ittifaklar kurmak zorundadır. Rekabet ve Jeopolitik onu buna zorlamaktadır. Buna karşılık Türkiye Rusya'nın gücü ve etki alanı karşısında, tam da Avrupa Birliği'nin Rusya'yla ittifaklar kurmak zorunda olması nedeniyle, Amerika ile bir ittifak ve denge kurmak zorundadır. Türkiye küçük bir ülke olsaydı, Avrupa Birliği açısından çok büyük bir sorun oluşturmazdı bu konumlanışlar. Ama Türkiye büyük bir ülkedir ve nüfusu da çok büyüktür. Bu büyüklükte bir ülke, Avrupa Birliği içindeki bütün dengeleri alt üst eder. Avrupa Birliği içindeki bir Türkiye İngiltere ve diğer doğu Avrupa ve Akdenizin kimi ülkeleriyle birlikte, ABD'nin Avrupa birliğine egemen olması, Avrupa Birliği'nin ABD'ye karşı bir politik ve diplomatik ağırlık geliştirememesi, sardece iktisadi ve mali bir birlik olarak kalması demektir. Bu ise tam da ABD'nin istediği Avrupa Birliği'dir. Bu nedenle ABD Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girmesinin en büyük destekçisidir. Öte yandan Avrupa Birliği de bilmektedir ki, demokratikleşmiş bir Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girmesini engellemek güç olur. Bunun için de Türkiye'nin demokratikleşmesine çomak sokmak, Avrupa Birliği'nin hedefleri ve stratejik çıkarları gereğidir. Türkiye'nin büyüklükleri ve Avrupa Birliği içindeki, İngiltere gibi ABD müttefik ve uzantıları dikkate alındığında, bu Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girmesinin Alman - Fransız ekseninin 4

Elbet Avrupa Birlği içinde farklı eğilimler olduğunu biliyoruz. Ama esas olarak Avrupa Birliği demek, Alman-Fransız ekseni demektir ve aslında Fransa'yı öne sürerek arkada libero oynayan ve Hitler gibi bir "Avrupa Kalesi" oluşturan Almanya demektir. Almanya'nın bu duruşu belirleyicidir.

120


kontrolü kaybetmesi ve ABD – İngiltere ekseninin Avrupa Birliğinin kontrolünü ele geçirmesi anlamına geleceğine göre, Türkiye'nin Avrupa Briliği'ne girmesi sorunu, aslında ABD ve Almanya arasındaki emperyalist rekabete ilişkin bir sorundur. Son duruşmada, bu mücadelenin sonucu Avrupa Birliği'ne girip girmemeyi belirler. Liberaller, demokrasi istediği yönünde hayaller yaydıkları burjuvazinin isteksizliğini ve yalpalamalarını görünce, Kürt özgürlük hareketinin plebiyen demokratik karakteriyle de uyuşamadıklarından, demokratikleşmeyi Avrupa Birliği'ne girişin bir yan ürünü olarak elde etmeye çalışırlar. Ama tam da böyle yaparak, deklare ettikleri demokrasi amacını torpilleyen ikinci bir intihar politikası izlemiş olurlar. Sahte hayaller yayarak demokrasi mücadelesini zayıflatırlar. Biz ise, demokratikleşmeyi Avrupa Birliği'nin normlarına ve baskılarına bağlamanın tam da demokratik mücadeleyi zayıflattığı ve sahta hayaller yaydığını; Avrupa Birliği'nin bütün yaptıklarının aslında demokrasi mücadelesini zayıflatmaya ve Türkiye'yi Avrupa Birliğine giremez durumda tutmaya yönelik olduğunu anlatmaya çalışırız. Eğer Avrupa Birliği Türkiye'nin gerçekten demokratikleşmesini istese, Türkiye'deki biricik ciddi demokrasi gücü olan Kürt Özgürlük Hareketini destekler, Öcalan'ı Türk devletine teslim etmezdi. Avrupa Birliği ise, Kürt Özgürlük hareketinin en büyük düşmanıdır ve ortadoğudaki en demokratik, halkcı ve örgütlü bu harekete karşı Barzanilerin, Talabanilerin destekçisidir. Liberaller de, tıpkı Avrupa Birliği ve AKP gibi, Kürt hareketi içindeki en modern, en plebiyen, en özgürlükçü, en demokratik ve gerici bir milliyetçilikten uzak Kürt Özgürlük Hareketine karşı, en gerici, en milliyetçi, en demokratik, en üst sınıflara dayanan Barzani, Talabani ve onların benzerlerini ve paralellerini desteklemektedirler. İşte tam da bu nedenle ve tam da böyle yaptıkları için, demokrasi mücadelesini baltalamaktadırlar. *

Avrupa Birliği Konusunda Ulusalcı Sosyalistler ve Demokratik Sosyalistler Diğer o sözümona "anti emperyalist", "anti kapitalist" vs. sosyalistlerden farklı olarak biz Avrupa birliği'ne girmenin Türkiye'de refah ve demokrasiyi geliştirmeyeceğini söylemiyoruz. Aksine, Avrupa Birliği Türkiye'yi gerçekten almak istese ve alsa bu otomatikman belli bir demokratikleşme ve refah sağlar. Eğer Avrupa Birliği Türkiye'yi almak istese, bir zamanlar Portekiz, İspanya ve Yunanistan'a yaptığı gibi kendi normlarını dayatıp, gereken politik güçleri destekleyip, Euroları da akıtsa, Türkiye'nin tıpkı o Akdeniz ülkeleri gibi olabileceğini ve bunun da Türkiye'deki insanların büyük bölümünün umut ve beklentileriyle uyuştuğunu söylüyoruz. Biz olgulara gözlerini kapayanlardan değiliz. Yani Türkiye'nin o ulusalcı sosyalistlerinden farkımız şudur. Onlar Avrupa Birliği'ne girmenin Ezilenlerin ve İşçilerin ekonomik ve demokratik konumlarında bir iyileşmeye yol

121


açmayacağını söyleyerek karşı çıkarlar. Biz aksini söyleriz. Çünkü Avrupa Birliği demek, sadece burjuvazi demek değildir, Avrupadaki burjuvazi ve işçi sınıfı dengesi de demektir. Avrupa Birliği demek, işçi sınıfının ve modern çağların işçi hareketinin demokratik ve sosyal kazanımları da demektir. Ve bu işçiler, bu kazanımlarını daha kötü durumdaki (örneğin Türkiye'deki) işçilerin rekabetine karşı korumak için, kazanımlarını Avrupa Birliği'nin normları haline de getirmişlerdir. Bu normlar Türkiye'nin bugünkü gerçeğine göre çok ileri bir sosyal ve demokratik haklar manzumesi demektir5. Ama biz bundan Avrupa Birliğine girmek sonucunu çıkarmayız. Çünkü bu son duruşmada, Türkiye'de yaşayan insanların yeryüzünün imtiyazlıları arasına girmesi demektir, yeryüzünden imtiyazlılığın kalkması değildir. Bu beyazlığı yok etme değil, beyazlar arasına katılma demektir. Yani ulusalcı bir perspektiften liberallerin Avrupa'ya girmeyi savunmanın gerekçesi olan Türkiye için daha çok refah ve demokrasi. bizim için Avrupalılığın yok edilmesinin, yani uluslara ve ulusal sınırlara savaş çağırımızın gerekçesidir. *

Askeri Bürokratik Oligarşi Neden Avrupa Birliği'ni İstemez Ama İşçi Sınıfı ve Burjvazi arasındaki mücadele ve dengeyi yansıtan bu normlar, aynı zamanda Genelkurmayın, böyle bir demokaratik haklar manzumasenin olduğu yerde, eskisi gibi devlete ve tüm politikaya egemen olamayacağı anlamına da gelir. O nedenle Askeri Bürokratik Oligarşi de Avrupa Birliği'ne girmekten çıkarlı değildir. O kendisinin iktidarını koruyacak normlar dışı özel bir konum koşuluyla Avrupa Birliği'ni evet demektedir. Ama bu da Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girmesi değil, Avrupa'nın Türkiyeli olması anlamına gelir. Dolayısıyla Avrupa Birliği'ne damga vuran Alman - Fransız çıkarları ile Genelkurmayın, ya da Askeri Bürokratik Oligarşinin çıkarları çakışmaktadır. İkisi de farklı gerekçelerle, demokratik bir Türkiye istemezler. Ve işte Avrupa Birliği, tam da bu nedenle, yani sonucu hiçbir zaman demokrasi olmayacağı, Avrupa hakkında sahte hayaller yaydıağı için, burjuvazinin ve liberallerin politikalarını destekler. Ama liberaller de kendilerine verilen bu desteği, kendilerini demokratlar olarak gördükleri için, demokrasiye verilmiş bir destek gibi görerek, yaydıkları sahte hayallere daha bir inançla bağlanırlar. * Özetle, biz liberalleri, diğer sosyalistlerden farklı olarak, tutarlı demokrat olmamakla; tam da 5

Biz bir sosyalistin, Avrupa Birliğine girme konusunda, demokrasi ve refah sağlamayacağı için değil, çünkü bu olgularla uyuşmaz, veya tam da bunları sağlayacağı için değil, bunların imtiyazlılar arasına katılmak anlamına geleceği ve imtiyazları yok etmek hedefiyle çeliştiği için karşı çıkması gerektiğini; sosyalistlerin Avrupalılığı ortadan kaldırmayı, yani her türlü ulusal sınırları ortadan kaldırmayı hedef alması gerektiğini söylüyoruz.

122


tutarlı demokratlar olmadıkları için, kendi öznel niyetlerine rağmen egemenliğine karşı mücadele ettiklerine inandıkları Askeri Bürokratik Oligarşinin gücüne ve egemenliğine nesnel olarak hizmet ettikleri için eleştiriyoruz. Liberallerin deklare ettikleri amaçlarıyla o amaçlara uluşmak için dayanmaya çalıştıkları güçler,stratejiler ve taktikler çelişmektedir diyoruz. Buna karşılık ulusalcı sosyalistleri de, "sınıf", "anti-emperyalizm", "ekonomik talepler", "Sosyalizm" gibi gibi şiar ve hedefleri öne çıkararak fiilen demokratik görevlerden kaçtıkları için, yani hedefleri açısından eleştiriyoruz. Ulusalcı sosyalisler sadece kaba ulusalcılardan ibaret sanılmamalıdır. "Demokratik Cumhuriyet değil, Sosyalist Cumhuriyet"; "Emeğin talepleri"; "Emeğin politikaları"; "emek eksenli politikalar", "önce sınıfa gidelim" gibi binbir ince biçimi var bunun sosyalistler arasında. Ve Türkiye'de güçlü bir demokrasi cephesi bulunmamasının en büyük sorumlusunun sosyalistlerin bu ulusalcı karakteri olduğunu söylüyoruz. En radikal demokratlar olan ve olması gereken sosyalistler demokrat olmayınca, bir demokrasi cephesinin şekilleneceği bir kristalizasyon tohumu bulunmamakta, tüm demokratik özlemler buharlaşıp, politik İslam, Alevilik, Kürtlük vs. görünümler altında burjuvazinin değirmenine su akıtır duruma gelmektedir. Sosyalistlerin demokrat olmadığı bir ortamda Liberallerin demokrat olması da beklenemez elbette. *

Türkiye'nin Lassale'cıları Aslında tavrımız, on dokuzuncu yüzyılda Almanya'da Marks ve Engels'in izledikleri çizginin sürdürülmesinden başka bir şey değildir. Aynı çizgi yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde çarlığa karşı Lenin ve Bolşevikler tarafından da izlenmiştir. Bu çizgi, Prusya Yunkerliği ve Burjuvazi karşısında tarafsız değildir. Bu çizgi burjuvaziyi Prusya Yunkerliğine karşı tutarlı ve kararlı mücadele etmemekle, demokrat olmamakla suçlar ve kendi demokratik programını ortaya koyar. Bu çizgi çarlık ve Rus burjuvazisi (Kadetler) karşısında tarafsız değildir. Kadetleri yani Rusya'nın liberallerini, AKP'sini çara karşı mücadele etmemekle, onunla uzlaşmakla, nesnel olarak ona güç vermekle suçlar. Örneğin, AKP ve Ergenekon tevkifatı söz konusuolduğunda, "Yesinler birbirini, ikisi de egemen güçtür" diyen veya Burjuvaziye karşı "anti kapitalist", "Anti emperyalist" bir söylemin ardına sığınıp, askeri bürokratik oligarşiyi ana hedef olmaktan çıkararak fiilen onun desteği durumuna düşen bir tavır değildir bu. Bu Marks ve Engels'lerin en sert biçimde eleştirdiği tavrın adı Lassale'cılıktır. Bismark'ın veya Almanyadaki Prusyalı Bonapartist rejimin yerine Türkiye'deki Askeri Bürokratik Oligarşiyi; korkak, pısırık; korkaklığı ve pısırıklığı nedeniyle henüz bir

123


aydınlanmacı olduğu dönemlerde bile, ideallerini Müzik ve Felsefe gibi en keşfi zor biçimlerde ifade ederek o devasa Klasik Alman Felsefesi'ni ve Klasik Müziğin büyük ustalarını (Bach, Mozart, Beethoven vs.) ortaya çıkarmış, sonra da bu ideallere ihanet etmiş, 1848 devrimini ezilenlerden korkusundan satan "Franfurt Parlamenterleri"ni çıkarmış; soya dayanan bir ulusçuluğu keşfetmiş Alman burjuvazisinin yerine de, hiçbir şey çıkaramamış Türkiye'deki korkak, politik İslam'ı bayrak yapan AKP'yi veya sözümona "laik" burjuvaziyi koyabiliriz. Tıpkı bugünkü Türkiye'nin ulusalcı sosyalistleri gibi, esas hedef olarak burjuvaziyi gösterip gerçek egemene saldırmayanlar, o zamanın Almanyasında da işçi ve sosyalist hareket içinde vardı. Lassale örneğin, burjuvaziye karşı bir anti kapitalizm bayrağını yükselterek fiilen Bismark'ı desteklemiş oluyordu. Ve onlar bizdekiler gibi, karikatürleri de değildi. Lasale Almanya'da politik bir işçi hareketini oluşturmuş en önemli kişilerden biriydi. O zamanlar Marks ve Engels, Bismarkizmin egemen olduğ bir ülkede (yani Türkiye gibi Askeri bürokratik oligarşinin gerçek politik iktidarı elinde bulundurduğu bir ülkede) Lassale'ın yaptığı gbi, burjuvaziye ve kapitalizme saldırmayı "alçaklık" olarak tanımlıyorlar ve şöyle yazıyorlardı örneğin: "Esas olarak bir tarım ülkesi olan Almanya'da sanayi proletaryası adına yalnızca burjuvaziye saldırmak ve köy proletaryasının büyük feodal soylular tarafından ataerkil biçimde "sopayla" sömürülmesine hiç ses çıkarmamak bir alçaklıktır." (Marks 1865) Marks'ın o zaman Almanya için söylediklerini bu günün Türkiyesi için şöyle formüle etmek mümkündür: "Esas olarak ulusun dile, soya hatta ırka dayanan bir Türklükle ve bir Sünnilikle tanımlandığı bir ülke olan Türkiye'de, İşçi sınıfı adına yalnızca burjuvaziye ve emperyalizme saldırmak, Ordu ve Bürokrasi tarafından Kürtlerin; Alevilerin ve diğer halkların baskı altında tutulmasına ses çıkarmamak alçaklıktır." Marks yaşasaydı, Türkiye'nin 1900'lü ve 2000'li yıllarının Ulusalcı-Lassalcılarına herhalde böyle derdi. Ama burada daha da ilginç bir nokta var, Marks, Lassal'ın bu politikasını nesnel olarak eleştirmekle kalmıyor, onun fiilen de Bismark ile bir uzlaşma yaptığı kanısını da taşıyordu. Daha sonra arşivler açıldığında böyle olduğu da ortaya çıkmıştır bildiğim kadarıyla. Bismark'la işbirliği yerine bugün Genelkurmay veya Ergenekon ile işbirliğini koyarsak pek yanılmış olmayız. Yani ortada sadece nesnel bir politik ihanet veya alçaklık değil, öznel ve bilinçli yapılmış bir ihanet de vardır. Bütün belirtiler bu yöndedir. *

Ordular Savaşı ve Fikirlerin Savaşının Temel Farkı Nasıl Genelkurmay ile Burjuvazi aynı madalyonun iki yüzüyse ve birbirlerinin varlığını meşru gösteriyorlarsa, Türkiye'nin liberallere saldırmayı iş edinmiş sosyalistleri ile bu sosyalist karikatürü ulusalcıları hedef tahtasına koyarak sosyalizme saldırmayı iş edinmiş 124


liberalleri de aynı madalyonun iki yüzüdürler ve birbirlerinin varlığına haklılık kazandırırlar. İkisi birden ortaklaşa biribirlerini hedef tahtasına koyarak, bizler gibi devrimci ve demokratik görevleri öne koymuş sosyalistleri ve bakışları susuş kumkumasına getirirler. Elbette bizler gibi radikal demokrat sosyalistlerden hareketle sosyalizm fikrine saldırmak ve onun değerden düşürmek pek kolay değildir. Gerçi böyle davranarak liberaller de kendi amaçları açasından savaşın yasalarına uymaktan başka bir şey yapmış olmazlar. Savaşın yasası, savaşanların savaşı düşmanının istediği koşullarda değil kendi istediği koşullarda kabul etmesidir. Bir diğer yasası ise, güçlerin en irisini düşmanın en yaralanabilir yerine, en zayıf yarına yığmaktır. Liberaller açısından, Sosyalizme saldırmak için bizler iyi bir koşul ya da hedef sunmayız çünkü. Ayrıca, sosyalizmin karikatürlerine ve onu toyca savunanlara eleştiri oklarını yönelterek çok daha kolay başarı kazanılabilir. Ama genel olarak savaş sanatı açısından geçerli olan bu kuralın, demokratik amaçları olduğunu söyleyenler için geçerli olmaması gerekir. Gramsci'nin dediği gibi, ezilen sınıflardan ya da demokrasiden yana olduğunu söyleyenler, fikir savaşında, askerlikteki savaşın aksine, rakibin en zayıf yerine en büyük güçle vurmayı seçmezler ve seçmemelidirler; rakip görüşlerin en güçlü, en yetkin savunucularını seçmelidirler. Hatta böylesi yoksa onu yaratmalıdırlar. Ancak böyle ezilenlerin geri yanlarına hitap etmeyip, güçlendirmeyip, o geri yanlarla karşı mücadele edebilirler. Yani aslında liberaller sosyalizme onun karikatürleri aracılığıyla saldırarak insanların geri yanlarına hitap etmiş ve kendi deklare ettiği demokratik amaçlarıyla çelişmiş olurlar. Ama böyle yaparak, burjuvazinin aslında artık demokratik olmadığı sosyolojik gerçeğini, yani Marksizmi, bir kez daha kendi davranışlarıyla doğrulamış olurlar. Böylece liberaller yanlışlığnı söyledikleri Marksizmin doğruluğunu somut davranışlarıyla somut olarak kanıtlamış olurlar. 25 Mayıs 2009 Pazartesi

125


Aykırı Bir Analiz Savcıların generalleri tutukladığı şu günlerde; ulusalcılar kıyamet ya da panik, liberaller ve politik İslamcılar zafer havası içindeyken; ayrıntılar arasında boğulmak istemeyen ve oyunun genel gidişi ve ağırlık noktası hakkında daha kuşbakışı bir kavrayışa ulaşmak isteyen bir satranç oyuncusu gibi, olaylara geriye çekilerek uzaktan bakmakta yarar var. Böyle zamanlarda, genel sosyolojik ve tarihsel eğilimler üzerinde durarak, olayların, aktörlerin ve çatışan güçlerin onlara yüklediği anlamlarıyla değerlendirmenin girdabına kapılmadan, nesnel anlamlarını açığa çıkarmak ve genel gelişme eğilimini belirlemek daha büyük önem taşıyor. Genel ve tarihsel eğilimlere baktığınızda ise, şu an çok önemli olan veya öyle gibi görünen güçlerin ve eğilimlerin aslında çok da önemli olmadığı veya göründüğü gibi olmadığı ortaya çıkar. Bunu fizikten şöyle bir benzetmeyle açıklamak mümkün olabilir. Bir tek hücreli yaratık hatta küçük bir böcek için, yer çekiminin hiçbir önemi yoktur. Ama küçük boyutlar ve bu boyutlardaki canlılar için, örneğin sıvılardaki yüzey geriliminin, yani atomları birbirine çeken güçlerin önemi çok daha büyük ve hayatidir. Bu nedenle, bakteriler veya küçük böcekler için, çekim gücünü algılamayla ortaya çıkmış, yukarı ve aşağı gibi kavramlar bir şey ifade etmez. Ama örneğin bir fare veya bir fil için suyun yüzey gerilimi artık hesaba bile katılamayacak derecede hiçbir anlamı olmayan bir kuvvet haline gelir. Yerçekimi dolayısıyla yukarı ve aşağı gibi kavramlar o canlı için hayati bir önem kazanır. Benzeri durum genel ve sosyolojik eğilimlerle günlük politika arasındaki ilişkide de söz konusudur. Tarihsel veya temporal boyutlarda kısa ve uzun dönemlerde; topluluklarda küçük ve büyük boyutlarda benzer ilişkiler görülebilir. Bu kısa girişten sonra, iki aykırı tespitle başlayalım. Birincisi, bütün bu gelişmeleri her iki taraf da İslamcı Burjuvazinin veya Politik İslam’ın ve onların politik ifadesi olan AKP’nin, “Askeri Vesayet Rejimi”ne karşı bir başarısı (veya bakış açısına göre, İslamcıların Laiklere karşı bir darbesi) olarak görme ve gösterme eğiliminde. Ulusalcılar ve Laikler; Liberaller ve Politik İslamcılar, birbirine zıt gibi görünen bu iki taraf (ki neredeyse tüm egemen basın ve entelektüel hayat demektir bu gün) aynı değerlendirmede anlaşmaktadırlar. Bu bakış, olayların ardındaki derin değişmeleri ve güçleri görmemek, o güçlerin yansılarına göre gelişmeleri değerlendirmek olur. Her iki taraf da bu aynı yanlışı yapmaktadır. Bütün bu gelişmeler, Burjuvazinin marifeti değildir, her şeyden önce İşçi Sınıfı ve Kürt Özgürlük Hareketinin var oluşu ve mücadelesi sayesinde mümkün olabilmiştir. Bunu biraz açalım. İşçi sınıfı deyince herkesin aklına Sendikalar, Sosyalist Partiler, Grevler geliyor. Bu işçi 126


sınıfının sendikalist ve ekonomist algılanışıdır. İşçi sınıfı modern bir sınıftır, genel eğilimlerini bir şekle toplumsal hayatın içinde yansıtır ve yansıtacak kanalları yaratır. Bu kanallar çoğu kez hemen görülemeyebilir ve anlaşılamayabilir. Tipik bir örnek verelim, başörtüsü. Altmışlarda ve yetmişlerde işçi sınıfı, uzun saç, İspanyol paça ve geniş yakalı gömlekler ve bunun muadili kadın kıyafetleriyle var olan sistem karşısında eğilimlerini dile getiriyor, kültürel dönüşümler yapıyor ve siyasete ağırlığını CHP ve diğer sosyalist parti ve gruplar aracılığıyla koyuyordu. Seksenlerden sonra ise, aynı işçi sınıfı başını örterek, Askeri bürokratik oligarşinin bayrağına ve kadınların sarıya boyanmış saçlarına karşı, başörtüsünü bayrak yaparak ve aynı zamanda bu bayrak aracılığıyla kadını sokağa toplumsal hayata katmanın başka yollarını bularak; giderek CHP ve diğer sosyalist gruplardan uzaklaşarak eğilimlerini dile getirmeye başladı. İşçi sınıfının bu eksen kayması aynı zamanda Saadet ve Refah’ın aşılıp, ortaya kitlesel AK Parti’nin ortaya çıkışına da denk gelmektedir. Sendikalist ve ekonomist bir bakış açısı İşçi Sınıfını bu gelişmelerde göremez. Ama daha derine inen bir sosyolojik bakış açısı bunu görebilir. İşçi sınıfı, en büyük silahı olan oylarıyla AKP’yi destekleyerek, Ordunun her tehdidi ve darbe teşebbüsüne oylarıyla daha güçlü ve sert cevap vererek, fiilen ordunun siyasi gücünü ve hareket alanını daraltarak, bu günkü gelişmelerin yolunu döşedi. İşçi sınıfının bu desteği ve oyları olmasaydı, burjuvazi bu günkü adımları atabilecek ne gücü ne de cesareti bulabilirdi. Son gelişmelerde dünyadaki politik konjoktürünün uygunluğu ve uluslar arası desteğin de önemi üzerine geniş yorumlar yapanların bu çok temel gücün esas rolünü görmemeleri anlamlıdır. İkinci büyük güç ise, politik bir güç olan, Kürt Özgürlük Hareketidir. Kürt özgürlük hareketi, liderini bile esir olarak kaptırmasına rağmen var olmaya devam etmeseydi. Var olmakla kalmayıp, politik mücadelede yeni alanları zapt etmeseydi. Ve nihayet bütün bunların yanı sıra Türk Ordusuna ağır askeri yenilgiler tattırmasaydı, bu günkü gelişmelerin esamesi okunamazdı. Burjuvazi, İşçi sınıfının ve Kürt Özgürlük hareketinin pişirdiği yemeği yemektedir şimdi ve kendisi yediğine göre kendisinin pişirdiğini iddia etmektedir. Aslında Kürt Özgürlük Hareketi de bir ölçüde İşçi Sınıf ve Hareketi olarak görülebilir. DTP veya bu hareketin bir derneğine giden esas kitlenin aşiret bağlarından kopmuş, şehre gelmiş modern ücretli insanların, İşçi Sınıfının en alt katmanlarının bu hareketin omurgasını oluşturduğunu görür. Sadece biraz daha ruhça köylü ama aynı zamanda daha alttaki bir işçi sınıfına dayanmaktadır bu hareket de. Bütün zıt görünüşüne rağmen kadınların durumu da iki harekette benzemektedir. Şehirlerde veya politik İslam içinde, kadının evden çıkıp sosyal hayata katılmasının aracı olan başörtüsünün Kürdistan’daki karşılığı, kadın gerillaların elindeki Klaşinkovlar ve cinsel ilişki yasaklarıdır.

127


Kürt hareketinde ve politik İslam’da temel modern sınıfların durumları da farklıdır. Politik İslam’da bayrak burjuvazidedir; politik hareketin başını burjuvazi çeker. İşçiler oyları ve bayraklarıyla, kültürel kotlarıyla onlara destek verirler adaletsizlikleri gidermeleri ve daha geniş bir özgürlükler alanı sağlamaları için. Kürt Özgürlük hareketinde ise, her ne kadar yeterince şehirli bir ruh egemen olmasa da, öncülük bir şekilde işçilerdedir, Kürt burjuvazisi bağımsız bir parti olarak çıkamamakta, hareketin içinde hem destek hem köstek olmaktadır. Aslında AKP’ye oy veren geniş işçi kitleler ile Kürt Özgürlük hareketinin çekirdeği; Kürt Özgürlük hareketine hem destek hem de köstek olan burjuvazi ve AKP’nin yönetimi birbirine daha yakındır. Bu çakışmayı engelleyen ise, sınıfsal çıkarlar değil, kültürel ve tarihsel araka planlardır. Olaylara böyle baktığımızda, Türkiye’deki değişimlerin motorunun İşçi Sınıfı olduğu, bu sınıfın, Politik İslam ve Kürt Özgürlük hareketi gibi politik biçimler altında kendi genel ve tarihsel eğilimlerini yansıttığı görülür. Bunu burjuva sosyologları da bir şekilde ifade ediyorlar ve Türkiye’nin artık bir köylü değil, şehirli ve sanayi toplumu olduğundan söz ediyorlar. İşçi sınıfsız şehirli ve sanayileşmiş olunamayacağına göre, bu İşçi sınıfının rolünün utangaçça kabulünden başka bir anlama gelmez. Bu iki tespitten sonra bir üçüncü tespit daha yapalım. Askeri Bürokratik Oligarşi, “İdeoloji” veya bir “Rejim” veya bir “Politika” değildir. Türkiye’deki sosyalistlerin çoğu, Askeri Bürokratik Oligarşiyi, bir “İdeoloji” olarak tanımlama eğilimindedir ve Kemalizm’le yapılacak bir ideolojik mücadelenin onunla en iyi mücadele aracı olduğunu sanmaktadırlar. Fikret Başkaya’dan, İsmail Beşikçi’ye kadar geniş bir yelpaze vardır böyle. Bunların dillerinden düşürmediği kavram “Kemalist İdeoloji”dir. Bir de Askeri Bürokratik Oligarşi’yi bir takım idari ve hukuki düzenlemelerle ortadan kaldırılabilecek bir Politika veya Rejim olarak tanımlayan genellikle Liberal diyebileceğimiz, geniş bir kesim bulunmaktadır. Ne var ki ne ideolojik mücadele, ne de politik ve hukuki düzenlemeler askeri bürokratik oligarşinin toplumsal temeline dokunamazlar. Bu gücün çok sağlam ve derinlere giden bir toplumsal temeli bulunmaktadır. Bu toplumsal temel, ekonomi dışı cebir aracılığıyla, artı ürünün bir bölümüne el koyulmasıdır. Yani özünde kapitalizm öncesi bir soygun ve sömürü ilişkisi üzerinde var olur bu tabaka. Türkiye’de bir zamanlar toprak ilişkilerinde feodalizm (Kapitalizm öncesi) aranırdı. Tam da modernleşmeleri yürüten “Devlet sınıflarının” bu modern öncesi sömürüye dayanan tabaka olduğu kavranamazdı. Askeri ve Bürokratik bu devlet cihazı var oldukça, bu toplumsal güç var olmaya devam eder. Bu gücü ancak radikal ve devrimci bir demokratik program tasfiye edebilir. Yani bu pahalı, baskıcı, bürokratik, keyfi cihaz tasfiye olmadan bu gücün ortadan kaldırılması mümkün olmaz. Dolayısıyla bu son gelişmelerin bu gücün temellerine hiçbir şekilde dokunmayacağı bellidir.

128


Ayrıca Askeri Bürokratik Oligarşinin kendi içinde, çok uzun zamandan beri, bugünkü politika ve yapıya karşı bir yenileme ihtiyacını dile getiren, “aynı kalmak için değişmemiz gerekiyor” diyen güçlü bir reformcu kanat bulunmaktadır. Ve bu iç mücadele kimi politikacıların, subayların ve gazetecilerin öldürülmesi gibi çok sert biçimlerde de yıllardır sürmektedir. Eğer böyle bir kanatın desteği ve varlığı olmasa bu günkü gelişmelerin hiç birisi olmayabilirdi. İşçilerin ve Kürt Hareketinin darbeleri bu kanadın konumunu güçlendirmiştir. Bu sayede en gizli toplantı ve planlar gazete sayfalarına geçmiştir. Bu durumda, şu sonucu kolaylıkla çıkarabiliriz. Bütün bu tevkifatlar, davalar, askeri bürokratik oligarşinin gücünün budanması gibi görünen ve bu şekilde liberallerce alkışlanan gelişmeler nesnel olarak Askeri Bürokratik Oligarşi’nin kendini daha modern bir ideoloji ve politikayla donatması, politika ve ideolojiye egemen fosillerin tasfiyesi ve etkinliğinin kırılması, ama aynı zamanda yeniden gücünü kazanmak için stratejik bir ricat; ileriye fırlamak için gerilemesi olarak da görülebilir. Şöyle tersinden bir benzetme belki durumu kavramayı kolaylaştırabilir. 28 Şubat, Politik İslam’ın ideolojik ve politik olarak kesin bir tasfiyesi gibi görülüyordu. Ama onun sosyal temellerine dokunmadığı ve dokunamayacağı için, aslında İslamcı Burjuvazi’ye fosilleşmiş eski ideoloji ve politikadan kurtulma ve daha geniş bir cephe oluşturma gereğini gösterdi ve olanağını sundu. AKP, tam da 28 Şubat’ın ürünü olan bu gelişmeler ve değişimler sayesinde, laik burjuvazi ve işçi sınıfının desteğini alarak ezici bir seçim zaferiyle iktidarı aldı. Güç yerinde duruyordu ve gücünü politik alana yansıtabilmesi için uygun ideolojik ve politik biçimlerin ortaya çıkıp gelişmesinin yolunu açmıştı bu budama. Şimdi de, AKP, bu borcunu ödüyor sayılabilir askeri bürokratik oligarşiye. Şimdi aynı şekilde, bizzat kendisi demokrat olmadığı için, Askeri bürokratik oligarşinin temellerine dokunmadığından ve dokunamayacağından, bu budama fiilen Askeri Bürokratik Oligarşi’nin fosilleşmiş ideoloji ve politikalardan kurtulmasının yolunu açacaktır. 28 Şubat’ın İslamcı Hareket’e yaptığı gençlik aşısını, Ergenekon tevkifatlarıyla AK Parti hükümeti Askeri Bürokratik Oligarşiye yapmaktadır. Aslında, bu anlamda bakıldığında, AKP, Askeri bürokratik oligarşi içinde reformcu denebilecek; “aynı kalabilmek için değişmeliyiz” diyen kanat için kestaneleri ateşten çıkarmaktadır da denebilir. Ama askeri bürokratik oligarşi, gerçek politik iktidarı, aldığı artı ürünü vermemek için bu tazelenmiş ideoloji ve politikalarla (ve muhtemelen buna uygun yeni öndelikler ve kadrolarla) mücadelesine devam edecektir. * Yarın öbür gün, Askeri bürokratik oligarşi, 27 Mayıs döneminde olduğu gibi, demokratik özlemlerin bayrağını ele geçirip, AKP’nin Barzani ve Talabani ile ittifakı karşısında Kürt Özgürlük Hareketi ile ittifak yapıp, İslamcı Burjuvazi karşısında Laik burjuvaziyi de yanına

129


alıp kendini yenilemiş bir güç olarak ortaya çıkabilir ve çıkacaktır da muhtemelen. O zaman, Kürt Özgürlük Hareketi, kendisini bir yol ağzında bulacaktır. (1) Bu olanaktan yararlanıp, üzerindeki tecridi kırarak gerçekten köklü demokratik dönüşümlerin başını çekebilen bir güç haline dönüşebilir. (2) Ama kendini yenilemiş Kürt-Türk Askeri Bürokratik oligarşisinin kadrolarına da dönüşebilir. Tabii böyle bir dönüşüm, Kürt Özgürlük Hareketi içindeki çok güçlü demokratik eğilimlerin kanlı bir tasfiyesiyle atbaşı gider. Kendini yenilemiş bir askeri bürokratik oligarşi ve onun ipleri elinde tuttuğu asma yaprağı bir parlamentarizm mi, yani Şarklılığın modern biçimi mi, yoksa askeri bürokratik oligarşinin toplumsal temellerini yok eden bir demokratik devrim mi, yani Batının Orta Doğu’ya yayılması mı? Hangi yolun üstün geleceğinde her şeyden önce Kürt Özgürlük hareketi içinde şimdiden oluşacak birikimler, hazırlıklar ve uyanıklıklar belirleyici olacaktır. Bunun için işçi hareketinin tarihsel deneylerini incelemenin büyük önemi vardır. Sovyetlerin, ondan önceki ve sonraki bütün devrimlerin bürokratlaşmalarının ve devrimler içindeki karşı devrimlerin tarihi bunun dersleriyle doludur. 24 Şubat 2010 Çarşamba

130


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.