A.Dorsay: 100 Yılın 100 Türk Filmi

Page 28

Sıkıntı içinde yaşarken, Osmanlı şehzadelerinden Keramettin Efendi’yle tanışır ve onun konağına girip çıkmaya başlar. Konaktan bir genç kadın ona abayı yakar. Ama Hilmi efendinin yeni bir hayata başlayacak maddi-manevi gücü yoktur. Tüm eski soylular gibi borç içinde yüzen şehzade Mısır’a gitmek üzere ortadan kaybolurken, borçlarını da onun üzerine yıkmıştır. Böylece tam bir çöküş başlar. Üstelik uzun zamandır haber alamadığı biricik kızı Seher de namussuz bir aktör bozuntusunun eline düşmüş ve uyuşturucuyla birlikte panayırlara gidip temsiller veren bir trupta göbek dansı yapmaya başlamıştır. Ve bu iki talihsiz insanın karşılaşması, artık kaderin elindedir. Görüldüğü gibi hikâye yoğun bir dram malzemesi içeriyor. Ama öncelikle bunun kâğıt üzerinde uydurulmuş bir dram olmadığı, tersine yazarın bizzat yaşadığı uzun sürgün yıllarından çıkıp geldiği açık. Öylesi bir büyük kargaşa ve dönüşüm çağı ki… Yıkılan koca bir imparatorluktan elde kalanın üzerinde yeni bir devlet kurulurken, eski topraklarda kendileri de eski düzenin zavallı kalıntıları olan kişiler acınası bir çöküşü yaşıyorlar. Hilmi Efendi gurbet ellerinde her şeyini yitirmiş ve son bir aşk umudunu da elinden kaçırırken, belki onu hayata en çok bağlayan şey olan kızı da kendi şeytanlarıyla ve kendi kötü kaderiyle boğuşuyor. Film sallanan bir gemide yatan hastaların, dua eden kadınların ve hepsi mutsuz yüzlerin görüntüleriyle açılıyor. Çoğu sürgüne giden insanlar, payitahttan kaçmak zorunda kalanlar… Sonra bir geriye dönüşle Yıldız Sarayı’na gidiyor ve Hilmi efendinin düşüşünün ilk adımlarını izliyoruz. Sonra gemi Beyrut’a yanaşıyor ve Hilmi Efendi de Beyrouth Palace’a inerek yeni hayatına başlıyor. Bu hayat onu hiç beklemediği işlere atacaktır: inşaat ameleliğine kadar… O arada bir işçinin dediği gibi “Bu da geçer yahu!” demekten başka çare var mıdır… Hikâyenin yan kahramanları da herhalde Karay’ın sürgünde tanıdığı kişiler olmalıdır: hüzünlü son şehzade, iç burucu kibarlıklarıyla “tacımızı-tahtımızı kaybettik, bari biraz avunalım” diye alışverişe çıkan saray kadınları, soyup gittikleri Yaver beyden (yani Hilmi efendiden) bir papağanı bile esirgeyen harem ağası… Yıkıntıların arasında dolanan fareler sanki… Ve o aktör bozuntusunun temsil ettiği gerçek kötülük. Gencecik yaşta erkeklerin önüne attığı kızın son bir mutluluk çabasını bile haincesine engelleyen bir kötülük. Ki yönetmen (sanıyorum yazar da) filmin dramatik finalinin hemen öncesinde, ona ilahi bir cezayı layık görmekten kaçınmamışlardır. Orhon M. Arıburnu, tam o sıralarda Lütfi Akad’la başlayan “has sinemacılar”dan sayılmasa da, bu ikinci filminde gerçek bir sinema duygusu yaratmayı başarmış. Hiç statik olmayan kamerası yakın planları yerli yerinde kullanıyor, sık sık da kaydırmaya (travelling) başvuruyor. İstanbul, Beyrut ve Halep dekorları iyi değerlendirilmiş. Gezginci trupun temsilleri de öyle: ister küçük tiyatro çadırları olsun, isterse Halep’in açık hava sahnesi… Askerler, Araplar, bıçkın gençler, kart zamparalardan oluşan ve sahnede ya kanto söyleyen, ya da göbek atan dişilerle oyalanan maço kalabalık gayet iyi verilmiş. Şehzadenin huzurunda Süzüp Süzüp de Ey Melek’i söyleyen fasıl heyeti de… Ya da arkadaki siyasal fon: Mustafa Kemal düşmanlığında birleşen eski Osmanlı ve din adamları. Ki en azından ikincisinin iyi niyetli temsilcileri, Hilmi efendinin şahsında özür dilemekten çekinmiyorlar. Ama ön planda kişisel dramlar var. Orhon Arıburnu’nun sade oyunu ve yakışıklı fiziğiyle iyi canlandırdığı Hilmi Efendi ve Nedret Güvenç’in (bu filmde mi tanışıp evlendiler, yoksa zaten evli miydiler?) ayrılmaları, son derece duygusal bir sahne. O girdapta birbirini bulan, ama birleşemeyen iki ruh. “Affedilirsem, vatana beraber döneriz” derken, mahbubesini öpmeye cesaret edemeyen ve ellerine sarılmakla yetinen bir Hilmi efendi…


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.